Dikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan`a

Transkript

Dikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan`a
Dikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan'a ait olup izinsiz
çoğaltılamaz, alıntı yapılamaz, başka sitelerde kullanılamaz.
© Copyright 2008 Talat Turhan
Yeni Baskıya Önsöz (Yargıç gözüyle)
Bomba Davası, yakın tarihimizin en ilginç davalarından biridir. Bu dava, Türkiye’de
Kontrgerilla adının ilk kez duyulduğu; işkencenin ilk kez bu kadar net ve kesin olarak dile
getirildiği; eylemlerinin af yasası kapsamına alınarak haklarındaki suçlamaların düşürüldüğü
ve aftan yararlanmak istemeyen Talat Turhan ve bir arkadaşının şaibe altında yaşamaya
mahkum edildikleri; aralarında kişisel arkadaşlık dışında ilişki olmayan, hatta birbirini ilk kez
duruşmada gören bazı kişilerin, devletin Anayasal düzenini değiştirmek için oluşturulmuş bir
örgütün kurucu üyeleri olarak gösterildiği; bir Tümgeneralin işkence köşküne kapatılarak
sorgulandığı; bir Orgeneralin oğlunun yurtdışından gelirken havaalanında gözaltına alınarak
bir hafta süreyle hiçbir suçlamayla karşılaşmadan sorgulandıktan sonra serbest bırakıldığı;
Emniyet kuvvetleriyle değil, onların adına, kendilerini kontrgerilla olarak tanımlayan kişilerce
işkence yapılarak alınan ifadelerin delil olarak mahkemeye sunulduğu bir davadır, Bomba
Davası.
Elbette bu sayılanlar, davanın önemini ortaya koymak açısından yeterli değil; çünkü
aslında bu davada ve buna benzer diğer karga tulumba davalarla o dönemde yargılananlar
sadece 57 sanıktan ibaret değildir. Türk Devrimin sürekliliğine inananlar, 1961 Anayasasına
umut bağlayıp aradığını bulamayanlar yargılandı, ürkütüldü, tehdit edildi, bu dönemde.
Bomba davasının yaşandığı dönem, 12 Mart muhtırasının hemen ardından yaşanan ve
özellikle sol menşei olduğu iddia edilen terör bahane edilerek faşist uygulamalarının kol
gezdiği bir dönemdir.
Bu dönemi değerlendirmek ve bu sürecin özellikle Türk devrimine vurduğu amansız
darbelerin izlerini araştırmak için sadece o yıllara şöyle bir bakıp geçmek yeterli değildir.
Çünkü tarih, olayları ortaya çıkaran koşullarla birlikte yazıldığı zaman anlam kazanır. 12 Mart
1971 Müdahalesi ve sonrasının, Türk Devrimi-Karşı Devrim çatışmasının bir dönüm noktası
olduğunu düşünecek olur isek, o dönemi hazırlayan koşulları da göz ardı etmemek gerekir.
Kuşkusuz artık bilinmekte ve kabul edilmektedir ki, Türkiye’de hala süregelen Karşı
Devrimin başlangıç gün ve saati, 10 Kasım 1938, 09.05’tir. Ne yazıktır ki, bu tarihte başlayan
ve hızla gelişen Karşı Devrim süreci bir türlü durdurulamamıştır. Geçtiğimiz 68 yıl içinde,
artık neredeyse ülke silahsız olarak işgal edilmiş, ekonomimiz tamamen dış etkilere açık ve
savunmasız bırakılmış, ülkemiz tamamen dışa bağımlı hale getirilmiştir. Bugünün
Türkiye’sinde, bir kısım gazetelerde köşe kapmış; televizyon kanallarında borsa endekslerini
ve Amerikan borsalarındaki gelişmelerin ekonomiye ne getirip ne götüreceğini tartışıp duran,
sözde ekonomistler, Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin himayesinde mandalaşma sürecine gönül
vermiş siyasetçiler, Avrupa ülkelerinin hukukunu, bizim için ideal hukuk düzeni gören sözde
hukukçular, Atatürk’ün “Çağdaşlaşma” hedefini “Batılılaşma” veya “Batı’ya köle olma”
olarak algılayan Washington-Brüksel kaynaklı diplomatlar kuşkusuz birden bire var
olmamışlardır. Onlar, Karşı devrim sürecinin ürünüdürler.
Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında, Türk milletinin tarihten gelen bağımsızlığına ve
onuruna olan düşkünlüğünü anladıktan sonra; bu kalenin diğer kaleler gibi kolayca
yıkılamayacağını anlayan Emperyalist devletler; Türk kalesini içeriden fethetmeyi denemek
istediler. Bu nedenle, çoğu kez Vatanseverlik, Memleket severlik, Müslümanlık maskeleriyle
yetiştirdikleri kurtları aramıza salarak, Türk Devrimini ve Türk Devletini yok etmek için bizi
birbirimize, yani kardeşi kardeşe kırdırdılar. 1971 ve 1980 müdahaleleri, hatta 28 Şubat
müdahalesi bu tohumların meyveleridir.
Bu süre içinde “Türk Ulusal Eğitim Sistemi” programlı olarak çökertilmiş, Türk
Ulusuna, “Ulusal Değerler” yerine “Kapitalist değerler” empoze edilmiştir. Dahası, kişisel
çıkarla öne çıkarılarak, sadece verilen talimatları yerine getirecek ve ülkesinin çıkarlarını
sorgulamayan geçmişinden koparılmış, düşünme, okuma, araştırma ve sorgulama yetenekleri
köreltilmiş; ailesine, toplumuna, vatanına, milletine, devletine, dinine, diline ve tarihine
düşman vatandaşlar yetiştirilmiş ve “Ulusal Kültür” yok edilmiştir. Ne yazık ki, milli
mücadele döneminde yenilenler, M. Kemal Atatürk’ün 15 yılda oluşturduğu “Ulusal Bilinç”i
yerli işbirlikçilerle ortadan kaldırmakta başarılı olmuşlardır.
Artık; Atamız Atatürk başta olmak üzere, O’nun fikirlerine, tam bağımsızlık anlayışına,
çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma emellerine o kadar yabancılaştık ki; ‘Çağdaş Uygarlık
Düzeyi’ni, Avrupa Birliği normlarıyla kıyaslamaya başladık. Neredeyse, heykellerdeki
Atatürk’ün parmağının, “Avrupa Birliği”ne ve Batılılaşmaya işaret ettiğini iddia edecek kadar
gerçeklerden kopar hale geldik. Daha da üzücü olanı, Atatürk’e açık açık hakaret edilmesinin
düşünce özgürlüğü kapsamına alınmaya çalışılmasıdır. Kurtuluş Savaşı ile “Sevr
Antlaşması”nı yırtıp atan, emperyalist ve kapitalist oyunları bozan, Yeni Dünya Düzeni’nin
geçmişteki uygulamasını durduran Atatürk’e, Batı’nın düşman olması doğaldır. Doğal
olmayanı ise, kendi içimizdeki Atatürk düşmanlığıdır. Bu düşmanlık da; yukarıda
bahsettiğimiz üzere, eğitim politikalarımızın tamamen ABD ve AB isteklerine teslim
edilmesidir.
Halbuki Atatürk, mazlum bir ulusun “tam bağımsızlık” çabalarının karşısındaki gerçek
düşmanların; yani “kapitalizm” ve “emperyalizm”in, silahla, topla ve tüfekle saldırmayacağını
açıkça ifade etmiştir. Ölümünden sonra dahi, Türk devrimine içten ve dıştan saldırıların
devam edeceğini çok iyi bilmekteydi. Büyük Nutku’nu Meclis kürsüsünden okurken bu
öngörüsünü şu şekilde dile getirmişti:
...Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün milletin meydana getirdiği cephedir.
Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu
cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir. Fakat bu durum hiçbir zaman memleketi, bir milleti
yok edemez. Önemli olan memleketi temelinden yıkan milleti esir ettiren iç cephenin
çöküşüdür. Bu gerçeği bizden çok daha iyi bilen düşmanlar; bu cephemizi yıkmak için
yüzyıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bu güne kadar başarı da sağlamışlardır. Gerçekten
‘kaleyi içten almak’ dışından zorlamaktan daha kolaydır. Bu maksadı gerçekleştirmek için
içimize kadar sokulabilen bozguncu mikropların ve ajanların varlığını iddia etmek yerindedir.
Ne yazık ki, Soğuk Savaşın komünizm paranoyasının ardındaki niyetleri algılamakta
güçlük çekenler emperyalist devletlerin tuzağına düşmüşlerdir.
Bilindiği üzere askeri darbelerin anavatanı Latin Amerika’dır ve özellikle başta Latin
Amerika olmak üzere 1945 sonrası dünya genelinde birkaç istisna dışında tüm darbelerin,
yönetimlere illegal müdahalelerin, şu veya bu şekilde Amerikan emperyalizmine hizmet ettiği
bilinmektedir. ABD, Latin Amerika’daki tecrübeleriyle; hegemonyası altına aldığı ülkelerde,
iç karışıklık yaratacak, illegal örgütlerin kurulmasını sağlayarak, bunları finanse ederek,
denetiminde tutmuş ve askeri darbelere zemin hazırlamıştır. 27 Mayısta edinilen deneyimler,
ileriki yıllarda biraz daha geliştirilmiş ve yapılan yeni müdahalelerle, ABD’ye bağımlı
iktidarlar iş başına getirilmiştir.
12 Mart müdahalesi ise, 27 Mayıstan farklı olarak karşı devrimcilerin başarılı bir
müdahalesidir. Her ne kadar darbenin hedefinin parlamento değil, sadece mevcut hükümet
olduğu iddia edilmiş ise de; aslında muhatap parlamento ve hatta tümüyle demokratik
rejimdir, sonrası uygulamalar bunu açıkça kanıtlamaktadır. 12 Mart 1971 günü saat 13.00 de,
TRT radyolarından okunan ve Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri
Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur, ve
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyicioğlu’nun imzalarını taşıyan 3 maddelik
muhtıra ile başlayan olağanüstü dönem, 14 Ekim 1973 tarihinde yapılan genel seçime kadar
devam etmiş, bu dönemde Meclis açık olmakla birlikte Silahlı Kuvvetlerin baskısı ve
yönlendirmesi ile görev yapmak zorunda kalmış, demokratik rejim, daha sonra telafisi
imkansız bir yara almıştır.
Bu kısa süre içinde sözde “partiler üstü anlayışla, Anayasanın öngördüğü reformları
Atatürkçü bir görüşle ele almak” için 4 ayrı hükümet kurulmuş, ancak hiçbirisi bu istenilen
çizgiyi yakalayamamıştır. Bu hedefe ulaşmak şöyle dursun; 12 Mart sonrasında 61 Anayasası
neredeyse tamamen değiştirilmiş, özel mahkemeler kurulmuş, yargı bağımsızlığı zedelenmiş,
kararları beğenilmeyen mahkemeler lağıv edilmiş, üniversiteler ve sendikalar tamamen
pasifize edilmiştir.
Bugünleri çağrıştıran bir aymazlıkla Dünya Bankasın’da, Oyak’ta çalışan ve liberal
tezgahların “Rahle-i Tedrisat”ından geçmiş bürokratlar hükümete davet edilmiş; sol
eğilimlerle sağcı muhafazakarların bir arada yer aldığı, çelişkilerle dolu kabineler
kurulmuştur. İlginçtir ki, hükümetin kurulmasının hemen ardından silahlı militan güçlerin
pimleri de çekilerek devreye sokulmuş, ülke birden kana bulanmış ve Başbakan Nihat Erim’in
emriyle Balyoz harekatı başlatılarak, 11 ilde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Balyoz harekatı;
Muhtıraya destek veren aydınların, radikal solcuların ve hatta demokratik kitle örgütlerinin de
hükümetten desteklerini çekmelerine ve hükümetin yalnız kalmasına neden olmuştur. Böylece
kamuoyu desteğini kaybeden hükümet, 27 Mayıs öncesini aratmayan uygulamaları ardı ardına
yürürlüğe koymuştur. Bu süreçte, grev ve lokavt yasakları yanı sıra, akademisyenlerin ve
aydınların tutuklanmaları ardı ardına gelmiş, yasak yayımların listesi bir çığ gibi büyümüş,
kitaplar toplatılıp yakılmaya başlamış ve Türkiye, benzeri görülmemiş bir faşist iktidara
teslim edilmiştir. Şüphesiz 12 Mart sonrası hükümetlerinin en önemli icraatları, 1961
Anayasasının neredeyse 1/3 ünün değiştirilmesidir.2 Üstelik yapılan değişikler; çoğu
hükümetin ve alaşağı edilen AP hükümetinin, isteyip de bir türlü gerçekleştiremediği
değişikliklerdir.
Partiler üstü hükümetlerin istenilenleri gerçekleştiremeyeceğinin anlaşılmasıyla, 12
Mart müdahalesini yapan komutanlar arasında da görüş ayrılığı baş göstermiştir. Muhsin
Batur; 4 Aralık 1972 günü Cumhurbaşkanına hitaben
Ben artık 12 Mart’ta halisane dileklerle yapılmış müdahalenin anarşiyi durdurma hariç
bir şey yapabilme ihtimalini yitirdiği kanaatindeyim. Memleketi serbest bırakmak için dört
komutanın çekilmesi fikrini, Silahlı Kuvvetler kabul etmiyor. Ben de diğer komutanlarla
uyuşamıyorum. O halde inanmadığım ve anlaşamadığım bir statü içinde kalmayı lüzumsuz
buluyorum ve müsaadenizle görevimden çekilmek istiyorum.
diyerek istifasını vermesi, artık müdahaleyi yapan generallerin de inancının kalmadığını
göstermekteydi. Yani Gürler-Batur-Kayacan ile, Sunay-Tağmaç-Türün ekibinin yolları 1971
muhtırasından çok değil birkaç ay sonra tamamen ayrılmıştı.
İşte Bomba davası tam bu sırada açılmış bir davadır. Bu dava, bir iktidar mücadelesinin;
karşı devrimcilerin Atatürk Devrimcilerine gözdağı verme, bir şeylerin ters gittiğini fark eden
başta generaller olmak üzere, asker ve sivil aydınları sindirme operasyonudur. Bu dava
sırasında açıkça anlaşılmıştır ki, 1975 yılı itibariyle artık devletin çelik çekirdeği ile
kontrgerilla yapılanmasının çekirdek kadrosu arasındaki fark neredeyse tamamen ortadan
kalkmıştır.
Talat Turhan, bomba davasının baş sanığı seçilmiştir. Bu davadan sonra yaşadıklarını
yazarak, 1965 yılında başladığı yazım hayatına bugüne kadar devam etmiş ve ilk kez bu dava
sırasında dile getirdiği Kontrgerilla kavramını bundan sonraki yapıtlarında iyice açmış,
kendisinden sonra bu konuyu işleyecek yazarlara ön ayak olmuş, adına ister süper NATO
diyelim, ister Gladio veya Kontrgerilla diyelim, emperyalist devletlerin uşaklığını ve
tetikçiliğini yapan bu gizli yapının, sadece Türkiye’de değil, İtalya, Almanya gibi gelişmiş
ülkelerde, siyasetin dışında Vatikan da dahi kök saldığını, defalarca dile getirmiştir.
Gerçekten de; ABD, sadece Türkiye’de değil, İkinci Dünya Savaşı sonrasında etkisi
altına aldığı ülkelerde, militer güçlere “antikomünizm=milliyetçilik” formülünü benimseterek,
Kontrgerilla örgütlenmesini oluşturmuş ve bu güçleri yeri geldikçe örtülü operasyonlarında
kullanmıştır. Kontrgerilla timlerinin eğitiminde ve finansmanında, doğrudan CIA rol aldığı
gibi, sivil toplum kuruluşları, uluslar arası sağlık ve eğitim kuruluşları, sanayi kuruluşları ve
yan örgütleri açık veya gizli rol oynamışlardır.
Türkiye’de kontrgerillanın eğitimini özelikle, AID (Amerikan Kalkınma Örgütü)’ne
bağlı uluslar arası faşizmin polis örgütü olan OPS (Office Of Public Safety) üstlenmiştir.
1960’lı yıllarda Türkiye’ye yerleşen AID; özellikle eğitim alanında destek olmak bahanesiyle
Ankara’da yıllarca hizmet vermiştir! Olağanüstü dönemlerin sonrasında yaşanan faşist
uygulamalarının mimarı bu örgütlerin hedefleri arasında aydınlar, siyasetçiler, sol düşünceyi
savunan yazar, şair ve diğer sanatçılar olduğu kadar, şüphesiz Türk Silahlı Kuvvetleri
mensupları da vardır.
Bu nedenle; sadece üst kademelerde değil ordunun en alt kademelerinde dahi 12 Mart
1971 ve 12 Eylül 1980 dönemlerinde şiddetli tasfiyeler gündeme gelmiştir. Türkiye’nin
NATO’ya girdiği 1952 yılının hemen ardından, ABD menşeli NATO talimnameleri
sayesinde; sadece emir almayı ve bu emri uygulamayı öğrenen ve aldığı illegal emirleri
sorgulamayan subaylar yetiştirilmiştir. Atatürkçülük öğretileri adı altında; içi boşaltılmış bazı
terim ve kalıplar, özellikle Silahlı Kuvvetlerin eğitici kadrolarına öğretilmiştir. Ayrıca, bu
dönemde ekonomik yoksunluk içine sokulan subayların gelecek kaygısı duymaları
sağlanarak, kitap okumaları yasaklanarak, yurt içi ve yurt dışında gelişen siyasi, sosyal,
kültürel, ekonomik ve askeri olayları sorgulamaları engellenmiştir. Ayak direten beyin
takımının da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ayrılması sağlanmıştır.
Bomba davası, sadece bir iktidar çekişmesinin, sindirme, susturma operasyonunun
parçası değil, aynı zamanda gayri nizami harbin tüm öğretilerinin kullanıldığı ve dünyada
ender görülen uygulamalardan birisidir. Bomba davası, Kontrgerilla öğretilerinin,
uygulamalarının yapıldığı bir eğitim alanına benzetilebilir. Bu davanın baş aktörleri ve bir
numaralı sanığı Talat Turhan’ın bomba davası sırasında yapmış olduğu politik ve hukuki
savunmayı okuyup da, şaşkınlık ve hayranlık içinde kalmamak mümkün değildir. İşkence
altında ve cezaevi koşullarında hazırlanan bu savunma, Kemalist bir kurmay subayın
muhakeme yeteneğinin, azim ve kararlığının göstergesidir.
Bir hukukçu olarak bu davanın hukuki eleştirisini yapmak hiç de zor değil. Özelikle,
‘hazırlık soruşturması’ çok büyük hatalarla doludur. Delillerin toplanması ve kamu davasının
hazırlanması bu aşamada gerçekleşir. Bu aşamada Emniyet Kuvvetleri, hatta mümkünse,
bizzat savcı tarafından deliller toplanır, sanık veya sanıkların leh ve aleyhlerindeki deliller
ortaya konarak kamu davası açmaya yeter delil olup olmadığı araştırılır. Hukuk devletlerinde
kamu gücünü kullanan savcılar, bu safhayı mümkün olduğu kadar çabuk sonuçlandırır; suçlu
veya suçluları adalet önüne çıkarırlar. Özellikle sanıklardan bir kısmının tutuklu olması
durumunda, bu sürenin mümkün olduğu kadar kısa sürmesi öncelikle sağlanır. Tutuklu
bulunan sanıkların isnat olunan suçu işledikleri yolunda inandırıcı deliller bulunamamış ise
veya bulunan deliller inandırıcılığını yitirmiş ise, salıverilmeleri dava açılmadan önce
sağlanmalıdır. Bomba Davası soruşturması 06 Mayıs 1972 günü İstanbul’da İbrahim Çenet
isimli bir gencin üzerinde bomba patlaması ve ölmeden kurtarılarak sorgulanması sonucunda
başlatılmış, ancak Askeri Savcı Nevzat Çizmeci tarafından 03 Nisan 1973 tarihinde kamu
davası açılabilmiştir. Yani son soruşturma aşamasına ancak 11 ay sonra geçilebilmiş; Talat
Turhan, sadece hazırlık soruşturması sırasında, 03 Temmuz 1972 gecesinden itibaren 26 gün
Ziverbey işkence köşkünde, 1 (bir) ay Selimiye Askeri Ceza ve Tutukevinde hücrede tecrit
altında olmak üzere toplam 9 ay gözetim altında kalmıştır. Çağdaş hukuk sistemlerinde, sonu
mahkûmiyetle sonuçlanmayan hiçbir davada bu kadar uzun süreli tutukluluk haklı görülemez.
Üstelik sanıklar, savcıların veya Emniyet Kuvvetlerinin değil MİT’in talimatı ve 1nci Ordu
Sıkıyönetim Komutanlığının emriyle gözetim altına alınmışlardır. Oysa tutuklama kararı
yargısal bir karardır ve ancak bir hâkim tarafından verilebilir. Bu süre içerisinde toplanan
delillerin sadece sözlü delillerden ibaret olduğu, bu ifadelerinde büyük çoğunluğunun işkence
ile alındığına dikkat edilecek olur ise engizisyon mahkemelerinin uygulamalarını aratmayacak
bir uygulama ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.
Sanıklık bir statüdür. Sanığın bazı yükümlülükleri olduğu gibi bazı hakları da vardır.
Öncelikle, sanığın, kendisine isnat olunan suçu öğrenme hakkı vardır. Bu kural, ceza
hukukunun artık tüm dünyada kabul edilmiş temel prensiplerinden birisidir. Ancak, sanıklara
bu hak verilmemiştir. Senaryo daha sonra alınan ifadelerle şekil bulmuş; suçlardan sanıklar
değil, sanıklardan suç çıkarılmıştır.
Sanıkların müdafi tutma ve kendilerini müdafi aracılığı ile savunma hakları vardır. Bu
hak, sadece son soruşturma değil, ön soruşturma aşamasında kullanılabilecek bir haktır. Talat
Turhan ise Ziverbey işkence köşkünde, değil avukat, neredeyse polis yüzü bile görmeden
işkence odalarında kimliği meçhul kişiler tarafından sorgulanmıştır. Oysa Ceza hukukunda
tutuklama, gözetim altına alma bir tedbirdir, ceza değildir. Hangi şartlarda başvurulacağı, ne
kadar süreceği, şartlarının neler olduğu yasada açıkça belirtilmiştir. Diğer yandan, sanığın
ifade vermeme, yani susma hakkı vardır. İfade vermeye zorlama çağdaş hukuk sistemlerinin
hiçbirisinde, keza Türk Ceza Muhakemesi Hukukunda bulunmamaktadır.
Talat Turhan’ın evinde, 3-4 Temmuz 1972 gecesi yapılan arama, yine hakim kararına
dayanmayan, emirle yapılan bir aramadır. Ceza Muhakemesi Hukukunda, arama ve zapt
işlemlerinin nasıl yapılacağı açıkça belirtilmiştir. Arama gece yapılmaz, gün doğduktan sonra
ve güneş batmadan yapılır. İstisnaları, kanunda belirtilmiştir. Ayrıca bir mahkeme kararına
dayanılarak yapılır. Zorunlu hallerde ise, savcının istemi üzerine emniyet kuvvetlerince
yapılır, ancak en kısa zamanda hakim onayına sunulur. İlginç olan şu ki; 1999 yılında başı
(sonradan) türbanlı ABD vatandaşı bir bayan müstafi milletvekilinin evinde; DGM
Savcılığınca güneş battıktan sonra arama yapılmasını hukuken hata olduğunu, ertesi gün bas
bas bağıranlar, 3 Temmuz 1972 gecesi bizzat bu operasyonu yapanların öğrencileridir. Arama
sırasında, evinden toplanan kitapların hiçbirisi, Talat Turhan’a teslim edilmemiş ve sadece
yasaklanmış kitaplar hakkında karar verilmiş, yasaklanmamış ancak evinden alınan bu
kitaplar hakkında hiçbir karar verilmemiştir. Kitapların nereye götürüldüğü, kime teslim
edildiği dahi belli değildir.
İddianamedeki iddialar ve eylemler ile Talat Turhan arasında işkence ile alınan ifadeler
dışında hiçbir somut bağ yok iken, Askeri Yargıtay 2. Dairesi, her nedense 20.04.1977 gün ve
1977/56-131 E.K sayılı kararında sübutu hiç tartışmamış, bunlar gibi pek çok kanuna
doğrudan aykırılığı görmezden gelmiş, bir nevi, kurtarıcı gibi Meclisten geçirilen 1803 Sayılı
Af yasasının arkasına saklanarak bu Ceza Hukuku Ucubesi yargı kararını onayıvermiştir.
Çok açıktır ki bu davada, Kontrgerilla yargıyı kendi çıkarlarına alet etmiş ve üst düzey
askerlerin desteği ile, istediği sonuca ulaşmak için kullanmıştır. Ne yazık ki Bomba davası, ne
bu konuda ilktir ne de son olacaktır. Kontrgerilla, aynı maskelerle yine yeri geldiği zaman, bu
kez belki farklı yöntemlerle, hukuk dışı gayri nizami harp tekniklerine başvuracaktır. Bundan
şüphe duyulamaz. Burada sorun ancak şu olabilir. Ne zaman veya kimlere karşı!
Büyük Kemalist Devrimci Talat Turhan’ın bu eseri aynı zamanda Türkiye’de yargının;
hangi aşamalardan geçtiğini, ne yazık ki, zaman zaman nasıl kullanıldığını açıkça gözler
önüne sermektedir. Sadece bir hukuk değil, bir taktik, bir azim ve kararlılık mücadelesi olan
bu davanın yazılı ve sözlü savunmasını okurken sizin de benimle aynı düşünceleri
paylaşacağınıza inanıyorum.
Üçüncü Baskıya Önsöz
3-14 Kasım 1975 günleri arasında, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri
Mahkemesi’nde Bomba Davası’na ilişkin yaptığım Savunma’mın 1. Klasörü’nün başında yer
alan Politik Savunma’yı 1986’da yayımlamak gereksinimi duymuştum. Savunmam, 29 yıllık
süreçte doğrulanmaktan da öte, âdeta dünyada ve ülkemizde daha sonra olup biten gelişmeleri
de işaret etmiştir.
ABD’nin günümüzdeki küresel saldırganlığı, iktidarı şaibeli yoldan ele geçiren Bush ve
ekibinin liderliğinde sürmektedir. Dünya jandarmalığı, yerini küresel imparatorluk düşlerine
bırakmıştır. Bush Hanedanı’nın başını çektiği bu ekip, kendi özel çıkarlarının yanında
ABD’nin hegemonik yönelişini gerçekleştirmek için, uygarlığın birkaç bin yıllık
kazanımlarını yerle bir ederek Asya ve Afrika’yı başta enerji olmak üzere bütün
zenginlikleriyle tamamen ele geçirme amacına dönük olarak vahşice sarsıyor. Haksız
savaşlar, Afganistan ve Irak’ta olup bitenler; işkence ve katliamlar, dünyanın gözü önünde
yaşanan vahşetin son perdesidir. ABD, başta BM olmak üzere ne uluslararası örgütleri ne de
uluslararası sözleşmeleri takmaktadır.
12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 dönemlerinde başta gençler olmak üzere; aydınlara,
sendika aktivistlerine, yurtsever subaylara, demokratik hukuk devletinden yana tüm güçlere
uygulanan işkence yöntemlerinin, bugünkü Afganistan’da, Irak’takilere koşut olması,
benzerlikler taşıması Savunma’mı daha da güncel kılmaktadır.
Kendimi bildim bileli, ülkemin sorunlarıyla ilgilenmeyi bir misyon edindim. Sanırın, bu
nedenle yakın tarihimize tanıklık etmek durumunda oldum. Bir aydın olarak olanaklarım
ölçüsünde, emekli edildiğim yılın ertesinden, yani 1965’ten bu yana değişik zeminlerde
etkinliklerimi sürdürdüm. Araştırma, inceleme ve düşüncelerimi kamuoyuyla paylaşmaya
özen gösterdim.
Düzene egemen olan güçler aktivitelerimden rahatsızlık duymuş olacaklar ki, işsiz
bırakmaktan, yazdıklarım hakkında tazminat davaları açmaya kadar çeşitli yöntemlerle beni
susturmaya çalıştılar. Şimdi, seksen yaşımdan sonra dostlarımın da destekleriyle, yeni bir itki
ve heyecanla, başta elinizdeki kitap olmak üzere yeni çalışmalarımı kamuoyuna, değerli
okurlarıma sunmak istiyorum. Mustafa Kemal Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesine dün
olduğu gibi bugün de sahip çıkmaya çalışıyorum. Ülkemizi bağımlı hale getiren iktidarları da
lanet ve nefret duygularıyla ve üzülerek izliyorum.
Milli Şef İsmet İnönü döneminde yaşadım. Onun 1947’de ABD ile ilk İkili Anlaşma’ya
imza koymasının ne anlama geldiğini, ancak merhum Haydar Tunçkanat’ın “İkili
Anlaşmalar” adlı kitabından ve şaşırarak öğrendim. Sonra, sözde demokrasi dönemi
başladığında, dönemin ileri gelenleri Türkiye’yi ‘Küçük Amerika’ yapmak hedefiyle ABD’ye
bağımlılığı iyice pekiştirdiler. Yıllar sonra, DP önde gelenlerinin ABD’nin dünya çapındaki
gizli yapılanmasının Avrupa ayağı olan Bilderberg’e 1959’da üye olduklarını öğrendiğimde
şaşkınlığım bir kat daha arttı!
Derken, 27 Mayıs 1960 geldi. İlk bildirisinde NATO ve CENTO’ya bağlılığını ilke
olarak benimsediğini açıklayan bir harekât, kuşkusuz ki ülkeyi o güne kadar sürüklendiği
bağımlılıktan ve bataktan kurtaramazdı.
Geçenlerde, 27 Mayısçı ve MBK Üyesi E. Tümg. Sıtkı Ulay’ın “Giderayak” adlı
kitabını gördüm. Ulay’ın, kitabının 92. sayfasında “Ortadoğu’da Türk-Amerikan Menfaatleri
Birleşiyor” başlığı altında, “İsrail ve Ortadoğu konularında Türk ve Amerikan çıkarlarının
birleştiği” görüşünü ileri sürdüğünü öğrendiğimde 27 Mayıs’a ilişkin bütün hayallerim
yıkıldı.. Bu görüşün, günümüzdeki Koç’ların, Fettullah Gülen’lerin görüşünden hiçbir farkı
yoktu! Ulay, “Atatürkçü Türk gençliğine” son söz olarak da ne önerse beğenirsiniz; “Dünyayı
parmağında oynatan Amerika’yı solcu da olsanız karşınıza almayın.”!..
Daha sonra, DP’nin devamı olduğu ileri sürülen iktidarlar işbaşına geldi. Onlardan
farklı bir tavır beklemek, zaten eşyanın tabiatına aykırı olurdu.
Bir ara, Bülent Ecevit ve arkadaşlarının “Demokratik Sol”uyla oyalandık. Ancak, 35 yılı
aşkın bir süredir iki farklı siyasal görüşün lideri olarak karşımıza çıkarılan Süleyman Demirel
ve Bülent Ecevit’in 1975’te Çeşme’de toplanan ABD güdümündeki Bilderberg’e aynı anda
üye olduklarını öğrendiğimdeki duygularım şaşkınlıktan da öteydi!
Daha sonra, Ecevit’in 57. Hükümet’teki Başbakanlığı döneminde, Cumhurbaşkanı
Demirel’in görev süresini uzatma girişiminde öncü bir rol almasının bu ‘örgütsel
beraberlikten’ kaynaklandığını algılamama karşın, medyamızın bu gerçeği gözardı etmesini
‘küresel dayanışma’ olarak değerlendirdim.
Ve, 12 Eylül Darbesi geldi... M. Ali Birand’ın kitabında yer alan, darbe gerçekleştiğinde
ABD Büyükelçisi’nin kendi Dışişleri Bakanlığı’na geçtiği kripto, yorum gerektirmeyecek
kadar açıktı: “Our boys have done it!- Bizim çocuklar halletti!” Hele hele darbenin ardındaki
beynin, ABD’nin işbirlikçi-uydu darbeci yetiştiren Ford Bragg’dan geçmiş olduğunu
öğrendiğimde, mezarda Ata’mın kemiklerinin sızladığını duyumsadım!..
12 Eylül Darbesi’ni izleyen MGK döneminden sonra, sıra Cumhurbaşkanlığı seçimine
geldiğinde, seçimden birkaç ay önce 9 Ağustos 1989 günkü gazetede yabancı kaynaklara
atfen “Türkiye’yi Kucağa Oturtma Planı” başlıklı, manşetten bir haber yayımlandı. “Özal’ın
Cumhurbaşkanı olması için CIA devrede”ydi. Gazete’ye göre, “CIA’nın hazırladığı planı
Bush onaylamıştı.”
Özal, bu haberden üç ay sonra Cumhurbaşkanı oldu. “Türkiye’yi Kucağa Oturtma
Planı” başlıklı makalemle konuyu gündemde tutmaya çalıştıysam da, medyanın suskunluğu
devam etti. Merhum Özal’ı ABD’nin yönlendirmesi ve zorlamasıyla iktidara, giderek
Cumhurbaşkanlığı’na taşıyan ABD’nin “bizim çocuklar”ı sözde ‘Atatürkçü’ MGK mihrakı,
onun Nakşibendi tarikatıyla yakınlığını bile gözardı etmek zorunda kalmışlardı. “Konya
Mitingi”ni 12 Eylül’ün gerekçeleri arasında gösteren ve MSP’yi kapatanların, 12 Eylül’den
önce MSP adayı olan Özal’a tahammülleri başka türlü açıklanamazdı.
Yeni bir dönem geldi... Önümüze CIA ajanlarınca “Ilımlı İslâm” konsepti sürüldü.
Yirmi yılı aşkın bir süre uğraşılarak bunun altyapısı hazırlanmıştı. ABD küresel
hegemonyasının emrinde ve hizmetinde olan medya tarafından bu konsepte uygun insan da
bulundu. ‘Dinlerarası Diyalog’ yaklaşımıyla, tüm dışişleri protokolleri bir yana bırakılarak
Vatikan buluşmalarıyla Gülen, şişirildi. ‘Anavatanında’ güvenlik içinde yaşamasının koşulları
sağlanırken, dünyada ve ülkemizde örgütlenme olanakları sağlandı.
Sıra “Ilımlı İslâm”ı iktidara taşımaya gelmişti. İşte, bu noktada, ABD emperyalistlerinin
kullandığı en etkin araç “psikolojik savaş” devreye sokulur. Psikolojik savaş, çoğunlukla sivil
bir kavram gibi görülür ve propagandayla eş anlamlı sayılır. Oysa, 1963’ten bu yana,
Kennedy tarafından askeri bir savaşın parçası olarak algılanarak askeri literatüre sokulmuştur.
İlgili okullarda psikolojik savaşın yöntemleri öğretilmektedir. Özetle, tüm dünya ulusları,
küresel güçlerin bir parçası olan medya grupları kullanılarak, süresiz askeri psikolojik savaş
yöntemleriyle emperyalist değer yargılarına teşne hale getirilmektedir. Bu aygıtı devreye
sokarak dünyanın herhangi bir ülkesinde istediğinizi iktidardan indirir, istediğinizi iktidara
oturtabilirsiniz!..
Protokolde olmadığı halde, henüz sadece parti başkanıyken ABD Başkanı Bush’un
karşısına çıkarılan dünyadaki tek politikacı, belki de AKP Genel Başkanı R. Tayyip
Erdoğan’dır.
Onun, ABD’deyken sık sık yinelediği “dünya küresel bir köye dönüşmüştür” sözünü bir
an için düşünelim: Köyün muhtarı belli, Erdoğan’a ihtiyar heyetinde bile yer yok!..
ABD, hiç boş durmuyor; 58. ve 59. hükümetlerdeki en genç bakan olan Ali Babacan’ın
2003 ve 2004’de üst üste Bilderberg toplantılarına çağrılarak katıldığını gördüğümde, ister
istemez Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni anımsadım.
Anglo-Sakson egemenliğindeki masonik ve siyonist karar merkezleri önce kendi
çıkarlarına hizmet edecek kişileri kulüplerine, yani uluslararası örgütlere üye yapıyorlar..
Yani, ‘global elit’ ya da ‘küresel seçkin’ sınıfına sokuyorlar.. Sonra da kontrollerindeki
medyayı kullanarak yıldızlarını parlatıp halklarına seçtiriyorlar.. Ülkelerinde ‘seçilmiş’
yönetici konumuna getiriyorlar.
Nitekim, Bilderberg üyesi olan küresel seçkinlerimiz arasında; cumhurbaşkanları,
başbakanlar, bakanlar, büyükelçiler, akademisyenler, holding patronları ve medya
unsurlarının (Dinç Bilgin, Sedat Ergin, Nuri Çolakoğlu, Hasan Cemal…) olduğunu
görüyoruz. Bu cephe, otomatik olarak ABD çıkarlarını kollayıp gözetme misyonu
üstlenmektedir. Medyada bir de iç ve dış istihbarat örgütleriyle United States Information
Service (USIS)’e angaje olanlar var.. Bunlar, “mütareke basını”nı oluşturuyorlar.. ‘Küresel
seçkin’ konumlardan ABD’nin çıkarları için ahkâm kesiyorlar..
Hiçbir gücün tarih sahnesinde ilelebet kalmadığını biliyoruz. Elinizdeki kitapta sakın
ABD düşmanlığı yaptığımı sanmayın!.. Ülkemin çıkarlarını korumak için, ABD
emperyalizminin içyüzünü özellikle asker gözüyle, tüm güç ve olanaklarımı kullanarak
kamuoyuna yansıtmak ve Atatürk’ün bize emanet ettiği Türkiye’ye geri dönmek özlemine
sahip çıkacak yandaşlar arıyorum. Umutsuz değilim..
Küreselleşme dayatmasına karşı, başkaldırı başlamıştır.
-Tüm dünyada küreselleşmenin örgütleri; bilinçli ve onurlu ülkeler, uluslar ve
kamuoyunca protesto edilmektedir.
-Tüm dünyada savaş karşıtları seslerini yükseltmektedir.
-Özellikle bu günlerde, toplumun değişik kesimlerinin NATO ve ABD karşıtı
protestolara katılması, bu kitaptaki ABD emperyalizmine ilişkin savlarımın ne kadar haklı
çıktığını göstermektedir.
1991’de bir gazeteye verdiğim mülakatta, NATO’ya üye olduğu halde, Türk Silahlı
Kuvvetleri’ni hiçbir zaman NATO standartlarına getirmemesi nedeniyle bu paktın ülkemize
ihanet ettiğini açıklamamın bugün yankılanmasından huzurlu ve sevinçliyim.
Bu arada, tam 18 yıl önceki saptamalarımın bugün doğru çıkmış olmasına
sevinemiyorum...
…Körfez sorunu sıcak savaşa dönüşecek, Amerika’nın elindeki çevik kuvvetlerle
Körfez’e yönelik, yani NATO amaçlarının dışında kendi kuvvetlerini Türkiye’de
konuşlandırması ve bunlara bağlı olarak kendilerine bağlanması istekleri oldu. Kapalı kapılar
ardında pazarlıklar sürdü. Amerika’nın Muş bölgesinde bir üs kurma girişimleri var.
Türkiye’de bulunan üsler, NATO amaçlarına hizmet etmek yükümlülüğü altında. NATO’nun
patronu Amerika olduğuna göre, Amerika’nın bütün niyeti yurdumuzdaki bu üsleri
gerektiğinde kendi çıkarları yönünde olası bir sıcak savaşta kullanmaktır.
Kanımca, ülkemiz ve dünya, 29 yıl önce tanımladığımdan daha vahim bir noktada.
Ancak, ABD’nin hegemonik saldırısı karşıt cepheyi de örmektedir.
Küresel saldırı, Kurtuluş Savaşı’yla elde ettiğimiz ulus devletimizi bertaraf etmeye
çalışıyor… Milliyetçi ve yurtsever direnişi kırmaya çalışıyor.. Ülkemizde tarımın çöküşü
hızlandırılıyor, sendikasızlaştırma operasyonu sürüyor, Cumhuriyet Devrimi’nin armağanları
olan büyük çaplı kamu kuruluşları yok pahasına özelleştirilmeye çalışıldığı gibi, ekonomideki
işlevleri tasfiye ediliyor. Sosyal devlet anlayışının gerektirdiği ne varsa bir bir tırpanlanıyor.
1990’da Paris Şartı imzalanırken, baba Bush, bundan böyle dünyadaki çatışmanın siklet
merkezinin Kuzey-Güney ve dolayısıyla beyaz-Hıristiyan ‘uygarlıkla’ İslâm arasına
kayacağını açıklamıştır.
İflah olmaz bir Hıristiyan köktendinci olan Evangelist oğlu George W. Bush da mirası
devralarak haçlı seferlerine başlamış bulunuyor. Haksız savaş, Afganistan ve Irak işgalleriyle
başlayan sürecin önü ulusal direnişlerle kesilmiştir. Böylelikle, şer mihverinin hevesleri
doğrultusundaki yürüyüşü şimdilik kesilmiştir. Ancak, ülkemizi taşeronlaştırarak Büyük
Ortadoğu Projesi (BOP) adı altında kaldıkları yerden devam etmek istiyorlar. CFR,
Bilderberg, Japon ayağından oluşan Trilateral Coğrafya, Güney’e, yani Üçüncü Dünya’ya ve
İslâm coğrafyasına karşıdır. Uluslararası finans kapitali kontrol eden ÇUŞ’lar sömürü ve
yağmalamayı işgallerle hızlandırarak Güney’i tam teslim almak istiyorlar. Fiili işgallerin
bittiği yönündeki tezler, dünyanın tek kutuplu bir hale dönmesiyle iflas etmiştir.
Öte yandan, nedense bir süredir ABD’de ikâmet eden ‘Ilımlı İslâm’ şeyhi “Amerika
bize düşman olsa da biz onunla dost olmalıyız” yolunda fetvalar üretmektedir. Böylelikle,
‘dinlerarası hoşgörü’ adı altında küresel güçlerin amaçlarına hizmet eden bir İslâm yaratılmak
istenmektedir. Tüm bu dolapların ardında altı ayaklı bir örümcek görüyoruz. Bir ayağı
ABD’de, bir ayağı işbirlikçi sermayede, bir ayağı İslâmî sermayede, bir ayağı Nur tarikatında,
bir ayağı Kürtlerde, bir ayağı siyasal partilerde…
‘Dinlerarası hoşgörü’ tuzağındaki İslamı, ‘Ilımlı İslâm’ olarak muhatap almak isteyen
emperyalist küresel merkezlerin bu yönelişinin arkasında ne yatıyor? Onu da bizzat Papa 2.
Jean Paul açıklasın:
Birinci bin yılda Avrupa’yı ve Afrika’nın bir kısmını, ikinci bin yılda Kuzey ve Güney
Amerika’yı Hıristiyan yaptık. Üçüncü bin yılda Asya, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’yı
Hıristiyanlaştıracağız. Hıristiyanlaştırılacak ilk ülke Türkiye’dir.
Gün, gerçek yurtseverlik günüdür, gün gerçek, saf ve temiz; ülkesine ve bağımsızlığına
bağlı olarak inançları yaşama günüdür.
Yarım yüzyılı aşkındır bizi yönetenlerin; Küçük Amerikacılar, Babalar, Karaoğlanlar,
Kadayıfçılar, Başbuğlar, Bizim Çocuklar, Tontonlar, Ilımlı İslâmcılar’ın ülkeyi getirdiği yer
dışa bağımlılık ve gırtlağa kadar dayanan borç batağıdır.
Büyük güçlerin, emperyalistlerin Türkiye’yi işgalini ve işgal niyetlerini yaşayarak
gördük.. Bugün de, “ Türkiye, Türklere bırakılamayacak kadar önemlidir” diye
egemenliğimize sulanıyorlar; artık tekli yönetim zamanı geçti, diyorlar..
Tevrat’taki vaadedilmiş toprakların fethi ile BOP’un amacının ne farkı olduğunu bize,
örneğin sayın Erdoğan ve Gül anlatsa da öğrensek?!. BOP, Fırat’tan Nil’e; Lübnan’dan Arap
Yarımadası’na, Hint Okyanusu’na kadar uzanan bir proje… Ya ‘vaadedilmiş topraklar’
neresi? Onu da Tevrat’tan aktaralım: “Sınırlarımız çölden ve Lübnan’dan büyük ırmağa Fırat
ırmağına kadar Hititlerin bütün diyarı ve gün batısına doğru büyük denize kadar olacaktır.”
Ulusal onurumuza ve bağımsızlığımıza sahip çıkmak, Yeni Dünya Düzeni’ne, küresel
dayatmalara karşı çıkmakla eş anlamlıdır. Ülkemizin ulusal refleksleri ve birikimleri;
askeriyle ve siviliyle; aydınıyla, genciyle, namuslu sanayicisi ve işçisiyle, tarımdaki çilekeş
üreticisi ve yoksul köylüsüyle, esnaf ve zanaatkârıyla; beyaz ve mavi yakalısıyla;
emperyalizme pabuç bırakmayacaktır. Emperyalist-kapitalizmin dediği olmayacak,
hegemonların diktatörlüğü tersyüz edilecektir.!
Bu bilinç ışıdıkça siyasal anlamda güçlenecek ve yandaşları artacak, başta Irak olmak
üzere ezilen uluslar direndikçe ABD balonu sönecek; uluslar gerçekten bağımsız, özgür,
demokrat ve ulusal reflekslere duyarlı düzenlere birgün mutlaka kavuşacaklardır.
Talat Turhan
Kuzguncuk, 26 Haziran 2004
I. Bölüm
Bomba Davası’nın Oluşturulması ve Sonuçlanması
Yargılayanları Yargılıyorum
I.
Bu birinci kitabım, Ek’te dökümü sunulan 10 klasör ve 5000 sayfadan oluşan Bomba
Davası’nda yaptığım Savunma’nın birinci klasörünün Politik Savunma bölümüdür.
Zamanı geldiğinde, diğer bölümlerinin de yayınlanmasını düşünmekteyim.
Gerçekte ülkemin içerisinde bulunduğu koşulları uygun bulmadığım için, savunmamı
yayınlamayı bugüne kadar düşünmemiştim. Tarihsel bir misyon yüklenmenin bilinciyle bir
dönemin iç yüzünü tüm boyut ve ayrıntılarıyla yasal makamlara sunmakla yetinip, adaletin
gerçekleşmesini sabırla beklemeyi yeğlemiştim.
Oysa, Cüneyt Arcayürek’in arka arkaya yayınladığı kitaplarından “Demirel Dönemi 12
Mart Darbesi” ve “Çankaya’ya Giden Yol 1971-1973” başlığını taşıyanlarda, bizim de içinde
bulunduğumuz ve iki yıl Selimiye Askeri Ceza ve Tutukevi’nde tutuklu kalarak
yargılandığımız dönemi kendi anlayışı içerisinde kamuoyuna sunmuş olması, kanımca;
Muhsin Batur’un bir anlamda savunma içgüdüsü içerisinde “Anılar ve Görüşler” adlı kitabı
yayınlamasına neden oldu.
Muhsin Batur’un anıları da olaylarda taraf olan Celil Gürkan’ın Cumhuriyet gazetesinde
“12 Mart’a Beş Kala” adlı Uğur Mumcu’nun kaleme anılarının yayınlanmasına yol açtı.
Gürkan’ın anıları ise olayların içinde bulunan bir çok kişiyi de açıklama yapmaya yöneltti.
(Cumhuriyet; 27 Ekim-24 Kasım 1985)
Aynı dönemde, 3 Kasım 1985 tarihli Nokta dergisinde konu; Bomba Davası’nda
Cuntalar Savaşı olarak kapağa çıkarılıyor ve 12 Mart döneminin sorumluluğunu taşıyan
yetkili kişiler ilginç itiraflarda bulunuyor ve zamanla birbirlerini suçlar duruma düşüyorlardı.
Bu üç kişi bilindiği gibi 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Org. Türün, Tümg Ünlütürk ve
Kocaeli-Sakarya İlleri Sıkıyönetim Komutanı Korg. Sunalp’dı…
12 Mart döneminin tepedeki çatışması bizim de sanıkları arasında bulunduğumuz
Bomba Davası’nda tıkanıyordu. Bu nedenle devreye girmek zorunluluğunda kaldık.
Gerçekte, Nokta’da belirtildiği gibi, Bomba Davası bir Yıldızlar Savaşı idi.
Genelkurmay Başkanlığı’na getirilmek üzere kendisine söz verilen Türün, Bomba Davası’yla
bu hedefe ulaşmak için önünde engel gördüğü Gürler-Batur-Kayacan üçlüsünü temizlemek
için işkence köşklerinde tertiplere girişmiş ve fakat başarı sağlayamamıştır.
Doğal olarak kısa bir süreç içinde yayınlanan bu anılar değişik çevrelerde farklı
yorumlara neden oldu…
- Bazılarına göre; Arcayürek, Demirel’in sözcülüğünü yaparak, onun, hasım saydığı
asker kişileri birbirine düşürerek geleceğe yönelik politik yaşamı için malzeme toplamasına
yardımcı oluyordu.
- Diğer bir grup her zaman olduğu gibi, at gözlükleriyle olayı yorumluyordu. Onlara
göre; “komünistler yeni bir taktik peşinde idiler ve 12 Eylül’de doğrudan doğruya saldırmaya
cesaret edemedikleri için şimdilik 12 Mart’ı hedef seçiyorlardı.
- Bir kısım çevreler ise eski askerlerin birbirini eleştirmesi ve bazı olayların gerçek
yüzünün ortaya çıkmasından tedirgin oluyordu. Bu olgunun Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
yıpratılmasına neden olacağı şeklinde bir yorumu benimsiyorlardı.
Her çevrenin yorumu kendisini ilgilendirir. Bize gelince, eğer bir kuruluşta bir kişi suçlu
ise, o kuruluşun suçlamadan kendisini arındırmasının ancak, suçlunun dışlanması ile mümkün
olduğuna inanırız. Suçlu kişinin suçunu örtbas eden örgüt, kendiliğinden o suça bulaşır. Bu
nedenle aydınlıktan yarasa gibi korkanların, ancak o suçun katılımcısı durumuna düşeceği
inancındayız.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin onuru bizim de onurumuzdur.
Anıların yayınlandığı dönemde birbirinden habersiz birçok kişi sanki ağız birliği
etmişçesine; “bugüne kadar susup, neden şimdi Bomba Davası’nın gündeme getirildiğini”
bana sordular.
Kuşkusuz bu soruları soranlar içerisinde açıkladığım yorumları benimseyenler olduğu
gibi, kanılarımızı içtenlikle öğrenmek isteyenler de bulunuyordu.
Beni tanıyanlar, hayatımın hiçbir döneminde kişisel çıkar peşinde olmadığımı bilirler.
Bu nedenle, başka kişilerin ön ve art niyetleri ve taktikleri beni ilgilendirmeksizin bazı
gerçeklerin açıklanmasında ülkemin yararını görürsem, bu görevi yapmamı hiçbir güç
önleyemez.
Kanımca, Türkiye 1947’de imzalanan ilk ikili anlaşmadan bu yana her geçen gün artan
bir ölçüde Yeni Amerikan Mandacılığı anlayışının yörüngesine oturtulmaya çalışılırken, 12
Mart önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilmelidir. O dönemde halkın sosyal uyanış
ve bilinçlenmesinden tedirgin olan dış egemen güçler, onların yerli işbirlikçileri ve
işbirlikçilerine maşalık yapan işkencecilerin tümü ABD’de özel olarak yetiştirilmiş ve yurt
çapında ‘teknik sorgulama’ denilen yöntemi uygulayarak sistematik işkence dönemini
başlatmışlardır. Bu kadarıyla da kalmayıp açıkladıkları gibi sahte operasyonlarla devlet terörü
düzenleyip tüm güçleriyle halkın sosyal uyanışını engellemek için tertiplere girişmişlerdir.
Zaman içinde emperyalist çıkarlara uyarlı bir uydu kapitalizmin maşalığını yapan
işkencecilerin art niyetleri ortaya çıktı… Bugün her biri bir idare meclisinde ya da bir patron
uydusu olarak asalak maaşı alıp suçluların telaşı içinde bir yandan birbirlerini suçlarken, diğer
yandan kendilerini savunma çabası içine düşmüşlerdir.
Kuşkusuz, dünün “işkencecileri”nin bugünün “işkembecisi” olmaları rastlantı değildir.
Çünkü bilinçli ya da bilinçsiz olarak emperyalist çıkarları korumak için onları tertiplere
itenler, bu kişileri elbette yemleyeceklerdir.
İnanıyorum ki, devletin tüm güçlerini kişisel ihtiras ve kinlerini tatmin için kullanan bu
zavallılardan bir gün mutlaka hesap sorulacaktır ve yazdıklarım bu amaca katkıda bulunduğu
ölçüde bir anlam ifade edecektir.
Bu anlayışla on yıl önce İstanbul 2 No’lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi aracılığıyla
tarihe tevd ettiğim Savunma’mı yayınlamak gereğini duydum. Saygılarımla…
II.
Okumakta olduğunuz kitap, 1nci basımı Ocak-1986 da yayınlanan “Bomba Davası Savunma - 1” adlı yapıtın devamıdır.
Tüm Savunma’m ekleriyle birlikte 10 klasör ve 5000 sahifeden oluşmaktadır.
Savunmamın dökümü (fihristi) 1. kitabın 234 ve 235. sahifelerinde sunulmuştur.
Anılan sahifeden 2. Klasör, I. Kısım olarak gösterilen “Hazırlık Soruşturmasının
Eleştirisi ve Ekleri” olduğu gibi yalnız dili sadeleştirilmek suretiyle bu yapıta alınmıştır.
Savunma’m 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı nezdindeki 2 Numaralı Sıkıyönetim
Askeri Mahkemesi’nde 3-14 Kasım 1975 tarihleri arasında beş duruşma günü sözlü olarak
özetlenerek mahkeme önünde yapılmış, daha sonra da yazılı olarak verilmiştir.
Olağan dışı ve yasa tanımaz bir uygulamaya yasal bir tepki olarak nitelendirilebilecek
olan bu yapıt gerek sahife adedi ve gerekse mahkemeye sunulma süresi bakımından bir rekor
sayılabilecek örnek oluşturduğu kanısındayım.
Birinci yapıtımın Önsöz’ünde beni yıllarca sonra böyle bir girişime iten nedenleri
açıklamış bulunuyorum. Bu nedenlerden biri de 1973 yılında Mahkemedeki sorgumla
başlayan ve 1975 yılında Savunma’mla sürdürülen bu yasal kavga da öne sürdüğüm savların
bugün bile güncelliğini yitirmemiş bulunmasıdır.
Kuşkusuz toplumumuzu derinden yaralayan, kişi Hak ve Özgürlük’lerine ilişkin
sorunların ortadan kalkmasını gönülden isterdik. Ama ne var ki başta işkence olmak üzere,
Ceza ve Tutuk Evleri’ndeki yasa dışı uygulamalar, Güvenlik Kuvvetleri ve yargıya ilişkin
sorunlar bu günde Türkiye’nin ve hatta Batı’nın gündeminde bulunmaktadır.
Bu bakımdan dünü bugüne bağlamak için yüzlerce kaynaktan yararlanılarak yapıta yeni
Kaynakça ve Tamamlayıcı Açıklamalar konulma gereksinmesi duyulmuştur.
Aradan on yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına karşın, dün öne sürdüğümüz, gerçekliğini
belgelerle kanıtladığımız savlar karşısında görevlerini yerine getirme gücünden yetersiz
iktidarlar, bugünkü benzer sorunların da suçluları olarak tarihin sanık sandalyesine oturmuş
bulunmaktadırlar.
Birbirini izleyen anılar dizisi ve sonuçta yayınladığım birinci yapıt 1980’li yıllardan bu
yana unutulmuş bulunan 12 Mart 1971 Muhtırası Darbesi’ni gündeme getirdi. Bu nedenle de
12 Mart 1986’dan bu yana basınımızın büyük bir bölümü konuya yer ayırmak gereksinimini
duydular. Bu oluşum içinde bazı yayın organları ise, dün birlikte çalıştıkları kişilerin korku ve
kuşkularını azaltmak için onlara sütunlarını açtılar. Kamuoyunun niteliklerini yakından
tanıdığı bu kişilerin ilkel mantığı ile kuşkusuz gerçeklerin örtbas edilmesi olanaksızdı. Böyle
olduğu için de dün onlarla birlikte tertiplerden haberli olan bazı basın organları bu birlikteliği
yansıtmak için, 12 Mart döneminden bu yana ellerinde bulunan hukuksal niteliği bulunmayan
Kontrgerilla Örgütü ve Emniyet İfadeleri’ni yayınlamak gereksinimi duyarken, polisiye
romanlarda bile benzerine rastlanılmayacak Posta Hikâyeleri uydurdular.
Yapıtı okuduğunuzda görüleceği gibi bizler on üç yıl önce, bugün yayınlanan, çoğu
İşkence’yle elde edilen ikrarların Mahkemeye getirilmesi için, sürekli çaba sarfetmiş
bulunmaktayız. Yasal olan ve tüm yetkilileri zorlayan ve bağlayan bu uğraşımızın önde gelen
nedeni gerçeklerin ortaya çıkması ve adaletin sağlanmasını kolaylaştırmak idi. O gün buna
cesaret edemeyenlerin bugün yasal hiçbir değeri bulunmayan ve Mahkeme Kararı’yla çelişen
bu belgeleri yayınlamalarının amacı Karşı Devrimci niteliklerinden kaynaklanmaktadır.
Kendi öz çıkarlarının korunmasını polis devleti ve faşist yargı anlayışında gören bu
çevreler her zamanki alışkanlıkları sürdürüyor ve Devrim’cilere kara çalıyor ve de bulanık
suda balık avlamak istiyorlar… Köstebeklerle, yarasaların bu karanlık uğraşısına bir anlamda
13 yıl önce verilen ve tek satırı yadsınamayan bir yanıt niteliği taşıyan bu yapıt, belgesel olup,
yargının bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü ilkelerini savunmaktadır.
Birinci yapıtımın önsözünün bir bölümünde şöyle yazıyordum:
12 Mart en önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilmelidir. O dönemde halkın
sosyal uyanış ve bilinçlenmesinden tedirgin olan dış egemen güçler, onların yerli işbirlikçileri
ve işbirlikçilerine maşalık yapan işkencecilerin tümü, Amerika’da özel yetiştirilmiş ve yurt
çapında Teknik Sorgulama denilen yöntemi uygulayarak sistematik işkence dönemi
başlatmışlardır. Bu kadarı ile de kalmayıp açıkladıkları gibi “Sahte Operasyon”larla Devlet
Terörü düzenleyip tüm güçleriyle halkın sosyal uyanışını engellemek için tertiplere
girişmişlerdir.
Benim yıllardan bu yana öne sürdüğüm Teknik Sorgulama=İşkence formülü bugün
kabul edilmiş görülmektedir. nitekim Emin Çölaşan’ın 13 Nisan 1986 günkü Hürriyet
Gazetesi’nde bir polis şefi ile yaptığı “Pazar Sohbeti”nde polis şefi:
“İşkence Yok, Teknik Sorgulama Var” diyerek bu yalın gerçeği doğrulamış
bulunmaktadır.
Polis şefi: “Teknik Sorgulama”dan, Cihat Akyol, “Haksız Muamele ve Sahte
Operasyon”dan söz ediyor ve de 12 Mart sonrasına işkence, zulüm egemen oluyor. Sahte
operasyonlarla sahte davalar düzenleniyor - Sabotaj Davası gibi - tüm bunlar bir rastlantı
mıdır? Elbette hayır…
İkinci Bölümü’nün eki olarak kitabın sonuna eklenen “Bomba Davasının
Oluşturulması” şeması bu davanın politik içeriğini ve boyutunu gözler önüne serdiği gibi, bir
sanıktan; Teknik Sorgulama (!) yöntemiyle alınan bir ikrarın diğerine nasıl aktarıldığını
göstermektedir.
Teknik Sorgulama genellikle esirlerin sorgulanmasında başvurulan yöntem olarak
Amerika’da Kontrgerilla Okulları, CIA ve Uluslararası Washington Polis Akademisi’nde
okutulmakta olup, oradan bizim benzeri kuruluşlarımıza bir öğreti olarak aktarılmıştır.
Faik Türün’ün mantığına göre; O, 1950’li yıllarda Kore’de komünizmle savaşmıştır.
1970’li yıllarda ise Türkiye’de gene aynı ideoloji ile savaşmaktadır. Düşman ideoloji olunca,
dış düşman, iç düşman kavramı çarpıtılmakta ve bu anlayış içinde göz altına alınan kişilere
esir muamelesi yapılmakta ve dolayısı ile Teknik Sorgulama yeni işkenceye başvurulması
olağan karşılanılmaktadır.
Nitekim Faik Türün’ün emir ve kontrolündeki Zihni Paşa işkence köşkünde göz altına
alınan her kişiye esir olduğu söylenilmiştir.
Üçüncü bölüm, yazılı sorgumun işkenceyi içeren kısmından oluşmaktadır. 1973’te
yazdığım bu sorgu o tarihte mahkeme tarafından alınmadığı için, 1975 yılında savunmama
katılarak mahkemeye sunulmuştur.
1973 yılında yazılan ve bugüne kadar basılmayan tüm bu ayrıntıya “İşkence Edebiyatı”
ya da “İşkence Teranesi” olarak nitelemek olanaksızdır. Çünkü yazdıklarım “işkence
savları”nı yasal organlar önünde kanıtlamak için kaleme alınmış ve bunların doğruluğunun
saptanılması için, tüm yetkili organlara başvurulmuştur. Buna ait belgeleri yapıt içinde
bulacaksınız.
Kuşkusuz dün yasal başvurularımıza yanıt vermeyenleri bugün işkenceci olarak
nitelemekle ancak gerçeği açıklamış oluruz.
İşkence ağırlıklı bu bölümde zorunlu olarak “Yaşadığım İşkence!”den söz ediyorum.
Oysa, Bomba Davası’nın hemen hemen tüm sanıkları Emniyette ya da Kontrgerilla’da
işkence gördüklerini açıklamışlardır. Onlar içinde ve diğer dava sanıkları arasında, benden
daha çok işkence görenlerin bulunduğunu biliyorum. Bu nedenle de tüm işkence görenlerden
özür diliyorum. Belki yaşım nedeniyle (52) bana daha az işkence yapılmış olabilir. Ancak bu
konuda sürdürdüğüm yasal kavgaya hiçbir an kişisel olmamış, tüm işkence görenler ve
insanlık adına yapılmıştır.
Dördüncü bölümde, Hazırlık Soruşturması’nın yasal olmadığını belgesel olarak
göstermektedir. Böyle bir soruşturmaya dayanan Askeri Savcı iddianameleri de Esas
Hakkındaki Mütalâa’nın da yasal olamayacağı tezi kanıtlanmaya çalışılmaktadır.
Şahap Balcıoğlu, 1. yapıtımı okuduktan sonra konuya açıklık getirecek nitelikte geniş
kapsamlı ve ağırlıklı sorular sormakla bu yapıta büyük katkıda bulundu. Kendilerine verdiğim
yanıt altıncı bölümdedir.
Birinci yapıtım nedeniyle İstanbul’da dört ayrı yerde, Ankara, İzmir ve Bursa’da imza
günlerine katıldım. Bu günlerde bini aşkın değerli okuyucu ile ilişki kurarak onların
beğenilerini kazanmış olduğumu öğrendiğim gibi, bu ikinci yapıtın özlemle beklenildiğini
yapılan önerilerden anladım. Şimdi bu görevi yerine getirmenin mutluluğunu taşıyorum.
Ankara’da imza gününde Felekoğlu ailesinin tüm bireyleri gelmişlerdi. Çocukların
ellerinde birer demet çiçek vardı. Çiçeklere birer kart iliştirilmişti.
Uğraş diyordu ki:
“Biz ülkemizin özgür bir devlet olmasını istiyoruz.”
Emek:
“Ben sizin bütün görüşlerinize saygı duyuyorum” derken kardeşi.
Umut:
“Çocukların öldürülmediği bir dünyada yaşamak istiyoruz” diye yazmıştı…
Elif Özsoy, kırmızı güllerle benzer dileklerini açıklıyordu.
İzmir’de bir emekçi (Ahmet Bilge)
Bir demet çiçeğine iliştirdiği kartta:
Sayın Turhan
Bedevi cesaret kolay bir yöntem, medeni cesaret zor bir zanaat siz ikincisini
yeğlemişsiniz kutlarım
diye yazıyordu.
İzmir Kültür Ürünleri Merkezi Emekçileri de aynı duyarlılık içinde beni
onurlandırmışlardı.
Bunun yanında basınımızın çok değerli kalemleri ve birçok değerli okuyucu yapıtım
hakkındaki beğenilerini dile getiren yazılar yazmışlar, mektuplar göndermişlerdi. Bu belgelere
yedinci bölümde yer verilmiştir.
Okuyucu mektupları arasında bulunan bir mektup kanıma göre tarihi bir belge
oluşturuyordu. Faik Türün’ün kararını beğenmediği için bir haftada lağv ettiği 1 Nolu
Sıkıyönetim Askeri mahkeme Kıdemli Yargıcı Remzi Şirin’in mektubunu Ek’te bulacaksınız.
Gerek yapıtın oluşmasında katkıda bulunanlara ve gerekse öneri ve ilgilileriyle beni
onurlandıranlara, değerli yazarlarımıza ve tüm okuyucularımıza içten teşekkür ve saygılarımı
sunarken, çocuklarımızın özlemleri yanında halkımızın da tüm özlemlerinin gerçekleşeceği
bir düzene erişmemizi diliyorum.
1 no.lu yazı Bomba Davası-Savunma 1 kitabının önsözü olarak 1 Ocak 1986; 2 no.lu
yazı ise Bomba Davası-Savunma 2 kitabının önsözü olarak 23 Nisan 1986 tarihinde Talat
Turhan tarafından yazılmıştır.
Bomba Davasının Oluşturulması ve Sonuçlanması
Savunmanın yayınlanan 1. bölümünün 45-60. sahifelerinde “Bomba Davası Gerçeği”
başlığı altında yayınlanan kısmında, bu konu genel boyutları ile açıklanmaktadır. Bu yapıtta
da bir ölçüde konuya aydınlık getirebilmek için ayrıntıya girmek istiyorum.
Bu amaçla eklediğim şemanın yapıtın okunması süresince gözönünde bulundurulmasını
öneriyorum.
Davanın baş sanığı bulunmam nedeni ile şema davanın geniş bir bölümüne açıklık
getirmekte ve doğal olarak davada bizi ilgilendiren bölümleri içerdiği gibi, benimle ilgili
kişileri de kapsamaktadır.
Daha önce de açıkladığım gibi, Bomba Davası bir yönü ile 84 sanıklı dava kararını
karartmak, mahkeme lağvını haklı göstermek ve bazı kişilerden öc almak için, belli bir planın
parçası olarak sahneye konulmuştur.
1 Nolu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nin lağv tarihi 11 Mayıs 1972’dir. Bomba
Davası soruşturması ise 10 Mayıs 1972 günü başlamıştır. Bunu rastlantı sayacak kadar
iyimser olamıyoruz. Çünkü bu mahkemede beraat eden kişiler Bomba Davası’na sanık
yapılmışlar ve Türkiye’de ilk kez yargı yargılanmıştır. Hem de kendilerine Kontrgerilla adı
verilen bir gizli örgüt tarafından.
Bomba Davası zincirleme gözaltına alınmaları sonucu Emniyet Md.lüğüne getiren T. Ö.
ve M. A. ile zamanın Em. I. Ş. Md. Şükrü Balcı’nın pazarlık etmiş olduğunu bu kişilerin
sorgularında öğrenmiş bulunuyoruz.
Daha sonra Yzb. F. Ö., Av. S. Y. ve E. E. Kontrgerilla Gizli Örgütü’nce göz altına
alınmışlardır. Bu kişilerden işkenceyle alınan ifadelerle Bomba Davası’nın temeli senaryoyu
düzenleyenlerin amaçları doğrultusunda atılmıştır.
Yzb. F. Ö.’nın ikrarları ile başta ben olmak üzere bir kısım sanıklar soygun, bomba
patlatma, dinamit, gibi devrimci şiddet eylemlerine (!) bulaştırılırken cunta suçlamaları ile de
suçlanıyorduk.
Av. S. Y.’un ikrarlarına “Bomba patlatma olayları” için direktif verdiğimiz katılmıştı ve
Cuntasal suçlamalar bulunuyordu.
E. E.’nin ikrarları ile de bazı sanıklarla yalnız ayakları yapılmış Boğaz Köprüsü’nü
havaya uçurmayı düşünmek gibi bir suçlamanın temeli atılmıştı.
Bu hazırlığı başta ben olmak üzere MİT emriyle sekiz kişinin Zihni Paşa İşkence
Köşkü’nde göz altına alınmalarımız izledi…
Bizden önce bizleri suçlayan tüm kişilerin suçlamalarını olduğu gibi kabul etmek
zorunluluğu yanında, tertipçilerin senaryolarına göre işkenceyle aktarma ve ekleme yöntemi
ile bizlerin ifadeleri düzenlendi.
Ancak MİT emriyle tutuklanan sanıkların bir çoğunun ifadesi üç grup halinde
düzenlendi.
1. grup mahkemeye Emniyet ifadesi diye gönderildi.
2. grup Emniyet ifadesi diye alındı. Politik durum uygun düşseydi mahkemeye
gönderilecekti. (Ama tüm istemlerimize karşın mahkemeye getirilmedi ve hukuksal bir belge
niteliği kazandırılmadı.)
3. grup el yazması itiraflardan oluşuyordu. Bu itiraflardan 1. ve 2. grup ifadeler
ayıklanıp tertipçilerin arzuladığı biçimde ifadeye dönüştürüldükten sonra genede arta kalan
açıklamalar içeriyordu. Örneğin benim birkaç yüz sahifelik Türkiye’nin ekonomik, sosyal,
politik ve kültürel durumun eleştirisi bulunuyor ve bunu bir tür soluk almak ve boşalmak
gereksinmemi karşılamak için yazıyordum. Bu geniş açıklamalar arasına kendime göre
ustalıkla bir cümle sıkıştırıp, yapılan baskıyı kanıtlarım diye düşünüyordum.
2. ve 3. grup hukuki değeri bulunmayan ikrarlar nasıl oluyorsa zaman zaman
köstebeklerce bazı basın organlarına ulaştırıyor, mahkeme kararlarına saygı duymayan bir
anlayışla günümüzde bile bazı kişilere kara çalmak için kullanılmaktadır.
Temmuz 1972’de MİT emriyle göz altına alınan ve Kontrgerilla Gizli Örgütü’nde
bulunan kişiler Gürler-Batur-Kayacan’ı suçlamaya zorlandı ve bu doğrultuda ifadeler alındı.
Çünkü onların yerine göz dikenler içinde Türün de bulunuyordu ve işkenceciler bu ikrarları
onun istemleri doğrultusunda alıyorlardı. Çünkü Ağustos ayında yüksek komuta katında bir
değişiklik söz konusu idi. Kıyasıya bir Cuntalar savaşanın ön hazırlığı yapılıyordu.
Bu arada bir sanıktan 5 Ağustos 1972 günü alınan Askeri Savcılık ifadesi ile bu kez
açıkça ve hukuken geçerli bir belge olarak Gürler-Batur-Kayacan ve ekibi Cuntacılık ile
suçlanıyordu…
Faik Türün hayatından memnundu. Rakiplerinin defterini dürdüğünü sanıyor ve ilk
basamakta Kara Kuvvetleri K.lığa için önünün açılacağını umuyordu.
Dosyasında Bomba Davası sanıklarından iktidar kavgasında araç olarak kullanılmak
üzere alınmış birkaç tertip ikrarnameleri ile Türün Ankara’nın yolunu tutmuştu. Bu arada
tertibi onaylayan bazı basın organlarına gerekli yönerge verilmiş ve Kontrgerilla ifadeleri
ulaştırılmış ve onlardan kamu oyu oluşturulması istenilmişti. Türün, Sunalp’i de oyuna
getirmiş sabotaj davası diye bilinen sonuçta adli skandala dönüşen davanın açıklaması ile de
onu görevlendirmişti. Bu suretle Ankara’da daha etkili bir kulis yapabileceğini umuyordu…
Türün dosyasındaki tarihi belgelerden bir surette düşün paralelinde olduğu partinin
yetkililerine ulaştırmış ve aslında başından beri onlarla birlikte yürüttüğü plan için kendine
düşen hizmeti yerine getirmişti. (!)
Faik Türün 1972 yılı Ağustos ayı başlarında bu ölçüde büyük bir görev yapmamın
mutluluğu ile geleceğe umutla bakan bir insanın duyguları içinde Askeri Şura toplantısına
katılıyordu.
Toplantı öncesi zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ı ziyarete gitti. Bu özel görüşme
çok önemli olmalıydı… Şimdi bu olayı kendisinden dinleyelim:
Genel Kurmay Başkanlığı’na gelecek olan Kara Kuvvetleri Komutanı ise duyduğum
kadarıyla Marksist tabana istinat eden Cuntanın limeri… Hava öyle.
Evet yanlış okumadınız. Org. Faik Türün, Org. Faruk Gürler’i Marksist olmakla
suçluyor… Gürler’in Marksist’liği bugün dahi öyle kolay kolay geçiştirilmemesi gereken ve
Türk Silahlı Kuvvetleri’ni geniş ölçüde ilgilendiren bir sav olarak gündeme alınacak
ağırlıktadır.
Biz bu konuda da kendimize düşeni yapmak çabası içinde bulunuyoruz.
Hani şu Kontrgerilla Örgütüne 84 kilo girip bir ay sonra 37 kilo çıkan Yüzbaşı vardıya
onun ifadesine 25 ve 26. sahifelerine bir göz atarsak “Marksistlik suçlaması”nı aydınlığa
kavuşturabiliriz.
Şunu kesinlikle ifade etmek isterim ki, içinde bulunduğum örgütün adını bilmiyorum.
Yalnız Talat Turhan, Salih Zeki Yılmaz, Hasan Yalçınkaya, Memduh Eren, Nuri Yazıcı,
Yüksel Çengel ve Salim Yavuz gibi şahıslarla Türkiye’de mevcut rejimi bir silahlı eylem
sonucu devirip yerin Marksist-Leninist bir rejim getirme gayreti içinde olduğumuzu ifade
etmek isterim. Dr. Memduh Eren’in Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu liderlerinden Deniz
Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararı üzerine İstanbul’da bir takım eylemlere teşebbüs etmesi
ayrıca, bu konuda Talat Turhan’la tam bir mutabakat halinde bulunması örgütümüzün Türkiye
Halk Kurtuluş Ordusu paralelinde bir kuruluş olduğunu ortaya koymaktadır.
Yzb. F. Ö. bu ifadesini işkence altında verdiğini açıklayarak mahkemede kabul
etmemiştir. Bende ifadenin ilgili bölümlerinin gerçek dışı olduğunu tüm açıklığı ile kanıtlamış
bulunuyorum. Mahkeme de, kararı ile Marksist-Leninist’lik savını doğrulamamıştır.
Şimdi savunmanın 1. cildinin 54. sahifesindeki şemaya bakalım Askeri Savcı Süleyman
Takkeci’nin “Esas hakkındaki mütalaası”na göre düzenlediğim bu örgütlenme içinde ben ve
arkadaşlarım Gürler’in cunta başı olduğu bir örgüt içinde bulunuyoruz. Biz aynı zamanda
“Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu” paralelindeyiz. O halde bizler Marksist’iz. Bizim cuntanın
başı olan Gürler’de bu Marksist tabana dayanıyor…
Bu nedenle cuntalar savaşı sürüyor… Faik Türün günümüzde bile bu savı öne
sürebildiğine göre, elinde yasal kanıtları varsa açıklasın. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en yüce
makamını işgal etmiş kişileri bu ölçüde çirkin, dayanaksız savlarla yıpratmayı bir orgeneral
eskisine yakıştıramadığımız gibi, eğer bu hesaplaşma yapılmazsa Marksistlik suçlamaları da
inanırlığını yitirecektir.
1972, Ağustos ayı başlarında cuntalar savaşı en sıcak günlerini yaşadı. Sonuçta
Batur’un jetleri gene Ankara göklerinde uçtular. Zor oyunu bozdu. Ve de Gürler Genel
Kurmay Başkanlığına oturdu. Ama bu olay şimdilik bir Pyrrhus Zaferi gibi görünüyordu.
Kazananı, kaybedeni belli değildi…
Karşı devrimciler, onların şantaj, entrika ve provokasyon örgütler çabalarını artırdılar.
Hele Türün, kendisini Gn. Kurmay hiyerarşisi dışında sayıyor, ona göre davranıyordu.
Koçaş’ın tanımlaması ile “Türün, söz dinlemeyen dükalık” olmak niteliğini koruyor, Gürler
ve ekibi üzerindeki tertiplerini Bomba Davası ile sürdürüyordu. Batur’da bu acı gerçeği bugün
açıklamak gereğini duyuyor: “Faruk Paşa Kara Kuvvetlerine hakim değil” diyerekten…
Yeniden “Bomba Davası oluşturulması” şemasına dönelim. Ağustos 1972’den Mart
1973’e kadar olan boşluğu görelim. Bu dönemde en büyük sıkıntıyı Türün’ün ekibinde olanlar
yaşamışlardır. Ya Gürler Gn. Kur. Bşk.lığında kalırsa dava dosyasında onu suçlayan ifadeler
ne olacak ve Bomba Davası, Cuntasal yönünden soyutlanarak nasıl mahkeme önüne
getirilecek diye… Bu amaçla Askeri Savcı Nevzat Çizmeci, yasa boşluklarından yararlanıp
dava dosyasını sanık müdafilerine kapattı. Kuşkusuz Çizmeci bu yolu kendi özgür istenci ile
seçmemişti. Onu yüreklendiren Başsavcı Selahattin Fırat, Adli Müşavir Turgut Akan,Türün
vb. de onun yasadışı tavrının katılımcısı idiler.
Bu dönemde, durumu tüm açıklığı ile Selimiye Askeri Ceza ve Tutuk Evi’nde yatarken
ziyaretine gelen değerli Avukatım Alp Kuran’a yansıtıp, Org. Faruk Gürler’in Gn. Kur.
Bşk.lığını engellemek için, Kontrgerilla Gizli Örgütü tarafından bir provokasyon
düzenlendiğini ve işkenceciler ve onların koruyucuları bu oyunu sürdürmeye kararlı
olduklarını açıkladıktan sonra, durumu bir mektupla Orgeneral Faruk Gürler’e duyurmasını ve
dava dosyasını kendisine ulaştırdığım bilgiler ışığında incelemesi isteminde bulundum.
Kuran, isteğimi yerine getirdi. Ekte sunduğum tarihi mektubu Org. Faruk Gürler’e gönderdi.
Bu mektup ilk kez yayınlanmaktadır. Mektup 19 Eylül 1972 tarihini taşımakta olup Gürler’in
Gn. Kur. Bşk. olmasından bir ay sonra yazılmıştır ve sanırım kendisine ilk uyarı tarafımızdan
yapılmıştır.
Bu mektup yazıldıktan on iki gün sonra 1 Ekim 1972 günü, İsviçre’den kalkıp
Yeşilköy’e inen yolcular arasında Org. Faruk Gürler’in oğlu Metin Gürler ve İsviçre asıllı eşi
de bulunuyordu. Ne var ki Metin Gürler uçaktan indikten sonra “Faik Türün Dükalığı”nın
adamları tarafından “Savcılıktan aranıyorsunuz” diye alıp götürülmüş, bir hafta “kendisine tek
soru sorulmadan” gözetim altında tutulup salıverilmiştir.
Alp Kuran’ın yazdıklarını çok kısa bir süre içinde hem de Gürler’in aile çevresini de
hedef alan bu olayla doğrulamış olmasına karşın, Ankara tertipçilerin üzerine gidebilme
gücünü gösterememiştir.
Hürriyet gazetesinde 1974 yılı sonu ve 1975 yılı başlarında Cüneyt Arcayürek’in
yayınladığı “12 Mart Olayı” başlıklı yazı dizisine Av. Alp Kuran bir açıklama yazısı
göndermiş ve olayların gerçek yüzünü geniş bir bakış açısı ve akılcı bir yorumla kamu oyuna
duyurmak gereği duymuştur. Bu yazının büyük bir bölümü anılan gazetenin 26 Şubat 1975
günkü sayısında: “Talat Turhan’ın vekili - 12 Mart” yazı dizisine açıklama yolladı.
“Alp Kuran: Talat Turhan işkence gördü” başlığı altında yayınlandı.
Yeniden “Bomba Davasının Oluşturulması” şemasına dönelim.
Eylül 1972’den Mart 1973’e kadar soruşturma sürdürüldüğü izlenimini vermek için
Bomba Davası ile ilgili olarak bazı sanıklar gözaltına alındılar. Askeri savcı bu sanıkların
Emniyet veya Kontrgerilla ifadelerinden yararlanarak hazırladığı iddianamedeki boşlukları
dolduruyor ve davayı TCK 146/1’e uyarlamaya çalışılıyordu.
Bu dönemde Türün ve ekibinin iki atağına da tanık oluyoruz:
Bunlardan ilki: Madanoğlu davası ile bomba davası arasında ilişki kurulmak amacı ile o
dava sanıklarının bir kaçının (İlhan Selçuk, İlhami Soysal, Doğan Avcıoğlu, Necdet
Düvencioğlu, Hıfzı Kaçar…) gözaltına alınmaları ve bu kişilerden bazılarının Kontrgerilla
gizli örgütü ifadeleri ile Org. Gürler (Gn. Kur. Bşk.), Ora. Kayacan (Dz. K. K.), Org. Muhsin
Batur’un (Hv. K. K.) yeniden suçlanılmasıdır.
İkincisi ise: Bomba Davası ile Sabotaj Davası arasındaki ilişki kurmak için, Bomba
Davası sanığı Av. Vahap Mutlugün ile Av. Nuri Yazıcı’nın aynı zamanda Sabotaj Davası’na
da sanık yapılmalarıdır. Bu ikinci davaya Ecevit’i, Solmazer’i ve beni katmak için çaba
gösterildiğine de tanık olundu. Bilindiği gibi Sabotaj Davası sanıklarının tümü beraat etti…
Olaylarda ihmali görülen gerçek suçlular hakkında ne işlem yapıldığını hâlâ kamuoyu
bilmiyor…
Bu arada Ankara’da Orgeneral Faruk Gürler’i Cumhurbaşkanı yapmak için yoğun bir
kulis çalışması yapıldığını görüyoruz. O dönemde kuliste en önde görünen kişilerden biri de
Turgut Sunalp idi.
Oysa bu kişi yaptığı açıklamada Temmuz 1972 ayında MİT emriyle gözetim altına
alınanların bu sorgularına katıldığını bugün ikrar etmektedir (Sorgu Sırasında Köşkteydim,
Nokta, 3 Kasım 1985). Bu dönemde alınan ifadelerde Gürler-Batur-Kayacan’ın suçlanıldığını
bilmemesine olanak yoktur. Aslında Sunay-Tağmaç ikilisine yakınlığı ile bilinen bir kişidir.
Yani Faik Türün’ün düzenlemelerine katılmıştır.
Aynı kişinin 7-8 ay sonra Gürler’i Cumhurbaşkanı adayı olmak için inandırmaya
çalışmasının anlamı açıktır. Gn. Kur. Bşk.lığını boşaltmak ve Gürler’in seçilemeyeceği kesin
olduğuna göre, Bomba Davası ile O’nun üzerinde oynanan oyuna yol vermek ve bu suretle
Cuntalar Savaşı’nda sağ kanadın planının uygulanmasını olanaklı kılmak…
Bu oyunlar meyvesini vermiş olmalı ki 5 Mart 1973 günü Gürler’in Gn. Kur.
Bşk.lığından istifa ettiğini görüyoruz. İstifadan hemen sonra Sunay tarafından senatör seçilen
Gürler, Cumhurbaşkanlığına adaylığını koyacak ve gerekli oyu sağlamayınca da 20 Mart
1973 günü adaylıktan çekilecekti.
Sunay-Tağmaç-Türün-Sunalp ekibi bir sıfır galip gelmişlerdi. Bundan sonra Batur ve
Kayacan’ın hesabının görülmesi kolaydı…
As. Savcı Nevzat Çizmeci derin bir nefes almış ve 3 Nisan 1973 günü iddianamesini
yazmıştı… Zamanlamaya doğrusu diyecek yoktu…
Türün ise yeniden atağa kalmış, 1973’ün Mayıs ayında bazı sanıkları gözaltına aldırmış,
Bomba Davası’nın cuntasal yönünü canlandırmak için yeni ikrarlar elde edilmesi için
Kontrgerillacılar kutsal vatan hizmeti (!) için soyunmuşlardı. İddianamede boş kalan Dinamit
Alış Verişi ve Boğaz Köprüsü Provokasyon’un da ifadelere eklenmişti. Böylece davanın V.
Evresi tamamlanmış ve Askeri Savcı Nevzat Çizmeci, 12 Mayıs 1973 tarihli ek iddianamesi
ile Faruk Gürler’i Cunta Başı olarak suçlamıştı.
Artık dava tepeye doğru tırmandırılarak senaryo tamamlanabilirdi. Bu nedenle Haziran
1973 ayı başlarında Emekli Tümgeneral Celil Gürkan ve arkadaşları göz altına alındılar. Zihni
Paşa Köşkü’nde Gürler-Batur-Kayacan’ı suçlamaya zorladılar ve kendilerinden bu doğrultuda
ikrarlar alındı.
Ancak tam bu sırada Cuntalar Savaşı’nda bir güç değişikliği olmuş olacak ki Celil
Gürkan ve arkadaşları salıverildi ve tırmanma durdu… Tepedeki Cuntacılar yenişememiş
oyun bozulmuş, Bomba Davası’nın cuntasal suçlamalarla ilgili bölümü iyot gibi açıkta
kalmıştı…
Bu ölçüde entrikadan oluşan geçmişin politik kalıtı il hukuk bağdaştırılacaktı… Askeri
savcının 53 sanığı içeren ana iddianamesi, 194 sahifeden oluşuyordu. Yaklaşık olarak sanık
başına dört sahife. Beni çok sevdiği için torpil geçmiş, on üç sahifeye ayırmış ve tüm
iddianamede de tam 303 kez ismim geçirilmişti. Yani iddianame Talat Turhan’la başlıyor
Talat Turhan’la bitiyordu…
Eğer Nevzat Çizmeci’nin hukuksal niteliğini sergilemek isteseydim büyük bir bölümü
mahkeme kararları ile doğrulanamayan, bir kısmı ise kabul etmememe karşın, Af Kapsamı’na
alınan iddialarını olduğu gibi yayınlardım. Bir aşureden daha karışık bu iddianameyi
yayınlayarak onu utandırmak istemediğim için, anılan iddianamedeki bana yükletilmek
istenen suçların tümünü anlaşılır bir sıraya dizmiş bulunuyorum.
Görüldüğü gibi 12 Mart öncesi, Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde tüm dalgalanmaların
hesabını vermek misyonu bana verilmişti. Bunun yanında soygun ve bomba patlatmak için
emir ve talimat vermekten tutun da, bu amaçla dinamit sağlamak, henüz ayakları yapılmış
Boğaz Köprüsü’nü havaya uçurmayı düşünmek ve “bilinmeyen iş yerlerinden bilinmeyen
miktarda para alıp örgüte vermek (!)” gibi suçlar omuzlarıma yükleniyordu… Cuntalar
savaşında Sunay-Tağmaç-Türün vb. den oluşan sağ cuntanın boy hedefi ben idim.
İddianameyi aldıktan sonra yazılı olarak sorgumu hazırladım. Tümü 280 sahife tutuyor
ve geniş ölçüde işkence konusuna yer veriliyordu. Ancak Ceza ve Tutuk Evi’nde yönetimin
dışardan soktuğu veya içerden kandırarak kullandığı ajanları vardı. Onlar gerekli yerlere
haberlerini ulaştırmışlardı.
8 Haziran 1973 günü sorguma başlarken hazırladığım yazılı sorguyu mahkemeye
vermek istedim. O güne kadarki uygulamalarda mahkemeler eğer sanık sorgusunu yazılı
olarak hazırlamışsa kabul edilmesi yolunda idi. Ama benim yazılı sorgum elimden alınmadığı
gibi, işkenceyi içeren bölümünü de bütünüyle açıklamak olanağı verilmeli. Bu konundaki tüm
girişimlerim savunma evresine kadar sonuçsuz bırakıldı.
Elinizdeki yapıtın üçüncü bölümünde mahkeme tarafından okunmayan ve okunmasına
izin verilmeyen yazılı sorgumun, yaşadığım işkenceyi içeren bölümü dili sadeleştirilerek
olduğu gibi yayınlanmaktadır. Bu, bütün savunmanın II. klasörü olan “Hazırlık
Soruşturmasının Eleştirisi” içine konularak mahkemeye sunulmuştur.
Aşağılık ve iğrenç uygulamalarının baş sorumluları bugün bile kendilerini savunacak
yayın organı bulabilmekte ve gerçeği saptırmağa çalışmaktadırlar. Bu kişilerle sonuna dek
yasal kavga sürdüren bize düşen görev ise, onların gerçek yüzlerini belgeleri ile kamuoyuna
yansıtmaktır. Bu yapıt, o işlevi yerine getirmek amacındadır.
Üçüncü bölümün eki olan ve gerçeklere büyük ölçüde açıklık getiren Em. Kur. Alb.
Faruk Ateşdağlı’nın ifadesi Ek’tedir.
8 Haziran 1973 günü mahkeme tarafından okunmayan yazılı sorgum yerine sözlü
sorgum başlamış ve 28 Haziran 1973’e kadar 7 duruşma günü sürmüştür.
Sorgumda (D. Tu. Sh. 16 - 8 Haziran 1973)
Bugün İstanbul’da işkence şebekesi vardır. Şebeke Faik Türün tarafından
yürütülmektedir. Orada General Ünlütürk de vardır. İşkencelerle tespit olunmuş ifadelerle
burada icrayı adalet yapılamaz ve bunlar Askeri Savcıya niyabeten yapılmaktadır
diye açıklama yaptıktan sonra, “Burada 27 Mayısçılar yargılanmaktadır” diyor ve bu
kişileri yetkili organlara dilekçelerle şikâyet ediyordum. Yazılı sorgumun işkenceyi içeren
bölümün de, bu konudaki sürdürmeye karar verdiğim yasal kavganın bir bölümü olarak
hazırlanmıştı. Çünkü tüm bu ayrıntıyı Zihni Paşa Köşkü’nde keşif yapılması için açıklamak
zorunluluğunda idim.
Daha önce de belirttiğim gibi Bomba Davası, Cunta suçlaması ile Devrimci Şiddet
Eylemleri’nden oluşturulmuştu. Sorgumda:
D. Tu. Sh. 16:
“İhtilâlciyim, bunu inkâr etmiyorum. Ama ben ihtilâl yaparım, bomba atmam, dinamit
atmam” diyerek Devrimci Şiddet Eylemleri’yle ilgili savları kabul etmiyordum.
Ancak cuntacılık suçlamasına da açıklık getiriyordum:
D. Tu. Sh. 16:
9 Mart günü (1971) Türk Silahlı Kuvvetleri’ne mensup 50 yüksek rütbeli subay ihtilâl
kararı almıştı. Ben bu kararın içinde yoktum. Ancak kabul edilse idim, tereddütsüz girerdim.
Zira beni sivil diye almadılar. Şimdi bu şekilde 50 subay ihtilâl kararı aldığına göre, sayın
savcının bu 50 subayı buraya getirmesi gerekir… Bu yapılmadan adaletli, hukuki, kanuni bir
yargılama yapılamaz. Bizler burada Gürler grubunu kamuoyu önünde küçük düşürmek için
piyon olarak getirilmiş ve ezdirilmek istenen kimseleriz.
9 Mart 1971 toplantısı benim bu açıklamalarımdan sonra sayısız anı kitapları ile
basındaki yazı dizileri ile kelimesi kelimesine doğrulanmıştır. Günümüzde bile yayınlanan 12
Mart’la ilgili yazılar beni doğrular niteliktedir.
Devrimci yapıya sahip olmakla, devrim yapmak kuşkusuz farklıdır. Birincisi düşüncesi,
ikincisi eylemsel bir çaba ister. Kuşkusuz devrim yapılacak ülkenin sosyo-ekonomik,
sosyopolitik, sosyo-kültürel yapısının uygun olması yanında zaman, yer ve elverişli vasıta
koşullarının da iyi değerlendirilmesi zorunluluğu bulunmaktadır. Bu nedenle her devrimci
düşen sahibini devrim yapmakla suçlamak olanaksızdır.
Kaldı ki, 12 Mart’ın küçük burjuva kaypaklığının her türünün yer aldığı bir darbe
olduğunu, 9 Mart’ın ondan farklı bir düzen getirmeyeceğini de zaman içinde algılamış ve bu
konudaki öz eleştirimi de savunmam ile yapmış bulunuyorum.
Bomba Davası’ndaki cuntalar savaşında tepedeki iki grubun yenişemediklerini
açıklamıştım. Bu politik kavga davaya yansıdı. Bu nedenle “Yasa Önünde Eşitlik” ilkesi göz
ardı edilerek Asli Faik olması gerekenler dışarıda bırakıldığı için, sağlıklı bir yargılama
yapılamayacağı kanısına varmıştım. Bu dönemde af söylentileri de başlamıştı. Davanın af
kapsamına alınıp düşürülerek gerçeklerin örtbas edilmesinden çekindiğim için, bir dilekçe
vererek Af Kanunu’nu kabul etmediğimi ilgililere duyurdum.
Bu dilekçenin veriliş tarihi 4 Mart 1974’tür. 1803 sayılı Af Yasası, 15 Mayıs 1974’te
çıkarılmıştır. Yani yasa çıkmadan onu kabul etmediğimi açıklamış bulunuyorum. Sanırım bu
tutumumla da bazı güçlerin eline bir koz vermiş oluyordum. Çünkü son çıkarılan af
yasalarında sanığın affı reddetme hakkı bulunduğu halde, 1803 sayılı Af Yasası’nda bu hak
sanıkların elinden alınmıştı… Hukuk açısından bu geri döşüne gerekçe bulmak güçtü ama,
affı reddetme dilekçesi veren benden başka bir de Hasan Yalçınkaya vardı. Acaba 1803 sayılı
yasada affı reddetme hakkının sanık elinden alınmasına biz mi sebep olmuştuk? Bazı
ayıpların başka türlü örtülmesi olanaklı mı görülmüyordu? Yoksa gerçekte işkenceciler mi
affediliyordu? Belli değildi ama, o aralarda dava sürerken 1975 Ekim ayında seçimler
yapılmış CHP iktidara gelmişti. Bu olay, karşı devrimcileri büyük ölçüde geriye çekmiş ve
davaları da bir ölçüde etkilemişti.
Bu güçler sürekli 1974 affını, 1980 öncesi anarşinin nedeni olduğu safsatasını çiklet gibi
çiğneye, çiğneye cıvıtmışlardır. Bu görüş hiçbir araştırma ve bilimsel temele dayanmamasına
karşın, karşı devrimciler tarafından sürekli yinelenmiştir. Onların amacı af yasasını çıkaran
partilerle affın kapsamını genişleten Anayasa Mahkemesi’ni yıpratmaktı. Nitekim bunda da
başarılı oldukları zamanla anlaşıldı.
Affı kabul etmeme dilekçesi vererek bu güçlerin taktiğini onlardan yıllarca önce boşa
çıkardığım için seviniyorum. Bu somut tavrım ve sonuçlarıyla göze aldığım ve yargıdaki
hesaplaşmayı sonuna kadar götürme isteğimi göz ardı edenler. Yasal değeri olmayan
belgelerle “Kara Çalma” kampanyasında da beni boy hedefi seçmiş görünüyorlar…
Ben de yasal belgelerle gerçekleri açıklayarak, gerçek yargıyı kamuoyunun yanılmaz
değerlendirmesine sunmanın çabası içerisinde bulunuyorum.
Bomba Davası’nın tüm sanıkları değişen koşullarda göz altına alınarak iki yıla yakın
Selimiye Ceza ve Tutukevi’nde yatırıldıktan sonra salıverildiler (21 Mayıs 1974). Bu tarihte
Af Yasası çıkmıştı ama, mahkeme sürüyordu. Nitekim davayla ilgili mahkeme kararı 5 Aralık
1975 günü verilmişti. Yeni dava Af Yasası’na karşın bir buçuk yıl daha sürdürülmüştü.
Mahkeme kararı kesinlikle Cunta Grubu ile Devrimci Şiddet Eylemleri Grubu’nu
birbirlerinden ayırıyor ve ben ve arkadaşlarımı tüm savların tersine Devrimci Şiddet
Eylemleri’nden soyutlarken, Cunta Savı’nı da Türk Ceza Kanunu’nun 171. maddesi kapsamı
içine gireceği varsayımını tartışma konusu yapmaksızın 1803 sayılı Af Yasası’na dayanarak
düşürüyordu.
Mahkemenin bu kararı 26 Ocak 1976 ve 30 Ocak 1976 tarihli dilekçelerle
müdafilerimiz tarafından temyiz ediliyor. O günden bu yana Askeri Yargıtay’dan gerek
bizlere ve gerekse avukatlarımıza davanın sonuçlandığı hususunda tebligat yapılmıyordu.
Özellikle son yıllarda yazılan anı kitapları ve yazılan yazı dizileri bize yönlendirilen
Cuntasal suçlamaların, 12 Mart öncesi T. Slh. K.lerinde görev alan kişi ve gruplar tarafından
açıklılıkla ortaya çıkarması karşısında yargılamanın yenilenmesini yollarını ararken, 353
sayılı yasansın 228. maddesi “Kesinleşmiş hüküm bulunması”nı ön koşul sayması karşısında
gerek benim ve gerekse değerli avukatım İ. Nebi Barlas’ın yoğun uğraşlarımızın sonucu
mahkeme kararının Askeri Yargıtay tarafından onandığını öğrendik.
Görüştüğümüz saygın hukukçuların bazıları yazılan anılarda “Yeni Delillerin Ortaya
Çıkmasının Yargılamanın Yenilenmesi” için yeterli bir neden olduğuna inanmalarına karşın,
diğer bölümü ise, Bomba Davası af kapsamına sokulduğu için, ortada bir “Kesin Hükmün”
varlığından söz edilemeyeceğini bu nedenler de “Yargının Yinelenemeyeceği” kanısını
benimsiyorlardı.
Konuyu Tartışmaya Açıyorum
Çünkü, bu tarihsel hesaplaşma sonuçlanmadan ne devletin sağlam güleri temize
çıkabilir, ne de sağlıklı demokrasi kurulabilir.
Gürler’i Marksist Cunta lideri olarak suçlamak için tertipler düzenleyenler mi suçludur?
Yoksa Gürler ve ekibi mi?
Her iki grubun suçu TCK 146/1 kapsamı içindedir ve bu madde 1803 Sayılı Af Yasası
dışındadır.
2 Nolu Sıkıyönetim mahkemesinin devrimci şiddet eylemlerinden cunta grubunu
soyutlayan hükmünün ilgili bölümü Ek’tedir. Bu karar, hâlâ gerçekleri görmemekte, direnen
ve insanlara kara çalmayı ilke olarak benimseyen karşı devrimci güçlerin oyunlarını boşa
çıkaracak kadar kesin ve yasaldır.
Bu gerçeğin, hak, hukuk, adalet ve demokrasiden yana tüm güçlerce benimseneceği
kuşkusuzdur.
Bomba Davası Kronolojisi
Tarih: 6 Mayıs 1972
Olay: Bir gencin bomba patlaması sonucunda yaralanması.
Tarih: 10 Mayıs 1972-1930 Haziran 1972.
Olay: Yaralanan gencin kurtarılması ve sorguya başlanması.
Açıklama: Bu gencin itiraflarına dayanılarak zincirleme gözaltıların başlaması; kişisel
ilişkiler, tanışıklıklar ve hatta hasta-hekim ilişkileri zorlanarak davayı belirli kişilere
tırmandırmak amacıyla itiraflar alınması ve bazı sanıklarla yetkili kişilerin pazarlık yapma
girişimleri sonucunda ‘devrimci şiddet eylemleri’ ile ‘cunta faaliyeti’ arasında işkenceye
dayalı Emniyet (Gizli Örgüt) ifadeleriyle bağ kurulması.
***
Tarih: 1 Temmuz 1972
Olay: MİT emriyle tutuklanma istemi.
Açıklama: 1972 Mayıs ve Haziran’ında alınan işkenceye dayalı ikrarlar yeterli görülmüş
olacak ki, Türk adalet tarihinde belge olarak bir eşi bulunmayan “çok gizli” bir yazıyla Milli
Emniyet Hizmetleri Başkanlığı İstanbul ve Bölgesi Daire Başkanlığı; Talat Turhan, Memduh
Eren ve diğer altı kişinin ‘anarşinin planlayıcısı’ oldukları ve cunta faaliyeti içinde
bulundukları gerekçesiyle tutuklanmalarını İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan istemiştir.
Yani, idari bir organ tutuklama emri vermiş, hem de bağlı olduğu bir makama!.. Bu kadarıyla
da yetinmeksizin, yasal hakkı olmadığı halde bizleri sorgulamak için MİT’e götürülmesini
istemiştir (Dava Dosyası Klasör:2, Dizi: 314-315). Bu belgeye karşın, tüm yetkililer
Emniyet’te sorgulandığımızı söyleyerek adeta yalan söylemede direnmişlerdir.
***
Tarih: 3-4 Temmuz 1972
Olay: Evde arama.
Açıklama: Gece 24.00-01.00 sıralarında 30-35 kişilik bir ekip arama emri göstermeden
ve yasal hiçbir kurala bağlı bulunmaksızın, örf ve adetlerimize, insan olmanın onuruna saygı
duymaksızın evimde arama yaptılar. Hiçbir suç unsuru bulamadılar. Sadece bir kısım kitabımı
hiçbir ölçüye bağlı olmaksızın bir daha geri vermemek üzere alıp götürdüler. Bunların içinde,
Genelkurmay Başkanlığı yayını olan Rus Harp Doktrini adlı kitap da bulunuyordu.
***
Tarih: 3-4 Temmuz 1972
Olay: Erenköy’deki Zihni Paşa Köşkü’nde gözaltı
Açıklama: Burada kalınan sürede herkese benzer yöntemler ve akla hayale gelmesi güç
aşağılık işkenceler yapılmıştır. Herkes, 24 saat büyük bir ampulün yandığı kalın perde ve
kepenkleri çivili, gece ve gündüz ayrımını kavramaktan yoksun, zamandan habersiz köhne bir
odada elleri zincirli, ayakları prangalı ve ölmeyecek kadar beslenerek, bu halde bazen
somyaya da zincirlenerek kıpırdanmaksızın yatmaya zorunlu tutulmuştur.
Sadece işkencecilerin keyfi istediğinde mevcut durumlarına ek olarak gözleri
bantlandığı halde tuvalete ve sorguya götürülmüşlerdir.
Sorgulamada şablon yöntemi kullanılmış, önceden belli kişilere belli suçlar yüklenmiş,
daha sonra bu doğrultuda ikrarlar alınarak senaryonun tamamlanmasına çalışılmıştır.
Örneğin, MİT emriyle gözaltına alınan ben de içinde olmak üzere 8 kişi, bizden önce
ifadesi alınan kişilerin bizi suçlayan beyanlarıyla onların yüklemeyi uygun bulduklarını
kabule zorlandık. Bu senaryo içinde ifadeler el yazısıyla zorla yazdırıldı ve teybe okundu.
Onlara göre her şey tamamdı ama zaman kritikti. Bu nedenle iki tertip ifade hazırlandı. Biri
mahkemeye, diğeri politik kulislere ve bazı sağcı basın organlarına aktarıldı. Fakat, ikincilerle
oynanmak istenen oyun tutmadı.
Türün, bugün itiraf ettiği gibi kendisine “Genelkurmay Başkanlığı vaat edilmiştir”
(Tercüman, 15 Aralık 1985). Önündeki Gürler engelini temizlemek çabasındadır. Bu amaçla
Gürler’i bile, “Genelkurmay Başkanlığı’na gelecek olan Kara Kuvvetleri Komutanı ise,
duyduğum kadarıyla Marksist tabana istinat eden bir cunta lideri” olarak Sunay’a
gammazlamaktadır (Tercüman, 21 Aralık 1985).
Bu savın bugün dahi gerçek olmadığı tüm yetkili ve ilgili kişilerce bilinmektedir. Ama,
Türün emrindeki işkence köşkünde bu doğrultuda ikrarlar alınıp parti kulislerine gönderilerek
Gürler’in Genelkurmay Başkanı olmasını önlemek ve kendi önünü açmak tertipleri
peşindeyken, bizler işkence altındayız.
***
Tarih: 1 Ağustos-1 Eylül 1972
Olay: Hücre.
Açıklama: Selimiye’nin bodrumunda iç avludan - 5 metre kotunda, dibinden su çıkan,
akrep ve çıyanların kol gezdiği bir hücrede hiçbir yasal dayanağı bulunmaksızın tutulma ve
avukatlarımın başvurusu üzerine hücreden koğuşa alınma.
***
Tarih: 15 Ağustos 1972
Olay: Genelkurmay Başkanlığı.
Açıklama: Bütün tertiplere karşın Gürler’in Genelkurmay Başkanı olması nedeniyle
davanın askıya alınması.
***
Tarih: 1 Eylül-20 Ekim 1972
Olay: İhtilattan men.
Açıklama: Hiçbir yasal nedeni yokken bir koğuşta tutulma, hapishane içi ilişkinin
önlenmesi ve ziyaretin engellenmesi.
***
Tarih: 20 Ekim 1972-31 Mayıs 1973
Olay: Münferit gözaltına alınmalar.
Açıklama: Bu suretle soruşturmanın sürdürüldüğü imajı verilmeye çalışılıyor, bir
yandan da içeri alınan kişilerin suçlarının TCK’nın 146. Maddesi’ne uyarlanmasına elverişli
ikrarlar sağlanıyor, en önemlisi; Gürler-Batur-Kayacan’ı son çözümlemede hedef alan
tertipler sürdürülüyordu.
***
Tarih: 5 Mart 1973
Olay: Gürler, Genelkurmay Başkanlığı’ndan istifa etti.
Tarih: 6 Mart 1973
Olay: Gürler, kontenjan senatörü oldu ve cumhurbaşkanlığına adaylığını koydu.
Tarih: 20 Mart 1973
Olay: Gürler, cumhurbaşkanlığı adaylığından çekildi.
Tarih: 3 Nisan 1973
Olay: Esas İddianame’nin hazırlanması.
Açıklama: Askeri savcı Nevzat Çizmeci tarafından hazırlanana bu iddianamede, Gürler,
henüz senatörlüğünü koruduğu için suçlanmıyor. Oysa, 5 Ağustos 1972’de kendisi tarafından
bir sanıktan alınmış ve resmiyete konulmuş Gürler-Batur-Kayacan’ı suçlayıcı ifade var. Bu
ifade görmemezlikten geliniyor.
***
Tarih: 13 Nisan 1973
Açıklama: Bu dava 1973 Milliyet Yıllığı’na “Boğaz Köprüsüne Sabotaj Davası” olarak
geçiyor.
***
Tarih: 4 Mayıs 1973
Olay: Mahkemenin başlaması ve İddianame’nin okunması, yeni gözaltına alınma ve
tırmanma girişimleri.
Açıklama: Bu kez de aynı dava 1973 Milliyet Yıllığı’na “Soygun ve Sabotajlardan
Sanık 53 Kişinin Duruşması Başladı” diye geçiriliyor.
***
Tarih: 25 Mayıs 1973
Olay: Ek İddianame.
Açıklama: Askeri savcı Çizmeci tarafından hazırlanan bu iddianamede, Gürler ilk kez
‘Cunta Başı’ olarak suçlanıyordu.
***
Tarih: 31 Mayıs 1973
Olay: E. Tümg. Celil Gürkan’ın gözaltına alınması.
Tarih: 6 Haziran 1973
Olay: E. Tümg. Gürkan’ın salıverilmesi,
Açıklama: Dava’nın Gürler-Batur-Kayacan’a tırmandırılması için yapılan yeni bir atak
Gürkan’ın salıverilmesiyle önlenmiş oluyordu. Eğer bu girişim önlenemeseydi, Gürler’in
sanıklığının gündeme geleceğini yukarıdaki iddianame açıkça gösteriyor.
***
Tarih: 8 Haziran 1973-3 Temmuz 1973
Olay: Talat Turhan’ın sorgusu.
Açıklama: 8 duruşma günü boyunca süren bu sorgunun toplam süresi, 25 saat 25
dakikadır. Yazılı olarak hazırladığım sorgu daha önceki mahkemelerdeki uygulamaların
aksine, alınıp dosyaya konulmamış ve sorgu süresi içinde bu 280 sayfalık dosyanın ancak 50
sayfalık bölümü kesintili olarak duruşma tutanağına yansıtılmıştır.
Tutuklandığım günden itibaren sürekli olarak gerek avukatlarım ve gerekse benim, ilgili
yasal tüm makamlara yapmış olduğumuz başvurularımızın hemen tümü yanıtsız bırakılmıştır.
İşkence sorumlusu olarak Faik Türün ve Memduh Ünlütürk’ü Başbakanlık, Genelkurmay
Başkanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı gibi makamlara şikayet ederek “parlamento
soruşturma komisyonu” talebimiz başvurular arasındadır.
***
Tarih: 21 Mayıs 1974
Olay: Tahliye.
Tarih: 21 Ocak 1975
Olay: Esas Hakkındaki Mütalaa.
Açıklama: Askeri savcı Takkeci tarafından hazırlanan bu Mütalaa’da; Faruk Gürler
‘Cunta başı’ olarak, Muhsin Batur ve Kemal Kayacan ise ‘Cunta Üyesi’ olarak
suçlanmaktadır.
***
Tarih: 3-14 Kasım 1975
Açıklama: Talat Turhan’ın 10 klasörden oluşan savunmasını beş tam duruşma günü
özetleyerek mahkemeye sunması.
***
Tarih: 5 Aralık 1975
Olay: Mahkemenin karar vermesi.
Açıklama: Gerekçeli Hüküm’de ‘cunta grubu’ ile ‘devrimci şiddet eylemcileri’ arasında
ilişki bulunmadığı karara bağlanmamış ve ‘cunta grubu’na mal edilmek istenen ve
iddianamelerde yer alan; soygun, patlama, sabotaj, yapılmamış boğaz köprüsünü havaya
uçurmayı tasarlamak, bilinmeyen işyerlerinden bilinmeyen tutarlarda para alıp örgüte vermek
gibi gülünç iddiaların gerçek olmadığı hükme bağlanmasına karşın, kararda iddia ve
müdafaanın tartışılmasına girişilmeksizin ve sanıkların suçluluk durumları saptanmaksızın,
hatta, yüzde yüz beraat etmesi gereken sanıkların durumları göz önüne alınmaksızın, dava, Af
Yasası kapsamına alınarak düşürülmüştür.
***
Tarih: 26-30 Ocak 1976.
Olay: Temyiz sistemi.
Açıklama: Avukatlarımız, davanın af kapsamına sokulamayacağını, TCK 146/1’den
devam ettiğini, bu maddenin ise af kapsamı dışında bulunduğu gerekçesiyle davayı temyiz
etmişlerdir.
Aradan 10 yıl geçmesine karşın, temyiz istemine olumlu ya da olumsuz bir yanıt
gelmemiştir. Türk askeri adalet tarihinde örneği görülmeyen bir uygulamayla karşı karşıya
bulunuyoruz.
Bu arada, Sayın Muhsin Batur’un “Anılar ve Görüşler” adlı kitabı, Sayın Celil
Gürkan’ın anlatımlarına dayanarak Uğur Mumcu’nun kaleme aldığı “12 Mart’a Beş Kala”
başlıklı yazı dizisi ve yankıları (Cumhuriyet, 27 ekim 1985- 22 Kasım 1985), Türün ve
Sunalp’in açıklamalarının davaya yeni deliller getirmiş olması, Bomba Davası’nın
‘cuntacılıkla’ suçlanan sanıkları açısından “davanın yenilenmesi hakkını” doğurmuş olmasına
karşın, dava dosyasının izini saptamış değiliz. Bu konudaki yasal girişimlerimizi hak, hukuk
ve adalete olan saygımızdan sürdüreceğiz. Ya biz suçlanacağız ya da aklanacağız; ya da bizi
suçlayanlar hesap verecektir.
Bu hesabın sorulması bugün için de “demokrasinin yaşatılması” sorunu olduğu için
ısrarla önerilerimizi sürdürüyoruz.
II. Bölüm
Politik Savunma
Bomba Davasında Politik Savunma
Sayın Başkan, Değerli Yargıçlar;
Bakmakta olduğunuz dava, kanımca Türk adalet tarihinin en büyük siyasal davasıdır.
Çünkü, bugüne kadar, bir eski Genelkurmay Başkanı ile iki Kuvvet Komutanı ve birçok
subay, öğretim üyesi, yazar, aydın ve yurtseverin yargı alet edilerek etkisiz hale getirilmesini
öngören bir dava Türk adalet tarihinde bulunmamaktadır. Fakat, iç ve dış koşullar elvermediği
için, bu dava bugün bir hukuk garabeti haline dönüşmüştür. Bu kanımızın en somut kanıtı,
dava dosyasında bulunan, askeri savcı Nevzat Çizmeci’nin soruşturma istemine ait belge ile
(Dosya Sıra No: 834/2-5) askeri savcı Süleyman Takkeci’nin “Esas Hakkında Mütalaası”dır.
Bilindiği gibi Takkeci, Gürler ile Batur ve Kayacan’ın sanık olarak mahkemeye
getirilmesini istemektedir.
Bomba Davası, bir “aysberg dava”dır. Bu davanın zirvesinde benim görünmemin
nedenlerini savunmamda eleştiriyorum.
Davaya çözüm getirmek için ‘aysberg’in su altında kalan bölümünün sosyal, politik,
ekonomik, kültürel ve hukuksal bir yaklaşımla su yüzüne çıkarılması hem mahkemenizin hem
de tüm yurtseverlerin sürekli görevi olmalıdır.
Çünkü, bu dava ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin devrimci, ilerici ve radikal kesimi
Amerikan emperyalizminin önerileri doğrultusunda faşist özentisi sağ bir cunta tarafından
bertaraf edilmek istenmiştir.
Savunmama ek olarak sunduğum CIA ajanı David Galula’nın kitabında bu operasyon
‘temizlik harekatı’ olarak nitelenmektedir.
12 Mart’tan sonra Galula’nın tüm önerilerinin Amerikan emperyalizminin istemleri
doğrultusunda gerçekleşmiş olduğunu da vurgulayarak belirtmeliyim.
Anayasa değişikliği ile yargı sisteminin olağanüstü duruma uydurulmasının da bu
öneriler arasında bulunduğunu, öncelikle açıklamakta yarar görürüm.
Türk ulusunun kaderinin söz konusu olduğu böyle bir tabloda Talat Turhan’ın ne
sanıklığı ne de hayatı bir anlam taşımaz. Türkiye’ye yöneltilen hıyanetin boyutlarını belgeleri
ile açıklayarak devrimci görevimin en kutsalını bu savunma ile sürdürmek çabasındayım.
Sorgulama başlarken, “Bu dava şişirilmiş bir balondur. Balonu patlatmak şöyle dursun,
açıklamalarımla kalbura çevireceğim” demiştim. Bu savımın duruşmanın bu evresine kadar
gerçekleştiğine inanıyorum. Kalbura çevirdiğim askeri savcı Nevzat Çizmeci’nin
iddianameleri bugün için, bizim açımızdan bir sorun olmak değerini çoktan yitirmiştir.
Şimdiki görevimiz, onun ardındaki güçlerin saptanmasıdır. 5 Nisan 1974’te mahkemeye
sunduğum dosyada, davayı düzenleyen çevrelerin niyetlerini yansıtan ‘Bomba Davası
Stratejisi’ni açıklamıştım. Daha sonraki olaylar bizi doğruladı.
12 Mart sonrasında açılan davaların “Türkiye’nin düzenini kendi çıkarları
doğrultusunda değiştirmek isteyen iç ve dış güçler ittifakının bir tertibi” olduğunu
göstermiştim. Kimdir bu güçler? Savunmam, bu soruya da yanıt aramak savındadır.
Politik etkenlerle açılan bu davanın ayrıntılarına girmeden önce, bu tip davalardan
birkaç örnek vermek isterim:
1) Tüm hukukçulara ve aydınlara bir soru yöneltsek; Meletos, Anytos, Lycon kimdir
diye sorsak, özellikle bu soruları askeri savcılar Fırat, Çizmeci ve Takkeci’ye yöneltsek, bu
isimlerin kendilerine hiçbir şey anımsatmadıklarını görürüz.
Bu düzen uşağı zavallı Meletos, Anytos ve Lycon’lar Sokrat’ı suçlayarak ölüme
mahkum ettiren savcılardı. Onlar bugün leş olmak değerini bile yitirmiş olmalarına karşın,
binlerce sene önce düzene karşı çıktığı için adalet adına öldürülen Sokrat, insanlık
değerlerinin ve haysiyetinin mümtaz bir timsali olarak yaşıyor…
Sokrat, savunmasında diyordu ki:
- Her zaman, her yerde en güçlü olanlar hırsızlardır.
- İyice bilin ki şunu, bir değil binlerce ölüm gerekirse bile hiç mi hiç değiştirmeyeceğim
yolumu.
- Devletteki haksızlıkları ve yolsuzlukları, eğrilikleri önlemek isteyen bir kimse canını
kurtaramayacaktır.
- İnsanları öldürmekle sürdürdüğümüz, kötü yaşamın kınanmasına engel olacağımızı
sanıyorsanız yanılıyorsunuz.
- Ben gerçekten kanun düzeni ve üstünün (egemen sınıfların) çıkarı için tehlikeliydim.
Çünkü doğruyu söylemekten daha büyük alçaklık ve ihanet yoktur.
Şimdi soruyorum; binlerce sene sonra değişen ne? Devrim gazetesine yazı yazanların
hemen hemen çoğu 12 Mart’tan sonra neden tutuklanmışlardır? Askeri savcı Takkeci,
Madanoğlu Davası’nda Devrim gazetesinin suç delili olarak dava dosyasına konulmasını
istemiş, orada amacına ulaşamayınca, bu kez de Bomba Davası’nda Devrim gazetesi
suçlanılmıştır.
Bu gazetenin görünürdeki tek suçu Sunay ve Demirel ailesine ait yolsuzluk savlarını
öne sürmesidir. Çünkü, Uğur Mumcu’nun Yeni Ortam’daki “Mr. Harris Kimdir?” başlıklı
makalesi, CIA ajanı ve Türkiye uzmanı Mr. Harris’in kitabında “Devrim gazetesinin
milliyetçi bir yaklaşımla Türkiye’ye yeni bir yön verme çabasında olduğunu” kaydetmektedir
(Yeni Ortam “Mr. Harris kimdir?...” Uğur Mumcu).
Şimdi, CIA ajanı Harris’in milliyetçi olduğunu kabul ettiği “Devrim”i, askeri savcının;
‘Marksist Leninist Bir Düzen’ getirmek için kurduğumuzu iddia ettiği örgütün yayın organı
olarak nitelemesi ilginç değil mi?..
Devrim gazetesinde benim de bir yazım yayınlandı. Bu yazı, Sunay’a yazılan bir “açık
mektup”tu.
Sanık sandalyesine oturtulmamın öznel nedenlerinden biri de budur. Çünkü, Sokrat gibi
doğruyu söylüyordum.
2) 1625 yılında Karl Charles Stuart çeşitli suçlardan mahkum edildiği için başı kesilerek
idam edilmişti.
1660 yılında oğlu 2. Charles Kral olunca babasını idama mahkum eden yargıçlardan sağ
olanları idam ettirmiş, ölmüş olanların cesetlerini de mezarlarından çıkarttırarak
parçalatmıştır.
3) Fransız ihtilalcisi Danton, “halkın korkunç olmasını önlemek için biz korkunç
olalım” gerekçesi ile olağanüstü mahkemeler kurdurduktan bir yıl sonra, hatasını hatayla
ödemişti. Danton, “ihtilal mahkemesi kurdurduğu için tanrıdan ve insanlardan özür diliyor” ve
giyotine giderken ihtilal arkadaşı Robespierre’e “arkamdan geleceksin” diyordu. Robespierre,
giyotine gönderdiği dünkü arkadaşlarının kelleleri üzerine basa basa iktidarını pekiştireceğini
sanıyordu. Ama ne yazık ki, Robespierre de kendi çıkardığı olağanüstü yasaların kurbanı
olmuş ve giyotini boylamıştı.
Fransız İhtilali’nin binlerce kişiyi ölüme gönderen kasapları savcı Fouguier ve jüri
üyeleri de bir gün kendilerini olağanüstü mahkeme karşısında bulmuşlar ve uşaklıklarının
cezasını kelleleri ile ödemişlerdi. Yargılanan bir jüri üyesi aynen şöyle diyordu: “Biz baltadan
başka bir şey değildik, balta yargılanır mı?”
Olağanüstü dönemler ve olağanüstü yasalar iki tarafı keskin kılıç gibidir. Kimi ne
zaman neresinden keseceği hiç belli olmaz. Şimdilik, 12 Mart sonrası döneminin olağanüstü
dönem olduğun, kendine özgü ve hukuku varmış olduğu aşamadan bir yüzyıl geriye götüren
olağandışı bir hukuk düzeni getirdiğini anımsatmak isterim.
4) Bir yüzyıl önce, ilk anayasacımız Mithat Paşa’nın Abdülhamit zulmüne alet olan
mahkeme önünde, bugün öne sürülen şikayetlerde bulunması ve dünün anayasacısı Mithat
Paşa gibi çizgisini korumuş 1961 anayasacılarının 12 Mart zulmünün hedefi olmasındaki
paralellik ilginç değil mi?
Mithat Paşa, padişahın mahkemesinde,
Savunma hakkı ya vardır ya yoktur.
Şahit dinlenmeyecek, vesika tetkik etmeyecek ve kanunları ayaklar altına alacak
olduktan sonra bu davaya ne lüzum var, sizin şahsınızda ben bahtsız vatanın Tanzimat’tan
önceye gittiğini görmekle yeis duyuyorum.
diyerek zamanın hukuk düzenini eleştirmiştir.
Mithat Paşa’yı mahkum edenler ve ettirenler tarihin çöplüklerinde kokuşmuş isimlerini
bulabilirler ama, bugün tarihte yaşayan bir Mithat Paşa var…
Montesquie, ünlü yapıtı “Kanunların Ruhu”nda; “Zulmün kaynağını iktidar güçlerini
tek elde toplanmış olduğu” gerçeğini saptadıktan sonra daha 1660’larda zulmü önlemek için
“kuvvetler ayrılığı” ilkesini önermektedir. 1961 Anayasası, kurduğu hukuk düzeni ile bu ilke
yanında “yargının bağımsızlığı” ve “hukukun üstünlüğü” ilkesini getirerek yürütmenin keyfi
uygulamalarını frenlemek istemiş, bir yandan da anayasaya sosyal içerik kazandırılmıştır.
1961 Anayasası’nın bu esprisi ve getirdiği sosyal haklar ile özgür düşünce
platformundan tedirgin olan dış egemen güçler ve onların işbirlikçileri, 1961 Anayasası’nı
boy hedefi seçmişler hem de bu Anayasa’nın yapılmasında etkin olan güçlerin katkısı ile yeni
bir hukuk düzeni getirmişlerdir.
Anayasada ve ulus yasalarında yapılan değişikliklerin CIA ajanı Galula’nın önerileri
doğrultusunda olduğunu anımsatmak isterim. Galula, “Adli sistemin bir ayaklanma olayının
olağanüstü durumuna hemen uygulanmasının gereksinim” olduğunu belirtmektedir.
Amerikan emperyalizminin koruyucusu olan ve bugün cinayete kadar varan
girişimlerde bulunduğu ortaya çıkan CIA, ABD’nin sömürdüğü ülkede sol güçlendiği ve
sosyal uyanışın arttığı ölçüde, ABD’de yetiştirilmiş yerli ajanlar ile kışkırtıcılık ve anarşi
olayları yaratmakta ve bu ‘anarşi’den yararlanarak azgelişmiş ülkelerin adli sistemini kendi
çıkarlarına uygun hale getirmekte, adaleti alet olarak kullanarak gizli örgütlerin önerileri
doğrultusunda sahte davalar açtırmakta ve sol muhalefeti susturmakta, yurtseverleri
sindirmekte ve temizlik harekâtı düzenlenmektedir.
(Bu savımı doğrulamak için, CIA Günlüğü adlı yapıtı, 8. Klasör’de bir CIA dosyasını
mahkemeye sunuyorum.)
Bu yöntemle hemen hemen tüm Latin Amerika, Afrika ve Asya’nın; ABD’ye pazar
olmuş azgelişmiş ülkelerin adli sistemi yanında siyasal ve idari sisteminin uydulaşması
sağlanmıştır.
Azgelişmiş ülkeler bir yana, Batı Almanya’da bile “Baader-Meinhof” olayı bahane
edilerek adli sistem değiştirilmiş ve “suçsuzluğunun delillerini sanığa yükleyen” ortaçağ
hukuk anlayışına dönülmüştür.
Bu geriye dönüşü savunan F. Almanya Adalet Bakanı Vogel, “Hiç değilse bazı
ülkelerdeki gibi Ulusal Güvenlik Mahkemeleri kurmuyoruz” diyebilmiştir. (Cumhuriyet 24
Nisan 1975 - “Federal Almanya’nın en önemli davası başlıyor” ve Cumhuriyet 18 Haziran
1975 - “Hukuk Adına” “Ali Sirmen” adlı yazılara bakınız.)
Montesquie “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesini savunadursun, 1961 Anayasası bu ilkeyi
benimseyedursun, dünyada bir faşist düzen yaşanmıştır. Bu düzen de kendine özgü bir
‘hukuk’ oluşturmuştur.
Örneğin, Jones J. Valter, Nazi Hukuk Anlayışı (The Nazi Concept of Law) adlı
kitabında Nazi hukuk anlayışını kuramlaştırırken diyor ki; “Hukuk bir araçtır. Kendisinin bir
değeri yoktur. Bu nedenle hukuka saygı da burjuva liberalizminin modası geçmiş
hurafelerinden biridir. (Kaba Kuvvet Felsefesi, Dr. Çetin Yetkin adlı yapıta bakınız)
O halde faşizmde hurafe olmayan nedir?
Kaba kuvvet… Faşist partinin resmi doktrini ve ideolojisi... Faşist liderin ve örgütün
direktifleri…
Bu nedenle faşist düzen ve anlayışta yargı bağımsızlığı ile hukukun ve yasaların
üstünlüğü söz konusu değildir.
Ancak şu kadarını ifade etmeliyim ki, “Alman Nazizmi” ile “İtalyan Faşizmi”
kendilerince kuramlaştırılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika bir anlamda faşist ideoloji
ile de savaşmıştır.
Günümüzde ise tüm faşist partilerin ve milis örgütlerinin finansmanı CIA dolarları ile
sağlanmaktadır.
Dün faşist ideolojiye karşı kavga veren ABD’nin bugün dünyada faşizmin baş
destekçisi olması elbette boşuna değildir. ABD, faşizmin ‘komünizme karşı olma’ ilkesini
sömürmekte ve bu ilkeyi olta yemi olarak kullanarak tüm azgelişmiş ülkelerdeki “sağ”ı
örgütlemektedir.
‘Milliyetçi
Cephe’
oluşumları
bu
anlayış
doğrultusunda
gerçekleştirilmektedir. ABD, Rusya ve Çin ile beş kutuplu dünyada yeni dengeler içinde
uyuşma yolları ararken azgelişmiş ülkeleri kendi ülkesinde yirmi yıl önce uyguladığı
“McCharty”ciliğe iterek ‘komünist tehlikesi’ni abartması, onun emperyalist çıkarlarının
gereğidir.
Emperyalizmle bütünleşenler, emperyalizmin çıkarlarının koruyanlar, emperyalist
dolarlarla örgütlenerek devrimci sınıfların bilinçlenmesini önlemeye çalışanlar Millici
olamazlar…
Demirel’in partisinde Meclis Başkanlığı düzeyine kadar ulaşmış olan Ferruh
Bozbeyli’nin 24 Ekim 1975 tarihli Milliyet’e verdiği demeç üzerinde önemle durulmalıdır.
Bozbeyli, diyor ki; “Demirel sağcı ise ben komünistim, Demirel milliyetçi ise ben
Moskof gavuruyum!”
Mustafa Kemal Paşa önderliğinde yürütülen Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın şiarı “antiemperyalizm”, “anti-kapitalizm” ve “tam bağımsızlık”tır. Ancak bu şiarları benimseyenlere
Atatürk Milliyetçisi denir. Emperyalistlere maşalık yapanlara ise satılmış, işbirlikçi ve hain
denilir.
Dün de, İngiliz emperyalizminin uşaklığını yaparak İngiliz gemisi ile ülkeden kaçan
hainler, Mustafa Kemal’e “bolşevik” diyorlardır. Bugün onların zihniyetinin temsilcilerinin
her önüne geleni komünistlikle suçlamasına artık ilkokul çocukları bile gülüyor.
Biraz gerilere, 12 Mart hukukuna dönelim. Bu hukuk anayasa değişiklikleriyle Güvenlik
Mahkemeleri’yle, görev süresi uzatılan Sıkıyönetim Mahkemeleri’yle, Askeri İdari
Mahkemeleri’yle, ceza usul yasalarında yapılan değişiklikleriyle çağdışı, uygarlık dışı, bilim
dışıdır. Dış odakların etkisiyle yerli faşist özentilerince tezgahlanmıştır. Fakat R. Collard
diyor ki; “Olağanüstü yasalar aşırı faizle borç almak gibidir. Devleti zenginleştirecek yerde
iflasa sürüklerler.” (Cumhuriyet, 25 Mayıs 1975- Suçlar ve Cezalar) Nitekim, Anayasa
Mahkemesi, Devlet Güvenlik Mahkemesi ile ilgili yasayı iptal ederek ‘12 Mart Hukuku’na en
büyük darbeyi indirmiştir.
Devlete 40 sene şerefiyle hakimlik yapmış bir babanın tek evladıyım. Bu nedenle
Adalete ve gerçek hâkimlere saygı duymamın duygusal nedenleri vardır.
40 sene adalet dağıtmış olan babam, ölmeden dört gün önce bana noterden bir
vasiyetname bıraktı. İlginç olan bu vasiyetnameden burada söz etmek isterim:
Uğradığı bir haksızlık nedeniyle Türkiye’yi Lahey Adalet Divanı’na şikayet etmiş, bu
kuruluştan olumlu yanıt almıştı. Tek engel Türk Hükümeti’nin bu tip davalara bakma
yetkisini vermemiş olmasıydı. Babam vasiyetinde; “Eğer günün birinde Türk Hükümeti bu
yetkiyi Divan’a tanırsa, davasını takip etmeye beni yetkili kılıyordu.”
Oysa, bozuk bir düzende her kurumun bu bozukluktan nasibi vardır. Bu bozukluğu
algılamadan hak aramak olanaksızdır. Ben, babamın vasiyetini yerine getiremeyeceğim.
Türkiye’de devrimciler düzeni değiştirip gerçek adaleti sağladığında bu vasiyetin
kendiliğinden yerine getirilmiş olacağına inanıyorum.
Bu anlayış içinde, kişiliklerinize ve mesleklerinize saygı duymam, bugünkü bilim dışı
hukuk düzenine saygı duymamı gerektirmez. Kanımca, Devlet Güvenlik Mahkemesi
yasasının iptal edilmesi dolaylı yoldan Sıkıyönetim Mahkemeleri’ne de gölge düşürmüştür.
1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası ile ilgili bazı maddelerin iptali için Anayasa
Mahkemesi’nde açılan davada verilen karar 14 Ekim 1972 gün ve 14336 sayılı Resmi
Gazete’de yayınlanmıştır.
Bu kararda 15 üyeden 7’si Sıkıyönetim Mahkemeleri’nin Anayasa’ya aykırı olduğunu
ifade ederken, geriye kalan 8 üye bu konuda Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamayacağı
gerekçesi ile kanaatlerini açıklamamışlardır. Mahkemeniz aynı zamanda yasaları
denetlemekle görevli olduğuna göre, bu konuda da Anayasa Mahkemesi’ne gitmekle, kendi
amaçları doğrultusunda yargıyı kullanmak isteyen faşist taslaklarına ders vermek tarihsel
görevi ile karşı karşıya bulunuyorsunuz.
Türkiye’de bu dava kadar Anayasa’nın “eşitlik” ilkesinin çiğnendiği bir dava
gösterilemez. Çizmeci’nin “iddianame”sinde ve Takkeci’nin “esas hakkında mütalaa”sında
sayısız sanıklar vardır ama, önünüzde yargılanan bizleriz ve onların mantığına göre 353 sayılı
yasanın 95. maddesine göre Sıkıyönetim Komutanı istediği adamı soruşturmaya dahil eder,
istemediğini etmez; onlar ise hiyerarşinin birer halkalarıdır. Böyle hukuk mantığı olamaz…
353 sayılı yasanın hukuk bilimine ters düşen değişikliklerini ve mahkemenize
olağanüstülük veren yasaları Anayasa Mahkemesi’ne götürmekle kutsal mesleğinize en büyük
hizmeti yapmak olanağına sahip bulunuyorsunuz. Toplumların bunalım dönemlerinde
olağanüstü yasalar ve mahkemeler kurulduğu dönemlerde yargıçlar en güç bir tercihle karşı
karşıya gelirler… Sonuçta kutsal adalet mesleğinin ve hukuk biliminin gereklerini rehber
edinenler onur kazanırlar… Politikaya alet olanlar aşağılanırlar.
Örneğin, 12 Mart’ın faşist hukuk anlayışının somut bir temsilcisi olmakta direnen
Türün’ün baskısına itibar etmeyen, İstanbul mülga 1 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin
şerefli üyeleri İstanbul’dan başka yerlere atanmışlardır ama gerek kendilerinin ve gerekse
kutsal mesleklerinin onurlarını korumuşlardır. Bunun yanında radyoları, basınları ve beyaz
kitaplarıyla yargıdan önce kişilerin suçlanmasına karşın Sabotaj ve Madanoğlu Davası
yargıçları da baskılara boyun eğmeden hukuk bilimine uygun beraat kararları vermişler;
Askeri Yargıtay, Danıştay birçok kararlarıyla ‘12 Mart Hukuku’na karşı çıkmışlardır.
Fakat bütün bu olumlu örnekler bizi yanıltmamalıdır. Bozuk olan düzendir. Bu
bozukluk içinde 12 Mart’tan sonra emperyalizmin önerileri doğrultusunda hukuk düzeni
olağanüstü hale getirilmiştir.
Bu oluşuma karşı çıkmakla adalete en kutsal hizmet yapılabilir.
Bir an için düşününüz: Bomba Davası, Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde erken açılmış
davalardan biri olduğu halde hâlâ sonuçlanamamıştır.
Bugüne kadar davada üç savcı, bir kıdemli yargıç, iki üye yargıç değiştirilmekle
yetinmeksizin, davaya bakan 3 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi de lağvedilerek dava önünüze
getirilmiştir.
Oysa, değiştirilen yargıçların daha önceki davalarda kararları ve “karşı oy yazıları”
vardır. Bu bilimsel görüşler, askeri savcıların iddiaları ile çelişmektedir. Bu durumda
yargıçlar durmadan değişir, mahkemeler lağvedilirse, sanıklar adalete ve Sıkıyönetim
Mahkemeleri’nin bağımsızlığına nasıl güveneceklerdir?
Bilindiği gibi, 3 Mayıs 1972 günü “84 sanıklı dava”da beraat kararı veren 1 No’lu
Sıkıyönetim Mahkemesi, 11 Mayıs 1972’de de jet hızı ile lağvedilmiş ve yargıçları başka
görevlere atanmıştır.
Lağv kararının gerekçesi neydi biliyor musunuz? Mahkemenin işsiz duruma düşme
endişesi!.. Oysa aradan 3,5 yıl geçmiştir ve 1 No’lu Mahkeme’nin başlattığı davalara halen
devam edilmektedir. (Bu konu 9. Sav, III. Kısmın eklerinde ayrıntıları ile eleştirilmiştir.)
Akla, hukuka, ahlaka ters düşen bu uygulamada Türün’ün ve ardındaki güçlerin yargı
bağımsızlığını, hukukun üstünlüğünü ve muhkem kaziyenin otoritesine saygı duymayan faşist
anlayışları yatmaktadır. Bu anlayışa karşı bireysel bir anlayışla karşı çıkmak yerine, anayasal
düzenin teminatı olmak yönünde olumlu örnekler veren Anayasa Mahkemesi’ne gidip ‘12
Mart Hukuku’nun bir olağanüstü kesimini iptal ettirerek bindiğiniz dalı kesmiş
olmayacaksınız, faşistlere ve Amerikan emperyalistlerine karşı, yargının ve Türkiye’nin
onurunu kurtarmış olacaksınız.
‘12 Mart Hukuku’nun hukuk bilimine ters düştüğü, başta çok değerli, haysiyetli ve
mücadelesini bilim çizgisi içinde, sapmaksızın ve hiçbir etkiye kapılmaksızın sürdüren Sayın
Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu olduğu halde, sürekli olarak bilim çevrelerince
eleştirilmiş, daha bugünden mahkum edilmiştir.
Türkiye’nin devrimci güçleri ve sınıfları 1961 Anayasası’ndan daha da sosyal içerikli ve
emekçi halkın yararına yeni bir düzen mutlaka getirecektir. Bu savımızın en önemli kanıtı
Faik Türün’e İstanbul halkının oyları ile vermiş olduğu derstir.
Sayın Velidedeoğlu Rejimimiz ve Hakimlerimiz adlı yapıtında diyor ki (Cumhuriyet, 21
Eylül 1975);
Bir kez daha tekrar ediyorum, özgürlükçü demokratik rejimimiz, yargıçlarımızın sağlam
ve sarsılmaz tutumuna bağlıdır. Yargıç ve savcılarımızın evlatlarına pırıl pırıl tertemiz ve
şerefli ya da utandırıcı ve lekeli bir ad bırakacakları karar günleridir bu günler.
Kanımıza göre değerli hoca, yargıç ve savcıların iki seçenekten birini yeğleme
döneminde bulunduklarını anımsatmak gereğini duymuştur:
Birinci Seçenek: 1961 Anayasası’nın getirdiği hukuk düzenini yaşatmak.
İkinci Seçenek: Faşist özentilerinin, Amerikan emperyalizmi doğrultusunda
değiştirdikleri ve faşist bir düzen kurma amacını güden hukuk anlayışına hizmet etmek olarak
nitelenebilir.
Bu bölümü bitirmeden önce konu ile ilgili yakın bir örnek vererek sizi vicdanlarınızla
başbaşa bırakmak istiyorum:
Yıl 1963; Yunanistan’dayız ve Yunan Solu her geçen gün güç kazanmaktadır. Doğal
olarak bu güç ölçüsünde CIA da her ülkede yaptığı gibi Yunanistan’da da “sağ”ı örgütlemek
çabalarını yoğunlaştırmıştır. O dönemde Yunan orta solunun güçlü bir temsilcisi olan
Lambrakis daha önce uyarıldığı halde, Selanik’te bir toplantıya katılır ve orada siyasal bir
cinayete kurban gider. Olayın soruşturulması yargıç Hristos Sartzetakis’e verilir. Fakat kentin
askeri ve sivil yetkilileri sağ örgütlenme içinde bulunduklarından cinayetin örtbas edilmesi
için Sartzetakis’i kullanacaklarından emin bulunmaktadırlar.
Oysa, meslek onurunu satılığa çıkarmak arzusunda olmayan genç yargıç daha
soruşturmanın ilk anında cinayet olayında, Bölge Jandarma Komutanı General Mitsu ve bütün
mülki amirlerin sorumlu olduğunu ve terörist sağ örgütlerle yakın ilişkisi bulunduğunu saptar.
Oysa ki, gerçekte emniyetin üst düzey yetkilileri ve Adalet Bakanlığı da tertibin içinde
olduğundan, Sartzetakis üzerindeki baskılar daha da yoğunlaşır.
Sartzetakis, tehditlere boyun eğmeksizin şerefli mesleğinin gereklerini yerine
getirmekte direnir ve olayın failleri olarak General Mitsu başta olmak üzere birtakım
subayların olaydaki sorumluluklarını da saptar. Bu olayı Yunan Darbesi izleyince Amerikan
emperyalizminin cinayet maşalığını yapan başta General Mitsu olmak üzere diğer suçlu
subayların yargılanmaları önlenerek orduya alınırlar.
Olaylar faşistler açısından bu şekilde geliştiği bir dönemde Sartzetakis yargıçlıktan
atılır. Yaptığı yasal başvurulardan bir sonuç almak şöyle dursun, avukatlık yapması bile
engellenmiştir. Bu koşullarda yaşamını sürdürmeye çalışan Sartzetakis ‘in evi bir gece polisçe
basılır ve genç yargıç askeri cezaevine konulur. İlginçtir ki, yargıcın evini basanlar arasında
onun Lambrakis Davası’nda suçluluğunu saptadığı General Mitsu’nun oğlu Yzb. Mitsu da
bulunmasıdır (Savunmama ek olarak verilen İsmail Cem’in 12 Mart adlı yapıtının 38-41.
sahifeleri ile 9. Klasör, 5. Kısım’a bakınız).
İşte faşistlerin hukuk anlayışı; bugün Amerikan uşağı faşist ve işkenceci Yunan
cuntasının CIA dolarları ile beslenen sağ örgütlerinin önde gelen temsilcilerinden cinayetlerin
hesabı sorulurken, yargıç Sartzetakis adaletin onur köşesini işgal etmektedir.
Örnekte görüldüğü gibi, CIA’nın azgelişmiş ülkelerde bu ölçüde etkin olduğu bir
dönemde hâkiminden hekimine herkes doğru teşhisler yapmak durumundadır.
Özellikle sağ örgütlere gerçekten milliyetçi duygularla alet edilen gençlerimizi uyarmak
isterim. Örgütlerini besleyen paranın nereden geldiğini arayıp öğrendiklerinde bir hıyanete
araç olduklarını anlayacaklardır.
Bu bölümü bitirirken siyasal cinayetlere kadar varan sağ örgütlenmenin adının
“Kontrgerilla” olduğunu vurgulamak isterim.
Savunmamın ilerideki bölümleri Kontrgerilla, CIA, AID hıyanetlerinin somut
örneklerini vermektedir.
Şimdi soruyorum; bu tablo içinde suçlu kimdir? Elbette ben değilim…
Gerçek suçlular, “Atatürk’ün Tam Bağımsız Türkiye’si”ni Amerikan emperyalizmine
peşkeş çekerek Türkiye’yi bugün silah ambargosuna kadar varan müdahalelerin hedefi
yapanlardır.
Bozuk düzende hainler yurtseverlerden hesap sorarlar, fakat bir düzen değişikliğinde
hesap sorma sırası yurtseverlere gelecektir.
Sayın Başkan, Sayın Yargıçlar,
İddianamede bu davada yargılanan 57 sanıktan 18’inin idamı isteniyor. Geriye
kalanların da 5 yıldan 15 yıla kadar ağır hepsi…
Askeri savcıya göre, eski Genelkurmay Başkanı E. Org. Faruk Gürler, eski Hava
Kuvvetleri Komutanı E. Org. Muhsin Batur, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı E. Ora. Kemal
Kayacan suç ortaklarımız arasında… Bu davanın sanıkları arasına sokulmayan ve haklarında
dava açılmayan birkaç suç ortağımız daha var.
İddianame’ye ve Esas Hakkındaki Mütalaa’ya göre; suçumuz, adları geçen
komutanların önderliğinde, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı cebren ilgaya teşebbüs etmek,
mevcut düzeni kaldırıp yerine Marksist-Leninist bir düzen koymaya kalkışmak…”
İşte bu suçtan şimdi savunmamızı yapmamız isteniyor.
Normal bir ceza davasında, belki sanığın yalnızca leh ve aleyhindeki delilleri tartışarak
ve yalnızca kendisine isnat olunan suça bağlı kalarak savunmasını yapması mümkündür.
Fakat bizim yargılandığımız dava, gerek sanıkların sıfatları, gerekse isnat olunan suç
yönünden hiç kuşkusuz siyasal nitelikte bir davadır. Bundan da öte, hukuksal nedenlerle değil,
siyasal amaçlarla açılmıştır. Dava dosyasında, İddianame’de ve Esas Hakkındaki Mütalaa’da
bu gerçeği ortaya koyan pek çok kanıtlar vardır. Örneğin;
Birinci Kanıt:
Davanın açıldığı tarihle Esas Hakkındaki Mütalaa’nın okunduğu tarih arasında,
suçlanan kişiler aleyhindeki delil durumunda esas itibariyle bir değişiklik olmamıştır. Buna
karşın:
1) Esas İddianame’de Org. Faruk Gürler, Org. Muhsin Batur ve Ora. Kemal
Kayacan’dan hiç söz edilmemiş; bunlar suçlu sayılmamışlardır. Çünkü, o tarihlerde bu
komutanlar Silahlı Kuvvetler’in en yüksek kademelerinde bulunmakta ve görevleri
başındadırlar.
2) Adı geçen komutanların adlarına, dava açıldıktan bir süre sonra -politik ortam
elverişli bulunmuş olacak ki- ilk kez iddianamelerde yer verilmiştir. Fakat bundan sonra Org.
Faruk Gürler, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan Genelkurmay Başkanlığı’na; Ora. Kemal
Kayacan ise Donanma Komutanlığı’ndan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na gelmişlerdir.
Bunun üzerine dava dosyasındaki delil durumu hep aynı olmakla birlikte, askeri savcılar adı
geçen komutanlar emekli oluncaya kadar onların adlarını bir daha ağızlarına almamışlar,
suçlu olduklarını iddia etmemişlerdir.
3) Adları geçen komutanlar emekli olduktan ve özellikle Org. Muhsin Batur ve Ora.
Kemal Kayacan CHP’ye üye yazıldıktan sonradır ki, askeri savcının Esas Hakkındaki
Mütalaa’sında, kendileri kesin suçlu ilan edilmişlerdir.
Bu olay, askeri savcıların hukukun gereklerine göre değil, siyasal ortama ve duruma
göre kişiler aleyhine soruşturma açıp yönlendirdiklerini belgelemektedir.
İkinci Kanıt:
İddianame’de, “9 Martçılar” ile “12 Martçılar” aynı kefeye konmuş; her ikisi de suçlu
gösterilmiştir. Oysa:
9 Mart’ta tasfiye edilen görüş, Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki radikal görüş ve
eğilimleri, bağımsızlaşmayı önermekteydi. 12 Mart ise, tutucu görüş ve eğilimlerle, vardığı
sonuçlar itibariyle, dışa bağımlılığı simgeler. Bu açıdan, 9 Mart bir dönüm noktasıdır. Sözü
geçen iki eğilimden biri diğerini tasfiye ettikten sonra 12 Mart’ta gelinmiştir.
9 Mart’a kadar, “9 Martçılar” 12 Mart Muhtırası’nı verenlerle beraberdir. Bu tarihten
sonra ise, bu grubun herhangi bir aktivitesi ve eylemi olmamıştır.
Bu duruma göre, hem 12 Mart Muhtırası’nı verenler hem de “9 Martçılar” aynı kefeye
konup suçlanamazlar.
Askeri savcıya göre ise, 12 Mart Muhtırası’nı verenlerden hem ‘cunta başı’ olarak Org.
Faruk Gürler, hem de onun 9 Mart’ta emekliye ayırdığı Tümg. Celil Gürkan suçludurlar.
Fakat her ikisi de görülmekte olan bu davanın dışında bırakılmışlardır.
Bu olay da davanın siyasal niteliğini açıkça ortaya koymaktadır.
Üçüncü Kanıt:
12 Mart Muhtırası’na imza koyan dört komutandan ikisi, Org. Gürler ve Org. Batur, bu
davanın savcıları tarafından Anayasa’yı ihlal etmekle suçlanmışlardır. Askeri savcılar,
soruşturmanın hiçbir evresinde Muhtıra’yı veren diğer iki komutandan; Org. Memduh
Tağmaç ve Ora. Celal Eyicioğlu’ndan hiç söz etmemişlerdir. Oysa, ortada TCK’na göre bir
suç varsa, bu suç her dört komutan tarafından da işlenmiştir.
Bu konuda TCK’nun 147. Madde hükmü açıktır:
Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu’nu cebren iskat veya vazifesini görmekten
cebren men edenlerle bunları teşvik eyleyenlere idam cezası hükmolunur.
12 Mart Muhtırası’nı veren dört komutanın hep birlikte bu suçu işledikleri muhakkaktır.
Bizi ve 12 Mart Muhtırası’nı veren komutanlardan ikisini, TCK’nın 146. Maddesi’ne
göre “Anayasa’yı kısmen veya tamamen ilgaya teşebbüs etmekle” suçlayan askeri savcıların,
bu maddenin hemen altında yer alan 147. Madde’yi görmemezlikten gelmeleri, bu madde
sanki yokmuş gibi 12 Mart Muhtırası’nı veren diğer iki komutan -Tağmaç ve Eyicioğlusoruşturma ve kovuşturma istemi dışında bırakmaları, onların bir hukuk adamı gibi değil,
fakat dışarıdaki bazı güçlerden gelen isteklere göre, politik amaçların birer aracı olarak
soruşturmaları yönettiklerini ve bu davayı açtıklarını en kesin bir biçimde ortaya koymaktadır.
Aynı olay, bu davanın hukuksal gereklerin ürünü olarak değil, fakat yüksek yerlerdeki
kişiler ve ekipler arasındaki bir hesaplaşmanın (Bütün savunmamız boyunca görüleceği üzere
Sunay-Tağmaç-Türün üçlüsü ile Gürler-Batur-Kayacan üçlüsü arasında simgelenen bir
çekişmenin) ve bu kanaldan çok yüksek düzeydeki bir politikanın ürünü olarak ortaya
çıktığını kanıtlamaktadır.
Bu davanın hukuksal olmak yerine siyasal bir nitelik taşıdığı, siyasal amaçlarla
yürütüldüğü, dava dosyasındaki daha pek çok kanıtla ortaya konulabilir. Fakat, biz listeyi
uzatmayacağız. Yalnız, bu gerçekten çıkan bir sonuca değineceğiz:
Biz bu davada sanık olarak yargılanarak hesap vermeye çalışırken, bu davayla ilgili pek
çok kişi -baş suçlu ilan edilenler ve adlarına dava dosyasındaki hiç değinilmeyenleryargılama dışı bırakılmışlardır.
Bu durumda, bizler isnat olunan suçtan mahkum edilirsek, bu sonucun ve bu davanın
hukuk ve adaletle ilişkisi olamayacağı ortadadır.
Bu noktada bir başka gerçeğe daha değinmek isteriz:
Bir siyasal davada, sanığın kendini savunabilmesi ve suçsuzluğunu kanıtlayabilmesi
için, onun soruşturma evrakı dışında kalan olayları ve kişileri açılamasını zorunlu kılıyorsa,
bu onun en doğal hakkıdır. Çünkü, aksi takdirde, kendisini savunabilmesi ve suçsuzluğunu
kanıtlayabilmesi olanaksızdır.
Bu açıdan, siyasal bir davada eğer yargıçlar kurulu üyeleri tarafsız ve bağımsız olarak
hukukun hizmetindeyseler, sanıktan yalnızca soruşturma evrakında yer alan isimlerden ve
olaylardan bahsetmesinin istenemeyeceği muhakkaktır. Böyle bir istemin savunmayı
kısıtlamak ve davanın siyasal niteliği açısından “savunmayı topyekun ve kökünden” ortadan
kaldırmak anlamına geleceği açıktır.
Bu dava, aslında 12 Mart Muhtırası’nın ürünüdür. Muhtıra’nın getirdiği düzenin ve
‘sıkıyönetim rejiminin’ sonucudur.
12 Mart 1971, Türk siyasal tarihinde hiç kuşkusuz önemli bir dönüm noktasıdır. Ancak,
muhtıranın verilişini, sıkıyönetimin ilanını, bu davanın tezgahlanmasını yalnızca ‘anarşi’nin
varlığı, iktidarın yeteneksizliği, Anayasa’nın uygulanmaması veya ‘lüks’ olması gibi yüzeysel
nedenlerle açıklamaya kalkışmak hatalı bir yorum tarzıdır.
Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumu ve bağlı olduğu dış politik güçler ve
ilişkiler dikkate alınmaksızın olaylara ve bu davaya yalnızca bir iç sorun gibi bakılmasının
büyük bir yanılgıya ve yanlışlıklara düşülmesine yol açacağı kuşkusuzdur.
Yaşanılan dünyada, önemli iç politik olayları dış etkenlerden soyutlayarak
değerlendirmek olanaksız olduğuna göre, 12 Mart Muhtırası’nın verilişinde ve sonrasında
hangi dış etkenlerin zorlamasının rol oynadığını kanıtlamak ve açığa çıkarmak ulusal bir
görevdir.
Bu durumda, 12 Mart Muhtırası’nın ürünü sıkıyönetim savcılarının bu Muhtıra’ya imza
koyan komutanları, eski Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları’nı açıkça ‘baş suçlu’
ilan ettikleri bir davada; Türkiye için siyasal açıdan bu denli önemli bir olayda; siyasal suç
sanığının bu olayların ve davanın altında yatan dış etkenleri ve yabancı güçleri açıklayıp
ortaya çıkarması ve bu yoldan suçsuzluğunu kanıtlaması hem en doğal hakkı hem de
görevidir.
İşte, savunmamızın bu bölümünde, bu görevi yerine getirmeye çalışacağız.
Sayın Başkan, Değerli Yargıçlar,
Bu dava, iktidar kavgası yapan iki gruptan birinin diğerini ortadan kaldırmak amacıyla
düzenlenmiş bir tertibi yansıtmaktadır.
Zamanın Sıkıyönetim Komutanı Türün, bu iktidar kavgasında taraf olduğu için, yetki ve
sorumluluklarını aşarak idarenin tüm kademelerini tertip amaçları doğrultusunda kullanmış ve
bu davayı açtırmayı başarmıştır.
Dava dosyasında bulunan “Klasör 2, Sıra No:314-315’teki belgeden kesinlikle
anlaşılacağı gibi, MİT emriyle tutuklanmış bulunuyorum.
Demokratik hukuk devletinde MİT emriyle kişilerin tutuklanması, anayasal düzene
yöneltilmiş en büyük saldırıdır.
Görevi gereği bu saldırıdan haberdar olup da üzerine gitmeyen her yetkili de suçludur.
Örneğin, kuvvetler ayrılığı ilkesi üzerine kurulu anayasal düzen ve hukuk devletinden
söz eden askeri savcı Nevzat Çizmeci ve Süleyman Takkeci, yasa dışı bu tasarrufu ısrarla
görmemezlikten gelerek suça fiilen katılmışlardır.
12 Mart’tan sonra birtakım gizli örgülerin sahneye çıkışının ve bu örgülerin “özel
sorgulama ve suçlama yöntemleri” uygulamalarının bir rastlantı olmadığını bilmeliyiz.
Özellikle, bu gizli örgütün adının “Karşı Çete/Kontrgerilla” olduğunu da vurgulayarak
belirtmek isterim.
“Kontrgerilla” uygulamaları Türkiye’ye özgü bir yöntem olsaydı üzerinde fazla
durmazdım. Bizim davanın yapay çatısını kurup Mahkeme’nizin huzuruna getiren
“Kontrgerilla”nın; tüm azgelişmiş ülkelerde, ulusal bağımsızlık savaşları ile tam bağımsızlık
özlemlerinin uyanmasını önlemek için Amerikan emperyalizmi tarafından oluşturulmuş gizli
bir örgüt olduğunu ayrıntılarıyla açıklayacağım.
Davanın amacı, iç ve dış egemen güçlerin istemleri doğrultusunda düzenlenen bir tertibe
dayandığı için, hukuk aşılmış, adaletin politikaya alet edildiği görünür hale gelmiştir.
Askeri savcının Esas Hakkındaki Mütalaa’sında eski iddialarıyla çelişerek; Org. Gürler,
Org. Batur, Ora. Kayacan’ı sanık ilan etmesi ve haklarında soruşturma açılmasını istemesi
davanın politik niteliğini açıkça göstermektedir.
Türk halkı ve Silahlı Kuvvetler kesiminde Amerikan emperyalizminin istekleri
doğrultusunda büyük bir “temizlik harekatı”na girişmek ve bu davayı basamak yaparak faşist
bir düzen getirmek isteyenlerin niyetleri İddianame’de açıkça görülmektedir.
Bu davayı bugün bir ‘hukuk garabeti’ olarak önünüze getirenler, gizli örgülerin
sözcülüğünü yapmayı kendi çıkarları açısından uygun bulmuş olabilirler.
Fakat bu kişilerin hak, hukuk ve adalet kavramlarını kendi küçük hesapları uğruna alet
etmeye yeltenmeleri karşısında duyarsız kalmak, adalete yapılan en büyük hıyanet olacaktır.
İnsanlığın en kutsal kavramı olan adaletin sahibi olmaları gerektiği halde, onu,
işbirlikçilerin politik ihtiraslarına alet edenler, gerçek suçlulardır.
‘Çeteleşen’ bir idare ile birlikte çalışarak gizli örgütlerde işkence ve zulüm ile dava
düzenleyenlerin ve onların ardındaki iç ve dış egemen güçlerin hıyanet ölçüsüne varan
suçluluklarının boyutlarının saptanması kaçınılmaz bir görevdir.
Bu görevin bana ait bölümünü yerine getirme tutkusu ile savunmama başlıyorum.
Çünkü bu görev aynı zamanda benim savunmamdır. İddia makamının ardındaki
yasadışı güçleri ve iddianın orada düzenlenmesindeki tertip ve amacı ortaya koyduğum zaman
bu yapay dava yıkılacaktır.
Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın önde gelen amacı, tam bağımsızlığın elde edilmesiydi.
Kapitalizm ve emperyalizme karşı sürdürülen savaşın bu hedefe ulaşarak sonuçlandığı da
bilinen bir gerçektir. Atatürk İlkeleri, onun “tam bağımsızlık” asgari koşulu içinde geçerlidir.
Bu koşula sırt çevirerek ‘Atatürkçülük’ten söz etmek olanaksızdır.
Atatürk, kurduğu düzeni “gençliğe emanet ederken” iktidarların “gaflet ve hıyanet”
içinde bulunabileceğine de dikkat çekiyor ve gençliği “Türk bağımsızlığını” korumaya
çağırıyor.
O halde, “tam bağımsızlık”tan ödün veren her iktidar “gaflet ve hıyanet” içindedir ve bu
hıyanetin önlenmesi ulusal bir görevdir.
Mustafa Kemal Paşa diyor ki:
Hükümetlerin icraatı menfi olup da millet itiraz etmez ve ıskat etmezse, bütün kusur ve
kabahatlere iştirak etmiş demektir.
Gerçekte, Atatürk’ün bu önerilerine, kutsal kitaplarda ve anayasalarda da yer
verilmektedir. Örneğin, Fransız İhtilali’nden sonra 1793 Anayasası’nda isyan hakkı kabul
edilmişti.
“Hükümet halkın haklarını çiğneyecek olursa, isyan etmek halkın en kutsal haklarından
biri haline gelir” hükmü anayasada yer almıştı.
Anayasa’mızın “Başlangıç” kısmında yer verilen “direnme hakkı”ndan kastedilen amaç
da aynı doğrultudadır.
Dünyanın ilk ulusal kurtuluş savaşını veren Türk Ulusu, savaştaki başarılarını politik
alanda da sürdürerek yüzyılların ödünlerinin tortusundan oluşan emperyalist sömürünün
araçları olan kapitülasyonlardan arınmış ve tam bağımsızlık hedefine ulaşmıştı.
Oysa aynı dönemde, kurtuluşu Amerikan mandacılığında arayanların tek güvencesi
Başkan Wilson 5 Ağustos 1919’da; “Türkiye’yi parça parça ederim” tehdidini savurmakta ve
“Türkiye, haritadan silinmelidir” demektedir.
29 Eylül 1922 tarihli memorandumda eski CIA Başkanı ve eski ABD Dışişleri Bakanı
Foster Dulles’ın kardeşi Allen Dulles:
Mustafa Kemal’e karşı sert bir tutum takınılmalıdır…
Gelecekte bir istikraz için başvurabilirler…
Eğer, Türkiye hiçbir zarar görmeden Birleşik Devletler’e kafa tutmakta devam eder,
kapitülasyonları kaldırır ve İstanbul’a yerleşirse, bu yalnız Ortadoğu’da değil, Avrupa’da da
barışı tehlikeye atacaktır.
demektedir.
Aynı dönemde Amerikan basını yoğun bir Türk düşmanlığının şampiyonluğunu
yapmakta, kapitülasyonların kaldırılması özlem ve çabalarını eleştirmekte ve “İktisadi misak”
(Ekonomik yemin) ilgi ve endişe ile karşılamaktadır.
The New york Times (2 Ağustos 1920):
Avrupa’dan süpürülen Türklerin dünya siyaset sahnesinden de bir daha dönmemek
üzere silinip gitmesi başlıca dileğimizdir.
The New York Times (21 Şubat 1922):
Ortadoğu’daki Amerikan çıkarlarının genişletilmesi için sınırsız fırsatlar bizi
beklemektedir. Balkan ülkelerinin ve Osmanlı İmparatorluğu’nun zengin doğal kaynaklarına
henüz el sürülmemiş olup, madenlerin işletilmesi ve demiryollarının yapımı gibi en çekici iş
alanları tamamen boş bulunmaktadır.
The New York Times (2 Ekim 1922):
Anadolu’daki savaşın Türklerin zaferiyle son bulması yakın tarihin en korkunç olayıdır.
Korkunç Türk bütün vahşetiyle yeniden ortaya çıkmıştır.
The New York Times (13 Ekim 1922):
Türkiye’deki Amerikan çıkarlarını üç ana konu etrafında toplamak mümkündür.
Birinci konu; mevcut ticari anlaşmaların ve kapitülasyonların korunmasıdır.
İkinci konu; ülkedeki Hıristiyan azınlıkların haklarının garanti altına alınmasıdır.
Üçüncü konu; misyonerlerimizin ülke sınırları içinde serbestçe faaliyet göstermesini
sağlayan anlaşmaların sürdürülmesidir…
ABD Hükümeti, kapitülasyonların kaldırılmasına karşı çıkmaya kararlıdır.
The New York
doğrulanmaktadır:
Times’ın
yorumu,
Amerikalı
Prof.
Earle’nin
kanısı
ile
Misyonerler ve din adamları, dünyanın hiçbir ülkesinde Türkiye’deki kadar
emperyalizme hizmet etmemişlerdir.
Asia (Ocak 1920, Lewis Heck):
İstanbul şehri, yakın gelecekte Amerikalı tüccar ve iş adamları için çok önemli bir
merkez niteliği kazanabilir…
Amerikan misyonerlerinin ve eğitim kurumlarının Türkiye’ye yaratmış olduğu olumlu
hava bu bölgeye ihracat yapacak iş adamlarımıza büyük olanaklar sağlamaktadır.
1914 yılında Türkiye’de 627 Amerikan okulu bulunmakta ve bu okullarda 34000
öğrenci okumaktaydı.
dedikten sonra yazar:
İstanbul gibi büyük merkezlerde Amerikan bankalarının kurulmasını ve ticari şirketlerin
kendi acentalarını açmalarını öneriyor. Büyük yatırımların ise ancak bölgenin siyasi geleceği
açıklığa kavuştuktan sonra gerçekleşebileceğinden...
söz ediyor.
Foreign Affairs (15 Haziran 1923):
Kapitülasyonlar (Prof. Philip Marshall Brow)
Çeşitli misyonerlik örgütleriyle, diğer yabancı hayır kuruluşlarının dini ve siyasi
propaganda merkezleri olarak kullanılmış olduğu da bir gerçektir…
ABD çıkarları gereği, bu konularda en yakından ilgilenmesi gereken ülkedir. ABD’nin
Türkiye’deki misyonerlikte kurumları, okullar, hastaneler ve yetimhaneler… uzun yıllar siyasi
propaganda merkezleri oldukları yolunda hiçbir şüphe uyandırmadan görev yapmışlardır...
Asia (Eylül 1923):
Türkiye’nin Yeni İktisadi Hedefleri (Arnold J. Toynbee)
Türklerin bağımsızlıkları ve vatanları uğruna amansız bir savaş vermeye sevk eden
iradeyi, güçlü milliyetçilik duygularından aldığını ve geçici bir heves olmadığını sanıyorum…
Türklerin siyaset alanındaki bu zaferle yetinmeyerek ortaya bir de “iktisadi misak” koymuş
bulunmaları son derece ilgi çekici bir gelişmedir.
Asia (Ekim 1923):
Ankara, Türkiye’nin Masal Başkenti (Arnold J. Toynbee)
Türklerin iktisadi bağımsızlıklarını tehlikeye düşürecek nitelikte önerilere
yanaşmayacakları ve iktisadi kalkınma için bu fiyatı ödemektense kalkınmamayı
yeğleyecekleri bilinmektedir.
Bu tür yazıları o dönemdeki Amerikan basınında sık sık görmek mümkündür.
Bu birkaç örneği vermekteki amacım, bir dönemin tarihsel eleştirisini yapmak olmadığı
gibi, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı dönemindeki Amerikan görüşlerini sergilemek de değildir.
Kurtuluş Savaşı dönemindeki Amerikan tutumunu kınamayı da Türk-Amerikan ilişkilerinin
tüm güncelliği ile sahnede olduğu bir evrede, çok geç kalmış yersiz bir çaba sayarım. Mustafa
Kemal Paşa’nın önderliğinde şahlanan, ulusal onurumuzun kanla elde ettiği sonuçları
kapitülasyonlara rahmet okutan ödünlerle emperyalizme peşkeş çekenlerin hıyaneti bugün
aydınlanmış bulunuyor. Bu hıyanet sorumluluğunu taşıması gerekenlerin, milliyetçi
olduklarını savlayabilecek kadar küstahlaştıkları bir ortamda, sorunun kaba hatlarıyla da olsa
açıklanmasında yarar görürüm.
12 Mart Muhtırası’nı veren Tağmaç’ın bugün uluslararası sermayenin örgütü olan bir
bankada çalışmasını onun suçladığı iktidarın başının, bir Amerikan şirketinin eski
komisyoncusu olduğunu da anımsamalıyız.
Atatürk döneminde titizlikle korunan “tam bağımsızlık” ilkesinin, İkinci Dünya
Savaşı’nın sonlarına yaklaşıldığı bir dönemden başlayarak, Türk Hükümetlerinin Atatürk’ün
yeni Türk devletinin kuruluşunda temel olarak ödünsüz uyguladığı ilkelerden yavaş yavaş,
fakat imzalanan her yeni ikili anlaşmayla biraz daha fazla olmak üzere, uzaklaştıkları bir
gerçektir… Türkiye, yardım perdesi arkasındaki yabancının dolarına, buğdayına, silahına,
yedek parçasına, kredisine, teknik elemanına ve aklına muhtaç bir duruma gelerek siyasal,
ekonomik, adli, askeri ve kültürel bağımsızlığını bir hayli yitirmiştir.
İlk ikili anlaşmanın, Lozan’da Kapitülasyonlar’ın kaldırılması için başarılı bir kavga
veren İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde imzalanmasını ‘Sovyet tehdidi’ne
bağlayanlar çoğunluktaydılar.
Gerçekçi olabilmek için, İnönü’nün Kurtuluş Savaşı başlarında mandacı görüşlere
yatkın ve umutsuzluk içinde olduğunu anımsamalıyız.
Türkiye’nin yetiştirdiği büyük bir politikacı sayılan İnönü, 12 Temmuz 1947 tarihli ve
ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası ilk askeri yardımını başlatan anlaşmasını kendine özgü
üslubu içinde övmektedir:
Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin, memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte
olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk
candan alkışlamaktadır… İkinci Cihan Savaşı sırasında ve savaşın fiilen sona ermesinden
sonra, milletimizin ispat ettiği yüksek meziyet ve ideallerin dünya efkarı umumiyesi
tarafından takdir edildiğini gösteren bu yardım Türkiye’ye zaruri ve normal savaş
malzemesinin bir kısmını temin etmek suretiyle savaş sonunda düşmüş bulunduğumuz
iktisadi güçlüklerin kısmen giderilmesinde de rahatlatıcı bir etken olacaktır… Birleşik
Amerika’nın cihan barışının devam ve teyidi uğruna kendisine düşen rolü tamamıyla
benimsediğini gösteren parlak ümitlerle dolu işarettir.
İnönü, bu mesajı ile aynı zamanda adından söz edilen meşhur anlaşmanın “3. Madde, 2.
Fıkra”sıyla Türkiye’ye yüklenen vecibeyi de yerine getiren ilk Türk olmaktadır. Anılan
maddede:
Türkiye Hükümeti, bu yardımın amacı, kaynağı, mahiyeti, genişliği, miktarı ve ilerleyişi
hakkında Türkiye’de tam ve devamlı yayın yapacaktır.
denilmektedir.
İnönü, Amerikan Yardım Anlaşması’na övgüler döktürürken, anlaşmanın 2 ve 4.
maddelerindeki “Türkiye Hükümeti, yapılan yardımın tahsis edilmiş bulunduğu gayeler
uğrunda kullanacağı” hükmünün bir gün karşısına “Johnson Mektubu” olarak çıkabileceğini
düşünmemişti. Nitekim, 1964 Haziran’ında patlak veren Kıbrıs buhranında, Kıbrıs’taki
soydaşlarımızın korunması için son çare olarak başvurulan askeri çıkarma harekâtının
durdurulmasını ABD Cumhurbaşkanı Johnson, bu anlaşmaya dayanarak istemiş ve Türk
Hükümeti de bu isteğe boyun eğmiştir. İsmet İnönü, bu sıralarda koalisyon hükümetinin
Başbakan’ıdır. İmzalanmasından 17 yıl sonra, Türkiye için çok önemli bir konuda ve kritik bir
zamanda, bu anlaşmanın Başbakan İnönü’nün karşısına çıkarılmasından alınacak büyük ve
önemli dersler vardır.
Johnson, söz konusu anlaşmaya dayalı görüşünü şöyle ortaya koymuştur:
Bay Başkan, askeri yardım sahasında Türkiye ve Birleşik Devletler arasında mevcut iki
taraflı anlaşmaya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda mevcut bulunan askeri
yardımın veriliş amaçlarından gayri gayelerde kullanılması için, Hükümetinizin, Birleşik
Devletler’in muvafakatini alması icap etmektedir. Hükümetiniz bu koşulu tamamen anlamış
bulunduğunu çeşitli vesilelerle Birleşik Devletler’e bildirmiştir. Mevcut şartlar altında,
Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından temin edilmiş olan askeri
malzemenin kullanılmasına, Birleşik Amerika Devletleri’nin muvafakat edemeyeceğini, size
bütün samimiyetimle ifade etmek isterim.
Büyük bir teslimiyet içinde başlatılan ilişkiler, gerek 1947-1950, gerekse 1950-1960
döneminde imzalanan “ikili anlaşmalar”la “kapitülasyonlar”ı çok gerilerde bırakan boyutlara
ulaştı.
27 Mayıs’ın meşruiyetine fetva verenler, soruna salt hukuk kuralları ile yaklaşacakları
yerde, 1960 öncesi iktidarlarını “haysiyetsiz dış politika uygulayıcıları olarak Türkiye’yi
bağımlı hale getirmiş olmakla” suçlasalardı, kuşkusuz daha gerçekçi davranmış olurlardı.
Böyle bir teşhisin o gün konulamamış olmasını kınamanın da haksızlık olacağı
kanısındayım. O günkü koşullar altında “Bilim Kurulu” kendine düşeni yapmıştır. Daha
fazlası yapılamazdı. Örneğin, Türkiye’yi bağımlı hale getirmekte İnönü’nün sorumluluğu en
az devrik iktidar sorumluları kadardır. Buna karşın, İnönü, ihtilalin manevi lideri sayılıyor ve
etkinliğini koruyordu.
İhtilali yapanlar ilk gün NATO ve CENTO’ya bağlı olduklarını açıklamak gereğini
duymuşlardı. Bu ortamda, bazı çevreler 27 Mayıs’ı “Atatürkçülüğe dönüş” olarak nitelediler.
Oysa, Atatürkçülüğe dönüşün ilk koşulu “tam bağımsızlık” ilkesini yeniden benimsemek ve
bu uğurda yorucu ve tehlikeli uğraşlara katlanmakla gerçekleşebilirdi. Daha sonraları, bu
çabanın adına birtakım çevreler “İkinci Kurtuluş Savaşı” diyeceklerdi.
27 Mayıs, “tam bağımsızlık”a dönüşü gerçekleştiremedi ama getirdiği üst yapı
kurumları ile özgür bir tartışma ortamı yarattı. Bunun yanında, sosyal içerikli bir anayasa ile
bir yandan emekçilere yeni haklar tanırken, bir yandan da küçük burjuva radikallerinin öteden
beri tutku olarak benimsedikleri soyut reform özlemlerini kuramlaştırmakla yetindi.
İkinci Dünya Savaşı, faşizmin kesin yenilgisiyle sonuçlanınca savaşın galiplerinin
benimsedikleri sistemlerin çatışması doğaldı. Bu çatışma, “soğuk savaş” olarak nitelendirildi.
İkinci Dünya Savaşı’nın doğal bir sonucu olarak çökmeye başlayan imparatorlukların
çöküş sürecini hızlandırmak ve bir yandan da savaş sonrası ekonomisine yeni olanaklar
sağlamak için, Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) halinde Amerikan sermayesi Batı’ya akıtılıp
kapitalist odaklar üzerinde egemenlik kuruldu. Bu meyanda kapitalist çıkarların gerekli kıldığı
ölçüde siyasal, ekonomik, askeri anlaşmalar yapıldı.
Diğer yandan, aynı dönemde Amerikan emperyalizminin Latin Amerika, Asya ve
Afrika’nın azgelişmiş ülkelerine “yeni sömürgecilik” yöntemleriyle el attığını görüyoruz.
Amerikan kapitalizmi için zorunlu olan bu girişim, çok yönlü amaçlarını gerçekleştirmesi için
ustalıkla kullanıldı. Örneğin bu sayede:
-Yeni pazarların ele geçirilmesi sağlandı,
-El atılan ülkelerin doğal kaynaklarını sömürme kolaylaştı,
-Amerikan üs ve tesisleri dünya çapında yaygınlaştırıldı,
-Azgelişmiş ülkenin silahlı kuvvetlerinin ABD amaçları doğrultusunda kullanılma
koşulları sağlandı.
ABD, sisteminin gereği olarak azgelişmiş ülkelerle yaptığı politik, ekonomik, askeri,
kültürel anlaşmalar ve yardım yolu ile buralarda “yeni sömürgecilik” politikasını sürdürmek
ve egemenliğini uygulamak amacına yönelik faaliyette bulunmaktadır.
Amerikan yetkilileri de politikalarının nedenlerini açıklamakta sakınca görmemişlerdir.
Örneğin:
Başkan Truman 1949 yılında “Karşılıklı Savunma Yardımı Kanunu”nun gerekçesini
şöyle açıklıyordu:
Yabancı devletlere yapılacak yardımlar, onların iktisadi ve siyasi güvenliklerini
sağlamakla beraber, aslında Amerika’nın güvenliği uğruna yapılmış yatırımlar olarak
düşünülmektedir. Amerika’nın bu güvenliğinin arttırılması için, yabancı devletlerin askeri
güçlerini arttırma yönünde çaba göstermelerini istememiz gereklidir.
General O. Bradley (Amerikan Gn. Kur. Bşk.):
Denizaşırı ülkelerde üsler kurmamız gereklidir. Düşmanı kendi öz güvenlik sınırlarımız
ötesinde karşılamak ve ilk darbeyi elde edilecek üsler yardımıyla vurmak zorunluluğunu
bütün Amerikalıların anlaması gereklidir. Silahlı Kuvvetler’imizin ve Amerikan topraklarının
yeni bir savaştan en az kayıpla çıkması kanaatime göre, başka türlü olamaz. Düşmanı can
evinden vuracak bu üsler, düşman topraklarına en yakın bölgelerde kurulmalıdır.
Aynı konuda, Gen. George C. Reinhart sorunu daha da aydınlığa kavuşturmaktadır:
Vurucu güçlerin yoğun bir şekilde yığınak yapmaları gereken en elverişli bölge, Yakın
Doğu’dur. Yakın Doğu, Sovyetler Birliği için en hassas ve allerjik bölgedir. Burada
bulundurulacak kara, hava ve deniz kuvvetlerinin kısa bir süre sonra Rusya’nın içlerine,
stratejik noktalarına ulaşması ve buraları tahrip etmesi mümkündür… Yakın ve Ortadoğu’nun
böyle bir savaş operasyonu için ifade ettiği elverişli stratejik durumdan yararlanmak amacıyla
Amerikan Hükümeti, bu bölgelerdeki devletlerden, özellikle Türkiye, İran Hükümetleri’nden
askeri üsler sağlama yollarını aramalıdır.
General Maxwell Taylor (Amerikan K.K.K):
Atom silahlarının kullanılmasının sınırlanması eğilimi, savaş alanının asıl sahibi olan
millet tarafından desteklenebilir.
Savaş alanının asıl sahibi muhtemelen yapılacak bir saldırıya karşı koyması için, bizim
kendisine askeri yardım yaptığımız dost bir ulus olacaktır.
demektedir.
Türkiye’de bu görüşler doğrultusunda uzun süreden bu yana ısrarla uygulanan
emperyalizm uyduluğu politikası sonucunda, kurulan ABD üs ve tesisleri olası bir savaşta
ülkeyi nükleer silahların hedefi haline getirmiş bulunmaktadır. Böyle bir durumda,
milyonlarca yurttaşımızın yaşamını yitireceği hesaplanmıştır.
1961 Küba Buhranı’nda Türkiye böylesi bir tehlike yaşamıştır.
Robert Kennedy, bu konudaki gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştur:
Başkan John Kennedy, Amerika’nın ve insanlığın antikalaşmış ve yararsız füze üsleri
yüzünden felaket dolu bir savaşa sürüklenmesini istemiyordu. Türkiye’deki füzeler yüzünden
pazarlık durumumuz zayıflamış ve başımıza yeni bir dert açılmıştı. Denizden abluka,
beklediğimiz sonucu vermez ve Küba’daki füzeleri havadan tahrip edip adayı işgale
başlarsak, Sovyetler de Türkiye’ye karşı bir misilleme hareketine girişebilirdi.
Kennedy’nin deyimiyle bu antikalaşmış füzeleri kabul ederek Türkiye’yi kendi çıkarı
olmayan bir savaşın eşiğine getirenlerden hıyanetlerinin hesabı sorulmamıştır.
“İki Anahtar” sistemi ile kullanılmak yetkisi dahi bizde bulunmayan bu füzelere övgüler
dizmek için birlikleri dolaşan zamanın Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun acaba bugün ne
düşünüyor?
1961’de Genelkurmay’da yapılan bir brifingde Kennedy tarafından 1962’de
‘antikalaşmış’ olarak nitelendirilecek olan İzmir Jüpiter Füze Üssü için yaptığı övgüleri acaba
zamanın Hava Kuvvetleri Komutanı Org. İrfan Tansel şimdi anımsıyor mu?
Kennedy, Türkiye’nin kaderinin söz konusu olduğu bir dönemde, Türkiye’yi kullanarak
Sovyetler ile pazarlık yaparken, biz Ankara ve İstanbul’un önemli caddelerine Kennedy adını
vermekle meşguldük!..
Hiç unutmam, 1969’da Yalova Belediye Başkanı’nın makam odasının baş köşesinde
John Kennedy’nin fotoğrafını görünce şaşırmıştım. Odada ne Atatürk’ün ne de herhangi bir
Türk büyüğünün fotoğrafının bulunmaması daha da şaşırtıcıydı!
ABD, sömürü alanına kattığı her ülkenin iç işlerine çıkarlarının gerektirdiği ölçüde
müdahale etmeyi de prensip olarak benimsemiştir. Bu noktadan hareketle ekonomik, politik,
askeri, kültürel, ideolojik çıkarları bulunan üs ve tesisleri nedeniyle jeopolitiğinden
yararlandığı ülkelerin hükümetlerinin ABD işbirlikçisi olmasını kesinlikle amaçlıyor ve
“özgürlük-demokrasi-insan hakları” paravanası ardında, sömürü alanına giren hükümetlerin
rejimlerinin niteliklerine bakılmaksızın yaşatılması ilke olarak benimsemiştir.
Kuşkusuz bu önemli görev “Devletler Üzerinde Devlet” olabilecek kadar güçlü,
olanaklı bir örgütle başarılabilirdi. Bu örgütün adı CIA’dır.
CIA, çeşitli yöntemlerle uydu ve işbirlikçi iktidarların istihbarat örgütü ve iktidarı
yaşatan güç ve örgütleri ile yakın ilişkiler içine girmekte, sömürülen ülke iktidarlarının
bekçiliğini yaparak Amerikan iktidarını korumaktadır. Kontrol ettiği ülkede “tam
bağımsızlık”, “ulusal kurtuluşçuluk”, “sosyal uyanış” fikirleri arttığı ölçüde çeşitli şantaj,
provokasyon, komplo, faili meçhul cinayet yöntemleri önererek istihbarat örgütleri ve
güvenlik kuvvetlerini yönetmekte, ‘anarşi’ ortamı yaratarak bir yandan uyanan sınıfları ve
yurtsever aydınları sindirmek için bahaneler yaratırken, bir yandan da anayasal ve yasal
hakların sınırlandırılmasını sağlamaktadır.
Seçimlerin Amerikan çıkarlarına aykırı bir sonuç vermesinden endişe duyduğu zaman,
seçimlere hile katmak çarelerini önermekte veya hükümet darbeleri planlamaktan ve
uygulamaktan çekinmemektedir.
Cuntacı albayların CIA’nın güvenilir adamları olduğu ve Yunan istihbarat örgütü
KYP’nin CIA ile işbirliği halinde olduğu bilinen bir gerçektir.
Bunun gibi, Portekiz’in sabık faşist lideri Salazar yönetiminin istihbarat örgütü olan
PIDE’nin CIA ile işbirliği halinde çalıştığı bugün belgelerle kanıtlanmış durumdadır.
ABD’yi bu ölçüde dünya jandarmalığına iten etkenlerden önde geleni, en azından elde
ettiği çıkarların korunmasıdır.
Oysa, azgelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkeler, üçüncü dünya ülkeleri uyanmakta,
emperyalizm ve sömürüye karşı çıkmakta ve bu amaçla ulusal kurtuluş savaşları vererek
bağımsızlıklarını kazanmaktadırlar.
Dünyanın ilk ulusal kurtuluş savaşını veren Türk ulusu, mücadelesini emperyalizm ve
kapitalizme karşı sürdürerek başarıya ulaşmıştı.
Bugün, ulusal kurtuluş savaşları ideolojik bir nitelik kazanmıştır. Hele, Çin Halk
Cumhuriyeti’nin bağımsızlık savaşını kazanmış bulunması ABD’yi büsbütün tedirgin etmiş,
daha etkin önlemler almaya itmiştir. Kore ve Vietnam savaşları, Japonya, Formoza, Filipinler,
Hindiçini’ndeki çabaları ile Hint Okyanusu’ndaki girişimleri hep Çin’i kontrol altına almaya
yöneliktir.
Çin olup bittisi ile Asya üzerindeki çıkarlarının büyük ölçüde sarsılması yetmiyormuş
gibi, Küba’da Batista rejiminin devrilmesiyle Latin Amerika’nın etkilenmiş olmasından ABD
büyük huzursuzluk duymuştur.
Doğal olarak, Ortadoğu sorunu ve Akdeniz ABD çıkarları açısından önemini her gün
attırması nedeniyle güncelliğini korumaktadır.
Olayların beklenilenin dışında cereyan etmesi karşısında Eisenhower,
Kongresi’nde yaptığı konuşmada yetki istedi:
ABD
Uluslararası Komünizm tarafından kontrol edilen herhangi bir ulusun saldırısına karşı
yardım isteyen Ortadoğu’daki herhangi bir ulusun egemenliğini korumak için,
Cumhurbaşkanı’nca ABD Silahlı Kuvvetleri’nin kullanılması…
ABD’yi bu bölgede almış olduğu önlemlere yeni bir boyut getirmek gereğini duymaya
iten etkenin Süveyş Buhranı nedeniyle bölgedeki Sovyet nüfuzunu önlemek olduğu söylenir.
“Eisenhower Doktrini” olarak tanımlanan bu öneri, zaman zaman uygulamaya da
konulmuştur. Lübnan’a yapılan harekat bunlardan biridir. “Irak İhtilâli” üzerine Türkiye’den
doktrin doğrultusunda harekete geçmesinin istendiği ve bu amaçla bazı girişimlerde
bulunulduğu bilinmektedir.
O dönemde Menderes iktidarı da bir yandan ekonomik zorluklar, diğer yandan
muhalefetin ağır baskısı nedeniyle bunalımdaydı. Müttefiki Irak Hükümeti’nin Eisenhower
Doktrini’ne karşın yıkılması kuşkuları arttırmıştı. Bu nedenle 14 Temmuz 1958’de Irak
İhtilali’nden hemen sonra ilgili devletlerin 28 Temmuz 1958’de Londra Deklarasyonu’nu
imzaladığını görüyoruz.
Deklarasyon’un ilk maddesi şöyledir: “Üyeler ortak güvenliklerini korumaya, dolaysız
ve dolaylı saldırılara karşı durmaya kararlı olduklarını açıklamışlardır.
Deklarasyon’daki dolaylı saldırı, daha sonraları 5 Mart 1959 tarihli ikili anlaşma ile de
kuvvetlendirmek suretiyle Menderes Hükümeti, gerektiğinde iktidarını yaşatmak için
Amerikan silahlı kuvvetlerini müdahaleye çağırmayı dahi düşünebilmiştir.
Oysa, emperyalistler işbirlikçi hükümetleri yararlanabilecekleri sürece desteklerler.
CIA’nın 27 Mayıs’tan çok önce “Menderes’in günleri yakındır” diye Washington’a rapor
verdiği halde Türk Hükümeti’ni uyarmak gereğini duymaması düşündürücüdür.
Başlangıçta 27 Mayıs hareketinden büyük ölçüde kuşku duymayan ABD’nin 27
Mayıs’tan sonra Türk iç politika sorunlarıyla daha yakından ilgilendiği, 1961 Anayasası’nın
sosyal içeriğinden, sol partiler kurulması ve özgür bir ortamda serbest tartışma olanağı
doğmasından rahatsız olduğu da bir gerçektir.
Amerikan şirketi komisyonculuğundan gelen bir kişinin Türk politika yaşamına
sürülerek önemli bir partinin başına getirilmesi, ne o kişinin yeteneği ne de rastlantı ile
açıklanamaz.
Yetkililer tüm içtenliği ile milli birlik ve beraberlikten söz ededursunlar, 27 Mayıs’tan
sonra kitlelerin bölünmesi için çaba gösterildiği bugün anlaşılmaktadır. Bu çabayı planlı
olarak yönettikleri anlaşılan iç ve dış mihraklar ilk önce 27 Mayıs’ı yapan güçleri bölmekle
işe koyulmuşlardır. Öğrenciler bölünmüş, sol-sağ kavgasının koşulları hazırlanmış; bu uçların
sürtüşmesinden yarar umulmuştur.
Haydar Tunçkanat’ın Senato’da okuduğu 28 Aralık 1965 tarihli E.M. rumuzlu bir yerli
ajanın ABD Kara Ateşesi Albay Dickson’a sunduğu raporu anımsatmakta yarar var. Bu
raporda denilmektedir ki:
Seçimlerden sonra ortaya çıkan ve sizi ilgilendiren bazı güçlükler aşağıdaki şartların bir
sonucudur:
1) Diğer bazı hususlarla birlikte 27 Mayıs Hükümet Darbesi; ekonomik problemler, iç
ve dış politikada muhalefetle olan ciddi görüş ayrılığımız büyük güçlüklere sebep
olmaktadır…
Atatürk’ün milli politikası, ikili anlaşmalar, üsler vesair gibi can sıkıcı sorunları tekrar
ortaya atmaya çalışmak hükümete karşı entrika ve tecavüzlerini arttırmaktadır.
Bu sebeple herkes müttefiktir ki, bu tehlike muhalefetin tedrici şekilde parçalanmasını
ve bütün arzulanmayan sonuçlarıyla birlikte sağ ve sol eğilimlerin benzeri bir birlik
yaratmasını önlemek üzere boğulmasını tahrik eder, hatta bizi buna zorlar.
2) Halihazır subayların büyük çoğunluğunun reform psikozu etkisi altında, İnönü’nün
körü körüne hayranları ve AP’ye düşman oluşları rejim için potansiyel bir tehlike arz eder.
Aynı zamanda bütün devlet cihazı maalesef muhalefete bağlı kimselerin elindedir…
Bu durumdan kurtulmak için izlenecek politikanın, emir ve komutanın tekrar tesisi,
devlet mekanizmasının muhalefet taraftarı elemanlardan temizlenmesi NRP’nin aletleri olan
bazı hasım kuruluşların zararsız hale getirilmesi olduğuna herkes inanmıştır… Rejime sadık
olmayan devlet memurları ve subaylardan en tehlikelileri bir program dahilinde tasfiye
edilmek üzere belirlenmektedir.
3) 27 Mayıs’ın getirdiği Anayasa’nın bazı maddeleri, Tabii Senatörlük müessesesi ve
benzeri diğer problemler gibi, kanuni sistemin bazı hukuki aykırılıklarının düzeltilmesi usul
ve imkanları da, rejimin gelecekteki emniyetini garanti edecek bir tedbir olarak
düşünülmektedir.
Haydar Tunçkanat’ın okuduğu bir raporu yanıtlayan Demirel:
Türkiye’de her şeyi istismar ederek anarşi ve kargaşalık yaratmak çabası içinde
bulunanlar, büyük Türk Milletinin aklı selimini idrakten aciz olan kimselerdir.
Türkiye’nin egemenliğini, bağımsızlığını tartışmak gülünçtür.
Türkiye’nin iç işlerine başkalarının karıştığı şeklindeki iddialar ise Türkiye’ye reva
görülen en büyük haksızlık, en büyük saygısızlık ve Türk Milletine bühtandır.
demiştir.
Demirel, ajan raporunu eleştiredursun, onun iktidar döneminde güvenlik örgütlerinin
Mc Carthy’ci eğitimle koşullandırılmış ajanlarının 40 bin devlet memurunu fişledikleri Ecevit
iktidarınca açıklandı (Temmuz 1973 tarihli gazeteler).
Şimdi, 23 Aralık 1973’te Günaydın’da yer alan bir başka habere göz atalım.
Amerikan Morrison Şirketi’nin Vietnam’da ‘tecrit hücreleri’ inşa ettiği açıklandı.
Amerikan Kongre Üyesi Clare, giderleri ABD tarafından karşılanan Güney
Vietnam’daki 120 bin siyasi polisin ülke nüfusunun 2/3’ü hakkında dosya tuttuğunu
söyledi…
Senatör Edward Kennedy, Senato’da yaptığı bir konuşmada, Amerika’nın, ‘Amerikan
Uluslararası Gelişme Ajansı (AID) aracılığıyla ve Güney Vietnam’a mali yardım adı altında,
aslında bu ülkenin siyasi polislerine para verdiğini’ söylemiştir.
Bu konuyla ilgili olarak Kongre Üyesi Michale Clare de ilginç açıklamalarda
bulunmuştur:
Amerika’nın Güney Vietnam siyasi polislerine yalnız son beş yıl içinde 2 milyar 500
milyon dolar harcadığını kanıtlarıyla açıklamıştır. Amerika’nın Uzak Doğu uzmanı halen
Morrison Firması’nın Bahriye Kışlası adı altında Güney Vietnam’da siyasi suçluların
hapsedilmesi için tecrit hücreleri inşa etmektedir.
Demirel’in Morrison Firması temsilciliğinden gelmesini de rastlantı sayalım. Fakat, bir
gözlemimizi aktarmakta yarar var.
12 Mart sonrasında adı ‘işkenceci’ye çıkan polis yetkililerinin hemen hepsinin ya AP’li
ya da sempatizanı olması da mı bir rastlantıdır?
Muzaffer Çağlar (İstanbul eski Emniyet Müdürü) (A.P İstanbul adayı)
Ilgız Aykutlu (İstanbul eski Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şb. Md.) (İstifa eder etmez
AP’ye girdi), (Girişte yaptığı konuşma)
Şükrü Balcı (İstanbul eski Emniyet Siyasi Şb. Md.) (AP Sakarya adayı),
Kenan Koç (Eskişehir Polis Müdürü),
Ümit Erdal (Ankara Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şube Başkomiser.)’ın işkenceci
oldukları bir çok sanık tarafından dile getirilmektedir.
Bu kişilerin Washington’daki Uluslararası Polis Akademisi’nde eğitim görüp
görmediklerinin saptanması birçok gerçeği aydınlatabilir. Çünkü, bu okulda ABD’nin etki
alanında bulunan ülkelerin “polis şefleri”ne ideolojik eğitim yanında “işkence yöntemleri”,
“sabotaj”, “suikast düzenleme” gibi konularda ders verildiği ve okulun CIA tarafından
yönetildiği bilinmektedir.
Eğer bu kişiler, Washington Uluslararası Polis Akademisi’nde eğitilmişse, CIA ile bu
kişiler arasında ve dolayısıyla Parti’leri arasında ilişkisi söz konusudur.
Franco Solinas’ın gerçeklere dayalı Sıkıyönetim adlı kitabında Uluslararası Polis
Akademisi Kurs Programı verilmektedir.
Akademi’de öğrencilere, “Kendi ülkelerinin toplumsal sorunları anlatılmakta,
komünistlerin saldırganlıkları ve yıkıcılıkları konusunda konferanslar verilmekte, patlayıcı
maddelerle suikast düzenleme konusunda film gösterilmekte, Meksika sınırında Matamoros
yakınlarında “Yeşil Bereliler” gözetiminde patlayıcı maddelerin kullanılması denenmekte,
sessizce adam öldürme-bıçaklama, boğma vb. - eğitimleri” öğretilmektedir.
Yeşil Bereliler
1960’larda NATO üyesi ülkelerde ‘Gayri Nizami Savaş’ şartlarına uygun olarak
‘nizami’ kuvvetlerin tertiplenmesi kararlaştırılmıştı. Daha sonra Amerikalılar Green Berets
(Yeşil Bereliler) dedikleri Vietnam’daki gerilla savaşının öncülerinden ayrılan bir beresiz
grup da sivil elbiseler içinde kentlerde halk arasında savaşın kendilerine düşen kısmını
yürütüyorlardı.
Beresizler; düşmanın planları, faaliyetleri, kimliklerini yakından izliyor ve ‘savaş
esirleri özel soruşturma sistemleri’ ile sorguya çekiyor; elde edilen istihbarat
değerlendiriliyordu.”
Yeşil Bereliler, CIA’nın bir aracı olarak bu konuda eğitim görmüş Amerikan subayları
tarafından Avrupa’da özellikle Ruslar’a kin ve intikam duyan etnik gruplar ve kişiler arasında
gizli örgütler halinde kurulmuş ve CIA’nın önerileri ile Vietnam’da da örgütlenen Yeşil
Bereliler hizmetine seçilmiş 50 bin kişilik Vietnamlılar’dan oluşan, Vietnamlılar’a düşman
gizli bir ordu örgütlenmiş bulunmaktadır.
CIA, Vietkong’lu oldukları tahmin edilen kimseleri yakalayabilmek için PHOENIX adlı
bir program düzenlenmiş ve işte bunun sonucunda da işkence başlamıştır. CIA’nın Başkan
adayı William Colby, 1968-1971 yılları arasında Vietkong’lu olduğundan kuşku duyulan
20.587 kişinin öldürüldüğünü açıklamıştır.
Türkiye’de de bütün ülkelerde olduğu gibi ülkenin güvenliğini sağlayacak kuvvetlerin
arasına komando-gerilla temeli üzerine yetiştirilmiş bir yeni kuvvet daha katıldı. İşte 12
Mart’tan sonra adından sık sık bahsedilen “Kontrgerilla Örgütü” böyle ortaya çıktı.
Kontrgerilla, hak, hukuk, kural tanımayan düşman ajanlarına karşı aynı koşullarda
savaşacaktı. Düşman ajanları öldürüyorsa o da öldürecek, düşman ajanları işkence ile bilgi
alıyorsa o da alacak, düşman tedhiş yapıp korkutuyorsa o da yapacaktı. Kontrgerilla’nın
görevi bütün çarelere başvurarak yurdu düşman karşısında savunmaktı.
Ülkemizdeki soruna gelince; ‘Kontrgerilla Örgütü’ Türkiye’yi 12 Mart’a getirdiği farz
edilen ‘anarşi’ hareketlerinin ve örgütlerinin hem ortaya çıkarılmasında hem de önlenmesinde
rol almasıyla açığa çıktı.
12 Mart sonrasında Faik Türün yaptığı açıklamada, “Ben Kadıköy’deki ‘köşk’ü
Kontrgerilla Örgütü’ne özel olarak hazırlattım” diyordu.
Bu açıklamadan beş ay sonra Hürriyet’teki söyleşisinde ise:
“Kontrgerilla” diye bir terim olduğunu ben bilmiyorum. Başka memleketlerde
kelimenin lügat manasına uygun düşen örgütler olduğunu da bilmiyorum”
“Kim buldu bu ‘Kontrgerilla’ deyimini?”
“Talat Turhan çıkarttı bunu, bir faşist örgüttür diye…”
Türün’ü çelişkiye düşüren etkenlerin neler olduğunu saptamak güç, ancak, bana
yönlendirilen bu yanılgıyı yanıtsız bırakamazdım. 18 Temmuz 1974’te mahkemeye verdiğim
Türün ile ilgili eleştirileri içeren bir dosya ile Kontrgerilla Harekatı adlı FM 31-16 sayılı
Amerikan Sahra Talimnamesi’nin kapak fotokopisini de sundum.
Gerçekte, çeşitli makamlara başvurularım onun foyasını ortaya çıkardığı için
“kontrgerilla” deyimini uydurduğumu söyleyen Türün, bilinçaltı komplekslerini kusmuş
oluyordu.
- Amerikan emperyalizmi,
- CIA,
- İşkence,
- Azgelişmiş ülkeler,
- Azgelişmiş ülkelerde düzeni yaşatan örgütlerle CIA arasındaki işbirliği,
- Azgelişmiş ülke halklarının CIA önderliğinde Amerikan değer yargılarına göre
koşullandırılması,
- Bağımsızlık ve kurtuluş savaşımlarının kontrgerilla yöntemleriyle -işkence, öldürme
vb. - yerli işbirlikçilerle gerektiğinde bastırılması,
- İşbirlikçi ve uydu hükümetlerle, pazar olan ülkenin elde tutulmasının sağlanması,
olarak özetlenebilecek dünyanın her yerinde güncelliğini koruyan bu soruna yeni bir
boyut getirebilmek üzere, 19 Ağustos 1972 tarihli A. A. bültenini anımsamakta yarar
görüyorum:
Karaçi, (A.A) - Pakistan’dan Amerika’ya verilen işkence araçları siparişi
parlamentodaki iktidar ve muhalefet temsilcilerince kınanmıştır. Rawalpindi’deki görüşmeler
sırasında söz alanlar işkence araçlarının insanlık dışı olduğunu ve uygar insanlara
yakışmadığını belirtmişlerdir. Adalet Bakanı Mahmut Ali Kevsuri’ye göre, sözü edilen
sipariş, Cumhurbaşkanı Yahya Han yönetimi sırasında Pakistan’ın Washington’daki askeri
ataşesince verilmişti. Kevsuri, Butto yönetiminde yabancı ülkelere işkence araçları sipariş
edilmediğini ve tutuklulara işkence yapılmadığını söylemiştir.
İşkence usullerini öğreten ve işkence aletlerini yapan ve ihraç eden ABD olunca,
dünyanın her yerinde uygulanan işkencenin benzerliğini doğal karşılamalıyız.
Senatör Edward Kennedy’nin AID aracılığıyla ABD’nin Güney Vietnam siyasi polisine
yardım yaptığını, bu yardımın beş yılda 2 milyar 500 milyon dolara ulaştığını, ABD Kongre
üyesi Michael Klare’in konuşmasına dayanarak açıklamıştım.
Daha sonraları PHOENIX adı verilen bu programla Güney Vietnam’daki cezaevleri de
Amerikan dolarından payını almıştı.
Bu haberde bizi en çok ilgilendirmesi ve altını çizmemiz gereken bölüm, kendi halkına
işkence yapan, ABD dolarına satılmış işbirlikçi Güney Vietnam siyasi polisine yardım yapan
Amerikan örgütünün AID olduğunu saptamış olmamızdır.
Çünkü, ülkemizde de ABD’nin AID örgütü görünürde legalite içinde karşılıklı
anlaşmaların koşullara uygun faaliyetini sürdürmektedir.
AID’nın; Asya, Avrupa, Amerika, Latin Amerika’da sanayi örgütleri, tarım, madencilik,
ormancılık, eğitim ve bilimsel araştırma ile uğraşmak amacı ile kurulmuş ve Amerika’dan
ekonomik ve teknik yardım almak isteyen ülkelere yararlı olmak amacı ile kurulmuş bir örgüt
olduğu söylenir.
Nitekim, Şili’de Allende’nin başarı şansının arttığı bir dönemde, Şili’nin zengin bakır
madenleri üzerinde sömürüsünü sürdüren ÇUŞ’ların, özellikle de ITT’nin baskısıyla yeni
bakır kaynakları arayan ABD’nin, Türkiye’deki bakır madenleriyle daha yakından
ilgilendiğini görüyoruz. Bu ilgi sonucunda, Türkiye ile ABD arasındaki 31 Mayıs 1968 tarihli
“Karadeniz Bakır İşletmeleri Anlaşması” imzalandı.
Anlaşmanın, 1947’lerden beri süregelen uydu anlayışının tipik bir örneği olması bir
yana, hükümranlık haklarına da bir saldırı olması zamanın hükümeti için önemli değildi.
Servetinin ilk birikimlerini bir ABD şirketinin komisyonculuğuna borçlu olan kimselerden
başka türlüsü de beklenemezdi.
Bizim için önemli olan, değerli hizmetleriyle yurt kalkınmasında görev alan Etibank’ın
bu anlaşma ile olanaklarının ABD’nin isteğine uygun olarak kurulacak özel bir şirkete
devretmek zorunda bırakılması ve de bu özel şirketin kontrol ve denetiminin kırk yıl süreyle
AID’e terkedilmiş olmasıdır.
Bu durum, “AID’in Türkiye içinde ayrı ve bağımsız bir hükümet gibi hareket ettiğini”
göstermektedir.
Haydar Tunçkanat “Karadeniz Bakır İşletmeleri”ne ilişkin ikili anlaşmayı şöyle
eleştirmektedir:
Gerçeklerin bu derece saptırılarak yoksul Türk halkının böylesine aldatılmasının bundan
daha canlı bir örneğine rastlamak güçtür. Yardım değil, çok ağır koşullar altında kredi alıyor
ve borçlanıyoruz… Aslında bu ağır koşullarla alınan krediler Türkiye’nin kalkınmasını
baltalamaktadır. Her gün biraz daha Amerika’ya bağlı ve muhtaç hale gelmek suretiyle
Amerika’nın devamlı bir pazarı olan Türkiye, Amerika’nın kendi çıkarlarına uygun
politikasının Türkiye’de rahatça uygulanması sonucu, Amerikan halkının refahına katkıda
bulunmakta ve Türk halkının yoksulluğu pahasına Amerikan halkına yardım etmektedir.
Fakat, bu oyunları bilip de, Türkiye’deki yabancı sömürüsüne karşı çıkanların
uğradıkları haksız ithamların asıl kaynağının dışta olduğunu bilmekte yarar vardır.
AID’nin Washington’daki yöneticisi Mr. John Hannah; “yoksul ülkelerin ABD’den
aldıkları her dolara karşı tam sekiz dolar ödediklerini” söylemektedir.
Türkiye’deki Amerikan sömürüsünü yakın bir örnekle saptamak gerekirse, senatör Mr.
Wickson’ın ünlü konuşmasını anmadan geçemeyiz:
Amerika Türkiye’nin ekonomik bakımdan güçlenmesini tökezletmek ve sürekli pazar
olarak kullanılmasını sağlamak istemektedir…
…Amerika Türkiye’deki şirketleri aracılığıyla yardım olarak verdiğinden daha büyük
bir bölümünü kâr olarak geri almıştır. Yani, Türkiye’yi bir sömürge gibi elinde tutmuştur. Ve
şimdi de bu durumu sürdürme çabaları içindedir. Unutmayın: İnsanlar uyanıyor…
…CIA ve her ülkede bulunduğu gibi Türkiye’de bulunan maşaları Ecevit’e karşı art
arda oyunlar tezgahlamaya başladılar.
Amerikalı olduğumdan utanıyorum, İngiliz emperyalistlerine karşı canını vermiş
dedemin hiç uğruna öldüğünü düşünüyorum.
Senatör Wickson bu konuşmasını bitirdikten sonra Senato’yu terk ederken kapının
ağzından başkana hitaben, “vicdanlarının üstünde CIA damgalı kalın cüzdanlar yatar onların”
diye seslenir. Kastettikleri, ABD senatörleridir!
Evet, “Karadeniz Bakır İşletmeleri İkili Anlaşması” ile aynı zamanda Amerikan sömürü
alanı içindeki ülkelerin siyasi polis ve uydu iktidarları yaşatan öteki örgütlerine “bağımsızlık”
ve “ulusal kurtuluşçuluk” akımlarını önlemek için para aktarmakla görevli AID örgütünün
Türkiye’deki varlığı 2008 yılına kadar yasallaştırılmıştır.
Eleştirimizin bu noktasında, AID’in faaliyet alanına Latin Amerika’nın da dahil
olduğunu anımsayalım ve Uruguay’da, 1970 Ağustos’unda “Tuparomolar” tarafından
kaçırılarak öldürülen Amerikan AID görevlisi Mr. Philip Michael Santore’nin acıklı öyküsüne
ve ardındaki gerçeklere göz atalım:
1) Uruguay’da da birçok ülkede olduğu gibi anarşi başlatılmış, bunun üzerine 1968
yılında parlamento hükümete özel yetki vermiştir.
2) Terör ile savaşmak için çıkarılan yasanın başlangıçta, sadece gösterileri bastırmak
için kullanılacağı, İçişleri Bakanı olan general tarafında ifade edilmişse de, zamanla yetki
sendikacıları tutuklamak ve gazeteleri kapamak için de kullanılmaya başlanmıştır.
3) Amerikan AID görevlisi Mr. Santore ile iki kişi daha kaçırılmıştır. İçişleri Bakanı’nı
gazeteciler soru yağmuruna tutmaktadır.
-Bakan General:
“Bizim ülkemizde siyasi tutuklu yoktur. Adi suçlular vardır sadece. Banka soyanlar,
araba çalanlar, polis öldürenler, namuslu yurttaşları kaçıranlar...”der.
4) Amerika, AID aracılığıyla Uruguay polisine 300 araç vermiş, 1962’den başlayarak
polis örgütünün içine girmiştir.
5) Amerikan AID görevlisinin Uruguay’ın başkenti olan Montevideo Emniyet
Müdürlüğü’nde özel bir odası bulunmakta ve emniyet kuvvetleri ile AID arasında işbirliği
yapılmaktadır.
6) Amerikan AID görevlisini Mr. Santore:
a) Washington Uluslararası Polis Akademisi’nde öğretmenlik yapmıştır.
b) 1965 Mayısı’nda iç savaş halinde olan Dominik Cumhuriyeti’nde, CIA’ya bağlı
cunta, ABD tarafından desteklenmekteyken Mr. Santore de Santa Domingo’da polisi
örgütlemekle görevlidir. 1965’ten 1967’ye kadar geçen sürede Dominik’te yüzlerce demokrat
siyasal lider ve sendikacı öldürülmüş ve uluslararası bir komisyon, bu ölümlerden Santa
Domingo polisinin sorumlu olduğunu açıklamıştır. Bu arada, Mr. Santore’nin Uluslararası
Polis Akademisi’nde öğretmen olduğunu, bu Akademi’de 87 ülkenin polislerine sessizce
adam öldürme dersleri verildiğini anımsayalım.
c) Mr. Santore, askeri darbeden önce, darbe esnasında ve darbeden sonra Brezilya’da
bulunmakta ve Brezilya polisini eğitmekteydi. The New york Times’a göre; “ABD on yıldan
az bir zaman içinde, Brezilya’da 100 bin polisi eğitmiştir. Birleşik Amerika’da eğitilen
yüksek rütbeli emniyet görevlilerinin sayısı ise altı yüzdür.”
d) Mr. Santore, 1969’dan beri Uruguay’dadır ve Emniyet Müdürlüğü’nde AID’nin
‘teknik yardımlaşma’ bürosunu yönetmektedir, aynı zamanda ABD Elçiliği’nde bir odası
bulunmaktadır.
e) Mr. Santore ‘işkence ile sorguya çekme’-teknik sorgulama- uzmanı olup Montevideo
Emniyet yetkililerinden Lopez ve Romeo ile yakın ilişkiler içindedir. Uruguay halkına yapılan
işkenceyi yöneten bu polis şefleri Washington Uluslararası Polis Akademisi’nde
eğitilmişlerdir ve Mr. Santore’nin öğrencileridirler.
f) Mr. Santore, Washington Uluslararası Polis Akademisi’ne bir yıl içinde seçtiği 37
Uruguay polisini eğitime göndermiştir.
g) Mr. Santore’nin yönettiği ‘teknik yardımlaşma bürosu’ denetiminde bir yandan
Uruguay polisine adam öldürme, haber alma, muhbir sağlama gibi dersler verirken; bir
yandan da gösterileri dağıtmak, suikast ve sabotaj düzenlemek için, faşist JUP ile en az bin
kişilik milis gücü ‘şehir milisi’ tarzında örgütlenerek yetiştirilmiş ve bu amaçla büyük paralar
dağıtılmıştır.
h) Mr. Santore’nin Amerika’ya kursa gönderdiği Uruguay’lı sekiz polis şefine;
kışkırtıcılık, saldırı, gösterileri dağıtma, adam öldürme, patlayıcı madde kullanma dersleri
verilmiş olduğundan ‘anarşi’nin yaratıcısının bu kişiler ve birlikte çalıştığı faşist örgütler
olduğu anlaşılmıştır.
i) Mr. Santore, zaman zaman kara, deniz ve hava kuvvetleri temsilcileri, polis ve diğer
güvenlik ajanları ile toplantılar yapmaktadır ve ‘ölüm taburu’nun yapacağı cinayetleri
planlayanlardan biridir.
7) Uruguay’daki işkenceleri hakkında araştırma yapan parlamentodaki bütün partilerden
oluşan bir komisyonun yaptığı inceleme sonucu oybirliğiyle verdiği raporda:
İşkencelerin Montevideo Emniyet Müdürlüğü’nce yürütüldüğü saptanmış ve
Genelkurmay’ın işkencelere seyirci kaldığı ve bazen de katıldığı, yetkililerin bu konudaki
beyanlarının gerçek olmadığı’ belirtilerek hükümet istifaya çağrılmıştır.
Bu açıklamalarım, Amerikan uyduluğu ve işbirlikçiliğini ‘millicilik’ sayan politikacılar
ve onların maşaları tarafından bilinen şekilde suçlanacaktır.
O ağızları kapatmak için konuyu resmi ve Amerikan kaynaklı belgelerle de kanıtlamak
suretiyle hıyaneti sergilemek durumundayım.
Ek’te Counterguerilla Operations (Kontrgerilla Harekâtları) adlı FM 31-16 Amerikan
Sahra Talimnamesi’nin 33. sayfalarının fotokopileri sunulmuştur.
Azgelişmiş ülkelerde, bağımsızlık ve ulusal kurtuluş savaşlarını önlemek için kurulan
askeri örgüt ve birliklerin (Komando Birlikleri’nin) harekatına Kontrgerilla harekâtı
denilmektedir. Ek’teki şemada görüldüğü gibi bu harekat ACC (Area Coordination Center)
(Bölge Koordinasyon Merkezi) tarafından yönetilmektedir.
Ülkemizdeki uygulamada Sıkıyönetim Komutanlıkları ACC görevini de deruhte
etmişlerdir. Ekli şemada görüldüğü gibi:
- ABD, AID temsilcisi veya temsilcileri, (US-AID Represantative)
- ABD ve müttefikleri sivil müşahitleri de görev almaktadır. (US and Allied Civilion
Advisors)
Anlaşılacağı üzere, CIA ile işbirliği halinde ve bütün azgelişmiş ülkeler polisine işkence
eğitimi yaptıran, işkence aracı sağlayan, siyasi polis örgütünü ABD doları ile besleyen,
işbirlikçi iktidarlarca ülke ekonomilerine doğrudan doğruya müdahaleleri yasal hale getiren
(Örneğin, Karadeniz Bakır İşletmeleri) AID örgütü elemanları, aynı zamanda bağımsızlık,
özgürlük ve ulusal kurtuluş savaşlarını önlemek girişimlerinin içinde de görev almaktadır.
Resmi Amerikan talimnamesi ile teoride böyle bir ilişkinin ayrıntılarını saptamak
oldukça güç bir sorundur.
CIA-AID, azgelişmiş ülkelerin güvenlik ve istihbarat örgütleri arasındaki ilişki, sayısız
örnekleriyle güncelliğini korumaktadır. Kuşkusuz, böyle bir ilişkinin boyutlarını saptamak,
Türkiye açısından da kaçınılmaz bir görevdir. Bu görevin ifası için, örneğin, “meclis
araştırması”, “gensoru” gibi yollar da vardır.
Ama, Amerikan propagandası yapmayı görev sayan, ikili anlaşmalarla yasallaştırılan
uydu ve işbirlikçi iktidarların devamı olmakla öğünen, kendi çıkarlarını Amerikan
sömürüsünde gören, finans kapitalin sözde legalite içinde çalışan illegal örgütlerinin birer
yerli ajanı olan kişilerin, kendilerini ‘millici’ ilan ettiği bir ortamda, bu görevin bugün yerine
getirilememesi, bu hıyanetin hesabının sorulmayacağı anlamını taşımaz.
Dünün İngiliz emperyalizmi ile işbirliği yapan, İngiliz uyducusu Vahdettin ve Damat
Ferit’lerin, baskı aracı olan “Nemrut Mustafa Paşa Harp Divanı” Ulusal Bağımsızlık Savaşı
veren Mustafa Kemal Paşa’ya idam cezası vererek onu vatan haini ilan etmişti. Bugün
Amerikan emperyalizmi işbirlikçilerinin aynı yolu izlemesi sadece mukadder sonlarını
yaklaştırır.
Sınıf bilincinin yoğunlaştığı, bütün karşı uğraşlara rağmen sosyal bilinçlenme ve
uyanışın her geçen gün yeni boyutlara ulaştığı Türkiye’de, toplumun özgürlük, sosyal adalet,
eşitlik ve bağımsızlık özlemlerinin karşısına çıkacakların, bu akım önünde silinip
süpürüleceği günler uzakta değildir.
Solon: “İnsanların bir bölümünü bir zaman aldatabilirsiniz, ama hepsini her zaman
aldatabilmeniz olanaksızdır.”
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu: “Gün gelecek Türk ulusu bu vatanı mütareke dönemi
hainlerinin çocuklarının ve torunlarının kancasından kurtarıp yüceltecektir. Bundan asla şüphe
etmeyelim.” şeklinde, bu konudaki gerçeği dile getirmektedirler.
Amerikan emperyalizmi, “yeni sömürgecilik” yöntemleriyle pazar haline getirdiği
azgelişmiş ülkeleri elinde tutmak için “ulusal kurtuluş savaşları”nı önlemeyi yaşamsal bir
sorun olarak benimsemiş ve kuramlaştırmıştır. En yetkili kişilerin ulusal kurtuluş savaşlarını
“barutun icadından bu yana keşfedilen en tehlikeli silah” olarak nitelemesi, bu anlayıştan
kaynaklanmaktadır.
Bu amaçla, Amerika, bir yandan savaşın teorisini oluştururken, bir yandan da gerekli
örgütleri ve kurumları geliştirmiş, sömürü alanına giren ülkelerin ilgili kişilerini eğitime tabi
tutmuştur. Bu kadarı ile yetinmeksizin, kendi çıkarı olan ülkelere çeşitli fonlardan aktardığı
dolarlarla benzeri legal ve illegal örgütlerin kurulmasını sağlamıştır.
Örneğin:
Washington Uluslararası Polis Akademesi’nde işkence, kışkırtıcılık, adam öldürme,
sabotaj düzenleme öğrenen azgelişmiş ülke polis yetkilileri, öğretilerini genelleştirmek için
kurslar düzenlemişlerdir.
Doğal olarak yasalarımız karşısında böyle bir kursa ‘yeraltı yıkıcı faaliyetleri düzenleme
kursu’ denemeyeceğine göre, kursun adı ‘yeraltı yıkıcı faaliyetlerle mücadele kursu’
olmuştur. Nitekim, 12 Mart’tan sonraki dönemde “işkencecilik yaptığını” anılarında
açıklayan, 2510-26857 numaralı polis memuru Mehmet Pekşen de bu kurslardan geçirilmiştir.
Halkına işkence yapmanın ne aşağılık bir hizmet olduğunu tüm işkencecilerden önce
algılayan köylü çocuğu Pekşen, mesleğinden ayrılarak anılarını yayınlamak suretiyle vicdan
azabından kurtulmuştur. Ama, işbirlikçiler kolay kolay onun peşini bırakmayacaklardır.
Bir de Pekşen, işkencenin Amerikan emperyalizminin bir aracı olarak, ona göbek
bağlarıyla bağlı uydu iktidarların CIA, AID vb. ile işbirliği halinde düzenlendiğinin farkına
varsaydı?!.
Ama varacaktır... Mehmet’lerin gerçekleri anlaması uzak değildir…
Mehmet Pekşen’in ilginç bir anısı şudur:
Arabamla, Amerikan Büyükelçiliği’nde çalışan Oğuz ve Reşit beylere bol bol selam ve
polis sigarası götürürdüm. Paketlerinin içinde gerçekten sigara mı vardı, bilmiyorum.
Müdürün özel zarflarını götürürdüm. Neler olurdu o zarflarda, bilmiyorum. Elçilikten de
kalem, silgi, mürekkep, uç, kalem açacağı, kağıt, selobant falan getirirdim. Bunları orada sıkı
sıkıya paket ederler, öyle verirlerdi bana. Reşit bey beni elçilik kapısına kadar geçirirdi.”
Pekşen’in anılarından:
1) Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde işkence yapan ve yaptıran kişilerin adlarını,
2) İşkencecilere kendi argolarıyla ‘gıcırtı’ adını verdikleri ikramiye dağıtıldığını,
3) Emniyet’te bu önemli işleri koordine eden makamın adının “Önemli İşler
Müdürlüğü” olduğunu ve o tarihte bu müdürlükten sorumlu Emniyet Genel Müdür
Muavini’nin Turhan Şenel olduğunu öğreniyoruz.
Bürokrasinin her kesiminde ve özel sektörde ilginç kitapların yayınlandığı bir dönemde,
Turhan Şenel’in, Oxford St. Anthony College’den Mr. R. N. Garew Hunt’ın A Guide To
Communist Jargon adlı kitabını Komünist Argosuna Karşı Kılavuz adıyla dilimize çevirdiğini
ve kitabın, Emniyet Genel Müdürlüğü Önemli İşler Müdürlüğü’nün 6 No’lu yayını olarak
Emniyet için yayınlandığını görüyoruz.
Bu noktada, Duruşma Tutanağı’nın 408 ve 409. sayfalarında yer alan bir savı
anımsatmak istiyorum.
Sava göre, 1971’de İçişleri Bakanlığı tarafından idari teşkilata yayınlanan bir genelge
ile Dr. Memduh Eren, bir anayasa profesörü, bir hukuk profesörü ve bir avukattan oluşan
ekibin ‘intihar ekipleri’ kurdukları ve ‘kamuya ait önemli tesisleri tahrip ettirecekleri’
açıklanmış ve dikkatli olunması istenmiştir.
Söz konusu savın “Bomba Davası” açısından önemi açıkken, bu konuda herhangi bir
işleme gerek duyulmamıştır. Bu kadar önemli bir konuda bazı kişileri suçlayan İçişleri
Bakanlığı, ortaya attığı savı kanıtlamakla yükümlü değil midir? Eğer, genelge gerçek ise
neden adı geçen kişilerin tümü tutuklanmamıştır? Bu gerçek saptandığında diğer kişilerin
suçsuzluğunun saptanması söz konusu değil midir?
Bütün bu düşüncelerden daha önemlisi; ‘anayasa profesörleri’nin ‘sabotaj düzenleyicisi’
olarak nitelendiği bir ülkede bu savın gerçekliğini saptamak için neden harekete geçilmemiş,
yetkili organlar neden kendilerini bununla yükümlü görmemişlerdir?
Gerçekte, bu genelgenin çok önceden planlanan bir ‘temizlik harekatı’nın gereği olarak
İçişleri Bakanlığı idari teşkilatına yayınlanmış olduğunu kabul mantığa uygun düşer.
12 Mart’tan sonra “teknik sorgulama ekibi”nde görev aldığını ikrar eden Ulş. Alb.
Yaşar Savaş, Genelkurmay Başkanlığı’na verdiği dilekçesinde, Ankara Merkez Komutanı
Tümg. Tevfik Türüng’ün Org. Memduh Tağmaç ve Cevdet Sunay’dan yüklü para alıp üzerine
oturduğunu belirtmiştir. Bu şikayet dilekçesi üzerine Tümg. Türüng’e zorunlu izin verildiğini
gazeteler yazmış ve CHP milletvekilleri Süleyman Genç ve Kemal Anadol tarafından konu
parlamentoya getirilmiştir.
Eski siyasi polis memuru Mehmet Pekşen’in anılarındaki ‘gıcırtı’ alışverişinin bir başka
yönü de bu şekilde aydınlanmış, tabii örtbas edilmiştir. Çünkü, ‘gıcırtı’ dağıtanlar zamanın
Cumhurbaşkanı Sunay ve Genelkurmay Başkanı Org. Tağmaç; ‘gıcırtı’ alan ise Ankara
Merkez Komutanı Tümg. Türüng’tür.
Gerçekte önemli olan, ‘gıcırtı’nın alınıp verilmesinden çok kaynağının saptanmasıdır.
Kuşkusuz, “gerilla savaşı” tarihin derinliklerinden bu yana gelmiş ve günümüzdeki
fevkalade önem kazanmış bir savaş yöntemidir. Bu önemi derecesinde de Silahlı Kuvvetler’in
örgütlenmesinde dikkate alınmasından daha doğal bir şey düşünülemez. Kurtuluş
Savaşı’mızın ilk evresinin “gerilla tipi harekâtla başlatılmış olması açısından gerilla savaşının
bizim yönümüzden ayrı bir değeri olması yanında, “ezilen ulusların kurtuluş savaşları”nı bu
yöntemle gerçekleştirmeleri konuya ayrı bir derinlik kazandırmıştır.
“Ulusal Kurtuluş Hareketleri”nin “gerilla savaşı” yöntemleriyle yapılması, denilebilir
ki, gerillayı Batı ve Doğu emperyalistlerinin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana üzerinde
çalıştıkları en büyük sorun haline getirmiştir.
Uygulama değişik de olsa, Çin Halk Cumhuriyeti ve Küba’nın pratik içinde kendi
teorilerini oluşturdukları “halk savaşı” yöntemlerinin, diğer sömürge ve azgelişmiş ülke
halklarına örnek oluşturması, emperyalistlerin kabusu olarak güncelliğini korumuş ve karşı
önlemlerini beraberinde getirmiştir.
Örneğin: Washington Uluslararası Polis Akademisi ve Kontrgerilla Okulları’nın
kurulması CIA’nın sömürge, yarı-sömürge ülkelerin içişlerine sıcak müdahaleye kadar varan
girişimlerde bulunması ve bu amaçla anılan ülkelerin istihbarat örgütleriyle ilişkiye geçmesi
ve bu örgütleri amaçları doğrultusunda dolarla beslemesi, stratejik istihbaratın konusu olan
tüm ayrıntıların saptanması için AID’den Barış Gönüllüleri’ne kadar uzanan sayısız Amerikan
örgütlerinin örümcek ağı gibi dünyayı sarması, “Yeşil Bereliler”, “Kontrgerilla”,
“Beresizler”in örgütlenmesi; azgelişmiş ülke halklarının ideolojik koşullandırılması
girişimleri, işkencenin geliştirilmesi ve azgelişmiş ülke güvenlik örgütlerine benimsetilmesi
ile askeri önlemlerin alınması, bu önlemler arasında sayılabilir.
Bütün bu önlemlerle güdülen amacın, bölgedeki Amerikan çıkar ve sömürüsünün
sürekliliğini sağlamak, pazar olan ülkeleri elde tutmak, emperyalist çıkarların bekçiliğini
yapan üs ve tesisleri korumak olduğu da bir gerçektir.
Bu noktada yanıtlanması gereken bir soru ile karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz.
Ülke güvenliği için başvurulması zorunlu bir yöntem olan gerilla savaşına bakış açımız
ne olmalıdır?
Soruna, emperyalist bakış açısıyla azgelişmiş, gelişmekte olan, sömürge, yarı-sömürge,
bağımlı, yarı bağımlı ülkelerin bakış açıları arasında 180 derece fark vardır. Bu kanı, aksinin
kabulü olanaksız bir gerçeğin ifadesidir.
Örneğin; jeopolitik durumu nedeniyle kendine göre çok büyük askeri potansiyele sahip
ülkelerle hem hudut olan bir ülkenin, savaş halinde işgal edilmesi olasılığı büyüktür. İşgal
edilen ülkede direnişin durması söz konusu olmayacağına göre, işgalciye karşı yeni bir
yöntemi devreye sokması gereklidir. Bu yöntem, gayri nizami harp adı ile tanımlanmaktadır.
Anılan ülkede, böyle bir savaşın gereklerinin barışta planlanması ve yerine getirilmesi elbette
zorunludur.
Emperyalist ülkeler ise, gayri nizami harbi “Counterguerilla Operations-Kontrgerilla
Operasyonu” olarak tanımlamakta ve ulusal kurtuluş savaşlarını ezmek için
kullanmaktadırlar.
Ulusal Kurtuluş Savaşı yapan güçler “gerilla savaşı” yaptıkları için, onlara karşı
yürütülen savaşa “kontrgerilla” denmektedir.
Emperyalistler, sosyal uyanışı önlemek için de
yararlanmaktadırlar. Bu amaçla kullandıkları araç, ‘terör’dür.
kontrgerilla
yöntemlerinden
87 ülkenin polis şeflerine Uluslararası Polis Akademisi’nde öğretilen; kışkırtıcılık,
sessiz adam öldürme, sabotaj düzenleme dersleri bu amaçla verilmektedir. Kuşkusuz bu
dersler, Kontrgerilla Okulları’nda İstihbarat ve Komando Okulları’nda daha ince ayrıntılarıyla
öğretilmektedir.
12 Mart’tan önce devrimci örgütlere sızdırılan kışkırtıcı ajanların bizzat teröre
başvurmalarının nedeni budur.
12 Mart, başlangıçta Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki dalgalanma nedeniyle emperyalist
merkezler ve onların yerli işbirlikçilerinin planları doğrultusunda gelişmediği için, muhtıranın
muhatapları arasında Cumhurbaşkanı Sunay ve AP Genel Başkanı ve Başbakan Demirel
bulunuyordu. Oysa, tüm yeteneksizlik ve niteliksizliklerine karşın, rastlantılar sonucu elde
ettikleri makamları koruma güdümlerinde başarılı olan Sunay ve Tağmaç, 23 Şubat 1962’den
beri MİT’e el atmış ve köşe başlarını tutmaya özen göstermişlerdi.
Bu nedenle, Tağmaç’ın imzası ile Sunay’a muhtıra verilmesi düşünülemezdi. Ancak,
kuvvete başvurma zorunluluğu onu bu yola itmiş olabilirdi.
Tağmaç, Süleyman Demirel’in başında olduğu AP iktidarında Genelkurmay Başkanı
olmuştur.
Makam koltuğuna oturur oturmaz Genelkurmay’ın ilgili daire başkanından göreve
başlaması nedeniyle bir mesaj hazırlaması ricasında bulunur. Tümg. Celil Gürkan, gerçekten
bu işlerin ehli, kültür ve yeteneklerinin üstünlüğüyle tanınan deneyimli bir kişi olup, bu tip
sayısız mesaj hazırlamıştır.
Kendinden emin, verilen görevi yapar ve imza etmesi için Org. Tağmaç’a götürür.
Hayretle, mesajın ilkokul çocuklarının karalama defteri haline dönüştüğünü görür.
Org. Tağmaç, Tümg. Gürkan’ın hazırladığı mesaj taslağındaki; Atatürk, Atatürkçülük,
devrim, devrimcilik sözcüklerini karalamıştır! Mesajı hazırlayan Tümg. Gürkan, Org.
Tağmaç’tan davranışının nedenini sorar. Verilen yanıt:
“Hükümeti gücendirmeyelim”dir.
Demek ki, onun anlayışına göre, “Atatürk” ve “devrim” sözcüğünden ürken bir iktidar
vardır. O da bu anlayışa hizmet etmeyi benimsemiştir.
Daha sonraları Tağmaç, gösterili gezilerle birlikleri dolaşacak, subayları politika
yapmamaya, kitap okumamaya, iktidarı desteklemeye çağıracak ve bu tutumunu sonuna kadar
sürdürecekti.
Tağmaç, 12 Mart’tan beş gün önce yayınladığı bildiriye göre, kurulu düzene sahip
çıkıyordu. Aynı adamın beş gün sonra “muhtıra” vererek hükümeti suçlayıp ‘Atatürkçü’
görüşle reform istemesi akla aykırıydı.
Onun için, 12 Mart’ın ilk gününden yozlaşması ve toplumsal gerçeklere sırt çevirmesi,
lider düzeyindeki kişilerin kafa yapısına bakılırsa doğaldır.
Nitekim, kısa zamanda Sunay-Tağmaç-MİT ilişkisi kuruldu.
Demirel iktidarı, Emniyet’in köşe başlarına Amerika’da eğitim görmüş ve görev
anlayışını partizanlığa dönüştürmüş kişileri oturtmuştu. Sıkıyönetim’in ilanı ile Org. Faik
Türün-Ora. Cemal Süer niteliğinde kişiler de Sıkıyönetim Komutanı olarak sınırsız yetkilerle
donatıldı ve Sunay-Tağmaç ile ilişkili MİT ile AP militan polis yetkilileri arasındaki ilişki
sıklaştırıldı.
12 Mart sonrası uygulamalarıyla, bu uygulamalarda kullanılan ‘İlke ve kuralların’
ideoloğu kabul edebileceğimiz CIA ajanı Galula’nın planlaması aynı doğrultudadır. Bu
kişinin adını ileride sık sık anacağız.
David Galula’nın önerisi şuydu:
Yapılan polis faaliyetleri her ne kadar yerel komutanın genel yetkilerinde herhangi bir
azalmaya neden olmasa da, her şey yerel komutanın direktifi altında yürütülmeli ve ‘temizlik
harekâtı’ sırasında kendisi polisle devamlı irtibat sağlamalıdır.
Zorlamalar sonucunda oluşan 12 Mart’ın dört kişilik lider kadrosu kurulduğu anda
bünyesinde üç değişik eğilim taşıyordu:
- Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç; “tutucu” “sağ” kanat temsilcisi.
- Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Org.
Muhsin Batur; “ilerici” ya da “radikal” kanat temsilcisi.
- Deniz Kuvvetleri Komutanı Ora. Celal Eyicioğlu; “yansız” ya da “renksiz” kanat
temsilcisi.
Onun için, 12 Mart Muhtırası’nı imzalayanların omuzlarından başka benzerliği ve
uyumları yoktu.
Aslında, Sunay-Tağmaç ikilisi, Gürler-Batur ikilisiyle uzun süreden beri çatışma
halindeydi. Birinci ekip, gizli örgütlerin entrika ve şantaj gücüne dayanmaktayken, ikinci ekip
daha çok kuvvetlerine dayanıyorlardı. Bu sessiz ve derinden çatışma ilk kez 1970
Ağustos’unda açığa vurulmuştu. Gürler, Sunay-Tağmaç-Demirel’e karşın Kara Kuvvetleri
Komutanlığı makamına oturmuş; ötekiler ise alışkın oldukları üzere yutkunmuş ve sorunu
zamana bırakmışlardı.
Bu koşullarda Sunay-Tağmaç-Demirel ve onların denetimi altındaki örgütler tüm
güçleri ile ilk önce Org. Gürler ile Org. Batur’un arasına girdiler. Bundan sonra, GürlerBatur’un politik kanadını temsil eden “Onbinler”i temizlemek ve Batur’un Hava
Kuvvetleri’ndeki prestijini sarsmak için büyük çapta provokasyonlar düzenlediler ve kontrol
Sunay-Tağmaç-Türün ile ekiplerinin eline geçti. Adam kaçırmalar, gemi batırmalar, gemi
yakmalar, Kültür Sarayı’nın yanması gibi büyük çaptaki kışkırtıcı çabalar bu amacı
gerçekleştirmek için, faşist kanat ve onların akıl hocaları olan gizli örgütlerin önerileriyle
sansasyonel davalar şekline sokuldu. Bu olaylar devrimcilerin üzerine atılarak bir taşla birkaç
kuş vurulmaya çalışıldı. Oluşturulan bu ortamda:
- Anayasa ve yasalarda emperyalizmin isteği doğrultusunda, egemen sınıflar yararına,
emekçi halkın zararına değişiklikler yapılması kolayca gerçekleştirildi.
- Özgürlükleri kısıtlayıcı, sosyal uyanışı önleyici baskı yasalarının parlamentodan
geçmesi kolaylaştı.
- Sol muhalefet tasfiye edildi.
- Çeşitli nedenlerle varlıkları Amerikan emperyalizmi için tehlikeli sayılan ve gizli
örgütlerce fişlenmiş işçiler, sendikacılar, öğretmenler, öğrenciler, aydınlar, yazarlar ve
profesörlerin temizlenmesi ve sindirilmesi sağlandı.
- Siyasal hasımlardan öç alma planlandı.
Bomba Davası, faşist bir düzene geçişte engel gibi görünen Gürler-Batur-Kayacan
üçlüsünü temizlemek için Amerikan işbirlikçileri ve onların gizli örgütleri tarafından
düzenlenmiş, Türk tarihinin en büyük provokasyonudur. Türk adalet tarihinde Genelkurmay
Başkanı ile iki Kuvvet Komutanı’nı ‘sanık’ ilan eden bir başka dava daha görülmemiştir. Bu
dava ne afla, ne beraatla ve ne de birkaç kişiye verilecek ceza ile geçiştirilemez. Temelinde
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin onuru yatan bu konu ile ilgilenmek ve gerçek nedenlerini
saptamak, ilk önce Mahkeme’nizin, daha sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tarihsel
sorumluluğu altındadır.
Bu anlayış içinde, düzenlenen tertibin boyutlarını tüm ayrıntılarıyla açıklamayı ulusuma
karşı yapılması zorunlu tarihsel bir görev sayarım.
Türkiye’de 12 Mart öncesinde küçük grupların sağ-sol çatışmasını körüklemek için
CIA’nın Amerikan emperyalizminin sömürü alanı içinde olan tüm ülkelerde geliştirdiği
yöntemler yürürlüğe konulmuştur. 12 Mart’tan sonra ise, CIA yönetim ve denetiminde
düzenlenen büyük çaptaki ‘anarşi’den Türk Silahlı Kuvvetleri’nin radikal ve genç subay
kesiminin temizlenmesinde de yararlanılmıştır.
1972 Temmuz’unda MİT emriyle gözaltına alınan Bomba Davası sanıklarından GürlerBatur-Kayacan’ı suçlayıcı ikrar alındığı kendi beyanlarıyla sabit olduğu halde, bu ikrarlar
Kontrgerilla’da gerektiğinde kullanılmak üzere saklanmış ve Sıkıyönetim’e gönderilmemiştir.
Fakat, birdenbire karar değiştirilerek 5 Ağustos 1972’de askeri savcılar Nevzat Çizmeci ve
Selahattin Fırat tarafından E. Em. Müd. Rafet Kaplangı’dan alınan, Dosya Sıra No: 404’teki
ifade ile üç Kuvvet Komutanı; Gürler-Batur-Kayacan cuntacılık ile suçlanmıştır. Aynı ay
içinde Sunay-Tağmaç-Türün ve ekiplerine karşın Gürler bilinen koşullarla Genelkurmay
Başkanlığı’na getirilince, faşizmin planı bozulmuş, askeri savcı Çizmeci tertibin ortaya
çıkmasından korktuğu için yasalara karşın, cumhurbaşkanı seçiminin sonuna kadar dava
dosyasını sanık müdafiilerine kapatmıştır.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı makamlarına zorla oturan
Org. Gürler, Kontrgerilla Örgütü’ne egemen olacak gücü ve çabayı gösteremediği için, Org.
Türün, Kontrgerilla Örgütü’ne kaldığı yerden tertibi sürdürme emri vermiş ve bu amaçla 1972
Eylül ve Ekim aylarında gözaltına alınan Madanoğlu Davası sanıkları Gürler-Batur-Kayacan
aleyhinde ikrara zorlanmış ve bu tertip cumhurbaşkanı seçimlerine kadar sürdürülmüş, Gürler
politika alanına çekilerek bertaraf edilmiştir.
Bu kez, tertibin boyutları genişletilerek sürdürülmüş, 1973 Mayıs ve Haziran aylarında
Bomba Davası ile ilgiyi yeni gözaltılar olmuş ve Gürler ‘cuntabaşı’ olarak suçlanmış, ancak
davaya getirilememiştir. Çünkü, Batur ve Kayacan Kuvvet Komutanı olarak görevlerini
sürdürmektedirler. Bugün ise, askeri savcı Takkeci, Esas Hakkındaki Mütalaa’sı ile GürlerBatur-Kayacan için cunta yönündeki örgütlenmenin liderleri ve sorumluları olarak, haklarında
soruşturma açılmasını mahkemenizden istemektedir.
12 Mart Muhtırası’na imza koyanlar içinde Tağmaç ve Eyicioğlu da bulunmaktadır.
Onlar da neden Gürler-Batur ile birlikte suçlanmıyor.
Çünkü: Askeri savcı Çizmeci ve Takkeci kaderlerini Sunay-Tağmaç-Türün ve onların
ardındaki, emperyalizmin uydu ve işbirlikçisi politik güçler ve gizli örgütlere bağlamışlardır.
Bu amaçla da hukuk kuralları yerine politikanın gereklerini yerine getirmek çabası içinde
çırpınıp durmuşlardır.
Faruk Gürler’in kendi ihtirasları doğrultusunda Genelkurmay Başkanlığı’na zorla
oturmuş olması, emperyalizmin yerli işbirlikçisi satılmış faşist taslaklarının cür’etlerini bir
ölçüde kesmiş ve onları geriletmiştir. Bu gerileme sürecinde, dış ve iç koşulların da katkısıyla
Türkiye’de şeklî de olsa demokratik düzene dönüş sağlanmıştır.
Oysa, bilinen çevre ‘savaş hali’ oldu bittisiyle seçimleri ertelemekle birlikte, sosyal
demokrat görüşü ezmeyi planlamıştı.
Kontrgerilla Örgütü’nün 1972 Ekim’inde Av. Osman Kiper’e işkenceyle dikte ettirdiği
ifadeye “gemi batırmak için Bülent Ecevit’ten 465.000 TL para aldığı” şeklinde bir ikrarı
dahil etmesi ve bu ifadeyi de gerektiğinde kullanılmak üzere saklaması, bu planın
uygulanması için bir hazırlıktı.
Bomba Davası İddianamesi ile Ecevit’i, düzen değişikliği istemini, orta sol görüşü
suçlayan askeri savcı Çizmeci, gerçekte büyük çaplı bir temizlik planının gereğini yerine
getiriyordu.
Bomba Davası sanıklarından birinin “Kontrgerilla” ifadesinde, CHP ile bu davaya konu
olay eylemler arasında ilişki kurmaya çalışılması boşuna değildi…
Şimdi, biraz gerilere dönelim… Gerilla savaşına bakış açısından söz etmiş ve demiştik
ki:
Emperyalist devletlerle azgelişmiş devletlerin gerilla savaşına bakışları 180 derece
farklıdır. Çünkü:
Emperyalizmin kendi sömürüsünü sürdürmek amacıyla ulusal kurtuluş savaşlarını
ezmek için kontrgerilla yöntemlerini kullanmaktadır. Azgelişmiş ülkenin ise, kendi
güvenliğini korumak amacıyla gerilla yöntemlerinden yararlanması söz konusudur.
12 Mart’tan önceki ve sonraki dönemde Türk ulusuna yöneltilen hıyanet uygulamasının
bu takdir hatasından doğduğu kanaatindeyiz. Çünkü, yetkili ve sorumlu kişiler soruna
emperyalist bakış açısından yaklaşmışlar ve bu anlayışla, işgal kuvvetlerine karşı uygulanması
planlanan yöntemler Türk ulusuna uygulanmıştır. Bulunan bahane, Türkiye’de ‘iç savaş’
koşullarının varlığıydı. Türkiye’deki koşulların hiçbir zaman ‘iç savaş’ tanımlamasına haklılık
verir bir hale gelmediği bir yana, gerçekte ‘temizlik harekatı’ için ortam yaratmak üzere
‘terör’ü kışkırtan ve tahrik edenler, emperyalizmin yerli uşakları ve onlarla bütünleşmiş gizli
örgütlerdir.
FM 31-15 işaret ve “1961 Mayıs” tarihli Amerikan Sahra Talimnamesi İngilizce’den
çevrilerek ST 31-15 işaret ve “1965 Ocak” tarihinde Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekat
adı altında ve Org. Ali Keskiner imzasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’ne uygulanmak üzere
dağıtılmıştır.
Bu kitap, görüşümüzün doğruluğunu kesin olarak kanıtlayan bir belge yerine sayılabilir.
Örneği: ST 31-15 Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekat adlı bu talimnamede:
Sayfa 1, Madde 2, Fıkra a’da:
“Gayri nizami kuvvetler, gayri nizami faaliyetler ve gayri nizami kuvvetlere karşı
harekat gibi müşterek deyimlerde kullanılan ‘gayri nizami’ terimi, her tipten gayri nizami
kuvvetleri ve gayri nizami harekatı anlatmak için kullanılmıştır” denilmekte ve “gerilla,
çeteci, asi, yıkıcı, mukavemetçi, tedhişçi, ihtilalci ve benzerleri personel, teşekkül ve unsurları
içine alır” şeklinde tanımlama yapılmaktadır.
Özellikle, “gayri nizami harekat”ın “ihtilal”ciye karşı olması üzerinde durmak
zorunluluğundayız.
Çünkü, askeri savcılar Çizmeci ve Takkeci, beni “ihtilal içtihadına sahip olmakla”
suçlamaktadırlar.
Atatürk, bir
tanımlanmaktadırlar.
ihtilalciydi.
27
Mayıs’ı
gerçekleştirenler
ihtilalci
olarak
Sorunu ideolojik bir içerikten soyutlamak için Atatürk’ün Adalet Bakanı Mahmut Esat
Bozkurt’un bu konudaki görüşlerini anımsatmakla yetinelim:
Kanunların yaptırma gücü, devlettir. Daha açık bir deyimle, kanun, devletin polisi,
jandarması, ordusudur.
Fakat bütün bunların da üstünde bir yaptırım gücü vardır ki, bu da milletin kendisidir,
kendi varlığıdır.
İnsanlığın birtakım kutsal yapıları vardır ki, -vatan özgürlük, bağımsızlık, anayasa, milli
namus gibi- bunları ancak yaptırım gücü ayakta tutar.
Milletler bu yoldaki yeteneklerini, ancak ve yalnız ihtilal haklarını kullanmakla
gösterebilirler.
İhtilal, o aziz silahtır ki, bir milletin bütün kutsal varlıklarının üstünde, bir kartal gibi
uçar… Süzülür ve dolaşır. Bütün bunları kanatlarının altında esirger.
İhtilal, hayatın gereğidir. Doğal hakların en başında gelir. İhtilal, milletlere insan gibi
yaşama olanaklarını veren en yüce bir kuvvettir.
Başka bir ifadeyle ihtilal, tarihin, alınyazısıdır. Red ve inkarı kabil olmayan bir olgudur.
Türk milleti 1918’de ihtilal hakkını kullanmasaydı, bugünü yaratamazdı.
İhtilal, eskilikle benzeri olmayan eski bir şeyin yerini, yepyenisinin almasıdır. Türk
ihtilalinin, bin yılı bütün müesseseleriyle, fikriyatıyla yere vurarak, yerine yepyenilerini
koyması gibi. şu halde bir inkılap değil, bir ihtilal karşısındayız.
“Atatürk, İhtilal Terimini Severdi”
Memduh Tağmaç’ın Genelkurmay Başkanlığı’nın ilk mesajındaki; “Atatürk,
Atatürkçülük, Devrim ve Devrimcilik” sözcüklerini “hükümeti gücendirmemek” gerekçesiyle
mesajdan çıkartmasının boyutları bu açıklamayla daha da belirlenmektedir. Çünkü,
“kontrgerilla” uygulamalarının amaçlarından saptırılmasının baş sorumlusu da Tağmaç’tır.
Bunu yaparken, gerekçesi de Amerika’ya yaranmaktı.
Tağmaç’ın Genelkurmay Başkanlığı döneminde, ilgili daire başkanı; Ege Denizi’nde ve
bölgede değişen koşullar nedeniyle mevcut durumun, Türkiye açısından büyük sakıncalar
yaratabileceğini Tağmaç’a arz ederek bu konuda ayrıntılı bir plan sunarak, sorunun
Türkiye’nin çıkarları gözetilerek NATO toplantısına getirilmesini kendisinden istemişti.
Ulusal onur ve çıkarlarımız için bu ileri görüşlü öneri Tağmaç’ı sinirlendirmiş, “Benim
dönemimde Amerika ile sürtüşme yaratacak meseleler istemem” diyerek dosyayı fırlatmıştı.
11 Mart 1971’de karşılaştığım Sadi Koçaş’a olayı tanıklarıyla anlatmış ve ‘Osmanlı
Paşası’ mirası olan bu uyduculuk anlayışını “hıyanet” deyimiyle nitelemiştim.
Daha sonra, Selimiye’nin taş duvarları arasında kontrgerilla yöntemlerinin devamı olan,
yasadışı baskı ve zulüm uygulamaları altında tutulduğumuz bir dönemde, “Ege Sorunu”nun
tüm boyutlarıyla güncel hale gelmesi üzerine uzun uzun düşünmüşümdür. Tağmaç gibi bir
adamın emperyalizmin istekleri doğrultusunda ‘temizlik harekâtı’ düzenlemek üzere, kendi
halkına “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Savaş” doktrinlerini uygulatma kararı vermesi ve bu
amaçla Kontrgerilla Örgütü’nü kullanması bilinçli bir hıyanet midir? Veya, bu tavır, onun
tutucu, gerici, sağcı, idare-i maslahatçı niteliğinin bir gereği midir? Yoksa, 22 Şubat’ta tanığı
olduğum zavallı durumu, ya da 21 Mayıs’ta arkasından sıkılan kurşunlardan kaçarken
yaşadığı ruh hali nedeniyle mi bu çizgiye gelmiştir?
- 19 Nisan 1963’te adli amir olmadığı ve yetkili bulunmadığı halde, benim için verilen
tutuklama kararında Tağmaç’ın imzası vardı.
- 1964 Ağustos’undaki emeklilik kararım da Ali Keskiner’in imzasını taşıyordu.
- 3 Temmuz 1972’de de, “Dava Dosyası Sıra No: 314-315” sırada bulunan belgeden
anlaşılacağı gibi anayasal düzene göre tutuklama kararı vermek yetkisi olmayan MİT emriyle
tutuklanmam, elbette rastlantı ile açıklanamaz.
Tüm Kurtuluş Savaşçı’larının idam fermanlarında hainlerin imzalarının bulunması da,
elbette rastlantıya bağlanamaz.
Örneğin: Memduh Tağmaç, Faik Türün ve benzerlerinin, bugün Finans Kapital
Örgütleri’nden dünkü hizmetlerinin karşılığını almaları olgusunun da bir rastlantı olmadığı
gibi…
ST 31-15 Talimnamesi’nin Amerikan talimnamesinden tercüme edildiğini, Amerikan
emperyalizminin ulusal kurtuluş savaşlarını önlemek için geliştirdiği yöntemleri içerdiğini
açıklamıştım. Konuyu daha da açıklık getirmek üzere; ST 31-15 Gayri Nizami Kuvvetlere
Karşı Harekat adlı bu talimnameden bazı bölümlere göz atmamız gerekiyor.
Sayfa 4, Madde 5, Fıkra b:
Büyük bir gayri nizami kuvvet, kaide olarak biri açık faaliyet gösteren gerilla unsuru,
diğeri gizli faaliyette bulunan yeraltı unsuru olmak üzere, iki müşekkel unsurdan terekküp
eder.
“Açık faaliyet gösteren unsur”dan kastedilen amaç, ‘komando birlikleri’ olup, sözü
edilen Talimname’de alay çapında bir birliğin kuruluş şeması verilmektedir. Şemada ilginç
olan, alay ve tabur düzeyinde “siyasi şube müdürlükleri” ile bölük düzeyinde “siyasi
müdürlükler”in kurulmuş olmasıdır.
Talimname’de “gizli faaliyet gösteren yeraltı unsuru” ise, 12 Mart’tan sonra sahneye
çıkarılmış olan “Kontrgerilla Örgütü”dür. Yine Talimname’de yeraltı unsurunun “hücre”
şeklinde kurulması önerilmekte ve bir kuruluş şeması verilmektedir. Sivil bir örgütlenme
şeklinde idari taksimata uygun kurulan hücrelerde; “tedhiş”, “sabotaj” ve “ gizli haber alma”
ajanlıkları bulunmaktadır.
12 Mart’tan sonra Ecevit’in de özellikle üzerinde durduğu Kontrgerilla Örgütü,
“kışkırtıcı ajan” ve “kışkırtıcılık” konularıyla, anılan bu talimnamedeki “yeraltı örgütü”
şeması karşılaştırılırsa ilginç sonuçlar çıkabilir.
ST 31-15 Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekat adlı talimnamede açık ve sinsi gayri
nizami faaliyetler arasında:
-Adam öldürme,
-Bombalama,
-Silahlı soygunculuk,
-İşkence,
-Kötürüm hale getirme,
-Adam kaçırma suretiyle tedhiş ve olayları tahrik,
-Misilleme ve rehinelerin alıkonulması,
-Kundakçılık,
-Sabotaj,
-Propaganda ve yalan haber yayma,
-Zorbalık,
-Şantaj
sayılmakta ve Sayfa 10, Madde 9, Fıkra b’de:
“Bir gayri nizami kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak kanuni statüye sahip
değillerdir” denmektedir.
Dünyada ‘demokrasi cephesi’nin önderliğini yapmak savındaki ABD’nin emperyalist
sömürüsünü sürdürmek için oluşturduğu; işkenceden, kötürüm bırakmaya, adam öldürmeden
sabotaja kadar düzenlediği yöntemler, Sunay-Tağmaç-Türün’ün kararı ve onları destekleyen
politik güçlerin de katkısıyla Kontrgerilla Örgütü koordinatörlüğüne işgal kuvvetlerine değil
de, Türk halkının her kesimindeki insanına uygulanmıştır. Çünkü, Ali Keskiner’in imzasını
taşıyan talimnameye göre; “gayri nizami kuvvetin yer altı unsurları kaide olarak kanuni
statüye sahip değillerdir.”
İstanbul-Erenköy’deki sorgulama bürosunda, Kontrgerilla Örgütü’nün ‘teknik
sorgulama’ timi başkanlığını yürüten, MİT’in “Komünizmle Mücadele Masası’nda görevli
emekli subay Eyüp Özalkuş’un huzuruna ellerim zincirli, ayaklarım prangalı ve gözlerim
bağlı olarak çıkarıldığımda, karşımdaki kişi; “Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı Kontrgerilla
Örgütü’nde bulunduğumu, kendilerinin Anayasa ve yasalara bağlı bulunmadığını, örgütlerinin
beni esir aldığını, savaş esiri muamelesine tabi tutulacağımı, örgütlerinin hakkımda ölüm
kararı aldığını” söylerken, FM 31-15 Amerikan Talimnamesi’nden tercüme edilmiş ve Org.
Ali Keskiner’in imzasıyla yürürlüğe konulmuş ST 31-15 Talimnamesi’ne dayanıyordu
(İşkence ve sahte sorgularla dava düzenleyicisi Eyüp Özalkuş’u daha sonra yaptığım
araştırmalar sonucu saptamıştım).
Kontrgerilla Örgütü’nün su yüzüne çıkarak fiilen işkence ve sorgulamayı ele almasının
Kızıldere olayından sonra başladığını ve yeraltı Kontrgerilla Örgütü’ne götürülen herkesin
benzeri hitaba maruz kaldığını anımsayalım.
Askeri savcı Süleyman Takkeci, Esas Hakkında Mütalaası’nda hukuk devletinin
tanımlamasını kendine göre yapmakta ve teoriden söz etmektedir. Tıpkı bir kısım yetkilinin,
utanmadan “Anayasa’mıza göre işkence yapmak yasaktır” dedikleri gibi! Bu konudaki
bilimsel görüş; “hukuk devletinde temel ilke, yönetimin yasaya bağlı olması”, “yurttaşların
güvenceli yargıçlardan kurulu bağımsız mahkemelerde yargılanması” ve “son sözü yargıcın
söyleyeceği devlete hukuk devleti denir” şeklinde özetlenebilir.
Sayın Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ise:
Hukuka bağlı olan devletler ile bağlı olmayan devletleri birbirinden ayıran bariz vasıf;
birincisinde devleti idare edenlerin bir nizama ayak uydurması lüzumu, yani hükümet çarkını
döndüren idarenin keyfi hareketine set çekilmiş olması ve onun gerek amme işlerinde, gerek
fertlere karşı tutumunda kanuna tabi oluşudur.
Oysa 12 Mart’tan sonra yöneticiler, Anayasa ve yasalarda yapılan değişikliklerle
yetinmeksizin,
Amerikan
emperyalistlerinin
önerilerinden
oluşan
ST
31-15
Talimnamesi’ndeki kurallara itibar etmişlerdir. Bu nedenle; kışkırtıcılık, sabotaj, adam
öldürme, işkence eylemleri anılan Talimname’ye göre kurulmuş yeraltı ve yerüstü
örgütlerince uygulanmış; “tam bağımsızlık” ve “ikinci kurtuluş savaşı” özlemlerinin
önlenmesi için ‘temizlik harekatı’ düzenlenmiştir.
Bu sorun, ayrıntılarıyla aydınlığa kavuşturulmadan, Türkiye’de “hukuk devleti”nin
varlığından söz etmek olanaksızdır. Türk ulusunsun onuruna yönlendirilmiş bu kara leke
silinmeden, uygulama içinde her kademede görev almış kişilerin hıyanetleri ortaya
çıkarılmadan, ‘gizli örgüt’lerin ‘teknik sorgulama’ yöntemiyle aldıkları “kontrgerilla”
ifadeleriyle insanları suçlamanın adına “adalet” denemez.
Atatürkçü olduğunu savlayarak “çağdaş uygarlık düzenine erişmekten” söz edenlerin,
‘çağdaş barbarlık düzeninde’ Amerikan emperyalizminin yerli ajanları durumuna düşmeleri
hıyanet değil de nedir?
ST 31-15 Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekat Talimnamesi; gayri nizami kuvvet
politik anlayışına ve benzeri düşüncelerine taraftar olan, Silahlı Kuvvetler eski mensuplarıyla
gayri nizami kuvvet teşkiline muktedir kuvvetli şahsiyetler ve bunların faaliyetleri üzerinde
durulmasını” önermekte ve “özel suçlarla suçlanabilecek durumdaki esirlerin (Kontrgerilla
Örgütü’nde 12 Mart’tan sonra göz altına alınan her kişiye esir olduğu söyleniyordu)
suçlanmasının, şahıslara işlenmiş ‘katil’ nev’inden suçlamalar olmasını ve mukavemet (ulusal
kurtuluş) hareketine bağlanmış suçlarla ilgili bulunmamasını, aksi halde, bir kahramanlık
mahiyeti kazanacağı ve gayri nizami faaliyetlerin artması için bir bahane teşkil edeceğini” de
belirtmektedir.
Görüldüğü gibi, kontrgerilla yöntemleri içinde, suçsuz kişileri adi suçlarla suçlamak da
vardır.
Talat Turhan’ın hiçbir delile dayanmaksızın, ‘inşa edilmemiş Boğaz Köprüsü’nün
tahribini düşünmek’ ve ‘İstanbul’un bilinmeyen işyerlerinden, belirlenemeyen tutarda para
alarak örgüte aktarmakla’ suçlanması bu anlayış ile aynı paraleldedir.
Kontrgerilla ve benzeri gizli örgütlerin anlayışına göre, son söz ve karar kendilerine
aittir. Onun için mahkemeleri anayasal düzen içindeki yeri ve yetkisi içinde görmek
istemezler. Mahkemeler ve yargıçlar onların amaçlarına hizmet ettikleri sürece vardırlar. Bu
anlayış sonucu 12 Mart’tan sonra özellikle, “yargının üstünlüğü ve bağımsızlığı ile idarenin
tüm eylemlerinin yargı denetimi altında bulundurulması” ilkelerini içeren Anayasa maddeleri
geriye doğru değiştirilmiştir. Bilindiği gibi, askeri yargılama alanında yapılan değişiklikler
askeri yargıyı bağımlı hale getirmiş bulunmaktadır. Bu gerçek, Askeri Yargıtay Başkanı Hak.
Tümg. Rafet Tüzün tarafından kesinlikle dile getirilmiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin Başkanı, Muhittin Taylan, Üyeler; Recai Seçkin, Nuri
Ülgenalp, Kani Vrana, Şevket Müftügil, Ziya Önel ve Muhittin Gürün; “Sıkıyönetim
Mahkemeleri’nin bağımlı olduğunu ve hakim teminatından yoksun bulunduklarını” ifade
etmişlerdir. Diğer sekiz üye bu görüşe karşı çıkmamış, sadece, 353 ve 357 sayılı yasalarla
ilgili bir dava veya itiraz Anayasa Mahkemesi’ne gelmedikçe, bu konunun
incelenemeyeceğini belirtmekle yetinmişlerdir.
Sorunu somuta indirgersek;
1) 12 Mart’tan önce, Hak. Yrb. Galip Savaşkan, Türün’ün baskısını kabul etmemiş,
adaleti zulmün aracı haline getirmek istemeyen zavallıların aleti olmak durumuna
düşmektense, mesleğini terk etmeyi yeğlemişti. Fakat, yargıçlık mesleğinin onurunu
korumasını da bilmişti.
2) 1 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin askeri yargıç olan üyeleri Hak. Alb. Remzi Şirin
ve Hak. Bnb. Saydam Erdok, “89 Sanıklı Dava”da iddia makamının, dolayısıyla hakim
güçlerin isteği doğrultusunda karar vermedikleri için, mahkemeleri 3 Mayıs 1972 tarihli
karardan bir hafta sonra “işsiz duruma düşeceği” gerekçesiyle Milli Savunma Bakanlığı’nın
10 Mayıs 1972 tarih ve AD. 1706-2-72 tarihli onayı ile lağvedilmiş ve yargıç üyeler;
Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Başbakan Vekili ve Milli Savunma Bakanı Ferit Melen
imzalarını taşıyan 18 Mayıs 1972 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan kararname ile başka
görevlere atanmışlardır.
3) MİT örgütünün görevi, 644 sayılı yasa ile sınırlandırılmış olmasına karşın, örgüt
yetki sınırlarının dışına taşmış, gizli rapor, belge ve ses bantlarına kesin delil gözüyle
bakılması gerektiğine hükümet ve devlet yetkililerini inandırmış ve yargıya müdahale
girişimlerini sürdürmüştür. Bu amaçla brifingler düzenlenmiş, MİT görüşü “devlet brifingi”
adı altında sorumlu kişilere dağıtılmıştır.
Dosyada bulunan belgeden kesinlikle anlaşıldığı gibi, yargı organlarının kararından çok
önce MİT emri ile tutuklanmış olmam, bu anlayışın idareye hakimiyetinin somut bir örneğini
vermektedir. MİT emriyle insanların tutuklandığı bir ülkede askeri savcının hukuk
devletinden söz etmesi tek kelime ile gülünçtür.
Böyle bir anlayış sonucu, Sunay-Tağmaç-Türün üçlüsünün siyasi hasımlarını bertaraf
etmek ve öç almak amacıyla emir ve kontrollerindeki gizli örgütlerde düzenlenen bu davada,
askeri savcılar Nevzat Çizmeci ve Süleyman Takkeci saflarını belli etmişlerdir. Onlar, gizli
örgütlerin ve tutucu politik güçlerin görüşlerinin sözcülüğünü yapmayı yeğlemişler ve bu
davayı politikanın aracı haline getirmek için yasadışı her yola başvurmaktan
kaçınmamışlardır. Beraber çalışmaları nedeniyle de, “işkence gizli örgütleri”nin çabalarının
saptanması için yaptığım bütün başvuruları yanıtsız bırakmışlar ve ısrarla ifademin Emniyet
Müdürlüğü’nde alındığını iddia etmekte direnmişlerdir. Çizmeci, sorumluluktan kaçmak için
Türün’ü ve idareyi kullanarak hakkımda “sahte rapor” düzenletmiş ve bu hususun saptanması
için yaptığım tüm başvurular yanıtsız kalmıştır.
Yaptığım mücadelenin sonucu, manevra olanağının kalmadığının farkına varan askeri
savcı Takkeci, Esas Hakkında Mütalaa’sının 16. sayfasında Göztepe’de sorgulandığımı
tevilen kabul etmiş ve kendi bilgisi dışında tutulmuş olabileceğimi ve bu durumun işkencenin
varlığının kanıtı olamayacağını beyan etmiştir. Oysa, dosyada bulunan MİT’in tutuklama
kararı nedeniyle “hazırlık soruşturması”nın hukuken geçersiz olduğunu beyan etseydi, askeri
savcı Çizmeci’nin hukuk dışı tertiplerinin mirasçısı olmaktan kurtulurdu. Fakat, ‘gizli
örgüt’lerle angajmanları kendisine vicdanının sesini dinlemek olanağını vermedi.
Oysa, askeri savcı Süleyman Takkeci’nin hukukla ilgisi bulunsaydı, “casuslukla ilgili
bir konuda dahi MİT’te alınan bir ifadenin tek başına delil niteliği taşımadığını” bilmesi
gerekirdi.
Madanoğlu Davası’nda iddia makamını askeri savcı Takkeci işgal etmekteydi. Bu dava
ile ilgili dosya ve soruşturma da MİT tarafından hazırlanmıştı. Madanoğlu Davası’nın
gerekçeli hükmünün 122. sayfasında:
“MİT teşkilatının yaptığı takibin kanuni bir takibat olarak nitelendirilmesine ve
kabulüne imkan görülmediği” belirtilmekte ve MİT’in görevleri arasında “adli görev de ifa
edeceğine dair herhangi bir hüküm mevcut bulunmamaktadır” denilmektedir.
“Bu itibarla suç işleyen kişiler hakkında ihbar üzerine veya re’sen hangi makam veya
kişilerin kanuni takibat yapmaya yetkili ve görevli ve görevli oldukları kanunlarında
belirtildiğinden, MİT teşkilatı tarafından yapılan takibatın kanuni takibat kabulüne imkan
bulunmadığı” denilerek, mevcut kanuni durum hükme bağlanmıştır.
Görüldüğü gibi, Süleyman Takkeci tıpkı Nevzat Çizmeci gibi MİT’le çalışmakta,
örgütün önerilerini yasal hale sokmak gayreti içinde bulunmaktadır. Takkeci, daha da ileri
giderek adalet kavramının gereklerine sahip çıkan Madanoğlu Davası’nın yargıçları Hak.
Yzb. Günay Gencer ve Hak. Bnb. Gültekin Turan’ı Esas Hakkındaki Mütalaa’sında
eleştirmek gereğini duymuştur. Bu nednele, Madanoğlu Davası’nın gerekçeli hükmünde bu
konuya yer vermek gereği duyulmuştur.
Kararda; “Usul kanunlarımıza göre, esas hakkında mütalaanın tamamen sanığa, suça,
suçun sübut veya ademi sübutuna yönelik olması gerekirken; dava savcısı tarafından tazmin
edilmiş olan 144 sayfalık iddianın 96 sayfalık kısmında, Türkiye’nin Cumhuriyet adliyesi
tarihinde şimdiye kadar görülmemiş bir şekilde mahkeme kurulu ve bilhassa kurul yargıç
üyelerinin hedef tutulmalarının esefle müşahade edildiği” belirtilmiş ve “Askeri savcının
mahkemeye, mahkeme üye yargıçlarına ve ara kararlarına müteveccih indi eleştirilerinin
kanuni esaslara dayanılarak cevaplandırılmasına ve Esas Hakkındaki Mütalaa’nın bir
nüshasının gereği yapılmak üzere Milli Savunma Bakanlığı’na gönderilmesine karar
verilmiştir.” denmektedir.
Bilindiği gibi, adalet bir bütündür.
Oysa, bu dava ve 12 Mart’tan sonra açılmış birçok dava, dışa bağımlı gizli örgütlerin
teknik sorgulama ekiplerinin, işkence, baskı, tehdit, yıldırma, sindirme yöntemleriyle
oluşturularak huzurunuza getirilmiştir. Bu dava ile bir yandan, emperyalizmin isteği
doğrultusunda uzun süreli ve geniş kapsamlı bir temizlik harekatı uygulanması düşünülmüş,
bir yandan da iktidara el koymak isteyen bir çete mevcut ve muhtemel hasımlarını bertaraf
etmek için adaleti kullanmayı planlamıştır.
Somut örneklerle açıkladığım gibi, “İddianame” ve “Esas Hakkında Mütalaa”da
görüldüğü üzere bu davanın savcıları; Çizmeci ve Takkeci, “Kontrgerilla Gizli Örgütü” ve bu
örgütün kontrol altına aldığı MİT ve Emniyet’in yasa dışı yöntemlerle aldığı ifadelerden
başka delile sahip olmadıkları halde,* son ana kadar 353 sayılı Askeri Ceza Muhakemeleri
Usul Kanunu’nun kendilerine yüklediği görevlerin hiçbirini yerine getirmemişlerdir. Adaletin
bütünlüğü içinde önemli bir yeri olan “askeri savcılık” kademesi hukukun gereklerine saygılı
davranmamıştır. Bir yönüyle iktidar kavgasını yansıtan bu davada, açıkça sağ bir cuntanın ve
onların dışa bağımlı gizli örgüt ve güçlerinin sözcülüğünü yapmayı yeğlemişlerdir.
Bütün bu akla ve hukuka aykırı düşen oluşumun görünürdeki nedeni, 1402 sayılı
Sıkıyönetim Kanunu’nun sıkıyönetim komutanlarına tanıdığı yetkidir. Sınırsız bir yetki, dışa
bağımlı gizli örgütlerin şantaj ve entrika gücüyle birleşince İstanbul halkının tümü toplu
aramalara kadar varan uygulamalarla baskı ve terörün hedefi olmuştur.
Bugün niteliği kamuoyunca daha iyi anlaşılan Faik Türün gibi bir adamın eline verilen
sınırsız yetki; Sunay-Tağmaç ikilisi, tutucu politik güçler ve emperyalist güçlerle de
desteklenince zulüm ve baskı yöntemi daha da gelişti. Önümüze getirilen davanın “hazırlık
soruşturması” bu anlayışın ürünü olup, yasadışı bir hıyanetin dosyalanmış şeklidir.
Askeri savcılar, hiyerarşi içinde olan kimselerdir. Bomba Davası’nda görüldüğü gibi,
353 sayılı yasanın 95. maddesini kendilerine göre yorumlayarak tüm yetkilerini Faik
Türün’ün eline teslim etmişler ve kendilerini sorumluluktan kurtarmak için “soruşturma
istemi”nde bulunmakla yetinmişlerdir. Bu anlayış sonucu Bomba Davası bir ‘hilkat garibesi’
haline gelmiştir. Savcılık iddialarına göre kapsam, nitelik ve içerik yönlerinden çok önemli bir
gizli örgüttür varlığı ileri sürülmektedir.
İddia makamı bu örgüt liderlerinin; Faruk Gürler, Muhsin Batur ve Kemal Kayacan
olduğunu beyan etmektedir. Ne var ki, bu kişiler davaya tanık olarak dahi getirilebilmiş
değildir. Örgütün ‘Ankara Merkez Üst Grubu’nun MBK üyelerinden oluşan çeşitli grupları
içerdiği iddia edilmektedir. Ama, bu kişilerin çoğuyla, örgüt üyeleri oldukları iddia edilen
asker kişilerden hiçbiri sanık olarak huzurunuza getirilmemiştir. İstanbul’da da bir kısım asker
kişilerin örgüt üyesi oldukları yine iddialar arasındadır, fakat, içlerinde sanık sıfatına layık
görülen yoktur.
Bunlara karşın, merkezi Ankara’da olduğu söylenen bu uydurma örgütün “İstanbul
kesimi lideri” olduğum iddia edilerek, benden hesap sorulmaya kalkışılması ne akılla bağdaşır
ne mantıkla ne de hukukla…
Adalet, insanlığın en üst kavramıdır. Onu bu hale getirmeye ne Çizmeci’nin ne de
Takkeci’nin hakkı olamaz.
Anayasaların temel ilkelerinden biri de eşitliktir. 1961 Anayasası’nda da bu ilkeye yer
verilmiştir.
12. Madde’de:
Herkes dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı
gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
Hiçbir kişi, aile, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
denmektedir.
Kaldı ki, bu yasadışı uygulamanın baş sorumlusu Türün, bir gazeteye verdiği demeçte:
“Suçu gizlemek de suçtur bizim askeri kanunumuzda” demektedir.
O halde, Türün; Selahattin Fırat, Süleyman Takkeci, Nevzat Çizmeci de “suçu gizleme
suçunu” işlemişler ve Anayasa’nın eşitlik ilkesine sırt çevirmişlerdir.
Bunun yanıtı, Bomba Davası’nın siyasal niteliğini belirler. Bu siyasal nitelik adalet
kavramını tahrip edici bir içerik kazanmaktadır. Bu noktada şu sonuçlar ortaya çıkmaktadır:
1) Montesquie’nun “Kendisine yetki verilen bir kişi bu yetkiyi kötüye kullanmak
eğilimindedir.” diye bir özdeyişini anımsıyorum. Bu özdeyişe en uygun örnek Türün’dür.
Hukuk devleti ve demokrasi, yetkilerin sınırlanmasını ve dengelenmesini gerektirir. O
halde, Türk halkı barbar bir uygulamanın bir kez daha kurbanı yapılmak istenmiyorsa, 1402
sayılı Sıkıyönetim Yasası değiştirilmelidir. Bu yeni yasa yetkileri sınırladığı gibi, teoride
değil, pratikte de sıkıyönetim komutanlarını denetime tabi tutan bir düzeni beraberinde
getirmelidir. Bu suretle, sıkıyönetimin keyfi idare olduğu yolundaki yaygın kanı belki
silinebilir. Özellikle 1402 sayılı yasanın 2. Maddesi’ndeki “Milli İstihbarat Teşkilatı,
Sıkıyönetim Komutanlığı ile işbirliği yapar” şeklindeki soyut tanım, sınırları belli ve somut
bir hale getirilmeli ve bu örgütün yargıya müdahalesi kesinlikle önlenmelidir. Mevcut duruma
göre, sıkıyönetim komutanları başbakana karşı sorumludur. Oysa, uygulamada bu kural
işlememiştir.
12 Mart balyozunun hedefi olmuş bizler, bu gerçeği yaşamımızda öğrenmiş
bulunuyoruz. Ama, Kurtul Altuğ’un kitabından örnekler vermekte de yarar görürüm.
“Elrom Olayı” bahane edilerek, MİT bulduğu fırsatı değerlendirmiş, fişlediği
yurtseverlerin büyük bir çoğunluğunu göz altına almıştır. Bu durum zamanın Başbakan’ı Prof.
Nihat Erim’e intikal ettirilmiştir. Erim’in yanıtı:
- Ne yapabilirim, örfi idare tatbikatına biz karışmıyoruz.”
- Başbakan’a bir şeyler yapmasının mümkün olup olmadığını sordum. Erim bu defa:
“Akşama, bizimle Sıkıyönetim arasında irtibatı sağlayan albay gelecek, ona
söyleyeyim” diye cevap verdi.
İstanbul’da bir dergiyi Sıkıyönetim kapatmıştır. Dergi sahibi durumu Başbakan Erim’e
intikal ettirmek için, Kurtul’a telefon eder:
- Tanrı aşkına Nihat beye söyle, bu ülkede Anayasa, hukuk devleti var mı, yok mu, eğer
bir suç işlediysek, kanunlar var, bizi neden yayınlatmak istemiyorlar? diye, ricada bulunur.
Kurtul, durumu Başbakan’a intikal ettirir. Aldığı yanıt ilginçtir:
- Kemal’e söyle, Anayasa var, hukuk da var…
Sonra ekler:
- Ama örfi idare de var!
12 Mart sonrasının sıkıyönetim uygulamalarının keyfiliğine daha yakın bir örnek
vermek gerekirse, cumhurbaşkanlığı seçimleri döneminde TBMM’nin iradesi üzerinde baskı
yaratmak amacıyla konulmuş yayın yasaklarını anımsamak yeter…
2) Mahkemeniz, 12 Mart’tan sonra “yargı bağımsızlığı”na yönetilmiş hükümler
nedeniyle 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunu’nu Anayasa
Mahkemesi’ne göndermek durumundadır.
Çünkü, önünüze getirilen Bomba Davası’nda Anayasa’nın eşitlik ilkesi açıkça ihlal
edilmiştir. Askeri savcıların bu garip uygulaması, 353 sayılı yasanın 95. Maddesi’nde
Sıkıyönetim Komutanlığı’nın yetkilerine kendilerini bağlanmış saymalarıdır. Ama bu
varsayım gerçeği yansıtmamaktadır.
Anılan yasa, askeri savcıları “ağır cezalı suçlarda derhal soruşturmaya geçmekle”
görevlendirdiği halde, Selahattin Fırat ve Nevzat Çizmeci yetkilerini hiyerarşinin emrine terk
etmeyi kendi kişisel çıkarlarına daha uygun bulmuşlardır. Bu tutum sonucu Bomba Davası
siyasetin aracı yapılmak istenmiştir. Adalet kavramı ve fikri, askeri savcılık-sıkıyönetim
komutanı işbirliğiyle tahrip edilebildiğine göre, bir daha böyle bir durumun meydana
gelmemesi için 353 sayılı yasanın Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesi bir zorunluluk
olmuştur.
Daha önce belirttiğim gibi, Anayasa Mahkemesi’nin Başkan dahil yedi üyesi, özellikle
askeri yargıçların özlük işleri idare tarafından düzenlendiği için “askeri mahkemelerin bağımlı
olduklarını” açıklamışlardı. Sekiz üye ise, 353 ve 357 sayılı yasalar önlerine gelirse
kanaatlerini açıklayacaklarını belirtmişlerdi.
Sayın Yargıçlar, 353 sayılı yasayı Anayasa Mahkemesi’ne göndermekle askeri
mahkemelerin bağımsızlığının ön koşulunu hazırlamış ve Türün gibi bir adamın, bir
telefonuyla mahkeme lağvetme olanaklarını ortadan kaldırmakla adalete en büyük hizmeti
yapmış olacaksınız.
Özellikle, Remzi Şirin olayıyla somutlaşan “askeri mahkemelerin bağımlılığı”
örneğinde görüldüğü gibi, adaleti, kendi siyasal amaçlarını gerçekleştirmek için, zulüm ve
baskılarının aracı haline getirmek isteyen yöneticilere gereken dersi vermiş olacaksınız.
Amerikan emperyalizminin Türkiye’deki çıkarları ekonomik olmaktan çok politik,
askeri ve jeopolitik nedenlere dayanmaktadır. Aksi halde Türk ekonomisinin Avrupa ile ilişki
kurmasına kolay kolay katlanılamazdı.
Örneğin: “Amerikalılara verilen arazi 32 milyon metrekareye yaklaşmıştır.” Bu arazi
üzerinde üs ve tesisler bulunmakta, Amerika bu üs ve tesislerinden yararlanarak
Ortadoğu’daki çıkarlarını korumakta ve bunları istihbarat amacıyla kullanmaktadır.
Uzun bir süreden beri ABD, Ortadoğu politikasını İran’a ek olarak Ankara-Atina-Tel
Aviv üçgeni üzerindeki kontrolü ile idare etmektedir. Kıbrıs adasının da bu üçgen içinde
bulunduğunu unutmamalıyız.
ABD, İsrail’deki düzenden daima emin olmuş ve Amerikan Yahudileri’nin Amerikan
politikası üzerindeki büyük etkisi nedeniyle daima İsrail devletini desteklemiştir. Buna
karşılık, Yunanistan’da bağımsızlığı öneren demokratik solun seçim yoluyla iktidara gelme
olasılığının arttığı bir dönemde, CIA’de yetiştirilmiş yerli ajanlarıyla 1967 darbesini
yaptırarak Atina üzerinde egemenliğini sürdürmüş, gerektiğinde yeni düzenlemelerle
çıkarlarının bekçiliğini CIA ajanı Gizikis gibi yerli işbirlikçilere yaptırmayı başarmıştır.
Türkiye’ye gelince, özellikle 1960’tan sonra gelişen düşün akımlarının da etkisiyle tam
bağımsızlık ilkesinden tedirgin olan ABD, istihbarat örgütleriyle CIA arasında daha yakın bir
ilişki kurulmasını başarmıştır. Bu sıkı ilişkiden sonra, toplumun her kesiminde sağın
örgütlenmesi hızlandırılmış ve gerekli legal ve illegal örgütler kurulmuş, tutucu iktidarların da
desteğiyle ABD’nin istediği ortam oluşturulmuştur. Bu dönemde, iktidarı yaşatan tüm
güçlerin yetkili kişileri CIA koordinatörlüğünde yönetilen okullarda indoktrine edilmiş ve bu
kişilerce, ABD’deki okul ve eğitim kurumlarının benzerleri Türkiye’de de kurulmuştur.
“Kontrgerilla Gizli Örgütü” bu kuruluşlardan biridir.
Amerika, yerli maşalarını kullanıp, dolar gücü ve özellikle komünizm tehlikesini
abartarak kitleleri koşullandırmak suretiyle azgelişmiş ve geri bıraktırılmış ülkelerdeki
bağımsızlık akımlarını önlemek yoluyla düzene hakim olmaktadır.
Tüm faşist uğraşlara karşın 14 Ekim 1975 Seçimleri’nin, CHP’nin düzen değişikliğini
içeren demokratik sol görüşlerinin Türk kamuoyunca anlaşıldığını ortaya koyması, Amerikan
emperyalistleri ve onun yerli uşaklarını bir hayli telaşlandırdı. Çünkü, bu oluşum CIA
planlarına uymuyordu.
CIA ajanı David’in yapıtında; yürütülen bir ‘Temizlik Harekatı’ ertesinde seçimlere
gidilmesi önerilmekte ve “Seçimler sonucunda ayaklandırmayı bastırmakla görevli tarafı
tutmakla tanınan veya onlara taraftar olduğu sanılan insanların seçilme şansı daha çoktur.”
denilmektedir (Ecevit’in 12 Mart’a ve 12 Mart sonrası uygulamalara karşı çıktığını
anımsayalım. CIA ilgilisinin Ulusal Kurtuluş Savaşı sonundaki deneylere dayanan bu
görüşünü, Türkiye’deki gelişmenin doğrulamadığını da saptayalım.)
David, devamla:
Seçilen kimseler yararlı değillerse ayaklanmaları bastırmakla görevli taraf yalnız başına
kalır ve böylece halk ile yüz yüze geldiğinde yabancılığını muhafaza eder.
(Kuşkusuz CIA ajanı için, seçilen kimsenin yararlı olup olmamasının ölçüsü Amerikan
emperyalizmine yararlı olup olmaması açısından ölçülür.)
Ayaklanmayı bastırmakla görevli olan taraf kısa bir zaman içinde liderlerin hangilerinin
kendilerine verilen görevleri hakkıyla yerine getirdiğini öğrenecektir. Denemede başarılı
olmayan liderleriyse halkın rızasıyla elemine edecektir…
Galula’nın görüşlerini Türkiye’deki somut sorunlarla karşılaştırınca önümüze çıkan
tablo ilginçtir.
14 Ekim Seçimleri, CIA’nın tahminlerini doğrulamamış, Ecevit iktidara gelmiş,
bağımsız bir politikaya yönelmişti. O halde, Amerikan emperyalizmine göre yararlı bir lider
değildir. ‘Halkın rızasıyla elemine’ edilemeyeceğine göre, başka yollar denenecektir. Önce, af
v.s. gibi sorunlarla Ecevit’in elemine edilmesi, iç muhalefetin etkilenmesi yoluyla denendi.
Başarı kazanılamayınca, dış sorun yaratarak hesabının görülmesi Kissinger-CIA-Yunan
Cuntası işbirliğiyle Kıbrıs’ta denendi.
Emperyalizm bir taşla birkaç kuş vurmak istiyordu:
- Kıbrıs’ta bulunan 16 partinin 9’u solcu, 7’sinin de sosyal demokrat olması nedeniyle
ABD bu partilere dayanan Makarios’tan memnun değildi.
- Kıbrıs’ta darbeyle Amerikan uydusu bir düzen kurulursa, Ortadoğu’daki çıkarlarının
korunmasında ABD’nin yeni olanaklar kazanması kolaylaşacaktı.
- Türkiye, bu oldu-bitti karşısında müdahale edemeyeceğine göre, Ecevit’in prestiji
kırılacak ve iktidar şansını yitirecekti.
- Bu hareket Yunan Cuntası’nın prestijini arttırıp iktidarda kalma şansını çoğaltacağına
göre, uydu ve işbirlikçi Cunta’dan, Amerikan çıkarları açısından daha fazla ödün koparılması
olanaklı hale gelecekti…
CIA’nın bu planı da tam tersi bir sonuç verdi. Hatta denilebilir ki, Amerika’da CIA’ya
karşı oluşan muhalefet sonucu “soruşturma komisyonu” kurularak örgütün eylemlerinin
incelenmesine kadar varan gelişmelerde bu başarısızlık büyük rol oynadı.
Oysa, Ecevit Hükümeti’nin aldığı karar sonucu politik, stratejik ve taktik alanda “baskın
prensibi” uygulanarak Türk Silahlı Kuvvetleri Kıbrıs’a çıkmış, elemine edilmesi düşünülen
Ecevit dünya çapında bir prestij kazanmıştı.
Egemen güçler, bu kez iç politika oyunlarıyla Ecevit’i iktidardan düşürmeyi başardılar.
Amaçları, uzun süreli “hükümet buhranı”nın sonuçlarından yararlanarak zaman kazanmak,
yeni önlemlere girişmekti. Seçimin ne getireceğini bildikleri için, seçimden kaçmaktaydılar.
Anılan egemen güçlerin Amerikan işbirlikçisi olan hainlere dayandığından kimsenin kuşkusu
bulunmamaktadır.
ABD’nin Türkiye’ye yaptığı yardım üzerine ambargo koyması, bugün için Türkiye’nin
şansıdır. Çünkü, bu oluşum bir yandan egemen güçlerin cür’etini azaltırken, bir yandan da
Türkiye’yi haysiyetli ve bağımsız bir politika gütmeye itecektir.
Fakat, önümüzde bir tehlike vardır. Türkiye’nin demokratik güçleri bu tehlikeye karşı
hazırlıklı olmalıdır…
CIA ajanı David kitabında diyor ki:
Bazı mahalli seçimlerde seçilen bütün liderlerden hiçbirinin bir işe yaramaması ve
onlardan daha iyi bir durumda olan başka bir adayın bulunamaması mümkündür. Bu kadarı da
tamamen talihsizliktir. Mahalli olan bu seçimlerde civar komşulardan daha iyi birini getirip,
seçimlerde bir hile yapmaktan başka şey yapılamaz.
Metindeki “mahalli seçimler” deyimi, temizlik harekatı yapılan ülkenin genel
seçimlerini amaçlamaktadır. Önemli olan, CIA’nın önerileri içinde seçimlerde hile
yapılmasının bile bulunmasıdır.
Amerika’nın diğer ülkelerin içişlerine bu ölçüde karışmasının nedenini aramalıyız.
CIA ajanı David’in kitabında, bu sorunun da yanıtı verilmektedir:
Halen dünyanın Batı ve Doğu diye iki kutba ayrıldığı bir zamanda hiçbir ihtilal harbi
tamamen dahili mesele kalamaz.
Gelecekte zuhur edecek olan ihtilal harblerinde Batının direkt veya endirekt bir şekilde
müdahale edeceğini söylemek yerinde olur. Komünistlerin ayaklanma hareketlerini bir tarafa
çekmesiyle Batının ayaklanmaları bastırmakla görevli olan tarafı iltizam etme ihtimali çok
fazladır…
Komünist asiler, komünist blok memleketlerinden otomatik bir yardım alacaklarından
emindirler. Rakiplerinin bir emperyalist ya da emperyalizme müttefik olan bir rakip olması
komünist olmayan asilerin bile komünistlerden yardım görmesi şansını fazlalaştırır.
“İhtilal Harbi” deyimi bizi yanıltmamalı, yazarın kitabının tümü incelendiğinde ulusal
kurtuluş savaşı ve bastırılma çarelerinden söz edildiği görülmektedir. Bilindiği gibi,
Türkiye’yi 12 Mart’a getiren olaylar da eylemli kalkışma (iç savaş) sayılmış ve bu amaçla
kurulmuş legal ve illegal örgütler kullanılmış; özellikle illegal örgüler ST 31-15 Talimnamesi
uyarınca eylemlerini yasalara bağlı olmaksızın sürdürmüşlerdi. Bunun yanında, eylem yapan
bazı grupların “İkinci Kurtuluş Savaşı” yapmak için halk savaşını eylem kılavuzu olarak
benimsediklerini anımsayalım. Aslında, “ulusal kurtuluş savaşı”nın iktidarı ele geçirmek memleketi ikiye bölmek- için yapıldığını yazan Galula, hükümet kuvvetlerinin amaçlarının ise
“iktidarı korumak için hareket etmeleri” olduğunu belirtmektedir.
O halde, dünyanın neresinde olursa olsun, Amerika’nın kendi çıkarlarına uygun düşen
işbirlikçi ve uydu iktidarları korumayı ilke olarak kabul ettiği sonucuna varılabilir.
Bu politikanın sakıncalarının farkına varan ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler
Komisyonu, hazırladığı bir raporda; “Birleşik Amerika’nın Türkiye, Yunanistan, Portekiz ve
İspanya’daki tutucu partileri desteklemekten vazgeçmesini” önermektedir.
ABD, ulusal kurtuluş savaşı veren ülkelerde bu müdahaleyi doğrudan doğruya
yapmaktadır. Örneğin, Vietnam…
Muhalefetin güçlendiği, bağımsızlık ve özgürlük akımlarının geliştiği, sosyal uyanışın
arttığı ve seçim yoluyla solun ve sosyal demokrasinin iktidara gelme olasılığı olan
ülkelerdeyse, müdahale dolaylı yoldan yapılmaktadır.
Böyle bir olasılığı hesaba katan Amerika, daha evvel sömürdüğü ülkelerin yönetici
kadro ve politik örgütlerinin lider düzeyindeki kişilerini uydu ve işbirlikçilerden seçtirmekte
ve güvenlik örgütlerinin de bu amaçla örgütlenmesini de sağlamaktadır. Bu amaçların
gerçekleşmesi için, sayısız örgütleriyle (Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, Amerikan
Haberler Merkezi, Amerikan Sağlık Örgütü, BM Kalkınma Programı, Tarımsal Kalkınma
Programı, Barış Gönüllüleri, CIAP, OPS, BIRD, FFP, MAG, SFI, IDA, IDB, IPPE, CWS,
IPA, OEA, AID…) ülkeyi kontrol etmekte ve yerli istihbarat örgütlerini de kontrolü altına
almaktadır.
İktidarın el değiştirmesini önlemek için özel sorgulama, işkence sabotaj yapma, adam
öldürme yöntemleriyle yetiştirdiği yerli ajanlardan yararlanarak ‘anarşi’yi kışkırtmaktadır.
‘Anarşi’ bahane edilerek de muhalefet tasfiye edilmekte, özgürlükler kısılmakta, bağımsızlık
isteyen demokratik güçler sindirilmekte ve ülkenin yasal düzeni Amerikan çıkarlarına daha
uygun hale getirilmektedir.
Tağmaç’ın, “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” gerekçesiyle anayasa değişikliği
önermesinin kendi fikri olduğunu sananlar aldanırlar. Biliyorsunuz, Tağmaç, makamına
oturduğunda “Amerika ile Türkiye arasında sürtüşme yaratacak sorunların önüne
getirilmemesini” istemişti. Anımsanmalıdır ki, bu gibi tipler, Washington’un isteklerine göre
davranmaktadırlar.
Sömürülen ülkelerin silahlı kuvvetlerine Amerikan sızmasının zengin kanıtları vardır.
Bunların başında Panama’da, Amerikan Üsleri’ndeki Kontrgerilla Okulları’nı yöneten
Southern Command akla gelmektedir.
Bu okullarda kontrgerilla, teknik sorgulama yöntemleri, istihbarat teknikleri, cangıl
savaşı teknikleri gibi kırk değişik kurs verilmekte ve 1940’tan bu yana 30-40 bin Latin
Amerikalı askerin bu okulda eğitim gördüğü yabancı kaynaklara atfen açıklanmaktadır.
Daha da önemlisi:
“1973 Ekim’inde Southern Command’ın Anti Gerilla Okulları’nda eğitim görmüş 170
kişinin, ülkelerinde hükümet başkanlığı, bakanlık, generallik… gibi görevlerde bulunduğu ve
özellikle faşist Şili Cuntası generallerinin bu okulda yetişmiş kişiler olduğunu” da aynı
kaynaklardan öğrenmiş olmamızdır.
ABD, bütün bu girişimleri için belli başlı iki araçtan yararlanmaktadır: Para ve ideoloji.
Burada, öncelikle bir gerçeğe dikkat çekmek isterim: Amerikan üs ve tesislerine ait
ülkemizdeki 32 milyon metrekarelik bu alanı eğer Türkiye “ikili anlaşmalar” yoluyla tam
bağımsızlığını bile yitirmeyi göze alarak Amerika’ya peşkeş çekmek yerine dünyadaki rayiç
üzerinden kiraya verseydi, alacağımız bedel Amerikan yardımının birkaç misli olurdu…
Amerika’nın Türkiye ile yakından ilgilenmesinin nedenlerinden biri de Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin Ortadoğu politikasındaki ve Türkiye jeopolitiğindeki yeri ve durumudur.
Amerika’nın NATO stratejisi içinde Türk Silahlı Kuvvetleri’ni Ortadoğu’daki
çıkarlarını korumak için kullanmayı amaçlamakta olduğunu bugüne kadarki olaylar ve
belgeler kanıtlamıştır. Örneğin, Johnson’un mektubu o dönemde Amerikan yanlısı olmayı
‘yurtseverlik’ sanan aymazların bile ağzını kapatmıştır.
12 Temmuz 1947 tarihli İkili Anlaşma’nın 2. Madde’sindeki, “Yardımın tahsis edilmiş
bulunduğu gayeler uğruna kullanılması” koşulundan güdülen amaç buydu…
Sözü geçen İkili Anlaşma’ya göre; Türk Silahlı Kuvvetleri’ne Amerikan çıkarlarının
Ortadoğu’daki bekçiliğini yaptığı sürece yardım yapılması öngörülmüştü. Oysa Silahlı
Kuvvetler, “milli strateji”nin amaçlarını gerçekleştirmek için bir araç olarak kurulan
örgütlerdir. Kendi ulusal çıkarları için kullanılma olanağı bulunmayan bir gücü ise ‘milli’
saymak olanaksızdır.
Yapılan hesaplara göre, yaklaşık olarak 40 Türk erinin yıllık maliyetinin 1 Amerikan
erinin yıllık maliyetine eşit olduğu saptanmıştır.
Bu formül ABD’de Cheep Soldier (Ucuz Asker) deyimiyle tanımlanmaktadır. Bu
büyük oransızlık nedeniyle ABD, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ‘ucuz paralı asker deposu’
saymış ve kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmayı planlamıştır.
Dünyanın ilk kurtuluş savaşını emperyalizme ve kapitalizme karşı veren Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin 1974’te ve CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit zamanında, ulusal politikanın
gerekleri doğrultusunda Kıbrıs’a başarılı bir çıkarma yapması tüm Amerikan planlarını altüst
etmiştir.
Bunun üzerine, ABD bir yandan Türkiye’ye silah verilmesini yasaklayarak Türkiye’ye
ambargo koymak ve Kıbrıs sorununu uluslararası bir sorun haline getirmek gibi yolları
denerken, öte yandan CIA’nın Türkiye üzerindeki çabalarını yoğunlaştırmıştır. Bu arada
CHP-MSP Koalisyonu’nun bozulması geniş ölçüde ABD’nin işine yaramış, yaratılan
hükümet bunalımından yararlanılarak tüm bağımsızlıkçı güçlere karşı Amerikan yanlısı sağcı
güçlerin yeniden örgütlenmesi sağlanmış; bir kez daha kışkırtılan ‘terör’ olaylarıyla “solun
tasfiyesi” sloganı altında gerçek yurtsever güçlerin ve görüşlerin sindirilip susturulması için
her türlü çareye başvurulmaya başlanmıştır. İşte, bütün bu yollarla Amerika, Türkiye’yi
yeniden ‘hizaya’ getirmeye çalışmaktadır.
Hainlerin ‘millilik’ kılıfı altında ulusal politikaya ve kilit noktalara egemen olmaları,
Türk tarihinde ilk defa görülmemektedir.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Osmanlı İmparatorluğu’nda iki politik görüşün egemen
olduğunun tanığıyız. Bu görüşlerden “Alman Uyduluğu”nu benimseyen İttihat ve Terakki
Fırkası’nın ulusal çıkarlarımıza tamamen ters düşen şuursuz teslimiyet politikasının
İmparatorluğu parçaladığını biliyoruz. O dönemde karşıt politik görüşün ise, “İngiliz
emperyalizminin işbirlikçiliği ve uyduculuğu” politikası olduğu da bilinen bir gerçektir.
Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın Misakı Milli hudutları
içinde tam bağımsızlık ilkesini şiar edinmesinin nedeni, bir bakıma işbirlikçi, uyducu ve
mandacı görüşlere tepki olarak nitelenebilir.
Oysa, özellikle çok partili döneme geçtiğimizden bu yana, Amerikan emperyalizminin
kuyrukçuluğunu benimseyen partiler, iktidarlarını korumak için büyük bir sorumsuzluk ve
aymazlık içinde “tam bağımsızlık” ilkesinden ödün vere vere ülkemizi bağımlı hale
getirmişlerdir.
Son Türk devletinden ve millicilikten söz eden güçlerin uydu politikasının iflası,
böylece 1974’teki “Kıbrıs Çıkarması”nın getirdiği gerçeklerle noktalanmıştır. Olaylar “tam
bağımsızlık” isteyenleri doğrulamış, Amerikan işbirlikçisi hainlerin foyalarını açığa
vurmuştur.
Hıyaneti onlar, yurtseverliği tam bağımsızlık için çaba gösteren bizler temsil ediyoruz.
Hıyanet cephesinin dünün Damat Ferit’leri ve mandacılarının artıklarından oluşması
bundandır. İşte, bu noktada 20 Ocak 1970’te Cumhurbaşkanı Sunay’ı muhatap alan bir açık
mektubumdan söz etmek isterim. Bu mektubun bir yerinde şunları söylemiştim:
Sayın Sunay:
Kişiliğinizi bilenlerden biriyim. Bu kişiliği dile getirirken 1950-1960 döneminde
Genelkurmay sorumlu makamlarında bulunduğunuzu ve bu dönemin sonlarında Genelkurmay
2. Başkanı olduğunuzu saptamamız şarttır. O tarihlerde Genelkurmay Başkanı’nız Rüştü
Erdelhun’du. Ve siz, muhalefet şerhi koymadığınız onun her icraatından sorumlu
bulunuyordunuz. O dönemin aşırı teslimiyeti içinde bu zatın 1958’lerde, İzmir’de Six Ataf
(Amerikan 6. Taktik Hava Kuvvetleri) Karargahı’nda yapılan bir toplantıda Amerikan
generallerine:
“Bu memleket bizim değil, sizindir” dediğini biliyoruz.
İşte böyle bir ortamda tezgahlanan ikili anlaşmalara -ki, bağımsızlığa gölge düşürdüğü
artık belirgindir- bugün karşı çıkmasını bilenler gerçek vatanseverlerdir.
Bizim, 12 Mart’ın zulmüne hedef olmamızın baş etkeni “tam bağımsızlık”tan yana
oluşumuzdur. Bunun kanıtı, sorgulamada kullanılan yöntemler ve sorgulama ekiplerinin
niteliğidir. Çünkü, bir yeraltı örgütü olan Kontrgerilla, Amerikan Kontrgerilla Okulları’nda
(Cinayet okulları deyimi de kullanılmaktadır) eğitilmiş kişiler tarafından ve Amerikan
dolarları ile kurulmuştur. Tağmaç’ın kararıyla uygulamaları Türk ulusuna yönlendirilen bu
örgütün yöntemleri arasında; adam öldürme, sabotaj, işkence ile ‘teknik sorgulama’dan tutun
da, “suçsuz kişileri adi suçlarla suçlamak”ta bulunmaktadır.
Özellikle, suçsuz kişileri suçlu hale getirmek için uygulanan ‘teknik sorgulama
yöntemleri’ ibret vericidir. Usul yasalarına göre, sanıkların hazırlık soruşturması yapılarak
yargı önüne çıkarılması gerekirken, 12 Mart’tan sonra ST 31-15 Talimnamesi uyarınca
“kanuni statü”ye bağlı olmamak kuralı benimsenmiş ve hukuk devleti ilkesi terk edildiği için
Kontrgerilla Gizli Örgütü veya onun denetimi altındaki örgütlerde (MİT, Emniyet) ‘teknik
sorgulama yöntemleri’ kullanılmıştır. Bomba Davası sanıkları da bu tür sorgu prosedüründen
geçirilerek önünüze getirilmişlerdir.
Türk ulusu adına adalet dağıtımı ile yükümlü mahkemenizin yasallık ve yetkilerinin
temeli “hukuk devleti” ilkeleriyle ve yasalarla sınırlıdır. Bu durumda, yukarıda anlatılan
yöntemlerle yapılan ‘hazırlık soruşturması’nın ve buna dayanan tutanakların hukuken geçersiz
olması söz konusudur. Yasalarımızda yeri olmayan yöntemleri uygulayan ve uygulatan kişi ve
örgütlerin Anayasa’yı ihlal suçluları olması gerekmektedir. Bu gerçek, sözü edilen
yöntemlerin kaynaklandığı yerler ve belgeler saptanınca daha iyi anlaşılacaktır.
Genellikle FM 30, FM 31 serisi Amerikan sahra talimnamelerinde (bu serilerin bazıları
ST 30, ST 31 numaralarıyla Türkçeye çevrilmiştir) bu konuda açıklamalar bulunmaktadır.
CIA’nın ayrıntılı ‘teknik sorgulama yöntemleri’ Washington Uluslararası Polis
Akademisi’nde, Panama’daki Amerikan Üsleri’nde bulunan Kontrgerilla Okulları’nda,
Albrook’taki Inter-American Air Force Academy’de ve CIA’nın diğer okullarında az gelişmiş
ülkelerin ilgili personeline öğretilmektedir. Bu öğreti ile güdülen asıl amaç, her türlü yöntemi
kullanmak suretiyle (fiziki, kimyevi, psikolojik işkencelerle) bilgi elde etmek ve ‘temizlik
harekatı’nı sonuca ulaştırmaktır. Ayrıca, Amerikan ordusunun istihbarat okullarında ‘esirlerin
sorgulanması’da öğretilmektedir.
Örneğin, bu tip sorgulama yöntemleri arasında; “yakınlık gösterme, tuzak, baskı ve
kurtarma, gözden düşürme, uyuşturucu madde, kokteyl, hastane, askeri örgüt, hücre”
yöntemleri gibi şekiller bulunmaktadır. Bunların ayrıntılarına girmiyorum.
Teknik sorgulama sorununu ülkemizde ve davamızda somuta indirgemek gerekirse:
1) Faik Türün, Hürriyet’e verdiği demeçte özel sorgulamayı kabul etmiştir. (Türün’ün
tanık olarak dinlenilmesi istemimiz mahkemece kabul edilmemiştir.) Gazetede bu konuda
şunları okuyoruz:
— Kimdir bunları sorguya çekenler hem askeri hem de sivil yöntemlerle?
(Faik Türün) — MİT’ten müşavir olarak geliyorlardı.
— MİT o sırada size bağlı değil mi İstanbul’da?
(Faik Türün) — Gerek 1. Şube’de, gerek Erenköy’de sorguya katılıyorlardı, biz bunlara
“EBU” diyoruz.
— Anlamadım?
(Faik Türün) — EBU, yani (Esas Bilgi Unsurları) gözaltına alınan veya tutuklanan
kimse, ideolojik bir yapı, normal bir polisin sınırlı bir bilgisiyle komünizm ve eylemleri
soruşturması imkansız. Bunlar da katılırlardı sorguya. Bu yüzden, tanınmasınlar diye gözlere
bant konuluyordu.
Faik Türün’ün askeri bilgisinin de yeterli olmadığı anlaşılıyor bu açıklamalarından.
Amerikan FM 30-5 Sahra Talimnamesi’nden çevrilmiş İstihbarat Talimnamesi’nde EBU’nun
tanımlaması yapılmaktadır. Türün, ‘teknik sorgulama timi’ ile EBU’yu birbirine
karıştırmaktadır. Gerçekte EBU’yu, ‘teknik sorgulama timi’nin sorgudan önce, sorguyu
yöneltmek için bilmesi gereken ipuçları olarak nitelemek gerekir. İster öyle olsun ister böyle,
Türün’ün, 644 sayılı yasaya göre sorgulama hakkı bulunmayan MİT’in sorgulara katıldığını
söylemesiyle Hazırlık Soruşturması’nın geçersizliği kendisi tarafından ilan edilmektedir.
Türün, süreli işkence varlığını da kabul etmektedir. Örneğin, dayak atmanın ve
prangaya vurmanın cezaevi talimatlarında yeri olduğunu söyleyip işkencenin varlığını ikrar
ederken, cehaletini de ortaya koymaktadır. Çünkü, bilindiği gibi “demire vurma” Anayasa’ya
aykırı görülerek Anayasa Mahkemesi kararı ile kaldırılmıştır.
Ayrıca, Faik Türün, içki içirmek suretiyle ikrar elde etme, dış alemden tecrit, devamlı
elektrik ışığı altında tutmak, gözleri bantlamak gibi yöntemlerin de uygulandığını, yani
Anayasa suçu işlendiğini de ikrar etmektedir (Prof. Faruk Erem, süreli işkence uygulamasını
Anayasa suçu olarak nitelemektedir).
CIA kaynaklı olan işkencenin, ‘teknik sorgulama ekibi’nin önde gelen yöntemlerinden
biri olduğu belirgindir.
2) Bomba Davası 2. Klasör: 314-315. sırada bulunan MİT yazısı, MİT emri ile
tutuklandığımı ve sorgulandığımı kesinlikle göstermekte ve Türün’ün açıklamaları karşısında
Hazırlık Soruşturması’nın geçersiz olduğunu ortaya koymaktadır. Kaldı ki, bu konuda Askeri
Savcılık, Sıkıyönetim Komutanlığı ve Başbakanlığa vermiş olduğum dilekçelerin hiçbirinin
işleme konulmamasının nedeni, bu makamları işgal eden Çizmeci-Türün ve Talu’nun suçlu
olmasından ileri gelmiştir. Çünkü, işkence yaptıran, yapılan işkenceden haberi olduğu halde
susan bu kişiler suçun iştirakçisidirler…
3) Teknik Sorgulama Ekibi’nin uygulaması Ankara’da da aynen yürütülmüştür. Ankara
Merkez Komutanlığı’nda görevli Ulş. Alb. Orhan Sümer’in dilekçesi bu konuda bize ışık
tutmaktadır. Orhan Sümer, komutanı Tümg. Tevfik Türüng’ün yolsuzluklarını da belirttiği bu
dilekçesinde “teknik sorgulamalarda görevlendirildiğini” beyan etmektedir.
4) Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 26 Haziran 1972 tarih ve ADMÜŞ: 1972/6827/15446 sayılı yazısında da bir sanığın “sorgulama ekibine teslim edildiği” belirtilmektedir.
Görüldüğü gibi, emperyalist sömürünün süresini uzatmak için bir araç olarak kullanılan
işkence, ‘teknik sorgulama ekipleri’nce uygulanmaktadır. CIA’nın koordinatörlüğündeki
çeşitli Amerikan okullarında az gelişmiş ülkelerin bürokrasileri için, ‘teknik sorgulayıcı’ adı
altında işkenceci yetiştirilmektedir. Uzun süreli Amerikan planının bir bölümünü içeren bu
uygulamayla güdülen amaç, gelişmemiş ülke halklarını şartlandırmak, yöneticileri işbirlikçi,
uyducu, hatta satılmışlardan seçmek suretiyle dünya egemenliğini kurmaktır. Oysa ki:
“İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 5. Madde’sinde;
“Hiç kimse işkenceye, zalimane, insanlık dışı, haysiyet kırıcı cezalara ya da işlemlere
tabi tutulamaz” denilmekte ve
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. Maddesi’nde;
“Hiç kimseye işkence ya da zalimane işlem yapılamaz ve hiç kimse insanca olmayan
cezaya çarptırılamaz.” kaydı bulunmaktadır.
“T.C. Anayasası” Madde 14’te ise:
“Kimseye eziyet ve işkence yapılamaz.” hükmü yer almaktadır.
O halde özgürlüğün, insan haysiyetine, bağımsızlığa ve yasa egemenliğine saygı duyan
tüm bireyler ve uluslar için ortak bir sorun söz konusudur. Tüm insanlığı barbarlığa karşı
çıkmaya çağırıyoruz.
Dünün Nazi Almanyası’nın işkence yöntemleri bugün Amerika’da daha da geliştirilmiş
ve azgelişmiş ülkelere ihraç edilmiştir. Azgelişmiş ülke yöneticileri bir yandan ‘demokrasi,
insan hakları ve özgürlük’ten söz ederken bir yandan da kendi ulusuna Amerikan çıkarlarını
korumak için işkence uygulatmaktadır.
Bu hıyanetin boyutları saptanmadan; adam öldürme, sabotaj düzenleme, kışkırtıcılık ve
işkence yapmayı öğrenmiş ve benimsemiş kişilerin kökü kazınmadan, bu amaçlarla kurulmuş
örgütler kapatılmadan ‘haktan, hukuktan, adaletten, hukuk devletinden, özgürlükten,
demokrasiden’ söz etmek olanaksızdır.
Nazi Almanyası yıkıldığında Frankfurt’taki Auschwitz duruşmalarında (6 milyon insanı
kurşunla, tıbbi yöntemlerle, işkence ve gaz ile öldürten ve fırınlarda yaktıran) işkenceciler
hesap vermişlerdi.
Savcı, savaş esirlerini öldüren sanığa soru sormakta ve sanık işkenceci yanıtlamaktadır:
- Biz bir ideolojinin yok edilmesine çalışıyorduk.
- Milletimizin çıkarları için hepsinin öldürülmesi gerektiği durmadan tekrarlanıyordu
bize…
- Sayın Yargıç, düşünmemize engel olunmuştu bir kere, bizim yerimize başkaları
düşünüyordu.”
Bir başka sanık sorgulanmaktadır. Sanık yaptığı işkenceleri asker olmasına ve aldığı
emri uygulamak zorunluluğuna bağlamaktadır.
Savcı yanıt vermektedir:
“Asker değildiniz. Üniformalı bir katiller birliğinin üyesiydiniz.”
Sanık: “Bu emirlere uymakla gizli bir askeri amaca ulaşılacağına inandırmışlardı
bizi…”
“Sayın Yargıç… Ben bu düzenin kurbanlarından biriyim.”
Bir tanık ise şunları söylemektedir:
“Kampları yaratan rejimin nasıl bir toplumdan çıktığını biliyorduk. Kampın düzeni de o
toplum düzeninin bir parçasıydı. Sonuç kaçınılmazdı. Sömürenler bütün güçlerini çekinmeden
kullandılar. Sömürülenler ise her şeylerini verdiler, küllerine kadar...”
Anlaşılan, dünyada sömürü var oldukça işkence devam edecektir. Bu nedenle işkence
‘çağdışı’ değil, ‘çağdaş’tır. Ve işkence, sömürüden kurtulmak isteyen, insan hak ve onuruna
sahip tüm insanlığın ortak sorunu olarak güncelliğini korumaktadır.
Bu açıdan daha önce belirttiğimiz Faik Türün’ün EBU olarak nitelediği ‘teknik
sorgulama ekibi’nin sorgulamaya hangi amaçla katıldığını anımsayalım.
(Faik Türün) — MİT’ten müşavir olarak geliyorlardı.
(Faik Türün) — Gerek 1. Şube’de, gerek Erenköy’de sorguya katılıyorlardı, biz bunlara
“EBU” diyoruz.
(Faik Türün) — EBU, yani (Esas Bilgi Unsurları) gözaltına alınan veya tutuklanan
kimse, ideolojik bir yapı, normal bir polisin sınırlı bir bilgisiyle komünizm ve eylemleri
soruşturması imkansız. Bunlar da katılırlardı sorguya. Bu yüzden, tanınmasınlar diye gözlere
bant konuluyordu.
Şimdi de tekrar CIA ajanı Galula’nın kitabına bakalım.
Asinin politik örgütüne bağlı olan kişilerin tutuklandığını düşünsek bile, bunların
sorgulanmasının amatör kimseler tarafından yapılması gayet tehlikeli ve sonucu etkisizdir.
Bütün bu nedenlerden dolayıdır ki, bu gibi şahısların sorgulanmaları profesyonel kimseler ve
halkın yardımını kazanmaya çalışan personelden ayrı bir örgüt tarafından, gayet dikkatli bir
şekilde yapılmalıdır. Mevcut polis örgütüne itimat edilemiyorsa, sırf bu maksat için yeni bir
polis örgütü yaratılmalıdır.
Dava dosyalarında, gerçekte çoğu Kontrgerilla Gizli Örgütü’nde alınan ifadelerin
altında emniyet ilgililerinin imzası bulunmaktadır. Bu kişilerin itimat edilir kişilerden oluşan
yeni polis örgütüne dahil olup olmadığını saptamak bizim açımızdan elbette olanaksızdır.
Ancak, sırası gelmişken, “Emniyet ifadesi” diye nitelenen ifademin yasadışı örgütlerce
alındığının saptanması için Emniyet ile ilgili bazı tespit taleplerini içeren 8 Haziran 1973
tarihli dilekçemin işlem görmediğini açıklamak isterim.
Bunun yanında Bomba Davası sanıklarından E. Hv. P. Yzb. Salih Zeki Yılmaz ve
Müfettiş Mehmet Çınar Emniyet ifadelerinin sahte olduğunu ve bu hususun masrafları
kendilerine ait olmak üzere İsveç Grafoloji Enstitüsü’nde saptanmasını istemişlerdir. Bu
istemin de işleme konulmadığını ve THKP-C Davası’nda aynı amaçla Güzel Sanatlar
Akademisi’nden alınan bir raporda “Emniyet ifadelerindeki imzaların sahte olduğunun”
belirtildiğini de anımsamalıyız.
Galula’nın kitabıyla Türün’ün açıklamaları arasındaki paralelliği bir rastlantı
sayamayız. Onun kitabı sadece Türün’e rehberlik etmemiştir. Diyebiliriz ki, 12 Mart sonrası
uygulamalarının tümü David’in önerileri doğrultusunda gerçekleştirilmiştir.
David Galula, bir anlamda 12 Mart’ın ideologudur!
Türkiye’nin kaderiyle yakından ilişkili gördüğüm bu savın doğruluğunu saptamak için
bazı örnekler veriyorum:
David kitabında, Ulusal Kurtuluş Savaşları’nın ister “Burjuva Milliyetçi” (kestirme yol)
örneği, isterse “Ortodoks” (komünist) örneği olsun, bir nedeni ortadan kaldırmak olduğunu,
bu yolun ise her zaman olanaklı olmadığını, ülkenin durumuna göre uzun ömürlü nedenler
bulunabileceğini” açıklamakta ve bunları sınıflandırmaktadır:
1) Politik Nedenler:
Çin’de Japon saldırısı ve Mao Tse-Tung’a göre halledilmemiş çelişkiler,
Küba’da Batista Diktatörlüğü,
Monarşi veya Oligarşi.
2) Sosyal Nedenler:
Sınıflar arasındaki çelişki.
3) Ekonomik Nedenler:
Ekonomik sömürü ve yeni sömürgeciliğin varlığı.
4) Irksal Nedenler:
Güney Afrika’daki siyah-beyaz çatışması.
5) Dinsel Nedenler:
Lübnan’da Müslüman-Hristiyan çatışması,
İrlanda’da Katolik-Protestan çatışması.
6) Kültürel Nedenler:
Hindistan’da olduğu gibi.
7) Sun’i Problem:
Tefecilik, toprak dağılımında eşitsizlik…
Bir ülkede isyanı önlemek için halkı kontrol etmek gerektiğini, bu amacın dört çeşit
organla sağlandığını belirten David, bu organları şöyle sıralamaktadır:
1) Politik Kuruluş, eğer bir ülkede:
-Politik muhalefete müsamaha edilmiyorsa,
-Halk terör sistemiyle idare ediliyorsa,
-Halk arasında karşılıklı şüphe varsa,
-Demir perde gerisinde idare ediliyorsa, isyan öncülerinin bu memlekette başarı şansı
olmadığını açıklıyor uzman.
12 Mart sonrasında, TİP’in kapatılması, CHP’yi kapatma amacıyla tertiplere girişilmesi,
ajan ve muhbirlerin arttırılması çabaları, kişi hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması, güvenlik
kuvvetlerinin yetkilerinin arttırılması ve hatta faşist bir düzen getirilmesi çabalarının nedenleri
böylece ortaya çıkmaktadır.
2) İdari Bürokrasi:
Bir memleket günlük olarak, o memleketin ileri gelen politikacılarının kuvvetli olup
olmamasıyla alakası olmayan kendi bürokrasisiyle idare edilir… İsyan hareketleri aşağıdan
yukarıya doğru bir hareket olduğu halde, aşağı kademelerdeki idari boşluk ve beceriksiz bir
bürokrasi asilerin ellerinde oyuncak olmuştur.
Amerikan Kontrgerilla Okulları’nda yetiştirilmiş kişilerin, azgelişmiş ülkelerin yönetim
kadrolarına yerleştirildiğini daha önce görmüştük. Bunun dışında, dış güçlerin ve onların
işbirlikçisi politik kuruluşların kendi adamlarını bürokrasinin her kesimine yerleştirmek için
çeşitli yollar denedikleri de bir gerçektir. Özellikle bu amaçla bütün dünyada legalite içinde
çalışır gözüken illegal örgüt elemanları köşe başlarına yerleştirilerek emperyalizm ve
kapitalizmin iç ve dış ilişkilerinin koordinasyonu kolaylaştırılmaktadır.
3) Polis:
- Polis teşkilatları isyanı bastırmakla görevli ilk teşkilat olduklarından içine hulul
edilmeli ve tarafsız bir hale getirilmelidir.
- Adli sistemin bir ayaklanma hadisesinin fevkalade durumuna hemen tatbik edilmesi
bir ihtiyaçtır.
Kuşkusuz, her düzende polis olacaktır. Burada önemli olan, polisin emperyalist ülkenin
değer yargılarına göre koşullandırması ve bu koşullandırma sonucu kendi ülkesinin halkı
üzerinde bir baskı ve zulüm organı haline getirilmesi çabalarının varlığıdır.
İktidarlarını korumak için bir zamanlar 200 bin kişilik milis gücüne bel bağlayanlar,
bunun çıkar yol olmadığını anlayınca yeni çareler aradılar. AP iktidarı döneminde “Toplum
Polisi”nin kurulması, polis kadrolarının her geçen gün arttırılması ve bu kadroların eğitim için
Amerika’dan yararlanılması gibi çarelerdi bunlar…
Polisle beraber çalıştığı söylenen sağdaki faşist örgütler, hep bu nedenle doğmuştur.
CIA ajanı Galula’nın önerileri arasında bulunan “polis teşkilatının içine hûlûl
edilmelidir” tümcesinin üzerinde durmak bir yurtseverlik görevidir. Amerika’nın polis
örgütümüze ne ölçüde hûlûl etmiş olduğu tüm boyutlarıyla meydandadır. Bu arada diğer gizli
güvenlik örgütlerinin de aynı ölçüler içinde düşünülmesinin zorunluluk haline geldiği
kanısına yaşamımızla varmış bulunuyoruz. Amerika’nın CIA eylemlerinden rahatsız olup özel
tahkikat komisyonları kurduğu bir dönemde, Türkiye’deki CIA’ya dikkat etmek zorundayız.
“Hukuk devleti” ilkeleri içinde görev yapmakla yükümlü organların yasa tanımaz bir tutum
içine girmesindeki tehlikeyi önemsememezlik edemeyiz.
Zulmü yok etme görevinin bugün yapılamaması, yarın da yapılamayacağı anlamına
gelmez. Kimsenin kuşkusu olmasın, bu görev mutlaka yerine getirilecektir. Anımsanmalıdır
ki, Türk ulusu, tarihin her döneminde zulme başkaldırmış, onu alaşağı etmiş bir ulustur.
Galula’nın üzerinde durulması gereken önerilerinden birisi de:
“Adli sistemin bir ayaklanma hadisesinin fevkalade durumuna hemen tatbik edilmesi bir
ihtiyaçtır.” önerisidir.
Bilindiği gibi, normal bir düzen içinde adli sistemin; Emniyet, Savcılık, Mahkeme,
Yargıtay (Merkez Komutanlığı, Askeri Savcılık, Askeri Mahkeme, Askeri Yargıtay)
kademelerinden oluştuğu ve birbirini tamamladığı bir gerçektir.
12 Mart’tan sonraki olağanüstü dönemde, yasalarda ve adli sistemde değişiklik yapıldığı
da bir gerçektir. Örneğin; Anayasa değişiklikleri, 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası, Devlet
Güvenlik Mahkemeleri Yasası, Sıkıyönetim Mahkemeleri’nin Sıkıyönetim kalktıktan sonra da
göreve devam edecekleri hükmünün getirilişi, ulusal yasalardaki değişiklikler; hep bu amaçla
yapılmışlardır.
İnsanlığın yüzyıllar süren mücadelesi sonucu elde edilen hukuksal kazanımlardan geriye
dönüş anlamına gelen bu değişiklikler dahi, yönetimi doyurmamış, özellikle, adli sistemin
“hazırlık soruşturması” yapmakla görevli organları içine ‘gizli örgütler’ katılmış ve bir çok
askeri savcının bu örgütlerle birlikte çalışması sağlanmıştır. Askeri yargıçların özlük işleri
yürütmeye bırakılmak suretiyle Askeri Mahkemeler de etki altına alınmaya çalışılmış ve
uygulamaya konulmuştur.
Bu amaçla yararlanılan legal ve illegal örgüt yöneticilerinin Amerika’da eğitim görmüş
olması yanında, Sunay ve Tağmaç’ın uygulamaya yeşil ışık yakması, tutucu politik güçlerin
işine geldiği için sessiz kalmaları ve nihayet sıkıyönetim komutanlarının sınırsız yetkileri bu
sonuca ulaşmayı kolaylaştırmıştır.
Açıkladığım etkenler nedeniyle 12 Mart sonrası uygulamadaki adli sistem şöyle bir hale
gelmiştir:
a) Kontrgerilla Gizli Örgütü: Bu gizli örgütün denetim ve koordinatörlüğünde; MİT,
Merkez Komutanlığı, Komando Birliği Karargahları, Emniyet Örgütü.
b) Asayiş Birliği: Sanıklar Kontrgerilla veya sorgulandıkları diğer yerlerden sonra ilk
önce bu birliğe getirilmekte, genellikle Askeri Savcılığa çıkarılıncaya kadar burada
tutulmaktadırlar. İşkenceden dönen sanıklar üzerinde baskıyı, korku ve endişeyi sürdürmek
için Asayiş Birliği’nde sanıklar hücrede tutulmakta ve yasalar uygulanmamaktadır. Sanıklar
Askeri Savcılığa götürülürken, yılmaları için özel önlemler alınmakta ve baskının bir devamı
olarak ifade verilirken Asayiş Birliği’ndeki görevliler sorgu odasında tutulmakta, böylece
hazırlık soruşturmasının gizliliği ihlal edilmektedir. Örneğin, Askeri Savcılık’ta ifadem
alınırken P. Üstğm. Fikret Üstündağ ve coplu iki er başımda beklemiştir.
(Selimiye’de Türün vahşetinin bir delili olarak duran bu izbe hücreleri, işkence yoktur
diyenlerin gezmelerini tavsiye ederim.)
c) Askeri Savcılık: Uygulamada görülmüştür ki, askeri savcılar çoğunlukla Kontrgerilla
Gizli Örgütü ile beraber çalışmışlardır. “Emniyet ifadesi” denilen ifadeyi reddeden sanıklar
ikinci kez işkenceye götürülmüşlerdir. Örneğin, Bomba Davası’ndan üç kişi; Nuri Yazıcı,
Abdülvahip Mutlugün, M. Erkan Mete ikinci kez Kontrgerilla’da işkenceye gönderilmişlerdir.
d) Askeri Ceza ve Tutukevleri: Çoğunlukla sanıklar ilk önce hücrelere veya hücreler
kadar kötü koğuşlara konulmuşlardır. Daha sonra üst koğuşlara alınmakla beraber, tutuklulara
“Ceza ve Tutukevleri Talimatı”nın uygulanmasından ısrarla kaçınılmıştır.
Örneğin, bütün başvurularıma karşın, tutuklu kaldığım 23 aylık sürenin 22 ayında 353
sayılı yasanın 91. Maddesi hiçe sayılmış, avukatımla görüşmelerim dinlenmiş ve savunmamla
ilgili bütün belgeler kontrol edilmiştir.
Ceza ve Tutukevi yetkilileri, içerdeki ajanlara ve kendileriyle beraber çalışmak için
kandırdıkları kişilere Kontrgerilla Örgütü ve Askeri Savcılık’tan aldığı talimatla, hapishane
içinde kışkırtıcılık yaptırmış, ajanları aracılığıyla avukat-sanık görüşmelerinin dinlenmesi
suretiyle elde edilen istihbaratı ilgili yerlere ulaştırmıştır.
Esir kamplarında dahi havalandırma zorunluluğu varken, Tutukevi’nde kaldığım 687
günün -hücrede yasadışı tutulduğum dönemde günde 20 dakika havalandırmaya çıkarılmam
hariç- geriye kalan 657 gün hiç havalandırmaya çıkartılmadım ve güneşten yoksun bırakıldım.
24 saat elektrik ışığı altında tutuldum. Bu gerçekten bir vahşetti.
1963’te de Mamak Askeri Ceza ve Tutukevi’nde yatmış bir kişi olarak, 10 yıl aradan
sonra, yasa tanımaz bu uygulamayı yadırgamıştım. Ama, Amerika’dan aktarılan ST 31-15
Talimnamesi ortadadır. Bu Talimname’ye göre; isyan bastıran taraf kendisini “kanuni
statü”ye bağlı saymaz. ‘Gayri nizami kuvvetlere karşı harekette bulunan her askeri şahıs bir
istihbarat ajanıdır.’ Ve de, ‘Gayri nizami kuvvet ile ilgili her türlü bilgi ne derece manasız
olursa olsun, haber verilir.’ Bu esaslara göre, sanık-avukat görüşmesi yasalara aykırı olarak
dinlenebilir.
CIA ajanı Galula da söz konusu kitabında aynı yolu önermektedir:
Diğer bir sorun da, ayaklanmaları bastırmakla görevli olan tarafın personelini rütbe ve
kapasitesi ne olursa olsun, nasıl etkili bir ajan yapabileceğidir.
Açıklamalarımdan kesinlikle anlaşıldığı gibi, 12 Mart sonrası dönemde faşist bir düzen
getirmek isteyenler, adli sistemi kendi amaçları doğrultusunda kullanmak için yasalarda
değişiklik yapmakla yetinmeksizin, uygulamada da yasa dışına çıkmışlar ve Talimname
maddelerini kendilerine rehber edinmişlerdir. Bu davanın askeri savcıları olan Nevzat
Çizmeci ve Süleyman Takkeci’nin bir tek konuda dahi, yasal görevleri olan “öz olayı
araştırma” ve “sanık lehine de delil toplamak” yükümlülüğünü yerine getirmedikleri,
‘temizlik harekatı’ kurallarına uydukları açıktır.
Görüldüğü gibi, adli sistemin çok önemli bir bölümünü içeren, sıkıyönetim komutanları
hiyerarşisi içindeki; Kontrgerilla Gizli Örgütü (MİT, Emniyet), Asayiş Birliği, Askeri
Savcılık, Askeri Ceza ve Tutukevi zinciri içinde oluşturulan “hazırlık soruşturması” her yönü
ile “hukuk devleti” ilkesine ve yasalarımıza uyulmadan yürütülmüştür, geçersizdir.
Gerçekte önemli olan, bu geçersizliğin saptanması da değildir. Saptanması gereken,
yasaları çiğneyenlerin bu uygulamadaki sorumluluklarının boyutlarıdır. Bu yapılmadan bir
düzenin varlığından söz etmek güçtür. “Geçmişten ders almayanlar, onu bir daha yaşamaya
mahkumdurlar.”
e) Askeri Mahkemeler:
Adli sistemin en önemli bir kesimini oluşturan askeri mahkemelerin bağımlılığı
hakkındaki bilimsel görüşleri belirterek, askeri yargıyı daha da bağımlı kılmak için yürütülen
çabalardan söz etmiş ve askeri yargıyı bu durumdan kurtarmak için 353 ve 357 sayılı Askeri
Hakimler Kanunu’nun Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesi gerektiği hakkındaki kanımı
açıklamıştım.
Şimdi de bir isyan hareketinde isyanı bastıran tarafın adaleti etkilemeyi ilke olarak
kabul ettiğini ve müdahalelerin bu anlayışı benimseyenlerce doğal karşılandığını belgesel
olarak açıklamak isterim.
Hukuk bilimcileri “Hukuk devleti”ni tanımlarken onu, “yasaların mutlak egemen
olduğu ve bağımsız mahkemelerde yargıçların son sözü söylediği devlet” olarak
nitelemektedirler.
Oysa, başlangıçta 30 gün olan, yasanın iptalinden sonra 15 güne indirilen gözaltı süresi,
tam bir keyfilik içinde, gizli örgütlerin daha önce bilinen ölçülerle fişlediği kişilerden öç
almak için bir çeşit fiili tutuklamaya dönüştürülerek kullanılmıştır.
Hukuk devletinde tutuklanma ve salıverilme kararlarını yargıçlar verir.
Dosyadaki belgeden anlaşıldığı gibi, ben, yargıç kararıyla değil, MİT emriyle
tutuklanmış bulunuyorum.
Çünkü: ‘Gayri nizami kuvvetlere karşı harekat’ yürütenlerin ilkesi “Kanuni Statü”ye
bağlı bulunmamaktır. Nitekim, ST 31-15 Talimnamesi’nde “tutuklama ve salıverilme”
politikası da verilmektedir.
Gayri nizami kuvvet liderleri ve mensupları hakkında dosya tutulmalı ve bunlara
dikkatle incelenmelidir.
(40 bin devlet memurunun MİT tarafından fişlendiği, Ecevit iktidarı döneminde
açıklanmıştır.)
…Faaliyetlerini göz altında bulundurmak ve temas ettikleri kimselerin kimliklerini
öğrenmek için bazı hallerde tutuklanmaları geciktirilebilir. Bu şahısları espiyon olarak
hizmete alıp gayri nizami kuvvet, örgüt ve haberleşme sistemi hakkında kıymetli bilgi elde
etmek mümkündür.
Bundan başka aynı Talimname’de: “Gayri nizami kuvvet mensuplarından;
kendiliğinden teslim olanların, ihanette bulunanların, tutum ve inancını değiştirenlerin
tutukluluk süresinin geçmiş olması ve delalet ve ihanet için yapılmış vaitler yerine
getirilmesi” önerilmekte ve ele geçirilen gayri nizami kuvvet mensuplarıyla ilgili olarak ta
“tutuklu bulunmalarında lüzum vardır ve bu hal uzunca bir süre devam edebilir… Zamanla
işbirliği yapmak yolunda bir arzu gösterenler, güven telkin ettikleri takdirde şeref sözüyle
serbest bırakılabilirler” denmektedir.
Galula’nın kitabında da “tutuklama politikası” önerileri aynı doğrultudadır.
- Az şüphe cezbeden grupları devamlı surette tutuklamak,
- Onların ifşaatına göre asinin politik hücre örgütü mensuplarını tutuklamak.
Talimname’de ve David’in önerilerinde açıkça görüldüğü gibi, bir isyan (eylemli
kalkışma-ulusal kurtuluş savaşı) hareketini bastıran taraf, isyancıların (çete) tutuklanması ve
salıverilmesi yetkisini de kendinde bulundurmaktadır. “Hukuk devleti” ilkesiyle bu anlayışı
bağdaştırmak olanaksız olduğuna göre, uygulama nasıl olacaktır?
Bu sorunun tek yanıtı, askeri mahkemeleri bağımlı kılmaktır.
Hukuk otoriteleri, yargıçların özlük işleri yürütme organında bulunan, yürütme organı
kararıyla kurulan ve lağvedilen mahkemeleri bağımlı saymaktadır. Askeri mahkemelerin 12
Mart’tan sonra bu yolla bağımlı hale getirildiği, Askeri Yargıtay Başkanı tarafından da
eleştirilerek açıklanmıştır.
Örneğin, İstanbul Kontrgerilla Gizli Örgütü; 15 Ağustos 1972’ye kadar Genelkurmay
Başkanlığı’na bağlı olduğunu söylemiş, bu tarihten sonra ise İstanbul Sıkıyönetim
Komutanlığı’na bağlı olduğunu açıklamıştır. Yani, 15 Ağustos 1972’ye kadar Tağmaç
hiyerarşisini kabul etmiş, o tarihten sonraki Gürler hiyerarşisini benimsemediği için Türün
hiyerarşisine girmiştir. Oysa, normal olarak Genelkurmay’ın hiyerarşisinde bulunması
gereken bu örgüt, savaşta görev yapmak için kurulmuştur. (STK) Tağmaç-Türün ikilisinin
politik amaçlarını gerçekleştirmek için yasadışı olarak sahneye çıkarılan Kontrgerilla Örgütü,
Sıkıyönetim Komutanlığı’nın yetkilerini kullanarak, MİT’in fişlediği kişileri kışkırtıcı
ajanlarla kışkırtarak suçlu duruma düşürmeye çalışmış veya ‘teknik sorgulama’ -işkenceyöntemleriyle Talimname’de yazıldığı gibi suçsuz kişileri adi suçlarla suçlamıştır. Suçlanan
kişilerin ikinci durağı Askeri Savcılık’tır. Askeri Savcılık, sıkıyönetim komutanının
hiyerarşisi içindedir. O halde, sıkıyönetim komutanının emrini yerine getirmek zorundadır.
Esasen, Bomba Davası uygulamasında da görüldüğü gibi, Sıkıyönetim Komutanı Türün
gönlünün istediği kişi hakkında soruşturma açtırmakta, istemediğini soruşturma dışı
bırakmaktadır. Ayrıca, belgeden açıkça anlaşılacağı gibi, Başsavcı Selahattin Fırat, Türün’ün
önerisine itibar etmeksizin ‘gizli örgüt’ün listesini soruşturma istemiyle bildirmekte, Türün ise
olduğu gibi onaylamaktadır.
Bu duruma göre, hiyerarşi içinde bulunan askeri savcıların görevi, sıkıyönetim
komutanını soruşturma açılması veya tutuklama istemini yerine getirmekten ibarettir.
Askeri Savcı Nevzat Çizmeci, Bomba Davası’nı Kontrgerilla’nın hazırladığı tertip
senaryosu halinde mahkeme önüne getirmek için; davanın çatısını oluşturan kişilerin
ifadelerini ne olur ne olmaz diye almamış ve Emniyet (Kontrgerilla) ifadelerini doğrulatmakla
yetinmiştir. Bu suretle 353 sayılı yasanın 83. Maddesi’ni de açıkça çiğnemiştir.
Kontrgerilla Gizli Örgütü’nde işkence altında suçlanan sanık, esasen ifadesini
değiştirirse tekrar işkenceye döndürüleceği yolunda tehdit edilmektedir.
Bu prosedür içinde sıkıyönetim komutanlığıyla beraber çalışan “Gizli Örgüt”, sanığı
sıkıyönetim hiyerarşisi içinde bulunan askeri savcıya göndermekte ve askeri savcı, Gizli
Örgüt’ün önerisi ve komutanın emri doğrultusunda ifade alıp, üçüncü kademe olarak sanığı
Tutuklama Mahkemesi’ne göndermektedir. Burası, ifadelere göre karar verdiğinden, sanığın
tutuklanması bu şekilde sağlanmaktadır.
ST 31-15 Talimnamesi’ne göre; tutuklanan kişi, Kontrgerilla Gizli Örgütü’nün kararına
göre bazı hallerde salıverilecektir. Pratikte bu sonuca iki şekilde ulaşılabilir:
- Yargıçlarla Gizli Örgüt arasında anlaşma,
- Gizli Örgüt ile sıkıyönetim komutanı arasındaki ilişkinin, sıkıyönetim komutanının
baskısı olarak yargıçlara yansıması.
Bu ikinci tarzın çok somut bir örneği, bilindiği gibi, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı
Türün’ün baskısına boyun eğmeyen 1 No’lu Mahkeme’nin lağvıdır. Yargıçlar, Türün’ün
emirleri doğrultusunda karar vermedikleri için, bir hafta içinde mahkemeleri kapatılmış ve
hemen başka görevlere atanmışlardır.
Bu durumun, askeri yargının kararlarına gölge düşürdüğü hukuk otoritelerince
belirtilmiş ve istendiği zaman lağvedilen ve yargıçları başka göreve atanabilen mahkemelerin
bağımsız olamayacağı dile getirilmiştir.
Galula da kitabında bu hususta ilginç önerilerde bulunmaktadır:
- Hiçbir hareket tamamen siyasi veya tamamen askeri olamaz. Çünkü bu her iki
harekatın da genel durumunu ya daha iyi veya daha kötüye çevirebilecek psikolojik tesirler
vardır. Mesela:
- Bir hakimin tövbekar olmamış bir asiyi zamanından evvel serbest bırakmasının
tesirleri kısa bir zaman içinde polis, memur ve askerler tarafından hissedilecektir.
- İhtilal harplerinde (ulusal kurtuluş savaşlarında) hemen her şey anormal cereyan eder.
Ayaklanmaları bastırmakla görevli olan taraf harbi bir an evvel bitirmek isterse, normal
zamanlarda tatbik edilebilecek olan bazı kanuni telakkileri ihtilal harplerinde nazari itibara
almamalıdır.
- Asinin ajanlarından tövbekar olanlar ve ayaklanmaları bastırmakla görevli olanların
harekatına mani olmayanlar hemen serbest bırakılmalı, fakat nadim (pişman) veya tövbekar
(doğru yola dönmüş) olmayanlar cezalandırılmalıdır.
12 Mart’tan sonraki yasadışı dönem ST 31-15 Talimnamesi ve Galula’nın önerileri
doğrultusunda, o dönemde yönetimi elinde tutan kişiler tarafından alınan karar sonucu;
“kanuni statüye bağlı bulunmamak” veya “kanuni telakkileri nazari itibara almamak”
suretiyle uygulamaya konulmuştur. Daha sonra, sorumlu kişiler kendi anlayışlarına göre
uygulamaya yasa görünüm vermek için, barış döneminde ‘savaş hali’nin varlığını kabul
ettirmek yolunda girişimlerde bulunmuşlardır. ‘Savaş Hali’nin varlığını kabul ettirmek
suretiyle bir yandan yasa dışı 12 Mart sonrası uygulamasının kendi yorumlarına göre
yasallaştırılması sağlanacak, bir yandan da Anayasa’ya göre seçimler ertelenebilecek ve
arzuladıkları faşist düzen kurulacaktı. Yurt içinde demokrasiye sahip çıkan güçlerin çabaları
ve Avrupa Konseyi’nin, Türkiye’nin bu kuruluşta üyeliğini koruyabilmesi için genel
seçimlerin yapılmasını ön koşul olarak ileri sürmesi bu tehlikeli girişimleri önledi.
Aslında, Anayasa ve yasalar karşısında hiçbir değeri bulunmayan bir Talimname’yi
rehber almak “hukuk devleti”nde kimsenin ne hakkı ne de haddidir! Kaldı ki, savaş halinde
esirlere uygulanacak kurallar (12 Mart’tan sonra gözaltına alınanlara Kontrgerilla Gizli
Örgütü’nde esir oldukları söylenmiştir.) 12 Ağustos 1949’da Cenevre Sözleşmesi ile
saptanmış ve sözleşme Türkiye adına Rana Turhan tarafından imzalanmış ve daha sonra 6020
ve 1953 sayılı yasayla onanmıştır.
Sırası gelmişken şu hususu da belirtelim ki, eğer bizler yabancı güçler elinde esir
olsaydık daha vicdani, daha ahlaki ve daha kanuni muamele görürdük. Çünkü, adı geçen
sözleşme ve kanunlar işkence ve her türlü haysiyet kırıcı tutumu yasakladığı gibi, 44. Madde
ise:
“Harp esiri olan subaylara mümasillerine, rütbe ve yaşlarına göre gösterilmesi gereken
hürmetle muamele edilecektir.” hükmünü getirmiştir. (Hazırlık soruşturması dosyasına
bakınız.)
O halde, bu vahşet nasıl sürdürülmüştür?
ST 27-10 Kara Harp Talimnamesi’ni kendilerine göre yorumlayan sorumlular, 12
Mart’tan önceki ve sonraki eylemcileri, gözaltına alınanları ‘gayri nizami kuvvetin yer altı
unsuru’ olarak kabul etmişler ve bu kişilere karşı “kanuni statüye bağlı olmamak” kuralını
uygulamışlardır.
Şu halde meşruiyetini “hukuk devleti” ilkesinden alan ve yasaları uygulamakla yükümlü
olan askeri mahkemeler, düzene egemen olmuş sözü geçen ‘kaba kuvvet’ karşısında nasıl bir
tavır alacaklardır?
Yargıç, ya bu kuvvete boyun eğecek ya da direnecektir. Direnirse, mahkemenin lağvı ve
yargıcının atanması yürütmenin elinde olduğuna göre, Hak. Alb. Remzi Şirin’in akıbetine
maruz kalması kaçınılmaz olacaktır.
Bu noktada, duruşmalarda geçen bir olayı anlatmadan geçemeyeceğim: Mahkeme
önündeki sorgum esnasında, sayın duruşma yargıcı ifademi tutanak katibine doğrudan dikte
ettirmeme izin vermişti. Ben söylüyordum, tutanak katibi sözlerimi aynen daktilo ediyordu. O
gün, aniden İstanbul’daki Gizli Örgüt’ün şeflerinden birinin adını açıklayıverdim! “Kel”
lakabıyla bilinen bu şahsı ordudan tanıyordum. Amerika’da özel eğitim görmüş kişilerden
biriydi.
Erenköy’deki yasadışı Kontrgerilla Örgütü’nde gözlerim bağlı olarak yapılan işkence
sırasında, kendisini sesinden tanımıştım. Ayrıca, bir gün gözlerim bantsızken tesadüfen
tuvalette görmüştüm onu… Bu adı açıklayınca, Sayın Yargıçlar Kurulu’nun yüz ifadeleri
birden değişti. Tam cümlemi yazdırmayı bitirmiştim ki, duruşma yargıcı Hak. Alb. Metin
Demirkaya sözümü kesti. Adı geçenden “Kel” diye söz etmememi ve tutanağa bu şekilde
geçirtmememi çeşitli nedenler göstererek rica etti. Ben direndim. Duruşma yargıcı ricasında
ısrar etti. Sonunda tartışmanın uzamaması için ve duruşma yargıcına saygımdan ötürü ricasını
kabul ettim. “Kel” sözcüğünün istenilirse tutanaklardan çıkarılabileceğini bildirdim. Bunun
üzerine duruşma yargıcı tutanak katibine dönerek:
“O kelimeyi tutanaktan çıkarın” dedi.
“Zaten o kelimeyi yazmamıştım, yazmadan cümleyi tutanağa geçirmiştim” diye karşılık
verdi yargıca (Duruşma Tutanakları; sayfa: 32).
Oysa, daha önceki oturumlarda İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün’ün
işkencelerle olan ilişkisini açıklamış ve bu şekilde tutanaklara geçirtmiştim. Bağlı
bulundukları Komutan’dan bu şekilde söz etmem her ne kadar yargıçları rahatsız etmişse de,
bu sözlerin tutanaklara geçmesine fazla itirazları olmamış ve tutanaklardan çıkarılması için
ısrar edilmemişti (Duruşma Tutanakları; sayfa:16). Ayrıca, tutanak katibi de yargıçlardan
habersiz olarak, kendiliğinden Komutan’ın sıfatlarını tutanağa yazmamazlık etmemişti.
Demek ki, Gizli Örgüt’ün dehşetengiz işkenceci şefini, yalnız yargıçlar değil tutanak katibi de
yakından tanıyordu. Kanımca, belki kendi başlarına da bir çorap örer diye endişe ediyorlardı.
Aynı nedenle yargıçlar “kel” sözcüğünün tutanaklardan çıkarılmasında direniyorlar, tutanak
katibi ise, mahkemenin kararına aykırı olarak, sarfettiğim sözcüğü korkudan ve kendiliğinden
tutanaklara geçirmiyordu!
Demek ki, “Kel” lakabıyla anılan işkencecibaşı yargıçlar ve tutanak katipleri üzerinde
Sıkıyönetim Komutanı Org. Türün’den daha çok psikolojik etki ve endişe yaratıyordu. Nasıl
endişe etmesinler ki, bu Gizli Örgüt’ün şefleri dilerlerse Genelkurmay Başkanı’nı, Kuvvet
Komutanları’nı, yüksek rütbeli subayları bile tertiplerine kurban edebiliyorlar; masum kişilere
yaptıkları işkencelerle onları suçlayabilecek ve sanık sandalyesine oturtabilecek gerçek dışı
beyanlar alabiliyorlardı. Ve bu beyanları gerektiğinde kendilerine de doğrulatabiliyorlardı. Bu
durumda, MİT’in tutuklanmasını ve mahkum edilmesini önceden istediği kişileri, bunlar
suçsuz olsalar bile mahkemeler tutuklatmaktan ve mahkum etmekten kaçınabilirler miydi?
Büyük bir olasılıkla, elbette ki hayır… Bu durumda, tutuklama mahkemelerinin ve yargıçların
kararlarının hukuka uygun olduğu ne dereceye kadar söylenebilirdi?
Yasalarda yapılan değişikliklerle askeri mahkemeleri bağımlı kılarak, Yargıtay’ı kendi
baskı ve zulümlerinin aracı olarak kullanmak isteyen politik liderlerin yanı sıra, bunların
bürokrasi içindeki taraftarları ve politik örgütleri de hala yerinde durmaktadır. Daha da
önemlisi, askeri mahkemeleri bağımlı kılan mevzuatın yürürlükte olmasıdır.
Bu durumda, Emniyet’ten Askeri Yargıtay’a kadar bir bütün olarak uygulamaya
konulan 12 Mart sonrası olağanüstü dönemin adli sisteminin; askeri mahkemelere kadar olan
kademesinin doğrudan doğruya, askeri mahkemelerin ise yargıçların özlük işlerinin yürütme
elinde olması nedeniyle dolaylı olarak yürütmenin baskısı altında olduğunu iddia etmek,
doğruyu dile getirmektir.
Oysa, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 10. Maddesi’nde:
Herkes, haklarının, yükümlülüklerinin ya da kendisine karşı cezai nitelikte bir isnadın
saptanmasında tam bir eşitlikle, davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından
adaletle ve açık olarak görülmesi hakkına sahiptir.
denilmektedir.
Tutuklu olduğum sürece salıverilme isteminde bulunmadım. Çünkü, uygulamayı
biliyordum. Ayrıca, bilindiği gibi MİT emri ile tutuklanmıştım. Onun için sabırla bekledim.
Delillerin okunması evresine geldiğimizde, 7 Mayıs 1974 tarihli duruşmada söz alarak, MİT’i
dava dosyasında bulunan benimle ilgili Tutuklama Emri’ndeki savlarını kanıtlamaya
çağırdım. (Bu konuda söylediklerim tam anlamı ile duruşma tutanağına geçmediği halde, bir
bölümüne bir gazetede yer verildi.) (Duruşma Tutanakları; sayfa:541).
MİT, ‘anarşinin planlayıcısı’ olduğum yolundaki savını bugüne kadar
kanıtlayamamıştır. O halde, neden kanıtlayamayacağı bir savı ortaya koyarak 23 ay tutuklu
kalmama yol açmıştır? “kanuni statü”ye bağlı olmamayı ilke olarak benimseyen bozuk bir
düzende, yurttaşların her türlü güvenceden yoksun olması doğaldır da ondan…
Buraya kadar özetle, bir ülkede halkı kontrol eden kuruluşların:
1- Politik kuruluş,
2- İdari bürokrasi,
3- Polis örgütü,
olduğunu Galula’nın verileriyle birlikte bu kurumların ülkemizdeki durumunu açıklamış
ve polis ile yargı arasındaki ilişkilerin niteliğini anlatmış bulunuyorum.
Amerika’ya göre, ulusal kurtuluş savaşlarını önlemede en etkili organ ise:
4- Silahlı Kuvvetler”dir.
Bu konuyu “gayri nizami kuvvetlere karşı harekat” adlı bölümde yeterince eleştirdim.
Dünyanın ilk Kurtuluş Savaşı’nı vermiş olan Türk Silahlı Kuvvetleri, “tam bağımsızlık”
ilkesinden yana olduğunu Kıbrıs Çıkarması ile bir kez daha göstermiştir. Türk ulusunun özü
olan bu kutsal gücü ucuz asker deposu olarak görüp kendi çıkarlarının bekçiliğinde kullanmak
isteyen Amerika’ya gereken ders verilmiştir.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin küçük bir kesiminin 12 Mart uygulamalarında görev aldığı
bir gerçektir.
Bu yanılgının önde gelen nedeni, Sunay-Tağmaç-Türün-Süer ve ekiplerinin
benimsedikleri Amerikancı görüş ve bu doğrultuda yasa tanımaz bir tutum içinde hiyerarşiyi
zorba bir güç haline getirmeleridir.
Bunun yanında, Amerikan emperyalizminin uzun süreli propaganda ve örgütlenmesinin
bunda etkisi olduğu gibi, Amerikan kaynaklarından beslenen istihbarat örgütlerinin ilgilileri
yanıltması da önemli etkenler arasındadır.
Yanılgı ne olursa olsun, nereden gelirse gelsin, boyutları saptanıp sorumlulara gereken
dersin verilmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Filipin diktatörü Marcos’un bile “sıkıyönetim mahkemelerinde çoğalan dosyaların
Silahlı Kuvvetler ile halk ilişkilerini olumsuz yönde etkilediği gerekçesiyle sivil mahkemelere
devredilmesi” algılamasına vardığı bir dönemde, bu zorunluluk küçümsenemez ve
savsaklanamaz.
27 Mayıs’ta el ele olan “ordu ve gençlik”in nasıl olup da 12 Mart’ta karşı karşıya
getirildiğinin kökenlerine inmeden, demografik istatistiklere göre nüfusun yüzde 42’sinin
genç olduğu ülkemizde ‘gençlik sorunları’nı baskıyla çözmeye kalkmanın sosyal bilimlere
ters düştüğünü belirtmemiz gerekir.
Emperyalizm ile ‘anarşi, kışkırtıcı ajan, tutucu politik güçler, güvenlik ve istihbarat
güçleri, sağ örgütler’ arasındaki dış ve iç etkilerle kurulmuş ilişkilerin aydınlığa
kavuşturulması, demokratik ve devrimci güçlerin önlerindeki ilk görevdir.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 27 Mayıs’ın şerefine sahip çıktığı ve bu amaçla “bayram”
yaptığı bir günde, 27 Mayısçılar hapishanelerde zulüm altında inlerken, 27 Mayıs
düşmanlarının sözcülerinin 27 Mayıs’ı bir ihanet, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ise bu ihanetin
ortağı olarak göstermeleri, aynı zamanda gizli örgütlerin avukatlığını yapmaya kalkışmaları;
Türkiye’de kimlerin kimlerle işbirliği halinde hangi noktaya geldiğini belgelemesi
bakımından ilginçtir. Bir gazetede yayınlanan 12 Mart ve 27 Mayıs’la ilgili yazının bir
bölümünü aşağıya çıkarıyorum:
Yakın tarihimizde; Balkan Harbi mağlubiyeti, Sevr Muahedesi’nin imzası, 27 Mayıs
Darbesi gibi Milli Kara Günler; tarihimizde, siyasi bünyemizde yaralar ve izler bırakmıştır.
27 Mayıs hıyanetinin beyinlerde bıraktığı tortuyu terazinin gözüne koyup tartmadan 12
Mart’ın önemi anlaşılamaz.
12 Mart Muhtırası’nın rejime en büyük hizmeti; Silahlı Kuvvetler’in hıyaneti anlamış,
27 Mayıs ve 12 Mart öncesi oynanan oyunlarla koydukları teşhislerin yanlış olduğunu idrak
etmiş olmasıdır.
Bu anlayışın iktidara egemen olduğu bir dönemde 27 Mayısçılar’dan öç alınması
doğaldır. 12 Mart’ın Türk ulusuna, Sunay-Tağmaç-Türün üçlüsüyle simgelenen bir hıyanet
eylemi olduğunu daha bugünden anlayan çok kimse bulunmaktadır.
‘Terör’ün emperyalistlerin sömürülerini devam ettirmek için başvurdukları bir araç
olduğunu açıklamıştım. Amerika, bu amacın gerçekleştirilmesi için, “Washington Uluslararası
Polis Akademisi”nde, Panama’da bulunan üslerindeki “Southern Command-Güney
Komutanlığı”na bağlı Kontrgerilla Okulları’nda, Albrook Hava Üssü’deki “Inter-American
Air Force Academy”de, CIA’nın çeşitli okullarında az gelişmiş ülkeler bürokrasisinin önde
gelen kişilerini eğitmekte ve indoktrine edildikten sonra ülkelerine göndermektedir. Bu
kişiler, benzeri okulları ve açık-gizli örgütleri kendi memleketlerinde kurmakta, çalıştırmakta
ve toplumu ideolojik bir şartlanma içinde savaşa itmek suretiyle milli birlik ve beraberliğini
bozmakta, kurtuluş savaşlarını, hatta bağımsızlık özlemlerini önlemektedir. Bu yolla
toplumun her kesimi kontrol altına alınmakta, halkta kuşku ve huzursuzluk yaratılmakta ve
gerektiğinde ‘anarşi’den yararlanılarak politik muhalefet tasfiye edilmekte ve yasalar
toplumun sosyal uyanışını önleyecek şekilde değiştirilmektedir.
Hiç kuşku duyulmasın ki, bu örgütlenmenin finansmanı CIA tarafından ABD
dolarlarıyla sağlanmaktadır.
12 Mart’tan önce ve özellikle sonra, kışkırtıcı örgütlerin kışkırtıcı ajanları tarafından
yaratılan ‘anarşi’den de aynı amaçla yararlanılmıştır. 12 Mart’tan sonra, düzene egemen olan
kişiler ve güçler, kuşkusuz bilinçli olarak bu oyunun içinde bulunuyorlardı. Fakat büyük
çoğunluk, oynanan oyunun farkında olmadan bu tertibin aleti oldular.
Örneğin:
-Fransa’da 1972’de 322 banka soyulmuş ve soygun esnasında 14 bankacı
öldürülmüştür.
-İtalya’da 1963-1973 arasındaki on yıl içinde 320 iş adamı kaçırılmış ve bunlardan
kurtarılan 312 iş adamı için 350 milyon lira fidye ödenmiştir.
-Arjantin’de 1973’te 166 kişi kaçırılmış ve 252 milyon lira fidye ödenmiştir.
-Bir başka haberden; İtalya’da, 1973’te 70 kadar kaçırılma olayının polise bildirildiğini
öğreniyoruz.
Görüldüğü gibi, bu tip olaylar dünyanın her yerinde olmakta, demokratik düzen içinde,
sistemde büyük dalgalanmalar yaratmadan, olağan yargı organlarıyla suçluların
cezalandırılması yoluna gidilmektedir.
Bizde ise, ‘gizli örgüt’lerin yarattıkları ‘anarşi’ her seferinde abartılarak toplum
yanıltılmış, baskı önlemleri her geçen gün arttırılarak Sıkıyönetim’in süresi uzatılmış,
Anayasa ve yasa değişiklikleriyle özgürlükler kısılmıştır. Daha da önemlisi, bir çete harbinin
varlığı kabul edilerek “Karşı Çete Gizli Örgütü” (Kontrgerilla) sahneye çıkarılmış ve ST 3115 Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekat Talimnamesi’ndeki “yasalara bağlı olmamak”
kuralı uygulanarak “hukuk devleti” ilkesi alt üst edilmiştir.
Galula, kitabında bu operasyonu ‘temizlik harekatı’ olarak tanımlamaktadır. Bunun
yanında “ulusal kurtuluş savaşları”nı önlemek için önerilerde bulunmaktadır. Bu önerilerle 12
Mart sonrası uygulamaları arasındaki paralellik açıktır.
Ulusal kurtuluş savaşı, soğuk ve sıcak olarak ikiye ayrılmaktadır. “Soğuk savaş”
döneminde kurtuluş savaşçıları legalitenin olanaklarından yararlanmaktadır. Sıcak dönemde
ise illegal faaliyetin başlaması söz konusudur.
Galula, kitabında;
İlk dönemde hareketin liderlerin denetiminde bulunması nedeniyle liderlerin arasına
sızmak veya tutuklamak, mahkemelerde mahkum etmek, örgütlerini ve yayın organlarını
kapatarak isyanın başlangıçta önlenebileceğini
belirtmekte ve devamla,
Böyle bir metodun tatbik edilmesi totaliter memleketlerde kolaydır. Fakat demokrasiyle
idare edilen memleketlerde yapılması gayet güçtür
yargısına varmaktadır.
Görünüşte ‘hür dünya’nın öncülüğünü yapmak savındaki Amerika’nın, sömürdüğü
ülkelerdeki demokratik gelişmeleri önleyerek totaliter yönetimler kurmasının nedeni bu
anlayışta yatmaktadır.
O halde, mevcut sömürü düzenine karşı çıkan; bağımsızlık, özgürlük ve kurtuluş isteyen
lider ve örgütleri etkisiz bırakmanın yolları aranacaktır. Bu yolların başta geleni; “yürütmenin
güçlendirilmesi”, ikincisi ise “demokratik yasal statü”nün ortadan kaldırılmasıdır. Bu amaçla,
“soğuk savaş”ı sıcağa dönüştürmek için ‘kışkırtıcılık’ ve ‘terör’den yararlanılmakta, ülke
içindeki demokratik kamuoyu suskunluğa ve yansızlığa itilmekte, baskı yasaları
çıkarılmaktadır.
Böyle bir girişimde ilk engel, muhalefet partileridir. Genellikle, ABD, sömürüsünü
sürdürmek için ‘Filipin Tipi Demokrasi’ istemekte, sosyalist ve sosyal demokrat partilerden
hoşlanmamaktadır. Çünkü, bu partiler toplumun Amerikan çıkarları açısından şartlanmasına
engel oldukları gibi, emekçi halk kitlelerinin kendi haklarına sahip çıkmasını da
istemektedirler. Oysa, emekçilerin haklarına sahip çıktığı bir ülkede sömürü olanakları
kalmamaktadır.
Galula, “Siyasi muhalefetin müsaade edildiği bazı memleketlerde, ayaklanma
faaliyetleri kanuni ve rahat manada gelişebilir.” diyor. O halde, yapılacak iş basittir. Siyasi
muhalefet ortadan kaldırılmalıdır. Ve bu amaçla yasalar değiştirilmelidir, bu iş hızla
yapılmalıdır… Galula, “Asinin politik örgütü yok edilmelidir.” önerisinde bulunmaktadır.
Doğal olarak, demokratik bir ülkede bu çapta bir uygulama ortamı ve kamuoyu
oluşturmayı gerektirir. Bu sırada ‘kışkırtıcılar’a önemli ‘görevler’ düşer. Basit olaylar
abartılır. Sibel Erkan olayı gibi… ‘Kaçırma olayları’ planları ve bir taşla iki kuş vurulur…
Hazırlanan ortamda hem yasa değişiklikleri sağlanabilir hem de yürütmenin yasadışına
kayma olanakları arttırılır.
Nitekim, Galula şunları yazmaktadır:
Yasa değişikliklerinin yavaş yapılması nedeniyle isyanı bastırmakla görevli olan taraf,
yasa hudutlarının ötesinde hareket etmeye girişebilir. Bu zamanda isyanı bastırmakla görevli
olan taraf, normal usul ve kaidelerini değiştirmek zorunda kalacaktır. (…) Tehlikeye karşı
yeni adli sistemlerin kabul edilmesi, idari mekanizmanın kuvvetlendirilmesi, polis ve silahlı
kuvvetlerin takviye edilmesiyle herhangi bir ayaklanma girişimin cesaretini kırar.
Sorunu somuta indirgemek gerekirse, 12 Mart’tan sonra;
- Anayasa değişiklikleri,
- Adli sistemdeki değişiklikler (usul yasalarındaki değişiklikler, Askeri Yargı’nın
bağımlılaştırılması, Sıkıyönetim Mahkemeleri’nin Sıkıyönetim’den sonra da görevlerine
devam etmeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri gibi…),
- Türkiye İşçi Partisi (TİP)’in kapatılması,
- Birçok dernek ve yayın organının kapatılması,
Galula’nın önerilerine uymaktadır.
ABD emperyalizminin sosyalist ve sosyal demokrat partileri kendi çıkarları açısından
zararlı sayması yanında, sorunun bir de ideolojik niteliği söz konusudur.
Emperyalistlerin az gelişmiş ülkeleri faşizme itmelerinin nedeni, bu ideolojik güçten
yararlanmak içindir.
Faşizm ise, sosyalist ve sosyal demokrat partilere karşı olup her ikisini aynı potada
görmektedir. O halde, böyle bir ‘temizlik harekatı’nın son hedefi, her iki partinin de
kapatılmasıdır.
Nitekim, adı geçen partilerin kapatılması için Nazi Almanyası’nda Reichstag
Yangını’ndan yararlanılmıştır. Bu yangının uydurma sanıklarının duruşması yapılmakta ve
Goebbels tanık olarak dinlenilmektedir:
Biz Komünist Partisi’ni Reichstag yangınının kışkırtıcısı olarak suçladığımız zaman,
Komünist Partisi’nden Sosyal Demokrat Parti’ye giden aralıksız çizgi açıkça belirtilmiştir.
Alman hayatının son dört yılının da doğruladığı üzere, biz burjuvazinin düşündüğü gibi
Sosyal Demokrat Parti ile Komünist Parti arasında temel farklılıklar olduğu fikrini
paylaşmıyoruz. Bizim için bu iki parti arasında tek fark taktik ve düzenlilik açısındandır,
yoksa prensip ve temel tutumlarda ayrılık yoktur. Bu durumda, fikir kışkırtıcıları ve belki de
Reichstag Yangını’nın gerçek kundakçıları olarak, genel anlamda Marksizmi ve onun en
kesin şeklini -komünizmi- suçlayınca, doğal olarak önümüze milli bir görev, Komünist
Partisi’ni ve Sosyal Demokrat Partisi’ni yıkmak, yeryüzünden silmek sorunu çıkmaktadır.
Bu anlayışla Ankara Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde açılan davaların iddianamelerinde
CHP suçlanmış ve bilindiği gibi, Genel Başkan İsmet İnönü askeri savcılara yanıt vermişti.
Bomba Davası Dosyasında ve İddianamesi’nde de, CHP, “düzen değişikliği”, “ortanın solu”,
“altı ok ilkesi” ve Bülent Ecevit’in ustalıkla suçlanması bir rastlantı sayılamaz.
Sabotaj Davası nedeniyle gözaltına alınan Av. Osman Kiper’den Kontrgerilla Gizli
Örgütü’nce alınıp saklanan ifadede, “Ecevit’ten para alarak gemi batırdığı” şeklinde
suçlamalar bulunması da bu amaçla yapılan bir hazırlıktı.
Ecevit iktidarına CIA’nın tahammül etmemesi de aynı anlayıştan kaynaklanmaktadır.
Günümüzde bile, CHP’yi anarşi ve fikir kışkırtıcılığıyla suçlayanların anlayışı bu
faşizan görüşten kaynaklanmaktadır.
Galula, “Amerikan Komünist Partisi’ne FBI tarafından o kadar sızılmıştır ki, Parti
zararsız hale getirilmiş gibidir.” demektedir.
O halde, CIA ve FBI, dolayısıyla bu örgütlerle beraber çalışan mahalli benzeri
örgütlerin önde gelen taktiği, istenmeyen partilerin içine sızarak onları etkisiz hale
getirmektir.
İstenmeyen siyasal parti örgütlerine sokulan kışkırtıcı ajanlar partide hizipler
yaratmakta, liderler arasına nifak sokmak suretiyle partinin parçalanması için çaba
göstermekte ve gerektiğinde partinin kapatılması için partiyi suçlu duruma sokmaya
çalışmakla görevlendirilmektedir.
Galula: “Tarih müşkülat içinde çabalayan siyasi hareketlerin kurulduğundan hemen
sonra liderlerin anlaşamaması yüzünden ve hareketin parçalara ayrılması sebebiyle dağılma
hadiseleriyle doludur.” demekte ve bu gibi durumlarda hareketin içine “ajanlarla sızılmasını”
önermektedir.
Az gelişmiş ve geri bıraktırılmış ülkelerdeki sosyal uyanışı önlemek için “ajan” ve
“sayın muhbir vatandaş”lara büyük görevler düşmektedir.
Ajanların yetiştirilmesinde ve kullanılmasında emperyalistlerin kullandıkları yöntemleri
kalın çizgileriyle açıkladım. Muhbirler ise, genellikle çıkarları emperyalizmle bütünleşmiş
egemen güçlerden, “beresizler”den ve diğer sağ örgütlerden sağlanmaktadır.
Daha yaygın haber alma gereksinimi duyulduğunda para vaat edilerek bireyler
ihbarcılığa itilmektedir.
Eleştirimizin bu noktasında yüzyıllarca önce yasama, yürütme ve yargıdan oluşan
iktidar güçlerinin tek kişide veya organda toplanmasının zulme kaynak olduğu gerekçesiyle
“kuvvetler ayrılığı” ilkesini getiren Montesqıeu, ünlü yapıtında: “Bugün bizim çok takdire
değer bir kanunumuz var. Buna göre, Kral, her mahkemeye, adına suçlar izlemeye memur bir
yargıç tayin ediyor. Öyle ki, bu sayede biz de jurnalcilik bilinmez olmuştur.” diyor.
Jurnalciliğin bir toplumu ahlaki çöküntüye götürdüğü biline biline onu teşvik edip
emperyalistlerin çıkarlarına hizmet için toplumu ihbarcılığa iten işbirlikçiler, hıyanetlerinin
hesabını bir gün mutlaka vereceklerdir.
Buraya kadar emperyalistlerin pazarlarını korumak için az gelişmiş ülkelerde, özellikle
düzeni koruyan ve yaşatan güçler (politik kuruluş, idari bürokrasi, polis ve silahlı kuvvetler)
üzerinde kontrol sağlamak amacıyla sürdürdükleri çabaları açıklamaya çalıştım. Bu uğraşın
sadece bu örgütler üzerinde sürdürüldüğü sanılmamalıdır. Ulusal kurtuluş savaşlarını önlemek
için kurulan legal ve illegal örgütler, doğal müttefikleri olan egemen sınıfların örgütleri ve
diğer kurumlarıyla da çok yakın ilişkide bulunmamaktadırlar. Bu ilişki doğrudan doğruya
dışarıdan düzenlendiği gibi, az gelişmiş ülkelerde kurulmuş sayısız emperyalist kurum ve
örgütler tarafından da geliştirilmektedir.
Örneğin: “Ecevit’i iktidardan düşürmek için, CIA tarafından sürdürülen çabaları
yöneten kişilerden birinin uluslararası bir kolalı meşrubat firmasının Türkiye temsilciliğine
CIA tarafından getirilmesi” gibi.
FM 31-15 Counter Guerrilla Operations (Kontrgerilla Harekatı) adlı Amerikan
Talimnamesi uyarınca, bağımsızlık hareketlerinin önlenmesi faaliyetlerinin, az gelişmiş
ülkenin ACC (Bölge Kontrol Komitesi) tarafından, Amerikan AID temsilcileri, istihbarat
ajanları ve müşavirlerinin de işbirliğiyle sivil-asker karması bir organizasyonla yürütüldüğü
belirtmiştim.
Anılan Amerikan Sahra Talimnamesi’nde; ACC (Bölge Kontrol Merkezi)’yi yerel
duruma uyacak şekilde örgütlemede aşağıdaki kuruluşların da bulunması ve (CMAC) SivilAsker Danışma Kurulu’nun kurulması da önerilmektedir.
Böyle bir örgütlenme içinde bulunması gereken kişilerin:
-Vali,
-Polis Şefi,
-Üniversite Rektörü veya Okul Müdürleri ve Milli Eğitim Müdürü,
-Dini İnançların Üst Düzey temsilcileri (Müftü, Papaz, Hahambaşı vs.),
-Hakimler ve Diğer Yargı Temsilcileri,
-İşçi Örgütlerinin Başkanı veya Başbakanları,
-Etkili basın ve Yayın Organları,
-Ticaret, Sanayi Odaları veya Diğer Ticari İlişkilerin Temsilcileri,
-Diğer Önemli Personel,
olduğu da Talimname’de belirtilmektedir.
Belgesel açıklamalarımız, Amerikan emperyalizminin pazarlarını yitirmemek için
gerçekten geniş cepheli bir örgütlenmeye girdiğini göstermektedir.
Bu derecede geniş bir organizasyonu gerçekleştirmede CIA dolarları başta gelen etken
olmakla birlikte, daha etkili bir silah bulunmuştur: “ideoloji”. Bu amaçla, “komünizmle
mücadele” adı altında örgütlenilmekte ve bu yoldan değer yargıları, Amerikan çıkarlarına
göre saptırılan azgelişmiş ülke halklarının uyanması geciktirilmektedir. Bağımsızlık, özgürlük
savaşlarını ve demokratik gelişmeleri önlemek için tüm yurtseverlere “komünist” damgası
vurulmaktadır.
40 bin memurumuzun MİT tarafından fişlendiği ülkemizde bu durumun biraz da olsa
aydınlatılmasında yarar görüyorum.
1917’deki Rus Devrimi’nden sonra ABD Cumhurbaşkanı Wilson’un ünlü 14 maddelik
ilkelerinin 6. maddesi Rusya ile ilgiliydi. Bu maddede, “İşgal edilmiş bütün Rus topraklarının
boşaltılması ve Rusya’nın kendi kendisini istediği gibi yönetmesi yolunda tedbirler alınması”
öneriliyordu.
Bu tarihten sonraki dönemde, Amerika’nın “1929 Ekonomik Krizi” ve New Deal planı,
Rusya’nın ise sistemi oturtma girişimleri ve NEP (Yeni Ekonomi Politikası)’in uygulanması
gibi sorunlarla ilgilendiklerini görüyoruz. İç sorunların ağır bastığı bu evrede, kapitalizm ile
sosyalizm arasındaki temel çelişki henüz somut örneklerle sahneye çıkmamıştı. Buna karşın
aynı dönemde, dünyada faşizmin yayılmasının gerek kapitalizm ve gerekse sosyalizm için
tehlikeli bir hal alması, Kapitalist Blok ile Sovyetler’i İkinci Dünya Savaşı’nda ittifaka itti. Bu
savaştan sonra durum değişmiş, savaşın galipleri olarak kapitalist dünyanın lideri ABD ile
Sovyetler’in çıkarları çatışmaya başlamıştı. “Üçüncü Dünya”nın paylaşılması, süper
devletlerin önündeki sorun olarak görünüyordu. Kapitalist Blok’un mutlak liderliğini ele
geçiren ABD’nin “yeni-sömürgecilik” uygulamalarıyla az gelişmiş ülkelere el attığını,
emperyalist emellerinin gereği olan bağlantıları kurduğunu ve çıkarlarını korumak için üs ve
tesislerini bu evrede yaydığını görüyoruz. “Atom Tekeli”nin ABD’de olmasının sağladığı
prestije, az gelişmiş ülkelerden ‘yardım’ bahanesiyle bağımsızlıklarına gölge düşüren ödünler
de bu dönemde koparıldı. Bu suretle, hem ekonominin savaş döneminden barış dönemine
geçişi kolaylaştırıldı hem de emperyalizmin karakteri olan yayılma sağlandığı gibi, pazarların
elde tutulması için gerekli üs ve tesisler kuruldu.
Fakat, Mao’nun başarı kazanıp “Çin Halk Cumhuriyeti”ni kurması sonucu
emperyalistlerin yüksek cirolu Asya pazarını yitirmeleri, daha da önemlisi, Mao’nun ulusal
kurtuluş savaşı yöntemlerinin diğer az gelişmiş ülkelerce benimsenmesi ve nihayet ABD’nin
atom tekelini yitirmesi karşısında; ABD bir yandan sıcak müdahale girişimleriyle komünizmi
önlemeye çalışırken (Kore ve Vietnam’daki gibi), bir yandan da kamuoyunu komünizmle
mücadeleye hazırlamak girişimlerini sürdürdü. Mc Carthy’nin bu dönemde ortaya çıktığını
görüyoruz.
Gerçekte, İkinci Dünya Savaşı’nda kârları alabildiğine artmış tekeller, savaş ekonomisi
dönemindeki kârlarını sürdürmek için, devlet mekanizmasını ele geçirmek istiyorlardı. Bu
amacın gerçekleşmesi için Wisconsin senatörü Joseph Mc Carthy sermayenin sözcüsü olarak
öne sürdü. Mc Carthy, her yerde “Amerika elden gidiyor. Amerika büyük bir komployla karşı
karşıya. Bütün yönetim mekanizmasını komünistler ele geçirmiş, en önemli devlet
dairelerinin kilit noktalarında komünistler, sol sempatizanlar var. Ve bir takım yüksek
mevkilerdeki kişiler bunları koruyor.” diye bağırıyor, yaratılan korku, kuşku ve ihbar dalgası
içinde histeriye itilen toplumda casusluk suçlamaları ve davaları birbirini izliyordu.
Mc Carthy’izm dev sermaye çevrelerinin, dev tröstlerin yaşaması, savaşa bağlı bir
ekonominin iç ve dış çelişkilerinin yarattığı bir akımdı.
Kore Savaşı’nın bu dönemde olması da elbet rastlantı değildi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkan Amerikan kamuoyu şartlandırılarak savaş psikozu
içine çekiliyor, savaş gereksiniminde olan devleşmiş kapitalist sistemin gerekleri yerine
getiriliyordu. Bürokraside istenilen ayıklama yapılıyor, tekelci gruplardan Morgan Dışişleri
Bakanlığı’nda, Rockefeller Pentagon ve Genelkurmay’da etken duruma geliyordu.
Bu ortamda “Algerhiss”, “Rosenberg’ler”, “Oppenheimer” davaları sahnelendi. Adalet
tarihinde önemli bir yer tutan bu davalardan, Mc Carthy’izmin bir aracı olarak yararlanıldı.
1950-1954 yıllarını kapsayan bir dönemde, özellikle 1953 yılında Mc Carthy’izm en
güçlü konuma gelmiş, amaçlarına ulaşmış bulunmaktadır. Aynı dönemde Başkan olan
Eisenhower, sorunu yaygınlaştırmak için “Eisenhower Doktrini”ni ortaya atmaktadır.
Mc Carthy Soruşturma Komisyonu diye bir komisyon bu dönemde engizisyon
mahkemesi gibi herkesi titretmektedir. Komisyon yüzlerce önemli kişiyi sorguya çekmekte ve
komünist olup olmadıklarını tespite çalışmaktadır.
Özellikle aydınlar, bilginler, devlet adamları üzerindeki baskı öyle yoğundur ki,
Einstein Soruşturma Komisyonu’na çağrılan bir dostuna şu mektubu yazmıştır:
Bu ülkenin aydınlarının karşı karşıya bırakıldıkları sorun gerçekten önemlidir. Gerici
politikacılar, bir dış tehlike umacısı yaratarak bütün ülke aydınlarını zan altında
bırakmışlardır. Şimdi öğretim özgürlüğünü kısıtlamaya ve işlerine gelmeyen her kişiyi işinden
atmaya çabalamaktadırlar. Bu duruma karşı ne yapılabilir? Açıkça söylemek gerekirse,
“Gandi” biçimi devrimci bir karşı koyuştan, yani onlarla işbirliği yapmayı reddetmekten
yanayım. Soruşturma komitelerinden herhangi birine çağrılan bir aydın sorguyu
reddetmelidir. Tutuklanmayı, mesleğinden olmayı, maddi iflası, kısa dönem için göze almayı,
böylece ülkenin kültürel yıkımının önüne geçmelidir. Yeteri kadar aydın bu direnişi
gerçekleştirebilirlerse başarıya ulaşır. Aksi halde, bu ülkenin aydınları kölelikten başka bir
şeye layık değildir.
Amerika’da, ordunun ve parlamentonun uyanıklığı, Mc Carthy’cilik biçiminde ortaya
çıkan faşizmden ve herkesi asılsız iddialarla; ‘komünistlikle’, ‘komünizme yardımcı olmakla’,
‘casuslukla’ suçlayan; ülkede can ve mal güvenliği bırakmayan totaliter ve keyfi bir
diktatörlük rejimi altında yaşamaktan kurtarmış oldu.
Fakat, bir süre sonra Amerika, kendi çıkarların korumak amacıyla Mc Carthy’ciliği ve
faşizm yöntemlerini daha da geliştirerek uyanmakta olan müttefiki az gelişmiş ülkelere ihraç
etti.
Hindiçini’de (Vietnam’da, Kore’de) faşizm ihracıyla emperyalizme karşı az gelişmiş
ülke halklarının uyanışını ve ulusal kurtuluş savaşı vermesinin önüne geçecek faşist
yöntemleri iktidara taşımanın ilk denemelerini yaptı.
Özellikle, Küba’da 1959’da Fidel Castro ve arkadaşlarının Batista Diktatörlüğü’nü
devirmesi, devirdikten sonra da -alışılmışın aksine- Amerika’yı doğal bir müttefik
saymayarak Amerikan emperyalizmini ülkeden dışarı atması; hele Küba devriminin Latin
Amerika’ya sıçraması ve örnek olması, Amerikan emperyalizmini son derece tedirgin etti.
ABD, emperyalizme karşı uyanan ve bilinçlenen az gelişmiş ülkelerdeki çıkarlarını,
pazarlarını ve sömürüsünü sürdürmek ve dünya egemenliğini koruyabilmek için, kendisine
karşı tavır alan yurtsever akımları tasfiye edecek yönetimleri iktidara getirebilmek amacıyla
Mc Carthy’ciliği daha da geliştirdi.
Bu gelişim süreci temelde şöyle oldu.
1954’te Florida Eyaleti’nin Orlando kentinde Av. Alan Grant önderliğinde bir komite
kuruldu. “Orlando Komitesi”nin hazırladığı bir raporu Beyaz Saray’a göndermesiyle başlayan
bu yeni girişim “Hürriyet Akademisi”nin kurulmasıyla sonuçlandı.
Orlando Komitesi Raporunda, az gelişmiş ülkeler hedef alınarak sözüm ona komünist
tehlikesi anlatılıyor ve demokrasinin korunması için önerilerde bulunuluyordu. Örneğin, “İşçi
liderlerinden politikacılara kadar hür dünyanın bütün temsilcilerine komünist strateji ve
taktiğini öğretecek milli bir akademinin kurulması isteniyor ve akademinin kadın erkek her
vatandaşa komünizmin yıkıcı taktiklerini yenmesi, kuvvetli hür toplumların kurulmasını
öğretmesi ve bu girişimin özel teşebbüsçe finanse edilmesiyle Washington Federal
Hükümeti’nce desteklenmesi” isteniyordu.
“Orlando Komitesi Raporu”, çalışmaların iki ayrı yönde ve düzeyde olmasını da
öneriyor; demokratik yöntemlere ve komünist taktiklerine ait bilginin derinleştirilmesi yoluyla
iki yıl içinde Hükümet memurlarını yetiştirecek, diğeri Birleşik Amerika’nın ve dış dünyanın
işçi liderlerine, ziraat teknisyenlerine ve öğretmenlerine yıkıcı komünist faaliyetlere karşı
demokrasiyi savunmanın usulleri hakkında kısa fakat esaslı bilgi verilecekti.
Öneri, ancak 1959’da milletvekili S. Sydney Herlong tarafından Temsilciler Meclisi’ne
kanun tasarısı olarak sunulabildi. Çeşitli örgütlerce ve Senato tarafından da desteklenen
“Hürriyet Akademisi Kanun Tasarısı”, 31 Ağustos 1960’ta Senato’da kabul edildi.
Kanımızca, ABD-Rusya ilişkilerini olumsuz yönde etkilemesini önlemek için
başlangıçta belirli bir gelişme göstermeyen önerinin daha sonra yasalaşmasına, Küba’da
Castro’nun Batista Diktatörlüğü’nü devirmesi etken oldu. Bu olayın Amerikan kamuoyunu
büyük ölçüde etkilemiş olduğunu daha sonraki girişimler de göstermiştir.
Bu dönemde, Başsavcı, Robert F. Kennedy’nin dünya gezisi sonucu verdiği raporda
tehlikenin büyüklüğünü belirtmesi de girişimlerin hızını arttırmış olabilir.
Eugen H. Methvin bu konuda şunları söylemektedir:
Robert F. Kennedy’nin raporu AID’yi harekete geçirmiş ve Washington’da Uluslararası
Polis Akademisi açılmıştır. Bu Akademi, bugün, yabancı memleket polislerine kızıl tedhiş ve
ayaklanmalarla yerinde nasıl baş edileceğini öğretmektedir.
Türkiye Sanayi Odaları, Ticaret Odaları ve Ticaret Borsaları’nca Ankara’da 1965’te
yayınlanan “Komünist Darbeler ve Karşı Tedbirler” adlı kitabın 91. sayfasında yer alan ve
tarafımızdan altı kalın çizgilerle çizilen bu bölüm, daha önce yaptığımız eleştiriyle yakından
ilgilidir.
Bu suretle, AID’nin görevleri arasında ‘Komünizmle Mücadele’nin de yer aldığını ve
bununla Washington Uluslararası Polis Akademisi arasındaki ilişkiyi bir başka kaynaktan da
öğrenmiş bulunuyoruz.
Bütün dünyaya ahtapot gibi kol atmış olan AID’nin az gelişmiş ülkelerin polis şefleriyle
yakın ilişkide bulunması, Washington’da eğitime gönderilecek polis yetkililerini seçmesi,
Uluslararası Polis Akademisi’nde öğretilen; işkence, sessiz adam öldürme, kışkırtıcılık ve
sabotaj yöntemlerinin az gelişmiş ülkeler içinde amaca yönelik olarak organize ve
koordinasyonu, işkence araçlarının sağlanması, sağ’ın Amerikan emperyalizminin istekleri
doğrultusunda örgütlenmesi, ulusal kurtuluş hareketleri ve bağımsızlık isteklerini bastırmak
için kurulmuş bir gizli örgüt olan Kontrgerilla’nın faaliyetlerinde görev alması ve nihayet
sanayi kuruluşları, tarım, madencilik, ormancılık, eğitim ve bilimsel araştırma görünümünde;
bir yandan stratejik istihbarat yaparken, diğer yanda sömürülen ülkenin ekonomik
potansiyelini saptadığını daha önce belirtmiştik.
Amerika’nın, geliştirilmiş Mc Carthy’ciliği ve faşizmi az gelişmiş ülkelere ihraç etmek
için kurduğu ve kullandığı özel örgütler, şimdiye kadar açıkladıklarımızla sınırlı değildir.
Aynı dönemde, yalnız ABD’de değil, Latin Amerika’da, Asya’da, ABD’nin denetimi
altındaki bütün az gelişmiş ülkelerde aynı amaçla ve Amerikan sermayesiyle daha pek çok
kuruluş oluşturulmuş veya mevcut kuruluşlar etki altına alınmıştır.
Amerika’ya çağrılan her yabancının beynini yıkayarak, Amerika’nın çıkarlarıyla
bağdaşmayan her olayı komünistlikle suçlatan korkunç bir mekanizma geliştirilmiştir.
Bu amaçla az gelişmiş ülkelerin politik kadrolarından, bürokrasisinden, işveren ve
işçilerinden, öğretmen ve öğrencilerden, silahlı kuvvetlerinden seçilmiş kişiler Amerika’ya
çağrılıp özel eğitim merkezlerinde, gerektiğinde Mc Carhy’ci faşist bir yönetimi iktidara
getirecek yöntemler uygulayacak bir biçimde eğitilmişlerdir.
Ülkelerine dönen bu eğitim görmüş, daha doğrusu beyinleri yıkanmış kişiler, Amerika
veya başka ülkelerde Amerika tarafından kurulmuş merkez veya okullarda öğrendikleri
yöntemleri uygulamaya koymaktadırlar. Buna karşılık da ABD yardım fonlarından önemli
paralar almaktadırlar. Örneğin, ABD’nin Panama kıyılarında kurduğu Escuela De Las
Americas adlı okulda eğitim gören Latin Amerikalı subaylar, ülkelerine döndüklerinde en
azından maaşlarının arttığını görürler. Ayda 135 dolar alan bir subayın maaşı, Panama’daki
eğitimden sonra otomatik olarak 893 dolara yükseltilir.
Buraya kadar ABD’nin az gelişmiş ülkelere ihraç ettiği faşizmden söz ettik.
Peki, faşizm nedir?..
Her politik sistem gibi faşizmin de pek çok yönü vardır. Biz, burada faşizmi her yönüyle
ele alacak, ayrıntılarına ve derinliklerine inecek değiliz.
Bizi ilgilendiren, faşist yöntemlerle sorgulanmış kişiler olarak faşizmin yargı alanındaki
tutumu ve ilkeleridir. Jones J. Walter, The Nazi Concept of Law-Nazi Anlayışı’nda Hukuk
adlı kitabında Nazilerin hukuk anlayışını anlatırken;
Nazilere göre hukuk bir araçtır, kendisinin bir değeri yoktur. Bu nedenle hukuka saygı
da burjuva liberalizminin modası geçmiş hurafelerinden biridir.
demektedir.
O halde, faşizmde hurafe olmayan nedir?
Kaba kuvvet… Faşist partinin doktrini ve ideolojisi.. Faşist liderin ve örgütün
direktifleri… Ve özellikle sonuncusu…
12 Mart’tan sonra İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi’nde görülen bir dava dolayısıyla
Alp Kuran’ın yazdığı, Burada Atatürk Yargılanıyor adlı kitapta ortaya konulduğu üzere, şu
saptamalara göz atmakta yarar var:
Bir milis (komando) örgütü biçiminde oluşan faşist ya da nazi partisi, eğer demokratik
bir düzen içinde muhalefetteyse, başka partiler veya dernekler tarafından düzenlenen yasal
toplantıları basacak, kendi düşüncesine aykırı veya karşıt örgütlere ve yayınlara karşı silahlı
veya silahsız her türlü saldırıya geçecek, kendi dışında kalan ve kendisine katılmayan bütün
görüşleri ve kişileri komünistlikle, kanı bozuklukla, yahudilikle veya bunlara yardımcı
olmakla suçlayacaktır. Bu yollardan onları sindirecektir. Ve bunları yaparken içine sızdığı
devlet organlarından ve mahkemelerinden yardım görecektir.
Eğer, faşizm iktidardaysa, bir bahane yaratarak diğer bütün partileri kapatacak, şefin
(führer, duce) ve partinin görüşlerine karşı çıkan, onu desteklemeyen her kişiyi ve örgütü
komünistlikle suçlayacak, sonra kendi özel yargı mercilerinde bunları yargılayıp suçsuz da
olsalar mahkum edip ezecek, yok edecektir.
Faşist sistemde yurttaşların yasalara göre suçlu olup olmamaları değil, faşist partinin
görüşlerine göre kabahatli olup olmamaları önemlidir! Yurttaş, yasalara tam olarak uysa da,
faşist partinin buyruklarına ve çıkarlarına aykırı hareket ettiği ya da parti çıkarları gerektirdiği
takdirde yine suçludur!
Bu nedenle, faşist düzen anlayışında yargı bağımsızlığı ve hukukun, yasaların üstünlüğü
ilkesi yoktur.
Bir kişi veya dernek, şef veya parti örgütünün emrine göre suçlu görülmüşse, mutlaka
‘mahkum’ edilecektir!
Nitekim, İtalya’da faşistler tarafından suçlanan Serrati adındaki bir sosyalistin yargı
organınca suçsuz bulunup beraat etmesi üzerine, Mussolini rahatlıkla ve bir sakınca
duymaksızın şöyle diyebilmiştir:
Bir daha böyle bir şey olursa, Milis Örgütü’nden bir müfrezeyi serbest bırakılan suçluyu
beklemek üzere yollayacağım. Yargı organları birini böylece serbest bırakabilirler, ama ben
onu vurdururum.
Bir Alman mahkemesi, Hitler’in cezalandırılmasını istediği bir sanığı suçsuz
bulduğunda, Hitler’in söylediği şu sözler de bu gerçeği doğrulamaktadır:
Benim suçlu diye ilan ettiğim bir kimseyi bir Alman mahkemesinin suçsuz çıkarması
olayı bir daha görülmeyecektir.
ABD’nin az gelişmiş ülkelere soktuğu faşist uygulamada da, ABD için ‘zararlı kişiler’i
uydurma suçlarla itham ederek, onlardan işkence altında ‘ikrar’ ve ‘atfı cürüm’ alacak, gizli
soruşturma teknikleri ve yasadışı örgütler oluşturulmakta; siyasal suç sanıklarını yargılamak
üzere genel mahkemeler yanında ‘özel mahkemeler’ kurulmakta; gerek soruşturma
makamlarına gerekse yargı organlarına faşist zihniyetli kişiler yerleştirilmeye çaba
gösterilmektedir. Bunun sonucu, az gelişmiş ülkelerde istenen her türlü tertip senaryosunu
sahnelemek, istenen her kişiyi suçsuz da olsa mahkum etmek olanaklı olabilmektedir.
Son sözlerimizi faşizm üzerinde bir kez daha durarak ve özetleyerek söyleyelim.
Faşist sistemin kurucuları olan Mussolini ve Hitler, bu siyasal rejimi kendi ülkelerinin
çıkarları için bir yöntem olarak benimseyip uygulamaya koymuşlardır. Faşist uygulama,
Mussolini İtalyası’nda ve Hitler Almanyası’nda hiç değilse başlangıçta ulusal çıkarları
koruyucu ve geliştirici bir sistem, ulusal bir rejim ve güç olarak ortaya çıkmıştır.
Oysa, Türkiye ve bütün az gelişmiş ülkelerdeki faşist taslakları dışarıdan, emperyalist
devletlerce örgütlenmişlerdir. Bunlar, kendi ülkelerinin değil, fakat en başta ABD olmak
üzere, emperyalist devletlerin çıkarlarının bekçiliğini yapmak için alet olarak
kullanılmaktadırlar. Kendi ülke halkına hizmet edecekleri yerde, milliyetçilik yapıyorum
iddiasıyla kendi ülkelerinin aydınlarını ve yurtseverlerini ezip yok ederek, yabancı devletlerin
amaçlarına ve çıkarlarına hizmet etmektedirler.
Bu nedenle, kendi ülke halkına uygulamak üzere bir ülkede;
- Kontrgerilla Örgütü kuranlar,
- Bu örgütte işkence yöntemleri uygulayarak yurttaşlarını asılsız isnat ve iddialarla
suçlayarak gerçek dışı ‘ikrar’ ve ‘atfı cürüm’ alanlar,
- “Tam bağımsızlık” uğruna çalışanları, yer altı ve yer üstü kaynaklarının
kamulaştırılmasını isteyenleri; ezilen halkı iç ve dış sömürüden kurtarmak için köklü
reformlar önerenleri asılsız isnatlarla suçlayanlar,
Türkiye’nin ve Türk halkının hizmetinde değil, Amerikan emperyalizminin
hizmetindedirler. Eğer, onlar bütün bu işleri bilinçli olarak yapıyorlarsa, vatan hainidirler.
Bu gerçekleri öğrendikten sonra, hala bazı kişiler Kontrgerilla Örgütü işkencecilerinin
tertiplerine yardımcı oluyorlarsa, bu kişileri ve tertipleri ortaya çıkarmıyorlarsa, bilinçli
Amerikan emperyalizmi hizmetkarlarının ve hainlerin yardımcısıdırlar.
20 Ocak 1970 tarihli Devrim’de zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ı muhatap alan
bir açık mektubum yayınlanmıştı.
Bu açık mektupta, “tam bağımsızlık”ı Atatürk İlkeleri ışığında savunuyor ve tüm az
gelişmiş ülkelerin bağımsızlıklarını kazanma yönteminin ulusal kurtuluşçuluk olduğunu
açıklıyordum.
Yıllardan beri, emperyalist bir politika güden işbirlikçiler Türkiye’yi bağımlı hale
getirdiğinden, yurtseverlerin tam bağımsızlığa yeniden ulaşmak için “İkinci Kurtuluş Savaşı”
vermek zorunda olduklarını da belirtmiştim.
Eleştirilerim arasında, zamanın Genelkurmay Başkanı’nın 1958’de İzmir’deki Six Ataf
Karargahı’nda Amerikan generaline hitaben; “bu vatan bizim değil sizindir” dediğini ve bu
anlayışla Türkiye’nin ABD’ye peşkeş çekildiğini de Sunay’a anımsatmış ve bu oluşum
içindeki sorumluluğunu belirtmiştim.
Bu açıklamalarım, E. Org. Rüştü Erdelhun’un bir gazeteye gönderdiği açıklamayla
tevilen doğrulandı.
Sunay ise, zamanın Genelkurmay Harekat Başkanı’na emir vererek, kendi dönemine ait
ve parafesi bulunan belgeleri toplattırdı.
Fakat o günün koşularında hakkımda soruşturma açtırmayı başaramadığı için
yutkunarak 12 Mart’ı bekledi.
Sanık sandalyesine oturtulmamın önde gelen nedeni, “tam bağımsızlık”tan yana olmam
ve bu hedefe ulaşmak için kavga verilmesini önermemdir.
Bu önerim ve niteliğim emperyalistleri rahatsız ettiğinden, onların yerli işbirlikçilerinin
her türlü zulümlerine tüm devrimciler gibi ben de hedef oldum.
Bu zulmün hesabı sorulacaktır.
Türkiye, mutlaka bir gün “tam bağımsızlık” hedefine, bu ilkeye gönül vermiş güçlerin
mücadelesiyle ulaşacaktır.
Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ambargo konulduğu bir dönemde, bu ilkeyi benimsemek ve
bu uğurda mücadele etmekten daha anlamlı bir milliyetçilik olamaz.
Nitekim, Genelkurmay da Cumhuriyet’in 50. Yılı nedeniyle yayınladığı bir kitapta;
“milliyetçiliğin ancak tam bağımsızlık koşulu içinde söz konusu olabileceğini” isabetle kabul
etmektedir.
Bozuk düzende; genellikle şerefli ve yurtsever kişiler sanık sandalyelerini, hainler
iktidar koltuklarını işgal ederler. Tıpkı dünkü gibi; bir yanda ulusal kurtuluşçular, diğer yanda
Damat Ferit’ler…
Karar sizindir.
III. Bölüm
Yazılı Sorgu ve İşkence
Sayın Başkan ve Sayın Yargıçlar,
Huzurunuza, Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığının, 3 Nisan 1973 tarih ve İddia
1973/33, Esas 1973/79, Karar 1973/5 sayılı iddianamesi ile getirildim.
Usul hukukumuzun ve yasalarımızın sistemine göre, sorgu aynı zamanda bir savunma
aracıdır. Bir başka deyişle, sanığın sorgusu, hem ispat aracı, hem de savunma aracı
sayılmaktadır. Ayrıca, bir ceza davasında, iddia makamı ile sanık eşit olanaklara sahiptir. Bu
nedenle, 194 sayfalık iddianamenin her satırına sorgum sırasında cevap vermek hakkına sahip
olduğumu sanıyorum. Dahası, baktığınız dava siyasal niteliktedir. Bilindiği gibi, siyasal suç
kavramı göreceli olup, bu suçlara ilişkin davalarda sanığın özel durumu vardır. Yargılama
yeteneği bu yöndedir. Sanığa, siyasi davalarda özgürce konuşma olanağı verilir. Sorgum
sırasında açıklayacağım bazı noktaların dava ile ilgisi yok gibi gözükse de iddianame ve dava
dosyası genel ve tüm olarak gözönüne alındığında, bunların dava ve iddia ile doğrudan
doğruya ilgili olduğu anlaşılır. Sayın mahkemenizin bu noktaları gözeterek bana söz hakkı
tanımasını, sözlerimi kesmemesini, yasal hakkım olarak istiyorum. Suç gibi görünen, daha
doğrusu sorgu ve savunma sınırını aşan açıklamalarıma ve sözlerime rastlanırsa bunlar için
daha sonra yasal koğuşturma yollarına gidilebilir. İddianamede kişiliklerimize saldırılmış
olmasına karşın ben bu düzeye düşmemeye de özen göstereceğim.
İddianamede tek sözcükle olsun, Atatürk’e yer verilmemiştir. Bu, belirli bir anlayışın
sayın mahkememizce görülen davanın henüz başında ortaya çıkmasıdır. Savcının şahsını değil
temsil ettiği anlayışı suçlamaktayım.
Bir başka nokta, adımın etrafında Türkiye’deki yurtsever, Atatürkçü güçleri
yargılanmak ve ilerde açılması düşünülen davalara malzeme hazırlanmak istenmesidir. Bu
amaçla bana işkence yapıldı. Güçleri yetseydi, şimdi sayısız subay ve general bu davaya dahil
edilecekti. Tertipler Kuvvet Komutanlarına kadar uzanacaktı. Kısaca şunu demek isterim ki,
bu dava bir iktidar kavgasının yansımasıdır.
İddiaya göre:
1- Zor kullanarak Türkiye Cumhuriyeti’nin müesses nizamını değiştirmeyi amaçlayan
bir örgütte bulunuyorum,
2- Mensup olduğum örgütte, ihtilâl ile getirilecek yeni düzende, Marksist-Leninist
görüşün egemenliğine yer verilmeyecektir.
3- Oysa Marksist-Leninist bir düzen getirmek için, anarşinin devamından yarar uman,
bu amaçla eylemlerini sürdüren kişilerle aynı örgütün içindeyim.
4- Açıklanan bu özelliklerin gereği olarak, mensubu
gerçekleştirmeye çalıştığı ihtilâl, sosyalist yönde olacaktır.
bulunduğum örgütün
5- Cunta faaliyetlerini sürdüren bir kimseyim.
6- Söz konusu cuntanın sivil kesiminin İstanbul grubu başkanıyım.
Savcı’nın öne sürdüğü bu iddiaların birbiriyle çeliştiği, akıl, mantık ve hukuk kuralları
ile bağdaşmadığı besbellidir. Bilimsel düşüncede bu gibi iddialara yer yoktur. Az da olsa
anayasa hukuku, sosyoloji, politika bilimi, ekonomi tarihi, ekonomi politik, askerlik, felsefe
okumuş bir kimse böylesine çelişik ve yersiz iddialara güler geçer. Elbette Savcı’ya, bilgisiz,
akılsız, mantıksız demek istemiyoruz.
Savcı bir yandan “yumurtasız omlet yapmanın” formülünü keşfetmiş görünürken, beri
yandan “köre fili tarif ettirmeye çalışmanın” yanlışlığına düşmüştür. Onu bu zorlamaya iten
nedenler ise, yeri gelince açıklayacağımız üzere daha değişik olsa gerekir.
İyimser bir görüşle savcının bu çelişkileri yararımıza malzeme olsun diye verdiği
düşünülebilir. Ne var ki, iddianamenin tümünü incelediğimizde aynı çelişkilerin ve bilimsel
yanlışların sürdürüldüğünü görüyoruz.
Savcı, istemeyerek bir “montaj” yapmak durumunda bırakılmış görünüyor. İddianameye
her göz atan bu izlenimi edinmektedir. Hele iddianame daha titiz bir metodla didik didik
edildiğinde bu montajı daha iyi görebiliyoruz. Elbette bu rolün benimsenmesi ve onanması
oldukça güç ve herkesin katlanabileceği bir şey değildir. İnsanın inanmadığı birşeyi yazması,
söylemesi kadar güç olan ne var ki…
Nitekim Savcı, kendisinin de beğenmediği bir “kokteyl” yapmış, bilimsel doğruları bir
kenara iterek, birbirine tam karşıt inançlardaki, çoğu birbirinin yüzünü hapishanede ya da
duruşmada görmüş insanları, aynı pota içine koymuş, üstelik bunu doğrudan doğruya ya da
dolaylı açıklamak zorunda kalmıştır.
Neden böyle yapılıyor? Savcı inanmadığı şeyleri neden ileri sürüyor? Sorgu ve
savunmanın olanakları oranında bu sorulara cevap arayacak, bazı perdeleri aralamaya
çalışacağım. Kuşkusuz bunu yaparken, savcının kıvanç duyarak istediği kellemizi kurtarma
çabasına düşmeyecek, gerçekleri dile getirmekten kaçınmayan karakterimin gereğini yapacak,
egemen çevrelerin ve etkili güçlerin üzerimde sürdürdüğü baskıların artması sonucunun
doğacağını bile bile yolundan sapmayacak, Tevfik Fikret’in dediği gibi: “Hak bellediğin
yolda yalnız yürüyeceksin.” özdeyişine uygun hareket etmeye çalışacağım. Misyonunun
gereğini yapan bir insanın anlayışı içinde bulunacağım.
Tüm iddianameyi titiz bir eleştiri süzgecinden geçirerek savcı ile ortak bir nokta bulup,
bu noktadan hareket etmek istedik. Ne yazık ki, bu dileğimizi gerçekleştiremedik.
Savcı, iddianamenin 182. sayfasında “Türkiye’de bazı müesseselerin ıslahata ihtiyacı
bulunduğu gerçek olmakla…” beraber diyor. Ama bununla bir cür’et gösterdiği kuşkusuna
kapılmaktan da kendini alıkoyamıyor. Oysa “Islâhat dönemi” bir yüzyıl geride, Osmanlı
İmparatorluğu’nun “Sened-i İttifak” döneminde kaldı. Bunun ilerisinde bir Anadolu İhtilali
var. Bir 27 Mayıs var… Ben, bir Atatürkçü olarak bu anlayışın yüzyıl ilerisinde bulunuyorum.
Tarihsel süreç içerisinde zorla ve baskı ile bu sürecin durdurulmaya çalışıldığı görülmüştür.
Ne var ki, bu gelişimin çarkları geri döndürülemez. Ve döndürülememiştir. Tarihsel
dinamiğin çarkları her zaman ileri dönecektir.
Savcı, iddianamesine koymaya çalıştığı genel espri içinde, “ihtilâl” -”devrim” “devrimci” sözcüklerini bile suçlayarak, Marksist-Leninist görüşün yanına, Atatürk
devrimciliğini de yerleştirme çabasına düşmüştür. Ona göre, devrimci demek, bomba imâl
eden, banka soyan demektir. Yine ona göre, “düzen değişikliği”, “Marksizm-Leninizm”
demektir. 31 Aralık 1972 tarihli Milliyet gazetesinde, İstanbul Sanayi Odası Başkanı Ertuğrul
Soysal’ın bir yazısı yer almıştır. İstanbul Sanayi Odası Bşk.ı da savcıya göre MarksistLeninist’tir. Çünkü Sanayi Odası Bşk.ı da aracının kaldırılmasını istiyor. Bu anlayışa göre,
Sayın Ertuğrul Soysal da Marksist-Leninist’tir. Çünkü az gelişmişlikten kurtulmayı,
politikacıların yurt sorunları ile ilgilenmelerini istiyor. Hazret-i İsa da Marksist-Leninisttir.
Çünkü yoksulu savunuyor. Hazret-i Muhammed de öyle… O da yeni bir düzen getirmek
istemiş. Atatürk’e de bolşevik demişler, boynuna gıyabında idam fermanını takmışlardı.
Benim “ihtilâlci içtihada sahip olduğumu” iddia eden savcı, “ihtilâl” kavramından ne
anladığını ve bunun bilimsel bir tanımı ortaya koymalıydı. Eğer bundan benim Türk Silahlı
Kuvvetleri içinde geçmişteki çabalarımı kasdediyorsa kıvanç duyarım. Onu zaten
açıklıyorum.
Atatürkçü görüşle, ihtilâl kavramını, belki de en iyi açıklayan Mahmut Esat Bozkurt’tur.
Atatürk İhtilali adlı yapıtında ihtilâlin tarifi şöyle:
Tam ve eksiksiz bir ihtilâlde dört ana kavram mutlaka bulunmalıdır. Politik; sosyal,
ekonomik alanlara değinmeli ve eski rejimin yerini daha ileri bir rejim almalıdır.
İhtilâl o aziz silahtır ki, bir milletin kutsal yapıtları üzerinde bir kartal gibi süzülür,
bunları kanatları altında korur.
Başka bir ifadeyle, ihtilâl, tarihin alın yazısıdır. Red ve inkâr mümkün olmayan bir
gerçektir.
Aynı yapıtın 220. sayfasında ise;
“İhtilâl, bir şeyin esasından değişerek, yerine yepyenisinin konulmasıdır. İnkılâp ise bu
değildir. İnkılâp bir şeyin aslını muhafaza ederek, başka bir kalıba girmesi, başka bir hale
geçmesidir.” “İhtilâl, eskilikle benzerliği olmayan, eski bir şeyin yerini yepyenisinin
almasıdır.” “Türk ihtilâlinin bin yılı bütün müesseseleriyle, fikriyatı ile yere vurarak, yerine
yepyenilerini koyması gibi. Şu halde bir inkılâp değil, bir ihtilâl karşısındayız.” “Gözden
geçirdiğimiz ansiklopedilerin verdiği bilgiye göre Revolution kelimesinden inkılâbı değil,
ihtilâlin taşıdığı manayı anlamak lazımdır.” “Abdülhamit II, ihtilâlden çok korktuğu için,
rahmetli Ahmet Mithat Efendi’ye kendisini savunmak amacı ile yazdırdığı kitabın adına Üssü inkılâp - dedirtmişti. Abdülhamit II gibi bir müstebidin terimi, yeni kurumlarımızı ifade
edebilir mi?” “Rahmetli Atatürk ihtilâl terimini severdi.”
diyor Mahmut Esat Bozkurt…
Ama savcı devrimci olmayı da suç sayıyor.
Evet, ben bir Atatürk İhtilâlcisi’yim. İhtilâl sözcüğünü bu anlamda alıyor ve bundan
övünç duyuyorum. Oysa savcı genel kastımı ve özel kastımı belirlemek, anayasa dışı inanca
sahip olduğumu ispat etmek için, benim “ihtilâlci içtihade sahip bulunduğumu” iddia
edebiliyor. İhtilâlcilikle, anayasa dışı olmanın apayrı kavramlar olduğuna kuşku yoktur.
Türkiye’de kavram kargaşası bulunduğu için, savcının düştüğü yanlışları hoş görebiliriz. Ne
varki, evrim, devrim, demokrasi, anarşi, sosyalizm, Marksizm-Leninizm gibi kavramları bir
savcının yanlış kullanması ve bununla insanların kellelerini istemesi, karşıt kavramlardan bir
paçal yapması pek bağışlanacak gibi değildir.
Anayasa Mahkemesi kararları ile “Anayasanın sosyalizme açık olduğu” saptandığı
halde, bırakalım sosyalizmi, sosyal demokrat görüşe bile karşı çıkılma hazırlığı
sezinlenmektedir… Savcı CHP’nin 1969 seçim bildirgesinin “düzen değişikliği”ni
savunduğumu görmemezlikten gelmektedir. Bilindiği gibi İnönü’nün ortaya atmayı sosyal bir
zorunluk ve tarihsel koşulların gereği saydığı “Ortanın Solu” görüşü ile sosyal demokrat
çizgiye gelindi. Ecevit ve partisi, “Bu düzen değişmelidir.” sloganı ile demokratik kavga
vermeye çalışıyorlar. Hani “Siyasal Partiler demokratik düzenin vazgeçilmez unsurlarıydı?”
Oysa savcı bir yandan “klâsik demokrasinin” yada “neo-klâsik demokrasinin”
savunuculuğunu yaptığı sanısı içinde bulunurken, diğer yandan bir siyasi partinin demokratik
görüşünü açıklamak için “düzen değiştirmek” deyimini, “bomba patlatmak”, “adam
kaçırmak” vb. deyimlerle eş anlamlı olarak kullanıyor. Böylece ileriye yönelik bir niyetin
öncülüğünü yapıyor. Demokratik düzende yeri olmayan “etkili çevreler” vb. deyimlerle
nitelenen güçlerin bir kanadının niyetlerinin yönünü belirtmek bakımından, bu gerçeği
saptamayı ve belirtmeyi görev saydım. Nitekim, bu taktik ve stratejinin gereği olarak,
sanıkların arasına CHP’li olanların da yerleştirilmesine ve onları “düzen değişikliği” deyimi
ile suçlamaya büyük özen gösterilmiştir. Öte yandan, eldeki iddianamede, Sıkıyönetim
Mahkemelerinde görülen davalarda, zaman zaman yer aldığını gördüğümüz Atatürkçü görüşe
sahip çıkan anlayışı ile, Türkiye’nin bugün içine itildiği kaostan politikacıları ve gelmiş
geçmiş iktidarları sorumlu tutan anlayışa yer vermekten de, özellikle kaçınılmıştır.
Bizi suçlamak için “Genç Kemalistler Ordusu” deyimini kullanmak durumunda
kalınmasaydı, iddianame, Atatürk’ün Türkiye’sinde “Kemalist” sözcüğünden yoksun kalmış
olacaktı. Savcıya böyle bir olanağı sağlamış olmak bizim için anlamlıdır.
Biraz önce, Atatürk’ün Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un bir yapıtına gönderme
yapmıştım: Atatürk İhtilâli. Atatürk’ün böyle bir Adalet Bakanı olmasaydı, hukuk devrimi
olmayacaktı.
Bu yapıtı okuduğumda, 9. sayfaya şöyle bir dipnot yazmışım:
Atatürk devrimlerini korumak iradesi sonucu mesleğimi terk zorunda kaldığım gibi,
mahkûm bile edildim. Övüneceğim tek şey de bu… İnanıyorum ki bu yolda mücadele
edecekler tükenmemiştir (30 Ekim 1967). (Bu kitap 13 Nisan 1973 günü, eşim tarafından
Selimiye Askeri Ceza ve Tutukevi’ne, bana verilmek üzere teslim olunmuştur. Kitaplarımdaki
dipnotlarının saptanmasını P. Ütğm. Nejat’tan koğuş huzurunda talep etmiş bulunuyorum. Adı
geçen kitabım, 16 Nisan 1973 günü idarece tarafıma teslim edilmiş ve bu dipnotum 18 Nisan
1973 günü akşam yoklamasına gelen P. Bnb. ve P. Ütğm. Nejat’a okutulmuştur.)
Sayın Başkan, değerli Yargıçlar,
Ajan-provokatör sorunu üzerinde duralım. Gerek Türk tarihinde, gerekse dünya
tarihinde açık ya da gizli polis örgütlerinin, güvenlik makamlarının istihbarat görevlilerinin,
çeşitli tertipler yaptığı, insanları suça ittiği bilinir. Ve bütün bunlar, sözüm ona kamu
hizmetinin gereği olarak yapılır.
Şevket Süreyya Aydemir’in Tek Adam adlı yapıtının 1. cildinde şunları okuyoruz.
Kolağası Mustafa Kemal Harp Akademisi’ni bitirip tayini için beklerken, arkadaşları ile
tuttuğu evde toplanıp tartışmaya ve vatanı kurtarmaya yönelik çalışmalarını sürdürüyordu.
Bilindiği gibi bu çaba daha Harp Okulu öğrenciliği sırasında, gazete çıkarmak, tartışmak ve
çare aramak biçiminde başlamıştı. Fakat her zaman her yerde olduğu gibi düzenden yana olan
insanlar böyle grupları ihbar ederlerdi. Bu grupta aynı sonuca uğramaktan kendini
kurtaramamıştı. Bugün Kolağası Mustafa Kemal ve arkadaşlarını ihbar edene ‘Hain Fethi’
diyoruz. Böylesine bir alçaklıkla karşılanan M. Kemal ve arkadaşları yakalandılar.” “Artık
herşey mahvolmuş, ne askerlik, ne rütbe, ne hürriyet ve istikbâl, evet herşey, önlerinde yalnız
zincirlere vurmalar, sürgünler, zindanlar, kalebentler görülmekteydi.
Bugün de ben hücreye kapatılıyorum, zincirlere vuruluyorum. Yasalarda hücreye
kapatma diye bir hukukî düzenleme olmadığı halde, 1972 yılında kendi kendimle konuşma
hakkım bile elimden alınıyor. “İhtilâttan men” diye bir tedbir, 353 sayılı yasada yer almış
değildir. Tutukluya, ancak tutuklamanın gerektirdiği yasa gereğince… 353 sayılı yasanın, 76.
maddesindeki tutuklamanın gerektirdiği amaç ise bellidir; bu amaca erişmek için
soruşturmanın gizliliği ve sağlığı gerekçesi ile de olsa insanları yerin dibindeki hücrelere
kapamak, hem de bunu mahkemeden karar elde edip yapmak mümkün değildir. İşkence
yoktur diyen savcıya yalnız başına bu uygulamanın bile bir işkence olduğunu hatırlatmak
isterim.
Şevket Süreyya Aydemir’in yapıtını okumayı sürdürelim:
Önce tek tek hücrelere kapatıldılar, sonra sorgular başladı. Hatta bir aralık sorgular
Abdülhamit’in sarayında yapıldı. Önce Abdülhamit’e bir bombalı suikast üzerinde duruldu.
Tıpkı bugün bize, bomba patlatma suçlaması yapıldığı gibi… Bu yüzden işkenceler
uygulandığı gibi… Ancak o dönemde bile bu nitelikteki tutarsız savlar üzerinde
durulmuyordu.
Yapıt şöyle sürüyor:
Fakat bu aslı olmayan (Bombalı suikast) iddiası düştü. Sonra gizli teşkilât, gazete,
apartmanlardaki toplantılar hakkında sorgular yapıldı. Bir aralık hepsinin ordudan
kovulmasına ve sürgündeki kalebentlikleri söz konusu oldu. Fakat bir süre tutuklu kaldıktan
sonra her nasıl olmuşsa serbest bırakıldılar.
Sayın Başkan, değerli Yargıçlar,
Olayda kurtarıcı rolünde olan kişi, zamanın Harp Akademisi Komutanı Rıza Paşa idi.
Önemli olan, o döneme göre çok ağır bir şekilde suçlanılan ve suçları çeşitli maddi kanıtlarla
sübut bulan Kolağası M. Kemal ve arkadaşlarını Kızıl Sultan diye bildiğimiz Abdülhamit’in
elinden kurtarılmış olmalarıydı.
Rıza Paşa olmasaydı, yani Kolağası M. Kemal ve arkadaşları Kızıl Sultan’a kurban
edilseydi, savcı bugün başka bir düzenin savunmasını yapmak zorunda kalabilecekti.
Bana gelince; haysiyetsiz, şerefsiz, bağımlı bir sömürge yönetimi içinde yaşamaktansa,
karakterim gereği, kurtuluş ve özgürlük mücadelesi saflarında bulunurdum.
Benzeri yurtsever çabalar içinde, aynı anlayış ve hoşgörüyü biz kimseden göremedik.
Hem de demokratik hukuk devleti olduğu iddia olunan, bir düzen içinde… Çünkü, her devrim
özünde, karşı devrimi de taşır. Hele binlerce yıllık bezirgân ahlakının yozlaştırıcı etkilerinin
görüldüğü Osmanlı İmparatorluğu’nun, feodal kalıntılar barındıran, köhneleşmiş enkâzı
üzerine kurulan bir düzende, devrimlerin korunması güç işti. Karşı devrim, güçlendikçe
güçlendi. TBMM’de bir başbakan, “Siz isterseniz hilâfeti bile getirebilirsiniz.” diyebiliyordu.
Bu görüş: “Milli irade” gibi soyut bir kavramla, “Demokrasiyi” eş anlamlı sayabiliyordu.
1789’lardan 1800’lerden beri bu kavrama aklı başında hiç bilim ve politika adamı itibar
etmiyordu. 27 Mayıs’ta bu görüş iflas etmiştir.
Devrimci bir düştü, 27 Mayıs…
Karşı devrim güçlerin olumsuz çabaları yoğunlaşmış ve dış destekleri çoğalmıştı. Buna
karşın, ben bu kavgada, hep yurtseverlerin safında oldum, özgürlükten yana oldum, geri
kalmışlığa karşı çıktım.
Öyleyse bu dönemde, her çeşit suçlamayla tertiple karşılaşmam doğaldı. İnançlarımdan
zerre kadar ödün vermiyordum. Bu niteliklerimden ötürü gerek karşı devrimci, gerekse bir
zamanlar Atatürkçü görünüp de, daha sonra egemen güçlerin hizmetine girip, makam ve
iktidar olanaklarını kendileri, kardeşleri, damatları, oğulları ve kişisel çıkarları doğrultusunda
kullanan birtakım kişilerle karşı karşıya geldim.
Karşı devrim sürecinin, 12 Mart’tan sonra, kısa bir zaman için elden kaçırıldığı sanısı
belirdi. Bu süreç dış mihraklar, egemen güçler ve çıkar çevrelerinin oyunu ile yeniden karşı
devrimcilerin rayına oturtulmaya çekildi.
İşte, mahkemenizin önüne getirilmemin temelinde yatan gerçek budur. Karşı devrim
stratejisinin bir evresidir benim sanık olmam. Bir iktidar kavgasının içinde planlanan tertip,
yüzünü görmediğim insanlarla birlikte suçlanmama, ipe sapa gelmez savlarla yargılanmama
yol açtı.
Savcının bu tertibin içinde bulunduğunu iddia ve ispat edecek olanaklardan şimdilik
yoksunum. Bunu belirtmekte yarar görürüm. Önüne getirilenlerin dışında, gerçekten bir şey
bilmiyorsa, bir adalet adamı olarak açıklamalarımdan ötürü, sanırım memnunluk duyacaktır.
Öz olayı, sonuna kadar ve her türlü telkinden, etkiden, ön yargıdan arınmış olarak
araştırmakla yasaca yükümlendirilen savcı, savlarının temellerini daha iyi kavrayacaktır.
Mahkemenizde, maddi ve hukuki gerçekleri belirlemek, davanın özüne inmek olanağını
böylece bulacak, bizde adalete yardım etmenin sevincini duyacağız.
Sayın Başkan, sayın Yargıçlar,
Önünüze getirilen dava şişirilmiş bir balondur. Bu balon bir iğne darbesi ile patlatmış
olmak, gerçekleri çırılçıplak sergilemek, insanlığa, adalete ve uygarlığa karşı bir hizmettir. Bu
balonu açıklamalarımla kalbura çevireceğim.
Özetle;
1- Bu dava, bir tertibe dayanmaktadır.
2- Bu tertip, bir iktidar kavgasının sonucu olup, kuvvet komutanlarımıza kadar
uzanmaktadır.
3- Davada, büyük iddialar öne sürülmesine karşın, maddi kanıt yoktur.
4- İkrar diye önünüze getirilen ifadeler, engizisyona rahmet okutturacak yöntemlerin
ürünüdür. Yalandır. Hile ile, tehdit ile, cebir ile alınmıştır. Samimi değildir. Kısacası, yasal
olmayan ve hukukla bağdaşmayan yöntemlerle soruşturma yapılmıştır.
5- Ceza Usul Hukuku’nun, Ceza Hukuku’nun en temel kuralları çiğnenmiştir.
6- Savcının, mümkün olmayanı mümkün kılmak zorunda kaldığını iddianamesini
dikkatle inceleyen her göz anlayabilir.
7- Kışkırtıcı ajanlarca yönlendirilen gençlerin yaptığı çeşitli eylemler abartılmış,
savcının iddianamesiyle de belgelendiği üzere, değişik ve çelişik inançlardaki insanların
beşeri tanışma ilişkileri bahane edilerek zincirleme birbirine bağlanıp hayali bir örgütün içine
sokulmuşlar ve en ağır tarzda suçlanmışlardır. Maddi kanıtlardan yoksun, çelişik, zaman, yer,
kişi ve aynîyet unsurları yönünden birbirini çürüten ifadelerle aylarca özgürlüklerinden
edilmişlerdir. Bir kimsenin eylemi başka kimseyi suçlamaya yetmiş, suçların ve cezaların
kişiselliği ilkesi çiğnenmiş, yasalar hiçe sayılmıştır. Bilinir ki ceza davalarında sanığın
itirafları hükme yeterli değildir. Maddi ve kesin kanıtların, nedensellik bağı ile ikrarı
doğrulaması koşulu aranır. Yargıtayın, Askeri Yargıtay’ın içtihatları, doktrinin görüşü bu
yöndedir. Takdiri ve vicdani kanıt sistemi de Savcının iddia ettiği gibi keyfilik değildir.
Maddi kanıttan yoksun ikrarlar, yargıca takdir olanağı vermez. Takdir hakkı mutlak
sayılmamıştır. Bunu ben söylemiyorum. Yasalar söylüyor. Bu devletin en yüksek
mahkemelerinin bilimsel görüşleri bu doğrultuda savcının hukuk fakültesinde, sadece ikrara
dayanılarak hüküm verileceğini söyleyen öğrencinin sınıfta kalacağını bilmesi gerekirdi.
8- Bu dava, fısıltı gazetesinin (Başları dışarda) sloganı ile kelle isteyen, kurmak
istedikleri çağdışı düzen ve tertipler adına, bundan yarar uman gafil ve alçak bir zihniyetin
ürünüdür.
Baş yaratmak çabasına düşülmüştür. Ve bu yer bana verilmiştir. Ne var ki, bu benim
şerefimdir. İnançları, eylemleri ne olursa olsun, gençlerin arasına yapay olarak oturtulduğum
bu yerde bulunmayı ve üzerime düşen misyonu yapmayı görev sayıyorum. Bu anlayışımdan
ötürü, savcı ile yerimi değiştirmek istemem. Hak bildiği yolda kelle koltukta döğüşen, genç
insanlarla aynı yerde hapsedilmek beni üzmüyor. Yirmi yaşındaki genç ile uğraşmaktan başka
iş yapmayan, aydını, yazarı, öğretmeni, profesörü, subayı suçlayan zihniyet zaten mahkum
olmuştur.
Bu hastalıklı mantık, kamu yararı adına, genç insanların kellelerini almakta sakınca
görmezse, tarihsel gelişimi gerisin geriye götürmek isterse, bu yüzden bütün dünyada
yargılanırsa, halkın özlemlerine sırt çevirirse, ajan-provokatörleri ile ülkeyi yangın yerine
döndürürse, sosyal bilimlerin ve hukukun sert duvarlarına çarpar. Uygarlık yolunda alınan
mesafe buna olanak vermez. Asıl anarşi budur. İlgililer ve yetkililer gerçekleri ne kadar
değiştirmek isteseler de, uygar dünya gerçekleri görmüş, Türkiye üzerinde bir uygarlık baskısı
sürdürmenin insancıl çabasına girmiş bulunmaktadır. Bunları komünistlikle suçlamak, bilinen
çevrelerin tertibine bağlamak, başını kuma sokup gövdesini sakladığını sanan devekuşu
anlayışıyla eş anlamlıdır.
Avrupa Konseyi’nin, Türkiye yöneticilerine baskısı vardır. Alman Sosyal Demokrat
Parti kongresinde, Türkiye kınanmaktadır. Bütün dünya basını ve televizyonu, Türkiye’de
sürdürülen baskılardan söz etmektedir.
Bunlar, komünist tertipleri ha!
Bu anlayış yaşamaz, yaşayamayacaktır!
Türkiye’deki, çağdışı ve insan hakları ile bağdaşmayan durumu dünya kamuoyunun
gözleri önüne seren:
1- Uluslararası Af Örgütüne,
2- Sunday Times,
3- London Times,
4- New York Times gazetelerine,
5- Hollandalı Sosyal Demokrat milletvekili Pieter Dankert’e,
6- Uluslararası Af Örgütü Yürütme Kurulu Başkanı Jean Macbrid’e,
7- Batı Alman parlamenteri Bauer’e,
8- Norveç parlamenteri Aasen’e,
9- İngiliz İşçi Partisi milletvekili Frank Judd’a,
10- İngiltere eski Dış İşleri Bakanı, İşçi Partisi milletvekili Michael Steawart’a ve
Avrupa Konseyi Danışma Meclisi Başkanı Vedavato’ya,
11- İsveç Sosyal Demokrat milletvekili Bjderk
12- Amnesty International’dan Muir Hunter’e ve Nobel ödülünün bir bölümünü,
Türkiye’deki siyasi tutuklulara bağışlayan H. Böll’e “Sağol” diyorum.
Herhalde siz “birkaç sosyalist milletvekili” değilsiniz.
Ayrıca Türk basınından tamamen insanî amaçlarla ve demokrasi açısından işkenceler
konusunda gerçekleri dile getirenlere ve Sayın Bülent Ecevit ve M. Ali Aybar’a
teşekkürlerimi arz ederim.
Batı toplumunun, onurlu bir üyesi olduğumuzu, göğsümüzü gere gere Anayasa’ya
koymuşuz. Buna sadık kalmak, ulusça namus borcumuzdur.
İnsanlarına böylesine işkence eden, sokaklarda gençleri kurşunlatan, işkenceden
ölenlere intihar etti diyen, aydınları hapseden, yazarı susturan, maddi ve manevi işkence
sonucu birçoklarının intiharına, kalp krizinden ölümüne sebep olan, irticaya göz yuman
anlayışı tarih mahkûm eder. Kitap yaktıran, subaya, öğretmene kıyan bu zihniyete karşı
olmak, uygar insan olmanın ön koşuludur.
Sayın Başkan ve değerli Yargıçlar,
Benden sorgu, savunma isteniyor. Peki, neyin savunması? Olmayan bir şeyin sorgusu,
savunması yapılabilir mi? Hayal ürünü, ön yargıyla gizli örgütlerce senarize edilen ifadelere
dayanan savlar nasıl yanıtlanabilir ki?
Bir Numeyri, hasmını sorgusuz, sualsiz kurşuna dizebiliyor çağımızda. Onun da bir
düzeni var… Bu düzeni tanıyan devletler olduğu gibi, onun düzenini koruyan savcılar da
var…
Oysa bir iktidar, hem hukuktan, demokrasiden, insan haklarından, çağdaş uygarlık
düzeyinden söz edecek, hem de insanların makatlarına cop sokulacak, cinsel organlarından
elektrik akımı verilecek, çarmıha gerilecek, boğazına kadar toprağa gömülecek, falakaya
yatırılacak, ayaklarına pranga, ellerine zincir vurulacak, daha saymakla bitmeyen işkence
yöntemleri uygulanacak, saptanan karşı devrimci stratejinin gereği olarak senaryolar
düzenlenip, sözüm ona “ikrarname”ler alınacak ve bu ikrarnameler, askeri savcıların
malzemesini oluşturacak, her türlü şikayet ve başvurmalar hasır altı edilecek, insanlık dışı bu
tutumlara kılıf uydurmak için, Anayasa değişikliklerine gidilecek, hem de demokratik hukuk
devletinden söz edilecek…
Ve o iktidar, kendine karşı olanları çeşitli tertiplerle yok etmeye çalışacak…
Bu kavranılacak gibi bir tutum değildir.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nde şerefli bir geçmişi olan ve Kurmay Yarbay rütbesine
erişmiş bulunan bir insana, işkence yapanlardan, bunun hesabını yine Türk Silahlı Kuvvetleri
ve gelecek kuşaklar elbette soracaktır. Geçmişimde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin şerefini
taşıyorum. Beni falakaya çeken gizli örgütleri, gizli cuntaların, gizli tertiplerin adamlarından
hesap sormak, kuşkusuz, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne düşer. Bu hesabın sorulacağına da
inanıyorum.
İşkence gördüğünü iddia eden her sanık, askerî savcılar tarafından komünistlikle
suçlanıyor; iz, belirti göster deniliyor. Bu suçlamalar bizi bağlamaz. Yalan, yanlış açıklama ve
savlarda bulunmayacağıma inanan birçok insan vardır. Türkiye’de bir zaman Osmanlı
artıkları Atatürk’e komünist, bolşevik demek ahlaksızlığını göstermişlerdi. Bir zamanlar
Mareşal Fevzi Çakmak’a da aynı suçlamayı yapmışlardı.
Savcı, iddianamenin 182. sayfasında “darbenin meşruiyeti, başarısındandır.” Kuralından
hareketle, “fiilin tamamiyete ermesi halinde başarı sağlamış kişiler yönünden herhangi bir
kanuni işlem şüphesiz uygulanamayacaktır.” demektedir.
Bundan çıkan anlam ortadadır. Savcı; bugün karşısında sanık olan bizler, ona göre
kurmak istediğimiz Marksist-Leninist, cuntacı, sosyalist vb. düzeni kurabilseydik, bizim
savcılığımızı yapacaktı.
Bu olgudan çıkan doğal sonuç şudur; siyasi davalarda madalyonun bir yüzünde
kahramanlık, öteki yüzünde hainlik yatar ve “siyasi suç” kavramı görecelidir. Zamana, yere
vs.ye göre değişir.
Bu yönden, siyasi sanığın hukukta ve uygar dünya anlayışında özel ve toleranslı bir yeri
vardır.
İşte bu gerçeğe sırt çevirip, tam tersi bir uygulama ile karşı devrimci gelişimi
hızlandıranlar, eğer mert ve şerefli iseler, bunu açıklamak yürekliliğini göstersinler. Yani
düzenlerinin adını koysunlar, o zaman herkes kendi tavrını aldığı gibi, dış ilişkilerde buna
göre yönlenir.
TBMM’de, işkenceler dile getirilirken; yalan-yanlış açıklamalara yeltenip, uygar
dünyanın “insan haysiyet ve şerefine” önem veren, “kişi hak ve dokunulmazlığını”
demokrasinin ön koşulu sayan örgütlerinde, gerçekler çırılçıplak ortaya konulurken, onları da
suçlamak, kimseye bir kazanç sağlamaz, sağlayamayacaktır da… Artık bu çağdışı tutumdan
geri dönülmelidir.
Sayın Savcı, iddianamesinin 184. sayfasında,
12 Mart Muhtırası ve bunu takiben ilân edilmiş olan Sıkıyönetim döneminde alınan
olağanüstü tedbirler sayesinde halktan da destek görmemeleri ile, başarıya ulaşmadıkları,
işlemeyi kasdettikleri cürmün teşebbüs derecesinde kaldığı anlaşılmaktadır
diyebiliyor.
Peki, bu görüş, savunmak istediği düzene bir inançsızlık olmuyor mu?
Savcının bu görüşünü, karşıt bir mantıkla değerlendirdiğimizde; eğer sıkıyönetim ilân
edilmeseydi, karşınıza getirilen bu sanıklar halktan destek görecek, başarıya ulaşacak ve o
zaman da herhangi bir kanuni işleme maruz kalmayacaklardı denilebilir. Bu mantık içinde,
olağanüstü hal sürdürülmek mi isteniyor?
Biz, sayın savcının bu görüşünü paylaşmıyoruz. Çünkü Türk Devleti’ni bu kadar güçsüz
saymıyoruz. Üç-beş çatapatla düzenin değişeceğine inanmıyoruz. Dünyanın en uygar
ülkelerinde de bu gibi, hatta çok daha büyük hareketler oluyor. Ama orada, bu işi yapanlar
hiçbir zaman anayasayı ihlâlle suçlanmıyorlar. Savcının, örnek gösterdiği demokrasilerdeki
uygulama budur. Fransız Güvenlik Mahkemesi Yargıcının sözlerini hatırlayalım:
Fransa’da düşünce suçu diye bir şey yoktur. Burada yargılayacağımız, maddi olaylardır.
Bu olaylara ilhâm veren fikirler değildir.
53 kişinin gerçekten bir araya geldiği organize biçimde, disiplinli, hiyerarşik olarak
birleştiği bir an için kabul olunsa bile, 53 kişinin gücünün, Türk devletinin anayasal düzeninin
zorla değiştirmeye yeteceği görüşü benimsenemez.
Sayın mahkemenizin 15 Aralık 1972 tarih ve Esas 1972/1, Karar 1972/117 sayılı TKP
davasının gerekçeli hükmünde Askeri Yargıtay 3. Dairesinin 29.2.1972 tarih ve Esas 1972/1
ve Karar 1972/58 sayılı ilâmına dayanarak bu yönde hüküm verdiğini bilmenin huzuru içinde
bulunuyoruz.
Laski diyor ki:
Suç ile ceza arasındaki oransızlık halkın sempatisini suçlunun üzerine çeker.
Ben bir kurmay subayım. Eğer bir örgüt kursam, yapacağım durum muhakemesine göre,
“zaman-mekân-imkân etkenlerini değerlendirir, adım adım elde etmek istediğim amaca gider,
bunu yaparken de bilgilerimin arasında bulunan “sivil işler”, “askeri hükümet”, “iç
mukavemetin organizasyonu” ve “gizli harekât tekniği” yöntemlerinden yararlanmanın
yolunu arardım. Bunları da doğal olarak saptadığım amaç yönünde kullanırdım. Fakat herkes
bilir ki, 53 kişi ile anayasa tebdil ve tağyir eylemini işlemeyecek kadar aklım ve yeteneğim
vardır.
Kendimden söz etmek istemem. Ne var ki 1953-1954 yılında Kara Harp Akademisi
giriş sınavını birincilikle kazandım. İyi bir kurmay olarak yetiştim. Sanırım, iyi bir kurmay
subay, sayın savcının iddia ettiği gibi, darmadağınık, birbirini tanımayan, aralarında amaç,
düşünce ve davranış ortaklığı olmayan 53 kişi ile anayasayı ihlâle kalkışmaz.
Fakat, eğer Genel Kurmay eski Başkanı Faruk Gürler’in yerinde olsaydım, 12 Mart
Muhtırasının gerekleri yapılmadığı için, İç Hizmet Yasası’nın 35. maddesindeki “Türkiye
Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini” tereddütsüz uygulamaya koyulurdum. Bir
prononciamento hareketinin, bir ihtilâlin, sosyal, ekonomik, kültürel vb. koşullarının var olup
olmadığını tartardım. Bu koşulların ülkede var olup olmadığı noktası üzerinde ilerde
duracağım. Şu kadar ki, kanımca, tarihin hiçbir döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri, bu
dönemde olduğu kadar anılan yasanın öngördüğü görevle karşı karşıya kalmamıştır.
12 Mart Muhtırası’nı hatırlatmakta yarar var.
1- Parlamento ve hükümet süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi,
kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef
verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın
öngördüğü reformları tahakkuk ettirmemiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir
tehlike içine düşürülmüştür.
2- Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetlerinin bu vahim ortam hakkında
duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderek çarelerin, partilerüstü bir anlayışla meclislerimizde
değerlendirecek, mevcut anarşik durumu giderecek ve anayasanın öngördüğü reformları
Atatürkçü bir görüşle ele alarak ve inkılâp kanunlarını uygulayarak kuvvetli ve inandırıcı bir
hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zarurî görülmektedir.
3- Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların
kendisine vermiş olduğu, Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine
getirerek idareye doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır.
Muhtıra çok açıktır ve ayrıca eleştirmeye gerek yoktur.
Önemli olan iki yılda alınan sonuçtur:
1- Muhtırayı verenler açısından hiç,
2- Muhtırayı alanlar açısından, insan idrakının almayacağı kadar başarı.
27 Mayıs’ta, darbe yiyen karşı devrimci güç, bu yenilgisinin nedenini iki güce
bağlamıştı:
1- Gençlik,
2- Türk Silahlı Kuvvetleri.
İki sağlam güce de, Cumhuriyet’i ve Atatürk devrimlerini korumak ve kollamak görevi
verilmişti.
Karşı devrim ise, Atatürk devrimlerini kendi çıkarlarına aykırı görüyor ve devletçilik
ilkesini, her mahallede bir milyoner yaratmak siyasetine engel sayıyordu.
Çıkarlarını soyguncu, kapkaççı bir düzene bağlayan politika bezirgânları ve onların
etkilediği insanlar, intikam ve kin duygularıyla eski deneyden ders alarak çabalarını
sürdürdüler. Politikada geçerli olan, Bizans oyunları ile bu iki gücü parçalamak, dağıtmak
formüllerini uyguladılar.
Gençlik bölündü ve birbirine düşürüldü. Gün geldi ki sokaklar suçlusu bulunmayan
cinayetlerle, şehit edilen gençlerle dolmaya başladı. Fırtına biçilmek için rüzgâr ekilmişti.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nden gelebilecek tehlikeleri önlemek için gerekenler yapıldı.
Bunun ilk mimarı da maalesef İsmet İnönü oldu. 22 Şubat’lar, 21 Mayıs’lar, 11’ler, Göksenin
olayı, Deniz Subayları Bildirisi ve öteki hareketler, 12 Mart bahane edilerek, kara, hava ve
deniz kuvvetlerinin özü ustalıkla budanmak istendi.
Bütün bunlar, hep demokrasiyi kurtarmak amacı ile yapılıyordu.
Peki, 12 Mart Muhtırası niçin verilmiştir? Demek ki, gerçekte bu tarihe kadar
demokrasiyi hiç kimse kurtaramamıştı.
AP iktidarı ilk etapta gençliği bölmeye, dağıtmaya, sağı organize ederek, solu ezmeye
çalışırken, kendini başarılı sayıyordu. Ne var ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne el atılamıyordu.
Hatta “Demirel” 1968’lerde bütün çabasına ve bir tek insanın general olmasını istemesine
karşın, başarı sağlayamadığından dert yanıyordu. Kimdir bu değerli subay?... 27 Mayıs’ta
Balmumcu’da komutanlık yapmış olan, tutuklu sanıkların aileleri ile temaslarında her türlü
biyolojik kolaylığı gösteren, böylece modern infaz usullerini 647 sayılı yasa çıkmadan çok
önce Türkiye’de ilk kez uygulanan bu saygın subay?
Ama bugün bakıyoruz ki, Sıkıyönetim Komutanları içinde bile Demirel’den yana
olanlar varmış. Öyle ki AP bazı Sıkıyönetim Komutanlarına, temsilcilerini yollayıp, Türk
Silahlı Kuvvetleri’nde düşündüğü tertipler için angajman yapabilecek duruma gelmiştir. AP
büyük paşalar partisi olmaya başladı. Silahlı Kuvvetler Birliği’nde bizimle, Atatürk
devrimcisi görüşünü paylaşan generallerden bile, yaklaşan seçimlerde, AP’de ikbâl arayanlar
çıkıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi bahane edilerek, “müesseseler arası denge”den söz ediliyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nden hıncını alamayan karşı devrimciler, bu olayı sömürdükçe
sömürüyor.
12 Mart Muhtırası yasal mıydı? Kabul edildiğine göre, yasal saymak gerekir. Peki
gerekleri yerine getirilmeyince, yapılması Türk Silahlı Kuvvetleri’ne düşen görev nerede
kalmıştı? Hıyanetler, hıyanetleri izliyordu… Bu neden böyle olmuştu? Bence düğüm bu
sorunun yanıtındadır…
Muhtıranın muhataplarından biri ne yazık ki, Türk Silahlı Kuvvetinin Başkanı olan
Sayın Cevdet Sunay idi. O Sunay ki dün Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başında bulunuyordu.
Dünkü silah arkadaşları tarafından “bilgilerinize” diye itham olunabiliyordu. Ve de Sunay,
günlerce Muhtırayı veren dört general ile telefonla konuşmak olanağını bile bulamıyordu.
Artık, bu Cumhurbaşkanı’nın istifa etmesi gerekmez miydi? Elbette evet (!) Çünkü,
bulunduğu yüce makama herkesten çok duyması gereken saygı, böyle bir istifayı zorunlu
kılıyordu.
Oysa hiç de öyle olmadı.
12 Mart öncesinin “milli iradeyi” ve “oy çokluğunu”, “demokrasi” sayan anlayışını
temsil eden Demirel, şapkasını alıp gitmişti. Nedense Sunay yerinden ayrılmamıştı.
Muhtıracılarla bağlantı kuramamıştı ama, elbette bir hesabı vardı. Kanımıza göre, bu hesabın
en başında Orgeneral Memduh Tağmaç ile sürdürülen kader birliğinden ergeç yararlanmak,
23 Şubat 1962’den bu yana, Tağmaç’la beraber el attıkları örgütlerden istifade etmek
düşüncesi geliyordu. Nitekim sonraki olaylar bizi doğruladı.
Bir rastlantı sonucunda, 11 Mart 1971’de Sayın Sadi Koçaş ile birkaç saat konuşmak
olanağını bulmuştum. Sayın Sunay ve Sayın Tağmaç’ın zihniyeti ile 12 Mart Muhtırasının
gerekleri yerine getirilemezdi. Kendisine bu endişemi açıkladığımda, Sayın Koçaş, iyimser
görünüyordu. Ne var ki, zaman beni ve benim gibi düşünen onbinlerce yurtseveri haklı
çıkarttı. Peki, bizler neden bu düşünceye varmıştık?
Sunay-Tağmaç ikilisini, 1960’lardan beri çok yakından tanıyordum. Görüşlerine hem
Türk Silahlı Kuvvetlerinde iken, hem de emekli olduktan sonra karşı çıkmıştım.
Atatürk şöyle diyordu: “İdare-i maslahatçılar, esaslı inkılâp yapamazlar.”
Çelişkiye bakınız ki, Muhtıranın suçladığı parlamentodan ve insanlardan inkılâp
yapmaları reformları gerçekleştirmeleri isteniyordu.
Süleyman Demirel böyle darbelere alışıktı. “Sokaklar yürümekle aşınmaz” diyecek
kadar geniş adamdı. Ama gençlik ve işçi hareketleri geldiğinde baş edemez olmuştu.
Koçaş, 12 Mart Muhtırası ile her şeyin süt liman olacağını sanıyor, hattâ o gün, yani 11
Mart 1971’de, eğer parlamenterlerin maaşları arttırılırsa, politikadan çekileceğinden söz
ediyordu. Ne gariptir ki, başbakan yardımcısı olduğu dönemde, parlamenterlerin maaşları
arttırılmış, Koçaş da karşı çıktığı bir olayın gerçekleştiğine tanık olmuştu.
Elbette gençliğin hareketleri devam edecekti. Çünkü bu bir sosyal oluşumdu. Sosyal ve
ekonomik sorunlara ilişkin bir fenomendi. Polisiye tedbirlerle önlenecek gibi değildi.
Süleyman Demirel iktidarının ektiği tohumlar meyvasını vermişti. Anayasayı yok saymış,
yasaları, ya hiç uygulamamış, ya da tek yanlı uygulamış, çeşitli oyunlarla ülkeyi yangın
yerine çevirtmiş, sonunda Türk gençliği ile Türk Silahlı Kuvvetleri’ni karşı karşıya getirmeyi
başarmıştı bu iktidar.
İlkin her şeye rağmen, birinci Erim hükümetine olan umudumuzu yitirmedik. Ama günü
gelince birinci Erim hükümeti, ikinci Erim hükümetine dönüşmüş, kanımızca siyasal yönden
her şey bitmiş, 12 Mart Muhtırası’nın “restorasyon” dönemi başlamıştı.
Sayın Erim, Demirel’in 27 Mayıs Anayasası’na olan düşmanca tavrını takınabiliyordu.
Dahası, bu Anayasa Süleyman Demirel paralelinde tebdil ve tağyir ediliyordu.
Sayın Başkan, Sayın Yargıçlar,
Buradaki “tebdil” ve “tağyir” deyimlerine dikkat olunmasını rica ederim. 1961
Anayasası, bir referandum ürünüydü. Kamu hukuku açısından, böyle bir Anayasanın,ancak
referandum ile değişmesi mümkündü. Anayasa hükmünün yorumu ile, değişiklik için 2/3
çoğunluğun yeteceği görüşünü öne sürmek, özden uzak, biçimsel, politika bilimi, kamu
hukuku, sosyoloji esasları ile çelişik bir düşüncedir. Anayasa yalnızca dar anlamda, bir takım
maddelerden ibaret değildir. Bu anayasanın biçimsel anlamıdır. Bir de onun maddesi,
kapsamı, ideolojisi vardır. Anayasa, iktidarın oluşumunu, ideolojik temellerini,
fonksiyonlarının icrasını ve bireylerle olan karşılıklı hareket alanlarının sınırlarını
belirlemektir. Bütün bu ilkeler ve usuller, siyasal iktidarı, daha doğrusu anayasal düzeni
meydana çıkarır. Bunları belirleyen ise, ulustur, halktır. Onun rızası alınmadan, kaderi
üzerinde oynanamaz. Bu hukuk dışı tutum olur. Kamu hukukundaki “aksine tasarruf
nazariyesi” gereğince de, bir kamusal tasarruf nasıl yapıldıysa aynı usul ve şekillerle
değiştirilir, ya da kaldırılır.
Oysa anayasa değişikliği, yukarda belirttiğimiz nitelik ve koşullardan yoksundur.
Anayasa hukukunun, siyaset biliminin temel ilkelerine aykırıdır.
Amaçlanan, 1961 Anayasası’nın benimsediği “kuvvetler ayrılığı ve dengesi” ve
özellikle “yargı bağımsızlığı” ilkesini kaldırmak, geriye dönmekti. Bu devletin yargıçlarına,
kendilerine hizmet etmedikleri, aklın, vicdanın, hukukun sesini dinledikleri için kızıyorlardı.
Yürütme güçlenmeli, yargı gücünün egemenliğine son verilmeliydi.
Bunu becerebildikleri kadarıyla yaptılar. Ama bu da yetmedi. Çünkü Anayasa
Mahkemesi, 1402 sayılı yasanın iki önemli maddesini iptal etmişti. Kaldı ki mahkeme, aynı
kanunun diğer maddelerini, muhalefet şerhlerine rağmen, sadece iptal istemlerindeki zaman
aşımı bakımından, şeklen yürürlükte bırakmıştı. Yanlış çizilen sıkıyönetim uygulamaları
stratejisinin sonucunda, binlerce dosya, onbinlerce sanık yaratılmış, her taşın altında bir suçlu
aranır olmuştu. 30 günlük gözaltı süresinde, her türlü işkence yapılabiliyor ve işkence izleri
giderilebiliyordu. Bu süre, hesabı görülme kararı çoktan verilmiş kişiler için “ikrarnâme”
doldurmaya yetiyordu. Yetmezse ne gam! “İhtilâttan men” diye yasa dışı, insanlık dışı bir
uygulamaya gidiliyordu. Savcılıkta, tutuklama talebi ile sevk olunduğu mahkemede,
ikrarnâmeyi doğrulamayan sanıklar, yeniden geldikleri yerlere gönderiliyorlardı. Bu süre
içinde sanık yerin dibinde, bir hücreye kapatılıyor, burada her türlü sağlık koşullarından
yoksun olarak tutuluyor, aileleri dahil hiç kimse ile görüştürülmüyorlardı. Öyle ki, bir yıl
ailesi ile görüştürülmeyen ve bu yüzden bazı sanıkların delirdiklerinin tanığı oldum.
Sayın Başkan, Sayın Yargıçlar,
353 sayılı yasanın 76. maddesi dayanak yapılarak, mahkemelerden “ihtilâttan men
kararı” sağlanmaktadır. Oysa anılan madde incelenirse, ihtilâttan men diye bir tedbire yer
verilmediği görülür. Bu madde, tutukluya, ancak tutuklamanın gerektirdiği amaca uygun
sınırlamaların mahkeme kararıyla uygulanabileceğini öngörür. Tutuklamanın amacı ise
bellidir. Soruşturmanın gizliliği ve sağlığı da, bu tedbirin uygulanmasına hak vermez. Böyle
bir tedbir “ceza” niteliğini almakta, masumiyet karinesini ihlâl etmektedir. Yani, 76. maddede
böyle bir tedbir yoktur ve bu uygulama yasa dışıdır. Kanunlarımızın bu açık hükmüne karşın
“108 gün ihtilâttan men” halinde bulunduruldum. Uluslar arası topluluğun onurlu bir üyesi
olarak imzamız bulunan insan haklarına ilişkin sözleşme ve bildirgeler de buna olanak
tanımaz. Bu sözleşme ve bildirgeler birer yasayla onaylandığına göre, Sayın Savcıyı ve Sayın
Mahkemeleri, örneğin bir 353 sayılı yasa, bir CMUK gibi bağlar. İhtilâttan men kararının
yasaya uygun olduğunu varsayım olarak bir an için kabul etsek bile, bunun infazının böyle
olmayacağı açıktır.
Tek başına bu olgu bile, bir işkence değil midir? Sanırım mahkeme kararlarını
uygulama makamı olan askeri savcılık, bu insanlık dışı yöntemlerin sorumlusu olduğunu
görmemezlikten gelmektedir.
Eğer avukatlar olmasaydı bu işler daha kolaylaşabilirdi (!) Bu anlayışla sanık-müdafî
ilişkileri, çoğu yerde yasalara aykırı olarak sınırlandırılmıştı. Ama Anayasa Mahkemesinin
iptal kararı üzerine gözaltı süresi eskisi gibi 48 saat olursa; ne yeterince işkence yapılabilir, ne
yeterli tertip bu süreye sığdırılabilir, ne de yapılan işkencelerin izleri avukatlardan
gizlenebilirdi. Kaldı ki, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 3 Numaralı Askeri Mahkemesi,
Esas 1971/26, Karar 1971/37 sayılı dosyada mevcut ara kararı ile Anayasa’nın 14. maddesini
açıkça çiğnemekte ve “Dayak iddialarının tahkikinde netice bakımından bir fayda olmadığını,
çünkü, dayağın doğruyu söyletmek için mi, yoksa yanlış beyanlar almak için mi atıldığının
tespitine imkan olmadığı, bu bakımdan tahkikine lüzum olmadığı” şeklinde bir mantık
kullanarak, işkenceyi haklı ve olağan kabul etmektedir. Aynı davanın 27 Aralık 1971 günkü
ara kararında, dünya basınında uyanan tepki üzerine kararı yumuşatarak geri döndürmeye
çalışması acı gerçeği değiştirmez.
Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün’ün bu konudaki çeşitli beyanları ile,
yukarıdaki anayasa dışı karar arasındaki bağlantıyı biz şahsen yadırgamadık.
En iyisi, Anayasa’yı bir daha değiştirmekti. Klâsik demokrasinin beşiği olan, zaman
zaman işimize geldiğinde örnek aldığımız İngiltere’de, Magna Carta 758 yaşındadır. Habeas
Corpus Act, 306 yaşına basmıştır. Varsın olsun. “Ben yaptım, oldu” diyorduk. Canımız
sıkıldıkça Anayasa’yı değiştirirdik. Anayasa değişikliğinin biçimsel koşulu, nasıl olsa
maddesinde yazılıydı. 2/3 çoğunluğu sağladın mı olurdu. Örneğin; aynı kafa dün, “Bulun 226
oyu, düşürün” diyordu. Anayasa hukukunun evrensel kurallarının önemi yoktu. Devletin
temel güçlerinden biri olan “yargı gücü”nün en kutsal kesimindeki Anayasa Mahkemesi de
çok olmuştu. Öyle ise, Yasama ile Anayasa ikinci kez değiştirilecek ve Anayasa
Mahkemesi’ne haddi bildirilecekti. Hem Danıştay’da çok oluyordu. İdare istediği gibi at
oynatamıyordu. Politikacı, idarede istediği gibi tasarrufta bulunamıyordu. Ona da cevap
verilmeliydi. İktidar, hukuk devleti falan diyecek, yargıdan bağımsız olacak ve keyfi,
partizanca tasarruflarını hukuk denetimine bırakmayacaktı. İdare hukukunda artık yeri
olmayan “hükümet tasarrufu” kategorisi yaratılacaktı.
Peki, bir bakıma “kuvvetler dengesi” olan demokrasi anlayışı nerede kaldı?
Bu kadarla da kalınmadı.
Parlamento cumhurbaşkanını seçemiyordu. Sanki cumhurbaşkanı olacak kimse
kalmamıştı. Öyleyse, Sunay’ın görev süresi, yapılacak Anayasa değişikliği ile uzatılmalıydı.
Böylece demokrasi kurtarılacaktı. Demokrasi denilen bu şeyi, kimsecikler kurtaramıyor
olmalı ki, her gün yeni demokrasi kurtarıcıları ortaya çıkıyordu.
İyi ama, Süleyman Demirel, “Cumhurbaşkanlığına cülûsla gelinmez” dememiş miydi?
“Sunay formülü” de nereden çıkıyordu? Sunay, 12 Mart Muhtırası’nın muhataplarından biri
değil miydi?
Görevinde tarafsız olması ve içtiği and’a bağlı kalması gereken Sunay bir mesajında
Atatürk’ün kurduğu parti olan CHP’yi, “Gaflet ve hıyanet” içinde bulunmakla suçlamış, ona
ağır biçimde hücum etmiş değil miydi? Ecevit’in buna karşı çıkışı, belleklerde bütün tazeliği
ile yaşamıyor muydu? Bu durum karşısında nasıl oluyordu da, aynı Ecevit, “Sunay
formülü”nün yandaşı olabilirdi?
Demokrasi kurtarılacaktı ya…
Peki, eskiden demokrasiyi kurtardık diye afra tafra satanlara ne oluyordu?
Görülüyor ki, akıl almaz çelişkiler var… Ama önemli değil… Kamu oyunun
unutkanlığı ve hoşgörüsü yanında, para ile oy alınıp satılarak bu işler zamanı gelince
düzenlenebilirdi.
Sosyal yasaların gereği olmakla beraber biraz sonra açıklayacağımız nedenlerle de,
olaylar devam ediyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri bir girdaba itilmişti. Önüne konan eski
iktidarın dosyaları ile, kök kazıma operasyonları yürütüyor, ama sonuç alamıyordu.
Bizim kanımıza göre, bir kısım örgütler bu uygulamanın yönünün saptırılmasında ve
bugünkü çıkmaza askerî yargının sokulmasında, başlıca etken olmuşlardır. Hele bu
yönlendirmeyi yapanların, karşı devrimci nitelikleri ile meseleyi 27 Mayıs’ın tasfiyesine
kadar götürmekte başarılı olabilmesi tarihi bir hata olmuştur.
Bir yandan Anayasa ve Hürriyet bayramı kutlanırken, o anayasanın tüm anlamının
bertaraf edilmesi ve 27 Mayısçı güçlerin kıyımı adım adım sürdürülmüş ve onlarca olumlu
sonuç da alınmış gibi görünüyor.
Yanlış istihbarat, yanlış uygulama olduğu gerçeğini zaman gösterecektir.
Diğer yandan Demirel, hesabını tezgâhlayacağı günü sabırla bekliyordu. Tabii
Demirel’den başkalarının da hesabı vardı. Ama en çok Demirel’in cesareti zamanla artmıştı.
Ona göre; “12 Mart’tan sonra da anarşi sürüyordu; öyleyse bunun nedeni kendisi değildi.”
Demirel 12 Mart’tan sonra istifa ederken, Muhtıranın demokrasiye aykırı düştüğünü
açıklamakla yetiniyor. Parlamenter olarak yaptığı yemini göz ardı ediyordu diğerleri gibi…
Peki, bu hareket yasa dışı ise, protesto kabilinden, niçin bir kişi bile parlamentodan
istifa etmemişti? Eh, herkes geçimini, maişetini düşünür. Bu doğaldır. 1961 Anayasası’nın,
parlamenterlerin ödenek ve yollukları ile ilgili 82. maddesi olduğu gibi iptal edilerek, maaş ve
ödenekler sessizce arttırılıvermişti. Milletvekilliği, senatörlük doğrusu cazip duruma gelmişti.
Hem, yalnızca maaş ve ödenek mi?... Banka kredileri, yerli-yabancı firmalarla ilişkiler,
yurtiçi-yurtdışı geziler, kokteyller, ziyafetler de vardı.
Türkiye’nin sorunları sonsuzdu. Bilinçlenen bir özel sektör… Onun da sonsuz işleri
vardı. Artık, rejim bunalımına, olağanüstü olaylara karşı özel sektörün bağışıklık kazandığı,
en yetkililerinin ağzından açıklanıyordu.
Bir yandan işçi dövizlerine göz koyup, sanayiye kaynak aktarmak çabası içine girilecek,
diğer yandan sanayileşmenin yükü emekçilere, dar gelirlilere yükletilecekti. Hedef buydu.
Elbette, çıkarları gözetilenler, üzerlerine düşeni yapıyorlardı. Ve Muhtıra’nın suçladığı
parlamento, üçüncü beş yıllık kalkınma plânını da onaylayarak, Türkiye’nin geleceğini
yönlendiriyordu. Bu plânın insanı ikinci, makineyi birinci plâna aldığı, bizzat özel sektörce
belirtilmiştir.
Bir gün baktık ki, bir parlamento üyesi eroin kaçırırken yakalandı, bir grup
parlamenterin adı kaçakçılık olayına karıştı. Emniyet Genel Müdürü Sayın Orhan Erbuğ, 52 iş
adamı ve parlamenterin adının eroin kaçakçılığına karıştığını kabullendi. Biliyorlarmış, ama
sadece izliyorlarmış.
Bütün bunlar, sessiz geçiştirildi. Temele inilmiyor, görüntüde, yüzeyde kalınıyordu.
Kastımız parlamentonun, hükümetin, manevi şahsiyetini, alenen tahkir ve tezyif etmek
değildir. Bu yönde maddi ve manevi hiçbir eylemimiz olmadığı gibi, gerçek parlamentoculuk
ve demokrasinin savunuculuğunu yapmışızdır. Çünkü biz, bu kurumların iyi işlemesini
temenni ediyor, iyi işlemeyişinin nedenlerini eleştiri hakkımıza dayanarak ortaya koymak
istiyoruz. Yani amacımız, tahkir ve tezyif değil tam tersidir. Eleştiri ise, çok eski tarihli bir
Yargıtay içtihadında belirtildiği üzere, “huşuneti lisani”yi gerektirir. Demokratik olduğu iddia
edilen bir toplumda ise, hiçbir kişinin ya da makamın, yahut müessesenin dokunulmazlığı,
eleştirilmezliği diye bir kural yoktur. Öyleyse, işbu sorgum boyunca söyleyeceklerimizin,
doğal eleştiri hakkım olarak kabul edilmesini diliyorum.
Parantezi böylece kapattıktan sonra konuya dönelim.
Suçlanan parlamento idi. Ve bununla da “Atatürkçü Görüşle Reformlar” yapılacaktı. Ve
de bu parlamento demokrasiyi kurtarıyordu. Kimden mi?... Türk Silahlı Kuvvetleri’nden…
Kurtarılmak istenen demokrasi uğruna, ben de Selimiye’nin bodrumunda hücrede
bulunuyordum.
14 Ağustos 1972’de hücrede iken ziyaretime gelen avukatım Birsen Balcıkardeşler’e,
görevli dinleyici subayın yanında, durumu şöyle belirtiyordum. “Oynanmak istenen bir
siyasal tertibin, bir iktidar kavgasının sonucunda buraya getirilmiş bulunuyorum. Durumum
tümü ile siyasaldır. Anayasa’nın 95. maddesinin ikinci fıkrası değiştirilmek isteniyor. Eğer
bunda başarı sağlanırsa hesabımız görülür.”
Ama o zaman, yani Ağustos 1972 başlarında, Anayasa’nın bu hükmünü değiştirmeye
kimsenin gücü yetmemişti. İşte, “Sunay formülü”, böyle bir özlemin dışa vurulmasıdır.
Bundan kısa bir süre sonra (30 Ağustos 1972’de) Memduh Tağmaç’ın ağlarken çekilmiş
bir fotoğrafını gazetelerde görünce, epey üzülmüştüm. Bu fotoğraf, eski ve gene ağlamaya
ilişkin bir anımı belleğimden çıkartıp gözümün önüne getirdi. Yeri gelince, elbette üzerinde
duracağız. Tağmaç gitmiş, oyun bozulmuştu.
Şimdi biraz da, bizi bu noktaya getiren olaylara, Muhtırayı verenlerin açısından
eğilelim.
Muhtıra bilindiği gibi, dört Orgeneral tarafından verilmişti.
Orgeneral Memduh Tağmaç,
Orgeneral Faruk Gürler,
Orgeneral Muhsin Batur,
Oramiral Celâl Eyicioğlu.
Tağmaç’ın kişiliğini yakından tanırdık. Ayrıntıya şimdilik girmeyip, birkaç örnekle
yetineceğim.
Birinci örnek:
Tağmaç genelkurmay başkanı olunca, ilk mesajını hazırlaması için emir verdiği
generalin, müsveddesindeki Atatürk, Atatürkçü ve Devrim sözcüklerini metinden çıkartmıştı.
Böylece müsvedde, arapsaçına dönmüştü. Mesajı hazırlayan generalin şaşkınlıkla bunun
nedenini sorması üzerine Tağmaç, “Hükümeti gücendirmeyelim” karşılığını vermişti.
İkinci örnek:
Genelkurmay Başkanı olarak dolaştığı garnizonlarda, 1959’larda tıpkı Rüştü Erdelhun
gibi, “Hükümeti desteklememiz gerekir.” diyordu. Genç subaylar, askerî disiplin ile
bağdaşmasa bile, dayanamayıp soruyorlardı;
“Hangi hükümeti?..”
Biz cevap verelim;
“Süleyman Demirel hükümetini…”
Aynı general, Demirel hükümetini en ağır dille suçlayan muhtıraya imza koymuştu.
Üçüncü örnek:
Tağmaç, 1963’lerde başbakan olan İnönü’ye, onun arabasının kapısını açacak kadar
yakınlık gösteriyordu. İnönü’yü, Genelkurmay Başkanlığı’nın kapısına kadar uğurlayan
fotoğraflarını gazete koleksiyonlarında bulmak mümkündür. 1953’lere ise hiç inmiyorum.
Hele iki oğlunun Deniz Harp Okulu’ndan mezun olmaları için yapılan olumsuz girişimlerden
söz bile etmek istemiyorum.
Sayın Başkan ve Değerli Yargıçlar,
Basın üzerinde, düşünce özgürlüğü ile bağdaşmayan baskıların yoğunlaştığı bu
dönemde bu gerçekleri, yani Türkiye’nin siyasal arenasında, kapalı perde oynanan ve siyaset
kurtları sayılan, İnönü ve Bölükbaşı’nı bile hayrette bırakan durumları dile getirmek benim
için tarihi bir ödevdir.
Oramiral Celâl Eyicioğlu’na gelince;
Bu sayın kişinin de, ancak bulunduğu görevi nedeniyle muhtıraya imza koyduğu
kanısındayız. Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün, İstanbul grubu eski üyelerindendi kendisi.
Orgeneral Faruk Gürler ve Orgeneral Muhsin Batur;
Bu iki komutan, 1961’de “Silahlı Kuvvetler Birliği” örgütünün üyeleri idiler. O zaman
rütbeleri Tuğgeneral idi. Bende aynı dönemde, Kurmay, Yarbay rütbesi ile bu örgütün üyesi
bulunuyordum. Bu örgüt içten ve dıştan gelen ihanetler yüzünden, tuzla buz edilmiş, bu
oluşum bir takım patlamalara yol açmıştı. Ancak birbirlerinin tavrını, yapısını ve
karakterlerini anlayan örgüt üyeleri arasında, duygusal bağ kesilmemişti.
Kendileri ile hiçbir yakınlığım, hatta tanışıklığım olmayan bu kişileri, uzaktan izler ve
takdir ederdim. Günün birinde Türkiye’ye yararlı olabilecekleri yolundaki kanımı
sürdürürdüm.
Sayın Başkan ve değerli Yargıçlar,
Siyasal olayların kendine özgü niteliği vardır.
“Silahlı Kuvvetler Birliği” gizli bir örgüttü. Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay idi. Eğer
savcı, o dönemde Ankara’da görevli bulunsaydı ve bu gizli örgüt hakkında, iddianame
yazabilecek kadar mesleki yüreklilik gösterebilseydi, ona saygılarımı sunardım.
Sayın Mahkeme Başkanı,
“Merhamet” adalet değildir. “Merhametli yargıç” makbul sayılmamalıdır. Ama “insaflı
Yargı”nın adalete yaklaşabilme yeteneği daha çoktur.
Herhangi bir ülkede özgürlüğün olup olmadığı hakkında bir kanıya varmak için,
yalnızca uygulanan yasaya bakmak yeterli değildir. Şunu da sormak gerekir: “Düşünce
suçları” hakkında kim karar veriyor?
Evet, Sunay gizli bir örgütün başıydı. Bu mantıksal bir çelişki değil midir? Neden bu
örgüte gerek duyuldu?... İşte düğüm burada… Bu düğümü çözebilen beyinler, sonraki olayları
değerlendirebilir, demokrasiyi kurtaran kahramanların maskelerini düşürebilirler.
Sunay Genelkurmay Başkanı idi. Ama dizginler elinden kaçmıştı. Kendine rağmen,
gizli bir örgüt oluşmuş, Ankara’da ses vermeye başlamıştı. Bir Tansel olayı (6 Haziran 1961)
Ankara göklerini jet seslerine boğmuş, böylece tükürülenler yalanmıştı. Tansel’i
Washington’a sürenler, bu kararı alanlar imzalarının onuruna sahip çıkamamışlardı. Ve de
Tansel yerinde kalmıştı. Çünkü o tarihte “Silahlı Kuvvetler Birliği” örgütünün başkanı idi.
Sonraki olayların gösterdiği gibi, doğrusu “Silahlı Kuvvetler Birliği” baş bulmakta
mahirdi (!) Bu hiyerarşi hastalığının, gizli örgüt kurallarıyla çatışma halinde bulunması,
sonraki olayları olumsuz olarak etkiledi. Omuzla başı birbirine karıştıran bu hastalık, bir
bakıma doğaldı. Askerî hiyerarşi içinde yetişmiş, disiplin anlayışını benimsemiş, kurulu
düzenin kalıpları arasına sıkışmış insanların, ortak niteliği idi bu. Oysa bir gizli örgütün başı
için, yalnızca omuz yetmez. Yürek, inanç, içilen anda bağlılık, karakter, beyin, dayanma gücü
ister.
Ama, “Silahlı Kuvvetler Birliği” örgütü, bu gerçekleri görecek düzey ve nitelikte
değildi.
Olağan koşullarda, yetkili bir kişiye zorla imzasını geri aldırırlarsa, artık o kişi
bulunduğu makamı terk eder, değil mi?... Oysa burası Türkiye… Bizimkiler koltuklarına
yapıştıkça yapıştılar. Sunay bunlardan biriydi ve kuvvete teslim olmuştu. Yani, “Silahlı
Kuvvetler Birliği” örgütünün başına geçmişti. Hem Genelkurmay Başkanı’ydı, hem de
“Silahlı Kuvvetler Birliği” gizli örgütünün…
Bu garip durum, yani Sunay’ın hem Genelkurmay hem de bir gizli örgütün başkanı
olması, önerilerimle düzeltilmişti. Zamanı gelince bu noktaya değiniriz…
Bu garip çelişki nedeniyle Sunay’ın ve yandaşlarının bilinç altlarında yerleşen kin ve
husumet tohumları, onu bir takım politikacılarla anlaşmaya itti.
Politikacıların nitelikleri, eğilimleri, dünya görüşleri önem taşımıyordu. Asıl olan
intikam alınmasıydı.
Nitekim, Tansel olayının imzacıları, çıkarlarının sarsıldığını gören politikacılarla
ittifaka girmekte gecikmediler. Bir gün İnönü ile, bir gün Demirel ile flört edildi. Önemli
olan, “Kinim, dinimdir.” diyen anlaştı…
Peki, “Silahlı Kuvvetler Birliği” Türk Silahlı Kuvvetleri demek değil miydi? Öyleydi.
Ne var ki, “iktidar bölünmez” kuralını henüz askerler bilmiyorlardı. Bugün de tam bildikleri
kanısında değilim.
Bertrand Russel’ın “İktidar” adlı yapıtının, bir yerinde (mealen) “İktidar şehvet tutkusu
gibidir. O tutku, size rağmen devam eder.” deniliyordu. Türkiye’de bu tutkunun lezzetini
alanların başında İnönü gelir. Cemal Gürsel, İnönü ile 27 Mayıs’tan sonra yaptığı ilk
görüşmeden sonra Milli Birlik Komitesi üyelerine: “İhtiyar kurt, gerdeğe girecek bir delikanlı
gibi iktidara istekli.” diyerek İnönü hakkındaki kanısı dile getiriyordu.
Hem, bu 27 Mayıs’ta ne oluyordu? Bu çocukların iş gücü yok muydu? CHP’nin
bayramı vardı. Seçimler geliyordu. İktidar çantada keklikti. Oyunlarını bozmuşlardı.
Bu art niyetler içinde, “Seçimlere bir an önce gidilmesinde sayısız yararlar vardır.”
denilerek, MBK yönlendirilecekti. Günü gelince, “Biz 27 Mayıs’ın ne içindeyiz, ne de
dışındayız.” denilmişti. Güçlük buradaydı. Devrim, DP’ye karşı yapılmış ama, CHP’yi de
hoşnut etmemişti. Bunun yanında, MBK içinde “İktidarda kalalım, ülkenin gereksindiği
reformları yapalım.” diyen küstahlar çıkmaya başlamıştı. Bunların hesabını görmek kolaydı.
Parçala ve hükmet. Nitekim birgün, 14’ler kendilerini yurt dışında buldular. Gerçi bu, tatlı bir
sürgündü. Maaşlı, paralı itibarlı, görevli…
“Silahlı Kuvvetler Birliği” bu dönemden sonra kuruldu. Nereden çıktı bunlar? Al başına
bir belâ daha… Türk Silahlı Kuvvetleri politikaya karışmamalıydı. Şevket Süreyya
Aydemir’in Tek Adam yapıtının birinci cildinde belirttiği gibi, Kolağası M. Kemal de bu tezi,
taa Selanik’te İttihat ve Terakki’ye karşı öne sürmemiş miydi? Peki, bu nasıl olacaktı?
Kuşkusuz, politikacıların görevlerini yapmasıyla…
Onlar, dümenlerinin ardında koştukça, askerler yurt sorunlarına eğilmek zorunda
kalıyorlar, politikaya bulaşıyorlardı.
Politikanın kesin, açık seçik bir tanımı da yoktur ve olamaz da… Aristo’ya göre, geniş
anlamda “İnsan bir siyasal hayvandır.” Yani Zoon Politikon. Politikasız insan olmaz. Yurt ve
dünya sorunlar ile ilgilenmek, bunlara çözümler aramak, geniş anlamda politika kavramına
girer. Ancak bu görünüşün arkasında, sınıf ve zümre, hatta, kişi menfaat ve çıkarlarının
gizlendiğini herkes bilir.
Şimdi de, bir başka gizli örgüt, yani “Silahlı Kuvvetler Birliği” ortaya çıktı. Bölünmeli,
parçalanmalı ve icabına bakılmalıydı. Bunun Türk Silahlı Kuvvetleri’nde yapacağı tahribat
önemli değildi. Onlarca, iktidar hırsının tatmini önemliydi. Tıpkı şehvet tutkusu gibi… Belki
ondan da öte…
Bu örgüt ne istiyordu? Hani, pek korkunç şeyler de öne sürmüyordu: “27 Mayıs’ın
hedefine ulaşması, reformların Atatürkçü görüşle ele alınması, seçimlerin yapılması.” Ne
güzel niyetler değil mi?
Türk Silahlı Kuvvetleri politikaya karışmamalı, alanı onlara bırakmalı dalgalarına taş
atmamalıydı.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin genç kesimi, alttan yukarı, en azından Türkiye’nin “çağdaş
uygarlık düzeyine” ulaşması özlemini, hiyerarşiye uymasa da sürdürüyordu.
Sayın Yargıçlar,
Sayın Prof. Faruk Erem diyor ki:
‘Hiddete bürünmüş adalet’ gerçek adalet sayılmaz ‘gösteri adaleti’dir, bir tarafı noksan
adalettir. Hiddetli adaletin ‘intikamcı adalet’ halini almasından korkulur. Oysa adalet
‘intikama’ karşıdır.
Ceza adaletini ele geçirmek için sarfedilen üstü kapalı ve teknikle örtülü çabalar,
böylece teşhis edilmeli ve önlenmelidir.
Dava, siyasal niteliktedir. Ancak, adalet de aynı zamanda siyasal bir niteliğe sahiptir.
Başka bir deyişle siyasal gücü, kaba güçten ayıran özelliklerin başında adil olmak gelir.
“Siyasal adalet” teriminin ise, birbirine karşıt iki sözcükten kurulu bir deyim olduğu açıktır.
“Siyasete göre, adalet tehlikeli bir karışımdır. Siyasal konulu adalete her toplumun, siyasal
geriliminin arttığı dönemlerde rastlanır. Bu gerilimden adaletin zararsız çıkabilmesi, kolay
değildir. Bunun için büyük yargıçlara gereksinme vardır.
İşte Sayın Yargıçlar, benim huzurunuza sanık olarak gelmem bu sürece bağlıdır.
“Silahlı Kuvvetler Birliği”nin üst kademesinin bölünmesi kolaydı. Ya bunların tabanını
teşkil eden genç subaylar nasıl susturulacaktı? Bu olgu, bir gerçeğin daha saptanmasına
yardım etti. Bu genç subayların da hesabı görülmeliydi. Bu plân, kademe kademe
uygulanacak ve subay sicil yönetmeliğinin 99. maddesinin “e” fıkrasına kadar sürdürülecekti.
Sonra bu konuya gene döneceğiz.
“Silahlı Kuvvetler Birliği Örgütü” İnönü’nün tertiplerine hedef olmuş, ordudan bulunan
desteklerle ihtiraslar alevlenmişti. 30 Ağustos 1961 günü saat 15.00’de, İnönü ve Sunay,
gizlice Genelkurmay Başkanlığı’nda görüşmüşlerdi. Belki bu, onların ilk önemli
görüşmesiydi.
Sunay, o zaman bu görüşmeyi kendi örgütünden gizleyecek kadar güçlü olmadığı için,
kendince gizlemeyi uygun gördüğü kısımları tabii çıkararak, el yazısı ile not edip, üzerinde
görüşülmesi ve karar alınması için “Silahlı Kuvvetler Birliği” örgütüne göndermişti.
Öte yandan örgüt, kendine görev edindiği, 1961 seçimlerini yaptırmış, ne varki sonuç ne
CHP, ne de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tahminlerini doğrulamıştı. Çok ters bir durum ortaya
çıkmıştı. Dün suçlanan karşı devrimcilerin ikinci, hattâ üçüncü takımına iktidar verilerek, 27
Mayıs’ın Atatürkçülüğe dönüş özlemi nasıl gerçekleştirilecekti? Temelde büyük bir çelişki
vardı. Oysa “biçimsel demokrasi” yandaşları, kendilerine göre, bir seçimle meşrutiyet
kazandıklarını öne sürüyorlardı. Dünya kamuoyu ne derdi? Birtakım çevrelerce, bu deyimi
kullananlara her ne kadar bazı suçlamalar yapılıyorsa da “biçimsel demokrasi” bilimsel bir
terimdir. Anayasa hukukunda ve politika biliminde, bol bol geçer. Geri kalmış, teokratik ve
feodal ilişkilerin sürdürüldüğü ülkelerde, gereken sosyal ve ekonomik temellerden yoksun
göstermelik demokrasiler, bu şekilde tanımlanmaktadır. Türkiye gibi bir ülkedeki demokrasi
uygulamasının farklı olduğunu, sanırım savcı bile öne süremez.
Eski DP’liler içerde… Oysa onların soyadlarını taşıyanlar parlamentoda… 1961
Anayasasını bunlar mı uygulayacaklardı? Yurdumuzu Atatürk çizgisine bunlar mı
oturtacaklardı? Daha dün, 31 Mart artığı Said Nursî’nin ellerini öpenler mi, Türkiye’yi çağdaş
uygarlık düzeyine ulaştıracaklardı? Bunlar mı lâikliği uygulayacaklardı? Kuşkusuz, bunlar
olacak şeyler değildi. Daha pek çok sorun vardı.
Bu oluşum görünüşte yasal idi. Amma bir de gizli örgüt vardı: “Silahlı Kuvvetler
Birliği”. Peki örgüt şimdi ne yapacaktı? Örgüt mensupları, İstanbul ve Ankara’da ayrı ayrı
toplandılar. İstanbul’da müdahale görüşü egemen oldu. Bu karar 21 Ekim 1961’de alındı.
Karara imza koyanlardan bazıları şunlardı: Tuğgeneral Faruk Gürler, Tuğamiral Celâl
Eyicioğlu, Tuğamiral Kemal Kayacan, Kurmay Albay Suat Aktulga, Kurmay Albay Namık
Kemal Ersun, Kurmay Albay Vecihi Akın.
Bu komutanlarla ben 12 yıl önce, aynı örgütün içerisindeydim. Ne var ki, bu insanlar
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en önemli makamlarını işgâl ettikleri 12 yıl boyunca, birkaç
adamın kin ve husumeti yüzünden çekmediğim çile kalmadı. Sürüldüm, hapsedildim,
mesleğimden oldum, yıllarca polis ve MİT takibi altında tutuldum, en sonunda da işkenceye
maruz bırakıldım. Bunlardan herhalde ben değil, onlar utanmalı… Ve de bugün gene
hapishanedeyim…
Sayın Orgeneral Faruk Gürler’in nasıl bir oyuna getirildiği gerçeği belleklerde
canlılığını korurken, bu olayın eleştirilmesini şimdilik bırakıp, listede bulunan birkaç
generalin bugünkü görevlerini belirtip, onlara sanık sandalyesinden saygılarımı sunuyorum:
Oramiral Kemal Kayacan (Dz.K.K.)
Orgeneral Suat Aktulga (Harp A.K.)
Orgeneral Namık Kemal Ersun (Ank. Blg. Sıkıyönetim Komutanı)
Korgeneral Vecihi Akın (Adana Blg. Sıkıyönetim Komutanı)
Adlarını ve görevlerini saydığım komutanlar, 12 Mart’tan önce ve sonraki günlerde,
benim 12 yıl önce savunduğum teze sahip çıkmışlardır. Ne var ki, Orgeneral Faruk Gürler’e
oynanan oyun, karşı devrimin intikamının bittiğini göstermez. Yarın değişik biçim ve
görüntüde de olsa, bu oyunun devam edeceğinden kimsenin şüphesi olmasın.
İşte, bu örgütün, şimdi en yüksek makamlarda bulunan komutanların, verdikleri kararın
benzerini, ben de aynı gün Ankara Mürted Hava Üssü’nde “Silahlı Kuvvetler Birliği”
örgütünün Ankara grubu üyelerinden biri olarak imza koymuştum. 50’ye yakın kişi de
benimle aynı doğrultuda imzalarını basıyorlardı.
Mürted’de başka bir karar daha alınıyordu: “Protokole imza koyanlar, birbirlerinin
aleyhine hiçbir tertibe tevessül etmeyeceklerdi.” Ama böyle olmadı. Gün geldi, diğer örgüt
üyelerinin yüksek makamları işgâl ettikleri Türkiye’de, beni falakaya yatırdılar. Bu tutumu
ben, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bir saldırı olarak niteliyorum. Herhalde bu olaydan ötürü
utanacaklardır. Ben utanmıyorum. Çünkü yurtsever olmanın çilesini çekiyorum, ve bu, benim
için şereftir.
Sayın Başkan, değerli Yargıçlar,
İşkenceye dayalı soruşturma, herkesin bildiği gibi, yasal değildir, hukukla bağdaşamaz.
Yargılama bir süreçtir. Bu süreç başlangıcında sakat olunca, sonunun olağan olduğunu,
herhalde hak, hukuk, vicdan sahibi kimse öne süremez. İddianame böyle bir soruşturmanın
ürünüdür.
Temelinde tertip ve siyaset var, dedik. Sayın heyetinizin öz olayı, maddi gerçeği
bulmasına yardım etmek amacı ile bu siyaset ve tertibi açıklamaya devam edelim.
Evet, aynı örgütün üyeleri, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin belkemiğini oluştururken, nasıl
oluydu da eski arkadaşları Talat Turhan bir ay süre ile işkenceye tabi tutulabiliyordu?
Çünkü kanımızca, dış ve iç dinamikler ve politikacılarla angajmana giren bir takım
insanlar, “Sunay formülü”nü 1972’nin Ağustos başında sahneye koymak istiyorlardı. Onlara
göre ben yalnız bir adamdım. Rütbelerim ve mevkiim yoktu. Oltalarına geçirilecek bir yem
olabilirdim. Ama yanılmışlardı. Öyle kolaylıkla yenilecek lokma değildim.
Dün kendilerine güvendiğim, inandığım ve beraber olduğum tüm insanlar, bu vahşetin
karşısında suspus oturdular. Tümüne birden yazıklar olsun. Oysa bir 12 Mart Muhtırası’nın
verilmesi gerçeği bile, bizi doğruluyor, onları ise yanlışlığa mahkûm ediyordu.
Bu, nasıl olmuştu?
Daha haziran başlarında, köşkte bir generale, bir zat kesin tavırla emir veriyordu: “Talat
Turhan-İrfan Solmazer ve birkaç yazarın hesabına bakılsın.”
15 Haziran 1972 gününden itibaren Kuzguncuk’ta dört kişi tarafından takip edildiğimin
farkına vardım. Bu kişiler öylesine görev alanlarının dışına taşıyorlardı ki, geldikleri gün
kendilerini belli ettiler. Etrafımda bir şeyler döndüğünün farkına varmıştım.
3/4 Temmuz gecesi, saat 00.30’da gözaltına alındım. Bunun, hangi normal ve yasadışı
koşullarda olduğunu yeri gelince belirteceğim.
Sayın Başkan ve değerli Yargıçlar,
İddianameye göre, samimi ikrarlar varmış. İkrarın ve atfı cürümün tek başına kanıt
olamayacağı yolundaki usul kuralını savcıya hatırlatalım. Ve diyelim ki, ikrar velev ki samimi
olsa, duruşmada yapılsa bile, yine bir vicdan kanısını verecek nitelik taşımaz. Yasalar,
içtihatlar, hukuk bilginleri böyle diyor. Suçlar ve Cezalar kitabının 159. sayfasında
Quintilliani Declam’a atfen:
Mücrimiyetini kabul eden bir kimseyi bunamış kabul etmelidir. Bir kimse ancak bir
cinnet devresinde, yahut eza ve cefanın şiddetiyle, yahut da işkence korkusu ile kendi kendine
ittiham edebilir. Cebir ve tazyike maruz kalmadıkça dünyada hiç kimse kendi harabiyeti için
kendi aleyhinde konuşamaz.
deniyor.
Beccaria, daha 1700’lerde sayın savcının iddiasına cevap vermiştir.
Evet, hem hayatımı, hem de haysiyetimi kurtarmak için, hazırladıkları senaryolara
uygun ikrarı benden de aldılar.
Sayın mahkemenize yalnızca işkenceden değil, hayat kurmadan, haysiyet savaşından
söz ediyorum. Ölüm tehdidine, haysiyeti kırmaya dayalı ikrar olur mu? Böyle bir soruşturma
yasalara uygun mudur?
Kuşkusuz, bunları kim yaptıysa, askeri savcıya niyabeten yapmıştır. Öyleyse sayın
askeri savcının da, işkenceden haberdar olmaması pek düşünülemez. Hele bazı sanıkların
askeri savcılıkta da aynı yönde ifade vermelerini, samimiyetin kanıtı olarak gösteremez. Ha
savcılık, ha emniyet, ha bir başka yer… Fark etmez. Çünkü soruşturma, savcıya niyabeten
yapılmıştır.
Daha önce çeşitli kanallarla aldıkları, yalan yanlış istihbarat ve işkenceye dayalı ikrar ve
atf-ı cürümlerin sonunda, hazırladıkları senaryoya ve tertipleri sürdürülen iktidar kavgasına
malzeme olacak şekilde ifademi aldılar. Bir yandan da teybe okuttular.
Meşru, yasalara uygun olduğu iddia edilen sözde ikrarlar, bu koşullarda alınmıştır.
Nerede kaldı, benim “susma hakkım”? Ceza Yargılama Usul Yasasına göre sanığa
atılan suç anlatılır ve sonra “bu hususta cevap vermek isteyip, istemediği sanıktan sorulur.”
Polis ve savcı bir kuralı sanığa hatırlatmakla yükümlü değil midir? Oysa önünüze getirilen
dosyadaki hiçbir ifadede, bu soruya rastlamamaktayız.
Dahası, ifadelerde neyin sorulduğu da belli değildir. İfadeler hep soruldu diye
başlamaktadır. Fakat neyin sorulduğu gösterilmemiştir. Serbest iradenin ürünü olan bir sorgu,
böyle mi olur? Tek başına bu nokta bile, işkenceyi göstermez mi?
Devam edelim:
Zihni Paşa işkence köşkünde tertip düzenleten general görevini yapmış olmanın gurur
ve huzuru içindeydi (!). Gözlüklerinin altındaki gözlerini kısarak, memnun gülümsüyordu,
hangi koşullarda alındığını belirttiğim ifadeler, tertibin oynanmak istendiği politika
kulislerinde malzeme olarak kullanılıyordu. Gürler’in Genel Kurmay Başkanı olmasını
engellemek için…
Ne var ki, evdeki hesap çarşıya uymamış, 1972 Ağustos’unda Ankara semalarında gene
jetler uçurulmuştu. Orgeneral Gürler Genelkurmay Başkanı olmuştu.
Denge, yine bozulmamıştı. Oynanacak daha pek çok oyun vardı.
Sayın Başkan ve Değerli Yargıçlar,
Her olay ya da durumu, bir süreç içinde ele almak gerekir. Bu yönden olayları
birbirinden soyutlamak, metodolojik bir yanılgıdır. Öyleyse biraz daha gerilere gitmek
gerekli:
21 Ekim 1961 müdahale protokolüne dönüyoruz.
İstanbul ve Mürted protokolleri, Ankara politika kulislerinde bomba gibi patladı.
Durum Sunay’a ulaştırılmış, bugün adına “Genişletilmiş Komuta Konseyi” denilen
kurul toplanmış, Çankaya’da parti liderleri ile pazarlığa oturtulmuştu. Demokrasiyi kurtarmak
gerekiyordu. Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin isteklerinin başlıcaları şunlardı:
1- Eminsuların T. Slh. Kuvvetleri’ne dönmemesi,
2- 147’lerin Üniversite’ye girmemesi,
3- 27 Mayıs döneminde çıkarılan yasaların ve başta Anayasa’nın değiştirilmemesi,
4- D.P. mensupları için siyasi af çıkarılmaması.
Masa yuvarlak, istekler yuvarlaktı. Verilen sözler yuvarlak olacaktı.
12 yıl sonra geriye dönüp baktığımızda, manzara-i umumiye (genel görünüş) utanç
verici görünmüyor mu? Hep aynı kısır döngü… Şimdikiler de dünküler gibi… “Tıpkısının
aynısı” Ankara kulislerinde geçerli… İşçinin ezilmesi, köylünün çilesi, aydının kahrı,
öğretmenin acısı, ekonomik istikrar, kalkınma mı? Hadi canım sen de (!) Onlar, komünistlerin
uydurması… Ülke günlük gülistanlık… “Bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı
dünya” örneğindeki umursamazlık içinde iktidarlar dümenlerine bakıp muhtıra alıyorlardı…
Tabi demokrasi adına…
Her şey imza koymakla bitmiyordu. Politikacı, soktuğu çomaklarla “Silâhlı Kuvvetler
Birliği” örgütünü de parçalamıştı.
21 Ekim 1961 kararlarına koydukları imzadan dönenler ve dönmeyenler… İki grup
belirmişti böylece…
Dönmeyenler, hem Ankara’da, hem de İstanbul’da örgütlenmelerini sürdürmüşlerdi.
Kuşkusuz onların da hesabı görülecek ve 22 Şubat, 21 Mayıs’larda demokrasi bir daha
kurtarılacaktı.
Bu olaylar sırasında, Mürted’de pist başında tutulan bir uçak içinde gerektiğinde yurt
dışına kaçmaya karar veren kişi, Hv. K. Karargâhında pelte gibi portatif karyolayla yığılan
kişi, Eskişehir 1. Hv. Taktik Kuvveti Hareket merkezinde sinir krizleri geçiren kişi,
Amasra’da hücumbotu ile yurt dışına kaçmak için bekleyen kişiler, sonraki günlerde
demokrasi kahramanları diye Türk kamuoyuna bunların tanıtılması ibret ve endişe verici idi.
Türkiye’nin geleceği adına, uzun uzun düşünmek zorunda kalacaktık. Bu olayların
açıklanmasını, görgü tanıkları daha iyi yaparlar.
Biz, bu endişe ve hayrete düşenlerin başındaydık. Onlar iktidar güçleri ile, tekmil kin ve
husumetlerini üzerimize kusuyorlar, kusturuyorlardı.
Şimdiki tutuklanmanın bir nedeni de, bu kin ve husumetlerin yeniden üzerimize
yöneltilmesidir.
Fırsat bu fırsat. 1402 sayılı sıkıyönetim yasası ile, ülke bir bakıma askeri bölgelere
ayrılmış, Sıkıyönetim Komutanlarına padişahlarda olmayan yetkiler verilmişti. Başbakan
Erim ve Melen’in samimi ikrarları ile sabit olduğu üzere, Sıkıyönetim uygulamaları hükümete
rağmen ve onlardan bağımsız idi.
Nedir sıkıyönetim? Siyasal, hukuki statüsü nedir? Doç. Dr. Bülent Daver’in fevkalade
rejimler konulu tezini okuyanlar herhalde bunları bilirler. Kuşkusuz Sıkıyönetim, Anayasa ve
hukukdışı bir rejim değildir. Anayasa Mahkemesi’nin Esas 1971/31, Karar 1972/5 sayılı ve 14
Ekim 1972 yayım tarihli ilâmında, Anayasa Mahkemesi Bşk. Muhittin Taylan, üye rahmetli
Recai Seçkin’in belirttikleri üzere;
Savaş ve sıkıyönetim durumlarında devletin varlığı veya yokluğu söz konusu olduğu
için, bireyin temel haklarının veya özgürlüklerinin göz önünde tutulamayacağı, her neye mal
olursa olsun, devletin varlığının kurtarılması düşünüleceği görüşü dahi, Anayasal düzenin bir
yana bırakılması yollu bir tutumu haklı kılmaz. İlk önce şu düşünülmelidir ki, savaşta,
sıkıyönetimde, Anayasal düzen içinde yeri olan durumlardır ve bundan dolayı bu durumların
dahi Anayasa ilkelerine bağlı tutulması gerekir.
Anayasa, temel hak ve özgürlükleri hiçbir zaman Devlet uğrunda yok sayma ilkesini
benimsemiş değildir; O, her zaman için insan haklarına, halk yönetimi demek olan
demokrasiye dayanmaktadır. Bu durum, özgürlükleri daraltıcı yönde bulunan bütün Anayasa
ya da yasa kurallarının dar biçimde anlaşılmasını zorunlu kılar ve Anayasa’nın 124.
maddesinde yasa koyucuya tanınan savaş veya sıkıyönetim durumunda temel hak ve
özgürlükleri kısıtlama veya durdurma yetkisinin, Anayasa’nın 11. maddesindeki özgürlüklerin
özüne dokunma yasağının dışında tutulduğu ilkesi benimsenemez.
Ama bütün bunlar kimin umurunda idi? Talat Turhan’ın hesabını görmek gerekiyordu.
Bu işten bile değildi…
Sayın Başkan ve Sayın Yargıçlar,
İddianameyi daha iyi eleştirebilmek ve davanın ruhuna varabilmek için, kronolojiyi
bozmayıp devam edelim ve yine eskiye dönelim. Yani 12 Mart’ın muhtıracı generallerine…
Neydi durum? Dört generalden ikisi birbirine çok yakın görünüyorlardı. Öyleyse
“Restorasyon” 12 Mart muhtırasını verenler üzerinde de uygulanmalı idi. Kuşkusuz, politika
bezirganları kendilerine düşeni yapacaklardı. Asıl iş ise başkalarına düşüyordu…
Bunu, Sunay’ın umut ettiği bağlantının kurulması izleyecekti. Yani Sunay ve Tağmaç
bir araya geldiler.
Sonra, birbirine yakın olan, muhtıracı iki generalin arasına girilmeye çalışıldı.
Başlangıçta başarı da sağlandı.
Nasıl mı oldu?...
Şöyle: MİT’ten yararlanmak gerekiyordu. Bu teşkilâtın etkin bir iktidar aracı olduğunu
bilen Sunay-Tağmaç ikilisi, 23 Şubat 1962’den beri MİT ile sıkı fıkı idiler. Bu dostluk,
onların iktidarlarının sağlamlaştırılmasına hayli yardım etmişti. Başka türlü olsaydı, “Sunay
Formülü” ortaya çıkarılabilir miydi? Sunay-Tağmaç ikilisi, 10 yıldır, T. Slh. K.’lerini,
özellikle genç subayları izliyor, kimin ne olduğunu biliyordu.
Sunay’ın daha 1964’lerde “Orduda kuş kanadını çırpsa haberim oluyor” diye
öğündüğünü biliyorduk.
Herkes fişlenmişti. Peki, fişlemedeki ölçü ne idi? Bilimsel değildi kuşkusuz. Okuduğu
gazete, sevdiği renk, beğendiği yazar, genç subayın fişlenmesine yetiyordu. Kırmızı renk,
komünistliğin kanıtı idi. Dergilerin çoğu izleyicilere göre aşırı idi. Steinbeck’ten söz etmek,
yasa dışı görüşe sahip olmaktı. Dostoyevski gibi yazarlardan konuşmak, Rus hayranlığı idi.
Kafa buydu. Oysa çağımız insanının kitap okumasını engellemek bir kültür cinayeti idi.
İlgililerin, Hava Kuvvetleri hakkında yaptıkları istihbarattan tedirgin oldukları
söyleniyordu.
Sıkıyönetim Mahkemeleri’ndeki davalar, uzadıkça uzuyor, sonu gelmez yeni davalarla
da sanık sayısı boyuna artıyordu. Dünya kamuoyu ise, bundan hoşnut değildi.
Öyleyse, Anayasa bir daha değişmeliydi. Yasalar öylesine değişmeli idi ki, karşı devrim
iktidarını pekiştirsin. Bu kafalar, Türkiye’deki sorunun başka olduğunu, temele inmek
gerektiğini kavrayamıyor, ya da kavramak istemiyordu. Çünkü emperyalist ağababalarının
güdümündeydiler…
Peki, bu bataktan nasıl sıyrılanacaktı? 12 Mart’ın “Restorasyonu” nasıl başarılacaktı?
Tam bu sırada Mahir Çayan ve arkadaşları, hapishaneden kaçtılar. Bu olay, İstanbul
Sıkıyönetim Komutanlığı için büyük bir skandaldı. Ne var ki, Türkiye’de istifa müessesesi
çalışmazdı.
İlgililer ve yetkililer baskılarını arttırdılar. Baskı, Türkiye’nin her yanında ve bu arada
özellikle hapishanelerde görülüyordu.
Bütün bunlar, 1972’nin Ağustos’unda sahneye konulması düşünülen Komuta
değişikliğinin arzulanan şekilde düzenlenmesine yetmedi. Ne var ki, olaylardan yararlanarak
birbirine yakın muhtıracı Generallerin arasına “bir süre de olsa” soğukluk yaratılmasında
başarılı olunmuştu.
Oyunlar sürdürüldü, Orgeneral Faruk Gürler’in Cumhurbaşkanlığı olayını, o kampın
siyasal başarısı olarak lanse etmek çabaları arttıkça arttı.
Gene modası geçmiş meşruiyetçilik, oyunu oynanıyordu.
Gürler, çeşitli oyunlarla kalesinden dışarı çıkarıldı. Böylece, İç Hizmet Yasası’nın 35.
maddesinin, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne yükümlediği görevi yerine getirebilme olanağı elinden
alınmıştı. Ardından, siyaset arenasındaki geçerli unsurlar işlemeye, işletilmeye başlandı.
Askerlik askerlerin, politikacılık politikacıların işi değil miydi? Politika alanında
askerleri yenmek kolaydı. Başını kuma sokan “devekuşu” anlayışıyla gününü gün etmek
formülü peşinde koşanların geleceklerini görür gibi oluyorum.
Bekleyelim, görelim.
Sayın Başkan ve Sayın Yargıçlar,
Hep söylenir, yazılır: Türk Silâhlı Kuvvetleri, siyasete karışmamalı diye…
Peki, “Siyaset” nedir, ne değildir? Antik çağdan beri siyaset kavramı üzerinde filozoflar
düşünmüşler, ama hiçbir zaman üzerinde herkesin birleştiği bir tanıma varamamışlardı.
Siyaset biliminde de kesin, açık seçik bir tanıma rastlanmaz.
Her bir filozof, yazar, politika bilimcisi siyaseti kendi dünya görüşüne göre tanımlamış,
ele almıştır. “Savaş, siyasetin değişik araçlarla sürdürülmesinden ibarettir.” diyor. (Gn. Carl
Von Clausewitz) O halde meslekleri harp sanatı olan insanlar, nasıl geniş anlamlı siyasetten
uzak bulundurulabilirler?
Yasaların askerlere yasakladığı hangi anlamdaki siyasettir? Herhalde “Geniş anlamda
siyaset” değildir. Her yurttaş, yurt ve dünya sorunları hakkında söz sahibidir. Dar anlamda
siyaset hakkındaki pek de açık ve yeterli olmayan bir tanıma ise, yürürlükteki siyasal partiler
yasasında rastlanıyor. Buna göre, doğrudan doğruya iktidara yönelik ve siyasi partiler yolu ile
organize biçimdeki hareketler siyasettir. Aklı başında hiçbir asker bu anlamda siyaset
yapmaz; siyasi partilerin doğrultusunda iktidara yönelik hareketlere girmez.
Türkiye kadar Silâhlı Kuvvetler’in politikaya etken olduğu, aktif olarak katıldığı bir
ülkeye, demokrasi cephesinde rastlanmaz. Ancak buradaki belirgin nitelik, Türk Silâhlı
Kuvvetleri’nin fiili mücadeleden çok, “politikayı gütmeyi” yeğ tutan bir anlayışa kendini
kaptırmış olmasıdır.
Gerçekte, bir Anayasa kuruluşu olarak istişari bir organ olan Milli Güvenlik Kurulu’nun
fonksiyonu dahi, başlı başına siyasetteki Asker-Politika ilişkisini kanıtlar.
Bu organla yetinmeyip, zaman zaman muhtıra vererek veya “Genişletilmiş Komuta
Konseyi” bildirileri yayınlayarak, Türk Silâhlı Kuvvetleri-politika ilişkileri hakkındaki yeterli
fikri bizzat ordu vermektedir.
Bu müdahale o kadar gelişmiştir ki, bazı yazarları (Metin Toker) 1. Meclis gibi, sivilasker karması meclislerin kurulmasını önerecek hale getirmişti.
Biz bu konudaki gözlemimizi 8 Mayıs 1967’de Dünya gazetesinde yazdığımız bir
yazıda dile getirmiştik;
Gözleri, iktidar hırsı ile yuvalarından fırlamış çirkin politikacıların oyunları, Silâhlı
Kuvvetler Birliği’nin bütün çabalarına rağmen, önlenememiş, Çankaya protokolüne
politikacılar yanında imza koymak, hatasına düşen komutanlar, orduyu politikanın kucağına
atmış olduklarını idrak edemedikleri gibi, politikacı da, bu vesika ile Kumandanlı
Demokrasinin temelini attığını farkına varamamıştır.
Atatürk dönemi başka idi. Onun deha derecesine varan liderliği altında Ordu ve politika
denge içinde yaşamışlardı.
Demek ki, askerin siyaset içinde bulunması bir olgudur ve askerleri, özellikle
gelişmekte olan ülkelerin, yetersiz ve çıkarcı politikacıları, bu tutumları ile politikaya
itmektedirler.
Sunay, büyük bir çoğunlukla Gürler’in seçilmesi gerektiğine dair demeç verdiği halde,
10-15 gün sonra, “Sunay Formülü” sahneye çıkarılmış ve gene demokrasinin kurtarılmasına
çalışılmıştı (!)
Bir eski sınıf arkadaşım maalesef zamanında “vatan kurtarıcılar” arasında olduğu halde,
hizmetine girdiği çevreleri okşamak için, “Memleketimizin ciddi, en önemli ve hayati sorunu
Vatanı, Kurtarıcılarından Kurtarmak olduğunu bildiğimiz halde açıklamadık, bu yolda samimi
gayretler harcamadık.” diyebiliyor. (Anılar, sorunlar, sorumlular-Orhan Erkanlı) Peki
kimlerdi bu vatan kurtarıcılar?
Elbet bugün içerde olanlar değil… Esasen onların hesabı görülmüştü. Erkanlı bir
makalesinde Cumhurbaşkanlığı sorununu dile getirmiş, egemen güçleri alarme etmek görevini
yapmıştı. Siz onun “bu yolda samimi gayretler harcamadık” demesine bakmayın.
Ne diyor Erkanlı ta 12 Ekim 1972’de:
Sonuç olarak: Sayın Demirel ve Sayın Ecevit, tarihi görev ve sorumlulukla karşı
karşıyadırlar. Başlattıkları normal düzene geçiş kampanyasını olumlu sonuçlandırabilirler. Bu
görüşler ve fikirler, Anayasanın yürürlükte, parlamentonun görevi başında olduğu ve olacağı
inancına dayanır. Bazıları -belki derya tutuşur- diyebilirler. Mümkündür, derya da tutuşur.
Fakat ondan sonraki sorumluluklar deryayı tutuşturanlara aittir (Milliyet, 12 Ekim 1972,
Orhan Erkanlı).
Evet egemen güçler hem susturmasını, hem de konuşturmasını bilirlerdi.
Bir başka kalem, dün Sayın Faruk Gürler ile aynı protokole (21 Ekim 1961) imza
koymuş bir insan, bir dergide saldırıya geçmişti. Hem de geçmişte onun en yakın mahiyetinde
olduğu halde…
Biz de Erkanlı gibi bazı bildiklerimizi açıklamayalım ama hiç olmazsa yazdığı yazıda
(eski MBK üyesi) sıfatını kullanmamalıydı diyelim. Çünkü o zaman başka safta idi. Ama
bugün, kendisinin dün bulunduğu safta olanlara karşı bir şekilde konuşurken o sıfatı
kullanmak yakışık almıyor.
Ve “Gürler formülü” bir gazetede sür manşete konulan bir fotoğrafla noktalandı
(Hürriyet, 18 Mart 1973).
Bu kez “Sunay Formülü” ortaya çıkartıldı, çünkü zamanı gelmişti artık… Ve Demirel
ile Ecevit, Orhan Erkanlı’nın 5-6 ay önce bir gazetede yayınlanan önerilerini gerçekleştirmek
üzere bir araya gelmişlerdi.
Sayın Erkanlı elbette bir kâhin değildi. Mensup olduğu çevrenin isteklerini dile
getiriyordu. O çevrelerin de örgütleri vardı ama Sayın Savcının branşına girmezdi onlar
elbette…
Sırası gelmişken, eski “Silâhlı Kuvvetler Birliği” örgüt arkadaşlarımdan bir soru
sormalıyım. Hatta soru da değil, tarih önünde hesaplaşmak istiyorum. Ben 21 Ekim 1961
müdahale kararındaki imzamdan dönmemiştim. Ama onlar dönmüşlerdi. Peki, bir 12 Mart
onlara mı, bize mi hak veriyordu? Bana Türkiye’de Atatürkçü doğrultuda kaybedilen, 12
senenin hesabını versinler… Görüyorsunuz ki durum böyle değil. Onlar, ikbal koltuklarında,
ben hapishanede… Neden? Çünkü: Prensiplerimden fedakârlık yapmadım ve de satılmadım.
Ama biz bulunduğumuz yerden memnunuz…
Görüldüğü gibi savcıya, esas hakkındaki mütalaasına malzeme teşkil etmek ve iddia
ettiği benim ihtilalci niteliğimi saptamak için epeyce malzeme verdim.
Yalnız Savcıya birkaç soru sormak isterim:
1- “Silâhlı Kuvvetler Birliği” bir gizli örgüt olarak bilindiğine ve benim oradaki
çabalarım gazete sütunlarından, kitap sayfalarına kadar yansıdığına göre acaba bizi suçlamaya
neden buradan başlanmamıştır?
2- 12 Mart Muhtırasının tüm gerekleri yerine getirilmiş midir?
3- Kendisi, Türk Silâhlı Kuvvetleri mensubu olduğu halde, Cumhurbaşkanı seçimini
bahane ederek, hâlâ Türk Silâhlı Kuvvetlerine saldıranlar için neden görevini yapmıyor?
4- Cumhurbaşkanı seçimi ile gerçekten demokrasi yeniden kurtulmuş mudur?
Açıklamalarımın uzun olduğunun farkındayım. Ama bu gerçekler bilinmeden kanıma
göre bu iddianame ile bu davaya bakılamayacağı için bana düşen görevi yapmak durumunda
kaldım.
Sayın Başkan, Sayın Yargıçlar,
Bu arada bir hususu daha, gözler önüne sermek zorundayım. Bilindiği gibi “geç kalan
adalet adaletsizliktir.” Buna göre 53 sanıklı bir davanın, huzurunuza 10 ayda gelmesi olgusu
üzerinde de durulmak gerekir.
Yukarıdaki açıklamalarımla, bu olgu karşılaştırıldığında mahkemenizin doğru sonuçlara
ulaşacağına inanıyorum.
Müsaadenizle savcıdan bir soru daha sorup başka bir evreye geçeceğim.
İddianamenin verilmesi için, Gürler formülünün bilinen sonuca ulaşmasını beklemeye
neden gerek görülmüştür?
Sayın Başkan, Sayın Üyeler,
Evimdeki aramayı ve ondan sonraki olayları, sırası ile açıklamak durumundayım.
Evimde arama:
3/4 Temmuz 1972 gecesi, saat 24.00 sularında evimin zili çalındı. Kapıyı açmadan,
pencereden sokak kapısına baktım… İki resmî elbiseli polis duruyordu. Burada, anormal olanı
sokak kapısının lambasının yanmış olması idi. Çünkü bu lamba, ancak içerden yakılabilirdi.
Yapılan konut dokunulmazlığının açık bir ihtilâli idi. Yani, aramaya gelen ekip, anahtar
uydurarak sokak kapısını açmış, sokak lambasını yakmış, devamlı otomatiğe basmak
suretiyle, benim katıma kadar olan (3. kat) merdivenlere doluşmuştu. Bundan sonrasını,
avukatlarım Sayın Birsen Balcıkardeşler ve Sayın Alp Kuran tarafından 1 Eylül 1972
tarihinde İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri
Savcılığına verilen ve birer sureti Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı ve İstanbul Barosu
Başkanlığına sunulan dilekçeden izleyelim:
T. Slh. K.lerinde yıllarca Türk Ulusuna şerefle hizmet etmiş bulunan müvekkilimiz
Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan, 3/4 Temmuz 1972 gecesi saat 24.00-00.01 arasında
evinden alınmıştır. Eve gelen ekip bir anda, evin bütün odalarına dağılmış, müvekkilimiz
Em.Kur.Yb. Talat Turhan’ın eşinin giyinmesine dahi izin ve imkân verilmemiştir. Kendi
başına geldiğinde her insan gibi, her subayı da derinden üzecek nitelikte olan bu olay,
müvekkilimizin hayatı boyunca hatırlayacağı devamlı bir işkence kaynağı etkisi yapmıştır.
Müvekkilimiz evine gelenlere, arama ve yakalama kararı bulunup bulunmadığını
sormuş, her seferinde “Sıkıyönetim” cevabını almıştır.
Kapıyı açtım. Karşımda bulunan birkaç sivil elbiseli kişi ile, merdivenleri dolduran
öteki görevlileri gördüm. Kanuni hakkım olan “arama emrini” istemem karşısında, bana
muhatap olan şahıs “sıkıyönetim” demekle yetiniyordu. Onların anlayışına göre, sıkıyönetim,
anayasal bir düzen değildi sanki. Hüviyetini istedim. Eğer doğru ise üzerinde okunan isim
“Mete Bozbora” idi.
Uygar bir vatandaş olarak, Güvenlik Kuvvetleri’ne saygı duymamdan daha doğal bir
tutum olamazdı… Fakat ne yazık ki evime gelen bu insanlar, bir işgal ordusu anlayışı içinde
hareket eder görünüyordu. Elbette tüm güvenlik kuvvetleri bu tutum içinde değildir. Fakat
kendileri ile uzak veya yakın hiçbir geçmişim olmayan bu insanlara görev verenler, onları
büyük ölçüde tahrik etmiş bulunuyorlardı. Onlar da görev sınırlarını aşan bir tutum
içindeydiler.
Anayasal bir düzen olan sıkıyönetim düzeninin keyfilik sanan zihniyeti yeriyorum.
Bizim kanımıza göre, 1402 sayılı yasanın 3. maddesinde sıkıyönetimce gece de arama
yapılır diye bir hüküm bulunmadığı için, bu konuda (353 sayılı yasa) ve CMUK’nun ilgili
maddelerinin geçerli olması gerekir. Bilindiği gibi gece arama, malûm yerlerle, gecikmesinde
sakınca olan, yani sanığın kaçmak üzere bulunduğu ve suçüstü halleri müstesna yapılmaz.
Bu yasal hükümler açıkça ihlâl edildiği gibi, arama emrinin bulunmaması olgusu bile,
bu aramayı yaptıranların, objektif olmayan ve yasalara aykırı tutumları için yeterli kanıttır.
Kaldı ki, gayrı meşru bir işlem sonucunda elde edilen kanıtlar da (ki yoktur), arayıcılara
hak verdirecek bir nitelikte değildir.
Evimizden bir kısım kitaplar bizzat “Sıkıyönetim Komutanlığı”nın bildirileri ihlâl
edilerek hiçbir ölçüye bağlı kalınmaksızın alınmıştır.
1- Alınan kitapların içerisinde Genelkurmay Başkanlığınca basılan Sovyet Harb
Doktrini adlı kitaptan tutun da (ki bir kurmay subay olarak bu kitap benim için mesleki bir
yapıttır).
2- Gene bu kitaplar içinde, Türkiye Odalar Birliği tarafından bastırılıp propaganda
amacı ile bedava dağıtılan ve komünizmi yeren “Komünizm Nedir?” adlı kitap bile
bulunmaktadır.
Arama ekibi, kendilerini hiçbir ölçüye bağlı saymayıp yasa dışı bir yöntem uygulanır.
Bu konudaki haklı itirazlarımı, 20-30 kişilik bir arama ekibi içinde, bir ara gözüme ilişen bir
P. Albayına anlatamamış olmamız ve bu albayın ekip şefi olduğu halde, kontrolü tümden
elinden kaçırmış olduğunu saptamamız, bizim için düşündürücü olmuştur.
Bundan daha önemli olanı, savcının Genelkurmay Başkanlığınca basılan bir kitapta,
komünizmi yeren başka bir kitabım için müsadere kararı istemesi olgusudur.
Savcının bir yandan Marksizm-Leninizm’e karşı çıkarken, öte yandan komünizmi yeren
bir kitap için müsadere kararı elde etmeye çalışması anlaşılması mümkün olmayan bir
davranış biçimi olarak kınıyorum.
Uygulamanın, Askeri Yargıtay’ın kökleşmiş içtihatlarına göre aşağıdaki gibi olması
gerekmektedir:
1- Mahkeme kararları ile yasaklanmış bulunan kitap, broşür, dergi ve emsali neşriyatı
üzerinde, ikametgâhlarında ve işyerlerinde bulunduranlar ve satanlar hakkında sıkıyönetim
kanunu gereğince takibat yapılacağını bildiren resmî tebliğde, yasaklanan neşriyat müfredatı
ile gösterilmeli ve yasaklanmış kitapları evinde bulundurduğu iddia edilen kişinin hangi
neşriyatın yasaklandığını bilmediğine ilişkin savunmasının aksi ispat edilmelidir. (As.
Yargıtay 2.D. 5.8.1971 E 1971/340, K. 1971/336)
2- El konma halinde kitabın bedeli ödenmelidir. (As. Yargıtay 4. D. 6.8.1971 E.
1971/337 K. 1971/334)
3- Bir kitabın veya sair matbuatın memleket için zararlı olduğu gerekçesi ile yetkili
merciler veya mahkemeler tarafından toplatılmasına veya yasaklanmasına karar verilmesi,
konu ile ilgili karardan önce, bahsi geçen kitap veya matbuayı temin eden, nezdinde veya
evinde bulunduran kimseleri ilzam etmez (As. Yargıtay 3. D. 17.8.1971 E. 1971/337, K.
1971/339) (17 Eylül 1972, Cumhuriyet, Orhan Apaydın).
Aile mahremiyetine dahi saldırı niteliğinde ve bir esrar tekkesi basarcasına alelacele,
yasalara, Türk toplumunun gelenek ve göreneklerine, ahlâka aykırı arama, daha doğrusu
baskından, daha acı bir sonuçla karşılaşmadan kurtulduğuma bile seviniyorum.
Örneğin, DP döneminde buna benzer bir aramada Fuat Arna’nın küçük kızının, ömür
boyu süren bir rahatsızlığa tutulmuş olması gibi, bir durumla, karşılaşmamız da mümkündü.
Bunun yanında, çeşitli aramalarda zaman zaman yapıldığı, dedikodu olarak duyulan
bazı tertiplere maruz kalmayışımı dahi bu koşullarda sevindirici buluyorum.
Hukuk bilimine, akla, ahlâka, mantığa uymayan yasa tanımayan bu tutumun uzantısına
da hapishanede zaman zaman tanık olmaktayım.
Yattığım hapishanenin, koridorunun baktığı iç avludaki çöp yakma fırınına
kamyonetlerle getirilen kitapların yakılmasını gözlemledim. Birden Nazi Almanyası’nda
yakılan yüzbinlerce kitabı anımsadım.
Sayın mahkemenizin, savcının bu hukuk dışı isteğini reddedeceğine inanıyor ve
evimden alınan kitapların geri verilmesine karar alınmasını talep ediyorum.
Evimde yapılan arama sonucunda, tutulan zabıttan bir suretinin, tarafıma verilmesi
gerektiği halde, bundan bilerek ve istenilerek kaçınılmıştır. Bu da CMUK’nun 99. maddesine
aykırı bir tutumdur.
Yazılı sorgumun başından beri iddianamem ve davanın temelinde tertip bulunduğunu
belirttim. Yapılan hukuk ve uygarlık dışı arama bunu izleyen olaylar dizisini gözlerinizin
önüne sermeye devam edeceğim.
Evden alındığım zaman, 4 Temmuz saat 00.30’da idi. Birkaç görevli memur ile bizzat
yürütülerek ilerde, Ayhan Sokağı başlangıcında bekletilen, bir siyah Chevrolet marka polis
arabasının arka tarafına bindirildim, sağıma soluma birer sivil memur oturdu. Önde şoför ve
bir başka sivil memur bulunuyordu.
Kadıköy’e kadar bu araba ile götürüldüm. Yolculuğun bu kısmında tanımadığım bu
insanlardan anormal bir muamele görmemiştim. Ama biraz önce anlattıklarım gerçekten bir
vahşetti.
Bu arada, arabada bulunan telsiz ile “Kuzguncuk Operasyonu”nun tamamlandığı
bildirildi. Polis arabası olduğuna göre, polis müdürlüğü çevrimindeki yerlere rapor ediliyordu.
Polis müdürü Nihat Aslantürk idi. O Nihat Aslantürk ki, 1948-1950 senelerinde ben 13.
Uçaksavar alayının Aziziye Tabyasında batarya komutanı iken, benim tabur komutanım idi.
Beni ta o zamandan beri tanır ve takdir ederdi.
Bir gün geldi, “Silâhlı Kuvvetler Birliği” gizli örgütünün, birlikte üyeleri olduk. Derken
yine ayrıldık. Konya’da Kurmay Başkanı idi. 22 Ağustos 1962 günü ben de oraya bir görevle
gitmiş bulunuyordum. Beni akşam yemeğine davet etti. Yemek yerken masaya bir kişi
yaklaştı. Gelen Kur. Albay, Ordu Kurmay Yar. Başkanı idi. Buyur edildi… Ama o iki eski
örgüt üyesine manidar cevap veriyordu: “Sizin gizli konuşacaklarınız vardır.” Aslantürk’ün
cevabı kesin oldu: “Sen de otur konuşmalarımızdan nasibini al!” diye.
Mecburen oturdu. Yemekteki konuşmalarımızdan nasibedar oldu mu, olmadı mı
bilmiyorum, ama hep sustu… Konuştuklarımız hep aynı idi… Dün de, bugün de, Türkiye’nin
sorunları ve bunların hal çareleri…
Çünkü bize başka şeyler öğretmemişlerdi. Arsa spekülasyonu bilmezdik, hırsızlıktan
anlamazdık, iktidar olanaklarını kendi çıkarlarımız için kullanmazdık, çıkar şebekelerine
girmeyi düşünmezdik…
Konuk Albay, yemekte hep sus pustu. Sanki Türkiye onun Türkiyesi değildi. Sanki biz
Patagonya’dan konuşuyorduk…
Ama yerin kulağı vardı. Esasen iki eski örgüt üyesi ile, bir arada oturmaktan tedirgindi.
Ne olur, ne olmazdı. Sonra paşa da olamazdı. Onca önemli paşalıktı. Uzatmayalım, 30
Ağustos 1962’de Aslantürk paşa oldu ama, daha sonra o Albay Paşa’lığa yükselemedi.
Peki bu kompleks ne, değil mi? Bu albay benden 7 yıl kadar önce Harb Okulu’ndan ve
Harb Akademisi’nden çıkmıştır. Fakat benim önümde ezilip büzülüyordu. Bu kompleks 27
Mayıs’larda Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne girmiş ve bir kısım insanları bu hale getirmişti.
Giderek, Aslantürk ile bağımız kesildi. Ben Türk Silâhlı Kuvvetleri’nden ayrılmıştım. O ise,
yükseliyordu. Böyle dönemlerde eski arkadaşlar pek aranmazdı. Vefa derlerdi buna… Ama
vefa kalmış mıydı? Nasıl kalmamış?... Bir Vefa, demir kazık gibi İstanbul’a vali olmuştu ya…
Hem de Bursa’da hocaların elini öptükten sonra… Devran değişmiş, o değişmemişti. O da
benim gibi Harb Akademisi mezunu idi. Belki de bizim bilmediğimiz yetenekleri vardı.
Bilinmezdi… Bir başka Vefa da, İstanbul’da semt adı. Ama nerde o eski vefa, nerde
şimdiki…
Eski Vefa’yı İsmet Paşa iyi bilir. Atatürk Samsun’da, Amasya’da, Erzurum’da, Sivas’ta
ve Ankara’da Kurtuluş mücadelesi sürdürürken, o eski konakta otururdu. Nerede o eski
konaklar…
Evet vefa’lar böyleydi şimdilerde… Birgün Nihat Aslantürk emekli oldu. Emekli olan
paşalar, eski arkadaşlarını ararlardı ama, o Ankara’da, ben İstanbul’daydım. Duyuyordum ki
ortak arkadaşlarımızla yaptığı sohbetlerde beni göklere çıkarıyor…
Aslantürk, Trabzon’lu idi. Kenarda köşede kalacak değildi ya… Bir gün geldi,
İstanbul’a polis müdürü oldu. Tebrike gitmedim kendisini. Bana göre Zırhlı Tümen
Komutanlığı yapmış bir kimse Polis Müdürlüğü yapmamalı idi. Birinci sebep buydu. İkincisi,
askerlerin anlayabileceği bir hiyerarşi konusu idi.
27 Mayıs’ta, bana Antakya Valiliği teklif edilmişti. Binbaşılığı valiliğe yeğ tutmuştum.
Bu, bir anlayış meselesi idi.
Evet, Aslantürk’ün emrinde olan polisler de evimdeki vahşetin içinde bulunuyorlardı.
Bilmem ne demek istediğimi anlatabildim mi?
Vali bey, hocaların elini öperek gelmişti Bursa’dan. Bir başkası da bir tarikata olan tüm
bağlılığı ile, önemli köşe başlarından birini tutmuştu İstanbul’da. Atatürk, “Türkiye
Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, seyitler memleketi olmayacak, olamaz.” demiş ama, bugünkü
gerçekte böyleydi…
Diğer bir “Silâhlı Kuvvetler Birliği” üyesi İstanbul’da Garnizon Komutanı idi.
Bir başkası da, MİT’in başında idi. Bu zatla tanışmazdık. O da eski bir Harbiyeli idi
ama… Paşazade idi. Babası eski D.P.’ye girmişti daha sonraları. 27 Mayıs’ta epeyce sarsıntı
geçirmişlerdi.
Uzaktan diş biliyordu; “Herkesin hesabını gördük, bir Talat Turhan kaldı.” diye.
Evet, Talat Turhan Atatürk devrimcisi idi. Satılmıyordu. Evinde otursa iyi idi…
Büyüklerimize zaman zaman dil de uzatıyordu. Hesabına bakılmalı idi. Fırsat bu fırsattı…
İstanbul’un tüm yetkili kademelerinde oturan kişilerin çoğuyla, Harb Okulu ve Kara
Harb Akademisi mezunu olarak ya da “Silâhlı Kuvvetler Birliğinden” ortak yanımız vardı.
Ve de benim evim 3-4 Temmuz 1972 gecesi, bir işgal ordusunun yapamayacağı kadar
çirkin, ayıp, utanç verici bir aramaya tabi tutuluyordu. Tüm Harp Okulu ve de tüm Harp
Akademileri mezunlarının ve de eski “Silâhlı Kuvvetler Birliği” örgütü arkadaşlarımızın
bilgilerine…
Arabamız gecenin sessizliğinde çabuk erişti Kadıköy’e. Kaymakamlık binasının önünde
indik. Burada arkası kapalı, tenteli bir kamyonet bekliyordu. Bu kamyonete bindirildim.
Gözlerim siyah bezden bu amaçla yapılmış, bir bantla kapatıldı. Ellerim kelepçelendi. Daha
önce de iki er silahlarını üzerime doğrultmuşlardı esasen… O sırada bir ses duydum. Bu sesin
sahibi evimde arama yapanlardan biriydi. Oldukça içerlemişti bana adam… Nasıl olur da,
hem de Sıkıyönetim içinde bize haktan, hukuktan, kanundan bahseder diye… Tabii bu kadar
yüzeysel de değil. Belki bir şebekenin adamıydı ve belki de o şebeke bana karşı idi; belki,
karşı-devrimciydi, belki hilâfetçiydi… Anlaşılıyordu ki bir görevli değil, bir intikamcı, bir
düşmandı…
Ne olduğu bilinmeyen kişi erlere soruyordu:
- “Kıpırdıyor mu?, ve ekliyordu.
- “Kıpırdarsa parayla mı verdiler vurursunuz…”
Bu birinci fasıl…
Araba hareket etti. Ve beni “Milli İstihbarat Teşkilâtı”na ait olduğunu ve “Erenköy”de
bulunduğunu sandığım eski bir köşkte sorgulama bürosuna getirdi. Onlar bunun farkına
varmayayım diye gecenin karanlığında, kapalı bir araba içinde gözlerimi bantlamışlardı ama...
Burada, aylardan beri, özellikle Çayan’ın kaçma olayından sonra, insanlık dışı, çağdışı
bir işkence sürdürülüyordu. Uğraşı Türkiye’nin sorunları olan bir kimse için, bu barbarlığın
ve bu yerin bilinmemesi olanaksızdı.
Esasen, ta 1961’lerde bana MİT’in İstanbul Bölgesi Başkanlığı önerilmişti. Buna ait
belgeyi şahsi dosyamda bulmak mümkündür. Ben bu görevi kabul etmemiştim. Ne büyük
öngörü değil mi? Belli olmaz, eğer o zaman peki deseydim, bugün belki ben de işkenceciler
arasında bulunacaktım.
Evet, şimdi bu yerde bana işkence yapılıyordu… Nereden nereye değil mi? Ama ben
yine de memnundum yerimden. Bu asırda işkence yapanlar safında bulunmaktansa, işkence
görenler arasında olmayı yeğ tutardım.
İki el kıskaç gibi kollarımı sıkıyordu. Her hareket bilinerek yapılıyor ve yapıcıları
rollerini doğrusu çok iyi öğreniş bulunuyorlardı.
Birkaç merdivenden çıkarıldım. Sağımda solumda bulunanlar rahat yürüyorlardı.
Sonradan gördüğüme göre beyaz mermerli giriş merdivenleri idi bunlar… Sonra dar
merdivenlerden indirilip bodrumda bir odaya götürüldüm. Gözlerim açıldı.
İçeride sivil elbiseli iki yeni insan vardı. Ellerimdeki kelepçeler çözüldü. Biri uzun
boylu, boşnak tipli, kır saçlı, sfenks gibi bir adam. Yaptığı işten memnun muydu değil miydi,
anlaşılması olanaksızdı. Saat 01.00 günlerden 4 Temmuz 1972… Ve beni bu çilehanede
Amerikan Kurtuluş Bayramı’nı kutlamaya getirmişlerdi herhalde…
Bir siyah levha üzerine, tebeşirle tarih ve ismim yazılmıştı. Tarihte 3 Temmuz 1972
yazıyordu. Oysa gün 4 Temmuz 1972 olmuştu. Değiştirilmesini istedim, gün tarihi olsun diye
(!).. Ama sanırım karşımdakinin kültürü ne demek istediğimi anlamaya yeterli değildi…
Esasen öyle olsaydı herhalde ekmek parasının böylesine tenezzül etmezdi…
Elime bir levha tutuşturuldu, göğsüme koymam istenildi, “Bay Sfenks” fotoğrafımı
çekti. Daha sonra bu zatın başka görevleri de olduğunu görecektim.
Fotoğraf bir cepheden, bir de yandan çekildi. Tabii yandan çekilirken levha
konulamıyordu. Bay Sfenk’in görevi bitmiş ve gitmişti. İçeri bir berber girdi. Saçlarımı bir
no.lu makineye vurdu. Berber gitti. Burada mesai 24 saatti… Doğrusu gece gündüz “vatan
kurtarmak için” çalışıyorlardı. Ona göre ödenekleri vardı. Ama bu ödeneklerden berbere
düşmezdi. Çünkü o, bir ere benziyordu. Onun da baş traşı benim gibiydi. Kafasının içindekiler
tabii bilinemezdi. Görevini bitirdi ve gitti.
Öteki sivil şahıs, benim boyumda, zayıf, yaptığı işten pek memnun görünmeyen, çok
içtiği anlaşılan, sigaradan dişleri paslanmış hatta çürümüş bir insandı.
Daha sonra mevcutları içinde bu adamı beğenecektim. Ceplerimde ne varsa boşaltmamı
istedi ve öyle de yaptım. Bir zabıt da tuttu. Sonra askerlere hastahanede verilen cinsten bir
pijama getirdiler. Bana soyun dediler. Bir don ve bir gömlek kaldım. Bu pijamaları
giyecektim. Oysa ne olur ne olmaz diye, evden ayrılırken bir küçük bavul hazırlanmış
içerisine pijama da konulmuştu. Fakat buranın kendine özgü bilimsel (!) işkence metodları
vardı. Bunlar, ara nağmeleri idiler. Pijamaları giydim. Bu arada bir soru sormam gerekti
karşımdakine. Beni tersliyordu: “Sen askersin, burasının da askeri bir yer olduğunu anladın
herhalde, bana kumandanım diyeceksin (!)” Biz Türk Silâhlı Kuvvetleri’nden ayrılalı daha
doğrusu epeyce mesafe alınmıştı anlaşılan… Ama ben, buranın hâlâ askeri bir yer olduğuna
inanmak istemiyorum.
Asker pijamalarını giydim. Ne de olsa eski bir askerdim. Askerin hâlâ her şeyini
severdim. Hatta bu eski, kirli, pis ve en âdi cins bezden yapılmış pijamasını bile… Bu
seramoniyi bir diğeri izledi. Ellerime zincir, ayaklarıma pranga vurulması…
Bir zincir getirildi. Bu zincir 3 mm kalınlığında ve 3 cm’lik birbirine geçen 18 halkadan
oluşmuştu. Tüm uzunluğu 45 cm kadar idi. Arta kalan uzunluk zincir baklalarının birbirine
geçmesinden azalıyordu. Bu zincir, bir 8 yaparak bileklerime sarıldı ve iki bilek arasına bir
kilit vuruldu. Normal büyüklükteki bir asma kilitti bu. Markasını bulamadım. Katmer katmer
maden parçalarından yapılmıştı. Üzerine bir kâğıt ve bant yapıştırılmıştı. Kilidin numarası 18
idi. Savcıya böyle bir zincir takarak bir saatlik bir deney yapmasını salık veririm. Bilekler ve
kemikler, zaman geçtikçe sızım sızım sızlayacak, yatma pozisyonum buna uydurulacaktı.
Tabi, insan deneyle en iyisini buluyordu. Akıl, bu deney için yaratılmamıştı ama, buna da
yarıyordu. Sonra odada bulunan tek kişilik somya üzerindeki, nasıl olacağı kolayca tahmin
edilen bir yatağa yatmam istendi. Daha sonra, bu yatağın pek konforlu olduğunu
anlayacaktım. Yattığımda yeni bir zincir getirildi. Bu zincir ellerimdekilerle aynı cins idi.
Uzunluğu 105 cm kadar gelirdi aşağı yukarı. Bir ucu somyanın demirine takıldı ve eldeki gibi
fakat biraz daha büyük bir asma kilitle bağlandı. Kilidin öteki ucu sol ayağıma dolanıyordu.
Dolanan kısım 30 cm kadardı. Ayaktaki kilidin numarası 49 cm idi. Böylece, peşrev
kabilinden sayılan ikinci işkence aracını görmüş oldum. Bilekleri birbirine bağlayan zincir,
zincirleri birbirine bağlayan 18 no.lu kilit ve de ayağa bağlanan pranga…
Oda korkunç bir rutubet ve küf kokuyordu. Bu mevsimde bodrum katı da olsa böyle
rutubet olmazdı ama, dışarıdan bu amaçla devamlı su dökülürse neden olmasındı. Burada da
öyle yapılıyordu herhalde!...
İçerdeki kişi, yanımdaki komidin üzerinde duran plastik, üstü açık sürahiden suyu bu
rutubetli yerin, köhneleşmiş ahşap tabanına bir güzel serpti. Herhalde serinlememi
düşünmüyordu. Komidin üzerinde duran plastik, pis, küçük bir su bardağının yarısını da bana
bıraktı… Besbelli bu da bir yöntemdi. Kapı üzerime kilitlendi. Kapatıldığım odada
yapayalnızdım.
İlk önce arka üstü yatmayı denedim, gözlerimi yumdum. Bütün geçmişimi düşündüm
bir şerit gibi, bir noktada takıldım kaldım. Evdeki korkunç arama sahnesine… Hadi ben
çekiyordum, daha da çekecektim. Bir kısım insanlar kendi iktidar yollarında beni engel
görmüşlerdi, onların ahlâksızlıklarından ve hırsızlıklarından her yerde söz ediyordum. Onlar
beni hasım sayıyorlardı, icabıma bakacaklardı. Demokratik hukuk devleti Türkiye
Cumhuriyeti sınırları içinde ve Erenköy’deki eski, ahşap, 3 katlı bir köşkte... Peki o
manzaranın korkunçluğunu benimle beraber yaşayanlar ne yapıyorlardı şimdi? Bu vahşet
onlara gösterilmeden göz altına alınamaz mıydım? Elbette olurdu, bir davet yetmez miydi,
benim yetkili mercilere başvurmamı söyleseler olmaz mıydı? Fakat bu sahne de, onlarca
yazılmış bir senaryonun sadece bir bölümü idi.
Beni bu daldığım hayalden, kapıya vurulan madeni bir eşyanın gürültüsü uzaklaştırdı.
Dışarıdaki ses, yüzümü kapıya dönmemi emrediyordu. Zorunlu olarak sol yanma döndüm.
Sol ayağım karyolaya bağlı idi ve sol tarafa dönmüştüm. Bakın Savcıya bir malzeme daha…
Bir adamın solcu olduğunun bundan büyük bir kanıtı olur mu?
Sıra odayı incelemeye gelmişti. Aslında bir kısmını daha önce söyledim. Rutubetli idi,
hem de çok. Tahminen 2.5x3.5 m boyutunda ve 2.5 m kadar yükseklikte idi. İçerde bir somya,
bir komidin, bir şifonyer, 3 koltuk vardı. Hep eski cinsten görülmeye değer hani… Köşk eski
olmasına eskiydi ama besbelli bir zamanlar umur da görmüştü. Şimdi işkencehane olarak
kullanılıyordu. Zaten eşyalarla içinde olanın ilgisi olamazdı. Çünkü biliyorsunuz ayağımdan
bağlanmıştım. Yattığım yerin tam karşısında bir pencere vardı. Sıkı sıkı perdelenmişti.
Tavanda yüz mumluk bir ampul devamlı yanıyordu. Ampulün sönmesi için ya ceryan
kesilmeli, ya da ampul yanmalıydı. Gece gündüz bu böyleydi. Denemeye değer doğrusu. Bu
da bir başka işkence yöntemiydi.
Duvarların döşemeden, 2.10 m kadar yükseklikte olan kısmı rutubetten maviden-mora,
mordan-maviye, mordan-eflatuna kadar değişen bir renk armonisi teşkil ediyordu. Hangi
niyetle baksan, o niyete cevap veren bir tablo görünümü veriyordu. Tabii yer yer sıvalar da
dökülmüştü (Odanın krokisi mahkemeye verildi).
Bu oda, bodrumdaydı. İniş merdiveninin tam karşısına denk geliyordu. Gözler kapalı
olsa da insan bazı şeyleri anlayabiliyordu. Tıpkı körler gibi. Kapının bulunduğu duvarlarda
Atatürk’ün “Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde ezilmeli”
cümlesi bir kartona yazılıp asılmıştı. İşkenceciler komünistlerle savaşa girmişlerdi. Bu amaçla
her yöntemi ve kalleşliğin her türlüsünü deniyorlardı. Ama komünist neye göre
saptanılıyordu? İşin orasını en iyi Kel Eyüp biliyordu. Yıllarca MİT’in K masasında çalışmıştı
ve burada Teknik Sorgulama Timine (!) başkanlık yapıyordu.
Komidin üzerinde, kirli boş bir plastik sürahi, pis yarım bardak su, ve de küçük cep
kitabı vardı. Kırmızı zemin içinde elips şeklinde Ata’nın bir resmi ve üzerinde (Atatürk Türk
Gencinin El Kitabı) yazıyordu. Biz kitap görünce okumamazlık edemezdik. Hele bu kitap
Atatürk’e ait olursa. Bir de Rıza Nur’unkiler var. Ondan da zamanı gelince söz ederiz. El
kitabını Başbakanlık Basın Müdürlüğü basmıştı. Ciddi bir araştırma ürünü olmalıydı.
Bileklerimden bağlı ellerle aldım ve okumaya başladım. Bir kere yetmedi, bir daha. Sanırım
bu birkaç saat sürdü… Okuma arzumuzu burada kaldıkça, bu el kitabını yeniden okuyarak
giderdik ve adeta ezberledik. Böylece işkenceciler, Atatürkçü olduklarını kanıtlamaya
çalışıyorlardı (!)
Kitap bir girişle başlıyordu. Ondan sonraki kısmı derleme idi. Esasen bütün mesele de
önsözde idi. “2. Kurtuluş Savaşına” çatıyordu. Tıpkı savcı gibi… Egemen güçler gerçekten
kurtulmuşlardı. Onların kurtuluşa gereksinmeleri yoktu elbette. Tabii, Kurtuluş Savaşı
isteyenler ölümlerden ölüm, işkencelerden işkence beğeneceklerdi…
Yapıtın ikinci bölümü, Atatürk’ten derleme sözleri kapsıyordu. Doğrusu, Başbakanlık
adına üzülecek bir durumdu bu… Atatürk böyle bir derleme ile, gençliğe üstünkörü
sunulamazdı. Hakkında binlerce cilt eser yazılan Atatürk, bu cahil kalem sahiplerinin eli ile,
gençliğe yeniden sunuluyordu. Bu görevi Sayın Prof. Enver Ziya Karal çok daha önceleri
Atatürk’ten Düşünceler adlı yapıtında yapmıştı. Dünya’yı yeniden keşfetmek gerekmezdi.
Ama anlaşılan o idi ki, bunu Atatürk sevgisinden değil, birçokları gibi Atatürk’ü kendilerine
göre sömürmek için yapıyorlardı.
Yapıtı okuduğum sürece, düzensiz aralarla herhalde bu amaç için yapılmış bir kapı,
bütün gücü ile açılıp çarptırılıyordu. Bu sesi, Mehmet’in kapıya vurduğu süngü sesi izliyordu.
Kapı kapalı idi ama üzerinde kapı dürbünü vardı. Mehmet, sık sık oradan bakmakla
görevliydi. Tek battaniyeyi, hani istesen de başına örtemezdin. Sakın Temmuz sıcaklarından
söz ettiğimi sanmayın. Burada gece gündüz insan üşüyor ve bazen titriyordu. Peki, her şey iyi
güzel ama, gerçekten her güç anında “Vatanı Kurtaran” bu dünyada eşi bulunmaz
kahramanlık, insanlık ve erdem simgesi Mehmetçik bu işlerde nasıl kullanılıyordu? Türk
Milletinin töresinden gelen niteliklerini bozmaya kimsenin hakkı olmamalıydı değil mi? Ne
yazık ki burada, durum böyle değildi. Mehmet’e köşke getirilen herkesin “Komünist” olduğu
öğretilmiş ve beyni yıkanmıştı. Dialog kurmak ne mümkün… Tek sözcük etmek olanağı
yoktu. Komünist; ırz düşmanı, din düşmanı, mal düşmanı idi… Öyleyse ezilmeli idi…
Büyükler de komünistlerin başını ezmek için gece gündüz çalışıyorlardı.Onlar da bu kutsal
görevde kendilerine düşeni yapmalıydılar. Peki, nerde kalmıştı Mehmet’in öz cevherleri…
Acıma duygusu, soyluluğu.. Hani bu ulus, düşmanına karşı dahi hoş görülü, bağışlayıcı bir
karaktere sahipti?
Belki onlar beyinleri yıkandığı halde, komüniste dahi hoşgörülü davranırlardı. Ama
köşkün yöntemleri böyle bir davranışı olanaklı kılmıyordu.
Zorbalık; insanları korkak alçak ve bağışlamasız yapardı. Burada her gün insanlara akla
hayale gelmeyen işkenceler uyguluyorlardı. Mehmet bir açık verdiği an başına gelecekleri
biliyordu. Doğrusu başka türlü de davranamazdı… Mehmet, gene aynı Mehmet idi. Ben,
geceleri onların koğuşlarına girip üstü açılanların üstünü örtmüştüm. Evladım gibi sevip
okşadığım, kızdığım günler olmuştu. Ama, onun hakkını yememiş ve yedirtmemiştim…
Eğitmiş, kafasının ışımasına çalışmıştım. Böyle bir dekor içinde de olsa hasrettim ona…
Çünkü Mehmet’i postalının kokusundan, çorabının kokusuna kadar severdim.
El kitabını okurken sızmışım. Ne kadar sonra uyandım bilmiyorum. Çünkü saatimi de
almışlardı. Bunu, bileğimin bağlı olmasından dolayı yapmamışlardı. Komidinin üstüne
koyarlardı isteselerdi. Bu da ayrı bir yöntemdi, komünist saati bilmemeliydi…
Savcının Marksist-Leninist, Komünist kelimelerini bolca kullanması karşısında, İşkence
Köşkü’yle ilişkisi konusunda kuşkuya düşmemek olanaksız. Ama hiç Tanrı’nın adaletini, yer
yüzünde gerçekleştirmekle görevli, eline adalet terazisi verilmiş bir kişi böylesine şerefsiz,
alçak, yüz kızartıcı tertiplere girer mi? Hakimlik mesleğinin kutsal geleneğini kirletir mi?
Hem benim bu mesleğe sonsuz saygım bir anlamda duygusaldı. Çünkü: Babam da
hakimdi… Evde hep hak, hukuk, adalet kavramlarının kutsallığı hakkında duyduğum
telkinlerle büyümüştüm.
Uyandığımda tuvalete çıkmak ihtiyacında olduğumu hissettim.
Mehmet’e seslendim. Okkalı bir küfürle cevap verdi. Peki, ne yapmalı idim?
Beklemeliydim ama ne kadar? Dayanabildiğim kadar… Bu bir başka işkence idi.
Ama, Mehmet gene mazurdu… Neden mi? Benim tuvalete gitmem için, yetkili şahsa
haber vermesi gerekti. Kimse o kişi… Çünkü; karyolaya bağlanmış ayaklarımdaki pranganın
kilit anahtarı onda idi. Eğer, bu gereksinim uygun bir saatte değilse Mehmet’in bana
ettiğinden daha fazla bir küfürle karşılaşması işten bile değildi. Bu istek ne kadar sürdü
bilemem. Sonuçta kapı açıldı. Söylemeye gerek yok, kapının anahtarı da Mehmet’te değildi.
İçeri giren Mehmet ilk karşılaştığımız işkence aracı ile (siyah bezden, gözleri kapayan bir
bant) gözlerimi kapattı. Kenarlardan belki görebilirim diye pamukları da yerleştirdi. Bundan
sonra, somyanın ayağına sarılı kilit açıldı, sağ ayağımı zincire vurup, bu kilitle bağladılar.
Yürümeye başladım. Tabii, bu şekilde yürümek olamazdı. Ayağımdaki pranganın uzunluğuna
göre, ki ancak her ayak sürüyüşümde 15 cm kadar ilerleyebiliyordum. Kapının yanında bir er
daha kolumu tuttu. Yöntem aynı idi. Kollarımı iki er kıskaç gibi kavramış olduğu halde ben,
ayaklarımı sürüyordum. Böyle atılan 20 adımdan sonra (bir ayak boyu takriben 30 cm
olduğuna göre ve ayaktaki pranga 15 cm’lik bir harekete müsaade ettiğine göre, her adım 45
cm’lik oluyordu) yürütüldüğüm uzunluk 9 metre idi. Bu bölümün tabanı mozaikti. Sonraları
bant kenarlarından gördüğüme göre, burası pis bir koridordu. Sağında solunda kovalar,
fenerler, bir kısım öteberiler vardı. Bir tarafına alçak bir somya uzatılmış, üzerine pis bir yatak
konmuştu.
Evet, 9 metre idi bu koridor. Sonra “merdiven” dedi birisi; her seferinde bir merdiven
çıkıyordu. Yedi merdiven böylece çıkıldı. Sonra “sola” dediler. Döndük. “Düz” dediler. İki
adım daha attım. Burası merdiven sahanlığı idi. Demek ki bu sahanlık da (bir-bir buçuk)
metre idi. sonra tekrar “merdiven” dendi ve altı merdiven daha çıkıldı. 13 merdiven ile
çıkılmıştı. Normal olarak bir merdiven 17 cm olduğuna göre 13x17=251 cm ediyor ve bu
bodrumun yüksekliğini gösteriyordu. Sonra sekiz adım daha düz götürüldüm. Demek ki holün
genişliği 3 metre 60 cm idi. Sonra “sağa” dediler, döndük, bir merdiven aşağı indik. “Sola”
dendi, iki adım daha yürüdük. Burası 1.5 metrelik bir yerdi. Gözlerim açıldı. 75x75 cm’lik,
tam karşıda yukarısında küçük bir penceresi olan, pis bir yerdi burası… Kapı açık
bırakılacaktı. Tabii öyle yapıldı. Ayaklardaki zincirler ve kilitler alaturka tuvaletin tüm
pisliklerine sürünüyordu. Şu anda bunlar önemli değildi elbette… beni bağışlayın tuvalete
çıkmanın insanı bu ölçüde mutlu edebileceğini düşünemezdim tuvalette öyle istediğiniz kadar
kalamazdınız. Tüm gereksiniminizi Mehmet’in saptadığı kısa süre içinde tamamlamanız
gerekti… Yoksa kapı yüzünüze doğru tekmelenir, her türlü hakaretin hedefi olabilirdiniz.
Peki, bizim törelerimiz tahreti gerektirirdi. O nasıl olacaktı? Ellerdeki zincir buna izin
vermiyordu. Buraya gelen “Vatan Hainleri”nin (!) tahret etmesi gereksizdi. Çünkü onlar
komünistti, gavurdu. Gavurlar tahret etmezlerdi. Peki, aşağıya indirdiğiniz kilot ve pijamayı
nasıl yukarı çekecektiniz. O da oldukça zor işti. Tuvaletten çıkar çıkmaz, karşımda bir dolap,
solda açık bir kapı gördüm. Bulaşık kokuları geliyordu solumdan. Burası bir bulaşıkhane idi.
Sağda küçük bir lavabo vardı. El yüz yıkamak için izin istedim. Mehmet’in gözlerinde biraz
acıma, biraz hoşgörü hissettim. Mehmet, benim ne olduğumu bilmiyordu. Ona, içeri alınan
herkesin komünist olduğu söylenmişti. Sabun istedim. Bu bir cesaretti. Sabun verilmesi
yasaktı. Geceden beri, bana bırakılan yarım bardak su ile yetinmek zorunda kalmış ve
susamıştım. Musluktan su içtim. Bu berbat bir şeydi. Şebeke suyuna benzemiyordu. Acı bir
kuyu suyuydu… Artık ben işi epeyce uzatmıştım. Ama Mehmet’le aramda duygusal bir bağ
kurmalı idim. Onun hareketinden kurtulma çarelerini bulmalıydım. Bir atak daha yaptım.
Abdest almama izin verilmesini istedim. Şöyle bir yaşıma başıma baktı. Babası yaşındaydım.
Belki de gerçekten komünist değildim. Hem de onun anlayışına göre abdest almak isteyen bir
kimseye karşı gelmek günahtı… İstemeyerek de olsa izin verdi. Ancak başına
gelebileceklerden korkarak sağı solu kollamaya başladı. Ben abdestimi aldım.
Düşünemiyordu ki, taharet etmemiş bir insanın abdesti geçerli sayılmazdı. Ne günahı vardı
Mehmet’in, kafasını aydınlatmamışlardı. Onun bilgisizliğini kendi çıkarlarına uygun görenler
düzene egemendi ve o düzeni korunmak için işkence köşkleri kurulmuştu.
Peki, prangalı çıplak ayaklarla nasıl abdest alınırdı? Mes, yapmak var ya… Zincirli
bileklerimle, prangalı ayaklarıma mes yaptım. Daha önce söylemeye unutmuşum,
ayaklarımda şöyle iyice eskimiş, pis, tokyo denilen lastik terlikler vardı. Tabii, çorap giymek
de yasalar arasında bulunuyordu.
İşim bitmişti, acı su kursağımı yakarak mideme oturdu. Gözler pamuklandı, bantlandı.
Gelirkenki seramoni tersten uygulandı. Ama bir değişiklik vardı. Sağımdaki, solumdaki
Mehmet’ler daha insancıl tutuyorlardı kollarımı. Seslerinde belirgin bir yumuşama olduğunu
algılamıştım. Öyle ya, bazen “yaşın yanında kuru da” yanmaz mıydı? Belki bu adam
komünist değildi. Bak abdest de almıştı…
Tabii nöbet tutan Mehmet’ler hep aynı kişiler değildi. Fakat ne de olsa fiskosla
birbirleriyle dertleşirlerdi her halde, zaman zaman. Bu yolla, Mehmet’in hakaretinden geniş
ölçüde kendimi kurtarmayı başarmıştım.
Diğer işkencecilerin, yaptıkları işten elde etmek istedikleri bir sonuç vardı ve bunu
bilerek uyguluyorlardı. Onlarla başa çıkılamazdı bu şartlar içinde… Başa gelen çekilecekti…
Odaya döndürüldüm ve gözlerim açıldı. İlk gelişimde olduğu gibi somyaya bağlandım.
Burada gece gündüz belli olmuyordu ama, tuvalette iken günün ışıdığını anlamıştım.
Biraz sonra, akşam beni karşılayanlardan biri kaldığım odaya girdi. Erler bu kişiye
“Yüzbaşım” diyorlardı. Herkesin bir konuda pratiği vardı tabii. Bu adamın yüzbaşı olmadığını
anlamıştım. Fakat, işkencelerin Türk Silâhlı Kuvvetleri adına yapılmış olduğu izlenimini
vermek ve bu suretle Türk Silâhlı Kuvvetleri, milletle karşı karşıya getirmeye çalışılarak,
bundan kendi stratejilerine göre çıkar umulduğunu ve gerçekte polis veya MİT mensubu olan
bu şahsın ve diğerlerinin rütbeli olarak tanıtılmasında, yarar görüldüğünü sezinlemiştim.
Bizim kanımıza göre, burası devletin çeşitli güçlerinden oluşan ve onları gerçekten
kontrol altına alan bir sağ Cunta’nın işkence ve sorgu merkezi idi.
Bay Yüzbaşı, ayağımın kilidini açtı, ayaklarımı birbirine bağladı ve oda değiştireceğimi
bildirdi. Çıkarıldım, sola döndürüldüm, bir iki adım attıktan sonra tekrar sola, 3-4 adımdan
sonra yine sola… Gözlerimi açtılar. Artık her zaman belirtmeye lüzum yok, odadan her
çıkarılışta gözler bağlanıyordu. Bu kural bir ay boyunca hep aynı şeklide uygulanacaktı…
Tekrar gözler açıldı. Burası bundan önce kaldığım odanın yanındaki, başka bir oda idi. 4x3.5
m büyüklüğünde denilebilirdi. Solda köşede, yaylı eski ve köhne bir yatak, sağda köşede bir
şifonyer girince tam karşıda tek kişilik bir masa ve de üzerinde 3 şey, plastik sürahi, plastik
bartak ve daha önce bahsettiğim el kitabı. Yerde 1.5x1.5 m boyutunda ve tam masanın altında
bordro renkli bir halı…
Rutubet ve küf kokusu, birinci odaya taş çıkartacak cinstendi. Sonra bunun deneyini
yapmak fırsatını bulacaktım. Ne ile mi? Tuzla… Getirttiğim tuz, üzerinden bir gün geçmeden
su gibi olmuştu bu Temmuz sıcağında. Bu rutubetin ne olduğunu, bir meteoroloji uzmanları,
bir de yatan bilirdi. Islak bir soğukluk, insanın bedenini yalıyor, bu odanın rutubeti inceden
inceye adamın gerçekten iliklerine işliyordu. Bu arada, iki Mehmet içeri girip şöyle birkaç
sürahi su dökerek süpürdü odamı. Tabii beni düşünüyorlardı. Kirli yerde yatmamı arzu
etmiyorlardı (!) Yatağa yatırıldım. Tam karşımda, yine bir levha vardı. Hani şu komünistler
hakkındaki levhalardan. İzin isteyip masadaki sürahi, bardak ve el kitabını yere, yanıma
koydum. Çünkü yataktan kalkmanın yasal olduğu söylenmişti… Odanın penceresi yukarda ve
soldaydı. Gece ve gündüzü anlayabilmek olanaksızdı. Duvarların dekoru ilkininkine benziyor
tavandaki ampul süresiz yanıyordu…
Somya olmadığı için, ayaklarımın birini onun ayağına bağlamak mümkün olmamıştı.
Bu nedenle ayaklarım zincirle birbirine bağlandı. Sol ayağımdaki zinciri bağlayan kilidin
numarasının 7 olduğunda bu arada görmüştüm. Kendi kendime bir formül bulmuştum: Sol
ayağım 7, sağ ayağım 49, 7x7=49 etmez miydi? Dahası da vardı 49-7=42 ederdi. Bu sayı
ayağımda pranga olarak kullanılan zincirin bakla adedinin sayısı idi. Hani şu 26 milyon
kredinin bölümüne dair bir hikâye dolaşmıştı ya fısıtlı gazetesinde, onun gibi bir şey…
İlgililer işlerini bitirdiler ve gittiler. Şimdi ben yeni gözlemler yapmalıydım. Tabii ilk
gözlem, yatağı tanımakla başladı. Buna, gerçekte yatak denilemezdi. Eski ve yaylı bir
somyanın üzerine, ince bir bez örtülmüştü sadece. Dikeyliğini kaybeden eskimiş yaylar,
sırtımı bir başka şekilde acıtıyordu. Aslında, bunun üzerine bir yatak konularak, yer divanı
olarak kullanılabilirdi. Uzatmayalım, o eski demir yaylar halka halka bir vantuz gibi sırtıma
yapışmıştı. Yan dönmeye çalıştım. kollarım bağlı olduğuna göre, insan bu manevrayı ancak
sırtı ile yapabilirdi. Yaylar öyle sesler çıkartıyordu ki; Mehmet’i alarme etti. Gözünü kapı
dürbününe yapıştırdı. Hani, tetikte idi Mehmet… Derhal emrini verdi: “Arka üstü yatacaksın
ve hiç kıpırdamayacaksın.” Hani kural vardı ya, Mehmet dürbünden baktığında yüzünü
görmeliydi… Emri yerine getirip, sırtımı yayların masajına terkettim. İnsanlar herşeye
alışmalıydı. Hint fakiri olsaydım, bu somyadan belki de zevk alırdım. Neden daha önce, Hint
fakirliğini denememiştim ki?
Bu emri yapmamak aslında olanaksızdı. Kıpırdasan yayların sesi Mehmet’i uyarıyordu.
Sonra ne yapılacağı belli olmazdı (Oda planı Mahkemeye verildi).
Ne de olsa, emekli bir subaydım… Az mı esas duruşta durmuştuk. Birden ta 19 Mayıs
1944’e gittim. Ankara’da Harp Okulu öğrencisi olarak, 19 Mayıs Stadyumu’nda merasim için
toplanmıştık. Milli Şef konuşuyordu. Bize Atatürk’ün en yakın arkadaşı diye öğretmişlerdi
onu. At gezintilerinde Harp Okulu’na uğramayı ihmal etmez, hatırımızı sorardı. Okulda 26
ders gösterirlerdi. İçinde ipe sapa geleni yoktu. İkinci Dünya Savaşı bütün şiddeti ile devam
edip, harp tekniği büyük ilerleme gösterdiği bir dönemde, bizler Kirazlı Dere’de talim
yapardık. At arabasının parçalarını öğretirlerdi bize. Hiç unutmam, ön düzen-arka düzensandık diye… Ama, askerlikte disiplin gerekti. Kıpırdamadan durmayı iyi başarırdık. Esas
duruş derlerdi bizim zamanımızda buna.
Milli Şef konuşurken, tüm Harbiye heykel gibi olmuştu. Pek konuşmalarından
anladığımız yoktu ama, kımıldamıyorduk. Bayılanlar oluyor, kaldırıp götürüyorlardı. Fakat
yine kıpırdamıyorduk.
Şefimiz o sıra, Turancılık üzerinde duruyordu. Bu konuşma iki saat sürmüştü. O deney
geldi aklıma birden. Bir tek farkı vardı. O zaman ayakta iken, şimdi yatarken
kıpırdanmayacaktım… Ne de olsa deney deneydi, yararlandım.
Bir süre sonra, insan bulunduğu yere alışıyor… Bir ara su içmeyi denedim. Sürahideki
sıvı sudan başka her şeye benziyordu. Çünkü içine ilaç katılmıştı. Her halde ilacın ne
olduğunu bu örgütün doktoru bilirdi. Doktor işkencelerin bilimsel olması için (!) sağlık
gözetiminde bulunurmuş.
3 Temmuz 1972’de akşam yemeğini, isteksiz evde yemiştim. 48 saat aç bırakıldıktan
sonra, 5 Temmuz 1972 akşamı iki lokma, öldürmeyecek kadar yemek vermişlerdi… Bir ara
nöbetçinin değiştiğini hissettim. Oturmayı denedim. Daha sert bir emirle arka üstü yatmam
istenildi. Yatağımın sağında, duvarda, bir el büyüklüğünde sıva kopukluğu görüyordum.
Onun üzerine bir işkence kurbanı (Of Anam!) diye yazmıştı. Burası han duvarı değildi.
Herkes istediğini yazamazdı. Bu zavallı nasıl olmuşsa cesaret göstermişti. Burada kaldığı
sürece insanın tırnakları da kestirilmezdi. Bu uzun tırnaklar işe yarıyordu demek.
Derken büyük bir hışımla içeriye, 4-5 adam girdi. Bay Sfenks de bunlar arasında
bulunuyordu. Aldılar beni, ilk önce zemin kata çıkardılar, sonra sola, daha sonra birkaç adım
atıldı ve 20-25 merdiven çıkıldı. Çıkılırken, eğil-kalk vs. gibi komutlar veriyorlardı. Bunlar
manevi baskı yöntemleriydi. Çünkü kollarımı tutanların hareketlerinden benimle beraber
eğilmedikleri anlaşılıyordu. Kör olmanın kendine özgü duyguları olmalıydı.
Ayaklarımdaki prangalar, tangur tungur bir ahşap döşemede ses çıkarıyordu ki,
durduruldum. Doğrusunu söylemek gerekirse, bundan önceki aşağılık uygulamalardan pek
heyecan duymamıştım. Şimdi kalbim 60’tan 100’e fırlamış gibi çarpıyordu. Bir süre öylece
tutuldum. Tok bir ses:
“Gel bakalım Talat Turhan” diyordu. “Bir ucu kuvvet komutanlarına, bir ucu
İstanbul’un en karanlık batakhanelerine kadar dayanan, Türkiye’deki bütün şiddet
hareketlerinde ve soygunlarda parmağı olan adam.”
Sıfatımı öğrenmiştim. İstanbul’un namlı kabadayıları arasına bir yenisini ekliyorlardı.
Hoş biz ölsek, cenazemize ne “Bakan” ne de “Başkaları” çelenk gönderirdi. Ama herhalde
onlardan iyi bilemezdim. Yeni gangster yaratıyorlardı. Fakat ucu Kuvvet Komutanlarına
dayalı olanlarını. Her halde başka türlüsü de vardı.
Birkaç adım attırıldım ve bir iskemleye oturtuldum. Sağ ve sol omzuma birer namlu
dayanmıştı. Konuşan ses devam etti:
“Nerede olduğunu biliyor musun?”
“Hayır,” dedim tabii.
“Burası Genel Kurmay Başkanlığına bağlı Kontrgerilla örgütü.”
Anlamıştık ama, bizde de biraz kurmaylık vardı. Türk Silâhlı Kuvvetleri’ndeki
değişiklikleri, emekli olmama karşın izlerdim.
Emekli olduktan sonra böyle bir örgüt kurulmadığını biliyordum. T. Slh. K.leriyle
ilişkim kopmamıştı. Çünkü bir seferberlik halinde Kurmay Yarbay rütbesi ile, emir aldığımda,
48 saat içinde 15. Kolordu İstihbarat Şubesindeki görevime katılacaktım. “Sefer Görev Emri”
cebimde duruyordu. Seferde Türk Silâhlı Kuvvetleri’nde görev alacak olan ve geçmişinde
Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin şerefini temsil eden bir kişi olarak, işkenceye tabii tutulmuştum.
Yapanlar ve yaptıranlardan tarih önünde hesap sormak Türk Silâhlı Kuvvetlerine düşer… Bu
örgütü, Anayasa, kurulu düzen ve Türk Silâhlı Kuvvetlerinin örgütlenmesi ile karşılaştırdım.
Yasa dışı bir Sağ Cunta’nın amacına hizmet için kurulduğu kanısına vardım.
Acaba bilerek mi yapılıyordu bu kavram karışıklığı? Genel Kurmay ile, Orgeneral
Memduh Tağmaç’ı eş anlamlı mı tutuyorlardı? Acaba bu yasa dışı gizli örgütün lideri,
Tağmaç mı diye düşündüm. Nasıl olurdu. O, böyle tertipler içinde bulunabilir miydi?
Muhtıradan önce, Demirel hükümetinin desteğinde ve yanında bulunan Tağmaç, nasıl
olmuştu da onun hükümetine karşı Muhtıra vermişti? Ve sonra nasıl olmuştu da, Demirel’in
istemleri paralelinde Anayasa Değişiklikleri yapılması için, aynı Tağmaç, Erim hükümetini
zorlamıştı? (12 Mart ve Nihat Erim Olayı- Kurtul Altuğ).
Tabii bir anda aklımdan geçen bu sorulara, gerçekçi yanıtlar verebilmek olanaksızdı.
Buna karşın, gerçek olan da, bu gizli örgütte Genel Kurmay Başkanlığının adının
kullanılması idi.
Meçhul kişi konuşmaya devam ediyordu:
“Ben Albayım…”
“Burada, Anayasa, Kanun falan geçmez… arkasından küfürler savurdu ve devamla:
“Harp esiri muamelesine tabi tutulacaksın.”
Oysa harp esirlerine, Uluslararası Çerçeve Anlaşması hükümlerine göre davranılırdı.
Buradaki muamele çok daha ağırdı aslında…
Ben, kendi yurdumda, kendi insanlarımca esir alınmıştım.
Politik tutkuları ve iktidarı ellerinden kaçırmamak için, beni tehlikeli sayan bir çete
elinde rehine olduğumu kabullenmek daha doğru olurdu.
Bu barbarlığı, tüm yetkili organlara, Türk ve dünya basınına, ve insan hak hürriyetlerine
ilişkin çaba gösteren dünyanın tüm örgütlerine duyururum.
Daha sonra, Türkiye’nin iç ve dış durumuna ilişkin bir panoroma çizildi. Benim gibi,
jeopolitik ve jeostratejiyi iyi kötü bilen bir kimse için bunlar pek yavandı. Ama zorunlu olarak
Albayı (!) onayladım. Tartışılacak yer değildi burası. Eğer güçleri yeterse, Ankara’dakiler bu
örgütün gerçek niteliğinin ne olduğunu öğrenirler. Ama (Le Monde) adresini verdi Ocak
1973’lerde. Bu köşkte yapılanlar ise, ülke sınırlarını aşmış yılın aktüel konusu olarak Batıda
236 kitaba konu teşkil etmişti. Yetkililer yalanlamaya devam ededursunlar…
Sonra bir başka ses söze karıştı:
“Burası Cibali Karakolu değil” diyordu. “Komandolarımız adamın hamurunu
çıkartırlar.” O sırada tak tuk sesler oldu odada… Komandolar (!) emre hazır olduklarını
bildiriyorlardı herhalde…
Bay Albay, sözü yeniden aldı:
“Suçlarını söyledim, istersen bir daha söyleyeyim” diye devam etti.
“Faruk Gürler, Muhsin Batur, Kemal Kayacan ile senin ve arkadaşlarının tüm
ilişkilerini, 12 Mart’ın nasıl yapıldığını, Taksim soygununu nasıl yaptırdığını, bütün örgütlerle
olan ilişkilerini, bunların içinde bulunan bütün tanıdıklarını, evinde yapmış olduğun
toplantılarda vermiş olduğun soygun ve patlatma direktiflerini, 84 sanıklı davayı nasıl arzu
ettiğiniz yöne çevirdiğini, Milli Birlikçilerle cunta irtibatını, Boğaz Köprüsünü nasıl havaya
uçuracağını, bir günde 300 generali nasıl öldüreceğini… Şimdi sana kalem kâğıt vereceğiz,
aşağı inip odanda yazacaksın.”
Masaya oturduğum zaman zorla bir su içirtmişler, bu arada bir şeyler koklatmışlardı.
Burnumdaki rahatsızlık nedeniyle pek koku almazdım. Fakat bu öylesine bir kokuydu ki, ben
bile hissettim. Kıpırdanmak olanaksızdı. Malum; gözler, bilekler ve eller ve de ayaklar bağlı
idi. Namluların uçlarını omuzlarımda hissediyordum.
Birden bayılmıştım. Ne kadar öyle kaldım bilmiyorum. Bunun bir narkoz analiz olup
olmadığından da haberim yok. Ancak yüzüme vurulan sayamadığım kadar çok tokatla
kendime geldim.
Bay Albay:
“Numara yapma ulan.” diyordu.
Bütün vücudumun yanmakta olduğunu ve bir ter boşaldığını hissediyordum.
Kendime gelmem için biraz beklenildi.
Bay Albay emir verdi:
“Hepiniz dışarı çıkın” diye.
Bay Albay’ın sesi daha yumuşaktı şimdi:
“Bak Talat, ben senin eski bir arkadaşınım. Ne de olsa senin fenalığını istemem. Örgüt
seni öldürme kararı aldı. Ben seni kurtarmaya çalışacağım. Bana yardımcı ol.” dedi ve birden
sertleşti:
“Komandolarımız adamı haşat etmek için hazır bekliyor. Şunu da söyleyeyim ki, ben
seni sevdiğim için başkalarının vurmasına dayanamadım. Onun için suratına ben vurdum.
Sakın üzülme...”
Dışarıdakiler, patır patır içeri girdiler ve namlular omuzlarımdaki yerini buldu. Sonraları
gerçekten anlayacaktım ki, bu adam, beni çok iyi tanıyordu. Bu iki başlı bir tanıma idi.
Söylediği anıların bir kısmı çocukluğum ve gençliğime ait olanlar idi… MİT adamın
çocukluğunu bilmezdi. Meçhul kişi, anamı babamı da tanıyor gibi rol yapıyordu. Sorgudan
önce bu amaçla hazırlık yapmıştı sonra bir zaman gelecek:
“Sen 1959’da İskenderun’da Saray Lokantası’nın önünden geçerken bir gün de burada
biz yemek yiyeceğiz demedin mi?”
Diyerek soracak ve anlayacaktık ki MİT o zamanlardan beri, benimle ilgilenmeye
başlamış.
Böyle bir cümle kullanıp kullanmadığımı anımsamam olanaksızdı. Ama bir gerçek
vardı. Demek ki 1959’larda ben Kurmay Binbaşı olarak, Saray Lokantası’nda yemek
yiyebilmek maddi olanağına sahip değildim. Derken Bay Albay söze devam etti:
“Şimdi sana kâğıt kalem vereceğiz, suçlarını bize yazacaksın.”
İçirilen ilaç nedeniyle gerçekten kişiliğimde bir farklılık hissediyordum. Dışarı
çıkarıldım. Aynı yöntemle odama getirildim. Oyunun birinci perdesi bitmişti.
Beccaria “Suçlar ve Cezalar” yapıtının 157. sayfasında diyor ki:
Bir adama, hakimin hükmünden önce suçlu gözü ile bakılamaz. Ortada suç ya vardır, ya
yoktur. Varsa o suça ancak kanunun tespit ettiği ceza verilecektir ki, bu taktirde işkence
faydasızdır. Şayet suç yoksa, bir masuma eza ve cefa etmek, müthiş bir vahşet olmaz mı?
Şimdi ben ne yapacaktım? Yazacağım yazılar 5 Temmuz 1972 sabahına yetişecekti.
Fakat ben bildiğiniz gibi, bu odada zaman kavramını yitirmiştim.
Masaya oturdum ve yazmaya başladım.
Bileklerim, ayrıntılarını açıkladığım biçimde zincirlenmiş ve kilitlenmiş, sızım sızım
sızlamaya başlamıştı. Aradaki kilidin fazla geldiğini hisseder olmuştum. Ve böyle elim
zincirli olarak bana yükletilen tüm uydurma suçlamalar için birşeyler yazacaktım.
Peki neyi, nasıl yazmalıydım? Aslında işkencecilerin senaryolarına göre benden
istenilenler belirli bir baskı içinde açıklanmıştı.
Varsayalım ki, bütün bu suçlamaların bir kısmı gerçek ve ben bunları kabulleniyorum.
Gerçek olmayanlar için, kalem gücüme göre inandırıcı birer senaryo uydurdum. Peki, henüz
ayaklarından başka hiçbir kısmı yapılmayan köprüyü nasıl tahrip edecektim?
İktidar kavgası için kurban olarak seçildiğimi anlamıştım. Anti emperyalist ve tam
bağımsızlıkçı inançlarımdan korkanlar ve emperyalist uşağı kodamanlar kinlerini tatmin için,
bir daha belimi doğrultamamacasına bir darbe indirmek istiyorlardı bana. Hiçbir sonuç
alamazlarsa, attıkları çamurla Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olmamı engellemek
istiyorlardı. “At bir çamur, yapışmazsa bile lekesi kalır” sözü vardı ya. Vicdanen müsterih ve
kendimden emin olmanın huzuru içindeydim. Balık üzerinde nasıl su durmazsa, bize atılan
çamurlar da ne yapışır, ne de iz bırakırdı. O sıralarda aydınlanmamış üç olay olmuştu.
Büyükada’da kendini asan iki kişi ile bavul cinayeti ve sabotaj olayları… Bunların da faili
olabilirdim onlarca… Şükrettim tabii…
İnsanı bir anda Oflu Hasan’dan daha meşhur ederdi bu itham doğrusu… Rahmetli Oflu
Hasan’ın şöhreti ve sözü Türkiye’de geçerdi doğrusu…
Fakat beni Mafia lideri gibi, uluslararası şöhrete ulaştırmak istiyorlardı bunlar… “Boğaz
köprüsünü havaya uçuracak adam” diye.
Sonraları ceza ve tutukevinde benim gibi, bu işin birçok isteklisi olduğunu öğrenek
üzüldüm doğrusu. Köprü Provokasyonu suçlamasının tekelini elimden kaçırdığım için (!)
Ancak köprüyü havaya uçurmak isteyenlerin sonu gelmiyordu.
Bir gün gazeteler, “Köprünün 400 metreden atılan füzelerle havaya uçurulacağını”
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığınca 23 Kasım 1972 tarihinde yapılan brifinge atfen
açıkladılar.
El elden üstündü. Anarşistler füze imâl etmişti fakat, keratalar akıllarını iyiye
kullanmıyorlardı. Mısır’ın kendi füzesi vardı. “El Nasır” derlerdi adına, Mısır’lı benim füzem
var diyebiliyordu. Bize, büyük dost ve müttefikimiz verirse alırdık. Bazen verdiklerini geriye
aldığı da olurdu. Böyle, hem verici, hem de alıcı dosttu. Küba krizi sonucu Türkiye’ye
sorulmadan Kennedy-Kruscev’le pazarlığa oturmuş, Türkiye adına da karar vermişti.
Dostlukta böyle şeyler olurdu (!) Jüpiter füzeleri geri çekilmişti. Daha sonra Edward Kennedy
yazdığı anılarında bu olaydan söz edince Türk kamuoyu gerçeği öğrenmişti…
“Tam Bağımsızlık” ilkesini Atatürk ortaya koymuş ve uygulamıştı. Ama şimdi
komünistler sahip çıkmıştı… NATO’cular CENTO’cular, TOTO’cular artık “Tam
Bağımsızlık” istemiyorlardı. Onlar dünün Amerikan mandacılığını milliyetçilik diye ulusa
yutturmaya çalışıyorlardı.
Füzeleri alıp Milli füzemizi yaptırmak ne kadar isabetli olurdu değil mi?
Füzeciler ortaya çıktığı için, biz köprü işinden kendimizi kurtarmış sayıyorduk ki,
Savcının iddianamesi elimize geçti. Gördük ki gençliğin “En Büyük Devrimci Eylemi” olarak
nitelenen bu iş gene bize kalmış.
Gönlümüz isterdi ki, tüm savcıların sıfatı Cumhuriyet Savcısı olsun ve de teminatı
bulunsun. Fakat bizim savcının sıfatı “Sıkıyönetim Savcısı”. İyi ama Savcı, sıkıyönetim
komutanından daha mı iyi biliyordu bu işleri? Herhalde öyle ki, iddianamesi ile komutanı
yalanlıyor.
Ya Yüksek Mahkemenize sunulan bu iddianame doğrudur, ya da İstanbul Sıkıyönetim
Komutanlığınca yapılan 23 Kasım 1972 tarihli açıklama.
Nerede kalmıştık? İşkenceciler tarafından suçlandığım konularda, yönlendirme ve baskı
yapılarak odaya indirilmiş ve masa başına oturtulmuştum. Gelen kâğıt kalemle görevimi
yapmalıydım. Bileklerim zincirli olarak, yeni bir yazı yöntemi bulmam gerekiyordu.
Bu düşünceler içinde kıvranırken, bodrumun koridorunda bir şarjör mermi boşaltıldı.
Patlamalar, ahşap, köhne köşk içinde yankılandı…
Bu silah tehdidi de, bütünüyle bana yönelikti. Çünkü bir defa daha aynı tarzda
davranıldığının tanığı olacaktım.
Yazmaya başladım, işi uzatıyor, nöbetçi baktıkça yazar gibi yapıyordum. Çünkü, burada
oturmak, yatmaktan daha iyi idi. Birşeyler karaladım.
İçeri, Bay Yüzbaşı girdi. Her halde bu yoklama idi. Tuvalete gitmemin ne kadar güç bir
iş olduğunu anlamıştım.
“Yüzbaşım, sizden bir dileğim var.” dedim. Ve ekledim; “Ben prostat hastasıyım, sık
sık tuvalete çıkarım. Bunun için mümkünse bir plastik kabın, bedeli karşılığı alınmasını
istirham ediyorum.” dedim.
Bay Yüzbaşı:
“Peki” dedi.
Rahatlamıştım. İşkence köşkünde kopardığım ilk ödündü bu. Şu anda hiçbir şey beni bu
ölçüde mutlu edemezdi. Çünkü kapıda nöbet tutan Mehmet’in hakaretinden, kendimi
kurtarıyordum bir anlamda.
İcabında ötekini bir iki gün tutardı insan. Bu suretle de Mehmet’le ilişkiyi en azına
indirmiş oluyordum.
Kap geldi. İnsan bazen nelere sevinebiliyordu.
Yazı yazmaya başladığımda, 2. katta bulunan işkence odasından sesler, inilti halinde
geliyordu. Odadan ormandaki hayvanlarda belki benzerine rastlanan insan çığlıkları
yükseliyor ve komşu odalardan iniltiler duyuyordum. Kapıların çarptırılması, oda kapıların
süngü ve tekme ile vurulması ise değişmeyen yöntemlerdi.
Yazdıklarım bana göre bitmişti. Ne yazdığımın da gerçekten farkında değildim. Ama şu
kadarını biliyordum ki, orda bulunduğum süre içinde el yazımla yazdığım bu notlarda, gene
Türkiye’nin sorunlarını kendi bakış açımdan dile getirmeye çalıştım. Ve sanırım, bunların
meraklı okuyucuları da çıktı.
Yorulmuş ve uyumuştum. Tabii sırt üstü… Fakat soğuktan titriyordum. Tarih 4-5
Temmuz 1972 gecesi olmalıydı.
Ertesi gün yazdıklarımı alıp götürdüler. Anladığıma göre, sabah ve akşam bir-iki kişi
yoklamaya geliyordu. Bunların hepsinin sivil kişiler olduğu anlaşılıyordu. Çok temiz yüz
hatları olan kişiler görüyor ve şaşırıyordum.
Benden daha irice, aklaşmış saçlı, bir Bay Yarbay vardı. Gözlerine renkli numaralı
gözlük takıyordu. Efendi ve terbiyeli bir adama benziyordu. Bir gün bana, işlerinin idari
olduğunu, sorgulama işi ile ilgisi olmadığını açıklamak gereğini duymuştu. Herhalde birşeyler
anlatmak istiyordu. Bir başkası, gene alaburus traşlı, kır saçlı, ufak tefek efendi bir insandı.
Merhametli görünüyordu. Yaptığı işten pek memnun değildi görünüşe göre.
Daha başkaları da vardı, bu idareci personel içinde. Odama girdiklerinde hepsini
görüyor ve tanıyordum. Bugün de tek tek teşhis edebilirim.
Fakat, sorgulama yapan Bay Albay, Bay Yarbay, Bay Binbaşı’yı görmek mümkün
değildi. Onlar, kendilerini göstermiyorlardı.
Bir müddet sonra, gene birkaç kişi içeri girdi. Bay Yüzbaşı, Bay Sfenks de vardı
içlerinde. Pamuk ve bantlı gözlükten nereye gideceğimi anlamıştım. Bilinen yöntem ile yukarı
çıkartıldım ve oturtuldum.
Bay Albay söze başladı:
“Bize hikâye anlatıyorsun. Kül yutturmaya çalışıyorsun. Örgütümüz bütün Türkiye’ye
hakim, bilmediğimiz tek şey yok. Bak sen akıllı bir Kurmay’sın. Şimdi saha şablon da
vereceğiz, sorularımızı yeniden cevaplandıracaksın.”
Kendilerinden bana yardımcı olmalarını, suçlamaların soyut olduğunu ve somut sorular
şeklinde sorgulama yapılması dileğinde bulundum.
Gene o, ikinci ses: “Burası Cibali Karakolu değil” diyordu. Nedense Cibali Karakolu ile
çok zoru vardı.
Bay Albay devam etti:
“Ya Talat Turhan, seni Kontrgerilla Örgütünü uyuyor mu sanıyordun? Bu memleketi
size mi bırakacaktık? Bizi bırakın da, rahat rahat memleketi idare edelim.”
Bu sözleri ancak bir “Cunta” yetkilisi söyleyebilirdi. Gerçekten anlaşılıyordu ki, çeşitli
güçlerden oluşturulan ve cuntalaşan bir örgüt, İstanbul’u ve belki de Türkiye’nin bir kısım
bölgelerini kontrol altına almıştı. Benim kanıma göre, bunlar ister subay, ister MİT elemanı,
ister polis görevlisi isterse sivil olsunlar, bu örgüt içinde, sıfatlarını yitirirler ve örgüt
hiyerarşisine göre sıralanırlardı. Bu bir “Cunta” idi ve gerçekten Anayasa’yı, tebdil ve tağyif
fiilini işleyen ve işleten, bir gizli örgüttü; tıpkı “Halaskâr Zabitan Grubu” gibi. Bu örgütün
baskıları ile, Anayasa durmadan değişiyordu.
Bence, iktidar olmaya yönelen bir hedefi olduğu anlaşılıyordu. Bu amaçla insanlara
işkence yapıyor ve gereksinme duydukları bazı “İtirafnameler” alıyordu. Ben de seçilen bu
insanların önde geleni sayılıyordum onlarca. Kuşkusuz sahte Albay, Yarbay, Binbaşı kendi
başlarına bu tertiplere girmiyorlardı. Başlarında General’leri. O generalin de dayandığı güçler
vardı. Ve belliydi ki, onlarda kendi kendilerine rütbe vererek bu işlerin Türk Silâhlı
Kuvvetleri adına yapıldığı izlenimini yaratıyorlardı.
Bizce olayın en korkunç yönü buydu.
Bay Albay devam etti:
“Bizim burada 21 kurmayımız var.” diye.
Biz ayrılalı, kurmay görevleri çeşitlenmişti herhalde… Tüm kurmaylarımızın
bilgilerine… Kurmayların ismini de işkenceciler kullanarak yıpratıyorlardı. Gerçekten burada
herşey vardı, her istenen bir saniyede bulunuyordu. Kıdem sıra kitapları, General, Amiral
albümleri, kişilere ait dosyalar vs. Bu bina elbette MİT’e aitti işkenceciler içinde MİT
görevlileri bulunuyordu. Ancak bu kişiler MİT İstanbul Bölgesi Başkanı Turan Deniz’in
denetiminden çıkmışlardı. Gn. Memduh Ünlütürk yönetiminde Gn. Faik Türün hiyerarşisi
içinde çalışmaktaydılar.
Bazı sorularla, beni istedikleri doğrultuda ikrara zorluyorlardı.
Direndiğimde, omzumdaki namlular daha sertçe basılır gibi oluyordu. Gene ilaçlı su
içirilmiş ve burnuma birşeyler koklatılmıştı.
Tanıdığım kimselerin bir kısım itiraflarından söz ediliyor:
“Enayiliğin anlamı yok, herkes herşeyi söyledi, bilmediğimiz tek şey yok. Bak işte
filanın ifadesi, bak ne diyor. Başkalarının ifadesi de belli. İstersen bu adamları getirelim
buraya, konuşsunlar senin yanında.” gibi sözler sarf ediyorlardı.
Israrla Orgeneral Faruk Gürler, Orgeneral Muhsin Batur, Oramiral Kemal Kayacan ile
olan ilişkilerimden, 12 Mart’tan söz ediyorlar ve bu konudaki örgütsel çabalarımın ne
olduğunu öğrenmek istiyorlardı.
Özellikle, 84 sanıklı davada mahkemeye nasıl etki yaparak, davayı çökerttiğimi
soruyorlar, bu konuda da bazı kişilerin ifadelerinden bölümler okuyorlardı. Ve Taksim
Soygunu’nun direktifim altında yapıldığını söylüyorlardı.
Artık çok olmuştum. Benimle uğraşacak halleri mi vardı? Bileklerim bağlı iken
yazamadığımı, mümkünse yazı yazarken kilidin çözülmesini rica ettim. Ama bu istek kabul
edilmedi.
Odama gönderilirken, baskılar devam ediyordu. Masa başına oturdum. Kâğıtlar ve
kalem yine gelmiş, bu defa şablon da vardı. Çünkü anlatırken unuttum; işkencecilere göre bir
sıfatım daha vardı. “İstanbul ve Trakya bölgesi komutanı” diye. Şimdi kuvvet dökümünü de
benden istiyorlardı.
Çoğu kez yazdıklarım yine Türkiye’nin sorunlarını içeriyordu.
İlk yemek, 48 saat sonra 5 Temmuz akşamı verildi. Bu, iki küçük dilim ekmekle, 1/4
porsiyon nohuttu. Gece yine soğuktu. Rutubet aynı rutubetti, işkence sesleri devam ediyordu,
nöbetçiler hiç sektirmiyordu insanı. 6 Temmuz 1972 günü sabah kahvaltısı 3 tek zeytin, bir
küçük dilim ekmekti. Bundan sonra yemekler hep böyle öldürmeyecek kadar verilecekti.
Zeytin 3-6-9 adet olarak değişiyordu. Kahvaltıda bazen pek küçük bir parça peynir ile, bir
küçük dilim ekmek veriyorlardı. Hiç unutmam bir gün, akşam yemeği olarak 50 gram ekşimiş
karpuz ile bir küçük dilim ekmek verilmişti.
Hani rejim yapanların işine gelirdi burası. Yeni bir zayıflama türü keşfetmişlerdi. İnsan
yerinden kıpırdamadığı halde zayıflıyordu.
1 Ağustos 1972’de, Selimiye’deki Asayiş Bölüğüne geldiğimde, bel kemerim yasak
diye alındı. Kemersiz pantolonumu elle tutarak ancak yürüyebiliyordum. Sonra eve gönderip
12 cm daraltılmasını istedim. 12 cm göbek, kaç kilo eder bilemem tabii. Ama iyice
zayıflamıştım. Yemeklerin başka faydası da vardı tabii gece ile gündüzü ayırabiliyordu insan.
6 Temmuz 1972 günü bilinen dışında yeni bir şey olmadı. Bütün gün sırtüstü yatmak
durumundaydım. Sıkıldıkça el kitabını okuyordum. Tabii bu arada, yazdıklarımı alıp
götürdüler. Ama bütün gün işkence sesleri, derinden derine geldi. Bu sesler bir insan için
ıstırapların en büyüğü idi.
7 Temmuz 1972 günü, sabahleyin sorguya götürmek için geldiler ve yukarı çıkarıldım.
Bay Albay “Sen artık çok oldun. Bize gene kül yutturmaya kalkmışsın” dedi.
İkinci adamın tekerlemesi tekti:
“Burası Cibali Karakolu değil.” diyordu.
Sorgular, sorgular. Hep aynı tehditler… Nihayet anlaşılmıştı. Komandolara görev
düşüyordu. Esasen Komandolar vatani görevlerini yapmak için bekliyorlardı (!)
“Yatırın şu adamı,” emri verildi.
Ellerimin kilidi açılıp kollarım serbest bırakıldı. Sonra meşhur falaka sahnesi…
Bütün dünyam yıkılmıştı sanki o anda. Mahvolmuştum. Komandolar görev yapmaya
devam ediyorlardı. Bu işkence ne kadar devam etti, bilemezdim tabii.
O esnada neler söylediğimin farkında değilim. Ayaklarıma indirilen sopa darbelerinin
acısını artık duymaz olmuştum.
Birden (Cibali Karakolu)nu pek çok seven ses haykırdı.
“Burası cami değil ulan!” diye.
İşkence durdu.
“Biz adamı konuşturmasını biliriz. Daha dur, bu gördüğün hiç bir şey değil.
Komandolarımız adamın hamurunu çıkarırlar.” gibi sözler söylendi. Konuşup
konuşmayacağım yeniden soruldu.
O sırada Bay Albay’ın sesi duyuldu:
“Sana işkence yapılmasına dayanamadığım için dışarı çıkmıştım, yazık ediyorsun
kendine.”
Bay Albay’a; yaptıklarından utanmaları gerektiğini söyledim ve öldürülmemi istedim.
Bunu eğer kendileri yapmayacaklarsa intihara hazır olduğumu bildirdim. Arzu edildiği şekilde
mektup bırakmaya da razıyım dedim.
Yanıtı:
“Biz adamı ne zaman öldüreceğimizi biliriz.” oldu.
Daha sonra, benden istenilenlerin biraz daha açılmasını ve yardımcı olunması dileğimi
yineledim.
Benden önce gözaltına alınan, bazı tanıdığım kişilerin ifadelerini okudular.
Anlaşılıyordu ki, aynı koşullar altında, gerçek olmayan bu itirafları almayı başarmışlar ve bu
ikrarnameleri doğrulamamı istiyorlardı.
Bu arada, yeni bir suçum daha öğrendim: Sedat Kirtetepe’yi Emniyet Genel
Müdürlüğü’ne ve Nihat Aslantürk’ü İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne nasıl tayin ettirmiştik?
— Nihat Aslantürk Trabzonludur. Sunay tayin ettirmiş olabilir, dedim.
— O bizim adamımız değil, yanıtını aldım.
— Hımmm…
Bir gerçeği daha anlamıştım ki: Evime gelen polisler şeklen onun emrinde idiler. Ama
bu örgütün elemanı olarak görev yapıyorlardı…
O anda hayatımın manası kaybolmuştu benim için. İntihar etmeliydim. Ama bunu nasıl
yapabilirdim?
Sonraları, diğerlerine yapılanları duyacak, hayretler içerisinde dona kalacaktım.
Benim bu açıklamalarımı, dün birisi gelip bana anlatsaydı kolay kolay inanmazdım
doğrusu…
Ayaklarım şişmişti, yürüyemiyordum. Sürüklene sürüklene odaya geldim.
Beş dakika sonra yine mermiler atılıyordu koridorda. Bu varan iki idi. Hemen sorgudan
geldiğime göre, bu tehditler bana yapılıyordu.
Sakalım, uzadıkça uzuyordu, kokmaya başlamıştım. Taharet edemiyordum. El ve ayak
kemiklerim sızlıyor, rutubetin tüm olumsuz etkilerini hissediyordum. Sırtım yara olmuş
olmalıydı ki, sızım sızım sızlıyordu.
Biraz sonra Bay Yüzbaşı girdi içeri. Bir şey yazacak, düşünecek halde değildim.
Kalem kâğıt getirmişti.
Ancak, yarın yazabileceğimi söyledim ve bir istirhamda bulundum.
“Mümkünse çamaşır değiştirmek istiyorum” diye.
Ne de olsa insandı, halimi görüp üzülmüş olmalıydı. Yüz hatlarından alkolik olduğunu
sezinliyordum. Kalender olurdu böyleleri. Bir kere düşmüştü buraya… Görev, görevdi…
Evden ayrılırken bir el çantası hazırlanmıştı. Bay Yüzbaşı bu çantayı getirdi. Tabii bu
kadarı yetmezdi. Çamaşırlarımı değiştirmek için el ve ayaklarımdaki zincirlerin sökülmesi
gerekti.
Önce ellerim çözüldü. Fanila değiştiriyordum ki, Yüzbaşı’nın gözü sırtıma takıldı.
Herhalde somyanın demir yaylarının, halka halka izlerini görmüştü.
Ayaklarımı çözüp, dışarıya çıkmak nezaketini gösterdi. İğrenç bir kilottu çıkardığım.
Çantamda bulunan traş makinasından bir jilet çıkarıp, yattığım yerin sağında, duvardaki sıva
çatlağının içine yerleştirdim.
Bay Yüzbaşı içeri girmişti.
Eski çamaşırlarımı, çantama tıktım. Yüzbaşı el ve ayaklarımı zincirledi ve kilitledi…
Bu birkaç dakikalık serbestlikten ve isteğimin yerine getirilmesinden memnun
olmuştum.
Yanında iki Mehmet de vardı. Biri çavuş olmalıydı. Bazen denizci elbisesi bazen karacı
elbisesi giyiyor, bazen de sivil giyiniyordu. Ordu’luydu sanırım. Soyadının Kara olduğunu
tahmin ediyorum.
Yüzbaşı, birisine bir battaniye getirmesini emretti. Battaniyeyi iki kat yaparak, yayların
üzerine konulmasını sağladı.
Bu arada, sırtım çok ağrıdığı için, yatak üzerinde oturup oturamayacağımı sordum. İzin
verdi. Fakat buraya belli bir saatten sonra Mehmet’ler hükmediyordu. Bu hususu garantilemek
için:
“Nöbetçiler müsaade etmiyorlar da” demiş bulundum.
Bu konuşmama, nöbetçi eri içerledi. Sanki kendisini şikâyet ediyormuşum gibi geldi
ona…
Bay Yüzbaşı, sürahideki suyu her zamanki gibi döşemeye serpti. Yaptığı iyilik yeterli
idi. Rutubetin biraz daha artması için, sabah akşam bu rutin hizmet aksatılmıyordu. Her ne
olursa olsun, işkence köşkünde bu kadar ilgi insana yeter de, artardı bile…
Sonraları, aynı tezgâhtan geçen arkadaşlarımın öykülerini dinleyecek bunların birer özel
işlem olduğunu anlayacaktım.
Bay Yüzbaşı, Mehmet’ten yeni su getirmesini istedi. Kızdığını anladığım Çavuş Kara,
suyu biraz gecikerek getirdi.
Kapı tekrar kapanmıştı.
Şimdi vicdan muhasebesine sıra gelmişti. İntihar etmeli miydim, etmemeli miydim?
Jilet elimin altında idi.
İntihara karar verseydim, uygulaması oldukça zordu. Bileklerim bağlı idi, ellerimi
kullanamazdım. Yazı yazarken açmaya başlamışlardı ama, o araya sığmazdı bu iş… Çünkü
Mehmet tetikte, iki dakikada bir durumu kolaçan ediyordu. İstanbul’un elektrikleri sık sık
kesilirdi ya, böyle bir an beklemeliydim.
Sonra, intihar etmenin bir bakıma suçluluğu kabul anlamına geleceği ve istençsizlik
(iradesizlik) olduğunu düşündüm ve vazgeçtim.
Tabii, bu o kadar kolay olmadı. Bu kararı dört günde alabildim. Sonra jileti tuvalete
atarak yok ettim.
Sorgular her gün devam ediyordu. Tüm düşünsel gücümü toparladım ve bir durum
muhakemesi yaptım:
Türk Silâhlı Kuvvetleri’nde iki grup Gn. Kur. Bşk.lığı ve Kuvvet Komutanlıklarını ele
geçirmek için kıyasıya bir çatışma içindeydiler. Bu kavgada benim, Orgeneral Faruk Gürler,
Orgeneral Muhsin Batur, Oramiral Kemal Kayacan ve arkadaşları safında olduğum var
sayılıyor, ilk önce ve en kolay hesabı görülecek adam olarak seçildiğim anlaşılıyordu.
Arkadaşlık ve tanışma ilişkileri saptırılarak, seçilen kişilerden, her türlü işkence
yöntemleriyle beni suçlayan, aslı esaslı olmayan ifadeler almışlardı.
Benden istenen bunların onaylanması idi. İlk evrede Org. Faruk Gürler’in Genelkurmay
Başkanı olmasını engellemek. Daha sonra Org. Muhsin Batur ve Org. Kemal Kayacan ve
yakınlarını temizleyip Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne egemen olmak istiyorlardı. Ama tüm
tertiplere karşın, Ağustos 1972 ortalarında Org. Faruk Gürler Genelkurmay Başkanı oluyor,
“Rövanşı Almak” isteyenler Bomba Davası’nı kullanarak oyunlarına devam ediyorlardı.
Bunun için benim Emekli Tümgeneral Celil Gürkan’la olan arkadaşlığımdan
yararlanmak istiyorlardı. Beni Gürkan’a, onu ise diğerlerine bağlamayı planladıkları
anlaşılıyordu.
Daha sonra bu kanımı doğrulayan olaylara tanık olduk.
Bunlardan önde geleni 30 Ağustos 1972’den sonra bu örgütün hiyerarşik ilişkisini
yeniden düzenlediğini, Zihni Paşa Köşkü’nden Selimiye Ceza ve Tutukevi’ne gelenlerden
öğrenmemdi.
Bu tarihten sonra “Genelkurmay’a bağlı Kontrgerilla örgütü” “İstanbul Sıkıyönetim
Komutanlığına bağlı Kontrgerilla örgütü” ismini almıştı.
Bilindiği gibi bu tarihlerde Sayın Org. Faruk Gürler, Genel Kurmay Başkanı olmuşlardı.
Bir şebekenin karşısında bulunduğumu ve bir iktidar kavgası içinde her türlü
ahlâksızlığın geçerli olabileceğini bu anlayış içinde de, bana yapılan işkencelerin az bile
olduğu sonucuna vardım.
Bu noktada en acı gözlemimi açıklamalıyım: Bütün bunların bana yapıldığı sırada, aynı
örgütte bulunduğum iddia edilen kişiler, Ankara’nın meşhur kokteyllerinde viskilerini
yudumluyorlardı…
Eğer, gerçekten bu komutanlarla ilişkim olsaydı, herhalde hiçbir güç bana işkence
yapamazdı.
Bu durumda, hayatımı kurtarmak için benden önce alınan ifadeleri kabul etmekte bir
sakınca görmedim. Çünkü yasalarımızda Emniyet ifadesinin tek başına delil değeri
taşımadığını biliyordum. Senaryo işkenceciler ve onların destekçilerinin istedikleri yönde
sonuçlanırsa benimle birlikte yüzlerce general, subay ve aydının defterini dürmeye kararlı
olduklarını anlamıştım.
Seçilen hedeflerden biri de İrfan Solmazer idi. Üzerimdeki işkenceyi hafifletmek için
ona yüklenmekte hiçbir sakınca görmedim. Çünkü, yurtdışında olduğunu biliyordum.
Tabii artık kül yutturmadığımı anlayıp, pek memnun olmuşlardı. Eğer İrfan Solmazer’in
yurt dışında olduğunu bilmeseydim, oradan sağ çıkacağımdan emin olamazdım.
84 sanıklı davayı yeniden canlandırmayı düşünüyorlardı. 1 No.lu Sıkıyönetim
Mahkemesi’nin lağvı, kızgınlıklarının geçmesine yetmemişti.
Suçlarım öyle altından kalkılacak gibi değildi. “Kurulu düzen”e karşı gelmiştim.
Halbuki bu düzenin içine girip, nimetlerinden payını alsaydın ya Talat Turhan…
Çok çok, payların bölünmesinde bazen kavga ederlerdi kurulu düzenciler…
Ama birbirlerinin ayıbını bilenler, ne kadar düşman da olsalar susmasını bilirler ve
öğrendikleri gerçek ölçüsünde de, sus payı verilirdi düzenden yana olanlara… Arpalıklar bu
nedenle işbirlikçi iktidar elinde tuttular. Yemlenmesi gerekenlere sunulurdu.
Susamıştım. Bir bardak su içeyim dedim. Bir defa da içtim. İçtiğim su lağım suyuydu.
İlk önce, kendisini şikâyet ettiğimi sanan, Mehmet’in getirmiş olduğunu düşündüm.
Fakat bizim Mehmet, bu kadar insafsız ve vicdansız olamazdı.
Bu uygulama, duyduklarıma göre, bana özgü yeni bir işkence yöntemi idi… Ertesi gün,
sürahinin yanında ve dibinde pis bir tortu bulunduğunun farkına varmış, gelen görevliye de
göstermiştim.
Gece olmuş, yeterli zaman geçmişti ki, karnımdaki burkulmalardan, ishal olduğumu
anladım. Mehmet’ler tuvalete çıkarmıyordu. Bu gerçekten, bir insanın duyabileceği
işkencelerin en büyüğü idi.
Affedersiniz, sabaha kadar, altımı kirletmeden durmayı başarmıştım.
Sabah Bay Yüzbaşı geldi. Durumu söyledim. Prangalı ayaklarımla, 100 m’lik koşuya
girmiş olsaydım, bu durumda şampiyon olurdum. Tuvalet kapısını, her zaman olduğu gibi
açık bıraktım. Kapı önünde bekleyenler içinde bay Yüzbaşı da vardı. İshal olup olmadığımı
öğrenmek istiyordu herhalde.
Durumum yürekler acısıydı, hiç böylesini görmemiştim. Dışarıdakiler şaşırmış
olmalıydılar. Bu sahne, asrımızda utanılacak bir insanlık dramı idi Türkiye için… Saklamaya
gerek yok. Çıkan sesleri duyuyorlardı.
Dışarı çıktığımda, acıyan gözlerle bana bakıyorlardı. Küçük lavabonun sabunluk
kısmına, deterjan dökmüşlerdi. Deterjanla el yüz yıkanmazdı ama bir deneyeyim dedim.
Doldurdum ellerimi yüzümü bir güzel yıkadım. Sakallı yüzüm günlerce sızladı durdu.
Acılarıma bir yenisini katmıştım. 8 Temmuz Cumartesi günündeydik. Deterjan kuşkusuz
benim için hazırlanmış bir tuzaktı.
Odama döndürüldüm. Bay Yüzbaşı’dan ricalarım oldu.
Tuvalete gitmem konusunda güçlük çıkarılmamasını istedim. Tabii, gece çıkarmadılar
diyemedim Mehmet’lerin yanında. Mümkünse Siosteran Geigy adlı ilacın alınmasını istedim.
Her ikisini de yerine getirdi. Bu hastalığım, dört gün bütün şiddetiyle devam etti. İlk
gün, getirilen hiçbir şeyi yemedim. Daha sonraki günler, istediğim haşlanmış patates ve pirinç
lapasını getirdiler. Karavanacılar iyi çocuklardı. İnsanın yüzüne buruk bir sevgi ile
bakıyorlardı. Odanın rutubetini tespit için, meşhur tuz deneyini bu arada yaptım.
Daha önce kullandığım o ilaç olmasaydı, paratifo olmam işten bile değildi.
Yüzbaşı ilacımı getirdi. Bu arada da, soruları yanıtlamak gerektiğini anımsattı.
Yazarken bileklerimi bağlayan zincirin çözülmesine izin verilmişti. 8-9-10 Temmuz günleri,
sorguya alınmadım. Fakat Pazar günü dışında, diğer günler gönderilen pusularla
yönlendiriliyordum.
Solmazer’in yurt dışında bulunması çok işime yaramıştı.
11 Temmuz 1972 günü, tekrar sorguya çıkarıldım. 12 Mart’tan önce, Türk Silâhlı
Kuvvetleri içindeki hareketler üzerinde duruluyor ve bu olaylar içerisinde etkinliğimin
saptanmasına çalışılıyordu.
12 Mart’ın T. Slh. K.lerinin bir hareketi olduğunu ve kendi iç çelişmeleri sonucu,
değişik bir sonuçla sahneye konulduğunu dile getirmek istedim. Eğer sıra bunun hesabının
sorulmasına gelmiş ve T. Slh. K.leri adına bu hesabı vermem benden isteniyorsa, buna hazır
olduğumu, T. Slh. K.lerinin, Cumhuriyeti korumak ve kollamak görevini zaman zaman
yaptığını ifade ettiğimde..
Bay Albay köpürdü:
“27 Mayıs bir komünist hareketiydi. 12 Mart’ta da aynısını getirecektiniz. Önledik.”
Her konuşmadan bir sonuca ulaşıp, karşımdakileri daha iyi tanıyordum.
Birden, Sunay’ın damadı Sadi Önel’in babasını hatırladım. Hani şu, 26/27 Mayıs 1960
gecesi, Menderes’i Eskişehir’den kaçırıp da kurtarmayı deneyen Tümg. Hakkı Önel’i…
Nereden nereye…
Tabii, Savcının iddianamesindeki eksikliklerin nedenleri var. Ona göre benim ilişkili
olduğum cuntanın, Ankara’da bir üst kademesi var ama, onlar şimdilik yerlerinde otursunlar.
Sıra birgün onlara da gelecek. Şimdilik ise Talat Turhan ile yetiniliyor. Bu bizim
bilmediğimiz yeni bir hukuk kuralı olsa gerek.
Bizce davanın düğüm noktası burada…
Bugün için bu dava açılamadığından, şimdiden benim adımla hazırlık yapılmak
isteniyor ve adımın tüm olaylara bulaştırılmasına özen gösteriliyor.
Böylece, davanın üzerimdeki siyasal niteliği belirleniyor.
Bu oluşumdan bir sonuç daha çıkıyor: Sürdürülen iktidar kavgasında şimdilik güçler
denk durumda. Org. Faruk Gürler’e oyun hazırlayanların başarı kazanması, bir kısım
çevrelerin cesaretini arttırmış görünüyorsa da, Türkiye’nin geleceği çeşitli olasılıklara gebe
görünüyor.
27 Mayıs’tan sonra, sokakta bir tanıdığıma rastladım. Selamlaştık, konuştuk. Dertliydi,
boşalmak gereksinimi duyuyordu. Kendisini dinledim. Emekli edildiğinden yakınıyor. Bir tek
suçunun olduğunu söylüyordu.
“Nedir?” diye sordum.
“9 Subay Olayı’nda savcı olmak” diye cevaplandırdı beni…
“Kişi noksanını bilmek kadar irfan olamaz” derler. Fakat, kendini suçlayan bir savcı da,
elbet emekli edilmeliydi…
Sorgular devam etti böylece. Yazdıklarımın arasına, özellikle (tatbik ettiğiniz insanlık
dışı metodların muhatabı olmamak için arzulanan şekilde yazmak zorunda kaldım) cümlesini
sıkıştırıyordum.
Bay Albay niyetimi anlamış, sinirlenmişti… Bir daha böyle bir şey yazmamı emretti.
Halbuki, istedikleri yeri karalamaları, işten bile değildi. 15 Temmuz günü, bir dönüm
noktasıydı benim için ve çok değişik olaylarla doluydu.
Sorgu için yukarı çıkarıldım. Doğrusu günlerden beri ayna göstermemişlerdi. Bitmiş
tükenmiştim adeta… Bir yandan işkence, bir yandan insanların ıstıraplarının tanığı olmak, bir
yandan açlık ve bir yandan da hastalık, beni tüketmişti. Bunun yanında, başka nedenler de
vardı tabii.
13 günlük sakalım uzamıştı. Üstümdeki kirli olan asker pijamaları, leş gibi olmuştu. Her
zaman olduğu gibi eller, ayaklar, gözler bağlıydı.
Sorgu odasında olağanüstü bir durum olduğunu hissettim. Sonunda anladım ki bu
durumda filmimi çekiyorlardı. Kamera en az on dakika çalıştırıldı.
Gerçekten Türkiye’nin “çağdaş uygarlık düzeyine” çıktığının bu olaydan daha iyi bir
kanıtı bulunamazdı (!) Abdülhamit’i inandırmak için, Mithat Paşa’nın başını kendisine
getirmişlerdi. Günümüzde bu işi filmle yapıyorlardı. Ve de Sunay çalışmalarını Florya
Köşkünde sürdürüyordu…
Bilindiği gibi, Mithat Paşa, Anayasacı idi. Ben, Mithat Paşa anlayışının safındayım
ama, Abdülhamit gibi düşünen, onun savunuculuğunu yapan hilâfet ve saltanatçılar da var
bugün…
Film çekimi tamamlanınca sorgulama başladı. Özellikle, bir kısım insanlarla dostluk
ilişkilerimin üzerinde duruluyordu. Bildiğim bazı provokasyonlar vardı. Bunları açıklayınca,
oyunlarının bozulduğunu anlayıp susuyorlardı.
En önemlisi, bu köşkü bir Tümgeneralin yönettiğini duymuştum. Bu durumu
saptayabilmek için dengine getirip, o kişiden söz ettim. Sorgulayıcılar uzun zaman kendilerine
gelemediler.
Demek ki, duyduklarım doğruydu.
Sonra hapishaneye geldiğimde, işkence görenlerden gözleri açık sorgulananlar, bu
generali 6 Temmuz 1972 tarih ve 28 sayılı Hayat dergisinde çıkan bir resminden görüp,
tanımış ve adını sanını öğrenmişlerdi.
Daha önce bir münasebetle arz ettiğim gibi, bir devletin rütbesinin şerefle taşınması,
ancak o devletin kanun ve nizamlarına bağlı kalınarak mümkün olur.
Böyle tertipler içinde olanlar, hangi rütbede olurlarsa olsunlar, biz onları “gizli örgüt
üyesi” olarak niteliyoruz. Bu örgütün mahiyetinin ne olduğunu, 27 Mayıs’a küfür
etmelerinden anlamıştım. Ve bizi huzurunuza sanık olarak getiren tüm tertipler, bu örgütte
yapıldı…
Durumumu görmüş olmalılar ki; öğleden sonra odamı değiştirdiler ve iki teneke sıcak
su getirerek, yıkanmama müsaade ettiler. Bunun yanında ellerim bu tarihten sonra hep çözük
kaldı.
Bay Yüzbaşı’nın gözetiminde, traş olmama da izin verildi. İlk kez ayna yüzü görüyor ve
tanınmayacak bir duruma getirildiğimi algılıyordum.. Bu kadar kısa bir zamanda saç ve
sakallarımın büyük bir kısmı ağarmıştı.
Traşım bitti. Kendi pijamalarımı giymeme de izin verildi.
Konulduğum oda köşkün 3. katında konforlu odalardan biri sayılabilirdi karyola ve
yatak tek kelime ile mükemmeldi. Hele o demir yaylar üzerinde bu kadar yattıktan sonra…
Banyosundaki eski termosifon pek su yetiştiremiyordu ama, bir eski paşa konağı olduğu
anlaşılan bu köşkün banyosundaki Avrupa malı eski fayansları düzenliydi. Banyonun
yanındaki 2.75x1.00 m boyutundaki tuvaletin döşemesinde, 2.00x1.00 m boyutunda olan
kısmında 200 adet 10x10 mavi renkli karo yer döşemesi bulunuyordu. Kenar kısımları
bordürlerle bezenmişti. Duvarları 10 adet 15x15 cm büyüklüğünde Avrupa malı beyaz
fayansla kaplanmış olup, 9. fayanstan sonra da 5 cm’lik siyah bir şeritle süslenmişti. Penceresi
kapının tam karşısında idi. Köşkün yüksek ağaçları buraya kadar uzanmış olmalı ki, dalların
silüeti görünüyordu. Lavabosu girişte sağda olan bu tuvalet alaturka idi.
Ayaklarımdaki zincirler duruyordu. Gene soruların yanıtlanması evresi hariç, yataktan
çıkmak yasaktı.
Burada da bir başka işkence vardı. Temmuz sıcağı olduğu gibi odanın içindeydi.
Penceresi dıştan ve içten kapatılmıştı.
Bu odada, bodrumdaki odayı aratacak derecede insanı kahreden ikinci bir işkence daha
vardı. Bütün gün devam eden işkence seslerini olduğu gibi duyuyordum.
Sorgulama ve işkencelerin bir kısmının uygulandığı oda 2. kattaydı. Benim konulduğum
oda ise 3. katta olduğuna göre, ahşap bir binada seslerin duyulması olağandı. Hele, 31
Temmuz 1972 gününü ömrümde unutamayacağım. O gün, yapılan işkence süresiz devam etti.
Kulaklarımı tıkamak için her türlü yöntemi denedim, fakat başarılı olamadım.
17 Temmuz günü, içeri Bay Yüzbaşı girdi. Gözlerimi bağladı ve beklememi istedi.
Biraz sonra Bay Albay odama geldi ve konuşmaya başladı:
“Bak Talat, Kaplangı konuşmuyor. Kalp hastası, daha fazla vurursak elimizde kalacak,
seni dinler. Şimdi seni aşağı indireceğiz, kendisine söyle konuşsun.”
Yapılacak başka bir şey yoktu. Ölüm bin kere daha iyiydi bu katlanılmaz ıstıraptan..
Peki dedim. Aşağı indirdiler. Tabii gözler bağlıydı.
— Rafet, dedim.
— Ölü gibi bir ses cevap verdi “Efendim” diye.
— Ne istiyorlarsa konuş, ben de arzuladıkları gibi konuşmak zorunda kaldım. Konuş da
bu iş bitsin, buradan kurtulalım, dedim.
Bundan sonrasını herhalde kendisinden dinleyeceksiniz.
Aynı gün, 8 maddelik el yazısı istekte bulundu Bay Albay. Onları yanıtladım. El yazılı
bu belgeyi, belki dalgaya gelirler de saklarım diye düşündüm. Ama gerçekten kül
yutmuyorlardı. Geri istediler.
İshal olduğum günden beri, ilaçlara ve perhize devam ettiğim halde, 18 Temmuz 1972
günü gene ishal olmuştum. Bir hafta sürdü bu yeniden hastalanmam. Bu sefer, şekersiz çay da
veriyorlardı zaman zaman.
19 Temmuz 1972 günü sabah yoklamasına, daha önce tanımladığım iki idareci geldi,
birinin renkli gözlükleri vardı. Yarbay diyorlardı ona. Kibar ve efendi bir adamdı. Sağlığımla
ilgilendi. Buranın doktoru olduğu halde, bütün hastalığım boyunca görmedim kendisini. Belli
olmaz, belki de tanıdığım bir adamdı.
Sabah beni tuvalete çıkarmayan nöbetçinin ağır hakaretlerine katlanmak zorunda
kalmıştım.
Mehmet’in yanında, onu şikâyet ettim. Durumu anlattım. Burasının gerçekte bir MİT
binası olduğunu ve başka maksatlarla kullanıldığını biliyorum dedim. Ama bu kadarı fazla idi,
“Defii tabii” kelimesinin etimolojisine girdim.
11 yıl önce bana teklif edilen, MİT görevini kabul etmediğimi, şimdi yapılanlardan
MİT’in bile utanç duyması gerektiğini ve T. Slh. K.lerinin emekli bir subayı olduğumu
anımsattım. Mehmet’in gözleri faltaşı gibi açılmıştı.
Yarbay duygulanmıştı:
“Hepsini biliyoruz efendim, bizim görevimiz idari” demekle yetindi.
Akşama doğru Bay Yüzbaşı girdi içeri; çektiğimi görmüş ve gerçekten acımış
olmalıydı. Birşeyler yapmak istiyordu. Çamlıca sigarası içmemi önerdi. Hiç sigara
kullanmadığımı söyledim. O kadar ısrar etti ki, sigarasını aldım ve içtim.
Sohbet ediyor, bir gereksinmem olup olmadığımı, samimiyetle soruyordu.
Acaba sabun, kolonya, pamuk ve çamaşır aldırmam mümkün mü diye istekte bulundum.
Ertesi gün bunların hepsi karşılandı.
Aynı kişi, bir başka günün akşamı, çay getirmiş, yatıştırıcı ilaca gereksinmem olup
olmadığını sormuştu.
Yanıt olarak: yatıştırıcı kullanmak alışkanlığım olmadığını söylememe karşın, ısrar
ediyordu. Acaba bunda bir şey var mı, diye düşünüyordum ki, ne ilacı vereceğini sordum:
Serepax diye yanıtladı. İlacı tanıyordum, sorun kalmamıştı. Arzusunu yerine getirdim.
Bir insan için kolonya ve pamuk, birçok şeye yarar tabii. Fakat ben kolonya ve pamuğu
bir başka amaçla kullanıyordum.
Ne için mi?
Tuvalete gidip dönünce, ayaktaki zincir ve kilitler tuvalette ve yerin bütün pisliğine
bulaşıyordu ve bu durumda yatakta yatmak zorunluluğu vardı.
Onun için tuvaletten döndüğümde, kolonya ve pamukla bu zincirleri her seferinde
siliyor ve aralarında birikmiş ve katmerleşmiş pislikleri temizliyordum. Ayrıldığımda, zincir
pırıl pırıl ve tam dezenfekte edilmişti. Yeni sahibi, tabii farkına bile varmayacaktı bu
temizliğin.
Bugün dahi ayaklarımda, bu prangaların izlerini taşıyorum. Bilindiği gibi, demire vurma
cezası kanunlarımıza göre, sadece hükümlülere ceza olarak verilebilir. (ACMUK-Madde-76)
ve (CMUK-Madde-116) Bu ceza dahi, Anayasa Mahkemesi’nce 15.6.1967 tarih ve 34/18
sayılı kararla kaldırılmıştır. Halbuki bugün, Anayasa’dan söz edilirken, gözaltına alınanların
ayaklarına zincir vuruluyor. Anayasa’yı tebdil ve tağyir edenler bizler mi? Bunları yapanlar
mı?
20-28 Temmuz tarihleri arasında, Pazar günü hariç, tam 8 gün sabah 09.00’dan akşam
18.00’e kadar sorguların daktiloda yazılması evresi başladı.
Bütün gün gözler kapalı olarak çoğunlukla Bay Albay ve diğerleri, bazen Bay Binbaşı,
ifadeyi bazen el yazısıyla yazdırdıklarının da dışına taşarak, bildikleri gibi yazıyorlardı. El
yazısı ile isteklerine uygun olarak aldıkları itiraflarla yetinmiyorlardı. Bildikleri gibi,
istediklerini ekleyerek, tanıdığım herkesi suçluyorlardı. Direnmek faydasızdı. Bu arada
verilen çayı içmeye mecburdum. Söylemeye gerek yok. Çaya ilaç katıyorlardı.
Özellikle, Türkiye’deki tüm güçlerin karşıma getirilmesine özen gösteriliyor ve kendi
arkadaşlarımı suçlayıcı cümleler seçilerek ifadeye yerleştiriliyordu.
Örneğin: Sorgu icabı 5-6 generalle olan ilişkilerimi soruyorlardı. (Bu Generalleri ismen
tanıdığımı, fakat bugüne kadar kendileriyle hiçbir ilişkim olmadığı) yanıtını verdiğimde:
Bay Albay yazdırıyordu:
-Her ne kadar bu generalleri şahsen tanımıyorsam da, onların ne olduğu malûmdu.
Devrim meselelerinin kendileriyle konuşulamayacağını biliyordum.
Bir başka kez Bay Albay:
“İlhan Selçuk’u seversin tabii” diyordu.
Yanıtım kesinlikle:
-Evet, oluyordu.
“Boşver ulan enayi misin, kendini kurtarmaya bak deyip” yazdırmaya devam ediyordu:
“İlhan Selçuk… vb. ile… evinde toplantılar yapardık. Fakat onlar Marksist-Leninist
olduğu için…”
Bu espri içinde yürütülüyordu buradaki sorgular…
Bay Albay:
“Biz misyoner çalışması yapıyoruz,” diyordu ara sıra. Bu tür yöntemlerin MİT
görevlilerince uygulandığını bildiğim için, karşımdaki şahsın bir MİT elemanı olduğunu
anlıyordum.
Gerçekten oynanan oyun belliydi. Tüm güçlere karşı gibi gösterilerek, onlardan gelmesi
olası bir destek söz konusu olursa, onu önlemek için bu itiraflardan yararlanmayı
düşünüyorlardı.
İkincisi, tüm gözaltına alınan kişilere uygulanan bir yöntemdi.
Sorguya alınan kişiden, kendi arkadaşlarını suçlayıcı ikrarlar alınıyor, sonra bu ikrarlar
onlara okunuyordu. Bu yöntemle ifadede adı geçen diğer kişiler alınmaya devam ediliyordu.
Sorgulamanın tümünün, karşılıklı ikrarname şekline dönüşmemesi için de, bazı
çelişkiler özellikle bırakılıyordu.
Bay Albay’ın ifadesine göre, işkence köşkünde görev yapan 21 Kurmay Subay bu
sorgulamaların koordinasyonunu sağlıyordu.
Kurmayların böylesine aşağılık bir görevi yapıp yapmadıklarını bilmem ama köşkteki
çalışma kendi amaçlarına uygun düzeydeydi. Tertip senaryolarına göre seçilen bir kurbandan
bir ikrar alındığında %100 doğru olduğu varsayılarak, o kişi ile ilişki diğer şahısların
ifadelerine, alınan ikrar aktarılıyordu. Bu kadarla da kalınmıyor, buradaki sorgu ile,
savcılıktaki sorgu arasında bir kısım çelişki bulunmasında yarar gören ilgililer, buna göre
yönerge vermeyi de ihmal etmiyorlardı.
Savcılıkta burada verdiğin ifadeyi aynen kabul etmezsen, yeniden buraya getirilecek ve
gördüğün işkencenin 10 misline tabi tutulacağını unutma tehdidi yapılıyordu.
Bazı sanıklara, şu kısımları inkar edebilirsin, izini veriliyordu.
Bu suretle, Emniyetteki (Kontrgerilla örgütündeki) sorgu ile, savcılıktaki sorgunun,
ikrarname niteliği taşımamasına da dikkat olunuyordu.
Faik Türün’ün bir sözünü anımsadım:
“İlk zamanlar bazı acemiliklerimiz oldu. Sonra birçok şeyleri öğrendik.” (mealen).
Tabii sayın Orgeneral’in neyi kast ettiğini anlamak mümkün değildi.
Açıklamaya çalıştığım bu yöntemler içinde, sorgular sürdükçe sürdü.
Bu dönemde bir gün bana, tıraş olacaksın, dediler ve sorgu odasını boşalttılar. Sağımda
bir pencere vardı. Bu pencerenin perdelerini kapattılar. Fakat dışarıdan gelen sesler
duyuluyordu. Bir seferinde, Boğazköy-Şan sinemasının reklamı yapılıyordu, hoparlörle… Bir
başka gün, çok güzel sesli bir müezzinin okuduğu öğle ezanını duymuştum. Demek ki köşkün
yakınında bir cami bulunuyordu.
Gözlerim açıldı. Zayıf, 25-30 yaşlarında, kumral, dalgalı saçlı ve ince bıyıklı bir berber,
sakal traşı yapmıştı. Bunun neden icabettiğini anlamamıştım.
Arkamı göremiyordum ama, sorgulama odasının döşemesi tahta olup, takriben 3.5x8 m
büyüklüğündeydi. İki kapısı bulunuyordu. Birisi, sorgulanacaklar için kullanılıyordu. Diğer
kapı, bir salona açılıyor olmalıydı. Önümde yaklaşık 0.80x1.50x0.80 cm boyutlarında köşeleri
yuvarlak, eski tip ceviz kaplama bir masa ve üzerinde 5 mm kalınlığında cam vardı. Uzun
şaryollu daktilo makinesi üzerinde duruyordu.
Sol köşede, uzun bir sehpa üzerinde, bir Atatürk büstü, arkasında bayrak göze
çarpıyordu. Tam karşıdaki duvarda, odalarda bulunan levha ile,
Biz ne bolşevik, ne de komünist olabiliriz, ne o ne de ötekisi. Biz Milliyetperver ve
dinimize hürmetkârız.
K. Atatürk
sözünün yazıldığı bir karton vardı.
Sağımdaki pencereyi örten güneşlik adi cinstendi.
Traşım bitti, gözler kapandı ve sorgulama başladı.
Şimdi sıra, Boğaz Köprüsü’ne gelmişti. Bu suçlamayı tinsel (manevi) bir baskı unsuru
olarak kullandıklarını sanıyorum. El yazımla yazmamak için direndiğim tek suçlama bu idi.
Bu sefer bu işi nasıl planladığımız bana anlatıldı. Ersin Ertekin adlı bir kişiden söz
ediyorlardı.
Birden isyan etmiştim. Ersin Ertekin ile yüzleştirilmemi istedim. O kadarla da
kalmadım. Eğer 10 kişi arasında benim Talat Turhan olduğumu tanıyabilirse, intihar ederim
dedim. Tabii bu bir ihtiyatsızlıktı. Dışarıda fotoğrafım gösterilip, içerde tanım sağlanabilirdi.
Buradaki koşullar altında, E.E. bu işi rahatlıkla yapardı. Hayatımda böyle bir isim
duymamıştım ve ben bu kişiyle, köprüyü havaya uçurmak için toplantı yapmıştım.
Bir süre daha direndim. Dr. Memduh Eren’in ikrar ettiğini söylediler. Karşımdakiler,
ben istekle bulunmadan, “Memduh Eren’i şimdi aşağıya indireceğiz, o konuşacak sen
susacaksın, sesini çıkartırsan başına gelecekleri bilirsin.” dediler.
Biraz sonra, Dr. Memduh Eren aşağıda idi. Gözlerimiz bağlı olduğundan birbirimizi
göremiyorduk. Ben onun sesini duyuyordum, o ise benim varlığımdan habersizdi.
“Köprünün havaya uçurulma toplantısının kendi evinde, kimlerin katılması ile
yapıldığını ve kendisinin zaman zaman odaya girip çıktığını ve özellikle…” (Benden başka
bir şahsın ismini vermişti)
“Yeter!” emri verildi ve odasına götürüldü.
Sıra bana gelmişti. Karşımdakiler iyice sertleşmişti. Komandoların ayak sesleri duyuldu.
Dayak yiyip, işkence çekilse de, çekilmese de, bu provokasyon için, benim seçilmeme karar
alınmış olduğunu anladım. Çünkü bu konudaki baskı 20 gündür sürdürülüyordu.
Bir an düşündüm, Atatürk’e dahi, “Bombalı suikast” olayı diye suç yüklememişlerdi.
Kaldı ki yapılmamış bir tesisin tahribini düşünmenin suç olmayacağı gibi, suçlama akla bile
aykırı idi. Onların amacı Boğaz Köprüsü’ne yönelik sol eleştiriye şahsımda kara çalmaktı.
Bunu kabullenmek işime bile geldi. Bu sayede düzenlenen senaryonun ortaya çıkması
olanaklı olabileceği gibi diğer suçlamaların da buna göre değerlendirilmesini istemek
olanağını kazanmış olacaktım.
İstihkâmcılık dersleri arasında, köprücülük ve tahrip okumuştum. Fakat böylesini
göstermemişlerdi. Asma köprüydü bu.
“Akıl için yol birdir” derler ama, işler nasıl olacaktı. Eksik olmasınlar bu işin nasıl
yapılacağını anlatıyorlardı.
İsteklerine uygun olarak ifade yazıldı.
Bay Binbaşı bu evrede pek memnun görünüyordu. Görevini yapmış insanların rahat ve
huzuruna kavuşmuştu (!)
Ben de düzeni kanıtlamak için bir dayanak bulduğumdan, içimden kıs kıs gülüyordum
ki.
Bay Albay cümleyi patlattı:
“Her ne kadar köprüyü havaya uçurmayı planladıksa da, inşaatın bitiminden evvel
yapılacak eylemin yeteri kadar tahripkâr olmayacağına inanarak, bu işi köprünün
tamamlanmasına bıraktık.”
Bu suretle, kendisi düşüncede kalan suç yaratıyor ve onu suçlamış oluyordu.
Önemli olan, bu savın ortaya atılması ve bu olayın yankılarının bizlere ve tüm sola kara
çalmak için kullanılmasıydı. Onlarında amaçları buydu…
Sorgu sırasında bir yolunu bulup, başımı yukarı kaldırmış, gözlüklerin altından daktilo
yazan kişiyi görmüştüm. Bu şahıs 25-30 yaşlarında, iri yapılı, arkaya taralı siyah saçlı ve
yuvarlak çehreli bir kimse idi.
Üst kattaki odaya çıktıktan sonra, özellikle çalışma saatleri dışında, saatlerce keserle bir
yerlere vurulup, sesler çıkartıyordu. Teyple de yapılma olasılığıda bulunan sürekli gürültü bir
başka işkence numarasıydı.
28 Temmuz 1972 günü akşamı sorgulama bitmişti. Bu arada sorgulayıcılarla aramda,
gerek yazılı ve gerekse sözlü olarak, kültürel, ekonomik, politik, sosyolojik ve tarihi
konularda zaman zaman tartışmalar da oluyordu. Ve bunlar bazen sohbete dönüşüyordu.
Bu asırda, “İttihat Terakki”nin komitacılık metodlarının uygulanamayacağını onlara
anımsattım. O yöntemlerle İttihatçıların sonuçta başarılı olamadığını söyledim. Kendilerinin
de benzeri yöntemlerle bir yere varamayacaklarını örnekleriyle açıkladım.
Bir başka kez, “Gölge İktidar” olmanın sakıncaları üzerinde tartıştım. Tarihten örnekler
verdim. “Bab-ı Ali Baskınından”, “Silahlı Kuvvetler Birliği” örgütünden söz ettim. Bu
yolların denenmiş olduğunu ve olumlu sonuç alınmadığını, yinelenmesinde yarar
olmayacağını anımsattım.
Yine bir kez, bu uygulamada insanları hangi ölçüye göre gözaltına aldıklarını sordum.
Bu anlayışla olayların altından kalkılamayacağını anımsatarak, 27 Mayıs’ın yanılgılarından
söz ederek sorunun ekonomik olduğunu ortaya koymak istedim.
Yanıtları: “Büyük kaçakçıların, vergi kaçakçılarının hesaplarını görecekleri” şeklinde
idi.
Bu konuşmalarla, karşımdakilerin kültür düzeyi ve dünya görüşlerini bir ölçüde
öğrenmek olanağı bulmuştum.
29 Temmuz 1972 günü Bay Yüzbaşı odama geldi. Elimde bir tomar kâğıt vardı, bunlar
imzalamam gereken sözde Emniyet ifadeleriydi.
İki tip sorgu hazırlanmıştı anımsadığıma göre:
1. tertip 36 sahife idi ve 6 kopya çıkarılmıştı, 36x6=216 imza okumadan bunlara imzamı
attım.
2. tertip, 14 sahife idi ve yine 6 kopya olarak hazırlanmıştı. 14x6=84 imza da bunlara
atmıştım.
Sorgu zabıtlarının altında, Komiser: İbrahim Tuncer ve Polis Memuru: Orhan Özmen
imzalarını okumuştum.
Kalem kâğıt bulunmadığı için ve orada anı yazılamayacağı için bu anlattıklarımın
tümünü belleğime yerleştirip, sonra ceza ve tutukevine gelince, sıcağı sıcağına tuttuğum
günceye aktarmıştım.
Bu bölümde çok önemli tarihi bir açıklama yapmakla da kendimi görevli sayıyorum.
Alınan bu ifadelerin iki tertibe ayrılmasında elbette bir amaç vardı. Bir kısmı (14
sahifelik olan) savcının iddianamesinde malzeme olarak kullanıldı. Ya diğer kısmı, yani (36
sahifelik) tam metin niçin huzurunuza getirilmedi? Getirilmedi çünkü ilk aşamada Temmuz
ve Ağustos ayları içinde yapılması düşünülen iktidar kavgası için Ankara’da etkili çevrelerde
ve politika kulislerinde malzeme olarak kullanıldı.
Düşünülen bir başka husus da: 12 Mart’ın radikal varsayılan kanadına Türk Silahlı
Kuvvetleri içinden temizlenmesi zamanı geldiğinde, bunlardan yararlanmaktı. Bu nedenle de,
savcının iddianamesinde bir boşluk açıkça göze çarpmaktadır. Cuntadan söz ediyor, fakat
cuntacıları huzurunuza getirmiyor… Bu gerçek dahi savlarımızın doğruluğunu kanıtlayıcı
niteliktedir. Yargılama bir bütün olup “yasa önünde eşitlik” ilkesi çiğnenemez.
12 Mart öncesindeki iktidarın, olaylara egemen olmak yeteneğini yitirmesi ve
Parlamento’nun Hükümet’i denetlemekte yeterli olamaması karşısında, Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin anayasal görevini yapmak için, hiyerarşik bir örgütlenme içinde olduğu basına
kadar yansımış bulunuyordu.
Böyle bir müdahale beklenirken, “muhtırasal yarı müdahale” ile yetinildi ve Türk
Silahlı Kuvvetleri içindeki prensip anlaşmazlıkları nedeni ile bazıları emekli edildi ve bu
arada da geniş ölçüde atamalar yapıldı.
Benden alınan ifadelerde, emekli olan ve atanan bu kişiler üzerinde de duruldu.
Düşünülen ilerde onların da hesabını görmekti.
Bu dava bir başlangıçtır. Eğer koşullar elverirse Gürler, Batur ve Kayacan ile 9 Martçı
olarak bilinen tüm muvazzaf ve emekli subaylar bizimle yargılamaya alınacaktır.
Bu amaçla iddianamede, Celil Gürkan’la dostluk ilişkilerim ustalıkla işlenmeye
çalışılmıştır. Bu suretle benim adım, çeşitli olaylara bulaştırılıp, Celil Gürkan’la irtibatım
hakkında belirti (Karine) yaratılıp, 12 Mart’tan önce Gürkan’la hiyerarşi içinde çalışmalarda
bulunan tüm Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının hesabı görülmek istenmektedir.
Oynanmak istenen büyük oyun budur.
Tarihe hesap vermek zorunluluğu yanında, tarihsel görevimi yapmak için bu açıklamayı
yapmaya zorunlu hissettim kendimi.
29 Temmuz günü önüme konulanları imzaladıktan sonra, Bay Yüzbaşı bir isteğim olup
olmadığını sordu. Ne cins olursa olsun kitap istedim.
Biraz sonra üç kitap geldi.
1. TBMM’nin 50 yılı (15 sahife)
2. Barzani Dosyası (175 sahife)
3. Sovyet Rusya’da Tarım İşçilerinin 50. Yılı (175 sahife) (Robert Conquist)
Kitapları yutar gibi okudum, sonunda kitapsız kaldım.
30 Temmuz 1972 günü, iki tertip halinde olan Emniyet ifadelerinin (!) teybe
okunmasına ayrılmıştı. Günlerden Pazar’dı ama, burada gerektiğinde süresiz çalışılırdı.
Bu görev bir gün sürdü. Hayatımın en sıkıntılı anılarından biri olarak bu günü de
unutmayacağım…
36+14=50 sahifenin okunması ve teybe kaydedilmesi oldukça zaman almıştı.
Teybin ve bantların saklandığı oda, zemin katında, kapının tam karşısındaydı. Yerden 1
m yükseklikte bir oda. 5-6 mermer merdivenden sonra bir hole, buradan ikinci bir hole
giriliyordu. Bu hol büyük bir salon şeklindeydi. Merdivenin karşısındaki bu odanın
büyüklüğü, 2.5x2 m olabilirdi. Girince sol köşesinde, küçük bir masa üzerinde, Amerikan
malı Revere marka bir teyp, 5 inçlik bantlar ve bu bantların saklandığı, girince sağ köşede
gürgen ağacından yapılma dolaplar vardı. Okuyabilmem için zorunlu olarak gözlerim açıldı.
Bu fasıl, öğleden önce Bay Sfenk, öğleden sonra Bay Yüzbaşı gözetiminde sürdürüldü.
Zaman zaman çay ve ıhlamur ikram ettiler.
Akşama doğru teybe okuma işi bitti. Bay Yüzbaşı bir aydan beri hava ve güneş yüzü
görmediğim için beni bahçeye çıkaracağından söz etti. Prangalı ayaklarımla 30 adım attığımı
anımsıyorum. Demek ki 30x45=13.5 m idi bu salon. Sonra bir basamak indim, birkaç adım
daha attım, gözlerimi kapatan bantların altından 5-6 eski mermer merdiven gördüm. Bu anda,
işim bittiğinden “Kaçarken vurulmuştur” diyebilmek için bahçeye çıkarıldığıma dair bir
duyguya kapılmıştım. Toprakta 50 adım atıp, eski bir bahçe masasının yanındaki, eski bir
sandalyeye oturtuldum. Bay Yüzbaşı’nın yanında teyp odasında gördüğüm bir ikinci şahıs da
bizimle beraberdi. Bay Yüzbaşı sormadan, beyaz peynir, ekmek ve çay ısmarladı benim için.
Açık hava tabii bir başka idi ama, ben nedense kuşkulanmıştım. Getirilenleri yiyip
içtikten sonra, gözlerim kapalı bulunduğu için rahatsız olduğumu ve mümkünse içeri
götürülmemi istedim. Odama çıkarıldım.
Kuşkum dağılmıştı.
31 Temmuz 1972 gününden daha önce söz etmiştim.
3. kattaki birkaç olayı daha anlatmazsam, İşkence Köşkü’ndeki anılarım eksik kalır.
Bir gece yanımdaki 5 No.lu odada yatan (Ben 4 numaralı odadaydım) Rafet Kaplangı
rahatsızlanmıştı. Köşk’e gelirken yanında getirdiği kalp ilaçlarını istiyordu. Mehmet’e
özellikle geceleri dert anlatmak olanaklı değildi. Kaplangı’nın yalvaran sesi karşısında nöbetçi
er taş gibi duyarsızdı. Rafet’in ısrarına içerlemiş bağırıyordu:
“Ölürsen ne olacakmış. Senin gibi kaç komünist burada geberdi.”
Doğru muydu, yanlış mıydı bilinmezdi. Fakat Mehmet böyle konuşuyordu.
Bir başka gün akşam yoklamasında bir adam geldi odama. Korkunç bir tipti. Babasını
verseniz gözünü kırpmadan keserdi. Gözüme yiyecekmiş gibi kinle bakıyordu.
İnsan azmanı, katmer göbekli, kemeri göbeğinin altında kaybolan, tabancalı, asık
suratlı, yuvarlak çehreli, 35 yaşlarında, siyah saçlı bir adamdı…
Hangi filmci görse, kötü adam rolleri için duraksamadan tutardı herifi…
Ertesi gün sabah erken saatlerde, sağımdaki solumdaki odalardan tuvalete çıkmak
istiyorlardı. O kadar üstelemişlerdi ki, artık Mehmet dayanamamıştı. Tabii oda anahtarı
nöbetçi olan görevli kişide idi. Görevli dün akşamki kişiydi. Uykudan kaldırıldığına
sinirlenmişti. Uzun süre ağıza alınmayacak küfürler ettikten sonra, oda kapılarını tek tek açıp
içerdekileri tuvalete götürdü. Bu arada benim odamı da açmıştı. Böyle bir gereksinmem
olmadığını söyledim. Buna da içerledi. Kapıyı bir çarpışı vardı ki görülmeye değerdi.
O gün sorgulanmaya götürüldüğümde, bu olayı çok ağır bir dille sorgulayıcılara
anlattım. Bay Binbaşı özür diledi ve bu herifi yanımda payladı.
Bir başka gün, bir soru sormak için Bay Binbaşı odama gelmişti. Zamanı varsa
oturmasını ve beni dinlemesini kendisinden istedim. Oturdu...
27 Mayıs’tan sonraki olayların kısa bir eleştirisini yaptım. 12 sene önce benim de
binbaşı olduğumu, 11 sene önce ise yarbay rütbesi ile “Silâhlı Kuvvetler Birliği” içinde etkin
bir üye olarak bulunduğumu, vurduğu yerden ses getiren bu örgütün, sonradan birbirlerini
sehpalara götürecek kadar dağıldığını ve bu tip örgütlenmelerle bir yere ulaşılamayacağını
açıkladım.
Türkiye’nin sosyal ve ekonomik alanda yeni oluşumlar içinde, kendi düzeni bulmanın
doğum sancıları içinde bulunduğunu, sosyal gruplar ve sınıfların öz çıkarlarını korumak için
örgütlendiklerini ve demokratik bir düzen içinde bunun doğul olduğunu, oysa kendilerinin
sürdürmeye çalıştığı baskı düzeninin, günün birinde korktukları başlarına getirecek oluşumu
hızlandırmaktan başka bir sonuç vermeyeceğini anlatmaya çalıştım.
Sözümü noktaladım:
“12 sene önce ben de Binbaşıydım. Bugün ülkemde ve elinizde, sizin deyiminizle, esir
olarak bulunduruluyorum. Eğer gerçekten Binbaşı iseniz, siz benim geçmişim olduğunuz gibi,
bende sizin geleceğiniz olabilirim.”
“Eğer kendi geleceğinize ve insanlığa saygınız varsa, bu kadar acımasız olmayınız.
Yarın benim gördüğümden daha çoğunu göremeyeceğinizi size hiç kimse güvence veremez.
Bugün sizler yüreklendirenler, bir anda sizi yapayalnız bırakabilirler.”
“Adnan Menderes ve arkadaşları asıldı, bir şey değişmedi. Sonra arkadaşlarım Talat
Aydemir ve Fethi Gürcan’ı astılar, yine hiç bir şey değişmedi. Şimdi de gençleri asıyorsunuz.
Bir şey değişmeyecektir. Gencini asan toplum, suçludur bence… Bu toplum, tüm bireyleri ile
utanmalı ve bu sosyal hastalıkların çaresine bakılmalıdır.”
“Bu çare uyguladığınız yöntemler değildir.”
“Eğer Türkiye bugün, dünden iyiye gitseydi, o zaman asılanlar içinde en yakın
arkadaşım Fethi olduğu halde, hiç sıkıntı duymaz O, kendini vatanına adamıştı diye
düşünürdüm.”
“Kraldan ziyade kral taraftarı olmayınız. Eğer dinlerseniz benim size önerilerim
bunlar…”
Bay Binbaşı gitmişti.
Konuşmamdan etkilenip etkilenmediğini bilmem olanaksız. Çünkü gözlerim yine
kapalıydı.
1 Ağustos 1972 günü saat 10.00 sıralarında tıraş olmam istendi. Sonra elbiselerim ve
eşyalarım getirildi. Hani o ilk gün çıkardığım elbiseler, ceketimin içine konulmuş, kollarından
düğümlenmişti. Ceket ve eşyalar tümden küflenmiş, kırış kırış olmuştu. Eşyalarım içinde
ikinci bir paket olduğumu fark ettim. Bunun benim olmadığını açıklamama karşın onlar
direndiler. Gerçekten de içinde çamaşırlarım vardı. Ne yolan, nasıl buraya ulaştığıma daha
sonraları öğrenecektim. Ama gereksinmem olmasına karşın bana vermemişler, üstelik isteğim
üzerine paramla çamaşır almışlardı. Çift Kaplan marka…
Sonra Bay Yüzbaşı içeri girerek, alınan paramın hesabını verdi. Bazı giderlerim
olmuştu. Ellerim kelepçelendi. Aşağıya indirildim. Bay Albay beni bekliyordu.
Sesinde bir yumuşaklık sezinlemiştim:
“Şimdi seni Selimiye’ye gönderiyoruz. İnşallah oradan kurtulursun. Şunu unutma ki
çıksan dahi elimizden kurtulamazsın. Kıpırdadığın anda seni vururuz. Burada verdiğin
ifadeleri Savcılıkta inkâr etmeyeceksin. Kontrgerilla uyumuyor. Bu memleketi kimseye
bırakmayacağız. Sana karşı kötü muamelemiz kimseye bırakmayacağız. Sana karşı kötü
muamelemiz oldu ise bizi bağışla, hepsini vatanım ve bayrağım için yapıyorum.”
Evet, Bay Albay’ın vatanı ve bayrağı sanki bizim değildi. O vatana ve bayrağa sanki biz
hizmet vermemiştik. Ancak Bay Albay’ın görüşlerine göre vatan görevi yapılabilirdi. Başka
türlü düşünenler haindi.
“İstersen evine telefon edebilirsin.”
Peki, dedim. Bir komşu telefonundan Selimiye’ye götürüldüğümü eve duyurdum.
Şunu da söyleyeyim ki, İşkence Köşkü’nde kaldığım süre içinde 2 satırlık 2 tane sağlık
haberine ilişkin mektubun evime gönderilmesine de yardımcı olunmuştu. Bunu özellikle
postahaneyi saptamak için istemiştim. Adamlar, gerçekten uyanıktılar. İlkini Şişli’den postaya
vermişler, ikincisin ise hiç göndermemişlerdi. Evimde arama yapanlardan birisi burada
görevliydi ve bana karşı sürekli düşmanca bir tutum içinde bulundu…
Gözler bağlı, eller kelepçeliydi. Bir Station Wagon arabaya bindirildim.
Birinci sırada şoför oturuyordu.
İkinci sırada bir sivil memur ve buradan gönderilen bir Hava Harp Okulu öğrencisi,
üçüncü sırada bir sivil memur ve ben vardım.
Arabanın yanları açık ve pencereli idi. Tabii gözleri bağlı insanların dışarıdan
görülmesini istemiyorlardı. Bu nedenle sıralara yatıp, başlarımızı sivil memurların
bacaklarının üstüne koymamız emredildi. Görevli kişiyi rahatsız etmemek için başımı dizine
tam yaslamayıp bütün yükü boynuma verdim. Yattığım yerden ve kapalı gözlerin altından çok
az görebiliyordum. Birkaç dakika bir bahçe içinden geçtik, sonra araba durdu. Sağda taştan
örülme bir nöbetçi kulübesi gördüm. Büyücek bir kulübeydi bu. Sonra nöbetçi demir kapıları
açtı. Demek ki bu Köşk oldukça büyük bir bahçe içinde bulunuyordu. Bir takım sokaklar ve
bahçeli evler arasından geçtik. Dışarıda güneşli bir gün vardı. Göz bantlarının altından
görünen evler, bahçeler, ağaçlar ve çiçekler, gerçek bir renk uyumu içinde tatlı bir rüya gibi
görünüyorlardı.
Sonra arabanın Göztepe-Ankara asfaltı üzerinde olduğunun farkına vardım. Biraz sonra
Göztepe Kavşağı’ndan sola saparak, Ankara asfaltına girdik. Araba içinde yatmış olduğumuz
için, dışarıdan küçük arabalar tarafından görünmüyorduk ama, ara sıra yanımızdan kamyon ve
otobüsler geçiyordu. Kucağa yatırılmış elleri kelepçeli, gözleri bağlı insanları gördüklerinde
her halde şaşkına dönüyor olmalıydılar.
Arabamız Selimiye Kışlası’nın deniz tarafına bakan kapısından içeri girip, sola saptı ve
sağ yapıp durdu. Oturmamıza izin verildi. Gözlerimiz açıldı. Önümdeki Hava Harp Okulu
öğrencisini görünce kendimi unutmuştum. Benim evladım olabilirdi ancak. 30 yıl önce, Harp
Okulu öğrencisi idim çünkü… Ne büyük vatan sevgisi ve hizmet anlayışı içinde
bulunuyorduk. Bu çocuk, bizden ayrımlı (farklı) olamazdı. Ağır bir işkencenin izleriyle 10 yaş
ihtiyarlaşmıştı. Yanımdaki memur, 20-25 yaşlarında ve onun kuşağından idi. İlginç bir üzgü
(dram) yaşanıyordu. Görevli memurun Harbiyeliye acımış olduğu her tavrından belliydi. Bir
sigara verdi ve nereli olduğunu sordu. Akhisarlıyım diye yanıt verdi Kumral Harbiyeli…
Memur, esmer, ufak tefek, terbiyeli insan evladı idi. Çocuğu aldılar götürdüler. Zavallı o
kadar bitkin, yorgun ve şaşkındı ki arkada birisinin bulunduğunun farkına bile varmamıştı
belki de… Veya korkudan bakamamıştı.
Benim yanımdaki sivil memur da aynı yaşlarda gösteriyordu. Karadenizli olduğu
anlaşılıyordu. O da insan bir çocuktu. Boynumun ağrımaması için, başımı bacağının üstüne
koymamı birkaç defa içtenlikle istemişti, yolda gelirken. Fakat tek kelime konuşmamıştı.
Selimiye Kışlası’nın Harem’e bakan yüzünde 9x6 m boyutunda bir koğuşa yerleştirdiler beni.
Marmara, Topkapı Sarayı ve Haliç ağzı bir şahane kartpostal gibi görünüyordu… Burada tek
başıma üç gün kaldım.
Bu suretle 3-4 Temmuz 1972’den, 1 Ağustos 1972’ye kadar süren gözaltı süresi
bitmişti.
Anayasa değiştirilirken, gözaltı süresi üzerinde neden bu kadar durulduğunu, bu
deneyden geçmeyenler anlayamazlar. O kadar ki, Devletin Anayasası’nda ve yasalarındaki
gözaltı süresine göre, o devletin demokratik olup olmadığına bile kesinlikle karar
verebilirsiniz. Bu sürenin uzatılmasından yana olanlar, baskı düzeni kurmak isteğiyle
işkenceyi yasallaştırmaya çalışan ve çıkarlarının ancak bu şekilde korunacağına inanan
antidemokratik ve çağdışı insanlardır.
Bu kadar uzun açıklamalarımla ne yazmak gereksinmemi doyurma amacında, ne de
kimseye kara çalmak niyetindeyim. Amacım, adalete, erdeme, insanlığa ve uygarlığa
hizmettir.
Şimdi burada konumuzu noktalayalım ve bazı yargılara varalım.
1. Uzun süreden beri MİT ve polis örgütleri ve diğer gizli örgütlerce göz altına
alınanlara insanlık dışı baskı ve işkence yapılmaktadır.
2. Bunu yapanlar, T. Slh. K. lerinde görevli bulunmadıkları halde, T. Slh. K.lerinin
şerefli ismini bu kirli işlere bulaştırmak için özel bir amaç güdüyorlar. Bu tutum kanımıza
göre, T. Slh. K.lerine yapılan kötülüklerin en büyüğüdür. İlgilileri uyarmayı görev sayıyorum.
3. Baskıyı sürdürenler, “Atatürk Devrimciliğine” bile katlanamayan bir dünya görüşü ve
çağdışı bir düzeni geri getirmek özlemi içinde görünüyorlar.
4. MİT ve diğer güçlerden oluşan ve tutucu bir gizli cuntanın işkence karargâhı olan bu
yerin kendilerince verilen ismi üzerinde önemle durmak gerekir.
20 Ağustos 1972’ye kadar:
“Genel Kurmay’a bağlı Kontrgerilla örgütü”, dedikleri halde,
20 Ağustos 1972’den sonra:
“İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na bağlı Kontrgerilla Örgütü” adını kullanmışlardır.
Bilindiği gibi, 20 Ağustos 1972’ye kadar Orgeneral Memduh Tağmaç, Genel Kurmay
Başkanı idi.
Bu anlayışla Türk Genel Kurmay Başkanlığı’nın şerefli ismi ve geçmişi bu kirli işlere
bulaştırılarak, onun bilinçli veya bilinçsiz yıpratılması düşünülmektedir.
5. Sorgulamalar sırasında sık sık, karargâhımızda 21 kurmay subay var sözü
kullanılmaktadır. Bir MİT görevlisi olduğu anlaşılan Bay Albay’ın emrinde 21 kurmay
subayın görev almasını düşünmek olanak dışıdır.
Bununla da T. Slh. K.lerinin beyni olan Kurmay sınıfı yıpratılmaya çalışılmaktadır.
Bu açıklamalarımla, Türkiye’ye, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne, Türk Genel Kurmay’ına,
ve kurmay subaylarımıza karşı yükümlü olduğum görevi yapmak çabası içindeyim.
İnsani, ahlâki ve vicdani değerleri hiçe sayan, göz dağı vererek beni öldüreceğini
açıklayan bu örgütün etkinliğini kaybetmediğini biliyorum ve bunları söylemekle hayatımı
büyük ölçüde tehlikeye attığımın da farkındayım. Hayatıma önem vermemekle birlikte,
kendimi T. Slh. K.lerinin şerefli ve onurlu geçmişine, anlayışına terk ediyor ve hayatımın
korunmasını istiyorum.
Vardığımız yargılardan bir sonuca ulaşmak gerekirse:
1. Yapılan hazırlık soruşturması Savcı tarafından iddia edildiği gibi, Polis’te değil,
MİT’te değil, çeşitli güçlerden oluşan ve destek gören, yasadışı bir işkence karargâhında
oluşturulmuştur. Ve bu örgütte bulunanlar ve bunları yönetenler beni düşman olarak
karşılarına almış bulunmaktadırlar.
2. Savcının iddianamesi açıklamaya çalıştığım koşullar altında alınan ikrarnamelere
dayanmaktadır.
3. Temelinde böylesine ağır bir yasa tanımazlık bulunan bu iddianame ile açılan davaya
bakılmadan önce, ileri sürdüğümüz savların saptanılması zorunluluğu bulunmaktadır.
4. Savlarımızın doğruluğunu saptamaya ne Savcı, ne de Yüksek Mahkemenizin yetkili
olmadığını biliyorum.
Askerlik kurallarına göre: “Bir birliğin yaptığı ve yapamadığı her işten Komutan
sorumludur.” Bu anlayışa göre, bütün bu yapılanlardan haberi olmadığını kabul
edemeyeceğimiz Org. Faik Türün’ün de yetki ve sorumluluk alanını aşan savlarımızın yetkili
makamlarca soruşturulması, adalete gölge düşürülmesinin ön koşuludur.
5. İşkence gördüğüm işkence karargâhını görebildiğim kadarıyla tanımladım. Köşkte
misafir edilenlerle de konuşarak saptadığım 3. kat plânı ektedir.
Bu gerçekler karşısında:
a. Savlarım ya doğrudur, ya da yanlıştır.
b. Ancak bu doğru veya yanlışlığının saptanılmasından sonra Savcı’nın iddianamesinin
yasal olduğundan söz edilebilir.
6. Savlarımın doğruluğunu kim saptayacaktır? İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı
üstünde yetkili tüm organları göreve çağırıyorum. Parlamento içinden seçilen bir kurul ve bu
sorunun araştırılması isteminde bulunan Avrupa Konseyi yetkililerinden oluşan bir kurul
savlarımızın doğruluğunu saptayabilir.
7. Bu yapılmadan Türkiye’de Anayasal bir düzenin varlığından hak ve hukuktan söz
edilemez.
Sayın Yargıçlar düşününüz:
Sokrates’te Galile’de suçsuz idiler.
Sayın Başkan, Sayın Üyeler,
Montesqieu, diyor ki: “Bir kişiye yapılan adaletsizlik topluma yöneltilen tehdittir.”
O halde toplum ilk önce Gizli Örgüt’lerin göz dağından kurtulmalı, savcının istediği
kellemize bundan sonra sıra gelmelidir.
Aslında savlarımızın doğruluğu saptandığı zaman, ne bu iddianame ortada kalacak, ne
de savcı, oturduğu sandalyeyi koruyabilecektir.
Selimiye Asayiş Birliği’nde, Selimiye Askeri Ceza ve Tutukevi’nde, hücrede yasadışı
olarak tutulduğum dönemde ve koğuş alındıktan sonra karşılaştığım bazı uygulamalar, sorgu
ve savunma hakkımı özgürce ve yasalara uygun olarak kullanmama engel olmuştur ve
olmaktadır.
22 Ocak 1973 günü Selimiye Askeri Ceza ve Tutukevi G Koğuşu’ndan alınarak,
“Kontrgerilla Örgütü”ne ikinci defa götürülen ve orada 9 gün tutulan Av. Nuri Yazıcı ve Av.
Vahap Mutlugün’e işkence yapılarak, bana suç isnadı suretiyle, “Sabotaj Davası” diye bilinen
davaya dahil edilmeme büyük çaba harcanmış, fakat arzulanan sonuç alınmamıştır. Bu olgu
bile üzerimde sürdürülen tertipler hakkında Yüksek Mahkemenize bir fikir verebilir.
Özet olarak söylemek gerekirse:
Aramadan, gözaltında bulunduğum döneme, oradan Asayiş Birliği’ne, buradan Selimiye
bodrumundaki hücreye, oradan koğuşa alınmamdan, mahkemenize çıkarıldığım şu ana kadar
gerçekten Kontrgerilla Örgütü’nde söylenildiği gibi esir olsaydım. Daha insani, vicdani,
ahlaki ve yasal davranış biçimlerine tanık olurdum.
Bu gözlemimi açıklamak zorunluluğunda kendimi hissetmem, gerçeğe olan saygım
nedeniyledir. Bir yandan da bu gözlemimi açıklarken utanıyorum. Ama şuna da inanıyorum
ki: Bana yapılan bu muameleyi Türk Silâhlı Kuvvetleri asla tasvip etmeyecektir.
Bu bölümü bitirirken, şu hususları da açıklamak zorundayım:
3 Nisan 1973 günü geçirdiğim bir kalp spazmı sonucu, 4 Nisan 1973 Haydarpaşa Askeri
Hastahanesi’ne gönderildim. Bu hastahanede, yasal durumum ve hakkım olan koğuşta
yatırılmadığım gibi, şikâyetlerime uyan bir tedavi de görmedim. Sağlık durumumun
saptanılması için İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na 12 Nisan 1973’te verdiğim dilekçeye
bugüne kadar yanıt verilmediği gibi, dilekçemin bir kopyasının avukatıma vermeme de izin
verilmedi.
Hastalığımın devam ettiği sanısındayım. Kalp hastası arkadaşlarımın ilaçlarını içerek
yaşamaktayım. Bu gerçek bile başlı başına hayatıma kast edildiğinin kanıtı olarak kabul
edilebilir.
Selimiye 28 Mayıs 1973 Talat Turhan
IV. Bölüm
Hazırlık Soruşturmasının Eleştirisi
12 Mart’tan sonraki dönemde uygulanan yöntemlerin genellikle, ST 31-15, Gayri
Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât adlı Sahra Talimnamesi, FM 31-16 Counter-Guerilla
Operations/Kontrgerilla Harekatları) adlı Amerikan Sahra Talimnamesi ve CIA Ajanı David
Galula tarafından yazılmış Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri adlı yapıta dayandığını
Bomba Davası Savunma-1 adlı yapıtımda ayrıntıları ile açıklamıştım.
Anılan yapıtları ve benzerlerini kendilerine kılavuz edinen, sorumlu kişiler ve
yöneticiler, “Kanuni Statüye Bağlı Bulunmamak” şeklindeki bir Amerikan
Talimnamesi’ndeki kuralları uygulamaya koymuşlar ve bu amaçla, gizli örgütler içinde
şebekeleşmişlerdir.
Böyle bir uygulamanın, Anayasa Düzeni ve Hukuk Devleti ilkesi karşısında yeri
olamayacağına göre, 12 Mart sonrası iktidarları ve uygulamayı yöneten yöneticilerin tümü
sorumludur.
Uygulamaların, “Amerikan Emperyalizm”inin amaçlarını gerçekleştirmek için
yürürlüğe konulması da göz önüne alınırsa, anılan bu sorumluluk hıyanete dönüşmektedir.
Bugün bu hıyanetin sorulmaması karşısında, umudumuzu yitirmiş değiliz. Türk
Ulusu’nun onur ve şerefine yöneltilmiş bu oyunların hesabı bir gün kesinlikle sorulacaktır.
Kökeninde yasadışılık bulunan iktidarların, zulüm, vahşet, barbarlık ile düzenleyerek
önünüze getirdiği davalardan biri olan Bomba Davası ile elde edilmek istenilen amaçların
gerçekleşmesine iç ve dış koşullar izin vermemiştir. Bu durum davanın siyasal niteliğini daha
da belirgin duruma getirdiği gibi, hukuki ölçülere dayanmadığını da kanıtlamaktadır.
Örneğin, savcının istemine karşın, bu davada sanık olması gereken kişilerin büyük bir
bölümünün, mahkemeye getirilememiş olması savımızı kesinlikle kanıtlamaktadır.
Bu durum daha başlangıcında davayı hukuk dışına itmiş bulunmaktadır.
Gerçekte, 12 Mart’tan sonraki bir çok davalarda olduğu gibi, bu dava da “Kışkırtıcı
Ajanları” aracılığı ile çok önceki tarihlerde düzenlenmiştir. “Madanoğlu Davası”nda açığa
vurulan ajanın MİT’te huzursuzluk yaratması nedeni ile bu davanın “Kışkırtıcı Ajanı”
oldukları açıklanan kişiler tanık olarak bile mahkemeye getirilmiş değildir.
Bomba Davası’nın temeli de işkence ile kurulmuştur.
Bu nedenle sanıkların hemen hemen tümü işkence gördüklerini açıklarken gereği
yansıtmışlardır. Buna karşın, Savcının savları yalnız “İşkence İle Alınmış İfadelere”
dayandığı ve gizli örgütlerle birlikte çalıştığı için işkence yapılmadı diye direnilmiştir.
Polisinden MİT’ine, MİT’inden Kontrgerillası’na, Kontrgerilla’dan Sıkıyönetim Komutanı’na
kadar, işkenceye göz yumulan bir ortamda, sanığın gördüğü işkenceyi kanıtlaması kuşkusuz
olanaksızdır.
Gerçekte, işkencenin varlığını kanıtlamak için, yaptığım bütün başvurmaların yanıtsız
bırakılması ve düzmece rapor hazırlamaya kadar varan uygulamalar, bana işkenceyi en somut
ve çarpıcı örnekleri ile kanıtlamak olanağını vermektedir. Bu konuyu ilerde ayrıntıları ile
açıklayacağım.
Aslında bugün, yetkili kişilerce işkencenin varlığı kabul edilmiş bulunmaktadır.
Örneğin:
Başbakan Bülent Ecevit: “İşkence, Kontrgerilla iddialarını ispat etmek için devlet
arşivlerini karıştırmaya gerek yok” demiştir.
Faik Türün, Hürriyet Gazetesi’ne yaptığı açıklamada işkencenin varlığını, bizim
savlarımız doğrultusunda ikrar etmiştir.
Bu açıklamalar karşısında; “İşkence Yoktur” diye, işkencecilerin savunmasını yapan
herkesin yalan söylediği anlaşılacağı gibi, işkenceden oluşmuş bir davanın “Hazırlık
Soruşturması” hukuken geçersiz hale gelmiş olmaktadır.
“Bomba Davası” hazırlık soruşturması, Mayıs 1972’deki yaralanma olayı ile başlatılmış
ve Mayıs-Haziran 1972’de soruşturma amaçlarından saptırılmıştır. Bu yön değişikliğini ilgili
sanıklar duruşmalarda açıklamışlardır.
Davanın siyasal bir amaçla oluşturulması için özellikle S. Y., F. Ö. ve E.E.’nin
ifadelerinden yararlanılmıştır. S.Y.’nin ifadesi ile davaya hem Cuntasal yön verilmiş, hem de
Patlama Olayları’nın kapsamı genişletilmiştir. F.Ö.’nün ifadesi ile Patlama Olayları’na ek
olarak, Genç Kemalistler, Göksenin, Madanoğlu ve 84 Sanıklı davanın diriltilmesi planlanmış
ve E.E.’nin, ifadesi ile bu Köprü Provokasyonu oluşturulmuştur.
Klasör II, Dizi Sıra No. 314-315’teki MİT yazısı, yapılan bu hazırlığın, içinde benim de
bulunduğum bazı kişilerin gözaltına alınmaları için gerekçe sağlamak amacı ile yapıldığını
kesinlikle ortaya koymaktadır.
Salim Yavuz, Fevzi Özkaya ve Ersin Ertekin’den işkence ile alınarak dikte edilen
Kontrgerilla ifadelerine dayanılarak, MİT emriyle tutuklanıp, MİT Sorgulama Bürosu’na
gönderilen, Talat Turhan, Memduh Eren, Adnan Çakmak, Rafet Kaplangı, Mahmut
Dondurmacı, Nuri Yazıcı, Yüksel Çengel, Vahap Mutlugün, kendilerinden önce gözaltına
alınan kişilerin, Kontrgerilla ifadelerindeki suçlamaları kabul etmeleri işkenceyle
sağlanmıştır.
Örneğin, benim Kontrgerilla İfadem, Salim Yavuz, Fevzi Özkaya ve Ersin Ertekin
Kontrgerilla İfadeleri’ndeki benimle ilgili suçlamalar ile Kontrgerilla örgütünde aynı
dönemde bulunduğumuz kişilerden, ifadelerinin alınış tarihi benden önce olan kişilerin
suçlamalarından oluşturulmuştur.
Hazırlanan tertip senaryosuna göre, ve ST 31-15 “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı
Harekât” adlı Sahra Talimnamesinin Madde 23 uyarınca “Özel Suçlarla Suçlanması” önceden
planlanan kişinin ifadesinin oluşturulması, her türlü İşkence, Baskı ve Tehdit yöntemleri
uygulamışlardır. Tabii, boy hedefi seçilmem nedeni ile bu yöntemlerin her türlüsü bende
denendi.
Ağustos 1972’den Mayıs 1973’e kadar olan dönemde bazı kişiler gözaltına alınarak bir
yandan iddianamedeki boşluklar giderilmeye çalışılırken, diğer yandan “Bomba Davası”nın
TCK 146. maddesine uyarlanmasına çalışılmış ve daha da önemlisi Gn. Kur. Bşk. Org. Faruk
Gürler’in Cumhurbaşkanı olmasını engelleyici girişimler sürdürülmüştür. Bu arada
Madanoğlu Davası’ndan 6 sanık “Bomba Davası” gerekçe gösterilerek ikinci kez gözaltına
alınmış böyle bir ilişkinin varlığı saptanılmadığı halde Madanoğlu Davası, hukuka sığmayan
bir anlayışla diriltilmiş ve sonuçta bu adlî yanılgı, Mahkeme Kararı ile de belgelenmiştir.
Yine bu dönemde Sabotaj Davası ile Bomba Davası arasında somut ilişkiler kurulması
çabalarının varlığını görüyoruz. Nitekim Nuri Yazıcı ve Vahap Mutlugün bu amaçla Sabotaj
Davası sanıkları olarak da yargılanmışlardır. Anılan kişilerin bugün Sabotaj Davası’ndan
beraat etmesi ve beraat kararının yargıtayca onanması tertibin bir başka yönünü daha
bozmuştur.
“Genç Kemalistler Olayı” Askeri Ceza Kanununun 148. maddesi uyarınca sonuçlandığı
halde; Muhkem Kaziye, dava konusu yapılmak istenmiş ve bir Genç Kemalistler Örgütü savı
halinde dönüştürülmüştür. Bu suretle bir yandan olaylara derinlik kazandırılmak, bir
yandanda, 1960’tan sonraki Gizli Örgütlenme’lerin başlangıç noktası, Genç Kemalistler
Olayı’na dolayısı ile bana bağlanılmak istenmiştir. [“Genç Kemalistler Ordusu” adlı davadan
(1963-1965) yılları arasında yargılandım.]
Davayı düzenleyenler, politik duruma sıkı sıkıya bağlı bulunduklarından, dikte
ettirdikleri ifadeleri zamanı gelince kullanmak için saklamışlardır. Nitekim ben ve daha
sanıklarından bir kısmı, Kontrgerilla İfadeleri’nde zamanın Kuvvet Komutanlarını suçlamak
için zorlandığımızı ve bu doğrultuda ifade vermek zorunda bırakıldığımızı duruşmadaki
sorgularla ve yapılan başvurmalarla ifade etmiş bulunuyoruz.
Aradan çok uzun zaman geçtikten sonra, bir gazetede yayınlanan yazı dizisinde “Gizli
Eller ve Örgütler”in savlarımız doğrultusunda ifade aldıkları açıklanmıştır.
Böyle bir sorgulama yöntemi ile oluşturulan ifadelerin yasal olduğunu iddia etmek
kesinlikle olanaklı değildir.
Politik durumda belli bir değişme olduğu için, dava soruşturulmasının başladığı tarihten
bir yıl sonra Mayıs 1973’te yeniden bazı kişiler gözaltına alınmıştır. Bu kişilerin ifadeleri ile
“Bomba Davası” tümü ile yön değiştirerek Cuntasal Nitelik kazandırılmak istenmiş, tertip
senaryosu doğrultusunda, daha üst kademelere Tırmanma Girişimi başlatılmıştır.
Nitekim Haziran 1973’te Gn. Celil Gürkan ve bazı kişilerin gözaltına alındıklarını
görüyoruz.
Perde arkasındaki güçler ancak bu girişimden sonra, oynanan oyunu algıladığı için, Gn.
Celil Gürkan ve arkadaşlarını, Kontrgerillacı’ların elinden kurtarmayı başarmışlardır.
Bu nedenle “Bomba Davası” ile oynanmak istenen oyunun ikinci perdesi
oynanamamıştır. Davanın Anayasa’nın Eşitlik İlkesi ile çelişen bir biçime dönüşmesinin
nedeni de budur.
Askeri Savcı Süleyman Takkeci, Esas Hakkında Mütalaası’nda “Bomba Davası”nın son
perdesinde kendilerine baş sanık rolü verilmesi planlanan kişilerin Org. Faruk Gürler, Org.
Muhsin Batur ve Oramiral Kemal Kayacan olduklarını açıklamıştır.
İddia Makamı politik durum uygun olmadığı için uzun zaman bu gerçeği gizlemiştir.
Oysa, ben, Askeri Savcının Esas Hakkında Mütalaası’nın bir buçuk yıl önce mahkemedeki
sorgumda (8 Haziran 1973);
Türk Silahlı Kuvvetleri’nde Sunay-Tağmaç grubu ile Gürler-Batur-Kayacan grupları
bulunduğunu ve bu “iki grubun birbiriyle sürtüşmesi ve mücadelesi sonucu bizler burada
piyon olarak ezdirilmek isteniyoruz.
diyerek oynanan oyunun gerçek niteliğini vurgulayarak açıklamıştım. (D. Tutanağı Sh.
15) Askeri Savcı Süleyman Takkeci’nin yakın tarihteki olaylar hakkındaki bilgisi de yetersiz
olmalı ki; benim sözlerimi kendi mantığı ile yorumlayarak; Gürler-Batur-Kayacan’la aynı
Gizli Örgüt içinde bulunduğumu iddia etmektedir.
Oysa açıklamalarımın tümü değerlendirildiği zaman 1960’tan sonra kurulan Silahlı
Kuvvetler Birliği Örgütü içindeki beraberlikten söz ettiğim anlaşılabilirdi. Gürler-BaturKayacan’ın önemli görevlerde bulunduğu bir dönemde, onlara bağlı bir örgüt üyesi olsaydım
ne Kontrgerilla Örgütü’ne götürülebilir, ne de işkence görürdüm.
Gözaltına alındığım tarihte Oramiral Kemal Kayacan, aynı zamanda İstanbul
Sıkıyönetim Komutanı Yardımcısı bulunuyordu. Faik Türün’ün açıklamalarına bakılırsa,
Oramiral Kemal Kayacan, Erenköy’deki işkence köşkünün ziyaretçileri arasındadır. Bu nasıl
gizli örgüt ki, bir üyesi işkence görürken diğer bir üyesi işkence seyircisi olabiliyor?
1971’den önceki dönemdeki bazı olaylar Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki gruplaşmaları
kesinlikle göstermektedir. Örneğin; bu olaylardan biri de Org. Faruk Gürler’in SunayTağmaç-Demirel’e karşın, kuvvet gücü ile K.K.K.’ı makamına oturmuş olmasıdır. Böyle bir
girişime, yetkili makamlarda bulundukları halde karşı çıkmak güç ve yeteneğinde olmayan
sorumlu kişiler, Gürler’in defterini dürmek için, o tarihten beri tertiplere girişmeye başladılar.
12 Mart’ta, her iki kanadın güçleri dengede olduğu için, Tağmaç ve Gürler’in aynı
muhtırada imzaları bulunması, geçici bir uzlaşmaydı.
12 Mart’ta saf dışı bırakılan ve istifa etmek zorunda bırakılan Sunay ve Demirel ve
artlarındaki güçler yoğun bir çalışma içinde Tağmaç’la bütünleşince, Türün’ü de saflarına
alarak, Gizli Örgütleri ile büyük çapta Kışkırtıcılık Eylemleri düzenleyerek, Gürler-Batur
ikilisinin etkinliğini azaltmanın yollarını aradılar ve buldular.
“Bomba Davası”, aynı doğrultuda, girişimlerin sonucu olarak planlandığı bugün daha
iyi anlaşılmaktadır. Nitekim, Askeri savcı Süleyman Takkeci, Esas Hakkındaki Mütalaa’sında
hâlâ; Gürler-Batur-Kayacan hakkında soruşturma açılmasını ve bu davaya sanık olarak
getirilmelerini Mahkemenizden istemektedir. Davanın politik bir tertibe hukukilik
kazandırmak amacını güttüğünün bu oluşumdan daha kesin bir kanıtı olamaz.
Böyle bir oyunun düzenlenmesi için, Haziran 1972’den, Mayıs 1973’e kadar gözaltına
alınan kişilerin Kontrgerilla Örgütü ifadeleri ile Gürler-Batur-Kayacan Cuntacı olarak
suçlatılmıştır.
Özellikle Temmuz 1972’de MİT emriyle gözaltına alınarak tutuklanan kişilerin
çoğundan bu doğrultuda elyazılı ifadeler alınmış, fakat ifadeler sıkıyönetime gönderilmiştir.
5 Ağustos 1972 tarihinde alınan, Dosya Sıra No: 404/1-7’deki Askeri Savcılık
İfadesi’nde Gürler-Batur-Kayacan suçlanmaktadır. Bu ifadenin altında Nevzat Çizmeci ve
Selahattin Fırat imzalarının bulunması ve bu kişilerin bugün İstanbul Devlet Güvenlik
Mahkemesi’nde görevlendirilmesi de elbette rastlantı değildir.
Fakat bu ifadenin alındığı tarihten 10-15 gün sonra Ankara’da gene jetler uçmuş, tıpkı
K.K.K.’lığına zorla oturduğu gibi, Gn.Kur. Bşk.’lığına da Faruk Gürler zorla oturunca onu
suçlatıcı ifade alan Askeri Savcılar, Hazırlık soruşturma dosyasını, sanıklara ve müdafilerine
kapatarak kendi durumlarını kurtarma çabası içine düşmüşlerdir. Doğal olarak savcılar bu
gücü Türün’den aldıkları desteğe borçlu idiler. Hazırlık soruşturmasının, 353 sayılı yasanın
90. maddesi hiç sayılarak kapalı tutulması Cumhurbaşkanı Seçimi’ne kadar geçen 8 ay
sürmüştür. Bu dönemde, normal olarak Gn. Kur. Hiyerarşisi içinde bulunan Kontrgerilla Gizli
Örgütü, Faruk Gürler hiyerarşisini kabul etmemiş ve Türün hiyerarşisine girerek
provokasyonlarını sürdürmüştür. Örneğin Faruk Gürler’in Gn. Kur. Bşk., Muhsin Batur ve
Kemal Kayacan’ın Kuvvet Komutanı oldukları bu dönemde de, onları suçlayan ifadeler
alınmasına devam edilmiştir.
Türün’ün Gürler hiyerarşisine karşı görünen tutumu da ilginçtir. Bir Gn. Kur. Başkanı
olarak Gürler’in, İstanbul’a denetlemeye geldiği bir tarihte; 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı
Türün’ün görevini bırakıp İzmir’deki kişisel dostları ile (!) turistik geziler yapmasını askerlik
kuralları ile açıklamak olanaksızdır.
Gürler-Batur-Kayacan’la kıyasıya mücadeleye girişen Türün ve ekibi Haziran 1972’den
Mart 1973’e kadar Kontrgerilla Gizli Örgütü’nde oluşturduğu tertibin malzemeleri olan
ifadeleri iki yönlü kullanmayı başardı. İfadeler bir yandan, politika kulislerinde özellikle
Gürler’in yıpratılması için kullanırken, diğer yandan ne olur ne olmaz diye tertipçilerin işine
geldiği kadarınca Gürler’e de duyurulmuştur. Bu suretle, tutuklanan kişilere Gürler’in de karşı
olması sağlanmış ve Gürler oyuna getirilmiştir.
Burada açıkladığım kanıların yeni olmadığını da, özellikle belirtmek isterim. “Bomba
Davası” ile Gürler üzerinde tertip düzenlendiği, değerli avukatım Alp Kuran tarafından 19
Eylül 1972’de yazılan bir mektupla kendisine duyurulmuştur.
Yapılan uyarıları ve politik durumu gereği gibi değerlendiremeyen Gürler, kendi
alanından, politik alana çekilerek etkisiz hale getirilir getirilmez, kapalı tutulan “Bomba
Davası” dosyası aylardan sonra, sanıklara ve müdafilerine açılmış ve Nisan 1973’te Esas
İddianame verilerek Mayıs 1973’te de dava açılmıştır. Aynı ay içinde yeni sanıklar göz altına
alınmış ve Gürler-Batur-Kayacan yeniden suçlatılmıştır. 25 Mayıs 1973 tarihli Ek İddianame
ile Faruk Gürler, Cunta Başı olarak suçlanmış, o tarihte kuvvet komutanları oldukları için
Batur ve Kayacan’dan söz edilmemiştir.
Eğer, Haziran 1973 tarihinde göz altına alınan Gn. Celil Gürkan ve arkadaşlarının
tutuklanması sağlanabilseydi davayı düzenleyenler Eylül 1973’te Gürler-Batur-Kayacan’ı
sanık yapmayı deneyeceklerdi. Bugün, As. Savcı Süleyman Takkeci’nin anılan kişileri Esas
Hakkında Mütalaa’sında sanık ilan etmesi bu niyeti açığa vurmaktadır.
“Bomba Davası”nın politik bir tertibin manivelâsı olarak kullanılmak için düzenlendiği
konusundaki görüşlerimizi, iddia makamının, bu konudaki değişik tutumunu yansıtan
belgelerinden yararlanarak da kanıtlamak isterim.
Dizi Sıra No: 834/23-5’deki Askeri savcılığın, 22 Aralık 1972 tarih ve 1972/354 NÇ
sayılı soruşturma isteminde, iddia makamının görüşü: Dosya Sıra No:834/11 (Sahife No:13,
Madde 17, P.3)
Gerek bu bölümde ve gerekse diğer bölümlerde adlarından bahsedilen kişiler üzerinde
bir kıymetlendirme yapılmak gerektiği takdirde, belirtilmesinde zaruret görülen sanıkların,
karşı karşıya bulundukları ceza mesuliyetinin ağırlığını kolektif hale getirmek üzere, şu anda,
Ordunun Yüksek Kademelerini temsil eden sayın zevatın adlarından bahsetmeyi
menfaatlerine uygun buldukları şeklinde tecelli etmektedir. Dosyanın tümü itibariyle, bu
Sayın Zevatın daima olayların dışında ve üstünde oldukları hissi hasıl olmaktadır.
Askeri Savcı Nevzat Çizmeci ve Selahattin Fırat hukuka sığmayan yöntemlerle bir
sanıktan 5 Ağustos 1972 günü aldıkları, Dosya Sıra No: 404/1-7’deki ifade ile Gürler-BaturKayacan’ı suçlatmışlardır. Bu ifade alındıktan on gün sonra, Faruk Gürler, karşı ekibin planını
bozan bir girişimle, Gn. Kur. Bşk.’ı olunca, Askeri Savcı Nevzat Çizmeci güç duruma
düştüğü için, “soruşturma istemi” ile kendisini kurtarma çabasına düşmüştür. Çünkü, Askeri
Savcının “Soruşturma istemi” bulunduğu bir tarihte (22 Aralık 1972) dava dosyasında,
Gürler-Batur-Kayacan’ı cuntasal yönden suçlayan tek ifade, kendileri tarafından alınan,
Dosya Sıra No: 404/1-7’deki Askeri Savcılık ifadesidir.
Askeri Savcı Nevzat Çizmeci’nin, aynı konuda daha sonraki tutumu da çelişkilidir.
Hukuka politika sokması ve tertiplerin yanında yer alması onu bu duruma düşürmüş olabilir.
Örneğin; 22 Aralık 1972 günü “Ordu Yüksek kademelerinde bulunan sayın zevatın
olayların dışında olduğunu” yazan, Askeri Savcı Çizmeci, aradan 5 ay geçip Faruk Gürler
Cumhurbaşkanı seçilemeyince, 25 Mayıs 1973 tarih ve 1973/5 sayı, 1973/79 Esas No ve
1973/53 iddia nolu Ek iddianamesinde Faruk Gürler’i Cunta Başı olarak suçlamış ve Mayıs
1973 tarihinde göz altına alınan kişilerin ifadeleri ile Gürler ve Kayacan suçlandığı halde,
onların isimlerini gizlemiştir. Çünkü bu tarihte Muhsin Batur, Hava Kuvvetleri Komutanlığı,
Kemal Kayacan, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı makamlarını koruyorlardı.
Daha sonra Ekim 1973 seçimlerinin sonuçlarına göre, Bomba Davası’nın düzenlenen
tertip doğrultusunda yürütülmesine olanak vermeyeceğini anlayan Askeri Savcı Nevzat
Çizmeci, atandığı Gelibolu’ya gitmek yerine İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne
atanmanın yolunu bulmuş ve yerini Askeri Savcı Süleyman Takkeci’ye bırakmıştır.
Koşulların değiştiğinin farkına varamayan ve gizli örgütlerin önerileri öyle olduğu için,
aynı konuda Süleyman Takkeci’nin tutumu farklı olmamıştır. Örneğin Duruşma Tutanağı
sahife 551’de yer alan Askeri Savcılık mütalaasında:
Dinlenilmesi talep edilen kişiler emekli orgeneral Faruk Gürler, emekli orgeneral
Muhsin Batur ve Oramiral Kemal Kayacan’dır. Oysaki; bu zevattan Faruk Gürler’in ismi ek
iddianamelerde birkaç kere mahsus ve münhasır olmak üzere sanık beyanlarına atfen
zikredilmiş olmakla beraber, diğer ikisi iddianame ve ek iddianamelerin herhangi bir yerinde
isim olarak dile getirilmiş olmadığına ve bu kişilerle ilgili bir dava da bulunmadığına göre
olayı genelleştirmeye davayı agrandize etmeğe de gerek olmadığı noktasından ve beyanlarını
işbu davayı vuzuha kavuşturmaktan da uzak kalacağı dikkate alınarak kamu oyunu
bulandırmaktan başka fonksiyonu olmayacak talebin reddi ile bu bölümde dinlenilmesi
istenilen kişilerin dinlenilmelerine gerek olmadığı yolunda karar verilmesinin icabettiği
mütalaasındayız.
Askeri Savcı Süleyman Takkeci’nin, yukarıya çıkarılan mütalaasının tarihi 28 Haziran
1974’tür. O tarihteki politik koşullar, Gürler-Batur-Kayacan’ın tanık olarak davayı
getirilmesine uygun olmadığı bu açıklamadan anlaşılıyor. Oysa, 25 Mayıs 1973’te aynı iddia
makamı Org. Faruk Gürler’i, Cunta Başı olarak suçlamıştı.
Aynı örgüt içinde bulunduğumuz iddia edildiğine göre, örgüt lideri olduğu açıklanan
kişiler davaya getirilmeden, bu konudaki gerçeğin ortaya çıkarılması nasıl mümkün olacaktır?
Anayasanın eşitlik ilkesine bu ölçüde sırt çeviren kişilerin kendi mesleklerinin kutsal
kavramlarını çiğnemelerinin hesabını kim soracaktır?
Askeri Savcı Süleyman Takkeci, Esas Hakkındaki Mütalaa’sında, bu konuda gerek,
Nevzat Çizmeci ve gerekse kendisi ile çelişir duruma düşmüştür. Çünkü; 21 Ocak 1975 günü
okumaya başlayıp 19 Şubat 1975 günü bitirdiği mütalaasında, Bomba Davası Lideri olarak
Em.Org. Faruk Gürler ve Lider Kadro Üyeleri olarak, Em. Org. Muhsin Batur ve Em.
Ora.Kemal Kayacan’ı suçlamış ve davaya sanık olarak getirilmelerini istemiştir.
Kendi belgeleri ile sergilediğim, iddia makamının bu çelişik tutumu, bu davanın tertiple
oluşturulan politik yönünü kesinlikle kanıtlamaktadır.
Batur-Kayacan, emekli olup CHP’ye girdikten sonra, bir kısım basın organlarının bu
kişileri yıpratma kampanyası açmalarından hemen sonra, anılan kişilerin Askeri Savcı
Süleyman Takkeci tarafından da suçlanılmasının belli bir amacı olsa gerektir.
Davayı açtıran gizli güçler ve örgütler hâlâ, bu davayı politikanın aracı olarak kullanma
özlemlerinden vazgeçmiş değillerdir.
Türk tarihinin en büyük tertibini oluşturmak için düzenlenen bu davada, kendi
suçsuzluğumu kanıtlamak çabasından daha çok, davanın tertip yönünü sergilemek çabası
içinde bulundum.
“Bomba Davası” ile karşı devrimci faşist kanadın, dışa bağımlı büyük çaplı bir
“Temizlik Harekâtı”na kalkışma girişiminin son perdesini sahneye koymak istediği, daha
bugünden görünür hale gelmiştir. Bu sahneyi aralamak ve tertipçilerin maskelerini düşürmek;
gelecek tertipleri önlemenin tek yolu olduğuna inandığımdan, bir misyonu yerine getirmek
çabası içinde bulunuyorum.
Hayal ettikleri, tam bağımlı, emperyalizm uydusu, işbirlikçi faşist düzeni kurmak
isteyenlerce, boy hedefi seçilmek, benim aileme bırakacağım şeref mirasıdır.
Onlar, alçak emellerini gerçekleştirmek için, önlerini tıkayan engelleri temizlemek
çabası ile yurtseverleri ortadan kaldırmanın yollarını aramışlar fakat halkımın devrimci
uyanıklığı nedeni ile hedeflerine ulaşamamışlardır.
Savunmamla yakın ilişkisi bulunan bu uygulamadan kalın çizgilerle de olsa söz etmek
isterim.
Evimde Yapılan Arama ve Gözaltına Alınmam
3-4 Temmuz 1972 gecesi, 20-30 kişiden oluşan bir ekip arama yapmak ve beni
gözaltına almak amacı ile evimi bastı. Bu kişileri güvenlik kuvvetleri görevlileri olarak kabul
etmemin olanaksız olduğunu özellikle belirtmek isterim. Çünkü, bu topluluğun uyguladığı
tüm yöntemler ülkemin yasaları ile çeliştiği gibi, insanlık, ahlâk ve vicdan kurallarına da
uymuyordu. Kesinlikle iddia edebilirim ki, herhangi bir işgal ordusu evime aramaya gelseydi,
daha insâni muamele görürdüm.
Evden alınarak götürüldüğüm Erenköy’deki MİT sorgulama bürosunda, kendilerine
“Kontrgerilla Örgütü” adını veren İşkenceciler içinde, evimi basan kişilerden birkaçının da
bulunduğunu saptamış bulunmakla, bu yasadışı tutumun nedenlerini de algılamış
bulunuyorum.
Evime gelen ekibin başında, o zaman MİT’te görevli bulunan Mete Bozbora’nın
bulunduğunu da saptamış bulunuyorum.
Erenköy’deki Köşk’te şahsıma uygulanan sorgulama ve işkence yöntemlerini bu konuda
yapmayı düşündüğüm başvurulara dayanak olmak üzere, hazırladığım yazılı sorguyu,
Mahkemeye sunmak istedim. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına bağlı diğer davalarda
genellikle, sanıkların hazırladıkları yazılı sorgular alındığı halde, “Bomba Davası”nda benim
ve diğer sanıkların, yazılı sorguları alınmamıştır. Bu konudaki sav’ımın doğruluğunu,
Duruşma Tutanağından saptamak mümkündür. Örneğin: Duruşma Tutanağı Sahife No: 79’da:
Ben Kontrgerilla’da tespit olunan ifademin hangi yöntemlerle tespit edildiğini sorguma
esas olacak yazılı notlarımda belirtmiştim. Ancak o zaman bu notlarımın okunmasına için
vermemiştiniz. Şayet o kısmı okusa idim, şimdi emniyet ifadesi denilen ifademi
okumayacaktınız
ve Duruşma Tutanağı Sahife No: 110’da.
Ben sorgu olarak 280 sayfa civarında notlar hazırlamıştım, fakat bazı mülâhazalarla
bunun ancak 50 sahifesi tutanağa geçirilmiştir.
denilerek bu husus açıklanmıştır.
Soruşturmanın Genişletilmesi Evresi’nde, yazılı sorgumun işkenceyle ilgili bölümü
Mahkemeye sunmak istedim.
Duruşma Tutanağı Sahife No: 576, St. No: 11-20
Sanıklardan Talat Turhan söz isteyerek: Sorgusu sırasında hazırlamış olduğu yazılı
sorgusunu Mahkemeye vermek istediğini ancak Mahkeme ilerde tevsii tahkikat sırasında
alırız, diyerek o zaman hazırladığı yazılı dosyayı almadığını ve o sırada hazırlamış olduğu
sorgusunun sadece 50 sahifesini konuşmak suretiyle zapta geçirildiğini beyan ederek bununla
ilgili olarak hazırlamış olduğu dosyayı tevdi etti alındı.
Sanık Talat Turhan’a tevdi etmiş olan dosyanın savunma ile ilgili hususları kapsadığı
bildirilerek savunma sırasında bu dosyayı tevdi etmesi bildirildi.
Anılan dosyayı, Mahkemenin kararı doğrultusunda savunmam ile sunuyorum. Bu
dosyada o günün politik koşulları, arama ve Kontrgerilla Gizli Örgütü’nde tabi tutulduğum
işkence yöntemleri kalın çizgileriyle açıklanmıştır (Dosya 28 Mayıs 1973 tarihli yazılı
sorgumun 1. bölümünü kapsamaktadır).
Geçmişte olanları anımsamak bile istememekle birlikte, yasa tanımaz bir anlayışla,
“Çağdaş Uygarlık Düzeni” yerine “Barbarlık Düzeni” getirmek isteyenlerin “Hukuk Devleti”
ilkesini hiçe sayan tutumlarını sergilemek ve hukukla bağdaşmayan bir hazırlık soruşturması
oluşturanların maskelerini düşürmek de, sanıklığımın doğal hakkıdır.
12 Mart’tan sonraki uygulamanın dayanağı yapılan, Amerikan FM 31-15
talimnamesinden tercüme edilen, ST 31-15, “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât” adlı
sahra talimnamesinin 18. Maddesinde, “Arama ve Müsadere Faaliyetleri”ne yer verilmiştir.
Uygulamaların yasa yerine, bu talimnameye dayandığını, anılan maddeyi aşağıya çıkartarak
kanıtlamak isterim:
18. Arama ve müsadere faaliyetleri, bir meskûn mahalli taramak, gayri nizami kuvvet
üyelerini tevkif etmek, gayri kanuni silâh, haberleşme vasıtası, tıbbı müstahzarat ve ikmal
maddelerini meydana çıkarıp müsadere etmek için yapılır. Arama ve müsadere gece ve
gündüz her saatte yapılır.
a. Bir arama ve müsadere faaliyeti, ilgili topluluğa, kontrollü bir rahatsızlık verme
maksadını güder. Evi barkı aranan, eşyası müsadere edilen kimseler gayri nizâmi kuvvet
üyelerini ilerde barındırmaya veya desteklemeye cesaret edemeyecek şekilde
heyecanlandırılmalı ve sindirilmelidir.
Önerilen yöntemlerin yasalarımızda yeri olmadığı bilinen bir gerçektir. Adından da
anlaşılacağı gibi, vatandaşın güvenliğini sağlamakla görevli olan Güvenlik Kuvvetleri;
yasaları uygulamak ve uygulamaktan sorumludur. Yasalara sırt çevirmeyi alışkanlık haline
getiren güçlere ise, çete denilir.
12 Mart’tan sonra sahneye çıkarılan ve kendilerine Kontrgerilla adını veren örgütçe
düzenlenen bireysel ve toplu aramaların (FIRTINA-I ve FIRTINA-II tatbikatları) Rahatsızlık
Verme, Heyecanlandırma ve Sindirme amacını gütmesi de boşuna değildir.
Sorgulamaya, Anayasa ve yasalara küfürle başlayan, Kontrgerilla Örgütü’nün
işkencecileri tarafından düzenlenen “Hazırlık Soruşturması” ile önümüze getirilen sanıkların
“Anayasayı Tebdil Tağyir” suçu ile suçlanılmaları, ilginç bir tarihsel çelişki olsa gerektir.
Gerçekte, Türk Ulusu’nun, %68’inin oyu ile yasallaşmış 1961 Anayasası’nı, “Tebdil ve
Tağyir Edenler” bizi huzurunuza sanık olarak getiren gizli örgütler ile onların ardındaki
güçlerdir.
Yeni Amerikan Mandacıları’nın şebekeleştiği bir ortamda, bu gerçeğin saptanılması
bugün güç görünüyorsa da, tarihin ileriye dönük dinamiği hıyanetlerin boyutlarını
kendiliğinden ortaya çıkaracağından kimsenin kuşkusu bulunmasın…
İşkence ve İşkencecilerin Kendilerini
Türk Silahlı Kuvvetleri Rütbeleriyle Tanıtması
Götürüldüğüm Kontrgerilla Örgütü’nde, her yurtsever gibi ben de işkence gördüm.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin eski bir mensubuyum. Bir sefer halinde, Türk Silahlı
Kuvvetleri’ne katılarak görev yapacağım. Bana işkence yapanlar şahsımda Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin onur ve haysiyetine saldırmışlardır. Bu anlayışla iğrenç ve alçak uygulamanın
hesabının sorulmasını, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden beklemek en doğal hakkımdır.
Tüm meslek örgütlerinin dayanışma içinde bulunduğu bir dönemde, Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin, emekli bir subaya ve Türk halkına işkence yapılmasına göz yumacağına
inanmak istemiyorum.
İşkencecilerin çoğu asker kişi olmadıkları halde, düzmece rütbelerle kendilerini asker
diye tanıtarak, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni işkenceci olarak kendi ulusuna tanıtmaya kalkmaları
ardında yatan niyetlerin boyutlarının saptanılması, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önünde
kaçınılmaz görev olarak durmakta olduğunu anımsatmak isterim.
Örneğin; İstanbul’daki Kontrgerilla Gizli Örgütü’nde sorgulama ve işkenceyi yöneten
MİT elemanı Eyüp Özalkuş, asker kişi olmadığı halde, bana ve sorguladığı tüm kişilere,
kendisin albay olarak tanıtmıştır. Bu husus, her türlü baskının hedefi olduğum bir dönemde,
tarafımdan yetkili makamlara duyurulmuş olmasına karşın, ilgililer sürekli olarak
sessizliklerini korumuştur. Suçların katılımcısı durumunda olanlardan, başka türlü bir tutum
aslında beklemiyordum.
Kontrgerilla Örgütü’nde gördüğüm işkence yöntemleri belgelere dayanarak bu
yapıtımda ayrıntıları ile açıklanmaktadır. Bugün, bütün dünyanın kabul ettiği işkence
gerçeğine yeniden dönmeyi gereksiz bulurum.
Ancak, karşılaştığım birkaç farklı işkence uygulamasını madde başlarıyla da olsa
açıklamayı savunmam açısından gerekli görüyorum.
Fiziksel, kimyasal ve tinsel (manevi) işkence yöntemlerine ek olarak, Erenköy Zihni
Paşa Köşkündeki Kontrgerilla Örgütü’nde:
- Lağım suyu içirilerek, bağırsaklarım bozulmuş, devamlı ishal olmanın vücut direncini
kırıcı etkisinden de yararlanılmak istenmiştir.
- Sorgulama sırasında, zaman zaman her iki omzuma namlular dayanılarak, ölüm
korkusu içinde bulundurulmamdan, işkenceciler kendi açılarından yarar görmüşlerdir.
- Gözaltında tutulduğum sürede iki kez üzerime mermi boşaltılmış ve ölüm korkusunun
bu sıcak etkisinden de, sorgulama amaçları doğrultusunda yararlanılmak istenilmiştir.
Benimle aynı dönemde Kontrgerilla Örgütü’nde bulunanlar atılan bu mermilerin seslerini
duymuşlardır.
- Kontrgerilla Örgütü’nde iken filmim çekilmiştir.
“15 Temmuz 1972 günü, bir dönüm noktası idi benim için ve çok değişik olaylarla
doluydu.
Sorgu için yukarı çıkarıldım. Doğrusu günlerden beri ayna göstermemişlerdi. Bitmiş
tükenmiştim adeta… Bir yandan işkence, bir yandan insanların ıstıraplarının tanığı olmak, bir
yandan açlık ve bir yandan da hastalık beni perişan etmişti. Bunun yanında başka nedenler de
vardı tabii.
13 günlük sakalım uzamıştı. Üstümdeki esasen kirli olan asker pijamaları leş gibi
olmuştu. Bermutat eller, ayaklar gözler bağlıydı.
İçerde bir fevkaladelik hissetmiştim. Meseleyi anladım. Asgari 10 dakika bu halde
filmimi çektiler.
Gerçekten Türkiye’nin “Çağdaş uygarlık düzeyine” çıktığının bundan daha güzel bir
kanıtı bulunamazdı (!) Abdülhamit’i ikna için, Mithat Paşa’nın başını kendisine getirmişlerdi.
Şimdilerde bu işi, filmle yapı yorlardı. Film çekimini makinenin sesinden anlamıştım.
Bilindiği gibi, Mithat Paşa anayasacı idi. Ben, Mithat Paşa’nın zihniyetindeyim ama,
Abdülhamit zihniyetinin safında bulunup da, onun savunuculuğunu yapanlar da var bugün…”
Faik Türün’ün açıklamalarına göre kendisi, dahil bir takım paşalar, işkence köşkünün
seyircileri arasında bulunduğuna göre, filmimi 12 Mart’ın Abdülhamit’lerinin seyretmiş
olmaları olasılığı kuvvetlidir.
- İşkence Köşkü’nde kaldığım ilk 13 gün içinde, saç ve sakalımın büyük bir kısmı
ağarmıştı. Gözaltına alınmadan önce ve hemen sonra, beni gören değerli müdafilerim, bu
olayın da tanığı olmuşlardır.
Fransız Kraliçesi Marie Antoinette’nin saçları idamından bir gün önce bembeyaz
olmasının bilinmesi karşısında Kontrgerilla Örgütü’nde karşılaştığım insanlık dışı
uygulamaların boyutlarının kıyas yolu ile saptanılması olanaklıdır.
Emniyet İfadesi Olduğu İddia Edilen Belgenin Gerçek Niteliği
Dava dosyasında, Emniyet ifadesi olduğu son ana kadar iddia edilen ifade; (Askeri
Savcı Süleyman Takkeci, Esas hakkında mütalaasının 16. sahifede, Göztepe’deki Milli
İstihbarat Teşkilatı’nın binasında sorgulamaya tabi tutulduğunu zimmen kabul etmek
durumunda kalmıştır.) bu koşullar altında oluşturulmuştur. İfadelerinin alınış tarihleri, benden
önce olan kişilerin, benimle ilgili suçlamaların toplamı, işkence ile bana da kabul
ettirilmesinden ifadem meydana gelmiştir.
Kontrgerilla Örgütü’nde alınan ifademin üzerindeki tarih, 17-19.7.1972’dir. İfade
tarihinin gerçeği yansıtmadığını, EK-5’deki dosyanın 65-66. sahifelerinde belirtildiği gibi,
sorgumda da açıklamış bulunuyorum.
Nitekim bu konudaki savlarımız bir gazetenin 12 Mart Olayı adlı yazı dizisi ile de
doğrulanmıştır.
1 Ağustos 1972 günü, Kontrgerilla Örgütü’nden Selimiye’deki Asayiş birliğine
getirilerken, Eyüp Özalkuş, arabaya bindirilinceye kadar beni izlemiş ve ayrılırken gözdağı
vermediği de unutmamıştır:
“Şimdi seni Selimiye’ye gönderiyoruz. İnşallah oradan kurtulursun. Şunu unutma ki,
çıksan dahi elimizden kurtulamazsın. Kıpırdadığın anda seni vururuz. Burada verdiğin
ifadeleri savcılıkta inkâr etmeyeceksin. Kontrgerilla uyumuyor. Bu memleketi kimseye
bırakmayacağız.”
Askeri Savcılık İfadesi
Eğer birçok sanıklara yapıldığı gibi, Kontrgerilla Örgütü’nden gelir gelmez Askeri
Savcılığı götürülse idim, verilen gözdağının etkisinde kolaylıkla kalabilirdim. Çünkü, işkence
görmüş bir kişinin, en büyük karabasanı işkenceye geri döndürülmektir.
Oysa ben, 1 Ağustos 1972 günü öğle vakti, getirildiğim Selimiye Asayiş Birliğinde bir
koğuşta iki gün tutulduktan sonra, Askeri Savcılığa ifade vermeye götürüldüm. Bu iki gün,
biraz da olsa kendimi toparlamama yetmişti.
Dosya Sıra No: 388’deki Askeri Savcılık ifadesinde “İfadem alınırken cebir ve şiddete
maruz bırakıldığımı” belirtmiş bulunuyorum.
Askeri Ceza ve Tutuk Evi
Askeri Savcılıkta ifadem alındıktan sonra, Selimiye Askeri Ceza ve Tutuk Evi’ne
nakledilerek bodrum katında bir hücreye konuldum. Yasalarımız hücrede tutulmama olanak
vermemesine karşın bir ay süre içinde beni hücrede tutmak için emir veren ve bu emri
uygulamaya koyan herkes suçludur. Bu uygulama dahi, başlı başına işkence olduğu ortadadır.
Selimiye bodrumlarında, milyonlarca lira tüketilerek, Faik Türün dönemine insanlara
sürekli işkence yapılmak amacı ile yaptırılan hücre ve koğuşlar, insanlığın yüz karası olarak,
dünün Sansaryan Hanları, Tersane Zindanları, Bekir Aga Bölükleri gibi tiksinti ile anılacaktır.
Avukatımdan İstemler
(Av. Birsen Balcıkardeşler, Av. Alp Kuran)
Hücrede bulunduğum dönemde, ziyarete gelen değerli avukatlarıma 22 Ağustos 1972
tarihinde hücrede hazırladığım notları vererek hiç olmazsa, Kontrgerilla Örgütü’nde işkence
altında geçen dönemden sonraki evrede, ilgililerin yasadışı tutumlarının saptanılması için,
bazı konularda ilgili makamlara başvurulmasını istedim.
Bu arada, uygulamanın sorumlusu olarak Faik Türün’ü gördüğüm için, suçlu saydığım
bu kişiye ilke olarak şahsen başvurmamın söz konusu olmayacağını da belirttim. Bu anlayışla
genellikle, Mahkeme önüne çıkıncaya kadar, sağlığımı ilgilendiren konular dışında, herhangi
bir başvuruda bulunmadım.
Avukatlarıma, özellikle ilgili yerlere duyurulması istemi ile açıkladığım bir diğer konu
da: “Kontrgerilla Örgütünde iki tertip halinde ifademin alındığı ve kanımca, zamanın Gn. Kur.
Bşk. ve Kuvvet Komutanlarını hedef alan bir iktidar kavgası için, politik koşullara göre alınan
bu ifadelerin kullanılabileceği hususu idi.” Davanın niteliğinin anlaşılabilmesi için; hangi
ifadenin, Kontrgerilla’dan Askeri Savcılığa gönderildiğinin saptanılmasını EK-6’daki
dosyanın (Yazılı sorgum 1. bölüm) Sh. 65-66. sahifelerinde bu konu belirtilmiş ve aşağıda
açıklayacağım gibi, avukatlarım isteklerim doğrultusunda, gerekli başvuruları yapmışlardır.
Ve sonuçta zaman zaman basında yer alan yayınlar ve Askeri Savcılığın soruşturma istemi
“Bomba Davası”nın başlangıçtan bu yana iddia ettiğimiz; bir iktidar kavgasının aracı olarak
kullanılmak için düzenlendiğini ortaya koymuştur.
Yasa Dışı Uygulamaları İlgililere Duyurmak için
Avukatlarım Tarafından Yapılan Başvurular
İstemlerimi yerine getirmek üzere harekete geçen müdafilerim 1 Eylül 1972 tarihinde
birer dilekçe ile:
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na,
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı’na,
Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı’na,
İstanbul Baro’su Başkanlığı’na başvurmuşlardır.
Anılan dilekçelerde genellikle, aramanın yasadışı oluşu, bir ay bilinmeyen yerlerde
yasalara yabancı sorgu ve yaşama yöntemlerine tabi tutulmamla hücreye konulmam ve
ihtilattan men halinde bulundurulmamın usulsüzlüğü belirtilmiş ve bu arada “ayaklarımda
pranga izleri” bulunduğu da açıklanmıştır. Bu dilekçenin verilmesinden iki gün sonra,
kapatıldığım hücreden çıkarıldım ve 50 gün sonrada “İhtilattan Men Durumu kaldırıldı”
(Tümü ile 108 gün ihtilattan men halinde tutuldum).
Anayasa iç hizmet ve yönetmeliği ve 7201 Nolu Tebligat Kanunu hükümleri uyarınca,
avukatlarımın verdikleri bu dilekçelere bir ay içinde yanıt vermek yasal yükümlülüğü içinde
bulunan, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün ve Askeri Savcı Nevzat Çizmeci, bu
konuda da sessizliklerini ve duyarsızlıklarını korumuşlardır. Aradan aylar geçtikten sonra,
sorunu mahkeme önüne getirmem üzerine, kendilerini sorumluluktan kurtarmak için, yasa
tanımaz tutumlarını hakkımda Sahte Rapor düzenletecek kadar ileri götürmüşlerdir.
8 Haziran 1973 günü sorgumda; 1 Eylül 1972 tarihinde avukatlarımın verdiği
dilekçelerinin yanıtsız bırakılmasını “Devlet bugün için tek yanlı işlediğinden hiçbir cevap
verilmedi” (Duruşma Tutanağı Sahife No:17) cümlesi ile eleştirdim.
Bu açıklamam üzerine uyanan ilgililer, aradaki 9 aylık dönemde, avukatlarımın
başvurularını yanıtsız bırakmalarını görmemezlikten gelerek; hemen bir duruşma, sonra, 12
Haziran 1973 tarihinde, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı iki rapor mahkemeye gönderdi.
Raporlardan ilki, 9.6.1973 tarihli olup, 353 sayılı yasanın 62. Maddesinde yerini bulan,
bilirkişilere ilişkin hükümleri olmazsa şeklen uygun, yetkili üç tabibin imzası taşıyor ve
Numan Esin’e ait bulunuyordu. İkincisi ise, 20.9.1972 tarihli olup benimle ilgili idi. Bu rapor:
353 sayılı yasanın 62. Maddesindeki koşullara uyulmaksızın, yetkisiz bir kişi olan, kıt’a
tabibi Dr. Atğm. Mustafa Metin tarafından imzalanmıştı.
Tek başına, aynı yazıya ekli iki rapor arasındaki farklı uygulama ve avukatlarıma yasal
süre içinde (1 ay) yanıt verilmemesi, benimle ilgili raporun düzmeceliğini kanıtlamaya yeterli
idi. Bunun yanında, 1 Eylül 1972’de ayaklarımda “Pranga İzi” olduğu iddia edildiğinden,
hemen muayeneye gönderilmem gerekirdi, oysa rapor tarihi, 20 Eylül 1972 olduğuna göre, 20
günde Pranga İzleri’nin kaybolması doğaldı. İlgililer bu uygulama ile bir ölçüde kendilerini
ele vermişlerdir.
Mahkeme raporlarla ilgili kararında, iki rapor arasında değişik uygulamanın farkına
varmış ve benimle ilgili raporun 353 sayılı yasanın 62. maddesindeki şartların yerine
getirilmediğini üstü örtülü olarak kabul etmiştir.
Faik Türün’ün emri ile düzenlendiği anlaşılan, düzmece raporla ilgili işlemlerin
düzenlenmesinde; adli müşavir, Turgut Akın, Askeri Savcı Nevzat Çizmeci, Ceza ve Tutuk
Evi Müdürü P. Yb. Cemil Özşen ve Tbb. Atğm. Mustafa Metin’in sorumlu oldukları
kuşkusuzdur. Ancak bu sorumluluğu saptayacak makam bulmuş değiliz...
Nitekim, 13 Haziran 1973 günkü duruşmada bana ait olduğu iddia edilen raporun, sahte
olduğunu iddia ettim ve bazı tespit istemlerinde bulundum. (Duruşma Tutanağı Sahife No:31)
Doğal olarak Askeri Savcı Nevzat Çizmeci, kendi sorumluluk ve suçluluğunu meydana
çıkaracak olan tespit istemlerime katılmadığını beyan etti. (Duruşma Tutanağı Sahife No:35)
Mahkeme bu konuya ilişkin kararında; “Numan Esin ve Hasan Yalçınkaya bakımından
353 sayılı Askeri Yargılama Usulü Kanununun 62. Maddesi hükümlerine harfiyen riayet”
edildiğini belirtmek suretiyle, benimle ilgili raporun yasadışı düzenlendiğini dolaylıca
yeniden kabul etmiş (Duruşma Tutanağı Sahife No:37) ve rapor düzmeciliği ile ilgili
istemlerimin “Delillerin İkamesi veya Soruşturmanın Genişletilmesi Safhasında dikkate
alınması”nı belirtmiştir (Duruşma Tutanağı Sahife No:38).
6 Mayıs 1974 günlü duruşmada ve yazılı delillerin okunması evresinde Düzmece Rapor
konusuna yeniden değindim. (Duruşma Tutanağı Sahife No: 543) Aynı konu, 21 Mayıs 1974
günkü duruşmada, değerli avukatım Alp Kuran tarafından da açıklanarak 1 Eylül 1972 tarihli
dilekçe mahkemenize sunuldu. (Duruşma Tutanağı Sahife No: 545)
11 Haziran 1974 günü mahkemeye verilen, Soruşturmanın Genişletilmesi İstemlerimizi
içeren ve değerli avukatlarım Gülçin Çaylıgil, Ziya Nur Erün ve Hidayet Ilgar imzalarını
taşıyan dilekçede ise daha önce mahkemece alınan karar doğrultusunda, “Rapor Sahteliğinin
Saptanılması İçin” istemde bulunulmuştur. (Duruşma Tutanağı Sahife No: 549)
Askeri Savcı Süleyman Takkeci’de, doğal olarak Rapor Sahteliği konusundaki,
soruşturmanın genişletilmesi istemimize karşı çıkmış ve kabul edilmemesini istemiştir.
(Duruşma Tutanağı Sahife No:554, St No: 22-30)
Mahkeme ise Sahte Rapor konusundaki istemimiz hakkında, herhangi bir karar
almamıştır. (Duruşma Tutanağı Sahife No:558-559)
18 Temmuz 1974 günkü duruşmada, askeri savcının mütalaasını eleştirdim ve Düzmece
Rapor konusunu tüm ayrıntıları ile açıklayan, 6 Mayıs 1974 tarihli dilekçeyi de içeren bir
dosyayı mahkemeye sundum (Duruşma Tutanağı Sahife No:562-563):
Mahkemenizin, 353 sayılı yasanın 62. maddesine uyulmadan verilen, bu “Düzmece
Raporu” hazırlayanlar ile Hazırlık Soruşturmasını yapan kişiler arasındaki birlikteliği
değerlendireceğine inanıyorum.
Hazırlık Soruşturması Evresinde Avukatlarımın Soruşturma Dosyası Ve Sorgu
Zabıtlarını İncelemek İçin Yaptıkları Girişimler
7. Klasör (Dilekçelerin Eleştirisi) Eklerinde de görüldüğü gibi değerli avukatlarım,
Haziran Soruşturması Evresi’nde yasal haklarımızın kullanılması için sürekli bir çaba
göstermişlerdir. Bilindiği gibi, müdafilik görevini yaparken, Çizmeci’ye ve ardındaki güçlere
manevra alanı bırakmayan Alp Kuran, daha sonra tutuklanmıştır.
Buna karşın, Askeri Savcı Nevzat Çizmeci ise, sorgu zabıtlarını avukatlarıma
göstermemek için direnmiştir. Bu tutumun nedenini daha önce belirtmiştim.
(5 Ağustos 1972’de, Askeri Savcı Selahattin Fırat ve Nevzat Çizmeci tarafından alınan,
Dosya Sıra No: 404/1-7’deki ifade de Org. Faruk Gürler, Org. Muhsin Batur, Ora. Kemal
Kayacan suçlanmıştır. Bu tarihten 10-15 gün sonra Org. Faruk Gürler, Gn. Kur. Bşk.’ı
olduğundan, askeri savcı aldığı ifadeyi gizlemek için, dava dosyasını yasa dışı bir anlayışla
sanık ve müdafilerine kapatmıştı.)
Askeri Savcı Nevzat Çizmeci yasa hükümlerini kendine göre yorumlamak ve
yorumlatarak sorgu zabıtlarını göstermemesi olayı Alp Kuran tarafından ayrıntılarıyla
eleştirilmiştir.
Gerçekte, 7. Klasör Ek-11’deki, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın, 14/10/1972
tarih ve 1972/354 NC sayılı yazısında Askeri Savcı Nevzat Çizmeci “Sorgu Zabıtları”nı
Emniyet ifadesi dedikleri Kontrgerilla Gizli Örgütü ifadelerini ilgililere göstermemekte
direnmesinin nedenini farkında olmadan açıklamaktadır.
Anılan yazıda, Askeri Savcı Nevzat Çizmeci;
İncelemeyi istedikleri sorgu zabıtları bünyesinde, müvekkili bulunmadıkları kimselerin
adlarından ve çeşitli olaylardan bahseden bölümler bulunması itibariyle, soruşturma amacının
bozulacağı dikkate alınarak, Askeri Savcılıkta dilekçe sahiplerine müspet cevap
verilemeyeceği düşünülmekle beraber
denilmektedir.
Aslında Çizmeci’nin Faruk Gürler, Muhsin Batur ve Kemal Kayacan isimlerini gizleme
zorunluluğu, onu bu yola itmiştir. Bu gerçek, gerek avukatlarımın, gerekse benim
başvurmalarımız ve olayların gelişmesi ile bu gün kesinlikle ortaya çıkmıştır. Çünkü, bilindiği
gibi adı geçen kişiler daha sonra sanık adayı olarak ilân edilmişlerdir.
Kökeninde, yasa tanımazlık bulunan Gizli Örgütler’ce yürütülen, yasa dışı Teknik
Sorgulama Yöntemleri ile İşkence ve baskı ile oluşturulan sorgu zabıtları üzerine, iddianame
kuran Askeri Savcı Nevzat Çizmeci’nin tutumu, tarafımızdan saptanıldığı için; hak ve adalet
kavramlarına saygımızdan, kendisini davadan çekilmeye çağırmıştım. (Duruşma Tutanağı
Sahife No: 20,270-274 ve 7. Klasör)
Gizli örgütlerle ve Türün hiyerarşisi ve ardındaki güçlerle olan ilişkisi, Askeri Savcı
Nevzat Çizmeci’yi Adalet tarihinde bir utanç belgesi olarak geçeceğine inandığımız
iddianameleriyle bu davayı açmaya ve hukuka sığmayan bir anlayışla yürütmeye sevketmiş.
Politik koşullar değişince de, kendisini İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne atandırmanın
yolunu bularak, davasını bırakmıştır.
Dün kendisini çekilmeye çağırıyordum. Bugün ise, onunla birlikte kalıtına (miras) sahip
çıkan, Askeri Savcı Süleyman Takkeci’yi istifaya çağırıyorum.
Askeri Savcı Nevzat Çizmeci’nin iddianameleri ve Askeri Savcı Süleyman Takkeci’nin
Esas Hakkındaki Mütalaası ile savunmam karşılaştırıldığında, bu istemde ne derece haklı
olduğum, anlaşılacaktır.
Yasadışı Örgütlerde, Yasadışı Sorgulama Yöntemleri
Sorgulandığımın Saptanması için Tarafımdan Sürdürülen Çabalar
ile
İşkence
Altında
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına Verilen Dilekçe:
Mahkemedeki sorgum esnasında, 8 Haziran 1973 günü bir dilekçe vererek “İşkence
iddialarımın tespiti” isteminde bulundum. (Duruşma Tutanağı Sahife No: 19) Bu dilekçemde
dosyadaki açıklamalarıma dayanılarak (28 Mayıs 1973 tarihli yazılı sorgum), işkence
gördüğümü iddia ettiğim, Erenköy’deki MİT sorgulama bürosunun yerini, planını ve
özelliklerini belirterek kurulacak bir bilirkişi heyeti ile binada keşif yapılmasını istiyordum.
Bunun yanında, Askeri Savcı Çizmeci’nin “Emniyet Müdürlüğü”nde sorgulandığım
hakkındaki iddiasının, gerçek olmadığının saptanması için de; Emniyet Müdürü Nihat
Aslantürk’ün, sorgulandığım iddia edilen Şubenin Müdürünün, Nöbetçi Komiserlerinin,
Emniyet Nöbetçi Müdürlerinin ve Sorgu Zaptında imzası bulunan kişilerin tanık olarak
dinlenilmesi ile Emniyet Müdürlüğü nöbet defterlerinin mühürlenerek mahkemece el
konulmasını ve işkenceden önce ve sonra çekilen fotoğraflarımın karşılaştırılmasını
istiyordum.
Yasalara uygun olan isteklerim yerine getirilseydi; yasalara göre sorgulama yapma
hakkı olmayan örgütlerde sorgulandığım saptanılabilirdi. (Ek’teki belge esasen MİT’te
sorgulandığımı göstermektedir.) Bu gerçek saptanınca yetkili ve sorumlu kişilerin yalan
söyledikleri ortaya çıkarılacak ve sonuçta Hazırlık Soruşturması’nın yasadışı oluşturulduğu
meydana çıkacaktı. Fakat bundan ısrarla kaçınılmıştır.
8 Haziran 1973 tarihli dilekçeme, Askeri Savcı Nevzat Çizmeci verdiği yanıtta:
(Duruşma Tutanağı Sahife No: 20)
“İleri sürülen işkence iddialarının varit olmadığını” ve “bu konudaki taleplerinin is’afına
bizce lüzum yoktur” diyordu.
Askeri Savcı Nevzat Çizmeci’den esasen başka türlü bir görüş beklenemezdi. Sırtını
Türün’e dayadığından, içine girdiği tertiplerin açığa vurulmayacağından da emin
bulunuyordu.
Sözü edilen dilekçem, Mahkeme kararı ile İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına
gönderildi. (Duruşma Tutanağı Sahife No: 20-21) de yer alan kararı aşağıya çıkarıyorum:
Sanıklardan Talat Turhan’ın kendisine işkence yapıldığı, bu işkencenin icra edildiği
yerin bazı tanık ve bilirkişiler marifetiyle tespit edilmesi, Emniyet Müdürlüğünde bazı
tespitler yapılması, işkencenin tespiti bakımından gözaltında ve Selimiye’de çekilen
fotoğraflarının celbedilerek incelenmesini, Milli İstihbarat Teşkilatı’nda bazı kişilerin yapılan
tariflere göre tespiti…. konusundaki talepleri 353 sayılı kanunun duruşmanın usulü ve
duruşma başlıklı 128. maddesinden itibaren hükme varılıncaya kadar mahkemenin görev ve
yetkilerini gösteren hükümlere uygun bulunmadığından, mahkemenizce bu şikayet
konularında resen bir yetki ve göreve sahip olunmadığından sanıklardan Talat
Turhan’ın…….. dilekçe ve eklerinin İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına tevdiine
karar verildi ve dilekçem Komutanlığa gönderildi. (Duruşma Tutanağı Sahife No: 22)
Mahkeme bu konudaki görüşünü (Duruşma Tutanağı Sahife No: 36)’da yer alan kararı ile de
açıkladı.
8 Haziran 1973 tarihli İşkence Savlarının Saptanılması için verdiğim dilekçe,
Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından, Askeri Savcılığa iade edildi ve bugüne kadar işlem
görmedi.
Yasaları hiçe sayarak dilekçemdeki yasal istemleri, yerine getirmekten Sıkıyönetim
Komutanı Türün ile As. Savcı Nevzat Çizmeci bu tutumları ile savlarımın doğruluğunu ve
kendilerinin suçluluğunu üstü örtülü olarak kabul etmişlerdir.
Özellikle sorgu zaptında imzaları bulunan Emniyet görevlilerinin tanık olarak
dinlenilmesine ilişkin istemimin hukukiliğini belirtmek isterim.
Yargıtay 1nci Ceza Dairesi 17.4.1953 tarih ve 892 ve K. 1434 sayılı içtihadında
“Sanıkların hazırlıktaki zorlamaya dayandığı iddia edildiğine göre, zabıta memurları hakkında
soruşturma yapılıp yapılmadığının ve sonucunun tespiti gerekir” denilmektedir.
Bu içtihattan 20 yıl sonra, Faik Türün’ün emrindeki işkenceciler hakkında soruşturma
açılması şöyle dursun, istemlere karşın tanık olarak dinlenilmeleri bile sağlanamamıştır.
Soruşturmanın Genişletilmesi Evresi’nde Av. Cevat Erçişli, aynı doğrultuda,
“Mütevekkili F. Ö’nün emniyet ifadesinde imzaları bulunan Halil İbrahim Tuncer ve Orhan
Özmen’in dinlenilmelerini talep etti.” (Duruşma Tutanağı Sahife No:550)
Bu istem de Askeri Savcı Süleyman Takkeci tarafından 28 Haziran 1974 günkü
duruşmada yanıtsız bırakılmıştır. (Duruşma Tutanağı Sahife No:556)
Aradan 5 ay geçtikten sonra davanın uzamasından, kendi kişisel durumu açısından
fayda uman Askeri Savcı Süleyman Takkeci’nin, 3/12/1974 günü mahkemeye verdiği yazıda
“Emniyet ifadelerin tespitini yapan Emniyet memurlarının……. mutlaka dinlenilmesini
istemiş” ve bu istem mahkeme tarafından kabul edilmemiştir. (Duruşma Tutanağı Sahife
No:558)
İddia makamının çelişkiler içinde bulunmasının nedenleri de mahkeme değerlendirmek
durumundadır.
Eleştirimin bu noktasında, “İzmir Suikastı Davası”na tanık olarak çağrılan zamanın
Başbakanı İnönü’nün gitmemesi üzerine, mahkeme tarafından tutuklamaya kalkışılmasını
anımsadım. “Hukukun Üstünlüğü” ve “Hukuk Devleti” ilkelerinin söz edilen ülkemizde,
özellikle Askeri Yargıyı bağımlı kılma girişimlerinin varmış olduğu nokta ile yarım asır
önceki uygulama arasındaki farkı karşılaştırınca kutsal mesleğinizi bağımlı hale getirmek
isteyenlere karşı çıkmak durumunda olduğunuz hakkındaki kanım daha da pekişti.
Yasaları denetlemekle de yükümlü olan mahkemeniz, “353 sayılı yasayı” Anayasa
Mahkemesi’ne götürmekle bu görevi yapabilir.
8 Haziran 1973 tarihli ve işkence iddialarımızın saptanması istemlerimi içeren
dilekçenin yanıtsız kalacağını biliyordum. Suçlu olanlardan, suçluluklarının saptanması
doğrultusunda herhangi bir girişim beklenemezdi. Çünkü: İşkence, bizzat Sıkıyönetim K.’ı
Türün’ün himayesinde ve onun direktifi ile gizli örgütlerce yapılıyordu.
Bu husustaki kanımızı, Türün’ün Sıkıyönetim K.’lığın’da onun emrindeki ceza ve tutuk
evinde hertürlü yasadışı baskı altında tutulduğum dönemde açıklamıştım. Örneğin: 8 Haziran
1973 günkü duruşmadaki sorgumda: “Bugün İstanbul’da işkence şebekesi vardır. Şebeke Faik
Türün tarafından yürütülmektedir. Orada General Ünlütürk’de vardır. İşkencelerle tespit
olunmuş ifadelerle icrai adalet edilemez ve bunlar Askeri Savcıya niyabeten yapılmaktadır.”
diyordum. (Duruşma Tutanağı Sahife No:16)
Bu kanıma dayanarak, aynı gün verdiğim dilekçe ile işkencecilerin ve onların
koruyucularının maskelerini düşürmek istiyordum.
Başbakanlık ve Genelkurmay Başkanlığı ve
Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na Gönderilen Dilekçe
1402 sayılı Sıkıyönetim yasası gereğince Sıkıyönetim K.’ları Başbakana karşı sorumlu
olduğu için, Faik Türün’ün “Türk Devleti’nin geleceğini, ağır bir tehlikeye düşürecek
nitelikteki, kanun dışı gizli örgüt uygulamalarının” 12 Haziran 1973 tarihli bir dilekçe ile
Gereği için: Başbakanlığa; Bilgi için: Genel Kurmay Başkanlığı’na, Kara Kuvvetleri K.’lığına
ve 3 No.lu As. Mah. Başkanlığına başvurdum.
Mahkemeniz benim için başvurulacak makam olduğundan ve İç Hizmet Yasası’nın 27.
Maddesi uyarınca şikâyet edilen makam atlanılacağından, dilekçemin ilgili makamlara
duyurulmasını istedim. Mahkeme, bu istemimi kabul etmediği gibi, Duruşma Tutanağına da
geçirmedi. Bu durum üzerine hiç olmazsa, dilekçemin avukatlarıma verilmesi için izin
istedim. Avukatlarıma verdiğim 12 Haziran 1973 tarihli dilekçem, Başbakanlığa ve Genel
Kurmay Başkanlığı’na gönderildi. (Bu dilekçe, mahkemenize verilen 6 Mayıs 1974 tarihli ve
“Benimle ilgili bazı yazılı deliller hakkındaki” dilekçeme ekli olarak sunulmuştur)
12 Haziran 1973 tarihli dilekçemde, “Türkiye’nin kaderinin bir cunta eline geçtiğini, bu
cuntaya hizmet eden bir gizli örgüt tarafından işkenceye tabi tutulduğumu, gizli örgütün
Anayasa, Hukuk Düzeni ve Uluslar arası Kişi Hak ve Özgürlükleri, başta Gürler, Batur,
Kayacan olmak üzere bazı kişilere küfür edildiğini açıkladım. Ayrıca, uygulamanın
sorumlusunun Faik Türün olduğunu, işkence yapılan yerin Erenköy’deki MİT sorgulama
bürosu olduğunu ve bu yerin Tümg. Memduh Ünlütürk tarafından yönetildiğini de belirttim
ve “İddialarımın bugüne kadar işkence konusunda, objektif tutum gösterdiklerinin tanığı
olduğumuz Sayın Bülent Ecevit ve Sayın M. Ali Aybar’ın da dahil olduğu bir Parlamento
komisyonunca ve T. Slh. K.’leri açısından da incelenmesini” istedim.
Anayasanın 62. Maddesi, İç hizmet Kanunu 27. Maddesi, 7201 Nolu Teligat Kanunu 8.
Maddesi ve 353 sayılı yasanın 10 ncu maddesi gereğince, bir ay içinde yazılı yanıt verilmesi
yasal zorunluluk olduğu halde, bu dilekçeme de bugüne kadar yanıt almış değilim.
Dilekçemi alan zamanın Başbakanı Talu, hemen uçakla İstanbul’a gelmiş ve
Yeşilköy’den bindiği helikopterle doğruca Selimiye’ye gelerek, Faik Türün ile görüşmüştür.
Neler konuştuklarını kendileri bilirler…
Dilekçemi yanıtsız bırakan Talu, tarih önünde, işkencecilerin suçlarının katılımcısı
durumuna düşmüş, işkence ve diğer savlarımın doğruluğu bir kez daha saptanmış
bulunmaktadır.
Başbakan Talu’nun İşkence Soruşturması
Başbakan Talu, aradan 5 ay geçtikten sonra, İşkence konusunu gelecek iktidarın
kurcalamasını önlemek amacı ile MİT’in önerileri doğrultusunda, göstermelik bir çaba içine
girerek, “İşkence iddiaları konusunda kovuşturma istemesi”ne şaşırdığımı belirtmek isterim.
Bay Talu, gölge iktidarlar döneminde bilinen örgütler tarafından, egemen sınıfların
çıkarlarını korumak için Başbakanlık koltuğuna paraşütle indirilmişti. İşkence, bugün için, iç
ve dış güçlerin sömürülerini sürdürmek için başvurdukları bir yöntem olduğuna göre, onun
işkencecilere kanat germesini doğal bulurum.
12 Haziran 1973 tarihli dilekçemde, Gizli Örgütler’ce yürütülen işkencelerin
ssaptanması için bir “Parlamento Komisyonu” kurulmasını da Başbakan Talu’dan istemiştim.
Bu tarihten 5 ay sonra da aynı doğrultuda 10 CHP milletvekili, (İlter Çubukçu, Hasan Cerit,
Mehmet Özmen, Azmi Yavuzalp, Mustafa Güneş, Malik Yılmaz, Mehmet Dönmez, Sabri
İnce, Sait Sağlam) grup yönetim kuruluna başvurarak işkence hakkında araştırma açılmasını
önermişler. CHP, Erzincan Senatörü Niyazi Ünsal ise “İşkence iddialarının tarafsız bir hukuk
heyetince incelenmesi”ni istemiştir.
Bütün bu istemlere karşın Parlamento’da da bu konuda olumlu bir karar alınarak,
“İşkence iddiaları” tam anlamı ile soruşturma konusu yapılmış değildir.
Talu’nun “İşkence iddiaları” hakkındaki göstermelik kovuşturma açtırmasından sonra,
iktidara gelen Ecevit bile, İşkence’nin üzerine gitmenin sanıldığı kadar kolay olmadığı için,
“Geçmişe sünger çekmek” politikasını yeğlemiştir.
11 Şubat 1974 tarihinde Selimiye Askeri Ceza ve Tutuk Evi’nden Başbakan Ecevit’e,
380 kelimelik bir telgraf çekerek, Başbakan Talu’ya gönderdiğim 12 Haziran 1973 tarihli
dilekçemin, aradan 8 ay geçmiş olmasına karşın, yanıtlanmadığını bildirdim.
Faik Türün’ün Açıklaması
(Hürriyet: 7-10 ve 13 Şubat 1974)
Gerek avukatlarım gerekse ben; 1 Eylül 1972 gününden bu yana; işkence savlarımızı
doğrulamak için, yasal çaba gösterdiğimiz dönemde, başta Askeri Savcı Nevzat Çizmeci
olmak üzere tüm yetkililer ve bazı basın organları işkence yapılmadığını iddia ediyorlardı.
Fakat başvurmalarımızdan bir buçuk yıl sonra, Faik Türün Cüneyt Arcayürek’le yaptığı
söyleşide, işkencenin varlığını dolaylı da olsa ikrar etti.
Türün’ün açıklaması, özellikle, bizim savlarımıza ilişkin konuları içeriyordu. Örneğin:
- Hazırlık soruşturmasının, yetkisiz kişilerce yürütüldüğünü ve EBU (Esas Bilgi
Unsurları) diye tanımladığı MİT elemanlarınca sorgulama ve işkence yapıldığını kabul ediyor
ve bir sanığın, içki içirerek itirafa zorlandığını açıklıyordu.
- “Bomba Davası”na, Faik Türün emri ile katılan, “84 sanıklı davada mahkemeye etki
savı” hakkında, kanılarını belirtiyor ve işine gelmeyen yargı kararlarını eleştiriyordu.
- Özellikle, beni hedef alan suçlamalarda bulunuyor ve “Kontrgerilla” ismini,
uydurduğumu iddia edecek kadar ileri gidiyordu.
- Savlarım doğrultusunda, Erenköy’deki “MİT Sorgulama Bürosu”nda sorgulama
yapıldığını ve bu “İşkence Köşkü”nün Tümg. Memduh Ünlütürk tarafından yönetildiğini
kabul ediyordu.
Görüldüğü gibi, Türün’ün açıklaması bugün kadar gerek avukatların ve gerekse benim
verdiğim dilekçelerimizle öne sürülen tüm savlarımızı genellikle doğrulaması, buna karşın
Askeri savcıların iddianameleri ve mütalaaları ile çeliştiği için, bizim açımızdan önem
taşımakta idi.
Bu nedenle, 21 Mayıs 1974 günkü duruşmada yaptığım, “Soruşturmanın
Genişletilmesi” istemlerim arasında, Faik Türün’ün tanık olarak dinlenilmesini istedim.
(Duruşma Tutanağı Sahife No: 544, St. No: 47-52) de yer alan beyanlarını aşağıya
çıkarıyorum:
Eski Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün, 1974 yılı Şubat ayında bir gazetenin muhtelif
sayılarında yayınlanan beyanları ile bizim davanın başından beri Kontrgerilla ve orada tespit
edilen hazırlık ifadelerinin mahiyeti hakkındaki beyanlarımızı doğrulamıştır. Ancak bir
gazetede yayınlandığı için resmi hüviyeti yoktur. Huzura celbedilerek aynı beyanları tekrar
tespit edilirse Türkiye’de bir karanlık dönemin bütün safhaları gün ışığına çıkmış olacaktır.
Askeri Savcı Süleyman Takkeci, soruşturmanın genişletilmesi istemleriyle ilgili
mütalâasında: (Duruşma Tutanağı Sahife No: 554, St. No:12)
………. Bu itibarla geçmişte Sıkıyönetim Komutanlığı yapmış zata atıf suretiyle
Hürriyet Gazetesinde yer alan yazıların ne nisbette o zata ait olduğu ve ne nispette gerçekleri
aksettirdiği meçhulümüz olmakla beraber yukarıdaki kıstastan hareket edilerek dosya
münderecatı ile belli olabilecek ifadenin gerçekliği nispetini zaman ve mekan esasları ile ele
alıp kıymetlendirmeye çalışmanın fuzûli bir uğraşmanın çok tipik bir numunesi olacağına
işaret etmek isteriz
demekle yetinmiştir.
Mahkeme ise bu konuda; (Duruşma Tutanağı Sahife No:559, St. No: 11,12), (Duruşma
Tutanağı Sahife No:563, St. No: 21,22)
“Hürriyet Gazetesinin 7, 8, 9, 10, 13 Şubat 1974 günü nüshalarından birer adedinin
celbine” karar vermiştir.
Kuşkusuz mahkemeniz, Türün’ün Hazırlık Soruşturması’nı hukuken geçersiz duruma
düşüren bu açıklamalarını değerlendirecektir.
Faik Türün’ün açıklamalarında beni ilgilendiren konuları, 18 Temmuz 1974 günü
mahkemeye verdiğimiz bir dosya ile yanıtladım. Özellikle, “Kontrgerilla” deyiminin iddia
ettiği gibi, tarafımdan uydurulmadığını, Kontrgerilla’nın Amerikan Gayri Nizami Savaş
yöntemi olduğunu, FM 31-16 “Counter Guerilla Operations” (Kontrgerilla Harekâtları) adlı
Amerikan Sahra Talimnamesi’nin kapağının fotokopisini de mahkemeye sunarak kanıtladım.
Bu durumda, Faik türün ya gerçeği gizliyordu, ya da mesleği ile ilgili konularda bile kültürü
yeterli değildi.
Bu nitelikte bir komutanın hiyerarşisi içinde, tüm yazgısını ona bağlamış Askeri Savcı
Nevzat Çizmeci ve Süleyman Takkeci’den hukuka uygun bir davranış beklemek elbetteki
hayaldi. Biz, hiçbir zaman kendimizi hayale kaptırmaksızın, adalet, hak ve hukuk dışı
davranışlarının, hiç olmazsa tarih önünde saptanılması için, sürekli çaba içinde bulunduk.
Soruşturmanın Geliştirilmesi Evresi
Yasadışı örgütler tarafından, yasadışı soruşturma yöntemleri ile ve işkence ile yürütülen
bir Hazırlık Soruşturması ile oluşturulmuş Bomba Davası’nın niteliğini saptamak için,
Soruşturmanın Genişletilmesi Evresi’nde istemlerde bulunduk.
Bu istemler arasında; Faik Türün’ün tanık olarak dinlenilmesi ile “İşkence
Savları”mızdaki haklılığımızı göstermek için, ilgili kişilerin girişimlerini düzmece rapor
düzenlemeye kadar götürdüklerinin saptanması da bulunuyordu.
Sayın avukatlarımın, 11 Haziran 1974 günü verdikleri “Soruşturmanın Genişletilmesi”
istemlerimizi içeren dilekçede; iddia makamının savlarına karşın, Dava Dosyası’ndaki MİT
yazısından ve Faik Türün açıklamalarından MİT’in Erenköy’deki Sorgulama Bürosu’nda
sorgulandığım ortaya çıkmış olmasına karşın, gerçeğin daha da aydınlığa çıkarılması için; 8
Haziran 1973 tarihli dilekçemdeki “Erenköy’deki köşkte verdiğim plâna göre tatbikat
yapılmasını ve Emniyet Müdürlüğü’nde sorgulanmadığımın tanığı olan, Em. Kur. Alb. Faruk
Ateşdağlı’nın dinlenilmesini” ve “İşkence İddiaları”nı kurtarmak için, 12 Haziran 1973 günkü
duruşmada dosyaya konulan, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın, 11/6/1973 ve AD.MÜŞ.
1973/3810-105 sayılı yazısına, ekli benimle ilgili raporun, düzmece olduğunun saptanması
için bazı tespitler yapılması isteminde bulundular (Duruşma Tutanağı Sahife No:549).
Askeri Savcı Süleyman Takkeci istemlerimize karşı verdiği mütalaada: (Duruşma
Tutanağı Sahife No:554, St. No: 6-12, 19-22)
………. Talat Turhan’ın sorgulandığı yerin tahkiki ve keşif yapılması istenmektedir.
Bizce bu davada bu konu ile ilgili olmak üzere önemli olan husus, sanığın ifadesinin nerede
ve nasıl alındığının tespitinden ziyade gerek emniyet, gerek askeri savcılık ve gerekse
tutuklama için çıkarıldığı askeri mahkeme önünde verdiği ifade muhtevalarının doğrultusunun
ve gerçeğe intikal hususunun tayin ve tespiti olmak gerekir….. Bu itibarla da Erenköy’de bir
köşkte keşif yapılmasına ve bu köşkte Talat Turhan’ın gözaltında tutulduğuna dair şahit
dinlenmesine dair talebe, maruzatımız itibariyle dava ile ilgisi bulunmayan ve davaya çözüm
getirmeyecek hususlar olarak karşıyız.
Askeri Savcı Süleyman Takkeci’nin mütalaasından kesinlikle anlaşılacağı gibi,
iddianamelerin temelini ve Hazırlık soruşturmasının kaynağını teşkil eden ifadelerin “Nerede
ve nasıl alındığını tespit”le ilgili değildir. Çünkü: Bu gerçek saptanılınca, “Hukuk Devleti”
ilkesinin temeline dinamit koyanlarla, kendi suçluluğu saptanılacak ve sanıklarla yer
değiştirmesi gerekecektir.
Nitekim, Esas Hakkındaki Mütalaası’nın, 16. sahifesinde Milli İstihbarat Teşkilâtına ait
binanın varlığını kabul ettikten sonra, kendisini sorumluluktan kurtarmak için “Askeri
Savcılık malumatı dışında ve nezarette tutulma yerlerinin azlığı sebebine mebni sanıkların bir
kısmının böyle bir binada gözaltına tutulmuş olmaları da mümkün olabilir” denilmektedir.
Birkaç senelik bir uğraştan sonra, Askeri Savcı Süleyman Takkeci’ye bir gerçeği kabul
ettirmiş olmayı, başarı sayarız. Çünkü; gerek Çizmeci ve gerekse kendisi ifadelerin, Emniyet
Müdürlüğünde alındığını iddia ettiklerine göre, bu çelişkili durumun mahkemece saptanması
davayı temelinden çökertecek bir nitelik taşıdığı kanısındayız.
Askeri Savcı Süleyman Takkeci; “İşkence savlarımız”ı karartmak için Düzmece Rapor
düzenlendiği konusundaki savlarımızın saptanmasına ilişkin istemimize karşı verdiği yanıtta
ise:
Duruşma Tutanağı Sahife No:554, St. No:23-26
………dava işkence davası olmadığı, müdafi avukatın lâyihasında belirtildiği üzere bu
konudaki iddialar, davanın bidayet safhasında ait olduğu celselerde hal ve fasl edildiğine göre
sahteliği de iddia edilmiş bir rapor münderecatının tekrar kıymetlendirilmesine ilişkin olarak
(Duruşma Tutanağı Sahife No:544, St. No: 27-30) rapor, vizite defteri ve benzeri evrak ve
kayıtların celbi yolundaki talepler de kanuni icaplardan mahrum görülmektedir.
demektedir.
Askeri Savcı Süleyman Takkeci’nin bu mütalaası onun “Kanuni icaplar” şöyle dursun,
Dava Dosyası’nı bile değerlendirecek nitelikte bulunmadığını kesinlikle ortaya koymuştur.
Örneğin:
“Raporun sahteliğinin iddia edilmediğini” beyan ediyor. Oysa anılan raporun düzmece
olduğunu 13 Haziran 1973 günlü duruşmada iddia etmiş bulunuyorum: (Duruşma Tutanağı
Sahife No:31)
Dünkü oturumda benim hakkımda tanzim edildiği bildirilen 20.9.1972 tarihli bir
rapordan bahsedildi ve bu raporda ben gözaltına alındıktan 50 gün sonra benim prangaya
vurulmadığım nasıl tespit edilmiş anlayamadım…. Rapor hakikata uygun değildir.
Görüldüğü gibi Rapor Sahteliği’ni iddia etmiş bulunuyorum. Askeri Savcı Süleyman
Takkeci “İddianın davanın başlangıcında hal edildiğini” beyan etmekle de gerçeği ifade
etmemektedir. Çünkü, bu konuda, mahkemede 16 Haziran 1973 günkü duruşmada aldığı
kararda: (Duruşma Tutanağı Sahife No:38)
Bu konu ile ilgili (Rapor Sahteliği) Talat Turhan talepleri ile delillerin ikamesi veya
soruşturmanın genişletilmesi safhalarında dikkate alınmasına
denilmektedir.
Mahkemenin bu kararı doğrultusunda, 6 Mayıs 1974 günkü duruşmada, yeniden “Rapor
Sahteliği” savında bulundum: (Duruşma Tutanağı Sahife No:541, St. No:38-42)
…… Bir de hakkımda Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 11.6.1973 tarih, 70/3810-105 sayılı
yazısına ekli olarak gönderilen rapordan bahsetmek isterim. Bu rapor sahtedir. Esasen bu
hususu mahkemenizde ileri sürmüş isem de heyetiniz bu hususu delillerin tetkiki veya
soruşturmanın genişletilmesi safhalarında dikkate almak üzere işleme koymamıştır.
Askeri Savcı Süleyman Takkeci aynı gün duruşmada verdiği yanıtta ise: (Duruşma
Tutanağı Sahife No:542, St. No: 34-38) (Askeri Savcı)
…….yazılı deliller muhtevasında bulunduğuna işaret ettiğimiz resmi makamlarca
tanzim edilmiş muhtelif belgeler ve raporlar, kanunlarımızın, muhtevaları itibariyle
kendilerine doğruluk izafe eylediği belgeler ve raporlardan maduttur. Aksi sabit oluncaya
kadar muteber ve saiktendirler. Bunların aksi sabit olmadığına göre, ihticaca sahih nitelikte
bulundukları bir gerçektir.
demektedir. (Duruşma Tutanağı Sahife No:542, St. No: 38-39 devam)
Askeri savcının bu mütalaasına da yanıt vererek Rapor Sahteliği Sav’ımı yineledim.
(Duruşma Tutanağı Sahife No:543)
Görüldüğü gibi, Askeri Savcı, 6 Mayıs 1974 günkü duruşmada yinelediğimiz savımızı,
bir buçuk ay sonraki duruşmada (28 Haziran 1974) unutmuş görünerek, “İddianın hal fasl
edildiğini” ifade edebilecek kadar sorumsuzluk ve ilgisizlik içinde, gizli örgütlerin
senaryolarına hukukilik kazandırmaktan öte bir çaba göstermemekte direnmiştir. “İşkence
Savlarımızın” ispatlanması amacı ile Soruşturmanın Genişletilmesi istemlerimiz hakkında,
mahkemeniz, Hürriyet Gazetesi’nin Faik Türün’ün açıklamalarını içeren sayılarından birer
tanesini mahkemece alıkonulmak üzere getirtme dışında herhangi bir karar alınmasına gerek
görmedi. (Duruşma Tutanağı Sahife No:557, 558, 563, 570)
Yasadışı Örgütler’de, yasadışı yöntemlerle sorgulandığımı kanıtlamak veya en azından
644 sayılı yasa gereğince soruşturma yetkisi bulunmayan, Milli İstihbarat Teşkilâtı tarafından
sorgulandığımın saptanması için Em. Kur.Alb. Faruk Ateşdağlı’nın, Beşiktaş Üçüncü
Noterliği’nce alınan; 16.7.1974 tarih ve 20665 sayılı ifadesini ve 28 Mayıs 1973 tarihli yazılı
sorgumun, gördüğüm işkenceyi açıklayan 1. bölümünü, 15 Ekim 1974 günlü duruşmada, bir
dilekçe ile mahkeme vermek istedim. (Duruşma Tutanağı Sahife No:576) Mahkeme dosyanın
savunma sırasında verilmesini istedi. (Duruşma Tutanağı Sahife No:576)
Savunma Avukatı Hidayet Ilgar söz alarak, “İfade ve dosyanın alınması gerektiğini,
belki mahkeme başkaca tevsi tahkikat yapılması için kararlar” alabileceğini bildirerek dosyayı
mahkemeye verdi. (Duruşma Tutanağı Sahife No:576) Sonuçta Askeri Savcı, ifadenin
dosyaya konulmasına karşı çıkmış (Duruşma Tutanağı Sahife No:577) ve mahkeme aldığı
kararla dosyayı iade etmiştir (Duruşma Tutanağı Sahife No:578).
Oysa, savunmamla, mahkemeye sunduğum, noter kanalı ile alınmış Em. Kur. Alb.
Faruk Ateşdağlı ifadesinde, MİT’te sorgulandığımı kanıtlamak için, iki önemli tanık ismi
verilmekte ve bu kişilerin de MİT’te sorgulandığımı bildikleri açıklanmaktadır.
Adı geçen kişilerden biri zamanın Emniyet Müdürü Nihat Aslantürk, diğeri ise,
Garnizon Komutanı Korg. Fikret Köknar’dır.
Bilindiği gibi, 8 Haziran 1973 günkü dilekçemde; (2. Klasör, EK-18) ben de, Emniyet
Müdürlüğünde sorgulandığımın saptanması için, Nihat Aslantürk’ün tanık olarak
dinlenilmesini istemiştim.
Özet
1. Buraya kadar yaptığım açıklamadan kesinlikle görüleceği gibi yasadışı örgütlerce,
yasadışı yöntemlerle sorgulandığımın saptanması için; gerek avukatlarım gerekse tarafımdan
yapılan başvuruların hiç biri kabul edilmemiş ve soruşturma konusu yapılmamıştır.
2. Dava Dosyası 2. Klasör, Dizi Sıra No: 314-315’teki bulunan MİT yazısı benim ve
benimle ilişkili gösterilen sanıkların MİT’te sorgulandığını kesinlikle göstermektedir.
3. 644 sayılı yasaya göre MİT soruşturma yapamayacağına göre, “Bomba Davası”nın
Hazırlık Soruşturması, yasalara bağlı olmayan bir tutumla yürütülmüştür.
4. Yasadışı bir soruşturma yürüten ve bu soruşturmaya dayanarak bu davayı açanların
sorumluluğu görmezlikten gelinmiştir. Adaletin gerçekleşmesi için, ilk önce bu suçluluğun
boyutlarının saptanmasında zorunluluk vardır. Çünkü: MİT emriyle kişilerin tutuklandığı bir
düzende, hak, hukuk, adaletten söz etmek olanaksızdır.
Nitekim; Madanoğlu Davası’nın “Gerekçeli Hüküm”ünde;
Zira 644 sayılı kanun ile kurulan Milli İstihbarat Teşkilatı’nın görevlerinin kanunun, 3.
maddesinde teker teker sayılmış olup, ayrıca adli bir görevi de ifade edeceğine dair herhangi
bir hüküm mevcut bulunmamaktadır.
Bu itibarla suç işleyen kişiler hakkında ihbar üzerine veya res’en hangi makam veya
kişilerin kanuni takibat yapmaya yetkili ve görevli oldukları kanunlarında belirtildiğinden ve
MİT Teşkilatı tarafından yapılan takibatın kanuni takibat olarak kabulüne imkan
bulunmadığından...
şeklinde eleştirilmiş ve Askeri Yargıtay 2. Dairesi 1977/44 Esas, 1974/54 karar sayı
ilâmında; MİT’in aldığı ifadeyi geçerli saymamıştır.
Askeri Savcı Nevzat Çizmeci ve Hazırlık Soruşturması
Bomba Davası’nın, 12 Mart’tan kısa zaman sonra iktidara egemen olan bir sağ cuntanın,
ilk plânda önlerinde engel olarak gördükleri, Gürler, Batur, Kayacan’ı yargılatarak saf dışı
bırakıp ve sonuçta toplu kırımlara kadar varan, büyük çapta bir Temizlik Harekâtını
gerçekleştirerek, Faşist Bir Düzen kurma amacı ile Kontrgerilla Örgütü’nce senarize
edildiğini daha önce açıklamıştım.
Tertipçilerin plânı, kanımızca aşağıda bir kaçı sayılan nedenle gerçekleşemedi;
- Gürler’in zorla Gn. Kur. Bşk.lığına oturması ve Cumhurbaşkanı seçilmesine kadar
geçen dönemde, Gizli güç ve örgütlerin bir ölçüde geri çekilmesi,
- Aynı dönemde, gerek iç ve gerekse dış demokratik güçlerin etkinliğinin artması.
- Sn. Fakri Korutürk’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi.
- 14 Ekim 1973 seçimlerinin, CHP’nin “Düzen Değişikliği” programının kamu oyunca
onandığını göstermesi.
Bu ölçüde büyük çaplı bir politik oyunun kaldıracı olmak üzere, kullanılması tasarlanan
bu davada, Askeri Savcı Nevzat Çizmeci, politik etkenlerin de zorlaması ile hukukla
bağdaşmayan bir tutum izlemiştir. Çizmeci’nin bu tavrı kaba kuvvete dönüşmüş, Türün
hiyerarşisinin gücüne dayalı olarak 14 Ekim 1973 seçimlerine kadar sürmüştür.
Seçim sonuçlarının alındığı ilk duruşmada (18 Ekim 1973-40. duruşma) “Emniyet
beyanlarına tam anlamı ile doğru olduğu şeklinde kendimizi angaje etmek istemeyiz” demek
gereğini duymuş ve iddia makamını terk etmiştir. Oysa, aynı Çizmeci, 2 Ekim 1973 günlü
duruşmada, kendisini yeniden çekilmeye çağırdığımızda “Şerefle görev yaptığını ve görevine
devam edeceğini” söylüyordu. (Duruşma Tutanağı Sahife No:273)
Bu açıklamasından 16 gün sonra da, devam edeceğini söylediği görevinden ayrılmayı
kendi kişisel çıkarları açısından daha uygun buluyordu. Çünkü, 14 Ekim 1973 seçimleri onu,
daha da güç durumda bırakmıştı.
Hukuk ve Politika kavramları bir araya gelince, bu tip çelişkilerin ortaya çıkması
doğaldır.
Bomba Davası’nın oluşturulmasında, ilk gözaltına alınmaların Mayıs 1972’de, son
gözaltına alınanların ise, Haziran 1973’e kadar uzanan ve politik duruma bütünüyle bağlı bir
anlayışla yönlendirildiğini daha önce açıklamıştım. Bu arada, Askeri Savcı Nevzat Çizmeci,
özellikle davanın temelini oluşturduğu dönemde, ne olur olmaz diye ifade almaktan
kaçındığını da özellikle belirtmek isterim.
Oysa: 353 sayılı yasa, Madde: 83 “Sanığın evvelce ifadesi alınmış olsa bile, ağır cezalı
işlerde askeri savcı tarafından herhalde sorguya çekilir” hükmünü getirmektedir.
Bu hükme karşın, askeri savcının başlangıçta, yalnız Emniyet ifadelerini doğrulatmakla
yetinmesinin nedeni üzerinde durulmalıdır.
Dava dosyasında, benimle ilgili gösterilen sanıklardan da somut örnek vermek
gerekirse;
Turhan Önalan, Mümtaz Aktaş, Salim Yavuz, Fevzi Özkaya ve Ersin Ertekin’in 353
sayılı yasanın 83. maddesine uygun Askeri Savcılık ifadesi yoktur. Bu kişilerin Askeri
Savcılık ifadeleri; Emniyet veya Kontrgerilla ifadelerinin doğrulanmasından ibarettir. Bu
durumu ile de hukuken geçersizdir.
Bunun yanında, benimle ilgili birçok suçlamaların kaynağını teşkil eden Dosya No:
1761/1-26’daki ifade, bir başka açıdan da geçersizdir. Çünkü; ifade sahibi, gözaltına alındığı
tarihte yüzbaşıdır. Yüzbaşı rütbesinde bir kişinin sorgulanmak üzere Emniyete teslim
edilmesi, 12 Mart’a kadar görülmüş bir olay değildir.
Doğrudan doğruya Türk Silahlı Kuvvetleri’nin şeref ve haysiyetini ilgilendiren böyle bir
konuda da Askeri Savcı Nevzat Çizmeci’yi büyük bir umursamazlık içinde görüyoruz.
Duruşma tutanağı Sahife No: 271’de yer alan mütalaasında:
Zira muvazzaf bir subayın askeri görevliler dışında polis yetkililerince ifadesinin
alınmasının iç hizmet kanunu esasları ile bağdaşması bile, usule müteallik kanuna aykırılığı
ifade zaptı münderecatını hükümsüz kılmaya yetmeyeceği açıktır.
Çizmeci, yasalara aykırı olarak bir muvazzaf subayın polise teslim edildiğini, açıkça
itiraf etmekte, bu konudaki sorumluluğunu görmemezlikten gelmektedir.
Mahkemenizin, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tüm rütbeli kişilerinin yasal haklarına
saldırıyı hoş gören, Çizmeci’nin bu anlayışını ve F.Ö.’nün Emniyet ifadesinin, hukuken
geçersizliğini değerlendireceğine de inanıyorum.
Eğer, As. Savcı Nevzat Çizmeci’nin anlayışı benimsenirse, muvazzaf subaylar, poliste
sorgulanmaya hazır olmalıdırlar. Poliste sorgulanmanın ne demek olduğunu ise, ancak o
deneyden geçenler bilir…
Somut bir iki patlama olayı bahane edilerek, Bomba Davası niteliği değiştirilip ve
kapsamı genişletilirken; bir yandan da, Mayıs 1972 ve Haziran 1972 ayında alınan, Emniyet
ifadelerinde; Temmuz 1972’de gözaltına alınması önceden planlanan kişiler suçlandırılmıştır.
Bilindiği gibi bu kişilerden biri de benim. Klasör 2, Dizi Sıra No: 314-315’teki MİT
yazısında görüldüğü gibi, gözaltına alınmadan önce, (3/4 Temmuz 1972’de gözaltına alındım)
1/7/1972 tarihinde yasalara göre sorgulama hakkı ile bulunmayan, Milli İstihbarat
Teşkilatı’nın emrine tutuklanmam istenmiştir.
Bu yazı karşısında, daha önce gözaltına alınan kişilerin, sürekli olarak Emniyet I. Şube
Md. Şükrü Balcı ve Tümg. Memduh Ünlütürk tarafından beni suçlamaya zorlanmalarındaki
neden, daha iyi anlaşılmaktadır.
Gerçekte, Kontrgerilla Gizli Örgütü, çeşitli nedenlerle mimlediği kişileri; Emniyet ve
Milli İstihbarat Teşkilatı’nı tertibine alet ederek kullanmak suretiyle davayı oluşturmuştur.
Önemli olan, Tutuklama yetkisi olmayan bir organın emriyle tutuklanmış olmam ve
Askeri Savcı Nevzat Çizmeci’nin “Hukuk Devleti” ilkesini yıkmaya yönelik bu anlayışa karşı
çıkmak şöyle dursun, uygulama içinde eylemli olarak görev almasıdır.
Mayıs, Haziran 1972 tarihli ifadeleri davayı oluşturmak için yeterli gören Askeri Savcı
Nevzat Çizmeci, 1972 Temmuz ayından itibaren, 353 sayılı yasanın 83. Maddesine hiç
olmazsa, şeklen uygun ifade almaya başlamış ve Emniyet ve Kontrgerilla ifadelerini
doğrulamaktan vazgeçmiştir.
Nitekim, MİT yazısı ile Temmuz 1972’de tutuklanan kişilerle bu kişilerden daha
sonraki dönemde tutuklanan diğer kişilerin Askeri Savcılık ifadelerini şeklen de olsa, 353
sayılı yasanın, 83. maddesine uydurmuştur.
Esas iddianamesinin 2. sahifesinde, sanıkların Emniyet ve Kontrgerilla ifadelerinde yer
alan ve sanıkların birbirlerini karşılıklı suçlamalarından başka delile sahip bulunmadığını
kabul eden Askeri Savcı Çizmeci, 18 Ekim 1973 tarihli duruşmada; “Emniyet ifadelerine
angaje olmak istemeyiz” demek suretiyle davasının dayanaklarını, kendi eliyle çökertmiştir.
Askeri Savcı Süleyman Takkeci ise, son soruşturma evresinin savları kararttığını açıkladığı
halde, (Bu beyan 5 Kasım 1974 tarihli duruşmada yapılmış ve fakat duruşma tutanağına
geçmemiştir) Esas Hakkındaki Mütalaasında, Emniyet ve Kontrgerilla ifadelerindeki
suçlamaları, bazı hallerde daha da abartarak iddianamelerdeki savları yinelemiştir.
Böyle bir anlayışla açılan ve yürütülmek istenen “Bomba Davası”nın hazırlık
soruşturması döneminde, Askeri Savcı Nevzat Çizmeci’nin, geniş kapsamlı bir soruşturma
isteminde bulunduğunu görüyoruz. Dosya Sıra No: 834/23-5’te yer alan, İstanbul Sıkıyönetim
Komutanlığı Askeri Savcılığı’nın, 22 Aralık 1972 gün ve 1972/354 NÇ sayılı bu yazısı
üzerinde dikkatle durulmalıdır.
Anılan yazıda, Askeri Savcı genellikle bir kişinin, Emniyet veya Kontrgerilla
ifadelerindeki suçlamalara dayanarak, yüzlerce kişi hakkında soruşturma açılmasını,
Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan istemiştir.
Askeri Savcı, tarafsız tutumunu belirtmek için, daha sonraki bir tarihte bu yazısından
söz etme gereğini duymuştur. Oysa ki, 353 sayılı yasanın 95. maddesi uyarınca “Ağır cezalı
veya gecikmesinde sakınca umulan hallerde, Askeri Savcılar derhal soruşturmaya
başlamakla” yükümlüdür.
Bu sorumluluk görülmemezlikten gelinerek, sadece istemde bulunan Çizmeci, yetki ve
iradesini Sıkıyönetim Komutanına bağlamayı yeğlemiştir. Onun yasalara uymayan tutumunun
nedenlerini sanırım yeterince belirtmiş bulunuyorum.
Örneğin, sözü edilen yazıda, bir kişinin Kontrgerilla ifadesine dayanılarak, “Bomba
eylemlerinin CHP’ye dayalı bir hareket olmasına çalışıldığı” hakkındaki açıklama, Bomba
Davası’nın CHP’ye kadar uzatılması tasarlanan bir tertibin başlangıcı olarak sayılabilir.
Duruşma Tutanağı Sahife: 55, 56 ve 57’de yer alan beyanlarımla, Askeri savcılığın
soruşturma istemi konusundaki bu yazısı eleştirilmiştir. Özellikle bugün, Org. Muhsin Batur
ve Ora. Kemal Kayacan’ın sanık ilan edilmesi karşısında, öngörüm doğrulanmış
bulunmaktadır.
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı, 29/12/1972 gün ve AD. MÜŞ. 1972/5205 sayılı emri
ile bu yazıya karşılık vermiş ve Bomba olaylarına “bilfiil katılmış ve suç işlediklerine
muhakkak nazarı ile bakılması gerekebilecek sanıkların delillerle birlikte” bildirilmesini
istemiştir.
Bu kesin direktife karşın, bugün Esas hakkında mütalaada bana bağlı olarak gösterilen
ve fakat “Devrimci şiddet hareketleri içinde bulunmadıkları” kabul edilen kişiler
tutuklanmıştır. Örneğin; Salih Zeki Yılmaz bu kişilerden biridir. Ne bu yazının yazıldığı
tarihte ne de daha sonraki dönemde, Salih Zeki Yılmaz’ın “Bomba Olayları”na fiilen
katıldığına dair bir delil bulunmadığı halde, Askeri Savcı Selahattin Fırat, Sıkıyönetim
Komutanlığı’nın emrini gözardı ederek S.Z. Yılmaz’ın tutuklanmasını istemiştir.
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı, Askeri Savcılığı’nın yazısını, 22/1/1973 gün ve AD.
MÜŞ. 1973/105 sayılı emri ile onamıştır. Komutanlık bu onamayı yaparken, Askeri Savcı
Selahattin Fırat’ın isteminin, Ek’teki emrine uygun olup olmadığını da incelemek gereğini
duymamıştır. Bilindiği gibi, bu emre göre sadece “Bomba olaylarına bilfiil katılmış ve suç
işlediklerine kesin kanaat getirilmiş”, kişilerin tutuklanması istenilebilecekti.
Yetkili ve sorumlu kişilerin, görünüşte tutuklamalara şekli bir hukukilik kazandırmak
amacı ile dava dosyasına konulmuş bu yazışmalara dahi, uygulamada bağlı kalınmamıştır.
Örneğin Ek’teki Sıkıyönetim Komutanlığı tutuklama isteminin tarihi 22 Ocak 1973’tür.
Doğal olarak, hakkında tutuklama kararı alınmış kimselerin, derhal gözaltına alınmaları
gerekirdi. Nitekim, bu emre göre aynı gün (22 Ocak 1973) Eyüp Eğrioğlu gözaltına alındığı
halde, aynı listede bulunan Salih Zeki Yılmaz, Osman Deniz, Hasan Yalçınkaya, Saim
Deliismailoğlu, Mehmet Çınar, aradan 4 ay geçtikten sonra, Mayıs 1973 tarihinde gözaltına
alınmışlardır.
Çünkü; daha önce ayrıntıları ile ST 31-15, “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât”
adlı Sahra Talimnamesi ve “Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri” (Davit Galula) adlı
yapıtlardan kaynaklanarak açıkladığım gibi, bir “Temizlik Harekâtı”nda, kişilerin tutuklanma
ve serbest bırakılması, harekâtı yöneten güçlerin taktirinde bulunması ilke olarak
benimsenmiş bulunmaktadır.” “Hukuk Devleti” ilkesi ile bağdaştırılması mümkün olmayan
bu anlayışı, yargı organlarına benimsetmek üzere, 12 Mart’tan sonra özellikle, Sıkıyönetim
Mahkemelerini bağımlı kılmak girişimleri yoğunlaştırılmıştır.
“Bomba Davası”, “Tutuklanma Politikası” da gizli örgütler ve güçler tarafından
saptandığı için, 22 Ocak 1973 tarihinde haklarında tutuklama isteminde bulunulan kişiler,
politik yeğleme sonucu, ancak Mayıs 1973’te gözaltına alınabilmiştir.
Aslında bugün, Esas Hakkında Mütalâada “Bomba Davası”nın, Org. Faruk Gürler ve
çevresini temizlemek için düzenlendiği kesinlikle görünmüş olması, davanın politik bir tertip
yönünü tümü ile sergilemiş olacaktır. Oysa, Türün ve ekibi ile yakın ilişki içinde bulundukları
anlaşılan Askeri Savcı Selahattin Fırat ve Nevzat Çizmeci, Gürler’in K.K.K. olduğu dönemde
emekli edilerek gözaltına alınması önceden kararlaştırıldığı için; 5 Ağustos 1972’de aldıkları
Dosya Sıra No: 404/1-7’deki ifade ile Gürler-Batur-Kayacan’ı suçlatmışlar ve bu durumun
farkına varılmaması için de dava dosyasını sanık avukatlarına göstermemekte direnmişlerdir.
Bazı sanıklar için tutuklama emri verilen 22 Ocak 1973’te Gürler, Gn. Kur. Bşk. Batur ve
Kayacan Kuvvet Komutanı oldukları için, gözaltına alınmalar politik duruma uyarlı olarak
düzenlenmiştir, Gürler, Cumhurbaşkanı seçilemeyince tertibe devam için, Mayıs 1973’te
yeniden gözaltına alınan kişilerin ifadeleri ile Gürler-Batur-Kayacan suçlatılmış ve fakat,
yalnız Gürler, Ek iddianame ile Cunta Başı ilân edilmiştir. Daha sonraki girişimlerinden,
davayı düzenleyenler sonuç alamayınca (örneğin Gn. Celil Gürkan’ın gözaltına alındıktan
sonra serbest bırakılması) sanık ilân edilenler davaya getirilememiştir.
Bu konudaki kanılarımızın yeni olmadığını da, özellikle belirtmek isterim. Örneğin, 16
Haziran 1973 günkü duruşmada bu kanımı şu şekilde belirtmiştim: (Duruşma Tutanağı Sahife
No:57)
Gerçekte sayın savcı, Dosya 834’teki yazısı ile yüzlerce büyük baş istiyor. Ama siyasal
durum içinde denge hesapları müsade etmediği için soruşturma bazen iki adım ileri bir adım
geri, bazen bir adım ileri iki adım geri yürütülüyor. Savcının saklamak istediği gerçek budur.
Ama biz biliyoruz ki Faruk Gürler Cumhurbaşkanı olsa idi bu dava açılmayacaktı………..
Türk Adaleti bir kısım insanların ihtiras aleti olmaktan münezzehtir. Dimdik ayakta
duruyorum. Namusu, şerefi, ahlakı, erdemi temsil ediyorum. Tertipçilerin maskesi mutlaka bir
gün düşecektir.
“Bomba Davası”nın politik bir tertibe dayandığını, dava başladığından bu yana
mahkemeye verdiğim birçok dosya ve dilekçelerimde de ısrarla belirtmek istedim. Çünkü
yargılamanın sağladığı bu gerçeğin saptanmasına sıkı sıkıya bağlı bulunmaktadır. Tertibin
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Yüksek Komutanlarına yöneltilmiş olması sorunu daha da önemli
hale getirmiş olmasına karşı ilgililer bu gerçeği görmemekte direnmişlerdir.
Oysa, gizli örgütler kurarak ve idarenin tüm organları içinde şebekelenmek suretiyle
tertipler düzenleyenler, yarın benzerlerini, başka kişiler ve örgütler üzerinde kolaylıkla
düzenleyebilirler.
Gerçekte 1960’lardan sonra kurulan, “Silâhlı Kuvvetler Birliği” örgütü, 1961
seçimlerinden sonraki dönemde dağılmış gibi görünürse de, 22 Şubat, 21 Mayıs ve 12 Mart
olayları içinde bu örgütte görev almış kişilerin önemli etkinliği bulunmaktadır. Örneğin; 12
Mart Muhtırası’na imza koyan, Gürler ve Batur Silâhlı Kuvvetler Birliği örgütünün eski
üyeleri oldukları için, bugün yargılatılmak istenmektedir.
Bu örgütün kalıntılarına bile katlanamayan karşı devrimci ve işbirlikçi güçlerin kini, dış
kaynaklardan beslenen, “İhtilâlciyi Temizlemek” anlayışı ile de birleşince, davanın tertipten
oluşturulması kolaylaşmıştır. Kuşkusuz bu çatışmanın kökleri derinlere kadar uzanan
nedenleri de bulunmaktadır. Silâhlı Kuvvetler Birliği örgütü, başlangıçta, Milli Birlik
Komitesi’nin sözünü gerçekleştirmek ve seçimleri zamanında yaptırarak demokrasiyi
yaşatmak için kurulmasına karşın, 15 Ekim 1961 seçimlerinden sonra, sandıktan “Karşı
Devrimciler”in çıktığını şaşkınlıkla görmüş ve bu oluşumu önlemek için de İstanbul ve
Ankara grupları olarak müdahale kararı almıştı. İstanbul’un aldığı karar 21 Ekim 1961
protokolü olarak yayınlandığı halde Ankara’da Mürted’de imzalanan protokol yayınlanmış
değildir. Sonuçta alınan müdahale kararları “Çankaya Protokolü” ile politikacılar ile askerler
arasında pazarlık konusu yapılarak Meclis açılabilmişti. Bu pazarlık, bir gazetede 1967
senesinde yazdığım bir yazı ile eleştirilmiştir. (Aynı yazımı daha sonra bir kitaba da alınarak
yayınlanmıştır. (Duruşma Tutanağı Sahife No:16’da da aynı konuya yer verilmiştir.)
Silâhlı Kuvvetler Birliği örgütünün lideri Cevdet Sunay olduğu evrede, ben de aynı
örgütün, Ankara Grubu’nun bir üyesi idim. O tarihte Eskişehir’de üs komutanı olan Muhsin
Batur ile Akademi Komutanı olan Faruk Gürler de örgütün üyeleri arasında idiler. Aynı örgüt
üyeleri olmamıza karşın ne Gürler ile ne de Batur ile bugüne kadar karşılıklı herhangi bir
görüşme yapmış değiliz. Bu hususun saptanması ve davaya ışık tutabilecek bazı gerçeklerin
öğrenilebilmesi için, anılan kişilerin tanık olarak dinlenilmelerini istemiştim.
Çizmeci ve Takkeci’nin, 353 sayılı yasanın 96. maddesindeki: “Sanık suçunu itiraf etse
bile, öz vakanın soruşturulması gerekir. Askeri Savcı yalnız sanığın aleyhinde olan hususları
değil, lehinde olan cihetleri de arar” yasal yükümlülüğüne uygun herhangi bir girişim Dava
Dosyası’nda bulunmamaktadır.
Hazırlık soruşturmasının tümüne etken olan bu anlayışı Askeri Savcı Süleyman
Takkeci’nin Esas Hakkındaki Mütalaası’nda da görmekteyiz.
Türk yakın tarihindeki olaylar hakkında yeterli bilgisi olmadığı anlaşılan Askeri Savcı
Süleyman Takkeci, gizli örgüt savını kanıtlamak için benim duruşmada yer alan, 1961
Çankaya Protokolü ile sonuçlanan dönemdeki, Gürler-Batur’la birlikte Silâhlı Kuvvetler
Birliği üyesi bulunduğum şeklindeki açıklamalarımı, on yıldan daha fazla ileri götürerek
yorumlayabilmiştir. Takkeci; hem Sunay-Tağmaç ve hem de Gürler-Batur grubunu; fakat her
iki grup da birbiri ile uğraşmaktan başka bir şey yapamaz. İhtilâl yapmak yürek ister. İşte iki
grubun birbiriyle sürtüşmesi ve mücadelesi sonucu bizler burada piyon olarak ezdirilmek
isteniyoruz” Duruşma Tutanağı Sahife No:15 (8 Haziran 1973) cümlesi ile eleştirdiğimi
görmemezlikten gelip hiçbir zaman “öz olayı aramak” gereğini duymuyor. (Esas Hakkında
Mütalaa Sahife:236)
Gerçekte benim üzerimde bir takım çevrelerin sürdürdükleri kinin bir nedeni de, Silâhlı
Kuvvetler Birliği’nin eski bir üyesi bulunmamdır.
Sanırım tarihte hiçbir gizli örgüt, Silâhlı Kuvvetler Birliği Örgütü kadar hiyerarşiden
güç almamıştır. Örneğin, benim Ankara’da bu örgüte üye bulunduğum dönemde, Gizli Örgüt
lideri zamanın Gn. Kur. Bşk. Cevdet Sunay idi ve Ankara’da bulunan bütün generaller bir iki
ayrıcalığı ile bu örgütün üyesi idiler. Örgüte alınmayan generallerden biri, o zaman MSB’lığı
müsteşarı olan General Nüzhet Bulca idi. Nüzhet Bulca’ya Hv. Alb. Fevzi Arsın’la birlikte
yemin ettirerek örgüte kattım. Fakat o dönemde, K.K.K. Lojistik Başkanı olan, Faik Türün’e
hiçbir kimse güvenmediği için örgüte alınmamıştır. Türün bu konudaki kompleksini yıllarca
yüreğinde taşımış olmalı ki, Sıkıyönetim Komutanı olduğu dönemde Silâhlı Kuvvetler Birliği
eski üyelerini yargılatabilmek için, tertiplere girişmiş ve bu tertibi Bomba Davası adı ile
mahkemeniz önüne getirmeyi de başarmıştır.
Silâhlı Kuvvetler Birliği Örgütü’nün eski bir üyesi bulunmama karşın, gerçeklere
duyduğum saygıdan, bu örgütü de 1966 yılında yayınlanan bir kitapta eleştirmiş
bulunuyorum.
Silâhlı Kuvvetler Birliği Örgütü’ne, ilk önce 1961 seçimlerinden sonra iktidarı alacağını
umut eden İnönü karşı çıkmış ve örgütü parçalamak için, çeşitli girişimlerde bulunmuştur.
Örgütün, 21 Ekim 1961 Protokol’ü ile “Karşı devrimciye iktidarın verilmemesi” kararı,
Çankaya Protokolü pazarlığı ile önlenmiştir. Fakat bugün pazarlık konusu yapılan ödünlerin
tümü, politikacılar tarafından geri alınmasına karşın “Silâhlı Kuvvetlerin Karşı Devrimciye
iktidar verilmemesi” kararı bir karabasan gibi politikacıların tüm davranışlarına etken
olmuştur. Buna karşın, 12 Mart’tan önceki dönemde; “Karşı devrimciyi iktidarda tutmamak”
eğilimi, Türk Silâhlı Kuvvetleri içinde eyleme dönüşeceği sırada önlenmiş ve 12 Mart
Muhtırası verilmiştir.
Oysa, Amerikan Emperyalizmi, ilke olarak “Karşı devrimci iktidarları her çareye
başvurarak yaşatmayı” benimsemiş bulunduğu için, 12 Mart’tan sonra, bu kanatla daha yakın
bağlar kurmuştur. Bu ilişki sonucu gizli örgütler sahneye sürülmüş, devrimci güçlerle kıyasıya
bir ölüm kalım kavgasına girişilmiştir.
Bu girişimler sonucu, ilk önce Gürler-Batur’un, 12 Mart öncesi ve sonrası dönemlerdeki
güçleri azaltılmış, iktidara Sunay-Tağmaç ekibi ile bütünleşen karşı devrimci güçler egemen
olmuştur.
Egemen güçler, 1961 Anayasası’nın demokratik ve özgürlükçü içeriğini budamayı
başarıp sömürülerinin devamına olanak sağlayacaklarını sandıkları yasal bir düzen kurduktan
sonra, T. Slh. K.lerinin “Kurtuluş Savaşçılığı” niteliğinden gelen devrimci, radikal ve
reformist görüşlerin tümünü ve hatta İç Hizmet Kanununun 35. maddesine dayanılarak
yapılan müdahaleleri önlemek için, “Bomba Davası Provokasyon”unu tertiplemişlerdir. Baş
sanık ilan edilenler, davaya tanık olarak bile getirilemediğine göre, Bomba Davası’ndan
istenen sonuç bugün için alınmış değildir. 12 Mart’ta emekliye ayrılan subaylarla; Gürler,
Batur, Kayacan hakkında hâlâ, Esas Hakkında Mütalâa’da soruşturma istenmesinin amacı
budur.
Bu çapta, boyutları geniş tutulmuş bir provokasyonu tek başıma göğüslemek
durumunda bırakılmamın, tüm bilinci içinde bu tertibi açıklamaya çalışmayı bir görev
sayıyorum. Savunmamda bu anlayış içinde kaleme alınmıştır.
Silâhlı Kuvvetler Birliği
1975 yılı Ocak ayında, bir gazetede yayınlanan özellikle şahsımı hedef alan, “12 Mart
Olayı” adlı yazı dizisinde, “Silahlı Kuvvetler Birliği”nden söz edildiğini görüyoruz. Anılan
yazıyı gazeteye ulaştıran Gizli Eller’in, gerçekte bir yandan karşı devrimciliği övmek, öte
yandan da, T. Slh. K.leri içinde yer alan 12 Mart Muhtırası’nı mahkum etmek amacını
güttüğünü belirtmek isterim.
Örneğin:
“12 Mart Olayı” adlı yazı dizisinde, 3 Ocak 1975 tarihli sayısında “Silahlı Kuvvetler
Birliği”nin, 21 Ekim 1961 Protokol’ünde imzası bulunan kişilerden bazılarının ismi
verilmektedir.
I- Refik Tulga (Protokolü imzaladığında Korg. halen Em. Org.)
II- Fikret Esen (Protokolü imzaladığında, Tmg. halen Em. Org.)
III- Rafet Ülgenalp (Protokolü imzaladığında, Tümg. halen Em. Org.)
IV- Bahattin Özülker (Protokolü imzaladığında, Tümamiral, MİT müsteşar, Merhum)
V- Faruk Gürler (Protokolü imzaladığında, Tuğg. Gn. Kur. Bşk.lığından Em. Org.)
VI- Talat Turhan (İstanbul Protokolünde ismi olmadığı halde belgeleri gazeteye
verenlerce özel bir amaçla listeye katılmıştır.)
VII- Celal Eyicioğlu (Protokolü imzaladığında, Tuga. Deniz K.K.lığında Em. Ora.)
VIII- Faruk Güventürk (Protokolü imzaladığında, Tuğg. halen Em. Korg.)
IX- Kemal Kayacan (Protokolü imzaladığında, Tuga., Deniz K.K.lığında Em. Ora.)
Ve bu listede adı geçenlerin daima “Bazı Şeyler İstemiş” oldukları belirtilmektedir.
Savunmama ek olarak Mahkemeye sunduğum, Dündar Seyhan’ın, Gölge Adam adlı yapıtının,
155 ve 156. sahifelerinde, 21 Ekim 1961 tarihli “Silahlı Kuvvetler Birliği” İstanbul Grubunun
“Müdahale protokolü”nün metni ile imzası bulunanların tam listesi yayınlanmıştır.
Protokol’deki sıra ile gazete tarafından yayınlanan listenin ilgili bölümlerini karşılaştırmalı
olarak aşağıya çıkarıyorum:
1. Korg. Refik Tulga (Gaz.nin listesindeki sıra No: 1)
2. Tümg. Fikret Esen (II)
3. Tümg. Rafet Ülgenalp (III)
4. Tüm. A. Bahattin Özülker (IV)
5. Tuğg. Faruk Gürler (V)
6. Tuğ. A. Celal Eyiceoğlu (VII)
7. Tuğg. Yusuf Alpmansu (Gazeteye alınmamış yerine Talat Turhan ismi montaj sureti
ile eklenmiştir.)
8. Tuğg. Kemal Kayacan (VIII)
9. Tuğa. Faruk Güventürk (IX)
37 kişinin imzasını taşıyan “Silahlı Kuvvetler Birliği” “İstanbul Grubu”nun Müdahale
Protokolünde benim ismim ve imzam bulunmamaktadır. İki liste karşılaştırılınca görünen
gerçek; asıl listede bulunan (Tuğg. Yusuf Alpmansu) isminin çıkartılarak onun yerine benim
ismimin yazılmış olmasıdır. Bu değişiklik yapılırken, Protokol’deki sıra değiştirilerek; Gürler,
Eyicioğlu ve Kayacan arasına özellikle Talat Turhan isminin yerleştirilmiş olduğunu da
belirtmek isterim. Bilindiği gibi; Gürler ve Eyicioğlu, “12 Mart Muhtırası”nda imzası bulunan
iki kişidir.
Bu mizanseni düzenleyenlerle, Bomba Davasını senarize edenler aynı Gizli güçler, gizli
eller ve gizli örgütler olduğunun, bu yazıdan daha somut belgesi olamaz.
Tertibi düzenleyen, Kontrgerilla Örgütü St. 31-15 “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı
Harekât” adlı Sahra Talimnamesi’nde sayılan “işkence yöntemlerinden” yararlanarak ve
kendisini “kanuni statüye tabi saymayan” “Kontrgerilla Gizli Örgütünce” birçok özel suçlarla
suçlandırılan” Talat Turhan’la bazı isimler, özellikle 12 Mart’a imza koyanlar bir araya
getirilerek, Talat Turhan’a bulaştırmak istenilen suçlar, 12 Mart Muhtırasına imza koyanlara
mal edilmek istenmektedir. Bunun yanında:
- Gazetedeki yayında, bu listede adı geçenler daima (Bazı şeyler istemişlerdir), diye
nitelendirilen kişilerin “İstedikleri şeyin” en azından bir müdahale olacağını kabul edersek,
bana maledilen suçlarla, adı geçen kişilerin karalanması planlanmıştır.
ST 31-15 talimnamesinde “İhtilalci ve Benzeri Personel”in Gayri Nizami faaliyetler
içinde sayılması ile yukarda açıklanan anlayış arasındaki paralelliğe ve 12 Mart’tan sonra
Devrim, Devrimci, İhtilal, İhtilalci sözcüklerinin suçlu ilân edilmesine dikkatleri çekmek
isterim:
- Gerçekten protokolde ismim bulunmadığı halde, beni dahil edip gazetede yayınlatılan
21 Ekim 1961 Protokolünde isimleri açıklanan kişilerden Gürler ve Kayacan’ın bu davada
sanık ilân edilmesinin bir amacı da; Türk Silahlı Kuvvetlerindeki her türlü müdahale
girişimcilerine gözdağı vermiştir.
- Doğal olarak bütün bu tertipler, 12 Mart Muhtırası’nı veren kişilerin bir kanadının
şahıslarında, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni suçlayarak, Muhtıra alan karşı devrimcileri haklı
göstermek için yapılmaktadır.
- Sömürü alanı içine giren ülkelerde, Karşı Devrimci iktidarları yaşatmakla görevli CIA
örgütü, böyle dönemlerde Karşı Devrimci sınıf ve güçler ve onlarla bütünleşmiş legal ve
illegal örgütlerle çok yakın ve sıcak ilişkilere girerek, ülkedeki sosyal uyanmayı önlemek için
her türlü tertibe başvurduğu bilinen bir gerçektir.
Dünyanın her yerinde Karşı Devrimciler, sınıfsal çıkarları açısından Emperyalizmle
bütünleşmekle, kendi sömürülerinin sürekliliğini, Emperyalist sömürüde gördüğü için de
iktidara egemen olup, devrimci sınıfların sosyal uyanmasını ve örgütlenmesini önlemeye
çalışmaktadır.
Türkiye’de 27 Mayıs’ta kinlenen karşı devrimci güçler, geçen dönemdeki, darbe ve
müdahale girişimlerinden de etkilenerek, yöntemlerini geliştirdiler. Karşı Devrimcilerin 12
Mart’a egemen olmasının nedeni bundandır. Gerici ve tutucu güçlerin, iktidarlarının
yaşatılması için, Amerikan Emperyalizminin geliştirdiği yöntemlerin neler olduğunu daha
önce açıklamıştım.
Yeniden Hürriyet Gazetesinde yayınlanan “12 Mart Olayı” adlı yazı dizisine
dönüyorum.
21 Ekim Protokolü’nde imzası bulunan 37 kişinin, Dündar Seyhan’ın kitabının 156.
sahifesinde açıklandığını belirtmiştim. (Aynı protokol hakkında, bir çok yapıtlarda
açıklamalar bulunmaktadır.)
Bu 37 kişiden yalnız sekizinin ismi “12 Mart Olayı” başlıklı yazı dizisi içinde
yayınlanmıştır. İstanbul’da imzalanan bu protokolde imzam bulunmadığı halde açıkladığım
nedenlerle gazetede gazetede yayınlanan listeye ismim katılmamıştır. Aynı listede; yurtsever,
olumlu ve gerçekçi çabaları ile karşı devrimciler ürküten merhum MİT müsteşarı Bahattin
Özülker ismine de özellikle yer verilerek, dolaylı yoldan karalanmak istenmesi de, “Gizli
eller”, “Gizli Örgütler”, “Karanlık Güçler” becerisi olduğunu da anımsatmak isterim.
21 Ekim Protokolü’nde isim ve imzaları bulunan kişilerin tümünün yayınlanmamasının
ardında da bazı gerçekler yatmaktadır. Bugün, dünkü silah ve örgüt arkadaşlarını; sırf karşı
devrimciye iktidar verilmemelidir kararını aldıkları için suçlayan güçler ve örgütler, yarın
aynı karara katıldıkları için, onları da suçlayacaklarından kimsenin kuşkusu bulunmasın.
Gizlenen isimler içinde halen görevde bulunanları aşağıya çıkarıyorum.
12. Kur. Alb. Doğan Özgöçmen (Halen 1. Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı,
Org.)
13. Kur. Alb. Suat Aktulga (Halen 2. Ordu Komutanı, Org.)
14. Kur. Alb. N. Kemal Ersun Org.)
22. Kur. Alb. Fikret Köknar (Korg.)
29. Kur. Alb. Bedrettin Demirel (Korg.)
33. Hv. Kur. Alb. Emin Alpkaya (Halen Hv. K. K. Org.)
Gerçeği ifade etmek için, hemen belirteyim ki 21 Ekim 1961 Protokolü’nün bir benzeri
Ankara’da Mürted Hava Üssü’nde imzalanmış ve fakat bugüne kadar yayınlanmamıştır.
Mürted Protokolü’nde benim de imzam bulunmaktadır. İsmimi oradan alıp da, İstanbul
Protokolü’ne montaj yapmakta fayda uman çevrelerin niyetlerinin boyutlarını saptamak
yeteneğinden yoksun olanları, İhtilaller ve Darbeler Tarihi’ne vakit geçirmeden eğilmelerini
öneririm. Karşı Devrimciye yaşama hakkı tanıyan devrimciler aymazlıklarını tarih boyu
yaşamları ile ödemişlerdir.
Mürted’de imzalanan protokol yanında, ikinci bir belgeye de imza koyduk. İmza
koyanlar “birbirlerine hıyanet etmeyecek” diye…
Oysa ben bugün de aynı örgütte olduğumuz iddia edilen:
Org. Faruk Gürler K.K.K
Org. Muhsin Batur Hv. K.K.
Ora. Kemal Kayacan’ın İstanbul Sıkıyönetim Komutanı oldukları ve 1961 yılında
birlikte “Silahlı Kuvvetler Birliği” üyeleri olduğum:
Korg. Fikret Köknar’ın İstanbul Garnizon Komutanı ve Em. Tümg. Nihat Arslantürk’ün
İstanbul Emniyet Müdürü olduğu bir dönemde en alçak ve iğrenç işkence ve komploların
hedefi olmuş bulunuyorum.
Bugün beni; Gürler-Batur-Kayacan’la aynı örgüt içinde bulunmakla suçlayanların, bu
dramatik çelişkiyi görmemezlikten gelmesi de ilginçtir.
Gerçekte, ideolojiden ve sınıf tabanından yoksun olarak oluşturulan bu tür
örgütlenmelere katılanların çoğunun, küçük burjuva kaypaklığı içinde bulunduğunu
açıklamalarım somut örneklerle kanıtlamaktadır. Bu tip örgütlenmeyi kendi iktidar hırsları
doğrultusunda kullanmayı amaçlayan kişilerin hıyanet içinde bulunmasından daha doğal ne
olabilir.
Silahlı Kuvvetler Birliği üyeleri olan, Talat Aydemir ve Fethi Gürcan örgüt üyelerinin,
döneklikleri sonucu hayatlarını kaybettiler.
Senelerden beri her türlü baskı, tehdit, zulüm, işkence ve komploya kurban edildiğim
dönemde, “Silahlı Kuvvetler Birliği” eski üyeleri, önemli makamlarda bulunuyorlardı. Bugün,
onların adına yargılanmak, bana yapılan haksızlıkların en büyüğüdür.
Silahlı Kuvvetler Birliği’yle ilgili bu bölümü bitirmeden önce, “12 Mart Olayı” başlıklı
yazı dizisinin 29 Aralık 1974’ten - 26 Şubat 1975 tarihine kadar yayınlandığını, Askeri Savcı
Süleyman Takkeci’nin ise 5 Kasım 1974’ten 19 Şubat 1975’e kadar geçen sürede, Esas
Hakkında Mütalaasını hazırladığını ve okuduğunu ve aynı evrede, bir takım politik çabaların
oluşturulduğunu yineleyerek vurgulamak isterim.
Bütün birbirine bağlı bu çabaların; 12 Mart Muhtırası ile Türk Silahlı Kuvvetleri
tarafından çok ağır bir dille suçlanılarak al aşağı edilmiş bir iktidarı, dört yıl sonra yeniden
iktidara getirmekle sonuçlanması ve aynı dönemde, 12 Mart Muhtırası’na imza koyan iki
komutanın, Bomba Davası’nda sanık ilân edilmesindeki büyük oyun ve entrikanın tüm
boyutlarının Türk Silahlı Kuvvetleri’nce değerlendirilmesi zorunludur.
Askeri Savcı Süleyman Takkeci ve onun ardındaki gizli güçlerin mantığına göre;
Bomba Davası’nda bir örgüt oldukları iddia edilerek yargılanan kişiler, Ankara’daki lider
kadrosuna (Gürler-Batur-Kayacan’dan oluşan) darbe kararı verdirmek suretiyle 12 Martı
yaptırmışlardır.
12 Mart Muhtırası ve onu izleyen uydu iktidarlar dönemi tarihe mal olmuştur.
Muhasebesini tarih yapacaktır. 27 Mayıs’tan ayrımlı olarak, 12 Mart Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin hiyerarşisinden gelmiş bir harekettir. Bugün, ona imza koyan kişileri bu derece
iğrenç bir tarzda suçlayanların, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin şeref ve onuruna yöneltilmiş
eylemli bir kalkışma içinde bulunduklarını algılayanlar bir gün kafalarını sert kayalara
vurduklarında iş işten geçmiş olabilir.
Bu tertiplerin Emperyalizme bütünleşmiş, egemen güçler ve onlarla ilişkili gizli
örgütlerce düzenlendiğinin en açık kanıtı, karşı devrimci, işbirlikçi iktidarların, Amerikan
Emperyalizminin sloganlarına sahip çıkmalarıdır.
Askeri Savcı Süleyman Takkeci’nin, Esas Hakkında Mütalaası’nda yer alan ve 12 Mart
öncesi ve sonrası tüm eylemleri, 12 Mart Muhtırası’nı veren kişilerin bir kanadına mal etmeye
çalışan yorumunu, savlarımı kanıtlamak için aşağıya çıkarıyorum:
Dava sanıklarının, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne nüfuz ve hulûl ile Türk Silahlı Kuvvetleri
bünyesinde oluşturulacak grupla Türk Silahlı Kuvvetleri’ni bir darbeye iterek Anayasa
nizamını ortadan kaldırmak ve yerine sosyalist bir düzen oluşturmak amacıyla İstan bul grubu
olarak örgütlendikleri ve daha sonra askeri bir darbe üzerine müesses Ankara grubu ile
birleşmek suretiyle müessir bir cunta hüviyeti ihraz eyledikleri, ihtilâle giden yolda ihtilâl
propagandası yapacak kadrolar oluşturulması, anayasa hazırlanması, devrimci kadro listesi
tanzimi, ihtilâl konusunun ele alındığı toplantılar yapılması gibi çalışmalar yürütülürken
mevcut anayasa düzeninin bir an önce yıkılmasının temini maksadına matufen cuntanın lider
kadrosuna darbe kararı verdirmek ve ihtilâli haklı düzeyde gösterebilmek ve halkça
benimsenmesini temin etmek için THKO ve THKP ve cephesince kır ve şehir gerilla
taktiklerinden şehir gerilla bölümüne müteallik yönde İstanbul’un muhtelif yerlerinde dinamit
ve bomba patlatma eylemlerine ve örgüte maddi gelir temin etmek için soygun planlanmasına
girişmek suretiyle olayları ifa eyledikleri anlaşılmıştır.
Askeri Savcı Takkeci’nin bu mütalaası, bu davanın Hazırlık Soruşturması’nı yürüten,
Kontrgerilla Gizli Örgütü’nün düzenlediği tertip senaryosunu olduğu gibi yansıtmaktadır. “12
Mart Olayı” başlıklı yazı dizisindeki mantık ile Askeri Savcının mütalaasındaki mantığın
birbirinin aynı olması da kuşkusuz rastlantı değildir. Bu örgütün adının Kontrgerilla
örgütlenmesi içinde komutandan, valisinden Polis Müdürüne; polis müdüründen Savcıya;
savcıdan iş adamına; iş adamından basın organlarına; basın organlarından Amerikan istihbarat
ajanlarına (CIA Ajanları) ve Amerikan AID temsilcilerine kadar bulunabileceğini; Amerikan
FM 31-36 Counter Guerilla Operations (Kontrgerilla Harekâtları) adlı Sahra Talimnamesinin
32-35. sahifelerinde açıklanmaktadır.
T. Slh. K.lerinin devrimci, Atatürkçü, Kurtuluş Savaşçısı, bağımsızlıktan yana olan
özünü budamak için, Emperyalizmin örgütlediği ve finanse ettiği gizli örgütlerle işbirliği
halinde çalışan; egemen güçlerle, onların politika ve bürokrasideki güvenilir adamları ile
düzenlenen Bomba Davası’nın ardındaki amaçlara doğru tanılar konulmalıdır.
T. Slh. K.lerinin onuruna ve Türk halkına yöneltilen bu hıyanet girişimlerine vurulacak
ilk darbe, mahkemenize düşmektedir. Temelinde yasa dışı komplolar bulunan bir Hazırlık
Soruşturması’nı yürüten kişi ve örgütlerin suç ve suçlulukları saptanmadan, kanımızca bu
davadaki sanıkların suçluluğundan söz edilemez.
İkrar
Sanıkların Emniyet ve Kontrgerilla Örgütü’nde işkence altında alınan ifadelerdeki
ikrarların hukuken ne derece geçerli oldukları değerli avukatlarım tarafından eleştirildiği için
ben bu konuya girmiyorum.
Yalnız şu kadarını belirtmek isterim ki, benim ve benimle ilgili sanıkların büyük bir
çoğunluğunun ikrarlarının hukuki değeri bulunmamaktadır. Sanıklardan Osman Deniz,
Kontrgerilla ve Askeri Savcılık ifadelerini, Cunta Suçlamasından soyutlayarak genellikle
mahkeme önünde de doğrulamıştır. Onun ifadelerinden oluşturulan benimle ilgili savlar, 5.
Sav, II. Kısım’da ayrıntıları ile yanıtlanmıştır.
Duruşmadaki sorgumda ikrarın unsurlarına kısaca değinilmiştir. (Duruşma Tutanağı
Sahife No:31-32)
Emniyet ifadelerinin ikrara yeterli sayılamayacağı İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na
bağlı Askeri mahkemelerin kararlarında da belirtilmiştir.
Örneğin:
1. “Madanoğlu Davası”nın” “Gerekçeli Hüküm”ünün 89 ve 90. sahifelerinde;
Sanıkların emniyette ve ikinci kez Savcılıkta alınan ifadelerinin usul kanunlarının
öngördüğü ikrar olarak nitelendirmek de mümkün değildir. Zira ikrarın delil olabilmesi için
Hakim ve Savcı tarafından alınması ve tutanağa geçirilmesi esastır. Bu nedenle emniyetçe
alınan ifadelerdeki ikrar yalnız başına bir delil olarak hükme esas kabul edilemez. Bu
durumdaki beyanların diğer delillerle değerlendirilmesi sonunda subutu halinde samimi
olduklarını kabul mümkündür. İkrarın samimi olup olmadığını araştırmak ve kontrol etmek
hakim için bir görev olduğu kadar, soruşturmayı yöneten savcı için de bir vazifedir. Savcının,
gerek emniyetçe tespit edilen sanık ifadelerinde ve gerekse tarafından alınan ifadelerde bir
ikrar keyfiyetini tespit ettiği ahvalde, varsa diğer sanık ifadelerinde müracaat edip mevcut
delilleri de nazara alarak ikrarın samimi olup olmadığını araştırması suretiyle kendisinin emin
ve vicdani kanaatinin tam olarak teşekkülü gerekirdi.
Hadisede ise savcılık tarafından ifadeleri tespit edilen sanıkların emniyete sevkedilerek
ifadelerinin alınmasından sonra yeniden savcılık tarafından ifadelerinin alınması cihetine
gidilmesindeki nedeni mahkemece tespit mümkün olmamıştır. Ancak mezkur sanıklara ait
ifadelerin bomba olayı ile ilgili soruşturmaya taallûk etmedikleri anlaşılmaktadır.
Yukarıya çıkarılan Mahkeme Kararı’nda, ikrarın bilimsel tanımlaması yanında;
“Madanoğlu” ve “Bomba Davaları” arasında ilişki kurmak isteyen, hukuk dışı çevrelerin
etkisinde yürütülen soruşturma ile ikrarın samimi olup olmadığını araştırmak ve kontrol
etmekle yükümlü olduğu halde, bu görevini yapmayan, Askeri Savcının tutumu kınanmakta
ve eleştirilmektedir.
Bilindiği gibi kınanan, Askeri Savcı, Bomba Davası’nın ikinci savcısı olan Süleyman
Takkeci’dir.
2. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı, 2 Nolu Mahkemesi’nde karara bağlanan “Sabotaj
Davası”ndaki, Emniyet, Kontrgerilla ve hatta Askeri Savcılık ifadelerindeki, ikrarlar, hukuken
geçerli ve yeterli olmadığı saptanıldığı için, tüm sanıkların beraati ile sonuçlanmıştır.
Sözü edilen kararda:
a. “Bütün ifadelerin bir sanığın (Hilmi Taşdemir) ifadesi üzerinde inşa edilmiş olduğu
saptanılmıştır.”
Mahkemenin bu kararı, 12 Mart sonrası, gizli örgütlerle onların emir ve hizmetine
sunulan diğer legal örgütlerde oluşturulan “Hazırlık Soruşturmaları”ndaki tertipçi mantığı dile
getirmektedir.
Nitekim, Ek’teki dava dosyasındaki MİT yazısı ile “Bomba Davası”nda gözaltına
alınan, içinde benim de bulunduğu 8 kişinin ifadesi, kendilerinden önce işkence ile
sorgulanan, 3 kişinin ifadeleri ile S. Y., F. Ö., E. E.’nin birbirlerine işkence ile yapmak
zorunda bırakıldıkları suçlamalardan oluşmuştur.
b. 2 Nolu Mahkeme Kararında:
Sanıkların Emniyet ifadelerinden çok kısa bir süre sonra Askeri Savcılıkça ifadelerin
alındığını ve aynı gün de tutuklama Mahkemesi’ne sevk olunması” nedeni ile “Askeri
Savcılık ve Tutuklama Mahkemesi’ndeki ikrarların Emniyet ifadesindeki ikrarların temadisi
olduğunu”da kabul etmiş ve “Emniyet ifadelerinin serbest irade mahsulü olmadığını, Emniyet
ifadelerindeki ikrarlardan rucû etmekten çekinen bazı sanıkların keza, Askeri Savcılık ve aynı
gün sevk olundukları tutuklama mahkemesinde de aynı beyanda bulunmuş olduklarına kanaat
getirmekle, sanıkların ikrarları hukuken geçerli ve samimi görünmemiş ve ihticasa salih kabul
etmemiştir.
Mahkemenin bu kararı “Bomba Davası”ndaki durumu da olduğu gibi yansıtmaktadır.
Örneğin: İfadesi ile Köprü Provokasyon’u düzenlenen E. E.’nin 30 Haziran 1972 günü
Emniyette (Kontrgerilla’da) sorgusu yapılmış, aynı gün Askeri Savcılık ifadesi alınmış ve
yine aynı günde tutuklama mahkemesi önüne çıkarılmıştır.
Füze hızı ile adaletin gerçekleşmesi için bu şekilde olağanüstü çaba gösteren, zamanın
Adli Müşaviri ve Askeri Savcıları ise, üstün hizmetlerinin karşılığı olarak İstanbul Devlet
Güvenlik Mahkemesi’ne atanmışlardır.
3. “Deniz Astsubayları Örgütü Davası”nın, Gerekçeli Hüküm’ünün 11 ve 12.
sahifelerinde hakim üye Hv. Hak. Kd. Yzb. Orhan Yıldırım’ın “Muhalefet Şerhi” (karşı oy
yazısı) yer almaktadır:
a.
“İkrarın bir delil niteliği alabilmesi için hakim önünde yapılma şartı” açıklanmış ve 353
sayılı yasanın 156/1 maddesi ve 96. maddesine atıf yapılarak, “Sanığın suçunu ikrarı halinde
dahi öz vakanın soruşturulmasının gerekeceği belirtilmiş” ve “Netice olarak, sanıklar hazırlık
ifadelerini baskı, endişe ve tehdit altında verdiklerini söylemek suretiyle bu ifadelerini ikrar
niteliği hususunda şüphe vazetmişlerdir.” denilerek, hukuk bilimine uygun ikrarın niteliği
gösterilmiştir.
b. [“Gizli Örgüt’ün oluşturulması ve faaliyetleri” konusunda açıklanan bilimsel
görüşün, Askeri Savcı Nevzat Çizmeci ve Takkeci’nin kanaatlerinin tam karşıtı olduğu ilk
bakışta anlaşılmaktadır.”] Ayrıca Karşı Oy Yasası’nda Bomba Davası ile de yakından ilgili
bir başka hukuki görüşe de yer verilmektedir.
c. “84 Sanıklı Dava ile Deniz Astsubay Örgütü Davası” arasında ilişki bulunduğunu
iddia eden Askeri Savcıya karşı, hakim üye Orhan Yıldırım Mülga İstanbul Sıkıyönetim
Askeri Mahkemesi’nin, Askeri Yargıtay’ca da onanan kararına atıf yaparak, “Muhkem
Kaziyenin Otoritesi”ne duyulması gereken saygıyı belirtmiş ve görülmekte olan bir dava ile
Muhkem Kaziye haline gelmiş bir başka dava arasında ilişki kurulamayacağı hukuksal
gerçeğini ortaya koymuştur.
Açıkça görüldüğü gibi, “Bomba Davası”ndaki ikrarların niteliği, yukarıda açıklanan
örneklerden farklı değildir. Oysa bu davada Askeri Savcıları, duruşmanın herhangi bir
evresinde “Öz olayı araştırmak” yasal yükümlülüğüne uygun davranmamışlardır.
Bu konudaki savımızın kanıtları Dava Dosyası’nda görülmektedir.
Bu arada, “Bomba Davası”nın benimle ilgili büyük bir bölümünün, Mülga, 1 Nolu
Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nin kararına saygı duymayan bir anlayış sonucu
düzenlendiğini özellikle belirtmek isterim. Bilindiği gibi lağvedilen mahkemenin kararına
gölge düşürmek için onu ortadan kaldıran güçlere hizmet eden, (Kontrgerilla Gizli Örgütü) 84
Sanıklı Davayı, “Bomba Davası” ile diriltmek için, düzenlediği tertip senaryosuna uygun yeni
ifadeler almayı başarmıştır. Bu ifadelere göre; 84 sanıklı dava “Gerekçeli hükmün” de,
kanıtlanmadığı karara bağlanan “Yarım Kart” uydurmasını yeniden kanıtlamaya çalışmak
için, o dava sanıklarının ikisi arasında bana da yer verdirilmiştir. Oysa gene bilindiği gibi,
benimle ilişkili gösterilen iki kişi de Mahkeme Kararı ile beraat etmiş ve bu karar Askeri
Yargıtay’ca onanmıştır.
Özellikle, İstanbul Sıkıyönetim uygulamalarından seçtiğim yukarıdaki üç örnekte,
mahkemeler ve yargıçlar; hukuk bilimine yaraşır karar ve kanaatlerini açıkça dile getirmek
suretiyle adalet kavramına saygılarını göstermiş olmalarına karşın, tertipten oluşturulan
davaları düzenleyen yönetimsel organlar, bu tertibe hukuki kılıf hazırlamaya araç olan, Adli
Müşavirlik ve Askeri Savcılar ile bu örgüt ve kişilerle beraber çalışan, ceza ve tutuk evi
görevlileri, Sıkıyönetim adaletine kapkara gölge düşürmüşlerdir.
Türkiye’de kurulu Anayasal düzene karşın, “Kuvvetler ayrılığı” ilkesini hiçe sayarak, üç
kuvvet üstünde görev yaptığını açıklayan Türün’ün: Emrine uygun karar vermediği için,
mahkeme lağvına kadar varan yasa tanımaz tutumu ve yönetimin bir zulüm mekanizmasının
aracı olarak, Gizli Örgütler’le bütünleşmesindeki katkısı; bu kapkara gölge üzerine tüy
dikmiştir.
Hak, hukuk ve adalet kavramlarına yöneltilmiş bu ölçüde iğrenç baskılar sonucu,
gölgelenen yargının şerefinin kurtarılması, tüm hukukçuların sorunu olmalıdır.
İkrar ile ilgili bu bölümü tamamlamadan önce, bu konuda bilimsel görüşleri içeren
birkaç örnek vermek isterim.
Örneğin:
1. Avukat Halit Çelenk bir gazetede yayınlanan yazısında; ikrarı hukuk bilimi açısından
eleştirmiştir. Bilimse doğruları açıklayan bu eleştiriye göre de; “Bomba Davası”nda hukuken
geçerli bir ikrarın varlığından söz etmek olanak dışıdır.
2. Dr. Hasan İsmet Bıyıklı, İstanbul Barosu Dergisi’nde; “İkrar ve Ceza Muhakemesi
sorunları”nı, hukuk bilimi yönünden ayrıntıları ile eleştirmiş bulunmaktadır.
Dr. Bıyıklı “Özellikle mitomanların kendilerini gazetelerde okudukları, duydukları veya
ortada bir suç olmadığı halde zihinlerde yarattıkları suçları benimseyip, ikrarda
bulunduklarını” (Aley-S. Versele’nin “L’aveau” Annales Medico Pscyhologigues, 1951,
“Remords, regret, regentir” Rev. Droit Pon, etde crim 1952-1953) adlı yapıtlarına dayanarak
ve ayrıca: “İleri derecede melankolik, isterik kişilerin yalan ikrarda bulunduklarını” F.
Gorphe’nin “L’apreciation des prevvesen Jusice” 1947 S. 226) adlı yapıttan kaynaklanarak
açıklamıştır.
Bir çok etkenler yanında; ikrarın patalojik nedenlerle, mitomanlar tarafından hakim
önünde bile yapılabileceğini göz önüne alan kanun koyucu “Mahkeme önündeki ikrarın dahi
yan delillerle desteklenmesini ve “öz olayın araştırılmasını” ön koşul olarak benimsemiştir.
Nitekim Dr. Hasan İsmet Bıyıklı (J. Mangol’un “L’aveau dansleprocedure penale” Rev.
de droit pen, et criminolo gie 1950-1951) adlı yapıtının 245. sahifesine gönderme yaparak:
Fransa’da “Aynı hırsızlık fiilinden peş peşe iki kadının mahkum edildiği anlaşılınca,
olay daha iyi incelenmiş ve ilk defa suçu ikrar eden kadının yalan söylediği, yargıç önünde
söylediği sözlerin önem ve sonuçlarını kavrayamayacak kadar hasta olduğu anlaşılmıştır.”
şeklinde bir örnek vererek, bazı hallerde yargıç önündeki ikrarın bile delil değeri
taşıyamayacağını kanıtlamıştır.
“Bomba Davası’na konu olan, insan aklı ile çelişen bazı savların “Mitomanı”den
doğabileceği olasılığı üzerinde durulmuş değildir. Duruşmada açıklanan İçişleri Bakanlığı
yazısı mahkemeye getirilerek gerekli soruşturma yapılsaydı, bu konu aydınlanabilirdi.
Ayrıca; Bomba Davası’nda hazırlık soruşturması, Emniyette de değil, yasalara göre
soruşturma yapmakla görevli olmayan MİT’te de değil, yasa dışı kurulmuş bir gizli örgüt
olan, Kontrgerilla’da alınmış ifadeyi kabul etmek ve bu ifadeye dayalı olarak iddianameler
düzenlemek, tarih önünde bu tertibe alet olan iktidar ve sorumlu kişileri suçlu duruma
düşürür.
Dr. Hasan İsmet Bıyıklı anılan eleştirisinde:
Polis tarafından yapılan sorgunun; Türk Hukuk doktrininde bu aşamanın, ceza
muhakemesi hukukunda hazırlık soruşturulmasının bir kısmı sayıldığını ve “Başlangıç
soruşturması” adını aldığını belirtmiş ve (Nurullah Kunter, “Ceza Mahkemesi Hukuku”
Sermet Mat, İst. 1964) yasa tarafından düzenlenmemiş olan, ilk ve hazırlık soruşturmasında
sanığa tanınan güvencelerin tanınmamış olduğu polis sorgusunun, kişi onuru ve özgürlükleri
yönünden kaygı verici” olduğu görüşüne yer verilmiştir. “Aynı şekilde itiraf etmek
zorundayız ki, polis çoğu yerde, kendisine verilmiş olan görevinin sınırını aşmakta, kanıt
kaynaklarını saptamak, kanıtları toplamak, toplanan kanıtları saklamak ve zanlıyı yakalamak
yerine, ikrar elde etmek çabasında
olduğu belirtilmektedir.
Erişmeyi düşlediğimiz, “Batı uygarlığı”nda; polise zanlıları sorguya çekme hakkı
verilmemiştir. Oysa bizdeki uygulamada, polisin “Başlangıç soruşturma”sı yapması, adalete
sürekli gölge düşürmektedir.
Emniyette alınan ifadenin niteliğini kanıtlamak için “Bomba Davası” dosyasından bir
örnek vermek gerekirse Dosya Sıra No: 26/2’deki 30 Mayıs 1972 tarihli, Hüseyin Akdoğan’ın
ifadesine bakmalıyız.
Yusuf’un eve gelişinden bir müddet evvel yine İbrahim ile birlikte bize gelen Tahir
Çiftçi ve şu anda ismini hatırlayamadığım, fakat görürsem tanıyabileceğim hukuk fakültesi
öğrencisi olan bir arkadaşı yaptığı konuşmada şimdi tam olarak hatırlamıyorum. Marmara
Denizi’nde veya Boğaz’da olacak, karaya oturan bir geminin bordasına yerleştirdiği dinamiti
madencilerin kullandığı elektrikli kumanda aleti ile uzaktan patlatarak yavaş yavaş batırdığını
anlattı. Fakat geminin isminden bahsetmedi…
Meşhediye bile parmak ısırtacak bu anlayışı benimseyerek “Sabotaj Davası”
düzenleyenler, yayınları ile destekleyenler, şerefli Türk hakimlerinden gereken yanıtı
almışlardır. “Boğaz Köprüsü Provokatörleri”ne de gereken yanıtın mahkemeniz kararı ile
verileceğinden emin bulunuyorum.
Polisteki sorgunun niteliğine yeni bir örnek verilmesi gerekirse; pek yakın bir tarihte
Eyüp’te üç kişi, poliste, “bir kişiyi öldürüp, cesedini çuvala koyduklarını ve Haliç
Köprüsü’nden attıklarını” itiraf ettikten birkaç gün sonra, öldürüldüğünü söylenen kişinin
ortaya çıkmış olduğunu anımsatmak yeter.
Gerçekte, eğer Türkiye’de tüm koşulları ile işleyen demokrasi olsa idi, işkence
polisinden, Başbakanına kadar tüm sorumlu kişilerden polisin işlediği sorgu cinayetinin
hesabının sorulması gerekirdi. Örneğin bu asrın başında, Dreyfüs’e yapılan haksızlığın
hesabını sormak için, ayağa kalkan Fransız kamuoyunun etkisi ile kabine birkaç kere düşmek
zorunda kalmıştı.
Aslında, vatandaşın güvenliğini sağlamakla görevli olduğu adından da belli olan
Emniyet örgütünde, “hayali cinayet sanıkları” yaratacak kadar, işkence yapacak kişileri
bulunması, topluma yöneltilen en büyük tehdittir. Bu tehdidin bilincine varmamakta
direnenlerin bir gün polise düşmelerini dileriz…
12 Mart sonrası uygulamalarında ise, işkencenin Amerikan Emperyalizmi’nin bir aracı
olarak, “Washington Uluslararası Polis Akademisi’nde yetiştirilen, polis yetkilileri tarafından,
Emperyalist sömürünün devamı için, tüm az gelişmiş ülkelerde, “Komünizmle mücadele”
gerekçesi ile kullanıldığını görmekteyiz. Bu nedenle ülkelere yöneltilen baskının kapsamı
genişletilmiş ve ideolojik bir içeriğe dönüştürülmüştür.
Halkın güvenlik, dirlik ve düzenini görevli olan Emniyet örgütünün yetkili kişilerine
“Washington’da Uluslararası Polis Akademisi”nde, sessizce adam öldürme (bıçaklama ve
boğma vb.) öğretilmesinin bir amacı bulunmalıdır. (Savunmama 5 Nolu Ek olarak verdiğim
“Franco Solinas’ın Sıkıyönetim adlı yapıtının 82-88. sahifelerinde “Washington Uluslararası
Polis Akademisi”nin, Kurs Programı verilmektedir.)
İşkenceci olduğunda tüm sanıkların birleştiği, beni suçlatmak için, Emniyet
Müdürlüğü’nde sanıklarla pazarlık eden, zamanın siyasi şube müdürü Şükrü Balcı ile diğer
işkencecilerin “Washington”da yetiştirilip yetiştirilmediği saptanılmalıdır. Şükrü Balcı’nın
Amerika’da uzun süre kurs gördüğü bizce bilinmektedir.
Bunun yanında, yıllardan beri işlenen “Faili meçhul cinayetlerle”, “Sessizce adam
öldürme” eğitimi görenler arasındaki ilişki de, tüm boyutlar ile saptanılmalıdır.
Bu saptamaları elbette olayların düzenleyicisi olan aymazlık ve hayınlıkta direnen suçlu
iktidarlardan beklemek gibi bir düşe kendimizi kaptırmış değiliz.
Önümüzdeki evrede, “Düzenin bozukluğuna ve onun değişmesine inanmış örgüt ve
kişileri” bekleyen en önemli demokratik görevlerden biri de, Türk ulusuna yöneltilen tehlikesi
her geçen gün artan, dışa bağımlı işkencecilerin ve onların destekçilerinin hıyanetlerinin
ortaya çıkarılmasıdır.
Mahkemenize getirilen, “Bomba Davası”nın “Hazırlık Soruşturması”nın, Gizli
Örgüt’ler tarafından oluşturulmasının uluslararası boyutları, karara giderken gözden
kaçırılmamalıdır. Bu görev tarihe bırakılırsa, tarihin mahkemenizi de yargılayacağını
unutmamalısınız.
Gizli Örgüt
“Bomba Davası”na konu olan; Lider Kadrosu’nda eski Genel Kurmay Başkanı Org.
Faruk Gürler, eski Kuvvet Komutanları Org. Muhsin Batur, Ora. Kemal Kayacan’ın,
tabanında ise, hırsızlık dahil çeşitli suçlardan sabıkalı olduklarını, mahkeme önünde açıklanan
kişilerin bulunduğu iddia edilen Gizli Örgüt; hukuk bilimi açısından değerli avukatlarım
tarafından eleştirileceği için; ben bu konunun da ayrıntılarına girmiyorum.
Askeri Savcı Çizmeci ve Takkeci’nin mantığına göre; Türk Ceza Kanunu’nun 141.
maddesinin 8. fıkrasına dayanılarak “iki veya ziyade kimselerin aynı amaç etrafında
birleşmesinden” milyonlarca gizli örgüt kurulabilir. Ama, hukuk biliminin doğrularına sırt
çevirerek yargılama yapılamayacağına göre, Askeri Savcıların mantığa bile ters düşen
savlarının, bir değeri olacağını sanmıyorum.
Örneğin;
1. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 3 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin Türkiye
Komünist Partisi davasında verdiği “Gerekçeli Hükmü”nü, askeri savcı, Çizmeci ve Takkeci
okumuş olsalardı bu derece, hukuk bilimi ile çelişen savlarla, mahkemeyi boşuna
uğraştırmazlardı. Kitap yaktıran Türün’ün hiyerarşisi içinde gönülden hizmet veren kişileri,
okumadıkları için kınamakla belki haksızlık ediyoruz.
Anılan “Gerekçeli Hüküm” de açıklandığı gibi, Mahkeme Gizli Örgüt ve Cemiyet
konusunda, Askeri Yargıtay, 3. Dairesi’nin 29.2.1972 gün, 972/1 Esas, 977/58 Karar sayılı
ilâmında yer alan bilimsel görüşü benimsemiş: “dava sanıklarının organize bir teşekkülden
ziyade yekdiğeri ile irtibatları ileri sürülen bazı gruplardan” oluştuğu kabul edildikten sonra:
İddia ve bunun müstenidatı deliller arasında bütün bu grupların tam bir organizasyon
içinde önceden tayin ve tespit edilmiş yöntemlerle askeri bir deyimle “Emrü-Kumanda”
zinciri içinde yekdiğeri ile bağlantılı oldukları, belli talimatlar ve kararlar içinde hareket
ettiklerine dair ortada kesin mahiyette bir delilin mevcudiyetine rastlanmadığı
belirtilmiş ve
Türkiye’de 1961-1971 döneminde, sol tandanslı kişilerin birbirlerini tanımaları,
bazılarının zaman zaman mektuplaşma bir tarafa, hatta çeşitli vesilelerle bir araya gelmelerini
olağan bulmamak mümkün değildir
yargısına varılmaktadır. Ayrıca;
Eğer askeri savcının fikir ve kabulleri doğrultusunda hareket edildiği takdirde
Türkiye’de 1961 ve hatta daha öncelerinden 1971 tarihine kadar sol düşünceye sahip ve sol
faaliyete karışmış kimselerin tümünü, Türkiye Komünist Partisi’nin kurucuları, yol
göstericileri veya üyeleri olarak mütalaa edip tek bir dava içinde birleştirmek gerekli olacaktır
hükmü açıklandıktan sonra; “Gerekçeli Hüküm”ün 12 ve 13. sahifelerinde Askeri Savcı
Süleyman Takkeci’nin Esas Hakkındaki Mütalaasındaki savlarının tersine DEV-GENÇ,
THKP-C davalarına gönderme yapılarak solun “Türkiye’de çeşitli fraksiyonlarla ayrıldığı” ve
“ayrı metodlar uygulamaya başladıkları” belirtilmiştir. “Bu arada, Bomba Davası için de
geçerli olan, sanıkların birbirini tanımaması, eleştirilmiştir. “Gerekçeli Hüküm”ün 13.
sahifesinde yer alan bu görüş:
Halen dışarda karşılaşsalar birbirini tanımakta güçlük çekecekleri muhtemel olan bir
Şefik Çağlarel ile Dr. Nihat Sargın’ı (misaller çoğaltılabilir) aynı organize teşekkülün yol
göstericisi veya üyesi olarak mütalaa ve buna göre bir kabule varmak, hukuken mümkün
görülmemiştir.
şeklinde açıklanmış; “dava sanıklarının tümünden oluşan mütecanis organize bir
teşekkülü mevcut olmadığı” yargısına varılmıştır.
Eleştiriyi somuta indirgemek gerekirse, 5 Şubat 1974 tarihinde Mahkemeye sunduğum
169 sahifelik dosyanın, EK-2-4’teki belirttiğim üzere, Elli dokuz kişiden oluşan “Bomba
Davası” sanıklarından otuz yedisi ile bütün uğraşlara karşın, Emniyet ve Kontrgerilla ifadeleri
ile bile aramda ilişki kurulamamıştır. İfadeler ve Dava dosyası ile benimle ilişkili gösterilen
beş kişiyi (Mümtaz Aktaş, E. E., Vahap Mutlugün, Selahattin Uzunismail, Saim
Deliismailoğlu) tanımadığım, “Son Soruşturma Evresi”nde kesinlikle anlaşılmıştır. Geriye
ben hariç olmak üzere, 16 kişi kalmaktadır. Bu kişileri tanıdığımı sorgumda da açıkladım. 16
kişiden, dördünün (Alp Kuran, Fuat Turan, Salih Zeki Yılmaz, Mehmet Çınar’ın beni
ilgilendiren, bir suçlaması bulunmamaktadır. Geriye kalan on iki kişiden:
Üç kişi benden önce gözaltına alınmış, işkenceyle dikte ettirilen ifadeleriyle dava
oluşturulmuştur: Turhan Önalan, Salim Yavuz, Fevzi Özkaya.
Beş kişi benimle beraber MİT emriyle gözaltına alınmış, daha önce kurulan senaryoya
göre, gene işkenceyle ifadeleri dikte ettirilmiştir. Bu kişiler de, hem kendilerini ve hem de
tanıdığı kişileri suçlamak durumunda bırakılmıştır. (Memduh Eren, Nuri Yazıcı, Mahmut
Dondurmacı, Adnan Çakmak, Rafet Kaplangı)
Dört kişi benden sonra tutuklanmış, aynı yöntemle alınan ifadelerle bir yandan, ön
yargıyla suçlanılması kararlaştırmış kişilerin, suçlama maddelerinin unsurlarını
oluşturulmasına çalışılırken, diğer yandan, davayı Gürler-Batur-Kayacan’a kadar ulaştırıcı
ikrarlar yeniden alınmıştır. (Atamer Erol, Osman Deniz, Hasan Yalçınkaya, Numan Esin.)
Benimle başlangıçta ilgili gösterilen 17 kişiden;
On beş kişi Emniyet ve Kontrgerilla ifadelerinde bulunan suçlamalarının tümünü,
Askeri Savcılık ifadeleri, rücû dilekçeleri özellikle duruşmadaki sorgularında kaldırmışlardır.
Geriye iki kişi kalmaktadır. Bu iki kişiden biri olan Rafet Kaplangı’nın Askeri Savcılık
ifadesinde de suçlamalar bulunmaktadır. Alınan ifadelerdeki (Dosya Sıra No: 404/1-7)
suçlamaları iki gruba ayırmak mümkündür.
1. Grup: Kontrgerilla ifadesine katılan ve 84 sanıklı davayı ilgili; beraat ettiği davada
kendisini suçlayan ikrarlar bulunmaktadır. Bilindiği gibi, 84 sanıklı dava hakkında; Mülga 1
Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi Kararı, Askeri Yargıtay’ca onanmıştır.
Bu kararın onanması ile R.K.’nın Askeri Savcılık ifadesinde yer alan, 84 sanıklı davaya
ilişkin ikrarların, hukuka yaraşır yöntemlerle alınmadığı kesinlikle anlaşılmaktadır.
2. Grup: Cuntasal suçlamalar. Kaplangı, Askeri Savcı ifadesini rucû dilekçesi vererek ve
sorgusu ile de tümü ile reddetmiş bulunmaktadır.
Osman Deniz: Kontrgerilla, Askeri Savcılık ifadelerini, Tutuklama Mahkemesi ve
sorgusunda doğrulayan tek kişi Osman Deniz’dir.
Bu kişinin ifadelerinden kaynaklanan savlarla, kendisi ile ilişkili gösterildiğimiz savlar
3-5. Klasör’deki Somut Hukuki Savunma Bölümü’nde ayrıntıları ile eleştirilmiştir.
3. Sav, III. Kısım; (Fevzi Özkaya’nın Osman Deniz’e tanıştırılması)
4. Sav, V. Kısım; (Canlı Balık Lokantası Toplantısı)
5. Sav, II. Kısım; (Örgütsel Amaçlı İlişkiler ve Toplantılar)
8. Sav, I. ve II. Kısım (Ön Anayasa Taslağı ve Devrimci Kadro Listesi)
12. Sav, (Tutuklanmaktan Endişe Etmek) savlarına bakınız.
Esas Hakkında Mütalaa (Sh. 100, 105, 108), doğrudan doğruya bana bağlı olarak
gösterilen sanıklar:
1. Osman Deniz
2. Salih Zeki Yılmaz
3. Fuat Turan
4. Rafet Kaplangı
5. Mahmut Dondurmacı
6. Hasan Yalçınkaya
7. Fevzi Özkaya’dır.
Bunlardan 1-5 sırada bulunanların “Devrimci Şiddet hareketleri içinde
bulunmadıklarını” Askeri Savcı tarafından kabul edilmekle, (Sh. 99, 100, 105, 120, 151, 152,
218, 234) başlangıçtan beri iddia edilen Gizli Örgüt ve bu hayali örgütteki benimle ilgili
savlar, bu suretle bizzat Askeri Savcı tarafından çürütülmektedir.
Bu duruma karşın, Askeri Savcı Süleyman Takkeci, Esas Hakkında Mütalaası’nda
hukuk bilimine yeni bir yorum getirerek, Dava Sanıklarının birbirlerini tanımamasını doğal
bulmaktadır. Nitekim; Sahife 20’de “Gizli Örgütteki” insanların, direkt bağlılıklar dışında
birbirini tanıması değil, tanımaması asıl olmak gerekir” denilmekte, savını ispatlamak için de
bir Emniyet (Kontrgerilla) ifadesindeki itirafa gönderme yapmaktadır.
Askeri Savcı Çizmeci ve Takkeci’nin birlikte çalıştığı örgütlerde, hücre ve kompartıman
sistemi uygulandığı doğrudur. Nitekim FM 31-15 Amerikan Talimnamesi’nden olduğu gibi
tercüme edilen, ST. 31-15 “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât” adlı sahra
talimnamesinin (1) 6. sahifesinde, “Tipik Yer altı Teşkilâtı” şeması verilmekte, kompartıman,
hücre ve ajanlar arasında aracılara yer verilmektedir. (Yani: Haberleşme olanağı veren buna
karşın doğrudan ilişkiyi engelleyen güvenlik önlemleri.)
Bu davayı oluşturan gizli örgütlerin kontrol ve koordinasyonu ile alınan, Emniyet ve
Kontrgerilla ifadelerine işkencecilerce dikte ettirilen ikrarlardan, hukuksal sonuç çıkarmak
olanaksızdır. Aslında yukarıda açıkladığım, mahkemenin “Gizli Örgüt”le ilgili kararı,
şimdiden askeri savcının “Gizli Örgüt” savlarını hukuki değerden yoksun duruma düşürmüş
bulunmaktadır.
2. Ayrıca, daha önce açıkladığım gibi; Bomba Davası’nın da üye yargıçlığını yapmış
olan, Hv. Hak. Kd. Yzb. Orhan Yıldırım: “Deniz Astsubay Örgütü” davasının kararına
koyduğu “Muhalefet Şerhi”ndeki (Karşı Oy Yazısı), “Gizli Örgüt” hakkındaki kanısının,
Askeri Savcı Süleyman Takkeci’nin aynı konudaki görüşlerini doğrulamadığı da
görülmektedir.
Milli İstihbarat Teşkilatı
Savunmanın buraya kadar olan bölümünde bazı politik ve idari örgütlere ilişkin
eleştirilerde bulundum. Bu arada, MİT’in 1962’den bu yana her geçen gün kuruluş amaçları
dışına çıkarak kullanıldığını da örneklerle açıkladım.
Özellikle MİT’in, başta CIA olmak üzere dış istihbarat örgütleri ile ilişkiye geçmesinin,
ulusal çıkarlarımıza aykırı olduğunu, 12 Mart sonrası uygulamalarının gösterdiğini ve
örgütün, “Milli” niteliği ile bağdaştırılamayacağını da belirttim. Bütün bu uygulamalardan
sorumlu olanların, zamanın MİT Başkanı Fuat Doğu ile onun, örgütü yasal kullanma
amacının dışına taşan girişimlerini destekleyenler olduğunu da açıkladım.
Kuşkusuz bir örgüt içinde bulunan ve örgüt yönetimine etken olan birkaç kişinin suçlu
olması, tüm örgütü lekeleyemeyeceği gibi, bizim de eleştirimiz örgütün tümüne yönelik
değildir.
Tam tersine, örgütü yasa dışına çıkararak, onu tarih önünde suçlu duruma düşürenleri
eleştirmekle, örgüte hizmet yaptığım kanısındayım.
Örgütler, bünyesine sızmış olan bu gibi kişilerden arındığı sürece kendilerini toplumun
eleştirisinden kurtarabilirler. Örneğin:
T. Slh. K.leri, adları işkenceciye çıkan General Faik Türün, Tevfik Türüng ve Memduh
Ünlütürk’ü saf dışı bırakmıştır.
Buna karşın, Emniyet örgütünde adları işkenceciye çıkan, Şükrü Balcı ve benzeri olan
kişiler, görevde bırakıldığı için, birkaç işkenceci tüm örgütü eleştirilerin hedefi yapmaktadır.
Suçlu ve kara damgalı (şaibeli) kişilerle işbirliği halinde olan bir takım çevreler, bu gibi
durumlarda daime genelleme yapmayı yeğlemekte ve kişilere yöneltilen eleştirileri tüm örgüte
mal etmeye çalışmaktadır.
Satılık organlar ve kiralık kalemlerin entrikadan oluşmuş taktikleri kendilerini
ilgilendirir. Biz şu kadarını ifade etmek isteriz ki, kişilere yönelttiğimiz eleştirilerin hedefi
onların örgütleri değildir. Fakat eğer bir ülkede düzen bozuksa o bozukluktan her örgütün
kendine düşen payı alacağı da gerçektir.
Milli İstihbarat Teşkilâtı başlığını bizi açmaya iten nedeni ben yaratmış değilim. Dava
Dosyası 2. Klasör, Dizi Sıra No: 314,315’te bulunan
MİT belgesi “Başlangıç
Soruşturması”nın MİT’te yapıldığını göstermektedir.
Suçlululuğunu ispat durumunda bırakılan bir kişinin, yasa dışı yöntemlerle mahkeme
önüne getirilmesi ve gerisinde yatan nedenleri açıklamasından daha doğal ne olabilir? 1402
sayılı yasanın 2. maddesinde; “Milli İstihbarat Teşkilâtı, Sıkıyönetim Komutanlığı ile işbirliği
yapar” denilmektedir. Bu maddede açıkça görüldüğü gibi, MİT’i Sıkıyönetim K.’ın üstünde
bir örgüt olmadığına göre:
1. İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün: Milli Emniyet Hizmetleri İstanbul ve
Bölgesi Daire Başkanı Turhan Deniz’in, Talat Turhan ve diğer 7 kişi için tutuklama istemini
niçin yerine getirmiştir?
2. 644 sayılı yasaya göre MİT’in hem tutuklama isteminde bulunmak, hem de
sorgulama yapmak hakkı olmadığı halde, Turhan Deniz, nasıl tutuklanmamı ve MİT’e
gönderilmemi isteyebilmiştir?
3. Turhan Deniz, “Hukuk Devleti” ilkesine saldırı niteliği taşıyan böyle bir tasarrufa
kendiliğinden karar veremeyeceğine göre o zamanki MİT Başkanı Nurettin Ersin’in bu
yasadışı davranıştaki sorumluluğu nedir?
4. MİT Başkanı Nurettin Ersin ile kişisel hiçbir ilişkim bulunmadığına göre, idari
yetkilerini; bazı çevrelerin ilkel öç alma duygularının doyumu için kullanılmasına neden göz
yummuştur?
5. MİT Başkanı Nurettin Ersin’i bu ölçüde yasadışı bir uygulamaya iten ekten nedir?
6. MİT, Başbakanlığa bağlı bir örgüt olduğuna göre, bizim örnekte ve daha başka
örneklerde görülen yasa dışında kullanılmasına neden göz yumulmuştur?
7. MİT’in yasadışı kullanılmasında Başbakanların sorumluluğu üzerinde neden
durulmamıştır? (Nihat Erim, Ferit Melen, Naim Talû).
Bu soruları çoğaltmak olanaklı, hepsi yanıtsız kalacağına göre, buna gerek de yok…
Yönetimin en üst düzeyinde bulunan kişilerin yasalar önünde açıkça suçlu duruma
düştüğü bir ortamda onlardan hesap sorulmadan; haksız ve duyunçsuz (vicdansız)
uygulamaların kurbanı olmuş kişilerden hesap sorulabiliyorsa, o düzen bozuktur. Bunu
bildiğimiz için de, suçluları tüm suçlulukları ile tarihe terk ediyoruz.
Gerçekte, Sunay-Tağmaç ikilisi tarafından MİT Başkanlığına getirilen Nurettin Ersin,
MİT’in Gizli Kontrgerilla Örgütü’nün bir aracı olarak kullanılmasında tarihi sorumluluğu
bulunmaktadır. Bu nedenle Kontrgerilla Örgütü’nün tüm yasa dışı uygulamaları kamuoyu
yanıltılarak MİT’e mal edilmiştir. Bu gerçeğin ortaya çıkarılması kanımızca örgüte
yapılabilecek en büyük hizmettir. Bu anlayışla, bulunduğu görev nedeni ile MİT üzerinde
Sunay-Tağmaç ikilisinin oynadıkları oyunlardan haberi olan ve tanık olarak dinlenilen Sadi
Koçaş’ın bilgisine baş vurulmasını mahkemeden istemiştim. Bu isteğim kabul edilmedi.
(Duruşma Tutanağı Sahife No: 57, 572)
Dava dosyasında tutuklanmam için üç belge bulunmaktadır:
Birincisi: 1 Temmuz 1972 tarihli MİT yazısıdır. (Dizi Sıra No: 314-315)
İkincisi: Sıkıyönetim K.lığı, 2 Nolu As. Mahkemesi 2 Ağustos 1972 tarih ve 972/79
karar sayılı gıyabi tutuklama kararı,
Üçüncüsü: Sıkıyönetim K.lığı, 2 Nolu Mahkemesi’nin 4 Ağustos 1972 tarih, 972/2383
Kayıt No.lu Dizi Sıra No: 390/1 de bulunan vicâhi tutuklama kararı.
Açıkça görüldüğü gibi, idari bir organ olan MİT’in emri ile tutuklanmış bulunmam;
ikinci ve üçüncü sırada bulunan gıyabi ve vicâhi tutuklama kararlarına gölge düşürmüştür.
Adalet üzerine düşürülen gölgeden en çok tedirgin olması gereken kişiler şüphesiz
yargıçlardır.
Gözaltına alınan kişinin ancak sorgulandıktan sonra, tutuklanması gerekip,
gerekmeyeceğine karar verilir. Oysa ben, MİT emriyle 1 Temmuz 1972 günü verilmiş
tutuklama kararına göre, 3-4 Temmuz 1972 günü gözaltına alınmış bulunuyorum.
Doğal olarak, bu ölçüde olağan dışı bir yöntemle tutuklanıp, Erenköy’deki MİT
sorgulama bürosuna götürülerek sorgulanan bir kişinin ifadesinin hukuken geçerliğinden söz
edilemez. Bunun gibi benimle ilgili sanıkların çoğu da aynı yöntemlerden geçtiklerine göre;
Hazırlık Soruşturması ve ona dayalı tüm iddialar hukuki değerden kesinlikle yoksun
bulunmaktadır.
Erenköy’deki MİT sorgulama bürosunda sorgulandığımın saptanılması için,
Başbakanlık dahil (Talû) her makama yaptığım başvurmaların karşılıksız bırakılması,
ilgililerin suçluluğunun, benim ise suçsuzluğumun kesin kanıtıdır.
ST. 31-15 “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât” adlı Sahra Talimnamesi’nin 22.
maddesinde kimlerin tutuklanacağı, kimlerin salıverileceğini ve kimlerin ne kadar tutuklu
bırakılacağını açıklamakta ve “Tutuklama Politikası” vermektedir. CIA Ajanı David’in
yapıtının 30, 57, 58, 61, 75, 104-106 sahifelerinde aynı doğrultuda önerilerde
bulunulmaktadır.
Bizi önünüze sanık olarak getirenler, anılan kitapları kendilerine kılavuz edindikleri
için, tutuklanmanın ve salıvermenin yönetimsel yeğlemelerle yapılacağına karar vermişler ve
uygulamaya koymuşlardır. Biz, bu uygulamanın yasadışı olduğunu savunmakla “Hukuk
Devleti”ni savunuyoruz.
Bizi tutuklayan MİT, “Memleket içindeki anarşik olayların planlayıcısı olduğumuzu” ve
“bir cunta faaliyeti içinde bulunduğumuzu” iddia ediyordu. Kuşkusuz bu ölçüde ağır
suçlamaları yapan örgütün elinde, savlarına uygun kanıtların da bulunması gerekirdi.
Bu ölçüde önemli suçlarla suçlanan bir kişinin, salıverilmesinin politik koşullar
değişmeden mümkün olacağına inanmadığım için, ilke olarak salıverilme isteminde
bulunmadım. 17 Ocak 1974 ve 6 Mayıs günü duruşmalarda söz alarak MİT’in savlarını ispata
çağırdım. (Duruşma Tutanağı Sahife No:487,541) Bugüne kadar bizi suçlayanlar, mahkemeye
hukuken geçerli bir delil getirememişlerdir.
Gerek MİT emriyle tutuklanan kişiler açısından ve gerekse diğer sanıklar yönünden
davanın tümünün gizli örgütlerle yönetimin işbirliği ürünü olarak çok öncelerden düzenlenen
bir senaryoya göre açılmış olduğu, davanın oluşturulmasından ve bugünkü durumundan
anlaşılmaktadır.
1961 yılında, Milli Emniyet Hizmetinin çok önemli bir görevinde çalışmak üzere inham
yapıldığı halde, bu görevi kabul etmedim. Bu hususa ait belge, şahsi dosyamda bulunabileceği
gibi, inhayı yapan General Naci Aşkun da hayattadır. Bu bakımdan hiç kimseye ve hiçbir
makama karşın kompleks duymuyorum. Bu dört yıl önce en önemli görevini kabul etmediğim
bir örgütün binasında bana ve halkıma işkence yapan, yaptıran ve bu iğrenç uygulamaya göz
yumanların insanlıklarından kuşku duyarım.
8 Eylül 1964 günü, Genel Kurmay Askeri Mahkemesi’nde savunma yaparken “Milli
Emniyet Hizmetini” eleştirmiştim. Çünkü; “Genç Kemalistler Davası” hazırlık soruşturması
da yasadışı olarak, Milli Emniyette yapılmıştı. Bugün aradan 11 yıl geçmiş olmasına karşın
hiçbir şeyin değişmediğini, tersine, Emperyalizmin bir aracı haline getirilen baskı ve
işkencenin benimsenerek yaygınlaştığını görüyoruz.
Gerek Genç Kemalistler ve gerekse Bomba Davası’nın benimle ilgili soruşturmasının
perde gerisinde aynı kişileri görmüş olmamız, bizim için yanıltıcı olmamıştır.
“Bomba Davası”yla İlgili Yayınlar
Açıkladığım soruşturma tablosu içinde yürütülen bir dava da, işkence var mıdır, yok
mudur diye tartışma açmaya gerek yok.
İşkence Amerikan Emperyalizmi’nin bir aracı olarak bütün dünyada vardır. Türkiye’de
de vardır. Öylesine vardır ki, Türün; “Dün ne yapıldı ise bugün de o kadar yapılmıştır” diye
itirafta bulunmuştur. Başbakan Ecevit aynı konuda; “İşkence, Kontrgerilla iddialarını ispat
etmek için devlet arşivlerini karıştırmaya gerek yok” diyerek gerçekleri dile getirmiştir.
İşkencenin olmadığını iddia eden çevrelerin, kimlerin hizmetinde olduğunu ayrıntıları
ile açıkladım. Nitekim, bir takım gizli örgütlerin parayla besledikleri kişiler, besleme yayın
organlarında tünedikleri köşelerden, hem gizli örgütlerin, hem de işkencecilerin savunmasını
yaptılar. Kontrgerilla Örgütlenmesi içinde, Amerikan istihbarat Ajanları ile AID
temsilcilerinin yanında yerli bir takım yayın, organlarının bulunabileceğini saptamış
bulunmamız karşısında, bu durumu yadırgamıyoruz. İşbirlikçiler dünyanın her yerinde
Amerikan Emperyalizminin kemik yalayıcılığını yapmaktadırlar. Emperyalizmin sömürüsü
devam ettiği sürece de kemik yalayıcılar, salyalı ağızlarının kusmuklarını etrafa saçacaklardır.
(Savunmamı hazırladıktan sonra yayımlanan, Philip Agee’nin “CIA Günlüğü” adlı yapıt bu
konuya ilişkin tüm savlarımızı doğrulamıştır.)
Asrımızda işkence, faşizm ve nazizmin bir aracı olarak sahneye çıktı. Bugün ise,
Amerikan Emperyalizminin bir aracı olarak kuramlaştırılmış ve geliştirilmiş olarak ABD ile
ilişkili ülkelere ihraç edilmiş bulunuyor. Bu yaygın uygulama yöntemi için, Amerika’nın
keşfettiği, tılsım “Komünist Tehlikesi”dir. Az gelişmiş ülkenin sosyal, ekonomik, kültürel ve
politik yapısı; gerici, tutucu ve işbirlikçi egemen güçlerin bu tılsıma sahip çıkmasını
gerektirdiği için, Amerika ile bu güçler arasında, doğal bir ilişki kurulabilmektedir. İşkence,
bu bağlaşmanın ürünü olarak, dünya sahnesinde güncelliğini korumaktadır. Öyle olduğu için
de, binlerce ciltlik kitaplara ve yayın organlarına konu olmakta, güncelliğini sürdürmektedir.
Bir gazetede çıkan yazıda, “Türkiye Aleyhinde 3672 kitap neşredildiği” açıklanmış ve
bunların “Komünist Propagandası” olduğundan söz edilmiştir. Gerçekte, bilimsel araştırma ve
inceleme yeteneğinden yoksun olan çevreler bu biçimdeki suçlamalarla sorundan
kaçmaktadırlar. Oysa, Komünizmle mücadele ettiklerini sananlar, işkence yaptırarak,
komünistlere propaganda malzemesi sağladıklarının ve dolayısıyla Komünizme hizmet
ettiklerinin farkına varamayacak kadar aymazlık içinde olduklarının farkında bile değillerdir.
Doğal olarak fikire fikirle; kitaba kitapla yanıt vermek en etken ve bilimsel yoldur. Bu
yolu da deneyen zamanın yöneticileri yayınladıkları kitaplarda gerçeklere saygılı olmak kuralı
yanında, Anayasa ve yasa ilkeleriyle de kendilerini bağlı hissetmediklerinden, yapıtlarını
olaylar ve mahkeme kararları doğrulamamıştır.
Örneğin:
1. “Beyaz Kitap” (Türkiye Gerçekleri ve Terörizm) (Başbakanlık-1973)
Başbakanlığını emri ile Bakanlıklararası bir kurul tarafından hazırlanan “Türkiye
Gerçekleri ve Terörizm” adlı “Beyaz Kitap”ın, 93-98 sahifelerinde yer alan “Kültür
Sarayı’nın Yakılışı, Marmara Yolcu Gemisi’nin Yakılması ve Eminönü Araba Vapuru’nun
Batırılması’yla ilgili suçlamaları; İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 2 Nolu Askeri
Mahkemesi’nin “Sabotaj Davası”nda verdiği karar doğrulamamıştır. Çünkü bilindiği gibi,
“Beyaz Kitap”ta “Sabotaj”cı olarak suçlananların tümü, sözü geçen mahkeme tarafından
beraat ettirilmişlerdir.
“Bakanlıklar Arası bir kurul”un hazırladığı bir yapıtın, çıkarılışından bir yıl geçmeden,
mahkeme kararı ile doğrulanmaması yürütme adına azımsanamayacak bir talihsizlik olmuştur.
2. “Komünistler Gençlerimizi ve İşçilerimizi Nasıl Aldatıyor” adlı 1. Ordu ve
Sıkıyönetim Komutanlığınca yayınlanan kitapçık:
Sahife: 21 (Resim altı) (Şubat-1973 Basımında, Sahife:7)
Komünistler “Milletin içinden olduklarını iddia ediyorlardı ama, milletin parasıyla 20
yılda 108 milyon liraya yapılan Kültür Sarayı’nı yakmaktan çekinmediler.”
Sahife: 25 (Resim altı) (Şubat-1973 Basımında, Sahife:11)
“Güzelim Kültür Sarayı’nı 400.000 lira karşılığında bir saat içinde yaktılar… Hem de
acımadan…”
Sahife: 36 (Resim altı) (Şubat-1973 Basımında, Sahife:19)
“Avrupa’nın en büyük ve güzel Kültür Sarayları’ndan biri, birkaç vatansızın eliyle
birkaç saatte bu hale geldi.”
Sahife: 37 (Resim altı) (Şubat-1973 Basımında, Sahife: 21)
“Komünistler, Boğaziçi’nde İnşa Edilmekte Olan Köprüyü de Havaya Uçurmayı
Planlamışlardı…”
Sahife: 39 (Resim altı) (Şubat-1973 Basımında, Sahife: 23)
“İşte komünistlerin bir vahşet örneği daha… Türk bayrağını Akdeniz sularında
dalgalandıran “Marmara” gemisini de yakmaktan çekinmediler…”
Sahife: 41 (Resim altı) (Şubat-1973 Basımında, Sahife: 27)
“Vatanı içten vurmak amacını güden satılmışlar, aldıkları 465.000 lira karşılığında 5
Mart 1972’de “Marmara” gemisini yakıp Haliç Sularına gömdüler.”
Sahife: 43 (Resim altı) (Şubat-1973 Basımında, Sahife: 29)
“Yüzlerce Türk işçisinin alınteri dökerek inşa ettikleri “Eminönü” araba vapuruna da
kıymaktan çekinmediler.”
Sahife: 43 (Resim altı) (Şubat-1973 Basımında, Sahife: 31)
“Bazı soysuzlar, komünistlerden aldıkları 300.000 lira karşılığında 28 Haziran 1972’de
“Eminönü” araba vapurunu da batırdılar.”
Sahife: 47 (Resim altı) (Şubat-1973 Basımında, Sahife: 32)
“Komünistlerin Hedefi Bu Defa Boğaziçi’nin İncisi Olacak Bu Büyük Eserdi”
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nca iki kez yayınlanarak binlerce sayı dağıtılan bu
kitapçık da aynı komutanlığa bağlı, 2 Nolu mahkeme kararıyla doğrulanmamıştır.
Anılan kitapçık, İstanbul Sıkıyönetiminin yasa tanımaz tutumunu ve suçsuz insanları
suçlatma anlayışın somut bir belgesi olarak kalacaktır.
Mahkeme kararıyla doğrulanmayan olaylar bilindiği gibi gerçekte somut olaylardır.
Kültür Sarayı ve Marmara Gemisi Yangınları’na ve Eminönü Araba Vapuru’nun
batmasına düzmece sanık bulanlar Mahkemenize Köprü Provokasyonu’nun sanıkları olarak
da bizleri getirdiler.
Bilindiği gibi bu provokasyon “işlenmemiş suç”, “düşüncede kalan suç olarak”
düzenlenmiştir. Çünkü; gözaltına alındığımız tarihte köprünün beton ankraj kitlesinden başka
hiçbir bölümü yapılmış değildi. Olmayan bir şeyin tahribi söz konusu olmayacağına göre; bu
provokasyonu düzenleyenlerin amacı yalnız kendi terörlerine haklılık kazandırmak ve düşman
bildiklerinin itibarlarını kırmak olarak nitelenebilir.
Köprü provokasyonu birkaç amaçla kullanılmak için planlanmıştır. Örneğin; ilk önce
Mahir Çayan ve Ömer Ayna’ya mal edilmek istenmiştir. Daha sonra, Dosya Sıra No.
274’teki E.E.’nin ifadesi ile “Bomba Davası”na konu yapılmış, davalar ve eylemler arasında
beraberlik, bütünlük ve irtibat kurmak fikrinin sonucu olarak da “Sabotaj Davası”nda
H.T.’nin Kontrgerilla ifadesine “Füzeli Sabotaj” diye dahil edilmiştir
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nca yayınlanan “Komünistler Gençlerimizi ve
İşçilerimizi Nasıl Aldatıyor” adlı broşüre egemen olan görüşü belirtmek amacı ile “Kanlı
Pazar”la ilgili bölümünü aşağıya çıkarıyorum:
Kanlı Pazar’ın Amacı
Yukarıda adı geçen ve 16 Şubat 1969 tarihinde vuku bulan “Kanlı Pazar” kanlı geçmiş
bir olayın adı değildir. Komünistler 1905 yılında bir pazar günü Rusya’da komünist ihtilâlin
ilk kıvılcımını ateşledikleri için bunu “Kanlı Pazar” adıyla anmaktadırlar. Bu nedenle
Türkiye’de komünistlerin 16 Şubat 1969 Pazar günü başlattıkları anarşik hareketlere de tıpkı
Rusya’da olduğu gibi “Kanlı Pazar” ismini vermişlerdir.
Genel Kurmay Başkanlığı’nca Cumhuriyetin 50. yılı nedeni ile yayınlanan yapıt,
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın görüşlerini doğrulamamaktadır.
12 Mart Muhtırası’ndan önceki dönemde aşırı solcu figüranların gövde gösterilerine
paralel olarak, İstanbul camilerinde cihat namazları kılınmış ve onbinlerce saf vatandaş,
kışkırtıcıların kılavuzluğunda Taksim Alanı’na yürümüş ve kargaşa çıkarmışlardır. Dinsel
duyguların politik amaç doğrultusunda sömürülmesi ve laikliğin çiğnenmesi hiçbir dönemde
memleketimize huzur getirmemiştir.
Görüldüğü gibi Faik Türün, kendi hiyerarşisine bile ters düşen bağnazlık içinde kendine
göre bir yöntem uygulamak için yetkilerini devamlı kötüye kullanmaktan çekinmemiştir.
3. “Boğaz Köprüsü” (Tekin Erer) (Boğaziçi Yayınları)
Nitekim, “Boğaz Köprüsü” adlı yapıtta, provokasyonu düzenleyen çevrelerin sözcülüğü
yapılmakta, Boğaz Köprüsü’nün yapımına karşı çıkmış olan Ecevit dahil, tüm devrimci güç
ve yazarların, konuşma ve yazıları ağır bir dille eleştirilmektedir.
Bu arada, yapıtın 269-272. sahifelerinde Sabotaj’dan söz edilmiştir. Yapılmak istenen
“Boğaz Köprüsü Provokasyonu”nu ile Devrimci çevreleri ile onların görüşlerini mahkum
etmektir. Kitapta bu anlayışla açıkça görülmektedir.
Yoksa, milletvekilliği yapmış bir kişinin, sonuçlanmamış bir dava iddianamesini
kitabına aktarması düşünülemezdi.
“Boğaz Köprüsü” adlı yapıtın 271 ve 272. sahifelerinde, İstanbul Sıkıyönetim
Komutanlığı’nın kitapçığındaki, mahkeme kararı ile doğrulanmayan görüşlere yer verilmekte
ve broşürün 37. sahifesindeki (Şubat 1973 basımında, Sahife: 21) resim ve altındaki yazı
“Komünistler, Boğaziçinde inşa edilmekte olan köprüyü de havaya uçurmayı
planlamışlardı…” cümlesi noktalarına kadar aktarılmıştır.
Bu durum “Boğaz Köprüsü” provokasyonunu düzenleyenlerle, yazar arasındaki ilişkiyi
kesinlikle ortaya koymaktadır.
Aynı yazarın ve gazetesinin bize ağır ölçüde sataşmasının, nedenleri üzerinde
durulmaya değmeyecek kadar açıktır.
Örneğin yazar, bir yazısında, “Bomba Davası”nı Boğaz Köprüsü’nü Uçurmak Davası”
olarak nitelemiş ve bağlı bulunduğu çevrelerin bu davadaki niyetlerini açığa vurmuştur.
4. “İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Brifingleri”
a. 23 Kasım 1972 Brifingi
Bu brifingte de, “Boğaz Köprüsü” dahil, diğer “Sabotaj”lar konusuna geniş yer
verilmiştir.
Brifingte dikkati çeken bir diğer husus da, gösterilen şemada “Cunta”nın boyalı olarak
belirtilmesidir. Bu şema, daha o tarihte “Bomba Davası”na konu yapılmak istenen “Cunta
Konusu”nun planlandığını kanıtlamaktadır. İdare, önce kendi ölçülerine göre, hesabı
görülmesi gereken kişileri suçlamakta, sonra “Gizli Örgütleri”nde bulunan “Teknik
Sorgulama Timleri”ne (Faik Türün deyimi ile EBU’lara) emir verilmekte ve onlar, istenilen
doğrultuda ikrarları elde ettikten sonra, davalar düzenlenmek yoluna gidildiği, açıklanan bu
örnekte görülmektedir.)
b. 27 Şubat 1973 Basın Toplantısı
Basın toplantısı kitapçığının, 25 ve 26. sahifelerindeki, madde-7’de:
7 - Bomba operasyonuna ait tahkikat, aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen,
tekmil sanıkların toparlanamaması ve olaya yeni yeni sanıkların isimlerinin karışması
sebebiyle, bu hususta bir karar ittihazı mümkün olamamıştır.
Bu davanın da tutuklu sanıkları hakkında davanın tefriki ile karar ittihaz edilmek üzere
Askeri Savcılıkça yürütülmekte olan çalışmalar ilerlemiş bulunmaktadır
denilmektedir.
Oysa; daha önce eleştirdiğim ve daha ilerideki açıklamalarımda eleştirileceği gibi ve
dava dosyasında görüldüğü üzere, “Basın Toplantısı” yapılan tarihte “olaya karışmış yeni
isimler yoktur. Askeri Savcı Nevzat Çizmeci ve Selahattin Fırat 5 Ağustos 1972’de aldıkları,
Dosya Sıra No: 404/1-7’deki ifade ile Gürler-Batur-Kayacan’ı aldığı emre göre suçlatmış,
ifade alındıktan on gün sonra Gürler, Gn. Kur. Bşk. Kayacan, Dz. K.K. olunca ve Batur’da
Hv. K.K.’lığını koruyunca, zorunlu olarak Dava dosyasını kapatmış, politik durumun yararına
gelişmesini beklemiştir. Nitekim, Gürler, Cumhurbaşkanı olamayınca, davayı açmış ve yeni
tutuklamalar ile davayı, açılma amacı doğrultusunda yürütmeyi denemiş ve 25 Mayıs 1973’te
ek iddianame ile Gürler “Cunta Başı” ilan edilmiştir.
5. “Sabotajlar ve Sandık Cinayeti” (Boğaziçi Yayınları)
Bu yapıtta “Sabotaj” ve “Sandık Cinayeti” davalarının iddianameleri yayınlanmıştır.
“Bomba Davası” ile “Sabotaj Davası” arasında tertibi düzenleyenlerce kurulmak istenen
mantık sergilenmektedir.
Şöyle ki:
a. 1- 152. sahifelerinde “Sabotaj Davası”nın iddianamesi yer almakta ve sahife
başlarında (Sabotajlar) kelimesi yazılmaktadır.
b. 153-156. sahifelerinde, “Bomba Davası”nın Numan Esin’e ait Ek iddianamesi”
yayınlanmakta ve gene sahife başlarına (Sabotajlar) kelimesi yazılmaya devam edilmektedir.
Bilindiği gibi “Sabotaj Davası”nda İrfan Solmazer suçlandırılmıştır. Anılan ek iddianamede,
İrfan Solmazer yanında daha bir çok kişiler suçlatılarak, o kişilerle sabotajlar arasında ve
“Sabotaj Davası ile Bomba Davası” arasında ilişki kurulmaya çalışılmaktadır.
c. 167-235. sahifelerde ise “Sandık Cinayeti Davası”nın iddianamesi verilerek, olaylar
ve davalar arasındaki ilişkiye, kamuoyu inandırılmaya çalışılmaktadır.
6. “Madanoğlu Cuntası” (Boğaziçi Yayınları)
Bu yapıtta da “Madanoğlu Davası” iddianamesi yayınlanmaktadır. Yapıtın 154-155.
sahifelerinde, “Bomba Davası”nda, Dosya Sıra No: 404/1-7’deki R.K.’nin ve 155-158.
sahifelerinde ise Dosya Sıra No: 176’daki F.Ö.’nün ifadelerine gönderme yapılmaktadır.
“Madanoğlu Davası” ile “Bomba Davası”nın savcılığını yapmış bulunan Süleyman
Takkeci; 28 Haziran 1974 günkü duruşmada “Madanoğlu Davası” ile “Bomba Davası”nın
birbirlerinin uzantısı olduğunu iddia etmiştir. Bu iddia 4 ay sonra verilen, “Madanoğlu
Davası” kararı ile doğrulanmamış ve bilindiği gibi Madanoğlu Davası tüm sanıkların beraati
ile sonuçlanmıştır. (Duruşma Tutanağı Sahife No:552-554)
“Bomba Davası” sanıklarından biri “Madanoğlu Davası”nda tanık olarak dinlenmiş,
ertesi gün bir gazetede “Temelli Senatörler yeni bir darbe hazırlamışlar” başlığı altında bir
haber yayınlanmıştır. Gerçekte bu davaları düzenleyen ve düzenleten çevrelerin tertip
amaçlarından biri de “Tabii Senatörlük”ü kaldırmak için gerekçe hazırlamak olduğu, “Bomba
Davası” dosyasında kesinlikle görülmektedir.
Böylesine bilimsel yapıtlar yayınlayarak Türk Kültürüne hizmet eden (!) “Boğaziçi
Yayınları”nın, okuyucularının hizmetine sunduğu “Orhun Abideleri” gibi yayınları da var…
7. “Ders Alalım” Genelkurmay Başkanlığı
Kapağında (Genel Kurmay Başkanlığı) yazılı olan bu yapıtta, içinde bu makam
tarafından yayınlandığını kanıtlayan ne bir numara ne de imza bulunmamaktadır.
“Ders Alalım” adlı yapıtın 81 ve 83. sahifelerinde “Bomba Davası”na konu olan “Nuri
Yazıcı’nın Evinde Toplantı” savı ve diğer savlar yalnız, Dosya Sıra No: 176/2, 9-10, 11-12,
16-18, 22-24’te ki F.Ö.’nün Kontrgerilla ifadesi “seçme parçalar” halinde yer almıştır.
89. sahifesinde ise, Dosya Sıra No: 345/2’de yer alan M.D.’nin Kontrgerilla ifadeleri
aynı yöntemle aktarılmıştır.
Türün’le beraber çalışan gizli örgütlerdeki tertipçiler, gözleri dönmüş olarak beni, “1.
Ordu Muharebe Merkezi’nden geçen gizli haberleri öğrenmekle” suçlarken; Muharebe
Merkez Amiri’nden - Türün’e kadar uzatılması gereken bir sorumluluğu görmemezlikten
gelebilmiştir.
Muharebe sınıfından gelmiş Türün’ün “Muharebe Emniyetsizliği” ile kendi kendini
suçlatması ilginçtir. Ama biz onun niteliğini bildiğimiz için bu tavrını da yadırgamadık.
Sayın Celal Dora’nın anılarından Türün’ün, Muharebecilikteki yeteneğini öğrenmemiz
olanaklı:
Generalin emirleri üzerine karargâh binasının önünde jip üzerinde monte edilmiş olan
SCR 300 telsizinden hareket şube müdürü binbaşı Faik Türün taburlara çekilme emri
vermekte idi. Telsizle verilen bu çekilme emri şifreli olmayıp tamamen açıktı.
Bazı sağ kalemler “Binbaşı Faik Türün”e övgüler dize dursunlar ama biz askerlikten
gelen bir kişi olarak, “Düşman karşısında telsizle açık emir verilmesinin cinayetle eş anlamlı
olduğunu biliriz” nitekim Siminni bölgesinde, bu ihmal nedeni ile yüzlerce Türk evlâdı şehit
olmuştur.
“Ders Alalım” adlı yapıtı yayınlayanlar, hükümden önce kişileri suçlamak gibi, Hukuk
biliminde yeri olmayan bir yönteme her nedense başvurmuşlar, “Masumiyet Karinesi”nin hiçe
saymışlardır.
8. Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan “12 Mart Olayı” başlıklı yazı dizisi
Bu yazı dizisinde, gizli ellerde olduğu gibi açıklanan ve dava dosyasında bulunmayan
ifadelerden “seçme parçalar” verilerek, olayların içinde gösterilerek suçlanıldım.
Yazıyı gazetede yayınlatan “Gizli Eller” ve “Yasa Dışı Kurulup Çalıştırılan Gizli
Örgütler”in amacı, açıkça görünmektedir.
İlk önce beni suçlatan bu güçler, benimle 12 Mart Muhtırası’nı veren bir kanat arasında
(Gürler-Batur) ilişki kurmaya çalışmış ve bu suretle, 12 Mart Muhtırası’nı verenleri suçlu,
alanları kıygın (mağdur) göstermek için kamuoyu yaratma çabasına girişmiştir.
Nitekim bu çabaların sonucu alınmış dört yıl önce Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tüm
hiyerarşisi ile suçlanılan bir kişi iktidar koltuğuna yeniden oturmuştur. Oysa; 27 Mayıs gibi,
12 Mart’ta Türk Silahlı Kuvvetleri’nin eseridir. O halde nasıl uluyor da, 27 Mayıs’ın alaşağı
ettiği anlayışın devamı olduğunu iddia eden ve 12 Mart öncesi başarısız iktidarı ile ülkeyi
bunalıma soktuğu Türk Silahlı Kuvvetlerince belgelenen bir kişi; dört yıl sonra yeniden
iktidar olabiliyor?
Bu dört yıl içinde, dışa bağımlı egemen güçler ve onların kontrolündeki legal ve illegal
örgütler, işkence ile düzenledikleri davalarla, hem Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yetkili
komutanlarını ve hem de kamuoyunu yanıltmayı bir ölçüde başarmışlardır.
“Bomba Davası” politika arenasında, politik koşullara sıkı sıkıya bağlı olarak
yürütülmüş, gerici ve tutucu güçlerin amaçları doğrultusunda kullanılmıştır. Hâlâ da
kullanılmak istenmektedir.
Gerçeklere dayanmayan yayınların ve Esas Hakkında Mütalâa ile Gürler-BaturKayacan’ın mahkemeye sanık olarak getirilmek istenmesinin ardında yatan niyetlere doğru
tanılar konulmalıdır.
Hürriyet gibi olanakları geniş bir gazete, “Bomba Davası”na “Gizli Güçler”in amaçları
doğrultusunda eğileceği yerde; davaya bilimsel bir anlayışla yaklaşsaydı, benim saptadığım
gerçeklerden çok daha fazlasını görebilirdi.
Örneğin: Dava Dosyası’nda bulunan Dosya Sıra No: 176/10’daki F.Ö.’nün ifadesinde:
“Bir Milli Birlikçi ile Hürriyet Gazetesi’ne yazı yazdığıma” dair bir maksatlı suçlamaya yer
verilmiştir.
Gerçek olmayan bu durumun saptanmasını, soruşturmanın genişletilmesi evresinde
mahkemeden istedik.
Bu isteğimiz, mahkemece araştırma konusu yapılmamıştır. Ama, Hürriyet Gazetesi’ne
yazı yazmadığımı en iyi kendileri bilmektedir.
Onun için bu ifade ne kadar doğru ise, gazeteye el altından verilenler de, o kadar
doğrudur, demekle yetiniyorum.
9. 4 Mayıs 1973 Cuma Günü, Saat 19.00’daki “Haber Bülteni”
Hiçbir kişiye ve davaya nasip olmayacak biçimde ve İstanbul, 1 Nolu Sıkıyönetim
Mahkemesi’nin 84 sanıklı davadaki kararı görmemezlikten gelinerek “Türkiye Radyoları”nda
suçlanıldım.
Yasalarla bağdaşmayan bu durumu, 7 Mayıs 1973 günkü duruşmada bir dilekçe ile
yetkili makamlara duyurdum. Başbakan Talu’dan ilginç bir yanıt aldım. Talu yönetimine
etken olan “Hükümet Etme Felsefesi”ni göstermesi, bakımından yanıt ilginç bir örnek
oluşturuyordu. Başbakanlık’ta “Masumiyet Karinesi” diye bir ilke tanımaz görünüyordu.
Açıkladığım örnekleri basından başka örnekler vererek çoğaltmak mümkün. Kişisel
eleştiriye daha fazla gerek görmeyerek, Prof. Faruk Erem’in bu konudaki bilimsel görüşlerini
aşağıya çıkarıyorum:
Adalet haberleri “Mahkeme hükmü”nden önce peşin, gayri resmi, sorumsuz fakat daha
etkili bir “halk hükmü”nün verilmesine sebep olabilmektedir… Resmi adaletin hatasız
olabilmesi elbette mümkündür, ancak bu imkân “iyi bir adalet hakkı”nın bütün kanuni ve fiili
şartlarının; mevcut olmasına bağlıdır. “Halk hükmü” ise, hiçbir zaman bu teminata
ulaşamayacaktır. Bu hükmün sınırı da yoktur. Halbuki hiçbir insan her şeyiyle sanık değildir.
Basın, ceza davalarına dair haberler neşredebilmelidir. Fakat davadan önce ve dava
sırasında davanın objektifliğine (tarafsızlığına) zarar verebilecek yayımlar hukukun üstünlüğü
prensibine uygun değildir. …Fakat herhalde duruşmadan “seçme parçalar” verilmesinde bir
tarafa eğilimli olmamak ölçüsüne ihtiyaç vardır. Aksi halde bu “haksızlık” aşırı derecede
yayılarak pek büyük haksızlık haline gelebilir
Oysa, “12 Mart Olayı” yazı dizisinde; Duruşma’daki açıklamalar şöyle dursun,
tertipçilerin politik amaçları doğrultusunda, “Gizli Örgütler” tarafından alınan ve mahkeme
dosyasına bile konulamayan, “Kontrgerilla İfadeleri”nden “seçme parçalar” yayınlanarak
haksızlık katmerleştirilmiştir.
Prof. Faruk Erem: Adı geçen makalesinde:
Bir mahkeme teşhiri meşru kılarsa adalet amacından ve ciddiyetinden çok şey
kaybeder” dedikten sonra devam ediyor.
…Siyasi suçlardan yargılananların basında televizyonda resimlerini yaymakta adalet
çıkarına hiçbir fayda yoktur. Hatta bu hususta “Maksatlı teşhir” adaletten çok şeyi koparır,
götürür
şeklinde sonuca ulaşmaktadır.
İşkence ile İlgili Yayınlar
“Hazırlık Soruşturma”sı döneminde değerli
dilekçelerde, bana yapılan işkenceyi belirtmişlerdir.
savunma
avukatlarım
verdikleri
Duruşmadaki açıklamalarımda ve yetkili organlara verdiğim dilekçelerimde ben de,
aynı savda bulundum. Dilekçelerimin hiç birine, bugüne kadar yasalarımız gereğince yanıt
verilmiş değildir. Yalnız mahkemedeki açıklamalarım üzerine güç duruma düştüklerini
algılayan ilgililer, bu durumdan kurtulmak için “Düzmece Rapor” düzenleterek, dosyaya
konulmak üzere mahkemeye göndermekle yetinmişlerdir. Bu duruma karşın, öne sürdüğüm
“Rapor Düzmeciliği” savım incelenmiş değildir.
Bu savımı kanıtlamam için yetkili kişiler yasal görevlerini yerine getirselerdi bu dava ile
üzerimde tertip düzenleyenlerin, maskeleri düşecek ve “İşkence Sav”ım doğrulanmış olacaktı.
Bu konudaki savımı, Beyaz Kitap (Türkiye Gerçekleri ve Terörizm) adlı Başbakanlıkça
yayınlanan yapıtla da doğrulamak isterim.
Sözü geçen yapıtın 139 ve 140. sahifelerinde “İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na
N.D. ve H.K. adlı sanıklarla ilgili “İşkence İddiaları”na karşı idarenin başvurduğu işlemlerden
söz edilmekte ve başvuru yapıldığı gün, ilgili kişilerin Tabip Teğmen Mustafa Metin
tarafından muayene edildiğini ve bununla da yetinilmeden hastanede muayeneye
gönderildikleri belirtilmektedir.
Bir kere bu açıklamalarda gereksiz abartmalar vardır. Çünkü: 353 sayılı yasanın
Bilirkişi Seçimi ile ilgili 62. maddesi, bu gibi durumlarda “Mütehassis tabiplerden oluşan bir
heyet”in bilirkişi olarak seçimini öngörmektedir.
Oysa, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 11/6/1973 gün ve AD. MÜŞ. 1973/3810105 sayılı yazısı ekli olarak gelen benimle ilgili raporda görüldüğü gibi, savunma
avukatlarımın başvurusundan (1 Eylül 1972) 20 gün sonra işkence izlerinin saptanılmasına
kalkışılmış ve yasaya aykırı olarak yalnız Tabip Tğm. Mustafa Metin’den alındığı söylenen
raporla yetinilmiştir.
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na, bir birinden bir ay aralıklı iki uygulama
karşılaştırılınca uygulamadaki çift standart kesinlikle görünmektedir.
Örneğin: “Beyaz Kitap”taki örnekte “İşkence İddiası”nda bulunulduğu gün ilgili
kişilerin Tabip tarafından muayene edildiği, bununla da yetinilmeyip hastahaneden rapor
alındığı belirtilmiştir. Oysa benim örnekte, başvurudan 20 gün sonra yalnız kıt’a tabibine
muayene ettiriliyorum ve hastahaneye gönderilmiyorum.
Bu çelişkinin giderilmesi olanaksızdır. Öyle olduğu için de, işkence savlarım yüzde bir
milyar gerçek hale gelmiştir.
1. Savlarımı kanıtlamak için, hemen tümü bu konudaki açıklamalarımdan sonra
yayınlanmış ve bizi doğrulayan yapıtları işkence savlarımla ilişkileri nedeniyle savunmama
Ek olarak mahkemeye sunuyorum.
Yayınlar, hem dünyadaki hem de Türkiye’deki işkence uygulamalarına örnekler
vermekte ve “İşkence Yöntemleri” arasındaki benzerliğe dikkatleri içermektedir. Bu
benzerliğin nedenlerini de daha önce ayrıntıları ile açıklamış bulunuyorum.
Avukat Kemal Yücel’in “Kontrgerilla” adlı yapıtının 400-403. sahifelerinde İstanbul
Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Öğretim Üyesi Prof. Kerim Silivrili’nin verdiği bir rapor
yer almaktadır. Bu raporda; “THKP-C davası sanıklarının bazılarının “Emniyet İfadeleri”nin
altındaki imzalar arasındaki farklar belirtilmiş ve bu farklar nedeniyle ifadelerde adı bulunan
şahıslardan başkaları tarafından imzalandığı” sonucuna varılmaktadır.
Bilindiği gibi “Bomba Davası”nda da Salih Zeki Yılmaz ve M.F. “Emniyet
İfadeleri”ndeki imzaların düzmece olduğunu iddia etmişler ve masrafları kendilerine ait
olmak üzere ifadelerin “İsveç Grafoloji Enstitüsü”nde incelenmesini istemişlerdir.
Bu istem, Türkiye içindeki olanaklardan yararlanmak suretiyle de olsa yerine getirilmiş
değildir.
2. İşkence savlarımı kanıtlamak için, mahkemeye sunduğum yapıtlar yanında basında
yer alan işkence, MİT ve Kontrgerilla’yla ilgili yazıları da savunmama ek olarak veriyorum.
a. “Ben Bir İşkenceci İdim” adlı yazı dizisinde “Mehmet Pekşen” adlı bir siyasi polis,
12 Mart sonrasındaki dönemde, Ankara’da uygulanan ve tanığı olduğu “İşkence
Yöntemleri”ni ve “İşkenceleri” açıklamaktadır.
Siyasi Polis Mehmet Pekşen’in anıları, aynı konudaki sanık savlarını bütünü ile
doğrulamaktadır.
b. Ankara’da bir gazetede işkence konusu “İşkence Dosyası” adı altında ayrıntılı bir
şekilde açıklanmıştır. Bu yayında da yer alan görüşler, işkence savlarımızı doğrulayacak
niteliktedir.
c. İşkence konusundaki “Makaleler”
d. Avrupa Konseyi’nin Türkiye’deki 12 Mart sonrası girişimleriyle ilgili yayınlar
e. Dış basında yer alan işkence ile ilgili yayınlar
f. İşkenceyle ilgili muhtelif yazılar
g. İşkence iddialarıyla ilgili yazılar
h. İşkence ve sağ basın
Parlamento ve İşkence
İşkence savlarımın doğruluğunu saptamak için, 12 Haziran 1973 tarihinde Başbakan
Talu’ya bir dilekçe göndererek “Bir Parlamento Komisyonu kurulmasını” önerdiğimi,
başvurumdan aylarca sonra, Parlamento’da da aynı doğrultuda istemlerde bulunulduğunu,
Talu’nun giderayak “İşkence Soruşturması” açtırarak sorunu örtbas etmeye kalkışmasını,
Ecevit’in İşkence, Kışkırtıcı Ajanlar ve Kontrgerilla hakkındaki görüşlerini ve “Geçmişe
Sünger çekmek” politikasının gerisindeki nedenleri, daha önce genel çizgileri ile de olsa
açıklamış bulunuyorum.
Bütün bu girişimler karşın, ülkemizdeki “Yaygın İşkence Savları”nın bugüne kadar
“Parlamento” tarafından tam anlamıyla incelenmiş olmadığı da bir gerçektir. Yıllarca sonra,
“33 doğulu vatandaşın öldürülmesi”nin hesabını soran Türk Ulusu, binlerce kişiyi en iğrenç
işkencelerden geçiren, işkenceciler ve onların koruyucularından, hainliklerinin hesabını bir
gün mutlaka soracağına inanıyorum.
Aynı konuda, dışarıdan bir örnek vermek isterim:
“Uruguay Senatosu İşkence Konusunu Araştırma Komisyonu” raporunu aşağıya
çıkarıyorum:
I.
Tutukluların, tanıkların, uzmanların (avukat ve doktorlar) verdikleri ifadelere ve
komisyonumuza sunulmuş belgelere göre, uygulanmakta olan belli başlı işkence yöntemleri
şunlardır: (1) Sözle hareket; (2) Susuz ve yiyeceksiz bırakma; (3) fizyolojik ihtiyaçları
karşılayacak yerlerden uzak tutma; (4) insan pisliği içindeki karanlık hücrelere kapatma; (5)
dayat atma (yediği dayak yüzünden hastahaneye kaldırılan bir tutuklu cinsel organından
ameliyat olmuş ve erkekliğini yitirmiştir); (6) uzun süre ayakta tutma ve bu arada dövme; (7)
tutuklunun kaburgalarını kırma; (8) bağlama; (9) gövdenin çeşitli yerlerine, özellikle
tırnaklara ve cinsel organlara elektrik verme (göze elektrik verildiği de saptanmıştır): (10)
cinsel organları sigarayla yakma (bir tutuklunun karnının ait bölgesinde altmış sigara yanığı
izine rastlanmıştır); (11) gebe kadınları aç ve susuz bırakma; yeni doğum yapmış kadınların
çocuklarını da anneleriyle birlikte, aynı koşullarda bulundurma; (12) fiziksel işkenceye ek
olarak psikolojik işkence etme (kadınlara, genç kızlara saldırma; onları polis şeflerinin
önünde soyma, okşama, vb…)
II.
Tutukluların ve tanıkların anlattıkları, mahkemelerin görevlendirdiği bilirkişilerin
(doktor ve avukatların) raporlarına uymaktadır.
Komisyonumuz, işkencelerin anlatılanlardan daha korkunç olduğu kanısındadır; bazı
tutuklular, yakınlarının başlarını derde sokmaktan kaçındıkları için, gereken açıklıkla
konuşamamışlardır.
Bu işkenceler, Montevideo Emniyet Müdürlüğü yetkilileri tarafından yürütülmektedir.
Genelkurmay bu işkencelere seyirci kalmakta, bazen de katılmaktadır.
III.
(1) Montevideo polisi tarafından yürütülen bu işkenceler artık olağan karşılanmaktadır.
(2) İşkenceler konusunda yüksek kademedeki yetkililerin yalanlamalarına inanmak
imkânsızdır.
(3) İnsanlık dışı işkenceler, çoğu kere mahkeme önünde çıkarılmamış kimselere
uygulanmakta ve sanıklar işkenceyle alınan ifadelerine dayanılarak tutuklanmaktadır.
(4) Özellikle kadınlara ve genç kızlara yüz kızartıcı işkenceler edilmektedir.
(5) Polisin işkence edebilmesi için gözaltına alınma süresi uzatılmaktadır.
(6) İşkence edenler cezalandırılmamakta, görev ve yetkilerini sürdürmektedirler.
Senatonun tek kadın üyesi konuşmasını yaparken salonda çıt çıkmıyordu.
“- Sayın Başkan, Araştırma Komisyonu’nun raporu, ülkemizde işkencelerin var
olduğunun yeni bir kanıtıdır.”
Ufak tefek bir kadındı. Saçları ağarmıştı. Mavi gözlerinde yaşlar birikiyordu. Ama
tutuyordu kendini.
- Hatırlatmak istediğim bir şey var: Bu komisyon parlamentomuzdaki bütün partilerin
verdikleri üyelerden oluşmuştur.
Titriyordu sesi. Yine de, kelimeleri teker teker söylemeyi başarıyordu.
- Rapora bütün üyeler imza koymuştur. Bu belge, işkencenin ülkemizde artık
yadırganmadığını, olağan bir şey olarak kabullenildiğini göstermektedir.
Gözler İçişleri Bakanı’na çevrildi. Bakan, hiç kımıldamadan, dimdik oturuyordu.
- Suçsuzlara bile işkence edilmiştir. Sendikacılara, öğrencilere işkence edilmiştir.
Yetkililerin yalanlamalarına inanmak elde değildir. Bazı yetkililer bu konuda bilgileri
olmadığını söylüyorlar. Buna inanmak istemiyoruz. İnanırsak, devlet içinde bir devletin
varlığını kabullenmiş oluruz. Sayın Başkan, sayın üyeler… Komisyon raporunda belirtilenler,
ülkemizde olmuştur. Her gün olmaktadır. Bütün bunlara bir son verilmesi gerekmektedir.
Sayın hükümet üyeleri, bu konularda bilginiz var mıydı, yok muydu, bilmiyorum… ama iki
durumda da, artık ülkemizi yönetmeye hakkınız yoktur.
Buraya kadar yaptığım açıklamalarla; “Hazırlık Soruşturması”nın gerek benim açımdan
ve gerekse Bomba Davası’nın oluşturulması açısından, hukuk biliminde yeri olan yöntemlerle
ve Hukuk Devleti kuralına bağlı kalınarak yürütülmediğini ve anayasanın eşitlik ilkesine
uyulmadığını belgesel olarak kanıtlamış bulunuyorum. Bu gerçek, Mahkemenizce de
benimsenirse; “Bomba Davası” olarak birkaç bireysel eylemin kaldığı görülecek ve davayı
oluşturan tertip güçlerinin suçlulukları aydınlığa kavuşacaktır…
Türkiye’nin bugünkü politik yapısının, tertipçilerin suçlarının hesabının görülmesine
olarak tanımamasının, yarın bu hesabın sorulmayacağı anlamını taşımadığını da özellikle
belirtmek isterim.
“Bomba Davası” Sanıklarının
Karşısına Getirilmek İstenen Güçler
“Bomba Davası”nı tertip eden güçler, bu davayla elde etmek istedikleri politik
sonuçların alınmasını kolaylaştırmak ve bu amaçla kamuoyu yaratmak için, “Bomba Davası”
sanıklarının kendi gizli örgütlerince oluşturulan ifadelerinde, sanıkların çeşitli örgütler, güçler
ve kişilere karşı göstermeye çalışmışlar ve bu konuda ifadelere ikrarlar katmışlardır. Bu
taktikte “Kontrgerilla Örgütü” kendi tertiplerine doğal bağlaşıklar sağlamayı planlamış olduğu
anlaşılmaktadır. Kitle haberleşme araçları ve basının kontrol altında tutulduğu, “İşkence
İddiaları”nın Sıkıyönetim Komutanlığı’nca yasaklandığı dönemde bu taktik oldukça başarılı
oldu.
Sıkıyönetimce öne sürülen birçok savlar gibi, “Sabotajlar”la ilgili savların mahkeme
kararıyla doğrulanmaması, suçlar ve suçlayıcıların niteliklerini kamuoyuna göstermesi,
tertipçilerin propagandasının gücünü zayıflattı ve özellikle; 14 Ekim Seçimleri’nin de Türk
Ulusunun yeğleme doğrultusunun umulan dışında gelişim göstermesi karşısında, ürken gizli
güçler, başlangıçta sindilerse de bugün tertiplerini sürdürmek kararı içinde görünüyorlar…
Sosyal, politik, ekonomik ve kültürel gerçeklere aykırı; insan pazarlarında alım satım
üzerine kurulu politik düzenlemelerle, yaşama sürecini uzatmaya kalkanlar, tarihin ileriye
yönelik dinamiği içinde kendilerini bekleyen sonuçtan kurtulamayacaklardır.
Evet, “Bomba Davası” sanıklarının karşısına çeşitli güç ve kişilerinin getirilmeye
çalışıldığından söz etmiştik. Örneğin:
1. Bazı sanıkların “Kontrgerilla İfadesi”nde yer alan ikrarlarda generallere karşı
gösteriliyorum.
Duruşmanın bugüne kadarki evreleri bu suçlamaları doğrulamamış olmasına karşın,
bazı basın organları yayınları benzer bir tutum izlemektedir. Makamları korudukları bir
dönemde Türün ve Ünlütürk’ü işkenceci ilan etmekle, T. Slh. K.lerine hizmet ettiğim
kanısındayım. Bugün safları içindeki işkencecilerden arınan T. Slh. K.leri, örgüte yöneltilen,
gizli ve açık eleştirilerden kendini kurtarmış bulunmaktadır.
2. Dava sanıkları, Emniyet İfadeleri’ne konulan beyanlarla, Mason’lara karşı
gösterilmiş, güçlü Mason Örgütü sanıkların karşısına getirilmek istenmiştir.
3. “Bomba Davası”nı düzenleyenler, ifadelere kendilerince eklendiği anlaşılan
ikrarlarla, bazı basın organlarına karşı eylem düzenleneceği kanısını yaratmışlar. Bu basın
organlarını kendi amaçları için, “Bomba Davası” sanıklarına karşı kullanmayı başarmışlardır.
4. “Gizli Örgütler”in eşgüdümü ile önceden planlanan hedeflere varmak için, alınan
ifadelerde, dava sanıklarının; bir takım Fabrikalara, Büyük Mağazalara, İhracat ve İthalat
Firmalarına karşı eylem yapacaklarına dair ikrarlar eklenerek, büyük sanayi, ticaret
çevrelerinde sanıklara karşı bir hava yaratılmaya çalışılmıştır.
5. İki ünlü iş adamının, bu dava sanıklarından bir kaçı tarafından kaçırılması
düşünüldüğü iddianamelere kadar geçirilerek, tertibi düzenleyenler; bir yandan, tüm iş
adamlarını kendi destekleri arasına alırken, diğer yandan onları, Bomba Davası sanıklarının
karşısına getirmeyi de planlamışlar ve bu destekten eylemli olarak yararlanmışlardır.
6. Dava sanıklarından bir kişinin, Halide Edip Adıvar büstünü havaya uçurduğuna dair
ikrarlar alınmış, tüm Türk kadınlarının da sanıkların karşısına getirilmesi amaçlanmıştır.
7. Bu kadarı ile de yetinmeksizin “Boğaz Köprüsü Provokasyonu” bu davaya katılarak,
“yapılmamış bir tesisin tahribini düşünmek” gibi hayali bir suç uydurularak dava
sanıklarından özellikle seçilmiş birkaç kişiye mal edilmiştir. Bu arada “Boğaz Köprüsü”nü
Komünistler tahrip edecekti” diye kamuoyu yaratılmaya çalışılmış, Anti Komünist çevrelerin
kini de bu dava üzerine yoğunlaştırılmıştır.
Görüldüğü gibi nerede ise, Türkiye’deki bütün güçler dava sanıklarının karşısına
getirilmek istenmiştir. Emperyalist uydusu, işbirlikçi gerici ve tutucu güçlerle onların
bürokrasinin her iki kanadındaki yandaşları Bomba Davası’ndan yararlanarak 27 Mayıs ve 12
Mart Muhtıracılarını mahkum etmeyi planlamıştı.
Bugün, iktidar kavgasında taraf olan Sunay-Tağmaç-Türün, istedikleri sonuca
ulaşamamalarına karşın, bağlaşıklarıyla birlikte oyunlarını, planladıkları doğrultuda
sürdürmekte, bu nedenle de, Gürler-Batur-Kayacan hakkında hâlâ soruşturma istenmektedir.
Bu durum; “Bomba Davası”nın geniş kapsamlı politik yönünü göstermektedir. Karara
giderken davanın bu yönünün özenle dikkate alınması gerektiğini de anımsatmakta yarar
gördüğümü vurgulayarak belirtmek isterim.
Saygılarımla…
V. Bölüm
Dilekçeler, Mektuplar, Belgeler
Belge I.
Vekâletname
Vekâlet Veren: Mehmet Şefik Turhan
Yenigün sokak. No. 11 - Kuzguncuk
Üsküdar - İstanbul
Vekâlet Verilen:
Emekli Yarbay Mehmet Talat Turhan
Aynı adreste mukim.
Avrupa İnsan Hakları Konseyi Sekreterlik Makamı nezdinde T.C. Adalet Bakanlığı
aleyhine açtığım davanın konseyce kabul edildiği adresime bildirilmiş ve tebliğ edilmiş idi.
Emekliye sevkimde ve emeklilik maaşının tahsisinde yapılan haksız ve emsâllerime
nazaran mağdur durumda bırakılmaklığımdan neş’et eden sebeplerle açılan bu dava, Bakanlık
aleyhine 1956 senesinde açılmıştır. Bu davama bakılması için hükümetin bütün ilgili
makamlarına müracaatlarım kabul edilmemiştir.
Günün birinde davama bakılmasına hükümet veya onun mümessili olan âli meclisler
izin verdiği takdirde bu davamı bilvekâle tâkip etmeye ve bu davama ait hak vecibeleri
tamamen ifaya, ahzü kabza ve bu davamdan mütevellit bütün muameleleri ifâ ve intâsa ve
bakanlığın iddia ve müdafaa vekili tarafından aleyhime serd edilen iddia ve müdafaaları
reddeylemeğe ve bu idari tasarrufat ve muamelâtla alâkalı bilcümle dilekçe, layiha ve evrakı
resmiyi imzalamaya mezun ve selâhiyetli olmak üzere yukarıda yazılı Mehmet Talat Turhan’ı
vekil nasp ve tayin ettim.
M. K.
Vekâlet Veren
Mehmet Şefik Turhan
Dairede hazırlanıp, meşru mâzereti sebebiyle mahalline gidilerek, ikrarı alınan işbu
vekâletnameye yazılan imzanın; Mübrez, Zonguldak nüfus idaresinden tebdilen verilmiş
28/2/1935 tarih ve 034332 sayılı nüfus hüviyet cüzdanına göre halen İstanbul, Üsküdar,
İcadiye, Yenigün mahallesi ve sokağı 4-60 ve 11 nüfus hanesinde 961/392 Vukuat No. sile
kayıtlı, İslâm, 1301 tarihinde Rukiye’den doğma, ölü Ahmet Rıfat oğlu Mehmet Şefik
Turhan’a zidiyeti ve huzuren imzalayıp ikrar ettiği tasdik olunur. Bin dokuz yüz altmış beş
yılı haziran ayının on beşinci Salı günü. 15/6/1965.
M.K.
Üsküdar Noteri
R. Tekin Özker
Belge II.
1 Numaralı Askeri Mahkeme’nin Kaldırılması Hakkında Yazı
T. C.
M.S.B
Müsteşarlık Karargahı
Ankara
10 Mayıs 1972
Ad:
1706-2-72
Konu:
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı
Nezdindeki 1 Numaralı Askeri
Mahkemenin Kaldırıldığı.
Milli Savunma Bakanlığına
İlgi: a) 27.4.1971 gün ve 1971/2364-2 sayılı onay.
b) Genelkurmay Başkanlığının 10-5-1972 gün ve Ad. Mş: 7901/1102 sayılı yazısı.
Bakanlar Kurulunun 26.4.1971 gün ve 7/2302 sayılı kararnamesi ile 26.4.1971
gününden itibaren, İstanbul, Kocaeli, Sakarya, Zonguldak, İzmir, Eskişehir, Ankara, Adana,
Hatay, Diyarbakır ve Siirt illerinde Sıkıyönetim ilân edilmesi üzerine; ilgi (a) sayılı onay ile
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı nezdinde kurulan 1 numaralı Askeri Mahkemesinin iş
durumunun tamamen azalması, bu mahkemede yeni davalar açılmaması ve kısa bir süre sonra
işsiz duruma düşeceği nedenleriyle kaldırılması ilgi (b) sayılı yazı ile teklif edilmiştir.
Bu itibarla; 353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 1
ve 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanununun 11. maddeleri uyarınca, İstanbul Sıkıyönetim
Komutanlığı nezdindeki 1 numaralı Askeri Mahkemenin 11 Mayıs 1972 tarihinden itibaren
kaldırılması uygun görülmüştür.
Tensiplerine arz ederim.
Numan Özdalga
Hakim Tuğamiral
Askerî Adalet İş. Başkanı
Uygundur.
10 Mayıs 1972
Ferit Melen
Milli Savunma Bakanı
Belge III.
1 No.lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin Kaldırılması Hakkında Yazı
T. C.
Sıkıyönetim Komutanlığı
1. Nolu Askeri Mahkemesi
İstanbul
Kayıt No:
Konu:
1972/122
Ayrılış
1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığına
Selimiye/ İstanbul
25.5.1972
İlgi: a) MSB’lığının 10.5.1972 gün Ad: 1706-2-71 sayılı emri
b) 1. Or. K.lığının 25.5.1972 gün ve MRB: 4031-57-72 Sb. Ks. (339) S. emri.
İlgi (a) sayılı emirle sıkıyönetim komutanlığı nezdindeki 1 numaralı sıkıyönetim
mahkemesi 11 Mayıs 1972 tarihinden geçerli olarak kaldırılmış ve ilgi (b) sayılı emirlede
görevli askeri hakimler eski görevlerine atanmış olduğundan, atama emri ilgililere tebliğ
edilerek bugünden itibaren ilişkilerinin kesilmiş olduğunu ve zimmetlerinde bulunan aşağıda
isim ve numaraları yazılı kartların ekte sunulduğunu arz ederim.
Remzi Şirin
Hakim Albay
Hak. Alb. Remzi Şirin’in (1949-B-11) üzerindeki kartlar.
1. 29 numaralı muvakkat giriş kartı.
2. 129 numaralı sıkıyönetim görevlisi personeline mahsus kart.
3. 2874 numaralı İETT 1972 2874 numaralı kart.
4. B-1258 numaralı 1971 yılına ait Denizcilik Bankası TAO Şehir Hat. İş. Kartı.
5. C-163 numaralı 1971 yılına ait oto serbest kartı.
Hak. Bnb. Refik Karaa’nın (1957-13) üzerindeki kartlar.
1. Kışla muvakkat 3 numaralı giriş kartı.
2. Denizcilik Bankası şehir hatları işletmelerine ait B-1347 nolu 1971 yılına ait serbest
kart.
3. İETT 1972 yılına ait 2876 numaralı kart.
4. 113 numaralı sıkıyönetim görevlisi personeline mahsus kart.
Dz. Hak. Bnb. Saydam Erdok’un (196-450) üzerindeki kartlar:
1. 220 numaralı kışla muvakkat giriş kartı.
2. 112 numaralı sıkıyönetim görevlisi personeline mahsus kart.
3. İETT 2875 numaralı olup 1972 Nisan, Temmuz, Ekim aylarına ait ve sıkıyönetim
süresince geçerlidir kaydına havi memurlara mahsus hüviyet varakası.
Belge IV.
MİT’in Talat Turhan Hakkındaki Tutuklama Kararı
T. C.
Milli Emniyet Hizmetleri Başkanlığı
İstanbul ve Bölgesi Daire Başkanlığı
Bizzat açılacak
Konu: Tutuklanacak şahıslar Hk.
1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığına
Selimiye-İstanbul
1/7/1972
1. İlişik listede adları yazılı şahısların memleket içindeki anarşik olayların planlayıcısı
olup, bir cunta faaliyeti içerisinde bulundukları büromuzda yürütülmekte olan tahkikat
neticesinde öğrenilmiştir.
2. Bu şahıslardan İstanbul’da bulunanların operasyonun selâmeti bakımından en kısa
zamanda ve mümkünse aynı gün, aynı saatler içerisinde yakalanarak gözaltına alınmaları
lüzumlu görülmektedir.
3. Bunlardan Ankara’da oldukları tespit edilenlerin de İstanbul operasyonu ile
koordineli olarak aynı günde yakalanmaları ve müteakiben İstanbul’a sevkleri uygun mütalâa
edilmektedir.
4. Gerek İstanbul ve gerek Ankara’da yakalanacak bu şahısların her türlü ihtilâttan men
edilerek üzerlerinin, ikamet ve işyerlerinin sıkı bir aramaya tabi tutularak suç delili teşkil
edebilecek vesaikle birlikte ivedilikle büromuza sevklerini müsaade ve emirlerinize arz
ederim.
Eki: 1 Liste (Talat Turhan, Memduh Eren ve 6 kişi)
İstanbul ve Bölgesi Daire Başkanı
Belge V.
Talat Turhan’ın Avukatı Alp Kuran’ın Orgeneral Faruk Gürler’e Yazdığı Mektup
19 Eylül 1972
Müvekkilim Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan, 3 Temmuz 1972 günü gözaltına
alınmıştır. 4 Ağustos 1972 gününden beri tutuklu bulunmaktadır.
Müvekkilim Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan, gözaltına alındığı günden bugüne
kadar yasa dışı işlemlere tâbi tutulmuştur ve tutulmaya devam etmektedir.
Bu yasa dışı işlemlerden bir kısmı İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına arzedilmiştir.
Müvekkilim Talat Turhan hakkında yapılan soruşturma hukuksal amaçlar gütmekten
çok, siyasal iktidarı ele geçirerek Atatürk ilkelerine dayalı Türkiye Cumhuriyeti’nin felsefî
temellerini değiştirme politikası ile ilgili görünmektedir.
Müvekkilim Talat Turhan’ın beyanına göre, yarın yüksek askerî makamlarda bulunan
komutanlar aleyhinde kullanılmak üzere, sorgusu sırasında baskı ve işkence ile gerçekte
olmayan olaylara ait bazı belgeler ve beyanlar kendisine zorla imzalatılmıştır.
Bu belgelerin tamamı soruşturma dosyasında bulunmak gerekirken, bunlardan bir kısmı
muhtemelen dosyasına konmamış, zamanı gelince değerlendirilmek üzere bir takım gizli
kuvvetlerin hizmetine verilmiştir.
Soruşturma dosyasındaki sorgu tutanakları ise, 353 sayılı yasanın 90. maddesinin
“sanığın sorgusuna ait tutanakların müdafii tarafından incelenmesine hiçbir vakit karşı
konulamaz” emredici hükümlerine rağmen, müdafilere gösterilmemektedir.
Böylece yapılan soruşturmanın hukuksal nedenlerle değil fakat siyasal amaçlarla
yürütüldüğünü saptamamız, müvekkilimizle birlikte devletin kaderine ilişkin yasa dışı
tertiplerle itiraz etmemiz olanağı ortadan kaldırılmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürkçü temellerini tehdit eden tehlike şuradadır:
Sıkıyönetim soruşturma makamlarında görev alan bazı kişiler, yalnızca yasaların
emrinde olacak ve bütün işlemlerinde yasalara uygun davranacak yerde, yasalara üstün
tuttukları bir hedefe ulaşma çabasında gözükmekte ve bu hedefe varmak için yasaları hiçe
saymaktadırlar. Bunlar kendilerine “milliyetçi-toplumcu” (Nasyonal-sosyalist) adını
verenlerin ve bu doktrini benimseyen bir siyasal partinin yerin altındaki siyasetinin bir aracı
izlenimini uyandırmaktadırlar. Bunlar “milliyetçi-toplumcu” partinin liderinin emrinde
olmasalar bile, onun paralelinde hareket etmektedirler kanısını, bizde ciddî olarak yaratmış
bulunmaktadırlar.
Eski Türk törenlerini ihya etmek iddiasında bulunanların sempatizanları olup
olmadıklarını kesin olarak bilmediğimiz bu kişilerin, yapısını ve tutumlarını ortaya koymak
açısından son bir olayı yüksek bilgilerinize ve takdirlerinize arz etmeyi bir görev sayıyorum.
3-4 Temmuz gecesi evinden alınan ve bir ay süreyle kanun dışı koridorlardan
geçirilerek sorgusu yapılan ve gerçeklere dayanmayan bir takım “ikrarlar” imzalatılan
müvekkilim, tutuklama kararı çıkarıldıktan sonra Selimiye kışlasında her türlü sağlık
koşullarına aykırı ve zehirli hayvanların ve akreplerin yaşadığı bir hücreye kapatılmıştır.
Durum tarafımızdan sayın Sıkıyönetim Komutanlığına arz edilmiş, komutanın emriyle
müvekkilim derhal hücreden çıkarılmıştır.
Fakat bunan üç, beş gün sonra, koğuşu gezmeye gelen Cezaevi Müdürü Sayın
Binbaşının emrindeki bir heyette yer alan bir görevli, Türk törelerine ve ordu geleneklerine
bağlılık derecesini ortaya koyacak bir biçimde, Binbaşının bulunduğu yerde kendisine söz
düşmezken, Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan’ı da hedef alarak, “üç gün oldu hücreden
çıkıp buraya geldiniz, kıçınız kalktı.” demek secaatini göstermiştir.
Askerî tutukevi görevlisinin, Kurmay Yarbay rütbesini taşımış eski bir askere bu şekilde
hitabının Türk töreleriyle ve ordu gelenekleriyle ne derece bağdaşacağını ve gereğini yüksek
takdirlerinize arz ederim.
Bizim bütün bu olanlardan çıkardığımız kişisel sonuçlar şunlardır:
Bu tür zihniyet ve uygulama sahiplerinin, kolladıkları fırsat iktidar olmaları şansını
verirse, bugün emekli kurmay yarbaylara, albaylara reva gördükleri işlemleri ve hitapları,
yarın çok daha yüksek rütbedeki komutanlara da reva görmekten çekinmeyecekleri
muhakkaktır.
Bir kişinin yasaları, töreleri ve ordu geleneklerini böylesine çiğneyebilmesi için,
bunların üstünde bir takım ilkeleri ve hedefleri kendisine hedef alması gereklidir. Atatürkçü
eski yarbaylara, albaylara reva görülen yasa dışı işlemler, işkenceler, hakaretler, rütbe
atlayarak konuşma cüretleri ve bugün orduda görevli bulunanlara yönelik tertip hazırlıkları
endişesini uyandıran durumlar, ancak bu şekilde izah edilebilir.
Durumu bilgilerinize, gereğini emirlerinize saygılarımla arz ederim.
Av. Alp Kuran
Belge VI. “Türk Devletinin Geleceğini Ağır Bir Tehlikeye Düşürecek Nitelikte
Kanun Dışı Gizli Örgüt Uygulamaları” Hakkında Gönderilen Dilekçe
12 Haziran 1973
Türkiye’nin kaderinin bir cunta eline geçtiğini bizzat gözlemlemenin derin ızdırabı
içindeyim…
Bütün bu kanun dışı uygulamaların tek sorumlusu, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı
Orgeneral Faik Türün olmak iktiza eder. Çünkü bu işkencelerin yapıldığı yerin
…………….Tümgeneral Memduh Ünlütürk tarafından yönetildiğini işkence görenler
saptamışlardır.
Talat Turhan
Bu dilekçede, Kuvvet Komutanlarına ve Parti Başkanlarına işkence köşkünde küfür
edildiği açıklanarak bir Parlamento Heyeti kurulup, niteliklerini belirttiğim işkence köşkünün
saptanılması isteminde bulundum. Dilekçeye olumlu ya da olumsuz yanıt alamadım.
Dilekçeyi işleme koymak yasal yükümlülüğü altında bulunan kişi dönemin Başbakanı Naim
Talû idi. Bilgi için dilekçemden suret gönderdiğim Genelkurmay Başkanlığı makamında
Orgeneral Semih Sancar, Kara Kuvvetleri Komutanlığı makamında ise Orgeneral Eşref
Akıncı oturuyordu. Talihin cilvesine bakın ki iki orgeneral de Harp Akademisinde
öğretmenlerimdi…
Belge VII.
Başbakanlık ve Genelkurmay Başkanlığı’na Sunulmak Üzere Yazılan Mektup
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı
3 No.lu Mahkeme Başkanlığına
12 Haziran 1973
Sanık: Talat Turhan (Em. Kur. Yb.)
Konusu: Türk devletinin geleceğini, ağır bir tehlikeye düşürecek nitelikteki, kanun dışı
gizli örgüt uygulamaları hk.
Olayın Açıklaması:
1. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığınca düzenlenen, Sayı: 1973/5,
Esas: 1973/79 ve İddia: 1973/33 No.lu iddianamesi gereğince 3 No.lu Sıkıyönetim
Mahkemesi tarafından yargılanmaktayım.
2. 28 Mayıs 1973 günü sorgulamalarım esnasında ve mahkemeye sunduğum yazılı
sorgumun, 1:88. sahifesinde bazı açıklamalarda bulundum.
3. Bu açıklamalar, Türk Devletinin geleceğini etkileyecek önemdedir. Bir ay, Anayasa,
mevcut hukuk düzeni, uluslararası hak ve özgürlüklere ilişkin bağlantılarımız hiçe sayılarak,
işkenceye tabi tutuldum.
İşkence yapanların, hayatıma kast eden tutumlarından daha önemlisi, Türkiye’nin
kurulu düzenine, bütün güç ve organlarına açıkça küfür etmeleri olgusunun tanığı olmam ve
Türkiye’nin kaderinin, bir cunta eline geçtiğini bizzat gözlemlemenin derin ıstırabı içindeyim.
12 Mart’tan sonra parlamento üzerinde baskı sürdürenler ve Anayasa’yı değiştirmeye
zorlayanlar bu gizli örgüttür. Bu işlemlere tabi tutulan tek kişi ben değilim. Binlerce kişi
benzeri ve çok daha ağır işkence ve komploların kurbanı edilmiştir.
4. Bütün bu kanun dışı uygulamaların, tek sorumlusunun İstanbul Sıkıyönetim
Komutanı Sayın Org. Faik Türün’ün olması iktiza eder. Çünkü, bu işkencelerin yapıldığı
yerin bir müddet 1. Ordu K.lığında görevli bulunan, Tümg. Memduh Ünlütürk tarafından
yönetildiğini işkence görenler saptamışlardır.
5. 1402 sayılı sıkıyönetim yasasının 6. maddesi gereğince, sıkıyönetim komutanı
Başbakan’a karşı sorumludur. Bunun yanında açıklamalarım, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni de
ilgilendirmektedir.
6. İç Hizmet Kanunun, 27. maddesinde (Her şikâyet edilen amir geçilir) hükmü yer
almaktadır. Bu kanun gereğince dileğimin Başbakanlık ve Gn. Kur. Bşk.lığına gönderilmesini
talep ediyorum.
7. Kendilerini “Kontrgerilla Örgütü” olarak tanıtan bu kanun dışı örgütte, sorgu ve
işkence esnasında:
a. Anayasa, kanunlar ve parlamentoya,
b. O zaman K. K. K. olan Sayın Org. Faruk Gürler’e ve Hv. Org. Sayın Muhsin Batur’a
ve o tarihte Donanma K. olan Or. Am. Kemal Kayacan ve aile efradına,
c. Komünizme ve Komünistlere,
d. MBK sine ve MBK üyelerine,
e. CHP ve Sayın Ecevit’e,
f. AP ve Sayın Demirel’e,
g. Azınlıklara,
h. Masonlara,
ı. Alevilere,
j. Vergi kaçakçılarına ve diğer kaçakçılara devamlı küfür edilmekte ve,
k. 6 ok’un komünist prensiplerinden alındığı ile,
l. 27 Mayıs’ın Marksist-Leninist bir hareket olduğu iddia edilmektedir.
8. Bütün bunları yapanlar T. Slh. K. leri mensupları olmadıkları halde, T. Slh. K.lerinin
adını ve rütbelerini pervasızca kullanmaktadırlar.
9. Bu tertipler İstanbul’un muhtelif yerlerindeki, MİT binalarında ve İstanbul Emniyet
Müdürlüğünde yapılmaktadır.
10. Benim götürüldüğüm binanın özelliklerini yazılı sorgumun 1:88. sahifesinde
belirtmiş bulunuyorum. Bu binanın Anadolu yakasındaki, Erenköy’deki MİT’in sorgulama
yuvası olduğunu sanıyorum. Aynı yakada MİT’in bir başka binası da olabilir. İşkencehane
olarak kullanılan ve benim 3/4 Temmuz 1972’den, 1 Ağustos 1972’ye kadar gözaltında
kaldığım, bu yerin saptadığım nitelikleri aşağıdadır:
a. Büyük bir bahçe içinde, bahçesinde yüksek çam ağaçları ve müştemilat olarak
hücreleri bulunan, bodrum katı hariç 3 katlı, ahşap, eski bir köşk,
b. Civarında birkaç cami var, bunlardan biri pek yakında,
c. Bina yakınında olduğu anlaşılan, Boğazköy Şan sinemasının, ses ve reklamları zaman
zaman duyuluyor,
d. Civarından geçen demiryolundan tren sesleri duyuluyor,
e. Bazı geceler civardan martı sesleri geliyor,
f. Köşkün yurt köpeklerinden birinin adı Olga,
11. Gözaltına alınanlar bu binaya ya Kadıköy İnzibat Bölge K.lığı ya da Kadıköy
Kaymakamlığı, Emniyet Amirliği önündeki kamyonetlerle götürülmektedirler.
12. Kanun dışı tamamen cuntalaşmış ve çete yöntemlerine dahi taş çıkaran uygulamalar
ile, kurulu düzeni hiçe sayan, birçok değerlere açıkça küfür eden ve bir kısım insanlar
hakkında, kin ve intikam duyguları ile işkence yaparak, çeşitli senaryolarla adaleti tesir altına
almaya ve en azından adaleti saptırmaya çalışan bu örgütün, gerçek mahiyeti ve sorumluları
ortaya çıkarılmadan, Türkiye’de ne haktan, ne hukuktan, ne adaletten, ne insan haklarından,
ne demokrasiden bahsedilemez. Bu örgüt, Anayasa’ya dahi pervasızca küfür etmekte ve
Türkiye’deki kurulu düzeni hiçe saymaktadır.
13. Montesqieu; “Bir kişiye yapılan adaletsizlik umuma yöneltilen bir tehdittir” diyor.
Türk Devletinin geleceği bu tehditten kurtarılmazsa, vahim sonuçlarla karşılaşılması
mukadderdir.
Sonuç ve İstekler:
1. İddialarımın bugüne kadar işkence konusunda, objektif tutum gösterdiğinin tanığı
olduğumuz Sayın Bülent Ecevit ve Sayın M. Ali Aybar’ın da dahil olduğu bir Parlamento
heyetince tahkik edilmesini,
2. a. Trabzon’da öldürülen ve faili bulunmayan Kayıkçılar Kahyası Yahya için, 18
Temmuz 1922 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile beş kişilik parlamento tahkik heyeti
kurulmuş ve bu heyet 4 Ağustos 1922’den 12 Eylül 1922’ye kadar geçen 39 gün olay mahalli
olan, Trabzon’da tetkikat yapmış idare ve yöneticiler aleyhinde tecelli eden raporunu
TBMM’ne sunmuştur. (İstiklâl Harbimizde Enver Paşa ve İttihat Terakki Erkanı Kâzım
Karabekir Sh. 363-375).
b. Yarım asır önce, yüce parlamentonun bu kişinin öldürülmesi olayını, bu derece
hassasiyetle incelemek gereğini duyan parlamentonun, sayısız faili meçhul cinayetlerin
işlendiği ve insanların akıl, insanlık, vicdan ve ahlâk dışı işkencelere tabii tutulduğu bir
dönemde duyarsız kalabileceğine inanmıyoruz.
c. Bütün dünya, Avrupa Konseyi, Batı basını ve televizyonu, işkence iddialarını ortaya
atarken, bunları yalanla suçlamak kimseye bir şey kazandırmaz. Bu iddiaların tespit ve tahkiki
Türkiye’nin geleceği için kaçınılmaz bir görev olduğu inancıyla konunun T. Slh. K.leri
açısından da incelenmesini.
3. Dilekçemin bir suretinin avukatıma verilmesini arz ve talep ederim.
M. Talat Turhan
Belge VIII. 3 No.lu Askeri Mahkeme Başkanlığına Sunulan “Numan Esin’in
Sorgusu” Hakkında Dilekçe
6 Aralık 1973
Ama Kontrgerilla örgütünün (Zihni Pş. işkence köşkündekiler kendilerini böyle
tanımlıyorlardı) bağlı olduğu hiçbir ahlaki, hukuki, dini ve vicdani kuralı yoktur. Onlar hem
insanı alıp ellerine, ayaklarına pranga vurup, gözlerini bağlayıp dünya ile ilişkilerini keserler,
hem de orada gözaltında olduğum dönemde dinamit alış verişinin içine beni sokarlar. Çünkü
onların ne Allahı, ne Kur’anı, ne Anayasası ne kanunları vardır. İthal edilmiş ve harp
esnasında düşman savaş esirlerine dahi uygulanmaması gereken yöntemleri uygulayan devlet
üstünde devlettirler.
Kontrgerilla zahiren anarşi ve Marksizm-Leninizm’le mücadele etmek amacıyla çaba
gösteren, gerçekte bir ucunun nerelere kadar uzandığını sorgumda açıkladığım ………
İstanbul Mafyası’nın ve bu çeteyle bütünleşmiş egemen çevrelerin çıkarlarını koruyan, birkaç
muhterisin iktidar hırslarına hizmet etmek için çalışmış ve amaçlarından saptırılmış legal
devlet örgütlerinden alınan karma gizli örgüt elemanlarından oluşan bir işkence ve
provokasyon örgütüdür.
Bu örgüt elemanlarının ortak yanları Atatürk ve 27 Mayıs düşmanı olmaları, kendi öz
çıkarlarının, iktidarlarını sürdürmek istedikleri kişiler ve gruplarla bütünleşmesi ve hepsinin
sado-mazohist kişiler olmalarıdır.
(...)
Bu tertipleri yapanlar yıllardan beri ellerinde bulundurarak geliştirdikleri bir planı
uygulayarak Endonezya Katliamı örneği faşist bir düzen için gerekçe hazırlamak çabası içinde
idiler.
(...)
Plana ekli listelerdeki kendi ölçülerine göre önceden saptanmış sakıncalı kişiler bir gece
evinden alınıp bizlerle beraber öldürülecek ve daha sonra devlet radyosundan, bantlara
okuttukları korkunç ithamlar seslerimizden yayınlanacak ve el yazılı itiraflarımız kendi basın
organlarında manşet olacak ve böylece Devleti yıkmaya yöneldiğini iddia edecekleri ve
Marksist-Leninist düzen getirecekleri imha edenler, sermayenin ve fanatik sağın desteğine
güvenerek vatan kurtarıcılar olarak kendi iktidar hırslarını tatmin olanaklarını bulmayı
tasarlıyorlardı. Boğaz Köprüsü, Kültür Sarayı, Marmara Gemisi provokasyonları bunun için
yapılıyordu. Tıpkı Reichstag Yangını gibi…
(...)
İktidar hırsı, bir avuç haine ve onların yardakçılarına tüm insani değerlerini kaybettirmiş
bulunuyordu.
Devlet, kendi halkına hıyanet eden bu insanların işledikleri büyük insanlık suçunun
hesabını sormakla hem kendini hem de bizleri kurtaracaktır.
Talat Turhan
Belge IX. Bülent Ecevit’e Gönderilen “İşkence” Konusunda 380 Kelimelik Telgraf
11 Şubat 1974
Bu uygulamaların tek sorumlusu olan Faik Türün’le, işkencelerle yasa dışı bir hazırlık
soruşturmasını fiilen yöneten kişinin Memduh Ünlütürk olduğunu açıkladım. İddialarımın
saptanılması için, sizinde içinde bulunduğunuz bir Parlamento Heyeti’nin kurulması
isteminde bulundum.
Sorgumda ilâveten işkence ve sorgu timi başkanının bir MİT elemanı olan Eyüp
Özalkuş olduğunu ve uygulamanın amacının Sunay-Tağmaç ikilisinin iktidar hırs ve kinleri
doğrultusunda düzenin saptırılması olduğunu da belirttim.
Talat Turhan
Selimiye Askeri Ceza ve Tutukevi’nde yatarken çektiğim bu telgraf da işlem görmedi.
Belge X. Bülent Ecevit’e Yazılan Mektup
Ankara
11 Şubat 1974
Sayın Bülent Ecevit,
Başbakan
1. 12 Haziran 1973 günü, gereği için Başbakanlığa, bilgi için Genel Kurmay
Başkanlığına birer dilekçe göndererek “Türk Devletinin geleceğini ağır bir tehlikeye
düşürecek” nitelikte, yasa ve ahlak dışı gizli örgüt uygulamaları olarak işkenceler yapıldığını
ve siz de dahil olduğu halde, devletin tüm kutsal değerleri ve kişilerine küfür edildiğini
belirttim. Ayrıca işkence gördüğüm yerin adresini vererek, bu uygulamanın tek sorumlusu
olan Faik Türün’le işkencelerle yasa dışı bir hazırlık soruşturmasını fiilen yöneten kişinin
Memduh Ünlütürk olduğunu da açıkladım. İddialarımın saptanması için, sizin de içinde
bulunduğunuz bir Parlamento Heyeti’nin kurulması isteminde bulundum.
Sorgumda ilâveten işkence ve sorgu timi başkanının bir MİT elemanı olan Eyüp
Özalkuş olduğunu ve uygulamanın amacının Sunay-Tağmaç ikilisinin iktidar hırsı ve kinleri
doğrultusunda düzenin saptırılması olduğunu da belirttim.
2. Anayasal dilekçe hakkımın doğal bir sonucu ve demokratik parlamenter düzene olan
saygımın bir sonucu olarak, o günün koşulları altında her türlü tehlikeyi göze alarak
bulunduğum bu istemime bugüne kadar cevap almış değilim. Aslında cevap verilmesine
gerekte kalmamıştır. Çünkü 7-10 Şubat 1974 günleri Hürriyet gazetesinde yer alan Faik
Türün’ün açıklamaları bir yandan işkence yoktur diyen herkesi yalanlarken, bir yandan da,
dilekçemde aylarca önce öne sürdüğüm iddiaları kelime kelime doğrulamış bulunmaktadır.
3. O zaman dilekçemi alan Başbakan Talû, hemen uçakla Yeşilköy’e gelmiş ve
Yeşilköy’den doğruca helikopterle, Selimiye Sıkıyönetim Karargâhına uğrayarak Faik
Türün’le gizli bir görüşme gereğini duymuştur. Bu görüşmeden sonra, üzerimde sürdürülen
manevi baskı arttırılmış olmasına rağmen, yasal özgürlük kavgamı bugüne kadar sürdürmeye
devam ettim. Bugün Faik Türün’ün açıklaması tüm sıkıyönetim uygulamalarına gölge
düşürmüş ve temelinde gayrimeşruluk yatan bir hazırlık soruşturması sonucu açılan davaların
niteliği ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu gözlemi affın kapsamını tartışırken ve kararını
alırken hesaba katmak gereğini takdir buyuracağınızı umut ediyorum. Şu kadarını arz edeyim
ki, bu beyanı bir genelleme olarak belirtmeyi uygun buluyorum. Kendi açımdan bir affı kabul
etmek kararında değilim.
4. Sayın Talû, bu tutumu ile işkencelileri himaye eder bir duruma düşmüş
bulunmaktadır. Konunun aktüel olduğu bu dönemde, Talu’nun bu tutumunun tarih ve yüksek
makamınız önünde saptanılması gereğini duymaktayım.
5. Utanç verici işkence olayları karşısında 12 Mart’tan beri sürdürdüğümüz uygar
tutumun tanığı olarak, bugün kendilerini işkenceci olarak ilân etmek gafletine düşen sorumlu
kişiler hakkında hükümet olarak en doğru stratejiyi saptayacağınıza olan tüm umudumuzu
muhafaza ederek, saygılarımı sunarım.
Talat Turhan
Emekli Kurmay Yarbay
Ceza ve Tutukevi Selimiye-İstanbul
Belge XI.
Talat Turhan’ın Af Kanunu Kapsamı Dışında Kalma Başvurusu
Ceza ve Tutukevi Müd. Kanalı ile,
1. Ordu K.lığı
3 No.lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi Başkanlığına
Selimiye - İstanbul
4 Mart 1974
Sanık: Talat Turhan.
Konusu: Af Kanununun lehimde tecelli etmesi ihtimali dahilinde olan tüm
hükümlerinden yararlanmak istemediğim hakkında.
Konunun İncelenmesi:
1. Bugünlerde TBMM’ne sunulmuş olan Af Kanunu Tasarısı görüşülecektir.
2. Sanırım, şimdiye kadar çıkarılmış aflardan hiçbiri, bu defaki kadar, toplumsal bir
özlem halinde, iktidarlar üzerinde, kamuoyu baskısı şekline dönüşerek kendini hissettirmemiş
ve bu kadar haklı gerekçelere dayanmamıştır.
3. Toplumun bütün kesimlerine mal olan bu durumun, çok yönlü nedenleri olsa gerektir.
Bizim kanımıza göre, düzenin suçlu olduğu bir ülkede, bireyleri suçlu saymak adaletle
bağdaşmaz.
4. Bu genelleme yanında, 12 Mart sonrasında, iktidara doğrudan doğruya veya dolaylı
olarak sahip olan kişilerin, ilkel beyinlerindeki dünya görüşlerini, bozuk düzene hakim
kılmakta başarı sağlamaları ve tarihin en köklü devlet geleneğine sahip Türk devletini, aşiret
yöntemleri gerisinde uygulamalara sahne kılmaları, bugün Türk ve dünya kamuoyu önünde
mahkum olmuş durumdadır.
5. Halen devletin en önemli makamlarında bulunan sayın kişilerin, dünkülerinin tam
tersine, bu gerçeği kabul edecek nitelikte ve yetenekte olduğunu bilmek umut vericidir.
6. Bu mutlu oluşumun doğal sonucu olarak af, bir atıfet olmaktan çıkmış, bir avuç
hainin işlediği, insanlık suçunu tahfif için, topluma karşı zorunlu bir vazife haline gelmiştir.
7. İnsanın kişiliğine bağlı ve uygarlık yolunda, binlerce senelik uğraşın ürünü olan,
kutsal hak ve dokunulmazlıklarının, ahlaksız ve şerefsizce çiğnendiği bir dönemin, manevi
ıstıraplarını dindirecek bir tılsımın keşfedilebileceğini sanmıyoruz. Bu anlayışla, ütopik
geçmişe sünger çekme özlemlerini, günün denge zorunlulukları içinde, uyulması zorunlu
asgari koşul olarak saygı ile karşılarız.
8. 27 Mayıs sonrasında da bu tip duygusal özlemler sonucu olarak kardeşlik haftaları
düzenlenmişti ama, bir gün geldi ki, karşı devrimciler, hem de bulunduğu makamları 27
Mayıs’a borçlu kişileri kullanarak, 27 Mayıs’çıları, gizli işkence örgütlerine teslim ettiler.
9. Bu deneyden geçmiş bir kişi olarak, benim tüm insani değerlerime, şeref ve
haysiyetime yapılmış saldırılar adına işkenceciye ödün vermek, kimsenin hakkı olmaması
gerekir.
10. Yüce meclislerde görüşülecek Af Kanunun Tasarısı’nın bugünlerde alacağı şekil
bilinemeyeceği gibi, ilerde mahkemeye sevk maddesi de değişebilir. Bu dilekçeyi, her iki
halde de lehime tecelli edecek olasılıkları bertaraf etmek için, şimdiden yüksek mahkemenize
sunmayı kişisel prensiplerim yönünden gerekli gördüm.
11. Devlet gücünü kendi kin, ihtiraslarının aleti yaparak, bir avuç sadist işkenceci ile
tertip düzenleyenleri affetmek benim açımdan olanaksızdır.
12. Bu anlayışla çıkacak olan Af Kanunu’ndan yararlanmak istemediğimi ve sapık bir
uygulamanın kurbanı olan suçsuz bir kişi olduğumun yargı mercilerince saptanmasını ve her
durumda, mahkemenin devam etmesi isteminde bulunduğumu, saygı ile arz ederim.
Belge XII.
İşkence İddialarının Tespiti Hakkında Dilekçe
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı
3 No.lu Mahkeme Başkanlığına
8 Haziran 1974
Sanık: M. Talat Turhan
Konusu: İşkence iddialarımızın tespiti Hk. da.
Olayın Açıklanması:
1. Sayın Askeri Savcı, göz altında tutulduğumuz 30 günlük süre içinde ifadelerimizin
Emniyet Müdürlüğünde alındığını iddia etmektedir.
2. Oysa ben ve benimle ilişkili olan kişilerin çoğunun ifadeleri Emniyet Müdürlüğünde
alınmadı.
“Kontrgerilla” adı altında yasa dışı olarak örgütlenmiş ve çeşitli güçlerden oluşan bir
sağ cuntaya hizmet ettiği anlaşılan bir yerde, yasalarımızda yeri olmayan yöntemlerle
sorgulamaya tabi tutulduk. Gördüğümüz ağı baskıdan kurtulmanın tek yolu, hazırlanan
senaryoları imzalamak olduğunu anladığımız için de, bir yandan bizlere bazen telkini sorgu,
bazen dikte ettirilen suç isnatlarını elle yazarak verdik, önümüze ifade diye konulan kâğıtları
imzaladık ve bu kâğıtları teyplere okuduk.
3. İlk anda İstanbul Emniyet Müdürlüğünde alınan ifadeler ile “Kontrgerilla
Örgütü’nde” alınan ifadeleri birbirinden ayırmak mümkündür.
Şöyle ki.
a. “Kontrgerilla Örgütü’nde” alınan ifadelerde (…………..’nın, …………… tarihinde
alınan ifadesinde..) kaydı olmasına karşılık.
b. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde alınan ifadelerde (……….’nın Emniyet 1 Şube
Müdürlüğü’nde….. günü sanık olara alınan ifadesinde) kaydı bulunmaktadır.
c. Ayrıca, doğrudan doğruya Kontrgerilla Örgütü’ne götürülen kişilerin parmak izleri
alınmadığı halde, Emniyet Müdürlüğünde ifade veren kişilerin parmak izleri alınmıştır. Bu
husus 2. Şube Parmak kısmından tespit edilebilir.
4. Daha sonra Askeri Savcılıkta verdiğimiz ifadelerde “Kontrgerilla örgütüne”
götürülmek tehdidi altında bulunmak nedeni ile işkence altında verdiğimiz ikrarların hepsini
veya çoğunu kabul etmek zorunda kaldık.
5. Sayın Savcı eğer gerçekten bu örgütle bir ilişkisi yoksa, bizi bu isteğimizi
araştırmakla yükümlüdür.
İddialarımız doğrulandığı takdirde işkence altında verdiğimiz ifadeler hükümsüz
kalacak ve Sayın Savcı da tertipçilerin içinde bulunduğu intibaından kurtulmuş olacaktır. Bu
nedenle, bu hususun aydınlığa kavuşmasını bizden çok kendisinin istemesi gerekir.
6. Fakat iddianamesinde böyle bir niyet görülmüyor. Çünkü bu takdirde ikrara dayanan
ve “Takdiri delil” sisteminden fayda uman sayın savcının kurduğu bina, iskambil kâğıdından
şatolar gibi çökecektir.
7. Bu konu mahkemenin yürütülmesi ile de yakınen ilgilidir. Çünkü, işkence yapıldı yapılmadı iddiaları, duruşmaların seyrini olumsuz yönde etkileyebilecektir.
8. İddialarımızı ispat edebilmek için, gözümüz kapalı bulundurulduğumuz bu yerin
muhtelif sanıklarla yaptığımız görüşmelerden sonra tespit edebildiğimiz özelliklerini ve
tahmini planını ekte takdim ediyorum (Ek- 1).
9. Tahminime göre, işkence gördüğümüz bu yer: Erenköy-Göztepe’de Erenköy Kız
Lisesi civarında bulunan Milli İstihbarat Teşkilâtı’nın Sorgulama Bürosu veya Anadolu
yakasında bu maksatla kullanılan 3 katlı, büyük bir bahçe içinde bulunan bir başka ahşap köşk
olabilir.
Sonuç ve İstekler:
1. İddialarımızın daha önce MİT’in en yüksek kademelerinde görev almış, şeref ve
haysiyetlerine kimsenin tek toz konduramayacağı, Sayın Em. Tümg. Naci Aşkun ile Em. Kur.
Alb. Faruk Ateşdağlı’nın da dahil bulunduğu bir bilirkişi heyeti ile verdiğimiz planın Anadolu
yakasında bu MİT binasına uyup uymadığının, tiplerini tarif ettiğimiz kişilerin MİT’de
görevli olup olmadıklarının saptanmasını,
2. İfadelerimizin alındığı yerin Emniyet olup olmadığını tespit için, o zaman İstanbul
Emniyet Müdürü olan Em. Tümg. Nihat Aslantürk’ün, götürüldüğüm iddia edilen şube
müdürünün, nöbetçi komiserlerin, geceleri orada kaldığıma göre, Emniyet Nöbetçi
Müdürü’nün dinlenmesini ve nöbet defterlerinin derhal mühürlenip mahkemece el
konulmasına ve ayrıca Emniyet 1 Şubat Müdürü personelinin, Müdüründen memuruna kadar
isim listelerinin ve resimlerinin mahkemeye getirilmesini,
3. Emniyet ifadesi olduğu iddia edilen sorgu zaptında imzası olan iki kişiden birini
teşhis etmiş durumdayım. O şahısların celbi ile sorgu zaptındaki isimlerin ve imzaların onlara
ait olup olmadığının saptanmasını,
4. İfadelerin yazıldığı daktilo makinası ile Emniyetteki daktilo makinalarının
karşılaştırılmasını,
5. Bu konudaki bilirkişi raporu verilinceye kadar sayın savcının istinkâf etmesini,
6. Gözaltına alındığım 3/4 Temmuz 1972 günü gecesi “Kontrgerilla Örgütü”nde çekilen
fotoğrafım ile Selimiye Askeri Ceza ve Tutukevinde, hücrede bulunduğum 14 Ağustos 1972
günü alınan fotoğraflarımın mukayese edilmesini (Bu fotoğraf çekilirken yanımda Yüksel
Çengel vardı.) (Canlı cenazeye benzediğim için en yakın arkadaşım beni gördüğünde
tanımamıştı. Daha sonra bu resmi ortadan kaldırmak için birkaç ay sonra koğuşta iken bir
resmim daha çekilmişti.)
7. Yüksek mahkemeniz bu konuda kendisini yetkili görmezse, ilgili ve yetkili mercilere
dileğimi iletmesini,
8. Dilekçemin bir suretinin avukatıma verilmesinin karar alınmasını arz ve istida
ederim.
M. Talat Turhan
Ekler:
Ek- 1 Erenköy MİT sorgulama evinin 3. kat planı. (Plan mahkemeye verilmiştir.)
Belge XIII.
Em. Kur. Alb. Faruk Ateşdağlı’nın Beşiktaş 3. Noteri Kanalıyla Alınan İfadesi
Düzenleme Şekliyle Tanzim Edilen İfade Tutanağı
Bugün, bin dokuz yüz yetmiş dört yılı temmuz ayının on altıncı salı günüdür.
16.7.1974
Türkiye Cumhuriyetinin yasalarına dayanan, bu yasaların verdiği hak ve selahiyetleri
haiz aşağıdaki resmi mühür ve imzanın sahibi ben Beşiktaş Üçüncü Noteri.
Tacettin Barış
Beşiktaş’ta Çırağan cadddesi 15/1’deki dairemde ve resmi görevimin başında
çalışmakta iken yanıma gelerek halen İstanbul’da Emirgân Çam Sokak 12. No. da daimi
surette ikamet ettiğini beyan ile ibraz ettiği Türk Silahlı Kuvvetlerinde tanzim ve tasdikli ve
fotoğraflı hüviyetinden kimliğini bildiğim ve bu hüviyetine göre, 930-46 sicil No.lu Atıf oğlu,
1908 doğumlu, Emekli Kur. Albay.
Faruk Ateşdağlı
Bana müracaatla düzenleme şekliyle takrir edeceği veçhile bir ifade tutanağının tanzim
ve tasdikini istedi.
Kendisi ile konuştum, kanuni ehliyeti haiz bulunduğunu anladım.
Bu işte ayrıca tanık ifadesine lüzum görülmediğinden ve dolayısıyla ister noterlik
kanunun 61. maddesine uygun görüldüğünden, ifade tutanağının tanzimini isteyen Faruk
Ateşdağlı huzuren söz alarak dedi ki: (4 Temmuz 1972 günü sabaha karşı arkadaşım Emekli
Kurmay Yarbay Talat Turhan’ın eşi Sabiha Turan bana telefon ederek eşinin biraz evvel
kalabalık bir sivil ve asker grubu tarafından alınıp götürüldüğünü söyledi. Ve nereye
götürüldüğünü öğrenmemi istedi.
O tarihte İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevini emekli Tümgeneral Nihat Aslantürk
yapmakta idi. Kendisine müracaata karar vererek Sirkeci’deki Müdürlüğe gittim ve Talat’ı
tanıyıp tanımadığını sordum cevaben gayet iyi tanıdığını, tevkif hakkında malumatı olduğunu,
ancak daireye geldiğinde ilgili memurun Talat’ı Milli Emniyet mensuplarının götürdüklerini
beyan ettiğini ilave etti.
Ailesinin çok endişe içinde olması nedeniyle kesin olarak nerede olduğunu öğrenip bana
bildirmesini rica etmem üzerine paşa telefonla bir zatı aradı bulamamış olacak ki bana alakalı
zatı şimdi yerinde bulamadım gelince öğrenir sana telefonla bildiririm dedi. Telefon
numaramı bıraktım. Ve oradan ayrıldım. Bir buçuk iki kadar sonra paşa telefonda Talat’ın
MİT mensuplarınca götürüldüğünü bildirdi. Tekrar teşekkür ederek durumu ailesine haber
vermek üzere Kuzguncuk’taki evlerine gittim, ailesi efradı çok perişandılar durumu ve sevk
edildiği yeri söyleyerek endişeye kapılmamalarını birkaç teselli edici sözle sukunet
bulmalarını sağlamaya çalıştım ve Talat’tan bir haber alırsam kendilerine ileteceğimi ilave
ettim.
Veda ederek çıkarken eşi Sabiha hanım, Talat götürülürken telaşla yanına vermeyi
unuttuğu egzama ilacı ile bir pantolonu bir naylon torbaya koyarak bana bu paketin kendisine
ulaştırılması ricasında bulundu.
Ertesi sabah bu hususu sağlamak üzere İstanbul garnizon komutanı Korgeneral Fikret
Köknar’ı ziyarete gittim ve durumu anlattım.
Kendisi bana Talat’ı tanıdığını ve paketin ulaştırılması için gerekeni yapacağını
söyleyerek Milli Emniyet Bölge Müfettişi Bay Turhan Deniz’e telefon etti ve paketi aldırıp
aldırmayacağını veya kendisinin mi göndermesi gerektiğini sordu. Bay müfettiş kendisi
aldıracağını söylemiş olacak ki, biraz sonra kumral, altın çerçeveli gözlük taşıyan orta yaşlı
bir zat geldi, paşanın müsaadesi ile Talat’a iki satırlık bir mektupta yazarak sağlığı hakkında
mümkünse ailesine malumat vermesini rica ettim. Ve mektubu açık olarak memura verdim.
Uzun bir süre sonra Talat’ın Selimiye kışlasındaki askeri tutukevine getirildiğini
eşinden öğrendim. Mahkemeler başlamadan evvel askeri savcının iddianamesini de okudum
ve gördüm ki, başta Talat Turhan olmak üzere savcı bütün sanıklar hakkında teker teker
Emniyette alınan ifadelerden bahsetmekte, Milli Emniyete götürülme olayına hiç temas
etmemektedir.
Yukarıda aynen açıklamaya çalıştığım gibi iki resmi ve sorumlu makamdan aldığım
bilgi, Talat’ın Milli Emniyet tarafından götürüldüğü merkezindedir bu konuda bildiklerim
yukarıda belirttiklerimden ibarettir.) dedi ve sözlerini bitirdi.
Ben yeminli noter ifade tutanağını okuması için kendisine verdim.
Metni dikkatle okuduğunu ve diktesine uygun olarak zaptolunduğunu beyan ve ikrar
etmesi üzerine bir asıl nüsha olarak tanzim olunan bu ifade tutanağının altını imzaladık,
mühürledik, tasdik ettik. Bin dokuz yüz yetmiş dört yılı temmuz ayının on altıncı
günüdür.16.7.1974
İfade Veren Noter
Belge XIV.
Faruk Ateşdağlı’nın İfadesi Hakkında Dilekçe Birinci Ordu Komutanlığı
3 No.lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi Başkanlığına
Selimiye - İstanbul
15 Ekim 1974
Sanık: M. Talat Turhan.
Konusu: Yazılı sorgumun mahkemeye arzedilme imkânı bulunmayan 1. bölümünün ve
Sayın Faruk Ateşdağlı’nın ifadesinin sunulması hakkında.
İlgi: a) Yüksek Mahkemeye, 5 Şubat 1974 tarihinde sunduğum dosya: (Bölüm I ve II)
(169 sahife). (Du. Tu. Sh. 502).
b) Yüksek Mahkemeye, 5 Nisan 1974 tarihinde sunduğum dosya; (Bölüm III) (213
Sahife) (Du. Tu. Sh. 526),
c) Yüksek Mahkemeye, 6 Mayıs 1974 tarihinde sunduğum dosya; (Bölüm V) (11
Sahife) (Du. Tu. Sh. 541)
d) Sn. Avukatlarımın Yüksek Mahkemeye sundukları, soruşturmanın genişletilmesi
taleplerimiz hakkındaki 11 Haziran 1974 tarihli dilekçe (5 sahife) (Du. Tu. Sh. 549),
e) Soruşturmanın genişletilmesi taleplerimize karşı, Askeri Savcının mütalaası. (Du.Tu.
Sh. 544-556),
f) Soruşturmanın genişletilmemsi taleplerimize karşı, mahkeme kararı, (Du. Tu. Sh.
558-559),
g) Yüksek Mahkemeye, 18 Temmuz 1974 tarihinde sunduğum ve Faik Türün’ün
Hürriyet gazetesinde çıkan beyanatını eleştiren dosya. (Bölüm VI) (13 sayfa ve ekleri) (Du.
Tu. Sh. 562-563).
I) Yüksek Mahkemeye 8 Ağustos 1974 tarihinde sunduğum ve duruşmadaki
beyanlarımın doğruluğunu saptayan belgeleri içeren dosya. (Bölüm VIII). (36 sahife) (Du. Tu.
Sh. 570)
Konunun Eleştirisi:
1. Bomba davasında, Askeri Savcılar iddianamede ve duruşmalardaki beyanlarında,
benim ve diğer sanıkların ifadelerinin, Emniyet Müdürlüğünde alındığını ifade etmişlerdir.
2. 1 Eylül 1972 tarihinde, Sn. Avukatlarım Birsen Balcıkardeşler ve Alp Kuran’ın
imzalarını taşıyan ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı ve Askeri Savcılığı muhatap alan
dilekçede, açıkça belirtildiği gibi “Bir ay süre ile kanundışı koridorlardan geçirilerek ve
kanunların öngörmediği usullerle sorgusu yapıldıktan sonra…” yetiksiz ve gayri kanuni
illegal kuruluşlarca, sorgum yapılmıştır. Sayın Avukatlarımın bu istemi, Anayasal ve yasal
tüm kurallar ihlâl edilerek cevapsız bırakılmıştır.
3. İfademin Emniyet Müdürlüğünde alınmadığını, Kontrgerilla adlı, yasadışı kurulmuş
gizli bir örgütte alındığını iddia eden ve 8 Haziran 1973 tarihinde mahkemeye sunduğum
dilekçem, Yüksek Mahkemece gereği yapılmak üzere İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına
sunulduğu halde, Anayasal ve Yasal tüm kurallar ihlâl edilerek, gerekli soruşturmaya tevessül
edilmemiş ve As. Sav. Nevzat Çizmeci, bu konudaki görevini büyük bir fütursuzluk içinde
ihmal etmiş ve kendisince de bilinen kanundışı yöntemleri örtbas etme suçunu işlemekte bir
beis görmemiştir.
4. a - Duruşmada ve verdiğim müteaddit dilekçelerde belirttiğim gibi, zamanın
Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün, Kontrgerilladaki işkenceler ve As. Sav. Nevzat Çizmeci,
kanundışı tertiplerin fiilen içinde bulunan kişilerdir. Bunu bildiğim için ve 1402 sayılı yasa
gereğince, Sıkıyönetim Komutanlarının yasal hiyerarşi içindeki üstü Başbakan olduğundan,
12 Haziran 1973 tarihli ve Faik Türün ve onunla şebekeleşen kişi ve örgütler hakkında gerekli
soruşturma yapılmak üzere bir “Parlamento Komisyonu” kurulmasını içeren dilekçemi
mahkemeye sunmak istedim. Bu dilekçem alınmadığı için sn. avukatlarımca Başbakanlığa
sunulmuştur. (Bu dilekçemin bir sureti 18 Temmuz 1974 tarihinde mahkemeye sunulan
dilekçeye ekli, Rapor Sahtekârlığı hakkındaki dosyaya ek olarak mahkemeye sunulmuştur.)
b. Başbakanlık katına sunduğum bu dilekçe de Anayasal ve yasal tüm kurallar hiçe
sayılarak cevapsız bırakılmıştır.
Zamanın Başbakanı Talû’nun bu tavrının anlamı açık ve tektir. O da:
Talû’nun da tertipçilerin suçlarını örtbas ederek, işkencecilerin hamisi durumuna
düşmüş olması olgusudur.
5. Aslında benim sorgum, askeri savcıların iddia ettikleri ve sahte olarak düzenlenen
zabıtta gösterildiği gibi, İstanbul Emniyet Müdürlüğünde değil, MİT’te alınmıştır. Bu Klasör
11, Dizi 314 ve 315’teki belgelerle açıkça kanıtlanmaktadır.
6. MİT’in yasal olarak soruşturma yetkisi olmaması bir yana, ben sorgumun MİT’te de
değil, yasa dışı kurulmuş illegal bir örgüt olan Kontrgerilla’da alındığını iddia ettim. Bu
iddiamın tahkikine gerek görülmemiş, yasalar açıkça ihlâl edilmiştir. (İlgi a’daki dosyaya
bakınız) (As. Yargıtay 2. Daire 1974/44 esas, 1974/54 karar sayılı ilâmında MİT tarafından
alınmış itirafları geçerli hukuksal işlem saymamış ve bozma kararı vermiştir.)
7. a - Bu durumun yürürlükte bulunan hukuk düzeni ile izahı mümkün olmadığına göre,
taleplerimizin is’afında suskunluğu ihtiyar etmiş kişiler ve örgütler, bana yapılan tertibin
suçluları olarak bugünden tarih önünde mahkûm olmuşlardır.
b - Benim açımdan ise, yapılan hazırlık soruşturması ve münhasıran ve delilsiz olarak
sahte emniyet ifadelerine dayalı iddianame geçersiz hale gelmiş bulunmaktadır.
8. a - Yüksek Mahkemeye sunulmak üzere 280 sahifelik ve yazılı sorgumu içeren bir
dosya hazırlamıştım. Bu dosyadaki açıklamalarım ve taleplerim, yukarda arz ettiğim
belgelerle sıkı sıkıya ilgiliydi. Duruşma tutanağı Sh. 110’da da görüleceği gibi, bu 280
sahifeden ancak 50 sahifesi duruşma tutanağına geçebilmiş, diğer bölümü geçmediği gibi,
yazılı sorgu dosyama da alınmamıştır.
b - İddialarımızın doğruluğunu ve Emniyet ifadesi diye belirtilen ifadelerin ne kadar
iğrenç koşullar altında alındığını açıklayan yazılı sorgumun 1. bölümünü (73 sahife) (El
yazımla 134 sahife) ekte sunuyorum. (Ek- 1)
9. Bunun yanında, müracaatlarımızın cevapsız bırakılmasından doğan haklılığımız ve
Klasör 11, Dizi 314 ve 315’te MİT’te sorgumun yapıldığını kanıtlayan belge ile de
yetinmeyerek, bu konudaki iddialarımızın haklılığını kanıtlamak için Sayın Faruk
Ateşdağlı’nın Beşiktaş Üçüncü Noteri tarafından 16.7.1974’te alınan ifadesini ekte
sunuyorum. (Ek- 2) (Du. Tu. Sh. 554, satır 19-22)
10. Esasen Faik Türün’ün Kontrgerilla’ya ilişkin beyanları, Hazırlık Soruşturmasının
yasa dışı olduğunu, daha önce öne sürdüğümüz iddialar paralelinde doğrulamıştır. (İlgi g’deki
dosyaya bakınız)
11. Eski Komutanları Faik Türün’ün tüm Askeri Savcıları nakseden ve onları müşkül
durumunda bırakan bu açıklamalarına rağmen, As. Sav. Süleyman Takkeci’nin tertibi
düzenleyenlerden biri olan, As. Sav. Nevzat Çizmeci’nin müdafaasını yapabilmesi ibret
vericidir.
Süleyman Takkeci, Du. Tu. Sh. 554’teki beyanları ile gerçekleri gizleme gayesinin tipik
bir örneğini daha vermiştir. O diyor ki: “…Bizce bu davada bu konu ile ilgili olmak üzere
önemli olan husus - sanığın ifadesinin nerede ve nasıl alındığının tespitinden ziyade gerek
emniyet…”
12. Sayın Takkeci, gene Du. Tu. Sh. 552 ve 554’te “Madanoğlu davasını Bomba davası
örgütünün uzantısı” olarak nitelenmiştir. Bu kanaat 2 No.lu Sıkıyönetim Askeri
Mahkemesinin 2.10.1974 tarihinde verdiği kararla ne yazık ki doğrulanmamıştır. Adı geçen
Madanoğlu davasındaki beraat kararı As. Sav. Diğer kanaatlerinin niteliği hakkında, yeterli
fikir verecek kadar açıktır.
13. As. Sav. Nevzat Çizmeci ve As. Sav. Süleyman Takkeci’nin, gerçekleri kasıtlı ve
maksatlı olarak gizlemedeki ısrarlarının nedenleri olsa gerektir.
14. Buna karşılık benim ısrarımın nedeni ise açık ve tektir. O da; yasa dışı örgütlerce
oluşturulan bu davadaki ifadelerin birer tertip ve buna dayalı iddianamenin geçersiz
olduğunun saptanılmasıdır.
Yüksek Mahkememiz bu gerçeği saptamak ve açıkça ilân etmek tarihi yükümlülüğü
altındadır.
Sonuç:
1. İfademin Emniyet Müdürlüğünde alınmayıp, klasör 11 ve dizi 314, 315 belgede
görüldüğü gibi MİT’te alındığı hususunu belge ile Sayın Faruk Ateşdağlı’nın noter kanalı ile
alınan ifadesini Mahkemeye sunuyorum. (Du. Tu. Sh. 554, satır 19 : 22)
2. Bu konudaki eleştirilerimin dayanağını teşkil eden, sorgum esnasında mahkemece
alınmayan yazılı sorgumun, 1. bölümünü iddialarımızın doğruluğunun saptanılması için
sunuyorum. (Du. Tu. Sh. 110’a bakınız)
3. İşkence iddiaları ve bu konudaki tespit taleplerimiz hakkında, muhtelif makamlara,
muhtelif tarihlerde verdiğimiz dilekçelerin hiçbirinin işlem görmemiş olması, Anayasal ve
yasal isteklerimizin cevapsız bırakılmasının bu konudaki haklılığımızın pek açık bir kanıtı
olarak açıkça ortaya çıkmış olduğunu teyiden bilgilerinize sunmak isterim. Saygılarımla.
M. Talat Turhan
Ekler:
Ek - 1 Yazılı sorgumun 1. bölümü
(73 sahife) ve (4 sahife eki)
Ek - 2 Faruk Ateşdağlı’nın ifadesi.
(3 sahife)
Belge XV.
Cumhuriyet Gazetesinde Yayınlanan “Türün’den Cevap Bekliyorum” Başlıklı
Yazı
5 Ekim 1975
Bay Türün,
İstanbul halkının size seçimlerde layık olduğunuz dersi vereceğinden kuşku
duymuyorum.
Politika sahtekârlarının oğullarına kardeşlerine, yeğenlerine, damatlarına, ortaklarına,
satın aldıkları adamlara çıkar sağladıkları bu kokuşmuş düzen, emekçi halkımızın yararına bir
gün mutlaka değişecektir.
O gün gelince, yasa dışı uygulamalarımızın hesabını Türk Ulusu’nun sizden soracağına
da kuşku duymuyorum.
Bugün politika piyasasında sizi kullanmak isteyen çevrelerin dün yaptıkları vaadleri ve
bu vaadler sonucu tezgâhladığınız davaları ve bir de bugün içine düşürüldüğünüz durumu
düşününüz. Şimdilik size geçmiş hizmetleriniz karşılığı sağlanan maddi olanaklardan
yararlanmaya bakınız. Fakat gerçekleri gizlemeye yeltenmeyiniz.
Karşı devrimcilerin bellekleri “nisyan ile malûl olabilir” işkencelerinizin hedefi olmuş
bizim belleklerimizde uygulamalarınız tüm canlılığı ile yaşıyor ve yaşayacaktır.
Sizi yeniden açık tartışmaya çağırıyor ve yanıtınızı bekliyorum.
Talat Turhan
Belge XVI.
Talat Turhan, Sadi Koçaş ve Memduh Ünlütürk’e Cevap Veriyor:
Kontrgerilla Gerçeği
Sizi Politika gazetesince düzenlenecek, bir yerde ve zamanda, bir basın toplantısına,
açık tartışmaya çağırıyorum.
5 Ekim 1975 günü, Faik Türün’ü Cumhuriyet gazetesi aracılığıyla açık tartışmaya
çağırmıştım. O, davetimi kabul etmemekle iddialarımı tarih önünde kabullendi. Umarım ki siz
aynı duruma düşmezsiniz?
Tartışmak umuduyla sözlerime son verirken, hiçbir kişisel kompleks içinde olmadığımı
vurgulamak isterim. Aslında 5 sene önce boynumda ip gölgesi varken başlattığım bir
tartışmaya bugün girmeyi bir ödün sayarım.
Ancak kamu oyuna saygımdan bazı gerçeklerin aydınlanmasında yarar gördüğüm için
sizi bekliyorum.
Talat Turhan
(Politika Gazetesi, 10-15 Mayıs 1978)
Açıkladığım belgelerden kesinlikle anlaşılacağı gibi, kendilerini işkenceci olarak
suçlayarak devletin tüm yasal organlarına şikâyet ettiğim kişiler hakkında hiçbir yasal işlem
yapılmamıştır.
Bunun üzerinde bu kez de kendilerini uygarca basın önünde açık tartışmaya çağırdım.
Bu davetten de kaçtılar.
O halde bu adamlar bugün hangi yüzle konuşuyorlar konuşturuluyorlar?
Bırakınız konuşsunlar, çünkü suçluların telaşı içinde durmadan açık veriyorlar ve
birbirlerini suçlama durumuna düşmeleri sonucu gerçekler savlarımız doğrultusunda daha da
aydınlanıyor.
Belge XVII.
Remzi Şirin’in Talat Turhan’a Yazdığı Mektup
Ankara
19 Şubat 1986
Muhterem Yarbayım,
Bir zulmiye devrini aydınlatan kıymetli eseriniz “Bomba Davası Savunmanızı” tekrar
okudum. Aynı frekansla takdir ve tebriklerimi sunarım.
İstanbul 1 numaralı Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde çalıştığım günlerde elime
geçseydi en büyük delil olarak dosyalara kor, mahkemenin kaldırılmasına sebep olan kararları
bu günde imzalarım. Yargılama belli şahıslar adına değil; Türk Milleti adına yargılama
yapılarak karar verilir.
1. 7 Zilhicce 1293 (1876) tarihli Kanuni Esasi’nin 86. maddesi bile “Mahkemeler her
türlü müdahelattan azadedir” hükmünü taşımaktadır.
2. Cumhuriyet dönemindeki 491 sayılı Anayasamızın 8. maddesine göre “Yargı hakkı
millet adına usul ve kanuna göre bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır.”
3. 27 Mayıs 1960 tarihinden sonraki 12.6.1960 gün ve 1 numaralı geçici anayasamızın
5. maddesine göre “Yargı hakkı tarafsız ve bağımsız mahkemelerce kanun sınırları içinde
Millet adına kullanılır.”
4. 334 sayılı 27 Mayıs Anayasamızın 7. maddesine göre “Yargı yetkisi, Türk Milleti
adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.”
5. Yeni 2709 sayılı anayasamızın 9. maddesine göre “Yargı yetkisi Türk Milleti adına
bağımsız mahkemelerce kullanılır.”
Hiçbir Türk mahkemesi siyasi bir partinin disiplin organları gibi karar vermeye
zorlanamaz; zorlanırsa orada Cumhuriyet yok; baka bir yöntem vardır.
İzzet Molla’nın dediği gibi:
“Meşhurdur ki zulm ile olmaz cihan harap
Eyler anı müdahale-i aliman harap.” ilimlerini bilgilerini para ve dünya şöhretlerine
satanlar, koltuk ve makamlara tapanların sıfat ve bilgi dereceleri ne olursa olsun bu olaylarda
övgüye layık oldukları söylenemez.
6. Kitabınızdaki mesajınız üzerine bir kantin kapatır gibi görevli olduğumuz mahkemeyi
kaldırmakla öfkesini yenemeyenler Kazıyei Muhkeme-Kesin hüküm kurallarını nazarı itibare
almadan haklarındaki beraat kararı Askeri Yargıtay 3. dairesinin 5 Haziran 1974 gün Esas
1974/2 ve 1974/92 sayılı ilamıyla kesinleşmiş olmasına rağmen İ. S. ve R. K.’nın beraat ettiği
suçlardan tekrar yargılanmaları dahi yargılamanın Türk Milleti adına yapılmadığını
göstermektedir. İlgili emirle ilgili beraat kararını onayan Askeri Yargıtay 3. dairesinin 4
sahifeden ibaret ilamının 1, 38 ve 44. sahifelerinin fotokopisini gönderiyorum.
7. Dünün işkencecilerinin bu günün işkembecisi olması rastlantı olmasa bile Türkle
Türkün savaş tarihi olan 1402 sayılı sıkıyönetim kanununun tarihini taşıması bir rastlantıdır.
Yıldırım Beyazıt 1402 yılında Ankara yakınlarındaki meydan muharebesinde Timur’a esir
düşmüş ve esarete dayanamayarak 44 yaşında intihar etmiştir. Allaha şükür Yedikule
zindanları gibi Ziverbey köşkü zindanları ve sürgünler çalışma azim ve kudretimizi kıramadı.
Biliyoruz ki “Bir gram sabır bir kilo akıldan iyidir. “Siz sabır etmeseydiniz biz bu kitabı
okuyamazdık. Bizi de hatırladığınız için teşekkür eder, hudut boylarında birbirinin yarasını
saran, birbirinin dizinde can veren kardeş ve arkadaş gibi sevgi ve saygılarımı sunarım.
Remzi Şirin
Emekli Askeri Hakim Albay
Şimdi Ankara Bürosunda Av.
Belge XVIII.
Talat Turhan’ın Remzi Şirin’e Yanıtı
İstanbul
18 Mart 1986
Değerli Kardeşim Remzi,
Mektubunuzu almak beni mutlu etti. Tüm meslek yaşamınız boyunca, adaletin onuruna
sahip çıkmış; hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı ve demokratik hukuk devleti gibi
çağımızın kutsal kavramlarına inanmış bir kişi olduğunuzu benim gibi onbinlerce kişi biliyor.
Tabii karşımızdaki aşiret bilincine bile erişememiş, sağcı ve tutucu partilere maşalıktan ikbal
bekleyen, hilâfetçi ve tarikatçı ve hatta etnik nedenlerle bağnaz ve fanatik mahiyetini
anlamadan bazı ideolojilerle kavga verdiğini sanan zavallıların hedefi olacaktım.
Geçmişindeki bu haksızlık senin aile, bireylerinin ve hepimizin paylaştığı senin onurun, karşı
tarafın ise utancı olarak yaşayacaktır.
Mektubunu tarihsel bir belge olarak saklayacak ve eğer müsaade edersen kitabımın 3.
baskısında veya pek yakında yayınlamayı tasarladığım savunmamın 2. bölümüne olduğu gibi
aktarmak istiyorum.
Hakkımda lütfederek yazdığınız övücü sözler için teşekkür ediyorum. Beni
onurlandırdınız, ödüllendirdiniz ve güçlendirdiniz gerçekte birbirimizi tanımamış olmamıza
karşın, aynı kutsal kavramların kavgasını vermiş olmamız, bir kardeş gibi bizleri birbirine
yaklaştırdı. İlk fırsatta şahsen tanışmaktan gurur ve şeref duyacağım.
Yıllarca askeri yargı ve askeri yargıçların niteliklerini deneyle algılamış bulunuyorum.
Olumlu örnekleri yeterli olmasa bile, en güç durumlarda, zorbalığın adalete egemen olduğu
anlarda, sizler gibi mesleğinin onuruna yaşamı pahasına sahip çıkan yargıçların bulunması,
karşısında mücadele direncim arttı. Türkiye’de yargıçlar bulunduğunuzu kanıtladınız. Bu
tavrınız onu gösteremeyecek kadar yüreksiz olanların utancı olduğu kadar, bizlerin iftiharı
olmuştur.
Daha güzel ve anlamlı bir cümle bulamayacağım için sizin deyiminizi yineleyerek
mektubuma son veriyorum: “Hudut boylarında birbirinin yarasını saran, birbirinin dizinde can
veren kardeş ve arkadaş gibi sevgi ve saygılarımı sunuyor” gözlerinden öpüyorum.
Talat Turhan
Belge XIX.
Atamer Erol’un Mahkemedeki Sorgusu
Sanıklardan Atamer Erol mahkeme önünde verdiği sorgusunda:
(Duruşma tutanağı, sahife No: 408-409)
- “Memduh Eren adi bir polis provokasyonuna getirilmiştir. 1971 yılı Ağustos ve Eylül
aylarında bir provokasyona getirilmek istendiğini İçişleri Bakanlığının il ve ilçelere
göndermiş olduğu Memduh Eren hakkındaki bir genelgeyi bizzat görerek ve okuyarak daha
heyecanlanmıştım. Dr. Eren’in ve iki öğretim üyesi ile bir avukatın intihar ekipleri kurdukları
kamuya ait önemli tesisleri tahrip ettirecekleri bu belgede yazılıyor ve dikkatli okunması
isteniyordu.”
Bu belge İçişleri Bakanlığı tarafından kendi örgütüne dağıtılmış ve tedbirli bulunulması
istenmiştir. Görüldüğü gibi tertipçi iktidarlar ilk önce insanları en ağır şekilde
suçlamaktadırlar.
Ondan
sonrada
suçlamaya
uygun
düzmece
davalar
tezgâhlayabilmektedirler.
Bu açıklama ve içeriği karşısında, hukuk kurallarına göre anlatılan olayın gerçekliği
araştırılması gerekirdi.
Eğer bu işlem yapılmış olsaydı, sözü geçen rapor mahkemeye getirilerek raporun varlığı
saptanılmış olsaydı, şu gerçekler ortaya çıkacaktı.
1 - Bomba Davası’nın patlama ve sabotaj olaylarıyla ilgili bölümü bir yıl önce idarece
bir ön yargı ve ileriye dönük bir senaryo içinde ve görülen şekli ile belirli kişileri kapsayacak
biçimde planlandığı saptanacaktı.
2 - Anılan raporda adı geçen iki profesör ile avukatın sanıklar arasına katılması veya en
azından tanık olarak dinlenilmeleri gerekecekti.
3 - Anılan rapor bakanlık seviyesinde resmi bir makam tarafından düzenlenmiş
olduğuna göre, eğer içeriği doğru ise üniversitede halen öğretim üyeliği yapan bu iki
profesörün sabotaj ve bomba düzenlenmesi içinde oldukları görülecekti.
Yetkili organlarca hazırlanmış böylesine bir sav karşısında adı geçen prof.ler hakkında
“Öz olayın araştırılması” yalnız hukuksal değil, aynı zamanda bir yurt severlik ve insanlık
görevi olacaktı. Çünkü bu iki hukuk profesörünün belirtilen sabotaj tertipleri ve tasarıları ile
uğraşmaları onların ruhsal durumlarının bozuk olduğunu gösterecekti. Bu durumda, en
azından öğretim üyeliğinden olmaları gerekecekti.
Özetle: Bu rapor gerçekleri yansıtmakta ise adı geçen Prof.ların ya akli dengeleri bozuk
olduğu için hastahaneye yatırılmaları ya da sanık olarak bu davaya katılmaları gerekirdi. Ya
da bu raporun düzmece olduğu anlaşılırdı. O zaman da bilim adamlarına kadar uzanan iğrenç
tertipler düzenleyenler hakkında gerekli kovuşturma ve işlem yapmak devlet olma onurunun
bir gereği olacaktı.
Hele raporda adı geçen profesörlerden birinin 1961 Anayasasını hazırlayanlar içinde
bulunması, tertibi daha da aşağılık bir duruma düşürmektedir.
4 - Bu olay ve gerçek karşısında tertiplere araç olduğu anlaşılabileceği gibi, yalnız bazı
sanıkların değil, yasal organlara rapor veren ajanlar içinde de mitomanyaklar bulunabileceği
anlaşılacaktı.
Nitekim, 12 Mart’tan sonra açılan bir davanın tek ajanının ruh hastası olduğuna dair
savlar ortaya atılmıştır.
Belge XX.
Bomba Davası Gerekçeli Hükmü
1. Marksist-Leninist Cunta Oluşturma İddiası
(Sh: 58)
“İddianamede ve Esas Hakkındaki Mütalaa’da bütün sanıkların yurtta Marksist ve
Leninist bir idarenin tahakkukunu amaç edindikleri ve bu yolda örgütlenerek bu amaçlarını
gerçekleştirmek için yurtta müsait ortam yaratmak maksadıyla bu patlamaları düzenledikleri
iddia olunmaktadır.
……… hareketin esas gayesinin bu olduğu beyan etmesi karşısında sanıkların MarksistLeninist bir çizgide olduklarını ve bu gaye ile bir araya geldiklerinin kabulü imkânsız
görülmüştür.”
2. Taksim Soygunu İddiası
(Sh: 56-57)
“İddianamede sanıklardan Adnan Çakmak, Rafet Kaplangı ve Talat Turhan’ın
Taksimdeki Osman Çelenk’in yazıhanesinde yapılan soygun olayında da eylemleri bulunduğu
sanık Adnan Çakmak’ın Muzaffer Yılmaz’la görüşerek soygun yapılabilecek yerleri ondan
öğrenip Adnan Çakmak’ın Muzaffer Yılmaz’dan alınan imzalı ikiye bölünmüş bir kartı Rafet
Kaplangı vasıtasıyla Talat Turhan’a gönderildiği Talat Turhan’ın da bunu İrfan Solmazer’e
vererek onun da Erkan Dirik vasıtasıyla gerekli kişilere yolladığı iddia edilmekte, Esas
Hakkındaki Mütalaada da bu husus tekrarlanarak böylece sanıkların örgüt içi para temin
ettikleri iddia olunmaktadır.
Taksim’deki bu soygun olayı soygunu yapan kişilerle ilgili olarak 84 sanıklı dava ile
anılan ve İstanbul Sıkıyönetim I. No.lu As. Mahkemesinde görülen dava sonunda karara
bağlanmış ve bu davada sanık olarak gösterilen Rafet Kaplangı ile İrfan Solmazer’in yukarıda
anlatılan kartvizit alma ve götürme eylemlerini sabit görmeyerek beraatlerine karar verilmiş
olup I. No.lu Sıkıyönetim Mahkemesince verilen bu beraat kararı As. Yargıtayca da tasdik
edilmek suretiyle kesinleşmiştir.
Bu bakımdan görülmekte olan bu davada aynı eylemden ötürü Rafet Kaplangı hakkında
yeniden bir davanın açılması araya sanık Talat Turhan’ın da ithal edilerek yeniden dava
konusu edilmesi kesin hüküm fikrine aykırı görülmüştür. Zira ilk defa kartı getiren kişi ile son
defa kartı alan kişileri bu fiillerinin sabit görülmeyerek beraat etmiş olmaları ve bu beraat
kararının kesinleşmiş olması karşısında bu hususun bu kesin karar bulunduğu müddetçe
yeniden dava konusu olamayacağı kanısına varılarak iddianamedeki bu hususların hükümsüz
olması gerekeceği açıktır.”
(Sh: 66-67)
“Sanıklardan Rafet Kaplangı, Talat Turhan, Adnan Çakmak haklarında iddianamede
Taksim’de Osman Çelenk isimli şahsın yazıhanesinde yapılan soygun olayına iştirakleri
nedeniyle de dava açılmış ve Esas Hakkındaki mütalaada bu yolda takibat yapılması talep
edilmiş ise de; bu olay nedeniyle İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 1. No.lu As.
Mahkemesinde daha evvel dava açılmış olup bu davada varılan neticeye göre Muzaffer
Yılmaz’ın imzalayıp yarıya böldüğü kartın ortada olmayışı ve Rafet Kaplangı’nın bu kartı alıp
ilgili kişilere götürmesindeki fiilin sabit görülmeyerek beraatlerine karar verildiği ve As.
Yargıtayca da tasdik olunarak bu hükmün kesinleştiği yine aynı davada Rafet Kaplangı’nın
aldığı iddia olunan bu kartın verildiği iddia edilen İrfan Solmazer’in de beraat edip hükmün
kesinleştiği nazara alındığında bu olay nedeniyle bu davada yeniden söz edilmesinin kesin
hüküm görüşüne aykırı bulunması nedeniyle bu hususta açılan davanın hükümsüzlüğüne”
3. Cunta, Bomba Olayları ve Dinamit Alış Verişi İddiası
(Sh: 59)
“İstanbul’da bilhassa 1972 yılı Nisan ve Mayıs aylarında şehrin muhtelif yerlerinde
patlamalar yapan bir sanıklar grubunun bulunduğu ancak patlamalar yapan sanıklardan büyük
bir bölümünün cuntasal faaliyet işlerinde olan sanıkları tanımadıkları dahi açıklanmıştı.”
“ ……… Yine bu sanıklar kovuşturmanın hiçbir safhasında Dr. Memduh Eren, Talat
Turhan veya başka bir sanıktan bomba patlamaları için bir emir ve talimat almadıklarını da
ifade etmektedirler.”
(Sh: 59-60)
“Şu hale göre sanıkların suç vasıflarını tayin ve tespit ederken cuntasal faaliyet
içerisinde bulunan sanıklar ile şehrin muhtelif yerlerinde patlamalar yapan sanıkların ayrı ayrı
mütalaa edilmeleri zaruri görülmektedir. Zira cuntasal faaliyet içersinde oldukları iddia
olunan sanıkların aldıkları karar gereğince bu patlama olaylarını diğer sanıklara yaptırdıkları
iddiası subuta ermemekte dosya içersinde mücerret bir iddia olarak kalmaktadır.
(Sh.:61-62)
“Hükmün ilk kısmında durumları ele alınan ve cuntasal bir faaliyet içersinde oldukları
belirtilen sanıkların cebri ile eylemlerinin tespit edilemediği ve ayrıca bomba patlatan kişilerle
temasta bulunmadıkları en önemlisi onların bu konuda emir ve direktif vermedikleri,
azmettirmedikleri bunları gösterir dosyada yeterli ve mukni delilin bulunmadığı belirtilmişti.”
(Sh: 67)
“Mahkemece varılan kanaate göre …………….. Talat Turhan, Memduh Eren, Fevzi
Özkaya, Nuri Yazıcı, S. Yavuz, Y. Çengel, A. Mutlugün S. Küçük, Hasan Yalçınkaya,
Numan Esin, A. Erol, E. Ertekin, K. Güven, Adnan Çakmak’ın da patlama olaylarını organize
ettikleri veya patlamalar için dinamit vesaire temin ettirdikleri veya bu patlamaları yapanları
azmettirdikleri yolunda dosyada yeterli delil bulunmaması nedeniyle”
4. Sadece Ayakları İnşa Edilmiş Boğaz Köprüsünü
Havaya Uçurmayı Düşünmek İddiası
(Sh.: 63)
“İddianamede bu grup sanıkların özellikle E. Ertekin, Talat Turhan, Memduh Eren ve
Numan Esin’in aralarında konuşarak Boğaz Köprüsü’nü uçurmayı planladıkları iddia
edilmekte ise de bu konu E. Ertekin’in polis ve As. Savcılık ifadelerinde kabul edilmesine
rağmen diğer sanıklar As. Savcılık huzurundaki ifadelerinde bu konuyu kesinlikle red etmiş
olmaları ve esasen ortaya konulmuş böyle bir eylemin bulunmayışı karşısında iddianamedeki
bu iddia mevcut delillere göre subuta ermemiş bu bakımdan bu grup sanıkların ortaya
koydukları kesin bir eylem subut bulmamıştır.”
Açıklama
“Bomba Davası - Savunma - 1” adlı yapıtımın 54. sahifesindeki şemada görüldüğü gibi
Askeri Savcı, Bomba Davası’nda Devrimci Şiddet eylemleri yapan sanıklarla bizim aramızda
ilişki olduğunu iddia etmiş ve beni de Ankara Askeri grubu ve Orhan Kabibay grubuyla
ilişkili göstermiş ve sonuçta tüm bu cuntasal örgütlenmeyi lider kadro olarak gösterilen Org.
Faruk Gürler, Org. Muhsin Batur ve Org. Kemal Kayacan’a bağlı olduğunu iddia etmekte idi.
Yani, İstanbul’da çeşitli devrimci eylemleri yapan grup, bu mantığa göre Cunta’nın iktidara
gelmesi için, uygun ortam yaratmak üzere çalışıyordu.
Bu savın mahkeme kararı ile geçersiz hale gelmiş olması elbette yeterli değildir. Tarihe
de verilecek hesap vardır. Bu sav neden ortaya atılmıştır öyleyse?
1972 Ağustos ayında 12 Mart Muhtırası’na imza koyanlar ve yandaşları kesin bir
hesaplaşmaya girişmişler ve sonuçta dört imzacıdan Gürler-Batur ekibi, Tağmaç ve
Eyiceoğlu’nu emekliye ayırmayı başarmıştır. Bu dönemde “bir siyasi partinin bazı tertiplere
girdiği”ni Muhsin Batur ancak bugün açıklayabilmektedir. Bu tertipler Bomba Davası ile
sahneye konulmak istenmiştir. Çünkü, Gürler-Batur-Kayacan aleyhine 5 Ağustos 1972
gününe kadar Kontrgerilla Örgütü ve As. Savcılıkta ifade almıştır. Daha sonra bu tertip
sürdürülmüştür. Bu örgütün her türlü işkence ve provokasyon düzenlediğini bugün bütün
Türkiye biliyor.
Muhtıracılardan iki kişi diğer iki kişiyi jet uçurarak emekliye ayırmış ve Gürler, Gn
Kur. Bşk.lığına oturmuştur ama, henüz rövanş alınmamıştır. Bu rövanşı kim alacaktır? Elbette
Türün… Çünkü bu Gürler-Batur ekibinin 1972 Ağustos’unda dediklerini yapması, Türün’ün
K.K.K. olma şanısın önlemiştir. Türün, aynı zamanda Sunay-Tağmaç ekibinin T. Slh.
K.lerindeki en güvenilir desteği olduğu kadar, bir siyasi partinin de düşün ve eylem
paralelindedir.
Bu amaçla Bomba Davası bu rövanşın manivelası olarak kullanıldı, iki grubun perde
gerisinde ve önünde çatışması sürdü. Cumhurbaşkanı olması önlendikten sonra Bomba
Davası’nda Gürler Mayıs 1973’te Cunta Başı olarak ek iddianame ile suçlanıyordu. Yani, 12
Mart yargılanmak isteniliyordu. Ben bu hesaplaşmanın yapılmasını demokrasinin ve T. Slh.
K.lerinin geleceği adına zorunlu gördüğüm için, Af Kanunu’nu kabul etmediğime dair dilekçe
verdim. Ancak Türkiye’deki politik durumlar değişmiş olduğu için, olayın örtbas edilmesi
yeğlendi. Bu nedenle Bomba Davası’nı kişisel bir sorun olarak görmediğimiz için, eline yetki
geçiren kişilerin bu yetkiyi İşkence Köşkleri kuracak kadar kötüye kullanmasını engellemek
için, sorunu kamuoyunun şaşmaz değer yargısına terk ediyorum.
Bunun yanında, bu davada Türkiye’de ilk kez bir gizli örgütün aldığı ifadelerle yargı
yargılanmak istenmiştir. Bu konuda sorgulayıcıların Sıkıyönetim savcılarının, adli
müşavirinin ve Sıkıyönetim Komutanı Türün’ün tarihsel sorumluluğu ortadadır.
Köprüyü havaya uçurma savı başından beri akla aykırı olduğu halde, özellikle bu
davaya monte edilmiştir. Çünkü sava adları karıştırılan kişiler 27 Mayısçıdır. Buna karşın,
karşı devrimciler “27 Mayıs’ı yargılama” uğraşı içindedirler. Bunun yanında köprü
konusunda sol muhalefetin eleştirilerinin kamuoyu önünde küçük düşürülmesi içinde böyle
bir sava gerek vardı. Bu nedenle bir kişi kurban seçildi işkence ile ondan alınan ifadelerle
bizler köprüyü havaya uçuracak adamlar olarak topluma takdim edildik.
Bir başka kurbanın ifadesi bizi, soygunculuk iddiası ile suçlanmamız için yeterli sayıldı.
Diğer bir kişinin ifadesi ile de “Patlama Olayları İçin Direktif” veren kişiler olarak iki
yıl içerde tutulduk ve yargılandık.
Mahkeme kararı ile bu suçlardan aklanılmış olmamız çektiklerimizi unutturabilir mi?
Devletin sağlam kuruluşlarının bir daha tertiplere alet olmamasını ve bu gibi haksız
uygulamalarla hiçbir vatandaşın karşılaşmaması amacı ile gerçekleri açıklamayı görev
sayıyorum. Çünkü kesin hükme karşın günümüzde bile bu iddialar öne sürülerek, bulanık
suda balık avlamak isteyen çevreler var.
1. Ordu Komutanlığı Nezdindeki 2 Numaralı Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nin
gerekçeli hükmüdür.
VI. Bölüm
Yankılar
I. Sayın Sunay’a Açık Mektup
Talat Turhan
Sayın Cevdet Sunay,
Yeni yıl nedeniyle yayınlanan mesajınızda diyorsunuz ki:
“Türk milleti, Milli Kurtuluş Savaşını, büyük kurtarıcımız aziz Atatürk önderliğinde
kırk sekiz yıl önce yaptı ve kazandı. Bugün ikinci bir kurtuluş savaşından söz edilmesi, hem
Atatürk’ün, hem şehitlerimizin ölümsüz hatıralarına hem de devletimize karşı bir
saygısızlıktır.”
Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesinin yeniden gerçekleşmesi için, tek çıkar yolun bir
ikinci kurtuluş savaşı vermek olduğuna inanan, senelerden beri hayatı ve istikbali pahasına bu
davanın kavgasının verenlerden biri olarak, sizi uyarmak için kendimi görevli saydım.
“Tam bağımsızlık demek, elbette siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür… gibi
her alanda tam bağımsızlık tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımızın herhangi birinde
bağımsızlıktan yoksunluk ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlıktan
yoksunluğa demektir.” Atatürk’ün tanımlaması ile günümüzün somut gerçeklerinin tam bir
zıtlaşma içinde bulunduğu, senelerden beri çeşitli çevrelerce ortaya konmuş ve ispatlanmış bir
gerçektir.
Elimizi kolumuzu başlayan ikili anlaşmalar yürürlükte kaldıkça politik bağımsızlıktan;
bir senede 450 milyon borç faizi ödemek durumunda kalan ve 2014 yılına kadar borçlu bir
ülkede mali bağımsızlıktan; yer altı ve yerüstü servetleri dünya kapitalist emperyalizminin
işbirlikçisi kompradorlarca sömürtülen, endüstrileşmesi montaj ve ambalaj sanayi uyduluğuna
terk edilen bir ülkede ekonomik bağımsızlıktan; yabancı makamlara yargı kapitülasyonu
tanınan bir ülkede adli bağımsızlıktan; ABD eski Cumhurbaşkanı Johnson’un mektubunda
açıkça belirtildiği elindeki silâhın millî hedefler için kullanmak hakkından yoksun bir ülkede
askeri bağımsızlıktan; ve nihayet nüfusunun yarısı okuma-yazma bilmez bir memlekette
yabancı barış gönüllüleri kolgezer ve yabancı uzmanlar Milli Eğitim Bakanlığında tünerken
kültürel bağımsızlıktan söz açmak, hem Atatürk’e hem Millî Kurtuluş Savaşı şehitlerine, hem
devletimize karşı bir saygısızlıktır.
Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesiyle kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin bekçiliği
gençliğe emanet edilmişti. Basiretsiz, yeteneksiz, tavizci ve oportünist politikacıların eliyle
yaratılan bugünkü ortam karşısında, emanetin bekçileri “tam bağımsız Türkiye” sloganıyla
kavga veriyorlar. Bu kavganın adıdır İkinci Kurtuluş Savaşı… Gerçek Atatürkçülerin zaferine
dek bu mücadele sürecektir. Bizim yargımız değil, tarihi determinizmin verisi böyledir.
Bu çok yönlü ve karmaşık savaşı anlamak yeteneğini kazanmalıyız. Bu mücadelede
düşman hem içerde, hem dışarda bulunur. Dış düşman, emperyalizmin ve sömürünün her
türlüsü ile onun uygulayıcısı merkezlerdir; iç düşman ise bu sömürünün yurttaki maşa ve
işbirlikçisi olan kompradorlar, onların bilinçsiz destekçisi irtica ve nihayet bu destekle
yaşayan karşı-devrimci iktidar güçleridir.
27 Mayıs’ı gerçekleştiren güçler, 14’ler, 22 Şubatçı’lar, 11’ler, Genç Kemalistler, 21
Mayısçı’lar, boykot ve işgalle üniversite ve tüm eğitim sorununun düzeltilmesini isteyen
öğrenciler, inançları uğruna sokaklarda kurşunlanan gençler, mütegallibenin toprağını işgal
eden köylüler, grevle haklarını arayan işçiler, protesto yürüyüşü yapan yargıçlar, boykottaki
polis öğrencileri, iktidara âlet polisin kurşununu yiyen emekçiler, bütün yurtta boykot
eylemini yürüten öğretmenler, direnen memurlar, aydınlar, yazarlar, 69’lar ve bu güçlerin
düşün ve eylem paralelinde olan bütün vatandaşlar, gerçekte bilinçli, ya da bilinçsiz “İkinci
Kurtuluş Savaşı”nın birer neferi olarak görevlerini yapıyorlar.
Türkiye Amerikalılarındır!
Sayın Sunay,
Kişiliğinizi bilenlerden biriyim. Bu kişiliği dile getirirken 1950-1960 döneminde Genel
Kurmay sorumlu makamlarında bulunduğunuzu ve bu dönemin sonlarında Genel Kurmay 2.
Başkanı olduğunuzu saptamamız şarttır. O tarihlerde Genel Kurmay Başkanınız Rüştü
Erdelhun idi. Ve siz, onun muhalefet şerhi koymadığınız her icraatından sorumlu
bulunuyordunuz. O dönemin aşırı teslimiyeti içinde, bu zatın 1958’lerde, İzmir’de SIX ATAF
Karargâhında yapılan bir toplantıda Amerikan generallerine:
“Bu memleket bizim değil, sizindir.” dediğinizi biliyoruz.
İşte böyle bir ortamda tezgâhlanan ikili anlaşmalara -ki bağımsızlığımıza gölge
düşürdüğü artık belirgindir- bugün karşı çıkmasını bilenler gerçek vatanseverlerdir.
27 Mayıs’ı kendi deyiminizle “Fırsatı bir daha kaçırmam” hissiyatı içinde karşıladığınız
biliniyor. Birtakım olaylar, emekli olmanızı önlediği gibi sizi K.K.K. na getirdi. O günlerde
sizi gerçek bir 27 Mayısçı havası içinde görüyoruz. K.K.K. olarak altında imzanız bulunan ve
Kara Kuvvetleri’nin durumunu eleştiren emrinizi herhalde hatırlayacaksınız. Bu emirde en
ilericiden daha ilerde ve solda bulunuyordunuz.
MBK devrinde bazı komite üyelerinin şahsınıza karşı davranışlarından müteessir
olmuştuk. İçlerinde masanıza yumruk atacak kadar cüretli olanlar vardı. Ve ben bu olayın
tanığı olmak üzüntüsünü tatmıştım. Daha sonra makamınıza yaraşır bir güç kazandırmak
Silâhlı Kuvvetler Birliği üyeleri olarak size yardımlarımızı unutmuş olacağınızı tahmin
etmiyorum.
“Silahlı Kuvvetler Birliği” Gizli Örgütü Başkanı İdiniz
6 Haziran olayından sonra gücünü fiilen gördüğünüz ve bulunduğunuz makama rağmen
karşı çıkmaya cesaret edemediğiniz ve sonradan “Albaylar cuntası” diye kınanan örgüte
girdiniz. Yani bizim “Silâhlı Kuvvetler Birliği”nin Başkanı oldunuz. Bu Başkanlığa “evet”
derken arkadaşlarımıza “şeref sözü” verdiğinizi de herhalde hatırlıyorsunuz. Bertrand
Russell’in deyimiyle o sıra “şehvet tutkusu kadar iktidar tutkusu” içinde bulunan Sayın
İnönü’nün ve CHP ileri gelenlerinin bütün iyi niyetlerimize rağmen bizi bölmek ve hatta
karacı-havacı diye ikiye ayırıp kırdırma tertiplerine engel olmadığınızı da herhalde kabul
edersiniz.
30 Ağustos 1961 saat 15.00’de sayın İnönü ile yaptığınız gizli görüşmeyi Silâhlı
Kuvvetler Birliği örgütüne bildirmenizin bir tek, anlamı vardı: İnönü’ye rağmen bizim
safımızda olmak…
Seçimlerden sonra “Mürted”de aldığımız kararları Silâhlı Kuvvetlerin başı olarak parti
liderlerine “Çankaya Protokolü” adı altında dikte ettiren sizsiniz. Olayların garip cilvesine
bakınız ki, bugün protokolün son hükmünün kaldırılması -yani siyasi affın gerçekleşmesisizin Çankaya’da oturduğunuz bir döneme rastlamış ve dün tersini savunduğunuz bir kararı
bugün Anayasa değişikliği halinde onaylamak zorunda kalmışsınız… Dünden bugüne bu
kadar çelişkili bir duruma düşmenizin anlamı üstünde lütfen kendiniz düşününüz.
19 Ocak 1962’de saat 17’de Genel Kurmay’daki tarihi toplantıda ben de vardım. Birkaç
gün önce bizim yanımızda bulunan birtakım sayın generallerle birlikte siz de susarken gerçeği
birkaç albayın sesi dile getirmişti. Ama politikacı tertiplerinde başarıya ulaşmıştı ve siz yeni
bir safa iltihakınızı:
“Ben sizin namınıza İnönü’ye kendisini desteklediğinizi söyleyeceğim” cümlesiyle
belirterek toplantıya bırakmıştınız.”
Gene o tarihlerde Silâhlı Kuvvetlerin bütününe kumanda edecek mevkide bulunmanıza
rağmen Genel Kurmay Kışla Komutanlığı’ndan kişisel emniyetinizi sağlamak için özel bir
bölük kurduğunuzu da hatırlamalısınız.
Bu noktada bilginiz dışında bulunan husus, özel bölüğünüz kumandanının hakkımızda
uygulanacak işlem için emir konusunda bize başvurmasıdır.
22 Şubat ile 21 Mayıs ve ondan sonraki dönemde Silâhlı Kuvvetler üzerinde aldığınız
tertiplerden söz açmayacağım. Hatta 21 Mayıs’ın şahsımızla ilgili talihsiz hikâyesi de şimdilik
bizde mahfuz kalsın. Bugün işgal ettiğiniz mevki bakımından bu olayların açıklanmasını daha
ilerdeki bir tarihe bırakmak düşüncesi bulunduğunuz makama duyduğum saygıdan ileri
gelmektedir.
1961’de Sayın Hüseyin Ataman’dan boşalan Milli Savunma Bakanlığı, Sayın Gürsel
tarafından Sayın Muzaffer Alankuş ve size Hariciye Köşkü’nde aynı anda teklif edilmişti.
Hatırlıyorsanız bu olayın tek tanığı bendim. Milli Savunma Bakanlığını reddetmenizin sizin
ağzınızdan çıkan ifade ve gerekçesini de gene bugün işgal ettiğiniz makama duyduğum
saygıdan açıklamayacağım.
Daha sonraki bir tarihte de Silâhlı Kuvvetler Birliğinden üç üye, size Devlet
Başkanlığını teklif ettiğinde “kandil yağlarından” ve “kabaktan” bahsetmiştiniz; ama bugünkü
soyut demokrasiye olan tutkunuzu dile getirmemiştiniz.
İşte bu noktadan başlayarak gelmiş bulunduğunuz Cumhurbaşkanlığı makamı eşiğinde
politikacıların herbiri kendi çıkar hesabını yaparak art niyetlerinin yürümesinde sizin vaktiyle
taşımış bulunduğunuz apoletlerden yararlanmayı düşünüyordu. 1960’lardan sonra da Devlet
Plânlama Teşkilatının konforu içinde askerlik yapmanın yolunu bulan Bay Süleyman
Demirel’e arkadaşları karşı-devrim stratejisinin gerçekleşmesinde en büyük engel olarak
orduyu görüyorlardı. Sizin Cumhurbaşkanlığı makamına getirilmeniz, orduyu yatıştıracak bir
tedbir olarak düşünülüyordu. Ordu ise kendi içinden çıkmış, 27 Mayıs’tan beri eylemlerinde
çeşitli görevlere getirilmiş bir eski askerin Çankaya’da bulunmasında bir olumlu hava
seziyordu. Sizin Genel Kurmay Başkanlığı makamından Cumhurbaşkanı makamına geçişiniz,
soyut demokrasi koşullarına değil, ihtilâl şartlarına göre yürürlüğe girmiştir. Bu noktayı Millet
Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı kamuoyu önünde tekrar tekrar ele almış gerçekleri
açıklamıştır.
Ne var ki, sizin Çankaya’ya yerleşmenizden sonra Bay Süleyman Demirel karşıdevrimin edebiyatını yoğunlaştırmak cesaretini bulmuş ve hatta “200.000 sivilin bir günde
silâhlanmasından” bahseder olmuştur.
Karşı Devrimi Teşvik
Sayın Cevdet Sunay,
27 Mayıs’tan bu yana gelişen çizginizde bugün bulunduğunuz yer ilgi çekicidir. Türkiye
ise bugün gerçek bir bunalımın içinde kıvranıyor. Sosyoloji bilimine göre, bir toplumda bu
ölçüde huzursuzluk işaretleri görülürse o toplum bazı geleceklere gebedir. Bu doğum
suçlamalarla önlenemez. Sosyal olayları suçlamayla önlemek gibi bir formül henüz
keşfedilmemiştir. Siz ise çelişme içinde bulunmakta ısrar ediyorsunuz. Hem demeçlerinizde
“köy sahipliği-toprak köleliği” kurumunun varlığını itiraf ediyorsunuz, hem de toprak reformu
için bilinçli mücadele verenleri kınıyorsunuz; bir yandan irticadan şikâyet ediyor, bir yandan
da irticaya karşı çıkanları suçluyorsunuz. Yaşama kavgası veren sınıf ve tabakaları işçi,
öğretmen, memur kınamak yerine, onlara devlet indekslerindeki asgari geçimi sağlamak
yolunda ağırlığınızı kullanmalısınız. Bugün Türkiye öyle bir haldedir ki Anadolu köylüsü
açlık ve sefaletin pençesinde kırılırken İstanbul’un jet sosyetesi yılbaşını yurt dışında dünya
jet sosyetesi ile kucak kucağa geçiriyor. Bu tablo içinde Anayasa da sosyal adalet ilkesi
bulunmasının bir anlamı yok bizce. Gerçek bir ülkücülük içinde, vatanseverlik anlayışıyla,
yurt ve halk çıkarları için öne atılanları suçlamakla, ister-istemez karşı devrimci safları teşvik
eder duruma düşüyorsunuz.
Bu durum, makamınızın tarafsızlığı ile bağdaşmadığı gibi, yukarıda grafiğini kabaca
çizdiğimiz 1960’tan bu yana gelişinizle ters düşüyor.
Öyle umarız ki danışmanlarınız ve istihbaratçılarınız bulundukları yerlerdeki
devamlarını sağlamak için sizi gerçeklerden uzaklaştıracak bilgileri taşımakta kendilerince
yarar bulmaktadırlar. Bizler kulaklara hoş gelmeyecek gerçekleri pervasız söyleyecek
kişileriz. Uyarılarımızdan yararlanmanız umudunu saygılarımızla birlikte sunarız.
(Devrim Gazetesi, 20 Ocak 1970)
II. Asker Dostların İlginç Açıklamaları
Çetin Altan
Asker dostların zaman zaman yaptıkları açıklamaları izlerken açıkçası:
- Yahu bizim şu Türkiye’de olup bitenlerden hiç mi hiç haberimiz olmuyor, gibi bir
duyguya düşerim. Ve bir kere daha görürüm ki bir çok perde arkası önemli olayları bilenler
yine asker dostlardır. Bindebir bu kalın perdeyi araladıkları zaman kamuoyuna gösterdikleri
gerçekler, hepimizi afallatacak niteliktedir.
Örneğin son devrimde bir çok olaya karışmış ve genç yaşta emekliye ayrılmış yiğit bir
kumandan olan Talat Turhan’ın Sayın Sunay’a yazdığı bir açık mektup vardı. Hiç haberimizin
olmadığı ilginç açıklamalar taşıyan bu mektuptan bazı kısımları aktarıyorum:
“Sayın Sunay,
Kişiliğinizi bilenlerden biriyim. Bu kişiliği dile getirirken 1950-1960 döneminde
Genelkurmay sorumlu makamlarında bulunduğunuzu ve bu dönemin sonlarında Genelkurmay
2. Başkanı olduğunuzu saptamamız şarttır. O tarihlerde Genelkurmay Başkanımız Rüştü
Erdelhun idi. Ve siz, onun muhalefet şerhi koymadığınız her icraatından sorumlu
bulunuyordunuz. O dönemin aşırı teslimiyeti içinde bu zatın 1958’lerde İzmir’de Sıx Ataf
karargâhında yapılan bir toplantıda Amerikan generallerine:
“Bu memleket bizim değil, sizindir.”
Dediğinizi biliyoruz.
İşte böyle bir ortamda tezgâhlanan ikili anlaşmalara - ki bağımsızlığımıza gölge
düşürdüğü artık belirgindir- bugün karşı çıkmasını bilenler gerçek vatanseverlerdir.
27 Mayıs’ı kendi deyiminizle “Fırsatı bir daha kaçırmam” hissiyatı içinde karşıladığınız
biliniyor. Birtakım olaylar, emekli olmanızı önlediği gibi sizi K.K.K. na getirdi. O günlerde
sizi gerçek bir 27 Mayısçı havası içinde görüyoruz. K.K.K. olarak altında imzanız bulunan ve
Kara Kuvvetleri’nin durumunu eleştiren emrinizi herhalde hatırlayacaksınız. Bu emirde en
ilericiden daha ilerde ve solda bulunuyordunuz.
MBK devrinde bazı komite üyelerinin şahsınıza karşı davranışlarından müteessir
olmuştuk. İçlerinde masanıza yumruk atacak kadar cüretli olanlar vardı. Ve ben bu olayın
tanığı olmak üzüntüsünü tatmıştım. Daha sonra makamınıza yaraşır bir güç kazandırmak
Silâhlı Kuvvetler Birliği üyeleri olarak size yardımlarımızı unutmuş olacağınızı tahmin
etmiyorum.
Silahlı Kuvvetler Birliği Gizli Örgütü Başkanı İdiniz
6 Haziran olayından sonra gücünü fiilen gördüğünüz ve bulunduğunuz makama rağmen
karşı çıkmaya cesaret edemediğiniz ve sonradan “Albaylar cuntası” diye kınanan örgüte
girdiniz. Yani bizim “Silâhlı Kuvvetler Birliği”nin Başkanı oldunuz. Bu Başkanlığa “evet”
derken arkadaşlarımıza “şeref sözü” verdiğinizi de herhalde hatırlıyorsunuz. Bertrand
Russell’in deyimiyle o sıra “şehvet tutkusu kadar iktidar tutkusu” içinde bulunan Sayın
İnönü’nün ve CHP ileri gelenlerinin bütün iyi niyetlerimize rağmen bizi bölmek ve hatta
karacı-havacı diye ikiye ayırıp kırdırma tertiplerine engel olmadığınızı da herhalde kabul
edersiniz.
30 Ağustos 1961 saat 15.00’de sayın İnönü ile yaptığınız gizli görüşmeyi Silâhlı
Kuvvetler Birliği örgütüne bildirmenizin bir tek, anlamı vardı: İnönü’ye rağmen bizim
safımızda olmak…
Seçimlerden sonra “Mürted”de aldığımız kararları Silâhlı Kuvvetlerin başı olarak parti
liderlerine “Çankaya Protokolü” adı altında dikte ettiren sizsiniz. Olayların garip cilvesine
bakınız ki, bugün protokolün son hükmünün kaldırılması -yani siyasi affın gerçekleşmesi sizin Çankaya’da oturduğunuz bir döneme rastlamış ve dün tersini savunduğunuz bir kararı
bugün Anayasa değişikliği halinde onaylamak zorunda kalmışsınız… Dünden bugüne bu
kadar çelişkili bir duruma düşmenizin anlamı üstünde lütfen kendiniz düşününüz.
19 Ocak 1962’de saat 17’de Genel Kurmay’daki tarihi toplantıda ben de vardım. Birkaç
gün önce bizim yanımızda bulunan birtakım sayın generallerle birlikte siz de susarken gerçeği
birkaç albayın sesi dile getirmişti. Ama politikacı tertiplerinde başarıya ulaşmıştı ve siz yeni
bir safa iltihakınızı:
“Ben sizin namınıza İnönü’ye kendisini desteklediğinizi söyleyeceğim” cümlesiyle
belirterek toplantıya bırakmıştınız.”
Gene o tarihlerde Silâhlı Kuvvetlerin bütününe kumanda edecek mevkide bulunmanıza
rağmen Genel Kurmay Kışla Komutanlığı’ndan kişisel emniyetinizi sağlamak için özel bir
bölük kurduğunuzu da hatırlamalısınız.
Bu noktada bilginiz dışında bulunan husus, özel bölüğünüz kumandanının hakkımızda
uygulanacak işlem için emir konusunda bize başvurmasıdır.
22 Şubat ile 21 Mayıs ve ondan sonraki dönemde Silâhlı Kuvvetler üzerinde aldığınız
tertiplerden söz açmayacağım. Hatta 21 Mayıs’ın şahsımızla ilgili talihsiz hikâyesi de şimdilik
bizde mahfuz kalsın. Bugün işgal ettiğiniz mevki bakımından bu olayların açıklanmasını daha
ilerdeki bir tarihe bırakmak düşüncesi bulunduğunuz makama duyduğum saygıdan ileri
gelmektedir.
1961’de Sayın Hüseyin Ataman’dan boşalan Milli Savunma Bakanlığı, Sayın Gürsel
tarafından Sayın Muzaffer Alankuş ve size Hariciye Köşkü’nde aynı anda teklif edilmişti.
Hatırlıyorsanız bu olayın tek tanığı bendim. Milli Savunma Bakanlığını reddetmenizin sizin
ağzınızdan çıkan ifade ve gerekçesini de gene bugün işgal ettiğiniz makama duyduğum
saygıdan açıklamayacağım.
Daha sonraki bir tarihte de Silâhlı Kuvvetler Birliğinden üç üye, size Devlet
Başkanlığını teklif ettiğinde “kandil yağlarından” ve “kabaktan” bahsetmiştiniz; ama bugünkü
soyut demokrasiye olan tutkunuzu dile getirmemiştiniz.
İşte bu noktadan başlayarak gelmiş bulunduğunuz Cumhurbaşkanlığı makamı eşiğinde
politikacıların herbiri kendi çıkar hesabını yaparak art niyetlerinin yürümesinde sizin vaktiyle
taşımış bulunduğunuz apoletlerden yararlanmayı düşünüyordu. 1960’lardan sonra da Devlet
Plânlama Teşkilatının konforu içinde askerlik yapmanın yolunu bulan Bay Süleyman
Demirel’e arkadaşları karşı-devrim stratejisinin gerçekleşmesinde en büyük engel olarak
orduyu görüyorlardı. Sizin Cumhurbaşkanlığı makamına getirilmeniz, orduyu yatıştıracak bir
tedbir olarak düşünülüyordu. Ordu ise kendi içinden çıkmış, 27 Mayıs’tan beri eylemlerinde
çeşitli görevlere getirilmiş bir eski askerin Çankaya’da bulunmasında bir olumlu hava
seziyordu. Sizin Genel Kurmay Başkanlığı makamından Cumhurbaşkanı makamına geçişiniz,
soyut demokrasi koşullarına değil, ihtilâl şartlarına göre yürürlüğe girmiştir. Bu noktayı Millet
Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı kamuoyu önünde tekrar tekrar ele almış gerçekleri
açıklamıştır.
Ne var ki, sizin Çankaya’ya yerleşmenizden sonra Bay Süleyman Demirel karşıdevrimin edebiyatını yoğunlaştırmak cesaretini bulmuş ve hatta “200.000 sivilin bir günde
silâhlanmasından” bahseder olmuştur.
Biz de başlangıçta Sayın Sunay’ın Cumhurbaşkanı olmasını çok istemiş ve bu konuda
yazılar yazmıştık. Ama sonra Sayın Sunay’ın AP’ye doğru fazla bir eğilim gösterdiğini işaret
etmek zorunda kaldık… Ve hakkımızda dört dava birden açıldı… Neyse… Biz umut
bağladığımız kişilerin politika harmanında olmadık sürprizler yaratmasına alışığız.
Yine son devrimde eski kumandanlardan Dündar Seyhan’ın da bir yazısı var. Onun da
emekliye çıkartılan beş genç teğmenle ilgili olarak yazdığı şu satırlar dikkatimizi çekti.
Gençlerin emekliliğini bugün gözünü kırpmaksızın, vicdanı sızlamaksızın onaylayan
kalemin 1961 yılı 21 Ekiminde parlamentoyu toplamadan iktidara el koymak için düzenlenen
protokolde büyük bir istekle imza attığını hatırladığımız zaman, bazı kişilerin mevki, rütbe ve
ikbâl uğruna ne durumlara geldiğini görmek, insanın kanını donduruyor.
Bütün bunlar hiç bilmediğimiz olaylar bizim… Ve yine herhalde ne bilmediğimiz
olaylar olmakta şu sıralarda… Bir gün gelir belki onları da yine şaşa şaşa öğreniriz.
(Akşam Gazetesi, 22 Ocak 1970)
III. Bu Vatan Kimin
İlhami Soysal
Yazının başlığına bakıp kocaman bir hoppalaaa çekilebilir, bu da nereden çıktı?
diyebilirsiniz. Elbette bu vatan bizim, başka kimin olabilir ki, diye düşünebilirsiniz. Doğrudur
da… Ama gelin, doğrudur hükmünü hemen basmadan önce Mithat Cemal Kuntay’ın ünlü
şiirinin şu beytini hatırlayalım:
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”
Şecaat ve Sirkat
“Bu vatan kimin?” sorusunun nereden çıktığını söylemeden önce, gelin size bir de çok
bilinen bir tekerleme nakledelim:
“Merd-i kıpti, şecaat arz ederken sirkatin söyler.”
Tamam mı? Şayet tamam diyorsanız, şimdi gelin Türk Silâhlı Kuvvetleri bünyesinde
orgeneralliğe kadar yükselmiş, yıllarca ve yıllarca Genelkurmay Başkanlığı yapmış, bir eski
askerin şecaat arz ederken sirkatini söylemesini görün:
Öyle Değil de Böyle
Haftalık “Devrim” gazetesinde bundan bir süre önce, Emekli Yarbay Talat Turhan’ın,
Cumhurbaşkanı’na hitaben bir açık mektubu yayınlandıydı. Bu mektubunda bir devrimci
olarak Talat Turhan, Cumhurbaşkanı’na, pek ilgi çekici bazı hatırlatmalar yapıyordu.
Bunlardan biri de, Sayın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın Genelkurmay ikinci Başkanı
olduğu 27 Mayıs öncesi günlerinde Genelkurmay Başkanı olan Orgeneral Rüştü Erdelhun’un
İzmir’de Amerikalı general ve subaylara karşı yaptığı bir konuşmaydı.
Bizim Değil, Sizindir
Talat Turhan o günlerin Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü
Erdelhun’un İzmir’de Six Ataf denilen NATO Hava Kuvvetleri Karargâhında bir brifingte
1958 yılında Amerikan generallerine, “Bu memleket bizim değil sizindir” dediğini yazıyordu.
Bu iddia üstüne, Devrim’in geçen haftaki sayısında Emekli Orgeneral Erdelhun’un bir
açıklaması çıktı. 27 Mayıs’ın alaşağı ettiği bu eski Genelkurmay Başkanı mızrağı çuvala
sokmaya çalışarak şöyle diyor:
Hoca Ali - Ali Hoca
“1958 yılında Genelkurmay Başkanı iken İzmir’de Six Ataf denilen NATO Hava
Kuvvetleri Karargâhında bir brifingte bulundum. Bana Six Ataf’ın hava harekâtı ve
Türkiye’nin hava savunması hakkında plânları üzerinde esaslı bilgiler verilmişti. Brifingten
sonra sorumlu personelin görevlerinin önemini belirtmek suretiyle aziz yurdumuzun hava
savunmasını pekleştirmek maksadıyla bir komutanın astlarına yüklediği ağır görevin şeref ve
sorumluluğunu göz önüne koyma kabilinden (hava savunma bâbında bu memleket sizindir)
yolunda bir ifade de bulunduğumu hatırlamaktayım.”
Şimdi Söyleyin
Evet, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin başında yıllarca Genelkurmay Başkanlığı yapmış,
orgeneralliğe kadar yükselmiş bir askerin şöyle ya da böyle bu vatan savunması için
söylediğini itiraf ettiği söz bu sabık Genelkurmay Başkanı Orgeneral “Bunu” diyor. “Sadece
Amerikalı generallere değil. Six Ataf Karargâhını teşkil eden Türk, Amerikan, İtalyan ve
Yunan general ve subaylarına hitaben söyledim.” İyi mi? Türkiye’nin şu ya da bu alandaki
savunması konusu, bu vatanın çocuklarına değil de, Yunanlısından İtalyanına,
Amerikalısından bilmem nesine kadar yetmiş iki millete kalmış. Şimdi nasıl olur da
sormazsınız, bu vatan kimin? diye ve nasıl olur da hatırlamazsınız, Mithat Cemal’in “Toprak
eğer uğrunda ölen varsa vatandır” mısrasını?
Akşam Gazetesi, 10 Şubat 1970
IV. Rüştü Erdelhun’un Talat Turhan’a Yanıtı
Devrim gazetesinin 20 Ocak 1970 Salı günkü nüshasında Sayın Talat Turhan’ın (Sayın
Sunay’a açık mektup) yazısında benim Genel Kurmay Başkanı iken İzmir’de SIX ATAF
Karargâhında Amerikan Generallerine “bu memleket bizim değil sizindir” yolunda bir ifadede
bulunduğum yazılıdır. Genel efkârda yanlış bir iz bırakmaması için bunu açıklamayı zaruri
gördüm.
1 - Sayın yazarın milli hassasiyetini takdir eyler fakat subjektif yorumunu red ederim.
2 - 1958 yılında Genel Kurmay Başkanı iken İzmir’de SIX ATAF denilen NATO Hava
Kuvvetleri Karargâhında bir brifingte bulundum. Bana Six Ataf’ın hava harekatı ve
Türkiye’nin hava savunması hakkında plânları üzerinde esaslı bilgiler verilmişti. Brifingten
sonra sorumlu personelin görevlerinin önemini belirtmek suretiyle aziz yurdumuzun hava
savunmasının pekleştirmek maksadıyla bir komutanın astlarına yüklediği ağır görevin şeref ve
sorumluluğunu göz önüne koyma kabilinden (Hava Savunma babında bu memleket sizindir),
yolunda bir ifadede bulunduğumu hatırlamaktayım.
3 - Yazıda olduğu gibi karşımda Amerikan Generalleri değil Six Ataf karargâhını teşkil
eden Türk, Amerikan, İtalyan ve Yunan general ve subayları vardı. Bu karargâh NATO
Güneydoğu kanadının Hava harekâtından sorumlu idi.
4- İfadelerimin muhatabı şahıs veya devlet değil Türkiye’nin dahil bulunduğu müşterek
savunma sistemi içinde bir teşekkül olan Sıx Ataf idi.
5- Fikir ve ifade itibariyle bunun her türlü aşağılık duygularından (inferiority complex)
ari olduğunu sayın yazara ve bu yazıları koyanlara arz ederim.
Saygılarımla
Rüştü Erdelhun
Em. Orgeneral
Eski Genel Kurmay Bşk.
(Devrim Gazetesi, 16.02.1970)
V. Kutudaki Akrep
Av. Alp Kuran
26 Şubat 1975
Hürriyet gazetesinde bir süre önce yayınlanan “12 Mart Olayı” başlıklı yazı dizisi Türk
kamuoyunda, siyasal çevrelerde ve çeşitli Devlet kademelerinde derin yankılar uyandırdı. Bu
yazı dizisinin birinci bölümünde ele alınan konular ve ortaya atılan iddialar bugün de tartışma
konusu olmakta, devletin ve rejimin kaderine ilişkin yeni birtakım gizli çalışmalara malzeme
hizmeti görmektedir.
Bu nedenle, “12 Mart Olayı” başlıklı yazının birinci bölümü ile ilgili olarak doğrudan
doğruya tanık olduğum bazı olayları ve gerçekleri - biraz gecikmeyle de olsa - gazeteniz
aracılığıyla Türk kamuoyuna ve ilgililerin dikkatine sunmayı yerine getirilmesi gereken
zorunlu bir görev saydım.
Bu gecikmenin nedeni, açıklamalarıma dayanak olan ve zamanın Genel Kurmay
Başkanı Sayın Faruk Gürler’e gönderilen 19 Eylül 1972 tarihli özel bir belgeyi son günlerde
temin etmiş olmamdır.
Bu belgede yer alan hususların doğruluğu, sonradan cereyan eden olaylarla kesinlikle
kanıtlanmıştır.
Yapacağım açıklamalar ise, benim sayın Talat Turhan ile Dr. Memduh Eren’in avukatı
olarak -diğer meslekdaşlarımla birlikte- doğrudan doğruya yaşadığım ve tanığı olduğum
olaylarla ilgilidir.
Bilindiği üzere, 1972 yılında gazeteler İstanbul’da bazı patlamalar yapıldığını yazmış,
sanıkların bir kısmı suçüstü yakalanmıştı. Aradan geçen uzunca bir süreden sonra, aynı
olaylarla ilgili sayılarak, sayın Talat Turhan ile Dr. Memduh Eren de evlerinden alındılar.
Meçhul yerlere götürüldüler. Kendilerini devletin bütün resmî dairelerinde aradık, izlerine
rastlayamadık. Bir aylık gözaltı süresinden sonra, Selimiye’ye getirildiler ve tutuklandılar.
Artık kendileriyle avukatları olarak görüşebilirdik, derhal ziyaretlerine gittik:
İşkence gördükleri her hallerinden belliydi. Tutukevinde, yasalara aykırı olarak, birer
hücreye kapatılmışlar, ihtilâttan men edilmişlerdi. Talat Turhan, içinde gece gündüz lamba
yanan rutubetli bir zindana kapatılmıştı. Hücrede zehirli hayvanlar ve akrepler vardı. Aynı
hücreye daha sonra Avukat Nuri Yazıcı atılmış, kendisini akrep sokmuş, hayatı zor
kurtarılmıştı. Sayın Talat Turhan ise, hücresindeki akreplerden birini canlı olarak yakalamış,
bir kutuya koymuş, komutana sunulması dileğiyle görevlilere teslim etmişti.
İşte bu koşullar altında yaşayan sayın Talat Turhan ile tutukevinde görüştük. Daha ilk
görüşmemizde sayın Talat Turhan, gözaltı süresince kendisine işkence yapıldığını, gerçek dışı
bir takım beyanlar alınıp imzalatıldığını, patlama olayları ile hiçbir ilgisi olmadığı halde
kendisinin de bu olaylara zorla dahil edilmek istendiğini, bana ve sayın Avukat Birsen
Balcıkardeşler’e tutukevi görevlilerinin önünde açıkça bildirdi. Ayrıca, sayın Kuvvet
Komutanlarını, CHP Genel Başkanı Sayın Bülent Ecevit’i, AP Genel Başkanı Sayın
Süleyman Demirel’i ve partilerini hedef alan bir tertibin hazırlandığını hapishane
görevlilerinin yanında bize ifade etmeyi başardı.
Sayın Talat Turhan, bu arada, Kontrgerilla örgütünde, biri kendi el yazısı ile diğeri
daktilo ile olmak üzere, iki ayrı içerikli ifade tutanağı düzenleyip imzalattıklarını; birincisinde
Kuvvet Komutanlarını ve diğer bazı subayları da suçlu duruma soktuklarını; ikincisinde ise
Kuvvet Komutanlarının adlarının geçmediğini belirtti.
Sayın Talat Turhan’ın anlattıklarından çıkan sonuçlara göre, sorgulamaları yürüten gizli
güçler kademe kademe ilerlemeyi ve orduda çok geniş bir tasfiyeyi planlamışlardı. Eğer
güçleri yeterse ve güçleri yettiği oranda, dava dosyasına birinci ifade tutanağını koyacaklar,
aynı davada sanık sandalyesine sayın Talat Turhan’ın yanına sayın Orgeneral Faruk Gürler’i,
sayın Orgeneral Muhsin Batur’u, sayın Oramiral Kemal Kayacan’ı vb. da oturtacaklardı. Eğer
işleri ters giderse ve güçleri yetmezse, kendileri suçlu duruma düşmemek ve hapishaneleri
boylamamak için, daktilo ile yazılan ifade tutanağının - onun da bir kısmını - dava dosyasına
sokacaklardı.
Sayın Talat Turhan’dan aldığımız bu bilgiler üzerine, müdafilik görevinin doğal gereği
olarak, soruşturma savcısı Bay Nevzat Çizmeci’ye başvurduk. “Sanığın sorgusuna ait
tutanakların müdafii tarafından incelenmesine hiçbir vakit karşı konulamaz.” şeklindeki
kanunun açık hükmüne dayanarak, sayın Talat Turhan’ın emniyet ve savcılık ifadelerini
görmek istedik.
Savcı Nevzat Çizmeci bizi bir süre oyaladı. Sözlü ve yazılı dileklerimizi hep geri
çevirdi. Sonunda yalnızca askeri savcılık ifadesinin bir suretini vermeyi kabul etti. Fakat
önemli olan ve Emniyet ifadesi adı verilen Kontr- Gerilla örgütünde işkence altında
düzenlenen ifade tutanakları idi. Birbirinden farklı iki tutanaktan hangisi dava dosyasına
girecekti? Davanın yapısı, niteliği ve genişliği buna göre değişecekti. Bunu bilmeden ve
görmeden savunma görevini yapma olanağı yoktu.
Bu nedenle emniyet ifade tutanağını görmekte sonuna kadar ısrar ettik. Fakat Bay
Nevzat Çizmeci, kanunun açık hükmüne rağmen, bize hem emniyet ifade tutanağını
göstermiyor, hem de bu kanunsuz davranışının sorumluluğunu yüklenmemek için her türlü
çareye başvuruyor, bu konuda herhangi bir yazılı belge vermekten dikkatle kaçınıyordu.
Bunun üzerine ben, durumu sayın Talat Turhan’ın anlattıklarından edindiğim intibaları,
kendisinin de ısrarlı istemlerini dikkate alarak, zamanın sayın Genel Kurmay Başkanı
Orgeneral Faruk Gürler’e 19 Eylül 1972 tarihli özel bir mektupla bildirmek zorunda kaldım.
Bence tertip belliydi. Eğer gizli plan uygulanabilir ve adları geçen komutanlar suçlu
olarak söz konusu davaya dahil edilebilir ve orduda tasarlanan tasfiye gerçekleştirilebilirse
bundan sonrası kolaydı. Atatürk ilkelerine dayalı devlet sistemine ve demokratik rejime son
verilecekti. Başka türlü bir nizam kurulacaktı. 12 Mart öncesi bazı anarşik olaylarla ilgili
olarak açılan davaların iddianamelerinde 1950 yılı öncesi CHP iktidarının da bu olayların
sorumlusu ve suçlusu olarak gösterilmesi ve İsmet Paşa’nın bu suçlamalara karşı gösterdiği
sert tepki bundandı.
Sayın Orgeneral Faruk Gürler’e gönderilen bu mektuptan sonra da sayın Avukat Birsen
Balcıkardeşler’le birlikte savcı Nevzat Çizmeci’ye başvurarak, söz konusu emniyet
tutanaklarını görme çabalarımızı sürdürdük. Bir sonuç alamadık. Sonunda, bay Nevzat
Çizmeci’yi bu konuda müspet veya menfi yazılı bir cevap vermeye zorlayacak bir yöntem
bulduk. Fotokopisini ilişikte sunduğum 3 Ekim 1972 tarihli dilekçeyi, resmi bir belge ile,
kendisine ilettik.
Bu durumda bay Nevzat Çizmeci artık dilekçemize yazılı bir cevap vermek zorundaydı.
Fakat bir kez daha sorumluluğu üzerinden atmak çaresini buldu. Kendisi doğrudan doğruya
cevap vermek yükümlülüğünde iken, dilekçemizin içeriğini tahrif eder bir biçimde, Milli
Savunma Bakanlığı Hukuk İşleri Başkanlığından kendi istediği biçimde bir mütalaa almayı
başardı ve bize bu mütalaayı tebliğ ederek emniyet tutanağını göstermedi.
II - Gizli Eller
Şimdi 12 Mart sonrası çok önemli bir konunun ve tertibin açıklanmasına geliyorum: Biz
sayın Talat Turhan’ın avukatları olarak, sayın Cüneyt Arcayürek’in yazı dizisinde yer alan
ifade tutanağını, Hürriyet gazetesinde yayınlanıncaya kadar, hiçbir zaman görmedik. Sayın
Cüneyt Arcayürek yazısında sayın Talat Turhan’dan “açık sözlü sanık” olarak söz etmekte ve
yazıya dayanak yapılan ifadelerin devletin resmi makamları önünde verildiğini belirtmektedir.
Fakat bir devletin düzeninde ve yasaların yürürlükte olduğu yerde sanığa ait sorgu
tutanaklarının tümünün dava dosyasında bulunması gerekmez mi? Oysa Hürriyet gazetesinde
yayınlanan ve Kontrgerilla örgütünde Talat Turhan’a sonradan teybe de okutulan söz konusu
ifade tutanağı hiçbir zaman dava dosyasına konmamıştır ve bugün de dava dosyasında yoktur.
(Yasaların bu konudaki emredici hükümleri bellidir: Sanığa ait tüm sorgu tutanaklarının
ve delillerin dava dosyasında bulunması gereklidir. Sorgulamayı yapan memurlar bununla
yükümlü ve görevlidir.)
Bu durumda karşımıza çıkan çıplak gerçek şudur: Hürriyet gazetesinde kullanılan ifade
tutanakları dava dosyasına girmediğine göre, demek ki, söz konusu davada sorgulamalar
Devlet ve yasa dışı gizli bir takım güçler ve eller tarafından yürütülmüştür. Bunlar hem
komutanları suçlu gösterecek beyanlar almayı, hem de gerektiğinde dava dosyasına
sokmamayı başarmışlardır. Bu, Devlet ve yasa dışı bir gizli güç ve el değildir de, nedir?
Söz konusu tutanakların adları geçen Kuvvet Komutanlarının aleyhinde kullanılmak
üzere düzenlendiği muhakkaktır. Bu noktada şu sorular karşımıza çıkmaktadır: Sözü edilen
gizli eller hangi olayların etkisi altında ve hangi nedenlerle bu tutanakları dava dosyasına
sokmamışlar veya sokmaktan vazgeçmişlerdir? (Aynı gizli eller hangi nedenlerle ve hangi
ihtiyacın ürünü olarak bu tutanakları 1974 yılının Aralık ayında - düzenlenme tarihinden iki
yılı aşkın bir süre sonra- yayınlanmak üzere sayın Cüneyt Arcayürek’in eline geçmesini
sağlamışlardır?)
Artık bu konuya açıklık getirmek zamanı gelmiştir: Sözünü ettiğimiz yasa dışı gizli eller
tarafından sayın Orgeneral Faruk Gürler’in Kara Kuvvetleri Komutanı olduğu sırada 1972
yılının Ağustos ayında emekli edilmesi planlanmışken, sayın Gürler’in bilinen koşullar altında
Genelkurmay Başkanlığına gelmesi, söz konusu ifade tutanaklarının dava dosyasına girmesini
engellemiştir. Çünkü, bu durumda, tertip sahipleri başkalarının kellelerini istemeye giderken
oynamak istedikleri oyunun ve işledikleri suçların açığa çıkmasından ve kendileri tutuklanıp
yargılanmaktan korkmuşlardır.
Bir süre sonra da, gene bilinen koşullar altında Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel
seçimler yapılmıştır. CHP ve MSP koalisyonu gerçekleşmiştir. Zamanı gelince sanık
sandalyesine oturtulması planlanan CHP genel başkanı sayın Bülent Ecevit Başbakan
olmuştur. Sayın Ecevit’in iktidardaki başarılı politikası ve Kıbrıs zaferindeki hizmetiyle
sağladığı üstün prestij, bu tertipler zincirini büsbütün kırar gibi olmuştur.
(Ancak CHP ve MSP koalisyonu bozulunca, sözünü ettiğimiz gizli güçler ve eller
yeniden yuvalarından çıkmışlardır. Bunlar bir yandan 12 Mart öncesi ortamı ve anarşik
olayları yeniden yaratma tahrikleri içerisine girerek kamuoyunda yeni bir Muhtıra verilmesi
özlemini uyandırmak; öte yandan bomba davasını ilk düşünülen senaryoya uygun bir biçimde
yeniden canlandırmak, davanın boyutlarını adı geçen komutanları da kapsayacak bir biçimde
büyütmek çabasına girmişlerdir. Amaçları bu kanaldan yarıda kalmış oyunu ve tertibi
tamamlamaktır. Bu nedenle, dava dosyasına girmeyen sanık ifadelerinin sayın Cüneyt
Arcayürek’in eline geçmesini sağlamışlardır. Nitekim söz konusu davada duruşma savcısının
okumaya başladığı esas hakkındaki mütalaa da bunun kanıtıdır.)
Böylece, sayın Faruk Gürler’e gönderilen özel mektubun içeriği, bugüne kadar cereyan
eden olaylarla tamamen doğrulanmıştır.
Bizim bildiğimiz kadarıyla, eğer tertip sonuna kadar yürütülebilir ve hedefine ulaşırsa,
Atatürk ilkelerine dayalı devlet sistemine ve demokratik rejime son verilecektir. Yalnız CHP
değil, “milliyetçi cephe”yi oluşturan AP, MSP ve CGP de kapatılacaktır. Tüm basına el
konacaktır. Özgür basın susturulacaktır. Türkiye çapında bir temizlik hareketine girişilecek
nice masum kişiler ailelerinden ve işlerinden koparılacak, bilinen yöntemlere koğuşturmaya
tabi tutulup hapishanelere sokulacaktır.
Bu açıklama ise, benim ülkeme ve halkıma yapılabildiğim belki son hizmet olacaktır.
(Fakat sonunda bu tertibe katılan ve katılmaya devam etmekte ısrar eden kişilerin de
mutlaka başları yenecektir. Bu akıbetten hiçbiri kendisini kurtaramayacaktır.)
Alp Kuran
Avukat
“12 Mart Olayı” başlığıyla Hürriyet’te yayımlanan yazı dizisine gönderilen yanıt olup,
parantez içinde yazılan paragraflar gazetede yayımlanan metin içerisine alınmamıştır.
VI. Tür...
İlhan Selçuk
Son günlerde soy-sop üstüne çeşitli lâf dolaşıyor ortalıkta… Ben de bu konuda “SoySop Akraba Taallukat” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bir okurum mektupla soruyor:
- Soy, akraba, taallukat… Bunları anladık, ama sop ne demek oluyor?
Günlük yaşayışımızda çoğu zaman kullandığımız sözlerin gerçek anlamlarını bilmeyiz.
Elektrik, ruh, kişilik, siyasal parti gibi çok kullandığımız ve çok bildiğimizi sandığımız
sözcükleri bir tanımlamaya kalkışın bakalım; kolay olacak mı? Sopu da konuşmalarımızda
çok rahat kullanırız, tanımlamaya gelince duraklama başlar. Bilimsel düzeyde sop, klan
demektir. Aynı toteme bağlı, aralarında evlenilmeyen, mal birliği bulunan bir ilkel toplumdur
klan; aşiretten daha dar, aileden daha geniştir.
Soy, sop, akraba, taallukat, sülale, silsile, aile gibi toplumsal birlikler; bir dayanışmayı
vurgular. Ayı aşiretten, soydan, soptan olanlar, birbirlerini tutarlar. Bu tutuş, temelde
ekonomiktir. Hepimiz bilinçli, bilinçsiz, sezeriz bu gerçeği… Sezdiğimiz içindir ki, birine
öfkelendiğimiz zaman küfrederken, hedefi genişletir yaylım ateşine başlarız.
- Ulan senin sülaleni, silsileni, soyunu, sopunu, akrabanı, taallukatını ve izzetli
ceddini…
Bazı yörelerde küfür edenler, işi daha geniş tutarlar, sözgelişi Güneydoğu Anadolu’da:
- Allahının horozuna kravat takayım..gibi çok nazik küfürler de vardır.
Demek ki soy, sop, akraba, taallukat, sülale, silsile, baldan tatlı öfkeye de yarıyor.
Bunların yanında bir de tür vardır. Tür, doğa bilgisinde cinslerin ayrıldığı bölümlerdir.
Türlerin çeşitleri de ayrıca irdelenir. Ama günlük hayatımızda daha geniş açılarda kullanırız
“tür” sözcüğünü… Son yıllarda siyasal sözlüğümüzde “türlü-çeşitli” diye bir terim dallandı
budaklandı. Bizim bir hocamız vardı; kızdığı öğrencileri:
- Öküz türünden herif..
- Eşek türünden herif… diye tanımlandır.
Zavallı hoca bilemezdi ki, şu koskoca ülkede, öküz, eşek, köpek, manda türünden
herifler, birgün gelecek, en gözde koltuklara oturup, halkın yazgısıyla oynayacaklar; “muteber
zevat” olup çıkacaklar; “namus ehli”ni sindirecekler; hırsızlığın en daniska biçimlerini toplum
yaşamında doğalmış gibi geçerli kılacaklar… Zavallı hoca bilemezdi ki insanların içinde leş
yiyen sırtlan türü, zehirli örümcek türü, karanlıktan hoşlanan baykuş türü, ayak altında kıvrım
kıvrım solucan türü, kocabaş öküz türü topluma egemen olacak…
Doğa biliminin dibini kurcalayıp gerilere gidersek, görürüz ki; tek hücreli canlılardan
yavaş yavaş gelişip, üreyip, türeyerek, bugünkü duruma gelişmiştir yaratıklar. Yani
onbinlerce yılın gerisinden izlemeye başladığımızda insanın kökeninde ve oluşumunda çeşitli
hayvanların katılımını ve etkilerini görebiliriz. Böyle olunca da insan türünün bilimsel
sorgusu yapıldığında ilginç sonuçlar çıkabilir ortaya. Sözgelişi bugün toplumda kan içicilikten
hoşlandıkları; siyasal tutumlarından belli olanlar var. Bunlara sorsak:
- Senin türün ne?
- Sırtlan..
- Senin türün?
- Akrep..
- Senin türün?
- Yılan..
Kimi insan vardır; hoşgörü, barış, iyilik, insanlık, kardeşlik, eşitlik, adalet
kavramlarından oluşur kimliği.. Kimi insan vardır; korku, işkence, düşmanlık, entrika,
karanlık, ölüm, kötülük, leş, kan üstüne kişiliğini vurgulamıştır. Kimisi barış güvercinindir;
kimisi leş yiyici…
Siz hangi insan türünü seçersiniz?
Bizim diyeceğimiz şu: insanoğlunun bozuk ve hastalıklı türünden sakının; kökeninde
örümcek vardır bu türün; yeri olmamalı toplum yaşamında bu türün; yeri tımarhanedir bu
türün…
(Cumhuriyet Gazetesi, 10 Ekim 1975)
VII. Gizli Örgüt
İlhan Selçuk
Korkutucu bir deyimdir gizli örgüt… Gazetelerde sık sık gizli örgüt kuranların gözaltına
alındıklarını, tutuklandıklarını, yargılandıklarını okuruz. Eskiden basınımız daha çok yer
verir; gizli örgüt haberlerini manşetlerine geçirirdi:
- Büyük bir komünist yer altı örgütü açığa çıkarıldı.
- Solcular tutuklanıyor.
- Devlet nizamını zorla değiştirmek, Anayasa düzenini yıkmak isteyenler gözaltına
alındılar.
- Gizli örgüt üyeleri arasında kadınlar da var.
Şimdi işler tavsadı, çekiciliğini yitirdi. Neden bilinmez? Gizli örgütler mi çoğaldı;
yoksa boyuna gizli örgüt keşfederek veya imal ederek faşizan baskıları yoğunlaştırmak
yöntemi mi yıprandı; ya da bir başka gerekçe mi var; bilinmez; ama gazeteler eskisi gibi gizli
örgüt ticareti yapmaz oldular. Halk da artık gizli örgüt lafına boş verir oldu.
12 Ekim seçimlerinden önce bir arkadaşıma komşu hanım başvurmuş, dertli bir yüzde
demiş ki:
- Galiba bizim çocuk gizli örgüte girdi.
- Nerden bildiniz?
- Geceleri geç vakit geliyor, üstü başı toz toprak boya içinde, yorgun argın…
- Eee, ne ilişkisi var bunun gizli örgütle?
- Galiba duvardaki yazıları bizimki yazıyor.
Gizli örgüt eylemleri böylesine yaygınlaştı. Polis bu işin altından nasıl çıkacak,
bilemem.
***
Çağdaş hukuk denen bir kavram var. Nedir çağdaş hukuk? Soruyu somut biçimde ele
alırsak, elle tutulur bir karşılığı kolayca buluruz. Üyesi bulunduğumuz Birleşmiş Milletlerde,
Avrupa Konseyinde ve bu örgütlerin yan kuruluşlarında bağlandığımız ve altına imza
attığımız bazı hukuk ilkeleri vardır. İşte çağdaş hukuk, bu ilkelerin toplamında oluşur. Biz
devlet olarak Batı’nın hukuk düzenine bağlanmışız. Batılı olmaya pek özeniriz. Devlet
adamlarımız, ünlü politikacılarımız da Batılı olmak yolunda çırpınırlar. Tanzimattan beri
“çabalama kaptan ben gidemem” yöntemi üzerinde ağır-aksak Batılılaşma yolunda yürürüz.
Ama gizli örgüt peşinde koştukça. Batılı olmanın yolları tıkanır.
Çünkü Batı’da, İngiltere, Fransa, Almanya, İsveç, Afrika, Belçika, İtalya vb. ülkelerde
çağdaş hukuka göre suç sayılan fiiller ortaktır. Sözgelişi hırsızlık, yaralama, adam öldürme,
sahtecilik, hakaret, yol kesme, konuta saldırı” gibi işlemler uygar dünyanın her yanında
suçtur. Ama fikir suçu diye bir şey yoktur bu ülkelerde.. İnsanlar oralarda inandıkları fikirleri
yaymak için örgüt kurabilirler. Türkiye de ise fikir suçu geçerli olduğundan, insanlar
inandıkları fikirleri yaymak için yasal örgüt kuramıyorlar.
Ne yapsınlar bu insanlar?
Gizli örgüt kuruyorlar fikirlerini yaymak ve güçlendirmek için…. Yasalar fikir
özgürlüğünü yasaklayınca, kişiye bir başka yol kalmıyor. Yani çağdaş hukuka aykırı ceza
yasalarımız, insanlarımızı suç işlemeye zorluyor.
Aydınlar, öğrenciler, emekçiler gizli örgüt kurdukları için gözaltına alınıyorlar; ellerine
kelepçe vuruluyor, tutuklanıyorlar; sonra mahkemeye çıkarılıyorlar; yargılanıyorlar; bir ömür
boyu sürecek hapis cezalarıyla sonuçlanıyor davalar.. Batı’da böyle yargılama, böyle suçlama,
böyle dava yok. Yargıç, Türkiye’de gizli örgüt üyelerini bizim ceza kanununa göre
cezalandıracaktır, ama; çağdaş hukukun yargılaması önünde suçlu kim? Türk Ceza Yasasının
çağdışı maddeleri mi? Yoksa gizli örgüt üyesi mi?
Yargıç karşısına çıkarılan sanığa soracaktır:
- Gizli örgüt kurmuşsunuz öyle mi?
Sanık:
- Evet, ben bir gizli örgüt üyesiyim; çünkü yasalarımız açık örgüt kurulmasına olanak
tanımıyor. Anayasamızın 20. maddesi “herkes düşünce ve kanaatlerini, söz, yazı, resim ile
veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklayabilir ve yayabilir” der. Ama ceza
kanunu, anayasayla verilen bu hakkı yurttaşın elinden alır. Siz beni ceza kanununa göre
mahkûm edebilirsiniz; ama anayasaya ve çağdaş hukuka göre mahkûm edemezsiniz.
***
Türkiye’de gizli örgüt davaları aşılmıştır artık.. Çünkü kamu vicdanında beraat
etmişlerdir gizli örgüt sanıkları. Çağdaş hukukun koşullarına aykırı ceza yasalarıyla mahkûm
edilenleri saygın kişiler sayacak ölçüde bilinç birikimi oluşmuştur toplumda…Ceza
yasalarındaki çağdışı maddeleri kaldırmak, hem toplumdaki sosyal uyanışa, hem çağdaş
hukuka lâyık bir iş olacaktır.
(Cumhuriyet, 2 Kasım 1975)
VIII. 12 Mart’ta CIA Vardır…
12 Mart muhtırasıyla devrilen hükümetin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, 7
Şubat 1974’te İsmail Cem’e verdiği ve tarihsel değeri olan uzun bir mülakatta 12 Mart
öncesindeki dış gelişmeleri ve 12 Mart’taki dış etkenleri ses bantlarına kaydettirerek anlattı.
Amerikan Elçisi İhsas Etti
….12 Mart’ın yaklaşmakta olduğunu, ABD elçisi, bilâlüzüm bir akşam üstü evime viski
içmeye geldiğinde ihsas etti. Kendisi “…Devlet olarak biz, Türkiye’deki bazı gelişmelere
sabrederiz ama, devletin dışında olup, devleti bile dinlemeyenler sabredemez” dedi….
İstihbarat Örgütleri Toplantısı
… Türkiye’nin İstihbarat Teşkilâtı, Amerika’nın, İran’ın, İsrail’in İstihbarat
Teşkilâtlarıyla daimi organik münasebetler içindedir. Bunlar her sene toplanırlar. Tahran’da,
Tel-Aviv’de, Washington’da. Mübadele yaparlar, kararlar alırlar…
(İsmail Cem’in İ.S. Çağlayangil’le Yaptığı Söyleşi, Politika, 9-11.3.1976)
IX. 12 Mart CIA-MİT İlişkileri
Örsan Öymen
12 Martla ilgili açıklamalar, genç Türk demokrasisi üzerine örtülen “şal”ın bir nebze
aralanmasına yol açtı.
Bu arada Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in İsmail Cem’e anlattıkları, geçen
haftanın başlıca tartışma konularından biri oldu.
Öyle ki, AP organları bile, Çağlayangil’in bu tutumunu bir “skandal” olarak nitelediler
ve altındaki bakan koltuğunu kaydırma eylemine geçtiler.
Son Havadis, geçen haftanın başından beri yerden yere vuruyor Amerika yolcumuzu.
Demek ki, imamdan icazet alınmış.
Feyzioğlu’na, Dışişleri koltuğu mu tezgâhlanıyor ne?
Bir Üçgen
Biz, Çağlayangil’in “ifşaat”ının yerli mi, yersiz mi, doğru mu, yanlış mı kavgasına
girecek değiliz.
Yazılmalı mıydı, yazılmamalı mıydı, “back ground” muydu? Bu teknik tartışmayı da
uzatacak değiliz.
Çünkü çekilmiş dişin davası olmaz.
Asıl üzerinde durmak istediğimiz konu, 12 Mart, CIA ve MİT üçgeni.
Eskiden her taşın altında bir CIA parmağı arayanlara, doğrusu biraz “mitoman” gözüyle
bakardık.
Ama bu Amerikan Gizli Haber Alma Örgütü’nün kirli çamaşırları, son yıllarda çeşitli
araştırma raporlarıyla tek tek ortaya döküldükten sonra söylenecek söz kalmadı.
12 Mart’a gelince…
Bu konudaki açıklamalar, yakın tarihimize önemli bir parantez açan bu “balyoz”
harekâtının ardında, CIA parmağı olduğunu ileri sürüyor.
Muhsin Batur gibi, muhtırada imzaları bulunan generaller, elbette bu iddiaları
kabullenmeyecekler.
Ama genel ağılık, bu yönde…
Milliyet’teki açıklamalarda, Kara Kuvvetleri eski Harekât ve Prensipler Dairesi Başkanı
Celil Gürkan, Millî Savunma Bakanlığı Hukuk Müşaviri Emin Değer ve şimdi de Demirel
hükümetinin Enformasyon Bakanı Turhan Bilgin..
Politika gazetesindeki açıklamalarda da, Başbakan Süleyman Demirel Dışişleri Bakanı
İhsan Sabri Çağlayangil, 12 Mart olayını CIA’dan soyutlayamıyorlar.
Özellikle, geçen hafta başkentte tüm kazanları fokurdatan Çağlayangil’in sözleri,
oldukça ilginç bir ikilem getiriyor politika gündemine..
12 Mart’ta, CIA ve MİT ikilemi konusunda, Çağlayangil’in sözlerini Milliyet okurlarına
da ulaştırmakta yarar var.
Diyor ki, Dışişleri Bakanı Sayın Çağlayangil İsmail Cem’in ses kayıt aygıtına:
12 Mart’ta CIA vardır. Büyük ölçüde vardır. 12 Mart’ta haşhaş vardır. CIA,
Papadopulos da vardır. CIA, Gizikis de vardır. CIA’nın nasıl hareket edeceği tahmin
edilemez. Siz, bir yazar olarak en az benim kadar bilirsiniz. Türkiye, kendi istihbarat gücünü
kuvvetlendirmek için İsrail istihbaratı ile Amerikan istihbaratı ile İran istihbaratı ile daimi ve
organik münasebetler içindedir.
Bunlar, gizli gizli her sene kendi şefleriyle toplanırlar, Washington’da, Tahran’da,
Telaviv’de (istihbarat) mübadelesi yaparlar. Organik bağları bulunmayan, fakat inandıkları
başka istihbarat örgütlerinden de istişari mütalâa alırlar.
Şimdi, istihbaratçılar Amerikalılarla organik münasebetler içinde olduğuna göre,
Amerikalı, “Şu adam benim adamım, şunu yerleştirelim solcuların arasına” diye rahatça
işbirliği yapabilir. İstihbaratçılık alanında bu iş rahat yapılabilir.
(Yabancı istihbarat örgütünden esinlenen) istihbarat başkanı da gelir kendi hükümet
başkanına, “Bizim Telaviv’deki toplantımıza ilişkin konuları konuşacağız” der. Haber de
getir, şöyle dendi, böyle dendi diye.
Sonra hiçbir istihbaratçı herhangi haberi her yere götürmez. Dışişleri bakanına başka
söyler, devlet reisine başka söyler. Genelkurmay Başkanına başka söyler. İstihbarat
bünyesindeki profesyonel dejeneresans (soysuzlaşma), her hareketin tesisi altındadır:
İstihbaratçı, kendi gözünde çok mühim adamdır. Herkesten çok mühimdir.. Her şeye de
kadirdir. Bu kompleks istihbarat işiyle uğraşanların hepsinde, en başından kahvecisine kadar
aynıdır. Onun için ben Dışişleri Bakanıyken, istihbaratçıların, bakan ve genel sekreter
dışındaki dışişleri memurlarıyla temas etmesini men etmiştim.
Şimdi nasıl yapar CIA? CIA yapar, organik bağlarıyla yapar. Sözünü ettiğim psikoloji
vardır istihbaratçıların arasında.
Benim istihbarat şefim, kendisi farkında bile olmadan CIA, benim altımı oyar.
Elinde imkân var (yabancı) adamın. Girmiş, enfiltre benim içimde.
Onun için hiç şaşmam, aramam da, bulamam ki. Nasıl yaptı, bulamam.
Demek ki neymiş?
12 Mart’ı, Amerikan Büyükelçisiyle İran Şahı, önceden Çağlayangil’e “ihsas”
ettirmişler.
Ya Başbakanlığın emri altındaki, - ya da emri altında olması gereken - örgüt, yani MİT
ne yapmış?
Bir ses çıkartmamış.
Bu konuya. Demirel hükümetinin Enformasyon Bakanı Turhan Bilgin de sanıyorum,
Milliyet’teki açıklamalarında ışık tutacak.
Şimdi.. Demirel, Çağlayangil ve Turhan Bilgin… Yani 12 Mart öncesinin Başbakanı,
Dış Bakanı ve Enformasyon Bakanı..
Her üçü de -ki Bilgin hariç, ötekiler bugün de eski koltuklarındalar- şu görüşü
savunuyorlar:
1- 12 Mart’ta CIA vardır.
2 - MİT’in içinde CIA vardır.
O halde, 12 Mart’ta MİT de vardır.
Tahrikçi Ajanlar
12 Martta, MİT’in nasıl ve ne amaçla “var olduğu” sorusu, sıkıyönetim duruşmalarında
ortaya çıkan ve mahkeme dosyalarıyla belgelenen “tahrikçi ajan”larda bulmuştur cevabını..
Emin Değer’in Milliyet’te verdiği rakama göre, kimlikleri saptanabilen “tahrikçi
ajan”ların sayısı 25 kadardır.
Kimlerdir bu tahrikçi ajanlar?
Nedir görevleri ve eylemleri?
Mahkeme dosyalarına geçebilenlerden bazılarına kısaca değinelim:
Örneğin; 16 haziran işçi olaylarına, 12 Mart öncesi çeşitli üniversite eylemlerine katılan
komünist ülkelerdeki toplantılarda tahrikçi konuşmalar yapan ve Madanoğlu duruşmasında
asıl kimliğini gösteren MİT ajanı Mahir Kaynak..
- Örneğin; suç konusu bildiriler dağıttığı iddiasıyla sanık sandalyesine oturunca bu
eylemleri “görev gereği” yaptığını savunmasında söyleyen bir Uğur Sanı. (Ağ. Cez. 1973/22
Karar sayılı dosya.)
- Örneğin; 5 Mart 1971’de Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde kanlı çatışmalarda görev
aldıkları gerekçesiyle tutuklanan Mahmut Erdoğan ve Eyüp Temeltaş.. (MİT Görev Belgeleri,
DEV-GENÇ dava dosyası 7-2 klasör ve bu klasör 3 dosya 402 sıra numarasında)
- Örneğin; TBMM’sini protesto için oturma grevi düzenleyen ve polisle çatışan Erdal
Gökyüzü ve Muzaffer Köklü. (Ank. 1. Asliye Ceza Mahkemesi 1971/390 sayılı karar S. 5).
MİT’in Görevi
Resmi görev belgelerinin bulunduğu dosya numaralarını verdiğimiz bu görevli kişiler,
12 Mart öncesi sokak eylemlerinin “tahrikçileri” oldukları iddiasıyla yakalanan ve
kimliklerini açıklama olanağı bulamadan sanık sandalyesine kazara oturanlardır.
Ne yaptıkları savcı iddianamelerine geçmiştir.
- Tahrik edici bildiri dağıtmak, silâhlı çatışma çıkartmak gizli toplantı tertiplemek,
polisle çatışmak vs.. vs..
Var mıdır, MİT örgütünün görev ve yetkileri arasında, böylesine eylemcilik, tahrikçilik?
Bakalım, 644 sayılı “Millî İstihbarat Teşkilâtı” Kuruluş Yasasına.
Örgütün temel görevi, yasada şöyle saptanıyor:
Devletin güvenliği ve milli politikasıyla, ilgili istihbarat elde etmek.
İstihbarat görevinden başkaca hizmet yükletilemez ve bu teşkilat devletin güvenliği ve
milli politikasıyla ilgili istihbarat hizmetlerinden başka hizmet istikametlerine sevk edilemez.
(Madde:3)
Örneğin 12 Marttan sonra - mahkeme tutanaklarına geçen- “falakacılık, elektrikçilik”
gibi hizmetler yüklenemez.
12 Marttan önceki “tahrikçilik eylemleri” de yüklenemez.
MİT örgütünü bağlayan temel hukuk kuralı ve yasa maddeleri “yüklenir” diye bir kayıt
düşmüyor.
Ama az gelişmiş ülke polislerini çeşitli burslarla eğiten Washington’daki Uluslararası
Polis Akademileri’nde, Teksas’taki Eğitim Merkezlerinde, CIA uzmanları, “Tahrikçi ajanlık,
tahripçi ajanlık ve işkence yöntemleri” üzerine, uygulamalı dersler ve seminerler
düzenliyorlarmış.
Costa Gavras’ın “Etat de Eiege (Sıkıyönetim) adlı belgesel filmde görmüştük, bir yurt
dışı gezisinde..
Sorular
Şimdi, konuyu fazla dağıtmadan cephe iktidarının 12 Martzede kanadına sesleniyoruz:
- 12 Martta CIA vardır, MİT’in içinde CIA vardır, dolayısıyla 12 Martta MİT de vardır,
görüşünü kabul ettiğinize göre…
- Türkiye’nin en büyük sorununu, “İktidarların nasıl gelip, nasıl gideceği yolundaki
tartışmanın Anayasa temeline bağlanması” diye nitelediğinize göre..
- MİT ve CIA gibi etkenlerin 12 Mart deneyinde olduğu gibi, iktidarların geliş ve
gidişlerini etkilemesinden de şikâyetçi olduğunuza göre…
Soru biiiir:
- Hadi CIA’yı hizaya getirmek harcınız ve gücünüz değil..Ama MİT’i gerçek bir
“güvenlik” örgütü düzeyine ulaştırmak için herhangi bir tedbir aldınız mı?
Soru ikiiii:
- Almadınızsa almayı düşünüyor musunuz?
Soru üüüç:
- Düşünmüyor ya da düşünemiyorsanız, herşeyden önce iktidar olarak sizin
“güvenmediğiniz”, güvenemediğiniz bir örgütle nasıl “Güvenlik Örgütü” diyebilirsiniz?
(Milliyet 23 Mart 1976)
X. Kim, Kimi Doğruluyor…
Uğur Mumcu
Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in, 12 Mart olayı ile ilgili açıklamaları, bazı
çevrelerde şaşkınlık yarattı. Nasıl yaratmasın ki, Demirel hükümetinin baş sorumlularından
biri, 12 Mart’ın CIA tarafından yapıldığını söylemekte ve MİT’in, CIA, İran’ın Güvenlik
Örgütü “SAVAK” ve İsrail Gizli Polis Örgütü “MOSAD” ile bazı ilişkiler içinde olduğunu
ileri sürmektedir. 12 Mart’ın CIA tarafından düzenlendiğini, Demirel’in Bakanlarından
Turhan Bilgin’in sahibi bulunduğu “Güneş” gazetesinde yazılmış, üstelik Orgeneral Faruk
Gürler’in içinde bulunduğu bir “Brüksel Cuntası”ndan söz edilmişti.
12 Mart 1971 tarihinden sonra kurulan sıkıyönetim mahkemelerinde, birçok kimse, 12
Mart’ın CIA tarafından gerçekleştirildiğini söylemiştir. Mahkeme önünde söylenen bu sözler,
çoğu kez tepkiyle karşılanmış ve bu sözlerin sahipleri, itilerek, kakılarak, dövülerek duruşma
salonlarından dışarı atılmışlardır.
Çağlayangil, Süleyman Demirel’in yakın ve sadık dostlarından biridir. Turhan Bilgin,
12 Mart Muhtırasıyla düşürülen Demirel hükümetinin sözcüsüdür. Demirel’in bu iki bakanı
da 12 Mart’ın CIA tarafından yapıldığını söylemekte ve yazmaktadırlar.
Buraya bir nokta koyalım.
Talat Turhan, 1963 yılında, devrimci düşüncelerinden dolayı emekli edilmiş bir Kurmay
Yarbaydır. 12 Mart muhtırasından sonra, İstanbul’da karargâh kuran Kontrgerilla
işkencecileri bir gece Talat Turhan’ı esir aldılar. Talat Turhan Erenköy işkence evinde, en ağır
işkencelerden geçirildi. Kontrgerilla eşkıyası, Türkiye’deki bütün devrimci eylemleri, Talat
Turhan’ın sırtına yüklemek için herh türlü işkence yöntemine başvurdu.
Basında “Bomba davası” olarak adlandırılan davada, Talat Turhan ilginç açıklamalar
yaptı. 4500 sayfayı aşan savunmasında, Türkiye’de CIA çalışmaları birer birer sergilendi.
Talat Turhan savunmasını yaparken, Faik Türün, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı olarak görev
başında bulunuyordu.
Talat Turhan, 8 Haziran 1973 günü, 2 No.lu Sıkıyönetim Mahkemesinde CIA - MİT
ilişkileri hakkında şunları söylemişti:
- Savunmamda açıkladığım gibi, Türk-Amerikan ilişkileri 1947’den bu yana ikili
anlaşmalarla, Atatürk’ün “Tam bağımsızlık ilkesi”nden ödün verile verile bugünkü noktaya
varmıştır.
Türk-Amerikan ilişkilerinde senelerce verilen ödünlerin dün Johnson’un mektubu,
bugün silâh ambargosu olarak karşımıza çıkması senelerce sürdürülen dış politikamızın
iflasını simgelemesine karşın, Türkiye’yi Amerikan emperyalizmine peşkeş çekenlerin,
politikasını sürdürmek için adam satın alarak cepheleşenlerin ardında olan güç nedir? 22
Ekim seçimlerinden önce silâh ambargosu neden kısmen kaldırılmıştır? Joseph Luns
Türkiye’nin seçimleri ile neden ilgilidir…
Bizi, bütün bu olayların ardında CIA parmağı aramaya iten haklı nedenler olduğunu 12
Mart sonrası uygulamalarının CIA önerileri doğrultusunda olduğunu savunmamla
kanıtlayarak, milliyetçi taslaklarının gerçek niteliklerini gözler önüne sermiş bulunuyorum.
Bu bölümde CIA - MİT ilişkisi üzerinde yeniden durmak istiyorum. Çünkü bilindiği
gibi MİT’in yasa dışı bir emri ile tutuklanmış bulunuyorum.
8 Eylül 1964 günü Genç Kemalistler Ordusu olayı nedeniyle Gn. Kur. Bşk.lığı askeri
mahkemesinde yargılanırken yaptığım savunmada:
- MİT’in silâhlı kuvvetler mensuplarını takip ettiğini ve bu yöndeki girişimlerin her
geçen gün artacağını ve MİT’in siyasal iktidarın âleti olmaması gerektiğini, MİT’in içinde
görevini kötüye kullanan parazitlerden temizlenmesi gerektiğini belirttikten sonra, örgütün
görevini kötüye kullandığını ve Anayasa’yı ihlâl ettiğini ve Genç Kemalistler Ordusu
olaylarında tıpkı bugünkü gibi yasa dışı olarak sorguların MİT’le yapıldığını belirtmiştim.
O gün bu çıkışı yaparken elbette bildiğim gerçeklere dayanıyordum. Nitekim olaylar
beni doğruladı.
Zamanın MİT Başkanı olan Fuat Doğu, Sunay ve Tağmaç’ın da tasvibi ile CIA ve
SAVAK gibi gizli örgütlerle yakın ilişkiye geçmişti. Bu ilişkinin bir gün 12 Mart Muhtırası
ile noktalanmasından daha doğal bir sonucu olamazdı. (Örneğin 21 Mayıs 1963 darbe günü
Fuat Doğu İran’da SAVAK’ın misafiri bulunmaktadır.)
Olayların doğruladığı kanımızı, 9 sene sonra 2 No.lu Sıkıyönetim Askeri
Mahkemesinde yeniden dile getirdim: “Sunay ve Tağmaç’la şahsî, bir ilişkim yoktur. Ancak
bunlar özellikle 22 Şubat’tan sonra yönetimi fiilen ele geçirmişler, MİT’i ele geçirmişler,
MİT’i de Amerikalılar ele geçirmişler ve bu şekilde idare edilmeye başlanmıştır. Bu yüzden
de memleket bu hale gelmiştir. Bu konuları savunmamda ayrıntıları ile bildireceğim (D. Tu.
Sh. 16)
İki buçuk sene önce verilmiş bu sözümü yerine getirmiş olduğumu sanıyorum.
MİT’in Erenköy’deki işkence köşkünde Kontrgerilla ve CIA okullarında yetiştirilmiş
olması ardındaki hıyaneti görmemezlikten gelemezdim.
Talat Turhan’ın bu açıklamaları, İhsan Sabri Çağlayangil tarafından kelimesi kelimesine
doğrulanmıştır. Bu açıklamalar, devrimcilere çektirilen acıların gerekçelerini de anlatmıyor
mu?
Herhalde, Kurmay Yarbay Talat Turhan, şimdi İhsan Sabri Çağlayangil’e teşekkür
etmektedir.
(Cumhuriyet Gazetesi, 26 Mart 1976)
XI. Talat Turhan’ın Kitabını Okuyun...
İlhan Selçuk
İşkence, mişkence, politika, molitika, hukuk, mukuk, anayasa, manayasa, demokrasi,
memokrasi konusunda her Allahın günü konuşuluyor. Türkiye’de neler olup bitiyor? Bu
işlerin bir yerüstü vardır, bir de yer altı. Yeraltını bilmeyen üstünü hiç bilemez; bunun içindir
ki kitabı okuyun.
Hangi kitabı?
Talat Turhan’ın kitabını. Adı: “Bomba Davası- Savunma I, Genel Dağıtım: Kastaş A.Ş.,
Başmusahip Sokak, Talas Han 16/101, Cağaloğlu, İstanbul. Fiyatı KDV dahil 1300 TL.”
İlk sayfada şu sözler yer alıyor:
Nazi toplama kamplarından kurtulabilen bir Alman profesörü diyor ki, ‘İlk önce
geldiler, komünistleri alıp götürdüler. Ben sesimi çıkarmadım. Beni ilgilendirmiyordu. Sonra
Yahudiler aldılar toplama kamplarına, işkenceye götürdüler. Ben yine sesimi çıkarmadım.
Çünkü bana göre bir şey yoktu. Sonra sosyal demokratları vurmaya, hapse atmaya, toplama
kamplarına götürmeye başladılar. Ben yine sesimi çıkarmadım. Çünkü bana dokunan yoktu.
Bir gün kapım çalındı. Beni alıp toplama kampına götürdüler, işkenceye… Hiç kimse ses
çıkarmadı. Çünkü ses çıkaracak kimse kalmamıştı…
***
Talat Turhan’ı bilmem tanıtmaya gerek var mı? Eğer tanımayan varsa, kitabını almalı,
tanımalıdır. Çünkü tanınması gereken kişileri tanımadan, bilinmesi gereken olayları bilmeden
ülkemizin nereden gelip nereye gittiğini anlamak olanaksızdır. Sözgelimi işkence konusu
bugünlerde güncelleşti. SHP gerçekler aydınlansın diyor; ANAP yöneticileri işkence olayını
örtbas etmek istiyor.
Neden?
Bu soruya yanıtı Talat Turhan’ın kitabındaki önsözün bir yerinde buluyoruz:
Zaman içinde emperyalist çıkarlara uyarlı bir uydu kapitalizmin maşalığını yapan
işkencecilerin art niyetleri ortaya çıktı. Bugün her biri bir idare meclisinde ya da bir patron
uydusu olarak asalak maaş alırken, suçluların telaşı içinde bir yandan birbirlerini suçlarken,
diğer yandan kendilerini savunma çabası içine düşmüşlerdir. Kuşkusuz dünün işkencecilerinin
bugünün işkembecisi olması bir rastlantı değildir. Çünkü bilinçli ya da bilinçsiz olarak
emperyalist çıkarları korumak için onları bu tertiplere itenler, bu kişileri elbette
yemleyeceklerdir. İnanıyorum ki devletin tüm güçlerini kişisel ihtiras ve kinlerini tatmin için
kullanan bu zavallılardan bir gün mutlaka hesap sorulacaktır ve yazdıklarım bu amaca katkıda
bulunduğu ölçüde bir anlama ifade edecektir.
***
Talat Turhan’ın kitabı 12 Mart’ın ünlü Bomba Davası’ndaki savunmasının giriş
bölümünden oluşuyor. Ne var ki bu bölüm, bir roman kadar heyecanla ve merakla
okunabilecek olaylar ve bilgilerle doludur; yaşadığımız hayatın bir parçasıdır. İşkencenin
görünen nedenlerine ve görünmeyen kökenlerine inmektedir. Yalnız bu kadarla kalmıyor
Talat Turhan, 12 Mart döneminden bugünü de haber veriyor. “Türkiye’nin düzenini kendi
çıkarları doğrultusunda değiştirmek isteyen iç ve dış güçler ittifakı”nın kimi davaları
kullanarak bugüne nasıl ulaştıklarını anlamak bakımından bu kitap aydınlatıcı bir belgedir.
***
Ülkemizde olup bitenler yalnız Türkiye’ye özgü değildir, dünyadaki kimi devletlerde
bizimkine benzer işler oluyor, olaylar yaşanıyor, işkenceler tezgahlanıyor. Nasıl oluyor bu?
Talat Turhan da kitabının 171. sayfasında bu konuyu gündeme getiriyor:
CIA ajanı David’in kitabı ile Faik Türün’ün açıklamaları arasındaki paralelliği bir
rastlantı sayamayız. CIA ajanı David’in kitabı sadece Faik Türün’e rehberlik etmemiştir.
Diyebiliriz ki 12 Mart sonrası uygulamalarının tümü David’in önerileri doğrultusunda
gerçekleştirilmiştir. David, bir anlamda 12 Mart’ın ideologudur.
Öyle midir?
Merak eden kitabı alır okur. Daha da ötesi bu kitabı okumak bir yurttaşlık görevi
sayılmalıdır. Çünkü bu ülkeyi karanlığa doğru sürüklemekten korumak yurttaş bilincinin
ışımasıyla gerçekleşebilir.
(Cumhuriyet 31 Ocak 1985, Pencere)
XII. Aydınlanmayan Olaylar: Bomba Davası-Yıldızlar Savaşı
Nokta Dergisi Kapağı: Güldal Kızıldemir-Sabir Yücesoy
12 Mart döneminin 57 sanıklı Bomba Davası, Silahlı Kuvvetler üst düzeyindeki
hesaplaşmayı gün ışığına çıkardı. Afla düşürülen davanın sanıkları “Dava bizim için bitmedi”
dediler.
“(…) Davası ile siz, ben ve Amiral Kayacan’ın bu konularla ilişkisi kurulmaya
çalışılmakta, çift ifade ve çift dosya tanzim edilmekte ve hakikatle ilgisi olmayan dosyalar
çoğaltılarak etrafa duyurulmaktadır.” Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, 27 Ekim
1972’de Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler’e bu satırları yazıyordu. Batur’un adını
vermediği (…) Davası, 12 Mart döneminin en can alıcı davası olan Bomba Davasıydı.
Dava, 1972 yılında, bomba ve soygun olaylarıyla ilgili olarak açılmış ama çok
geçmeden Silahlı Kuvvetler üst düzeyindeki hesaplaşmanın çarpışma alanı haline gelmişti.
“Kuvvet komutanlarının karşısında ayağa kalktığı adam olarak tanınan emekli Kur. Yrb.
Talat Turhan ile bomba olayları arasında ilişki kuruluyor, bu kanalla emekli Tümgeneral Celil
Gürkan’ı da içine alan büyük bir cunta girişimi ortaya çıkarılmaya çalışılıyordu. İkinci
aşamada, Celil Gürkan yoluyla komutanlara ulaşılacaktı. Kısa süre sonra, Bomba davasıyla
Org. Faruk Gürler, Org. Muhsin Batur ve Ora. Kemal Kayacan cunta liderleri ilan ediliyordu.
Davanın başsanığı Talat Turhan, “Bomba Davası, faşist bir düzene geçişte engel gibi
görünen Gürler, Batur, Kayacan üçlüsünü temizlemek için Amerikan işbirlikçileri ve onların
gizli örgütleri tarafından düzenlenmiş, Türk tarihinin en büyük provokasyonlarından biridir”
diyordu.
Gerçekten de, Gürler, Batur ve Kayacan, mahkeme süresince dönem dönem ağır
suçlamalara hedef olacaklardı. İlk suçlama, 30 Ağustos 1972 Genelkurmay Başkanlığı ve
Kuvvet Komutanlıkları atamaları öncesinde yapılıyordu.
Süresi dolan Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç’ın yerine en kuvvetli aday
Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Faruk Gürler’di. Ancak gerek Tağmaç gerekse İstanbul 1.
Ordu Komutanı Org. Faik Türün, Gürler’in bu göreve gelmesini istemiyor, ayrıca Deniz
Kuvvetleri Komutanlığına hazırlanan Oramiral Kemal Kayacan’ın yolunu da kesmeye
çalışıyorlardı. Bu çatışma Bomba Davasına da yansıyacak ve Gürler, Batur, Kayacan aleyhine
ifadeler alınmaya başlanacaktı. Genel Kurmay Başkanlığı çekişmesi karşılıklı kuvvet
gösterilerinden sonra Hava Kuvvetleri Komutanı Batur’un Ankara semalarında jetler
uçurmasıyla Gürler’in lehine sonuçlandı. Karşı grup ise bir süre ara verdiği ataklarına
Gürler’in bu kez de Cumhurbaşkanı adayı olması ile yeniden başladı. 1973 yılında ise
Gürler’in Cumhurbaşkanı seçilememesi ve Batur’un emekli olması ile üç komutan aleyhine
yapılan suçlamalar yeniden yoğunlaştı.
1974 yılında Silâhlı Kuvvetlerin en üst kademelerine tırmanan dava, sonunda
beklenmedik bir biçimde af kapsamına alınarak düşürülüyor ve taşıdığı bütün sorularla
birlikte rafa kaldırılıyordu.
12 Mart dönemiyle ilgili anıların gündeme geldiği şu günlerde Batur’un kaleminden
(…) davası olarak çıkan Bomba Davasının iç yüzünü açıklıyoruz.
Hava Yüzbaşı Fevzi Özkaya, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un önderliğinde
yapılacak olan bir darbeyi sonuna kadar desteklemeye kararlıydı. Özkaya, Nokta’ya “Batur da
benim ve benim gibi çok sayıda subayın kendisini desteklemeyeceğini bilirdi.” diyordu.
Özkaya, Muhsin Batur’un Hava Harp Okulu’nda yaptığı bir personel toplantısında
“Memleketimizde anarşi boyutlar kazanıyor. Dur demenin zamanı gelmiştir. Hükümetler bu
gidişi engelleyemez. Askerin el atması konu olabilir. Hazırlıklı olalım.” dediğini hatırlıyordu.
Hatta konuşma sırasında Batur, bir ara “Halkın da seçmeyi bilmemesinden” yakınmıştı. Bu
ifade, Özkaya’da, Batur’un “bundan böyle seçim yapmayacağız, seçimsiz bir iktidar
yapacağız” demek istediği izlenimini uyandırmıştı. Fevzi Özkaya, Muhsin Batur’la doğrudan
bir diyaloğu ya da anlaşması olmadığını söylüyordu. Ama komutanını severdi. Onun gerçek
bir yurtsever olduğuna kesinlikle inanıyordu.
Hava Yüzbaşı Fevzi Özkaya, 25 Mayıs 1972 sabahı Haydarpaşa Transiz Merkezi’nde
görevi başındayken gözaltına alındı. Sorgusu yapılmak üzere Erenköy Köşkü’ne götürüldü.
Hakkındaki suçlama, “Kuvvet komutanları önderliğinde yapılacak olan ihtilalde alt
kesimde rol almak ve halkı ihtilal ortamına hazırlamak için yapılacak eylemlerde kullanılmak
üzere patlayıcı madde -dinamit- temin etmek”ti.
Erenköy Köşkü’ndeki 31 günlük gözaltı ve sorgulama süresi sona erdiğinde, Özkaya, 84
kilodan 37 kiloya indiğini söylüyordu. Yüzbaşının köşkte alınan ifadeleri, 6 Mayıs gecesi
taşıdığı bombanın patlamasıyla ağır yaralanan İbrahim Çenet’in ifadeleriyle birleşiyordu.
Böylece, Silahlı Kuvvetlerden bazı kişilerle bağlantı içinde yürütüldüğü öne sürülen ihtilale
yönelik faaliyetlerle, o günlerin anarşik olayları arasında ilişki kuruldu. Hemen ardından
zincirleme tutuklamalar birbirini izleyecek, asker ve sivil çok sayıda insan yakalanacaktı.
Bu kişiler Erenköy Köşkü’nde özel timler tarafından sorguya çekildiler ve köşkte alınan
ifadelere dayanarak adalet tarihimizin en ilginç davası açıldı: 57 Sanıklı Bomba Davası
başlıyordu.
Davanın hakimi Coşkun Dündar, Nokta’ya Bomba Davası’nın “Zamanın Kuvvet
Komutanları’na kadar uzanan çok yönlü bir dava” olduğunu söylüyordu. Dündar “Milli Birlik
Komitesi üyelerinin bazıları, emekli ve muvazzaf askerler, işçiler, öğrenciler, her kesimden
insan vardı. Ancak bu davada mahkeme huzuruna getirilen sanıklara oranla dışarda kalanlar
çok fazlaydı. Çok önemli kişiler suçlanmış, ama dava dışında kalmışlardı” diyordu. Gerçekten
de Türk adli tarihinde görevdeki Genel Kurmay Başkanı ile iki Kuvvet Komutanının
eylemlerini soruşturan bir başka dava yoktu. Bomba Davası’nda Genel Kurmay Başkanı Org.
Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Ora.
Kemal Kayacan, mahkeme süresince her aşamada olmasa bile zaman zaman ağır suçlamalara
hedef olacaklardı.
İfadeler alınıyor. 4 Temmuz 1972 sabahı saat 03.00 sularında Bomba Davası’nın
başsanıklarından Em. Kur. Yrb. Talat Turhan’ın Kuzguncuk’taki evi 35 kişilik bir grup
tarafından ziyaret ediliyordu. Ziyaretçilerin ellerinde “çok gizli” kaydı düşülmüş bir belge
vardı. Milli Emniyet’e ait olan bu yazıda Talat Turhan’ın yanı sıra, Psikiyatr Memduh Eren ve
Merkez Emniyet Müdürü Rafet Kaplangı adlı kişilerin de mümkün olduğunca aynı gün ve
saatlerde yakalanıp gözaltına alınmaları gerektiği belirtilmişti.
O gece Kuzguncuk’ta sokaklar tutuldu. Turhan, “İşgal ordusu gibiydiler” diyordu. Evin
altı üstüne geldi, kitaplar toplandı, yüklükler arandı. Talat Turhan bilinmeyen bir yöne doğru
yola çıkarken, ekibin başındaki albaya “Onu nereye götürüyorsunuz?” diye soran eşine “Yarın
Selimiye’den ararsınız” yanıtını veriyordu. Ne var ki, ailesi, Turhan’ı o günden sonra ilk kez
dört ay sonra görebilecekti. Bir ay Erenköy Köşkü’nde, üç ay Selimiye Askeri Ceza ve
Tutukevi’nde hücrede kalan Talat Turhan, dördüncü ayın sonunda koğuşa geçebiliyordu.
İkinci sanık Psikiyatr Doktor Memduh Eren de aynı gün içinde gözaltına alınıyordu.
Memduh Eren o günü ve sonrasını Nokta’ya şöyle anlattı:
17 kişi birden gelip beni evden aldılar. Siyah bir arabayla Kadıköy Merkezine gittik.
Burada gözlerim bağlandı, ellerim kelepçelendi. İki tokatla cemseye bindirildim. Sonradan
Erenköy Köşkü olduğunu öğrendiğim eve götürüldüm. Bir adam saçlarımı sıfır numara
kazıdı. Bir başkası da göğsüme numara geçirdi. Önden, arkadan yandan resimlerim çekildi.
Bir külotla bıraktılar. Islak ve sidik kokan bir pijama verdiler. Döşeksiz, üzerinde ıslak bir
örtü bulunan demir telli bir karyolaya tekmeyle attılar. Ayaklarıma zincir taktılar. “Komünist,
vatan haini, buradan sağ çıkmayacaksın” diye bağırıyorlar, küfür ediyorlardı. Üç gün ne
yemek ne de sigara verdiler. Başlarda moralim iyiydi. “Burada kelleyi bırakmazsak sigarayı
bırakacağız” dediğimi hatırlıyorum. Üçüncü gün yıkılmaya başladım. Geldiler, zincirli ve
kelepçeli olarak alt kata indirdiler. Bir grubun karşısındaydım.
Sorgulama başladı. “Söyle bakalım, köprüyü nasıl uçurdun?” Bir şeyler söylemeye
çalışıyorsun, bir yumruk. “Memleketi nasıl sattınız? Ordudan kimleri tanıyorsun,
bağlantıların?” Yere yatırdılar, koltuk altlarımdan mengenelediler, ayaklar havaya kaldırıldı
ve sopa başladı. Saatlerce süren sopaya nasıl dayandım, bilmiyorum. Ertesi sabah yattığım
yerden, bakınca, ayaklarımın şişliğinden pencereyi göremiyordum.
Dördüncü gün ıhlamur vermeye başladılar. Bol ıhlamur bir süre devam etti. Bir gün,
akşamüstü karımı getirdiler. Anadan doğma soyup ırzına geçtiler. Ertesi gün yine bol ıhlamur,
ardından annem geldi. Onun da ırzına geçtiler. Orada uyanır gibi oldum. Annem on iki yıl
önce ölmüştü. Gördüklerimin halüsinasyon olduğunu fark ettim. Ihlamur içinde LSD türünden
Mescaline adında bir ilaç verdiklerini ve onun etkisiyle hayal gördüğümü yakaladım.
Ihlamuru içmemenin bir yolunu bulunca, halisünasyonlar kesildi. Ama dayak günlerce sürdü.
Sekiz dişim döküldü.
Mescaline’i özellikle tifo basili ve verem mikrobuyla veriyorlardı. Nedeni şu: Ateş
yüksek olunca, ilacın etkisi artıyor. Eğer ailede akıl hastası varsa, yani yapı olarak
eğilimliyseniz, sizde de kalıcı bir akıl hastalığı başlıyor. Nitekim o günlerde köşkte
sorgulamaları yapılan kişilerin bir bölümü ruh sağlığını yitirdi. Ben de verem mikrobunun
ciğerlerimde açtığı iki yara yüzünden uzunca bir süre tedavi oldum. Erenköy Köşkü’nde
ifadelerin alınma biçimi böyleydi.
Köşkte Ağırlama!
Dava, tümüyle Emniyette alınan ifadeler dayanarak açılmış olduğu ve başka hiçbir ek
delil bulunmadığı için, ifadelerin alınış biçimi özellikle, bu davada büyük önem taşımaktaydı.
Sanıkların hemen hemen tümü, ifadelerini Erenköy Köşkü’nde günlerce süren ağır işkence ve
baskı altında verdiklerini ileri sürüyor, önceden hazırlanan kâğıtları imzalayarak suçlamaları
kabul etmek zorunda kaldıklarını söylüyorlardı. Nitekim sanıklar, mahkemeye çıktıklarında
Emniyette alınan ifadelerin tümünü reddetmişlerdi.
Askeri Savcı ise işkence iddialarının sanıklar tarafından istismar edildiği görüşündeydi.
Savcıya göre sanıklar bu iddiaları suçlarını örtbas etmek için kullanıyor, bir kaçamak yolu
yapıyorlardı. Askeri Savcı, Esas Hakkında Mütalaasında Emniyet ifadelerinin düzmece
olmayacak kadar ayrıntılı olduğunu, birbirini tamamladığını belirtmiş, hukuken geçerli
sayılmaları gerektiğini savunmuştu.
Bomba Davası’nın avukatlarından Kemal Kumkumoğlu’na göre ise, Bomba Davası
sanıklarına kesinlikle işkence yapılmıştı. Kumkumoğlu, Nokta’ya “Bence Bomba Davası’nın
en önemli özelliklerinden biri, ilk defa bu vesileyle Türkiye’de fizik ve psişik işkencenin
birleştirildiği sistematik işkence uygulanmış olmasıdır.” demekteydi.
Davanın hakimi Albay Coşkun Dündar, Nokta’nın sanıkların işkence iddiaları
konusundaki sorularını şöyle yanıtlıyordu:
Karşımıza gelen her sanık ağır işkence gördüğünü öne sürdü. Mahkeme heyeti gelen
dosyaya göre değerlendirme yapmak zorundadır. Dosyada, sanıkların yapılan muayenelerinde
işkence izine rastlanmadığına dair raporlar vardı. Ama işkence insanlık suçudur. Biz sanıkları
iddialarını Sıkıyönetim Komutanlığı’na bildiriyorduk. Onların tasarrufuna karışacak halimiz
yoktu.
Nokta, işkence iddialarıyla ilgili olarak o dönemde zaman zaman İstanbul Sıkıyönetim
Komutanı Faik Türün’e vekalet etmiş olan Turgut Sunalp’in görüşüne başvurdu. Sunalp,
işkence iddialarını tümüyle reddetti. Ancak, Erenköy Köşkü’nde sorgulamaların özel olarak
yetiştirilmiş timler tarafından ve özel sorgulama, teknikleri kullanılarak yapıldığını belirtti.
Bombadan Cuntaya
Bomba Davası’nın sanıklarından 12’si, Askeri Savcılığın hazırladığı iddianameye göre,
“T. C. Anayasası’nı cebren ilgaya teşebbüs etmek ve mevcut düzeni kaldırıp yerine MarksistLeninist bir düzen kurmaya çalışmak”la suçlanıyordu. Diğer suçlamalar arasında, “sosyal bir
sınıfın diğer sınıflar üzerindeki hakimiyetini tesis etmeye, mevcut nizamları topyekün
devirmeye matuf cemiyete girmek” ve “devlete karşı işlenen bu suçları haber vermemek”
bulunuyordu.
Askeri Savcı, sanıkların Emniyette alınan ifadelerinden yola çıkarak, bu kişilerin sözü
geçen amaçlarına varmak üzere gizli bir örgüt kurdukları sonucuna varmıştı. Aynı zamanda
anarşik olayları tırmandırarak mevcut iktidarın anarşiyi önleyemediği görünümünü yaratmak
istediklerini ve bu amaçla çeşitli bomba patlatma eylemleri yaptıklarını ileri sürüyordu.
Böylelikle, hem bir cunta oluşturmaya yönelen, hem de bu hazırlığını anarşik eylemlerle
desteklemeye çalışan tek bir örgütün varlığı öne sürülüyordu. Cunta ve bomba davaları
birleşmişti.
İddia makamının sanıklar hakkındaki bu suçlamaları dava boyunca sürdü gitti. Ancak,
olaylar beklenmedik bir gelişme gösterecek ve yargılanan sanıklar dışında kuvvet komutanları
ek iddianamelerle aynı suçlamalara hedef olacaklardı. Askeri Savcılık, Kuvvet Komutanlarını,
cunta hareketinin liderleri olarak göstermekteydi. Komutanlar hakkındaki bu suçlama, Silahlı
Kuvvetler’de emeklilik ve atama işlemlerinin yapıldığı 30 Ağustos tarihine kadar hızını
kaybetmeyecekti. Bu tarihte, suçlamalara hedef olan Org. Faruk Gürler, Kara Kuvvetleri
Komutanlığı’ndan Genel Kurmay Başkanlığı’na, Ora. Kemal Kayacan da, Donanma
Komutanlığı’ndan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na yükseldiler. Askeri Şura’ya alınma
ihtimali bulunan Org. Muhsin Batur da Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nı sürdürecekti.
Hukuk mu Siyaset mi?
Bomba Davası giderek sanıkların sıfatları gerekse isnat edilen suç yönünden siyasal
yapıda bir dava kimliği kazanmıştı. Davanın başsanıklarından Talat Turhan, mahkemede
yaptığı savunmada şunları söylüyordu:
- Davanın açıldığı tarihle Esas Hakkında Mütalaanın okunduğu tarih arasında,
suçlandırılan kişiler aleyhindeki delil durumunda esas itibariyle hiçbir değişiklik olmamıştı.
Buna rağmen, esas iddianamede Orgeneral Faruk Gürler, Org. Muhsin Batur ve Oramiral
Kemal Kayacan’dan hiç söz edilmemiş, bu kişiler suçlu sayılmamıştı. Çünkü adı geçen
komutanlar Silâhlı Kuvvetler’in en yüksek kademelerinde bulunmaktaydılar. Görev
başındaydılar.
- Sözü geçen komutanların adlarına, dava açıldıktan bir süre sonra, belki de politik
ortamın müsait bulunduğu için, ilk defa ek iddianamelerde yer verilmişti. Fakat daha sonra üst
kademelerdeki atamalar, suçlandırılan komutanlar lehine gerçekleşince, dava dosyasındaki
delil durumu hep aynı olmakla birlikte, askeri savcılar sözü geçen komutanlar emekli olana
kadar onların adlarını ağza almayacak, suçlu olduklarını iddia etmeyeceklerdi.
- Ancak, adları geçen komutanlar emekli olduktan ve özellikle Org. Muhsin Batur ve
Ora. Kemal Kayacan CHP’ye girdikten sonra, Askeri Savcının Esas Hakkındaki Mütalaasında
kendileri kesin olarak suçlu ilan ediliyorlardı.
Talat Turhan, davanın seyriyle siyasi gelişmeler arasındaki bu kronolojik paralelliği göz
önüne alarak, askeri savcıların hukukun gereklerine göre değil, siyasi ortam ve duruma göre
kişiler aleyhinde soruşturma açıp yönlendirdiklerini ileri sürmekteydi. Bomba Davası
hakkındaki kesin yargısını da savunmasında açıkça dile getiriyordu: “Bomba Davası, faşist bir
düzene geçişte engel gibi görünen Gürler, Batur, Kayacan üçlüsünü temizlemek için
Amerikan işbirlikçileri ve onların gizli örgütleri tarafından düzenlenmiş, Türk tarihinin en
büyük provokasyonlarından biridir.”
“Komutanlar da Gelsin”
“Burası Kenyaa değil” Sanık Hava Yüzbaşı Fevzi Özkaya mahkemede böyle
bağırıyordu. Bir yüzbaşı tek başına nasıl ihtilal yapardı? Buna çocuklar bile inanmazdı.
Öyleyse, kendisini örgütleyenler de mahkemeye gelmeliydi. Madem ki komutanlar
suçlanıyordu o halde onlar da mahkemeye sanık olarak çıkmalıydılar. Fevzi Özkaya baştan
beri bunu söylemişti. Özkaya, Nokta’nın sorularını yanıtlarken yine bu konuyu
vurgulayacaktı. “Kuvvet Komutanlarını tutuklamaya cesaret edemediler. “Bombayı attım”
diyenleri de tahliye ettiler, ortada biz kaldı.”
Davanın avukatlarından Kemal Kumkumoğlu Nokta’ya “Bomba Davası başı ayakları
olmayan bir davaydı.” diyordu. “12 Mart’ın öncesinde komutanlar orduda cunta
hazırlıklarının ve gayrı meşru organların olduğundan haberdardılar. Üstelik o sırada bunların
kimler olduğu da bilindiği halde, kimseyi yakalatmadılar. Bomba Davası’nda da, sap yukarıda
kaldı, düşen üzümleri topladılar.”
Hakim Coşkun Dündar Nokta’nın neden bazı sanıkların mahkeme dışı bırakıldığı
sorusunu Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından dava dışı bırakıldılar. Dava açma yetkisi
tümüyle Sıkıyönetim Komutanlığı’na aittir.” diye yanıtlıyordu. Dündar, Askeri Savcı Nevzat
Çizmeci’nin Sıkıyönetim Komutanı Org. Faik Türün’e dava edilenler dışında kalan pek çok
kişi hakkında dava açılması için dilekçeyle başvuruda bulunduğunu, ancak komutanlıkça
kabul edilmediğini ekliyordu.
Komutan Başta Olmak Koşuluyla
Bomba Davası’nda suçlamalar bir yanıyla anarşik eylemleri, diğer yanıyla da cunta
yönetimi hazırlıklarını kapsıyordu. Davanın idam talebiyle yargılanan sanıklarından birçoğu,
ihtilal düşünce ve çabası içinde olduklarını inkâr etmiyor, buna karşılık bombalama ve soygun
olaylarıyla ilişkileri olmadığını söylüyorlardı. Sanık Talat Turhan, mahkemedeki bir
ifadesinde açıkça “Ben ihtilal yaparım ama bomba atmam” diyecekti. Peki, ihtilal yapmak suç
sayılmıyor muydu? Uzunca bir süre Silahlı Kuvvetler’in yönetime müdahalesi ya da
elkoyması tartışıldıktan sonra bir muhtırayla hükümetin istifaya zorlanmasıyla başlayan 12
Mart döneminde bu sorunun yanıtlanması her zamankinden zor görünüyordu.
Cunta faaliyetleriyle ilişkili olarak adı en çok anılan kişilerden biri de Tümgeneral Celil
Gürkan’dı. Gürkan 12 Mart’ın ilk günlerinde emekli edilmişti. Gürkan, Bomba Davası’nın
Esas Hakkında Mütalaası’nda “Adapazarı’ndaki II. Tümen Komutanlığı’nı yaptığı 30.8.1969
ile 30.8.1970 tarihleri arasında İstanbul bölgesinin örgütsel yönden mesuliyetini deruhte
etmek”le suçlanıyordu. Ayrıca, Bomba Davası sanıklarının bir bölümüyle cuntaya yönelik
örgütsel ilişki içinde olduğu ileri sürülüyordu.
Gürkan, Nokta’ya yaptığı açıklamada, sanıkların bir bölümüyle memleket meseleleri
üzerine görüşmeler yaptığını söylüyordu. Ancak, ellerinde gücü olmayan sivil kişilerle
örgütsel ilişki kurmasının mümkün olmayacağını belirten Gürkan: “Ordu müdahalesine
yönelik tüm çalışmalarımızı, -komutan başta olmak koşuluyla- hiyerarşik düzen içinde
yürüttük.” demekteydi. Gürkan’a göre, komutanın bilgisi ve önderliği altında yapılan bir
çalışmaya cunta denemezdi. (Bkz. Celil Gürkan’la söyleşi)
Sonuçta, Celil Gürkan hakkında herhangi bir dava açılmayacaktı. Bomba Davası’nda
Askeri Savcılık tarafından özellikle cuntaya ve gizli örgüte ilişkin olarak suçlandığı halde, bu
davada sanık olmamış, sadece gizli bir duruşmada tanık olarak dinlenmişti.
Ya İdam ya Beraat
Bomba Davası’nın gelişmesi kamuoyunda ilgiyle izleniyor, nasıl sonuçlanacağı merak
ediliyordu. Kimler suçlu bulunacak, kimler aklanacaktı? Komutanlara, generaller yöneltilen
suçlamalar doğru muydu? Duruşmalar birbirini kovaladı ve Bomba Davası, delil ve ifadeler
açısından herhangi önemli bir değişikliğe uğramadan 1974 yılı başlarına kadar sürdü.
Mahkemenin sonlarına doğru 1974 Af Kanunu tartışmaları başlamıştı. Bu aşamada, sanık
Talat Turhan, davanın af kapsamına alınıp düşürülmesinden endişe duyarak, mahkeme
başkanlığına bir dilekçe veriyordu. Turhan, Af Kanunu’nun kendi lehine getirebileceği
hükümlerden hiçbirini kabul etmeyecekti. Çünkü, çıkarılacak affın, suçlananları değil,
suçlayanları aklayacağını düşünüyordu. Talat Turhan dilekçesinde;
Benim tüm insani değerlerime, şeref ve haysiyetime yapılmış saldırılar adına
işkenceciye ödün vermek, kimsenin hakkı olmaması gerekir. Devlet gücünü kendi kin,
ihtiraslarının aleti yaparak, bir avuç sadist işkenceciyle tertip düzenleyenleri affetmek benim
açımdan olanaksızdır
diyordu. Bu gerekçelerle Turhan, davanın düşürülmesine karşı çıkıyor ve sonunda
çıkacak karar ne olursa olsun “her durumda mahkemenin devam etmesi isteminde
bulunduğunu” belirtiyordu. Talat Turhan, dilekçesini şöyle özetliyordu: “Beni ya asacaksınız,
ya da beraat ettireceksiniz.”
Ne var ki, 1974 Af Kanunu, son maddesiyle, sanığın affı reddetme hakkını elinden
alıyordu. Dava karara bağlanmadan af kapsamına sokularak düşürüldü. Sanık avukatları bu
kararın bozulması ve mahkemenin sürmesi için temyiz yoluna gideceklerdi. Fakat aradan
geçen yıllar zarfında, Yargıtay’dan herhangi bir yanıt çıkmadı. Bomba Davası, koparttığı onca
fırtınanın ardından sessizce affa ve zaman aşımına bırakılıyordu.
Bomba Davası sonuna kadar devam edecek olsaydı, sanıklar hüküm giyecekler miydi?
Davanın hakimlerinden emekli Albay Coşkun Dündar, “Bunu söylemek zor.” diyordu. “Bu
davada suç kaynağı, yalnızca sanıkların Emniyette verdikleri ifadelerdi. Hiçbir ek delil yoktu.
Ben hakimlik hayatımda hiçbir zaman yalnızca Emniyette alınan ifadeye dayanarak
mahkûmiyet vermedim.”
(Nokta Dergisi, 3 Kasım 1985, Sayı:43)
XIII. Sorgu Sırasında Köşkteydim
Turgut Sunalp
Turgut Sunalp 12 Mart döneminde önce korgeneral, ardından orgeneral rütbeleriyle
Kocaeli ve Sakarya illeri Sıkıyönetim Komutanlığı yaptı. Ayrıca bir süre, Faik Türün’e
vekâleten İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı görevinde bulundu. Sunalp, o dönemin en önemli
davalarından Bomba Davası ve işkence konusunda arkadaşlarımız Güldal Kızıldemir ve Sabir
Yücesoy’un sorularını yanıtladı.
Nokta: Sayın Sunalp, bir dönem Bomba Davasının sorgulamaları üzerine çok
konuşuldu. Bu sorgulamaların nerede yapıldığını hatırlıyor musunuz?
Sunalp: Yanılmıyorsam Zihni Paşa Köşkü’nde. O dönemde Zihni Paşa Köşkü’yle ilgili
çıkmış olan rivayetler aslında hakikat dışıdır. Zihni Paşa, 27 dönüm arazi içerisinde yer alan
ve müstahdeminin yatması için dokuz ayrı odası bulunan güzelce bir köşktür. Bu köşkü
Kontrgerillaya izafe ederler. Aslında Kontrgerilla diye bir teşkilat yoktur. Olamaz da zaten.
Ama bir kere edebiyata geçmiş ve kullanılıyor. Her tarafın gerilla dediklerinden biz, dikkat
ederseniz, hep şehir eşkıyası, kır eşkıyası diye bahsederiz. Bizim ağzımızdan gerilla lafı
çıkmaz.
Bir adama copla işkence yapılsa, ardından intihar etmesi gerekir. Etmediyse, ya o
şahsiyetsizdir, her şey yapılabilir, ya da yalan söylüyordur.
Nokta: Zihni Paşa Köşkü’nde sorgulama nasıl yapılıyordu?
Sunalp: O köşkte doğrudan doğruya sorgulama timleri vardı.
Nokta: Kimlerden oluşuyordu bu timler?
Sunalp: Sorgulamayı yapacak olanlar kimlerse... Daha ziyade bu sırada köşke nezaret
eden Memduh Ünlütürk Paşa alakalıydı. Hatta kendisine Kontrgerillanın başı dediler.
Uygulanan sorgulama yöntemi özel bir teknik aslında. Yetişmiş adamları var. Nasıl sual
sorulacağını fevkalade iyi biliyorlar. Siz isterseniz orgeneral olun, oradaki ufak bir memurun
yaptığı sorgulamayı yapamazsınız. Özel olarak yetişmiş insanlardır bunlar.
Nokta: Zihni Paşa Köşkü hep işkence iddialarıyla birlikte anılmıştır. Siz köşkte işkence
yapılmadığını söyleyebilir misiniz?
Sunalp: Ben Faik Türün Paşa’yı çocukluğumdan bilirim. Kardeşi sıra arkadaşımdır.
Faik Paşa yaradılış itibariyle son derece mülayimdir. Gayet şefkatli, insansever bir kişidir.
Fakat hizmet anlayışı son derece ileridir. Hizmette müsamaha etmez. Hizmetini iyi gören bir
insandır, ama özel hayatında şefkatlidir. O sırada biliyorsunuz, anarşik olaylara yönelen
kişiler yakalandığı zaman, aralarında asker kişiler de vardı. İtina edilecek kişiler de vardı.
Faik Paşa bunları cahil kişilerce yapılabilecek işkenceden korumak için Zihni Paşa Köşkü’nü
kullanırdı. Orada işkence yapılmazdı. Ama aslında işkence nedir, onu tarif etmek lazım.
Defalarca aynı soruyu sormak, bir paket sigara içene tek sigara vermek, yatırıp alnına su
damlatmak... Bunlara işkence deniyorsa, bunlar işkencedir, ama zulüm değildir.
Nokta: İşkenceden kastettiğimiz, bunların yanı sıra, gözaltındaki kişilere dayak atılmış,
vücutlarına elektrik verilmiş olması...
Sunalp: Benim bildiğim, o köşkte bir tek tokat atılmıştır. Bir asker kişiye. Bütün
bildiğim bir tek tokattır. Aslında bu işkence iddiaları Genelkurmay’a ve kuvvet komutanlarına
da intikal ediyordu. Hava Kuvvetleri Komutanı bir hava yarbaya işkence yapıldığını iddia etti.
Affedersiniz, o bahsettikleri fiil birisine yapılmış olsa, arkasından intihar etmiş olması lazım.
Bu adam intihar etmediğine göre, ya çok şahsiyetsizdir, her şey yapılabilir yahut da bu fiil
yapılmamıştır, yalan söylüyordur.
Celil Gürkan’ı tanırım. Yanımda çalışmış bir kişidir. Genelkurmay Başkanı olmayı
bekliyordu. Zaten bu garip yollara sapışının sebebi de budur. Erkenden atlama isteği yani.
Asıl olan da bu ikinci mütalaamdır. Yine bir kıza copla tecavüz edildiği iddia edilmişti
(İşte söylemekten imtina ettiğim fiil bu). İddia eden kız da ciddi şekilde, ağır derecede
komünistti. Özür dileyerek söylüyorum, taş gibi delikanlı oğlanlar var elimizde, yirmi
yaşında, yirmi bir yaşında... Yani kalkıp da bir kıza bu yoldan işkence yapacaksa, copa
müracaat etme ihtiyacını hisseder mi? Değil mi? Yani bazı şeyler var, böyle mantıkla
çürütülüyor. Zihni Paşa Köşkü’nde de bir tokadın dışında hiçbir olay olmamıştır.
Nokta: Siz şahsen ilgilenip, köşkte işkence yapılmadığını bizzat müşahede ettiniz mi?
Sunalp: Gayet tabii. Sorgu çekilirken benim de içerde olduğum zamanlar vardı.
Biliyorsunuz, sorgusu yapılan kişinin gözleri kapalıdır.
Nokta: Gözleri bağlı mı oluyor?
Sunalp: Evet. Ama fevkalade iyi yapılmış maskelerle olur kapama işlemi. Gözü
kapanan kişi ışığı alır ama karşısındakini seçemez. Biz otururduk orada, sorguları rahatlıkla
dinlerdik. Fakat hiç konuşmazdık. Nefes bile almadan dinlerdik.
Nokta: Yani köşkte
söyleyebiliyorsunuz.
işkence
yapılmadığını
kendi
gözlemlerinize
dayanarak
Sunalp: Tabii. Yoksa konuşmam. Faik Paşa, kontrol edemediğini işkenceden kurtarmak
için köşke alıyor, sonra işkence yapıyorsun diyorlar. Haksızlık bu.
Nokta: Fakat köşk kaçılması olanaksız bir yer değil miydi? Kaçmak olanaksız olduğuna
göre, sorgulananların el ve ayaklan neden zincirleniyordu?
Sunalp: Yok efendim, zincirlenmiyordu. Zincirlenerek gelmezlerdi sorguya. İki adamın
yanında kalkar gelirlerdi.
Nokta: Ama görüştüğümüz kişiler köşkte kaldıkları süre içinde zincirlendiklerini iddia
ettiler. Örneğin Celil Gürkan, tuvalete giderken bile zincirlerin çözülmediğini söyledi.
Sunalp: Celil’i ben tanırım. Yanımda çalışmış bir kişidir. Zincirli götürüldüğünü tahmin
etmiyorum. Belki mevzii olarak, evet, ama kaide olarak değildir. Zaten binadan kaçmak
mümkün değildi ki. Duvarlar yüksek, nöbetçiler çevirmiş her tarafı.
Şimdi, Celil Gürkan, pırıl pırıl bir subaydı. Gayet aklı eren, lisan bilen. Şöyle bir
subaydı: Büyük şeyler bekliyordu kendisi için. Zaten bu garip yollara sapışının sebebi de
budur. Yani erkenden atlama... Biliyorsunuz, adamlar birdenbire en yüksek rütbeye gelmek
için bütün o 12 Mart olayını meydana getirdiler.
Celil Gürkan, Genelkurmay Başkanı olmayı bekliyordu. Düşünün, benim sicil verdiğim
insan, benden bir hayli geride, benim düşünemediğim bir mevkiye atlamayı istemiş. Bunların
tesiriyle, ben şahsen bu gibi ifadeleri güvenilir bulmam. Yani, eğer meselenin içinde şahsın
kendi hırsı varsa güvenilir bulmam.
Bomba Davası bizim tarafımızdan uydurulmadı. Öyle olsaydı bilirdim. Cevap vermez,
haberim yok derdim.
Nokta: Sanıklar ilk sorgularında suçlamaları kabul ettikleri halde, daha sonraki
ifadelerini geri almış. Diyelim ki sanıklar sonradan kendilerini kurtarmaya çalışıyorlardı.
Öyleyse ilk sorgulamada suçu kabul etmiş olması, sorgulama tekniğinin çok etkili olması
sayesinde mi?
Sunalp: Merak ediyorsanız, sorgulama tekniğini ben size anlatayım. Bunların eline
serbest kağıt verilir. Sigaraları da verilir. Bir de kalem verilir. Bunlar değişik odalara dağıtılır.
Yazmaları istenir. Bu durumda ne yapıyor? İşi daha ziyade öbürlerine atarak, kendini de hafif
gösterir biçimde ilk beyanı yazıyor. Bunlar toplanıp tetkik ediliyor. Ben aynı zamanda
hocayım, mekteplerde hocalık ettim. Onun için kopyayı gayet iyi yakalarım. Biz kopyayı
yanlıştan yakalarız, doğrudan yakalamayız. Biri diğerini suçlayınca, o da karşısındakini
suçluyor. Bunlar böyle birbirine düşe düşe mesele berraklaşıyor. Ve o zaman imzayı
basıveriyor. Sonradan, örgütün dışarda bulunanlarının tesiri ve o heyecanlı zamanda ağzından
kaçırdıklarının farkına varışı, adamı rücuya sevk ediyor.
Nokta: Bomba Davasının nasıl başladığı ve gelişimi hakkında bilgi verebilir misiniz?
Sunalp: Hafızam beni yanıltmıyorsa, o işin içinde bir doktor vardı, Memduh Eren,
Kemal Kayacan’ın annesini tedavi ediyordu. Bir de Jeolog vardı. Boğaz Köprüsünün
yapımında çalışıyordu. Birileri daha vardı, bir ekip halindeydiler bunlar. Sol bir örgüttüler.
Daha ayak halindeyken Boğaz Köprüsünü bombalayıp yapımına mani olmak istemişler. Bu
işi fiiliyata dökmek için de bu Jeologu almışlar içlerine. Ama tam manasıyla ikna
edememişler. Şimdi, jeolog, hem bir örgüte bağlı olduğu için, köprünün yok edilmesini
istiyor, hem de kendi ifadesine göre, köprüyü çocuğu gibi seviyor. Adam ifadesinde böyle
söyledi. Aslında bu natamam bir girişimdi. Sonuca da ulaşmadı.
Nokta: Bomba Davası’nın siyasal yönleri de olduğu, hukuksal değil, siyasal amaçla
açıldığı yolunda yorumlar da var...
Sunalp: İhbar yapıldı. İhbar yapılmadan işleme geçemem ki ben. Açık söylüyorum, o
jeologun beyanı bu. Yoksa Bomba Davası bizim tarafımızdan uydurulmuş bir dava değildir.
Öyle olsaydı bilirdim. Ve cevap vermez, bu şekilde ifade etmezdim. Haberim yok derdim.
(Turgut Sunalp ile Söyleşi, Nokta Dergisi, 3 Kasım 1985, Sayı:43)
XIV. Komutanlar İşin Başındaydı
Celil Gürkan
Tümgeneral Celil Gürkan’ın 9 Mart hareketinin liderleri arasında olduğu ileri sürülmüş
ve 12 Mart muhtırasından hemen sonra, 16 Mart 1971 tarihinde emekliye ayrılmıştı. Celil
Gürkan olayları üst düzeyde yaşayanlar arasında yer alıyordu. 12 Mart dönemine ait anıları
Cumhuriyet gazetesinde Uğur Mumcu tarafından kaleme alınan Gürkan, Bomba Davası ve
bunun ordu içindeki yansımaları konusunda Nokta’nın sorularını yanıtladı.
Nokta: Sayın Gürkan, Bomba Davası’nın Esas Hakkında Mütalaasında sizin de içinde
bulunduğunuz belirtilerek, Anayasal düzeni yıkmak ve cunta hükümeti getirmeye yönelik bir
örgüt oluşturulduğu ve sizin de bu amaçla sivillerle örneğin Orhan Kabibay ve Rafet Kaplangı
ile ilişki kurduğunuz ileri sürülmüştü.
Gürkan: Bir tümen kumandanı bir kumandan vekili olarak ben Rafet Kaplangı ile ne
gibi bir örgütsel ilişki içerisinde bulunabilirim? Bu mümkün değil. Orhan Kabibay ise sivil bir
parlamenter. Evet, kendisiyle 12 Mart döneminde çeşitli yerlerde ve zamanlarda temaslarımız
oldu, konuştuk, görüştük, kendisi benim eski bir sınıf arkadaşımdır, meseleler üzerine eğildik
ama tabiatlarımız birbirine uymuyor. Yani o bir sivil ve parlamenter, ben askerim. Silahlı
Kuvvetler içerisinde, hiyerarşik bir düzen içerisinde bir çalışma yapılırken, bu kişilerle
örgütsel bir ilişkiye girmem mümkün değil.
Nokta: Yani siz ordu içerisinde ve hiyerarşik bir düzene bağlı kalarak yapılacak bir
girişimden yanaydınız.
Gürkan: Evet, tekrar ifade ediyorum, ben eldeki bir kuş daldaki iki kuştan iyidir ilkesi
uyarınca, kendi başımdaki komutanla oluşturulmuş bir çalışma ve hazırlık ünitesinde
bulunmayı elbette sivil hayata atılmış, silahlı kuvvetlerle ilgisi olmayan ve dolayısıyla elinde
herhangi bir maddi güç de bulunmayan ve ancak dışardan görüş ve telkinlerde bulunmak için
çaba harcayan kişilerle bir örgütsel bağlantı kurmayı tercih ederim. Onlarla niye ilişki
kurayım? Onlardan ne bekleyeceğim? Şayet Silahlı Kuvvetler müdahale etme kararına
varırsa, Orhan Kabibay’ın Rafet Kaplangı’nın, Numan Esin’in böyle bir müdahaleye eylemli
bir fiili katkısı ne olabilir söz ve laftan gayrı? Ama onlar, belki kendileri için Silahlı
Kuvvetlerde oluşan bu hazırlıklar içersinde, eski askerler olarak yer almak ve ondan sonra
herhangi bir müdahale vaki olur ise, o zaman da kendilerine uygun yerler elde etmek
düşüncesinde ve çabasında olabilirler.
Nokta: Bomba Davası’nın kronolojik gelişmesi çok ilginç. Eldeki delillerde bir
değişiklik olmadığı halde, sizce neden dava suçlamalar açısından ordunun üst kademelerine
doğru bir tırmanma gösterdi? Örneğin sizin adınız davaya neden belli bir aşamada karıştı?
Gürkan: Silahlı Kuvvetlerin içinde, özellikle Kara ve Hava Kuvvetleri bünyesinde iki
komutanın bilgisi, görgüsü, muvaffakatı ve talimatı dahilinde, memleket yararına ve
memleketi bunalımdan çıkarma doğrultusunda, kim ne derse desin, peygamber gelse aksini
iddia etse reddederim, su katılmamış bir Atatürkçü görüşle memleketi badireden kurtarma
çabası için konuşmalar, çalışmalar, hazırlıklar vardı. Bunu inkâr etmeye imkân yok. Ama
tekrar ifade ediyorum, bu hiyerarşik düzen içinde bir çalışmaydı. İşte için püf noktası da
burada.
Gelgelelim, Batur’un şampiyonluğunu yaptığı, “Biz içinde değildik biz başında
değildik” efsanesi ortaya çıkınca, mesele “Acaba bunların dışında bir hareket mi vardı?
biçimini aldı. Batur “9 Mart’taki toplantıda hareketi önledik” diye bir iddiayla ortaya çıkınca
o zaman “Acaba 9 Mart’ta bunların dışında bir cunta, bir darbe hareketi mi vardı? sorusu
ortaya çıktı. Bunlar birbirini nakseden görüşler. Öyle olunca “Dava neden başlangıç
safhalarında küçük rütbelilerde duruyor da sonradan tırmandırılıyor?” sorunuz da
yanıtlanıyor. İşte dava sona doğru tırmandırıldığı için, Faruk Gürler ve Muhsin Batur’u da
kapsamına alır eğilimler gösterdiği için işler bu kesat noktaya varıyor. “Evvela bunu bırakın,
bu dört yıldızlı, bunu karıştırmayın, bu üç yıldızlı, bunu da karıştırma, öteki amiral, onu da
karıştırma”, geri kalanları toplayıp, onlara niye böyleydi niye şöyleydi diye hesap sor. Sonra
açıklamalar ortaya çıktığı zaman bakılıyor ki iş bu düzeyde değil. Bu iş en üst kademeye
kadar dayanıyor. Onun da üstesinden gelemediler, ister af kanunu deyin, ister çeşitli tesirler
deyin, ister siyasi görüşler deyin, kuvvet kumandanlarını da kucaklayacak şekilde mesele ele
alınmadı, ondan sonra döndü dolaştı, komutanlar kendilerini ibra çabasına düştüler. Kimi
Cumhurbaşkanlığına aday oldu, kimi de anılar yazmak suretiyle pişmiş aşa su katarcasına
çeşitli beyanlarda bulundu, bu aşamaya gelindi.
Nokta: Yani sizin bilginiz dahilinde olan faaliyetler tümüyle komutanların denetimi ve
direktifi altında yürütülüyordu…
Gürkan: Tabii. Bu kesinlikle başına buyruk, komutanlıktan kopuk bir maceracı girişim
değildi. Mesela, ufak bir noktaya dokunayım, Muhsin Batur, içlerinde, başlarında değilim
tezini savunuyor.
Öyle iddia ediyor, ama, Cumhurbaşkanı Sunay’a bir muhtıra verir, Sunay “Muhsin
Paşa, muhtıranı aldım, ne demek istiyorsun, gel bakalım anlat şu hesabı” dediği zaman şaşırır
kalır. İlk başvurduğu Celil olur. Neden? Akıl danışacaksa, kendi karargâhı var, diğer rütbeli
arkadaşları var, niye beni arıyor, “Celil’ciğim beni Çankaya’dan çağırdılar ne diyeceğim?”
diye soruyor. Bu bir şeyi ifade ediyor. Silahlı Kuvvetlerdeki huzursuzluğun organize bir
huzursuzluğa yöneldiği ve kendisinin de başında bulunduğu bir gerçek… Bunu üstü kapalı
şekilde Sunay’a aktarınca Sunay, bunun hesabını istiyor. Hesabı vermekte kendisini acz
içinde hissedince “Celil Efendi gel, akıl danışalım” diyor. Benimle herhangi bir ilintisi yoktu,
bir beraberlik içerisinde değildi, bir hazırlığın içinde ve başında olmadığını söylüyordu, o
zaman neden beni çağırır? Muhsin Batur, bir kuvvet komutanı olarak karargâhında resmi
çalışma odasında bir 9 Mart günü Faruk Paşa’yla beraber karacı, denizci, havacı hepsini
çağırıyor. Bir saat Nasrettin Hoca hikâyesi bile anlatsalar birbirlerine bunun altında bir şey
vardır. Bunu reddedemezsiniz. Erkekse Muhsin Batur desin ki, “Efendim ben o gün, Celil’i
severim, hoşuma gider, Faruk Paşa’yı da severim, Atıf’ı (Korgeneral Atıf Erçıkan) da
severim, Şükrü’yü (Tümgeneral Şükrü Köseoğlu) de vs. Bunları çağırdım, geldiler, masanın
etrafına oturduk. Nasrettin Hoca fıkraları anlattık, bir saat sonra da yemeğe gittik” desin, çok
daha onurlu bir şey olur. Ama onu demiyor, hareketi önlemeye matuf bir toplantıydı diyor.
Harekete karar veren kişi, senin karargâhında saat 17.30’da yaptığın toplantıya gelir de
boynunu kemende uzatır mı?
Nokta: Sizce Batur olayların gerçek yüzünü neden ortaya koymuyor?
Gürkan: İşin aslına gelirsek, 12 Mart muhtırasını vermek büyük bir sorumluluğu
kabullenmektir. Bu çap ister. Böyle bir muhtıra verdiniz mi, bir anayasal düzeni demonte
ettiniz mi sonradan toparlamanız lazım. Böyle bir sorumluluk ortaya çıkıca, bu insan
tabiatında vardır, sorumluluktan kurtulmak için basacak omuz arar. Gürler’in ömrü yetmedi
omuza basmak için. Evvela Çankaya’ya gidebilseydi zaten sorumluluk diye bir şey
kalmayacaktı ortada, ömrü yetmedi. Kayacan da zaten genellikle gölgede kalarak
faaliyetlerini sürdürmüştür, afişe olmak istemedi. Batur önde görülmüştür, fiilen de öyleydi…
Şimdi sizin basın olarak yapmak istediğinizi, birileri çıkar parlamento düzeyinde, hukuk
düzeyinde, ortaya çıkarmak için bir neşter atmaya kalkarsa dımdızlak kalır Batur ortada. İşte o
mesuliyeti üstlenemiyor Batur. İleriye ait, kendine özü ihtiras sahibi bir zat. Daha yaşı da
müsait. Yarın öbür gün partiye girer yasaklar ortadan kalktıktan sonra…Bir ara
Cumhurbaşkanlığına teğet çizdi. Tabii, Pembe Köşk rahat, tatlı. Bir daha acaba beni ararlar
mı, aranan adam olur muyum? diye düşündü. Onun için de mümkün olduğu kadar
şaibelerden, gölgelerden, suçlamalardan, hörgüçlerden kurtulması lazım… Onun için önce şu
12 Mart sorumluluğunu olabildiğince atıyor. Biz anayasal düzeni bozmadık, meclis vardı,
filan diyor. Gelin de şimdi dört kumandan yukarda direktif verirken Nihat Erim’e, parlamento
çalışıyor, parlamenter yani özgürlükçü demokratik rejim vardır iddiasına inanın. Buna kimse
inanmaz.
Nokta: Sizin Bomba Davası’yla ilgili ifadeniz de Erenköy Köşkü’nde mi alındı?
Gürkan: Evet, benim de köşkte altı günlük bir misafirliğim var.
Nokta: Davanın hangi aşamasında ifade verdiniz?
Gürkan: Çok ilginçtir. Ben 31 Mayıs’ta gözaltına alındım. 31 Mayıs benim için
önemlidir. Harbiye’den mezun olduğumuz gündür. Tam 31 Mayıs 1973 günü İzmir’de
gözaltına alındım. Bir gece İzmir Emniyeti’nde kaldım. Ertesi gün de arabayla Selimiye’ye
geldik. Oradan Kadıköy Emniyeti’ne, daha sonra da Ziverbey Köşkü’ne gönderildim.
Kadıköy iskelesinde bir askeri araca bindirildiğim zaman, gözümün kapatıldığı ve elime
kelepçe vurulduğu bir gerçektir. Ziverbey’e girip eşyalarımı teslim ettikten sonra da, elime ve
ayağıma zincir vurulduğu ve o şekilde yatmama izin verildiği de bir gerçek. Ertesi gün,
zincirli halde aşağıda ifadeye davet edildim. Zincir bütün gece ayak ve bileklerimi bir hayli
acıtmıştı. Istırabını çekiyordum tabii. Orada altı günü altı zeytin ve bir parça ekmekle sabah
kahvaltısı yaparak geçirdim. Oradan çıktım. O gündür bu gündür, o altı günün verdiği
alışkanlıkla her sabah mutlaka altı zeytin yerim. Ne beş yerim ne de yedi. Bunun dışında
başka kötü bir muamele görmedim. Ama zincirle bağlanmanın ne kadar insan onuruna yakışır
bir işlem olduğunu okuyan veya dinleyen takdir edebilir. Zincir kaçmaya karşı bir tedbir
olabilir. Ama ben en doğal ihtiyacımı gidermek için tuvalete gittiğim zaman, herhalde ellerim
ve ayaklarım zincirli olarak durursam bu da insani bir hareket değildir. Ona zorlandık. Bunun
affedilir tarafı yok. Kimse bunun sorumlusu, onun vicdan azabını çeksin. Hukuki cezasını
çekmesi aklımın köşesinden geçmez, ama vicdan azabını çeksin çünkü bir insanın bir insana
böyle zor bir şartı empoze etmeye hakkı yok. Tuvalet işi bittikten sonra tekrar gel, üstüme
değirmen taşı koy, kabul. Ama o işin yapılabilmesi için, def-i hacet ihtiyacını sağlamak için,
elin ve ayağın serbest olması lazım. Bunu esirgediler.
Nokta: Sorguda size neler sormuşlardı?
Gürkan: Getirdiler önümüze bir cunta lafı. Cunta cunta cunta. Ben cunta lafını zaten
sevmem. Cuntayı ben banal bulurum. Şayet bir ülkede devlet ve rejim aleyhinde dört başı
mamur, organize bir hareket söz konusu olursa, ona bulunacak isim cunta olmamalı.
Sorgulamada da bir “oluşturduğunuz cunta” lafıdır gitti. Halbuki soruda, “kuvvet komutanı
başta olmak şartıyla yaptığınız hazırlık, oluşturduğunuz örgüt” deseler kabul edeceğim.
“Kuvvet komutanı başta olmak kaydıyla oluşturduğunuz cunta” deseler gene kabul. O zaman
zaten, cunta deyimi gücünü yitirir biraz. Kuvvet komutanı da baştaysa, ona niye cunta
diyelim. Cuntada bir azınlık grubu akla gelir. Halbuki, en üst komutan başta olursa, buna
cunta denemez, fesat yoktur. Aslında cunta deyimi, baştaki kumandanları hariç bırakan bir
hava yaratıyor. Ben “cunta değil” diyordum, tutturdular cunta diye. Hatta sonunda ifadede,
şahsen cunta olduğu kanısında olmadığım, yani cunta deyimini reddetmekle beraber, istek
üzerine, Silahlı Kuvvetler’de en baştaki kumandan dahil, oluşturulan ve memleket için çözüm
şekilleri aramak için faaliyet gösteren bir anlamda cunta deyimini ifadede kullandım. Bu
ifademin duruşma dosyasında olması gerekir.
Nokta: Ama mahkemeye intikal ettirilmemiş?
Gürkan: İşte görüyorsunuz. Alınan bir ifadede neden gerektiği şekillerde normal
kanallardan mahkeme heyetine intikal ettirilmez? O halde insanın aklına derhal şu gelir:
Demek ki, o gözaltına alınış, o ifadenin sızdırılma çabası kişisel bir düşüncenin ürünüdür.
Kişisel düşüncenin kökeninde kim yatar? Kimleri hedef almıştır? Ve bu arada Celil Efendi’yi
de bir vasıta olarak kullanmak istemişlerdir? Bunlar incelenmeye değer. Velhasıl, çok ilginç
bir dönemdi; Allah memleketi tekrarından saklasın.
(Celil Gürkan ile Söyleşi, Nokta Dergisi, 3 Kasım 1985, Sayı: 43)
XV. Türk Silahlı Kuvvetleri Gizli Örgütü ve Muhsin Batur
Talat Turhan
Sayın Batur;
Türk Silahlı Kuvvetleri gizli örgütü ile sizin ilişkilerinizin tüm boyutları ile
açıklanmasını kamuoyuna duyduğum saygından zorunlu görmekteyim. Bu nedenle
yazacaklarımın sizi rencide etme olasılığını düşünmeksizin gerçekleri belgeleri ile gözler
önüne sereceğim. Bu tarihsel görevi yaparken, özellikle anılan örgüt ile olan ilişkilerinizi
açıklayıp, bazı gerçekleri göz ardı edişimizi ve bu tavrınızla gözettiğimiz amaçları açıklayarak
bir yandan o dönemdeki niteliğinizi vurgulayıp, tarihin bir dönemine bir ölçüde ışık tutmak
istiyorum.
Türkiye’de ilk kez, 24 yıl sonra bu yazımla birlikte yayınlamak zorunda kaldığım 22
Ekim 1961 tarihli Mürted Protokolü’nün sizin de imzanız bulunan sayfasında benim ve ihtilal
hastası olarak suçladığınız, Silah ve Silahlı Kuvvetler Birliği gizli örgütünden arkadaşımız
olan Talat Aydemir kadrosundan bazı kişilerin imzaları görülmektedir. Örneğin: 230. Piyade
Alay Komutanı P. Albay merhum Cahit Aksoy ve emekli Kurmay Albay Selçuk Atakan….
gibi. Oysa ki bu tarihten beş ay sonra, 22 Şubat 1962 olayı ve 15 ay sonra da 21 Mayıs 1963
olayları meydana gelmiştir. Açıkladığım hususlarda kesin olarak görüldüğü gibi, 22 Şubattan
5 ay önce bu kadro ile eylem ve fikir paralelinde olduğunuz için, ortak bir protokole imza
koyuyordunuz. Bugün, eleştirisini tarihin yapacağı bir olayda, eylemini en kutsal varlığı olan
yaşamı ile ödemiş bir örgüt arkadaşınızı “ihtilal hastası” olarak suçlamanızı değil size, hiçbir
kimseye yakıştıramam. Mürted Protokolü’nde sizin, Talat Aydemir’in, benim ve o dönemde
Ankara’da bulunan bütün generallerin (Sayın General Nihat Tolunay ve Faik Türün hariç)
imzaları bulunmaktadır. Mürted Protokolü denilen bu belgeye imza koyan kişilerin büyük
çoğunluğu yaşamlarını sürdürmekte olup, olayın tanıklarıdırlar. Bu olguların varlığına karşın
Mürted Protokolü’nü gözardı etmeniz, sanırım hayatınızın en büyük talihsizliği olmuştur.
Şimdi savlarımıza daha da açıklık getirmek için, Silahlı Kuvvetler Gizli Örgütü ile
ilişkilerinize Anılar ve Görüşler adlı yapıtınıza dayanarak yeniden bir göz atalım. (Anılar ve
Görüşler S: 93-98): Özetle, “1961 yılının nisan ayında Mucip Ataklı aracılığı ile Silahlı
Kuvvetler Birliği’ne imza atarak girdiğinizi ve bunun aynı zamanda bir ant olacağını ifade
ediyorsunuz.” Devamla, “İstanbul ve Ankara’daki toplantıların çoğuna katıldığınızı ve bu
toplantıların ateşli simalarının İstanbul’da Faruk Güventürk.. Ankara’da Talat Aydemir, Emin
Arat, Necati Ünsalan ve General Abdurrahman Doruk” olduğunu beyan ediyorsunuz. Ve “6
Haziran 1961 olaylarına katıldığınızı ve o günkü legalite içinde Hava Kuvvetleri
Komutanlığı’na tayin edilen General Tulgan’a karşı ‘sizi komutan olarak artık tanımayacağız’
ve Silahlı Kuvvetler Birliği’nin İstanbul ve Ankara’daki ve Milli Birlik Komitesi’nin havacı
üyeleri ile temas ve işbirliği halinde eylem ve baskıya (Ankara üzerinde gösteri uçuşları dahil)
geçtiğinizi ve General İrfan Tansel’in tekrar Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na
getirilmesini…….. General Tulgan, General Azaklı ve bir kısım kurmay albayların emekliye
sevkedildiğini” ifade ediyorsunuz. Alıntı yapmak durumunda kaldığımız bu beyanlarınız
sahife 88’de yer alan “………… tipik bir cuntacı ve ihtilalci değildim” şeklindeki kendinizi
savunmanız ile tam bir tezat teşkil etmektedir. Öylesine ki, yasal bir atama olayını ters yüz
edebilmek için eylemli bir kalkışmaya en aktif bir biçimde katılarak ihtilalci bir tavır içinde
bulunuyordunuz..
(Anılar ve Görüşler S: 104-105)’te ise özetle, “Ekim ayının sonlarına doğru
İstanbul’dan davet aldığınızı fakat gitmediğinizi, sonradan öğrendiğimize göre bazı general ve
subayların katılması ile 21 Ekim Protokolü diye bir yazılı metin imzaladıklarını ve 25 Ekim
1961’den sonra kalmamak şartı ile yönetime el koymaya karar verdiklerini, sizin işi ciddiye
almadığınızı…, başta Cevdet Sunay olmak üzere komutanların katılmayınca, bu teşebbüsün
akâmete uğradığını..” daha sonra “Meclisin açıldığını, Cumhurbaşkanı’nın seçildiğini,
İnönü’nün Başbakanlığa getirildiğini, ilk koalisyon hükümetinin kurulduğunu, 1961 yılına
girerken huzurlu olarak çok sevdiğiniz mesleğiniz ile uğraşmaktan memnun olduğunuzu..”
ifade ediyorsunuz.
Evet Sayın Batur;
21 Ekim Protokolü’ne imza atan kişilerin büyük çoğunluğunu ciddiye almamakta çok
haklıydınız. Çünkü; onlar birkaç gün sonra imzalarının tam tersi bir karar olan Çankaya
Protokolü karşısında sessiz kalarak tükürdüklerini yaladılar. İmzalarının onuruna sahip
çıkmayan bu kişiler yükseldikçe yükseldiler. Hatta bazıları bir değil, birkaç yönetim
kurulunda bulunarak “asalak maaş” almaya devam ediyorlar. Ancak bu açıkladığımız hususlar
sizin de çok iyi bildiğiniz gibi İstanbul grubuna aittir. Oysa Silahlı Kuvvetler Gizli
Örgütü’nün bir de Ankara’da grubu vardır. Nitekim İstanbul grubu 21 Ekim 1961 günü almış
olduğu müdahale kararını Ankara grubundan bazı kişilere vermiş ve özel kurye uçağı ile aynı
gün Ankara’ya göndermiştir. 22 Ekim 1961 günü Ankara grubu Mürtet’te toplanarak İstanbul
grubu kararına oy birliğiyle katılmıştır. Yayımladığım belgede sizin de imzanız
bulunmaktadır. O tarihte Tuğgeneral rütbesinde bulunuyor ve Eskişehir’de kadrosu
Korgeneral olan 1. Taktik Hava Kuvveti Komutanlığı’nı deruhte ediyordunuz. O dönemde
alçakgönüllülüğünüzü kaybetmemiş olacaksınız ki, Kurmay Yarbay Talat Turhan’ın hizasına
imza atmakta bir sakınca görmemişsiniz. Hatta Talat Aydemir’in grubuna mensup bazı
albayların da sizin üzerinde bir yere imza koymalarına ses çıkartmayacak ölçüde ihtilalci bir
görüş içinde bulunmuşsunuz. Gayet doğal, bir gizli örgütte hiyerarşi sökmez. Oraya üye olan
herkes, tek oy hakkına sahiptir. Yayımladığımız belge de, bunu açıkça kanıtlamaktadır.
22 Ekim 1962 günü Mürted Protokolü’ne imza koyan bütün generaller, albaylar içinde
en genç rütbeli bir-iki yarbaydan biri de bendim. Örgütün tüm faaliyetlerine aktif olarak
katıldım. Bugün de katıldığım eyleme, tarihi süreç içindeki doğruluk ve yanlışlığına
bakmaksızın özeleştirimi yaparak sahip çıkıyorum. Oysa Mürted Protokolü’ne imza koyanlar,
tıpkı 21 Ekim İstanbul Protokolü’ne imza koyan sayın kişiler gibi imzalarının onuruna sahip
çıkmak cesaretini kendilerinde bulamadılar. Ancak imzalarının onuruna sahip çıkan birkaç
kişi, bu davranışlarının hesabını kimi darağacında, kimi işkence evlerinde, bir kısmı ise
hapishanelerde çürüyerek verdiler.
Örneğin; Silahlı Kuvvetler Birliği’nin tipik bir küçük burjuva kaypaklığı olduğunun en
somut kanıtı, bu örgütün üyesi olan Korgeneral Fikret Köknar’ın Garnizon Komutanı olduğu
bir dönemde, onun bilgi ve görgüsü altında, benim Silahlı Kuvvetler Birliği örgütü eski bir
üyesi olarak, Zihni Paşa Köşkünde işkenceye gönderilmeme seyirci kalışıdır. Onun yanında,
benim işkence altında olduğum dönemde, Silahlı Kuvvetler Birliği eski üyesi olan Orgeneral
Gürler, Kara Kuvvetleri Komutanı, siz, Hava Kuvvetleri Komutanı, Oramiral Kayacan ise
Donanma Komutanı ve İstanbul İli Sıkıyönetim Komutan Yardımcısı idiniz. Şimdi
vurgulayarak bir gerçeği açıklamak istiyorum. Bu ve benzeri cuntasal örgütlenmelerin dün
olduğu gibi bugün de ulusa hiçbir yararı olmamıştır, olmayacaktır. Emekçilere ve vatansever
tüm kişiler ile sayasal parti ve demokratik örgütlere ülkemizin gerçek demokrasiye
dönüştürülmesinde yasal olarak kavga vermelerini tek seçenek olarak öneriyorum. Böylece
günah da çıkartmış oluyorum. Bu kanımı aynı doğrultuda 10 yıl önce yargı önünde de
açıklamıştım. Yineliyorum.
Tekrar başa dönelim. 21 Ekim 1961’de İstanbul’da, 22 Ekim 1961’de AnkaraMürted’te, 15 Ekim 1961 günü yapılan seçimlere müdahale kararı alınıyor ve parlamentonun
açılmaması öneriliyordu. Gerekçesi ise; seçimle gelen kişilerin nitelikleri ile 27 Mayıs
1960’ta devrilen kişilerin nitelikleri ve dünya görüşleri arasında paralellik bulunması,
çoğunluğu bu kişilerden oluşan bir parlamentonun 1961 Anayasası gibi sosyal içerikli,
emekten ve özgürlükten yana bir yasayı uygulamayacağı, ülkenin yeniden geçmişte olduğu
gibi bir kısır döngü içinde zaman kaybedeceği endişesiydi. İhtilâlci nitelikteki bu kararda yer
almama karşın, bugün demokrasiyi savunuyorsam da, gerçek değerlendirmeyi tarihe
bırakıyorum. Ancak bir kanımı da açıklamamın sırası gelmiştir. Şöyle ki; gerçekten 1961’den
sora gelen siyasi iktidarlar, bir yandan Çankaya Protokolü ile Silahlı Kuvvetlere, vermiş
olduğu sözleri tutamaması nedeni ile ordu içindeki devinimlerin tarihsel suçluların durumuna
düşerken, diğer yandan 1961 Anayasası’nı uygulamak şöyle dursun, onu değiştirmek için
yoğun bir çaba harcayarak ülke içindeki siyasal kargaşanın teşvikçisi ve tahrikçisi durumuna
düşüp iki kez Türk Silahlı Kuvvetleri’ni politikanın içine çekmişlerdir. Buna karşın, her iki
olayda da parlamento içinden ne yazık ki bir Mirabeau çıkmamıştır. Bu durumda eğer alınan
müdahale kararları uygulanmaya konulsa idi, belki bugün ülkenin daha iyi bir siyasal ortamda
bulunacağı …………. bir varsayım olarak düşünülebilirdi. Ancak Silahlı Kuvvetler Birliği
üyelerinin çoğunun ipliği pazara düştüğü günümüzde, bu konuda da iyimser olamıyoruz.
Gerçekte İstanbul ve Ankara grubunun müdahale kararları Sunay’ın önüne
götürüldüğünde, örgüt tüzüğü gereğince Sunay için tek seçenek vardı; onu tasdik etmek.
Çünkü bu örgütün başkanı olarak veto hakkı bulunmadığı gibi sadece tek oyu vardı. Sunay,
bu yola başvurmaksızın, her zaman yaptığı gibi ilk önce “Genişletilmiş Komutan Konseyi”ni
toplamak sureti ile kararları sulandırdı, daha sonra da parti liderleri ile komutanları bir araya
getirip Çankaya’da pazarlığa oturarak İnönü’nün de katkısı ile parlamentonun açılması
sağlandı.
21 Ekim 1961 ve Mürted Protokolleri’ne imza koyup da, Çankaya Protokolü’nü içine
sindirenler, gerçekte demokrasiden yana tavır almayı kişisel çıkarlarına uygun görmüşlerdir.
Fakat hiçbir gerekçe göstermeksizin üç-dört gün önce attıkları imzalarını görmemezlikten
gelmelerini gerek kendi kişiliklerine yüklediği sorumlulukları ve gerekse tarihsel
suçluluklarını sürekli olarak gözardı etmişlerdir.
Sayın Batur;
Siz, bu kişilerden önde gelenlerden birisi olduğunuz için, 22 Ekim 1961 günü
Mürted’de seçimler sonucu teşekkül edecek parlamentoya müdahale kararı alıyorsunuz.
Birkaç gün sonra da Çankaya Protokolü’ne imza atarak hayatınızın en büyük çelişkisini
yaşıyorsunuz. Bu durumda doğal olarak Mürted Protokolü’nü şahsınız açısından es geçmekte
yarar görüyorsunuz. Çünkü; bu tutumu benimsemezseniz, Çankaya Protokolü’ne sahip
çıkamazsınız. Nitekim geçen yıl İnönü’nün ölüm yıldönümü ile Cumhuriyet gazetesinde
yayımlanan bir yazınızda; Çankaya’da, İnönü’den “ilk demokrasi dersi aldığınızı” beyan
ettiniz. Mürted Protokolü’ne imza atarken ihtilalci olan siz, birkaç gün sonra İnönü’den nasıl
demokrasi dersi aldığınızı söyleyebilirsiniz? Sizin statünüzde bir kişinin birkaç gün içerisinde
iki uç (extrem) arasında tahtarevalli oynamasının inandırıcı açıklaması olanaksızdır.
Gerçekleri gizlemenin, size bir şey kazandırmayacağını geç de olsa algılayacağınızı umarım.
Kuşkusuz o dönemde başta bulunan kişilerin böylesine keskin dönüşler yapacak yapıda
olmasına karşın, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin genç subayları, 27 Mayıs düşüncesinin sahip ve
izleyicisi idiler. Bunlar, başlarındaki kişiler gibi dönmesini bilmedikleri için, Türk Silahlı
Kuvvetleri içerisinde bulunan ve imzalarının onuruna sahip çıkan albayların hiyerarşisi içine
girmeyi yeğlediler. Olaylara böylesine bir perspektiif içinde bakılmaksızın, 22 Şubat 1962 ve
21 Mayıs 1963 olaylarını değerlendirmek olası olmadığı gibi, ucuz kahramanlık edebiyatı
yapılmasına bizler gülüp geçeriz.
8 Eylül 1964 günü Genel kurmay Askeri Mahkemesi’nde, Askeri Ceza Kanunu’nun
148. maddesi gereğince yargılanırken yapmış olduğum savunmamın ikinci bölümünde, 27
Mayıs 1960 - 22 Şubat 1962 olaylarını değerlendirdim (Sayfa 10-16). Bu bölümden Mürted
Protokolü ile ilgili kısmı aşağıya çıkarıyorum:
Silahlı Kuvvetler içerisindeki bu huzursuzluk alt kademeye intikal ederek, bölücü
tohumların ekilmesi, şahsi davranış ve gayretlerin meydana çıkması sonucunu doğurdu. Bu
espri içerisinde 15 Ekim 1961’de genel seçimler yapıldı. Seçim sonucunda meydana çıkan
durumu görüşmek üzere Mürted’de toplanıldı. Yapılan görüşmelerden sonra, bu yapıda bir
meclisin ülke meselelerini halledecek güçte olmayacağını ve olumlu bir gayret
sarfedemeyeceği kanaatine varıldı. Toplantıda bulunan tüm personel tarafından benimsenen
bu kanaat, bir tutanak ile tespit edildi ve imzalandı. Bu tarihte Ankara’da bulunan ve bugün
Silahlı Kuvvetler’in üst kademelerini işgal eden generallerimiz, attıkları imzalara ve verdikleri
sözlere sadık kalmamışlardır. İçeriği bugüne kadar açıklanmamıştır. Bu belgeye göre; Mürted
toplantısına katılan kişiler, birbiri aleyhinde çalışmayacaklarına dair bir de şeref sözü
vermişler ve imza koymuşlardır. Halbuki netice tamamen aksi şekilde ortaya çıkmış,
gruplaşmalar meydana gelmiş, memleket çeşitli badirelere sürüklenmiş, sokaklara bırakılan
‘genç Harbiyeli’, bu davranışın kurbanı olmuştur.
Sayın Batur;
Mürted’te imzalanan bu ikinci protokolü, bu kadar belgesel açıklamamdan sonra
anımsamış olmalısınız. Lütfen bir özeleştiri yaparak birbirlerine kalleşlik yapmayacaklarına
namus sözü vermiş bu kişilerin ne ölçüde antlarına sadık kaldıklarını ve bu arada kendi
durumunuzu da kendiniz saptayınız.
Sayın Batur;
1960’lı yıllarda sizinle Silahlı Kuvvetler Gizli Örgütü’nün aynı ilkelerini paylaşmış
olacağız ki, bu örgütte birlikte bulunduk. Oysa o dönemden bugüne kadar geçen süre
içerisinde özellikle 1970’li yıllardan sonraki dönemlerde tam bir karşıtlık içerisinde olmamıza
karşın (Anılar ve Görüşler) adlı yapıtınızın 372. sayfasında değindiğiniz, fakat ismini özenle
gizlediğiniz Bomba Davasında Faik Türün ve ardındaki güçler, Orgeneral Faruk Gürler’i
cunta başı, sizi ve Oramiral Kemal Kayacan’ı cunta üyeleri olarak suçlayıp benim yanımda
sanık sandalyesine oturtmak istediler.
Bu zorunlu beraberliği asla kabul edemeyeceğim için Bomba Davasında “affı kabul
etmeme” dilekçesi verme bir yana, kararı da temyiz etmiş bulunuyorum. 10 yıldan bu yana
sonuçlanmayan bu davanın akibetini de merakla beklemekteyim. Ancak anılarımız ve
yankılarının davaya yeni bir boyut getirmiş olmasını gözlemlemenin de huzuru içinde
bulunarak sizlere teşekkür etmek isterim. Çünkü açık yüreklilik yazılan anılarınızın bir
bölümünde zamanında bize atılan ön anayasa taslağı ve devrimci kadro listesi gibi suçların
sizler ya da altınızda olduğunu beyan ettiğiniz cunta tarafından işlenildiği, zamanında öne
sürdüğünüz iddialar paralelinde açıkça ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Sayın Batur;
Siz ile ben, neden aynı potaya konulamayız? Çünkü siz, yapıtınızın 272. sayfasında
belirttiğiniz gibi “ılımlı reformist”siniz, ben ise devrimciyim, “Ilımlı reformist” olma savınıza
karşın, gerçekte o da değilsiniz. Nitekim o dönemde Yankı dergisine muhtıracı komutanlar
olarak siz “İdareyi maslahatçılar reform yapamazlar” derken, Gürler ise “Anayasanın
öngördüğü reformlar, Atatürkçü görüşle mutlaka yapılacaktır” şeklinde beyanat vermesine
karşın ve “Anılar ve Görüşler” adlı yapıtınızın 39 ayrı sayfasında “reform” sözcüğü
geçmesine karşın, sorumluluğunu taşıdığınız ve devamlı savunduğunuz o dönemde hiçbir
reform yapılmadığına göre ben, sizi “ılımlı reformist” olara bile nitelendiremiyorum.
Sayın Batur;
1985 yılı haziran ayında 1. baskısı yayımlanan yapıtınızda “ılımlı reformist”siniz, 13
Kasım 1985 günü yayımlanan General Celil Gürkan’ın anılarına yanıt yazınızda “sosyal
demokrat düşünceli sade vatandaş” olduğunuzu ifade ediyorsunuz. Eğer gerçekten bu noktaya
gelmişseniz, sizi gönülden kutlarım. Ancak demokrat veya sosyal demokrat olmak savında
olan bir kişinin insana ve insanlar arasındaki eşitliğe ve özgürlüklere saygı duyması gerekir.
Bir yandan generalleri dahi küçük görürken, bir yandan da sade vatandaş olduğunuzu iddia
ediyorsunuz. Sosyal demokrat olabilmek için, bu çelişkiden kendinizi arındırmanız gerekir.
Sayın Batur;
27 Mayısta ve onun en büyük eseri olan 1961 Anayasası’na başlangıçta sahip çıkmanıza
karşın, anılan anayasanın sorumluluk taşıdığınız 12 Mart döneminde daha önce karşı
çıktığınız güçlerin istekleri doğrultusunda değiştirilmesine göz yummak zorunda kaldınız.
Yapıtınızın 60 değişik sayfasında bu konudan söz edişiniz, savımızın açık bir kanıtıdır.
Sayın Batur;
Ben halen, 1961 Anayasası’na olan bağlılığımı koruduğum gibi, bu anayasanın getirdiği
sosyal hak ve özgürlükler ile hukuk düzeninin daha ilerisinde bir anayasa sistemi
düşlemekteyim. Görüyorsunuz ki, bu konuda sizinle beraber olmamız söz konusu edilemez.
Sayın Batur;
Yapıtınızın 194, 272, 300, 314, 329, 499, 557, 569, 573, 570, 577. sayfalarında reform,
inkılap, ihtilal, devrim gibi sözcüklerin, tıpkı günümüzde olduğu gibi bir kavram kargaşasına
dönüştürüldüğünü üzülerek gördüm. Bu noktada sözü uzatmaksızın bir hususa değinmek
istiyorum. Yapıtınızın 329. sayfasında Atatürk’ü “en büyük Türk reformisti” olarak
nitelerken, sayfa 569’da ise, “Atatürk’ün en büyük devrimci olduğunu” ifade ediyorsunuz.
Sonra da kendisini Atatürkçü sayıyorsunuz. Bu çelişkiden de kendinizi kurtarmalısınız. Neden
mi? Açıklayayım; Size göre Atatürk, en büyük Türk reformisti, siz ise ılımlı reformistsiniz.
Kaldı ki Atatürk’ü en büyük devrimci olarak niteleyen de gene sizsiniz. “Ilımlı reformist”lik
ile devrimcilik arasında en küçük bir bağıntı bile olamayacağına göre, bu yönden de
Atatürkçü sayılmamanız gerekir.
Sayın Batur;
Tüm bu eleştirilere karşın yapıtınızın kutlanacak yönlerinin de bulunduğunu ifade etmek
isterim.
1. Yapıtınızda gizli olması gereken Milli Güvenlik Kurulu toplantı tutanaklarını
yayımlıyorsunuz. Bu hizmetiniz, bir yandan demokrasideki açıklık kavramına uygun
düşerken, diğer yandan da o kurulu teşkil eden kişilerin dünya görüşlerinin, hukuk
anlayışlarının, ekonomik bilinçlerini ve kültürel kapasitelerini ortaya koyuyorsunuz.
Gerçekten bu kişiler içinde seçkin bir yeriniz olduğunu belirtmeliyim. Nitekim 24 Mart 1973
günü Genel kurmay Başkanlığı’nda yapılan orgeneraller toplantısında (“Anılar ve Görüşler”
S: 432-436) söylediğiniz sözlerde gerçek payı varsa……….. sizden sonra cuntacılık ve
darbeciliğe heveslenenlerin sonlarının hüsran olacağını varsayarak demokrasi adına
iyimserliğe kapılabiliriz. Orgenerallere karşı diyorsunuz ki; “Bana göre anarşinin
durdurulması hariç, 12 Mart’ın hemen hemen hiçbir isteği yerine getirilmemiştir. Diğer
taraftan muhtırayı tesadüfen ben kaleme aldım. Fakat hiçbir zaman üçüncü maddesinin
işletilmesini istemedim. Sebebi de afedersiniz …… biz memleket idaresine ait hiçbir şey
bilmiyoruz. Bu orgeneral ve korgeneral kadrosu ile idareye el koyarsak memleketi batırırız.”
Evet Sayın “ılımlı reformist” Batur; bu konuda size tüm içtenlikle katılıyorum. Bu
nedenle de Türün’ün, Zihni Paşa Köşkünde 50 yaşından sonra faşizmin ne olduğunu falaka
altında tanıdıktan sonra darbecilik ve cuntacılık batağının ne demek olduğunu algıladım ve
demokrasiye daha bir içtenlikle gönül verdim.
2. Sayın Batur, yapıtınızda ülkemizde sürekli demokrasinin üzerinde “Demokles’in
kılıcı” gibi duran güçlerin varlığını ortaya koyarak demokrasi adına faydalı bir işlevi yerine
getiriyorsunuz.
3. Sorumluluğunu hâlâ paylaştığımız ve tek savunucusu kaldığınız 12 Mart döneminde
işkencenin varlığını kabul etmenizdeki gerçekçi tutumunuzu saygı ile karşılıyorum.
Sayın Batur;
Yapıtınızda iyi bir zamanlama yaparak “tipik cuntacı ve ihtilalci” olmak imajınızı silip
demokrat görünmek istemiştiniz, ama 1-15 Ağustos 1985 tarihli ve 27 sayılı “Yeni Gündem”
dergisine yaptığınız açıklamada, “Demokrasi ütopyası için devlet mi çöksün?” diyerek,
demokrasiye olan inançsızlığınız farkında olmaksızın ifade ediyorsunuz. Bu çelişki de sizin
adınıza büyük bir talihsizlik olmuştur. Sayın Batur, demokrasi bir ütopya değil, kökü
Milat’tan Önce’ye Atina Site’sine kadar dayanan iki bin yıllık bir gerçektir.
Sayın Batur;
Tüm hayatım boyunca insanları değerlendirirken, kendime göre bazı ölçütlere bağlı
kaldım. Bu anlayışla değerlendirmemi yaparken; dürüst, ahlaklı, erdemli olanlar ile kültür ve
beyin kapasiteleri üstün olanlara özel bir yakınlık duydum. Makam ve rütbe taşıyan kişilere
de bu ölçütler içinde saygı duyarım.
Hâlâ generallere tepeden bakan bir tavır içinde olduğunuz için, ben, Sayın Mumcu gibi
nezaket gösterip sizi evime ne acı kahve, ne de tatlı kahve içmek için çağırmıyorum. Bu
nedenle de on binlerce sahifelik “Bomba Davası”nda sizi yargılamak isteyen güçlerin
niyetlerinin tümünü öğrenmekten yoksun kalacaksınız.
Ancak “(…….) davası” olarak geçiştirdiğiniz, kanıma göre Türk demokrasisi ve
ülkemin tüm legal örgütlerine olan saygıdan, anılan davadaki hesaplaşmanın
sonuçlandırılması gerekliliğine inandığımdan, pek yakında “Bomba Davası gerçeği” başlığını
taşıyan bir özet yazı ile Talat Turhan yanında Muhsin Batur’u sanık yapmak isteyenlerin
tertiplerini açıklayacağım.
Saygılarımla.
(Cumhuriyet, 20 Kasım 1985)
Silahlı Kuvvetler Birliği İstanbul Grubu Mürted Protokolü
21 Ekim 1961
1. Kor. General Refik Tulga
2. Tümg. Fikret Esen
3. Tümg. Refet Ülgenalp
4. Tüm Amiral Bahattin Özülker
5. Tuğg. Faruk Gürler
6. Tuğ Amiral Celal Eyicioğlu
7. Tuğg. Yusuf Alpmansü
8. Tuğg. Faruk Güventürk
9. Tuğ Amiral Kemal Kayacan
10. Tuğ Amiral İsmail Sarıkey
11. Kur. Alb. Behçet Özdemir
12. Kur. Alb. Doğan Özgöçmen
13. Kur. Alb. Suat Aktulga
14. Kur. Alb. Namık Kemal Ersun
15. Kur. Alb. Burhan Hünoğlu
16. Kur. Alb. Halim Kural
17. Kur. Alb. Recai Baturalp
18. Kur. Alb. Mehmet Bora
19. Kur. Alb. Emin Aytekin
20. Kur. Alb. Vecihi Akın
21. Kur. Alb. Ferit Erdoğan
22. Kur. Alb. Necati İşcan
23. Hv. Kur. Alb. Turan Çağlar
24. Kur. Alb. Fikret Göknar
25. İs. Alb. Rıfat Erenulu
26. Top. Alb. Cemal Baykan
27. Kur. Alb. Cemal Öcal
28. Dz. Kur. Alb. Bülent Tarkan
29. Dz. Kur. Alb. Zarif Çetindağ
30. Kur. Alb. Celal Ugan
31. Kur. Alb. Bedrettin Demirel
32. Kur. Alb. Vahit Gürkan
33. Kur. Alb. Şerafettin Olcay
34. Hv. Kur. Alb. Emin Alpkaya
35. Kur. Alb. Ahmet Germeç
36. Kur. Alb. Necati Ogan
XVI. Bomba Davası Gerçeği
Talat Turhan
Bir tür aktarma yöntemiyle senaryolarını tamamlamak için kurbanlarından
yararlanıyorlardı. Patlamalar, çatlamalar, soygunlar, moygunlar, köprüler, möprüler, cuntalar,
muntalar, ifade tamamdı. İşkenceciler vatan kurtarmanın huzuru içinde idiler (!) İrademi
toplamıştım. Tüm bu pislikleri tertipçilerin suratlarına fırlatacağıma kesinlikle inanıyordum.
Bu amaçla oradan sağ çıkmam gerekliydi. Ancak sorgulamanın boyutları bir iktidar kavgasına
malzeme hazırlandığı kesin kanısını bende uyandırdı.
Ankara semalarında, “Uçan General”in jetleri uçmuş ve de Org. Gürler, Gn. Kr. Bşk.na
oturmuştu. Her ne kadar Batur’u eleştiriyorsak da bu ihtilalci eylemine bir anlamda
yaşamımızı borçlu idik... Bir bakıma Batur kendisinin de bu suretle İşkence Köşkü’ne
gelmesini önlemiş oluyordu. Dava askıya alınmıştı.
Bomba Davası’nı açanların amacı açıktı. Devrimci şiddet eylemleri’yle bizim aramızda
ilişki kurmak ve bizleri İstanbul ve Ankara askeri grupları ile Ankara Merkez Üst Grubu’nda
Orhan Kabibay Grubu ile ilişkili gösterip, tüm bu grupları lider kadroya bağlamak suretiyle
bir imaj yaratmak ve tüm bu tür eylemlerin, bu muhayyel Cunta’ya iktidar yolunu açmak için
yapıldığı izlenimini vermekti.
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı (1) Nolu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi, 3 Mayıs
1972 günü, “84 sanıklı dava” adıyla anılan bir davada kararını veriyor ve karara göre bazı
kişiler beraat ediyordu.
Karar, zamanın ünlü Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün’ün istemlerine uymuyordu.
Ama her işin bir kolayı vardı, hele Sıkıyönetim Komutanı’nın isteği olunca... Formül
bulundu: Türkiye’de ilk kez bir mahkeme, karar verdikten bir hafta sonra lağvedildi.
Türün’ün “artık bu mahkemeye gerek olmadığı” gerekçesini zamanın Başbakanı onadı ve 11
Mayıs 1972 tarihinde (1) Nolu Mahkeme, jet hızıyla tarihe karıştı... Baskılara boyun eğmeyen
mahkemenin onurlu yargıçları İstanbul’dan uzaklaştırdılar... Ama işi kalmadığı savına karşın,
bu mahkemeden diğer Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’ne aktarılan dosyaların sonuçlanması
yıllarca sürdü... Birkaç cılız ses dışında yürütme gücünün, yargı gücüne yönelik eşi
görülmemiş bu saldırısı karşısında toplum suskundu... Yargı gücünü temsil eden tüm örgütler
suskundu... Bu suskunluk, “kaba kuvvet felsefesi”ni benimsemiş çevrelerin cüretini arttırdıkça
arttırdı...
Sanki olaylar programlanmıştı... 6 Mayıs 1972 gecesinin geç saatlerinde İ.Ç. adlı bir
üniversite öğrencisinin taşıdığı çantadaki bomba patlıyor ve öğrencinin bir ayağı ile iki kolu
kopuyordu. Bomba patlamış, “Bomba Davası”nın ilk perdesi sahneye konulmuştu. Ama nasıl
olmuşsa patlama anında o bölgede bulunan görevli kişiler yaralıyı hastaneye kaldırmış,
yaşaması için olağanüstü bir çaba gösterilmiş ve sorgulama başlamıştı... Yaralı gencin
ideolojik yapısını ve ilişkilerini sorgulayıcılar biliyordu... Zincirleme gözaltına almalar devam
ediyordu. Senaryonun tamamlanması ben ve benimle ilgili sanıklar yönünden 3 Temmuz
1972’ye kadar sürmüştü. 4 Temmuz 1972’nin başladığı saatlerde evimi basan 30-35 kişiyle
gözaltına alınıyordum.
Sonra Zihni Paşa İşkence Köşkü’nün misafirleri arasına katılmıştım 1 Ağustos 1972’ye
kadar orada “teknik sorgulama” denilen fiziki, psikolojik ve farmakolojik işkence seansı
içinde önceden hazırladıkları senaryoya göre sorgulandım. Türün ve ardındaki güçlerin boy
hedefi idim.
Peki neden gözaltına alınmıştım? Doğal olarak bilmiyordum. Hepsi birbirinden değerli,
hizmetlerini yaşamım boyunca unutamayacağım müdafilerime dava dosyası açılınca gerçek
anlaşıldı.
Milli Emniyet Hizmetleri Başkanlığı İstanbul ve Bölgesi Daire Başkanlığı’nın 1.7.1972
tarihli ve Turhan Deniz imzası taşıyan ve l. Ordu ve Sıkıyönetim Komutan-lığı’na yazılan bir
yazının başlığındaki “Konu” bölümünde “Tutuklanacak şahıslar Hk.” bir not düşülmüş,
benimle birlikte (7) kişinin “Memleket içindeki anarşik olayların planlayıcısı” olduğumuz ve
“Cunta faaliyeti içersinde bulunduğumuz” yazılıyor ve “yakalanarak büroya şevkimiz
isteniliyordu.” Yani bu yazıya göre MİT’te sorgulanacaktık.
Eğer ülkemizde o dönemde anayasal bir hukuk sistemi geçerli olsaydı, bu yazıyla suç
işleniyordu... Şöyle ki:
644 sayılı yasa gereğince MİT’in sorgulama hakkı bulunmadığı gibi, idari organ
olmasına karşın, kendisini yargı yerine koyarak tutuklama emri vermesi de olanaksızdı.
Türün ve ekibi, 6 Mayıs-3 Temmuz 1972 arasında Zihni Paşa Köşkü’nde sorgulanan
kişilerden senaryolarına göre gerekli ikrarı almışlardı. Böyle bir yazının geleceği aslında
onlarca biliniyordu. 3.7.1972 tarih ve Ad. Müş. 1972/3482 sayılı arama emriyle bizlere
gösterilmeyen operasyon başlamıştı.
Bu durumda suç ve suçluyu saptamanın ilk aşamasında suç işlenmiş ve Türün bu suça
katılmıştı.
Bu konunun aydınlanması için, Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan mahkemeye, oradan
Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı ve KKK’na kadar tüm yasal başvurularım sonuçsuz
bırakıldı. Karar aşaması dahil ifadelerimizin bu belgenin varlığına karşın, emniyette alındığı
iddia edildi. Yani tüm organlar bu suretle yasa dışına çıkmakta bir sakınca görmüyorlardı.
O dönemde, Zihni Paşa İşkence Köşkü’ndeki sorgulayıcılar içinde İstanbul Emniyet
Md. M. Ş.B. de vardı. Bu kişi bizden önce alınan T.Ö. ve M.A. ile pazarlığa oturuyor, fakat
beni patlama olaylarına bulaştırma kutsal görevinde (!) başarılı olamıyordu... Ama her insanın
dayanması bir olmazdı. S.Y. adlı kişi alınıyor. “İstanbul’daki patlama olayları için direktif
verenler” içine ben de dahil ediliyordum. Sorgulayıcılar memnundu, ilk başarılarını
sağlamışlardı...
Sonra E.E. adlı şahıs alınıyor. Birkaç kişiyle birlikte o tarihte sadece ayakları yapılmış
Boğaz Köprüsü’nü tahrip etmeyi düşünmek suçu gibi hayali bir suçlama için bizlere yönelik
ikrarlar alınıyordu.
Sıra Yzb. F.Ö.’nün alınmasına gelmişti. Çünkü bu kişiyle dostluk ve arkadaşlık ilişkisi
içinde bulunduğum biliniyordu. Zamanın Merkez Komutanı olan Gn. F.P., Türkiye’de ilk kez
resmi üniforma taşıyan bir kişiyi azgın sorgulayıcıların eline teslim ediyordu. Yzb. F.Ö. 84
kilo olarak girdiği işkence köşkünden 37 kilo olarak çıkmıştı... Sorgulayıcıların ondan
istedikleri vardı. Bunlardan biri, soygun ve patlama olayları için direktif verdiğimi ikrar
etmesi idi. Oranın koşullarında hiçbir kimsenin başka seçeneği olamazdı. Nitekim, F.Ö.’nün
ifadesinde, “14 Mart 1972 günü evimde toplanan beş kişinin katıldığı iki aşamalı toplantı
yaptığım, soygun ve patlamalar yapılması için emir verdiğim” itirafı da alınmıştı. Çorap
örülmeye devam ediyordu. Oysa gerek ben ve gerekse toplantıya katıldığı iddia edilen dört
kişi, o tarihte Ankara’da olduğumuzu ispat edecek durumdaydık...
Bu amaçla gösterdiğim sayısız tanıklardan (Nihat Erim, Sadi Koçaş, Kemal Satır, İsmail
Arar, Ali İhsan Göğüş, Kudret Basuter, Gn. Celil Gürkan vb.) ve çoğu dinlenildi. Ve o gün
Ankara’da olduğum saptandı. İfade geçersiz hale gelmişti. (İşkenceciler, emir ve
hizmetlerinde 21 kurmay subay olduğunu sık sık yinelerlerdi. Ama ne yazık ki, kurmayların
planları (!) bir başka kurmay tarafından boşa alınmıştı...) F.Ö.’den ikrar alınmaya devam
ediliyordu.
84 sanıklı davada verilen beraat kararını beğenmeyen Türün, idarenin tüm sağlam
güçlerini kendi amacı doğrultusunda kullanarak, bu davada beraat eden kişileri yeniden
yargılamak için böyle bir yolu deniyordu.
Mahkeme lağvedilmekle yetinilmemiş, onun “muhkem kaziye” haline gelen kararına
gölge düşürmek için -daha sonra bu karar Askeri Yargıtay tarafından da onandı- bu davada
beraat eden İS. ve R.K. aleyhinde işkence köşkünde ikrarlar alınıp, bu kişilerin bomba davası
sanığı olması sağlanıyordu.
Tertip bitmemişti. 84 sanıklı dava kararının beraatla sonuçlanması için çaba gösterdiğim
hakkımda da ikrarlar alınması uygun bulunmuştu.
Sıra cuntasal suçlamalara gelmişti. Onlar da tamamlandı ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
en üst kademe komutanlarını ihtilale zorlamak için devrimci şiddet hareketlerini
planladığımız ve Marksist-Leninist bir cunta oluşturduğumuz alınan ikrarlar arasına katıldı ve
bu suretle F.Ö.’nün ifadesiyle davanın çatısı çatılmış ve 26 sayfalık “Türkiye’de anarşinin
planlayıcısı olduğumuz ve cuntasal faaliyet” içinde bulunduğumuza ait tüm kanıtlar
toplanmıştı (!)... Defterimizin dürülme sırası gelmişti...
19 Haziran 1972 günü Ankara’ya T.D. adlı arkadaşımın nikâhına katılmak için
gelmiştim. İ.S. de orada idi. Onun antenleri iyi çalışırdı. Bana, “Talat bizi tutuklayacaklar, ben
yakında yurt dışına kaçıyorum. İstersen birlikte gidelim” önerisinde bulundu.
Ancak ben vatanımda kalıp her türlü hesabı vermeye hazır olduğumu kendisine
söyledim. Ama bu ölçüde tertiplerin hedefi olacağımı ve işkence göreceğimi bilseydim
kalmazdım.
4 Temmuz 1972’de İşkence Köşkü’nde idim. Sorgulayıcıların yöntemi şablon tarzında
idi. İçeri alınan sanığın birinci vazifesi, kendisinden önce alınan sanıkların kendisine yönelik
tüm suçlamalarını kabul etmek, artı onların münasip gördükleri de ikrarları içine almak...
Bir tür aktarma
yararlanıyorlardı.
yöntemiyle
senaryolarını
tamamlamak
için
kurbanlarından
Patlamalar, çatlamalar, soygunlar, moygunlar, köprüler, möprüler, cuntalar, muntalar,
ifade tamamdı. İşkenceciler vatan kurtarmanın huzuru içinde idiler (!)
İrademi toplamıştım. Tüm bu pislikleri tertipçilerin suratlarına fırlatacağıma kesinlikle
inanıyordum, Bu amaçla oradan sağ çıkmam gerekliydi. Ancak sorgulamanın boyutları bir
iktidar kavgasına malzeme hazırladığı kesin kanısını bende uyandırdı. Nitekim o dönemde
içeri alınan kişilerin tümüne Gürler, Batur, Kayacan suçlatılıyor ve bu ikrarlar el yazısıyla
yazdırılıyor daha sonra teybe okutuluyordu. Bunlar, Türün tarafından parti kulislerine
ulaştırılıyor ve Gürler’in Genelkurmay Başkanı olmasını engelleyici düzenlemelere
başvuruluyordu.
Zihni Paşa İşkence Köşkü’nde o dönemde misafir edilen (!) her sanık, iki tür ifade
imzalamak zorunda idi. Bunlardan ilki Cuntasal yönü ağır basan ve kapsamı içine Gürler,
Batur ve Kayacan’ı da içine alan ifadelerdi. (Kayacan’ın o dönemde aynı zamanda Türün’ün
muavini olduğunu anımsayalım.) İkinci tür ifadelerde ise, Devrimci şiddet eylemleri ağır
basan ikrarlara yer veriliyordu.
Daha sonra Cuntasal ifadelerin dava dosyasına konulmamış olduğunu görecektik ve bu
durumdan tüm ilgilileri haberdar edecektik.
Ancak, ortamın uygun olduğu kanısına varılmış olacak ki, yeni bir atak yapılmış, iki
savcı birden bir sanıktan 5 Ağustos 1972 tarihinde Gürler-Batur-Kayacan’ı suçlayan ifadeyi
alıp dava dosyasına koyuyorlardı... Görünüşte bu ifade yasaldı...
Fakat Ankara semalarında, “Uçan General”in jetleri uçmuş ve de Org. Gürler, Genel
Kurmay Başkanlığına oturmuştu. Her ne kadar Batur’u eleştiriyorsak da bu ihtilalci eylemine
bir anlamda yaşamamızı borçlu idik... Bir bakıma Batur kendisinin de bu suretle İşkence
Köşkü’ne gelmesini önlemiş oluyordu...
Dava askıya alınmıştı. Çünkü Askeri Savcı ifadesiyle suçlanan Gürler Genelkurmay
Başkanı, Batur Hava Kuvvetleri Komutanı, Kayacan Deniz Kuvvetleri Komutanı olmuşlardı.
Türün ve ekibi bu kişileri bulundukları yerlerden uzaklaştırmanın stratejik planlarını yapmaya
devam ediyorlardı. Doğal olarak bu koşullarda dava açılamazdı ve bizler içerde sorgu sualsiz
yatmak zorunda idik.
Bomba Davası soruşturması sürüyor, daha önce alınan sanıkların ikrarlarında boşluklar
varsa yeni gözaltına alınmalarla davanın TCK’nın 146/1’e uyarlanmasına çalışılıyordu...
Bu arada Askeri Savcı Nevzat Çizmeci, bir atak daha yapıyor, 22.12.1972 tarih, sayı
1972/354 N.Ç. yazı ile içlerinde Gürler-Batur-Kayacan’ın da bulunduğu birçok general,
subay, aydın, öğrenci hakkında soruşturma açılması isteminde bulunuyordu.
Köprü havaya uçurulacaktı, ama elverişli vasıta daha önceki ifadelere katılmamıştı.
Aradan 10 ay geçtikten sonra N.E. ve H.Y. gözaltına alınıyor ve aralarında bir dinamit
alışverişi senaryosu kurulmaya çalışılıyordu. Ancak sorgucular iki kişinin ifadesi arasında
koordinasyon sağlamayı başaramamışlardı. İki partide 60’şar kilodan 120 kilo dinamit bana
geliyordu, köprü ayağını havaya uçurtmak, için!... Ama ikinci parti geldiği tarihte Zihni Paşa
Köşkü’nde misafir olduğum için bu kıymetli hediyeyi (!) almam mümkün olamıyordu...
Bir başka gün koğuştan V.M. ye N.Y. alınıp yeniden Zihni Paşa İşkence Köşkü’ne
götürülüp sabotaj davası sanığı yapıldılar. Daha sonra da bu davada idamla yargılanan 22 kişi
beraat etti.
Bu arada yurt dışına kaçan İ.S. Sabotaj Davası’nda sanık yapılmış, benim de bu dava
içine alınmam için N.Y.’den gerekli ikrarlar alınmış, sonra vazgeçilmişti.
Günler günleri, olaylar olayları kovaladı ve nihayet Askeri Savcı Nevzat Çizmeci’nin
gerçekten bir hukuk şaheseri olan (!) 3 Nisan 1973 tarih ve sayı: 1973/5, Esas No: 1973/79,
İddia No 1973/33 sayılı iddianamesini aldık.
Bu iddianamede 5 Haziran 1972 tarihinde Askeri Savcı Selahattin Fırat’la birlikte
aldıkları ve Gürler-Batur-Kayacan’ı suçlayan ifade göz ardı ediliyordu. Herhalde yüce adalet
adına!...
Gürler, oyuna getirilerek Cumhurbaşkanlığı için makamını terk ettiği dönemde yeni
gözaltına alınmalar başlıyor ve yeniden suçlamaların hedefi yapılıyordu. Haziran 1973 ayında
dava başladığında Gürler, makamını terk etmiş ve Cumhurbaşkanı olamamış durumda iken,
ek iddianame ile Çizmeci tarafından cunta başı olarak, suçlanıyor, aynı iddianamede Batur ve
Kayacan cunta üyeleri olarak gösteriliyorlardı...
Bir yıllık sorgu sualsiz yattığımız bu dönemde avukatım Alp Kuran’a rica ediyorum Sn.
Gürler’i bu oyunlardan haberdar et diye. Nitekim 19 Eylül 1972 tarihinde bir mektup yazarak
durumu anlatıyor.
Böylelikle Sn. Org. Gürler ilk kez tarafımızdan uyarılmış oluyordu, ama ne yazık ki
gerçeklere kulaklarını tıkamayı yeğliyordu. Daha sonraki tarihlerde Numan Özdalga ve Batur
ve belki başkaları da kendisini uyaracaktı. Ama boşunaydı...
Cezaevinden çıktıktan sonra Gürler’in uzun süre emir subaylığını yapmış olan, sınıf
arkadaşım Ö.K.’a rastladım. Onun dediğine göre her ismim geçtiğinde gözleri dolarmış.
Nasıl oluyor anlamak olanaksız...
Bu mektupla da yetinmeksizin Sayın Kuran’dan Ankara’ya giderek durumu
komutanlara şahsen anlatmasını rica ettim. Randevular alındı. Ancak, sudan bir nedenle
Ankara’ya hareketinden önce gözaltına alındı ve Bomba Davası sanıkları arasına katıldı...
Duruşmalar birbirini izliyor ve ben tahliye isteminde bulunmama ilke kararı almış
bulunuyordum. Nihayet, açıkladığım o MİT belgesi mahkemede okunduğunda söz alarak;
devletin bu önemli örgütünün böylesine ağır suçladığı kişiler hakkında yeterli delilleri olması
gerektiğini ve bu delillerin mahkemeye getirilmesini haklı olarak istedim. Ama kimseden ses
seda çıkmadı. İşkence altında alınan gizli örgüt ifadelerinden daha iyi kanıt mı olurdu?
Askeri Savcı Nevzat Çizmeci gitmiş yerine Süleyman Takkeci gelmişti. Bu kişi, sanki
hiç duruşma yapılmamış gibi, Çizmeci’nin iddianamesini daha da genişleterek yeni bir hukuk
şaheseri olan Esas Hakkındaki Mütalaasını (21.1.1975 tarih ve sayı: 1973/5 S.T., Esas:
1973/71) mahkemeye sundu.
Yayımladığımız bu şema savunmama ek olarak 1975 yılında mahkemeye verilmiş olup,
tarafımdan hiçbir şey katılmaksızın Süleyman Takkeci’nin esas hakkındaki mütalaasını
özetlemektedir.
Bu şemaya göre, bir Cuntasal örgütlenme söz konusudur. Bu örgütlenme Ankara ve
İstanbul Grupları olarak iki bölümden oluşmakta; Ankara Grubunda lider kadro, GürlerBatur-Kayacan’dan oluşmakta ve bu gruba bağlı bir Askeri Grup ile her ikisiyle ilişkili
Merkez Üst gruptan oluşmakta vb bu grup içinde Kabibay Grubu, Mucip Ataklı Grubu,
Cemal Madanağlu Grubu, Ekrem Acuner grupları bulunmaktadır. Bunun dışında soyut bir
suçlama söz konusudur. (Diğer Tabii Senatörleri ile devrim bilincine varmış profesörler,
aydınlar, yazarlar diye...)
İstanbul Grubunda ise gene bir askeri grup bulunmakta ve bunun yanında 59 sanıktan
oluşan Bomba Davası yer almakta ve aynı soyut suçlamaya bu bölümde de yer verilmektedir.
Bir aysberg, ama ters yüz edilmiş...
Aysbergin su yüzünde Bomba Davası sanıkları, su altında ya da soruşturma dışı
bırakılmış binlerce kişi... Bir anlamda Türk Silahlı Kuvvetleri...
Peki cunta başı olarak suçlanan Sn. Gürler ile Sn. Batur, İç Hizmetleri Yasası’nın 35.
maddesine dayanarak muhtıra vermediler mi? Öyleyse nasıl suçlanılıyor? Bu mantık egemen
olursa, bu maddeye sığınanların hali dumandı...
Bu dava ile sağ bir cunta, devletin bütün güçlerini yasa dışı kullanarak, Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin büyük bir bölümünü temizleyip iktidara egemen olma kavgasını vermeye
çalışmıştır.
Esas hakkındaki mütalaaya göre, örgüt içinde Bomba Davası sanıklarından daha üst
düzeyde bulunan kişiler soruşturma dışı bırakılmışlardır. Bu kadarı ile yetinilmeksizin, bu
kişilerin bir kısmı hem de kamu tanığı olarak karşımıza çıkarılmışlardır.
Hiçbir kanıta dayanmaksızın bizi Ön Anayasa Çalışması yapmakla suçlayanlar, Ön
Anayasa Taslağı yapanları karşımıza tanık olarak getirebilmişlerdir.
Günümüzde yapılan yayınlar bu iddiaya daha da açıklık getirdiğine göre hiçbir somut
kanıt bulunmadan böyle bir suçla bizi suçlamak hangi hukuk kuralına uygun düşer
bilemiyoruz...
Bazı subaylarla Cuntasal toplantılar yaptığımız iddia edilmektedir. Bunlardan bir kısmı
şemada gösterilmektedir. Eğer bu iddia doğru ise, bu kişiler gerek Askeri Ceza Kanunu ve
gerekse Türk Ceza Kanunu’na göre suçludurlar. Oysa sanık olması gereken bu kişilerin bir
kısmı tanık yapılmış, bir kısmına ise hiç dokunulmamıştır.
Yargılamada askerlere ayrıcalık tanıyan bu anlayışı hukuken açıklamak mümkün
değildir...
Bu davadaki adaletsizlikler sayılmakla bitmez...
Bomba Davası’nı açanların amacı açıktı. Devrimci şiddet eylemleri’yle bizim aramızda
ilişki kurmak ve bizleri İstanbul ve Ankara askeri grupları ile Ankara Merkez Üst Grubu’nda
Orhan Kabibay Grubu ile ilişkili gösterip, tüm bu grupları lider kadroya bağlamak suretiyle
bir imaj yaratmak ve tüm bu tür eylemlerin, bu muhayyel Cunta’ya iktidar yolunu açmak için
yapıldığı izlenimini vermekti. Dava dosyası tümü ile incelenirse bu espri kolaylıkla
kavranabilir.
Böyle bir senaryo bizi değil, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni hedef alıyordu kuşkusuz.. Bu
nedenle 5 bin sayfaya yakın bir savunma ile iddiaları teker teker çürüttüm. Karar aşamasına
geldik. Fakat mahkeme heyeti değişmişti.
Karar veren yeni heyet, savunmaya bir kelimeyle yer vermeksizin, Af Kanunu’na
sığınarak davayı düşürmeyi yeğlemişti.
Ancak, Gerekçeli Hükmün bizleri aklayan, suçlamaların tümünü boşa çıkaran bölümleri
de bulunmamaktadır. (l. Ordu Komutanlığı nezdindeki 2 Numaralı Sıkıyönetim Askeri
Mahkemesi’nin 5 Aralık 1975 gün ve Kayıt No: 1975/224, Esas No: 1975/4 ve Karar. No:
1975/6)
- Ön Anayasa Taslağı’nın Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesi içinde kuvvet komutanlarının
bilgisi altında yapıldığına Tanık Em. Kur. Alb. İlyas Albayrak ile Em. Hak. Alb. Emin
Değer’in tanıklıklarıyla yer verilmiştir. (S: 29 ve s: 31’de ise: “...Hv. Kur. Alb. İlyas
Albayrak’ın ifadelerinden örgütün askeri kanadı içersinde orduca askeri bir müdahale
yapıldığı takdirde uygulanacak hükümleri ihtiva eden bir anayasa taslağının hazırlandığını ve
hatta bütün umdelerinin hukukçu kişiler ile de konuşulduğunu, ayrıca hazırlanan bu taslağın
bir komisyonda müzakere edildiği kesinlikle ortaya çıkmıştır” hükmüne yer verilmiştir.
- “Boğaz Köprüsü’nü havaya uçurtmak için iki partide 60’şar kiloluk N.E. ve H.Y.
arasındaki dinamit akışının gerçek dışı olduğu kabul edilmiştir.”
- “Sanıkların Marksist-Leninist bir çizgide olduklarının ve bu gaye ile bir araya
geldiklerinin kabulü imkânsız görülmüştür.”
- 84 sanıklı davadaki soygun olayında beraat eden iki sanık yanında yukarda açıklanan
tertip içine dahil edilmek istenilmem, “1 Nolu As. Mahkeme’de karara bağlandığı ve R. K. ile
İ.S.’nin beraat ettikleri ve bu kararın As. Yargıtay’ca da tasdik edilerek kesinleştiği”
belirtildikten sonra beraat eden bir kişinin yeniden yargılanmak istenilmesinin ve araya yeni
sanık katılma çabasının “Kesin hüküm fikrine aykırı görüldüğü” hükme bağlanmıştır.
- “Şu hale göre sanıkların suç ve vasıflarını tayin ve tespit ederken cuntasal faaliyet
içerisinde bulunan sanıklar ve şehrin muhtelif yerlerinde patlamalar yapan sanıkların ayrı ayrı
mütalaa edilmeleri zaruri görülmektedir. Zira cuntasal faaliyet içersinde oldukları iddia
olunan sanıkların aldıkları karar gereğince bu patlama olayını diğer sanıklara yaptırdıkları
iddiası subuta ermemekte, dosya içerisinde mücerret bir iddia olarak kalmaktadır.”
- “Hükmün ilk kısmında durumları ele alınan ve cuntasal bir faaliyet içerisinde oldukları
belirtilen sanıkların cebri bir eylemlerinin tespit edilmediği ve ayrıca bomba patlatan kişiler
ile temasta bulunmadıkları, en önemlisi onlara bu konuda emir ve direktif vermedikleri,
azmettirilmedikleri, bunları gösterir dosyada yeterli ve mukavi delilin bulunmadığı” hükme
bağlanmıştır.
Sıfıra sıfır elde var sıfır! Ama beraat yok. Affı isteseniz de istemeseniz de ona
sığınmaya mecbursunuz.
Böylelikle gerekçeli hükümde iddianame ve esas hakkındaki mütalaa ile Askeri
Savcıların savları bütünüyle boşa alınmasına karşın, TCK 146/1’e göre açılmış ve devam
etmiş dava, TCK 171’e alınmış ve af kapsamı içine sokulmuştur.
- Ancak, s: 63’de, “Sanıkların hangilerinin bu ittifak içerisinde oldukları, hangilerinin
olmadıkları veya bu ittifakın kendiliğinden ortadan kalkıp kalkmadığı hususlarının hükümde
tartışılmasına, bu durumda sanıklar hakkında açılan davanın af kanunu nedeniyle ortadan
kaldırılması gerekeceğinden üzerinde durulmamış ve hüküm de tartışma konusu
yapılmamıştır” hükmü, gerçekte hükümsüzlüğün itirafı olarak görünmektedir.
- Ayrıca s: 63’de Boğaz Köprüsü’ne sabotaj suçlamasının ortaya konulmuş böyle bir
eylemin bulunmayışı karşısında... “subuta ermediği” hükmüne yer verilmiş ve dava
düşürülmüştür.
Bu karar müdafilerimiz Av. M. Hidayet Ilgar ve Av. İ. Nebi Barlas tarafından 26 Ocak
1976 ve 30 Ocak 1976 tarihli dilekçelerle temyiz edilmiş, bugüne kadar sonucu
öğrenilememiştir.
Bize gelince; temyizi bir anlamda lehimize sonuç almak için değil de, gerektiğinde
aleyhimize sonucu da göze alarak davanın TCK 146/l’den (idam) açıldığını ve devam ettiğini,
o halde kararın bu maddeye göre verilmesi gerektiğini iddia ediyorduk. Yani “Beni ya idam
ettireceksiniz ya da beraat ettireceksiniz” diyordum. Af Yasası’na göre idam, müebbede
dönüştürülüyor. O halde “ya müebbet hapis olacağım ya da beraat ettirileceğim.”
Çünkü, gerekçeli hükme göre sadece cuntasal faaliyet içerisinde bulunduğum hükmü
bile tartışılmış değildir. Oysa, gerek benim beyanlarım ve gerekse bugünlerde yayımlanan
anılar 1970 yılından sonra Ankara Grubu’nun sivil kişileri dışlamak ilkesini benimsediğini
göstermektedir. Bu durumda yasal olarak benim suçlanmam olanaksızdır TCK 171’e göre...
Peki neyin kavgasını, niçin vermek istiyorum?
Soruna hiçbir zaman kişisel açıdan bakmaksızın duruşmanın her aşamasında boynumu
ipe uzatıcı bir tavır aldım. Ancak, şemada görüldüğü gibi suçlama Türk Silahlı Kuvvetleri’ni
tümüyle ilgilendirmektedir. İçerisinden çıktığım bu kutsal ocağa daima büyük bir saygı
duymuşumdur. Ocağıma ve en büyük makamları işgal eden komutanlara karşı böylesine bir
tertip düzenleyenlerin maskesinin düşürülmesi gerektiğine inandığım için bu davada
olağanüstü bir çaba içerisine girdim.
Bu durumda, ya savcı Süleyman Takkeci’nin suçladığı Gürler-Batur-Kayacan
suçludur; ya da onlar hakkında devletin tüm yasal kuruluşlarını alet eden Türün ve ekibi...
Kanımıza göre bu ikinci grubun yargı önüne getirilmesi halinde işkenceciler,
işkencesever general, soruşturma komisyonu başkanı, sıkıyönetim komutanı ve onu
yüreklendirerek yönlendirenler, yetkilerini kötüye kullanarak anayasal düzeni yıkmayı
istemek suretiyle TCK 146/1’in faili durumuna düşmüşlerdir. Bu madde af kapsamı
dışındadır.
- Bu hesap sorulmadan Türkiye’de demokrasi’nin sağlıklı yaşatılması olanaksızdır.
- Zamanın İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Türün, belgelerle açıkladığım gibi yetkilerini
kötüye kullanarak, Türk Silahlı Kuvvetleri, Özel Savaş Grubu, MİT, Emniyet Örgütü üzerine
gölge düşürmüş işkence evleri kurarak gerçek dışı ikrarlarla savcılarına davalar açtırmış ve
baskısına boyun eğmeyen mahkemeyi lâğvederek adaleti emellerine alet etmek istemiştir.
Türün ve onu yönlendirenlerden bu hesap sorulup, sorumlular saptanılıp adalet önüne
getirilerek, gerçekler aydınlatılırsa anılan örgütler her türlü kuşkudan arındırılmış olacağı
kanısını koruyarak, tüm demokratik kuruluşları yasal olan bu kavgaya çağırıyorum.
(Cumhuriyet 21 Kasım 1985)
XVII. Bomba Davası’na Sunuş
İlhami Soysal
Talat Turhan’ı ilk nerede nasıl tanıdığımı, o sırada binbaşı mı yoksa yarbay mı
olduğunu hiç anımsayamıyorum. Ama kesinlikle 1960’lı yılların başındaydı… 27 Mayıs
Devrimi’ni izleyen günlerde…
Fişek gibi, zıpkın gibi dedikleri türden pırıl pırıl bir kurmay subaydı. Harp Okulu’ndan
1944 yılında derece ile mezun olmuştu. Topçu Atış Okulu’nda da gene dereceye girmişti.
Kara Harp Akademisi giriş sınavını birincilikle kazanmış ve 1957-58 döneminde, bu
Akademi’nin o yıl mezun ettiği 100’cü sınıfın 150 kurmay subayı içinde 9’ncu idi.
Sapına kadar Atatürkçü idi. 27 Mayıs Devrimi’ne gönülden bağlıydı. Bu devrimin
dinamolarından biri sayılırdı. Devrimi izleyen günlerde, yeniden sivil yönetime geçildiğinde,
Milli Savunma Bakanlığı’nda görevliydi. Savunma Bakanı İlhami Sancar’ın inanıp güvendiği
bir subaydı. Sivil bir görevi hiçbir zaman düşünmemişti. Arkadaşları arasında hep geleceğin
en parlak generallerinden, komutanlarından biri olacak diye görülürdü.
Gözünü budaktan sakınmaz, sert, dinamik, sözünü esirgemez, inandığını sonuna kadar
savunur, bilinç düzeyi yüksek bir Atatürkçü olarak tanınmıştı. 1964’lerde emekli edildi.
Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesini savunuyordu. Ordunun ve ülkenin ABD güdümüne
sokulmaya çalışıldığı görüşü içindeydi. Talat Aydemir’in 22 Şubat ve 21 Mayıs’taki 1962 ve
1963 ayaklanma eylemleri içinde olduğu var sayılıyordu. Tutuklandı, yargılandı da, ama bu
girişimlerle hiçbir ilişiği olmadığı yargı kararına bağlandı. Ne var ki, tasfiye çarkı işlemişti.
Talat Turhan canından çok sevdiği, aile ocağı bildiği Silahlı Kuvvetler’den koparılıp atıldı.
O tarihlerde kırk yaşındaydı. İsteseydi, sivil yönetimlerde elde edemeyeceği mevki
yoktu. O hiç birine ve hiç kimseye yanaşmadı. Tek başına ve dimdik, bağımsız kaldı. Ülkenin
gidişini üzüntüyle izledi. Pek çoğu yakın arkadaşları olan komuta kademelerindeki asker
kişileri sürekli uyarmakla yetindi. Okudu ve araştırdı. Yetkililere uyarı mektupları, gazete ve
dergilere yazılar yazdı.
Etkin bir kişiliği, geniş bir dost çevresi vardı. Kimseye de boyun eğmiyordu, kimsenin
adamı olmaya yanaşmıyordu. Malı, mülkü, parası yoktu. Kuzguncuk’ta babasından kalma bir
eve sığındı, eşi ve çocuğu ile geçim sıkıntısı çekti. Ama boyun eğmedi. Kimseden bir şey
istemedi.
Derken “12 Mart 1971 Darbesi” geldi.
Talat Turhan, Bomba Davası’nın, Sabotaj Davası’nın ve akla gelebilecek her türlü
davanın en başta gelen sanığı olarak suçlandı. Tutuklandı. Erenköy’deki “Kontrgerilla” sorgu
evinde sorgulandı, yargılandı.
Bütün bu dönemlerde Talat Turhan bir an olsun eğilmedi, bükülmedi. İftiraları,
tertipleri, düzenleri, tuzakları tek tek göğüsledi. Binlerce sayfayı bulan savunmalar yaptı.
Savcıların; Çizmeci’lerin, Takkeci’lerin, Fırat’ların ve daha bilmem kimlerin ipe sapa gelmez
iddianamelerini didik didik etti. Ortaya Türk adalet tarihinin belki de en büyük savunmasını
koydu. Şemalar, grafikler, belgeler, yüzlerce cilt kitap, gazete kupürleri; klasörler dolusu
savunma…
Bu savunmaların tümünün özetini şöylece yapmak mümkündü ve Talat Turhan belki
binlerce kez yineleyerek yargı organları önünde bunu açıkça söyleyip yaptı:
“Sanık yapılmamın önde gelen nedeni, tam bağımsızlıktan yana olmam ve bu hedefe
ulaşmak için kavga verilmesini önermektir. Bu önerim ve niteliğim emperyalistleri rahatsız
ettiği için, onların yerli işbirlikçilerinin her türlü zulmüne tüm devrimciler gibi ben de hedef
oldum. Bu zulmün hesabı sorulacaktır. Türkiye mutlaka bir gün tam bağımsızlık hedefine, bu
ilkeye gönül vermiş güçlerin mücadelesiyle ulaşacaktır.”
Talat Turhan bunları söyledi. Bu söylediklerini belgeledi. Emekli bir askerdi, şerefli bir
askerdi, ne bomba ile ne sabotajla hiçbir ilişkisi yoktu. Bunu ispatladı. Aklandı…
Bu ciltler dolusu savunma, o 1971 sonrası günlerinin hayı huyu içinde ne basında
yeterince yer aldı, ne kamuoyunca yeterince duyuldu. Oysa, 1975’te yapılan bu savunma,
geçmişe olduğu gibi günümüze de, geleceğe de ışık tutacak nice gerçeği içeriyordu.
Bilinir sanılan nice bilinmez, bu dosyalarda, bu klasörlerde ve bir de yargılandığı
Sıkıyönetim Mahkemesi arşivlerinde yatıyordu. Yarının araştırmacıları bu dosyaları,
klasörleri, kısacası bu savunmayı elden geçirdiklerinde, Türkiye’nin bir döneminin tarihini
yazabilmek, tam bağımsızlık, gerçek Atatürkçülük kavgası verenlerin başlarına neler
gelebileceğini görmek ve göstermek imkânına sahip olacaklardır. Hem de belgeleriyle,
kanıtlarıyla. İddianameleri ve savunmalarıyla. Devlet arşivine girmiş belgeleriyle… Öyle
kafadan yazılmış anılar, şuraya ya da buraya çekilmiş hatıralar gibi değil, gününün sıcaklığı
içinde, o günlerin de havasını vererek ve duyurarak yapılmış capcanlı bir savunma içinde.
Talat Turhan, tümü belki on cilt tutacak bu savunmasının, salt giriş bölümü, politik
savunma bölümünü yayınlayarak, geleceğin tam bağımsızlık savaşçılarına, gerçek
Atatürkçülere en büyük hizmeti bütün ömrü boyunca olduğu gibi, son bir kez daha
yapmaktadır.
Bizim inanışımız bu. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu gerçek şövalyesi, candan ve
güvenilir dost, kardeş Talat Turhan’a bu çabasından ötürü, başarı dilemekten öteye elimizden
bir şey gelmediği için üzgünüz.
Selam olsun, tüm “tam bağımsızlıkçı” Türkiye özlemi ve kavgası ile yürekleri
yananlara. Selam olsun Talat Turhan’a.
(Bomba Davası’nın ilk baskısına yazılan sunuş)
XVIII. Bir Öykü…
Uğur Mumcu
Genç adam, pasaport kontrolünden sonra sigara almak için havaalanındaki free-shoplara
doğru yürümeye başlamıştı. Birden adının söylendiğini duydu. Geri döndü, karşısında sivil
giyinmiş iki kişi bulunuyordu.
“Savcılıktan aranıyorsunuz” dediler ve hemen koluna girip kapıya doğru yürümeye
başladılar. Genç adam, İsviçre asıllı eşine “Dilson Otel’de bekle ve babama da haber ver”
diyebildi.
Biraz sonra, havaalanının kapısında bekleyen mavi renkli Renault Station marka bir
arabaya bindirildi. Yanındaki sivil giyinmiş kişiler hiç konuşmuyorlardı.
Genç adam düşündü:
- Babam nasıl olsa duyar…
Götürüldüğü yer Harbiye binasıydı. Ancak ortada hiçbir asker kişi görmemişti. Bir
odaya götürüldü, odanın kapısı kapandı. Herhalde bir doktor odasıydı burası. Yatak yerine
hasta muayene yatağı vardı. Oda garaj tarafındaydı. Odanın tavana yakın penceresi sıva
harçları ile örtülüydü. Dışarısı pek görülemiyordu.
Genç adam altı gün bu odada kaldı. Adının Süleyman Mertsoy olduğunu söyleyen bir
sivil görevli yemek getiriyordu. Kendisine bir battaniye verilmişti. Akşam saat dokuzda da
görevli gelip ışığı söndürüyordu.
Okumak için gazete ve kitap istedi: Vermediler.
1 Ekim 1972 günü gözaltına alınmıştı. Ancak kimse kendisine tek bir soru bile
sormuyordu. 7 Ekim günü bir sivil cipe bindirilerek, Sultanahmet Meydanı’na götürüldü ve
orada kendisine ve babasına sövülerek serbest bırakıldı.
Genç adam, hemen kendisini otelde beklemekte olan eşini buldu. Birlikte Ankara’ya
gittiler. Eşi ile birlikte İsviçre’de yaşayan genç adam durumu babasına anlattı. Babası durumu
araştıracağını söyledi. Emirler verildi; ancak bir sonuç alınamadı. Daha sonra babası “Bu
konu üzerinde fazla durmamasını” öğütledi. Olay böylece kapandı.
Bu genç adamın adı Metin Gürler’di.
Babası, o günlerde Genelkurmay Başkanlığı’na atanan Orgeneral Faruk Gürler’di.
Orgeneral Gürler’in bir Çetin, bir Metin adında iki oğlu bir de kızı bulunmaktaydı. Büyük
oğlu Çetin, o tarihlerde, Gülhane Tıp Akademisi’nde doktor olarak görev yapmaktaydı.
Gürler’in küçük oğlu Metin de uzun yıllardır İsviçre’de yaşamaktaydı. Gürler’in kızı da genç
bir subay ile evliydi.
Metin Gürler 1 Ekim 1972 günü niçin gözaltına alındığını o gün bugün anlamış değildir.
O günlerde ünlü Ziverbey Köşkü’nde “Madanoğlu Davası” ile ilgili işkenceli sorgular
yapılmakta ve sorgulardan geçirilen asker ve sivil kişilerin ağızlarından “Faruk Gürler” adı
alınmaktaydı. “Bomba Davası” sanıklarından da zorla Gürler adı alınmaya çalışılmaktaydı.
Genel Kurmay Başkanı Gürler’in oğlu işte tam bu günlerde gözaltına alınıyor ve
kendisine ve babasına söverek serbest bırakıyorlardı!
Aynı günlerde Ziverbey Köşkü’ndeki bu sorguları izleyen Orgeneral Turgut Sunalp,
birkaç ay sonra Gürler’den makamını boşaltıp, cumhurbaşkanı olması için girişimlerde
bulunacak ve Gürler’in cumhurbaşkanlığı kulislerini yönetecekti.
Sanıklardan “Gürler” adının alındığı işkenceli sorguları izleyen Sunalp, birkaç ay sonra
aynı Gürler’in cumhurbaşkanı olması için çalışmaktaydı. Acaba, Ziverbey Köşkü’ndeki
sorgular ile cumhurbaşkanlığı kulisleri başlı başına soru işaretleri değil miydi? İşkenceli
sorgularda sanıklardan zorla Gürler adını alanların aynı Gürler için cumhurbaşkanlığı
kulislerine girmeleri neyle açıklanıyordu?
Neydi bu olayların üzerindeki giz perdesi?
Bu olaylar o gün bugün açıklanmış değildir.
Gürler’in küçük oğlunun o günlerde niçin gözaltına alındığı da bugüne dek açıklığa
kavuşmadı. Olayı bilenler de sustular, bilmesi gerekenler de Metin Gürler’den susmasını
istediler.
Uzun bir süredir nedenini araştırmaya çalıştığımız bu olayı bugün kamuoyunun
bilgisine sunuyor ve o günlerin Sıkıyönetim Komutanı Emekli Orgeneral Faik Türün’den,
Gürler’in küçük oğlu Metin Gürler’in “niçin gözaltına alındığını” açıklamasını istiyoruz.
Bir küçük öykü üzerinde duyarlı devlet görevlerinde bulunanların uzun uzun
düşünmeleri gerekir. Yarın ya da öbür gün yine bir olağanüstü dönemde de bir başka devlet
görevlisinin oğlu ya da damadı için benzer işlemler yapılabilir.
Eğer hukuk devletinin gerektirdiği açıklık bu olaya aydınlık getirmezse yanıtların hangi
süprizlerle dolu olduğunu kim bilebilir?
Evet kim?
(Cumhuriyet, 29 Kasım 1985)
XIX. Faik Türün’ün Alnındaki Damga!..
İlhan Selçuk
Aradan on yılı aşkın bir süre geçtiğinden yeni kuşaklar Faik Türün’ü bilmezler.
Sayın Faik Türün 12 Mart rejiminde İstanbul Sıkıyönetim Komutanıydı; emekli
olduktan sonra zamanın sermaye iktidarınca “Umum Mağazalar A.Ş.” yönetim kurulu
üyeliğine atandı. Sanırım şimdi de oralardadır.
İşte bu Faik Türün’ün anıları geçenlerde Tercüman gazetesinde “Kore’den 12 Mart’a”
başlığı altında yayımlandı. Yirmi gün süren bu dizi boyunca benim 14-15 yıl önceki
yazılarımdan seçilmiş parçalar da Türün’ün anıları arasına serpiştirildi. Acaba Umum
Mağazalar Yönetim Kurulu üyesi, anılarında neler söylemek istiyordu? Bu düzenlemenin
amacı neydi? Gazetede çalışan bir arkadaşıma dedim ki:
- Şu yazı dizisini kesip biriktirelim; bakalım Sayın Türün’ün yine ne derdi var?
Geçen Pazar bir fırsat bulup “Kore’den 12 Mart’a” dizisini okudum; gördüm ki Sayın
Türün bir araba laf etmiş; kendisini hem övüyor, hem savunuyor ve özetle diyor ki: Ben
İstanbul Sıkıyönetim Komutanıyken kanun yolundan ayrılmadım; kimseye işkence
yaptırmadım; işkenceci değilim.
Acaba doğru mudur?
Sayın Faik Türün’ün kendisine emanet edilen görevi kötüye kullanarak 12 Mart
döneminde Erenköy’deki Zihni Paşa köşkünü (bir adı da Ziverbey köşküdür) işkencehaneye
çevirdiği ne yazık ki bir gerçektir. O zaman bu konu üzerine yürüyen arkadaşımız Cüneyt
Arcayürek’in “işkence, pranga, zincir, gözleri bağlı sanıklar”a ilişkin soruları karşısında Sayın
Faik Türün’ün 8 Şubat 1974 günlü Hürriyet gazetesinde yayımlanan itiraflarından altını
çizdiğim satırları aktarıyorum.
Sayın Türün diyor ki:
- Pranga doğru; ama (sanıklar) adım atabilirdi. Ben Erenköy’de köşkte yapılan sorguda
bulundum. Evet, gözlere bant koyuyorlardı. Gördüm bunu. Tedbirdi. (Sanığın) kendisini
sorguya çekeni tanımaması için tedbirdi. (Sorgucular) bana bağlı Erenköy’de sorguya
katılıyorlardı. Biz bunlara EBU diyoruz. EBU, yani ‘Esas Bilgi Unsurları’. Emrimde bulunan
General Memduh Ünlütürk soruşturmayı heyetle birlikte yürütüyordu. Orada küçük odada
İlhan Selçuk’un saçları kesildi.
29 Mayıs 1974 günlü Milliyet’te yayımlanan itirafında da Sayın Türün, yaptırdığı
işkencelerin boyutlarını şöylece küçültmeye çabalıyor:
- İşkence denilen hareketin ekseriyetle tabana vurulan birkaç sopa ve tokattan ileri
gitmediğini gördüm.
Sayın Faik Türün, emekliye ayrıldıktan sonra 1975 ara seçimlerinde sağcı bir partinin
senatör adayı olarak İstanbul halkının karşısına çıktı. O günkü gazete koleksiyonları
incelendiğinde neler görülür? İstanbul halkı Sayın Türün’ü “katil, işkenceci, sermayenin
adamı” diye karşılamıştır. (Cumhuriyet 24 Eylül 1975). Türkiye Gazeteciler Sendikası
Başkanı 26 Eylül 1975’te yayımlanan açıklamasıyla Türün’ü kınayarak “birçok arkadaşımızın
yüzünde acı işkence izleri halen durmaktadır” demiştir. Türün, İstanbul’da konuşturulmamış;
işkencecilerin başı olarak sergilenmiş; seçimi kazanamamış; Umum Mağazalar Şirketi’nin
yönetim kurulu üyeliğine geri dönmüştür.
Ben 12 Mart döneminde iki kez tutuklandım. Sayın Türün’ün komutanlığındaki askeri
mahkemelerde yargılandım. Birinci davam “Tanzimat Kafası” adıyla ünlendi. İkinci dava
“Madanoğlu Davası” diye anılır. Her ikisinden de beraat ettim.
Peki, Tercüman’da yayımlanan Türün’ün anıları arasına neden benim eski yazılardan
parçalar serpiştirildi?
Çünkü Sayın Türün’ün emriyle 17 Kasım 1972’de Ziverbey Köşkü’ne götürüldüm; 30
gün işkence tezgahından geçirildim; bunu mahkemede belgeleriyle kanıtladım; beraat kararına
da bu kanıtlar, benimsenerek geçirilmiştir. Faik Türün, benim o köşke nasıl girip çıktığımı
çok iyi bilir.
Benim alnımda hiçbir suçun damgası yoktur; ama Sayın Faik Türün’ün alına işkenceci
damgası vurulmuştur.
İşkence en tiksinti verici insanlık suçudur ve bu damganın yıllarca sonra yayımlanan
fasa fiso anılarla silinmesi de olanaksızdır.
(Cumhuriyet, 8 Ocak 1986)
Belge XX. Talat Turhan’ın Nazlı Ilıcak’a Mektubu
“Sermayenin değil emeğin yanındayım. Bu nedenle 27 Mayıs ilkelerini benimsiyorum.”
Sn. Nazlı Ilıcak, size posta ile paket gönderen çevrelerin (!) dokümanlarını kendi üslup
ve taktiğiniz içinde “12 Mart Cuntaları” başlıklı bir yazı dizisi ile topluma mal etmekle
adalete ışık tuttunuz.
Sorgulama devletin yasal kuruluşları tarafından yapılır ve hazırlık soruşturmasının
tamamlanması için savcılığa gönderilir, Bu nedenle sorgulayıcıların ifade saklama gibi bir
yasal hakları bulunmamaktadır. Bu durumda, alındığı tarihten 12-13 yıl sonra size posta ile
gönderilen bu ifadelerin alınma amacı ne idi sorusu kendiliğinden gündeme gelmektedir.
Çünkü bu ifadelerin mahkemeye getirilerek kesin bir hesaplaşma ve doğru bir yargılama
yapılmasını sürekli isteyen bir kişiyim... Bunun yanında, bu ifadeleri As. Savcılığa
göndermeyenler “adaleti yanıltmak” suçunu da işlemiş olmaktadırlar.
Kimdir bu kişiler? Ziverbey Köşkü’nün meşhur sorgulayıcıları...
Ne yapmak istiyorlardı, kimin adına ne için çalışıyorlardı? Türünler, Ünlütürkler, Kel
Eyüpler, Hiramlar, Balcılar daha niceleri...
Tüm bu soruların yanıtlarını sizin gibi yıllarca sonra değil de (!) “El yazısı” itirafları
anında eline geçiren bir siyasî partinin yetkilileri ve bazı basın organları kuşkusuz bugün en
iyi yanıtlayabilecek durumdadır. Ama dün işkencecilerle işbirliği yapan bu zavallılar, bugün
demokrasi kahramanı diye topluma kendilerini yutturmaya çalışıyorlar.
Yargılandığım Bomba Davası iki yönlü oluşturulmuştu.
Bunlardan birincisi, “Devrimci Şiddet Eylemleri”, diğeri ise “Cuntasal Çalışmalar”a
katılmak idi.
Şimdi ikinci grubu bir yana bırakarak izninizle, birinci, yani “Devrimci Şiddet
Eylemleri”nden söz edelim.
1. Bölüm
Bu savlar üç grupta toplanabilir. 1-Taksim Soygunu Savı, 2-Dinamit, Bomba Olayları
ve Sabotaj Savı, 3-Boğaz Köprüsünü Havaya Uçurmayı Tasarlamak Savı
Kabul edeceğiniz gibi yargılama bir süreçtir. Yöntemleri Ceza Muhakemeleri Usul
Yasalarında gösterilmiştir. Buna göre; yargılama iddianamede ileri sürülen savlarla başlar,
mahkemenin kesin hükmü ile son bulur.
Diyebiliriz ki kesin hüküm güneş ise, sav ay’dır. Güneş ışığı nasıl ki ayın görülmesini
engellerse, hak, hukuk, adalet kavramlarına inanan, “hukukun üstünlüğü” ve “yargının
bağımsızlığı” ilkelerine saygılı olanların kesin hükümden sonra sav’a dönmemeleri gerekir.
Birçoğu mahkeme önüne getirilmemesi nedeniyle yasal diğeri bulunmayan “Ziverbey
ifadelerini” size gönderen köstebekler eğer “Gerekçeli Hükmü” de birlikte göndermiş
olsalardı, kuşkusuz yazı dizinizde gerçekçi olabilmek için, bu konuya da yer verirdiniz.
Nitekim birçok yerde sanıkların işkence altında ifade verdikleri için itiraflarını mahkeme
önünde kabul etmediklerini belirtiyorsunuz.
Benim bu açıklama ile amacım gerçeğin ortaya çıkmasına yardımcı olmaktır.
Çünkü mahkeme kararı ile “Devrimci Şiddet Eylemleri” ile ilişkili bulunmadığımız
yazılanların aksine ortaya çıkmış bulunmaktadır.
1-Taksim Soygunu Savı
Bu sava ilişkin gazetenizde yayınlanan, “bir önemli şahsın” “yarım kart”a ilişkin
açıklaması ve sizin aynı tarihli gazetede “Cunta ve Terör Olayları” başlıklı yazınız, Numan
Esin’in “Ziverbey ifadesi”, Askeri Yargıtay’ca onanmış mahkeme kararı ile
doğrulanmamaktadır. Bu konudaki 1. Ordu Komutanlığı nezdindeki 2 Numaralı Sıkıyönetim
Askerî Mahkemesi’nin 5 Aralık 1975 gün ve Kayıt No. 1975/2024 Esas No: 1975/4, Karar
No: 1975/8 numaralı kararını aşağıya çıkarıyorum:
Sahife: 66-67
“İddianamede sanıklardan Adnan Çakmak, Rafet Kaplangı ve Talat Turhan’ın
Taksim’deki Osman Çelenk’in yazıhanesinde yapılan soygun olayında da eylemleri
bulunduğu sanık Adnan Çakmak’ın Muzaffer Yılmaz’la görüşerek soygun yapılabilecek
yerleri ondan öğrenip, Adnan Çakmak’ın Muzaffer Yılmaz’dan alınan imzalı ikiye bölünmüş
bir kartı Rafet Kaplangı vasıtasıyla Talat Turhan’a gönderildiği, Talat Turhan’ın da bunu İrfan
Solmazer’e vererek onun da Erkan Dirik vasıtasıyla gerekli kişilere yolladığı iddia edilmekte.
Esas Hakkında Mütalaa’da bu husus tekrarlanarak böylece sanıkların örgüt için para temin
ettikleri iddia olunmaktadır.
Taksim’deki bu soygun olayı soygunu yapan kişilerle ilgili olarak 84 sanıklı dava adı ile
anılan ve İstanbul Sıkıyönetim 1 No.lu As. Mahkemesi’nde görülen dava sonunda karara
bağlanmış ve bu davada sanık olarak gösterilen Rafet Kaplangı ile İrfan Solmazer’in yukarıda
anlatılan kartvizit alma ve götürme eylemleri sabit görülmeyerek beraatlarına karar verilmiş
olup 1 No.lu Sıkıyönetim Askerî Mahkemesi’nce verilen bu beraat kararı Askerî Yargıtay’ca
da tasdik edilmek suretiyle kesinleşmiştir.
Bu bakımdan görülmekte olan bu davada aynı eylemlerinden ötürü Rafet Kaplangı
hakkında yeniden bir davanın açılması araya sanık Talat Turhan’ın da ithal edilerek yeniden
dava konusu edilmesi kesin hüküm fikrine aykırı görülmüştür. Zira ilk defa kartı getiren kişi
ile son defa kartı alan kişilerin bu fiillerinin sabit görülmeyerek beraat etmiş olmaları ve bu
beraat kararlarının kesinleşmiş olması karşısında bu hususun bu kesin karar bulunduğu
müddetçe yeniden dava konusu olamayacağı kanısına varılarak iddianamedeki hususların
hükümsüz olması gerekeceği açıktır. Bu nedenle bu konuda, hükümde ayrıca bir tartışmaya
girilmeye lüzum görülmemiştir.”
Sahife: 66-67
“Sanıklardan Rafet Kaplangı, Talat Turhan, Adnan Çakmak haklarında iddianamede
Taksim’de Osman Çelenk isimli şahsın yazıhanesinde yapılan soygun olayına iştirakleri
nedeniyle de dâva açılmış ve Esas Hakkındaki Mütalaa’da bu yolda tatbikat yapılması talep
edilmiş ise de; bu olay nedeniyle İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 1 No.lu Askerî
Mahkemesi’nde daha evvelce de dava açılmış olup bu davada varılan neticeye göre Muzaffer
Yılmaz’ın imzalayıp yarıya böldüğü kartın ortada olmayışı ve Rafet Kaplangı’nın bu kartı alıp
ilgili kişilere götürülmesindeki fiilin sabit görülmeyerek beraatlarına karar verildiği ve Askerî
Yargıtay’ca da tasdik olunarak bu hükmün kesinleştiği yine aynı dâvada Rafet Kaplangı’nın
aldığı iddia olunan bu kartın verildiği iddia edilen irfan Solmazer’in de beraat edip hükmün
kesinleştiği nazara alındığında bu olay nedeniyle bu dâvada yeniden söz edilmesinin kesin
hüküm görüşüne aykırı bulunması nedeniyle bu hususta açılan dâvanın hükümsüzlüğüne.”
Sayın Ilıcak, bu kesin hükme karşın, 1 Nisan 1986 günkü “Cunta ve Terör Olayları”
başlıklı yazınızda:
“Görüldüğü gibi cunta faaliyetlerinin yanı sıra, bazı terör olayları da cunta mensuplarına
mal edilmek istenmiş ama hakikatin meydana çıkmasına fırsat kalmadan af gelmiştir.
Sanıkların her biri mahkemeye çıkınca, Ziverbey’de verdikleri ayrıntılı ifadeleri reddetmişler
ve mesele bu şekilde ortada kalmıştır” diyebiliyorsunuz.
Oysa ben, sorunun ortada kalmaması ve bu hesaplaşmanın sonuna kadar götürülmesi,
gerçeklerin aydınlanması, insanlık şeref ve onuruna umursamaza içinde saldıranların
maskelerini düşürmek için, 1974 Affı çıkmazdan önce mahkemeye bir dilekçe vererek Af
Yasası’ndan yararlanmak istemediğimi bildirdim. Bu dilekçenin fotokopisini sizi
aydınlatmamda yararı olur umudu ile gönderiyorum.
Bunun yanında, eğer Gürler-Batur’un cunta kurduklarına ilişkin sav doğru ise, ne zaman
aşımına uğramıştır, ne de af kapsamına girmiştir.
Çünkü sav tümü ile TCK 146/1’e girecek nitelikte olduğu için, bu hesaplaşma bugün de
yapılabilir.
Muhsin Batur’un yazdıkları, ondan sonra bu konuda yazılanlar ve sizin yayınladığınız
“Ziverbey ifadeleri” ilgili ve yetkili organları harekete geçirmeli ve bu hesaplaşma
yapılmalıdır. Ya Gürler-Batur ve ekibi suçludur ya da onların aleyhinde tertip düzenleyenler.
Her iki tarafın da suçunun TCK 146/1 içinde düşünülmesi gerekir. Ve de bu madde, 1803
sayılı Af Yasası kapsamı dışındadır.
Ben, bu konuda 1975 yılında mahkemede yaptığım savunmada sizden de ileri giderek,
eğer 12 Mart yargılanıyorsa Muhtıracı dört generalin suçunun TCK 147. maddesine gireceğini
öne sürmüştüm. Bu madde varken Tağmaç’la Eyiceoğlu’nun muhtıradaki sorumluluklarını
göz ardı etme çabaları boşunadır.
Ancak sizin de belirttiğiniz gibi, “mesele örtbas edildi.” O zaman “yasa önünde eşitlik”
ilkesinin nerede kaldığını sormak hakkımız değil mi?
2-Dinamit, Bomba Olayları ve Sabotaj Savı
Bizlerden daha üst düzey örgüt üyesi olduğu iddia edilen asker ve sivil kişiler ellerini
kollarını sallayarak dışarıda gezerken bizler neden iki yıl içeride kaldık ve yargılandık?
Bu sava ilişkin olarak gazetenizde yayınlanan “Tersane-İş’ten Askeri Cunta’ya” başlıklı
yazının ilgili bölümü, 24 Mart 1986 günkü gazetede yayınlanan dipnottaki “Talat Turhan’ın
adı sabotaj ve soygun olaylarına karışmıştır” şeklindeki açıklama, dinamitle ilgili dipnotunuz,
Numan Esin’in dinamite ilişkin “Ziverbey ifadesi” de Askeri Yargıtay’ca onaylanmış
mahkeme kararıyla doğrulanmamaktadır.
Yukarıda tarih ve sayısını verdiğim mahkeme kararının ilgili bölümünü aşağıya
çıkarıyorum:
a-Dinamit Alışverişi Savı:
Sahife: 48-49
“İddianame ve Esas Hakkındaki Mütalaa’da bomba imalinde kullanılmak ve patlatılmak
üzere iki defa da Numan Esin’in dinamit temin ettiği ve bunlardan ilk partisini sanık Hasan
Yalçınkaya’nın komutanı bulunduğu levazım taburuna götürerek oradan Hasan Yalçınkaya’ya
teslim ettiğini, ikinci partide ise Hasan Yalçınkaya’nın emekli olduktan sonra işletmekte
olduğu lokantaya götürüp orada teslim ettiği iddia olunmaktadır.
Bu konuda sanıklardan Numan Esin ile Hasan Yalçınkaya’nın polis ifadelerinde ikrarlar
mevcut ise de aynı sanıklar Askerî Savcılık’taki sorgularında da aynı konuyu kabul
etmemişlerdir.
Ayrıca duruşmada bu konu ile ilgili olarak tanık sıfatıyla dinlenen Hasan
Yalçınkaya’dan sonra Lv. Tb. K.’lığını deruhte eden Lv. Alb. Nusret Altın yeminli beyanında
4 Temmuz 1970 tarihinde Tabur Komutanlığı’nı Hasan Yalçınkaya’dan devraldığını, Tabur
K.’lığı süresince Numan Esin’in tabura hiç gezmeye gelmediğini, Hasan Yalçınkaya’nın ise
birkaç defa öğle saatlerinde tabura gezmeye geldiğini ve konuşmalarında Hasan
Yalçınkaya’nın Numan Esin ile teması olduğuna dair ve ondan dinamit vesaire aldığına dair
bir şey bahsetmediğini Tabur Komutanı odasında sicil dosyalarının muhafaza edildiği bir
çelik dolabın bulunduğunu ancak bunun küçük bir dolap olup 50-60 kilo dinamiti alacak
büyüklükte olmadığını ayrıca odada bir de brifing dolabının bulunduğunu bu dolabın da bu
kadar dinamiti alamayacağını beyan ettiği anlaşılmaktadır.
Hasan Yalçınkaya’nın polis ifadesinde bu dinamitlerin Numan Esin tarafından
kendisine 1970 yılı Ağustos ayında getirildiğini beyan etmekte, Numan Esin ise polisteki
ifadesinde dinamitlerin 1972 yılı Haziran ayında götürüldüğünü söylemektedir. Bu iki ifade
arasında götürme tarihi bakımından bir beraberlik olmadığı gibi, tanık Nusret Altın’ın
ifadesinden de anlaşılacağı üzere Tabur Komutanlığı’nı temmuz ayında devraldığına göre
Hasan Yalçınkaya’nın dinamitleri teslim aldığını belirttiği tarihte Tabur Komutanı olmadığı
ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan gerek sanık Hasan Yalçınkaya ve Numan Esin’in Askerî
Savcı huzurundaki ifadelerinde bu konuyu kabul etmemiş olmaları gerek her iki sanığın polis
ifadesindeki yukarıda belirtilen çelişkiler, gerekse tanık beyanları karşısında sanık Numan
Esin’in Hasan Yalçınkaya’nın taburuna dinamit götürdüğü hususu sabit görülmemiştir.
Keza yine bu sanıkların polis ifadelerinde Numan Esin’in bir kere de Hasan
Yalçınkaya’nın çalıştırdığı lokantaya götürüp, dinamit teslim ettiği yolundaki beyan da bu
beyanı doğrular mukni (inandırıcı) bir delilin elde edilemeyişi nedeniyle sabit ve kabule değer
görülmemiştir.”
O halde benden alınıp başkasına götürülen, ya da benden alınıp bana geri döndürülen (!)
bu dinamit iftirası neden yapılmıştır?
Sn. Ilıcak dikkatlerinizden kaçmış olacak yayınladığınız “Ziverbey ifadelerinin” bu
bölümüne, 6 Mayıs 1973 tarihli Tercüman’da yayınlanan bir haberde yer verilmiştir.
“...Patlamalarda kullanılan dinamitin de bir Levazım Albayı’nca temin edildiği
açıklanmıştır.
Askerî Savcı patlamalarda kullanılan dinamitin çoğunluğunun sonradan emekliye
ayrılan Levazım Albay H.Yalçınkaya tarafından örgüte teslim edildiği de belirtilmiştir.”
Nasıl olmuşsa bu haberin gazetenizde yayınlandıktan 12 gün sonra alınan Hasan
Yalçınkaya’nın 18 Mayıs 1973 tarihli Ziverbey ifadesine dinamit suçlaması da katılmıştı.
Bana ilginç gelen bu rastlantının araştırılması için soruşturmanın genişletilmesi evresinde
yetkili organlara 18 Temmuz 1973 günü bir dilekçe vererek sorgulayıcılarla gazeteniz ve
Askerî Savcı arasında bir ilişki bulunup bulunmadığının saptanılmasını istedim.
Tüm diğer dilekçelerimde olduğu gibi bu başvurum da yanıtsız bırakıldı.
Ziverbey Köşkü’nün yetenekli sorgulayıcıları (!) Askerî Savcı’nın iddianamesindeki
suçlamaları desteklemek için “istimi arkadan gelme” ifadeler alarak adalete hizmet
ediyorlardı. Bugün bu savın gerçek olmadığı kanıtlandığına göre, bu tertibi düzenleyenlerden
kim hesap soracak?
Af yasasının kimler için çıkarıldığı herhalde bu somut örnekle daha da anlaşılır hale
gelmektedir.
b-Bomba Olayları Savı:
Bomba olaylarına gelince de bu konuda da tarih sayısını belirttiğim İstanbul
Sıkıyönetim Komutanlığı 2 No.lu Askerî Mahkemesi’nin Gerekçeli Hükmü’nün ilgili
bölümlerini aşağıya çıkararak yazı dizinizin bu konudaki kısmının da gerçek olmadığını
kanıtlamış oluyorum.
Sahife: 59
“Hükmün yukarıdaki bölümlerinde açıklandığı üzere cuntasal bir faaliyet içerisinde
olup bu maksatla bir araya gelmiş bu sanıklar grubunun mevcudiyeti yanında hükmün bundan
sonraki bölümünde ele alınıp izahına çalışılan ve İstanbul’da bilhassa 1972 yılı Nisan ve
Mayıs aylarında şehrin muhtelif yerlerinde patlamalar yapan bir sanıklar grubunun
bulunduğu, ancak patlamaları yapan sanıklardan büyük bir bölümünün cuntasal faaliyet
içerisinde olan sanıkları tanımadıkları dahi açıklanmıştır. Bu sanıklar kovuşturmanın hiçbir
safhasında Dr. Memduh Eren, Talat Turhan veya başka bir sanıktan bomba patlatmaları için
bir emir ve talimat almadıklarını da ifade etmektedir.
Sahife: 56-60
“Şu hale göre sanıkların suç ve vasıflarını tayin ve tespit ederken cuntasal faaliyet
içerisinde bulunan sanıklar ve şehrin muhtelif yerlerinde patlamaları yapan sanıkların ayrı ayrı
mütalaa edilmeleri zarurî görülmektedir. Zira cuntasal faaliyet içerisinde oldukları iddia
olunan sanıkların aldıkları karar gereğince bu patlama olaylarını diğer sanıklara yaptırdıkları
iddiası subuta ermemekte dosya içerisinde mücerret bir iddia olarak kalmaktadır”
Sahife: 61-62
“Hükmün ilk kısmında durumları ele alınan ve cuntasal bir faaliyet içerisinde oldukları
belirtilen sanıkların cebri bir eylemlerinin tespit edilemediği ve ayrıca bomba patlatan kişiler
ile temasta bulunmadıkları en önemlisi onlara bu konuda emir ve direktif vermedikleri,
azmettirmedikleri bunları gösterir dosyada yeterli ve mukni delilin bulunmadığı
belirtilmiştir.”
Sahife: 67
“Mahkemece varılan kanaate göre bu sanıklar gibi diğer sanıklar Talat Turhan, Memduh
Eren, Fevzi Özkaya.... Hasan Yalçınkaya, Numan Esin, E. Ertekin, Adnan Çakmak’ın da
patlamalar için dinamit vesaire temin ettikleri veya bu patlamaları yapanları azmettirdikleri
yolunda dosyada yeterli delil bulunmaması nedeniyle...”
c-Sabotaj Savı:
Sn. Ilıcak, 12 Mart 1986 günü gazetenizde yayınlanan “Tersane-İş’ten Askerî Cuntaya”
başlıklı yazınızda:
“Kültür Sarayı yangını, Marmara gemisi ve Eminönü vapurunu batıranların itirafları asıl
büyük hazırlığı yapanları ele verdi” dedikten sonra olaylarla irfan Solmazer arasında irtibat
kuruyor ve Solmazer’i, Kabibay cuntasına bağlıyorsunuz. Bundan sonra “Bomba olayı da
Talat Turhan ve Numan Esinle irtibatlandırıldı” dedikten sonra “Rafet Kaplangı, Talat
Turhan, Celil Gürkan’ı tanırlar arada toplantılar düzenlerlerdi. Böylece zaten birbiriyle
irtibatlı olan cunta mensuptan Ziverbey’de peş peşe sorguya alındılar” diye yazıyor ve bir
başka yerde “Ziverbey Köşkü’nde alınan... el yazısı itiraflarda, Batur ve Gürler’in cuntacı
faaliyetleri açık seçik belli oluyor... Bu itiraftan bir iftira olarak kabul etmek mümkün
değildir” şeklinde bir kanıya ulaşıyorsunuz. Bu açıklamalarınız bir yönü ile çok önemlidir
çünkü “Ziverbey ifadelerinin varlığını kabul ederek ve bunları yayınlayarak bu ifadelerin
polis ifadeleri olduğunu iddia eden tüm Askerî Savcıları ve hatta mahkeme kararlarını
yadsımış oluyorsunuz.
Ben de 1973 yılından bu yana “polis ifadeleri”nin Ziverbey Köşkü’nde alındığını iddia
ederek sayısız başvurularda bulunmuş fakat hiçbir makamdan yanıt alamamıştım. Savımı
doğrulayan sizin gibi değerli bir tanık bulduğum için size teşekkür borçluyum. Ziverbey
ifadelerine emniyet ifadesi diyenleri de tarih önünde suçluyorum. Eğer sizi yadsımazlarsa.
Sabotaj davaları bilindiği gibi, “Bomba Davası”ndan bağımsız olarak “Sabotaj Davası”
adı verilen bir davaya konu yapıldı. Bu davada idam istemiyle yargılanan 22 sanığın tümü
beraat etti. Her ne kadar, Bomba Davası sanıklarından Av. Vahap Mutlugün ile Av. Nuri
Yazıcı aynı zamanda “Sabotaj Davası” sanıkları arasına katılarak bu iki dava arasında bir
ilişki kurulmaya çalışılmış ise de, alınan beraat kararı karşısında, bu girişim sonuçsuz kalmış
olmaktadır. Yazınızda belirttiğiniz gibi: “Kültür Sarayı yangını, Marmara gemisi ve Eminönü
vapurunu batıranların itirafları asıl büyük hazırlığı yapanları ele verdi” kanısı da zaman
açısından olanaksızdır.
Şöyle ki:
Bomba Dâvası soruşturması 10 Mayıs 1972 günü başlatılmış ve üçüncü evresinde
gözaltına alınan sanıklar 4 Temmuz-1 Ağustos 1972 günleri arasında Zihni Paşa Köşkü’nde
sorgulanmış ve Gürler-Batur-Kayacan’ı suçlayan fakat ortaya çıkarılmayan ifadeler
oluşturulmuştur. Daha sonra da 5 Ağustos 1972 günü bir sanıktan bu kişileri suçlayan ve yasal
değeri olan, iki savcı tarafından bir ifade alınmıştır.
Oysa çoğu Tersane-İş Sendikası mensuplarından oluşan Sabotaj Davası soruşturması
Turgut Sunalp’ın açıklamasıyla 10 Ağustos 1972 günü başlamıştır. Ancak bu dava sanıkları
arasına İrfan Solmazer’in katılmak istenmesi, Tersane-İş Sendikası’yla sabotaj olayları
arasında, sabotaj olaylarıyla cunta arasında bir ilişki kurulması için karine bile olamaz. Kaldı
ki “Sabotaj Davası” için verilmiş beraat kararı bulunması tüm bu benzetmeleri geçersiz
kılmaktadır. Ama bir Turgut Sunalp, bugün bile “Sabotaj Davası’nın sanıkları için “suçlu
olduklarına inanıyorum” diyebiliyorsa siz de böyle yazabilirsiniz. Ancak hiçbir kanının “kesin
hüküm” üzerinde bir değer taşımadığı da bir gerçektir.
3-Boğaz Köprüsü’nü Havaya Uçurmayı Tasarlamak Savı:
Bu sava ilişkin olarak gazetenizde yayınlanan yazının ilgili bölümü, 4 Nisan 1986 tarihli
yorumunuz, Numan Esin’in “Ziverbey ifadesi” ve bu itiraflara eklediğiniz dipnot ve konuya
ilişkin “Ziverbey ifadem” Askerî Yargıtay’ca onaylanmış mahkeme kararı ile
doğrulanmamaktadır. Alınan kararın ilgili bölümünü aşağıya çıkarıyorum:
Sahife: 63
“İddianamede bir grup sanıkların özellikle E. Ertekin, Talat Turhan, Memduh Eren ve
Numan Esin’in aralarında konuşarak Boğaz Köprüsü’nü uçurmayı konuşup planladıkları iddia
edilmekte ise de bu konu E. Ertekin’in polis ve Askerî Savcılık ifadelerinde kabul edilmesine
rağmen, diğer sanıklar Askerî Savcılık huzurundaki ifadelerinde bu konuyu kesinlikle
reddetmiş olmaları ve esasen ortaya konulmuş böyle bir eylemin bulunmayışı karşısında
iddianamedeki bu iddia mevcut delillere göre subuta ermemiş bu bakımdan bu grup sanıkların
ortaya koydukları kesin bir eylem subut bulmamıştır.”
Bu hükme karşın, iddiaya geri dönerek kişiler hakkında kamuoyunda kuşku yaratmak
sanırım basın ahlâk kuralları ile de bağdaşmaz.
II. Bölüm
Cunta Savı
Bomba Davası sanıkları iki gruptan oluşuyordu. Birinci grupta “Cuntasal çalışmalarda
bulunduğu iddia edilen sanıklar, ikinci grupta ise “Devrimci Şiddet Eylemleri”ne katılan
sanıklar bulunuyor ve bu iki grup arasında sava göre, ilişki bulunuyordu... Açıkladığım
mahkeme kararı, bu savların gerçek olmadığını ve “Devrimci Şiddet Eylemleri”yle ilişkim
bulunmadığını kesinlikle göstermektedir.
Ne var ki, Bomba Davası’nın cuntasal bölümü bir aysberg gibi idi. Dâvaya getirilen ben
dahil 23 sanık aysbergin su üstünde kalan kısmını oluşturuyorduk. Ama Gürler-BaturKayacan’ı kapsayan yüzlerce general ve subay aysbergin su altındaki bölümünü oluşturuyor
ve koşullar elvermediği için mahkemeye getirilemiyordu. Bu konuda bazı girişimler yapılmış
ve sonuçta Askerî Savcı Esas Hakkındaki Mütalaâsı’nda Gürler’i cunta başı, Batur ve
Kayacan’ı cunta üyeleri olarak suçlamıştı. Ama bu kişiler sizin de yazı dizinizde açıkladığınız
nedenlerle davaya getirilememişti.
Her ne kadar iddianamede bizlere istenen ceza TCK 146/1 ise de, bu kişiler davaya
getirildiği takdirde TCK 146/3 alınmamız gerekecekti.
Nitekim Askerî Savcı Esas Hakkındaki Mütalaası’nda bu madde ile cezalandırılmamı
istiyordu. Ortaya hukuksal açıdan ilginç bir örnek çıkmıştı. Çünkü asli fail olmadan fer’i
fiilden söz etmek olanaksızdı. Bunun dışında, vatandaşların “yasa önünde eşitlik” ilkesi ağır
ölçüde ihlal ediliyordu. Bu koşullar içinde, “Bomba Davası” sanıklarından ben ve Hasan
Yalçınkaya “Affı Reddetme” dilekçesi vermiştik.
Çünkü 8 Haziran 1973 günlü duruşmada:
“9 Mart günü (1971) Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne mensup 50 yüksek rütbeli subay ihtilâl
karan almıştı. Ben bu kararın içinde yoktum. Ancak kabul edilse idim tereddütsüz girerdim.
Zira beni sivil diye almadılar. Şimdi bu şekilde 50 subay ihtilâl kararı aldığına göre, sayın
savcının bu 50 subayı buraya getirmesi gerekir. O takdirde ben onların yanında hesap
vermeye itiraz etmem ve bu yapılmadan adaletli, hukukî, kanunî bir yargılama yapılamaz”
diyerek bu konudaki kesin tavrımı koymuş ve savunmamda da 9 ve 12 Martçı olarak
nitelenen bu kişileri ve cuntacılığı eleştirmiştim.
Bu dönemde nasıl olmuşsa hukuksal yönden geri dönüş sayılmasına karşın, sanığın
“Affı Reddetme Hakkı” elinden alınmış ve bu husus “Bomba Davası” Gerekçeli Hükmüne
yansıtılmıştı.
Sahife: 65-66
“Bazı sanıklar haklarında Af Kanunu’nun tatbik olunmamasını talep etmekte iseler de af
kanunlarının amme nizamına taalluk edip öncelikle tatbikinin usul yasaları gereğince gerekli
olması ve Af Kanunu’nun tatbik edilmesi hakkında Af Kanunu’nda sanıklara bir seçim
hakkının tanınmamış olması sebebiyle sanıkların bu talep ve müdafaalarına da uyulması
mahkemece imkânsız görülmüştür.”
Askeri Yargıtay Başsavcılığı 1803 sayılı Af Yasası’nın, aftan faydalanmamaya yer
verilmemesini Anayasa’ya aykırı bulmaktadır.
Bu durumda mahkeme ne yapabilirdi?
Suç vasfındaki değişiklik gerekçesiyle suçun TCK 171/2’ye girebileceği kabul edildi ve
dava af kapsamına alınarak ortadan kaldırıldı.
Gerekçeli hüküm sahife: 62-63
“Sanıkların mevcut iktidarı iş başından uzaklaştırmak gayesiyle hareket ettikleri, bu
maksatla muhtelif yerlerde ve zamanlarda toplantılar düzenledikleri ve ordunun işe
müdahalesi halinde uygulanacak Anayasa taslağını hazırlayıp müzakere edilmesinin
anlamının da sanıkların TCK’nın 146’ıncı maddesinde belirtilen suç yönünden ittifak etmiş
olmuş olmalarını göstermektedir.
Ancak sanıkların bu ittifak çerçevesi içerisinde bir eylemlerinin bulunmayışı nazara
alınarak bu grup sanıkların fiillerinin iddianamede ve esas hakkındaki mütalaada belirttiği
üzere TCK’nın 146’ıncı maddesinde belirtilen suça dönüşmediği ancak TCK’nın yukarıda
belirtilen ve unsurları yazılan gizli ittifak derecesinde kaldığı kanısına varılmaktadır.
...hükmün ilk kısmında ele alınan sanıklardan hangilerinin bu ittifak içerisinde oldukları
hangilerinin olmadıkları veya bu ittifakın kendiliğinden ortadan kalkıp kalkmadığı
hususlarının hükümde tartışılmasına bu durumda sanıklar hakkında açılan davanın af kapsamı
nedeniyle ortadan kaldırılması gerekeceğinden üzerinde durulmamış ve hüküm de tartışma
konusu yapılmamıştır.”
Sahife: 67
“Esas Hakkındaki Mütalaada olaylara karıştıkları iddia olunan diğer kişiler hakkında
suç ihbarı yapılması hakkındaki talep ise uygun görülen suç vasıfları itibariyle fiiller Af
Yasası şümulünde görülmekte bu konuda karar almaya mahal olmadığına” karar verilmiştir.
Görüldüğü gibi mahkeme, Af Yasası’na dayanarak davanın Cuntasal Yönü’nü
yargılamaktan kaçınmıştır.
Kuşkusuz bu kararı kabul etmemiz olanaklı değildi. Müdafilerim davayı bir anlamda
aleyhime temyiz ettiler. Çünkü suç konusunun TCK 146/1 olduğunu iddia ediyorlardı. Bu
madde af dışı olduğu için Askerî Yargıtay önüne benim için “Affı Kabul Etmeme”
dilekçemde olduğu gibi ya idam ya beraat seçeneklerinden birini koyuyorduk. Eğer istemimiz
kabul edilse idi ve sonuçta idam kararı verilip onansa idi, aftan yararlanacaktım ki onu da
istememiştim. Zorunlu olarak cezam müebbet hapse dönüştürülecekti.
Bu kesin ve açık tavrı insan hakları T. SIh. K.’lerinin saygınlığı adına ve yargının
onurunu kurtarmak için koyuyordum. Suç ve ceza birbirlerinden ayrılması olanaksız iki öğe
olduğu kadar “yasalar önünde eşitlik” ilkesinin bu ölçüde çiğnendiği bir olayda “Kör
Tuttuğunu Sever” özdeyişinin adalet olmadığını kanıtlamaya çalışıyordum. Yaşamım
pahasına...
Mahkemenin bu kararı Askerî Yargıtay tarafından onandığı için, “Kesin Hükme”
saygımızdan söylenecek sözümüz kalmamıştı. Sorun sizin deyiminizle tam anlamıyla “örtbas
edilmişti.” Ama bir de tarihin yargısı vardı. Ben bu yargıya hizmet amacıyla 5000 sahifelik
bir savunma hazırlayarak bu konudaki misyonumu da yerine getirmiş bulunuyorum.
Fakat bugün daha ilginç bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz:
Şöyle ki:
Muhsin Batur’un “Anılar ve Görüşler” adlı yapıtı, Celil Gürkan’ın “12 Mart’a Beş
Kala” adlı yapıtı, Faik Türün’ün “Kore’den 12 Mart’a” başlıklı yazı dizisi, 12 Mart’tan bu
yana bu konuyla ilgili olarak yazılanlar ve özellikle sizin “12 Mart Cuntaları” yazı dizinizde
yayınladığınız “Ziverbey ifadeleri”, Bomba Davası’nın Cunta bölümüne yeni deliller
getirmiştir. Bu deliller davada bize yükletilen birtakım suçların daha önce öne sürdüğüm
savlar ve savunma paralelinde T. SIh. K.’leri içinde 12 Mart öncesi çalışmalar olduğu ve
bizimle ilişkisi bulunmadığını göstermektedir.
Yazdıklarınız eğer kişiler açısından suç oluşturuyorsa savcılar harekete geçmeli, öyle
değilse bizlerin aklanması gerekir. Çünkü bu yazılanlar gerçek ise mahkemenin tartışmaya,
suç ve suçluluk durumumuzu saptamaya dahi gerek görmediği ve gizli ittifaka sokarak af
kapsamına aldığı davada, sadece bazı subaylarla toplantı yaptığımız suçu geriye kalmaktadır.
Oysa bizimle toplantı yaptığı iddia edilen subaylar yargılanmamışlardır. Bunun yanında bu tip
çalışmaların 1970 yılına kadar sürdüğü de Gerekçeli Hüküm’de belirtilmektedir. Buna karşı,
12 Mart öncesi T. SIh. K.’leri içinde gerektiğinde hiyerarşik olarak müdahale girişimi için
yapılan hazırlıklar 1970-1971 yıllarında yoğunlaştırılmış ve T. SIh. K.’leri bünyesinde oluşan
kanıya göre, sivil kişiler bu çalışmalardan dışlanmıştır. Yani bir anlamda ittifak dışına
itilmişlerdir. Bu nedenle 8 Haziran 1973 günkü duruşmada 9 Mart’taki ihtilal toplantısından
söz ediyor ve “...beni sivil diye almadılar” diyerek açık yüreklilikle belirtiyorum,
9 Mart’la ilgili olarak bugüne kadar sayısız yayın yapılmıştır. Sizin de yayınladığınız
yazı dizisinde, bu konuya yer verilmiştir. Bu toplantı ile ilgimin bulunmadığı tüm bu
yayınlarda da görülmektedir.
Evet Sayın Nazlı Ilıcak, takdir edeceğiniz gibi, Gerçek Demokrasi’nin bulunduğu
ülkelerde suç olan yerde ceza da vardır. Ve de hiçbir gücün suçu örtbas etmek hakkı yoktur,
iddia edildiği gibi, bugün ülkemiz demokrasiye geçmişse bu hesap görülmeli, gerçek suçlular
ve suçsuzlar ortaya çıkarılmalı işkence ile tertipler düzenlenmişse, bunlar aydınlanmalıdır.
Eğer gücünüz yeterse başladığınız işi sonuna kadar götürünüz, tertipçilerle hesaplaşalım.
III. Bölüm
Sayın Ilıcak, yazı dizinizde benim için:
“1961 seçimlerinin iptali için kurulan ve idamların gerçekleşmesi maksadıyla Millî
Birlik Komitesi’ne baskı yapan Silâhlı Kuvvetler Birliği üyesi” olduğumu açıklıyorsunuz ve
bir başka gün yineliyorsunuz:
“Talat Turhan, 1961 seçimlerinin iptali maksadıyla sertlik yanlısı subaylar tarafından
kurulan Silâhlı Kuvvetler Birliği’nin bir üyesi idi. Menderes’in idamında da Silâhlı Kuvvetler
Birliği faal rol oynamış ve Milli Birlik Komitesi’nin Menderes’i affetmesini önlemek için
yoğun faaliyetler göstermişti” diye devam ediyorsunuz:
“27 Mayıs sonrasında kurulan “Silâhlı Kuvvetler Protokolü’nü imzalayan Talat
Turhan...” diye.
Evet Silâhlı Kuvvetler Birliği’nin eski bir üyesi olduğumu dün olduğu gibi, bugün de
övünç duyarak açıklıyorum. Nitekim siz de bu konuda mahkemede söylediklerimi olduğu gibi
sütunlarınızın arasına almış bulunuyorsunuz.
Bu birlik içinde bugün cuntacılıkla suçladığınız Gürler, Batur bulunduğu gibi, korumaya
çalıştığınız Eyiceoğlu da bulunuyordu.
Bunun dışında başta Sunay olmak üzere T. SIh. K.’leri’nin komuta kademesi en az 20
yıl bu birliğe katılmış generallerden oluşmuştur. Benim onlardan farkım, birlik ilke ve
kararlarına bağlı kalmakta direnmemdir.
Sn. Ilıcak “Silahlı Kuvvetler Birliği” hakkında yeterli yayın yapılmış bulunmaktadır.
Onları incelemediğiniz anlaşılıyor. Bu birlik ne seçimlerin iptali için ne de idamların
gerçekleşmesi için kurulmuştur. Eğer kuruluş ilkeleri ve yemin metnini gözden geçirirseniz
bana hak vereceksiniz.
Silahlı Kuvvetler Birliği 13 Kasım 1960’da, 14’ler yurt dışına gönderildikten sonra,
Milli Birlik Kurulu’nun millete verdiği biran önce seçime gitme vaadini gerçekleştirmek için
kurulmuştur. Ama seçimlerden sonra müdahale kararı aldığı da bir gerçektir.
Bu kararın haklılığını 12 Mart ve 12 Eylül olayları kanımızca göstermektedir. Muhtıra
ve darbeye muhatap olan siyasal iktidarlar Türk demokrasi tarihinde herhalde övünçle
anılmayacaklardır.
Bunun yanında o dönemde, Slh. K.’ler bünyesi içinde Yassıada Yüksek Adalet
Divanı’nın kararlarının olduğu gibi uygulanması doğrultusunda bir eğilimin bulunduğu ve bu
olgunun varlığının, M.B.K.’nin ve Silahlı Kuvvetler Birliği’nin üzerinde durulduğu da bir
gerçektir. Ancak bu konudaki M.B.K.’nin yasal sorumluluğu tartışılamaz. Bu organın baskı
kabul etmesi ya da etmemesi bu durumu değiştirmez.
Buna karşın, benim de içinde bulunduğum Silâhlı Kuvvetler Birliği, tanık olduğum
kadarıyla idamlar konusunda, olumlu bir yol izlemiş ve bu konuda bana da görev verilmiştir.
Bu olayı bir gazetede yazdığım bir yazı ile kamuoyuna açıklamış bulunuyorum.
Yazımın fotokopisini gönderiyorum. Bu gerçekler karşısında beni kamuoyuna “idamları
gerçekleştirmek”, “Menderes’in affını önlemek” için faaliyette bulunan bir örgüt içinde
bulunmakla suçlamanız ve aleyhimde kamuoyu yaratmak çabalarınızın ne ölçüde
mesleğinizle bağdaşacağını da takdirinize bırakıyorum.
IV. Bölüm
Numan Esin’in Avukatlık Ücretimi Ödemesi
Numan Esin’in gazetenizde yayınlanan itiraflarında (6 Nisan 1986) “20.000 TL.
avukatlık ücretimin 5.000 TL.’sinin kendisi tarafından ödendiğine” dair bir bölüm
bulunmaktadır.
Bu konu, en son olarak bir gazetede Numan Esin tarafından gündeme getirildi ve
tarafımdan tekzip edildi. Selimiye As. Ceza ve Tutukevi’nde iken, benim ve ailemin bilgisi
dışında cereyan etmiş bu olayı öğrenince, Numan Esin’e bu parayı ödedim. Banka
makbuzunun fotokopisini ekte gönderiyorum. Bu hususu bir dilekçe ile mahkemeye de arz
etmiştim.
Bu durumda yazı dizisinin bu bölümü de gerçeği yansıtmamaktadır.
Sonuç
Sayın Ilıcak bir noktada sizi anlıyorum. Çünkü siz bu olayda tarafsınız. Hem de bu
tavrınız çok yönlü. 27 Mayıs’a karşısınız, aynı zamanda Bomba Olayları’ndan gazete olarak
zarar görmüşsünüz.
Bunun dışında, özellikle 27 Mayıs’a aileden gelen bir kininiz var ve belirli bir sınıfı
temsil ediyor ve sözcülüğünü yapmaya çalışıyorsunuz.
Faik Türünle, Memduh Ünlütürk’le geçmişte kurulmuş ilişkileriniz var.
Ben sizin bu niteliklerinizin tam karşıtı bir anlayıştayım. Sermayenin değil emeğin
yanındayım; bu nedenle de 27 Mayıs’a karşı değil, bugün bile onun getirdiği ilkelerin
yanındayım ve de devrimci ruh ve karakterimi koruyorum. Bu nitelikte olan bir insan sizden
elbette ki övgü beklemez.
Ama haksızlığa uğramış bir aileden gelmiş olduğunuzu iddia ettiğinize göre en azından
yazı dizinizi kaleme alırken monolog yerine diyalog yöntemini uygulayarak, bizimle ilişki
kurmuş olsaydınız, uygar iki insan olmanın asgari müştereklerinde buluşurduk. Böylelikle
yazı diziniz daha gerçekçi olurdu.
Belgesel açıklamalarımı gazetenizde yayınlamanızı diler, saygılar sunarım.
Talat Turhan
Nazlı Ilıcak’a gönderilen bu mektup 12-13 Mayıs 1986 tarihlerinde Tercüman
gazetesinde yayınlanmıştır.
Sonsöz (Bilirkişi gözüyle)
Geçmişte yaşanan olayların perde arkası analiz edilmeden ve bir bütün halinde
incelenmeden bugünün değerlendirilmesi; bugünün değerlendirmesini yapmadan da geleceğin
şekillendirilmesi mümkün değildir. Bugün Türkiye, planlı ve kapsamlı bir saldırı ile karşı
karşıyadır. Geçmişten ders alamayan karar vericiler, bedel ödememek için içeriden ve
dışarıdan gelen saldırılara gerektiği şekilde cevap verememekte, halk ise, işbirlikçi medya
tarafından yanlış yönlendirilmekte ve gerçekleri görmemesi için magazin kültürüyle
uyuşturulmaktadır.
Ne yazık ki, gerçekleri görüp kamuoyuna sunmaya çalışanlar da; işbirlikçiler ve egemen
güçler tarafından, bir şekilde ya yok edilmekte, yada susturulmaya çalışılmaktadır. Yok
edilenler arasında Bedrettin Cömert, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı,
Necip Hablemitoğlu gibi yazarlar ile Doğan Öz gibi savcılar, Eşref Bitlis gibi komutanlar,
Cevat Yurdakul gibi polisler ve daha niceleri vardır. Susturulmaya çalışılanlardan ise, geriye
bir avuç vatansever kalmıştır ki, bunların da doğal ömürlerini tamamlaması beklenmektedir.
Çünkü; yok edilen her bir vatanseverin, duyarlı Türk Halkı tarafından ölümsüzleştirilmiş
olması, karşı devrimcileri ve işbirlikçileri, ister istemez ürkütmektedir.
Susturulmaya çalışılanlardan biri de, Emekli Yarbay Talat Turhan’dır. KemalistDevrimci ve Kemalist-Ulusalcı bir Kurmay Subay olduğu için; dönemin Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin, Yüksek Komuta Heyeti tarafından yapılan baskılar sonucu, kendi isteği
dışında emekliye sevk edilmiştir. Buna rağmen; Sayın Turhan ordusuna asla küsmemiş aksine
ordusuna hiç kimsenin sahip çıkmadığı kadar sahip çıkmıştır. Hatta, bomba davası sırasında
işkence köşkünde sorgulanırken, kendisine kullanılmış asker pijaması giydirildiğinde
düşüncelerini şu şekilde dile getirmiştir:
Asker pijaması giydirdiler, ne de olsa eski bir askerdim. Askerin hala her şeyini
severim, hatta bu eski, kirli pijamasını bile...
Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan’ın yargılandığı “Bomba Davası” Karşı Devrim
savaşçılarının örtülü operasyonlarından birisidir. Olağan ve hukuk dışı uygulamaları
açısından, sadece Türk hukuk tarihinin değil, dünyadaki Ceza davalarının en ilginç
olanlarından bir tanesidir. Bu dava sırasında cezaevi koğuşlarında Talat Turhan’ın hazırlamış
olduğu yazılı savunması ekleriyle beraber 10 (On) klasör ve 5.000 (beş bin) sayfadan
oluşmaktadır. Haksız suçlamalarla dolu olduğu artık açıkça görülen bu yargılanmanın devam
etmesini talep etmiş olmasına rağmen, 1803 sayılı Af Yasasından istemi olmaksızın (sözde)
faydalandırılmıştır. Üstelik, bu dava hakkında ilgili mercilere dilekçe vererek, devlet içindeki
gizli yapılanmanın araştırılmasını talep etmiş; “Kontrgerilla” adlı gizli örgütün Türkiye’ye
zarar vereceğini mahkemede defalarca dile getirmiş olmasına rağmen, bugüne kadar, bu
dilekçelerin gereği yapılmamış, cevap dahi verilmemiştir. Emekli olduktan hemen sonra
ömrünü araştırmalara adayan Sayın Talat Turhan; öne sürmüş olduğu tezlerle tarihe not
düşmüş ve Türkiye Cumhuriyetini bekleyen tehlikelere karşı bizleri uyarmıştır.
Türkiye’de, ilk kez bu davada gündeme gelen ‘Kontrgerilla” yapılanmasının,
Türkiye’ye değil, ABD’nin kirli emellerine hizmet ettiği artık bilinen bir gerçektir. Gerçekten
de, zaman içinde bu gizli yapılanmanın varlığı ve ülke içindeki uygulamaları, sadece
Türkiye’de değil, tüm dünyada tartışılmış ve sorgulanmıştır. Artık bu ve benzeri
yapılanmalarla, üstü örtülü operasyonlarla, kirli emellere hizmet edenler ve ülkeyi içinde
bulunduğu bu sancılı günlere getiren emperyalist yamakları, onların yerli işbirlikçileri, ortaya
çıkarılmalı ve cezalandırılmalıdırlar.
Diğer taraftan; Talat Turhan’a yönelik saldırlar, O’nu, asla yıldırmamış aksine
güçlendirmiştir. Günümüzde pek çok gazeteci ve yazar onun hakkında övgülerle bahsetmekte
ve gerçek kişiliğini kamuoyuna sunarak, haklılığını ortaya koymaktadır. Ertuğrul Alatlı, O’na
ait övgüleri şu şekilde aktarmaktadır:
Çağdaş bir İttihat ve Terakki Subayı; kaya gibi Kemalist ve ödün vermez bir devrimci;
sapına kadar Atatürkçü ve ilerici; sağlam inançlı ve kişilikli; sözünün eri bir emekli subay; 12
Mart’ın en ıstıraplı uygulamalarına hedef olmasına rağmen başını hiç esirgemeyen
inançlarından ödün vermeyen bir kişi...1
Sadece Türkiye’deki araştırmacılar değil, dünyadaki diğer araştırmacılardan da benzer
övgüler almaktadır. NATO’nun Gizli Orduları adlı eserin sahibi İsviçreli akademisyen
Daniele Ganser, Türkiye’deki derin devlet yapılanmasını, Talat Turhan sayesinde ortaya
çıktığını ifade etmektedir:
... Türkiye’den çok az kişi meseleyi açıkça dile getirme cesaretini gösterebildi. Bu
cesareti gösterebilenlerden biri Talat Turhan’dı. Talat Turhan, 1960 darbesinde yer alan
isimlerden biriydi. Dört yıl sonra ordudan, Topçu Kurmay Yarbay rütbesiyle emekliye sevk
edildi. Türk emniyet sisteminin en karanlık sırları hakkında konuşmayı sürdürdüğü için, 1971
Darbesi’nden sonra ordu, Talat Turhan’ı ortadan kaldırmaya çalıştı ve Kont-Gerilla
işkencesine maruz kaldı. Daha o zamanlar Turhan şu açıklamada bulunmuştu: “Bu NATO
ülkelerinin gizli birimidir.” Ancak, 1970’lerin soğuk savaş konteksinde kimse Turhan’ı
dinlemeye yeltenmedi. Kontrgerilla işkencesinden sağ kurtulan Turhan yaşamını,
kontrgerillanın gizli ordusunu ve Türkiye’deki örtülü faaliyetlerini araştırmaya adadı...2
Can Dündar, Celal Kazdağlı ile birlikte yazmış olduğu Ergenekon isimli eserde, Talat
Turhan gibi aydınların uyarılarını dikkate almayan Türkiye’nin, 20 yıl kaybettiğini ileri
sürülmüştür:
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tabloyu, bu ülkenin Doğan Öz gibi cesur savcıları,
Talat Turhan gibi gözü pek askerleri ve Cevat Yurdakul gibi dürüst polisleri ve Uğur Mumcu
gibi yürekli gazetecileri daha 20 yıl önce gözler önüne sermişlerdi, onlara sahip çıkmadık ve
tam 20 yıl kaybettik..3
Talat Turhan ise, son yıllardaki “Derin Devlet” yapısının tamamen değiştiğini
belirterek, “Kontrgerilla” yapılanmasının görevinin sona erdiğini açıklamış ve “Derin
Devlet”i yeniden tanımlamıştır. O’na göre, eski derin devlet yapılanması işlevini bitirmiş ve
tasfiye edilmiştir. Yeni Derin Devlet yapılanmasının içinde “İşbirlikçi Sermaye, Kürt-İslamcı
Tarikatlar, Ayrılıkçı Azınlıklar ile Soros Destekli Sivil Toplum Örgüt ve Kuruluşları”nın
olduğunu ileri sürmektedir. Dahası, bu örgütlü yeni oluşumun, Siyonizm bağlamında
ABD’nin “Derin Dünya Devleti”ne bağlı olarak çalıştığını ifade etmektedir.4
Gerçekten, araştırıldığında uluslararası bağlantıları olan bu yeni oluşuma yeni görevler
verildiğini tespit etmek zor olmayacaktır. 1980 sonrası siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel,
teknolojik ve askeri politikalar bunun en önemli kanıtıdır. Bu politikalar, Türk Silahlı
Kuvvetleri ve Bağımsız yargı başta olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti’nin en güvenilir
kurumlarını yıpratmaya, etkinliğini azaltmaya ve ‘Ulus Devlet’i yıkmaya ve parçalamaya
yöneliktir. Bunun yanında; Soğuk Savaş döneminde ABD tarafından kullanılan ve
desteklenen aşırı sağ kadrolardan işlevi bitenlerin deşifre edilmesi ve temizlenmeye
çalışılması da hedef saptırmaya yöneliktir.
Sayın Turhan; 1980’li yıllardan sonra derin devletin uluslar arası bağlantıları
araştırmaya başlamış; küreselleşme döneminde, yeni gizli yapılanmaları ile “Derin Dünya
Devleti”nin varlığını ortaya çıkarmıştır. Dahası, Derin Dünya Devletine bağlı olarak çalışan
uluslarüstü üç kuruluşu da, tespit etmiştir. Bunlar ABD ve Dünya politikaları üzerinde
belirleyici rolü olan “Uluslararası Dış ilişkiler Komisyonu (CFR), Bilderberg Grup (BG) ve
Trilateral Komisyon (Üçlü Komisyon)” adlı kuruluşlardır.
Bu üç örgüt ABD ve dünya politikalarını belirlemektedir. Bu kuruluşların hepsinin ayrı
bir coğrafyası, ayrı bir ilgi alanı vardır. ABD’de ve Dünya’da uygulanacak politikaları CFR,
Avrupa da uygulanacak politikaları Bilderberg; Asya’da uygulanacak politikaları da Trilateral
Komisyon tespit etmektedir. “Yeni Derin Devlet” yapısını oluşturan ve dünya ölçeğinde
görev yapan bu gizli yapılanmaların hedefi “Yeni Dünya Düzeni”nin tesis edilmesidir. ABD
güdümündeki, ulusal ölçekte yeniden yapılandırılan “Yeni Derin Devlet’in görevi de, ulus
devletlerin yıkılmasına yöneliktir.
Uluslar üstü ölçekte yapılanan bu kuruluşların, ürettiği politikaların uygulanmasına ise;
ABD yönetimi karar veriyor gibi görünse de, aslında kararı “Round Table” adlı örgütün karar
verdiğini ileri süren Talat Turhan; bu örgütte yaklaşık on, onbeş kişinin bulunduğunu ve
hepsinin Yahudi kökenli ve Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ)’in sahibi olduğunu tespit etmiştir ki,
uluslararası tüm ticaret, (bankalar, petrol, silah, değerli maden, yiyecek, içecek, giyim gibi) bu
zengin Yahudi işadamlarının ya elinde yada kontrolü altındadır. Raund Table’in Başkanlığını
ise, Rockefeller Ailesi’nden David Rockefeller yapmakta ve “Küresel Çar” olarak
adlandırılmaktadır. Tüm dünyada yaşanan siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel, askeri ve
teknolojik üstü örtülü operasyonlara bu örgüt karar vermektedir.
Sayın Talat Turhan; Derin Dünya Devleti’nin diğer bir ifade ile Yeni Dünya Düzeninin
ideologlarının ileri sürdüğü tartışmaları analiz ederek Yeni Dünya Düzeni’nin hedeflerini
açıklamıştır:
- Ekonomik ve stratejik bölgelerin ele geçirilmesi (Yeni Emperyalizm),
- Tek dünya pazarının oluşturulması (Küreselleşme),
- Devlet ve Yönetim Sistemlerin değiştirilmesi (Liberalleştirme),
- Ulus Devletlerin parçalanması (Yeni Faşizm),
- Etnik Kökene Dayalı Site Devletlerin Kurulması (SSCB, Yugoslavya’nın
parçalanması, Irak’ın parçalanarak Yeni Ortadoğu Haritası’nın Çizilmesi gibi, Mikro
Milliyetçilik),
- Birleşik Devletlerin Oluşturulması (Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birleşik
Devletleri, Afrika Birleşik Devletleri, Ortadoğu Birleşik Devletleri, Asya birleşik devletleri
gibi, makro milliyetçilik),
- Tek Dünya Devletinin kurulması.
Tüm bu hedefler; emperyal devletler için bütünleşmeyi, ulus devletler için parçalanmayı
öngörmektedir. Yeni Dünya Düzeni ideologlarından ABD Eski Dışişleri Bakanı Henry
Kissinger’ın düşleri, Talat Turhan’ı haklı çıkarmaktadır:
...20 nci yüzyılda, hiçbir toplum, ABD kadar başka devletlerin içişlerine karışmama
ilkesinde ısrarlı veya kendi değerlerinin bütün dünyaca uygulanması düşüncesine de onun
kadar ateşli olmamıştır. ...Amerika’nın aydınlatıcı bir ışıldak olması veya kendi değerlerini
bütün dünyaya yayma görevi yapması demokrasi, serbest ticaret ve uluslararası hukuka
dayanan bir küresel uluslararası düzeni normal düzen olarak öngörmektedir.
Dahası, bu ideolog daha da ileri giderek, kurallara göre oynamayan ülkeleri tehdit
etmiştir:
...Birleşik devletler dünyadaki en iyi yönetim sistemine sahiptir ve insanlığın geri kalan
bölümü, ancak geleneksel diplomasiyi terk edip, O’nun uluslararası hukuk ve demokrasiye
olan saygısını kabul ederse barış ve refaha kavuşabilir.5
Bu tehditkâr sözler; 21. yüzyıl uluslararası ilişkilerin çerçevesini belirlemektedir. Yeni
bin yılda, dünya barışını tehdit eden unsurlar yeniden belirlenmiş, sözde insan haklarına, çok
kimliliğe, çoğulcuğa, katılımcığa, evrensel demokrasiye, dünya barışına ve istikrarına,
uluslararası hukuka ve ticarete karşı gelen devletler tehdit olarak kabul edilmiş; ‘Yeni Dünya
Düzeni” (YDD) olarak tanımlanan bu düzenin, tarihe Amerikan Barışı (Pax Amerikan)’
olarak geçeceği iddia edilmiştir. Oysa bugün “Amerikan Barışı”nın (!) nasıl bir barış olduğu
Yugoslavya, Irak, Afganistan ve Lübnan’da görülmektedir. Yeni Dünya Düzeni senaryoları
kapsamında devreye sokulan “Haydut Devletler Stratejisi” ile Amerikanın Yeni Yüzyıl
Projesi” dünyayı kana bulamıştır. Ne yazık ki bugün, uluslar arası kamuoyunun itirazlarına
rağmen ABD emperyal politikalarına devam etmektedir. Pax Amerikan idealinin arkasından
ortaya atılan “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) nin açıklanması ile birlikte, BOP’a dâhil edilen
ülkelerde ard arda yapılan şok ve dehşet uygulamalı işgaller ve ‘kadife ve turuncu devrimler’
de operasyonların diğer bir yönüdür. Ancak ABD, Irak bataklığında bocalamakta, kaçış
yöntemleri aramaktadır.
Şer Ekseni’ne dâhil edilen ülkelerden İran, Suriye ve Kuzey Kore’ye yeni bahanelerle
müdahalesi güçleşecek gibi görünüyor. Bu ülkelerden sonra da sıra, Aday Asi Serseri
Devletler’e gelecektir ki, Türkiye bu ülkeler içinde yer almaktadır.
İşte Talat Turhan, gelecek ile ilgili uyarılarını yine yapmaya devam etmektedir. O’na
göre, Yeni Dünya Düzeninin “Mihenk Taşı” Türkiye hedefe ulaşmak için ortadan kaldırılmak
zorundadır. Bu amaçla yıllardan beri etnik sorunlar ve çatışmalara destek verilerek Türkiye
yıpratılmaya çalışılmaktadır. ABD Başkanı Bush’un söylemleri de, bu yöndedir: Bu bir haçlı
seferidir! Bu nedenle, ABD’nin BOP Projesi, “3. Şark Meselesi” olarak değerlendirilmelidir.
Çünkü “2. Şark Meselesi” Osmanlıyı parçalamış ama M. Kemal Atatürk önderliğindeki
“Anadolu İhtilali” ile yarıda kesilmiş ve mazlum ülkelerin mücadelelerine de ışık olmuştur.
Bu nedenle; 21 nci yüzyılın “Yeni Dünya Düzeni ve Küreselleşme Politikaları”nı
engelleyen tek düşünce sistemi olan “Kemalizm” yok edilmeye çalışılmakta; bu nedenle
“Kürt-İslamcılar”la işbirliği yapılmaktadır. Yeni dünya düzeninin mimarlarından CIA
istasyon şefi Paul Henze’nin:
Atatürk ilkeleri YDD ile ölmüştür. Nurcular ileridir. Nakşibendilik geriye dönük
değildir. Yeni Dünya Düzeni içinde Türkiye’nin yeri Ilımlı İslam’dır. Kemalizm
bırakılmalıdır. Batının çıkarı, Türkiye’nin Batı ile değil, Ilımlı İslam’la bütünleşmesindedir.6
sözleri; CIA ajanı Graham Fuller’in:
Batı, Fethullah Gülen gibi örnekleri görünce çok umutlanıyor. Çünkü, Gülen, modern
devlet ve toplumda İslamın rol oynaması konusunda geniş bir vizyonu temsil ediyor.7
sözleri bu tezi kuvvetlendirmektedir. Nitekim, Atlantik ötesiyle ittifak kuran Hıristiyan
Batı’nın öncelikli hedefi, Atatürk’ü ve O’nun kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni tamamen
ortadan kaldırarak yerine; “İsviçre Kanton Modeli” veya “İtalyan Birlik Modeli” gibi federal
bir yapıyı ortaya çıkarmak8 olacaktır.
Bu gerekçelerle, Yeni Dünya Düzeni İdeologları’ndan Graham E. Fuller, Ian O. Lesser
ile birlikte yazdığı “Kuşatılanlar, İslam ve Batı’nın Jeopolitiği” adlı kitapta, Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucusu M.Kemal Atatürk, açıkça hedef gösterilmektedir:
...Modern Türk devletinin kurtarıcısı ve kurucusu olan, Türkiye’yi önceden belirlenmiş
Batılı bir mecraya sokan Mustafa Kemal Atatürk, bir çok Müslüman’da ikili kararsız duygular
yaratır. Doğrudur, 1920’lerin başlarında Atatürk, Üçüncü Dünya’nın en başarılı ‘ulusal
kurtuluş hareketleri’nden birini başlatmıştır, ama Müslüman geçmişi ve pek çok ‘İslami
değeri’ açıkça reddeden bir harekettir bu. Üstelik Atatürk, ‘Sünni İslam Dünyası’nın manevi
liderliğini ‘Hilafet’i kaldırmıştır. O zamandan beri de Sünni aleminde tanınmış bir lider
yoktur. Roma Katolik Kilisesi’ndeki papalığın kaldırılmasına benzetebilecek olan bu hareket
‘İslam’ın otoritesi ve evrimi’ açısından sakatlayıcı olmuştur. Yine de, bu adım, Batılı bir güç
tarafından atılmadığı halde, birçok İslamcının gözünde Batılılaşma adımıdır; Batı’lıların
alkışları arasında, İslam’a doğrudan zarar vererek gerçekleştirilmiştir. Birçok Müslüman
yorumcuya göre, burada hedef bir bütün olarak İslam kurumunu ve onun kültürel mirasını
zayıf düşürmektedir.9
Graham E. Fuller; yıllarca ABD Dışişleri Bakanlığında, CIA’de ve CIA’nın Ortadoğu
Masası Şefliğinde görev yapmıştır. Halen RAND adlı Think-Tank kuruluşunda çalışmaktadır.
Yeni Dünya Düzeni’nin en etkili ideologlarından biri ve soğuk savaş Dönemi’ndeki “Yeşil
Kuşak Projesi”nin hazırlayıcıdır; Bernard Lewis ile birlikte “Büyük Ortadoğu Projesi”nin de
mimarı, “Ilımlı İslam” projesinin sahibidir, bu nedenle, ileri sürdüğü her tez titizlikle
incelenmelidir.
Görülmektedir ki, Talat Turhan’ın, 40 yılı aşkın bir süre ortaya koyduğu tüm tespitlerin
gerçekliği kanıtlanmaktadır. Bu nedenle; uyarıları bir defa daha dikkate alınmalı ve ulusal
politikalara geri dönülmelidir. Aksi takdirde, Türkiye’nin parçalanması ve yerine etnik
kökene dayalı devletlerin kurulması gerçekleşecek ve bu küçük sömürge devletler “Ortadoğu
Birleşik Devletleri”ne bağlanacaktır.
Bu nedenle; Kemalist-Devrimci, Kemalist-Ulusalcı Emekli Kurmay Yarbay Talat
Turhan daha dikkatli incelenmeli; ömrünce hiç önüne eğmediği başı, tüm çabalara karşı hiç
bükülmeyen bileği, yıllarca hiç taviz vermediği devrimci kişiliği saygıyla anılmalıdır. Çünkü;
artık bütün ömrünü yılmadan inandığı değerler uğruna tüketecek insan bulmak gerçekten çok
zordur. Dahası, Başta büyük Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları olmak üzere, bu topraklar
için gözlerini kıpmadan şehit olanlara karşı borcumu unutmayalım. Çünkü, bugün ortadan
kaldırılmak istenen Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları kanla bedel ödenerek çizilmiştir. Bu
mirası korumamak, vatana en büyük ihanettir.
Son olarak, Nazım Hikmet’in, Kurtuluş Savaşı Destanı’nda ifade ettiği gibi, uyanmalı
ve mücadele etmeliyiz!...
Şehitler, Kuvayı Milliye şehitleri...
Mezardan çıkmanın vaktidir
Şehitler, Kuvayı Milliye şehitleri
Sakarya’da, İnönü’de, Afyon’dakiler
Dumlupınar’dakiler de elbet
Ve de Aydın’da Antep’te vurulup düşenler
siz toprak altında ulu köklerimizsiniz
Yatarsınız al kanlar içinde
Şehitler, Kuvayı Milliye şehitleri
Siz toprak altında derin uykulardayken
Düşmanı çağırdılar
Sarıldık uyanın!
Biz toprak üstünde derin uykulardayız
Kalkıp uyandırın bizi
Şehitler, Kuvayı Milliye şehitleri
Mezardan çıkmanın vaktidir!10
1.
Ertuğrul Alatlı, 9 Mart 1972, Alfa Yayınları, İstanbul, Ekim 2002, Sf.:285-286
2.
Daniele Ganser, NATO’nun Gizli Orduları, Glaido operasyonları, Terörizm ve
Avrupa Güvenlik İlkeleri, Güncel Yayıncılık, İstanbul, 1 nci Baskı, Ekim 2005, Sf.:400
3.
Can Dündar ve Celal Kazdağlı, Ergenekon, İmge Kitapevi, Ankara, 1 nci
Baskı, Temmuz 1997, sf: 93-94
4.
38
Talat Turhan, Derin Devlet, İleri Yayınları, İstanbul, 2. Baskı, Nisan 2006, sf.
5.
Henry Kissenger; Diplomasi; Çeviren: İbrahim H. Kurt; Türkiye Iş Bankası
Kültür Yayınları; İstanbul; Ocak 2002; 3 ncü Baskı; Sf.: 9-10
6.
Cengiz Özakıncı; Osmanlıdan Günümüze İslam Üzerine Emperyalist Oyunlar,
Türkiye’nin Siyasi İntiharı, Yeni Osmanlı Tuzağı; Otopsi Yayınları; İstanbul; 3 ncü Baskı;
Nisan 2005; Sf.: 265
7.
Cengiz Özakıncı; Osmanlıdan Günümüze İslam Üzerine Emperyalist Oyunlar,
Türkiye’nin Siyasi İntiharı, Yeni Osmanlı Tuzağı; Otopsi Yayınları; İstanbul; 3 ncü Baskı;
Nisan 2005; Sf.: 266
8. Arslan Bulut; ‘’Küresel Haçlı Seferi’’, Yöneten: Attila İlhan, Bir Millet Uyanıyor:5,
Bilgi Yayınevi, Ankara, Birinci Baskı, Ekim 2005, Sf.:39
9.
Graham E. Fuller-Ian O. Lesser, Kuşatılanlar İslam ve Batı’nın Jeopolitiği,
Sabah Kitaplar
10.
Nâzım Hikmet Ran, Kurtuluş Savaşı Destanı
Ekler
Ek-1
Savunmamın Tümünün İçindekileri
1. Klasör
I. Kısım: Politik Savunma ve Ekleri (Yayınlanan kısım)
II. Kısım: Kişisel Durum
III. Kısım: Hukuki Savunma (Savunma Avukatlarınca Hazırlanmıştır)
2. Klasör
I. Kısım: Hazırlık Soruşturmasının Eleştirisi ve Ekleri
II. Kısım: “İşkence Dosyası” (Yeni Halkçı-14 Kasım, 7 Aralık 1973)
III. Kısım: İşkence Konusundaki Makaleler
IV. Kısım: Avrupa Konseyi ve İşkence
V. Kısım: Dış Baskın ve İşkence
VI. Kısım: İşkence Konusunda Muhtelif Yazılar
VII. Kısım: İşkence İddiaları ve Soruşturması
VIII. Kısım: Mit ve Kontrgerilla’yla ilgili Yazılar
IX. Kısım: İşkence ve Sağ Basın
3. Klasör (Somut Hukuki Savunma)
Giriş ve Ekleri
1. Sav: Genç Kemalistler Ordusu
2. Sav: Göksenin Olayı
3. Sav: Örgütsel Amaçla Kişilerin Tanıştırılması (6. Kısım)
4. Sav: Örgütsel Amaçla Toplantılar (4. kısım) (Çoğunlukla Sivil Kişiler)
5. Sav: Örgütsel Amaçla İlişkiler ve Toplantılar (4. Kısım)
4. Klasör (Somut Hukuki Savunma)
6. Sav: Örgütün Ankara’da Bulunan Üst Kesimi (Askeri-Sivil)
7. Sav: Örgütsel Amaçlı Toplantılar (4. Kısım) (Çoğunlukla Asker Kişiler)
8. Sav: Ön Anayasa Taslağı ve Devrimci Kadro Listesi (2. Kısım)
9. Sav: 84 Sanıklı Dava ile İlişki (4. Kısım)
5. Klasör (Somut Hukuki Savunma)
10. Sav: Terörist İlişkiler ve Eylemler (4. Kısım)
11. Sav: Boğaz Köprüsü (2. Kısım)
12. Sav: Tutuklamaktan Endişe Duymak
13. Sav: Bomba Davası’nın Diğer Davalarla İlişkisi (2. Kısım)
6. Klasör
Esas Hakkında Mütalâa’ya verilen yanıt
7. Klasör
Dilekçelerin Eleştirisi
8. Klasör
1. Bölüm: Giriş
2. Bölüm: CIA
3. Bölüm: AID
4. Bölüm: Basından Seçmeler
9. Klasör
1. Bölüm: Giriş
2. Bölüm: Faik Türün
3. Bölüm: Türkiye’de İşkence
4. Bölüm: Dünya’da İşkence
5. Bölüm: Yargılanan İşkenceciler
6. Bölüm: Gürler Olayı
10. Klasör
Ek-2
Talat Turhan’la İlgili Savlar
1. Sav: Genç Kemalistler Olayı
2. Sav: Göksenin Olayı
3. Sav: Örgütsel amaçla kişilerin tanıştırılması
I. Kısım: Fevzi Özkaya’nın Memduh Eren’e tanıştırılması,
II. Kısım: Fevzi Özkaya’nın Nuri Yazıcı’ya tanıştırılması,
III. Kısım: Fevzi Özkaya’nın Osman Deniz’e tanıştırılması,
IV. Kısım: Fevzi Özkaya’nın Mahmut Dondurmacı’ya tanıştırılması,
V. Kısım: Fevzi Özkaya’nın Hasan Yalçınkaya’ya tanıştırılması,
VI. Kısım: Hasan Yalçınkaya’nın Memduh Eren’e tanıştırılması,
4. Sav: Örgütsel Amaçlı Toplantılar (Çoğunlukla sivil kişiler)
I. Kısım: Yenikapı Gazinolarında Toplantılar
II. Kısım: Maran Restoran (Yalı Spor Kulubü) toplantısı,
III. Kısım: Nuri Yazıcı’nın evinde toplantı,
IV. Kısım: Canlı Balık Lokantası Toplantısı,
5. Sav: Örgütsel Amaçlı İlişkiler ve Toplantılar
I. Kısım: Gn. Celil Gürkan’ın Örgüte alınması,
II. Kısım: Osman Deniz’e ait ek iddianamedeki savlar,
III. Kısım: Mahmut Dondurmacı ile ilgili savlar,
6. Sav: Örgütün Ankara’da bulunan üst kesimi (Asker-Sivil)
7. Sav: Örgütsel Amaçlı Toplantılar (Çoğunlukla asker kişiler)
I. Kısım: Muharebe subaylarının Gn. Celil Gürkan’a tanıştırılması,
II. Kısım: Acıbadem Toplantısı,
III. Kısım: Abide-i Hürriyet Toplantısı,
IV. Kısım: Memduh Eren’in evinde subaylarla toplantı,
8. Sav: Ön Anayasa Taslağı ve Devrimci Kadro Listesi
I. Kısım:
- Memduh Eren’in evinde ön anayasa taslağı toplantısı,
- Ankara Küçükesat’ta ön anayasa taslağı toplantısı,
- T. Slh. K.lerinde ön anayasa taslağı çalışmaları,
II. Kısım: Memduh Eren’in evinde devrimci kadro listesi toplantısı,
9. Sav: 84 sanıklı dava ile ilişki
I. Kısım: 12 Mart’tan hemen sonra Talat Turhan’ın evinde toplantı,
II. Kısım: Para almak ve THKO ile ilişki,
III. Kısım: Taksim olayı (O. Çelenk işyeri),
IV. Kısım: Mahkemeye ve Askeri Yargıtay’a etki,
10. Sav: Terörist ilişkiler ve eylemler
I. Kısım:
- 12 Mart’tan sonrada çalışmaları sürdürmek,
- Patlama olaylarının başlaması,
- Patlama olaylarını gerçekleştirmek,
- Kumkapı’daki işyerinde Talat Turhan’ı ziyaret,
II. Kısım: Patlama direktifleri,
III. Kısım: Dinamit alış-verişi,
IV. Kısım: Halide Edip Adıvar’ın büstünün tahribinden haberdar olmak,
11. Sav: Boğaz Köprüsü
I. Kısım: Memduh Eren’in evinde toplantı (1. Toplantı),
II. Kısım: 2. - 4. toplantı ve görüşmeler,
12. Sav: Tutuklanmaktan endişe duymak
13. Sav: Bomba Davası’nın diğer davalarla ilişkisi
I. Kısım: “Sabotaj Davası” ile ilişki,
II. Kısım: “Madanoğlu Davası” ile ilişki.
Ek-3
Esirlerin Sorguya Çekilmesi ve
Düşmanın Sorguya Çekmesine Mukavemet
1. Giriş
İkinci Dünya ve Kore savaşları incelenecek olursa muharip taraflardan bazılarının esir
düşmüş….mürettebatı sorguya çekmek suretiyle önemli derecede bilgi ele geçirdikleri
anlaşılır. Sorguya çekmede kullandıkları usuller ise kısaca, “Ya paranı, ya canını” metodu
diye isimlendirilebilir.
Gelecek bir savaşta muhtemel düşmanlarınızın esir aldıkları…….. mürettebatımızı aynı
usuller ile sorguya çekeceğini beklemek gerekir. Düşmanın kullanması muhtemel sorguya
çekme yollarını seçmesine tesir eden amiller şunlardır:
a. İnsan hayatına hemen hiç kıymet vermeyişi.
b. Cenevre antlaşmasına girmemiş bulunması veya harb esirleri ile ilgili maddeleri bir
takım kayıtlarla kabul etmiş olması.
c. Düşman sorguya çekicilerinden, mutlaka bilgi elde etmelerinin istenmekte olması,
düşmanın bütün sorguya çekme faaliyetleri şu düşüncelerin ve faraziyelerin üstüne
kurulmuştur.
- Bütün esirler yalancıdırlar.
- Batılıların çoğu satın alınabilir.
- Satın alınmayanlar dize getirilebilir.
- Esiri dize getirmek için kullanılan usullere gerektiği kadar devam olunabilir.
Bu amiller ve düşünceler tesiri altında hareket edecek olan bir düşmandan ise insaf ve
merhamet beklenemez. Esir olan bir ……… inceden inceye sorguya çekilecek, en hurda
memleket sınırlarına kadar bütün bildiklerini söylettirilmeye çalışılacaktır. Kullanılmış ve
kullanılacak olan sorguya çekme usulleri bu gayeyi sağlayacak şekil ve cinstendir.
Esirin mukavemet azmini kırmak için uyuşturucu madde ve işkence başarı ile
kullanılmış, esirin kendisinden geçip perişan bir haldeyken, işlemediği suçlar hakkında bile
itiraflarda bulundurulmuştur. Hatta birçok esirler sonradan bu gibi itiraflarda bulunduklarını
bile hatırlayamamışlardır. Şu halde düşmanın sorguya çekmesine fırsat vermemek ilk esastır.
Bu ise esirlikten kaçınma ve kaçmakta gösterilecek maharet ve başarıya bağlıdır.
Düşman eline geçmiş olan personel her çareye başvurarak sorguya çekilmesini
geciktirmeli, böylece düşmanın derhal işine yarayacak askeri bilgilerin eskimesini, derhal
istifade olmaktan çıkmasını sağlamalıdır.
Bazıları, esirlerin sorguya çekilme işini bir takım soruların sorulmasından ibaret bir iş
sanırlar. Halbuki gerçek bundan çok daha şumullü ve karışıktır. Şöyleki sorguya çekme, geniş
mesleki bilgiye sahip ve bu bilgisinin askeri önemini kavramış, eğitimini esirlerden bilgi ve
istihbarat temin etmek üzere geliştirilmiş ilmi usullerin tatbik işidir.
Cenevre antlaşmasının 5. maddesindeki şöyle der:
Her esir, sorulduğu takdirde, ismini, rütbesini ve sicil numarasını doğru olarak
bildirmekle mükelleftir. Bilgi temini maksadıyla esirler tazyik edilemez. Cevap vermeyi
reddeden esirler hiçbir suretle tehdit, tahkir edilemez. Çirkin veya kötü muameleye maruz
bırakılmaz.
2. Sorguya Çekmenin Çeşitleri ve Usulleri
Esirin ilk sorguya çekilişine Taktik Sorguya Çekme denir. Bu sorgu muharebe sahasının
ileri hatlarında faaliyet gösteren sorguya çekme müfrezeleri tarafından yapılır. Taktik sorgu
sırasında esirir üstü varsa aranarak herhangi bir doküman ve teknik bilgi bulunup bulunmadığı
incelenir sonra esir kısa bir sorguya tabi tutularak öğrenilmesi arzu edilen muayyen bilgiler
hakkında sorular sorulur. Daha sonra esirin esir kampına sevki için gerekli işlemler
tamamlanır. Esir kampına ise Stratejik Sorguya çekme başlar. Bu son iki safhada ne gibi
işlemlerin hangi sıraya göre yapıldığını şöylece anlatabiliriz.
Taktik sorguya çekilmeyi müteakip Harb Esiri, dökümanları, ceplerinden çıkanlar
vesaire, sıkı bir nezaret altında, en yakın Ana Sorguya Çekme Merkezine yollanır. Esir burada
tek başına hücreye kapatılır ki bu işlem düpedüz bir işkence ve cezadır. Esir sızlanır şikâyet
eder ise de kendisine bunun bir hücre cezası olmadığı fakat idari işlemler tamamlanıncaya
kadar beklemesi gerektiği her on dakikada bir kişinin işlemin tamamlandığı sırası gelir
gelmez hücreden çıkarılacağı bildirilir.
Böylece takriben 96 saatlik bir beklemeden sonra (576 esirin işlemi tamamlandıktan
sonra) esir sorguya çekilecekleri işine elverişli bir durum girmiştir. Manen çökmüş sakalları
uzamış sigarasız ve isteneni yapacak bir durumdadır. Bu arada sorguya çekiciler ve esirin
mensup olduğu birliği tarihçesine kumandanların kim ve nasıl kimseler olduklarını ve buna
benzer hususları kendi dosyalarından incelemiş sorguya hazırlanmışlardır.
Sorguya çekilenin ilk işi esiri herhangi bir konuda konuşmaya başlatarak “isim, rütbe,
sicil numarası” hududu dışına çıkarmaktır. Bundan sonra ise doğrudan doğruya sorguya
geçilir.
Sorguya çekicilerin kullandıkları usuller çeşitlidir ve aşağıdaki gibi sınıflandırılabilir:
a. Yakınlı Gösterme Usulü:
Bu usulü kullanan sorguya çekici esire karşı arkadaşça davranır, ona ilgi gösterir, doğup
büyüdüğü şehri bildiğini söyler, oradaki gazino ve eğlence yerlerinden bahseder.
b.Tehdit ve Kurtarma Usulü:
Bu metod iki sorguya çekici tarafından tatbik edilir. Bunlardan birisi esiri tehdit ederek
yıldırmaya çalışırken, daha üst rütbede olan diğeri gelip kurtarır, sigara ve içki verir. Böylece
yakınlık gösterme usulünü kullanır, bu şekilde maksadına kavuşmazsa birinci sorguya çekici
işi tekrar ele alır ve nihayet ikisi arasında esir dize gelir.
c. Gözden Düşürme Usulü:
Bu usul esirin üzerinde taşınması gereken dökümanlar çıktığı veya askerlik hayatında
amirlerinden gizli kalmış suç yahut kabahatlerinin bulunduğu anlaşılınca tatbik edilir. Bu
suçlar arkadaşlarına veya amirlerine anlatıldığı takdirde esir gözden düşecek ve belki mahkum
edilecektir. Sorguya çekici sorduğu sorulara cevap verdiği takdirde esirin bu sırlarını
açıklamayacağına dair söz verir.
d. Tuzak Usulü:
Bu usulde esir, sorgusu bitmiş gibi kampa bırakılır. Kamp bahçesinde dolaşırken bir esir
grubuna rastlar ve onlara katılır. Grup, esirin de malumat sahibi olduğu teknik veya taktik bir
mesele hakkında konuşmaktadır. Esir de konuşmaya katılır. Halbuki bütün konuşmalar gizli
bir dinleme aletiyle dinlenmektedir. Grubu teşkil eden kimseler ise ya kıyafet değiştirmiş
düşman sorguya çekicileri veya düşmana hizmet eden satılmış askerlerdir.
e. Kokteyl Usulü:
Bunda da içki, kadın ve müzik rol oynar. Esir mesela……….gününde verilen bir
kokteyle davet edilir. Davetli subayların çoğu yüksek rütbeli subaylardı. Aralarında ise birkaç
sorgu çekici bulunur. Gece ilerledikçe, eğlence ve müzik tesirini gösterin, düşmanda gayesine
ulaşmış olur.
f. Hastahane Usulü:
Bu usulde esir sıhhi bir muayeneden geçirilerek hasta olduğu söylenir ve hastaneye
gönderilir. Şefkatli ve sempatik hemşireler (ki bunlara “Yatakhane Mataharileri adı
verilmiştir) Esire mesela uluslararası kızılay ve kızılhaç teşkilatına göndermek üzere
doldurması için bir kâğıt verirler kâğıtta sorular vardır. Esirin adı, soyadı, sicil numarasından
başka ana, baba ve kardeşleri, doğum eri, doğum tarihi vesaire gibi sorular vardır.
g. Uyuşturucu Madde Usulü:
Esirlerden uyuşturucu madde verilmek suretiyle bilgi alma usulü İkinci Dünya Harbi
sırasında kullanılmış ve birçok hallerde başarı sağlamıştır. Fakat, ………….doktorlarının
gayri resmi tebliğlerine göre bilgi vermemek azminde olan bir esirden yiyecek veya içeceğine
karıştırmak gibi, gizlice verilen uyuşturucu maddeler yoluyla dahi bilgi elde edilemez.
h. Askeri Teşkilat Usulü:
Başarı ile tatbik edilmiş olan bu usul daha ziyade aynı birliğe mensup bir esir grubuna
karşı kullanılır. Yeni ele geçirilmiş bu esirler saf nizamında dizilirler. Subayların rütbe ve
kıdem sırasına göre ileri çıkması emredilir. Geri kalanlarda herkes kendi kumandanının
arkasına dizilsin denir. Böylece isim, rütbe ve sicil numarası dışında esirlerin mensup olduğu
birlik hakkında bilgi elde edilmiş olur.
i. Hücre Hapsi Usulü:
Esir bir yere kapatılarak hiç kimse ile temas ettirilemez. Günde bir öğün yemek verilir.
Temizlik vasıtaları, sigara, kahve, okuma veya yazma malzemesi vesaire gibi günlük
ihtiyaçların hiç biri verilmez. Odanın ısısı bir zaman çok sıcak, bir zaman çok soğuk olmak
üzere değiştirilir. Bu durumda bırakılan esirlerden çoğu muayyen bir müddet sonunda
konuşmaya razı olur.
İkinci Dünya Harbi sırasında kullanılmış olan bu usuller sorguya çekmenin nasıl
yapıldığını izah için misal olarak verilmiştir.
Harb esirlerinden alınan bilgiler diğer yollardan elde edilen bilgi akımını takviye eder.
Bunlar genel olarak F-6 (kaynağı itimada şayanlık derecesini tayin mümkün değil. Bilginin
doğruluk derecesini tayin mümkün değil) derecesine kıymetlendirilir.
…………muharebe mürettebatının düşman sorguya çekmesine mukavemet etmesini
öğretecek bir eğitim programının teferruatı, savaşta karşılaşacağımız düşmanları özelliklerine
tabi olarak değişir. Muhtemel düşmanların karakterini ve esirlere karşı nasıl davranacaklarını
ise sosyolojik istihbarat yoluyla elde edilen bilgilerden meydana çıkarmak mümkündür.
Düşmanın sorguya çekme usullerini bilen bu konuda ne gibi hile ve işkenceler
yapacağını önceden kestirebilecek şekilde hazırlıklı olan bir ……….. sorguya karşı
mukavemet şartlarından en önemlisini haiz demektir.
Resimler

Benzer belgeler