Türkçe

Transkript

Türkçe
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
STATE, JUSTICE AND YOUTH
2-4 Mayıs / May 2013
İstanbul Üniversitesi Kongre Merkezi
Istanbul University Cenvention Center
STRATEJİK DÜŞÜNCE ENSTİTÜSÜ
Çetin Emeç Bulvarı Aşağı Öveçler Mahallesi
4. Cadde 1330. Sokak No: 12
06460 Çankaya / ANKARA
Tel: 0 (312) 473 80 45
Faks: 0 (312) 473 80 46
E-posta: [email protected]
www.sde.org.tr
SDE Yayınları
2014
ISBN: 978-605-5386-15-3
Editörler
Prof. Dr. Yasin Aktay
Prof. Dr. Birol Akgün
Doç. Dr. Ahmet Uysal
Doç. Dr. Faouzi Bendridi
Yayına Hazırlayanlar
M. Cahid Karakaya
Adem Karaağaç
İbrahim Kaya
Hasan Gökmeşe
Bu kitabın yayınlanmasındaki katkılarından dolayı
Keçiören Belediyesi’ne ve değerli Başkanı’na teşekkür ederiz.
Bu kitapta yer alan yazıların akademik sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tasarım-Baskı
Başak Matbaacılık Tan. Hiz. Ltd. Şti.
Tel: +90 (312) 397 16 17 • www.basakmatbaa.com
İçindekiler
MAĞRİB GENÇLİĞİNDE KÜLTÜREL KİMLİK:
SOSYAL DEĞİŞİMLER VE YAŞANAN SORUNLAR
Prof. Dr. Beşir Halefi ........................................................................................... 5
TUNUS’TA MERKEZ VE İÇ BÖLGELER ARASINDAKİ KALKINMA
Zehra Benmnasur ............................................................................................ 19
ÇOĞUNLUĞU MÜSLÜMAN OLAN ÜLKELERDE
LAİKLİK-TEOKRASİ MÜCADELESİ: KISMİ LAİKLİK VE POST-İSLAMCILIK
Dr. İsmail el-İskenderani ................................................................................ 33
CEZAYİR GENÇLİĞİNİN SOSYAL VE SİYASAL KATILIM ÇABALARI
Karim Friha....................................................................................................... 57
SOMALİ’DE DEVLET İNŞASI SORUNU VE
BÖLGESEL VE ULUSLARARASI DEĞİŞİMİN ETKİSİ
Saida Muhammed Omar ................................................................................ 73
‘SAĞIR ODA’ KAVRAMI ÇERÇEVESİNDE
YENİ GENÇLİĞİN SİYASİ DURUŞUNA ELEŞTİREL BAKIŞ
Dr. Muhammed İkbal Bakırcı ......................................................................... 91
YOKSULLUK TÜRLERİ, YOKSULLUK KÜLTÜRÜ VE
KADERCİ YAKLAŞIMIN DOĞUDAKİ YOKSULLUK ÜZERİNE ETKİLERİ
Yrd. Doç. Dr. Haluk Yergin
Yrd. Doç. Dr. Abdullah Erol............................................................................109
KÜRESELLEŞEN DÜNYANIN YENİ GERÇEKLERİ VE
GENÇLERİN KONUMU: RADİKALLEŞİYOR MUYUZ?
Yrd. Doç. Dr. Barış Bulunmaz ........................................................................121
GENÇ GİRİŞİMCİLERİ DESTEKLEMEDE
BİR FİNANSMAN TEKNİĞİ: MELEK YATIRIMCILAR
Öğr. Gör. Erkan Perktaş .................................................................................137
KAMU HAKLARINDAN YARARLANMADA
KUR’ANÎ REFERANSLARIN KRİTER DEĞERİ
Yrd. Doç. Dr. Fikret Gedikli ............................................................................153
GÖÇ, TEHCİR VE HİCRET KAVRAMLARI IŞIĞINDA
KÖYDEN KENTE TAŞINMALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
HAKKARİ ÖRNEĞİ
Yrd. Doç. Dr. Haluk Yergin
Yrd. Doç. Dr. Abdullah Erol............................................................................167
İSLAM VE SİVİL TOPLUM
Araş. Gör. Duygu Duman
Araş. Gör. Ilgın Barut .....................................................................................181
KÜRESELLEŞEN DÜNYADA DEĞERLERİN YAŞATILMASI SORUNU
Doç. Dr. Sıddık Korkmaz ...............................................................................195
TÜRKİYE’DE GENÇLİK VE SOSYALLEŞME
Prof. Dr. Sami Şener ......................................................................................209
KÜRESEL ADALET İÇİN SOSYAL HAREKET: INDYMEDIA
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Yılmaz.............................................................................227
MAĞRİB GENÇLİĞİNDE
KÜLTÜREL KİMLİK:
SOSYAL DEĞİŞİMLER VE
YAŞANAN SORUNLAR
Prof. Dr. Beşir Halefi
Cezayir- Muaskar Üniversitesi Felsefe Bölümü
Özet:
Mağrip gençliği iki kaynaktan aldığı kültürel özelliklerle benzersizdir: Birincisi bir yaş dönemi olarak gençliğin özellikleri ile genel bir şekilde bağlantılıdır. Çünkü genelde dünyanın
her yerinde gençler temelde kendi sembol ve kavramları bulunan özel bir kültür etrafında
odaklanmış ortak niteliklerle, faaliyet ve atılganlığın damgasını vurduğu bu dönemi ifade
eden davranış ve yönelimlerle simgelenmiştir. İkincisi ise Mağrip özellikleri ya da daha
doğrusu gençlerin durumları, onlara karşı davranış metodu ve Mağriplilik bağlamında
devlet ve topluma özel çerçevede kendilerini temsil etme şekli üzerine kuruludur.
Gerçekte çoğu sosyal ve ekonomik değişimlerin dikte ettiği zor şartların baskısı altında yaşamakta olan Mağrip gençlerinin, derinliklerinde kayıtsızlık ve aşırı ciddiyetsizliğe
yönelme, spor fanatikliğinin eşlik ettiği tezahüratlarla etkileşime geçerek enerjisini harcama aracılığıyla ya da göç etme hayalleri kurmak ve tüm yollarının tıkanmasıyla bunu
yasadışı yollarla yapmaktan sonunda isyan ve sapma şeklinde tezahür eden sorunlu bir
kimlik halinin ifade ettiği içinde saklı olanları çeşitli yollarla çıkararak bu zorlukların baskısından kurtulmak için çıkış yolları aramak, ihmal etmek ya da ertelemek olarak özetlenebilecek farklı karşılıklar aracılığıyla takip edilen stratejiler ya da siyasetler hakkında
düşünmenin de yardımıyla bu değişimlerin nedenleri hakkında artık düşünüp taşınma
çemberi dışında değildir.
Sorunlu kimlik çıkmazını aşmak için en belirgin çözüm, insanlık kültürüne ve uluslararası yaratıcılığa bilinçli bir açılımın nitelikleriyle donanmış olması şartıyla işaretlerinin
5
MAĞRİB GENÇLİĞİNDE KÜLTÜREL KİMLİK: SOSYAL DEĞİŞİMLER VE YAŞANAN SORUNLAR • Prof. Dr. Beşir Halefi
hoşgörü ortamı çerçevesinde aile ile birlikte görülmeye başlandığı eğitimsel siyasetlerin
kabul edilmesi aracılığı ile farklıllıklara anlayış gösterme ve tartışma kültürünün, şeffaflık
ve birleştirici toplumsal kültürün özelliklerini ve içeriklerini bilmenin yardımıyla, uyum
ve ahenk için açılacak geniş alanların varlığını garanti altına alan çeşitli sosyal bağlar
üzerine kurulu kültürel özelliklerin desteklerinin yerleştirilmesi amacıyla, sorumlu bir
özgürlüğün yaygınlaştırılmasında saklıdır. Diğer taraftan bir yanda yolsuzluğun giriş kapılarını kapatmak diğer yanda gençlerin Mağrip’te dolaşımda bulunan verilere isyan ya
da yabancılaşmaya ve uzaklaşmaya hiçbir neden bulamaması için, görevlere yerleştirmede kabiliyet ve hak etme ilkesine uymakla birlikte adil bir şekilde meslek edinme ve
iş fırsatlarının sunulması yoluyla iz bırakan etkin taraflar olarak kız erkek tüm gençlerle
ilgilenerek genel kamu alanını ilgilendiren çözümler ve girişimlere doğru yönelmekte de
saklı bulunmaktadır.
Giriş
Gençler gelecekte gerçekleşecek her toplumsal kalkınma için ihtiyaç duyulan
servetlerin başında gelmektedir. Aynı şekilde birçok önemli uygarlık projesi;
kalkınmayı hayata geçirmede temel güç rolünü üstlenmeleri ve sahip oldukları
güç ve kudret sayesinde başarılı olmaları sebebiyle gençleri faaliyetlerinin merkezine almıştır.
Bedensel olarak ele aldığımızda sahip oldukları bedensel güç tüm alanlarda
hareket ve faaliyeti hayata geçirmede etkili olacaktır. Ayrıca hayat şartlarına
göğüs germek zorunda kaldıklarında ortaya koydukları atılganlık, acelecilik ve
gayret gibi manevi güçler gençleri diğerlerinden ayırmaktadır.
Gerçekte yönetimler ve toplumlar bu sınıfa karşı farklı yaklaşımlarda bulunurlar.
Bu sınıfın üstleneceği rolleri, faaliyet göstereceği alanları ve genel görünümünü belirlemede iki temel tasavvura sahiptirler: Birincisi bu sınıfın önemini fiili
olarak kabul eder ve ona yeteneklerini geliştirmek, performansını artırmak ve
hedeflerini gerçekleştirmek için gerekli ortamı sağlar. Aynı şekilde gençlerin
sorunlarını tartışmak, onların görüş ve önerilerine kulak vermek amacıyla ciddi
tartışmalar yürütür. Bu şekilde onlardan etkin, hedeflerini gerçekleştirme yolunda ilerleyen taraflar meydana getirilmektedir. Buna karşılık ikincisi vesayet
mantığıyla hareket ederek bu sınıfın öz farkındalıklarını ortaya koymayı engellemek üzerine kuruludur. Böylece genç pasif, emir almaya alışık, kendi adına
kararlar veremeyen birisine dönüşür. Bu da ufku kapalı ve kendini gerçekleştirmede zorlanma ile karakterize edilmiş bir hal meydana getirmekte ve karşılığında da toplumsal hayata zarar verme ve saldırganlıkla kendisini gösteren bir
geri çekilmeyi desteklemektedir.
Bu iki tasavvurun menşei birbirlerinden farklı iki yoldur. Birincisi gencin sahip
olduğu enerjiyi değerlendirdiği ve yeteneklerini ortaya koyduğu doğal bir top6
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
lumsal hayat ile uyumludur. Zira burada gençlerin de seslerini duyurabildikleri,
toplumun birbirinden farklı tarafları arasında gerçekleşen bir diyalog çerçevesinde kendilerini gerçekleştirebilmelerini sağlayan önemli faktörler bulunmaktadır. İkincisi ise gençleri muhalefetin, kararsızlığın ve belirsizliğin adresi olarak
gösteren toplumsal baskı özelliği ile uyum halindedir.
Bu çerçevede, toplumun gençlerden beklentileri ile gençlerin beklentilerini bir
araya getiren karmakarışık ve örtüşük bir yapıya göre oluşturulmuş toplumsal sistemler ve fikri kanaatler doğrultusunda gerçekleştirmesini beklediğimiz
gayeler netleşecektir. Bu da tezlerin çeşitlenmesine ve bazen de birbiriyle çelişmesine yol açacak ve rolü gereği aidiyetleri çeşitlendirecek farklı renkler ve
entellektüel oluşumlar ortaya çıkaracaktır. Sadece kazanılmış taşınabilir bilgiler olmalarından dolayı değil, bilakis bu durum özellikle çoğu zaman faaliyet
ve hareket ama aynı zamanda toplumsal değişikliklere eşlik eden endişe ve
şaşkınlık ile eşleştirilen gençlik kavramıyla söyleşen öz ile bağlantılıdır. (Sonya
Hicazi 07:2007)
Mağrib Gençliği: Kavram ve Özellik Olarak
Gençlik kavramı; genelde hareketlerinin bilincine varmak, sorumluluk hissetmek ve çalışmaya gücünün yetmesi ile başlayan dönemden olgunluk dönemine kadar ya da tam olarak gelişimin durduğu ve acziyetin belirdiği yaşlılık
dönemine kadarki zamanı kapsayan ve canlılık ile gücün öne çıktığı dönem ile
bağlantılıdır (Hicazi İzzet 27:1990). Bazıları ise ergenlik döneminin, duygusal ve
fiili olarak idrak ettiği sabırsızlık ve dinamiklik aracılığıyla kişinin çocukluk dönemini atlattığının farkına varması ile biyolojik anlamda buluğa ermesi olarak
anlaşılması gerektiğini düşünüyorlar. Bu aşamanın iki zayıflık yani çocukluk ve
yaşlılık dönemin arasındaki güçlülük dönemi olma özelliği, olgunluk ve verimlilik çağı olması sıfatıyla bu dönemin büyük önem kazanmasına neden olur.
Gerçekte bu dönemi bakış açısına göre düşünmeyi sağlayan bazı girişler bulunmaktadır. Mesala beden gücüne ve ergenliğe büyük önem veren biyolojik etken belirirken, psikolojik etken de gençlik kavramı bağlamında zorluklarla başa
çıkma ve faaliyet özelliklerine işaret eder. Sosyal etken ise eğitim, sorumluluk
duygusu kazandırarak değerini ortaya çıkarma aracılığıyla toplumun bu sınıfa
sunduğu düşünceleri dile getirir.
Bu çerçevede kişisel ve toplumsal olmak üzere iki boyutta gençlik kendini göstermektedir. Kişisel olarak, güç gerektiren sporlarda başarılı olanlarda da açıkça görüldüğü gibi kişi bu dönemde hedeflerini gerçekleştirmede sahip olduğu
enerji, güç ve iradeden faydalanmaktadır. Aynı şekilde toplumda, kalkınma ve
refahı gerçekleştirmede gençlerin gücünden, güçlülüklere karşı koyma ve hedefleri gerçekleştirmeye hazır olmalarından yararlanmak yönünde bir beklenti
oluşmaktadır.
7
MAĞRİB GENÇLİĞİNDE KÜLTÜREL KİMLİK: SOSYAL DEĞİŞİMLER VE YAŞANAN SORUNLAR • Prof. Dr. Beşir Halefi
Gençlik, insan toplumlarının uygarlık yakıtıdır. Barışta ve savaşta ona güvenilir. Sağlam bir şekilde oluşturulduğu ve hazırlandığı zaman gerçek bir beşeri
serveti temsil etmektedir. Ancak yeterli imkânları bulamadığında ise atalet ve
engel olarak önümüze çıkacaktır.
Bu anlattıklarımız ilk olarak Büyük Mağrip ülkelerinde yaşayan gençlerin durumuyla pratikte genellikle çatışmaktadır. Mağrip ülkeleri başkanlarının 10 Haziran 1988 yılında Cezayir’in Zeralda şehrinde bir araya geldikleri toplantıda
siyasi bir proje ve bölgesel bir oluşum olarak görüşülen ve 17 Şubat 1989 yılında Marakeş’te gerçekleştirilen görüşmelerde Libya, Tunus, Cezayir, Fas ve
Moritanya’yı içine alan bir Arap Mağrip Birliği oluşturulmasını öngören anlaşmanın imzalanması ile Büyük Mağrip ülkeleri oluşmuştur. Bu devletler, toplumlarının % 60’ını oluşturan ve 2010 yılı itibariyle 91 milyonu aşan genç bir nüfusa
sahip olmalarıyla dşğer ülkelerden ayrışmaktadır. Enstitülerin ortaya koyduğu
istatiklere göre; Cezayir’de 36 milyon, Fas’da 32 milyon, Tunus’da 12 milyon,
Libya’da 7 milyon, Moritanya’da 4 milyon genç bulunmaktadır.
Bu bağlamda Mağrip boyutu, toplumsal göstergeler incelenirken bunları anlama ve yorumlama imkânları sunan kapsayıcı bir bölgesel çerçeve ve verilerin
vasıflandırılması ve analiz edilmesini sağlayan bir araştıma alanı oluşturmaktadır. Toplumsal gerçekliğe bilimsel olarak temas etmek, sahip olduğu kavramları
anlamaya çalışmak ve özelliklerini idrak edebilmek yerine getirilmesi gereken
işlemlerdir. Çünkü bunlar toplumsal uyum ve uygarlığın gelişimi önünde bir
engel olarak duran birçok karmaşık sorunu çözme imkânı verecek çözüm ve
öneriler sunmaktadırlar. Mağrip gençliğinin kültürel özelliklerini analize şu sistematik soru ve cevaplar incelenerek başlanmalıdır:
Büyük Mağrip gençliğinde Mağripli olma hissiyatı gerçekten var mıdır?
Mağriplileri bir araya getiren çeşitli ortak dinamikler üzerine kurulmuş belirli
bir duygu olarak bu hissiyatın varlığı dikkat çekse de, bunun gündelik hayatta
elle tutulur bir gerçekliğe dönüşmesi hala uzak bir ihtimal gibi gözükmektedir.
Çünkü siyasi düzeyde seyahat özgürlüğü, ev ve iş olanakları aracılığıyla bu yakınlaşmayı hayata geçirmede bu sınıfın oynayacağı role bakarsak özellikle de
gençlerin aralarında bulunduğu farklı sınıflarda karşılığını bulduğu gerçek bir
yakınlaşmaya neden olacak hakiki bir Mağrip Birliği kurmak için ortaya atılan
farklı projeler ve sarfedilen emekler başarılı olamamıştır.
Gençlere sanal âlemin sınırları içerisinde etkileşime geçme imkânı sunan teknolojik iletişim araçlarında meydana gelen büyük gelişmelere rağmen kültürel
ve toplumsal düzeyde büyük bir çatlağı ortaya çıkaran hakiki bir boşluk bulunmaktadır (Bumaze Al-Said 174:2006). Bu devletlerin sürdürdüğü ve genç
gruplar arasında kültürel alışverişin azlığı, komşu ülkelerde yayınlanan kitaplara
8
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
ulaşmanın zorluğu ve buna ek olarak seyahat işlemlerinde çıkarılan zorluk ve
güçlüklerin neden olduğu fiili bir iletişimsizlikten dolayı, diğer Mağrip ülkelerinin
ve toplumlarının kültürel ve toplumsal hayatlarına dair yüzeysel bir bilgiye sahip
olmak ve bazen de düşmanlık beslemek şeklinde karakterize edilebilecek bir
ulusal kimlik oluşturmayı amaçlayan, bölgesel boyuta öncelik veren siyasetler
buna neden olmaktadır. Özellikle halklarının özgürlük ve esaretten kurtulmak
için mücadele ettikleri zamanlar da Mağrip toplumları arasında kültürel iletişimin
gerçekleştiği olayların varlığı tarihsel delillerle kanıtlanmış olmasına rağmen,
görünür bir Mağrip kültürel kimliği oluşturacak ortak bir gençlik anlayışı olmasını engelleyecek şekilde Mağrip’i kapsayan sınırlar içerisinde kolaylıkla seyahat
etme konusu birçok Mağrip gencinin yetersiz imkânlardan dolayı ulaşılması zor
bir istek gibi gözükmektedir. (Muhammed Salih Al-Cabiri Önsöz 1990)
Bu anlamda bir genelleme yapmanın zorluğuna işaret etme zorunluluğu ortaya
çıkmaktadır. Mağrip bölgesi içinde bile eğitim ve sosyal çevre, kültürel ve siyasal kanaatler, psikolojik durum ve buna ek olarak maddi imkânlarda meydana
gelen farklılıklardan dolayı gençlerin konumu birbirinden ayrışmaktadır. Buna
ilaveten diyebiliriz ki; Mağrip toplumlarında gençler değerlerde, davranışlarda,
düşünme şeklinde değişimin baskın olacağı şekilde yerel ile dış, sabit ile değişken arasındaki çatışma çerçevesinde daha seçenekleri belirlenmemiş geçici bir
dönemde yaşamaktadırlar.
Tüm Girdi ve Çıktılarıyla: Mağrip Gençliğinin Kültürel Kimliği
Mağrip gençliğinin kimliğini oluşturan unsurlar iç içe geçerek, zaman boyutları
ile olan ilişkisi çerçevesinde iç ve dış şartlar ile bilim, inanç, sanat, ahlaki değerler, kanunlar, gelenekler ve toplumun bir ferdi olarak insanın edinebileceği tüm
adetleri kapsayan oluşumların bütünlüğünün oluşturduğu mantıkla kültürel özgünlüğü ifade eden çeşitli dinamikleri bir araya getirmiştir.
Bu bağlamda milli aidiyet esas belirleyici olarak ortaya çıkmaktadır. Bu duygu Büyük Mağrip devletleri arasındaki seyahatin zorluğu, kültür ve ekonomi
alanlarında alışverişi, işbirliğini öngören programların kısıtlılığının gölgesinde
sağlamlaşmıştır. Ancak bu morfolojik benzerlikten başlayarak akrabalığa, adet
ve geleneklere kadar Büyük Mağrip sakinlerinin ortak kesişme noktalarının varlığını ortadan kaldırmamaktadır. Bu nedenlerden ötürü Avrupa Birliği örneğinin
gerçekliği ile karşılaştırıldığında Mağripliliğin gerçekçilikten çok coğrafi olma
özelliği ile öne çıkan teorik bir bölgesel oluşum olduğunu söyleyebiliriz.
Ancak buna karşılık ulusal devleti oluşturan kimliğin temel dayanaklarını ve
toplumsal bilgiyi farklı ülkeler ve diğer Mağrip toplumlarında uygulama zorunluluğu olmadıkça farklı hayati alanlarda işlevli bir hale getirmenin mümkün olduğunu inkâr etmek anlamına gelmemelidir. Bu da bize tüm seçeneklerin hala
elenmediği geçici bir dönemde yaşadığını varsayarak, genç kesimin konumu9
MAĞRİB GENÇLİĞİNDE KÜLTÜREL KİMLİK: SOSYAL DEĞİŞİMLER VE YAŞANAN SORUNLAR • Prof. Dr. Beşir Halefi
nu birleştirecek birçok benzerlik ve kesişme noktasına bakıp Mağrip toprakları
içinde gençlerin durumunu iyileştirebilmenin mümkün olduğunu söyleyebilme
fırsatı vermektedir.
Mağrip topraklarında yaşanan hızlı sosyal değişimler farklı şekillerde gençlik
zihniyetleri ve davranışları doğurmuştur. Mensuplarının kurtuluşun İslami değerlere bağlı kalmakta ve onlardan ilham almakta olduğuna inandığı farklı algılardaki dini bağlılıklardan, kurtuluşu vatana bağlılıkta görenlerin meydana
getirdiği ulusal devlet taraftarlarına; tüm Arap ülkeleri vatanımdır sloganı gereğince Arapçaya ve Arap olma boyutuna büyük önem veren Arapçılık akımından, özellikle kadın özgürlüğünün de içinde bulunduğu özgürlüklerin arttırılması esasına dayanan Batı medeniyeti ve liberal değerler ile temsil edilen insanlık
başarısına açılmayı ilerilik olarak gören akıma; buna ek olarak var olan adet
ve göreneklere bağlı olan akıma, hareketin sağlayacağı yararlılığa odaklandığı
kadar felsefe ve düşünceye büyük önem vermeyenlere kadar birçok akımdan
bahsetmek mümkündür.
Böylece bu toplumlar, sorunların büyüklüğüne ve yerleşmiş toplumsal olgulara
bakarak fikri ve sosyolojik araştırmalara uygun alanlar olarak ortaya çıkmaktadırlar. Buna karşılık nüfusun çoğunluğunu oluşturmalarına rağmen Mağripli
ya da genel olarak Arap gençliğine ayrılmış kapsayıcı araştırmaların azlığından
bahsedebiliriz (Sonya Hicazi 09:2007).
Mağrip’te bulunan genç nüfus, gelişmiş ülkelerin sahip olmak isteyip de olamadığı bir insan servetidir. Ancak, genç nüfus, gerçekte insanlığın ulaştığı başarılarla zenginleşmiş, etkin ve tatminkâr içeriklerle desteklemiş bir şekilde
hayatın zorluklarını cesaret ve güç ile karşılayabilmesi için mesleki ve kültürel
donanımlarla işlevsel hale getirilmediği için toplumlar açısından bir endişe kaynağı oluşturmaktadır. Kültürel kimliğe uygar olmayan yollarla yapılan her ihlal
sosyal yapıyı tehdit edecektir, bu da kaos ve yıkılmanın başlangıcı olan sosyal
parçalanmanın bir uyarıcısıdır (Malik Bin Nebi 25:1985). Aynı şekilde özgür ve
sorumlu bir tartışma ortamı olmadan kimlik ilkelerinin dayatılması ve dikte edilmesi kaçınılmaz bir şekilde öfke ve memnuniyetsizliğe neden olacaktır. Zira değerlerin, günlük hayatta dolaşımda olan özelliklere ve farklılıklara odaklanarak
onunla uyumlu bir şekilde kökleştirilmesi gerekir. Bu Mağrip toplumlarında bazı
kadınların temsil edilme ve kültürel özelliklerini ortaya koyma hakklarına vurgu
yapmalarıyla daha iyi anlaşılmaktadır.
Krizinin çözümü -birlikte yaşayabilme ve özellikle de zor bir yaşta, dönemeçlerin ve büyük değişimlerin öne çıktığı tarihi bir dönemden geçmekte olan gençler dâhil olmak üzere Mağrip toplumunu oluşturan tüm kesimleri kabullenme
ve tolerans gösterme yoluyla- bu toplumun ve kendisini meydana getiren en10
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
tellektüellerin, siyasilerin ve sosyologların özgür ve sorumlu kendini ifade edebilme ve konuşabilme ortamı sağlayarak en başarılı çözümleri kabul etmesi,
mağripli gençleri ümitsizlik ve çökme uçurumuna iten yolsuzluk odaklarını ortadan kaldırmak için yoğun çaba harcaması ile birlikte kayırma ve rüşvet yerine
liyakat ve hak etme sistemini hayata geçirme yeteneğine bağlıdır.
Bu yüzden saha çalışmalarında, araştırmacı Sonya Hicazi’nin istihbarat işi olarak adlandırdığı gibi, araştırmacılar çoğu zaman akıllarındaki sorularla ilgili kendi sansür kurallarını uygulamaktadır. Onun için özgürlük ilkelerini yaygınlaştırarak gerekli bilimsel temellerin sağlandığı anket ve kamaoyu araştırmalarına çok
ihtiyacımız bulunmaktadır. (Sonya Hicazi 99:2007)
Sosyal Değişimler ve Kimlik Krizi: Ekonomi Çıkmazı
Gerçekte artık “Kültürel Küreselleşme” olarak bilinen kavramın meydana getirdiği bozulmanın neden olduğu kargaşada, güvenilir ve etkin bir kimlik oluşturma gayretindeki Mağrip gençliğinin yaşadığı şiddetli sıkıntıları ortaya koymada bir sorun görmüyoruz. Mağrip toplumlarının, engel ve zorluklara rağmen
bağımsızlık yönündeki istekleri sonucu biten sömürge dönemi ve arkasında
bıraktığı miras başta olmak üzere geçmiş tarihi dönemlere kadar uzanan kökleriyle ikilik halinin baskın olduğu bir kültürel çatışma halini yaşamakta olduğu
bilinmektedir.
Bu durum faaliyet isteği, sorgulama ve macera ruhu ile öne çıkan bu yaş döneminin özelliklerinden dolayı genç kesim üzerinde etkili olmuştur. Konuşulan
dilden seçilmiş kelimelere, davranışlara ve tavırlara belirgin bir şekilde yansıyan
isyan güdüsü, hâkim olan toplumsal kriterlere uymama sonucunu doğurmaktadır. Bu yaş döneminde kimlik krizi (Identity Crisis) olarak adlandırılan çerçeve içinde kendisini gerçekleştirme çabası sırasında gencin sallantılı pozisyonu,
memnuniyetsizlik duygusunu ortaya çıkarmaktadır. (Fred Milson 14:2007)
Bu çerçevede, eğitim ve formasyonun faydalı olup olmadığı sorusunun ortaya
atılmasına neden olacak şekilde, üniversite diplomasına sahip ya da mesleki
eğitim almış olan işsizlerin sayısının bazen şok edici boyutlara ulaşması, Mağrip
toplumlarının önemli sorunlarının başında gelmektedir. Bu durum da boş işlerle
uğraşma ve okuldan kaçma yanlılarına, okumaya vakit harcamak yerine maddi
kazancı tercih etmek için gerçekçi nedenler sunmaktadır.
Ayrıca, eğitim döneminde yeterli ilgiden mahrum kalmaları veya yanlış kararlar
sebebiyle tam anlamıyla bir meslek sahibi olamadıkları için kalifiye olamayan
gençler söz konusu olduğunda yaşanan dramın şiddeti daha da artmaktadır.
Genel olarak bu durum, kendi özellik ve koşullaranı beraberinde getirecek ve
bu kişiler çoğunlukla çalmak ve yoldan sapmak gibi yanlış bir hayatın içine
düşeceklerdir.
11
MAĞRİB GENÇLİĞİNDE KÜLTÜREL KİMLİK: SOSYAL DEĞİŞİMLER VE YAŞANAN SORUNLAR • Prof. Dr. Beşir Halefi
Mağrip ülkelerinin stratejik konumlarına, Avrupa’ya yakın ve sahil ülkeleri olmalarına rağmen, iletişim ve medya araçları tarafından sürekli tcazip gösterilen
Batı hayatı ile Mağrip’te yaşanan hayat kıyaslandığında yoksulluk ve yoksunluk
hemen kendisini göstermektedir. (Thave.S.1994:22). Aynı zamanda gençlerin
kendini gerçekleştirmede karşılaştığı zorluklar da bulunmaktadır. İstikrarlı bir
hayat için aile kurmayı düşündüğü ve bunu gerçekleştirmek için çabaladığı zaman kendisini saran zincirlere ilaveten gençlerin azmini kıran adetler de bulunmaktadır. Bunlara ek olarak aileleri daha çok ilgilendiren husus maddi sıkıntılardır. İyi gelir getiren bir işe sahip olmanın yanında, özellikle büyük şehirlerde
insana haysiyetli bir hayat sağlayan güvenli bir barınağa sahip olmak da oldukça önemlidir. Ancak, her geçen gün ulaşılması zor bir hale gelen konut bulma
imkânı, endişelerin artmasına sebep olmaktadır. (Mebtoul Mohamed 2005:66)
Bu durum genç kızlarla ilişkilendirildiğinde, kültürlerin ve kanaatlerin çeşitlenmesi ile şekillenen Mağrip toplumlarında ki kadının konumundan dolayı kendine has bir hal almaktadır. Zira sosyal ve ekonomik değişimler çok sayıda kadını,
eğitim, meslek öğrenmek ve çalışmak için iş fırsatları aramak ve kadın haklarını
korumaya çalışan dernekler kurmak ya da bu derneklere katılmak için dışarı
çıkmaya itmiştir. İşsizlik, evde kalma ve genç kadını aile şerefini tehdit eden bir
bedene indirgeyen zihniyet nedeniyle birçok genç kızın yaşamak zorunda kaldığı zorlukların da eklendiği gençlik dönemi huzursuzluk içinde yaşamaktadır
(Addi Lahouari 1999:148).
Sorunlu ekonomik durum, hayal ile gerçeği ayıran büyük uçurumun farkında
olan çoğu Mağripli gencin ruhsal durumunda onun şaşkınlığını ve endişesini
arttırarak karşılık bulmaktadır. Bu da menfaatin ağır bastığı bir iş kültürünün
oluşturulmasını gerektirmektedir. Böylece insanların tek hedefi, bireysellik
duygusunun artmasına teşvik edecek şekilde genel durumun güvenliğini hiçe
sayarak bu krizli durumun pençesinden kendini kurtarmaya dönüşür. Bu durum, dostluğun anlamında meydana gelen şiddetli dumur hali ve çıkar sağlanabilecek gruplarla sınırlandırılmasından kolaylıkla anlaşılabilir. Bu duygu siyasi
ve ekonomik durumun dayatmalarıyla gerçekleşen sosyal değişimlerle birlikte
meydana çıkmıştır. Ulusal devletler artık vatandaşlarının bilinçlerini tek başlarına oluşturamıyorlar, bu vatandaşlara bilginin ulaştırılmasında milli medya ve
iletişim araçlarına devletin hâkimiyetinin olduğu geçmiş yıllarda mümkündü.
Ancak bu durum üreticilerin yönelimleri ve küreselleşmenin temellerinin kabul ettiği gibi dünya vatandaşlarının umutları ile uyumlu bir bilinçlenme halinin oluşturulmasına katkıda bulunabilecek güçlü bilgi akışının gölgesinde artık
mümkün değildir. Bu yüzden genç bilinçleri diğer bilimsel etkilerden izole ederek kültürel özellikler uyarınca çerçevelemek artık mümkün gözükmemektedir.
Bu sosyal değişimler, “değerlerin metalaştırılması”na neden olan yaygınlaşmış
tüketici ruhunun uzantılarının yerel ve kültürel özellikleri tehdit edecek şekil12
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
de kişisel bilinçlerde değişime neden olmuştur. Toplumsal bilincin oluşturduğu
çerçevenin içinde Bir gencin eşsiz bilimsel becerilere ve yüksek kültüre sahip
olması artık kendisine rahat ve istikrarlı bir hayat sağlayacak maddi imkânlara
sahip olması kadar önem taşımamaktadır. Bu bilinç en çok evliliğe rağbet edildiği zaman ortaya çıkmakta ve hatırı sayılır derecede Mağripli aile ilk önce
maddiyatı düşünmektedir. Bunun yansıması olarak yüksek mehirler istenmekte,
düğünlerde yapılan israflar artmakta ve buna ek olarak damadın maddi durumunun iyi olduğuna dair vurgular yapılmaktadır.
Bu bağlamda gençler, bir yanda salt toplumsal köklerden esinlenen geleneksel
kültürün diğer yanda gencin kendi kanaatleri ve bilimsel yönelimleri doğrultusunda farklı şekiller alan modern kültürün çekiştiği bir sahada genel sosyal
değişimlerin çerçevesinde bir endişe ve değişim halinde yaşamaktadır. Bu durum belirli bir kültür şeklini kabul etme ya da reddetmede sıklıkla yaşanan tartışmalar aracılığıyla kültürel ve sosyal dinanizmde, dışarıda çalışma fırsatları
aracılığıyla özgürleşmeyi hedefleyen ve bunun için çaba harcayan yoksul ve
orta kesimlere mensup okumuş kimseler başta olmak üzere hatırı sayılır oranda
Mağripli genci çok dilliliğe yönlendiren durumlarda ya da çokdilliliğin modern
değerlere bağlanmanın kolaylılığını ispat etmenin ayrılmaz bir parçası olarak
kabul edilen iyi halli sosyal konumlardan gelmiş kimseleri bir dinanizme doğru
sevk edebilir (Boutefnouchet Mostafa. 2004:33).
Bu devlet memurluğuna odaklanmanın gölgesinde kalan iş fırsatlarının azlığına
karşılık, sanayi ve üretim alanlarında özel yatırımların da az olması, ganimet
ve kazanmayı kabul ettiği kadar risk ve ekonomik yaratıcılığı kabul etmeyen
bir mantık çerçevesinde hizmet vermeye odaklanılmasından dolayı özgürleşme ve azad olma amacında olan gençlere cazip fırsatlar sunmaya devam edemeyen sallantılı bir ekonominin ortasında kendini gerçekleştirme etkenlerinin
kayıp olduğu yukarıda zikredilen iki durumun arasında endişe ve kahır içinde
yaşayan geniş kesimlerin varlığının bir inkârı değildir. ( Boutefnouchet Mostafa:
2004:38).
Sosyal Dönüşüm Çerçevesinde Kimlik Oluşumu:
Değerlerin ve Referansların Çatışması
Yaşam ile birlikte yürüyen değişimin gerektirdiği toplumsal dönüşüm sorunu
insanlığın tarih boyunca yaşamındaki doğal bir meseledir. Basit bir inceleme
sonucunda bile ya gerçek bir ilerleme ya da artan bir yokluk şeklinde iki net
sonuca yönelten nicelikli ve nitelikli değişimler görüntüsünde toplumsal dönüşümlerden meydana gelmiş kesintisiz bir zincirin varlığını idrak ederiz. (Şayğal
Daryuş 36:1993)
Bu çerçevede sosyal dönüşümler sebebiyle gençlerin yolu, hem kendisi ile hem
de toplumla kriz yaşamaya zorlayan çok daha derin ve tehlikeli dönüşümlerle
13
MAĞRİB GENÇLİĞİNDE KÜLTÜREL KİMLİK: SOSYAL DEĞİŞİMLER VE YAŞANAN SORUNLAR • Prof. Dr. Beşir Halefi
kesişmektedir. Çünkü ‘liyakat ve hak etme’ ilkesi yerine ‘aracılar ve ilişkiler’e dayanan sistemin kırılganlığının gölgesindeki genç, kendini gerçekleştirme adına
hâkim olan verileri aşan ve onlarla ters düşen emellerini gerçekleştirmek isteği
duymaktadır.
Dolayısıyla dışlanma ve izole hissi, siyasi ve dini konuşmaların çağrıda bulunduğu beklentilere karşılık vermeyen bir kimliğe has anlayış biriktirecektir.
Mağrip toplumlarının şahit olmaya başladığı dönüşümün gölgesinde kaynaşma
şartları artık ilk etapta bu dönüşümlere uyum sağlama yeteneğine dayanmaya
başlamıştır. Zorluklara göğüs germek, güç ve beklentileri gerçekleştirmek için
kudretten başka bir şeyi değer olarak görmeyen bir toplumsal çevre, maddi
imkânsızlıkların, ruhsal çöküntülerin ve dışlanma acısı hissetmenin ana sebeplerinden sayılmaktadır.
Mağrip ülkelerinin, Afrika’nın kapısı olması, Avrupa’ya olan yakınlığı ve tarihsel
özelliklerinden dolayı sahip olduğu eşsiz jeostratejik konum, bu ülkelerde birçok defa sömürgeciliğe maruz kalmak olarak sonuçlanmıştır. Buna ek olarak
İbn Haldun’un diliyle; yerleşik halk ile göçebe halkı içine alan ve çeşitlilik gösteren nüfus yapısıyla, dini kanaatlerde ve ideolojik inançlardaki çoğulculukla,
iklim ve arazi çeşitliliği Mağrip gençliğinin durumunda yansımasını bulmuştur.
Çünkü ortada sabit ve değişkenliğe boyun eğmiş özellikler olarak kabul edildiği
derecede Mağriplilik özelliğiyle tanıtılmış kapalı bir sonun izleri gözükmemektedir. Bunun delili Mağrip gençliğinin genelinin artık modernliğe yönelmek ya
da köklere bağlı kalmayı tekerleme haline getiren farklı alanların elinde rehin
olmak gibi farklı alanlarda olmasıdır. Bu da bazen dolaşımda olan ve günlük hayatın gerçekleriyle bağlantısı olmayan dini ve kültürel suretler yararına olacak
şekilde özellikleriyle uyumlu Mağrip toplumlarının kurucu referanslarının yarı
yarıya var olmadığı hipotezine yönlendirmektedir.
Ekonomik kriz, gıda güvenliği başta olmak üzere teknoloji ve ekonomide meydana gelen gerilemenin şeklini meydana çıkarmıştır. Aynı zamanda eğitim krizi de sosyal yetiştirme kanallarından alınmış sosyal değerlerin zayıflığını ifade
etmektedir. Bu da gerileme ve ilerleme arasındaki yüksek uçurumun boyutunu
anlayan gençlerde yabancılık duygusunu güçlendiren, kişi ve okul, basın yayın evleri, kültürel kulüpler gibi kurumlar aracılığıyla aile ve toplumun rolünün
sallantıya uğradığını ispat etmektedir. Sınıfı geçmek ve diplomaya sahip olmak için ezbere dayalı bir eğitim stratejisinin üstün gelmesi, maddi gelire büyük önem veren toplumsal imgelemenin hâkim olması, liyakat ve hak etme
çerçevesinin dışına çıkacak şekilde işsizliğin despotluğu ve mesleki olmayan
kriterlerin yaygınlaşmasının gölgesinde bazen mesleğin türünü ve yararlılığını
değersizleştirmektedir.
Bu imgelemlerin ve uygulamaların çeşitli ve hızlı sosyal değişimlerin gölgesinde yaygınlaşması, zorunlu olarak gencin çevresine ve kendisine olan güvenini
14
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
kaybetmesine ve sonrasında yapım aşamasından geçmeden dalından koparılan icraatlar niteliğinde oldukları için hâkim sosyal yapı ile eşleşmeyebilen farklı
referansların arayışına girmesine neden olmaktadır. Bu da sosyal projenin bilinmezliği içinde bu yönelimler arasında çatışma ihtimaline neden olabilir. Özgürlükler çıtasının belirginsizliğinde yaygın olan sosyal özelliklerin doğasından
çekip çıkarılan demokratik deneyimin yeniliği, ekonomik durumun kırılganlığı
ve gerçek bir demokratik yapının yokluğunda yayılmış olan baskıcı karakter de
eklenmektedir.
Artık Mağrip gençliğinin seçeneklerinin daha belirgin olduğu geçici bir dönemde yaşadığı açıktır. Bu da, toplumdan ve görevlerinden vazgeçmek adına
reform mantığı benimsenerek sorunlarına bilimsel ve kültürel çözümlerin arttırılması ile birlikte işlerini yoluna koymaları, ihtiyaçlarını görmeleri için kendilerine öncelik verilmesini gerektirmektedir. Bunun yanında gençliğin özelliklerinin
anlaşılması ve idrak edilmesine neden olabilecek çalışmalar yapılmalıdır. Aynı
şekilde, kimlik kavramına aşırı bir değer vermek ve arkasına sığınmak, kabuğuna çekilmeye ve kimliğini korumak adına taasup halinin artmasına neden olarak
kültürel özelliklere karşı bir tehdit olduğu varsayılarak her yeniye karşı koyma
ile sonuçlanacak hamleler ona karşı yapılmış bir kötülüktür. Genç de, huzursuz
gerçeğine karşı savaşında kendisine soluk alıp verebileceği bir yer oluşturacak
ideolojik bir sığınağın içine saklanır, gelip geçici ve kötülük merkezi olduğu,
kendisine önem verilmemesi gerektiği ve onunla ilişkide dikkat ve şüphe mantığıyla hareket edilmesi zorunluluğunun olduğu bir dünya imgelemini özümleme
aracılığıyla iç huzuru bulmaya çalışır. Ya da bunun tam tersi gencin taklitçilik,
hayranlık ve tüketiciliğin yüceltilmesi mantığını kabullenmesine neden olan
bir kültür alımı halinin ortaya çıkmasını sağlayan yabancılık ve uzaklaşmışlık
duygusunu arttırır. Bu, kendisine ulaşıldığı anda tüm rızık kapılarının kilitlerinin
açılacağı kayıp cennet diye nitelenen Batı medeniyeti tekerlemesi aracılığıyla
kişilerinin toplumdan istifa etmeye dayananan birçok gencin halini ve çoğunun
garantisi olmayan bir işe sahip olmak ya da daha doğrusu mutlu bir gelecek
için gizli ve yasal olmayan bir şekilde karşı kıyılara doğru denize açılmaya iten
durumun yansıttıklarıdır. Gençleri, çoğu zaman trajik bir sona ya da yasadışı
göçmenlere özel tutuk evlerinden birine götürecek bir yol adına tekneye binmesini sağlayacak parayı bulmak için çalışmaya ya da borçlanmaya itmektedir.
Göçe inanan birçoklarının bu parayı zoraki bulmalarına ve Avrupadaki iş pazarının en basiti ile gidilecek ülkeninin dilinin bilinmesi gibi talep ettiği yetenek ve
maharetlerden yoksun olmalarına rağmen göz ardı edilemeyecek kadar Mağripli genç, özellikle de Akdeniz’e bakan kıyılarda bulunanlar, göç etmeyi düşünmekte ve hayal etmekte tereddüt etmiyor. Araştırmalar bu ölüm yolculuğuna
çıkan gençlerin çoğunun mesleki yeteneği olmadığını ve iletişim kurmalarını
sağlayacak ikinci ya da çokdillilikleri ile ayrışmadıklarını ortaya koymaktadır ve
15
MAĞRİB GENÇLİĞİNDE KÜLTÜREL KİMLİK: SOSYAL DEĞİŞİMLER VE YAŞANAN SORUNLAR • Prof. Dr. Beşir Halefi
olur da başarılı bir şekilde karşı kıyıya ulaşıp sınırı geçseler bile evsizlik ve yabancı topraklara girmelerini sağlayacak izin veya kişiliğini ispat eden kâğıtlara
sahip olmamalarından dolayı sürekli bir kovalamanın baskısı altında yaşamak
zorunda kalmaktadırlar. (Emmanual Terray 2009:13)
Ülkeleri bir sömürge ya da manda döneminden sonra bağımsızlığına kavuşan
Mağrip gençliğinin sıkıntısını çektiği sorunların temeli, gerçek bir medeniyet
yükselmesi gerçekleştirecek proje ve siyasi girişimlerin başarısız olmasında
saklıdır. Bu nedenlerle gelişim gençlere; “siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz” ibaresi dâhilinde insanın yeryüzünde ki halifeliğinin amaçlarını
gerçekleştirmeyi başaran atalarının yolunu takip ederek kimliğini oluşturan asıl
köklere işaret eden zengin geçmiş ile karşısındaki sahiplerinin bir medeniyet bilincine ulaşmayı, teknolojik olarak gelişmeyi, özgürlüklerin çıtasını yükseltmeyi,
insan ve çevreye önem vermeyi başardıkları çağdaş Batı medeniyeti benzeri bir
gelişme için toplumun içinde saklanmış olan güçleri uyandırmayı üstlenen bir
modernleştirme projesi arasında ki bir paradoks anında saklı gibi gelmektedir.
Doğru Bir Kültürel Kimliğe Doğru: Etkinleştirme Yolları
Genel şekliyle kimlik; diğerlerine düşmanca ve hiçe sayan bir bakışla bakmaya
sevk edecek kadar kimliğinin kusursuzluğuna olan inancının eşlik ettiği aşırılık ve geri çekilme hali dışında önceden sınırlanmış sabit bir öze çevrilemez.
Gerçekçi ve doğal anlamda o kendini ve başkasını hissetmektir. Zira ben kesiştiğim ve aynı fikirde olmadığım başkasının var olmasıyla ancak kendi kültürel
özelliklerimin idrakına varabilirim. (Son Amartiya 38:2008) Bu da şu demektir
ki kültürel kimlik gelişen, hastalanan, zenginleşen canlı bir varlıktır. Krizler ve
yabancılaşma sorunlarının yaşandığı dönemlerde zenginleştirilmeye ve düzenlenmeye maruzdur.
Herhangi bir gencin sahip olduğu meşru istekler kendini gerçekleştirme ve
bağımsızlık hissinde saklıdır. İşlerini yürütebilme, evlenme, aile oluşturma ve
ona bakabilme gücüne sahip olduğunda bu kendisinde yapılabilirlik duygusunu güçlendirecek ve dolayısıyla kendinden memnun olmasını sağlayacaktır.
Sonrasında da gençlerde tatminkâr bir kültürel kimliği gerçekleştirmek istikrar
ve ilerlemeye götüren yol olacaktır. Bu da Noam Chomsky’nin öngördüğü gibi
temel olarak konuşulan ilk dilden yola çıkan anlatımların meydana çıkarılması aracılığıyla insan yaşamının ilk yıllarındaki yaratıcılığın vatandaşlık duygusu
çerçevesinde iletişime geçme taleplerini gerçekleştirmeden, kimlik duygusunu
derinleştiren insani boyutlar çerçevesinde çok dilliliği somutlaştırmaya kadar
zenginleşmeye devam etmesi, başlangıç noktasından yola çıkan bağlı olma
duygusunu güçlendirecektir. Bilhassa bir toplumda medeniyet inşası ve kültürel kimliği etkinleştirmek temel olarak bağımlılık, katmak ve nüfuz etme ça16
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
balarını bertaraf edecek şekilde aktivistlerin iletişimde bulanabilme gücüne ve
kalkınmayı gerçekletirebilmeleri üzerine kuruludur. (Muhammed Abed Cabiri
211:1999)
Küreselleşmenin kendi değerlerini dayatma çabaları sonucu ortaya çıkan çağdaş komplikasyonlar aile ve öğretmen otoritesi kavramını çok göreceli bir nesne haline getirmiştir (Yusuf Mikhail Esad 24:2001). Diyebiliriz ki eski nesillerin
fikirleri iletişim araçlarının dünyanın her bölgesinde meydana gelen olaylardan haberdar ettiği şimdiki nesil nezdindeki etkisini büyük ölçüde yitirmiştir.
Yabancı televizyon kanalları ve internet Mağrip gençliğini diğer tarafın burada Batı dünyasını kastediyoruz tamamında meydana gelen olayları öğrenme
imkânı sunmuştur. Artık bilgiye ulaşmak için engeller bulunmamaktadır. Bilakis
bilimsel tezlerini yazmaya hazırlanan genç araştırmacılar aradıklarını çoğunlukla yabancı dillerde bulmaktadırlar. Bu da gözlerini kamaştırmakta ve Mağrip ile
Batı toplumlarında yaygın olan sosyal ve kültürel gerçekliklerin karşılaştırılması
sırasında bir kızgınlık hali doğurmaktadır.
Mağrip gençliğinde var olan bağlılığın, açıklığın etkin olmasına yardımcı olacak güvene sahip olmasında en önemli etken olarak kabul edilmektedir. Çünkü
kendini gerçekleştirmenin şartlarından biri de özelliklerini bilmek yoluyla onun
hakkında bilinçlenme ile gerçekleşir. Bu bağlamda en büyük sorun, genç olması sıfatıyla alıcının özelliklerinin göz önünde bulundurulması gerektiği bağlılık
duygusunu güçlendirecek şekilde kimliğin içeriğine adapte etmeye çalışmakta
ve özellikle Arap, Berberi, İslami, Orta Doğulu ve Afrikalı dolaşım alanı kapsamında kültürel özelliklerin kendine has bir metodunun olmasında belirginleşmektedir. Bu da toplumlarımızda bilimsel edinimin eşsizliğinin daima Batılı
kavramlar ışığında kabul edilmiş olana bağlanmasını gerektirmektedir. Bu katkı,
Mağripli düşünür Taha Abdurrahman’ın bilimsel araştırmasında dile getirdiği
kazanımların ve bilgilerin kültürel özellikler çemberinde konumlandırılması sırasında doğruluğu ve orta yolu onaylayan bir çerçeve gereğince, bir yandan
bilginin edinilmesi ve geliştirilmesi diğer yandan tedavülde olana bağlanması arasındaki benzerlik savı gereğince yerli kültür özelliklerinin güçlendirilmesi
için çağrıda bulunduğudur. (Taha Abdurrahman 37:2003)
Bu yüzden Edward Taylor’un; bilim, din, dil, gelenekler, sanat, etik ve insanın
toplumun bir üyesi olma sıfatıyla edinebileceği tüm yeteneklerin oluşturduğu
kozmopolit olarak ifade ettiği kültürel özelliklerin güçlendirilmesi konusunda
gençlere yardımcı olacak konjektörlerin tamamı hakkında düşünmek gerekmekteydi. Bu durum, maddi ve manevi ihtiyaçları sağlamak için çaba harcamak
başta olmak üzere, görünür sapmalara ve değişimlere neden olan farklı alan ve
boyutlarda bu toplumların tanıklık ettiği sosyal dönüşümler çemberinde toplumsal yapılandırma kanalları olarak tabir edilen kültürel özelliği etkileştirmeyi
kolaylaştıracak hizmet kurumlarının geliştirilmesine kadar nedenlerinin sağlan17
MAĞRİB GENÇLİĞİNDE KÜLTÜREL KİMLİK: SOSYAL DEĞİŞİMLER VE YAŞANAN SORUNLAR • Prof. Dr. Beşir Halefi
ması yoluyla kültürel özelliğin ihtiyaçlarını ve araçlarını bir araya getirme sorumluluğunu sırtlanan fikri benzeşme ile başlar.
Arap Baharı olarak bilinen ve doğrudan Libya ve Tunus’u etkileyen ya da daha
öncesinde Cezayir’deki Ekim 1988 ve Ocak 2011 gösterileri, 20 Şubat hareketinin
taleplerinin etkisi altında Fas’ta, Moritanya’da ayrıca 25 Şubat adıyla da bilinen
muhalif gençler koordinatörü (Meşal) etkisi ile gerçekleşen gençlik hareketleri
gibi Mağrip ülkelerini kaplayan devrimler Mağrip gençliğinin daha fazla ilgi ve
ihtimama ihtiyaç duyduğunu göstermiştir. Bu eleştiriler, yerel yönetimlerin mallarına el koyduğu genç Muhammed Buaziz’in 17 Aralık 2010’da kendisini eyalet
binasının önünde yakmasıyla Sidi Buzeyd’de tetiklenen Tunus Devrimi örneğinde olduğu gibi artık homurdanma halini almıştır. Aynı şekilde Ocak 2011’de birçok Cezayir şehrinin şahit olduğu ve gençlik çemberi içinde görev almış büyük
oranda sivil toplum örgütlerinin yokluğunu ortaya koyan bir grup gencin toplu
protestoları da bunu ifade etmektedir. Bu topluluk daha önce hiç örgütsel faaliyetlerde bulunmamıştı. Aynı zamanda ilgili mercilere gençlerin endişelerinin
göz önüne alınması, öneri ve karar otoritesi olarak ortak kabul edilmeleri, bu
gruplar ile devlet arasında bir köprü görevini yerine getirecek gençlerle ilgilenen sivil toplum örgütlerinin rolünün etkinliğinin arttırılması zorunluluğunu belirten eleştirler yöneltilmiştir. Bunu ilerleme ve insani ilişkileri güçlendirmekten
uzak olmayan bu şekilde ki organların, temel görevleri çerçevesinde hak talep
etmeye bir giriş olarak, yetenek ve görevleri yerine getirmenin değerini arttıran
bir talep etme kültürüne vurgu yapma aracılığıyla sıkıntıların anavatanını ortaya çıkarmak şeklinde gerçekleştirmektir. (Ahrbezg John 29:2008)
O zaman dışa açık bir kültürel kimlik oluşturma isteği çerçevesinde kalkınma ve
istikrarın köşe taşları olarak genç kesimlerin taleplerini ve durumlarını görmezden gelmek artık o kadar kolay değildir. Özellikle de bu grubun uygarlaşmanın
asıl bahsini oluşturduğu bilindik bir durum iken, çoğu zaman becerilerini geliştirme, yeteneklerini ortaya koyma ile birlikte aşırı vesayet ya da koruma mantığından uzakta kabullenme ve yaratıcı olma ikilisi çerçevesinde bilim ve bilgi
ile zenginleştirerek gençlere fırsat vermenin gerekliliğinin eşlik ettiği kültürel
kimlik üzerine kurulu ve insanlığın başarılarılarıyla zenginleştirilmiş bir şekildeki
doğru bir kültürel kimliğin yokluğunun neden olduğu sistematik yabancılaştırma ve belirsizleştirme hallerine maruz kalmaktadır.
Muhammed Abed Al-Jabiri’nin dediği gibi artık kültürümüzde bulunan benzeri
ve dengi olan ile arasında bağlantı kurabilmek için yoğun çabalarla birlikte,
sevgi ve gelişmeye çağıran insani değerler olarak yeterliliğini ve liyakatini ispat
eden çağdaş ve modern değerleri bir kültür olarak yerlileştirmenin üzerine düşmenin vakti gelmiştir. (Muhammed Abed Al-Jabiri 16:2000)
18
TUNUS’TA
MERKEZ VE İÇ BÖLGELER
ARASINDAKİ KALKINMA
Zehra Benmnasur
Sosyoloji Bilimi Araştırmacısı / Tunus
GİRİŞ
Toplum, devlet, adalet gibi kavramların, genelde uluslararası, özelde ise Müslüman Arap bölgelerinin yaşadığı şartların ışığında çalışma konusu olarak ele
alınması hiçbir durumda sadece düşünce bolluğu veya salt teorik analizler değildirler.
Bugün tanıklık ettiğimiz ve birçok bölgede halkların kendi hükümetlerine karşı
ayaklanmasına yol açan köklü değişimler, başlı başına devlet, toplum ve adalet
kavramlarını ele almaya ve bu üçlü arasındaki ilişkinin doğasını ortaya çıkarmaya iten başlı başına bir etkendir.
Bu çerçevede, bu çalışma aracılığıyla Tunus’ta gelişmişliğin takip ettiği rotaya
ve gelişmişlik alanda merkez ile iç bölgeler arasındaki ilişkilerin tabiatına değineceğiz. Bu rotada adeletten bahsedilebilir mi? Varsa hangi alanlarda gerçekleşmiştir?
Araştırmanın Eksenleri:
Araştırma bölümleri dört genel eksen arasında dağılım gösterecektir. Bunlar:
1. Kavramlar:
- Bölgesel ve yerel kalkınma
19
TUNUS’TA MERKEZ VE İÇ BÖLGELER ARASINDAKİ KALKINMA • Zehra Benmnasur
-
Merkeziyetçilik ve adem-i merkeziyetçilik
2. Tunus’ta bağımsızlıktan beri takip edilen kalkınma politikaları ve merkez ile
taşra arasındaki ilişkiye etkisi.
3. Gençler ve kalkınma
4. Bugünkü karar vericilerin ortaya koyduğu çözümler
1. Kavramlar
Gelişmişlik Kavramı
Gelişmişlik kavramı; farklı çağrışımları bulunan ve sürekli gelişmekte olan kavramlar arasında sayılmaktadır. Gelişmişlik kavramı artık sadece kalkınma ile
bağlantılı değildir ve üretim kapasitesi ile GSYİH kriterlerinde ölçülmemektedir.
Tam tersine artık kültürel, toplumsal, eğitim vd. boyutlarda ele alınmaktadır.
François Perroux’un gelişmişlik konusuna ilgi gösteren ilk bilim adamlarından
olduğu kabul edilmektedir. Kendisi “Milletler açısından gelişmişlik, GSYİH’lerinin
bir dönem boyunca ya da uzun vadede sabit oranlarda yükselme göstergesi ve buna ekonomik ilerleme imkânlarındaki artışın da refakat etmesidir. Bu
imkânlar değişken olup çeşitlilik göstermekte ve aynı şekilde yapısal değişimler
çerçevesinde uygulamaya konmaktadırlar.” (Arusi Al-Amiri 2005)
Gelişmişlik kavramı ekonomik alan ile yetinmez, tam tersine o kalkınma ve ilerleme için gerekli olan iç araçları ortaya çıkaracak yapısal değişikliklere dayanan
maddeci ve beşeri üretim güçlerinin gelişimini sağlayan birikimlerden oluşan
bir eylemdir. Ancak bu eylemin gerçekleşmesi farklı siyasi ve kültürel engellerin
ortadan kaldırılmasına tutuklu kalmaktadır. (Abdüllatif Al-Hermasi 1986)
Coğrafya sözlüğünde ise; gelişmişlik, süreklilik gösteren ekonomik kalkınmanın
sağladığı iktisadi, toplumsal ve kültürel gibi farklı alanlardaki bir grup derin ve
yapısal ilerleme zorlukları olarak açıklanmaktadır.
Gelişmişlik kavramı bölgesel durumlar, medeniyet özellikleri ve devletlerin ideolojisine göre sınırları değişen geniş bir kavramdır. Ancak günümüzde gelişmişliğin sadece mal ve hizmette görülen artış olmadığı, rasyonalizm ve kaynaklarda artış, gelişmiş medeniyetler seviyesine ulaşmak ve bu medeniyetlerin
dayanak noktasını oluşturan ilkelere dayanmak olduğu konusunda ihtilaf bulunmamaktadır.
Bu çerçevede Celso Furtado gelişmişliği şu sözlerle belirlemektedir: “Gelişmişlik üç boyut üzerinde yükselmektedir, bunlar; sosyal düzenin üretim etkinliğinin
arttırılması, insanların temel ihtiyaçlarının karşılanması, varolan nadir kaynakla20
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
rın kullanımında rekabet içinde bulunan ve toplumda etkin konumları bulunan
grupların ulaşmak istedikleri hedeflerin gerçekleştirilmesidir.” (Al-Habib Delale
2002).
Birleşmiş Milletler kalkınmayı sosyal çerçeveye bağlı kılarak, toplumun kalkınmasını sosyal ve ekonomik açıdan tüm toplumun ilerlemesi için çizilmiş bir eylem planı olarak kabul etmiş ve bunda büyük ölçüde yerel toplumun girişimde
bulunmasına ve ekonomik, sosyal ve kültürel şartları iyileştirmek, topluma entegre olmalarına yardımcı olmak, elden geldiğince ilerlemesine katkıda bulunmak için kişilerin ve devletin çabalarını birleştirmeyi sağlayabilecek eylemlere
katılmasına dayanmıştır. (Dr. Al-Ahdar Nusayri 2010).
Sosyal Bilimler açısından ele aldığımızda ise, Fransız sosyal bilimci Gabriel
Lopera kalkınmanın salt iktisadi bir olgu olmadığını, bilakis sosyolojik,
psikolojik ve biyolojik yönü olan farklı olguların oluşturduğu bir grup olarak
kabul etmektedir.
Bölgesel Kalkınma Kavramı: Yerel Bölgeselliğin Kendisi midir?
Bölgesellik kısmi bir bağımsızlık ortaya konulmasını sağlayan homojen bir yapı
ve yapılandırma için imkânların sunulduğu bir merkezdir. Bölgesellik, diğer bölgelerden ayrılmasını sağlayan kendine has özelliklerinden dolayı homojen kabul edilmektedir. Homojenliğini sağlayan faktörler ise bulunduğu yerin doğası,
tarihsel koşulları ve kültüründe vücut bulmaktadır. Böylece doğa ve kültürün
etkileşim içinde olduğu havzalardan doğan tarihsel bölgeler kurulur.
Merkeziyetçilik ve Adem-i merkeziyetçilik kavramı:
Adem-i merkeziyetçilik temelde ihtiyaçlarını, yaşadıkları bölgenin önceliklerini
en iyi bilen kişiler olarak vatandaşlara işlerini kendileri yürütme imkânı vermek
ve sorumluluk üstlenmeleri yolunda eğitmektir.
Merkeziyetçilik ise bambaşka bir boyut olan eksensizlik ile bağlantılıdır.
Yani merkezi yönetimin vatandaşın idari ihtiyaçlarını en kısa süre içinde
karşılamak için ona yakın olması, büyük ve küçük her çeşit sorunda merkezi
yönetime başvurma zorluğundan kurtarmak için kurumlar inşa ederek dallanıp
budaklanmasıdır.
Ancak bu adem-i merkeziyetçilik ve eksensizlik yöneliminin dengeli olması gerekmektedir, çünkü aşırı merkeziyetçilik bürokratikliğe, donukluğa bazen de
devlet ile toplum arasında kopukluğa neden olabilir. Merkeziyetçiliği devletin
varlığının, nüfuzunun tüm vatan sathına uzandığının ve aynı zamanda hem
coğrafik hem de demografik ölçüde halkın birliğinin adresi olarak varsaydığımızda eksensizlikte aşırıya kaçılması da devletin çözülmesine yol açacaktır.
21
TUNUS’TA MERKEZ VE İÇ BÖLGELER ARASINDAKİ KALKINMA • Zehra Benmnasur
Adem-i merkeziyetçilik yerel yönetimler olarak adlandırılan belediyeler ve bölgesel meclislerde ve insan odaklı hizmetler olarak tabir edilen enstitü, hastane,
tarımsal kalkınmayı yürüten temsilcilikler gibi idari yönü bulunan kamu kurumları ile temsil edilir.
Adem-i merkeziyetçilik; merkezi yönetimin yerine getirmesi gereken bazı
hizmetlerin ondan alınıp mali bağımsızlık imkânı sağlanan yerel idarelere
(belediyeler, bölge meclisleri) ya da sorumlu idarelere (idari kurumlar)
yönlendirilmesidir.
Adem-i merkeziyetçiliğin amacı özellikle devlet müdahalesinin ekonomik ve
sosyal alanı da içine alacak şekilde genişlemesinden sonra vatandaşların taleplerinin karşılanmasında yaşanabilecek tüm gecikmeleri telafi etmeye elverişli
bir yönetim anlayışı kurmak, bölge ve tarafları kendi paylarını idare etme ve
kendi işlerini idare etme alanında eğitilme imkânı sunmaktır.
Tunuslu kanun koyucular, çözülmeye neden olabilecek geniş ölçekli bir adem-i
merkeziyetçiliğe karşı önlem alarak, devletin temsil ettiği yüce çıkarlar ile yerel
toplulukların temsil ettiği yerel ya da bölgesel çıkarları ortak bir paydada buluşturacak bir çözüm bulmaya çalışmışlardır. Ulusal ve yerel teoriler arasında
dengeyi sağlamak için de “merkez dışı birimleri denetleme idaresi” şeklinde
geleneksel bir çözüme dayanmıştır. (Salem Kerir Al-Marzuki 2008)
Yerel Kalkınma Meclisleri:
Karar mercilerinin halk tabanına yakınlaştırarak kalkınma çalışmalarına bir gerçeklik boyutu kazandırmak için yetkili yerel kalkınma meclisleri kurma kararı
alınmıştır. Bu meclislerin görevleri şu şekildedir:
-
Yerel kalkınma programları ve projeleri hakkında görüş bildirmek, önceliklerin belirlenmesi konusunda öneriler getirmek ve aralarında ileri
düzeyde bir uyum ve entegrasyonu sağlamak için programlar ortaya
koymak.
-
Yerel kalkınma programlarının ve projelerinin hazırlanmasına ve hayata
geçirilmesine katkıda bulunmak.
-
Yerel kalkınma günleri düzenlemek.
-
Sorumlu daireler ile ilgili bölgösel kalkınma planlarının hazırlanmasına
katkıda bulunmak.
Belediyeye ait dairelerin başındaki başkanların arasından seçilmiş bir sorumlunun başkanlık ettiği yerel kalkınma meclisleri, kırsal bölgelerin bu meclislerdeki
üyelerinden ve devletin yerel yönetimlerin temsilcilerinden oluşmaktadır.
22
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Yerel kalkınma meclislerinin asıl görevi görüş bildirmektir. Bu meclisler yetkileri
doğrultusunda kendilerine sunulan sorunları temel ve ekonomik, sosyal, kültürel ve eğitim yönlerinden görüşürler.
2. Tunus’ta Bağımsızlıktan Beri Takip Edilen Kalkınma Politikaları ve Merkez
İle Taşra Arasındaki İlişkilerdeki Etkisi
Bağımsızlığın kazanılmasından itibaren ve onu takip eden on yıllar boyunca
Tunus, ekonomik kalkınma ve halkının sosyal açıdan ilerlemesi hedefini yerine
getirmek için çeşitli kalkınma tecrübelerine tanıklık etmiştir. Hükümetler bunda
ne dereceye kadar başarılı olmuşlardır?
Sosyalist Kalkınma Deneyimi
“Milli Birlik” adını verdiği hedefi gerçekleştirmek olarak özetleyeceğimiz bir
programa sahip devlet başkanı Habib Burgiba başkanlığındaki yeni siyasi rejim
1959 yılından sonra fiili çalışmalarına başlamıştır.
Ulusal Devlet bağımsızlıktan sonraki ilk yıllarında liberal bir kalkınma modelini üstlenmişti. Ancak özel sermayenin yetersizliği, Sosyalist Parti aracılığıyla
geçen yüzyılın altmışlı ve yetmişli yıllara damgasını vuran sosyalist deneyimin
desteklenmesine itmiştir.
Bu tecrübe, ülkenin ekonomisini geliştirmek için özel sermaye faaliyetlerinin
yönlendirilmesi ya da karşılığının verilmesi, tarım ve sanayi sektörlerinde kalkınmayı gerçekleştirecek kamu kurumlarının kurulması şeklinde doğrudan ve
yoğun bir şeklide devlet müdahalesi ile belirginleşmiştir. Bu kalkınma yönelimi
bilhassa tarım ve ticaret sektörlerinde esas olarak destek politikasına dayalı
bir deneyim kapsamında tüm sektörleri içine alan planlamaya dayanmıştır. Bu
siyaseti finanse etmek için de vergi oranları arttırılmış, kemer sıkma politikası
kabul edilmiş ve dışarıdan kredi alma yoluna gidilmiştir.
Bu deneyim sonucunda, hükümet ulusal kaynaklarda tasarrufu arttırma, başta
fosfat alanında olmak üzere sanayi projelerini hayata geçirme gibi bazı kazanımlar gerçekleştirmiştir. Aynı şekilde 1969 yılında okullaşma oranı artarak yaklaşık % 60’a ulaşmıştır.
Ancak bu kazanımlara rağmen, sosyalist deneyim tüm hedeflerini gerçekleştirmede başarılı olamamıştır. Öyle ki bu döneme tarımsal üretimde durgunluk ve
sanayinin bölgeler arasındaki eşitisizliği ortadan kaldırmaya katkıda bulunamaması damgasını vurmuştur. Daha sonra altmışlı yılların sonunda Tunus, özellikle 1969 yılında kabul edilmesinden sonra çoğunluğun muhalefetiyle karşılaşan
destek programlarının kamusallaştırılması kanununun neden olduğu krizle aynı
zamana denk gelen sosyal bir krize sahne olmuştur. Aynı yılın eylül ayında aşa23
TUNUS’TA MERKEZ VE İÇ BÖLGELER ARASINDAKİ KALKINMA • Zehra Benmnasur
malı bir şekilde ekonomik açılımı öngören kalkınma modelinin faydası görülerek sosyalist deneyimden vazgeçilmiştir.
Bu bağlamda en önemlilerinin bağımlılık ilişkileri, kendi kendine yetme ve yerel
kaynaklara dayanarak insanları geliştirmek, sektörler ve bölgeler arasında gelişmişlik oranındaki dengesizlikle mücadele olan yeni hedefler ortaya konmuştur.
Devlet Rolünün Azaltılması:
Seksenli yıllarda siyasi irade, özel sermayeyi destekleyerek ekonomik sıkıntılarla mücadele etmede yeni bir zorluk olarak gördüğü devlet müdahalesini ve
ekonomik faaliyetlerin tekelleştirilmesini sınırlama çalışmaları yürütmüştür. Ancak kamu kurumlarının yatırım faaliyetlerindeki konumunda devletin müdahale
etme oranlarında yaşanan gerilemeye eş bir gerileme yaşanmamıştır. Öyle ki
bu dönemde kamu kurumları ekonomik döngüden büyük ölçüde nasibini almayı sürdürmüştür.
Ancak doksanlı yıllardan itibaren liberal yönelimlerin derinlik kazanmasıyla birlikte devlet, özellikle ekonomik reform programının kabul edilmesinden sonra
denetimi altında bulunan kurumların çoğunundan vazgeçmiştir. Gelişmiş teknolijiye dayanan üretimin artması ve özel sermayenin saysında yaşanan artış
nedeniyle kamu kurumlarının iş sağlama rolleri de sınırlı bir düzeyde kalmıştır.
Bölgeler Arasındaki Farklılıklar:
Tunus’da yaşanan ekonomik zorluklar sadece sektörler arasındaki seviye farklılıklarına bağlı değildir, bilakis ülkenin farklı bölgeleri arasında bulunan büyük
farklar ekonomik yapının dengesizliğinin başka bir yüzüdür. Tunus’taki bu bölgeler arası farklılıkların derin ve bağımsızlıktan sonra hayata geçirilen kalkınma
projelerinin başlangıcıyla bağlantılı olduğu düşünülmektedir. 60’lı yıllarda kabul edilen strateji yerel sanayi eksenleri yaratmak ve sağlamlaştırılması için çalışmayı kapsamıştır. Ancak yetmişli yılların başında bu hedefin gerçekleştirilmesinde yerel özelliklere güvenildiği için bu plandan vazgeçilmiştir. Aynı şekilde
avantajsız bölgelerde uygulanmak için ayrılmış yatırım desteklerinin sonucu da
ümit edilenin çok altında kalmıştır. Bunun nedenleri çoğu zaman maliyeti azaltmak amacıyla tedarik kaynaklarına, tüketici pazarları ve dış pazarlara yakın
bölgelerde özel ve yabancı sermayeye öncelik verilmesi şeklinde açıklanmıştır.
Tunus’da kendini geliştirme planı kabul edildikten sonra uygulamada yerel düzeyin (köy ve iç bölgelerdeki şehirlerde) görmezden gelinmesi karşılığında ulusal düzeyde, milli kaynaklara dayanılarak ve esas olarak merkezi planlamaya
odaklanma şeklinde gerçekleşmiştir.
24
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Kırsal bölgelerde yaşayanların durumlarını iyileştirmeyi hedefleyen 1973 yılı
“kırsalın kalkınması” programına rağmen (Fethi Rakik, 1992), bu programın takip ettiği rota dışarıdan toplumun modernleştirilmesi ve geleneksel yapısının
değiştirilmesinin bir devamı gibi görünürken aslında içerik olarak kırsal kesimin
toprağında kalmasını sağlayarak bu göçlerin sahil kentlerinin gelişimini durdurmasının önüne geçmektir.
Bu kalkınma takip ettiği rotada, Tunus devletinin başlıca ekonomik etken olarak
ortaya çıktığına ve kalkınma operasyonunda egemen bir konum işgal ettiğine
dikkat etmekteyiz. Rolünün azaltılması için tekrarlanan çabalara rağmen de bu
konumunu muhafaza etmiştir. Belki de bundaki temel neden yatırım alanında
özel sermayenin potansiyelinin sınırlı olması ve yatırımların baştan beri iç bölgelerden çok sahil bölgelerine odaklanması altında yatmaktadır.
Yoksulluk ve Sosyal Eşitsizliğin Göstergeleri:
Merkez ve Bölgelere Göre Yoksulluğun Dağılımı
Ulusal Yoksulluk ve Sosyal Eşitsizlik Göstergeleri Ölçümü İstatistik Enstitüsü
beş yıllık periyodlarla aile harcamaları ve tüketiminde ulusal anket verilerine
güvenir.
Bu esasa dayanarak yoksulluk sınırının iki seviyede ölçülmesi şeklinde yoksulluk oranını hesaplamaya başlamıştır:
Yoksulluk Alt Sınırı: İhtiyaçların maliyetinin ölçülmesinde yoksulluk sınırının altında olanlara odaklanır. 2005 yılında yapılan istatistikler nüfusun % 3.8’nin alt
yoksulluk sınırı altında yaşadığını göstermektedir.
Yoksulluk Üst Sınırı: Harcamaların yeniden yapılandırılmasından yola çıkarak
hesaplanan gıda dışı maddelere yönelik harcamaların üst seviyesinin tespit
edilmesidir. Yapılan istatistikler, sosyal ve ekonomik olarak Tunus’un durumuna
benzer bir durumda olan birçok ülkede resmi olarak kabul edilen yoksulluk üst
sınırı altında yaşayan Tunusluların oranının % 11.5 olduğunu ortaya koymuştur.
Bu yüksek yoksulluk oranları temel olarak ülkenin iç bölgelerinde, özellikle de
orta batı ve kuzey batıda yoğunlaşmaktadır.
3. Gençler ve Kalkınma
Genç oranlarının yüksekliği bizi kalkınmanın esas yönlerinden birine yönlendirmektedir, o da, içerisinde ülkenin ekonomik ve sosyal kalkınmasına bir şekilde
katkıda bulunabilecek iyi eğitilmiş unsurları bulunduran beşeri kalkınmadır.
25
TUNUS’TA MERKEZ VE İÇ BÖLGELER ARASINDAKİ KALKINMA • Zehra Benmnasur
Bekarlık Seviyesinin Yüksekliği:
İstatistik Enstitüsünün yaptığı son sayımları temel alarak Tunus’taki demografik
özelliklere baktığımızda, bekârlık oranı (15 yaş ve üstü) iç bölgelerde bazen
% 49’un da üzerine çıkacak kadar yüksekken, başkent ve sahil bölgelerinde
bunun % 43 oranını aşmadığını görmekteyiz. Büyük oranlarda çalışma
yaşındaki nüfusun yaşadığı iç bölgelerde iş ve kalkınma talepleri daha öncelikli
olmasına rağmen, uzun yıllar boyunca dışlanma ve bir kenera itilmeye maruz
kalmışlardır. Bu Ulusal İstatistik Enstitüsünün ulaştığı göstergelerin vurguladığı
bir durumdur. Bu göstergelerin belki de en önemlisi bir yanda yaşamak için en
basit ihtiyaçlarından mahrum olan iç ve kırsal bölgelerle karşısında bulunan
merkez ve büyük şehirlerarasındaki farkın acımasızlığını ortaya çıkaran ailelerin
sahip oldukları ev içi donanımlardır.
İşsizlik ve Kalkınma Siyasetlerinin Tunus’taki İş Fırsatlarına Etkisi:
Ulusal İstatistik Enstitüsünün son verilerine dayanarak bugün Tunus’un işsiz
genç nüfusunun (% 17) büyük artışa şahit olduğunu ve özellikle de üniversite mezunu işsizlerin oranının 2012 yılında % 32,2’ye yükseldiğini söyleyebiliriz.
Bölgesel olarak baktığımızda ise Tunus’un iç bölgelerinde işsizlik oranı % 20’yi
aşarken, orta Batı’da bu oran % 20,7, Güney Batı’da % 22,1 olarak kaydedilmiş,
Güney Doğu’da ise en yüksek oran olan % 25,7’ye ulaşmıştır.
Belki de özellikle ülkenin iç bölgelerinde ki gençler arasındaki bu yüksek işsizlik
oranı, bugün bizi gençlerin ikilemi ve toplumsal gerçekliğimizle barışık bir kalkınma için ciddi ve içten bir şekilde düşünmeye yönlendirmektedir.
Ekonomi, kalkınma ve Sosyal Arap Zirvesi 2013, genç kesimin son iki yıl boyunca Arap bölgesinin ardı ardına tanıklık ettiği ve hala da Arap toplumlarının özel
olarak da artık bu toplumlarının büyük bir kesimini oluşturan ve yüksek oranlarda işsizlik içinde yaşayan gençlerin bu değişim ve olaylardan uzak olmadığı
varsayarak gençlik ve kalkınma konusuna öncelik vermiştir.
Bu zirvenin vardığı en önemli sonuçlardan biri de bugün işsizliğin Arap gençleri
arasında dünyada ki en yüksek oran olan % 25,6’ya ulaştığı ve dünya seviyesinin artması ile de bunun artmasıdır.
Buna gençlerin uzun zamandır yaşadığı dışlama ve bir kenara itilme sonucunda
ortaya çıkan yasadışı göç olgusunun büyümesini de eklenmelidir.
Tunus geçen on yıllar boyunca eğitim alanında yoğun bir şekilde yatırım yapmasına rağmen, şu anda mevcut olan eğitim düzeni çoğunlukla iş pazarının ihtiyacına karşılık verecek ilmi ve mesleki yeteneklerden yoksun mezunlar ortaya
çıkarmıştır. Bu da işsizlik oranlarının artmasına neden olmuştur.
26
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Bu çerçevede 2012 yılında UNESCO örgütü tarafından yayınlanan gençler ve
yetenekler konulu rapor, genel olarak Arap gençlerinin ekonomik, sosyal ve kültürel zorluklarla karşı karşıya kaldığına işaret etmektedir.
Gençlerin Dışlanması ve Çalışma Zorlukları
Gençlerin yaşadığı dışlanma şu şekilde dağılım göstermektedir.
-
Ekonomik Dışlanma: Açıklanmayanlarla birlikte işsizlik oranları
-
Siyasi ve sivil bir katılımdan uzak tutulmak
-
Arabulucu sosyal ve kültürel alanların yokluğu.
Arap ülkelerindeki gençlerin yaşadığı dışlanma hissinin bugün artık genel bir
hal almasına rağmen, bazı iç ve izole bölgelerde giitikçe daha keskin bir şekil
almaktadır.
Yaşam Standartlarını İyileştirme Kaynağından
İşsizlikten Kaçma Çözümüne Göç:
2004 yılı Nüfus ve Konut Genel Sayımı sonuçlarına göre, göç oranlarının dağılımında eğitim, evlilik veya diğer nedenlerden dolayı göç edenlerin oranlarıyla
karşılaştırıldığında çalışma amacıyla göç edenlerin oranlarında artış kaydedilmiştir. Aynı şekilde Tunus’un orta ve güney bölgelerinde (Sidi Bu Zeyd % 80,
Tatavin % 80,1) çalışma amacıyla göç edenlerin oranlarında ki artışa karşılık
sahil bölgeleri ve başkentte sadece % 58 şeklinde kaydedilen bu oranların düşüklüğü dikkatimizi çekmektedir. Bu istatistiksel veriler, ülkenin iç bölgelerinde
çalışma kaynakları sunmada sosyal adeletsizliğin yokluğuna ve bunun da burada yaşayan nüfusu çözümü ülke sınırları dışında aramak zorunda bırakmasına
vurgu yapmaktadır.
Uluslararası ekonomik sıkıntılar, yasadışı göç olgusunu derinleştirerek Tunusluların yasal bir şekilde göç etme şanslarını azaltmıştır. Bu tür göç Tunus’ta gizli
ve dolambaçlı yollardan sınırı aşma anlamında kullanılan “yanmak” kavramı ile
bilinmektedir.
Tunus Ekonomik ve Sosyal Haklar Formu Başkanı Abdurrahman Al-Hezeli gizli
göç olgusunun Ocak 2011 devriminden sonra eskisinden daha tehlikeli bir hal
aldığını ve yaklaşık 40 bin yasadışı göçmene ulaşarak günümüze kadar devam
ederek geldiğini bildirmektedir.
Tunus’ta yasadışı göçü iyi bir kazanç kaynağına dönüştüren örgütlü grupların
varlığı ile bu olgu farklı şekiller almaya başlamıştır. Forum Başkanı gizli göçmenlerin çoğunun asıl olarak yoksul ve bir kenera itilmiş bölgelerden oldukları-
27
TUNUS’TA MERKEZ VE İÇ BÖLGELER ARASINDAKİ KALKINMA • Zehra Benmnasur
nı ve gizli bir şekilde göç etmeye yönelmelerinin nedeninin de yaşam standartlarını iyileştirme konusundaki umutlarını kaybetmeleri olarak açıklamaktadır.
4. Bugünkü Karar Sahiplerinin Çözümleri:
Geçmişten kopmak ve kalkınmanın gerçekleştirilmesi noktasından yola çıkarak
yeni bir kalkınma projesinin kabulü, halkın beklentilerini karşılayacak seviyede
ve kalkınmada gelişmiş devletlerin kriterlerine ulaşabilen sosyal bir proje oluşturmak için en güvenilir teminattır.
Tunus Devrimi farklı yönler arasında dengeli bir kalkınmayı gerçekleştirme
umudunu doğurmuş ve Tunus’taki devrimi başlatan en önemli nedenlerin başında gelen iç ve sahil bölgeleri arasındaki gelişmişlik seviyesinde oluşmuş
dengesizliğe odaklanma amacıyla bölgesel kalkınmaya özel bir bakanlık kurulmuştur. Bugün ilgili merciler ulusal ve bölgesel düzeyde gelişmişlik gerçeğinin anlaşılması, ekonomik ve sosyal projelerin doğru bir şekilde seçilmesine
yardımcı olacak şekilde mevcut durumun kalkınma önceliklerini belirlemenin
gerekliliğini görmektedir.
Aynı şekilde ileriye dönük olarak bilimsel ve teknolojik araştırmaların geliştirilmesi ve ulusal ve bölgesel kalkınma önceliklerinin hizmetine sunulması gerekmektedir.
Kalkınma Bakanı; bakanlığın “Sadece devletin ya da hükümetin karar alma
mekanizmasına hâkim olmadığı, tam tersine her bölgenin kendisi için gerekli
gelişmişlik programlarını oluşturması gerektiği” noktasından yola koyulduğunu
ve bu çerçevede yerel kalkınma meclisleri seçme kararı aldığını vurgulamıştır.
Tam Bir Gelişmişliğin ve Bölgeler Arası Dengeyi Gerçekleştirilmesi:
Bölgesel kalkınma yönelimleri gelecek dönemde Tunus’un tüm bölgelerinde
adil bir kalkınmayı hayata geçirmek, rekabetçi yeteneklerini arttırmak, yoksulluğun sınırlandırılması ve çalışmanın desteklenmesine dayanmaktadır.
Halka sunulan bölgesel kalkınma stratejisi, gerçekçi ve bilimsel ölçülere dayanarak dağıtımı yapılan kamu yatırımları aracılığıyla bölgeler arasındaki eşitsizliğin sınırlandırılması ve dengeli bir kalkınmanın yerleşmesinin sağlanmasını
hedeflemektedir.
Eyaletlerin, yoksulluk, işsizlik, mevcut kamu tesisleri ve alt yapıları seviyelerini
de göz önüne almaktadır.
Aynı şekilde bu alandaki strateji, yerel ekonomik dinamiklerin yaratılmasına
katkıda bulanacak şekilde doğal kaynakların, değerlerin ortaya çıkarılması ve
28
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
yerel üretim birimlerinin geliştirilmesi sayesinde yerel ekonomiyi desteklemeyi
ve geliştirmeyi hedefleyen ve tüm bölgelerin özelliklerine uygun kalkınma planlarının netleştirilmesine dayanmaktadır.
Ayrıca nüfusu çekmek ve gelişmişlik tohumlarının büyümesi için elektrik ve
temiz su şebekelerinin yaygınlaştırılması ve içinde bulunduğu izole halinden
kurtarılarak rehabilite edilmesi sayesinde özellikle mahrumiyet bölgelerinde
yaşayan nüfusun yaşam standartlarının iyileştirilmesine çalışılacaktır. Buna
paralel olarak çalışmalar, her vatandaşa iyi bir hayatın gerekliklerini sağlamak
hedefiyle gerekli hizmetlerin ve temel tesislerin sağlanmasına odaklanacaktır.
Ufuk açıcı şekliyle, arazilerin kullanımında bulunduğu etkin katkı, ekonomik ve
beşeri faaliyetlerin dağılımı ile arazi kullanım planlaması; toprak eşitsizliğinin
sınırlandırılması, adil ve sürdürülebilir bir kalkınmanın temellerinin desteklenmesinde önemli ve başarılı bir aracı temsil etmektedir.
Proje, bu alanda bir yandan şehir ve kırsal bölgeler diğer yandan da iç bölgeler
ve sahil bölgeleri arasındaki dengeyi garantileme hedefiyle, şehirlerdeki tarım
toprakları hesabına gerçekleşen gecekondu ve yerleşim topluluklarının genişlemesi ile mücadelenin altının çizileceğini belirtmektedir.
Rekabet gücünün arttırılması ve yatırımların desteklenmesi bölgesel gelişmişlik
stratejisinin en önemli yönelimlerinden birini temsil etmektedir. Bu yönelimin
vücut bulmasını sağlamak için de, bölgesel öncelikler haritası ve iç bölgelerden
her birini diğerine bağlamak çerçevesinde hizmet sektörü, sanayi bölgeleri ve
hastanelere yönelik yol ağları ve yüksek akımlı iletişim ağlarının geliştirilmesi
sayesinde alt yapının desteklenmesini öngören önemli bir yatırım programının
kabul edilmesi sağlanacaktır.
İç ve dış yatırımların çekilmesinin teşvik edilmesi çerçevesinde, beşeri kalkınma
göstergeleri, ekonomik kalkınma etkenleri ve her bölgenin özelliklerine dayanarak yüksek katkı değerine sahip sektörlerin ve bölgesel kalkınma bölgelerinin yararına olacak bir grup teşvik ve desteklerin kabul edilmesiyle yatırım
teşvik kanununun gözden geçirilmesi sağlanacaktır.
Çizilmiş hedeflerin başarısını garantilenmesi için, “yerel demokrasi” kavaramının güçlendirilmesi ve kökleştrilmesini gerektiren adem-i merkeziyetçiliğin
ve doğru görüşlere sahip bir hükümetin desteklenmesi ve bu sayede yerel ve
bölgesel yönetimlerin yetkilerinin daha çok desteklenmesi, yerel çevresinden
başlayarak kamu kurumlarına yürürlülük kazandırılması, bölgesel ve yerel meclislerin kalkınma yolunda ve farklı milli siyasetleri netleştirecek öneriler ortaya
koymada etkili bir ortak rolü oynama imkânı verilmesine çalışılacaktır.
29
TUNUS’TA MERKEZ VE İÇ BÖLGELER ARASINDAKİ KALKINMA • Zehra Benmnasur
Bundan yola çıkarak bu ulusal program genel ve yerli gruplar ile devlet arasında etkili bir yönetim düzenine dayanan siyasi ve kurumsal bir sistematik kurulmasına, adem-i merkeziyetçilik kurumsalı çerçevesinde bölgesel kalkınma
alanında etkili bir toprak grubuna yükselmesini sağlayacak devlet ve bölgeler
arasında yetenek ve kaynakların dağılımının tekrar gözden geçirilmesi ile gerçekçi bir adem-i merkeziyetçiğin etkinleştirilmesinin ve buna ek olarak bölgelerin yürütme yetkilerinin desteklenmesi ve bölgesel işlerde ki finans yönetiminin
iyileştirilmesi yönünde bölgesel ve yerel meclislerin bütçe sisteminin gözden
geçrilmesinin gerekliklerine vurgu yapmıştır.
Yerel Kalkınma:
Sivil toplum örgütleri otuz yılı aşan bir süreden beri, kendini kalkındırma programları, nüfusun yaşadığı bölgelerde sabit kalmasını sağlamak, kırsal kalkınma programları, zanaatların desteklenmesi ve mesleki eğitimin teşvik edilmesi
aracılığıyla yerel kalkınmanın öneminine dair kanaatlerin sağlamlaştırılmasına
katkıda bulunmuştur.
Gençler ve Göç Konulu Asilah Bildirisi:
Arap bölgesinin birçok ekonomik ve sosyal alanlarda ortak olmasından dolayı
Tunus’un içinde bulunduğu mevcut hali araştıran çalışmaların yönelimi ile genel
Arap forumlarının içerikleri çelişmemektedir. Ayrıca bu forumların sonuçlarından çıkarılan özetler bir dereceye kadar Tunus tecrübesine uyacaktır.
Bu çerçevede Uluslararası Göç Komisyonu “Gençler ve Göç “ konulu bir rapor yayınlamıştır. Rapor, “İnsan Hakları Perspektifinde Gençler ve Göç Konulu
Asilah Bildirisi 2009” ve “Gençler, göç ve Kalkınma İle İlgili Ragusa 2010” bildirisinden alıntılanmış tavsiyelere odaklanan ve gençler ve göç ile ilgili belirli tavsiyelere yer vermektedir. Asilah Bildirisinin üstünde durduğu en önemli
noktalardan biri de özellikle gençlerin çalışma ve işsizlikle mücadele için tercih
ettiği göç alan ülkelerdeki prosedürlerin ve göçmenlere verilen harcama tahvillerinin daha güvenli, daha az maliyetli ve daha az vakit alacağı doğru bir
yöne yönlendirilmesi, kalkınma ve ulusal projelere katılımı sağlanarak gençlerin
kalkınmadaki rollerinin etkinleştirilmesidir.
Aynı şekilde göç veren ülkelerdeki yoksul kesimler ile ilgili ekonomik ve sosyal
kalkınmanın gerçekleştirilmesini hedefleyecek ortak kalkınma projeleri geliştmeyi, genç yeteneklerden azami derecede yararlanılması için Arap ve Avrupalı
etkin bölgesel mekanizmaların kurulmasını da önermiştir.
Sürdürülebilir Bir Kalkınma Yönünde Arap Gençliği
Ekonomi Kalkınma ve Sosyal Arap Zirvesi 2013 çerçevesinde, katılımcılar Arap
gençlerinin durumlarının iyileştirilmesi ve yaşadıkları dışlanmayı ortadan kal30
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
dırmak için bir grup önceliklere ulaşmışlardır. Kalkınma ile ilgisi olan en önemli
önceliklerden bazıları şunlardır:
-
İşsizlikle mücadelede yoğun ve yenilikçi çabalar ortaya konulması.
-
Eğitim, rehabilitasyon ve beceri kazanımını sağlayan geniş kapsamlı
programların hazırlanması.
-
Modern teknolijilerin geniş bir alanda kullanımının sağlanması.
-
Yoksun kesim ve bölgelere öncelik verilmesi.
-
Sektörel ve ortaklık aracılığıyla siyaset yapabilen ulusal mekanizmalar.
-
Eğitim, rehabilitasyon ve beceri kazanımı alanında sürdürülebilir ve yoğun bir siyaset ortaya koyma.
-
Gençlerin katılımını etkinleştirmek ve genç sivil toplum kuruluşlarının
desteklenmesi için çok boyutlu siyasetlerin hayata geçirilmesi.
-
Anketler, araştırmalar, çalışmalar ve yenilenen veritabanları gibi bligi
alanlarında bulunan boşlukların giderilmesi.
Bu zirve ayrıca gençlerin en önemli kalkınma etkeni, yaratıcılık ile yenilik kaynağı ve kalkınmanın direği olduğu ve gençleri harekete geçirecek en önemli
mekanizmanın katılımını etkinleştirmek olduğunun vurgulanması gerektiğinin
altını çizmektedir.
Son
“Tunus’ta Kır-Kent Gelişmişliğinin Takip Ettiği Rota” konusunu ele almamız,
işsizlik konusunda bazı yüzdelik oranlarına yer verilmesine rağmen ki bunlar
sadece sosyolojik şekle sahip sonuçları desteklemek için verilmiştir, hiçbir şekilde istatistik çerçevesine indirgenemeyeceği gibi ekonomik teorilerden de yola
çıkmamıştır.
Konuyu ülke bölgeleri arasında kalkınma ve adaleti gerçekleştirmede başarısız olmuş gibi görünen bu siyasetlerin aştığı ve sonrasında halkın durumunu
iyileştirme hedefi ile karar sahiplerine karşı ayaklanmasını anlama isteğinden
kaynaklanan sosyal bir bakış açısından hareketle ele almaya çalıştık.
Adaletsizlik ve dışlanmaya karşı ayaklanan bir ülkede son kalkınma siyasetlerinin ortaya koyduğu kalkınma projelerini dikkatlice inceleyenler; bu projenin
birçok yönüyle bölgeler arasındaki farklılıkların ortadan kaldırılması ve on yıllardır ekonomik düzeyde, alt yapı, eğitim ve sağlık vd. alanlarında iç bölgelerin
yaşadığı dışlanmaya son verme sorunlarına odaklanmaya çalıştığını farkederler.
31
TUNUS’TA MERKEZ VE İÇ BÖLGELER ARASINDAKİ KALKINMA • Zehra Benmnasur
Ancak mademki Tunus’un bugün yaşadığı dönem sadece bir geçiş dönemi olup
hala istikrar dönemine geçilmediğine göre, kalkınma işlerinde ana faktörün ortak edilmeden meta programı kaldıran siyasetlerin devam etmesinden veya
düzenleme yapılamamış sektörlerle bağlantı olan ve Dr. Aişe Al-Taib’in “hayali
fırsatlar”olarak adlandırdığı çalışma fırsatları yaratmak konusunda hissedilen
korku anlamlı olmaya devam etmektedir.
Tunus Üniversitesi’nin gerçekleştirdiği çalışmalar ve gençlerle ilgili birçok kurumun yaptırdığı araştırmalardan yola çıkarak, gençlerin entegrasyonu konusunun son zamanlarda devlet, toplum, dengeli kalkınmayı gerçekleştirme ilgili
kuruluşların en önemli meşguliyetleri olmaya başlamıştır. Bugün adaletli kalkınma ancak gençlerin ekonomik döngü ve siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel
hayatın farklı alanlarında katılımlarını sağlamakla gerçekleştirilebilir. Günümüzde Tunus yerel ve uluslararası değişimlerin ışığında eğitilip şekillendirildiğinde
tüm alanlarda elle dokunulur bir değişim ortaya koyma kudretine sahip büyük
sayıda gence sahip olmakla öne çıkmaktadır.
32
-
Kalkındırılmak istenen bu kişilerin kültürel sistematiğini ve referans olarak kullandığı değerlerin rolünün gözden geçirilmesi gerekmektedir.
Çünkü kırsal kesimde yaşayan erkek ve kadınların da kalkınmada dikkate
alınması gereken görüşleri bulunmaktadır ve kalkınma siyasetlerinin tepeden inme olmaması gerekmektedir.
-
Adil bir kalkınmanın gerçekleşmesi için yerel düzeyde belediyelerin vatandaşları buna ortak etmesi gerekmektedir. Çünkü her bölgenin kendine
has özellikleri bulunmaktadır. Tarımsal bölge dağlık bölgeden ya da sahil
bölgeden farklıdır. Bu yüzden her bölgenin özelliklerini ve imkânlarını
hesaba katan bir kalkınma modeli üstünde düşünülmesi gerekir. Belki bu
yıllar sonra iç bölgelerin dışlanmaktan kurtulmasına katkıda bulunabilir.
-
Bugün Tunus’u bekleyen sorun; devlet ve vatandaş arasında ki karşılıklı
ilişkiye yönelik var olan zihniyetin değiştirilmesidir. Çünkü çalışmak her
vatandaşın sahip olduğu haklardan biridir ve o bu rolüyle kalkınma sürecine ortaktır. Ayrıca kalkınmayı iç bölgelere çevirmek Tunus devriminin
temel taleplerinden birini temsil etmektedir.
ÇOĞUNLUĞU MÜSLÜMAN OLAN
ÜLKELERDE LAİKLİK-TEOKRASİ
MÜCADELESİ: KISMİ LAİKLİK VE
POST-İSLAMCILIK
Dr. İsmail el-İskenderani
1922 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesi ve 1924 yılında Halifeliğin
kaldırılması, Arap, Türk ve Farisi/İranlı üç unsurun coğrafi ve kültürel olarak
çoğunluğun dinini oluşturduğu İslam ile yönetici güç arasındaki ilişkinin tarihinde yeni bir süreç başlattı. Mustafa Kemal Atatürk sekülerleşme iddiasıyla
laik devleti kurup, siyasal ve toplumsal alanlarda dine karşı savaş başlattığında,
Rıza Pehlevi de daha önceki adı İran olmayan Pers yurdunu sekülerleştirme
yolunda Atatürk’ün izini takip ederek 1925 yılında Ahmet Mirza Kacarı darbeyle
tahtından indirmiştir. Arap dünyasında ise, Hilafet Kurumu’nun kaldırılması Darül Ulum Fakültesi’nde genç bir öğrenci olan Hasan el-Benna’yı harekete geçiren en önemli olay olmuş, 1928 yılında Süveyş Kanalı kıyısındaki İsmailiye’de,
Müslüman bireyden topluma, Müslüman hükümete ve devlete varacağını iddia
ettiği ve daha sonra “Profesörlük âlemi” diye adlandıracağı Hilafeti yeniden
inşa etmek amacıyla Müslüman Kardeşler Cemiyeti’ni kurmuştur. (Benna-199)
Bu dönem, Mısır ve Bilad-ı Şam’da siyasi ve kültürel elit sınıflar seviyesinde, laik,
milliyetçi, liberal etkileşimlerin yaşandığı, yalnızca Ezher-i Şerif’in parti harici
milli meselelerde söz sahibi olduğu ve ulemanın siyasi arenadaki faaliyetlerinde
ciddi bir azalmanın yaşandığı bir süreçti.
İran ve Türkiye’ye nazaran laik Arap devletlerinde, askeri darbeler göreli bir
gecikme yaratmış ve Siyasal İslam veya İslamcılığın doğuşu Mısır’da ve daha
sonra Suriye ve Yemen’de Müslüman Kardeşler’e nasip olmuştur. Bundan sonra,
33
ÇOĞUNLUĞU MÜSLÜMAN OLAN ÜLKELERDE LAİKLİK-TEOKRASİ MÜCADELESİ:
KISMİ LAİKLİK VE POST-İSLAMCILIK • Dr. İsmail el-İskenderani
birçok Arap cumhuriyeti, sömürgecilikten kurtuluş, mülkiyet sisteminde devrim
yapmak ya da her ikisini de gerçekleştirmek için ordunun sekülerleşmesini sağlayacak bir sürece dâhil olmuşlardır. Türkiye ve İran’a nazaran, Arap Devletleri’ndeki askeri darbelerin gecikmelerine rağmen, Mısır’daki siyasi güç (saray ve
işgalciler) bölgesel ve iç siyasetle ilgili sebeplerin birleşimi olarak, 1949 yılında
Sünni İslamcılığın kurucusunun suikastini engelleyememişlerdir.
1952 yılında, Hür Subaylar Hareketi’nin askeri darbesiyle, Cemal Abd’ül-Nasır
iktidarı ele geçirdi ve 1954’te Muhammed Necib’in hal edilmesiyle Mısır’da, Tunus’taki pan-Arapçı, Baasçı ve Nasırcı ordunun sekülerleşmesi haricinde, birçok
Arap devletinin takip ettiği milliyetçi, pan-Arap ve Laik bir sürece girildi. Ancak sonuçta siyasi güç, İslam ümmetindeki, üç etnik grubun çoğunluğunun dini
olan İslam’ın elinde bulunuyordu ve İslamcılar eziyet, baskı, insan avı ve ret gibi
konularda Şeriat hükmünün geçerli olması ümidini taşıyorlardı. Bu süreç içerisinde, Abd’ül-Nasır’ın hapishanelerinde onbinlerce Müslüman Kardeşler Cemiyeti üyesi bulunuyordu, binlercesi ise yurtdışına kaçmış, Abdülkadir’in idamı
Seyyid Kutub’a uygulanmış, Laik Atatürk’ün askeri rejimi altında ömrünün 25
yılını sürgünde geçirmiş ve 1960 yılında vefat eden Bediüzzaman Said Nursi’nin
kabri vefatından dört ay sonra yıkılmış, cenazesi bilinmeyen bir yere nakledilmiştir. Aynı dönem, batıcı Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin politikalarına karşı
muhalefetinden ve Celal Al-Ahmed’in Batı medeniyeti düşüncesini benimsediği
için önce mahkûm daha sonra sürgün edilen Ayetullah Humeyni’nin doğuşuna
da sahne olmuştur.
Ancak bu benzerlikler çok uzun sürmemiş, üç milletin sosyolojik özellikleri ve
jeostratejik farklılıkları gelecek yıllarda kendi çizgilerini çizmelerine sebep olmuştur. Atatürk rejimi, bekasını sağlamada ve kurumsal ve anayasal güçleri
yenilemede en müesses nizam olmuş, yirminci yüzyılın sonuna dek, orduya ve
laik sistemin koruyucularına sistemi tehdit eden bütün ihtimalleri ortadan kaldırmak için yetki vermiştir. Ancak Pehlevi rejimi, ekonomik başarısızlığın yükü,
dindar halkının düşmanlığı, Şii din adamlarının mali gücünün tehdidiyle, İşgalci
Siyonist devlete verdiği destekten ötürü ve valinin başkaldırmasıyla (Muhammed Musaddak 1951 ile 1953 yılları arasında İran’ı yönetmiştir.) Amerikan Emperyalizmi ve İngiliz güçlerine yardım ve petrolün millileştirilmesine karşı çıkmasından dolayı kısa sürede çökmüştür. İran İslam Devrimi’nin meydana geldiği yıl, Enver Sedat’ın İsrail’le barış anlaşması imzalaması, Arap ulus projesini
kötü şartlara taşımış, Arap Birliği’nin devamını tehdit edecek bir anlaşmazlığa
yol açmıştır. Bu süreç, 90’larda herhangi bir varlık gösteremeyen ve Cezayir’e
ulaşmayan İslamcılığın Mısır ve diğer Arap ülkelerinde doğduğu dönemdi.
Arap Baharı patlak verene kadar, teokratik Humeyni ve Laik Atatürk örneklerinde -2002’den beri Adalet ve Kalkınma Partisi’nin elinde sistemin modernize
34
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
edilmesiyle- siyasal güç ve Müslüman çoğunluğun dini arasındaki ilişki, birbirine zıt ancak tutarlı tezler oluşturmuş, ancak Arap cumhuriyetlerinde bu tutarlı
tez benzer bir ilişkiyi kurmayı sağlayamamıştır. Bütün Arap ülkeleri, kendilerine
has bir üslup geliştiren yollar benimsemiş ve din olarak İslami açık bir duruş
sergilememişler, ancak İslam’ı kitleleri harekete geçirip, rejime isyan ettirecek
ideolojik bir tehdit olarak algılamışlardır. İran’daki devrimcilerin kendilerini dinin koruyucusu ve uygulayıcısı -özellikle velayet-i fakih anlayışı- olarak gördüğü, buna mukabil Türkiye’de Laik Atatürkçülüğün seküler sistemin bekçisi
olduğu gibi, Arap devletlerinde otokratik rejime sadakatten başka bağlılık ve
sisteme karşı ayaklandıracak bir düşmanlık bulunmamaktadır. Sonuç olarak,
bütün Arap devletlerinde ulema dini konuşmalarıyla halkı harekete geçirebilecek siyasi ve sosyal hareketleri takip edebilmek, aynı zamanda solcu, liberal
ve milliyetçi gibi ciddi muhalif gruplara karşı düşmanlık oluşturabilmek üzere
sisteme dâhil edilmiştir.
Arap Baharı’ndan önce laik veya teokratik olmasının dışında Arap devletlerinde
rejim ile ideolojik olarak yapılanmış İslam arasındaki ilişki, İslamcılar ve sekülerler arasında ciddi bir kutuplaşma devinimini beraberinde getirmiş ve bazı
araştırmacıların bu devrimleri post-İslamcı Devrimler olarak adlandırmasına sebep olmuştur. (Bayat; 2011 Roy, 2011) Bu araştırmanın amacı, Türkiye’deki Laik
Atatürkçü tecrübe ile İran’daki teokratik Humeyni rejimi arasında çoğunluğunu
dindar Müslümanların oluşturduğu Arap toplumlarında devletin işlevini sağlayabilmesi, bireylerin ve toplumların haklarını doğru bir biçimde koruyabilmesi
adına denge bulabilmek için üçüncü bir yol çizmektir. Ayetullah Humeyni tarafından velayet-i fakih nazariyesiyle geliştirilen teokratik Şiilik ve Mustafa Kemal
Atatürk ve halefi İsmet İnönü tarafından kurulan Laiklik arasında üçüncü yolu,
Abdü’l- Vehhab Mesiri’nin Şeyh Muhammed el-Gazali’nin siyasi despotizm yönetimine karşı İslam’ın reddedici konumunu ortaya koyduğu görüşünden etkilenerek geliştirdiği kapsamlı ve kısmi sekülerizm ile Raşid Gannuşi’nin özellikle
solcuların ve laiklerle İslamcılar’ın arasında oluşturulacak ulusal bir hareketin
gerekliliğini ortaya koyduğu tahlili ile çizmek mümkün.
Bu araştırmada amaçlanan, Mısır ve Arap Baharı ülkelerinde, İslamın demokratik olmadığı varsayımına düşmeden, İslam ve demokrasi arasında uzlaştırıcı
veya sahte bir ilişki kurma yoluna girmeden, Asef Bayat’ın kitaplarından birinde olduğu gibi “İslamı Demokratik Yapmak” çabası gütmeden (Bayat, 2009),
ancak genel olarak İslam ve özelde de Müslümanların pratikteki yorumlarının
İslam için demokratik bir okuma veya tam tersini sunabileceği varsayımıyla,
İslamcılar ve Laikler arasındaki kutuplaşma için bir çözüm önerisi sunmaktır.
Diğer bir yandan, araştırma hayır/yardım demokrasisi etrafındaki veya ideal
demokratik fiiliyatın boyutu veya demokratik olarak sınıflandırılmış birçok ülkedeki hatalarla alakalı derin felsefi tartışmalardan kaçınarak, otorite olarak des35
ÇOĞUNLUĞU MÜSLÜMAN OLAN ÜLKELERDE LAİKLİK-TEOKRASİ MÜCADELESİ:
KISMİ LAİKLİK VE POST-İSLAMCILIK • Dr. İsmail el-İskenderani
potizmin reddedilmesi düşüncesi ve yargılarını ortaya koymak ve aralarındaki
çeşitlilik ne olursa olsun, bireylerin kendilerini yönetecek kişileri seçme hakkını
aynı zamanda din özgürlüğü, ibadet özgürlüğü, dini eğitimin yayılması ile ilgili
çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu cemaatlerin dini ihtiyaçları ve devletin siyasi rolü arasında bir yaklaşım sunmaktır.
Laik Atatürkçülük veya Zorunlu Sekülerlik
Meseleye, Sultan 2. Abdülhamid1 ile anayasa için çatışan ve ‘şeriatin ihya edilmesi’ çağrısını taktik olarak kullanan İttihat ve Terakki hareketine katılan Osmanlı
komutanlarından Mustafa Kemal Paşa’yla başlamak şaşırtıcı olabilir. (Muhami
1981) Sonrasında, Veliahd 5. Mehmet Vahdettin ile birlikte 2. Abdülhamid’in
oğlu Sultan 5. Mehmet Reşad2 tarafından Berlin’e elçi olarak gönderilmiş ve 6.
Mehmed Vahdettin3 tahta geçmeden önce Anadolu’daki orduya umumi müfettiş olarak atanmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Libya’dan Ahmed Senusi ve diğerleri
gibi İslam ümmetinden âlimlerle önceden olan ekonomik ve dostane ilişkilerinde dönüşüm yaşadı ve Mustafa Kemal Atatürk olabilmek için devrim sırasında
ona zevk veren dini duygularından sonra sekülerlik bayrağının taşıyıcısı oldu.
Zafer zamanı askerlerine Sahih-i Buhari okumalarını tavsiye eden lider, aşırı
alkolden siroza yakalanıp vefat etmeden önce, hastalık döneminde namaz kılmamayı tavsiye ediyordu. (İhsan Hakkı 1981)
Komplo teorileri ve dini şüpheciliğin de ötesinde, seküler, milliyetçi bir yenilikçilik/batıcılık, Türkiye bağlamında siyasi ve askeri analizlerin ötesine geçmektedir ve Atatürk’ün komutanlığı, Osmanlı Devleti’nin Modern Komunist Rusya,
Britanya İmparatorluğu ve Fransa arasındaki stratejisinin bulunduğu yerdedir.
Osmanlı’dan sonra, Türkiye’nin Batıya bağlılığı, askeri ittifak ve Osmanlı
Devleti’nin İslami camiadaki çevresiyle arasındaki kültürel ve medeniyet bağlarını terketme derecesine varmış, 1931 yılında Kudüs’te düzenlenen İslam
Konferansı’na Müslüman bir ülke olmadığı iddiasıyla ve daha sonra Delhi’de düzenlenen Asya Kongresi’ne de Asya ülkesi olmadığı gerekçesiyle katılmayı reddetmiştir. Bununla beraber, Arap Alfabesini kaldırarak yerine Latin Alfabesini
getirmiş, Osmanlı/ İslam geçmişiyle bağlantılı fes ve tesettürü de yasaklamıştır.
Atatürk’ün Türk Arap kültürel ilişkilerini koparması, savaş sırasında Bilad-ı Şam
ve Kuzey Afrika gibi kendi topraklarından malların ve hayatların göçmesi suçlamasıyla ulusal bir üstünlük halini almış Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra büyük bir yük haline gelen Halifelik ile bağlantısını savunması askeri
1
2
3
36
Saltanat devri 1876-1909 daha sonra azledildi ve 1917’de öldü.
Saltanat devri 1909-1918.
Saltanat Devri 1918-1922, daha sonra azledildi ve 1926’da öldü.
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
yenilgi, ekonomik iflas ve siyasi despotizm altında bunalan Türk milletinin bunalmasına sebep olmuştur. Hakim askeri otoritenin, nüfusun yüzde 95’ten fazlası Müslüman olduğu halde İslam kimliğini tanımaması, ibadet dili olarak ezanın ve Kur’an’ın kendi dillerinde olmamasından ötürü, çoğunluğun dinine karşı
bir düşmanlık oluşturmuştur. Anayasa maddeleri ışığında bakacak olursak, 1923
yılında Cumhuriyet’in ilanından 1938 yılında Atatürk’ün ölümüne kadar, anayasa maddeleri onlarca kez değiştirilmiş, daha önce “Devletin Dini İslam’dır” olan
bir maddede değişiklik yapılarak yerine Laiklik getirilmiş ve sadece siyasi değil
kamusal alanlarda dini sembollerin kullanılması yasaklanmıştır. (Gazali, 2007)
1950 yılında Demokrat Parti’nin seçilmesiyle, Atatürk döneminde İslam’la kopan bağların nispeten ıslah edilmesine başlanmış, Adnan Menderes Hükümeti
ezanın Arapça okunmasına, Kur’an’ın resmi radyo kanallarında yayınlanmasına
izin vermiş, İmam Hatip okullarının açılmasına resmiyet tanımış ve birçok caminin yapımına müsaade etmiştir. Kanunen yasaklı olmasına rağmen, tasavvufun
toplumsal rolünü benimseyerek pratiğe geçirmiştir. Ancak, Laik Atatürkçü Askeri rejimin koruyucuları 1960 yılında askeri darbe yapmış, laik/seküler rejimi
tehdit ettiği gerekçesiyle devlet başkanını idam etmiş ve Milli Güvenlik Konseyi
kurarak, partilerin, hükümetin ve devlet başkanının icraatlarının laik devletin
prensiplerine uyup uymadığını takip etmiştir. Askeri darbeler tekrarlanmış,
1971, 1980 ve 1983 arasında siyasi partilerin kapatılması devam etmiştir.
Avrupalı kurumların yaptığı araştırmalara göre, çoğunluğu dindar olan Türk
halkı ve Laik Atatürkçü devlet arasında bir çekişme devam etmekteydi. (Gazali
2007) 1970 yılında Necmeddin Erbakan’ın Nursi Hareketiyle ittifakıyla kurulan
ve komutan Muhsin Batur’un ikazıyla Anayasa Mahkemesi tarafından Milli Nizam Partisi’nin kapatılmasından sonra, Erbakan Milli Selamet Partisi’ni kurmuş
ve 1974’te Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisi’yle koalisyon
kurarak hükümete girmiştir. “Kudüs’ü Kurtarın” sloganıyla kitlesel gösterilerde Erbakan’a 1980 yılında İsrail’in Kudüs’ü işgal kararına kınama ve Türkiye’de
İslam Devlet’i kurma çağrısının yapılması (İran İslam Devrimi başarısından bir
yıldan az bir süre sonra) Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’i askeri darbe yapıp, anayasayı askıya alarak siyasi partileri kapatmasına ve Erbakan ile birlikte
İslami Hareket’ten ve sol kanadın sembollerinden birçok kişiyi tutuklaması için
harekete geçirmiştir. (Aljazeera Net 2006)
Hac gibi dini uygulamaların açılımında bulunan ve Türkiye’nin İslam Konferansı
Örgütü’ne dâhil olmasını sağlayan Turgut Özal 1983 yılında iktidara geldiğinde, Necmeddin Erbakan, parlamenter çoğunluğa ulaşmak için üçüncü partisi
olan Refah Partisi’ni kurmakla meşguldü. Partinin İslamcı politikalarını 1) İslam’ı
Türkler arasında en çok benimsenen kurum haline getirmek 2) faize dayalı finansal sistemin reddi ve İslami ekonominin kurulması 3) özelleştirme ve libe37
ÇOĞUNLUĞU MÜSLÜMAN OLAN ÜLKELERDE LAİKLİK-TEOKRASİ MÜCADELESİ:
KISMİ LAİKLİK VE POST-İSLAMCILIK • Dr. İsmail el-İskenderani
ralizmin reddi, devletin rolünün ve Batılı özgürlüklerin yerine dini değerlerin
korunması 4) batılılaşmanın reddi ve Türkiye’ye İslami köklere dönüş için çağrı 5) İslam dünyasının doğal sınırlarını benimsemek ve Avrupa Birliğinin reddi
oluşturmaktadır. Dolayısıyla, Necmeddin Erbakan hükümetin başına geçtiğinde
başlattığı projelerden bazıları, İslam Ümmeti Birliği Teşkilatı, İslam devletleri
arasında ortak savunma ve kültürel işbirliği, İslami para fonunun ve ortak ekonomi pazarının kurulması ve ortak para birimine geçilmesiydi.
1996 yılında Erbakan’ın partisi parlamenter çoğunluğu almasına ve Doğru Yol
Partisi’yle yapılan koalisyon hükümetine başkanlık etmesine rağmen, Laik askeri devletin koruyucuları Erbakan’ın önemli projelerini uygulamasına fırsat vermediler. Erbakan çatışmayı engellemeye çalışmış fakat ordu, Ankara’nın kenar
mahallelerinden Refah Partili Sincan Belediye Başkanı’nın 1997 yılının Şubat
ayında Kudüs’ün özgürlüğü için “Kudüs Günü” düzenlemesine tolerans göstermemiştir. Bununla beraber, İran Büyükelçisi bir konferansa davet edilmiş ve konuşmasında Hizbullah ve Hamas’a destek verirken, sekülerlik karşıtı söylemlerle
Türkiye’de şeriatın tatbik edilmesini salık vermiştir. Ordu seri bir biçimde tepki vererek, Sincan’a tankları göndermiş, Sincan belediye başkanı tutuklanmış,
İran büyükelçisi “istenmeyen adam” ilan edilmiş ve Refah Partisi’ne soruşturma
açılmıştır. (Gözaydın 2009) Dolayısıyla, 28 Şubat kararlarının çıkarılması ve on
sekizden fazla maddeyle hükümete bütün İslami düşüncelerle ilişkilerini yok etmesi ve böyle kişileri cezalandırması konusunda baskı kurması şaşırtıcı değildir.
Ordu ve hukuk tarafından korunan Laik Atatürkçülük ile ilişkilerde alamet-i farika haline gelen Refah Partisi 1998 yılında kapatılmıştı, ancak, Erbakan siyasi
İslamcı kariyerini, kendisinin siyasetten men edilmesiyle başkanlık edemediği
Fazilet Partisi’yle sürdürdü. Ancak 21. yüzyılın başlangıcında, Erbakan ve üç
öğrencisi Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu arasındaki
ayrılık, 2000 yılında Fazilet Partisi’nin kapatılmasının ardından, bu üçlünün orduyla olan çekişmeyi sona erdirmek için üsluplarını değiştirmesiyle devam etti.
Bu süreç içerisinde, üçlü Kahire’ye giderek Müslüman Kardeşler genel başkanı
Mustafa Meşhur ile bir görüşme talep ederek, Erbakan ile aralarında aracılık
yapmasını istemişler, ancak Mustafa Meşhur onlarla yaptığı iki haftalık görüşmesinde, ayrılık ve yeni bir parti kurma kararlarından geri dönmemelerini ve
despot Laik sistemin koruyucuları ordu ve yargıyla çatışmayan bir vizyon geliştirmelerini tavsiye etmiştir. (Ebuhalil 2012)
Adalet ve Kalkınma Partisi 2001 yılında kuruldu ve 2002 yılında parlamenter
çoğunluğu elde edip on yıldan uzun bir süre hükümete başkanlık ederek, Avrupa Birliği’ne katılmak için öncelikli olarak Kopenhag kriterlerini uyguladı ve
ordu ile yargının gücünü azalttı, bununla beraber, Milli Güvenlik Kurulu, yargı ve anayasayı elinde tutan Laik sistemin pençesinden kurtaracak anayasal
38
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
değişiklikler yaparak halkı güçlendirdi. Ancak Erbakan, 2003 yılında beşinci
partisi olan Saadet’i kurmasına rağmen Laik sistem karşısında güçlenemedi
hatta Refah Partisi döneminden zimmetine para geçirmek suçlamasıyla hapis cezasına çarptırıldı. Sonrasında, Abdullah Gül 2008’de sağlık durumunda
kötüleşme yüzünden affetti ve 2011 yılındaki vefatına kadar son günlerini İslamcı ümmetçi projelerin hayata geçirilebileceği hayali içerisinde geçirdi. Ancak, Adalet ve Kalkınma Partisi, uyguladığı iç politikalarıyla, “Mustafa Kemal
Atatürk’ün çizdiği yolda Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesine” taşıma
ve “Türk halkının miras aldığı değerleri koruma” noktasında sistemi tatmin
edememiştir. Huveydi’nin ifadesiyle seküler radikallerin ve ordu için özellikle
“Kutsalların kutsalı” olan türban konusunda laik sistemin koruyucuları tarafından baskılar devam etmiş, (Hüveydi,2007) ilk sakini Atatürk olan Çankaya
Köşkü’ne Abdullah Gül’ün eşi türbanla girdiğinde kriz yaşanmıştır. Ancak parti,
gücünün çoğunu bu savaşa harcamamış ve üç program hedefi ortaya koymuştur; demokratikleşme, kalkınma ve muasır medeniyet seviyesine ulaşma.
Açık ve İslami bir söylemle tüm siyasi ve teknik formüller uygulanarak hedefleri gerçekleştirmek için altı yol ortaya konmuş ve akademinin de üzerinde
hemfikir olduğu ve açık bir İslami söylemden uzak şu prensipler uygulanmaya
çalışılmıştır; farkındalığı yaymak, hürriyetler, kanun egemenliği, kaynakların
mobilizasyonu, devletin üretkenliği, işsizliğin azaltılması, kazanç dağılımında
denge, siyasi kararlara sivil organizasyonların katılması, şeffaflığın sağlanması,
tam kapsamlı kalkınma, din, mezhep ve ırk gözetmeksizin vatandaş haklarına
saygı, kadın haklarına saygıya vurgu, ifade özgürlüğü ve pazar ekonomisinin
sürdürülmesi. (Gazali 2007) Kurulduğu 2001 yılından bugüne kadar partinin
siyasi söylemi güçlenerek devam etmiş ve anayasal değişikliğin yapılacağı referandum gibi zorunlu siyasal durumlarda kitlelere ayağa kaldıran “Hâkimiyet,
güç için değil, halk ve kanun içindir.” sloganı etkili olmuştur. Yalnızca çatışmacı
dilinin olmaması değil, mali yozlaşmada iyi bir gelişme kaydetmesi, gündelik
hayatta iyileşme olması ve Türk halkının geniş bir kesiminin kazancının artmış
olması, popüleritesini arttırmasında etkili olmuştur.
Humeynicilik ve Velayet-i Fakih Teokrasisi
Türkiye’deki Atatürkçü tecrübenin aksine İran’da halen devam eden, teokrasi
anlayışı İsna Aşar Caferi Şiiliği doktrinindeki, kutsal metin gereği imamlık ve ismet anlayışındaki Peygamber’in varisi ve on ikinci kayıp imam (Muhammed bin
Hasan el-Askeri) olarak geliştirilen velayet-i fakih inancına dayanır ve velayetin
imamlar haricinde birinde bulunması ilahi hakkın ihlali ve Allah ve Rasulüne
karşı bir savaştır. Bu teorinin temelleri, miladi 1533, hicri 939 yılında Safevi Şahı
Tahmasp’ı dini olarak desteklemek adına, araştırmacı Ali Kerki tarafından atılsa
da, Şii din adamlarının arasında tartışmaya yol açmış ve Humeyni’nin naza39
ÇOĞUNLUĞU MÜSLÜMAN OLAN ÜLKELERDE LAİKLİK-TEOKRASİ MÜCADELESİ:
KISMİ LAİKLİK VE POST-İSLAMCILIK • Dr. İsmail el-İskenderani
riyesinin bugünkü halini Kacar Dönemi’nde Molla Ahmed el-Naraki’nin elinde
almıştır. (Ölüm 1245/1829) El-Naraki, fakihliğin peygamberlik ve imamlık gibi
“İcma, Nas vb. delilden çıkarıldığını” kanıtlamış, hüküm koymanın velayetliğin
kaynağını ortağı olmayan Allah’a dayandırmış ve hüküm sahibinin velayetinin
peygamberlere, sonra vasilere (imamlara) ve sonra âlimlere (fakihlere) dayandığını iddia etmiştir. (Şakir/Şukayr 2004) Bazı Şii âlimleri El-Naraki’ye engel
olmuşlar, öğrencilerinden Murtaza el-Ensari Büyüklerin Temsilcisi olmasına muhalefet etmişler, (Fakihin Kayıp imamın temsilcisi olarak hüküm ve iktidarının
geçici olması gibi) halkın bazı dini işlerinin devam ettirilmesinde Küçüklerin
Temsilciliğini kabul etmişler ve 1963 yılında Şah Muhammed Rıza Pehlevi tarafından İran’dan sürgün edildikten sonra İmam Humeyni’nin Irak’ın Necef kentinde telif ettiği ünlü kitabı “Velayet-i Fakih’in Yönetimi”nde ihya ettiği Velayet-i
Fakih meselesini araştırmaya son vermişlerdir.
Ancak, 1979’dan beri hüküm süren mezhepçi yönetim sistemi temelindeki İran
tecrübesinin özeti, iktidar olduğu dönemde Humeyni rejimine düşman olanlar tarafından yayılan ve terfi ettirilen resmi ideolojinin dayandığı yanlış inançlar sayılabilir. Aslında İran devrimi, 1953 yılında Muhammed Musaddak’a yapılan darbeden sonra Amerika’nın desteğiyle yönetime geri dönen Şah Rıza
Pehlevi’nin politikalarına karşı geniş popüler bir devrim olarak başlamıştır.
Muhammed Musaddak 1951 yılında Şah’ı tahtından indirmiş, petrolün millileştirmesini sağlayacak kararlar çıkarmış, emperyalizme karşı milli politikalar ilan
etmiş ancak Şah geri dönmüş, genel olarak Batı’ya özellikle de Amerika Birleşik
Devletleri’ne olan tabiiyetini devam ettirmiş ve devlet bütçesinin dört milyar
dolara yaklaşan kısmını, sayıları elli bine varan Amerikalı danışmanlara maaş ve
bonus olarak vermiş, (El-Musavi, 1984) Amerikalı danışmanlara dokunulmazlık
sağlayan bir yasa çıkarmış ve bu durum emniyetin Savak Kuvvetlerin’e mensub muhalifleri takibi, tutuklamalarda sistematik işkence uygulanması, evde ve
dışarıda fiziki tasviyeye varana kadar baskı yapılması, bütçedeki adaletsizlik,
ekonomik kötüleşme ve siyasi despotizmin kötü şartları altındaki İran halkının
kin beslemesini tetiklemiştir.
Devrim genel olarak şu grupların ittifakından oluşmaktaydı: 1) Muhammed
Musaddak’ın liderliğini yaptığı Ulusal Cephe, 2) Mühendis Bazargan (1979 Devrim Zaferi’nden sonra ilk başbakanı) tarafından kurulan Halk Direnişi Uyanışı ve
Ulusal Cephe’den ayrılan İmam Zencani, 3) Silahlı direnişe dayanan ve İmam
Talkani’nin manevi babaları olduğunu iddia eden Musa Hayabani ve Mesud Racavi tarafından kurulan Mücahidi Halak Partisi, (Şah’ı İslamcı Marksist olarak
adlandırmıştır.) 4) İmam el-Talkani, İmam Seyyid Hasan el-Kumi, İmam Şeyh
Bahaeddin el-Mahallati, İmam el-Hakani gibi tamamı Humeyni ve etrafındakilerle fikirleri ve siyaseti ile zıt taraflarda olan, düşüncelerinde orijinalliklerini ve
40
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
karar almada bağımsızlıklarını koruyan, Humeyni ile aynı siperde olma sebepleri sadece Şah karşıtı olmaları olan din adamlarının önde gelenleri 5) Dr. Ali
Şeriati’nin cemaati 6) Humeyni ve İran içinden ve dışında bulunan din adamlarının oluşturduğu siyasi grup 7) Komunist Tudeh Partisi’nin de dâhil olduğu sol
partiler. (el-Musavi 1984) Ancak devrim, devrime liderlik ve komutanlık edecek
İmam Humeyni adlı şahsa nasip olmuş, Şah’a karşı savaştığı dönemde herhangi
bir mevkii çok istememiş, yöneticilik meselesi henüz belirlenmemiş, kendisine
bir ceza veya teşekkür sunulmasını istememiştir.
Bu durum, bazen devrim derecesine varan Modern İran Tarihi’ndeki zâlim iktidara
karşı ortaya çıkan herhangi siyasi bir mevki ve kişisel imtiyazlara dayanmadan
Şii din adamları tarafından yönlendirilen halk ayaklanmalarına dini bir şahıs tarafından liderlik edilmesini açıklıyor. (Züht, On iki imam mezhebine göre kayıp
imamın dönüşünü beklerkenki siyasetten istifaya doğru geleneksel bir yönelim
zorunluluğu veya her ikisi de olabilir.) Bu ayaklanmalardan biri de 1891 yılında yüksek mevkili din adamı Muhammed Hasan Şirazi tarafından İngilizlerle
tütün anlaşması imzalayan Şah Nasıruddin’in yükselişine karşı yapılmış ve bu
ayaklanma anlaşmanın iptaline sebep olarak Şirazi’nin Tevfik/Başarı olarak adlandırılmasına sebep olmuştur. Şirazi’nin protesto hareketleri öğrencisi Seyyid
Muhammed Tabatabai tarafından 1905 yılında Şah Muzaffereddin’e karşı devam
ettirilmiş ve 1906 yılında Anayasa kararlarının alınmasında zafer kazanmıştır.4
Şah Muzaffereddin’in ölümünden sonra, oğlu Şah Muhammed Ali yerine geçmiş,
Muhammed Kazım Horasani, anayasanın iptali ve millet meclisinin kapatılması
sebebiyle Ahund ayaklanmasını başlatmış ve ayaklanma Şah Muhammed Ali
azledilip ülkeden kaçmasının yerine Horasani’nin oğlu Ahmed Mirza’yı 1909 yılında şah olarak getirmesine sebep olmuştur. Son olarak, şaha karşı olan devrim
bilinci kaybolmamış, 1950’deki devrimde İmam Ebi Kasım el-Keşşani’nin önemli
bir rol oynamasına ve devlet başkanlığına yükselmesine sebebiyet vermiş, yerini
Muhammed Musaddak’a bırakmış ve daha sonra Temsilciler Meclisi’ne başkan
seçildikten sonra oturumlarda hazır bulunmuştur. Bu durum Musa Musavi’nin
-İran devriminin en önemli tanıklarından ve tarihçilerinden biri ve 1980 yılındaki
devlet başkanlığı seçimlerine aday- 1979 devriminden sonra din adamlarının
İran’da siyasal gücü ele geçirmeleriyle alakalı genelgeyi reddetmesine ve din
adamlarından önemli bir kısmın, otoriteyi ellerine geçirip, siyasal gücü tekelleştirmelerini kontrol etmesine yol açmıştır. Velayet-i Fakih meselesi etrafındaki
tartışmalar, devrime katılan, destek veren Velayet-i Fakih prensibini tamamen
veya kısmen reddeden İmam Seyyid Şeritimadari, İmam Kumi, İmam Zencani,
İmam Talkani ve İmam Musa Musavi’nin görüşleri ışığında anlaşılabilir.
4
On İki İmam Mezhebi ülkeni resmi mezhebi olarak tanınmış, ikinci madde İslam kanunlarınla
çelişmeden onaylanmıştır ve Ulemanın bu görevine dayanak haline gelmiştir.
41
ÇOĞUNLUĞU MÜSLÜMAN OLAN ÜLKELERDE LAİKLİK-TEOKRASİ MÜCADELESİ:
KISMİ LAİKLİK VE POST-İSLAMCILIK • Dr. İsmail el-İskenderani
Önceki kısmın önemine ilaveten, büyük siyasi dönüşümlerin İmam Humeyni döneminde ve devrimin ilk aylarında ve onu takip eden senelerdeki söyleminde meydana geldiğine işaret edilebilir ve böylece bazılarının zannetiği
gibi Velayet-i Fakih teorisinin geliştirilip, yönetimde kurucu bir prensip olarak
kullanılmasında Şii On iki İmam mezhebindeki modern baskın teokrasinin dini
pozisyonunun yerine İran Devrim’i yolunda büyük siyasi değişkenlerin nisbi
ağırlığını anlamak mümkündür. Ancak tuhaf olan, Irak’a sığınıp, 14 yıla yakın
bir süre müstesna bir muameleyle ve özel bir statüyle siyasi sığınmacı olan
Humeyni’nin, Amerika Birleşik Devletleriyle olan ilişkisiydi. 1979 yılındaki Tahran Amerikan büyükelçiliğindeki rehine krizinden önce, Humeyni ve Amerika
arasındaki ilişkiler iyi olmakla beraber, resmi olarak şartlı bir dostluk olarak
düşünülebilirdi. Amerikan yönetimi, başkan Jimmy Carter (1976-1980) aracılığıyla tüm dünyada özgürlükleri ve demokrasiyi desteklediğini ilan ederek,
halk devrimi karşısında diktatör Şah Pehlevi’yi desteklemenin Amerikan kamuoyunda sıkıntı yaratacak bir konu olduğunu, ayrıca dini bir yönetimin Asya
devletlerindeki Komünist Rusya yayılmacılığına karşı engelleyici ideal bir duvar
olduğunu belirtti. Dolayısıyla, Amerika Batı cephesini de yöneterek, Irak’ı terk
ederek Fransa’nın başkenti Paris yakınlarındaki Nouvelle Le Chateau’ya sığınan
burada koruma ve polis alan İmam Humeyni liderliğindeki İran Devrimi’ni desteklemiştir. Ayrıca Humeyni’nin Farsça konuşmalarını yayınlayarak İran içinde
büyük bir etkiye sebep olan ve dolayısıyla kendi resmi tutumunu da ortaya
koyan İngiliz Radyo Kuruluşu da desteğini ortaya koymuştur. (Musavi 1984)
İmam Humeyni cephesine bakacak olursak, devrim sonrası ilk hükümetteki üç
bakanı Amerikalılar’dan oluşmaktaydı. Bunlar; Dışişleri bakanı İbrahim Yezdi,
Düzenden sorumlu bakan ve devlet resmi sözcüsü, Savunma Bakanı Doktor
Camran. Bazargan’ı soracak olursak -devrim sonrası ilk devlet başkanı- Şah
tarafından Amerika ile imzalanan ve emperyalizme karşı devrimde devam eden
değeri milyarları bulan 900 askeri ve ticari anlaşmaları iptal ederek araştırmaya
değer bireysel bir geri çekilme ortaya koymuştur. Humeyni rejimi ile Sovyetler
Birliği arasındaki ilişkideki dalgalanmaların yansımalarını özellikle Şah’a karşı
yapılan devrimin aktörlerinden biri olan komünist Tudeh Partisi’nin konumu itibariyle değerlendirecek olursak, devrim sürecindeki gidişatın büyük çoğunluğunun kendini doktrinal olarak meşru kılma çabasında olan ekonomik ve siyasi
dinamikleriyle tanımlandığını anlamış oluruz. Dolayısıyla, İmam Humeyni’nin
Irak’taki kafir Baas rejimi ile savaşırken aynı zamanda Suriye’deki Baas rejimini
desteklerkenki çelişkili tutumu, dini bahanelerin siyasetin konumunu nasıl baskı
altında tuttuğunu açıkça göstermektedir.
Jeostratejik bağlamı gözetilmeksizin İran devrimi, sistemin hâkimi Humeyni
kanadı ve grupları ile diğer devrimci güçler arasındaki iç dinamikler ne olursa olsun, sonuçta İran devrimi teokrasinin hüküm sürdüğü popülist bir devrim
42
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
haline gelmiş, devrimin liderinin iki kez Velayet-i Fakih olarak belirlenmesi için
cumhuriyet anayasasının geçirilmesi, seçilmesi ve görevden alınmasının ardından Cumhurbaşkanının geniş yetkileri elinde toplaması, ülkedeki en yüksek
yetkili hâkimi tayin etmesi, Anayasa koruma meclisindeki ulema azalarını tayin
etmesi, Ulusal Yüksek Askeri Meclisini oluşturması, ordu komutanlarını ataması, savaş ilanı, genel seferberlik ve barışın sağlanması, (İran Anayasası’nın 110.
maddesi), ayrıca iç ve dış politikaların kontrolü, emniyet güçleri amirlerinin ve
radyo, televizyon yetkililerinin tayininin yapılabilmesine yol açan Kurucu Meclis
seçimleri, oy tahrifi şüpheleriyle karşı karşıya kalmıştır. (Naci 2007) Kendisinde
hem dini hem de siyasi otoriteyi toplayarak devrimin en yüksek mertebeli lideri
olan Ayetullah Humeyni’ye nisbetle, Ayetullah Ali Hamaney sadece siyasi gücü
eline almış ve bugüne kadar devam eden Humeyni düzeni içerisinde anayasada
öngörülen aktörler ve anayasal otoritelerin eşleştirilmesi ile birlikte kurumsal
aktörlerin anayasal biçimde eşleştirilmesine paralel olarak devlet erkânı arasında ortaya çıkan iç çatışmalara sahne olmuştur. Her bir müessesenin ekibi en
üstün lider veya din adamları tarafından tayin edilir, ayrıca bunlara bağlı yumuşak ve sert güçler ise anayasal veya seçimle gelen ekiplere eş değer kabul edilmez. Halk tarafından seçilen Uzmanlar Konseyinin üyeleri, kumandan (lider)
olarak atanır ve seçilmiş cumhurbaşkanının otoritesinden daha üst seviyede
güce sahip olurlar. Atanmış Anayasa Koruma Meclisi ise halk tarafından seçilmiş İslami Şura meclisini (Parlemento) izler ve yasamalarını kontrol eder, ayrıca
Velayet-i Fakih kendi sistemi ve prensiplerine sadık olmayan adayları eleyerek,
yasamanın iki kolu arasındaki tartışmalarla ilgili hüküm ve kararları konseye
sunar. Ancak, Basic birlikleri veya halk seferberlik kuvvetleri statüko ve yüksek
mertebeli lider tarafından finanse edilen ve desteklenen yeniden yapılandırma
kuruluşlarıyken, rejimin ordusu ve devrim muhafızlarının her ikisi de anayasal
kuruluşlardır. Bununla birlikte, polis ve devrim komiteleri özellikle başını örtmeyen kadınları takip etmede şöhret kazanmışlardır. Bunun hemen akabinde,
içerisindeki bölünmelerle karmaşıklığı artan sistem içerisinde dev projelerin
bütçesine ve ilmi yöne sahip olan Bazar’daki (Tahran’da ticari merkez) aktörlerin ve hayır kurumlarının rolü gelmektedir. (Buhta 2003)
Ancak, Humeyni’nin teokratik sistemindeki insan hakları tecrübesini, Şah dönemindekinden daha kötü olarak tanımlamak yeterli değildir veya Pehlevi ailesine karşı yapılan devrimin sebeplerine hitap etmekte başarısızdır. Muhalifler
konumlarına göre işkenceye maruz kalmışlar, Humeyni’nin isminin ezana eklenmesine karşı çıkan İmam Tabatabai Kumi’nin de dâhil olduğu Velayet-i Fakih teorisine karşı çıkan büyük din adamlarından bazıları Humeyni’nin ev hapsi politikalarıyla karşı karşıya kalmışlar, siyasi muhaliflerden bazıları hapsedilmiş, idam
edilmiş veya sistemin baskısından kaçmışlar, ayrıca Mücahidi üyeleri özgürlük
tezahüratları yapmışlar ancak kısa bir süre içerisinde binlercesi toplu idam ce43
ÇOĞUNLUĞU MÜSLÜMAN OLAN ÜLKELERDE LAİKLİK-TEOKRASİ MÜCADELESİ:
KISMİ LAİKLİK VE POST-İSLAMCILIK • Dr. İsmail el-İskenderani
zasına mahkûm edilmiştir. Ancak, hamile kadınlar, bebekler, yaşlı ve hastalar da
büyük bir kitle mahremiyetini ihlal eden, özel mülkiyete el koyan, dayak, işkence, tecavüz edip, kitlesel katliamlarda bulunan ve düzmece mahkemeler kuran
devrimci mahkeme komitelerinden ve Basic Militanlarından kurtulamamışlar,
sadece Humeyni döneminde sayıları 150 bini bulan kurban öldürülmüş ve milyonlarcası da Irak Savaşı ve baskı sebebiyle yerlerinden edilmiştir.
Dini ve etnik azınlıkların İslam Cumhuriyeti anayasasındaki durumları daha iyi
bir hal almamıştır. İran Anayasası, Hristiyanları, Yahudileri ve Zerdüştler’i resmi
azınlık olarak tanırken, Sünnileri ve Şii Zeydiler’i azınlık olarak kabul etmemiş,
hepsine eğitim, kişisel statü ve ibadet konularında saygı gösterse bile, parlementer temsil hakkını tanımamıştır. Üslup ve girişten ayrı olarak, Aryan (İranlı)
ırkının üstünlüğü bize, bir mezhep üzerine ittifak edildiğini ve dini tiranlık döneminde de vatandaşların tek bir ırk üstünde anlaştığını göstermektedir. Maaşlar
ve krediler dini izinlere göre dağıtılıyor ve öncelik sırasıyla İranlılara, Araplara,
Hindli, Pakistanlı ve son olarak Afganlara, (Musavi, 1992) ayrıca Irak’la yapılan
savaşta yüzbinlercesinin kanı akıtılan Şii Araplara dağıtılmaktadır. Azeri soyundan gelen şimdiki devlet başkanı Ayetullah Ali Hamaney Humeyni dönemindeki Kürt, Türkmen, Beluci sünni çoğunluklar üzerindeki etnik azınlık politikasını
kayda geçirmiş, baskı, zulüm, kitlesel tutuklamalar, ekonomik ve siyasi marjinalleştirme ve ayrıca, Huzistan/Ahvaz gibi bazı bölgelerin demografik yapısını
değiştirmeye yönelik politikalar uygulanmıştır. (Makram 2008) Yahudi azınlığa
ibadetlerini yerine getirebilmeleri için 70’den fazla sinagog açılırken, nüfusun
yüzde 10’nu oluşturan Sünniler ise namaz kılarlarken camilerden dahi uzaklaştırılmışlardır.
Atatürk ve Humeyni’ye Karşı Direniş
İmam Musa Musavi’nin Humeyni ile Leninist Komünizm arasında onaltı benzerlik açıklayıp devrimi ‘Sefil’ olarak adlandırdığı bir karşılaştırma ortaya koyduğunu göz önünde bulundurursak, Atatürk ve Humeyni arasında da araştırma ve
analiz açısından bir yakınlık kurmak mümkün olabilir. Müslüman çoğunluğun
dini ile olan ilişkilere zıt gelişmesine, cumhuriyetten önce iki millet arasındaki
tarihi çekişme ve ideolojik inançların farklı olmasına rağmen, devlet ve yönetim
sistemi veya toplum seviyesinde iki tecrübe arasında benzerlikler vardır.
Hem Atatürk hem de Humeyni, güçlerini devrimci milli liderlik üzerine kurup,
tarihi bağlarla ilişkiyi kesmişler, her ikisi de sistemlerini rejime sadık yasama ve
yargı güçleriyle korunmuş anayasal düzenlemelere bağlı silahlı güçlerle sağlamışlardır. Her ikisi de bir ulusu yüceltip, başka bir etnik azınlığı, ulusu veya
dili marjinalleştirmiş ve bu durum Irak Kürdistan örneğinin ithal edilmesi için
iki ülkedeki sistemin koordinasyonunda mezhepten uzak bir yol takip edilirken
44
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
ortaya çıkmıştır. Dini/mezhepsel sistemin durumu anayasal ve yasal hükümler
tarafından belirlenir ve bu hükümlerin uygulanmasında ve hatta belki bunun
daha ileriye götürülmesinde basite alınmayacak politikalarla desteklenir. Her
iki ülkenin toplumları açısından, birbirleriyle ve kendi içinde ulusal seviyede
ilişki içerisinde olan lokal kurumların oynadıkları hayati rolü (İran’da havza ve
Türkiye’de tasavvuf tarikatlarının) ve bu kurumların siyasi etkileşimlere etkisi ile
farklı rejimlerde oy verme inisiyatifi bulunmaktadır.
İki ülkenin Müslüman çoğunlukları ile aralarındaki ilişkinin çelişki derecesindeki farklılıkların her iki ülkede göstergeler şartlara bağlı değişse bile, ‘Postİslamcılık’ın (Post Siyasal İslamcılık) doğuşunu etkilememesi dikkat çekmektedir. Asaf Bayat’a göre her iki ülkedeki ortaya çıkan yönelimlerde -ister popüler,
entelektüel veya partizan kurumlar olsun- dini hakları, inanç özgürlüklerini ve
bireysel İslami özgürlüklerini kabul ettirmeye çalışmak yer almaktadır. (Bayat
2005) Böyle bir durumda, halkın tepkisi dini despotizm ve din karşıtı despotizmi reddetme hususunda ortak olsa bile, sosyal hareketlere müracaat etmeden
bütünsel olarak ancak çelişkili iddialar ortaya koymuşlardır. Türkiye ve İran’da
ortak olarak gözlemlenen tecrübe ise devrimden ziyade ülke dâhilinde yapılan
reformlardır. Humeyni devleti kamusal alanı bütünüyle etkisi altına almamış,
ancak -zaman zaman kanlı- güvenlik baskısı paralelinde, siyasi çekişmelerin
bazı alanlarında velayet-i fakih sisteminin çatısı altında kalmaktadır. Benzer bir
biçimde Türkiye’de de parti tartışmaları ve ekonomik programlar Atatürk anayasasının gerekliliklerinden biri haline gelmiştir.
Dolayısıyla, Asaf Bayat’ın analizlerinde İran ve Türkiye çalışmaları ötesinde İslamcılığı bulmak şaşırtıcı değildir. İran’da 1988 yılında Irak-İran Savaşı’nın sona
ermesiyle, 1989 yılında Ayetullah Humeyni’nin gitmesi ve Haşimi Rafsancani
döneminde savaşın izlerini silmek üzere ele alınan -İslami (İslamcı) hükümet
tarafından başlatılan-yeniden yapılandırma programıyla İslamcılık akımının ortaya çıktığını görmek mümkün. Bu, entelektüeller arasında fikri eğilimlerin ve
sosyal hareketlerin açıkça ortaya çıkmasıyla Post-İslamcılığın tecessüm ettiği
bir dönem. Gençlerin, öğrencilerin, kadınların ve dindar entelektüellerin dilinde,
demokrasi, bireysel haklar, tolerans, cinsiyetler arası eşitlik ve dinin devletten
ayrılması için çağrıda bulundukları yenilikçi bir dini hitabetin ifadesi sözkonusudur. (Bayat 2005) Ancak, bu akım tamamıyla dini bir hisse bürünmemiş,
yönetici sınıf arasında, ıslahçılık gibi İslam’ın resmi mefhumlarını tehdit eden
formları ortaya çıkarmıştır. Direniş ve sıradan aktörlerin günlük çabaları, dindar düşünürlerin, ruhani elitlerin ve siyasi aktörlerin kavramsal paradigmalara
dönmelerine sebep olmuştur. Onlarca İslamcı, eski devrimci düşünürleri yalnız
bırakmış ve dini bir devletin hem dine hem de devlete karşı oluşturduğu tehlikeler sebebiyle onları uyarmışlardır. Dünyanın farklı yerlerinde İslamcı parti ve
hareketlerin doğmasında İran’ın etkisi hususunda Bayat ile anlaşmalar ve an45
ÇOĞUNLUĞU MÜSLÜMAN OLAN ÜLKELERDE LAİKLİK-TEOKRASİ MÜCADELESİ:
KISMİ LAİKLİK VE POST-İSLAMCILIK • Dr. İsmail el-İskenderani
laşmazlıklar söz konusu olsa bile, Türkiye’deki İslamcıların klasik tepkilerindeki
değişim aynı doğrultuda bir değişim olmasına rağmen, iki tecrübe arasındaki
fark İran’daki post-İslamcılık despot Humeyni’nin teokratik devlet yapısına karşı bir tepki olarak doğmuşken, Türkiye’de Laik anayasayla ve Laik Atatürk’e
karşı verilen mücadelenin başarısızlığı ışığında varolmuştur. Genel olarak, postİslamcılık Asaf Bayat’ın tanımına göre iki şeyden oluşmaktadır; durum ve proje.
Durum, çekiciliğini, gücünü, yasal kaynağını hamaset sahibi taraftarlarından
alan İslamcılığa kılavuzluk eden sosyal ve siyasi bir şarttır. İslamcıların normalleştirme ve kurumsallaştırma çabasıyla, sistemlerindeki dezavantaj ve anomalilerin farkında oldukları durumdur. Hatalara devam edilmesi sistemi sorulara
ve eleştirilere maruz bırakır. Bu sebeple, İslamcılık dâhili zıtlıklar ve kendini yeniden icat etmesi için yapılan uluslararası baskılar sebebiyle zorlanmıştır, ancak bunu gerçekleştirmenin maliyeti, içeriğinde spesifik dönüşümleri yapmayı
gerektirmektedir. Bu yönelim, 90’lı yıllarda İran’da dini ve siyasi söylemlerdeki
dönüşümde kendini göstermektedir. Duruma ilaveten Bayat post-İslamcılığı
bir proje olarak ele almaktadır. Toplumsal, siyasal, entelektüel olarak yönetilen
alanlarda İslamcılık tarafından sınırı aşılabilen strateji ve metodların mantıksal
tasavvurunu geliştirmek için yapılan bilinçli bir girişimdir. Ancak, “Anti-İslamcılık”, “İslamcılık dışı” veya sekülerlik olarak adlandırılamaz.
Asaf Bayat’a göre, dindarlık hukuk ve inanç özgürlükleriyle ve İslam ise kişisel
özgürlüklerle mümkün hale gelebilir. Bu, görev ve sorumlulukların yerine haklara, otoriter tek bir ses yerine çoğulculuğa, kutsal metinlerin sürekliliği (fixed
scriptures) yerine metinleri zaman içerisinde bağlamaya (historicity) ve geçmiş
yerine geleceğe odaklı, İslamcılığın potansiyel prensiplerini dönüştürme çabasıdır. Bayat’ın post-İslamcılığı İslam, bireysel tercih ve özgürlük, aynı zamanda
İslam, demokrasi ve modernite arasında (bazı post-İslamcıların da vurguladığı
gibi) birleştirme çabası, bazılarının “alternatif modernite” (alternative modernity) olarak adlandırdığı kavramı açıklamaktadır. Bu kavram, dini doğruların
tekelliğini kırmayı, kendini farklı toplumsal pratiklerde ifade edebilmeyi, siyasi
düşünceleri, öğrenci, gençlik ve kadın hareketlerini ve hatta dini düşünceler
ve inanç araştırmalarını kapsar. Kısacası, İslamcılar devletin en güçlü ve etkili
kurumlarını “iyiliği” yayma, “kötülüğü” yok etme aracı olarak görürken, “Bayat”
post-İslamcılığı, İslamcılık anlamında dini sorumlulukları birleştirmek karşılığında, dindarlığı hukuk ile bağdaştırır. Dolayısıyla, İslamcıların nazarında vatandaşlar, güçlü bir devlete karşı zorunluluklarını yerine getiren ve kendi haklarını
çok fazla aramayan itaatkâr nesnelerdir.
Hukuk Devletinin ve Özgürlüklerinin Hizmet Ettiği Güçlü Bir Müslüman
Cemaatine Doğru: Kısmi Sekülerlik
Sekülerlik ile teokrasi arasında, devletin rolü ve kamusal alandaki etkinliği tarafından ayrıca genel olarak ögürlüklerin ve özelde bireysel ve toplumsal olarak
46
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
dini özgürlüklerin birincil öncelik olarak belirleneceği üçüncü bir yolun yaratılması mümkün. Ülkenin genel yönelimine bakılacak olursa, -Abdül Vahhab
Mesiri’nin de değindiği gibi- din karşıtı laikliğin dezavantajlarından kaçınmak
için yapılacak olan bir uzlaşı aynı zamanda dini ritüeller ve kanunlarda tasavvur
ve doktrine edilecek baskıcı teokratik tiranlıktan uzak bir yönetici sınıfı oluşturacağından, bunu Kısmi Sekülerlik olarak adlandırmak siyaseten uygundur.
Abdül Vahhab Mesiri, ayrımcılık gözetmeksinizin seküler Arap ve Batı literatüründeki iki seviyede ayrıma gider; bunlardan ilki, kısmi sekülerlik denilen din ve
devleti direkt olarak ayırarak siyasi, idari ve yürütme planlarında dini belirleyicileri nötralize etmektir. İkincisi, kapsamlı sekülerlik diyebileceğimiz, dini, ahlaki
ve spiritüel değerlerin kamusal ve özel hayattan ayrılması ve insanı kapsayan
dönüşümünü sağlayan şeyler ve dönüşümünü sağlayan mallar ile bağlantılı
olan Kapsamlı Sekülerlik. (Mesiri 2001) Kısmi Sekülerliğe şekil veren örnekleri
göz önünde bulundurmak son derece önemlidir; bir camii inşa edilirken, ustada aranacak şartlar namazına devam eden biri olması mı, yoksa işinin uzmanı
olması mıdır? İnşaat tekniğine sahip olup olmadığına bakılmaksızın namazında en iyi olanın seçilmesi gibi bir felaketten kaçınmak için yeterlilik ve beceri
seçimlerinde düzgün seçim yapılmalıdır. İşte bu, bir kişinin dindarlığı ile ilmi
ve teknik performansı veya mutlak, zamansal ve mekansal değeri arasındaki
ayrımdır. Post-İslamcılık’ta önemli olan, üretim kalitesini etkilemeyecek şekilde,
kişinin iş dışında alkol veya uyuşturucu madde kullanması önemli değil, kamu
görevlerinde idari yeterlilik ve genel sosyal davranışlarıdır. (İskenderani 2012)
Mesiri daha da derine giderek Kısmi Sekülerlik ile alakalı Siret-i Nebevi’den Vahiy gibi bölümleri Peygamberin insan yönünü göstermek için alıntılamaktadır.
(Tartışması imkânsız bir konu ve düşüncelerine katılmıyorum.) O, insanlara savaş ve dövüş sanatını öğreten sadık ve emin tüccar Muhammed bin Abdullah
değil, Hubbab bin Münzir’in Bedir Savaşı’nda Müslüman cepheden seçip anlattığıdır. Aynı zamanda, güvenilir bir tüccarın görüşü Medine’deki hurma ağaçlarını yok etmek örneği gibi ziraatle alakalı konularda uygun olmayabilir. Resul’ün
dilinden söylenmiş bir vahiyde: “Siz dünya işlerinizi bilirsiniz.” denmiştir. (Mesiri
2001) Yönetici konumundaki bireyler dindarlıklarını bir kenara bırakıp, ilmi ve
idari yeterliliklerini sivil yürütme görevlerinde tamamladıklarında, güvenilmeye
aday olurlar ve dini temelli ayrımcılık dışında, vatandaş olmanın önemli rükünlerinden birini gerçekleştirirler.
Bu bağlamda, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sekülerlik üzerindeki çabasını
Kapsamlı Sekülerlik değil, Kısmi Sekülerlik ve Laiklik olarak anlamak mümkün.
Parti liderleri AK Parti’nin, Almanya’daki hükümet partisi de dâhil olmak üzere,
Avrupa’daki Hristiyan Demokratik Partilere benzediğini iddia etmişlerdir. (Gazali, 2007) Partinin niyetini ve amaçlarını -kendi görüşlerine göre- uzun vadede
47
ÇOĞUNLUĞU MÜSLÜMAN OLAN ÜLKELERDE LAİKLİK-TEOKRASİ MÜCADELESİ:
KISMİ LAİKLİK VE POST-İSLAMCILIK • Dr. İsmail el-İskenderani
Türkiye’yi İslamlaştırma veya en azından Laik sekülerliği yıkma çabası olarak
gören komplo teorileri bir yana koyulursa, demokratik parti yöneticilerinin sekülerizme saygı duyduğunu, bunun sadece siyasilerin dilinde değil, aynı zamanda Adalet ve Kalkınma’yı İslami değerler üzerinden savunurken, partinin
demokrasi ve sekülerliğe verdiği önemi dine karşı düşmanlık değil de din ve
devletin ayrılması gerektiği savı üzerinden vurgulayan gazeteci Fehmi Koru
gibi teorik yaklaşım sahipleri de mevcuttur. (Gazali,2007) 2007 yılında Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olarak seçileceği parlemento oylamasının geçersiz
kılındığı krizde, ordunun tehdit edercesine yayınladığı son açıklaması “Ordu
bütün kararlılığıyla laikliğin koruyucusudur.” ifadesine karşılık hükümet sözcüsü, “Laik düzenin koruyuculuğu ilk olarak Hükümetin sorumluluğudur ve ordu
hükümete tabidir” açıklaması yapmış ve Erdoğan Genelkurmay Başkanı Yaşar
Büyükanıt’ı telefonla arayarak, ordunun yayınladığı beyandaki üslubu reddettiğini belirtmiştir. (Medeni 2007)
Bir paradoks olarak, Atatürk tecrübesinin dindar kaynaklarca övülmesi -Laik
değil, Seküler anlamda- Sünni İslamcılığın önemli mercilerinden öğrenci Hasan el Benna’nın dilinden sadır olmuş ve 1949 yılında Şeyh Muhammed Gazzali yazdığı “İslam ve Siyasi Despotizm” kitabının girişinde Muhammed Ferit
Vecdi’den alıntıda bulunarak Türk ve Arap milletler arasındaki farkın dini vesayeti redddetme konusunda ortaya çıktığını aktarmış ve hilafetin kaldırılmasının
ardından “Türk milleti parlementoda temsil edilmektedir ve insan aklı üzerinde
din adamlarının mutlak bir bekçi olarak ortaya çıkmasına izin vermez yahut
doğu toplumlarında olduğu gibi zorba hükümdarlara manevi/spritüel bir hak
tanımaz, ancak kendi bekçiliğini kendi yapar, din adamlarını dini eğitime tabi
tutacak bir eğitim programı ve dini yaymak için kitaplar yayınlamalarını sağlarlar. Vicdan özgürlüğünün korunmasında din adamlarına özellikle sınır konmuş
ve vicdan özgürlüğüne karşı herhangi bir düşmanlık tehdidini ortadan kaldırmak için, seküler eğitim yapan herhangi bir okul ve dini etki yaratacak bir okul
bulunmamasına rağmen dini eğitim yapan okulların açılması yasaklanmıştır.
Göründüğü kadarıyla, Türkler kendi toplumlarını İslami bir ruhun yönetmesinden korkmuyorlar. Çünkü İslam’ın ne demek dolduğunu aydınlanmacı bir akıl,
insanın doğal hakları, bilinci, ilim ve sanatın yayılmasının yardımı, çatışmacı
ve rekabetçi dünyadaki yönetici sınıfların muhakemesi sayesinde biliyorlar ve
Türkler hepsinin değerini bilip bunu kitaplara yansıtıyorlar ancak raporlarda sorumlu oldukları işe güvenilmeyen durumlarda İslam ruhunu ne kadar idrak ettiklerini, yüksek derecede hikmet ve anlayışlarının olup olmadığını bilmiyorlar.
Ancak dinin şiarlarından ferdi olarak çekinenlerin lidere tabi olmanın kıymetini
bilmediklerinden, kendi yollarında yürürken ve zihinsel katılıktan ve ahlaki çürümeden dolayı doğru yoldan sapmışlarla düzensiz hale gelmelerine rağmen
48
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
bunlar, Türklerin devrimlerini bir örneğe çevirmese de milli tarihlerinde özel bir
sayfa olarak kayda geçmelerine sebep olmuştur.” A. H. (Gazzali 1997)
Şeyh el-Gazzali şöyle devam etmektedir: “Müslümanların dinleri milletlerinin
büyük suçlarındaki ferdi zulümlerinden ve hükümdarların bekalarının meşruiyetlerini üretmemelerinden bilinir, hedefleri olan doğru yoldaki cemaatler hariç, zerre kadar desteği haketmezler. Siyasi gücün tek kaynağı millettir, milletin
iradesi dâhilinde yönetilmesi mecburidir, milletin düşüncesinin dışına çıkılması isyandır, bütün dini naslar ve hayati tecrübeler bunu vurgulamak üzere bir
araya gelmektedir.” “İslam ve Siyasi Despotizm” kitabının sonuna dönersek,
‘geçmişten bazı dersler’ ortaya koyarak, Emevi dönemindeki yönetim sistemine
dair eleştirilerde bulunarak “...2- siyasi yönetimin kaynağının millet olduğunun
zafiyeti ve yönetici milletin temsilcisi ve işçisidir, yönetici mutlak nüfuz sahibidir ve halk ona tabiidir. ...7- bireysel hak ve özgürlükleri kötüye kullanan zâlim
hükümdarın yardımcılarının cezası ölüm ve hapishanedir!..” (Gazzali 1997) Yazar, burada saf dini açının dezavantajlarını eleştirmektedir, özellikle İslamcıların
savunmaya eğilimli oldukları “İslam Hilafetini” eleştirmektedir.
Diğer bir yandan, dini çoğunluğun haklarını bir kenara bırakalım, demokratik bir
devletin esasları gereği, dini ve etnik azınlıkların haklarına riayet edilse bile, Laik
sistemin bireyler ve toplulukların dini özgürlükleri üzerine yaptığı baskı kabul
edilemez. Dolayısıyla, siyasette Müslüman cemaatin dini otoritesine göre kati,
sabit ve açık bir biçimde karşı çıkılmayan evrensel insan hukukunu göz önünde
bulundurmak mümkündür -yaygın kanı ne olursa olsun-. Halkın yönetici rejimin
baskınlığına karşı verdiği mücadele, kamusal alanın ve kent alanlarının sahipliğini
geri alma ve devlet otoritesini kişisel davranış, giyim tarzı, toplumsal pratikler
üzerinden açıkça kaldırmaya yönelik bir çabadır. Burada kastedilen, devletin
bireylerin belirli dini giysileri -tesettür gibi- giyip giymediğini takip etme hakkı
yoktur, bu tarz kıyafet giyenlerin üzerine baskı yapma hakkı olmadığı gibi. Aynı
zamanda, dini bir polis ekibinin kurulması -Suudi Arabistan’daki iyiliği yayıp,
kötülükten men etme heyeti gibi- insanların davranış ve aktivitelerine sınırlamalar koyacak ve özel hayatlarını takip altına alacak düzenlemeler yapmak demokratik olarak kabul edilemez ve benzer biçimde görevi halkın dindarlığını ve
davranışlarını takip edecek polis, ordu veya yargıdan oluşacak bir laik denetimin
kurulması da kabul edilebilir değildir. Demokrat Müslüman kadınlar, siyasi, ekonomik haklarını, şiddet karşıtlığını ve kadınlara karşı her türlü ayrımcılığa karşı
haklarını savunsalar bile, kadınların haklarının korunduğuna yönelik olarak, çok
eşliliğin kabulünde kadınların haklarının ortadan kaldırılması aynı şekilde kabul
edilemez. Batı ülkelerinde azınlık olarak yaşayan kadın haklarına sahip olan bazı
Müslüman kadınlar İslamcı radikallerden mustarip olmuşlar, çoğunluk veya azınlık
olduklarına bakılmaksızın, kendi ülkelerinde haklarından mahrum edilmişlerdir.
49
ÇOĞUNLUĞU MÜSLÜMAN OLAN ÜLKELERDE LAİKLİK-TEOKRASİ MÜCADELESİ:
KISMİ LAİKLİK VE POST-İSLAMCILIK • Dr. İsmail el-İskenderani
Post-İslamcılık ve İdeoloji Dışı Devrimci İkilemin Zorunluluğu
Post-İslamcılık bu durumda -ideoloji değil- şu ilkeleri gerçekleştirmiş olarak bilinir: 1- Müslüman toplumun dindarlaşması ile uzlaşı 2- Kısmi sekülerlik olarak
adlandırılan hakları ve özgürlükleri korumaya yönelik demokratik yönetim aygıtları sağlamak 3- Dini söylemden uzak durmak. Burada işaret edilen, ideolojik
veya ideoloji karşıtı yani anti-ideolojik olmak değil, ideolojinin ötesine geçmek
yani post-ideolojidir. Bu tanım ışığında, akıcı post-İslamcılığı harekete geçirmek için Mısır devriminin geçmiş çalışmaları üzerine incelemelerde bulundum.
(İskenderani 2012) Mısır’daki post-İslamcılık ışığında devrimin akışını ve Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurucularını karşılaştırdım. (İskenderani
2012) Yeni İslamcılık ile post-İslamcılığın farkını ve her ikisinde de vatandaşlığın durumunu ortaya koydum (İskenderani 2013) ve son olarak, Mısır’da postİslamcılığın kurumsallaşması üzerine politikalar veya Mısır sahnesinde İslam-laiklik kutuplaşmasını aşmak üzere harekete geçirecek tavsiyelerde bulunduğum
bir yazı sundum. (İskenderani 2011)
Aslında İslamcı-Sekülerlik çatışması yapay ve asılsızdır. Eğer Laik Atatürk devrimi Osmanlı Devleti ve halifelik kurumuna karşı gerçekleştirildiyse, bu durum
anlaşılabilirdir. Aynı şekilde İran Devrimi’nde de, öncelik olarak siyasi despotizm ve iktisadi kötüleşmeye karşı olmasına ve Şah Pehlevi din adamlarına ve
onların mallarına ve topraklarına el konulmasına yönelik politikalar geliştirmesine rağmen, o dönemde herhangi bir siyasi pozisyon beklentisi olmayan ve
zorbalık döneminde herhangi bir tecrübeden yoksun kalmış veya baskılanmış
On İki İmam dönemi başlamamış olması gerçeğine karşı, İran halkının devrimde
dini sınıfın liderliğini kabul etmesi anlam ifade eder. Ancak Arap devrimleri ve
özellikle Mısır devriminde, devletlerdeki baskıcı rejimler halkın karşısına çıkarak
-Tunus hariç- zaten kendi meşruiyetini dayandırmadığı bir din olarak İslam’a
karşı bir tutum belirlemedi. (Bazı özelliklerdeki değişikliklere rağmen) Zulüm
sadece İslamcılara yönelik değildi, aynı zamanda solcular, liberaller ve milliyetçilere yönelikti ve bu zulüm yalnızca, dini inançlara karşı değil, genel olarak
dini sevdirecek, kitleleri harekete geçirecek yüksek bir güce sahip İslamcılık
ideolojisine karşıydı. Mısır rejimi Enver Sedat döneminde İsrail’le Camp David
barış antlaşmasını imzaladıktan ve İnfitah politikasına başladıktan sonra Arap
milliyetçiliği politikasından vazgeçmiştir. 2005 yılındaki değişikliklere kadar,
1971 yılı anayasasındaki sosyalist maddelerle Mübarek’in ekonomik yönelimleri
çatışma halinde devam etmiştir. Mübarek yönetimi ideolojik olarak ikili sınıflandırmanın durumunu kolaylaştırmadı ve yönetim üzerinde -kısmi bile olsa- ciddi
bir rekabeti temsil edecek düşmanca ve zorba bir sistem kurdu, bu durum ideoloji ötesinde “Değişim için Mısır Hareketi- Kifaye” (kuruluş yılı 2004), “Değişim ve Reform İçin Ulusal Cephe” (2005), “Reform için Ulusal Birlikler İttifakı”
50
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
ve son olarak 25 Ocak Devriminden kısa bir süre önce kurulan ve Muhammed
Baradei tarafından başkanlık edilen “Değişim için Ulusal Cemiyet” gibi geniş
çaplı muhalif ittifakların harekete geçmesine sebep olmuştur.
“Devrimci Gençler Koalisyonu” gibi devrimci gençlerin devrimden ideolojinin
ötesinde koalisyon kurma çabalarına rağmen, seçim kutuplaşmaları ideoloji
kimliği üzerine sahte ikilemler oluşturan ortamlar yarattılar. Bu sahte kutuplaşma 2012 yılının ilk yarısında düzenlenen başkanlık seçimlerinde barışcıl zirvesine ulaştı ve sürgünde bulunan Abdulmunim Ebulfutuh, başkanlığa aday
olarak, ulusal duruşu olan söylemlerde bulunarak ve kendini liberal özgürlükler,
solcu sosyal adalet anlayışı içerisinde, İhvan-ı Müslimin Cemaati’nin eski liderlerinden ve Arap-İslam kültürüne ait olmaktan gurur duyan biri olarak tanımlamıştır. Seçimler, ideolojik kutuplaşmanın savunucularından Muhammed Mursi,
eski sistemin temsilcisi Ahmed Şefik arasında tamamlanmış, İslamcılar İslamcı-Seküler kutuplaşmasını aşmanın özüne vakıf olmuşlar ve eski rejime karşı
ulusal çizgideki Ebul-Futuh’a aday olması için çağrıda bulunmuşlardır. Ancak
ideoloji devrimin üzerinde baskın olmaya devam etmiştir, Muhammed Mursi
başkan seçildikten sonraki altı aydan daha kısa bir süre içerisinde kutuplaştırma
politikasına geri dönmüş, siyasetin yönünü barıştan şiddete çevirmiş ve Savaş
Birlikleri denilen olaylarda sarayının önünde kendisine muhalif protestocularla
ve Mursi’ye destek olanlar çatışmıştır.5 Diğer taraftan devrimin sabitlerinden en
önemlilerinden kutuplaşma devam etti ve sivil devlet taraftarlarından bazıları
eski rejimin sembollerini kullanarak gruplar oluşturdular ve bazı askeri yönetim
taraftarları kendilerini “Ulusal Kurtuluş Cephesi” olarak adlandırdılar. Ayrıca,
başkanlık yarışından çıktıktan sonra Ebulfutuh tarafından kurulan “Güçlü Mısır”
partisi, bazı yöneticilerin kurduğu “Mısırlı Eğilim” partisi ve eski İhvan-ı Müslimin üyelerinden oluşan “Devrim Gençleri Koalisyonu” gibi siyasi aktörlerden
bütün taraflar bu kutuplaşmayı kırmaya çalışmıştır.
“Güçlü Mısır” ve “Mısırlı Eğilim” gibi partiler post-İslamcılığı popülist akımdan
kurumsal varlıklara dönüştürme çabasını temsil etmişler ve popüler dindarlıkla
uzlaşı, hukuk ve hürriyetler konusunda ilgili ve partilere tabiiyet konusunda dini
söylemin kullanılmasını reddetme hususlarında tavsiyelerde bulunmuşlardır.
İdeolojik kutuplaşmadan kurtulmayı vurgulamak adına her iki parti de, birçok
alternatif ikilikleri zorunlu kılarak, sol partilerden, gençlik hareketlerinden siyasi
aktörlerden devrimci taraflarla ortaklık kurmuşlardır. Bu ikilemlerden en önem5
Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi 22 Kasım 2012 tarihinde anayasayı ilan etmiş, başsavcı
görevden alınarak yeni başsavcı yeni yılda atanmış, kamu güvenliğinin ve devrim sürecinin tehdidi
halinde istisnai icraatler yapma hakkı verilmiş, bu durum protestolarla zirveye çıkan yıkıcı dalganın
ürünü olmuş ve 5 Aralık’taki Cumhuriyet Sarayı etrafında Mursi destekçilerinin barışçı göstericilere
saldırmasıyla kanlı çatışmlar yaşanmıştır.
51
ÇOĞUNLUĞU MÜSLÜMAN OLAN ÜLKELERDE LAİKLİK-TEOKRASİ MÜCADELESİ:
KISMİ LAİKLİK VE POST-İSLAMCILIK • Dr. İsmail el-İskenderani
lisi -ben bunu aslında sahte ideolojik ikilemlerin karşılığında devrimin katılığı
olarak görüyorum- askeri yönetime karşılık sivil yönetimdir. Temmuz devleti
olarak bilinen 1952 yılında Hür Subaylar Darbesiyle kurulan askeri yönetimi,
Mübarek sonrasında sanal olarak adlandırmak mümkün olabilir, ancak sonrasında Maspero, Muhammed Mahmud Caddesi ve Bakanlar Kurulu olaylarını
hatta “Hüsnü Mübarek İstifa” tezahüratlarından sonra birkaç ay içerisinde devrimci gruplardan duyulan “Askeri yönetim istifa” tezahüratlarını siviller üzerine
bir baskı olduğunu göstermek için kullanmak mümkündür.
Sivil devlet, 2 Şubat 2011’deki Deve Olaylarında kararsız bir tutum sergileyen ve
Mübarek’e karşı halkı korumayan askeri yönetime karşı halk devrimini desteklemiştir.6 Bu ikilemlerin genişlemesi demokratikleşme ve kanunlaşma anlamında
otoriter polis devletine karşı açık bir pozisyon almıştır. Böylece, 2012’nin Kasım
ayında despotizmi kuracak Anayasa ilanında her iki partinin de ortak tutumu,
despotizm unsurlarına odaklı yönetimin kısmi reddidir ve Aralık 2012’de referanduma sunulan anayasa taslağına da uzanan bu süreçte her iki partinin de
tutumu anayasadaki bazı istisnai maddelerin ve askeri vesayetin varlığı sebebiyle aynı şekilde reddediştir.
Güçlü Mısır ve Mısırlı eğilim partilerini ortak kılarak siyasal devrimci kanatlarla
bağlı kılan ulusal bağımsızlık ve iç siyasi meselelerde dışarı -doğuya veya batıya- bağımlılığın reddidir. İlk on sekiz gün içinde yükselen devrimci söyleme
başvurmayla, hasım kitleler veya slogan gibi dış mihraklara tutunmamış öfkeli kalabalıklar görürüz. Bu durum, isyancı halklar arasında Arap dayanışmasının varlığının gözden kaçmamasıyla beraber, İsrail’i ve Amerika’yı -örneğin iç
durumdan mesul olmak, savaşla tehdit veya başka yollarla- suçlayacak milli
söylem ve sloganlardan uzak olması sebebiyle bazı araştırmacıların devrimi
post-milliyetçi olarak tanımlamasına (Roy 2011; Bayat 2011) sebep olmuştur.
Devrim üzerinde dâhili ideolojik kutuplaşmanın fonksiyonu olarak miliyetçilik
ve ümmetçilik dogmalarının çekiminin de ötesinde, milli bağımsızlık doğrultusundaki devrimci yönelim, Doğu’dan (Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan
ve Katar) Batı’dan (ABD), veya Batı’daki bölgesel himayeciden (Türkiye) gelen
siyasi ve ekonomik yardımlarla, taraflar arasındaki ideolojik kutuplaşmaya ortak olarak devrimin değişmezini ihlal etmektir.
Üçüncü ikilem, fakirlerden uzak duran sosyal adalet mukabilinde çoğu fakir
ve açlık sınırı altında yaşayan geniş kitlelerin maruz kaldığı sosyal adaletsiz6
52
“Deve Olayları” adı Mübarek rejiminin Tahrir Meydanı’nı devrimcilerden tahliye etmeye çabaladığı
şiddet olaylarından biridir ve protestoların yaşandığı günün kanlı gecesi 1 Şubat’ta Mübarek ikinci
kez halka hitap etmesinin akabinde, atlar ve develerle Tahrir Meydanı’ndaki devrim taraftarlarına
saldırılmıştır.
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
lik sebebiyle Hüsnü Mübarek’in düşüşünü hızlandıran neoliberal politikalardır.
Burada Raşid Gannuşi’nin daha önce Arap devrimleri ile ilgili İslamcılar ve seküler solcular arasındaki işbirliğinin zarureti, vatansever iki grubun ortaklığından
oluşan fakirlerin hakkını koruma ve anti emperyalizme işaret eden tezi büyük
önem kazanıyor. Son olarak, Güçlü Mısır ve Mısırlı Eğilim partileri Arap- İslam
medeniyet ve kültüründe dini söyleme dayanmayan bir duruş almışlardır -üsluben veya kasıtlı olarak- veya kendilerini şeriatın uygulanması için çağrıda bulunan partiler arasında takdim etmişlerdir. (Böylelikle anayasanın ikinci maddesi
olarak oylanan “Yasamanın Ana Kaynağı İslam’dır.” maddesiyle de çelişmemişlerdir.) Bu duruş, geleneksel özellikler “İslami” ve “seküler/liberal batılı” olma
arasında orta yolun, herhangi bir tarafın dışlayıcı tutumu karşısında halkın kültürü ile uzlaşmanın taraftarlığıdır. Bu taraftarlık, yalnızca bu iki partiyi tekeline
almamıştır, ideolojik kutuplaşmadan ayrı olarak, diğer devrimci siyasi grupların
toplumun dokusundan ve ana akımdan bir parça olarak ortak bir tutum haline
gelmiştir.
Mısırlı Eğilim partisinde eski nesillere oranla, gençlik taraftarlığı sembolik ve
onursal seviyeye ulaşmıştır ve Güçlü Mısır partisinden çok daha fazladır. Parti
kurucuları partiye kitleleri çekmek için önceki nesillerden meşhur isimleri katmayı kabul etmemiş, Ebulfutuh’un başkanlık yarışında ortak olmalarına rağmen kuruluş sırasında Güçlü Mısır ile birleşmeyi reddetmişlerdir. Temel itirazları
ise kurucular vekili olarak başkanlık seçimlerinde dört milyondan fazla oy alan
Ebulfutuh Abdulmunim’in isminin kullanılmasıydı ve yaşlılara karşı gençler ikileminde açık bir tutum ortaya koydular. Sonuç olarak, bu satırlar yazılana kadar
Mısırlı Eğilim partisi resmen kurulmak için vekâletleri toplamayı başaramamış,
ancak bunun karşılığında, kanuni ve resmi durum şu andaki siyasi haritadaki
yerini korumuş, Kasım 2012’deki anayasa ilanından ve Aralık 2012’deki İttihad
Sarayı olaylarından sonra devlet tartışmalarına katılmak üzere Danışma Meclisinde atanmış iki üyesi bulunmaktadır. Bu durum, farklı şehirlerden gençlik
kurallarınca desteklenen kalkınma ve devamlılığa yardım ederken, 2011 yılının
başlarında bazı devrimci gençler tarafından kurulan Hürriyet Partisi’nin aksine,
eski rejimin iş adamları tarafından finanse edilme süpheleri ve iç bölünmeler
yaşanması sebebiyle büyük ümitleri suya düşürmüş ve 2011 yılındaki Parlemento seçimlerinde Medine el- Nasr bölgesinde İhvan-ı Müslimin’in desteklediği
aday olan ve partinin kurucularından Mustafa Neccar’ın başarısının büyük ses
getirmesine rağmen, sahadan kendini tamamen çekmiştir.
Mısır’da Ezher’in Problemli Konumu ve Papalık Makamı
Mısır, devlet ve din ilişkilerini özellikle devam ettirmektedir çünkü dünyadaki
iki büyük dini merkeze sahiptir. İlki, dünya çapında ilmi ve manevi yüke sahip,
ancak kutsal ziyaret mekânı olmayan Ezher Camii, ikincisi ise İskenderiye’deki
53
ÇOĞUNLUĞU MÜSLÜMAN OLAN ÜLKELERDE LAİKLİK-TEOKRASİ MÜCADELESİ:
KISMİ LAİKLİK VE POST-İSLAMCILIK • Dr. İsmail el-İskenderani
Ortodoks Kilisesi’ne bağlı Papalık makamı. Bu ikisini Vatikan, Suudi Arabistan,
Irak, İran ve Tunus’tan farklı kılan ise, tüm bu ülkeler dini ziyaret mekânları,
kutsal mezheb ve prestijli tarihi üniversiteler barındırıyor olsalar bile, dünya
çapında yüz milyonlarca insanın bağlandığı büyük semavi dinleri birleştiremiyor olmasıdır. (Burada işgal altındaki Filistin’in durumu ile karşılaştırmaya
imkân yoktur.) Dini önemine ilaveten, etnik çatışmalarda El-Ezher ve Kıpti Kilisesinin rolünün önemi sosyal kontrolün de ötesinde olmakla beraber, biçilen
rol bundan daha fazladır. Bunun sebebini Fransa’nın işgalinden başlayıp 1919
Devrimi’ne kadar devam eden vatan savunmasının oluşturduğu kollektif şuurla
bağlantısı vardır ve özellikle üç ay içerisinde Başpiskopos Sergius Sergius’in
el-Ezher ile aynı platformda yer alıp “Yaşasın Hilal ve Haç” tezahüratlarında
bulunmuşlar, ayrıca 21. yüzyılın ilk yarısında Ezher Şeyhlerinin krallık yönetimi
altındaki halka etkisi, Büyük İmam’ın çıkarılan kararları ve düzenlemeleri kabul etmemesi halinde bazı yönetimlerin devamının tehdidine kadar varmıştır.
Bu durum, Abdünnasır döneminde askeri nizam süresince Ezher’i ve Kiliseyi
güvenlik baskısı ve ablukaya alma politikaları amacıyla uygulamaya konmuş,
daha sonra vakıfları müsadere edilmiş, akabinde sadece Kilise’nin vakıfları iade
edilmiş ve halk üzerindeki manevi değerine başvurmaksızın, her iki kurumu da
ehlileştirmek üzere ödül ve ceza olarak kullanılmışlardır.
Bu zorunlu özelliğin sonucu olarak başka bir ülkede tekrarı mümkün olmayan
eşsiz bir yönetim sistemi ortaya çıkar ve iki dini kurumla uzlaşı sağlayarak, insani, ulusal ve toplumsal alanlarda, siyasi farklılıkları dini ve partici tabiiyetlere ve
siyasi tutkular ölçüsünde fetvalara karıştırmadan, kendine bağlar. Devrimden
sonra kendisine tabii olanların sayısıyla ilintili olmamakla beraber, Mısır’da Ortodoks olmayan kiliselerin çeşitliliği ışığında Evanjelist Kilisesi, Ömer Makram
Camisi civarındaki Dubbara Sarayı’ndaki kilisede temsil edilmektedir, devrimci
ve insani rolü ile Müslüman çoğunluk arasında büyük bir popülarite kazanmış
aynı zamanda devrimdeki zayıf rolü sebebiyle Ortodoks Kilisesi’nin yönetiminden hoşnutsuz bir genç kitle oluşturmuştur; dolayısıyla 2012 Kasım ayındaki
anayasa değişikliğinde bütün maddelerin İslam şeriatı ile bağlantılı olduğu- yasamanın ana kaynağı olarak tanımlanan- ülkenin resmi mezhebi olarak onaylanması haricinde Ehl-i Sünnet mezhebinin varlığı Ezher’in rolü ile belirlenmiştir. 7
Şeriat konusuyla alakalı, anayasal ve istişare mercii olarak Ezher ulemasından
büyüklerin oluşturduğu bir heyetin başlattığı tartışmaya rağmen, bu formül
Körfez destekli Selefilik karşısında liberal elitlerin Ezher’i koruma altına alması,
anayasanın taslağı oluşturulma sürecinde İran destekli cenaze Şiileştirme politikası karşısında Sünni duvarı olarak Selefi akımların kabul görmesi bağlamında
değerlendirilmelidir. Böylece, tüm tarafların farkında olmasına rağmen, rakip
akımlar arasında Ezher’in terazinin başı olarak başat rolünde konsensüse va7
54
2012’de kararlaştırılan anayasanın 219. Maddesine göre.
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
rılmış, daha önce Hizb’ul- Vatani’nin siyaset komisyonu üyesi olan ve şimdiki
Şeyh Dr. Ahmed Tayyip 2010 yılında şeyh olarak atandığında görevinden istifa
etmemiş halefi Muhammed Seyyid Tantavi’yi takip ederek, devrik lider Hüsnü
Mübarek’in Almanya’daki sağlık seyahatinden dönüşünü beklemiş ve görev için
izin istemiştir.
Mısır, işgal altındaki Beyt’ül-Makdis’e hac ziyaretlerini yasaklayan dünyadaki
en yüksek ortodoks merciyi barındırmasına ve bu kurumun Mısır’da özellikle
Etiyopya ve Afrika’da ve Nil havzasında önemli manevi bir rol oynamasına
rağmen, anayasal önemini kazanamamış ve kendi işlerini anayasa aracılığıyla
dini liderlerini seçme, din işlerini ve kişisel statüyü organize eden yasamaları
barındıran Mısırlı Hıristiyan ve Yahudilerin kanunlarına (Anayasanın 3. maddesi)
ihale etmiştir ancak yine anayasada Ezher’in bağımsızlığı kabul edilmiş, Mısır’da
ve dünyada konumu belirlenmiş, devletin harcama yapması zorunlu hale
gelmiş ve kanunlara göre Ezher şeyhinin Ulema Büyükleri Heyetine seçildikten
sonra görevden alınmaması garantilenmiştir. (Mısır Anayasası’nın 4. Maddesi)
Bu bağlamda mühim olan mevzu, Ezher ile ilgili maddeler ve fıkhi mercii
olarak sünni mezhebinin tanınması referandumdan hemen önce ve anayasa
taslağı hazırlandığı esnada bu maddelerin önemli tartışma mevzusu haline
gelmemesidir. Devrim çatışmaları özellikle Ulusal Savunma Meclisi üzerindeki
askeri vesayet karşıtlığı, yargıda ilk kez sivillerin askeri mahkemede yargılanması,
yargılanmaktan ve görevden alınmaktan muaflık, ayrıca toplumsal adaleti ihlal
eden, özgürlükleri kısıtlayan ve bazı azınlıkların(etnik ve inanç) tanınmamasına
sebep olan maddelere karşıt olma yönündedir. Ancak dini otorite ve Selefi
düşünce tarafından tehditler Ezher ve Fetva Dairesi ve Vakıflar Bakanlığı gibi
kurumsal bağlantılarında devam etmiş ve kendi davetlerini yaymak amacıyla
Ezher sarığı ve sertifikalarını elde etmek için çabalayan ve Ezher’in içine sızan
Selefiler’den rahatsızlık duyulmaktadır.
Dolayısıyla, Mısır’da dini kurumlarla ilgili konudaki tartışmalardan arda kalan
şey, İslam ve Hıristiyanlık kurumlarının sosyopolitik uyumluluk formülü hakkında başka bir çalışmaya sebep olacak yönü ise kendi rollerini sürdürürken ve
misyonlarını tamamlarken siyasi partizanlığa ve dini/ ideolojik kutuplaşmaya
düşmemeleridir. Ben ilk olarak bu kurumların üzerinden devlet egemenliğini
kaldıracak bir tedaviyi aramanın önemli olduğunu ve daha güçlü bir sivil toplum için halkın vicdanı üzerindeki vesayetin ve manevi otoritenin aygıtlarının
kaldırılmasının gerekli olduğunu düşünüyorum.
Kaynakça
Ismail Alexandrani, “Citizenship between Neo-Islamism and Post-Islamism.” Islam, Citizenship and New Media. Cairo: Leiden University Press, 2013.
Asef Bayat, “Life as Politics: How Ordinary People Change the Middle East” Cairo: AUC
Press, 2009.
55
ÇOĞUNLUĞU MÜSLÜMAN OLAN ÜLKELERDE LAİKLİK-TEOKRASİ MÜCADELESİ:
KISMİ LAİKLİK VE POST-İSLAMCILIK • Dr. İsmail el-İskenderani
—. Making Islam Democratic. Stanford University Press, 2007.
—.”What is Post-Islamism?” Leiden University Repository. ISIM. 2005. https://openaccess.leidenuniv.nl/bitstream/handle/1887/17030/ISIM_16_What_is_Post-Islamism.
pdf?sequence=1 (accessed on November 5, 2011)
Íştar B. Gözaydın. “The Fethullah Gülen movement and politics in Turkey: A chance for
democratization or a Trojan horse?” Democratization. 2009.
Roy, Oliver. Post-Islamic Revolution: Events in Egypt Analyzed by French Expert on Political Islam. Translated by Georgio Comninos. European Institute’s website, February
17, 2011.
İsmail İskenderani, post-İslamcılık Hareketi Olarak Mısır Devrimi: Arap Dünyası’nın Durumu İçin Açıklayıcı Kavramlar. İskenderiye Kütüphanesi, 2012.
“Adalet ve Kalkınma ve Mısır Devrimi’nin Akışı Arasında Post-İslamcılık.” Türk Arap Sosyal
Bilimler Kongresi. Kahire,2012.
İsmail İskenderani. Mısır Modelini Kurumsallaştırmak İslami-Seküler Kutuplaşmasını Aşıyor: Teoriden Uygulamaya Post-İslamcılık. Politika Tavsiyeleri Çalışması, Kahire: Alternatif Arap Çalışmaları Forumu,2011
Aljazeera Net. Necmeddin Erbakan. 13 Kasım, 2006. http://www.aljazeera.net/specialfiles/pages/0e4ef397-38c1-4fa9-a2e8-1f4b2ac9bd9f (20 Şubat 2011 tarihinde erişildi.).
Gannuşi, Raşid. Seyyid Kutub ile Malik bin Nebi arasında. 10 Şubat, 2010. http://www.aljazeera.net/pointofview/pages/32e28ab2-9136-4670-b027-d14e3b62b246 (5 Aralık
2011 tarihinde erişildi).
-İslamcılar ve laikler arasında ortak çalışma için fırsatlar var mı? 25 Aralık 2008 http://
aljazeera.net/analysis/pages/26575c08-6033-4fe2-b3fa-2cfb3fa16c05 ( 5 Aralık 2011
tarihinde erişildi).
Medeni, Tevfik. “Türkiye’de Ilımlı İslam, yeni bir döneme giriyor.” 35: 0,2007 Orta Doğu
Dergisi platformu.
Musavi, Musa. “Sefil Devrim.” Kütüphane Vakfı. (25 Ocak 2013 erişildi) 1984 http://www.
waqfeya.com/book.php?bid=7017.
– Ey Şiiler Uyanın.1992
Ranya Makram. İran’da Azınlıklar... Şimdi ve Gelecekte. Stratejik Rapor, Kahire: Uluslararası
Gelecek ve Strateji Çalışmaları Merkezi, 2008.
Şefik Şakir. Velayet-i Fakih Teorisi ve Çağdaş İran Siyaseti Fikrinde Yankıları. 3 Ekim,
2004.
http://www.aljazeera.net/specialfiles/pages/b89d2831-2b46-462f-9b5c776d1b0edd80 (25 Şubat 2013’te erişildi).
Abdülvahhab Mesiri. Kapsamlı Sekülerlik ve Kısmi Sekülerlik. Kahire, Dar el-Şuruk, 2001.
Gazali, Abdülhamid. Türkiye’de Neo-İslamcılar ve Köktenci Sekülerler: Sessiz Devrimin
Gölgesinde. Kahire: Uluslararası Gelecek ve Strateji Çalışmaları Merkezi, Dar el-Şuruk
Kitabevi, 2007.
Muhammed Gazali. İslam ve Siyasi Despotizm. İlk Basım. Kahire Dar Nahda Mısr,1997.
Muhammed Abbas Naci. İran’ı Kim Yönetiyor? İran’da Karar Vermede İç Karışıklıklar. Strateji Raporu, Kahire: Uluslararası Gelecek ve Strateji Çalışmaları Merkezi, 2007
Avukat Muhammed Ferid Bey. Osmanlı Devleti Tarihi. Beyrut: Dar- Nefais, 1981.
Hüveydi, Fehmi. Türk Cumhuriyeti ikinci doğum Habercisi.” Dergi platformu Orta Doğu
0,2007: 7.
Haysam Ebu Halil. Reformcu İhvancılar: Güvenilir Sertifikalar İlk Kez Grup İçinde Yasak
Reform Tecrübelerinden Yayılır. 0,2012 altında Dar Devvin, 2012
Wilfried Buchta. İran’ı Kim Yönetiyor? İran İslam Cumhuriyeti’nde İktidar yapısı. Abu Dabi:
B.A.E Stratejik Araştırmalar Merkezi, 2003.
56
CEZAYİR GENÇLİĞİNİN
SOSYAL VE SİYASAL
KATILIM ÇABALARI
Karim Friha
Özet:
Siyasal katılım; kişilerin ya da birkaç kişiden oluşan toplulukların hareketlerini kapsayan
bir davranış biçimidir. Resmi veya gayri resmi şekilde onu teşvik edecek bir yöntemle
topluluğun alacağı tavır ile kişinin akıl ve duygularıyla etkileşime girmesini sağlayan
bu kişisel ya da toplu siyasi davranış biçimi tüm siyasal faaliyetleri kapsar. Bu yüzden
sosyologlar toplumsal katılımın yanında siyasi katılımın da büyük önem kazandığını düşünmektedirler. Çünkü siyasi katılımın yaşam standartları, kişi başına düşen gelir, mali
bağımsızlık, tek başına karar alma özgürlüğü, toplumsal statü, iş sorumluluğunun artması, eğitim düzeyinin yükselmesi ve teşkilatlı gruplara katılım ile ilişkisi bulunmaktadır.
Özellikle yükselen güçlerin talepleri yönetici grup tarafından karşılık bulmadığında siyasal katılım aynı zamanda meşruiyet krizi oluşturarak yönetici grubun konumunu tehdit
eden bir unsura dönüşebilir. Kuşkusuz üretim ve teknoloji ya da tarımsal reform gibi toplumun ekonomik anlamda gelişmesine yol açan her adım yönetimde söz sahibi olmak
isteyen toplumsal grupların artmasına yol açacaktır. Anlattıklarımıza dayanarak makale
aşağıda zikredilen noktaları ele almaktadır:
- Tarihsel giriş
- Müslüman ve Arap Kimliği Işığında Cezayir Gençliğinin İmgelem Alanı
- Siyasi Hareketler
- Cezayirli Siyasi Partilerin Gelişimi
57
CEZAYİR GENÇLİĞİNİN SOSYAL VE SİYASAL KATILIM ÇABALARI • Karim Friha
- Cezayir’deki Siyasi Katılım Sorunu
- Gençlerin Siyasi Katılıma Kayıtsız Kalma Olgusuna Karşı Çözüm Önerileri
Tarihsel Giriş:
Cezayir; Hristiyanların topraklarını geri alma harekâtı ve bunun sonucunda Endülüste Kurtuba 1236, Valencia 1283, İşbiliye 1248 gibi büyük İslam şehirlerinin
düşmesi ve Cezayir kentinde 1519 yılında Osmanlı idaresinin kurulmasına (Osmanlı-İspanya arasındaki mücadelede ve Barbors kardeşlerin Akdeniz’in batı
havzasında ispanya kıyılarına gerçekleştirdikleri büyük harekâtlar gibi denizci
faaliyetlerinde ilk Osmanlı üssü olma özelliğini taşımaktadır.) parelel bir şekilde
sayısı artan bu göçmenlerden büyük dalgaların gelişine tanıklık etmiştir. (Muhammed Abdullah, 1987, 240-245.)
• 1518: İspanyol saldırılarıları tehdidine karşı koymak amacıyla Cezayir’in
Osmanlı Sultanı himayesi altına girmesi.
• 1534-1587: Beyler Dönemi (23 Bey)
• 1587-1659: Paşalar Dönemi (40 Paşa)
• 1659-1671: Ağalar Dönemi (4 Ağa)
• 1671-1710: Dayı Paşalar Dönemi (11Dayı)
• 1710-1830: Dayılar Dönemi (18 Dayı)
Cezayir Sultanlığı sekiz vilayete bölünmüştür:
1. Muasker ve limanı, vahran şehrinin batısında bulunan Arzew beldesi
2. Tilimsan ve limanı Arşakul
3. Miliana ve limanı Beldetül Şerşel
4. Teytari eyaleti ve başkenti Mideye
5. Merkezde Setif şehriyle Mecana eyaleti
6. Merkezde Biskra şehriyle al-Zeyban eyaleti
7. Merkezde Burç Hamza şehriyle Cibal eyaleti
8. Batı Sahra eyaleti
Osmanlıların Mağrib’e gelmeleri Saadi hanedanın hükümdarlılıklarının başında
gerçekleşmiştir. Osmanlı’nın genişleme politikalarının amacı Mağrib’i Sudan ülkelerine bağlayan altın yolunu egemenliği altına almak ve Portekizlilerin Afrika
kıtasının güneyinde Osmanlı Devleti’ne dayattığı kuşatmayı kırıp Atlas okyanusuna ulaşmaktı. Osmanlıların Mağrib’e gelmeleri Uzak Mağrib’de 1524 yılında devletlerini kuran Saadi hanedanın ilk yıllarında gerçekleşmiştir. Cezayir 19.
yüzyılın başında Osmanlı mevcudiyetini tehdit eden ve sonrasında bitiren en
58
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
önemli etken olan Murabıtlardan bir grubun ve zaviye şeyhlerinin yönettiği bir
başkaldırı zinciriyle karşı karşıya kalmıştır.
Osmanlıların Cezayir’deki varlıkları idari işler, ordu ve ekonomi üzerinde tam
bir etki kurmak, yerli halkı idari işlere katılımdan uzak tutarak vergiye bağlamak şeklinde kendini göstermiştir. Dolayısıyla Cezayir’de rejim halktan uzak,
yalnız bir şekilde yaşamıştır. Çünkü Türkler Dayılar Döneminde siyasi sebeplerden dolayı yönetimden uzaklaştırılmalarından önce, Avrupalı güçler karşısında
hükümeti temsil eden unsurlar arasında Cezayir asıllıları bir kenara itmek ve
Karagiller gibi kan bağı bulunanlar ile Osmanlı Türk unsuruna bu konuda öncelik verme politikasını takip etmişlerdir. Bu politika Cezayilileri yeniçeri kimliğini
korumaktan dışlamaya katkı yapmış ve bu siyaset bir çeşit düşmanlık yaratarak
1804, 1810, 1823 yıllarında kabileler bölgesindeki halkın yönettiği isyanları doğurmuştur. Bu dışlama politikasına karşılık Cezayir eyaletinin fiili yöneticisi ve
istediği kişileri memuriyete atayan, vergiler ile malların fiyatlarını belirleyen kişi
olan Boşnak Bekri başkanlığında Yahudi azınlık Cezayir ekonomisini döndüren
çarkları büyük ölçüde ele geçirmişti.
18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın başlarında eyaletlerin birbirlerinden ayrılmasından sonra üç komşu (Tunus, Fas, Cezayir) arasında yaşanan karşılıklı savaşlar
sonucunda Tunus, Fas ve Cezayir’in savunma gücünü azaltmada siyasi ve askeri bir rol oynamışlardır. Fas, İspanya ile işbirliği yaparak Cezayir şehrine saldırmış, Saadi ve Alevi devletleri dönemlerinde de Fas sultanları Cezayir eyaletini
zayıflatma amacıyla Osmanlılara para ve silah yönünden destekleme politikası
yürütmüşlerdir. Bu üç komşu arasında birçok savaş yaşanmıştır. Bu dönemde
Tunus Beyleri Cezayir beyleri ile aralarındaki geleneksel düşmanlığı unutmamış
ve Fransızların Cezayir’i işgalini desteklemişlerdir. Sonuç olarak üç komşu da
Fransız işgali altına girmiştir. Dolayısıyla 1830 yılındaki Cezayir işgali Tunus ve
Fas işgallerine bir hazırlıktı. Araştırmacı Hanifi Hilayli “Osmanlı Dönemi Cezayir
Tarihi Belgeleri” kitabında, tarihsel bir okuma yaptığımızda Mağrip ülkelerinin
Muvahhidler Devleti’nin bir uzantısı olan birleşik siyasi bir oluşum meydana
getirmede başarısız olduğunu ve Osmanoğullarının bu hayali gerçekleştirme
yolunda gösterdikleri çabalara rağmen çeşitli Mağrip ülkeleri arasındaki siyasi
ilişkilerin gerginlik ve düşmanlık şeklinde kendisini gösterdiğini farkedeceğimizi söylemektedir.
Tunus’u Cezayir’den ayırıp birbirinden bağımsız iki eyalet oluşturulmasından
sonra Tunus’ta Cezayir’den siyasi olarak uzaklaşma artmıştır. Aynı şekilde iki
devletin sınırlarında yaşanan çatışmalar ve gerginlikler ilişkilerde krize yol açmıştır. Yusuf Dayı zamanında Tunuslular, 1614 yılında Cezayir ile Konstantin Beyi
Hüseyin Bey döneminde imzaladığı anlaşmayı bozdular. Tunus Beyi olan Murat
Bey güç kullanımına yönelerek Cezayir’e bir sefer düzenlemiş ve bu sefer 17
59
CEZAYİR GENÇLİĞİNİN SOSYAL VE SİYASAL KATILIM ÇABALARI • Karim Friha
Mayıs 1628 yılında Al-Kaf şehri yakınlarında yapılan Al-Settara Savaşında Tunus
ordusunun yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Tunus Beyinin saldırılarının nedenleri
ekonomikti ve temel olarak vergi gelirlerinin arttırılması, toprakların genişletilmesi ve güvenceler kazanmaya dayanıyordu. Bilhassa o dönemde Venedik
Cumhuriyeti ile arasındaki sorunlarından dolayı Tunus kritik bir durumdaydı.
Aynı rekabetçi anlayış eyaletin kuruluş aşamasını takip eden süreçte Cezayir
ile Fas arasında ki ilişkilerde de baskındır. İki ülke arasındaki çekişmeler,
Faslıların kendilerini orada bulunan ailelere bağlayan tarihsel ilişkileri göz
önüne alarak Tilimsan şehrini gözetim altına almakla başlamıştır. Önemli bir
ticari durak ve stratejik bir konumda olan gelişmiş bir şehir görünümünden
dolayı Tilimsan üzerindeki rekabeti arttırmıştır. Şehri ele geçiren Cezayir ve
Fas’ın iç bölgelerinde söz sahibi olma hakkını kazanacaktı. Fas Devletlerinden
olan Meriniler zamanından beri Tilimsan Faslı yöneticilerin genişleme amacıyla
yürüttükleri savaşların hedefinde bulunmaktadır. Cezayir Fas çatışmaları
hakkındaki genel resmin anlaşılması için aynı araştırmacı 1551 ile 1576 yılları
arasında Saadi döneminde yaklaşık çeyrek asır süren askeri seferlere dikkat
çekmektedir. Burada Osmanlıların Mağrib’te ki varlıklarının 1524 yılında
Fas’da Saadi ailesinin hâkimeyetinin başlangıcı ile aynı zamana rastladığına
dikkatleri çekiyoruz. Cezayir’de Osmanlılar 17. yüzyılın başlarından itibaren
Fas’ın eşraf ve zaviye ile tarikatlere tabi emirlikler halinde bölünmesine katkıda
bulunmuşlardır. Araştırmacı Hilayli Fas’ın bazıları Orta Atlas’a hâkim olan
Delaainler, al-Semlaliyyin gibi zaviye sahibi Murabıtların, bazılarınında önce
Berice’de sonra Mamura’da ki Efsaban’da Portekizlilerle savaşan Muhammed
Al-Ayaşi gibi mücahitlerin, bir kısmının da halkının çoğunluğunu Endülüslerin
oluşturduğu Kesla ve Tatvan gibi bağımsız cumhuriyetlerin oluşturduğu
emirliklere ayrıldığına işaret etmektedir.
Müslüman ve Arap Kimliği Işığında Cezayir Gençliğinin İmgelem Alanı
Bizce Müslüman ve Arap Cezayir gençliği bizatihi sorunun kendisi olmayıp sorunlar tarafından kuşatılmış bir gençliktir. Birinci durumda beden, psikolojik ve
sosyolojik olarak tatmin edici ve hayatın gerektirdiği yenilenen taleplerini karşılamakta yeni fırsatlar ortaya koymayan, gençleri sorun içinde bırakan nesnel bir
gerçeklikten bahsetmekteyiz. İkinci durumda ise imkânlarının yetersizliğinden
ya da eğilimleri ve ilkeleriyle aynı düzlemde ilerlemeyen bir gerçekle uyuşamayan ve adapte olamayan gençlerden oluşan bir kuşaktan bahsetmekteyiz.
Kuşaklar arasında ezeli bir çatışma olduğunu söylersek bunu basitleştirmiş
olmayız. Gençlik kuşakları arasında fark vardır. Toplum tarfından kabul gören
davranış ile kabul görmeyeni birbirine karıştırmaktan uzak durmalıyız. Bunun
örneği ise gençlerin aralarında siyasal katılımın da bulunduğu toplumsal değerlere karşı çıkmalarıdır.
60
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Siyasi örgütler, gönüllü yardım kuruluşları ve öğrenci birlikleri gibi gençlerin
kendilerini katılmak ya da bir şekilde temasta bulunmak zorunda buldukları
sosyal ve genç örgütlerle olan ilişkilerinde bir yabancılaşma ve kayıtsızlık bulunmaktadır. Hatta bazıları bunlara karşı çıkarak onları yıkmaya ve yok etmeye
çalışabilir. Çünkü bu örgütlere olan bağlılıkları ve katılımları doğrudan ve kendi
hür iradeleriyle gerçekleşmemiş, kimi zaman bir çeşit zorbalıkla kimi zaman da
teşvik ve rüşvet aracılığıyla kendisine kabul ettirilmiştir.
Gençlerin taşıdığı kaygıların bu örgütlerin hedeflerine ve yoğunlaştıkları alanlara ters düşmesi ve gerçek bir katılımın olmamasını da buna eklemeliyiz.
Büyüklerin, nokta gençlerin içinde yaşadıkları toplum düzenini eleştirmeleri,
reddetmeleri ve karşı çıkmalarından hassasiyet hissetmelerinin insani yönden
gerekçelendirilecek yönü vardır. Çünkü her dava kendinden önceki nesilleri kınar, gerçekleşmesini istedikleri her değişim büyüklerin çıkarlarına ters düşmeden gerçekleşmeyecek ve bunu gerçekleştirmek için yürüyecekleri yol hayatın
kusurlu yanları gün yüzüne çıkacaktır.
Ancak gençlerin gerçeği değerlendirmede bize katılmayıp muhalefet etme,
onunla etkileşime geçip uyum sağlama, kendi geleceklerini tasarlama, hedeflerini gerçekleştirme ve bunun için gerekli sorumluluğu üstlenme haklarını reddedenler aslında kendileri ile çelişmektedirler. Çünkü gençken kendileri de bu
hakkı talep etmiş ve bunda ısrar etmişlerdir.
Gençlerin bazı isyanları ve karşı çıkmaları yerinde ve doğrudur. Bunları bastırmaya çalışmamalıyız. Bazıları da bir krizin işaretçisi, belki de çok keskin olabilir.
Bu durumda krize dönüşmeden önce baskı odaklı düşünmekten çok çözüme
yönelmeliyiz.
Tarihteki tecrübeler bize toplumda gençler için aktif olacakları ve faaliyet gösterebilecekleri alanlar arttıkça, toplumun kendi sınırlarını aşma ve yeni ufuklara
yelken açma kapasitesi de o oranda arttığını göstermektedir. Ortaçağ Avrupa’sı
derebeylik düzeninde işsiz kalan gençlerin tarıma dayalı toplumun donukluğuna isyan ederek önce ticaretin sonra da sanayinin ufuklarına doğru kanat
açmaları, genç işçi ve köylülerin toplumlarının bozuk değerler sistemine isyan
etmesi modern kapitalist Avrupa’yı meydana getirmiştir.
Eğer sayı olarak sürekli genişleyen ve gittikçe sayısı artan kesimlerin siyasi katılım talepleri siyasetin modernleşme ve gelişme yüzünü temsil ediyorsa, şüphesiz siyasi partiler bu katılımı gerçekleştirmek ve bunu dillendirilenleri duyurmakta en önemli ve uygun çerçeveyi sunmaktadır.
Belirli bir dönem boyunca aristokratların ve sömürgeci düzenlerin hâkim olduğu yönetimi ele geçirme talepleri sadece burjuvazi ve şehirlerdeki orta ke61
CEZAYİR GENÇLİĞİNİN SOSYAL VE SİYASAL KATILIM ÇABALARI • Karim Friha
simlerle sınırlı kalmamış, özellikle medeniyetin gelişmesi, toplumsal iletişimin
daha geniş bir alana yayılması ve eğitimin artması neticesinde kırsal kesimlerde yaşayan aşağı kesimlere ve şehirli işçi kesimlerine kadar yayılmıştır. Siyasi
partilerin ortaya çıkması da bu katılımın salt toplumsal ve sınıfsal statülerinden
dolayı değil de kendi kararları ve yetenekleriyle kazanılmış olduğu yönünde ki
beklentileri ve istekleri sağlanırsa kişilerde siyaset yapma ve katılma isteğini
arttıracaktır. Bu yüzden günümüzde yönetimde bulunan iktidar partisi uzun bir
siyasi baskı döneminden sonra gelen halkın azalmayan tersine artan bir şekilde
siyasi katılıma yönelişi ile karşı karşıya kalmıştır.
Ancak partilerin ya da parti düzeninin var olması bizatihi siyasi katılımın gerçekleşmesinin bir teminatı değildir. Aksine bazı partilerin ve sistemlerin katılım
isteklerine cevapları bunları bastırmak, kısıtlamak şeklinde olmuştur. Katılımı
reddeden bu tutumun altında yatan en önemli etkenler iktidardaki kesimin kazandığı kazanımları, ekonomik imtiyazları ve sosyal statüyü koruma isteğidir.
Sosyologlar, hayat standartları, kişi başına düşen gelir, eğitim düzeyinin artması
ve örgütsel gruplara katılım ile ilişkili olduğu için toplumsal katılıma ek olarak
siyasi katılımında büyük öneme sahip olduğuna inanmaktadırlar.
Siyasi katılım, yönetime katılma konusunda kişilerin veya toplulukların ortaya
koyduğu davranışları ve tepkileri kapsayan siyasi bir davranış biçimidir. Bu davranış biçimi seçim de dâhil olmak üzere tüm siysasal faaliyetleri kapsamaktadır.
Aynı şekilde kişinin aklı ve duyguları ile kendisini buna teşvik edici bir yolla
topluluğun ortaya koyduğu tutum ile aynı tepkiyi vermesi, bunu resmi ve gayri resmi katılım ile gerçekleştirmesidir. Bu yönetime katılım gibi anlaşılmalıdır.
Yani işverenlerin ve işçilerin temsilcilerinin aynı projenin yönetimine ortak edilmesidir.
Genelde Cezayirli partilerinin ve özelde muhalafet partilerinin sahip olduğu
düşünce çeşitliliği ve zengin ideolojik (milliyetçi, islamcı, laik) zemine rağmen
kendisini iktidara karşı hakiki bir alternatif oluşturmaktan engelleyen çeşitli
sorunlarla boğuşmaktadır. Bunu düşünür Abdelilah Belkaziz şu sözleri ile vurgulamaktadır:” Ne yazık ki mevcut muhalefet var olan iktidara alternatif oluşturmaktan aciz olduğunu kendi kendine ispat eden türden bir muhalefettir.
Yani sürekli bir kriz ve gerileme hali içinde yaşayan muhalefet şekillerindendir.
Bu durum sadece geçen on yıllara damgasını vuran solcu, milliyetçi ve demokrat muhalefet için değil, islamcı muhafet içinde geçerlidir. (Belkaziz Abdelilah
s:13 2001)
Bu batılı demokrasilerde siyasi muhalefetin oynadığı rolün siyasi hayatın krizlerden korunması ve istikrarı için gereken adımların atılması olduğu gerçeğinden
62
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
yola çıkarak vardığımız bir sonuçtur. O zaman muhalefet, Cezayir’inde aralarında bulunduğu güney ülkelerinin kendisini gördüğü gibi yönetimin sırtındaki bir
yük ve istikrarı açısından bir sorun kaynağı olmayıp genele açık bir alan olan
siyasi alanda bir denge unsurudur. Cezayir muhalefetinin muzdarip olduğu en
önemli sorunlar: “Gerçek bir siyasi proje ve programı olmadan siyaset yapmaya
çalışması, halkın kendisine olan desteğini kaybetmiş olması, özellikle partinin
başkanlığının devir teslimi gibi demokratik eylemlerin özüne vakıf olmayan kırılgan bir örgütlenme yapısına sahip olmasıdır...” (Omrani Karbuse 04\05 Aralık
2007).
Son zamanlarda Cezayir bazıları geçmiş kalkınma programlarında farklı alanlarda uygulanmaya başlanılmış olanı, insan gelişimine önem vermeyi, nitelikli ve
akılcıl bir yürütmeye odaklanmayı kapsayan her yönüyle eksiksiz bir kalkınma
programını içinde barındıran 2009-2014 beşinci kalkınma programı bütçesini
kabul etmiştir. Ancak bu mütevazi başarılara rağmen, bu devletler şimdiye kadar eksiksiz tüm boyutlarıyla sürdürülebilir bir kalkınma ile tanışamamışlardır.
Çünkü bunun önünde duran engelleri aşmayı başaramamışlardır.
Siyasi Hareketler:
Arap dünyasının şahit olduğu siyasi ve fikri gelişmeler ve reformcu yanı olan
çeşitli siyasi örgütlenmeler şeklinde gelişmeye başlayan ulusal bilincin ulaştığı
seviye, sömürge idarelerine ülke halklarına uyguladığı baskı yöntemlerini değiştirme çağrısında bulunmuş ve sosyal, ekonomik reformların uygulanmasını talep etmiştir. Bu örgütler silahlı mücadelenin başarısız olmasından sonra
kurulmuşlardır. Ancak işgalden hemen sonra ortaya çıkan ve “Hamdan Hoca”
başkanlığında Cezayirlilerin kurduğu ilk siyasi parti olarak kabul edilen bir örgüt
de bulunmaktadır.
1. Mağripliler Komitesi: Bu örgüt, Dayı Hüseyin’in kendi hükümeti adına Fransız işgal kuvvetlerinin başında ki Kont De Bourmunt ile 5 Temmuz 1830 yılında
imzaladığı anlaşmadan hemen sonra kurulmuştur. Bu siyasal örgütün başına
“Kadın” adındaki kitabın yazarı siyasi düşünür “Hamdan Hoca” geçmiştir. Örgüt, siyasi ve milli rollerinin öneminin farkında olan, fransa dış siyasetinin gizlemeye çalıştığı emellerine ve uluslararası ilişkilere vakıf başkent Cezayir’in eşraf,
tüccar ve âlimleri bir araya getiren bir oluşumdan ibarettir. Cezayir ve Fransa’da
ki Fransız makamları ile sömürgeciliğe karşı olan uluslararası kamaoyuna sundukları şikâyetler ve dilekçelerle açıkça işgale karşı olduklarını ilan etmişler ve
“Cezayir halkının kendi kendini yönetmesi” ve “Cezayir milliyetçiliğinin yeniden
tesis edilmesi, bağımsız bir hükümetin kurulması ve kendi adet ve göreneklerine uygun bir anayasa hazırlanması” taleplerinde bulunmuşlardır.
63
CEZAYİR GENÇLİĞİNİN SOSYAL VE SİYASAL KATILIM ÇABALARI • Karim Friha
2. Muhafazakarlar Bloğu: 1900 yılında kurulmuş ve gelenekçi entellektüelleri,
eski savaşçıları, dini önderleri ve bazı Murabıt tımarcıları kapsamıştır. Aralarında bazı öğretmenler ile gazetecilerde yer almaktaydı. İslami milliyetçiliğe
inanmakta ve Fransız vatandaşı olma ve bayrağı altında savaşma fikrine karşı
çıkmaktaydılar. Bu blok Avrupalı göçmenlerin Cezayir’de yönetimi ele geçirmesinden sonra ortaya çıkmıştır.
3. Seçkinler Örgütü: Bu örgüt siyasi taleplerde bulunan ilk örgüt sayılmaktadır.
1907 yılında tercümanlar, avukatlar, doktorlar, öğretmenler, eczacılar, hâkimler,
gazeteciler, bazı tüccar ve öğrenciler gibi Arapça ve Fransızca olmak üzere iki
dili de konuşabilen entellektüellerden oluşmuştur. (Hatip Ahmed 1. Cilt, 1986)
4. Cezayirli Gençler Hareketi: Bu hareket Fransız kültürüyle yetişmiş ve tercümanlık, eğitim ve siyaset alanlarında görevler üstlenmiş bir grup Cezayirli genç
tarafından siyasi baskı oluşturma amacıyla 1912 yılında kurulmuştur. Kamaoyunu aydınlatacak sorunları tartışmalarına yetecek kadar siyasete vakıftılar.
Hareket, araç olarak barışçıl siyasi yasal yolları kabul etmiştir. Aynı zamanda
reformcu fikirleri yaymak, milli ve siyasi değerlerin propagandasını yapmak için
lokaller, cemiyetler vegazeteler kurmuştur. Reformcu talepleri seçimlere katılma hakkı ve sivil pozisyonlarda yer almada eşitlik şeklinde ortaya çıkmıştır.
5. Siyasi Reform Hareketi: Bu hareket 1919 yılında “Emir Halit” tarfından kurulmuş ve Cezayir’li tımar sahiplerini, entellektüel orta tabaka üyeleri, avukatlar
ve doktorları, İslami kimliğe bağlı olan bazı Fransız idaresi memurları (Alevi
Muhammed Al-Tayyib 1984) içinde barındırmıştır. Hareket bu Cezayirli kesimlere yönelttiği dini, milli, iktisadi ve siyasi emellerini dillendirdiren açıklamalarıyla
halkın desteğini almıştır.
6. Liberal Parti: Bu siyasi oluşum 1919 seçimlerinde iki gruba ayrılan Cezayili
Gençler Hareketinin bir uzantısı sayılmaktadır. Başına “Dr. İbn Al-Tehami” geçmiş ve resmi yayın organı olan “Al-Tekaddüm” gazetesini yayınlamıştır. Yerleşimcilerin talep ettiği mevcut durum karşısında ortaya koyduğu tutumuyla
Liberal kabul edilmektedir. (Mahfuz Kadaş 1987)
Fransa’nın 1923 yılında “Emir Halit”i sürgüne göndermesinden sonra meydan
boşalarak Liberallere kalmış ve 1924 yılında düzenlenen seçimleri kazanmışlardır. Bu haraketin önde gelen isimler arasında “Bilhac”, “Al-Zenati”, “Ferhat
Abbas” ve “Bin Celul”u bulmaktayız.
7. Cezayirli Komünist Fedarasyonu: 1924 yılında kurulmuştur. Komünistler bağımsızlık hareketinin desteklenmesi yolunda en doğru aracın yerleşimcilerden
vazgeçmek olmadığını, bilakis komünist parti için çalışmak, sendikal ve yardımlaşma çalışmalarına katılma yolunda yapılan çağrıların arttırılması olduğunu iddia etmişlerdir.
64
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Belediye ve genel meclis seçimlerinde yapılan usulsüzlükler ve “Emir Halit”in
sürülmesi Cezayir’de müslümanlar ile Avrupalılar arasında meydana gelebilecek her türlü işbirliği ihtimallerini ortadan kaldırmış ve Cezayirlileri kendilerini
savunmak için örgütler kurmaya itmiştir.
Anlattıklarımızdan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: Cezayir’de siyasi ve örgütsel düşünceler işgalden önce de mevcuttu. Etkilenmiş oldukları nokta; partiler
ve kurulma yöntemleri, faaliyet gösterme yolları ve siyasi programlar ortaya
koyma aracılığıyla bu kavramları ifade etme şeklidir. Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra siyasi programları, milli talepleri ile belirgin ve gelişmiş siyasi partiler
ortaya çıkmaya başlamıştır.
Cezayirli Siyasi Partilerin Gelişimi:
a. Cezayir Beyan Demokratik Birliği: 1946 yılının Nisan ayında “Ferhat Abbas”
tarafından kurulmuştur. Fransa ile bağı koparmadan aşamalı olarak gerçekleştirilecek reformlar yoluyla Cezayir’in geleceğini kurma yolunda çaba göstermiştir. Parti 1946 yılında yapılan Fransız Kurucu Cemiyeti seçimlerine katılmış
ve milletvekilleri 1946 yılının Ağustos ayında siyasi kurumlara(yasama, yürütme ve yargı organları) sahip kendi kendini yöneten bir cumhuriyet kurulmasına odaklanan Cezayir anayasasını hazırlanmasını teklif eden bir yasa tasarısı
sunmuşlardır. Ferhat Abbas bu siyasi akımın önderidir ve İkinci Dünya Savaşı
boyunca en çok faaliyet gösteren Cezayirli olarak kabul edilmektedir. Farhat
Abbas önce teşkilat başkanları ileyaptığı görüşmelerden sonra 10 Şubat 1943’te
Fransız hükümetine Cezayir’e özgürlükleri, ırk ve din farkı gözetmeksizin tüm
vatandaşların eşitliğini, basın özgürlüğünü, cemiyet kurma özgürlüğünü, ibadet
özgürlüğünü, din ile devlet işlerini ayırma ilkesinin uygulanmasını ve Cezayirli
müslümanların ülkelerindeki hükümete fiili olarak katılmalarını güvence altına
alan bir anayasa verilmesinin de içinde yer aldığı siyasi reformları kapsayan bir
bildiri sunmuştur.
b. Müslüman Alimler Birliği: İkinci Dünya Savaşı ve 8 Mayıs 1945 olayları, 3
Şubat 1943 bildirisinin yazılım aşamasında yapmış olduğu katılımlar ve 1944
yılında”Beyan ve Özgürlük Dostları” cephesinin kurulması sırasındaki katkılarından sonra dini, kültürel ve eğitim faaliyetlerine geri dönmüştür. Birlik “Şeyh
Beşir İbrahimi” başkanlığında yepyeni bir yönetimle ortaya çıkmış ve Fransa
yönetiminin kurmuş olduğu İslami Reformlar Komisyonu’na gönderdiği ve kuruluşunu bildiren genelgesinde birliğin siyasi reformlar alanında Cezayir parlemantosu önünde sorumu bir Cezayir hükümeti kurulması çağrısında bulunmaktadır.
c. Komünist Partisi: İkinci Dünya Savaşı başlarında kapatılmıştır. Kasım 1946’da
Musali Al-Hac yasaklı olan Halk partisinin faaliyetlerini örtecek ve hedefi 1947’de
65
CEZAYİR GENÇLİĞİNİN SOSYAL VE SİYASAL KATILIM ÇABALARI • Karim Friha
ki seçimlere katılmak olan “Demokratik Özgürlüklerin Kazanılması Hareketi”ni
kurmuştur. Parti seçimlerde nispeten başarılı olmuş bu da Musali Al-Hac’ı Fransız yasal hayatına dönme kararına dayanak olmuştur.
d. Cezayirli Özgürlüklerin Korunması ve Saygısı Cephesi: Bu cepheyi kurmayı
düşünmeye iten ana etken;siyasi partilerin maruz kaldığı sıkıntılar, medya kuşatması ve seçimlerde usulsüzlüktür. Birçok siyasi oluşum arasında gerçekleştiren temaslar ve görüşmelerden sonra,1951 yılının Haziran ayında var olan tüm
örgütleri içine alan (Demokratik Özgürlüklerin Kazanılması Hareketi, Cezayir
Beyan Demokratik Birliği, Müslüman Alimler Birliği, Komünist Parti) Cezayirli
Özgürlüklerin Korunması ve Saygısı Cephesinin kurulduğu ilan edilmişitr. (Ebu
Kasım Saad Allah, s:137, 1992)
1993, 1994, 1995 yılları genel olarak Cezayir krizi alanında istikrarsızlığı tırmalandıran olayların yaşanması ile öne çıkmıştır. Terörist saldırılar Fransız başta
olmak üzere yabancıların çıkarlarını hedef almışlardır. Başlangıç olarak 21 Aralık
1993’te Cezayir’in batısında iki Fransız mühendis kaçırılıp öldürülmüştür. Bunu
24 Ekim 1993’te aralarında iki konsolosluk çalışanının da bulunduğu üç Fransızın kaçırılması, 2 Ağustos 1994’te dört kişinin öldüğü Cezayir’de ki Fransız
konsolosluğuna düzenlenen silahlı saldırı, 1994 yılının Aralık ayının sonlarında Cezayir havaalanından Fransız Airbus uçağının kaçırılması, 26 Mart 1996’da
Mediye vilayetinin Tebhareyn bölgesinde yedi Fransız rahibin kaçırılması ve 1
Ağustos 1996 yyılında Vahran kilisesi rahibi keşiş Klafri’nin öldürülmesi olayları
takip etmiştir. Halit Nizar’a göre olayların etkilediği en önemli şehirler şunlardır:
Başkent Cezayir, mediye, celfa, şelf, ayn el Defla, bumerdas, buira, tibaze, buleyde, tizi Vuzu, sidi Bel Abbes, ayn Temouşent, mustaganem, tiyaret, vahran
Tilimsan, saida, kalime, annabadır. (Ali Harun, d. T. N, s:124)
Cezayirli tarihçi Muhammed Harbi Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin siyasi temsil
meşruiyetini ele geçirme, Cezayir direnişinin portresi ve tek temsilcisi olmasını
nasıl başardığı hakkında şunları söylemektedir: Şunu teslim etmeliyiz ki Mısır
ve Fransa’da direniş hareketlerinin birleştirilmesi yönünde bir yöneliş bulunmaktaydı. Bu iki devlette de çok farklı nedenlerden dolayı popülerliği en fazla
olan örgüt Ulusal Kurtuluş Cephesiydi. Mısır’da Nasırcılık kendi mevcudiyetini
dayatmak için bürokratik şekilde siyasi partileri feshetmiştir. Çoğulculuk fikrinin
bizzat kendisi Mısırlı önderleri için şüphe kaynağı oluşturmaktaydı. Fransa’da
ise sol ortak Fransız direnişi efsanesinin gücü, ulusal kurtuluş gruplarını Cezayir
Ulusal Hareketi’ne muhalif olarak yani “Arapçılık veİslamcılık”tan uzak modern
ve laik bir araç olarak kabul etmemeye devam etmesiyle öne çıkmıştır. Bu küçük resmi geliştiren Cezayirli entellektüeller, toplumun ya da çoğunluğun Ulusal
Kurtuluş Cephesi önderlerine beslediği derin duygular hakkında konuşmktan
çok kendileri hakkında konuşmuşlardır.
66
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Aşağıdaki tablo bağımsızlıktan 2014 yılına kadar Cezayir Devleti’nde yönetimde gerçekleşen devir teslim şekillerini göstermektedir.
Yönetimde Kaldığı
Süre
Yönetime Geçme Tarzı
Türü
Eylül 1962’den
Haziran 1965’e kadar
yönetimde kalmıştır.
Yasada belirlenmiş
süreyi doldurmadan
güç kullanılarak
uzaklaştırılmıştır.
Başkanlar
Yönetime
Geçtikleri Tarih
Şekli
Askeri darbe ardından
Şiddetli görev uzatımı için yapılan
refarandum
19 Haziran 1965’den
Askeri darbe. Görev süresi
Ocak 1978 yılına kadar
her seferinde yapılan halk
Şiddetli
yönetimde kalmıştır.
referandumu ile üç defa
Yönetimi bırakma
uzatılmıştır
nedeni doğal ölümdür.
Barışçıl ve yasal bir şekilde
gerçekleşmiştir. Ordu
komutanları tarafından aday
gösterilmiştir. Görev süresi
her defasında yapılan halk
refarandumu ile iki kez
uzatılmıştır
Şubat 1979’dan
Aralık 1991’e kadar
yönetimde kalmıştır.
Askeri darbe yoluyla
güç kullanılarak
uzaklaştırılmıştır
Barşçıl
Şiddet ile mücadele,
sivil yasalar ve
toplumsal uzlaşma
yılları
Barışçıl ve yasal bir
şekilde gerçekleşmiştir.
Halk tarafından aday
Barışçıl gösterilmiştir. Görev süresi
her defasında yapılan halk
refarandumu ile iki kez
uzatılmıştır
Ferhat Abbas’dan
Ahmed Bin
Eylül 1962
Bella’ya kadar
Ahmed Bin
Bella’dan
Albay Huari
Bumedyen’e
kadar
19 Haziran 1965
Huari
Bumedyen’den
Albay Şadli
Bencedid’e kadar
Şubat 1979
Anayasa Meclisi
ve Abdülaziz
Buteflika
1992’den 2014’e
kadar
Cezayir’de gençler sayıca fazla olmanın verdiği güce rağmen, parti çalışmalarına inanmadıkları için partiler içindeki mevcudiyetleri hala zayıfıtr. Bu belki
hareketsizlik, güçlü olana yaltaklanma, kişi kültü mantığının hâkim olduğu siyasi ve fikri bir hayattan yoksun bu partilerin içindeki fiili uygulamaların ortaya
koyduğu ve haklarında oldukça olumsuz bir bakış açısına sahip oldukları aynı
partilerin barışçıl ve periyodik değişim aracı olarak çağrıda bulundukları siyasi
seçimlere katılımlarının zayıf olmasınının nedenini açıklamaktadır. Bunlar demokrasi ve fiili siyaset hayatının var olmadığı partilerdir. Seçimlerdeki güçlü
katılım yönetimin barışçıl bir şekilde dönüşümü ve devir teslimi için talep edilen
bir araç olmasına rağmen, bir gerçeklik olarak ortaya çıkması hala Cezayir’de ki
siyaset yapma kurallarında, kurumlarında ve siyasetçilerinde birçok temel değişikliklerin meydana gelmesine bağlıdır. Gençleri siyasete, partiler, dernekler ve
sendikalar gibi kurumlarına katılmaya ikna etmek için çabalar ortaya konulma67
CEZAYİR GENÇLİĞİNİN SOSYAL VE SİYASAL KATILIM ÇABALARI • Karim Friha
lıdır. Bu durum halk açısından siyasi bir partiye katılmak ve partiler açısından
da seçimleri kazanmanın siyasi bir anlamı ve yankılarının var olduğu gündelik
siyaset aracılığıyla bu kurumlar çalışma koşullarında ve iç işlerini yürütmede temel değişimlerle tanışmadıkça gerçekleşmeyecektir. Bu çalışmalar vatandaşın
elinde rekabet, katılımda bulunma, temsil ve yönetimin barışçıl bir şekilde devir
teslimi için bir araç olarak başarılı siyasi tecrübelerde bilinen geleneksel rollerini partilere geri vermektedir. Bu da şu anda Cezayirli partilerin yerine getirmediği görevlerdir. Son olarak bugünün gençliği dünün gençliğinden farklıdır.
Ölüm kültürü bile değişmişken, zindan, cezaevleri ve uygulanan güvenlik siyasetleri hakkındaki düşünceleri artık kesinlikle korku içermemektedir. Bu yüzden
ya toplumsal adalet ve genel katılım ile doktor, mühendis gibi yüksek diploma
sahibi olanlar başta olmak üzere farklı kesimlerden kişilere alanlar açılır ya da
halkımızın ve devletimizin geleceğini pamuk ipliğine bağlı hale getirecek daha
fazla sıkıntının yaşandığı ve içinde bulunulan durumun yaratacağı daha fazla
patlamalar yaşanır. Ulusal bir krizin de çıkması uzak bir ihtimal değildir.
Cezayir’de Siyasal Katılım Sorunu
Katılım sorunu; katılımda bulunmak isteyenlerin önüne engeller koyma yoluna
giden seçkinler sayesinde geniş halk kesimlerinin siyasi hayata katılım oranlarının düşüklüğüne, halk arasında okuma ve yazmayı bilmeyenlerin sayısının
artmasına ve var olan yoksulluğun büyüklüğüne işaret etmektedir. Bir şekilde
yönetime katılmak isteyen yeni gruplar ortaya çıktıkça siyasal katılım, siyasi
kalkınma krizlerinden bir krize dönüşecektir.
Aynı zamanda meşruiyet krizine eklemlenerek özellikle de iktidarın yükselen
güçlerin taleplerine kulak vermeme görüntüsü içinde bulunduğu hallerde iktidar gruplarının konumu için tehdit oluşturmaya başlarlar. Şüphesiz üretim, teknoloji ya da tarımsal düzenin gözden geçirilmesi vd. gibi toplumun ekonomik
yönden değişmesine neden olan her şey yönetime ortak edilmeyi talep eden
sosyal grupların yükselmesine yol açacaktır. Yukarıda anlatılanlara dayanarak,
siyasi katılımın şu hallerde krize dönüşebileceğini söyleyebiliriz:
1. Yönetime ortak edilmeyi talep eden grupların ortaya çıkması.
2. İktidar gruplarının yükselen güçlerin taleplerine kulak asmaması.
3. Meşrutiyet krizi, kimlik krizi, dağılım krizi, müdahale krizi, tamamlanma krizi
gibi etkenlerin iç içe geçip bir halka oluşturarak krizler zinciri oluşturması. Bu
krizlerden birinin ortaya çıkması bu ya da şu ülkede bulunan asıl krizin ta kendisi demek değildir. Tam tersine varlığı bu rejimde birçok krizin var olduğu anlamına gelmektedir. Diğer bir deyişle bir kriz başka bir krize ya da arka arkaya
gelen veya birbirleri ile eş zamanlı krizlere neden olur.
68
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
4. Tarafsız iletişim araçların bulunmaması. Bilakis özellikle de Arap toplumlarında birçok iletişim aracının rejim tarafından tekelleştirilmiştir. Topluma sunulan
bilgiler ise siyasi rejimin istediklerinin bir yansımasıdır ki çoğunlukla topluma
telkin edilmek istenen mesajın şeklinin etkisinde kalmaktadır. Toplumda aralarında yöneten ve yönetilenin de bulunduğu farklı tarafların etkileşimi sonucu
olmayıp çoğu zaman tek taraflıdır. Dolayısıyla verilmek istenen meday mesajı
kapsamlı bir kalkınmanın parçaları olarak gelişmişliği ve siyasi katılımı inşa etmeye katkıda bulunacak hakiki bir rol oynamaktan acizdir.
5. Gençlerin siyasi olrak yapılandırılmalarında takip edilen üslup.
6. Arap ülkelerinde ki demokrasi tecrübelerinin yeniliği.
7. Etkili ve örgütlenmiş kurumların kırılganlığı.
8. Siyasi kurumların, siyasi ve sosyal güçleri anlamaktan aciz olması. Tek parti iktidarına kişisel ve topluluk özgürlüklerinin dışlanması eşlik etmiş ve iktidar seçkinlerinin siyasi yönelimleri olan diğer güçleri yönetime ortak etmeme,
katılımdan yoksun bir seferberlik siyaseti çerçevesinde bu güçleri dışlayan bir
siyaset yürütmek ve temsil hakkını tam anlamıyla tekeline alma yönündeki istekleri bariz bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu yüzden Kurtuluş Cephesinin katılım
hakkındaki görüşü anlam olarak, partinin güçsüz olması, farklı güçleri kendi
çıkarlarını ve taleplerini ifade edebilme fırsatı vermekte başarısız olması dolayısıyla başka meşruiyetini kanıtlayacak kanallarının varlığından yoksun olması
nedeniyle halkın sadece onaylamak, etrafında toplanmak ve yapımında gerçek
bir katkılarının olmadığı bazı kararları desteklemesi şeklinde bir seferberlik siyaseti ile sınırlı kalmıştır.
9. Cezayir 1989 yılında çok partili hayata geçmeden önce gerçek bir siyasi katılımı ortya çıkaracak bir geleneğe ya da mirasa sahip değildi. Hâkim olan anlayış
katılım değil seferberlik siyaseti idi. Ancak siyaset alanın birçok askeri ve teknokrat unsurun hâkim olduğu gruplar karşısında tamamen kapatılmış olması ve
yetmişli yıllarda derneklerin kurulması sayesinde Cezayir’in yaşadığı gelişmeye
rağmen, siyasi rejim demokrasiyi toplum hayatını yöneten yüksek bir değer
yapan kurucu olgunluktan yoksun kalmayı sürdürmüştür. Yeni rejimde ancak
son zamanlarda değişmeye başlamıştır.5 Şubat numaralı kanun ile değiştirilen
ve dernek kurmanın önünü açan yasayı 1988 yılında ilan etmiştir. Bu kanun başvurulduğu tarihinden itibaren üç ay içerisinde dernek kurma telebinin görüşülmesini tayin etmekle birlikte yönetime uygulanan yasalarla çelişen programlar
hakkında çekincelerini belirtme hakkı vermektedir.
10. Cezayir’de bir katılım krizinden bahsedemeyiz, çünkü zenginliğin olduğu
yerde insanlar katılımdan bahsetmez. Petrol gelirleri de bu zenginliği sağla69
CEZAYİR GENÇLİĞİNİN SOSYAL VE SİYASAL KATILIM ÇABALARI • Karim Friha
maktadır. Ancak petrol gelirlerinin azalması ve ekonomik drumun kötüleşmesi
ile bir kriz olarak ortaya çıkmış ve siyasi rejimin sıkıntılar yaşamasına neden
olmuştur.
11. İdeolojik ilkeler ile tutumların, programların, yasa metinler ile idari ve siyasi
yolsuzlukların yayılmasının eşlik ettiği elle tutulur siyasi uygulamaların bağdaşmaması.
12. Siyasi güçlerin mevsimsel ve etkin olmayan şekli bir katılım içinde olması.
Partiler sadece seçim zamanlarında kendileri için belirlenen rolleri oynamak ya
da seçim yardımlarını almak için ortaya çıkmaktadırlar. Siyasi katılım, seferberlik şekilini alarak, siyasi toplumda ki görevlerine olan ilgiden doğan gerçek bir
katılımı ifade etmeden sadece destek olma amacıyla seferberlik şeklini almıştır.
13. Parti ve dernek gibi gayri resmi kurumlarda mevcut bulunan durumun korunması ve bunların içlerinde ve resmi kurumlarda yönetimde devir teslimin
olmaması. Şahıslarınve siyasetlerin aynı kalması.
14. Gençlerin siyasi partilere katılma konusunda isteksiz olmaları. Zira liderlik
pozisyonlarına yaşlıların hâkim olduğu dikkatleri çekmektedir. Dolayısıyla yenilenme ve siyasi eylemleri harekete geçirmek için gerekli sinerjinin olmaması.
15. Toplumsal hareketliliğin zayıf olması ve entellektüellerin isteksizliği.
16. Parti içi demokrasisinin olmaması.
17. Bu partilerde katılımlı bir ifade ortamının olmaması.
18. Parti ve dernekler içerisinde ailevi ilişkilerin hâkim olması.
19. Parti başkanlarının bürokratik, demokratik olmayan bir şekilde liderliği elinden bırakmaması.
20. Gençlerin çoğunluğunun bir gerçeklik olarak ortada olan bazı lider ve aktivistlerin sorumsuz ve fırsatçı eylemlerinden dolayı siyasi sürece katılmanın
faydasızlığına inanması.
Gençlerin Siyasi Katılımdan Uzak Kalma Olgusunun Çözümü İçin Öneriler:
Gençlerin siyasi katılımını etkinleştirmek için önerilebilecek çözüm ve öneriler
arasında:
70
-
Cezayir parlamentosunda gençlerin sandelye sayısının kanunlarla belirlenmesi.
-
İsteyen gençlere siyasi eylem özgürlüğünün verilmesi.
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
-
Üniversite gençlerini siyaset bilimi ve eylemleri ile ilgilenen kulüpler kurmaya teşvik etmek.
-
Üniversite ve lise düzeyinde gençlere kendilerini gençlerin ve milletin
vekili ve temsilcisi olduğunu hissetirecek ve konuşma sanatı ve topluluklarla iletişime geçmek konusunda çalışmalar yapabilecekleri küçük
parlamentolar kurmak.
-
Gençlerin sorunlarını, dertlerini ve tüm alanlarda karşılarında duran engelleri ele alan özel medya programları hazırlanması.
-
Profesörler, akadamisyenler ve gençler ile ilgili ve siyasi katılım konularında aktif kişiler tarafından gençlere görüş ve beklentilerini ifade etme
fırsatı veren özel seminerler, eğitim kursları ve konferanslar düzenlenmesi.
71
SOMALİ’DE DEVLET
İNŞASI SORUNU VE
BÖLGESEL VE ULUSLARARASI
DEĞİŞİMİN ETKİSİ
Saida Muhammed Omar
Kahire Üniversitesi- İktisat ve Siyasal Bilimler Fakültesi
Giriş
Somalili gruplar arasında 20 yıldan fazladır devam eden çatışma halinden sonra 10 Eylül 2012 yılında yapılan Somali cumhurbaşkanlığı seçimleri, geçici dönemin sona erdiğini ve Somali’nin devleti tekrar inşa etmesi beklenen daimi birleşik kurumların kurulması aşamasına geçtiğinin bir ilanıdır. Bu tarihsel adımın
taşıdığı öneme rağmen, somali’nin birlğii her yeni merkezi hükümetin karşılacağı en önemli sorun olarak gözükmektedir. Buna ek olarak devletin oynayacağı
role eş değer bir role sahip kabile başkanları ya da eski savaş patronları sorunu
da bulunmaktadır. Halk hangisine itaat etmeli, hala otoritesini ve gücünü ortaya
koyamayan devlete mi yoksa devlet rolüne bürünüp insanları yöneten ve kabile
adına güçlerini kabu ettirenlere mi? Burada Somali toplumunda bulunan başka
bir sorun kendini göstermektedir o da kabileye bağlılık ile devlet ve kurumlarına olan öncelikdir.
Dolayısıyla, mültecilik, evsizlik, göç ve aynı toprağı, dili ve inancı paylaşan insanlar arasında 20 yıl sürecek bir savaşa neden olan kabile sorunu yanında Somali bazı yönleriyle güvenliğini ve istikrarını yok eden ve şiddet yanlısı gruplar
şeklinde ortaya çıkan radikal dini akımlar sorunuyla karşı karşıya bulunmaktadır. Bu yeni hükümetin karşılacağı önemli zorluklardan birisidir. Somali’de barış
ve kalkınma için yürütülen mücadele iki yola ayrılmaktadır. Kabile ve etkinliğine
73
SOMALİ’DE DEVLET İNŞASI SORUNU VE BÖLGESEL VE ULUSLARARASI DEĞİŞİMİN ETKİSİ • Saida Muhammed Omar
son vermek, vatandaşlarının eşit olduğu ve toplumsal adaleti yerine gerçekleştirebilmiş bir kanun devleti kurulması yolu. Dini fanatizmi temel alan Şebab
örgütü gibi ve devlet içinde devlet sayılan bazı kabile başkanları gibi kabilevi
taassup esasına dayalı silahlı görünümlere son verme yoludur.
Dış boyutta ise Somali bölgesel ve uluslararası güçlerin hırslarına, çekişmelerine, çatışmalarına ve farklı ajandalarına açık bir hale gelmiştir. Somali’de merkezi devletin çökmesinden sonra dış etkenler kilit bir rol üstlenmişler ve bazen
savaşa bazen de barışa iten etkenler olmuşlardır.
Somali’deki iç savaş Afrika’da yaşanan iç çatışmalarda istisnai bir önem taşımaktadır. Çünkü kendisi devletin tüm uzantılarıyla tamamen yıkıldığı tek örnektir. Afrika Kıtası birçok devletin yıkılmasına şahid olmasına rağmen bu yıkımlar
parçalı bir şekilde ve geçici süreliğine gerçekleşmiş olup uzun süreli olmamış
ve daima bu çatışmayı kendi lehine çevirecek güce sahip olan egemen gruplar
bulunmaktaydı. Ancak Somali, siyad Berri rejiminin yıkılmasından sonra devletin tamamen yıkıldığına şahit olunan ve hiçbir Somalili grubunda yönetime el
koymayı başaramadığı münferit bir hal sayılmaktadır.
Buna binaen bu araştırma, somali’de devlet ile halk arasındaki ilişkinin doğasını
ve devlet kurumlarını kurmada yeni hükümetin karşı karşıya geleceği sorunları
anlamak için başlangıcından günümüze kadar Somali krizinin önemli olaylarını
ele almayı, daha sonra da Somali krizi için bazı çözüm önerileri ortaya koymaya
katkıda bulanabilecek bir takım tavsiyeler sunmayı hedeflemektedir.
Somali Krizinin Gelişimi ve Komşu Ülkeler İle Bölgesel ve Uluslararası
Güçlerin Etkisi
1. Somali Krizinin Gelişimi
3 Kasım 1969 yılında askeri bir darbeyle başkanlık koltuğuna oturan devlet başkanı Muhammed Siyad Berri’ye kadar Somali, bağımsızlığından itibaren siyasi
bir istikrar ve yönetimin barışçıl bir şekilde devir teslim edildiği bir dönem yaşamıştır ve Berri’nin başkanlık dönemi 1991 yılının Ocak ayında devrilene kadar
devam etmiştir. Siyad Berri’nin başkanlık dönemi boyunca Somali’de yolsuzluk,
baskı ve sosyal adaletsizlik, halkta içerleme ve redde neden olan ve 26 Ocak
1991 yılında Somali’de iç savaşın başlamasında başlıca etken kabile esasına dayalı ayrımcılık hâkim olmuştur.
Somali’deki iç savaş birkaç nedene dayanmaktadır. Bunları bazıları ayrıcalık ve
siyasi, gelişmişlik, ekonomik haklarda eşitlik talepleri olarak sınırlarken, diğerleri bu nedenleri genişleterek, somali devletinin kırılgan bir yapıda inşa edilmesi,
somali ekonomisinin dış yardımlara dayanması ve buna ek olarak baskı ve terör
74
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
üzerine kurduğu yönetimi, Ogaden bölgesi sorununda Etiyopya ile yenilgiyle
sonuçlanan askeri bir çatışmaya girmesi ya da yönetimini muhafaza edebilmek
için toplum içinde geniş bir temsil gücü olmayan gruplara güvenmesi olmak
üzere Siyad Berri’nin yürüttüğü yıkıcı siyasetin etkilerine bağlamaktadır. Tüm
bunlar Siyad Berri yönetiminin devrilmesinden sonra Somali devletinin de yıkılmasına neden olmuştur.
Daha sonra çoğunlukla her birinin belirli aşiretlerden oluştuğu birkaç silahlı
grup arasında devletin fiili olarak bölünmesi ortaya çıkmıştır. Bu gruplar arasında bulunan güç dengesi bunlardan hiçbirinin iç savaş boyunca diğerine tam bir
üstünlük sağlayamamasına neden olmuştur.
İç etkenler, Somali’deki iç savaşın başlamasına neden olan başlıca etkenler olarak kabul edilse de, dış etkenler de bu konuda etkin bir rol üstlenmişlerdir. Öyle
ki bu savaşın başlaması Etyopya ile sıkı ilişkiler kuran eski Sovyetler Birliği ile
arasındaki stratejik rekabet çerçevesinde 1976-1989 yıllarını kapsayan dönem
boyunca Siyad Berri yönetimini destekleyen Amerikan tarafı başta olmak üzere Somali’nin iç işlerine karışan dış müdahalelerin yoğunluğu nedenine dayanmaktadır. Buna rağmen, iç savaşın başlamasında dış dinamikler son aşamada
sadece yardımcı bir rol üstlenirken bu savaşın başlamasında kilit rolün iç dinamiklere ait olduğunu da burada vurgulamamız gerekiyor.
Bundan yola çıkarak Somali iç savaşı üç çeşit nedenin bir sonucudur diyebiliriz.
Birincisi Somali devletinin yapısı ile ilgili olan nedenler şeklinde canlanmaktadır.
İkincisi Siyad Berri yönetiminin takip ettiği baskıcı ve bölücü siyasetler olarak
karşımıza çıkarken, üçüncüsü ise Siyad Berri rejiminin yönetimini sağlamlaştırmada önemli bir dayanak noktası olan ve Amerika ileBatı’dan aldığı yardımların kesilmesine neden olan başta Soğuk Savaşın sona ermesinin etkileri olmak
üzere dış değişimler ile temsil edilmektedir.
Devlet yıkıldıktan sonra civar ülkeler açıktan ve gizli bir şekilde Somali’nin işlerine karışmaya başlamışlardır. Etyopya ve Kenya olumsuz etkileri son yirmi
yılda açık bir şekilde görülecek şekilde savaşçıl ve barışçıl yollarla Somali’nin
iç işlerine müdahele etmişlerdir. Daha sonraki bölümde bunu daha ayrıntılı bir
şekilde ele alacağız.
Berri yönetimi ile muhalifleri arasındaki savaş, rejimin devrilmesinden sonra
aynı muhalefet grupları arasında çıkan savaştan farklıdır. Bu savaşlardan her
birini diğerlerinden ayıran kendine has sebepleri, davaları, tarafları ve gelişmeleri bulunmaktadır.
Kuzey Somali’nin 1991 yılının Mayıs ayında ayrılması Somali iç savaşının en
önemli ve tehlikeli dönemeçlerinden birini oluşturmaktadır. Zira isyan hareketi
75
SOMALİ’DE DEVLET İNŞASI SORUNU VE BÖLGESEL VE ULUSLARARASI DEĞİŞİMİN ETKİSİ • Saida Muhammed Omar
kuzeyde (Somali-land/Somali Toprağı) adında yeni bir devletin kurulduğunu
ilan etmiştir. Somali Toprağı Cumhuriyeti güneyin aksine kuzeydeki halkın
güven ve istikrar içinde yaşadığı ayrı bir siyasi ve güvenlik düzeni kurmayı
başarmıştır. Günümüze kadar da uluslararası kamaoyu tarafından tanınmak
ve Büyük Somali’nin oluşturduğu bütünden tamamen ayrı bağımsız bir devlet
ilanında bulunmak için çaba harcamaktadırlar. Ancak uluslararası toplum
bunun Somali’nin birkaç küçük devlete ayrılması yolundaki ilk adım olduğu
bahanesiyle buna karşı çıkmaktadır.
1992 yılının Kasım ayında gerçekleşen Amerikan müdahalesi tecrübesinin de
çok önemli olduğu kabul edilmektedir. Binlerce kişinin ölümüne neden olan
müdahale aslında Somali’deki büyük insani dramı ortadan kaldırmak için yapılmıştı. Buna rağman Amerikan kuvvetleri bir süre sonra kendisini bizzat kendi
güçlerinin yayılacağı bölgelerin güvenlik altına alınması adına silahsızlandırma
operasyonlarına katılırken bulmuştur. Kısa bir süre sonra da silahlı milis grupları
Amerikan kuvvetlerine karşı savaş açarak, vur kaç tipi çete savaşlarına girişmiştir. Birçok kişinin ölümünden sonra 1993 yılının Mart ayında Amerikan güçleri
Somali’den zorunlu bir şekilde geri çekilmiştir.
Sonrasında ise çeşitli Somalili milis grupları arasındaki savaş ardı ardına gelen
yıllar boyunca devam etmiş ve her biri başkent ve çevresini ele geçirmek için
çaba harcamıştır. Buna binaen Somali’deki iç savaşın gelişimi boyunca köklü
değişimlere şahit olduğunu ve bu savaşın tek olmayıp aynı anda yürütülen birkaç savaşı temsil ettiğini söyleyebiliriz.
Somali’deki çatışma sürecinde yaşanan en göze çarpan olay, Mayıs 2006’da
devlet kurumlarına alternatif bir taraf olarak bir grup din adamı ve alim tarafından başkentte istikrarı ve güvenliği koruma amacıyla kurulan İslami Mahkemeler Birliği’nin ortaya çıkışıdır. Daha sonra İslami Mahkemeler Birliği’nin
ortaya koyduğu düzen, Somali’deki yargı sistemini oluşturmuştur. Sonrasında
Mahkemelerin rolleri artmış ve eğitim, sağlık gibi hizmetler sunmaya, güvenlik
güçlerini temsil etmeye başlamış, güvenlikte ve yasaları uygulamada yaşanan
boşlukları doldurmayı, devleti ayakta tutan temellerin tam anlamıyla yıkılmasından sonra güçlü savaş emirlerinin nüfuzunu sınırlamakta ve zayıfları korumakta başarılı olmuştur. Din adamları ile tüccarlar arasındaki işbirliği sayesinde
bu tecrübenin ulaştığı başarı, Mahkemeleri başkent Mogadişu’nun her yerine
yayılmaya itmiştir. İslami Mahkemelerin başındaki isim daha sonra Somali başkanı olan Şeyh Şerif Şeyh Ahmed’di. Kendisi Mahkemelerin Şura Meclisi başkanlığına seçilen ve Birlik içindeki iki silahlı gruptan birini yöneten Şeyh Tahir
Üveys karşısındaki ılımlı kanadı temsil etmekteydi. İslami Mahkemeler kanun
ve düzeni uygulamak ve İslami etkenin kabile bağlılığının önüne geçmesi için
çalışmayı hedeflemektedir.
76
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
İslami mahkemeler başkent Mogadişu ve çevresinde yönetimini sağlamlaştırdığı kısa bir süre içerisinde (altı ay) ondan sonra gelen geçici hükümetlerin
toprak üzerinde gerçekleştiremediği güvenliği ve istikrarı sağlamayı büyük
oranda başarmıştır. İslami mahkemeler yönetimini herkese kabul ettirmiş ve
bu altı ay gibi bir sürede o devletin yokluğunun neden olduğu boşluğu kapatmayı başarmıştır.
2000 yılında Cibuti’de yapılan Arta konferansı sonucunda ilk geçici hükümet
kurulmuştur. 2004 yılında Kenya’da yapılan Al-Davris konferansının görüşme
turları sonucunda Abdullah Yusuf devlet başkanı seçilmiştir. Onun ardından
2009 yılında Şerif Şeyh Ahmed’in devlet başkanı seçilmesi ile sonuçlanan
Birleşmiş Milletlerin gözetimi altında yapılan Cibuti Ulusal Uzlaşma Konferansı
gelmektedir. Ama ne art arda yapılan Ulusal Uzlaşı Konferaransları, ne
geçici hükümetler, uzlaşı ve barış kanun devleti aşamasına geçmeyi bile
başaramamıştır.
Geçici hükümet kurumlarına dayanarak yürütülen ve 2000 yılında başlayan geçici dönemi bitirmek için Somalili önderler Eylül 2011’de bir yol haritası ortaya
koyabilmişlerdir. Bu haritanın şekillendirilmesine geçici hükümet, eski savaş önderleri, puntland ve Galmadug bölgeleri temsilcileri ve Ehl-i Sünne ve Cemaa
Hareketinin de aralarında bulunduğu birkaç siyasi güç katılmıştır.
Yol haritası; anayasanın kabulü, parlemanto üyelerinin seçilmesi ve sonrasında
devlet başkanının seçimini kapsamaktadır. Bu aşamaların bu tarihten önce gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Ancak ülkenin güneyindeki bazı bölgelerin yaşadığı istikrarsızlık hali ve farklı gruplar arasında yönetimin paylaşılması konusunda
yaşanan anlaşmazlıklar bunun önüne geçmiştir.
Yol haritasının uygulanmasına, bir anayasa taslağı ortaya koyma ve bunu görüşecek ve uygulanmasına izin verecek kurucu bir meclisin seçilmesi için kabile
başkanlarına bir konferans hazırlamakla başlanmıştır. 2012 yılının Ağustos ayının başlarında Kurucu Meclis 621 lehte oy, 13 ret oyu ve 11 üyenin katılmadığı
oylamada mutlak çoğunluğun oyuyla yeni anayasayı kabul etmiştir.
20 Ağustos 2012’de Kurucu Meclis, kabilevi kontenjana göre 275 üye arasından 200 üye seçmiştir. Parlamento ilk oturumunu sıkı güvenlik uygulamaları
arasında Mogadişu havaalanında gerçekleştirmiştir.10 Eylül’de ise parlamento
üyeleri aralarında süresi bitmiş olan başkan Şerif Şeyh Ahmed’in de aralarında
bulunduğu 24 adayın arasından Hasan Şeyh Mahmud’u seçmişlerdir. Bu oylama
ülkede 12 yıl süren geçici dönem sona erdirmiş ve şimdiki başkan Hasan Şeyh
Mahmud’un adını iç savaşın başlamasından bu yana Somali sınırları içinde seçilen ilk başkan, 1960 yılındaki bağımsızlığından beri sekizinci Somali başkanı
olarak tarihe yazdırmıştır.
77
SOMALİ’DE DEVLET İNŞASI SORUNU VE BÖLGESEL VE ULUSLARARASI DEĞİŞİMİN ETKİSİ • Saida Muhammed Omar
Akademisyen, sivil ve siyasi aktivist olan Hasan Şeyh Mahmud, barış ve kalkınma alanlarında birçok uluslararası ve milli örgütlerde çalışmış, Mogadişu’daki Semid Üniversitesi’nde 10 yıl rektörlük yapmıştır. Kendisi Barış ve Kalkınma
Partisinin başkanıdır ve toplumun tüm kesimlerinden ulusal güçlerle bağlantıları ve ilişkileri bulunmakta ve ayrıca ılımlı İslamcıların desteğini de almaktadır.
Yeni başkanın önünde halletmesi gereken birçok dosya ve aşması gereken
zorluklar bulunuyor. En büyük sorun devlet kurumlarının tekrar inşası ve güvenliğin sağlanmasında yatmaktadır. Zira güvenlik Somalililerin ilk talebi olarak
kabul edilmektedir. Buna din ya da kabile adına katıldıkları silahlı gruplar için
çoğunlukla kolay bir av olarak kabul edilen gençlere iş imkânları sunmak için
yıkılmış olan ulusal ekonominin tekrar inşa edilmesi talebini de ekleyebiliriz.
Civar Ülkelerin, Bölgesel ve Uluslararası Güçlerin Etkileri:
Etyopya’nın Tutumu: Aralık 2006’da geçici hükümet tarafından desteklenen
Etyopya güçleri (Kenya Nairobi’deki Al-Davrit Konferansı sonuçlarından) İslami Mahkemeleri bertaraf etmek için Somali’ye girip güneyin büyük bir kısmını
ve başkent Mogadişu’yu kontrolü altına almayı başarmıştır. Mahkemelerin güç
merkezlerini yok etmede ve parçalanmasında, önderlerinin civar ülkelere kaçmasını sağlamada başarılı olmuştur.
Etyopya’nın müdahalesi uluslararası kanunlara aykırı olmasına ve Somali’nin
egemenliğine ve bağımsızlığına açık bir saldırıyı temsil etmesine rağmen, uluslararası toplum buna karşı çıkmamıştır. Tam tersine Amerika Etyopya’nın Somali müdahalesinin en önemli destekçilerinden olmuş ve savaşa devam etmesi ve
İslami Mahkemelere ve ondan geriye kalanları yok etmesi için Etyopya Hükümetine mali destekte bulunmuştur.
Kenya’nın Tutumu: İki devletin topraklarında bulunan bölgelerde hak iddia eden
Somali ile bu devletlerin ilişkilerindeki tarihi mirasın benzeşmesinin gölgesinde Kenya’nın Somali sorunu ile alakalı çıkış noktaları ve hesapları Etyopya’nın
tutumundan farklı olmamıştır. Çok sayıda mültecinin topraklarına akması nedeniyle Somali’nin istikrarsızlığının Kenya’yı etkileyecek olmasına rağmen, somali
Devleti’nin zayıf olması işine gelmektedir.
Eritre’nin Tutumu: Eritre’nin Somali ile bir sınırı olmamasına rağmen, kendisinin Somali’de doğrudan ve dolaylı açık bir şekilde görünen bir rolü bulunmaktadır. Eritre’nin Somali’deki faal rolü Etyopya güçlerinin müdahalesinden
sonra başlamıştır. Zira Eritre ile Etyopya arasında 1998 yılındaki savaştan beri
süregelen bir düşmanlık bulunmaktadır. Somali de bu iki devlet arasındaki eski
hesabın kapatılması için iki taraf arasındaki savaş üçüncü tarafını oluşturmuştur. Bu yüzden Eritre hükümeti İslami Mahkemekerden geride kalanları destek78
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
lemiş veSomali’de Etyopya ile savaşan cihatçı gruplara silah ve para yardımında
bulunmuştur.
Cibuti’nin Tutumu: Cibuti’de Somali krizini çözmek için birçok uzlaşma konferansları düzenlenmiştir. Sonuncusu Birleşmiş Milletlerin desteği ile gerçekleşmiş ve sonuç olarak Ocak 2009’da Şerif Şeyh Ahmed devlet başkanı olarak
seçilmiştir.
Amerika: Amerika Somali siyasetinde önemli ve büyük bir rol oynamaktadır.
Zira Somali’nin, Nairobi ve Dar Essalam elçilikleri ile Mombasa Otelini havaya
uçurmak için planlar yapan teröristler için bir koridor ve sığınak görevi gördüğü varsayılmaktadır. Ayrıca kendisinin Cibuti’de Bab’ül Mendep girişinde
“terör”le mücadeleye has askeri bir üssü bulunmaktadır. Aynı şekilde 1992
yılında Somali’nin iç işlerine doğrudan karışması kendisine çok pahalıya mal
olmuştur. Bu yüzden maddi ve beşeri açıdan büyük zararlara maruz kaldığı
1992 senaryosunun tekrarlanmasından korkan Amerika’nın seçenekleri arasında Somali’ye doğrudan bir müdahale bulunmamaktaydı. Aynı şekilde Somali
sahilinde bulunan korsanlarla mücadele, el-Kaide hücrelerinin takip edilmesi
ile bağlantılı olarak Somali’ye denizden giren ve çıkanın kontrol edilmesi için
Somali ile alakalı içine İsveç, norveç,İspanya, almanya’yı da dâhil ettiği Uluslararası İletişim Birliğini kurmuştur.
Somali’deki Türk Rolü
Türkiye son yıllarda tüm alanlarda işbirliği bağlarını güçlendirmek için Afrika
kıtasına büyük önem vermektedir. Yakın geçmişte tüm Afrika Devletleri ile
ekonomide geniş işbirliğinin kabul edildiği Türkiye-Afrika zirvesine ev sahipliği
yapmıştır.
Somali 20 yıl boyunca övütücü ve devamlılık gösteren savaşlar ve tekrarlanan
insani afetler sonrasında da terörden çok çekti. Geçen yirmi yıl boyunca Somali
sorununa çözüm bulmaktan sorumlu olan uluslararası toplumun bunda bir kez
bile başarılı olamaması insanın kalbini acıtmaktadır. Bu yöndeki son girişim,
Londra’da Somali sorunu ile ilgili yeni kararlar alınması için İngiltere Hükümeti
tarafından düzenlenen ve bir gün süren aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 50
devlet başkanının katılımıyla gerçekleştirilmiştir.
Şüphesiz Türkiye bu hususta önemli avantajlara sahiptir. Bunlar arasında Somali ile arasındaki tarihi ilişkiler, hükümetlerinin ortak olduğu İslami değerler
ve iç siyasete karışmasını sağlayacak yardımcılara ya da harekete geçmesini
sağlayacak uyarıcılara sahip olmamasıdır. Türkiye hızlı bir şekilde Somali’nin
iç işlerinde bir müttefiğe ve uluslararası bir bağışçıya dönüşmektedir. Son zamanlarda Ankara, şiddetli kuraklığın neden olduğu felaket, terör ve Somali’de
79
SOMALİ’DE DEVLET İNŞASI SORUNU VE BÖLGESEL VE ULUSLARARASI DEĞİŞİMİN ETKİSİ • Saida Muhammed Omar
devletin yokluğunun ortaya çıkardığı sorunlarla ile ilgili girişimlerde bulunmakta artan bir ilgi ve hazırlılık göstermiştir. Somali’nin geleneksel bağışçıları çaresiz ve geçici yardım paketinin ötesine geçmeyen yardımlar dışında yardım eli
uzatmaya hazır değilken, milyonlarca Somalilinin maruz kaldığı öldürücü açlığın ortasında Türkiye kuraklığın yansımalarını azaltmak için yardım eli uzatan
ilk ülke olmuştur.
Diğer taraftan Türkiye’nin Somali’ye olan ilgisi yeni değildir. Zira iki ülke Osmanlı zamanına kadar uzanan tarihi ilişkilerin bağları ile birbirlerine bağlıdır.
Somali’nin 1517 yılında tahtta olan Sultan Selim zamanında Osmanlı ile geniş
ilişkileri bulunmaktaydı. Günümüzde ise, ”Siyah Kartal Avı” operasyonu kötü
adı ile de meşhur olan ve Amerika’nın yönettiği “Umudun Geri Getirilmesi”
kampanyası sırasında Türkiye Somali’ye yardım etmiştir. Aynı zamanda Türkiye
Türk ordusundan bir tabur ile Birleşmiş Milletler çatısı altında yer almıştır. Ayrıca Türkiye Mogadişu’da bulunan kültür ve eğitim tesislerini tekrar açmıştır. Somali’deki okullara ve Kur’an kurslarına süt, gıda ve içecek malzemeleri dağıtımı
yapan Türk birlikleri Türkiye’nin Somaliler ile eski ilişkilerini korumak istediğine
dair bir işarettir. Geçen yıllar boyunca NATO üyesi tek Müslüman ülke olan Türkiye Somali ile dostane ilişkilerini korumuştur.
Somali’deki Türk Projeleri
Somali’de harcanan uluslararası çabalar kıtlığın insanlar üzerindeki etkisini
azaltmaya odaklanmıştır. Ancak yerini ve yurdunu terketmek zorunda kalan
binlercesinin Mogadişu’ya akın etmesi ve hayat kurtarmak için yardım yapmanın çok ötesinde bir boyutta çabalar ortaya koymak için Türkler, “sadece gıda
ve ilaç sağlamakla Somali’yi korumanın mümkün olmadığını” farketmişlerdir.
Bu yüzden Türkiye ülkenin yeniden inşa edilmesini hedefleyen girişimlere katılma isteğini ifade etmiş ve bu bağlamda sağlık, eğitim, yol ve çöp biriktirme
tesisleri inşaatı, kanalizasyon, havaalanları ve tüm bunlardan önemlisi Somali
silahlı güçlerinin inşası gibi hayati öneme sahip alanlarda yapılacak yardımlar aracılığıyla Somali ile ikili işbirliğinin temellerini atmıştır. Bu projelerin nihai
hedefi kurumların inşası ve Somali’nin kendi ayakları üzerinde durmasını sağlamaktır.
Somali’deki Türk rolü, Türkiye başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011 Ağustos ayındaki ziyaretinden beri sürekli bir şekilde gelişmiştir. Mogadişu’da bir
Türk kalkınma ofisi açılmış ve bunun etkilerine ek olarak iç savaş başladığından
beri Nairobi’deki Birleşmiş Milletler ajansı tarafından tehlikeli bölgeler listesinde
olan Mogadişu’da Türk hükümetine ait örgütler ile sivil toplum örgütleri korkusuzca dolaşabilmektedir. Diğer yandan yakın bir zamanda Puntland ile Somali
Toprağı’nda olmak üzere iki ofis daha açılacaktır. Ayrıca Türk havayolları hafta80
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
da iki gün Cibuti üzerinden Mogadişu’ya yapılacak düzenli seferleri başlatmıştır. Bu Türkiye’nin iki ülke arasında iş ve ekonomi fırsatlarını teşvik ettiğinin en
belirgin işaretidir. Zira Türkiye’nin bakış açısına göre Afrika Boynuzu’nda kendisine güvenebileceği istikrarlı bir müttefik bulmak büyük önem arzetmektedir.
Türkiye, ülkenin siyasi istikrarına dönmesini teşvik edecek şekilde Somali toplumunun refahı için yollar, havaalanları ve hastenelerin tekrar inşa edilmesi aracılığıyla bu toplumun sosyal dokusunu yapılandırmaktadır. Türkiye’nin Somali’de
şimdiye kadar gerçekleştirdiği projelerin listesi çok teşvik edicidir. Bin öğrenciye Türkiye’de çeşitli bölümlerde okumaları için tam burs sağlanmış ve Türkçeyi
öğreten okulların açılışı yapılmıştır. Buna ek olarak Türk Kızılayı 15 binden fazla
mülteciye gıda yardımı yapmaktadır. Aynı şekilde büyük bir hastanenin yeniden
inşası tamamlanmış ve Mogadişu ile diğer uzak bölgelerde yaşayan çok sayıda
kişinin yararlandığı klinik hizmetleri verilmeye başlanmıştır. Türkiye’nin Somali
gibi fakir bir ülkede yaptığı katkılar şaşkınlık uyandıracak derecededir. Çünkü
20 yıldan beri Somali ilk defa bu seviyede bir uluslararası ilgiye nail olmaktadır.
Bu konudaki bağışçıların çeşitliliği ve rollerinin farklılığı ışığında, bu ülkede ileriye dönük bir kalkınmadaki Türk rolünün arkasında duran ihtimalleri sorgulamak
doğru olacaktır. Türkiye’nin oynayacağı rol Somali’de devletin yeniden inşası,
barış ve istikrarı geri getirmede başarılı olacak mıdır? Türkiye Somali ortamının
siyasi, ekonomik ve sosyal çıkmazlarında devam etmeyi sürdürebilecek midir?
Gelecek dönemde Somali’deki olayların gelişimi çerçevesinde bu soruların cevaplarını bulabileceğiz.
Devletin Çökmesinin Toplum Üzerindeki Etkisi
Somali Devleti, Eylül 2012’de kırk yıllık bir süreden sonra seçilmiş ilk başkan olan
Hasan Muhammed Şeyh’in yönetimin başına geçmesi ve Abdi Fareh Şardun’u
hükümetin başına getirmesi ve onun da aralarında dış işleri ve kalkınma sosyal
işler bakanlığına getirilen iki kadın da olmak üzere on kişiden oluşan yeni kabinesini açıklamasından sonra yeni bir aşamanın içine girmiştir. Böylece Somali
uzun yıllar boyunca iç çekişmelerin ve savaşların, bazı bölgelerinin ayrılmasına
neden olan ayrılık çatışmalarının parçaladığı ve ekonomik krizlerin yorgun düşürdüğü, doğal afetlerin yıktığı ve sonunda uluslararası raporlarla dünyadaki
başarısız devletlerin oluşturduğu piramatin zirvesine yerleşen bir devletin bıraktığı sorunlardan oluşan ağır bir miras ile mücadele edecek meşru, anayasal
ve kanuni bir aşamaya geçmiştir.
Somali’de Devlet İnşasının Zorlukları
1991 yılında merkezi devletin yıkılması ile birlikte alt yapı da çökmüş ve buna
savaşın başlangıcında yaşanan kaos, kamu mallarının yağma edilip çalınması
81
SOMALİ’DE DEVLET İNŞASI SORUNU VE BÖLGESEL VE ULUSLARARASI DEĞİŞİMİN ETKİSİ • Saida Muhammed Omar
da eşlik etmiştir. Tüm bunlar ülkenin baştan aşağı yeniden inşa edilmesine şiddetli bir ihtiyaç doğurmuştur. Dolayısıyla güvensizlik, istikrarsızlık ve her şeye
dokunan savaş, açlık ve kıtlık, ülke dışında daha iyi fırsatlara aramak için artan
dış göç, işsizlik ve fakirlik gibi birçok felaket ve engeller Somali halkına eşlik
etmiştir. Yasalara saygıyı ve güvenliğin korunmasını uygulayacak yüksek bir
makamın olmaması sonuç olarak Somali’de kendisini ülkenin iç güvenliğinin
koruyucusu olarak dayatan çeşitli tarafların ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Bu aşamada hükümet Mücahit Gençler örgütü ile hâkimiyetini sağlamlaştırmak
için mümkün olan en fazla bölgeyi ele geçirmek adıan savaşmaktadır. Her taraf
vatandaşlara güven sağlama ve emniyeti gerçekleştirme konusunda diğerinden daha güçlü olduğunu iddia etmektedir.
Düzenli bir şekilde gıda dağılımı yapılmaması, mülteci ailelere yardım yapan
bağışçıların sayısının az olması ve bu ailelerin sabit bir gelir kaynağının bulunmaması, bu ailelerin daha çok tehlikelere maruz bırakmaktadır. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu “UNICEF” Somali’nin dünyadaki en yüksek beslenememe oranlarını taşıdığına işaret etmektedir. Ülkede iyi bir beslenmeden
mahrum çocukların sayısı yıllık 300 bin çocuğa ulaşmaktadır.
Devletin yıkılmasının en önemli etkisi kuzey Somali’nin (Somali Toprağı Cumhuriyeti) ayrılması ve uluslararası tanınma talebidir. Ki buradaki güvenlik durumu Somali’nin geri kalanından tamamen farklıdır.
1. Korsanlık
Korsanlık, merkezi bir hükümetinin bulunmamasının olumsuz etkilerinin neden
olduğu sonuçların en önemlilerinden biridir. Son zamanlarda güvenlik durumunun ne kadar kötüleştiğinin ve 22 yıldır alevlenmiş iç çatışmaların bitirilmesine
duyulan acil ihtiyacı ifade eden korsanlık faaliyetlerinin şiddeti artmıştır.
Korsanlık faaliyetleri sadece Somali’nin doğusundaki Puntland sahili
açıklarındaki bölge içerisinde gerçekleşmektedir. Puntland petrol gibi doğal
kaynaklar, balık zenginliği ve tuz gibi diğer deniz ürünleri zenginliği, buna
ek olarak parfüm yapımında ham maddeyi oluşturan buhur ve sakız ağaçları
ile kaplı ormanlar yönünden zengin olmasına rağmen bunların tamamından
faydanılamamaktadır.
İnsanlar 1991 yılında devletin çökmesinden sonra sahillerinin, tüm dünyada yasaklanmış nükleer, kimyasal ve sanayi atıklarını gömen ve hala da buna devam
eden, balık başta olmak üzere deniz kaynaklarını talan eden uluslararası şirketler ve suç çetelerinin yağmalayacakları bir yatağa dönüştüğünü keşfettiler.
Bir süre sonra silahlı gruplar ve suların kirlenmesinden dolayı kendi sularında avlanmakta zorlanan balıkçılar, balıkçı gemilerine, seyahat teknelerine sal82
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
dırmanın ve taciz etmenin zengin bir av olduğunu gördüler. Uluslararası av
yasağına uymayan avlanma yolları kullanarak denizlerde avlanmaları sonucu
milyonlar kazanan avlanma şirketleri için düşük bir miktar sayılan büyük miktarlarda paralar alıyorlardı. Bu şekilde iki taraf da birbirinden razı, yaygarasız ve
gürültüsüz bir şeklide karşılıklı çıkarlarını paylaştılar.
Korsanlık yüksek teknikli maharetler kazanarak, modern motorlar ve “RPG”
gibi tehlikeli sialhlar, keşif aletleri ve gelişmiş iletişim araçlarına sahip hızlı botlar kullanmaya başlayarak gelişmiş ve hareket alanları Somali sahillerini aşarak
okyanusa doğru 200 km. kadar uzanmıştır.
Korsanların sürekli faaliyet gösterdikleri bölgelerde başta Japonya olmak üzere
birçok ulustan oluşan güçlere ait takip devriyeleri nedeniyle son zamanlarda
korsanlık faaliyetlerinin gözle görülür derecede gerilemesine rağmen, tam olarak sona erdiğini söyleyemeyiz. Korsanlığın ortaya çıkmasına neden olan sebepler var oldukça bazı araştırmacıların dediği gibi Somali sahilleri yakınlarında
var olan korsanlık olgusunun neredeyse sona erdiğini söylememiz çok zor. Sorunun özü Somali deniz kaynaklarının sistemetik bir şekilde yağmalanıp talan
edilmesinden kaynaklanmaktadır. Devletin çökmesi ve bunun ardından gelen
geçici hükümetlerin bir devlet inşa etme ve iş fırsatları yaratmada yetersiz kalması tüm bunlar Somali bölgelerinin tamamında iç içe geçmiş krizler üretmiştir.
Çünkü insanlar özellikle de gençler daima yaşayabilmeleri için gerekli kazanç
yollarının arayışı içindedirler. Yasadışı ve suç içerikli işler bazen daha kısa sürede para kazandırır bu yüzden de kötü bir durumda olan ekonomik ve sosyal
şartlardan dolayı çok sayıda kişiyi kendine çeker.
Dolayısıyla korsanlık da devletin yıkılmasını takiben ortaya çıkan diğer olgular
gibi devlet kurumlarının yeniden inşasına duyulan şiddetli ihtiyacı göstermektedir. Somali’nin sorunları artık kendi sınırları içinde mahsur kalmamaktadır.
Birkaç yıldır Somali’nin iç sorunları sınırları aşarak komşu ülkelere ulaşmış ve
Somali artık birçok Afrika Boynuzu ülkesi hatta bölge dışında bulunan ülkeler
için de bir güvenlik tehdidi oluşturmaya başlamıştır.
2. Mücahit Gençlik Hareketi ve Silahlı Grupların Devlet İçine Alınarak
Kapsanması
Somali’de etkin olarak faaliyetlerde bulunan El-Kaide örgütüne ek olarak ilişkili olduğu ve Kenya’da birçok patlamalar gerçekleştiren, Etiyopya ve bunlara
ek olararak Afrika Barış Gücü “AMISOM” da görev yapan Cibuti, Uganda ve
Ruanda’ya da ulaşmaya çalışan Mücahit Gençlik Hareketi bulunmaktadır. ElKaide sürekli kaos halinden ve bir devletin var olmamasından faydalanır ve
etkinlik gösterir. Somali’deki durum da örgüte Afganistan ve Yemen’in yanında
gücünü tekrar kazanabilmesi için verimli bir alan sunmuştur.
83
SOMALİ’DE DEVLET İNŞASI SORUNU VE BÖLGESEL VE ULUSLARARASI DEĞİŞİMİN ETKİSİ • Saida Muhammed Omar
Silahlı Somali gruplarına silahlarını bıraktırıp yönetimin içine almak yeni Somali
hükümetinin karşılaşacağı en bariz sorun sayılmaktadır. Özellikle de Mücahit
Gençlik Hareketi. Ki kendisi cihatçı selefi ekole bağlı ve İslami bir devlet kurmayı hedefleyen silahlı bir örgüttür. Hükümete bağlı silahlı güçler tarafından yenilgiye uğratılan İslami Mahkemelerden beri ortaya çıkan en güçlü siyasi ayrık
grup sayılmaktadır. Öyle ki üyelerinin sayısı 7 ila 3 bin olarak tahmin edilmektedir. Hareket güney ve orta Somali’nin bazı bölgelerine ve başta Somali geçici
hükümet parlamentosu olmak üzere bazı hükümet karargâhlarını ve hükümet
kurumlarını hâkimiyeti altına almıştır. Buna ek olarak Somali’deki Etyopya güçlerine karşı mücadelede oynadığı önemli rolden dolayı halkın büyük bir kesiminin desteğini de almıştır.
Bu sorunların zorluğunu arttıran bir diğer unsur da Ehli Sünnet ve’l Cemaat
örgütüdür. Bu da silahlı bir örgüttür ancak devlete bağlıdır ve Mücahit Gençlik
Hareketi en büyük düşmanıdır. Bu örgütle ilişki kurmaya çalışmadıkça Hasan
Şeyh Mahmud’a doğrudan destek vereceğini ilan etmiştir. Dolayısıyla diğerlerinden farklı bir silahlı gruptur ancak yine de uzlaşma süreci ile çatışan ön
şartları bulunmaktadır. Bu da Şeyh Mahmud ve hükümetini büyük bir çıkmazın içine sokmaktadır. Bu çıkmaz seçiminden saatler önce başkanın uğradığı
suikast girişimi şeklinde yansımas bulmuştur. Ancak başkan bu grupları dâhil
etme dosyasını öncelikler listesine almış gibi gözüküyor. Bunu başkan olduktan
sonra yaptığı ve Somalili Mücahit Gençlik Hareketi üyelerinin silahlarını bıraktıktan sonra ülkede kalabileceklerini vurguladığı konuşmasında açıkça ortaya
konmuştur.
3. Ayrılık ve Fedarasyon
Yeni başkan ve hükümet Somali’nin toprak bütünlüğünü koruma ve doksanlı
yılların başında başlayan içi savaşla parçalanan birliğini tekrar kurma çabası
ile ilgili başka bir sorunla da yüz yüzedir. Bu yüzden Somali başkanı ilk konuşmasında Somali’den ayrıldığını ilan eden taraflara ve özellikle de Puntland ve
Somaliland güvence veren bir mesaj yöneltmiştir. Bu mesaj içerik olarak hiçkimsenin birliğe katılmak için zorlanmayacağını ancak aynı zamanda kendisinin
ülkenin istikrarını korumaya çalıştığını da ifade etmektedir.
Somali Toprağı, Somali’nin kuzeyinde bulunan bir bölgedir ve 1991 yılında ayrılığını ilan etmiştir. Kendi bağımsız demokratik kurumlarını kurmuş ve bir dereceye kadar siyasi, sosyal istikrara sahiptir. Şimdi de Güney Sudan gibi uluslararası tanınmaya sahip olmak için çaba harcamaktadır. Puntland ise Somali’nin
kuzeydoğusunda yer almaktadır. 1998 yılında bölge başkanı Albay Abdullah
Yusuf Ahmed Puntland’ın bağımsızlığını ilan etmiştir. Ancak şimdiye kadar
dünya tarafından tanınmamıştır.
84
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Bu yüzden başkan Şeyh Mahmud’un konuşması sırtına büyük bir yük yüklemiştir. O da ayrılan topraklarla görüşmeler yaparak dönmeleri için onları ikna
etmeyi denemek. Ki bu Birleşmiş Devletler tarafından tanınmaları için bulundukları denemeden sonra ve Şeyh Mahmud’un birlik denkleminin korunması ve
konuşmasında işaret ettiği gibi hiçkimseyi bu konuda zorlamamak çerçevesinde çaba gösterirken çok zor gibi durmaktadır.
4. Ulusal Bir Ekonomi İnşası
Asıl sorun Somali’nin kötüleşen ekonomik durumunun devam etmesinin kendisini daima bağışçı taraflara bağlı kalmasına yol açmasıdır. Bu da ulusal bağımsızlığını kazanmaay çalışan Somali halkının beklentilerine ters düşmektedir.
Aynı şekildebir yandan ulusal bağımsızlığı korumaya çalışan diğer yandan da
bu öğütücü ekonomik ve insani krizden çıkmak Şeyh Mahmud’un önünde büyük bir sorun olarak durmaktadır.
Temmuz 2012’de Birleşmiş Milletler başta Somali’nin güney ve orta bölgeleri
olmak üzere 750 binin üzerinde insanın açlık tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu
açıklamıştır. Buna ek olarak da 4 milyon kişinin insani yardıma muhtaç olduğunu ilan etmiştir. Bu bağlamda özellikle Uluslararası Kızılhaç komitesi başta olmak üzere uluslararası yardım kuruluşları özellikle de yardımların ve gıda
maddelerinin dağıtımında önemli bir rol oynamaktadırlar. 2011yılının Temmuz
ayından 2012’nin Ağustos ayına kadar komite 2.5 milyon Somaliliye acil gıda
yardımı yapmıştır.
Somali’de Devlet ve Toplum: Devlet İnşası ve Kabilecilik
Somalili liderleri bir kenara bıraktığımızda Somali toplumu hala devlet kavramı,
hükümet ve vatandaşlığın içeriğini idrak edebilmiş değildir. Bu sorunun analizi
için geçmişe bakmalıyız. Zira Somali toplumu kurak bölgelerden su ve yemek
bulabileceği yerlere göç eden göçebe bir toplumdu. Bu yüzden bir Somalilinin
düşüncesi develer ve kabile ağının ötesine geçmemekteydi. Medeni bir topluma
dönüşüp demokrasiyi uygulamaya başladığında bu onun için nitelikli bir
sıçrayış sayılmaktaydı. Siyasi liderler de bu topluma bağlılar ve devlet kavramı
ile ilgili aynı çelişkiyi yaşıyorlar, kalkınma ve yönetm düzeninin geliştirilmesi,
kabile çeşitliliğine saygı duyan, farklı halk kesimleri arasında adaleti ve eşitliği
sağlayan Somali’ye uygun bir yönetim şekline yönelik net bir görüşe sahip
değiller.
Kabilenin Siyasette Rol Oynaması
Afrika toplumları temelinin aynı köklerin ve kan bağının, akrabalığın, nesebin
ve kardeşliğin oluşturduğu toplumsal bağa, kabileye dayanan toplumsal düzen
85
SOMALİ’DE DEVLET İNŞASI SORUNU VE BÖLGESEL VE ULUSLARARASI DEĞİŞİMİN ETKİSİ • Saida Muhammed Omar
ile doludur. Kabile, ilişkilerinde, çıkarlarında, düşmanlıklarında, yönetiminde ve
taassuplarında bir tertip üzerine kurulu toplumsal düzenin gölgesinde aralarındaki ilişkilerin örfe tabi olduğu ve yardımlaşma, düşmana karşı bir olma, dayanışma gibi davranışların hâkim olduğu toplumsal ilişkilerde kişiye güvenli bir
çatı sağlayarak toplumsal rolünü oynar. Burada şunu belirtmeliyiz ki taasupluk
kavramı taassup, kapanma ve kabuğuna çekilme gibi dar değerleri içermektedir. Bunlar tipik, merkeze değer verici, uyumlu ve dost buna karşılık rakip ya
da düşman gibi gördüğü kim olursa olsun diğerlerine karşı öldürücü ve kindar
davranışları doğurmaktadır. Bu yüzden taassup şiddetli çatışmaları ilerletmekte ve var olmanın, çatışma kanunları ve araçlarının galip ve mağlup, yenen ve
yenilenin hâkim olduğu tekrarlanma fonksiyonu gereğince keskinliğini ve şiddetini arttırmaktadır. Kabilenin siyasi rolü, afrika siyasi toplumu içinde temel
bir eksen oluşturmaya başlamış ve demokrasiye, devlete ve bizzat kendisi için
olumsuz bir olguya, toplumun tamamı için endişe uyandıran (kabilenin siyasette rol oynaması), Afrika kabilelerinin sayısı ve renklerinin şeklini alan Afrikalı
şeklini, rengini ve içeriğini alan çoğulcu demokrasi (partili) modelinin sağladığı
demokrasi portlerinin sağladığı örtü altında kabile yönetimlerinin (devlet kabile
ve kabile devleti) ortaya çıkmasına dönüşmüştür.
Somali’deki toplumsal harita Somali ve Sab olmak üzere iki kabilevi kökten
oluşmaktadır. Birincisi dallanarak dört temel kabile kolu ortaya çıkarmaktadır
ki bunlar (Al-Darud, al-Heviye, İshak ve İsa). Sab’dan ise iki temel kök ortaya
çıkmaktadır bunlar da al-Diyjel ve Al-Rahnaviyeyn’dir. Bu altı kabilenin kökleri dallanarak yaklaşık Somali, Eritre, Cibuti, Etyopya, Kenya’nın içine ve dışına yayılan 80 kabile ve aşiret koluna ayrılmıştır. Bazıları ise bunları Al-Samrun
Said, al-Darud ve al-Heviye’nin oluşturduğu üç büyük kabile grubu ile İshak ve
İsa’dan oluşan küçük gruplar olarak ayırmaktadır. Somaliler soylarını ezberlemek ve kabileye mensubu olmalarından dolayı övünmeleriyle tanınmaktadırlar.
Küçüklerin en büyük dedesine kadar soyunu sayabildiğini görürüz. Dört büyük
kabile Der, al-Darud, al-Rehvanin ya da Adğal, al-Merfli ve Al-Heviye başta olmak üzere Somalilerin çoğunluğu Arap asıllıdır. Her kabilenin içinde dağılan
onlarca aşiret ile ana kabileler Somali coğrafyası üzerinde dağılmaktadır. Dağılımları Dar kabilesi kuzeyde, al-Darud ortada, al-Haviye başkent Mogadişu’da,
Cevher, beldavin ve Al-Rajnevin Say bölgesinde, Bakul ise Beyduva yakınlarında şeklindedir.
Kabile düzeni tarih boyunca temel bir rol oynamıştır. Kabile kendini korumayı
üstlenen ve çeşitli ihtiyaçlarının sınırları dâhilinde anlaşmalar imzayan küçük bir
devlet şeklinde meydana çıkmıştır. Somali’de kabile, 1991 yılında Siyad Berri rejimini düşüren kuzey ve güney işbirliğinde olduğu gibi devleti oluşturma, rejimi
düşürme ve isyanlarda ana ekseni oluşturmaya devam etmiştir.
86
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
1969-1991 yılları arasında yönetimde bulunan Siyad Berri rejimi de Kuzey
yönetimi gibi Somali krizlerinin derinleşmesinde, tek parti diktatörlüğü ya da
siyasi muhaliflerin baskı altına alınması ve tasfiyesine katkıda bulunmuştur.
Kuzey nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan İshakiler başta olmak üzere
Kuzeyin çocuklarından çok kişiyi öldürmüştür. Kuzeyde ki siyasi muhalafetin
gelişmesine yol açacak şekilde Al-Mijarateyn ve İshak kabilelerine mensup
kişilerin devlet içindeki etki ve nüfuz noktalarından uzaklaştırılması ve AlMerihan kabilesinin nüfuzunun arttırılması yönündeki icraatları Berri’nin
düşmanlarının kendisine eleştiriler yöneltmesine neden olmuştır. Bu yönetimde
bulunanlar ile bulunmayanlar olacak şekilde kabilevi önyargılarının uyanmasına
ve Somali toplumunda şiddetli bölünmelerin meydana gelmesine katkıda
bulunmuştur. En barizi, ülkeyi adalet ve esnekliğin olmadığı ve ülkenin
kuzeyinde bulunan ve % 50’lik kısmı oluşturan İsa ve İshak kabilelerini birçok
siyasi ve sosyal haklarından mahrum edilmesine yol açacak bir siyasi yönetim
ile yönetmesi olan birçok hataya düşmüştür.
Bu yüzden (İshak) kabilesinin başkanlığında Somali ulusal hareketini temsil etmesi için farklı kabile ve siyasi partilerin oluşturduğu bir karışım olarak 1980
yılında Londra’da Somali muhalifet partileri kurulmuştur. Bu oluşumu General
Abdullah Yusuf’un başkanlığında Majerteyn ve Avcadeyn kabilelerinden oluşan yine kabilevi motifle oluşturulmuş Somali Milli Cephesinden birkaç silahlı
örgütün kuruluşu takip etmiştir. Ardından da Al-Haviye kabilesinden General
Muhammed Farah Aydidi ve Ali Mehdi Muhammed başkanlıklarında Birleşmiş
Somali Konferansı örgütünün kurulması ve Somali’nin güneyinde bulunan AlDarud kabilelerinden oluşturulan silahlı örgütün kuruluşu gelmiştir. Kuzeyli ve
Güneyli muhalefet Mogadişu’ya yürüyerek kuşatma altına aldı ve 28.01.1991’de
Siyad Berri reijiminin düşmesiyle dünün müttefikleri ve dostları arasında yönetim ve paylaşımı konusundaki çatışmalar alevlendi ve Somali kabileler arasındaki ve kabilenin kendi içinde aşiretler olarak kabilevi bölünmenin alevlendirdiği iç savaş ve siyasi şiddetin içine sürüklendi. Al-Haviye kabileleri ile ve Birleşmiş Somali Konferansı çemberi içinde ise Ali Mehdi Muhammed ve Muhammed
Farah Aydidi ki kendisinin başkanlığa layık olduğunu düşünüyordu, aralarında
öğütücü bir savaşa girdiler. Bunun ortasında İshak kabileleri 17.05.1991 yılında
İbrahim Akal başkanlığında başkenti Heriksa olan Somali Toprağı Cumhuriyetinin bağımsızlığını ilan ettiler. 1998 yılında ise Somali-land Kuzey Cumhuriyeti
bağımsızlığını ilan etmiştir. Aşiretler, partiler, gruplar, milisler ve ittifaklar arasında ki savaş; vatan, devlet, insan hakları, vatandaşlık, demokrasi ve eşitlik vd.
gibi birleştirici tüm olguların yıkılması şeklinde siyasi şiddet, iç savaş, kabileler
arası savaş ve aşiret çatışmaların devam ettiği on sekiz yıl boyunca sürmüştür.
Üstelik büyük kabilelerin zorbalığı ve siyasi yönetimin yokluğunda kamu çıkarları hesabına yapılan bencillik, kabileye sadakat gerekçesiyle kanunlara uyma87
SOMALİ’DE DEVLET İNŞASI SORUNU VE BÖLGESEL VE ULUSLARARASI DEĞİŞİMİN ETKİSİ • Saida Muhammed Omar
mayı engelleyen kişisel sınırların ortadan kalkması ve kişinin kabileye bağlılığın
içinde erimesi nedeniyle devletin egemenliğine bağlılığın yok olması, siyasi
partilerin içinde bulunduğu durum olan kabilevi ve partisel oluşum örtüsü altında kişisel çıkarlar için yapılan anlaşmalar ve isyanlar artmıştır.
Yanlış toplumsal yöntemler, kabilenin yönetim ve iktidara (kabilenin kalesi)
egemen olmasında temsil edilen tek bir gerçeğin arkasında yattığı sistematik
kabilevi oluşumlar (siyasi partiler) sonucunda doğmuştur. Bu nedenle dayanaksız dürtüler ve gerekçelere dayanan çatışmalar ve birbirini boğazlamalar
yaşanmıştır. Her kabile hak sahibi olduğunu iddia etmektedir ve bu taassup
durumu Somali’yi ağıt yakılacak bir hale getiren fitneye, kaosa, düşmanlıklara,
kanlı silahlı çatışmaların yaşanmasına neden olmuştur.
Göreve geçmede kabileye mensup olmanın hâkim olması yolsuzluğun artmasına neden olmuştur. Siyasi güçlerde, kabile renklerine boyanıp rejimin düşürülmesinden sonrası için plan yapmadan silaha sarıldığı zaman vahim bir hata işlemiştir. Kabileler partiye ve kabile reisi de makamını çocuklarına ve akrabalarına
devreden bir parti başkanına, kabile kurumu da kabilenin çıkarlarını koruyan ve
zenginliklerin, nüfuzun ve makamların dağıtımı oyununda kendi kabile üyelerinin nüfuzunu dayatan ırkçı bir partiye dönüşmüştür. Kabilenin siyasi bir partiye dönüşmesinin tehlikeleri vatana duyulan aidiyet ve sadakatin gerileyerek
kabileye olan bağlılığın mutlak bir önceliği olan bir oluşuma dönüşmesi olarak
ortaya çıkan aidiyete ait öncelikler sıralamasını delip geçmesinde yatmaktadır.
Somali modeli liberal demokrasinin (çoğulculuk) başarısızlığını kanıtlamaktadır. Seçimlerde hile yapılması ve satın alınmış oyları bir kenara bırakırsak vatandaşlığı ve eşitliği sağlayacak demokratik çeçeve içinde kabilenin devletle
olan ilişkisindeki çıkmazı içinde bulunulan siyasi durumu büyütmüş ve özellikle
her kabilenin bir partiye sığınması ve silahla güçlenmesi sonucu herhangi bir
reform ve demokratik kalkınma başarısı gösterme imkânı vermeyecek şekilde
daha fazla çatışma ve öldürmeyle toplumsal durumda kriz yaratmıştır.
Açıktır ki Somali kabilelerinin aralarında haklara sahip olmak ve yönetimi ele
geçirmek için güç üzerine oynamaları hiç sona ermeyecek. Bu başarısızlığa Irak
ve Lübnan modelinde gördüğümüz gibi orta ve reformcu çareler (bölüşüm)
düşünülmüştür. Cibuti’de ki Arta konferansının da 2000 yılından beri kabul
ettiği bu çözüm 4.5 genel kabile esasına dayanmaktadır. Dört tanesi büyük
kabilelere yarısı da azınlıklara olacak yani hükümet pastasının paylaşımı şu şekilde gerçekleşecektir: Toplamda 4 kabileden oluşan her büyük kabileye parlamentoda 61 sandalye azınlıklara da 31 sandalye verilecektir. Somalili arştırmacı
Muhammed Deryel’in analizlerine göre kabilenin olumsuz yanlarından biri de
hükümet ya da parlamento içindeki payının dağıtımında somutlaşmaktadır.
88
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Çünkü kabileye hâkim olanlar çoğunlukla çatışmaların ve istikrarsızlığın nedenlerinin ta kendisidir. Bu yüzden hükümet ya da parlamentoda ki temsilcilerini
seçtikleri zaman kendi kriteterlerine tabi olacak bu da kabile içindeki yeteneklerin sindirilmesine neden olacaktır.
Sonuç ve Tavsiyeler
Yukarıda zikredilenler ve araştırmacının 2012 Aralık ayında Somali’nin başkenti
Mogadişu’ya yaptığı ziyaretten sonra bu çalışma aşağıdaki tavsiyelere ulaşmıştır.
1. Siyasi ve sosyal krizin köklerine geri dönülmesi zorunlu bir adımdır. Çünkü siyasi
ve kabilevi uzlaşma olmadan kriz için uzlaşmacı bir çözüme ulaşmak mümkün
değildir. Buna ulaşmak için de sosyal adalet ve vatandaşlık üzerine kurulu bir
eşitliğin gerçekleştirilmesi zorunludur. Mogadişu’nun merkezinde yer alan Bakarah pazarındaki gezimiz sırasında bir tüccar bize genellikle kabile başkanlarının
topladığı vergileri hükümetin toplamaya başlamasından dolayı bir alınganlık
yaşandığını zikretti. Hükümet, vergilerin toplanmasında bazı tüccar ve satıcıların
itirazıyla karşılaşmıştır. Çünkü onlar kabile başkanının parayı almaya hükümetten
daha layık olduğunu düşünüyorlar. Zira kendisi onlara hükümetin sağlayamadığı
korumayı sağlamaktadır. Hükümet kabile hassasiyetini ortadan kaldırmaya geleceğe bırakarak şimdi görmezden gelmeyen bir çerçeve içinde ulusu inşa etmenin
önemi hakkında bilinçlendirici bir stratejiye ihtiyaç duymaktadır.
2. Güvenlik ve ekonomi başta olmak üzere Somali toplumunun ihtiyaçlarını yerine getirecek kurumlar meydana getirerek devletin inşa edilmesinin gerekliliği. Bu, kanun devletinin kurulması iç savaşın birikmiş etkilerinin azaltılması,
gençlerin yasadışı faaliyetlere katılmalarını azaltacak iş fırsatlarının yaratılması
ve buna ek olarak okur yazarlık oranlarını soğuracak ve önemli bir iş olan toplumun ferdleri arasında barış kültürünün oluşturulması için gerekli eğitim düzeyini arttıracak eğitim kurumlarının inşa edilmesi için gerçekleştirilmesi gereken
çok önemli bir adımdır.
3. İslam alimlerinin ve İslami kurumların cihatçı örgütlere üye olan ve destekleyenler arasında İslamın ve ilkelerinin doğru anlayışını ekmek için katkılarda bulunması gerekir. Böylece bu örgütlerin toplum içindeki yaygınlılıkları ve etkileri
azaltılabilir.
4. Müslüman ve Arap ülkelerinin bu aşamada Somali devletinin yeniden inşa
edilmesine katılımda bulunmaları çok önemlidir. Şimdiki hükümetin istikrarı
gerçekleştirme ve farklı devlet organlarının yapılandırılması kabiliyeti üzerine
oynanan bahsin kazanması Somali’nin uluslararası arenaya dönmesinin zeminini hazırlayan eksensel bir olaydır. Bu da sınırlarını aşarak komşu ülkelere ve
dünyaya uzanan şiddet olgularının tehlikelerini azaltacaktır.
89
‘SAĞIR ODA’ KAVRAMI
ÇERÇEVESİNDE YENİ
GENÇLİĞİN SİYASİ DURUŞUNA
ELEŞTİREL BAKIŞ
Dr. Muhammed İkbal Bakırcı
Özet:
Doğası gereği akıntıya kapılma oranı yüksek olan gençlik; siyaset, sanat, kültür ve ahlak
gibi kavramları kendi ekseni doğrultusunda yeniden üretmektedir. Fikir yürütme, muhakeme, karar verme süreçlerini göz ardı ederek “anı yaşa” yan yeni gençlik, çevresine duyarsız, geçmişine bigâne olmasına karşın bugününü fazlasıyla önemsemektedir.
Gençlerin bu durumu hiçbir şekilde dinlenemeyen mekân anlamına gelen “sağır oda”
kavramı bağlamında irdelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Yeni gençlik, siyaset, apolitik-depolitik sarmalı, toplumsal dönüşüm,
massmedia.
Abstract:
Due to the nature of youth with high rates of drift reproduce politics, art, culture, morality and such as concepts according to its own way. The new youth living in the moment by ignoring execution of the idea, reasoning, decision-making processes care the
present day more than their past. The situation of young people is examinated in the
context of dead room which is never listened.
Key Words: New youth, political, apolitical-depolitik spiral of social transformation,
mass media.
91
‘SAĞIR ODA’ KAVRAMI ÇERÇEVESİNDE YENİ GENÇLİĞİN SİYASİ DURUŞUNA ELEŞTİREL BAKIŞ • Dr. Muhammed İkbal Bakırcı
GİRİŞ
Bugün bir medeniyetin algı düzeyinde zelzele sonrası halini yaşıyoruz.
İstanbul’da Süleymaniye’si, Edirne’de Selimiye’si yıkılmış, Erzurum ve Sivas’ta
Ulu Camii gibi kökleri toprağı tutan çınarları sökülmüş, erozyonlarla başı dertte
bir coğrafyayız. Algı düzeyinde bir zamanlar kazma vurulup yıkılan eserlerimiz,
bugün yeniden yükselmeli İstanbul ve tüm coğrafyamızda. Birkaç renkli taştan
ibaret sanılan Sultanahmet, süslü bir cami denilen Selimiye; algı düzeyinde tam
manasıyla harabeye dönüşmüş durumda bugün. Görselin ardındaki görünmeyeni görmeli, mavi nehirlerden bihaber kalmamalıyız artık. Toplumsal gönül
deryamıza bağlanan kanallar açmalıyız. Ve her açılan yeni kanal görsellerimizin
ruhaniyetini yeniden inşa etmeli. Coğrafya olarak “bu hale nasıl geldik?” sorusuyla öz eleştirimizi yapma vakti geldi de geçiyor artık. Hücre hücre dağıtılmış,
saçıp savrulmuş genç adamın parçaları yeniden nesc olmalı medeniyet algısının kökenlerine. Ve gençliğin damarlarına medeniyetinin yeniden zerk edileceği
o günü sabırsızlıkla bekliyoruz.
Gerçekle düşselin iç içe geçtiği, hatta çoğu kez düşselin gerçeğin yerini aldığı
illüzyonlar dünyasında, bazı şeylerden bahsederek hakikatin yakasına düşen
lekeleri temizlemek, hileli görüntüleri ayıklamak ve anlamsızlıklar yığınından
kurtulmak için ne gerekirse yapılmalıdır.
1970’li yıllarda dünyaya hâkim olan krizlerin ortak sonucu olarak bir siyasi görüşe inanmak gençler arasında revaç bulmuştu. Bir başka ifadeyle, bu birilerinin
başarısıydı ve başarılmıştı. İrade edilen bu politikaların gerçekleştirilmesinde
kullanılan en etkin yöntem kuşkusuz “Massmedia” idi. 1980’li yıllardan itibaren gerektiğinde dozu ayarlanabilen ve kapsamlı olarak kullanılan bu yöntemin
neticesinde hem devlette hem ebeveyn ve çocuklarında dış dünyaya kapıları,
pencereleri, perdeleri kapalı, yalıtılmış sağır odalar oluşturuldu. Kitle iletişim
aracı olarak kendini tanıtıp esasen kitle ikna silahı olarak kullanılan massmedia
yoluyla, gençlerin siyasetle olan ilişkileri her dönem ayrı ayrı yönlendirilmişti.
Bazen duyarlılığı artırılmış bazen de duyarsızlaştırılmıştı. Son olarak 80 darbesiyle gençlerin medeniyet ve hayat algısındaki fakirleşmenin önü açıldı. Toplumun algı evreninde dünyaya kapalı sağır odalar inşa edildi. Umursamazlık;
birtakım televizyon programları, diziler, filmler ve özel basılı yayınlar ile sosyal
eğitim kontrol altında tutularak güçlendirildi. Eğilimleri bu güne kadar yönlendirilen çağımız gençliği, artık gün bitiminde sanal âlem içre sağır odalarına
çekilir oldu.
Veri tarama ve inceleme yöntemi ile yapılagelmiş olan çalışmaların izleri takip edilerek hazırlanan bu çalışmada, “ülkemizde gençlerin siyasete duyarsız
kalması” olgusu ve bu olguyu oluşturan “tarih, gençlik, internet, massmedia
92
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
ve hiçbir şekilde dinlenemeyen mekân anlamına gelen sağır oda” kavramları
irdelenecektir.
1. 1923’TEN BUGÜNE
Olayları zaman-mekân bütünlüğü içinde değerlendirmek gerekir. Her vakıa
kendi zaman-mekân bütünlüğü içinde anlamlıdır. Biz de çalışmamızı 1923’ten
günümüze ülkemizde yaşananları kare kare inceleyerek şekillendirdik.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında dönemin şartları gereği, siyaset kurumunca
devrimleri ve yapılan yenilikleri kapsayan bir yapılanma politikası uygulandı.
Ceviz ağacının yaban dalları, ağaç ceviz versin diye budandı. Çınarın kırık dalları kesildi, böcek sardığı varsayılan yanları kazındı. Bu yapılanma politikası
hem toplumsal düzlemde hem de yöneten erk düzleminde çok yönlü bir perspektifle hayata geçirildi. Çınarla oynandı ancak toprak ve kök hiç değişmedi,
değiştirilemezdi de. Siyaset kurumu tarafından dönemin massmediasının en
önemli ayaklarından birisi olan gazete ve dergiler; yönlendirilerek, yön verici
bir biçimde önleri açılarak veya inceden inceye devrime uygun tül tül elbiseler
giydirilerek, yeniden yapılandırıldı.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, gerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası gerekse Serbest Cumhuriyet Fırkası dönenimde uygulanan bu politikalar; siyasal bağlamda
toplumsal yapı taşlarımız olan gençler ve ebeveynler arasında ebeveynleri çok
daha fazla etkilemiştir.
İsmet İnönü, Atatürk’ün ölümü üzerine 11 Kasım 1938’de TBMM tarafından cumhurbaşkanı seçildi ve “kayd-ı hayat” şartıyla CHP genel başkanlığına getirildi.
İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesinden hemen sonra başlayan II. Dünya
Savaşı (1939-1945), “ülkeyi savaştan uzak tutma” gayreti ifade edilerek aslında
adı konulmamış bir iç siyaset yasağı için maşa olarak kullanılmıştı. Ekonomik
ve toplumsal sıkıntılar yanında rejimi korumak da devletin göreviydi ve bunun
için ülkemizde dindar olarak bilinen kesime yönelik baskı politikaları uygulanmıştı. Bu uygulamalar ise halkın hafızasına ve vicdanına kaybolmayacak şekilde
kazındı. Hasan Ali Yücel’in öncülüğünde kurulan Köy Enstitüleri, bu dönemde
yürürlüğe girmişti. Kapatılana kadar çoğunluğu köy kökenli 20.000 genç, köy
öğretmeni vasfıyla özel bir misyon yüklenerek eğitilmişti. Eğitilen bu gençlerin,
köy öğretmeni olarak toplumsal hayata ciddi mânada tesirleri olmuştu.
Dönemin massmediası; devrimler ve hayata geçirilen yenilikler kapsamında bir
yapılanma yerine, statükoyu koruma ve sürdürme amacına yönelik etkin bir
unsur olarak rol almıştı. İsmet İnönü döneminin temel karakteristik yaklaşımı
“Anadolulu” diye tarif edilen kesimin siyasi alandan dışlanması şeklindeydi. O
dönemin yöneticileri, hâkim ve savcıları “Anadolulu” diye tarif edilen halkın
93
‘SAĞIR ODA’ KAVRAMI ÇERÇEVESİNDE YENİ GENÇLİĞİN SİYASİ DURUŞUNA ELEŞTİREL BAKIŞ • Dr. Muhammed İkbal Bakırcı
sadece çiftçilik yapıp asker yetiştirmekle sorumlu olduğuna inanıyordu. Anadolulu bu dönemde siyasi arenanın dışında tutulmaya çalışılmış olsa bile üniversite gençliği adım adım siyaset rüzgârının etkisi altına giriyordu. Gençlik ve
ebeveynler, bu dönemde güdümlü bir siyaset anlayışına yönlendirilmişti. Bu
amaç için “zihinsel anlayışı, birikimi ve fikri alt yapısı sağlam bireylerden ziyade
sadece görünüşü partili olan, kof, içi boş ama miting ve yürüyüşlerde ön safta
boy gösteren” taraftar kitleler üretilmişti. CHP’nin ideolojik alt yapısından haberi olmayan tabur tabur CHP’liler oluşturulmuştu. Siyasi hareketler, fikri alt
yapıdan yoksun bir zeminde, faydalı tartışmalardan çok uzaklarda yürütülüyor,
toplumun temel dinamikleriyle oynanmaya çalışılıyordu. Zorla yapılan bir protez gibi bu acı verici operasyon; bir sonuç olarak Demokrat Parti’yi meydana
getirdi. Demokrat Parti’nin doğuşu toplumda büyük heyecan yarattı.
1946 yılında kurulan Demokrat Parti, kuruluş aşamasında kendisine kaktı sağlayan iç ve dış dinamiklerin ivmesiyle 14 Mayıs 1950’de girdiği ilk seçimde iktidara
geldi. Basın özgürlüğü için söz veren Demokrat Parti’ye ilk yıllarda basın kuruluşları tarafından doğal olarak güçlü bir destek vardı. 1950 Basın Kanunu ile
hükümet basın üzerindeki denetimini büyük oranda kaldırdı. Basın ve hükümet
arasındaki “balayı dönemi” olarak nitelendirilen bu yıllar, Kore Savaşı ve ekonomide artan bunalımların etkisiyle kısa sürdü. 1954’ten sonra hoşgörüsüz ve sert
bir tavra yönelen iktidar partisi bir dizi yasa çıkardı. Basın - hükümet ilişkisi yasalara yansıyor, çıkan yasalar ise ilişkileri daha da bir kötü ediyordu. 1954-1960
yıllarında ülkemizde bir sıçrama yaşanmış olsa bile Türk basın tarihinde sonu
gelmeyen davaların dolup boşaldığı gergin geçen bir dönemdir aynı zamanda.
Gece yarısına doğru nöbetçi mahkemelerce alınan kararlarla gazete manşetleri
kazınıyor, sütunlar ertesi gün beyaz, boş bir sayfa olarak çıkıyordu. Nihai olarak
Demokrat Parti, iktidar yıllarının sonlarına doğru, muhalefetle girdiği mücadele
ve gerçekleştirdiği uygulamalarla siyasal açıdan kendi sonunu getirdi. Bu dönemin massmediası, iktidarın hâkim olmaya çalıştığı, ama bunu gerçekleştiremediği dördüncü güç haline gelmişti. Massmedia bu dönemden sonra ülkemizde
artık daha bir cesur olmuştu.
27 Mayıs 1960 günü Milli Birlik Komitesi’nin silahlı kuvvetler adına yönetime el
koymasıyla Türkiye’de yeni bir dönem açıldı. Basın yasaklarının hemen hemen
tamamı kaldırıldı. Darbenin akabinde kabul edilen 1961 Anayasası ile siyasi hayat ve basın, kendini kilitleyen bir prangadan kurtuldu sanki. 1961 Anayasa’sının
getirdiği özgürlükler çerçevesinde, özellikle gençlik merkezli bir partileşme süreci yaşandı. Bu süreç, ardından ideolojik kimlik kazanmaya dönüştü. Gitgide
politize olan yeni yeni gruplar oluştu. Kendi gençliğimiz, dünyadaki gençlik hareketlerine paralel olarak, sosyalist, İslamcı, devrimci vb. akımlardan herhangi
birini tercih ediyor ve bu tercih edişinin gerektirmelerini yaparak anarşik eylem94
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
lerin başını çekiyordu. Militan kavramını; bir ideolojinin, ya da düşüncenin gerçekleşebilmesi için mücadele eden kimse olarak tanımlarsak 27 Mayıs Darbesi
ve ardından gelen rahatlatıcı uygulamalar ile sonraki 20 yılda ülke gençliği militanlaştı diyebiliriz. Böyle bir militan kavramı ekseninde eylem ya da eylemsizlik
sürecindeki gençliğimizin zihniyetini de militanist olarak ifade edebiliriz.
Genel olarak 1950-1960 yılları sonrasında sanayileşme ile birlikte kırsal kesimlerden kentlere doğru devam eden iç göç hızlanmış ve bu çerçevede çarpık
kentleşme, gecekondulaşma, işsizlik gibi toplumsal sorunlar ülkemizin toplumsal gelişim dinamiğini derinden etkilemişti. İç göç ile ortaya çıkan kültürel
uyumsuzluk olgusu, toplumsal zeminden siyaset zeminine militanist bir renk,
bir ten eklemlemişti. Göç eden ailelerin evlatları siyasî görüş olarak sisteme
başkaldırıdan ziyade, ekonomik dengesizliğin giderilmesi amacıyla katıldıkları
siyasi yapılanmaların militanist kanadını oluşturmuşlardı. Neredeyse tamamına
yakınının ortak karakteristiklerini eğitimsizlik ve yoksulluğun oluşturduğu bu
militanist kanat, mensup olduklarını zannettikleri siyasî hareketin aktörleri tarafından en rahat harcanan kesim olmuştu. Dünyada 1973-1974 yılları arasında
yaşanan petrol krizine bağlı olarak ortaya çıkan ekonomik gelişmeler siyaseti
ve sosyal yapıyı değiştirmiş, uzun vadeli etki yaratan bir takım gelişmeler doğurmuştu. Gerekçesi Arap-İsrail savaşları olduğu ifade edilse de sonuçları küresel boyutlarda tezahür eden petrol krizinin etkileri ve bu etkilerin etkileşimleri,
ülkemizi de birçok yönden tesiri altına almıştı. 1970’li yıllarda dünyada gerçekleşen anarşist eylemler, siyasi suikastlar ülkemizde de dünyaya paralel frekanslarda yaşamın bir parçası haline gelmişti. “Kurtarılmış bölgeler” kavramı ortaya
çıkmış, sokaklarda ölüm ve cesetler her gün manşetlerde boy gösteriyordu.
1970’li yıllarda, gençliğin siyasete katılımı, anarşist söylemlerle var olmuştu.
İktidarı silahlı mücadele ile elde edeceğini sanan bir zihniyete dönüşmüştü.
1960-1980 yılları arasında, gençliğin siyaset algısının, kuramsaldan anarşizme
dönüşümü inkâr edilemez bir vakıadır. Bu süreçte yaşanan karışıklıklar hem işe
yarar bir zafere (!) varamamış hem de sistemin dengesini alt üst etmişti. Bu 20
yıllık dönemi işlevsiz bir dengesizlik olarak nitelendirebiliriz.
1980’li yıllar en genel anlamıyla, Batı’nın kültür göçünü ve sosyal, ekonomik
değişimleri temsil eder. Krizler sonrası şekillenen yeni orta sınıf ekonomiler eski
Sovyet Bloğu Ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkede su yüzüne çıkmaya,
radikal dini hareketler ise özellikle Orta Doğu’da kendini açığa çıkartmaya
başlamıştı.
Politize edilmiş toplumun kaotik düzleme çekilmesiyle 12 Eylül 1980 askeri darbesi gerçekleştirildi. Askeri yönetim, 1983 seçimlerinin ardından Turgut Özal’ın
başbakan olmasıyla yerini sivil yönetime bıraktı.
95
‘SAĞIR ODA’ KAVRAMI ÇERÇEVESİNDE YENİ GENÇLİĞİN SİYASİ DURUŞUNA ELEŞTİREL BAKIŞ • Dr. Muhammed İkbal Bakırcı
1980 sonrasında Türk basınında meydana gelen yapısal değişimin, en çok dikkat çeken parçası dergicilikte çok ileri bir adım atılmasıydı. Medya organları
basın dışı işverenlerin eline geçmişti ya da basından gelme işverenler gazetecilik dışı faaliyetlerle birleşerek gazeteciliğin zanaat dönemini kapatıp basında sanayileşme dönemini açmışlardı. İşverenin rolü medya patronu kimliği ile
renkten renge giriyordu. Artık gazetecilikte temel amaç kamuoyunu bilgilendirmek değildi sadece. Basında, sanayinin ve piyasanın temel ilkesi olan arz-talep
mekanizmasına uyarak daha fazla kapital edinmeyi beraberinde getiren bir gazetecilik anlayışı hâkimdi. Massmedia; bu dönemde toplumda zihinsel kırılma,
sekülerleşme ve sermayeye yönelme ile siyaseti, hedefi sermaye olan bir araç
haline getirdi. Basın kavramı yerine kullanılan “medya” kavramında sembolik
olarak anlamını bulan bu değişim, hükümetle olan ilişkilerin yoğunlaşması, tekelci eğilimlerin güç kazanması ile devam etti. Bu dönem, basının medyaya
dönüşme süreci olarak da ifade edilebilir.
1980’lerin, simgesel bağlamda en çarpıcı ve anlamlı olaylarından birisi de Berlin
Duvarı’nın yıkılışı olmuştur. Herkesi eşit derecede yoksul bırakmada komünizmin üstüne yoktu. Kapitalizm ise insanları eşitsiz bir şekilde zenginleştiriyordu.
Soğuk savaş iki ekonomik sistemin, kapitalizm ve komünizmin mücadelesiydi.
Duvarın çöküşü ile birlikte kapitalizm ile komünizm barışmış, gitgide daha fazla
sayıda ülke aşağıdan yukarı yönetilmeye başlanmıştı. Yönetimlere yön veren
dar bir iktidar grubunun çıkarları değil halkın çıkarları, talepleri ve arzuları olmuştu. Tüm bu süreçte batı dünyasında ve ekseninde yer alan ülkelerde iktidara gelen sağ görüşlü politikacılar, yükselen neo-liberalizm akımının etkileriyle
yüzleşmek zorunda kalmışlardı. Duvarların yıkılması çok boyutlu bir takım algıların, kabullerin değişmesini gerektirmiş ve Soğuk Savaş’ın sonunu getirmişti.
1990’lardan itibaren küresel ölçekte tezahür eden bu değişimlerin etkilerinin 21.
yüzyılda da hissedilmeye devam edeceği rahatlıkla ifade edilebilir. Bu dönemde kişisel bilgisayarların yaygınlaşması, Windows işletim sistemlerinin doğuşu
ve modemlerin küresel telefon şebekesine bağlanması internet kullanıcılarının
sayısını jet hızıyla artırmış olması sosyal hayata bambaşka bir pencere açmıştı.
12 Eylül darbesiyle basının ve halkın depolitizasyon sürecine girmesi ve sansür
politikalarıyla toplumun preslenmiş olması, darbe sonrası dönemi de ciddi anlamda etkilemişti. Magazin içerikli yayın politikasının artarak devam etmesiyle
kendine yeni bir hareket alanı bulan sıkıştırılmış toplumsal beklentiler kontrolsüz bir açılma yaşamış, istismara açık hale gelmişti. Magazin programlarının
ve haberciliğinin bilinçsizce yapılması toplumda kültürel gelişimi yozlaştırmış,
gençliği magazin dünyasının hipnozu altına sokmuştu. Eğlenen ve hesapsızca
tüketen, kültürel değerlere ve siyasete duyarsız nesil modeli bu dönemde başlamıştı. Bu süreçte sağır odalarda tasarlanan depolitizasyon ninnileri, 12 Eylül
96
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Sendromu yaşayan ebeveynler üzerinde de etki yaratıyordu. 80’lerin günümüze bıraktığı yegâne miras, paranoya yaşayan ebeveynlerin evlatlarına yaşattırdığı siyasi duyarsızlıkla beraber kültürel cehalet, entelektüel erozyon, internet
uyuşukluğu ve magazin aldatmacaları olmuştur.
2. GENÇLİK
Genç, dünya hayatının muayyen bir dönemini ifade eden ve sadece insan için
değil tüm canlılar için geçerli olan bir genellemedir. Varlıklar dünya sahnesinde
belirir, genç olur, olgunlaşır ve silinerek bu sahneden göçer gider. Genç oluş;
zamana ait ve dair çocuklukla yetişkinliği birbirine bağlayan bir köprü olarak
değerlendirilmiş biyolojik bir gerçekliktir. Tekrarının mümkün ol(a)madığı bu
gerçekliğe genç denirken, gençlik ise daha farklı bir tanıma muhtaçtır.
Gençlik; başlangıcından itibaren gitgide genişleyerek yükselen helezonik bir
sarmal gibi tekrarı mümkün olan bir çeşit hâlet-i ruhiyedir. Gençlik doğası gereği akışkandır. Cesaretin çekingenliğe, macera isteğinin rahata üstün geldiği
bir haldir. Ölçü tanımayan, ihtirasla hareket eden, her an her konuda aşırılığa
kaçma eğilimine sahip biyolojik, psikolojik, kültürel ve toplumsal özellikleriyle
çok boyutlu olmanın güçlüklerini taşımaktadır. Pek çok problemi bir arada yaşayan gençlik, dışarıdan gelebilecek her türlü tehlikeye de açık olmanın eksikliğini tüm çevresine yaşatır. Kültürümüz de “delikanlılık” olarak tanımlanan bu
dönem kimine göre “fırtına” dönemi kimine göre “sessiz bir çalkalanış” olarak
nitelendirilmektedir.
Gençlik, hayatın gerçeklerine aldırmaksızın “toplumda adalet derhal sağlansın,
eşitsizlikler hemen kaldırılsın” ister. Gençlerde bu eğilimler o kadar güçlüdür
ki, amaçlarına ulaşmak için kolay çözümlere hemen bel bağlar ve önder olarak
inandığı kişilerin peşlerine çok çabuk takılırlar. Gençlikle ilişkilendirilen eğilim,
inanç ve değerlerin ölçüsüzlüğü ya da abartılı hali gençlik geçip gittiğinde bir
ölçüde budanabilir. Yani gençlik her ne kadar haleti ruhiye olsa da zamana bağlı
olarak değişen sosyo-demografik bir kategori olarak da değerlendirilmelidir. Bu
kategorinin değeri bugünle gelecek arasında toplum içinde bir bağ kurulmasını
ve ulusların tarihi varlığını geleceğe taşımasını sağlayacak en önemli araç olmasından kaynaklanmaktadır. Gençliğe kıymet biçilmesinin nedeni, toplumsal
iş gücü ve dinamizmin lokomotifi olmasından ve duygularının coşkunluğa yakın
durması nedeniyle toplumsal hareketlerde tetiklenmesi en kolay, zararlı uyaranlara karşı korunması en zor grup olmasından kaynaklanmaktadır.
Çalışmamızda şimdiye kadar çizdiğimiz tarihsel arka planda da görüleceği üzere, ülkemiz gençliği, Atatürk döneminde ve İsmet İnönü döneminde dünyadaki
etkileşimlere kapalıydı.1950’li yılların ortalarına kadar gerek siyaset kurumunda
97
‘SAĞIR ODA’ KAVRAMI ÇERÇEVESİNDE YENİ GENÇLİĞİN SİYASİ DURUŞUNA ELEŞTİREL BAKIŞ • Dr. Muhammed İkbal Bakırcı
ve gerekse politik yaşamda aktif rol pek almamaktaydı. 1950’li yılların ikinci
yarısından sonra ülkemiz gençliğinin okuyan kısmı; mevcut iktidara karşı cephe alan muhalefet partisi ve ordu tarafından, yönlendirilerek sokak eylemlerinin içine itilmişti. 1950’li yılların sonlarına doğru partileşme ve ideolojik kimlik
kazanma sürecini tamamlayan gençlik, 1960’lı yıllarda politize olma sürecini
de tamamlayarak ve siyasi tercihleri çerçevesinde örgütleşerek militanlaş(tırıl)
mıştı. Gençler, dünyadaki benzer yapılanmalara paralel olarak 1960’lı ve 1970’li
yıllarda anarşik eylemler ve cinayetlerle anılan bir konseptin parçası haline gelmişlerdi. Gençlerin siyasi akımlara, izm’lere doğaları gereği akışkan bir biçimde
katılımları; küresel aktörlerce halk arasında anarşik olarak tanımlanan şiddet
eylemlerine kolayca dönüştürülebilmişti maalesef. 1970’li yıllar, ülkemizde siyaset kurumunun olaylar karşısındaki acizliği ve yaşanan acılar bir bir siyasete bulaşmamış gençlerin ve ebeveynlerin hafızalarına silinmeyecek biçimde kazındı.
1980 yılında ülkemizde başlayan ve 12 Eylül süreci olarak adlandırılan dönemde,
gerek devletin ve gerekse başta aile olmak üzere neredeyse tüm sosyal kurumların temel amaçları, gençlerin bir daha anarşist olmamaları şeklinde ifade edilebilecek politikalara odaklanmıştı. 12 Eylül sürecinin deyim yerindeyse ülkenin
ve halkın üzerinden silindir gibi geçmesi ve baba, ağabey, kardeş, arkadaşların
insan soyunun kataloglarından ansızın silinmesi toplumsal bellekte can yakıcı
ders veren izlekler bırakmıştı. Huzurun apolitize olmakla, olup bitenlere duyarsız kalmakla elde edildiği ve korunduğu algısı; kabullenilmiş bir zorunluluktu.
Gençlik bu dönemden sonra ebeveynlere göre sönük kaldıkça korunabilecek
bir nesil, devlet erkine göre ise silik oldukça zararsız kalabilecek potansiyel bir
tehlike niteliğine dönüştürüldü.
Massmedia’nın devreye girmesiyle bu hipnotik aktör gençleri tesiri altına alıp
duyarsız nesilleri şekillendirdi. Gençliği, sağır odalarda apolitize-depolitize çıkmazına hapsetti. 2000’li yıllara gelindiğinde artık sadece duyarsız bir gençlik
değil duyarsızlığının da farkında olmayacak kadar algıları körelmiş bir gençlikle
karşılaştık.
Baskı altında olduğu için duyarlı davranamayan 80’lerin gençliği, şimdi yerini
duyarlılığını tam anlamıyla yitiren, değerler dizgesini kendinden başlayıp yine
kendinde bitiren bir gençliğe bıraktı. Varlığını kendi dışındakine hissettirmek
için ise sanal dünyanın kahramanları arasına girmek suretiyle çeşit çeşit yollar
deneyen, dumandan direklere kudretsiz bayraklar çeken bir gençlik inşa edildi
ne yazık ki. Lüks bir gençlik için hilekârlığı zekâ yaptık farkına bile varmadan.
Bilinçsizlikle köleleştirdiğimiz gençliği eğitelim derken azgınlaştırdık. Bilgiye
ambardan aşırılan darı muamelesi yaptık, “eğitim şart” derken hırsızlığı öğrettik gençliğe. Ticarete kurban giden gençlerimiz için örnek birey olarak korsan
kimlikler ön plana çıktı. Buna engel olamadık. Başarı için erdemli davranışları
98
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
feda ettik. Adeta genetiği ile oynanmış genç bireyler çıktı ortaya. Genç adam
dünyaya onu umursamayacak kadar uzak kaldı ve ihtiyarlamış biri gibi dünyadan koptu.
Ülkemizde 15-29 yaş arası 19 milyonu geçen genç olduğu değişik araştırmalarda belirtilmektedir. Bu rakamın sadece %4 ‘ü faal diye tanımlanabilecek etkinliklerde yer almakta. Geriye kalan milyonlarca genç ise bugün yastık altı hazine
gibi olduğu yerde duruyor. Ruh hastası bir pehlivan gibi var olan bir dinamizm
aksiyon kaybına uğramış öylece yatıyor maalesef.
3. İNTERNET
İnternet dünyasını anlayabilmek için öncelikle günümüz dünyasının en belirgin
tanımlarından biri olan ve üç büyük dönemde oluşan küreselleşmeyi ele almak
gerekir.
“Küreselleşme-I” adını verebileceğimiz birinci dönem; 1492’de Kristof
Kolomb’un eski dünyadan yeni dünyaya yelken açmasıyla başlayıp, 1800’lere
kadar sürmüş ve dünyayı Büyük Boy’dan Orta Boy’a küçültmüştü. Bu dönemin
önde gelen unsurları; insan gücü, beygir gücü ve buhar gücünden oluşan ülkelerin sahip olduğu güçtü.
1800’lerden 2000’e kadar süren Küreselleşme-II ise dünyayı Orta Boydan Küçük Boy’a dönüştürmüştü. Bu dönemde küresel entegrasyonun arkasındaki dinamik güç çok uluslu şirketlerdi. Hollandalıların ve İngilizlerin başını çektiği ve
sanayi devrimiyle gelişen bu çok uluslu şirketler pazar ve işgücü bulmak için
dünyaya açılmışlardı. Dönemin birinci evresinde buhar makineleri ve demiryolları ulaşım maliyetlerini düşürmüş, ikinci evresinde ise telgraf, telefon, PC, uydu,
fiber-optik kablolar iletişim maliyetlerini azaltmıştı. Mal ve bilginin kıtadan kıtaya kolayca ve hızla iletilebilmesi sayesinde gerçek küresel algının doğuşu ve
olgunlaşması bu evrede oldu. Küreselleşmenin sırrına vakıf olan dünya artık
önü alınamaz biçimde küçülüyor ve küçülmenin tadını çıkarıyordu.
2000 dolaylarında yepyeni bir döneme girdik Küreselleşme-III adıyla. Küreselleşme-III dünyayı hem Küçük Boydan Minik Boy’a getirmekte hem de oyun
alanını düzleştirmekteydi. Küreselleşme-I’in arkasındaki dinamik güç ülkelerdi.
Küreselleşme II’de ise şirketler bu sürecin mimarıydı. Kürselleşme-III’e gelince
fiber optik şebekeler ve çok çeşitli yazılımlar sayesinde sürecin mimarı “birey”
olmuştu.
Gutenberg matbaayı icat ettikten sonra baskıya geçiş onlarca yıl sürmüş ve
uzun bir süre gezegenin yalnızca küçük bir kısmında gerçekleşmişti. Sanayi
Devrimi de bu şekilde oldu. Oysa düzleşme süreci ise diğerlerinden çok farklı
99
‘SAĞIR ODA’ KAVRAMI ÇERÇEVESİNDE YENİ GENÇLİĞİN SİYASİ DURUŞUNA ELEŞTİREL BAKIŞ • Dr. Muhammed İkbal Bakırcı
olarak ışık hızıyla yayılmaya başladı ve gezegenimizdeki her bireyi doğrudan
veya dolaylı olarak etkiledi. 1990’ların ortasına gelindiğinde dünyanın düzleşme
süreci belli bir ölçüde yol almıştı. Berlin’de kendini aşikâr eden soğuk savaşın
sona erişi, duvarların çöküşü, pencerelerin (Windows) açılması, içeriğin sayısallaşması, internet tarayıcılarının yaygınlaşması, iş akışı yazılımlarının kesintisiz
şebeke oluşturması, gücün hızlı transferi, kutuplaşan dünyanın sona ermesi ve
birey merkezli yeni kutupların oluşması bambaşka küresel bir platform yaratmıştı. Her birey bir merkez haline gelmişti artık.
İnternetin teknolojik özellikleri sayesinde küreselleşmeyi de aşan bir etkiye sahip olması, 1970’li yıllarda hızlanan “küreselleşme”, “enformasyon çağı”, “sanayi sonrası toplum” tartışmalarının da merkezinde yer almasına neden oldu.
Özellikle internetin yeni bir kültürel mekân, gerçeklik, özgürlük alanı ve ekonomik bir pazar olarak ortaya çıkması, küresel değerlerin, kültürel formların,
kimliklerin, alışkanlıkların hızlı bir şekilde dolaşıma sokulmasını sağladı. İnternet
için işlemsel bir tanım geliştirmek adına birbirinden kopuk semboller içeren,
görselliğin öne çıktığı ama temsil işlevi görmediği pragmatik bir insan etkileşimi olarak tanımlar yapıldı. Bu yeni iletişim kipi, içinde bulunduğumuz çağa
damgasını vurdu. Tüm bu farklılaşma yeni bir iletişim ethos’unun ortaya çıkmasına yol açtı.
Dünya genelindeki bilgisayar ağlarını ve kurumsal bilgisayar sistemlerini birbirine bağlayan elektronik iletişim ağı olan internet, 1990’lı yıllardan itibaren küresel ölçekte kullanılmaya başlandı. Radyo, televizyon ve internetin bulunuşundan 50 milyon kullanıcıya ulaşmak için geçen süre incelendiğinde; radyo için 38
yıl, televizyon için 13 yıl iken, internet için sadece 5 yıl sürdü. Ülkemize girmesi
ile yaygınlaşması bir olan internet, sadece gençleri değil artık çocukları da cezp
edip zihinsel ve ruhsal gelişimlerini doğrudan etkiler oldu. Türkiye’de böylesine
teknolojik bir havuzda dünyaya gelen kuşaklar var. 1980 sonrası nesiller diyoruz
bu havuzda dünyaya gelen gençliğe. Evinde yalnız oturan ama internet üzerinden pek çok tartışma grubuna katkı sağlayan genç birey; kamusal mevcudiyet
olarak düşük bir profil çizebilir. Lakin başka bir perspektifle değerlendirildiğinde kamusal varlığı inkâr edilemez durumdadır.
İnternet, birçok avantajı bünyesinde barındırdığı gibi dezavantajları da vardır.
Olumsuz yönleri daha fazla ve daha yıkıcı etkiye sahiptir ki bu da bireyselden ziyade toplumsal sorunlara yol açtı. Gençlerin yetiştirilme tarzından bahsederken
artık aile ortamından, gelenek ve göreneklerden söz etmek güç oldu. Çocuğu
yetiştiren ve genç olarak ona şekil veren gezindiği web siteleri, tıkladığı linkler,
izlediği videolar oldu. Bilgiye ulaşmak için sanal sözlükleri, arama motorlarını
tercih edip ulaştığı bilginin güvenirliğini sorgulamaz oldu. “Ziyaret” kavramı
gençler ve çocuklar için aile büyüklerinden ziyade “web” sitelerini çağrıştırıyor
100
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
artık. Gerçek hayatta edinebileceği bilimsel, kültürel ve sosyal tüm faaliyetlerini
sanal âleme taşıdı ve McLuhan’ın “küresel köy” kehanetini gerçek oldu sanki. Mesafeler kısaldı, duvarlar ve örtüler şeffaflaştı, yollar uyduya gönderilen
sinyaller aracılığıyla kat edilir oldu. Küresel köy’de büyüyen çocuklar, tüm iniş
çıkışları tek bir düzeye inmiş olan bir dünyaya yerleşti. Bir tıklamayla bilgisayar
ekranından içine girdiği, tüm mesafe, engebe, engel ve perdelerin aşılabildiği
dünyası, ona tüketimi ve tüketirken hiçbir şeyi ayıklamaksızın zaman, mekân,
insan velhasıl maddi ve manevi her şeyi tüketmesini vaaz etti. O da bunu yerine getirir oldu. O dünyada var olabilmek için ve başkalarının vazgeçtiklerine
sahip olabilmek için tüm sahip olduklarından vazgeçmeliydi. O da vazgeçti.
Vazgeçtikçe var olacak ve varlığını bu şekilde muhafaza edeceğini sanıyordu.
Var olma çabası onu buna mecbur kılmaktaydı. Ve genç birey, “Homo hominilupus” (İnsan insanın kurdudur) söylemini haklı çıkardı. Önce sihirli bir küre kıldığı
dünyasını, daha sonra sihirli bir ayna düzlemine evirdi. Ve sonunda kutsanmış
sayısal bireyselliğini sürdürmek için sanal arazilerden tahsis ettiği bir yere sağır
odasını yapıp kendisi için yalın bir dünya oluşturdu.
4. MASS MEDİA
Güncel olayları öğrenip, takip ettiğimiz kitle iletişim araçları, yasama, yürütme
ve yargı organları ile birlikte dördüncü bir güç olarak kabul edilirdi. Günümüzde ise bu kitle iletişim araçları etkinliğini öyle bir düzeye taşıdı ki, bilgi verme,
haberdar etme işlevlerinin çok ötesine varıp söz söyleme önceliği, yönlendirme
kabiliyeti ve ikna gücü açısından dördüncü kuvvetten birinci kuvvete ikame oldu.
Kitlelere haber ulaştırma, parça ile bütünü birbirinden haberdar etme görevlerini ardıl iş sayan kitle iletişim araçları, artık toplumun hafızasını kontrol edebilme ve yönlendirme gücüne de sahip oldu. Kitleleri belirli yönlere kanalize
edebiliyor olması dışında aynı zamanda onlara nelere ihtiyaç duymaları gerektiğini de öğütlemekte artık. Düşünmesi, konuşması ve susması gereken yerleri
ve şeyleri, kitlenin içindeki her bir kişiye ayrı ayrı sunmaktadır. Toplu halde bireyselleşen kitleler, düşünmeden tüketmekte, tükettikçe var olmaktadır. Tüketmeyen birey, bu şekilde toplumda yer edinemeyecek hale geldi. Bireyin hayatta kalabilmesi için asgari düzeydeki ihtiyaçlarının tanımı, kitle iletişim araçları
tarafından yeniden yazılıyor, kitlenin içindeki kimliksiz bireye ezber ettiriliyor
oldu. “Benlik” algısı “bencillik” ile; “bir aradalık” algısı “kalabalık” kavramıyla
takas edildi. Birçok değer yeniden tasarlandı ve yeniden aslının dışında başka
biçimlerde algılanıyor hale getirildi. Farklılık ve farklılıktan kaynaklanan zenginlik adına, manevi ve kültürel değerler kazınarak yerlerine “aynılığın” mottoları
ikame edildi. Kitle iletişim araçlarıyla inşa edilen yeni toplum düzeni bunlar ile
var olmakta kendini bu şekilde ayakta tutmaktadır bugün. Peki, kitle iletişim
araçları bunları nasıl oluyor da kolaylıkla yapabiliyor?
101
‘SAĞIR ODA’ KAVRAMI ÇERÇEVESİNDE YENİ GENÇLİĞİN SİYASİ DURUŞUNA ELEŞTİREL BAKIŞ • Dr. Muhammed İkbal Bakırcı
Kitle iletişim araçları, doğrudan ve dolaylı iletişimin yöntemlerini etkin bir biçimde kullanmakta, direkt verdiği mesajlar ile bilinç dünyamızı etkilerken, dolaylı mesajlar ile de bilinçaltı dünyamıza nüfuz edebilmektedir. Bilgi verme esnasında dahi algıyı yönlendirebilen mass media; sunuş tekniklerinde izlediği
yöntemlerle en sabit fikirleri dahi dönüştürebilmektedir. Görsel, işitsel ve yazılı
araçların maharetiyle duyguları şekillendirerek, düşünce kalıpları oluşturabilmektedir. Tekrarlanan bilgilerle en olağan dışı durumları dahi kanıksar hale
getirmekte, uyuşturduğu zihinlere amaçlarına hizmet eden düşünceleri yerleştirebilmektedir. Dördüncü kuvvet olarak ortaya çıkıp birinci kuvvet olarak
iş görüyor olması kitle iletişim araçlarını iletişimin en etkin silahı haline getirmektedir. Araç vasfının silaha dönüşmüş olması ise toplumsal katmanlarda oluşan iletişim algısının yön değiştirmesiyle paralel olarak meydana gelmiştir. Zira
toplumsal katmanlara bakıldığı zaman her bir katmanın ihtiyaç ve beklentileri
farklılık göstermekte ve her bir katmanda ayrı bir dil, ayrı bir üslup hâkim olmaktadır. Kitle iletişim araçlarının politikası; katmanlar arası uyum yahut işbirliğinden ziyade çekişme ve rekabeti öğütlüyor bugün. Katmanların birbirleriyle
olan yarışını tüketim temelleri üzerine kuruyor artık. Her bir katmanı bir diğerinin menfi olduğuna ikna edip sosyokültürel değerleri bir kenara iterek yarışma
ruhunu silahlı çekişmeye dönüştürüyor. Bu haliyle kitle iletişim araçları, günümüzde kitle ikna silahları olarak yeniden tanımlanabilir durumdadır. Kanaatleri
değiştirebilme gücünün yanı sıra zihne yeni fikirler ekebilme yetisine de sahip
olan massmedia, gücünü uyuşturduğu sessiz yığınlardan almaktadır. Sessiz ve
tepkisiz kıldığı kitleye sunduğu yeni yaşam tarzlarını ileri ve üst kültür olarak
aşılıyor. Bu kültürün dışında kalan birey ise dışlanarak cezalandırılıyor. İki markadan birini tercih etmek zorunda bırakılan birey bunu özgürlük olarak algıladı
ki bu durum başlı başına mass medianın bir başarısıdır.
“Marka” olarak bir kez zikredilmiş olmak o markaya sorgusuz sualsiz teslimiyeti
vacip kılıyor, adını en sık duyduğuna güvenen birey güvenlik sorgusu yapma
ihtiyacı duymuyor oldu. Reklamlar ve tv programları ile kitlelere sunulan yeni
yaşam tarzı bireyleri etkisiz ve tepkisiz yığınlar haline dönüştürdü. Sosyal ve
politik olaylar karşısında duyarsızlaşan bu yığınlar dizilerde sunulan hayatın
özlemiyle önce zamanlarını sonra da kendilerini ve tüm varlıklarını bu uğurda
heba etti. Haklı veya haksız hiçbir amaca hizmet etmeyen yeni nesil, elinden
alınan lüksünün eksikliğini fark etmenin dışında başka hiçbir değerin yokluğunu
idrak edemez oldu.
Massmedia’nın ilk kullanım alanının siyasi propaganda olduğu göz önünde bulundurulursa, bugün massmedia aracılığıyla yapılan yayınların da aynı amaca
yönelik olduğu ve fakat farklı bir yöntem üzere yapıldığı söylenebilir. Siyasi propaganda maksatlı kullanılan massmedia kitlelere yeni bir ideoloji kazandırdı. Bu
102
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
da ideolojisizlik olarak adlandırılabilir. Siyasi görüşü sorulduğu zaman cevap
vermek adına bir etiket edinmiş olan gençler, taraftarı oldukları görüşün adından başka bir bilgiye sahip değiller artık. Araştırma ve öğrenme ruhunu yitirmiş
olan genç sadece duyuma dayalı bir görüşü benimsemekte ve siyasi konuları
konuşmayı tehlikeli veya gereksiz bulmakta. Televizyon programları bireye siyasi görüş olarak ne düşünmesi gerektiğini öğretiyor oldu. Hakkını savunma
gereksinimini televizyon kanallarına devreden birey; haksızlığa uğradığı zaman
takip ettiği yayınlarda program sunucusunun kuracağı bir cümle ile hakkını kurtarmışlık esenliğine kavuşmaya başladı. Almak istediği intikam hakkını da yaşamak istediği hayat düzenini de dizi karakterlerine devretti. Birey, düşünmek,
konuşmak, fikir üretmek, icraatta bulunmak gibi davranışları zahmet bilip, bu
zahmetlere girmez oldu. Massmedia’nın tasarladığı bu düşünce biçimleri bireyleri başka mecralara yönlendirdi. İnternet ile sayısal da olsa en azından bir varlık olma çabası, tatmin edebilen bir yokluğun eliyle gençlikteki siyasi duyarlılığı,
fikir ve düşünce dünyasını sağır odalar içre zindanlarda yaşattı.
5. SİYASAL ALAN
Siyasal olan her ne ise; modern dünyada görünür bir halde her yerdedir. Siyasal alanın içinde yolculuk yapmak için güne başlarken telefonumuzu açmak
yeterlidir. Ya da televizyonu seyretmekle siyasal olanın; adeta seyirlik halde olduğunu bilmek gerekmektedir. İnternette her ne yapıyorsak siyaset bahçesinin
çiçekleriyle meşgul oluyoruz. Sonuç itibariyle devamlı köpürme hali içinde olan
bu siyasal olgunun dışında kendimizi değerlendirmemiz söz konusu olamaz. Bu
bağlamda siyaseti anlamak, kavramak, kapsayıcılığını gözlemlemek ve siyasal
alanın zenginliğine katkıda bulunmak en tabi sorumluluklardan biridir.
Siyasetten, grupların ya da toplumların yönetimiyle ilgili olan şey anlaşılmaktadır. Siyaset kurumu gerek yapısıyla ve gerekse işleyişiyle; bir ülkede yaşayanları
ahali oluştan vatandaşlığa taşıyan, aktif ve dinamik, sosyal bir yapılanmadır.
Siyasal sistem, insan kaynaklarının kolektif bir amaca varmak için harekete geçirilmesi olarak tasarlanan bir çeşit algoritmadır. Bu algoritmada karar verme
sürecinin altında yatan temel unsur iktidardır. İktidar ise, bir A bireyinin bir B
bireyi ya da grubu üzerindeki etkime gücü olarak basitçe tanımlanabilir. Birçok kavram bilimci tarafından siyaset, üç öğenin tek bir dinamikte birleşmesi
olarak tarif edilir. Bu üç öğenin ilki iktidardır. Diğerleri ise belirli bir takım kolektif amaçların gerçekleştirilmesi ve kamusal eylem alanıdır. İnsanların, başka
insanları nasıl yönettiklerini anlayabilmek için iktidarın, yönetme eğiliminin nasıl ortaya çıktığını değerlendirmemiz gerekir. Bu eğilim, demokratik bağlamda
“temsiliyet” kavramında özetleniyor. Antropologlar için iktidar ve temsiliyet,
tek bir gerçekliğin iki yüzü gibidir. Temsiliyet, temsilcinin kendisini oluşturan
grubun bir parçası oluşuyla, onun adına ve en başta onun hakkında konuşma
103
‘SAĞIR ODA’ KAVRAMI ÇERÇEVESİNDE YENİ GENÇLİĞİN SİYASİ DURUŞUNA ELEŞTİREL BAKIŞ • Dr. Muhammed İkbal Bakırcı
eyleminin tam erkiyle donatılmış olmasıyla ve bu kazanımlar aracılığıyla grubun var olan tek vekili olmasıyla tarif edilir. İnsanlık, binlerce yıldır sadece şahsi
kazançlar için değil, aynı zamanda adetlerine, geleneklerine ve kulluk ettikleri
varlığa veya değerler dizgesine, kısacası kendi yaşam tarzlarına başkalarının
saygı göstermesi için de mücadele veriyor. Siyasi düzenin temeli meşruiyet ve
meşru egemenlikten kaynaklanan otoritedir. Bir toplumun siyasi gücü ölçülürken, sadece sahip olduğu insan sayısı ve kaynaklara bakılmaz. Liderlerinin ve
kurumlarının meşruiyetinin saygınlık derecesine de bakılır. Yani siyasi güç, sosyal birliğe (cohesion) dayanır. Bu uyum mevcut olmadan çizilmiş siyasi güç
portreleri, işlevsiz bir denge üzerine var oldu. Bu sona doğru daralan tüneller
gibi nihayetinde tıkanacak bir sistematiktir. Bu tutarsızlık vakti gelince işlevsel
bir dengesizlik oluşturur ki bu da kargaşa ve ayaklanmalar ile kendini sonlandırır. Kâinat her mecrada ve her açıdan işlevsel bir denge üzerine yaratılmıştır. Her
yapı, er ya da geç bu kanuna razı olmak, bu kurala ayak uydurmak zorundadır.
Ülkemizde siyasi aktörlerce, toplum ile iktidar arasındaki bağı güçlendirme ve
iletişim akarsularını daha coşkulu hale getirme gayesiyle birçok adım atıldı ve
çok yol alındı. Geride bıraktığımız yıllar belli başlı mücadelelerin öyküleriyle
dolup taşmaktadır. İşlevsel bir dengenin oluşma sürecini geçtiğimiz 10 yıl birlikte yaşadık. Tüm bu normalleşme aşamasında eksik olan, güç yetiremediğimiz
veya hızımıza ulaştıramadığımız parça “Gençliğin siyasete olan yaklaşımı” oldu.
Dönüşümü yaşayan toplum içerisinde gençlik; sağır odalarında bitkisel bir hayatın fotosentezini yaşayıp durdu ve buna hala devam ediyor. Apolitize ve depolitize kısır döngüsünde takılı kalan, bilinci kapalı bu gençlik, zihin evreninde
adeta ihtiyarladı. İçinde olduğu iklime karşı sera etkisi yaratacak sağır odalar
inşa ederek atalarının korkuları içre bir ömür sürme gayesine saplanıp bunaldı. Bu saplantı onunla özdeşleşti desek haksız sayılmayız. 12 Eylül Sendromu
ile “Ne geldiyse başımıza siyasetten geldi. Siyaset; asla yapılmayacak bir iştir.
Uzak dur ondan” mantalitesi gençliği, dünyaya ve çevresine kör, sağır ve dilsiz
bıraktı. Siyasetle ilgilenmenin bir vatandaşlık gereği ve gerçeği olduğu hususu
ebeveynlerce bile-isteye ötelendi yıllarca. “Siyasete aklın ermez!”, “Siyasetle
uğraşanın sonu iyi olmaz!”, “Geleceğinle oynama!” vb. tarzı söylemlerle ötelenen gençlik, üzerine gündelik politikaların çirkinlikleri de eklenince, siyaseti,
aslî mahiyet ve yapısından çok farklı olarak algıladı. “Ben politikayla ilgilenmiyorum! İşime bakarım!” günümüz gençliğinin mottosu oldu. Sağır odasında
kaybolup sanal dünyasında sayısal bir krallık kuran, iki boyutlu, sadece görsel
bir dünyada mücahitliği oynayan siber âlem gençliği, gerçek hayatında geçmişinden gelen saplantı korkularıyla yok olmanın eşiğinde maalesef. Gençlerde
siyasete duyarsızlık öyle bir seviyeye ulaştı ki, siyaset; irdelemeden, kavramadan, sadece sosyal çevresinden ve seçim atmosferinden etkilenerek sandığa
gidip oy atmak ya da atmamaktan ibaret bir olay haline geldi. Komplo teorileri
104
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
ile siyaset kurumlarına atfedilen “derinlik” imajını da eklediğimizde, gençliğin
siyasete duyarsızlığının ana eksenini tespit etmeye yaklaşırız kanaatimce.
Gençliğin siyasete duyarsızlığı, kendinden başlayıp kendinde biten dünyasına
müdahale edilmeden değişmeyecektir. Gençliği öncelikle yaşadığı toplumun
bir parçası haline getirecek öz değerlerinin yeniden inşasına gidilmelidir. Bir bakıma algı düzleminde Süleymaniye’yi yeniden yapmak gerekmektedir. Gençlik,
karakteristik olarak popüler olanın takipçisidir. Gençlik için sorumluluk bilinci,
değerler ekseninde duyarlılık, siyasetin var olma gerekçesi, siyasi duyarlılığın
önemini ortaya koymak adına siyasete güveni artırmak, siyasetin de gençliğe
inancını yeniden yeşertmek gerekmektedir.
6. SAĞIR ODA
İnsanoğlu kompleks yapılara sahip maddi ve manevi bir varlıktır. Dış dünyayla her etkileşimi onda izler bırakır. Bu izler, toplumlarca yapılarak-yaşanarak
öğrenilen, öğretilen, insanına ait kültürel unsurlara göre manalar içerir. İnsan,
kendi insanlarından oluşan bir havuzda kültürler inanç dizgelerine göre bir bir
biçimlenir. Dolayısıyla insanın dış dünyayla etkileşimine verdiği tepkiler; genel
çerçevede kültürünün, özelde ise aşkın bir boyut olarak inancının filtreleri aracılığıyla şekle girer. Maalesef modern insan, tüketimin önemli bir unsuru oldu,
tüketti, tüketildi. Ve bu nedenle modern insanda aşkınlık boyutu ciddi anlamda
körel(til)di. Hayata bakış açısı öncelikle maddî olan bir profil gelişti. Dolayısıyla
içinde yer aldığı toplumun kültürünü kavramaktan ziyade kendisine göre yorumlayarak yaşamak daha cazip oldu. Coğrafyamızda göründüğü gibi ol(a)mayan, olduğu gibi görün(e)meyen insanlar yaygınlaştı. Bu insan zihninde biçimlendirdiği informel kültürünü yaşayan, etkin bir konumda olduğunda yaşatmak
isteyen, edilgen konumda olduğunda ketum davranan bir varlıktır. Dışındaki
dünyayla iletişiminde, davranışlarında işine geldiği gibi tepkiler veren birisidir.
Hiçbir şekilde dinlenmeyen, dinlenemeyen mekân anlamına gelen Sağır Odalar,
gençlerin karakterlerinde oluş(turul)an ve erişilemeyen bilinç düzeyine böylesine bir etki yapmıştır. Modern insanın ve onun doğal paydaşı olan gençlerin
rahat edebildikleri ve gönlünce yaşayabildikleri sağır odaları, toplumsal dönüşümün önemli bir parçası olmuştur. Massmedia ise insanın yapısına dış dünyadan sayısız veri aktararak sağır odaları stabilize etmiştir.
Sağır odasında yalnız kalan birey, batılı eksende yer alan düşünce sistemleri
tarafından itildiği uçurumdan medeniyet algısından uzaklaştıkça yuvarlanmaya
devam edecektir. Batıyı tanıyan ve ne mutlu hala doğulu kalan Türk toplumu,
bu yalnızlığa düşmemesini medeniyetine ve kültürüne borçludur. Medeniyetin
ve kültürün izleri bir toplumdan silindikçe; o toplumun fertlerini bekleyen akıbet yalnızlıktan başka bir şey değildir. Massmedia’nın en belirgin misyonu olan
105
‘SAĞIR ODA’ KAVRAMI ÇERÇEVESİNDE YENİ GENÇLİĞİN SİYASİ DURUŞUNA ELEŞTİREL BAKIŞ • Dr. Muhammed İkbal Bakırcı
bir toplumu küresel aktörlerce belirlenen dizgeler içre inşa edici olma işlevi,
hâlihazırda, yerel kültürleri yok oluşa sürükleyen en önemli tehdittir. Bu çerçevede, massmedia’nın, modern dünyayı global yapıda bir yerleşim alanı olarak
lanse edip özellikle gençlik için global düzeyde sağır odalar oluşturduğunu belirtmem gerekir. Bilinmesi gerekir ki global sağır odalarda zihniyet de globaldir. Politika ya da siyaset; global bir yerleşim alanında yaşamak isteyen, eğitim
görmeyi ve yaşam şartlarını iyileştirmeyi amaçlayan genç bir bireyin umurunda
değildir. Siyaset kurumu böyle bir genç bireye göre; onun şahsi çıkarlarına hizmet edecek bir araçtan başka bir şey değildir. Bu çıkarım gençliğin depolitizasyonunun nihaî aşamasıdır. Ülkemizde, tüm dünyada olduğu gibi massmedia’nın
etkileşimleriyle özellikle gençlik depolitize edildi. Gençliğin depolitize edilme
süreci; gerek devlet, gerek küresel aktörler ve gerekse aileler tarafından onların
mutlulukları adına gerekçelendirilerek gerçekleştirildi. 1980’li yıllardan itibaren
kapsamlı olarak ve gerektiğinde dozu ayarlanarak kullanılan bu yöntemin neticesinde devlette, ebeveynlerde ve çocuklarında sağır odalar oluştu. Her telden
programlar, diziler, filmler, okumayı sevenlere özel basılı yayınlar ile sosyal eğitimi verilen ve eğilimleri belirlenen gençlik, akşam olunca sanal âlem içre sağır
odalarına çekiliyor artık.
12 Eylül sürecinde aş, iş, eş sahibi olan ülke insanı, elindekileri yitirmemek adına
kendilerinin ve evlatlarının depolitizasyonuna göz yumdu. Hayatta kalmak ve
elindekileri yitirmemek için kendi sağır odasını inşa etti. Gerek ülkemizde ve
gerekse ülkemiz eksenindeki coğrafyalarda 80’li yılların insanı bugün toplumsal yapının deneyimli bireyini temsil ediyor. Bu yetişkinlerin siyaset kurumunun
yapısı ve işleyişine vâkıf olma durumları, sistematik olmaktan ziyade deneyimseldir. Ülkemizde siyasetin nabzının attığı varsayılan mekânlarda siyaset ilmini
hazmetmiş, o ilme vakıf bireyler bulmak çok zordur. Kahvelerde, çay ocaklarında ya da bunların modern versiyonu mekânlarda, sistematik olarak eğitim
sürecinden geç(e)memiş, düşünce, yöntem ve tekniklerinden bîhaber, okuma
kültürü eksi düzeyde, massmedia’nın sağcı, solcu, liberal, kemalist, ulusalcı vb.
frekanslarından tarafgirlikle beslenen, mevcut iktidarların eylemlerini işine geldiği gibi yorumlayan ve çıkarı için iyi geçinen insan profili yaygınlaşmıştır. Babaları 40’lı, 50’li 60’lı yıllarda; kendileri ise 70’li, 80’li yıllarda yaşayan, olayları
o yıllara göre yorumlayan, deneyimlerinin haklılığını ispat etme, deneyimlerini
mutlaklaştırma çabasına giren trajikomik insanlarımızı artık adım başı bulabiliriz. Bu insanlar vasıtasıyla depolitize edilmiş ve duruş olarak apolitize görünen
gençlik, bugün ferden düşen toplumun arızalı lokomotifi oldu. Sağır odasına
kaçıp yalnızlığının sarhoşluğuna zebun bir gençlik kaldı elimizde.
106
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
SONUÇ
Sonuç olarak yeryüzünün deneyimlerine paralel inşa edilen duyarsız gençliğin
tasarımına sadece sağır odalardan açtığımız, duvar taşlarının ve çerçevelerin sınırlandırdığı, bir pencereden bakmamalıyız. Bilakis coğrafyamızın derinliklerine
gömülerek bizlerden saklanan öz medeniyetimizin aydınlattığı, engin düşünce
dünyamızın ufuklarını dahi zorlayan, bir yerden bakmak zorundayız. Bizleri sağır odalarımızdan kurtaracak olan böyle bir bakışla; ülkemiz ve coğrafyamızın
gençleri, bugün sağır odaları içre kayboldukları ve aldandıkları boşluktan kendilerini kurtaracak adımı atacaktır. Gençliğimiz keşfedeceği yüksek medeniyet
değerlerine bir yolculuk yapmadıkça zihin dünyamızdaki ve gönül toprağımızdaki erozyonlardan korunamayız. Medeniyet adına var oldurulmuş çınarlarımızın gölgesindeki korunaklarda gençlerimiz olgunlaşarak korunmadıkça,
massmedia ve toplumları yalnızlaştıran diğer enstrümanların hipnozundan kaçamayacağız. Böylesine bir zihinsel yakalanış ve duygusal yöneliş, gençlerimizi
sağır odaları içre siyasete, duyarsızlığa sürüklemesin diye uygulanması gereken
politikalar medeniyetine bigâne kalmamalıdır.
KAYNAKÇA
Akar, R., Dündar, C., (2006). Karaoğlan, Ankara: İmge.
C A N , T. (1996). Yükseköğretimde Öğrenci Olayları. Eğitim Yönetimi Dergisi,4, 531-535.
Cumhuriyet’in Seksen Yılı Ansiklopedisi.(2003). Cumhuriyet Gazetesi.
Çavdar, T. (1983). Demokrat Parti. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi içinde (Cilt.
8, 2072-2073). İletişim: İstanbul.
Dündar, C., Çaplı, B., (2007). İsmet Paşa, Ankara: İmge.
Fukuyama, F. (2011). The Origins of Political Order, London: Profile.
Kılıç, M. A. (2007). Yalnızlık Uçurumundakiler, Erzurum.
Kılıç, M. A. (2012). Re-Constructinnel Bağlamda Kültürün İnşâsı. Erzurum.
MEB, (2011). Gazetecilik /Türk Basınının Doğuşu Ve Gelişimi Modülü. Ankara.
Tunçay, M. (1999). Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931),
Ankara: Yurt.
Yeşil, A. (2002). Türkiye Cumhuriyetinde ilk Teşkilatlı Muhalefet Hareketi, Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası, Ankara: Cedit.
Yetkin, Ç. (1997). Atatürk’ün Başarısız Demokrasi Devrimi: Serbest Cumhuriyet Fırkası, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm.
Zürcher, E. J. (2003). Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924-1925), İstanbul: İletişim.
107
YOKSULLUK TÜRLERİ,
YOKSULLUK KÜLTÜRÜ VE
KADERCİ YAKLAŞIMIN DOĞUDAKİ
YOKSULLUK ÜZERİNE ETKİLERİ
Yrd. Doç. Dr. Haluk Yergin
Hakkari Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Abdullah Erol
Hakkari Üniversitesi
Özet:
Özellikle Dünya Bankası, Dünya Bankası yoksulluğu daha çok parasal gelir açısından
tanımlamaktadır. Yoksul kelimesi, belirli bir gelir seviyesinin altında kalanlar için kullanılmaktadır. Amartya Sen, yoksulluğun gelir düzeyiyle sınırlı tanımlarını reddediyor ve
yoksulluğa “yapabilirlik” kavramı yardımıyla yaklaşıyor. Yapabilirlik, açlık, sağlıksızlık,
cahillik, kötü barınma koşulları gibi, her insanın mutlaka kaçınmak isteyeceği durumlardan kaçınabilme yetisi olarak tanımlanıyor. Yoksulluk, Mutlak yoksulluk ve göreli yoksulluk gibi genel bir ayrıma tabi tutulmakla beraber, bedeni, zihinsel, sosyal, manevi/ruhsal,
politik ve kültürel yoksulluk gibi özel bir tasnife de tabi tutulmuştur. Yukarıda konu edilen yoksulluk türlerinin geneli “doğu” daki yoksulluğu tanımlamaya yardımcı olurken,
yeterli bir tanım da getirememiştir. Bu bildiride doğu halkına ait “kaderci yaklaşım” ve
yoksulluk üzerine durulmuştur. Yoksulluk kavramı ve bu kavramın beraberinde getirdiği
“mağduriyetin istismarı” çerçevesinde “Fatalistic(kaderci)” yaklaşım ile yoksulluk kavramı açıklanmaya çalışılarak çözüm yolları açıklanmaya çalışılacaktır.
109
YOKSULLUK TÜRLERİ, YOKSULLUK KÜLTÜRÜ VE KADERCİ YAKLAŞIMIN DOĞUDAKİ YOKSULLUK ÜZERİNE ETKİLERİ
Yrd. Doç. Dr. Haluk Yergin, Yrd. Doç. Dr. Abdullah Erol
TYPES OF POVERTY, POVERTY CULTURE AND THE EFFECTS OF FATALISTIC
APPROACH ON THE POVERTY IN THE EAST
Abstract
Especially the World Bank defines poverty in terms of money income. The word “poor”
is used for those below a certain income level. Amartya Sen denies the definitions of
poverty limited to the level of income and approaches to the poverty with the help
of the concept of “capability”. Capability is being defined as the ability to be able to
avoid situations such as hunger, unsoundness, illiteracy, poor housing conditions that
every human being would want to avoid. Although poverty has been subjected to a
general distinction as absolute poverty and relative poverty, it also has been subjected
to a special classification as physical, mental, social, moral/spiritual, political and cultural
poverty. While above-mentioned types of poverty in general help to define poverty in
the “East”, but also have not been able to bring an adequate definition. In this paper,
“fatalistic approach” and poverty belonging to the people of the East have been focused
on. “Fatalistic” approach and the concept of poverty will be explained and solutions will
be explained, within the concept of poverty and “abuse of grievances” brought by this
concept.
Giriş
Hem Doğu hem de Batı felsefesinde “hikmet/erdem” kavramı kayda değer bir
öneme sahiptir. Antik Yunan düşünürlerinden özellikle Sokrates ve sonrasından öğrencisi Eflatun’un çalışmalarında erdemin önemi ön plana çıkmıştır. Eflatunun görüşlerini yorumlayan Kinik (Cynics) ve Kirene (Cyrenaics) okullarına
bağlı olmak üzere iki farklı dünya görüşü geliştiren çok sayıda filozof yetişmiştir. Bu iki dünya görüşü bir birine zıt düşünceler ortaya koymuşlardır. Bu zıt
düşünceleri, daha sonra Stoacılar ve Epikürcüler arasında da devam etmiştir8.
Bu çalışma açısından bu görüşler önem arz etmektedir.
Kinik okulu göre en yüksek nihai son “erdem”li yaşamaktır, yaşamda haz aramak ise erdemsiz bir amaçtır. Buna karşılık Kirene okuluna bağlı filozoflar ise
tam aksini savunmuştur. Onlara göre “iyi” pozitif ve somuttur ve tek somut iyi
“anlık haz”lardır. Bu, aslında kadim bir tartışmanın devamı olmuştur. Hz. Âdem
kıssasında bu iki zıt düşünce yer almaktadır. Bir yanda Hz. Âdem ve Hz. Havva,
diğer yanda İblis (şeytan); “hikmet” ve “haz” zıtlarının bir nevi mücadelesini
sembolize eder.
8
110
Thilly Frank: Felsefenin Öyküsü I. Cilt- Yunan ve Ortaçağ Felsefesi,İzdüşüm Yayınları, 2000, s.108
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Bu zıtlar mücadelesini Habil ve Kabil’de de görmek mümkündür9. Bilindiği gibi
hem Doğu hem de Batı düşüncesinde Kabil ve Habil; insanın eşyaya bakış açısını gösteren önemli iki öğedir; Kinik ve Kirene ekollerinde olduğu gibi.
Batı felsefesine baktığımızda “hikmeti” değer olarak yücelten anlayışa en iyi
örneklerden biri Diyojen’dir. Diyojen yoksulluk içinde yaşadığı, halka açık yerlerde yatıp kalktığı ve yiyeceğini dilenerek topladığı halde, herkesin aynı şekilde yaşaması gerektiğini savunmamıştır. Aynı zamanda Kinik ekolunun önemli
temsilcilerinden olan Diyojen10; kişinin en kısıtlı yaşam koşullarında bile, mutlu
olabileceğini düşünmüştür. İnsanın kendi kendine yeterli olabilmesi gerektiğini
savunmuştur. Araçlara bağlı olan bir yaşamı reddetmiş, yaşamın doğal ve sade
olması gerektiğine inanmıştır11.
Hz. İsa’dan sonraki ilk yüzyıllarda, yoksulluk en büyük erdem olarak görülmeye başlanmıştır. Ortaçağın sonlarına doğru yoksul anlamındaki Ebionistler adı
altında dilenci mezhepleri türemiştir. Bu mezhepler, Hz. İsa’nın en gerçek takipçileri olduğunu iddia etmişlerdir. Bu mezhep, aynı yüzyıllar öncesinden Kinik
ekolü gibi12 yoksulluğu en büyük ermişlik, varılması gereken tek erdem olarak
görmüştür13.
Aydınlanma çağına kadar batı felsefe tarihinde “hikmet/erdem” toplumsal
ilişkilerin oluşmasında önemli bir yer almıştır. Aydınlanma dönemine geçiş sürecinde bu anlayış kırılma yaşamış ve Aydınlanma düşünürleri tarafından bu
kırılma sistemli şekilde ortaya konulmuştur.
Aydınlanma ile beraber bilginin talep edilmesinde ve anlamında da değişiklikler
olmuş. Bunu en bariz örneği Bacon () çalışmalarında görebiliriz. Bilgi,
Aydınlama öncülerinden Bacon’a kadar hem Doğu hem de Batı medeniyetinde
çoğunlukla “hikmet”14 olarak algılanmıştır. Bacon’a göre bilgi güçtür ve ampirik
9
10
11
12
13
14
A. Mevhibe Coşar Yıl III, Sayı 1/2, Ocak 2011 “Kültürümüzde İntikam”, Editörler: Emine Gürsoy
Naskali, Hilal Oytun Altun, ACTA TURCICA Tematik Türkoloji Dergisi Online Thematic Journal of
Turkic Studies Yıl III, Sayı 1/2, Ocak 2011 “Kültürümüzde İntikam”, Editörler: Emine Gürsoy Naskali,
Hilal Oytun Altun Tematik Türkoloji DergisiOnline Thematic Journal of Turkic Studies, http://www.
Actaturcica. Com/sayi5/III_1b_10. Pdf, s.306
ŞENEL, Alâeddin; Siyasal Düşünceler Tarihi, Verso Yayınları, 1991, s.171
Ernst Won Ater, Çevirmen Vural Okur, İlkçağ ve Ortaçağ Felsefe Tarihi, İM Yayıncılık,2002
ŞENEL, Alâeddin; Siyasal Düşünceler Tarihi, Verso Yayınları, 1991, s.169
Ernst Von ASTER, Felsefe Tarihi, Çev: Vural OKUR, İm Yay., İstanbul, 2000, s. 303; KÜÇÜK, Hasan,
İslam ve Batı Felsefelerinde Sistematik Problemler, Dersaadet Yay., İstanbul, 1974, s. 477;., s. 503
Varlıklar arasındaki alaka ve irtibatı, olaylar arasındaki sebep sonuç münasebetini anlamak maksadı
ile harcanan çabalar sonunda elde edilen ameli, tatbikî ve tecrübî bilgiye de hikmet denmiştir. Felsefe
kelimesinin etimolojik yapısında, Yunanca’da iki terimle karşılaşmaktayız: Philo ve sophia. philo; sevgi,
sophia; hikmet demektir ve bu ikisi birleştirildiğinde “hikmet sevgisi” gibi bir anlam ifade etmektedir.
111
YOKSULLUK TÜRLERİ, YOKSULLUK KÜLTÜRÜ VE KADERCİ YAKLAŞIMIN DOĞUDAKİ YOKSULLUK ÜZERİNE ETKİLERİ
Yrd. Doç. Dr. Haluk Yergin, Yrd. Doç. Dr. Abdullah Erol
bir çabanın sonucudur. Bu anlayış toplumların hayata bakış açısının önemli
oranda etkilemiştir. Bilginin bu şekilde tanımlanması, aynı zamanda güce nasıl
yaklaşılması gerektiği konusunda da yeni fikir oluşturmuştur. Epistimolojik
açıdan en değerli bilgiyi ampirik bilgi olarak algılama ve ampirik bilgiyi istemenin
amacını da güç ile ilişkilendirme; Aydınlanma’nın en belirgin özelliklerinden
biridir. Böyle bir yaklaşım, Doğu ve Batı felsefesinden farklı, bilgi-güç tanımı
ortaya koymuş oluyordu.
Merkantilist dünya görüşünün temsilcilerinden olan Bacon, bilimi insan ve evren üstünde daha fazla egemenlik kurma, yaşama ait güçleri ele geçirmek ve
doğaya boyun eğdirmenin bir aracı olarak görüyordu15. Böyle bir tanım, aynı
zamanda servetin önemli bir güç olarak ortaya çıkarıyordu. Nitekim 17. yüzyılda
Bacon, Hobbes ve Locke, servet biriktirmenin ve ekonomik faaliyetin önemi
üzerine durmaya başlamışlardır. “Böylece ekonomi, yavaş yavaş kendi başına
bir faaliyet hüviyetine bürünerek bilimsel bir disiplin haline gelmeye ve birçok
alanda ahlaktan kopmaya başlamıştır”16. Aydınlanma aklı böylece, zenginlik ve
fakirlik kavramlarını sadece ekonomik bir değer olmaktan çıkarmış; zenginliğin
insanların önüne ulaşılması elzem bir hedef olarak koymuştur.
Merkantilistler ekonomik politikanın amacını mümkün olduğu ölçüde büyük
miktarda altın ve gümüş toplayıp saklama ve devleti zenginleştirme üzerine
geliştirmişlerdir. Dolayısıyla bu dönem, ekonomiyi ahlaktan koparan devletin
zenginliğine odaklanılmıştır. Daha sonraları ortaya çıkan modern ekonomi veya
liberal ekonomi önceleri bireye ve bireyin serbestliğine dayalı olarak değil, tam
tersine topluma ve devlete önem veren bir anlayışla ortaya çıkmıştır. Nitekim
bireycilik ve liberalizmin öncülerinden ekonomist Adam Smith yazdığı meşhur
eseri “Milletlerin Zenginliği”17 adlı kitabı en azından ismi ile toplumsal öncelliği
ön plana çıkarmıştır. Bununla beraber, Klasik iktisatçılar insanı ‘homo-economicus’ olarak isimlendirmiş ve tüketici olarak fayda maksimizasyonunu üretici
olarak da kâr maksimizasyonunu gerçekleştiren bir varlık olarak tanımlamışlardır. İnsanı bütün değerlerden yoksun sadece iktisadi yönüyle tanımlama,
insanın ahlakiliğini göz ardı edilmesine yol açmıştır. Bu çerçevede, batı toplumlarının zenginleşmesi ve ekonomik refahı en önemli hedef olarak insanlığın
önüne koyması ve doğunun fakirliği, doğu toplumlarında farklı bakış açılarına
yol açmıştır. Bu algılama, Doğuyu hem fiziksel hem de zihinsel bir atalet içine
sürüklemiştir. Bu, böylece Doğuda “terk edilmiş, üretememe, atalet, bezginlik”
içeren bir yaşam kültürü bir “kaderci anlayışın” doğmasına yol açmıştır.
15 Hasan ÜNDER, Çevre Felsefesi, Doruk, Ankara, 1996, 41.
16 Seyyid Hüseyin Nasr, Genç Müslümana Modern Dünya Rehberi, Çev: Şehabeddin Yalçın. Eramat
Matbaası, İstanbul 1995, s.281.
17 Adam Smith, Milletlerin Zenginliği, Çev: Haldun Derin, İş Bankası Kültür Yayınları / Hasan Ali Yücel
Klasikler Dizisi, IV. Baskı, 2012
112
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Aydınlanma sonrası gelişen ekonomik anlayış insanların mutluluğunu; fazla
üretme, tüketme ve zenginleşmede görmüş; insanların bu şekilde mutlu olacağına kanaat getirmiştir. Dolayısıyla modern dünya, yoksulluğu bir mutsuzluk
göstergesi olarak algılamış fakat iktisadi refahın huzur getirmediğini çok sonraları olsa da düşünmeye başlamıştır18.
Modernleşmenin getirdiği değer oluşturma; doğunun küreselleşme bağlamında hak, güç ve hikmet dengesini alt üst etmiştir. Doğu ve eski Batı felsefesinde
“haklı -güçlü ve bilgi- hikmet ilişkisi yerini “güçlü olan haklıdır ve bilgi güçtür”
anlayışına terk etmiştir. Doğu dünyasının “hikmet”i yitirmesi yeni bir denklemin
oluşmasına yol açmıştır. Batı zenginliği karşısında çaresizliğin, kabullenmenin
ve ataletin getirdiği; kendine has dinden arındırılmış “kaderci” bir anlayış gelişmiştir. Bu anlayış Doğunun “derviş” felsefesi ile ilişkilendirilmeyecek kadar
“hikmet” arayışından uzak “izzet yerine zilleti” seçmiş bir profil üzerine inşa
edilmiştir19. Daha çok, bir yenilgiyi, bezginliği ve atalette kalmayı kabullenen bu
felsefi görüş, İslam toplulukları arasında güçlenmiş ve yayılmıştır.
İslam’daki “Derviş” felsefesine bakıldığında bu yeni oluşan anlayışı tahlil etmek
daha kolay olacaktır. Derviş geleneğinin en önemli temsilcilerinden biri olan
Yunus Emre; aynı zamanda Anadolu’da yetişmiş, bir ahlakçı ve büyük bir düşünürdür. Yunus Emre özellikle “Nereden geldik? Nereye gidiyoruz?” sorularına
cevap bulmaya çalışmıştır. “Hikmet” arayışı zühd içinde o’na mutluluk yolunu
göstermiştir. Bu kapsamda İslam Doğu felsefesinde, özellikle sufilerinin zühd
kavramına bakış açıları, modern dönem sonrası oluşmuş “kaderci” ve bezgin
anlayışla karşılaştırmak için önemli bir anahtardır. Amaç “hikmet”i bulmaktır.
Bunu yaparken “zühd” üzerine yapılması gerektiğine inanılır. Zühd, yoksulluk
demek değildir; hatta zühdle yoksulluğun doğrudan ilgisi yoktur. Zühd, mala
sahip olmamak da değildir; daha çok malın insana sahip olmasını, insanı yönlendirmesini önleme anlayışıdır.
Yoksulluk Üzerine
Yoksulluk; belirli miktardaki eşya ve gelir yoksunluğu olarak tanımlanmıştır. Genel anlamda “yoksunluk” yoksulluğu açıklamaya yarayan bir unsurdur. Oxford
sözlüğünde20” alt konumda olma veya yeterli miktarda olmama” olarak, Sosyal
18 Bkz. JhaAlok, Happiness Doesn’t İncrease with Growing Wealth of Nations, guardian. Co. Uk,
Monday 13 December, 2010
19 Kafadar Osman “Türkiye’de Gençliğin Eğitimi Sorunu ve Kaynaklarına Sosyo-Kültürel Bir Yaklaşım,
Educational Sciences and Practice, 2, (3), 105-115
20 http://oxforddictionaries. Com/definition/english/poverty
113
YOKSULLUK TÜRLERİ, YOKSULLUK KÜLTÜRÜ VE KADERCİ YAKLAŞIMIN DOĞUDAKİ YOKSULLUK ÜZERİNE ETKİLERİ
Yrd. Doç. Dr. Haluk Yergin, Yrd. Doç. Dr. Abdullah Erol
bilimler21 sözlüğünde ise; “yiyecek, giyim, barınak gibi gereksinimlerin en düşük
düzeyde sağlanması” olarak tanımlanmıştır. Amartya Sen ayrıca; yeteneğin gelire dönüştürülme yeteneğinin olmayışı olarak ifade etmektedir22.
Yapılan tanımlamalar, yoksulluk konusunda uzmanları rakamlarla açıklamalar
yapmaya, rakamsal olarak yoksulluğu açıklamaya yönlendirmiştir. Bu çerçevede, Dünya Bankası; hane başına günde 1.25 $’dan daha az kazançla yaşamı
fakirlik olarak tanımlamış yani bir yoksulluk hattı belirlemiştir. Bu tanım ışığında da 1.4 milyar kişinin fakir olduğu belirtilmiştir23. Ayrıca Bristol Üniversitesi 2006 yılında yayınlamış olduğu fakirlik raporunda24; 900 milyondan fazla
insanın eğitimden mahrum olduğu ve hiç okula gitmediği, kırsal bölgelerdeki
mutlak fakirliğin büyük kentlere göre 10 kat daha fazla olduğu, Afrika ve Güney
Asyadaki şiddetli hıfsısaha ve konut yetersizliği ile ilgili fakirlik karşıtı programlar yeniden tanımlanması gerekliliği, 5 yaşından küçük 200 milyon çocuğun
şiddetli bir şekilde mutlak yoksulluğu yaşadığı, gelişen ekonomilerde ise yetişkinlerin üçte ikisinin mutlak anlamda yoksulluk içinde olduğu belirtilmiştir.
Fakat, Amartya Sen; sadece “cüzdanla” fakirliğin ölçülemeyeceğini belirtmiş
ve Multidimensional Poverty Index (MPI)/Çokboyutlu Fakirlik Endeks25, adını
verdiği yeni bir endeks geliştirmiştir. Endeks, halk sağlığından, evlerin zemin
döşemelerine, çocuk ölüm oranlarına ve okullaşmaya kadar geniş bir eksende
fakirliği tanımlamaktadır. Bu endekse göre dünyadaki fakir sayısı 1.71 milyardır.
Yoksulluk Türleri
Yaşam dâhilinde varsayılan sadece ekonomik fakirlik olmasına rağmen, insan
yaşamının kalitesi ile ilgili daha birçok fakirlik türleri vardır. Ekonomik fakirlik,
bir ölçü olmasına rağmen ve “yaşam kalitesi” konusunda ve özellikle insanın
“kendini iyi hissetme konusunda çok yetersiz kalmaktadır. Bu anlamda fakirlik
iki ana başlık altında gruplandırılabilir. Biri; mutlak ve göreceli fakirlik iken diğeri, ekonomik fakirlik, akli-zekâsal fakirlik, bedensel fakirlik, kültürel fakirlik, manevi-ruhsal fakirlik, politik fakirlik ve toplumsal fakirlik olarak gruplandırılabilir.
Absolute Poverty/Mutlak Fakirlik: Temel insan ihtiyaçlarının karşılanmasında,
şiddetli bir mahrumiyet halidir. Bu temel ihtiyaçlar; yiyecek, temiz içme suyu,
sıhhi tesisat, sağlık, barınak, eğitim ve bilgiyi içermektedir. Bu mahrumiyet sadece gelir açısından değil aynı zamanda, sosyal hizmetlerden de mahrumiyeti
21
22
23
24
25
114
http://sociology. Socialsciencedictionary. Com/Sociology-Dictionary/ABSOLUTE_POVERTY
Sen Amartya, Who is Poor,, Harward Magazine, January-Fabruary 2011
http://web.worldbank. Org. Erişim: 07.02.13
Bristol Üniversitesi 2006 yılında yayınlamış olduğu fakirlik raporunda
Sen Amartya, Who is Poor,, Harward Magazine, January-Fabruary 2011
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
kapsar26. Diğer taraftan, gelir ile ilgili olarak bir genelleme yapıldığında, günlük
ortalama bir Dolar ($)’dan daha az bir kazanç ifade edilmek istenmiştir.
Relative Poverty/Göreceli Fakirlik: Bir bölge veya ülkede, insanların yaşam tarzı
veya gelirlerinin o ülke veya ülkedeki, genel yaşam standartlarının altında olması olarak açıklanmış ve görecelilik konusu; beklentiler ve alışkanlıkların düzeyinden kaynaklanan, gelir ve diğer kaynaklara dayalı olarak değişebilen standartlar olarak tanımlanmıştır27. Burada önemli olan, genelleme yapılmaması ve
her coğrafi zeminin kendine özgü bir fakirliğin olabileceğinin vurgulanmasıdır.
Fakirlik, her coğrafyada kendine özgü bir şekilde tanımlanmalıdır. Her bölgenin
ihtiyaçlarının farklı olması, fakirlik olgusu hakkındaki genellemelerin yanlış sonuçlar doğurmasına neden olacaktır.
Bodily Poverty/Bedensel Fakirlik: Sağlık ve hijyen eksikliği, kötü beslenme olarak yani her tür bedensel hastalık bedensel fakirlik olarak tanımlanır.
Mental Poverty/ Akli Fakirlik: Öncelikle mental hastalık ve mentalpoverty arasındaki fark açıklığa kavuşturulmalıdır. Mental hastalık, beyindeki bir özürden
ötürü kişinin kendini kontrol edememesi olarak tanımlanırken, mental yoksulluk, şahsın uygun olmayan hareketler şeklinde ve normal olmayan düşünceler
şeklinde ifade edilir ki, mental hastalıktan farklı olarak yardım edilmesiyle, kişi
normal yaşamına dönebilir.
Mental yoksulluk, fiziksel yoksulluktan daha az yıkıcıdır. Tüm yoksulluklar bir
mahrumiyetin sonucudur. Mental yoksulluk çok sinsice, belirsiz bir şekilde belirdiği ve en umulmadık bir şekilde zarar verdiği belirtilmiştir28.
Zihni, aklı, erozyona uğratan sebepler şu şekilde belirtilmiştir.
a) Tüketim: Tüm gereksinimlerini tatmin edeceği kaynağa sahip olduğunu sanmak, dışsal zekâyı tüketen bir olgudur.
b) Korku: Alışılmışın dışında, düzenli bir risk halidir ki, kişilik gelişimini sağlayan, içsel zekâyı yok eden bir olgudur. Korku, doğru düşünmeyi olumsuz bir
şekilde etkileyen ve üzerinde etraflıca düşünülmesi gereken bir olgudur. Toplumu korku ve baskıyla yöneten firavuna karşı Musa ve Harun gönderilirken; “Ey
26 David Gordon, Michelle Kelly Irving, ShailenNandy& Peter Townsend,, The Extentand Nature
Absolute of Poverty The Extent and Nature of Absolute Poverty Final Report to DFID: R8382,
University of Bristol, 31/05/2006
27 EdDiener, Ed Sandvik, Larry, Seidlitz, Marissa Diener, The Relationship Between Incomeand
Subjective Well-Being: Relativeor Absolute? Social Indicator Research, March 1993, Issue 3
28 Weber Ellen, http://www. Brainleadersandlearners. Com/general/10-marks-of-mental-poverty/
Erişim Tarihi.11.02.2013
115
YOKSULLUK TÜRLERİ, YOKSULLUK KÜLTÜRÜ VE KADERCİ YAKLAŞIMIN DOĞUDAKİ YOKSULLUK ÜZERİNE ETKİLERİ
Yrd. Doç. Dr. Haluk Yergin, Yrd. Doç. Dr. Abdullah Erol
Rabbimiz bize şiddetle saldırmasından ve azgınlığının artmasından korkarız.
Korkmayın! buyurdu, ben sizinle beraberim işitirim ve görürüm” (Kur’an, Taha
45-46) Korkuyla toplumları yönetmek, geçmişten süregelen bir yönetim sistemi, günümüzde “korku imparatorluğu” veya “korku endüstrisi” kavramları aynı
düşüncenin ürünleridir.
c) Doğal zekâ ve mental yoksulluk; çevreye karşı duyarsızlık, doğanın içindeki
muhteşemliği görmeye engel olarak doğal zekaya zarar verir. “Hayır, sen hayranlık ve şaşkınlık duyarken onlar (yalnızca) alay ederler” (Kur’an, saffat 12),
yaratılışa, doğaya hayranlıkla bakmak, şaşkınlıkla seyretmek insanın erdemlerinden biridir. Tabiata, ilgisiz kalmak ve onun tahribatını kayıtsızca izlemek,
mükemmelliği görmemek, “doğal zekâ” nın uğrayacağı en büyük zararlardan
biridir. Bunlarla birlikte, ihmal etmek, ertelemecilik gibi faktörler mental yoksulluğu tetikleyen olgulardan birkaçıdır.
Cultural Poverty/Kültürel Yoksulluk: 1961 yılında Oscar Lewis tarafından
ortaya atılan ve evrensel kültürel yoksulluk veya yoksulluk kültürü hala
aynı şekilde” İnsanların gözlemlenebilir ve istikrarlı bir şekilde yoksulluğu
paylaşması”anlamında tanımlanmaktadır29. Bu çalışmanın temel konularından
birini de teşkil eden, yoksulluk kültürü; bireyleri çepeçevre kuşatmış ve nesilden nesile aktarılan yoksulluk ve onun değişmezliği hakkındaki kayıtsızlığı
ifade eder30. Bu tanımlamalar, “Doğu yoksulluğunu” tam olarak açıklama da,
anlamaya yönelik en önemli yoksulluk türüdür. Yoksulluk kültürü, beraberinde
“mağduriyetin istismarı” denilen ayrı bir kavramı tetiklemektedir Bu da, insanları eylemsizliğe yönelten, dışarıdan kurtarıcı bekleyen olgunun tanımıdır31. Bu
olguları yoksulluğun yeni kavramlarından biri olarak tanımlamıştır. “Kentin yeni
yoksulları”, “Mağduriyet psikolojisi”, “Yoksulluk Kültürü” veya “Mağduriyetin istismarı” gibi kavramlarla açıklanmaya çalışılan bu sosyal çerçevenin bireyleri;
kentin eski yoksul veya dar gelirli kesimlerinden daha farklıdır. Nesilden nesile
aktarılan ve yoksulluğun değişmezliği nedeniyle hayata kayıtsızlığı, hayata kaderci bakışın bir sonucudur ve bu da “doğu” ya özgüdür.
Spiritual Poverty/Manevi-Ruhsal Yoksulluk: Diğer insanlarla birlikte olmanın
hayatımızdaki önemi ve kardeşlik bilincindeki eksiklik olarak tanımlanmıştır.
Papa XVI. Benedict, açıklamasında, ruhsal fakirliğin, maddesel fakirlikten daha
kötü olduğunu vurgulamıştır. Tanrı bilincinde olmamak, ruh fakirliği olarak
açıklanırken Ruhsal yoksulluk, esas itibariyle, “yoksulluk ruhu veya yoksullu29 Gorski Paul, The Myth of the Culture of Poverty, Educational Leadership, 2008, vol.,65, No.,7
30 Duvoux Nicolas, The Culture of Poverty Reconsidered, La viedes İdees, A specialissue of the journal
Annals of the American Academy of Political and Social Science, 2010
31 Özgen; 2000
116
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
ğun ruhu” tanımlamasıyla, tasavvufta ve bazı Hristiyan kaynaklarda insanlığın
manevi yükselişi olarak açıklanmıştır..“Fakr–ı manevi: ruhsal yoksulluk” ise dervişin kendisini Allah’a mutlak anlamla muhtaç olduğunun bilincinde olmasıdır.
Bu durumda dervişin maddi zenginlik ile maddi yoksulluk arasında bir fark
görmeyecek bir ruhsal düzeyde olması gerekir. Kişilikte önemli olan “ruhsal
yoksulluk”tur32. Fakirlik bir erdem olarak ele alınırken; “ateşli, hararetli bir erdem olan “fakirliğin erdemi”, insanın geçici olan şeylerden vazgeçmesi olarak”
tanımlanırken “dünyadan ve dünyevi şeylerden feragat etme ve ruhun manevi
gelişimi”33 olarak tanım bulmuştur. Hz. İsa, paranın kendisi kötülüğün kaynağı
olamayacağı için maddi şeylere sahip olmayı kınamamıştır zira kendisinin de
zengin dostları vardı daha ziyade vurgulanmak istenen “para sevgisinin kötülüğün kaynağı olduğudur.” (1 Timoty 6:10)
Political Poverty/Politik-Siyasal Yoksulluk: Ülke sisteminin nasıl çalıştığı konusunda bilgi eksikliğidir. Temel soru; seçim sürecinde oy kullananların tercih nedeninin anlaşılmasıdır. Bu tanım kişilerin politika konusundaki eksik bilgisinden
kaynaklanmaktayken, yöneticilerin kötü politikalarının sonucu olarak fakirliğin
artması, gelir dağılımındaki adaletsizlik ise siyasi fakirliğin diğer bir boyutunu
açıklamaya yöneliktir. “ Pazar ekonomisi, bir zenginlik yaratırken, süreklilik gösteren korku yaratan bir fakirliği de yaratmıştır34.
Social Poverty/Sosyal Yoksulluk: Toplumsal ilişkilerde yaşanan eksiklik olarak
tanımlanmıştır. Toplumda oluşan sosyal, kültürel katmanlaşma bu yoksulluk
türünün oluşumunun nedenlerinden biridir. (Lewandowski, 2006) Toplumda,
özellikle gelir düzeyi daha yüksek olan insanlar, kültürel ve yaşam kalitesi bakımından daha üst düzeyde oldukları varsayımıyla, alt(!) düzeydeki insanlarla
aralarında duvarlar örmeye başladılar bu duvar Sau Poulo’da nesnel bir görünümdeyken, daha çok sanal bir şekilde yükselmektedir. Sosyal katmanlar arasında kopan ilişkiler sosyal ilişkilerde eksikliğe neden olmaktadır ki bu da sosyal
fakirlik olarak tanımlanmaktadır.
SONUÇ
Dünya “doğu” ve “batı“ olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Bu ayrım asla coğrafi bir ayrım değildir. Sezai Karakoç’un “Masal” şiirinin girişinde zikrettiği “
Doğuda bir baba vardı Batı gelmeden önce” mısrasındaki doğu- batı, Aliya
İzzetbegoviç’in kaleme aldığı büyük eser “Doğu Batı Arasındaki İslam” başlığında anlam kazanan doğu-batı veya Rene Guenon’un “doğu doğudur batı
32 Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimler Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi İst. 2012
33 http://thedivinemercy. Org/library/article. Php?NID=2225 Erişim Tarihi 13.02.2013
34 Dwight R. Lee, ThePolitics of PovertyandthePoverty of Politics, http://www. Cato. Org/sites/cato. Org/
files/serials/files/cato-journal/1985/5/cj5n1-2. Pdf, Er. Tar. 13.02.2013
117
YOKSULLUK TÜRLERİ, YOKSULLUK KÜLTÜRÜ VE KADERCİ YAKLAŞIMIN DOĞUDAKİ YOKSULLUK ÜZERİNE ETKİLERİ
Yrd. Doç. Dr. Haluk Yergin, Yrd. Doç. Dr. Abdullah Erol
batıdır ve ikisi asla bir araya gelmeyecektir” cümlesinde anlam kazanan doğubatı kavramlarıdır.
Doğu kavramı ile birlikte “kaderci” yaklaşımın, önceden belirlenmiş olan geleceğin değiştirilemeyeceği inancı yaşamı etkilemektedir. Olumsuzlukların nesiller boyu devam ettiği ve bunun değişemeyeceği, kader zincirinin kırılamayacağı inancının kabul bulmasıdır. Doğu toplumlarında yoksulluk bu kavram ile
birlikte ele alınmadığı sürece bir çözüm de olmayacaktır. Yoksulluk ile sosyal
ve psikolojik faktörler birlikte ele alınmalıdır. “J Schumpeter konuyu “dinamik”
ve “statik” müteşebbisler kavramı ile açıklamaya çalışırken, Everet E. Hagen,
psikolojik faktörlerin önemine değinmiş, değişimin kısa zamanda değil uzun
zaman alacağını, tedrici olacağını ifade etmiş ve konuyu “ yaratıcı kişilik yapıları
“ile açıklamıştır. E. F. Schumacher, kişi kendi kendini yararsızlığına inandırdığı
anda mahvolur…”35 ifadeleriyle değişimin nasıl olacağını veya olması gerektiğini
tespit etmeye çalışmışlardır.
Kaderciliğin Tanımı
Bir toplumun ya da bölgenin yoksul olması ile bu yoksulluğun değişmeyeceği
inancı ayrı birer olgudur. Bu anlamıyla “kaderci yoksulluk” kavramının Doğu
ile ilişkisinin ne olduğu; yoksulluk içeren sorunlarda önemli bir problem olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Diğer taraftan, yoksulluk kavramı ile “wellbeing/kendini iyi hissetme” kavramının da ayrıca ele alınması gerekliliğidir. “Happiness doesn’t increase with growing wealth of nations” adlı çalışma buna bir örnektir. Çalışmada“uzun vadede
artan refahın zenginliğin mutluluğu arttırmadığı belirtilmiştir. Zengin ülkelerdeki insanların mutlu olmaya daha eğilimli olduğu ama artan zenginlik ile beraber
insanların kendini iyi hissetme olgusunun artmadığı ifade edilmiştir.”
Yaşam standartı veya yaşam kalitesi ile yoksulluk ve zenginlik arasında da doğrusal bir bağlantı olmayabileceği incelenmesi gereken bir konudur. Geliri az olan
bir insanın çok yüksek bir yaşam standardında olabileceği gibi, gelir düzeyi çok
yüksek olan bir insanın yaşam kalitesinin düşük olabileceği de unutulmamalıdır.
“Kaderci yoksulluk” anlayışının Doğu Medeniyetinin değil daha çok iki yüzyıl
önce Doğu Medeniyetinin Batı’daki gelişmelerin etkisinde kalarak hem madden
hem de ruhen fakirleşmiş halinin belirginleştirdiği bir davranış biçimi olarak
ortaya çıkmıştır. “Kaderci yoksulluk” anlayışının İslamdaki Kadercilik anlayışı ile
bir ilişkisi yoktur. Nitekim İslam inancında kadercilik anlayışı tembelliği ört bas
etme veya uyuşukluğa teşfik değildir36.
35 Kozak İbrahim Erol, İbn-i Haldun’a Göre İnsan Toplum İktisat, Pınar Yay. İstanbul,1986
36 M. K. Mutlu & Y. Kahraman / Değişim Yönetimi: Üniversite Öğrencilerinin İnanç Sistemindeki
Değişimler, YÖNETİM VE EKONOMİ Yıl:2012 Cilt:19 Sayı:2 Celal Bayar Üniversitesi İ. İ. B. F., s.232
118
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Doğunun, özellikle İslam Medeniyetinin mutluluğu yoksullukla ve zenginlikle
ilişkilendirmedikleri bilinmektedir37. Dolayısıyla “bezginlik, atalet” içeren, yoksulluğu ve zenginliği önemli bir değer olarak görüp ümitsizliği yaşam biçimi
olarak algılayan bir anlayışın nasıl doğduğu mühimdir. Bu gelişimi Doğu’nun
en çok hangi özelliğine bağlamak gerektiği önemli bir problemdir. Batı’nın sanayileşme sonrası göz kamaştırıcı zenginliği, Doğu’nun hem fen bilimlerdeki
yetersizliği hem de fakirliği belki de bir “aşağılık kompleksi” oluşturmuştur. Bu
kapsamda “Kaderci Yoksulluğu”, üretememe, atalet ve bezginlik içinde olmayı,
değişmeyi imkânsızlık üzerine kuran “arabeskçi” bir anlayışı içermektedir. Böyle
bir anlayışın doğması da en çok Doğu’nun “hikmeti” ve “zühdü” kaybetmesi ile
ilişkili olsa gerek. Doğu kıblesini “hikmet”ten “hükmete” çevirmiş; huzur yerine
refahı istemiş, bunu da başaramayınca kompleks/zillet içinde “yoksulluk kültürünü” geliştirmiştir.
Modern dönemin yoksulluk ile ilgili düşüncesinin gelişmesinde en etkili kavramlardan biri “güç”tür. Modern anlayışın önce Merkantilizm ile sonraları ise
Kapitalizm ile ortaya koyduğu “zenginlik/servet güçtür” anlayışı; aynı zamanda
ekonominin ahlakla olan bağını kesmiştir. Ahlaktan soyutlanan ekonomi acımasız bir aygıt haline gelmiştir.
Doğudaki en önemli yansıması da “kader” anlayışını deforme ederek “kaderci”
bir anlayışın doğmasına ön ayak olmasıdır. Doğu kavramı ile birlikte “kaderci” yaklaşımın, önceden belirlenmiş olan geleceğin değiştirilemeyeceği inancı
yaşamı önemli şekilde etkilemiştir. Olumsuzlukların nesiller boyu devam ettiği
ve bunun değişemeyeceği, kader zincirinin kırılamayacağı inancı kabul görmüştür. Doğu toplumlarında yoksulluk, bu “kaderci” bakış açısı ile birlikte ele
alındığında; Doğu toplumlarında “hikmet” ve “zühd” kavramlarından kopuk bu
anlayışın nasıl oluştuğu önemlidir. Bu çalışmada üstünde durulan Batı’nın zenginliği karşısında Doğu’nun fakirliği; Modernliğin de etkisi ile “bezginlik, atalet
ve ilgisizlik” şeklinde ortaya çıkışıdır. Kaderci Yoksulluk türünü de bu açıdan da
değerlendirilmesi gerektiği düşünülmektedir.
Kaynakça
Alok, J. (December 13, 2010). Happiness Doesn’t İncrease with Growing Wealth of Nations. Guardian., from http:// www.guardian. Co. Uk.
Amartya, S. (2011). Who is Poor. Harward Magazine.
Aster, E. V. (2000). Felsefe tarihi (V. Okur, Çev.). İstanbul: İm Yayınları. Ater, E. W. (2002).
İlkçağ ve ortaçağ felsefe tarihi (V. Okur, Çev.). İstanbul: İm Yayıncılık.
Bolay, M. N. (1988). Türk büyükleri dizisi. Ibn-i Sinâ (72-78). Ankara: KTB Yayınları.
37 Bkz. 5 Fârâbî, Ebu Nasr, el-Medinetül Fâdıla (Çev. Ahmet Arslan), Vadi Yay., Ank., 1997, s. 90; Bolay,
M. Naci, Ibn-i Sinâ, Türk Büyükleri Dizisi, KTB Yay., Ank., 1988, s. 72, 77, 78
119
YOKSULLUK TÜRLERİ, YOKSULLUK KÜLTÜRÜ VE KADERCİ YAKLAŞIMIN DOĞUDAKİ YOKSULLUK ÜZERİNE ETKİLERİ
Yrd. Doç. Dr. Haluk Yergin, Yrd. Doç. Dr. Abdullah Erol
Coşar, A. M. (2011). Kültürümüzde intikam. ACTA TURCICA Tematik Türkoloji Dergisi Online Thematic Journal of Turkic Studies Yıl III, Sayı 1/2, Ocak 2011 http://www. Actaturcica. Com/sayi5/III_1b_10. Pdf, s.306
Smith, A (2012). Milletlerin zenginliği (IV. Baskı). (H. Derin, Çev.). İstanbul:İş Bankası Kültür
Yayınları.
Gordon, D., Irving, M. K., Nandy, S. & Townsend, P. (2006). The extentand nature absolute
of poverty the extent and nature of absolute poverty (Final Report to DFID: R8382).
University of Bristol.
Diener, E., Sandvik, E., Seidlitz, L. & Diener, M. (1993). The relationship between in come
and subjective well-being: relativeor absolute?. Social İndicator Research, 3.
Duvoux, N. (2010). The culture of poverty reconsidered, la viedes idees. A specialissue of
the journal Annals of the American Academy of Political and Social Science.
Dwight R. L. (1985). The politics of povertyand the poverty of politics. 13 Şubat 2013,
http://www. Cato. Org/sites/cato. Org/files/serials/files/cato-journal/1985/5/cj5n1-2.
Pdf.
Fâdıla, E. N. M. (1997). Fârâbî (A. Arslan, Çev.). Ankara: Vadi Yayıncılık.
Gorski, P. (2008). The myth of the culture of poverty. Educational Leadership, 65(7).
Kafadar, O. (2003). Türkiye’de gençliğin eğitimi sorunu ve kaynaklarına sosyo-kültürel bir
yaklaşım. Educational Sciences and Practice, 2(3), 105-115.
Kozak, İ. E. (1986). İbn-i haldun’a göre insan toplum iktisat. İstanbul: Pınar Yayınları.
Küçük, H. (1947). İslam ve batı felsefelerinde sistematik problemler. (477-503). İstanbul:
Dersaadet Yayınları.
Lewandowski, D. J.(2006). Explaining social poverty: human development and social capital. Preliminary Version of HDCA Conference Paper.
Mutlu, M. K. ve Kahraman, Y. (2012). Değişim yönetimi: üniversite öğrencilerinin inanç
sistemindeki değişimler: yönetim ve ekonomi. Celal Bayar Üniversitesi İ. İ. B. F Dergisi,
19(2), 232.
Nasr, S. H. (1995). Genç Müslümana Modern Dünya Rehberi (Ş. Yalçın, Çev.). İstanbul: Eramat Matbaası.
Özgen (2000).
Şenel, A. (1991). Siyasal düşünceler tarihi. Ankara: Verso Yayınları
Thilly, F. (2000). Yunan ve Ortaçağ Felsefesi. Ankara: İzdüşüm Yayınları.
Uludağ, S. (2012). Tasavvuf Terimler Sözlüğü. İstanbul: KabalcıYayınevi.
Ünder, H. (1996). Çevre felsefesi. Ankara: Doruk Yayıncılık.
Bristol Üniversitesi 2006 yılında yayınlamış olduğu fakirlik raporu
http://www. Brainleadersandlearners. Com/general/10-marks-of-mental-poverty/ Erişim
Tarihi.11.02.2013
http://oxforddictionaries. Com/definition/english/poverty
http://sociology. Socialsciencedictionary. Com/Sociology-Dictionary/ABSOLUTE_POVERTY
http://thedivinemercy. Org/library/article. Php?NID=2225 Erişim Tarihi 13.02.2013
http://web.worldbank. Org. Erişim: 07.02.13
120
KÜRESELLEŞEN DÜNYANIN
YENİ GERÇEKLERİ VE
GENÇLERİN KONUMU:
RADİKALLEŞİYOR MUYUZ?
Yrd. Doç. Dr. Barış Bulunmaz
Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi İletişim Bilimleri Bölümü
Özet:
Teknolojinin ilerlemesi ve sosyal yaşamın günden güne daha entegre bir şekilde teknolojik sürecin içine girmesi ile birlikte, 1980’lerin başlarından itibaren hayatımızı her
anlamda etkileyen küreselleşme olgusunun önemli bir parçası daha tamamlanmış oldu.
Kapitalist sistemin temel sac ayaklarının üzerinde yükselen küreselleşme, özellikle bilgi
ve iletişim çağı olarak adlandırdığımız 21. yüzyılda etki alanını ve yoğunluğunu daha da
arttırmıştır. Olumlu ve olumsuz anlamda birçok özelliği kendi içinde barındırmasına ve
yine aynı şekilde kendisine yöneltilen eleştirilere rağmen, bilhassa yeni medya araçlarının yeni dünya düzeni içerisindeki tüm altyapı düzenine egemen olması sonucunda,
küreselleşme kendi içinde de evrimleşerek ilk ortaya çıktığı zamanki idealize edilmiş
söylemlerinden uzaklaşmıştır. Bu noktada yeni iletişim teknolojilerinin üreticileri olan
büyük ve ‘küresel’ devletler ile bu teknolojilerin birincil hedef kitlesi olan genç nüfus
arasında üretici-tüketici bağlamında bir birliktelik meydana gelmiştir. Ancak bir taraftan
özgürlük, eşitlik, demokrasi ve paylaşım gibi kavramlar ile kültürler arası yakınlaşmayı
sağlayan ve gençleri kendisine eklemleyen yeni iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması,
diğer taraftan büyük çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu kullanıcı grubunun küreselleşmenin ve teknolojinin yarattığı bu sistem içerisinde şiddete ve nefrete yönelik davranış
şekilleri göstermesi, gençlerin düzen içerisindeki konumunu ve geleceğini düşünmemizi
gerektirmektedir. Bu çerçevede çalışmada ilk olarak küreselleşmenin teorik çerçevesi çizilecektir. Daha sonra ise küreselleşmenin yarattığı yeni dünya düzeni ile gençlerin bu
düzendeki yeri ve davranış şekilleri sorgulanacaktır.
Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, Teknoloji, 21. Yüzyıl, Yeni Dünya Düzeni, Gençlik
121
KÜRESELLEŞEN DÜNYANIN YENİ GERÇEKLERİ VE GENÇLERİN KONUMU:
RADİKALLEŞİYOR MUYUZ? • Yrd. Doç. Dr. Barış Bulunmaz
NEW REALITIES OF THE GLOBALIZING WORLD AND THE STATE OF THE YOUNG
PEOPLE: ARE WE RADICALIZING?
Abstract:
With the developments in the technology and the social life’s increasing penetration
into the technological process in a more integrated way day after day, another important part of the globalization concept which has started affecting all aspects of our lives
since the beginning of 1980’s, has been completed. Globalization, rising on the basic
trivets of capitalism, has expanded its domain and increased its intensity especially in
the 21st century which we called the information and communication era. Although it
incorporates many characteristics either positive or negative and despite of all criticisms
made, globalization has evaluated within and has alienated from its idealized statements in its emergence especially due to the dominant position of the new media tools
in the whole infrastructure in the new world order. At this point, there emerged cooperation between the giant and ‘global’ states who are the manufacturers of the new
communication technologies and the young population that is the primary target group
of these technologies within the context of the manufacturer-consumer. However, on
one hand the proliferation of the new communication technologies that enable cultural
intimacy with the concepts such as freedom, equity, democracy and sharing and connect the young people to itself; and on the other hand violence and hatred oriented
behaviors shown by the user group composed mainly of the young people within this
system created by the globalization and technology, necessitate us to think about the
state and future of young people within this order. Within this context, the theoretical
framework of the globalization will be defined primarily in this study. After that; the new
world order created by the globalization as well as the state and behaviors of young
people in this order will be questioned.
Keywords: Globalisation, Technology, 21st Century, New World Order, Youth
Giriş
Dünya tarihinde siyasi, politik, ekonomik ve sosyal alanlarda zaman içerisinde
birçok gelişmenin ve değişimin yaşandığı görülmüştür. Bu gelişme ve değişimler kimi zaman bireyleri, kimi zaman kurumları, kimi zaman devletleri etkilemiştir ve bazen de uluslararası anlamda tüm dünyada etkileri olan sonuçları
doğurmuştur. Her sonucun bir başka değişimin habercisi ve her değişimin de
yeni bir gelişmenin ön şartı olduğundan hareketle, dünya tarihi içerisinde belli
başlı birçok olayın bu durumu yarattığını görmekteyiz.
Bir dönemin kapanıp yeni bir dönemin açılması, ülkeler arasındaki ilişkilerin
uluslararası gerçeklikler dışında inişli çıkışlı grafikler izlemesi, politik gelişmelerin
nüvesini oluşturan devletler arası ya da global gelişmeler, ekonomik anlamda
ulusal ya da uluslararası etkileri olan önemli sarsıntılar ya da toplumsal hayatı
122
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
köklü olarak değişikliğe uğratan olaylara baktığımızda her zaman sistemin
dinamiklerinin harekete geçmesinin yanında ani ya da planlı bir hareketin ya
da çabanın uygulamaya koyulduğunu görmekteyiz. Bu durum dünya tarihi
içerinde global etki yaratan tüm gelişmelerin, dönemsel olarak ‘rastlantı’ gibi
gözükse de, sistemin aktörleri tarafından bir şekilde uygulamaya koyulduğunu
ve sistematik bir şekilde uygulanabilir politikalar ile hayata geçirildiğini
göstermektedir.
Yirminci yüzyıla baktığımızda uluslararası etkileri olan birçok olayı görmemiz
mümkündür. Birinci Dünya Savaşı ile başlayan ve dünya coğrafyasında yüzyıllardır süre gelen sınırların değişikliğe uğrayarak, yine yüzlerce yıllık imparatorlukların yıkılması, 1929 ekonomik buhranı ile dünya ekonomik sistemi içerisinde
etkileri onlarca yılı bulacak finansal çalkantılar ve zorluklar yaşanması, İkinci
Dünya Savaşı ile yeni yeni toparlanmaya başlayan bazı dinamiklerin kökten ve
sarsıcı yaralar alması, 1973 petrol krizi ile dünyanın ekonomik anlamda büyük
bir darbe ile daha karşı karşıya kalması bunlar arasında ilk akla gelenler olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Çok hareketli ve yıkıcı gelişmelerin yaşandığı yirminci yüzyıl, başlangıcında olduğu gibi son yıllarında da dünyayı sarsıcı gelişmelerin yaşandığı bir yüzyıl
olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan çift kutuplu dünyanın iki aktörü
Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, bir taraftan yirminci yüzyılın ikinci yarısına yönelik olarak dünyayı şekillendirme stratejilerini sağlam temeller üzerinden inşa etmeye çalışırlarken, diğer taraftan da
dünya ülkelerini iki seçenekten birini seçmenin dışında başka bir yol olmadığı
gibi bir atmosfer ile karşı karşıya bırakmışlardır. Soğuk Savaş dönemi olarak
adlandırılan bu dönem, en nihayetinde 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması,
1991 yılında da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılarak birliğe bağlı
devletlerin bağımsızlıklarının ilan etmeleri ve genel kanı itibariyle de komünizmin yenilgiye uğraması ile sonuçlanmıştır. Bu durum da tüm dünyayı tekrardan
bazı ‘sınırların’ değiştirilmesi ve stratejik planların uygulamaya konulması süreci ile karşı karşıya bırakmıştır. Daha sonrası ise dünyada ‘süper güç’ olarak
adlandırılan Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya üzerinde ekonomik, siyasi,
politik ve sosyal alanlarda hegemonik bir yaklaşım ile egemenlik kurma sürecine yönelik savaşlar ve stratejik yaklaşımlar ile sürmüştür ve halen de devam
etmektedir.
Bu sürecin içerisinde ekonomik anlamda bir yaklaşım olarak değerlendirilmesi
gereken kapitalizm, liberalizm ideolojisinin temel altyapısını oluşturarak özgürlükçü bir anlayış ile kendi çerçevesini çizmiştir ve son olarak da küreselleşme ile
‘görünen’ evrimleşmesini tamamlamıştır. Diğer bir deyişle kapitalizm ile başlayan, liberalizm ile devam eden ve küreselleşme ile hayat bulan bu süreç, tüm
123
KÜRESELLEŞEN DÜNYANIN YENİ GERÇEKLERİ VE GENÇLERİN KONUMU:
RADİKALLEŞİYOR MUYUZ? • Yrd. Doç. Dr. Barış Bulunmaz
dünyayı eşitlik ve özgürlük noktasında ekonomik, siyasi, politik, sosyal ve kültürel alanlarda ‘tek’ olma ve adil paylaşım ilkesine doğru yönlendirmiştir.
Pozitif ve negatif anlamda birçok eleştirinin getirilebileceği küreselleşme, bilhassa teknolojinin yarattığı Yeni Dünya düzeninde farklı bir yöne doğru evrilmeye başlamıştır. Merkeze yaklaşan ve paylaşımı ön plana çıkarmayı hedefleyen
anlayış, zaman içerisinde kendini güçlünün daha güçlü olduğu ve egemenliğini
pekiştirdiği bir yapının hâkim olduğu bir araç haline getirmiştir. Bu yeni düzenin
egemen ve güçlü aktörlerinin öncelikli çekim merkezi halinde bulunan kitle ise,
21. yüzyılın yarattığı bilgi, iletişim ve teknoloji çağında her değişimin birincil
adresi konumunda olan gençlerdir.
Bu çerçevede, çalışmada öncelikli olarak küreselleşmenin kavramsal çerçevesi
çizilerek açıklaması yapılacaktır. Daha sonra ise küreselleşmenin yarattığı Yeni
Dünya düzenine ve bu düzen içerisinde gençlerin konumuna ilişkin saptamalarda bulunularak, gençlerin gösterdiği davranış şekillerinin ‘nefret söylemi’ ekseninde saldırgan ve yıkıcı bir üslup içinde bulunmasının nedenlerine yönelik
sorgulamalarda bulunulacaktır.
Kavram Olarak Küreselleşme
Kapitalizm ile tohumlanan, liberalizm ile yeşillenen ve küreselleşme ile çiçek
açan, yani diğer bir deyişle zincirleme bir reaksiyon gibi halkaları kendi içinde
birbirini tamamlayan ve takip eden bu süreç, temellerini 1980’li yılların başlarında Amerika Birleşik Devletleri’nde atmıştır. Aslında küreselleşmenin başlangıcına yönelik birçok farklı kaynakta çok daha gerilere gidilmekle beraber, bahsettiğimiz zincirleme reaksiyon süreci içerisinde 1980’li yılların başları daha bir
yerli yerine oturmaktadır. Körfez Krizi ile Amerika Birleşik Devletleri, dört temel
alandaki küresel hâkimiyeti ile bir küresel güç olarak ortaya çıkmıştır. Dünya çapındaki askeri varlığı, dünya çapındaki büyümenin lokomotifi olan ekonomisi,
teknolojik alanda bir sıçrama yapmasını sağlayan altyapısı ve teknolojik alanda
Ar-Ge çalışmaları ile yarattığı yenilikler ve kültür alanında tüm dünya gençliği
üzerinde etkili olan kültürü (Brzezinski’den aktaran Aguiton, 2011, s. 56-57) ile
Amerika Birleşik Devletleri, dünya üzerinde küresel hegemonyasının kurulmasına yönelik olarak her geçen gün daha radikal adımlar atmaktadır.
Küreselleşme ile modernizmi birlikte düşünmemiz ve öncelikle modernizm kavramı üzerine bir şeyler ifade etmek gerekirse, küreselleşmenin anlaşılabilmesi
için öncelikle modernizm kavramının anlaşılması gerekmektedir. Modernizm,
dünyada 19. yüzyıl sonlarında bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler ve daha
önce ortaya çıkan sanayi devriminin geniş bir alana yayılması sonucu sosyal,
ekonomik, kültürel alanlarda ortaya çıkan yeni değerler sistemidir. Feodal sis124
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
temden, ulus devlete, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişin dünya üzerinde kaynağını Batı’dan alarak yayılması, modernizm olarak tanımlanan değerler sistemini de beraberinde getirmiştir. Bu değerler sistemi, insanların elde
ettiği ekonomik ve sosyal hareketliliği takip eden bilimsel gelişmelerle desteklenmiş, bireyler önceki dönemdeki muhafazakâr düşünüşü bir reddedişle birlikte sistemi açıklamada ekonomik merkezli materyal değerlere yönelmişlerdir.
Modernleşmenin asıl amacı, ortaya çıktığı dönemde, yeni oluşan ulus devletlerde ekonomik büyümeyi sağlamaktır (Giddens’den aktaran Bahar, 2009, s. 293).
Buradan da anlaşılabileceği gibi, küreselleşmenin ana çekirdeğini kapitalizmin
oluşturduğunu ve kapitalizm ile küreselleşme arasındaki illiyet bağının sarsılmaz bir şekilde birbirine bağlı olduğunu söyleyebiliriz.
Küreselleşme ile ilgili başlangıç tarihinde olduğu gibi, kavramsal olarak açıklanmasına yönelik olarak da farklı bakış açılarından birçok tanım yapılmıştır. En
geniş anlamıyla küreselleşme; mallar, yatırım, üretim ve teknolojinin ulusaşırı
akışını ifade etmektedir. Bu küreselleşmenin yarattığı etkinin boyutu ve derinliği de (daha önce ulus-devletle özdeşleşmiş olan yapıların yerini alan, kendine
özgü kurumlara ve iktidar suretlerine sahip) bir yeni dünya düzeni yaratmıştır (Petras & Veltmeyer, 2006, s. 35). Bu çerçevede küreselleşme, her alanda
mesafenin daha az önemli hale gelerek, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel
alanlarda dünyanın daha çok bütünleşmesidir. Tek yanlı bir süreç değildir; daha
çok diyalektik bir süreçte, zıt eğilimlerini de ihtiva ederek gelişmektedir (Uluç,
2003, s. 174) ve kıtalar ve bölgeler arası akışlar ve etkinlik ağları yaratarak toplumsal ilişkiler ile işlemlerin mekânsal örgütlenmesinde -genişlik, yoğunluk, hız
ve etki bakımından- bir dönüşümü sağlayan bir süreç ya da süreçler dizisidir (Held, McGrew, Goldblatt & Perraton, 1999, s. 16). Ancak, bu süreçler dizisi
bir taraftan devletler arasındaki bağlantıları kuvvetlendirme ideali ile hareket
ederken, diğer taraftan ise ekonomik anlamda daha büyük uçurumların oluşmasına yönelik olarak da adımlar atmaktadır.
Bir diğer tanım ise küreselleşmeyi, genel olarak hareket ve dolaşım boyutlarında ele almıştır. Hareket ve dolaşım, sermayenin, ürün ve hizmetlerin, insanların,
simgelerin, sembollerin, anlamların ve mitlerin akışını kapsar. Bu tanım, küreselleşmenin üç temel özelliği olan, insanların hareketi, ürün ve hizmetlerin dolaşımı ve bunun sonucunda gelen güç/iktidar ilişkileri ile birlikte düşünülmelidir.
Küreselleşmenin bu özellikleri; ekonomi, kültür ve yönetim alanlarında değişiklikler ve dönüşümler yaratarak, beraberinde yeni politika ve stratejileri de getirmektedir (Kırca, 2001, s. 183-184). Küreselleşme, devlet merkezli kurumların ve
devlet merkezliğine yapılan atıfların, salt uluslararası değil, tamamıyla küresel
bir bağlamda faal olan aktörler arasındaki ilişkilerin yapısı içinde eridiği süreçtir
(Evans & Newnham, 1998, s. 201). Bu süreç bir bakıma hegemonik bir gücün
125
KÜRESELLEŞEN DÜNYANIN YENİ GERÇEKLERİ VE GENÇLERİN KONUMU:
RADİKALLEŞİYOR MUYUZ? • Yrd. Doç. Dr. Barış Bulunmaz
yarattığı etki ile büyük devlet-küçük devlet sorunsalını ortaya çıkarmaktadır
ve devletler arası ilişkilerde her alanda güçlünün egemenliğini pekiştirdiği bir
model ortaya koymaktadır.
Küreselleşme olarak tanımlanan olgu esasında, sömürgeci sınıf ilişkilerinin, daha
önce kapitalist üretim dışında kalan bölgelere yayılmasına dayanan geçmişin
bir uzantısıdır (Petras & Veltmeyer, 2006, s. 40). Robert Gilpin’e göre küreselleşme; serbest ticaret, genel olarak kısıtlanmamış yabancı yatırımlar (özellikle
çokuluslu şirketler tarafından yapılan) ve ticari emtianın dolaşımına açık ulusal
sınırlarla tanımlanan küresel bir ekonominin yaratılmasıdır (Gilpin’den aktaran
Yılmaz, 2011, s. 36). Bu noktada küreselleşmenin odaklandığı finansal yapılar
ve bu finansal yapılar üzerinden ortaya çıkan finansal küreselleşme kavramına
değinmekte fayda var.
Finansal küreselleşme gelişmiş ülkeler için sağlamış olduğu avantajı gelişmekte
olan ülkeler için sağlamamıştır, çünkü finansal küreselleşme gelişmekte olan
ülkelere beraberinde avantajlar sunarken, yanında ekonomileri olumsuz yönde etkileyecek dezavantajları da beraberinde getirmiştir. Finansal küreselleşme
sürecinde küreselleşmede olduğu gibi uyum sağlayan ülkeler avantajlarından
yarar sağlarken, uyum sağlamayanlar ise ekonomik yapılarında bozulma ile
birlikte kriz gibi çok önemli sorunlarla da karşı karşıya kalmışlardır (Karan &
Karacabey, 2003, s. 187). Aslında bir kısırdöngü şeklinde düşünebileceğimiz bu
sistem, kriz süreci-iyileştirme politikaları-kriz süreci olarak her defasında aynı
kalıplar içerisinde karşımıza çıkmaktadır.
Bu bağlamda, küreselleşme denildiğinde akla önce küresel finans piyasaları ve
sermaye akışları gelmektedir. Bununla birlikte küreselleşmenin sadece ekonomik tanımlarla açıklanması yanıltıcıdır. Küreselleşme sürecinin yaygınlaşmasında iletişim teknolojilerindeki baş döndürücü gelişmeler önemli bir rol oynamaktadır (Bahar, 2009, s. 294). Bugün küreselleşmenin birey üzerinde çok
daha radikal etkileri vardır. Küreselleşme süreci, politikayı, kültürü ve iletişimi
dünya ölçeğinde birbirine bağlı kıldı. Global kitle kültürünün yeni formu, Amerikan etkisiyle şekillenen televizyon ve filmlerle oluşturuldu. Eğlence sektörü
elektronik simgelere dayandı. Televizyon bugün tek başına küresel bir kamuoyu
yaratmış bulunuyor. Televizyon dışındaki kitle iletişim araçları da, yazılı alanda
globalleşiyorlar (Uras, 2007, s. 91-92). Dünyanın herhangi bir bölgesinde, farklı
yatırımcıların farklı kitle iletişim araçlarını sahiplenerek ve bu kitle iletişim araçları vasıtası ile küresel güçlerin politikalarına yönelik bir yayıncılık gerçekleştirdiklerini de özellikle belirtmemiz gerekmektedir.
Küreselleşme düzeninde eski tip emperyalizmden farklı olarak, metropol ülkelerin emekçi sınıflarının da yaşam standartları gerilemekte, tüm para ve güç
126
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
neo liberal projeden çıkarı bulunan elit bir burjuvazinin elinde toplanmaktadır.
Bu gelişme, küreselleşme karşıtı hareketin sistemi içeriden sarsmak şansını arttırıyor (Kozanoğlu, 2003, s. 147). Adına küreselleşme dediğimiz süreçte, ölüm
öncesinde de, yaşamlar, bütün mekânsal düzeyler, şehirler bir tektipleşme,
yeknesaklaşma ve adeta bir mekânsal pespayelikle bizi karşı karşıya bırakıyor.
Küresel süreçler aslında yerel alanı da tarif ediyor ve belirliyor. Yereli oluşturan
yapılar artık yerel olarak düzenlenmiyor. Yerel ile küresel, çözülmez bir biçimde
birbirine geçmiş bulunmaktadır. Örneğin, semtteki dükkânların en küçüğü bile,
büyük olasılıkla, içinde dünyanın her yerinden gelen malları bulundurmaktadır
(Uras, 2007, s. 105). Bu durum küreselleşmenin yukarıda açıklaması yaptığımız
tüm noktaları ile birlikte düşünüldüğünde, küreselleşmenin ister siyasi ya da
politik isterse de ekonomik ya da kültürel olsun, her anlamda ve her alanda
dünya üzerinde kendine ‘kendini’ büyütecek ve geliştirecek bir alan yarattığı
fikrini oluşturmaktadır.
Küreselleşmenin Yarattığı Yeni Dünya Düzeni
Küreselleşmeyi ve küreselleşen dünyanın gerçeklerini sadece ekonomik ve siyasi yaklaşımlar ile açıklamak, küreselleşmenin ortaya çıkardığı yeni sistemi
açıklamada ve anlamada kesinlikle yeterli değildir. İçinde yaşadığımız 21. yüzyılın gerçeklerini ve kültürel argümanlarını işin içine katmadan yapılacak her açıklama, küreselleşmenin yarattığı Yeni Dünya düzenini, geleceğe yönelik olarak
yapılacak projeksiyonlar noktasında eksik bırakır. Bu nedenle şu soruyu sormak
ve cevabını aramak küreselleşmenin yarattığı Yeni Dünya düzenini anlamada
yol gösterici olacaktır: “Ekonomik, politik, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda
etkisini gösteren küreselleşmenin, tüm dünya üzerinde etkisini göstermesinde
ve kültürün aynı paydalar etrafında toplanarak merkez noktaya çekilmesinde,
küreselleşmenin vazgeçilmezi ne olmuştur?”
Bu soruyu sordurtan ve bunun üzerinden dünya genelinde ‘istediği’ yolları istediği şekilde tasarlayan ve belirleyen küreselleşme, kültürel endüstrinin tüm
avantajlarından ve imkânlarından sonsuz şekilde yararlanmıştır. Bu noktada
televizyonun etkisinden film endüstrisine, Hollywood sinemasından müzik albümlerine ve kliplerine kadar her türlü argümanı kendi istediği şekilde ve ölçüde kullanmıştır. Ancak hem sorunun en net cevabı hem de belki de son bin yılın
en büyük buluşu olarak adlandırabileceğimiz internet, küreselleşmenin yarattığı Yeni Dünya düzeninde akla gelebilecek her türlü konuda küreselleşmenin
öncelikli yardımcısı olmuştur. İnternet ve internet teknolojisine bağlı olarak düşünebileceğimiz yeni medya ve iletişim teknolojileri de, küreselleşen dünyanın
yeni gerçeklerinin ‘saydamlaşmasına’ ve çok daha belirgin bir şekilde ortaya
çıkmasına neden olmuşlardır.
127
KÜRESELLEŞEN DÜNYANIN YENİ GERÇEKLERİ VE GENÇLERİN KONUMU:
RADİKALLEŞİYOR MUYUZ? • Yrd. Doç. Dr. Barış Bulunmaz
Yer, zaman, mekân gibi kavramları altüst eden, geleneksel kitle iletişim araçlarının etkinliğini kendi istediği ölçülerde belirleyen, rekabet şartlarını ortadan kaldırabilecek gibi gözüken, aynı zamanda da kültürel hegemonyanın oluşmasına
birincil noktada etki gösteren internet, küreselleşmenin hedefleri doğrultusunda zaman içerisinde tam anlamıyla sistemin aktörlerinin talepleri ve beklentilerini karşılayan, uygulayan ve uygulattıran bir durum içine girmiştir.
Bu noktada şunu görebilmek gerekir. Yeni medya ve iletişim teknolojileri, küreselleşmenin hedefleri doğrultusunda küreselleşmenin yarattığı Yeni Dünya düzeni içerisinde tüm altyapı düzenine hâkim olmuştur. Bu hâkimiyet ile de bunu
istediği şekilde yönlendirmiştir ve yönetmiştir. Yani, sistemin üreticileri her yeni
gelişmeyi bir öncekine eklemlemişlerdir ve zaman içerisinde teknolojiyi üreten
gelişmiş ülkeler ile az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler arasındaki fark
açılmaya başlamıştır. Neydi peki küreselleşmenin ilk çıkış noktasında bizlere
idealize ettiği gerçeklik? Daha fazla eşitlik, daha fazla paylaşım, daha fazla demokrasi… Hangisi gerçekleşti bunların? Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bir insan ile Nijerya’daki insan eşit mi? Ortaya çıkan her türlü yeniliği adil bir şekilde
mi paylaşıyoruz? Ya da Fransa’daki demokrasi ile Mısır’daki demokrasi birbirine
hiç benziyor mu?
İşte bu eşit ve adil olmayan küreselleşmenin yarattığı Yeni Dünya düzeni içerisinde, az önce bahsettiğimiz teknolojiyi üreten ve onu kullanan ülkeler ile bundan faydalanamayan ülkeler arasındaki farkı ‘dijital bölünme’ olarak adlandırıyoruz. Dijital bölünmeyi sadece teknoloji çıtasının ülkeler arasındaki farkı olarak
değil, aynı zamanda küreselleşme ve küreselleşmenin yarattığı Yeni Dünya düzeninin mantığının ve hedeflerinin en somut göstergesi olarak değerlendirmemiz gerekir.
Öyleyse dijital bölünmenin küresel mantık içerisinde meydana getirdiği çarpık
ve eşitsiz düzenin iyileştirilmesine yönelik olarak neler yapılabilir ve dijital bölünmenin ortaya çıkardığı tehditlerin ortadan kaldırılmasına yönelik olarak ne
gibi alternatif çözüm önerileri getirilebilir? Bu sorunun cevabını, 7. International
Symposium of Interactive Media Design’da sunduğum “Alternative Searches in
Eliminating the Concept of Digital Divide and Consequent Threats” adlı çalışmada ortaya koyduğum çözüm önerilerinden yapacağım uzun alıntıyla cevaplamak istiyorum. Şimdi sırasıyla teknolojik altyapı, eşit paylaşım, eğitim desteği
ve devamlılık olmak üzere dört başlık altında çözüm önerilerini inceleyelim (Bulunmaz, 2010, s. 18-19).
Dijital bölünme sonucu ortaya çıkan tehditlerin ortadan kaldırılmasına yönelik olarak yapılması gereken işlerin en başında, az gelişmiş ve gelişmekte olan
ülkelerin teknolojik altyapılarının revize edilmesi gelmektedir ve bu bağlamda
128
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
yeni teknolojilere uyum sağlayacak sistemin kurulması gerekmektedir ve yeni
teknolojilerin kullanımının işlevsel bir hale getirilmesi sağlanmalıdır. Teknolojik ilerlemeler, her zaman bir öncekinin üzerine inşa edilerek ilerlemektedir.
O yüzden her yeni gelişme, o gelişmeden önceki teknolojiye sahip olmayan
ülkeler açısından, teknolojik altyapıya sahip olan ve güncel bir şekilde takip
eden ülkeler ile olan arayı daha da açmaktadır. Bu yüzden ilk olarak, az gelişmiş
ve gelişmekte olan ülkelerde temel bir teknolojik altyapı gereklilikleri yerine
getirilmelidir. Ekonomik anlamda önemli bir bütçenin gerekliliği, bu altyapının
sağlanması için öncelikli şartların başında gelmektedir. Bu yüzden, ileri teknolojiyi kullanan ve bu teknolojinin ortaya çıkartılmasında öncü olan ülkeler,
bu imkândan faydalanamayan ülkelere asgari karlılık ilkesi çerçevesinde gerekli imkânları sağlamalıdırlar. Ancak bu sayede, dijital bölünme ile ortaya çıkan
uçurumun önüne geçebilecek imkânların yaratılması mümkün olarak gözükmektedir (Bulunmaz, 2010, s. 18).
Eşit paylaşım ilkesinin geçerlilik kazanması, dijital bölünmenin yarattığı kaosun azaltılması açısından oldukça önemlidir. Eşit paylaşım, az gelişmiş ya da
gelişmekte olan ülkelerde teknolojik yeniliklerin ülke içerisinde eşit bir şekilde dağılımını gerektirmektedir. Dijital bölünmenin ortaya çıkmasında temel
etkenler olan, teknoloji ve internet kullanımı oranlarının adaletsiz bir şekilde
yayılması, aynı şekilde bu durumun yarattığı tehditlerin üstesinden gelebilmek
adına atılacak adımlarda da gerekli hassasiyeti göstermeyi zorunlu kılmaktadır.
Az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere yapılacak katkılar sırasında, sadece
belirli bir alana veya bölgeye değil, ülke çapında eşit bir yardımın yapılması çözüme ulaşabilmek için daha gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. Bunun için de, ülke
genelinde derinlemesine analizler yapılmalı, ona göre stratejiler belirlenmeli
ve uygulama esnasında da adım adım ilerleyerek, olası bir hatanın ortaya çıkması durumunda müdahale etme şansı yaratılmalıdır. Örneğin, ülke içerisinde
bilgisayar sahipliğini arttırma konusunda bir atılım yapılması planlandığında,
öncelikle en düşük oranlara sahip yerlere acil önlemler alınmalı, daha sonra
genele yayılarak ülke içerisinde de eşit bir durumun varlığı meydana getirilmelidir. Dijital bölünmenin ortaya çıkardığı tehditlerin üstesinden gelebilmek için,
eşit paylaşım ilkesinin üzerinde önemle durulmalı, ileride meydana gelebilecek
daha vahim durumların oluşmaması adına gerekli tedbirler alınmalıdır (Bulunmaz, 2010, s. 18-19).
Teknolojik altyapının sağlam temellere dayandırılması ve eşit paylaşım ilkesinin
gerektirdiği uygulamaların yanı sıra, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere
eğitim desteği sağlanması ve güncel bir şekilde yenilenmesi oldukça önemlidir. Teknoloji her geçen gün ilerlemekte ve teknolojinin ortaya çıkardığı tüm
yenilikler de kendine özgü kullanım becerileri gerektirmektedir. Her ne kadar
129
KÜRESELLEŞEN DÜNYANIN YENİ GERÇEKLERİ VE GENÇLERİN KONUMU:
RADİKALLEŞİYOR MUYUZ? • Yrd. Doç. Dr. Barış Bulunmaz
az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere teknoloji anlamında gerekli yatırım yapılsa da, bu teknolojinin doğru kullanımı konusunda gerekli eğitim verilmediği
sürece, başarıyı yakalamak ve mevcut durumu düzeltebilmek mümkün değildir. Eğitim faaliyetleri sadece bir döneme özel olarak değil, belirli periyotlar
dâhilinde süreklilik göstermesi gereken, hedefe yönelik ve konunun uzmanı kişiler tarafından yürütülmesi gereken süreçlerdir. Özellikle teknoloji gibi sürekli
gelişen alanlarda eğitim faaliyetleri çok ciddi bir şekilde ele alınması gereken,
öncelikli konuların başında gelmelidir. Az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere yapılan bilgisayar ve teknoloji yatırımları ile internet ve buna bağlı fonksiyonların işlevsel bir şekilde kullanılması, ancak bunlara ilişkin olarak gerekli
kullanım özelliklerinin öğretilmesi ile gerçekleşebilir. Aksi takdirde yapılan yatırım, harcanan emek, zaman ve finans kaynağı boşa gitmiş olur. Bu yüzden,
dijital bölünme neticesinde ortaya çıkan olumsuz tablonun üstesinden gelebilmek için, eğitim desteğinin mutlak bir şekilde gerçekleştirilmesi gerekmektedir
(Bulunmaz, 2010, s. 19).
Teknolojik altyapı, eşit paylaşım ve eğitim desteğinin dışında, dijital bölünmenin ortaya çıkardığı tehditlerin ortadan kaldırılması adına yapılması gereken bir
diğer uygulama ise, bahsettiğimiz bu çözüm önerilerinin tamamını kapsayan ve
her birini ayrı ayrı ilgilendiren devamlı olma zorunluluğu, bir başka deyişle sadece belirli bir zaman dilimini kapsamayan ve süreklilik gösteren bir durum arz
etmelerinin gerekli olması koşuludur. Az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler,
dijital bölünme kavramı ekseninde şekillendirilen bu olumsuz tablodan kurtulabilmek için, zamansal olmayan ve sürdürülebilir bir yapı içerisinde başarıyı yakalayabilirler. Devamlılık göstermeyen, sadece mevcut durumu düzeltmek adına yapılacak işler ya da atılacak adımlar, sadece o gün için bir sonuç vermekte,
ancak uzun vadede başarıyı getirmemektedir. Hatta ilerleyen zamanda daha
kötü sonuçların doğmasına da yol açabilmektedir. Bu durum da, gerek insanlar
gerekse de kurumlar için, oldukça büyük bir hayal kırıklığı yaratabilmekte ve
değişime ilişkin olarak tüm girişimlerin şiddetli bir şekilde kabul edilmemesi sonucunu doğurabilmektedir. Bu sebeple, dijital bölünmenin yarattığı çıkmazdan
kurtulabilmek için, bahsedilen tüm çabalara ilişkin bir sürekliliğin sağlanması
son derece önemlidir (Bulunmaz, 2010, s. 19).
Bu çözüm önerilerinin dışında pek tabii ki başka çözümler getirilebilir ya da bu
çözümler geliştirilerek farklı bakış açıları ile revize edilebilir. Ama burada önemli
olan bu çözüm önerilerini de ‘küresel’ bir anlayışın kontrolü altında gerçekleştirmemek ve küreselleşmenin yarattığı Yeni Dünya düzenine yönelik olarak
dinamik bir duruş sergileyerek durumun ciddiyetinin farkına varmaktır.
130
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Küreselleşme ve Gençlik
Küreselleşmenin yarattığı yeni dünya düzeninin temel tetikleyicisinin internet
olduğunu belirterek, internetin temel altyapısını oluşturduğu yeni medya ve
iletişim teknolojilerinin küreselleşmenin evrensel bir şekilde ilerlemesine ve yayılmasına öncelik ettiği ile ilgili olarak açıklamalarda bulunduk. Öyleyse, küreselleşen dünyada gençlerin konumu için neler söylememiz gerekir ve gençlerin
gösterdiği davranış şekillerinin, özellikle yeni medya ve iletişim teknolojileri
bağlamında düşündüğümüzde ‘nefret söylemi’ üzerinden kendini belirginleştirmesi, bu çerçevede de oldukça saldırgan ve yıkıcı bir üslup içinde bulunmasının
nedenlerini nasıl açıklayabiliriz?
Teknolojiye ve teknolojinin türevlerine bağlı olarak oluşturulan küresel
sistemin öncelikli hedef kitlesi içinde genç nüfus bulunmaktadır. Gençler
sadece dinamizm, üretkenlik, yaratıcılık ve yenilik anlamında değil sosyal
gelişime ve değişime öncülük edebilecek konumlarıyla da sosyal grupların en
başında gelmektedir. Bu durum küreselleşmenin gerek hegemonik bir anlayış
sergileyerek tüm dünya üzerinde bir sistem kurması gerekse de devamlılık
anlayışına bağlı olarak dinamik bir yapı gerektirmesi nedeniyle gençler ile
arasında somut bir şekilde belirginleştirilmemiş olsa da, önemli bir illiyet bağı
olduğunu göstermektedir.
Küreselleşen dünyada gençlerin yeri ve konumu çok önemlidir. Bu önem sadece gençliğin doğası gereği taşıdığı özellikler ile değil, aynı zamanda teknoloji ile
gençler arasındaki birlikteliğin önem derecesi ile de doğru orantılıdır. 21. yüzyılın sağladığı olanaklar ve teknolojik gelişmeler, dünya üzerindeki neredeyse
tüm alışkanlıklar ve iş yapma şekillerinde değişiklikler meydana getirdi. Ortaya
çıkan bu değişiklikler sistemin revize edilmesine neden oldu ve bunun için bireysel ya da kurumsal anlamda yatırım yapma zorunluluğu doğdu. Bu yatırımı yapabilenler ve rekabetin getirdiği zorluklara dayanma gücünü gösterenler
yollarına devam ederken, diğer tarafta kalanlar ise sistemin dışına itildi. İşte
bu sistemin merkez noktasında bulunan gençler, küreselleşmenin ve ona bağlı
olarak oluşan Yeni Dünya düzenindeki teknoloji gerçeğinin sürdürülebilirliğine
ve yayılmasına imkân tanıdılar.
Yeni çıkan bir ürününün yaygınlaşması, onun gerektirdiği diğer teknik altyapı
ve o teknolojinin daha da ilerlemesine yönelik olarak üretenleri teşvik etme
paydasında ‘örgütsel’ bir birliktelik oluşturan gençler, küresel sistemin hedeflediği ve kendi içinde de devamlılığını sağladığı sürecin en önemli birleştiricilerinden biri oldu. Hem sistemin en önemli birleştiricilerinden biri olmaları hem de
dinamik bir davranış modeli içinde kendi yerlerini ve konumlarını sağlamlaştırmaları, gençleri farkında olarak ya da olmayarak küreselleşen dünyanın temel
yapı taşlarından biri haline getirdi.
131
KÜRESELLEŞEN DÜNYANIN YENİ GERÇEKLERİ VE GENÇLERİN KONUMU:
RADİKALLEŞİYOR MUYUZ? • Yrd. Doç. Dr. Barış Bulunmaz
Küreselleşen dünyada ve küreselleşen dünyanın yarattığı Yeni Dünya düzeni
içerisinde bu denli önemli bir konuma sahip olan gençler zamanla belirli davranış şekilleri göstermeye başlayarak, küresel sistemin tasarladığı strateji içerisinde beklentilere uygun hareketlerde ve eylemlerde bulunmaya başladılar.
Küresel sistemin ‘ütopik’ bir yaklaşımla hedeflediği tüm dünyada eşitlik, adalet,
paylaşım gibi konular, aslında sistemin temel yapı taşı olan internet temelli teknolojilerin yarattığı atmosfer ve bu atmosfer içerisinde öncelikli konumda yer
alan gençler ile farklı bir yöne doğru ilerlemeye başladı.
Çok hızlı bir şekilde ilerleyen teknolojik gelişmeler, internet ve internet teknolojisine bağlı yeni medya araçları ile gençleri çok daha fazla bir şekilde çemberin
içine doğru çekmeye başladı. Artık internet denince akla gelen sosyal medya
ve sosyal medya denilince de akla gelen sosyal paylaşım siteleri ile gençlerin
bugüne kadar olaylar ve gelişmeler karşısındaki reaktif davranış modeli, interaktivitenin getirdiği avantajla birlikte oldukça proaktif bir davranış modeline
doğru değişim göstermeye başladı.
Her yeni teknolojinin getirdiği avantajları ve pozitif yöndeki katkıları göz ardı
etmemeliyiz. Ancak, az önce bahsettiğimiz dijital bölünmenin getirdiği yeni
teknolojiyi kullanan ve kullanamayan kişiler ve ülkeler arasındaki uçurumun
yanı sıra, aynı zamanda bu teknolojiyi kullanan kitlelerin kullanma amaçları ve
gösterdiği davranış şekillerinin ne tarafa gittiğini de doğru ve sağlıklı tespit
etmek son derece önemlidir. Özellikle teknolojik gelişmelerinin devinim hızının
çok hızlı olduğu 21. yüzyıl kavramları, kalıpları, alışkanlıkları, talepleri, beklentileri, istekleri oldukça kısa zaman dilimleri içinde baştan aşağıya değişikliğe
uğrattığından, her türlü teknolojik gelişmenin kullanım amacının ve bunun sonucunda ortaya çıkan değişimin de doğru bir şekilde analiz edilmesi gerekir.
O halde küreselleşme ve küreselleşmenin yarattığı düzende gençlerin yerine
ilişkin yaptığımız bu tespitlere bağlı olarak, şunu net bir şekilde söyleyebiliriz ki,
küreselleşmenin yarattığı Yeni Dünya düzeninde gençlerin gösterdiği davranış
şekilleri ‘nefret söylemi’ ekseninde saldırgan ve yıkıcı bir üslup içinde bulunmaktadır ve zamanla bu üslubun katsayısı da yukarılara doğru hızlı bir şekilde
çıkmaktadır.
Sosyal paylaşım siteleri vasıtasıyla birçok toplumsal grup gibi gençler de tüm
dünya üzerinde din, dil, ırk, ülke, eğitim seviyesi, ekonomik durum ya da kültürel altyapı gözetmeksizin birbirleri ile iletişime geçmektedirler ve hem yerel
hem de ulusal ve uluslararası gelişmeler ile ilgili olarak yorumlarını, fikirlerini
ve görüşlerini belirtmektedirler. Başka bir deyişle demokrasi ve özgürlük ekseninde sosyal medya olarak adlandırdığımız mecra büyük avantajlar sağlamaktadır. Ancak, burada karşımıza özellikle gençlerin ‘önderlik’ ettiği ve ifade
132
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
özgürlüğünün de ‘sınırları’ aştığı bir durum ortaya çıkmaktadır. Şiddete yönelik
ya da şiddeti ‘meşru’ gösterebilecek şekilde yorumlar ve görüşler, saldırgan ve
yıkıcı bir şekilde dile getirilen fikirler sosyal medyanın geniş alanında gençlerin
öncelikli olarak başvurduğu yöntemlerden biri haline gelmiştir.
Ortak bir dil arayışının paylaşım, eşitlik, demokrasi, özgürlükler noktasında birleşmesi ve buradan genişleyip global anlamda bir birliktelik yaratılması gerekirken, tam tersine bilinçaltında bastırılmış şekilde duran ve sistemi hakaret etmenin sıradanlaştığı ve şiddete giden yolun kolaylaştırıldığı bir nefret söylemine
götüren bir yapının oluştuğunu görüyoruz. Bu yapının taşıyıcısı olan gençlerin
de sistemin bu durumunu ve işleyişini birincil tercih olarak kullandığını söylememiz mümkündür. Küreselleşen dünyanın yarattığı Yeni Dünya düzeninin
en önemli yapı taşlarından olan iletişim teknolojilerinin geçmişle kıyaslanamayacak bir şekilde kolaylık, ucuzluk ve rahatlık yarattığını söylemenin yanında,
bilhassa zaman içerisinde gençlerin bu teknolojik faydayı radikal bir biçimde
ve şiddete davet eden bir nefret üslubuna dayalı olarak kullandığı gerçeğini de
önemli bir sorun olarak görmemiz gerekmektedir.
Gençlerin bu şekilde bir davranış benimsemesinin ve bu durumu sıradanlaştırmasının nedenlerine yönelik olarak bir çok alternatif argüman ortaya koyulabilir. Kolaya kaçarak ve düşünmeden fikir belirtmekten hukuksal düzenlemelerin
yetersizliğine dayalı uygulamalar ya da sanal dünyadaki kimlik sergileme biçimlerindeki hayalcilikten araştırmaya ve bilgilenmeye yönelik isteksizlik gibi
birçok faktörü saymamız mümkündür. Ancak, özellikle gençlerin küresel sistemin sunduğu hazırcılık anlayışını içselleştirip, üretime ve yeni olana yönelik yaratıcı bir düşünme sisteminden uzaklaşmaları, küresel sistemin büyük aktörleri
ya da üretenleri tarafından istenen en önemli ‘değişimdir’ ve gençleri her geçen
gün daha kolay ve sıradan olana yönelten sebeplerin başında gelmektedir. Bu
durum ise gençlerin fikir, yorum ve görüş belirtirken radikal bir söylemi mottolaştırarak, nefrete yönelten ve de şiddete yönlendiren bir üslup içinde davranmalarına ve ona göre davranış şekilleri geliştirmelerine neden olmaktadır.
Sonuç
Çarpıcı ve dikkat çekici bir hızla 20. yüzyılın son yıllarında ilerleme gösteren
teknolojik gelişmeler, 21. yüzyıl ile birlikte her geçen gün bir öncekinin üstüne koyan bir yöne doğru gitmeye başlamıştır. Özellikle son bin yılın en büyük
buluşu olarak da adlandırabileceğimiz internetin kullanım hızının artması ve
kullanım alanının genişlemesi ile birlikte iletişim, teknoloji ve bilgi çağı olarak
adlandırabileceğimiz 21. yüzyıl birçok değişimin yaşanmasına imkân tanımıştır
ve halen de büyük bir ivme ile bu değişim devam etmektedir.
133
KÜRESELLEŞEN DÜNYANIN YENİ GERÇEKLERİ VE GENÇLERİN KONUMU:
RADİKALLEŞİYOR MUYUZ? • Yrd. Doç. Dr. Barış Bulunmaz
Teknolojik gelişmelerin bu denli büyük bir hızla ilerleme göstermesi ve sisteme yönelik olarak tüm altyapı düzenlemesini ‘işgal’ etmesi, küresel düzenin ve
küreselleşmenin de oldukça önemli bir ayağının tamamlayıcısı olmuştur. Kapitalizm ile başlayan ve liberalizm ile devam eden düzenin ‘pürüzlerinin’ düzeltilmesiyle sistemin tasarlanmasına yönelik olarak sürecin son halkası olarak
düşünebileceğimiz küreselleşme, tüm dünya üzerinde eşitlik, demokrasi, insan
hakları, paylaşım, özgürlük gibi idealize ettiği amaçlarından zaman içinde sistemin son halkası olmasına uygun olacak şekilde uygulamalar gerçekleşmesine
neden olmuştur. Küresel düzenin dünyaya egemen olması ve sistemin tasarlayıcısı büyük aktörlerin beklentileri doğrultusunda, süreç gelişmiş ülkelerin daha
da büyüyerek güçlenmesi, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin ise her
anlamda gitgide daha fazla güçsüzleşerek büyük devletlerin ekonomik, politik,
siyasi, sosyal ve kültürel anlamda ‘egemenliği’ altına girmesi sonucunu doğurmuştur.
Küreselleşme ile teknoloji arasındaki illiyet bağının kuvvetli olması, teknoloji
ile gençlerin arasındaki ilişkinin oldukça sağlam olması ile birleşince, küresel
sistemin belirleyicisi rolünde bulunanların gençlere yönelik ilgisi ve gençlerin
sistemin içindeki yerinin önemine ilişkin düşünceleri artmıştır. Bu çerçevede
küreselleşmenin stratejilerinin gerçekleşmesine yönelik olarak teknolojik gelişmeler ile birlikte düşünüldüğünde, gençler küreselleşmenin birincil hedef kitlesi
konumuna yerleşmişlerdir.
Yaratıcılık, yenilik ve dinamizm anlamında gençlerin toplum içindeki en önemli
sosyal gruplardan olması teknoloji ile gençlerin hem uyum hem de yayılma bakımından birlikteliğini kuvvetlendirmiştir. Özellikle yeni medya ve iletişim teknolojilerinin kullanımı ve buna bağlı olarak da sosyal medyada etkin rol alma
bakımından gençler Yeni Dünya düzeni içerisinde farklı bir konuma gelmişlerdir. Bu durum hem küresel sistemin stratejileri noktasında önemli bir eşiğin
atlanmasına yardımcı olmuştur hem de doğal olarak gençlerin gösterdiği davranış şekillerinin değişmesinde önemli bir rol oynamıştır.
İnternetin doğası gereği sahip olduğu özellikler ile yeni medya araçlarının kolay
ulaşılabilir, interaktif, özgür ve denetimsiz yapısı birleşince gençlerin gösterdiği
davranış şekilleri de ‘radikal’ bir söylemin ön planda olduğu bir yapıya bürünmüştür. Bu yapı da zamanla gençlerin gösterdiği davranış şekillerinin nefret
söylemi ekseninde belirginleşmesine yol açmıştır ve önyargılı, saldırgan, yıkıcı,
şiddet içeren ve şiddete yönlendiren bir üslubun ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Sonuç olarak, küreselleşen dünyanın yeni gerçekleri ve bu gerçeklere bağlı olarak oluşan yeni dünya düzeni içinde 21. yüzyılın en önemli sosyal gruplarından
olan gençlerin yeri ve konumunun öneminin bilinciyle, ifade özgürlüğüne sahip
134
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
çıkan ancak bunu yaparken de karşı taraf ile empati kurabilen bir yapının kurulması gerekir. Çünkü, ancak ifade özgürlüğüne sahip çıkan ve gerçek demokrasiyi içselleştiren, buna bağlı olarak da bu içselleştirme ve empati duygusu ile
radikal bir söylem ile kendini güçlendiren nefret söyleminden uzaklaşılacağına
olan inancın pekişmesi mümkün olabilecektir.
Kaynakça
Aguiton, C. (2005). Bu Dünya Bizim-Başka Bir Küreselleşmenin Aktörleri. Umut Konuş &
Burcu Onar (Çev.). İstanbul: İthaki.
Bahar, H. İ. (2009). Sosyoloji (3. Baskı). Ankara: USAK.
Bulunmaz, B. (2010). Alternative Searches in Eliminating the Concept of Digital Divide
and Consequent Threats. 7. International Symposium of Interactive Media Design,
14-20.
Evans, G. & Newnham, J. (1998). The Penguin Dictionary of International Relations. Harmondsworth: Penguin.
Held, D., McGrew, A., Goldblatt, D. & Perraton, J. (1999). Global Transformations - Politics,
Economics and Culture. Cambridge: Polity.
Karan, M. B. & Karacabey, A. A. (2003). Türkiye’de Sermaye Piyası’nın Mali Sistem İçindeki
Yeri, Sorunları ve Geleceği. Ankara: SPK.
Kırca, S. (2001). Medya Ürünlerinin Küresel Yayılımı, Yerelleştirilmesi: Ulusaşırı Kimliklerin
Yaratılması. Doğu Batı, 4(15), 173-184.
Kozanoğlu, H. (2003). Küreselleşme Heyulası. İstanbul: İthaki.
Petras, J. & Veltmeyer, H. (2006). 21. Yüzyılda Emperyalizm-Maskesi Düşürülen Küreselleşme. Özkan Akpınar (Çev.). İstanbul: Mephisto.
Uluç, G. (2003). Küreselleşen Medya: İktidar ve Mücadele Alanı. İstanbul: Anahtar Kitaplar.
Uras, U. (2007). Alternatif Siyaset Arayışları (2. Baskı). İstanbul: İthaki.
Yılmaz, İ. (2011). Sosyal Adalet Çerçevesi Üzerinden Ekonomik Küreselleşmeyi Yeniden
Düşünmek. İstisna, 2, 36-39.
135
GENÇ GİRİŞİMCİLERİ
DESTEKLEMEDE
BİR FİNANSMAN TEKNİĞİ:
MELEK YATIRIMCILAR
Öğr. Gör. Erkan Perktaş
Adıyaman Üniversitesi Besni Meslek Yüksekokulu
Özet
Küreselleşen rekabet koşulları ve içinde bulunulan ekonomik durum, yeni işletmelerin
kurulmasını ve mevcut işletmelerin gelişmelerini etkilemektedir. Özellikle genç girişimciler, işletmeyi kuracağı dönemde öz kaynakları faaliyete geçmek için yeterli değil ise
dışarıdan finansmana ihtiyaç duyacaklardır. Genç girişimciler, hem kuruluş aşamasında
hem de gelişme aşamasında ortaya çıkan bu finansman ihtiyacını karşılamak için banka
kredileri, teşvikler, mikro finansman, risk sermayesi, melek yatırımcılar, leasing, factoring, forfaiting vb. finansman tekniklerinden uygun olanı seçebilirler. Bu finansman tekniklerinden bir tanesi olan Melek Yatırımcılar (Angel Investor), özellikle genç ve dinamik
girişimcilere başlangıç aşamasında destek sağlayan bir finans türüdür. Melek Yatırımcı,
henüz yolun başında olan bir iş fikrine yatırım yapan, işletmelerin büyümeleri ve gelişmeleri için sermaye sağlayan kişi olarak tanımlanmaktadır. Melek Yatırımcı, girişimciye
finansal destek, bilgi desteği veya her ikisini birden sağlayabilmektedir.
Bu çalışmada Melek Yatırımcıların tanımı yapılarak, genç girişimcilere sağladıkları destekler üzerinde durulup, ülkemizden ve dünyadan Melek Yatırımcı örneklerine yer verilecektir.
Anahtar Kelimeler: Melek Yatırımcı, Girişimci, Finansman, Sermaye.
137
GENÇ GİRİŞİMCİLERİ DESTEKLEMEDE BİR FİNANSMAN TEKNİĞİ: MELEK YATIRIMCILAR • Öğr. Gör. Erkan Perktaş
A FINANCING TENCNIQUE IN SUPPORTING THE YOUNG ENTREPRENEURS:
ANGEL INVESTORS
Abstract
Globalized competition conditions and the current economic situation affect the establishment of new businesses and the development of existing businesses. Especially
young entrepreneurs will need financing from outside while establishing business if
their own resources are not enough to take action in. Young entrepreneurs can choose
the one of suitable financing techniques such as bank loans, subsidies, micro-finance,
venture capital, angel investors, leasing, factoring, forfeiting, etc. to meet the needs of
funding emerges during the establishment as well as stage of development. One of
these funding techniques, namely Angel Investors is a financial type that provides support to especially young and dynamic entrepreneurs in the initial stage. Angel Investor
is defined as the person who invests in the idea of a job that is just up the road, provides
the capital for business growth and development. Angel Investor provides financial support, information support or both to entrepreneurs.
In this study, we give the definition of angel investors and emphasize the support that
they provide to young entrepreneurs. Also, Angel Investor examples in our country and
around the world will be given.
Key Words: Angel Investor, Entrepreneur, Finance, Capital.
1. Giriş
Günümüzde ülkelerin içinde bulundukları ekonomik durumun iyileşmesi ve kalkınmanın sağlanması için girişimcilerin ve onların girişimcilik fikirlerinin desteklenmesi oldukça önemlidir. Girişimcilere sağlanacak en önemli desteğin finansman desteği olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Girişimcilerin birçoğu
yeterli sermayeye sahip olmadıklarından ya henüz kuruluş aşamasında ya da
işletme aşamasında finansal bakımdan birçok zorluk ile karşılaşmaktadırlar.
Yeni kurulan girişimlerin finansman ihtiyaçları farklı kaynaklardan karşılanabilmektedir. Bu kaynaklardan birisi olan melek yatırımcıların önemi, özellikle genç
ve dinamik girişimciler için her geçen gün artmaktadır. Daha çok fon gereksinimine ihtiyaç duyulan erken dönemlerde, melek yatırımcıların rolü ve girişimcilik
süreci üzerindeki etkisi oldukça önemlidir (Karabayır vd, 2012, s.70).
Melek yatırımcılar bu konuda hem öz kaynak olarak hem de girişimcilik tecrübesine dayanarak yapmış oldukları danışmanlık hizmetleriyle adeta bir melek
gibi girişimcinin imdadına yetişirler. Üstelik meleklerden alınabilecek olan sadece para değildir. İş melekleri ihtiyaç duyulduğunda tavsiyeleriyle ve geribildirimleriyle girişimciye katkıda bulunabilecek başarılı kişilerdir. Ayrıca girişimciye
yardımı dokunabilecek değerli yerel ağlara sahiptirler. Bunlara ek olarak melek
138
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
yatırımcılar girişimcilerin ihtiyaç duyması halinde bir hukukçu, muhasebeci,
bankacı, tedarikçi, personel ve iş yeri için büro temin edilmesi gibi konularda
girişimcilere güvenilir destek sağlamaktadır (Uluyol, 2008, s.44).
2. Temel Kavramlar
2.1. Girişimcilik ve Girişimci
Girişimcilik kelimesinin tarihsel gelişimi incelendiğinde; Fransızca “entreprendre” kelimesinden gelmekte ve anlamı “bir şey yapmak” olarak açıklanmaktadır.
Kelime Ortaçağda, aktif olan ve iş yapan kişi anlamında kullanılmıştır. Ekonomik
teoride ilk kez 1730’lu yıllarda Fransız Richard Cantillon tarafından yazılan bir
eserde yer almıştır. Cantillon’a göre girişimci, kâr elde etmek amacıyla işi organize eden ve işin riskini üstlenen kişi olarak tanımlanabilir (Döm, 2008, s.1). İngiliz literatüründe kullanımı ise John Stuart Mill tarafından hazırlanan “Priciples
of Political Econmy” başlıklı çalışma ile 19. Yüzyılda başlamıştır. 20’nci yüzyılda
ise girişimcilik terimi sosyoloji, psikoloji, ekonomik teori ve ekonomik antropoloji çalışmalarında yer almıştır. 20. yüzyılda ortaya çıkan girişimcilik teorisine
göre girişimci risk alarak yenilik (inovasyon) yapan kişidir. Diğer bir deyişle,
girişimci fırsatları gözleyen ve onları bulduğunda her türlü risk alarak gerçekleştirmeye çalışandır (Çetindamar, 2002, s.33).
Girişimcilik kavramı; işletmecilik yönetim ve kişisel değerlendirmelerin ilke ve
kavramları dikkate alınarak geliştirilebilir (Yurtseven, 2007, s.60). Girişimcilik,
bir bireyin ya da bireylerin oluşturdukları ortaklıkların mal ve hizmetlerin üretilmesi ya da dağıtılmasını kapsayan, kar amaçlı bir iş ünitesinin kurulması, sürdürülmesi ve büyütülmesi sorumluluğunu almalarına yönelik bir faaliyettir. Girişimci ise, üretim faktörlerini bir araya getirerek ekonomik mal ve hizmet üretimi
için gerekli girişimi başlatan, ayrıca üretim için gerekli ekonomik kaynakları ve
üretimin değerlendirileceği pazarları bulan birey olarak tanımlanabilir (Ufuk ve
Özgen, 2000). Drucker’e göre ise girişimci; bulanık ve değişken dünyada düzen yaratan, bunun için yeni bir refah yaratabilecek kaynakları bir araya getirip
düzenleyen kişidir (Drucker, 1986, s.2).
Başka bir tanımla Girişimcilik; gerekli zaman ve çaba harcayarak ekonomik, fiziksel ve sosyal riskler alınması sonucunda, bireysel tatmin ve ekonomik ödüller
elde etmeyi içeren farklı bir değer yaratma süreci olarak tanımlanabilir (Akpınar, 2009, s.14).
2.2. Girişimci Kişilik Özellikleri
Temel kabul görmüş girişimci kişilik özellikleri olmamakla birlikte, girişimcilerde
kendilerini diğer insanlardan ayıran muhakkak bazı özelliklerin bulunması gerekir. Bu özellikler şu şekilde sıralanabilir (Akpınar, 2009, s.151):
139
GENÇ GİRİŞİMCİLERİ DESTEKLEMEDE BİR FİNANSMAN TEKNİĞİ: MELEK YATIRIMCILAR • Öğr. Gör. Erkan Perktaş
1- Risk Almak.
2- Bağımsızlığına düşkün olmak.
3- Belirsizliğe tahammül etmek.
4- Başarı ihtiyacı.
5- Özgüven.
6- Yaratıcı ve yenilikçi olmak.
7- Hızlı karar verebilmek.
2.3. Girişimciliğin Önemi
2.3.1. Ekonomik Açıdan Girişimciliğin Önemi
İnsanlar yaşamlarını devam ettirebilmek için ürün ve hizmetlere ihtiyaç duyarlar. Her insan kendi ihtiyacını karşılayacak ürün ve hizmeti üretemeyeceğinden
bu işi yapacak işletmelerin kurulması gerekmektedir. İşte girişimcilerin varlığı
bu noktada oldukça önemlidir.
Ekonomik anlamda girişimcilik kavramının önem kazanmaya başlaması sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçilmesiyle olmuştur. Bilgi çağında insanın
emeğinin üretim üzerindeki ağırlığı azalırken, buna karşılık bilgiye dayalı emeğin ağırlığı artmaya başlamıştır. Bu noktada girişimciliğin önemi yenilik, yaratıcılık ve yönetim faaliyetlerinin tamamlayıcısı olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca bilgi
toplumunda; üretim, ulaşım, yönetim gibi fonksiyonlardaki önemli değişmeler
ve küreselleşmenin etkisiyle hizmet sektörünün önem kazanması girişimciliğin
de önemini bir kat artırmıştır. Girişimcilik, ekonomik gelişmenin de çok önemli
bir unsurudur. Özellikle gelişmekte olan ülkelerin başarısı küçük girişimcilerin
sayısındaki artışa bağlıdır.
Girişimciler ekonomik gelişmeye sadece, istihdam ya da gelir yaratarak katkıda bulunmazlar. Bu etkiyi biraz daha geniş düşünürsek; girişimciliğin öneminin toplumun ihtiyaçlarını belirleyip bu ihtiyaçları sağlama amacıyla yatırım ve
üretim faaliyetlerini yaparak toplumun genel refah seviyesini yükseltmekte ki
yarattığı etki görülecektir (Demirel ve Akbıyık, 2009, s. 25).
TÜSİAD, yapmış olduğu çalışmasında girişimciliğin ekonomiye olan katkısını
üç şekilde ortaya koymuştur. Girişimcilik sayesinde; öncelikle, üretim faktörleri
yeni yöntemlerle birleştirilerek kullanılmayan üretim faktörleri ekonomiye kazandırılır. Kullanılmakta olan üretim faktörlerinden mevcut girdiler farklı şekilde
kullanılarak daha fazla üretim miktarı elde edilir. Aynı zamanda girişimciler yeniliklerin yaratılmalarına ve de uygulanmalarına öncülük eder ve hız kazandırırlar (TÜSİAD, 1987, s. 38). Girişimciliğin ekonomik gelişmedeki önemini mikro ve
makro düzeyde aşağıdaki şekilde gösterebiliriz.
140
Sonuç
Kişisel
Düzey
Beceriler, Kaynaklar, Motivasyon,
İstekler
Başarı, Gelişim,
Gelir, Tatmin
Firma
Düzeyi
Mikro
Makro
Süreç
Beceriler, Kaynaklar, Motivasyon,
İstekler
İstihdam, Yeni kaynakların ekonomiye girişi
Ülke
Düzeyi
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Beceriler, Kaynaklar, Motivasyon,
İstekler
Yeni Teknoloji, ürün, servis, arz ve talebin
artması, Ekonomik büyüme
Kaynak: Semra Arıkan, “Girişimcilik”, Siyasal Kitapevi, Ankara 2002, s. 42
2.3.2. Sosyal Açıdan Girişimciliğin Önemi
Girişimcilerin, yaşamı kolaylaştıran yenilikleri insanlığın hizmetine sunduklarını
biliyoruz. Bu yenilikler; ürün ve hizmet çeşitlerinde olabilecekleri gibi yeni üretim, pazarlama, finans vs. anlayışlarında da olabilir. Boyutu, düzeyi veya türü
ne olursa olsun girişimcilerin yaptıkları iş insanlığın huzur ve refahını amaçlamaktadır. Bu noktada girişimcilik, toplumsal işbirliğinin tezahürüdür denilebilir.
Bu işbirliği aynı zamanda toplumu birleştiren bir zincire de benzetilebilir. Her
girişimci kendi alanında toplumun ihtiyaçlarını gideren ürün ve hizmetleri üretmekte, bunun için yatırım yapmakta ve iş alanlarını genişletmektedir. Girişimcilik fonksiyonunun sonucunda insanlar tatmin olmakta, giderlerini yükseltmekte
ve dolayısıyla yaşamdan tat almaktadırlar (Demirel ve Akbıyık, s. 27).
Ekonomik ve toplamsal hayatın gelişmesinde bu kadar önemli bir rol arz eden
girişimcilik faktörünün ve dolayısıyla girişimcilerin ve özellikle de genç girişimcilerin finansal açıdan muhakkak suretle desteklenmeleri gerekmektedir. Girişimciler başlangıç, büyüme, olgunluk ve gerileme gibi işletmelerin farklı dönemlerinde değişik miktarlarda fona ihtiyaç duyabilmektedir. İhtiyaç duyulan
bu fonlar farklı finansman kaynaklarından karşılanabilmektedir. Bu kaynakları
şu şekilde sıralamak mümkündür:
1- Kişisel Birikimler.
2- Girişimcinin ailesi ve yakınları.
3- Ticari bankalar.
4- Satıcı kredileri.
5- Melek yatırımcılar.
6- Risk sermayesi.
7- Leasing.
8- Factoring.
9- Forfaiting.
10- Franchising.
11- Barter.
12- Micro kredi.
141
GENÇ GİRİŞİMCİLERİ DESTEKLEMEDE BİR FİNANSMAN TEKNİĞİ: MELEK YATIRIMCILAR • Öğr. Gör. Erkan Perktaş
Bu çalışmada yukarıda verilen tekniklerden birisi olan Melek Yatırımcılar detaylı
bir şekilde incelenecektir.
3. Melek Yatırımcılar (Angel Investors)
3.1. Tanım
Melek Yatırımcı tanımı birçok farklı kaynakta değişik şekillerde verilmektedir.
Bu tanımların bir kısmı şöyle sıralanabilir:
Melek yatırımcı kavramı, genellikle parası olan kişi veya grupların, kâr sağlama
potansiyeli yüksek bir iş fikri olan fakat kaynak sıkıntısı olan girişimcilere destek olması anlamında kullanılan bir kavramdır (Uluyol, 2009, s. 264). Başka bir
tanımda ise, Melek Yatırımcı girişim tecrübesine sahip özel yatırımcıların kendi
para ve deneyimleriyle genellikle yeni başlayan ve ilk evrelerinde olan işletmelere yaptıkları ortaklık içeren bir finansman tekniği olarak tanımlanır (Küçük,
2007, s.263).
Melek yatırımcılar, yüksek risk ve büyüme potansiyeli içeren firmalara, kuruluşlarının çok erken döneminde yatırım yapan özel bir yatırımcı tipi olarak de
tanımlanabilir (Akpınar, 2009, s.128).
Farklı kaynaklarda yer alan bu tanımların ortak yönleri göz önüne alındığında
melek yatırımcının, kuruluş aşamasındaki veya zor durumdaki firmalara, sağladıkları finansmanla onlara hayat veren kişi veya kuruluşlar olduğu sonucuna
ulaşılabilir. Melek yatırımcılar kendileri de genellikle başarılı birer girişimci oldukları için yatırım yaptıkları firmalara iş konusunda sürekli danışmanlık yaparak, onlara değer yaratmaktadırlar.
Melek yatırımcılarla ilgili olarak kullanılan çeşitli kavramlar kısaca şu şekilde
açıklanabilir (Uluyol, 2008, s.51):
Bakir Melek: İlk defa bir projeyi destekleyecek olan kişilerdir.
Tecrübeli Melek: Son üç yıl içinde herhangi bir melek yatırımı yapmamış olmakla beraber daha önceden böyle bir tecrübesi olan kişilerdir.
Refah Artırıcı Melek: Tecrübeli bir iş adamı olarak daha önceden ve hâlihazırda
bir takım projeleri melek yatırımcı olarak desteklemiş ve desteklemekte olan
kişidir.
Girişimci Melek: Girişimci bir kişiliğe sahip olan, maddi durumu iyi birkaç farklı
sektörde faaliyet gösteren ve borsada yatırımcıları olan kişilerdir.
Gelir Arayan Melek: Bir miktar sermayeyi bir işe koyarak kendisine gelir ya da
iş yaratmak isteyen kişidir.
142
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Ortak Melek: Projelere destek olmak için yatırım yapan şirket tüzel kişilerdir.
İş Meleği (Melek Yatırımcı) Ağı (İMA): İş meleği ile girişimcileri bir araya getirmek üzere kurulmuş organizasyonlardır. IMA’lar bu organizasyonlarda tarafsızdırlar ve birbiri ile uyuşabilecek melek ve girişimcilerin karşılaşabileceği bir
pazar yeri konumundadırlar.
Seri Melek: Bir yıl içerisinde ikiden fazla yatırıma katkıda bulunmuş kişidir.
3.2. Melek Yatırımcıların Özellikleri
1- İş melekleri bağımsız hareket edebildikleri gibi birleşerek grup olarak da
hareket edebilmekte, bu şekilde daha büyük finansal ihtiyaçlara cevap verebilmektedirler.
2- İş melekleri başarılı olabilecek bir yatırımı desteklemenin yanında kendilerinin değerlendirebileceği girişim fırsatlarını da takip etmektedirler.
3- Sermaye sahipliklerinin yanı sıra genellikle yatırım yaptıkları alanla ilgili kişisel deneyime de sahiptirler.
4- İş meleği olmayı seçenlerin beklentileri yalnızca yatırdıkları paranın geri dönüşünü sağlamak, katma değer yaratmak ve girişim sürecinde rol almak
değildir; bunların yanı sıra manevi tatmin beklentisi içinde bulunan melek
yatırımcılara da rastlanmaktadır.
5- İş melekleri finansman sağladıkları şirketlerin yönetiminde aktif rol almayı
istemektedirler.
6- İş meleklerinin büyük çoğunluğu 35–65 yaş arası, şirket sahibi işadamlarından oluşmaktadır.
7- İş melekleri genellikle proje başına AB’de 25–250 bin avro, ABD’de 10–500
bin ABD Doları aralığında yatırımlara destek vermektedir.
8- İş melekleri en çok sağlık, medikal hizmetler, yazılım ve biyoteknoloji sektörlerine ilgi duymaktadır (www.tusiad.org.tr, 2009, s.10).
3.3. Melek Yatırımcıların Destek Faaliyeti
Melek Yatırımcılar; genç, enerjik, dinamik, dürüst, yaşama pozitif bakabilen, işle
ilgili yeni fikirler üretebilen, paylaşıma açık ve motivasyonu yüksek olan genç
girişimcilere destek vermeyi tercih etmektedir. Melek yatırımcılar aynı zamanda
firmalara değer katma arzusunda oldukları için, finansal destek talep eden iş
sahiplerinin vizyonları ile kendi vizyonlarının örtüşmesine dikkat etmektedir.
143
GENÇ GİRİŞİMCİLERİ DESTEKLEMEDE BİR FİNANSMAN TEKNİĞİ: MELEK YATIRIMCILAR • Öğr. Gör. Erkan Perktaş
Bu özelliklere sahip finansal ihtiyaç talebinin, Melek Yatırımcılar tarafından
karşılanabilmesi için yatırımın geri dönüş oranının yüksek olması da ayrıca bir
önem arz etmektedir.
Melek Yatırımcı Faaliyetleri; ya sadece girişimci işletmenin kuruluşunda özellikle çekirdek sermayeyi oluşturan finansal desteği sağlamak, ya sadece girişimci
işletmenin kuruluş aşaması veya sonrasında bilgi desteği sağlamak, ya da girişimci işletmeye hem finansal hem de bilgi desteği sağlamak olarak sıralanmaktadır (www.Myfikirler.com). Aynı zamanda Melek Yatırımcılar, girişimci firmalara yatırım yapmanın yanı sıra, o firmaların yönetim, pazarlama gibi karar alma
alanlarında da rol oynamaktadırlar ve kendi tecrübeleri ve bilgileriyle katkıda
bulunmaktadırlar.
3.4. Melek Yatırımcıların Avantaj ve Dezavantajları
Diğer finansman tekniklerinde olduğu gibi Melek Yatırımcının da bazı avantaj
ve dezavantajları bulunmaktadır. Bunlar şu şekilde sıralanabilir (Küçük, 2007,
s.265):
Avantajları:
1- Melek Yatırımcılar düşük düzeydeki yatırımları tercih ederler.
2- Melek Yatırımcılar genellikle yeni başlayan ve ilk evrelerinde olan işletmelere yatırım yaparlar.
3- Melek Yatırımcılar tüm sektörlere yatırım yapabilirler.
4- Melek Yatırımcılar finansal kararlarda risk sermayedarlarına göre daha esnektirler.
5- Melek Yatırımcıların sağladıkları fonlar fiyatlarda artışlara neden olmaz.
6- Melek Yatırımcılar katma değer yatırımcılarıdır. Yatırım yapılan şirket, yatırım yapan şirkete dönüşebilir.
7- Melek Yatırım Pazarı geniş bir coğrafyada yer alabilir.
8- Melek Yatırımcılarda sağlanan para kaldıraç etkisi yapar (yatırım yapılan işletme diğer finansman sağlayıcıları için çekicilik oluşturur).
9- Melek Yatırımcılar yatırımları dışında kredi imkânı da sağlarlar.
Dezavantajları:
1- Melek Yatırımcılar aynı firmaya takip eden yatırımlar yapmaktan kaçınırlar.
2- Melek Yatırımcılar girişimcinin kontrol gücünden ödünç vermesine sebep
olabilecek söz hakkına sahip olmak isterler.
3- Melek Yatırımcılar firmaya yardımcı olmaktan çok tek başına hareket eden
bir canavara dönüşebilirler.
144
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
4- Güvenilirlik açısından Melek Yatırımcılar ülke içinde ve dışında isme, üne ve
prestije sahip değildirler.
3.5. Dünya’da ve Türkiye’de Melek Yatırımcılar
ABD’de 270 bin yatırımcının 26 milyar dolar, Avrupa Birliği’nde 75 bin yatırımcının 4 milyar avro ciroya ulaştığı “Melek Yatırımcılık” sistemi (http://www.
Girisimcilikveyenilik.Com), ülkemizde yeni kullanılmaya başlansa da, bu yolla
fon sağlama ve yeni girişimleri finanse etme oldukça eskidir. Geçmişe bakıldığında A. Graham Bell’in 1874 yılında kurduğu Bell telefon şirketi; Henry Ford’
un Ford fabrikası ve Golden Gate köprüsünün yapımı melek yatırımcı fonları ile
finanse edilmiştir. Günümüzde ise Amazon, Yahoo, Hotmail, Google, Youtube,
Apple gibi tanınmış firmaların kuruluş aşamalarında da melek yatırımcı fonları
kullanılmıştır (Kantar, 2008, s.113).
3.5.1. ABD’de Melek Yatırımcı
Melek yatırımlara ilişkin en çarpıcı verilere Amerika’da rastlanmaktadır. ABD’de
1980 yılından bugüne kadar yeni istihdamın % 80’ini yeniliklerin ise % 50’sini
melek yatırımcılar tarafından desteklenen girişimciler gerçekleştirmiştir. Bunun
için ‘melek yatırımcılar’ bireysel yatırımlarının yanı sıra Melek Yatırımcı Kulübü
olarak adlandırılan 10 ile 60 kişi arasında değişen gruplar oluşturarak hem işe
daha profesyonel yaklaşmayı hem de riski grubun diğer üyeleri ile paylaşmayı
hedeflemektedir. Amerika’da 2005 yılında 227.000 bireysel melek yatırımcı ve
bunların da dâhil olduğu 250’den fazla aktif Melek Yatırımcı Kulübü bulunmaktadır (Uluyol, 2008, s.58).
ABD’de 2006 yılında toplam melek yatırımları 26 milyar dolara ulaşmış bulunmaktadır. Yatırım yapılan girişim sayısı ise 51 bindir. New Hampshire Üniversite’sinin yayınladığı araştırma sonuçlarına göre melek yatırımlarda 2005 yılına
göre ortalama %10’luk bir artış söz konusudur. En çok yatırım yapılan sektörler
sağlık, tıbbi cihazlar, yazılım ve biyoteknoloji olarak sıralanmaktadır. Yapılan bu
yatırımlarla 2006 yılında 201.400 yeni istihdam yaratılmış bulunmaktadır. Bu
sayı sadece yatırımın yapıldığı aşamada yaratılan istihdamı ifade etmektedir.
Yatırım yapılan girişimler büyüdükçe ve sayıları arttıkça istihdam artısının da
görüleceği aşikârdır. Sadece yaratılan istihdam açısından bakıldığında bile, bu
tür bir finansman modeli uygulamanın ne kadar önemli olduğu kolayca görülebilmektedir. İşsizliğin azaltılmasında ve sürdürülebilir büyümenin sağlanmasında bu tür mekanizmalar önem arz etmektedir (Kantar, 2008, s.114).
145
GENÇ GİRİŞİMCİLERİ DESTEKLEMEDE BİR FİNANSMAN TEKNİĞİ: MELEK YATIRIMCILAR • Öğr. Gör. Erkan Perktaş
3.5.2. Avrupa’da Melek Yatırımcı
Avrupa ülkelerinde iş meleklerinin sayısı gittikçe artmaktadır. Bu artışa paralel olarak kurulan iş meleği ağlarının (İMA) sayısında da belirgin bir artış gözlenmektedir. Yatırım tutarları olarak bakıldığında ise 2006 yılında Avrupa’da
en çok melek yatırım 63.671.988 Euro ile İngiltere’de yapılmıştır. İngiltere’yi
26.000.000 Euro ile Fransa, 13.500.000 Euro ile İsviçre, 12.500.000 Euro ile
İsveç, 11.800.000 Euro ile İtalya, 10.395.500 Euro ile Finlandiya, 7.070.075
Euro ile Belçika, 6.598.000 Euro ile Almanya, 3.950.000 Euro ile Hollanda,
2.285.000 Euro ile İspanya, 1.800.000 Euro ile Avusturya ve 550.000 Euro ile
İrlanda izlemiştir. AB ülkeleri toplamında 149.473.857 Euro melek finansmanı
yatırımı yapılmıştır.
3.5.3. Türkiye’de Melek Yatırımcı
Melek yatırımcılığı ülkemize Türkiye’nin en eski danışmanlık yönetim firması
Helix Yönetim Danışmanlığı bünyesinde 2006’da kurulan LabX tarafından getirilmiştir. LabX fikri olup da sermayesi olmayan girişimciyle melek yatırımcı arasında adeta bir köprü görevi görmektedir. Fikir sahibi girişimci öncelikle LabX’e
başvurmaktadır. LabX fizibilite çalışmasından sonra iş fikrini sabitleştirmekte
ve çeşitli ülkelerdeki melek yatırımcılardan finansman sağlamaktadır. LabX aynı
zamanda şirkete ortak olmakta ve girişimciye danışmanlık hizmeti de vermektedir. LabX tarafından kurulan Türkiye’nin ilk melek yatırımcı ağı, hâlihazırda 85
kişilik bir melek yatırım gücüne sahiptir. LabX Melek Yatırımcı Ağı, üyesi olduğu
EBAN uluslararası melek yatırımcı ağı ve yerel işbirlikleri sayesinde yatırımcılara benzersiz iş fikirlerine ulaşma ve uluslararası arenada varlık gösterme imkânı
sunmaktadır (www.Lab-x.org).
Potansiyeli yüksek iş fikirlerini şirketleştirmek ve yürüyen projeleri geliştirmek
amacıyla kurulan LabX, melek yatırımcı ağı sayesinde bu fikirlere ve projelere
sermaye temin etmekte, iş planlarını oluşturarak şirket haline getirmektedir.
Bütün girişimcilerin başvurularına açık olan LabX, bu hizmeti karşılığında girişimcilerden herhangi bir ücret talep etmemektedir.
İstanbul merkezli kurulan Galata İş Melekleri (Galata Business Angels) ise
İstanbul’un ilk melek yatırımcı organizasyonudur. Galata İş Melekleri zamanlarını ve paralarını yeni, ileri teknoloji start up şirketlerine yatırım yapan girişimciler, yöneticiler ve melek yatırımcılardan oluşan bir gruptur. Galata İş Melekleri
üyeleri Airties, Yemeksepeti.com, Mynet.com ve Markafoni.com gibi şirketler
kurmuşlar ve Apple, eBay, Maxim, Turkcell ve DBI gibi şirketlerde üst düzey
yöneticilik yapmışlardır.
146
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Galata İş Melekleri kâr amacı gütmeyen bir dernek olarak faaliyet göstermekte
olup melek yatırımcılar ile arzulu girişimcileri bir araya getirerek yatırım olanakları ve startuplarla ilgili fikir alışverişi yapmalarını sağlayan bir platform rolü
üstlenmektedir (www.Galatabusinessangels.com).
Baybars Altuntaş başkanlığında 2011 yılında kurulup faaliyet göstermeye başlayan Türkiye Melek Yatırımcılar Derneği (Business Angels Assaciation Turkey,
TBAA), ülkemizdeki girişimcilik faaliyetlerinin gelişmesini sağlamak ve melek
yatırımcılar ile girişimcileri bir araya getirmek için bir takım amaçları ortaya
koymuşlardır. Bu amaçlar (www.melekyatirimcilardernegi.org);
1- Türkiye’de iş dünyasında ortaklık kültürünün geliştirilmesini sağlamak,
2- Kendi işini kurmak isteyen girişimcileri desteklemek ve gerekli finansman
kaynaklarına ulaşımlarını kolaylaştırmak,
3- Yurtiçinden ve yurtdışından girişimcileri destekleyen, iş kurmalarını kolaylaştıran, gerekli finansmanı sağlayan tüm birey, kurum ve kuruluşlar için mevcut
eko sistemi daha etkin hale getirmek,
4- Girişimcilik konusunda her türlü eğitim imkânının arttırılmasını sağlamak,
Girişimcilik eğitimi konusunda her türlü girişimi desteklemek,
5- ‘Melek Yatırımcılık’ sisteminin Türkiye’de tanıtımını yapmak, gerekli hukuki
alt yapının oluşmasını sağlamak,
6- ‘Melek Yatırımcılık’ konseptinin profesyonel bir kariyer olarak algılanmasını
sağlamak,
7- Üniversitelerle ve/veya özel öğretim kurumları ile iş birliği içinde ‘Girişimciliğe Yatkınlık Test’leri geliştirmek,
8- Ülkemiz girişimcilik profilinin çıkarılması ve/veya yıllar bazında gelişim trendinin ortaya çıkarılması için yerel veya ülke çapında araştırmalar yapmak, raporlar yayınlamak,
9- ‘Melek Yatırımcıların ihtiyacı olan hukuki altyapının oluşması ve gerekli kamuoyu çalışmalarını organize etmek,
10- TOBB, YÖK, KOSGEB, İŞKUR, BDDK, SPK, Teknoparklar, Türkiye Bankalar
Birliği, Türkiye Katılım Bankaları Birliği, sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Rekabet
Kurulu, Üniversitelerin Girişimcilik Kulüpleri, kuluçka Merkezleri (incubators),
Vakıflar, Ticaret ve Sanayi Odaları gibi her türlü özel ve resmi kurum ve sivil
toplum kuruluşunu Melek Yatırımcılığı hakkında bilgilendirmek, işbirliğine gitmek,
11- Girişimciler – Melek Yatırımcılar – Melek Yatırım Grupları – Risk Sermayesi
Şirketleri (venture capitalists) – Girişimcilerle Melek Yatırımcıları Buluşturanlar
(matchmakers) arasında etkin bir köprü görevi görmek,
147
GENÇ GİRİŞİMCİLERİ DESTEKLEMEDE BİR FİNANSMAN TEKNİĞİ: MELEK YATIRIMCILAR • Öğr. Gör. Erkan Perktaş
12- Gerekli gördüğü hallerde girişimcilerle melek yatırımcıları buluşturmaya yönelik çalışmalar yapmak veya yaptırmak,
13- Girişimcilerin ve Melek Yatırımcıları eğitecek eğitmenler/akademisyenler/
uzmanlar yetiştirmek veya yetiştirilmesini sağlamak,
14- Deneyimli Melek Yatırımcılardan potansiyel Melek Yatırımcılara know-how
aktarımının sağlanması için gerekli platformu oluşturmak,
15- Bilim adamları ile temasa geçerek ülkemizde buluş ve icat sayısının arttırılmasını sağlamak,
16- Yurtdışından başarılı Melek Yatırımcıları Türkiye’ye davet ederek gerekli
know-how transferinin gerçekleşmesini sağlamak,
17- Melek Yatırımcı finans pazarının yerel ve ülkesel düzeyde oluşmasını sağlayarak yeni kurulan girişimlerin daha rahat kaynak bulabilecekleri bir ortam
hazırlamak,
18- Melek Yatırımcıların kendi aralarında iş deneyimlerini paylaşabilecekleri
platformlar hazırlamak,
19- Girişimcilerin başlangıç düzeyindeki iş fikir ve projelerinin Melek Yatırımcılardan yatırım alabilecek seviyeye gelmesini eğitim, seminer, workshop, mentorluk gibi yöntemlerle desteklenmesini sağlamak olarak özetlenebilir.
Dünyada hatırı sayılır bir ekonomi yaratmış olan “Melek Yatırımcı” sistemini
Türkiye’de yaygınlaştırmak için buna benzer dernek ve kuruluşların sayılarının artırılması yararlı olacaktır. Bu konuda bir yanda, devlet nezdinde Hazine
Müsteşarlığı’nda, sistemin işleyişi üzerine bir takım çalışmalar yapılırken, diğer
yanda yatırımcılarla fikir sahiplerini bir araya getiren aracılar daha çok girişimci
ve yatırımcıya ulaşmak için hummalı bir çalışma sürdürmektedir.
4. Melek Yatırımcı Finansman Modelinin Başlıca Katkıları
Verimli bir şekilde uygulandığı takdirde Melek Yatırımcı finansman modelinin,
ekonominin birçok paydaşına çeşitli katkıları olacaktır (Uluyol, 2008, s.64).
4.1. Girişimciliğin Gelişmesine Sağladığı Katkı
Girişim sermayesi ile girişimcilik fikri bir araya gelmezse tek başına bir anlam
ifade etmez. Bu iki değerin birleştirilerek girişimler doğması melek finansman
modeli ile sağlanabilir. “İş melekleri destekledikleri yatırımlar başarıya ulaştıktan sonra, girişimciliğin özüne uygun olarak fikir sahibini yola yalnız devam
etmek üzere bırakırlar ve yeni fikir sahipleriyle irtibata geçerek destekleyecek
yeni projeler bulurlar”. Bu özellikleriyle iş melekleri bir yandan girişimciliğin
148
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
gelişmesine katkıda bulunurken toplumsal olarak katma değer üretebilecek
projelerin hayata geçirilmesinde aktif rol aldıklarından toplumsal bir işleve de
sahiptirler.
4.2. İstihdama Sağladığı Katkı
Melek yatırımcılığın istihdama katkısı en somut olarak ABD’deki verilerde görülmektedir: 2006’te melek yatırımlar ile 49.500 şirkete (girişimciye) 26 milyar
dolar sermaye yatırılarak, 201.400 kişiye yeni iş olanağı sağlanmıştır. AB araştırmalarında ise melek yatırımcıların % 60’ının bir defadan daha fazla yatırımcı
olarak; “daimi” ve “seri” yatırımcı ünvanı aldıkları gözlemlenmektedir. Ülkemizde de atılan ve atılacak adımlar ile mevcut işsizlik sorunun çözülmesine ve dolayısıyla istihdamın özellikle de genç istihdamın artmasına katkı sağlayacağı bir
gerçektir. Bu veriler, melek yatırımcılığın gittikçe üst düzey profesyoneller için
bir yaşam tarzı ve meslek haline geldiğine işaret etmektedir.
4.3. Ülke Ekonomisinin Gelişmesine Sağladığı Katkı
Girişimciliğin gelişmesi, güzel iş fikirlerine finansman ve danışmanlık desteği
sağlamak suretiyle bunların büyük yatırımlara dönüşmesinin sağlanması sonucunda ülke ekonomisi gelişir.
Melek yatırımcılar girişimciliğin gelişmesine yaptıkları katkıların yanı sıra toplumsal açıdan katma değer üretebilecek projelerin hayata geçirilmesinde
önemli bir rol oynadıkları için toplumsal bir işleve de sahiptirler. Bu açıdan
melek yatırımcıların sosyal sorumluluk yükümlülüğünü yerine getirme konusunda melek finansman yöntemi melek yatırımcılar açısından da bir fırsat sunmaktadır.
5. Sonuç ve Öneriler
Başlangıçta da bahsedildiği gibi özellikle gelişmekte olan ülkelerin gelişimlerini
hızlandırmak için girişimciliğin ne kadar önemli olduğu aşikârdır. Özellikle ülkemizde hem girişimcilik konusunda tecrübenin az olması hem de girişimcilerin
eğitilmesi ve finansman kaynaklarıyla bir araya getirilmesi konusundaki çaba
ve çalışmaların kısıtlı olması, kurulan işletmelerin belli bir süre sonra başarısızlığını ortaya çıkarmaktadır. Bu durumun engellenebilmesi için muhakkak girişimcilik ve finansman konusunda çeşitli çalışmaların başlatılması gerekmektedir.
Genç ve dinamik nüfusu, nitelikli işgücü, gelişen tüketici istek ve davranışları
Türkiye’nin bir fırsatlar ülkesi olduğuna işaret etmektedir. Ancak girişimcilik konusundaki sermaye eksikliği özellikle genç girişimcilerin varlığı ve istihdamı için
halen büyük bir sorun teşkil etmektedir. İstatistiklere bakıldığında Türkiye’de
15-34 yaşları arası gençlerin toplam nüfusa oranı yaklaşık % 35’lik kısmı oluştur149
GENÇ GİRİŞİMCİLERİ DESTEKLEMEDE BİR FİNANSMAN TEKNİĞİ: MELEK YATIRIMCILAR • Öğr. Gör. Erkan Perktaş
maktadır. Eğitim-öğretim durumu itibarıyla baktığımızda ise 2011 yılı verileri ile
lise ve dengi meslek lisesi mezunu gençlerde işsizlik oranı %21.8, yükseköğretim görmüş gençlerde işsizlik oranı ise %30’lar civarındadır (TÜİK Haber Bülteni). Buradan da görüldüğü üzere ülkemizde genç nüfusun istihdamı konusunda
eksiklikler bulunmaktadır. Dolayısıyla istihdam sorununun ortadan kalkması ve
çalışabilecek durumda olan genç ve dinamik nüfusun iş hayatına katılabilmesi
için onların öncelikle girişimcilik konusunda eğitilmeleri ve daha sonra çeşitli
yöntemlerle sermaye olarak desteklenmeleri gerekmektedir.
Genç ve dinamik girişimcilerin eğitilmesi konusunda üniversitelere ve sivil
toplum kuruluşlarına önemli görevler düşmektedir. Üniversitelerde eğitim ve
öğretim veren endüstriye dayalı birçok bölümde muhakkak suretle girişimcilik derslerinin okutulması gerekmektedir. Pratik ve teorik olarak bu derslerde
öğrencilere bir işletmenin kuruluş aşamasından başlayıp gelişme ve olgunluk
aşamasına kadar kaydettiği safhalar örnekler ile açıklanmalıdır. Bunun yanı sıra
Genç Girişimcileri Destekleme Programı ile birlikte hareket edilerek girişim fikrine sahip gençlerin desteklenmesi gerekmektedir.
Çalışmanın içeriği itibarıyla özellikle finansman konusunda bu tür gayret ve
çabaların sayısının artırılması gerekmektedir. Girişimcilerin finans sorunlarının
çözümü konusunda bir yöntem olan Melek Yatırımcılar, girişimciliğin dolayısıyla
ülke ekonomisinin ve sosyal hayatın gelişiminde önemli bir kazanım olabilir.
Melek Yatırımcıya sadece finansman sağlama kaynağı olarak bakmak da doğru
değildir. O aynı zamanda ismiyle müsemma olan melek nitelendirmesine uygun
olarak hem bir yol gösterici, hem birçok konuda danışman olmakta hem de
girişimcilerin ufkunu açıcı bir görev üstlenmektedir.
Melek finansmanın geliştirilmesi, melek ağlarının örgütlenmesi, potansiyel girişimcilerin bu tür faaliyetler hakkında bilgilendirilmesi ve melek yatırımcılarla
işbirliği konusunda teşvik edilmesinin önemli yararlar sağlayacağı düşünülmektedir (Uluyol, 2008, s.66).
Ülkemizde Melek Yatırımcıların sayısının artırılmasını ve melek yatırımcılar ile
girişimcileri bir araya getiren ağların gelişmelerini sağlamak için bazı öneriler
sunulabilir.
1- Melek yatırımcıların faaliyetleri ile hükümet, medya, finans ve yatırım aktörleri arasında iletişim artırılmalıdır.
2- Türkiye’deki melek yatırımcılar için, meleklere destek olmak üzere mali teşvikler, kamu ve özel ortaklıkların yan yatırım fonları şeklinde kurulumu gibi
unsurları da içeren avantajlı bir ortam yaratılmalı. Ayrıca kamu kurumlarının,
diğer mal varlığı değişimi fırsatları karşısında, şirketlerin başlangıç aşamasında
150
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
finanse edilmesi açısından net bazda yüksek değere sahip bireylerin de katılımı
teşvik edilmelidir.
3- Türkiye çapında, profesyonel iş melekleri ağlarının gelişimine destek olunmalıdır.
4- Melek yatırımcı örgütleri (İş Melekleri Derneği gibi) tarafından eğitim programları verilerek potansiyel iş sahaları oluşturulmalıdır.
5- Melek Yatırımcıların dâhil olması sayesinde kuruluş aşamasının henüz başında yapılan anlaşmaların kalite ve adedini arttırmak üzere iş melekleri ve girişimciler için eğitim programları desteklenmelidir.
6- Melek yatırımcıların başarı hikâyelerinin çeşitli yayın organlarıyla duyurulmalıdır.
7- Gerekli mali düzenlemeler, örneğin çeşitli vergi avantajları sağlanarak, yatırımcı bireylerin, kaynaklarını geleneksel ve daha güvenli yatırımlara aktarmaktansa birer melek yatırımcı olmalarının teşvik edilmelidir.
8- Konu ile ilgili kuruluşlar TÜBİTAK, Üniversiteler, TÜSİAD vb., iş adamı örgütleri, odalar ve borsa birlikleri, sanayi odaları, KOSGEB gibi, girişimciliği destekleyen sivil toplum kuruluşları işbirliği yapmalıdır. Melek yatırımcılar kendi
bulundukları bölgelere yatırım yaptıklarından bölgesel iş meleği ağlarının kurulması önemlidir.
Kaynakça
Akpınar, S., (2009). Girişimciliğin Temel Bilgileri. Kocaeli: Umuttepe.
Arıkan, S., (2002). Girişimcilik. Ankara: Siyasal.
Çetindamar, D., (2002). Türkiye’de Girişimcilik. İstanbul: TÜSİAD Lebib Yalkın.
Demirel, E. T., Akbıyık, N. (2009). Girişimcilik Kavramı ve Ortaya Çıkışı. Mehmet Tikici ve
Ali
Aksoy (Ed.), Girişimcilik ve Küçük İşletmeler içinde (s.5-62). Ankara: Nobel.
Döm, S., (2008). Girişimcilik ve Küçük İşletme Yöneticiliği. Ankara: Detay.
Druckeir, P. F. (1986). The Frantiers of Management: Where Tomorrow’s Decisions Are Being Shajoed Toda. Newyork: Harper &Row.
Hatun, U., Özlen, Ö., (2000). Kadın Girişimcilerin Sosyo-Kültürel ve Ekonomik Profili (Ankara Örneği). Ankara: Mavi Ofset.
Gözek, S., (2006). Girişimci Adaylarının Özellikleri, Girişimcilik Eğilimleri ve Girişimci Adaylarına Sağlanan Destekler.(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Kahramanmaraş Sütçü
İmam Üniversitesi/ Fen Bilimleri Enstitüsü, Kahramanmaraş.
Kantar, E., (2008). Kobi’ler ve Girişimler İçin Alternatif Sermaye ve Fon Kaynakları: Girişim
151
GENÇ GİRİŞİMCİLERİ DESTEKLEMEDE BİR FİNANSMAN TEKNİĞİ: MELEK YATIRIMCILAR • Öğr. Gör. Erkan Perktaş
Sermayesi ve Melek Yatırımcı (Deri Sektöründe Bir Uygulama). (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Marmara Üniversitesi/ Bankacılık ve Sigortacılık Enstitüsü, İstanbul.
Karabayır, M. E., Gülşen, A. Z., Çifci, S., Muzaffar, H., (2012). Melek Yatırımcıların Yatırım
Kararlarında Girişimci Odaklılığın Rolü: Türkiye’deki Melek Yatırımcılar Üzerine Bir Çalışma, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, cilt 67, No. 2, 69-93
Küçük, O., (2007). Girişimcilik ve Küçük İşletme Yönetimi. İstanbul: Seçkin.
TÜSİAD, (1987) Türkiye’de Girişimcilik ile İlgili Sorunlar ve Çözümleri. No: T/87.10.103, İstanbul: TUSİAD.
Uluyol, O., (2008). Girişimcilikte Alternatif Bir Finansman Modeli Olarak Melek Finansman.
Sustainable Competition And Resource-Based View In Global Markets, 3(2).
Yurtseven, R., (2007). Girişimcilik, Küçük Bir İşletme Kurmak ve Yönetmek. Ankara: Detay.
http://www. Tusiad. Org. Tr/girisimcilik-finansmani
http:// www. Myfikirler. Com/melek-yatirimci-nedir-melek-yatirimcinin-ozellikleri-nelerdir. Html (Erişim 19.09.2012).
http://www. melekyatirimcilardernegi. Org (Erişim 20.09.2012)
http://www.
Girisimcilikveyenilik.
Com/destekler/sirketler/item/59-tbaa-melekyat%C4%B1r%C4%B1mc%C4%B1lar-derne%C4%9Fi-t%C3%BCrkiyede. Html (Erişim
19.09.2012).
http://www. Lab-x. Org/yatirimci_formu/index. Php?lng=tr (Erişim 20.09.2012).
http://www. Galatabusinessangels. Com/hakkimizda (Erişim 20.09.2012).
152
KAMU HAKLARINDAN
YARARLANMADA
KUR’ANÎ REFERANSLARIN
KRİTER DEĞERİ
Yrd. Doç. Dr. Fikret Gedikli
Muş Alparslan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Özet
Bu tebliğde, bireyin kamusal hak ve imkânlardan yararlanmasında Kur’an’ın davranış
önerileri ve kalıpları, asal kriterleri, arka planına bağlı olarak İslam tarihinin değişik dönemlerindeki bu duruma ilişkin uygulamaları günümüzle ilişkilendirilerek değerlendirilecek; kamu haklarından yararlanmada hakkaniyet ölçüsü kriter alınarak herkesin katkısı
veya hak ettiği oranda bir pozisyon ya da görev almasında Kur’anî referansların ne olup
olmadığı ve bu referansları kamuda ilkesel bir kriter olarak benimsemenin kamu otoritesi açısından ciddi sorun teşkil edip etmemesi durumu ele alınacaktır.
Bunun yanında kamuda görev alabilmenin mahiyeti, modernleşme süreci ile daha da
belirginleşmesine karşın, gitgide gözden düşen/gözden çıkarılan kariyer ve liyakat ilkesinin kıymet ölçüsü ve bununla ilgili alanlarda neler olup bittiği meselesi ele alınacak
ve tüm bu konular Kur’anî ve tarihsel boyutlarıyla açıklanmaya çalışılacaktır. İnsanların
kamu idaresindeki adaletten beklentilerinin ne olduğu; bireyin kamu hizmetlerinden yararlanmasında ilgili görevin gerekli kıldığı nitelik ya da kabiliyetlerin dışında bir kriter
belirlemenin ayrımcılık gibi bir anlama gelip gelmediği konusu da örnekleriyle değerlendirilmeye çalışılacaktır. Özellikle böylesi bir uygulamada ayrımcılığı anımsatan kimi formülasyonların, Kur’an’ın önerdiği ilke, pratikler ve davranışla bağdaşıp bağdaşmadığı;
bu günün kimi uygulamalarının, çıkarcı bir bakış ve etkin indirgemecilikle dinî referansları yorumlama anlamına gelip gelmediği ve bunların imkân sınırları ortaya konulacaktır.
153
KAMU HAKLARINDAN YARARLANMADA KUR’ANÎ REFERANSLARIN KRİTER DEĞERİ • Yrd. Doç. Dr. Fikret Gedikli
THE CRITERIA VALUES OF THE QUR’ANIC REFERENCES IN BENEFITING FROM THE
PUBLIC RIGHTS
Abstract
In this message, Quran’s attitude suggestions and patterns in benefiting from public
rights and opportunities, its principal criteria, such applications in different eras of Islamic History depending on its background will be evaluated by associating it to our
modern day and whether it is a problem if the references of Quran were adopted in the
public institutions as a principal criterion will be discussed as well as the contribution of
taking the fairness into account in benefiting public rights.
Besides, the content of working in the public organizations, the principal of career and
merit standard, what goes around in this field will be explained in the Quranic dimensions. What the expectation of people from the justice in the public administration is,
whether determining a criterion excepting the necessities of the required job means a
discrimination or not will be evaluated with their examples. Whether certain formulations reminding discrimination especially in such an application is associated with the
Quranic suggestions of attitudes, principals and practices and whether handling certain
applications of modern-day with a pragmatic point of view means interpreting religious
references arbitrarily will be presented.
Giriş
Bu çalışmada kapsamlı bir kamu adalet anlayışına ve uygulamalarına imkân sunacak yapının özellikleri, bu özelliklerin zemin bulmasının ya da bu anlamda var
olanın tahkim edilerek devam ettirilebilmesinin imkânları ve sınırları, bireyin kamusal haklarından yararlanmasında Kur’an’ın davranış önerileri, asal kriterleri,
arka planına bağlı olarak İslam tarihinin değişik dönemlerinde gerçekleşen bu
duruma ilişkin kimi uygulamaları, günümüzle ilişkilendirilerek değerlendirilmiş;
kamu haklarından eşitlikçi bir biçimde yararlanmada adalet, emniyet, diğer bir
ifade ile hakkaniyet ve liyakat ölçüsü kriter alınarak herkesin katkısı veya hak
ettiği oranda bir pozisyon ya da görev almasının Kur’anî referansları ve bu referansların işaret ettiği ilkelerin som bir kriter olarak uygulanması durumunun
muhtemel sonuçları üzerinde durulmuştur.
Tebliğde özellikle “adalet”, “emniyet”, “ehliyet” kavramları etrafında olup bitenler ve bunların arka planındaki gerçek illet ve menat anlamlandırılmaya çalışılmış ve günümüz dünyasındaki iz düşümleri ile beraber bunlara yönelik bir
değerlendirme yapılmış ve neticede kimi öneriler sunulmuştur. Sunulan öneriler, gerçekleşmesi mümkün olmayan ideal davranışlar olarak -ki bir şeyi aşırı
idealize etmek onun üretilmesi önünde en büyük engeldir- ya da saf bilimsel bir çaba olarak değil; Kur’an’ın temel dinamikleri ve İslam Tarihi’ndeki kimi
154
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
pozitif uygulama önerilerinin bilimsel sunumundan ibaret bir yaklaşımdır. Bu
sunum zorunlu olarak dönemsel kimi tutum ve davranışların, bazı özel davranış ve tutumları doğurabileceğini ve bu davranışların ise o toplumların oluşturdukları alt yapıdan etkilenerek doğduğunu da ifade eder. Zaman içerisinde
tarihin oluş safahatındaki bazı çelişkiler ve olumsuzluklar, adalet ve emniyet
ilkesinin ana dinamik olmasını zorunlu kılmıştır. Bu zorunluluk ise adalet ve emniyete konu kitlenin, adalet ve liyakat ilkesine uygun olarak tüm kamu hizmet
ve imkânlarından eşitlikçi bir biçimde yararlanmasının zorunluluğunu da ortaya
koymuştur.
Sonuç olarak tebliğde, kamuda görev almada Kur’an’ın, adalet ve emniyete
dair temel ölçülerinin kriter olma değeri çerçevesinde şekillenmiş, bu çerçevede Kur’an’ın adalet ve liyakat ölçüsünün sürekli korunup, “hak” kavramının
diri tutulması için kamusal ve bireysel adalet duygusunu ve buna ilişkin uygulamanın gerçekleşmesini talep etmenin, aşırı idealize edilmiş, uygulamasının
imkânsız olduğu bir eylem biçimi olmadığını, tarihimiz ve geleceğimiz karşısında sürekli takınılacak yegane ahlaki tavır olduğunu, Kur’an’ı bir değer olarak
kabul eden herkese hatırlattığına dikkat çekilmiştir.
1. Kur’an’ın Adalet ve Emniyet Prensibi
Ferdi ve içtimai yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun
yaşamayı sağlayan ve ahlaki erdem olan adalet, “davranış ve hükümde doğru olmak, hakikate göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmaktan” gelen bir
isimdir. (İbn Manzur, 1119: 31/2838) Adalet, Kur’an’ı Kerim’de genellikle düzen,
denge, eşitlik ve tarafsızlık gibi anlamlarda kullanılmıştır. “Öyleyse (bir karar
vermen için) sana gelirlerse ister onlar arasında karar verirsin, ister kendi hallerine bırakırsın; çünkü eğer onları kendi hallerine bırakırsan sana hiçbir şekilde
zarar veremezler. Ama eğer bir karar verirsen, onlar arasında adaletle karar ver:
Allah adil davrananları sever.” (el- Maide, 5/42); “İnanc(ınız)dan dolayı size karşı
savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan sürmeyen (inkârcılara) gelince, Allah onlara
nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz çünkü Allah adil davrananları
sever.” (el- Mümtehine, 60/8).
Hiç şüphe yok ki, Yüce Allah emanete riayet etmeyi; her konuda adaletli olmayı Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde yücelterek Müslümanlara emretmiş (enNahl, 19/90); bununla beraber belli konu ya da olaylar bağlamında da, örneğin insanlar arasında hüküm verildiği zaman (en-Nisa, 4/58); iktisadi hayatta
(el-En’am, 6/152; er-Rahman, 55/9); şahitlik yapılması hususunda (el-Bakara,
2/282); savaşan veya anlaşmazlığa düşen iki grubun arasının düzeltilmesinde
(el-Hucurat, 49/9); aile hukuku ile ilgili hususlara ilişkin olarak meselenin hallinde temel gerekçelendirmenin, “hakk”ın ihlal edilmemesi; hakkın sahibine iadesi
155
KAMU HAKLARINDAN YARARLANMADA KUR’ANÎ REFERANSLARIN KRİTER DEĞERİ • Yrd. Doç. Dr. Fikret Gedikli
(en- Nisa 4/58); hakkın korunması (en- Nisa, 4/3) hususlarında adaleti mihver
kavram ve temel uygulama noktası olarak belirlemiştir.
Burada özellikle “emanet” ve “adalet” kavramlarıyla yakın ilişkili olması bakımından “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor…” (en-Nisa, 4/58)
ayetinin sebebi nüzulü hakkında kısa bir değinide bulunmak yararlı olacaktır
kanaatimizce. Meşhur olan rivayet şöyledir: Mekke’nin fethedildiği gün, Hz.
Muhammed Kabe’ye geldiğinde Kabe’nin miftahdarı olan Osman bin Talha
Kabe’nin kapısını kilitlemiş, kendisinden bunu talep eden Hz. Muhammed’e vermemiştir. Bunun üzerine Hz. Ali, Osman’ın kolunu bükerek anahtarı almış, Hz.
Muhammed’in Kâbe’de iki rekât namaz kılmasına imkân sağlamıştır. Bu arada
Osman bin Talha ‘Hz. Muhammed olduğunu bilseydim verirdim’ şeklinde de bir
açıklamada bulunmuştur. Daha sonra Peygamber namazını kılıp dışarı çıktığında amcası Hz. Abbas, eskiden beri yapageldiği zemzem işi ile beraber yürütmek için Kâbe’nin miftahdarlığının da kendisine verilmesini talep etmiştir. Hz.
Muhammed ise tam aksine Kâbe’nin miftahdarlığının Osman bin Talha’ya tekrar
iade edilmesini ve Hz. Ali’nin de yaptığı davranıştan ötürü Osman bin Talha’dan
özür dilemesini istemiştir. Bunun üzerine hakkında ayet nazil olan Osman bin
Talha Müslüman olmuş ve Kâbe’nin anahtarı da bu olaydan sonra hep onda kalmıştır. (Vahidi, 1998: 116-117; et-Taberi, VII/170) Hiç kuşkusuz bu ayetin, böylesi
bir hadise ile ilişkili olarak nazil olması, ayetin yalnız bu hadiseye tahsis edilmesini gerektirmemektedir. Burada gözden ırak tutulmaması gereken husus,
Hz. Peygamberin anahtarların iade edilmesini istediği kişinin, iadeyi müteakip
Müslüman olmasıdır. Bu iadenin ise “emanet” te asal kriterin ne olması lazım
geldiğine ilişkin oldukça geniş bir perspektif sunduğunda kuşku yoktur.
Kur’an’ın emanet kavramına ilişkin yaklaşımı için şu hususlara değinilebilir: Literatürde emanet kavramı dini, ahlaki ve içtimai ilke ve kavramları içine alan oldukça geniş bir anlam havzasına sahiptir. Kur’an’da emanete riayet, müminlerin
başlıca özellikleri arasında zikredilmiştir. (el-Mü’minun, 23/8; el-Mearic, 70/32).
Taberi, “Allah, size emanet edilen (şey)leri ehil olanlara tevdi etmenizi ve her ne
zaman insanlar arasında hüküm verecek olursanız adaletle hükmetmenizi emreder” (en-Nisa,4/58) ayetinin özellikle devlet adamlarının hem emanet hem de
adalet ehli olmalarını gerekli kıldığı; emanet ehli olmaları, ülke imkânlarını halka
haksızlık yapmadan paylaştırmaları; adalet ehli olmaları ise bütün kararlarında
hukuka riayet etmeleri gerektiği hususuna işaret ettiğini, belirtmiştir. (Cami’u’l
Beyan, IV. 145-146) Müfessir Razi de emaneti, “hakkı sahibine vermekten”;
adaletle hükmetmenin ise, “hakkın sahibine verilmesine hükmedilmesinden”
ibaret olduğunu söyler. (er-Razi, 10:144) Diğer taraftan Derveze ise bu ayeti, insanların hangi konumda olursa olsunlar dost-akraba ayrımına gitmeden,
156
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
kimseye itibar etmeden aralarında adaletle, hak ile hükmedilmesini, hakların
ve emanetlerin korunmasını telkin eder (Derveze, 236) şeklinde açıklamıştır.
Yine bu ayetin yorumuna ilişkin Mevdudi, “Müslümanlar, İsrailoğulları’nın daha
önce düştükleri hatalara düşmemeleri için uyarılmıştır; zira onların düştükleri
en büyük hata, dejenere oluşları sürecinde yetkiyi ve görevi ehil olmayanlara
vermeleriydi; çünkü onlar, sorumluluk isteyen, dini ve siyasi liderlikleri hep niteliksiz, ehil olmayan, öngörüsü olmayan, adalet ve ahlak duyguları zayıf olan
kimselere vermeye başlamışlardı. Oysa Yüce Allah dost olsun düşman olsun insanlara adaletle muamele etmelerini emretmiştir.” (Mevdudi, E. A. 1996: I/300)
izahını getirmiştir.
Çağdaş müfessirlerden Bayraktar Bayraklı anılan ayete ilişkin şu değerlendirmeyi yapmıştır: Emanet kavramından hemen sonra gelen “ehil” kelimesi dikkate alındığında bu ayete daha farklı manalar vermek mümkündür. Örneğin
toplumun siyasî erki bir emanettir. Bütün kamu görevleri bir emanettir. Dolayısıyla bu ayetin siyasî ve idarî bakımdan yine bir ilki insanlığa empoze ettiğini
söylemek mümkündür; çünkü kamu görevlerinin ehline verilmesi, toplumların
aşiret toplumu olmaktan kurtarılarak medenîleşmelerini temin eden önemli bir
değişim sağlamıştır. Zira önceki aşiret toplumlarında görevler asalet unvanına
göre dağıtılırdı. Mekke’de kamu görevi yapacak olanlar Kureyş kabilesinden olmak zorundaydı. Kamu görevi yapmak için bir toplumda asalet unvanına önem
verilmesi o toplumun ilkel, aşiret toplumu özelliği taşıdığının göstergesiydi.
Yüce Allah emanetin ehline verilmesini emretmekle asalet unvanı ölçüsünü kaldırmış yerine ehil olma ölçüsünü getirmiştir. Bu emriyle Allah bilgi ve beceriyi
öne çıkartmış ve bunun uyulmasını hükme bağlamıştır. Hz. Peygamber de bu
uygulamayı Zeyd b. Hârise’yi Mûte Savaşı’na ordu komutanı olarak atamakla
tatbik etmiştir. Kölelikten azat edilmiş biri olan Zeyd’in bu durumu, ordu komutanı olarak atanmasına engel olmamıştır. Modern toplum olabilmek için hangi çağda yaşandığı önemli değildir, önemli olan görevlerin hangi ölçüye göre
dağıtıldığıdır. Kamu görevlerinde akrabacılık, particilik, tarikatçılık, mezhepçilik
gibi ölçüler veya anlayışlar rol oynuyorsa, o toplum ilkel uygulamalardan kurtulamamış demektir. Artık çağımızda ileri toplum olmanın özellikleri arasında,
bir emanet olan siyasî, idarî ve ekonomi alanındaki görevlerin, bilgi ve becerilere göre -kariyer ve liyakat- verilmesi gerektiği bilinmektedir. Bilgi, beceri ve
kabiliyetin dışında bu görevler için ölçü koymak, toplumu geri götürmek, ileri
gitmesini engellemek anlamına gelir. “Emaneti ehline vermek” bilene, becerene
ve yetenekli olana işi yaptırmak anlamına geldiğinden hareketle diyebiliriz ki,
bir görev için ehil olanı arayan, bulan ve bu konuda başka ölçü kullanmayanlar,
Allah’ın emrini yerine getirdiği için O’na ibadet etmiş olmaktadırlar. Emanet
olan toplum işlerini ehil olmayanlara vermek, Allah’ın emanetine ihanetten başka bir şey değildir (Bayraklı, 2001: 5/175-181).
157
KAMU HAKLARINDAN YARARLANMADA KUR’ANÎ REFERANSLARIN KRİTER DEĞERİ • Yrd. Doç. Dr. Fikret Gedikli
Kur’an’ı Kerim’e göre adaletin yegâne ölçüsü hakkaniyettir. Hidayete hak sayesinde ulaşılabileceği gibi adalet de hakka uymakla sağlanır (el-Araf, 7/181).
Hak objektif bir kavram ve sabit bir kanun ilkesidir. Bir hak konusunda hüküm
verilirken hakkın kendi lehine hükmedilmesi halinde bundan memnun olan; fakat aleyhine hükmedilmesi durumunda bu hükmü tanımayan insanlar için “işte
bunlar zalimlerdir” (en-Nur 24/48-50) denilmiştir. Binaenaleyh şahsi menfaat
temini, akrabalık ve düşmanlık gibi hissi durumlar, taraflardan birinin soylu veya
aşağı tabakadan olması, bedeni veya ruh bakımdan kusurlu bulunması gibi ahlak kanununu ilgilendirmeyen sebepler bir hakkın ihlalini, örtbas edilmesini ve
son tahlilde adalet ilkesinden sapmayı mazur gösteremez (Çağrıcı, I/372).
Sonuç olarak bu konuda Kur’an’ın nihai yaklaşımı, adalet ve emniyet mekanizmasında herhangi bir sapma olmaksızın, doğrudan amacı ile kendisini gerçekleştirmek için “sınırlama olmaksızın herkesin sahip olduğu hakları elde etmesi
için gerekli olan düzenlemeleri yapmaktır. Burada Allah’ın emrettiği şey, ahlaki,
sosyal, ekonomik, kanuni veya siyasi olan tüm hakların herkese hakkettiği ölçüde verilmesidir” (Mevdudi, 1996: III/52). İslam, anlam ve gayelerinden soyutlamadan adaleti en geniş anlamıyla ele almış, günlük yaşamla iç içe geçmiş
yönlerini korumak için plan ve projeler ortaya koymuştur. Bu yön, “yeterlik”
ve “fırsat eşitliği” prensipleri doğrultusunda toplumsal adaletin sağlanmasıdır
(Halil, 1993: 28).
2. Tarih ve Günümüz Uygulamaları
Müslümanların kıyamete kadar sosyal, siyasal, ekonomik ve özel hayatlarındaki yaşantılarının referans kaynağı ve aynı zamanda İslam tarihinin en önemli
dönemi hiç kuşkusuz Hz. Peygamber dönemi olmuştur. (Zorlu, 2002: Giriş )
Hz. Peygamber’in bu dönemin sonunda vefat edeceğine yakın yegâne vasiyeti,
“namaza devam edin ve yönetiminiz altında bulunan köle, cariye ve hizmetçilerinizin hak ve hukuklarını gözetin” (İbn. Sa’d, II/254) demek olmuştur.
Yine Hz. Peygamber vergi memurluğu görevini isteyen Ebu Zer el-Gıfari’ye
“Sen güçsüzsün bu iş bir emanettir; emanet, üstesinden gelemeyen kimse için
kıyamet gününde zillet ve perişanlık olur” buyurmuştur (Müslim, İmâre: 16).
Öte yandan Hz. Ömer’in Ebu Musa el-Eş’ari’ye gönderdiği risale de (…) “doğru
hükümler infaz olunmazsa, adalet ifade etmez. İnsanların arasını her hususta bir
tut, mevki sahipleri mevkiinden, servet sahipleri servetinden dolayı seni kendilerine meyledecek zannetmesinler, zayıf olan hak sahipleri de, adaletinden
ümidini kesmesinler… Müslümanlar, yekdiğerine eşittir. Allah’ın dünyada nimetleri ve ahiretteki mükâfat ve rahmeti karşısında insanların vereceği mükâfatın
kıymeti yoktur. Allah seni doğru yoldan ayırmasın, selamet senin üzerine olsun.” (Kasaboğlu, 1965: 10-11/175) hususlarını dile getirmiştir.
158
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Yine tarihi süreçte Emeviler döneminde Müslüman Araplar, genellikle devlette hâkim tabakayı oluşturmaktaydılar. Müslüman olup Arap olmayanlar ise
Emevîler döneminde genel anlamda pek fazla itibar görmemişlerdir. Önemli ve
yüksek mevkilere getirilmemiş; daha çok ilim ve sanat alanlarında kendilerini
göstermişledir. Bu da, sonuçta hâkim tabaka ile aralarının açılmasına ve devlete
karşı girişilen kimi isyanlara ortak olmalarına neden olmuştur. İslam’ın hallerini iyileştirmeye çalıştırdığı köleler tabakası ise Emevîler döneminde kârlı bir
ticaret halini alabilmiştir. Emevîler döneminde sosyal tabaka hiyerarşisinin en
sonunda yer alan gayr-ı Müslimler ise, Ömer b. Abdülaziz dönemi hariç diğer
dönemlerde üst makamlara dahi gelebilmişlerdir. (Aksu, 2006: 80)
Emevîlerin dünyevileşme temayüllerinin faturası ise halka çıkarılmıştır; çünkü
onlar bir yandan iktidarlarını korurken, diğer yandan da özel hayatlarını lüks
ve eğlence içinde sürdürmüşler ve bunun finansmanını da hazineden sağlamışlardır. Gerçekten Ümeyye oğulları devlet hazinesini kendi özel mülkleri gibi
görmüşler ve hazine gelirlerini zimmetlerine geçirmişlerdir. Üstelik bu gelirlerin kaynağının önemli bir kısmını, Müslüman-gayrimüslim ayırımı yapmaksızın,
siyasî hâkimiyet kurdukları tüm vatandaşlardan aldıkları çoğu zaman hukuk dışı
ve haksız vergiler teşkil etmiştir. Başka bir ifadeyle, onların servetlerinin önemli
miktarını, halka yükledikleri hukuksuz ve haksız vergiler oluşturmuştur (Kara,
2006: 169).
Günümüz uygulamalarına bakıldığında ise ana rotadan kimi ayrılmaların olduğu söylenebilir. Kamuda görev almada ayrımcılık sayılabilecek bütün yollar
tıkanırken, adalet ve liyakat sisteminin yollarını açan en başat kriter, kamuda
görev almada öznel kriterlere dayalı kimi belirlemeler gözetilmeksizin herkese
açık olması ve bu ayrımlar gözetilerek herhangi bir kimseye kapatılmamasıdır.
Aksi uygulamada ise, kamuda görev alma icaplarından ziyade farklı yollarla
bir an evvel görev almanın esas olduğu ve bunun nasıllığının meşruiyet paradigmasının ileride (!) -belki o ileri asla gelmeyecek- sorgulanıp işletileceği bir
temayül baş gösterecektir. Bu tarz bir uygulama davranışı için, bir diğer değişle
emanet tevdii için, hoş görülebilir davranış yelpazesinin, en iyimser ifade ile
sınırlarının oldukça daralacağını ifade etmemiz gerekir.
Özü itibariyle “üst düzey yöneticilerin siyasal iktidarla birlikte değişmesi şeklinde başlatılan, belli yazılı kuralları olmayan, kamuda görev alma düşüncesinin
mutlaka bir yana tercihe zorlayan biçimde yürütülmesi riskine yönlendiren ve
kamu yönetiminde toplumun itiraz ve tepkisi ile pek karşılaşmayan olaylar gibi
potansiyel risk alanları oluşturabileceği” varsayımı (Güran, 1980: 293-294) her
ne kadar şu ana kadar doğrulanamasa da muhtemel oluşum alanlarının açığa
çıkabileceğini de vurgulamak gerekir.
159
KAMU HAKLARINDAN YARARLANMADA KUR’ANÎ REFERANSLARIN KRİTER DEĞERİ • Yrd. Doç. Dr. Fikret Gedikli
Yukarıda bahsi geçen bu genel kaideleri çok özel örneklere indirgeyecek, onların değer olma vasıflarına halel getirecek kimi uygulamalardan bahsetmek olasıdır. Bu şekilde tesis edilen işlemlerde kimi öznel kanaat ve kriterlerin devreye
girerek hak ihlali oluşturma potansiyelini her zaman taşıyacağı unutulmamalıdır. Böylesi bir perspektifle gerçekleştirilen işlemde, en hafifinden memnuniyet
duyguları tahrip edileceği gibi vicdanlarda da hakkaniyet duygusunun çığlığı
asla dinmeyecektir.
Tarihi süreç ve günümüz uygulamalarındaki kimi negatif yönelimlerin, herkesin hak ve hukukunun en yetkin kavramı olan adaletle ilgisi olmasa gerektir.
İnsanın üretim güçlerini bastırarak, kendi isteğinin tersine başkaları tarafından
istenen hedeflere uygun bir kalıba girmesi adalet midir? (Halil, 1993: 26) Adalet
ve emniyetin kriter olma vasfını askıya alıp, gerekçesi yapanlarca makul öznel
kriterlerle şekillenmiş sözde ölçütlere başvurmanın adalet olmayacağı açıktır.
Meselelerin özüyle, dış benzerliklerinin karıştırılması neticesi ortaya konmaya
çalışılan “ortam ve şartlar bunu gerektiriyor” gibi gerekçeler ise kamu vicdanında karşılık bulmayacak; çaresiz ve mutsuz toplumsal kitleler oluşturacağı
için asla mazur görülemeyecek ayrı bir hukuksuzluk ve sorumsuzluk alanları
oluşturacaktır.
Öte yandan bu sorumsuzluk alanlarına yönelik olarak, Kur’ani referansların da
yardımıyla kusurları örtmenin; erdemleri göstermenin hepten bir özensizlik ve
kuralsızlık olacağını ifade etmemiz gerekir; zira O’nun ilkelerini ilgisi olduğu
vehmiyle geniş alanlara yaymanın, O’nun anlamını bozmakla eş değer olduğu hakikattir. Gerçekleştirilen işlem sağlam ve önemli bir profile sahip olabilir;
ancak bireysel hak ve adalet ihlalinin ve ihmalinin üzerine bina edilen işlemin
meşruluğunu ve hukukiliğini ise kimse iddia edemez. Doğru olduğu vehmedilen uygulama perspektifinin güdümü altında ortaya konulan işlemin, çözdüklerinden daha fazla problem yaratacağı da unutulmamalıdır. Aksi durumda
bugünün kimi uygulamaları, artık klasik hale gelmiş olanlara katılma yönünde
yüksek düzeyde güdülenerek zaman içerisinde var olanlarla bütünleşecek, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Asırların hazırladığı bu kadehin olduğu gibi kalması ve
içine dökülen her şeye kendi hususi lezzetini vermesi” (Tanpınar, A. H.(2011: 54)
şeklinde ifade edildiği gibi kadim bir sorun olma özelliğini devam ettirecektir.
Sorunun devamının nedeni, bir uygulamayı ortaya koyarken adalet ve emniyet
ilkesinin özünü koruyarak birikimli bir gelişmeyi ortaya koyma gereğinin ihmal
edilmesidir; zira kamuda görev alabilmenin en başat kurucu öğesi, öznel kriterlerin asla belirleyici olmadığı, adalet ve liyakat ölçüsünün yegâne referans
kriteri olarak muhafaza edileceği yapının kurulup ve korunması suretiyle, sürdürülebilirlik katsayısını yükseltmektir.
160
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Burada özenle üzerinde durulması gereken bir diğer konuda günümüzde kimi
düzenleme ve uygulamalar yapılırken, yapılan işlemin, düzenlemeyi ve uygulamayı gerçekleştirenlere yönelik olmaktan uzak, yani tabiatı gereği başkası için
yapılıyor olmasıdır. Hal, daha düşünce düzleminde böyle olunca, düzenlemeyi yapanın başkası hesabına cömert davranabilme riski de her zaman mevcut
olacaktır. Hâlbuki gerçekleştirilen işlemin, bir gün mutlaka yapanlar için uygulanma ihtimali de hesaba katılarak yapılıyor olsa en azından cimri olunması
bir tarafa cömert davranılamayacağı ise muhakkak olacaktır. Bunun içindir ki
Kur’an “Siz ey imana ermiş olanlar! Sizin, ebeveyninizin ve akrabalarınızın aleyhine de olsa, Allah rızası için hakikate şahitlik yaparak adaleti gözetmeye azmedin…” (en-Nisa, 4/135) buyurmaktadır. Burada adaletle şahitlik yapmanın
gerekçesi, şahitlik yapılan tarafın hakkını teminat altına alıp, ihlalini imkânsız
hale getirmeye mebni olduğu unutulmamalıdır; zira Müslümanlar “sadece adaleti yerine getirmekle değil, haksızlığı ortadan kaldırıp yerine adaleti ve hakkı
getirmek için adaletin koruyucuları ve şahitleri olmakla da yükümlü” (Mevdudi,
1993: I/340) tutulmuştur.
Diğer taraftan bu tür öneri ve değerlendirmeler yapmanın açmazlarına gelince, değerlendirme ve önerileri yapanlara genellikle kendi konumlarının sorgusu
üzerinden hemen bir soru tevcih edilmesidir: Peki öneriyi yapanların pozisyonlarının meşruiyet alanı nedir? Bu sorunun retoriği güçlü gözükse de içeriği zayıf ve tutarsızdır. Buna şöyle bir benzetmeyle cevap verilebilir: İsrailîler’e karşı
zalim ve acımasız davranmasından ötürü artık kendisiyle beraber Müslümanları serbest bırakmasını isteyen Hz. Musa’ya, Firavun’un yukarıdaki mantıkla
“Biz seni içimizde daha çocukken yetiştirip-büyütmedik mi? Sen ömrünün nice
yıllarını aramızda geçirmedin mi?” (eş-Şuara, 26/18) şeklindeki sorusuna, Hz.
Musa’nın “Bana karşı lütuf dediğin nimet de, İsrailoğullarını köle kılmandan dolayıdır” (eş-Şuara, 26/22) şeklinde cevap vermiştir. Yani, “Eğer İsrailîlere karşı
zalim ve acımasız olmamış olsaydın, ben büyütülmek üzere evinize getirilmezdim. Başka değil, yalnızca sizin barbarlığınızdandır ki, annem beni bir sepete
koyarak ırmağa bırakmıştı. Aksi halde, kendi aile ocağımda güzel güzel büyütülecektim. O halde, beni evinizde büyütmeniz nimetini bana hatırlatmanız,
uygun düşmüyor” (Mevdudi, 1993: IV/18-19) cevabını vermesi de aynı sorunun
mantığına işarettir diye düşünüyoruz.
İslam, “amaç aracı meşru kılar” prensibini reddetmeyi ve hedefe yürümek için
insani ve ahlaki değerlere dayanmayı Müslümanlara zorunlu kılar. (Halil, 1993:
19) İşte bunun için sen (bütün insanlığa) çağrıda bulun ve (Allah tarafından)
emir olunduğun gibi dosdoğru ol! Onların heva ve heveslerine uyma ve de ki:
“Ben, Allah’ın bütün vahiy ettiklerine inanırım. Sizin değişik görüşleriniz arasında adaleti gözetmekle emir olundum. Allah benim de, sizin de Rabbinizdir.
161
KAMU HAKLARINDAN YARARLANMADA KUR’ANÎ REFERANSLARIN KRİTER DEĞERİ • Yrd. Doç. Dr. Fikret Gedikli
Bizim yaptıklarımızın hesabı bize çıkacaktır, sizin yaptıklarınız da size. Bizimle sizin aranızda bir çekişme olmamalı. Allah hepimizi bir araya toplayacaktır;
çünkü varış O’nadır.” (eş-Şura, 42/15) Siz ey imana ermiş olanlar! Sizin, ebeveyninizin ve akrabalarınızın aleyhine de olsa, Allah rızası için hakikate şahitlik
yaparak adaleti gözetmeye azmedin. O kişi zengin de olsa fakir de olsa, Allah’ın
hakkı onların her birinin (hakkının) önüne geçer. Öyleyse, kendi boş arzu ve
heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Çünkü eğer (hakikati)
çarpıtırsanız, bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır (en-Nisa, 4/135).
Öyleyse insan, toplum ve tarih arasında süregelen ilişkilerdeki temel problemlere dair, İslam’ın ortaya koyduğu karşı tutumlar, en genel anlamındaki adalet
kavramıyla ahenk içindedir; zira bu nevi davranışlar, insanı olması gereken makama yerleştirir, kendisi olmaksızın insan olunamayan özgürlüğü eşitçe dağıtarak, kıymetini tescil edecektir (Halil, 1993: 28).
Değerlendirme ve Sonuç
Kur’an ve sahih sünnet kaynaklarına bunun yanı sıra tarihin çeşitli dönemlerinde uygulaması bulunan kimi örneklere bakıldığında kamuda herhangi bir
alanda görev alabilmenin asal koşulunun Kur’an terminolojisi ile “emanet” ve
“ehliyet”; modern dünyanın grameri ile de “kariyer” ve “liyakat” olduğunu ifade
edebiliriz. Bunun dışında hangi amaç ve hangi gerekçe ile olursa olsun gerçekleştirilen ya da gerçekleştirilecek olan uygulamaların kendi mantığı ve konjonktürü içerisinde makul izahı olsa bile en azından Kur’an’ın ilke ve pratikleri ile
bağdaştığını söyleyemeyiz.
Kur’an’ın istediği uygulamanın, öznel kriterlerin yer almadığı, yönetimlerin ve
kişilerin özel uygulamalarına mahal bırakmayacak, herkesin kendisini rahat ve
özgür hissedeceği hak ve hukukun kurallarından başkaca hiçbir kriterin geçerli
olmadığı bir sistemdir. Bunun nasıllığı ise her bir sistemin kendi uygulama kılavuzunda ortaya çıkaracağı teknik detayından alınmak suretiyle en bariz vasfının kariyer ve liyakat ölçeğinde adalet ilkesinin temel kriter olmasıdır.
Bu ilke ve kriterlerden mahrum işlemin ısrarı neticesinde ise uygulamaların
istinatgâhı olan yapının, ana destek unsurlarını kaybetmeye doğru bir evrilme
geçirmesi mukadder olacaktır. Böylesi kaderlerin ülkemiz iz düşümlerini görmek ise zor değildir; zira bütün bunlar birbirine özdeş süreçler olarak düşünülmelidir. Otoriter çözümlerden yana işleri tanzim etmek; çözüm üretmek;
zamanla beslendiği paradigmadan kopan unsurlarla devamını imkânsız hale
getirecektir. Adeta her ikisi arasında doğru bir orantının varlığından söz edebiliriz. Uygulama liyakat ve ehliyet üzerinden yürüdüğünde mevcut paradigma
kuvvetlenerek güven eşliğinde yürüyecek; aksi durumda son derece oynak ve
162
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
kendi öznel dinamiği içerisinde otoritenin tanımladığı bir denge ile muvakkaten
devam edecek; ancak sonunda mutlaka tıkanacaktır. Bu da kurumsal, yapısal
ve hukuksal problemleri üretip devam ettirecektir. Daha ileri noktalarda sıkışan
bir durum ile yüz yüze gelmemek; daha otoriter çizgiye savrulmamak için ya
da konjonktürün, köklü reformlardansa kısa vadeli çözüm önerilerini “değiştirilemeyecekler” cümlesinden algılayıp, kabulünü gerekli gördüğü uygulamaları
“değiştirmek”, İlahi hitabın “kendi yapıp etmelerinin neticesi olarak gerçekleşen akıbetin” (el-Kasas, 49/47) başka bir dönem örneği olmamak için “gayret”
gereklidir. Uygulamanın, önerilen kavram ve kuramların refakatinde yeniden
formüle edilmemesi, bu gayretin ahlaki zaaftan ve buna bağlı ilkesiz uygulamalardan bağışık kesimleri üretecektir.
Aynı zamanda şunu da belirtmenin yararlı olduğunu düşünüyoruz: Öneri, reel
dünyanın şartlarından uzak, rasyonel çözümler önermeyen, uygulamanın kutsala dayandırılan bir yapı biçimini içermemektedir. Kutsalın merkezde muhafaza ettiği ilkelerle ilgilidir. Günümüz dünyasında herhalde, her yönetimin kendi
kural ve kaidelerini oluşturduğu, kendi kural ve kaidelerinin yegâne belirleyicisi
olduğu bir yapının doğru olduğunu hiç kimse iddia etmeyecektir. Dolayısıyla
burada önerilen kendi yapısı içerisinde idealize edilmiş, uygulaması olmayan
bir yapı değildir.
İslam’da sosyal adalet uygulaması diğer sistemlerdekine oranla devamlılığının
sağlanması, her türlü istismar, kötü niyet, saptırma ve suiistimalden uzak
tutulması hususunda oldukça etkin bir rol oynayan gerçekçi bir ahlaki boyuta
sahiptir. Bu ahlakilik prensibi, olayların içinde yer tutabilmek için kendine yol
açabilecek gerekli güç ve kudreti İslam’ın Müslümanların omuzlarına yüklediği
ebedi sorumluluk duygusundan, onun uyumayan dini bilincinden, attığı her
adımda, büyük küçük yaptığı her işte Yüce Allah’ın murakabesi altında olduğunu
hissetmekte oluşundan almaktadır. Bu ahlakilik meselesidir. Konjonktürel,
meşruluğu öznel kriterlerle gerekçelendirilmiş, tepeden inme, insan fıtratına
aykırı, inançtan ve vicdanî derinliklerden mahrum ilkeler, insanoğlunun bu
ilkeleri canlı tutmasını mümkün kılmayacak; düşünce ile uygulama, özne ile
nesne, amaç ile araç arasında ahenk arz eden, hareketli ve inançlı bir varlığa
dönüşümü tahakkuk ettirmede etkisini hiçbir zaman hissettirmeyecektir
(Halil, 1993: 109). Dahası bu hissedemeyişin, inanç ve vicdani derinliklerden
beslenen ilkeleri eritip, sorunları esas mesele haline getirecek ve buna paralel
kimi hınç ve öfke kültürünü de besleyip büyütebileceği hatırda tutulmalıdır. Bu
nevi tasarrufların, uygulayıcılara kimi avantajlar sağlaması bir yana, günümüz
ve istikbale uzanan süreçte kalıcı ve çözümlenemeyecek problemlerin temel
sebebini de oluşturabilir.
163
KAMU HAKLARINDAN YARARLANMADA KUR’ANÎ REFERANSLARIN KRİTER DEĞERİ • Yrd. Doç. Dr. Fikret Gedikli
Öyle bir uygulamalar manzumesi ki, ancak hakkaniyet ölçütünün ihlalinin kendisini mahkûm edeceği bir düzlem. Bunun kurulup ya da bu anlamda eğer varsa
kurulu olanın tahkim edilip devam ettirilmesine yönelik asgari çaba ise, kendisi
için adalet ve hakkaniyet ölçüsünün vazgeçilmez olduğuna dair inanç dışında
bir yöntem kabul etmemeyi düşünen herkesin temel ilkesi ve görevi olacaktır.
İnsanlar kendi inanç ve tutumlarına göre bir referans çerçevesi ve davranış yayılımı oluştururlar. Bahsi geçen yanlış uygulamaların sosyal ve siyasal referans
noktalarının da yeniden sorgulanmasında yarar vardır. Belki de şaşırtıcı olan,
belli uygulamaların davranış çözümlemelerine bakıldığında adalet ve hakkaniyet ölçüsüne dayandığına dair bir davranışsal eğilimin olmasıdır.
Esasen böylesi bir tebliğin temel nedeni, birilerinin iddia ettiği gibi (Solomon,
R. C. 2004: 358 ) çağın bilgiç(!) duyarlılığı değil, uygulamayı ortaya koyanların,
görünürde var olan davranışları ile kaydedilen davranışları arasında esaslı bir
ilişki kurulamamasına duyulan bir tepkidir; yani davranışların açıklayıcı bir işleme sahip olmamasıdır. Şaşırtıcı bir biçimde, gerçekleştirilen işlemde herhangi
bir yanlışın olmadığını, dahası her şeyin adalet ölçüsüne uygun olduğunu kabul
etme, çelişkileri azaltmamıştır. Belki seçilen kimi makul gerekçelerle uygulanagelen yöntemin, ideal tutumu ortaya çıkarma yeterliliğimizi sınırlandırdığını
görmek de zor olmasa gerek. Bu yeterlik sınırlandırmasını ortadan kaldırabilmek için üç rafine teknik öneri sunulabilir: adalet, ehliyet diğer bir değişle kariyer ve liyakat ilkelerinin eş zamanlı uygulanacağı bir yapı. Zamanın, uygulamanın esasını oluşturacak, geçerli ve sürdürülebilir ilkeleri ortaya çıkarma huyu
ve gücü her zaman mevcuttur. Bugün olmazsa yarın. “Belli yanlışları ve adaletsizlikleri düzeltmek, hiç değilse etkilerini azaltabilmek için güvenebileceğimiz
somut hislere ve gerçekleştirebileceğimiz eylemlere yönelmek yerine, aldanışın
yeni versiyonlarını ürettiğimiz için kendimizi de suçlamalıyız” (Solomon, R. C.
2004: 359). Buna paralel olarak adaletin, meşruiyetini Kur’an ve sünnetin belirlediği, uygulamasının ise bizzat peygamberler tarafından sarsılmaz kaidelere
bağlandığı alanların niçin sınırlı bir bölümünün varlığını devam ettirebiliyor olduğu ise anlamlı bir sorudur. Kudret arttıkça onu dengeleyecek şey adalettir,
merhamet değil.
Kaynakça
Tanpınar, A. H.(2011) Beş Şehir, İstanbul: Dergâh.
Aksu, A. (2006). Emeviler Döneminde Sosyal Tabakalar. İstem, Sayı:8.
Bayraklı, B. Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, İstanbul: Bayraklı.
Çağrıcı, M. (1998). Adalet, D. İ. A., İstanbul: Diyanet Vakfı.
Derveze, M. İ. (1997). et- Tefsiru’l- Hadis. Şaban Karataş ve dğr., (Çev.) İstanbul: Ekin.
164
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Güran, S. (1980). Memur Hukukunda Kayırma ve Liyakat Sistemleri. İstanbul: Fakülteler
Matbaası.
Halil, İ. (1993). Sosyal Adalet. Daid Aykut (Çev.). İstanbul: Şule.
İbn. Sa’d, (ts.). et-Tabakâtu’l Kübrâ, Beyrut: Dâru Sâdır.
Karagöz. B. (2009). Toplumsal Adalet ve Totalitarizm. İstanbul: Divan.
Kara, Seyfullah, (2006). İslam Tarihinde İlk Zihniyet Sapması: Emevîler Döneminde Otoritenin Dünyevîleştirilmesi. İstem, Sayı:8,
Kasaboğlu, A. H.(1965). Hazret-i Ömer’in Adaletinden Örnekler, Diyanet İşleri Başkanlığı.
Cilt:4, Sayı: 10-11.
el-Kurtubî, E. Abdillah.(1998). el-Câmiu li Ahkami’l- Kur’an, Beyrut: Daru’l- Kutubi’lİlmiyye.
Le Bon, G. (2001). Kitleler Psikolojisi, Yunus Ender (Ed.). İstanbul: Hayat.
Mevdudi, E. A. (1996). Tefhimu’l- Kur’an, Heyet (Çev). İstanbul: İnsan.
en-Nevevi, M. (ts.) Sahih-u Müslim bi Şerhi’n-Nevevî, Beyrut.
er-Razi, F.(1993,1995). et-Tefsîru’l-Kebir, Mısır:
Sencer, M. (1974). Sosyal Sınıflar, İstanbul: Gözlem.
Solomon, Robert. C. (2004). Adalet Tutkusu. Ertuğ Altınay. İstanbul: Ayrıntı.
Tabatabai, M. H.(1996) el Mizan fi Tefsiri’l-Kur’an, Kum: Müessetu’n-Neşri’l- İslami
et-Taberî, E. C. İbn. Cerir (1388/1968). Mahmut ve Ahmet Muhammed Şakir. (Tah). Câmiu’lBeyan an-Te’vîli’l- Kur’an. Mısır: Darul Mearif.
Zorlu, C. (2002). İslam’da İlk İktidar Mücadelesi. Konya: Yediveren.
el-Vâhidî, A. B. A. (1316) Esbâbu Nuzûli’l- Kur’an. Beyrut: Dâru’l- Kutubi’l- İlmiyye.
Yazır, E. M. H. (1971). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul: Eser.
165
GÖÇ, TEHCİR VE HİCRET
KAVRAMLARI IŞIĞINDA
KÖYDEN KENTE TAŞINMALARIN
DEĞERLENDİRİLMESİ: HAKKARİ ÖRNEĞİ
Yrd. Doç. Dr. Haluk Yergin
Hakkari Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Abdullah Erol
Hakkari Üniversitesi
Özet
Hakkâri, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren hızlanan, köy boşaltmalardan kaynaklı büyük
sorunlarla karşılaşmıştır. Hakkâri kent merkezi ve Yüksekova ilçesinde nüfus; bu dönemde iki katına çıkmıştır. Köyden kente doğru olan bu fenomeni nasıl tanımlayacağımız
aynı zamanda sosyo-politik bir problemi de içermektedir. Bu sosyo-politik problemi
açmak için anahtar olabilecek üç kelimeden; hicret, tehcir ve göç kelimelerinden bahsedebiliriz. Göç, tehcir ve hicret üç değişik amaçlı yer değiştirme biçimidir. Belli sınırlar
içinde kalarak, inanç ile beraber hicret, uluslaşma ile beraber tehcir ve sanayileşme ile
beraber göç olgusunun ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu çalışmada, bu üç kavram ışığında Hakkari’deki köyden kentte yapılan yer değiştirmelerin nasıl anlaşılması gerektiği
bulunmaya çalışılacak.
EVALUATION OF RURAL-URBAN MIGRATION IN THE LIGHT OF THE CONCEPTS OF
MIGRATION, RELOCATION AND HEGİRA (HAKKÂRİ EXAMPLE)
Abstract Hakkari has faced major challenges related to evacuation of villages especially accelerated since the 1990s. Population of the Hakkari downtown and the town of Yüksekova
has doubled in this period. How we shall describe this phenomenon from villages to the
167
GÖÇ, TEHCİR VE HİCRET KAVRAMLARI IŞIĞINDA KÖYDEN KENTE TAŞINMALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
HAKKARİ ÖRNEĞİ • Yrd. Doç. Dr. Haluk Yergin, Yrd. Doç. Dr. Abdullah Erol
cities at the same time includes a socio-political problem. We can talk about these three
words; emigration, relocation and migration, that may be a key to open up this sociopolitical problem. Migration, relocation and “hegira” are three ways of displacement
with different purposes. Within certain limits, we can say that the fact of hegira has
emerged together with faith, thef act of relocation together with nationalization, and
the fact of migration together with industrialization. In this study, how the rural-urban
displacement in Hakkari should be understood in the light of these three concepts will
be discussed.
Giriş
17.yy’dan itibaren sosyal bilimcilerin toplumu homojenleştirme çabalarından
kaynaklanan kaygıları; “meteanlatımsal” sosyo-politik, ekonomik tarihi söylemlerin doğmasını etkilemiştir. Bu söylemler, toplumların nereye doğru gittiğini
göstermeye çalışan “tarihselci” yaklaşımların gelişimini hızlandırmıştır (Popper,
1994, s. 30-33).
Gelişmenin yönünü ve boyutunu anlatan bu “meteanlatımsal” ve “tarihselci”
yaklaşımlara örnek olarak Modernleşme, Marksizm, Pozitivizm gibi kuramları
göstermek mümkündür. İnsanların sosyo-politik ve ekonomik durumlarını ve
toplumların varacağı veya varması gerektiği hedefi izah etme çabası olarak da
görülebilecek bu yaklaşımlar, aynı zamanda birer toplum mühendisliği görevini
de üstlenmişlerdir.
Bu homojenleştirici yaklaşımlardan, yüzyıl açısından, en etkilileri şüphesiz
Marksizm ve Modernleşme Kuramıdır. Sanayileşme ile beraber kırsaldan kentlere göçler yaşanmış ve kent aynı zamanda bu karşıt yaklaşımların mücadele
yeri haline gelmiştir.
Türkiye’de de resmi ideolojinin öncülüğü ile sanayileşme süreci başlamış; kentler ve toplum modernleşme yoluna girmiştir. Özellikle köyden kentlere göçü
büyük oranda bu kapsamda değerlendirmek mümkün olabilir. Bununla beraber 1985’li yıllardan sonra özellikle OHAL Yasası ile Doğu ve Güney Doğu
Anadolu’da köy boşaltmaları sonucunda ortaya çıkan göçlerin de yukarıdaki
gerekçelerle açıklamasını yapmak zor görünmektedir.
Bu çerçevede Doğu ve Güney Doğu Anadolu belli bir dönemde ortaya çıkan
köyden kente göçüşlerin nasıl tanımlanacağı önemli bir problemi yansıtmaktadır. Çünkü modern devlet konsepti ile beraber sistemli şekilde neredeyse bütün
dünyada tehcir, mecburi iskân gibi aygıtlar sıkça kullanılmaya başlanmıştır.
Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da zora dayalı bir yer değişimin olduğu bilinmektedir. Bu değişimin homojenleştirici özelliğe sahip olduğunu söylemek
168
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
mümkündür. Yalnız bu homojenleştirme çabasının tek taraflı olmayıp hem devletin kolluk kuvvetleri hem de örgüt tarafından hedeflenmiş olduğu düşünülmektedir.
Bunun için Doğu ve Güney Doğu Anadolu’daki köyden kente göçler için yeni bir
tanımlamaya gidilmesi gerekir. Bu göç, daha çok belli belirsiz bir proje çerçevesinde uygulanmış zoraki ama daha çok çatışmayı artırmaya, çatışma ortamı
oluşturmaya yönelik bir özellik taşımaktadır.
Kavram Olarak Göç
İbni Haldun, 14.yy’da yeni medeniyetlerin doğuşunu göç ile ilişkilendirdiğinde;
bize göçün ne kadar önemli olduğu ile ilgili önemli ipuçları vermiş oluyordu.
Yeni medeniyetlerin de doğmasına yol açan göçün, kavram olarak birçok faktörle ilişkilendirilebileceğini; zaman ve zemine göre de çeşitlenebileceğini söylemek mümkündür. Bu bağlamda göç kavramının, göçün getirdiği değişimlerin;
dinamik bir süreç olarak algılamak ve değerlendirmek gerekir38. Bu kapsamda
göçle ilgili birçok kurumsal tartışmaya girmeden göç kelimesinin dar ve geniş
anlamları üzerinde durulacaktır (Çağlayan, 2006). Göç, geniş anlamda isteyerek ya da zorla “bireylerin/ailelerin herhangi bir nedenle gelecek yaşantılarının
ya bir bölümünü ya da tamamını geçirmek üzere bir yerleşim biriminden diğerine yapmış oldukları coğrafi nitelikli yer değiştirme olayı olarak” ya da “coğrafi
mekân değiştirme sürecinin sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasi boyutlarıyla
bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine
gitme ve toplum yapısını değiştiren nüfus hareketleri” olarak da tanımlanabilir
(Demir, 1997; Tezcan 2012; Özer, 2004). Göçün ülke içine ya da dışına doğru
yapılmasına göre ‘’iç göç’’ ve ‘’dış göç’’ olarak tanımlanmaktadır.
Geniş anlamda göç bir yer değiştirme olarak algılanmakla beraber tarihsel gelişimine, göç edilen yerin uzaklığına, göçün olma nedenine, sürekliliğine isteğe
bağlı ya da zoraki olmasına göre farklı kavramlarla ifade edilmektedir (Tümertekin ve Özgüç, 1998).
Bununla beraber, göç kavramı sadece bir nüfusun bir yerden bir yere taşınması
anlamına da gelmez. Daha çok dinamik bir süreci ifade eder. Göç olgusunun
temelinde yatan asıl ana faktör ya da tek bir faktörden bahsetmek ve özellikle
geçimle ilişkilendirmek bugün için eksik bir açıklama olarak karşımızda durmaktadır (Uzunoğlu, 2006; Üçdoğruk, 2002; Pazarlıoğlu, 2007).
38 A. İçduygu, T. Ünalan, Türkiye’deki İç Göç: Sorunsal Alanları ve Araştırma Yöntemleri. Numune
Matbaacılık, 1998, s.38.
169
GÖÇ, TEHCİR VE HİCRET KAVRAMLARI IŞIĞINDA KÖYDEN KENTE TAŞINMALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
HAKKARİ ÖRNEĞİ • Yrd. Doç. Dr. Haluk Yergin, Yrd. Doç. Dr. Abdullah Erol
Dar anlamda göç, aslında daha çok sanayileşmenin ortaya koyduğu bir olgu
olması hasebiyle geniş anlamda göç anlamına gelen hicret, tehcir, iltica vb. kavramlardan farklı anlamlar içerir. İslam Dünyasında büyük bir öneme sahip geniş anlamda göç anlamına gelen “hicret”; içerik ve tarihsel öncülleri açısından
farklı anlamlar içermektedir. Bu bağlamda göç, Arapça kökenli olan “hicret”
kelimesiyle aynı anlamı ifade etmekle beraber tarihsel gelişimi farklı tecrübeler
içermektedir (Zaim, 2006). Hicret kavramı özellikle sadece belli bir dönemde
yapılan göçü ya da bu özellikteki göçü ifade etmekte; İslam peygamberinin ve
Müslümanların Mekke’den Medine’ye 622 yılında göç etmesi olarak bilinmektedir. “Hicret” kelimesi dinî terminolojideki dar ve hususi kontekstinde, gayri Müslim bir ülkeden bir İslâm ülkesine göç etmek anlamındadır; İslâm toprağından
dışarıya doğru gitme anlamını içermemektedir (Hacıoğlu, 2001, s.10). Bununla
beraber Hicret, İngilizce’de de “Hegira” olarak ifade edilmekte ve sadece Mekke
Medine’ye yapılan göçü ifade etmek için kullanılmaktadır (Hâkim, 1981, p.43).
Nitekim böyle bir tespiti dar anlamda göç kavramından farklı anlamlar içeren;
tehcir, sürgün, iltica, mecburi iskân gibi kavramlar içinde söylemek mümkündür.
Örneğin tehcir bir yönetimin kendi içinde istemediği unsurları zorla ülke dışına çıkarmak ya da ülke içinde başka yere taşımak anlamına gelirken, mecburi
iskân ya da sürgün bir yönetimin ülke içinde belli unsurları bir yerlerden çıkararak bazı yerlerde kalmaya zorlamaları anlamına gelmektedir. İltica ise bazı
unsurlardan dolayı kişilerin başka bir ülkeye özellikle siyasi nedenlerden dolayı
göç etmesi manasına gelmektedir39.
Bu kavramlardan, tehcir, mecburi iskân, sürgün de yine modern devlet anlayışının ortaya çıkması ile daha çok sistemli şekilde belirginleşen; toplumu homojenleştirme çabalarının birer uygulaması şeklinde belirmiştir.
Göç yabancı literatürde ise immigration, migration ve migration olmak üzere üç farklı kavramla ifade edilmektedir. Immigration dıştan içe doğru göçü;
migration içten içe doğru göçü; emigration ise bir ülkeden ayrılarak bir başka
ülkeye dışa doğu göçü ifade etmektedir. Kişi gittiği ülkenin kontrolü dâhilinde
ise emigration, kontrolü dâhilinde değil ise immigration kelimesi ile ifade edilir
(Block, 1998). İltica anlamında da Refuge kavramı olarak kullanılmaktadır. Bunun dışında yerinden etme anlamına gelen İngilizce’deki Internal Displacement
kavramı, çatışma sonucu zorunlu ve zorla yer değiştir(il)melerin yanı sıra kalkınma projeleri ve doğal felaketlerden kaynaklanan zorunlu göçleri de kapsayan bir kavram olarak kullanılmaktadır.
39 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne göre, kendi ülkesi dışında bulunan, ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir
toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi görüşü sebebiyle zulüm görmekten haklı nedenlerle
korku duyan ve ülkesinin korumasından yararlanamayan ya da yararlanmak istemeyen veya zulüm
korkusu nedeniyle oraya dönmek istemeyen kişi olarak tanımlanıyor (BMMYK, 1998, s.68).
170
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Batı literatüründe yer alan bu kavramlar daha çok göçün yönünü anlatan, sanayileşme sonrası ortaya çıkmış göçleri açıklamaya yönelik bir özellik taşımaktadır.
Bu çerçeve de özellikle 1985’lerden sonra Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da
ortaya çıkan geniş anlamda bir göç olayının dar anlamda nasıl ifade edilmesi
gerektiği önemlidir.
Köy boşaltmalarını geniş anlamda bir göç biçimi olan mecburi iskân ile karşılaştırdığımızda; köy boşaltmalarında taşınan insanların nerede iskân edileceği belirlenmediği (ya da açıkça belirlenmediği40) oysa mecburi iskânlarda ise kimin
nerede oturmaya zorunlu olduğu önceden belirlendiği görülmektedir.
Söz konusu olan köy boşaltmalar zorlayıcı bir özellik taşıdıkları için daha çok
tehcir kavramına yakın durmaktadır. Tehcir kavramının özelliği daha çok içten
dışa doğru yani bir ülkenin sınırı dışına zorla bir unsuru çıkarmayı kapsamaktadır.
Bununla beraber tehcir ülke içinde de yapılabilmektedir. Osmanlı Hükümeti,
27 Mayıs 1915’te Meclis’ten çıkan “Yer Değiştirme Kanunu”, 1 Haziran 1915
günü dönemin Resmi Gazetesi Takvim-i Vekâyi’de yayımlanarak yürürlüğe
girmiştir41. Bu kanunla güvenlik amacı ile ülke içinde yer boşaltmalar ve tehcir
gerçekleşmiştir.
40 Genellikle göç sonucunda oluşan yeni mahallelerin isimleri farklı illerde aynı olduğu dikkat
çekicidir.
41 Vakt-ı seferde (savaş sırasında) icraat-ı Hükûmete karsı gelenler içün cihet-i askeriyece (askerî
yönden) ittihaz olunacak tedbir (alınacak olan tedbirler) hakkında kanun-ı muvakkat. (geçici kanun)
Madde 1. Vakt-ı seferde ordu ve kolordu ve fırka (tümen) kumandanları ve bunların vekilleri ve
müstakil mevki kumandanları ahâli tarafından herhangi bir suretle evamir-i Hükûmete (hükûmetin
emirlerine) ve müdafaa-ı memlekete (ülkenin savunmasına) ve muhafaza-ı asayişe müteallik
(ilişkin) icraat ve tertibata karsı muhalefet ve silâhla tecavüz mukavemet görürlerse, derakap
(hemen) kuvve-i askeriye (askerî güçler) ile en şiddetli surette te’dibat yapmaya (akıllarını baslarına
getirmeye) ve tecavüz ve mukavemeti (direnmeyi) esasından imha etmeye (yok etmeye) mezun
(görevli) ve mecburdurlar.
Madde 2. Ordu ve müstakil kolordu ve fırka kumandanları, icabat-ı askeriyeye (askerligin
gerektirdiği kurallara) mebnî (dayanarak) veya casusluk ve hiyanetlerini hissettikleri kurâ (köyler)
ve kasabat (kasabalar) ahâlisini münferiden (tek olarak) veya müctemi’an (toplu olarak) diğer
mahallere sevk ve iskân ettirebilirler.
Madde 3. İsbu kanun tarih-i nesrinden mu’teberdir. (yayın tarihinden itibaren yürürlüğe girer)
Madde 4. İsbu kanunun mer’iyyet-i ahkâmına (hükümlerini yürütmeye) Başkumandan Vekili ve
Harbiye Nazırı memurdur.
Meclis-i Umumînin (Genel Meclisin) ictima’ında (toplantısında) kanuniyeti teklif olunmak üzere
isbu lâyiha-ı kanuniyenin (kanun metninin) muvakkaten (geçici olarak) mevkı’-ı mer’iyyete (yürürlük
mevkiine) vaz’ını (koyulmasını) ve kavanin-i Devlete (Devletin kanunlarına) ilâvesini irade eyledim.
(emir buyurdum)13 Receb 1333, 14 Mayıs 1331
171
GÖÇ, TEHCİR VE HİCRET KAVRAMLARI IŞIĞINDA KÖYDEN KENTE TAŞINMALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
HAKKARİ ÖRNEĞİ • Yrd. Doç. Dr. Haluk Yergin, Yrd. Doç. Dr. Abdullah Erol
1985’ler sonrası vuku bulan köy boşaltmalar da içten dışa doğru olmamıştır.
Fakat daha çok bir tehcir özelliği taşımaktadır. 1983 yılında yayımlanan OHAL
Kanunu ile “bölgenin belirli yerlerinde yerleşimi yasaklamak, belirli yerleşim
yerlerine girişi ve buralardan çıkışı sınırlamak, belli yerleşim yerlerini boşaltmak
veya başka yerlere nakletmek” mümkün olmuştur. Bununla beraber köy boşaltmalar iki yönlü bir zorlama ve baskı sonucu oluşmuş bir proje çerçevesinde
göç özelliği taşımaktadır. Bu çerçevede bu zaman dilimi içinde oluşmuş köy
boşaltmalarını ifade edecek yeni kavramlaştırmaya ihtiyaç vardır.
Genel olarak, belli unsurdaki insanları bulundukları yerden herhangi bir sebeple
zorla çıkarmak sistemli şekilde modern devlet anlayışının bir aracı olarak görünmektedir (Akt. Alican, 2011). Özellikle modernleşmenin getirdiği yeni devlet
konsepti homojenliği ön gördüğünden; tehcir, mecburi iskân, bir yerden başka yere sürme gibi olaylara rastlamak mümkündür. Bu tür göçe zorlamaların
hemen hemen hepsi devletlerin kuruluş aşaması ya da ara dönemlerde vuku
bulmuş ve tek yönden zorlamayı içermektedir. Ne var ki köy boşaltmaları ise
daha çok iki yönlü bir zorlayıcılık içinde gelişmiştir.
Olgu Olarak Göç
Toplumların çeşitli nedenlerle yer değiştirdiklerini tarih okumalarından müşahede edebiliriz. Bu çerçevede, hem batı, hem doğu medeniyetlerinde toplumların çeşitli nedenlerle göç ettiklerini ve bunun toplumlarda çeşitli değişimlere
yol açtığı bilinmektedir (Stephen & Miller, 2008).
Türkiye açısından değerlendirildiğinde özellikle 1950’li yıllardan sonra dar anlamda göç olgusunun varlığına rastlanmaktadır. Hem ülke içinde köyden kente
doğru hem de ülke dışına doğru bir göç yaşanmıştır. 1950’li yıllarda başlayan
köyden kente göç halen devam etmektedir. Sanayinin gelişmesi, ulaşımın ve
iletişimin kolaylaşması ülkemizde iç göçü hızlandıran etkenlerdendir (Şimşek
ve Gürler, 1994). Bunun yanında, 1927’lerden önce köyde ya da kırsalda yaşayanların nüfusu kentte yaşayanların nüfusunun neredeyse üç katıydı. 2012 yılında bu oran nerdeyse tam tersine dönmüştür. Aşağıdaki tabloda da görüldüğü
gibi kent nüfusu köy nüfusunun nerdeyse üç katı kadar olmuştur.42
YILLAR
NÜFUS
KENT NÜFUSU
KÖY NÜFUSU
20.10.1927
13.648.270
3.305.879
24.22
10.342.391
75.78
17.01.201342
75.627.384
58.448.431
77.28
17.178.953
22.71
42 http://tuikapp. Tuik. Gov. Tr/adnksdagitapp/adnks. Zul, TUİK’in 2012 yılına ait ADRESE DAYALI
42 NÜFUS KAYIT SİSTEMİ (ADNKS) VERİ TABANI’ndan alınmış veriler.
172
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Önceleri köyden kente göç sorun olarak algılanmamış; kentleşmenin bir modernleşme göstergesi olarak görülmüştür. Bu çerçevede Modernleşme Batı
Avrupa ve Kuzey Amerika’da ortaya çıkan sanayileşme, kentleşme, bürokrasi,
laikleşme, bireyselleştirme gibi olgular şeklinde tanımlandığında kentleşme,
modernleşme göstergesi olarak ortaya çıkmaktadır. Giddens’e (2005) göre
ekonomik, siyasal ve sosyal alanlara bakarak toplumları sınıflandırdığı çalışmasında “Birinci Dünya Toplumları (Gelişmiş Ülkeler)”nı çizelgesinin en yukarısına
alarak kentleşme olgusuna vurguda bulunur. O, gelişmenin önemli şartlarından
biri olarak da kent ve köy nüfus oranlarını gösterir. O’na göre tek belirleyici kent
ve köy nüfus oranı olmamakla beraber; en önemli ve vazgeçilmez unsur olarak
karşımıza kentleşme olgusu çıkmaktadır.
Kırsaldan kentte göçün özellikle hükümet politikaları ve sanayileşme ile ilgisi,
Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde kendini göstermektedir. Bu çerçeve de Genç
Cumhuriyet’in kurucuları kentlerin modern görünümüne çok büyük önem vermişlerdir (İnan, 1972, s.121-122). Genç Cumhuriyet yöneticileri, yatırımların büyük kısmını kentlere yapmışlardır. O, dönemde köy nüfusunun kent nüfusunun
yaklaşık üç katı olduğu düşünüldüğünde; alınan vergilerin büyük oranda kentlere harcanmasının kentlere verilen değer açısından ne kadar önemli bir ipucu
olduğunu göstermektedir.
Bu kapsamda Modernleşme sonucunda kentleşme aynı zamanda sömürücü bir
işlevde yüklenmiştir. Kentlerin bu olumsuz işlevlerini şu şekilde saymak mümkündür:
1. Kentler, kırsaldaki genç, enerjik, girişimci ve kalifiyeli işgücünü çekmekte, kırsal kesim en verimli iş gücünü kaybetmektedir.
2. Kırsal kesimdeki para ve toprak sahipleri, gelirlerinin önemli bir kısmını kentlere yatırım amacı ya da lüks bir hayat yaşamak amacıyla aktarmakta ve bu
durum kırsalı yoksullaştırmaktadırlar.
3. Gelişmekte olan ülkelerde, devlet yatırımlarının büyük bir kısmını kentlere
yapmakta; bu durum kırsalın daha da gerilemesine yol açmaktadır.
4. Çoğu kez hükümetler, kenti kayıracak şekilde kırsala vergi ve fiyat politikalarında adil olmayan bir tutum içine giriyorlar (Canatan, 1995, s.92).
Modernleşme kaygısı, modernleşme ile beraber kentlerin “tek akıl” altında yeniden tanzim edilmesi; sanayileşme ve bunun devamında kırsalın işgücünde
meydana gelen talep fazlalığı ve kırsaldaki sosyo-ekonomik sorunlar köyden
kente göçün itici bir faktörleri olmuştur. Giddens (2005)’in vurgulayarak önemsediği gibi kentleşme aynı zamanda bir “gelişmişlik” öğesi olarak karşımıza
173
GÖÇ, TEHCİR VE HİCRET KAVRAMLARI IŞIĞINDA KÖYDEN KENTE TAŞINMALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
HAKKARİ ÖRNEĞİ • Yrd. Doç. Dr. Haluk Yergin, Yrd. Doç. Dr. Abdullah Erol
çıkmaktadır. Bütün modernleşme çabalarında olduğu gibi önceleri kırsaldan
kentte göç modernleşmenin, gelişmenin bir gerekliliği olarak algılanmıştır. Öte
yandan da modernleşme üzerine kurgulanmış bir kentleşme aynı zamanda
köylerin gelişememesi dilemmasını kendiyle beraber getirmiştir. Sonraki zamanlarda çarpık, düzensiz ve yetersiz olması nedeniyle çözülmesi gereken bir
sorun olarak karşımıza çıkmıştır (Yavuz, Aksoy, Topçu ve Erem, 2004). Köylerden kente herhangi bir nedenle olan göç sonucu kentlerde “çift kültür” denilebilecek bir oluş doğurmuştur (Canatan, 2006, s.89-90).
Modernleşme kaygısının bu önemli etkisi içinde 1985’ten sonraki köy boşaltmalarını açıklamaya çalışmak tabi ki çok tutarsız görünmektedir. Bununla beraber, köy boşaltmaları sonucu oluşan göçü, modernleşmenin homojenleştirici
etkisinden uzak görmek de eksik bir analiz olacaktır. Çünkü görünürde köy boşaltmaları vasıtasıyla belli unsurların sisteme entegrasyonun gerçekleştirilmesi
amaçlanmıştır. Yalnız bu çaba veya entegrasyon isteği sadece tek bir tarafa
mal edilemez. Nitekim devletin kolluk kuvvetleri köylülerden “korucu” olmasını
isterken; örgüt köylülerin “leşker” olmasını talep etmiştir. Dolayısıyla iki farklı
gücün “modernleştirici” çabası ve çatışma alanı köyler üzerinden gerçekleştirilmiştir. Bir taraftan örgütün köylerde oluşturmaya çalıştığı “ulus bilinci”, bir
tarafta karşıt ulus anlayışına sahip derin devletin “terbiye edici” etkisi; köyleri/
köylüleri arafta bırakmıştır.
Göçle Gelen Değişim
Göçün köy ve kent üzerindeki tesiri ile ilgili birçok çalışmaya rastlamak mümkündür. Bu çalışmaların en dikkat çekicilerden biri de İbni Haldun’a aittir. O,
yüzyıllar önce yapmış olduğu tespite uygun olarak göçle beraber hem yerleşik
kent kültüründe hem de göç eden toplumların karakteristik özelliklerinde değişikliklere rastlamaktadır (Karpat, 2010; Peker, 1999). Haldun (1986), kırsaldan
kentte göçü değerlendirirken hem “haderi” hem de “bedevi” olarak ifade ettiği;
kente dolayısıyla medeniyete köyden, kırsaldan olan göçün her iki tarafta da
nasıl değişikliklere yol açtığını dile getirmektedir. Haldun (1986), bedevi-göçebe ile yerleşik-haderi toplumları ayrıştırmada anahtar bir kavram olan “asabiyet” kavramını kullanmıştır. O’na göre kısacası aidiyet ve yardımlaşma ruhu,
motive edici güç olarak ifade edilebilecek asabiyet, kent yaşamında belli bir
süre zarfında zayıflar ve yok olmaya yüz tutar. O, asabiyet bağının güçlü olduğu
göçebelerin, kolayca yerleşik toplumları mağlup ettiğini ifade eder (Haldun,
1990, s.310).
Haldun’a (1986) göre kentleşme, sadece yer değiştirme; göçebe durumundan
yerleşik hayata geçmek değildir. O aynı zamanda bir hareketliliği eski yaşam
tarzını bırakıp yeni bir yaşam tarzına geçmek olarak algılar. Bu sadece göçe174
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
belerin değil aynı zamanda kentlilerinde yaşamlarını değiştirmeleri anlamına
gelir. Haldun (1986), bu değişime pek olumlu bakmıyor. Bedevilerin ahlaki açıdan daha belirgin ve tutarlı olduklarını düşündüğü için medenileşme sürecinde
bu özelliklerini kaybetmelerini olumsuz bir sonuç olarak algılıyor. O’na göre
“Şehir ahalisi her çeşit lezzetler, bolluk ve genişlik içinde yaşamaya alıştıkları,
dünyanın ve kendi arzu ve heveslerinin düşkünü oldukları için şehirlilerin fena
ve bozuk birçok huy ve kötülükleriyle nefislerini lekelerler. Bundan dolayı iyilik
yollarından o nispetle uzaklaşırlar” (Haldun, 1990, s.314) diyerek köyün işlenmemiş saf yapısına dikkat çekmiştir. Köylülük/Bedevilik, İbni Haldun tarafından
beğenilen özellikte iken, Modernleşme Kent’in önemini vurgulamıştır.
Kent ve köyü karakterize eden bu anlayışlar çerçevesinde, 1985’ten sonraki
göçlerin oluşturduğu tesirlere baktığımızda çeşitli çalışmalara rastlamaktayız.
Bu çalışmalar, genel olarak köy boşaltmaların toplum üzerindeki sosyo-politik,
sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik etkilerini ele almıştır43.
Bu açıklamalar ışığında köy boşaltmaları ile ilgili göçü üç temel değişimin etrafında birleştiğini söylemek mümkündür.
1. Kent Kültüründeki Değişimler
Kent yerleşik kültürü, köy göçleriyle beraber köyden gelen yeni alışkanlıklar ve
farklılıklarla karşılaşır. Bu karşılaşma eşit şartlara ya da imtiyazlı taraf koşuluna
dayanabilir.
Söz konusu bu koşullar çerçevesinde vuku bulacak değişimler; her iki tarafın
hangi şekillerde bir araya geldiklerine göre biçimlenir.
2. Göçebe Toplumlarda meydana gelen değişimler
Kente göç eden toplulukların yeni fiziki ortam ve kültüre “entegrasyon” sürecinde direnme, uzlaşma veya baskın gelme gibi refleksler geliştirmektedirler.
Göçebe toplum kentle entegrasyonunda kendi yaşam biçimini devam ettirmek
için kent kültürüne karşı direnebilir ya da orta bir yol seçerek kent kültürünü
kendisinin de yer alabileceği şekilde yeniden yorumlar. İstila gibi bazı olağanüstü durumlarda göçebe toplum kendi yaşam biçimini baskın olarak kullanır.
3. Politik Yaşamın “Göçmesi”
43 Bkz. Zorunlu Göç ve Diyarbakır, Kalkınma Merkezi Derneği, Yayın No:3, s.24, CHP Doğu Ve
Guneydoğu Raporu (Ocak 1999), Türkiye’de Ülke İçinde Yerinden Edilme Sorunu: Tespitler
Ve Çözüm Önerileri-TESEV Raporu, Kürt Sorununun Çözümüne Dair Bir Yol Haritası: Bölgeden
Hükümete Öneriler- TESEV Yayınları -2008, Nüfus, Demografi Yapısı, Göç Özel İhtisas Komisyonu
Raporu- DPT 2001
175
GÖÇ, TEHCİR VE HİCRET KAVRAMLARI IŞIĞINDA KÖYDEN KENTE TAŞINMALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
HAKKARİ ÖRNEĞİ • Yrd. Doç. Dr. Haluk Yergin, Yrd. Doç. Dr. Abdullah Erol
Politik yaşam göç ile beraber yeni aktörler, yeni yaklaşımlar ve yeni problemleri
kendisi ile beraber getirmeye başlar. Kentte ait politik yapı yeni etkileşimlerle
değişmeye başlar.
Bir Homojenleştirme Örneği; Hakkâri
Hakkâri örneğinden yola çıkarak özellikle 1992 yılında itibaren hızlanan köy
boşaltılmaları belirli ve planlı bir süreç dâhilinde yaşanmıştır. Köy boşaltmaları
özellikle köylüler üzerinde çok önemli değişikliklere yol açmıştır. Köyden kente yaşam kültürünü, ekonomisi ve geçmişini bırakarak gelen köylüler önemli
“travmalar” yaşamışlardır (Aksoy, 2004).
17.yy’dan sonra Fransız İhtilali’nin bir parametresi olarak ortaya çıkan Ulusçuluk
hareketi; karşıt ulusçu hareketler doğurmuş ve bu dönemde çeşitli sürgün politikaları uygulamıştır. Bu politikalar büyük oranda yeni gelişen Ulusçuluk düşüncesinin karşıtlarının sindirilmesi şeklinde olmuştur. 1930’lu yıllardan sonra yeni
kurulan Ulus esaslı Genç Cumhuriyetin de homojenleştirme çabaları olmuştur.
Bu çerçevede tehcir ve mecburi iskân44 politikaları uygulanmıştır
Bütün bu göçler, 1993 yılından itibaren köyden kente olan göçlerden farklı bir
özellikte görünmektedir. 1993 köyden kente zorunlu göçerlerde ise travmaya
yol açmıştır. Yaşanan bu travma göçerlerin sosyo-kültürel, sosyo-politik ve sosyo-ekonomik durumlarını önemli oranda etkilemiştir
Köy boşaltmaları ile birlikte Türkiye’nin Batı bölgelerine ya da bölgenin büyük
merkezlerine göç hareketinde artış, 1984 olaylarının başlaması sonrası OHAL
Yasası çıkması ile birlikte kolaylaşmıştır. 1983 yılından önce %7 olan göç olayı,
1983-1990 yılları arasında %64,5’e; 1991 ’de %83,8’e; 1992’de %81,4’e; 1993’de,
%83,4’e çıkmıştır. 1994 yılından itibaren göç olayları % 62,7’ye; 1995 yılında %51,2’ye; 1996 yılında %41,6’ya; 1997 yılında ise %28’e düşmüştür. Ayrıca
1994’ten itibaren bölgedeki göç olayı yavaşlamıştır. Bu dönemde çokça göç
verilmiştir. Köy boşaltmalarla beraber, sadece, köyden göçen köylüler değil göç
alan yerlerde etkilenmiştir. Bu çerçevede göç alan ve veren iller aşağıdaki tablolarda gösterilmiştir (Aksoy, 2004):
44 14 Haziran 1934 tarih ve 2510 sayılı Mecburi İskân Yasası
1- “Türk ırkından olmayanlar, hükümetten yardım istemeseler bile hükümetin göstereceği yerde
yurt tutmağa ve hükümetin izni olmadıkça buralarda kalmağa mecburdurlar.” (Madde 7)
2- “Ana dili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi
kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına
inhisar ettirmeleri yasaktır.” (Madde 11)
3- “Türk ırkından olmayanların serpiştirme suretiyle köylere ve ayrı mahalle veya küme teşkil
etmeyecek şekilde kasaba veya şehirlere iskânları mecburdur.” (Madde 13)
176
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Göç Veren İller
Göç Yüzdesi
Göç Alan İller
Göç Yüzdesi
Diyarbakır
%19.5
Diyarbakır
%14.71
Siirt
%10.8
Siirt
%7.34
Mardin
%9.5
Batman
%6.07
Tunceli
%8.9
Mardin
%5.48
Hakkari
%6.2
Adana
%7.08
Şırnak
%5.4
Antalya
%5.0
Muş
%4.0
İçel
%4.65
Van
%4.0
İzmir
%4.04
Ağrı
%3.7
Manisa
%3.64
Bitlis
%3.1
Bingöl
%2.8
Batman
%2.7
Kars
%1.7
Erzincan
% 0.9
Şanlıurfa
%0.5
Hacettepe Üniversitesi tarafından yapılan “Türkiye Göç ve Yerinden Olmuş
Nüfus Araştırması”na göre en çok göç veren ve alan iller aşağıdaki şekilde
haritalandırılmıştır45.
Tablo ve haritalardan anlaşılacağı gibi köy boşaltmalar nerdeyse bütün bölgeleri doğrudan etkilemiştir. Köylerin boşalması veya boşaltılması ile ilgili nedenlere bakıldığında kolluk kuvvetleri, örgüt ve koruyucu baskısı belirgin şekilde
45 Bkz. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından 2006 yılında yaptırılan “Türkiye
Göç Ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması”, s.17
177
GÖÇ, TEHCİR VE HİCRET KAVRAMLARI IŞIĞINDA KÖYDEN KENTE TAŞINMALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
HAKKARİ ÖRNEĞİ • Yrd. Doç. Dr. Haluk Yergin, Yrd. Doç. Dr. Abdullah Erol
ifade edilmektedir. Güvenlik kuvvetlerinin ve örgütün, köyleri mücadele alanı olarak belirlemesi; köyden kentte zorunlu göçün de şartlarını oluşturmaya
başlamıştır. Köy boşaltmalar iki taraflı politik stratejilerin uygulama isteği hep
bu köyler üzerinden olmuştur. Örgütün “leşker” toplama isteği; iktidarın ya da
kolluk kuvvetlerinin köylerden “koruculuk sistemi” ile destek istemesi bu politik stratejilerin en belirgin örneklerindendir. Bütün bu süreçte köylerin yaşadığı
çok yönlü politik yıldırma, baskı; kısacası mobinglerin devam etmesi söz konusu olmuştur. Köydekilerin canlarına, mallarına ve her şeylerine tacizde bulunmalar; köylülerin kendileri gibi düşünmeleri talebinden kaynaklanmaktadır.
Bu mobinglerin hem politik hem silahlı çatışmalar içermesi ve bunun sonucu
olarak köylerin boşaltılması; “toplumsal travma” ya yol açmıştır. Köyden kentte
göç eden toplulukların birçok yönden (kültürel, ekonomik ve yaşam alışkanlıkları) yoksun bırakılması bu “travma”nın başlıca nedenlerindendir.
Sonuç
Hakkâri göç örneğinde yeni bir kavrama ihtiyaç duyulmaktadır. Göç sebepleri
olarak sayılan yaklaşımların hemen hemen hiçbiri Hakkâri’deki 1985-2000 tarihleri arasında yaşanan göçü izah etmemektedir. Köy boşaltmaları olarak da
literatürde yer alan bu zorunlu yer değiştirmeler; daha önce pek rastlanmayan
bir konsepttin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Bu çerçevede, belki Hakkari örneğini köylüler açısından “arafta” kalmanın ve
göçe zorlayanlar açısından da bir projenin uygulanması olarak görebiliriz.
Kolluk kuvvetinin ve örgütün köylüler üzerindeki etkisini bir homojenleştirme
çabası olarak görmek mümkündür. Dolayısıyla her zorlayıcı homojenleştirme
farklılığı inkâr, asimilasyondur. Bu iki yönlü ve “terbiye edici”, “modern baskıcı
aygıt” sadece tehcir veya benzeri kavramlarla ifade etmek; olayı anlamada
yetersiz kılmaktadır. Bizim, köy boşaltmaları için önereceğimiz kavram zıtların
tehciri’dir. Çünkü bu tehcir biçiminde hem zorla çıkarma olduğu gibi hem de
homojenleştirme kaygıları iki zıt tarafın faaliyetlerine sonucu meydana gelmiştir.
Kaynakça
Aksoy, M. (2004). Doğu ve güneydoğu anadolu bölgeleri’nde terörün neden ve sonuçları.
Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 1(1).
Block, W. (1998). A libertarian case for free ımmigration. Journal of Libertarian Studies,
13(2).
BM Mülteciler Yüksek Kurulu (1998), s.68
Canatan, K. (1995). Bir değişim süreci olarak modernleşme. s. 89-90. İstanbul: İnsan Yayınları.
CHP Doğu Ve Güneydoğu Raporu (Ocak 1999)
178
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Çağlayan, S. (2006). Göç kuramları, göç ve göçmen ilişkisi. Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 17.
Demir, G. (1997). Toplum ve Göç Bildiriler. Göç Nedenleri ve Göçenlerin Beklentilerindeki
Gerçekleşme Durumu: Bolu İli Kıbrıscık İlçesi Örneği. Ankara: DİE Yayınevi.
DPT (2001). Nüfus, Demografi Yapısı, Göç Özel İhtisas Komisyonu Raporu.
Es, M. ve Ateş, H. (2009). Kent yönetimi, kentlileşme ve göç: sorunlar ve çözüm önerileri. 01 Mart 2013, http://journals. İstanbul. Edu. Tr/tr/index. Php/sosyalsiyaset/article/
view/218/206.
Giddens, A. (2005). Sosyoloji. Ankara: Aytaç Yayınevi.
Hacettepe Üniversitesi (2006) Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından yaptırılan “Türkiye Göç
Ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması”, s.7
Hâkim, M. S. (1981). HEGİRA, The Unesco Courier. (September, 1981). p.43.
Haldun, İ. (1986). Mukaddime. (Z. K. Ugan, Çev.). İstanbul: Milli Eğitim Basımevi
Hocaoğlu, D. (2001). Hicret: III “Tala’al-bedru Aleynâ” Gelecek. (15. baskı) içinde (10).
İçduygu A. ve Ünalan, T. (1998). Türkiye’deki İç Göç: Sorunsal Alanları ve Araştırma Yöntemleri. Ankara: Numune Matbaacılık.
İnan, A. (1972). Devletçilik ilkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci sanayi planı. Ankara:
TTK Yayınları.
Karpat, K. H. (2010). Osmanlı’dan günümüze etnik yapılanma ve göç. İstanbul: Timaş Yayınları.
Kürt Sorununun Çözümüne Dair Bir Yol Haritası: Bölgeden Hükümete Öneriler- TESEV
Yayınları -2008
ÖZER, İ. (2004). Kentleşme Kentlileşme ve Kentsel Değişme. Bursa: Ekin Kitabevi.
Pazarlıoğlu, M. V. (2007). İzmir Örneğinde İç Göçün Ekonometrik Analizi. Yönetim ve Ekonomi, 14(1): 121-135.
Peker, M. (1999). Türkiye’de İç Göçün Değişen Yapısı. 75. Köylerden Şehirlere Göç, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları.
Peter, C.(2011). Bizans imparatorluğu’nda bir devlet politikası olarak tehcir. (M. Alican,
Çev.). Tarih İncelemeleri Dergisi, XXVI(1), 259-275.
Popper, K. (1994). Açık Toplum ve Düşmanları (3. Baskı). (M. Tuncay ve H. Rızatepe, Çev.).
İstanbul: Remzi Kitapevi.
Stephen, C. ve Miller, M. J. (2008). Göçler Çağı - Modern Dünyada Uluslar Arası Göç Hareketleri (B. U. Bali ve İ. Akbulut, Çev.). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. (Orijinal
çalışma basım tarihi Tarih.)
Şimşek, E. ve Gürler, Z. (1994). Kırdan kente göç olgusu ve kırsal sanayi. Türkiye 1. Tarım
Ekonomisi Kongresi.
Tezcan, S. (2009). Türkiye’de Göç Boyutu, Nedenleri ve Göçün Sağlıkla İlişkisi. 01 Mart
2013, http//www. Skb. Org. Tr/wp-content/uploads/2012/09/türkiye’de-göç-boyutunedenleri-ve-göçün-sağlıkla-ilişkisi.Pdf.
Tdk. Büyük Türkçe Sözlük. http://tdk. Org. Tr.
179
GÖÇ, TEHCİR VE HİCRET KAVRAMLARI IŞIĞINDA KÖYDEN KENTE TAŞINMALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
HAKKARİ ÖRNEĞİ • Yrd. Doç. Dr. Haluk Yergin, Yrd. Doç. Dr. Abdullah Erol
Tümertekin, E. ve Özgüç, N. (1998). Beşeri Coğrafya. İstanbul: Çantay Kitabevi.
Tuik (2012). Adrese dayalı nüfus kayıt sistemi (adnks) veri tabanı. http://tuikapp. Tuik. Gov.
Tr/adnksdagitapp/adnks. Zul, adresinden alınmış veriler.
Tesev. (tarih). Türkiye’de ülke içinde yerinden edilme sorunu: tespitler ve çözüm önerileriraporu.
Uzunoğlu, H. (2006). İzmir’de İç Göç Dalgası. İzmir Ticaret Odası, AR&GE Bülten. 20-24.
Üçdoğruk, Ş. (2002). İzmir’deki iç göç hareketlerinin çok durumlu logit teknikle incelenmesi, D. E. Ü. İ. İ. B. F. Dergisi, 17(1), 157-183.
Vakt-ı seferde (savas sırasında) icraat-ı Hükûmete karsı gelenler içün cihet-i askeriyece
(askerî yönden) ittihaz olunacak tedabir (alınacak olan tedbirler) hakkında kanun-ı muvakkat. (geçici kanun)) 13 Receb 1333, 14 Mayıs 1331
Yavuz, F., Aksoy, A., Topçu, Y., ve Erem, T., (2004). Kuzeydoğu Anadolu Bölgesi’nde
kırsal alandan göç etme eğilimini etkileyen faktörlerin analizi. Türkiye VI. Tarım Ekonomisi
Kongresi, Tokat.
Zaim, S. (2006). IV. Oturum Değerlendirmesi: Türkiye’den Göçler. Uluslararası Göç
Sempozyumu Bildiriler, 327-330.
Zorunlu Göç ve Diyarbakır, Kalkınma Merkezi Derneği, Yayın No:3, s.24
180
İSLAM
VE
SİVİL TOPLUM
Araş. Gör. Duygu Duman
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü
Araş. Gör. Ilgın Barut
Muğla Sıtkı Kaçman Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü
Özet
Sivil toplum kavramının Batı kökenli bir tarihe sahip olması İslam dünyasında sivil toplumun olabilirliğine yönelik tartışmaları beraberinde getirmiştir. Bu çalışma öncelikle,
Batı’da feodal düzenden kapitalist düzene geçiş ve siyasi ile ekonomik alanların ayrılması ile karakterize edilen sürecin İslam coğrafyasında görülmemesinin tarihsel nedenlerini
ortaya koymayı ve bu durumun İslam dininin yapısıyla ilgisinin ne düzeyde olduğunu
tartışmayı hedeflemektedir. Bu bağlamda sivil toplumun zorunlu olarak sekülerliği gerektirip gerektirmediği tartışmalarına da değinilmektedir. Çoklu moderniteler anlayışı
çerçevesinde İslam dünyasında da Batı’dakinden farklı olarak bir sivil toplum alanının
çıkma koşulları tartışılmaktadır. Tüm bu tartışmalar, Arap coğrafyasındaki devlet-toplum ilişkisine de bakmayı gerektirmektedir. Son olarak, Arap Baharı ile yeniden canlanan
coğrafya’nın İslam dünyasındaki durgunluğun sona ermesi ve toplumsal hareketlenmelerin ortaya çıkması tartışmalarının, sivil alanın varlığı/yokluğu üzerinden ele alınması
söz konusudur.
Anahtar Kelimeler: İslam, Sivil Toplum, Devlet, Arap Baharı, Toplumsal Hareketler.
181
İSLAM VE SİVİL TOPLUM • Araş. Gör. Duygu Duman, Araş. Gör. Ilgın Barut
Abstract
The concept of civil society which has Western rooted history has led to discussions
whether the civil society may emerge in Islamic geography. This study firstly, aims to
state the historical reasons of lack for the process in West characterized by the transition
from the feudal order to capitalist order and the seperation of political area and economic area and discuss the relation of Islam as the reason for this lack of transition. In this
context the discussions on whether the secularism is needed inevitably or not is also
given. The conditions for the probability of the civil society emergence different than
the West is discussed within the framework of multiple modernities approach. All these
disscussions, require to examine the state-society relation in Arab geography. Lastly,
the discussions of the end of the recession in Islamic world with the Arab Spring and
the emergence of social movements is examined on the presence/absence of civil area.
Key Words: Islam, Civil Society, State, Arab Spring, Social Movements.
Giriş
Modern sivil toplum kavramı her ne kadar kapitalizmin belirli mülkiyet ilişkileri
ile şekillenmiş olsa da kavramın kullanımı Antik Yunan dönemine dek uzanmaktadır. Sivil toplum üzerine yazılanlara baktığımızda sivil toplumun ortaya
çıktığı andan bu yana değişik tanımlara ve kullanımlara sahip olduğunu görmekteyiz. Antik Yunan’daki yurttaş anlamından farklılaşan ve günümüzde siyasal alanın dışında kalan alan olarak kavranan bu kavramın modern formunu,
feodal düzenden kapitalist düzene geçiş ve bunun bir sonucu olarak iktisadi
ve siyasi alanın birbirinden ayrılmasından bağımsız olarak ele almak mümkün
değildir. Bu çalışmada sivil toplum, siyasi alan ile iktisadi alanın ayrılmasının
tarihsel özgüllüğü ve bu yolla burjuva toplumu çıkarlarının yeniden üretilmesi
bağlamında ele alınacaktır. Sivil toplum kavramının Batı kökenli olması, İslam
coğrafyasında sivil toplumun gelişip gelişmeyeceğine yönelik çeşitli tartışmaları ortaya çıkarmıştır. Sivil toplumun öncelikle seküler bir alan gerektirdiği fikri,
İslam ile sivil toplumun birlikte görülemeyeceğine yönelik bir argüman olarak
kullanılmıştır. Çalışmada İslamın doğasından kaynaklanan toplumsal farklılıklara ve gecikmelere de bu tartışmaların detaylandırılması bakımından yer verilecektir. Fakat çalışmada İslam ile sivil toplumun birlikte görülemeyeceği fikrine
karşı çıkılmaktadır. Sivil toplumun burjuva toplum yapısının tüm dünyaya yayılmasının bir aracı olarak ele alınması durumunda küreselleşme gibi bir süreç ile
İslam coğrafyasının bu değişimden tamamen etkilenmeden kalması mümkün
görünmemektedir. 1980’lerin sonundan itibaren Doğu Avrupa ve Balkanlarda
sivil toplum kavramının demokrasi kavramıyla birlikte ele alınarak yayılmasının
da gösterdiği gibi yeni dönemin egemen söylemi sivil toplum olmuştur. Refah
devleti sonrası yeni sağ politikaların yükselişi ile ortaya çıkan söylem, ceberut
182
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
devlet ve onun yerini alan demokratik sivil toplum ve yönetişim mekanizmaları
gibi tartışmalar çerçevesinde şekillenmiştir. Devletin anti-demokratik olarak ve
buna karşılık sivil toplumun demokratik olarak gösterilmesi oldukça sorunludur.
Öncelikle sivil toplum ve devletin bu kadar net çizgilerle birbirinden ayrılması bir yanılsamadan ibarettir. Dolayısıyla bugün Arap Baharı ile tartışılan Arap
coğrafyasının sivil toplum aracılığıyla demokratik bir sürece yöneldiği konusu
da bu bağlamda tartışmalıdır.
Sivil Toplum-Devlet İlişkisi
Sivil toplum kavramının düşünsel temelleri Antik Yunan dönemine dayanmaktadır. Aristoteles’in “politike koinonia” sı yani polisi, özgür ve eşit yurttaşların
yasalarla belirlenmiş kurallar sistemi içerisinde yaşadığı en iyi yönetim biçimidir
(Onbaşı, 2005: 7). Aristoteles, “politike koinonia” yı ahlaki bir zeminde, dostluk
çerçevesinde beraber yaşama formu olarak ifade etmektedir (Sarıbay, 2003).
Aristoteles oikos ile polis ayrımını dile getirmekte ve oikos’u insanın duyumlarını, güdülerini yaşadığı alan olarak, polis’i ise insan aklı ve onun bir yansıması
olan dilin sergilendiği mekân olarak belirtmektedir. Bu bağlamda insan polis’de
insan olmakta ve insanın oikos’da kalmaya devam etmesi durumunda zoon
politikon olarak tanımlanamayacağı belirtilmektedir (Yıldız, 2004: 85). Antik
Yunan’da sivil toplum, site devleti çerçevesinde formüle edilmiş ve devletten
bağımsız bir özel alan ayrımı yapılmamıştır. Aristoteles ve sonrasında gelen
düşünürler tarafından 18. yüzyıla değin sivil toplum devlet ile eş anlamlı bir
kullanıma sahip olmuştur. Bu bağlamda sivil toplumun bir üyesi olmak yurttaş
olmak anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Antik Yunan’da yurttaş olarak kabul
görmeyen kimseler sivil toplumun birer üyesi olarak da görülmemektedir.
Orta Çağda sivil toplum kavramı feodal düzeni, krallıkları ve imparatorlukları
belirtmek için kullanılmıştır. Orta Çağın sonlarına doğru feodalizmin çözülme
sürecinin başlaması ile sivil toplum kentsel yaşamda elde edilen birtakım sivil
özgürlüklerin ortaya çıktığı durumu ifade etmeye başlamıştır (Erdoğan Tosun,
2001: 31). Daha sonra sivil toplum kavramını kullanan toplumsal sözleşmeciler
olarak adlandırılan Thomas Hobbes, John Locke ve Jean Jacques Rousseau’da
sivil toplum, siyasal alandan tam anlamıyla ayrı olarak kavramlaştırılamamış
bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. 18. yüzyıla kadar devlet ve siyasi alanla özdeşleştirilen sivil toplum kavramı, bu yüzyıldan itibaren anlamsal bir kırılma
yaşamıştır. Sivil toplum, modern devletin ve kapitalist sosyal ilişkilerin ortaya
çıkması ile anlam değişikliğine uğramış, ortaya çıkan bu yeni toplumsal ilişkiler
bağlamında yeni bir anlamsal çerçevede tanımlanmaya başlanmıştır.
Sivil toplum kavramında önemli bir dönüm noktası olarak görülen bir diğer
düşünür Georg Wilhelm Friedrich Hegel’dir. Hegel, sivil toplum ve devlet ara183
İSLAM VE SİVİL TOPLUM • Araş. Gör. Duygu Duman, Araş. Gör. Ilgın Barut
sında bir çizgi çizmesi bakımından kendisinden önce gelen toplumsal sözleşme
kuramcılarından ayrılır. Hegel’e göre sivil toplum, üyelerinin korunması ve pazarın etkinliği için zorunlu olan kurumlar ve toplumun ticari sektörünü oluşturan pazardır (Erdoğan Tosun, 2001: 37). Hegel’in sivil toplumun ortaya çıkışını
kapitalizm ve modernite ile ilişkilendirmesinin bir sonucu olarak “Bürgerliche
Geselschaft” terimini, hem burjuva toplumunu hem de sivil toplumu belirtmek
için kullanmaktadır (Yeşiltaş, 2006: 22). Hegel, sivil toplumu, bireyin kurumlara üyelik yoluyla kamusal bir insana dönüştüğü dolayısıyla evrensel ile özeli
bağdaştırabilen ve devlet ile aile arasında uzlaştırıcı bir konumda tanımlayan
ilk düşünürdür (Kaldor, 2003: 584). Hegel’de, devlet ile sivil toplum arasındaki
ilişkinin temelinde bireyin istenci ile genel istenç arasındaki ilişki yatmaktadır.
Bu ilişkide sivil toplum alanında özel istenç genel istence bağlanmayı öğrenir
(Onbaşı, 2005: 31). Bu bağlamda Hegel’de sivil toplum bireysel istek ve çıkarların bulunduğu ve bunların birbiri ile çatıştığı bir alandır. Devlet ise, sivil toplum alanındaki bu çatışmaları düzenleyen, uyumlaştıran bir araçtır. Bu noktada
Hegel’in sivil topluma bakış açısı liberal düşünürlerden oldukça farklılaşmaktadır çünkü Ona göre, sivil toplum bireysel çıkar çatışmalarının yaşandığı yer,
devlet ise rasyonelliği, evrenselliği temsil eden ve çatışmaları uzlaştırarak uygar
bir yaşamı tesis eden sosyal bir varlıktır (Meray, 2007: 17). Hegel, sivil toplum
ile devlet arasındaki ayrımın bir kopukluğa dönüşmemesi için, sivil toplumdaki
sınıfların devlete katıldıklarında siyasal sınıflara dönüştüklerini ifade etmektedir. Fakat Marx’a göre “siyasal sınıf” kavramı olanaksız bir kavramsallaştırmadır;
bu kavramın kendisi sivil toplum-devlet ikiliğinin olmadığı bir durumu ifade
etmektedir (Acar Savran, 1984: 35). Dolayısıyla Hegel’in, sivil toplum-devlet
alanlarının birbirinden kopmasını engellemek adına ortaya koyduğu “siyasal
sınıf” kavramı, sivil toplumun, devlet yani siyasi alan karşısında resmedilmesi
sonucu mümkün hale gelmemektedir.
Marx, Hegel’in devlet ve sivil toplum arasındaki ayrımı devletin evrenselliğini yadsıyarak ve devletin, sivil toplumun ve onun sınıf ilişkilerinin özelliklerini
ifade ettiğinde ısrar ederek dönüştürmektedir (Wood, 1990: 2). Ayrıca Marx,
Hegel’in devleti, sivil toplumdaki çatışmaları uzlaştıran bir mekanizma olarak
tanımlamasına karşı çıkmakta ve devleti, sivil toplumun bir yansıması olarak ele
almaktadır. Marx’a göre sivil toplum-devlet ikiliği çerçevesinde, devletin toplumdan ayrı, özel bir alan olarak ortaya konması bir varsayım olmakta ve bu ikilik bu şekliyle evrenselleştirildiğinde, ikiliğin tarihsel koşullarının sorgulanmasının önüne geçilmektedir (Acar Savran, 1984: 34). Marksizm’e göre, devlet-sivil
toplum ikiliği yabancılaşmanın kaynağıdır. İktisadi ve siyasi alanların ayrılması
sonucu yabancılaşma, anarşi ve eşitsizlik ortaya çıkan tarihsel olarak özgül toplumsal ilişkilerin bir sonucu olmaktadır (Kiely, 2005: 197). Zaten Marx’a göre
bu ikilik tarihsel bir oluşumun ürünüdür: feodalizmin çözülüşü. Feodal düzen184
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
de tüm bireysel-toplumsal ilişkiler ve etkinlikler bir siyasallık barındırmaktadır. Ancak mülkiyetin siyasal bağlardan kurtulmasıyla birlikte siyasallık, özel
bir alan haline gelmiş ve sivil toplumda bu özel alanın diyalektik karşıtı olarak
ortaya konmuştur (Acar Savran, 1984: 35). Marx’a göre, sivil toplumun ortaya
çıkmasının ön koşulu, üretimin özel alanı ile politik devletin kamusal alanı arasındaki ayrımın ortaya çıkmasıdır (Colas, 2002: 37–38). Buradan kasıt iktisadi
ile siyasi alanın ya da başka bir ifade ile özel ile kamusal alanın ayrılmasıdır.
Dolayısıyla Marksist düşünce bu ikiliği reddetmektedir. Marx, burjuva devletini
bir anlamda sivil toplumun resmi ifadesi olarak görmektedir (Üstel, 1999: 85).
Acar-Savran’da (aktaran Uslu, 2003: 397) Marx’ın sivil toplumunu şu şekilde tanımlamaktadır; “burjuvazinin kendi hegemonyasını kurduğu, kapitalist sömürüyü gizleyen ve dolayımlayan eşitlik ve özgürlük alanı”. Bu nedenle Marx’a göre,
kapitalist üretimde sömürü, eşitlik ve özgürlüklerin varlığına rağmen değil, tam
tersine eşitlik ve özgürlük sayesinde gerçekleşir. Bu nedenle de Ona göre sivil
toplum alanı eşitlik ve özgürlük alanı olarak tanımlanmaktadır; kapitalist üretim
temelinin gizlendiği ve saklandığı bir alan olarak. Dolayısıyla bu özgürlük ve
eşitlik, kavramların gerçek anlamlarıyla herkesin eşit ve özgür olma durumu
değildir. Bu eşitlik ve özgürlük söylem düzeyinde kalan, burjuvanın diğer özgürlükler üzerinde egemen olduğu bir yapıdır. Sivil toplum hem altyapı hem de
üstyapı olduğundan kendi mistifikasyonunu kendi içinde barındırır. Bu bağlamda, sivil toplum kendi ideolojisine uygun bir biçimde altyapının bütünü olarak
ele alınıp devletin karşısına yerleştirildiğinde, buradaki eşitlikte içkin olan soyutluk gizlenmiş olur (Acar Savran, 1987: 202). Ayrıca bu ayrım ile devlet, sivil
toplumdan ayrılmış olduğu için toplumun bütününü temsil ediyor gibi görünür
ve bu nedenle de devlet evrensellik yansımasını üretir: Bu yansıma alanında,
hem sivil toplum üyelerinin özel, atomize çıkarları hem de burjuvazinin çeşitli
kesimlerinin kısmi çıkarları ulusal çıkar soyutlaması biçiminde genelleşir (Acar
Savran, 1987: 192).
Sivil toplumu modern anlamda siyasal alandan tamamen ayrılmış bir alan olarak görmek mümkün değildir. Sivil toplum siyasal alandaki belirli eksiklikleri ve
talepleri dile getirmek ve dolayısıyla siyasal alanı etkilemek amacı taşımaktadır.
Siyasal alan ise bir yandan sivil alandan gelen taleplerin gücüne oranla değişim
gösterebilmekte, bir diğer yandan da sivil toplum alanının sınırlarını çizmektedir. 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da ortaya çıkan siyasi hava ile demokrasiye
olan talepler artmıştır. Artık devlet, gerek hazırlanan anayasalarla gerek sivil
toplum aracılığı ile sınırlandırılması gereken bir kurum olarak kurgulanmaktadır.
Devletin bu şekilde sınırlandırılması fikri, demokrasi ile sivil toplumun bir diğer bağlantı kurulan noktası haline gelmektedir. Sovyet Bloğunun yıkılması ve
bunu izleyen süreçte, yeni oluşan devletler için demokratik modelin içerisinde
önemli oranda sivil toplum vurgusuna rastlanmaktadır. Bu nedenle daha önce185
İSLAM VE SİVİL TOPLUM • Araş. Gör. Duygu Duman, Araş. Gör. Ilgın Barut
de belirtildiği üzere 1990’lı yıllar sivil toplumun yeniden farklı bir anlamlandırmayla; demokrasinin kilit aktörleri, taşıyıcıları olarak dirildiği bir dönem olmuştur. Bu dönem yeni sağ politikalarla karar alma mekanizmalarına sivil toplum
aktörünün hızla girmeye başladığı bir tarihe denk düşmektedir. Sivil toplumun
bu denli önem kazanması yönetişim modeli ile de yakından ilintilidir. Çünkü
yönetişim modeli çerçevesinde karar alma mekanizmalarına sivil toplum aktörünün de girmesi amaçlanmaktadır. Bu yolla alınan kararların, daha açık, şeffaf,
hesapverebilirliği yüksek ve aynı zamanda da katılımın daha yaygın olacağı iddia edilmektedir. Fakat aksine siyasal katılım yönetişim modelinde daha antidemokratik olmaktadır. Çünkü bu model, STK’ların, sermayenin ve bürokrasinin
seçilmesine olanak vermediği gibi hesapverebilirliği de sağlayamamaktadır. Fakat yeni sağ argümanlara göre modern demokrasi, yurttaşların belirli aralıklarla
salt seçimler yoluyla katılımda bulunduğu türde bir demokrasiye dönüştüğü
şeklinde eleştirilere maruz kalmaktadır. Bu nedenle sivil toplum, katılımın her
alana yayılmasını ve etkinliğini öngören bir unsur olarak sunulmaktadır. Özellikle küreselleşme ile toplumsal yaşamın farklı bir sürece girdiği, çeşitlendiği ve bu
çeşitlenmenin bireylerin tercih ve taleplerine de yansıdığı ifade edilmektedir.
Klasik yönetim anlayışı ve hantal kalan yapıların bu yeni taleplere cevap veremediği ve dolayısıyla sistemin bir güven krizine girdiği söylenmektedir. Sivil
toplum örgütlerinin ise kendi faaliyet gösterdikleri alanda etkin, çoğulcu, katılımcı bir yol izlemekte olduğu aynı zamanda seçimler sonrasında dahi kamuoyu oluşturma çabaları devam ettiği belirtilmektedir (Kaplangil, 2010: 63). Bu
nedenle de sivil toplum, siyasal meşruluğun, siyasal güven krizinin çözümünü
sağlayan kilit önemde bir aktör olarak resmedilmektedir. Fakat yönetişim ve sivil toplum çerçevesinde öngörülen bu düzenlemelere eleştirel bakmakta fayda
bulunmaktadır. Çünkü hantal ve bürokratik devlet söylemi temelinde devletin
sosyal işlevlerinden arındırılma projesinin bir ürünüdür. Devlet ne kadar sosyal
işlevlerinden uzaklaştırılırsa, sivil toplum, yani piyasa kurallarına göre işleyen
toplum o ölçüde güçlenecek ve gelişecektir (Özbek, 2004:242). Dolayısıyla
bu durum, sosyal devleti ve sosyalizmi otoriterliğe eşitleyen, anti-demokratik
olduğu savına dayanan bir söylem ortaya çıkarmıştır. Sivil alanın genişlemesi
eşanlı olarak her zaman demokrasi getirmediği gibi devletin her üstlendiği sosyal işlev de devletin ceberut, otoriter olduğu anlamına gelmemektedir.
Sivil alan zaten doğası gereği anti-demokratik unsurlar taşımaktadır. Çünkü bu
alan herkesin eşit olduğu bir alan olmaktan çok sınıf, ırk, cinsiyet, dil, din gibi
unsurlar üzerinden birçok güç eşitsizliğini ve ilişkilerini barındıran bir yapıdadır. Ayrıca sivil toplum alanında çok sayıda çatışma ve iktidar mücadelesi ve
dolayısıyla baskı ve dışlama unsurları mevcuttur. Gündelik yaşamlarımızın birçok yönü bu iktidar alanlarının içinde gerçekleşmektedir (Hall, 1995: 120). Bu
nedenle de sivil toplum kendiliğinden bir düzen, uyum ve dayanışma ortamı
186
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
yaratmamaktadır. Sivil toplumcu yaklaşım sivil toplumun içindeki kurumların
ve ilişkilerin ırkçılık, cinsel kimliklere hoşgörüsüzlük gibi anti-demokratik biçimler alabileceğini kabul eder fakat bunları sivil toplumun doğasında olan bir
durum olarak kabul etmez. Sivil toplumdaki anti-demokratik kurumlar devlet
ile ilişkilendirilir ve bu nedenle de sivil toplum devlet otoritesini zayıflatmalı,
sınırlamalıdır (Tol Göktürk, 2008: 195). Bu açıdan bakıldığında sivil toplumun
devleti sınırlandıracak demokratik aktör olma durumu sorgulanır hale gelmektedir. Wood’a göre de (2008: 293) sivil toplum, kendine has bir baskıya, güç ve
egemenlik yapısına ve acımasız bir sistemsel mantığa sahiptir. Bu nedenle sivil
toplum, savunulanın aksine devletin baskıcılığına karşı bir alternatif olmaktan
ziyade devletin baskı işlevlerinin yeniden düzenlenmesine katkı sağlamaktadır.
Sivil toplum ve demokrasi kavramları arasındaki olumlu ilişkiyi eleştirenler için,
gerek kapitalizmin acımasızlıklarından ve gerekse de devletin ceberutluğundan
yakınanlar çareyi sivil toplumda bulmaktadır. Bu nedenle sivil topluma devlete
muhalefet ettiği iddiasıyla önsel olarak iyi bir nitelik atfedilmiş olması eleştirilmektedir. Sivil toplum söyleminin belki de en önemli noktası sivil toplum ile
devlet arasında ayrımı net bir şekilde ortaya çıkarmasıdır. Hatta bu ayrım iki
olgu arasında bir dikotomi yaratmıştır ve bu dikotomi, kapitalizmin her iki alanı
da etkileyen süreçlerini gizlemektedir (Çulhaoğlu, Soyer, 2000: 25).
İslam ve Sivil Toplum
İslam ile sivil toplumun bağdaşıp bağdaşmadığına yönelik çeşitli teorik argümanlar bulunmaktadır. Örneğin Augustus Richard Norton (aktaran Uğur, 1998:
220), İslamcı hareket arasında ılımlılar ve radikaller olarak bir ayrıma gitmektedir. Buna göre ılımlılar, toplumu kendi görüşlerine göre biçimlendirme noktasında devrimci ve şiddet içeren araçlardan ziyade mevcut siyasal mekanizmaları kullanma yoluna gitmekte iken radikallerin farklı bir fikre tahammülleri yoktur. Bu nedenle de Norton’a göre bir örgüt, İslamcı olsun olmasın, demokratik
süreçlere katılıyor ve farklı görüşleri taşıyanlara zora başvurmaksızın bir arada
bulunabiliyorsa, o örgüt sivil toplumun bir parçası olmaktadır. Bu bağlamda
İslami sivil toplum örgütlerinin bir kısmının sivil toplum alanına dâhil olduğu
yönünde bir değerlendirme mümkündür.
Gellner (1994) ise Müslüman toplumlarda sivil toplum için gerekli olan sekülerliğin olmaması, bu toplumların cemaat ya da aşiret benzeri yapılar oluşturması
bakımından sivil toplumun ortaya çıkışında çeşitli engellerin olduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda Gellner (1994: 200) Türkiye’nin Kemalist hareketinin
sekülerleşme adına yaptıklarının sivil toplumun önünü açabileceği fakat devletin aşırı merkeziyetçi yapısının da devlet alanı dışında özerk bir alan yaratımında engel olabileceğini belirtmektedir.
187
İSLAM VE SİVİL TOPLUM • Araş. Gör. Duygu Duman, Araş. Gör. Ilgın Barut
Sivil toplum ve İslam’a ilişkin tartışmaların temelinde İslam’ın toplumsal yaşamda nasıl etkiler yarattığı konusu bulunmaktadır. Batı kökenli sivil toplum,
Hristiyanlıkla ya da kiliselerin varlığı gibi din üzerinden herhangi bir tartışmaya
konu edilmezken İslam ve sivil toplum tartışmaları akademik yazında oldukça
görülmektedir. Bu nedenle burada İslam’ın bir din olarak toplumsal yaşamdaki
etkisine değinmek gerekmektedir. İslam’ın Yahudilik gibi kutsal yasa dini olması
Arap coğrafyasında zamanın bu kutsallıkla mühürlendiği yönünde tartışmalara
yol açmıştır. Arap dilinin aynı zamanda Müslüman toplumu için kutsal olan kitabın yani Kur’anın dili olması, bu kutsallığın gündelik hayata taşınmasına yol açtığı belirtilmektedir. Dan Diner “Mühürlenmiş Zamanlar İslam Dünyasındaki Durgunluk Üzerine” adlı eserinde yüksek dil yani Kur’anın dilinin, bilginin topluma
yayılmasında olumsuz bir etki yarattığını belirtmektedir. İki dile sahip coğrafyalar ile Arapçanın tek dil olarak kullanıldığı coğrafyalardaki durumun farklılığına
da dikkat çekilmektedir. Örneğin Pakistan’da gündelik olarak kullanılan Urduca
ve ayrıca kutsal dil olan Arapça bulunmaktadır. Urduca dilinin varlığı, toplumun
kolaylıkla kutsal olanla dünyevi olanı ayırt etmesini sağlamakta iken Arapça dışında kullanabileceği başka bir dile sahip olmayan bölgelerde sekülerleşmenin
daha zor olacağı ifade edilmektedir (Diner, 2011: 80). Yazara göre matbaanın
ve yazılı çoğaltımın İslam coğrafyasında direniş ile karşılaşması da kutsal dilin
sözle nesilden nesile aktarımı ile ilişkili olmuştur. Yazılı metne karşı takınılan bu
kuşku ve sözlü aktarım, bilginin belirli çevreler ile sınırlanmasına yol açmaktadır. Bilginin sınırlandırılması ve kutsalın orjinalliğinin bozulmadan aktarılması
sekülerleşmenin önünde ciddi bir engel oluşturmuştur. Kutsal temele dayanan
İslam medeniyetinde yazının desteklediği sözlü aktarım, kendine özgü şekliyle
evrensel bir sabiti yansıtmaktadır. Fakat metinlerin matbaada mekanik olarak
çoğaltılması durumunda bu kutsal hava kaybedilmektedir (Diner, 2011: 91).
İslam ile devlet arasındaki bağlantının, devletin dışında toplumsal alanda yeni
oluşumların ortaya çıkmasında engelleyici olduğu ifade edilmektedir. Aynı zamanda İslami hukuk da kutsallık yüklenmiş bir hukuk olduğu için toplumsalın
durgunlaşmasında etkili olmuştur. Fakat burada bahsedilen tüm argümanlar bir
insanın inancı olan din ile alakalı değildir. Burada belirtilmek istenen Weber’in
(aktaran İbrahim, 1997: 31): “Sanayileşmeyi, bireylerin itikadı olarak İslam değil…
İslami devlet formasyonlarının, memur zümresinin ve yargı sisteminin dini biçimleniş yapısı engellemiştir.” sözünde olduğu gibi sekülerleşmenin dinin devlet ve toplumsal yapıdaki etkisi ve gücünden olumsuz etkilenmesi durumudur.
İslamın devlet formasyonu ve toplumsal yapının şekillenmesinde oynadığı rol
üzerinden yürütülen bu tartışmalarda kuşkusuz haklılık payı bulunmaktadır.
Fakat eski dönemlere ilişkin bu tartışma 21. Yüzyılda Arap coğrafyasında sivil
toplum oluşumu görülebilir mi üzerine yapılan bir tartışmayı anlamsız kılmaktadır. Sivil toplumun yukarıda kısaca ele alınan kavramlaştırması olarak burju188
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
va toplum formasyonunun dünyaya yayılımı şeklinde değerlendirilmesi durumunda Arap coğrafyasının bu durumdan etkilenmeden kalması beklenemez.
1970’lerin sonundan itibaren Arap solcuların Sovyetler Birliği döneminde benimsenen devletçi kalkınma modelini benimsememeleri ve siyasi çoğulculuk ve
Arap dünyasındaki siyasi sistemlerin demokratikleşmesi sorularını konu edinmeye başlamaları sivil topluma yönelik eğilimlerin yeşerdiğini göstermektedir
(İbrahim, 1997: 36). Liberallerin Arap coğrafyasında bir sivil toplum oluşması
yönündeki isteklerinin nedeni, sadece ekonomik dışa açılmanın gerçekleştiği
bu coğrafyada buna uygun toplumsal yapı değişikliği değildir. Bunun yanı sıra
coğrafyada henüz tam anlamıyla yerleşmemiş olan liberalizmi tehdit edebilecek iki olgu söz konusudur: Devletin daha fazla dine yanaşması ve İslamcıların iktidarı ele geçirmesi (İbrahim, 1997: 36-37). Kuşkusuz coğrafyada sivil
toplumun gelişiminde ekonominin dışa açılımının içeriden liberal kanattakiler
tarafından desteklenmesinin yanı sıra küreselleşme süreci ile sivil toplumun
demokrasi bağlamında sunulmasının payı da söz konusudur. Geertz (2001:
95, 165) Amerika’nın Fas’a Reagon işleyişinin nasıl dayatıldığını- piyasa kamu
harcamalarının kısılması, kuralların gevşetilmesi, yabancı yatırımlara açıklıkgöstermektedir. Bu bağlamda serbest piyasa ekonomisinin uluslararasılaşmasının bir ayağı olarak sivil toplumu görmek mümkündür. Asya, Afrika ve Arap
coğrafyalarında modernizm, sivil toplum tartışmaları sanayileşmiş ülkelerin bu
uluslara yönelik politika değişiminin bir sonucudur. Bu süreçte, daha önce bu
coğrafyalardaki insanlar arkaik, kabileci, ilkel, barbar olarak adlandırılırken birden bu milletler gelişmekte olan ülkeler olmuşlardır.
Sivil toplumun demokrasi ile ilişkili olarak ele alınması durumu Batı toplumunda
dahi sorunlu iken Arap coğrafyasında özellikle Arap Baharı sonrası tartışılmaya başlanan oluşumlarda daha da sıkıntılı olduğu görülmektedir. Sivil toplum
ile demokrasi arasındaki ilişkide savunulan çeşitli argümanlar söz konusudur.
Öncelikle eşitlik, hoşgörü, insan haklarına saygı gibi değerler sivil toplumun temeli olarak verilmektedir. Bu değerler aynı zamanda demokratik bir düzenin de
temeli sayılmaktadır. Dolayısıyla sivil toplum, yeni demokrasi arayışlarında müzakere sürecini demokratikleştirecek, çoğulculuğu ve birlikte barış içinde yaşama olgusunu pratiğe geçirebilecek önemli bir aktör olarak resmedilmektedir.
Modern demokrasi kavrayışında temel belirleyici unsurlardan birisi de iktidarın
keyfiliğinin önlenmesi ve egemenliğin, halkın rızasına dayanmasıdır. Dolayısıyla
bu noktada sivil toplum, iktidarın keyfiliğini önleyen ve bir bakıma onu sınırlayan ve denetleyen bir aktör olarak resmedilmektedir. Paul Q. Hirst de (aktaran
Çaha, 2007: 59) sivil toplum unsurlarının, demokrasilerde çoğunluk diktatoryasının önünde bir engel olması bakımından demokrasi ile sivil toplum arasındaki
bağı ifade etmektedir. Sivil toplum ile çoğulculuk arasındaki ilişki üzerinden sivil
toplum ile demokratikleşme arasında bir bağ kurulmasında da çeşitli sıkıntılar
189
İSLAM VE SİVİL TOPLUM • Araş. Gör. Duygu Duman, Araş. Gör. Ilgın Barut
mevcuttur. Liberal kültür, çoğulculuğun işlev göreceği tek kültür olarak ileri sunulur. Bu iddia şu şekilde devam eder: Herhangi özel bir kültür akılcılık temelleri
üzerinden gerçeklendirilemeyeceğinden, tüm kültür çeşitlerine karşı hoşgörülü
olmak gerekmektedir. Fakat buradaki sorun, liberal demokrasinin çoğulculuğu
içerdiği noktasındadır. Bu sistem, hiçbir değer takımının diğerinden daha üstün
olmadığını iddia etmekte iken liberalizmin bu çoğulcu söyleminin korunması
için, liberalizmin kendi değerleri korunmalıdır ve bu diğer değerlerin savunmasızlığı ilan edilmeksizin yapılamaz (Serdar, 2001: 222). Dolayısıyla öncelikle sivil
toplumun bünyesindeki burjuva toplum değerlerinin yapısı sorgulanmalıdır ki
sivil toplum buna kapalıdır. Arap coğrafyasına dönecek olursak Müslüman Kardeşler örneğinde örgütün demokratik değerlere bağlılıklarının geniş kapsamlı
insan hakları yaklaşımıyla çelişki içinde olduğu belirtilmektedir. Müslüman Kardeşler, el-Seyyid tarafından savunulan, sivil toplum yapıları içerisinde hoşgörü
etiğine Müslüman olmayanlarla diyolag kurma noktasında bir uyum göstermekte iken İslamı eleştiren Müslümanlara karşı aynı hoşgörüyü göstermediği
belirtilmektedir (Harders, Jürgersen, tabbara, 1997: 87).
Bu bağlamda Arap Baharı adıyla yaşananların coğrafyada Sovyetler Birliği’nin
desteklediği rejimlerin tasfiye sürecinin sivil bir görünüm altında gerçekleşmesi
olarak yorumlamak mümkündür. Özellikle Ortadoğu konusunda uzman akademisyen Bernard Lewis’in (aktaran Çetin, 2012: 41) sözleri oldukça dikkat çekicidir: “Bu insanların temel problemleri kendi ülkelerindeki otoriter rejimlerle,
diktatörlerle. Ancak bunlar; yani Mısır ve Suudi yönetimleri Amerika’nın Ortadoğu’daki en yakın dostları olarak görünüyorlar. Bu ülkelerdeki muhalifler de kendi
iktidarlarıyla baş edebilmek için, önce Amerikalıları bölgeden göndermeleri gerektiğine inanıyorlar. Amerikalıları yollayabilmek için ise ABD’nin Ortadoğu politikası yüzünden canının acıyabileceğini Amerikan toplumuna göstermek gerektiğini düşünüyorlar. Bu yüzden terörü Amerikan topraklarına taşıdılar.” Okur’a
göre (2011: 9-12) Amerikalıların bu noktadaki stratejisi şu şekilde olmuştur: “Ortadoğu’daki muhaliflerle temasa geçip onlara Amerikan karşıtı yönlerinin törpülenmesi karşılığında bölgede ABD’nin nüfuzu altında bulunan rejimlerin demokrasiye geçirileceği sözünü verdiler.” Kuşkusuz toplumsal olan hiçbir zaman
planlanan yönde gerçekleşme durumunda değildir. ABD’nin coğrafya üzerinde
demokrasi ve sivil toplum üzerinden bir güç kurmaya çalıştığı ortadadır. Fakat
coğrafyadaki halkın ve çatışan gruplar arasındaki güçlerin nasıl evrileceği ve
sürecin nasıl sona ereceğini kestirmek güçtür. Burada dikkat edilmesi gereken
ve bu çalışmada savunulan nokta sivil toplum İslam ile birlikte görülüp görülemeyeceği tartışmalarının gelinen noktada anlamsız olduğudur. Sivil toplum bu
coğrafyada yeşertilmeye çalışılmaktadır ve bu girişim bölge içerisinde de destek bulmaktadır. Sivil toplumun 1980’lerin sonu ve 1990’ların başından itibaren
demokrasi söylemiyle Sovyet kalıntılarının silinmesi şeklinde yayılması durumu
190
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
zaten bilinen bir olgudur. Fakat Arap coğrafyası için sivil toplumun ayrıca başka
bir önemi mevcuttur. Sivil toplum, radikalleşen İslami hareketlerin bir bakıma
ehlileştirilmesi ve sistem içerisine alınması noktasında da rol oynayabilir.
Sonuç
Bu çalışmada öncelikle sivil toplum denilince ne anlamak gerektiğine yönelik bir
değerlendirme yapılmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda genellikle sivil toplum kavramıyla birlikte anılan demokrasi kavramı arasındaki ilişkiye eleştirel bir bakış
sunulmuştur. İslam ve sivil toplum tartışmalarına ve özellikle İslam’ın yapısından kaynaklanan durumlara yer verilmiş olsa da bu çalışma İslam-sivil toplum
tartışmasına farklı bir perspektiften bakma amacını taşımaktadır. Öncelikle sermayenin uluslararasılaşmasının hem bir gereği hem bir sonucu olarak sivil toplumun da uluslararasılaşması söz konusudur. Bu bağlamda Arap coğrafyasını
bu gelişimden ayrı tutmak çok mümkün görünmemektedir. Ayrıca Arap Baharı
ile hareketlenen coğrafyanın bu veriler ışığında analiz edildiğinde bu hareketlerin içsel dinamikleri olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir. Zira sermayenin
uluslararasılaşmasının toplumsal, yönetsel, siyasi ve ekonomik gerekleri aynı
zamanda yerelde de talep bulmaktadır. Bu bağlamda süreci salt büyük güçlerin
bu coğrafya üzerinde egemenlik kurma isteği olarak okumak yerine büyük güçlerin kontrol isteği ile yerel, ulusal birtakım çıkarların örtüşmesi olarak görmek
daha açıklayıcı olabilir. Fakat bu da, söz konusu coğrafyada büyük güçlerin isteği doğrultusunda bir oluşum gerçekleşeceği anlamına gelmemektedir. Sürecin halen devam ettiği düşünülürse bunun nasıl bir yola evrileceği, hangi güçler
arasında ittifaklar, hangi güçler arasında kopmalar meydana geleceğini bilmek
ya da planlamak mümkün görünmemektedir.
Bu çalışmada ayrıca sivil toplumun İslam coğrafyasında mümkünlüğünün başka bir boyutuna dikkat çekilmek istenmiştir. Batı’da ortaya çıkan yeni toplumsal
hareketlerden farklı olarak İslami hareketler, daha totaliter ya da tekçi eğilimler
göstermiştir. Dolayısıyla modernite ve sivil toplum tartışmaları ve İslam’ın bunlarla eklemlenmesi ya da barışması anlayışı bir anlamda İslam’ın radikal yanlarını törpülemenin bir aracı da olabilmektedir. Göle’nin de ifade ettiği üzere
(2009: 12) İslam, vicdan, aile ve cemaat dünyalarından çıkıp, eğitim, piyasa
ekonomisi, iletişim, tüketim ve sivil topluma doğru açıldıkça modern toplumun
gereksinimleri ışığında kendi yasakçı sınırlarını aşmak zorunda kalmakta, ama
aynı zamanda bu alanları da değişime uğratmaktadır. Bu bağlamda İslam ile sivil toplumun beraberliği bir yandan İslam’ın yapısında bir diğer yandan da sivil
toplumun yapısında değişimler ve etkiler meydana getirmektedir. Bu nedenle
İslam ve sivil toplumun birlikte görülüp görülemeyeceğine yönelik tartışmalar
da anlamsız kalmaktadır.
191
İSLAM VE SİVİL TOPLUM • Araş. Gör. Duygu Duman, Araş. Gör. Ilgın Barut
Kaynakça
Colas, A. (2002). International Civil Society. Cambridge: Polity Press.
Çaha, Ö. (2007). Aşkın Devletten Sivil Topluma (3. Baskı). İstanbul: Plato Film Yayınları.
Çetin, A. (2012). Arap Baharı ve Türkiye. Avrasya Araştırmaları Serisi I, Çankırı Karatekin
Üniversitesi.
Çulhaoğlu, M. ve Soyer, C. (2000). Solda “Sivil Toplum” Söylemi: Gerçekler ve Yanılsamalar. Ankara: Cantekin Matbaası.
Diner, D. (2011). Mühürlenmiş Zamanlar İslam Dünyasındaki Durgunluk Üzerine. İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Geertz, C. (2001). Gerçeğin Ardından Bir Antropoloğun Gözünden İki İslam Ülkesinin Son
Kırk Yılı. İstanbul: İletişim Yayınları.
Gellner, E. (1994). Conditions of Liberty: Civil Society and Its Rivals. London: Penguin Press.
Göktürk, E. T. (2008). Dünden Yarına Yurttaşlık 21. Yüzyılda Yurttaşlık, Ulusal Devlet ve
Küreselleşme. İstanbul: SAV Yayınları.
Göle, N. (2009). İslamın Yeni Kamusal Yüzleri. İstanbul: Metis Yayınları.
Hall, S. (1995). Yeni Zamanlar: 1990’larda Politikanın Değişen Çehresi. (A. Yılmaz, Çev.).
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Harders, C. Jürgersen, C. Tabbara, T. (1997). Sivil Toplumun Taşıyıcısı Olarak, Mısır’daki
Meslek Birlikleri. F. İbrahim, H. Wedel (Edt.). Ortadoğu’da Sivil Toplumun Sorunları içinde
(61-93). İstanbul: İletişim Yayınları.
İbrahim, F. (1997). Sivil Toplum Üzerine Arap Tartışması F. İbrahim, H. Wedel (Edt.).
Ortadoğu’da Sivil Toplumun Sorunları içinde (29-61). İstanbul: İletişim Yayınları.
Kaldor, M. (2003). The Idea of Global Civil Society. Royal Institute of International Affairs,
79 (3), 583-593.
Kaplangil, D. (2010). Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de Sivil Toplum ve Demokratikleşme.
Yayınlanmamış yüksek lisans tezi. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Kiely, R. (2005). The Clash of Globalisations Neo-Liberalism, Third Way and Anti-Globalisation. Netherlands: Brill Academic Publishers.
Meray, A. E. (2007). Türkiye’de Uluslararası Sivil Toplum Kuruluşlarının Siyasal Karar Alma
Mekanizmalarına Etkisi. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi. Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Okur, M. A. (2011). BOP’tan
Asp?s=yd&id=134, 9-12-2011.
Arap
Baharı’na,
http://www.tasep.org/default.
Onbaşı, F. (2005). Sivil Toplum. İstanbul: L&M Yayınları.
Özbek, M. (2004). Giriş: Politik Kamusal Alan ve Kolektif Yaratıcılık. Meral Özbek (Edt.),
Kamusal Alan içinde (181-231). İstanbul: Hil Yayınları.
Sarıbay, A. Y. (2003). Universitas mı Societas mı? Sivil Toplum Dergisi, 1 (1).
Savran, G. A. (1984). Sivil Toplumun Eleştirisi. Yapıt, 5 (1984), 31-49.
Savran, G. A. (1987). Sivil Toplum ve Ötesi. İstanbul: Alan Yayıncılık.
192
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Serdar, Z. (2001). Postmodernizm ve Öteki Batı Kültürünün Yeni Emperyalizmi. İstanbul:
Söylem Yayınları.
Tosun, E. G. (2001). Demokratikleşme Perspektifinden Devlet-Sivil Toplum İlişkisi. İstanbul:
Alfa Yayınları.
Uğur, A. (1998). Batı’da ve Türkiye’de Sivil Toplum: Kavram ve Olgunun Gelişim Serüveni.
A. Ünsal (Edt.). 75 Yılda Tebaadan Yurttaşa Doğru içinde (213-227). İstanbul: Tarih Vakfı
Yayınları.
Uslu, A. (2003). Sivil Toplumun Eleştirisinden Sosyalist Demokrasi Kuramına: “Sivil Toplum ve Ötesi”. Praksis, 10 (2003), 389-403.
Üstel, F. (1999). Yurttaşlık ve Demokrasi. Ankara: Dost Yayınevi.
Wood, E. M. (1990). Sivil Toplumun Yararları Zararları. Socialist Register.
Woods, N. (2008). Dünya Siyasetinde Düzen, Küreselleşme ve Eşitsizlik. (A. S. Mercan,
Çev.). D. Held & A. Mcgrew, (Eds.), Küresel Dönüşümler: Büyük Küreselleşme Tartışması
içinde (550-565). Ankara: Phoenix Yayınevi.
Yeşiltaş, Ö. (2006). Civil Society and Democratization in Turkey: A Critical Evaluation of
Civil Society-Democracy Relationship in the Context of Turkey-EU Relations. Middle East
Technical University The Graduate School of Social Sciences.
Yıldız, Ö. (2004). Sivil Toplum, Demokrasi ve Çoğulculuk. Sivil Toplum, 2 (5), 85-92.
193
KÜRESELLEŞEN
DÜNYADA DEĞERLERİN
YAŞATILMASI SORUNU
Doç. Dr. Sıddık Korkmaz
Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Özet
Küreselleşmenin yoğun olarak kendisini hissettirdiği günümüz dünyasında, yerel değerlerin varlık ve yaşam savaşı verdiği bilinmektedir. Bu değerlerin kendilerini evrensel
boyutlara taşımadığı sürece hayatta kalma ihtimallerinin pek fazla olmadığını söylemek
kehanet değildir. Başta teknoloji olmak üzere hayatın birçok alanını işgal eden yenilik ve
gelişmelerin Batı ve Amerika kaynaklı olduğu vakıadır. Cevabı zor bulunan soru; İslam
kültürü ile Batı kültürü birbirinden farklı iken ve küreselleşmeyi tetikleyen değerlerin batı
kaynaklı olduğu ortada iken nasıl olup da İslam kültürünün hala dimdik ayakta kaldığıdır.
Hatta yaşanan bazı askeri işgaller sonucunda dahi silinip gitmediği, kendisini nasıl yenilediği ve gücünü nereden aldığıdır.
Günümüzde İslam’a, üzerine binilip de başta cennet olmak üzere, bizi dünyanın yücelik,
ululuk, efendilik, güçlülük vb. üstünlük ifade eden bütün sıfatlarına taşıyacak bir meta
gözüyle bakmaktan vazgeçmek gerekmektedir. İslam’ı bir din olarak kabul edip, onu
siyaset, ideoloji, fen bilimleri veya sosyal bilimler kaynağı olarak görmekten vazgeçmek
gerekmektedir. İslam’ın temel hedefi inancı sahih, ahlakı ve yaşantısı düzgün insanlar
yetiştirmek ve insanlığa bu şekilde tavsiyede bulunmaktır. Dinin temel metodu tavsiye
ve hatırlatma olup cebir ve zorlama değildir.
Hayatı olması gerektiği gibi değil de olduğu gibi algılamak ve fikirlerimizi bunun üzerine
inşa etmek, küreselleşme konusunda bakış açılarımızın netleşmesine katkı sağlayacaktır.
Var olan durum iyi olan ile daha iyi olanın veya güçlü olan ile daha güçlü olanın ilişkisi
195
KÜRESELLEŞEN DÜNYADA DEĞERLERİN YAŞATILMASI SORUNU • Doç. Dr. Sıddık Korkmaz
sonucu ortaya çıkmış bir yapı olarak görünmektedir. İnsanın yaratıcılığına vurgu yaparak
durumu kabullenmek kendimizi yeniden inşa etmemizi sağlayacak ve geleceği daha net
görmemize yardımcı olacaktır.
Tebliğimizde İslam kültürünün özgün yapısını koruyarak gelecek nesillere nasıl aktarılabileceğinin imkân ve ihtimalleri ele alınacak, bu süreç içinde kültür, din, mezhep, toplum,
birey ve ailenin önemi üzerinde durulacaktır. Küreselleşmenin etkisi ile kaçınılmaz duruma gelmiş olan çok kültürlü, çok dinli ve farklı etnik yapıların egemen olduğu toplumlarda nasıl bir strateji uygulanması gerektiğinin örnekleri verilecektir.
Anahtar Kavramlar: Küreselleşme, Değerler, Kültür, Din, Mezhep, Toplum, Birey.
Abstract
It is known that local values conduct a fight of existence in our present world in which
globalization makes itself intensely felt. It is not a prophecy to say that these values have
no much chance to survive unless they carry themselves into universal dimensions. It is a
fact that innovations and developments particularly in technology, which occupy many
fields of life, are western origin. The difficult question to answer is how Islamic culture
is still alive while Islamic culture and Western culture are different from each other and
while it is clear that the values which have triggered globalization are western origin;
how it has not disappeared in spite of some military occupations, renewing itself and
where it derives its strength.
It is necessary to stop looking to Islam as a commodity which one should use and which
leads us first of all to Paradise and to all qualities of superiority like the highness, loftiness, mastery of the world, and mightiness. Instead, it is necessary to accept it as a
religion and cease seeing it a source of politics, ideology, technical sciences, and social
sciences. The main goal of Islam is to produce people with sound belief and decent
morality and etiquette, recommending to humankind this principle. The main method
of religion is recommendation and reminding, not coercion and forcing.
Perceiving the life as it is in reality and not as it should be in ideal and constructing our
notions upon such view will contribute to the clarity of our perspective with respect to
the subject of globalization. The current situation seems to have appeared as a result
of the interaction between the good and the better one on the one hand and between
the strong and the stronger one on the other. Accepting the situation by stressing the
human creativeness will enable us to build up ourselves from a new and help us see the
future more clearly.
In our paper the possibilities of preserving and transmitting the authentic Islamic culture
to the next generations will be addressed and focus will be placed on the importance
of culture, religion, sect, society, individual, and family in this process. Examples will be
given of what kind of strategy should be followed in the societies where the multicultural, multireligious and multiethnic structures are prevalent.
Key Terms: Globalization, values, culture, religion, sect, society, individual.
196
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Giriş
Küreselleşme, modernite sonrası bütün dünyanın karşılaştığı bir realite olarak
karşımızda durmaktadır. Dünya artık eskisi gibi değildir ve iletişim araçlarının
yaygınlaşması sonucu evrensel bir köy haline gelmiştir. Temel soru bu yapı içerisinde nasıl kendi olarak kalınacağı, böyle bir ihtimalin hâlâ geçerli olup olmadığıdır. Ekonomik ve siyasi alanda bu durum pek bir sıkıntı olarak görülmez
iken sosyal ve dinî hayatta geleceğin nasıl şekilleneceği cevabını beklemektedir.
Küreselleşme, aynı şekilde, din anlayışımız üzerinde bir anlam krizine yol açacak mıdır, mutlak hakikat konusunda izafîlik ne derecede hakikati temsil eder
veya evrensellik ilkesi geçerliliğini koruyabilecek midir? Yine bu konuda dinî çoğulculuk anlayışı İslam açısından bir değer ifade eder mi? Ekonomi, siyaset ve
eğitim açısından İslam’ın dünya çapındaki değerlerle ilişkisi ne ölçüde olacaktır? Zengin bir Müslüman olmak, bir parti lideri veya milletvekili, pozitivist ve
seküler eğitim kurumlarında öğretmen ve araştırmacı olmak küresel değerler
açısından bizi ne kadar etkilemektedir? Bunlar ve benzeri uzayıp giden sorular
zihinlerimizi hala meşgul etmektedir.
Bu çalışma küreselleşme olgusu etrafında gerçek durumun ne olduğu, gelecekteki beklentilerin ne olabileceği, değerlerin yaşatılabilmesi açısından birey,
toplum ve din ile ilişkisi üzerinde durmaktadır.
Küreselleşme Olgusu
Küreselleşmeyi sıfırdan ele almak Amerika’yı yeniden keşfetmek veya malumu
ilam etmek olarak kabul edilmelidir. Küreselleşme olgusunu görmezden gelmek, günümüz açısından başını kuma gömmekten başka bir şey ifade etmemektedir. Bu gibi vakit kaybettirici sorular yerine, bu vakıayı anlamaya çalışarak
gerçek durumunu tespit etmek ve bunun üzerine geleceğe yönelik teoriler geliştirmek daha akıllıca bir eylemdir. O halde bu realitenin başta siyaset ve hukuk
olmak üzere, ekonomi, sosyal hayat ve özellikle din ile ilişkisi nedir, bu sorular
üzerine yoğunlaşmak gerekmektedir.
Gerçek Durum
Küreselleşme bir kavram olarak, iletişim, ulaşım, taşımacılık ve internetin yaygınlaşması sonucu dünyanın bugünkü geldiği noktayı tasvir etmek üzere kullanılmaktadır. Kavramın neredeyse hayatın bütün alanlarını kapsaması sebebiyle
ortak bir tanımını yapmak da oldukça zordur. Belki de küresel aktörlerin temel
düşüncesini ekonomi, yani kapitalizm oluşturduğundan daha çok iktisatla ilişkili
olarak kullanılmaktadır. Bununla birlikte başta din olmak üzere, siyaset, hukuk,
eğitim, ahlak, birey ve aile gibi alanları da kapsayan bir yönü bulunmaktadır.
197
KÜRESELLEŞEN DÜNYADA DEĞERLERİN YAŞATILMASI SORUNU • Doç. Dr. Sıddık Korkmaz
Her medeniyetin bu alanlarla ilgili temel değerleri bulunduğu için, günümüzde
ve gelecekte ne şekilde olacağı veya nasıl hayatta kalacağı küreselleşme olgusu
etrafında tartışılmaya devam etmektedir.
Küreselleşme olgusunun çok da görmezden gelinecek bir vakıa olmayıp belki
de kökünün insanlık tarihi kadar eskilere giden realite olduğuna dikkat çekmek
gerekmektedir. Mesela “Neden şu anda Avrupalı ve Asyalı halklar zenginlik ve
güç sahibi de başkaları değil? Örneğin neden Amerika, Afrika Avustralya yerlileri gidip Avrupalıları ve Asyalıları öldüremedi, egemenlikleri altına alamadı?”
(Diamond, 4) şeklinde bir soru sormak, küreselleşme olgusunun köklerine doğru yapılacak bir yolculuğun başlangıcı olabilir. İnsanlık tarihi boyunca yaşanan
savaşlar, göçler veya medeniyet ilişkileri bu başlangıcın devamı niteliğindedir.
Toplumlar arasında yaşanan ilişkilerin haklılık veya haksızlığının, zaman içerisinde üzerine bir sünger çekilmiş, birçok hadise içselleştirilerek unutulmuş (Traverso, 47) ve günümüze kadar gelinmiştir.
Küreselleşmenin ekonomik alanda ve özellikle günlük hayattaki etkisini tasvir
eden güzel bir benzetme vardır:
Merkezi Amerika’da bulunan milletler arası bir şirketin Londra’daki bürosunda
çalışan genç İngiliz, işi bitince Japon yapımı arabasına binerek evine döndü.
Alman mutfak gereçleri ithal eden bir firmada çalışan eşi çok küçük İtalyan
arabasıyla daha kolay ilerlediği için eve ondan önce gelmişti. Yeni Zelanda pirzolası, California havucu, Meksika balı, Fransız peyniri ve İspanyol şarabından
oluşan sofrada akşam yemeklerini yedikten sonra, Fin yapımı televizyonlarında
İngilizlerin Falkland Adaları’nı alışına dair program seyrettiler. Program sonrasında İngiliz olmanın mutluluğu ile sevindiler (Aslan, 165).
Bu örneğin ülkemiz açısından da geçerli olduğunu, benzerlerinin bizde de yaşandığını rahatlıkla söylenebilir.
Günümüzde küreselleşmenin belli başlı göstergeleri; ekonomik faaliyetlerdeki
özgürlükler, milletler arası sermaye akışına açıklık, fiyat kontrolü ve hukukun
üstünlüğü gibi alanlarda görülmektedir. Bu göstergeler açısından, ABD küreselleşme sürecinde oldukça merkezi bir konuma sahip iken buna karşılık İslam ülkeleri bu sürecin kriterlerine uygun bir durumda değildir. İslam Dünyası,
2000 yılı raporlarına göre dünya toplam ticaretinin ancak %5’i civarında, kendi
aralarındaki ticarette de toplam ticaretin ancak %10’u kadar bir paya sahiptir.
Dünya toplam sermayesinin ancak küçük bir kısmını kullanabilmektedir (Gözen,
147-148). Bu verilerin günümüzde de çok farklı olduğunu söylemek mümkün
görünmemektedir. Öte yandan dünyanın en zengin 200 kişisinin sahip oldukları toplam servet, yeryüzündeki en yoksul 2,5 milyar insanın toplam gelirinden
198
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
daha fazla ve bu 200 zenginin 112’si Amerikalılar tarafından temsil edilmektedir
(Aslan, 195). Bu rakamlar zaman zaman değişim gösterse de ibre her zaman
Amerikalılar tarafını göstermektedir veya zenginlerin ilk fırsatta oralardan emlak edinme arzusunda oldukları bilinmektedir. Hemen yanı başımızda, Asya’da
kendi ekonomik yapılarını değiştiren bir gelişme yaşanmış ve kimi ülkeler olağan üstü gelişme göstermiştir. Ekonomistler, sanayileşmenin başladığı yıllarda,
İngiltere’nin elli yıl içerisinde, Amerika’nın ise elli yıldan az bir sürede kişi başı
üretimlerini ikiye katladığını belirtmektedirler. Çin ve Güney Kore ise bunu yaklaşık olarak on yıl içinde başarmıştır (Brzezinski, 213-214). Başta Türkiye olmak
üzere İslam coğrafyasının böyle bir dönüşümü gerçekleştirmesinin önünde bir
engel bulunmamakla birlikte, vakıa maalesef istenilen düzeyde değildir. Köklü
bir değişimin yaşanması için ise öncelikli olarak paradigma değişimine ihtiyaç
duyulduğu ortadadır.
Öte yandan Amerika’nın temsil ettiği ekonomik gücü sadece emperyalist politikalarından kaynaklanmamaktadır. Bunun altında yatan bir kültürel egemenlik
de söz konusudur. Amerika’nın kitlesel kültürü, özellikle dünya gençliği üzerinde manyetik bir çekim gücüne sahiptir. Cazibesi, yansıttığı hazza dayalı yaşam
biçimine dayandırılabilir, ama küresel cazibesi ortadadır. Amerikan televizyon
programları ve filmleri küresel pazarın dörtte üçünü kapsamaktadır. Amerikan
tutkuları, yeme alışkanlıkları, giyim kuşam tarzı, dünyada gittikçe daha çok taklit edilirken, Amerikan popüler müziği de aynı şekilde baskındır. İnternet dili
İngilizcedir ve küresel bilgisayar sohbetlerinin içeriğini de etkilemektedir. Amerika yüksek öğretim arayanların Kabe’si haline gelmiştir. Yarım milyon öğrenci
Amerika’ya akın etmekte ve bunların en yeteneklileri asla ülkelerine geri dönmemektedirler. Amerikan üniversitelerinden mezun olanlar neredeyse bütün
kıtalarda her kabinede yer almaktadır (Brzezinski, 45). İnsanı ortak değer olarak alıp temele günlük yaşamda hazcılığı, yüksek verim ve kaliteyi yerleştirmesi
sebebiyle Amerikan kültürü hala kendisini dayatmaktadır.
İktisadın kavramları ile küreselleşmenin bir arz mı, yoksa bir talep mi olduğu
önemli bir sorudur. Az gelişmiş, gelişmekte olan veya ikinci dünya ülkeleri olarak tanımlanan bizler küreselleşme olgusuna sürekli bir talep olarak yaklaşmaktayız. Yani ortaya çıkan yeni şeyler var ve bizler bunlara talip oluyoruz.
Acaba küreselleşme olgusunun içerisinde kasıtlı bir arz veya talebi oluşturma
girişimi bulunamaz mı? Bu sorunun cevabı elbette ki “evet” olacaktır. Hal böyle
olmasaydı “reklamcılık” sektörü neden var olsundu ki? Beğenelim ya da beğenmeyelim küreselleşme olgusunu besleyen egemen güçler dünyanın geri kalan
kısmının da bu sürece katılmasını istemekte ve onları buna tahrik etmektedir.
Geri kalan kısmı da bunu kabullenerek mecburen bu sürece dâhil olmaktadır.
199
KÜRESELLEŞEN DÜNYADA DEĞERLERİN YAŞATILMASI SORUNU • Doç. Dr. Sıddık Korkmaz
Günümüzde küreselleşme sürecinin ve bu sürece katılabilmenin en önemli unsurları olan açık toplum, serbest piyasa, çoğulcu siyaset, özgür birey ve hukukun üstünlüğüne dayalı yönetim şekilleri İslam toplumlarından epeyce uzakta
görünmektedir. Bunların yerine, daha çok demode olmuş ve işleyişi problemli
olan merkeziyetçi diktacı-ideolojik-dogmatik devlet mekanizması, içe kapalı ve hareketliliği düşük dinî cemaatler, az gelişmiş ekonomi ve ticaret, klasik
ve ideoloji ağırlıklı eğitim sistemleri ve tüm bunların ortaya çıkardığı kalitesiz,
üretemeyen-tüketen, düşünemeyen-ezberleyen, tartışmayan-kabul eden, çoğu
zaman dogmatik ve özeleştiriden uzak insan modellerine sahiptir denilebilir
(Gözen, 149). Bunun altında yatan sebep İslam dünyasında egemen olan din ve
siyaset ilişkisi olarak görünmektedir. Din adına veya dinî gerekçelerle kurulan
devletler kısa sürede dini ele geçirerek onu devletin dini haline getirmektedirler. Bu noktadan itibaren de dinin öğretileri, artık devletin itibarı, gücü ve nüfuzu ile ilişkili hale gelmektedir (Fuller, 45). İnsanın mutluluğu ve saadeti için araç
olan devlet birdenbire amaç haline dönüşmektedir. Bu alanda yeterli seviyede
fikir üreten çıkmamakta veya üretenlere iyi gözle bakılmamakta ve yöneticilerle
(iktidar) yönetilenler (muhalefet) arasında bir dizi kavga sürüp gitmektedir. Bu
kavganın sonucu bir türlü yönetilenler lehine sonuçlanmamaktadır.
Müslümanların oluşturduğu bu durum bir kader olarak algılanabilir mi? Şüphesiz bu sorunun cevabı “hayır” olacaktır. O halde yol ve yöntem ne olabilir?
Mademki insan hayatını anlamlı ve amaçlı kılan şey insanın elinden alınamayan
ruhsal ve tinsel özgürlüktür (Frankl, 71, 97), öyleyse bu özgürlüğün temellerinin
de sağlam olması gerekmektedir. Eyleme dönüşmeyen bütün muhalif düşüncelere kapı açmak ve onları cesaretlendirmek gerekmektedir. Onları sorundan
daha ziyade, çözümün parçası haline getirmek mümkündür ve bunun yolları
aranmalıdır.
Ortada inkâr edilemeyecek birçok kültürlü ve birbirinden haberdar olan dünya
var. Bu dünyada küreselleşme olgusunun reddedilmesi mümkün değildir, ancak
tamamen teslim olmayı gerektiren bir durum da yoktur. Bu durum bizi yeni bir
soru ile karşı karşıya getirmektedir: Küreselleşmenin ne kadarına evet ve ne
kadarına hayır diyeceğiz. Bu soru aslında yeni bir soru değil ve Osmanlı’dan
günümüze sürekli tartışılan bir problemdir. Belki bu soruya açık seçik ve net
bir cevap bulunamayacaktır ama cevabı bulmak için aramaktan başka çare de
görünmemektedir.
Gelecek ve Beklentiler
Gelecek ve beklentilerimiz açısından iki türlü tavır gerçekleştirmemiz mümkündür. Ya olup bitenlerden herhangi bir şikâyetimiz olmaksızın vakıaya teslim olmak ya da sonucunu Allah’a bırakmak kaydıyla geleceğimizi planlamak.
200
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Bilimsel veriler ve sağlam akıl ikinci yolun benimsenmesinin zaruri olduğunu
göstermektedir. Çok iyi bilmekteyiz ki tarihi nesne olanlar değil, özne olanlar
şekillendirmektedir.
Yaygın kanaat açısından küreselleşme konusunda ikili bir tavır gelişmektedir.
Genellikle siyasî ve ekonomik yönüne “evet”, dinî ve sosyal yönüne “hayır” denilmektedir. Siyasî ve ekonomik yönüne “evet” diyerek vakıaya teslim olmak
sorunlarımızı çözmemekte, başta İslam ülkeleri olmak üzere dünyanın birçok
bölgesinde bu gerekçelerden dolayı birçok savaş çıkmakta veya devam etmektedir. Bu resmin değişmesi için insiyatifin edilgen durumdaki ülkelerin elinde
olması gerektiği ortadadır. Dinî ve sosyal yönüne “hayır” denildiğinde de, kast
edilen dinî ve sosyal yapının ne olduğu sorusu kendisini hissettirmektedir. Öyle
veya böyle kendi sorunlarını kendisi çözemeyen toplumların varacakları yer pek
de hoşlarına gitmeyecektir. Bir insan teslim olmak veya acı çekmenin kaderi olduğunu gördüğü zaman, acısını kendi görevi olarak kabul etmek zorunda
kalmakta, bunu tek ve eşsiz görevi olarak kabul etmektedir. Acı çekerken bile
evrendeki eşsizliğini, taşıdığı yüke katlanma yolunda kullanmaktadır (Frankl,
81). Bu katlanma duygusunun, küreselleşme karşısında, acizlikten öte azizliğe,
yaratıcılığa ve üreticiliğe dönüştürülmesinden başka çare görünmemektedir.
Başarı bir tesadüf değildir ve tarihi nesne olan değil, özne olan toplumlar şekillendirmektedir.
Dindarlığımızı bir kenara bırakarak şu soruları da sorabiliriz: Biz kimiz, korunacak değerlerimiz nelerdir, İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet/
Hz. Peygamber, bizim için ne anlam ifade eder? Şayet söz konusu referanslar değerlerimizin bir parçası ise bu değerleri nasıl koruyacağız? Farklı cevap
ihtimalleri bulunmakla birlikte, kendisini buralı sayan herkesin bizden biri olduğunu, hayatımıza pozitif değer katan şeylerin değerlerimiz olduğunu ve bu
kaynakları doğru anlamak için tartışma ortamlarımızın her zaman açık ve hazır
olduğunu söyleyebiliriz. Tercüme, ithal veya taklit cevap ve reçeteler yerine,
küreselleşmenin gerçeklerini göz önünde bulunduran ancak kendi gerçekliğini
esas alan teorilerin/cevapların işimize yarayacağını söyleyebiliriz. Bir Müslüman
olarak Kur’an’ı veya Peygamber’i (sünnet/akıl) dinî değeri açısından elbette ki
tartışmaya açacak durumumuz bulunmamaktadır. Ancak, hangi Kur’an, hangi
sünnet veya hangi peygamber anlayışı gibi sorularla, benimsediğimiz din anlayışını belirgin hale getirmemiz, dinimizi ve dünyayı daha iyi anlamamıza katkı
sağlayacaktır.
Küreselleşme olgusunun bir tarafında tartışmasız bir biçimde egemen Batı
ve Amerika’nın bulunması, geleceğe yönelik teorilerde onların da yer alması
gerçeğini, şimdilik, kaçınılmaz hale getirmektedir. Egemen güçler haklı olarak kendi gelecek ve refahlarını ön planda tutmaktadır. Bunun temini için de
201
KÜRESELLEŞEN DÜNYADA DEĞERLERİN YAŞATILMASI SORUNU • Doç. Dr. Sıddık Korkmaz
her türlü eylem veya girişimi mübah görmektedirler. Mesela Amerika kendisine yakın yönetimleri görevde tutabilmek amacıyla, kendisine karşı gördüğü
yönetimleri gizli operasyonlar veya doğrudan askeri müdahalelerle devirmekten asla çekinmemiştir. Bu müdahale listesi oldukça baş döndürücüdür: Kore
(1950-1953), İran (1953), Guatemala (1954), Kosta Rika (1955), Suriye (1957),
Endonezya (1958), Dominik Cumhuriyeti (1960), Peru (1960), Ekvador (1960),
Kongo (1960), Vietnam (1961-1973), Küba (1961), Brezilya (1964), Şili (1972),
Angola (1975), Nikaragua (1981), Lübnan (1982-1984), Granada (1983), Panama
(1989), Irak/Kuveyt Körfezi (1991), Somali (1993), Bosna (1994-1995), Kosova
(1999), Afganistan (2001 devam ediyor) ve Irak (2003-devam ediyor) (Fuller,
283, 324). Yapılan müdahalelerin insanlık uğruna olduğu iddiası var ise ölüm ve
yıkımdan başka bir şey getirmeyen bir trilyon doların üzerindeki harcanan paranın yalnızca onda birinin okullar, üniversiteler, hastaneler, klinikler ve eğitim
kurumlarına harcanması bu bölgelerde yaşayan insanların yaşam kalitelerine
ciddi katkı sağlardı. Belki bu varsayımımız ne Amerikalılar tarafından ne de
öteki egemen güçler tarafından ciddiye alınacak ve kendi bildiklerini okumaya
devam edeceklerdir. Yaklaşık iki yıla varan ve hemen yanı başımızda cereyan
eden Suriye gerçeği, bazı yönleri ile bunun örneklerinden birisidir. Şayet küreselleşme bir etki-tepki olayı ise bizler hadisenin tepki kısmında yer almakta ve
çözüm için, tırnağımız varsa, kendi başımızı kaşımaktan başka çıkar yol görünmemektedir.
Geleceğe yönelik teorilerde Amerika ve Batı’nın varlığı/var olması gerektiği hususu, aslında o toplumların bir tek ulus ve dini temsil ettiği anlayışı ile ele alınmamalıdır. Bunun yerine onların içinde her din ve medeniyetten insanların bulunduğu, o toplumların şahıs veya ırklardan daha çok ilkelerden oluştuğu ve söz
konusu ilkelerin şayet hakikati temsil ediyor ise müminin yitiği olan hikmetin bir
parçası anlayışı ile ele alınmalıdır. Aksi takdirde bir tepkisel duruş sergilenmiş
olmaktadır ve tepkisel duruş çözümü değil, kavgayı körüklemektedir. Ayrıca bu
noktada değerlerin yaşatılması sorununu da göz önünde bulundurarak, soruna
değil, çözüme odaklanmak gerektiğini de hatırlamak gerekmektedir.
Değerlerin Yaşatılması Sorunu
Değerler, şeylerin olduğu gibi kabullenilmesinin ötesinde, şeylerin nasıl olması gerektiğini gösteren ilkeler olarak tanımlanabilir (Covey, 27). İlkeler, olgular
ve gündelik hadiselerin ötesinde, bizi biz yapan ve hayatımıza renk katan yol
göstericilerimizdir. O halde bu ilkelerin ne kadar evrensel olduğu veya olgularla ilişkisinin yapısı gözden geçirilmelidir. Evrensel olduğunu iddia ettiğimiz
değerlerin yaşatılması, tabiatı gereği bazı destekçilere ihtiyaç duymaktadır. Bu
destekçileri merkezden çevreye doğru sıralayacak olursak, sağlam kişilik, pozitif çevre, aile, akrabalar, komşular, mahalle, şehir ve devlet olarak sayabiliriz.
202
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Bütün bu unsurlarda insan belirleyici faktördür ve insanın düzgün olmadığı bir
yerde düzgün kurumların olmasını bekleme hakkımız da yoktur. Değerlerin yaşatılması için gerekli olan bütün destekçilerin sağlam kişilik temeli üzerine inşa
edilmesi gerekmektedir.
İçinde yaşadığımız toplumda kimi farklılıkların bulunduğu bir vakıadır. Bu farklılıklara karşı nasıl bir tutum takınacağımız tartışmaların düğümlendiği en önemli
sorun olarak görünmektedir. Ne türden fikirler ileri sürülmüş olursa olsun, tarihi tecrübenin ışığı veya sosyal realitenin rehberliğinden olayları inceleyecek
olursak, bu türden farklılıkları dışlamak veya yok saymak yerine, onların da bir
değer olduğunu kabul etmek ve bizim yaşamımızda yerinin olabileceğini kabul
etmek daha mantıklı görünmektedir. Dünyanın doğası veya yaratıcı iradenin
tercihinin bu yönde olduğu da zaten açıktır.
Değerler ve Birey
Değerlerin yaşatılması konusu doğal olarak kişilik ile ilişkili olup, bu çaba elbette ki sağlam birey ve kişilik sayesinde mümkün olacaktır. Kişiliği ve karakteri
güvenilir olmayan insanların temsil ettiği değerlerden de söz edilemez. Psikoloji alanında yapılan çalışmalar kişisel bütünlüğün önemi, şartları ve örnekleri
ile doludur (Cüceloğlu, 101 vd.). Üzerinde durulan konular genellikle özü, sözü,
doğru olmak, değerler ve ilkelerle ahenk içinde yaşamak, bir duruş içinde olmak ve geleceği inşa etmek gibi hususlardır. Mevlana’nın meşhur tasviri ile “ya
olduğu gibi görünen ya da göründüğü gibi olan” insanın inşasına yönelik gayretlerdir. Sağlam birey ve kişilik anlayışımız ise çocukluğunda, gençliğinde veya
hayatının herhangi bir evresinde verdiği kararlardan dönmeyen, sabit fikirli insan olarak değil, hakikati ve doğruyu kabullenmeye her zaman açık, dürüst ve
ilkeli insan olarak algılanmalıdır.
Hz. Peygamber’in getirdiği mesajı yaymak için geçirdiği bütün mücadele sürecinde, kendisine yönelik her türlü ithamın yapıldığını görmekteyiz. Ancak Onun
kişilik sahibi, ahlaklı, güvenilir (el-emîn) ve dürüst olması konusunda herhangi
bir eleştirinin getirilmediği, buna karşılık muhaliflerinin dahi onun bu özelliğini takdir ettiğini bilmekteyiz. İslam adına fikir üretirken, insanlara ve insanlığa
mutluluk getirecek, onların hayat kalitelerini artıracak bir değerler bütününden
söz ediyor isek bu değerleri temsil eden kişinin tebliğden önce temsili esas alan
kişi olması gerektiğini ifade etmek gerekmektedir.
Değerlerin yaşatılması problemi ele alınırken, ileri sürülen iddiaların ortaya konulan bir pratiği olmadan taleplerde bulunmak bir bakıma havanda su dövmeye benzeyecektir. Hz. Peygamber’in ashabı (arkadaşları) ile olan ilişkisi bireyin
inşasının en güzel örneği olarak ele alınabilir. Bu çevrede bireyin hak ve öz203
KÜRESELLEŞEN DÜNYADA DEĞERLERİN YAŞATILMASI SORUNU • Doç. Dr. Sıddık Korkmaz
gürlükleri göz ardı edilmeyip, insanların huy, karakter ve yönelişlerine göre, bir
bütünün parçası halinde oldukları hatırlanmalıdır. Her insanın farklı bir tabiata
sahip olması, onun diğerlerinden farklı olmasının da sebebidir. Bundan dolayı
İslam’ın renk verdiği toplumlarda, tek tip insanların var olması gerektiği tezini
ciddiye almamak gerekir.
Değerlerini, kişiliğinde temsil eden insanların içinde bulundukları toplumlarda
aktif ve etken bireyler olması gerekmektedir. Edilgen ve içinde bulunduğu kaba
göre şekil alan insanların geleceğe vaat edecekleri bir iddiaları bulunamaz. Sahip olunan değerlerin sağlıklı bir çevrede korunması açısından temel dinî kaynaklar zengin metinlerle doludur. İslam’ın savaş ve kılıç zoru olmaksızın üç kıtaya yayılması bu gibi hususların diğer din mensupları tarafından fark edilmesi
sebebiyledir.
Değerlerin bireyler tarafından temsil edilmesi bireylerin yalnızlaşması olarak
algılanmamalıdır. Yalnızlık, kapitalizm ahlakının yan ürünü durumundadır ve
İslam kültürü açısından tasvip gören bir yaşam tarzı değildir. İslam ahlakı açısından insanlar sosyal bireylerdir ve başta aileleri olmak üzere toplumun diğer
katmanları ile ilişki halindedirler. Bu ilişkinin gerçekleştirilmesinin birinci mekânı
camilerdir. Bu yapıları “sâlih amel”i gerçekleştirmek isteyen inananların oluşturduğu; vakıf, dernek, cemaat ve diğer sosyal teşekküller izlemektedir. Bireyin
oluşumunu engellemediği sürece bu yapıların oluşumunda bir sorun yoktur ve
hatta toplum ya da değerlerin yaşatılması açısından gereklidirler.
Değerler ve Toplum
İslam’ın değerleri ve bu değerlerden hareketle oluşturulan İslam kültürü ilk
önce Müslüman aileler içinde hayat bulmaktadır. Bir kurum olarak Müslüman’ın
aile yapısı dini yaşayacağı ilk ortam olarak kabul edilmelidir. Batının, insanı bireye indirgeyen ve onu adeta bir makine olarak algıladığı çağımızda, anne babaya ihtiram, kadına verdiği değer ve çocuklara yönelik geliştirilen sevgi ortamı
insanın insanlığını muhafazası olarak kabul edilebilir. Teknolojinin sözde hayatı
kolaylaştırdığı Batı dünyasında bazı işlerin yolunda gittiği doğrudur. Ancak İslam kültürünün egemen olduğu bir aile atmosferinde yaşanan haz, neşe, huzur
ve mutluluğun oralarda bulunduğunu söylemek oldukça zordur.
Küreselleşen dünyada Müslümanların sahip olduğu aile yapısı korunarak geliştirilecek olursa İslam kültürünün gelecek nesillere aktarılmasının en güvenli kalesi olacaktır. Bu yapı içerisinde yaşlı insanlar işi bitince geri dönüşüm kutusuna
atılacak meta olarak görülmemektedir. Bunun ötesinde, bir vefa anlayışı çerçevesinde, küçükken kendisini yetiştirip büyüten insanlara, bilgi ve tecrübelerinden faydalanmak üzere baş üstünde yer verilmektedir. Anne ve baba arasındaki
204
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
sevgi ve saygı, aileyi ayakta tutan ahlak ve namus anlayışı o aileye farklı bir
nezahet ve değer kazandırmaktadır. Gayrı meşru ilişkinin girmediği Müslüman
aile ortamında dünyaya gelen ve orada yetişen bir çocuk anne ve babasını tanımakta onların sevgi ve şefkatinden mahrum kalmaksızın büyüyebilmektedir.
Saygı, sevgi, din ve imanın egemen olduğu ortamda yetişen birey bu değerleri
doğal olarak kazanmakta ve kendiliğinden geleceğin Müslüman’ı olmaktadır.
Şehirlerimiz caddeleri, sokakları, evleri ve mahalleleri ile birlikte, değerlerimizi
yaşatan organizmalar olmadığı sürece, düzensiz kalabalıklar olmaktan öteye
gitmeyecektir. Küreselleşen dünyada İslam’ın günümüz toplum yapısına katacağı en önemli değer, “müminler kardeştir” veya “kendisi için istediğini, kardeşi
için istemeyen gerçek mümin değildir” anlayışında ifadesini bulmaktadır. Müslümanların egemen olduğu toplumlarda kurallar Müslüman’a göre değil, insana
göre şekillenmelidir. O toplum içerisinde, tıpkı Müslümanlar gibi diğer din ve
kültür mensupları da kendi dinlerini özgürce yaşayabilmelidir. Müslümanların
egemenliğini esas alarak insanları zoraki müslümanlaştırmaya veya İslamî hükümlere itaat ettirmeye çalışmak ikiyüzlülüğün yani münafıklığın yaygınlaştırılmasına çalışmak anlamına gelecektir. İslam’ın öngördüğü toplumda, insanların
Müslüman olmaya özendiği fertler ve bu fertlerin oluşturduğu kurumlar bulunmalıdır. Günümüz dünyasında özellikle Müslümanların yaşadığı toplumlar hem
kendi içlerinden hem de dışarıdan, “toplumsal sorunların İslamîleştirilmesi” gibi
bir sıkıntı ile karşı karşıya bulunmaktadır. Toplumda ortaya çıkan her sorunun
çözümünü, İslam dininden beklemek veya İslam’ın sırtına yüklemek gibi bir
alışkanlık sürüp gitmektedir. Ekonomik, siyasî veya sosyal sorunların çözümü
öncelikle ekonomi, siyaset ve toplumda aranmalı, bu alanlarla ilgili oluşan bilim
dallarından istimdat edilmelidir. Dini konularda bilgi ve birikime sahip kanaat
önderleri, aydın veya bilim insanlarının, kendilerine yöneltilen her türlü soruya
cevap verme gibi bir zorunluluklarının olmadığını hatırlamaları gerekmektedir.
Değerlerle ilişkisi açısından din, hayatın, murad-ı ilahîye göre şekillenmesini istemekte ve bunun nasıl gerçekleşeceğini insana bırakmaktadır. İslam tarihi boyunca yetişen âlim, arif ve hakîmlerin ortaya koydukları eserler ve bu eserlerin
birbirinden farklı oluşu, bu gerçeğin ifadesinden başka bir şey değildir.
Değerler ve Din
İslam dini söz konusu olduğunda, karşımızda iki temel yapının bulunduğunu
hatırlamak gerekmektedir. Bunlardan birincisi, kaynağı ilahî olan, temel kitabı
Kur’an olan, taşıdığı değerler itibariyle tamamen evrensel olan, zaman, mekân
üstü olan ve şahıs, bölge ya da etnisiteyi esas almak yerine ilkeyi esas alan,
Allah katındaki tek din olan İslam’dır. İkincisi ise tarih boyunca Müslümanların
bu dinden anladıklarıdır. Yani kaynağı beşerî olan, temel kitaplar; fıkıh, tasavvuf,
tefsir, hadis, menkıbe veya kelam kitaplarından oluşan geleneksel birikimdir.
205
KÜRESELLEŞEN DÜNYADA DEĞERLERİN YAŞATILMASI SORUNU • Doç. Dr. Sıddık Korkmaz
Taşıdığı değerler itibariyle, içinde yaşadığı toplum veya coğrafyanın belli bir
kesimini ilgilendiren, ilke yerine çoğunlukla şahıslar üzerine kaim ve tamamen
İslam’ın bir yorumu olan İslam anlayışlarıdır. Hz. Peygamber’in yaşadığı zaman
dilimi, yeni oluşumların ne ölçüde İslamî olup olmadığının belirlenmesi ile ilgili
olarak bir kıstas görevi görecektir. Öte yandan İslam’ın ideal anlayışının ve tatbikatının, hiçbir şekilde, belli mekânlara ve zaman dilimlerine hasredilmesi de
İslam’ın evrenselliği ile bağdaşacak türden değildir (Onat, 128).
Müslümanlar İslam karşısında sorumludurlar, onu anlamak, anlatmak ve temsil etmek gibi yükümlülükleri vardır. İslam anlayışları karşısında ise böyle bir
sorumlulukları bulunmamakta, olsa olsa onu güncellemek veya yeri geldiğinde eleştirerek daha iyiyi yakalamakla mükellef oldukları kabul edilebilir. İslam
anlayışları ile kast edilen açıktır ki; tarih boyunca ortaya çıkmış olan mezhepler
veya dinin anlaşılış biçimleridir. Bu oluşumların hiç birisi İslam’ın tek temsilcisi
olma hakkına sahip değildir. Küreselleşme bugün ile ilgili bir olgu olduğuna
göre, geçmişten günümüze ancak ilkeler taşınabilecektir. Bu ilkelerin evrensel
ve mezhepler üstü olması gerekmektedir. Bu realite mezhep gerçeğini göz ardı
etmek veya dine hizmet etmek adı altında oluşan sosyal yapıların görmezden
gelindiği veya lüzumsuz telakki edildiği anlamına gelmemelidir. Mesele yerel
olanın, evrensel olduğu zehabına kapılmaktan uzak durmaktır.
Günümüzde İslam dünyası çeşitli devlet, etnik unsur, kültürel yapı ve farklı
coğrafyalardan oluşmaktadır. Bu gerçeklik, şayet bu toplumlar arasında bir
ilişki veya bağ geliştirilmek isteniyor ise bu farklılıkların göz önünde bulundurulması gerektiği şeklinde bir sonuca götürmektedir. Bu toplumların İslam
paydası altında bir araya getirilmesi, ancak mezhepler üstü bir bakış açısıyla
mümkün görünmektedir. Mezhepler kültürel öğelerle dolu olduğuna göre ve
insanlar kendi kültüründen kolay kolay vazgeçmeyeceğine göre, kendimiz için
beklediğimiz hoş görüyü, öteki Müslümanlara da göstermekten başka çare
görünmemektedir.
Başta Hz. Peygamber’in şahsına yönelik olan anlayışımız olmak üzere şahıs eksenli bir din anlayışına sahip olduğumuz söylenebilir. Oysa bu algı ne Kur’an’la
örtüşmekte, ne Hz. Peygamber’in hayatında yer bulmakta ne de sağlıklı bir insan anlayışına kaynaklık edebilmektedir. Yaklaşık olarak 600 küsür sayfadan
oluşan Kur’an-ı Kerim’de başta Hz. Muhammed olmak üzere adı geçen peygamber sayısı oldukça sınırlı ve yaklaşık 24 civarındadır. Oysa evrensel hakikati
dile getiren bu kitabın başından sonuna kadar dile getirdiği ilkeler manzumesi
bulunmaktadır. Bu ilkelerin siyasette zulmün kaldırılıp, adaletin tesisi, ticarette
aldatma ve aldanmanın yasaklanması, hukukta kul hakkının gözetilmesi, aile ve
ahlakta aşırılık ve namusluluğun temini ve bu ilkelerin insanlığa tebliği şeklinde
özetlenmesi mümkündür. İslam dini şahıs eksenli bir din olmaktan öte ilke ek206
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
senli bir dindir. Bu ilkeler evrenseldir ve bunların başında da hakikatin insanlığın
ortak malı olduğu ve bulunduğu yerde alınması gerektiği vardır. İnsanlığın hayatının dengeleri bozulduğu için İslam kültürü, İslam’dan önceki dönemi cahiliyye devri diye adlandırmıştır. Hz. Peygamber’in en büyük düşmanını cehaletin
babası (Ebû Cehil) sıfatıyla mahkûm etmiştir. İslam kendi geleceğini olmazsa
olmaz bir biçimde, cehaletin zıddına, yani bilgiye emanet etmiştir.
Koskoca İslam dinini bir tek mezhep ya da meşrebe mahkûm etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Kur’an’a hiçbir kimsenin bir harf dahi ekleme ya da çıkarma
hak ve yetkisi yoktur. Ancak hiçbir kimsenin de Kur’an’ı yeniden ve farklı biçimlerde anlama ve yorumlamaya engel olma hak ve yetkisi de yoktur. Tam tersine,
teşvik edilmesi ve yeni kuşakların cesaretlendirilmesi gereken husus budur. Din
tektir, ancak yorumları çoktur. Evrensel ve küresel olanı yakalayanlar kalıcı ve
yaşatıcı olacaktır.
Sonuç
Küreselleşen dünyada değerlerin yaşatılması ve korunması konusunda yapılacak en sağlam şey savunucusu olduğumuz ilkeleri yeniden tartışmaya açmak
ve onları doğru anlayıp anlamadığımızı, sahih bir biçimde yorumlayıp yorumlamadığımızı test etmek gibi görünmektedir. Bunu yapmak değerlerimizi inkâr
ettiğimiz anlamına gelmemekte bunun ötesinde onlara sahip çıktığımız ve gündemde tuttuğumuz anlamını taşımaktadır.
Günümüzde İslam’a, üzerine binilip de başta cennet olmak üzere, bizi dünyanın
yücelik, ululuk, efendilik, güçlülük vb. üstünlük ifade eden bütün sıfatlarına taşıyacak bir meta gözüyle bakmaktan vazgeçmek gerekmektedir. İslam’ı bir din
olarak kabul edip, onu siyaset, ideoloji, fen bilimleri veya sosyal bilimler kaynağı olarak görmekten vazgeçmek gerekmektedir. İslam’ın temel hedefi inancı
sahih, ahlakı ve yaşantısı düzgün insanlar yetiştirmek ve insanlığa bu şekilde
tavsiyede bulunmaktır. Dinin temel metodu tavsiye ve hatırlatma olup cebir ve
zorlama değildir.
Hayatı olması gerektiği gibi değil de olduğu gibi algılamak ve fikirlerimizi bunun üzerine inşa etmek, küreselleşme konusunda bakış açılarımızın netleşmesine katkı sağlayacaktır. Var olan durum iyi olan ile daha iyi olanın veya güçlü
olan ile daha güçlü olanın ilişkisi sonucu ortaya çıkmış bir yapı olarak görünmektedir. İnsanın yaratıcılığına vurgu yaparak durumu kabullenmek kendimizi
yeniden inşa etmemizi sağlayacak ve geleceği daha net görmemize yardımcı
olacaktır.
207
KÜRESELLEŞEN DÜNYADA DEĞERLERİN YAŞATILMASI SORUNU • Doç. Dr. Sıddık Korkmaz
Kaynakça
Adnan Aslan, (2002). Küreselleşme İslam Dünyası ve Türkiye. “Küreselleşme ve Din”.
İstanbul: Ensar Neşriyat.
Doğan Cüceloğlu, (2000). Anlamlı ve Coşkulu Bir Yaşam İçin Savaşçı. (Haz: Şermin Yenice). İstanbul: Sistem Yayıncılık.
Enzo Traverso, (2009). Geçmişi Kullanma Kılavuzu, (Trc: Işık Ergüden). İstanbul Versus
Kitap.
Graham E. Fuller, (2010). İslamsız Dünya, (Trc: Hasan Kaya). İstanbul: Profil Yayıncılık.
Hasan Onat, (2003). Türkiye’de Din Anlayışı’nda Değişim Süreci. Ankara: Ankara Okulu.
Jared Diamond, (2010). Tüfek, Mikrop ve Çelik. (Trc: Ülker İnce). Ankara: Tübitak Popüler
Bilim Kitapları.
Ramazan Gözen, (2002). Küreselleşme İslam Dünyası ve Türkiye. “Müzakere”. İstanbul:
Ensar Neşriyat.
Stephen R. Covey, (2012). Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı. (Trc: O. Deniztekin, F. N. Deniztekin). İstanbul: Varlık Yayınları.
Victor E. Frankl, (1997). İnsanın Anlam Arayışı, (Trc: Selçuk Budak). Ankara: Öteki Yayınevi.
Zbigniew Brzezinski. (2005). Büyük Satranç Tahtası, (Trc: Yelda Türedi). İstanbul: İnklâp.
208
TÜRKİYE’DE
GENÇLİK VE
SOSYALLEŞME
Prof. Dr. Sami Şener
Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
1. Sosyalleşme Sürecinin Sinamikleri
1.1. Gençliğin Sosyalleşme İhtiyacı
Gençlik, hayatın çocukluktan sonraki dönemi olarak, ciddi bir sosyalleşme sürecinin başladığı bir dönemin adıdır. Dolayısıyla, böyle önemli bir değişim ve
şekillenme sürecinin, rastlantı veya başıboşluk içerisinde geçmemesi, kişisel ve
toplumsal değer ve tecrübeler eşliğinde ortaya çıkması gerekmektedir. Böyle
bir rol, genelde ailelerin üstlendiği ve yönetmeye çalıştığı bir dönemdir. Fakat
işin büyüklüğü ve çok yönlü beklenti ve ihtiyaçlara cevap verebilme problemi,
konunun ister istemez kurumsal ve idari sorumluluk boyutunda ortaya çıkmasını zaruri hale getirmektedir.
Sosyal hayat, çok yönlü sorumluluk ve görevlerin ortaya çıkardığı karmaşık ve
çok boyutlu bir hayat döngüsüdür. Bu hayat döngüsünün belli ölçüde kontrol
altına alınması, bilgi ve kültürün kişi ve toplum üzerinde etkinliği ile mümkün
olmaktadır. Hayatın düzenli ve verimli bir şekilde yürümesi, çok yönlü bilgilerin
elde edilmesini gerekli kılarken, insanın yaşama felsefesi çerçevesinde hayata
vereceği dini, felsefi ve ahlaki cevapların da büyük önem taşıyacağı ve hayatın
dinamizmi açısından gerekli olduğu bilinmelidir.
İşte sosyalleşme, aile, eğitim ve rehberlik kurumları vasıtasıyla, bir topluma ait
kültürel değerlerin, geleneklerin ve inanışların çerçevesinde kurulmuş bir haya209
TÜRKİYE’DE GENÇLİK VE SOSYALLEŞME • Prof. Dr. Sami Şener
tın, eğitim ve terbiye teknikleri ile birlikte yetişmekte olan çocuk ve genç insana
verildiği sürecin ismi olmaktadır. Bu süreç, sadece bilgilendirme olmayıp, çeşitli
davranış kalıplarını da içine alan ve karşılıklı etkileşim içerisinde gerçekleşen
çok yönlü medeni bir alışveriş çerçevesinde meydana gelmektedir.
Giddens’e göre, doğumdan ölüme kadar diğer insanlarla etkileşim içinde olmamızın kişiliğimizi, benimsediğimiz değerleri ve davranış biçimlerimizi etkileyeceği kesindir. Yine de toplumsallaşma, aynı zamanda bizim ferdi kimlik kazanmamızın ve özgürlüğümüzün de temelinde yer alır. Toplumsallaşma süreci
boyunca hepimiz, bir kimlik duygusu ile bağımsız düşünme ve eylem yeteneği
geliştiririz (Giddens, 2000:43).
Aile ve okul, kişiye bazı değerler ve bilgiler verirken, onun çevresinde ortaya
çıkan hayatın ve bu hayatta yer alan, olumsuz örnek ve hareketlere ait bilgilerin
de gençlere ibret alınabilmesi için verilmesi gerekiyor. Aksi halde, bu tür olumsuz etki ve şartlarla karşılaşan gençlerin, bu hareketlerin tuzağına düşüp, birçok
yönden problemlerle karşılaşmaları ve sıkıntı yaşamaları mümkündür.
1.2. Sosyalleşmenin Ahlaki ve Ruhi Boyutu
Sosyalleşme, salt sosyal dünyanın kavranması ve bu dünyaya ait bilgilerin ve
yaşama kurallarının sunulması veya adaptasyonu ile gerçekleşemez. İnsanların
iç dünyalarına şekil veren, inanç ve düşünce faktörlerinin de varlığını ve ölçülü
bir şekilde sunumunu gerekli kılar. Çünkü davranış ve tutumların temelinde felsefi ve ahlaki bir düşünce vardır. Olaylara ve tutumlara ait neden ve niçinler, bu
felsefi tavır içinde kendini gösterir ve insanın tutum ve davranışlarını, şuurlu bir
şekilde benimsemesine imkân sağlar. Hayatın felsefi mantık çerçevesi ve bu felsefeye yön ve istikamet veren değerler dünyası, sosyalleşmenin ahlaki ve ruhi
boyutunu teşkil eder. Hayatın ekonomik, politik ve hukuki çerçevesi; sosyalleşmenin düşünce boyutu ile ilgili olan ve onları değerlerin ışığında tahlil edip,
onlardan sistemler çıkaran bir uygulama alanı topluluğu olarak gösterilebilir.
Sosyalleşmeden bahsederken, kişinin çevre ile bütünleşmesi ve çevrenin kendine sunduğu bazı imkânlardan istifade etmesi şeklinde “nötür bir kavram”dan
bahsetmek yeterli değildir. Öncelikle sosyal çevrenin, belli bir medeniyet anlayışına ve ahlak sistemine sahip olması ve bu çerçeve içindeki bir hayatı insanına
adapte etmesi şeklindeki olumlu bir sosyalleşmeden bahsetmek gerekiyor. Elbette ki böyle bir süreçte, genç insanların kendi düşünce ve hareket tarzlarına
ait aktif ve zorlayıcı olmayan bir ortamın varlığı da, bu olayda dikkat edilmesi
gerekli şartlardandır.
Yetişmekte olan bir genç, kendi dünyasına ait fikri ve kavramsal bilgiyi alarak,
geleceği inşa eden sosyal dünyanın iş ve sorumluluklarını yürütmek için bir
210
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
yaşama kültürü edinir. Çeşitli sosyal olayların çözümü ile ilgili bilgi çerçevesine
sahip olur. Genç insanlar bu bilgi ve fikir dünyasını, kendi hayat sistemleri için
bir referans kaynağı olarak kabul edip, daha sonraki çalışmalarını bunların üzerine kurmaya çalışırlar.
Düşünceyi sanattan, kültürü bilgiden ayırmak mümkün değildir. Dolayısıyla,
sosyalleşme sürecinde de insanın hayatı idrak edip, onunla ilgili yeni açılımlar
yapabilmesi için ciddi bir fikri birikimin varlığı gerekli olmaktadır. Aynı şekilde,
bir toplumun gençleri, kendi yaşama tarzlarının fikri yönünü bilmek ve ona güvenerek geleceği daha iyi yorumlama istek ve hakkına sahip olmayı beklerler.
Sosyalleşmenin kültürel ve sosyal dünyası, onun belirli bir fikri yapının da sahipliği ile daha da güçlenmektedir. Çünkü düşünceler; ahlaki, sosyal ve psikolojik faktörler ile bir bütün teşkil etmek durumundadır. İnsanın sosyal dünyası,
belli bir fikir sistemi ile mana kazanmaktadır. Fikri sistemlerin çerçevelediği bir
dünyanın içi, sosyal ve kültürel değerler ile doldurulduğu anlamda, bir değer
taşımaktadır.
Bir toplumun fikir dünyası, o toplumun varlık sebebi ve yaşadığı hayatın anlamlandırılmasıyla büyük ölçüde bağlantılıdır. Aslında sanat, edebiyat, tarih ve
siyaset; hep bu fikir dünyasının temel mantığını zenginleştirmeye çalışırlar. Fikri
hedefler; tüm sosyal ve sanat merkezli hareketlerin genel çerçevesini teşkil etmektedirler.
1.3. Medeniyet ve Tarihi Birikimin Rolü
Bir toplumun veya insanlığın tarihi, önemli bir bilgi ve ibret kaynağı olarak görülmek durumundadır. Tarihin bize getirdiği bilgiler, geçmiş ile bugünü karşılaştırmaya imkân verirken; tarihin anlattığı ve ulaştırdığı hadiseler de, bizim kendi
durumlarımızı ve hatta geleceğimizi belirlememizde köşe taşı değerinde ibretli
hadiseleri düşünmemize imkân sağlarlar.
Tarih, tarihçinin zihin dünyasının oluşmasını şekillendiren kültürel havza ve medeniyet aidiyeti ve bu havza ile son derece farklı biçimlerde ilişki içinde bulunagelmiş, birbirinden farklı tarih tecrübelerine dayanan kültür havzalarından
oluşan genel insanlık birikimidir (Davudoğlu,1992:2).
Tarihin sosyoloji’ye önemli ölçüde bir laboratuar görevi üstlendiğini ve olayları değerlendirmede, ciddi ipuçları sunduğunu bilmemek mümkün değil. Bu
durum, bilinenin bilgisinden hareket ederek, bilinmeyenleri tahmin etmek gibi
önemli bir değerlendirme metoduna imkân vermektedir. Tarih, bir manada;
geçmişteki yanlışların anlaşılması ve fark edilmeyen dinamiklerin önemini de
insanlığa sunarak, önemli bir belirleyici bilgi sunmaktadır.
211
TÜRKİYE’DE GENÇLİK VE SOSYALLEŞME • Prof. Dr. Sami Şener
Medeniyet; bir veya birden fazla toplumun, kendi değer ve kültür birikimi ile
ortaya koyduğu olaylar, kurumlar ve yaşayış tarzlarına ait, özel bir yaşama felsefesidir. Medeniyet, bir manada toplumun veya toplumların kimliğidir. Medeniyetin özelliği, toplumların yapı, düşünce ve ahlakları hakkında da bize geniş ve
faydalı bilgiler sunmaktadır. Berger’e göre, herhangi bir sosyal hayat dünyası,
sakinlerinin değer yargıları tarafından inşa edilir. Bu değer yargıları, gerçeğin
tarifleri olarak adlandırılır (Berger, 1985:24). Elbette her medeniyeti hazırlayan
şartlar ve faktörler vardır. Her medeniyetin kendine has özel bir insan tipi ve
karakteri mevcuttur. Eğer böyle olmasaydı, biz; medeniyetlerin farklılıklarını ve
değişim çizgilerine belirleme imkânı bulamazdık.
Medeniyet; hem bir yaşama çerçevesi ve hem de tecrübeler ve sistemler topluluğu olarak bir anlayış ve düşünceyi ortaya koyarak, kendine has bir toplumsallaşma ve sosyalleşme hareketi başlatır. Köklü medeniyetlerin insanları, uzun
ve düşünceler ile yorumlanmış bir hayatın yükünü taşır ve başkalarından bu
yönleriyle ayrılabilirler. İnsanların tutum, davranış, yaklaşım ve hatta konuşma
şekillerine bakarak nasıl bir medeniyet terbiyesi ve geleneği elde etmiş olduğu
anlaşılabilir. Bir diğer ifade ile, kişinin ahlaki özelliği gibi; medeniyetlerin de
kendilerine göre bir yaşama terbiyesi söz konusudur.
1.4. Gençliğe Rol Verme Metod Verebilmek
Gençlik, ait olduğu toplumun tüm fikri, ahlaki ve ırsi mirasını bünyesinde taşır.
Yani, belirli bir kültür ve eğitim ortamı içinde yetişir; içinde büyüdüğü toplumun
gelenekleri ile haşır neşir olur. Fakat, topluma ait değer, gelenek ve yaşama
felsefesi; sürekli irdelenen ve yaşayışla bütünleşmesi gereken bir özellik taşımalıdır. Bir diğer ifade ile, yaşama felsefesi, çeşitli olaylarının ışığında mukayeseli
bir şekilde analiz edilmeli ve yaşayış kültürünün felsefesi ile her olay ve gerçeği
yeniden yorumlanabilme imkânına kavuşabilmelidir. Eğer böyle bir analiz gerçekleşmez ve benimsenilen değerler, yeni kural ve anlayışlar ile hayatı açıklama
imkânını kaybederse, zaman içerisinde katılaşır ve işleyiş kabiliyetini kaybetme
durumu ile karşı karşıya gelir. Bu yüzden, medeniyetin ve kültürün, gençliğin
beklenti ve arayışları ile kendini yenilemesi ve hayatın ihtiyaçlarına cevap verebilmesi, gençlerin sosyalleşmedeki rolünü kolaylaştırır ve toplumdaki çeşitli
problemleri de kolayca atlatmasına imkân hazırlar.
İşte burada, genç insanın psikolojisi ve biyolojik yönü ile ilgili araştırma ve tesbitlerin gereği gibi yapılması meselesi ile karşı karşıya gelinmektedir. Öncelikle,
geçerli kültürün ve anlayışın, genç insanı toplumun diğer gruplarından ayrıca
değerlendirmesi gerekli olmaktadır. Genç insanın psikolojisine uygun bir yaklaşım, onun arayış ve beklentilerini anlayacak ve bu ihtiyaçlara cevap verebilecek
bir sistemin ortaya koyulması, sağlanabilecektir. Böyle bir çaba, öncelikle genç
insanın temel özelliklerinin anlaşılması ve buna yönelik ihtiyaç ve beklentile212
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
re cevap verebilecek bir gençlik politikası ile mümkün olabilecektir. Böyle bir
konunun, özel bir sosyoloji ve psikoloji çalışması ile sistemleştirilmesi ve bu
konu üzerinde, sürekli olarak çalışılan alan araştırmalarının yapılmasına ihtiyaç
bulunmaktadır.
Türkiye’de maalesef, bu tür sistemli çalışmaların yapılmadığını ve gençlik konusunda yapılan araştırmaların yetersiz veya belirli alanları içine aldığını da
belirtmek gerekir. Dolayısıyla, gençliğin kendine has bir çalışma alanı, faaliyet
merkezi ve ilgi merkezlerine yönelik yeterli doküman ve olaylar topluluğu olmaksızın, mevcut durumunun tespiti de eksik kalabilmektedir. Gençlikle ilgili
yapılacak çalışmaların da bu münasebetle kapsamlı bir şekilde yapılamadığı
bilinmektedir.
2. Sosyalleşme Yolundaki Tehlikeler
2.1. Gençlik Politikasının Eksikliği
Türkiye’de gençlik konusu, oldukça dar ve belirsiz bir alanda yer almaktadır.
Gençliğin aile ve devlet açısından, tanımlanmış ve gerçekçi rol ve fonksiyonu
bulunmamaktadır. Gençlik, bazen çocuksu ve bazen de olgun tutum ve davranışlar içerisinde gidip gelmektedir. Gençliği sosyalleştirme konusunda, eğitim
ve aile içi çalışma ve etkinlikler; gençlik konusunun sosyal ve psikolojik varlığı
üzerinde yeterli bilgi, birikim ve deneyimden uzak bir özellik göstermektedir.
Problemin, çok boyutlu bir şekilde tanımlanmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Böylece, gençlik ve gençliğin topluma katılma ve yer alma çabalarının açıklanabilme imkânı olabilecektir. Bu çerçevede, gençlik ile herhangi bir yönlendirme
ve peşin hüküm olmaksızın, rahat ve demokratik yaklaşımlara muhatap olma
durumu ve bu kesimin sahip olduğu imkân ve zorlukların değerlendirilmesi gerekmektedir.
Gençliğin bir toplum için, en önemli yatırım faktörü olması, onun daha iyi konumlandırılmasına ve kendisine rol verilmesine imkân tanınmasıyla fark edilecektir. Böyle bir noktadan sonra, gençliğin toplumsal gruplar içinde özel ve
yeri başkaları tarafından doldurulamayacak bir değer olduğu görülecektir.
Türkiye’de gençlik konusu, oldukça dar ve belirsiz bir alanda yer almaktadır.
Gençliğin aile ve devlet açısından, tanımlanmış ve gerçekçi rol ve fonksiyonu
bulunmamaktadır. Gençlik, bazen çocuksu ve bazen de olgun tutum ve davranışlar içerisinde gidip gelmektedir.
Türkiye’de gençliğin sosyalleşmesi oldukça belirsiz bir boyut içinde bulunmaktadır. Gençler, ailelerinden aldıkları ahlaki, dini ve sosyal bilgilere karşı, okulda
daha farklı ve modernist bir hayat anlayışı görmek durumunda kalmaktadırlar.
213
TÜRKİYE’DE GENÇLİK VE SOSYALLEŞME • Prof. Dr. Sami Şener
Bu durum, gençlerin sosyal yönden gelişmelerini önemli ölçüde etkilemektedir.
Diğer yandan aileler, okul zamanına kadar gelenek ve örflerden gelen hayat
anlayışı ve yaşam kuralları ile yetiştirdikleri çocuklarını, sanki başka bir kültür
ve eğitime vermişlercesine kafa karışıklığı ve rahatsızlık hissetmektedirler. Bu
durum, ya; resmi kurumlara karşı bir tepki oluşturmakta veya kendi bilgi ve
değerlerine şüphe ile bakarak, mevcut resmi görüş ve kültürleri benimseme
noktasına götürmektedir. Hatta aileler; bir anlamda, çocuklarını şekillendiren
devlet kurumlarının, kendilerine yönelik etki ve baskı göstereceği kaygısıyla,
bir anlamda çocuklarını toplumda serbest bırakmak gibi bir tutum içine girme
mecburiyetinde de kalmışlardır.
Buna karşılık, devlet; gençleri yetiştirme veya yönlendirme noktasında çok
önemli program ve projeler içine girmemiştir. Cumhuriyet Halk Partisinin tek
parti döneminde, herkese CHP’li olma mecburiyeti getirilmiş ve başka kurum
ve kuruluşların herhangi bir etkinlik yapmaları yasaklanmıştır. Devlet, daha
sonraki dönemlerde bu baskılı görünümünü değiştirmişse de, gençleri; serbest
piyasanın, batı tarzı eğlence, sosyal ilişkiler ve yaşama tarzı ile duygusal ve
ahlaki istismarıyla ciddi maddi kazançlar elde eden seks, kumar ve eğlence
endüstrisinin tahribatına açık bir hale getirmiştir. Günümüzde, devletin eski dayatmacı ve topluma zıt fiili durumları olmasa da, medyanın ve bazı Batılılaşmış
kesimlerin modernist yaklaşımları, gençlerin kendi kimliklerini batı etkisi dışında bulmalarını zorlaştırmaktadır.
Her iki grubu ilgilendiren bu çelişkili durum, gençlerde sosyalleşme konusunda
ciddi rahatsızlıklara ve dengesiz tutumlara yol açmaktadır. Özellikle batı’dan
gelen yaşama tarzı, müzik ve diğer insani ilişkilerde de bazı hazır kalıpları benimseme noktasına götürmektedir. Dolayısıyla gençler, sebebini bilmedikleri
ve araştırmaya lüzum görmedikleri bazı eğilim ve anlayışları benimsemekte ve
birilerine benzeyerek sosyalleşmelerini basit ve köksüz bazı davranış modellerine göre gerçekleştirmektedirler.
Bu durum, gençlerin toplumda yer alma veya topluma katkı ve ivme kazandırma konusunda kendine güven duygusu gelişmemiş ve orijinal düşünce ve buluş
kapasitesine ulaşmamış bir seviyeye getirmektedir. Hal böyle olunca da, sosyalleşmesi tamamlanmamış bir gençlik kitlesiyle yüzyüze gelinmiş olunmaktadır.
Bu şekilde yetişen gençlerin, topluma ve hatta kendilerine karşı yeterli derecede sorumluluk seviyesine ulaşamadıklarını da belirtmek gerekiyor.
Gençlik çağında toplumsallaşma süreci, kişiliğin oluşmasına yöneliktir. Genç,
hafızasını kaybetmiş bir kişi gibi, kim olduğunu, niçin yaşadığını, toplumdaki
statüsünün ne olduğunu bilmeye çalışır. Ergenlik, aynı zamanda gencin içinde
yaşadığı toplumda bir yer edinme ve rol alma çabasını sürdürdüğü bir dönem214
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
dir. Genç kişiliğini ararken anne babadan uzaklaşmaya başlar. Çocukluk yıllarında annesine benzemek için onun kıyafetini giyen kız çocuk, babasına benzemek için onun gibi güçlü görünmeye çalışan erkek çocuk gitmiş, yerine anne ve
babadan farklı olmaya çalışan genç gelmiştir (Durmuş, 2003:46).
Gençler, böyle bir yapı ve örneklenmeden yola çıkarak, bazan çocuksu davranışlar içine girerken, bazan da kaldırılması zor yük ve yükümlülükler altında ezilme
durumu ile karşı karşıya kalmaktadır. Gençliği sosyalleştirme konusunda, eğitim
ve aile içi çalışma ve etkinlikler; gençlik konusunun sosyal ve psikolojik varlığı
üzerinde yeterli bilgi, birikim ve deneyimden uzak bir özellik göstermektedir.
Gençliği sosyalleştirme konusunda, batı değerleri ve eğitim felsefeleriyle bir
kültürleşme programı, 1940’larda Hasan Ali Yücel’in çabalarıyla başlatıldı. Bu
dönemde, çoğunluğu batı klasiklerinden çok sayıda eser tercüme edilerek, batının kültürünün yaygınlaşmasına çalışıldı. Araya, bir miktar da doğu klasiklerinden tercümeler koyuldu.
Sosyal yapıların bilgi, davranış ve gelenekleri üzerine kurulduğunu ve insan
muhayyilesinin ise, bu özellikleri özümseyerek ve değerlendirerek yeni ufuk ve
tavırlara ulaştığını biliyoruz (Bennet, 2007:4). Dolayısıyla, bu muhayyileyi oluşturan sosyal şartlardan toplumu ve özellikle gençleri uzaklaştırmak, ciddi sosyal
problemlere yol açmaktadır. Tanpınar, meşrutiyet dönemi toplum değişme olayının gençler üzerindeki etkisini şu şekilde açıklamaktadır:
2.2. Sokak Kültürü ve İdeolojilerin Sosyalleşmedeki Rolü
Gençliğin, gelişme sürecinde, belli değer ve alışkanlıkların dışındaki bir hayatı
merak ederek, kendi aile ve gelenek çerçevesinden çıkmak istediğini ve sebebi
belli olmayan atılımlar içerisine girme çabası içinde olduğu bilinmektedir. Bu
eğilimler, gencin kendini hür görmek istemesi ve kendi başına birşeyler başarma ihtiyacı ile ilgili olmaktadır. Veya, çevreden gelen ve genci yönlendiren birtakım kuralsız ve serbest yaşama felsefesinin etkileri sonucunda da bu şekilde
bir “macera psikolojisi”ne girdiği görülmektedir. Bu durum, aslında sosyolojik
anlamda bir yabancılaşmanın başlangıcı olmaktadır.
Gençliğin içinde bulunduğu sosyal konum, gelişmiş ülkelerin kalkınma modellerini örnek alan ve uygulayan toplumlar açısından sorun teşkil eden bir başka
olgusal gerçeklikle yan yana düşünüldüğünde, bu gençlerin fikri ve duygusal
gelişim evrelerini atlatmalarının, Batılı gençlere oranla daha sancılı olduğu
dikkati çekmektedir. Çünkü çevre ülkelerin gençliği aynı zamanda modernlik/
geleneksellik gelgitinin kültürel bocalamasını da yaşamaktadırlar. Dolayısıyla
“gelenekten moderne, oradan da postmoderne hızla savrulan üç parçaya ayrılmış hayatımızın” yol açtığı bu toplumsal ve kültürel şizofreni halinin (Atay,
215
TÜRKİYE’DE GENÇLİK VE SOSYALLEŞME • Prof. Dr. Sami Şener
2004a:87), popüler kitle kültürünün de adeta uyuşturucu etkisiyle dönüştürülemeyen bir kısır döngü halinde yeniden üretilmesi, kimliğini aradığı bir dönemde gençlerin anomik ve yabancılaşmış davranış örüntüleri içine girmelerine
sebep olmaktadır (Şahin, 2005; 162).
Gençlerin, kendilerini anlama ve benzetme konusunda önünde bulunan bilgi
ve örnekler, büyük ölçüde yabancı düşünce ve dünyalara aitti. Dolayısıyla, çocukluklarından gelen bilgi ve anlayışlar, bu yeni gelenler ile çelişince; ya, bir
bunalımı yaşadılar veya bilinçsizce yeni fikir ve dünya görüşlerini benimsemeye
başladılar (Tanpınar, 2006:56).
Sosyalleşmenin ızdıraplı ve zihni karışıklıkla gerçekleştiği bu dünyada, kişilik
ve ruh sağlığı da önemli ölçüde yıpranmaya başladı ve başka dünyaları kendi
iç âleminde ve düşüncelerinde gerçekleştirmenin sosyolojik problemi, “Anomi”
ile tanışıldı. Kendisini başkalarının dünyasında gören ve ondan bir parça kabul
eden bir toplumun gençleri, hangi sağlıklı sosyalizasyonu başarabilecektir?
Kendini dinlemek ve incelemekten uzak bir entellektüel hareket, ancak başkalarının düşünce ve yaşayışları ile kendini değerlendirmeye ve geliştirmeye
çalışır. Bunun adı, sağlıklı bir sosyal gelişme değil, kültürel iktibas’tır (Turhan,
1969:). Bu tür sosyal sahipsizlikler, gençlerin ideolojik veya menfaat gruplarının
ağına düşmelerine yol açmakta ve bazan da hayatlarını kaybetmelerine sebep
olmaktadır. Bu konuda yaşadığım bir olayı anlatmak isterim.
Bir gençlik kuruluşunun orta öğretim bölümüne gelen saf, temiz ve fakir bir
Kürt gencinin, yalnızlığını ve fakirliğini gören Maocu grup, bazı maddi imkânlar
vadederek ve ona bir türlü elde edemediği sosyal statü (grup lideri) sağlayarak
kendi saflarına çeker. Kendisine yardımcı olmayan çalışan Öğretmenin ikazları,
yeterli olmaz. Öğretmen, bir süre gençlik grubuna gelmeye ara veren bu genci,
Bayezıt’ta bu grubun bir direniş gösterisinde kortejin ön sıralarında görerek
onun geleceği adına üzülür. Bu temiz ve saf genç insan, daha sonra inandırıldığı
dava uğruna eline silahı alıp, silahlı eylemlere girmiş ve birkaç ay sonra da, vurularak ölmüştür. Bu olay, ideolojik hareketlerin nasıl da genç insanları kandırıp,
kullandığını ve onları, boş ve gerçek dışı idealler ile kandırıp, kendi saflarında
hayatını feda edecek hale getirdiklerini göstermektedir.
Acaba bu genç insan, yaşı ilerleyip; birçok konuyu, daha doğru bilgilerle değerlendirip, mücadelesini fikri ve sosyal planda yapabilseydi, acaba ne kaybederdi? Ama, örgütlerin ve istismarcıların; gençlerin bu tür bir durum muhasebesini
yapmalarına imkân vermediklerini bilmek gerekiyor.
2.3. Sosyalleşmede, Antidemokratik ve Laik Yönelişler
Sosyalleşme, bir gelişme ve olgunlaşma olayıdır. Dolayısıyla kendi istikrarını,
fikri ve ruhi temellerini tam olarak belirleyememiş bir neslin, rahat ve problem216
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
siz bir sosyalleşme sürecine girmesi, mümkün değildir. Bu yüzden, Türkiye’de
ve İslam dünyasındaki gençlik sosyalleşmelerini, tabii bir sosyal gelişme çizgisi
içinde ele almak çok zordur.
Sosyalleşmeyi de Modernleşmenin bir fonksiyonu olarak gören devlet kurumlarına karşı tepkisini çocuklarını okula göndermeyerek veya dini ve geleneksel
alışkanlıklara körü körüne bağlanarak sürderen bir başka grup, genç çocuklarını
bazan emri altına alan, bazan da onlarla çatışmaya giren bir kültür farklılaşmasının dramatik örneklerini yaşamaktadır.
Türkiye’deki gençliğin sosyalleşmesi ile ilgili, çeşitli etkinliklere baktığımızda,
onları zihnen, fikren veya ruhi ve ahlaki derinlik itibariyle geliştiremediğini görüyoruz. Daha çok, batı’nın yaşama tarzı, eğlence biçimi, batı kültürünün eser,
sinema ve tiyatrolarıyla zihni ve ruhi dünyası şekillendirilmeye ve değiştirilmeye
çalışılan bir uygulamanın varlığına rastlanılmaktadır. Türkiye’nin batılılaşmasında, batı hayranı entellektüellerin, herhangi bir ahlaki ve kültürel değeri ölçü
almadan batılılaşma ve modernleşme tutumları, kültür ve düşünce hayatında
ciddi yabancılaşmaya ve toplumsal alinesyona yol açmıştır.
Türk entelijansyasında gözlenen ahlaki bunalımların sebepleri, milletimizin tarihi gelişimi, sosyal yapı unsurları, dünya görüşü ve hayat felsefeleriyle açıklanması gereken bir takım sosyal ipuçlarını da ortaya koymaktadır. Yönetici elitin,
umumiyetle yabancı okullarda yetişmiş olmaları, halktan kopuk bir hayat tarzı
yaşamaları, milli kültür ve değerler sistemi yerine, batı norm ve yeniliklerine
açık bir zihniyetle şartlandırılmış olmaları, dayanışma gücü zayıf ve hemen her
kalıba uyabilecek nitelikte kişiliği yansıtan kadroyu işbaşına getirmiştir. Çoğu
elitist kadroda gördüğümüz bu sosyo-psikolojik bunalım, 1968’lerde doğu-batı
dünyasını saran bir gençlik bunalımına yol açmıştır (Türkdoğan, 1987:48).
Yemek eğitiminde, batı yemeklerinin tarifleri; elbise ve diğer giysilerde batı
modellerinin taklidi ve fikri ve ahlaki kültür olarak batı felsefe ve doktrinlerinin
eğitilmesi ile yetiştirilmeye çalışılan bir gençlik görmekteyiz. Bu gençlik, bilgi
birikimi olarak da, kendinden başka tarih, coğrafya ve felsefeleri özümsemenin
getirdiği uyumsuzluğu yaşayarak, sosyalleşmesini, sanal bir dünyanın üzerine
kurmaya çalışmaktadır. Ama bu da; bir türlü mümkün olmamaktadır.
Problemin, çok boyutlu bir şekilde tanımlanmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Ancak böylece, gençlik ve gençliğin topluma katılma ve yer alma çabalarının açıklanabilme imkânı bulunabilir. Bu çerçevede, gençliği herhangi bir yönlendirme
ve peşin hüküm altında bırakmaksızın, rahat ve demokratik yaklaşımlar içinde
muhatap olabilme ve bu kesimin sahip olduğu imkân ve zorlukların değerlendirilmesi gerekmektedir.
217
TÜRKİYE’DE GENÇLİK VE SOSYALLEŞME • Prof. Dr. Sami Şener
Gençliğin sosyalleşmesi ve sosyalleşme ortam ve ilişkileri, ortak kültür ve geleneksel değer yapılarına ihtiyaç duymaktadır. Eğitim programlarında, birbiri ile
çelişkili bilgi ve değer empozesi, eğitimde orijinal ve yeni fikir ve sistemlerin
oluşmasına imkân vermemektedir.
Üniversitede gençler, sosyalleşmelerini daha da güçlendireceklerine, daha sorumsuz ve programsız bir hayatı yaşamak ve gerçek dünyanın problemlerine
hazırlıksız olarak, kendilerini geliştirme ve olayları kendi lehlerine çevirebilme
güç ve yetkinliğine kolay kolay erişememektedirler.
2.4. Gençliğin Toplumsal Kimliği ve Tüketim Kültürü
Zaten bir toplumun, genç üzerinde belirli bir politikasının olmaması bile, gençlerin başıboş kalmasına ve riskler ile karşı karşıya gelmesine sebep olacak birçok faktörü harekete geçirecektir. Genç insan, eğer belirli bir yön ve kültür içerisinde geleceğe ve olgunluğa hazırlanmıyorsa, mutlaka çeşitli sıkıntılar ile karşı
karşıya gelecektir. Bunlardan bir kaçı şu şekilde açıklanabilir: Evden bazı şeyleri
alıp, dışarıda bununla kendini büyük gösterme ki bu faktörler; para, giyecek,
sigara, telefon gibi nesneler olabilir. Bunlar, gencin arkadaşları tarafından da,
evden getirilmesi istenebilir ve genç de, bunu bir görev olarak yerine getirebilir.
Biraz daha ileriye gidildiğinde, belli bir ideolojik yaklaşımın; gencin evinden
çeşitli para, mal ve hatta gıda gibi birtakım nesnelerin getirilmesine; evdeki
kıymetle ziynet eşyası ve para eden eşyaların çalınmasına kadar varan birtakım
ahlak ve hukuk dışı olaylara gencin sokulmasına kadar varabilir.
Bu konuda, enteresan bir olay anlattılar. Bir kişi, evli genç oğlunun üzerine dairesini tapu eder. Bu genç insan, bir ideolojik gruba dâhildir. İdeolojik grubun
isteği ile, evini satarak bu parayı kendi dâhil olduğu bu gruba bağışlar. Fakat bir
süre sonra, geçim sıkıntısı çekerek ciddi bir mağduriyet içine girer. Genç insanın, bu tür olaylarda; kendi durumunu ve geleceğini düşünmeden gözü kara bir
tutum içine girmesine ait önemli bir örnektir bu.
Genç insanın bilgi ve tecrübe konusunda yetersizliği, insanları tanıma hususundaki eksikliği; çevreyi ve hayatı değerlendirmede kendisine yanlış ve hatalı
işler yaptırmakta ve duygularının esiri olarak tehlikelerin kucağına atılmaya
yöneltmektedir.
Günümüzde, kürt ırkının belli bir dönemde hor görülmesi, ezilmesi ve dışlanması gibi sebepleri öne sürerek, kürt menşeli insanları kanlı bir çatışmanın içine
sokup; ideolojileri uğruna onların hayatlarına kasteden, uyuşturucu, kadın ve
silah satışının tüccarlığını yapan PKK terör grubu da, aynı şekilde bilgisiz ve
tecrübesiz ve biraz da, ekonomik yönden mağdur ve işsiz genç kitleleri safı218
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
na çekmektedir. Bu örgüt; kürtlerin hakkı diye etrafına topladığı genç insanları yanlış bilgilerle kanalize ederken, bazı yabancı ülkelerin de taşeronluğunu
yaparak, kürt davasının dışında, paralı bir cinayet ve uyuşturucu şebekesi gibi
çalışmakta ve hatta uluslararası menfaat şebekelerine taşeronluk yapmaktadır.
Bu konuda, yabancı ülke veya yerli patronlarının emrinde idealist, fakat bilinçsiz
gençleri kendi dindaş ve birlikte asırlardır yaşadığı akrabalarını öldürmek için
kullanılmaktadır.
2.5. Gençlik ve Hareketlilik
Gençlerin biyolojik ve fiziki yapısı, onları son derece hareketli bir hayatı sürdürmeye eğilimli hale getirmektedir. Bu durum, gençlerin ağır ve uzun vadeli
çalışmalara fazla ilgi göstermeyip, kısa vadeli ve çabuk sonuç getiren meşgale
ve alanlara yöneltmektedir.
Gençlerin bu yapısını bilerek, onları aktif pozisyonda ve verimli bir çalışma içerisinde tutmanın gereği yapılmadığında, bu kişilerin sonunu hesabetmeden ve
üzerinde fazla fikir yürütmeden belli eğilim ve hareketlerin içine girmeleri söz
konusu olmaktadır.
Özellikle siyasi ve ideolojik hareketler, gençlerin bu aceleci ve hareketli yönlerinden fazlaca istifade ederek, toplumları ciddi sarsıntılara uğratmaktadırlar.
Gençlerin, ergenlik çağına girerken, sosyal ve psikolojik yapılarındaki oturmamışlık, onları aşırı alıngan ve sinirli bir hale getirmekte ve ani tutum ve davranışlar içine itmektedir.
Robert Coles, insanlık tarihinde şiddetin, siyasal şiddet, etnik şiddet ve sınıf
şiddeti biçimlerinde görüldüğünü söylemektedir. İnsanlığın başlangıcından bu
yana şiddet, bu türlerden biriyle bir şekilde hemen hemen her toplumda yer
almıstır. Toplumsal gelişmeyle birlikte şiddet, değisime uğrayarak günümüze
kadar ulaşmıştır. Şiddet, doğaya, insana bilerek isteyerek zarar veren yıkıcı, yok
edici saldırgan davranışları içermektedir. Goswami’ye göre şiddet, fiziksel saldırganlıkla eş anlamlıdır. Şiddet yaralama, zarar verme ya da bireyi veya toplumu etkilemeye yönelik bir harekettir (Kocadas, 2004).
Şiddet eğiliminin; aslında, insanların eğitimsizlik, cehalet ve kötü örnekler gibi
çok çeşitli sebeplerden meydana geldiğini, uzmanlar belirtmektedirler. Özellikle, -gençleri şiddete sevkeden film, roman ve oyunlar; aslında, toplumun en
önemli cevheri olan genç beyinleri felç ederek, onları başkalarının rahatça kullanabileceği robotlar haline getirmektedir.
Şiddet; sosyal hayatın makro yapılanmaları olan uluslarüstü ve uluslararası
ilişkilerden sosyal hayatın mezzo yapılanmaları olan toplum içi kollektivite ve
kurumlar arası ilişkilere, oradan sosyal hayatın mikro düzlemindeki kişiler ara219
TÜRKİYE’DE GENÇLİK VE SOSYALLEŞME • Prof. Dr. Sami Şener
sı yüz yüze ilişkilere kadar yayılan bir yelpazede karşımıza çıkabiliyor. Sanki
eskiden, çok eskiden, biz daha az modernken daha asude, daha dingin, daha
huzurlu bir hayatımız vardı. Modern olma yolunda ilerledikçe daha hoyrat, daha
acımasız, daha şiddet dolu bir dünyada yaşar olduk (Çelebi, Şiddetsiz bir dünyaya doğru,2009;1).
Bir diğer konu ise, gençlerin seks resimleri ve filmlerle, ruh dünyalarının zayıf
hale getirilerek, duygusuz ve ahlaki hassasiyetleri olmayan, insan dışı bir noktaya getirilmeye çalışılmasıdır.
1980 sonrası dönemde Türkiye’de gündelik yaşamın biçimlenmesinde özellikle
“televizyon” önemli bir etkiye sahip olmuştur. Bu dönemle birlikte televizyon
izlemek, toplumda en yaygın zevk ve alışkanlık biçimi olarak ortaya çıkmıştır.
Televizyon ekran başında geçirilen zamanın ötesinde dilden, müziğe, tüketimden, politikaya hemen her şeyi etkileyerek gündelik yaşama adeta damgasını
vurmuştur (Kozanoğlu, 1996). Bu dönemde kültürel yaşamın en belirgin karakteristiğinin televizyonunun etkisiyle “görselleşme ve eğlence” endüstrisine
eklemlenme olduğu öne sürülebilir (Oktay, 1996).
Tüm bu konularda, ahlaki ve kişilik sahibi genç kitlelerin yetiştiği ve sığındığı
aile ve eğitim kurumları, bu tür ticari ve ideolojik merkezlerin en önemli hedefi oldukları için, çeşitli şekillerde aileleri ve eğitim merkezlerini fonksiyonlarını
yapamaz hale getirmek için her yola başvurmaktadırlar. Bu noktada toplumun
ilgi odağı haline gelen, film artistleri, şarkıcılar, sporcular gibi herkesin tanıdığı
ve ilgi gösterdiği insanları da devreye koymaktan çekinmeyen mihraklar bulunmaktadır.
Gençlerin bu karakterleri, onların çok özel metod ve şartlar içerisinde eğitilmesini ve hayata hazırlanırken, bu hareketli ve hassas bünyelerinin yanlış metotlar
ile yanlış yönlere kanalize olmamaları konusunun önem taşıdığı gözlerden kaçmamalıdır.
Özellikle şehir hayatının çeşitli eğlence ve gösteriş merakı, günümüz gençlerin
belki de en fazla zayıf oldukları yönlerdir. Bilhassa, kız-erkek ilişkileri gibi cazip
alanlara yönelik tuzaklar, birçok gencin aile, ahlak ve sosyal özelliklerini kaybedip, çeşitli ticari ve ideolojik grupların ağlarına düşmelerine yol açmıştır.
Modernleşmenin etkisi ile şehir ve onun tamamlayıcısı olan medya, sanayi örgütleri ve büyük ticaret şirketleri insanı, kişi olmaktan çıkaran bir kitle kültürü
oluşturmaktadırlar.
Kitle kültüründe artık belli bir endüstri vardır ve bu endüstri insanların beğenilerine, duyarlılıklarına, eğilimlerine daha kayıtsızdır. Bunları çok da dikkate
220
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
almadan kendisi endüstriyel olarak bir kültür sunar. Yani kültür endüstrisinin ortaya çıkmasıyla popüler kültür, kitle kültürüne dönüşmüştür. Popüler kültürde
belirleyicilik daha çok insanlardadır. Kitle kültüründe ise belirleyicilik sektördedir. Bu yüzden buna kültür endüstrisi denmektedir (Şahin, 2005;167).
3. Yanlış Sosyalleşme Etkileri
3.1. Gençliğin, Kurallara Karşı Çıkması Gerektiği
Gençlik üzerinde çeşitli yanlış görüş veya yabancı felsefelerin menfi sosyalleştirici etkileri sebebiyle, fikri ve ideolojik akımlar; toplumda hayatı yönlendirici
kuralların varlığını istememekte, gençleri de buna yönlendirmektedirler. Bu tutum, insanların belli değerlere kendilerini tabi kılmayarak, herhangi bir otoriter
kural olmaksızın hayatlarını sürdürmeleri telkinini yapmaktadır.
Bu durum, toplumun serbest bir anlayış ve kültür içerisinde kalarak çeşitli telkinlere açık bir hale gelmesi ve dolayısıyla kolay bir şekilde yönlendirilmeye
açık olmalarını hedeflemektedir.
Böyle bir durumda, sadece toplumsal değer ve kurallarla ilgisiz kalmayı sağlamayıp; aynı zamanda toplumun temel değerlerine karşı bilinçlendirilip, bu
değerlere karşı çıkmaları ve toplumun yerleşmiş kurallarını zayıflatma görevini
yerine getirmeleri istenmektedir.
3.2. Gençliğin Her İstediğini Yapabilmesi
Gençliğin hür olması ve herhangi bir kayıt ve kısıtlı olmadan her türlü iş ve
çalışmalarda istediğini yapması, bir anlamda toplumda kural ve geleneklerin
dikkate alınmaması manasına gelmektedir. Bu durum, sosyalleşme ile bağdaşmayan bir özelliktir. Çünkü sosyal kuralların varlığı ancak toplumun inandığı ve
yaşayışını düzenlediği kuralların varlığı ile mümkün olurken, kuralların dikkate
almadığı bir felsefenin öne çıkarılması, toplumsal kuralları etkisiz klması demektir. Böylelikle, gençlerin duygularını galeyana getirerek, toplumu ayakta tutan değer ve geleneklerin etkinliğini azaltmak, toplumsal dejenerasyona sebep
olduğu gibi, gençleri her şekilde “kullanılacak alet” durumuna düşürmektedir.
3.3. Gençlerin, Sadece Kendi Bilgi ve Kararlarıyla Hareket Etmesi
Gençler, her ne kadar özel bir bilgi ve beceri sahibi olsalar da; toplumsal ve
kültürel birikime sahip olma imkânları söz konusu değildir. Gençlerin kendi bilgileriyle, toplumda bir şeyler ortaya koymak yerine, bilgilerini geliştirmek ve
toplumun temel anlayış ve bilgilerini özümseyerek kendi durumlarını bu genel çerçeve içinde değerlendirmeleri gerekiyor. Toplumda yerleşmiş gelenek
ve tecrübelerin gençler tarafından dikkate alınmasıyla, çeşitli kesimler arasında
221
TÜRKİYE’DE GENÇLİK VE SOSYALLEŞME • Prof. Dr. Sami Şener
birliktelik ve kaynaşma sağlanmakta ve sosyal yapının birbiri ile uyumu gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, sosyalleşme de iyi niyet ve karşılıklı saygı ortamı içinde
gerçekleşebilmektedir. Buna karşı görüş ve tezler öne sürenler, sosyalleşmeyi
değil; çatışmayı ön plana getirmeye çalışmaktadırlar.
3. 4. Gençlerin, Yeni Bir Dünyanın Kurucuları Olacağı
Yeni bir dünya veya yeni bir çığır açma düşüncesi, genelde toplumsal değer ve
hedeflerden de bir sapmayı içine almaktadır. Çünkü, eski ile yeninin birbirine
zıt olması, aslında kopukluğun göstergesi olmaktadır. Özellikle toplumsal gelişme ve sosyal yapının şekillenmesi, eski ile yeninin birbirleriyle kaynaşmasıyla
mümkün olmaktadır. Toplumsal grup ve anlayışlar arasındaki kopuş, sosyalleşmenin nasıl sağlanacağı hususunda ciddi bir kargaşayı ortaya koyar.
Toplumun önemli bir fonksiyonunu sadece gençler gibi bir grubun iradesiyle gerçekleştirmeye çalışmak, en azından toplumun diğer kesimlerine yönelik
bir değersizleştirme ve saygı kaybına da yol açmaktadır. Dolasıyla, gençlerin
önemli bir konuda tek seçici olması, sosyalleşmenin mantığı olan dayanışmayı
zedeleyeceği için toplumsal gelişim ve paylaşıma da darbe vuracaktır.
4. Geçliğin Sosyalleştirmesi İçin Temel Adımlar
4.1. Genç Varlığı’nın Tanınması
Genç varlığının tanınması konusunda, gençliğe adım atmış çocukların, artık
kendi ayakları üzerinde durabilecekleri bir sosyal konum sahibi olmaları şuurunu kazandırmak, ilk olarak gerçekleştirilmesi gereken bir özelliktir. Çocuklukta, yönlendirilen ve belli kurallara uymaları istenen çocuklar, 12 yaştan itibaren
artık kendi kendilerine bir işi yapabilecekleri ve kendilerini geliştirebilecekleri
fikrine alıştırılmak üzere, sorumluluk yüklenmeye alıştırılmaları gerekecektir.
Bu safhada, hayatı tanıma ve anlama ile hayatın nasıl yaşanabileceği ile ilgili,
sadece başkalarından yardım alarak veya onlara sığınarak değil, kendi başına
bazı işleri yapabilmeyi, hayata hazırlanabilmeyi öğrenmenin gerekliliği ve anlayışı kazandırılacaktır.
Bütün bu bilgi, yönlendirme ve kendine güvenme hareketleri; gençlere kendilerinin değerli ve önemli olduğu şuur ve anlayışını kazandıracak ve onları çocukluk alışkanlık ve beklentilerinden uzaklaştıracaktır. Aynı zamanda onları yaşadıkları sosyal hayatın ihtiyaç ve beklentilerine karşı duyarlı bir hale getirecektir.
Böyle bir görev, gençlerin ilk ve en temel kurumları olan aile ile başlayacaktır.
Ailenin genci en iyi şekilde tanıyan ve onun gelişiminde en büyük payı olan bir
müessese olması dolayısıyla, genç varlığının tanınmasıyla ilgili ilk tohumların
222
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
atılması ve onun karakter eğitimi ve ahlaki değerler bakımından geliştirilmesi
görevi, zaten bir yaşama felsefesini ona sunması itibariyle ailenin olmaktadır.
Özellikle Ailenin eğitim şekli, daha çok davranış ve tutumlara yönelik olması dolayısıyla, karakter ve temel bilgilerin ilk kazanılmış yer olması dolayısıyla
daha kalıcı ve köklü bir biçimde gerçekleşmektedir.
Aile böyle bir görevi ihmal ederse, insan kişiliği ve varlığı ile ilgili bilgi ve alışkanlıkların ileriki yaş ve eğitim dönemlerinde elde edilmesi çok zor olacaktır.
4.2. Gençe Kimlik Kazandırılması
Gençlere kimlik kazandırmak, öncelikle onları dikkate almak ve önemsemek ile
başlayan bir sürecin arkasından gelmesi gerekmektedir. Kimlik kazandırmak,
ona kendine ait bir dünyanın ve yaşama felsefesinin olduğu gerçeğini kabul
ettirmekle başlayacaktır.
Bir toplumun veya grubun kimliği, öncelikle belirli bir yaşama anlayışı ve kültürün yerleşmesiyle ve pratik hayatı yönlendirmesiyle ortaya çıkabilmektedir.
Benimsenen ve değerli görülen bir dünya görüşünün, tüm tutum ve davranışlar
üzerinde belirleyici olmasıyla birlikte, bir kimlik varlığı gerçekleşir.
Böyle bir seviyeye geldikten sonra, gençler kendi yaşama misyonlarını gerçekleştirme ve onun için fedakârlık gösterme noktasına gelebilmektedir. Çünkü
değerli olduğuna inandığı bir kurallar sistemi bulunmaktadır. Bu kurallar sisteminin varlığı ve etkinliği ile kendi varlığını bir tutarak o yaşama anlayışı çerçevesinde hareket etmeyi artık sürdürecektir.
Gençlerin aile eğitim ve tecrübesiyle, temel bir kimlik özelliği kazandığını daha
önce dile getirmiştim. Gençlerin hayata ve kendi geleceklerine yönelik kimlik
kazanmaları, eğitim kurumlarında yönlendirme ve bilgilendirme ile daha ileri
bir noktaya gelmesi gerekmektedir.
Burada, aile eğitim ve terbiye temellerinin üzerine kurulacak daha geniş ve farklı
özellikteki bilgiler, gençlerin kimlik oluşumlarını şekillendirecek ve güçlendirecektir. Eğer, aile değer ve davranışlarını dışlayıcı veya onlara ters bir kimlik kazandırma çalışması gerçekleştirilirse, gençlerin kimlik dünyalarında bir kargaşa
meydana gelecek ve aile ile okul arasında kalarak, kendilerine ve edindikleri
bilgiye olan güvenleri azalacak ve bu da onlarda bir kimlik krizi oluşturacaktır.
4.3. Gençlerin Etkinlikler ve Görevler İçinde Yetiştirilmesi
Gençlik, hayata yeni atılan ve tecrübe sahibi olmayan bir kitledir. Dolayısıyla,
birçok konuyu ya eksik veya sadece teorik olarak dinlemiştir. Bu yüzden genç223
TÜRKİYE’DE GENÇLİK VE SOSYALLEŞME • Prof. Dr. Sami Şener
lerin hem kendilerini tanımaları ve hem de hayatı öğrenmeleri, ancak çok farklı
tecrübe ve çalışmalar ile mümkün olabilecektir.
Bundan dolayı gençlerin, sadece eğitimin verdiği bilgiyle değil, çeşitli hayat
olayları veya çalışma etkinlikleri çerçevesinde görevler almaları ve her birinden
tecrübe edinmeleri gerekmektedir.
Bu tecrübe ve çalışmalar, gençlerin ilk olgunlaşma yaşlarında başlaması ve
genç insanın kolaycılığa ve rahatlığa alışmaması gerekir. Sosyal demek, toplum
içerisinde ve birçok olayla yüzyüze kalmak demektir. Dolayısıyla gençlerin, dinamik bir biçimde; her olay veya işin nasıl yürütüldüğünü ve hangi sonuçlar ile
karşılaşıldığına dair yüzlerce bilgi ve tecrübe ile yüzleşmesi gerekiyor.
Bu çerçevede, çeşitli sosyal gruplar içerisinde bulunarak, toplum psikolojisi
ile toplumda hangi dinamikler çerçevesinde hareket etmesi konusunda
pratik bilgi ve deneyimlere sahip olmak durumundadır. Özellikle insan tipleri,
insanların yaklaşımları ve karakterleri ile ilgili birbirinden çok farklı örnek olay
ile, ancak toplumsal faaliyet ve etkinlikler içerisinde tecrübe kazanma imkânı
bulunmaktadır.
Tecrübe, bir yaşayış bilgisidir. Bu yaşayış bilgisi içinde, çok farklı insan ve gruplar ile olan ilişkilerden elde edilen bilgi, örnek ve problemler yer almaktadır.
Sadece iyi olaylardan değil, sıkıntı olaylardan da ders almak gerekmektedir.
Yüzyüze kalınan bir acı olay, insana; okuyacağı kitap veya dinleyeceği konuşmalardan daha fazla bir tecrübe verebilmektedir.
4.4. Gençlere Toplumsal Roller Verilmesi
Gençlere toplumsal rol verilmesi konusu, gençler ile birlikte toplumun yeniden
değerlendirilmesi ve topluma ait görev ve sorumlulukların yerine getirilmesi
merhalesini içine almaktadır.
Rol vermek veya rol almak, bir kişinin veya toplumun iradesi ve ufku ile alakalı
bir konudur. Rol vermek veya almak, birtakım sorumlulukların üstlenmesi, değiştirilmesi gereken işlere yönelik yeni fikirler ortaya konması ve uygulamaların
gerçekleştirilmesi çerçevesinde üstlenilen önemli görevler topluluğudur.
Rol sahibi kişi ve grup, birçok birikime ulaşmış ve kendi başına bazı işleri yürütebilecek bir seviyeye ulaşmıştır. Kendine güven duymakta olduğu gibi, bazı
işleri de üstlenecek niteliklere erişmiştir.
Bu rol, yetişkin insanlarla bazı işleri paylaşma noktasında gelişeceği gibi, kendine ait özel fikir ve düşünceleri gündeme getirmek suretiyle, bazı konularda
orijinal ve farklı çözüm ve çalışma anlayışlarını da ihtiva edebilir.
224
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Tek kelime ile, gençlerin; kendilerine ait konu ve alanlarda, yetişkinlerin kendilerini göreve çağırmadan önce, bunların farkına varıp, kendilerini görevli kabul
ederek, sorumluluk ve işleri üstelenebilecek bir şuur seviyesine ulaşabilme konusunda rol oynayacak hale gelmeleridir.
Kaynakça
Atay, Tayfun (2004a). Din Hayattan Çıkar. İletişim Yayınları, İstanbul
Beehr, T. A., & Bennett, M. M. (2007). Examining retirement from a multi-level perspective. In K. S. Shultz & G. A. Adams (Eds.), Aging and work in the 21st century (pp.
277–302). New York, NY: Psychology Press.
Berger, Peter (1985) Modernleşme ve Bilinç, Çev. Cevdet Cerit, Pınar Yayınları, İstanbul
Davudoğlu, Ahmet (1992/2, Tarih İdraki oluşumunda Medeniyetlerin Rolü, Divan İlmi
Araştırmalar Dergisi, İstanbul
Durmuş, Adem (2003) Çocuğumu Gençliğe ve Hayata hazırlıyorum, Timaş Yayınları, İstanbul
Giddens, Antony (2000) Küreselleşme Hayatımızı nasıl değiştiriyor, Alfa Basım Yayın; İstanbul
Kocadas, Bekir, (2004), “Siddet ve Terör Kavramları Üzerine Bir Değerlendirme”, http://
www.egm. gov. tr/ egitim/dergi/eskisayi/40/web/makaleler
Çelebi, Nilgün (2009)
Oktay, A. (1996). 80’lerde Türkiye’de Kültürel Değişim. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi. Yüzyıl Biterken. Cilt: 13. İletişim Yayınları. İstanbul.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (2009), Yaşadığım Gibi, Dergah Yayınları, İstanbul
Turhan, Mümtaz (1969) Kültür Değişmeleri, Milli Eğt. Bakanlığı 1001 Temel Eser, Ankara
Türkdoğan, Orhan (1987) Sosyal Şiddet ve Türkiye, MEB Yayınları, Ankara
Şahin, M. Cem (2005) Türkiye’de Gençliğin Toplumsal Kimliği ve Popüler Tüketim Kültürü,
Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 25, Sayı 2 (2005).
225
KÜRESEL ADALET İÇİN
SOSYAL HAREKET:
INDYMEDIA
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Yılmaz
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü
Özet
Indymedia (The Independent Media Center - Bağımsız Medya Merkezi), geleneksel
medyanın haber üretimi ve işleyişinin sorgulanmasıyla ortaya çıkan; bağımsız ve özgür
bir medya ihtiyacını karşılamak üzere alternatif medya ve toplumsal hareketler çerçevesinde meydana gelmiş bir oluşumdur. Geleneksel medyanın, kamusal sorumluluklarını
yerine getirmede günümüz ihtiyaçlarını karşılayamadığı pek çok kuramcı ve uygulamacı tarafından dile getirilmektedir. Örneğin kamusal sorumluluğunu yerine getiremeyen
Dördüncü Kuvvet Medya Modeli’ne alternatif olarak Ignacio Ramonet, vatandaş katılımını esas alan, medyanın sivilleşmesi ve demokratikleşmesine önemli bir katkı sağlayacak,
internet üzerinden yürüyecek ve zehirlenmemiş habere (bio haber) ulaşma hakkının
korunduğu, bir “Beşinci Kuvvet Medya Modeli” önermiştir.
Indymedia, medyanın katılımcı ve demokratik bir biçimi olarak ifade edilen global bir
iletişim ağıdır. Tüm dünyada 150’den fazla büro ile haber yayını yapılmaktadır. Yaygın
medya kuruluşlarının hiçbir zaman başaramayacağı ölçüde yerelleşmiş olması en güçlü
yanıdır. İletişim ağları herkese açıktır. Sitesine video, audio baskı, fotoğraf ya da yorum
göndermek isteyen herkese açıktır. Özgür yayıncılık ilkesini benimseyen Indymedia, görevlerini; dünya etrafındaki aktivistlerden bilgi sağlamak; alternatif sesleri duyurmak; bir
örgütlenme aracı olarak eylem ve protestoları duyurmak; dünya ölçeğinde bir hareket
için eylemcilerin iletişim halinde olmalarını sağlamak olarak tanımlar. Bu yönüyle “indymedia katılımcıları kendilerini hem gazeteci hem de eylemci olarak görürler”. Bir anlamda kamu vicdanının sesi olan indymedia, faaliyetlerini küresel ölçekte gerçekleştirir.
227
KÜRESEL ADALET İÇİN SOSYAL HAREKET: INDYMEDIA • Yrd. Doç. Dr. Yalçın Yılmaz
Bu çalışmada, tüm dünyada iletişim ağlarını hızla genişleten indymedia hareketi, internet yayıncılığı, katılımcı demokratik medya kuramı ve yurttaş gazeteciliği bağlamında
ele alınacak. Yapılacak teorik literatür çalışmasının ardından, bir anlamda küresel adalet
hareketi olarak tanımlanan indymedia hareketinin sınırları ve hangi sorunlara yol açabileceği tespit edilip, küresel adalete katkısı tartışmaya sunulacak.
Anahtar Kelimeler: Indymedia - Bağımsız Medya Merkezi, beşinci kuvvet medya modeli, internet yayıncılığı, katılımcı demokratik medya kuramı, yurttaş gazeteciliği.
Abstract
Indymedia is a formation to meet the demands of independent and free media which
emerged as a result of judging the traditional media’s news production and operation
process. Insufficiency of traditional media in meeting the today’s public responsibilities
was expressed by numerous theorists and practioners. Ignacio Ramonet proposed an
alternative model to the Fourth Force Media Model which can not meet public responsibilities. Ramonet’s “Fifth Force Media Model”, based on citizens participation. It will
support the media’s civilization and democraticization and protect the right of reaching
to the unpoisoned news (bio-news) over internet.
Indymedia is a global communication network which is expressed as media’s democratic and participative form. It broadcasts news with more than 150 offices all around
the world. The strength of it comes from the localized nature which can not be accomplished by wide media institutions. Communication networks are open to everyone.
They are open to everyone who wants to send video, audio, photography and comment
to their sites. Adopting the free broadcasting principle Indymedia defines its duties as;
providing information to activist all around the world; conveying alternative voices;
announcing protests as a tool for organizing; keep the activists in touch for a worldwide movement. From this aspect, “participants of Indymedia see themselves both as
journalists and as activists”. In other words, public conscience Indymedia conducts its
operation on a global scale.
This study approaches the indymedia movement which is fastly widening its communication networks all over the World in the context of internet publishing, participative
democratic media theory and citizen journalism. After the literature review, limits of
Indymedia defined as global justice movement and its problems and its support to the
global justice wil be discussed.
Keywords: Indymedia - The Independent Media Center, fifth force media model, internet publishing, participative democratic media theory, citizen journalism.
Giriş
2000 yılından itibaren, insanların hoşuna gitsin ya da gitmesin tüm bireyleri ve
toplumları birbirine bağlayan, dünyayı gerçekten küresel bir köye dönüştüren,
hatta gerekli gücü sağlayan bir internet patlaması yaşanmıştır.
228
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
İnternet ile sosyal hareketler küresel bir düzeye ulaştı. İnternet aktivist grupların daha organize ve güçlü hale gelmesine yardımcı oldu. İnternetten önce
herhangi bir bölgedeki toplumsal hareket genellikle orada kalırdı ve bir ülkedeki olumsuz olaylar dünyanın geri kalan kısmından saklanabilirdi. Günümüzde
bu mümkün değildir. Aktivistler baskı kurmak ve internet üzerinden mesajlarını
yaymak ve eylemlerini vurgulamak için diğer gruplarla iletişime geçtikçe bilgi,
saatler ya da dakikalar içinde küresel bir hal alır.
Geleneksel medyanın, kamusal sorumluluklarını yerine getirmede günümüz ihtiyaçlarını karşılayamadığı pek çok kuramcı ve uygulamacı tarafından dile getirilmektedir. Geleneksel medyanın haber üretimi ve işleyişinin sorgulanmasıyla,
alternatif medya ve toplumsal hareketler çerçevesinde bağımsız ve özgür bir
medya ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Kısa adı Indymedia olan - The Independent
Media Center - Bağımsız Medya Merkezi (IMC), küresel ölçekte bu ihtiyacı karşılamak üzere meydana gelmiş bir oluşumdur. Indymedya’yı, vatandaş katılımını esas alan, medyanın sivilleşmesi ve demokratikleşmesine önemli bir katkı
sağlayan ve internet üzerinden yürüyen alternatif bir “Beşinci Kuvvet Medya
Modeli” olarak görebiliriz.
1. Alternatif Medya ve İnternet
Literatürde araştırmalar kamusal iletişimin bu önemli alanını açıklamaya ve
keşfetmeye çalışmaktadır. Çeşitli başlıklar altında medya; alternatif medya (alternative media), yurttaş medyası (citiziens’media), topluluk medyası (community media), taktik medya (tactic media), bağımsız medya (independent
medya), karşıt bilgi medyası (counteer-information media), katılımcı medya
(participatory media), üçüncü sektör medyası (third sector media), toplumsal
hareket medyası (social movement media) olarak tanımlanabilmektedir (Downing, 2009). Bu tanımlamaların ortak yönleri olduğu gibi eksiklikleri de söz
konusudur. Ancak yine de alternatif medya Türkçede bazen hepsini kapsayacak
şekilde kullanılabilmektedir.
Downing’in (2009) tercih etme eğiliminde olduğu kavram ise ‘Toplumsal Hareket Medyası’dır’. Dayanak noktası olarak toplumsal hareketlerdeki bu medya
projeleri büyük veya küçük de olsa herhangi bir toplumsal hareketle çok fazla
bir bağlantısı olmayan küçük ölçekli medyanın çokluğu da kabul edilmelidir.
İnternetin yaşamın her alanında kullanılmaya başlaması ile birlikte yayıncılık
özellikleri açısından bir başka tanımlamaya göre de; elektronik yayıncılık, internet yayıncılığı, dijital yayıncılık, web yayıncılığı ya da sanal yayıncılık adıyla yeni
medya türleri yaşantımıza girmiştir. Alternatif medya olarak da adlandırılan
elektronik yayıncılık; bilgiye erişimde sınırları ortadan kaldırmış, etkileşimli-in229
KÜRESEL ADALET İÇİN SOSYAL HAREKET: INDYMEDIA • Yrd. Doç. Dr. Yalçın Yılmaz
teraktif iletişim olanağı sunmuş, çok boyutlu-multimedya araçları ile iletişimde
hız ve etkinliği artırmış, düşük bütçeli özgür ve yer sınırı olmayan derinlikli haber akışına olanak sağlamıştır.
Alternative Media (Alternatif Medya) kitabının yazarı Chris Atton (2002), alternatif medyanın yanı sıra radikal medya ve sosyal hareket medyası kavramlarını
da kullanmakta ve bunlarla sosyal hareketlerin ilişkisine açıklık getirmektedir.
Bu medyanın, taban hareketi olarak örgütlenen, sesi duyulmayanın sesi olmaya
aday, yaygın fikirlerin aksini söylemeye gücü yeten bir yayıncılık anlayışı olduğunu anlatmaktadır.
1980’lerde alternatif medya olarak adlandıracağımız bu medya projelerinin sayısı, gelişmişliği ve ağları dünya çapında hızla büyüdü. Radyo ve kablo erişimli
televizyon, birçok yerel topluluklarda merkezi olmasına rağmen, medya aktivistleri faaliyetlerini geliştirmek ve medya içeriğinin değişimi için ülke içinde ve
ulusal sınırların ötesinde bağlantılara başladılar. Buna ek olarak radyo, kablo,
uydu ve yeni ortaya çıkan bilgisayar bağlantılı sistemlere kamu erişimini yasallaştırma kampanyalarından alınan dersleri paylaştılar ve küresel düzeyde karar
altına aldılar (Kidd, 2007, s. 242).
Alternatif medya kârdan daha çok fikirlerin serbest akışıyla ilgilenmektedir.
Atton, oluşturduğu alternatif ve radikal medya tipolojisini şöyle sunmaktadır
(Atton, 2002, s.27):
-
İçerik - siyasi olarak radikal, sosyal / kültürel açıdan radikal - haber değerleri
-
Estetik formu - grafikleri, görsel dili; sunum çeşitleri ve bağlayıcılığı.
-
Oluşturulan grafiklerdeki yenilikler / uyarlamalar - grafiklerin kullanımı;
IBM dizgi, ofset baskı, fotokopiler.
-
Dağıtım kullanımı; dağıtım için alternatif alanlar, görünmez / gizli dağıtım şebekeleri, telif hakkı karşıtlığı.
-
Dönüştürülmüş sosyal ilişkiler, roller ve sorumluluklar; okuyucu yazarlı,
birleşerek ortak hareket, gazetecilik, basım, yayın.
-
Dönüştürülmüş iletişim süreçleri - yatay bağlantılar, ağlar.
Alternatif medya üç farklı açıyla değerlendirilebilir; haber kaynakları açısından, dağıtım kanalları açısından ve haber/öykü anlatısında dil açısından alternatifler. Bu özellikleriyle internet, toplumsal hareketlerde dışa dönük örgütlenmeler ve haberler için birincil ortam haline gelmiştir. Alternatif medyanın
gazetecilik değerleri açısından bu geleneğe katkısı özgürleştirici bir şekilde
çalışmayı teşvik etmesidir. Hükümetlerin olaylar ve siyasal gruplar üzerindeki
otoriter baskısı arttığında da, elektronik posta çok önemli bir siyasal iletişim
aracı haline gelmektedir.
230
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Alternatif medya, sosyal dışlanmış ya da muhalif grupları, alt kültürleri, etnik
azınlıkları ve ana kültürlere eşlik eden alanlarda yaşayan diğerlerini arayıp bulur
ya da bulamazsa kendi oluşturabilir (Waltz, 2005, s. 7-8). Örgütsel stratejileri
açısından alternatif medya, karşı-kültürel faaliyetlere ve yeni toplumsal hareketlerde politika oluşturma ve karar vermede ortak bir yaklaşım belirlemiştir
(Atton, 2003a, s. 64).
John Downing, “alternatif medyanın ortak bir yönü varsa, o da nadiren de olsa
birilerinin her açıdan kuralları çiğneyen olmasıdır” diyor (Atton, 2003b, s. 41).
Organizasyon ve üretimi yönetme biçiminin de kuralları vardır. Alternatif medya, aşırı sermaye harcaması olmadan, mesleki eğitime gerek kalmadan, sıradan
insanlar için kullanılabilir olmalı ve medya kuruluşları veya benzeri sistemlerin
dışında yer almalıdır (Atton, 2002, s. 25).
Curran ve Couldry (2003) ise, alternatif medya tanımında medyanın gücüne
odaklanmıştır. Her ne kadar farklı konumlar alabilse de medya gücü güncel
konularda örtülü olarak, meydan okuyan medya üretimidir (s. 7).
İnternetin alternatif medya içeriğinin sunulabilmesi için kolay ve sınırlandırılamayan erişim olanağı sağladığını belirten Atabek (1996), ancak internetin
mevcut ulusal ve uluslararası yapıları ve süreçleri yeniden üretici bir işlev üstlenmekten başka bir işe yaramayacağına ve asla alternatif bir iletişim ortamı
olamayacağına dair kuşkuların da giderek arttığını belirtmiştir (s. 44).
İnternet kullanımının yaygınlaşmasıyla, alternatif medya olarak da sunulan ve
internet üzerinden yayın yapan yeni bir habercilik türü ortaya çıkmıştır (Çakır,
2007, s. 125). İnternetteki web sayfalarında hem yazılı, hem sesli, hem de görüntülü haberler bütünleşik olarak sunulabilmektedir. Bu özelliği ile gazete ve
televizyonun haber iletim sistemleri aynı ortam üzerinde ve eş zamanlı olarak
internet kullanıcılarına sunabilmektedir. İnternetin özellikleri bağlamında haberlere yeni bir biçim gelmiştir. Haberle ilişkili geleneksel araçlardaki zaman
ve sütun sınırlılıkları ortadan kalkmış ve çoklu ortam özellikleri, haberin içinde
birlikte sunulabilir olmuştur (Milli Eğitim Bakanlığı, 2008, s. 9).
Yeni iletişim teknolojileri aracılığıyla internet erişimli sivil ağların oluşumu iki
açıdan önem taşır; katılımcı süreçlere katılan yurttaşların sayısının ve çeşitliliğinin artırılması, katılımcıların eylem etkinliğinin ve alanının genişletilmesi.
Bu iki unsur internetin, sivil toplum örgütlerinin amaçlarına ulaşmasında, yeni
üyeler bulmasında, örgütsel eylemliliğin sürekli kılınmasında yaşamsal öneme
sahip olduğunu ortaya koyar (Tosun, 2006, s. 65). Medya aracılığıyla demokratik süreçlere yurttaş katılımını açıklayan teori ise Katılımcı Demokratik Medya
Kuramı’dır.
231
KÜRESEL ADALET İÇİN SOSYAL HAREKET: INDYMEDIA • Yrd. Doç. Dr. Yalçın Yılmaz
2. Katılımcı Demokratik Medya Kuramı
Denis McQuail’in (1994, s. 133), modern toplumların medya düzenleri için tasarladığı Katılımcı Demokratik Medya Kuramı, özellikle yönetime katılmayı esas
alan gelişmiş, özgür toplumlarda uygulama alanı bulmuştur. Temsil yerine yönetime katılmayı ilke olarak benimseyen kuram, bireylerin yönetime katılmasını
ve fikirlerini savunmasını ana prensip olarak kabul etmektedir.
Yeni iletişim teknolojilerinin demokrasileri kökten ve olumlu bir yönde değiştirdiğini savunan John Naisbitt, özellikle yerel düzeyde sık sık başvurulmaya
başlanan referandumların “katılımcı demokrasi”de yol alındığına ve artık yurttaşların ‘temsil’ edilmesine gerek kalmadığına işaret ettiğini belirtiyor (Naisbitt,
1984, s. 175).
Kuram, özel medyanın ticarileşme ve tekelleşmesine ve sosyal sorumluluk normuna göre oluşturulan toplumsal yayıncılık kuramlarının merkezileşme ve bürokratikleşmesine karşı reaksiyon olarak gelişmiştir. Demokratik-katılım kuramı,
politik toplumda aktif alıcının ihtiyaçları, ilgileri ve arzularını öne çıkarmaktadır.
Bu kuramın koyduğu ilkelere göre düzenlenen medya, vatandaşlara bilgi hakkı, cevaplama ve düzeltme hakkı, küçük çaplı toplum, ilgi grubu ve yan kültür
oluşturulmasında karşılıklı etkileşmede iletişim araçlarını kullanımı hakkını içermelidir (McQuail, 1994, s. 134).
Kuram; tektip, merkezileştirilmiş, yüksek değerli, profesyonelleştirilmiş, tarafsızlaştırılmış, devlet kontrolünde bir medyanın gerekliliğini reddeder. Çoğulculuğu, miktarın küçüklüğünü, yerelliği, kurumsallaşmamayı, verici-alıcı rollerinin
değişebilirliğini toplumun bütün seviyelerinde iletişim bağlantılarının yatay
oluşunu ve etkileşmeyi destekler (McQuail, 1994, s. 134).
Bu bağlamda kuram, özgürlükçülük, ütopyacılık, sosyalizm, eşitçilik, çevrecilik
ve yerellik gibi öğelerin bir sentezini içerir. Kurama göre oluşturulan bir iletişim
aracı, kullanıcılarına katılım için fırsatlar vermeli ve sosyal yaşamla daha iç içe
olmalıdır. Kuramın pratikliğe yansıma alanları ise yeraltı basını, korsan radyo
yayını, kablolu televizyon, kırsal yerleşim alanlarında mikro medya, sokak ve
mahalle bildirileri ve politik posterler olarak sıralanabilir. Yukarıdaki bilgiler ışığında, kuramın önermeleri şöyle sıralanabilir (McQuail, 1994, s. 135):
232
-
Yurttaşlar ve azınlık grupları, medyaya erişme ve gereksinimleri doğrultusunda bilgilendirilme ve hizmet edilme hakkına sahiptirler.
-
Medyanın örgütlenmesine ve içeriğinin belirlenmesine siyasi otorite etki
etmemelidir.
-
Kitle iletişim araçlarının varoluş nedeni şirketler, gazeteciler ya da müşteriler değil, okuyucu, dinleyici ve izleyiciler olmalıdır.
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
-
Gruplara, örgütlere ve yerel topluluklara kendi medyalarına sahip olma
hakkı tanınmalıdır.
-
Küçük çaplı, karşılıklı etkileşimci ve katılımı kolaylaştırıcı medya kurumları, tek yönlü profesyonelleşmiş medyadan daha iyidir.
-
Medyaya yönelik toplumsal beklentiler ne bireysel tüketim talepleri ne
de devletin ve onun temel kurumları aracılığıyla yeterince ifade edilebilir.
-
İletişim, çalışanların insiyatifine terk edilemeyecek kadar önemlidir.
Bu kurama göre, iletişim araçlarının toplumsal yapıdaki varlık nedeni halktır ve
hizmet vereceği kitle de halk olmalıdır. İletişim teknolojilerindeki gelişmelerin
yeni imkân ve fırsat açması da beklenmektedir. Dolayısıyla, iletişim araçları küçük grupların da erişimine fırsat verecek ve kamu yararı güdecek şekilde düzenlenmelidir. Ve yerel topluluklar iletişim hakkı için kendi aracına sahip olmalıdır. Kurama göre tekelleşmenin böyle önlenebileceği düşünülmektedir (Vural,
1994, s. 32). Medya ve demokrasi bağlamında vatandaş katılımı, medyanın sivilleşmesi ve demokratikleşmesine de önemli bir katkı sağlamaktadır.
3. Beşinci Kuvvet Medya Modeli ve Yurttaş Gazeteciliği
Bir devlette iktidar, yasama, yürütme ve yargılama olmak üzere üç türlü faaliyette bulunur. Bu ilkeyi Montesquieu 1748 yılında devlet örgütünün temel esası
haline getirmiştir. Ancak, “erkler ayrılığı” olarak isimlendirilen bu esas zamanla
gerçek anlamını yitirerek modern demokratik rejimlerin işleyişine ters düşen bir
ayrım haline dönüşmüştür.
Bu durum çağdaş demokratik düzenlerde diğer üç erkten tamamen bağımsız
dördüncü bir erke gereksinim duyulmasını gerektirmiştir. Basın bu rolü üstlenmiş ve bu sebepten Dördüncü Kuvvet ya da Dördüncü Erk diye nitelenmiştir
(İçel, 1985, s. 87).
Son yıllarda liberal küreselleşmenin ivme kazanmasıyla birlikte, dördüncü kuvvetin denetleme potansiyelinden mahrum bırakıldığı ve karşı-güç olma işlevini
yavaş yavaş kaybettiği eleştirisi de yapılmaktadır. Mısır’da, Libya’da ve Tunus’ta
yakın dönemde ortaya çıkan sosyal hareketliliğin ve baskıcı rejimlere karşı yükselen değişim taleplerinin sosyal paylaşım siteleri üzerinden örgütlendiği hatırlanacak olursa yaygın medyanın, toplumların demokratikleşmesi bağlamında
yetersiz kaldığını söyleyebiliriz (Yılmaz, 2011, s. 136). Erdoğan’a göre (1999, s.
41-42); egemen medya, kapitalist demokrasinin ve kurumlarının bütünleşmiş
bir parçasıdır. Kitle iletişiminin dördüncü güç olması, hem medyanın örgütlenmesi hem de kapitalist düzenlerin yapısal gerçekleriyle uyuşmayan, ideolojik
sahte çerçevelemedir. Bu sebeple, yaygın ve egemen medyanın yanı sıra günümüzde internet ağları üzerinden yayın yapan yeni medya ön plana çıkmaktadır.
233
KÜRESEL ADALET İÇİN SOSYAL HAREKET: INDYMEDIA • Yrd. Doç. Dr. Yalçın Yılmaz
Yeni medyanın sonuçlarından biri yurttaş gazeteciliğidir. Ignacio Ramonet,
‘dördüncü kuvvet medya’yı denetleyen, gerektiği zaman haber çarpıtmalarını
ve eksik bilgilendirmeleri açığa çıkaran bir ‘beşinci kuvvet-yurttaş kuvvetine’
olan gereksinimi gündeme getirmiştir (İnceoğlu, http://www. Yasemininceoglu.
Com). Ramonet, kamusal sorumluluğunu yerine getiremeyen dördüncü kuvvet medya modeli’ne alternatif olarak, internet üzerinden yürüyecek ve zehirlenmemiş habere (bio haber) ulaşma hakkının korunduğu bir “Beşinci Kuvvet
Medya Modeli” önermektedir. Ramonet bu modeli, “yeni egemenler koalisyonunun karşısına bir yurttaş kuvvetiyle çıkmamızı sağlayacak, liberal küreselleşmenin suç ortakları ve yayıcıları olan büyük medya holdinglerinin süper-gücünü
ifşa etme işlevine sahip olacak bir beşinci kuvvet” olarak tanımlamaktadır (Ramonet, 2004).
Medya üretimi konusunda özel bir eğitimi olmayan yurttaş gazeteci, herhangi
bir haber kuruluşunda da çalışmaz; ancak yine de etkileyici ya da dikkate değer
bir olay kaydetmek, bildirmek üzere alana çıkar.
4. Sosyal-Toplumsal Hareket ve Küresel Adalet
1980’lerde aynı zamanda iletişimi demokratikleştirmek için ortaya çıkan ağların, küresel hareketin önemli bir ayağını oluşturduğu da görüldü. Günümüzde
internet, sosyal hareketlere yönelik sosyal yardım, organizasyon ve haberler
için birincil araç haline geldi. Küreselleşmiş bir iletişim sisteminde toplumsal bir
sorunu saklamak da hemen hemen olanaksızlaştı.
Birçok sosyal değişim hareketi, ortak sorunlar hakkında bilgi ve destek alışverişinde bulunmak ve sınırların ötesinde bağlantılar oluşturmak için kurumsal ve
askeri ihtiyaçlar doğrultusunda geliştirilen küresel iletişim ağlarına uyum sağlamaya başladılar. Birçok sosyal soruna ve politikaya ortak tepkiler, artık ulusal
sınırlar içinde koordine edilmeye başlandı. Bu ağların küresel erişimi ve hızı,
siyasal örgütlenme ve eylem için olanakları önemli ölçüde dönüştürdü. Kadın,
emek, yerli halklar, serbest ticaret ve şirketlerin küreselleşmesine karşı eylemcilerin örgütlemesi için yeni ulus ötesi toplumsal hareketlere zemin hazırladı
ve birleştirici oldu (Kidd, 2007, s. 243). Sınır tanımayan yeni muhalif hareketlerin örgütlenmesi, taraftar toplaması ve harekete geçmesi de yeni ve alternatif
medya aracılığıyla daha da kolaylaştı (Conklin, 2003).
Alternatif iletişim araçları sayesinde aktivistler, çok uluslu kuruluşlar üzerinde
baskı kurma gücüne de sahip olmuştur. Aktivistler, sorunları boykotlar ya da
grevlere, yasal düzenlemelere ve olumsuz haberlerle zarar veren etkenlere dönüştürebilir, faaliyetleri kısıtlama yoluna gidebilir. Çünkü sanal ağlar toplumsal
hareketlere, siyasal iktidarların ve küresel güçlerin baskıcı uygulamalarından
234
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
kaçış için de elverişli bir ortam sunar. Aktivistler, web ağı üzerinden küresel
güçlerin hegemonik alanı dışında seslerini duyurma imkânına sahip olurlar.
Watermana göre (2001, s. 227), güçlü sosyal hareketlerin uluslarüstü düzeyde
artan önemi hem küresel bir sivil toplumun geliştirilmesine imkân vermesinden
hem de onu kolaylaştırmasından kaynaklanmaktadır. Castells ise, sermaye ve
emek arasındaki sosyo-ekonomik bölünmenin, bu yeni toplumsal hareketlerde hala önemli olduğunu kabul eder, ancak insanın kültürel değerlerinin ortak
kimliğe dayalı ağ toplumunda gittikçe artan bir şekilde ifade edildiğini savunmaktadır. Hareketler, sosyal açıdan muhafazakâr, sosyal devrimci ya da her ikisi, ya da hiçbiri olabilir, fakat hareketlerin hepsi hükümetler, ülkeler ve dünya
üzerindeki insanların hayatları üzerindeki kontrol kaybına tepkileri temsil eder.
Alain Touraine’nin klasik tipolojisinden esinlenen Castells (1997, s. 71), sosyal
hareketleri şöyle sınıflandırır:
1. Kimlik - Onların kendini tanımlaması ve kimin adına konuştukları
2. Karşıtları - Onların düşmanları
3. Toplumsal hedefi - Onun kolektif eylem yoluyla elde etmek istediği toplumsal düzen hareketinin vizyonu.
Küresel adalet hareketinde sosyal hareketler, hem kimlik tabanlı ortaklıklardan hem de sınıf temelli hareketlerden kaynaklanmaktadır (Waterman, 2001,
s. 209). Bu sosyal hareketler, kendilerini güçlendirmek ve yerel topluluklarda
küreselleşmenin daha demokratik formu için bir başka mücadele vermektedir.
Sosyal hareketlerde sanal eylemler, sosyal hareketlerin gerçekleştiği yeni bir
kamusal alan olmuştur. Sosyal hareketler teknolojik imkânlarla da bazı değişimler geçirmektedir. İnternet ise sosyal hareketlerin konuları arasındaki geçiş
hızını artırmaktadır.
Castell’in dikkat çektiği küresel adalet hareketinin karmaşıklığı ve çeşitliliğidir.
Küreselleşme karşıtı hareket kalıcı ve profesyonel bir organizasyon değildir; bir
merkezi, bir komuta yapısı ya da ortak bir programı yoktur. Tüm dünyada bazı
sembolik protestolarda yakınlaşan yüzlerce, binlerce kuruluş ve birey var. Bu
hareketler daha sonra kendi özel konuları üzerinde odaklanmak üzere ayrışırlar
(Castells, 2001, s. 142).
Enformasyon, değerler, semboller, düşünceler küreselleşme sürecindeki değişimin kapsamına girmiş, sivil toplum alanında ortaya çıkan küresel işbirlikleri
ve ağlar (networkler) toplumsal hareketlerin küreselleşmesinin önünü açarak,
onların ulusal düzeydeki katılım ve etkileme potansiyelini yükseltmiştir. Seattle,
Davos, Washington, Melbourne, Prag, Porto Allegre, Quebec ve Cenova’da yapılan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) karşıtı gösteriler ve Sosyal Forumlar küresel
235
KÜRESEL ADALET İÇİN SOSYAL HAREKET: INDYMEDIA • Yrd. Doç. Dr. Yalçın Yılmaz
adaleti ve toplumsal sosyal hareketi, merkezi tartışma konularından biri haline
getirmiştir (Tosun, 2006, s. 71-72).
Meksika’da Zapatista’ların Meksika hükümetinin baskıcı politikalarına dünyanın dikkatini çeken eylemlerinde internetten yararlandıklarını, Kolombiya’daki
isyancıların kendi durumlarını ve görüşlerini dünya kamuoyuna internet üzerinden yaydıklarını da biliyoruz. Bunlar gibi daha pek çok örnekte internet üzerindeki web siteleri ve e-posta forumları siyasal grupların amaçlarına ulaşmalarında bir araç olarak kullanılmıştır (Tosun, 2006, s. 72). Bu web sitelerinin başında
da dünya çapında yerel ve küresel yayınlar yapan Bağımsız Medya Merkezi –
Indymedia gelmektedir.
5. Bağımsız Medya Merkezi: Indymedia
Konumuz itibariyle ele aldığımız bağımsız medya terimi Herman ve Chomsky
tarafından şirketleşmemiş, devlete ait olmayan, dinsel olmayan yeni medyaları
ifade etmek için tercih edilir (Downing, 2009). Tam ismi The Independent Media Center-IMC (Bağımsız Medya Merkezi) olan Indymedia ise; İngilizce independent (bağımsız) sözcüğünün gündelik dilde kısaltması olarak indy ve kapsadığı her mecrayı anlatan media (medya) sözcüğünün yanyana getirilmesiyle
oluşturulmuştur ve kısa sürede alternatif seslerin birbiriyle dayanışma içinde
olduğu bir haberleşme ağı olarak tüm dünyaya yayılmıştır.
Günümüzde indymedia.org, McLuhan tarafından asla hayal edilemeyen gerçek
bir küresel köyde sosyal adalet, işçi hakları ve çevre ile ilgilenen, birbirleriyle
bağlantılı insanların küresel topluluğu haline gelmiştir (Halleck, 2003, s. 13).
Indymedia’nın kullandığı slogan; “Medyadan nefret etmeyin, kendiniz medya
olun” şeklindedir. Bu anlayış sayesinde vatandaş gazeteciliği kavramı pratikte
daha geniş bir uygulama alanı bulmaktadır.
24 Kasım 1999 günü ilk Indymedia haberi, IMC web sitesinde (Dünya Ticaret
Örgütü’ne karşı protestoların haberi) Maffew & Manse tarafından yayınlanmıştır. Direnç küreseldir... sloganı ile yapılan haber; Seattle ve dünya çapında, Dünya Ticaret Anlaşması’nın arkasındaki gerçek hikâyeyi anlatmaktaydı (Pickard,
2006a, s. 20). Seattle IMC, sosyal-adalet grupları, sendikalar, anarşistler, sosyalistler, komünistler, çevreci gruplar ve anti-kapitalist hareket olarak bilinen
diğer grupların koalisyonu için bağımsız bir medya olarak görev yapmıştır (Atton, 2007, s. 71). Seattle’da kitlesel muhalefet gösterileri düzenlendiği günlerde,
olup biteni bağımsız bir yayın olarak insanlara ulaştırmayı hedefleyen, birçok
aktivist örgütün oluşturduğu bir web ağı kuruldu: indymedia.org.
Indymedia, Seattle kurulduğundan bu yana, merkezi olmayan küresel bir ağ
içinde medya çalışma gruplarının şubeler açmasıyla kendisini sürekli genişlet236
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
miştir. Yerel, bölgesel ve küresel ölçekli düzenlemelerin süreçleri internet üzerinden kapsamlı yürütülmektedir. Küresel medya merkezi, www. İndymedia.org
ve yerel IMC web siteleri, iletişim, bilgi ve medya ortak katılımcıları için web
portalları olarak hareket etmektedir (Morris, 2004, s. 327).
Genellikle IMF ve Dünya Bankası veya G8 gibi neo-liberal kurumlara karşı küresel adalet ile bağlantılı büyük protestolarla ortaya çıkan Indymedia, altı kıtada
50 ülkede, 150’den fazla site ile geniş bir ağ oluşturmuştur. Haber ve bilgi üretimi açısından zengin bir kaynak olarak, e-posta listeleri, video, ses ve yazılı basın
ortamı üretmektedir (Pickard, 2006a, s. 20). Bağımsız medya merkezleri (IMC),
küresel anti-kapitalist hareketleri medya penceresinden kolayca görülebilir bir
özellik haline getirmektedir. Aktivistler, destekçileri ve dünya vatandaşları için
ses ve video görüntüleri, yüz binlerce görgü tanığı raporları, analiz ve yorumlar
kamuoyuna sunulabilir hale getirilmektedir (Atton, 2007, s. 71).
Indymedia’nın misyonu, sosyal hareketin yayılmasını kapsayan, medya aktivizmini ilgi çekici kılan, eylem ve medya politikalarında katılımcı demokrasiyi barındıran, sosyal adaletsizliklerin geniş bir yelpazede raporlanmasını içerir. Katılımcıların medya felsefeleri de şunlardır (Morris, 2004, s. 326-327):
-
Objektif gazetecilik duruşu,
-
Bir aktivist basın olarak Küresel Adaletsizlik hareketlerini raporlayan
olmak,
-
Yerel basın çabalarında bir uzman olarak Indymedia yorumu.
-
Farklı siyasi görüşleri ile yeni bir online tabanı olarak Indymedia
tasarlamak.
Indymedia, aynı zamanda interaktif bir haber sitesi ve radikal bir demokratik
kuruluştur (Pickard, 2006b, s. 317). Giderek artan sosyal ve küresel adalet konularını kapsayan zengin medya içeriğine sahiptir. Orada kendi yayınını yapmak kolaydır (Morris, 2004, s. 349). Bu yönüyle Indymedia, medyanın katılımcı
ve demokratik bir biçimi olarak ifade edilen küresel bir iletişim ağıdır. Yaygın
medya kuruluşlarının hiçbir zaman başaramayacağı ölçüde yerelleşmiş olması
da en güçlü yanıdır. Yerel haberlerin, ağ üyelerince çeşitli dillere çevrilebilmesi
sayesinde dünyanın her köşesinden haberler, doğrudan tanıklıklarla dolaşıma
girebilmektedir.
Indymedia kendisini “Radikal, doğru ve tutkulu biçimde gerçeğin anlatılmasını
sağlamak için kolektif olarak çalışan medya grupları ağı” olarak tanımlamaktadır. İletişim ağları; sitesine video, audio baskı, fotoğraf ya da yorum göndermek isteyen herkese açıktır. Özgür yayıncılık ilkesini benimseyen Indymedia,
görevlerini;
237
KÜRESEL ADALET İÇİN SOSYAL HAREKET: INDYMEDIA • Yrd. Doç. Dr. Yalçın Yılmaz
-
Dünya etrafındaki aktivistlerden bilgi sağlamak,
-
Alternatif sesleri duyurmak,
-
Bir örgütlenme aracı olarak eylem ve protestoları duyurmak,
-
Dünya ölçeğinde bir hareket için eylemcilerin iletişim halinde olmalarını
sağlamak olarak tanımlar.
Indymedia, çeşitli sosyal ve toplumsal hareketlerin geçmişi ve uygulamaları
üzerine yapılanmıştır. Indymedia’nın uygulamaları ve stratejilerinin kaynağı olarak, toplumsal hareketlerin en az dört ana türü tespit edilebilir (Morris, 2004,
s. 327);
-
Açık yayıncılık ve sosyal hareket
-
Özgür / ücretsiz yazılım
-
Radikal-demokratik katılım
-
Küresel adalet hareketleri
Indymedia, bu hareketlerin uygulamalarını ve halk tabanından gelen ilkeleri, uygulamaları ve kaynak paylaşımını çeşitli medya ağına ayrı ayrı ve küçük
gruplar halinde entegre eder. Bu hareketlerin ortak kaynakları olsa da, ek faktörler yerel siyasi kültürlere özgü hareketlerin çeşitli karışımıdır. Indymedia’nın,
IMC ihtiyaçlarına uyumlu özgür yazılım programları, gönüllü programcılar veya
teknisyenler tarafından hazırlanmaktadır. Indymedia’nın ücretsiz-yazılım uygulamaları, programların bağış olması sebebiyle, programcıların kültürel (Net
hacker culture) değerlerini de yansıtmaktadır (Morris, 2004, s. 328). Küresel
Indymedia şebekelerinde; ücretsiz yazılım, açık yayıncılık ve kaynakların bir
havuzda toplanması özellikleri ön plana çıkmaktadır. Indymedia’nın en önemli
referans noktası; kopyalanan, değiştirilen, ücretsiz yazılım üreten ve dağıtan
Özgür Yazılım Hareketi olmasıdır. Bu yazılımlar, dünya çapında IMC katılımcıları
arasında paylaşılır. Kaynakların paylaşımı ve dağıtımı her yerel Indymedia topluluğu için güçlü bir uygulamadır (Sam and Annie, 2007, s. 79).
Indymedia gazetecileri, aktivist olarak kendilerinin bakış açısından haber ve anlatılar sunmaktadır; gazetecilerin kendileri gerçekten aktivisttirler (Atton, 2007,
s. 75). Indymedia üyelikleri arasında liberal demokratlar, ilericiler, anarşistler,
Yeşiller Partisi üyeleri, sivil özgürlükçüler ve sosyalistler sayılabilir (Pickard,
2006a, s. 21). Bu yönüyle “indymedia katılımcıları kendilerini hem gazeteci hem
de eylemci olarak görürler”. Indymedia, uluslararası toplantılarda, küreselleşme
karşıtı yerel gösterilerin düzenlenmesinde ve yayınlanmasında önemli bir rol
oynar. Tüm Indymedia katılımcılarının, kendi web siteleri için yerel olarak seçilmiş, iyice tartışılan ve net bir şekilde ifade edilen mesaj içerikli yayın politikalarına sahip olmaları beklenmektedir.
238
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Belirli zaman ve yerdeki protestolara, ana akım dışındaki medyanın ilgi duymasına yardımcı olmak için oluşturulan Indymedia, genellikle yerel ve uluslararası
konularda hem politik direniş için hem de iletişim sorunlarında etkili olmuştur.
Bağlantılı bir sunucu, web sayfası, bir veya daha fazla aktivistlerden oluşmaktadır (Downing, 2003, s. 243).
Indymedia, aynı zamanda alternatif medyanın karmaşık bir örneğidir. Alternatif
medya modellerinin dört türünün benzersiz bir birleşimidir. Indymedia (Morris,
2004, s. 348);
-
Bireysel medya aktivistleri ve halk için bir ağ,
-
Yerel katılımcılar tarafından üretilen yerel medya,
-
Küresel adalet hareketini kapsayan sosyal hareket medyasının bir türü,
-
Çeşitli hareketlere ve çıkarlarına hizmet eden alternatif bir medya ağı
olarak görev yapmaktadır.
Herhangi bir konuda halkın tepkisine fırsat vermek için haber ağına açık erişim
sunan IMC, medya üreticileri ve tüketicileri arasındaki geleneksel ilişkiye meydan okumakta ve medya okuryazarlığını teşvik etmektedir. Ayrıca gazeteciliğin
geleneksel yaklaşımlarına meydan okumaktadır ve gazetecilik uygulamalarında eğitim almamış kişiler tarafından olaylar hakkında ilk elden ve görgü tanıklıklarına dayanan bir forum sunmaktadır (Brooten, 2010, s. 267).
Indymedia ile ilgili teorik bir çerçeve geliştirirken, üç alanın altını çizmek gerekir; toplumsal-sosyal hareket teorisi, ağ teorisi ve internet çalışmaları. Sosyal
hareket teorisi geleneksel aktivist örgütlenmelere odaklanırken, son yıllarda ağ
teorisi, web üzerinden örgütsel faaliyetleri takip etmek için başarılı bir şekilde
adapte edilmiştir (Pickard 2006b, s. 318).
Medya aktivistlerinin, küresel düzeyde gönüllü medya ağı Indymedia’nın ilkeleri
ve yapısı şu şekildedir (Morris, 2004, s. 340-341):
İlkeler
1. Küresel adalet
2. Tabandan gelen demokrasi
3. Açık yayıncılık
4. Bir mülkiyet dâhilinde yayıncılık kriteri
5. Birlik ve çeşitlilik.
Medya Uygulamaları ve Süreçleri
6. Etkileşim
7. Çevrimiçi koordinasyon
239
KÜRESEL ADALET İÇİN SOSYAL HAREKET: INDYMEDIA • Yrd. Doç. Dr. Yalçın Yılmaz
8. Web sitesi tasarımı
9. Çevrimiçi belgeler
Ağ Yapısı
10. Indymedia ağları, şu yenilikleri içerir:
- Yerel olarak
- Ulusal olarak
- Bölgesel olarak
- Küresel olarak örgütlenmiştir.
11. Medya projeleri ve çalışma grupları
12. Intermedia projeleri
13. Geniş bir medya ağı
Teoride Tartışılan
14. Alternatif medyalar: Indymedia, bir sosyal hareket medyası, geniş bir alternatif sosyal-adalet medyası, yerel medya merkezlerinin bir ağı ve küresel
adalet ile ilgilenen kişiler için küresel bir forum ağı olarak, eş zamanlı hizmet
vermektedir.
15. Esnek, merkezi olmayan yapı: Indymedia bağımsız bir ağ için gerekli üç yapısal unsuru kendi iç süreçlerinde oluşturmaktadır: güçlü yerel katılımcıları, zengin iç iletişim süreçleri ve ortaya çıkan ağların merkezi olmayan karar alma ve
planlama süreçleri.
Türkiye’de http://istanbul.indymedia.org/tr, web adresi üzerinden Bağımsız
Basın Merkezi olarak yayın yapılmaktadır. Bu örgütlenme modeline paralel bir
örnek olarak Bağımsız İletişim Ağı projesi, Türkiye yerelinde aynı ayırt edici
özellikten yararlanmayı hedefleyerek 2000’li yıllarda yayına başladı. Kendi sözleriyle, “Bağımsız İletişim Ağı Koordinasyonu”, 130’u aşkın yerel radyo, gazete
ve TV’yi “üretim temelinde bir dayanışma ve haberleşme ağı” çevresinde bir
araya getiriyor.” BİA Projesi, 13 Ocak 2001’den bu yana habercilik etkinliğini
internetteki haber sitesi bianet’te sürdürüyor.
Sonuç
Medyanın giderek sermayenin elinde tutulması, yerel haberlerin aktarılması işini güçleştirmektedir. Alternatif olarak gelişen bağımsız toplumsal hareket medyası, felsefi olarak kendisini pazar etkilerinin dışında tutar. Merkezi olmayan
bağımsız medya genellikle yerel haber ve bilgilerin yayınlandığı bir araçtır. Bu
alternatif medya örgütlenmeleri, yerel düzeyde olabileceği gibi ulusal, uluslararası hatta küresel bir konuda da yoğunlaşabilir.
240
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
İnteraktif bir yapıya sahip olan bu medya türlerinde, haber grupları, tartışma
odaları, e-mail ve bloglar, katılımcı demokrasiye katkı sağlamak açısından çok
önemlidir. Alternatif ve katılımcı toplumsal hareket medyası, demokratik katılımı güçlendirmekte, siyasi fikir ve demokratik eylemlerin şekillenmesine katkı
sağlamaktadır. Teknolojik gelişme ile birlikte, yerelde başlayan sosyal adalet
hareketlerinin uluslararası destek bulması da kolaylaşmıştır. Otoriter yönetimlerin baskısından uzakta alternatif bir alan yaratıldığından eylemlerin etkinliği
de artabilmektedir.
Küresel adalet için sosyal hareketleri düzenleyen aktivistler, organize olmak ve
hareketin yayılmasını sağlamak için internet siteleri kurmaktadırlar. Indymedia
(http://www.indymedia.org), gibi siteler aracılığıyla gerçekleştirilen hareketler,
katılımcıların iletişim kurmak ve bilgiyi paylaşmak için buldukları yöntemlerden
biridir. Indymedia, 1999 yılında DTÖ’ne karşı gerçekleştirilen Seattle eylemleri
sırasında kurulmuş bir ağdır. Yenidünya düzeni ve küreselleşmeye olan tepkisel
hareketlerde vurgulanan tema genellikle IMF, DTÖ ve Dünya Bankası gibi uluslararası ekonomik kuruluşların politikaları, doğanın tahribi, biogenetik, insan
hakları gibi konulardır.
Katılım ve erişim anlamında toplumsal hareket medyası diyebileceğimiz Bağımsız Medya Merkezi-IMC Indymedia, internet üzerinden yerelden küresele
seslenen alternatif medya, katılımcı medya, yurttaş medyası ve toplumsal hareket medyası özelliklerini barındırırken, aynı zamanda radikal ve anarşist medya
olarak da konumlandırılabilir.
Son yıllarda liberal küreselleşmenin ivme kazanmasıyla birlikte, gelenekselanaakım medyanın karşı-güç olma işlevini yavaş yavaş kaybettiği eleştirisi
de yapılmaktadır. Mısır’da, Libya’da ve Tunus’ta yakın dönemde ortaya çıkan
sosyal hareketliliğin ve baskıcı rejimlere karşı yükselen değişim taleplerinin
sosyal paylaşım siteleri üzerinden örgütlendiği hatırlanacak olursa geleneksel medyanın, toplumların demokratikleşmesi bağlamında yetersiz kaldığını
söyleyebiliriz. Çünkü egemen medya, kapitalist demokrasinin ve kurumlarının
bütünleşmiş bir parçasıdır. Bu sebeple, geleneksel ve egemen medyanın yanı
sıra günümüzde internet ağları üzerinden yayın yapan alternatif yeni medya ön
plana çıkmaktadır.
Alternatif ve bağımsız medya aracılığıyla gerçekleştirilen sanal eylemlerin coğrafi imkânsızlıkları ortadan kaldırması, bilinirliği arttırarak örgütlenme kolaylığı sağlamasıyla önümüzdeki dönemde bu eylem şekline daha sık rastlayabiliriz. Küresel adalet için internet üzerinden yürütülen toplumsal hareketler,
geleneksel devletten, sivil topluma ve sivil demokrasiye geçişte demokrasinin
genişletilmesine, derinleştirilmesine ve hatta yeniden tanımlanmasına katkıda
bulunacaktır.
241
KÜRESEL ADALET İÇİN SOSYAL HAREKET: INDYMEDIA • Yrd. Doç. Dr. Yalçın Yılmaz
Bu konuda yaşanan endişe ise; yayıncılar ile yurttaşlar arasında oluşacak sağlıksız, meslek ahlakına aykırı muhtemel bir birliktelik dolayısıyla gerçeklere
dayalı habercilik anlayışının ziyan olmasıdır. Alternatif dağıtım kanallarını kullanarak gazetecilik yapan vatandaş örgütlenmelerinin de, yaygın medya ile paralel biçimde hiyerarşi, egemen/ayrımcı dil ve benzeri sorunlardan uzak olamayacakları sorunu bulunmaktadır. Sosyal hareketler ve özelde de küreselleşme
karşıtı hareketler açısından internetin yaygın kullanımı, bilginin kolay ve hızlı
bir şekilde yayılması gibi birtakım kolaylıklar sağlamakla beraber, birtakım sorunları da beraberinde getirmektedir. Dünya üzerinde her coğrafyanın internet
teknolojisine sahip olmadığı düşünülürse, bunun özellikle Kuzey ve Güney’deki
eylemciler arasında bir eşitsizliğe yol açabileceği söylenebilir
Türkiye’de de küreselleşme karşıtı hareketler bakımından internetin kullanıldığı
görülmekle birlikte internet üzerinden plan, eylem ve örgütlenmenin yaygın
olmadığını söyleyebiliriz.
Kaynakça
Atabek, Ü. (1996). İletişim Teknolojileri ve Internet: Eleştirel bir Perspektif. Telekomünikasyon Dergisi s.1, ss.44-45, http://mediaif.emu.edu.tr/pages/atabek/docs/...
Atton, C. (2002). Alternative Media, London: Sage.
Atton, C. (2003a). Infoshops in the Shadow of the State, Nick Couldry and James Curran
(Ed.), Contesting Media Power Alternative Media in a Networked World, Rowman &
Litdefield Publishers, Inc. pp.57-70.
Atton, C. (2003b). Media Organization and Production, Cottle S. (Ed.) London: Sage.
Atton, C. (2007). Alternative media in practice, Kate Coyer, Tony Dowmunt and Alan Fountain (Ed.), The Alternative Media Handbookp (Media practice), pp.71-77, New York:
Routledge.
Brooten, L. (2010). Digital Deconstruction: Indymedia as a Process of Collective Critique,
Ralph D. Berenger Ed.), Journal of Global Mass Communication, Volume 3, Numbers
1-4 2010, pp.265-280. Marquette Books.
Castells, M. (1997). The power of identity, Oxford: Blackwell.
Castells, M. (2001). The Internet galaxy reflections on the internet, business and society,
Oxford: Oxford University Press.
Conklin, D. B. (2003). The Internet, Email, and Political Activism. The Case of Tiananmen
Square, Paper presented at the ECPR Joint Sessions of Workshops, Changing Media
and Civil Society, 28 March - 2 April 2003, Edinburgh, UK.
Curran, J. ve Couldry, N. (2003). Contesting Media Power: Alternative media in a networked World, Rowman and Littlefield, Lanham, Md.
Çakır, H. (2007). Geleneksel Gazetecilik Karşısında İnternet Gazeteciliği, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2007/1, Sayı. 22.
Downing, J. D. H. (2003), The Independent Media Center Movement and the Anarchist
Socialist Tradition, Nick Couldry and James Curran (Ed.), Contesting Media Power Alternative Media in a Networked World, pp.243-259, Oxford, UK: Rowman & Litdefield.
242
DEVLET, ADALET VE GENÇLİK
Downing, J. D. H. (2009). İletişimsel Olmayan Ortaklar: Toplumsal Hareket Medyası Analizi ve Radikal Eğitmenler, Çağdaş Ceyhan (Çev.). Kurgu Online International Journal of
Communication Studies, vol.1, October 2009, Anadolu Ü. İletişim Bil. Fak. http://www.
kurgu.anadolu.edu.tr/dosyalar/10.pdf.
Erdoğan, İ. (1999). Dördüncü Gücün İlettiği: Amerikan Örneği, Medya Gücü ve Demokratik
Kurumlar, Korkmaz Alemdar (Haz.), İstanbul: Afa Yayınları ve TÜSES Vakfı.
Halleck, D. D. (2003). Indymedia: Building an international activist internet network, Media development, Vol. 4, No.50. pp.11-15.
İçel, K. (1985). Kitle Haberleşme Hukuku. 2. Baskı. İstanbul: İstanbul Üniversitesi.
İnceoğlu, Y. G. Yurttaş Gazeteciliği Şart, http://www.yasemininceoglu.com
Kidd, D. (2007). The global movement to transform communications, Kate Coyer, Tony
Dowmunt and Alan Fountain (Ed.), The Alternative Media Handbookp (Media practice), New York: Routledge, pp.239-248.
McQuail, D. (1994). Kitle İletişim Kuramı (Giriş), Ahmet Haluk Yüksel (Çev.), 1. Basım, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi.
Milli Eğitim Bakanlığı, (2008). Gazetecilik, İnternet Haberciliği, Mesleki Eğitim ve Öğretim
Sisteminin Güçlendirilmesi Projesi, http://megep.meb.gov.tr/mte_program_modul /
modul_pdf/321GM0022.pdf
Morris, D. (2004). Globalization and Media Democracy: The Case of Indymedia, Douglas
Schuler and Peter Day (Ed.), Shaping the Network Society The New Role of Civil Society in Cyberspace, pp. 325-354, London, UK: The MIT Press.
Naisbitt, J. (1984). Megatrends, New York: Warner Boks,
Pickard, V.W. (2006a): Assessing the Radical Democracy of Indymedia: Discursive, Technical, and Institutional Constructions, Critical Studies in Media Communication, Vol.
23, No. 1, March 2006, pp.19-38. Routledge: London.
Pickard, V.W. (2006b), United yet autonomous: Indymedia and the struggle to sustain a radical democratic network, Media Culture Society, Vol. 28(3): 315–336, London:
SAGE.
Ramonet, I. (2004). Beşinci Kuvvet, Yasemin G. İnceoğlu, Nurdan Akıner, Utku Uraz Aydın
(Çev.), Varlık Dergisi, Nisan 2004 (ss.3-7), http://www.yasemininceoglu.com
Sam and Annie, (2007). Indymedia and the politics of participation: reporting the G8 in
Scotland, Kate Coyer, Tony Dowmunt and Alan Fountain (Ed.), The Alternative Media
Handbookp (Media practice), pp.78-87, New York: Routledge.
Tosun, G. E. (2006). Yeni İletişim Teknolojileri ve Sivil Toplum, Bilgi İletişim Teknolojileri ve
Yansımaları, Z. Beril Akıncı Vural (Ed.), Ankara: Nobel Yayın, ss.59-88.
Vural, S. (1994). Kitle İletişiminde Denetim Stratejileri, Ankara: Özışık Matbaacılık.
Waltz, M. (2005). Alternative and Activist Media, Edinburgh: Edinburgh University Press.
Waterman, P. (2001). Globalization, social movements and the new internationalisms,
London: Continuum.
Yılmaz, Y. (2011). Siyasal Sistem ve Medya Kuramları Bağlamında Türkiye’de Gazeteciliğin
Mesleki Kimlik Sorunu ve Bir Alan Araştırması, (Yayımlanmamış doktora tezi). Marmara
Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul
243
Notlar
Notlar