balkanlar

Transkript

balkanlar
Sayı 17 - 18 ÖZEL SAYI
15-16
TARİH BİLİNCİ
Tarih ve Kültür Dergisi
Sayı: 17-18 ÖZEL SAYI
Mart 2012
üç ayda bir yayınlanır
Tarih Bilincinde Buluşanlar Derneği adına
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hasan KONUK
Yazı İşleri Müdürü
Zekeriya AÇIKGÖZ
Editör
Prof. Dr. Mehmet ÇELİK
Genel Koordinatör
Recep ŞENAY
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Cahid BALTACI
Prof. Dr. Mehmet ÇELİK
Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK
Prof. Dr. Mehmet CAN
Prof. Dr. Orhan KILIÇ
Prof. Dr. İdris BAL
Prof. Dr. Bedri GENCER
Prof. Dr. Nihat BULUT
Prof. Dr. Yücel OĞURLU
Prof. Dr. Tayyar ARI
Prof. Dr. Mefail HIZLI
Doç. Dr. Mustafa ŞENTOP
Doç. Dr. Mazhar BAĞLI
Doç. Dr. Ensar NİŞANCI
Doç. Dr. Ahmet YILDIZ
Doç. Dr. Senai YALÇINKAYA
Doç. Dr. Ebubekir SOFUOĞLU
Yrd. Doç. Dr. Bedri MERMUTLU
Yrd. Doç. Dr. Şükran YAŞAR
Yrd. Doç. Dr. Nazım ELMAS
Av. Reşat PETEK
Sadık YALSIZUÇANLAR
HAKEM KURULU
1. Prof. Dr. Cahid BALTACI
2. Prof. Dr. Mehmet ÇELİK
4. Prof. Dr. Yücel OĞURLU
5. Prof. Dr. İdris BAL
6. Doç. Dr. Ahmet YILDIZ
YAYIN İLKELERİMİZ
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Erkan Türe
Prof. Dr. Mustafa SAMASTI
Prof. Dr. Ziya KAZICI
Prof. Dr. Mehmet MAKSUTOĞLU
Veli ŞİRİN
Emin ÜSTÜN
1
Tarih Bilinci Dergisi "hakemli dergi" olup üç ayda bir yayınlanır.
Derginin sahibi "Tarih Bilincinde Buluşanlar Derneği"dir.
2
Dergide tarih ilmi başta olmak üzere sosyal ilimler ve sanatla ilgili
yazılara, hakemlerin kontrolünden geçmiş akademik makalelere yer
verilir.
3
Dergimizde yayınlanan yazıların ilmi ve hukuki sorumlulukları
yazarlarına aittir.
4
Derginin yayın dili Türkçe'dir. Türkçe'nin dışında başka dillerdeki
yazılar için Türkçe özet istenir.
5
Dergide yayınlanacak yazılar on sayfayı geçmemelidir.
6
Yazılar elektronik posta ile [email protected] adresine
gönderilmelidir.
Hukuk Danışmanları
Av. Ömer BOZOĞLU
Av. Hüseyin ÖZTÜRK
Düzeltme / Tashih
H. İbrahim ÖZTÜRKÇÜ
Grafik Tasarım
A4 Grafik - Recep ŞENAY
[email protected]
Baskı / Milsan
İdare Yeri
Ihlamur Sk. Çadırcı İş Merkezi 18/8 Pendik-İstanbul
Tel.: 0216 354 20 56
[email protected]
www.tbbd.org
5
10
40
42
50
54
62
66
76
78
Editörden
Dünü ve Bügünü ile Balkanlar
Prof. Dr. Mehmet ÇELİK
88
Osmanlı Arşivi'nin
Rumeli Araştırmaları Açısından Önemi
Dr. Önder BAYIR
92
Orduların İşlevi Bitiyor Mu?
Prof. Dr. Mehmet ALTAN
114
Mehmet Akif'in Balkanlara Ağıtı
İbrahim ÖZTÜRKÇÜ
116
Güçlü Türkiye Balkanlarda
İstikrarın Teminatıdır
Prof. Dr. İdris BAL
122
Bosna'nın Avusturya-Macaristan
İşgaline Direnişi
Prof. Dr. Mehmet CAN - Dr. Mirsad KARİÇ
126
Balkanlar ve Kültürel Birliktelik
Nevzat BAYHAN
140
Bulgaristan'daki Türk Azınlığı
Prof. Dr. İbrahim YALIMOV
146
Hasan Kâfi Akhisari
Prof. Dr. Cahit BALTACI
152
Osmanlı'nın Balkanlardaki
İktisadi Mirası
Prof. Dr. Mehmet Çelik
158
2
Jön Türklerin Siyasi Fikirlerinin
Balkanlar Üzerindeki Etkileri
Dr. Necip YILMAZ
Balkanlara ve Balkanlardan Göç
Doç.Dr. Mustafa ATALAR
Selçukluların Anadolusu
Osmanlıların Balkanları
Ahmet ÖZDAL
Tarihten Ders Almak veya
Balkanlardan Günümüze Bakmak
Hasan KONUK
Üsküp'e Damgasını Vuran Bir Fatih:
Paşa Yiğit Bey
Prof. Dr. Mefail HIZLI
Tarihte Balkanlar
Cansaran KIZILTAŞ
1878-1918 Arasında Romanya:
İç ve Dış Siyaset ve Azınlıklar
Doç. Dr.Mehmet Hacısalihoğlu,
Bir asırlık
“Doğal Arnavutluk Özlemi”nin
neresindeyiz?
Ramadan ÇİPURİ
Ömer Seyfettin'in Eserlerinde
Balkanlar ve Balkan Savaşlarının İzleri
Tahsin YILDIRIM
Prizren Birliği
Prof. Dr. Mehmet CAN - Prof. Dr. Hasan KORKUT
www.tbbd.org
166
168
171
178
Osmanlı Devrinde Rumeli'nin
İlim ve Medeniyyet Merkezi: ÜSKÜP
Süleyman BAKİ
219
Gizli Hazinesiyle
Yunanistan'ın kurtuluş ümidi:
Tepedelenli Ali Paşa
İbrahim KAPAKLIKAYA
224
Balkanların Önemi
Doç.Dr. Mustafa ATALAR
227
208
210
216
İslam'ın Balkan Coğrafyasına İlk Gelişi
Prof.Dr. İbrahim Tatatrlı
Osmanlı İmparatorluğu Medine
Anlaşmasından Faydalanmıştır
Dr. Mirsad KARİÇ
Yunanistan'ın Bağımsızlığı
Prof. Dr. Ahmet EYİCİL
237
202
Balkanlarda Nadir Görülen Hoşgörü
ve Toplumsal BarışDönemi
Prof.Dr. Nehat Krasniqi
Şehîd Evlâdları
Sinan TAVUKÇU
235
194
Balkanların Yerel Müzik Anlayışı
Seta KÜRKÇÜOĞLU
Savaş Sonrası Bosna
Doç. Dr. Ebubekir Sofuoğlu
230
183
Balkanlardan Ana Yurda
Göçle Gelen Kültür ve Türküler
Harun GÜRBÜZ
Balkan Halkları İslam'ı
Gönüllü Olarak Kabullenmiştir
Prof.Dr. İbrahim YALIMOV
Saraybosna - Zagreb Gezisi
Prof. Dr. Erkan TÜRE
Kitap
Batı Rumeli'yi Nasıl Kaybettik?
Sinan TAVUKÇU
246
Rumeli Türkülerinin, Ses Eğitimi için
Düzenlenerek Kullanılması Üzerine
Bir Analiz Çalışması
Yard.Doç.Dr. Tülin MALKOÇ
248
Boşnak Kültüründe SEVDALİNKA
Fazıl Cem KÜÇÜMEN
252
3
Kur'an, İnananları İslam Dinini
Barış Vasıtası ile Yaymaya Davet Ediyordu
Prof. Dr. Muhidin MULALIC
İnsanları İyi Olmaya Çağırma Hakkı
Dr. Valeria Heuberger
MEHMED HÂLİM VANİ YURTSEVER
Dr. Erşahin Ahmet AYHÜN
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Dünü ve Bugünü ile Balkanlar
Prof. Dr. Mehmet ÇELİK
Evet, sevgili okuyucular... Tarih Bilinci Dergisi bir özel sayı ile daha
karşınızda:“Dünü ve Bugünü İle Balkanlar”
EDİTÖRDEN
Sizlerden gelen yoğun talepler sonucunda “Demokrasimizin
Yüzyıllık Serüveni”, arkasından “Ortadoğu”, onun da arkasından
“Nasıl Bir Anayasa?” özel sayılarını yayınladık. Bunların her biri her
zaman başvurulacak bir kaynak eser olarak binlerce aydının
kütüphanesinde yerlerini aldılar.
2012'ye girerken, Balkan facialarının 100. yılı olması dolayısıyla, bir
Balkanlar özel sayısı çıkarmak gibi kaçınılmaz bir sorumluluk altında
olduğumuzun idraki içindeydik. Bu nedenle altı ay önceden bunun
hazırlıklarına başladık. Altı aylık hummalı bir çalışma sonrasında,
elinizdeki“Dünü ve Bugünü İle Balkanlar”özel sayısı hazırlandı.
Balkanlar sözünü duyan herkesin kafasında hemen “faciâ” kelimesi
belirir. Gerçekten de I. Dünya Savaşı öncesi Osmanlı coğrafyası
büyük bir faciâ yaşadı. Bu coğrafya adeta bir ateş topuna dönüştü.
Başta Yemen, Sarıkamış, Galiçya, Mısır, Filistin, Trablus derken
Balkanlar ardı ardına gelen felaketlerle sarsıldı... Yaklaşık 4 milyon
km2 toprak, 5 milyon insan kaybettik...
Tarihin bu şekilde tekerrür etmesi, sanki Osmanlı'nın kaçınılmaz
kaderiydi. Büyürken savaşarak büyümüştü, küçülürken de savaşarak
küçülüyordu.
Her zaman, hemen hemen her sayıda tekrar ettiğimiz gibi Tarih
Bilinci Dergisi, klasik sıradan bir tarih dergisi olmadı, olmayacak da!..
Biz, kronoloji aktaran bir dergi olmadık, olmayacağız da!.. Bu derginin ilk sayısını çıkarırken bu düşüncedeydik, sonuna kadar da bu
düşüncede olacağız. Hedefimiz, teknik bilgilerle sarmalanmış
kronoloji aktarmak değil. Hedefimiz, tarihin perde arkasını aralamak;
O'nu doğru algılamaya ve algılatmaya çalışmak. Galiplerin ve
siyasetçilerin hazırladığı belgelere esir olarak, onların istediği
biçimde tarihi algılatmak ve aktarmak tuzağına düşmeyeceğiz. Tarih
Felsefesi ışığında olayları ve belgeleri sorgulayacağız, yorumlayacağız ve hakikate ulaşmaya çalışacağız. Kanın kutsandığı ve
hamasetle yoğrulmuş bir tarih felsefesi, bizce çağını doldurmuştur.
Siyasetçilerin nefislerini tatminini perdeleyen inanç, düşünce,
kültürel genetik ve hamaset yüklü, sağlıklı olmayan, sokaktan beslenen millî duygularımızın esiri olmayacağız. Hakikat, sadece hakikatin
peşindeyiz.
5
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
Bulgar'a, Sırp'a... iklime, coğrafyaya, açlığa, vs. fatura
çıkararak kendini aklamasın. Bir imparatorluğun yok
olmasının ana sebebi, subaylarımızın gırtlaklarına
kadar politikaya batmış olmalarıydı… Cumhuriyet
dönemindeki askeri darbeler de bu damarın devamıdır. Bir ülkeyi yok etmek istiyorsanız, askerini
politikaya bulaştırın, yeter!..
Evet, Balkanlar (1912-1913) bir faciâ yaşadı. Evlâd-ı
Fatihân diye tabir ettiğimiz Balkan müslümanları çok
büyük bir trajedi yaşadılar, soykırıma maruz kaldılar,
canlarını kurtarabilenler Baba yurduna sığındılar...
Birinci nesilleri bu travmayı bir türlü beyinlerinden ve
ruhlarından söküp atamadılar. Acılarını içlerine gömdüler. Biz bu facianın hesabını uluslararası platformlarda bir gün olsun dile getirmediğimiz gibi, adeta
üzerini örtmeye çalıştık! Hafızamızdan bu bölümü
sildik, attık. Bugün yaklaşık 180 cıvarında üniversitesi
olan Türkiye Cumhuriyeti, maalesef bu konu ile ilgili
yeterli derecede bilimsel çalışma da yaptırmadı. 450
sene kaldığımız bir coğrafyada geride bıraktıklarımızla
yeterli derecede ilgilenmediğimiz gibi, ecdadın yüzyıllarca emek vererek inşa ettiği kültürel varlıklarımızın
yokedilmesine seyirci kaldık... Geçmişimize, redd-i
miras ettik... Kısaca ihanet ettik!..
Millet olarak, devlet olarak, aydın olarak, asker olarak,
tarihten ders çıkaramadığımız için, hâlâ aynı hataları
tekrar ederek, kaos ve krizlerle boğuşuyoruz.
Sözü daha fazla uzatmadan, bu sayıda yer alan yazılar
hakkında kısa değerlendirmelerde bulunayım.
Önder Bayır'ın, “Osmanlı Arşivinin Rumeli Araştırmaları Açısından Önemi” başlıklı makalesi, Balkanlar
üzerinde çalışma yapacak bilim adamları ve araştırmacılar için son derece önemli bir çalışmadır. Sayın
Bayır'ın ömrünü verdiği arşiv çalışmalarına olan derin
vukûfiyeti, çalışmaların değerini bir kat daha arttırmaktadır. Bu makale, Balkanlar üzerinde çalışan ve
çalışacak olan herkes için bir rehber niteliğindedir. Bu
nedenle ayrı bir ”el kitapçığı” şeklinde basarak okuyucularımıza takdim edeceğiz.
Peki,“Bu felaketlerden yeni nesilleri için dersler çıkardık
mı?”diye bir soru sorulsa, acaba ne cevap verilecek, bu
da meçhul!.. Sırf bu soruya cevap vermek ve yeni
nesillerimizin buradan istikbal için bir ders çıkarmalarına yardımcı olmak düşüncesiyle soralım:
450 yıl kaldığımız Balkanlardan 158 günde çekildik!
Peki bu nasıl oldu?... Tarihe baktığımız zaman bir
coğrafyada yenilen bir ordu, 100 - 200 km. geri çekilir;
ya bir antlaşma yapar, ya da 200 km. geriden, yeniden
tahkimat yaparak yeni bir savaşa hazırlanır. Osmanlı
ordusu 450 yıl kaldığı bir coğrafyadan neden 158 günde çekildi?.. Hangi savaşları kaybetti ve hangi zaferleri
kazandı?.. Bütün bunlar meçhul!.. Neden?.. Yok ki,
ondan!..
İbrahim Öztürkçü, “Hakkın Sesleri: Mehmet Akif'in
Balkanlara Ağıtı”. Balkan facialarını en iyi terennüm
edenlerin başında gelenlerinden biri de hiç şüphesiz
Mehmet Akif'tir. Sayın Öztürkçü'nün bu çalışması,
okuyucu tarafından zevkle, defalarca, döne döne
okunacaktır hiç şüphesiz.
İdris Bal'ın; “Güçlü Türkiye Balkanlarda İstikrarın Teminatıdır” başlıklı makalesi, günümüzde Balkanların
istikrarlı bir bölge olmasında Türkiye'nin öneminin ne
kadar gerekli olduğunu ortaya koyan tespitler açısından dikkate değer analizler taşımaktadır. Okuyucunun
ufkunu açması açısından önemlidir.
Osmanlı Ordusu, ciddi hiçbir orduyla veya ordularla
savaşarak bu coğrafyadan çekilmedi. Sırp çetelerinin,
Makedon serserilerinin, Bulgar Yunan komitacılarının
önünden ricat etti!..
Sebep?.. Bu çetelerin, komitacıların sayı ve silâh üstünlüğü mü vardı Osmanlı Ordusuna?.. Hayır, hayır, hayır!..
Mirsad Kariç - Mehmet Can: “Bosna'nın AvusturyaMacaristan İşgaline Direnişi”. Osmanlı'dan kopuş ve
acılara gömülen Balkanlar... Sayın Kariç ve Sayın Can,
bu gözyaşı coğrafyasının Bosna Penceresini açmışlar.
Hafızamızı tazelemişler. Tarih Bilinci okuyucuları zevkle
okuyacaklardır bu makaleyi.
Çoğu zaman tek kurşun atmadan bir coğrafyayı terk
ediyorduk. İttihatçı subaylarla hürriyetçi subaylar,
çeteleri değil, birbirlerini yok etmeye çalışıyordu.
İttihatçılar, siyasî rakipleri olan hürriyetçi subaylara
karşı, Bulgar Sırp çeteleriyle işbirliği içerisindeydiler.
Nevzat Bayhan: “Balkanlar ve Kültürel Birliktelik”. Sayın
Bayhan bu çalışmasında Osmanlı Devleti'nin Balkanlarda “Kültürel Tahkimi” nasıl oluşturduğunu, bu kültürel
tahkimin imparatorluğa müspet manada bölgede nasıl
bir güç kattığını, çok güzel bir şekilde özetlemiştir. Bu
konuda okuyucuya derli-toplu bir kanaat oluşturması
açısından son derece faydalı bir çalışmadır.
Konuyu uzatmadan şunu söyleyeyim: Özelde Balkanların, genelde koca bir imparatorluğun avuçlarımızın
içinden kaybolup gitmesinin en büyük sebebi,
Osmanlı subaylarının gırtlaklarına kadar siyasete
bulaşmış olmalarıydı... Kimse Ermeni'ye, Rum'a,
6
TARİH BİLİNCİ
NASIL BİR ANAYASA
SAYI 15 - 16
İbrahim Yalımov: “Bulgaristan'daki Türk Azınlığı”.
SayınYalımov'un bu makalesi, geçen yüzyılın başından
günümüze Bulgaristan Türklerinin durumunu, çektikleri sıkıntıları maruz kaldıkları eziyetleri konu edindiği
kadar; günümüzdeki problemlerini gündeme getirmektedir. Bu nedenle, alanında iyi bir çalışmadır.
bizzat şahit olmuş, üstün tasvir gücüyle kısa, öz ama
ölümsüz eserler bırakmıştır.
Caner Sancaktar: “Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlardaki İktisadî Mirası”. Sayın Sancaktar'ın bu çalışması iktisat tarihi açısından olduğu kadar, Osmanlı
çekildikten sonra Balkan devletlerinin iktisadi yapısına
Osmanlı'nın etkisi ve bıraktığı miras açısından da son
derece önemli bir çalışmadır.
Hasan Korkut - Mehmet Can: “Sırp İşgaline Karşı
Arnavutluk Ayaklanması: Prizren Birliği”. Sayın Korkut
ve Sayın Can'ın kaleme aldığı bu makale, Arnavutluk'un
bağımsızlığa giden sürecine ışık tutması açısından son
derece kıymetli bir çalışmadır.
Ramazan Çipuri: “Arnavutluğun Geleceği”. Sayın
Çipuri'nin bu çalışması, geleceğin Arnavutluğunun
inşası açısından verilere dayalı bir gelecek öngörüsüdür.
Süleyman Baki'nin “Osmanlı Devrinde Rumeli'nin İlim
ve Medeniyet Merkezi: Üsküp” adlı kısa ve öz makalesi,
buradaki Osmanlı eserleri ile, yine burada yetişen veya
burada vefat eden önemli alim ve mutasavvıflar
hakkında özet bilgiler vermektedir.
Necip Yılmaz: “Jön Türklerin Siyasi Fikirlerinin Balkanlar Üzerindeki Etkileri”. 450 yıl kaldığımız Balkan coğrafyasında Fransız İhtilâli'nden beslenen dönemin siyasi
fikirlerinin, bu bölgeyi nasıl etkilediği açısından önemli
bir çalışma. Okuyucularımız zevkle okuyacaklardır.
İbrahim Kapaklıkaya: “Gizli Hazinesiyle Yunanistan'ın
Kurtuluş Ümidi: Tepedelenli Ali Paşa”. Kapaklıkaya bu
yazıyı, Yunanistan'ın 2011 yılında yaşadığı ekonomik
krizden kurutulmak için basında yer alan “Yunanistan,
Ali Paşa'nın hazinesini arıyor” başlıklı, biraz da
magazinel bir haber üzerine kaleme aldığını belirterek
yazısına başlıyor. Kapaklıkaya'nın bu kısa biyografik
yazısı, o dönemin subay ve bölge yöneticilerinin amaç
ve hedeflerini, devlet çarklarının nasıl da tefessüh etmiş
olduğunu göstermesi açısından faydalı bulduk.
Mustafa Atalar: “Balkanlardan Göç Hikayeleri”. Yine
Sayın Atalar'ın derlediği göç hikayeleri zevkle üzüntü
karışımı bir duygu dünyasına pencere açtığını okuyucu okuyarak görecektir.
Ahmet Özdal: “Selçukluların Anadolu'su Osmanlıların
Balkanları”. Mukayeseli ve özet bir çalışmadır. Ufuk
açıcıdır. Okuyucuya faydalı olacağı kanaatindeyim.
Hasan Konuk, “Tarihten Ders Almak ve Balkanlardan
Günümüze Bakmak”adlı makalesinde, açısı bir yüzyılın
panoramasını çizmektedir. Özellikle genç okuyucuların ufkunu açması açısından dikkat çekici bir özettir.
Mustafa Atalar: “Balkanların Önemi”. Balkanların
Osmanlı Devleti ve İslam Dünyası için ne derece stratejik bir öneme sahip olduğunu derli toplu ortaya koyan
bir yazı.
Mefâil Hızlı: “Üsküp'e Damgasını Vuran Bir Fatih: Paşa
Yiğit Bey”. Üsküp Fatihi olarak kabul edilen Paşa Yiğit
Bey hakkında, Osmanlı kroniklerinde dağınık şekilde
bilgiler bulunmaktadır. Sayın Hızlı, bu kroniklerdeki bilgileri derleyip toparlayarak çok güzel bir makale meydana getirmiş. Eline sağlık.
Ebubekir Sofuoğlu: “Savaş Sonrası Bosna Bugün Neyi
Yaşıyor, Neyi Hissediyor?”. Sofuoğlu bu çalışmasında
1992-1995 yılları arasında Bosna'da yaşanan dramı ve
bu dramın daha sonraki süreçte etkilerini konu
etmektedir.
Cansaran Kızıltaş, “Balkan Tarihi” adlı makalesinde
Balkanların Osmanlı yönetimine girişini öncelikle ele
almış, daha sonra çıkış sürecini isyanları baz alarak işlemiştir.
Ahmet Eyicil, “Yunanistan'ın Bağımsızlığı” adlı makalesinde, Yunanistan'ın Osmanlı'dan kopuş sürecini
konu etmektedir. Derli toplu özet bir çalışmadır.
Erkan Türe'nin, “Saraybosna Zagreb Gezisi” başlıklı
yazısı, okuyucuyu Saraybosna ve Zagreb'de adeta
tarihte bir yolculuğa çıkaracaktır. Bu coğrafyada Bihaç,
Travnik, Vişegrad, Jajce çok güzel bir tasvirle anlatılmakta, çekilen fotoğraflar da bu gezi notlarına ayrı bir
tat katmaktadır.
Mehmet Hacısalihoğlu'nun “1878-1919 Arasında
Romanya: İç ve Dış Siyaset ve Azınlıklar” adlı makalesi,
1878 1919 arasında Romanya'nın siyasi ve sosyal yapısını inceleyen ciddi bir çalışmadır.
Tahsin Yıldırım'ın “Ömer Seyfettin'in Eserlerinde
Balkanlar ve Balkan Savaşlarının İzleri” başlıklı makalesi, okuyucuyu bu meşhur hikayecimizle Balkanların
o acı günlerine bir yolculuğa çıkaracaktır. Ömer Seyfettin, Balkanlarda görev yaptığı dönemdeki facialara
Sinan Tavukçu: “Batı Rumeli'yi Nasıl Kaybettik”. Kısa, öz
ve akıcı bir yazı.
7
TARİH BİLİNCİ
SAYI 15 - 16
NASIL BİR ANAYASA
Dergimizin bu bölümü muhterem kardeşimiz, gönül
dostumuz, edip mutasavvıf Sadık Yalsızuçanlar ve
Mukaddes Mut'un röportajlarından oluşmaktadır.
Balkanlardan Esintiler
Dergimizin Balkanlar Özel Sayısı, sadece siyasî askerî
tarihle sınırlı kalsaydı, büyük bir eksiklik olacaktı. Bu
nedenle bir bölümünü de Balkan müziğine ayırdık.
Değerli arkadaşlarımızın bu konuda kaleme aldıkları
yazıları, okuyucularımızın beğeneceğini ümit
ediyoruz. İşte onlar;
Nehat Krasnigi: “Osmanlı'nın Gelmesi ile Birlikte,
Balkanlarda Nadir Görülen Hoşgörü ve Toplumsal
Barış Dönemi Başlamıştır”
Mirsad Kariç: “Osmanlı İmparatorluğu Büyük Ölçüde
Medine Anlaşması'ndan Faydalanmış, Hoşgörü ve
Adalet Kavramlarını Uygulayarak 600 yıl Ayakta
Kalmayı Başarmıştır”
Tülin Malkoç: “Rumeli Türklerinin, Ses Eğitimi için
Düzenlenerek Kullanılması Üzerine Bir Analiz
Çalışması”. Musiki ile uğraşanların, özellikle Rumeli
türkülerini sevenler için, bulunmaz bir akademik
çalışma. Eline, diline sağlık Sayın Malkoç.
Muhiddin Mulaliç: “Kur'an, İnananları İslam Dinini
Kılıç Zoru ile Değil, Barış Vasıtası ile Yaymaya Davet
Ediyordu”
Fazıl Cem Küçümen: “Boşnak Kültüründe Bir Müzik
Türü Olan Sevdalinka”. Boşnak müziği üzerinde çok
güzel bir çalışma. Kültürel zenginliğimize açılan bir
pencere. Tarih Bilinci okuyucuları adına teşekkürler
Sayın Küçümen.
İbrahim Yalımov, “Balkan Halkları İslamı Gönüllü
Olarak Kabullenmiştir”
İbrahimTatarlı.“İslamın Balkan Coğrafyasına İlk gelişi,
SekizinciYüzyıla Kadar”
Harun Gürbüz: “Balkanlardan Ana Yurda Göçle Gelen
Kültür ve Türküler”. Sayın Gürbüz'ün bu çalışması,
bölge coğrafyasındaki kültürel zenginliğimizin, bir
başka penceresi... Zevkle okunacak bir makale.
Valeria Heuberger: “Dindar Olmak Kendine Bir Işık
Tutmayacaksa İnsanları İyi Olmaya Çağırma Hakkını
Kendimde Nasıl Bulabilirim”
…
Seta Kürkçüoğlu: “Balkanların Yerel Müzik Anlayışı
Üzerine Genel Bir Bakış”. Bu konuda derli toplu kısa bir
değerlendirme yazısıdır.
İşte, elinizde “Dünü ve Bugünü İle Balkanlar” Özel
Sayısı… Umarım herkes kendi çapında dersler çıkarır
okuduklarından.
Evlâd-ı Fatihân Gözüyle Günümüzde Balkan Müslümanlarının Durumu
Mehmet Çelik
8
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Osmanlı Arşivi'nin
Rumeli Araştırmaları
Açısından Önemi
Dr. Önder BAYIR
T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü
Osmanlı Arşivi Daire Başkanı
T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü
bünyesinde yer alan Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı
dünya arşivleri arasında oldukça mühim ve itibarlı bir
konuma sahiptir. Çünkü ihtiva ettiği belgelerin gerek
sayısı gerekse bu belgelerin bilimsel ve kültürel önemi
itibariyle dünyanın en büyük önemli arşivlerinden
biridir. Osmanlı Arşivi'nde 100 milyona yakın belge 365
bin kadar da defter bulunmaktadır; ayrıca Osmanlı
Devleti'nin irtibat halinde bulunduğu 40'a yakın
Avrupa, Kuzey Afrika ve bir çok Asya ülkesinin tarihine
ait bilgi ve belgeler de yine bu Arşivimizde yer almaktadır. Bütün bunların yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti
Devleti'nin hemen her bürokratik kurumunun yakın
dönem tarihine ışık tutacak belgeler de yine arşivlerimizde bulunmaktadır.
devrinde Rumeli Beylerbeyi Mehmed Paşa'ya gönderilen 943 (1536) tarihli fermanda1"... Bu hükm-i şerî-füm
sûretini defterde kaydeyleyüp ve kendüsin dahi
ayniyle defter sandıklarında hıfzedüp dâimâ mazmûn-ı
şerîf ile amel eyleyesin...." ifadesiyle defter sandıklarına
işaret edilmiştir. Bu sandıkların saklandığı beylerbeyi
arşivlerinden, Osmanlı Arşivi'ne vesika intikal etmemiştir. Ancak bazı eyalet merkezlerinde hâlâ Osmanlı
dönemi vesikalarının bulunduğu bilinmektedir. Çekoslovak araştırıcı Josef Blaskovic'in bir makalesinde
Gyöngös'teki bir vesikaya dayanarak Eğri Divânı'nın,
Göngüş kasabasında 1647 yılında çıkan bir yangın üzerine toplanarak, dört yıllık vergi ve hizmetleri affettiğine dair ifadesinden, bir kısım eyalet arşivinin korunarak günümüze ulaştığı anlaşılmaktadır.2
Cumhuriyetin ilk yollarından itibaren Osmanlı dönemi
evrakı üzerinde düzenleme çalışmaları devam etmiştir.
Osmanlı Arşivi'nde gerçek manada tasnif çalışmaları
Hazine-i Evrak'ın kuruluş tarihi olan 8 Kasım 1846 tarihinde başlamıştır. Bugün Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı bünyesinde
bulunan Hazine-i Evrak'ın teşkilinden hemen sonra
tanzim edilen ve hâlen orijinal yapısını muhafaza eden
İrade tasnifleri, Hatt-ı Hümayun tasnifi, Divan-ı Hümayun Sicil Defterleri gibi tasniflerin yanı sıra, Ali Emiri,
İbnülemin, Muallim Cevdet ve Kamil Kepeci tasnifleri
gibi II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında teşekkül ettirilen değişik tasnif heyetleri tarafından meydana getirilmiş ve tasnif heyeti başkanlarının adı ile
anılan fonlar da mevcuttur.
Osmanlı Arşivi'ndeki arşiv malzemesi öncelikle defterle
ve belgeler olarak ayrılmıştır, bunlar da yine Tanzimat
öncesi ve sonrası defter ve belge tasnifleri olarak incelenmelidir. Bu yazımızda Osmanlı Arşivi'ndeki zengin
materyal içinde bulunan yalnızca Rumeli'ye ait fonlar
ve katalog bilgileri hakkında malumat verilmiştir.
Mühimme Defterleri
Merkezî devlet dairelerinde, belgelerin saklanmasında
ve korunmasında gösterilen arşivcilik anlayışı, taşrada
görevli eyalet beylerbeyileri ve mahallî kadılardan da
istenmiştir. Taşra teşkilatı görevlilerine, karar ve işlemlerini defterlere kaydetmeleri ve bu defterleri muhafaza etmeleri emredilmiştir. Kanunî Sultan Süleyman
Divân-ı Hümayûn toplantılarında müzâkere edilen
dahilî ve haricî meselelere ait siyasî, askerî, içtimaî ve
iktisadî önemli kararların kaydedildiği bu defterlere
"Mühimme Defterleri" adı verilmiştir. Osmanlı
Arşivi'nde H. 961-1333 /M.1553-1915 tarihleri arasında
tutul-muş 419 adet Mühimme Defteri mevcuttur.
10
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
XVI. yüzyılın ortalarından XX. yüzyılın ilk yıllarına ulaşan bir dönem içinde, küçük zaman bölümleri hariç
ortalama 350 yıllık zaman dilimi itibarıyla, hiçbir doğu
ve batı devletinde bulunmayan kültür ve tarih zenginliğini ihtiva eden Mühimme Defterleri, Osmanlı Arşivi
defter serîleri içinde şüphesiz önemli yer tutar. Ana
konularını; devleti ilgilendiren siyasî, iktisadî, kültürel,
sosyal ve harp tarihine dair üst düzey kararlar teşkil
eder.
SAYI 17 - 18
Koniça, Liyobuşka, Lubin, Novasin, Trebin, Berçka,
Blene, Graçaniça, Gradaçaç, Kladani, Magley,
Srebreniça, Vlaseniçe, Bugoyna - Akhisar, Glamoc,
İhlevne, Jobçe, Jopanyaç, Prozor, Yayçe ve Zeniça kazalarına ait hükümler vardır.
986 Numaralı "Kâmil Kepeci Kataloğu"ndaki
Ahkâm Defterleri
986 numaralı "Kâmil Kepeci Tasnifi Kataloğu"nda H.
927-1168/M. 1520-1658 tarihleri arasındaki kayıtları
ihtiva eden 61-73 genel numaralarda kayıtlı 13 adet
Ahkâm Defteri mevcuttur.
Mühimme defterlerinde Rumeli'nin muhtelif bölge ve
idarecilerine gönderilen pek çok hüküm bulunmaktadır.
Ahkâm Defterleri
Bu seride iki adet 61 ve 62 no'lu, 927 (1520 1521) ve
951 (1544-1545) tarihli iki adet Rumeli Ahkam defteri
mevcuttur.
Ahkâm Defteri, Divân-ı Hümayûn'dan çıkan hükümlerin kaydına mahsus olan defterlere genel olarak verilen addır. Bu hükümler, padişah adına hazırlanmasından dolayı ferman adını da alırlardı.
H. 1155-1326/M. 1742-1908 tarihleri arasındaki hükümleri ihtiva eden 85 adet defterden oluşmaktadır.
Hükümler konularına göre değişik defterlere yazılırdı.
Başlıcaları Ahkâm-ı Mühimme, Ahkâm-ı Şikayet,
Ahkâm-ı Rüûs ve Tahvil olup, Divân Sicilleri'nin bir kısmını teşkil ederlerdi (Divân sicili: Divân-ı Hümayûn'da
hazırlanan ve sâdır olan ferman ve beratların hülâsa
3
kayıtlarını tarih sırası ile ihtiva eden defter).
Bu defterlerde Rumeli eyaletine bağlı Paşa livası
(Sofya), Köstendil, Vize, Çirmen, Kırkkilise, Silistre,
Niğbolu, Vidin, Alacahisar, Vulçıtrın, Prizren, İşkodra,
Dukakin, Avlonya, Ohri, Delvine, Yanya, Elbasan, Mora,
Tırhala, Selanik, Üsküp, Bender ve Akkirman sancaklarına ait hükümler bulunmaktadır.
Muhteva itibariyle Şikayet Defterleri'nin devamı olan
bu defterler eyaletlere göre tutulmuşlardır. Tarih olarak Şikayet Defterleri'nden 104 sene sonra (Mora
Ahkâm Defteri hariç) hepsi H. 1155/M. 1742 tarihinden
başlayıp, II. Meşrûtiyet dönemine kadar devam
etmektedir.
Muhtelif ve Mütenevvî Defterler
Divân-ı Hümayûn'un değişik kalemlerine ait veya müstakil olan defterler bu başlık altında toplanmışlardır.
Değişik tarihli olup, 1 Numaralı Mahzen Defteri'nde s.
199-201 ve s. 276'da kayıtlıdır. Fakat tasnif faaliyetleri
sırasında bu defterler, muhtelif ve mütenevvî olmaktan
çıkarılıp ait oldukları fonlara dağıtılmış-lardır.
Rumeli Ahkâm Defterleri
Vilayet Ahkâm Defterleri, eyaletlere göre şu şekilde
tertip edilmiştir:
Adana
Anadolu
Bosna
Cezâir ve Rakka
Diyarbekir
Erzurum
Halep
İstanbul
Karaman
Maraş
Mora
Özi ve Silistre
Bu gurupta 3 numaralı ve 1251-1279 (1835-1863) tarihli Rumeli Jurnal Defteri Kâmil Kepeci Tasnifi, Divân-ı
Hümayûn Divân Kalemi 986 numaralı katalogda yer
almaktadır.
Rumeli
Sivas
Şam-ı Şerif
Trabzon
Kaymakamlık Mühimmesi
Padişah ve sadrazamın aynı anda Dersaadet'ten ayrıldığında, devlet işlerini tedvir etmek üzere tayin edilen
Sadaret kaymakamının müstakil olarak akdet-tiği
divânlarda alınan önemli kararların yazıldığı defterler.
Bosna Ahkâm Defterleri
H. 1155-1285/M. 1742-1867 tarihleri arasındaki
hükümleri ihtiva eden 9 adet defterden oluşmaktadır.
Bu defterlerde Bosna'ya bağlı Banaluka, Bihke, Hersek,
İzvornik ve Travnik sancakları ile Derbend, Gradişka,
Kostaniça, Pridor, Prinyavor, Teşne, Klivaç, Krupa,
Petrovaç, Saneskimoşet, Sazin, Çaniça, Çelebi Pazarı,
Foça, Foyniça, Visoka, Viçgrad, Bileke, Gaçka, İstolaç,
Mühimme Defterlerindeki kayıtlar, mahalline -muhatap makama- gönderilen berat ve fermanların suretleri
hüviyetindedir. Sadrazamın başkanlığında; kubbe
vezirleri, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri, defterdar ve
nişancının katıldığı Divân toplantılarında alınan kararlar, padişah tasdikinden geçtikten sonra kronolojik sıra
içinde defterlere kaydedilmiştir.
11
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
986 Numaralı "Kâmil Kepeci Kataloğu"ndaki Tahvil (Nişan) Kalemi Defterleri
986 numaralı "Kâmil Kepeci Tasnifi Kataloğu" (A) kısmında 280-663, 7501-7531 genel 1-400 özel numaralarda kayıtlı
H. 921-1317/M. 1515-1899 tarihleri arasında 400 adet; (B) kısmında ise H. 904-1189/M. 1498-1775 tarihleri arasında
6 adet defter bulunmaktadır. Defterler analitik envanter sisteme göre tasnif edilmiştir.
Özel No Genel No
Defterin Adı / Konusu
Hicri Tarih
Miladi Tarih
1
280
Belgrad, Ergiri Kasrı, Delvine vs. Kalelerin Muhafızlarına Ait
Timar Defteri
921
1515-1516
2
281
İzvornik'deki Haslarla Timar ve Timarın Mufassal Kayıtları
925
1519
3
282
Saraybosna Kazasının Timar Kayıtları
936
1529-1530
4
283
Bosna'nın Timar Kayıtları
937
1530-1531
5
284
Maraş Livasındaki Timara Dahil Ocakların Ruznamçesi
952
1545-1546
6
285
Paşa, Selanik, Bosna, Mora, Niğbolu, Ohri, Avlonya, Üsküp,
Sofya Livalarının Timarlıları Mevzuat Defteri
952
1545-1546
7
286
Rodos Cezîresi Livası İcmâl Defteri
954
1547-1548
8
287
Kayseri, Konya, Tarsus, Niğde, İçel, Beyşehri ve Karaman
Sipahilerinden Van Seferi'ne Varmayanların Esâmisi
955
1548-1549
9
288
Terakki Verilen Sipahilerin Esâmisi
956
1549
10
289
Muharebe ve Muhasaralarda Hizmette ve Yoldaşlıkta
Bulunan Timar ve Timar Erbâbı
961
1553-1554
11
290
Karaman Sipahilerinden Nahcıvan Seferi'nde Yoldaşlıkta
Bulunup Terakkiye Müstehak Olanların Mevcudu
961
1553-1554
12
291
Kütahya Livasının Sipahilerinin Yoklaması
961
1553
13
292
Nahcıvan Seferi'ndeki Sipahilerin Yoklaması
961
1553-1554
14
293
Âdilcevaz, Mardin vesair Livalardaki Sipahilerin Timarları
964
1556-1557
15
294
Sigetvar Seferi'nde Bulunanların Yoklaması
964
1556-1557
17
296
Anadolu ve Rumeli Vilayetleri Sipahilerinin Mevcudları
967
1559-1560
25
304
Rumeli Vilayeti Timar Tevcîhâtı
979
1571-1572
29
308
Rumeli Çavuşlarının Defteri
980
1572-1573
31
310
Rumeli Vilayeti Züemâ ve Timar Yoklaması
982
1574-1575
51
330
Rumeli Timarlarının İcmâli
994
1585-1586
52
331
Rumeli Züemâ ve Sipahiyân Yoklaması
994
1585-1586
58
337
Rumeli Timar Tevcîhâtı
998
1589-1590
73
352
Rumeli ve Anadolu Mahlûlât Kayıtları
1011
1602-1603
87
366
Rumeli Mahlûlâtı
1028
1618-1619
101
380
Rumeli Eyaleti Timarları
1036
1626-1627
103
382
Rumeli Timar Tevcîhâtı
1037
1627-1628
107
386
Rumeli Timar Tevcîhâtı
1042
1632-1633
108
387
Rumeli Timar ve Timarlarının Bayram Paşa Tarafından Tahsisi
1042
1632-1633
110
389
Rumeli Timar Tevcîhâtı
1042
1632-1633
12
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
114
393
Rumeli Timar Kayıtları
1043
1633-1634
115
394
Vezir Mustafa Paşa Zamanına Ait Rumeli Timar Pusula Kaydı
1043
1633-1634
116
395
Timar Tevcîhâtı
1044
1634-1635
117
396
Rumeli Timar Tevcîhâtı
1046
1636-1637
122
401
Rumeli Mahlûlâtı
1055
1645-1646
125
404
Anadolu ve Rumeli Muhtelife Defteri
1059
1649
132
411
Rumeli Eyaleti Muhtelife Defteri
1062
1651-1652
133
412
Rumeli Mahlûlâtı
1062
1651-1652
134
413
Rumeli'nin Gelmedik ve Firar Edenler
1062
1651-1652
137
416
Rumeli'nin Timarları
1063
1652-1653
140
419
Rumeli'nin Timar Tevcîhâtı
1064
1653-1654
152
431
Rumeli, Budin, Bosna, Özi, Tamışvar, Kanije ve Eğri'deki Mahlûl Timarlar
1070
1659-1660
165
444
Cezayir Kalemi, Rumeli Tarafı Mahlûlü
1079
1678-1679
183
462
Rumeli Eyaleti Mahlûlât Defteri
1103
1691-1692
185
464
Rumeli'deki Gedikli Müteferrikalar, Çavuşan ve Divân-ı
Hümayûn ve Defter-i Hakanî Kâtibleri ve Şâkirdleri
1104
1692-1693
187
462
Rumeli ve Anadolu Muhtelife Defteri
1104
1691-1692
203
482
Rumeli Vilayetindeki Sıbyân ve Mütekâidîn Cebelüleri
1106
1694-1695
213
492
Anadolu ve Rumeli Dergâh-ı Âlî Müteferrikaları, Kâtibân ve
Şâkirdân-ı Divân-ı Hümayûn'un Timarları
1108
1696-1697
223
502
Anadolu ve Rumeli'deki Mütekâidîn ve Sıbyândan Timar ve
Timarlarından Aynı Cebelü Alınmasına
1123
1711-1712
224
503
Rumeli Eyaleti Muhtelife Defteri
1123
1711-1712
225
504
Rumeli Eyaleti Tekaüdleri
1123
1711-1712
225
504
Rumeli Eyaleti Tekaüdleri
1123
1711-1712
230
509
Rumeli Eyaleti Serasker Abdi Paşa ve Reisülküttab Mehmed
Sırrı Efendi Zamanlarında Timar Tevcîhâtı
1125
1713
231
510
Rumeli, Özi, Bosna, Belgrad, Tamışvar, Kıbrıs ve
Cezâyir Eyaletlerinin İbtidası
1126
1714
256
535
Rumeli Eyaleti Sıbyanı
1146
1733-1734
257
536
Niğbolu Sıbyân ve Mütekâidîn Cebelü Bedeliyesi
1147
1734
303
582
Rumeli Valisi Abdi Paşa'nın Hacıoğlu Pazarı'nda Yaptığı Timar
Sahipleriyle Züemâsının Yoklaması
1186
1772-1773
305
584
Üsküp ve Köstendil Livalarının Sıbyân ve Mütekâidîn
Cebelü Bedeliyeleri
1189
1775-1776
307
586
Hotin Seferi'ne Memur Rumeli Eyaleti Şartlu ve Mütekâidleri
1190
1776-1777
331
610
Belgrad Muhafazasında Bulunan Rumeli Eyaleti
Erbâb-ı Timar Mülâzımları Defteri
1206
1791-1792
359
638
Rumeli Eyaleti vesair Mahallerde Sıbyan ve
Mütekâidîn Cebelü Bedeliyesi
1228
1813
307
586
Rumeli Eyaletindeki Timar Mülâzımlarının Tatbik Mühürleri
1229
1813-1814
13
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
369
648
Rumeli'de Bazı Timar Kayıtları
1239
1823-1824
373
652
Anadolu ve Rumeli'deki Bazı Timar Kayıtları
1243
1827-1828
374
653
Yanya Livasındaki Bazı Timar Kayıtları
1247
1831-1832
419
17
Sanî-i Rumeli
1170-1255
1756-1839
525
23
Evvel-i Rumeli
1173-1257
1759-1841
610
24
Atik Mahlûl-i Sanî Rumeli
1182-1256
1768-1840
211
27
Sâlis-i Rumeli
1190-1256
1776-1840
443
28
Mahlûl Bosna, Hersek, İzvornik, Klis
1183-1247
1769-1831
434
31
Mustahfız-ı Rumeli
1197-1321
1782-1903
141
37
Ordu-yı Rumeli
1202-1228
1788-1813
107
38
Defter-i Anadolu ve Rumeli
1221-1228
1806-1813
453
55
Sanî-i Rumeli
1256-1281
1840-1864
171
59
Evvel-i Rumeli
1256-1278
1840-1861
186
68
Rumeli Tahvil Defteri
1279-1312
1862-1894
323
71
Rumeli Askerî Mektebi ve Harbiye Bölüğü Mîrimîranlık
1288-1324
1871-1906
986 Numaralı "Kâmil Kepeci Kataloğu"ndaki Bâb-ı Âlî Mektubî-i Sadr-ı Âlî Kalemi Defterleri
986 numaralı "Kâmil Kepeci Tasnifi Kataloğu"nda 1-38 genel ve özel numaralarda Bâb-ı Âlî Mektubî-i Sadr-ı Âlî
Kalemi Defterleri adıyla kayıtlı H. 1186-1228/M. 1773-1813 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva eden 38 adet
defter mevcuttur.
21
Sadaret Kaymakamı Hasan Paşa'nın Rumeli'ne Yazdığı Tahrirât Kayıtları
1224
1809
23
Kaymakam Osman Paşa'nın Rumeli'ye Yazdığı Tahrirât Kayıtları
1225
1810
29
Rumeli Tahrirât Kayıtları
1226
1811
31
Kaymakam Ahmed Şakir Paşa'nın Rumeli'ne Yazdığı Tahrirât Kayıtları
1227
1812
31
Kaymakam Mehmed Rüştü Paşa'nın Rumeli Tahrirât Kayıtları
1228
1813
981 Numaralı "Tapu Tahrir Defterleri Fihristi"ndeki Tahrir Defterleri
981 numaralı "Tapu Tahrir Defterleri Fihristi"nde kayıtlı olup H. 835-1300/M. 1431-1882 tarihlerini ihtiva ederler.
Defterhâne'de muhafaza edilen Tahrir Defterleri 1086 numaraya kadar olup, mükerrerleri ile birlikte 1.100
adettir. Burada defterin numarası, tarihi, cinsi ve defter hakkında malûmat mevcuttur. Bu defterlerdeki vilayet,
liva ve kaza adlarına göre aşağıda zikredilen fihrist teşkil edilmiştir. Fihristte defter numarası yanında hangi
padişah devrinde düzenlendiği ve hangi hususları (Maliye, Evkâf,Timar, Askeriye) ihtiva ettiği de belirtilmiştir*.
Bu fonda 835-1300 (1431-1882) tarihleri arasında 1100 adetTahrir defteri bulunmaktadır.
Bunların dışında "Maliye'den Müdevver Defterler Kataloğu"nda da tahrir defterleri bulunmaktadır.
* Bu defterler arasından; 166, 167, 370, 373, 387, 438 ve 998 numaralı defterler, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yayınları
arasında, hem tıpkıbasım ve hemde indeksli olarak yayınlanmıştır.
14
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
1000 Numaralı "Ankara Tapu Kadastro Arşivi Tahrir Defterleri Fihristi"ndeki Tahrir Defterleri
Katalogda 1087-1141 numaralar arasında kayıtlı bulunan 54 adet defter bulunmaktadır.
Tahrir Defterlerindeki Yerleşim Merkezleri ve Bulundukları Defterlerin Fihristi
Rumeli
Rumeli
Ağriboz
Akçakızanlık
Avlonya
70 (925 ML.E.),
120 (929ML.),
151 (935 Saray),
202 (947 ML.),
223 (950 As.),
224 (950 As.),
226 (950 As.K.),
230 (950 As K.)
240 (952 E.),
303 (964 As.),
309 (965 E.),
325 (967 T.),
354 (973 As.),
357 (973 As.K.),
616 (993 As.K.),
620 (933 As.),
631 (999 As.),
641 (1001 ML.),
770 (1051 As.),
781 (1053 ? )
784 (1058 S.),
786 (1065 As.),
815 (1097-1098 As. Bah.)
821 (IV.Meh. ML.E.),
826 (IV.Meh. Dah.),
829 (1100-1106 ),
830 (1100 S.),
838 (1104 ML.),
863 (1115-1118 ML.),
865 (1119 T.),
870 (1123 T.),
916 (1145 S.),
923 (1156 T.),
947 (1214 ML.),
999 (? T.),
1004 (Ts. S.)
836 (1104.T.),
846 (1105.T.),
886 (1129-1130.T.),
954 (1233.T.),
989 (Ts.ML.)
172 (938, As.),
643 (1003, As.)
1m (835.T.),
34 (912.T.),
94 (926.T.),
99 (926.ML.As.E.K.),
469 ( 967.T.),
786 (1065.As.),
948 (1290.T.),
1078 (Ts.?)
Avretpazarı
759 (1044.E.)
Avrethisarı
70 (925.ML.E.),
403 (Kanunî ML.E.K.)
Belgrad
144 (934.ML.K.),
316 (967.ML.K.),
437 (Kanunî ML.),
827 (1099.As.)
849 (1105.As.),
948 (1290.T.),
1042 (Ts.As.T.)
Bender
860 (1112.ML.),
912 (III.Ahmed ML.),
935 (1190.T.)
Bergos
541 (II.Selim ?) 956
Berkofça
Bosna
Bosna
15
4
82 (I.Selim.T.E.),
130 (932.ML.E.),
495 (978.ML.E.),
538 (983.ML.)
566 (II.Selim ?),
992 (Ts.As.)
5m (883.T.),
24 (894.ML.),
28 (904.ML.),
56 (922.T.),
57 (922.T.),
157 (937.ML.K.),
164 (937 T.Ev.),
193 (946.T.),
201 (947.T.),
212 (948.As.),
211 (948.ML.E.K.),
284 (960.ML),
285 (960.ML.),
379 (Ts.ML.),
411 (Kanunî T.),
432 (947.ML.),
435 (Kanunî ML.),
440 (Kanunî As),
462 (975.E.),
533 (ML.E.K.),
546 (II.Selim M),
553 (II.Selim T.),
556 (II.Selim.T.),
622 (994.ML.E.),
647 (III.Murad.T),
728 (I.Ahmed. T.),
742 (1033.ML.E.),
804 (1083.Dahiliye),
TARİH BİLİNCİ
Bosna
Delvine
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
861 (1113.ML.),
974 (Ts.ML.),
983 (Ts.ML.),
1009 (Ts.T.),
1013 (Ts. As.),
1014 (Ts.ML.),
1071 (947.Dahiliye),
1072 (Ts.As.)
273 (958 ML.),
462 (975 E.),
608 (991 ML.K.),
786 (1065.As.)
Edirne
Edirne
306 (965.E.),
311 (965.E.),
370 (Kanunî MLE.K.),
494 (978.ML.),
498 (978.E.),
597 (989.E.K.)
643 (1003.As.),
705 (1017.As.),
719 (1022.E.),
729 (I.Ahm. ML.K.),
799 (1080-1082 As.),
817 (1097 Tapu),
915 (1145.Saray),
932(1174 Saray),
933 (1177 Saray),
979 (Ts.E.),
992 (Ts.As.),
1001(Ts.ML.),
1070 (Ts.Vakıf )
16 (II.Meh. ML.E.)
704 (1016.As.),
1032 (Ts.T.)
152 (935.T.)
Dimitrofça
3 (869 ML.),
7 (883.Fatih),
70 (925 ML.E.),
403 (Kanunî ML.E.)
20 (890 ML.E.),
73 (921-925 T.E.),
138 (934 T.E.),
220 (949 T.E.),
341 (970 E. Hududnâme),
915 (1145 Saray),
932 (1174.Saray),
992 (Ts. As.)
437 (Kanunî ML.)
Direger
661 (III.Murad T.)
Ezinepazarı
367(Kanunî Dah.),
786 (1065 As.)
59 (922 Ml.E.K.)
Direnofça
(Direnof )
Dobrican
130 (932.ML.E.),
359 (973.ML.)
133 (932.ML.K.)
Feke
178 (943.ML.K.)
Fener
36 (? ML.E.)
Feslek
44 (Ts.ML.)
Dolca
1056 (Ts.ML.)
Fiğli
44 (Ts.ML.)
Doliçe
1048 (Ts.ML.)
Dömeke
36 (?. MLE.)
3 (869.Maliye),
7 (883.Fatih),
143 (934.T.E.),
403 (Kanunî ML.E.)
723 (1022.ML.E.),
932 (1174.Saray),
959 (1273.ML.E.)
Demirhisar
Dimetoka
Draman
Drama-Zihne
(Selanik)
Dubnitsa
Dukakin
Duragan
Edirne
Eflâk
Eğri
Eğrigöz
Elbasan
Filek
70 (925.ML.E.)
Filibe
1043 (Ts.ML.)
367 (Kanunî Dah.),
499 (978 ML.),
786 (1065 As.)
327 (968 ML.E.),
456 (Kanunî E.)
77 (925.ML.E.),
210 (947.E.),
220 (949.T.),
222 (950.ML.),
Florina
(Manastır)
16
335 (969.T.),
343 (970.ML.K.),
782 (1054.T.),
791 (1070 T.)
1032 (Ts.T)
26 (895.ML.),
151 (935.Saray),
220 (949.T.),
222 (950.ML.),
224 (950.As.),
354 (973.As.),
597 (989.E.K.),
725 (1024.S.),
766 (1046.T.),
992 (Ts.As.),
993 (1177.Saray)
16m.(886.ML.),
235 (951.ML.E.),
722 (1022.ML.),
1058 (Ts.ML.)
TARİH BİLİNCİ
Firecik
138 (934.T.E.),
341 (970.E. Hududnâme),
915 (1145.Saray)
Kelmeriye
(Selanik)
736 (1028.As.)
Görice
Gümülcine
Halomiç
Halonik
Hersek
Hersek
Hotin
İmroz
İnebahtı
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
İnebolu
23 m. (892 ML.E.)
İpek
17 (890 ML.)
138 (934 T.E.),
702 (III.Meh. ML.K.),
774 (1051 ML.),
915 (1145 Saray),
971 (Ts.ML.),
1051 (Ts.ML.)
İpsala
70 (925 ML.E.),
433 (Kanunî ML.E.),
973 (Ts.ML.)
70 (925 ML.E.),
143 (934 T.E.),
341 (970 E. Hududnâme),
597 (989 E.K.)
702 (III.Meh. ML.K.),
932 (1174 Saray)
390 (Kanunî ?),
509 (979.T.),
712 (1022.ML.E.As)
416 (Kanunî ML.As),
452 (Kanunî ML.)
5 (882 Maliye),
68m. (925 ML.K.),
76 (925 T.),
78 (925 T.),
91 (926 T.)
96 (926 -T.),
150 (935 T.),
174 (939 T.),
198 (946. T.As.),
207 (947 T.),
209 (947 T.),
268 (957 T.),
654 (III.Murad ML.),
861 (1113 ML.),
987 (Ts.ML.),
1076 (Ts.),
1027 (Ts.ML.),
1043 (Ts.ML.),
1063 (Ts.ML.)
995 (Ts.ML.)
215 (949.T.)
888 (1131 ML.),
899 (1140 ML.),
927 (1158 T.),
935 (1190 T.)
İskenderiye
(İşkodra)
İstanköy
İstolni Belgrad
İşgradin
İşkodra
İştib
İvraca
İzdin
İvranya
İznebol
(Znepolje)
İzvornik
75 (925 ML.E.Bahriye K.),
434 (Kanunî ML.E.),
702 (III.Meh. ML.K.)
105 (927 ML.),
445 (Ts.ML.E.),
487 (977 T.),
664 (III.Murad T.)
731 (I.Ahmed T.),
797 (1079 As.),
886 (1130-1131 T.),
954 (1233 T.)
1060 (Ts.ML.E.)
Kalkandelen
Kalonya
Kaloyan
Kamaniçe
17
26 m.(902.T.)
640 (1001 ML.As.K)
497 (978 T.),
657 (III.MuradML.K.)
211 (948 ML.E. K.)
17 (890 ML.),
26 m (902 T.),
367 (Kanunî Dah.),
500 (978 ML.E.K.),
786 (1065 As.),
1029 (Ts.T.As.)
70 (925 ML.E.),
74 (925 T.),
141 (934 T.),
224 (950 As.),
354 (973 As.),
523 (980 T.As.),
975 (Ts.ML.)
416 (Kanunî ML.As.)
74 (925 T.),
523 (980 T.As.)
196 (946.T.E.)
21 (892 T.),
130 (932 ML.E.)
24 (894 ML.),
171 (938 T.),
175 (939 ML.),
259 (955 ML.)
260 (955 ML.E.K.),
376 (Kanunî T.),
395 (Kanunî T.),
05 (Ts.ML.),
655 (III.Murad T.),
728 (I.Ahmed T.),
743 (1033 ML.E.)
4 (881 ML.),
16 m.(886 ML.),
149 (935 ML.E.),
217 (949 T.),
232 (951 ML.E.)
261(955 T.)
3 (869 ML.),
7 (883 Fatih)
805 (1084 ML.
Hududnâme Har.)
TARİH BİLİNCİ
Lemberd
178 (943 ML.K.
Leskofça
161 (937 T.E.)
25 (895ML.),
75 (925 ML.E.Bah.K.)
307 (965 ML.T.K.),
434 (Kanunî ML.E.),
702 (III.Meh. ML.K.),
723 (1022 ML.E.)
356 (973),
457 (974 II.Selim ML.K.),
578 (987 ML.K.),
679 (III.Murad T.),
1010 (Ts.T.)
292 (962 ML.K.)
Karinâbâd
785 (1060 T.),
797 (1079 As.),
798 (1080 Dahiliye),
799 (1080-1082 As),
801 (1081 T.),
825 (IV.Mehmed ML.E.K.),
980 (IV.Meh. ML.)
70 (925 ML.E),
424 (Kanunî ML.E.K.),
433 (Kanunî ML.E.),
723 (1022 ML.E.)
986 (Ts.ML.E.K.)
915 (1145 Saray)
Karinova
126 (931 ML.)
Litova
Karlı
140 (934 T.)
731 (I.Ahmed T.),
954 (1233 T.)
390 (Kanunî ?),
446 (Kanunî ML.),
509 (979 T.),
560 (II.Selim ML.E.As.),
605 (991 ML.E.),
714 (1022 ML.E.)
4(881 ML.),
16 m.(886 ML.)
73 (921-925 T.E.),
149 (935 ML.E.),
217 (949 T.),
232 (951 ML.E.),
1006 (Ts.(929'dan evvel) K.)
267 (957 ML.)
Livâdiye
Kandiye
Karaferye
Karlıili
Kartine
(Mora)
Kıraçova
Kırçova
Koçanya
Köprü
Kral (Bosna)
196 (946 T.E.)
4 (881 ML.),
16m (886 ML.),
149 (935 ML.E.),
217 (949 T.),
232 (951 ML.E.)
21 (892 T.),
74 (925 T.),
141 (934 T.),
167 (937 ML.E.K.),
267 (957 ML.),
269 (957 T.),
523 (980 T.As.),
854 (1107-1112 T.),
924 (1157 T.)
18 (890 T.)
Kratorya
372 (Kanunî ML. E.K.)
Kratova
267 (957 ML.)
Krilova
133 (932 ML.K.)
Kucacık
16 M (886-ML)
Leh
805 (1084 ML. Har.
Sınırnâme)
Köprülü
Köstendil
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Limnos
Limnos
Lipova
Livâ-i Ekrad
196 (946 T.E.)
506 (978)
Livâna
1035 (Ts.ML.)
Live
247 (953 As.)
Lomniç
316 (967 ML.K.)
Londar
879 (1128 ML.)
769 (III.Murad T.),
903 (1140 ML.)
292 (962 ML.K.),
293 (962 ML. K.),
318 (967 ML.),
335 (969 T.),
355 (973 ML.),
356 (973),
400(Kanunî ML.E.),
410 (Kanunî ML.),
412 (Kanunî ML.),
437 (Kanunî ML.),
457 (974 II.Selim ML.K.),
497 (978 T.),
505 (978 T.),
550 (II.Selim ML.),
551 (II.Selim T.),
563 (Ts.ML.K.),
580 (987 ML,Ferman ve
Hududnâme K.),
593 (988 ML.E.K.),
612 (992 ML.E.),
632 (999 ML.EK.),
652 (III.Murad T.),
658 (III.Murad T.),
676 (III.Murad ML.K.),
679 (III.Murad T.),
698 (IV.Mehmed ML.E.K.),
981 (Ts. ML.),
Lori
Macaristan
Macaristan
18
1030 (Ts.T.),
1032 Ts.T.),
1037 (Ts.ML.),
1041 (Ts.ML.),
1065 (Ts.ML.)
TARİH BİLİNCİ
Blasiça Madeni
Manastır
Modava
Mohaç
Molova
Mora
Mora
Mostar
Moton
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
133 (932 ML.K.),
859 (1110 ML.)
4 (881 ML.),
16m (886 ML.),
149 (935 ML.E.),
217 (949 T.),
232 (951 ML.E.),
722 (1022 ML.),
817 (1097 Tapu),
988 (Ts.ML.E.),
993 (Ts.ML.),
1058 (Ts.ML.)
9 (Fatih ML.),
133 (932 ML.K.),
364 (974 ML.K.),
552 (II.Selim T.),
579 (987 ML.K.),
671 (III.Murad T.),
1048 (Ts. ML.),
1057 T(s. ML.)
441 (Kanunî ML.K.),
443 (Kanunî ML.K.),
593 (988 ML.E.K.)
261(955 T.),
594 (988 T.)
10 (Fatih ML.),
80 (I.Selim ML.),
114 (929-938 As.),
367 (Kanunî Dah.),
390 (Kanunî ?),
446 (Kanunî ML.),
509 (979 T.),
524 (980 ML.T.K.)
560 (II.Selim ML. E.As.),
565 (II.Selim T.)
605 (991 ML.E.),
607 (991 ML.As. K.),
712 (1022 ML.E.As.),
777 (1052 As.),
796 (1076 ML.),
797 (1079 As.),
876 (1127 ML.),
878 (1127 ML.),
880 (1128 ML.),
881 (1128-1129 T.),
882 (1128 ML.),
884 (1128 ML.),
890 (1131 T. As.),
894 (1138 As.),
1046 (Ts. ML.)
674 (III.Murad T.)
987 (Ts. ML.)
Nevrekob
Niğbolu
Niğbolu
Niş
Nogeriç
Nova
Novesin
Novigrad
Novoberda
Novoberda
Ohri
Olofça
Osad
390 (Kanunî ?),
509 (979T.),
560 (II.Selim ML. E.As.),
712 (1022 ML.E. As.)
777 (1052 As.)
Ostrova
Ösek
19
3 (869 ML.),
7 (883 Fatih),
70 (925 ML. E.),
143 (934 T.E.),
403 (Kanunî ML.E.)
126 (931 ML.),
151 (935 Saray),
317 (967 Saray),
370 (Kanunî ML.E.K.)
382 (Kanunî ML.E.),
416 (Kanunî ML.As.),
439 (Ts.ML.),
452 (Kanunî ML.),
467 (976 T.ML.As.),
625 (994 As.),
664 (III.Murad T.),
718 (1022 ML.E.)
771 (1052 Dahiliye),
775 (1052 Dahiliye),
925 (1156 Saray),
943 (1211 T.)
27 (903 ML.E.),
1007 (922 ML.K.)
354 (973 As. )
995 (TsML.)
198 (946 T. As.),
462 (975 E.),
1027 (Ts. ML.)
10 (Kanunî ML.),
343 (970 ML.K.),
388 (Kanunî ML.),
449 (Kanunî ML.),
485 ( 977 ML.),
507 (978 ML.),
581 (987 ML.),
661 (III.Murad T.),
981 (Ts.ML.)
11 (Fatih T.),
22 (892 (T.),
28 (904 ML.),
133 (932 ML.K.),
167 (937 ML.E.K.),
977 (Ts.T.)
81 (I.SelimT.),
367 (Kanunî Dah.),
664 (III.Murad T.),
717 (1022 ML.E.K.),
786 (1065 As.)
211 (948 ML.E.K.)
144 (934 ML.K.),
211 (948 ML.E.K.),
316 (967 ML.K.)
3 (869 ML.),
354 (973 As.)
437 (Kanunî ML.),
1000 (Ts.ML.)
TARİH BİLİNCİ
Pirlepe
Pirlepe
Platomana
Podgoriça
Pojega
Pravişte
Prepol
BALKANLAR
4 (881 ML.),
16 m. (886 ML.),
73 (921-925 T.E.),
149 (935 ML.E.),
217 (949 T.),
224 (950 As.)
232 (951 ML.E.),
988 (Ts.ML.E.)
36 (? ML.E.)
108 (928-937 ML.)
17 (890 ML.)
203 (947 ML.),
204 (947 ML.K.),
243 (952 ML.K.),
351 (972 ML.)
486 (977 T.),
650(III.Mur.ML.E.K.)
672 (III.Mur. ML.K.)
723 (1022 ML.E.)
Presne
1043 (Ts.ML.)
995 (Ts. ML.),
1063 (Ts. ML.)
973 (Ts.ML.)
Prespe
1058 (Ts. ML.)
Prepolya
Prevadi
Preveze
Preznik
Priştine
Prizren
Prut
Resava
Resmo
Rumkale
Segedin
Selanik
Semendire
20 (890 ML.E.),
215 (949 T.),
416 (Kanunî ML.As.),
992 (Ts. As.)
99 (926 ML.As. E.K.),
587 (987 ML.)
16 (M. 886.ML.)
9 (Fatih ML.),
133 (932 ML.K.),
234 (951 ML.K.),
1048 (Ts.ML.),
1057 Ts. ML.)
9 (Fatih ML.),
92 (927-937 T.),
167 (937 ML.E.K.),
368 (Kanunî ML.E.)
495 (978 ML.E.),
1029 (Ts. T. As.)
211(948.ML.E.K.)
Semendirek
Sigetvar
Silistre
161 (937 T.E.)
785 (1060 T.),
822 (IV.Meh. ML.E.),
980 (IV.Meh. ML.)
219 (949 T.)
332 (968 ML.K.),
333 (968 T. As.),
551 (II.Selim T.),
554 (II.Selim ML.K.),
570 (986 ML.),
572 (986 ML.K.),
782 (1054 T.),
791 (1070 T.)
1032 (Ts. T.)
Siroz
20
SAYI 17 - 18
7 (883 Fatih),
70 (925 ML.E.),
143 (934 T.E.),
167,
225 (950 As.),
374 (Kanunî ML.E.),
403 (Kanunî ML.E.),
424 (Kanunî ML. E.K.),
723 (1022 ML.E.),
736 (1028 As.),
766 (1046 T.),
786 (1065 As.),
836 (1104 T.),
886 (1130-31 T.),
924 (1157 T.),
933 (1177 S.),
959 (1273 ML.E.)
16 (II.Meh. ML.E.),
135 (932 T.E.),
144 (934 ML.K.),
187 (943 ML.),
316 (967 ML.K.),
330 (968 T.),
429 (Kanunî T.),
517 (980 ML.),
978 (Ts.ML.K.)
1007 (922 ML.K.),
1011 (Tz. As.)
75 (925 ML.E.Bah. K.),
434 (Kanunî ML.E.),
702 (III.Meh. ML K.)
503 (978 T.),
638 (1001 T.)
65 (924 T.),
215 (949 T.),
224 (950 As.),
354 (973 (As.),
370 (Kanunî ML. E.K.)
416 (Kanunî ML.As.),
483 (977 ML.K.),
542 (II.Selim E.),
625 (994 As.),
626m (995 As.ML.),
664 (III.Murad T.),
666 (III.Murad),
688 (1006 ML.)
701 (III.Meh. ML.K.),
771 (1052 Dahiliye),
775 (1052 Dahiliye),
847 (1105 T.)
925 (1156 S.),
992 (Ts.As.)
3 (869 Ml.),
7 (883 Fatih),
70 (925 ML.E.),
143 (934 T.E.),
341 (970 E. Hududnâme),
403 (Kanunî ML.E.),
723 (1022 ML.E.),
766 (1046 T.),
915 (1145 S.),
932(1174 S.),
959 (1273 ML.E.)
TARİH BİLİNCİ
Sis
Sisorta
Sofya
Sokol
Solnok
Sonisa
Tımışvar
Tırhala
Tırhala Tatarları
Tırnova
Ustrumca
BALKANLAR
178 (943 ML.K.),
450 (Kanunî ML.K.),
562 (II.Selim ?),
696 (1012 T.),
786 (1065 As.),
840 (1105 T.),
969 (932 ML.E.),
998 (932 E.K.)
562 (II.Selim ?)
Uyvar
Ülgün
Üsküb
130 (932 ML. E.),
145 (934 T.),
151 (935 S.),
236 (951 ML.E.),
409 (Kanunî ML.),
492 (978 ML.E.),
539 (II.Selim ML.E.),
566 (II.Selim ? ),
595 (988 As.),
706 (1017-1025 ML.),
992 (Ts.As.)
144 (934 ML.K.),
1043 (Ts.ML.),
1077 (Ts.)
634 (1000 ML.),
658 (III.Murad T.),
782 (1054 T.),
791 (1070 T.),
1041 (Ts.ML.)
41 (II.Bayezid T.),
133 (932 ML.K.),
339 (970 T.)
290 (962 ML.),
298 (963 T.),
364 (974 ML.K.),
365 (974 T. Sınırnâme K.)
Üsküb
Vaç
Valpova
Varad
Varadin
Varna
Visoka
Vişegrad
Vulçıtrın
36 (? ML.E.),
44 (Ts.ML.),
101 (927 T.),
105 (927 ML.),
108 (928-937 ML.),
198 (946 T.As.),
225 (950 As.),
367 (Kanunî Dah.),
453 (Kanunî E.),
664 (III.Murad T.),
695 (1010 ML.E.),
786 (1065 As.),
836 (1065 As.),
924 (1157 T.)
Yanbolu
Yanova
Yanova
Yanya
252 (950 As.)
224 (950 As.),
354 (973 As.),
597 (989 E.K.)
74 (925 T.),
141 (934 T.),
523 (980 T.As.)
Yanyalu Esnek
Yenice Zağra
21
SAYI 17 - 18
698 (IV.Mehmed ML.
E.K.),
794 (1075 E.),
1037 (Ts.ML.)
455 (Kanunî ML.E.)
4 (881 ML.),
16m (II.Meh. ML.E.),
73 (921-925 T.E.),
217 (949 T.)
224 (950 As.),
232 (951 ML.E.),
354 (973 As.),
924 (1157 T.)
314 (966 -67 ML.),
410 (Kanunî ML.),
449 (Kanunî ML.)
144 (934 ML.K.),
316 (967 ML.K.)
792 (1072, ML.E.),
795 (1075 T.)
437 (Kanunî ML.)
215 (949 T.)
211 (948 ML.E.K.)
211 (948 ML.E.K.),
314 (966-967 ML.),
410 (Kanunî ML.),
449 (Kanunî ML.)
9 (Fatih ML.),
11 (Fatih T.),
22 (892 T.),
133 (932 ML.K.),
234 (951 (ML.K.),
377 (Kanunî T.),
977 (Ts.T.),
1048 (Ts.ML.)
126 (931 ML.),
224 (950 As.),
230 (950 As.),
354 (973 As.),
382 (Kanunî ML.E.),
597 (959 E.K.),
614 (992 As. K.),
766 (1046 T.),
992 (Ts.As.)
133 (932 ML.K.),
578 (987 ML. K.),
679 (III.Murad T.)
99 (926 ML.As. E.K.),
350 (Kanunî ML. E.K.),
586 (987 (ML.As.E.),
786 (1065 As.),
944 (1214 ML.)
62 (923-937 T.)
26 (895 ML.),
172 (938 As.),
382 (Kanunî ML.E.),
643 (1003 As.)
TARİH BİLİNCİ
Yenice-i Vardar
Zihne
(Selanik)
Ziştovi
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Başmukâtaa veya Mukâtaa-ı Evvel Kalemi, Mukâtaa-i
Sanî Kalemi, Mevkufat Kalemi, Varidat Kalemi, Kale
Tezkirecisi Kalemi, Tezkire-i Ahkâm-ı Rumeli Kalemi,
Başbakıkulu Kalemi.
70 (925 ML.),
424 (Kanunî ML. E.K.),
433 (Kanunî ML.E.),
723 (1022 ML.E.),
736(1028 As.),
1058(Ts.ML.)
7 (883 Fatih),
70 (925 ML.E.),
143 (934 T.E.),
403 (Kanunî ML.E.),
723 (1022 ML.E.),
416 (Kanunî ML.As.),
452 (Kanunî ML.)
Başbakıkulu Kalemi Defterleri (D.BŞB.)
Bir adı da "Ser-gulâmî-i Bakı" olan bu kalemin ne zaman
kurulduğu tam olarak bilinmemektedir. Yavuz Sultan
Selim zamanında ihdas edildiği belirtilmekle birlikte bu
husus her hangi bir kaynağa dayandırılmamaktadır.
Ancak Defterdarlığın bünyesinde böyle bir işi yapan
görevlinin bulunması mümkün ise de bunun bir daire
şeklinde teşekkülü muhtemelen XVI. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren olmuştur.
Bâb-ı Defterî (Maliye Dairesi) Müteferrik
Konulu Defterler
Vefat eden bazı zengin şahısların geride bıraktıkları
malların tespiti ve gizlenenlerin bulundurulması işinde
de Başbakıkulu görevlendirilebilirdi. Yine Rumeli
kazaskerinin defterdar nezdindeki mirî kâtibi denilen
memuru ile birlikte istinâf ve temyize tâbi olmayan malî
dâvalarını hallederdi.
Bâb-ı Defterî, Osmanlı Devleti'nin bütün malî işlerini
yürüten kuruluşun adıdır.
Osmanlı resmî terminolojisinde Bâb-ı Defterî olarak
anılan "Defterdarlık" müessesesinin ne zaman kurulduğu hakkında kesin bilgi bulunmamakla birlikte5 XIV.
yüzyılda kurulduğu söylenebilir. Fatih Kanunnâmesi'nde defterdarın vazife ve selâhiyetleri, teşrifattaki
yeri tespit edilmiş olduğuna göre XV. yüzyıl ortalarında
tamamen şekillenmiş olduğu açıktır.6
Başmukâtaa Kalemi ve Bağlı
Birimlerine Ait Defterler
Mukâtaacı-yı Evvel Kalemi de denilen bu büro muhtemelen XVI. asrın ortalarında kurulmuştur. Bundan önce
mukâtaalarla ilgili kayıtları tutan ve Hazîne-i Âmire
kâtipleri arasında yer alan bir mukâtaacının varlığı
bilinmektedir. H. 934/M. 1527-28 tarihli bütçedeki kâtipler listesinde ise Rumeli, Anadolu ve Arap vilayetleri
mukâtaacılarının isimleri kaydedilmiştir. H. 969/M.
1561-62 tarihli bütçedeki kâtipler listesinde Hazîne-i
Âmire kâtipleri arasında mukâtaacı-yı evvel ünvanlı bir
görevliye rastlanmış olması bu kalemin Hazîne'ye bağlı
olarak kurulduğunu düşündürmektedir. Bunun bir kalem olarak teşkilatının tamamlanması ve görevlerinin
belirlenmesi ise XVII. asırda gerçekleşmiş olmalıdır.
Bâb-ı Defterî'nin en büyük âmiri "Başdefterdar" veya
"Şıkk-ı evvel Defterdarı" denilen zattı. Kendisinden sonra "Anadolu Defterdarı" gelir ve Anadolu'ya ait malî
işlerle meşgul olurdu. Sonra sıra ile, "Şıkk-ı sanî Defterdarı" Anadolu yalılarıyla Rumeli ve İstanbul'a ait işlere,
"Şıkk-ı sâlis Defterdarı" ise Tuna sahilleri bölgesine ait
işlere bakarlardı. Yalnız Nizam-ı Cedîd devrinde bir de
"Şıkk-ı râbi' Defterdarı" vardı ki kendisine bu askerin
masraflarını karşılayan İrad-ı Cedîd Hazînesi'yle meşgul
olmak vazifesi verilmişti. Ayrıca her vilayette bulundukları yere göre bu defterdarların birine bağlı bulunan kenar defterdarları vardı. Bunlardan sonra gelen Bâb-ı
Defterî'nin büyük âmirleri bütün maliye hesaplarını
kontrolle vazifeli ve bugünkü Sayıştay'ın vazifesini
gören Başmuhasebe Kalemi'nin âmiri olan "Başmuhasebeci" veya Muhasebe-i Evvel ve Hazîne-i Âmire Dairesi'nin âmiri olan "Büyük Ruznamçeci" veya "Ruznamçe-i
Evvel"di. Maliye'nin bütün kalemleri XVI. yüzyılda dörde ayrılmıştı. Bir kısmı doğrudan doğruya Başdefterdarlığa, öbürleri Hazîne-i Âmire Dairesi'ne, Anadolu
Def-terdarlığı'na, Şıkk-ı sanî Defterdarlığı'na bağlıydılar.
Başmuhasebe teşkilatı XVII. yüzyılda kurulmuş ve
mevcut kalemlerin bir kısmı buraya bağlanmış, yine
buraya bağlı bazı kalemler kurulmuştur. XVIII. yüzyılda
ise, ihtiyaca göre eski kalemler yeniden şubelere
ayrılmış ve bir kısım da yeni kalemler kurulmuştu. Bâb-ı
Defterî'nin kalemleri şu isimlerle anılırdı:
Başmukâtaa Kalemi, özellikle Rumeli'deki Filibe pirinç
sahaları, Kratova, Kili, Varna, İbrâil, İsakçı, Tolcı, Maçin,
Ahyolu gibi Tuna nehri kıyısındaki bütün iskele ve
tuzlaların mukâtaa hesaplarını denetler, bu mukâtaalar
hakkında çıkan emir ve nizamların kayıtlarını tutar ve
muhafaza ederdi. Bu arada bazı vazife, has ve salyâne
tahsislerine de bakardı. Rumeli'ye ait eminler ve diğer
görevlilerin beratları, hüküm ve tezkireleri de bu dairedeki kâtipler tarafından yazılırdı.
Görüldüğü gibi görev alanına giren mukâtaaların
büyük çoğunluğu Rumeli'de bulunmaktadır. Bundan
dolayı savaşlardan sonraki toprak kayıpları ve bir çok
mukâtaanın işgal bölgesinde kalması geniş kaynakları
azaltmış, buna bağlı olarak da kalemin fonksiyonu
azalmıştır.
1. Doğrudan doğruya Başdefterdarlığa bağlı olanlar:
22
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Maliye Nezareti'nin kurulması sırasında H. 1254 /M.
1838 bu kalemin görevleri, mukâtaa işleriyle meşgul
olan Haslar, İstanbul ve Mâlikâne kalemleriyle birlikte
yeniden teşkil edilen Mukâtaât Muhasebesi'ne devredilmiş, Başmukâtaa Kalemi de lağvedilmiştir.
SAYI 17 - 18
Haslar Mukâtaası Kalemi ve Bağlı Birimine Ait
Defterler (D.HSK.)
Padişah ve hanedan azalarıyla sadrazam haslarının
kayıtlarının tutulduğu, senet ve emirlerin yazıldığı ve
saklandığı kalemdir. Bundan başka âdet-i ağnâm gibi
gelir kaynaklarının hesapları da burada tutulurdu.
Özellikle Rumeli'yle Güneydoğu Anadolu'daki bazı
mukâtaaları ve mahallî kalemler ve bunların
gelirlerinden vezir vs. haslarına karşılık ayrılan tahsisatı
yönetirdi. Evlâd-ı fâtihânın (Rumeli fatihlerinin
evlâdıyla Rumeli bölgesi fetholundukça Anadolu'nun
muhtelif yerlerinden getirilip buraya iskan edilmiş
olanlar, sefer zamanında ayrı birlikler hâlinde iştirak
ederlerdi.) muayyen maaşları, vergiden muafiyetleri ve
diğer imtiyaz işleri de buradan yürütülürdü.
Başmukâtaa Kalemi'nin bağlı birimlerine ait defterler
onbir birim başlığı altında tasnif edilmiştir.
Çeltik Rüsûmu Kalemi Defterleri (D.ÇRS.)
Anadolu ve Rumeli'deki bazı çeltik nehirleri ve pirinç
ekim alanlarının gelirlerine ait hesaplara bakardı.
Ayrıca, Hıristiyan cemaatlerin ruhanî reislerinin
pîşkeşleriyle ilgili hesapları da tutardı.
Bu kaleme Vâridât-ı Şıkk-ı Sanî Kalemi (D.VRS.) de denmektedir.
Haslar Mukâtaası Kalemi'nin bağlı birimi olan "âdet-i
ağnâm" defterler 54 adet olup, H. 919-1251/M. 15131835 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva eder.
Haremeyn Muhasebesi Kalemi ve Bağlı
Birimlerine Ait Defterler (D.HMH.)
Küçük Evkâf Kalemi Defterleri (D.KEV.)
Bu kalemin bir adı da "Evkâf Muhasebesi"dir. Haremeyn'e (Mekke ve Medine) ait ve bunlara bağlı vakıfların kayıtlarını tutar ve her sene muhasebelerini kontrol
ederdi. Selâtîn denen büyük camilerin vakıflarına ve bu
camilerde hizmet eden görevlilerin maaşlarıyla ilgili
işlemlere bakardı. Mekke ve Medine'ye ait olup İstanbul ve Rumeli'de bulunan vakıf arazilere taalluk eden
defterler ve kayıtlar burada tutulurdu. İstanbul ve
Rumeli'deki din görevlilerinin dinî vazife ve tayinlerinin
mutazammın vesikalarını hazırlar ve bunları Maliye
Kalemi'ne göndererek oradan beratlarının çıkmasını
sağlardı. Ayrıca bazı kişilerin uhdesinde olan Haremeyn
mâlikâneleri ve bunlara dair şartlar ve bazı Haremeyn
mukâtaalarından tertip edilmiş olan eshâm ve "cihât"
tevcihleri ile evkâfa mülhak olan esnaf ve sanat erbabı
nizamı ve bazı emirler ile ilmuhaberler de buradan
yazılırdı. Bunların yanı sıra bazı kale neferlerinin
mevâciblerini, mütekâid ve duâcı vazifelerini de yine
bu kalem denetlerdi.
Tanzimat'tan önce üç ayrı dairede idare edilen vakıfların bir bölümü "Küçük Muhasebe Kalemi" de denilen
bu kalem tarafından yönetilirdi. Diğerleri Haremeyn
Muhasebesi ve Anadolu Muhasebesi kalemleridir.
Bu kaleme bağlı olarak bulunan vakıflar; İstanbul, Rumeli ve Anadolu'daki bazı vakıflardır. Bu vakıfların idarî
işleri, hesapları, tayin ve tevcih gibi işleri Bâbüssaâde
ağasının idaresindeki bu kalem tarafından yürütülürdü. Ayrıca nezareti sadrazamlara ait "sadaka tevliyetleri"
adlı küçük tevliyetlerin defter ve hesapları da burada
tutulurdu.
Maden Mukâtaası Kalemi ve Bağlı Birimlerine Ait
Defterler (D.MMK.)
- Medine-i Münevvere ve Mısır Evkâfı,
Maliye kalemlerinden birisi olan bu kalem, büyük gümrük mukâtaalarını, Anadolu ve Rumeli Kıptîlerinin
cizyelerini, Eflâk ve Boğdan Voyvodalıkları'ndaki kefere
cizyelerini, Erdel Krallığı ve Dobrovnik Cumhuriyeti
kefere cizyelerini, Serçin ve Derçin Gümrük Mukâtaasını, Mîzân-ı Harîr Mukâtaasını, Emtia Gümrüğü, Efrenç
Eşyası Gümrüğü ve Duhan Gümrüğü mukâtaalarını,
maden mukâtaalarını, şaphâne mukâtaalarını, kantar
resimlerini, istiridye ve midye çıkarıcılığı, haşhaş rüsûmu mukâtaalarını, Darphâne mukâtaaları ve Simkeşhâne mukâtaasını idare eden ve her sene muhasebelerini hazırlayan bürodur.
- Şahısların Medine-i Münevvere'ye tahsis ettiği
vakıflarla bunlara ait tevcihat işleri,
Maden Mukâtaası Kalemi'ne ve bağlı birimlerine ait
defterler şunlardır:
Haremeyn Muhasebesi'ne bağlı olan vakıfları şu
başlıklar hâlinde toplamak mümkündür:
- Sultan vakıflarının hepsi,
- Dârüssaâde ağası nezaretinde olan vakıflar,
- Evliyâ vakıfları,
- Sadrazam ve şeyhülislâm nezaretindeki vakıflar.
23
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Müteferrik Konulu Defterler
Yukarıda belirtilen serîler dışında kalan hususlar için de Müteferrik Konular adlı bir katalog teşkil olunmuştur. 632
numaralı "Müteferrik Konular Defter Kataloğu"nda yekün 565 adet defterin hülâsası verilmiştir.
8
7177 Saray Çakırcı ve Şahinci
Rumeli'deki Şahincilerin İsimleri ve
Şahincibaşıların Tatbik Mühürleri
1234
1818-19
595 Numaralı "BEO. Ayniyat Defterleri Kataloğu"ndaki Ayniyat Defterleri
595 numaralı "BEO. Ayniyat Defterleri Kataloğu"nda 1-1717 numaralarda kayıtlı, muhtelif mevzuları havî Ayniyât
Defterleri, H. 1227-1320 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva etmekte olup, l7l7 adet defterden müteşekkildir.
Ayniyât Defterleri tasnif edilirken aşağıdaki çizelgede görüleceği üzere bir çok başlık altında toplanmıştır.
Sıra No
193-295
296-309
315-317
321-340
341-345
448-458
819-828
891-896
897-901
1526-1530
1622
967-985
428-466
428-466
450
467-474
467-474
475-483
475-483
484-492
484-492
493-494
493-494
495-499
500-524
500-524
525-553
525-553
554-556
554-556
557
558-566
558-566
567
568
569
570-576
570-576
570-576
570-576
570-576
982
983-1005
983-1005
1006
1007-1008
1009
1010
1011-1012
1013
611
838-840
844-847
853-857
969-975
Mahiyeti
Rumeli Adî
Rumeli Mühimme
Mühimme, Rumeli
Hafâyâ Anadolu ve Rumeli
Hafâyâ Rumeli
Meclis i Vâlâ-yı Rumeli
Edirne, Adana, Şarkî Rumeli
Rumeli Valilikleri
Selanik
Rumeli Vilâyâtı
Rumeli
Şarkî Rumeli Defteri
Rumeli Vilâyâtı
Rumeli Vilâyâtı
Rumeli Jurnal Memurları
Bosna
Bosna
Edirne
Edirne
Edirne, Yanya, İşkodra
Edirne, Yanya, İşkodra
Hersek
Hersek
İşkodra
Kosova
Kosova
Manastır
Manastır
Prizren
Prizren
Rumeli i Şarkî
Selanik
Selanik
Serfice
Sofya
Tırhala
Tuna
Tuna
Tuna
Tuna
Tuna
Sisam Telgraf
Rumeli Vilâyâtı Telgraf
Rumeli Vilâyâtı Telgraf
Edirne Telgraf
İşkodra Telgraf
Kosova Telgraf
Manastır Telgraf
Selanik Telgraf
Yanya Telgraf
Sırplı Maddesine Dair
İşkodra
Üsküp, Manastır, Prizren
Bosna, Yenipazar
Tırhala, Yanya, Selanik
Gelen
Gelen
Giden
Gelen
Gelen
Giden
Gelen
Giden
Gelen
Giden
Gelen
Giden
Gelen
Gelen
Giden
Gelen
Giden
Gelen
Giden
Gelen
Gelen
Giden
Giden
Gelen
Gelen
Gelen
Giden
Gelen
Giden
Giden
Gelen
Giden
Giden
Giden
Giden
Giden
Giden
Giden
24
Hicri T.
1230 - 1282
1259 - 1282
1279 - 1282
1234 - 1277
1251 - 1290
1277 - 1282
1283 - 1296
1283 - 1296
1283 - 1294
1297 - 1310
1302 - 1308
1297 - 1327
1277 - 1329
1327
1278
1289
1289
1295
1278
1295
1278
1328
1278
1327
1291
1327
1321
1324
1321
1294
1293
1294
1292
1327
1287
1327
1294
1327
1294
1328
1291
1327
1291
1291
1290
1290
1290
1302
1300
1328
1278
21328
1278
1306
1299
1294
1293
1277
1272
1295
1282
1295
1281
1301
1295
1312
1296
1314
1291
1312
1303
1325
1301
1303
1283
1312
1303
1312
1295
1312
1303
1312
1303
1312
1295
1312
1303
1241
1240
1296
1283
1294
1284
1294
1283
1296
1283
Miladi T.
1815 - 1866
1843 - 1866
1862 - 1866
1819 - 1861
1836 - 1873
1860 - 1866
1866 - 1879
1866 - 1879
1866 - 1877
1879 - 1892
1884 - 1891
1879 - 1909
1861 - 1911
1909
1861
1872
1872
1878
1861
1878
1861
1910
1861
1909
1874
1909
1903
1906
1903
1877
1876
1877
1875
1909
1870
1909
1877
1909
1877
1910
1874
1909
1874
1874
1873
1873
1873
1885
1883
1910
1861
1910
1861
1889
1882
1877
1876
1860
1855
1878
1865
1878
1865
1884
1878
1895
1879
1897
1874
1895
1886
1907
1884
1886
1866
1894
1886
1894
1878
1894
1886
1894
1886
1894
1878
1894
1886
1826
1825
1879
1866
1877
1867
1877
1866
1879
1866
Adedi
103
14
3
20
5
11
10
6
5
5
1
19
22
16
1
4
4
7
2
6
3
1
1
5
15
10
17
12
2
1
1
5
4
1
1
1
3
4
3
2
7
1
18
5
1
2
1
1
2
1
1
3
4
5
7
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
ğu"nda kayıtlı H. 1255-1274/M. 1840-1858 tarihleri
arasındaki emirleri ihtiva eden bu defterin sonunda
H. 17 Receb 1291 tarihli bir kayıt da mevcuttur.
Meclis-iVâlâ Riyaseti Defterleri (MVL.)
Tanzimat ile birlikte Osmanlı Devlet Teşkilatı'nda yerini
alan müesseselerden biri de Meclis-iVâlâ'dır.
Islâhat hareketlerinin icabettirdiği yeni nizamnâmeleri
hazırlamak, memurların muhakemesiyle meşgul olmak, lüzum gösterilen devlet işlerinde rey vermek üzere H. 27 Zilhicce 1253 /M. 24 Mart 1838 tarihinde teşkil
olunmuştur. Tanzimat'tan sonra işlerin çoğalması münasebetiyle "Meclis-i Âlî-i Tanzimat" ve "Meclis-i Ahkâm-ı
Adliye" birleştirilerek yine "Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı
Adliye" adı altında bir meclise kalbedilmiş ve bu meclis,
İdâre,Tanzimat, Adliye adlarıyla üç kısma ayrılmıştır.
Zaptiye Müşiriyeti Dönemi
18 Haziran 1826 tarihinde ortadan kaldırılan Yeniçeri
Ocağı yerine İstanbul'da "Asâkir-i Muntazama-i Mansûre", "Asâkir-i Muntazama-i Hâssa" ve 1834 tarihinde
de Anadolu ve Rumeli'nin bazı eyaletlerinde "Asâkir-i
Redife" adları altında yeni askerî bir teşkilat kuruldu.
Maliye Nezareti Defterleri
İdâre kısmı, mülkî ve malî işlerle; Tanzimat kısmı kanun
ve nizamnâmelerin tetkik ve tanzimiyle; Adliye kısmı da
bazı davalarla meşgul oluyordu. H. 11 Zilkade 1248/M.
4 Mart 1868 tarihinde meclis tekrar Divân-ı Ahkâm-ı
Adliye ve Şûra-yı Devlet olmak üzere iki kısma ayrılmıştır.
Maliye Nezareti kurulmadan önceki dönemde bu
görevi Defterdarlık yürütmüştür. Defterdarlar devletin
varidât ve masraflarına dair malî işlemleri takiple
görevli kişiler olup şimdiki Maliye Bakanı hükmünde
idiler. Defterdarların doğrudan doğruya harcamaya
yetkili oldukları mebaliğ devlet gelirlerinin bir kısmını
teşkil ederdi. Çünkü devletin gelirlerinin bir kısmı masârif-ı âdiyenin tesviyesi için Maliye Hazînesi'ne alınır,
mühim bir kısmı da masârif-i harbiye ve fevkaladeye
karşılık olmak üzere İç Hazîne'ye (Enderun-ı Hümayûn)
bırakılırdı.
Tasnifi yapılan defterler, Meclis-iVâlâ'nın kayıt defterleri
olup, hülâsa kayıtları ve aynen kayıtlar olmak üzere iki
kısımda toplanmıştır.
Hülâsa Defterleri: Anadolu, Rumeli, Dersaâdet ve
Arabistan'dan gelen tahriratın hülâsa kayıtlarını ihtiva
etmektedir. Genel evrak kayıt defteri olan Müzekkere
Defterleri, meclisten çeşitli makamlara yazılan tezkirelerin Hülâsa Kayıt Defterleri, gelen arzuhallerin kaydedildiği İstida Defterleri bu nevi defterlerdir. Mühim ve
adî hususların özetleri de ayrı ayrı defterlere kaydedilmiştir. Ayrıca, irâdesi çıkarılmak üzere Sadaret vasıtasıyla padişaha arz edilen evrakın hülâsa kayıtlarının
tutulduğu Maruzat Defterleri vardır.
Ülkenin sınırları genişlemeye başlayınca asıl Defterdarlık'tan başka Anadolu Defterdarlığı ve Rumeli Defterdarlığı kurulmuş, böylece Başdefterdar Şıkk-ı Evvel Defterdarı, Şıkk-ı Sanî Defterdarı ortaya çıkmıştır. Daha
sonraları ise malî işlerin hepsini Başdefterdar uhdesinde toplayarak, Şıkk-ı Evvel ve Şıkk-ı Sanî Defterdarlıkları işsiz birer mansıp olarak mutekaidin-i ricale
tevcih olunmaya başlamış ve III. Selim devrinde Şıkk-ı
Sanî Defterdarlığı "Nizâm-ı Cedîd Defterdarlığı"na
tahvil edilmiştir.
Aynen Kayıt Defterleri: Anadolu, Rumeli, Dersaâdet
ve Arabistan'dan gelen evraktan görüşülerek karara
bağlananların mazbatalarını ihtiva eder. İlk yıllarda bu
mazbataların İcra Defterleri'ne kaydedildiği görülür. Bu
sebeple İcra Defterleri, tutulduğu yılllardaki bütün
mazbataları içine alır. Meclisten çeşitli makamlara yazılan tezkirelerin aynen kayıtları da, Tezkire Defterleri'nde tutulmuştur.
Temettuât Defterleri (ML.VRD.TMT.)
Temettû vergisi, tüccar ve esnafın senelik kazançları
üzerinden alınan vergiye verilen addır. Temettû vergisinin adı daha sonra "Kazanç Vergisi"ne çevrilmiştir.
Temettuât Defterleri'nde kaza, köy gibi iskân merkezleri hâne hâne ele alınarak herkese ait şahsî mal varlığı,
emlâk, arazi, hayvanat, ürün vb. bilgiler kaydedilmiştir.
955 numaralı "Meclis-i Vâlâ Defterleri Kataloğu"nda 1478 numaralarda H. 1253-1284/M. 1837-1867 tarihleri
arasındaki kayıtları ihtiva eden 478 adet Meclisi-i Vâlâ
Riyâseti Defteri mevcuttur.
Temettuât Defterleri'nin tasnifi ve kataloglanmasında
o tarihlerdeki idarî taksimat esas alınmıştır. Defterler,
içindeki bilgiler esas alınarak alfabetik olarak eyaletlere
ayrılmıştır. Her eyalet de kendi içinde alfabetik olarak
kazalara ayrılmıştır. Defterler H. 1256-1261/M. 18441845 tarihleri arasında toplam 17.747 adettir. Bu defterler analitik envanter sisteme göre tasnif edilmiştir.
989 Numaralı "Divân-ı Hümayûn Defterleri
Kataloğu"ndaki Tanzimat-ı Hayriye Defteri
Anadolu ve Rumeli'deki bilcümle mahalde tatbik edilecek olan Tanzimat-ı Hayriye Nizamâtına ait evâmir-i
âliyye kayıtlarına mahsus defterdir.
514 numaralı defter
Sivas'a aittir.
989 numaralı "Divân-ı Hümayûn Defterleri Katalo-
25
Niş, Rumeli, Selanik, Silistre,
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Daha önce Kosova, Manastır ve Selanik olmak üzere
idarî, adlî, askerî ve malî sahalarda yapılması düşünülen
ıslahat çalışmaları, daha sonra diğer civar vilayetler de
dikkate alınarak Yanya, Edirne ve İşkodra'nın da ilavesiyle Müfettişliğin yetki sahası altı vilayete çıkarılmıştır.
Sadaret'e bağlı olarak görev yapan Rumeli Müfettişliği,
bazen Sadaret'i atlayarak doğrudan Saray'la yazışmalarda bulunmuş, fevkalâde görev ve yetkilerle donatılmış bir müessesedir. Bu yönü ile günümüzdeki Olağanüstü Hâl Bölgesi Valiliği'ne benzetilebilir. Müfettişliğin
işlerinin daha kolay ve hızlı yürütülebilmesi için Sadaret'te dört kişiden oluşan bir komisyon bulunmakta idi.
Rumeli Müfettişliği evrakı içerisinde, belgelerin yanısıra
244 adet de defter tespit edilmiştir. H. 1319-1327/M.
1901-1909 tarihlerini havî bu defterler, muhtelif mevzularda Sadaret ile Rumeli Müfettişliği'ne bağlı sancak
ve kazalar arasındaki muhâberât kayıtlarını ihtiva
etmektedir. Bu defterlerin tarihi ve muhteviyâtı aşağıdaki çizelgede zikredilmiştir.
423 numaralı katalogda Rumeli Müfettişliğine ait 13191327 (1901 1909) senelerine ait 244 adet defter bulunmaktadır.
Vilayet ve Müfettişliklere (Taşra Arşivleri)
Ait Defterler
Bilindiği üzere Osmanlı Arşivi'nde muhafaza edilen
arşiv malzemesinin büyük çoğunluğu, Osmanlı
Devleti'nin İstanbul'daki merkezî devlet dairelerine aittir. Merkezî devlet dairelerinin dışında, Kıbrıs Mutasarrıflığı ve Rumeli Müfettişliği evrakı gibi Osmanlı'nın
toprak kaybı ile birlikte İstanbul'a gönderilen bu
yerlerin evrakı ayrı başlık altında tasnif edilmiştir.
Rumeli Müfettişliği Defterleri
İstanbul dışındaki Osmanlı devlet dairelerinden
getirilen evraklar arasında Rumeli Müfettişliği evrakının önemli bir yeri vardır.
Rumeli Müfettişliği 1877-78 Osmanlı-Rus Muharebesi
neticesinde imzalanan ağır şartları havî Ayastefanos
Anlaşması'nın tâdil edilmiş şekliyle kabul edilen Berlin
Anlaşması gereğince özellikle Avusturya ve Rusya'nın
müdahaleleri neticesinde tedricî olarak Kasım 1902'de
tesis edilmiştir.
Sıra No
1-4
5-11
12 18
19-25
26-35
36
37 38
39-41
42-43
44-46
47-49
50-54
55-57
58-65
66-70
71-73
74-75
76-89
90-98
99-112
113-119
120-133
134-142
143-148
149-153
154-155
156- 157
158-160
161-162
163-164
165-166
167
168-171
172
173
174
175
176
177
178-180
SAYI 17 - 18
Muhteva
Fihrist Defteri
Makâmât ı Aliyye (Gelen)
Makâmât ı Aliyye (Giden)
Mâbeyn i Hümayûn Sadaret i Uzmâ (Gelen)
Mâbeyn i Hümayûn Sadaret i Uzmâ (Giden)
Müfettişlikler (Giden)
Müteferrika, Müşiriyyet, Kumandanlıklar, Konsolos, Tüccar Vekilleri, Metropolitler, Sefâret i Seniyye (Gelen-Giden)
Müşiriyyet, Tensîkat ve Kumandanlıklar (Gelen-Giden)
Müşiriyyet ve Kumandanlıklar (Gelen)
Müşiriyyet (Gelen)
Müteferrika, Müşiriyyet, Kumandanlıklar, Metropolit, Konsolos, Tüccar Vekilleri, Sefâret i Seniyye (Giden)
Müşiriyyet ve Kumandanlıklar (Giden)
Müşiriyyet (Giden)
Müşiriyyet, Tensîkat ve Kumandanlıklar ve Corci Paşa'dan (Gelen)
Müşiriyyet, Tensîkat ve Kumandanlıklar ve Corci Paşa'dan (Giden)
Sefâret, Konsolos, Metropolit, Tüccar Vekilleri (Gelen)
Vilayet i Selâse (Giden)
Manastır (Gelen)
Manastır (Giden)
Selanik (Gelen)
Selanik (Giden)
Kosova (Gelen)
Kosova (Giden)
Yanya, Edirne, İşkodra (Gelen)
Yanya, Edirne, İşkodra (Giden)
Müteferrika (Gelen)
Müteferrika (Giden)
Rumeli Müfettişliği Aynen Kayıt Defteri
Teblîgât ı Umumiye
Vilâyât ı Selâse i Şâhâne Vâridât ve Masârifât İcmâl Muvazeneleri
Vilâyât ı Selâse i Şâhâne Müfredât Muvâzenesi
Vilâyât ı Selâse i Şâhâne Dahilinde Efrâd ı Mülûkâne ile Çeteler Arasında Vukua Gelen Müsâdemât Defteri
Vilâyât ı Selâse Hesâbât Defteri
Selanik Hesâbât Defteri
Manastır Hesâbât Defteri
Muhâsebât ı Askeriye Defteri
Selanik, Kosova, Manastır Vilayetlerinin 1325 Senesi Muvâzenelerine Müteallik Pusulalar
Vilâyât ı Selâse Dâhilinde Asâkir i Şâhâne ile Bulgar, Rum, Sırp Çeteleri Arasında Vukubulan Müsâdemâtın İstatistiği
Vilâyât ı Selâse i Şâhâne Muhâkeme Cetvelleri
Selanik Vilayetinde Tehaddüs Eden Havadisin İstatistiği
26
Tarih
1319 - 1326
1321 - 1327
1321 - 1327
1321 - 1327
1321 - 1327
1326 - 1327
1321 - 1321
1321 - 1324
1323 - 1325
1325 - 1327
1321 - 1323
1321 - 1326
1326 - 1327
1322 - 1327
1323 - 1326
1324 - 1326
1324 - 1326
1321 - 1327
1321 - 1327
1321 - 1327
1321 - 1327
1321 - 1327
1321 - 1327
1321 - 1327
1321 - 1326
1326 - 1327
1326 - 1327
1321 - 1326
1325 - 1327
1325 - 1327
1326
1326 - 1326
1322 - 1325
1323 - 1324
1323 - 1324
1324
1325
1320 - 1326
1325- - 1326
1320
TARİH BİLİNCİ
Sıra No
181
182
183-184
185
186
187
188
189
190
191
192
193
194
195
196
197
198
199
200
201
202
203
204
205
206
207-210
211
212
213-218
219-220
221-226
227-232
233-239
75/1 - 75/2
86/1
153/1
153/2
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Muhteva
Selanik Muhâkeme Cetvelleri
Selanik Cerâim Defteri
Manastır Cerâim Defteri
Manastır Mahkeme Kayıt Defteri
Manastır Cerâim Defteri
Kosova Cerâim Defteri
Manastır ve Kosova Cerâim Defteri
Kosova Cerâim ve Mahkeme Cetvelleri
Kosova Cerâim Defteri
Selanik, Üsküp, Manastır Jandarma Alayı Heyet i Erkânı ile Muhtelif Bölgelerdeki Askerî Birlikler Erkânı Kayıt Defteri
Yol ve Köprü Yapımı, Proje ve Tahrirât ı Keşif Müsveddeleri (Matbu)
Hülâsa Defteri
Petriç Kazasının Taraf ı Mükellefiyetinin Bakayâsını Mübeyyin Defter
İcra Edilen Devirlere Dair Kayıt Defteri
Esliha Tezkiresi Koçanı (Selanik
Rumeli Müfettişliği'nin Evrak ve Defterlerinin Kayıt Defteri
Nezaret, Vilayet ve Kazalara Yazılan Yazıların Hülâsa Kayıt Defterleri
Edirne, Selanik, Manastır, Yanya, İşkodra, Kosova Vilayetlerine Yazılan Umum
Gazâ ve Tahliye Defteri
Rumeli Eyaletine Bağlı Sancaklarda Mukim Yabancı Tebeanın İsimlerinin Kaydedildiği Defter
Diyarbakır Hapishânesi'nde Bulunan Bulgar Mahkûmlarından Afv ı Âlîye Mazhar Olanlarının İsimlerini, Suçlarını ve Mahkûmiyetlerini Açıklayan Defter
Afv ı Âlî i Umumî Üzerine Manastır Merkez Mülhakât Hapishânesi'nden Salıverilen Şahısların İsim vesairesini Açıklayan Defter
Rumeli Müfettişiği'nden Gelen Emir Üzerine Affedilen 23 Şahsın Suçlarını Mübeyyin Defter
1322 Senesinde Şayan Buyurulan Afv i Âlî Üzerine Selanik Merkezinde ve Mülhakât Hapishânelerinden Tahliye Edilen Eşhasın Esâmisini Mübeyyin Defter
Afv i Alîye Mazhariyetle Üsküp Hapishânesi'nden Tahliye Olunan Politik Mahkûmların Defteri
Zimmet Defteri
Manastır ve Selanik Posta Defteri
Selanik Posta Defteri
Manastır ve Selanik Posta Defteri
Müfettiş i Umumî Müstediyât, Hususî Telgrafnâmeler
İslâm Ahalinin Arzuhâl Defteri
Hıristiyan Ahalinin Arzuhal Defteri
Telgraf Arzuhal Defteri
Vilâyât ı Selâse (Giden)
Manastır (Gelen)
Yanya, Edirne, İşkodra (Giden)
Yanya, Edirne, İşkodra, Sefâret (Giden)
Tarih
1326
1326 - 1328
1320 - 1325
1326 - 1327
1326 - 1327
1320 - 1326
1324 - 1325
1326 - 1326
1325 - 1327
1323
1325
1326 - 1326
1308 - 1323
1333 - 1333
1325
1320 - 1321
1324
1320 - 1321
1314 - 1321
1321 - 1322
1322
1322
1323
1321 - 1321
1323 - 1326
1321 - 1322
1322 - 1323
1323 - 1324
1321
1321 - 1327
1321 - 1327
1323 - 1327
1326 - 1327
1326
1326
1327
Büyük Kale ve Küçük Kale Kalemi Defterleri
a. Büyük Kale Kalemi Defterleri (D. BKL.)
Önemli bir gider kalemi olan Büyük Kale Kalemi genellikle Mora ve Arnavutluk dışında kalan büyük kalelerin,
müstahkem mevkilerin erzak, cephâne, onarım işleri ve personelin maaş işlerini yürütürdü. Ayrıca Yerli Kulu
askerlerinin (Mısır, Bağdat, Lahsa, Musul, Diyarbekir, Van, Bosna, Budin, Tımışvar, Şam, Halep, Kars ve Erzurum'a
yeniçeri ve onların teşkilatına uygun olarak ulufe ile kullanılan askerler) yoklamalarına bakardı.
Bu kalem ayrıca Hazîne tezkiresi vermeye de yetkiliydi.
Bosna-Hersek bölgesindeki bütün kaleler Büyük Kale Kalemi'ne bağlı iken Podgorice Kalesi Küçük Kale Kalemi'ne
bağlıdır.
Tarih
Tasnifin
(Kataloğun) Adı
Genel Numara Sırası
986
Kâmil Kepeci Tasnifi Kat.
4725-4975
892 - 1277 1486 - 1861
250
620
Bâb-ı Defterî Defter
Kataloğu (D.BKL.)
32167-32843/A
925 - 1252 1519 - 1836
680
Katalog No
27
Hicri
Miladi
Defter Adedi
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
b. Küçük Kale Kalemi Defterleri (D. KKL.)
Mora, Arnavutluk ve civarı ile Hersek'in bazı kalelerinin yerli kulu neferatının mevâcib hesaplarını tutardı.
Mevâcibleri ocaklık olarak nehirlerin vâridatından veriliyorsa havaleleriyle tevcih tezkireleri de bu kalemden
verilirdi.
Mevâcib; askerlere senede dört defa ve üç ayda bir muharrem, rebîülâhir, receb ve şevval aylarında verilen ücret,
ulûfe demektir. ilk üç aylık olanına masar, ikinci üç aylık olanına recec, üçüncü üç aylık olanına reşen ve son üç aylık
olanına da lezez tabirleri ad olarak konulmuştur. Bu tabirler, ayların adlarının rumuzlarından oluşmaktadır.
Bazı kalelerin muhafızlarına ait mevâcib, hasılâtı iyi olan vilayet ve sancaklara havale suretiyle temin edilirdi. Bu tür
havalelerle sağlanan mevâciblere de "ocaklık mevâcibi" adı verilmiştir.
Tarih
Tasnifin
(Kataloğun) Adı
Genel Numara Sırası
986
Kâmil Kepeci Tasnifi Kat.
4976-4987
1124 - 1286 1712 - 1870
11
620
Bâb-ı Defterî Defter
Kataloğu (D.BKL.)
32844-33117
959 - 1251 1552 - 1835
274
Katalog No
Hicri
Miladi
Defter Adedi
Maliye'den Müdevver DefterlerTasnifi
1945 yılında Maliye Bakanlığı'ndan yığın halinde devralınan 26.000'e yakın defterin tasnifidir. Muhtelif Maliye
kalemlerine ait defterler olduğu gibi, arazi tahriri, saray, yeniçeri, mevâcip vs. gibi diğer cins defterleri de ihtiva
etmektedir.
Tasnif yapılırken önce eski harflerle her defterin üç nüsha fişi çıkarılmış ve fişler kronolojik, numara sırası ve
konularına göre olmak üzere üç grup halinde kutulara yerleştirilerek araştırmacıların istifadesine sunulmuştur.
Bunlardan konu başlıkları ihtiva edenlerin listesi aşağıda verilmiştir. Defterler H. 830/M. 1427 yılında başlayıp
H. 1346/M. 1927 yılına kadar gelir.Tasnifteki son defterin sıra numarası 23.138'dir.
Sıra No
Defterlerin Konu Başlıkları
41
Ahyolu Memlehası
33
Mufassal Haslar (Bosna Livasının)
İhtiva Ettiği Yıllar
954
861-1254
Çeltik Rüsûmu Kalemi Belgeleri (D.ÇRS.)
Bu kalemin bir diğer adı da "Varidât-ı Şıkk-ı Sanî Kalemi"dir. "Çeltik Muhasebesi Kalemi" de denilen bu kalemin
görevi; Hıristiyan cemaatinin ruhanî liderleriyle Rumeli'deki çeltik nehirleri başkanlarının pîşkeşlerine ve
beratlarına bakmaktı.
Küçük Evkâf Kalemi Belgeleri (D.KEV.)
Maliye'nin gelir kalemlerinden olup, nezareti sadrazamlara ait olan "sadaka tevliyetleri" adındaki küçük vakıfların
defter ve hesaplarını tutardı. Bu kaleme bağlı olarak bulunan vakıflar; İstanbul, Rumeli ve Anadolu'daki bazı
vakıflardır.
Bu vakıfların idarî işleri, hesapları, tayin ve tevcih gibi işleri Bâbüssaâde ağasının idaresindeki bu kalem tarafından
yürütülürdü.
28
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Tasnife esas alınan "Meclis-i Vâlâ Gelen Evrak Hülâsa
Kayıt Defterleri" yıllar arasında mahiyet itibariyle farklılıklar gösterirler. Bu durum göz önüne alındığında birbirinden farklı defter tutma usullerinin uygulandığı üç
dönem ortaya çıkmaktadır ki, bunlar sırasıyla şunlardır:
Şarkî Rumeli (A.MTZ.RŞ.)
1877-78 Türk Rus Harbi sonucu olarak 13 Haziran 1878
Berlin Kongresi'nde Balkanlar ile Batı Trakya'nın kuzey
hududu arasında Şarkî Rumeli vilayetinin kurulması
kabul edildi. Vilayet; Filibe, Pazarcık, Zağra-i Atik,
Hasköy, İslimye ve Bergos sancaklarına tâbi 28 kaza ve
bunlara bağlı yaklaşık 1.300 köyden teşkil edilmişti.
"Şarkî Rumeli Nizamnâmesi" Osmanlı Devleti, Almanya,
Avusturya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya tarafından
26 Nisan 1879'da imzalandı. Aleko Paşa vali tayin
edilerek Şarkî Rumeli vilayeti resmen 17 Mayıs 1879'da
kuruldu. Ancak daha sonra Aleko Paşa'nın Rus
kumandanı ile işbirliği yapması sonucu bölge, Bulgar
nüfuzuna girmeye başladı. Aleko Paşa görev süresini
doldurup ayrılınca Vilayet Müsteşarı Gavril Efendi vezir
rütbesi ile vali tayin edildi. Bir süre sonra milislerin
desteğine güvenen Bulgar Liberal Partisi'nin 18 Eylül
1885'te yaptığı bir hükûmet darbesi ile vali tutuklanarak Şarkî Rumeli vilayeti Bulgaristan ile birleştirildi.
1. H. 1257-1265 yılları arasında evrak, esas olarak
geldiği bölgelere göre sınıflandırılarak; Anadolu/Anadolu Katl-Sirkat ve Rumeli/Rumeli Katl-Sirkat, adlarıyla
açılan defterlere kaydedilmiştir.
2. H. 1265-1274 yılları arasındaki evrak ise, geldiği yere
bakılmaksızın, ihtiva ettiği kanunun ehemiyyet ve çeşidine göre; Adî, Mühimme, Kanun ve Takrîr olmak üzere
dört ayrı deftere kaydedilmiştir.
3. H. 1274-1285 yılları arasına tekabül eden son dönemde hem evrakın geldiği yere göre, hem de konu ve
çeşidine göre defter tutmanın beraberce uygulandığı
görülmektedir.
Defterlerin bu tür bir karmaşık yapı arzetmesi muhtevalarına dair aşağıdaki açıklamanın verilmesini gerekli
kılmıştır:
Şarkî Rumeli belgeleri H. 1296-1327/M. 1879-1909
tarihleri arasındaki muhaberât kayıtlarını ihtiva
etmektedir.
- H. 1257-1265 yıllarını ihtiva eden Rumeli defterlerine;
Rumeli, Cezâir-i Bahr-i Sefîd ve Dersaâdet'ten gelen evrak, Anadolu Defterlerine de; Anadolu ile Arabistan ve
Irak tarafından gelen evrak kayıtlıdır.
Siyasî Kısım Belgeleri
Bu fon, nezaretler ve vilayetler gelen-giden defterlerinde yer alan H. 1332/M. 1915 sonrası evrakının,
Osmanlı Devleti'ni meşgul eden başlıca siyasî
meseleler ile ecnebî devletlere göre tanzim edilen
dosyalarından meydana gelmiştir. Toplam dosya adedi
73'tür. (Mükerrer dosyalar bu rakama dahil değildir.)
- H. 1265-1274 yılları arasındaki Adî defterlerine istidâlar kaydedilirken, mevâdd-ı mühimme, Mühimme
defterlerine kaydedilmiştir. Kanun defterleri ise
mevâdd-ı cezâiyye de denilen katl ve sirkat ile ilgili
konuları havîdir. Takrîr defterleri de genellikle Maliye ve
Evkâf nezaretlerinden gelen ve maaş, masârifât vs. tediyesine dair olan takrirleri ihtiva etmektedir.
15 ve 16. dosyalar Rumeli'yle alakalıdır.
- H. 1274-1284 yılları arasında ise yukarıda zikredilen
her iki usûl bir arada tatbik edilmiştir: Adî defterleri H.
1277'den sonra İstidâ adını alırlar. Anadolu ve Rumeli
defterlerinin yanısıra Dersaâdet, Arabistan ve Cezâir-i
Bahr-i Sefîd defterleri de açılmıştır. Halbuki, ilk dönemde Dersaâdet ve Cezâir ile ilgili konular Rumeli defterlerine, Arabistan ile ilgili konular da Anadolu defterlerine kaydediliyordu. H. 1274'te başlayan Dersaâdet
serîsinin 11. numaradan sonra H. 1276'da Mühimme
Defteri olarak devam ettiği, H. 1282'deki 10. Mühimme
Defteri'nden sonra serînin tekrar Dersaâdet adını aldığı
görülmektedir.
Meclis-iVâlâ Riyâseti Belgeleri (MVL.)
Meclis-i Vâlâ belgelerinin tasnifinde uygulanan usul şu
şekildedir: Dağınık halde bulunan evrak, provenans
tasnif sistemi prensiplerine uygun olarak, defter
kayıtları esas alınmak suretiyle belli bir düzene kavuşturulmuştur. Daha sonra esas alınan kayıt defterlerindeki hülâsaların karşılarına vesikaların dosya ve gömlek
numaraları yazılmıştır. Neticede birbirinden ayrılmış
bulunan vesikalar bir araya getirildiği gibi, bu defterlerin evraka ulaşmada birer vasıta olarak kullanılabilmesi ve evrakın geçirmiş olduğu muamelelerin
takip edilebilmesi sağlanmıştır.
960
Meclis i Vâlâ Evrakı Rumeli (VII, VIII, IX)
1262 – 1263
1846 1847
961
Meclis i Vâlâ Evrakı, Rumeli (X, XI)
1263
1847
1010
Meclis i Vâlâ Evrakı, Rumeli (XIII, XIV, XV)
1264 – 1265
1848 - 1849
1011
Meclis i Vâlâ Evrakı, Rumeli Katl-Sirkat (II, III, IV, V)
1258 – 1265
1842 1849
29
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Şûra-yı Devlet Belgeleri
Şûra-yı Devlet'e gelen ve giden evrakın izlediği yolun şu şekilde olduğu anlaşılmaktadır: Sadaret'ten Şûra-yı
Devlet'e havale olunan evrak, evrak odasında, geldiği devâir ya da vilayetler itibariyle ilgili defterine hülâsaten
kaydedilerek konusuna göre ait olduğu daireye gönderilmektedir. Burada da dairenin hülâsa defterine kaydedilen
evrakın müzakeresi neticesinde yazılan mazbata, tezkire vs. için de ayrıca hülâsa defterleri tutulmuştur. Evrak
üzerinde bu kayıtların hepsi bir arada görülebildiği gibi sadece biri ya da ikisi de görülebilmektedir.
Şûra-yı Devlet Edirne
1285 1340
1868 - 1922
852
Şûra-yı Devlet İstanbul
1327 1341
1909 - 1922
853
Şûra-yı Devlet İşkodra
1295 1330
1878 - 1912
854-856
Şûra-yı Devlet Kosova
1294 1331
1877 - 1913
857
Şûra-yı Devlet Prizrin
1286 1294
1867 - 1877
858
Şûra-yı Devlet Rumeli i Şarkî
1296 1302
1879 - 1885
Şûra-yı Devlet Selanik
1285 - 1331
1868 - 1913
864
Şûra-yı Devlet Tuna
1285 1295
1868 - 1878
865
Şûra-yı Devlet Üsküp
1285 1287
1868 - 1870
866-867
Şûra-yı Devlet Yanya
1285 1330
1868 - 1912
848-851
859-863
münâsebetiyle bahsi geçen dosyaya 86/1, 86/2
şeklinde numaralanarak ilâve edilmiştir.
Yıldız Sarayı Arşivi Belgeleri
II. Abdülhamid devrinde (1876-1909) Yıldız Sarayı'nda
biriken defter, belge ve gazetelerden oluşan fondur. Bu
fonda, II. Abdülhamid'in özel olarak ilgilendiği konular,
Sadaret'ten Saray'a sunulmuş, ancak irâdeleri sâdır
olmamış tezkireler, şahısların Yıldız Sarayı'na
sundukları çeşitli arîza, rapor ve ihbarlar, Kâmil Paşa,
Cevdet Paşa, Namık Kemal, Midhat Paşa vb. önemli
şahsiyetlerin metrukâtı, dış basında Devlet-i Aliyye ile
ilgili çıkan yazılar, albüm ve resimler, kanun ve
nizamnâme suretleri, Abdülhamid'e ait hususî el
defterleri ve cüzdanlar ile haritalar bulunmaktadır.
Vesikaların büyük çoğunluğu, Kâmil Paşa'nın Aydın
Valiliği dönemine ait olup şifreleri çözülmüş telgraflardan ve Paşa'nın kendi el yazısıyla kaleme aldığı
müsvedde hâlde bulunan yazışma, lâyiha ve tezkirelerden meydana gelmiştir. Belgeler arasında son döneme ait hemen bütün konularda Kâmil Paşa'nın görüşlerini aksettiren lâyihalar, mütâlaalar mevcuttur. Zararlı
yayınların yurda sokulmaması, Şarkî Rumeli, Mısır ve
Makedonya meseleleri, Ermeni fesat ve anarşi hareketleri, Devlet-i Aliyye'de yapılacak ıslahatlar, malî sıkıntılara karşı tedbirler, Çakırcalı isyanı gibi konular, belgelerin belli başlı mevzularını teşkil etmektedir.
Devletlerarası ilişkiler, Şarkî Rumeli, Ermeni ve Mısır
meseleleri, Girid hadisesi, sınır olayları gibi önemli
devlet proplemlerinden zaptiye jurnallerinde geçen
adî vukuata kadar bu dönemin çeşitli özelliklerini
yansıtan bir fondur.
Sadaret Hususî Maruzat Evrakı (Y.A.HUS.)
Sadaret makamının, yapılan işlerin neticeleri, dahilî
veya haricî bazı mesele ve hâdiseler hakkında padişaha
bilgi vermek maksadıyla, Saray'a takdim ettiği hususî
maruzatı muhtevî olup, umumiyetle beyân-ı hâl ve arzı malûmattan ibarettir.
Sadrazam Kâmil Paşa Evrakı (Yıldız Esas Evrakına Ek)
Sadrazam M. Kâmil Paşa (1832-1913) I. ve II. Meşrûtiyet
dönemlerinde Sadaret makamında bulunmuş, uzun
seneler devlet hizmeti yapmış, Osmanlı Devleti'nin son
devir meşhur devlet adamlarındandır. Dârülaceze'nin
kuruluşu, Polis Teşkilatı'nın eğitimi, Ziraat Bankası'nın
teşkilatlanması gibi önemli bir takım hizmetler onun
sadareti döneminde tahakkuk etmiştir.
Yıldız Sadaret Hususî Maruzatı büyük bir ekseriyetle
haricî meseleler, özellikle Şarkî Rumeli, Ermeni
meseleleri, Girid hâdisâtı, Mısır meselesi, İtalya'nın
Afrika'ya dahli ve benzeri hâdiseler, devletlerarası
münasebetler ve Osmanlı Devleti'nin takip ettiği
siyaset bakımından ve ayrıca, dış basında Osmanlı
Devleti'ni ilgilendiren yazılar ve bunlarla ilgili
yazışmalar cihetiyle ehemmiyet arzeder.
1985 yılında Osmanlı Arşivi'ne intikal eden Kâmil Paşa
Evrakı, Yıldız Evrakı dosyalarının 86.'sında Kâmil Paşa'ya
ait hayli miktarda arz tezkireleri bulunması
30
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Bu fonda yer alan belgelerin konuları genel olarak
şöyledir: Rumeli ve Anadolu vilayetlerindeki ıslahat
faaliyetleri, özellikle Anadolu Vilayatı Müfettişi Şakir
Paşa'nın denetimi altındaki ıslahat hareketleri, ziraatin
geliştirilmesi ve ıslahı için yapılan çalışmalar, idari ve
mülki taksimattaki değişiklikler, jandarma teşkilatının
kurulması, zabtiye alaylarının jandarmaya tahvili, vergi
düzenlemeleri ve vergi tahsilinin tahsildarlara
bırakılması, Osmanlı Devleti bünyesinde bulunan
yabancıların yönetimde nüfusları oranında temsil ve
istihdamları, sosyal ve ekonomik konulardaki diğer
ıslahat faaliyetleri.
Perakende Evrakı Müfettişlikler ve
Komiserlikler Tahnriratı, (Y. PRK. MK.)
1293/1326 - 1876/1909 tarihlerini kapsayan ve 4273
adet belgeden oluşan bu katalog, aşağıdaki belgelerden oluşmaktadır;
Müfettişlik ve Komiserlikler tahrîrâtı, Rumeli Vilâyâtı
Müfettişliği ve Rumeli vilâyetleriyle ilgibi belgeler, Mısır
Fevkalâde Komiserliği (Mısır ile ilgili belgeler), Bulgaristan Komiserliği (Bulgaristan ile ilgili belgeler), Müfettişlik ve komiserlikte görevli personelin yazıları ve gönderen ve alanı belli olmayan fakat Rumeli vilâyâtı,
Bulgaristan ve Mısır Fevkalâde Komiserliği ilgili yazı,
layiha ve müsveddeler.
Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti Seyrüsefer Kelami
(DH.EUM.SSM)
Perakende Evrakı, Komisyonlar Maruzatı,
(Y. PRK. KOM.)
Görevi esas itibarıyla, yurda giriş ve çıkışların denetlenmesi, yurt içindeki seyahatlerin kontrol ve olan Seyrüsefer Kalemi'ne ait olan 1333/1340 - 1915/1921 yıllarını
kapsayan bu katalogda yer alan belgeler aşağıdaki
konuları ihtiva etmektedir: Seyahat Varakası talepleri;
yurt içinde ve yurt dışında seyahat edecek yolcuların
listeleri; Seyahat Varakası ile seyahat eden yabancılarla
ilgili bilgiler (sayıları, tabiiyet, kimlikleri) ve raporlar;
Balkan Treni ile gidip gelenlerin listesi; seyahat edecek
yolcular hakkında muameleleri gösteren talimatnâmeler; bazı özel kişilere seyahatleri esnasında kolaylık
sağlanması; pasaport vize işlemleri; tren veya vapurla
gelip giden yolcuların kontrolü; emniyet müfettişliklerinde ve Istıtlâât memurluklarında görevli polisler ile
ilgili işlemler.
1294/1341 - 1877/1923 yıllarını kapsayan ve 3292 adet
belgeden meydana gelen bu katalog, aşağıdaki
makamlarla Saray arasında yapılan yazışmalardan ve
belge türlerinden oluşmaktadır.
Teftîş-i Umûmî-i Askerî Komisyonu, Dârüşşafaka
Evytâm-ı Müslimîn Komisyon-ı Mahsûsu, İâne
Komisyon-ı Askerîsi, Umûm Komisyon-ı Muhâcirîn,
Aşâir Komisyonu, Türk Yunan Komisyonu Üyeliği,
Encümen-i Mahsûs ve Muâyene Komisyonu, Mülkiye
İâne Komisyonu, Komisyon-ı Mahsûs Dairesi (Necib
Melhame), Emlâk-i Hümâyûn Komisyonu, Lahey
Konferansı Heyet-i Murahhasa-i Osmâniyesi (Turhan
Paşa), Kaht Komisyon-ı Âlîsi (Dervîş Paşa), Askerî Ceza
ve Piyâde Kanunnâmeleri Tadilat Komisyonu, Encümen-i Teftîş Komisyonu, Hicaz Teftîş Komisyonu, İntihâb-ı Memûrîn Komisyonu, Muhâcirîn-i İslâmiye
Komisyonu, Mirât-ı Seniyye-i Hicâziye İnşaât Komisyonu, Anadolu'nun bazı vilâyâtına mahsûs iâne komisyonu, Hamîdiye Etfâl Hastânesi, Muhâcirîn Dul ve
Eytâmhânesi ile Mektebi'nin günlük mevcutlarını
gösterir jurnaller, Muhârebe-i ahîrede olan evlâd-ı
şühedâ ve malûlîn -i askeriye İâne Sergisi Komisyonu,
Kandiye Laşid Muhâcirîn Komisyonu, Mucâbîn-i
Memûrîn-i Mülkiye İâne Komisyonu, Hamîdiye Hicaz
Demiryolu (İâne) Komisyonu, Muâyene ve Teftîş
Komisyonu, Techîzât ve Tesîsât-ı Askeriyo Komisyonu,
Ankara Vilâyeti İskân-ı Muhâcirîn Komisyonu, Rumeli
Vilâyât-ı Komisyonu, Mübâyaât ve Tetkîk-i Masârıfât
Komisyonu, Bâbıâlî Teshîlât Sandığı Komisyonu, Mâliye
Komisyon-ı Âlîsi, Alasonya Menzil Komisyonu.
Vilayet ve Müfettişliklere (Taşra Arşivleri)
Ait Belgeler
Bilindiği gibi Osmanlı Arşivi'nde muhafaza edilen arşiv
malzemesinin büyük çoğunluğu, Osmanlı Devleti'nin
İstanbul'daki merkezî devlet dairelerine aittir. İstanbul
dışından getirilen belge ve defterler taşra evrakı olması
dolayısıyla, merkezî evrak fonlarından ayrı tutularak
taşra evrakı (TŞR.) kodu altında tasnif edilmiştir.
Arşivimizde bulunan taşra arşivleri evrakı, Kıbrıs ve
Rumeli Müfettişliği evrakıdır.
Rumeli Müfettişliği Belgeleri
(Taşradan Gelen Belgeler) (TFR.)
1902 yılında ihdas edilen Rumeli Müfettişliği; Manastır,
Selanik, Kosova, Yanya, Edirne ve İşkodra ile bu bu
vilayetlere bağlı sancak, kaza ve nahiye ve köylerine ait
tahrirat kayıtlarını ihtiva etmektedir. Rumeli Müfettişliği buralardan Bulgar, Rum, Sırp ve Arnavut eşkiya çeteleri ile fesat komitelerinin zararlı faaliyetleri; yabancı
devletlerin zabitleri tarafından yürütülen jandarma ve
polis teşkilatı; konsolosların faaliyetleri; Patrikhâne
Dahiliye Nezareti Tesrî-i Mumalat ve
Islahat Komisyonu (DH.TMİK.S.)
1312 (1894) yılında kurulan bu komisyon, adından da
anlaşılacağı gibi ıslahat ve muamelâtın hızlandırılması
için kurulmuştur.
31
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
faaliyetleri gibi önemli konularda gelen yazıların
dışında, diğer idarî, malî, iktisadî, siyasî, ziraî, adlî ve
ticarî konulardaki bütün resmî yazıları ihtiva
etmektedir. Kendisini aşan konularda padişah ve
sadrazamın emirlerine göre hareket eden Rumeli
Müfettişliği, işlerin süratle yapılabilmesi için iyi bir
denetleyici ve organizatör olmuştur.
Rumeli Müfettişliği Arzuhalleri (TFR.1.ŞKT.)
Arzuhaller, H. 1318-1327/M. 1900-1909 tarihleri arasındaki Müfettiş-i Umumîlik kaydını taşıyan pul ve bazı
özel mühürleri havî dilekçe yahut telgraf nevinden
veya mektup türünden evraktır.
Bunlardan resmî müesseselerce tanzim edilen evrak,
mazbata; gayr-i resmî ve şahıslar tarafından takdim
edilen evrak, durumuna göre istidâ veya mahzar olarak
belirtilmiştir.
Rumeli Müfettişliği Evrakı'nda, umumiyetle şu hususlar
yer almaktadır: Tâyin ve terfî işleri, maaş talepleri, çete
ve eşkiyâ faaliyetleri, vergi ve iltizâm işleri, Rum-Bulgar
mezheb çatışmaları, adî türden adlî ve hukukî vakalar,
idarî yolsuzluklar, jandarma ve polis tenkisatı, bölgenin
imâr faaliyetleri, Rum ve Bulgar papaz ve daskallarının
bölücü faaliyetleri vs.
Muhteviyatı genellikle tâyin ve terfi istekleri, maaş
talepleri, çete ve eşkiyâ faaliyetleri, vergi ve iltizâm
hususundaki talepleri, Rum-Bulgar mezhep çekişmeleri, adî türden adlî ve hukukî vakalar, idarî yolsuzluk
şikayetleri vesairedir.
Rumeli Müfettişliği 12 kalemden ibaret olup, evrakı şu
kısımlara ayrılmıştır:
Bu fona ait kataloglar 6 ciltten müteşekkil olup,
TFR.1.ŞKT. olarak kodlanmıştır.
1. Rumeli Müfettişliği Arzuhalleri,
2. Rumeli Müfettişliği Edirne,Yanya ve İşkodra Evrakı,
3. Rumeli Müfettişliği Jandarma Müşiriyet ve
Kumandanlığı Evrakı,
Rumeli Müfettişliği Edirne, Yanya ve İşkodra Evrakı
(TFR.1.ED. -TFR.1.YN. -TFR.1.İŞ.)
4. Rumeli Müfettişliği Konsolosluk, Sefâret ve
Müfettişlikler Evrakı,
Bu üç vilayetin evrak mevcudu, diğer vilayetlerin
evrakından daha az olduğundan ve katalogları da daha
derli toplu olduğundan dolayı birleştirilmiştir.
5. Rumeli Müfettişliği Kosova Evrakı
6. Rumeli Müfettişliği Makâmât Evrakı,
Konu itibariyle; eşkiyâ olayları, tabiî âfetler, adî suçlar,
imar faaliyetleri, adlî, mâlî, idarî ve askerî her türlü resmî
yazışmaları havîdir.
7. Rumeli Müfettişliği Manastır Evrakı
8. Rumeli Müfettişliği Müteferrik Evrak,
Başka kalemlerin evrakına karışıp da sonradan
farkedilen belgeler, kataloğun en son kısmında "Zeyl"
başlığı altında toplanmıştır. Ekleri bulunmayan evrakın
ekleri için, hem "Zeyl" kısmına, hem de Müteferrik
(TFR.1.M.) kataloğuna bakmak gerekmektedir.
9. Rumeli Müfettişliği Sadaret ve Başkitâbet Evrakı,
10. Rumeli Müfettişliği Selanik Evrakı,
11. Rumeli Müfettişliği Umum Evrak,
12. Rumeli Müfettişliği Defterleri Kataloğu.
Katalog H. 1319-1327/M. 1902-1909 tarihleri arasındaki belgeleri ihtiva etmekte olup, Edirne, Yanya ve
İşkodra'ya ait evrakın dökümü aşağıdaki şekildedir:
288.213 belge 244 deftere sahip bu fonun 37 adet
belge, 1 adet de defter kataloğu vardır. Kataloglara dair
bilgiler aşağıda verilmiştir.
Katalog No
456
Tarih
Tasnifin Kodu
Belge Adedi
Edirne (TFR.1.ED.)
Hicri
1320 - 1327
Miladi
1902 - 1909
Yanya (TFR.1.YN.)
1319 - 1327
1901 - 1909
2.780
İşkodra (TFR.1.İŞ.)
1320 - 1327
1902 - 1909
1.366
32
1.787
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Rumeli Müfettişliği Jandarma Müşiriyet ve Kumandanlığı Evrakı (TFR.1.AS.)
Rumeli Müfettişliği ile Müşiriyet, Kumandanlık, Tensîkat ve bunlara bağlı kumandanlıklar arası yazışmalar bu
bölümde yer almıştır.
Tensikat, Berlin Anlaşması'nın 23. Maddesi'nin Rumeli'de Islahat yapılmasını öngörmesi ve büyük devletlerin
baskılarıyla 1904 yılında Avusturya ve Rusya'nın bir araya gelerek hazırladıkları bir ıslahat hareketini yürütmek
üzere atadığı umum müfettişin yanında bir Rus ve bir Avusturyalı memurun bulunması; Makedonya'daki polis ve
jandarma örgütlerinin ıslahı işinin bir Avrupalı genarale verilmesi ve bunun emrine gereği kadar yabancı subayın
atanması gibi maddelerden oluşmaktadır. Bunun üzerine İtalyan De Corci Paşa Tensikât'ın başına getirilmiş ve
Makedonya bölgelere ayrılarak güvenlik bu generalin emrindeki Avusturyalı, İtalyan, Rus, Fransız ve İngiliz
subayların da bulunduğu jandarma birliklerine verilmiştir.
Jandarma Müşiriyet ve Kumandanlığı'na ait fon, 3 katalogdan müteşekkil olup TFR.1.AS. olarak kodlanmıştır. Bu
fona ait evrak H. 1318-1327 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva etmektedir.
Katalog No
Tarih
Tasnifin Kodu
453
454
TFR.1.AS.
455
Belge Adedi
Hicri
1318 - 1323
Miladi
1900 - 1905
1324 - 1325
1906 - 1908
10.734
1326 - 1327
1908 - 1909
8.124
11.054
Rumeli Müfettişliği Konsolosluk, Sefâret ve Müfettişlikler Evrakı (TFR.1.KNS. -TFR.1.SFR. -TFR.1.TF.)
Bu fon; sefâret ve konsolosluklarla yapılan yazışmaları havî olmakla birlikte inzibat, adliye, maliye, hudut, orman,
polis, banka, nâfia, posta ve telgraf müfettişlikleriyle yapılan resmî yazışmaları da ihtiva etmektedir.
Başka kalemlerin evrakına karışıp da sonradan farkedilen evrak, katoloğun en son kısmında "Zeyl" başlığı altında
toplanmıştır.
Fona ait evrak bir ciltte toplanmış olup, H. 1320-1327/M. 1902-1909 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva etmektedir.
Katalog No
457
Tarih
Tasnifin Kodu
Belge Adedi
TFR.1.KNS.
Hicri
1321 - 1327
Miladi
1903 - 1909
TFR.1.SFR.
1320 - 1327
1902 - 1909
1.051
TFR.1.TF.
1320 - 1327
1902 - 1909
1.066
1.667
Rumeli Müfettişliği Kosova Evrakı (TFR.1.KV.)
Kosova evrakında Kosova'ya bağlı sancak, kaza ve nahiyelerin yazışmaları yer almaktadır. Rumeli Müfettişliği'nin
kurulduğu yıllarda Müfettişliğin merkezinin Kosova olması sebebiyle, bu vilayetten yapılan yazışmalar, diğer
vilayetlere nispetle daha fazladır.
Kosova vilayeti evrakının tasnifi sırasında genel olarak şu konular tespit edilmiştir:
Şekâvet hareketleri ve eşkiyânın takibi, Bulgar, Rum, Sırp ve Arnavut çetelerinin faaliyetleri ile bu çetelerle yapılan
müsâdemeler; Rum ve Bulgar daskal ve papazların fesat faaliyetleri, kiliseler arasındaki çekişmeler; Avusturya ve Rus
konsoloslarının, azınlıkları bahâne ederek Müfettişliğin işlerine karışmaları; jandarma ve polis teşkilatı; vergi tahsilatları, yeni bütçelerin hazırlanması; bekçi, muhtar ve ihtiyar meclisi âzâlarının seçimi; vilayet dahilinde yapılan imar
faaliyetleri; bazı öldürme, yaralama, kundaklama gibi müteferrik olaylar; Bulgaristan'a firar edip tekrar geri dönenler.
Bu fona ait kataloglar 8 ciltten müteşekkil olup, TFR.1.KV. olarak kodlanmıştır. Kosova evrakı belgeleri H. 13061327/M. 1889-1909 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva etmektedir.
33
TARİH BİLİNCİ
Katalog No
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Tarih
Tasnifin Kodu
Belge Adedi
430
Hicri
1306 - 1321
Miladi
1889 - 1903
431
1321 - 1322
1903 - 1904
5.273
432
433
1322
1904 - 1905
7.500
1323
1905 - 1906
8.634
1324
1906 - 1907
9.152
435
1325
1907 - 1908
9.824
436
1326
1908 - 1909
8.857
437
1327
1909
4.756
434
TFR.1.KV.
5.129
Rumeli Müfettişliği Makâmât Evrakı (TFR.1.MKM.)
Makâmât evrakı, Rumeli Müfettiş-i Umumîliği ile nezaretler arasında yapılan yazışmaları havîdir.
Evrakın muhtevâsı genel olarak şöyledir: Askerî ve mülkî memurların tâyin, nakil terfi, taltif ve emeklilik işlemleri;
yabancı zabitler vasıtasıyla yürütülen jandarma tensikâtı ile polis ve orman tensikatı; Rum, Bulgar, Ulah gibi gayr-i
müslimlerin eğitim, öğretim ve dinî meseleleri; bölgede yapılan imar-iskân faaliyetleri ile meydana gelen siyasîâdî olaylar ve benzeri bütün idârî, mâlî, iktisadî, zirâî, siyasî, ticarî konularda ilgili nezaretlerle yapılan yazışmalar;
yine bunlarla irtibatlı olarak konularına göre cetveller, hesap pusulaları, harita ve projeler, tahkikât raporları,
künyeler ve bazı nezaretlerin genelgeleri.
Makâmât Evrakı Kataloğu 1 cilt olup, TFR.1.MKM. olarak kodlanmıştır. Bu katalogdaki belgeler H. 1320-1327/M.
1902-1909 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva etmektedir.
Katalog No
458
Tarih
Tasnifin Kodu
Hicri
1320 - 1327
TFR.1.MKM.
Miladi
1902 - 1909
Belge Adedi
18.261
Rumeli Müfettişliği Manastır Evrakı (TFR.1.MN.)
Bu katalogda H. 1319-1325/M. 1902-1907 tarihleri arasında Rumeli Müfettişliği ile Manastır Valiliği ve Manastır'a
bağlı sancak, kaza ve nahiyelerin yazışmaları yer almaktadır.
Manastır'a ait kataloglar 6 ciltten müteşekkil olup,TFR.1.MN. olarak kodlanmıştır.
Katalog No
Tarih
Tasnifin Kodu
Belge Adedi
424
Hicri
1319 - 1322
Miladi
1902 - 1904
425
1322 - 1323
1904 - 1905
5.732
426
427
1323
1905 - 1906
6.552
1324
1906 - 1907
7.414
428
1325
1907 - 1908
10.013
429
1326 - 1327
1908 - 1909
12.758
TF.1.MN.
8.076
Rumeli Müfettişliği Müteferrik Evrak (TFR 1.M. TFR. 1.FTĞ.)
Bu serî, vilayetlerin rejimi; Rüsûmât; Duyûn-ı Umumiye; Orman ve Meâdin Posta ve Telgraf nezaretleri ile Osmanlı
ve Ziraat bankaları; Kapı Kethüdâlıkları; Maliye Kupon İdâresi; Muamelât-ı Maliye Direktörlüğü gibi resmî
müesseselerle yapılan resmî yazışmalarla birlikte diğer fonlara konulmayan veya diğer fondaki evraka ait olup da
birleştirilemeyen bazı kopuk belgeler ile hesap pusulaları ve gelir-gider cetvellerini ihtiva etmektedir. Ayrıca,
Bulgar, Sırp ve Rum tebeanın sivil ajanlara, konsoloslara ve ruhanî reislere verdikleri arzuhalleri ve şikayet
mektuplarını, komitelerin ve çete reislerinin birbirlerine yazdıkları gizli mektupları, ecnebî fabrikalar ve bankaların
Fransızca yazılarını da havîdir.
34
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Müteferrik evrak belgeleri 1 cilt katalogda toplanmış olup, TFR.1.M. olarak kodlanmıştır. Katalogda ayrıca Rumeli
Müfettişliği ile alâkalı fotoğraflar da bulunmaktadır.
Belgeler H. 1297-1338/M. 1880-1920 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva etmektedir.
Katalog No
460
Tarih
Tasnifin Kodu
Müteferrik (TFR.1.M.)
Hicri
1297 - 1338
Miladi
1880 - 1920
Fotoğraflar (TFR.1.FTĞ.)
1313 - 1325
1895 - 1907
Belge Adedi
7.654
97
Rumeli Müfettişliği Sadaret ve Başkitâbet Evrakı (TFR 1.A.)
Bu fon H. 1320-1327/M. 1902-1909 tarihleri arasında Rumeli Müfettişliği'nin Başkitâbet ve Sadaret ile yaptığı
yazışmaları havîdir.
Bu fon 2 ciltten müteşekkil olupTFR.1.A. olarak kodlanmıştır.
Katalog No
451
452
Tarih
Tasnifin Kodu
TFR.1.A
Hicri
1320 - 1323
Miladi
1902 - 1906
1324 - 1327
1906 - 1909
Belge Adedi
12.581
5.865
Rumeli Müfettişliği Selânik Evrakı(TFR.1.SL.)
Selânik Evrakı H. 1320-1327/M. 1902-1909 tarihleri arasındaki Rumeli Müfettişliği ile Selânik Valiliği ve Selânik'e
bağlı sancak (mutasarrıflık) kaza ve nahiyelere ait resmî yazışmaları ihtiva etmektedir.
Selânik vilayeti, Müfettişliğin çalışma yaptığı yıllarda fikrî guruplardaki canlılık, Dersaadet'le yakın ilişkisi,
çoğunluğun Müslüman Türklerden oluşması, denizle bağlantısı ve özellikle Bulgaristan sınırındaki eşkiyâ
hareketleri bakımından çok dikkat çeken önemli bir merkezdir. Ulaşım, fikrî tesiri gibi yönleriyle, Umumî
Müfettişlik içinde büyük bir önemi vardır.
Selânik vilayeti evrakı genel olarak şu konuları ihtiva etmektedir:
Bulgar, Rum, Sırp ve Arnavud çetelerinin faaliyetleri, bunlarla yapılan müsâdemeler ve eşkiyânın takibi; Rum ve
Bulgar papaz ve öğretmenlerinin menfî faaliyetleri ve kiliseler arasındaki çekişmeler; siyasî ve âdî olarak işlenen
öldürme, yaralama, kundaklama, bombalama, yolları tahrip etme, meskene tecavüz telgraf tellerini kesme gibi
suçlar; özellikle Avusturya ve Rus konsoloslarının, azınlıkların şikayetlerini bahane ederek Müfettişliğin işlerine
karışmaları; jandarma ve polis tensikâtı; Bulgaristan'a firar edip tekrar geri dönenler; bekçi, muhtar, ihtiyar meclisi
âzâlarının seçimi ve bunların vazifeleriyle ilgili yazışmalar; vilayet tahsilatı, yeni bütçelerin hazırlanması; vilayet
dahilinde yapılan bayındırlık ve imar çalışmaları; resmî ve gayr-i resmî şahıslar hakkında yapılan tahkikatlar;
hapishâneler ve mahkûmlar hakkında bilgiler; ihtidâ hareketleri, vukuat olmadığına dair bilgi, maaşların
ödenmesi gibi müteferrik konular.
Bu fona ait evrak 7 cilt katalogda toplanmış olup,TFR.1.SL. olarak kodlanmıştır.
Katalog No
Tarih
Tasnifin Kodu
Belge Adedi
438
Hicri
1320 - 1321
Miladi
1902 - 1904
439
1321 - 1322
1904 - 1905
7.054
440
441
1322
1905 - 1906
7.362
1324
1906 - 1907
8.848
442
1324 - 1325
1907 - 1908
8.899
443
1325 - 1326
1908 - 1909
8.000
444
1327
1909
4.161
TFR.1.SL.
35
6.057
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Rumeli Müfettişliği Umum Evrak (TFR 1.UM.)
Umum evrak, esas itibariyle Vilayet-i Selâse olarak bilinen Selânik, Manastır ve Kosova vilayetleriyle yapılan her
türlü resmî yazışmaları havîdir. Burada sözü edilen evrak, Edirne, İşkodra veYanya vilayetleriyle 3. Ordu Müşiriyyeti,
Tensikât Dairesi, Jandarma Kumandanlıkları, Maliye Komisyonu, Osmanlı ve Ziraat Bankaları gibi müesseselere
tamim şeklinde gönderildiği için "Umum Evrak" adını almıştır.
Başka kalemlerin evrakına karışıp da sonrada farkedilen evraklar, kataloğun en son kısmında "Zeyl" başlığı altında
toplanmıştır.
Katalog No
459
Tarih
Tasnifin Kodu
Hicri
1320 - 1327
TFR.1.UM.
Miladi
1902 - 1909
Belge Adedi
21.174
Büyük Kale ve Küçük Kale Kalemi Belgeleri
a. Büyük Kale Kalemi Belgeleri (D.BKL.)
Önemli bir gider kalemi olan Büyük Kale Kalemi genellikle Mora ve Arnavutluk dışında kalan büyük kalelerin,
müstahkem mevkilerin erzak, cephâne, onarım işleri ve personelin maaş işlerini yürütürdü. Ayrıca Yerli Kulu
askerlerinin (Mısır, Bağdat, Lahsa, Musul, Diyarbekir, Van, Bosna, Budin, Tımışvar, Şam, Halep, Kars ve Erzurum'a
yeniçeri ve onların teşkilatına uygun olarak ulufe ile kullanılan askerler) yoklamalarına bakardı.
Büyük Kale Kalemi ile Haslar Kalemi evrakı içinde bulunan "hüccet-i zahriyye"ler diğer evraktan ayrılarak, mukâtaa
isimlerine göre kendi içerisinde kronolojik sıraya konduktan sonra her yılın bitimine tekabül eden dosyalarda
toplanmışlardır. Bu durum katalog sahifelerinin açıklamalar kısmında gösterilmiştir.
Katalog No
631
Tarih
Tasnifin Kodu
Hicri
890 - 1207
D.BKL.
Miladi
1485 - 1792
Belge Adedi
413/ 41.065
b. Küçük Kale Kalemi Belgeleri (D.KKL.)
Mora ve Avlonya'da bulunan kalelerin ve müstahkem mevkilerin erzak cephâne, onarım işleri ve personelin maaş
muamelelerinin yürütüldüğü yerdir. Ayrıca bu kalelere ait ocaklık (kale muhafızlarının veya şehir yerli neferlerinin
ulufelerine karşılık olarak tahsis olunan öşür veya örfi hasılat) şeklindeki mevaciblerine bakmak da görevleri
arasındaydı.
Katalog No
635
Tarih
Tasnifin Kodu
Hicri
982 - 1207
D.KKL.
Miladi
1574 - 1792
Belge Adedi
268/ 28.502
Eyâlât-ı Mümtâze İrâdeleri
Eyâlât-ı Mümtâze, Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı hususî imtiyaz anlaşmalarıyla idâre olunan eyaletlerdir. Bunlar,
devlete maktû bir vergi ve bazıları sefer zamanında asker vererek, dahilî işlerinde tamamen serbest bulunurlardı.
Muhtelif tarihlerde görülen Eyâlât-ı Mümtâzelikler şunlardı: Mekke Şerifliği, Mısır Hidivliği, Sisam Beyliği, Cebel-i
Lübnan Mutasarrıflığı, Kıbrıs Adası, Bulgaristan Prensliği, Bosna-Hersek, Kırım Hanlığı, Erdel Krallığı, Eflâk-Boğdan
Voyvodalığı ve Aynoroz Emaneti. Bu teşekküllerden 1908 inkılâbından sonra elde kalanlarının imtiyazları ilga
olunmuştur.
36
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Tarih
İrâdenin Ait Olduğu Yer
Mısır (İrâde-1)
Hicri
1255 - 1300
Miladi
1839 - 1882
Mısır (İrâde-2)
1301 - 1331
Mısır (Taltîfât-1)
İrade Adedi
Leff Adedi
1.108
2.118
1883 - 1912
785
813
1257 - 1312
1841 - 1894
313
320
Mısır (Taltîfât-2)
1312 - 1326
1894 - 1908
122
59
Yunanistan1
1255 - 1315
1840 - 1898
1.082
--
Yunanistan-2
1316 - 1322
1898 - 1905
65
768
Cebel i Lübnan
1258 - 1323
1842 - 1907
302
924
Sisam
1256 - 1326
1840 - 1908
271
768
Bulgaristan
1255 - 1327
1839 - 1909
1.775
2.607
Girid
1255 - I327
1839 - 1909
1.408
3.539
Mesâil-i Mühimme İrâdeleri
Hazîne-i Evrak'ın kuruluşu sırasında yapılan ilk tasnif talimatnâmesi esaslarına göre arşiv malzemeleri, devletin
kuruluşundan H. 1255/M. 1839'a kadar olanlar, H. 1255-1265/M. 1839-1849 tarihleri arası ve bu tarihten sonra
teşekkül edecek olanlar olmak üzere üç ana gruba ayrılmıştır. Yapılacak tasnif çalışmalarına esas ve örnek olmak
üzere, ikinci grup olan H. 1255-1265 yılları arasındaki evrakın tasnifi gerçekleştirilmiş ve buna "Mesâil-i Mühimme
İrâdesi" adı verilmiştir. Tasnifte konu esas alınmış ve Abdülmecid'in tahta çıkış tarihinden itibaren H. 1265 yılına
kadar mühim meselelere dair irâdeli evrak bölümlere ayrılarak gruplandırılmıştır. Hazîne-i Evrak'ta yapılan ilk
tasnif bu olup, orijinal katalogları ile günümüze kadar tertibini muhafaza etmiştir. İki grup halindeki bu irâdelerin
dökümü şöyledir.
Mesâil-i Mühimme İrâdelerinin Listesi
Sıra No
İrâde Gurubunun Adı / Konusu
Evrak Sıra No
Tarih
18
Yunan Devleti Mesâiline Dair
853-896
Hicri
1256 - 1264
20
Rum Milleti'ne Dair
916-931
1262 - 1264
1845 - 1847
24
Karadağ Meselesine Dair
944-946
1256
1840
30
Sırp Meselesine Dair
978-1004
1261 - 1264
1845 - 1847
32
Eflâk'a Dair
1008-1030
1258 - 1264
1842 - 1847
33
Eflâk-Boğdan'a Dair
1031-1042
1253 - 1264
1837 - 1847
37
Sırbistan'a Dair
1565-1637
1256 - 1260
1840 - 1844
44
Eflâk Meselesine Dair
1841-1923
1264
1847
54
Tırhala'ya Dair
2075
1262
1845
63
İşkodra Eyaletine Dair
2242-2246
1258 - 1262
1842 - 1845
64
Selanik Eyaletine Dair
2247-2263
1261 - 1264
1845 - 1847
65
Yanya Eyaletine Dair
2264-2273
1261 - 1262
1845 - 1845
66
Üsküb Eyaletine Dair
2274-2278
1260 - 1262
1844 - 1845
68
Bosna Eyaletine Dair
2288-2330
1258 - 1264
1842 - 1847
74
Niş Eyaletine Dair
2419-1429
1257 - 1264
1841 - 1847
37
Miladi
1840 - 1847
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Sadaret Eyâlât-ı Mümtâze Kalemi Belgeleri (A.MTZ.)
Eyâlât-ı Mümtâze, idare şekilleri muâhede ve imtiyazlarla belirlenmiş ve dahilî idâreleri hususî kanunlara tâbi olan
yerler hakkında kullanılır bir tabirdir. "Vilâyât-ı Mümtâze ve Muhtâre" de denirdi. 1908 Temmuz inkılâbına kadar
her türlü imtiyaza mazhar olan yerler şunlardı: Mısır Hidivliği, Sisam Beyliği, Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı, Kıbrıs
Adası, Bulgaristan Prensliği ile Bosna ve Hersek.
Bu eyaletlere taalluk eden işler, Bâb-ı Âlî'de "Eyâlât-ı Mümtâze Kalemi Müdürlüğü" tarafından görülürdü. Eyâlât-ı
Mümtâze'ye müteallik evrak, Bâb-ı Âlî'nin diğer kalemlerinde olduğu gibi, "leffiyle tahrirât" veya "meâlinden
bahisle tezkire" sûretinde havale olunmaz; "Vilâyât-ı Mümtâze Kalemi'ne" tarzında kaleme tevdi edilirdi. İş
sahipleri de doğrudan doğruya kalem müdürüne müracaat ederdi. Kalemce tetkikat yapılarak, havâle olunan
evrak ve yapılan müracaat üzerine ne yapılmak, ne yazılmak lâzım geleceği tayin edilerek yazılır; lüzûm görülen
hâllerde Müsteşarlık, yahut Sadaret makamından istîzân olunarak ona göre icâbı icra edilirdi.
Eyâlât-ı Mümtâze Kalemi'ne, bu eyaletlerden hemen her mevzuda (bilhassa adlî, iktisadî, askerî, maârif vs.) tahrirât
havale olunur ve icâb eden yerlere sevkolunurdu.
1) Kanûnnâme, Âtıf Efendi Kütp., nr. 1734, vr. 12a.
T: Timar.
2) J. BLASKOVİC, "Osmanlı Hakimiyeti Devrinde Slovakya'daki Vergi
Sistemi Hakkında" İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, İstanbul 1979,
sayı 32, s. 191.
As: Askeriye.
3) SERTOĞLU, a.g.e., s. 88.
4) Ts:Tarihsiz.
ML: Maliye.
K: Kanunnâmesi var (Kanunnâmesi olan defterlerin altı çizilidir).
5) Erhan AFYONCU, "Defterhâne", DİA., c. IX, s. 100.
6) Mübahat S. KÜTÜKOĞLU, "Defterdar", DİA., c. IX, s. 95.
7) M. Zeki PAKALIN, a.g.e., c. I., s. 577.
E: Evkâf.
38
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Orduların işlevi
bitiyor mu?
Prof. Dr. Mehmet ALTAN
Bundan yıllar önce, Amerikan gazetelerinin 'Kosova
krizi' nitelemesini 'Balkan krizi' üst başlığına dönüştürdüğü, televizyonların ise askeri harekât dairesini andırmaya başladığı bir ortamda yolum, dünyanın en ünlü
mühendislik okullarından birisi olan Massachusetts
Institue ofTechnology'e (MIT) düşmüştü.
Lester Thurow ise gelmekte olanın eşkâlini çizmekteydi. Önce 'ulusal ekonomiler' oluşmuştu. 'Ulus-devlet'
de ulusal ekonomilerin varlığını sürdürmesi için gerekliydi. Ulus-devletin gücü de 'ulusal parayı ve enformasyonu' denetlemesinden geliyordu. Parayı istediği
gibi dağıtıp, haberleri gönlünce çarpıtabiliyordu.
Hâlbuki şimdi para ve enformasyon artık merkezi
hükümetlerin denetimi dışına çıkmıştı. Ekonomi,
'ulusal' sınırları aşmıştı.Thurow, 'orduların da bu nedenle
işlevinin bitmekte olduğu' sonucuna varıyordu.
MIT, mühendislikten gelen ayrıcalığının yanı sıra,
ekonomide de çok güçlü bir okul. 'Kıran Kırana' ve
'Kapitalizmin Geleceği' adlı kitaplarıyla Türkiye'de de
tanınan ve ülkemize de gelmiş olan Lester Thurow da
bu okulun hocası.
Kendisi, MIT'in geleneksel 'Teknoloji ve Kültür Forumu'
nun konuşmacısıydı ve 'Global Hükümet Olmadan
Global Ekonomi Yürüyebilir mi' konusunu tartışıyordu.
***
Olaylara Thurow'un mantığıyla bakınca, NATO'nun
Yugoslavya'yı bombalaması da başka bir anlam
kazanmaktaydı. Artık global ekonomi nedeniyle 'ulusal
egemenlik' yöneticilerin 'halka zulmetmesinin' kalkanı
olmaktan çıkmaktaydı. 'İnsan hakları', 'ulusal egemenlik'
söyleminin önüne geçiyordu. NATO harekâtının ne ölçüde insan haklarına dönük olduğu tartışılsa da insan
hakları konusu Amerika ile İngiltere'nin NATO için önerdiği yeni 'stratejik konsepti' oluşturmaya başlıyordu.
'Globalleşen ekonomilerde, para dolaşımının sınır
tanımadığını, vatan sınırlarının kaybolduğunu ve kaybolan sınırlar nedeniyle ordulara ihtiyaç kalmayacağını' da söz konusu konuşmasında söylemişti.
NATO'nun Yugoslavya'daki günlük 'sorti'lerinin 400'e
çıktığı bir ortamda, Amerikan'ın en önemli üniversitelerinden birinde, en ünlü hocalardan birinin ağzından
'ordulara ihtiyaç kalmayacağını' duymak, günün çalkantısını yaşarken, geleceğin sırlarını da soğukkanlılıkla çözmeye çalışmak gibi, en çok Amerika'ya mahsus bir özelliği göstermekteydi.
***
Toplumsal belalar ise 'yeniyi' kabul etmeyen ya da algılamaktan uzak diyarlarda patlak veriyordu.
Ayrıca, Thurow'un konuşması 'bilimciler' ile 'politikacılar' arasındaki farkı da ortaya koyuyordu. Bilimciler
'trend' izlerken, 'politikacılar' günün içinde kayboluyordu.
Balkanlar da böyle bir bölgeydi.
Örneğin, Miloseviç'in Yugoslavya'sı sürekli fakirleşiyor,
'kişi başına düşen geliri' sürekli eriyordu...
***
Miloseviç, 'ulusal-devlet', 'ulusal sınırlar', 'ulusal egemenlik' ve 'milliyetçilik' kavramlarının demokrasiden uzak
yaşayan ülkelerde en çok 'yönetimlerin' ekmeğine yağ
sürdüğünü gösteren iyi bir örnekti.Tıpkı Irak gibi.
O dönemde, taşınması güç bir insanlık trajedisine
dönüşen son Balkan krizi de olup biteni 'güncel
gelişmeler' olarak izleyenler ile 'yeryüzünün yöneldiği
istikameti' algılamaya çalışanları ayrıştırmış, hatta bir
ölçüde karşı karşıya getirmiş gibi gözüküyordu.
Thurow ise ulusal hükümetlerin sadece 'eğitim ve
altyapı' için var olmaları gerektiğini söylüyordu.
HâlbukiYugoslavya'daki gibi hükümetlerin amacı 'yerel
egemenliklerini' kaybetmemek için çağın gereklerine
kapıları kapatmak noktasında yoğunlaşıyordu.
Olup biteni 'güncel gelişme' olarak izleyenler, aşılmış
bulunan Sanayi Dönemi'nin kavramları ve 'ulus-devlet'
mantığıyla konuşuyor, milliyetçiliğe tapınıyorlardı.
40
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Sanayi Dönemi'nde yerel burjuvazinin 'sermaye
birikimi' yapmak için icat eylediği, egemen ırka dayalı
'ulus devlet', AB örneğinde olduğu gibi onu yaratan
burjuvazi tarafından bizzat boğulmaktaydı... Sermaye
günümüzde artık ulusal sınırlara sığmayacak kadar
büyüdüğü için yerküreyi hedeflemekteydi...
'Yeni dönemi', en açık ve en keskin bir şekilde 'bir
devletin sınırlarından daha yüksek değerler vardır' diyen
geçenlerde yitirdiğimiz eski Çek Cumhurbaşkanı
Vaclav Havel anlatmaktaydı...
***
Bir yanda, dünün değerlerinin hipnozu içinde zenginleşemeyen Yugoslavya vatandaşlarını boğazlarken,
Amerika'nın asıl zenginliği ise hem dünyanın en güçlü
ordusuna, hem de 'ordulara ihtiyaç kalmadığını'
söyleyen etkin bilim adamlarına aynı anda sahip
olmasıydı…
Sadece güncel gelişmelerden bakınca, zikzaklar ile
yalpalayarak ilerleyen insanlığın bir sürü tutarsızlığını
da görüyorsunuz.
Örneğin, zaman içinde savunma harcamaları azalır,
orduların sayıları küçülür ve nitelikleri dönüşürken,
dönem dönem de silahçılar gündemden nasiplenebiliyorlar.
Amerika, 'politika' ile 'bilim' ayrımına saygı gösterip,
bugünün 'günceli' ile yarının 'trendini' aynı bilinçle
değerlendirirken, ne yazık ki Balkanlar kan revan içinde
kalıyordu...
İlkelerin her yerde aynı duyarlık ve hızla uygulanmadığı
da doğru... Bir yandan 'Sanayi Sonrası' dünya anlayışına
doğru yol alınırken, bir yandan da Soğuk Savaş dönemi
özlemlerinin hortlamaya çalıştığı da görülmekte…
***
Hiç şüphesiz Balkanlar'da yaşayan insanlar da yüksek
bir refah düzeyine, 'sanal ortamlardan zenginlik üreten'
girişimcilere, NATO'nun yeni stratejik konseptinin
'insan hakları' olmasını isteyen liderlere, çaplı bilimcilere layıktı. Ama ne yazık ki o dönemde ordular ve
sınırlar söylemi koyulaştıkça, insanların birey olarak
fakirleşip, özgürlüğünü yitirdiği bir dünyada yaşıyorduk, aynenYugoslavya'da olduğu gibi…
Ama bunların hiçbirisi 'yarının doğrusu' değil.
***
Balkanlar'da 'eskinin' bütün lügatleri kullanılmaktan
aşınmış ama 'insanların' yoksulluğu ve mutsuzluğu
giderilememişti.
Ekonomik olarak kendi başına ayakta durmakta çok
zorlanan ülkelerin yeni çağın sinyallerini duyarak, ortak
yararlanacakları bir 'ekonomik alan' oluşturmaları
gerekliyken, Yugoslavya Devleti'nin Arnavut kökenli
vatandaşlarına karşı uyguladığı şiddet politikaları
sonucu, bir yıl içinde iki bin kişinin ölüp, dört yüz bin
kişinin göçe zorlanması, Amerika'nın önderliğinde
NATO'yu harekete geçirmiş, NATO, Kosova halkını,
Yugoslavya Devleti'ne karşı 'şiddet' kullanarak korumaya girişmişti...
***
Bugün ise çıldıran Miloseviç milliyetçiliğine, Kosova'
daki zulme dur diyen bir dünya yok sadece…
Bütün dünyanın uzunca bir süredir yakından takip
ettiği Sırp seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanlığı için
yarışan adaylardan Batı yanlısı, geleceği AB'de gören
Boris Tadiç'in, katılımın yüksek olduğu seçimde oyların
yüzde 51'ini alarak seçimleri kazanması var…
Zafer konuşmasında Tadiç, seçimleri kazanmış
olmasının Sırbistan'ın büyük bir Avrupa demokrasisi
olduğunu gösterdiğini vurguluyor, ülkesinin bütün
komşularıyla barış içinde yaşamak istediğini
söylüyordu.
Sırp ordusu ise olup biteni 'tarihin yeni bir sayfası' olarak
değerlendiriyordu...
***
Gerçekten de bir 'egemen devletin kendi sınırları' içindeki vatandaşlarını 'devlet terörüne' karşı korumaya
yönelik bir NATO savaşı, bundan böyle şüphesiz herkes
tarafından 'tarihin yeni bir sayfası' olarak değerlendirilecekti...
***
Uluslararası çekişmelere ve kargaşalara rağmen,
dünyalı bir siyasetçinin seçimi kazanması ve
Yugoslavya'yı un ufak eden Miloseviç ırkçılığının
kaybetmesi, bugün dünyanın tek gerçeği.
41
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Hakkın Sesleri:
Mehmed Âkif'in
Balkanlara Ağıtı
İbrahim ÖZTÜRKÇÜ
uygun olan birer ayet, bir tanesi ise bir hadis-i şeriften
ilham alınarak yazılmışlardır.3 Son manzume Hazret-i
Peygamber'i bu hadiseler üzerine imdada çağıran
hazin bir şiirdir:“Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi”
Mehmed Âkif, Türk şairleri arasında, şiirin konusunu en
fazla genişletenlerin başında gelir. Prof. Dr. Mehmet
Kaplan'ın dediği gibi, onun şiir kitabı Safahat manzum
bir romana benzer.1Toplumsal konulara değinmek için
manzumelerini bir araç olarak kullanan Mehmed
Âkif'in Safahat adlı eserinde Türk tarihinde büyük bir
dönüm noktası olan Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı'na dair izler bulmak mümkündür.
Hatta denilebilir ki, Türk edebiyatında hiçbir şair Mehmed Âkif kadar toplumsal felaketlerden olan savaşları
onun kadar çarpıcı ve etkili bir biçimde ele almamıştır.
1912-1922 yılları arasında adeta fasılasız bir savaş cenderesinin içinde kendini bulan Türk milleti, bu yıkımlardan derinden etkilenmiş ve bir felaketin yaralarını
sarmak için adeta fırsat bile bulamadan diğer bir felâketle karşı karşıya kalmıştır. Bu savaşlar, Türk tarihine
unutulmaz destanlar kazandırdığı gibi büyük yıkımları
ve parçalanmaları da beraberinde getirmiş ve savaş
sonrası yılları bu kayıpları telafi ile geçmiştir.
İlk manzumesi 27 Kânunuevvel 1328 (9 Ocak 1913) tarihinde yazılan Hakkın Sesleri'nin son manzumesi ise
7 Şubat 1328 (20 Şubat 1913) tarihinde kaleme
alınmıştır. Sonunda Darülfünûn profesörlerinden Ferid
(Kam) Bey'in 30 Mayıs 1329 (12 Haziran 1913) tarihli,
Mehmed Akif'e hitaben ve onun dilini, sanatını öven
bir yazısı vardır.
Hakkın Sesleri'nin birinci basımı Recep 1331'de (MayısHaziran 1913) Sebilürreşad Kütüphanesi'nin yedinci
kitabı olarak, İstanbul'da Selanik Matbaası'nda
yapılmıştır. 64 sayfadır.
İkinci basımı Recep 1336'da (Mart-Nisan 1918) yapılmıştır. 48 sayfadır.
Mehmed Âkif gibi şiirlerinde cemiyetimizin 20. yüzyılın
ilk çeyreğinde geçirdiği bütün maceraları büyük bir
samimiyet ve açıklıkla anlatan bir şairin, bu savaşlara
karşı bigâne kalması imkânsızdı. O, milletimizin yaşadığı bu en galeyanlı günleri aruz vezni ile fakat genellikle manzum-hikâye tarzında yazdığı şiirlerle anlatmıştır.2 Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsü'nde, Hatıralar,
Âsım ve kısmen de Gölgeler adlı Safahat kitapları bu
savaşların canlı, fakat hazin tablolarla bize anlatıldığı
bölümlerdir.
Üçüncü basımı İstanbul'da Gündoğdu Matbaası'nda
1928'de yapılmıştır. 38 sayfadır. Bundan sonraki
basımları diğer ciltlerle birlikte yapılmıştır.
8 Ekim 1912-30 Mayıs 1913 yıllarında cereyan eden
Balkan Savaşı Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan, Karadağ gibi küçük Balkan devletlerinin4 Osmanlı Devleti'ne karşı birleşerek, ondan toprak kopartmak, Türkleri
Rumeli'den atmak gayesi ile başlattıkları bir savaştır.
Yedi ay süren bu savaş, Türk ordusunun içine tefrika
sokulduğu, ordu İttihatçı ve Halaskar Zâbitan olarak
ikiye ayrıldığı ve ayrılan taraflar düşman karşısında dahi
birbirlerine yardım etmedikleri için yenilgiyle sonuçlanmıştır.
Safahat'ın Üçüncü Kitabı olan Hakkın Sesleri, toplumsal
felaketler karşısında insanları uyarmak için Mehmed
Akif'in Kur'ân hükümlerinden ve Hazret-i Peygamber'in
hadislerinden nasıl ilham aldığını gösterir. Toplamı 482
dizeden oluşan on manzumenin sekizi muhtevaya
42
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
İşte bu savaş sonunda Çatalca'ya kadar bütün Rumeli,
Balkan devletlerinin eline geçmiş, ancak daha sonra birbiriyle anlaşmazlığa düşen bu devletlerin kendi aralarındaki mücadeleden istifade eden Osmanlı Devleti,
Edirne şehrini geri alabilmişti. Türk ordusunun Rumeli'
den çekilmesinden sonra, bu topraklarda kalan Türk
halkı hunharca öldürülür, altı asır yaşadığımız ve yüksek
bir medeniyet kurarak meydana getirdiğimiz bütün
eserler yok edilir. Düşman elinden kaçmayı başaran yüz
binlerce Rumeli muhaciri İstanbul'u doldurur. Şehir, bu
muhâceretin tesiri ile büyük bir ekonomik krizin eşiğine
gelir. Pek çok şair ve yazarımız, eserlerinde Balkan bozgunu ve faciasını işlerler. Balkan bozgunun sebep ve
sonuçları üzerine çığlıklar halinde feryat edenlerden
biri de Mehmed Âkif'tir. Mehmed Âkif, 1913 yılında
kaleme aldığı Hakkın Sesleri adlı eserinde Balkan faciasına çağdaşı olan yazarlar gibi tarihî, sosyal, politik ve
ferdî açılardan bakar. Ama onlardan ayrıldığı başka bir
husus, meselenin dinî tarafıdır. Mehmed Âkif,
başta Türkler olmak üzere bütün İslam âleminin o günlerde içinde bulunduğu
kötü durumdan kurtulması için gördüğü tek çare, İslamiyet'in özüne
dönülmesidir. Âkif, bu konuda
yazdığı heyecanlı şiirlerinden çoğunun başına, Kur'ân' dan birer
ayet alıp onun meâlini vermiştir.
Bir tanesinin başında ise hadis-i
şerif vardır. Bu ayet ve hadislerin
manaları ile şiirlerin muhtevaları arasında da organik bir
bütünlük bulunmaktadır. Âkif'in
Kuran'ın hükümleri ile aktüel
meseleleri birleştirmesi, doğrudan doğruya bağlı olduğu ideoloji
5
ile alakalıdır.
dilediğine verirsin; Sen mülkü dilediğinin elinden alırsın;
Sen dilediğini aziz edersin; Sen dilediğini zelil edersin;
hayır yalnız Senin elindedir; Sen hiç şüphe yoktur ki her
şeye Kâdir'sin! (Âl-i İmran Suresi, ayet 26)” ayetinden
ilham alan Âkif, altı yüz bin Müslüman'ın birden boğazlanmasından dolayı Hakk'a yalvarmaktadır. Mülkün
Sahibi'ne ehl-i salîbi şikâyet eden Âkif, ezanların susturulduğunu, artık gökleri çanların inlettiğini, Müslüman
Şark'ın semasından Hilal'in ışığının göçtüğünü hazin
hazin anlatır. Bütün bu infiâller karşısında Hakk'ın cemal
ile tecelli edeceğini beklerken O celaliyle tecelli buyurmuştur. Fakat Müslüman'a düşen çalışmak ve Hak'tan
ümidini kesmemektir diyen Âkif, manzumenin sonunda“İnsan için kendi sa'yinden, emeğinden başka bir şey
7
yok!” ayetini hatırlatarak ümit ve iman dolu bir şekilde
şiirini bitirir.
Tükürün Ehl-i Salîb'in
O Hayâsız Yüzüne!
“İşte sana, onların kendi yolsuzlukları yüzünden ıpıssız kalan yurdları!...“ Neml suresinin 52. ayetinden ilham alan ikinci manzumesinde Mehmed Âkif, Balkanları
İslam'ın çiğnenmiş bir diyarı
olarak görür ve öyle de resmeder. İslâm'ın şu çiğnenmiş diyârından ve şu yüz binlerce yurdun kanlı, ziyaretçisi kalmamış
mezârından geçenler varsa,
geçtiği yerlerde yürek parçalayan
bir inilti dinler sadece. Bu mâtem,
kim bilir, kaç kırılmış kalbin küllenmiş tozundan yükselmektedir ve bu
feryatlar son ümmîdin son inkisârıdır!
İslam Birliği'ni kendisine mefkûre
edinmiş olan Mehmed Âkif, bu mefkûrenin
başka İslam memleketlerindeki temsilcileri gibi,
İslamiyet'in menşeindeki sâfiyetine dönülmek lüzumuna inanmıştı. Bu inanış Âkif'i âyet ve hadislerin tefsiri
yoluyla eserler yazmaya yöneltmiştir. Bu tarz eserlerin
ilk örneğini 1908'de Muhammed Abduh'tan çevirdiği
Asr Suresi Tefsiri adlı eseriyle vermişti. 24 Şubat 1327 (8
Mart 1912)'den başlayarak bu yılda otuz iki ayet ile bir
hadisin 1913'te üç, 1919'da bir ayetin tefsini yaptı. Bu
çalışmalar Mehmed Âkif'in ayet ve hadislerin tefsirini
içine alan manzumeler yazmasına da yol açmıştır.
Üçüncü Safa-hat'ı teşkil eden Hakkın Sesleri'ndeki
manzumelerin son manzume ve bir hadis-i şerif'in
6
dışında- hepsi ayetlerin tefsirinden ibarettir.
Mazideki mefâhiri manzumelerinin birçoğunda işleyen Mehmed Âkif, bu ıssız âşiyanların bir
zamanlar candan muazzez olduğunu; bu damların
böyle baykuş seslerinden çın çın ötmediğini; şu
kurbağlar seken vâdîde, ceylânların koşup gezdiğini; şu
coşkun, fakat ağlayan ırmağın ne sevinçli gölgeler
sezdiğini bir mazi hasretiyle dile getirir. Ona göre bu
levhalar artık maziye karışmıştır. Çünkü bütün mâzîyi
bir tûfan boğup ezmiştir! Artık vefasız bir yurt haline
dönen bu topraklara şair sitemli bir eda ile seslenir:
“Vefâsız yurd! Öz evlâdın için olsun, vefâ yok mu?
1913'te basılan bu manzumelerden birincisinde İslam
Birliği'ni kuvvetlendirmek, İslam unsurlarını iyimserliğe
yöneltmek gayesi güdülmektedir: “Ya Muhammed, de
ki: Ey mülkün sahibi olan Allah'ım, Sen mülkünü
Feryadına ses vermeyen vatandan ümidini kesen şair,
yegâne iltica makamı olan Hakk'a yalvarır çaresizce:
İlâhî, kimsesizlikten bunaldım, âşinâ yok mu?
Vatansız, hânümansız bir garîbim... Mültecâ yok mu?
Neden kalbin kararmış? Bin ocaktan bir ziyâ yok mu?“
43
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Göğsü baltayla kırılmış memesiz vâlideler!
Teki binlerce kesik gövdeye âid kümeler:
Saç, kulak, el, çene, parmak... Bütün enkàz-ı beşer!
Bakalım, yavrusu uğrar mı, deyip, karnından,
Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can!
İşte bunlar o felâket-zedelerdir ki, düşün,
Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün!
Bütün sualleri cevapsız kalan şair, kendisine müspet
veya menfi bir cevap verilmeyince çaresizliğini yansıtan şu dizeyle sanatının ve isyanının doğruğuna ulaşır:
Bütün yokluk mu her yer? Bâri bir «Yok!» der sâda yok mu?
Osmanlı Devleti'nden ayrılan toprakları terk etmeye
hazırlanan veya kendisiyle birlikte bu toprakları ziyaret
edip elemini paylaşan bir yolcuyu muhatap alan Mehmed Âkif, manzaranın korkunçluğunu ve o topraklarda
yapılan katliamın boyutunu gözler önüne serer:
Bütün bu feci manzaranın sebebi ise Avrupa'nın
Müslüman kanı dökmekten zevk alan bin yıllık Haçlı
zihniyetidir ve onlara göre bu ceza Müslümanlara azdır:
Müslümanlıkları bîçârelerin öyle büyük
Bir cinâyet ki: Cezâlar ona nisbetle küçük!
Gitme ey yolcu, berâber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım:
Ne yapıp ye'simi kahreyleyeyim, bilmem ki?
Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!...
Daha sonra bu hazin manzarayı gökten temaşa eden
ve bu toprakta birer na'ş-ı perîşan bırakıp, göklere yükselen, ervâha seslenen Âkif, onlara hitaben, sakın arza
bakıp şehâdet şevkiyle coşan bir kan olduğunu sanmayın, der. Âkif'e göre “Bizde leşten daha hissiz, daha
kokmuş can var“dır. Bu tespitten sonra da, ervahı hem
bu manzara karşısında sessiz ve hissiz kalanların, hem
de millete alçakça darbe vuranların, Haçlı zihniyetini
alkışlayanların ve onlara alkış dağıtanların yüzlerine
tükürmeye çağırır:
İttihad-ı İslam mefkûresi zaviyesinden meseleyi analiz
eden şair, bütün bu toprakları vatanın bir parçası olarak
gördüğünü ve bütün bir vatanın kabristana döndüğünü ve bu manzara karşısında insanın yerlere geçmemesinin imkânı olmadığını dile getirir. Öyle ki vatan
topraklarındaki mezarların nerede başlayıp nerede bittiği bile belirsizdir artık:
Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan
Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan?
Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu,
Nereden başladı yükselmeye, bak, nerde ucu!
Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdârımıza!
Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza!
Tükürün cebhe-i lâkaydına Şark'ın, tükürün!
Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!
Tükürün Ehl-i Salîb'in o hayâsız yüzüne!
Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne!
Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!
Bunun bir “hicrân-ı müebbed” ve “hüsrân-ı mübin” olduğunu belirten şair, bu manzara karşısında gökyüzünün ezildiğini ve zeminin kalbinin parçalandığını dile
getirir. Daha sonra savaşın vehametini ve korkunç
manzarayı gözler önüne sermek için savaş meydanındaki manzaraları yansıtır dizelerinde. Azıcık toprakların kurcalanmasıyla ortaya çıkacak manzara görülecek gibi değildir:
Hele i'lânı zamânında şu mel'un harbin,
«Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garb'in;
O da Allâh'ı bırakmakla olur» herzesini,
Halka îman gibi telkîn ile, dînin sesini
Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!...8
Dipçik altında ezilmiş, paralanmış kafalar!
Bereden reng-i hüviyyetleri uçmuş yüzler!
Kim bilir hangi şenâatle oyulmuş gözler!
Manzumenin sonunda bütün bu kin ve öfkesine sebep
olan şeyin “hicrân ile çılgınlığının üstünde olmasına
bağlayan şair, kendisine artık vahdet gibi bir yâr-ı
müsâidin gerekli olduğunu ifade eder. Gerisi Âkifçe'dir:
Bütün bu manzara «medeniyyet» denilen vahşetin
eseridir. Ve bu suçun fâili ancak lâ'netlere layıktır. Fakat
resim bu kadar küçük ve ortadaki medeniyet adına
işlenen cinayet bu kadarla sınırlı değildir.
Artık ey yolcu bırak... Ben, yalınız ağlayayım!
Nice yekpâre kesilmiş de sırıtmış dişler!
Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerle beden!
Nice başlar, nice kollar ki cüdâ cisminden!
Beşiğinden alınıp parçalanan mahlûkat;
Sonra, nâmûsuna kurbân edilen bunca hayat!
Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler!
Hakkın Sesleri'nde bulunan daha sonraki manzumelerde sırasıyla bir hadis9, Yusuf suresi (ayet 87), A'raf
suresi (ayet 155), Zümer suresi (ayet 9), Âl-i İmran suresi
(ayet 110), Bakara suresi (ayet 11-12), Rum suresi (ayet
50) ayetleri zikredilmiştir.
44
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Mehmed Âkif'in şiirlerinde Balkan Savaşı'na dair cephe
tasvirleri yer almaz. Doğrudan doğruya savaşın, daha
doğrusu bozgunun neticeleri üzerinde durulur. Bu
bozgunun neticesini, en acı şekilde Rumeli'deki Müslüman halk ödemiştir. Âkif'e göre bu savaş sonunda
öldürülen Türklerin sayısı altı yüz bini bulmaktadır. Şair
onlar hakkında genellikle “masum” sıfatını kullanmaktadır. Kadın, ihtiyar, çocuk… Bu savunmasız insanlar
korkunç şekilde boğazlanmış, süngülenmiş, yakılmış,
parçalanmış, ismetleri çiğnenmiş, açlıktan öldürülmüştür. Bu insanların kabahatleri nedir? En başta Müslüman olmak, yenilmiş bir millete mensup olmak! Âkif,
manzum bir şekilde, fakat ordu raporlarına yakışır bir
açıklıkla bu mezâlimi anlatır. Ama bu tasvirlere, aynı
zamanda samimi ıztırabını da geçirir. Bu da şiirlerine
lirik bir hava verir. Edirne şehrinde kırk bin ocak sönmüştür. Şehirden duyulan tek ses, “enîn-i istimdad”dır.
Sarayiçi'nde cesetlerden yığınlar meydana gelmiştir.
Arda nehrinin suları kıpkızıldır. Çünkü aylarca mazlum
halkın kanı sel gibi akmıştır. Gümülcine şehrinde Bulgarlar, “Ya Bulgar ol, ya geber!” nidalarıyla, bu teklifi
kabul etmeyen herkesi hunharca şehit etmiştir. Âkif,
onların şehitliğin en yüksek mertebesine vardıklarını
düşünür:
SAYI 17 - 18
tedir. Zira bu seferki yangın ona göre pek müthiştir:
Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk,
Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!
Diriler koşmadı imdâdına, sen bâri yetiş...
Arnavutluk yanıyor... Hem bu sefer pek müdhiş!12
Bir tek kıvılcım kabarıp öyle bir cehennem kusmuştur ki
kol kol bütün bir yurdu sarmıştır. Öyle bir yangın ki
söndürmediği ocak kalmamış ve öyle bir tufandır ki
bütün vadiyi yakıp yıkmıştır. Bütün bu felaket karşısında âşina bir çehre arayan şair, her şeyin sessizliğe
büründüğü kuru bir çölden başka bir şey görememiştir.
Öyle ki yakılan bunca insanın cesetleri dahi ortada
yoktur. Bu yangının küllerini yoklayan kömür olmuş iki
üç parça kemikten başka bir şey bulamayacaktır. Babasının vatanı, dedesinin can ektiği toprağı bir daha geri
gelmemek üzere üç kaltabanın (namussuzun) hırsına
kurban gitmiştir. Meşhed'in beynine artık haç
saplanmıştır.
Ahırlara dönüveren mescitlerin üstünde Hırvat'ın hora
teptiğini babasına en hazin cümlelerle anlatan Âkif,
canlı bir hatıranın bile bırakılmadığını ve şehitlerin
türbelerinin de yerle bir edildiğini dile getirir. Karadağ
haydudunun, Sırp eşşeğinin, Bulgar yılanının, sonra
Yunan itinin, çepçevre kuşatttığı vatanımız ve bütün
ordumuz târumâr edilmiştir. Bütün bu felaketlere
sebep ise tefrikadır. Âkif, bu tefrikaya örnek olarak
Arnavut milliyetçileri olan Başkım'cıları gösterir. Ve Balkan hezimeti karşısında büyük hülyalarından eser kalmayan milliyetçilere haklı olarak sorar: Hani Başkım'
cıların kurduğu yüksek hülyâ?
«Salîb'e secdeye varmak Hudâ'ya isyandır.»
Deyip Hudâ'sına kurbân olan şehîdandır.10
Başındaki sarıkları feda etmeyen Müslüman ahâli, toplu olarak o kadar katledilir ki Âkif'e göre ne yeryüzünde,
ne de gökyüzünde onlar için mezar yetişir. Kosova
civarında Sırplılar, Müslümanları sırf sayıca Hıristiyanlardan fazla oldukları için katlettiklerini söylemektedirler. Çünkü onlara muvazene politikası gerekmektedir. Bu politika için de fazla sayılan Müslümanlar öldürülerek, mesele halledilmiştir. Vardar nehrinin boğduğu kadının erkeğin hesabı yoktur. Dalgaları hâlâ
cenaze yutmaya doymamaktadır. Selanik ve Serez haydut yuvasına dönmüştür. Âkif buraları tasvir ederken,
mısralar boyunca durmadan “kızıl” kelimesini tekrar
11
eder. Yani kanı ve vahşeti çağrıştıran kelimeyi… Ona
göre masum halkın hunharca öldürülmesi ancak
insanlık dışı vasıfları taşımakla izah edilebilir. Mazluma
ve masuma kalkan elin haklı bir gerekçesi olamaz. Bu
Avrupa'nın Müslüman kanı dökmekten zevk alan tabiatının bir tezahürüdür. Her manzumede hadisenin başka bir boyutunu ele alan Âkif, üçüncü manzumede baba yurdu olan Arnavutluk ve Arnavut milliyetçisi olan
Başkımcı'lar üzerinde durur.
Mehmed Âkif, bütün Rumeli için Meşhed kelimesini
kullanır. Bu da onun, bu harbin neticesinde öldürülen
Türkleri Peygamberimizin ahfâdı kadar yücelttiğini ve
onları şehit edenlerden de Yezit kadar nefret ettiğini
gösterir...
Balkan savaşı neticesinde, sadece altı yüz bine yakın
günahsız insan şehit edilmiştir. Türk milletinin orada
yaptığı ve şahsiyetinin damgasını vurduğu pek çok
eser yok edilmiştir. Enbiyâ yurdu, şühedâ burcu olan bu
yer bir yangın yerine dönmüştür. Kala kala vatan
namına koskocaman bir kabristan kalmıştır… Mazinin
şeref verici hatıralarının, Kosova'nın Yıldırım'ın, Murad'
ların mübarek isimlerinin ve onların sembolize ettikleri
İslam vahdaniyetinin bütün zaferleri sona ermiştir. Onların yerine ne kalmıştır? Meşhede mukabil meyhane,
kandil yerine peymane, harîm-i ismetimiz olan mübarek yerlerde şapkalı zafer sarhoşları, şehitlerimizin
çiğnenmiş göğüsleri, en alçak neferlerin çizmelerini
sildiği Müslüman sarıkları. Artık bu topraklarda hâkim
olan Murad, Yıldırım, Süleyman... değil, Ferdinand,
Savof'tur. Artık camilerde ezan sesleri duyulmuyor.
Arnavutluk Yanıyor... Hem bu sefer pek müdhiş!
Bir hadisten yola çıkarak yazdığı üçüncü manzumesinde Mehmed Âkif, babasının öz vatanı olan Arnavutluk'taki yangından misaller getirerek, bu yangına
şahitlik için babasının kabrinden kalkmasını istemek-
45
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Sekizinci manzumede ise Mehmed Âkif,
milleti ayakta tutan din, namus, hayâ, aile
gibi kutsal kavramlar üzerinde durur.
“Onlara: Yeryüzünde fesad çıkarmayın”
denildiği zaman, “Biz ıslahtan başka bir
şey yapmıyoruz” derler. Gözünü aç, iyi
bil ki: Onlar yok mu, işte asıl müfsid
onlardır, lâkin farkında değiller.”
(Bakara suresi, ayet 11-12) ayetinden
ilham alan Âkif, milleti, bir yığın kundakçıdan yangın görenlerin şu
müdhiş âyetin yeni inmiş olduğunu
zannedeceğini belirtir. Ve şimdi
milletin din ve namusuna göz diken
kundakçılara şöyle seslenir:
Hilalinde sanatın güneşinin parladığı dört
minareli Selimiye Camii'nin sinesinde, ne
Huda, ne Nebi fikri kalmıştır. Camilerden
gelen çan sesleridir. İslam'ın demirden
surları birer birer yıkılmış, geride
Müslümanlık ruhundan uzaklaşmış,
bomboş üstelik akıllara dehşet verecek derecede kanla kirletilmiş bir
diyardan başka hiçbir şey kalmamıştır...13
“Medeniyyet!”in çoktan beri Müslümanlara diş bilediğini belirten Âkif,
onların asıl niyetinin evvelâ parçalamak, sonra da yutmak olduğunu ifade
eder. Bu meselede Arnavutlar herkese
ibret olacakken, hâlâ, bu şûrîde siyâset,
ne bu fâsid da'vâyı anlamak mümkün
değildir.
Ey vatansız derbederler, ey denî kundakçılar!
Milletin, az çok, duran bir dîni, bir nâmûsu var.
Şimdi nevbet onların... Yansın da onlar, öyle mi?
16
Târumâr olsun bütün bir Müslümanlık Âlemi!
Çoğunun gittiği yanlış yolu görmediğini söyleyen şair,
rehberlik eden haydudu artık kovmanın vakti gelmiştir,
der. Manzumenin sonundaki dizelerde Âkif, İslam
mefkûresi sahibi bir Arnavut olarak gerçeği haykırır:
Âkif'e göre bunlar, haya namında bir hissin vücudundan bile pek haberdar olmayan yüzsüz ve hayasız
kimselerdir. Âkif, onların içyüzüne dair bir ayrıntıya da
yer verir. Milletin din ve namusuna göz diken kundakçılar en denî bir şöhretin arkasından taklak atan
kimselerdir. Âkif, onların artık maskesinin düştüğünü
belirtir. Ve artık milletin namusuyla ve vicdanıyla
oynamamalarını ihtar eder:
Bunu benden duyunuz, ben ki, evet, Arnavudum...
14
Başka bir şey diyemem... İşte perîşan yurdum!...
MEHMED ÂKİF'E GÖRE
BALKAN HARBİ'NİN SEBEP ve SONUÇLARI
Arkasından taklak attın en denî bir şöhretin;
Düştü takken, çıktı cascavlak o kel mâhiyyetin!
Bir külâh kapmaksa şâyet bunca hırsın gâyesi;
Kendi nâmûsun olur ergeç onun sermâyesi.
Yoksa, nâmûsuyla, vicdânıyla halkın oynama...
17
Sonra kat kat nâsiyenden sarkacak birçok yama!
1-Doğru İslamiyet ve İslamiyet'e Layık Doğruluk
Hakkın Sesleri'ndeki manzumelerin geneline baktığımızda Mehmed Âkif'e göre başımıza gelen bu felaketin
birtakım sebepleri vardır: Birincisi Müslümanların İslam
dinin gerektiği gibi anlayamamış ve yaşayamamış
olmasıdır. Bu teze dair manzumelerde birçok örnek
vardır. Üçüncü manzumede Âkif, nüfus sayımına gelen
memura nâ-mahrem olduğu gerekçesiyle kızlarının ve
karısının ismini söylemeyen ve sorulması halinde öldüreceğini belirten er kişilerin, fuhşu i'laya koşan bir sürü
namerdin haremlik ve selamlık dinlemeden hanelerine
tecavüz ettiğinde nerede olduğunu ve neden sessiz
kaldıklarını sorar:
Bir kızarmaz çehreden başka sermayeleri bu canîler,
hem bütün dünyayı ifsad edip hem de muslih görünmektedir. Âkif, niyetlerini sezdiği bu insanlara çok ağır
ifadeler kullanır. Ancak milletin masum evladını
mel'ûn temayüllere sevketmemelerini söyler. Her kutsalı gayesiz bir fikir ile yerle bir olmuş bu milletin
yıkılmadık tek bir şeyi kalmıştır: O da ailedir. Âkif, ailenin
yıkılmasıyla doğacak felaketlere dikkati çeker:
Lâkin, Allâh etmesin, bir düşse şâyet âilât,
En kavî kollarla hattâ kalkamaz imkânı yok.
18
Kim ki, kalkar der, onun hayvan kadar iz'ânı yok!
Hani “Nâ-mahreme ben söyleyemem kızlarımın,
Karımın ismini... Hem öldürürüm, sorma sakın!”
Diye, tahrîr-i nüfûs istemeyen er kişiler!
Hani, göstermediler eski celâdetten eser;
Fuhşu i'lâya koşan bir sürü nâ-merd öteden,
15
Ne selâmlık, ne harem dinlemeyip çiğnerken!
Aile ile birlikte milletin taarruza uğrayan bir kutsalı
daha vardır: Din. Mehmed Âkif, milleti ifsad eden alçakların dine bakışını anlattıktan sonra dünyada dinsiz bir
milletin yaşayamayacağını, en büyük kavimlerin dini
her şeyden üstün tuttuklarını hatırlatır:
46
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Bir de halkın dîni var sık sık ta'arruzlar gören.
Hâle bak: Millette hissiyyâtı oymuş öldüren!
Dîni kurbân etmeliymiş mülkü kurtarmak için!..
Tut da, hey sersem, bu idrâkinle sen âlim geçin!
Her cemâatten beş on dinsiz zuhûr eyler, bu hâl
Pek tabî'îdir. Fakat ilhâdı bir kavmin muhâl.
Hangi millettir ki efrâdında yoktur hiss-i din?
19
En büyük akvâma bir bak: Dîni her şeyden metin.
SAYI 17 - 18
bütün bir milleti müzmin bir hastalığa müptela ettiği
bir zamanda Kur'ân eczahanesinin ilaçlarından
devalar istimal etmeyi Kur'ânî bir prensip olarak
görmektedir. “Doğrudan doğruya Kur'ân'dan alıp
ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı” dizeleri bu
anlayışın en güzel örneklerindendir. İttihad-ı İslam
fikrinin müntesiplerinden olan Mehmed Âkif, meseleye sadece millî bir zaviyeden bakmaz, onu bütün
İslam âleminin meselesi olarak görür.
Âkif, âvâre milleti bu alçakların isfadına karşı uyarır. Ve
bunların hepsinin irfanına pek muhtasar vâkıf olduğunu belirtir. Şarktan ve garptan haberdar bile olmayan bu insanların bütün sermayesinin kızarmaz bir
yüz ve yaşarmaz bir gözden ibaret olduğunu belirtir:
3- Cehalet: Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur mu?
Mehmed Âkif'in “Son ders-i felâket” olarak nitelendirdiği Balkan Harbi felaketinin bir sebebi de Safahat'ın
birçok yerinde müzmin bir illet olarak ifade ettiği
24
“cehalet”tir. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”
ayetinden ilham alarak yazdığı manzumede Âkif bu
konuya değinir. İnsan ile hayvan bir olmadığı gibi,
bilenle bilmeyenin de bir olamayacağını belirten Âkif,
milletin en başta “cehâlet” denilen yüz karasından
kurtulmaya azmetmesi gerektiğini belirtir. “Kâfî mi
değil yoksa, bu son ders-i felâket?“ diye soran şair, son
ders-i felâketin neye mâl olduğunu düşünen bir
kimsenin beyninin eriyip yaş gibi gözünden damlayacağını ifade eder. Son ders-i felâketin ne demek
olduğu sorusunu yine şair kendisi cevaplar:“Gelmezse
eğer kendine millet, gidecektir!”
Şark'a bakmaz, Garb'ı bilmez, görgüden yok vâyesi;
20
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermâyesi!
2- Fikr-i Kavmiyet,Tefrika ve Particilik
Mehmed Âkif'e göre Balkan Savaşı'nda yenilmemizin
bir diğer sebebi, Allah'ın ve Peygamberin de tel'în ettiği “fikr-i kavmiyet” ile “tefrikacılığa” düşmemizdir. Âkif
tefrikacılığın ülkemizde estireceği felaket rüzgârlarını
daha Safahat'ın İkinci Kitabı olan Süleymaniye Kürsüsü'nde belirtir:
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,
Aynı milliyyetin altında tutan İslâm'ı,
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir.
Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir.
Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez..
Son siyâset ise Türklük, o siyâset yürümez.
Sizi bir âile efrâdı yaratmış Yaradan;
21
Kaldırın ayrılık esbâbını artık aradan.
Âkif'e göre İslamiyet tevhid dinidir. Şiirlerinden birinin
22
başına koyduğu bir hadiste , insanların birlikte ve
beraberlikten ayrılıp kavmiyet fikrine sarıldıkları takdirde, hepsinin felakete uğrayacağı, Allah'ın yardımının üzerilerinden kalkacağı, başlarına kılıç musallat
olacağı beyan edilir. Ona göre Türk Arapsız yaşayamaz, Türk Arap'ın hem sağ gözü, hem sağ elidir. Bizim
için tek bir milliyet olabilir: İslam. Âkif, devrinin Türkçülük ve Turancılık fikrinin o devirde karşısındadır.
Irkçılık fikri ile hareket edenleri“kaltaban”(namussuz)
olarak adlandırır... Kendisi aslen Arnavut'tur ama
hiçbir zaman kavmiyet davasına düşmemiştir. Balkan
Savaşı'nda yenilmemizin sebebi, ordumuzun ortak
düşman karşısında bile, kendi arasındaki “particilik”
ihtilafından vazgeçmemiş olmasıdır. İşte bugünkü
İslam alemi dininin özü olan “tevhid” fikrinden uzaklaştığı için üzerine “teslis” ile beraber bir zulmet
23
çökmüştür. Zaten o, tefrikanın bir kangren halinde
47
Mehmed Âkif, insanlığın coşkun bir ırmağı andıran
gelişmişlik seviyesi ile Osmanlı Devleti arasında bir
tahlil yapar. Ona göre insanlık coşkun koca bir sel gibi,
müstakbale doğru seyrine şiddet vererek koşmaktadır. Dağlar, uçurumlar ona yol vermemek istediği
halde o, ne yüksek, ne de alçak demeden her engeli
aşmaktadır. Kavimler ise o büyük nehre katılmış birer
ırmaktır. Hiç bir millet, bu muazzam akışa kayıtsız
kalmazken, bizler ki bu müdhiş, bu muazzam cereyanla, uğraşmadayız... Bu da bizim ne kadar çılgın
olduğumuzun bir göstergesidir. Bu durum, kurşun
gibi sür'atli, denizler gibi taşkın bir çağlayanın dehşet
verici menbaına doğru yüzerek tırmanmaya benzer.
Daha sonra, cehaletinin kurbanı olan milleti
uyandırmak için seslenir şair:
Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık,
Silkin de: Muhîtindeki zulmetleri yak, yık!
Bir baksana: Gökler uyanık, yer uyanıktır;
Dünyâ uyanıkken uyumak maskaralıktır!
Mehmed Âkif, milletin din ve namus gibi mukaddeslerini ayaklara altına alarak sine-i İslam'a çöken ve
kapkara bir kabusu andıran cehalete dikkatleri çeker.
Ardından bize düşmanları üstün çıkaran elin, bu
hasm-ı hakikinin en evvel öldürülmesi gerektiğini dile
getirir:
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Eyvâh! Bu zilletlere sensin yine illet...
Ey derd-i cehâlet, sana düşmekle bu millet,
Bir hâle getirdin ki: Ne din kaldı, ne nâmûs!
Ey sîne-i İslâm'a çöken kapkara kâbûs,
Ey hasm-ı hakîkî, seni öldürmeli evvel:
Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el!
SAYI 17 - 18
yatan şaşkın insanları da uyanmaya davet eder:
.........................................................................................
Nevmîd olarak rahmet-i mev'ûd-i Hudâ'dan,
Hüsrâna rızâ verme... Çalış... Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!
Telafi edilecek bunca zarar varken, feryadı bırakıp
kendine gelme zamanıdır. Aksi halde, sahipsiz kalan
memleketin batması içten bile değildir.
Daha sonra cehaletine kurban gidecek millete seslenir Âkif:
Ey millet, uyan! Cehline kurban gidiyorsun!
İslâm'ı da “batsın!” diye tutmuş, yediyorsun!
Allah'tan utan! Bâri bırak dîni elinden...
25
Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen!
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar...
Uğraş ki: Telâfî edecek bunca zarar var.
Feryâd ile kurtulması me'mûl ise haykır!
Yok yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
“İş bitti... Sebâtın sonu yoktur!” deme; yılma.
27
Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma.
4- Ümitsizlik: Âtîyi Karanlık Görerek
Azmi Bırakmak...
Âkif'e göre bu musibetin bir başka sebebi, halkımızın içinde bulunduğu durumdur. Balkan
Harbi'nde yenilmiş ve
şimdi yangının saçakları
sardığı bir memlekette
yaşayan halkımız, içinde
bulunduğu vahim durumun farkında mıdır?
Hayır! Bu halk Âkif'in
bütün şiir kitaplarında
nefretle üzerinde durduğu bir tembellik,
âtalet, gevşeklik ve
rahatlık içindedir. Adeta
dipdiri bir meyyittir,
uyanmadığı takdirde de cehline kurban gidecektir.
Kendisi sağlam olmasına rağmen hissi ve ruhu
ölmüştür. Âkif'e göre dünya uyanıkken uyumak
26
maskaralıktır. Ve geleceği karanlık görerek azmi
bırakmak bir alçaklıktır. İmanı olan kimse de bu
ümitsizlikle asla ölmemelidir. Hissiz, hareketsiz, acı
duymayan ve adeta leş kesilmiş bir topluluk haline
gelen insanlar Mehmed Âkif'e hayret vermektedir.
Hissiz ve hareketsiz bu kitleyi harekete geçmeye çağırır
ve onlara şöyle seslenir:
Bu dizelerle insanlara ümit aşılamak isteyen Mehmed
Âkif, milleti ayakta tutan en büyük kuvvetin azim ve
ümit sahibi bireyler olduğuna dikkati çeker. Ona göre,
milleti çepeçevre saran bu atalet belasından bir an
evvel kurtulmak gerektir. Aksi halde, bu kâbus milletin
sinesine çökerse, müzmin bir illete ve düşenin boğulduğu bataklığa inkılâp edecektir. Süleymaniye
Kürsüsü'nde Âkif, ye'si, ümitsizliği en büyük düşman
olarak nitelendirir:
…Ben de rûhumdaki zulmetleri artık koğdum;
28
En büyük hasmım olan ye'si nihâyet boğdum.
Yine Safahat'ın aynı kitabında Mehmed Âkif, zerrece
imanı olanın ümitsizliğe düşmemesi gerektiğini
Sibiryalı âlim Abdürreşid İbrahim Efendi'nin dilinden
anlatır:
Bırakın mâtemi, yâhu! Bırakın feryâdı;
Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı!
Göz yaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz?
Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azm ediniz.
Ye'se hiç düşmeyecek zerrece îmânı olan;
29
Sâde siz derdi bulun, sonra kolaydır derman.
Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan,
Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan.
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!
Herkes gibi dünyâda henüz hakk-ı hayâtın,
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?
Ye's öyle bataktır ki: Düşersen boğulursun.
Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümîdiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me'yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar.
5-Bin Yıllık Haçlı Kini:
Sen ki, Son Ehl-i Salîb'in Kırarak Savletini...
Mehmed Âkif'e göre Balkan yenilgisinin bir başka
sebebi ise ehl-i salîb'in, Haçlı zihniyetinin ve Avrupa'nın
İslamiyet'e karşı olan bin yıllık düşmanlığıdır. Ehl-i salîb,
Batı dünyası bin yıldan beri İslam âlemini yıkmak ve
birliğini bozmak için karşımıza daima birleşerek çıkmaktadır... Bunun için yegâne çare ittihad-ı İslam'dır ki
Mehmed Âkif, Mısırlı âlimlerden Cemaleddin Efganî,
Muhammed Abduh ve Ferid Vecdî çizgisinde bu anlayışın bizdeki temsilcilerinden sayılabilir.
Ümitsizliğin insanı boğan bir batatlık olduğunu belirten şair, hayatta ve ayakta kalanların sadece azimli ve
ümitli kimseler olacağını ifade eder. Elleri böğründe
48
TARİH BİLİNCİ
32
II. Meşrutiyet döneminde İslâmcılığın ideolojik olmayan yönü ile savunucusu olan Mehmed Âkif'in kaleme
aldığı İstiklâl Marşı'nın muhtevası ve mesajlarına baktığımızda “Müslüman Türk” anlayışı olarak değerlendirilecek bir anlayışın tezahürü hemen göze çarpmaktadır. Bu anlayış onun ümmet fikrinden vazgeçtiği ya
da bu fikri geri plana ittiği anlamına gelmemelidir.
bu manzumelerin arasında olmasaydı” dediği Pek
Hazin Bir Mevlid Gecesi adlı manzumedir. Bu manzumede Âkif, Peygamber Efendimizi, güneşli bir geceden
matem gecesine dönen üç yüz elli milyon Müslüman'a
imdada çağırmaktadır. Harîm-i pâki Şer'in çiğnendiğini,
namusa yabancının mahrem olduğunu, beyninde öten
çanın sesinden binlerce minarenin ebkem kesildiğini
dile getiren Âkif, ruh-ı pâk-i Nebî'ye yalvarır:
Mehmed Âkif'in başyazarı olduğu Sırat-ı Müstakim
dergisinin hâkim görüşü İslâmcılık olmakla beraber
“Müslüman Türk” anlayışının desteklenmesi sayılabilecek bir tarzda Türk dünyası ile ilgilenmiştir. Zaten o
dönemde İslâmcılık demek bir nevi “Müslüman Türk”
anlayışını savunmak demekti. Bu anlayıştan dolayı o
neslin aydınları Türk dünyasına bigâne kalmamıştır.
Meşrutiyet'in ilk yıllarında İslâmcı ve Türkçü aydınların
arasında çok büyük ihtilafların bulunmadığı bilin30
mektedir.
Mehmed Âkif, Balkan Savaşı ile ilgili yazdığı şiirlerin
hiçbirinden meseleyi sadece Türklük açısından ele
almaz. İttihad-ı İslam fikrinin ülkemizdeki en canlı
savunucusu olan Âkif, bozgunu bütün İslam âleminin
dumura uğrayışı olarak nitelendirir. Sık sık “üç yüz elli
milyon can” diyerek, o devirde yaşadığı Müslümanların
sayısını verir. Durum böyle devam ederse üç yüz elli
milyon Müslüman'ın sonu gelmiş demektir. O Haremeyn gibi, Hicaz gibi dinimizde kutsal olan yerlerin de
31
salibin eline geçmesinden korkmaktadır. Balkan
savaşı onun bu korkularının haklı olduğunu gösteren
bir misaldir. Balkan faciasından alınmayan dersin
sonucu olarak Birinci Dünya Savaşı, onun korkularında
ne kadar haklı olduğunu gösteren bir neticeyle bitecek
ve bütün kutsal mekânlar birer birer elimizden çıkacaktır.
Mehmed Âkif'in, Balkan Savaşı'na dair feryadını yansıtan manzumelerin sonuncusu, Emin Erişigil'in “keşke
1) Yard. Doç. Dr. Sema Uğurcan, Mehmed Âkif'in
Şiirlerinde Savaş, Ölümünüm 50. Yılında Mehmed Âkif
Ersoy, Marmara Ünv. Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları,
İstanbul 1986, s. 135.
2) Yard. Doç. Dr. Sema Uğurcan, a.g.m., s. 136.
3) Emin Erişigil, İslamcı Bir Şairin Romanı adlı eserinde
Âkif'in manzumelerin başına birer ayet koymasına dair
ilginç bir hatıra nakleder. 1919 yılında Fındıklı Sarayı'nın
bir odasında dört beş mebusun manzumelerin başına konan
ayetleri okuyarak şairin manzumesindeki fikirler arasında
bir uygunluk olup olmadığını münakaşa ettiklerini yazar.
Girit İsyanı'nda görev alan emekli bir generalin hikâyesiyle
konuya açıklık getiren Erişigil, bu ayetlerin lâale't-teyin
manzumelerin başına konulduğunu ve böyle bir tartışmanın
gereksiz olduğunu ima eder. Manzumelerle ayetler arasında
bir uyum olduğunu iddia eden Eski Baytar Dairesi Kâtibi'
nin bu hikâye karşısında yüzü kızarır ve iddiasını tekrara
mecal bulamaz. Erişigil, bu ayetli hadisli manzumelere dair
ilginç bir noktayı da dile getirir: “Yazık ki bu ayetli hadisli
manzumeler, Âkif'i tanımayanlara onu bir softa imiş gibi
gösterdi durdu!” Bkz. Emin Erişigil, İslamcı Bir Şairin
Romanı, Türkiye İş Bankası Yay.,Ankara 1986, s. 165-166.
4) Mehmed Âkif bu devletleri zulümlerinin büyüklüğüne
uygun gördüğü sıfatlarla tavsif eder: “Karadağ haydudu,
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Allâh için, ey Nebiyy-i ma'sûm,
İslâm'ı bırakma böyle bîkes,
33
İslâm'ı bırakma böyle mazlûm.
Sonuç olarak bulunduğu devrin yazarları arasında
Balkan faciasını eserlerinde en çok işleyenlerden ve en
çok acı duyanlardan biri olan Mehmed Âkif, Balkan
Harbi sırasında millî dayanışmayı sağlamak için partiler
üstü olarak kurulmuş olan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti'nin İrşad Hey'eti Neşriyat Şubesi'nde (Hey'et-i
Tenvîriye) Abdülhak Hâmid, Süleyman Nazif, Cenab
Şahabeddin, Hüseyin Kazım ve daha birkaç yazar ile
birlikte çalışmıştır. Heyetin kâtibi olarak da gazete
ilanları ile halkı yardıma ve bu maksatla yapılan toplantılara çağırmıştır. Ayırca bu maksatla İstanbul'un üç
büyük camiinde halka hitap etmiştir. Mehmed Âkif'in
Balkanlar'ın elimizden çıkışının sebep ve sonuçlarını
irdelediği, yaşanan faciaya karşı bütün İslam âlemini
harekete geçmeye çağırdığı Hakkın Sesleri adlı kitabı,
ders alınmayan bir felaketin daha büyük felaketlerin
habercisi olduğunu gösteren en önemli eserlerdendir.
Bu eseriyle Mehmed Âkif, bütün bir İslam dünyasının,
devrinin ve ülkesinin meselelerini iyi anlamış, bu meselelere karşı mefkûresi doğrultusunda devalar göstermiş, teknoloji ve sanayi ile gittikçe güçlenen Batı'ya
karşı yegâne çarenin“çalışmak”olduğunu dile getirmiş,
devrinin yazarlarına göre toplumsal sorunlara karşı
sesini yükseltmiş, cehalete ve tefrikaya savaş açmış bir
münevver ve mütefekkir şair olduğunu göstermiştir.
Sırp eşşeği, Bulgar yılanı / Sonra Yunan iti, çepçevre
kuşatsın vatanı…” Mehmed Âkif Ersoy, Safahat (Haz.
Ertuğrul Düzdağ), Çağrı Yayınları, İstanbul 2007, s. 183.
5) Yard. Doç. Dr. Sema Uğurcan, a.g.m. , s. 136-137.
6) Fevziye Abdullah Tansel, Mehmed Âkif Ersoy (HayatıEserleri), Mehmed Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı
Yayınları, İstanbul 1991, s. 63-64.
7) Necm suresi, ayet 39.
8) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 178-180.
9) Hadis-i Şerif (Nuaym b. Hammad, Fiten 1-396, Kahire
1412).
10) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 256.
11) Yard. Doç. Dr. Sema Uğurcan, a.g.m. , s. 137-138.
12) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 181.
13) Yard. Doç. Dr. Sema Uğurcan, a.g.m. , s. 138-139.
14) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 184.
15) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 183.
16) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 193.
17) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 193.
18) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 194.
19) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 194.
49
20) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 194.
21) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 160.
22) Üçüncü manzumenin başındaki hadisin meali şöyledir:
“Nizar evladı: Yetişin ey Nizar oğulları! Yemenliler de:
Yetişin ey Kahtan oğulları! dedi mi, hemen tepelerine
felaket iner, hemen Allah'ın nusreti üzerilerinden kalkar;
hepsine birden de kılıç musallat olur.” Mehmed Âkif Ersoy,
Safahat, s. 181.
23) Yard. Doç. Dr. Sema Uğurcan, a.g.m. , s. 140.
24) Zumer suresi, 9. ayetin bir kısmı.
25) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 189-190.
26) Yard. Doç. Dr. Sema Uğurcan, a.g.m. , s. 141.
27) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 185-186.
28) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 156.
29) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 163-164.
30) İsmail Kara, “Tanzimat'tan Cumhuriyete İslâmcılık
Tartışmaları”, Tanzimat'tan Cumhuriyete Türkiye
Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, c. 5, s. 1409.
31) Yard. Doç. Dr. Sema Uğurcan, a.g.m. , s. 142-143.
32) Bkz. Emin Erişigil, a.g.e. , s. 166.
33) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 197.
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Güçlü Türkiye
Balkanlarda İstikrarın
Teminatıdır
Prof. Dr. İdris Bal, Kütahya Milletvekili
1995'lere kadar Bosna Savaşı Balkanlarda önemli bir
problemken, 1995'de Dayton barış anlaşması ile geçici
de olsa bir çözüm bulunmuştur. 1998-1999'da ise
Kosova, daha sonra ise Makedonya'daki problemler
Balkanlarda öne çıkan sorunlar olarak ortaya çıkmıştır.
Yine Arnavutluk Soğuk Savaş sonrası ekonomik problemler yüzünden istikrarsızlaşmış, yer yer ayaklanmalar
görülmüş fakat daha sonra Arnavutluk hükümeti ülkeyi kontrol altına almıştır.
Tüm olumsuzluklarına rağmen Soğuk Savaş döneminin sinir harbi ve korkunun içinde ve silahların gölgesinde bile olsa belki olumlu denebilecek bir tarafı, bu
dönemde dünyada genel anlamda istikrarın olması,
çatışmaların sınırlı kalması, başka bir değişle kalp ve
kafalardalerin dışarı vurulamamasıdır. Bu nedenle
Soğuk Savaş haritayı dondurmuştu. Soğuk Savaş'ın
tüm dünyada etkisi olduğu gibi, özellikle Balkanlarda,
Kafkaslarda ve Ortadoğu'da haritayı dondurmuştu.
İran-Irak savaşı ve Arap İsrail savaşları bunun istisnalarıydı. Soğuk Savaş sonrası dönemde tüm bu bölgeler
istikrarsızlaştı. Soğuk Savaşın sona ermesi etnik, dini
her türlü içe atılmış arzuların dışa vurulması için uygun
zemin hazırladı. Akabinde ise birçok çatışmalar,
savaşlar çıktı. Bu çatışmaların çıktığı yerlere bakıldığında, Türkiye'nin hareketlenen, istikrarsızlaşan bölgelerin tam ortasında olduğu görülecektir. Kafkaslar,
Ortadoğu ve Balkanlar Türkiye'yi çevreleyen ve istikrarsızlaşan bölgelerdir.
Bölgenin konumu, etnik yapısı ve tarihi kökenli problemler ve anlaşmazlıklar nedeniyle bölgede yeni
sorunların çıkması için uygun zeminler mevcuttur.
Örneğin Makedonya Cumhuriyeti nüfusunun üçte biri
ile dörtte biri arası kısmı etnik Arnavutlardan oluşmaktadır. Günümüzde Makedonya sakinleşse de, gelecekte
problemler çıkabilir. Yine Yunanistan ve Bulgaristan'da
Makedon bölgelerin olması da potansiyel problem
olarak değerlendirilebilir. Problemlere başta Arnavutluk olmak üzere diğer ülkelerin dahil olma ihtimali
vardır. Ayrıca Makedonya bağımsızlığını ilan ettikten
sonra Yunanistan ile aralarında problemler ortaya çıktı.
Yunanistan'ın Makedon bölgesi olduğu içinYunanistan
bu isimden rahatsız olmuştu. Fakat 1995 sonrası Yunanistan bölge ülkeleriyle ve Makedonya ile yakınlaşmaya başladı. Bu yeni politika Yunan firmaları için yeni
pazarlar anlamına geldiği gibi Balkan ülkelerini sert ve
dışlayıcı politikaları ile küstürerek Türkiye'ye kazanç
sağlamanın da önünü almaktaydı. Bu probleme adil ve
kalıcı çözüm bulunmadığı takdirde Balkan ülkeleri
arasında yeni sorunlara yol açabilir.
Balkanlar etnik ve dinsel grupların iç içe geçtiği, geçmişte de birçok sorun yaşanan, birinci ve ikinci dünya
savaşlarının başlamasında role sahip, halen sorunlar
bulunan bir bölgedir.
Eski Yugoslavya'da Tito döneminde istikrar vardı. Tito
1980 yılında öldü. Daha sonra Sırp milliyetçiliği yükselişe geçti ve diğer milliyetçilikleri de besledi. Sırplar en
büyük etnik grubu oluştursalar da, nüfusları Yugoslavya'nın yüzde otuzunu geçmemekte, Sırplar bile eski
Yugoslavya'da çoğunluğu oluşturamamaktaydılar ve
hassas bir etnik yapı mevcuttu. 1989 Doğu Avrupa'daki
devrimler ve Doğu Bloğunun dağılması ve Soğuk
Savaş'ın sona ermesi de Yugoslavya'yı etkileyen, çözülmeye gitmesinde rol oynayan faktörlerdendi. 1991'de
Yugoslavya'da etnik ve dini guruplar arasında, federe
cumhuriyetler arasında çatışmalar başladı. Her ne kadar Sırp-Hırvat ve Sırp-Hırvat-Müslüman (Boşnak)
savaşları uluslararası topluluğun müdahalesi ile sona
erdirilse de Balkanlar hala istikrarsızlık potansiyeline
sahiptir.
Yunanistan ve Bulgaristan'daki Türk nüfusu geçmişte
sorunların çıkmasına yol açmıştı. Özellikle 1980'lerde
Bulgaristan'ın Türkleri Bulgarlaştırma politikası Türkiye
ile Bulgaristan arasında ciddi sorunlar oluşturmuştu.
Gelecekte de ırkçı bir rejimin Bulgaristan'da iktidara
gelmesi problemleri yeniden başlatacaktır. Türk tarafının Bulgaristan'daki Türk nüfusa kapılarını açması
Bulgar Türklerinin nüfus olarak erezyona uğraması gibi
bir sonucu ortaya çıkarmıştır.
50
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Türkiye'nin Balkanlar ile etnik, kültürel ve tarihi bağları
bulunmaktadır. Osmanlı imparatorluğu bölgeyi dört
asır yönetmiştir. Tarihi geçmiş, coğrafi yakınlık, kültürel
ve etnik bağlar Türkiye'ye Balkanlarda aktif rol oynama
imkanını vermekte ve Türkiye'yi stratejik olarak önemli
bir ülke haline getirmektedir. Bosna Savaşı'nda ve aşağı
yukarı her çatışmada dikkatler Türkiye'ye yönelmekte,
ister istemez Türkiye işin içerisine girmekte, başı
sıkışanlarTürkiye'ye göç etmektedirler.
Türkiye'nin bölgede pozisyonu önemlidir. Türkiye
Soğuk Savaş son-rası çatışmalara sahne olan Balkanlar,
Kafkaslar ve Ortadoğu'nun merkezinde yer almaktadır.
Türkiye geçmişte bu bölgeleri yönetti ve bu bölgelerle
kültürel, tarihi, etnik bağlara sahip bulunmaktadır. Bölge insanlarının çoğunluğu İslam dinine inanmaktadır
ve Türkiye ile güçlü bağları vardır. Bu nedenle bölge
insanları genellikle Türkiye'yi ikinci vatan olarak kabul
etmektedir.
Geçmişte de, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesi
ve dağılması sürecinde, yüz binlerce insan Balkanlardan Türkiye'ye göç etmiştir. Bölgenin Müslüman
halkı Türkiye'yi anavatan olarak kabul ediliyordu ve
hala bölgenin Müslüman halkları zorda olduklarında
Türkiye'yi sığınacak veya bir şekilde yardımlarına koşacak ülke olarak değerlendirmektedirler. Son göç dalgası Bosna Savaşı ve Kosova probleminin ortay çıktığı
dönemlerde görüldü. Günümüzde, bölgede Türk kimliği ve Türkiye'ye yönelik büyük saygı ve itibar mevcut
olup, bölgedeTürk imajı en üst noktadadır.
Aslında Türk halkı Orta Asya'dan, Kafkas-lardan,
Balkanlardan ve Ortadoğu'dan göçen ve ilave olarak
Anadolu'da yerleşik olan bazı insanların tarih, kültür,
inanç, gelenek, güç gibi cezp edici unsurlar etra-fında
bir araya gelmesi ile oluşmuştur. Bu durum Türki-ye'ye
hem fırsatlar ve avantajlar sağlamakta hem de
sorumluluklar yüklemektedir. Soğuk Savaş sonrası bölgedeTürkiye ister istemez problemlerin içerisine sürüklenmiş, bölgedeki istikrarsızlıktan etkilenmiş, bazı aktif
adımlar atmak ve sorunların çözümünde rol almak
zorunda kalmıştır. Bu nedenle istikrarlı bir Balkanlar,
Ortadoğu ve Kafkasya için Türkiye'nin anahtar bir aktör
olarak rolü önem arz etmektedir. Türkiye'nin İslam
dünyasında yeri önemlidir, şahsına münhasır yeri vardır. Batılılaşma tecrübesinin yanında, Batı ile işbirliğini
ve Batı'ya yakınlığı savunmakta ve temsil etmektedir.
Gerçi bu güne kadar Batı'dan istediğini elde edemediği
de bir gerçektir. Günümüzde Türkiye'nin başarılı, dünyada hızla büyüyen bir ekonomisi, işleyen demokrasisi,
çoğulcu toplumu mevcuttur. Bu bağlamda dünyaya
entegre olmada, demokratikleşmede, Batı ile barışçı
ilişkiler kurmadaTürkiye önemli tecrübelere sahiptir.
İstanbul'da Arnavut köy, Yeni Bosna gibi Türkiye'nin
bölge Müslümanları için önemini gösteren mahalleler
vardır. Bu insanlar Türkiye'ye göç etmiş ve bazı bölgelere bu insanların geldikleri yerlerden esinlenilerek
isimler verilmiştir. Zaten Osmanlı zamanında da karşılıklı göçler ve kaynaşma olduğu açık bir gerçektir. Bu
nedenle Türkiye Balkanlardan ayrı düşünülemez.
İstikrarlı Balkanlar için Türkiye'nin yardımı, Balkan ülkeleri ve uluslararası toplum ile işbirliği önem arz etmektedir. Kosova ve Bosna savaşındaTürkiye aktif rol alarak,
sorunların çözümünde uluslararası topluma aktif katkıda bulundu.
Türkiye'de tarihten günümüze köklü tolerans ve hoşgörü geleneği yerleşmiştir. İstanbul'un 1453'te fethinin
hemen arkasından Fatih Sultan Mehmet, Yahudileri
Osmanlı topraklarına davet ederek onlara millet statüsü tanıdı. 1492'de ise İspanya'da Endülüs Emevi devletinin sona ermesinin ardından tüm Avrupa'da söz konusu olan Yahudi düşmanlığı çerçevesinde İspan-
Her ne kadar Soğuk Savaş'ın hemen sonrasında Türkiye'nin Batı için öneminin azaldığı yönünde bir anlayış
hakim olsa da, hemen sonrasında Körfez savaşı, Balkanlar ve Kafkaslardaki gelişmeler Türkiye'nin önemini
hala koruduğunu, hatta çevre ülkesi olmak yerine merkez ülkesi haline geldiğini gösterdi. Türkiye'nin dünyada önemli ve hassas bir yer
işgal etmesinden dolayı Soğuk Savaş sonrası gelişmeler Türkiye'yi uluslararası
ilişkilerde aktif adımlar atmaya zorladı. Günümüzde
Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslarla ilgili çatışmaların
çözümünde Türkiye hesaba
katılmak zorundadır ve
belirleyici bir aktördür. Yine
bölgeyle ilgili senaryosu
olan global güçler Türkiye'yi
hesaba katmak mecburiyetindedirler.
51
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Sonuç olarak Balkanlarda barış ve istikrarın olabilmesi
için hoşgörüye, saygıya, radikalizmi besleyebilecek
ekonomik ve sosyal sorunların çözümüne ihtiyaç vardır. Türkiye ise özellikle 2002 sonrasında AK Parti iktidarları ile Ankara merkezli bağımsız politikalar takip
etmeye, komşularımız başta olmak üzere, bölge ülkeleri ile daha sıkı ilişkiler geliştirmeye başladı. Yeni Türk
dış siyaseti barış esasına, kazan kazan mantığına, ahlaki
değerlere dayanmaktadır. Türkiye'nin itibarı ve saygınlığı Bosna'da, Arnavutluk'ta olduğu gibi Sırbistanda
bile yüksektir. Türkiye'nin bölge ülkeleri nezdindeki
saygınlığı, Sırbistan ve Bosna arasında bile arabuluculuk yapması büyük önem arz etmektedir. Türkiye'nin
köklü hoşgörü kültürü, gelişen demokrasisi, güçlü
ekonomisi, bölge ile tarihsel etnik bağları Türkiye'nin
Balkanların barış ve istikrarı için olumlu rol oynayabileceğini göstermektedir. Ayrıca bölgenin Avrupa ve
dünya ile entegrasyonu da barış ve istikrar için olumlu
bir gelişme olacaktır.
ya'dan kovulan Yahudilere Osmanlı İmparatorluğu
topraklarını açtı.
1992'de bu olay 500. yıl dönümü adına Türkiye'de
İsrail'de çeşitli etkinlikler düzenlendi. Osmanlının
Yahudilere kucak açtığı yıllarda diğer dünya devletleri
Yahudilere hiç de hoşgörü ile yaklaşmamışlardı.
Örneğin Yahudiler 1290'da Fransa'dan, 1392'de İngiltere'den, 1492'de İspanya'dan ve 1497'de Portekiz'den
kovuldular. Bunların bir kısmı Doğu Avrupa ülkelerine
göç ederken önemli bir kısmı da Osmanlı egemenliğindeki topraklara yerleşmişlerdir. Arı'nın değindiği
gibi, “1996'da Türkiye'yi ziyaret eden İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizman, büyük annesinin ve büyük babasının Türkçe konuştuğundan ve babasının Osmanlı
ordusunda doktorluk yaptığından söz etmekteydi.
Ayrıca yaklaşık 20,000 dolayında oldukları tahmin
edilen Türkiye'deki Yahudilerin büyük bir kısmının
İsrail'de akrabaları bulunmaktadır. Ayrıca İsrail'de
Türkiye'den göç etmiş ve dolayısıyla Türkçe konuşan
kalabalık bir Yahudi topluluğu yaşamaktadır.” Özetle
Türkiye Balkanalarla olan tarihi kültürel yakınlığı yanında, hoşgörülü yaklaşımı ile bölgeye istikrar getirilmesinde önemli roller oynayabilir.
52
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Bosna'nın
Avusturya-Macaristan
İşgaline Direnişi
Dr. Mirsad Karic - Prof.Dr. Mehmet Can
[email protected] - [email protected]
International University of Sarajevo, Hrasnička Cesta 15,
71000 Sarajevo, Bosnia and Herzegovina
1887'de Rusya, Osmanlı İmparatorluğuna savaş ilan etmişti. Aslında Ruslarla, Avusturyalılar arasında Osmanlı
memaliğinin Balkanlardaki bölümünü paylaşma konusunda pazarlıklar çoktan başlamıştı. 1878 başlarında Rus
orduları Yeşilköy önlerinde göründüğünde, Ruslar Osmanlılara istediklerini yaptırma imkânına ulaşmışlardı.
Ayastefanos (San Stefano) anlaşmasıyla Rusların Balkanlardaki uydusu Bulgaristan topraklarını iki katına
çıkarmış, üstelik tam bağımsızlığa yakın bir muhtariyete kavuşmuştu. Bu anlaşmaya göre Bosna yine Osmanlı
memaliğinde kalıyordu ama Osmanlı İmparatorluğu tarafından burada geniş reform sözü veriliyor, anlaşmanın
18. Maddesine göre de ilk üç sene Bosna'dan elde edilen gelirin yine Bosna'ya harcanması taahhüt ediliyordu
Ayastefanos Anlaşması: Bosna'ya Muhtariyet
Ayastefanos Anlaşması'nın 14. Maddesi Bosnalılara
muhtariyet hakkı tanıyordu. Bu madde, Bosna'nın
Müslüman beylerinde 1833'ten beri unutulmaya yüz
tutmuş, Osmanlı Devleti içinde muhtar olma arzularını
yeniden kamçılamıştı. Bu isteklerini her fırsatta öyle belli
ediyorlardı ki, İmparatorluğun Bosna'daki yöneticileri
ve memurları, Müslüman Bosnalılardan, Hıristiyan
Bosnalılar kadar tiksinir olmuşlardı.
Bosna eşrafı anlaşmanın muhtariyetle ilgili maddesinin
yürürlüğe konması için Osmanlı Hükümeti'ne bir ittifak
name gönderdiler. 5 Haziran 1878'de Bosna'nın en üst
düzey siyasi temsilcisi olarak Bosna Millet Meclisi
kuruldu.
Meclis'in 20'si Saraybosna şehrinden olmak üzere
32 üyesi vardı. Saraybosna'lı 20 üyenin 12'si Müslüman,
5'i Ortodoks, 2'si Katolik, 1'i de Yahudi idi. Hareketin
manevi öncüsü Şeyh Abdullah ef. Hadžijamaković idi.
İşte 1878 Temmuzunda Ayastefanos anlaşmasını
yeniden yazmak için Berlin Kongresi'nde bir araya
geldiklerinde Avrupa güçlerinin önünde böyle bir
1
Bosna tablosu vardı.
Berlin Kongresi:
Bosna-Hersek Avusturya'ya
Avrupa'nın Rusya dışındaki güçleri için Rusya'nın
Balkanlardaki nüfuzunu dengelemek ve onun
Akdeniz'e yol bulmasını engellemek çok önemliydi.
Ayastefanos Anlaşmasında Bulgaristan'a bırakılan
topraklar yarıya indirilmekle kalmadı, Bosna-Hersek'in
de nazariyatta Osmanlı toprağı kalmakla birlikte,
uygulamada Avusturya-Macaristan tarafından işgal
edilmesi ve yönetilmesine karar verildi.
Avusturyalılar Bosnalıların kendilerini çiçeklerle
karşılayacaklarından çok emin olmalılar ki, Berlin Kongresi 13Temmuz 1878 günü sona ermeden, Avrupa gazeteleri daha Berlin Kongresi kararlarını haberleştirmezden on gün önce, 3 Temmuz 1878'de Avusturya-Macaristan dışişleri bu kararı telgrafla Saraybosna'ya ulaştırdı.
Haberi sadece güvenilir Bosnalılarla paylaşmasını
tembih etmeyi de unutmadı. Kendisine haber ulaştırılanlar arasında Mehmedbeg Kapetanovic-Ljubuşak da
vardı. Ancak haber kısa zamanda Saraybosna şehrinin
her yanında duyuldu.
54
Le reveil de la question d'Orient
Şark meselesi çözüldü: Bulgaristan bağımsızlığını,
Avusturya da Bosna Hersek'i aldı.
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
4 Temmuz 1878 günü Avusturya'nın Bosna maslahatgüzarı Vasic, Osmanlı İmparatorluğunun Bosna sivil
valisi Mazhar Paşa'ya Avusturya'dan aldığı talimatlar
konusunda bilgilendirdi. Mazhar Paşa, İstanbul'dan
hiçbir talimat almadığını söyleyerek, Avusturya-Macaristan ordusu Bosna sınırını geçmeğe kalkarsa, işgale
karşı direnme emri vereceğini söyledi.
SAYI 17 - 18
Begova (Gazi Hüsrev Bey) Camii
Aynı gün öğleden sonra Mazhar Paşa Vilayet İdare
Meclisi'ni olağanüstü toplantıya çağırarak, işgale karşı
direnme yanlısı olduğunu bildirdi. Bosna'da seferber
edebilecekleri asker gücü ve silah konusunda bilgi
verdi. Bosna'nın işgale direnebileceğinden emin görünüyordu.
O güne kadar Vilayet İdare Meclisi'nin, Valinin hemen
hemen her teklifine oy birliği ile katıldığına şahit oluna
gelmişti. Ancak bu sefer bazı üyeler Mazhar Paşa'ya
İstanbul'un hatt-ı harekâtının ne olacağı sorusunu yönelttiler. Paşa İstanbul'un planından haberi olmadığını
söyleyince, İstanbul'a sorulmasına karar verildi.
Aynı gün yatsı namazında Gazi Hüsrev Bey (Begova)
camisinde üç Bosnalı sözü dinlenir âlim; Derviş Efendi
Gorajdak, Muhamed Hacıyamaković ve Kaukçiya
Efendi cemaate seslendi. Derviş Efendi, yaz kurtlarının
caneriği yapraklarını yiyip talan etmesinin, yaklaşan bir
felaketin habercisi olduğundan yola çıkan bir
benzetmeyle, Bosna'yı zor günlerin beklediğini anlattı.
Diğer iki âlim, Bosna işgalinin tamamen Sultan'ın bilgisi
dâhilinde gelişmekte olduğundan söz ettiler. O gece
hiçbir karar alınmadı.
süredir hoşlanmadıkları Veli Paşa'nın istifasını istedi.
Veli Paşa, yerine Saraybosnalı İsmet Paşa Uzunić'in
getirilmesi şartıyla istifa etmeyi kabul etti ve Bosna'dan
ayrıldı.
O gün bitmeden Vali İstanbul'dan telgraf aldı. Telgrafta
halkın sükûneti muhafaza etmesi, görüşmelerin
devam etmekte olduğu bildiriliyordu. Çarşıdaki isyan
10 Temmuza kadar sürdü. Dükkanlar açılmadı, ahali
Begova (Gazi Hüsrev Bey) ve Sarayevo (Fatih Sultan
Mehmet) camilerinin avlularında toplanıp durumu
tartıştı. Hacı Loyo yine başroldeydi.
Ertesi günü Cuma idi. Namazdan sonra Sancak Begova
Camiinin bahçesine çıkarıldı. Muhamed Jelić bayraktar
seçildi. Asıl adı Salih Vilajetović olan Hacı Loyo adlı
Saraybosnalı cami avlusunda halkı isyana ve Avusturya
işgaline karşı direnişe çağırdı. Cuma cemaati Avusturya
maslahatgüzarının bir halk temsilcisi tarafından
Bosna'yı terke davet edilmesine karar vermişken karar,
bu daveti Bosna Valisi Mazhar Paşa'nın yapmasının
daha doğru olacağı düşünüldü.
11 Temmuz'da Vali, Avusturya maslahatgüzarına,
İstanbul ile Avusturya arasında anlaşmaya varıldığını,
İstanbul'dan telgrafla alacağı talimata göre hareket
edeceğini bildirdi. Ancak İstanbul'dan Bosna'ya telgraf
ancak 11 günde ulaşabiliyordu.
12Temmuz'da yeni askeri komutan Hafız Paşa Bosna'ya
ulaştı. Bosna'da gördüğü gergin bekleyişi hemen
İstanbul'a rapor etti. 13 Temmuzda “Bosna” gazetesi
Berlin kongresi protokolünün imzalandığını ve 25.
Maddesi ile Bosna'nın Avusturya'ya bırakıldığını
duyurdu. Haber Avusturya işgal gücünü silahla
karşılamayı düşünenler arasında heyecan doğurdu.
Heyecan, camilerde hocaların yaptığı konuşmalarla
günden güne büyüdü.
Kalabalık, Sancak ve Hacı Loyo önde olduğu halde Vali
Konağı'na doğru yürüyüşe geçmişti bile. Vali Mazhar
Paşa, askeri kumandanVeli Paşa ve eşrafın ileri gelenleri
Konak'ta toplantı halinde olacakları bekliyorlardı. Veli
Paşa, “askerlerimi çağırıp şunları dağıtayım”dediyse de
Vali bunu onaylamadı. Sesi en çok çıkan Hacı Loyo idi
ve halk Padişah'ın hakikaten Bosna'yı Avusturya'ya
verip vermediğini öğrenmek istiyordu. Halk, uzun
55
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Bazıları askeri komutanın aslında direniş yanlısı olduğunu ancak mesleği itibariyle İstanbul'un kararının
dışına çıkamadığını söyledilerse de diğerlerine söz geçiremediler ve Hafız Paşa 28 Temmuzda halk tarafından
tutuklandı. Tutuklayanlar, Hafız paşanın gizli planı
olduğunu, halkın güvenini kazandıktan sonra direniş
zamanı geldiğinde taraf değiştireceğini iddia ediyorlardı.
Bosna İşgale Direnecek
Bazı Bosnalılar, “Bosna bizim vatanımız, Sultan verecekse, İstanbul'u versin” demeğe başladılar. Bosna'daki
askeri komutan Hafız Paşa ortalığı yatıştırmaya
çalışıyor, askeri tecrübesine dayanarak: “Avusturyalılar,
kadınlara, çocuklara ve savaşmayanlara kötü davranmaz, ancak savaşmak isteyenler varsa, sonucuna katlanmak şartıyla, savaşsın” diyordu. Osmanlı birlikleri direnişe katılmayıp, kenarda kalacaktı. Vali de direnişe katılmak isteyenleri yatıştırmaya çalıştı ama boşunaydı.
İnsanlar İstanbul'daki baş vezire bir mektup yazıp,
Bosna'nın düşman ordusu ile savaşmaya hazır olduğunu bildirmek istiyorlardı.
Saraybosna'daki bu hareketlilik Bosna içlerine de yayıldı. İlk ayaklanan Osmanlı İmparatorluğuna 43 sadrazam verdiği için sadrazamlar şehri olarak anılan Travnik
oldu. Ağızdan ağza dolaşan slogan, “Bosna bizim vatanımız, Sultan isterse İstanbul'u verebilir, ama Bosna'yı
vermeye hakkı yoktur”idi.
Ortodoks Hıristiyan Bosnalılar baştan eğer savaşmak
gerekirse, Müslümanlarla birlikte savaşırız dediler.
Ancak gönüllü yazımı başladığında korktular.
Halkı bu istikamette tahrik eden çığırtkanlardan bir
tanesi bilhassa dikkat çekiyordu: asıl adı Salih Vilajetović olan Hacı Loyo. Bu zat Bosna'daki Osmanlı devlet
yetkilileriyle sık sık takışmasıyla şöhret bulmuştu.
Aslında Bosna'da Avusturya işgaline karşı hazırlanan
2
planları bozarak mukavemete çok zararlı olmuştu.
2 Ağustos 1878 günü Müslüman gönüllüler, birkaç
Katolik dışında tamamen Ortodokslardan oluşan Hıristiyan lejyonu ile birlikte ortak bir geçit düzenlediler.
Hacı Loyo'ya Hıristiyan desteği çok uzun sürmedi.
Bir Hıristiyan köylüyü tabancayla vurup öldürmesi
üzerine Papazlar nezdindeki itibarı düştü.
Bosna Hersek Milli Hükümeti
Ortodoks Hıristiyan süvariler Gracanica manastırı önünde
Ortodoks Hıristiyan köylüler şehirli Ortodoks Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki ittifaka bakıp gülüyorlar, Saraybosna tüccarları kendi adlarına konuşsunlar, biz köylüler adına söz vermesinler diyorlardı.
20 Temmuz 1878'de Saraybosna gazetesi
Avusturya işgalinin yaklaşmakta olduğunu
haber verdi. 27 Temmuz 1878 günü Saraybosna'da Osmanlı yöneticilerini istifaya
zorlamak amacıyla isyan başlatıldı. 28 Temmuzda Bosna valisi Mazhar Paşa ve yardımcısı Ermeni asıllı Konstan Paşa görevlerinden istifa ederek Saraybosna'dan
ayrıldılar. Mazhar Paşa Bosna'dan ayrılırken “Bu bahtsız memleketi terk ederken,
burada bulunduğum sürece Sultan Hazretlerine sadıkane hizmet ettiğim kanaatindeyim. Tek üzüntü kaynağım sizin beyinsizliğiniz yüzünden fakir ahalinin çekeceği
sıkıntı ve zulümdür”demişti. Aynı gün Millet
Meclisi Bosna Hersek Milli Hükümetini
seçerek görevlendirdi. Hükümet beş üyeli
idi. Askeri işlerle Smail beg Selmanović'e
verilmişti.
Temmuz başlarında Pljevlja Müftüsü Mehmed Vehbi
Šemsekadić Saraybosna'ya gelmişti. Kısa zamanda
Avusturya işgaline karşı direnme hazırlıklarında iyi bir
teşkilatçı ve askeri önder olduğunu kanıtladı.
Tuzla ve Banya Luka, işgale karşı direnmeyeceğini,
İstanbul'dan gelecek talimata göre hareket edeceklerini açıkladı. Bu karışıklık döneminde Bosnalıların
metanetini muhafaza etmesi, yağmacılık, çapulculuk
gibi hadiselere rastlanmaması gerçekten dikkate
şayandı.
Bu sırada Hacı Loyo, Bosna'nın Osmanlı yönetiminden
kurtulacağı için bayram yapan, Osmanlı'dan sonra,
Avusturya yönetimine girmekten de hiç hoşlanmayan
Ortodoks kilisesinin önde gelen papazlarından büyük
moral desteği alıyordu.
56
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Smail beg Selmanović bir konuşma yaparak halkı
“İslam, Hıristiyan, Latin” ayırımı olmaksızın Bosna
halkını, düşmana karşı direnmede birlik olmaya çağırdı. Konuşmada Sultan'a ve İstanbul'a hiçbir atıf yoktu.
Bosna Hersek'in muhtar olduğunu ve kendi kendini
savunacağını vurgulamak istediği belliydi.3 Ancak bu
davete Müslümanlardan başka cevap veren olmadı.
Avusturyalılara karşı direnmeye hazırlanan Müslümanların sayısı ülke çapında toplam 40.000 kişiyi
bulmuştu.
Ortak bir Müslüman-Ortodoks şenliği düzenlendi.
Başpapaz Sava Kosanović ve papaz Risto KantaNovaković eşkıya başı gibi giyinmişler ve kemerlerine
tabancalar ve kamalar sokmuşlardı. Kalabalığın başına
geçmişler Sırp kahramanlık şarkıları söylüyorlardı.
30 Temmuzda Hacı Loyo bir densizlik daha yaparak
Avusturya Maslahatgüzarı Vasic'le pazarlığa gitti.
Direnişsiz teslim için şartlar ileri sürdü:
1) Kur'an ülkenin tek yasası olacak.
2) Bosna ordusu dağıtılacak
3) Vergi %10'a indirilecek
4) Hıristiyan veYahudilerden cizye alınacak.
Ertesi günü Osmanlı Askeri komutanı Hafız Paşa,
Muhamed Efendi Hacuyamakovic, Kaukciya Efendi ve
Petraka halk adına Maslahatgüzarı Vasic'e gittiler ve
Konsülün kendisi de dahil olmak üzere bütün Avusturyalıların Bosna'yı hemen terk etmelerini istediler.
Konsül, Avusturya İmparatoru'nun Bosna halkına gönderdiği fermanı çıkardı ortaya. Petraki efendi fermanı
okumak istediyse de Hacıyamakoviç onu “Bosna halkı
ne Berlin Kongresini, ne de İmparatorunuzu tanır.
Düşmanın saldırısı Allah'ın yardımıyla defedilecektir”
diyerek ona mani oldu. Aynı gün 12 araba içinde
96 Avusturyalı Bosna'yı terk ediyordu.
Avusturya-Macaristan birliklerinin sınırı Una üzerinden
Kostajnica'da, Sava üzerinden de Gradiška'da geçtiler.
Avusturya-Macaristan Birlikleri
Sınırı Geçiyor
Bosna Milli Hükümeti bıkmadan, usanmadan direnişe
katılacak gönüllülere silah temin etmeye çalışıyordu.
1 Ağustosta İlk kötü haber gelmekte gecikmedi.
Bir gün önce Banya Luka direnişsiz teslim olmuştu.
2 Ağustosta ilk gurup gönüllüler Saraybosna'dan
hareketle çatışma bölgelerine gittiler.
Ulusal Hükümet göreve başladıktan bir gün sonra, 29
Temmuz 1878'de telgraflar ilk Avusturya-Macaristan
birliklerinin sınırı Una üzerinden Kostajnica'da, Sava
üzerinden de Gradiška'da geçtiklerini duyurdu.
Ağustosun 3'ünde halk Gazi Hüsrev Bey
(Begova) camisinin avlusunda toplanarak şu hususları kararlaştırdı:
1) Bütün yabancılar, Osmanlılar, Arnavutlar, Niksiç'ten gelen sığınmacılar silahlandırılarak çatışma alanlarına gönderilecek.
2) Yahudiler, şeriat hükümler gereğice
savaştırılamayacağından, bir milyon
Grosa savaş vergisi ödeyecekler.
3) Saraybosna zenginlerinden Fadıl Paşa
Şerifovic 150.000 grosa savaş vergisi
ödeyecek.
4) Halk Milli Hükümet'in çalışmasından
memnundur ve kuvvetle desteklenecektir.
Avusturya-Macaristan birlikleri sınırı Sava'yı Gradiška'da geçerken
57
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Sonunda 3 Ağustos günü Osmanlı Baş Vezirine
Bosnalıların Temmuz ayı içinde gönderdikleri telgrafın
Bosna ve ahalisinin akıbeti ile ilgili cevabı ulaştı.
Cevapta ezcümle şöyle deniliyordu: “ Payitaht
telgrafınızı almıştır. Sultanımız adına Berlin Kongresi
protokolünün imzalandığını bildirmek isteriz. Bu protokole göre Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun
Bosna'yı geçici olarak işgal etme hakkı bulunmaktadır.
Bununla birlikte bütün ayrıntılar henüz karara bağlanmış
değildir. Bosna halkına göre Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu'nun Bosna'yı işgaline silahla mukavemet
etmemeleri tavsiye edilir. Böyle bir direniş, ne halkın ve ne
de memleketin menfaatinedir.”
Bosnalılar protokolü tanımadılar. Silahlanmışlardı,
İstanbul'un tavsiyelerine ihtiyaçları yoktu. Vatanı ve
Din-i İslam'ı kanlarının son damlasına kadar müdafaa
edeceklerine ant içmişlerdi. Osmanlı Askeri Komutanı
Hafız Paşa halkı, İstanbul'un tavsiyesini tutmaya ikna
etmeye çalıştıysa da, boşunaydı.
Saraybosna şehrinin o günlerde yapılmış ayrıntılı krokisi
Bu arada iyi haberler de geliyordu. Müslüman gönüllüler Maglay ve Doboy'u işgalcilerden geri almıştı.
General Szapary Bosna Müslüman ordusunun bir ara
geri almayı başardığı Doboj'u tekrar kuşattı. Aşağıdaki
resim, Generalin etrafındaki kadınlı erkekli Katolik
yerlilerin, Müslümanların topa tutuluşunu nasıl izlediklerini gösteriyor.
4 Ağustos'ta Pljevlje Müftüsü Mehmed Vehbi
Şemsikadic efendi Saraybosna'ya geldi. Heyecanlı bir
konuşma yaparak özetle “Allah, kâfirlere karşı savaşta
Allah zafer vaat ediyor.” Dedi. Bu sırada Mostar'dan kara
haber geldi. Hatırı sayılır bir Katolik nüfus barındıran
şehir, direnmeden Avusturya ordusuna teslim olmuştu.
İşgalci Hırvat Komutan
Baron Josip Filipović
Avusturya kuvvetleri 82.000 askerden oluşuyordu.
Bunlardan 9400 kadarı işgal birliği idi. Görevleri,
Dalmaçya'dan içeri sarkıp, asıl savaşçı birliğin ele
geçirdiği mevzileri muhafaza etmekti. Hırvat komutan
Baron Josip Filipović komutasındaki bu asıl güç, kuzey
Bosna'dan içeri sızdı, Banja
Luka, Maglaj ve Jajce'yi ele
geçirdi.
General Szapary Bosna Müslüman ordusunun bir ara geri almayı başardığı
Doboj'u tekrar kuşatıyor.
Cephelerden gelen kötü haberlerin artması üzerine
Bosna Milli Meclisi bir bildiri yayınladı. Bu bildiride
Bosna halkından ve tarihinden bahis vardı ama
Osmanlı İmparatorluğunun adı geçmiyordu. Bosna'nın
kendi kendisini savunacağı vurgulanmak istenmişti. Bu
bildiriden sonra Saraybosna'ya sükûnet geri döndü ve
sahipleri cephelerde olmayan dükkânlar açıldı.
Avusturyalılar hem iyi teçhiz
edilmişti ve hem de Bosna'
nın şehirleri, yolları, köprüHırvat Baron Josip Filipović
leri hakkında çok esaslı bilgi
sahibiydiler. Bosna Katoliklerinin gönüllü rehberliği bir
yana, bir Avusturyalı askeri uzman, Sterneck 1871-1873
yılları arasında ülkeyi fark ettirmeden karış karış gezmiş
ve gerekli malumatı toplamıştı.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun İstanbul
maslahatgüzarı, Babı Âliden aşağıdaki bilgiyi aldığını
telgrafla hükümetine bildirdi:
1. Saraybosna'daki Milli Hükümetin başkanı Hafız Paşa
Avusturya işgal kuvvetleri komutanı Hırvat Baron Josip
Filipović ile görüşerek Bosna halkı adına merhamet
dileyecek.
58
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
savaşmadan teslim olmasına karar verdi. Ancak öyle
olmadı. Muhamed Hacıyamakovic ve beraberindeki
direnişçiler, Visoko'nun düşmesinden sonra Saraybosna şehrine dönmüşlerdi. Hacıyamakoviç Milli Meclis'in
kararını kabul etmedi: “Kim Avusturyalı olmak istiyorsa,
şehirde kalsın ve saklansın, kim Müslümansa, silahını
alsın ve alçak Almanlarla savaşsın” dedi. Halkın aklı
karışmıştı. Hacıyamakovic elini çabuk tutup, şehri
savunmak için bütün tertibatı çabucak aldı. Vali Hafız
Paşa, Hacıyamakovic'i fikrinden caydırmak için büyük
gayret sarf ettiyse de başaramadı. Sonunda valilikten
istifa ederek Hacıyamakovic'i olacaklardan tek sorumlu
olarak bıraktı.
2. Osmanlı Paşalarından Mehmet Ali Paşa Bosna'ya
giderek halkı yatıştıracak.
Ne var ki Josip Filipović, Avusturya-Macaristan'ın
Bosna'yı işgalinin, Berlin Kongresi kararlarının icrası
olduğundan, bu kararların İngiltere tarafından desteklendiğinden ve Osmanlı İmparatorluğu tarafından
tasdik edildiğinden bahisle Hafız Paşa'nın taleplerinin
yerine getirileceği konusunda hiçbir garanti veremeyeceğini, kendisinin emirleri doğrudan Avusturya
İmparatorundan aldığını, başka hiçbir şeyin kendisi için
önemli olmadığını bildirdi.
Hafız Paşa'ya ve beraberindekilere halkı silahları bırakmaları için ikna etmelerini, aksi halde işgal kuvvetlerinin çok sert davranacağı hatırlatıldı.
Hacıyamakovic'in Salihaga Merhemic, Hacı Edhemaga
Cesrija, Hacı Muhamedaga Sokolj, Mehaga Handzic,
Muzaferija Kardeşler, Ahmed Efendi Nako gibi başka
destekçileri de vardı.
11 Ağustos'ta İstanbul'dan bir telgraf daha geldi.
Telgrafta halktan direnmemesi isteniyordu. Ahmet
Efendi Srzvo ve Bosna eşrafından diğer bazı kişiler,
“Allah adına kâfirlerle cihad”diye bağırıştılar.
18 Ağustosta Avusturyalılar artık Saraybosna'nın kenar
mahallerine yaklaşmışlardı. O gün savunma hazırlıklarıyla geçirildi. Gorica'ya, Bakiye düzündeki Araptabya'ya, Yekovac'taki Sarı-tabya'ya toplar yerleştirildi.
Bir top da Vrace'ye kondu. Batıdaki Bistrik çayından
itibaren şehri doğudan batıya geçen Milyaçka nehrinin
güneyindeki mahallerin üst taraflarındaki tepelere
gönüllüler yerleştirildi. Mesela Ziatiste'de Mehaga
Handzic komutasında 300 kişilik bir kuvvet vardı.
Milyaçka'nın kuzeyindeki tepelere, Gorica, Solak,
Humka ve Bakiye'ye asker yerleştirilmişti. Kadınlar ve
kızlar da dahil olmak üzere sayıları 5.000'i geçmeyen bu
kahramanların istisnasız hepsi Müslüman'dı.
Sıra Travnik'e gelmişti. Travnik daha önce direnmeyeceğini ve İstanbul'dan gelecek talimata uyacağını
bildirmişti. Ahmed ve Abdullah iki kardeştiler. Ahmed
Travnik'te hükümet konağında katipti. İşgale karşı
direnme yanlısı olan kardeşi Abdullah'a karşı İstanbul'un talimatlarına göre hareket etme tezini savunuyordu. İşgal kuvvetlerinin Travnik'e yaklaştığı günlerden birinde eskiden beri tanıdığı iki Katolik kadın onun
yolunu kestiler. “Artık bundan sonra Bosna'ya bizim
insanlarımız egemen olacak. Sizler de bize tabi
olacaksınız” diye böbürlendiler. Bu Ahmed'e çok
dokunmuş, kardeşine katılıp direnişçilerden olmuştu.
Saraybosna'nın İşgali
Ne var kiTravnikliler, daha işgal ordusuTravnik'e yaklaşmadan, şehri savunmak için Saraybosna'dan ve Bosna'
nın öteki yerlerinden gelen bütün direnişçileri şehirden
sürüp çıkardılar. Vezirler şehrinin bu şekilde boyun
eğmesi, Saraybosnalı direnişçileri çileden çıkarmıştı.
Avusturyalılar şehre farklı taraflardan girmeyi planlamışlardı. Mesela batıda Ilıca üzerinden Blazuj'a, Debelo
tepesinden Lukavica'ya ulaşıp oradan şehre saldıracaklardı. Yine Radave üzerinden Paşino tepesine ulaşıp
Saraybosna Kalesi'ni arkadan vuracaklardı. Başka bir
kol Kobilya başından şehrin kuzeydoğu mahallesi
Pofaliçi'ye girecekti. Son bir kol da Hum'u ele geçirerek
Milyaçka nehri boyunca uzanan yolu denetim altında
tutacaktı. Avusturya ordusunun Saraybosna'ya saldıran birliklerinde destek kıtaları dışında 14.000 muharip
bulunuyordu.
15 Ağustosta Bosna Milli Meclisi toplandı. Hafız Paşa
çok ciddi bir konuşma yaparak askeri nokta-i nazardan
direnişin her türünün çılgınlık olacağını, tek çarenin
Avusturya-Macaristan işgaline sessizce boyun eğmek
olduğunu izah etti. Bosna Milli ordusu şehirleri ardı
ardına kaybediyordu. 14, 15 ve 16 Ağustos günlerinde
Saraybosna şehrine sadece 30-40 kilometre uzaktaki
Kakanj, Busovaca, Kiseljak ve Visoko kasabaları birer
birer düştü.
19 Ağustos günü 5.30 sularında Hırvat General Baron
Josip Filipoviç komutasındaki Avusturya-Macaristan
işgal ordusu piyadeleri top ateşi eşliğinde şehre saldırıyı başlattılar. Avusturyalıların ilk top atışı, şehrin
doğusundaki Barice sırtlarından yapılmıştı. Buna ArapTabya'daki top cevap verdi. Şehri savunanlar Avusturya
ordusuna bilhassa şehrin kuzeydoğusundaki Pasion
tepesinde iyi dayandılar.
Avusturya ordusu 16 Ağustosta Vitez yakınlarındaki
Klokoti mevkiinde bir Bosna birliğini mağlup etti.
Smailbeg Selmanovic komutasındaki Bosna Milli
Ordusu, Saraybosna'nın kenar mahallesi Ilıca'ya kadar
çekildi.
17 Ağustos'ta Bosna Milli Meclisi, Saraybosna şehrinin
59
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Saat 06.00'dan 09.00'a kadar Ravne Bakiye'de 500-600
Bosnalı Avusturya askerleri ile göğüs göğse çarpıştı.
Yoğun topçu ateşi altında kalan Bosnalı direnişçiler saat
9.00 sularında şehrin doğusundaki Gorica ve Koşovo
tepelerindeki mevzilerinden çekilmek zorunda kaldılar. Milyaçka nehrinin doğusundaki mevzilerde çarpışanlar da dört saatlik bir direnişten sonra çekiliyorlardı.
Avusturya ordusunun bundan sonraki hedefi Debelo
Tepesi idi.
SAYI 17 - 18
Dreka isimli bir kız, Jezero'daki evlerinden ateş açarak
bir çok işgalci asker yaraladı. Evi kuşatan işgalciler, kızı
ele geçirerek tasallut ettiler ve öldürdüler.
Kardeşi o gün işgalciler tarafından öldürülen Sevdija
Handzic Pita bir işgalci askeri yaraladı.
Kada Preljevic ve Fata Hadzavdic isimli kadınlar erkek
elbisesi giyerek BakiyeTabyasına mühimmat taşıdılar.
Bazı Saraybosna'lı kadınların işgale tepkileri o kadar
büyüktü ki, ölünceye kadar hiç sokağa çıkmadılar ve
cenazelerinin camiye götürülmeden doğrudan mezar4
lığa defnedilmesini vasiyet ettiler.
İşgal Askerleri Saraybosna Sokaklarında
Avusturya ordusu şehri çevreleyen tepelerde hedeflediği mevzileri ele geçirdikten sonra şehir içinde mahalle aralarındaki savaşa sıra gelmişti. İskenderiye'deki Ali
Paşa Camisi, Askeri Hastane, Koşovo, Bjelave,
Budakovici, Sirokaca, Zagrici işgalciler için zorlu direniş
noktaları olmuştu. Ali Paşa Camisi civarındaki sokak
çatışması ise en şiddetli olanıydı. Burada cami avlusuna
mevzilenen bir kadın direnişçi gurubu, Avusturyalı
işgalcilere güç anlar yaşatmıştı.
İşgal Askerleri Başçarşı'da
İşgal Kuvvetleri komutanı Josip Filippoviç'in Avusturya
makamlarına yazdığı raporda Avusturya işgalcilerinin
şehirde karşılanışı şöyle tasvir ediliyordu:“Üzerlerine her
evden, her pencereden, her aralanan kapıdan kurşun
yağıyordu. Kadınlardan oluşan bir birlik, şehrin
İskenderiye bölgesindeki Ali Paşa Camisi avlusundan
Avusturya askerlerine ateş açtı.”
Koşevo deresindeki değirmene kendilerini kilitleyen
direnişçiler, Avusturyalı işgalcilere büyük kayıplar
verdirdiler. Sonunda Avusturyalılar değirmeni ateşe
vererek elli kadar direnişçiyi şehit ettiler ve kırk kadar atı
diri yaktılar.Yakınlardaki bir türbeyi de yıktılar.
Koşevo'da Kemalbeg Kız Mektebinden ateş eden 12
direnişçi, teslim olduktan sonra Mekteb'in önünde
kurşuna dizildiler. Budakovic mahallesinde 30 ev ve
cami Avusturyalılar tarafından yakıldı, 50 erkek kadın
ve çocuk şehit edildi.
Bjelave'de mekteb, üç ev yakıldı. Hubyaraga mahallesinde 10 ev yakıldı ve birçok insan şehit edildi.
Soukbunar mahallesinde üç ev, içindekilerle birlikte
yakıldı. Birçok yerde Avusturyalı işgalciler erkek, kadın,
çocuk demeden şehit ettiler.
Avusturya askerlerinin Saraybosna Başçarşıda: her evden, her pencereden,
her aralanan kapıdan kurşun yağıyordu.
Saraybosna'nın Kadın Direnişçileri
Çatışmalar saat 1.30 sularında durdu. Avusturyalıların
57 ölüsü ve 314 yaralısı vardı. Bosnalı Müslümanların
şehitlerinin sayısı bilinmiyor. Hacı Loyo esirler arasındaydı. Avusturyalı komutan bu ihtiyarı merak etmişti.
Karşısına çıkardılar.
Saraybosna'lı Kadınlar, Avusturyalı işgalcilerle bizzat
silahlı çatışmaya girerek, çatışma alanlarına silah, cephane, yiyecek ve su taşıyarak, yaralıları tedavi ederek bu
direnişe katıldılar.
Birkaç örnek olmak üzere, Ali Paşa Camisi avlusuna
mevzilenen bir kadın direnişçi gurubu, Avusturyalı
işgalcilere önemli zayiat verdirdi.
- Sen deli misin, bu kadar kalabalık ve teçhiz edilmiş
Avusturya ordusuna karşı bir avuç başı bozukla ne
yapabileceğini sandın?
Habiba Agic-Arnautovic Prijeka çeşmesinde bir işgalciyi tüfekle vurarak öldürdü. Diğer bir işgalci ona bıçakla saldırdıysa da öldüremedi. Habiba tedavi edilerek
hayata döndürüldü.
Hacı Loyo:
- Farz et ki bir aslan bir kediyi pençelerinin arasına
almış. Kedinin aslanı alt etmek gibi bir imkânı yok. Yine
de can havliyle ve son gayretiyle tırnaklarını aslanın
suratına geçirmekten geri durmaz.
60
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Avusturyalılar Hacı Loyo'yu bir sure hapiste tutmuşlar.
Sonra rivayete göre yüklü bir sermaye verip, yaşamının
kalan kısmını Bosna'dan uzakta tamamlamak üzere
serbest bırakmışlar.
SAYI 17 - 18
Avusturya ordusu elliyi aşkın mevkide Bosna Müslüman ordusu ile çarpıştı.
2008 yılında bir vesileyle Uluslararası Saraybosna Üniversitesinden öğrencimiz Amir Omerović'i Saraybosna
Sebilinin üst tarafındaki Nakşi Milne Tekkesinin şeyhi
Sait Skrič Baba'ya göndermiştik. Skrič baba, babasının
hacca gittiğinde Hacı Loyo'yu Medine'de gördüğünü
söylemiş. Hacı Loyo orada bir otel satın almış, onu
işletiyormuş. Skrič Baba 2009 sonunda rahmete gitti.
Bu bilgi bu makale vesilesiyle gizli kalmadı. Makalenin
okuyucularına kadar ulaştı.
Bosna Müslüman ordusu zaman zaman AvusturyaMacaristan ordusu tarafından işgal edilen şehirleri geri
alma başarısı da gösteriyordu. Doboj bir ara Avusturyalılardan geri alınan şehirlerden biriydi.
Avusturya ordusu, yeşil sancaklı Bosna Müslüman ordusu karşısında ağır kayıplar veriyordu.
Bosna Müslüman ordusunun kahramanca direnişine
rağmen, 20 Ekime 1878'de Bosna-Hersek'in Avusturya
Macaristan ordusu tarafından işgali tamamlanmıştı.
Avusturya işgal güçleri Ağustosun geri kalan kısmında
ve Eylül boyunca Hersek'e doğru ilerleyerek Novi (Yeni)
Pazar'a girdiler. Ülkenin her karışında şiddetli bir
dirençle karşılaşmışlardı. İşgale karşı mukavemet,
Bosna Milli Hükümeti tarafından yönetilmiş, direnişte
bir çok yerel komutan ve savaşçı görev almıştı.
Mecburi AskerlikYasası
1881 Ekiminde Bosna'da 12840, Hersek'te de 4.000
Avusturya askeri konuşlanmıştı. Eğer Avusturyalılar
Bosnalı gençleri Avusturya ordusunda silah altına almaya
kalkmasalardı, belki bu askeri varlık ulkede asayişi temine
5
yetebilirdi. Ancak Avusturya yönetimi 4 Kasım 1881'de
“savunma Yasası” dedikleri bir kanun çıkardılar.6 Askelik
20 yaşında başlıyor ve üç yıl sürüyordu.
Bosna uleması“kâfir ordusunda asker olmak caiz midir?”
sorusunu uzun süre tartıştı. “Caiz değildir” diyen
ulemanın fetvasına göre hareket edecek olanlara göç
yolu görünmüştü. Anavatanın müşfik kollarına gittiler.
Avusturya askerleri şaşkın şaşkın yıkılan köprülerini seyrediyor.
Avusturya ordusunun Sava'yı geçmek için Doboj'da
inşa ettiği köprü, kullanıldıktan az sonra Bosna Müslüman ordusu tarafından tahrip edilmişti.
1881 “Savunma Yasası”na göre Avusturya Ordusu'nda silah almış Bosnalı Müslüman askerler
Başta Bosna baş müftüsü Hilmi Omerovic olmak üzere
“caizdir” diyen ulemanın fetvasına uyanlar Bosna'da
kaldı. Kaderlerinde bir sene önce çarpıştıkları, “svabo”
diyerek küfrün en sunturlusuna layık gördükleri işgal
ordusunun üniformasını giymek vardı.
Avusturya ordusunun Müslümanlarla çatışmalarının bilançosu ağır olmuştu.
1) Noel Malcolm, Bosnia, A Short History, Macmillan 1996, s.134.
2) Mustafa Imamović, Bosnia and Herzegovina, Evolution of its Political and Legal
Institutions, Magistrat, 2006. S. 187
3) M. Imamović, a.g.e., s. 188.
4) Hamdija Kresevljakovic, Izabrana Djela [Selected Works] Vol.4, Sarajevo: Veselin
Maslesa, 1991, pp.75-117.
5) N. Malcolm, a.g.e. s.138.
6) Sarajevski List, No. 102, Novembar 3, 1881.
61
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
BALKANLAR ve
KÜLTÜREL BİRLİKTELİK
SAYI 17 - 18
Nevzat BAYHAN
Günümüz düne benzemediği gibi yarınlarımız da; teknolojisi, ekonomisi, diplomasisi, idaresi ve coğrafik
sınırlarıyla kesinlikle bugünkü gibi olmayacak. Gelecek bilimciler tarafından yarınları biçimleyecek, gelecekte
söz sahibi olacak ülkeler sıralanırken ülkemizin de günümüzden daha güçlü, belirleyici, etkili bir ülke olacağı
konusunda hemfikir oldukları görünüyorlar.
Her şeyden önce Türkiye derin kökleri olan bir ülkedir. Öyle kökler ki inanç birliği koluyla Malezya ve
Endonezya olmak üzere ta uzak doğuya, soydaşlık koluyla Orta Asya'ya, bir diğer konu, dini ve sosyal
birliktelikler nedeniyle Ortadoğu, Afrika içlerine, kuzeydeki dost kollarıyla Kafkasya'ya, Kırım'a, Balkanlara,
diasporası itibariyle Avrupa ve Amerika içlerine uzanan ve oralarda gittikçe sempati kazanan uçlara sahiptir.
Böyle bir alt yapı ülkemizi gelecekte önemli bir noktaya taşıyor.
uyumlu çalışmasını sonuçlamış, ayrı dil, din ve ırktan da
olsalar aynı ideali savunur olmuşlardır. “Devşirme”
kurumuyla Müslüman ve Hıristiyanlar arasında bürokraside yakınlaşma sağlanmıştır. Yetenek, ehliyet ve
sadakati gözeten Osmanlı'da din ve kökeniyle ilgili
herhangi bir sorun yaşamamış, sadrazamlığa kadar
yükselmiş devşirmeleri yadırgamamıştır.
BALKANLARLA İLİŞKİLER
Köklerimiz ve Balkanlar arasındaki ilişkilere bir göz
attığımızda Balkanların, bölünmüşlük üzerine
kurgulanmış bir tarihe sahip olduğunu görmekteyiz.
Bölgedeki sosyal doku, sosyo-ekonomik yapı, onlarca
değişik ırk, kültürel ve linguistik arka plan sürekli
savaşan ayrışan, sınırları sıkça değişen bir coğrafyayı
tarih sayfalarına not düşmüştür. İşte böylesi bir bölgede huzuru ve refahı Osmanlı İmparatorluğu sağlamış,
16. Yüzyıldan itibaren başlayan sosyo-ekonomik
düzenlemelerle yaklaşık üç asır bu değişik ve farklı kültürleri milletleri, geniş kitlelerin gönlünü kazanmayı
başarmış, ortak bir gelecek için onları yanına çekmeyi
başarmıştır.
KÜLTÜREL BİRLİKTELİK
Hayatın her karesinde kendisini hissettiren kültür, aynı
zamanda insanın maddî ve manevî dünyasında her
'an'ın ifadesidir. Modernleşmenin değerlerini standardize eden törpüsü, küreselleşmenin 'öz'e ait ne varsa
bütün dünya değerleriyle hallaç edip harmanlaması...
Farklı bir süreci başlatmıştır. Küreselleşen, küreselleştikçe aynılaşan ve bir o kadar da sıradanlaşan bir
dünyayı, özlenilecek ve özenilecek bir noktaya
taşıyacak olan da kültürdür. Dolayısıyla, ekonomiden sanayiye, tarımdan hayvancılığa, siyasetten teknolojiye, sanattan diplomasiye kısaca hayatın her kesim
ve katmanına, ülkenin her kişi ve köşesine nüfuz eden
bir iksirdir kültür. Medeniyetlere beşiklik etmiş,
doğunun batısı, batının doğusu bu kavşak noktasında,
geçen bütün bu medeniyetlerin bıraktığı zenginliklerin
varisi olarak bizler dünyanın diğer noktasında yaşayan
insanlardan çok daha fazla şanslı aynı zamanda sorumluluğu daha da ağır olan bir köprüde bulunuyoruz. Bu
zenginliğin yaşatılması ve sorumluluğun ifası adına
kültürel çeşitliğimizin oluşturduğu gökkuşağının
güzelliği ve temsil ettiği bereketi de insanlığa sunmamız gerekiyor.
Osmanlılar, farklı etnisite, dil, dinî özelliğe sahip, birbirleriyle kanlı bıçaklı olan, Balkanlar'daki gruplara karşı iki
seçenek arasında seçim yapmak zorundaydılar. Ya herkesi kılıç zoruyla kendi çizgilerine getirmeye kalkışacaklardı ya da bir temel çerçeveye uyarak Balkan
milletlerini özelliklerini korumada serbest bırakacaklardı. Tarihin şahit olduğu bütün imparatorluklar gibi
Osmanlı'da bu ikinci yolu tercih etmiştir. Ancak
Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlar'da hâkim olmuş
diğer imparatorluklardan farklı olarak 2-3 asır bölgeye
gerçek huzuru yaşatmıştır.
Gerek köylü ve çalışan kesimine yönelik yaptığı devrim
niteliğindeki iyileştirmeler, gerekse padişahların Hıristiyan prenseslerle evlenmesi, soylu kesimin Osmanlıyla
62
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
KÜLTÜREL ÇEŞİTLİLİĞİNİN
TOPLUMSAL BARIŞA ETKİSİ
Ülkemiz, hatta dünyamızı; insanı sayısınca
renklerden oluşan sosyokültürel ve 'biyopsikososyal bir gökkuşağı' olarak görüyoruz. Bu
zaviyeden baktığımızdan; küreselleşmenin
körüklediği neoliberalizmin kimliksiz, tek tip
ve farklılıkları yok eden, insanlığı çatıştırma
tehdidine karşı bir duruş sergilemek; kültürel
çeşitliliği bir tehdit değil bir zenginlik olarak
görüp geliştirmek, birlikte yaşamayı bir
sanat olarak görmekten geçen, yeni ve
doğru kültür politikalarının oluşturulması
gerekmektedir.
Çok kültürlü bir toplumda kültürel hayatın
demokratik düzeyde yaşanması, en başta bu
farklı kültürlerin varlığının kabul edilmesi ve onlara
gelişimlerini sürdürebilecekleri imkân ve ortamları
oluşturmaya bağlıdır. Gelişmiş bir toplum olmayı,
'muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkmayı'
hedefliyorsak çok kültürlülük, çok kimliklilik ve
çoğulculuk gibi kavramları içselleştirerek onların neşvu nema bula-cakları iklimi oluşturmak zorundayız.
KÜLTÜREL ÇEŞİTLİLİĞİNİN TOPLUMSAL
BARIŞA ETKİSİ
Bir birinden güzel ve şirin devlet ve şehirleriyle
Balkanlar, birçok yerleşme kültürünün yeşerdiği büyük
bir cazibe merkezidir. Üst üste istif oluşturup bohçalanan uygarlıkların bu coğrafyada bıraktığı hazine
gelecekte bu toprakları görülmeden geçilmez bir
destinasyon yapacaktır.
Hepimizin bildiği gibi, evrensel demokratik yaklaşım,
kültürel çeşitliliği toplum ve bireylerin zenginliği olarak
görür ve bunu bir sanat olarak tanımlar. Böyle bir
yaklaşım, birlikte yaşama bilincini de besleyip geliştirecektir. Katı, statükocu anlayış ise 'ben en iyisiyim ve
benden başka iyi, doğru- güzel yoktur' yaklaşımıyla;
milliyetçilik adına ırkçılığa varabilecek bir düşünce ve
eğilimin zaman içinde palazlanıp yayılmasını özendirir
ve farklılıklar arasındaki köprülerin yıkılıp toplum
birliğinin uçuruma uçmasına neden olacaktır. Farklı
olanın zararlı görülüp köşe bucak saklandığı, inkâr edildiği, istenmediği ve ezildiği bir yapı yerine, farklılığın
paha biçilmez sosyokültürel zenginlik sayıldığı ve bu
yüzden korunup kollandığı çözüm ve girişimler, toplumun huzurlu geleceği açısından vazgeçilmez yapılanmalar olarak karşımızda durmaktadır.
Farklıkları ayrılık ve ayrımcılık olarak gören anlayış,
yıllarca huzur içinde ve kardeşçe yaşayan toplulukları
mezhepsel, kökensel ve bölgesel ötekileştirmelerle birbirinden uzaklaştırmış, medeniyetler çatışması kandırmacasına destek verircesine Balkanlar ve Anadolu'
muzun bu eşsiz dayanışma ve kardeşlik kültürünü üzülerek söylemeliyim ki- erozyona uğratmış ve yozlaştırmıştır.
KÜLTÜREL ÇEŞİTLİLİĞİN ÖNEMİ
Mekânı, insanı, florası ve faunasıyla bu ayrışmaya adeta
başkaldıran 'İstanbul anlayışı' bütün bu çabaları da
boşa çıkaracağı gibi, sadece farklı din ve etnik kökenler
arasında biraradalığı değil, aynı zamanda demokrasiyi
geliştirecek, onu bir yaşama biçimi olarak güçlendirip
kültürler arası birlikteliği de sağlayacak güce ve tecrübeye sahiptir.
ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK ve MEDENİYETLER
Arnold Toynbee, 1930'larda kaleme aldığı medeniyetler tarihi açısından klasikleşen A Study of History adlı
eserinde insanlık tarihinde yirmi altı medeniyetin
kurulmuş olduğunu, bunlardan on tanesinin bugün de
hayatiyetini sürdürmekte olduklarını, ancak bu medeniyetlerden dokuzunun, Batı medeniyetinin hegemonik etkisinin oluşturacağı ekonomi-politik düzen
karşısında zamanla buharlaşarak (annihilation) yok ya
da asimile olacağını iddia etmişti.(1)
Dini ritüellerinden mezhepsel ayinlerine, alışveriş
kültüründen yeme içmeye, düşünce ve felsefeden
sanat, edebiyat ve müziğe, komşuluk anlayışından
akraba sevgisine uzanan geniş ve renkli bir yelpazede
yaşam kültürümüzün omurga bileşenleriyle, TÜRKİYE
ve BALKANLAR HALISI'nı; nakış nakış, ilmek ilmek
birbirini tamamlayan, ayrılmaz, parçalanmaz bir hazinemiz olarak görüyoruz.
63
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Bunun üzerine Samuel Huntington 'Medeniyetler
Çatışması' tezini geliştirmişti.
merkezleri, marka alışkanlıkları, hayat ritimleri ve
(3)
biçimleri arasındaki iç içe geçmişliğin yansımalarıdır'
Daha önce tek medeniyetten bahseden Batılılar,
zaman içinde farklılıkları kabul etmek zorunda kaldılar.
Ancak, bu sefer de medeniyetlerin düşmanlık ve çatışma sebebi olacağı üzerinde durmaktan çekinmediler.
MEDENİYET MEKÂN ve KENTİN ÖNEMİ
Medeniyetler kültürlerin somutlaşmış ve
küreselleşmiş halidir. Bu özelliğin yansımaların en
güzel şehirler teşhir eder. Ünü ülkelerin bile önüne
geçmiş şehirler statik yönleriyle aslında çok mesaj verir,
tarihe çok önemli kayıtlar düşerler.
Fukuyama ve izleyenleri; 20. yüzyılın son çeyreğinden
itibaren gerek İslam, gerek Çin ve Hint medeniyet
havzalarında ciddi gelişmelerin gözlendiğini ileri
sürerken diğer taraftan Afrika, Latin Amerika gibi
medeniyetlerin hâlâ hayatiyetlerini sürdürdüğünü
ifade ediyor, ancak; bunu da insanların savaşacakları ile
ilgili noktaya çekiyor ve Huntington ile birlikte
“Medeniyet”gibi olumlu ve kurucu bir kavramı yıkıcı ve
çatışmacı bir eğilimin öznesi yapmaktan çekinmi(2)
yordu.
Nasıl ki; Mohenjo-Daro Aryan-öncesi Hind, Babil Mezopotamya, Pekin Çin, Atina Yunan, eski Kahire Mısır,
Persepolis İran, Roma Roma, Medine İslam, Konya
Selçuklu, İstanbul Osmanlı medeniyetinin sırlarını
mekânlarında barındırıyorsa, günümüz kültürlerini de
New York, Tokyo, Londra, İstanbul, Moskova, Paris
şehirleri üzerlerinde yaşatmaktadırlar.
MEDENİYETLER ÇATIŞTI MI?
SONUÇ
Söylenen ve bilinenlerin aksine medeniyetler tarih
boyunca varlıklarını sürdürmelerine rağmen çatışmanın katalizörü olmamışlardır. Tam aksine sayısal ve istatiksel olarak bakıldığında da medeniyetler arası çatışmalar, medeniyetler içi çatışmalara oranlandığında yok
denecek kadar az olduğu görülecektir.
“Dünya, ülke ve yöre barışına katkı sağlamak istiyorsak;
küresel düşünecek ve küresel aktörlerle işbirliği
imkânları araştıracak, bölgesel duyarlıklara dikkat
ederek yerel harekette öncü olacağız.
Çünkü medeniyetler insanlığın ortak birikimlerinin
ürünüdürler ve yaşanabilir bir dünyaya ciddi hazineler
bırakmışlardır.
Hâsılı, önyargı ve peşin fikirliliğin toplumu ve dünyayı
götüreceği uçurum gösterilerek geleceğimizin
güvence altına alınması için dinlerin, kültürlerin,
kökenin ve adetlerin birleştirici yönlerini ön plana
çıkarıp sahip çıkmak zorundayız.
Bu gün de 27 devletle kurulup sayısı kısa zamanda yüz
yirmileri aşan ve Başbakanımız Sn. Recep Tayyip
Erdoğan'ın eş başkanı olduğu 'Medeniyetler İttifakı
Projesi' bu düşüncenin bir ürünüdür.
Bir iş yapılmaya başlandığında aslında hiç de zor
olmadığı görülecektir. H.Ford'un da dediği gibi; “Zor iş,
zamanında yapmadığımız kolay işlerin birikmesiyle
oluşur. “
Çünkü Hind Brahmanları, Yunan sofistleri, İslam
âlimleri, modern entelektüeller dünyamızı daha renkli,
daha heyecanlı kılıyor. Aborjinlerden, Kızılderililere,
pigmelerden Afrika yerlilerine varan tipolojiler yeryuvarımızı gezip görülecek cazip bir mekâna dönüştürüyor. Asya, Avrupa, Afrika, Amerika hâsılı her kıta
dünya mozaiğimizin paha biçilmez parçasını oluşturuyor.
Yunus'ça bir çağrı ile;
"Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim, sevilelim
Bu dünya kimseye kalmaz.“
Dışişleri Bakanımız Prof. Dr. Sn. Ahmet Davutoğlu'nun
ifadesiyle:
'İnsanlığın ortak evrensel değerleri ile medeniyetlerin
kendi değer sistemleri arasındaki ilişki küreselleşme
sürecinin getirdiği aktarım hızı ve yoğun etkileşim ile
son derce renkli bir eklektik alan oluşturmaktadır. Batı
şehirlerinde artan Çin mahalleleri, yoga kursları ve
İslam kültür merkezleri ve camileri ile eşzamanlı olarak
Hint, İslam ve Çin şehirlerinde gözlenen Batı alışveriş
DİPNOTLAR
1) Arnold J. Toynbee, A Study of History, (Oxford University Press:N.Y.,1965),
vol.1, p.54.
2) Williams, John Alden, (1971), Themes of Islamic Civilization, Los Angeles:
University of California Pres, p.2-3.
3) Anayasa Mahkemesi Kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmadan
64
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Bulgaristan'daki Türk Azınlığı
Doç. Dr. İbrahim Yalımov
93 Harbinden sonra kurulan Üçüncü Bulgaristan
devletinin sınırları içinde oldukça kalabalık bir Türk
azınlığı oluşmuştur. Bunların belirli bir kesimi buralara
Osmanlılar'dan önce gelmiştir. Çoğunluğu ise Osmanlı
devletinin Balkanlar'ı fethinden sonra bu topraklara
yerleşmiştir. Söz konusu dönemde Anadolu'dan
Rumeli'ye sürekli bir göç akını başlamıştır. Ama daha
önceleri de buralara bazı Türkî grupların yerleştiği bir
gerçektir. Tarihsel kaynaklardan anlaşıldığı gibi, Türkî
kabileler Balkanlar'a daha IV yüzyılda gelmeye başlamış
ve VII yüzyılda göç daha da yoğunlaşmıştır. Bazı tarihçilerin kanısınca, Tuna Bulgar devletini kuran Otobulgarlar'ın bir kesimi Osmanlılar gelene kadar Türkî kimliliğini koruyabilmişlerdir. XI, XII yy. buralara birçok
Oğuz, Peçenek, Kıpçak boyları göç etmiştir. Daha bu
dönemde Güneydoğu'dan da bazı grupların Rumeli,
oradan da Balkanlar'a geçtiği anlaşılmaktadır. Bizans
imparatorunun kızı Anna Komnina'nın bildirdiğine
göre, Arda nehri boylarında, yani Kırçali bölgesinde
daha XII yy. belirli bir Türk grubu yaşıyormuş. XIII yy. 60'lı
yıllarında belirli bir zaman Dobruça'da konuklanan Sarı
Saltık grubundan hiç değilse bazılarının buralarda kaldığı zannedilmektedir. Öyle ki daha Osmanlılar gelmeden önce bugünkü Bulgar topraklarında belirli bir Türk
topluluğu bulunmakta imiş. Polonyalı dilciT. Kovalski ve
Mutafçiev gibi bazı Bulgar tarihçileri bu gerçeği vurgulamaktadırlar.
Bulgar toprakları Osmanlı toprakları sınırları içine
alındıktan sonra buraya yönelik Türk göçleri daha da
yoğunlaşmış. Herşeyden önce strateji önemi olan bölgelere askeri birlikler yerleştirilirmiş. Öte taraftan idareci, memur ve din görevlileri de yeni yerlerde göreve
başlamışlar. Bunlar yanlarında aile efradını ve hizmetkârlarını da getirmişler. Merkezi idare daha Murat
döneminde Anadolu'dan Rumeli'ye Yürük denilen
belirli kabileleri aktarmaya başlamış. Bunlar Trakya,
Rodoplar, Kuzeydoğu Bulgaristan ve diğer bölgelere
yerleşmişler. Daha önce buralara göç eden ve kimliğini
koruyan Türkler, İslâmiyeti kabul ederek kolonizasyon
yoluyla gelen Osmanlılara katılıyorlar. Böylece XVI yy.
Türk ve öteki Müslümanlar şehir ahalisinin çoğunluğunu oluşturmaya başlıyorlar. Buralarda yaşayan Türkler Anadolu ve Osmanlı İmparatorluğu'nun öteki bölgelerinde bulunan Türk milletinin bir kesimini teşkil
ediyordu. Kovalski'nin tesbitlerine göre, konuştukları dil
1
Osmanlıca'dan farklı değildi. Çek tarihçi K. İreçek'in de
belirttiği gibi, arada belirli lehçe farkı olsa da dilin
2
gramer yapısı ve lügat terkibi aynı idi.
66
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
93 Savaşı döneminde yüzbinlerce Türk yok
ediliyor, bir milyon da Rumeli'den çekilen
Osmanlı ordusuyla birlikte doğduğu toprakları
terk etmek zorunda kalıyorlar. Buna karşın
yeniden kurulan Bulgar devletinde önemli
sayılacak kadar Türk kalıyor. 1881 yılı nüfus
sayımına göre Prenslik Bulgaristan'da yaşayan
iki buçuk milyon ahalinin yüzde 26'sı Türk idi.3
Doğu Rumeli özerk ilinde ise Türkler ahalinin
yüzde 34,5'ni oluşturuyordu. Bazı illerde ahalinin hemen hemen tümü Türk idi. Örneğin,
Osmanpazarı ve Kurtbunar ilçelerinde Türkler
94%, Kırçali ilçesinde ise 98,8% idiler. 93 Savaşı'ndan sonra, hele de XX yy. Bulgaristan
Türkleri'nin sayısı durmadan değişiyor. Bir
yandan göç sonucu bu sayı giderek azalıyor,
bazı savaşların getirdikleri sınır değişikliği sonucu ise
çoğalıyordu. Örneğin, Üçüncü Bulgar devletinin
kuruluşundan on yıl kadar sonra bu devlet sınırları
içinde 569 720 Türk yaşıyordu. Bunlar tüm nüfusun
yüzde 17,2'sini oluşturuyordu. Ellili yılların ortalarında
Türkler'in sayısı 675 500'e çıkıyor, ama nüfus içindeki
oranları yüzde 9,6'ya düşüyor. 1992 sayımına göre, yani
en büyük ve zorunlu göçten sonra, Bulgaristan'da 800
052 Türk bulunuyor. Bunlar tüm nüfusun yüzde 9,44'nü
oluşturuyor. 2001 Martı'nda yapılan nüfus sayımının
verilerine göre, Bulgaristan Türleri'nin sayısı son iki
sayım arasında 42 bin kişi ile azalmıştır. Bugün Bulgaristan'da 758.000 Türk yaşamakta. Bunlar tüm nüfusun
yüzde 8,5'ni teşkil etmekte. Kırcali ve Razgrad illerinde
Türkler çoğunluktur. Şumen, Tırgovişte ve Silistre
illerinde de ahalinin üçte birinden fazlasıTürk'tür.
SAYI 17 - 18
kalmak istedi. Ayaklanma Hasköy ve Harmanli'den
gelen askeri birliklerin yardımıyla bastırıldı. Ama birkaç
zaman sonra Aytos bölgesinde benzeri bir ayaklanma
oldu. Sözkonusu dönemde en önemli direniş hareketi
Rodop köylülerinin hareketidir. Daha 93 Savaşı biter
bitmez 21 köy halkı kazan kaldırdı ve Osmanlı Devlet
sınırları içinde kalmak istedi.
Benzeri direnişler başka bölgeleri de kapsadı ve birkaç
yıl sürdü. Bu nedenle Türkiye ile Bulgaristan arasında 5
Nisan 1886'da imzalananTophane Antlaşması gereğince Kırcali ve Rupços bölgeleri Osmanlı Devletine bağlı
kaldılar. Bulgaristan bu bölgeleri ancak Balkan Savaşın'da (1912) ele geçirebildi.
BulgaristanTürk azınlığı giderek içinde bulunduğu yeni
politik ve sosyo-ekonomik ortamla uyum sağlama
zorunda olduğunu anladı. Yeni koşullara göre bir azınlık topluluğu olarak örgütlenip kurumlaşmaya başladı.
1878 Berlin Antlaşması ve 1879'da onaylanan Tırnovo
Anayasası ona bu alanda belirli olanaklar sağladı. Berlin
Konferansı'na katılan Avrupa devlet temsilcileri Bulgaristan'da çeşitli etnik ve dinsel topluluklarının yaşadığını gözönünde bulundurarak imzaladıkları antlaşmanın 4. maddesinin 2. fıkrasında gerek Prensin seçiminde, gerek Bulgaristan anayasasının hazırlanmasında
azınlıkların, bu arada Türk azınlığının “hak ve çıkarları
gözetileceği” vurgulanıyordu. Anlaşmanın 5. maddesi
azınlıkların hak ve özgürlükleriyle ilgili somut ilkeler
koymuştu. Bu maddeye göre, Bulgaristan'da din ve
mezhep ayrımı gözetilemez. Azınlıklar, tıpkı Bulgar
çoğunluğu gibi bütün medeni ve siyasal haklardan
yararlanırlar. Devlet görevlisi olabilirler, istedikleri mesleği veya sanatı seçebilirler. Bulgar hükümeti azınlıklara
din ve ayin özgürlüğü sağlamakla yükümlüdür. Aynı
dinden olan azınlıklar kendi dini ve toplumsal
4
örgütlerini kurabilir ve dini liderlerini seçebilirler.
93 Savaşı sonucunda Bulgar devleti yeniden kurulunca
sözkonusu bu topluluk Osmanlı İmparatorluğu sınırları
dışında kaldı. 1908'de Bulgaistan bağımsızlığını ilan
ettikten sonra bura Türkleri Osmanlı Devleti'nden ve
dolayısıyla Türk ulusundan hiç değilse hukuksal
bakımdan koptu. Kültürel ve manevi bakımdan Türk
ulusu ile ilişkileri sürdürse de artık yeni bir politik ve
sosyo-ekonomik ortamda yaşamaya başladı. Yeni Türk
azınlığının yaşamını ve kaderini çok radikal biçimde
etkiledi. Şöyle ki, Bulgaristan her alanda Avrupalılaşmaya başladı. Hukuk yapısı, politik sistemi değişti.
Avrupa saat ayarı, arşın yerine metre, okka yerine
kilogram gibi ölçüler uygulanmaya başladı. Tatil günü
cumadan pazara aktarıldı. En önemlisi de Türk azınlığı
yabancı bir ulusun egemenliği altına düştü.
Böylesine değişik ortamı Bulgaristan Türkleri ilk yıllarda
yadırgadı. Bu nedenle belirli bir kesimi Türkiye'ye göç
etti. Diğer bir kesimi de direnişe geçti. Önce 1880
Şubatı'nda Kırcali bölgesi ayaklandı. Bura ahalisi Doğu
Rumeli Özerk İli'ne katılmayı reddedip bağımsız
67
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Böylece Berlin Antlaşması Türk azınlığının medeni ve
siyasi haklarının hukuksal temelini oluşturdu. Daha
sonra Prenslik Bulgaristan'ınTırnovo Anayasası adı verilen Anayasası ve Doğu Rumeli Özerk İli'nin Kurumsal
Tüzüğü hazırlanırken Berlin Antlaşması'nın içerdiği
ilkeler belirli ölçüde gözönünde bulundurulmuştur.
Tırnovo Anayasası'nı onaylayan Kuruluş Meclisi'nde 11
Türk milletvekili bulunuyordu. Bunların da katılımıyla
ve özellikle Liberal Parti milletvekillerinin çabaları
sonucu oldukça demokratik nitelikte bir anayasa oluşturulmuştur. Dolayısıyla azınlıklara da belirli hak ve
özgürlükler sağlanmıştır. Her şeyden önce yurttaşlar
arasında eşitlik ilan edilmiştir. (m. 57). Din ve ayin
özgürlüğü Anayasa kapsamına alınmıştır. 42. madde
gereğince dini azınlıkların, Bulgar yasaları doğrultusunda, özliderleri tarafından yönetilmesi hükme
bağlanmıştır.
SAYI 17 - 18
Türk azınlığı içinde bulunduğu yeni sosyo-politik
ortamda etnik, kültürel ve dinsel kimliğini koruyabilmesi için özel çabalar harcamak zorunda idi. Buna
giden tek yol topluluğun kendi arasında ilişkileri geliştirmek, birleşmek ve kurumlaşmaktı.
Önde duran başlıca görev, etnik kültürü canlandırıp
geliştirmekti. Böylesine bir sorun, ancak Türkiye'de
gelişmekte olan kültürden yararlanarak yerli kültüre
gelişme olanakları sağlamakla çözülebilirdi.Türk aydınları zamanın gündeme getirdiği bu gereksinimlerin
bilincine vararak eski eğitim ve dini kurumları canlandırmaya ve yeni dernekler kurmaya başladılar.
Kültür ve eğitim alanında en önemli kurum okullardı.
Tanzimat döneminde, hele de Mithat Paşa'nın Rusçuk
valiliği döneminde, bugünkü Bulgar topraklarında yeni
yeni okullar açılmıştı. Tüm kasaba ve büyük köylerde
sıbyan okulları bulunuyordu. Şumnu gibi büyük
şehirlerde rüştiyeler açılmaya başlamıştı.
İşte bu yasal haklardan yararlanarak Türk azınlığının
temsilcileri ülke yönetimine katılmaya başladılar. Belirtildiği gibi Prenslik Bulgaristan'ın Parlamentosu'nda ve
Doğu Rumeli Meclisi'nde Türk milletvekilleri bulunuyordu. Gerçi merkez yürütüm organlarında Türkler'e
yer verilmiyordu. Ama ilçe yürütüm kurullarına Türk
temsilcileri de katılıyorlardı. Dragan Tsankov hükümeti
döneminde (1883) Türkler'in yoğun olduğu ilçelerde,
bu azınlığın temsilcileri kaymakam yardımcısı görevine
atanmışlardı. Güney Bulgaristan'da Kırcali ve
Rupços'tan başka Aytos kaymakamı da Türk asıllıydı.
Birçok köy muhtarı daTürk'tü.
93 Savaşı esnasında öğretim düzeni bozulmıştu. Okulların hemen hemen tümü kapanmış, okul binaları kışla,
depo, tiyatro salonlarına veya postahaneye dönüştürülmüştü. Ama savaştan 5-6 yıl sonra okullar yeniden
açılmaya ve okul ağı genişletilmeye başlandı. Bulgaristan istatistiklerine göre 1894-95 öğretim yılında 1300
ilkokulda 72 582 Türk öğrencisi okuyordu. 16 rüştiyede
5
(orta okulda) da 554 öğrenci bulunuyordu.
1885'te yürülüğe konan “Kamu ve Özel Okullar Yasası”
ileTürk okullarının faaliyeti yasal temele oturtuldu.Yasa
1891 ve 1909 yılında yenilense de genel hükümleri
yürürlükte kaldı. Öğretim yasası özel ve tüzel kişilere
Eğitim Bakanlığı'nın izni ile özel okullar açma hakkı
tanıyordu. Türk okulları işte bu madde gereğince eğitimi sürdürdüler. Onlara özel okul statüsü tanındı.
Böylece okullarımız belirli bir özerklik elde ettiler. Eğitimi kendi başlarına düzenleyip yürütüyorlardı. Ama
tüm özel okullar gibi Türk okulları da Bulgar Eğitim
Bakanlığı'nın denetimi altında bulunuyordu. Bakanlık
gereken yasal hükümleri uygulanmadığı kanaatına
varınca, özel okulları kapatabiliyordu. 1909'da onaylanan yasaya göre, Bulgar dili, tarihi ve coğrafyası
zorunlu ders durumuna getirildi ve daha sonra bu
derslerin Bulgarca okutulması hükme bağlandı.
Ne ki Berlin Antlaşması veTırnovo Anayasası hükümleri
Türkler'in ekonomik, özellikle mal-mülk haklarını
tamamen güvence altına alamadılar. Gerçi Berlin Antlaşması'nın 12. maddesine göre, Prenslik Bulgaristan'dan göç eden Türkler taşınamayan mallarını
koruyabilecek veya kiraya verebileceklerdir. Ama
uygulamada bu madde hükmüne sadık kalınmadı.
Geçici Rus yönetimi de, onu izleyen Bulgar hükümetleri
de Türkler'in topraklarına el koyma olaylarının önünü
almak istemediler. Bulgar köylüleri hele de Trakya ve
Makedonya göçmenleri savaş yıllarında yurtlarını terk
edenlerin topraklarına el koyuyor ve giderek bunların
sahibi oluyordu. 1880'de onaylanan bir yasa bey ve
çiftçilerin topraklarını on yıl işleyenlere çok az bir para
karşılığında bu topraklara sahip olma hakkı tanıdı.
93 Savaşını izleyen 15-20 yıl içinde Türkler'in sahip
olduğu toprakların çoğunu Bulgarlar “satın” aldı. Böylece Bulgaristan'ın işlenir toprağının dörtte biri el değiştirdi. Bu dönemde geleneksel zanaatların çöktüğü
de gözönünde bulundurulursa Türkler'in ekonomik ve
sosyal durumunun ne kadar kötüleştiği tahmin
edilebilir.
Bulgar yasaları gereğince özel okullar devlet okullarıyla
eşit kabul edilmiyordu. Türk rüştiyelerinden mezun
olanların diplomaları tanınmıyordu. Devlet, Türk
öğretmenlerine bazı belirli dönemler dışında maaş ve
emekli maaşı sağlamıyordu.
68
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
XX yy. başlarına kadar Türk okullarında eski öğretim
sistemi ve metotları uygulanmaya devam etti. XX yy.
başlarında öğretim ve eğitim sistemi yenileştirme
eğilimi güçlendi. Tutucu çevrelerinin direnişine rağmen sınıf sistemine geçildi, tek müfredat programı uygulama denemelerinde bulunuldu. Öğretmenler Derneği'nin 1907'de Rusçuk'ta toplanan kongresinde müfredat programı ve okul kitapları sorunu ele alındı. Sözkonusu yenilikle ulaşılmak istenen başlıca amaç, öğretimi pedagoji biliminin ilkeleri temeline oturtmak, dünyevi ve dini dersler arasında daha tutarlı bir denge kurmak, kısaca okur-yazar gençler yetiştirmekti. Gerçekten
de bu doğrultuda belirli adımlar atıldı. Özellikle rüştiyelerde dünyevi derslere daha geniş yer veriliyordu.
SAYI 17 - 18
yürüttüler. Talimatname yalnız Müslüman cemaatinin
çalışmalarını konu edinen ilk başlı başına bir devlet
belgesidir. O, Müslüman cemaatinin yönetim sistemini,
encümenlik ve müftülüklerin görev ve yetkilerini belirlemektedir. Kısaca bir yönetim yapısı ve mekanizması
oluşturmaktadır.
Eğitimin gelişmesinde 1906 tarihinde kurulan Muallimini İslamiye Cemiyeti önemli rol oynadı. Geçen yüzyılın 20'li yıllarında onun BulgaristanTürkleri'nin başlıca
ve en ilerici örgütü durumuna geldiğine tanık oluyoruz. Bu dönemde Türk Öğretmenler Birliği adını alan
dernek ulusal bilincin pekişmesi ve Atatürk devrimlerinin Bulgaristan'da da uygulanması doğrultusunda
çabalar harcadı.
Kültür kurumları arasında Türk basını da önemli yer
almaktadır. Basın tarihimizin kökenleri Osmanlı dönemine kadar uzanmaktadır. İlk Türkçe gazete, “Tuna”
1865'te yayın hayatına başlamış ve 1877 yılına kadar
çıkmıştı. 1865'ten 1985'e kadar Bulgaristan'da Türkçe
173 gazete ve dergi yayınlanmıştır.
Basın Türkçülüğün yayılmasında, etnik kültürün
gelişmesinde önemli rol oynadı. Tüm gazeteler kültür
sorunlarına önemli yer ayırıyor, özel sahifelerinde şiir ve
hikayeler yayınlıyodu. Bu dönemde politik partilerin
yayın organlarına seyrek rastlanmaktadır. Ancak
“Sebat” (1894-95) Bulgaristan'daki Liberal Parti'nin
görüşlerini savunuyordu. 1910 yılında da Bulgar İşçi
Sosyal-Demokrat Partisi “Tütüncü Amele Gazetesi”ni
yayınladı. Öte yandan “Resmi Gazete” de 1879'da
Türkçe yayınlanmaya başlandı.
1909 İstanbul Protokolü'ne ek ve 1913'da imzalanan
Bulgar-Türk Antlaşması'na ek “Müftü Sorunuyla İlgili
Sözleşme” dini teşkilat, müftülükler, cemmat-ı İslamiye,
vakıflar ve şeriat mahkemeleriyle ilgili yeni hükümler
getiriyor, dini hakları ve kurumları daha sağlam temellere dayandırıyordu. Bulgaristan, Müslüman dolayısıyla
Türk azınlığının hak ve özgürlüklerini güvence altına
almayı yükümlenmişti. Türk okullarının giderleri devlet
bütçesince karşılanacaktı. Vakıflar, İslam-Türk eserleri
korunacaktı. En önemlisi, bu antlaşmalar izmalandıktan sonra Türk azınlığı sorunu ve kurumları Bulgaristan'ın iç işi olmaktan çıkmıştı. Türkiye'ye bu konuda söz
hakkı tanınmıştı. Öte taraftan müftülükler Türk azınlığının özel kurumları olarak ele alınmıştı. Başmüftülük
bu azınlığın başlıca temsilcisi olarak görülüyordu.
Aslında müftülükler dini işlerle birlikte dünyevi işleri de
görüyordu. Okullar, vakıflar ve yargı kurumları onların
yönetiminde bulunuyordu.
23 Mayıs 1919'da onaylanan “Bulgaristan Müslümanları Müessesat-ı Diniyye İdare ve Teşkilat Nizamnamesi”
tüm önceki sözleşmelerde yer alan halkları kapsıyor ve
yürürlüğe koyuyordu. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları
arasındaki dini kurumlar işte bu tüzük doğrultusunda
faaliyet gösterdiler.
Aynı zamanda BulgaristanTürk azınlığı dini temel üzere
de kurumlaştı. Dini kurumlar Türklerle birlikte öteki
Müslüman azınlıkları da kapsamaya devam ettiler. Bu
kurumların çoğu Osmanlı döneminden kalmaydı.
Ekrem Hakkı Ayverdi'nin bildirdiğine göre, Osmanlı
döneminden 2356 cami ve mescid, 174 tekke ve zaviye,
6
142 medrese, 400 vakıf vb. kalmıştır.
Bulgaristan ile Türkiye Cumhuriyeti arasında 1925'te
imzalanan Dostluk Antlaşması ve Ek Protokol Türk azınlığının dini ve kültürel kurumlarının çalışma olanaklarını daha da genişletti. Ek Protokole göre, her iki hükümet, azınlık haklarının korumasıyla ilgili Neully Antlaşması'nda yazılı hükümlerin tümünden Bulgaristan
uyruğu Müslüman azınlıklarını ve Lozan Antlaşması'
nda yazılı hükümlerin tümünden Türkiye'de oturan
Bulgar azınlığını yararlandırmayı karşılıklı olarak
yükümlendiler.
Gerçi 93 Savaşı yıllarında bunların çoğu dağılmış ve
faaliyetlerini durdurmuştu. Ama savaşı izleyen yıllarda
çoğu yeniden canlandırılarak yeni koşullara uygun
biçimde çalışmaya başladılar. Dini kurumlar savaş
sonrası başlıca 15 Eylül 1895 tarihli 63 No'lu Prens iradesiyle onaylanan “Müslüman İdare-i Ruhaniyelerine
Dair Muvakkat Talimatname”ye yaslanarak faaliyet
69
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Bu antlaşmada 1909 ve 1913 sözleşmelerinde olduğu
gibi, Müslümanlar'dan veya Müslüman azınlıklardan
sözedilmekte. Gerçi bundan yararlanarak totaliter
sosyalizm döneminde ve özellikle zorla ulusal kimliği
değiştirme kampanyası esnasında iktidar çevreleri ve
bazı tarihçiler, Bulgaristan'da hiçbir zaman Türk azınlığı
bulunmadığını ileri sürdüler. Ama aslında o dönemde
“Müslüman” ve “Türk” adları eşanlamda kullanılıyordu.
Zira din hala başlıca tarihsel, kültürel, psikolojik ve
töresel bir belirleyici ölçüt olarak niteleniyordu.
SAYI 17 - 18
olarak nitelendiriliyordu. 1947'de yürürlüğe giren
Anayasa'nın 79. maddesinde şöyle deniyor: “Ulusal
azınlıklar, Bulgarca'yı öğrenme şartıyla ana dillerinde
öğrenim görme ve ulusal kültürlerini geliştirme hakkına
sahiptirler”.
Gerçekten 50'li yıllarda eğitim ve kültür alanında
önemli adımlar atıldı. Türk okullarının sayısı arttı. 1156
okulda, 105 000 öğrenci eğitim görüyordu. Bu arada
sekiz lise, üç öğretmen okulu açıldı. Sofya Üniversitesi'nin üç fakültesinde Türk şubeleri oluşturuldu. Üç
Türk tiyatrosu çalışmaya, birkaç gazete yayına başladı.
Eğitim ve kültür düzeyinin yükselmesiyle birlikte
Bulgaristan Türkü'nün ulusal bilinci de pekişti. İşte bundan tedirgin olan totaliter rejim Türk azınlığı konusundaki politikasını değiştirmeye yöneldi. Bulgaristan
Komünist Partisi (BKP) Merkez Komitesi'nin (MK) 1958
kararları gereğince Türk azınlığının hakları kısıtlanmaya
başlandı. Her şeyden önce okullarımız “Türk ulusçuluğunu yayan birer ocak” ilân edilerek kapatıldı. Gerçi
MK'nin onayladığı kararlarda Bulgaristan Türkleri
“sosyalist bir ulusal azınlık” olarak niteleniyordu. Ama
aynı zamanda bu azınlığın “burjuva Türk ulusu” ile
8
herhangi bir ilişkisi olmadığı iddia ediliyordu.
Bulgaristan Türkleri hele de 20'1i yıllarda bir azınlığa
özgü tüm belirtilere sahiptiler. İşte bu nedenle Bulgar
hükümeti Neully Antlaşması'nda yazılı olan azınlıkları
korumaya ilgili tüm hükümlerden Türk azınlığını yararlandırmayı yükümlendi. Onlara Bulgarlar ile eşit siyasi,
yurttaş ve dini haklar tanıdı. Din, dil, yayın vb. özgür7
lükler vaadetti.
1925 yılı Antlaşması ve Ek Protokol'de yazılı bu haklar
iki dünya savaşı arasında zaman zaman iktidara gelen
otoriter rejimlerce oldukça kısıtlandı, tamamen uygulanmadı. Buna rağmen Türk azınlığı okullarını, dini ve
hayır kurumlarını yaştabildi. Dahası da var, 20'li yıllarda
Türk Öğretmenler Birliği'ni çağın koşullarına göre
yeniledi ve ulusal ilkeler temeline oturttu. Öte taraftan
“Türk Kültür ve Spor Dernekleri Birliği-Turan”tipinde yeni
örgütler oluşturuldu. “Çiftçi Bilgisi”, “Ahali', “ Deliorman',
“Rehber”,“Ziya”gibi yeni gazeteler yayın hayatına atıldı.
Benzeri dernek, örgüt ve kurumlar 19 Mayıs 1934 tarihinde gerçekleştirilen hükümet darbesine kadar
oldukça düzenli çalışmalarda bulundular. Bu çabalar
sonucu 20'1i yıllarda önemli bir kültürel atılım sağlandı.
Özellikle Bulgar Çiftçi Birliği Hükümeti'nin iktidarda
bulunduğu (1919-1923) yıllarda birçok yeni okul açıldı.
Şumnu'daki “Nüvvab”ın lise (tali) bölümü işte bu yıllarda çalışmaya başladı. 1918'da öğretime kapılarını açan
öğretmen Lisesi - Darü'l-Muallimin de dolu dizgin çalışmaya basladı.Tüm okullarda Eğitim Bakanlığınca onaylanan müfredat programları uygulanmaya ve belirli
ders kitapları kullanılmaya başladı, Öğretmenler Birliği,
öğretmenlerin pedagojik hazırlığını geliştirebilmek
için özel kurslar düzenledi. Böylece öğretim düzeyi bir
hayli yükseltildi, öğretim ve kültürel çalışmalar Bulgaristan Türkleri'nin ulusal bilincinin gelişip pekişmesinde çok önemli rol oynadı.
İlk zamanlarda bu sözüm ona teoretik temele dayanarakTürk ulusundan ayrı birTürk topluluğu oluşturma
amaçlandığı izlenimi yaratıldı. Ama giderek Bulgar
ulusuyla“birleşme”politikası uygulanmaya başlandı. Bu
politikanın özü, azınlıkların ulusal kimliğini yavaş yavaş
ortadan kaldırmaktı. Okullardan sonra bazı gaze-teler
de kapatıldı. Folklor grupları, Türk halk türküleri yerine
Bulgar türküleri söylemeye başladı. Türkçe'ye suni
olarak Bulgarca deyimler sokuldu. Töre ve geleneklerimizi sözüm ona sosyalist törelerle değiştirme
yeltenişinde bulunuldu. Pomaklar'ın adları değiştirilmeye başlanıldı. Bununla birlikte Bulgaristan Türkleri'nin bir ulusal azınlık olmadığı tezi de ortaya atıldı.
Totaliter rejim Bulgaristan Türkleri'nin oy ve desteğini
kazanarak belirli bir sosyal temel oluşturmak zorundaydı. İşte bu iç ve diş faktörlerin etkisiyle 40'lı yılların
ikinci yarısında azınlık haklarını kısıtlayan yasa ve
yönetmelikler kaldırıldı. Eski hakları geri çevirmekle
birlikte azınlıklara, bu aradaTürk azınlığına da, bazı yeni
haklar verildi. Resmi devlet yasa ve Komünist Parti
belgelerinde Bulgaristan Türkleri bir “ulusal azınlık”
70
Komünist Partisi'nin bu yeni politikası Bulgaristan
Türkleri arasında tepkiler uyandırdı. 312 000 küsür kişi
Türkiye konsolosluklarına dilekçe göndererek göçmek
istediklerini bildirdiler. Bazı bölgelerde direniş grupları
oluşturuldu. Nevrokop bölgesinde direnişe geçen
Pomaklarla güvenlik güçleri arasında çarpışmalar oldu.
Bu durum karşısında totaliter rejim geçici olarak bir
adım geri çekilmek zorunda kaldı. Türklerin bazı hakları
geri çevirildi.Türk dili öğrenimi zorunlu kılındı, bazı yeni
gazeteler yayınlanmaya başlanıldı, Bulgaristan Türk
topluluğunun azınlık statüsünü koruduğu resmen
bildirildi. İktidardaki Komünist Parti'nin MK 1958 Ekim
toplantısında onaylanan kararlarında“Ülkemizdeki Türk
ahalisi bir ulusal azınlıktır ve gelecekte de bir azınlık
9
olarak gelişecektir”denmekte.
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Ne ki bu politika uzun sürmedi. 60'lı yılların sonlarında
Komünist Parti yönetimiTürk azınlığını yavaş yavaş eritme politikasını benimsedi. 70'li yıllarda okullarda Türkçe okutulmaz oldu. Türkçe kitap yayınına son verildi.
Türkçe gazetelerin çoğu kapatıldı. Yayın hayatına devam eden “Yeni Işık”gazetesi ile “Yeni Hayat”dergisinde
yayınlanan yazıların üçte ikisi Bulgarca'ydı. İşte bu
dönemde “Türk azınlığı” deyimi tamamen kullanılmaz
oldu. 1969 Akraba Göçüyle ileri ilgi görüşmeler esnasında Bulgaristan Dışişleri Bakanı İvan Başev ülkemizdeki Türk topluluğunun bir ulusal azınlık olarak nitelemeyeceğini ileri sürdü.
SAYI 17 - 18
çıkan Demokratik İnsan Haklarını Koruma Birliği
Bulgaristan Türkleri'ni örgütleme çabalarında bulundu
ve bu azınlığın durumunu ve isteklerini dünya kamuoyuna, uluslararası kurumlara bildirdiler. 1989 ilkbaharında ülkede ve dünyada totaliter sosyalist düzen
bunalıma girince Türkler'in direnişi yığınlaşarak etkin
bir güç durumuna geldi. Açlık grevlerine, hele de
miting ve gösterilere onbinlerce insan katıldı. Giderek
azınlık haklarını savunmakla birlikte hareket, rejimin
demokratikleşmesini de amaçlamaya başladı. Böylece
rejimin değiştirilmesi uğrunda savaşım veren demokratik hareketle bütünleşti.
İşte bu ortak savaşın sonucunda 1989 Kasımı'nda
Todor Jivkov ve grubu iktidardan uzaklaştırıldı ve ülke
demokratikleşme dönemine girdi. Bu dönemde Türkler'in başlıca beklentisi totaliter rejimin getirdiği antidemokratik kurum ve kısıtlamaların bir an önce
ortadan kaldırılması ve özellikle “soya dönme” adı verilen asimilasyon sürecine son koymaktı. Ama iktidara
gelen yeni yetkililerin hemen hepsi T. Jivkov'un yakın
çevresindendi. Bunlar asimilasyon politikasının yürütülmesine aktif olarak katılmış oldukları için bu politikanın değiştirilmesinde acele etmiyor, çekimser davranıyordu. Bu durum karşısında Türkler ve öteki
Müslümanlar yeniden harekete geçti. Sofya, Kırcali,
Gotsedelçev, Madan ve diğer şehir ve kasabalarda
mitingler ve gösteriler düzenlendi. Aralık sonlarında
Türk ve Müslüman bölgelerden büyük bir grup
başkente gelerek açlık grevine başladı. Direnişe
katılanlar insan hak ve özgürlüklerini, bu arada Türk
isimlerinin iade edilmesini, ana dillerini konuşma ve
din özgürlüğü istiyordu. Ülkede etnik gerginlik giderek
artıyor ve iç savaş tehlikesi doğuyordu. Bunu gören
Komünist Partisi Merkez Yönetimi 29 Aralık 1989 tarihli
toplantısında “Türk ve Müslümanlarla İlgili Politikada
Hataları Düzeltme” kararı almak zorunda kaldı. Zorla
kimlik değiştirme girişimleri kınandı. Azınlıklara eski
adlarını ve dillerini kullanma hakkı, din özgürlüğü
tanındı. Aynı gün Devlet Konseyi ve Bakanlar Kurulu
ortak toplantılarında bir bildiri kabullenerek ad seçme,
ana dilini kullanma ve dini özgürlükleri kısıtlama
girişimlerini yasadışı olarak niteledi ve Parlamento'yu
tüm siyasi suçluları afa davet etti.
Neden olarak, bu topluluğun uluslararası hukukun
azınlıklara verdiği haklardan daha geniş haklara sahip
olduğu ortaya atılıyordu. Gerçekte ise Bulgaristan
Türkleri'nin Türkiye Cumhuriyeti'nden ve Türk ulusundan kopararak bir küçük topluluk gibi gösterip önemini
azaltma amaçlanıyordu. İşte bu amaçla “Türk ahalisi”,
“Bulgar Türkleri”, “Türk asıllı Bulgar vatandaşları” gibi
çeşitli deyimler ortaya atıldı. Zaman zaman bu topluluğun Bulgar ulusu içinde bir etnograf grup olduğu
iddia ediliyordu. Böylece Bulgaristan Türkleri'nin ulusal
özellikleri, kendine özgü kültürü, dili, dini ve töreleri
olduğu gerçeyi göz ardı edilmek isteniyordu. Benzeri
sözümona bilimsel teorilerle etnik bakımdan monolit
bir Bulgar ulusu bulunduğu tezini ortaya atabilmek için
zemin hazırlanıyordu. Nitekim 80'li yılların ortalarında
Bulgaristan'da Türk asıllı vatandaş bulunmadığı, Türküm diyenlerin aslında Osmanlı döneminde Türkleştirilmiş Bulgar olduğu idia edilerek zorla ad değiştirildi.
Daha 1985'te Türkler ad değiştirme ve genellikle
asimilasyon politikasına karşı direnişe başladılar. Kırcali
ilinin Mestanlı kasabasında, Benkovski ve Kirkovo
köylerinde, İsliven'in Yablanovo ve Nojarevo köylerinde, Tırgovişte ilinin Krepçe ve Golyamo Gradişte
köylerinde ve başka yerlerde gösteri ve mitinglere katılanlar ile polis ve ordu güçleri arasında kanlı çarpışmalar oldu, birçok Türk şehit düştü. Zorla ad değiştirme
kampanyasını izleyen yıllarda birçok bölgede kırktan
fazla illegal örgüt veya grup direnişi sürdürdü.
Bunlardan Bulgaristan'da Türk Milli Kurtuluş Hareketi,
Uzun Kış grubu ve 1988 sonlarında legal olarak ortaya
Bu ilk demokratik girişimler Türk ve öteki etnik ve dini
topluluklarca coşku ile, Bulgar şövinistleri, komünist
parti ve devlet bürokrasisi tarafından ise tepki ile
karşılandı. Bunlar zorla ulusal kimlik değiştirme politikasının devam etmesini istiyordu. Parti elemanları ve
bunların desteğiyle kurulan aşırı sağcı ve şöven partiler
gösteri, miting ve grevler düzenleyerek etnik toplulukların haklarının iade edilmesine engel olmaya yeltendiler. Mitinglerde “Bulgaristan, Bulgarların”, “Türkler
Türkiyeye”sloganları atılıyordu.
71
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Oysa zorla ulusal kimlik değiştirme politikası tamamen
iflas etmişti. Bu politika sonucu Bulgaristan Türkleri'nin
ulusal bilinci, yok olmak şöyle dursun, daha da
güçlendi, ulusal duygular iyice şahlandı. Türkler öz
kültürüne, dil, din, gelenek ve törelerine daha büyük bir
içtenlikle sarıldı.
SAYI 17 - 18
Bizler de seçme ve seçilme hakkından yararlanarak
toplumsal yaşama örgütlü olarak katılmaya başladık.
Hak ve Özgürlükler Haraketi 1990 Haziranı'nda yapılan
Büyük Halk Meclisi seçimlerinde 418 000 oy alarak 23
milletvekiliyle ilk olarak Parlemento'ya girdi. 2001
Parlemento seçimlerinde HÖH listesinden 21, 2005
seçimlerinde ise 33 milletvekili seçildi. Bu, ona seçimler
sonucunda hükümet ortağı olma olanağı sağladı. 2009
Parlamento seçimlerinde HÖH milletvekili sayısını
37'ye çıkardı. Bugünedek Cumhurbaşkanları ancak
HÖH desteği ile seçilebilmektedirler. Parti yerel
yönetime de etkin biçimde katılmaktadır.
Demokrasiye geçişle birlikte azınlık haklarını sağlama
doğrultusunda belirli adımlar atılmaya başladı. Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi Aralık 1989
tarihli oturumunda onaylanan kararname ve onu izleyen Parlamento Bildirisi ile Bulgaristan'da azınlıkların
bulunduğunu endirek olarak kabullendi. Bulgaristan
daha totaliter rejim zamanında BMT İnsan Hakları
Bildirisini, UluslararasıYurttaş ve Siyasi Haklar Bildirisini,
Avrupa Zirve toplantılarının nıhai belgelerini onaylamıştı.
Ne ki Bulgaristan Türkleri'nin iktidar kademelerinde
temsili ve özellikle kendi toplumuyla ilgili kararların
oluşturulup onaylanma sürecine katılma sorunu teoretik açıdan dahi çözümlenememiştir. Anayasanın 11.
madde ve 4. fıkrası Bulgaristan'da etnik ve dinsel temel
üzere parti kurmayı yasaklamaktadır. Öte taraftan
Parlamento'da bulunan milletvekillerine öz toplumlarının etnik ve kültürel kimliklerini koruyup geliştirmeleriyle ilgili serbestçe öneri sunma olanağı sağlanmamıştır.
Uzun tartışmalardan sonra Bulgaristan Parlamentosu
1999'da Ulusal Azınlık Haklarının Savunılmasıyla ilgili
Çerçeve Antlaşmasını onayladı. Bu Antlaşma etnik
topluluklara mensup yurttaşlara kimliklerini koruma
özgürlüğü getiriyor. Antlaşmayı onaylayan devletlere
azınlık durumundaki yuttaşlarına kültürlerini, dil, din ve
geleneklerini koruyup geliştirme olanağı sağlamalarını, ırk ve etnik ayrımcılığını yasaklamalarını öneriyor.
Dini haklar konusunda da benzeri bir çelişkiyle karşılaşmaktayız. 1991 Anayasası evrensel hukukun öngördüğü düşün, vicdani özgürlüğü ve din seçme hakkına
(m. 37, f. l) ve dinin devletten ayrılması (m. 13) gibi
önemli hükümlere yer vermektedir. 2002'de onaylanan
Dini Cemaatlar Yasası, bu cemaatlerin haklarının temel
hak olduğunu (m. 2, f. l), dini inanç oluşturma ve seçme
özgürlüğünü ilan etti, mahkeme siciline geçmiş olan
dini cemaatlere lise düzeyinde okul ve yüksek okullar
açma hakkını tanıdı (m. 3, f. 6, 7).
Azınlık haklarının tanınıp yasallaşmasında 12 Temmuz
1991'de onaylanan yeni Anayasa, önemli rol oynadı.
Kuşkusuz, bu Anayasa geçmiş dönemin izlerini taşımakta, bazı demokrasiyle tam olarak uymayan hükümler de içermekte. Ama genel olarak politik sistemin ve
dolayısıyla toplumsal yaşamın giderek demokratikleştirilebilmesi için hukuksal temeli oluşturmaktadır.
Her şeyden önce temel insan hak ve özgürlükleri anayasal temele oturtulmakta. Bu konularda evrensel
hukuka öncelik tanınmakta. Anayasaya hükümlerinin
belirli bir kesimi doğrudan veya dolaylı olarak başlıca
azınlık haklarını güvence altına almakta. Örneğin, 6.
madde yurttaşların eşit olduğunu, etnik, ırk ve dini
nedenle haklarının kısıtlanamayacağını hükme bağlamakta. Etnik azınlıklarının asimilasyonu yasaklanmakta
(m. 29, f. l), etnik topluluklara ana dillerini öğrenme (m.
36, f. 2), kendi kültürlerini geliştirme 54. maddede
haklarını tanınmakta. Aynı zamanda düşunce, vicdan
ve din seçme özgürlüğü tanınmakta (m. 37, f. l). Gerçi
Anayasa'da azınlık deyimi kullanılmamakta ama, söz
konusu maddeler Bulgaristan'da belirli etnik ve dini
topluluklar olduğunu açıkça yansıtmaktadır.
Müslümanlar bu haklarına sahip çıkarak din öğretimini
yeniden canlandırmaya başlayabildiler. 2011 nüfus sayımının tam olmayan verilerine göre Bulgaristan nüfusunun yüzde 16,7'si, yani 1 milyon 200 bin Müslümandır. Bugün ülkede 1035 küsur cami ve mescid ibadete
açıktır. 90'lı yılların başlarında Şumnu, Rusçuk ve Mestanlı'da birer İmam Hatip Lisesi, Sofya'da da üç yıllık bir
İslam Meslek Okulu açıldı. 1998/1999 ders yılı başında
meslek okulu Yüksek İslam Enstitüsü'ne dönüştürülerek özel bir yüksek okul statüsü kazandı. İHL'rinde ve
Yüksek İslam Enstitüsü'nde 250 dolayında oğlan ve kız
çocuğu eğitim görmektedir. 1999/2000 ders yılında
Müslümanlar'ın yoğun oldukları bölgelerdeki bazı belediye okullarında da seçmeli ders olarak İslamın esasları
öğretilmeye başlandı. Bu okullara ve İHL'ne gerekli öğretmenler Yüksek İslam Enstitüsü'nde yetiştirilmektedir.
Devlet özel Müslüman okullarından başka belediye
okullarında okutulan dini derslerin mali yükünü üstlenmemektedir. Genellikle belediye okullarında okutulan
din derslerinin konumu mevzuat açısından hala tartışılmaktadır. Bu nedenle bu derslere devam eden Müslüman çocukların sayısı 4-5 bini aşmamaktadır.
Anayasa'da insan haklarıyla ilgili hükümler daha sonra
onaylanan Eğitim ve Televizyon, Dini Cemaatlar, Diskriminasyondan Koruma vb. yasalar ile daha da somutlaştırıldılar. Dolayısiyle tüm yurttaşlarla birlikte azınlıklar da belirli hak ve özgürlükler elde ettiler. Her şeyden önce yurttaş ve siyasi haklar kapsamında yaşam ve
mülk hakkı, eşıtlik gibi haklar yasal temele oturtuldular.
72
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Öyle ki dini haklar da tam olarak sağlanmamıştır.
Bunun başlıca nedenleri, Anayasa ve Dini Cemaatler
Yasası'ndan kaynaklanmaktadırlar. Anayasa dinler
arasında eşitlik ilkesine aykırı olarak Ortodoks dinini
Bulgaristan'ın geleneksel dini ilan etmektedir (m,13, f.
3). Dolaysıyla öteki dini cemaatlerin çalışabilmeleri için
mahkeme siciline geçmeleri zorunluluğunu getirilmektedir. Böylece Dini Cemaater Yasası'nın 4. maddesi
2. fıkrasının getirdiği hüküm, yani devlet dini cemaatlerın ve kurumların iç teşkilatına muhadele edemez
hükmü anlamını yitirmektedir. İktidar çevreleri sicil
işleminden yararlanarak Müslüman cemaati genel
konferanslarının onayladığı karar ve seçmiş oldukları
yönetim kurumlarını gayriyasal ilan edebilmekte ve
böylece suni bunalımlar yaratmaktadırlar.
SAYI 17 - 18
zorunlu bir ders konumuna getirilmemiş olmasıdır. O,
İngilizce, Almanca gibi Batı dilleri, bilgisayar ve ilmihal
ile birlikte seçmeli dersler grubuna alınmıştır. Yeteri
kadar ders kitabı ve yardımcı kitaplar bulunmamaktadırlar. Eldeki ders kitapları 1992 yılında basılmış olup
son derece yıpramışlardır. Ozel olarak belirtmek gerek
ki, ana babalar da Türkçe eğitimiyle yeteri kadar ilgilenmemektedirler.
Öte yandan Bulgaristan Bölgesel veya Azınlık Dilleri
Avrupa Antlaşmasını onaylamadı. Oysa bu Antlaşma
Türkçe'nin kullanma olanağını genişletecek, ana dili
eğitimini daha sağlam temellere oturtacaktır.
Genellikle bugünkü eğitim sistemi, azınlık çocuklarına
Bulgar yaşdaşlarıyle eşit eğitim görme olanağı sağlamamaktadır. ZiraTürk bölgelerindeki okulların altyapısı
çok yetersizdir. Bu okullarda çağdaş bir öğretim, özellikle bilgisayar, İngilizce gibi Batı dili öğrenimi gerçekleştirme olanakları çok dardır. Son yıllarda yasa gereğince mecburi öğrenim kapsamındaki (7 i1e 16 yaş
arası) çocukların oldukça büyük bir kesimi okul dışında
kalmaktadır. Bazı verilere göre, Türk çocuklarının 24%
IV. sınıftan sonra okullardan ayrılmaktadırlar. Dahası da
var. Okullar çocuklarımıza Türk kimliği bilincini aşılayamamaktadırlar. Zira eğitim felsefesi interkültür öğretim
doktrinine yaslanmamaktadır. Bu doktrin azınlık çocuklarına anadillerini öğrenme, öz tarihleri, kültürleri ve
gelenekleri konusunda bilgilenme, çoğunluk çocuklarına da öteki kültürlerle tanışma olanağı sağlamaktadır.
Hele de kültürel haklar alanındaki atılan adımlar son
derece yetersizdirler. Her şeyden önce anadili eğitimi
radikal bir çözüme kavuşturulamadı. Büyük Halk Meclisi'nin kararıyla 1991/1992 ders yılında Türk bölgelerindeki okullarda seçmeli ders olarak anadili okutulmaya başladı. İlk zamanlar Türkçe üçüncü sınıftan başlayarak sekizinci sınıfa kadar haftada dörder saat okunuyordu. 1994/1995 ders yılı Türkçe dil öğretimi birinci
sınıfta başladı. 23 Aralık 1998'de onaylanan Halk ÖğretimYasası Türkçe'nin zorunlu seçmeli ders olarak birinci
sınıftan onikinciye kadar her sınıfta okutulabileceği
hükmünü getirdi.
Öte yandan Türkçe basın da gereken boyutlara uluşamadı. Gerçi geçen 20 yıl esnasında 15 kadar gazete ve
dergi basın hayatına atıldı ama, bunların 4-5'i ancak
birer-ikişer yıl ayakta kalabildi. Hala yayını sürdürenlerden en önemlisi çocuk gazetesi “Filiz”dir. 26 Nisan
1990'dan beri Başmüftülük Türkçe ve Bulgarca olarak
“Müslümanlar” gazete veya dergisini ayda bir yayınlamaktadır. 2000 yılının başlarında Türk Kültür Merkezi
“Kaynak” dergisini yayınlamaya başladı. 1992'lerden
beri İstanbullu“Zaman”gazetesi haftada bir defa Sofya
baskısı yapmakta. Aynı yazı grubu 1995'te “Ümit” dergisini de yayınlamaya başladı. 90'lı yıllarda “Işık” ve
onun devamı olan “Güven”, HÖH'ün yayın organı “Hak
ve Özgürlük”, “Balon” ve “Gönül” gibi dergiler ve gazeteler de yayın hayatına atıldı. Ama mali kaynak yetersizliği nedeniyle bu gazetelerin yayın hayatı pek uzun
sürmedi. Yayınlamaya devam eden dergi ve gazetelerin tirajları çok düşük olup sırasıyla çıkamamaktadırlar. Radyo yayınları bakımından biraz daha şanslıyız. Ulusal Bulgar Radyosu 10 Ekim 1993 tarihinden
buyana sabah yarım saat öğle ve akşamları birer saat
Türkçe yayın yapmaktadır. Ama günde onar dakikalık
Televizyon yayını ihtiyaçları karşılamaktan çok uzaktır.
Dersi okutabilecek ehliyetli öğretmen yetiştirebilmek
için 1992'de Şumnu Üniversitesi'nde, 1993'te Filibe
Üniversitesi'nin Kırcali bölümünde Türk Dili ve Edebiyatı anabilim dalları oluşturuldu.
Buna rağmen okulların çoğunda nitelikli öğretim
yapılamamakta. 1995 yılından itibaren anadili eğitimi
gören Türk çocuklarının sayısında hızla azalma başladı.
1990'da 93 000 olan bu sayı 2010'da 10 000'e düştü.
Bunun başlıca nedeni, Türkçe'nin hatta bugün dahi
tam olarak müfredat programları kapsamına alınarak
73
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Kitap yayını ise hala başlangıç döneminde
bulunmaktadır. Son yıllarda bazı şair ve
yazarlar birkaç kitap yayınlayabildi. Bunlar
Bulgaristan Türk edebiyatının ulaşabildiği
aşamayı yansıtmamaktadırlar. Ama edebiyatımız çok ağır gelişmekte. Genç kuşaklar arasında şiir, öykü, yazı yaratıcılığına
ilgi gösterenler çok azdır.
Kitap ve gazete yayımının gereken boyutlara ulaşamamasının başlıca nedeni
malî kaynak yetersizliği ve Bulgaristan
Türkü'nün ana dilinde eser okuma geleneğini totaliter dönemde yitirmesidir.
Bulgar devleti, birçok Doğu Avrupa devletlerinden farklı olarak, malî açıdan azınlık yayımını desteklememektedir. Bu nedenle edebiyat, tiyatro ve diğer sanatlar gerektiği ölçüde gelişememektedirler. Türk aydınları öz kültür ve tarihleri
alanında bilimsel araştırma yapma olanağına sahip
değildirler.
yoğun olduğu bölgelerdeki sanayi işletmeleri, maden
ocakları kapatıldı. Türkler'in yüzde 80'ninden fazlası
tarımla uğraşmaktadır. Oysa çoğu piyasa üretimi yapmak şöyle dursun, ailelerini geçindirebilecek kadar
toprağa sahip değildirler. Türk bölgelerinde sanayi ve
hatta tarım üretimi yapabilmek için gerekli altyapı
bulunmamaktadır. Devlet özel bir bölge planı hazırlayıp yürürlüğe koyamamaktadır. Çalışma alanında
hala diskriminasyon oldukça yaygındır. Türkler patronlarca işe alınmıyor. Onlar da yurt dışına çıkmak zorunda
kalıyorlar. İşte bu nedenle buralarda işsizlik ve fakirlik
öteki bölgelerle kıyasla daha fazladır. Mart 2011 tarihinde gerçekleştirilen anket sonuçlarına göre Bulgaristan Müslümanlarının 64% fakirler grubu kapsamındadırlar.
Öyle ki kültürel kimliğimizi koruyup geliştirebilmek için
gereken koşulların sağlandığını söylemek oldukça
güçtür. Son yıllarda ulusal kültürlerin entegrasyonun
zorunlu olduğu ileri sürülerek azınlık kültürlerinin gelişmesinin gerekli olmadığı görüşü telkin edilmektedir.
Demokrasiye geçiş döneminde Bulgaristan Türkleri'nin
en önemli sorunu, sosyo-ekonomik haklar sorunudur.
Özelleştirme gerçekleştirilirken ayrı ayrı bölgelerin
etnik yapısı göz önünde bulundurulmadı. Türkler'in
1) Kovalski, T. Les Turqes e la lanque turque de la
Bulgarie du Nord est. Krakourie, 1933, p. 26
2) Иречек, К. Пътуване по България, С. 1974.
3) Данаилов, Т. Изследвания върху демографията на
България, С. 1930, с. 35.
Kısaca totaliter rejimden demokrasiye geçişle birlikte
zorla asimilasyon politikasına son verildi ama elde ettiğimiz sosyo-ekonomik ve kültürel haklar hala evrensel
hukukun sağladığı düzeye ulaşamamışlardır. Dahası da
var. Bulgaristan AB'ne üye alduktan sonra bu hakları
sağlama sürecinde bir gerileme eğilimi belirdi. Türkler
yargı ve eğitim sisteminin, ordu ve polis örgütünün üst
kademelerinde görev alamamaktadırlar. Öz kimliğini
koruyup geliştirmeyle ilgili konularda serbestçe önerilerde bulunma olanağına sahip değildirler. Dolayısıyla
Bulgaristan Türkleri, etnik, dini ve kültürel kimliklerini
koruyup geliştirebilecek koşullara sahip olabilmek için
daha çaba harcamak zorundalar.
4) Международни актове и договори, С. 1958, с. 157
5) Şimşir, B. Bulgaristan Türkleri, İst. 1986, s. 23.
6) İslamAnsiklopedisi, c. 6, s. 403.
7) Кесяков, Б. Принос към дипломатическата
74
история на България, С. 1926, c-92-102.0
8) ЦДА, ф. 1, оп. 5, а.е. 352.
9) ЦДА, ф. 1, оп. 6, а.е. 3371, 1166.
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Akhisar (Prusac)
BOSNALI BİR MÜDERRİS
HASAN KÂFİ AKHİSARÎ
Prof. Dr. Cahit BALTACI
Rum ve Abdalân-ı Rum'un Avrupa'daki izlerini bugün
bile görmek mümkündür.
Endülüs dışında Avrupa'ya İslam'ın girişi ve yayılışı
Osmanlı Türkleri eliyle olmuştur. Orhan Gazi (12811362)'nin oğlu Süleyman Paşa'nın (v.1358) 1352'de
Bolayır'daki Çimpe(Çimbi)'yi üs edinerek Avrupa'ya
geçmesi ile İslam Avrupa'ya taşınmıştı. Vakıa Türkler
bundan önce de 17 defa Avrupa'ya geçmişlerdi .1 Bu
geçişlerin bir kısmında gidenler tekrar dönmüşler, bir
kısmında da Hıristiyanlaşarak Avrupa'da kalmışlardır.
Ancak bu 18. geçişte Osmanlı Türkleri İslam'ı Avrupa'da
yayma misyonunu beraberinde götürmüş ve asırlarca
misyonu ayakta tutacak temeller atmışlardır. Osmanlılar XX. Yüzyılın başında Trakya'ya kadar çekilmişlerse
de Avrupa'da İslam devamlı olarak yayılma istidadı
göstermiştir. 1965'lerden sonra Türkiye Müslümanlarının Avrupa'ya gelişleri de İslam misyonunun Balkanlardan Avrupa'ya kadar ulaşmasının başka bir versiyonudur.
Diğer taraftan Osmanlıların Balkan coğrafyasına getirdikleri adalet ve Anadolu'dan buraya yapılan iskânlar
da bölgeye huzur ve refah getirmiştir. Bu huzur ortamı
içinde yetişen birçok ulema ortaya koydukları eserleri
ve bayındırlık hizmetleriyle bu coğrafyada âdeta yeni
bir medeniyetin yerli temsilcileri olmuştur. Ortaya
konulan ilmi çalışmalar, camiler, tekkeler, medreseler
ve bunlar için kurulan vakıflar âdeta yeni bir Balkan
coğrafyasının doğmasına sebep olmuştur.
Balkan coğrafyasının yetiştirdiği yüzlerce ulemadan
birisi de Hasan Kâfi Akhisarî'dir. Bosna'nın Travnik
sancağına tabi Akhisar (Prusac) kasabasında doğan
Akhisâri XV. asrın sonlarına doğru Arnavutluktaki
İskodra'dan Akhisar'ın Zib köyüne yerleşmiş ve Bosna
kadısı Bâlî Efendi'den ve diğer ulemadan ilim tahsil
ederek 986/1578-79'da tahsili tamamlamış2 kadılık
mesleğini seçerek bazı kazalarda kadılıktan sonra
1025/1616'da Berat gecesinde vefat etmiştir. Akhisar'
da kendi yaptırdığı külliyede medfundur.
İslam tarihi boyunca fütühat hareketleri dışında kolenizatör dervişlerin ve kurulan müesseselerin İslam'ın
yayılması ve Müslümanların iskânı konusunda önemli
rol oynadıkları bilinmektedir. Osmanlıların Avrupa'ya
yönelik fütühat hareketlerinde de aynı anlayışın yürürlükte olduğu bilinmektedir. Gaziyan-ı Rum, Raciyân-ı
76
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Bosna'nın yetiştirdiği bu mümtaz ilim adamı, hem telif
ettiği ilmi eserlerle ve hem de Akhisar'ın Nevâbad
olarak anılan mahallinde inşa ettirdiği; cami, tekke,
medrese, sibyan mektebi ve hamamı ihtiva eden
külliyesiyle yeni bir şehir oluşturmuştur.
D- Fıkıh:
Evliya Çelebi'nin Halveti Şeyhi olarak tanıttığı Hasan
Kâfi Efendi, ilmi eserleriyle de temayüz etmiştir. Dil, şiir,
mantık, kelam, fıkıh, biyografi ve siyaset alanlarında 18
eser vermiştir.
3- Hadikatu's-sılât fi şerhi muhtasari's-salat.
SAYI 17 - 18
1- Semhatü'l vusul ila ilmi'l-usul. (Ebu'l-Berekat
Nesefi'nin“Menâru'l-envar”adlı eserinin muhtasarı)
2- Şerhu semti'l-vusûl ilâ ilmi'l-usûl.
4- Risâle fi haşiyeti Kitabi'd-Da'râ Lisadri'ş-seria.
5- Seyfu'l-kudat fi't-Ta'zir.
E- Biyografi: Nizamu'l-ulema ilâ hatemi'l-enbiya.
(Eser, Hz. Muhammed'in sireti ile Ebu Hanife'den
itibaren kendi hocası Hacı Efendi Kara Yılan'a kadar
meşhur Hanefi ulemasının biyografilerini muhtasaran
yazmış ve sonuna da talebelerinden meşhur üç
öğrencisinin biyografisini eklemiştir).
A- Dil: Türkçe, Arapça ve Farsça şiirleri bulunan
Akhisâri'nin dil alanındaki eserleri:
1- Temhisatu't-Telhis fi ilmi'l-belaga (Hatib elKazvinî'ninTelhisu'l-Miftah'ının muhtasarıdır.)
2- Risale fiTahkiki lafz-ı Çelebi.
Siyaset: Usûlü'l-Hikem fi Nizami'l- âlem. Hasan
Akhisâri'nin en meşhur ve önemli eseridir. Müellif eserini 1004/1596'da Arapça kaleme almış ve bir yıl sonra
da Türkçe tercümesini yapmıştır. Giriş, mukaddime,
dört bölüm ve hatîmeden meydana gelen eser, önemli
bir nasihatu's-selatindir. Osmanlı devletinin devlet
teşkilatlarının bozulmaya yüz tuttuğu bir devirde yanlış
gidişatı tenkit etmiş ve olması gerekeni tavsiye etmiştir.
Akhisâri, Osmanlı devletinin bozulma sebepleri ve
düzelmesi için tavsiyelerde bulunan ilk aydınlardandır.3
3- ŞerhuTemhisi't-Telhis.
B- Mantık:
1- Muhtasarı'l-Kâfi Mine'l Mantık.
2- Şerhu Muhtasarı'l- Kâfi Mine'l Mantık.
C- Kelam:
1- Ravzatu'l Cennat fi usûli'l-İtikâdât .
2- Ezharu'r Ravzât fi Şerhi Ravzâti'l Cennat .
DİPNOTLAR
3- Nûru'l-yakîn fi usuli'd-din.
1) Hammer, Devlet-i OsmaniyeTarihi (trc.M.Ata) İst.1329, I,168 vd.)
2) Ata,s.583.
3) Hasan Kâfi Akhisarî bibliyografyası hakkında daha geniş bilgi için bakınız. Muhammed Aruçi,Türkiye DiyanetVakfı İslam Ansiklopedisi, Hasan Kâfi Akhisarî maddesi.
77
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Osmanlı'nın
Balkanlar'daki İktisadi Mirası
Yrd. Doç. Dr. Caner Sancaktar, Kocaeli Üniversitesi
3
Miras, tarihsel bir süreklilik olarak geçmişten alınarak
1
bugüne devredilen bir şeydir. Sosyo-kültürel anlamda
miras ise, belli bir kültürün modern dünyaya yani şu
anki uygarlığa yaptığı etki ve bıraktığı izdir.2Bu anlamda, tarihteki tüm imparatorluklar (Roma, Bizans, Moğol,
Selçuklu, Osmanlı, Habsburg imparatorlukları gibi)
hüküm sürdükler bölgelere, ülkelere ve toplumlara
önemli miraslar bırakmışlardır. İmparatorlukların
miraslarını “bütüncül” biçimde ele almak yanlış olacaktır. İmparatorluk mirasının “parçalı” olarak incelenmesi gerekir. Yani her hangi bir imparatorluğu mirasını
“bölge” temelinde (Anadolu'daki miras, Kafkasya'daki
miras, Kuzey Afrika'daki miras gibi) ve “alan” temelinde
(iktisadi miras, siyasal miras, kültürel miras, demografik
miras gibi) incelemek daha doğru ve açıklayıcı
olacaktır.
koparak kurulan Balkan ülkelerine bıraktığı “iktisadi
miras” incelenip açıklanmaktadır. Osmanlı Devleti bölge ülkelerine bıraktığı iktisadi mirasını büyük ölçüde
tımar sistemi, lonca teşkilatları ve merkezi yönetimin
kentler üzerinde kurduğu sıkı denetim yoluyla gerçekleşmiştir.
Tımar Sistemi
Osmanlı Devleti tımar sistemini Bizans toprak düzeninden (pronia veya timarion) ve Selçuklu toprak düzeninden (ikta) miras almıştır. Yani tımar sistemi başlı başına
bir“Osmanlı icadı”değildir. Osmanlılar iktisadi, siyasi ve
sosyal yönden kendilerinden daha ileri düzeyde olan
Bizans ve Selçuklu medeniyetleri ile karşılaşmış ve onların toprak düzenlerini büyük ölçüde benimseyip
devam ettirmişlerdir. Çünkü daha geri bir konumda
olan topluluklar, fethettikleri veya gelip içine yerleştikleri daha üst medeniyetin alt-yapı ve üst-yapı kurumlarını yıkıp yerine yeni kurumlar koyamazlar. Fethedilen
veya içine dâhil olunan medeniyetin mevcut kurumları, benimsenip devam ettirilir ve zamanla bu kurumlar üzerinde bazı değişiklikler yapılır.
Çünkü imparatorluk, modern ulus-devlet mantığından
çok farklı biçimde örgütlenir ve yönetir. Modern ulusdevletlerde yasalar merkezi yönetim tarafından alınır
ve devletin egemenlik alnının tamamında uygulanır.
Oysa imparatorluklarda merkezi yönetim tarafından
alınan çıkarılan yasalar veya kararlar imparatorluğun
egemenlik alanının tamamında aynı şekilde uygulanmaz. Kararlar / yasalar, imparatorluğun değişik bölgelerinde değişik şekillerde uygulanır, bazı bölgeler ise
karar ve yasalardan muaf tutulur. Osmanlı Devleti'nde
tımar sisteminin ve bu sistem ile ilgili kararların / yasaların Eflak ve Boğdan bölgelerinde uygulanmamış
olması buna bir örnek olarak verilebilir.
Osmanlı Beyliği de fethettiği veya anlaşma yoluyla
aldığı Bizans (Doğu Roma) topraklarında hazır olarak
bulduğu müesseseleri benimseyip devam ettirdi ve
zamanla bunlar üzerinde bazı değişiklikler gerçekleştirdi. Buna dayanarak Yalçın Küçük “Duraklama
dönemine kadar Osmanlı Devleti'nu, Greko-Romen
gücün devamı olarak kabul etmek doğru olur”4 diye
yazıyor. Ayrıca İlber Ortaylı da Osmanlı Devleti'nu tarihteki üçüncü ve “Müslüman Roma” olarak değerlendiriyor. Çünkü Osmanlı Devleti, Roma'nın müesseselerini
devralmış ve onun varisi olmuştur. Nitekim II. Mehmet,
İkinci Roma (Bizans) İmparatorluğu'nun başşehri
Konstantinopolis'i fethettikten sonra “Kayzer-i Rum”
5
unvanını almıştır.
1299'da kurulup 1918'e kadar varlığını sürdürmüş olan
Osmanlı Devleti bu süre zarfında Balkanlar, Anadolu,
Kafkasya, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Karadeniz ve
Akdeniz bölgelerinde hüküm sürdü ve etkili oldu.
Doğal olarak bu büyük imparatorluk tarihteki diğer
büyük imparatorluklar gibi ele geçirdiği ve yüzyıllar
boyu hâkimiyetini kurumsallaştırdığı bu değişik bölgelerde iktisadi, siyasal, kültürel ve demografik miraslar
bıraktı. Bu çalışmada Osmanlı Devleti'nin, kendisinden
78
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Bizans (Doğu Roma veya İkinci Roma) düzeninden
etkilenmiş olan Osmanlı Devleti'nde topraklar, mülkiyet ilişkileri açısından dört kategoriye ayrılıyordu: (1)
Devlet mülkü (miri) topraklar, (2) özel mülk topraklar,
(3) vakıf toprakları ve (4) aşiret toprakları.6
SAYI 17 - 18
ledikleri sahte görevlendirme fermanları ile köylüler11
den vergi topluyorlardı.
Kural olarak tımar babadan oğla miras kalmıyordu. Bu
uygulama sayesinde padişaha ve merkezi yönetime
karşı çıkabilecek “toprak soylu aristokrat” ailelerin oluşması engellenmiş oluyordu. Ama baba tımarlı sipahi
öldükten sonra oğula (veya oğullara) verilecek olan
tımarın büyüklüğü babanın tımarının büyüklüğüne ve
12
önemine bağlıydı.
Özel mülk topraklar; padişah tarafından bazı üst düzey
yöneticilere ve özellikle söz konusu toprakların fethinde büyük katkısı olan komutanlara bağışlanan topraklardır. Vakıf toprakları; dinsel ve eğitim, sağlık gibi çeşitli
toplumsal hizmetler veren vakıflara padişah tarafından
bağışlanan topraklardır. Kural olarak vakıf emlakı ve
malları padişah tarafından müsadere edilemiyordu. Bu
nedenle çok sayıda üst düzey yönetici kendi özel mülklerini güvence altına almak yani müsadereden kaçırmak amacıyla vakıflar kurmuşlardır. Böylece Osmanlı
Devleti'nde özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda çok sayıda
vakıf kuruldu. Vakıf kurmak yoluyla mülkiyetini güvence altına alma yöntemi özellikle Balkan Müslümanları
arsında çok yaygındı.7 Aşiret toprakları ise;
bazı aşiret beylerine (özellikle Doğu ve
Güneydoğu Anadolu'da) bırakılmış
topraklardı.
Tebaadan alınan vergi sadece öşürden ibaret değildi.
Bunun dışında cizye (gayrimüslimlerden alınan baş vergisi), avarız (askeri seferler zamanında alınır), imdad-ı
hazariye (barış zamanında eyalet birliklerinin bakımı için
toplanır), arpalık veya peşkeş (hediye anlamında
toplanır), resm-i aruzane (evlilik izni harcı), bad-ı have
(hayvanlara ve mülke zarar verenden alınan vergi),
resm-i curum (suç işleyenlerden alınan vergi) gibi
çok sayıda vergi türü toplanıyordu. Tımar
sistemiyle ilgili olan resm-i çift (raiyyet
rüsumu veya çift resmi) ise, köylünün, devlete ait toprağı tasarruf
etmesi karşılığında ödediği vergi
idi. Yani resm-i çift, bir nevi top13
rak kirası idi.
Osmanlı Devleti'nin toprak düzenine damgasını vuran miri
topraklar olmuştur. 1828 yılında tüm toprakların %87'sini
devlete ait olan miri topraklar
oluşturuyordu. Miri topraklar
getirilerine göre has (100.000
akçeden fazla gelir getiren ),
zeamet (20.000 ile 100.000 akçe arası gelir getiren) ve tımar (20.000'den az
gelir getiren) olarak üçe ayrılıyordu. Has,
beylerbeyi, vezir gibi büyük yöneticilere;
zeamet, subaşılara; tımar ise askerlik hizmeti karşılığında sipahilere veriliyordu.8 16. yüzyılın sonunda
9
imparatorluk çapında yaklaşık 12 bin tımar mevcuttu.
Bu tımarlar Sırp, Yunan (Rum), Romen, Ermeni gibi
gayrimüslim sipahilere de veriliyordu. Fakat bunların
10
sayısı Müslüman tımar sahiplerine göre daha azdı.
Tımar sisteminde köylü toprağın sahibi değildi, sadece toprağın tasarruf hakkına sahip
olan sürekli kiracı statüsündeydi. Köylü ölünce toprağın tasarruf
hakkı varis-çi oğla geçiyordu. Fakat
eğer ölen köylünün birden çok çocuğu var ise toprağın bölünmesine izin
verilmiyordu. Çocuklar birlikte toprağı işliyorlardı. Köylünün yükümlülüğü kendisine tasarruf
hakkı verilen toprağı işlemek ve istenen vergiyi vermekti. Köylü eğer üç yıl üst üste toprağını boş bırakırsa
toprağın tasarruf hakkı köylüden alınıp başka birisine
veriliyordu. Eğer köylü toprağını terk etmek isterse
bağılı olduğu tımar, zeamet veya has sahibinden izin
almak zorundaydı. İzin verildiği takdirde ise köylü “çift
bozan resmi” ödemek zorundaydı. Çift bozan resmini
ödemeyen köylünün toprağını terk etmesine müsaade
edilmezdi. Bu vergiyi ödemeden toprağını terk eden
14
köylü suçlu durumuna düşüyordu.
Osmanlı Devleti'nde tımarlar, bağımsız bir köylü işletmesine yetecek kadar büyüklükte topraklara bölünüyordu ve bu toprakları Müslim veya gayrimüslim fark
etmeksizin köylüler ekip biçiyorlardı.Tımar sahibi hasat
zamanı şehirden köye iner ve toplam ürünün 1/10 ila
2/10'unu öşür vergisi olarak alıyordu. Savaşa katılan
tımar sahibi vergilerin toplandığı hasat zamanına yetişemediyse eğer, tımar sahibinin yerine görevlendirilen
bir başak kişi öşür vergisini topluyordu. Bu gibi durumlarda genellikle köylüler ile tımar sahibinin yerine vergiyi toplayan görevli kişi arasında anlaşmazlıklar çıkıyordu. Hatta bazı dolandırıcılar, kendi adlarına düzen-
Tımarlı sipahinin temel yükümlülüğü, vergileri toplamak ve ilk 3.000 akçeyi kendisine ayırdıktan sonra her
3.000 akçe için cebellu denilen atlı asker beslemekti.
Aynı zamanda sipahi, kasabada düzeni sağlıyor ve kadı
mahkemesine çıkarmak üzere tutuklamalar yapıyordu.
Fakat sipahi, yönettiği toprağı kendine mülk edinemez,
79
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
köylüyü yargılayamaz, cezalandıramaz, topraktan
kovamaz veya toprak üzerinde köylünün yerini
değiştiremezdi.15
Bu şekilde özetleyebileceğimiz tımar sisteminin beş
amacı vardı: Birincisi, toprakların boş kalmasını ve
tarımsal üretimin azalmasını önlemek. İkincisi, devleti
bir maliye örgütü kurma külfetinden kurtarmak. Üçüncüsü, orduya asker sağlamak. Dördüncüsü, Osmanlı
Devleti'nin merkezi yönetimine ve padişaha karşı koyabilecek “toprağa dayalı yerel güçlerin / ailelerin” ortaya
çıkmasını engellemek. Beşincisi, köylü isyanlarını
tımarlı sipahiler vasıtasıyla çabuk ve yerinde bastırabilmek.16
nu ödeyemeyen köylünün topraksızlaşması ve “borç
kölesi” haline gelmesi sürecini başlattı. Buna bağlı olarak 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tarımda özel
mülkiyet gelişmeye başladı. Buna, devlet görevlilerinin
de tefecilerle ilişkiye girmesi eklenince özel mülkiyetin
gelişmesi hızlandı.
Tımar Sisteminin Bozulması ve
“Balkan Hajdukları”nın Yükselişi
Klasik tımar sistemi, 16. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren bozuldu ve yerini iltizam sistemine bıraktı. Yani
vergiler sipahiler aracılığıyla değil mültezimler aracılığıyla toplanmaya başlandı. İltizam sistemine göre
devlet, vergi toplama yetkisini açık artırma yöntemiyle
mültezim olarak adlandırılan kişilere veriyordu. Açık
arttırmada en yüksek parayı veren mültezim, vergi
toplama yetkisini elde ediyordu. Mültezim, kendisine
verilen bölgeden mümkün olduğu kadar çok vergi toplamaya çalışıyordu. Mültezimden daha önce parayı
almış olan devlet ise mültezimin vergi toplama işine
karışmıyordu.
17. ve 18. yüzyıllarda özellikle Balkan memleketlerinde
özel çiftlikler ortaya çıkıp gelişti. Bu çiftliklerin sahipleri
genellikle mültezimler ve tefeciler idi. Mültezimler ve
tefeciler, borcunu ödeyemeyen ve ağır vergilere dayanamayıp toprağını terk eden köylülerin topraklarına el
koymak suretiyle kendi özel çiftliklerini kurdular. Tabi ki
bu yöntem imparatorluk yasalarına aykırıydı. Ama yerel
devlet görevlileri mültezimler ve tefeciler ile birlikte
hareket ediyordu ve merkezi yönetimin taşradaki
denetimi giderek zayıflıyordu. Bu nedenle mültezim ve
tefecilerin, köylülerin tasarrufuna bırakılmış olan toprakları yasalara aykırı biçimde ele geçirip kendi özel
çiftliklerine dönüştürmeleri engellenemedi.
İşin içine bir de tefeciler karışıyordu iltizam sisteminde.
Çünkü mültezimler vergi toplama yetkisini elde edebilmek için açık arttırmada en yüksek parayı önermek
zorundaydılar ve bu nedenle de tefecilerden faiz karşılığında borç para almak zorunda kalıyorlardı. Mültezim,
tefecilere olan borcunu, köylülerden topladığı vergilerden ödüyordu. Öte yandan ise, mültezime verilmesi
gereken vergi miktarını zamanında denkleştirmeyi
başaramayan köylüler de tefecilerden faizle borç almak
zorunda kalıyorlardı. Bazı yerlerde ise iş iyice çığırından
çıkmıştı. Çünkü mültezim ile tefeci aynı kişi idi.Yani aynı
kişi hem vergileri topluyor hem de vergi miktarını
denkleştiremeyen köylüye, vergisini tam olarak
ödeyebilmesi için faizle borç para veriyordu. Örneğin
18. yüzyılda Ege bölgesindeki Karaosmanoğulları, hem
köylüden vergi toplayan hem de köylüye faizle para
veren bir“mültezim-tefeci aile”haline gelmişti.17
Merkezi yönetimi güçlendirip merkez-kaç güçleri
zayıflatan tımar sisteminin yerine merkezi yönetimi
zayıflatıp merkez-kaç güçleri güçlendiren iltizam sistemine geçilmesinin iki temel nedeni vardır: Birincisi;
Avrupa'da savaş teknolojisinin gelişmesi sipahilerin
savaş alanındaki üstünlüklerini kırdı. Böylece, devlete
cebellu yetiştiren tımar sisteminin önemi azaldı. İkincisi; fetihlerin azalması, savaş/savunma masraflarının
artması ve iktisadi hayatta para-meta ilişkilerinin gelişmesi sonucunda memurların ve askerlerin maaşlarının
eskiye göre daha fazla oranda nakdi olarak ödenmesi
gerekiyordu. Ayrıca dış ticaret açığının ve borçların
artması nedeniyle devlet, eskisine göre daha fazla nakit
paraya ihtiyaç duymaya başladı. Klasik tımar sistemi bu
nakit para ihtiyacını karşılayamıyordu. Bu nedenle, açık
arttırmalarda en yüksek nakit parayı ödeyen kişiye
(mültezime) vergi toplama yetkisini veren ve böylece
hazineye nakit para kazandıran iltizam sistemi uygulanmaya başlandı.
Böylece tefeci sermaye, vergi toplayan mültezim ve
vergi veren köylü aracılığıyla tarımsal mülkiyet ilişkilerine sızdı. Bu durum, vergisini ve tefeciye olan borcu-
80
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Bu sistem adım adım tarım alanında özel mülkiyeti
geliştirdiği gibi, aynı zamanda köylülerin topraklarını
terk etmelerine neden oldu. Çünkü iltizam sistemi,
köylüleri, hem mültezimin hem de tefecinin yükünü
taşıyamaz/karşılayamaz hale getirdi. Böylece tarımsal
üretim azaldı, kıtlık, enflasyon ve yoksulluk arttı. Ayrıca
tımar sisteminin çökmesiyle birlikte kırsal kesimlerde
asayişi mekanizması çöktü, kargaşa arttı ve merkezi
yönetimin otoritesi azaldı.18
SAYI 17 - 18
Batı Avrupa'da toprağını terk eden köylüler kentlere
göç edip buralardaki manüfaktürlerde çalışma yani
işçileşme fırsatı buluyorlardı. Ama yoğun sömürüye ve
keyfi uygulamalara daha fazla dayanamayıp topraklarını terk etmek zorunda kalan Osmanlı köylü-lerinin
gidebilecekleri sadece üç yer vardı: Dini tarikatlar;
paralı askeri birlikler (lejyonerlik) ve hajduk/klephtis
çeteleri. Çünkü bu köylüleri emebilecek ve işçiye
dönüştürebilecek manüfaktürler Osmanlı kentlerinde
Batı Avrupa kentlerindeki gibi ortaya çıkıp gelişmedi.
Bunun temel nedeni, Osmanlı kentlerindeki güçlü
lonca teşkilatları ve merkezi yönetimin kentler üzerindeki sıkı denetimi idi.
Meşhur Celali İsyanları en yoğun ve en şiddetli olarak
tımar sistemini bozulduğu ve iltizam sisteminin yaygınlaştı 1590-1650 döneminde gerçekleşti.19 Yine aynı
şekilde Balkanlar'da köylü ayaklanmaları da dalga dalga bu dönemde yayıldı. Örneğin; mültezimlerin ve
tefecilerin sömürüsü ve yerel devlet görevlilerinin keyfi
uygulamaları altında ezilen ve yoksullaşan Makedonya
köylüleri 1595-1616 döneminde kitlesel ayaklanmalar
düzenlediler.
Yoksullaşan, topraksızlaşan ve mevcut düzenden umudunu kesen köylülere kucak açan, dağlarda ve sınır
bölgelerinde üslenen, yağmacılıkla geçinen Balkanlar'ın meşhur çeteleri çoğaldı 16. yüzyıllın sonlarından
itibaren. Slav dillerinde hajduk, Yunancada klephtis
olarak adlandırılan bu çetelerin liderleri, silahlı adamlarını, topraklarını terk eden köylüler arasında topluyorlardı. Balkan hajdukları / klephtisleri özellikle Nisan
ve Ekim arasında Müslim ve gayrimüslim mültezimlere, tefecilere, beylere ve devlet görevlilerine saldırılar
düzenliyorlardı. Böylece hajduklar/klephtisler, bu
kesimler tarafından sömürülen ve ezilen köylü halkın
sempatisini topladılar. Hajdukların belli bir siyasal ideolojileri veya köylülüğü sömürüden kurtarıp daha adil
bir düzen kurmak gibi bir sosyo-ekonomik programları yoktu. Nadir de olsa hajduk liderleri, sömürüden ve
çeşitli murdarlıklardan usanan yoksul köylüleri yanlarına çekerek kitlesel ayaklanmalar da örgütlemişlerdir.
Bunlardan en bilineni Makedon hajduk Karpos'un
büyük ayaklanmasıdır (1689-1690).
LoncaTeşkilatı
Hajduklar ve klephtisler, “zalim”
mültezimlere, tefecilere, beylere
ve devlet görevlilerine zarar veren
saldırılar düzenledikçe, bu kişiler
tarafından sömürülen ve aşağılanan köylüler, intikamlarının alındığını hissediyorlardı. Bu nedenledir
ki Balkan köylü halkaları hajduklar
ve klephtisler adına sayısız kahramanlık türküleri yakmışlardır. Rum halk türküsü
“Klephtisin Ölümü” ve Sırp hajduk Marko Kraljevich
20
adına yazılan türkü bunlara örnektir.
81
Tımar sistemi gibi lonca örgütlenmesi de Osmanlı
Devleti'nin buluşu değildir. Osmanlı Devleti'nden önce
Bizans'ta, Selçuklularda, Irak'ta, Azerbaycan'da, İran'da,
bu teşkilatlara rastlanmıştır. Moğol istilası sırasında
Anadolu kentleri ahi teşkilatları tarafından yönetilmekteydi. Nitekim Osmanlı henüz bir beylik iken ahi örgütleri kentleri yönetiyordu. Osmanlılar merkezi yapıyı
kurarken bu teşkilatlardan faydalandı. Osmanlı Devleti
merkezi yönetimi güçlendikçe ahileri ortadan kaldırdı.
Ancak Osmanlı kentlerindeki zanaat ve esnaf teşkilâtları olan loncalar, ahilik ilkelerini ve geleneğini sürdürmeye devam ettiler.
Loncalar, Osmanlı kentlerinde aynı meslek dalından
esnaf ve zanaatkârların oluşturdukları birliklerdi. Bu birliklerin katı kurallarla örülmüş hiyerarşik bir yapısı vardı.
En tepede lonca üyelerinin seçtiği ve kent kadısının
onayıyla görevine başlayan kethüda, ikinci sırada yiğitbaşı bulunuyordu. Bunlardan birincisi devleti, ikincisi
lonca esnafını temsil ediyordu. Kethüda, lonca üyelerinin yasa ve yönetmeliklere uygun davranmalarını
sağlamakla yükümlüydü. Lonca kethüdalarının
üstünde bir de şehir kethüdası vardı. Şehir kethüdası,
kentin diğer ileri gelenleriyle birlikte kent nüfusunu
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
devlete karşı temsil ediyordu. Yiğitbaşı loncanın içişlerini yürütür, gerektiğinde kethüdaya vekâlet ederdi.
Yiğitbaşının görevleri arasında, loncaya gerekli olan
hammaddelerin sağlanarak ustalara dağıtılması, üretilen malların kalitelerinin standartlara uyup uymadığının denetlenmesi, bu malların diğer lonca ve dükkânlara iletilmesi gibi sorumluluklar yer alıyordu.
Lonca içinde bulunan dükkânlarda yamaklık, çıraklık,
kalfalık ve ustalık mertebeleri lonca kurallarına bağlanmıştı. İki yıl ücretsiz olarak çalışan yamak çıraklığa
yükseliyordu. Üçer yıllık çıraklık ve kalfalıktan sonra
ustalık seviyesine geliniyordu. Ustalık seviyesine
yükselmek, ayrı bir dükkân açabilme yetkisini elde
etmek anlamına geliyordu. Dolayısıyla kentteki dükkân
sayısına ve piyasanın büyüklüğüne göre kalfalara ustalık belgesi veriliyordu. Dükkân sayısı arttıkça ve piyasa
daraldıkça loncadan ustalık belgesi almak ve yeni bir
dükkân açmak zorlaşıyordu. Başka bir ifadeyle, bir
kentte ve bir sektörde yeni bir yatırım yapmak, beceriye ve sermaye gücüne bağlı değildi; yatırımlar, tamamıyla loncanın iznine bağlıydı. Ayrıca esnaf ve zanaatkârlar arasında rekabet söz konusu değildi. Çünkü
iktisadî ilişkiler, lonca teşkilâtı tarafından belirlenen
kurallara tabiîydi.
Loncaların, kentlerdeki iktisadi faaliyetlerin vergilendirilmesinde oynadıkları rol de önemliydi. Kısacası;
imparatorluğun merkezi yönetimi, kırsal kesimi nasıl
tımar sistemi aracılığıyla denetliyorsa, kent ekonomisini ve hayatını da lonca teşkilatları vasıtasıyla kontrol
21
altında tutuyordu.
Bu yapısal özellikleriyle lonca teşkilatları ve düzeni, Batı
Avrupa'da modern sanayinin ve kapitalizmin temelini
oluşturan manüfaktürlerin kurulması için gerekli koşulları yaratmadı. Bunun dört temel nedeni vardır:
Loncalar, devletin (merkezi yönetimin) denetiminde
çalışıyordu. Lonca sayısı ve örgütlenme düzeyi geliştikçe loncalar üzerinde devlet denetimi daha fazla sıkılaşıyordu. Osmanlı Devleti'nin loncaları ve kent ekonomisini denetlemek ve düzenlemek amacıyla koyduğu kurallar bütününe ihtisab adı veriliyordu. İhtisab
kurallarının belirlenmesinde devlet, loncalarla işbirliği
yapıyor ve en önemli kararlar kadı tarafından lonca
temsilcileriyle birlikte alınıyordu. Bu düzenlemeyi devlet adına yürüten kişiye muhtesip adı veriliyordu.
Devlet lonca işbirliği; hammaddelerin nereden, hangi
fiyattan, hangi miktarda alınıp lonca üyelerine nasıl
dağıtılacağı, hangi maldan ne miktarda nasıl üretileceği ve hangi fiyattan nereye, ne kadar satılacağı, ne
kadar yeni dükkân kimler tarafından açılacağı gibi
kentteki üretim ve ticaret ilişkilerini sıkı kontrole bağlayan kuralları belirliyordu. Yani kent ekonomisi ve
hayatı devlet-lonca işbirliğinin tekelindeydi.
(1) Loncalar, el zanaatlarının ayrılmasına ve yetkinleşmesine yardımcı olmuş, ama işyeri içinde işbölümüne
olanak vermemiş, bir ustanın çalıştırabileceği kalfa ve
çırak sayısını sınırlayarak üretim araçları sahibi olan
ustanın fiili olarak üretim araçlarından ayrılmasını ve bu
araçların sermayeye dönüşmesini engellemiştir.
(2) Lonca düzeni, kentlerde üretim ve geçim
araçlarından yoksun olan ve bu nedenle de yaşam
ihtiyaçlarını karşılayabilmek için kendi emek-gücünü
satan işçilerin ve aynı zamanda bağımsız yatırım kararı
alabilen girişimcilerin oluşmasını engellemiştir. Çünkü
loncalar çalıştırılacak kişi sayısını, yeni yatırımların yapılmasını ve var olan esnaf ve zanaatkârların çalışmalarını çok sıkı kurallara bağlayıp sınırlandırıyordu
(3) Devlet, kentlerde merkez-kaç güçlerin gelişmemesi
için, lonca teşkilatları ise, rakip bağımsız girişimcilerin
ortaya çıkmaması için sermaye sahibi tefecilerin, mültezimlerin, yerli zanaatçıların ve yabancı tüccarların
kendi bağımsız manüfaktürlerini kurmalarını engelledi, yasakladı.
Osmanlı Devleti'nin loncaları ve loncalar üzerinden
kent ekonomisini ve hayatını denetlemesinin kendi
açısından son derece haklı ve rasyonel gerekçeleri
vardı. Her şeyden önce, kent nüfusunun temel tüketim
ihtiyaçlarının karşılanması hem iktisadi hem de siyasal
açıdan çok önemliydi. Kent nüfusunun temel tüketim
ihtiyaçlarının karşılanamaması, siyasal istikrarın bozulması anlamına geliyordu. Bu bağlamda, loncalar
iktisadî açıdan kent yaşamında en önemli yere sahipti.
Bunun dışında sarayın, ordunun ve donanmanın
gereksinmelerinin düzenli bir biçimde sağlanması da
loncaların desteği ve denetlenmesiyle mümkündü.
(4) Loncalarda üretim piyasaya göre değil, bir takım
“ahlaki” normlara ve “fütüvvet” ilkelerine göre düzenleniyordu. Amaç ise, sermaye birikiminden çok, kıt
kaynaklar kullanılarak ihtiyaçları karşılamak idi. Dolayısıyla loncalar, esnaf ve zanaatkârlar arasında rekabeti
değil, meslek dayanışmasını ve usta-kalfa-çırak hiye22
rarşisini içeriyordu.
82
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
İşte bu dört nedenden dolayı Osmanlı kentlerinde,
topraklarını terk eden köylüleri “işçileştirecek” ve
ellerinde sermaye bulunan tefecileri, mültezimleri,
esnaf ve zanaatçıları “burjuvalaştıracak” manüfaktürler
kurulamadı ve böylece kapitalizmin gelişimi gecikti.
Osmanlı Devleti'nde kapitalizmin doğuşunu geciktiren
lonca düzeni ancak 19. yüzyılda tam olarak yıkıldı.
Bunu sağlayan faktör ise, Osmanlı ekonomisinin kapitalist Batı ekonomisine entegre olmasıdır. Kapitalist
Batı ekonomisine entegrasyon ilerledikçe lonca düzeni
çözüldü ve loncaların yerini, piyasaya dönük atölyeler
23
almaya başladı.
Ataka Partisi ve Sırbistan'daki Radikal Parti, bu resmimilliyetçi tarih anlayışını halen benimseyen ve devam
ettiren aşırı milliyetçi çevrelere örnektir.
Balkanlar Üzerine“İktisadi”Tartışma
Bu şekilde düşünen akademisyenlerden birisi olan
Michael Palairet Balkan Ekonomileri adlı çalışmasında
Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Makedonya'da
Osmanlı hâkimiyeti altında tarım, hayvancılık ve tekstil
imalat sanayi alanlarında geliştiğini, ama Osmanlı Devleti'nden ayrıldıktan sonra Birinci Dünya Savaşı'na kadar iktisadi durgunluk dönemi yaşandıklarını açıklıyor.
Palairet, bu ülkelerde bağımsızlık / ayrılma sonrasında
ortaya çıkan iktisadi durgunluğu dokuz nedene bağlıyor:
Öte yandan bazı akademisyenler ise Osmanlı Devleti'nin iktisadi yönden bölgeye olumlu etkilerde bulunduğunu yazıyor. Bosna-Hersekli profesör Kazım
Hacımeyliç'e göre “Osmanlının ilk hakim olduğu
yıllarda birer küçük yerleşim yeri olan Saraybosna,
Mostar, Travnik, Poçitel, Stolac, Banyaluka, Bihaç ve
Zvornik (Osmanlı hakimiyeti altında) iktisadi ve ticari
hayatın artmasıyla kısa bir dönemde büyük şehir
görünümüne gelmişlerdir.”26
Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'a iktisadi etkisi konusundaki en büyük tartışma, imparatorluğun Balkanlar'ın
iktisadi gelişimine engel olup olmadığı üzerinedir. Balkanlı milliyetçi tarihçiler arasında yaygın olan kanı Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'ın gelişimine engel olduğudur. Bu yaygın kanıyı paylaşanlardan birisi ünlü Bulgar tarihçi Nikolai Todorov'dur. Todorov, Osmanlı hâkimiyeti süresince Bulgaristan'ın kültürel ve iktisadî yönden Batı Avrupa'daki gelişmelerden koptuğunu ve bir
24
durgunluk dönemi yaşadığını ileri sürmüştür.
(1) Osmanlı Devleti'nin sağladığı güvenlik şemsiyesi
altında düzenli biçimde işleyen büyük bir piyasanın
imparatorluktan ayrılma sonrasında kaybedilmesi.
(2) Bağımsızlık sonrasında Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu'nun Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ
devletlerine uyguladığı baskılar ve yüksek gümrük
tarifeleri.
(3) Bağımsızlık sonrasında ortaya çıkan siyasal istikrarsızlığın iktisadi yıkıcılığı.
(4) Tarımı ve kent yaşamını organize eden ve tarımsal
işgücünün önemli bir kesimini oluşturan Müslüman
nüfusun bu ülkelerden gönüllü veya zorunlu olarak
göç etmeleri.
(5) Müslümanlara ve Osmanlı Devleti'ne ait tarım
alanlarının bağımsızlık sonrasında yerli Hıristiyan köylülere dağıtılması sonucunda tarım topraklarının çok
küçük parçalara bölünmesi ve bunun verimsizliğe yol
açması.
(6) Bağımsızlık sonrasında yeni kurulan hükümetlerin
uyguladıkları oportünist siyasetin sonucunda kırsal
kesimde ormanların ve otlakların köylülerce yağmalanması.
(7) Bağımsızlık sonrasında kurulan hükümetlerin oportünist vergi siyasetleri sonucunda kırsal nüfusta ortaya
çıkan tembelleşme ve disiplinsizlik.
(8) Bağımsızlık sonrasında kır ve kent ekonomilerinde
ortaya çıkan kopukluk.
(9) Bağımsızlık sonrasında yeni kurulan hükümetlerin
yabancı sermayeye şüpheyle yaklaşmaları ve yerli
sermayeye iktisadi kaynakların peşkeş çekilmesi.
Balkan ülkelerindeki resmi-milliyetçi tarih görüşüne
göre Osmanlı işgali nedeniyle Balkan ülkeleri ve
toplumları Batı Avrupa'da meydana gelen Rönesans,
Reform, hümanizm ve aydınlanma hareketlerinden
koptu. Osmanlı işgali Balkan kültürünün ve entelektüel
hayatının taşıyıcısı olan din adamlarını ve aydınlarını
fiziksel olarak yok etti veya bu kişiler hayatlarını kurtarabilmek için ülkelerini terk edip Avrupa'nın başka
kentlerine sığınmak zorunda kaldılar. Ayrıca Osmanlı
devleti ve yönetim şekli (despotluğu), Balkan kentlerinde burjuvazinin, aristokrasinin ve entelektüellerin
gelişmesini engelledi. Bu nedenle Balkanlı resmi-milliyetçi tarih yazıcılarına göre Osmanlı hakimiyeti dönemi
Balkanlar için tam anlamıyla bir “Karanlık Çağı”dır. İşte
bu “Karalık Çağ” nedeniyle Balkanlar'da bilim, kültür ve
iktisat Batı Avrupa'ya göre geri kaldı.
Bu resmi-milliyetçi tarih anlayışı özellikle ilk bağımsızlık
yıllarında Balkan ülkelerinde çok yaygın ve hakim idi.
Asıl amaç; tarihi açıklamak değil, bağımsızlık sonrasında “milli kimliği” ve “milli devleti” inşa etmek idi. Bu
nedenle de Osmanlı Devleti ve sonrasında Türkiye
Cumhuriyeti, yani “Barbar Türkler”, tüm geriliklerin ve
kötülüklerin nedeni olan “öteki-düşman” olarak kurgu25
landı. Bu resmi-milliyetçi tarih anlayışı, günümüz
Balkan tarihçileri ve entelektüelleri arasında gücünü
büyük ölçüde yitirmiş olsa da, aşırı milliyetçi çevrelerde
halen yaşıyor ve etkisini sürdürüyor. Bulgaristan'daki
83
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
İktisadi gerilemenin nedenlerini bu şekilde açıklayan
yazara göre Bosna Hersek, 1878'de fiilen (1908'de
resmen) Osmanlı hâkimiyetinden çıkıp AvusturyaMacaristan İmparatorluğu'na geçtikten sonra iktisadi
gerileme yaşamadı. 4 Haziran 1882 tarihinde BosnaHersek'e Finans Bakanı olarak atanan Benjamin
Kalay'ın yoğun çalışmaları, altyapı yatırımları ve uyguladığı rasyonel-modern ekonomi politikaları sonucunda ulaşım, tarım, madencilik, ticaret, imalat sanayi,
enerji ve kent hayatı alanında Osmanlı Devleti döne27
mine göre çok daha fazla gelişme kaydedilmiştir.
SAYI 17 - 18
ce özgür (yani serfleşmemiş) köylüler ve tarımda temel
üretim birimi olarak küçük çiftçi arazileri, bağımsızlık
sonrasında Balkan ülkelerinin (Romanya hariç) temel
30
özelliği oldu.
Balkanlar'da toprak beyleri, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tımar sisteminin bozulup iltizam sisteminin gelişmesi ile birlikte oluşmaya başladı. Fakat bu
durum imparatorluğun merkezi yönetimi tarafından
sınırlandırıldı. Böylece Balkanlı toprak beyleri hiçbir
zaman güçlü“aristokrat aileler”e dönüşemediler.
Ayrıca tımar sisteminin bozulup yerini iltizam sistemine
bırakması Balkan memleketlerinde hajduk / klephtis
adındaki çetelerin güçlenmesine neden oldu. Çünkü
iltizam sistemi tımar sistemine oranla köylülerin sırtına
daha ağır vergiler yükledi ve bu yeni sistem içinde köylüler, mültezimler ile tefeciler tarafından ağır biçimde
sömürüldü. Mültezim ve tefecilerin sömürüsünden kaçan Balkan köylüleri dağlarda ve sınır boylarında üslenen hajduk / klephtis çetelerine katıldılar. Bazı hepsi
değil hajduk / klephtis liderleri ise, 19. yüzyılda yaygınlaşacak olan bağımsızlık isyanlarına katılıp silahlı adamları ile birlikte Osmanlı paşalarına ve askerlerine karşı
savaştılar.
Bu hajduk / klephtis geleneği 20. yüzyılda da Balkan
ülkelerinde varlığını devam ettirdi. Örneğin; ilk olarak
Balkan Savaşları'nda, daha sonra Birinci ve İkinci Dünya
Savaşları'nda sahneye çıkan meşhur “Sırp Çetnik
Birlikleri”nin tarihsel kökeni ve geleneği Sırp hajduklarına dayanır. İkinci Dünya Savaşı sonunda Tito'nun
liderliğindeki Komünist Partizan Birlikleri tarafından
bozguna uğratılan Sırp Çentikleri, Sosyalist Yugoslavya'nın parçalanması sürecinde Hırvatistan ve BosnaHersek'te yaşanılan savaşlarda (1991-1995) yeniden
hortlayacaktır.
Kentlerde ise iktisadi hayata lonca teşkilatları hakim idi.
Loncalar kent hayatını iktisadî açıdan canlı tutuyor,
üretim ve ticareti kesintiye uğratmıyor ve kentlerde
toplumsal düzen ve asayişin hakim olmasında önemli
rol oynuyorlardı. Ama aynı loncalar kentlerde manüfaktürlerin, rekabetçi piyasa ilişkilerinin, güçlü ve
bağımsız bir burjuvazi sınıfının, kalabalık bir işçi sınıfının ve kapitalizmin oluşmasını / gelişmesini engelledi.
Ayrıca loncalar ve kentler, merkezi yönetim tarafından
Batı Avrupa kentlerine oranla sıkı denetim altındaydı.
Batı Avrupa'da serbest ticaret, manüfaktürler, sanayi,
burjuvazi ve işçiler yani bir bütün olarak kapitalist ekonomi tarzı merkezi yönetim tarafından sıkı denetlenmeyen (veya denetlenemeyen) bağımsız veya özerk
kentlerde doğup gelişti.31 Fakat Balkan kentleri Osmanlı
Devleti'nin merkezi yönetimi (İstanbul) tarafından sıkı
biçimde denetleniyordu ve kentler, diğer Ortaçağ
İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlı Devlet yönetimine “tâbi”idi.32 Bu durum, Balkan kentlerinde manüfaktürlerin, burjuvazinin, işçi sınıfının ve nihayet bir
bütün olarak kapitalizmin gelişimini geciktirdi.
İktisadi Miras
Osmanlı Devleti Balkanlar'a beş önemli iktisadi miras
bıraktı:
(1)Yaygın küçük köylülük
(2) Zayıf burjuvazi
(3) Zayıf aristokrasi (toprak soylu sınıf)
(4) Zayıf işçi sınıfı
(5) Kapitalizmin geç gelişmesi.
Osmanlı Devleti bu miraslarını, büyük ölçüde, (1) kırda
uyguladığı tımar sistemi, (2) kentlerdeki lonca teşkilâtları düzeni ve (3) kentler üzerinde sıkı devlet denetimi aracılığıyla yarattı.
Osmanlı Devleti fethettiği yerlerdeki yerel feodal
beyleri, aristokrasiyi ve onların uyguladığı feodal düzeni yok etti. Ardından buralarda kendi tımar siste-mini
uyguladı.28 Daha önce anlattığımız gibi, tımar sistemi
toprakta özel mülkiyetin ve böylece Avru-pa'dakine
benzer biçimde toprağa dayalı güçlü bir aristokrasinin
(toprağa dayalı soylu sınıfın) oluşmasını ve köylülerin
serfleşmesini engelledi.
Osmanlı hâkimiyeti süresince tımar sistemi Raguza
(bugünkü Dubrovnik), Transilvayna (Erdel), Eflak ve
Boğdan bölgelerinde uygulanmadı. Buraları vergi veren özerk bölgelerdi. Tımar sistemi kapsamına alınmayan bu özerk bölgeler kendi geleneksel sosyal ve iktisadî ilişkilerini ve kurumlarını devam ettirebildiler. Bu
nedenle Eflak ve Boğdan bölgelerinde “boyar” olarak
adlandırılan büyük toprak beyleri ve boyar aileleri mevcuttu: Stroici, Ureşe, Mavila, Baleni, Buzeşti, Ruset,
Kostin aileleri gibi... Eflak ve Boğdan voyvodaları bu
boyar ailelerden çıkıyordu. Boyarların hâkimiyeti altın29
da çalışan köylüler ise“yarı-serf”konumundaydılar.
Fakat tımar sisteminin uygulandığı diğer Balkan topraklarında Eflak ve Boğdan'daki boyar aileleri kadar
güçlü toprağa dayalı aristokratik aileler gelişmedi. Ayrıca tımar sisteminin uygulanmış olduğu topraklarda
köylüler, Eflak-Boğdan köylülerinden daha özgür idiler
yani Eflak-Boğdan köylüleri gibi yarı-serf konumda
değillerdi. Bunun sonucu olarak, zayıf aristokrasi, göre-
84
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
lenen komünist/sosyalist partiler de, işçi sınıfının hem
nicel (nüfus) hem de nitel (örgütlülük) olarak zayıf olması nedeniyle büyük ölçüde köylülüğe dayandı. Bu nedenledir ki, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Balkan ülkelerinde faşizme karşı komünist partizan direnişleri en
çok köylülükten beslendi.36
Ayrıca iki savaş arası dönemde Balkan ülkelerinde ortaya çıkan faşist partiler ve monarko-faşist rejimler de
köylülere yönelik sahte bir halkçı propaganda uyguladılar ve taraftarlarını büyük ölçüde köylülerden topladılar. Örneğin Yugoslavya Krallığı'nda ortaya çıkan
Hırvat faşist Ustaşa örgütü, büyük ölçüde köylülüğe
dayanmaktaydı ve milislerinin çoğunluğunu Hırvat
37
köylüleri arasından devşirmekteydi.
Böylece Osmanlı Devleti'nden bağımsızlığını kazanan
Balkan devletleri, güçlü burjuvazisi, güçlü aristokrasisi
(tımar sisteminin uygulanmadığı Romanya hariç) ve
güçlü işçi sınıfı olmayan, ama yaygın küçük köylülüğü
olan devletler olarak 20. yüzyıla girdiler. Böyle bir toplumsal yapı, Balkan krallarının siyasette etkili olmalarında önemli rol oynadı. İki Dünya Savaşı arası dönemde,
krallar Balkan siyasetinde son derece etkili oldular.
Kralların en büyük toplumsal dayanakları yaygın köylülük oldu. Ancak zamanla burjuvazi ve işçi sınıfı geliştikçe kralların ve köylülüğün gücü sınırlandı.
İkinci Dünya Savaş sonrasında ise Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya ve Arnavutluk'ta kurulan sosyalist
rejimler “köylülük sorunu” ile karşılaştılar. Çünkü
komünist düşünce ve hareketi, özü (işçi sınıfı) ve amacı
(“proletarya diktatörlüğü” yoluyla sınıfsız-sömürüsüz
toplum kurmak) itibariyle köylülüğe değil, işçi sınıfına
dayanır. Fakat bu ülkelerde işçi sınıfı nicel (nüfus) ve
nitel (örgütlülük) olarak zayıf, ama köylülük yaygın ve
güçlü idi. Bu durum, doğal olarak, Balkanlı ülkelerde
sosyalist rejimlerin kuruluşunu, gelişimini ve meşruiyetini zorlaştırdı.
Osmanlı Devleti'nin bir mirası olarak, güçlü aristokrasinin olmadığı ortamda köylüler Balkan siyasetine
damgalarını vurdular. 19. yüzyıldaki milli kurtuluş hareketleri ve milliyetçilik, aristokrasiye değil köylülere,
cumhuriyetçi aydınlara ve az da olsa zayıf burjuvaziye
dayandı. Bağımsızlık sonrasında kurulan meşruti monarşi rejimlerinin kralları, yerel güçlü aristokrasi olmadığı için Avrupalı devletlerden ithal edildi. Büyük güçler
arasında yapılan pazarlıklar sonucunda belirlenen
Avrupalı hanedan üyeleri, Osmanlı Devleti'nden kopan
genç Balkan devletlerin başına kral olarak getirildiler.
Böylece Balkan ülkelerindeki Osmanlı-Türk nüfuzu
sona ererken, diğer Avrupalı büyük güçlerin nüfuzu
arttı. Bu durum, Balkan ülkelerinin ve milletlerinin bağımsızlık sonrasında iktisadi, siyasal ve kültürel gelişimini olumsuz etkiledi.33
Ayrıca 1991-1995 döneminde Yugoslavya'nın parçalanması sürecinde Hırvatistan ve Bosna-Hersek'te yaşanılan savaşlarda köylüler kentlilere oranla daha aktif ve
etkili rol oynadılar. Bu savaşlarda Sırp ve Hırvat silahlı
gruplarının en önemli kaynağını Sırp ve Hırvat köylüleri
oluşturdu. Boşnak köylüleri de, Sırp ve Hırvat silâhlı
grupların saldırılarına karşı Bosna-Hersek kentlerini
korumak için silahlarıyla birlikte köylerinden çıkıp kent38
lere aktılar.
Sonuç
İktisadi, siyasal ve askeri yönden üstün olan bir devlet,
kaçınılmaz olarak iktisadi, siyasi ve askeri yönden
kendisinden daha zayıf olan devletleri ve toplumları
etkiler. Dolayısıyla, kendi çağında Balkanlar
bölgesinde iktisadi, siyasi ve askeri üstünlük sağlayan
Osmanlı Devleti kaçınılmaz olarak bölgeyi derinden
etkiledi ve kendisinden koparak bağımsızlığını
kazanan Balkan ülkelerine değişik alanlarda (iktisadi,
siyasi, kültürel, demografik) miraslar bıraktı.
Balkanlar'da iktisadi alandaki Osmanlı mirası son
derece güçlü oldu.
Bağımsızlık sonrasında köylüler Balkan siyasetinde son
derece etkili oldular. Özellikle iki savaş arası dönemde
(1919-1939) Balkan ülkelerinde çok sayıda köylü partileri kuruldu. Bu partiler siyasal alanda etkili roller üst34
lendiler oldular. Buna en güzel örneklerinden birisi,
Stanboliyski'nin köylü partisinin (Bulgaristan Çiftçi
Birliği) iki savaş arası dönemde Bulgar siyasetinde son
35
derece etkin ve güçlü bir biçimde yer almasıdır.
Balkanlar'da 19. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkmaya başlayan ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında güç-
85
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Osmanlı merkezi yönetimi, tımar sistemi aracılığıyla
kırsal alanı denetleyerek toprağa dayalı güçlü bir aristokrasinin (toprağa dayalı soylu sınıfın) ortaya çıkmasını ve köylülüğün serfleşmesini önledi. Ayrıca merkezi
yönetim, lonca örgütleri ve atadığı resmi görevliler
aracılığıyla kentleri kendi denetimi ve kontrolü altına
aldı. Kentlerdeki lonca-devlet tekeli/denetimi burjuva
SAYI 17 - 18
ve işçi sınıflarının doğmasını engelledi. Bu ise, Balkanlar'da kapitalizmin gelişimini geciktirdi. Böylece (1)
zayıf aristokrasi, (2) zayıf burjuvazi, (3) zayıf işçi sınıfı, (4)
yaygın küçük köylülük ve (5) kapitalizmin geç gelişmesi, Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'a bıraktı önemli
iktisadi miraslar oldu.
Kaynakça
Adanır, Fikret: “Tradition and Rular Change in Southeastern Europe During Otoman
Rule”, The Origins of Backwardness in Eastern Europe: Economics & Politics from
the Middle Ages until the Early Twentieth Century, Berkley, University of California
Press, 1989, s. 131-209.
Ateş,Toktamış: SiyasalTarih, İstanbul, DerYayınları, 1997.
Baechler, Jean: Kapitalizmin Kökenleri, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara, İmge
Kitabevi, 1994.
Beldiceanu, Nicoara: “Osmanlı Devleti'nin Örgütü (XIV-XV. Yüzyıllar)”, Osmanlı Devleti
Tarihi - I: Osmanlı Devletinin doğuşundan XVIII. yüzyılın sonuna, Ed. Robert
Mantran, Çev. ServerTanilli, İstanbul, CemYayınevi, 1995, s.145-170.
Bora, Tanıl: Bosna-Hersek: Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası, Birikim Yayınları,
İstanbul, 1994.
Castellan, Georges: Balkanların Tarihi, Çev. Ayşegül Yarman Başbuğu, İstanbul,
MilliyetYayınları, 1995.
Erdost, Muzaffer İlhan: Osmanlı Devleti'nin Mülkiyet İlişkileri, Ankara, Onur
Yayıncılık, 1993.
Faroqhi, Suraiya:“İktisatTarihi (1500-1600)”, TürkiyeTarihi - 2: Osmanlı Devleti, 13001600, Ed. Sina Akşin, İstanbul, CemYayınevi, 2002, s. 147-205.
Faroqhi, Suraiya: “İktisat Tarihi (17. ve 18. Yüzyıllar)”, Türkiye Tarihi - 3: Osmanlı
Devleti, 1600-1908, Ed. Sina Akşin, İstanbul, CemYayınevi, 2005, s. 191-216.
Hacımeyliç, Kazım:“Bosna-Hersek'te Tasavvuf”, Uluslararası Balkanlarda Türk Varlığı
Sempozyumu - II, Bildiriler, Cilt I, Ed. Ünal Şenel, Manisa, Celal Bayar Üniversitesi
Yayını, 2010, s. 519-543.
İnalcık, Halil: “The Meaning of Legacy: The Otoman Case”, Imperial Legacy: The
Ottoman Imprint On The Balkans and the Middle East, Ed. L. Carl Brown, New York,
Columbio University Press, 1996, s. 17-29.
Keyder, Çağlar: “Small Peasant Ownership in Turkey: Historical Formation and Present
Structure”, Review, Cilt 7, No 1,Yaz 1983, s. 53-107.
Kunt, Metin:“Siyasi Tarih (1600-1789)”, TürkiyeTarihi-3: Osmanlı Devleti, 1600-1908,
Ed. Sina Akşin,İst.,CemYayınevi, 2005, s. 19-73.
Küçük,Yalçın: El Kitabı, İstanbul, AkışYayıncılık, 1997.
Ortaylı, İlber: İmparatorluğun En UzunYüzyılı, İstanbul, İletişimYayınları, 2005.
Ortaylı, İlber: Osmanlı Barışı, İstanbul, Ufuk Kitap, 2006.
Özyüksel, Murat: Feodalite ve OsmanlıToplumu, İstanbul, DerYayınları, 1997.
Palairet, Michael: Balkan Ekonomileri, 1800-1914, Çev. Ayşe Edirne, İstanbul, Sabancı
ÜniversitesiYayınları, 2000.
Savran, Sungur: Türkiye'de Sınıf Mücadeleleri, İstanbul, KardelenYayınları, 1992.
Stavrianos, L. S.: The Balkans since 1453, NewYork, Holt, Rinehart andWinston, 1958.
Todorov, Nikolai: A Short History of Bulgaria, Sofia, Sofia Press, 1977.
Todorova, Maria: Balkanlar'ı Tahayyül Etmek, Çev. Dilek Şendil, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2003.
Todorova, Maria: The Balkan City, 1400-1900, Seattle, University ofWashington Press,
1983.
Todorova, Maria:“The Ottoman Legacy in the Balkans”, Balkans: A Mirror of the New
International Order, Ed. Günay Göksu Özdoğan, Kemal Saybaşılı, Eren Yayıncılık,
İstanbul, 1994, s. 55-74.
Toprak, Zafer: “İktisadi Tarih”, Türkiye Tarihi-3: Osmanlı Devleti, 1600-1908, Ed. Sina
Akşin, İstanbul, CemYayınevi, 2005, s. 219-271.
Veinstein, Gilles: “Balkan Eyaletleri (1606-1774)”, Osmanlı Devleti Tarihi - I: Osmanlı
Devletinin doğuşundan XVIII. yüzyılın sonuna, Ed. Robert Mantran, Çev. Server
Tanilli, İstanbul, CemYayınevi, 1995, s. 349-413.
Veinstein, Gilles:“Büyüklüğü İçinde İmparatorluk (XVI.Yüzyıl)”, Osmanlı DevletiTarihi I: Osmanlı Devletinin doğuşundan XVIII. yüzyılın sonuna, Ed. Robert Mantran, Çev.
ServerTanilli, İstanbul, CemYayınevi, 1995, s. 195-276.
Wolff, Robert Lee: The Balkans In OurTime, NewYork,W.W. Norton & Company, 1967.
Dipnotlar
1) Maria Todorova, “The Ottoman Legacy in the
Balkans”, Balkans: A Mirror of the New International
Order, Ed. Günay Göksu Özdoğan, Kemal Saybaşılı, Eren
Yayıncılık, İstanbul, 1994, s. 55 ve Todorova, Balkanlar'ı
Tahayyül Etmek, Çev. Dilek Şendil, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2003, s. 336.
2) Halil İnalcık, “The Meaning of Legacy: The Otoman
Case”, Imperial Legacy: The Ottoman Imprint On The
Balkans and the Middle East, Ed. L. Carl Brown, New
York, Columbio University Press, 1996, s. 17.
3) Tarihsel sırasıyla Osmanlı Devleti'nde bağımsızlığını
kazanan Balkan devletleri şöyledir: Yunanistan (1832),
Sırbistan, Romanya ve Karadağ (1878), Bulgaristan
(1908),Arnavutluk (1912).
4) Yalçın Küçük, El Kitabı, İstanbul, Akış Yayıncılık,
1997, s. 337.
5) İlber Ortaylı, Osmanlı Barışı, İstanbul, Ufuk Kitap,
2006, s. 45, 47.
6) Bu konu için bkz.: Muzaffer İlhan Erdost, Osmanlı
Devleti'nin Mülkiyet İlişkileri, Ankara, Onur Yayıncılık,
1993, s. 124-154.
7) Gilles Veinstein, “Balkan Eyaletleri (1606-1774)”,
Osmanlı Devleti Tarihi - I: Osmanlı Devletinin
doğuşundan XVIII. yüzyılın sonuna, Ed. Robert Mantran,
Çev. Server Tanilli, İstanbul, Cem Yayınevi, 1995, s. 389393.
8) Georges Castellan, Balkanların Tarihi, Çev. Ayşegül
Yarman Başbuğu, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1995, s.
127.
9) L. S. Stavrianos, The Balkans since 1453, New York,
Holt, Rinehart and Winston, 1958, s. 100.
10) Nicoara Beldiceanu, “Osmanlı Devleti'nin Örgütü
(XIV-XV. Yüzyıllar)”, Osmanlı Devleti Tarihi - I:
Osmanlı Devletinin doğuşundan XVIII. yüzyılın sonuna,
Ed. Robert Mantran, Çev. Server Tanilli, İstanbul, Cem
Yayınevi, 1995, s. 158.
11) Suraiya Faroqhi, “İktisat Tarihi (1500-1600)”,
Türkiye Tarihi - 2: Osmanlı Devleti, 1300-1600, Ed. Sina
Akşin, İstanbul, Cem Yayınevi, 2002, s. 162.
12) Veinstein, “Büyüklüğü İçinde İmparatorluk (XVI.
Yüzyıl)”, Osmanlı Devleti Tarihi - I: Osmanlı Devletinin
doğuşundan XVIII. yüzyılın sonuna, Ed. Robert Mantran,
Çev. Server Tanilli, İstanbul, Cem Yayınevi, 1995, s. 244.
14) Murat Özyüksel, Feodalite ve Osmanlı Toplumu,
İstanbul, Der Yayınları, 1997, s. 105-109 ve Veinstein,
“Balkan Eyaletleri (1606-1774)”, s. 400-401.
15) Faroqhi, a. g. e., s. 158-159.
16) Castellan, a. g. e., s. 129.
17) Toktamış Ateş, Siyasal Tarih, İstanbul, Der Yayınları,
1997, s. 46-47.
18) Faroqhi, “İktisat Tarihi (17. ve 18. Yüzyıllar)”,
Türkiye Tarihi - 3: Osmanlı Devleti, 1600-1908, Ed. Sina
Akşin, İstanbul, Cem Yayınevi, 2005, s. 195.
19) Tımar sisteminin bozulup yerini iltizam sisteminin
alması ve özel çiftliklerin oluşması hakkında bkz.: Sungur
Savran, Türkiye'de Sınıf Mücadeleleri, İstanbul, Kardelen
Yayınları, 1992, s. 19-22 ; Özyüksel, a. g. e., s. 137-154 ;
Castellan, a. g. e., s. 214-219 ; Erdost, a. g. e., s. 86-98 ve
Veinstein, “Balkan Eyaletleri (1606-1774)”, s. 393-398.
20) Metin Kunt, “Siyasi Tarih (1600-1789)”, Türkiye
Tarihi-3: Osmanlı Devleti, 1600-1908, Ed. Sina Akşin,
İstanbul, Cem Yayınevi, 2005, s. 21-22 ve Colin Imber,
Osmanlı Devleti, 1300-1650: İktidarın Yapısı, Çev. Şiar
Yalçın, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi, 2006, s. 9396.
21) Veinstein, “Balkan Eyaletleri (1606-1774)”, s. 398399 ve Stavrianos, a. g. e., s. 108-109.
22) Loncalar konusunda başvurulan kaynaklar: Castellan,
a. g. e., s. 135-136 ; Ateş, a. g. e., s. 53-55 ; Özyüksel, a. g.
e., s. 123-127 ve Erdost, a. g. e., s. 66-73.
23) Zafer Toprak, “İktisadi Tarih”, Türkiye Tarihi-3:
Osmanlı Devleti, 1600-1908, Ed. Sina Akşin, İstanbul,
Cem Yayınevi, 2005, s. 222.
24) A. e., s. 223.
25) Nikolai Todorov, A Short History of Bulgaria, Sofia,
Sofia Press, 1977, s. 42-43.
26) Todorova, Balkanlar'ı…, s. 361-363.
86
27) Kazım Hacımeyliç, “Bosna-Hersek'te Tasavvuf”,
Uluslararası Balkanlarda Türk Varlığı Sempozyumu - II,
Bildiriler, Cilt I, Ed. Ünal Şenel, Manisa, Celal Bayar
Üniversitesi Yayını, 2010, s. 520. Alıntı içinde yer alan
parantez bana aittir.
28) Bkz.: Michael Palairet, Balkan Ekonomileri, 18001914, Çev. Ayşe Edirne, İstanbul, Sabancı Üniversitesi
Yayınları, 2000, s. 248-271.
29) Stavrianos, a. g. e., s. 112 ve Robert Lee Wolff, The
Balkans In Our Time, New York, W. W. Norton &
Company, 1967, s. 66-67.
30) Veinstein, “Balkan Eyaletleri (1606-1774)”, s. 352353, 356, 372-373.
31) Bkz.: Çağlar Keyder, “Small Peasant Ownership in
Turkey: Historical Formation and Present Structure”,
Review, Cilt 7, No 1, Yaz 1983, s. 53-107 ve Fikret Adanır,
“Tradition and Rular Change in Southeastern Europe
During Otoman Rule”, The Origins of Backwardness in
Eastern Europe: Economics & Politics from the Middle
Ages until the Early Twentieth Century, Berkley,
University of California Press, 1989, s. 131-209.
32) Bkz.: Jean Baechler, Kapitalizmin Kökenleri, Çev.
Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara, İmge Kitabevi, 1994, s. 97121.
33) Todorova, The Balkan City, 1400-1900, Seattle,
University of Washington Press, 1983, s. 3-8.
34) Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul,
İletişim Yayınları, 2005, s. 57, 103.
35) Stavrianos, a. g. e., s. 610-612.
36) Bkz.: Todorov, a. g. e., 79-85.
37) Wolff, a. g. e., s. 108.
38) Bkz.: A. e., s. 116-119 ve Stavrianos, a. g. e., s. 697699.
39) Bkz.: Tanıl Bora, Bosna-Hersek: Yeni Dünya
Düzeninin Av Sahası, Birikim Yayınları, İstanbul, 1994, s.
95-108.
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Jön Türklerin Siyasi Fikirlerinin
Balkanlar Üzerindeki Etkileri
Dr. Necip YILMAZ
1789 Fransız ihtilâli ile ortaya çıkan siyasi yapı tüm dünyayı olduğu gibi Osmanlı Devleti'ni de etkilemiştir. Hürriyet,
adalet ve eşitlik fikirlerinin yaygın havası içinde Fransa, İngiltere ve Rusya Osmanlı Devleti'ndeki gayrimüslim
tebaayı kendi menfaatleri yönünde teşvik ettiler. Ortaya çıkan yeni siyasi anlayışlar doğrultusunda çok uluslu
devletlerin yapıları bir bir çözülmeye başladı. Bu hürriyetçi dalga Osmanlı Devleti'ni de sardı. Devlet yöneticilerinin
yeni gelişmeler karşısında geliştirdikleri siyasi anlayışlar dağılma sürecini hızlandırdı. Önce Namık Kemal, Şinasi
gibi önderlerin öncülüğünde örgütlenenYeni Osmanlılar Kanun- Esasiyi ilan ettirmeyi başardılarsa da bu girişim iç
ve dış nedenlerden ötürü istenen sonucu doğurmadı. Abdullah Cevdet, İshak Sukuti önderliğindeki Jön Türk
hareketi de İttihat Ve Terakki'nin iktidarı ele geçirmesiyle iş başına gelseler de devlet yönetmedeki tecrübesizlik ve
geleneksel Osmanlı siyasi anlayışının parçalanmasından ötürü başarılı olamadı. Bu siyasi düşünce özellikle
Balkanlar ve Balkan halkları arasında milliyetçilik fikrinin ortaya çıkması ve yayılamsı üzerinde etkili oldu.
Osmanlıcılık akımı ve ardından Türkçülük akımı dağılma sürecini durduramamış, aksine hızlandırarak ivme
kazandırmıştır. Bu sonuçların oluşmasında 20.Yüzyılın başında dünyadaki gelişmelerin etkisi de büyüktür.
imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) ile Rusya,
Osmanlı İmparatorluğu içindeki Ortodoks tebaanın
koruyuculuk hakkını elde etmişti. Bunu zaman içinde
genişleterek kendi emperyalist emelleri doğrultusunda kullanan Rusya'ya karşı Düveli Muazzama'nın da
aynı şekilde hareket etmesiyle bu yüzyıl ortalarında
milletler sorunu ortaya çıktı. Bütün Balkan halkları bu
dönemde Düveli Muazzama'nın koruması altına girmiştir. Bu süreçte Yunanlılar diğer etnik yapılarda daha
farklı bir ilgi görmüşlerdir. Bulgarlar ise sınırlı bir alaka
2
ile karşılanmışlardır. Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları Osmanlı millet sistemi altında çeşitli etnik ve dinsel
gruplar tarafından yüzyıllar boyu uygulanan karşılıklı
hoşgörüyü zayıflatarak zaman içersine tümüyle orta3
dan kaldırmıştır.
GİRİŞ
Osmanlı Devleti'nin dağılma dönemi salt iç dinamiklerle açıklanamaz. Bu dönemin iyi anlaşılabilmesi için
emperyalizm olgusunu ve 20. yüzyıl başlarında oluşan
dünya dengesini göz önünde bulundurmak gerekir.
1870'lerden itibaren dünya yeni bir döneme girdi.
İngiltere artık Avrupa ve dünyada mutlak tek güç
olmaktan çıkmış ve kapitalizm de tekelci üretim aşamasına ulaşmıştı. Emperyalizm kendine yeni ülkeler
arama peşindeydi. Bu bakir alanlardan birisi de Balkanlardı. 1878-1914 yılları arasındaki dönemi Balkanların
tarihinde emperyalizm ve kapitalizm çağı olarak gör1
mek gerekir.
Bu yeni gelişme içersinde Osmanlı İmparatorluğu'nun
temel sorunlarından birisi millet sisteminin çözülmesi
ve buna bağlı olarak artan siyasal bilinçlenme ve milliyetçilik hareketleri olmuştur. Özellikle 19.yüzyılın ikinci
yarısında ivme kazanan milliyetçilik hareketleri,
Osmanlı egemenliği altında yaşayan halklar ulusdevlet olma sürecine sokmuştur. Osmanlı Devleti'nin
Balkanlardaki hâkimiyetini sekteye uğratmak için
Rusya, İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri
dinsel ve mezhepsel farklılığı bir nüfuz alanı olarak
kullanmışlardır. Dış ve iç dinamiklerin yanında bu gelişmelere ivme kazandıran etken Jön Türklerin siyasi fikirlerinin mevcut gelişmeler karşısındaki yetersizliğiydi.
Ortaya çıkan tablo sonucunda 20. yüzyıl başlarında
Osmanlı Devleti'nin Balkanlardaki varlığı büyük ölçüde
sona ermiş ve siyasi harita yeniden şekillenmiştir.
Milletler sorununun ortaya çıkması, kuşkusuz salt dış
etkenlerin sonucu değildir. Özellikle Tanzimat döneminde gerçekleştirilen toplumsal eşitliği sağlamaya
dönük düzenlemeler, doğrudan ve dolaylı yönden bu
sorunun gündeme gelmesine yol açmıştır. Geleneksel
Osmanlı devlet sistemi içinde millet adı altında temsil
edilen gayri Müslim unsurlar; özgürlük, eşitlik, adalet
v.b modern değerlerin yanı sıra, kendilerini emperyalist çıkarları doğrultusunda destekleyen Düveli Muazzama'nın de etkisiyle siyasal yönden bilinçlenerek, 19.
yüzyılda ayrılıkçı hareketlere yöneldiler. Daha önce ulusal ayaklanmalara şiddetle karşı çıkmış olan gayrimüslimlerin dini yöneticileri, otoritelerini yitirmeye başlayınca ayaklanmaları destek vermeye, teşvik etmeye
4
başladılar. Aslında mevcut şartlar içinde yapılmak isten
sorunların çözümünde bir arayıştı. Fakat yapılan
reformlar etkili olamamış, bu yüzden de eleştir
almıştır.5
Osmanlı Devleti'nda milletler sorununun ortaya çıkması 18. yüzyılın sonlarına kadar dayanır. Bu sorunun
kronik bir hal alması Tanzimat dönemi (1839-1876)
içinde olmuştur. 1768-74 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda
88
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Kökleri Tanzimat ve bilhassa 1856 Islahat fermanlarına
dayanan Osmanlılık kavramı, 1864 yılında çıkarılan
vatandaşlık kanunu ile tarihte ilk kez Osmanlı ülkesinde
yaşayan insanlara devlet eliyle yeni bir kimlik vermek
amaçlanmıştı. Resmî “Osmanlılık” tanımı ise 1876
Kanun-i Esasîsi'nin 8. maddesinde yer almıstır:“Devlet-i
Osmaniye tâbiyetinde bulunan efradın cümlesine her
hangi din ve mezhepten olur ise olsun bilâ istisna
Osmanlı tabir olunur…” Bu anlayış, millet sisteminin
çözülme sürecine girdiğinde Tanzimatçıların, yaşanılan
boşluğu doldurmak için geliştirdikleri bir plandı.
Tanzimat'ın resmi doktrini olarak kabul edilen Osmanlıcılık tüm Osmanlı tebaası arasında eşitlik getirmekte
6
ve “millet-i hâkime” anlayışına son vermekteydi.
Osmanlıcılık, bütün tebaanın eşitligi prensibi, yeni bir
Osmanlı vatanseverligi meydana getirmeyi amaçlıyordu.
SAYI 17 - 18
kanun önünde eşitlik prensibi idi. “Genç Osmanlılar” ya
da “Yeni Osmanlılar” olarak adlandırılan Namık Kemal
ve arkadaşları Avrupa'da egemen olan liberal anayasacılık fikirlerinden etkilenmişlerdir.
Osmanlı Devletinde Siyasi Düşüncenin
Farklılaşma Süreci
Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren çoğulcu
yapısının hem yönetim olarak hem halk olarak hep
korumuştur. Varlığı bir anlamda bu çoğulcu yapıya
bağlıydı. İslam din olarak her ne kadar etkin bir din olsa
da barındırdığı nüfus itibariyle mevcut yapıya uyum
sağlamış ve adaleti ön planda tutmuştur. Bu uyum asırlar içersinde kendini korumakla beraber zaman zaman
iç çatışmalar sırasında kısmen yara alsa da mevcut
ahenk süregelmiştir. 19.yüzyılda Tanzimat ile başlayan
reform süreci içinde Osmanlı Devleti'nin öncelikli
sorunlarından birisi de; geleneksel “millet sistemi”nin
çözülmeye başlamasıyla birlikte ortaya çıkan toplumsal eşitliğin sağlanması problemi olmuştur.
Tanzimat Osmanlıcılığı, Fransız İhtilali'ne tepki olarak
doğmuştur. Yeni Osmanlılar Cemiyeti 1865'te İstanbul'da gizli olarak kuruldu. Cemiyetin nizamnamesi ve
programı da vardı. Amaçları meşruti bir idare kurarak
Hıristiyan teba-i Osmaniyen'in ıslahına çalışmaktı. Ali
Suavi, "Bugün Osmanlı Devleti'ndeki insanların tek bir
milliyeti vardır: Osmanlı" derken, Mustafa Fazıl Paşa;
"Müslüman, Katolik. Rum, Ortodoks olmak kamu
hizmetinde görev almak için önemli değildir, önemli
olan ehliyet ve vatanseverliktir." diyordu. Böylece
devletin tüm tebaası Osmanlı olacaktı. Bununla
beraberYeni Osmanlılar hükümetin resmi reform programına Hıristiyanlara çok fazla imtiyaz verildiği ve
Avrupa devletlerine ülkenin iç işlerine karışma fırsatı
yaratıldığı iddiaları ile karşı çıktı. Onlara göre reformlarla İslam hukuku ve kültürü yara almıştı. Vatandaşlık
kavramı köklü değişmelere ve yeni gelişmelere neden
oldu. Osmanlıcılığı Hristiyan teba asimilâsyon olarak
algılamış, millet-i hakime ise var olan statülerinin ellerinden alındığını düşünmüşlerdir. Bu duruma Cevdet
Paşa Tezâkir'inde şöyle değinmektedir: “Ehl-i İslamdan
birçoğu; aba ve ecdadımızın kanıyla kazanılmış olan
hukuk-u mukaddese-i milliyemizi bugün gaib ettik.
Millet-i İslâmiye millet-i hâkime iken böyle bir mukaddes
haktan mahrum kaldı. Ehl-i İslâm'a bu bir ağlayacak ve
matem edecek gündür deyû söylenmeye başladılar.
Teb'ai gayri müslime ise ol gün raiyyet silkinden çıkıp
millet-i hâkime ile tesâvi kazanmış olduklarından
7
anlarca bir yevm-i meserret idi.”
Tanzimat'la başlayan ve giderek ivme kazanan bu yeni
dönemde imparatorluğun karşı karşıya kaldığı ayrışma
ve dağılma tehlikeleri karşısında, imparatorluğun siyasi
birliğinin korunması için diğer yapısal reformların yanında, Osmanlılık ya da Osmanlıcılık olarak adlandırılan
sosyopolitik formül devreye sokulmuştur. Osmanlıcılık
milliyetçiliğe bir tepki olarak gelişmiştir. Fakat bir yerde
9
de milliyetçilik de bu grup kültüründen beslenmiştir.
Osmanlılığın getirdiği politik kimlik algılaması; yalnızca
gayrimüslim unsurlar arasında değil, Türk kimliği arayışı sürecini de hızlandırarak ve Osmanlı kimliği ile Türk
kimliği arasında milli soruna evirilmiştir. Türk olmayan
unsurlar arasında ise Osmanlıcılık gizli Türkleştirme
politikası olarak algılanmıştır.
Geleneksel Osmanlı siyasi sisteminin değişime uğramaya başladığı Tanzimat sonrasında kanun-i esasinin
ilanı ve ıslahat fermanı ile yeni bir dönemin kapılarını
açmıştır. I. Meşrutiyet Osmanlı-Rus harbi dolaysıyla kısa
sürse de uzun sayılabilecek II. Abdülhamit'in saltanatının sonlarına doğru Namık Kemal'in başlattığı hareketin bir devamı olarak Abdullah Cevdet İshak Sukuti
ve arkadaşları yeni siyasal muhalefetin önderleri oldular. Bunlarda kanun-i esasinin yürürlüğe girmesini istiyorlardı. Ülkenin yaşadığı sorunların çözümünü hürriyet, teba arasındaki eşitlik, adalet ve kardeşlikte görüyorlardı. 1889'da İttihad-ı Osmanî adıyla kurulan ve
sonradan İttihad ve Terakki adını alan cemiyet 23 Temmuz 1908'de II. Meşrutiyeti ilan ettirmeyi başardı. Aynı
yılın Kasım ve Aralık aylarında parlamenter seçimi
yapıldı. İttihatçılar bir ülke içinde yaşayan insanların ırk,
din ve etnik kimliklerine göre ayrı ayrı sınıflandırılmasını yanlış buluyor ve hürriyet, eşitlik, adalet ve kardeşliğe dayalı bir vatandaşlık anlayışının yerleşmesi ile
sorunların çözülebileceğini savunuyorlardı.
Yeni Osmanlıların amacı Osmanlı
İmparatorluğu'ndan bir “meclis-i
meşveret”in kurulmasını sağlayarak
siyasi iktidarın paylaşılmasını kurumlaştırmak, bir kuvvetler ayırımı
sağlamaktı. Kuvvetlerin dengesi,
yürütmeyi, kurulacak olan meclise
karşı sorumlu tutmakla elde edi8
lecekti. Tanzimat'ın temel felsefesi,
89
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Ancak yaptıkları inkılâpla siyasal düzeni yerleştirmeyi
amaçlamışlardı. Herkes birinci sınıf vatandaş olduğunda sorunlar bitecekti. Ütopik siyasi anlayışları böyle bir
sistemin kurulmasına yeterli olamamıştır. Geçmiş
dönemden daha çok otoriter bir yapı kurmuşlardır.
Bununla birlikte toplum arasında mevcut olan ahenk
de kaybolmuştur. Diğer taraftan devlet daha önce kiliseler, havralar ve camilerce üstlenilmiş olan eğitim gibi
birçok işlevi kendi üzerine almak isityordu. Bu yüzden
dini gruplar yeni düzende toplumdaki rollerini kaybediyorlardı.Yeni düzen dini grupların çıkarlarına aykırı
10
olduğu için yeni yapılanmalara sıcak bakmıyorlardı.
SAYI 17 - 18
kullanarak Avrupa gibi olmaya çalışmaktır. Dönemin
temel muhalefet odaklarını azınlıklar ile Osmanlıcıların
devamı olan Jön Türkler oluşturmuştur. Jön Türkler
bundan sonraki olayların akışında önemli bir siyasal
aktör olarak fonksiyon görmüştür.
Milliyetçilik FikrininYayılışı
XIX. yüzyıl sonlarına doğru Osmanlı modernleşmesi
içinde devleti kurtarma düşüncesiyle ortaya çıkan siyasal düşünce akımlarından birisi de Türkçülüktür. II. Meşrutiyet döneminde özellikle Balkan Savaşları sonucunda İttihad ve Terakki yönetiminin de bu düşünceyi
benimsemesiyle yükselişe geçen Türkçülük, daha önce
ortaya çıkan Osmanlıcılık ve İslamcılık tezleri arasında
farklı bir sentez yaratmaya çalışmıştır. Yeni Osmanlılar
ve Jön Türkler Avrupa'dan gelen hürriyet rüzgârının
ülkeyi kurtacağı savıyla faaliyetlerini yürüttüler. Gerek
1887 yılında açılan meclis ve gerekse 1908'de açılan
meclis istenen değişimi ve ülkeyi kurtarmaya yetmedi.
Çünkü zihinsel olarak çoğulcu yapıya sahip olan
Osmanlı Devleti ırkların bağımsızlığını önceleyen Fransız ihtilali birlik yerine ayrışmayı beraberinde getirdi.
Yeni dünya şartları müvacehesinde İngiltere'nin artık
önü alınamaz ve ayakta tutulamaz öngörüsüyle buna
bir de hürriyetçi fikirler eklenince Osmanlı Devleti topraklarını bir bir kaybetmeye başladı. Özellikle Balkanlar
üzerindeki etkileri daha çok Jön Türk hareketinin
siyasal anlamda dayandığı ırkçı ve seçkinci yapıdan
kaynaklanmıştır. Irkları bir arada tutan unsur adaletti.
Yeni yapıda özgürlükten dem vuran İttihat Ve Terakki
cemiyeti tam bir despotik hava estirdi. Önce Osmanlıcılık düşüncesi etrafında bir yapılanma olabilir mi diye
bir çaba içine girildi. Ardından Balkanlarda bir bir
bağımsızlıklar oluşup her halk kendi milliyetçiliği peşinde koşmaya başlayınca bu kez Yusuf Akçura, Ziya
Gökalp Tekin Alp'ın fikri yapısı çerçevesinde Türk milliyetçiliği temelinde bir yapı meydana gelmeye başladı.
Türk milliyetçiliğinin doğuşuna yol açacak olan Türkçülük akımının ortaya çıkışında iki ana faktör yer almaktadır: Rus Çarlığı içinde yaşayan Türklerin başlattıkları
çalışmalar ve 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa'da
başlayan Türkoloji araştırmalarının itici gücüyle Osman-lı aydınlarının bu yöndeki çalışmalarıdır. Osmanlı
Devleti'nin yüz yüze geldiği siyasi ortam milliyetçiliğin
yeşermesine zemin hazırlamıştır. İttihat ve Terakki'nin
Türk milliyetçiliğini sistemleştirmede etkin rol alan başta Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura olmak üzere kurum olarak Türk Ocakları'dır. Ancak İttihat ve Terakki 1912'ye
kadar Osmanlıcılık ve Türkçülüğü gizli olarak iç içe geçtiği ikili bir söylem kullanmıştır. Bu dönemde Türkçü
politikalara uygulanmak istense de hâkim anlayış
11
Osmanlıcılık olmuştur. Bu anlayışın tabi sonucu olarak
millet sistemi ve çok hukukluluk İttihat ve Terakki tarafından ayrılıkçılık için münbit bir zemin olarak görülmüş ve bunun sonucu olarak bu sistemin geleneksel
mirasını reddeden standartlaştırıcı ve homojenleştirici
12
tedbirler devreye sokulmuştur.
Jön Türklerin Siyasi Fikirlerinin Balkan
Ülkeleri Üzerindeki Etkileri ve Siyasi Sonuçları
Siyasal olarak Jön Türk fikirlerinin dayandığı anlayış
ayrımcı ve seçkincidir. İttihat ve Terakki Fırkası bu
ayrımcı siyasetini hep korumuş, onun mirasına sahip
çıkanlarsa bu siyaseti Cumhuriyet döneminde de
sürdürmüştür. Bu ayrımcı anlayış yerleştirmeye çalıştığı
siyasi düzenle Balkanların çözülmesine sebep
olmuştur. Mevcut yapı içersinde sadece haklar vermek
de çözüm için yeterli değildir. Nitekim Balkan savaşlarının en büyük nedeni ve başarısızlığının altındaki en
önemli etmen İttihat ve Terakki fırkasının devlet yönetimindeki tecrübesizliğidir. Devlet belli dengeler üzerinde yürütülür.
Milliyetçilik meşrutiyetle birlikte temellerini atmıştır.
Daha sonraki süreçlerde bu yapı üzerinde gelişimini
sağlamıştır. Jön Türklere Osmanlı imparatorluğu'nun
yayılmış olduğu alan içinde yaşayan çeşitli din, etnik ve
mezhepten oluşan halkları ve toplulukları kurtarmaktan ziyade İstanbul'da örgütlenmiş olan merkezi devleti kurtarmaya çalışmıştır. Bu devlet Osmanlı yönetimini oluşturan merkezi üst bürokrasi ve onun oluşturduğu kurumlardan meydana gelen devletin üst yapısıdır. Bütün sorun Avrupa'nın düşüncesini ve kurumlarını
90
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Bir takım hakları vermek düzeni hiçbir zaman düzen
kurmak için yeterli olamadı ve gelecekte olması zordur.
Jön Türklerin siyasi fikirlerinin hayata geçmesinden en
çok etkilenen bölgelerden biri de Balkanlar olmuştur.
Osmanlı Devleti Balkan Savaşlarından yenilgi ile ayrılarak çok önemli topraklarını kaybetmiştir. İttihat ve Terakki siyasetleri Arap, Arnavut ve diğer anasıra mensup
entelektüeller tarafından Türkleştirme amaçlı eylemler
olarak kabul edilmiş, bu siyasetin bir Osmanlı vatandaşlığı ihdas etme arayışı olması bunlara gösterilen
tepkide herhangi bir azalmaya yol açmamıştır. Jön Türkler Abdülhamit rejimine karsı mücadelelerinde ülkenin
her yanındaki gruplarla ortak idiler. Ancak ayrılıkçı gruplarla olan beraberlikleri çok kısa sürmüştür. İttihatçıların
Balkanlarda takip ettiği yanlış siyaset sonu-cunda 1913
yılında Rumeli sorunu Balkan Harbi yenil-gisiyle
13
sonuçlanmış, meşrutiyetin ilânıyla Bosna-Hersek ve
14
Bulgaristan gibi iki büyük kayba sebep olmuştur.
yüzyılın başında Arnavut milliyetçiliginin yükselmesi
Jöntürk hareketinin gelişmesiyle aynı zamanda olmuştur. Siyasi hedeflerinin gerçeklestirilmesi ideali Arnavut
milliyetçiliğini Jöntürk hareketi ile örtüştürmüştür.
Arnavutluk'un özerkliğinin gerçekleştirilmesi konusunda Arnavut milli hareketinin en önemli görevi, anayasal
düzenin kurulması için Jöntürk hareketine destek vermekti. Bu nedenle, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni kuruluşu sıralarında ve yönetiminde Doktor İbrahim Temo
gibi Arnavutlar da bulunmaktaydı. İsmail Kemal, İbrahim Naci ise hareketin en aktif üyelerindendi. Bundan
ötürü Arnavut Milli Komiteleri, Jöntürk komiteleri ile
18
yakın ilişki kurdular. Arnavut-Jöntürk ortak komiteleri
Arnavutların Jöntürklerle işbirliği düzeyini göstermektedir. Bundan dolayı Arnavut komitelerinin bazıları
19
Jöntürk komiteleriyle birleşti. Daha sonra gelişen siyasi
olayların etkisiyle de Arnavutlar ayrılma sürecine
20
girdiler. Jön Türklerle işbirlikleri şartlar oluşana kadar
devam etti.
1908'de çok partili hayatın sağladığı imkânlardan
yararlanan Türkler, Osmanlı birliği, adalet, beraberlik,
eşitlik kişinin temel hak ve özgürlüklerine dayanan çok
sayıda dernek ve siyasi teşkilatlar oluşturdular. Türk
olmayanlarda aynı imkânlardan yararlanarak yaşadıkları yerlerde genellikle ırkçılık, milliyetçilik, Osmanlı
Devleti'ne ve Türk milletine karşı kin nefret ve öç alma
gibi düşmanlık duyguları besleyen, devletin birliğini ve
bütünlüğünü parçalamak isteyen çok sayıda edebiyat,
sanat ve yardımsever dernekleri ve siyasi amaçlı teşki15
latlar kurdular. Osmanlı Devleti'nin yeni girmiş bulunduğu parlamenter hayatta Hıristiyan ve diğer gayrimüslim cemaatlerin vicdan hürriyeti ve önceleri verilmiş bulunan imtiyazları artık her padişahın değişmesiyle yenilenmesine gerek kalmayacak bir şekilde, bu
16
anayasa rejimi ile de pekiştirilip, sağlamlaştırılmıştır.
Bu kazanımlar örgütlülüğün daha da sağlam bir yapı
üzerinde yükselmesi sonucunu doğurmuştur. Milliyetçilik dalgasının yaygınlaşmasından en çok etkilenen
devlet Osmanlı olmuştur. Milliyetçilik akımları Osmanlı
17
Devleti'ne Avrupa'nın müdahalesinin yolunu açmıştır.
Sonuç ve Değerlendirme:
1789 Fransız ihtilaliyle boy veren milliyetçilik akımı 19.
yüzyılın başlarında Balkan Yarımadası'nda hızla yayıldı.
Jön Türklerin Osmanlı Devleti'ni kurtarma yönündeki
çabalarının bir sonucu olarak geliştirdikleri Osmanlıcılık ve Türkçülük akımları anasır-ı muhtelife arasında
kendi kimliklerine bir saldırı olarak algılandı. Düveli
Muazzama'nin ortaya çıkan yeni siyasi şartları değerlendirmek istemesi ve Osmanlı Devleti'ndeki Hıristiyan
halkları teşvik etmesiyle milliyetçiliğin yayılması kolaylaştı ve politik hale geldi. Gerek Namık Kemal'in önderliğindeki Yeni Osmanlı örgütlenmesi ve gerekse Abdullah Cevdet, Ahmet Rıza, İshak Sukûti v.b. önderlerin
öncülüğündeki İttihatçı yapılanmanın geliştirdikleri
siyasi anlayış Osmanlı Devleti'ni yeni gelişen siyasi durum karşısında kurtarmaya yetmedi. Aksine süreci hızlandırdı. Bunun en belirgin biçimde olumsuz etkilerini
Balkan halkları arasında yayılan ayrılıkçı hareketlerde
görmekteyiz.
Jön Türklerin siyasi örgütlenmesiyle Balkanlardaki milliyetçilik hareketleri hız kazanmıştır. Örnek olarak 20.
Dipnotlar
1) Georges Castellan, BalkanlarınTarihi, İst. 1995, s. 354
7) Cevdet Paşa,Tezâkir, Ankara 1991, s.68
2) MariaTODOROVA, BalkanlarıTahayyül Etmek, İstanbul
2003, s. 175
8) Mardin, a.g.e, s. 33
3) Kemal KARPAT, Balkanlarda Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, Ankara 2004, s. 199
4) Stanford Shaw,“Osmanlı İmparatorluğu'nda Azınlıklar
Sorunu”, Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Türkiye Ansiklopedisi, C.4, İstanbul 1985, s. 1005
5) Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908,
İstanbul 2000, s.131
6) Ahmet Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene (Türk
Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları 1919-1938),
İstanbul 2001, s.55
9) İlber Ortaylı, “Osmanlı'da Ulusalcılık”, Sosyalizm ve
Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, C.6, İstanbul 1988,
s.1799
10) Aykut Kansu, 1908 Devrimi, İstanbul 2001, s. 220
11) Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı
İttihat veTerakki Cemiyeti ve JönTürklük, İst. 1986, s.7
12) Mardin, a.g.e., s.185.
13) Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler I-III,
İstanbul 1989, 152
14) Fahir Armaoğlu, 19.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914),
Ankara 1999, s.627
91
15) Mevhibe Savaş, II. Mesrutiyet'in Balkanlar'daki Osmanlı İdaresine Etkileri, (Yüks. Lis.Tezi), Ankara 2000, s. 79
16) Süreyya Şahin, Fener Patrikhanesi ve Türkiye,
İstanbul 1980, s.61
17) Özer Özbozdağlı, İttihat Terakki Ve Balkan Siyaseti
1908-1914 (Yüksek Lis.Tezi), Hatay 2005, 55
18) İlhan Saygılı, Balkanlardaki Milliyetçilik Hareketlerinin Osmanlı Devletinin Dağılma Sürecine Etkileri ( Yüks.
Lis.Tezi), Ankara 2007, s. 54
19) Gazmend Sphuza, “Arnavutlar ve Jön Türk Devrimi”,
Osmanlılar Ansiklopedisi, Cilt 9, Ankara 1999, s.465-473
20) Bilgin Çelik, İttihatçılar ve Arnavutlar (II. Mesrutiyet
Döneminde Arnavut Ulusçulugu ve Arnavutluk Sorunu),
İstanbul 2004, s.104
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
[BALKANLAR ve GÖÇ ]
BALKANLARA
ve BALKANLARDAN GÖÇ
Doç.Dr. Mustafa ATALAR
Balkanlar ve Türkler deyince ilk akla gelenlerden biri de
herhalde 'göç'tür. Tarih boyunca Türkler dünyanın en
çok göçen milleti, Balkanlar da dünyanın en çok göç
alan, göç veren ve göçe maruz kalan bölgesi olması
nedeniyle her ikisinin kaderlerinin belirlenmesinde bu
göçlerin çok önemli bir yeri ve fonksiyonu olmuştur.
Kırım'da yaşayan Müslüman nüfusun Ruslar'ın silahlı
saldırısına uğramasıyla bu insanlar Osmanlı yönetimi
altındaki topraklara göç etmek zorunda kalmışlar böylece Osmanlı Devleti ilk defa göç olgusuyla yüzyüze
gelmiş, bundan sonra da göç trajedile-rimizin önü bir
daha alınamamıştır. Bu ilk göç hareketi genelde Osmanlı Devletinin yönetimindeki yakın bölgelere, Balkanlara doğru olmuş, göç dalgalarının yoğun bir biçimde Anadolu'ya ulaşması uzunca bir süre almıştır.
Osmanlı Devleti'nin çözülmeye başlamasıyla birlikte,
1785'den itibaren Kafkasya ve Kırım'ın yanısıra Balkanlar'dan Anadolu'ya göçler başlamış ve 1912'ye kadar
devam etmiştir. Osmanlı-Rus-Avusturya savaşları
(1788-1792) öncesinde, sırasında ve sonrasında (17801800 arasında) sadece Kırım, Kazan, Kafkasya ve Özi
bölgelerinden Türkiye'ye göç edenlerin sayısı 300 bin500 bin arasındadır.
İslamla şereflendikten sonra yepyeni bir kimlik ve kişiliğe sahip olan Türkler, 1071'deki Malazgirt Zaferi'yle
Anadolu'nun kapılarının kendilerine açılmasıyla, İslamı
ve onunla eş anlamlı hale gelmiş olan Türklüğü bütün
dünyaya yaymak için Anadolu'yu bir üs ve gerektiğinde
bir sığınak haline getirmeyi de başardılar. Anadolu artık
Türkler için yeni göçlerin merkezi durumuna geldi.
Anadolu'nun en çok göç verip aldığı yerlerin başında
da Balkanlar gelir. Önce Anadolu'dan Balkanlara, sonra
da Balkanlardan Anadolu'ya olmak üzere herhalde
Balkanlarda Osmanlı döneminde de göçün yaşanmadığı hiçbir dönem olmamıştır. Bu göçlerin en acılı ve
en çilelileri de kuşkusuz Osmanlı Devleti'nin gerileme
ve çöküş dönemlerinde yaşanan göçler olmuştur. Bu
göçlerle ilgili olarak çok şeyler yazılmış ve söylenmiştir
ama yazılanlar ve söylenenler yaşananların yanında hiç
mesabesindedir. İki yüzyıldan daha uzun bir süreden
beri başta Kırım, Balkanlar, Kafkasya üzere dünyanın
pek çok yöresinden Anadolu'ya doğru gerçekleşen
göçleri tanımlamaya, 'göç trajedisi' ifadesi bile yetmez.
Tarihimizin pek çok olayı gibi hala karanlıkta kalan
Balkanlara ve Balkanlardan göçlerimizin acı, tatlı ama
çok öğretici ve ibretlik olayları hepimizin çok iyi bilmesi,
gereken ibret ve dersleri çıkarması gereken olayların
başında gelmektedir.
Anadolu topraklarına yönelik ilk göç hareketi, 17851800 döneminde Balkanlar, Kafkasya ve Kırım'dan, son
göç hareketi ise 1989'da Bulgaristan'dan olmuştur. 17.
ve 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'da her toprak kaybedişinde, Türkler ve Müslümanlar
göçe zorlanmışlar, bölge asırlar boyunca sürekli göç
dalgalarıyla çalkalanmıştır. Rumeli'deki Türkler ile diğer
Müslümanlar 19. yüzyıl itibariyle Karadağ'dan BosnaHersek'e, Sancak'a, Arnavutluk'a, Yugoslavya-Makedonya'nın diğer kesimlerine ve Anadolu'ya yönelmişlerdir. Sadece 1877-78 savaşı sırasında 350 binden fazla
Türk katledilmiş, 1 milyondan fazlası da göç etmek
zorunda bırakılmıştır.
Balkanlar'daki Sırp İsyanı (1804-1816), Yunan İsyanı
(1821), Romen Prenslikleri'nin İsyanı (1857), Girit Ayaklanmaları (1866-1869), Bosna-Hersek ve Karadağ'daki
Ayaklanmalar (1858-1869), Bulgar Ayaklanması (1870'li
yıllar) gibi tüm bağımsızlık hareketlerinin hepsinde
bunların bağımsızlıklarını haklı çıkarmak ve daha önce
azınlıkta olan "Hristiyan"ları çoğunluk durumuna
getirmek için korkunç bir katliam ve soykırım
gerçekleştirilmiş.
Anadolu'ya doğru yönelen tersine göçün başlıca nedenleri arasında; savaşları, katliamları, yağmaları, tecavüzleri, baskı ve ayrımcılıkları, tecritleri, sürgünleri ve
zorla asimilasyonları, cana, mala, ırza, namusa, dini ve/
veya milli kimliğe açıkça saldırıları veya ağır saldırı tehditlerini sayabiliriz. Osmanlı toprakları üzerinde, bu gibi
nedenler yüzünden yaşanan ilk göç hareketi, 1771'de
Kırım'ın Ruslar tarafından işgaliyle başlayan göçlerdir.
92
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
koca bir imparatorluktan, ulus devlete geçişin sancıları,
sıkıntıları ve sorunları yaşanıyor, bu arada 'Millet' ve
'Türklük' gibi kavramların yeniden tanımlanmasına da
çalışılıyordu. Osmanlılar döneminde göçmen kabul
etmede “Müslüman” (“Dindaş”) olmak tek ölçüt olarak
kabul edilirken, Cumhuriyet döneminde bu sadece
“dolaylı ve bağımlı bir ölçüt” olarak dikkate alınmaya
başladı. Bunun yerine genelikle “Soydaş” olma ölçütü
esas alındı.“Ümmet”ten“millet”e dönüşmenin bir gereği
olarak göçmen kabul etmede de“Dindaş”ölçütü yerine
“Soydaş” ölçütünün esas alınması gerektiği düşünülüyor, bu durum, “din birliğine” dayanan “ümmet”
yapısından kurtulma ve “kültür birliğine” dayanan bir
“millet” yapısına kavuşma politikasının bir parçası ve
gereği olarak açıklanmaya çalışılıyordu (ÇAVUŞOĞLU,
Milyonlarca Türk ve Müslüman geride öldürülmüş anababalarını, çocuklarını, akrabalarını, mallarını mülklerini bırakarak Osmanlı Devleti'nin sürekli daralan sınırlarına doğru kaçmak zorunda kalmıştır. Bu zavallı "göçmenler" in büyük çoğunluğu da yollarda Hıristiyan çetelerinin saldırıları, açlık, perişanlık, sefalet ve çeşitli salgın hastalıklar yüzünden hayatlarını kaybetmişlerdir.
Halim, (Bahar 2007),“Yugoslavya-Makedonya” Topraklarından
Türkiye'ye Göçler ve Nedenleri, Bilig, sayı 41: 123-154).
Daha ilk mübadeleler sırasında kimin Türk kabul edilip
kimin edilmeyeceği, kiminTürkiye'ye göç etmesine izin
verilip, kimin verilmeyeceği, kimin Türkiye'den başka
ülkelere gönderilip kimin gönderilmeyeceği konusunun kolay halledilebilecek bir sorun olmadığı anlaşıldı.
Örneğin, Türkçe konuşan, etnik olarak da Türk soylu
kabul edilen Gagavuzlar Türkiye'ye kabul edilecekler
miydi? Ayrıca Anadolu'da, Anadolunun Türkler tarafından fethinden çok önce, Bizanslılar tarafından İslam
akınlarını önlemek amacıyla buraya getirilip yerleştirilmiş, bu arada Hıristiyanlaştırılmış Türk boylarına
mensup Ortodoks Türkler de vardı. Bunların büyük
çoğunluğu Anadolu'nun Türkler tarafından fethinden
sonra İslamiyeti kabul etmişler, Anadolu'nun hızla
Türkleşmesinde ve Müslümanlaşmasında bunun da
çok önemli bir rolü olmuştu. Fakat Anadolu'da hala eski
dinlerinde kalmaya devam eden Türk soylu, Türkçe
konuşan ama Hıristiyan Ortodoks Türkler de vardı.
Örneğin, Yunanistan'da yıllarca iktidarı ellerinde
bulunduran Karamanlis ailesi de bunlardandı ve bunlar
Anadolu Türk Beyliklerinden Karamanoğullarıyla aynı
soydan geliyorlardı. Bunların Hıristiyan olması bizim
yöneticiler için hiç bir sakınca oluşturmuyordu ama
bunlar kendilerini Türk saymıyorlar, din bağı nedeniyle
Ortodoks Rum hissediyorlardı. Bunların durumları ne
olacaktı? Nitekim mübadelede sırasında bunların
Türkiye'de bırakılmaları, ya da Yunanistan'a gönderilmeleri konusunda bir hayli tereddüt yaşandı. Bir başka
tereddüt konusu da kaybedilen Osmanlı topraklarında
kalan, etnik kökenleri ve dilleri farklı olsa da kendilerini
asırlardan beri Türk ve Müslüman sayan, öz yurtlarında
da kendilerine Türk ve Müslüman gözüyle bakılan, bu
yüzden zulme, baskıya ve soykırıma uğrayan, daha
önce yakınları Türkiye'ye göç etmiş çok büyük bir kitlenin mevcudiyetiydi. Osmanlı Devleti döneminde Anadolu'ya göç etmiş bulunan milyonlarca BalkanTürkü ve
Müslümanı haklı olarak yakınlarının da kabul edilmelerini istiyorlardı. Bunların başında da Boşnak, Arnavut,
Torbeş, Pomak gibi Müslüman gruplar geliyordu.
Hristiyanlar'ın baskı ve katliamlarından kurtulmak için
Osmanlı topraklarına göç eden binlerce "Müslüman"
göçmen hiçbir şeyleri olmadan geliyorlardı. Çoğunluğu İstanbul'a gelen ve kentin sokaklarını dolduran bu
zavallı insanların beslenmeleri, giydirilmeleri ve barındırılmaları da çok büyük bir sorun oluşturuyor, bir süre
camilerde ve okullarda barındırıldıktan sonra kırsal
yörelere gönderiliyorlar, nerede boş toprak varsa oraya
yerleştiriliyorlardı.
Göçler Osmanlılar döneminden sonra Cumhuriyet döneminde de devam etti. Geray, 1923-1960 döneminde
Türkiye'ye "göçmen" ve "mübadil" ve“sığınanlar”olarak
gelenlerin sayısını 1.204.205 olarak vermektedir. Bunlar
arasında (384 bini "mübadil" olan)Yunanistan göçmenlerinin sayısı 407 bin 788 (%33.9), Bulgaristan göçmenlerinin 374 bin 478 (%31.1), Yugoslavya-Makedonya
göçmenlerinin 269 bin 101 (%22.4), Romanya göçmenlerinin ise 121 bin 351 (%10)'dir. (Geray, Cevat,
(1962), Türkiye'den ve Türkiye'ye Göçler, Türk İktisadi
Gelişmesi Araştırma Projesi, (Teksir), sayfa: 7-9, 11-13,
Ankara: SBF Maliye Enstitüsü). Doğanay ise Cumhuriyetin kuruluşundan 1997 yılına kadar büyük bölümü
Balkan ülkelerinden olmak üzere Türkiye'ye gelen
göçmen sayısının yaklaşık 1 milyon 600 bin olduğunu
söylüyor (Doğanay, Filiz, (1997), “Türkiye'ye Göçmen
Olarak Gelenlerin Yerleşimi” Toplum ve Göç, II. Ulusal
Sosyoloji Kongresi, Mersin 20-22 Kasım 1996, Ankara: DİE
Sosyoloji Derneği Yayını, ss: 196-200).
İmparatorluktan Cumhuriyete geçişte Türkiye'nin
göçmen kabul etme politikalarında bazı değişikliklere
gidildi. Kuruluş aşamasındaki Türkiye Cumhuriyetinde,
kültürler, dinler, diller, etnik kökenler mozayiği olan
93
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
1934'te çıkarılan 2510 sayılı Göçmen Kanunu'nun 3.
maddesiyle Türkiye'ye kabul edilecek göçmenler için
“Türk soyundan olma veya Türk kültürüne bağlı bulunma
(Türk bilinci taşıma)” ölçütü ve şartı getirildi. Belirlenen
yeni ölçütlere göre, Türkiye'ye göçmen olarak gelebilmek artık hiç de kolay bir iş değildi. Bir göçmen
adayının bölgedeki Türk temsilciliklerinden Türkiye'ye
"serbest göçmen vizesi" alabilmesi çok zor, uzun, yorucu,
bıktırıcı bir süreci gerektiriyordu. Türkiye'ye göç etmek
isteyen bir göçmen adayının önce yerel makamlardan
“milli" (etnik) kökeninin Türk olduğunu belirten bir
belge alması şarttı. Eğer aday, yerel makamlardan
“milli” (etnik) kökeninin Türk olduğunu gösteren bir
belge alabilirse, o belgeyle bölgedeki Türk temsilciliğine başvuracaktı. Burada da uzman memurlar tarafından (elindeki belgeye dayanarak, ancak belgeye rağmen)
Türkçe bilip bilmediğinin, Türk kültürüne bağlı olup
olmadığının, dolayısıyla Türk bilinci taşıyıp taşımadığının da sınanması gerekiyordu. Başvuru sırasında
adaydan, (varsa) Türkiye'de akrabaları ile ilgili (yakınlık
derecesi, nerede ikamet ettikleri gibi) ayrıntılı bilgiler
isteniyordu. Bölgedeki Türk temsilcilikleri ile Türkiye'deki makamlar arasında yapılan bilgi alışverişine
dayanılarak yürütülen araştırma sonucunda, başvurunun uygun bulunması halinde adaya "serbest
göçmen vizesi" veriliyor, aksi takdirde verilmiyordu.
SAYI 17 - 18
Ölçütler ve uygulamalar konusunda yaşanan sorunlar
ve sıkıntılar kısa zamanda içinden çıkılmaz hale geldi.
Bu işlemler sırasında en büyük sorun "dil" konusunda
çıkmıştı. Çünkü adayların çoğunun Türk bilincine sahip
oldukları anlaşılmasına rağmen Türkçe bilmiyorlardı.
Bir zamanlar Anadolu'dan Balkanlara göç etmiş Türklerin bile önemli bir kısmı gittikleri yerlerde zamanla
Türkçe'yi unutmuşlar veya çok zor konuşur hale gelmişler, bulundukları bölgenin dilleri onlar için anadil
olmuştu. Ayrıca en önemli ölçüt kabul edilen "Türk
bilinci", Hıristiyanlaşmış olanTürklerde hiç bulunmadığı
halde, Arnavut, Boşnak, Torbeş, Pomak gibi Balkan
Müslümanlarında bu bilinç çok üst düzeydeydi. Bunlar
Türkçe bilmemelerine rağmen kendilerini Türk sayıyorlar, Türk olarak tanımlıyorlardı. Balkan Müslümanları en
başından beri hangi etnik kökenden gelirlerse gelsinler
Türklükle Müslümanlığı ve Osmanlılığı özdeş sayan bir
anlayışa sahiptiler. Kendilerini “Türk” olarak tanımladıkları, “Türk” kimliğini benimsedikleri gibi yüksek bir
Türklük bilincine de sahiptiler. Oran bu gerçeği şöyle
ifade ediyor: "Bu ülkede [Makedonya'da] en azından
orta yaşlı Arnavutlar arasında Müslümanlık ile Osmanlılık özdeş kavramlardır. Buna örnek olarak da, birçok
Arnavut'un yemin ederken, hala, ''Türklük dinimin hakkı
için' demesini gösterebiliriz." (Bakınız: ORAN, Baskın,
Bu mevzuatı ve işlemleri uygulamak durumunda olan
bazı görevlililerin zaman zaman ortaya koyabildikleri
haksız, yersiz, gereksiz, yanlış ve keyfi tutum ve uygulamalar, konuyu daha da tatsız, üzücü, travmatik ve içinden çıkılmaz hallere sokabiliyordu. Aslında Türkiye'ye
göç etmek isteyen Balkan Müslümanlarından pek
çoğunun akrabaları zaten daha önceden Anadolu'ya
gelip yerleşmişlerdi. Daha önceden Türkiye'ye göçmüş
olanlar doğal olarak kendi akrabalarını da yanlarına
almak istiyorlardı. Osmanlı Devleti döneminde Anadolu'nun kapıları bütün Müslüman unsurlara sonuna
kadar açılmışken, şimdi yeni Türkiye'de bazı Balkan
Türklerinin ve Müslümanlarının göç taleplerinin etnik
kökenleri gerekçe gösterilerek reddedilmesi, üstelik
bunların en çok değer verdikleri Türklüklerinin de
tartışma konusu yapılması çok çeşitli sorunlara, sıkıntılara ve huzursuzluklara sebep oluyordu. Müslümanlığı benimsemekle kendilerini eski Slav kimliklerinden
çıkmış ve tam bir Türk olmuş sayan, kimliklerini böyle
tanımlayan Müslüman halkın bu tür bir tartışmayı anlayabilmesi ve kaldırabilmesi kolay bir şey değildi. Ortaya
çıkan bu yeni durum hem Türklüklerini ve Müslümanlıklarını koruyabilmek için Türkiye'ye göçmekten başka
çare göremeyen göçmen adaylarını, hem de onların
Türkiye'deki yakınlarını ve akrabalarını çok üzüyor,
şaşırtıyor, kırıyor, rencide ediyor, küstürüyor, ruhlarda
da derin izler, yaralar açılmasına, travmalar yaşanmasına ve tepkiler doğmasına neden oluyordu.
(1993a), “Balkan Müslümanlarında Dinsel ve Ulusal Kimlik”
(Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya ve Kosova Üzerine
Karşılaştırmalı Bir İnceleme) A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi
Dergisi, Cilt: 48, No:1-4, Ocak-Aralık, Ankara: Ankara
Üniversitesi SBF Yayını, 109-120, (1993b) “Balkan Türkleri
Üzerine İncelemeler” (Bulgaristan, Makedonya, Kosova), A.Ü.
Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: 48, No: 1-4, Ocak-Aralık,
Ankara: Ankara Üniversitesi SBF Yayını, 121-147).
Gittikçe büyüyen baskılar ve ortaya çıkan çeşitli sorunlar yüzünden bu 'soydaş' ölçütünün yumuşatılması
gereği vazgeçilemez ve ertelenemez hale geldi. Yavaş
yavaş aslen Türk olanların yanısıra, 'etnik' bilincin eşlik
etmesi şartıyla“Türk”kültürüne bağlı olanların ve“Türk”
bilinci taşıyan grupların da “göçmen” olarak kabul
edilmeleri gereği kabul görmeye başladı.
94
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
zorunda kaldılar. Bu şekilde önemli sayıda Balkan
Müslümanı dünyanın değişik bölgelerine dağıldı. Buna
özellikle 1975'lerden sonra iş aramak gibi ekonomik
sebeplerle Batı ülkelerine göç eden Balkan Müslümanları da eklenince sonuçta dünyanın çok geniş bölgelerine yayılmış bir 'Balkan Müslümanları diasporası'
ortaya çıktı.
II. Dünya Savaşından sonra özellikle Yugoslavya'da
meydana gelen rejim değişikliği de Balkan Türklerinin
ve Müslümanların sorunlarını hafifletmedi, aksine daha
da artırdı. Örneğin Yugoslavya'da kurulan Komünist
Tito rejimi burada yaşayan Müslümanlara ve Türklere
karşı o zamana kadar uygulanan baskı ve zulümleri
azaltmak yerine daha da artırarak devam ettirdi. Nitekim 1923-1960 döneminde Yugoslavya'dan Türkiye'ye
göç eden 269 bin 101 kişiden % 56,4'ü, bu baskılar
yüzünden l953-1960 döneminde göç etmek zorunda
kalmıştır (Geray, Cevat, (1962), Türkiye'den ve Türkiye'ye
Göçler,Türk İktisadi Gelişmesi Araştırma Projesi, (Teksir),
Ankara: SBF Maliye Enstitüsü). Artan baskılar yüzünden
Türkiye'ye yönelik göçler, 1960'dan sonra da sürmüş,
1952-1975 arasında 296 bin kişi olan Yugoslavya'dan
Türkiye'ye göçenlerin sayısı 1996 yılı itibariyle 350 bini
bulmuştur (Hamza, Yusuf.//XAMZA, Jucuf, “Makedonya'da
Josip Broz Tito
Türk Sorunu”, Birlik gazetesi, 1 Ağustos 1996 Perşembe, Üsküp:
“Nova Makedoniya” R.E. Marketing).
Sonuçta, kendi kimliğini "Türk" olarak tanımlayan ve
"Türk bilinci" taşıyan adaylar için anadil ve Türkiye'deki
akrabalar gibi, başlangıçta öngörülen kuralların
zamanla yumuşatılması yoluna gidildi. Bu gelişmede
Türkiye'nin dış temsilciliklerden gelen raporların da
önemli etkileri ve katkıları oldu. Örneğin Belgrad
Büyükelçiliği'nden Türk Dışişleri Bakanlığı'na gönderilen 6 Temmuz 1963 tarihli resmi yazıda Arnavut kökenliler hakkında şu bilgilere yer verilmektedir: "Gerek
Kosmet'te (Kosova ve Metohiya), gerek Makedonya'da
yaşayan Müslüman Arnavutlar'ın münevveri ve köylüsü arasında temayül ve hissiyat bakımından büyük
fark vardır. Köylü Arnavut için, tıpkı köylü Bosnalılar için
olduğu gibi, Müslüman ve Türk kelimeleri birbirinin
müradifidir ve aynı manayı ifade eder. Köylü Arnavutlar'da dini hisler kuvvetli olduğu için, bunlar dinsiz bir
devlet olarak tanıdıkları Arnavutluk'tan ziyade dinin
serbest olduğu Türkiye'ye bağlıdırlar ve ... kendilerini
Türk hissederler. ... Kosmet ve Makedonya'daki Arnavut
münevverlerine gelince, bunlar koyu Şoven ve Arnavutluğa derin milli hislerle bağlıdırlar" (Dışişleri Bakanlığı,
Göçmen Kanunu'nun 3. maddesi göçmen gönderen
ülkeye kendi yurttaşları olan göçmen adaylarına yardımcı olma yükümlülüğünü de veriyordu. Türkiye'ye
göçmek zorunda kalan Türk ve Müslümanlar her şeylerini Yugoslav'yada bırakarak gelmek zorunda kalıyorlardı. Bu sorunun hafifletilmesi için yapılan görüşmeler
ve varılan anlaşmalar da pek bir işe yaramamıştı. Örneğin Türkiye ile Yugoslavya arasında göçmenlerin
Yugoslavya'da kalan arazi, çiftlik ve emlakının tasfiyesi
konusunda yapılan uzun müzakeler sonucunda 27
Kasım 1933'te Belgrad'da "Dostluk, Ademi Tecavüz, Adli
Tesviye, Hakem ve Uzlaşma Muahedesi", bunun ardından da 28 Kasım 1933'te Ankara'da "Türkiye Cumhuriyeti ile Yugoslavya Krallığı Arasında Mütekabil Mutalebatın Tesviyesine Müteallik İtilafname" imzalanmış, bu
çerçevede iki taraf uyruklarının diğer ülke sınırları içinde bulunan malvarlıkları karşılaştırılarak, Türk tarafı
lehine ortaya çıkan 476.520 TL'lik fark, Yugoslavya
tarafından Türk makamlarına ödenmiştir. Fakat mal
varlıklarının sahipleri olarak Yugoslavya tarafından
teslim edilen listelerden mal varlığı sahiplerinin tespit
edilemediği gerekçesiyle, bu para da asıl sahiplerine
verilmemiş, Kızılay'a bağışlanmıştır (Dışişleri Bakanlığı,
(1969), Dış Türkler (Belgeler), sayfa: 644). Ankara, T.C. Dışişleri
Bakanlığı AZEM Dairesi.)
Türkiye'ye göç etmek isteyip de kabul edilmedikleri
için gelemeyen ancak Balkanlarda da varlıklarını ve
kimliklerini koruyamayacak duruma gelen Balkan
Müslümanlarının önemli bir kesimi çaresiz bir şekilde
Almanya, Avusturya, Fransa, İngiltere, ABD, Avustralya,
Arjantin ve Arap ülkeleri gibi başka ülkelere göç etmek
(1969), Dış Türkler (Belgeler), Ankara: T.C. Dışişleri Bakanlığı
AZEM Dairesi, s: 641-642, 622, 667; Ökçün, A. Gündüz ve Ahmet
R., (1974), Türk Antlaşmaları Rehberi (1920-1973), Ankara:
Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, s: 22, 468).
95
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
BALKANLARDAN GÖÇ HİKAYELERİ
SAYI 17 - 18
Makedonya'da hem de bütün Balkanlarda, Türk olmak
demek, Türk olduğunu söylemek, her zaman Müslüman olmakla ve Müslüman olduğunu söylemekle aynı
anlama geliyordu.Türk eşittir Müslüman demek olunca
da ister istemez, Arnavut da olsa, Torbeş de olsa,
Boşnak da olsa bütün Müslümanlar kendilerini Türk
görüyorlar, kendilerini tanıtırken, milliyetlerini ifade
ederken de bunu “Elhamdülillah Türküm!” diye ifade
ediyorlar.
GÖÇMEK Mİ ZOR, KALMAK MI ZOR?
Osmanlı Devleti'nin her toprak kaybedişinde, işgal
bölgesinde kalan Türklerin ve Müslümanların önünde
her biri diğerinden daha zor üç seçenek vardı: Ya Türklüklerinden ve Müslümanlıklarından vaz geçmek, ya
ölüm dâhil her şeyi göze alarak öz yurtlarında varlık ve
beka mücadelesi vermek, ya da anavatan Türkiye'ye
göç etmek... Ecdat yadigârı olan, binlerce şehidin
kefensiz yattığı ana baba ocaklarını, öz yurtlarını, öz
vatanlarını terk etmek herkese çok zor, kabul edilemez,
onur kırıcı geliyor, bunu bir türlü içlerine sindiremiyorlardı. Öte yandan onlara Türk ve Müslüman olarak bu
topraklarda hayat hakkı tanınmayacağı her gün
yaşanan zulümler, baskılar, tecavüzler, saldırılar ve
ayırımcı uygulamalar ortaya konuyordu. Balkan Müslümanlarının çok az bir bölümü bu dayanılmaz baskı ve
zulümlerden biraz olsun kurtulabilmek ümidiyle dinlerinden vaz geçmeden etnik kökenlerine göre Müslüman Sırp veya Müslüman Hırvat gibi kimliği benimsemekten yanaydı. Ama bunu Balkan Türklerinden ve
Müslümanlarından çoğuna kabul ettirebilmek mümkün değildi. Örneğin ne eski Yugoslavya dönemi hükümetleri, ne de yeni Makedonya hükümeti bütün baskılarına rağmen Makedonya'daki Müslüman Torbeşlere
bir türlü Makedon olduklarını kabul ettirememişlerdi.
Bunlar her şeye rağmen inatla “Biz Türk'üz!” demekten,
hatta hükümetten kendilerine Türkçe eğitim verecek
okullar açmasını istemekten vazgeçmiyorlardı.
Özellikle baskı ve zulümlerin arttığı dönemlerde bazı
BalkanTürkleri ve MüslümanlarıTürklüklerini ve Müslümanlıklarını daha iyi yaşayabilmek için Türkiye'ye göç
etmekten başka çarelerinin olmadığını öne sürüyorlardı. Her şeye bütün olup bitenlere rağmen Balkan
Müslümanlarının büyük çoğunluğu, İslamla ve İslam
sayesinde kazandıkları ve asırlardır iftiharla taşıdıkları
Türk kimliklerinden, kişiliklerinden, milliyetlerinden
vazgeçmeye de Sırp veya Hırvat kimliğini kabul etmeye de, göçe de şiddetle karşı çıkıyorlar, göç edenlere de
pek iyi gözle bakmıyorlardı. Göç edenler, bunu severek,
isteyerek değil çaresizlikten yapmak zorunda kaldıklarını belirterek kendilerini savunmaya çalışıyorlardı.
Yine de yaptıkları bu işten dolayı son derece mahcup,
başları öne eğik, öz yurtlarında kalma cesaretini gösterebilenlerin gözlerine bile bakamadan, utançlarını gizlemeye çalışıyorlar, geride kalanlara hiç de yerine getiremeyecekleri halde:
- Sizi hiç unutmayacağız!
- Hep aklımızda, fikrimizde kalbimizin en değerli
yerinde olacaksınız!
- Kalbimiz hep sizin için atacak!' gibi sözler
veriyorlardı.
Komünist hükümetler de Torbeşlere kendilerinin aslen
Türk değil Makedon olduklarını kabul ettiremeye çok
uğraşmışlar, fakat bir türlü kabul ettirememişlerdi.
Basın yayın organlarına da yansıdığı üzere, komünist
dönemde üst düzey bir yetkili ile kendisine aslen
Makedon olduğunu anlatmaya çalıştığı ihtiyar bir
Müslüman Torbeş arasında şöyle bir konuşma geçmiş:
- Sen necisin? Yani hangi millettensin? İhtiyar hiç
tereddütsüz:
Gözyaşları içindeki vedalaşmaların ardından gidenler,
trenlere binip uzaklaşıyorlardı. Kalanlar gidenleri:
- Bir gün mutlaka gelecekler!' diye umutla bekleseler de ne gelen oluyordu, ne de dönen! Kalanlar zamanla artık gidenlerin kendilerini tamamen unuttuklarını, onları ölmeden mezara koyup gittiklerini düşünmeye başlıyorlar, gözlerinden uzak eski dostlarını gönüllerinden çıkarıyorlar, kalplerinin artık bir daha onlar
için atmasına gerek olmadığına inanıyorlardı. Gidip de
bir daha geri dönmeyenler kalanlar için artık sadece:
- Ben Türk'üm! diye cevap veriyor.
- Senin esas vatanın neresi?
- Türkiye!
- Bindim treni, unuttum seni!
- İyi ama bak, sen tek kelime bile Türkçe bilmiyorsun!
Eğer aslen Türk olsaydın, ana dilin de Türkçe olurdu.
Dolayısıyla sen nasıl Türk olabilirsin?
Şeklinde meşhur olmuş bir özdeyişle hatırlanıyordu.
Göç edenlerin çoğu da geride bıraktıklarını çok çabuk
unutuyorlar, bazıları gittikleri yerlerde geldikleri yerlerin adıyla çeşitli dernekler kurarak geride bıraktıklarını
unutmadıklarını göstermeye, böylece vicdanlarını
rahatlatmaya çalışıyorlardı.
- Olsun, ben yine de Türk'üm!
Komünist yetkili ne demişse ihtiyar Torbeş'e aslen Türk
değil, Makedon olduğunu kabul ettirememiş, onu 'Ben
Türk'üm!' demekten vaz geçirememiştir. Müslüman
halkın büyük çoğunluğu bu anlayıştaydı. Çünkü hem
96
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
PROF. KEMAL KARPAT ANLATIYOR
Balkan Türkleri ve Müslümanları için artık Türk ve
Müslüman olarak Balkanlarda kalabilmek gittikçe daha
da zorlaşıyordu. Ama Türkiye göçebilmek de hiç de
kolay bir iş değildi. Bunun için önce bütün mallarını
mülklerini, kazanımlarını gavurlara terk etmeye razı
olmak, ondan sonra da çok uzun, çok üzücü ve çok can
sıkıcı bir göçmenlik vizesi prosedürünü tamamlayarak
Türk makamlarından göçmen vizesi alabilmek, göç
sonrasında da maddi ve manevi pek çok sıkıntılara
katlanmayı göze alabilmek gerekiyordu. Göçmen vizesi almakla ve Türkiye'ye göç etmekle dertler çileler bitmiyor, beklenen sıkıntıların yanında hiç hesapta olmayan, hiç tahmin edilmeyen problemlerle de karşılaşma,
bunlarla mücadele etme gereği doğuyordu.
SAYI 17 - 18
hine değiştirildiğini, dedesinin zaman zaman Türkiye'ye gidiş gelişlerini, hatta yerleşmek amacıyla Bandırma'dan arazi satın almasını, babasının da Türkiye'ye 7
kez gidip geldiğini, Türkiye'ye göç etmeyi çok istemesine rağmen buna ömrünün yetmediğini ifade eder.
Daha sonraki yıllarda Romanya'nın Komünist rejime
geçmesiyle daha da mağdur olan Türkler'in Türkiye'ye
göçmekten başka çare bulamadıklarını, kendilerinin de
1946'da Türkiye'ye göçtüklerini, Babadağ'da şimdi
birkaç evin dışında hiçbirTürk'ün kalmadığını belirtir.
Kemal Karpat'ın henüz Romanya'da ve 12-13 yaşlarında iken yaşadığı, hafızasından silinmeyen bir göç
olayı, muhacirliğin, göçmenliğin, hele de Balkan
göçmeni olmanın ne hazin bir trajedi olduğunu gözler
önüne serer. Kemal Karpat, 810 arabayla Anavatana
göç etmek için hazırlanan akraba ve köylülerinin
köyden ayrılma sahnesini şöyle tasvir ediyor:
Balkan göçmeni olarak
Türkiye'ye göç etmenin
ne gibi zorlukları, sıkıntıları, meşakkatleri olduğunu bizzat yaşayanlardan,
en iyi bilenlerden ve anılarında anlatanlardan biri
de dünyaca ünlü Balkan
kökenli ilim adamımız
Prof. Dr. Kemal Karpat'tır.
“Nihayet diğer köylerden arabalar da geldi. Yol kenarına dizildiler. Tanımadığım insanlar, çocuklar, hatta
köpekler, kediler arabadan indiler. 'Hadi hazır mısınız?
Vatana göçüyoruz, gidelim!' dediler. Babadağ'da oturan
ve imamlık yapan uzaktan akrabamız Salim Hoca, tam
hareket edilecekken, 'Durun!' dedi. O zaman ilk defa
tarihle göçün, acının kaynaştığını gördüm. Salim
Hoca'nın geçmişinin ne olduğunu, bilgisinin nereden
geldiğini bilmiyorum, fakat orada çok etkileyici bir
nutuk çekti: 'Biz bu topraklara gelmişiz, burada herkesle
kardeş gibi yaşamışız. Dedelerimiz, büyük dedelerimiz
yüzlerce yıl burada yaşamış, hepsi burada gömülü! Bu
topraklar bizim kanımıza işlemiş ve şimdi biz kurbanız!
Gidiyoruz, vatanımıza dönüyoruz. Bir zamanlar bir rüya
varmış, şimdi o rüya bitti, dönüyoruz vatana! Buraları terk
ediyoruz. Mağlup olarak dönüyoruz!' Heyecanlanarak
devam etti: 'Gerçi yenildik ama yok olmadık! Şimdi yeni
bir geleceğe doğru gidiyorsunuz. Ve siz geleceğin
kahramanları, hadi çıkarın kalpaklarınızı!' Rumenler,
Bulgarlar toplanmış seyrediyorlar… 'Hadi kalpaklarınızı
çıkarıp bu adamlara selam verin' diye bitirdi. Kalpak
çıkarmak orada hürmet ifadesidir, herkes kalpağını
çıkardı ve sonra tekrar taktı. Salim Hoca, 'Hadi yürüyün
artık!' dedi ve arabalar yavaş yavaş yola koyuldu. Yola
koyuldular ama yavaş yavaş, yol da biraz bayır yukarı
ya, atlar sanki gitmek istemiyorlarmış, sanki o toprakları
terk etmek niyetinde değillermiş gibi adımlar ağır ağır,
gönülsüzce atılıyor. Ve kafile yavaş yavaş köyümüzden
çıkmaya başladı; köpekler havlıyor, gitmek istemiyorlardı…Yurdundan ayrılmak ne kadar acıymış!... Kim
olursa olsun, Allah korusun! Zorla kopar gibi, arabalar
gıcırdayarak, atlar istemeyerek, kadınlar ağlayarak, çocuklar sızlayarak, erkekler başı öne eğik arkaya bakmamaya gayret ederek Köstence'nin yolunu tuttular.
1923 yılında Romanya'nın Dobruca bölgesinde doğan,
1946'da Türkiye'ye gelerek T.C. vatandaşlığına geçen,
TBMM Onur Ödülü sahibi, Wisconsin Üniversitesi
emekli öğretim üyesi, Türkiye'de sosyal bilimler denince ilk akla gelen isimlerden biri olan Prof. Dr. Kemal
Karpat, Türkiye'de Haydarpaşa Lisesi'ni, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra ABD'ye
gidip New York Üniversitesi'nde doktora yapmış,
ABD'nin en önde gelen üniversitelerinde dersler vermiş, kürsü başkanlıkları ve ODTÜ'de hocalık yapmış çok
değerli bir tarihçimizdir. Eserlerine bütün dünyada en
çok atıfta bulunulan sosyal bilimcimizdir. Ömrünün
kahir ekseriyeti doğduğu yerlerin ve vatandaşı olduğu
Türkiye'nin dışında geçmesine rağmen kalbi hep
Türkiye için atmıştır.
Emin Tanrıyar'la yaptığı anı söyleşi 2008 yılında Dağı
Delen Irmak adıyla kitaplaştırılmıştır. Söz konusu
kitapta Balkanların önemi ve Türkiye'de Balkan
göçmeni olmanın nasıl bir şey olduğuna dair de çok
önemli, ilgi ve dikkat çekici tespitler vardır.
Kemal Karpat'ın ilginç yaşam öyküsünün anlatıldığı
622 sayfalık kitabın ilk bölümünde, Türklerin Balkanlardan 200 yıllık ricatlarının acı öyküsü kendi aile ekseninden anlatılır. Memleketi Babadağ'ın önceleri Türkler
lehine olan nüfus kompozisyonun nasıl Türkler aley-
97
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Ormana giden yol, mezarlığın yanından geçiyordu.
Sanki emir verilmişçesine bütün arabalar mezarlıkta
durdu. Herkes arabadan indi, çoluk çocuk mezarlığa
doğru avuçlarını açarak dua ettiler. O manzara hiçbir
zaman gözümün önünden silinmez. Yurduna, her şeyine veda edip giden bir sürü insan durmuş, dua ediyor...
Sonra kervan tekrar yola koyuldu ve yavaş yavaş tozlar
içerisinde eridi gitti. Nereye? Anadolu'ya… Sonra
akşam hayat dolu o evler kapkaranlık, bomboş kaldı.
Baykuşlar geldi hemen, sanki oradan ölü çıkmış gibi acı
acı bağırdılar. Bir süre göçmenleri takip eden köpekler
bir yerde durup, sılaya, terk ettikleri yere dönüp havlayarak sahiplerini aradılar. Sahipleri ise çoktan Anadolu
yolunu tutmuşlardı. Havladılar, havladılar... Kimse
onlara kapı açmadı, yemek vermedi. Etraf bomboştu.
Ondan sonra geldikleri yola dönerek, giden arabalara
ulaşmaya çalıştılar. Bazıları ulaştı, bazıları yolda ölüp
kaldı. Yani köpek dahi doğduğu yeri terk etmek
istemiyordu (s.44).”
SAYI 17 - 18
Anavatana göç etmek, her Balkan göçmeni gibi, Kemal
Karpat için de ne yazık ki de bütün acıların, sıkıntıların
sonu anlamına gelmiyor. Her Rumeli, Balkan göçmeninin karşılaştığı sorunlarla, sıkıntılarla, olumsuzluklarla
o da karşılaşıyor. Tabii anavatanında karşılaştığı hoş
olmayan olaylar, her Balkan göçmeni gibi ona da
gâvurlardan gördükleri muameleden çok daha ağır ve
acı verici geliyor. Kemal Karpat, anavatanda karşılaştıkları olumsuzlukları da şöyle özetliyor:
Kemal Karpat'ın hatıra Kitabının önemli bölümlerinden
biri de “Evlad-ı Fâtihân, Evlâd-ı Perîşân Oldu!” başlığını
taşıyor. Aslında tek başına bu başlık bile Balkanlarda
Türklerin ve Türk ortak kimliğinde ve kategorisinde
değerlendirilen bütün Müslümanların 1800'lü yılların
başından bugüne kadar yaşadıkları acıları, felaketleri,
musibetleri, kıyımları, hak gasplarını, soykırımları,
tecavüzleri özetlemeye yeter.
“Biz nereye gitsek yabancı muamelesi gördük.
Romanya'da bizi “Türk” diye aşağıladılar, buraya geldik.
“Romanyalısın, sen hakiki Türk değilsin, olamazsın!”
dediler. Sadece okulda değil, günlük hayatta da bu tür
aşağılamalara ve benzeri birçok şeye maruz kaldık. Siz
dışarıdan gelmişler, hakikî Türk değilsiniz! Sizin
kanınıza gâvur kanı karışmış, hakiki Türk olamazsınız!”
gibi lafları çok işittim!”Hâlbuki Türkiye Cumhuriyeti'nin
kurulduğu sırada 11-12 milyon olan nüfusumuzun 7-8
milyonu Balkanlardan ve Kafkaslardan göçlerle anavatana gelmiş insanlarımızdan oluşuyordu.
ROMANYA'DATÜRK AMATÜRKİYE'DE DEĞİL!
Göçmenlik trajedisi Türkiye'e göçmekle de bitmiyordu.
Türklüğü ve Müslümanlığı için, daha doğrusu Türklüğünü ve Müslümanlığını daha iyi yaşayabilmek için
anavatan bildikleri Türkiye'ye gelen Balkan Müslümanlarının burada gördükleri muameleler, yaşadıkları hayal
kırıklıkları ve travmalar üzerine anlatılabilecek çok şey
vardır. Ülkemizin en tanınmış Balkan göçmenlerinden
biri olan Prof. Kemal Karpat'ın Dağı Delen Irmak adlı
kitabında bu konuda da çok ilginç bilgiler ve tespitler
vardır.
BOSNA'DATÜRK,TÜRKİYE'DE BOŞNAK!
Türklükleri ve Müslümanlıkları için öz yurtlarını terk
ederek Türkiye'ye göç etmek zorunda kalan bu insanlara, Türkiye'de bazı kendini bilmezlerin başka gözle
bakmaları, onları gerçek anlamda Türk saymamaları
gerçekten acı ve talihsiz olaylardan olmakla beraber ne
yazık ki hiç de nadir değildi. Dışarıda, yani gâvur içinde,
yaban ülkede Türk sayılıp da, Türklüğün anavatanı olan
ülkede bazı kendini bilmezler tarafından da olsa ötekileştirilmek, yabancı sayılmak, başka değerlendirilmek gerçekten kolay katlanılabilecek bir şey değildir.
Bunun doğuracağı üzüntüye, kedere, acıya ve travmaya katlanabilmek de herkesin harcı değildir. Bu tür
tutum ve davranışların muhataplarını ne kadar çok
üzdüğünü, sinirlendirdiğini, öfkelendirdiğini, çileden
çıkardığını tahmin etmek zor olmasa gerekir. Ben de
böyle tutum ve davranışlara maruz kalan kişilerin gösterdikleri olağanüstü tepkilerle ilgili pek çok olay dinledim. İşte Bursa'lı Sayın Nusret Uluca'dan dinlediğim
benzer olaylardan biri:
Kemal Karpat; 23 yaşında iken ailesiyle birlikte ata toprağı Romanya'dan kalkıp, anavatan bildiği Anadolu'ya
göç edişlerinin nedenlerini de şöyle anlatıyor: “... Türk
olduğum için aşağılık, istenmeyen bir yabancı durumuna düşürülmüştüm. Okullarda Türkler aleyhine
kitaplar okutuluyor, bize “işgalci, yağmacı” diyorlar ve
biz bunlara cevap veremiyoruz… Türk “kötü, kana
susamış” bir insan olarak tasvir ediliyor, damgalanıyor.
Halbuki ben bunun böyle olmadığını kendi gözlerimle
görüyorum. Göz göre göre kötüleme, tarihi iğfal etme
ve kendi milletini en yücelere çıkarmak için diğerini
aşağılama var.”
98
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
ve Müslüman sayılmamasınaymış. Onun Boşnaklığından hiçbir şikâyeti ve memnuniyetsizliği yokmuş ama
kendisi için her şeyden daha önemli olan ve önde
gelen Türklüğünün ve Müslümanlığının bazılarınca
tanınmaması onu çileden çıkarıyor, böyle aşırı tepkiler
vermesine neden oluyormuş. Bu da bütün Boşnak Türk
ve Müslümanların ortak derdi, tasası, düşüncesidir.
Bir zamanlar Bursa Sanayi veTicaret Odası'nda Ali Erhan
Selimbegoviç (Selimbeyoğlu) adında yedi yabancı dil
bilen, Boşnak asıllı, eski gazeteci bir tercüman çalışıyormuş. İri yapılı, boylu, boslu, yaşlıca bir zat olan Ali Erhan
Bey, alkolik denebilecek kadar içki mübtelasıymış.
Buna rağmen Türklük ve Müslümanlık konusunda çok
hassasmış. Her türlü şakayı, hatta küfür ve hakareti bile
bir yere kadar hoş görürmüş ama sıra Türklüğüne ve
Müslümanlığına gelince çok tahammülsüz olur, Türklüğüne ve Müslümanlığına hiç laf söyletmez, bu konularda şakayı da hiç kaldıramazmış.
HİÇTÜRK KALMASAYİNETÜRK OLMAK
Gerçek Balkan Türklerinin ve Müslümanların en temel
ilkelerinden biri dünyada başka hiç Türk ve Müslüman
kalmasa yine Türk ve Müslüman olma azminde, kararlılığında ve gayretinde olmaktır. Zaten onların dünyanın en güzel beldelerinden biri olan Balkanları terk
etmelerinin, kendilerine yeni vatan aramalarının tek
sebebi de budur. Ben bunun en güzel örneğini, yine bir
Balkan göçmeni olan son devirde yetiştirdiğimiz, daha
doğrusu kendi kendisini yetiştirmiş Ali Yakub Cenkçiler
Hocam'da görmüşümdür. Aşağıda anlatacağım olay da
bunun en bariz delilidir.
Ali Erhan Bey, yine bir sabah akşamdan kalmanın derin
mahmurluğu ve uyuşukluğu ile evinden işine gidiyormuş. Yolunun üzerindeki Koza Han'ın avlusundan
geçerken, kendisini yakından tanıyanlardan biri ona
takılmak istemiş. Uzaktan el sallayarak:
- Hey Koca Boşnak! Ne haber? Nedir bu halin? diye
seslenmiş.
Aralarındaki samimiyete güvenerek şakayla söylenen,
bu 'Koca Boşnak!' lafı Ali Erhan Bey'i çok sinirlendirmiş.
Öfkeden deliye, çılgına dönen Ali Erhan Bey, yaşından
ve cüssesinden beklenemeyecek bir çeviklikle hızla
koşup kendisine seslenen adamın yakasına ve boğazına yapışmış:
İstanbul'un eski mahallelerini en ara en sapa sokaklarına kadar gezip dolaşmayı çok seven Ali Yakup Hoca,
günlerden bir gün, karışık, dolaşık, daracık sokaklı eski
bir İstanbul mahallesinde dolaşırken, boylu, boslu, açık
kumral, Avrupai görünümlü, mini etekli, oldukça
serbest kılık kıyafetli iki genç kızla karşılaşır. Sıkıntılı,
tereddütlü, telaşlı hallerinden mahallenin yabancısı
oldukları anlaşılan kızlar, biraz mahcup, fakat son
derece nazik, saygılı ve ölçülü bir tavırla Hoca'ya
yaklaşırlar. İçlerinden daha cesur görünen yeşil gözlüsü
hemen özür dileyerek söze girer:
- Ulan Bana bak! Sen kime 'Koca Boşnak!' diyorsun?
Diye sıkmaya başlamış. Bir yandan da:
- Ulan, ben Türk'üm ve Müslüman'ım anladın mı?
Üstelik ben gelip burada Türk ve Müslüman olmadım.
Ben geldiğim, doğduğum, büyüdüğüm memlekette de
Türk'tüm. Orada gâvurlar bile beni Türk bilirler, Türk
tanırlardı. Bana onlar bile 'Boşnak' demezler, 'Türk!'
derlerdi. Bana sövdükleri zaman bile önce Türklüğüme
söverlerdi. Sonra da Türk anama, Türk babama, Türk
dinime söverlerdi. Ulan ben buraya, Türklüğümü,
Müslümanlığımı daha iyi yaşayayım, göğsümü gere gere,
hiç kimseden çekinmeden, sıkılmadan Türklüğümle,
Müslümanlığımla iftihar edebileyim diye geldim. Sırf
Türklüğüm için onca çilelere, fedakârlıklara katlandım.
Türk yurdu, ana vatanım bildiğim buraya hicret ettim,
muhacir oldum. Şimdi sen bana nasıl 'Koca Boşnak!'
dersin? Ulan ben oralarda, gâvur içinde Türk idim de,
şimdi buraya Türkiye'ye gelince 'Boşnak' mı oldum?
- Af edersiniz amca, sizi rahatsız ediyoruz! Ama biz
buranın yabancısıyız. Otobüs durağına gideceğiz ama
yolumuzu kaybettik. Epey zamandır aynı yerde dolanıp
duruyoruz, bir türlü ana yola çıkamadık. Bize en yakın
otobüs durağını gösterebilir misiniz?
Hoca:
- Estağfirullah, ne rahatsızlığı kızım! Ben de o tarafa
doğru gidiyorum. İsterseniz durağa kadar birlikte
yürüyebiliriz, deyince kızlar yaşlı adamın bu teklifini
memnuniyetle kabul ederler.
Oldukça konuşkan olan kızlar, kendilerine yol arkadaşlığı yapan Hoca'ya, bir çırpıda Sağmalcılar taraflarında oturduklarını, bir yakınlarının arabasıyla bu
civarda oturan bir akrabalarını ziyarete geldiklerini,
dönüşte kendi başlarına otobüs durağını bulabileceklerini zannettiklerini ama bu karışık sokaklarda
yollarını kaybettiklerini, epeyce dolandıkları,
Ali Erhan Bey o kadar sinirlenmiş ve gözü dönmüş ki
etraftan yetişip adamı elinden almasalar nefessiz bırakıp boğacakmış. Beş altı kişi araya girip aralarını ayırmışlar, Ali Erhan Bey'i zor teskin etmişler. Biraz yatıştırdıktan sonra anlamışlar ki, Ali Erhan Bey'in esas tepkisi kendisine Boşnak denmesine değil, bazılarınca Türk
99
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
bir iki kişiye de sordukları halde, bir türlü otobüs
durağını bulamadıklarını, ona rastlamalarının kendileri
için büyük bir şans olduğunu anlatıverirler. Kızların
sözü bitince, sıkıcı bir yol arkadaşı olmamak için, Hoca
da onlara birkaç kelam etme gereğini hisseder. Önce
isimlerini, sonra da biraz da Balkan göçmeni olduklarını
tahmin ettiği için, memleketlerini sorar. Kızlar isimlerini
söyledikten sonra, birisi biraz çekingen bir tavırla:
-Amca biz muhaciriz. Ailemiz biz küçükken
Yugoslavya'dan İstanbul'a göçmüşler!
arıyorlarmış?
Tahmininde yanılmadığını anlayan Hoca'nın gözleri
ışıldar ve onlara:
- Bizimkiler de çok geniş bir aileymiş. Saraybosna'da
kimi ticaretle, kimi sanayiyle uğraşırmış. Fabrikaları,
atölyeleri, iş yerleri, dükkânları varmış. Oraların en
zenginlerindenmişler.
- Yaa, öyle mi kızım? Desenize hemşehriymişiz. Biliyor
musunuz, ben de muhacirim?! Hem de Kosova'lıyım, yani
sizin gibi Yugoslav göçmeniyim. Peki sizinkiler Yugoslavya'nın neresinden gelmişler?
- Amca benim ailem Saraybosna'dan gelmiş.
- Yok amca, olur mu öyle şey? Aksine bizimkiler
Yugoslavya'da çok zengin, çok varlıklıymışlar! Her şeyleri
varmış!
- Bizimkiler de öyle! Makedonya'da çiftçilikle, tarım ve
hayvancılıkla uğraşıyorlarmış. Çok geniş arazileri,
tarlaları, çiftlikleri, hayvanları varmış! Hepsini bırakıp
gelmek zorunda kalmışlar.
- İyi ama kızım, bunca mala mülkü ne yapmışlar?
İnsan durup dururken onca serveti, zenginliği, malı
mülkü, refahı bırakır da her şeyini terk eder yeni
maceralar peşine düşer mi? Başına nelerin gelebileceğini,
neler yaşayacağını bilemediği başka bir yere göçer mi?
- Bizimkiler de Makedonya'dan, Üsküp'ten gelmişler.
- Ne güzel! Ben, Üsküp'ü de Saraybosna'yı da çok iyi
bilirim. Gençlik yıllarımda her ikisinde de medresede
okudum. Her ikisi de çok güzel yerler. Peki, siz oraları
hatırlar, bilir misiniz? Kızlardan biri:
- Durup dururken olur mu amca? Oralar gâvur eline
geçmiş. Gâvurlar tutmuşlar, bizimkilere de ya bizim gibi
Hıristiyan olacaksınız, ya da buraları terk edeceksiniz
demişler.
- Eee, sizinkiler ne demiş?
- Yok amca, nereden bilip, hatırlayacağız?! Ailelerimiz,
zaten daha biz doğmadan buralara göçmüşler. Şimdiye
kadar bizim hiç gidip gelme imkânımız ve fırsatımız
olmadı. Sadece arada sırada büyüklerimizin anlattığı
kadarıyla bazı şeyler biliyoruz, hepsi o kadar.
- Ne anlatıyor, nasıl anlatıyor, büyükleriniz?
- Ne anlatacaklar amca! Oraların çok güzel yerler
olduğunu, ama bırakıp gelmek zorunda kaldıklarını,
muhacirliğin çok zor olduğunu, dayanılmaz acılar, çileler,
sıkıntılar, yokluklar, yoksulluklar çektiklerini… İşte bunun
gibi bir sürü şeyler anlatıyorlar!
- Büyükleriniz doğru söylemişler kızım! Muhacirlik
gerçekten de çok zor derttir. Başına gelmeyen, çekmeyen
bilmez. Benim ömrüm de hep gurbetlerde, muhaceretlerde geçti. Hele Kosova gibi, Balkanlar gibi bana
göre dünyanın en güzel, en verimli, iklimi en mutedil, en
yaşanmaya değer, her şeyin bol olduğu, cennet gibi
yerleri bırakıp da başka yurtlar aramaya mecbur kalmak,
kolay katlanılabilecek dert değildir. Ben de Kosova'yı
görmeyeli, göremeyeli çok uzun yıllar oldu. Ama inanır
mısınız, ben hala kendimi rüyalarımda hep oralarda,
çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği yerlerde
görürüm?! Peki kızım, o zaman sizinkiler ne diye o kadar
güzel yerleri bırakıp da muhacir olmuşlar. Orada çok mu
fakirmişler? Buralarda daha rahat, daha iyi bir hayat mı
- Ne desinler amca? Elbette, biz ölürüz, her şeyimizden
vazgeçeriz de dinimizden vaz geçmeyiz demişler.
- Sonra ne olmuş?
- Ne olacak, bizimkiler de her şeylerini orada bırakıp
Türkiye'ye göçmeye razı olmuşlar. Türkiye'ye geldiklerinde
yıllarca barınak gibi küçücük evlerde, birkaç aile bir
arada, üst üste yaşamak zorunda kalmışlar. Bu onların o
zamana kadar hiç tanımadıkları, alışmadıkları çok zor bir
hayatmış.
- Peki ama, madem Yugoslavya'da o kadar varlıklı ve
zenginmişler, Türkiye'de niçin bu kadar fakir bir duruma
düşmüşler. Mesela, mallarını, mülklerini, servetlerini,
paralarını, pullarını alıp niye Türkiye'ye getirmemişler?
Oradaki varlıklarını, mallarını, mülklerini satsalar, burada daha rahat bir hayat sürdüremezler miydi? Böylece bu
kadar çok çile, fakirlik ve yoksulluk da çekmezlerdi. Öyle
değil mi?
- Nasıl getirsinler amca, getirememişler ki?! Gâvur
bırakmamış! Türkiye'ye göçmek isteyenlerin oradaki her
şeylerine, bütün mallarına, mülklerine, varlıklarına el
koymuşlar.
100
- Nasıl yani?
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
- Amca siz de hem Yugoslav göçmeni olduğunuzu
söylüyorsunuz, hem de nasıl olduğunu, orada olup bitenleri hiç bilmiyormuşsunuz gibi bize soruyorsunuz.
din farkı gözetmediği söylenir. Sizinkiler hiç olmazsa
komünizm döneminde rahat ve huzur yüzü görememişler mi?
- Haklısın kızım! Bilmez miyim, elbette ben de
biliyorum ama hem sohbet olsun diye, hem de sizinkilerin
yaşadıklarını da sizin ağzınızdan duymak için soruyorum. Ben Kosovalı'yım, sizler Saraybosnalı ve Makedonya'lıymışsınız. Belki sizin oralarda bizde yaşananlardan
farklı şeyler yaşanmış olabilir! Ayrıca olup bitenlerden,
yaşanan acı ve sıkıntılardan bu kadar haberdar, her şeyin
bu kadar farkında ve bilincinde olmanız da beni çok
memnun etti. Onun için soruyorum, kusuruma bakmayın!
- Nerede rahat yüzü görecekler amca! İdeolojisi,
ekonomik, siyasi veya sosyal sistemi, rejimi değişse de
gavur yine aynı gavurmuş. Hıristiyanların Müslümanlara
karşı tavrı ve düşmanlığı komünist dönemde de değişmemiş, hiç azalmamış. Hatta gavurlar rejim değişikliğinden sonra, Müslümanlara zarar vermek için bu sefer
de komünizmi araç olarak kullanmaya başlamışlar.
Komünist dönemde de, yine en çok Müslümanların mallarına el konuluyormuş. Göstermelik halk mahkemeleri
kuruluyor, malı mülkü olan Müslümanlar, bu sefer de
halk düşmanı ilan edilerek, bu mahkemelerin önüne çıkarılıyorlar ve güya yargılanıyorlarmış. Aslında bu mahkemelerin amacı da, sonucu da, verilecek da ceza çok
önceden belliymiş. Halk mahkemelerinin üyeleri, başta
Sırplar olmak üzere hep Hıristiyanlardan oluyormuş.
Zaten daha sözde yargılama başlar başlamaz, gavurlar
hep bir ağızdan 'İdam! İdam!' diye tempo tutmaya başlıyorlarmış. Kısa ve uydurma bir yargılamadan sonra,
mahkemeye çıkarılan hali vakti yerinde Müslümanların
hem mallarına el konuluyormuş, hem de bunlar idam
sehpalarında can veriyorlarmış. Bizim yakınlarımızdan
pek çok kimse de böyle idam sehpalarında can vermişler,
mallarına mülklerine el konulmuş.
- Estağfirullah amca! Sanki olanları hiç bilmiyormuşsunuz gibi sormanız garibimize gitti de onun için biraz
şaşırdık.
- Olabilir kızım! Ailelerinizin oradaki malının, mülkünün gâvurlar tarafından ellerinden nasıl alındığını anlatıyordunuz. İsterseniz yarım kalmasın?
- Evet amca! Hıristiyan olmak istemeyen, oradaki
baskı ve zulümlere de dayanamayan diğer Müslümanlar
gibi bizimkiler de çareyi Yugoslavya'dan Türkiye'ye göç
etmekte görmüşler. Ama gavurlar, bütün mallarından,
mülklerinden, servetlerinden, arazilerinden, topraklarından, tarlalarından, dükkanlarından, iş yerlerinden, fabrikalarından, evlerinden, bağlarından, bahçelerinden, yani
neleri varsa hepsinden vazgeçmedikçe, hepsini orada
bırakıp gitmeye razı olmadıkça onların Türkiye'ye göçmelerine izin vermiyormuşlar. Hatta sonradan kalkıp da
hak iddia edemesinler diye hepsinin elinden 'Yugoslavya'da benim hiçbir malım, mülküm yoktur' diye yazılı,
imzalı kâğıtlar, belgeler de alıyorlarmış.
- Sizinkilerin hepsi bunu yapmışlar, o belgeleri
imzalamışlar mı?
- Tabii amca, başka ne yapabilirler ki? Eğer yapmasalar, imzalamasalar Türkiye'ye göçmelerine izin verilmiyormuş.
- Yaaa! Ama bu gerçekten çok büyük bir fedakârlık! Bu
fedakârlığı acaba niçin yapmışlar?
- Niçin olacak amca siz niçin yapmışsanız onlar da
onun için yapmışlardır.
- Ben sadece ve sadece dinim, Türklüğüm ve Müslümanlığım için yapmıştım.
- Bizimkiler de öyle amca! Başka niçin olabilir ki?
- Haklısınız kızım! Ama kızım, çok eskiden ben
Kosova'yı terk etmeden önce Sırp çeteleri, çetnikler vardı.
Köyleri, kasabaları, şehirleri basarlar, insanları kadın
erkek, çoluk çocuk demeden vahşice öldürürler, mallarını,
mülklerini, arazilerini yağmalarlar, onları öz vatanlarından göçe zorlarlardı. E benden sonra, Yugoslavya'ya
komünist rejim geldi. Komünizmin daha insancıl olduğu,
- Peki, bu Sırpların, gâvurların dertleri neymiş? Ne
istiyorlarmış bu zavallı insanlardan?
- Ne olacak amca, tek dertleri bizimkilerin Müslüman,
kendilerinin Hıristiyan olmalarıymış. Buna bir türlü
tahammül edemiyorlarmış. Bizimkilerden de illa kendileri
gibi Hıristiyan olmalarını istiyorlarmış. Yoksa her şeylerine el koyuyorlar, onları ölümlerden ölüm beğenmeye
mecbur ediyorlarmış.
- Demek ki, sizinkiler de benim gibi her şeylerini tek bir
şey için, yani sırf Müslümanlıkları için feda etmişler. Müslümanlıkları için, hiç tereddütsüz vatanlarını da, ülkelerini de, yuvalarını da, yuvalarını da, mallarını da, mülklerini de, hatta bazıları canlarını da feda etmekten çekinmemişler. Sırf dinlerini kurtarabilmek ve özgürce yaşayabilmek için buralara can atmışlar, hicret etmişler, muhacir
olmuşlar. Gerçekten çok büyük bir fedakarlık! Öyle değil
mi, kızım?
- Evet öyle amca, haklısın!
Kızlardan biraz daha uzun boylu olanı, yarasına tuz
basılmış gibi acı dolu ve titrek bir ses tonuyla Hoca'nın
sözlerine bazı eklemelerde bulunma ihtiyacı duyar:
- Öyle ama amca, göçmekle, muhacirlikle de her şey
bitmiş, her iş düzelmiş, yoluna girmiş olmuyor ki! İnsan
muhacirlikte maddi sıkıntılardan başka pek çok manevi
sıkıntılarla, psikolojik baskılarla da karşılaşıyor. Bence
katlanılması en zor olan da bu!
101
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
- Onlar ne gibi sıkıntılar, yavrum?
- Ne bileyim, bunlar saymakla bitmez ki! Ama
muhacirlikte bence insana ağır ve en acı gelen şey,
sonradan geldiğiniz yerde bazılarının sizi yabancılaması,
el görmesi, dışlamaya kalkması!
Bu sözler karşısında şaşıran ve duraklayan Hoca, kızcağıza dönerek:
- Ne o, sizi buralarda dışlayan, yabancı ve el görenler
de mi var? diye sordu.
- Var tabii amca, olmaz olur mu? Hem de ne kadar! Bizi
Türk kabul etmeyenler mi dersiniz, Müslüman
saymayanlar mı dersiniz, nelerle karşılaşıyoruz, hangi
birini sayayım size! Hâlbuki örneğin biz, aslında evlad-ı
fatihandanmışız. Bizim dedelerimiz çok önceden
Anadolu'dan, Konya'dan göçmüşler oralara! Ama adımız
yine de Balkan göçmeni! Çoğu insanların bizi Türk ve
Müslüman sayası gelmiyor.
Bu sözler karşısında beyninden vurulmuşa dönen
Hoca, önce heykel gibi olduğu yerde dikilip kaldı. Sonra
hiç farkında olamadan sesini yükseltmeye, neredeyse
bağıra çağıra konuşmaya başladı. Yoldan gelip geçenler de, şaşkın ve meraklı bakışlarla bu yaşlı adamın
kime, neye ve niçin kızdığını, öfkelendiğini anlamaya
çalışıyorlardı. Ama Hoca'nın hiç umurunda değildi ve
aynı minval üzere sayıp söylemeye devam ediyordu:
- Daha da neler! Öyle söyleyenler ve düşünenler halt
etmişler! Ah bana böyle bir şey söyleyecekler veya ihsas
ettirecekler ki, onların ağızlarının payını bir güzel vereyim. Bir kere burası bizim anavatanımız. Biz Balkan Müslümanları, her zaman Türkiye'yi ana vatanımız olarak
gördük. Mesela ben yıllarca Mısır'da yaşadım, orası da
Müslüman bir ülke, ama ben orasını hiçbir zaman kendi
vatanım olarak benimseyemedim. Türkiye'ye geldiğimde
ise, kendimi öz yurduma, anavatanıma gelmiş gibi hissettim. İçimde, sanki ben aslen buralıymışım, burada doğmuşum da başka yerde gurbet hayatı yaşıyormuşum gibi
bir his vardı. Yaşım kırkı aştığı halde, Mısır'da evlenmedim
bile! Çünkü aklım, fikrim hep Türkiye'ye gelmekte, Türkiye'ye yerleşmekteydi. Türkiye'ye gelince de hiçbir yabancılık çekmedim, kendimi hiçbir zaman yabancı gibi hissetmedim. Bir eziklik, muhacirlik duygusu yaşamadım.
Bu konuda gerekirse kendisini en saf kan Türk sayanlarla
bile yarışmaktan, tartışmaktan çekinmem. Aslında sizi
yabancı ve el görmeye, dışlamaya kalkanların, öyle
aptalca ve cahilce düşünceler taşıyanların Türklüğünden
ve Müslümanlığından şüphe etmek lazım! Türklük ve
Müslümanlığın mührü, Balkanlara Anadolu'daki pek çok
yerden daha önce vuruldu. Sizin gibi aslen Anadolu Türkü
olup da, Balkanlara hicret eden, oraları asırlar boyunca
vatan edinen, daha sonra o topraklar elimizden çıkınca
tekrar muhacir olarak Anadolu'ya göçmek zorunda
kalan evlad-ı fatihanınki de, benim gibi oraların esas
yerlisi iken sonradan Türk ve Müslüman kimliğini kazanan, o kazanımları kaybetmemek için öz vatanlarını terk
edenlerinki de denenmiş, sınanmış, ispat edilmiş gerçek
ve sağlam bir Türklük ve Müslümanlıktır. Ya o sizin
Türklüğünüze ve Müslümanlığınıza laf söyleme cüretinde
bulunan densizlerin, ahmakların, aptallarınki nasıl bir
şey acaba? Hiç denenmiş, sınanmış mı? Aynı musibet
onların başına gelseydi, kim bilir sonları ne olurdu?
Türklük de, Müslümanlık da sadece boş birer iddiadan
ibaret değildir. Irk ve kan bağıyla babadan evlada geçen
başka miraslara da benzemezler. Eğer öyle olsaydı, Türk
asıllı oldukları bilinen nice boylar, kabileler bugün Türklüğün ve Müslümanlığın en azılı düşmanları olmazlardı.
Mesela Bulgarların ve Macarların da aslen Türk oldukları
söylenir, ama onlardaki Türk düşmanlığına çoğu Avrupa
milletlerinde bile rastlanmaz. Arada din bağı, inanç bağı,
gönül ve fikir bağı, duygu bağı, kaderde, kıvançta, tasada, sevinçte birlik olmadıktan sonra, kan bağı hiç bir işe
yaramaz? Ben bunu kendi çevremde de yaşıyorum.
Mesela, benim çok saygın, itibarlı, mevki ve makam sahibi çok yakın bazı akrabalarım var. Sağ olsunlar, arada
sırada, bayramda seyranda unutmazlar, ziyaretime
gelirler, evlenme, cenaze gibi vesilelerle de bir araya gelir,
oturur konuşuruz. Ama inanır mısınız, bazen bu kısacık
buluşmalar bile, benim için de, onlar için de işkenceye
dönüşür. Bazen birbirimizle konuşacak laf bulamayız.
Zaman bir türlü geçmek bilmez. Bazen birbirimizin havadan sudan bahsetmelerinden bile hoşlanmaz hale geliriz.
Sıkıntı içinde bir müddet öyle kös kös oturur, sonra dağılır
gideriz. Güya benim, herkesle görüşüp, konuşmayı ve herkesi dinlemeyi seven bir adam olduğum söylenir. Aslında
yine ben, her zaman kendileriyle diyalog kurmaya, değişik konularda onlarla sohbet etmeye çalışırım. Fakat fikirler, düşünceler, gönüller bir olmayınca sohbete girmek de,
çıkmak da gerçekten çok zor, sıkıntılı oluyor, yarardan çok
zarar getiriyor. Bir konu açıp, karşılıklı konuşmaya başladıktan sonra bakıyorsunuz ki fikirlerdeki ayrılıklar ve
aykırılıklar yüzünden konuştukça birbirimizden daha da
uzaklaşmış, daha da soğumuşsunuz. Neden? Çünkü
fikirler, inançlar, duygular bağdaşmıyor da onun için!
Nasıl olmuşsa olmuş, böyle olmuş, birbirimizden iyice
uzaklaşmış ve kopmuşuz. E gönüller bir olmadıktan
sonra da, aynı dili konuşmak anlaşıp kaynaşmaya değil,
daha da uzaklaşmaya, yabancılaşmaya sebep oluyor.
Öte yandan ben talebelerimle ve benim gibi düşünen ve
inanan insanlarla konuşurken hangi ırktan, hangi
102
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
ülkeden olurlarsa olsunlar büyük haz alıyorum. Zamanın
nasıl geçtiğinin farkına bile varamıyorum. Onun için,
sadece Türk ve Müslüman ana babadan doğmakla, Türk
ve Müslüman olunmaz. Türk ve Müslüman olabilmek
için, Türk ve Müslüman gibi düşünmek, hissetmek ve
inanmak hem şarttır, hem de yeterlidir.
Bu 'sonradan Türk olma' sözü kızlardan birisinin aklına
takılmıştı. Laf arasında Hoca'dan bunu biraz daha
açmasını rica etti:
- Kusura bakmayın, Amca! Lafınızı kesiyorum ama
ben bu sonradan Türk olma sözünü pek anlayamadım.
İnsan nasıl sonradan Türk olabilir? İnsan doğuştan bir
millete mensup değilse, sonradan olabilir mi?
- Şaşırmakta haklısın kızım! İnsan sonradan Alman,
Fransız, İngiliz, İtalyan olamaz ama sonradan Türk
olabilir! İslam nimeti sayesinde bu, Allah'ın Türk milletine
has kıldığı bir lütuftur. Mesela ben, aslen Arnavut olduğum halde, sonradan Türk olanlardanım. Ama ben kendimi herkesten daha çok Türk görürüm. Çünkü benim
gözümde Türklükle Müslümanlık aynı şeydir. Biz böyle
gördük, böyle öğrendik. Bizim oralarda Müslümanlar ve
farklı etnik kökenlerden gayri Müslimler bir arada
yaşarlardı. Hangi etnik kökenden olursa olsun, bir gayri
Müslim hidayete erip Müslüman olunca, ona “Türk oldu!”
denirdi. Artık bir daha onun eski etnik kökenine bakılmazdı. Herkes, Elhamdülillah Türküz, Allah bizi Türk
yarattı, bize Türklüğü nasip etti diye şükrederdi. Sıbyan
mektebinde biz, İslamın şartlarını sayarken, “Türklüğün
şartı beş!” diye sayardık. Bugün bile pek çok Avrupalının
gözünde Türklükle Müslümanlık aynı anlama gelen,
birbirinden ayrılamayan kavramlardır. Müslüman denince Avrupalının aklına ilk defa Türk gelir, başka bir millet
gelmez. Allah, bu milleti sanki Müslümanlık için, yani
İslama hizmet için yaratmıştır. Allah, Türklerin İslam'a hizmet edenlerini hep yükseltmiş, İslam'dan yüz çevirenlerini
ise silip süpürmüştür. Tarih boyunca Türkler, varlıklarını
ancak ve ancak İslamiyetle beraber koruyup, devam
ettirebilmişlerdir. Müslüman olmayan veya Müslümanlıklarını kaybeden bütün Türk boyları, çok geçmeden
kimliklerini de, Türklüklerini de kaybetmişler, başkalaşıp,
yitip, kaybolup gitmişlerdir. Türklük kavramı, İslam kavramıyla eş anlamlı hale geldiği için, yersiz zorlamalarla
ondan koparılmadığı müddetçe her etnik grubu, her ırkı,
üstelik hiç bir zıddiyet yaşanmadan rahatlıkla içine alabilir, hepsiyle kaynaşıp bağdaşabilir. Türklük, İslam dışında başka hiç bir din ve inançla böyle bağdaşamaz. Dünyadaki pek çok kimseye 'Hıristiyan Arap olabilir mi?' diye
sorulsa, 'Olabilir!' der, hiç garipsemez. Nitekim vardır da.
Ama Hıristiyan Türk olabilir mi diye sorulsa, şöyle bir duraksar ve olabileceğine inanamaz. Yani, Türk'e İslam'dan
başka bir dini kimse yakıştıramaz.
- Gerçekten çok ilginç ve şimdiye kadar bizim hiç
duymadığımız, düşünmediğimiz şeyler söylüyorsunuz
amca! İyi ki bugün size rastlamış ve yol sormuşuz.
- Bu anlatılanları ilgiyle dinlemeniz, benimseyip kabul
etmeniz de sizin gönlünüzün ve ruhunuzun güzelliğinden
SAYI 17 - 18
kızım. Yalnız, bunca konuştuğumuz şeylerin kısa bir özeti
olması bakımından, size son bir şey daha söylemek
isterim. Yoksa bana konuştuğumuz bunca şey havada
kalacak, ayağı yere basmayacak, bazı şeyler eksik ve
yarım kalacak gibi geliyor.
- Buyurun amca!
- Gerçekten de sizler ve ben, dünyanın en güzel, terk
edilmesi en zor ve imkânsız yerlerini terk edip anavatanımız olan bu ülkeye göç etmek, sığınmak zorunda kalmışız. Niçin? Oraları Müslümanların elinden çıktığı, dinimizin, Türklüğümüzün ve Müslümanlığımızın düşmanı
olan kâfirler tarafından işgal edildiği için! Onlar bize, dinimizi değiştirmedikçe can, mal, ırz, namus güvenliği tanımadılar. Biz de her şeyden daha kıymetli ve aziz bildiğimiz dinimizi, artık oralarda özgürce yaşayabilme imkânımız kalmayınca, her şeyimizi geride bırakarak anavatanımız bildiğimiz bu ülkeye hicret etmek zorunda kaldık.
- Öyle değil mi çocuklar?
- Evet, öyle amca!
- Öyleyse biz, Türklüğümüzü, Müslümanlığımızı başkalarına hele de öyle olur olmaz akılsızların, cahillerin,
kendini de, Türklüğü de, Müslümanlığı da bilmeyen,
ahmak, aptal, densiz, geri zekalılara tescil ettirmek, kabul
ettirmek zorunda değiliz. Ne yani onlar bizi, Türk ve Müslüman sayarlarsa Türk ve Müslüman olacağız da saymazlarsa olamayacak mıyız? Biz bu gibilere sorarak veya
onlara bakarak Türk ve Müslüman olmadık ki! Onlar bizi
de, bizim Türklüğümüzü Müslümanlığımızı da tanımak,
tanımlamak, ölçmek, biçmek, tarif ve tescil etmek hakkına sahip değildir. Biz başkalarına değil, kendimize
bakacağız! O artık gerçek Türklükle, Müslümanlıkla hiçbir
ilgisi kalmamış, Turkey (hindi) olmuş aptallar, cahiller ne
derlerse desinler, ne düşünürlerse düşünsünler biz aldırmayacağız, bu gibilerin hiçbir değer ifade etmeyen sözlerine hiç bakmayacağız, kanmacağız, aldanmayacağız,
en ufak bir şekilde etkilenmeyeceğiz. Ayrıca onların hiç
birisi bizim gibi dini için, Müslümanlığı için, Türklüğü için
vatanını, doğup büyüdüğü yerleri terk etmek zorunda
kalmadı, böyle bir imtihanla denenmedi, sınanmadı.
Dolayısıyla onlar bunların kıymetini de bizim kadar
bilemezler. Kim ne derse desin biz, bizim Türklüğümüzü,
Müslümanlığımızı sorgulamaya kalkan o aptallardan, o
ahmaklardan çok daha fazla Türk ve Müslümanız ve öyle
de olmak zorundayız. Çünkü biz, öz yurdumuzu, atalarımızın, dedelerimizin doğup büyüdüğü, asırlarca Türk ve
İslam yurdu olmuş o toprakları, yine Türklüğümüz ve
Müslümanlığımız terk edip, buralara hicret ettik! Ayrıca
bizim için, dünyada buradan başka gidilebilecek hiç bir
yer yok! Allah muhafaza bu memlekette veya dünyada
olağanüstü bir değişim ve başkalaşım yaşansa da, bir
tane bile Türk ve Müslüman kalmasa, biz yine de hem de
öyle lafta, sözde değil gerçek manada Türk ve Müslüman
olmak, Türklüğümüzü ve Müslümanlığımızı savunmak,
korumak, öyle yaşayıp öyle ölmek azim ve kararlılığında
olmalıyız. Tamam, mı kızım?
103
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
- Doğru söylüyorsunuz amca! Gerçekten de bize öyle
güzel ve doğru şeyler anlattınız ki, bunları biz şimdiye
kadar hiç kimseden duymadık, size rastlamasaydık yine
de duyamazdık. Size çok teşekkür ederiz!
- Bana teşekkür etmenizi gerektirecek bir şey yok
kızım! Sizinle tanışıp, konuştuğuma ben de çok memnun
oldum. Allah yar ve yardımcınız olsun!
Hoca, söylemeyi boynuna borç bildiği şeyleri, bu kısa
ayaküstü sokak muhabbetinde kısaca özetledikten
sonra, tekrar kızlarla beraber durağa doğru yollandılar.
Çok geçmeden otobüs durağı da göründü. Ama genç
kızlar bu hoşsohbet ve sevimli ihtiyarın şimdiye kadar
bir benzerini hiç kimseden duyamadıkları sözüne, sohbetine ve muhabbetine doyamamışlardı. Yolun daha
da uzun olmasını, sohbetin böyle sürüp gitmesini çok
istedikleri her hallerinden belliydi. Durağa vardıklarında da otobüse binmekte acele etmediler, ardı ardına
durağa girip çıkan otobüslerin nereden gelip nereye
gittiğine bile bakmıyorlardı. Gidecekleri yöne doğru
daha çok otobüs gelip geçebileceğini, ama böyle bir
sohbeti her zaman bulamayacaklarını düşünüyorlardı.
Akıllarına takılan başka konularda da ona birkaç soru
sordular ve hepsine de gönüllerini yatıştıracak güzel
cevaplar aldılar.
Hoca'nın anlattıklarından çok etkilenen kızlar, kılık kıyafet üstüne hiç konuşulmadığı halde, kıyafetlerinin aşırı
serbestliğinden ve etek boylarının kısalığından rahatsızlık duymaya da başlamışlardı. Bir yandan can kulağıyla onu dinlerken, diğer yandan da ona çaktırmadan
eteklerini çekiştirerek olabildiğince uzatmaya, kıyafetlerine çeki düzen vermeye çalışıyorlardı. O mahcubiyet
içerisinde kızlardan yeşil gözlü ve daha kısa boylu olanı:
- Amca ne kadar güzel ve doğru şeyler anlatıyorsunuz.
Biz, üniversite öğrencisiyiz. İkimiz de İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesinde okuyoruz. Ama şimdiye kadar hiç
kimse bize bu gibi konuları, sizin gibi böyle bizim anlayabileceğimiz şekilde, açık, net ve berrak bir ifadeyle
anlatmamıştı. Sizi dinlerken ve sizin sayenizde en hayati
konularda bile bilgi ve bilinç düzeyimizin ne kadar yetersiz olduğunu yeni yeni anlamaya ve farkına varmaya
başladık.
- Hiç de geç kalmış sayılmazsınız kızım! İnanın, bugün
başlasanız çok geçmez benden daha bilgili ve şuurlu
olursunuz. Bizim insanımızın özü ve cevheri çok sağlam,
çok temizdir. Bana bazen kendi kendini yetiştirmiş öyle
gençler geliyorlar ki, inanın hayret ediyorum. Bakıyorum
da benden çok daha şuurlular.
- Sizin mesleğiniz ne amca? Ne iş yapıyorsunuz? Cami
hocası mısınız, yoksa öğretmen mi?
- Ben bir fabrikanın muhasebe bölümünde çalışıyorum. Hoca veya öğretmen değilim ama hayatım boyunca
bilmediklerimi öğrenmeyi, bildiklerimi de başkalarına
öğretmeyi kendime esas iş ve meslek edindim. İnşallah
yakında emekli olacağım. Allah nasip ederse, ondan
SAYI 17 - 18
sonra bütün zamanımı öğrenmeye ve öğretmeye hasredebileceğimi umuyorum. Benim her seviyeden, her yerden, hatta sizin fakülteden de talebelerim var. Üniversitelerden bana umumiyetle araştırmacılar, doktora ve
mastır öğrencileri gelirler, ben de elimden geldiğince
onlara yardımcı olmaya çalışırım.
- Amca okulumuzun bitmesine az kaldı. Biz de mastır
ve doktora yapmak istiyoruz. Tez seçiminde ve hazırlanmasında bize de yol gösterir, yardımcı olur musunuz?
Yoksa siz sırf erkeklere mi ders verirsiniz?
- Memnuniyetle kızım! Benim sadece erkeklerden
değil, sizin gibi kızlardan da talebelerim var. Ben cinsiyete
bakmam, öğrenme arzusuna, isteğine ve kabiliyete bakarım. Bizim inancımızda eğitim, sadece erkeklere değil,
kadınlara da farzdır. Hem ne yani, erkek aslan, aslan da,
dişisi değil mi? Bana sorarsanız, kadınların eğitimi
erkeklerin eğitiminden bile önemlidir. Çünkü kadınlara iyi
bir eğitim verilmedikçe, ne aile, ne toplumun, ne de millet
eğitilebilir, kalkınabilir, yükselebilir, gelişip, güçlenebilir.
Ayrılma vakti geldiğinde kızlardan birisi çantasından
küçük bir not defteri ve kalem çıkardı. Hocanın adresini
ve telefon numarasını kaydetti. En kısa zamanda tekrar
görüşmek umut ve temennisiyle kızlar, durağa yanaşan
otobüslerden birine binip uzaklaştılar. Hoca da her
zamanki gibi, yürüyerek evinin yolunu tuttu. Pek çok
kimse gibi bu genç kızlar da, kısa zamanda Hoca'dan
çok şeyler öğrenmişler, yeni ve daha büyük bir dünyaya
doğmuş gibi ufukları ve bakış açıları genişlemiş olarak
yanından ayrılmışlardı.
KAHREDEN BEYİN GÖÇÜ
Ali Yakup Hoca'yı en çok üzen ve kahreden şeylerin
başında İslam dünyasının asırlardan beri sorularına
cevap, sorunlarına da çözüm ve çare üretebilecek
nitelikte cins beyinler yetiştirememesi, olanlardan da
gerektiği gibi yararlanamamasıydı. Aynı adam kıtlığı
sorunu her yerde olduğu gibi Balkanlarda da bütün
şiddetiyle yaşanıyordu. Özellikle içinde yaşanılan olağanüstü dönemlerde Müslümanların her gün bir yenisi
eklenen devasa boyutlardaki sorunlarına sağlıklı çözümler üretebilecek, toplumun önünü açabilecek, ona
doğru bir yön ve yol gösterebilecek, doğru istikamette
atılan her adımın önünü sonu iyi hesap edebilecek, geriye doğru olup bitenleri iyi bilip değerlendirebilecek
ve bunlardan yararlı dersler çıkarabilecek, ileriye doğru
olabilecekleri de keskin bakışları, basiretleri, isabetli
görüşleriyle tam bir kesinlikle görüp değerlendirebilecek, yapılması gerekenler konusunda halkı aydınlatıp, inandırıp harekete geçirebilecek, topluma alması
gereken şekli, biçim ve formu verilebilecek entelektüel
birikime sahip, güvenilir, inanılır, nitelikli aydınlara, münevverlere, düşünürlere, ilim, eylem ve fikir adamlarına, özellikle de Müslümanların varlık ve beka mücadelelerini doğru ve etkili bir biçimde yönlendirebilecek önder ve lider kadrolara çok büyük ihtiyaç vardı.
104
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Fakat böyle nitelikli kadroları yetiştirebilmek için
Balkan Müslümanlarının yeterli sayıda ve nitelikte eğitim kurumları yoktu, açmalarına da izin verilmiyordu.
İhtiyaç duydukları nitelikli insanları ve kadroları
yabancı düşman boyunduruğu altında, kendi can ve
din düşmanlarının okullarında yetiştiremeyeceklerini
çok iyi bilen Balkan Müslümanları çareyi her fedakârlığı
göze alarak gençlerini başta Türkiye ve İslam ülkeleri
olmak üzere yurt dışında eğitime ve öğretime göndermekte gördüler. Fakat bu sefer de okullarını bitirip
yetişen 'beyin kadroları', hizmet için dört gözle yollarını
gözleyen memleketlerine geri dönmek yerine, burada
başlarına geleceklerden de korktukları için, gittikleri
yerlerde kalmayı veya başka ülkelerde iş, güç ve meslek
sahibi olmayı, daha rahat yaşam koşullarında yaşamayı
tercih ediyorlardı. Bunlardan ülkesine geri dönme
cesaretini gösterebilen, özellikle de topluma liderlik ve
önderlik edebilecek özellikte ve nitelikteki iyi yetişmiş
eğitimli ve bilinçli Müslümanlara Sırplar tarafından
hayat hakkı tanımıyordu. Milli ve dini bilinç sahibi,
topluma liderlik ve önderlik edebilecek seviyedeki
Müslümanlar, Sırplar tarafından çok tehlikeli ve zararlı
unsurlar olarak görüldüklerinden, sürekli izleniyorlar,
eften püften bahanelerle yakalanıp gözaltına alınıyorlar, kaçırılıyorlar, işkencelere, hapis ve ölüm cezalarına çarptırılıyorlar, faili meçhul cinayetlere ve suikastlara kurban gidiyorlardı. Bu gibi sindirme faaliyetleriyle
bunların tekrar ülke dışına kaçırılması, bu da mümkün
olmazsa yok edilmeleri temel politika haline gelmişti.
Kendileri başka ülkelerde iş bulup geri dönmeyenlerin
bir kısmı da oradaki yakınlarına: 'Ben burada doktor
oldum, hakim oldum, avukat oldum, bankacı oldum,
tüccar oldum, mal-mülk, mevki, makam sahibi oldum.
O memlekette artık ne yapacağım? Orası bana dar gelir.
Zaten o memlekette yaşanacak hal da kalmadı. En iyisi
siz de o toprakları bırakın da buraya, benim yanıma
gelin!' diye haber göndererek analarını, babalarını,
kardeşlerini ve diğer yakınlarını da yanlarına çağırıyorlar ve alıyorlardı. Söylediklerinde haklılık payı yok
değildi ama yetişmiş adam ve kadro eksikliğini tamamlamak, onların önderliğinde yeni mücadelelere başlamak için büyük umutlarla onların dönmesini bekleyen,
yollarını gözleyenler bir kere daha hayal kırıklığına
uğruyorlar, bu sefer de 'beyin kadrolarının' kendilerine
ihanet ettiği inancıyla kendilerini ölmeden mezara
gömülmüş hissediyorlardı. İşin garibi Batılılar da yurt
dışında iyi eğitim görmüş Balkan kökenli gençlere ve
ailelerine, çok iyi şartlarla iş vermekte, onlara ve ailelerine kapılarını açmakta çok cömert davranıyorlar, her
türlü kolaylığı sağlıyorlardı. Böylece hem iyi yetişmiş
insan gücü, beyin gücü ihtiyaçlarını karşılamış, hem
Balkanlarda asırlardan beri devam eden MüslümanlıkHıristiyanlık mücadelesinde Hıristiyanlığa, yani Müslümanlığın ve Müslümanların Balkanlardan temizlenmesi politikalarına destek vermiş, Müslüman nüfusun
seyrekleştirilmesine ve etkisizleştirilmesine katkı sağla-
SAYI 17 - 18
mış oluyorlardı. Bu politikaların yürütülmesinde Balkanlardaki Hıristiyan yönetimlerle Batılılar tam bir
uyum ve işbirliği içinde çalışıyorlardı
Ali Yakup Cenkçiler Hoca'nın kendisi gibi talebe olarak
Mısır'a gelmiş Balkan kökenli gençlerle çok yakın ve sıkı
bir teması vardı. Onlarla sık sık görüşür, konuşur,
dertleşir, sorunlarına çözümler, dertlerine çareler
bulmaya çalışır, kendilerine her türlü maddi ve manevi
yardımda bulunurdu.Yine günlerden bir gün Mısır'daki
eğitimini tamamlamış Yugoslavya kökenli dört
arkadaşı ona veda ziyaretine gelmişlerdi.
AliYakup Efendi, dördü de İslami ilimler alanında çok iyi
yetişmiş bu gençlerle akşama kadar uzun uzadıya
oturup, konuştu, sohbet etti, dertleşti. Saatler sonra
misafirlerini uğurlayıp, doğruca talebe arkadaşlarından
Ali Ulvi Kurucu'nun odasına gitti. Kendisini o ana kadar
çok tutmuş olmalı ki odadaki sandalyeye oturur oturmaz, başını sandalyenin arkalığına dayayıp hıçkıra hıçkıra, katıla katıla, hüngür hüngür ağlamaya başladı.
O zamana kadar onu hiç bu kadar üzüntülü görmemiş
olan Ali Ulvi Bey, ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırdı.
Durumu, başına büyük bir felaket geldiğini veya çok acı
bir haber aldığını düşündürüyordu. Ali Ulvi Bey, çok
kötü bir haber olabilme ihtimalinin korkusu, çekingenliği ve endişesiyle Ali Yakub Ağabeyine yaklaşarak
onu teselli etmeye hazırlandı. Kısık bir sesle kendisine:
- Ne oldu Ağabey? Ne bu halin? Yoksa başına kötü bir
şey mi geldi? Kötü bir haber mi aldın? Niçin böyle
ağlıyorsun? diye sordu. AliYakup Hoca:
- Nasıl ağlamam, nasıl üzülmem azizim! Bu gördüğün
dört genç var ya!
- Eeee?
- İşte bunlar Amerika'da iş bulmuşlar, oraya gidiyorlar.
Oraya yerleşeceklermiş. Ona üzüldüm de ağlıyorum.
- Hay Allah iyiliğini versin Ağabey? Bunun için mi
ağlıyorsun? Ben de çok kötü bir şey olduğunu sanmıştım.
Ne var bunda? Bence bu üzülünecek değil, sevinilecek bir
şey! Ne güzel bak, fırsatlar ülkesi diye bilinen Amerika'da
iş bulmuşlar, oraya gidecekler. Herkes böyle bir fırsat
yakalamaya can atıyor. Sen niye bu kadar üzülüyorsun?
- Azizim! Sen ne diyorsun? Nasıl üzülmem! Ben bu
gençleri de, ailelerini de ta Yugoslavya'dan tanırım.
Bunların dördü de çok iyi yetişmiş gençlerdir. Zaten orada
da medreselerde okumuşlar, bayağı iyi hoca olmuşlardı.
Aileleri onları kendilerini biraz daha iyi yetiştirsinler,
geliştirsinler, Arapçalarını daha da ilerletsinler, sonra da
memlekete geri dönüp orada daha iyi hizmet etsinler diye
Mısır'a gönderdi. Onları gönderirken de Allah'tan sonra
bana emanet ettiler. Hepsi pırıl pırıl, çok gayretli ve çalışkan çocuklar. Buradaki eğitimlerini başarıyla tamamladılar. Fakat gel gör ki şimdi, memleketin dönülebilecek,
hizmet edilebilecek hali kalmadı. Oradaki arkadaşlarından, akrabalarından sürekli 'Sakın buraya dönmeyin!
105
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Çok büyük ideallerle ve hizmet aşkıyla geldiği Türkiye'de de kadri, kıymeti, değeri hiç bilinmedi, gerektiği
gibi hizmet edebilme imkânı bulamadı. Fakat bütün
bunlara rağmen o hiçbir zaman Türkiye'ye geldiği veya
başka bir ülkeye gitmediği için pişmanlık duymadı.
Dünyanın başka yerlerinden gelen iş tekliflerini her
zaman hiç düşünmeden reddetmiş, Türkiye'den başka
yerde hizmet etmeyi asla kabul etmemişti.
TÜRKİYE'DEKİ DEĞİŞİM SANCILARI
Durumlar çok kritik!' diye haberler geliyor. Zaten şimdiden aranmaya başlanmışlar. Varır varmaz hemen takibata uğrayacakları, hapse atılacakları veya öldürülecekleri kesin! Onlar da memlekete dönemeyince, Amerika'da
iş bulmuşlar, oraya gidecekler. Yazık değil mi? Bunlar
Amerika için mi okudular? Bunlardan ikisi, şu isimleri
Hüseyin ve Osman olanlar, Saraybosna'nın en ileri gelenlerinden Merhum Hacı Muy Ağa'nın oğullarıdır. Babalarını da çok iyi tanırım. Hacı Muy Ağa, Şair Mehmet Akif
Ersoy'un da yakın dostu ve arkadaşıydı. Mehmet Akif'i
pek severdi ve evinde hep Safahat okunurdu. Oğullarını
Mısır'da ilimlerini ilerletsinler ve dönüp Bosna'da hizmet
etsinler diye ne büyük zorluklara ve fedakârlıklara katlanarak buralara gönderdiğini ben gayet iyi biliyorum. Hacı
Muy Ağa yakınlarda ölmüş. Eğer oğullarının Bosna'ya
dönemediğini, Amerika'ya gittiğini duysa, eminim ki
mezarında bile huzursuz ve rahatsız olur. Kemikleri sızlar,
ruhu muazzeb olur. Belki de şimdi Hacı Muy Ağa'nın ruhu
çoktan: 'Benim iyi bir âlim olsunlar da gelip ülkemde
Allah'ın dinine hizmet etsinler diye gönderdiğim, büyük
umutlar besleyerek yetiştirdiğim çocuklarım şimdi
Amerika'ya mı gidecekler? Amerikalılalara mı hizmet
edecekler? Oralarda mı harcanıp, bitip, tükenecekler?
Ziyan olup, kaybolup gidecekler?' diye sessiz çığlıklarla
ağlamaya başlamıştır. Böyle bir durumda ben nasıl
ağlamam, nasıl üzülmem? Üstelik sadece bunlar da değil
ki! Buraya Bosna Hersek'ten, Kosova'dan, Makedonya'dan, Arnavutluk'tan ilim tahsili için gelip de bir daha
geri dönemeyen, ümitsizlik, bitkinlik ve perişanlık içinde
buralarda yaşlanıp ölen daha niceleri var. Kimisi Kahire ve
İskenderiye'deki yabancı şirketlerde görev alıyorlar, kimisi
tercümanlık, muhasebecilik, ticaret gibi işlerle uğraşıyorlar, kimisi Avrupa ve Amerika gibi ülkelere gidip oralarda eriyip, kaybolup gidiyorlar. Yazık değil mi bunlara? Ne
olacak bu ümmetin hali? Ne olacak bizim halimiz, durumumuz? Allah sonumuzu hayır etsin!
Ali Yakup Hoca, bu kederinde, üzüntüsünde, derdinde,
ağlayıp sızlamasında son derece haklıydı. Kimse İslam
alemindeki başta beyin göçü olmak üzere türlü felaketinin farkında olamadığı için derdini, tasasını, kederini,
üzüntüsünü de çekmiyor. Buna üzülebilmek de bir
seviye meselesi! Maalesef aynı şey Ali Yakub Hoca'nın
da başına gelmiş, tahsil için çıktığı, hizmet edebilmek
için can attığı memleketine o da bir daha dönememişti.
O dönemde büyük bir yeniden var oluş ve diriliş mücadelesinin ardından Türkiye'de de çok büyük değişimler
yaşanıyordu. Türk milletinin şimdiye kadar kurabildiği
imparatorlukların en büyüğü, en uzun ömürlüsü ve en
güçlüsü artık tarih sahnesinden silinmişti. Uzun asırlar
boyunca dünyadaki değişime ve gelişime ayak uyduramayan, hatta çoğundan doğru dürüst haberi bile
olamayan, değişen şartlara ve zamanın ihtiyaçlarına
uygun siyasi, sosyal, ekonomik, askeri yapılar oluşturamayan, bunun felsefi, düşünsel alt yapılarını oluşturamayan, böylece çağları ıskalamanın bedelini tarih
sahnesinden silinmekle ödeyen Osmanlı İmparatorluğuyla beraber onun modern çağların ihtiyaçlarına cevap veremeyen eski kültürü, anlayışı, kurumları, düşünce sistemi de yıkıntının altından kalmaktan kurtulamamıştı. Zamanın şartlarına uyum sağlayamayan eski
yapıların, anlayışların, düşüncelerin, kurumların değiştirilmesi ve yenilenmesi gerektiği hususunda oldukça
geniş bir mutabakat vardı ama sıra tasfiye edilmesi,
değiştirilmesi veya düzeltilmesi gerekenlerin neler
olduğu ve bunların yerine nelerin konulacağı sorusuna
gelince bunun tek ve herkesin uzlaşabileceği cevabı bir
türlü bulunamıyordu. Soru ve sorun az çok belliydi ama
ortaya atılan çözüm önerileri ve cevaplar konusunda
fikir birliği yoktu. Tam aksine inanılmaz boyutlarda
görüş ayrılıkları vardı. Yeni Türkiye kendisine yeni bir
yön, yeni bir yapı, yeni bir düzen, yeni bir sistem arıyor,
büyük değişimlerin büyük sancılarıyla kıvranıyordu.
İmparatorluktan ulus devlete geçişin sıkıntıları da her
alanda kendini hissettiriyordu. Her değişim zordur.
Böyle büyük ve ani değişimlerin zorlukları ve sıkıntıları
ona göre çok daha büyük olabilmektedir. Bütün
kurumsal yapıların, sistem ve düzenlerin, anlayışların,
değerlerin, düşüncelerin yeniden ele alınması, sorgulanması, gözden geçirilmesi, değiştirilmesi, bu arada
vatan, millet gibi kavramların bile yeniden tanımlanması, anlamlandırılması, içlerin yeniden doldurulması
söz konusuydu. Fakat bunu kim ve nasıl yapacaktı?
Kafalar son derece karışık ve bulanıktı. Özellikle böyle
olağanüstü dönemlerde, bir milletin en çok ihtiyaç
duyduğu şey, bu soru ve sorunlara sağlıklı cevaplar ve
çözümler üretilebilecek, milletin önünü açabilecek,
ona doğru bir yön ve yol gösterebilecek, atılan her
adımın önünü sonu iyi hesap edebilecek, geriye doğru
olup bitenleri iyi bilip değerlendirebilecek ve bunlardan yararlı dersler çıkarabilecek, basiretleri keskin
106
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
bakışları, isabetli görüşleriyle ileriye doğru olabilecekleri tam bir kesinlikle görebilecek, yapılması gerekenler
konusunda halkı aydınlatıp, inandırabilecek, topluma,
millete, devlete olması gerektiği gibi şekil ve biçim verilebilecek entelektüel birikime sahip, güvenilir, inanılır,
nitelikli aydınlar, münevverler, düşünürler, ilim ve fikir
adamlarıdır. Halbuki ülkede bu düzeyde yetişmiş insan
varlığı, yok denecek kadar azdı.
Zaten sayı ve kalite olarak yetersiz olan okumuş, yazmış, eğitimli, münevverlerin ve genç nüfusun büyük
çoğunluğu sonu gelmez savaşlarda, cephelerde
kaybedilmişti. İmparatorluktan devr alınan miras onu
ayakta tutmaya yetmemiş, yirmi milyon kilometrekare
genişliğindeki topraklarından elde sadece yedi yüz
yetmiş dokuz bin kilometrekaresi kalmıştı.
Milli Mücadeleden ve Osmanlı Devletinin tarihe karışıp
Türkiye Cumhuriyetin kurulmasından sonra Anadolu'da yaşanan bazı olaylara, gelişmelere milli ve dini
bilinç ve şuur düzeyleri yüksek çoğu Anadolu Türkü ve
Müslümanı gibi Balkan Türkleri ve Müslümanları da bir
anlam veremiyorlar, bunları anlayamıyorlar, inanamıyorlar ve kabul edemiyorlardı. Görünen manzara hiç
de iç açıcı değildi. Ortada milletin kanı, canı, bütün varlığı pahasına Haçlı emperyalizmine karşı verdiği olağanüstü mücadele sonunda kazandığı çok büyük ve
inanılmaz zafer yine o Osmanlının mahut, her kalıba
giren bürokrat, elit ve sözde aydın kesimi tarafından ne
yapıldıysa yapılmış, çalınarak ellerinden alınmış gibi bir
görüntü vardı. Osmanlı bürokratlarının entrika ve
dolap çevirmekte, üçkâğıtçılıkta, dalaverecilikte, sureti
haktan görünüp her iyi ve güzel şeyi bile istismar edip
çıkarlarına alet etmekte, sulandırıp çığırından çıkarmakta üstlerine yoktu. Bu ustalıklarını ve maharetlerini
hemen etrafını sardıkları Mustafa Kemal Paşa'yı Milli
Mücadele'de beraber yola çıktıkları en yakın dört arkadaşından, Milli Mücadelenin en önde gelen dört paşasından (Kazım Karabekir, Ali Fuad, Kazım Orbay ve Refet
Paşalar) ayırmakta, aralarına fitne ve fesat sokmakta da
gösterdiler. Esas amaçları kendi çıkarlarına göre oluşturacakları yeni düzenlerine engel olabilecek Mustafa
Kemal Paşa'nın etrafındaki kişilik sahibi, ehliyetli ve
liyakatli kadroları tasfiye ettirerek, onu kendilerine
mecbur ve mahkûm etmekti. Bunda da çok büyük
başarılar elde ettiler. Bir zamanlar Milli Mücadelenin en
ön saflarında yer alan ve çok büyük yararlıklar gösteren
bu paşalar idamla yargılandılar, Mustafa Kemal
Paşa'nın tavassutuyla idam edilmekten son anda o da
güç bela kurtulabildiler.
Kendi çıkarlarından başka bir şey düşünceleri, inançları,
idealleri, fikirleri ve davaları olmayan bu her devrin
adamı menfaat şebekelerinin bir ara işi nerelere kadar
götürdüklerini Milli Mücadelenin önder kadrosundan
Kazım Karabekir Paşa 13-16 Kasım 1970 tarihleri
arasında Yeni İstanbul gazetesinde yayınlanan hatıralarında açıkça ortaya koymaktadır. Kazım Karabekir
Paşa'nın anlattığına göre, devletin dininin Hıristiyanlık
SAYI 17 - 18
yapılması yolunda bazı milletvekilleri tarafından
Anayasa değişikliği teklifi verilebiliyor, bu teklif komisyonlarda görüşülüp tartışılabiliyordu. Mustafa Kemal
Paşa İslam dini üzerindeki bu tür tartışmalardan, hezeyanlardan, saçmalıklardan, hoşlanmamış, bu gibi densizliklere bir dereceye kadar engel olabilmişti ama ona
rağmen yapılan millete, milletin dinine, kültürüne,
özüne karşı işlenen suçların, yapılan kötülüklerin haddi
hesabı yoktu.
Daha dün denebilecek kadar kısa bir süre önce Haçlı
zihniyetine karşı büyük bir ölüm kalım savaşı vermiş, bu
savaşı büyük acılar ve fedakârlıklar sonucunda, kesin
bir zaferle sonuçlandırmayı başarabilmiş, artık yüzde
doksandokuzu da Müslüman olan Müslüman Türk
Milletinin Anayasasına hem de bu kadar nazik bir hengamede, 'Türk Milletinin dini hıristiyanlıktır' şeklinde bir
maddenin konulmasını teklif etmekten daha hainane
bir cüret ve cesaret düşünülemezdi. Fakat ne yazık ki
yöneticiler arasında ölçüyü endazeyi iyice kaçırmış,
İslamiyete, Milletin en kutsal değerlerine karşı gizli veya
aşikar düşmanlıklarda, saldırılarda ve saygısızlıklarda
bulunabilecek cüret ve cesaretteki kimseler hiç de az
değildi. Saldırılar kutsal mabetlere kadar uzanmıştı.
Bazı camilerin, mescitlerin, mabedlerin kapılarına kilit
vuruluyor, bazıları kapatılıyor, bazıları yıkılıyor, bazıları
satılıyor, kiraya veriliyor, bunlardan bazıları da bir kısım
nüfuzlu kişilerin çıkarları için depo, meyhane gibi süfli
işlerde kullanılıyor, bu durum Müslüman halkta çok
korkunç bir hayal kırıklığına ve devlete yabancılaşmaya
sebep oluyordu.
Mütarekenin kara günlerinde bir İstanbul gezintisi
yapan Yahya Kemal, bir yazısında Yavuz Sultan Selim'
den beriTopkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesinde bir an
bile susmamış olan Kur'an sesi ile 'Ayasofya'da hala
susturulamayan ezan sesini' Türk'ün varlığının ve istiklâlinin teminatı olarak göstermişti (Yahya Kemal, Aziz
İstanbul, Topkapı Sarayı'nda, s. 113-118). Ama ne garip
tecellidir ki, Topkapı Sarayı'nda 450 yıldan beri sürekli
okunan ve karanlık işgal günlerinde işgalci düşmanların bile susturamadığı Kur'an sesi tek parti döneminde sinsice susturulmuş, Ayasofya'dan ezan sesi silinmiş,
camiin duvarları kazınarak eski Bizans freskleri ortaya
çıkarılmış, önündeki medrese temelinden yıkılmış,
minareler de yıkılmaya kalkışılmıştı. Minarelerin yıkılması ancak uzman mimarların: 'Bu minareler binaya
destek görevi de görüyor, yapılırken o amaç da gözetilmiş. Minareler yıkılırsa kubbe ayakta duramaz' şeklindeki raporları üzerine önlenebilmişti. Millet, Ayasofya'nın müzeye çevrilmesini, Hıristiyanlara 'Bir gün kilise
de olabilir' ümidinin ve mesajının verilmesi gibi onur
kırıcı bir tutum, İslamiyete inananları horlamanın,
küçük düşürmenin, buna karşın Hıristiyan haçlı âlemini
memnun etmek arzu ve pervasızlığının bir ifadesi
olarak görüyordu (Temellerin Duruşması, Ahmet Kabaklı,
Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 17. Baskı, İstanbul, Haziran 1993,
ISBN 975 7594 03 02, sayfa 135-137).
107
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Bütün bu olup bitenler yalnız Anadolu Müslümanlarını
değil, en az onlar kadar, belki de ondan daha fazla her
türlü iletişim sorununa rağmen bu durumlardan bir
şekilde haberdar olan Balkan Türklerini ve Müslümanlarını üzüyor ve kahrediyordu. O zamanki durumu
yine en tanınmış Balkan göçmenlerimizden Prof.
Kemal Karpat'tan dinleyelim:
"Türkiye'ye geldiğimde, 1940'larda (Türkiye'de) uygulanan laiklikle, daha doğrusu kapalı bir şekilde ilim adına
yürütülen yarı materyalist devlet politikası ile karşılaşınca
buna tepki duydum... 'Laiklik' adı altında söze ve dine
dayanan gelenekleri batıl sayma, İslam'la ilgili her düşünceye 'geri' olarak bakma, tarihi kasıtlı olarak saptırarak
yorumlama ve ırka dayanan bir milli kimlik yaratma
çabaları benim vicdan ve inanç hürriyetine saygımla asla
bağdaşmamaktaydı (s. 281)."
"Türkiye'de laikliği doğru dürüst anlayıp uygulamak
isteyenlerin yanı sıra laikliği tamamen politik bir silah
olarak kullanan, mevkilerini korumak, ondan çıkar
sağlamak için ideoloji haline sokanlar da vardır (s. 353 354)."
"Cumhuriyet'in kabul ettiği laiklik birçok İslam ülkesinde
din aleyhtarlığı olarak gösterilmiştir. Şüphesiz ki, Türkiye'de laikliğin bir ideoloji olarak kullanılması ve zamanla
'modernist' geçinen bir elitin mevkii ve çıkarını sağlayan
araç haline gelmesi, İslam dünyasında Atatürk devrimlerinin yanlış anlaşılmasına yol açmıştır (s. 448 - 449)."
"Laikliğin hiçbir zaman bir dogma, körü körüne uygulanan bir değer olmaması gerektiğini anlamalıyız. Toplumun gelenekleriyle, ruhuyla çatışmayacak bir laiklik
anlayışının gerektiği ortadadır. Bir toplumun kimliğini,
ruhunu da mutlaka koruması gerekmektedir (s. 517)."
"Resmi tarih, bilhassa devletin siyasi amaçlarını gerçekleştirecek bir tarih, tarih olamaz... Bizde de yapılan bir
yerde tüm tarihi Cumhuriyet'le başlatmak, önceki
geçmişi yok saymaktır "Tarih yalnız bir insanın iradesiyle
meydana gelmez... Ben hiçbir zaman tarihte kişinin
rolünü inkar etmem, küçümsemem... Ama her şeyi şahsiyete bağlamak da şahsiyeti inkâr etmek kadar hatalıdır."
(s. 154 - 159).
SAYI 17 - 18
"Atatürk'ten sonra, Batılılaşmış, modernleşmiş olduğunu söyleyen ve devleti elinde tutan elit, modernleşmeyi en
ileri noktaya götürmek için her şeyi yapma serbestîsine
sahip olduğunu, kimseye hesap vermeyeceğini düşünüyordu. Bunu görmek beni son derece rahatsız etmiştir.
Halkına bu kadar eziyet çektiren bir devlet! (s. 169) "
SOĞUKYÜZLÜ DİPLOMATLAR
Osmanlı Devleti'nin tarih sahnesinden silinmesinden
sonra, Bosnalı Müslümanlar da yönlerini doğal olarak
Osmanlı'nın devamı olarak gördükleri yeni Türkiye
Cumhuriyeti'ne çevirmişler ve kendi devletleri gördükleri yeni devletle bağlarını güçlendirme ve geliştirme
yollarını aramaya başlamışlardı. Maruz kaldıkları haksızlıklara, zulüm ve baskılara karşı, anavatanın hayati
önemde gördükleri desteğini arıyorlardı. Destek arama
faaliyetlerine önce Türkiye'nin Balkanlardaki dış temsilciliklerinden başladılar. Fakat buralarda Türkiye'yi
temsil eden görevliler, diplomatlar, kendilerine hiç
anlayamadıkları ve anlam veremedikleri bir şekilde
ilgisiz, alakasız davranıyorlar, soğuk yüz gösteriyorlardı.
Onlara sahip çıkmak, üzerlerindeki baskı ve zulümlerin
ortadan kaldırılmasına çalışmak yerine, gayri Müslimlerin onların kılık kıyafetleriyle, sakallarıyla, sarıklarıyla,
kadınlarının örtüleriyle, islami ve dini eğitimleriyle
uğraşmalarını neredeyse doğru ve haklı bulan bir tavır
ve tutum içinde görünüyorlardı. Hatta neredeyse 'Bu
sizin mesele ettiğiniz şeylerden biz bile çoktan vaz
geçtik! Siz de bırakın artık bunları, vaz geçin! Keyfinize
rahatınıza bakın!' demeye getirmeleri ise onları adeta
şoke ediyor, çok gücendiriyor, çok büyük üzüntülere
sürüklüyordu. Bu tavır onların acılarını daha da artırıyor,
gayri Müslimlerden gördükleri zulüm ve baskılardan
onlara daha ağır geliyordu. Ama onlar yine de, bu
düşüncesizce, yersiz tutum ve davranışları, olumsuz
tavırları buradaki kendini bilmez birkaç diplomatın
şahsi kusuru ve ayıbı olarak görmek istiyorlardı. Türk
diplomatlardan arzu ettikleri yakın ilgi ve alâkayı görememelerine, arada Yunanistan ve Bulgaristan gibi
engeller de olmasına rağmen, Yugoslavya Müslümanları yine Türkiye'ye olan bağlılıklarını ve ümitlerini
yitirmiyorlar, ne olursa olsun Türkiye'ye toz kondurmak
istemiyorlardı.
108
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
GAZİ HÜSREV BEY CAMİİ ÖNÜNDE
BİR TÜRK BAŞBAKANI
Balkan Türkleri ve Müslümanları soğuk yüzlü diplomatlara anlatamadıkları dertlerini, sıkıntılarını Türkiye'den
gelecek Türk devlet adamlarına anlatmayı düşündüler
ve dört gözle onların yollarını beklemeye başladılar.
Seyrek de olsa, bu tür fırsatları da yakaladılar Fakat ne
yazık ki bunlardan da umduklarını bulamadılır. Bu resmi ziyaretlerin en önemlilerinden biri, 1937 yılı başlarında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı İsmet İnönü ile
Dışişleri Bakanının yanlarındaki kalabalık bir heyetle
Yugoslavya'yı ve bu arada Saraybosna'yı da ziyaret
etmesiydi.
Türk heyetinin, Belgrat'taki resmi görüşmelerden sonra
Saraybosna'yı da ziyaret edeceği haberi, şehirdeki ve
çevredeki bütün Müslümanları çok sevindirmiş ve
heyecanlandırmıştı. Türk heyetini karşılama ve hasret
giderme arzusuyla yanıp tutuşan Saraybosna'nın, çevre il ve ilçelerin Müslüman halkı, ellerinde Türk ve
Yugoslav bayraklarıyla sokaklara döküldüler. Meydanlar, caddeler, sokaklar kadın erkek, çoluk çocuk o zamana kadar kimsenin görmediği büyük bir insan seliyle
dolup taştı. Mahşeri bir kalabalık her tarafı tıklım tıklım
doldurmuş, büyük bir izdiham yaşanıyordu. Türkiye ve
Türk heyeti lehine tezahüratlar, sloganlar yeri göğü
inletiyor, gözyaşları sel olmuş akıyordu.
Yüzyıllardır Müslüman, Katolik, Ortodoks ve Musevî
gibi pek çok halkın huzur ve barış içinde bir arada yaşadıkları Saraybosna, dinî çeşitliliğiyle tanınan, hatta bu
yüzden bazılarınca Avrupa'nın Kudüs'ü olarak nitelenen bir şehirdi. Nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar
oluşturduğu için, şehri ziyaret eden yabancı heyetin
önce Gazi Hüsrev Bey Camiindeki Müslüman Reisülulemalığını, ardından da sırasıyla Katolik Başpsikoposluğunu, Ortodoks Patrikliğini ve Yahudi dini liderliğini
ziyaret etmesi adettendi. Bu adet, o zamana kadar
bütün yabancı heyetlerin titizlikle uydukları, uyguladıkları ve resmi bir protokol kuralı haline gelmişti.
İnönü ve beraberindeki heyetin de aynı şeyi yapacağı,
bu kurala onların da uyacağı bekleniyordu. Bu yüzden
SAYI 17 - 18
de kalabalığın en büyüğü Gazi Hüsrev Bey Camii
önündeki meydanda toplanmıştı. Meydanda kimsenin
kimseye dönüp bakamadığı bir izdiham yaşanıyordu.
Heyet, uzaktan görünür görünmez, kalabalıktaki heyecan, coşku, dalgalanma daha da arttı. Sevgi gösterileri,
sloganlar, tezahüratlar yeri göğü inletiyordu. Başbakan
İnönü, beraberindeki heyetle camiin önüne kadar
geldi. Fakat o da ne? İnönü, birden bire olduğu yerde
çakılıp kaldı. O durunca ister istemez beraberindeki
heyet ve onlara refakat edenler de durdular. Kalabalığın içinden açılmış yolun, camiin avlusuna doğru kıvrılması İnönü'nün hiç hoşuna gitmemişti. Halbuki halk,
heyetin hem camiyi, hemde diğer ziyaretlerinden önce
Müslümanların Reisülulemalığını ziyaret etmesini
bekliyordu.
Kısa bir süre duraklayan İnönü, hemen yaverini yanına
çağırdı ve ona bir şeyler söyledi. Yaver de derhal heyete
eşlik eden, yetkili Sırp generalin yanına giderek, ona bir
şeyler anlattı. Bunun üzerine Sırp general, güvenlikten
sorumlu yetkilileri yanına çağırarak, onlara bazı
talimatlar verdi. Hızlı ve kısa bir mesaj trafiğinin
ardından, askerler gruplar halinde toparlanırlar ve
heyete kalabalığın içinden yeni bir yol açmak için
koşuşturmaya ve gerekli tertibatı almaya başlarlar.
Olan biteni şaşkınlıkla izleyen Müslüman halk durumu
anlamakta gecikmedi. Kendilerini ziyarete, dertlerine
ortak olmaya, çareler bulmaya geldiğini düşündükleri Türk Başbakanı ve
beraberindeki heyet, camiye girmek ve
Müslüman Reisülulemalığını ziyaret
etmek bile istemiyordu. Bu durum
onların üzerinde soğuk duş etkisi yapmıştı. Heyete kalabalığın içinden yeni
bir yol açıldı. İnönü başkanlığındaki
heyet, Müslüman Reisülulemalığını
ziyaret etmeden, Sırp askerleri tarafından Müslüman halktan oluşan kalabalık topluluk yarılarak açılan yoldan
geçip gitmeye yönelmesi, bütün tezahüratları, sevgi gösterilerini, bağırış,
çağırışları bir anda bıçak gibi kesmişti.
O zamana kadar daha bir benzerini
oradakilerin yaşamadıkları o büyük
heyecan yerini teselli kabul etmez bir hüzne, yeşeren
umutlar hayal kırıklığına, sevinçler üzüntüye bırakmış,
kalabalağın içinden yükselen garip bir uğultu ve kısa
bir dalgalanma yerini çok geçmeden ölüm sessizliğine
dönüşmüştü. Sabahın erken saatlerinden beri akın akın
meydanları dolduran ve saatlerce Türk heyetinin
yolunu hasretle bekleyen halktaki kırgınlık, kızgınlık ve
üzüntü tarif edilebilir cinsten değildi. Türk heyetinin
kendilerine çok garip ve anlaşılmaz gelen davranışını
protesto için halk, sessiz ve başları önlerine eğilmiş bir
şekilde dağılmaya ve meydanı terk etmeye başlar.
Saatler geçmeden boşalması imkânsız sanılan
meydan, aradan on dakika bile geçmeden tamamen
boşalmıştı.
109
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
TÜRKİYE'YE GÖNDERİLEN HEYET
Osmanlı Devleti'nin tarih sahnesinden çekilmesinden
sonra anavatanda kurulan Türkiye Cumhuriyetinin dış
temsilciliklerinde görev yapan bazı yetkililerin 'Türk
Milleti', 'Türklük' ve 'Müslümanlık' anlayışları ve tanımlamalarıyla Balkan Müslümanlarınki arasında taban
tabana zıtlıklar ve dünyalar kadar farklar olduğu görülüyordu. Balkan Müslümanları Türklüğü, bir ırk, dil,
etnik köken meselesi olarak görmüyorlar, Türklükle,
Müslümanlığı birbirinin eş anlamlısı, ayrılmaz parçası
sayıyorlar, dilleriTürkçe olmasa, etnik kökenleri farklı da
olsa Müslüman olan herkes gibi kendilerinin de en az
Türkiye'deki herkes kadar Türk olduklarına inanıyorlardı. Onlara göre Türklük, bir bilinç ve şuur meselesiydi.
Hele Türkiye gibi nüfusunun yarısından fazlası son elli
yılda başta Balkanlar olmak üzere mevcut sınırların
dışından buraya göç etmiş bir ülkeye, üstelik kendi
yakın akrabalarının büyük çoğunluğu da burada
yaşadıkları halde kendilerine göçmen izni verilmemesi
onlara göre anlaşılabilir bir durum değildi. En çok ağırlarına ve zorlarına giden de göçmen vizesi verilmeme
gerekçesi olarak Türk kabul edilmediklerinin gösterilmesiydi. Kafalarında biriken sorulara cevap, sorunlarına çare arayan, ortada mutlaka düzeltilmesi gereken
bazı yanlışlıklar olduğunu düşünen Balkan özellikle de
Yugoslavya Türk ve Müslümanları Türkiye'ye heyetler
göndermeyi denediler.
Yaklaşan Cihan Harbi öncesince Sırp ve Hırvat milliyetçilerle Stalin destekli Titocular arasında başlayan mücadelenin galibi kim olursa olsun, en sonunda esas kaybedenin yine Müslümanlar olacağı açıkça görünüyordu. Kendilerini ileride bekleyen tehlikelerin ve
sıkıntıların Türk hükümetine anlatılması, şimdiye kadar
yaşadıkları, bundan sonra da yaşamaları kuvvetle muhtemel zorlukların ilk ağızdan anavatandaki yetkililere
aktarılması, onlardan yardım ve destek istemesi
gerekiyordu. Hem kendilerine iyi davranmayan ve ilgi
göstermeyen diplomatları şikâyet etmek, hem de
çektikleri acıları, zulüm ve baskıları bütün yönleriyle
anavatana duyurmak için en iyi yolun Türkiye'ye heyet
göndermek olduğu kanaatine varmışlardı. Saraybosna
Belediye Başkanı Muhammet Cevahirci, Zagrep Müftüsü Salih Müftiç, milletvekili ve gazeteci Şemsettin
Saraylı, şair Münir Ekrem Şahin ve bölgenin aydınlarından Muyaciç'i Ankara'ya gönderdiler.
Yugoslavya Müslümanlarını temsil eden heyet, yapabildiği kadarıyla Türkiye'de en aşağı memurundan en
üst yöneticisine kadar yeni Türk Devletinin her kademesindeki yetkililerle ve sorumlularla görüşmeye, dertlerini bütün detaylarıyla anlatmaya çalıştı. Çankaya
Köşkünde zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü
tarafından da kabul edildiler. Fakat aldıkları cevaplar
onları hiç tatmin etmemiş, hatta çok sarsmış ve
üzmüştü. İsmet Paşa dâhil bütün devlet erkanından
aşağı yukarı: 'Türkiye size hiçbir yardımda bulunamaz.
Çünkü biz Misak-ı Milli hudutları dışında Türk ve
Müslüman unsur diye bir şey kabul etmiyoruz. Gidin
SAYI 17 - 18
meselenizi hangi devletin içinde yaşıyorsanız onlara
anlatın! Bu onların kendi iç meseselesi. Biz kalkıp da
kimsenin iç işlerine karışamayız. Kendi sınırlarımız
dışındaki bu gibi meseleler bizi ilgilendirmez. Siz de
Türkiye'yi seviyorsanız, bizi böyle sorunlara bulaştırmayın. Türkiye'yi bu işlerle uğraştırmayın, başımızı
ağrıtmayın!' şeklinde cevaplar aldılar. Bu soğuk, ilgisiz,
kayıtsız, yabancı ve bigane tavır onlarda soğuk duş
etkisi uyandırmıştı. Duyduklarına, kulaklarına inanamıyorlardı. Dertlerini iyi anlatamadıklarını düşünüyorlardı. Dönüp en başından itibaren; sırf Türk ve Müslüman oldukları için yok edilmek, dünya haritasından
silinmek istendiklerini, Türkiye'nin himaye elinin kendilerine uzanmasını beklediklerini, bunun kendileri için
hayati önem taşıdığını, savundukları değerler, yani
Türklük, Müslümanlık, din, iman, şeriat, vatan, millet
uğruna şimdiye kadar çok büyük mücadeleler
verdiklerini, bundan sonra da daha büyük bir azim ve
kararlılıkla bu mücadeleye devam etmek istediklerini,
Hilafete, şeriata ve Osmanlıya bağlı olduklarını, Osmanlılar Balkanlardan çekildikten sonra Balkan Müslümanları olarak yetim kalmış sabilere döndüklerini, kimsiz, kimsesiz, sahipsiz, himayesiz kaldıklarını, öz yurtlarında, öz vatanlarında parya durumuna düştüklerini,
zalim düşmanlar tarafından ezim ezim ezildiklerini,
tarifsiz acılara, işkencelere, haksızlıklara uğradıklarını,
Hilafetin maddi bir gücü kalmadığı zamanlarda bile
kendileri için manevi bir güç, bir dayanak oluşturduğunu, bu manevi gücün onları canlı ve diri tuttuğunu, onlara direnme gücü verdiğini, devletin ve milletin
başına sarılan türlü gailelerden dolayı kendilerine sahip
çıkılamadığının çok iyi farkında ve bilincinde olduklarını, bunun için kimseyi suçlamadıklarını, zalim ve insafsız düşmanlarına karşı varlıklarını ve değerlerini savunma ve koruma cesaretini de evvel Allah sonra Türklerden, Türk Milletinden ve Türk devletinden aldıklarını,
ne olursa anavatanın onları hiçbir zaman unutmadığına, her zaman düşündüğüne ve kendileri için
çırpındığına inandıklarını tekrar tekrar ve döne döne
anlatmaya çalıştılar. Fakat onlar konuştukça dinleyen
yöneticilerle aralarındaki uyuşmazlıklar ve anlaşmazlıklar daha da büyüyor, hatta gittikçe daha sert ve katı
tepkiler alıyorlardı. Onlara önce nazikçe, sonra da
oldukça sert ifadelerle Türkiye'nin artık eski Osmanlı
Devletiyle bir ilgisinin kalmadığı, üstelik yeni Türkiye'nin laik bir ülke olduğu, devletin dinle diyanetle
ilgisinin ve ilişkisinin kalmadığı, hele şeriat, hilafet,
Osmanlı gibi lafları duymak bile istemedikleri, bunları
ağızlarına almamaları gerektiği ihtar edildi. Hayal kırıklıkları daha da artmış, güvendikleri dağlara kar yağmıştı. En çok güvendikleri kimselerin kendilerine hiç
sahip çıkmadıklarını düşünüyorlar, hatta onların eliyle
de ölmeden mezara konduklarını hissediyorlardı. Fakat
milletin kendisiyle, geniş halk kesimleriyle görüşüp
konuşmaya başladıkça yüreklerine su serpilmeye başladı. Milletin hemen hemen tamamının kendileri gibi
inandığını, düşündüğünü, konuştuğunu, hissettiğini,
110
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
onların dertlerini, sıkıntılarını, üzüntülerini de can ve
gönülden paylaştıklarını gördüler ve bu durum onları
çok sevindirdi. Aklı başında ve yöneticileri iyi tanıyan,
onlarla nasıl konuşulacağını, nasıl diyalog kurulacağını
iyi bilen bazıları onlara ön ayak oldular, araya girdiler de
yönetim kademelerindeki görüşmeleri biraz olsun
yoluna girmeye, hiç olmazsa bazı konularda görüşüp,
konuşma ve anlaşma zemini oluşmaya başladı. Yugoslavya Müslümanlarının önde gelen liderleri, yapılabilecek çok şeyler olmasına rağmen, tek ve son umut kapısı
olarak gördükleri Türkiye'den de güvendikleri dağlara
kar yağmış, büyük umutlar besledikleri kapılar yüzlerine kapanmış, esas aradıklarını ve arzu ettiklerini bulamamış bir ruh hali, çok büyük gönül kırıklığı ve çok
karışık duygular içerisinde tekrar memleketlerine geri
döndüler.
KUR'AN'I HEDİYE OLARAK BİLE KABUL EDEMEYEN
YÖNETİCİLERİMİZ
Balkan Türklerinde, Müslümanlarında, özellikle de
onların Aliya İzzetbegoviç gibi aydın, yönetici ve önder
kesiminde çok güçlü bir Türklük ve Müslümanlık bilinci,
Allah, iman, İslam ve Kur'an sevgisi ve saygısı vardır.
Aynısını, hatta daha da fazlasını kendilerine İslamı ve
Türklüğü getiren bu Milletin aydın, elit ve yönetici kesiminde görememek, hatta tam tersine bunlardaki kendi
değerlerine ve kökenlerine karşı sezinledikleri muhalefet ve düşmanlık Balkan Türklerini ve Müslamanlarını
da her zaman üzmüş ve kahretmiştir. Özellikle Türk
yöneticilerinden bazılarında gördükleri olumsuz tavır
ve davranışlar, onlar için asla anlaşılabilir ve kabul edilebilir değildir. Yakın zamanlara kadar çok daha belirgin
ve ileri düzeylerde olan bu olumsuz tutum ve davranışlara, Saraybosna asıllı Bursa'lı Tercüman Nusret Uluca'dan dinlediğim şu örnek olay acı ama bir o kadar da
dikkat çekicidir:
Bursa ile kardeş şehir ilan edilen Saraybosna'nın
(Sarajevo) Boşnak asıllı, Katolik ve Komünist Belediye
Başkanı Ante Susiç, 1970'li yılların sonuna doğru, kalabalık bir heyetle Bursa'yı ziyaret ederler. Heyet, ziyaret
edilecek üst düzey önemli kişilere verilmek üzere,
Saraybosna'dan bazı hediyeler getirir. Hediyeler arasında, çok eski, yaklaşık beşyüz yıllık, Boşnakça mealli
(tercümeli), elyazması bir Kur'an-ı Kerim de vardır.
Saraybosna heyeti, bu Kur'an-ı Kerim'i getirdikleri hediyelerin en anlamlısı olarak kabul etmekte, buna çok
büyük önem vermekte, adeta üzerine titremektedirler.
Amaçları, bu hediye ile Türk-İslam Kültürünün Bosna
Hersek'teki yerinin ve öneminin ne kadar eski, sağlam,
köklü olduğunu, kendilerinin de buna çok büyük önem
verdiklerini, saygı duyduklarını ve sahip çıktıklarını gös-
SAYI 17 - 18
termek ve vurgulamaktır. Bu yüzden, heyetin tercümanlığını Nusret Uluca'ya, takdimler sırasında diğer
hediyelerden ziyade bu el yazması Kur'an-ı Kerim üzerinde durulmasını, takdim edilecek kişilere bu anlamlı
hediye ile ilgili geniş ve uzun açıklamalar yapılmasını
özellikle rica ederler. Gerekli bütün detaylı ve etraflı
bilgileri de kendisine verirler. Heyet, önce Vali'yi ziyaret
eder. Kısa bir tanışma faslından ve hal hatır sormalardan sonra, sıra hediyelerin takdimine gelir. Tercüman
Nusret Uluca, takdim edilen hediyeler hakkında Vali'ye
kısa bilgiler verir. Heyetin ricası üzerine, el yazması
Kur'an-ı Kerim'in takdimi ve önemi hakkındaki açıklamalar en sona bırakılmıştır. Fakat diğer hediyeler takdim edilip, sıra çok değerli kılıflara sarılmış el yazması
Kur'an-ı Kerim'e gelince Vali'nin tavrı birden bire değişir. Anlatılanları dinlemek bile istemez. Tercümanın
sözünü kesip: 'Tamam, tamam! Diğer hediyeleri kabul
ediyorum, ama bunu kabul edemem, bunu alıp geri
götürsünler!' diyerek el yazması, Boşnakça mealli
Kur'an-ı Kerim'i almayı reddeder. Sert bir ifadeyle susturulan Tercüman Nusret Uluca, ne yapacağını şaşırır.
Olup biteni, Vali'nin tavrını heyete nasıl izah edeceğini
bilemez. Çaresiz, eveleyip geveleyerek, Kur'an-ı
Kerim'in kabul edilmeme gerekçesi olarak heyettekilere bir şeyler söylemeye çalışır. Zaten her şey heyettekilerin gözleri önünde cereyan etmiştir ama, yine de
heyet üyeleri bu kadar önem ve değer verdikleri bir
hediyenin, böyle hiç de şık sayılmayacak bir şekilde
reddedilmesinin nedenini anlamakta güçlük çekerler,
Vali'nin tavrına da bir anlam veremezler. Büyük bir
hayal kırıklığı ve moral bozukluğu ile Vali'nin yanından
ayrılan heyet, ikinci önemli randevuları olan Belediye
Başkanını ziyarete gider. Heyet üyeleri ve Tercüman
Nusret Uluca, arka arkaya ikinci büyük şoku ve tatsız
sürprizi burada yaşarlar. Belediye Başkanı da aşağı
yukarı Vali'yle aynı tavrı sergiler. O da diğer hediyeleri
kabul eder, ama Boşnakça mealli, el yazması Kur'anı
Kerimi kabul etmez. Heyettekilerin şaşkınlıkları daha
da artmıştır. Daha sonra, Bursa'nın en büyük din adamı
olarak gördükleri Müftü'yü ziyaret etmek isterler.
Kur'an-ı Kerimleri alıp geri götürmektense, hepsini
Bursa Müftüsüne vermeyi de planlarlar. Bu arada
Vali'nin ve Belediye Başkanının tavırlarından, tutum ve
davranışlarından haberdar ve dolayısıyla tedirgin olan
Müftü, heyeti makamında kabul etmeye bile çekinmeye, korkmaya, tereddüt etmeye başlar. Sonunda Ulu
Cami'de bir görüşme ayarlanır. El yazması, Boşnakça
mealli Kur'an-ı Kerim'leri Müftü de kabul etmeye cesaret edemez. Ulu Camiin imamını kastederek 'İmama
verin!' der. Neticede üç el yazması Kur'an-ı Kerim'den
biri Ulu Cami imamına verilir, biri tercüman Nusret
Uluca'da kalır, diğeri de verilecek kimse bulunamadığı
için Bosna'ya geri götürülür.
111
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
dönüşlerinde kutsal ve mübarek kişiler gibi saygıyla
karşılanırlar, geride kalanlar, onların yollarını, hacı yolu
gözler gibi gözlerlermiş. Türkiye'ye gidip gelenlerin
evleri, barkları meraklı kalabalıklarla dolar taşar,
çevrelerinde kalabalik halkalar oluşur,Türkiye hakkında
daha fazla şeyler öğrenmek, daha detaylı haberler
almak isteyenler nefes bile aldırmadan bunları aralıksız
soru bombardımanına tabi tutarlarmış:
- Hadi, yediğin içtiğin senin olsun da, bize
gördüklerini anlat!
- Türkiye nasıldı?
- Türkiye'de neler gördün, neler yaşadın?
- Oralar nasıl?
BAYRAK O BAYRAK AMA MİLLET O MİLLET DEĞİL!
- Oralarda ne var, ne yok?
Dış temsilciliklerde görev yapan diplomatlara ve
Yugoslavya'yı ziyaret eden bazı üst düzey devlet
adamlarına dertlerini anlatamayan, onlarla yaptıkları
temaslardan olumlu bir sonuç elde edemeyen Balkan
Türklerinden ve Müslümanlarından durumu müsait
olan bazıları bu sefer de bizzat Türkiye'ye Türkiye'ye
gelip Türkiye'de neler olup bittiğini daha yakından
anlamayı, öğrenmeyi, gözleriyle görüp ona göre bir
tavır ve tutum takınmayı daha sağlıklı bir yol olarak
gördüler. Bu tür ziyaretlerle ilgili anılar, yaşanmış
olaylar, gerçek hayat hikayeleri de önemli bir yekun
oluşturur. Duygu ve düşüncelerde yaşanan depremlerden doğan sarsıntıyı, acıyı, trajediyi, ruhsal bunalım
ve çatışmaları anlamamıza yardımcı olabilecek bu
olaylardan birini aslen Makedonya muhaciri olan
Bursa'lı iş adamı AhmetVardar'dan dinlemiştim.
Türkiye'yi daha yakından tanımak, burada olup bitenleri yerinde ve kendi gözleriyle görmek, anlamak amacıyla Makedonya'dan da Türkiye'ye gidiş geliş trafiğinin
epeyce yoğunlaştığı bir dönemde, Üsküp'te herkesin
itibar edip saygı ve sevgi gösterdiği, oldukça yaşlı, güngörmüş, akıllı uslu ve çok dindar bir Balkan Müslümanı
da Türkiye'ye gidip gelmiş. Bu yaşlı ihtiyar Türkiye'ye
gitmeden önce duydukları olumsuz hikayeleri hep
kötü niyetlilerin yalan, iftira ve tezvirleri olarak niteliyormuş. Bu yüzden, o zamana kadar Balkan Müslümanları arasında oluşmuş bazı olumsuz kanaatlerin
yanlışlığını yerinde görmek, milletinin son halini yakından ve kendi gözleriyle görmek, kulaklarıyla işitmek,
vatan, millet, bayrak hasretlerini gidermek, daha önceden Türkiye'ye göçmüş yakınlarını ziyaret edip hasret
gidermek, bu arada Türkiye'ye göç için de önceden
bazı araştırmalar ve hazırlıklar yapmak için ilerlemiş
yaşına rağmen kendisi için oldukça zor olacak bu yolculuğa çıkmaktan başka çare görememiş. O zamanlar
anavatan kabul edilen Türkiye'yi görmek çok büyük
bahtiyarlık sayılır, bu bahtiyarlığa erebilmiş insanlar
Türkiye'ye gidip gelenler ardı arkası kesilmeyen soru
bombardımanı karşısında iyice bunalırlar, Türkiye'de
bazı olumsuz şeyler, kendilerine yanlış ve kötü gelen
olaylar yaşamış olsalar da bunlara pek değinmek istemezler, genelde iyi ve güzel taraflarını anlatmaya çalışırlarmış. Türkiye'de özellikle yönetim kademelerinde
görev yapan bazı kimselerin kendilerini çok üzen,
vatan, millet, Türklük ve Müslümanlık anlayışlarıyla
bağdaşmayan ayrılıkları, aykırılıkları anlatmayı pek arzu
etmezlermiş. Gördükleri, duydukları, yaşadıkları bazı
olumsuzluklara bir türlü akıl sır erdiremedikleri, ne
yapacaklarını, dönüşte kendilerinden haber bekleyenlere ne diyeceklerini bilemedikleri için, genelde bunlardan hiç söz etmemeyi, bunların yerine genellikle özgürce ve serbestçe dalgalanan ay yıldızlı al bayrağımızdan uzun uzun söz etmeye tercih ederlermiş. Etraflarına toplanan büyük kalabalıklar da onların anlatıklarını, olağanüstü bir duygu yoğunluğu içerisinde kendilerinden geçmiş, mest ve hayran bir şekilde, bıkmadan usanmadan ilgiyle dinlerlermiş.
Bu Türkiye ve Türklük sevdalısı, yaşlı, dindar, hatırı
sayılır, sözü dinlenir, yaşlı Balkan Müslümanı da diğerleri gibi gibi Türkiye'ye gidip dönmüş. Onun da etrafı
meraklı kalabalıklarla dolmuş. Fakat yaşlı adamın hali
hiç de iyi görünmüyormuş. Giderkenki sevincinden,
neşesinden, mutluluğundan eser yokmuş. Önce bunu
yol yorgunluğuna, hava değişikliğine yormak istemişler. Fakat sohbet ilerledikçe, adamcağızın üzüntülerinin, sıkıntılarının Türkiye'de görüp yaşadıklarından
kaynaklandığı anlaşılmış. O da diğerleri gibi olumsuzluklar yerine olumlu, iyi ve güzel şeylerden bahsetmek
istemiş ama hem bunların kendisine göre azlığı, hem
memnun kalmadığı, hoşnuş olmadığı, üzüntü ve kaygı
duyduğu, anlamakta güçlük çektiği şeylerin fazlalılığı,
hem de Türkiye'yi umduğu ve arzu ettiği şekilde bulamamanın üzüntüsü ve yıpranmışlığıyla bunu pek
becerememiş.
112
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Ne diyeceğini, neyi nasıl anlatacağını bilememenin
garipliği, şaşkınlığı ve tereddüdünü soranlarda daha da
büyük bir merak uyandırıyormuş.Türkiye'de şahit olduğu ve hiç hoşlanmadığı bazı gelişmeler ve değişmeler
hakkındaki sorulara sadra şifa olacak cevaplar vermekte bir hayli zorlandıktan, bunaldıktan, bu yüzden
de sözleri ağzında epeyce eveleyip geveledikten sonra,
nihayet şu mealde bir cevapla işin içinden sıyrılmaya
çalışmış:
- Yahu beni ne sıkıştırıp duruyorsunuz? Ben de
gördüklerime, yaşadıklarıma bir türlü inanamadım.
Baktım bayrak yine bizim aynı bayrak, ama Millet bizim
aynı millet değil. Bayrak, yine bizim o anlı, şanlı, ay yıldızlı,
al renkli Türk Bayrağımızdı. Görür görmez hemen tanıdım. İnanır mısınız, sanki o da beni tanıdı?! Beni o güzel al
renkli, ay yıldızlı, rengini şehitlerimizin kanından, kırmızı
güllerden almış güleryüzlü çehresiyle, o hoş simasıyla,
sanki sevinçle karşıladı. Ben ona baktım, o bana baktı,
uzun uzun bakıştık. Ben ona güldüm, o bana güldü beraberce güldük konuştuk. O beni sevdi, ben onu sevdim, hep
beraber sevgiyle dolup taştık. Türkiye'ye vardığım sıcak
yaz günü hafif rüzgarda nazlı nazlı salınırken gölgesi
bana en serin gölgelerden daha hoş bir serinlik verdi.
Onun, gönderde alabildiğine hür, bağımsız, serbest ve
nazlı nazlı salınışı öyle güzeldi, gölgesinde bulunmak da
beni öylesine mutlu etti, öyle sevindirdi, öyle göğsümü
kabarttı ki anlatamam! Zaten böyle duygular anlatılmaz,
ancak yaşanır! Kısacası bayrak o bayraktı ama maalesef
millet için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Millete bir şeyler
olmuş ama ne olduğunu ben bir türlü anlayamadım.
Memlekette rastladığım bazı insanların laflarından,
sözlerinden, tutum ve davranışlarından çok incindim,
hallerinden, durumlarından, yapıp ettilerinden irkildim.
Bizzat gördüğüm, duyduğum, yaşadığım bazı şeyler beni
öylesine şaşırttı ki, başkasından duysam inanmazdım.
Gördüklerimin bizim millet, bu insanların da bizim milletimizden olduğundan şüpheye düştüm. Görüşüp konuş-
SAYI 17 - 18
tuklarımın çoğunu bizim bildiğimiz, tanıdığımız Türk'e ve
Müslümana hiç benzetemedim. Biliyor musunuz onlar da
beni Türk'e benzetemediler. Bazıları bana benim Türk
olmadığımı, hatta Türk olamayacağımı söylediler. Tövbe
tövbe! Yani ne ben onları tanıyabildim, Türk'e benzetebildim ne de onlar beni! Bana bunlara bir şey olmuş gibi
geldi, ama ne olduğunu, neye benzediklerini sorarsanız,
ben anlayamadım ki size de anlatabileyim. Bir anlayan
varsa bana da söylesin! Gerisini artık ne siz sorun, ne de
ben söyleyeyim! Çok şükür ki, bu değişme ve değiştirme
çılgınlığı içinde bir bayrağımız bizim bayrak kalmış. Artık
onu değiştirmeyi unuttukları için mi, akıllarına gelmediği
için mi, yoksa henüz sıra ona gelmediği için mi ona
dokunmamışlar. Bana Türkiye'nin anavatanımız olduğunu bir tek bayrağımız söyledi. Allah korusun bir de onu
değiştirirlerse bilmem ne olur?
Bu olay da Balkan Müslümanlarının Türklük, Müslümanlık, Millet, Devlet, Bayrak, Din gibi ortak değerler
anlayışını, sevgi ve bağlılığı bunlar için göç ve ölüm
dâhil her şeyi göze alabilme iman ve kararlılığını net bir
biçimde anlatması ve bunlara karşı en ufak bir saygısızlığa da ne kadar tahammülsüz olduklarını göstermesi
açısından son derece önemlidir.
113
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
SELÇUKLULARIN ANADOLU'SU
OSMANLILARIN BALKANLAR'I
Ahmet ÖZDAL, İbrahim Çeçen Üniversitesi
Hemen her Osmanlı tarihçisinin en az birkaç kez muhatap kaldığı bazı sorular vardır. Genelde soruyu soran
bunu öyle bir eda ile ifa eder ki kendisinin zaten cevabını bildiği, sadece mezkûr tarihçinin bu konudaki görüşünü merak ettiği kanısına kapılır ortamdaki diğer herkes. Görüşlerin havada uçuştuğu ama bilgi eksikliğinin
yadsınması ve düz mantık kullanılması sonucunda
alakasız birçok yorumun ortaya çıktığı böylesi dost
meclisleri ve sohbet ortamlarında sık dile getirilen bu
sorulardan birkaçını sıralarsak:
- Osmanlı niçin geri kaldı?
- Biz niye sömürgecilik yapmadık? Bizde neden bir
Endüstri Devrimi olmadı?
- Madem zararlıydıysa kapitülasyonlar niye verildi?
- Osmanlılar Türkleri ve Türk olmayı aşağıladılar mı?
Türklüklerinden utanç mı duyuyorlardı?
- Zaferleri Türk Kapıkulları mı kazanıyordu, yoksa
devşirmeYeniçeriler mi?
- Kardeş katli denen vahşeti Osmanlı padişahları
nasıl bir soğukkanlılıkla uygulayabildiler?
- Abdulhamid Han Kızıl Sultan mı, Ulu Hakan mı? Bir
dahi miydi yoksa paranoyak mıydı? İttihatçılar
vatan haini miydiler? Masonlar mıydı? Sultan 5.
Murad da mı masondu?
- Baltacı Katerina olayı gerçekti, değil mi?
- Peki ya Harem?
Böylesi sorularla karşılaşan bir tarihçi soruları hemen
cevaplamaya girişmez. Zira her bir sorunun soruluş tarzında bir ya da birden fazla hata vardır. Hatalar, kasıtlı
olmasalar da, bilgi eksikliğinden kaynaklansalar da
tarihçi tarafından düzeltilmek zorundadırlar. Benzeri
sorulardan birisi de Osmanlıların neden hep Balkanlara
yatırım yaptığı sorusudur. Öyle ya Selçukluların seçimi
daha akıllıcadır. Kurulduklarının daha 31. yılında Anadolu'nun kapılarını Türklere açmışlardır. Anadolu'yu
hanlar, hamamlar, kervansaraylar, camiler, köprüler,
kalelerle doldurmuşlardır. Anadolu'daki neredeyse tüm
dini ve sivil yapılar ya Selçuklu ya da Beylikler dönemi
yapısıdır. Hatta bazen bu durum öylesine abartılır ki
sonunda“Osmanlı Anadolu'ya bir çivi bile çakmadı. Ama
sonuçta ne oldu? En çok yatırım yaptığı Balkanlar'dan
kovulunca sığındığı yer yine vefakâr Anadolu toprakları
oldu.” şeklinde ilmi olmaktan uzak bir kahvehane sohbeti havasına bürünür. Peki, Osmanlı böyle bir stratejik
hatayı nasıl yapabildi? Soruyu cevaplamadan önce
bunun “stratejik bir hata” olmadığının altını çizmeliyim.
Hatta ortada bir hata filan da yoktur. Yatırım alışkanlıkları açısından Selçuklular ile Osmanlılar arasında bir
fark yoktur. Her ikisi de yeni fethettikleri toprakları iskân
ettirmişler, yerleşmeye uygun hale getirmişlerdir. Kalıcı
yurt edinme amaçlı yerleşmelerdir bahsedilen. Bu
bağlamda Osmanlı için “madem bir gün elinden
çıkacaktı, o halde neden Balkanlar'a fazla önem verdin?”
demek, Araplara “madem İspanya'yı İspanyollara
kaptıracaktınız, peki neden El-Hamra Sarayı'nı daha ele
geçmez bir yerde örneğin Yemen'de yapmadınız” demek
kadar saçma olur. Hatta bu durumda günümüz İran
sınırları içerisinde yer alan Kirman bölgesini mimari
114
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
şaheserlerle dolduran Kirman Selçukluları'na ne demeliyiz? Bir hatırlatma daha! Anadolu'daki mimari eserleri
Selçuklular değil Anadolu Selçukluları ile 11. ve 16. yüzyıllar arasında günümüz Türkiye'sinin topraklarında
hüküm süren beylikler ve devletler bina ettiler. Bu beylikler ve devletler arasında köprüler ve medreseler inşa
eden Artuklular, Saltuklular, Danişmendliler, Ahlatşahlar, Eyyubiler, Akkoyunlular, Osmanoğulları... da vardı.
Osmanlıların Balkanlar'a daha bir ihtimam gösterdik-leri
doğru olabilir. Belki de son yüzyıla kadar buraları
ellerinden hiç çıkmayacak ana toprakları olarak telakki
etmişlerdi. Haksız da sayılmazlardı. Kendilerinden
öncekilerin fethettikleri yerleri yurt bellemek yerine
Rum İli (Rumeli)'ndeki yeni toprakları ele geçirip buraları yerleşime açmak başarıyı çağrıştıran bir yaklaşım
olmalıdır. Bu arada 93 Harbi, Balkan Savaşları, nüfus
mübadeleleri ve tehcir kanununun olmadığı dönemlerden bahsediyoruz. Yani Anadolu'da azımsanmayacak bir yoğunluktaki Ermeni, Rum… vs. gayrimüslim nüfusunun olduğu ve Balkanlar'da da Müslüman Arnavut ve Boşnakların haricinde kesif bir Türk
nüfusunun olduğu bir dönem. Bu
yönüyle de Anadolu Selçukluları'nın
Anadolu'su ile Osmanlıların Balkanları
birbirine benzemekteydi. Hususi bir
vaka da bize Osmanlıların böyle bir
tercihte isabetli oldukları hakkında bir
fikir verebilir. Bu vaka, 1402 Ankara
Savaşı'nın hemen akabinde, Fetret Devri
diye anılan dönemde cereyan etmişti.
O sırada kabaca birbirine yakın büyüklükteki iki büyük parçadan müteşekkil
olan Osmanlı topraklarının Balkanlar
kısmı olduğu gibi muhafaza edilirken
Anadolu kısmı bir anda fetihlerden
önceki bölünmüşlüğüne geri döndü ve
Osmanlı'nın elinden çıktı. Yeniden elde
edilmesi on yıllara yayılan uğraştırıcı bir
süreç olacaktı. Bu noktada Osmanlı'nın geniş topraklara
yayılmış olmasına da ayrıca dikkat çekmek istiyorum.
Osmanlıların bu yönüyle Anadolu'ya sıkışıp kalan Anadolu Selçukluları ve Anadolu Beylikleri gibi yatırımlarını
dar bir alana yapma zorunlulukları yoktu. Yine de doğal
biçimde Osmanlılar Anadolu'nun her bölgesinde, tüm
şehirlerde sayısız mimari eserler bıraktılar. Bunlardan
Bursa, Amasya gibi bazıları daha şanslıydı. Başta Doğu
ve Güneydoğu Anadolu'daki şehirler olmak üzere diğer
bazı şehirler ise Osmanlı mirası açısından daha sönüktür.
Öyle ki, sanki Osmanlılar Urfa'ya, Mardin'e veya Diyarbakır'a hiç hâkim olmamışlar, buraları hep Osmanlı
öncesi Türk-İslam mirasını devam ettirmiştir. Aslında
bunun da mantıklı bir açıklaması vardır ve bu durumun
anlaşılmasında vakıf müessesesi kilit bir konumdadır.
Yüzyıllar boyunca Müslüman-Türk egemenliğinde
bulunan bu topraklarda insanların menfaatlenmesi için
yapılan her bir cami, medrese veya hastane için bir de
vakıf kurulurdu. Vakfın nasıl işleyeceği, hangi akaretle
besleneceği, kimlerin vakıfta söz sahibi olacakları veya
kimin hangi ücreti alacağı gibi konular, altında kuru-
SAYI 17 - 18
cunun da mührünün bulunduğu bir vakıfname ile belirlenirdi. Bahsi geçen hayır müessesesinin giderlerini
karşılamak için bazen bir ya da birkaç köyün gelirleri
çoğunlukla da yeni yapılan bir iş hanında kiraya verilen
tüm dükkânların kira gelirleri tahsis edilirdi. Tüm
vakıfnamelerde, belirtilen hususların ileri gelenler ve
kadı huzurunda okunup onaylandığı yazılıdır, hepsinin
son satırları bu vakfın sonsuza kadar devam etmek
üzere kurulduğu bilgisi ve vakfı bozma teşebbüsünde
bulunanlara lanet temennilerini ihtiva eder. Osmanlılar
Anadolu'daki şehirleri fethettiklerinde bu vakıflarla
karşılaştılar. Bu yapıyı bozmadan devraldılar. 16. yüzyılda İlhanlılar, Eyyubiler, Akkoyunlular, ya da Anadolu
Selçukluları'ndan beri süregelen vakıflar mevcuttu. Bu
vakıflar tarafından giderleri karşılanan ve bulundukları
şehrin nüfus itibarıyla talebini karşılamaya yetecek
kadar çok olan cami, medrese, kütüphane ya da hastanelerin sadece var olan durumlarını muhafaza etmek,
ihtiyaç halinde ise olanları geliştirip büyütmek veya
yenilerini inşa etmek yeterli olmuştur. Hâlbuki Kosova
gibi ilk kez İslam hâkimiyetine giren bir
kentte her şey en baştan kurulacaktır.
Herhangi bir tarihi caminin girişindeki
caminin geçmişini anlatan tabelayı
okursanız caminin ilk yapıldığı tarihten
sonra birkaç kez baştan sona elden
geçtiğini, hatta eğer bir tarihte ciddi bir
yangın geçirmişse sadece temeli kalmak
suretiyle caminin yıkılıp yeniden inşa
edildiğini öğrenirsiniz. Zaten caminin ilk
inşa edildiği dönemin mimari yapısından tamamen farklı olduğunu da fark
edebilirsiniz. Sadaka-i cariye anlayışının
da bir tezahürü olarak camiyi (veya
herhangi bir hayır kurumunu) ilk yapan
kişiye bir saygı ve şükran içindir bu.
O camiyi yeniden yapan, eskisine nazaran belki daha
fazla masrafta bulunan zat kendi ismini vermez oraya.
Bazen vakıflar, bazen de hayırsever halkın süregelen
yardımları, bu kurumları yaşayan, yavaş yavaş ama
sürekli büyüyen yapılar haline getirir. Belki bu yüzden
ahalinin faydalandığı bu yapılar asırlarca ayakta kalabilirken bir devletin yönetildiği, içinde sultanların
ikamet ettiği, döneminin en şaşalı binalarından birisi
olması gerektiğini düşündüğümüz Kubadâbâd Sarayı,
devletin ortadan kalkmasıyla harabe olmaya terk edilmişti. Burada kaleler ve bazen köprülerin farklı bir
durumu söz konusudur ki bunlar çoğunlukla hâkim güç
tarafından onarılıp kullanılmaya devam ediyordu. Bu
yönüyle Urartu kalelerinin ya da Roma köprülerinin
kullanımdaki süreklilikleri dikkat çekicidir. Farklı bir
durumu olan diğer yapılar ise kervansaraylardır. Vakıflar
aracılığıyla işletilen ve sürekliliğe sahip olmaları
beklenen Anadolu Selçuklu kervansaraylarının terk
edilmeleri muhtemelen Akdeniz ticareti ve İpek
Yolu'nun eski canlılığını kaybetmeleriydi.
115
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
TARİHTEN DERS ALMAK
veya BALKANLARDAN GÜNÜMÜZE BAKMAK
Bir Yüzyıl Hikâyesi: BALKANLARIN ELİMİZDEN ÇIKIŞI
YANLIŞ BİR ZİHNİYETİN YÖNETİMİNDE BALKANLARIN ELİMİZDEN ÇIKIŞI
Hasan KONUK
Osmanlı döneminde bir millettik, hem de büyük bir
millet.1 1914 sonrası “bu millet zorla bir kabile ya da
kabileler yığını yapılmak istendi,”2 ve ne yazık ki başarılı
olundu. Balkanlardan alınmayan dersin neticesi,
I. Dünya Savaşı mağlubiyeti ve bir daha geri gelmemek
üzere elimizden çıkan İmparatorluk toprakları oldu…
“Meşrutiyet'i hazırlayan İttihatçı unsurlar, -amaçlarına
ulaşmak- yani Abdülhamid'i devirmek için, Makedonya
komitecileriyle işbirliği yaparak fahiş bir hataya düşmüşlerdi. Bu ters siyaset, Meşrutiyet ile beraber, bütün
Rumeli'yi çetecilerin yüzde yüz buyruk yürüttükleri
nüfuz bölgeleri haline getirir olmuştu. Meşrutiyet'in
hemen akabinde siyasi şekavet, bütün Balkan toplulukları arasında olanca hızı ve dehşetiyle kendisini gös3
termiş oldu.
Bu çete faaliyetleri dışarıdan idare edenlerin başında
Rus Çar'ı ve Bulgar Kralı gelmekteydi. Manastır ve
Ohri'de müşterek açılan kulüpler kanlı faaliyetlerine
başlamışlardı bile. Sırpları, Bulgarları bir araya getiren
en önemli etkenlerin başında Makedonya'da yaşayan
Müslüman halkı canından, malından ve yurdundan
etmek gayretinde daima birleştiriyordu. (Buna bir
milletin ayrışması da diyebiliriz.) Konsoloshanelerle
Kiliseler ve çeteler yekvücut çalışmakta idiler... Köy
Muhtarları ile Papazlar, yerli Hıristiyanları isyana hazırla-
mak için konsoloshanelerden hem talimat, hem de
tahsisat almakta idiler... Bulgar ve Sırp çeteleri para ile
oynuyor, asayiş ve huzuru bozmak için geceli gündüzlü
çalışıyorlardı. Devlet ise, büyük bir zaaf ve acz içinde
çeteler için tatbiki mümkün olmayan kanunlar çıkarıyor; kırıldıkça boşalan Jandarma kadrosunu takviye
etmeye çalışıyor ve çetelerin arkasından, eriyerek,
4
bozularak, pusuya düşürülerek koşup duruyorlardı...
Buraya kadar anlattığımız olaylar, bugün bize Güneydoğu sorununu hatırlatıyor gibi değil mi? Bu sorun,
geçmişte başımıza örülen çorabın modern şekli niteliğinde çünkü!
Tarih, bize geçmişte olan biteni bildirmekle günümüz
olaylarını anlamada, geçmişten dersler çıkararak
günümüzde yaşanan çete faaliyetleri ve çetecilerin
aralarında olan ilişkileri değerlendirmede bir ışık tutuyor. O dönemde yerli Hıristiyanlardan bir kısmı mevcut
anarşiden bîzar olmuş; bunun içinde hükümete
sığınmak istiyorlardı. Ne acıdır ki tebaasını himaye edecek koruyacak bir devlet gücü yoktu ortada. Çeteciler
ise kendileriyle işbirliği yapmak istemeyen dindaşlarını
derhal tespit ediyor; sonuçta intikamları pek kanlı
oluyordu. Onun için bu hoşnutsuz zümre, hükümetten
değil eşkıyadan korkuyor ve ister istemez çetecileri
5
tutmak onlar için hayatî bir zaruret halini alıyordu.”
116
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
O günleri hatırladıkça günümüzde Güney Doğu
Anadolu bölgesinde gelişen, meydana gelen ve
yaşananları daha iyi kavrıyoruz. Ji-tem adı altında
meydana gelen korkunç olayları hatırladıkça insanın
tüylerini ürperiyor. Ülkemizde yakın tarihte yaşananlar,
Makedonya'da yaşananlarla birebir örtüşüyor.
O gün merkezî gücün zayıflığı, otoritenin yanlış bir
zihniyetin elinde oluşu nedeniyle, “ortada, yanardağ
gibi infilak gününü bekleyen bir Makedonya meselesi
vardı. (Bugün de bir Güneydoğu sorunu var.) Devlet,
meseleyi siyasî bir pazarlık mevzuu olarak ele alıp,
Bulgarlarla müzakereye girişeceği yerde, yine çetelerle
anlaşma yoluna giderek gülünç duruma düşüyordu. Bu
arada gerek Rusya'ya gerek Avrupa'ya ve gerekse
Sırbistan ile Yunanistan'a müdahale fırsatı ve imkânları
verilmiş oluyordu. Balkan Harbi'ni hudutlarımızdan
uzaklaştıracak bir anlaşmayı, Bulgarlar şiddetle istiyorlardı. Talep ettikleri imtiyazlar, pek de müzakere
olmayacak maddeler değildi. Bunlar arasında arazi
meselesi başta geliyordu. Zira Bulgar köylüsünün
toprağı yoktu. Türk çiftliklerinde işçi ve yarıcı olarak
çalışagelmekteydiler. İşte bir ölüm kalım savaşı demek
olan bu türlü hayati noktalarda bir anlaşma zemini
bulma ve bu kaba kuvvete soluk alacak bir menfez
6
açmak gerekiyordu.” “Bu duruma gözlerini kapatan
Meşrutiyetçiler ne Pan-İslavik tahriklere kulak verdiler
nede hastalığı teşhis yoluna gittiler; sadece şiddet
politikası uyguladılar. Bu durum ise baştanbaşa
Rumeli'nin ayaklanmasını hem kolaylaştırdı, hem de
7
hızlandırdı.” Yakın tarihte, yani 1980'lerde başlayan
Güneydoğu Anadolu'da buna benzer politikalar
izlendiğine şahit olduk. Hala G. Doğu'da sis perdesi tam
aralanmış değil, bir zamanlar şiddet politikasından
başka bir şey bilmeyen Asker ve Sivil yöneticiler,
bugünkü Türk Kürt çatışmasındaki gibi etkili oldular ve
ülkeyi bölünme noktasına getirdiler…
Meşrutiyetçiler, Makedonya'yı Bulgaristan'a ilhak
etmek isteyen Virhovist'lere Makedonya Bulgarları'nın
istiklalini isteyen Santralist'leri tutmakla, bu mevzuda
belki en büyük hatayı işlemiş oluyorlardı. Zira bu iki
çete, küçük farklarla, birbirinden ayrı düşünmekle
beraber, gayeleri taban tabana zıttı.
Bu arada Santralistler'in reisi Sandonski, Selanik ve
havalisinin mutlak hakimi hükümetin gözbebeği
mesabesinde idi. Kaza kaymakamlarından mahalle
bekçilerine kadar, azil ve tayinler onun temsili ile yapılıyordu. Çete mensuplarından Çernoyef'i bile Ustrumca
mahkemesine hâkim yaptırmış, Paniçe gibi namlı bir
komiteci ile ortak olarak Razlık ormanlarının hakkını
almış; Mori Gostina ılıcalarını uzun vade ile kiralamış;
bütün havaliyi siyasi ve iktisadi nüfusu içinde toplayarak, tam bir hâkimiyet kurmuştu. Ordu'da, İttihat ve
Terraki'nin imtiyaz bahşettiği bir zümre vardı. Memleket içinde, bastıkları yeri titreten ve keyiflerince
yaşayan bu zümreye karşı “Halaskarlar” adı altında bir
grubun çıkmasına yol açmıştı. Hazin olan ise, yine
askerden mürekkep olan bir grubun, ismiyle hiç alakası
olmaması idi. Zira memleketi battığı çukurdan halas
edecek ne bilgileri, ne iktidarı, ne programları, ne de
felsefeleri vardı. Tıpkı bizdeki 28 Şubat kararlarının
uygulayıcıları gibiydiler. Sadece Batı Çalışma Grubu adı
altında halkı fişlemekten, halka zulüm etmekten başka
bir marifetleri yok gibiydi.Tıpkı o zamanın, bir hükümet
darbesiyle iktidarı ele geçirmeye muvaffak olanları gibi,
bizdekiler de aynısından başkasını yapmadılar. Said
Paşa çekilerek, Gazi Ahmet Muhtar Paşa, kabineyi
kurdu. Fakat İttihatçılar politik yoklamaları bırakmadı8
lar ve insiyatifi ellerinden bırakmadılar.” 28 Şubat'çılar
da insiyatiflerini bırakmamak adına emirlerini 2005'te
bile uyguladılar… O zaman adı bilinmeyen, daha sonra
ortaya çıkacak olan Ergenekon hem iktidarları belirliyor, hem de hiçbir zaman insiyatifi ellerinden
bırakmamaya özen gösteriyordu. Ayrıca Asker ve Sivil
topluluk, hem siyasî parti liderleri hem de yerine göre
PKK ile görüşmeler yaptıkları daha sonraları basına
yansıdı. Nitekim darbeci anlayışa destek veren CHP
Genel Başkan Yardımcısı Süheyl Batum'un Zonguldak'
ta yaptığı konuşma da, kamuoyunda şok etkisi
yaptığını söyleyebiliriz… Batum, “Koca bir askeri yıktılar, meğer kağıttan kaplanmış, biz bunu asker zanne9
dermişiz. Meğer ABD içini oymuş.” diyerek TSK'ya bu
ağır suçlamayı yönelten zihniyetin amacı, TSK'yı tahrik
ederek ülkede darbe yapılması için çağrı yaparak, bir
çeşit Makedon çetecileri gibi kaos çıkarmaktı…
117
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Tekrar mazi penceresinden bakacak olursak, Osmanlı'
da iç siyaset bir tür kör dövüşü halinde başsız, ayaksız
yuvarlanıp içten yıkılırken; Bulgarlar, Rumlar, Sırplar,
Ulahlar ve Yunanlılar birleşmişlerdi bile. Avrupa devletleri, statükonun muhafaza edileceğine dair teminat
dahi vermişlerdi. Balkan İttifakını hazırlayan Rusya'ya
gelince, Sazanov'un diliyle harp ihtimallerini yalanlayarak oyalama politikası kullanıyordu. Hele Bulgar ve
Sırp krallarının İstanbul'u ziyaretleri, safdil ve sakar
politikacılara adeta bir sulh teminatı kabul edilmişti.
İşte, yönetim adil ve adaletli ellerde olmadığı durumlarda koca bir milletin kaosa sürüklenilmesi kaçınılmazlaşır bir yerde.
Politikacı ihtirasının sarhoşu ve iktidarın mesti olanlar,
gün olup Balkanlar'daki kıpırdanmayı anlayınca, bu kez
de iktidar, hovarda ve kabadayı pozuna giriverdiklerini
görmekteyiz. Mesela o zaman Balkanlar harp istiyor da,
onlar istemiyor muydu? Derhal zorlama nümayişler
başladı. Yüksek tahsil gençliği, resmî binaların balkonlarına çıkartılarak, naralar attırılırdı. Böylece savaş fikri,
bir emrivaki haline getirilirdi.”10 Günümüzdeki olaylar
da bunun bir benzeri gibi... Cumhuriyet gazetesini
bombalatmak, Danıştay'ı bastırıp adam öldürtmek,
hep bir amaca yönelik hareketlerdendi…
Maalesef halkın dışında gelişen olayların gelişmesinde
görünmeyeni görmesi sadece tarih hafızasının sağlam
olmasıyla mümkün olabilir! Mesela: “Almanya'nın
Bağdat demiryolu dolayısıyla Osmanlı topraklarına ve
netice itibariyle Süveyş'e tehlikeli surette yaklaşmış
olması yüzünden, İngiltere'nin şark siyaseti değişmiş
oluyordu. Berlin Konferansı'na kadar Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünü müdafaada İngiltere, siyaset
platformu üstündeki dişli tırnaklı rakibi Almanya'yı
bulunca, birden dön geri edip, Fransa ile birleşmişti.
Arkasından Rusya, İspanya'yı kazanarak “İstilay'ı
Müselles” denen bir gücü meydan getirerek, Reval
Mülakat-ı ile Osmanlı'nın idam fermanını imzalayan bu
güç, Osmanlı'yı parçalama kararını tatbik sahasına
koymuştu.
Bilindiği üzere, Rus diplomasisinin Balkanlar'da takip
ettiği ziyaret, Islav topluluklarını Rus nüfuzu altıdan
SAYI 17 - 18
birleştirmekti… Avusturya, Rusya arasındaki çekişmeyi
Sultan Abdülhamit, aralarında kurulan anlaşmazlıkların tuzaklarına düşmeden Balkanları korumuş
durumundaydı. Her şeyden önce Meşrutiyet orduyu
zayıf düşürmüştü. Balkanlar ise savaşa hazır vaziyetteydiler. Politikacılarımıza gelince cengi ve mücadeleyi
bütün şiddetiyle iç politikada buluyorlardı. İmparatorluğun bu şaşkınlığını ganimet bilen Balkanlar, evvela
çete hareketlerine giriştiler. Bunu notalar takip etti.
Böylece Balkan mücadelesi fiilen başlamış oluyordu...
Konumuz olan Makedonya'nın kaybedişiyle neticelenecek Balkan muharebesinin ilk kurşununu Arnavutlar
attılar. Avusturya ve Sırp propagandası, bu iptidaî
kavmin nasyonalist duygularını beslemiş ve hazırlamış
buluyordu. Arnavutluk açtı; perişan bir durumdaydı.
Halkın elinden silahı alındı ve üstlerine asker gönderilip
ezilerek ocakları söndürüldü. Arnavutlar ihtilal başladıktan sonra, büyük devletlerin konsolosluklarına verdikleri beyannamede, ihtilal bayrağını açmalarının, yalnız kendilerinin namına olmadığını altıyüz yıllık devletin inkıraza sürüklenmesinin sonucunda, “mantık”ın
olmadığı yerde silaha müracaat ettiklerini beyan ediyorlardı.”11 Daha açık söylemek lazım gelirse Makedonya meselesi denilen hastalık ne teşhis edildi, ne de ciddi
surette tedavi gördü. Yapılan tedbirler, belirtileri ve
tedavi kabilinden ve faidesi şüpheli şeyler idi. Hükümetin ciddiyet gösterdiği yer, yalnız zor göstermede ve
ibretlik cezalar vermede idi. Tazyik'in en çok olduğu
yerde patladı savaş. Bu arada Makedonya'daki birbirine
zıt unsurlar da bir bekleme vaziyetindeydiler. Hükümet
Makedonya'da otoriteyi tesis edemeyince dengeyi
üçlü ittifaka havale etmeye başvurdu.
Bu arada siyasî eşkıyalık dehşetiyle başlamış ve bunu
idare eden bizzat Kral Ferdinand'ın kendisiydi. Komitecilerle, yapılan propagandalarla döndürülen dolapların bu memleketi elimizden çıkarmaya güçleri kafi
gelmeyince, Balkan hükümetlerinde bu noksanı telafi
için geniş ölçüde bir faaliyet içinde görüldüğü bir
hakikat idi. En son Veneziolos'un çabalarıyla bir ittifaka
varınca, Makedonya'yı bizden alıp götürmüş oldu.
118
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Fakat en çok muhalefetin, isyanın her tarafı kapladığı
tehlikeli zaman diliminde, bizlerin en çok düşündüğümüz şey Meclis-i Mebusan'a dostlarımızı getirmek
ve Bulgarlar, Rum çetelerinin arkalarından faydasız
koşup durmak oldu. İşte 10 Temmuz İnkılabı'ndan
sonra Müslüman olmayan unsurlara karşı daha samimiyet ve içtenlik duyduklarını, fakat o unsurlar bu
durumdan istifade etmek istemediler ve bizi kendilerine daha çok düşman bildiler. Onlara ne yapsak bizden
memnun olmuyorlardı. Makedonya'daki yapılan olumsuz probagandayı üç mühim kuvvetin himayesi altında
bulunuyordu ki, bunlar şunlardı:
a) Konsoloshaneler
b)Ruhanî Önderler
c) Çeteler
Makedonya'da yapılan siyasî telkinler adeta tahvil
12
piyasayı gibi bazen yükselir, bazen düşerdi.” Tıpkı
günümüz Türkiye'sindeki siyasî hareketlenmelerde
olduğu gibi... Özellikle Güneydoğu bölgemizde daha
çok gerçekleşiyor bu hareketlenmeler. Bazen Apo
konuştuğu zaman, piyasada aniden bir hareketlenme
oluyor. Bazen de General konuşunca... Ahmet Altan'ın
değindiği gibi, “Bizde ordu yıllarca bir diktatör gibi
davrandı. Bir kişi ama bir 'kurum' iktidarın sahibiydi,
silah zoruyla elde bu iktidarı sürdürmeyi de çok doğal
buluyordu. Generaller halkı da, halkın oylarıyla seçilen
parlamentoyu da fütursuzca aşağılıyordu. Bir telefonlarıyla gazete patronlarını titretiyorlardı. Bütün devlet
bürokrasisini Genel Kurmay'da toplayıp brifingler
yapıyorlardı. Bir Genel Kurmay Başkanı, '28 Şubat, bin yıl
sürecek ' diyebiliyordu. Seçimle işbaşına gelen
Başbakan'a gazetecilerin önünde 'Pezevenk' diyen
Generali terfi ettiriyorlardı. Faili meçhul cinayetleri
kimse soruşturamıyordu. 'darbe yapmanın' hiçbir
tehlikesi olmadığına, hatta darbe hazırlıklarının
Generallerin 'asli görevleri' arasında bulunduğuna
inanılıyordu.” (13 Şubat 2011 Taraf) Bu zihniyetin aslî
unsuru da “İttihat ve Terakki” olduğu kuşkusuzdur. Bu
zihniyet yüz yıllık bir zihniyetin ta kendisidir. Ölmemiş,
yaşamaktadır. İnsanımız bugün bu zihniyeti tanıyamıyor ve de algılayamıyor. Çünkü: bu tehlike şekilden
şekile giriyor ve tehlikeli olduğu kadar güçlü bir örgüt
SAYI 17 - 18
yapısına da sahip. İkinci Meşrutiyet'in ilanı ile “Selanik
ve Manastır'da teşekkül etmiş olan ihtilal komitelerinin
uzantısı gibidir bugün yaşananlar... Örneğin o gün
İstanbul'a gönderilmesi istenen subaylar bu haberi
öğrenir öğrenmez çarçabuk dağa kaçıp isyan bayrağını
açtılar. (3 Temmuz 1908) Rumeli kolağası Niyazi başta
olmak üzere ikiyüz civarında olan bu askerlerle bir o
kadar da başıbozuk, sivilden ibaret olan çeteciliğin
13
örneklerini sergilediler.” Günümüzde ise durum
bunun tam tersi... Darbe biçimlerini ortada sergiliyorlar.
Direkt Darbe, Modern Darbe, Postmodern Darbe hatta
daha değişik biçim ve şekillere giriyorlar.
Nihayet Bâb-ı Âli Baskını:
Artık Balkanlar'ın durumu, dünya siyasî çevreleri için bir meçhul değildi.
Fakat Osmanlı Devleti'nin iktisadi kaynaklarına göz dikmiş, gönlünü
bağlamış olan Almanya
için vaziyet düşündürücü idi. Zira istiklalini kazanmış Balkan devletleri
barajını aşıp Anadolu'ya
vasıl olmak, eskisi kadar kolay olamayacaktı. Fakat
ellerinin altında İttihat ve Terakki erkanı olduktan
sonra, işler yine Alman menfaatleri etrafında inkişaf
eder hale gelebilirdi. İşte Hürriyet Kahramanı Enver
Bey, nasıl olduysa, birden bire İstanbul'a çıkagelmişti.
Alman Generali Von Der Goldz'un oyuncağı Mahmut
Şevket Paşa ise, Kayzer tarafından göğsüne takılan
nişanlar ve başından aşan iltifatlarla, esasen Alman'
ların avucu içinde bulunuyordu. Talat Bey'e gelince
tuttuğunu koparacak heyecanı vermek, hiçte güç
değildi. Zira hem cahildi, hem de siyasî ehliyetten
uzaktı. Almanya için, bu Cermen hayranlarının işbaşına
getirilmeleriydi. Ayrıca hükümdarlara mahsus
fevkalade derecesiyle başta Kayzer Wilhelm olmak
üzere, Alman ordu erkânı da İttihatçılar gibi Mason
tarikinin biraderleriydiler. Liman Von Sanders, Falkenhayne, Goldz Paşa gibi kalburüstü generallerin hepsi
adeta sözleri nass (ayet) kabul edilen otuzüçlüklerdendi. İşte bu içli dışlı münasebet, devam ededursun,
memleket siyasî ve askeri müşküller ortasında bocalamakta; İttihat ve Terakki ileri gelenleri ise, Almanya'yı
arkalarına alarak silaha sarıldılar, ellerini kana boyadılar.
Baş başa verip, zor kullanmak suretiyle iktidarı ele
geçirmek kararını alan komiteciler, 23 ikici Kânun 1913
günü Bab-ı Âli basıp, başta Harbiye Nazır'a Nazım Paşa
olmak üzere nice masum vatandaşı rastgele kurşunlayıp devirdiler ve Kâmil Paşa'yı da istifaya mecbur
14
ederek iktidarı ele geçirdiler.”
119
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Bu darbe biçiminin farklı versiyonu yakın tarihte de
uygulandı: 1997'de Refah-Yol iktidarını farklı biçimlerde devirerek, insanları fişleyerek, darbe yöntemlerini
uyguladılar. 1908 yılı darbesini kurşunla... 1997
darbesinin de farklı ve modern bir şekilde sergilediklerini görmekteyiz. 1908 ile 2002, 2003, 2007 yılları
veya 28 Şubat Post-Modern çeteciliği ile 12 Eylül, 1960
darbeciliği aynı zihniyetin eserleridir. Tam bir yüzyıldır
kan kusturucu olan bu zihniyet, dün İttihatçı çetelerinin
gözleri nasıl dünyaya kapadıysa bugün de farklı
yöntemlerle insanların gerçeği görmesini istemiyor.
Meşhur bir gazetecinin deyimiyle “Bir tek Amerika'yı
biliyorlardı ve soğuk savaş döneminde Türkiye'deki
orduyu destekleyen, darbelerine yeşil ışık yakan,
ABD'nin de hep aynı kalacağına inançları tamdı. Korkacakları bir şey de yoktu, kim darbe hazırlığı yapan bir
generali yakalamaya ya da yargılamaya cesaret edebilirdi ki? Hazırladıkları planlar insafsızca vahşiydi. Cinayetler, bombalamalar, suikastlar kendi kudretlerinden
ve dokunulmazlıklarından o kadar emindiler ki sadece
sivillere karşı değil, darbeye katılmayan üstlerine bile
şımarıkça davranabiliyorlardı; ölüm listeleri yaptılar...
Darbe histerisine öyle kapılmışlardı ki hayatın değiştiğini bir türlü algılayamıyorlardı, kafalarını darbe planlarından kaldırıp çevrelerine bakmak hiç akıllarına gelmiyordu.” (13 Şubat 2011 Taraf) Aslında bu anlayış tam
bir yüzyılın hikâyesidir. Balkan komitacılığından bugüne gelen bir zihniyetin hâkimiyetidir. “Makedonya'daki
unsurları bu vatan için ebediyen kaybolmuş olanı
addetmek lazım idi. Böyle bir anlayış karşısında İstanbul'da ki hükümetin Makedonya'da ne kadar büyük
zorluklara maruz kaldığını anlamak oldukça zor bir
durumdu.Tıpkı bugünkü hükümetlerin Güneydoğu'da
maruz kaldığı durum gibi, Meşrutiyet hükümetinin en
esaslı işi Makedonya'da sükûn ve asayişi hak ve adaleti
sağlamak yerine, Meşrutiyet'in ilânından sonra gelecek
felaketi göremediler. Makedonya'da Virhovist ve
Santralist tabirleri müthiş akisler yapmaya başladı.
Santralist'ler “Makedonya Makedonyalılarındır.” nazariyesini takip ediyorlardı. Ayrıca ciddi ve esaslı ıslahatın
taraftarları gibi görünüyorlardı. Tıpkı günümüzün siyasî partileri ne kadar demokrat gözüküyorsa onlarda o
kadardı ıslahatçı idiler. Bu fikriyatı, propaganda ile silah
ve tehdit ile ortalığa yayan bir sürü eşkıyanın yine
Makedonya'da kalabilmeleri için, bu iki fırkanın (Virhovist ve Santralist) oyunlarına gelindiğini fark edemiyorlardı. Günümüzde de Güneydoğu'da sözde Kürtler'in
haklarını savunan fırkalarda bunlara aynen benziyorlar.
Santralist eşkıyasını kendilerine dost ve gözetici bildiler. Makedonya muharebesi sırasında zulümleriyle eski
dostlarını mahcup bırakan Sandanski, Selanik vilayetinin genel müşaviriydi. Kaymakamlardan nahiye müdürlerine, köy bekçilerine kadar memurlar onun uygun
görmesiyle atanmakta ve görevden alınmaktaydılar.
SAYI 17 - 18
Bu hainin arkadaşları, taraftarları cinayetlerde ve diğer
bütün işlerde ki arkadaş ve ortakları en memuriyetlere
getirildi. Çernoviyef bile Istromca mahkemesinde
üyeydi ve hakimlik sıfatı onun zamanında kazanmıştı.
Sandanski Marigostina ilçelerini 15 sene müddetle kira
ile tutuyor ve Paniçe ile beraber razlık ormanlarından
15
yüzbinlerce ağaç kesmek hakkını elde ediyorlar.”
İnsan bir an durup düşündüğü zaman, geriye doğru
baktığımız ve geride kalan zaman dilimini bugüne
doğru getirdiğimizde o çeteci anlayışın nasıl tezahür
ettiğini ve bugünkü görünen, görünmeyen çetecilerini
de nasıl ortaya çıktığını görebilir…
O tek bir anlayışa dayalı bağlılığını tescil etmiş
olanların, nasıl modern çetecilik elbisesini giydiklerini
de hafızanız size hatırlatacaktır.
Bunun en bariz örneği: Mahmut Şevket Paşa Diktatoryası “Mahmut Şevket Paşanın ilk icraatı, büyük
devletlerin notalarını reddetmek oldu. Böylece mütareke bozulmuş oluyordu.”
Yeniden harp başlamış oldu. Yanya ve Edirne sukut
etmiş, Çatalca cepheside bozularak Bulgarlar İstanbul'a
doğru yürümeye başlamışlardı. Bu arada İşkodra
Kahramanı Hasan Rıza Paşa, Sultan Hamid'e hal'ini
tebliğ edenlerden biri olan Esad Toptani tarafından
şehit edilerek İşkodra müstahkem mevkiinin
düşmesine de yol açmıştı.
Hareket ordusuyla İstanbul'a girip padişahı halleden
Mahmut Şevket Paşa, birdenbire şöhretin üst kademesine seyretmeye başlamış bulunuyordu. 3. Ordu
Kumandanlığından Hareket Ordu Kumandanlığına
adeta uçarak gelen Mahmut Şevket Paşa şimdi kabinenin hem sadrazamı, hem de etraflarını küçük görmelerine kafi sebep demekti. Elbette Mahmut Şevket
Paşa'nın kurduğu askeri diktatörlüğün ömrünün ne
16
kadar olacağının işaretlerini de vermişti.”
Çeteci ruhuna ve tehdit siyasetine henüz doymamış
olan İttihat ve Terakki, kan dökmek istiyor ve idamına
karar verilen binlerce muhalif vatandaşı ortadan
kaldıracak sebepler arıyordu. Onun için Mahmut
Şevket Paşa komitenin işine gelmiyordu. O halde
boğazlanması lâzımdı. Bu işi da ancak İtilaf Fırkası
yapabilirdi. Nitekim de öyle oldu.Ve Paşa Harbiye Nezaretinden çıktığı bir gün, suikastçıların kurşunlarıyla
vurularak öldürüldü. Görünürde yaygarayı koparanda
yine İttihat ve Terakki oldu. Gerçek yüzünü göstermeyen İTC hemen darağaçlarını kurdurdu. Başta
Damat Salih Paşa, bu sehpalarda daha kimler can
vermedi. İttihat ve Terakki'nin en şiddetli terör ve baskı
devri, bu suikasttan sonra başlamış oldu. Cumhuriyet
tarihine iyice baktığımız zaman aynı şeyleri görmüş
olursunuz.
120
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
İTTİHAT ve TERAKKİ'nin
ÜÇ DİKTATÖR DÖNEMİ
Bu arada Mısır Prensi Said Halim Paşa, Sadrazam İzzet
Paşa'da Harbiye Nazırı olmuştu. Paşa, Türk ordusunun
el'an taarruz gücü olduğunu bildirerek, zafer sonrası
Türk mirasını paylaşmak hususunu birbirlerine düşen
Balkan devletleri, şu an gırtlak gırtlağa savaştığını bildiren paşa, işte bu kargaşadan faydalanan Enver Paşa,
orduyu Edirne'ye taarruz ederek Bulgarları mağlup
etti…
Edirne'nin kurtuluşu ile komitenin sıfıra düşmüş itibarı
biraz olsun düzelir gibi oldu. Bu üçlü diktatörden Enver
Harbiye Nazırlığı'nı aklına koymuş olup, İzzet Paşa'yı
harcayarak yerine geçti.
Enver Paşa rütbesiyle Harbiye Nazırı oldu. Sonucunda
başkomutanlık salahiyetini de ele geçirmiş oluyordu.
Bu durum Türk ordularını Alman militarizim, emperyalist bir ordunun hizmetine sokarak Cermen menfaatlerinin sadık bir bendesi konumuna soktu.
Alman Erkan-ı Harbiyesi'nin ateş gibi elemanları,
müstakbel Alman yurdu olarak benimsedikleri
Osmanlı ülkesine, artık süratle akıyorlardı.
Aslında Enver Paşa'nın Meşrutiyet'i kazanmakta
mühim bir rolü olmamıştı. Hatta Manastır'da Şemsi
Paşa'nın katli ve Osman Paşa'nın dağa kaldırılması gibi
süratli hareketler cereyan ederken de o, civar köylerinin
birinde gizlenmiş bulunuyordu…
İnkılâp'tan sonra, bir taraftan mevki ve şöhret hırsı ile
akın akın İttihat ve Terakki Fırkası'na girenler ve
Farmasonluğun milletler arası yardımcı nüfuzundan
faydalanmak isteyenler; diğer taraftan da Siyonistler'in
Arz-ı Mevud'da ki Yahudi devletinin istikbali adına
vazifeli olarak cemiyete soktuğu elemanlar, özellikle
Almanların elde ettiği zümre, siyasi çizginin grafiğini
teşkil ediyordu.
Enver'in bir de İttihad-ı İslam gibi bir büyük hülyası
vardı. İttihat ve Terakki partisinin prestijini yükseltmek
için, Enver Paşa'nın İran'ı Turan'ı içine alacak Büyük Türk
İmparatorluğu'nun başına geçmek hülyası… Bu da
ancak Müslüman Türk unsurun Moskof idaresine isyanı
ve Türk topraklarına iltihakı ile kabil olabilirdi. Oysa
insanoğlu, büyük işlerin adamı olabilmek için bütün
fakültelerinin yekpare, ahenkli ve rasyonel faaliyetlerine muhtaçtır. Şayet bir insan büyük kitlelerin mukadderatını elinde tutan mesul mevkilerin adamı
olmuşsa her türlü şahsi endişe ve ihtirasları bir tarafa
koyarak, mesuliyetinin şuuruna varmış, ergin, mantıklı
ve kudretli kafanın sahibi olmalıydı. Bu da Enver Bey'de
gözükmüyordu.
SAYI 17 - 18
Balkan Harbi ile Balkanlı topluluklara siyasî hüviyet ve
istiklal tanınması, Almanya'yı endişeli düşüncesinde
devam ettiriyordu. Gücü artan Almanya için, Enver ve
İttihat ve Terakki biçilmiş bir kaftandı. Bunun için Enver
Paşa Pan-İslamizim, Pan-Türkizim hevesinde, Almanlar'dan geniş ölçüde teşvik, takdir ve yardım görmekte
idi… Balkan Harbini ve Balkanları kaybettiren başlıca
sebep, orduya siyasetin sokulmuş olmasıydı.
Sonuç: “Zulmün, ateşin ve kanın kovaladığı bütün
Rumeli halkı ile beraber, Selanik'ten taht şehrine
getirilmekte olan bir göçkün daha vardı. Fakat o asla
yerinden oynamak istememiş; kendisini almaya gelen
heyetten Damat Şerif Paşa'ya: “ Bunca ehl-i İslam'ın
maruz kaldığı tehlike ile kendisinin de seve seve karşılaşabileceğini, icabında eline silahını alıp askerle beraber
vatan müdafaasına iştirak edeceğini, ölürse de şehit
olacağını,” uzun uzun anlatıp gitmemek için ayak diremişse de, hayatının sonuna kadar içinde mahpus yaşayacağı Beylerbeyi Sarayı'na doğru yola çıkmasının önüne geçememişti. İkinci Abdülhamid'in Selanik'te
bulunduğu dört sene zarfında kendisine “bu zihniyetin” reva gördüğü yüz kızartıcı muameleyi hikâye eden
Şerif Paşa'ya bir hayli müşkül olmuştu. Otuz üç yıl
Osmanlı Devlet'ini yönetmiş olan ikinci Abdülhamid,
sürgün hayatının çilelerini sayıp dökerken ailesiyle
beraber günlerce yataksız yorgansız, ışıksız ve aç bırakıldıklarını, fakat kendisine en dokunan muamelenin,
zabitlerin tahkirleri; bununla beraber hepsini affedip
hakkını helal etmiş olduğunu söylemişti. İkinci
Abdülhamid hünkârın şehirden ayrıldığının haftasında, Selanik'te anavatandan kopup Yunanlıların eline
17
geçmişti.”
DİPNOTLAR
1) Çağ ve İlham (III) Sezai Karakoç
2) a.g.e. , s………………
3) Semiha Ayverdi,TürkTarihinin Osmanlı Asırları, c. 3, s. 127.
4) a.g.e. , s. 128.
5)
a.g.e. , s. 128.
6) a.g.e. , s. 129.
7) a.g.e. , s. 130.
8) Zaman gazetesi, 8 Şubat 2011.
9) Semiha Ayverdi ,TürkTarihinin Osmanlı Asırları, c. 3, s. 130.
10) a.g.e., s.136-137-138-139.
11) H. Kazım Kadri, İmparatorluğunTasfiyesi. PınarYay., s. 68-69-70.
12) Kadir Mısıroğlu, Sultan II. Abdulhamit, SebilYay., s. 467-468.
13) Semiha Ayverdi,TürkTarihinin Osmanlı Asırları, c. 3, s. 140-141.
14) H. Kazım Kadri, İmparatorluğunTasfiyesi. PınarYay., s. 72-73.
15) Semiha Ayverdi,TürkTarihinin Osmanlı Asırları, c. 3, s. 43.
16) Semiha Ayverdi,TürkTarihinin Osmanlı Asırları, c. 3, s. 138.
121
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
ÜSKÜP'E DAMGASINI VURAN BİR FATİH:
PAŞA YİĞİT BEY
Prof.Dr. Mefail HIZLI, Uludağ Üniversitesi
Osmanlı Beyliği 14. yüzyılın ilk çeyreğinde Marmara
sahillerine uzanan bir sahada hâkimiyet kurmuşlardı.
Bizans imparatoru olmak isteyen ve Dimetoka'da imparatorluğunu ilân eden Kantakuzen, Orhan Bey'den
aldığı yardımla Selanik'in Sırpların eline geçmesini
engellemiştir (1349). İşte bundan sonraki dönemde
Rumeli artık Osmanlı gazilerinin ilgi alanı girmişti.
1352'de Bizans'a yardım amacıyla Sırp-Yunan kuvvetlerine karşı zafer kazanılması ve Çimpe kalesi ile çevresinin Orhan Gazi'ye bırakılması Osmanlıların Rumeli'de
yerleşmesini sağlamış ve bu bölge, Balkanlar'a yayılmak için önemli bir üs olarak kullanılmaya başlanmıştır.
14. yüzyıl ortalarından itibaren Osmanlı Devleti,
Rumeli'de sistemli bir iskân politikası uygulamış ve
Balkanların büyük bir kısmı kısa bir dönemde Türk
yurdu haline gelmiştir. Ünlü Osmanlı tarihçisi Mehmed
Neşri'nin bu sürece dair cümleleri aynen şöyledir:
“…Süleyman Paşa Rum-İli'ne geçti, evvel atası Orhan
Gazi'ye haber gönderdi kim 'devletlû Sultanımun
himmetiyle Rum-İli'ni feth itmeğe sebep olundı. Küffârun
gâyetde zebunluğı vardır' didi. 'Ve bu tarafda feth olan
hisarlarda konmağa çok âdem gerek. Lûtf idüb yarar
yoldaş gönderesiz' dedi. Orhan Gazi dahi bu sözü işidüb
ferahnâk oldı. Karasi vilâyetinde göçer 'arab olurdu.
Göçer evlerle gelmişlerdi. Anda olurlardı. Anları Orhan
Gazi sürüb, Rum-İli'ne geçürdi. Bir zaman Gelibolı
nevâhisinde sâkin oldılar… Yevmen fe-yevmen turmadın
feth içinde oldılar. Ve bu tarafdan Karasi vilâyetinün halkı
dahi gelür oldılar ve gelenler yurd tutub gazâya meşgul
oldılarç Ve bi'l-cümle ehl-i İslâm Hak teâlâ 'inâyetiyle
şevket tutub her ne tarafa ikdam iderlerse, küffâr önlerine
1
turamaz oldı”
Osmanlıların fetihler ve beraberindeki iskân konusunda büyük bir başarılı elde etmesinin sebepleri arasında,
bu dönemde onlara Balkanlarda karşı koyacak bir
devletin olmamasının altı çizilmelidir. Rumeli'de yaşanmakta dinî istikrarsızlık ve kiliseler arasındaki yoğun
mücadele de fetihleri kolaylaştıran unsurlar arasındadır. Belki de en önemlisi, Osmanlıların fethettikleri
her yerde olduğu gibi Rumeli'de de din ve vicdan hürriyetine azami saygı göstermiş olmaları ve adalet konusunda hiç taviz vermemeleridir.
Özellikle gayrimüslim halkların yaşadığı topraklarda
kendi kültürel değerlerini, dillerini, ibadetlerini ve geleneklerine müdahale edilmeden diledikleri gibi yaşa-
malarına imkân vermeleri, tarihin çok az tanık olduğu
bir “hoşgörü iklimi”ni Osmanlıların hayata geçirdiğini
gösteriyordu.
Rumeli'nin fethiyle birlikte Anadolu'dan göç ettirilen ilk
muhacir grubu Karesi vilayetinden oluşturulmuştu
(1356-57). I. Murad devrinde fethedilen yerlere ise
Saruhan'daki göçer yörüklerin iskân edildiği anlaşılmaktadır (1374-75). Bu göçler, fetihlerle birlikte daha
sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Ancak bu göçlerle Anadolu'dan sürgün ya da gönüllü olarak gelenler, Rumeli'nin yeni fethedilen topraklarında Hıristiyan
nüfusla karışmadan müstakil köyler kurmaya özen gösteriyorlardı.
Balkanlar'da Osmanlı sürecinin başlangıcı 1361'de
Edirne'nin fethiyle olmuştur. Birkaç yıl sonra (1365)
devletin başkenti buraya taşınmış ve Rumeli'deki fetihler için burası adeta askerî bir üs haline gelmiştir. 1372
yılındaki Sırp Sındığı Savaşı ise Makedonya bölgesindeki askerî fetihler bakımından önemli bir tarih olmuştur. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki, Osmanlıların
İstanbul'un fethinden (1453) önce kazanmış oldukları
en kapsamlı savaş olarak 1371'deki Meriç Savaşı gösterilmektedir. Bu zafer sonrasında Makedonya, Sırbistan
ve Yunanistan kapıları Osmanlılara açılmış oldu.
“Böylece 1371'de Balkanlarda yeni bir imparatorluk,
2
Osmanlı İmparatorluğu doğmuş oluyordu”
Osmanlılar, Balkanlarda fetihlere giriştiği dönemlerde
Makedonya adı verilen bölge Bizanslılar, Sırplar ve
Bulgarlar arasında paylaşılan bir coğrafyanın adı idi.
Ancak söz konusu halkların birbiriyle anlaşamamaları
ve özellikle Ortodoksların Katolik Macarlar tarafından
korkunç baskı ve zulme maruz kalmış olmaları, bölge3
nin Osmanlılar tarafından fethini kolaylaştırmıştır.
1361'de I. Murad tarafından kurulan ve başına Lala
Şahin Paşa getirildiği Rumeli Beylerbeyliği'nin merkezi
Edirne olmuştur. Üsküp şehri fethedildikten bir süre
sonra, Manastır'la birlikte bu beylerbeyliğine bağlanmış ve bu durum 1541'de Budin Beylerbeyliği kurulana
4
dek bu biçimde devam etmiştir.
122
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
I. Murad, 1363 yılında Filibe'den başlayarak sırasıyla
Sofya, Manastır, Pirlepe, Ohri ve 1386'da Sırbistan'ın
anahtarı olan Niş, 1389'da ise Sırbistan fethedilmiştir.
9 Ağustos 1389 günü yapılan5 Kosova Meydan Savaşı,
Osmanlı padişahı I. Murad' ın büyük zaferiyle sonuçlandı. Bu öyle bir zafer idi ki,
sonucunda Sırp devleti ortadan kalktı ve Rumeli'de
Türklerin hâkimiyeti geçilmiş oldu. Ancak çok büyük
bir trajedi de bu zaferin
hemen akabinde yaşandı.
Savaş sonunda şehid olan
Osmanlı askerlerine padişah I. Murad da eklenmişti.
Padişahın cenazesi Bursa Çekirge'de yaptırdığı türbesine gönderilerek defnedildi. Şehit edildiği yere de
“Meşhed-i Hüdâvendigâr”adıyla bir türbe yapıldı.
Kosova'nın fethi ve Yıldırım'ın padişah olması sonrasında da Osmanlı fetihleri hız kesmeden devam etmiş
ve 1392 yılında Üsküp'ün ele geçirilmesinin ardından
bu şehir ve çevresi, Osmanlı Devleti'nin en önemli uç
merkezlerinden biri haline gelmiştir.
İşte bu dönemde Rumeli fetihlerinde oldukça önemli
askerî zaferlere imza atan Evrenos Bey ile Paşa Yiğit
Bey'in sahne aldıkları görülür. Evrenos Bey ve Paşa Yiğit
nam dilâver bir nice gaziler sayesinde 1392 yılının ilk
günlerinde Osmanlı sancağı artık Üsküp'te dalgalanmaya başladı. Önce Makedonya bölgesi Evrenos Bey
tarafından fethedilmiş, bundan bir süre sonra da Paşa
Yiğit adındaki bir bey tarafından Üsküp alınmıştır.
Fetihten hemen sonra bu şehrin yönetimi, yine aynı
komutana verilmiştir.
Üsküp şehrinin kim tarafından ve hangi tarihte fethedildiği konusunda Osmanlı kroniklerinde farklı bilgiler
vardır. Şehrin 1392 yılında ve Paşa Yiğit Bey tarafından
fethedildiğini belirten İbn Kemal'de şöyle bir kayıt yer
almaktadır:
“Paşa Yiğit Bey mezbur diyarda karar ihtiyar eyleyüb ol
nahiyette dar-ı ikametin bünyadını urdu. Kâfirin hâlî
kalan hazır evlerine nögeri ve kulu dolub ikdam-ı tamla
ol mekân idündüğü yerin tamir ve tedmirine meşgul
olub seylab-ı garet ve hasaratla harab olan havaliyi
6
abad etti durdu…”
Ünlü Osmanlı tarihçileri arasındaki Oruç Bey, Aşıkpaşazade, Hoca Sadeddin Efendi ve Mehmed Neşrî, herhangi bir tarih vermeksizin Üsküp'ün Paşa Yiğit Bey
tarafından fethedildiğini kaydederler.
Evliya Çelebi şehrin Gazi Evrenos Bey tarafından
7
fethedildiğini, Şemseddin Sami ise Üsküp'ün 1389
8
yılındaTimurtaş Paşa tarafından alındığını belirtiyor.
Ancak çağdaş bir Sırp kitabesine göre, Üsküp'ün 6 Ocak
1392 yılında Türkler tarafından ele geçirildiği anlaşıl9
maktadır.
SAYI 17 - 18
Murad'ın Kosova'da şehadetinden sonra devlete padişah olan Yıldırım tarafından Üsküp şehrini fethetmek
üzere Paşa Yiğit Bey'in görevlendirildiği Hadidî'nin
eserinde yer alan şu manzum ifadelerde gayet net
görülmektedir:
Cülus eyledi tahtaYıldırım Han
Atasının yirinde oldu Sultan
Kratova gümüş madenlerini
Cevahir toptolu mahzenlerini
PaşaYiğit Beği Üsküb'e saldı
10
Vidin etrafını Firuz Bey aldı.
Yukarıda aktardığımız bilgilerden yola çıkarak -bazı
farklı değerlendirmeler olmakla birlikte- Üsküp şehrinin Yıldırım Bayezid döneminin başlarında, çok başarılı
bir komutan olan Paşa Yiğit Bey tarafından en geç 1392
yılının ilk günlerinde fethedildiğini söylememiz mümkündür.
Anadolu'nun batısında bulunan Saruhan bölgesinden
getirtilen Türkmenlerin iskân edildiği Üsküp, Osmanlı
Devleti'nin Balkanlardaki en önemli “uç”larından biri
haline geldi. Osmanlı kroniklerinden sayılan Âşıkpaşazâde Tarihi'nde Anadolu'dan getirilen Türkmenler ve
onların liderleri olan PaşaYiğit Bey tarafından hakkında
şu satırlar yer alır:
“…Anı beyan eder kim Saruhan ilinin göçer halkı vardı.
Menemen ovasında kaşlardı ve ol iklimde tuz yasağı
vardı. Anlar ol yasağı kabul etmezdi. Bayezid Han'a
bildirdiler. Oğlu Ertuğrul'a haber gönderdi. O göçer evleri
her ne kadar varsa iyice düzene alasın yarar kullarına
ısmarlayasın. Filibe yöresine gönderesin dedi. Ertuğrul
dahi babasının sözünü kabul etti. Ol göçer evleri gönderdi. Getirib Filibe yöresine kondurdular. Şimdiki zamanda Rumeli'de Saruhan Beğli dedikleri anlardır. Paşa Yiğit
11
Bey o halkın ulusu idi. Onlarla birlikte o da gelmiş idi.”
“Halkının ulusu”olarak fethettiği Üsküp şehrinin, yönetimine bırakıldığı Paşa Yiğit Bey, bu görevini, himayesinde yetişen ve oğlu olduğu da iddia edilen İshak
Bey'e devrettiği 1414 yılına dek sürdürmüştür. Paşa
Yiğit Bey, Rumeli'de sancakbeyliği ve akıncı kuvvetlerinin komutanlığını da yapmıştır.
Fethedildiği 1392 yılından Sırbistan ve Bosna'nın
Osmanlı hâkimiyetine geçmesine kadarki devrede
Üsküp, Bosna'ya uzanan coğrafyada Türk bölgelerini
12
idare eden uç beylerinin de merkezi olmuştur.
Bilindiği gibi, uç beyleri tarafından Serez, Filibe,
Babadağ, Elbasan, Saraybosna, Silistre ve Üsküp gibi
13
yerler Türk şehirleri olarak teşkilâtlandırılmıştır. Bunlar
arasında askerî açıdan bir merkez haline gelen Üsküp,
sahip olduğu bu stratejik özelliğini, Belgrad'ın 1521'de
fethedilmesiyle yitirmiş ve ikinci plana düşmüştür.
123
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Yiğit Mehmed Paşa ya da daha yaygın bilinen biçimiyle
PaşaYiğit Bey'e, fethi müteakip Üsküp şehri ve civarının
idaresi verilmiştir. Onun Balkanlara damgasını vuran
siyasi faaliyetlerinden biraz söz etmekte fayda vardır.
Kosova'nın fethi sırasında Kratova vadisinde düşman
askerleri üzerine gönderilen PaşaYiğit Bey'in, Üsküp'ün
fethi sonrasında uç beyi olunca ilk icraatlarından biri,
aynı yıl içerisinde İşkodra ile Drivast ve Sv. Corce'yi
Osmanlılara teslim edene kadar İşkodra'nın sahibi olan
Curac Strasimiroviç'i hapse atmak oldu.
Üsküp'ten Priştine ve Bosna'ya giden yollar üzerinde
şehirler ve kaleleri tutmak isteyen Osmanlılar, Kosova
savaşıyla 1396 yılları arasındaki dönemde bazı önemli
yerleri fethetti.
Üsküp beylerinin Balkan siyaseti, ilk günden itibaren
komşu Hıristiyan beyler arasındaki mücadeleyi kışkırtmak ve onların bir araya gelmesini engellemek üzerine
kurulmakla beraber diplomatik yollar gözetilerek bu
bölgede dost arama konusuna da özel bir önem verildi.
Bu amaç doğrultusunda, ticaretle ünlenmiş Dubrovnik
Cumhuriyeti'yle dostane ilişkileri sürdürmek ve bu
ülkenin tüccarlarını Osmanlı topraklarına çekmek isteyen Paşa Yiğit Bey, 1398'de tüccarlara birer mektup
göndererek gümrük vergilerinin üçte bir oranında
azaltacağını vaad etmişti.
Dubrovniklilerin yanı sıra Venediklilerle de iyi ilişkiler
kuran Paşa Yiğit Bey'e, Osmanlı sultanı Bayezid de çok
güveniyordu. Arnavutluk'ta toprakları bulunan Venediklilerin hakkını alabilmek adına bu ülke topraklarına
1414 yılında sefer düzenledi. Venedikliler bu sebeple
PaşaYiğit Bey ile anlaşmak zorunda kaldı.
Fetret devrinde Emir Süleyman ile Musa Çelebi arasındaki mücadelede Emir Süleyman'ı destekleyenler
arasında PaşaYiğit Bey de yer aldı.
Görevi İshak Bey'e bırakıncaya dek askerî ve siyasî
alandaki faaliyetleri yanında ticaretle de uğraşan Paşa
Yiğit Bey'in, Trepça'da bir madenin kazançlarından
dörtte birini elinde tuttuğu, ayrıca bir Dubrovnik
14
tüccarıyla ortaklığı bulunduğu da bilinmektedir.
Yaklaşık yirmi iki yıl süren Üsküp uç beyliği görevinden
1414'de ayrılan Paşa Yiğit Bey, 1426'da yine aynı kentte
vefat ederek Meddah Medresesi avlusundaki özel
türbesine gömülmüştür.
Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin katkılarıyla çevresi açıldıktan sonra ortaya çıkan mezarın
başında dua eden dönemin Devlet Bakanı Faruk Çelik ile Bursa Büyükşehir Belediye
Başkanı RecepAltepe.
SAYI 17 - 18
Bazı kaynaklar Üsküp halkının Paşa Yiğit Bey'e, efsanevi
bir hüviyet atfederek “Meddah Baba” ünvanını uygun
gördüklerini kaydederler. Böyle anılmasının muhtemel
sebepleri arasında Paşa Yiğit'in askerî alandaki başarıları ve kentin fethedilmesindeki gayretleri gösterilebilir.“Meddah”kelimesinin niçin tercih edildiği ise bilinmemektedir.
Daha yaygın yorumlara göre ise, Meddah Baba, Paşa
Yiğit Bey'in manevî eğitimini aldığı bir Allah dostudur.
Meddah Baba'nın asıl adı Muhyiddin Hoca'dır. Çok sevdiği ve hatta hiç yanından ayırmadığı hocası Meddah
Baba ile vefatından sonra da kabirlerinin yanyana
olmasına özen gösterdiği anlaşılıyor. Fatih Sultan
Mehmed'in yanında Akşemseddin ne ise Meddah Baba
da Paşa Yiğit Bey'in yanında aynı misyonla bulunuyordu.
Bugün hiçbirinden iz kalmamış olan külliyedeki cami,
medrese ve türbenin yer aldığı avlu içinde, yakın
zamanlarda tesbit edilen Paşa Yiğit Bey'in kabrinin
birkaç metre ötesinde Meddah Baba'nın mezarı da
mevcuttur. Paşa Yiğit'in kabri üzerinde bir türbenin
olduğu kaynaklarda belirtilmekteyse de, bugün sadece bir kabir taşı bulunabilmiştir.
Meddah Baba'nın mezar taşında Arapça şu ibare
okunmaktadır:
Hüve'l-Hallâku'l-Bâkî
el-merhûm el-mağfûr
Fâtih-i Üsküb eş-Şeyh Meddâh Baba
rûhiyçün el-fâtiha
Mezartaşı yazısı, Meddah Baba'nın“Üsküp Fatihi”olarak
anıldığını gösterse de, bunun manevî anlamda olduğu
tahmin edilebilir. Paşa Yiğit Bey'e Üsküp'ü fethederken
manevî yardımlarda bulunması sebebiyle bu sıfatın
kendisine yakıştırılmış olması kuvvetle muhtemeldir.
Zaten mezartaşında, Meddah Baba'yı niteleyen, “şeyh”,
“baba'' gibi sıfatların onu tasavvufî anlamda yüksek bir
mertebede olduğunu ve o dönemde Rumeli'de yaygın
olan ve safiyeti bozulmamış bir Bektaşî mürşidi olduğunu düşündürmektedir.
124
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Yine muhtemeldir ki,
Meddah Baba'nın mezar
taşındaki “Fatih-i Üsküb”
ibaresi sebebiyle, Paşa
Yiğit'in kabriyle zaman
zaman karıştırılmıştır.
Bu arada gururla kaydetmek gerekir ki, söz konusu türbe ve mezarın yer
aldığı alanda bulunan
evlerin, Bursa Büyükşehir
Belediyesi'nin katkılarıyla
Çevresindeki evler yıkılmadan önce
Paşa Yiğit Bey'in mezarı
kamulaş-tırma çalışmaları
devam etmekte ve türbe ile mezarın yeniden eski
günlerine dönmesi özlemle beklenmektedir.
Paşa Yiğit Bey adına izafeten yaptırılan cami, mektep,
türbe ve medresesinden meydana gelen külliyesi
Üsküp'te Hüdaverdi Mahallesi'nde yer almaktaydı.16
Üsküp ile ilgili bir evkaf defterinde bu caminin Baba
Meddah Mahallesi'nde bulunduğu ve Baba Meddah Beğ Paşa- Camii adıyla anıldığı nakledilmektedir.17
Bu caminin dışında Paşa Yiğit Bey adına izafeten Üsküp
çarşı merkezinde ve kendi adıyla anılan mahallede
SAYI 17 - 18
yaptırılan bir camii daha olduğu ve günümüzde Arasta
Camii olarak bilindiği belirtilmektedir.18 Bu caminin, son
zamanlarda yine Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin
katkılarıyla restore edildiğini ve önümüzdeki aylarda
açılışının planlandığını biliyoruz.
Osmanlı arşiv kaynaklarında Üsküp'te Paşa Yiğit ya da
Paşa Bey adıyla bir mahallenin varlığına rastlanmakta
ve bunun, Vardar nehrinin kuzey sahilinde, Kebir
Mehmed Çelebi, İbn Kocacık ve İbn Payko mahalleri ile
çevrelendiği anlaşılmaktadır.19
Sonuç olarak, Paşa Yiğit Bey, Üsküp'ün fethi ve öncesinde çok büyük askerî başarılara imza atmış ve Üsküp
ile çevresinin Osmanlı coğrafyasına katılmasında
büyük hizmetleri geçmiştir. Daha önemlisi, Üsküp
şehrinin, Rumeli coğrafyasında önemli bilim, sanat,
kültür ve ticaret merkezi olması yolunda ciddi
faaliyetler gerçekleştirmiştir. Bu bağlamda Üsküp'ü
dinî, sosyal ve kültürel yapılarla donatmakla kalmamış,
son nefesini yine burada vermek suretiyle ebedî âleme
geçmek için bu şehrin kalbindeki türbesini seçmiştir.
Üsküp'ü Osmanlı coğrafyasının seçkin kentlerinden biri
haline getiren bu büyük fatihi rahmetle anıyoruz.
Kaynaklar
Ağırakça,Ahmet, “Birinci Kosova Savaşı ile İlgili Kaynaklar”, I. Kosova
Zaferi'nin 600. Yıldönümü Sempozyumu, 26 Nisan 1989, Ankara 1992.
§Âşıkpaşaoğlu Tarihi, nşr. N.Atsız, Ankara 1985.
§Ayverdi, E. Hakkı, “Yugoslavya'da Türk Abideleri ve Vakıfları”, Vakıflar
Dergisi, sy.3, Ankara 1956.
§Barkan, Ömer L., “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve
Kolonizasyon Metodu Olarak: Sürgünler”, İ.Ü. İktisat Fakültesi
Mecmuası, c.13, sy.1-4, İstanbul 1952.
§Evliya Çelebi, Seyahatname, c.5-6, İstanbul 1978.
§Hadidî, Tevarih-i Âl-i Osman (1299-1523), (haz. N.Öztürk), İstanbul
1991.
§Hoca, Nazif, “Üsküb”, İA, MEB, c.13, İstanbul 1986,
§İlgürel, Mücteba, “XIV. Yüzyılda Osmanlı Devleti'nin Siyasi Durumu”, I.
Kosova Zaferi'nin 600. Yıldönümü Sempozyumu, 26 Nisan 1989,
Ankara 1992.
§İnalcık, Halil, “Türkler ve Balkanlar”, Balkanlar, İstanbul 1993.
§İnbaşı, Mehmet, Osmanlı İdaresinde Üsküb Kazası (1455-1569),
(Yayınlanmamış Doktora Tezi), AÜSBE Erzurum 1995.
§Neşrî Mehmed, Kitab-ı Cihan-nüma I, (haz.F.R.Unat-M.A.Köymen),
Ankara 1987.
§Özer, Mustafa, Üsküp'te Türk Mimarisi (XIV.-XIX. Yüzyıl), Ankara 2006.
§Pepiç, Adnan, Üsküp Beyi İshakoğlu İsa Bey'in Osmanlı
Hakimiyeti'nin Kosova, Sancak ve Bosna Topraklarına Girmesindeki
Rol ve Önemi (1439-1469), (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi),
AÜSBE, Ankara 2002.
§Sakin, Orhan-Uğurhan Demirbaş, Makedonya'daki Osmanlı Evrakı,
Ankara 1996.
§Şemseddin Sami, Kamusu'l-A'lâm, İstanbul 1306, s.932-933.
Dipnotlar
1) Mehmed Neşrî, Kitab-ı Cihan-nüma I, (haz.F.R.UnatM.A.Köymen),Ankara 1987, s.180-182.
2) Halil İnalcık, “Türkler ve Balkanlar”, Balkanlar, İstanbul
1993, s.15.
3) Orhan Sakin-Uğurhan Demirbaş, Makedonya'daki
Osmanlı Evrakı,Ankara 1996, s.5.
4) Sakin-Demirbaş, age, s.8.
5) Savaşın hangi tarihte yapıldığına dair kaynaklarda
çelişkili bilgiler mevcuttur. Sekiz saat süren savaşın
gerçekleştiği günün 15 Haziran ile 27 Ağustos 1389
tarihleri arasında değiştiği anlaşılmaktadır. Bkz. Ahmet
Ağırakça, “Birinci Kosova Savaşı ile İlgili Kaynaklar”, I.
Kosova Zaferi'nin 600. Yıldönümü Sempozyumu, 26 Nisan
1989,Ankara 1992, s.23.
6) Ömer L. Barkan, “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan
ve Kolonizasyon Metodu Olarak: Sürgünler”, İ.Ü. İktisat
Fakültesi Mecmuası, c.13, sy.1-4 (1951-1952), İstanbul
1952, s.76.
7) Evliya Çelebi, Seyahatname, c.5-6, İstanbul 1978,
s.1815
8) Şemseddin Sami, Kamusu'l-A'lâm, İstanbul 1306, s.932933.
9) Nazif Hoca, “Üsküb”, İA, MEB, İstanbul 1986, c.13,
s.123.
10) Bkz. Hadidî, Tevarih-i Âl-i Osman (1299-1523), (haz.
N.Öztürk), İstanbul 1991, s.108.
11) Âşıkpaşaoğlu Tarihi,nşr. N.Atsız,Ankara 1985,s.74-75.
12) Nazif Hoca, agm, s.123.
13) Mücteba İlgürel, “XIV. Yüzyılda Osmanlı Devleti'nin
Siyasi Durumu”, I. Kosova Zaferi'nin 600. Yıldönümü
Sempozyumu, 26 Nisan 1989,Ankara 1992, s.19.
125
14) Makedon kaynaklara dayanılarak Paşa Yiğit Bey'in
askeri ve siyasi faaliyetleri hakkında yapılan bir araştırma
için bkz. Adnan Pepiç, Üsküp Beyi İshakoğlu İsa Bey'in
Osmanlı Hakimiyeti'nin Kosova, Sancak ve Bosna
Topraklarına Girmesindeki Rol ve Önemi (1439-1469),
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), AÜSBE, Ankara
2002, s.135-140.
15) E. Hakkı Ayverdi, “Yugoslavya'da Türk Abideleri ve
Vakıfları”, Vakıflar Dergisi, sy.3,Ankara 1956, s.154.
16) Ayverdi, agm, s.154.
17) Mustafa Özer, Üsküp'te Türk Mimarisi (XIV.-XIX.
Yüzyıl),Ankara 2006, s.187.
18) Özer, age, s.211.
19) Mehmet İnbaşı, Osmanlı İdaresinde Üsküb Kazası
(1455-1569), (Yayınlanmamış Doktora Tezi), AÜSBE
Erzurum 1995, s.55.
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
TARİHTE
BALKANLAR
Cansaran KIZILTAŞ, Tarihçi-Yazar
Konumuzun temelini Karadeniz, Ege Denizi, Yunan ve
Adriyatik denizini içine alan bölgeler oluşturmaktadır.
Bu bölge içerisinde yerleşmiş olan Balkan ülkelerinin
Tarihi ile ilgilidir. Bunlar Tuna'nın öbür yakasında yer
alan Romenler, Slovenler, Hırvatlar ve Macarların tarihini ele alır. Coğrafi açıdan baktığımızda bölge oldukça
dağlıktır. Zaten Balkan deyimi dağlık bölge anlamına
gelmektedir. Bu bölgenin önemli nehrini Tuna oluşturur. Tuna tarih boyunca birçok istilalara uğramıştır.
Ticari ve askeri açıdan büyük bir önem taşımıştır. Diğer
önemli nehirlerinden biri de Meriç'tir. Meriç bildiğimiz
gibi Ege denizine dökülür. Nehirleri çevreleyen vadiler
önemli birer tarım alanlarıdırlar.
Stratejik açıdan baktığımızda Asya, Avrupa ve Afrika'nın kavşak noktasında bulunmuş olması nedeni ile
önemlidir. Bu durum iç bölgelerle bağlantıyı sağlar.
Dağlar ayni zamanda istilalara karşı bir kalkan vazifesi
görürler. Geçitler ise tarih boyunca büyük göçlerin
yaşanmasına neden olmuştur. Tuna nehri Orta Avrupa'ya geçiş için kullanılan önemli bir suyoludur. İkincisi
ise Vardar vadisinden geçerek büyük bir liman şehri
olan Selanik' e ulaşmakta olup diğeri ise Edirne'yi aşarak İstanbul'a varmaktadır. Balkanların; doğudan güneye doğru uzanan uzun sahil şeridi elverişli limanları ve
nehir ağızları ile dış güçlerin etkisine ve hâkimiyetine
açık bir alan haline gelmesinde önemli bir rol oynamıştır. Örnek verecek olursak Venedik burada ticaret ve
deniz gücündeki önemi sayesinde üstünlük sağlamıştı.
Ayrıca İngiltere deniz gücü bakımından burada ve
özellikleYunanistan da önemli bir nüfuz oluşturmuştur.
Coğrafî yapı, stratejik konum Balkanlar'ın etki altına
girmesine ve dış güçlerin istilâsına uygundur.
Balkan yarımadasının ilk sakinleri Morava vadisi ile Adriyatik'e uzanan bölgede yaşayan İliryalılar ve Trakyalılardır. Bunlar birer demir çağı medeniyetidirler. Trakyalılar M.Ö 5. yüzyılda bir örgüt devleti kurmuşlardır.
Bunlar Romenlerin temelini oluştururlar. İliryalılar ise
günümüz Arnavutların atalarıdırlar.
Antik medeniyeti bu saydığımız medeniyetlere rağmen Balkanların merkezinde değil güneyindeki topraklarda Yunanistan da ortaya çıkmıştır. Böylece ilk
büyük Avrupa medeniyeti Helenlerdir. Ve kurucuları da
Hellas ismi ile bilinen Yunanlılardır. Bu medeniyet Ege
denizinde ada ve sahillerde kurulmuştur.
Balkan Tarihi içinde Yunan kolonileri kültürel ve tarihi
açıdan çok önemli sonuçlar doğurmuştur.
Fakat zamanla bu şehir devletleri çok güçlü olmalarına
karşın güçlerini iç çatışmalarla ve savaşlarla tükettiler.
Aynı tarihlerde İtalya da bir diğer önemli emperyal güç
olan Romalılar ortaya çıktı. Romalıların amacı Kartacalıları yenip Batı Akdeniz'in hâkimi olduktan sonra Doğu
Akdeniz de etkin olmaktı. Romalılar kazandıkları dört
savaşın sonunda Makedonya' yı ele geçirdiler. Burayı
Romanın bir eyaleti haline getirdiklerini açıkladılar.
Edirne, Niş, Belgrad ve Sofya gibi önemli şehirler Romalıların yerleştikleri bu bölgelerde ana yollar üzerinde
bulunuyordu. Dolayısı ile yapılan bütün mimarî eserler
Roma mimarîsini andırıyordu. Romalıların bu topraklarda ki etkisi çok köklü olmuştur. Ziraî üretim artmış,
altın, gümüş, demir ve kurşun madenleri işletilerek
refah dönemi başlamıştır. Zamanla Roma İmparatorluğu sınırlarını korumakta güçlük çekti. Önemli tehdit
unsurları Cermenler ve Gotlardı. İlerleyen süreçte
Macar, Bulgar, Avar, Peçenekler, Kumanlar ve Moğolların saldırılarına maruz kaldılar. Slav, Macar ve Bulgarlar
bu istilalar karşısında yerleşmeyi tercih eden tek kavimler olmuşlardır. Bu işgaller Balkan Halkının yerel tarihinde önemli değişiklikleri oluşturmuştur.
BULGARLAR: Bunlar orijinal isimlerini Turanlardan
almışlardır. Bulgarlar Bizans için Balkanlardan gelen
önemli bir tehlike olmuşlardır. Daha sonra Hazarlara
yenilerek göç eden Bulgarlar Tuna'nın ağzına yakın bir
yere gelmişlerdir. Topraklarını genişletmişlerdir. Slavlar
ve Bulgarlar pagandı ve bir süre sonra 9. yüzyılda
asimilâsyona uğrayan nüfusun tamamı Slavca konuşan
ve Hıristiyan olan insanlardan oluştu. Bulgar Kilisesi
İstanbul da ki Patriklik ve Ortodoks dünyası ile irtibat
halinde idi. Bulgaristan Slav Kültürünün merkezi
olmuştur. Ortaya çıkarılan Kiril alfabesi Slav kültürünün
126
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
ve Slav Ortodoks kilisesinin dilini oluşturmuştur.
Bulgarlar, Sırplar ve Ruslar daha sonra bu Kiril Alfabesini
benimsediler.
Zamanla Bulgaristan Balkanların en güçlü devleti
haline geldi.
Fakat bu durum uzun süre devam etmedi zamanla
Sırbistan Bulgar topraklarını egemenliği altına aldı.
SLAVLAR: Bir Hint Avrupa Irkıdırlar. 6. ve 7. yüzyılda
Tuna ırmağını geçerek Balkan yarımadasının büyük bir
bölümüne yerleşmişlerdir. Avarların etkisi altında
kaldılar. Daha sonra bu topraklarda yerleşip köylü
toplulukları oluşturdular. Böylece Bulgar, Sırp, Hırvat ve
Sloven devletlerinin Orta çağda ki temelleri atılmış
oldu. Bunların konuştukları dil Latince ile ilişkili modern
Rumenceye yakın bir dildir. İstanbul' a kadar gelmişler
fakat alamamışlardır. Bizans ile daha sonra savaşmak
zorunda kalmışlardır.
SIRBİSTAN: Balkanlara 7. yüzyılda gelmişlerdir. Slav
kökenlidirler.
9. yüzyıl'ın ikinci yarısında Hıristiyanlığı benimseyip
Ortodoks olmuşlardır. Sırpların çoğu 8. yüzyıldan
12. yüzyıla kadar Bulgarların ve Bizanslıların hâkimiyeti
altında ki topraklarda yaşamışlardır. Zamanla Karadağ
ve Raşka olmak üzere iki devlet olarak kurulmuştur. Sırp
krallığının yükselişi NEMANYA Hanedanı ile başlar.
Zamanla Bulgar ve Bizans topraklarının çöküşü
Sırpların topraklarını genişletmelerine imkân sağlamıştır. Sırp siyasi merkezi Raş'tan Priştine Prizren ve
Üsküp' e kadar genişlemiştir. Böylece Sırbistan
Duşan'ın yönetiminde Adriyatik'ten Ege'ye kadar uzanan toprakları ile Balkanların önde gelen gücü olmuştur. Fakat iç topraklarda siyasi bir birlik yoktu ve zamanla entrikalar ve dış baskılarla gücünü koruyamadı
ve 1371 ' de Nemanya hanedanı sona erdi. Topraklar
bölündü.
TUNA'nın kuzeyi Macaristan Eflak ve Boğdan da önemli
olaylar gelişiyordu. Bir çok istilalar yaşandı. Gotlar,
Avarlar, Bulgarlar, Slavlar ve Tatarlar bu yolu kullandılar.
Macaristan tarihinin en önemli bağları Batı ile olmuştur.
BALKANLAR'DA OSMANLI FETHİ
13. yüzyıl 'ın sonunda bir kısım Türkler Anadolu'nun
kuzeybatısında Marmara denizine yakın bir yerde
yerleşti. Bunlar Osmanlılardı. İlk fetihlerini Balkanlara
yapan bu topluluk kısa zamanda hızla topraklarını
geliştirdiler. 1354 yılında ele geçirdikleri Gelibolu
Osmanlıların Avrupa da ki ilk şehir merkezini oluştur-
SAYI 17 - 18
muştur. 1338 den 1453' e kadar olan süreçte İngilizler
ve Fransızlar büyük ölçüde güçlerini yitirdiler. Roma da
ki kilise iç çatışmalar yüzünden gücünü kaybetti. Venedik ve Ceneviz ise birbiri ile savaş halinde idi. Batıda ki
zayıflık ve bölünmüşlük Balkanlarda etkisini gösterdi.
Her bir Balkan devletleri kendi iç sorunları ile birbirinden uzaklaşmıştı. Bizans ise eski gücünü kaybettiği için
doğudan gelen saldırılara karşı koyacak güçte değildi.
Osmanlı'nın ilerleyişinde güçlü devlet adamlarının ve
bu devlet adamlarının topraklarına toprak katması
etkili olmuştur.
I. Murat önce Edirne'yi aldı (1360), daha sonra Meriç
nehri üzerinde, Çirmen muharebesinin ardından
Bulgaristan, Makedonya ve Güney Sırbistan topraklarını ele geçirdi. Daha sonra Sofya, Selanik ve Niş alındı.
Osmanlılar bu topraklarda bazı prenslikleri vergi ödemek ve askeri yardımda bulunmak koşulu ile yerinde
bıraktılar. Böylece Sultanlar gerçekleştirdikleri seferlerde ülkelerine düzenli olarak gelir elde ettiler. Diğer
bölgeler ve önemli merkezler Osmanlıların doğrudan
yönetimine girdi. Balkanların geleceğini daha çok
Meriç'te elde edilen başarı göstermişse de I. Kosova
savaşı destansı ve efsanevi bir nitelik kazanmıştır.
Sırpların lideri Lazar ve Osmanlıların hükümdarı Sultan
Murat bu savaşta ölmüştür. Daha sonra Yıldırım
Beyazid döneminde fetihler devam etmiştir.
Eflak Osmanlı'nın yönetimi altına girmiştir. 1444 Varna
savaşı ile Osmanlıların Balkanlardaki ilerlemesi durdurulmak istenmiş fakat Hristiyanlar yenilgiye uğramıştır.
Bu son Haçlı seferi olmuştur. Fatih Sultan Mehmet
büyük başarı elde etti. İstanbul'un fethinden sonra
II. Mehmet Balkanlarda sınırlarını genişletmeyi başardı.
Bosna şehirleri ile kırsal bölgeler İslami kültürün merkezi oldu. Sayıca Hıristiyan nüfustan daha az olan Müslüman nüfus kısa sürede bölgeye hâkim duruma geldi.
Osmanlı gücünün doruğuna Kanuni döneminde ulaştı.
Onun döneminde Osmanlı Asya, Avrupa ve Afrika'nın
büyük bölümüne hâkim oldu.. Avrupa da ki siyasal durum ve Habsburg hanedanlığının durumu Osmanlının
ilerlemesinde etkin oldu.
127
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Muhteşem Süleyman Balkanlarda bir düzine seferler
başlattı. 1521' de stratejik açıdan önemli olan Belgrad
alındı. En önemli zafer Mohaç 'ta elde edildi. Bu zafer
önemli siyasal sonuçları doğurdu. İlerleyen süreçte
Erdel dâhil olmak üzere Macar topraklarının büyük bir
bölümü ele geçirildi. Habsburg kralları Osmanlı idaresi
altında olamayan Macar topraklarını idare etmeye
başladılar. Fakat Osmanlıların Avrupa da ki ilerleyişleri
devam etmedi Osmanlı orduları 1529 da yaptıkları
seferde Viyana' yı alamadılar. Bu olaydan sonra
Osmanlıların batıda ki ilerleyişleri durdu.
AYAKLANMALAR: Balkan yarımadasının içlerinde ve
kuzey sınırlarında direnişler başladı. En önemlisi II.
Murad döneminde (1421-1451) döneminde Arnavutlukta başlatıldı. Arnavutluğun oluşturduğu bu direnişe
İtalyan devletleri ve papalık yardım ediyordu. İtalyan
Arnavutları gelecekte ki ulusal harekete öncülük
etmişlerdir.
Uzun süren Osmanlı hâkimiyeti Balkan tarihinde belirleyici bir rol oynamıştır. Habsburg hanedanlığını saymaz isek Balkan topraklarının büyük bir kısmı Osmanlı
idaresinde idi. Ortodoks Hıristiyanlar arasında sadece
Ruslar bağımsızdı. Osmanlı hâkimiyetinin en belirgin
etkisi gelecekte buralarda eski yöneticilerin ve yönetimlerin ortadan kalkmasıdır. Zamanla bu topluluklar
Osmanlının güçlü yönetimleri ile yönetilmişlerdir.
18. YÜZYIL OSMANLI İDARESİ DÖNEMİNDE
BALKAN HIRİSTİYANLARI
I8. yüzyıl başlarında dünyada birçok değişiklikler meydana gelmesine rağmen Osmanlı Kanuni döneminde
ki konumunu büyük ölçüde korudu. Osmanlı Devlet
sistemi cihad kavramı üzerine kurulu idi. Amacı İslam
topraklarını genişletip diğer taraftan savunma mekanizmasını güçlendirmekti. Bu kavrama göre dünya
müminlerin hâkimiyet alanı içinde yer alan iki görüşten
ibaretti. Biri hâkimiyet alanı olarak darülislam. Diğeri ise
savaş alanı olarak darülharp idi. Buna göre hükümdarın
görevi İslam yönetimini dünya üzerinde mümkün
olabildiği kadar yaymaktı. Fethedilen yerlerde halkların
zarar görmeden İslami açıdan hâkimiyet alanının içine
SAYI 17 - 18
alınması idi. Sonuç olarak bölge halkı karşı koymadan
teslim olursa ve eğer isterlerse dinlerini değiştirmeyebilirler ve bulundukları siyasal konumlarını içte koruyabilirlerdi.
Karşı koyarlarsa mallarına el konulabilir ya da esir
alınabilirlerdi. İslam'ı seçtikleri takdirde iyi davranılırdı.
Fakat asla zorlama olmazdı.
Toplumsal adaletin sağlanması Osmanlı devletinin
temelini oluşturmakta idi. Dolayısı ile kanunlar ve bunların dengeli bir şekilde uygulanması çok önemli idi. Bu
bölgelerden devşirme usulü ile çocuklar alınır zeki ve
yetenekli olanlar çok kapsamlı bir şekilde yetiştirilmek
üzere payitaht ta kalırlardı. Özellikle Bosnalı Müslümanlar çocuklarının bu sisteme tabi tutulmasını istemişlerdir. Kendilerini İslam'a adamış olan bu topluluk
özellikle 17. yüzyıla kadar Osmanlı ordularının zaferlerinin sorumlusu olmuşlar ve en önemli askeri gücü
oluşturmuşlardır.
GÜÇLÜ DÜZENİN ÇÖKÜŞÜ
İmparatorluğun güçlü yönetimi 18. yüzyıla kadar
devam etti. Osmanlı Hükümetinin devamı güçlü, zeki
ve yetenekli devlet adamları ile güçlü bir orduya bağlı
idi. Zamanla Devlet eski gücünü kaybetti. İç kargaşalar
ve bağlı prensliklerde, beyliklerde çıkan isyanlar
Osmanlının gücünün etkisinin giderek azalmasına
neden oldu. Ayrıca 16. yüzyıldan başlayarak 17. yüzyıla
kadar devam eden süreçte enflasyon olayı etkin oldu.
Asya'nın büyük ticaret yollarının İngilizlerin ve
Felemenklerin etkin olduğu Atlantik'e kayması da
Osmanlı'yı zor durumda bırakmıştır. Toprak düzeninin
de bozulmuş olması da Osmanlı'lar açısından olumsuz
sonuçlar doğurmuştur. Ayrıca askerlerin birtakım
haklar elde ederek evlenmeye başlamaları ve ticaretle
uğraşmaları sonucunda yeni seferlere katılma
konusunda isteksizlik yaşanmıştır. Ve artık seferlerden
zaferlerle dönülmemeye başlanmıştır. Bütün bunlar
Osmanlı'nın her yanda olduğu gibi özellikle Balkanlarda eski gücünü kaybetmesine neden olmuştur.
YUNANLILAR: 18. yüzyıla gelindiğinde Balkan Hıristiyan toplulukları içinde en iyi konumda olan milletler
içerisinde Yunanlıların olduğunu görüyoruz. Yunalılar
Osmanlı hükümeti ile ticarî ilişkileri olan topluluklardı.
Ayrıca Yunan köylüleri hayvancılık ve topraklarını
işleme konusunda kendi kendisinden sorumlu idi.
Yunanlılar yoğun olarak; Mora'da Ege adalarında
Rumeli'de ve Teselya'da yaşıyorlardı. Dağlık ve tepelik
arazilerde oturanlar topraklarını özel bir mülkiyet gibi
kullanmakta idiler. Adalarda ve diğer bölgelerde
yaşayan Yunanlılar yerleşmiş olan yerel cemaat
sistemini uyguluyorlardı. Bu cemaat hükümeti gelenekçi ve muhafazakârdı. Bu yönetim Osmanlı idaresi
için temel bir dayanma noktası idi.
128
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SIRP İSYANI
Padişah III. Selim. Sırp topraklarında ki topluluklara
benzer isyanların çıkmaması için bir takım haklar vermişti. Bu konu ile ilgili fermanlar yayınlandı. Sırplar
kendi vergilerini toplayacak. Milis güçler oluşturabilecek ve silah taşıyabileceklerdi. Fakat yeniçerilerin
sorumsuzca hareketleri Sırp sorununun ortaya çıkmasında etkin olmuştur. 1797 Baharında yeniçeriler
Osmanlı otoritesine baş kaldırarak Belgrad'a saldırdılar.
Belgrad paşası Hacı Mustafa'nın görevi isyan çıkaran
yeniçeri tehlikesini ortadan kaldırmak; Hıristiyanları
yatıştırmaktı. Tahminen Rum kökenli paşa Sırplara karşı
olumlu bir tavır izlemiştir.
Balkan topraklarında ilk isyan Sırbistan da çıkmıştır.
Napolyon ve Çar Osmanlı topraklarını aralarında paylaşmak istemişlerdir. II. Mahmut döneminde de Sırp
isyanları devam etmiştir. 1804'de Kara Yorgi'nin başkanlığında ayaklanmışlardır.
1806-1812'de Osmanlı-Rus savaşı sonunda Ruslarla
imzalanan Bükreş ant. İle Sırplara bazı haklar verildi.
1828-1829'da Osmanlı-Rus savaşı sonunda Ruslarla
imzalanan Edirne ant. İle Sırplara özerklik tanındı.
1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonunda İmzalanan
Ayestefanos ve Berlin ant. İle Sırbistan tam bağımsız
oldu.
Sırp isyanının asıl nedenleri arasında gösterebileceğimiz Rusya'nın Balkanlarda izledikleri Panslavizm
politikasıdır. Ayrıca Fransa da gelişen ve tüm dünyayı
etkileyen milliyetçilik hareketleridir. Bütün bunların
dışında konunun başında belirttiğimiz gibi Sırp topraklarının bir savaş alanı haline gelmesi ve yeniçerilerin
sorumsuz davranışlarıdır.
YUNAN İSYANI
Kendi içinde geniş imkânlara sahip olan Yunanlılar
Avrupa da gelişen milliyetçilik hareketlerinden etkilendiler. Ayrıca Tepedelenli Ali Paşa'nın batı Balkanlar
da ki asiler ile birleşmesi ve yabancı hükümetlerle
Osmanlılar aleyhine iş birliği kurması burada ki hareketleri de Osmanlılar aleyhine tetikledi. Yunan desteğini elde edeceğini düşünerek Etniki Eterya ile bağlantıya geçti . Büyük ölçüde kontrolünde ki köylerden destek sağladı. II. Mahmut bu durum karşısında onun ortadan kaldırılmasına karar verdi.
Ve 1821'de Mora da isyan çıktı. Kırsal kesimde kontrol
biraz önce anlattığımız gibi yerli Yunan halkının elinde
idi. Tahminlere göre Mora'da yaşayan 40.000. Müslüman'dan 15. 000'i öldürüldü. 1822'de binlerce insanın
öldüğü Sakız katliamı Avrupa'nın dikkatini çekti. Hıristi-
SAYI 17 - 18
yan vahşeti görmezden gelindi. 1822 Ocak ayında
Tepedelenli Ali Paşa yakalandı ve idam edildi. Osmanlı
güçleri isyanları bastırdı. Asilere yardım konusunda
Yunanlılar denizcilikte bir hayli ileri oldukları için korsan
gemiciler etkin konumda idiler. Bu durumda Osmanlı
donanması zayıftı. Bu yüzden Osmanlıların tek saldırı
alanı kara yolu idi. Edirne'den ordular yola çıktı. Savaş
mevsiminin kısa oluşu ve yolun çok uzun oluşu Osmanlıların aleyhine bir durum idi. Yunan gerilla savaşçıları
savaşa düzenli ordu ile değil tek tek çeteler halinde
girerek akıllıca davranmışlardı. 1829'da Yunanistan
Edirne Antlaşması ile bağımsızlığını kazandı. Bu süreçte Rusya Osmanlı Devleti ile ilgili Balkanlarda izlediği
politikalar gereği Ortodoks halkların hakları ile ilgili bir
çok antlaşmalar imzalamıştı. Amacı Balkanlarda ki hâkimiyet alanlarını genişleterek nüfuz sahibi olabilmek ve
Karadeniz'den boğazlar vasıtası ile sıcak denizlere
inmeyi sağlama politikasını gerçekleştirme çabaları idi.
Bu amaçla Balkanlarda Rus yanlısı devletler kurmak istiyordu. Bu nedenle Balkanlarda ki isyanları desteklemiştir.
Diğer taraftan İngiltere yunan isyancılarına destek
verme konusunda bazı nedenlerden dolayı etki altında
kalmıştır. Bunda antik Yunan felsefesinin ve kültürünün
önemli bir yeri vardı. Çünkü Avrupa Devletleri
kültürlerinin temelini Antik Yunan Felsefesine
bağlıyorlardı. Ve kendilerini bu kültürün atalarının
torunları olarak görüyorlardı. Osmanlı birlikleri ise
masum ve medeni insanlara vahşet uygulayanlar
olarak görülüyorlardı. İngiltere'nin bu soruna dâhil
olması için haklı nedenleri vardı. Rusya'nın burada tek
başına bir güç olmasını istemiyordu. Ayrıca Akdeniz
ticareti bu olaylar nedeni ile zarar görmüştü. 1824'de
İngiltere'den Yunanistan'a borç paralar gelmeye başladı. Fransa kralı X. Charles birYunan hayranı idi. Bu durumda Fransa Akdeniz meselesinde dışlanmayı kabul
edemeyecekti. Bütün bu şartlarda Osmanlı Hükümeti
çok güçsüz kalmıştı. Bahsettiğimiz gibi yunan
ayaklanmasının en etkin nedeni Rusya'nın izlediği politikalar ve Fransa da ki milliyetçilik hareketleridir. Diğer
taraftan Rumlar ülkelerini Türklerin elinden alıp Bizans
imparatorluğunu yeniden kurmaktı. Buna "Megali
İdea" deniyordu. Bu büyük YUNAN hayali idi. Merkezi
İstanbul da bulunan Etniki Eterya adlı cemiyetin başlattığı ayaklanma ile isyan başlamıştır. 1814'de. Eflak ve
Boğdan'ın ardından Mora'da ayaklanmalar başlamıştır.
Kısa sürede gelişen bu ayaklanmalar Ege adalarına
kadar sıçradı. Osmanlı hükümeti isyanın bastırılması
için Kavalalı Mehmet Ali paşadan yardım istedi. Mehmet Ali Paşa buna karşılık Girit ve Mora'nın valiliklerini
istedi. İbrahim paşa isyanı bastırdı. Osmanlı Devleti
yabancıların bu işe karışmalarını engellemek amacı ile
7 Ekim 1826'da Akkerman antlaşmasını imzaladı.
129
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Bu antlaşma Balkanlarla ilgili gibi gözükse de aslında
Balkanlarda Ruslara bazı imtiyazlar verdiği açıktı. Ayrıca
Ruslara boğazlardan ticaret gemilerinin geçiş hakkını
da veriyordu. Fakat boğazlarda ve doğu Akdeniz de
güçlü bir Rusya'yı İngiltere istemiyordu. Onlara göre
gücü zayıflamış zararsız bir Osmanlı Devleti çıkarları
için daha uygundu. Bu nedenle antlaşmanın şartlarını
benimsemedi. İngiltere'nin de araya girmesi ile
1829'da imzalanan Edirne ant. İle bağımsız oldu.
1830'da imzalanan Londra antlaşması ile bağımsızlığı
resmen tanındı.
Avusturya'nın karışması ile geri çağrıldı. Bunun sonucunda çok başarılı bir sefer sona ermiş oldu. Altmışlı
yıllarda Topal Osman Paşa iç işlerini düzeltmeye çalıştı.
Novri'den, Banya Luka'ya kadar uzanan demir yolu
hizmete girdi. Okullar ve Yolar yaptırdı. Bütün bunlara
rağmen Bosna ve Hersek yine de Balkanlarda geri
kalmış bölgeler arasında yerini koruyordu. Bosna sınır
bölgesi olduğu için Müslüman ve Hıristiyan her iki
grubunda sınır boylarında bağlantıları vardı. Bosna da
ki hâkim Katolik Kurumu olan Fransisken tarikatının
Hırvat toplumunda ki etkisi çok önemli idi. Diğer
taraftan Sırp nüfusun Ortodoks bağlılıkları çok güçlü
idi. Eski Sırbistan toprakları ve Yeni Pazar Sancağı ele
geçirildiğinde büyük ölçüde geniş topraklara sahip bir
Sırp devleti kurulacaktı. 1840'dan itibaren Sırp liderler
gözlerini Batı'ya yöneltmişlerdir. Karadağ ise deniz
ulaşımını Arnavutluk ve Hersek üzerinden gerçekleştirmek istiyordu. Sırp hedefi toplumsal değil milli idi.
Garaşanin'in memurları eyaletlerin Sırbistan ile birleşmesini istiyorlardı. Radikal bir tarım reformu istemiyorlardı. Fakat bütün reformlara rağmen halkın şartları
çok kötü idi. Müslüman ve Hıristiyan köylüler üzerinde
çok ağır sorumluluklar vardı. Toprakları işleyenlerin
aynı milletten olmaları ve aynı dili konuşmaları da
problemleri çözmüyordu.
BOSNA ve HERSEK
Yüzyıllar boyunca süren olumsuz şartlar nedeni ile
köylüler ayaklanmışlardı. Fakat bu ayaklanmalar
merkezi hükümete değil yerel istismarlara karşı idi.
Yüksek vergiler ve vergi toplamada ki usulsüzlükler
isyanların nedenlerini oluşturmuştur. 1851'de Osmanlı
hükümeti birtakım
19. yüzyıl da Osmanlı Devleti, Bosna ve Hersek de daha
önce karşılaştığı sorunlarla yeniden karşılaşıyordu.
Müslüman unsur halkın üçte birini oluşturuyordu.
Bölgeye hâkim bir durumda idi. Büyük bir kısmının
kullandığı dil Hırvatça ve Sırpça idi. Halkın büyük bir
çoğunluğunun kökeni Slav'dı. Diğer Müslümanlar
Bosna'ya yeniçeri, sipahi, ya da devlet memuru olarak
gelmişlerdi. Bunların bir kısmının etnik kökenleri faklı
idi. Habsburg kontrolüne geçen Macar topraklarından
mülteci olarak gelmişlerdi. 18. yüzyıl da Bosna askeri
güç ile merkezi hükümet arasında ihtilaf meydana
geldi. Bosna da ki Müslüman hâkimiyetine rağmen
Babıâli bu bölgeye muhaliflere karşı tam bir destek
alma noktasında güvenemiyordu. Osmanlı, Sırp isyanı
sırasında Darendeli Ali Paşa'nın vezirliği sırasında destek alamamıştı. Bir süre sonra Saraybosna'da yeniçeriler
ayaklandılar.
Bosna ve Hersek için seçimle iş başına gelen bir yönetim istiyorlardı. Hersek Bosna'dan ayrıldı. 1834'de Bosna'ya yeni bir yönetim getirildi. Eyalet altı sancağa, kırk
iki nahiyeye ve birçok mahalli idareye bölünmüştü.
1847 den 1850 yılına kadar devam eden süreçte Tahir
Paşanın vezirliği sırasında liderler tekrar isyan ettiler.
Osmanlı Devleti Ömer Paşayı isyanı bastırması için
gönderdi. Ömer Paşa bölgede ki şartları iyileştirmeye
çalıştı. 1853'de Ömer paşa Karadağ'a saldırdı. Fakat
Kararlar aldı. 1858'de topraklar kayıt altına alındı.
Sınıflanmaya tâbi tutuldu. Köylülerin belli hakları
korumaya alındı. Fakat bütün bu işlemler yeterli
olmadı. Köylüler kendi sıkıntılarını anlatan dilekçelerini
Babıâli'ye ve yabancı misyonlara gönderiyorlardı.
1856'da imzalanan Paris ant. ile Avrupalı güçler kendilerini Hıristiyanların hamisi ve garantörü olarak kabul
ettiler. Bunun anlamı hiçbir zaman gerçek mana da
anlaşılamadı. Anlaşılan o ki Balkan Hıristiyanlarının
lehine bir durum olduğu idi. 1875 yazında Hersek te bir
isyan başladı. Ve kısa sürede Bosna'ya ulaştı. Asıl neden
toprak sahipleri ile köylüler arasında ki anlaşmazlıklardı. Bu olay ile Doğu sorunu yeniden çıkacak ve bir
başkaTürk-Rus savaşına neden olacaktı.
Kırım savaşından sonra gittikçe önem kazanan Panslav
hareket bütün Slav halklarını Osmanlı ve Habsburg
hanedanlığı yönetiminden kurtarmak ve Rusya'nın
liderliğinde bir organizasyon meydana getirmekti. Ana
temaları ise Ortodoks Slavları idi. Dış işlerde Osmanlılardan çok Habsburg hanedanı karşıtı olma durumunda idiler. İstanbul'a giden yolun Viyana'dan geçtiğini kabul ediyorlardı.
130
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
1858'de Moskova da kurulan ve diğer şehirlerde
şubeleri açılan bu hayır cemiyeti hareketin asıl
merkezini oluşturuyordu. Panslav fikirler 1870'ler de
Rus toplumunun büyük bir kesiminde etkin olmuştu.
Birleşik bir Alman gücünün ortaya çıkması ile Alman
birliği güçlenmişti. Böyle bir dönemde milli gücün
zayıfladığı süreçte Rusya'nın ortaya koyduğu Panslav
fikirler Avrupa 'da değer bulmuştu. İmparatoriçe ve III.
Aleksandr bu hareketi destekliyordu. Gerçekte bu
hareket bir hevesten başka bir şey değildi. Fakat bu
hareket Balkanlarda ki krizi etkin hale getirmişti.
Osmanlı Devleti Bosna ve Hersek'teki isyanı
bastıramayınca üç ittifak üyelerine başvurdu. 1875
Aralık ayında üç devlet anlaşma yeri olarak Andrassy
Notası olarak bilinen reform önerisini takdim etti. Fakat
Babıâli buna karşı çıktı. 1876'Berlin Memorandumu
sunuldu. Bu sefer de Osmanlı Devleti kabul etmedi. Bu
sırada gelişen Bulgar isyanı ile bunu takip eden olaylar
sonucunda soykırımlar ile kriz giderek büyüdü.
İstanbul da ki siyasal durumda hiç iyi değildi. Sonuçta
muhafazakârlar ile liberaller birleşerek Abdülaziz'i
Mayıs ayı sonunda tahttan indirdiler. Yerine V. Murat
tahta geçti. Çevresinde gelişen olaylar nedeni ile
V. Murat'ın ruh sağlığı bozulmuştu. Osmanlı'nın bu
zayıf döneminde Balkanlarda durum giderek daha da
kötüleşiyordu. Başka ülkelerin baskıları Sırp ve Karadağ
hükümetlerini Balkanlarda ki Osmanlı aleyhine işleyen
durumdan yararlanmaları konusunda onları baskı
altına aldı. Rusların da bu konuda ki baskıları açıktı.
Sonuçta Sırbistan ve Karadağ Babıâli ile savaşa girdi.
Karadağ ordusu az da olsa başarı sağladı. Fakat
Sırbistan için aynı şeyi söylemek imkânsızdı. Onlara
yardım eden Rus gönüllüleri arasında çok az eğitimli
asker vardı. Buna karşılık reformlar ve yeni teçhizatla
donatılmış Osmanlı ordusu daha güçlü idi. Ve Osmanlı
ordusu zaferler kazandı. Kriz konusunda devletler
karşılıklı çıkarları doğrultusunda anlaşmaya vardılar.
Osmanlı kazandığı takdirde toprak konumunun aynen
korunmasını kararlaştırdılar. Eğer Balkan devletleri
kazanırsa Osmanlı toprakları paylaştırılacaktı. Fakat
büyük bir Slav Devleti kurulmayacaktı. Sırbistan ve
Karadağ'ın toprakları biraz genişleyecek Yunanistan
Girit ve Teselya'yı alacaktı. Geriye kalan Osmanlı top-
SAYI 17 - 18
rakları büyüklükleri belli olmayan üç özerk devlete
bölünecekti. Bunlar; Rumeli, Bulgaristan ve Arnavutluk
idi. İstanbul serbest şehir olacaktı. Rusya Besarabya'yı
geri alacaktı. Rus sınırları Kafkasya'ya kadar genişleyecekti. Avusturya-Macaristan ise Bosna ve Hersek'te
bazı imtiyazlar elde edecekti.
Alınan bu kararlar iki hükümeti daha sonra anlaşmazlığa düşürdü. Habsburg temsilcileri Bosna ve Hersek'in
topraklarında ilhak ve karar hakkının kendilerine ait
olduğunu söylediler. Rus hükümeti ise Bosna'nın kuzey
batısında küçük bir bölge olan Dalmaçya'ya yakın Türk
Hırvatistanı'ınViyana'ya verildiğini söylüyorlardı. Bütün
bunlardan sonra Sırbistan'ın toprak konusunda istekleri kabul edilmediği anlaşılıyordu. İki Balkan Devleti'nin mağlup olacağı anlaşılınca hem İngiltere de hem
de Rusya'da Osmanlılara karşı bu iki hükümetin tutumunu değiştirecek güçlü bir kamuoyu tepkisi olduğu
anlaşıldı. Aralık ayında 1876'da İstanbul'da büyük
devletlerin temsilcileri çözüm bulabilmek amacı ile
toplandılar. Önerilerini Babıâli'ye sundular. Fakat
Osmanlı hükümeti bütün Osmanlı tebaasına eşit haklar
verme konusunda bir anayasa hazırlayıp yabancı
güçlerin kendi iç işlerine karışmalarını engellemeye
çalışıyordu. Müzakereler başarısızlıkla sonuçlandı. Rus
liderler savaş ihtimalini düşünmeye başladılar. 24 Nisan
da Rus birlikleri Prut nehrini geçti. Osmanlı donanması
Karadeniz de üstünlük sağladı. Bulgar gönüllüleri Rus
birliklerine katıldılar. Savaşın kolay kazanılmayacağı bir
gerçekti. Osmanlılar Plevne'yi kahramanca savundular.
Balkan hükümetleri ise Rusya'dan gücünün üstünde
para ve asker yardımı istiyorlardı.
Savaşın sonucunu değerlendirirsek; Rusya'nın ilk saldırısı başarısızlıkla sonuçlandı. Karadağ Babıâli ile savaş
halinde idi. Sırbistan mart ayında barış imzalamıştı.
Yunanistan tarafsızdı. Rumenler ise en karmaşık durumda olandı.
Bu dönemin Rumen politikası liberal devlet adamlarının işbirliği ile şekil kazanıyordu. Rumen birlikleri
Osmanlıların Plevne zaferinden sonra katılacaktı.
Sırpların bu durumda karar vermeleri çok zordu. Çünkü
önceki savaşta ülke harap olmuştu. Sırpların daha önce
talep ettikleri Üsküp ve Niş gibi bölgeler Bulgar yetkililere verilmişti. Bütün bu nedenlerden dolayı Sırplar
barış elde edildiğinde ülkelerini savaşa sokmadan
alacakları mali yardımı düşünüyorlardı. Yunan hükümeti ise daha zor durumda idi. Yunanlılar açısından
daha fazla toprak elde etme imkânı çıkmış, İngilizler ise
Yunanlıları engellemek için baskı yapmaya başlamışlardı. En kötüsü ise Rus desteğinin Bulgarlara ve
Balkan Slavlarına kayma ihtimali idi. İngiliz, Yunan,
Habsburg ve Rumen hükümetleri de Büyük Slav Devleti'nin kurulmasını istemiyorlardı. Ayrıca savaş için
olumlu bir kamuoyu da vardı. 1878'de Yunan Birlikleri
Osmanlı topraklarına girdi. Rus kuvvetleri zor ilerleyişine devam ederek Plevne 'yi almış ve İstanbul'a doğru hareket'e geçmişti. Her iki devlet Osmanlılar ve
Ruslar barış ant. İmzalamaya karar verdiler.
131
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Bir ön antlaşma olan bu antlaşma yakın doğu 'da ki güç
dengelerini alt üst ediyordu. Bu durum uzun süren bir
kriz döneminin nedeni olmuştur. Büyük devletler için
antlaşmanın en zor kısmı Makedonya'yı, Trakya'nın bir
bölümünü içine alan büyük bir Bulgar devletinin kurulması idi. Ayrıca Rus devletinin iki yıllık bir işgali ve
ardından sürecek iki yıllık bir Rus etkinliği idi. Böylece
Rus askerlerinin de gücü ile İstanbul kuzeyden tehdit
altında tutulacak, Makedonya kontrol altında olacak ve
Bulgaristan en güçlü devlet olacaktı.
Bosna ve Hersek'te ki Habsburg çıkarları gözetilmediği
için büyük bir Slav devleti kurulmuştu. Bu durumu iki
devlet de protesto etti. Bir İngiliz donanması boğazlara
girdi. Sırplar zor durumda kaldı. Aslında Ruslar Sırplara
arkalarında Viyana desteğinin olmasını söylemişlerdi.
Avusturya-Macaristan'a Bosna Hersek konusunda
isteklerinin göz önüne alınacağı garantisi verildi. Böylece İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Rusya AvusturyaMacaristan İmparatorluğu ve Osmanlı'nın katılımı ile
1878'de Berlin konferansı toplandı. Bu konferansın en
önemli sonucu elinde ki bütün Balkan topraklarını kaybeden Osmanlının kaybettiği bu toprakların paylaşımı
olmuştur. Makedonya Trakya Osmanlı idaresine geri
verilmiştir. Doğu Rumeli ise Osmanlıların atadığı bir
Hıristiyan vali ile yarı özerk bir statü kazanmıştır. Bütün
bunların sonuçlarını değerlendirdiğimizde; Osmanlı
Devleti en büyük kayba uğrayan devletti. Gerçek
galipler İngiltere ve Habsburg monarşisi idi. Kıbrıs'ı ve
Bosna-Hersek'i elde etmişlerdi. İngiltere için bu zafer
doğru gözükse bile Habsburg'un kazanımları kendisine çok ağır yükler getirmekte idi. BosnaHersek'in
nüfusu Sırplar, Hırvatlar ve Müslümanlardan oluşuyor
ve bir milliyetçilik sorunun ortaya çıkmasına neden
oluyordu. I. Dünya savaşının temelinde bu nedenler
yatmaktadır. Berlin kongresini Temmuz 1878'de sona
ermesi Türk Rus savaşı sonucunda ortaya çıkan bölgesel değişimleri sona erdirmedi. Yunan iddiaları ile
yeniden sınırlar çizilecekti. Karadağ, Arnavutluk sınırları
tekrar belirlenecekti. Ve Arnavutlar milli sınırları için
örgütleniyorlardı.
SARAYBOSNA
Saraybosna Bosna Hersek'in başkentidir. 1462'de
kurulmuştur. Mijacka nehri üzerinde yer alır. Tarih boyunca; özellikle fetihten günümüze dek birçok millet
(Sırplar, Hırvatlar, Türkler) farklı dinlere mensup olarak
burada yaşar. Ortodoks, Katolik, Müslüman ve Yahudiler olmak üzere birçok Osmanlı mimarisine rastlamak
mümkündür.
1914'lerin başlarında Balkanlar gayet sakin gözüküyordu. İki yıllık bir çatışma döneminden sonra galip ve
ya yenik devletlerin hiçbirisinde yeni bir savaşı göze
alacak güç yoktu. Diplomatik açıdan da her şey kendi
olağanlığında idi. Savunma amaçlı ve kıtada ki
yönetimi korumaya yönelik bir üçlü ittifak ve üçlü
antant söz konusu idi. Üçlü ittifak sisteminde İtalya'nın
eski bağlılığı giderek azalıyordu. İngiltere ve Rusya'nın
hâkim oldukları alanlar içerisinde İran hâkimiyeti ile
ilgili olarak büyüyen çatışma
Antant güçlerinin zayıflamasına neden oldu. Kıtada
bulunan diğer hükümet olan Almanya ise en önemli
askeri bir güçtü. Bütün bunlara rağmen dünya sömürge siyasetine hâkim olan sadece Fransa ve İngiltere idi.
Bütün bunları değerlendirdiğimizde Rus Çarlık rejiminin devrilişi Habsburg ve Osmanlı hanedanlıklarının
çöküşü dünya da büyük değişikliklere neden olmuş ve
çok önemli ve yıkıcı bir ikinci savaşın çıkmasının nedeni
sayılmıştır. Çıkan isyanlar sonucunda Trakya ve Makedonya'nın ayrılması Arnavutluğun kurulmasından
sonra Balkan ulusları Osmanlı idaresini devirmişlerdi.
Osmanlı'nın Avrupa'dan çıkarılmasından sonra en
önemli sorun monarşinin güneyinde bulunan Slav
sakinlerini Hırvatları, Sırpları, Slovenleri özelliklede
bunların Sırp devleti ile ve ikili Monarşi'nin merkezi
yönetimleri ile ilişkilerini ilgilendiriyordu. Zamanla iki
görüş ortaya çıktı.
Birincisi: Slovenya, Dalmaçya, Hırvatistan ve BosnaHersek'i içine alan Hırvat toprakları olarak nitelendirdikleri toprakların bir çatı altında toplanmasını istiyorlardı. Amaçları federal bir ilişki ile ama AvusturyaMacaristan toprakları ile eşit ortak olabilecek bir Hırvat
ulus devleti kurabilmekti. Hırvat milliyetçiler Ortodoks
Sırplara karşı düşmanca bir bakış açısı oluşturmuşlardı.
İkincisi ise: Bu dönemde Hırvat politikasında aktif olan
Sırp-Hırvat koalisyonu idi. Partinin bir araya getirdiği
bir bu grubun hiçbir programı yoktu. Fakat Hırvatların
bir imparatorluk fikri içinde işbirliği etmeleri ne Budapeşte'nin ne de Viyana'nın kendi çıkarları için iki ulusu
birbirlerine düşürmelerinin doğru olmadığı görüşü idi.
Koalisyonun monarşi içinde işbirliğine taraf olduğunun
bilinmesinin önemidir. Sırp Krallığı ve monarşinin
önündeki seçenekler daha fazla idi. Buna göre: Sırbistan geçmişteki yolu izleyerek daha büyük bir Sırbistan
inşa edebilirdi. Diğer taraftan ikinci bir görüş olarak;
ulusal ve devrimci programlarla kabul gören Balkan
Federasyonu düşüncesi idi. Diğer taraftan Romanya ve
Yunanistan'ı içine alan daha büyük birlik olabilirdi.
Üçüncüsü ise büyük bir Yugoslavya düşüncesi idi. Bu
da Sırp, Hırvat ve Slovenlerden oluşmaktaydı.
132
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Bu yapının ise merkezi ya da federal olup olmayacağı
konusu kesinlik kazanmamıştı. Bunların içinde en
önemlisi Balkan federasyonu fikri idi. Sırbistan ve
Bulgaristan arasında ki düşmanlık bu dönemde bu iki
devlet arasında birliğin kurulmasını engellemiştir.
Yugoslavya düşüncesi Sırp toplumu içinde özellikle
gençlerden ve entelektüellerden büyük bir destek
alıyordu. Güney Slav toprakları birleşirse eğer büyük bir
güç oluşacaktı. Belgrad öğretmen, yazar ve sanatçıları
bir araya getiren bir kültür merkezi oldu. Ancak bu
görüşü benimseyen eğitimli kesimin azınlıkta olması
nedeni ile hiçbir zaman kesin bir sonuca gidilemedi. Bu
da savaş sonrasında olumsuz sonuçlara neden olacaktı.
Sırbistan'nın büyük çoğunluğu geleneksel milliyetçi idi.
Sırplar kendilerine ait gördükleri yerleri birleştirmek
istemişlerdir. Karadağ'la birleşmek istemişlerdir. Onlar
için ideal olan ortaçağda ki en büyük Sırp hükümdarı
Stefan Duşan'ın elinde bulundurduğu topraklardı.
Anlaşılacağı üzere Balkan milliyetçilik hareketlerinin
çoğunda komplo teorisi vardı. Birçok gizli dernekler
yaygınlık gösterdi. Gayet masumane ve romantik söylemlerle yola çıkan bu hareketler şiddet ve terörün
hedefine ulaşmasını sağlamıştır. Bunlar Bulgar komitaları, Filiki Eterya ve VMRO gibi bazı derneklerdir.
Bunlar gayet başarılı olmuşlardır.
Ayrıca Balkanlarda ki entelektüel gençlik daha radikal
ve siyasi fikirlerden etkileniyordu. Bu radikal gruplar
atalarının oluşturdukları eserlere de saldırıyorlardı.
Bireyselliğe önem veriyorlardı. 1910 ve 1914 yılları arasında Habsburg memurlarına çok etkin şiddet eylemleri oluşturmuşlardır. Bunların içinde Mayıs 1910'da imparator Franz Joseph'e suikast girişiminde bulunmaktı.
Bunu benzer daha birçok suikast olayları takip etti.
I. Dünya savaşından önce Sırpların ulusal hassasiyeti
artmış ve iki önemli derneğin kurulmasına neden
olmuştur.
I. Dünya savaşına neden olan olay herkesçe bilindiği
üzere Avusturya- Macaristan veliahtı'nın Saraybosna'yı
ziyareti sırasında Sırplı bir öğrenci tarafından öldürülmesi olayı idi. Yakalandığı zaman ben bir Sırp kahramanıyım demiştir. Arşidük'ü öldürmeye karar vermişlerdi. Daha sonra güney Slav bölgeleri ile birleştirme düşüncesi olan Trialismus programı ile aynı tutuyorlardı. Fakat bu durum bölgenin Sırbistan'ın eline
geçmesine engel olacaktı. Habsburg hükümeti uluslar
arası ilişkilerde her zaman hassas olmuştur. Habsburg
liderleri suikastın Sırp hükümeti dâhilinde tertip edildiğine inanıyordu. Sırbistan ile savaşın kaçınılmaz
olduğunu düşünüyorlardı. Fakat savaşa karar vermeden önce suikastın Sırp hükümeti ile bir ilgisinin olup
olmadığına kanaat getirmek için Alman müttefiklerine
danıştılar. Fakat ispatlayamadılar. Arşidük'ün öldürülmesi Avrupalı devlet adamları arasında nefrete yol açtı
ve bu olay Avrupa siyasetini sarstı. Hemen harekete
geçilse idi Avusturya- Macaristan hükümeti bu olaydan
duyulan nefretten yararlanabilirlerdi. Mesele uzadıkça
uzatıldı. Sırbistan'ı desteklemek için Rus müdahale-
SAYI 17 - 18
sinden çekiniliyordu.
Geçmişteki Balkan politikalarına baktığımızda
Habsburg ve Rus hükümetinin güçler dengesini gözettiğini görüyoruz. Biri büyük bir fayda, güç sağladığı
zaman diğeri de bu durumu koruyabiliyordu. Bu durumda Sırbistan'ın 1914'de Avusturya tarafından yenilgiye uğratılması bölgede ki diplomatik denge unsurunu tehlikeye sokabilirdi. Diğer taraftan İstanbul da ki
Jön -Türk rejimi Almanya ile anlaşma imzalamak üzere
idi. Eğer Sırbistan Viyana'ya tabii edilirse Rus nüfusunun adadan çıkarılma ihtimali söz konusu idi. Monarşi Rusya ile antlaşmaya varamadı. Kesin antlaşma
hükümlerini müttefiki İtalya ya da danışmadı. 1887'de
üçlü ittifak yeniden gözden geçirildiğinde yakın doğuda statükonun korunmasının imkânsızlığı anlaşıldığında bu iki güç karşılıklı düzenlemelerle değişiklik
yapabilecekleri konusunda anlaşmışlardı. Eğer anlaşmanın şartlarına uyulmaz ise İtalya savaşın başında
tarafsız kalabilecekti. Bütün bunlar Berlin'de yeterince
tartışılmadı. Almanya alınan kararlar ne olursa olsun
Avusturya-Macaristan hükümetini destekleyeceğini
bildirmişti. 23 temmuzda bir ültimatom sunuldu. Fakat
amaç müzakere değil savaştı. Bu nedenle reddedildi.
Belge Avusturya Macaristan karşıtı faaliyetlerin engellenmesini ve bu suikast araştırmasına Habsburg
yetkililerinin katılmasına imkan tanıyordu. Sırp hükümeti be belirtilen son madde hariç diğerlerini kabul
ettiğini bildiriyordu. Habsburg hükümeti ise bütün ilişkileri bitirdi. 26 Temmuz'da savaş başladı. Çar ise istemeden de olsa 29 Temmuz'da savaş ilan etti. İngiltere
ise 4 ağustosta müttefiklerini desteklemek üzere savaşa
girdi.
Böylece 1914'ün ağustos ayında Avrupa Doğu sorunu
ve Balkan ulusal birleşme hareketleri nedeni ile büyük
bir savaş başladı. Savaş için suçlu arayışı bahane olarak
kaldı. Her devlet bu krizde kendi menfaatlerini göz
önünde bulunduruyordu. Ölümcül bir olay daha başka
olayları beraberinde getirmiş savaşa giren devletlerin
hepsini beklemedikleri, ekonomik, askeri ve psikolojik
yönden hazır olmadıkları bir savaşa sürüklemişti.
KIBRIS SORUNU
Yunanistan II. Dünya savaşında kazanan tarafta olmasına rağmen bu durum topraksal anlamda onu pek
tatmin etmedi. Önceleri İtalyanların elinde on iki ada
işgal edilmiş fakat kuzey sınırında uluslar arası anlamda
değişiklikler olmuştu. Arnavutluk ile ilgili görüşler
hayata geçirilemiyordu.
Kuzey sınırı ile ilgili değişiklikler zorlukla gerçekleştirilecekti. Çünkü Yunanistan Avrupa etnik sınırlarına iyice yaklaşmıştı. Kıbrıs adası aslında yunan nüfusu ile
iyice yoğun bir hale getirilmesine karşılık Atina'nın
kontrolünde olmayan tek yer idi. 1950'li yıllarda burada
oluşan olaylar bu bölgeyiYunanistan için çok önemli bir
konum haline getirdi. Aynı zamanda burası savaşın
hem çıkış noktası hem de savaşın kayıp noktası idi.
133
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Yunan politikası gereği kim göreve gelirse gelsin ve dış
politika ne olursa olsun Kıbrıs sorunu önemli idi.
1878'de İngiltere Kıbrıs'ı Osmanlılardan almıştı. Balkanların başka bölgelerinde olduğu gibi iki farklı ulus
farklı yerlerde her birisi kendi uluslarına ait köylerde
yaşamakta idi. Önemli bir mesele de adanın Türkiye'
den 40 mil uzakta oluşu idi. Oysa Yunanistan'a olan
uzaklığı ise beş yüz mil kadardı. Bu durumda adanın
Yunanlılara verilmesine karşılık en büyük korku Türkler
için bu yakınlık dolayısı ile güvenlik ve adada yaşayan
Türklerin geleceği idi. Geçmişte incelendiğinde görülmüştür ki ne zaman Osmanlı'nın terk etmek zorunda
kaldığı topraklarda Hıristiyan yönetimi gelmiş ise
(Balkanlarda)olduğu gibi Müslüman nüfusa yapılan
muamele çok kötü olmuştur. Romanya Ve Bulgaristan
da çok kötü hadiseler yaşanmıştır. Dolayısı ile Kıbrıs ta
da Türklerin bu konu ile ilgili endişelerini azaltacak
hiçbir şey yoktu.
Ada da ki Yunan nüfusu Atina'nın görüşünü desteklemiştir. İngilizlerin adadan çıkarılması ve Yunanistan ile
birleşilmesi için ulusal örgütler kurulmuştur. Ortodoks
kilisesi bu amaç için öncü rol üstlenmiştir. Kıbrıs başpiskoposu Makarios adadaki siyasetin en önde gelen ismi
oldu. Yunan toplumunun lideri haline geldi. Ayni zamanda İngilizleri adadan çıkarma işleminde silahlı birliklerle iş birliği içinde oldu. Diğer önemli gerilla lideri
ise Albay Georgios Grivas idi. Yunanistan da sağcı
X'lerin (Khi) grubunun lideri olarak aktif bir rol oynamıştır. Kıbrıs ulusal örgütü ya da EOKA'nın başkanlığını
yapmıştır. İngiliz hükümet kolonilerle ilgili sorumluluklarını yerine getirmede isteksizdi. Fakat kısa bir zaman
sonra İngilizlerin bu isteksiz tavırlarının ardında bir Akdeniz gücü olma isteklerinin olduğu görüldü. Bu amaçla üslerini Kıbrıs'a kaydırma düşünceleri oluştu. Bu nedenle İngilizler adaya bağımsızlık vermek ve adanın
durumunda bir değişiklik yapmak niyetinde olmadıklarını açıkça belirttiler. B u nedenle Kıbrıs'ın Birleşmiş
M illetlere başvurusu da önemsenmedi.
İsteklerine anlaşmalar ve görüşmeler yolu ile ulaşamayacaklarını gören Yunanlılar terör hareketlerine giriştiler. Grivas bu hareketlerin lideri olmuştur. Bu saldırılar
SAYI 17 - 18
sadece İngilizlere değil adada ki Türklere de uygulanmıştır. Bütün bunların yanı sıra adanın Yunanlılara
verilmesinden başka İngilizleri egemenliği altında
bulunmasını istemeyen Türkiye'den büyük bir tepki
geldi. Kıbrıs ile ilgili tartışmalar iki NATO üyesi arasında
tartışmalara neden olmuştur. Sonuç olarak Doğu
Akdeniz siyasetine iki NATO üyesinden başka Amerika
da dâhil olmuştur.
Kıbrıs ta Yunanlılar Türklere saldırırken Türkiye de de
olaylar çıktı. Ve Türkiye de bulunan Yunanlılar göç
etmeye başladılar. İngiliz hükümeti bu durumdan
rahatsız olarak her iki arasında arabuluculuk görevi
üstlendiler. İngiliz yetkililer 1956 Mart ayında Başpiskopos Makarios'u Seyşel adalarına sürdü. 1957 Nisan
ayına kadar burada kalan Makarios ve 1957'de Yunanistan'a döndü. Bir süre sonra Türk Hükümeti adanın
Yunanistan ile paylaşılma teklifini kabul etti. Atina bu
çözüm önerisini ciddiye almıyordu. Yunanistan ise
adanın tamamına sahip olmak istiyordu. Adada Türk ve
Yunan silahlı birlikleri ile savaş devam ediyordu. Türkiye'den önemli sayıda bölgeye savaşçı asker getirildi.
İngiltere adada ki hâkimiyetinden vaz geçmeye razı
oldu. Fakat bazı şartlar öne sürdü. 1959 yılı başında
Karamanlis Türkiye başbakanı Adnan Menderes ile
Zürih'te görüştü. Burada bir uzlaşmaya varılmak istendi. Yapılan görüşmelerden ne Türkiye'ye ne de Yunanistan'a bağlı olan bir cumhuriyet kararı çıkmadı. Ulusal
dengeyi korumak için çok ince detaylı bir sistem harekete geçirildi. Türk azınlık sayısal anlamda avantaj sahibi oldu. Buna göre Cumhurbaşkanı Yunanlı yardımcısı
ise Türk olacaktı. Memuriyetlerde eşitlik sağlanacaktı.
Elli üyeden oluşan meclisin 35 üyesi Yunanlı geri kalanı
ise Türk olacaktı. 1960 yılı Ağustos ayında Kıbrıs bağımsız bir devlet oldu. Bağımsız devletin Cumhurbaşkanı
Makarios yardımcısı ise Küçük idi. Üç tarafYunan, İngiliz
ve Türk garantörlüğünde olan bu devlet tek taraflı bir
müdahaleye açıktı. Bu üç devlet adanın bölünmezliği
ve Enosis'in gerçekleşmeyeceği konusunda anlaşmaya
vardı.
134
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Fakat bu ılımlı çözüm iki tarafı da memnun etmedi.
Özellikle yunanlıları. Yunanlılar Enosis'i kurma hayallerinden vazgeçmiyorlardı.
maya başladı. Bütün bu göçler sonucunda bir çok köyde sadece küçük nüfus ve yaşlılar kaldı. Buna bağlı olarak kırsal bölgede işgücü alanında açık ortaya çıktı.
Ayrıca bölgede Amerikan varlığına karşı bir tutum
içinde idiler. Karamanlis Amerika'nın elinde oyuncak
olarak gösterildi. B ütün bunlar Amerikan varlığına olan
karşıt görüşü çoğaltıyordu. Amerika taraftarı olanlar
Kıbrıs konusunda Amerika'nın Yunanistan'daha fazla
destek vermesi gerektiğini söylediler. Sonuç olarak
diğer taraftan daha geniş ve daha güçlü olan Türkiye
'nin NATO için önemli bir müttefik olduğu göz ardı
edilmesidir.
Şehirlerde ki nüfus şehir hayatına uyum sağlamada
zorluk çekti. Ayrıca lüks dükkânlarda ki tüketim malları
insanlarda tatminsizlik ve memnuniyetsizlik yarattı.
Sonuç olarak devlete karşı muhalif olma eğilimine
girdiler. Karamanlis bakanlığı diğer sosyalist rejimlerde
olduğu gibi ekonomik şartları daha iyi güvence altına
almak için en iyi koşullar seçme isteğinde idiler. Çözüm
olarak yabancı sermayeyi ülkelerine çekmeye çalıştılar.
Fransız sermayesi ile kurulmuş olan Selanik'te ki petrokimya fabrikası eleştirilerin hedefi olmuştur. Bunlardan
başka girişimleri şüphe ile karşılanan diğer zengin
yunan vatandaşları Aristotelis Onassis gibi.
Amerikan karşıtı duygular sosyalist blok tarafından
Balkanlarda tarafsız bölge oluşturulması teklif edildiğinde ortaya çıktı. 1957 yılında orta ölçekli füzelerin
yerleştirdiği sırada Amerikan karşıtı duygular daha da
yoğunlaştı. Amerika'nın müttefiki olarak kendi topraklarında atom silahına sahip olma tehlikesi Yunanistan'da tartışmalara neden oldu. Bir çok Yunanlı savunma için yapılan harcamaların gereksiz olduğu kanaatine varmıştı. Ayrıca Yunanistan bu süreçte harcamalarının büyük bir kısmını askeri harcamalar için düşünüyordu. Bir süre sonra Amerika'dan gelen kaynak azalmış ve yardımlar kesintiye uğramıştı.
Bu durumda birçok Yunanlı Avrupa ile olan ilişkilerin
daha da güçlendirilmesi gerektiğine inanıyordu. Washington ve Londra ile olan ilişkilerin azaltılmasından
yana idiler. Bunun üzerine Yunan Hükümeti İngiltere'nin daha üye bile olmadığı Avrupa Ekonomik Topluluğuna baş vurdu. Bu dönemde Yunan ekonomisi
endüstriyel anlamda gelişmiş ülkelerle işbirliği içine
girmeye hazırlanıyorlardı.
SOSYALVE EKONOMİK DEĞİŞİKLİKLER
Her şeye rağmen Karamanlis'e ve Kıbrıs meselesi işle
ilgili anlaşmazlıklara karşın Yunanlıların yaşantısında
büyük değişiklikler ve zenginlik giderek artıyordu.
Bütün bu sosyal ve ekonomik değişiklikler hızlı bir değişimin sonucu olarak çeşitli şikâyetleri ve tatminsizlikleri de birlikte getiriyordu. Kırsal ve fakir nüfus göç
ettirildi.
Birçok Yunanlı deniz aşırı ülkelerde özellikle Kanada,
Avustralya ve
Amerika Birleşik Devletlerinde iş bulabilmek için yaşadıkları yerlerden ayrıldılar. Özellikle Batı Almanya da iş
bularak yerleştiler. Bu işçilerin ülkelerine gönderdikleri
paralar ülke ekonomisine önemli ölçüde katkıda bulundu.
Bunun dışında ayrıca ülke içinde kırsal alanlardan kentlere de göç olayı yaşandı. Bunun sonucunda 8. milyonluk Yunanistan nüfusunun dörtte biri başkentte yaşa-
Yabancı sermaye ne kadar az olsa da; yerli sermaye de
her ikisi de soldan gelecek saldırıların ilk hedefleri arasında idiler. Onlara göre ülke yozlaşmış bir hükümetin
yönetiminde idi. Özellikle de Karamanlis rejimi bu tarz
eleştirilerin odak noktası idi. Rüşvet sistemi ise varlığını
devam ettiriyordu. Hükümet ise bütün varlığı ile ekonomiyi korumaya çalışıyordu. Zenginler ile fakirler arasında ki gelir dağılımında ki eşitsizlik ve vergi yükünün
ağırlığının fakirlerin omzunda olması hoşnutsuzluğun
giderek artmasının nedenini oluşturuyordu. Acilen
reformların yapılması gerekiyordu. Özellikle eğitim
alnında yeni düzenlemelere gidilmesi gerekiyordu.
Hükümet uzun bir zamandır iktidarda olan bir rejimin
1960 yıllarda biriktirdiği birçok sorunla karşı karşıya
kaldı. Kıbrıs sorunu ve ekonomik sıkıntılar büyük anlaşmazlıklara neden olmuştur. Muhalefet partisi birçok
sorunun üstesinden gelebilmek için çok çaba sarf etti.
Birçok muhalefet partisi Karamanlis'e karşı idi. 1960'lı
yıllar böylece 1950'li yıllardan farklı olarak birçok siyasal
değişimin yaşandığı yıllar olmuştur.
KARAMANLİSTEKRAR GÖREV BAŞINDA
24 Temmuz 1974'de tekrar görevine başlayan Karamanlis anayasal hükümetin oluşturulması ile ilgili bilgi
verdi. Fakat özgürce hareket etme imkânı yoktu. Askeri
kontrollü bir güç tarafından göreve gelmişti. Bu yüzden
çok dikkat etmeli idi. Bu arada Kıbrıs'ta her şey daha da
kötüye gidiyordu. 23 Temmuz'da geçici bir ateşkes ilan
edildi ise de bu durum uzun sürmedi. Kuzey kesimi
Türklerin elinde idi. Önemli ekonomik kaynaklar burada idi. Makarios eski görevine yeniden getirildi. Bu arada büyük bir göç olayı başladı. Göreve başladığından
beri Karamanlis çok önemli iç ve dış sorunlarla uğraştı.
Yunanlılar Amerika'nın bir kere daha kendilerinden
yana durumu değerlendirmek için adada ki Türk gücüne müdahale etmelerini istiyorlardı. Fakat Türk ordusu
Amerikan silahları ile ilerledikleri için Yunan halkı Amerika'nın samimiyetine inanmadı.
135
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Karamanlis Yunan halkını memnun etmek ve rahatlatmak için Yunan birliklerini NATO'nun askeri kanadından
çekti. Amerikan üslerinin Yunanistan da varlıklarını
değerlendirmek için çalışmaları başlattı. 1974 yılında
devamlı düzen içinde bir hükümetin varlığını oluşturmak için çalışmaların yapılmasına karar verildi. Bunun
içinde aynı yıl içinde kasım ayında seçimlerin yapılması
fikri kabul gördü. Seçimlerin sonucunda monarşinin
geleceği ile ilgili halk oylaması yapılacaktı. Siyaset askeri diktatörlüğün sona ermesi ile birlikte normale döndü.
Ulusal demokratik birlik en sağdaki tek parti idi. Monarşiyi destekliyordu. Karamanlis'in partisi merkez sağda ki
Yeni Demokrasi idi. Bu parti ERE'nin halefi olan bir parti
idi. Bu partinin yeni lideri Georgios Mavros idi. Sol
kanatta ise Panhelen Sosyalist Hareket olan (PASOK)
tarafsız ve sosyalist bir düşünceyi savunuyordu. Bu hareket Andreas Papandreou'nun liderliğinde kurulmuştur.
Aralık ayında monarşi ile ilgili olarak yapılan halk oylamasında halkın %69'u kralın geri gelmesini istemiyordu.
Sonuç olarak tarihi bir geçmişe sahip olan önemli bir
problem çözüme kavuşmuş oldu. Yunanistan cumhuriyet yönetimini kesin olarak kabul ettiğini gösteriyordu.
1975 yılında kurulan yeni anayasa ile Cumhurbaşkanı
geniş yetkilere sahip oldu. Böylece Cumhurbaşkanı
Başbakan dâhil olmak üzere bütün bakanları atayabilir
ya da görevden alabilirdi. Veto hakkını kullanarak meclisi dağıtabilirdi. Karamanlis hükümete çok yakın bir isim
olarak yerini belirlemiş oldu. Yunanistan NATO askeri
birliğine katılmadı ama batı yanlısı bir tavır içinde oldu.
PASOK giderek gücünü artırmaya devam ediyordu.
1977 yılında Karamanlis Yunan siyasi hayatında ki yerini
giderek kaybetmeye başladı. Oylarını %42'ye düşürdü.
Meclisteki 300 sandalyenin 172'sini kazandı. PASOK ise
gittikçe artan gücü ile mecliste 93 sandalye kazanarak
oyların %25'ni elde etmişti. Komünist parti ise bölünmüş olarak varlığını sürdürmeye devam etti.
Özellikle dış meseleler içinde Kıbrıs meselesi çözülmesi
zor bir mesele olarak devam ediyordu. Oysa Amerika ve
NATO'nun müdahaleleri söz konusu iken durum olumsuzluğunu koruyordu. 1977 yılında Makarios'un ölümü
üzerine yerine Spiros Kiprianou geçti. Karamanlis dış
meselelerde başarılı bir yol izlemiştir. Balkan devletlerine ziyaretlerde bulundu. Fakat Karamanlis'in en büyük başarısı:
SAYI 17 - 18
Slovenler gibi Habsburg Hanedanlığının idaresi altında
yaşayan küçük bir azınlık bu durumun dışında kalmıştı.
Balkan halklarından genellikle köylüler geçimlerini
çitçilik, çobanlık ve balıkçılıkla sağlıyorlardı. Bu topluluklar genellikle okuma yazma bilmiyorlardı. Temel
dilleri farklı lehçelerde konuşuyorlardı. Birbirleri ile
benzer görüşleri paylaşıyorlardı.
Ortak görüşleri daha çok kilise ve bir kuşaktan diğerine
aktarılmış geleneksel ve yöresel değerlerdi. Adalet daha
çok örfi hukuk ve kilise alanında idi.
Osmanlı zamanla 18. yüzyıldan itibaren içten ve dıştan
gelen saldırılarla güçsüz düştü. Merkezi hükümet bu
durumda gerekli otoriteyi sağlayamadı. Toprakların bir
Avusturya- Macaristan İmparatorluğu'na kaptırılmıştı.
Diğer taraftan Napolyon savaşları ve Fransız İhtilali,
İngiltere Fransa ile yapılan savaşlar Osmanlıları Balkanlarda daha zor duruma soktu.
İçeride ayanların merkezi otoriteye baş kaldırmaları gibi
tüm bu olaylar Balkanlarda ki sıkıntıların daha da artmasına neden oldu. Yunan adaları Mora yarımadası ve
Karadağ gibi yerler özerk yönetime sahip olmuşlardı.
Sırp isyanının temelinde de saydığımız bu nedenler
bulunmaktadır. Batı ve Orta Avrupa da ki milliyetçilik
hareketleri, Avrupa da gelişen liberal ve ulusal ideolojiler Balkan liderlerini etkiledi. Balkan entelektüelleri
Avrupa da gelişen romantik milliyetçilikten etkilendiler.
Kendi tarihlerine ilgi duymaya başladılar. Roma, Bizans,
Klasik Yunan, Bulgar ve Ortaçağ Sırp imparatorlukları
kökenleri konusunda Balkan Milliyetçileri bir çağdaş
Avrupalı kadar güçlü bilgilere sahip oldular.
Bütün bunların dışında milliyetçilik hareketleri ve Avrupalı hükümetlerin bölgeye sık sık müdahale etmeleri
sonucunda Balkanlarda durum Osmanlılar aleyhine
daha da karmaşık bir hal aldı. Bölge büyük güçlerin
emperyal düşüncelerinin hareket noktası haline getirildi. Doğu sorunu Balkanları Avrupa'nın patlamaya
hazır bir silah haline gelmesinde etkili olmuştur. Balkan
milletleri arasında siyasi bilincin yükselmesi çok önemli
sonuçlar doğurmuştur.
Balkan devletleri arasında sınır belirlenmesi oldukça zor
olmuştur. Yeni devletlerin çoğu az ya da çok uluslu idi.
Hiç bir lider sınır konusunda tatmin olmamıştı.
1979 Haziran ayında Avrupa Ekonomik Topluluğuna
erken girme kararıdır.
Batı Avrupa ile olan ilişkiler 1980 yılındaYunanistan'ın ve
NATO'nun katılımı ile yeniden güç kazanmıştır.
SONUCUN GENEL OLARAK
DEĞERLENDİRİLMESİ
Sonuç olarak baktığımızda; Balkan halklarının on
yedinci yüzyıldan itibaren yaşadıkları dönüşümleri
değerlendirdiğimizde büyük bir bölümünün Osmanlı
idaresi altında yaşadıklarını görüyoruz. Balkan halkları
Ortodoks Kilisesine bağlı idiler. Tek ortak noktaları
Osmanlı idaresi altında yaşıyor olmaları ve din konusu
idi. Ortodoks Rumenler, Sırplar, Katolik Hırvatlar ve
136
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Hükümetler kendi aralarında dış politikaya ve askeri
hazırlıklara Çok önem verdiler. Sonuç olarak; büyük
güçler dönüşümlü olarak Balkanlarda ki durumu kendi
lehlerine kullanmaya ve kendi menfaatleri doğrultusunda devletler bulmaya çalıştılar. Bütün bunlar
I. Dünya savaşının nedenlerini oluşturmuştur.
Endüstrileşme ve modernleşme Balkan Devletlerinin
ortak hedefi olmuştur. Ancak bu hedefin gerçekleşmesi için eksik ham madde ve yetişmiş eleman açığı
bulunmakta idi. Ayrıca yeterli sermaye de yoktu.
I. ve II. Dünya savaşı arası dönem Balkanlarda ki ulusal
bölünmelerin yaşandığı zor bir dönem olmuştu. İç
çekişmeler de düzenli bir yönetimin oluşmasına engel
olmuştur. Balkanların bu durumu dünya ekonomisini
olumsuz etkilemiştir.
Balkanların dışında Almanya ve İtalya bozguna uğramış Fransa ve İngiltere ise ciddi bir şekilde güç kaybetmişti. Diğer taraftan Amerika Birleşik Devletleri ve
Rusya iki süper güç olarak ayakta kalmanın mücadelesini vermişlerdir. Önce İngiltere sonra Amerika Birleşik Devletleri Yunanistan siyasetinde önemli bir yere
sahip oldular. Sovyetler Birliği ise 1948'den sonra yalnızca Romanya, Bulgaristan daha sonra da 1960'lı
yıllara kadar olan süreçte Arnavutluk üzerinde etkin
oldular.
Yunan savaşının sona ermesinden sonra Yugoslavya'nın Sovyetler Birliği ile ilişkilerinin düzelmesinden
sonra Balkan Yarımadası ulusların ilgi odağı olmaktan
kurtuldu. Bundan sonra Dünyanın ilgisi Asya ve
Afrika'ya çevrildi.
Avrupa için bu dönem en önemli sorunlar iki blok
arasındaki ekonomik birleşme, Alman meselesi,
komünist devletlere göre Sovyetlerin Çekoslovakya ve
Macaristan'a karışmaları idi.
Bütün katı yönlerine rağmen komünist sistemler
özellikle Batı Avrupa ülkelerinde ve Amerika da büyük
bir ün kazanmıştır. Marksist Teori ile Hıristiyanlığın alın
yazgısı ile ilgili görüşü yer değiştirmiştir. Bu değişimin
önemli sonucu insanların maddi yaşamlarına sağladığı
bir çok kolaylıktır.
Bütün bu görünen olumlu sonuçlara rağmen komünist
hükümetlerin uygulamada karşılaştığı sorunlar olmuştur. 1970 li yıllarda petrol fiyatlarının artması sonucunda Balkan Devletleri bu durumdan kötü bir şekilde
etkilenmişlerdir. Çağdaş toplumlar üzerinde kesin bir
bakış açısı oluşturmak oldukça zordur. Balkanlar açısından baktığımızda nüfus değerlendirmesi, yeni sosyal
şekillendirmelere olan uyum ve özellikle de ekonomik
değişim gibi etkenlerin kalıcı olacağı görüşüdür. Batı
kapitalist sistemi ise insanlara eşit oranda ya da daha iyi
şartlarda bir hayat seviyesi
Garantisi vermekte idi. Fakat Balkan vatandaşları kendilerini komşuları ile kıyaslayacakları yerde daha çok
Federal Almanya ve Fransa ile çok başarılı Batı Avrupa
ülkeleri ile karşılaştırmak düşüncesindedirler. Kaderlerini bulundukları coğrafya da yoğun bir insan topluluğu ile kuşatıldıklarından ve bu topluluğun bir parçası
olduklarından dolayı dünya ekonomik şartları ve askeri
güçler, ağır silâhlarla olan ilişkileri belirleyecektir.
BALKAN SAVAŞI'NIN GENEL
DEĞERLENDİRİLMESİ
Tarihte Balkan savaşı kadar üzücü ve siyasi bir anlam
taşıyan savaşa az rastlanır. Osmanlı'nın birer eyaleti
olan dört küçük devletin ittifak kurarak baş kaldırmaları, kendilerine duydukları güven ve cesaret elde
ettikleri başarılar tarihin yeni sayfalarının açılmasına
neden olmuştur. Avrupa dört yüz yıla yakın bir zamandır Balkan savaşının sonucunun ani ve beklenmeyen
bir şekilde sürpriz bir sonuçla dünyayı şaşkına çevirmesini hala çözememiştir.
Aralarında ittifak kuran bu dört devlet düne kadar birbirlerine düşman olan devletlerdi. Bunlardan Sırbistan
ile Bulgaristan bağımsızlıklarına kavuşur kavuşmaz birbirleri ile savaşmışlardı. Yine Yunanlılar ile Bulgarlar birbirlerine düşmandı. Böylesi birbirlerine düşman devletlerin bir ülkü etrafında birleşip hareket etmeleri
ilginçtir.
Diğer ikinci önemli nokta ise: Türklerin gücünü kaybetmiş olmaları ve yenilmelerdir. Bu yenilgi; bu küçük
devletlerin başarısı kadar şaşırmaktadır dünyayı. Tabii
ki Türkiye'nin haklı nedenlerinin karşısında çeyrek yüzyıllık bir istipdatın olumsuz sonuçlarıdır. Bu olumsuz
şartlar içinde memleketin ekonomik, askeri ve siyasi
durumunu gösterebiliriz. Jön Türklerin meşrutiyet idaresi adı altında beceriksiz tutumu, uzağı görememe ve
yapılan hatalarla ülke zarar görmüştür. Samimi çıkar
gözetmeyen geleceği görebilen insanların görüşüne
değer verilmediği açıkça ortadadır. Türk ordusunun
onca sıkıntıya rağmen umulmadık anlarda kahramanlık gösterdiğini biliyoruz. Bu günü iyi bilebilmek
ancak geçmişi iyi öğrenmek ve tanımaktan geçer.
Aram Andonyan, İstanbul, 1913
RUMELİ'Yİ NEDEN KAYBETTİK
Üsküp'ün Düşmesi: Üsküp Sırplar için çok önemli idi.
Üsküp'ün fethi Sırplar için manevi bir değer taşımakta
idi. Osmanlı komutanları artık yenilgiden korkmuş
olmaları ve Arnavut askerlerin disiplinsizliği nedeni ile
Üsküp'ü boşaltmak zorunda kalmışlardır. Çok miktarda
137
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
tüfek askeri malzeme ve erzak cephane bırakmışlardır.
Osmanlı ordusu ana kuvvetlere zamanında ulaşamadığı için Tetova 'da esir edilmiştir. Sırp çapulcular şehre
girinceye kadar ahaliyi Fransız bir avuç gönüllü savundu. Fakat sayıca az oldukları için asayişin sağlanması
amacı ile Sırplarla anlaşma yoluna gidildi. Müslüman
halk göç etmek durumunda kaldı. Kadınlar ve çocuklar
yalınayak varını yoğunu öküz arabalarına yükleyip
Selanik'e doğru yola düştüler. Çoğu göç esnasında Sırp
komitacılar ve hatta Arnavutlar tarafından soyuldular.
Kimileri öldürüldü. Kadınlar ve kızlar kaçırılarak tecavüze uğradılar. Türk esirlerinin anlattığına göre Sırplar
Üsküp'e girdiği sıra Türk askerleri kırk sekiz saat açtı.
Ordunun düzensiz ve zor şartlar altında olması
Üsküp'ün elden çıkmasına neden olmuştur.
FAZLI NECİP (Hatırat)
Ülke içinde ki çekişmeler yanlış Balkan siyaseti ve
sonunda çıkan Balkan Savaşı her şeyi ezip geçmiş.
Makedonya ve onun merkezi güzelim Selanik
elimizden gitmişti.Ve biz RUMELİ'yi kaybetmiştik!..
Yakın tarihte tüm dünyanın gözleri önünde yaşanan bir
soykırım neticesinde BOSNA-HERSEK'te binlerce insan
dünya kamuoyunun gözleri önünde öldürülmüş ve
yine binlerce insan göçe zorlanmıştır. İmzalanan
DAYTON ant. ile savaş sona ermiştir. Dünya burada ki
savaşa seyirci kalmıştır. Bu durum burada daha önce de
devam eden tarihsel olayların yine belli nedenlerle
tekrar ettiğini göstermesi bakımından önemlidir.
Bosna-Hersek'in efsanevi liderinin Çağın Bilge kralının
halkı beraber yaptığı onurlu mücadeleyi unutmamak
gerekir. Kendisini buradan bu vesile ile rahmetle
anmak bir insanlık gereğidir diye düşünüyorum.
TÜRKİYE 'Bu gün Ortadoğu meselesinde olduğu gibi;
Tarihi misyonu nedeni ile Balkan politikasını olumlu
gerçekçi bir çizgide götürebilecek bir yapıya sahiptir.
Geçmişte nasıl adalet üzere kendine bağlı bulunan
topraklarda güçlü bir nizam kurup güçlü hakkaniyete
bağlı bir yönetim sergilemiş ise bu günde ayni
hasletlere sahip bir ülke olarak; BALKAN politikalarını
sağlıklı bir dünya ilişkisi içerisinde devam ettirmek
durumundayız. Dünyada acı çeken ve çekmeye devam
eden mazlum halklara anlaşılabilir insan onuruna
yakışan siyasi bir dengeyi sağlayabilecek bir güce
sahibiz. Bu gün Türkiye konumu itibarı ile gerek siyası
gerek tarihi ve ekonomik olarak dünyada yerini ve
önemini korumaya devam eden ve edecek olan
olumlu yaklaşımları ile söyleyecek sözü olan güçlü bir
ülkedir.
Kaynakça;
BALKAN TARİHİ-I, 18-19. Yüzyıl, Barbara Jelavich, Küre Yayınları
BALKAN TARİHİ-2, 20. Yüzyıl- Barbara Jelavich, Küre Yayınları
Rumeli'yi Neden Kaybettik. Fazlı Necip. Mahmut Muhtar Paşa, Örgün Yayınevi
İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı
138
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
1878-1918 Arasında Romanya:
İç ve Dış Siyaset ve Azınlıklar
Doç. Dr. Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız Teknik Üniversitesi
Romanya Krallığının İlanı: 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın
başlarında Osmanlı devletinde yarı otonomi bir statü
kazanan veya bağımsızlıklarını elde eden Balkan
uluslarının yönetiminde Büyük Güçlerin rolü oldukça
büyüktür. Onların inisiyatifiyle Balkan devletlerinin
başına Avrupa'dan getirilen subaylar prens veya kral
olarak geçirilmiştir. Bunun ilk örneği Osmanlı'dan
1830'da bağımsızlığını elde eden Yunanistan'da
görülür. Yunanistan'nın ilk kralı Bavyera kralının oğlu
Otto'dur. Aynı şekilde Romanya'ya 1866'da Prusyalı
subay Karl (Romence: Carol) prens olarak getirildi. Carol
I (prens 1866-1881, kral 1881-1914) Prusya hanedanına
(Hohenzollern) akraba olduğu gibi Fransa kralı III.
Napolyon'a da anne tarafından akrabalık bağı vardı. Bu
gelenek daha sonra kurulan devletlerde de sürecektir.
1877/78 Osmanlı Rus Savaşından sonra prenslik haline
gelen Bulgaristan'a Almanya'dan Alexander von
Battenberg getirildi ve 1912'de kurulan Arnavutluk'un
ilk kralı Alman subayı ve Romanya kraliçesinin de
kuzeni Wilhelm von Wied'dir. Bunun nedeni yeni
kurulan devletlerde birliği sağlayacak bir hanedanın
bulunmayışı olduğu gibi Batılı prenslerin yönetiminde
bu devletlerin Batı dünyasına daha kolay ve hızlı
entegrasyonu da umuluyordu.
Romanya prensi Carol Osmanlı devletine bağımlılıktan
nefret ediyordu. Romanya nihayet 1877/78 OsmanlıRus Savaşı sonucunda yapılan Berlin Anlaşmasıyla
bağımsızlığını elde etti. Bu her ne kadar hem prens
hem de devlet yöneticileri arasında büyük bir zafer
olarak görüldüyse de Romanya'nın toprak talepleri
konusunda hayal kırıklığı yaşanmaktaydı. Özellikle
Tuna deltası ve Dobruca ile ilgili beklentileri tam olarak
gerçekleşmemiş, ayrıca Besarabya'nın güneyindeki
topraklar da kaybedilmişti. Bağımsızlığı takip eden
yıllarda Dobruca'yı ve Silistre'yi topraklarına katma
beklentileri Rusya'nın Bulgaristan'a tam destek vermesi
sonucu gerçekleşmedi. Nitekim 1880'de Silistre ve
diğer tartışmalı topraklar Bulgaristan'a verildi.
Yahudi Azınlık Sorunu: Bağımsızlık sonrasında Romanya'yı meşgul eden bir diğer sorun Yahudi azınlıktı:
Rusya'daki baskılardan kaçan Yahudilerin bir kısmı 19.
yüzyılın ortalarından itibaren Eflak ve Boğdan'a yerleşmeye başlamıştı ve bağımsızlıktan sonra da Yahudi
göçleri devam etti. 1859'da Boğdan'da yaklaşık olarak
118.000 ve Eflâk'ta 9.200 Yahudi mevcutken 1899'da
bu sayı birincide 210.000 ve ikincide 68.000'e yükseldi.
1899'da toplam şehirli nüfusun % 19'unu Yahudiler
oluşturmaktaydı. Fakat 1866'da hazırlanan anayasa
140
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
gereği yalnızca Hıristiyan olan yabancılar Romanya
vatandaşlığına girebildiğindenYahudiler Romen vatandaşlığına kabul edilmiyordu. Yahudilere yönelik bu
ayrımcılık Romen hükümetinin İngiltere ve Almanya ile
ilişkilerine olumsuz yansıyor ve özellikle Alliance
Israélite gibi güçlü Yahudi örgütlerinin suçlamalarıyla
karşı karşıya kalıyordu. Sivil haklardan ve toprak edinme
hakkından mahrum olan Yahudiler daha ziyade ticaretle meşgul olmaktaydı. Berlin Anlaşmasının 44. maddesiyle Romanya'da kalan azınlıklara hiç bir ayrımcılığa
maruz kalmaksızın kamu hayatına katılma güvencesi
sağlandı. Bu güvence özellikle Romanya'da kalan Türkler ve Yahudileri ilgilendirmekteydi. Bu konu bağımsızlığın ardından Romen kamuoyunu en çok meşgul
eden ulusal sorunu oluşturdu. Romen liderler bu maddeye özellikle Rusya'daki Yahudi ayrımcılığını öne sürerek itiraz etti. Fakat bu konuya bir çözüm bulmadan
Romanya'nın bağımsızlığı tanınmayacağından Romanya Parlamentosu Ekim 1789'da Yahudilere vatandaşlığa
girme yolunu açan, fakat bu işleme birçok zorluklar
getiren bir düzenleme yaptı. Bunun üzerine 1880'den
itibaren Avrupa devletleri Romanya'nın bağımsızlığını
tanımaya başladı. Fakat Yahudi ayrımcılığı ve bunun
sonucu olarak da dinsel ve kültürel çatışmalar bundan
sonra da Romanya'nın bir iç sorunu olarak var olmaya
devam etti.
Romanya parlamentosu Mart
1881'de Prens Carol'a kral tacı
giydirdi ve Romanya krallık haline geldi. Carol kendisi gibi Hohenzollern ailesine mensup yeğeni Ferdinand'ı Romanya'ya getirerek varisi ilan etti. Prens 1893
yılında Prenses Marie von Edinburgh ile evlendi. Prenses hem
İngiliz kraliçesinin hem de Rus
çarının torunu olduğundan böyle bir evlilik diplomatik açıdan
son derece yararlı görülüyordu.
Siyasal Partiler ve Hükümet: 1880'li yıllarda Romanya'da
Liberal Parti (Partidul Naţional Liberal) iktidarda
bulunuyordu. Hükümetin başında 1881 Nisan ayına
kadar Ion Brătianu vardı. Kısa süreyle yerini Dumitru
Brătianu aldı. Brătianu hükümeti Fransa'ya son derece
yakın bir siyaset yürütüyordu ve devletin siyasi kurumları üzerinde sıkı bir kontrole sahipti. Bu parti daha
ziyade yüksek devlet görevlileri, şehirli halk ve küçük
toprak sahiplerini temsil ediyordu. Rakibi Muhafazakar
Parti (Partidul Conservator) daha ziyade büyük toprak
sahiplerini temsil ediyordu. Başında Lascăr Catargiu
(1880-1899) vardı. Fakat Junimea (Gençlik) adlı bir edebiyat derneğinin ismine dayanarak Junimeacılar diye
SAYI 17 - 18
adlandırılan bir grup partiden ayrılarak 1891'de ayrı bir
grup kurdu (Partidul Constituţional). Bu grupta bulunanlar eğitimlerini çoğunlukla Orta Avrupa ülkelerinde,
başta Almanya'da aldıklarından Fransa'dan çok Orta
Avrupa'ya yakın bir siyasetin izlenmesi taraftarıydı. Bunlar aynı zamanda sınırlı bir toprak reformu taraftarıydı.
Önde gelenleri Petre P. Carp, Titu Maiorescu, Theodor
Rosetti ve Alexandru Marghiloman'dı.
Seçim Sistemi: Romanya'da uygulanan seçim sistemi
aristokratik özelliklere sahipti. Seçimlerde herkes oy
kullanamıyordu. 1884'te seçim kanunu değiştirildi.
Buna göre vergi ödeyen erkekler oy kullanabilecekti.
Parlamento ve senato için seçim grupları oluşturulacaktı. Senato için iki parlamento için üç seçim grubu
oluşturuldu. Geliri 1200 Frank olan toprak sahipleri ilk
seçim grubunu oluşturuyordu. İkinci seçim grubunda
ilkokulu okumuş veya şehirli olup en az 20 Frank vergi
ödeyenler ve üçüncü grubu halkın geri kalan kısmı
oluşturuyordu. 1905'te birinci gruba girenlerin sayısı
15.973, ikinci gruba girenlerin sayısı ise 37.742 idi. İlk iki
gruba mensup olanlar seçimlerde doğrudan oy kullanırken üçüncü grup mensupları dolaylı oy kullanabiliyorlardı. Dolaylı oy sisteminde elli kişi bir kişiyi doğrudan oy kullanacak seçmen olarak seçiyordu. Burada
Türk tarihinde de dolaylı seçim sisteminin uygulandığını hatırlatmakta yarar var. Örneğin 1908 seçimlerinde Osmanlı devletinde dolaylı seçim sistemi uygulanmıştır. Fakat Romanya'da uygulanan üç ayrı seçim
grubu sistemi Osmanlı'da uygulanmamıştır. Romanya'
daki sistemde birinci grubu oluşturanlar toplam seçmen sayısının yalnızca % 1,5'ini oluştururken 183 milletvekilinin % 41'ini seçiyorlardı. İkinci gruba mensup
olanların oranı % 3,5 kadarken bunlar da milletvekillerinin % 38'ini seçiyorlardı. Nüfusun % 95'ini temsil eden
üçüncü grup ise milletvekillerinin ancak %21'ini seçebiliyordu. Senato ise tamamıyla ilk iki seçim grubu tarafından seçiliyordu. Özetle parlamentodaki iki büyük
parti de ancak nüfusun küçük bir grubunu temsil
ediyordu.
141
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Osmanlı devletinden bağımsızlığını kazanan Balkan
devletlerinde parlamentonun 19. yüzyılın sonuna
doğru devlet yönetiminde çok etkin rol oynadığı söylenemez. Avrupa'dan getirilen krallar konumlarını sağlamlaştırarak yönetimi mümkün olduğunca tek elde
toplamaya çalışmış ve bunda önemli ölçüde başarılı
olmuşlardır. Romanya'da da devlet yönetiminde kralın
önemi gittikçe artmıştır. Hükümeti kral tayin ediyor,
istediğinde parlamentoyu feshedebiliyor ve seçimlerde ise değişik önlemler alarak istediği grubun çoğunluğunu sağlayabiliyordu.
Dış Siyaset ve Toprak Talepleri: 19. yüzyılın sonu ile 20.
yüzyılın başlarında gerek kralın gerekse partilerin
temel siyasetleri halkın refah düzeyinden ziyade devletin dış siyaseti, askeri sorunlar ve ekonomik gelişmeye odaklanıyordu. Diğer Balkan devletlerinde olduğu gibi Romanya da milli sınırlarının henüz tam anlamıyla gerçekleşmemiş olduğunu düşünüyor, yani
irredentist bir siyaset izliyordu. Fakat bu irredenta diğer
Balkan devletleri gibi geri kalan Osmanlı topraklarına
yönelik olmayıp Besarabya ve Erdel/Transilvanya'ya
yönelikti. Bunlardan birincisi Rus çarlığının diğeri ise
Habsburg (Avusturya-Macaristan) imparatorluğunun
egemenliği altındaydı. 187778 Osmanlı-Rus savaşı
esnasında Romanya Rusya'nın yanında yer almış ve bu
şekilde tam bağımsızlığını sağlamıştı. Fakat Romenler
Rusya'nın Balkan siyasetine artık pek sıcak bakmıyordu.
Rusya bu savaşta Besarabya'daki 3 kazayı kendi topraklarına kattı. Bulgaristan'ın Rusya'nın himayesinde
olması doğrudan müdahale tehlikesinden ötürü
Romenleri rahatsız ediyordu. Öte yandan Avusturya
1867'de gerçekleştirilen Ausgleich'dan sonra Avusturya-Macaristan imparatorluğu adını almış, Macarların imparatorluk içinde etkinliklerinin artmasıyla
Erdel/Transilvanya'da yaşayan Romenlerin durumu daha da kötüleşmişti. Ayrıca Romanya Avusturya-Macaristan'ın Tuna nehri üzerindeki kontrolünden de rahatsızdı. 1871'de Prusya'nın önderliğinde birleşerek Avrupa'da büyük bir güç haline gelen Almanya ile bir ittifak
kurmak Romanya'ya cazip görünmüşse de Almanya
başbakanı Bismarck buna sıcak bakmıyordu. Bu durumda Romanya Rusya'ya karşı Avusturya-Macaristan
imparatorluğuna yaklaşmak zorunda kaldı. 1883'te
Rusya'ya karşı Romanya ile Avusturya-Macaristan arasında gizli bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre Avusturya-Macaristan saldırı halinde Romanya'ya yardımı
taahhüt ediyor, buna karşı Romanya Rusya'nın veya Sırbistan'ın saldırısı halinde Avusturya-Macaristan'a yardımı taahhüt ediyordu. Bu şekilde Avusturya-Macaristan
Tuna nehri üzerindeki haklarını kuvvetlendirmiş oldu.
Önce Almanya ve 1882'de İtalya Avusturya-Macaristan'la anlaşmaya katıldılar ve 'Üçlü İttifak'ı kurdular.
Romanya Avusturya-Macaristan'la yaptığı anlaşmayla
dolaylı olarak bu ittifaka katılmış oluyordu.
Ekonomi ve Toprak Sorunu: Fakat Romanya'nın Avusturya-Macaristan'la ekonomik ilişkileri küçük Romen
sanayisinin aleyhine gelişiyordu. Bunda 1874'te yapılan ticaret anlaşması önemli bir rol oynuyordu. Bu
anlaşmayla Habsburg malları serbestçe Romanya'ya
satılabilirken, Romanyan'nın tarım ürünleri ihracına
Macarları korumak gerekçesiyle sınırlamalar getirilmişti. Sonuç olarak Romen pazarları Habsburg ürünlerinin istilasına uğramış ve yerli küçük sanayi büyük
zarara uğramıştı. 1885'de Romen hükümeti bu anlaşmayı iptal etti. Bunun üzerine Habsburg hükümeti de
Romen mallarına karşı koruyucu önlemler almaya başladı. Bu sürtüşme 1893'e kadar sürdü. Küçük sanayinin
gelişmesi için Romanya 1877'de yeni bir kanun çıkardı.
Fakat Romanya'nın devlet destekli endüstrileşme girişimleri istenen derecede başarı sağlamadı. 1880'lerde
Amerika'dan getirilen buğdayın Avrupa pazarını ele
geçirmesi Romanya'da tarımın gelişmesine önemli bir
darbe vurdu. Bütün bunlar Romen çiftçisinin durumunun gittikçe kötüleşmesine neden oldu. Aslında en
büyük sorun toprağın dağılımının dengesiz olmasında
yatıyordu. Öyle ki 20. yüzyılın başında çiftçilerin %85'
inin ya hiç toprağı yoktu ya da sahip olduğu toprak
ihtiyaçlarının karşılayacak genişlikte değildi. Toprakların önemli bir kısmı büyük toprak sahiplerinin elindeydi. Bunlar genellikle topraklarını kiraya vererek işletiyordu. Ayrıca tarım üretiminde yeterli düzeyde teknolojik yenilikler de yapılamamıştı.
1888'de Liberal Parti hükümeti sona erdi ve aynı yılın
Mart ayında Muhafazakar partiden ayrılan Junimeacılar Theodore Rosetti başkanlığında yeni hükümeti
kurdular. Muhafazakarların hükümeti 1895 yılına kadar
sürdü. Bu dönemde Avusturya-Macaristan ile sürdürülen 'ticaret savaşı' 1893'te yapılan yeni bir ticaret anlaşmasıyla sonlandırıldı. Diğer büyük Avrupa devletleriyle
de ticaret anlaşmaları imzalandı. Bunun yanında bazı
reformlar gerçekleştirildi, demiryolları devletleştirildi
ve Cernavoda'daTuna nehri üzerine bir köprü yapıldı.
142
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
1895 yılında hükümet yeniden Liberallerin eline geçti.
Liberal Partinin iki önemli lideri Ion Brătianu ve
Kogăniceanu 1891 yılında ölmüştü. Yeni hükümet
Dimitrie A. Sturdza'nın başkanlığında kuruldu. Artan
nüfus karşısında, özellikle çiftçilerin sorunlarına karşı
yeni hükümet ve bunu takip eden hükümetler de köklü
çözümler bulamıyordu. Bazı devlet arazilerinin çiftçilere satılmasıyla sorun çözülmeye çalışıldıysa da bu
yeterli olmadı. Nihayet 1907 yılında büyük bir çiftçi
isyanı patlak verdi. Mart ayında Boğdan'da (Moldavya)
başlayan isyan bütün ülkeye yayıldı. Büyük toprak
sahiplerine karşı patlak veren isyanda önemli ölçüde
Yahudi karşıtlığı (antisemitizm) de söz konusuydu,
çünkü büyük toprak sahiplerinin yaklaşık %27'si Yahudiydi. Hükümetin isyancılara karşı tepkisi sert oldu.
General Alexandru Avarescu kumandasındaki ordu
isyanı sert bir şekilde bastırdı ve yaklaşık 11.000 kişi
çatışmalarda hayatını kaybetti. Fakat isyandan sonra
Romen hükümeti daha ciddi önlemler almaya başladı.
1908'de çıkarılan bir kanunla bir ziraat bankası kuruldu.
Bu banka çiftçilere toprak edinmeleri için finansal destek verecekti. Başka bir takım önlemler de alınmakla
birlikte köklü bir toprak reformu gerçekleştirilmedi.
Makedonya'da Ulahlar (Aromunlar): Büyük devletlere
karşı toprak iddialarını gerçekleştirecek güçte olmadığının farkında olan Romanya dikkatini daha ziyade
Bulgaristan'a bağlı Dobruca ile ilgili hak iddialarına ve
Osmanlı topraklarında yaşayan Ulahlara (Aromunlar)
yoğunlaştırmıştı. Özellikle Makedonya bölgesinde
yaşayan ve yüzyıllardır Rum-Ortodoks Patrikhanesine
bağlı olduklarından önemli ölçüde Rumlaşmış olan
Ulahlar Romence'ye yakın bir dil konuşuyordu. Romanya hükümetinin desteğiyle Ulahlar 19. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı'da ayrı bir millet olarak kabul
görme mücadelesi vermeye başladı. Özellikle Manastır
bölgesinde etkin bir Ulah varlığı söz konusuydu. Ulahların mücadelesi doğal olarak Patrikhane'ye ve
Rumlara karşı yürütülüyordu. Bulgar, Rum ve Sırp
komitelerinin etkin olduğu Makedonya'da Ulahlar da
SAYI 17 - 18
yüzyılın baş-larında bir komite kurdu.
1905 yılında Osmanlı hükümeti Ulahları
ayrı bir cemaat olarak resmen tanıdı. Bu
tanıma beraberinde Ulahlara kendi
kilise ve okullarına sahip olma hakkını
getiriyor-du. Osmanlı'daki Ulah okul
sisteminde öğretmenler ve ders
kitapları Roman-ya'dan geliyor ve
bunların finansmanını Romanya
sağlıyordu. Ulahlar ve Roman-ya 1908
Jön Türk ihtilalini olumlu karşı-ladı.
Çünkü özgürlük, eşitlik ve adalet
sloganıyla ilan edilen anayasanın Patrikhanenin imtiyazlarını kısıtlayarak Ulahlara yeni haklar sağlayacağı umuluyordu. Hatta Jön Türklerin daha İttihad ve
Terakki Cemiyeti'nin kuruluş döneminde 1890'ların başında Ulahlarla iyi ilişkiler kurduklarına dair bilgiler mevcuttur. Cemiyetin
kurucularından İbrahim Temo 1895'te Romanya'ya
kaçarak Bükreş'te ve daha sonra Türklerin yoğun olarak
yaşadığı Dobruca bölgesinde başta Köstence olmak
üzere cemiyetin şubelerini kurmuştu. Temo'nun
liderliğindeki bu merkez 1906'ya kadar İttihad ve
Terakki Cemiyetinin Balkanlardaki en önemli merkezlerindendi. Fakat Makedonya'da gerçekleşen Jön Türk
ihtilaliyle doğrudan bir bağlantısı yoktu. İhtilalden
sonra Osmanlı devletinde yapılan 1908 seçimlerinde
Dr. Filip Mişea Manastır'a bağlı Görice'den Osmanlı
parlamentosuna milletvekili olarak seçilirken, yine
Manastır bölgesinden Osmanlı'daki Romen okullarının
başmüfettişi Nicolae Batzaria da Osmanlı senatosuna
seçildi. İttihad ve Terakki hükümeti döneminde gerek
Romanya gerekse Osmanlı devletinin Bulgaristan'la
sorunları vardı. Fakat Osmanlı devleti ve Romanya
arasındaki ilişkiler daha ziyade olumluydu.
Balkan Savaşları (1912-13): 13 Mart 1912'de Bulgaristan ve Sırbistan arasında yapılan ittifak anlaşmasından
sonra Yunanistan ve Karadağ'ın da katılımıyla Osmanlı
devletine karşı Balkan İttifak'ı oluşturulmuştu. 8 Ekim
1912'de Karadağ'ın Osmanlı devletine saldırmasıyla
Birinci Balkan Savaşı başladı ve Mayıs 1913'te Londra
anlaşmasıyla sona erdi. Romanya'nın tarafsız kaldığı bu
savaşta Osmanlı devleti Balkan topraklarını Edirne de
dâhil olmak üzere kaybetti. Fakat Balkan ittifakını oluşturan devletler toprakların paylaşımında anlaşamadı.
Bunun üzerine Bulgar ordusu Sırbistan ve Yunanistan'a
karşı saldırıya geçti ve İkinci Balkan Savaşı başladı.
Karadağ, Osmanlı devleti ve Romanya da Bulgaristan'a
karşı savaşa girdi. Kısa süren savaş sonunda Osmanlı
devleti Edirne'yi geri aldı. Romanya ise Güney Dobruca'yı ele geçirdi. 10 Ağustos 1913'te Bükreş Anlaşması
imzalandı ve Romanya'nın kazanımları onandı. Fakat
bundan sonraki dönemde Güney Dobruca Bulgaristan
ile Romanya arasında bir çatışma potansiyeli olarak var
olmaya devam etti.
143
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
1. Dünya Savaşı: 1914'te I. Dünya Savaşı patlak verince
Romanya tarafsızlığını ilan etti. Romanya kralı Carol I.
1914'te öldü ve yerine yeğeni Ferdinand I. (19141927)
geçti. Merkezi Güçlerle ittifak anlaşması bulunan
Romanya savaş döneminde İtilaf devlerine yaklaşmaya
başladı. 14/27 Ağustos 1916'de İtilaf devletlerine
katılarak Avusturya-Macaristan'a savaş ilan etti.
Transilvanya'ya (Erdel) doğru ilerleyen Romen ordusu
Alman ordusu tarafından mağlup edildi. Bunun üzerine Kral Ferdinand ve Romen hükümeti Yaş'a (Iaşi) kaçmak zorunda kaldı. 1917 yazında Alman-Avusturya
ordularının Romen cephesine karşı saldırıları durdurulabildiyse de Rusya'nın Ekim Devriminin gerçekleşmesinden sonra savaştan çekilmesiyle Romanya'nın
konumu zayıfladı. Bunun üzerine Romen hükümeti
Merkezi Güçlerle ateşkes görüşmeleri yapmak zorunda
kaldı. 26 Kasım/9 Aralık 1917'de Focşani Ateşkes
anlaşması ve bunun ardından 24 Nisan/7 Mayıs
1918'de Romanya için ağır şartlar içeren Bükreş
Anlaşması imzalandı. Buna göre Romanya büyük
toprak kaybına uğruyor ve Merkezi Güçler lehine birçok ekonomik imtiyazlar vermeyi kabul ediyordu. Fakat
savaşın gidişatı Merkezi Güçlerin aleyhine dönüp
Almanya'nın yenilgisi kesinleşince Romen hükümeti
Bükreş anlaşmasını tanımadığını ilan ederek Merkezi
Güçlere karşı saldırıya geçti. Birinci Dünya Savaşı
sonunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yıkılarak yerine yeni devletler kurulurken Romanya Transilvanya (Erdel) ve Banat bölgesini topraklarına kattı.
Birleşme Transilvanya ve Banat'ta toplanan ulusal bir
meclisin 1 Aralık 1918'de aldığı Romanya ile birleşme
kararıyla gerçekleşti. Rusya'da gerçekleşen ihtilalden
sonra Rusya'nın elinde bulunan Besarabya ve Bukovina
bölgeleri savaş esnasında 1918 Nisan ve Kasım aylarında Romanya topraklarına katıldı. Balkan savaşlarından karlı çıkan Romanya İtilaf devletleriyle ittifakı
sayesinde I. Dünya Savaşından da karlı çıkıyor ve özlemini duyduğu ulusal sınırları gerçekleştirmiş oluyordu.
Bu yönüyle Romanya 20. yüzyılda Balkanların en şanslı
devleti sayılabilir. Fakat özellikle Erdel (Transilvanya)
bölgesinde büyük bir Macar nüfusunun bulunması
Romanya'yı bu tarihten sonra sürekli olarak Macaristan'la karşı karşıya getirecek ve bu sorun Romanya'nın
en önemli politik sorunu olarak günümüze kadar
varlığını sürdürecektir.
Romanya'da Müslüman-Türk Azınlık (1878-1918):
Romanya'da Müslümanlar özellikle Dobruca'da bu
bölgenin Osmanlılar tarafından 1371 ile 1419 arasında
fethiyle yerleşmeye başlamışlardı. Özellikle Tuna'nın
üzerinde bulunan Ada Kale önemli bir Müslüman
yerleşimi oluşturmaktaydı. Öte yandan 16. yüzyılın
ortalarında fethedilen Banat bölgesinde Temeşvar
(Timişoara) başta olmak üzere Müslüman yerleşimleri
bulunmaktaydı. Balkan dağları ile Transilvanya Alpleri
arasında bulunan Demirkapı Geçidi'nin yaklaşık 4 km
kuzeyinde ve Irşova (Orsova)'nın yaklaşık 500 metre
güneyinde uzunluğu 400 genişliği 200 m olan ve Tuna
nehrinin üzerinde bulunan Ada Kale 20. yüzyıl Romanyasındaki Türk yerleşimlerinden birini oluşturur. Ada,
son Osmanlı garnizonunun da 1867'de Sırbistan'ı terk
etmesi üzerine Osmanlı merkeziyle doğrudan bağlantısı kopmakla birlikte Osmanlı idaresinde kalmaya
devam ederek bir nahiye müdürü tarafından yönetildi.
Berlin Anlaşması'nda unutulup adı geçmediği için
Osmanlı idaresinde kalmaya devam etti ve ancak
Trianon Anlaşması (1920) ile Banat'la beraber Romanya'ya verildi. Bu durum Türkiye tarafından Lausanne
Anlaşmasıyla 1923'te onaylandı. 1960'lara gelindiğinde burada 750'ye yakın Türk yaşamaktaydı,
1970'lerin sonuna gelindiğinde bu sayı 650 olarak
görülmektedir. Bunların kendilerine ait okulları ve
III. Selim tarafından yaptırılan bir camileri bulunmakta,
ayrıca 18. yüzyılda Türkistan'dan adaya gelip yerleşen
Miskin Baba ziyaretgâhı bulunmaktaydı. Romanya
topraklarında yaşayan Müslümanların önemli bir kısmı
Osmanlı topraklarına göç etti. 1899 tarihli resmi istatistiklerde Romanya'daki toplam Müslüman sayısı 43.740
olarak görülmektedir. 1967-1972 yılları arasında Romanya ve Yugoslavya'nın Tuna nehri üzerinde ortaklaşa bir baraj yapması üzerine Adakale'deki Müslümanlar Türkiye'ye, az bir kısmı da Köstence ve Bükreş'e
göç ettirildi ve ada sular altında kaldı.
Bibliyografya
Powers, and the Danube Question 1914-1921. New York 1982.
AĞANOĞLU, H. Yıldırım, “Adakale'nin Nüfusu, Demografik
Özellikleri ve Göçler (1878-1913)”, Köprüler Kurduk Balkanlara,
Ed. H. Y.Ağanoğlu, İstanbul 2008, 71-96.
GEORGESCU, Vlad: The Romanians: A History. London, New
York 1991.
AHMED,Ali: Insula Adakaleh. Turnu-Severin 1938.
ALPTEKİN, Coşkun: “Adakale”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. I,
İstanbul 1988, s. 340-341.
BATZARIA, Nicolae: Din Lumea Islamului: Turcia Junilor-Turci.
Giriş N. Iorga, Bucarest [tarih yok].
BOBANGO, Gerald: The Emergence of the Romanian National
State. New York 1979.
DECEI, Aurel: “Ada-Kal´e”, Encyclopaedia of Islam, cilt I, Leiden
1979, s. 174-175.
EIDELBERG, Philip Gabriel: The Great Rumanian Peasant
Revolt of 1907: Origins of a Modern Jacquerie. Leiden 1974.
EVANS, Ifor L.: The Agrarian Revolution in Roumania.
Cambridge 1962.
FRUCHT, Richard C.: Dunârea Noastrâ: Romania, the Great
SAYI 17 - 18
HACISALİHOĞLU, Mehmet: Die Jungtürken und die
Mazedonische Frage (1890-1918). München 2003.
HACISALİHOĞLU, Mehmet: “Kırallık Döneminde Romanya”,
Balkanlar El Kitabı, Cilt II: Çağdaş Balkanlar, Eds. O. Karatay,
B.A. Gökdağ, Çorum/Ankara 2007, s. 541-549.
HACISALİHOĞLU, Mehmet: “Sosyalist Dönemde Romanya”,
Balkanlar El Kitabı, Cilt II: Çağdaş Balkanlar, Eds. O. Karatay,
B.A. Gökdağ, Çorum/Ankara 2007, s. 551-564.
HITCHINS, Keith: Rumania 1866-1947. Oxford 1996.
INALCIK, Halil: “Dobrudja”, Encyclopaedia of Islam, cilt II,
Leiden, London 1965, s. 610-613.
JELAVICH, Charles and Barbara: The Establishment of the
Balkan National States, 1804-1920. Seattle/London 1986.
JOWITT, Kenneth (ed.): Social Change in Romania 1860-1940.
Berkeley, Calif. 1978.
KARASU, Cezmi, “Bağımsızlıktan I. Dünya Savaşı'na Romanya”,
144
Balkanlar El Kitabı, Cilt I: Tarih, Eds. O. Karatay, B. A. Gökdağ,
Çorum/Ankara 2006, s. 515-527.
KARPAT, Kemal H.: “The memoirs of N. Batzaria: The Young
Turks and nationalism”, International Journal of Middle East
Studies, 6,1 (1975), S. 276-299.
KÚNOS, I.: Türkische Volksmärchen aus Adakale. Leipzig,
New York 1907 (Macarca baskısı Budapest 1906, Türkce cevirisi
Necmi Seren, İstanbul 1946).
MITRANY, David: The Land and Peasant in Rumania: The War
and Agrarian Reform 1917-1921. Oxford 1981.
POPOVIC, Alexandre: L'Islam Balkanique. Les musulmans du
sud-est européen dans la période post-ottomane. Wiesbaden
1986 (Türkce cevisi eklenecek).
SPECTOR, Sherman D.: Rumania at the Paris Peace
Conference: A Study of the Diplomacy of Ion I. C. Brătianu.
New York 1962.
TEMO, İbrahim: İttihad ve Terakki Anıları. İstanbul 1987 (İlk
baskı: İttihad ve Terakki Cemiyetinin Teşekkülü ve Hidemati
Vataniye ve İnkılâbi Milliye Dair Hatıratım. Mecidiye/Romanya
1939).
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Bir asırlık “Doğal Arnavutluk Özlemi”nin neresindeyiz?
Bu makalede, 1913 yılında Arnavutluk'un parçalanmasıyla ortaya
çıkan sorunlar ele alınmıştır. Doğal Arnavutluk ile ilgili ki Arnavut
halkı ve siyasilerinin düşüncelerini ortaya koyan bu makale, Doğal
Arnavutluk'un şimdilik gündeme gelmesi Balkanlarda etnik
problemlere neden olabileceği, ancak Arnavutlar tarafindan
unutlumuş bir mesele olmadığı ortaya koyuyor.
Sonuçları elde etmek için, Epoka Universitesi, Avrupa Çalışmalar
Merkezi'nin yaptığı bir anketin yanında, Arnavutluk'ta önem
taşıyan siyasilerle yapılan yüz yüze mülakatlar ve farklı medyalara
verdikleri demeçler kullanılmıştır.
Ramadan Çipuri
Epoka Üniversitesi, Arnavutluk
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
500 yüz yıllık uzun bir zamanda Osmanlı Devleti'nin
altında olan Arnavutluk, 1912 yıllında, Balkanlarda
Osmanlı'dan en son ayrılan ülke oldu. Kendi içinde
organize olamayan Arnavutlar, Top Kapının desteğinin
devam etmesini istediler. Osmanlı idaresinde görev
yapan İsmail Kemal (İsmail Qemali), Arnavutluk'a gelip,
Avusturya ve Macaristan'dan Arnavutluk'un bağımsızlığını desteklemelerini talep etti. Bu sure içerisinde,
Osmanlı Devleti'nin çöküşünü izleyen komşu ülkeler,
Arnavutluk'tan toprak parçaları kopma yarışına girer
oldu. Bir taraftan Sırblar Adriyatik kıyılarına çıkmak için
yollar ararken, Karadağ, ülkenin Kuzey-Batısında olan
İşkodra şehrini ele geçirmek istiyordu. Kuzey bolgesi
slavların etkisinin altındayken, Arnavutluk'un güney
bölgesiYunan tehlikesi altında kalmıştı.Yunanlar, Arnavutluk'un orta bölgesinden geçen Şkumbini nehrine
kadar uzanmak istiyorlardı.
Herşeye rağmen, İsmail Kemal, 28 Kasım 1912 yılında,
ülkenin farklı bölgelerinden gelen 83 vekil ile birlikte
Arnavutluk'un bağımsızlığını ilan ederek, yaklaşık 500
yıllık Osmanlı Devleti'nin bir parçası olan Arnavutluk'un
kurulan ilk Arnavut bağımsız devletinin ilk başbakanı
oldu.
Ancak, Arnavutluk en büyük yarayı 1913 yılında düzenlenen Londra Büyük Elçiler konferansında aldı. Konferansın sonunda, Arnavutluk'un yarısından fazla komşu
ülkelere verildi ve bugün var olan Arnavutluk'un sınırları belirlendi. Konferansın kararları büyük güçler temsilcileri tarafından bile haksız bulunurken, Avrupa'nın
barışı için Arnavutluk'un feda edilmesi gerektiği kararına varılmıştır.
O zamanın İngiliz Dış İşleri Bakanı, Eduard Grey, Arnavutluk hakkında alınan kararları yorumlarken, söyle
konuşmuştu: “Eminim ki bugün aldığımız kararlar ve
sunduğumuz çözümler, ileride çok tartışılıcak ve yadırganacaktır. Unutulmaması gerekir ki, böyle bir karara varırken, ana amacımız büyük güçler arasında ki anlaşmalara
1
uyup, Avrupa barışının korumasını sağlamaktır.”
Uzun çabalara rağmen, Arnavutluk, Sırbistan'a, Karadağ'a, Makedonya'ya ve Yunanistan'a verilen Arnavut
topraklarına sahip çıkamamış oldu. Bu süreç, 45 yıllık
komunizm rejimide de değişmedi. Enver Hoxha,
kendisi bile ikinci bir Arnavutluk Millet Cumhuriyetini
reddederek, '70'li yıllarda Kosova'nın bağımsızlığını red
ederek, sadece özerklik istediği ortaya çıktı.
Enver Hoxha'nın görevini devam eden ikinci komünist
lider, Ramiz Alia, kitabında Arnavutluk yönetiminin
Kosova ile ilgili ki politikalarının net olduklarını savunmasına rağmen2, son yıllarda ortaya çıkan belgelerden
sonra, durumun böyle olmadığı anlaşılıyor.
Enver Hoxha ile Arnavutluk'un Belgrad'da 70'li yıllarda
ki Dışişler görevlisi, Lek Seiti arasında geçen bir konuşmanın gün ışığına çıkması sonucunda, Enver Hoxha'
nın yönetiminin Kosova bağımsızlığı konusunda ki
tutumu belli oldu. Lek Seiti aracılığıyla Kosovalı komünistleri yöneten Fadil Hoxha'ya gönderdiği gizli mektubta, Enver Hoxha “Dünya'da sadece bir tane Arna3
vutluk Halk Cumhuriyeti bulunmaktadır” ilettiği
öğrenildi.
146
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Platforma göre, Doğal Arnavutluk'u elde etmek icin
kullanılacak yollar, diyalog ve demokratik yollarının
olacağı belirtiliyor. Komşu ülkelerin Doğal Arnavutluk
Platformundan korkacakları bir şeyin olmadığını savunan Danaj, “komşularımızın kültür ve geleneklerine
saygı duyan Arnavut milliyetçiliği, güzel ve çekici bir
şeyden başka şey değildir”4, söylüyor.
Danay, Doğal Arnavutluk'un kurulması ile Balkan
ülkelerinde ki çift kimliklerin ortadan kalkacağını ifade
ediyor.
Bu Arnavut topraklarını bir araya getirtmek için gerçek
çabalar 1991 yılından sonra başladı. Dünyada en zor
diktatoryal rejimlerinden birini geriye bırakan Arnavut
halkı, artık bir asırlık özleme son vermek için, farklı
çabalar göstererek en son 2009 yıllında “Doğal Arnavutluk Platformu”adı altında farklı ve somut bir plan ile
ortaya çıktı. Arnavut siyasetçilerden farklı, Dr. Koço
Danay'nın liderliğinde düzenlenen plâtform göre,
büyük güçler 100 sene önce yaptıkları hatanın düzeltme vaktinin geldiğini savunuyor.
Doğal Arnavutluk Platformu
Büyük Arnavutluk veya Doğal Arnavutluk fikri, Koço
Danaj başkanlığındaki bir aydın Arnavut grup tarafından 2009 yılı Mart ayında bir platform şeklinde hazırlandı. 250 sayfadan oluşan bu platform, Yunanca,
Makedonca, Sırpça ve İngilizce dillerinde tercüme
edilmiştir.
Platfomu hazırlayanlara göre, bu düşünce tarihe dayanmaktadır. 1912 yılında Arnavutluk'un bağımsızlığını ilân eden meclis, bugün ki sınırlara göre onaylamamıştır. Daha sonra, 13 Aralık 1943 tarihinde, Buyan Konferansında toplanan Arnavut liderler, II. Dünya Savaşından sonra Arnavutluk ile Kosova'nın birleşmeleri istenmişti. Platformun başka bir dayanağı, Kosova'da savaşan UÇK (Kosova Kurtuluş Ordusu) üyelerinin Doğal
Arnavutluk için ettikleri yeminleridir. Danay'a göre,
Arnavutluk Anayasasında da, giriş cümlelerinde “Biz,
Arnavutluk halki olarak... asırlardır ki aspirasyon ile,
ulusal kimlik ve birlik için... ”
Gazeteci Adi Krasta'ya verdiği ve onun resmi web
sitesinde yayınlanan bir röportajında, Danaj, şimdi,
sadece konuşmak için vaktinin geri kaldığı ve uygun
metodlarla harekete geçme zamanın geldiğini
belirtiyor. "Artık konuşma zamanı geride kalmıştır.
Simdi, bir tarafta kamuoyunun konuşması gerekirken
politikacıların hareket etme zamanıdır. Bu şekilde,
Arnavut Milleti diğer komşu ülkeler ile eşit olmuş
olacaktır."5
Danay'nin mantığına göre, çözüm yolu basit bir
matematiksel işlemdir. “1913 yılında Arnavutluk'u beşe
bölen büyük güçler, 100 yıl sonra beşle çarpmalılar”6
Arnavut halkının Doğal Arnavutluk
Hakkındaki düşünceleri
Bir asırlık bölünmelere rağmen, bugünkü idarî
Arnavutluk, Kosova, Karadağ, Makedonya, Yunanistan
veya başka bir yerde olsun Arnavutlar, birbirlerini hiç
unutmamışlar görünüyor. Farklı ülkelerde olmaları,
ortak dilleri, gelenek ve görenekleri onların vicdan ve
milli değerlerini korumak için önemli faktörler haline
dönüşmüştür. 20. yüzyılın sonlarında sunulan fırsatlar,
Arnavutların birbirine yakınlamaları için yeni yollar
aramaya teşvik etmişlerdir. Arnavutluk diplomasisi,
attığı dikkatli adımlarla, Balkanlar'daki Arnavut meselesi ve özellikle Kosova'nın bağımsızlığı konusunda
oldukça önemli bir rol oynamıştır.
Arnavutların Doğal Arnavutluk özleminin hiç tükenmediği bu 100 yıl içerisinde, özellikle 1991 yıllından
sonra ki Arnavut hükümetleri, Balkanlarda yeni bir
etnik krize neden olmaması için dikkatli davranmıştır.
Pluralist sisteme geçen Arnavutluk, 1991 yılından
sonra komşu ülkeleri olan Sırbistan, Makedonya,
Karadağ ve Yunanistan farklı sektörlerde oldukça sıkı
işbirliği kurmuştur.
147
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Doğal Arnavutluk terimi 1990'ların başına kadar gündeme gelmeyen bir mesele iken, bu süreçten sonra
hiçbir Arnavut hükümetinden destek almamasına
rağmen, gelecekte Arnavut halkının bir umudu olacağı ön görülüyor. Arnavutluk'ta Epoka Üniversitesi'
ndeki Avrupa Çalışmalar Merkezinin 1084 kişi üzerine
yaptığı bir ankete göre, Arnavut halkının konu ile ilgili
oldukça rasyonel davrandığı görünüyor. Çıkan sonuçlara göre, konu ile ilgili önümüzde ki on yıl içerisinde,
Arnavutların istekleri ile düşündükleri aynı olmadığı
ortaya çıkıyor. Önümüzdeki on yıl içersinde, Balkanlarda ki Arnavut topraklarının birleşeceklerini düşünen
Arnavutlar, bu topraklarının birleşmelerini isteyenlere
göre daha düşük bir orandadır. Bu da, Arnavutların
Balkanlarda ki bir etnik Arnavut çatışmasının meydana
gelmesinden çekindiklerinin bir göstergesidir.
SAYI 17 - 18
ceğine inanların oranı yüzde 20'de kalırken, “Hayır”
diyenlerin oranı yüzde 29'a çıkmaktadır.
Tablo 1.2: Önümüzdeki 10 yıl içerisinde, Arnavutluk
ile Kosova'nın birleşeceklerine inanıyor musunuz?
(Eğitim dağılımı)
Üniversite mezunları arasında iki ülkenin birleşeceğine
inanmayanların oranı, yüzde 29 iken master mezunları
arasında yüzde 44 gibi yüksek bir orana çıkmaktadır
Tablo 1: Önümüzdeki 10 yıl içerisinde, Arnavutluk ile
Kosova'nın birleşeceklerine inanıyor musunuz?
Yukarıda bahsettiğimiz ankette, Arnavutlara önü-
(eğitim grubu bar chart koy). Bu da, eğitim seviyesinin yükselmesiyle, halkın meydana çıkabilecek etnik çatışmalara karşı daha duyarlı olmasından kaynaklıyor olabilir.
müzdeki on yıl içerisinde Arnavutluk ile Kosova'nın
birleşmeler konusunda ki fikri sorulmuştur. Arnavutların yaklaşık yüzde 40'ı önünde ki 10 yıl içerisinde
Arnavutluk ile Kosova'nın birleşeceğine inanmaktadır.
Siyasî açıdan ise, iki ülkenin birleşeceğine inanan
büyük bir kesim (%46.5) aynı zamanda DP'ye oy veren
kitleyi oluşturmaktadır. Bunun yanında, aynı inancı
taşıyan %31'lik kesim de SP'ye oy vermektedir. Kısacası,
ülkenin iki büyük partisine oy verenler sağ veya sol
ideolojilerinden bağımsız olarak (%77) iki ülkenin önümüzdeki 10 yıl içerisinde birleşeceğine inanmaktadır.
Tablo 2: Bu ülkelerin birleşmelerini istiyor musunuz?
Tablo 1.1: Önümüzdeki 10 yıl içerisinde, Arnavutluk
ile Kosova'nın birleşeceklerine inanıyor musunuz?
(Yaş Dağılımı)
Buna “Evet” diyenlerin yaş dağılımı en çok 41-55 yaş
grubu (%36) arasında yoğunlaşmaktadır. 18-25 yaş
grubu içinde “Evet” Kosova ve Arnavutluk'un birleşe-
Arnavutlara düşündüklerini değil, istedikleri sorulduğunda, yüzde 73'ünden fazlasının iki ülkenin birleşmelerini istedikleri görülüyor. Yukarıda görüldüğü gibi,
her dört Arnavut'tan üçü bu ülkelerin birleşmesini istemektedir. İstemeyenlerin oranı ise yüzde 16'da kalmaktadır. Gender distribution'a bakıldığında, “Evet” diyenlerin oranı erkeklerin oranı(%53) kadınlardan daha yüksek iken (%47),“Hayır”diyenler arasında kadınlar (%57)
erkeklerYüzde 43 oranında duruyor.
148
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Tablo 3: Arnavutluk, Kosova ve Makedonya'da
yaşayan Arnavutların 10 yıl içerisinde
birleşeceklerine inanıyor musunuz?
Tablo 2.1: Bu ülkelerin birleşmelerini istiyor
musunuz? (Cinsiyet dağılımı)
Siyasi parti dağılımı açısından iki ülkeninin birleşmesini
arzu edenler, DP (%44) iken, SP yüzde 32.5ta kalmaktadır. Ancak, birleşmesine karşı gelenler içinde ise, SP
yüzde 44 ile öne çıkarken, DP yüzde 32.de kalmaktadır.
Yukarıdaki soruda görüldüğü gibi, halkın 37'si bu üç
bölgenin birleşebileceğine inanmamakla beraber,
yüzde 70'i bu üç bölgenin birleşmesini istemektedirler.
Buna karşılık, birleşmesini istemeyenler, yüzde 18de
kalmaktadırlar. Birleşmeyi isteyenler arasında erkekler
yüzde 53 ile kadınlardan önde gelirken,“Hayır”diyenler
arasında kadınlar yüzde 54 ile öne geçmektedirler.
Tablo 3: Arnavutluk, Kosova ve Makedonya'da
yaşayan Arnavutların 10 yıl içerisinde
birleşeceklerine inanıyor musunuz? (Yaş dağılımı)
Tablo 2.2: Bu ülkelerin birleşmelerini istiyor
musunuz? (Siyasi parti dağılımı)
Tablo 4: Bu ülkelerin birleşmelerini istiyor
musunuz?
Global aktörlerin en çekindikleri konu olan, Kosova,
Arnavutluk ve Makedonya Arnavutları önümüzdeki 10
yıl içerisinde birleşmesi konusunda Arnavutlar yüzde
37 oranında inanmamaktadırlar, buna kesin bir şekilde
inananların oranı ise yüzde 25te kalmaktadır.
Buna olumsuz bakanlar arasında ki yaş grubuna
bakıldığında, baskın bir şekilde 18-55 arasında grubun
yüzde 90 oranında büyük bir yer teşkil ettiği
görülmektedir. Bu grubun içinde de 18-25 yaşgrubu
(%33,5) başı çekmektedir.
149
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SONUÇLAR
Konu ile ilgili entelektüel kısmına sorulduğunda,
siyasîlerin daha dikkatli davrandıklarını görüyoruz. Dr.
Arben Malaj, Sosyalist Parti döneminde Ekonomi
Bakanı, bu konu ile ilgili sorulduğunda, surecin iki ülkenin Avrupa entegrasyonuna baktığını düşünüyor.
Malaj, “Arnavut bölgesinin Avrupa Birliğine entegre
olması, birçok dengeyi değiştirebilir. Bizim politikalarımız
da entegrasyona yönelik olması gerekiyor”düşünüyor.
Arnavutluk Diyanet İşleri Başkanı, Hacı Selim Muca ise,
gelecekte Arnavutlara yapılan haksızlıkların sona ereceklerini savunuyor. Muca,“Yaklaşık yüz yıl önce yapılan
haksızlıkların sona ermesi gerektiğini düşünüyorum.
Bunun örnekleri çok bugünün dünyasında. Ama bu
adımlar ve gelişmeler gerçekleşirken, çok dikkatli
olunması gerekir. Balkanlarda yeni etnik çatışmalara
sebebiyet verilmemeli. Her şeyin doğal gelişmesi gerekmektedir.”diye ifade ediyor.
Ülkenin başbakanı Sali Berisha ise, bölgedeki istikrarın
korunması için “Doğal Arnavutluk” düşüncelerinden
uzak durulması gerektiğinin altını çiziyor. Alman günlük Die Press gazetesine röportaj veren Berisa,“İki ülkenin birbiriyle işbirliklerine verdikleri önemin artması, onların birleşmek istedikleri anlamına gelmez. En son, Kosova'ya Adriyatik kıyılarına uzanma fırsatını veren yeni otoban, bu işbirliğinin daha ileriye gideceğinin önemli bir
faktörü olacak.” İfadelerini kullandı.
Kosova ve Makedonya'daki Arnavut siyasiler de,
Tiran'daki meslektaşlarıyla aynı yönde düşündükleri ön
SAYI 17 - 18
görülüyor. Kosova'nın eski İçişleri bakanı, Bayram
Recepi,“Doğal Arnavutluk”düşüncesinin sadece küçük
partilerinin bir illüzyonu olduğunu düşünüyor. Sırp
FoNet ajansına konuşan Recepi,“Kosova ile Arnavutluk
iki farklı ülkedir. Aralarındaki işbirliği, birleşecekleri
anlamına gelmez.”, seklinde yorumladı.
Makedonya'daki Entegrasyon icin Demokratik Birlik
Partisi başkanı, Ali Ahmeti, Kosova'nın bağımsızlığından önce “Bir gerçek durum vardır. Biz ayrı ülkelerde
yasayan Arnavutlarız. Bizim birleşmemiz, entegre
olduğumuz Avrupa sınırları içerisinde olacaktır”, demiştir.
Ancak, Almanya, Bosna Hersek, Hirvatistan veya
Dunyanin baska yerlerinde de örnekleri görüldüğü
gibi, “Doğal Arnavutluk” yakın vadede olmasa da, orta
veya uzun vadede gerçekleşebilecek bir olaydır. Yüzde
98 Arnavutlardan oluşan Kosova halkı, Makedonya'da
artmakta olan Arnavut nüfusu ve yüzde 92'si Arnavutlardan olun Arnavutluk halkının gelecekte, şartların
oluşturduklarında, referandum veya başka demokratik
yöntemlerle verecekleri kararın kimselerin engel
olamayacakları görülüyor. 1980'lere kadar Kosova'nın
bağımsızlığı hiç düşünülemez iken, bugün Arnavutlar
Kosova'nın bağımsızlığına kavuşmuş durumda.
Arnavutlar için bir yara ile başlayan 19. asır, 100 sonra,
20.ci asrın başında büyük bir galibiyetle, Arnavutların
asrı olarak neticelendirecek bir olay, Kosova
bağımsızlığıyla devam etti. Davalarında hur ve haklı
olan Arnavut halkı, gelecekte de böyle büyük ve
önemli tarihi olaylarla devam edip, kendi toprakları
içerisinde bütün Arnavutları toplayacağı görünüyor.
1) Pejani, Bedri, www.lajme.gen.al, visited on 05 March, 7) Yenigun, Y; Baltaci, C; Ozcan S.; Albanian public 17) Arben Malaj, Kisisel mulakat, Ramadan Çipuri,
24.03.2011, Tiran,Arnavutluk
perceptions of socio-cultural issues and
2011
2)http://www.tiranaobserver.com.al/index.php?option=com 8) foreign policy,Asurvey 2010
_content&view=article&id=3516:ramiz-alia-e-verteta-e9) Ibid
qendrimit-te-enver-hoxhes-per-kosoven&
10) Ibid
catid=58:dossier&Itemid=70, son ziyaret 09 Nisan, 2011
3) www.koha.net, son ziyaret 09 Nisan, 2011
11) Ibid
4) Personal Interview with Koco Danaj byAdi Krasta
12) Ibid
Selim Muça, Kisisel mulakat, Ramadan Çipuri, 05.05.2010,
Tiran,Arnavutluk
18) www.top-channel.tv, "Shqipëria e madhe", një mendim i
vjetër dhe arkaik, 06.10.2010, Visited on 10.04.2011
19) www.top-channel.tv, 02.11.2010, Son ziyaret 09.04.2011
20) www.lajme.net, Ahmeti kunder Shqiperise Natyrale:
Bashkimi vetem ne Evropen e Bashkuar
5) http://kocodanaj.blogspot.com, Personal Interview with 13) Ibid
Koco Danaj by Adi Krasta, E diell Program, Top-Channel, 14) Ibid
Published on the private website of Koco Danaj, Last access
15) Ibid
on 10April,2011
16) Ibid
6) Personal Interview with Koco Danaj byAdi Krasta
150
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Ömer Seyfettin'in Eserlerinde
Balkanlar ve Balkan Savaşlarının İzleri
Tahsin Yıldırım
Ömer Seyfettin, 1884 yılında Gönen'de doğmuş 6 Mart
1920 tarihinde İstanbul'da vefat etmiştir.
Şair, hikâyeci, fikir ve siyaset adamı, asker, öğretmen,
nazariyatçı ve tenkitçi yönüyle Tanzimat'tan sonraki
Türk edebiyatının ve düşünce dünyasının göz ardı edilemeyecek önemli bir şahsiyetidir. Hakkı Süha Gezgin'in ifadesi ile o, “Dalları meyvelerinin ağırlığı ile esne1
yip sarkmış bir ağaçtı.” Ömer Seyfettin'in otuz altı yıllık
hayatında ortay koyduğu birçok hikâye, tiyatro eseri,
bazıları tamamlanamayan roman, masal, şiir, makale,
mensure, fıkra, tuttuğu günlükler ve hatıralar ile
tercümeleri gerek hayatta iken gerekse vefatından
sonra yayınlanmıştır.
Ömer Seyfettin Askerî İdadisi öğrencisi iken Batı Tesirindeki Türk Edebiyatının meşhur kalem erbaplarının
kitaplarını dikkatle okumaya başlamış böylece edebiyata karşı merakı bu dönemde yoğunluk kazanmıştır.
Askerî İdadisi öğrencisi Ömer Seyfettin'in, edebiyat
dünyasına girişi Pul mecmuasının 1 Temmuz 1314 (14
Temmuz 1898) tarihli 12. sayısında M. Enver imzasıyla
çıkan“Lâne-i Garam”isimli manzumesi ile olmuştur. Bu
şiir 10 Haziran 1314 (23 Haziran 1898) tarihinde yazıl2
mıştır.
'Çizgili Kâğıt' adlı ilk yazısı aynı derginin 20 Mart 1902
tarihli yedinci sayısında çıkmıştır. Basılan ilk hikâyesi
“Tenezzüh” Sabah gazetesinin 4 Muharrem 1320 [13
Nisan 1902] tarihli 4469 sayısının 3 ve 4. sayfalarında
yayınlanmıştır. Bazı kaynaklar bu hikâyenin adını “İhti3
yarın Tenezzühü”olarak nakletse de bu bilgi yanlıştır.
Ömer Seyfettin millî olanın Milli edebiyatın peşindedir.
O, Millî Edebiyat'ı tanımlarken dil, vezin ve millî muhteva konularını vurgular.
Ömer Seyfettin'in eserlerinde milletin ruhuna hitap
eden bir tavır görülür. O kalemini savaşın devam ettiği
dönemde mücadelenin önemini arttırmak ve ona yeni
ufuklar kazandırmak amacıyla kullanmıştır.
Ömer Seyfettin Türk edebiyatı tarihinde her şeyden
önce hikâyeleriyle öne çıkmış bir sanatçıdır. Bununla
beraber o, hikâyelerinin yanında makale, deneme,
eleştiri, fıkra, anı, tiyatro ve şiir türlerinde de eserler
vermiştir.
Ömer Seyfettin iyi bir gözlemci olup bunu eserlerine
yansıtmıştır. "Eserlerinde bu yeteneğini sonuna kadar
kullanır. Ondaki gerçekçiliğin temelinde de bu vardır.
İnsanları ve olayları değişik açılardan değerlendir-mekte
ve gözler önüne sermekte çok başarılıdır.
Dolayısıyla okuyucuyu farklı düşünceler oluşturmaya ve
olaylara tek yönlü bakmamaya sevk eder.
Yazardaki en dikkat çekici yönlerden biri de mizahtır.
Öykülerinde mizah asla bir çıkıntı gibi durmaz. Yaptığı
tenkitler insanı güldürürken düşündürür. Yozlaşmış ve
bozulmuş insan davranışlarını, milli varlığından habersiz, kültürünü terk etmeye meyilli züppeleri, batıl inançlarla sorunlara çözüm bulmaya çalışan cahilleri üstü
kapalı yerden yere vurur. Bu yönü ile öykü yazma tekniğini ne kadar iyi bilip mükemmel uyguladığı ve bunu gözlem yeteneği ile birleştirince günümüzde de değerini
koruyan eserler meydana getirdiği ortadadır.
152
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Yapmacıklığa kaçmadan, sade ve açık bir üslup kullanarak, sağlam bir gerçekçilik ve toplumsallıkla sanatının
hakkını veren Ömer Seyfettin'in, öykülerinde yapmak
istediği şey, ulusal bilinci kuvvetlendirmek ve ülkesinin
kalkınmasına yardımcı olmaktır”.4
Ömer Seyfettin, edebiyatımızda, destan ruhu taşıyan
millî hikâyeleriyle şöhrete ulaşmış, İttihat ve Terakki'nin
fikri yapısına paralel düşünce dünyası olsa da onların
dayatmalarına göğüs germiş bildiği hakikatleri ifadeden geri durmamıştır.
Ömer Seyfettin, millî edebiyat döneminin çalışkan
simalarındandır. Türk edebiyatının önde gelen hikâye
yazarlarındandır. Asker, şair ve güçlü bir edebi yeteneği
olan bir öğretmendir. Kısa hikâyeciliğimizin kurucu
isimlerindendir. Ayrıca edebiyatta Türkçede sadeleşmenin savunucusudur. Kısa ömrüne pek çok eser sığdırmıştır.
SAYI 17 - 18
tinde bile millete bir şeyler yapmanın derdindedir. Ona
göre bir milletin varoluş harcı dildir. Ömer Seyfettin
gördüğü aksaklıklar için Balkan Savaşı hatıralarında
şöyle der: “Bölüğün yarısından ziyadesi Türkçe bilmiyor.
Tabur Babil Kulesi gibi. Ne alanın satandan, ne satanın
alandan haberi var.”
Savaşın toplum düzeninde meydana getirdiği sarsıntıları, acıları, yıkıntıları yakından gören ve yaşayan Ömer
Seyfettin, Yanya Kalesi'nin savunmasında Yunanlılara
esir düşmüş önce farklı yerlerde tutulmuş daha sonra
Nafliyon kasabasında yaklaşık bir yıl esir kalmıştır. Bu
6
döneme ait günlükleri yayınlanmıştır.
Eserlerinde Balkanlar
Ömer Seyfettin, Aralık 1908 ile Ocak 1909 arasında tam
tespit edemediğimiz bir tarihte Selanik'teki Üçüncü
Ordunun Nizamiye Taburuna tayin edilmiştir. Burada
eşkıya takip maksadıyla, birçok yerleşim merkezini
gezmiş Türk ve İslâm düşmanı komitecilerin Müslümanlara karşı yaptıkları pek vahşi ve son derece barbarlık örneği hâdiseleri yerinde müşahede etmiştir.
Ömer Seyfettin, “... 1909 yılı başlarında, önce, Selanik
Üçüncü Ordu merkezine tayin edilir; oradan, Müslüman
Türk Rumeli'nin Manastır, Pirlepe, Köprülü, Cuma-yı Balâ
kasabalarını dolaştıktan sonra, Serez Mutasarrıflığına
bağlı Menlik sancağının Razlık kasabasına yakın bir
köyün yakınında bölük komutanlığına başlar. Ömer
Seyfettin'in bölük komutanlığı yaptığı ve Ali Cânip'e yazdığı meşhur mektupla, hem fikir, hem de edebiyat tarihimize giren bu köyün adı Yakorit'tir. Rumeli'yi ve ardından
Balkanlar'ı yakından tanıyan bu 'genç zâbit' Balkanlı
toplulukların din ve milliyet gayreti ile Müslüman Türklere
karşı uyguladığı soy kırımının içinde yaşar; Bulgar, Rum
ve Yahudilerin, Avrupalıların, Rusların desteğinde evlâd-ı
fâtihân'a karşıladıkları soy kırımının vahşet levhaları da
hakiki hayattan alınarak onun hikâyelerine konu olmuştur. Ömer Seyfettin, Meşrutiyet'in ikinci defa ilânı ile
Balkanlı kavimlerin, milliyet, din ve bağımsızlık yolundaki
şuurlu mücadelelerini yoğuran kin ve intikam duygularının devam ettiğini; Osmanlı aydınının II. Abdülhamit
düşmanlığı ile taşkınlık derecesindeki hürriyet çığırtkan5
lığı dışında ciddî bir görüşü olmadığını, acı acı gördü.”
Yaşanan acıları gören Ömer Seyfettin'in Balkan Savaşı
yıllarında yazdığı notlarında karamsarlığa kapıldığını
görürüz. Bunun sebebi askerlerin Türkçe bilmemeleridir. Ancak bu durum onun için geçicidir. Çünkü o esare-
Osmanlı toplumu için kırılmaların yoğun olarak yaşandığı İkinci Meşrutiyet sonrasında Türk hikâyesinde
mazinin anılması, yüceltilmesi önemli bir yer tutmuştur. Sıkıntılı zamanlarda maziden güç alma, ona dayanma ihtiyacı artacağından bu dönemler tarihe ilginin
arttığı devirlerdir. Tarihin her dönemi edebi eserlere ve
diğer sanat eserlerine konu olabileceği bilinir. Ama
tarihi konular milletlerin edebiyatlarında yükseliş ve
çöküş dönemlerinde daha sık görülür. Milletlerin sanata yansıyan tarihleri genellikle tarihin parlak devirlerini
içine alır. Milletlerin tehlikeye düştükleri anlarda, millî
varlıklarını korumak için yaptıkları mücadelelerde bir
kuvvet kaynağı ararlar. Bunu da mazilerinde bulurlar.
Maziden aldıkları örnek ve güçle en büyük tehlikeleri
göğüsleme imkânını bulacaklarına dair bir güç ve
inançla arzuladıkları kimlik için bir arayışla girerler.
İkinci Meşrutiyet devri sanatçısı da özellikle harplerin
başlamasından sonra mâziye yönelme ihtiyacı hissedip
bunları eserlerinde yansıtmışlardır.
Milletlerin mazilerinin kahramanlıklarını ön plana
çıkardıkları dönemler onlar için kimliklerin yeniden
inşasına çaba gösterdikleri ya da sığınma psikolojisini
yaşadıkları zamanlardır. Çünkü bu dönemlerde ortaya
koyacakları bir sığınak olmadığı için maziye duyulan
özlem ve eski kahramanlıkları ön plan çıkarma insanların kendine olan güveni sağlayacağı için her zaman
başvurulan bir yol olmuştur.
153
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Bir sığınma psikolojisi olan geçmişin değerlerine her
zaman sığınma ihtiyacı istikbale yeniden ümitle bakabilme, geçmişten alınan manevi kuvvetle mümkün olabileceği düşüncesinin ürünüdür. Mazi fikrini, geçmişin
kahramanlıklarını tema edinen yazarlardan biri de
Ömer Seyfettin'dir. Onun hikâyeleri ve romanlarında
milliyet ve din çatışma unsurunu meydana getiren
önemli öğelerdendir.
Ömer Seyfettin, 1917'de Yeni Mecmua'da “Eski Kahramanlıklar” başlığı ile yayınladığı hikâyelerinde, mazi ve
kahramanlık hasretini dile getirip ecdada olan hayranlığı, özlemi ve yüceltmeyi esas almıştır. Bunlar“Ferman”,
“Kütük”, “Vire”, “Teselli”, “Pembe İncili Kaftan”, “Başını
Vermeyen Şehit”, “Teketek”, “Kızıl Elma Neresi?” ve “Topuz”
dur. Konusunu tarihten almış olan bu hikâyelerinden
“Teselli” de şöyle bir cümle geçer: “Fakat harp, yalnız
7
cesaret miydi? Asıl tedbir lazımdı.”.
Hikâyelerinde görülen millîlik vasfı, Balkanlarda gördüğü vahşet ve dehşete karşı, kendisinde uyanan reaksiyondan doğmuştur. Ömer Seyfettin'in bu seri hikâyelerinden önce, onun“At”isimli hikâyesinden söz etmek
gerekir. Hikâyede Balkanlarda at koşturan bir subayın
Türklerin geçmiş kuvvetli asırlarını derin bir hüzünle
hatırlayışı ifade edilir. Eski hâkim zamanlara derin bir
hasretin hissedildiği hikâyede, bulunduğu zamandan
kaçmak isteyen subay, yazarın kendisidir: “Ah, dört beş
asır evvel yaşasaydım.”, diye mütelezziz oluyordum.
Bağlar, ova, her taraf boştu.(…) Ah bu topraklar üzerinde
benim ecdadım girdibâd-ı berk-âlûd-ı zafer gibi akıncılık
ederken ne kadar mesûd, mağrûr idiler. Kahramanlık,
şecaat ve cesâret-i mutlak içinde geçen gençlikleri onlara
ihtiyarlıkları için ne tesellisiz hatıralar, ne muğfil iftiharlar
bırakıyordu. Hâlbuki biz, silahsız, kansız, azametsiz olduğu kadar yorucu, harab edici olan mücadele-i medeniyetin bîçare muharipleri, ne kadar sefiliz.”
Ömer Seyfettin 1918'de kaleme aldığı Büyük Türklüğü
Parçalayan Kimlerdir? isimli makalesinde Türk milletini
parçalayan iki kuvvetten bahseder. Bunlardan birincisi
“Rus pençesi”, diğeri “millî gaflet”tir. Birinci kuvvetin
kırıldığına inanan sanatkâr, hâlâ yerinde duran ikinci
kuvvetle mücadeleyi herkes için kaçınılmaz görev
sayar. Bu sorumluluğun yerine getirilmesi, öncelikle bu
8
kuvvetin iyi tanınmasına bağlıdır. Bir taraftan bu tip
yazılarla halkın zihnini açmaya çalışan Ömer Seyfettin,
hikâye türünün imkânlarını da kullanarak aynı
düşünceleri, hikâyelerinin kahramanlarına söyletir.
“Hürriyet Bayrakları”nda Osmanlılık düşüncesinin ateşli
savunucusu genç subay, bir Bulgar köyünde kurutulmak için asılan kırmızıbiberleri, uzaktan hürriyet bayrakları zannederek heyecanlanır: “Körsünüz azizim,
bakar körsünüz. Nafile zahmet edip bakmayınız. Hakikatleri görmek istidadı sizde yok. Hâlâ mı şüphe
ediyorsunuz? Evet, bunlar hürriyet bayraklarıdır. Şu dağ
başında kaybolmuş Osmanlı-Bulgar köycüğü On Temmuz'u takdis ediyor. İnanmıyor musunuz? Onlar Osmanlı
SAYI 17 - 18
değil midir? Yarın Osmanlı toprağına düşmanlar hücum
ettiği vakit sizden evvel onlar koşacaklar. Osmanlılık
namına kanlar dökecekler. Osmanlılığı kanlarıyla kurta9
racaklar. diyerek Osmanlılığa herkesin kendisi gibi
baktığını sanmaktadır.
Ömer Seyfettin'in eserlerinde Balkanlardaki milletlere
mensup birçok kahraman ve Balkanlara ait mekânlar
sıkça görülmektedir. Bunda, onun buralarda görev
yapmış olmasının çok büyük bir etkisi vardır.
Ömer Seyfettin'in eserlerinde Balkan kökenli milletlere
bakışı dönemin siyasi anlayışının bir tezahürüdür.
Dönem itibariyle İttihat Terakki hâkimiyeti mutlak
olmasa da vardır. Balkan Savaşı yılları, onun zaten var
olan milliyetçi yönünü daha da güçlendirmiştir. Bu
yüzden milliyetçi bir yaklaşımla kahramanlarını bize
yansıtır.
Ömer Seyfettin'in eserlerinde olumlu nitelikli Balkan
kökenli milletlere mensup kahramanlar da vardır. Yazar
bu kahramanların geçtiği hikâyelerinde milletlere bakışını ortaya koymuştur. Kahramanların konuşmalarında
azınlık ve yabancı ağzının ön plana çıkmadığı görülür.
Yazarın bir kaç hikâyesi hariç kahramanlara bakışı
gerçekçidir.
Onun hikâyelerinde geçen yabancı kahramanlar daha
çok Türklerle mücadele içinde olan kahramanlardır.
Hikâyelerinde Rada ve Magda gibi kadınlar hariç tutulursa kahramanların çoğu erkektir. Yazarın eserlerinde
atıf yaptığı, motif olarak kullandığı Balkan milletlerinden seçtiği kişiler genellikle basit halk tabakasına mensup insanlar, çiftçi, köylü, esnaf, askerler nadiren üst
düzey kişiler, komitacılardır. Komitacıların bu eserlerde
görülmesinin sebebi olayların Balkan Savaşı yıllarında
geçmesindendir.
"Bomba" hikâyesinde komitacı Bulgarlar karşımıza
çıkar. "Beyaz Lale" adlı hikâyede karşımıza çıkan Radko
Balkonovski, zengin bir ailenin çocuğu olup Galatasaray Lisesi mezunu aşırı Bulgar milliyetçisidir. Radko
Balkonovski Türklerden ölesiye nefret etmektedir.
Büyük Bulgaristan hayaliyle komitacı olmuş birçok
Türk'ü katletmiştir. Türklerle ilgili düşünceleri hikâyede
şu cümlelerle ifade eder: "...Serez'de Türkler çok
zengindiler. Şimdi bunların kaçamayanları toplanacak,
evvela işkence ile kasalarındaki ve bankadaki paraları
alınacak, sonra fidye gibi bütün mülkleri Bulgar
mekteplerine verdirilecek, en nihayet hepsi vaftizlenip
Hıristiyan yapıldıktan sonra öldürülecekti. Bu yarım
saatlik bir işti. Lakin geriye güç bir şey kalıyordu. Şehirde
10
en güzel Türk kızının hangisi olduğunu anlamak..."
Ömer Seyfettin'in bir başka kahramanıysa Bulgar
Dimko'dur. Hayatının yarısını komitacı olarak Türklerle
mücadeleyle geçirmiştir. Yazar onun cahil olmadığını
belirtir. "Tuhaf Bir Zulüm" adlı hikâyede karşımıza çıkan
Gospodin milliyetçi olmakla beraber insanî vasıfları ön
planda olan eğitimli, akıllı olarak tanıtılmış bir hikâye
154
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
kahramanıdır. Türkleri katliamsız Bulgaristan'dan çıkarmayı hedefleyen ve katliama karşı çıkan tavrı ile bilinen
bir Bulgar milliyetçisidir. Gospodin'in bir özelliği de
Türkçeye ve Türklere karşı bir sempatisinin olmasıdır.
Aynı hikâyede Bulgar Hancı Dimko ve İstanbulof adlı
bir Bulgarların ismi geçer. İstanbulof Türklerin katlinin
normal bir davranış olduğunu savunan insani yoksun
bir kahraman olarak göze çarpar.
Onun “Nakarat” isimli hikâyesinde de buruk bir mizah
vardır. Hikâye kahramanı genç zabit, Makedonya'da
bulunduğu yıllarda, bir süre kaldığı evin penceresinden her gün aynı güfteyi dinlediği Bulgar kızına âşık
olur. “Nas, nas, çarigrad nas...” nakaratıyla biten şarkıyı,
kendince bir aşk şarkısıymış gibi tercüme eden genç
zabit, bu güftenin aslında İstanbul idealiyle yanıp tutuşan bir Bulgar kızının yemini niteliğini taşıyan sözleri
olduğunu, anlatıcı-kahraman ruh hâliyle dikkatlere
sunar.
“Bomba”da, bir Bulgar köyünde, kendi insanına zulmeden caniler, onların her türlü kötülüklerine maruz kalan
insanların gözüyle anlatılır. Hikâyede anlatılan bütün
bu olaylar, değişen dünyada, kendi insanına yer arayan
bir Türk aydınının, neden böyle bir arayışa girdiğinin
belgeleri niteliğindedir.
“Primo Türk Çocuğu Nasıl Doğdu?” ve “Primo Türk
Çocuğu Nasıl Öldü?” hikâyelerinin kozmopolit kahramanı Kenan Bey, ancak Balkan Harbi'nin gerçekleri
karşısında uyanır ve içine düştüğü bataklıktan kurtulur.
Bu iki hikâyenin asıl üzerinde durulması gereken kahramanı şüphesiz Primo'dur. İtalyan bir anne ile yozlaşmış Türk bir babanın çocuğu olan ve Türkçe bilmeden,
ne ve kim olduğunun farkına varmadan yaşayan Primo,
ve ailesinin yaşadığı kozmopolit atmosferi içinde
büyür. Arkadaşı Orhan ve babası Kenan Bey'in uyanış
devrinden sonraki yardımlarıyla millî benliğine kavuşan Primo, Oğuz adını alır, Türkçe öğrenir. Sonunda da
bir Türk çocuğuna yaraşır bir şekilde ve millî duygular
içinde şahadete koşar.
Ömer Seyfettin'in Balkanlarla ilgili hikayelerinin bazıları
şunlardır: “Teke Tek, Kütük, Tuhaf Bir Zulüm, Hürriyet
Bayrakları, Nakarat, Bomba, Beyaz Lale, Primo Türk
Çocuğu Nasıl Doğdu?, Primo Türk Çocuğu Nasıl Öldü?,
Külah, Çakmak, Zeytin Ekmek, İrtica Haberi, Mehdi, At,
Mahmeemken, Aleko Bir Çocuk, Mehdi, Piç.” “Yarın ki
Turan Devleti” isimli araştırma eseri de Balkanları
işlemektedir.
Ömer Seyfettin'in kurmaca metinlerinin dışındaki eserlerinde de Balkanlar sıkça yer almaktadır. Bunlardan en
önemlisi Balkan Harbi ve esaretini kapsayan günlük-
SAYI 17 - 18
leridir. Zamanımıza ulaşan haliyle bu günlüğe 27 Eylül
1328[10 Ekim 1912] tarihinde Selânik'te başlamış ve 15
Teşrinisani [28 Kasım 1913] tarihinde esir tutulduğu
Yunanistan'ın Nafliyon kasabasında “Necat isminde bir
vapur geldi.”diye yazarak son vermiştir.
Bu günlükler savaşın telaşlı ve koşuşturmalı hayatına
paralel detaylı anlatımdan ziyade kısa kısa vurucu notlardan oluşmuştur. Gerek edebiyat tarihi gerekse Türk
tarihi adına önemli detayları içeren bu eser Ömer Seyfettin'in ölümünden sonra bulunmuş ve yayınlanmıştır.
Ömer Seyfettin bu günlüğün ilk sayfalarında Balkan
Harbinin ayak seslerini 27 Eylül 1328[10 Ekim 1912],
tarihli gününde Selânik'te şu cümlelerle anlatır: “Dün
Karaburun'dan geldik. Galiba bu gece şimendifere bineceğiz. Karadağ ilân-ı harp etti. Bulgaristan ve Sırbistan
henüz susuyorlar. Kimi gördümse:
-Mutlaka harp olacak!...
diyor. Ben hâlâ ümit etmiyorum. Niçin harp olacak?
Balkan hükümetlerinin istedikleri verildikten sonra harbe
ne hacet? Buna aklım ermiyor.”11 4 Teşrinievvel [17 Ekim
1912], Köprülü'deki günde ise harbin başladığını şu
cümlelerle yazmıştır: “Diyorlar ki “Harp başladı…” Fakat
kimsenin bir şeyden haberi yok. Ne telgraf geliyor, ne gazete. Bugün nöbetçiyim. Şimdi, yani gece yedide hareket
emri verildi. Çavuşlara ve saireye lâzım gelen tembihleri
verdim. Yarın Güzeyil'e gideceğiz. Bu küçük bir köymüş.
Umumî harekâta dair bize hiç malûmat verilmiyor. Her
gün bir alay emir neşrolunuyorsa da anlamak mümkün
değil.”
Balkan Harbinin muharip gazilerinden olan Ömer Seyfettin, 5 Kanunievvel [18 Aralık 1912] tarihli günlüğünde
diri diri toprağa gömülen askeri şu cümlelerle anlatmıştır: “Bu sabah Leskovik'e doğru yola çıktık. Aydonan'da şiddeli muharebeler oluyormuş. Biz Leskovik'ten
cephane alacağız. Yolda kaybolan hayvanımı aramak
için geri kalmıştım. Bir çalılığın içinde doktoru, eczacıyı,
Birinci ve İkinci Taburlardan birkaç zabiti gördüm. Yeri
kazıyorlardı. Meğerse açlıktan bir nefer ölüyormuş.
Ağzından köpükler akıyordu. Zavallı daha tamamıyla
nefesi bitmeden kazılan mezarının kazma seslerini
işitiyordu.”
9 Teşrinisani [22 Kasım 1912] tarihli günlüğünde ise ulaşımın temel aracı olan hayvanların birer birer öldüğünü
şu acı satırlarla defterine kaydetmiştir. “Bu gece, ismini
öğrenemediğim bir köyde kaldık. Kar yağdı, çamurda
idim. Rutubet o kadar çoktu ki sabahleyin sırsıklam
uyandım.
155
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Doğrusu pek nazik ve insaniyetli adamlar…
Gece, saat üç
Bütün kolordular birbirine karıştı. Bu nihayetsiz karışıklıklar içinde ben de kayboldum. Yollar son derece bozuk.
İki defa göğsüme kadar suya girdim.
Bataklıklarda birçok hayvan yığıldı kaldı. Koca koca süvari ve topçu atları açlıktan, yorgunluktan ve soğuktan yollara düşmüş. Her adımda bir hayvan leşine rast geliniyor.”
Ömer Seyfettin'in Balkan Harbi'nde tuttuğu günlükten
savaşın seyrini rahatlıkla görebiliriz. Bu yönüyle önemli
bir eser olan bu günlükler bize o dönemin ve savaşın
mağlubiyetine ait önemli ipuçları vermektedir.
Ömer Seyfettin'in eserlerinin Türk tarihinin en çalkantılı
ve sıkıntılı yıllarında kaleme alındığı ve yayınlandığı
düşünüldüğünde, dil, edebiyat ve kültür tarihimizin
aydınlatılması açısından da ne kadar büyük bir öneme
sahip olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
10 Kanunisani[23 Ocak 1913]
Eminağa Hanı'ndaki karargâh-ı umumiye geldim. Yolda
oldukça ehemmiyetli bir hakaret banyosu geçirdik.
Bereket versin ki Rumca bilmiyorum. General Sabuncadaki'nin huzuruna çıkardılar. Bazı şeyler sordu. Hep
Fransızca konuştuk. Gece zabitlerle oturdum. Yatmak
için şimdi jandarma neferlerinin koğuşuna geldim.
11 Kanunisani[24 Ocak 1913]
Sabah... Pis ve camsız pencereli bir han odası... Jandarmaların gürültüsüyle uyandım. Hep benim için konuşuyorlar. Bereket versin ki Rumca bilmiyorum. Bir zabiti
neferlerin yanına koymak doğrusu nazikçe bir şey değil...
Bugün otomobille hareket edeceğiz. Dün akşam pek
erken diyorlardı. Ama hâlâ bana arş dedikleri yok.
Saat yedi
Filyadis'e geldik. Otomobilde altı da yaralı Yunan askeri
vardı. Yolda Prens Kostantin'e ve çocuklarına rast geldik.
Beni jandarma dairesinde bir odaya koydular. Zabitler
geliyor, benimle Fransızca görüşüyorlar. Hepsi de Bijan'ı
soruyorlar.
Ömer Seyfettin'in Esaret Günleri'nden12
7 Kanunisani[20 Ocak 1913]
Biz Kanlıtepe'deyiz.Toplar o kadar müthiş patlıyor ki…
İki istihkâm yıkıldı, neferler altında kaldı.
Saat dokuz
Bir saatten beri belki bin gülle olduğumuz yere düştü.
İhtiyatlar ve bütün tabur geri çekilmeye başlamış.
Ölmeyen askerler kaçıyorlar. Yalnız kaldım. Ben de gidiyorum.
Artık harp sayfasını kapamalı. Kaçamadım. Yirmi bir
neferle esir düştüm. Bulunduğumuz tepeden efzunlar
göründü. “Teslim olun” diye haykırdılar. Biz de ellerimizi
kaldırdık. “Teslim” diye bağırdık. Neferleri bağladılar,
beni yüzbaşıya verdiler.
8 Kanunisani[21 Ocak 1913]
Bu gece Yunan zabitleriyle beraber yattım. Bana ekmek
ve jambon verdiler. Sabahleyin ağırlığın yanına gönderdiler.
Bu geceyi efzun çavuşu İpsilandis ile koyun koyuna
geçirdim.
9 Kanunisani[22 Ocak 1913]
Bu sabah çavuşla generalin yanına gönderdiler. Evvelâ
bir tabur zabitlerinin yanına geldim. Kokoriç köyüne…
Sonra jandarmalar beni aldılar, Ayanikoli kilisesindeki
General Batapulos'un huzuruna çıkardılar.
Yanında erkânıharbi, İpsilandis vardı. Bana çok iltifat etti.
Hep Fransızca konuştuk. Yarın diğer bir Türk esiri olan
topçu zabitinin yanına gönderileceğimi söyledi. Bu
geceyi jandarma çavuşu Korinos'un yanında geçireceğim. Ocağın yanında efzunlarla beraber oturuyor ve
konuşuyorum. Adresini aldığım bir zabit çay ve konyak
getirdi.
Yüzümü ve ellerimi yıkamak için dışarıya çıktım. Şiddetli
top sesleri işitiliyordu. Demek bizim Bijan hâlâ dayanıyor. Bravo…
12 Kanunisani[25 Ocak 1913]
Dün birçokYunan zabiti geldi. Hep görüştük. Muha-rebe
münasebetiyle asker olan Kefalonya mebusu da geldi.
Pek nazik bir çocuk. Avukat imiş. Dost olduk. Adresini
bile verdi.
Birkaç saate kadar Narda'ya gideceğiz. Ben hazırlandım. Bekliyorum. Güzel yemek veriyorlar. Jandarma
zabiti gelip ne istediğimi soruyor. Sabahleyin süt ve
kahve bile getirdiler.
Saat on iki
Gidemedik. Arabaya binmişken çevirdiler. Bu gece de
burada kalacağız. Benimle beraber esir olan zabiti gördüm. Yeni mektepten çıkmış. Diyarbekirli bir topçu...
Konuştuk. Bulgarlarla muharebenin başladığını söyledi.
Bu havadisi tekrar yanıma gelen Kefalonya mebusuna
söyledim. İnanmadı.
- Bir şayia olmalı… dedi.
Bakalım birkaç güne kadar her şeyi öğreniriz.
13 Kanunisani[26 Ocak 1913]
Bu sabah araba ile Narda'ya geldik. Bütün ahali toplandı.
Çocuklar “Turko, Turko” diye bağırıyorlar. Evvelâ askerî
idaresine götürdüler. Sonra jandarma dairesine. Şimdi
buradayız.Yarım bakalım nereye?
156
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
15 Kanunisani[28 Ocak 1913], Narda
Bugün de kaldık. Vapuru bekliyoruz. Kraliçenin
hastane müdürü geldi. Konuştuk. Zavallının
harpte bir oğlu var-mış. Diğer zabitler ve
doktorlar ziyarette devam edi-yorlar. Hâlâ
Fransızca gazeteler için müsaade olunmadı.
16 Kanunisani [29 Ocak 1913], Narda
Galiba bugün de buradayız. Hava fena. Yunanlılar yeniden asker topluyorlar. Her gün, oturduğumuz jandarma dairesinin taş avlusu
dolup boşalıyor.
Saat sekiz
14 Kanunisani[27 Ocak 1913], Narda
Bugün de burada kalacağız sanıyorum.Yanımda kendiliğinden gelip teslim olmuş bir topçu zabiti var. Hıristiyan olmak istiyor ve benim tercümanlık etmemi rica
ediyor.
İstanbul'da ihtilâl olduğunu söylüyorlar. Jandarma
çavuşu, Nazım Paşa'nın ölü resmini neşreden bir gazeteyi getireceğini vaat etti. Dünden beri bir Avusturyalı
doktor ile ahbap oldum. Bana Fransızca gazeteler getirecek. Diğer doktorlar da geliyorlar, hep konuşuyoruz.
1) Hakkı Süha Gezgin, Edebi Portreler, Haz: Beşir
Ayvazoğlu, Timaş Yay., İstanbul, 1999, s. 234.
2) Ömer Seyfettin, Şiirler, Mensur Şiirler, Fıkralar,
Hatıralar, Mektuplar, Ömer Seyfettin'in Bütün Eserleri,
hzl. HülyaArgunşah, Dergâh Yay., İstanbul, 2007, s. 21
3) Hikmet Dizdaroğlu, Ömer Seyfettin, TDK Yayınları,
Ankara 1964, s. 23
4) Gökçen Türcan Yüksel, 9-11 Yaş Grubu Çocukları İçin
Ömer Seyfettin'in Öyküleriyle İlgili Bir Değerlendirme,
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bolu,
2008, s. 28.
5) Sadık Tural,, “Ömer Seyfettin'in Hayatı ve Eserleri”, 6)
Moralı bir jandarma zabiti var. Bana hep fena haberler
getiriyor. Bugün sevinerek geldi. Enver'in ihtilâlciler tarafından öldürüldüğünü söyledi. İnşallah sahi değildir.
Yanya gibi galiba burada da efsane çok. Artık her gün
işittiğim efsaneyi günü gününe yazacağım. Belki bu
zabit beni müteessir etmek için böyle feci ve korkunç
havadisler veriyor…
Doğumunun 100. Yılında Ömer Seyfettin, Marmara
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul, 1984
s. 10-11
7) Ömer Seyfettin, Balkan Harbi Hatıraları, Haz: Tahsin
Yıldırım, DBY., İstanbul, 2001.
8) Yasin Beyaz, Fikir ve Sanat Hayatımızdaki Yeri
Bakımından Yeni Mecmua Üzerine Bir İnceleme,
İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2009, s. 67.
9) Ömer Seyfettin, “Büyük Türklüğü Parçalayan
Kimlerdir?”, Bütün Eserleri 16 Türklük Üzerine Yazılar,
Bilgi Yayınevi,Ankara 1993, s.107112.
10) Ömer Seyfettin, “Hürriyet Bayrakları”, Bütün Eserleri
157
3, Bilgi Yayınevi,Ankara 1993, s. 109.
11) Ömer Seyfettin, "Beyaz Lale", Bütün Eserleri Hikayeler 2, İstanbul, Dergah Yayınları, 2007, s.1112.
12) Hayat dergisi, S. 3, 12 Ocak 1967, s. 13.
* Ömer Seyfettin'in “Balkan Harbi Hatıraları”nı Niyazi
Ahmet Banoğlu'ndan temin etmiş ve Hayat dergisi, S. 3,
12 Ocak 1967, s. 13-15; S. 4, 19 Ocak 1967, s. 12-13; S. 5,
26 Ocak 1967, s. 8-9; S. 6, 2 Şubat 1967, s. 12-13; S. 7, 9
Şubat 1967, s. 20-21; s. 8, 16 Şubat 1967, s. 28-29; S. 9, 23
Şubat 1967, s. 16-17; s. 10, 2 Mart 1967, s. 28-29; S. 11, 9
Mart 1967, s. 28-29; s. 12, 16 Mart 1967, s. 33-34; S. 13,
23 Mart 1967, s. 29-30'da yayınlamıştır.
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Sırp İşgaline Karşı Arnavutluk Ayaklanması:
Prizren Birliği
- Prof. Dr. Hasan Korkut
- Prof. Dr. Mehmet Can
Ayastefanos Anlaşması
ve Berlin Konferansı
1877-1878 Osmanlı-Rus harbi sonunda 3 Mart 1878'de
İstanbul'un Yeşilköy semtinde Osmanlı Devleti
açısından ağır koşullar içeren Ayastefenos anlaşması
imzalandı :[1]
Bu antlaşmaya göre;
1) Osmanlı Devleti'ne bağlı bir Bulgaristan Prensliği
kurulacak, Prensliğin sınırları Tuna'dan Ege'ye,
Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacak,
2) Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek
3) Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık
kazanacak ve sınırları genişletilecek,
4) Kars, Ardahan, Batum ve Doğubeyazıt Rusya'ya
verilecek,
5) TeselyaYunanistan'a bırakılacak,
6) Girit ve Ermenistan'da ıslahat yapılacak,
7) Osmanlı Devleti Rusya'ya 30 bin ruble savaş tazminatı ödeyecekti.
Anlaşma, Rusya'ya Balkanlarda üstün bir
konum sağlayarak Avrupa
Birliği'nin önerisi Arnavutluk Vilayeti;
güç dengesini Prizren
İşkodra, Yanya, Manastır ve Kosova'dan oluşuyor
bozduğundan,
Avusturya-Macaristan ve İngiltere bu anlaşmayı tanımadı. Anlaşmazlığı gidermek için 13 Haziran 1878'de
Almanya İmparatorluk Şansölyesi Prens Bismark'ın başkanlığında Berlin'de, Osmanlı İmparatorluğu, Rusya,
İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve
İtalya'nın katılımıyla bir kongre toplandı. Osmanlı
Devleti'ni temsilen Nafıa Nazırı Karatodori Paşa, Müşir
Mehmet Ali Paşa ve Berlin büyük elçisi Sadullah Bey
(Paşa) gönderilmişti, diğer devletleri başbakanları ve
dış işleri bakanları temsil etmekteydi.
Berlin Konferansı
Konferansın başlıca sonuçları şöyle özetlenebilir:
Ayastefanos anlaşmasına gore Bulgaristan
Bu anlaşma Osmanlı İmparatorluğunun Balkan Yarımadası'ndaki egemenliğine ağır bir darbe vurmuştu.
İmparatorluğun elinde Makedonya ve Arnavutlarla
meskun bölgelerde çok kırılgan bir kontrol kalmıştı.
- Osmanlı Devleti kendisine tabi olan Sırbistan,
Bulgaristan, Romanya ve Karadağ'ın kendi başlarına
bağımsız birer prenslik olmalarını kabul etmiştir.
- Bosna-Hersek'in yönetimi Avusturya-Macaristan
imparatorluğuna,
- Niş Sancağı Sırbistan'a,
- Teselya SancağıYunanistan'a, (1881)
- Kars, Batum, Artvin ve Ardahan sancakları Rusya'ya,
- Dobruca Sancağı Romanya'ya,
- Bar ve Podgorica şehirleri ile Gusinye ile Plav dağ köylerinin etrafı Karadağ'a bağlandı.
[2]
- Bulgaristan'ın Ayastefanosta çizilen sınırları daraltıldı .
158
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Ayastefanos anlaşması Arnavutlar ve Bosnalılar
arasında heyecan ve kaygıya neden oldu.
Ayastefanos anlaşması Arnavutlar ve Bosnalılar arasında heyecan ve kaygıya neden olmuş ve liderlerini
vatanlarını savunmak için organize olmaya sevket[3]
mişti. 1877 sonbaharında, İstanbulda aralarında ilk
yıllarda Arnavut Milli Hareketi'nin önde gelen şahsiyetlerinden Abdil Fraşëri'nin de bulunduğu tanınmış
Arnavutlar, Arnavut direnişini yönetmek için bir komi-te
kurdular.
Mayıs 1878'de bu komite, Arnavutların yaşadığı bütün
şehirlerden gelecek temsilcileri Prizren'de bir genel
toplantıya davet etti. Komite üyeleri Ali Ibra, Ziya
Priştina, (Şemseddin) Sami Fraşëri,Yani Vreto, Vaso Paşa,
Abdil Fraşëri ve Pandeli Sotiri idi.
PrizrenToplantısı
Ayastefanos ve Berlin anlaşmaları, Arnavutlarla meskûn
bu bölgeyi başka devletlere paylaştırıyordu. İstanbul
otoritesinin, %70i Müslüman ve İmparatorluğa sadık
olan bu bölgenin çıkarlarını korumakta başarısız
kalması, Arnavut liderleri Bosna, Sırbistan ve diğer Tuna
Prensliklerinin yolundan giderek, sadece savunmalarını
organize etmek için değil, fakat aynı zamanda muhtar
yönetimler kurmaya zorladı.
Birlik, beş siyaset zemininde reform programları başlattı:
1) Arnavutlarla meskûn bölgelere, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ tarafından yapılan tasallutlara
karşı savunmak.
2) İmparatorluk içinde Kosova, Manastır, Yannina and
İşkodra vilayetlerinden müteşekkil bir üst vilayet
kurmak.
3) Normal hallerde Arnavutluğa münhasır zorunlu
askerlik.
4) Arnavutca ve Latin alfabesiyle eğitim verecek milli
okullar.
5) Eyaletin gelir kaynaklarını denetim altına almak.
Prizren Birliği, Osmanlı İmparatorluğunun Kosova Vilayeti'nin Prizren şehrinde, 10 Haziran 1878 günü Kosova,
Manastır ve Yanya'dan gelen ve çoğu Müslüman din
adami, kabile reisleri ve diğer eşraftan olan seksen
kadar delege o zaman bir Osmanlı şehri olan Prizren'de
bir araya geldi. Bosna'dan gelen delegelerle birlikte 300
kadar Müslüman bu toplantıda yer aldı. Merkezi otoriteleri temsilen Prizren Mutasarrıfı toplantıda yer aldı.
Delegeler, vergi koyma ve asker toplama yetkisine
sahip bir “merkez komitesi”nin altında görev yapacak
olan bir yönetim organi, Prizren Birliği (League) tesis
SAYI 17 - 18
ettiler. Prizren Birliği'nin iki kanadı vardı, Prizren kolu ve
Güney Kol. Prizren Kolu'nun başında Ilyas Dibra vardı ve
Kičevo, Tetovo, Pristina, Mitrovica, Vucitrn, Skopje,
Gjilane, Bitola, Dibër ve Gostivar delegelerinden
oluşuyordu. Güney Kolu'nun başında Abdil Fraşëri vardı
ve Korçë, Arta, Berat, Parga, Gjirokastër, Përmet,
Paramythia, Filiates, Margariti, Vlorë, Tepelenë ve
[4]
Delvinë'den gelmiş onaltı temsilciden oluşuyordu.
Delegeler arasından kurulan Prizren Milli Müdafaa
[5]
Komitesi aynı gün bir kararname yayınladı .
Prizren Milli Müdafaa Komitesi'nin 10 Haziran
Kararnamesi
Madde 1
Birliğimiz, Osmanlı İmparatorluğu dışındaki bütün
hükümetlere karşı olmak ve toprak bütünlüğümüzü
her türlü vasıtayı kullanarak savunmak gayesiyle
kurulmuştur.
Madde 2
En samimî niyetimiz, Efendimiz Sultanımızın İmparatorluk haklarını korumaktır. Bu yüzden bu niyetimize aykırı
hareket edenleri, karışıklık çıkaranları, Hükümet' in
itibarını zayıflatmaya çalışanları, bu gibi faaliyetlere
destek olanları, hallerini düzeltinceye kadar düşman
biliriz. Ülkenin sadık halkına zarar verenleri de bu ülkeden çıkaracağımızı beyan ederiz.
Madde 3
Birliğimize katılmak için diğer bölgelerden delegeleri
memnuniyetle Kabul edeceğiz ve onları Hükümetin ve
ülkenin dostları olarak milli listeye kaydedeceğiz.
Madde 4
Mukaddes şer'i kanunumuzun hükmü mucibince sadık
gayri Müslim vatandaşlarımızın hayatlarını, mallarını ve
şereflerini kendimizinki gibi koruyacağız, ancak yerine
ve zamanına gore isyancılara karşı savaşacağız ve onları
cezalandıracağız.
Madde 5
Bölgelerde silah altına alınanların masrafları yayınlanacak talimatlar çerçevesinde karşılanacak. Dışarıdan
gelerek birliklerimize katılacakları memnuniyetle Kabul
edeceğiz.
Madde 6
Balkanlardaki ahval muvahecesinde yabancı askeri birliklerin topraklarımıza girmelerine izin vermeyeceğiz.
Bulgaristanı tanımayacağız, adını bile duymak istemiyoruz. Sırbistan kanunsuz olarak işgal ettiği bölgeleri
geri vermeyi Kabul etmezse, üzerine gönüllü birlikler
gönderip, o bölgeleri geri almak için her türlü gayreti
sarfedeceğiz. Karadağa da aynısını yapacağız.
159
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Madde 7
Vatandaşlarımızı ve Balkanlarda Birliğimizi desteklemiş
olan hükümetlere sadık olanları destekleyeceğiz.
İhtiyaç anında birbirimize yardım edeceğiz. Karşılıklı
destek ve anlayışı hiç bir zaman eksik etmeyeceğiz.
Madde 8
Bir bölge Birliğin hedeflerini yerine getirme konusunda
muhalefetle karşılaşırsa, komşu bölgeler onun
yardımına gidecek ve o amaçların gerçekleşmesi için
gerekli yardımı temin edecek.
Madde 9
Birliğimizi terkeden kişi Allah saklasın- Birliğe karşı
casusluk suçu işlemiş olur. Birlik önderlerinin emirlerine
itaat etmeyen, hakettiği şekilde cezalandırılacaktır.
Madde 10
Bölge halkından Birlik'e katılanlar, hangi dinden
olurlarsa olsunlar, birliktrn ayrılmayı seçtiklerinde
Sırbitan'a ve Karadağ'a gidemezler. Böyle yapanlar
casus ilan edilecek ve yürürlükte olan yasalara gore
cezalandırılacaklardır.
Madde 11
Aramızdan Birlik tarafından sorumluluk yüklenmiş birinin, bu görevleri hakkıyla yerine getiremeyeceği anlaşılırsa, bu görevleri aksatır, ya day ok sayarsa, makamını
ve makamından Doğan gücü suistimal ederse, kaba
davranır ve şerefine leke getirecek işler yaparsa, teşhir
edilecek ve gereken şekilde cezalandırılacaktır, malları
müsadere edilecektir.
Madde 12
Askeri birliklere taarruz emirleri, askere alma emirleri,
güç kullanımı ve benzeri eylemler, hazırlanacak yönetmeliklere göre yapılacak.
Madde 13
Bu emirlerin harfiyyen yerine getirildiğinden emin
olunabilmesi için evraklara ve yazılı haberleşmeye
ehemmiyet verilecek.
Madde 14
Hükümetin, Birlik'in ilgilendiği hususlara müdahele
etmeyebileceği anlaşılmıştır. Birlik de Hükümetin
yönetim konularındaki icraatına, bu icraatlar kuvvet
kullanımı ile ilgili olmadıkca karışmayacaktır.
Madde 15
Bu sözleşmenin bir nüshası her gerektiğinde isteyene
verilecektir.
Madde 16
Kuzey Arnavutluğun, Epir'in, doğduklarından beri
SAYI 17 - 18
silahtan başka bir şey görmemiş, İmparatorluk için,
vatanları ve ulusları için kanlarını seve seve dökmeye
hazır korkusuz adamları olan biz temsilciler, Birlik'in
tüzüğünde taahhüt ettiğimiz gibi, Prizren'I Birlik'in
başşehri ilan ediyoruz. Birlik başarıyla çalışmaya başlar
başlamaz hiç bir despotun bizi ve bölgelerimizin
insanlarını tahakküm etmesine izin vermeyeceğiz.
Birlik'in bayrağını bizden sonra cocuklarımız ve torunlarımız devralacak. Kim bu sancağı bırakırsa, dinimiz
İslam'I bırakmış gibi kınanacak ve cezalandırılacak.
Temin ediyoruz ki, sözlerimizi tutacağız, anlaşmalarımıza uyacağız.
Görüldüğü gibi 1. Maddede Arnavut liderler Balkanlarda Osmanlı Sultanı'nı, İslami Şeriatı yasalarını destekleyerek Osmanlı İmparatorluğunun toprak bütünlüğünü
sağlayacaklarına ve koruyacaklarına, bunun için silahla
savaşacaklarına dair niyetlerini bir kere daha teyid
ediyorlar.
6. maddede Arnavutlar da Osmanlı İmparatorluğu
safında olanlar gibi, Bulgaristan ve Sırbistan'ın bağımsızlığına karşı çıkıyorlar.
Birliğin birinci toplantısından sonra yayınlanan bu
“Kararname”de reformlardan, okullardan, muhtariyetten, Arnavutların yaşadığı dört vilayetin tek bir vilayet
[6]
olarak birleştirilmesinden söz edilmiyor. Ancak bu
toplantıdan az sonra Birlik Abdil Fraşëri'nin etkisiyle
[7]
yeni bir proğram kabul ediyor. Görünüşe göre bağımsızlık, hatta muhtariyet bile istenmiyor, en önemli talep,
Vaso Paşa'nın Ingiliz Sefaretine verdiği memorandumda da teklif ettiği şekliyle Arnavutça konuşulan
[8]
bölgelerin tek bir vilayet olarak birleştirilmesi.
Osmanlı Devlet Başlangıçta
Prizren Birliği'ni Destekledi
Osmanlı devlet yetkilileri başlangıçta Prizren Birliği'ni
destekledi fakat İstanbul delegelere, kendilerini Arnavuttan önce Osmanlı olarak tarif etmeleri konusunda
baskı yaptı. Başlarında Kalkandelen'li (Tetovo) Şeyh
Mustafa Ruhi Efendi [9] olmak üzere bazı delegeler,
Müslüman dayanışmasını, Bosna-Hersek dahil Müslüman topraklarının savunmasını öne çıkararak bu fikri
desteklediler.[10]
Şeyh Mustafa Ruhi Efendi 1800 yılında Gökçeada'da
doğmuş, Nakşi tarikatına mensub bir Arnavut idi.
Prizren Birliği Merkez Komitesinin başkanı olduğu sırada Kalkandelen (Tetovo) de ikamet ediyordu. 1893'te
İstanbulda vefat etti.
160
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Ronesansı denilen Fransız aydınlanması çizgisinde
Arnavut toplumunun uluslaştırılması hareketinin diğer
liderleri gibi, Arnavut kültürünün canlandırılması ve
Arnavutluğun bağımsızlığı idi.
Daha 1877 sonbaharında İstanbul'da ağabeyi Abdullah,
diğer kardeşi Naim, Hasan
Tahsini, Vaso Paşa ve Jani
Vreto ile birlikte Arnavut Haklarını Savunma Merkez Komitesi'ni kurdular. Bu komitenin
ilk işi, Arnavut alfabesi komisyonu kurmak oldu.
Muhtariyet ve alfabe talebiyle başlattığı mücadelesini
Bağımsız Arnavutluğun kurulmasına katkılarıyla tamamladı.
Şemseddin Sami ve eşi
Abdullah Hüsnü (Fraşheri)
Abdullah Hüsnü'nün (Fraşheri) Yanya ilinin Fraşheri
köyünde 1839'da doğmuştur. Bir süre ticaretle uğraştıktan sonra, Yanya'da devlet hizmetine girmiş ve Mal
Müdürü iken 1876`da Meşrutiyetin ilânıyla parlementoyaYanya Milletvekili olarak girmiştir.
Şeyh Mustafa Ruhi Efendi'nin İstanbul'daki kabri
Birliğin başlangıçtaki bu eşrafın ve halkın Osmanlı
yönetimi ve Halifelik makamıyla ilişkili İslam kardeşliği
dayanışması hali ona, “Gerçek Müslümanlar Komitesi”
[11]
denmesinin nedenidir. Fraşëri önderliğindeki diğer
üyeler, Arnavutluğun muhtariyeti ile inanc ve kabile fay
hatları boyunca ayrılmış bir Arnavut kimliği oluşturma
istikametinde yollarına devam ettiler.
Prizren Birliği'nin, Arnavutlarla meskun dört Osmanlı
vilayetinin, İşkodra, Yanya, Manastır ve Kosova'nın,
Sırbistan, Karadağ ve Yunani,stan tarafından ilhakını
önlemeye çalışacak bir “Gerçek Müslümanlar Komitesi”
olmaktan nasıl kısa zamanda Bağımsız Arnavutluk için
Osmanlı İmparatorluğuna başkaldıran, Osmanlı Ordusu ile çarpışan bir silahlı örgüte dönüştüğünü kurucularının hayatı üzerinden izleyelim.
Şemseddin Sami (Fraşheri)
Sami Fraşëri 1 Haziran 1850'de Arnavutluğun Kolonje
bölgesinde Frashër'de, bir Bey'in oğlu olarak doğmuştu. Yanya'daki Yunanca eğitim veren liseye devam
ettiği sırada Batı felsefesini tanıdı, Yunanca, Fransızca
ve İtalyanca öğrendi. Özel dersler alarak Arapça, Farsça
veTürkçesini de ilerletti.
1871'da İstanbul'a taşınarak, Matbuat Kalemi'nde memur olarak göreve başladı. Hayatının gayesi, Arnavut
Arnavutluk topraklarının, 93
(1877-78) harbinin arafesinde Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar ve diğer Hıristiyanlar
arasında parsellendiğini
gören Abdullah Hüsnü Fraşheri'nin, 1877'de Yanya'da
gerçekleştirdiği gizli toplantıda, Arnavutluk toprakları
Osmanlılarca korunmayacak
olursa, otonom bir Arnavut
idaresinin kurularak, Arnavutlarca savunulması kararlaştırılmıştır. Bu Komite'nin
hazırladığı Arnavut vilayetlerine özerklik yanlısı program yanında, Bab-ı Ali`ye gönderilen memorandumunda Arnavutluk vilayetlerinin tek bir vilayet altında
birleştirilmesi, Arnavutça eğitim veren okullar açılması
ve askerlik hizmetinin bu vilayet toprakları içinde
sınırlandırılması isteniyordu.
Fraşëri'nin komitesi Temmuz ve Aralık 1877'de YunanArnavut koalisyonu kurup bunu Osmanlı İmparatorluğuna karşı kullanmak için Yunanlı yetkililerle iki
görüşme yaptı. Aralık 1877 görüşmelerinde Yunanlıların gizli müzakerecisi Skouloudis, etnik sınırlarında bir
bağımsız Arnavutluk fikrine karşı çıktı ve görüşmeler
kesildi.
161
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
1877 sonunda Abdil Fraşeri Mebus olup Osmanlı
parlementosuna girmişti. O sırada İstanbulda kurulan
Arnavut Haklarını Savunma Merkez Komitesi'nin başkanlığına seçildi. Komite'nin Ayastefanos Anlaşmasının
arkasından Doğan siyasi ortama ayak uydurmasında
büyük katkısı oldu. Ona gore, Arnavutların Balkanlı
komşularının niyetlerine karşı koyabilmesi için,
Osmanlı egemenliği altında Muhtar bir Arnavutluk
kurulması idi. Ya da en azından Arnavutların yaşadığı
dört vilayet tek bir vilayet olarak birleştirilmeliydi.
Prizren Birliği'nin kuruluşuna aktif olarak katıldı ve Birlik'in lideri makamına oturdu. Prizren Birliğinin kuruluş
toplantısında Dış İlişkiler Komitesi başkanlığına seçildi.
1 Kasım 1878'de İstanbul'dan resmen Arnavut vilayetlerinin birleştirilmesini talebeden karara imza attı.
“Arnavutlar silahlanmalı”hareketinin de içinde yer aldı.
Abdullah Hüsnü ve Prizren Birliği
Arnavutlar aslında, 19. yy'a kadar kültürel ve siyasi
amaçlı örgütlenme çabası içine girmemişlerdi. 19. yy
sonuna doğru Arnavut aydınları artık sadece kültürel
faaliyetlerle yetinmek niyetinde olmadıklarını
göstermeye başladılar. Kurdukları gizli-açık komiteler
ve cemiyetler aracılığı ile Arnavutluk için özerklik, hatta
bağımsızlık elde etme çabasına girmiştiler. Avrupa
toplumları nezdinde Arnavut ulusal varlığını tanıtmaya
çalıştılar. Kültürel amaçlı görülen birçok faaliyetin
içeriği aynı zamanda siyasi niteliklerde taşımaktaydı.[12]
O günlerde İşkodra
SAYI 17 - 18
konuşması ile açıldı. Yukarıda maddeleri verilen ve bu
Kongre'ce hazırlanmış olan 18 maddelik kararname ile
hedefler ve faaliyetler belirtilmişti.
Abdullah Hüsnü Fraşheri'nin temsil ettiği Arnavut ulusçular Osmanlı İmparatorluğu`nun parçalanmasından
en fazla zarar görecek kesimin, Arnavutlar olacağını
anlamışlardı. Arnavutların birliğini ve bütünlüğünü
sağlamanın tek yolu Osmanlı İmparatorluğu sınırları
dâhilinde kalmak, ancak bölgenin özerkliği için
mücadele vermekti.
Bu çalışmalar esnasında kurultay üyeleri arasında bazı
görüş farklılıkları da ortaya çıkmıştı. Çoğunluğu muhafazakâr paşalar, beyler, din adamlarından oluşan ve
arkasında Sultan'ın güçlü desteği bulunan muhafazakârlar, birliğe, Arnavut olmayan Müslüman Balkan
unsurlarını (Bosnalı, Bulgar, Türk v.s) da kapsayan İslami
bir karakter kazandırılmasını talep etmişlerdir. Kongredeki muhafazakâr kesimin varlığı ve birliğe İslami bir
karakter kazandırılması girişimi II. Abdülhamid'in de
oldukça işine gelmekte idi. Böylece bir yandan Arnavut
ulusçuluğu gölgelenecek öte yandan da, BosnaHersek'in Avusturya'ya karşı savunulmasında bu birlik
üyesi Arnavutlar kullanılacaktı.
Müslüman muhafazakâr temsilcilerin karşısında yer
alan Abdül Fraşheri'nin temsil ettiği Arnavut ulusçu
kesime gelince bunlar da, Prizren Birliğini hiç bir dinsel
ayrım gözetmeksizin bütün Arnavutların yer aldığı, bir
Arnavut hareketi olarak görmek istemişlerdir. Bu
kesimin görüşlerine göre Prizren Birliği yalnızca
ülkeyi parçalanmaktan korumakla kalmayarak
aynı zamanda Arnavutluğun özerk-liği için
mücadele de edecekti.
Fraşheri`nin temsil ettiği radikal ulusçu kesim
Arnavutluğun özerkliğinin bir an önce sağlanması gerektiği düşüncesini savunurken, Sultan
yanlısı muhafazakâr kesim üyeler, daha ılımlı bir
yaklaşımı tercih ederek, Osmanlı otoritereleri ile
işbirliği içinde hareket etme eğilimine girmişler[13]
dir. Fraşheri'nin temsil ettiği ulusçu kesim, başlangıçta, muhafazakar nitelikli olan cemiyete
kendilerini kabul ettirdiler, 27 Kasım 1878'de
Prizren Birliği Arnavutluk için özerklik istedi.
XIX. yy'da Osmanlı Devletinin gittikçe zayıflaması, diğer
Balkan topraklarında bağımsız devletlerin kurulması ve
Arnavut topraklarının parçalanma tehlikesiyle karşı
karşıya kalması Prizren Birliği (Prizren Ligası) ile doruğa
ulaşan bir ulusçu hareketin başlamasına sebep olmuştur. Abdül Fraşheri'nin girişimi ile kurulan Prizren Birliği,
30 delegenin katılımı ile Berlin Kongresinden 3 gün
önce 1 Haziran 1878'de Abdullah Hüsnü Fraşheri'nin
Arnavutluğa verilecek özerklik, Suriye ve Irak gibi diğer
Müslüman unsurlara kötü örnek olabilirdi. Diğer yandan Sırplar, Karadağlılar veYunanlılar, hak talep ettikleri
bölgede bir Arnavut devleti kurulmasına şiddetle karşı
çıkıyorlardı. Rum Ortodoks Patrikliği de Arnavutluk'un
özerkliğinin bölgeyi Yunanlaştırma davasına zarar
vereceği endişesini taşımaktaydı.
162
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Prizren Birliğinin ulusçu liderleri Arnavutluğun özerklik taleplerini yenilemek üzere yeni bir program hazırlamaya karar verdiler. Bu amaçla Debre'ye gelen
Abdullah Hüsnü Fraşheri ile Birlik'in Debre Şubesi Üyeleri arasında yapılan görüşmelerde, Babıaliye sunulmak üzere bazı kararlar alındı;
1. Arnavutlarla meskun Yanya, Manastır, İşkodra ve
Kosova Arnavutluğun bir vilayet olarak tek merkezden
idare edilmesini mümkün kılacak şekilde idari bakımdan birleştirilmelidir.
2. Arnavutlukta göver yapan bütün memurlar yerel
dili bilmelidir.
3. Vilayet merkezinde senede dört kez toplanacak
Meclis-i Umumi devlet ve millete faydalı, kararlar
almalıdır.
4. Eğitimin yaygınlaştırılarak Arnavutça'nın eğitim dili
olarak kullanılması gereklidir.
5. Eğitim ve bayındırlık işlerine harcanmak üzere
vilayetin bütün gelirlerinden belli bir miktar ayrılmalıdır.
Bu istekler, Birlik Başkanı Debreli İlyas Paşa başkanlığında, dokuz kişilik bir heyetle Ocak 1879'da Padişah'a
iletildi. Sultan Abdülhamid başvuruya olumlu cevap
vermemiş, ama karşı da çıkmamıştı.
7 Mayıs 1879'da Prizren'de 47 delegenin katıldığı ikinci
toplantıda, Arnavut ileri gelenlerinin desteği ile adli
otonomi ve 19 Mayıs 1879'da siyasi-idari otonomi arzuları yenilendi.
Kuzeyde İşkodra ittifakı Karadağ'a karşı mücadele
ederken, güneyde Yanya Rumları Yunanistan'a ilhak
için 1879 yılında İstanbul'daki büyük devletlerin elçiliklerine başvurdular. Güney Arnavutluk beyleri de buna
muhalefet için aralarında anlaştılar. Yunanistan'a karşı
çıkan Güney Arnavutluk Birliği kuzey ile birleşerek 1879
Şubat'ında genel“Arnavutluk Birliği”ni oluşturdular.
İşkodra'da olağanüstü bir kongre toplanarak Arnavutluğun özerk bir vilayet haline getirilmesi isteği bir memorandum ile bir kere daha Sultan'a iletildi. 17 Nisan
1880'de İşkodra`da bir gösteri yapılarak, Sultan'la olan
ilişkilerini kestiklerinin duyurulmasına karar verildi.
1880 Temmuz'unda Ergiri'de toplanan Kuzey ve Güney
Arnavutluk temsilcileri, Yunanistan ve Karadağ'ın saldırması ve Osmanlı Devletinin mukavemet edememesi
halinde memleketi savunacak ,“Geçici Bir Arnavut
Hükümeti”kurulması kararı aldılar.
SAYI 17 - 18
“Abdullah Hüsnü'nün Layihası”
Abdullah Hüsnü Bey de bu gelişmeler doğrultusunda
II. Abdülhamit'e hitaben yazdığı ve Osmanlı Arşiv kayıtlarına “Arnavutluğa Dair Abdullah Hüsnü'nün Layihası”
adıyla geçen altı sayfalık bir layiha göndermiştir.
“Bende Kulları Abdullah Hüsnü ” imza ve mühürlü olan
layihanın tarihi 1 Teşrin-i evvel (1296) ve (9 Zilkade
[14]
1297) yani 13 Ekim 1880 dir.
Prizren Birliği 1881'de Osmanlı imparatorluğu tarafından dağıtılınca Abdil Fraşeri tutuklandı ve bir özel mahkemece idama mahkum edildi. Ancak ceza müebbed
hapse çevirildi. Üç yıl hapiste kaldıktan sonra sağlık
sorunları nedeniyle 1892'de siyasetten uzakta kalma
koşuluyla tahliye edildi. Aynı yıl 23 Ekim 1892'de
İstanbul'da öldü.
İşkodralıVaso Paşa
1825'te İşkodra'da doğdu.
1842-1847 yılları arasında
İşkodra'daki İngiliz konsolosluğunda katip olarak çalıştı.
1848-1863 yılları arasında
İstanbul'da Hariciye nezaretinde çeşitli katipliklerde bulundu. 1877 sonbaharında
Şemseddin Sami ile birlikte
Arnavut Haklarını Savunma
Merkez Komitesi'ne dahil
oldu. 1878'de Prizren Birliği'nin kuruluşuna katıldı.
İstanbul'daki İngiliz sefaretine verilen “Arnavutluk
Muhtariyet Memorandumu”nu o kaleme almıştı. 18
Temmuz 1883'te, uluslararası anlaşmalar gereği bu
makam İmparatorluğun Hıristiyan tebasina tahsis
edildiğinden Katolik Vaso Paşa Lübnan valisi oldu.
1892'de ölünceye kadar bu makamda kaldı.
Prizren Birliği, Gusinje, Plav, İşkodra, Prizren, Preveza, ve
Yanya'da direniş güçleri örgütledi. 1878 Temmuzu'nda
başlarında Abdil Bey Fraşëri olmak üzere Prizren Birliği'nin altmış üyesi Berlin Konresini düzenleyen devletlere mektup göndererek Osmanlı-Rus harbinden kaynaklanan Arnavut meselelerinin hallini talep etti. Berlin
Kongresi Birlik'in bildirisini görmezden geldi, Sırp ve
Bulgar görüşlerine göre hareket etti. Bar ve Podgorica
şehirleri ile Gusinye ile Plav dağ köylerinin etrafını
Karadağ'a bağladı. İmparatorluğa sadık Arnavutlar, bu
toprak kayıplarına şiddetle karşı çıktılar.
163
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
JaniVreto
Arnavut Haklarını Savunma Merkez
Komitesi'nin Ortodoks Hıristiyan
üyelerinden Jani Vreto, güney
Arnavutlukta, Postenan'da 1822'de
doğdu. Yerel okulda ilk dersleri hem
Yunanca ve hem de Arnavutca
olarak Nikolla Ikonomi'nden aldı.
SAYI 17 - 18
Yanya valisinden Arnavutca eğitim yapacak bir okul
açma izni istediğinde tevkif edilerek Gjirokastër hapishanesine kondu. Daha sonra nakledildiği Yedikule
zındanında 1895'te öldü.
1879'da İstanbul'da Arnavut Diliyle Yayın Cemiyeti'nin
kurucuları arasındaydı. Bu cemiyetin devletce yasaklanmasından sonra matbaasını Bükreş'e taşıdı. Bu matbaa, Arnavutluk bağımsızlık savaşında önemli rol oynadı. Şemseddin Sami'nin ve Komite'nin bir çok yayını bu
matbaada basıldı.
Güney Arnavutluktaki Kestorati'deki Yunan Zographeion Ortodoks
öğretmen semineri binaları (1881)
Pandeli Sotiri
İstanbul'da 1877'de kurulan
Arnavut Haklarını Savunma
Merkez Komitesi'nin öteki Ortodoks Hıristiyan üyesi Pandeli
Sotiri 1843'te Selcke'de doğdu.
Kestorati' deki Yunan öğretmen
semineri'ni bitirdi. Bu seminerde
Koto Hoxhi dersleri gizlice Arnavutca veriyor ve öğrencilerine
Arnavut Milliyetçiliği fikirleri aşılıyordu.
1884'de Arnavutca olarak Dituria (Bilim) dergisini çıkarmağa başladı. 1887 başlarında da Korce'de Arnavutca
eğitim yapan bir özel okul açma müsaadesi aldı. Okul
7 Mart 1887'de Terpo Biraderlerin sağladığı binada
eğitime başladı.
Rum Ortodoks kilisesinin baş papazının yeğeni olan
Yunanlı bir bayanla evlenerek Selanik'e yerleşti. Burada
Yunanlı Ortodoks fanatiklerce 1892'de öldürüldü.
Koto Hoxhi
İstanbul'da 1877'de kurulan
Arnavut Haklarını Savunma Merkez Komitesi'nin bir diğer Ortodoks Hıristiyan üyesi Koto Hoxhi
Kestorati'deki Yunan öğretmen
seminerinde dersleri gizlice Arnavutca veriyor ve öğrencilerine
Arnavut Milliyetçiliği fikirleri
aşılıyordu.,
Askeri Direniş
İmparatorluğun Berlin Kongresinde uğradığı felaketten sonra Prizren Birliği emri altındaki 16000 kişilik silah
gücüyle İmparatorluğa isyana hazırlanıyordu. Birliğin
tam bağımsızlık talep etmesinden endişe duyan İmparatorluk, Birliğin resmen dağıtılmasını istedi. Arnavut
isyancılar 1878 Ağustosunda Osmanlı temsilcisi
Mehmet Ali Paşa'yı Cakovica'da öldürdüler. Birlik
Kosova şehirleri olan of Vučitrn, Peć, Kosovska
Mitrovica, Prizren, and Đakovica'da yönetimi devraldı.
Muhtariyet hareketinin önderliğinde Prizren Birliği
Osmanlı otoritesini reddetti ve İmparatorluktan
tamamen kopma iradesini ortaya koydu.
Osmanlı İmparatorluğunun 1881 Nisanında Derviş
Paşa komutasında gönderdiği ordu Prizren'i ele geçirdi
ve Ulçin'deki direnişi kırdı.
1878 Ağustosunda Berlin Kongresi Prizren Birliği'nden
Osmanlı İmparatorluğu ile Karadağ arasındaki sınırı
çizmesini istedi. Yunanistan ve Osmanlı İmparatorluğuna da aralarındaki sınır ihtilaflarını çözmelerini
buyurdu. Arnavutların başarılı direnci sayesinde Avrupalı güçler, Gusinje ve Plav'ın Osmanlı İmparatorluğuna geri verilmesini kabul ettiler. Fakat halkının çoğu
Arnavut olan sahil şehri Ulçin'i de Karadağa bıraktılar.
Ancak Arnavutlar boyun eğmeyince Avrupalılar Ulçin'i
denizden ablukaya aldılar ve Osmanlı İmparatorluğuna Arnavutları kontrol altına alması konusunda
baskı yaptılar.
Arnavutların siyasi ve askeri çabaları Epir'i kontrol
etmelerini sağladı ama, Teselya ve Arta 1881'de Yunanlılara verildi.
164
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Prizren Birliği'nin Sonu
Arnavutların pasifize edilmesine dair dış baskıların
artması üzerine İstanbul, Prizren Birliğini dağıtmak ve
Ulçin'i Karadağ'a bağlamak üzere Derviş Turgut Paşa
idaresinde bir ordu gönderdi. Istanbul'a sadık olan
Arnavutlar bu askeri müdaheleyi desteklediler.
1881 nisanında Derviş Paşa 10 000 askeri ile Prizren'e
girdi ve Ulçin'deki mukavemeti kırdı. Prizren Birliği'nin
liderleri, aileleri ile birlikte İmparatorluğun başka
yerlerinde ikamete mecbur edildi.
Prizren'de Birlik binası bu gün de muhafaza ediliyor
Makedonya'da Bulgaristan, Yunanistan ve Sırplar tarafından desteklenen çeteler Osmanlı otoriteleriyle ve
birbiriyle savaşırken, Müslüman Arnavutlar saldırılardan zarar gördü ve Arnavut gerilla grupları bunlara
karşılık verdi. 1906'da Arnavut liderler Bitola'da bir araya gelerek“Arnavutluk Kurtuluş Komitesi”ni kurdular. Bir
yıl sonra Arnavut gerillalar Korçë'nin Rum Ortodoks
metropolitanını öldürdüler.
Prizren Birliği aktif olduğu yıllarda Arnavut Milli menfaatlerini Avrupa güçlerinin önüne çıkarabildi. Prizren
Birliği sonçta başarısız olduysa da, kendi, amacı istika[9]
metinde önemli işler başarmıştı. Hem Karadağ ve
hem de Yunanistan, Birliğinin protestoları olmasaydı,
Arnavutların hak iddia ettikleri araziden daha çok pay
koparabileceklerdi. Prizren Birliği, Arnavut milli teşkilatlanmasının ilk adımı olmuştu.
Prizren Birliği'nin Mirası
Arnavutları Osmanlılık kimliğinden koparıp, Arnavutluk kimliği vermeyi hedefleyen Arnavut liderlerin
önünde aşılması imkansız gibi görünen güçlükler
vardı. Oturdukları topraklar Osmanlı teşkilatlanması
içinde dört eyalete ayrılmış olduğundan, Arnavutların
ortak bir coğrafi ya da siyasal beyin merkezi yoktu.
Arnavutların bir kısmının Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlardan olması milliyetçi liderleri, ulusal harekete
seküler bir karakter vermeye zorluyordu ki bu özelliği
ile dini liderlerin dışlanması gerekiyordu.
Din bir yana bırakılınca geriye Arnavutları birleştirecek
yegane unsure olarak, standart yazılı bir şekli hatta
standart bir alfabesi bile olmayan konuşma dilleri
kalıyordu. Latin, Kiril ve Arap harfleri seçeneklerinin
herbiri, birbirini dışlayan farklı siyaset ve inanç yönelimi
doğuruyordu. 1878'de Arnavutlarla meskun bölgelerin
en gelişmişleri olan Gjirokastër, Berat, ve Vlorë'de bile
Arnavutça eğitim yapan okul yoktu. Buralarda eğitim
dili yaTürkçe, ya daYunancaydı.
Prizren Birliği, Balkanlara dört asır egemen olan
Osmanlı İmparatorluğunun çekilme sürecine girişine
karşı Arnavut tepkilerinin en önemli olanlarından
biridir. Daha ziyade Ortodoks Hıristiyanlar komşuları
Sırp, Karadağlı, Bulgar ve Yunanlılardan farklı olarak
Arnavutlar bu süreçte, başta otuz yıl boyunca Osmanlı
İmparatorluğu ile işbirliği yolunu seçmişlerdir.
Vlorë'de 1912 yılında Arnavutluğun bağımsızlığının ilanı
1912 yılına gelindiğinde Birinci Balkan Savaşı'nın patlamasıyla birlikte Arnavutlar ayaklandı ve şimdiki Arnavutluğu ve Kosova'yı içine alan bölgede bağımsız Arnavutluğu ilan ettiler. 20 Aralık 1912'de Londra'da Büyükelçiler Konferansında şimdiki sınırlarında Bağımsız
Arnavutluk kabul edildi.
Kaynakca
1. Taylor, A. J. P. (1954): The Struggle for Mastery in Europe 1914-1918, Oxford
University Press, p. 253.
2. Taylor, A. J. P., a.g.e.
3. Barbara Jelavich History of the Balkans: Eighteenth and nineteenth centuries
Cambridge University 1999
4. Skendi, Stavro. "Beginnings of Albanian Nationalist and Autonomous Trends: The
Albanian League, 1878-1881Author". American Slavic and East European Review
(American Slavic and East European Review) 1
5. Elsie, Robert "1878 The Resolutions of the League of Prizren" archived from the
original on February 20, 2011.
6. Gawrych, George Walter (2006)The crescent and the eagle: Ottoman rule, Islam and
the Albanians, 1874-1913 London: I.B.Tauris
7. Kopeček, Michal Discourses of collective identity in Central and Southeast Europe
(1770-1945) 2 Budapest, Hungary: Central European University
8. Elsie, Robert (2005) Albanian literature: a short history London: I.B. Tauris in
association with the Centre for Albanian Studies
9. Nuray Bozbora,The Policy of Abdulhamid II RegardingThe Prizren League
10. Kopeček, Michal (2006) "Program of the Albanian League of Prizren" Discourses of
collective identity in Central and Southeast Europe (1770-1945) 1 Budapest, Hungary:
Central European University Press
11. Kopeček, Michal (2006) Discourses of collective identity in Central and Southeast
Europe (1770-1945) 1 Budapest, Hungary: Central European University Press
12. S. Kılıç, Bir Osmanlı Aydınının Arnavutluk'a Dair Görüş ve Düşünceleri.
13. N.Bozburun, Osmanlı Yönetiminde Arnavutluk, Arnavut Ulusçuluğunun Gelişimi,
Ankara 1995, s. 191-194.
14. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Yıldız Esas Evrakı (YEE), “Arnavutluğa Dair
Abdullah Hüsnü'nün Layıhası”, Dosya No:14, Gömlek No:212,T:1297.Za.9, Adet:1/6
165
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Osmanlı Devrinde Rumeli'nin
İlim ve Medeniyyet Merkezi:
Süleyman Baki, Araştırmacı-Yazar
Makedonya Türk Sivil Toplum Teşkilatları Birliği
MATÜSİTEB Genel Başkanı
Üsküp, Osmanlı Devleti idâresi altına girdiği 1389
tarihinden beri, Osmanlı Devleti sınırları içerisinde
siyâsi, ticâri ve ilmî açıdan Balkanlar'da önemli bir
merkez konumundaydı. Bu durumun, Osmanlı'nın bu
topraklarda kaldığı ve hatta daha sonra da devam ettiği
bilinen bir hakikattir. Tarihte Üsküp şehri, siyâsi ve ticâri
açıdan vazgeçilemez bir merkez olma hüvviyyetinin
yanısıra, ilim ve medeniyyet (kültür) merkezi olan bir
şehir kimliğine sahiptir. Üsküp, zaman zaman Osmanlı
sultanlarının uzun süreyle ikâmet ettikleri bir şehir
olmuştur.
İlim Merkezi Üsküp:
Bu şehirde dinî, tabiî ve edebî ilimler alanında bir çok
ünlü âlim doğmuş, yaşamış ve burada vefât etmiştir.
Evliya Çelebî, ünlü eseri Seyâhatnâme'sinde Üsküb'ün
şeyhülislâmının ve nakîbuleşrâfının olduğunu ifâde
eder. Bu şehirde, Osmanlı zamanında 12 medrese
vardı, ki bu medreselerde hem dinî hem de tabiî ilimler
okutulurdu. Zamanla bu medreselerin bir kısmı harâbeye dönmüş, bir kısmı da yer ile yeksân olmuştur.
1900'lü yılların başında bile bu 12 medreseden sadece
8'i ayakta kalabilmiş ve eğitim vermeye devam edebilmiştir. Daha sonra bu 8 medresenin bir kısmı da târihe
karışmış ya da eğitim veremez duruma gelmiştir.
1930'lu yılların başına gelindiğinde, medreselerden
kala kala Eski-Yeni Hamam civârındaki Emîr İsmâil
Medresesi ile Üsküp Türk Çarşısı'nda bulunan Meddâh
Medresesi mevcuttu. Günümüzde mevcud olmayan
ve Üsküb'ün en eski medreselerinden İshak Bey'in eseri
İshak Paşa Medresesi'nde, Osmanlı devrinin bir çok
meşhur alimi ders vermiş ve bu şehirde ikâmet etmiştir.
Osmanlı Devleti zamanında, Eski Yugoslavya sınırları
dâhilinde kütüphânecilik görevinden ilk kez, 1496
yılında yazılıp tasdik edilen İshak Paşa'nın oğlu İsâ
Bey'in vâkıfnâmesinde bahsedilmektedir. Bu me'murlar, vakfedenin belirlediği ücret karşılığında çalışırlardı.
Ve yine, kaynakların bize sunduğu bilgilere baktığımızda, bu topralklarda en eski kütüphâne 849/1445,
İshak Paşa Medresesi'nde bizzat İshak Paşa tarafından
kurulmuştur.
İsâ Bey de, yaptırdığı İsâ Bey Medresesi için Kur'ân-ı
Kerîm tefsîri, şer'î hukuk (şerîat hukuku), şer'î hükümler
(dinî hükümler), mantık, Arap dili ve edebiyatı (sarfnahiv-belâgat), edebiyyât, tıb vb. ilminden olmak üzere
330'u aşkın yazma eser vakfetmişltir. İsâ Bey'e ait olan
medresenin, câmiin, kütüphânenin ve diğer vakıf
mekanlarının idâresi için muazzam bir derecede mülk
vakfetmiştir. Bu medresenin kütüphânesindeki eski
kitaplardan mâlesef hiç biri mevcud değildir.
Dilerseniz, Osmanlı döneminde, Üsküp'te çeşitli
alanlarda hizmet vermiş meşhûr âlim, şâir ve mutasavvıflardan bir kaçının ismini zikredelim:
Veysî Efendi: Tasvir ve şiirde bir üstâd-ı kâmil, meşhur
kâdı (hâkim)lardan Veysî Efendi, 17. asrın başında
Üsküb'e tayin olunmuş ve burada vefât etmiştir.
166
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Âşık Çelebî: Bursa'da doğan ve Tezkiretu'ş-Şuarâ'nın
sahibi Bursalı Âşık Çelebî (Kâdı Baba/Gâzi Baba)'de
Üsküp'te kâdılık görevinde bulunmuş ve 1571'de
Üsküp'te ölmüş, kendi ismini taşıyan mezarlıkta defnedilmiştir.
Şeyh Lütfullâh Efendi: Velîlerden Şeyh Lutfullâh Efendi,
Sultan II. Beyâzıd'ın hocası olup aslen Üsküplü'dür.
Vâlihî Çelebî: Aslen Üsküplü olup, yüksek âlimlerdendir.
Şiir ve edebiyatta bir üstad. Şeyh Lütfullâh Efendi'nin
kabrinin aşağısında medfûndur. Vefât tarihi 909/
1503'tür.
İsmâil Hakkı Bursevî: Ünlü müfessir ve tasavvuf adamı
Rûhu'l-Beyân müellifi İsmail Hakkı Bursevî de 16711681 tarihlerinde Üsküp'te yaşamıştır.
Kemâl Paşazâde: Şeyhülislâm Kemâl Paşazâde (İbn-i
Kemâl Efendi), Osmanlı Devleti tarafından 16. asrın
başlarında Üsküb'e gönderilerek, meşhur İshak Paşa
Medresesi'nde müderrislik (profesörlük) yapmıştır.
Taşköprüzâde İsâmuddîn: Mevzûâtu'l-Ulûm ve Şakâiku'n-Nu'mâniyye gibi kıymetli eserlerin sahibi ünlü
âlim Taşköprüzâde İsâmuddin Ahmed (v. 960/1553) de
İshak Paşa Medresesi'nde ders vermiştir.
Şeyh Hüsâm Efendi: Şeyh Hüsâm Efendi (v. 1552/53)
dahi Üsküp'teki İsâ Bey Medresesi, Bosna'da Hüsrev
Bey ve 1548/49'da İshak Paşa Medresesi'ne müderris
tayin olunur ve 1552/53 yılında vefât eder.
Ca'fer Baba: Bayrâmiyye tarikatının şeyhlerinden olup,
Üsküp'te vefât edip, kabri Üsküp kalesi içindedir.
Yeşil Efendi: Rumeli eyâletinin meşhur vâizlerindendir.
Yeşil renkli elbiselelerle dolaşan bu sâlih insan, Yeşil
Baba diye de isimlendirilmiştir. Alaca Câmii civârındaki
türbede medfundur.
Ayrıca şair ve ediblerden Niyâzî, Şeydâ, Nâmî, Atâ,
Riyâzî, Zârî, Hâkî ve Erzî Çelebî gibi zevâtın doğum
yerleri Üsküp'tür. Buraya kadar saydıklarımızın dışında
daha bir çok ilim adamı, şâir ve mutasavvıf bu şehirden
geldi geçti.
Medeniyyet merkezi Üsküp:
Üsküp, Osmanlı devrinde bir ilim merkeziydi. 523 yıl
süren Osmanlı-Türk idâresi, bu emsâlsiz Osmanlı şehrini, san'at ve kültür merkezi yapmayı da başarabilmiştir. Osmanlı mi'mârî eserlere baktığımızda, Üsküp
bu açıdan da zengin bir şehir. Hanları, hamamları,
imârethâneleri, câmi ve mescidleri, medreseleri, tekkeleri, mektepleri, sebîlhâneleri, konakları, mezarlıkları,
köprüleri ve çarşısı ile bir sanat ve kültür merkezi
konumundadır Üsküp.
17. asırda Üsküp'te 120 mescid ve câmiin olduğu bilinen bir gerçek. Sultan Murad Camii, İsâ Bey Câmii,
Alaca Camii, Yahya Paşa Camii, Mustafa Paşa Camii,
Murat Paşa Camii, Köse Kadı Camii, Tütünsüz Mescidi,
Hacı Muhyiddin Mescidi, Hacı Yunus Mescidi, Hacı
Kâzım Mescidi, Kebîr Mehmed Çelebî Câmii ve
Karakapucu Hamza Mescidi gibi günümüzde mevcud
olanlar ile Meddah Camii, Arasta Camii, Kazancılar
Camii, Dükkancık Camii, Yoğurtçular Camii, Hatuncuklar Camii, Faik Paşa Camii, Mehmed Paşa Camii, İbn-i
Payko Camii, Yelen Kapan Camii, Burmalı Camii ve
Borozan Mescidi gibi kısmen varolan yada izine bile
rastalnılamayan bir çok câmi ve mescidiyle bir vilâyet
merkezinin; Kurşunlu Han, Sulu Han, Kapan Han,
Kürkçüler Hanı, Yahya Paşa Hanı, İsa Bey Hanı, İshak Bey
Hanı, Bedesteni ve Türk Çarşısı ile bir evlâd-ı fâtihan
diyârının adıdır Üsküp.
Hanlarının yanısıra hamamlarıyla da meşhurdur
şehrimiz. Davud Paşa Hamamı, Şengül Hamamı, Kızlar
Hamamı, İsâ Bey Hamamı, Çifte Hamam, Eski-Yeni
Hamam vd.'ni burada zikredebiliriz. Ayrıca, Fatih Sultan
Mehmed'in döneminde tamamlanan ve bir şâheser
olan Taşköprü'sü, bambaşka bir mana yüklemektedir
bu beldeye.
Üsküp ayrıca, ruhâni havanın tenefüs edildiği bir şehir.
Evliya Çelebî, 17. asırda yirmi adet tekkenin olduğunu
ifâde eder. 20. asrın başlarında kala kala Mevlevî, Sinânî,
Celvetî, Kâdirî, Rifâî ve Halvetî tarikatına ait onbeş tekke
kalmıştı.
Dokuz adet Dâru'l-Kurrâ (Kur'ân-ı Kerîm'i düzgün
okuma ilmini yüksek seviyede öğreten mekteb)'nın,
yetmiş mektebin, ikiyüz adet sebîlhânenin, yedi tane
ücretsiz konaklama yerinin (misâfirhâne) bu şehre
farklı bir özellik kazandırdığı da inkâr edilemez.
Ünlü âlim Şeyhülislâm İbn-i Kemâl'in şu meşhur sözü
aslında her şeyi ifâde ediyor:
“Üsküp, yeryüzünde Cennet bahçelerinden bir
bahçedir”.
167
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Gizli hazinesiyle Yunanistan'ın kurtuluş ümidi:
TEPEDELENLİ
ALİ PAŞA
İbrahim KAPAKLIKAYA, Yazar ve Çevirmen
Yunanistan iflas noktasına gelince, adaların satışı dahil
bir çok alternatif çıkış yolu arayışına girdi. Tam o
sıralarda gazetelere bir haber yansıdı: “Yunanistan Ali
Paşa'nın hazinesini arıyor”. Habere göre Trikala kentinde
Ali Paşa'ya ait hazineyi bulmak maksadıyla kazı izni
alındığı ve özel kameralarla donatılmış iki sondaj
makinesiyle çalışmaların başladığı belirtiliyordu.
Peki, kimdi bu Yunanistan'ın umudunu bağladığı Ali
Paşa? Bu kadar büyük bir hazinesi nasıl olmuştu?
Neden hazinesi mirasçılarına geçmemiş de gömülü
kalmıştı? Bir çok kişinin zihninde uyanan bu sorularda
aslında bir devrin renkli hikâyesi yatıyor: Napolyon
Bonapart'ın önemsediği, devrinin batılı liderlerinin
madalyalar taktığı, ünlü Fransız Yazar Alexander
Dumas'ın hakkında kitap yazdığı, İngilizlerin bile
hayatını kitaplaştırma ihtiyacı duyduğu Tepedelenli Ali
Paşa'nın hikâyesi.
Burada Tepedelenli Ali Paşa'nın tüm tarihçesini ve
devrindeki etkilerini ele alma imkanımız yok. Bu konu
ayrıntılı araştırmalar gerektiren bir konu. Ama henüz
Türkçede yayınlamamış olan Alexander Dumas'ın Ali
Paşa isimli biyografik romanının çevirisini yaparken
rastladığım kaynaklardan bir derleme ile döneminin en
tartışmalı isimlerinden olan Ali Paşa'yı biraz tanıtmak
istedik.
Osmanlı İmparatorlu'ğunun Balkanlardaki toprakları
18. yüzyıldan itibaren idare boşlukları, yerel ayaklanmalar, milliyetçilik hareketleri nedeniyle hayli sorunların yaşandığı bir bölge haline gelmişti. İşte bu bölgelerden birisi de şimdiki Yunanistan'ın da bir kısmını içeren Arnavutluk idi.
Bu dönemde Arnavutluk ırki ve coğrafi açıdan ikiye
bölünmüştü. Birisi Kegalık, diğeri Toskalık. Avlonya
Sancağı da Toskalık bölgesinin Laplık kısmında yer
1
alıyordu.
İşte Ali Paşa bu bölgede, Tepedelen mütesellimi Veli
Paşa'nın oğlu olarak 1744 yılında dünyaya geldi.
Gençlik döneminde Derbentler başbuğu Kurt Ahmet
Paşa ve Devline Mutasarrıfı Kaplan Paşa'ya hizmet etti.
Kaplan Paşa'nın gözüne girmeyi ve damadı olmayı
başardı. Önce Devline, sonra Yanya mutasarrıflığına
getirildi. 42 yaşındayken (1786) Derbentler Başbuğu
oldu. Devlete isyan eden İşkodra Mutasarrıfı Mahmut
Paşa'nın üzene gönderildi. Ama o sırada Osmanlı, Avusturya ve Rusya ile savaşa hazırlandığından, asker hazırlamak üzere Tırkala'ya döndü. Sırbistan'da çıkan isyanları bastırmada büyük yararlık gösterdi. 1791 yılında ise
Ruslara karşı Maçin cephesinde savaştı. 1795 yılında
rütbesi mirmiranlığa (mülki ve askeri paşalık) yükseltildi.
Yanya yakınlarındaki Suli bölgesinde yaşayan asi ve
saldırgan Sulyotları bastırıp yok etti. İşte bu noktadan
itibaren Ali Paşa'nın Arnavutluk'un Toskalık bölgesinin
tamamına egemen olma mücadelesinin başladığı söylenebilir. 1798 yılında Fransız işgali altında bulunan
Preveze, Parga, Voniça ve Butrinto'yu almaya teşebbüs
etti. 1798 yılında Preveze yakınlarında Fransızları bozguna uğratınca, Sultan III. Selim vezirlik unvanı verdi.
1802 yılında da Rumeli valisi olarak Dağlı eşkiyasının
özellikle de Pazvandoğlu'nun cezalandırılması için
gönderilen kuvvetlerin başına getirildi. Bu arada üç
oğlu Ahmet Muhtar, Veli ve Salih de büyümüş yeterlilik
göstermiş ve Yanya ve civarı şehirlerin yönetimleriyle
görevlendirilerek, paşa unvanı almıştı.
Ali Paşa'nın bölgesine egemen olma hırsı onu Avlonya
mutasarrıfı İbrahim Paşa ile karşı karşıya getirdi. Kurt
Ahmet Paşa'nın damadı olan İbrahim Paşa ile ilk olarak
akrabalık ilişkileri kuruldu. İbrahim Paşa'nın iki kızı Ali
Paşa'nın iki oğluyla evlendirildi. Ancak bu akrabalık,
onun planlarını gerçekleştirmesini kolaylaştıracak bir
adım olarak planlanmıştı. Dumas, Ali Paşa'nın hedefine
ulaşabilmek için her türlü kılığa girebildiğini, “Müslümanlar arasında iken fanatik bir Müslüman, Bektaşiler
arasında iken materyalist, Yunanlılar arasında iken
Kutsal Meryem onuruna içen bir Hıristiyan” olabildiğini
2
yazıyordu. Bab-ı Ali ile ilişkilerini iyi tutmak için vergilerini zamanında göndermekle kalmayıp, aynı zamanda nüfuzlu vezirlere sürekli kıymetli hediyeler gönderdiğini belirtiyordu.
168
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Ali Paşa, Avlonya Sancağında yer alan Kurmova bölgesine saldırırken Dağlı Hıristiyanlardan da yardım
almaktan çekinmemişti. Yine aynı sancakta bulunan
Koniçe Kasabası, Premedi ve Libohova köyünü kendi
yönetimine kattı. Sonra eşi aracılığıyla İbrahim Paşa'ya
uzlaşma teklif etti. Varılan anlaşmaya göre Ali Paşa'nın
bu sancak içerisinde işgal ettiği yerler, İbrahim Paşa'nın
büyük kızı ile evlenen Muhtar Paşa'nın çeyizi olarak
kabul edilecekti.
Bu barış uzun sürmedi. Ohri Sancağı'nın yönetimi yüzünden iki paşa birbirine girdi. Bu arada İbrahim Paşa,
Ali Paşa'nın yaptıklarını düzenli olarak İstanbul'a bildiriyordu. Ohri sancağı Ali Paşa'nın tüm gayretlerine rağmen İbrahim Paşa'ya verildi. Bundan büyük huzursuzluk duyan Ali Paşa'nın çıkardığı olaylar, Bab-ı Ali'yi
sonunda ohri Sancağı'nı İbrahim Paşa'dan alınarak
Celaleddin Beye vermeye yöneltti. Sonraki yıllarda da
iki Paşa arasındaki çatışmalar ve kavgalar sürdü. Ali
Paşa bir yandan da ele geçirdiği yörelerdeki tüm zenginlikleri kendi hazinesine aktarmaya devam ediyordu.
Bu arada Ali Paşa'nın Fransızlarla iyi ilişkiler kurduğunu
görüyoruz. İtalya'da bulunan Fransız ordusunun başkomutanı görevindeki Napoleon Buonaparte, Ali Paşa
ile yakın iletişim içindeydi. Bizzat yazdığı mektuplar bulunduğu bildirilmektedir. Bu mektuplarda Napoleon,
Paşa'yı bağımsız bir Arnavutluk Krallığı kurmaya teşvik
ediyordu. Ali Paşa ise bu ilişkiden ticari yararlar sağlamaya, Fransızların kontrolündeki denizlerde ticaret
yapmaya, onlardan modern toplar ve mühimmat
almaya başlamış, Arta limanında ve Korfu boğazında
3
deniz ticareti imtiyazı sağlamıştı. 1807 yılında yapılan
kapsamlı askeri yardım paketinde, bir savaş gemisi, bir
korvet, 50 ağır top ve personel ile birkaç subayı Naples
4
Krallığı aracılığıyla göndermişti. Fransızlar bu ittifakı,
Ruslar ve Avusturyalıların Balkanlardaki ilerleyişini engellemede kullanmak istiyordu.
1807 yılına gelindiğinde Fransızlar Yedi Ada ve Parga'yı
işgal etmişti. O zamana kadar Yunanlıları ayaklanmaya
kışkırtmak üzere gizli faaliyetlerini sürdüren Fransızlarla iyi ilişkileri bulunan Ali Paşa'nın bu tarihte İngilizlerle işbirliği yapmaya başladığını görüyoruz. İbrahim
Paşa ise Fransızlara yakın duruyordu. İşte bundan istifade etmek isteyen Ali Paşa, İbrahim Paşa'nın ülkeyi Fransızlara teslim edeceği dedikoduları yayarak, Arnavutların ayaklanmasına ve Berat'ta İbrahim Paşa'yı kuşatmasına yol açtı. Sonra da güya İbrahim Paşa'yı kurtarmak için oraya gelip Paşa'yı teslim aldı. Artık Paşa onun
kontrolündeydi. Onu Avlonya'da göz hapsinde tutuyordu. Padişah'ın bunu öğrenip derhal Paşayı görevine
iade etmesi yönünde gönderdiği fermanı uygulamayıp, bunu neden yapamadığına ilişkin mektuplar yazmaya devam etti. Bu arada Dumas'ın anlatımına göre
İngilizlerle anlaşıp, 150 bin sterlin karşılığı Parga'yı
9 Mayıs 1819 tarihinde teslim aldı ve tam bir katliam
yaptı. Kaçabilenler ise İngiliz gemileriyle Korfu'ya
nakledildi.
Artık 65 yaşına gelmiş olan Paşa, İbrahim Paşa'nın tüm
malvarlığına da el koymuş, hazinesini iyice zenginleştirmiş olarak Yanya'ya dönmüştü. Batılılardan kral muamelesi görüp, kendisine devlet arması yaptırıyordu.
Dumas'ın gerçeğe ne kadar uygun olduğu bilinmeyenanlatımına göre, Venedikten tam teşekküllü bir kimya
labarotuvarı ve kimyacılar getirterek, ölümsüzlük iksirini bulmalarını emretti. Ancak uzun araştırmalardan
böyle bir iksir çıkmayınca, laboratuarı yaktırıp, kimyacıları öldürttü.
Ali Paşa'nın hırsı dinmemişti. Arnavutluk'un tam hâkimiyetini ele geçirmek için Gardik, Ergir ve Debre bölgelerini de fethetmeye çalışıyordu. Hâlbuki buralar zaten
Osmanlı topraklarıydı. Buraları kontrol altına aldıktan
sonra İşkodra'ya yöneldi.
Bu aşamada uzun süredir Mora Yarımadasında isyan
çıkmasından çekinen Bab-ı Ali artık Ali Paşa'nın kontrol
altına alınmasına karar vermişti. İstanbul'a iltica eden
Paşo İsmail Bey'e, Arnavut ajanlar aracılığıyla İstanbul'da suikast düzenletmesi bardağı taşıran son damla
oldu. Ali Paşa Derbentler başbuğluğundan, oğlu Veli
Paşa Tırhala mutasarrıflığından azledildi. Rumeli, Mora
ve İşkodra valileri onu cezalandırmak üzere görevlendirildi. Ayrıca Nasuhzade Ali Bey kumandasında bir filo
Arnavutluk sahiline gönderildi.
169
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Ali Paşa ise bir yandan affı için dilekçeler gönderip,
aracılar koymaya çalışırken, öbür yandan Yanya'yı tahkim etti. Mora ve diğer bölgelerde isyan çıkarmak için
harekete geçti. Rum çeteleri (Kleftiler) ile işbirliği yapmaya başladı. Rumlarla yaptığı ortak toplantıları duyan Bab-ı Ali onun ve oğullarının tüm unvan ve görevlerini elinden alıp, Tepedelen kasabasında oturmalarını emretti. Emre uymadığı için de asi ilan edildi.
Serasker Hurşid Paşa komutasındaki ordu, onun egemenliğindeki diğer bölgeleri elinden aldıktan sonra,
Yanya'yı kuşattı. İki yıl süren kuşatmadan sonuç alınamadı. Ama uzun süren bu kuşatma ve çeşitli pazarlıklar sonucu Ali Paşa'nın yanında yer alan bazı gruplar
ondan ayrılırken, oğulları da bulundukları yerleri teslim ederek Osmanlı'nın yanında yer almaya başladılar.
Önce Veli Paşa saf değiştirdi ve Pehlivan Paşa'ya teslim
SAYI 17 - 18
oldu. Onun oğlu Mehmet Paşa da Parga'yı teslim etti.
Muhtar Paşa ise önce savunduğu Berat kalesini teslim
edip Tepedelen'e dönmüşse de, sonra o da devlete
teslim oldu. Diğerleri de onlara uydu.
Yıkık dökük Yanya'da yalnızlaşan Ali Paşa, Hurşid Paşa'
ya teslim olmaya razı oldu. Kendisinin ve ailesinin hayatının korunacağı sözüne güvenerek, birkaç adamıyla
Yanya Kalesi yanında bulunan göl üzerindeki Pandeleimon manastırına çekildi. Burada İstanbul'dan gelecek af fermanını bekliyordu. Ancak gelen ferman af değil, idam emri içeriyordu. Ali Paşa, gelenlerin kendisini
yakalayacaklarını anlayınca çatışmaya girdi ve 78 yaşında vurularak öldürüldü.
Böylece Tepedelenli Ali Paşa hikayesi hazin bir şekilde
sona ermiş oldu. Hırsı, sınır tanımazlığı ve hedefe ulaşmak için her yolu mübah görmesiyle, hem Fransız ve
İngilizler'in bölgedeki nüfuzlarına katkıda bulunmuş,
hem de Osmanlının gücünü zayıflatmış ve Yunanlıların
isyanının zeminini hazırlamıştı. Biriktirdiği hazineler
mi? Dumas'a göre Yanya Kalesi yanındaki göle gömdüğü, kimilerine göre bölgede başka yerlerde sakladığı
hazineleri ise hâlâ bulunamadı. Kimbilir, belki de Yunanistan'ın kurtuluşu, o bulunacak hazine sayesinde olur.
Ama binlerce masumun kanı ve canıyla kirlenmiş hazinenin Yunanlıya hayrının olacağını düşünmek bile
mümkün değil.
170
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
DÜNYA YIKILSA RUMELİ'NE SIĞAR;
ACEP RUMELİ YIKILSA NE OLUR?
BALKANLARIN ÖNEMİ
BALKANLAR'IN ÖZELLİKLERİ
Balkanlar'ı ve burada olup biten olayları anlayabilmek
için bölgenin stratejik, coğrafi, etnik vb önemini ve
özelliklerini iyi kavramak gerekir.
Balkanlar veya Güneydoğu Avrupa, Avrupa kıtasının
güneydoğu kesiminde, İtalya Yarımadası'nın doğusu,
Anadolu'nun batısı ve kuzeybatısında yer alan, toplam
yüzölçümü 524,701 km2 olan, günümüzde yaklaşık
55.000.000 civarında insanın yaşadığı coğrafî ve
kültürel bölgedir.
Balkanlar, güneybatıda Adriyatik Denizi ve İyon Denizi;
güneyde Akdeniz; güneydoğuda Ege Denizi, Marmara
Denizi; doğuda Karadeniz ile çevrili bir yarımadadır.
Kuzey sınırlarını Tuna, Sava ve Kupa nehirleri oluşturur.
(Barbara Jelavich, History of the Balkans: Eighteenth and
Nineteenth Centuries, Cambridge University Press, Melbourne,
1983, s.1, ISBN 978-0-521-27458-6). (Türkiye Diyanet Vakfı,
İslam Ansiklopedisi, Cilt 5, s. 25).
Türklerden önce, Slav ve Germen kültürlerinin dönem
dönem hâkimiyet mücadelelerine sahne olan Balkan
yarımadası, Türk kültürüne beşik olmuş, adını bile
Türkçeden almış bir bölgedir. Sözlüklerde 'dağ, dağlık
alan, ormanlı dağ, sarp ve ormanlık sıradağ; sık ormanla
kaplı dağ, yığın, küme, sazlık, bataklık' gibi anlamlar
verilen 'Balkan' kelimesinin Türkçe bir kelime olduğu
Türk Dil Kurumu'nun Büyük Türkçe Sözlüğünde de
Doç.Dr. Mustafa ATALAR
belirtilmektedir. Balkan kelimesi Türkçede: 'Evimizin
arkası hep balkandı. (=Evimizin arkasında ormanlı dağ
vardı.) cümlesinde olduğu gibi günlük dilde de kullanılan bir kelimedir. Balkan kelimesi Bulgarcada da benzer anlamlarda kullanılmakta, Bulgarlar dağa "balkan",
dağlara "balkani", dağlıya da "balkandjiya" demektedirler. Türkmenistan'da da 'Balkan' adını taşıyan bir
bölgenin bulunması, sonradan Hıristiyanlaşıp, Slavlaşarak Türkçeyi de, asli kimliklerini unutmalarına, hatta
en azılı Türk ve Türklük düşmanlarının başında gelmelerine rağmen, Bulgarların da Orta Asya'dan göçüp
Tuna Boylarına gelmiş aslen Türk soylu bir kavim olmaları, balkan kelimesinin Türkçe olduğunun diğer delillerinden sayılabilir.
Şemseddin Sami'nin Kamus-ı Türkî'sinde de Balkan sözü, “Sarp ve müsellem veya ormanla mestur dağ, silsile-i
cibal” şeklinde açıklanmış, ayrıca “Rumeli kıtasını
garbdan şarka şakk eden silsile-i cibal ki buna izafetle
kıta-i mezkûreye Balkan şib'i ceziresi deniyor” şeklinde
de kelimenin gelişimi belirtilmiştir (Şemseddin Sami,
Kamus-ı Türkî, Dersaadet, 1317, s. 275, Yeniden basımı:
Eylül 1998, İstanbul).
Balkan kelimesinin Osmanlı Türkçesinde; Golyak Balkanı,
Bor Balkanı, Baba Balkanı gibi yaygın bir kullanımı olmakla beraber (Binbaşı M. Nasrullah; Kolağası M. Rüşdi;
Mülazım M.Eşref, Osmanlı Atlası XX. Yüzyıl Başları, OSAV,
İstanbul, 2003), Osmanlılar, fethedilen Avrupa topraklarını genel olarak Rumeli olarak adlandırıyorlardı.
171
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
ve hep batıya, kızılelmaya doğru ilerlemiştir.
Balkan kelimesi bugün aşağı yukarı dünyanın bütün
dillerine girmiş, coğrafya, tarihi coğrafya, siyasi ve
kültürel coğrafya deyimi olarak yaygın bir biçimde
kullanılmaktadır. Balkan ismi daha çok Avrupalı tarihçiler tarafından özellikle de Fransız İhtilali sonrasında
biraz da buraları Osmanlı Devletinden koparıp parçalamak, bu coğrafyadaki etnik milliyetçiliği, bölücülüğü,
ayrılmayı, ayrışmayı, parçalamayı körüklemek amacına
yönelik olarak kullanılmıştır. Nitekim siyasi literatürdeki
balkanizasyon tabiri de bunu ifade etmektedir.
Türk Dil Kurumu Sözlüğünde de belirtildiği üzere, Türk
dilinde 'Romalıların ülkesi' anlamına gelen Rumeli,
eskiden çok geniş bir bölgenin adıydı. Avrupa'ya
geçmezden önce Türkler, Anadolu topraklarına Diyar-ı
Rum, İklim-i Rum derlerdi. Büyük Selçuklu Devleti
yıkıldıktan sonra Anadolu'da kurulan yeni devlete de
Selçuki-i Rum Devleti (Anadolu Selçukluları Devleti)
denildi. Eski Türkler, Roma İmparatorluğu halkını 'Rum',
bu imparatorluğa bağlı toprakları da Roma diyarı
manasına 'Diyar-ı Rum' veya 'Rumeli' olarak isimlendirirlerdi. Bu birleşik kelimedeki “Rum” kelimesi “Roma”
sözcüğünün Osmanlı Türkçesindeki söyleniş biçimini,
Rumeli sözü de bir zamanlar Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde kalan toprakları ve halkları ifade
ediyordu. Mevlâna Celaleddin-i Rumi, Eşrefoğlu Rumi
gibi isimlerdeki Rumi nispeti de hep Anadolulu
anlamında kullanılmıştır. Kısacası Rumeli'nin bugün
oldukça dar anlamda kullanılan Rum kelimesiyle,
Yunanistan veYunanlılarla ilgisi yoktur.
Bu durum yalnız Türklerde değil, Araplarda ve İranlılarda da böyleydi. Selçuklular döneminde Rumeli adı
Batı Roma için değil, Doğu Roma yani Bizans ülkesi için
kullanılıyor, Anadolu'ya da 'Rum ili' deniyordu. Bizanslıların (Anatolia = Doğu) dedikleri topraklar Osmanlılar
döneminde Türklerin Anadolu'su olmuş, Osmanlı Devleti'nin Balkanlarda Doğu Roma İmparatorluğu'ndan
fethettiği topraklara da Rumeli denmiştir. Osmanlılarda
ise daha sonraları Rumeli kelimesinin, Balkanlar
adlandırmasına denk bir kullanımı olmuştur.
Türkler, tarih boyunca genelde batıya doğru fetih ve
vatan edinmek için yürümüş, bunu gaye ve ideal olarak
benimsemiş bir millettir. Bu ideali ve yürüyüşü de güneşin batarken aldığı şekli kızıl bir elmaya benzetmelerinden ötürü kısaca 'Kızılelma' sözcüğüyle ifade etmişlerdir. Nitekim tarih boyunca Türklerin kızılelması İstanbul, Budapeşte,Viyana, Roma gibi hep batıda olmuştur.
Balkanlar, dünyaya hâkim olmak, düzen ve nizam
vermek iddiasında olan her millet ve devlet gibi cihangir bir millet olan Türkler, ebed müddet yaşamak isteyen Osmanlılar için de çok önemli olmuştur. Nitekim
Osmanlı Devleti kurulduğu tarihten itibaren 150 yıl
boyunca yönünü batıya, Balkan topraklarına çevirmiş
Balkanlar her zaman dünya barışı için de son derece
önemli, adını oluşturan iki heceden de anlaşılabileceği
üzere, bal gibi tatlı ama çoğu zaman da çok kanlı bir
bölge olmuştur. Osmanlı Devleti, dünyaya nizam ve
düzen verebilmek için buna Balkanlardan başlanması
gerektiğini, Osmanlı Devletinin ve başkent İstanbul'un
savunmasının Tuna'nın ve Balkanların ötelerinden başladığını çok iyi tespit edebilmiş, asırlar boyunca buna
uygun politikalar ve stratejiler geliştirebilmiş ve uygulayabilmiştir. Bu anlayışın doğruluğu da asırların tecrübeleriyle test edilip doğrulanmıştır. Çünkü Balkanlarda huzur, barış, güven ve istikrar sağlanmadan dünyada da sağlanamayacağı tarihi tecrübelerle sabittir.
Nitekim dünyanın gördüğü en büyük iki savaştan Birinci Dünya savaşı Balkanlardan çıkmış, bu bölge İkinci
Dünya Savaşının da en önemli cephelerinden, savaş
alanlarından olmuştur.
Osmanlı Devleti'ni tarih sahnesinden silmek isteyen
emperyalist devletler, Balkanları daha da bölmek, parçalamak, birbirine düşman etmek için en başından beri
Balkanizasyon (Balkanlaştırma, bölme, parçalama) politikaları izlemişler, hem Balkanları hem de bütün dünyayı sık sık savaş hattı ve ateş çemberi içine atmışlardır.
Fakat şurası da bir gerçektir ki, onların bu politikaları ve
uygulamaları Balkan halkları dâhil, şimdiye kadar hiç
kimseye, hiçbir millete bir yarar sağlamamıştır, bundan
sonra da sağlamayacaktır.
BALKANLARIN ÖNEMİ
Muhteşem ve mucizevî Türk irfanı, Türk Milletinin
Rumeli'ye bakışını, Rumeli'nin onun gözündeki ve gönlündeki yerini, asırların tecrübesiyle, Balkanların ve
Balkan Müslümanlığının, Türk Milleti, Türklük ve Müslümanlık için taşıdığı önemi, asırlardan beri dilden dile
dolaşan bu özdeyişle çok güzel ifade etmiştir. Bu güzel
özdeyişle Balkanların önemini çok iyi vurgulan Türk
Milleti, elbette Rumeli yıkımının ve kaybının nelere mal
olabileceğini de çok iyi biliyordu. Ama 'Lafın tamamı
ahmağa söylenir!' anlayışındaki Türk irfanı bu sözün de
tamamını açık olarak belirtmemiş, gerisini anlamayı bunu çok iyi anlaması ve gerekli dersleri çıkarması gerekenlerin aklına, fikrine, izanına, anlayışına bırakmıştır.
172
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Balkanlar ve Rumeli üzerine yazılmış çizilmiş pek çok
kitaplar, söylenmiş sayısız sözler vardır. Fakat herhalde
Rumeli'nin bizim için taşıdığı değeri, dini, siyasi, sosyal,
kültürel, tarihi, iktisadi, stratejik vb gibi açılardan
olağanüstü önemi, bu kadar kısa ve veciz bir sözle, bu
kadar iyi, güzel, doğru bir biçimde ve tam olarak ifade
edebilmek başka kimseye ve başka bir millete nasip
olmamıştır. Türk Milleti, o olağanüstü feraseti ve basiretiyle Rumeli'nin değerini ve önemini asırlar öncesinden bu kadar iyi anlayabilmiş, keşfedebilmiş, tespit
edebilmiş, Rumeli'yi kaybetmenin dünyayı kaybetmekten daha büyük bir felaket olacağını, Rumeli'yi kaybedenin Anadolu'da da barınmasının kolay olamayacağını bu tek cümlelik vecizesine sığdırabilme başarısını da gösterebilmiştir. Türk Milleti, aslında başka bir Milletin yazılı ve sözlü kültüründe bulunamayacak değerdeki sözleri, özdeyişleri, vecizeleri ve atasözleriyle de
büyük bir Millettir.
Konuya biraz daha yakından bakılır ve incelenirse
Anadolu ile Rumeli'nin kaderlerinin birbirine çok
yakından ve sıkı sıkıya bağlı olduğu çok iyi anlaşılır. Bu
yüzden Türklerin Ata yurdu Orta Asya'dan beri söyleyegeldikleri: 'Dünya yıkılsa Rumeli'ne sığar; acep
Rumeli yıkılırsa ne olur?!' özdeyişi, sadece duygusal,
romantik bir duygunun, düşüncenin ve gönül bağının
ifadesi değil, aynı zamanda çok önemli bir gerçeğin de
ifadesidir. Türk Milletini, Türkçeyi, Türk mantalitesini,
Türk ifade ve anlatım tarzını doğru dürüst anlayamayanların bu sözle ifade edilmek istenenleri anlayabilmeleri de mümkün değildir. Allah Türk milletini yönetici, idareci bir millet olarak yarattığı gibiTürkçe'yi de bir
yönetim dili olarak geliştirmiştir. Mesela dünyadaki
bazı diller sıfat ağırlıklı diller oldukları halde Türkçe fiil
ağırlıklı bir dildir. Bu kısacık cümle içinde bile dört tane
fiil kullanılmıştır. Türk milleti, yağcılık, yalakalık,
mübalağa yapmaktan, palavra atmaktan hoşlanmadığı
gibi Türkçe de çoğu başka diller gibi yalakalığa, mübalağaya, palavraya müsaittir değildir. Türkçe'de her şey
son derece net, açık, kesindir. Az sözle çok şey ifade
edilir. Türkçe'de lafın tamamı ahmağa söylenir. Burada
söz de Türkçe'nin ifade kabiliyetinin ve az sözle çok şey
ifade edebilme özelliğinin en güzel örneklerindendir.
Daha Rumeli bizim olmadan söylenmeye başlanan bu
sözde Rumelinin öneminden, Rumeli hakimiyeti ile
dünyaya hakimiyeti arasındaki ilişkilere, Rumeli'ye ve
dünyaya hakim olmanın, cihangir, töreli, dünyaya
nizam verebilecek bir millet olmanın şartlarına kadar
pek çok arka plan bilgisi bu sözün arkasında gizlidir.
Bunu ancak Türk imanına, irfanına, mantalitesine,
düşünce tarzına sahip olanlar ve sahip oldukları ölçüde
anlayabilirler. Burada cihangir bir millet olma iddiasında olan Türk milletine Rumeli'ye (Anadolu ile
Balkanlara beraber ve birlikte) sahip olmadıkça bunu
SAYI 17 - 18
gerçekleştiremeyeceği, Rumeli'yi vatan etmenin, elde
tutmanın, fethetmekten daha zor olduğu, bunun için
çok büyük bir iman, inanç, ideal, ruh, gerektiği, ancak o
ruhla ve inançla buraların vatan edinilebileceği, bütün
dünyası yıkılsa bile Rumeli elinde oldukça yeniden
ayağa kalkabilmesinin, dirilmesinin mümkün olduğu
anlatılır. O ruhun ne olduğu, ne kadar hayati bir
önemde olduğu da Türk Milletinin ve dünyanın en
büyük mimarlarından Mimar Sinan tarafından, en
büyük eseri olan Rumeli'nin ortasındaki Edirne Selimiye Camii'nde lafla, sözle değil ama herkesin kolayca
göremeyeceği bir yere işlenmiş küçük bir ters lale
motifiyle anlatılmıştır. Ters lale hilal kelimesinin
tersinden okunuşudur. Aynı zamanda lale, hilal ve Allah
kelimeleri Arapça'da aynı harflerle yazılır, ebced
hesabıyla her üçünün de sayısal değeri 66 etmektedir.
Mimar Sinan demek istemiştir ki: 'Siz İslamın bayraktarlığını yaptığınız ve kendinizi İlâ-i Kelimetullah yolunda cihada adadığınız için Balkanlara ve dünyaya sahip
olduğunuz. Bu hakimiyetinizi, gücünüzü ve üstünlüğünüzü de ancak bu sayede devam ettirebilirsiniz.
Eğer bu bayrağı, hilalle temsil edilen Allah inancını terk
eder elinizden bırakırsanız, batarsınız!'
Büyük İskenderden Sezar'a, Eski Yunan'dan Perslere,
Romalılara, Bizanslılara kadar, hatta günümüzün süper
devletleri Rusya ve ABD'ye kadar herkes Balkanlarla
ilgilenmiştir. Ama bu bölgede Osmanlı'dan daha uzun
kalabileni, huzur, barış ve istikrar sağlayabileni olmamıştır. Acaba bunun sebebi nedir?
Rumeli adı, her ne kadar, Osmanlılar döneminden beri
daha çok devletin Avrupa kıtasında kalan topraklarını
anlatmak için kullanılmış olsa da, bu ad daha önceleri bu
kadar dar bir coğrafi alanı değil, çok daha geniş bir
bölgeyi kapsıyordu. Bu özdeyişteki 'Rumeli' adı o zaman
sadece Balkanları değil, Balkanlarla beraber bütün Anadolu'yu da ifade ediyordu. Nitekim ilk Türk yerleşmelerinden itibaren Anadolu'nun tamamı 'Diyar-ı Rûm' yani
Rumeli olarak adlandırılmaktaydı. Doğu Anadolu'nun en
önemli şehirlerinden ve giriş kapılarından birine,
Erzurum (Arz-ı Rum = Rum ili) adının verilmiş olması,
Mevlânâ Celaleddin-i Rumi, Eşrefoğlu Rumi gibi pek çok
manevi fetih önderlerinin ve liderinin de Rûmî (Rumeli'li,
Roma'lı, Anadolu'lu) mahlasını ve nisbetini tercih etmeleri hiç de boşuna ve anlamsız bir seçim değildir.
Osmanlı Devleti, daha kurulur kurulmaz gelişme
yönünü batıya, Balkanlara doğru çevirmesi, 150 yıl boyunca hep batıya doğru yayılmaya çalışması, Balkanları fethederek, bu toprakları vatanlaştırmayı kendisine
birinci öncelikli hedef seçmesi çok dikkat çekici durumdur. Bunda Türk milletinin bu temel felsefenin ve
anlayışının çok büyük bir rolü vardır.
173
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Özellikle batı Türklerinin kaderi açısından,
Balkanlarla beraber Anadolu toprakları, her
zaman birbiriyle çok yakından bağlantılı ve
bağımlı olmuşlar, birbirlerinin ayrılmaz
parçası olmuşlardır. Osmanlı Devleti, Asya'da
Anadolu, Avrupa'da Rumeli ve ortada başkent İstanbul jeopolitik dengesi üzerine
kurulmuş ve yaşayabilmişti. Osmanlı Devletinin bu kadar uzun ömürlü olabilmesinde bu
jeopolitik dengenin çok önemli bir rolü vardır.
Bu yüzdendir ki, Rumeli Fatihi olarak tarihlere
geçen Orhan Gazi'nin büyük oğlu Gazi
Süleyman Paşa'nın 28 Mayıs 1354 tarihinde
ilk defa kalıcı olarak ve bir daha çıkmamak
üzere Çanakkale Boğazından karşı kıyıya yani
Rumeli'ye geçişi Türk Tarihinin en önemli
olaylarından biri sayılır.
Süleyman Paşa'dan önce de birçok kereler karşı kıyıya
geçilmesine rağmen bu geçişler gidiş dönüş şeklinde
olmuş, kalıcı fetih veya vatanlaştırma amacıyla olmamıştı. Osmanlıların Rumeli'ye kalıcı olarak geçmeleri,
tarihi açıdan çok önemli sonuçlar doğurmuş, Bizans'ın
karadan ve denizden Avrupa ile ilişkileri kesilmiş, yaklaşık yüz yıl kadar sonra İstanbul'un fethine de zemin
hazırlamıştı. Şehzade Süleyman Paşa ve 40 alpereninin öküz derisinden şişirdikleri tulumlardan sal yaparak Çanakkale Boğazı'nın en dar yerinden bu toprakları diyarı İslama katabilmek amacıyla Avrupa yakasına geçişlerinin ne kadar büyük ve önemli bir olay
olduğunu en iyi anlayabilen ve ifade edenlerden biri
de Mevlid şairi Süleyman Çelebi'nin ana tarafından
dedesi Şeyh Mahmud olmuştur. Şeyh Edebali'nin
oğlu, Osman Gazi'nin kayınbiraderi, Şehzade Süleymân'ın silah arkadaşı olan Şeyh Mahmud, bu unutulmaz şehidin adını daha sonra Mevlid'i de yazacak
olan torununa koymuş, onun Rumeli'yi Osmanlı'ya ve
İslama yâr etmek için yaptıklarını ve bu yoldaki olağanüstü başarılarını şahadeti üzerine yazdığı mersiyesinde şöyle tebcil etmişti:
Keramet gösterip halka suya seccade salmışsın!
Yakasın Rumeli'nin dest-i takva (takva eli) ile almışsın!
Gerçekten de Rumeli kılıç zoruyla değil, takva eliyle,
İlâ-i Kelimetullah idealiyle alınmış ve İslam topraklarına katılmıştır. Bu büyük, olağanüstü ve mucizevi
başarı ve kazanç, başta Gazi Süleyman Paşa olmak
üzere bunu başaranları Türk İslam tarihinin en büyük,
en unutulmaz şahsiyetleri arasında katmıştır.
Rumeli'nin İslam'ın ışığıyla aydınlanmasından sonra
Anadolu ve Balkanlar, bütün Türk ve İslam dünyasının
umudu, kalbi, merkezi, temeli, ana binayı ayakta tutan
SAYI 17 - 18
esas sütunu, direği haline gelmiştir. Bu durum, bütün
Müslümanların gözünü ve gönlünü batıya çevirmiş,
Kızılelmaya doğru yolculuk Türklerin ortak bakış açısı,
düşüncesi, tartışmasız olarak kesin kabulü ve ideali
haline gelmiştir. Gerçekten de Osmanlı Devleti Balkanlara doğru genişledikçe güç ve kuvvet kazanmış,
Balkanları kaybettikten sonra ise, neredeyse bütün
direncini ve savunma gücünü kaybetmiş, dış
saldırılara karşı koyamaz, karşı duramaz, kendini
koruyamaz, yabancı işgallere de açık hale gelmiştir.
Türk Milletinin bu görüşü, tarihi süreç içerisinde asırlardan beri yaşanan tecrübelerle, türlü olaylarla tarih
laboratuarında defalarca test edilmiş, her defasında
doğruluğu pek az tarihi yargıya nasip olabilecek bir
kesinlikle onaylanmıştır. Bu görüşün, anlayışın, değerlendirmenin, siyasetin, stratejinin ve teorinin ne kadar
doğru, sağlam ve yerinde olduğu, buna aykırı her
tutum ve davranış karşısında çok ağır bedeller ödenmesinden de bellidir. Örneğin, kurulduğu günden
itibaren yüz yılı aşkın bir süre yönünü hep Batıya ve
Balkanlara doğru çeviren, o yönde ilerleyen Osmanlı
Devleti, Yıldırım Beyazıt'la beraber doğuyla da ilgilenme, hâkimiyetini doğuya doğru da genişletme ihtiyacını duydu. Fakat daha yönünü doğuya çevirir çevirmez büyük bir dirençle karşılaştı, Anadolu'daki Türk
beylikleriyle çatışma içerisine girdi. Osmanlı Devleti
bu vakitsiz, belki de yersiz strateji hatasının bedelini,
doğudan gelen ve Anadolu beylerinin de desteğini
alan Timur saldırıları karşısında dağılma ve tarih sahnesinden silinme tehlikesi altına düşmekle ödedi
(1402). Timur orduları, Anadolu'daki Osmanlı topraklarını ve şehirlerini işgal, yağma ve talan ettiler, her
tarafı yakıp yıktılar, ardından da bu toprakları eski
sahipleri olan beyliklere geri verdiler. Anadolu kaybedilmişti ama Balkanlar hala Osmanlı Devleti'nin eldeydi veTimur Balkanlara geçememişti.
174
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Rumeli'nin elde kalması sayesinde, onbir yıllık bir Fetret
Devrinin (1402-1413) ardından Osmanlı Devleti, efsanevi Zümrüdü Anka kuşu gibi küllerinden yeniden
daha güçlü ve daha sağlam bir şekilde doğabildi, dirilip
ayağa kalkabildi. Yıkılan ve yerle bir olan Osmanlı Devletinin, yani koca bir dünyanın, Rumeli'ne sığabileceği
öngörüsü böylece bir kere daha test edilmiş ve tam
anlamıyla doğruluğu ispat edilmişti. Elde, yıkılan dünyanın sığabileceği bir Rumeli bulunduğu için, Osmanlı
Devleti yeniden, bir kere daha, üstelik eskisinden çok
daha güçlü bir şekilde gelişip güçlenebilmiş, koca bir
çınar gibi dallarını dünyanın bütün iklimlerine yayabilmiş, asırlar boyunca da dünyanın tek ve en büyük süper
gücü olmayı başarabilmiştir. Bu yeniden dirilişte ve
ayağa kalkışta, hiç kuşkusuz Balkanlara sahip ve hâkim
olabilmenin çok büyük bir yeri ve önemi vardı.
Türk Milleti, yakın tarihte, kendisine Rumeli'nin ne
kadar önemli olduğunu çok büyük bedeller ödeterek
ispatlayan çok acı olaylar yaşamıştır. Ne yazık ki biz
Rumeli'yi ve Balkanları, buraların önemini yeterince
takdir edemediğimizden, hem de çok kolay ve basit bir
şekilde kaybettik. Bazı tarihçiler, Osmanlı Devletinin
gerçek yıkılışının Balkan Savaşını ve Balkanları kaybetmesiyle gerçekleştiğini, ondan sonra yaşananların ise
zaten kaybedilmiş bir mücadelede uzatmaları oynamaktan öteye geçmediğini söylerler. Nitekim Balkanların kaybının (1912) üzerinden daha on yıl bile geçmeden, başkent İstanbul dâhil Anadolu'nun büyük bir
bölümü düşman işgaline uğramış (1919), yaşanan acı
olaylar anlayabilen herkese Balkanların ne kadar büyük
bir hayati önemi haiz olduğunu bir kere daha ve çok
açık bir şekilde ispat etmiştir. Açıkça ortada olduğu gibi,
Balkanlar elden gidince, ne devleti, ne milleti, ne ülkeyi,
ne Anadolu'yu, ne de Osmanlı'yı sağlam bir şekilde
ayakta tutabilmek mümkün oldu.
Balkanların bizim için tarihi, kültürel, iktisadi, siyasi, sosyal vb önemi üzerinde ne kadar durulsa yine de azdır.
Ancak sözü fazla uzatmamak için şimdilik Eski Zağra
Müftüsü Raci Efendi'nin Balkanların Türkiye için taşıdığı
ikstisadi ve siyasi öneme işaret şu beytiyle yetinelim:
Besledi beşyüz sene İstanbul'u
Devleti teyid eden (destekleyen, güçlendiren) Rumeli!
BALKANLARVE ANADOLU İLİŞKİSİ
Balkanlarla Anadolu arasında şaşılacak kadar çok
benzerlikler, paralellikler, ilişkiler, ilgi ve alakalar, kader
birlikleri vardır. Bunların her iki coğrafya ve halkları açısından taşıdığı büyük önem tarih boyunca, özellikle de
bizim yakın tarihimizde neredeyse matematiksel bir
kesinlikle ispat edilmiştir.
SAYI 17 - 18
Bu benzerlikleri, paralellikleri, ilgi ve alakaları isim benzerliklerinden coğrafi benzerliklere, muhatap oldukları
tehdit ve tehlikelerin benzerliğinden, halklarının huy,
karakter, adet, gelenek, görenek, dil, kültür ve tarih
benzerliklerine kadar genişletebilmek mümkündür.
Örneğin Osmanlı Devletinin batıya, Avrupa'ya çıkış kapısı
Balkanlara Rumeli dendiği gibi, onu doğuya, Asya'ya
bağlayan, Anadolu'ya giriş kapısı niteliğindeki en büyük
şehrine de aşağı yukarı aynı isim verilmiştir. Erzurum ve
Rumeli aynı anlama gelmektedir. Anadolu'nun doğusu
ile Balkanlar coğrafi açıdan da birbirlerine çok benzedikleri gibi, halklarının kaderleri, karakter yapıları arasında da ilginç benzerlikler vardır. Her iki bölge de
Osmanlı Devleti'nin son asrında devletin, milletin müdafaa hattı durumuna gelmişler, mücadelenin en çetinleri
bu yörelerde yaşanmıştır. Osmanlı Devleti son iki asrında
Ruslar tarafından Balkanlar ve Kafkaslar üzerinden
kıskaca alınmaya çalışılmış, her iki bölge çoğu zaman aynı
anda, aynı düşmanlara karşı hem kendisinin hem de
bütün devletin ve milletin varlığını, birliğini, dirliğini ve
bekasını savunmak zorunda kalmıştır.
Her iki bölgede yaşayan özellikle Müslüman halkların
karakter yapıları ve huyları arasında o kadar yakın
benzerlikler vardı ki, örneğin Arnavutlara Balkanların
Kürtleri deniyordu. Bu benzerlikleri çok iyi görebilmiş
ve teşhis edebilmiş büyük bir siyasi deha olan Sultan II.
Abdülhamid Han da her iki bölge için benzer politikalar
geliştirerek uygulamaya koymuş, yıkılmanın eşiğindeki
Osmanlı Devleti'ni bu akıllı politikaları sayesinde 33 yıl
daha, hem de güçlendirerek ayakta tutmayı başarabilmişti. Abdülhamid'in uyguladığı politikaların ne
kadar doğru ve yerinde olduğu çok başarılı sonuçlarıyla kendini göstermiş, bu politikalardan sapılmasıyla ayrılık, gayrılık davasına kalkışan Arnavutlar ve
Balkan Müslümanları büyük bir ateş çemberinin içine
düşmüşler, Doğu Anadolu ve Kürtler ise son anda ve
çok büyük bir mücadelenin ardından felaketin kıyısından dönebilmişlerdir. Bütün yaşananlar, olup bitenler
her iki bölgenin kaderinin birbiriyle ve bütün milletin
kaderiyle ne kadar bağlantılı olduğunu ibretle bakabilenlere açık seçik bir şekilde gösteriyor.
175
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
BALKANLARIN VE BALKAN
MÜSLÜMANLARININ ÖNEMİ
SAYI 17 - 18
getirmeye başladığımız zaman ancak ileriye ümitle
bakabiliriz.
Balkanlar ve Balkan Müslümanlığı, hem Osmanlı
Devleti'nin birlik ve bütünlüğü, hem Anadolu'daki,
hem de bütün dünyadaki Türk-İslam varlığı için her
zaman son derece hayati önemde olmuştur. Balkanlar
ve Balkan Müslümanlığı, asırlar boyunca devletin,
milletin, vatanın kilidi, kapısı, anahtarı ve bekçisi olmuştur. Balkan Müslümanları, bu serhat bekçiliği görevlerini, gerektiğinde çok büyük bedeller de ödeyerek
asırlar boyunca şanla, şerefle ve başarıyla yerine getirdiler. Yakın dönemde önce Osmanlılardan, daha sonra
da Türkiye Cumhuriyetinden ve anavatandan arzu
ettikleri, umdukları, bekledikleri yardım, destek ve ilgiyi
göremeseler de, her zaman candan ve gönülden bağlı
oldukları milli ve manevi değerlerine, vatanlarına, milletlerine, dinlerine, diyanetlerine, ecdat yadigârı maddi
ve manevi kültür miraslarına samimiyetle bağlı kalmayı, sahip çıkmayı ve bunları canla başla savunmayı
hep sürdürdüler. Bunu varlık ve beka sebebi olarak
gördüler.
Balkanların ve Balkan Müslümanlarının önemi, tarihin
hiçbir döneminde asla azalmamış, tersine hep artarak
devam etmiştir. Fakat ne yazık ki, Türklüğün ve Müslümanlığın geleceği için onların bu hayati önemlerini
ve gereklerini çok iyi bilmesi, anlaması, takdir edip
gereğini yapması gerekenlerin bu feraset ve basireti
her zaman gösterebildiklerini söyleyebilmek mümkün
değildir. Bu basiret ve ferasetin son medeniyet buhranı
dönemimizde iyice dibe vurması, gittikçe daha da gerilemesi geleceğimiz açısından son derece korkutucu ve
ürkütücü bir tablo halini almıştır. Son birkaç asırdan
beri çektiğimiz sayısız ve sınırsız sıkıntılar yanında Balkanların ve Balkan Müslümanlarının önemini, gereğini
ve gerekliğini yeterince anlayıp, algılayabilecek, takdir
edilebilecek devlet adamı ve aydın açısından kıtlığı,
yokluğu ve yoksunluğu da çekiyoruz. II. Abdülhamit
Han gibi yok denebilecek kadar az sayıda şahsiyetler
hariç tutulacak olursa, devletin üst yönetim kadrolarına
bu nitelikte, çapta, kafada, kıratta, anlayışta ve özellikte
devlet adamı, yönetici, aydın, ilim, fikir, düşünce ve
eylem adamları yetiştiremediğimiz ortadadır. Zaten
devletimizin, milletimizin başına gelen felaketlerin,
içine sürüklendiğimiz acınası durumların baş müsebbibi de bu kahturricâl (adam kıtlığı) değil midir? Son
dönemlerde yaşanan bazı olumlu gelişmeler ümit verici olsa da olması gerekenden, hele ideal olandan ne
kadar uzakta olduğumuz, önümüzde alınması gereken
daha çok yol, çözülmesi gereken çok sorun bulunduğu
da bir gerçektir. Bunları en iyi ve en doğru şekilde
algılayıp anlayabilecek feraset ve basirete sahip olabildiğimiz, kendimizi ve şartları ona göre hazırlayabildiğimiz, olaylar bize değil, biz olaylara yön verebilecek
hale gelebildiğimiz ve gereğini de en iyi şekilde yerine
Balkanların ve Balkan Müslümanlarının stratejik önemini anlayamamanın acı sonuçlarını millet olarak biz
her zaman çok büyük acılarla ve felaketlerle yaşadık.
Bugün bile yaşamakta olduğumuz sorunların pek çoğu
bu basiret ve feraset eksikliğinden kaynaklanmaktadır.
Balkanlar ve Balkan Müslümanları bizim için o kadar
önemliydi ki; bizim Balkan Savaşlarını kaybetmemiz
sadece milyonlarca silahsız, savunmasız Balkan Müslümanını zalim ve vahşi düşmanları karşısında zavallı
küçük çocuklar gibi, kimsiz, kimsesiz, işlevsiz, yetim ve
sahipsiz bırakmadı, bu yenilgiyle bizim acımasız can
düşmanlarımız karşısındaki bütün savunma hattımız
da çöktü, Balkan Savaşları yenilgisinin üzerinde daha
bir yıl bile geçmeden, onların ölümcül ve yok edici
tehditlerini ve silahlarını gırtlağımızda ve can evimizde
hissettik. Emperyalist devletler, dinimizi, devletimizi ve
milletimizi tarih sahnesinden silmek için, kolayca
Çanakkale Boğazına gelip dayanıverdiler. Artık Balkanlar ve Balkan Müslümanları yanımızda olamadığı
için, Çanakkale Boğazında gösterdiğimiz o olağanüstü
direniş, dökülen onca kanlar, ödenen bedeller, verilen
şehitler, hatta kazanılan zafer bile kurtuluşumuza yetmedi. Balkanların kaybından beş altı yıl sonra, Birinci
Dünya Savaşının ardından, Devletin başkenti İstanbul
dâhil, Anadolu'nun pek çok yeri düşman işgaline uğradı, düşman çizmeleri altında çiğnendi. Haritada çarşaf
gibi geniş ve kocaman görünen vatan topraklarımızdan, ancak mendil kadarlık bir kısmını, o da inanılmaz
fedakârlıklarla kurtarabildik. Anadolu ile Balkanların
kaderinin birbirine ne kadar bağlı olduğunu bu olaylar
bütün açıklığıyla ortaya koymaya yeter. Burada tarihin
ve kaderin bir başka ilginç ve dikkat çekici cilvesinden
söz etmek yararlı olabilir. Bilindiği gibi Rumeli'nin kaybının hemen ardından anayurdumuz Anadolu'yu da
kaybetme tehlikesiyle yüzyüze kalmış, hiç olmazsa burayı kurtarabilmek için her türlü imkânsızlığa rağmen
olağanüstü bir ölüm kalım savaşına girmek zorunda
kalmıştık. Peki bu kurtuluş mücadelesini başlattığımız
yerin, yani Erzurum'un ne anlama geldiğini acaba
kaçımız biliyoruz. Bugün biz coğrafi olarak Erzurum'u
Rumeli'den saymayız. 'Erzurum nire, Rumeli nire?' deriz.
Ama ecdadımız, böyle demiyor, böyle düşünmüyor,
176
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Balkanlarla beraber Anadolu'nun tamamını Rumeli kabul
ediyordu. Bu yüzdendir ki, Anadolu'nun giriş kapısı
niteliğindeki en büyük şehre de Erzurum yani 'Rumeli'
adını vermişler. Ecdadımızın tarih, coğrafya, kültür ve
medeniyet bilincinin ne kadar yüksek, cihan hakimiyeti
mefkuresinin de ne kadar ileri boyutlarda olduğunu, çok
doğru ve sağlam temellere dayandığını sırf bu örnek
ispatlamaya yeter. Ayrıca en son kurtuluş savaşımızın
başladığı yerin en azından adının Rumeli, yani Erzurum
olması da sadece bir tesadüf esere olmasa, üzerinde iyice
ve derinlemesine düşünmemiz gereken çok daha derin
anlamları olsa gerektir.
Öte yandan, bizim Balkanlara yönelik ilgimiz, alakamız
azalırken, bu coğrafyaya bizden çok daha uzak olan Batılı
emperyalist ülkelerin, özellikle de Rusya'nın ilgisinin gittikçe daha da arttığını görüyoruz. Çünkü onların ileri
görüşlü ve donanımlı devlet adamları Balkanların
öneminin çok iyi farkındaydılar. Başta Rusya olmak üzere
bütün Batılı güçler, bu bölgeyle özel olarak ilgilenmeyi,
dünyaya kendi çıkarlarına göre yön ve şekil verme politikalarının merkezine bu coğrafyayı oturtmayı, uygulayacakları, geliştirecekleri taktik ve stratejilerde Balkanlara ve
Balkanlardaki belli etnik gruplara özel önem vermeyi,
özel roller biçmeyi temel politika olarak benimsediler.
Bölgede izledikleri Sırp-yanlısı ve anti-Müslüman bir politikaları gizleme gereği duymadılar, bunları politikacılarının ve devlet adamlarının eylem ve söylemleriyle de
zaman zaman dışa vurmaktan çekinmediler. İngiliz Başbakanı Lloyd George, 1917 yılında yaptığı bir konuşmada, "Sırplar her zaman Avrupa medeniyetini doğudan
(İslam dünyasından) gelen saldırılara karşı korumak için
ellerinden geleni yapmışlardır" diyerek, Sırpları asırlar
boyu "Doğu"dan gelen "İslami tehdit"e karşı "Kapının Bekçileri" olarak tanımlamış, böylece Sırp yanlısı, Müslüman
düşmanı bakış açısını açıkça ortaya koyarak özetlemişti.
SAYI 17 - 18
Batılı çevrelerin İslamiyeti Batı ve Balkanlar için tehdit
unsuru, Sırpları da "kapının bekçileri” olarak gören bu
algıları tarih boyunca hiç değişmemiştir. Balkan
Müslümanlarına karşı asırlardan beri girişilen başta Sırp
saldırganlığı ve kıyımı olmak üzere, bütün insanlık dışı
saldırılara ve katliamlara batılılarca her zaman göz
yumulmasının, hatta el altından desteklenip, kışkırtılmasının temelinde bu algı yatmaktadır. Bunun en son
örneği de 1992-1995 yılları arasındaki Bosna Savaşında
yaşanmıştır. Sırpların daha çok Müslüman kanı dökmelerinin, daha fazla toprak kazanmalarının sağlanması için
Batının hiçbir müdahalede bulunmadan 3,5 yıl
beklemesi, Avrupanın ortasında ve herkesin gözü önünde cereyan eden vahşi Sırp saldırılarına, etnik ve dini
temizlik harekâtına sessiz ve seyirci kalması, hatta
Müslümanlara karşı silah ambargosu uygulayarak ellerini kollarını iyice bağlaması da bu politikaların uygulanmasından başka bir şey değildir.
Rumeli tarih boyunca bizim için hep önemli, değerli,
gerekli olmuştur. En sade vatandaşımızdan en üst
düzeydeki devlet, kültür, sanat, ilim ve fikir adamla-rımıza
kadar Allah, tarih, millet ve insanlık önündeki görev ve
sorumluluklarının bilincinde olan Türk Mille-tinin bütün
fertlerinin de her zaman bunun bilincinde ve ayırdında
olması gerekir. Zaten Türk olmak da, bir kişinin şu veya bu
etnik kökenden gelmesiyle, kafata-sının şekliyle değil,
ancak bu gibi konularda ne kadar fark ve temyiz sahibi
olduğuyla ölçülebilir. Kısacası, bu bilincin, fark ve
temyizin asırlar boyunca bizim büyük-lerimizin büyük ve
anlamlı sözlerinde, şairlerimizin şiirlerinde, ozanlarımızın
türkülerinde, musikişinasla-rımızın şarkılarında,
askerlerimizin marşlarında, halkı-mızın da atasözlerinde
ve deyimlerinde hep yaşaması, yaşatılması ve terennüm
edilmesi boşuna değildir.
177
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Savaş Sonrası Bosna
Bugün Neyi Yaşıyor, Neyi Hissediyor
Doç. Dr. Ebubekir Sofuoğlu
Sakarya Üniversitesi
1992-1995 arasında yaşadığı büyük savaştan
16 yıl geçmesine rağmen Bosna'da bu savaşın izlerini halen, üstelik güçlü bir şekilde
görmek mümkündür. Bosna'nın adeta her
bölgesi savaşın izlerini diri bir şekilde tutmaya devam etmektedir. Bu izler, öncelikle adeta yeşil bir örtü gibi Bosna'nın her tarafında
yayılmış mezarlıklarda kendini gösterir.
Şehirlerin, kasabaların, köylerin girişlerinde,
çıkışlarında, içinde, ortasında, dışında, her
yerinde mezarlılar vardır. Mezarlıklar adeta
Bosna'nın yeşil bir örtüsü haline gelmiş gibi her tarafta
yer tutmuş durumdadır. Bosna'nın her tarafını mesken
tutmuş mezarlıkları gördükten sonra toprağın
üstündeki yaşayan insanlardan daha fazla toprağın
altında yatan Bosnalı olduğu kanaatleri akla
gelmektedir. Rivayetlere göre değişen miktarlarda,
350-400 bin ölü, 60-80 bin arası ırza tecavüz vakası
Bosna'da hafızalarda yerini korumaktadır. Ayrıca
savaşın izlerini, aradan 16 yıl geçmesine rağmen 2011
yılında da tamir edilemeyen kurşun izleri, füze izleri,
bomba izleri olan binalar da yansıtmaktadır. İktisadi
durumu müsait olmayan kişiler evlerini tamir
ettiremediği için, kimileri savaş nedeniyle yurtdışına
gitmek zorunda kaldığı ve bu nedenle evini tamir
edemediği için bazı binalardaki kurşun izleri halen
varlığını sürdürmektedir. Kimi insanlar da tarihe ibret
olsun diye, iktisadi durumu elverse de kurşun izleriyle
dolu olan evlerini tamir etmemektedirler.
SınırTanımayan İşkence Örnekleri
Savaşın izlerinin bu şekilde hala canlılığını yukarıda
verilen fiziki örneklerle korumalarının yanı sıra, savaş
sonrası toplumda da manevi açılardan da stres kendini
hissettirmekte, fertlerde ve cemiyette sıkıntıyı devam
ettirmektedir. Sırp saldırıları ile savaş başladıktan sonra
ülkelerini, canlarını, onurlarını korumak için kendilerini
savunan Bosnalılar için 100 binlerce şehit ve yaralıya
rağmen, Bosna'nın durumunun halen neredeyse hem
maddi hem de manevi açılardan aynı olması, son dere-
ce üzüntü verici bir durumdur. Savaşlarda verilen can
kayıpları ve yaralıların oluşu, mutlaka üzücüdür. Ancak,
bunların vahşice olucu ve can kayıplarının silahlı güçlerden çok sivillerden olması savaşın bile haysiyetinin
olmadığının bir başka işaretidir.
Sivil kayıplarının fazlalığının sebebi ise Yugoslavya'ya
bağlı özerk bir cumhuriyet olan Bosna'nın her yerinde
Sırp polis karakollarının, askeri kışlalarının olması ve
bunların, katliamlarına bulundukları her şehirde ve
hemen başlamalarıydı. Sırp garnizon ve polis karakollarının tabii olarak her şehirde olması ve silahsız sivil
Bosna halkının hemen yanı başlarında olan bu askerpolis saldırısına maruz kalmaları, sivil kayıplarını artıran
sebepti. Ayrıca, asker-polis Sırp katillerin sivil Boşnakları katletmelerinin yanı sıra yaşlı, kadın, çocuk ayrımı
yapmadan katliamı yaymaları, Sırp saldırıları başlarbaşlamaz can kayıplarını yüz binlerle ifade edilecek
boyutlara ulaştırmıştı. Boşnakların vermiş olduğu can
kayıplarının bu denli yüksek olmasının bir nedeninin
de savunmasız sivillere silahlı, organize, modern silahlı
güçlerle saldırılması olarak ifade edilmektedir.
Boşnaklar savunmaya geçtikten sonra can kayıplarının,
sivil alanda verilen kayıplardan yüzlerce kat düşük
olduğu bildirilmektedir.
Asker-polis Sırpların, sivillere saldırılarının da normal
öldürmeler şeklinde olmaması da ayrıca kahredici bir
noktadır. Sırpların yaşlı, kadın, çocuk öldürmelerinin
yanı sıra bunu işkence ile yapmaları onların vahşetlerinin boyutlarını ortaya koyuyordu.
178
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Sivil katlederken anne babalarının gözlerinin önünde
işkence ile çocuklarını öldürmeleri, anne babaların
kendi çocuklarını öldürmeye zorlanmaları yine anne
babaların gözlerinin önünde çocuklara tecavüz etmeleri, bir kadına onlarca kişinin tecavüz etmesi, dört-yedi
yaşlarındaki küçük kızlara tecavüz ederek ölmelerine
yol açmaları, bebekleri havaya fırlatıp yukarıya doğru
diktikleri süngüye saplanmalarını sağlayarak öldürmeleri onların işkence sınırlarının sonsuzluğunun
örnekleriydi. Hatta en çok düşmanlık besledikleri
imamları özellikle öldürdükleri ve bir defasında bir imamın, oğlunu öldürmeye zorlamaları, öldürmeyince
gözlerinin önünde oğlunun boğazını keserek öldürmeleri ve oğlunun derisini yüzdükten sonra “al sana
namaz kılacak yer” diyerek oğlunun derisini önüne
atmaları ve daha sonra bunlara dayanamayan imamın
orada ölmesi dünya vahşet tarihin belki de şahit olunmamış örneklerindendi.
Silahsız- Savunmasız Bosna'ya
Ortodoks Dünya'dan Ortak Saldırı
Sırp asker ve polislerin katliamlarının yanı sıra Sırbistan
ve Karadağ'dan hafta sonu insan öldürmeye gelen
çetnikler, başta Rusya olmak üzere Bulgaristan'dan,
Yunanistan'dan, Romanya'dan, Ukrayna'dan Bosnalı
öldürmek üzere gelen gönüllüler de sivil katliamlarının
müşterek katilleriydiler. Savaşın tarafı olmadıkları halde
diğer bölgelerden gelen gönüllülerin ambargo halinde
savunmasız Bosna'ya saldırı için gelmeleri yine elbette
onların dini marşlarının onlara ilzam ettiği ilhamdı. Bu
durum modern dünyanın gözleri önünde cereyan
ediyordu. Öte yandan Boşnaklara yapılan bu katliamların bir bakıma Türklerden intikam alma şeklinde bir
algılamayla yapılması Türkiye açısından bir üzüntü
kaynağıdır.
SAYI 17 - 18
Bu şekilde ortak bir Ortodoks saldırı halinde devam
eden Sırp saldırılarının bir bakıma Türklerden intikam
alma şekline dönüştürülmesini, duvarlara yazılan
“Türkler defolun!”yazılarından zamanın Sırbistan devlet
başkanını Miloseviç'in “Od Adriana do İrana, nece biti
Müslimana Adriyatik'ten İran'a bu bölgede hiçbir
Müslüman kalmayacak.” sözünde görmek rahat-lıkla
mümkündür. Hatta bir defasında katliamdan kaçan bir
grup Boşnak daha güvenli, Müslümanların yoğun
yaşadığı Balagaj'a gitmek için yola çıktıkları ve yolda
karşılaştıkları Hırvatlara Balagaj'ı sorduklarında, onların
Müslüman-Boşnak olduğunu anlayamayan Hırvatların,
“Orada Türkler var. Ne yapacaksınız orada.” şeklinde
vermiş oldukları cevaplar, Boşnakların bir de hangi
düşüncelerle katliama tabi tutulduklarının göstergesiydi. Yine Mostar'daki Osmanlı köprüsünün yıkılması,
balkanlardaTürklerin var olmasının , tarihin intikamının
bir başka göstergesiydi. Ayrıca Mostar'daki mimari
açıdan bir şaheser olan köprüyü bombaladıkları tepeye
büyük bir haç dikmeleri inançlarında ne kadar aşırı ve
terörist olduklarını sergilemiş oluyordu.
Barış Ortamında Bile Savaş Ortamına Benzer
Stresin Devam Etmesi
Sadece Müslüman oldukları için kendilerine başlatılan
saldırılar ve verilen dört yıllık büyük direnişten sonra,
elde edilen barış ortamına rağmen adeta hiçbir şeyin
değişmemesi kanaati, Bosnalıları üzmektedir. Direnişin, mücadelenin elbette kazanımları olmuştur ancak,
Boşnak nüfusun kalabalık olmadığı yerlerde savaş sonrası durumla, savaş öncesi durum ne yazık ki çok fazla
değişiklik göstermemiştir. Savaş sırasında kendilerine
saldıran, komşularını, yakınlarını, akrabalarını öldüren
katil Sırp komşularının savaştan sonra hiçbir şey yokmuş gibi tekrar aynı yerde yaşamaya devam etmeleri,
onların bu suçlarından dolayı herhangi bir adli takiple
muhatap olmamaları, Boşnakları üzmektedir. Boşnakların katledilmiş akrabaları,
komşuları bu Sırp katil komşuları gördükçe hatırlarına tekrar tekrar gelmekte,
onları katledenlerin hala sokakta elini
kolunu sallaya sallaya serbest gezmeleri
onları kahretmektedir. Katil Sırp komşuların da işledikleri cinayetleri bildikleri ve
onlara dokunulmadığı için bu durum
onların şımarıklıklarını artırmaktadır.
Modern olduğu, insan haklarına saygılı
olunduğu iddia edildiği dünyada, bu
hakları en fazla seslendiren Avrupa'nın
orta yerinde gözler önünde işledikleri
katliamlardan mesul tutulmayan bu
katiller serbestçe dolaşabilmektedir.
179
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Boşnak Nüfusun Azaltılıp,
Sırp Nüfusun Artırılması
Öte yandan Boşnak nüfusun savaş öncesi fazla olduğu
başta Banjaluka olmak üzere, bazı bölgelerde köylerden seçilen Sırpları, bu bölgelere nakletmek suretiyle nüfusun yoğunluğu Boşnakların aleyhine dönmüştür. Savaştan önce %50 olan Banjaluka'da
Boşnakların sürülmeleri ve köylerden Sırpların yerleştirilmesiyle bugün Banjaluka'da Boşnak nüfus oranı
%10 seviyesine inmiştir.
Savaşla sürülen Boşnakların yerine Sırpların yerleştirilme süreçleri de yine haksızlıklarla doludur. Gözlerinin önünde akrabalarının, yakınlarının, komşularının
vahşice katledilmelerine şahit olan ve bu tür katliamlara maruz kalmamak için kaçmak zorunda kalan
Boşnakların evlerine Sırplar yerleştirilmiştir. Savaştan
sonra ise evlerin asıl sahipleri, evlerini Sırplardan geri
istediklerinde, Boşnak ev sahibi evini işgal eden bu
Sırplara ait başka bir ev olduğunu gösteremezse
evlerine tekrar sahip olamamaktadırlar. Ve böylece
evlerinin işgali de savaş sonrasında da kalıcı hale gelmektedir. Bu durumda bu işgalci Sırp'a ait başka bir evi
olduğunu bulmak, yine Boşnaklara kalmaktadır. Aksi
halde kendi evine tekrar kavuşması imkânsızdır. Savaş
sırasında Boşnaklardan boşalan yerlere Sırpların yerleştirilmeleri ve savaş sonrasında Dünya'nın adeta dört
bir yanına dağılmış Boşnakların bir kısmının geriye
dönememeleri, dönenlerin eski yerlerine yerleşememeleri sonuçları, Boşnak nüfusunu azaltmıştır.
Bu yollarla Sırp nüfusun artırılması da idari sıkıntıları da
beraberinde getirmiştir. Bu sıkıntılar ise seçimler yoluyla belirlenen idari düzende, nüfusu bu yollarla fazlalaştırılan Sırpların yönetici kadrolara tabii olarak seçilerek gelmesi, Müslüman Bosna idaresindeki
sıkıntıların bir başka şeklini teşkil etmektedir. Böylece savaştan önce askeri varlığı ve
baskısıyla hissedilen Sırp tesiri, bu kez idarede onları amir vaziyetinde görmek suretiyle
devam etmektedir. Bundan dolayı da Boşnaklar, öncelikle Sırp nüfusunun az olmadığı yerlerde savaş öncesiyle savaş sonrası
arasında ciddi bir farkın olmadığını üzülerek
ifade etmektedirler.
SAYI 17 - 18
yoluyla bu işgaller meşru hale gelmiş ve Sırp katil ve
işgalciler Boşnak bölgelerinin yeni idarecileri vaziyetlerine kadar çıkmışlardır. Bu durumdan Bosna'yı adaletsiz Dayton Barışı'na zorlayan Batı dünyası sorumludur.
Savaş süresince yapılan Sırp işgallerinin savaş sonrasında Dayton Anlaşması'yla resmi ve kalıcı hale gelmesiyle başta Banjaluka olmak üzere Bırçko, Bjelyina,
Şamast (Aliya'nın doğduğu yer), Bihaç gibi nüfusu Sırplaştırılmış bölgelerde Müslümanlar, azınlık durumlarına düşürülmüşlerdir. Bu nedenlerle de bu bölgelerde yaşayan Bosnalılar savaşın, verilen yüz binlerce
canın, kayda değer bir sonucu olmadığı kanaatini taşımaktadırlar. Savaş öncesinde var olan Sırpların bu kez
katil sıfatıyla gözlerinin önlerine geldikleri hatta bazı
bölgelerde idareci sıfatı bile kazandıkları için Boşnaklar,
yapılan mücadelenin Bosna'ya ve Bosnalıların hayatına
köklü bir katkısı olmadığı kanaatini taşımaktadırlar.
Savaş sonrasında da yeni bir savaşa bile sebep olacak
bu türden olumsuzluklara bu şekilde şahit olmalarının
yanı sıra, vatanlarında yaşadıkları tedirginlik o denli
boyuttadır ki Boşnaklar, savaşta yaşadıklarını kamuya
açık alanlarda kolay kolay kimseyle paylaşamamaktadırlar. Avrupa'nın Srebrenitsa'da gösterdiği yanlı
adalet(!) anlayışına güvenmeyen vatanlarını, canlarını
savunmak için vermiş oldukları direnişi anlattıklarında
savaş suçları mahkemesinde sivil katletmiş gibi muamele görme ve yargılanma endişesi taşımaktadırlar.
Bundan dolayı da savaşa ait hatıralarını paylaşmaktan
bile tedirgin olmaktadırlar. Böylece de bazen komşularınca zalimce, orantısız güçlerce kendilerine yapılan
bu saldırıları, yeni nesillere aktaramamakta, bu dönemdeki tarihlerini kayda bile alamamaktadırlar.
Aslında bu durumun sorumlusu insan hakkına saygı duyduğunu iddia eden modern
Avrupa'dır. Bosna'yı adaletsiz Dayton Barışı'
na zorlamakla, savaş süresince Sırpların katliamları, işgalleri hem örtülmüş hem de Sırp
nüfusunun artırılmasına göz yumulması
180
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
ise camilerini her gün beş kez kullanmalarına rağmen,
Sırp ve Hırvatların bu kadar hızlı ve yoğun bir şekilde
kilise inşa edebilmeleri, Müslümanların mı yoksa
Hıristiyanların mı aşırı olduklarını göstermektedir.
Hatta Müslümanlara saldırırken papazların askerleri
takdis etmeleri, hatta silahları, tankları bile kutsamaları ne denli dindar olduklarının göstergesidir. Fakat
bu durumun tam tersine de bu kadar Müslüman düşmanı papazların savaştan sonra da disko-bar işletecek
derecede menfaat peşine düşmeleri, dinlerinin onlara
dindarlığı değil de sadece Müslüman düşmanlığını
ilzam ettiğini göstermesi açısından ilginç bir örnektir.
Bosna'da İnanç
Bosna'da inanç kaynaklı muameleler kendini açık
misallerle ortaya koymaktadır. Boşnakların bu saldırılara maruz kalması, Sırplarla aynı inanca sahip olmamasından dolayıdır. Müslümanlar inançlarında aşırı
olmakla suçlanırken, asıl aşırı olanların Balkanlardaki
Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlar olduğu yaşanılan
hadiselerden rahatlıkla anlaşılmaktadır. Buna rağmen
de Müslümanlar aşırı olmakla suçlanmaya devam
etmektedirler.
Bu haliyle İslamiyet'in bu şekilde haksız muameleye
tabi tutulması tüm dinlere karşı olmasıyla bilinen
komünist Yugoslavya zamanında bile kendini belli
etmektedir. Bu dönemde tüm ibadethaneler kapatılırken camiler ise kapatılmakla kalmamış, büyük
oranda yıkılarak ortadan kaldırılmıştır. Yugoslavya
döneminde var olan İslam karşıtlığı, kendisini savaş
zamanında iyice ortaya çıkarmıştır.
Bu şekilde Sırp ve Hırvatlar o denli yoğun ve fazla
miktarda kilise inşa etmektedirler ki sayı itibariyle bu
kadar çok kilisenin varlığı Bosna'yı adeta Hıristiyan
ülke konumuna sokmaktadır. Sırp ve Hırvatlar
şehirlerde, kasabalarda, mahallelerde, köylerde orada
yaşayan Ortodoks veya katoliğin varlığına, sayısına
bakılmaksızın hızlı ve yoğun bir şekilde yeni kiliseler
inşa etmektedirler. Hatta dört hane Hıristiyan ailenin
olduğu köylerde bile büyük büyük kiliseler inşa
edildiğine şahit olunmaktadır. Hatta Brçko'da bir tek
hristiyan olmayan mahalleye bile büyük bir kilise inşa
edilmiştir. Yine benzer olarak Kosova'da Müslüman
Arnavut'ların olduğu Priştine Üniversitesi'nin avlusuna Sırplar tarafından büyük bir Ortodoks kilisesi inşa
edilmiş ve bundan birkaç yıl sonra üniversitenin tam
karşısına, bu kez Avrupa tarafından Priştine'nin belki
de birkaç yeşil alanından birine muazzam bir katedral
inşa edilmişti ki Priştine'nin Katolik Ortodoks nüfusu
%10'u bile bulmuyordu.
Savaş sırasındaki Saldırılarında da öncelikli hedefler
camiler ve onların imamları olarak tespit edilmişlerdir.
Bu şekilde savaşta camiler hedef alınırken, öte yandan
Ortodoks Sırplar ve Katolik Hırvatlar yoğun bir şekilde
Bosna'da kilise inşa etme faaliyetlerine girişmişlerdir.
Bosna'da yoğun bir arama faaliyetine girmeksizin
sadece gezerek şahit olunan kiliselerin çokluğu,
Bosna'nın Müslüman mı yoksa Hıristiyan mı olduğu
konusunda tereddütleri oluşturmaktadır.
Yukarıda belirtildiği gibi camilere olan karşıtlığın
kısmen Türkiye'de de olduğu “Camiye ne gerek var?
Evde de namaz kılınabilir. Cami yerine okul, fabrika
yapılsın.” sözleri Türkiye'de herkesin malumudur.
Türkiye'de bu anlayışa sahip olanların bu tavsiyelerine
Balkanlarda Sırp ve Hırvatlara, “Kiliseye ne gerek var?
Kilise yerine okul, fabrika yapmak gerekir.” şeklinde
yaptıkları düşünüldüğünde Sırp ve Hırvatların
Türkiye'deki bu kanaat sahiplerine nasıl cevap
vereceğini tahmin etmek mümkündür. Üstelik Sırp ve
Hırvatların, kiliselerini haftada bir kez, Müslümanların
181
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Sırp ve Hırvatlar kilise yapmak hususunda bu kadar
ısrarlı iken, Müslümanların camilere sahip çıkmak
konusunda suçlanmaları tamamen yersiz olmakla
birlikte, Türkiye'de bile Müslüman olanların camilere
olan düşmanlığı gerçekten üzücüdür.
Yine Müslümanlar inançlarından dolayı suçlanırken
Sırp ve Hırvatların bu denli kilise inşa etmelerinin yanı
sıra Batı kaynaklı misyoner kuruluşların Hıristiyanlığı
yaymak için her türlü aracı kullanarak misyonerlik
yapmaları bir başka üzücü noktadır. Başta 1999
yılındaki deprem zamanı Türkiye'de yardım faaliyeti
yapan kuruluşlar adı altında organizasyonlar olmak
üzere, Batı'nın belli başlı misyoner kuruluşları Bosna'da
faaliyetlerine halen devam etmektedirler.
Bosna'da Kültürel Erozyon
İnançlarında bu denli inatçı olan Sırp-Hırvatların, öte
yandan savaştan sonra kültürel erozyon oluşturmaya
gayret ettikleri görülmektedir. Bu erozyon da öncelikle
medya yoluyla sağlanmaya çalışılmaktadır. Medya
yoluyla, İslam inanç ve ilkelerine inananlar, İslam'ın aile
ve sosyal hayat ilkelerini benimseyenler aşağılanıp alay
konusu haline getirilirken, onlara cahil, görgüsüz
muamelesi yapılmakta, onlar entelektüel olmamakla,
köylü olmakla suçlanmakta, buna karşılık Hıristiyanlığın tüm prensipleri güzel gösterilmekte, onlara özendirilmeye çalışılmaktadır.
SAYI 17 - 18
Bosnalılara yapılan bu medya üzerinden özendirme
Hıristiyanlığa özendirme faaliyetleri devam etmekle
birlikte öte yandan, bütün Ortadoğu ve Balkanlarda
olduğu gibi Bosna'da da Türk dizileri üzerinden de
İslam inançları, aile hayatı, toplumun hayatına ait ilkeler aşındırılmaya çalışıldığı görüntüsü verilmektedir.
Türk dizileri üzerinden İslam, aile, toplum hayatına ait
ilkelerin zayıflatılması çalışılması Sırp ve Hırvat'ların
yaptıklarından daha tehlikelidir. Türk dizilerini yapanlar
Balkanlarda ve Ortadoğu'da ve özellikle Bosna'da kültürel erozyonu sağlamak için bunu yapmamaktadırlar
ancak bu haliyle bu diziler kültürel erozyona yol açmaktadırlar.
Sırp-Hırvat medyasına, Sırp-Hırvat oldukları, OrtodoksHıristiyan ve can düşmanları oldukları için itibar etmeyen Bosnalılar, hem Müslüman hem de tarihi bağlarla
bağlı oldukları, kendilerini kardeş olarak gördükleri
Türklerin dizilerindeki ahlaki tutumlardan, teşhirci gibi
giyinen kadın kıyafetlerinden, İngilizceleşmiş lisanlarından ne yazık ki etkilenmektedirler. Yirmi dört milyon
kilometrekare alana yayılmış Osmanlı Türkçesi, iktisat
yerine İngilizce ekonomi kelimesinin, ahlak yerine etik
kelimeleri gibi yeni binlerce İngilizce kelimelerle
İngilizceleşmekte ve böylece küresel dil olma özelliğini
kaybetmektedir.
182
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Sinan TAVUKÇU
Şehîd Evlâdları
Şehîd Evlâdları
Hayalden ziyade fâciât-ı içtimâîye-i İslâm safahât mülemmesini musavver, millî bir hâtıradır.
Muharriri: Edhem Rûhî
Edirne müdâfaâsında, Maraş muharebesinde şehîd düşen mekteb arkadaşım Yüzbaşı Trabzonlu Rüşdü'nün ve
bütün Balkan Harbi şühedâsının ruhuna ithâf edilmişdir.
Bulgaristan'da meskun bulunduğu 1904-1921 yılları arasında, buradaki müslüman ahâlinin yılmaz müdafii olan
Ethem Ruhi (Balkan) Bey tarafından, Balkan harbi esnasında mevkuf bulunduğu Filibe'deki askeri kışlada bir Kurban
Bayramı gecesi yazılmış olan bu hikaye, müellifin hapisten tahliyesinden hemen sonra, 1329 (1913) senesinde,
Filibe'de Balkan Matbaası'nda tab'edilmiştir.
Sayın Mehmet Ruyan Soydan Bey'in kütüphanesinden temin ettiğim bu eser, Balkan Harbinin acı tesirlerinin henüz
tüm canlılığıyla hissedildiği bir sırada yayınlanmış olması ve dönemin duygu ve ruh halini yansıtmış olması
sebebiyle önem arz etmektedir.
Günümüz harflerine çeviren, Ş. Şûle ATASAĞUN
Trabzonlu Rüşdü'nün rûh-u muazzezine:
Mukaddes şehîd! Ervâh-ı alîyyine yükselen kardeşci-ğim!
(Bu toprakda nice arslan kemikleri çürüdü.) diye arslanlar
gibi gürleyerek yürüdüğün toprakda, Edirne müdâafasının Maraş muhârebesi gibi pek şanlı bir safhasında
şâyân-ı hayret bir cesâretle şehîd düşdüğünü öğrendiğim
zaman hayret etmedim. Şimdi o mukaddes topraklar altında senin ve sen gibi daha nice arslanların kemikleri çürüyor…fakat bu hâkdânî alçak bulan ruhlarınız yükseldikçe yükseliyor…nâm ve şanınız gönüllerde yaşıyor... sizin
mukaddes kanlarınızla zavallı milletinizin tarih-i fevz-ü
necâtı yazılıyor. Ne mutlu sana, ne mutlu sen gibi ölenlere
muhabbeti kalbimde ölmez kardeşim! Senin ve bütün
refekâ-i şühedânın ervâh-ı pür-fütûhuna. Lillahi el-Fâtiha.
Balkan muhârebâtının başlangıcından, 17 Eylül 1912'den,
17 Mart Filibe'nin Küçük Yaka kırındaki Bulgar askeri kışlasında mahbesde, ol harb-i meş'ûm hücre-i esâretinde
geçirilen mehcûr ve nâlân dakikaların traşsızlık yüzünden
saç sakal büyümüş ve fakat şu şehîd evlâdları gibi nâciz
bazı muhayyelâta medâr-ı ilhâm olan mahzûn gönüllerin
bir hâtıra-ı ebediyet-nişânı olmak üzere, mahbesden tahliye edildiğim 17 Mart 1913'de çekdirilmiş olan şu nâciz
fotograf muharrir-i hakîrin çekerek sevgili kâr'ilerine
yadigârdır.
Edhem Rûhî
183
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
İfade-i Tabı'
Romancılık, san'at-ı edebiyenin en nâfi' ve mukayyîd
sınıfıdır. Müterrakkî ve medenî milletlerin terbiye-i fikriye ve rûhiyyesini ihzâr eyleyen esbâb ve müesserât-ı
ma'rifetin en muâlla kısmı millî romanlıdır. Millî duygularının sebeb-i inşirâh ve intibâhı bunlardır.
Tarih-i asrın kan selleri, inkırâz çamurları içinde boğmağa çalıştığı zavallı Türk ve İslâm milletini, hayatımdan aziz milletimi, öteden beri mahrûmu gördüğüm
yüz binlerle enâm-ı hayatiye arasında nimet-i maârifin
şu kısm-ı bülend ihtiyacâtından da biri görmek, cümle
ızdırâbâtımın en mühimlerindendir.
Şiiri yalnız tabîatın lâtif ve dilrûba menâzırında arayanlar, lezzet-i hakikâtle, sevdâ-ı Hak ve adââletle zevki-yâb
olmayanlardır. O ruhlar ki per küşâ-ı maâlîdir, dâima
yâd-ı maâlîye makrûn olmak ister… Onlar içün tabîatın
zulm ü cevrinde bile millî şiirler, millî emeller doğar...
zirâ o zulm ü cevrin zamîrinde meknûz bir levha-ı
hakîkât var ki onun tecelliyâtı erbâb-ı his ve idrâk içün
bir âlem-i manâdır. Şiiri, hakîki, yalnız dantelâ çiçekli,
menekşe kokular arasında, bir peri-i melâhatın sine-i
muattarında değil, millî fecîalar, tarihi hâtıralar arasında
dahi idrâk edebilmekdir ki, fazl-ı maârifetdir…
Bedâyi'i sevmeyen, mahâsin kâinâta muhabbet etmeyen, o incizâb ile tabîatın letâif-imâlâ nihayesi önünde
mütehassıs olmayan, elbette yaşıyorum diyemez. Fakat tabîatın o letâfetini, o ciyâdetini, yalnız zevk ve sefâı nefsânide değil, bir hak ve hakîkatin i'lâsı yolunda
iktihâm-ı mezâhime-i ülfetle, ulvî bir fikr veya emel-i
millînin sebeb-i tecellisi olmak içün hayatın her türlü
sefâletine katlanmağlada idrâke alışmalıyız.
Müzeyyen ve dilküşâ salonlarda ihtisâsât yüksek olur.
Fakat aynı ihtisâsât, ciyâdet ve ulviyetini, sefâletin ka'r-ı
nâyâbında dahi muhafaza etmedikçe ciddiyete
makrûn olamaz.
Bu emniye-i kâmiledir ki bana âlem-i İslâm'ın Balkan
muharebâtı gibi tarihte misli görülmemiş bir kahır ve
felâketle helâk edildiği bir hengâmede, Filibe'nin
Küçük Yaka kırındaki askeri kışlasında harb mahbusu
bulunduğum hücre-i esârette, 1330 senesi Zilhicce'sinin onuncu Kurban Bayramı gecesi zîrdeki serencâmı karalatdı. Dinimin ve milletimin uğradığı mesâib-i
tarihine ve İslâm enînleriyle dağlanan hâtıra-i te'ellümât arasında mukayyed şu hikâyeciğin menekşe, yasemin kokularıyla muattar iş'âra makîs olamayacağını
bilirim. Fakat şu şehîd evlâdları, muhabbet-i ebediy-i
milliyetle darbân eyleyen kalblere, kanlı mezârlar içinde bile bir şûle-i ümid-i tesliyyet-i mevcûd olacağını
irae' ve ihsâs edebilecek bir nefha-i hakîkât olsun ilhâm
eyleyemeyecek mi?
SAYI 17 - 18
İfâdem perişandır. Zirâ ölüm tehlikeleri, harb ızdırâbları, esâret acıları, millet ve din kardeşi enîn-i sefâletleri
arasında yazıla bilen bu gibi hâtırâtın dantelâ nizâmiyle
müdebdeb bir üslup ile tertîb ve takrîrine muvaffak
olabilmek içün bida'a ve vus'at karîhadan ziyade insan
çelikden bir dimâğa, demirden bir kalbe mâlik olmalı.
Maksad, irşâd-u kulüb ve ervâhdır. Bu saf ve samimi
emeledir ki, hayat-ı felâketimin en sûzişli hâtırâtı
arasında yuvarlanan, kanlı muhârebeler arasında bir
kurban bayramı gecesi karaladığım şu (Şehîd Evlâdları)
nı, birçok hâtırât-ı fâciadan evvel nazargâh-ı ibret ve
ümmete vaz' eyliyorum. Rûmeli'nin taşında toprağında
kanları hakkını okuduğum binlerle din kardeşimin
menâkıb-i şehâdetine bir misâl teşkîl eyleyeceğini her
halde evlâd ve ahfâd-ı İslâm'a, nesl-i âtîye hakâyık-ı
tarihiyye ve mukaddesât-ı millîyye ile müveşşâh bir
sahife-i ibret-nümâ olarak kalacağını zan ettiğim şu
esercik, erbâb-ı im'ân ve vicdân nazarında zerre kadar
bir kıymet-i manevîye ve millîyeye mazhar olursa ne
mutlu. Bir millete sebeb-i hayat-ı manevî olacak
menâkıb-i şehâdetdir ki gönüllerde yaşarda, ölmüş,
öldürülmek istenmiş milletleri, tarihinde ba's-i ba‛de'lmevte makrûn, yine yaşar görürüz…
Edhem Rûhî
Sabâhü'l-hayr-ı ıyd, âfak-ı ser medeniyete serpilen fecr-i
nûrânî içinde belirgin, Bizans'ın zalâm-ı tarih-i insâniyyeti andıran hüzn-ü intima‛sima ve simâsında ananât-ı
İslâmiyyeden nişân veren bir yakaza-i şâdı meşhûd oluyor, küçük büyük bütün evlerin pencerelerinden sabâh
namazı vakti hilâf-ı mutâd lamba ziyâları intişâre başlıyor, her evde bir hazırlık, sokaklarda bir meşiyyet-i faâle
ve mûkıza idi.
Minârelerden yükselen“Allahû Ekber”nidâlarıyla tabîatın ibâdet hâmûşunu mezc eyleyen o halet-i yakaza-i
ruhiyyeyi, ıyd-ı edha-ı İslâm'ı tebşire başlayan top
tarrâkaları büsbütün vecde getiriyor, kalb ve vicdânı
azamet-i Hâlık'a, İslâm'ın celâl-i şân-ı mâzîsine müteallik binlerce hâtırâ-i muhteşeme ile mütehassıs kılacak
bir dakika-i müstesnâ medrûk idi.
Ömr-ü sabâvetinin henüz yedinci sâl-i ferhûndesini
idrâk üzere bulunan (Âtıf) ile iki yaş daha kendüsünden
küçük kardeşciği (Enver), bir hafta evvel Lüleburgaz
muhârebesinde şehîd düşmüş pederlerinin, hâtime-i
enfâsında evlâd ve vatan hasretiyle kapanmış gözlerinden lemaân eyleyen nûr-ı muhabetden, bu sabâh o
nûr-ı muhabbetin kendüleri üzerinde ruhânî bir cenâhı şefkât açmış olmasından bî-haber, Üsküdar'da ki
evlerinin hücra bir köşesinde, vâlidelerinin âğûşunda
mışıl mışıl uyuyorlardı…
184
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Bayram namazını ve ıyd-ı edhâ-ı İslâmın azamet-i
lâhûtiyesini haber verircesine gümbürdeyen lbatü
beşâret, muhrik-i hissiyât olan davul sesleri arasında
zavallı yavrucuklar gözlerini açmağa çalışıyor, Âtıf
(Anneciğim, bayramlığım nerede? Hani beğ babamın
selâmlık elbisesiyle kılıncı? Hani beğ babam bu bayram
asker esvâbımı giydirip beni de padişah babanın
selâmlığına götürecekdi? Hani beğ babam bana da bu
bayram kendi kılıncı gibi kılınç alacakdı?..) diye enîn-i
yetimi takrîr iden bir nidâ-ı vicdansûz ile anacığına
sarılıyor, asker zevcinin haber-i şehâdetiyle, iftirâk-ı
ebediyyesiyle mecrûh u'l-fuâd zavallı Sabiha Hanım ise
yavrucuklarından gözyaşlarını ketm içün dişlerini sıkıyor, bu bayram babasız, bayramsızlık, yetim ve bedbaht kalmış yavrucuklarını uyutmağa cehd ediyor (Uyu
evlâdım! Beğ babacığın cennete gitdi. Uyuda bak sana
ne güzel bir kılınç getirecek!) diye Âtıf'ı avutmağa
çalışıyor, henüz ağabeğisi kadar aklı ermeyen Enver'ini
ise gözyaşları arasında bağrına basıyor, Allahıyla,
nefsiyle hasbihâl ediyor, kendi kendine diyordu:
(Ey Ulu Allahım! Hayat ne kadar zâlim bir cehennem
azâbı imiş? Hayat ne kadar sevilmeğe değmez vefâsız
bir dost imiş. Hayat ehlinin şu dünya deminde bir zevk-i
fânî içün kıyâmetler koparırcasına irtikâb eyledikleri
cinâyet ve şenaâtleri, birde benim gibi enîs-i hayatıyla
vuslatı rûz-u mahşere kalmış, yetimlerini bağrına basarak gözyaşlarından gayri şimdi meded-gâhı kalmamış
anaların, babasız kalmış evlâdların, alîl kalmış gâzilerin,
yüz binlerle sefil insanın şu dakika bârgâh-ı uluhiyete
i‛lâ eyledikleri enîn-i tazallumu, ni'met-i hayata nefret
ve istikrâhla nazarlarını düşünüyorumda hala ne içün
yaşamakda olduğuma hayretteyim…arslan zevci hâbgâh-ı şehâdetine çekilen benim gibi bir asker, bir şehid
zevcesi içün hayat elbette artık bir zindandır. Ben şimdi
zevcimin, hûn-ı şehâdetle mücehhez kefenine sarılmalı, onun makbere-i şehâdeti üzerinde secde-i şükrâna kapanup hatm-i enfâs etmeli, o cennet sedi-rinde,
o canân mezârında, o ismet yatağında, o Allah ocağında mevûd hacle-gâh- ı ebediyyete can atmalı değil mi?
Lakin evlâdlarımı, şimdi babasız kalan şu asker yavrularını nereye bırakalım? Ulu Allahım onların hâmisi sensin! Şehîd zevcimin, mukaddes arslanımın yâdigâr-ı
hayatı, birer vedîâ-ı tesliyyet-bahşası olan şu iki yavruyu
bugün ben nasıl avudayım? Bağrıma hangi taşı basayım da onlara babalarının şimdi kara topraklar altında
yattığını, rûh-u mübâreği ervâh-ı alîyyine yükselmiş
olduğunu, artık bu bayram bayramlık esvâb alacak,
onlara hayatın ezvâk-ı sabâvetini cenâh-ı übüvvet
tatdıracak, onları baba muhabbetiyle öpüp koklayacak
şanlı babalarını bir daha göremeyeceklerine nasıl
anlatayım? Sonra da o yavruların feryâdına, enînine
nasıl dayanayım? Hayatın bu cehennem azabından
müdhiş savletleri önünde kadın yüreğimi dayanır?
Fakat ey Ulu Allahım, senin lütf u keremin, hikmet-i ulu-
hiyetin büyükdür. Felekzede kulların içün mukadder
Eyüp Sultân sabrıyla bana şimdi imdâd et... Âtıfım,
Enverim uyanıyor... şu kan yaşa müstağrak yetim evinin
pencereleri önünde meşhûd olan sûr-ı ıyd, evlâdlarım
içün zindan azâbı olmasın Ya Rabbi, senden imdad!)
diye hicrî ve rakîk hıçkırıklarla kalbi niyâzda bulunuyordu... zavallı şehid zevcesinin şehîk-i hicrânı, fecr-i
ıydın zalâm-ı rahmeti arasında envâr-ı tazallüma şebibe
nefhât misâli yükseliyor. Sanki Halik'ının cenâh-ı re'fet
ve himâyetinde sığınacak bir melce-i ebediyet
arıyordu.
****
Sabiha Hanım hayatının henüz yirmi beşinci sâl-i nev'inini idrâk ediyor, Lüleburgaz muhârebesinde şehâdeti
ihrâz eyleyen zevci yüzbaşı Hayri beğ'in haber-i irtihâlini alalı iki kadar gün olmuş, bir ay evvel harbe
giderken, âşiyâne-i saâdetinden ayrılırken leb-i vedâı
iki erkek evlâd bûsesiyle meşhûd olan zevcinin firkatcanhiraş eşinden nâlân nazarlarla, fakat bir asker familyasına hâs necâbet-i metine ile için için ağlıyor, gözünün yaşı sakin rahmet katreleri gibi damlıyor, bittabi'
bu bayram günü onun dümû'-u melâlinden başka meded resânı olacak maddi bir medâr-ı tesliyyeti yok idi.
Zevci şehid olmuş o, muhterem bir şehid familyasıdır,
bu fi'l-hakîka maddî ve manevî bir saâdet-i fâhiredir.
Ebedi bir tesliyyetdir. Fakat beşeriyet içün bir yâd-ı teselli var mıdır ki hayatın mesâîb rûz-u merresi arasında
yeis ve melâlden insan bir an rehâ bulabilsin. Hele bir
kadının mekânet-i tabî ne derece ulvî, necâbet-i idrâkı
ne kadar metin olursa olsun, onun nermin olan asabı şu
hayat âleminin bazen cehennem ateşlerinden daha
yakıcı ve zehirli olan ızdırâbât-ı manevîyesi önünde
dûçâr-ı tezelzül, dûçâr-ı melâl olmaması hiç kâbil mi?
Fakat zavallı hatun feleğin şu cevr ateşini önünde
mümkün olduğu kadar gözyaşlarını kalbine akıdıp
canından hayatından ziyâde sevgilisi olan evlâdlarına
hüzün ve âlâmını anlatmamağa gözyaşlarını onlardan
ketme çalışıyor, evlâdlarını mahzun etmemek, arslan
zevcinin arslan yavrularını bir dişi arslan nüvâzişiyle
tatyîbe cehd ediyordu…
Artık sabâh olmuş, salât-ı ıyd edâ olunmuş, mahalle
davulları sokaklara yayılmış, İslâmiyyet-i müstakbelenin ümid-i ibtihâcı olan irili ufaklı bütün çocuklar bayramlık esvâblarını giyinmiş sokaklarda dolaşıyorlar,
herkes akraba ve taallukâtına, ehibbâ ve eviddasına el
öpmeğe, kimi salıncağa, atlı karıncaya koşuyor, hülâsa
ananât-ı Osmaniyye ve İslâmiyyet-i hâtırât-ı mübeccelesinden numûne nümâ bir manzara dilfirib, bir âlem-i
millî meşhûd idi…
185
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Sabiha Hanım da Âtıf'la Enver'ine beğ babalarının
geçen sene yapdırmış olduğu asker esvâblarını
giydiriyor, o mini mini asker formaları üzerine ara sıra
dökülen göz yaşlarını bir hareketi kasriye ile silmek, o
rahmet katrelerini evlâdcıklarına göstermemek için
muttasıl cebr-i nefs ediyor, çocuklara (İnşâ-Allah beğ
babacığınız cennetden gelecek, bak size ne güzel
kılınçlar getirecek!) diye dil dökmeğe çalışıyordu…
Bi'tabi' küçük kardeşinden daha uyanık bulunan Âtıf,
her ne kadar beğ babasının muhârebeye cennete
gittiğini, onu bayrama götürmek için yine geleceğini
ümid ile müteselli ise de anacığının gözyaşları da
nazar-ı dikkatinden kaçmıyor, (anneciğim, sen ağlıyor
musun, senin gözlerinden yaş geliyor, hem benim cici
sırmalarıma aktı, anneciğim neye daraldın, bayram günü
dargınlık olur mu? Anneciğim neye sen de bizim gibi
sevinmiyorsun? Sen de bizim gibi bayrama gitmeyecek
misin?) diye ara sıra kalb hançerleyici sözleri söylüyor,
zavallı şehîd muhadderesi sanki bu tıfılâne ve fakat
melekâne hitâbların ruha ateşler yağdırıcı te'sirâ-tıyla
yıkılacak gibi oluyor, titriyor, eziliyor, içleniyor, fakat
yine canını dişine takmağa, yavrularına baba yoksuzluğunu bildirmemeğe çabalıyor, muttasıl Âtıf ile
Enver'inin esvâblarını nizâmlıyor, süpürüyor, (Haydi
Âtıfcığım! Komşu ağabeğlerinizle beraber sizi de salıncağa, atlara göndereceğim, atlıkarıncaya bineceksiniz…
Beğ babanız cennetden geldiği zaman bugün bayramda
hangi atı beğeniyorsanız onu alacak…) diyordu… fakat
Âtıf, o duygulu asker yavrusu yine sordu: (Anne hani
komşu beğlere dün gelen koçlardan bu sene beğ babam
neye bize de almadı? Hani bizim bu sene ki kınalı
kurbanımız?) diyor, bu sene kınalı kurban yerine vatanı,
dini ve milleti için bizzât babacıklarının mukaddes bir
kurban olduğundan bî-haber yavrular anacığının yüreğini dağ dağ edecek sualler sormakdan fâriğ olmuyordu. Zavallı hatunun vücudu artık lerziş ve ra'şe içinde kalmışdı. O ma'sûmun sualleri melekleri bile ağlatacak bir mana-ı fecîâ-ı hayatı tasvir eyliyordu… kendi
cerîha-ı kalbini evlâdlarından saklasın diye bin lerziş ve
ra'şe içinde, ızdırâblarla ayakda durabilen zavallı mâder
evlâdlarını bu bayram mahzûn bırakmamak için değil
bayramlık bir kat esvâb yapmağa veya o yavruları
sevindirecek bir kurban almağa, daha birkaç günlük
iâşet-i aileye medâr olacak beş on guruş nakdine-i
hayatından maâda dünya mal ve menâline mâlik değildi. Fakat ismet yatağı bir asker evinin, namûs nuruyla
mücehhez bir asker familyasının sırr-ı hayatını Allah'
dan gayri kim bilirdi? Hayatları vatanının ve dininin
selâmet ve saâdeti içün her dakika kurban olmağa
müheyyâ namûslu askerlerin nâm ve şanlarından,
milletlerine bir tarih-i celâl ve azamet-i millîyye ithâf
eyleyen namûs-u askerlerinden gayri ne servetleri,
dünya mal ve menâli nâmına neleri vardır ki hayata
vedâ idüp gözlerini yumdukdan sonra evlâd ve
iyâllerine kalsın? Şehîd yetimlerinin iâşeti ve idâme-i
hayatı içün nafaka-i kanûniyi o zavallılara tedârik ve
ihzâr edecek mâder, vatan ve millet de Maâz-Allah
mahv u münderis olursa, tarih-i millînin en şâyân-ı merhamet kurbanları, namûs ve vatan için kurban olan
namûs-u asker evlâdları değil midir?
Vatan tehlikede, düşman hudûd-u vatanı geçmiş dendi
mi, bütün kanlı sahnelerin ve tarihlerin âmil ve mürettibleri olan diplomatlarla ikbâl adamları için beş dakika
hâb-ı rahmeti terk ve fedâ-ı mucib bir endişe mi var?
(Vatanın namûsunu düşman çiğniyormuş, evlâd-ı
vatana arş!) Denir denmez beş dakika ol melekleri bile
gıptaya düşürecek bir saâdethâne olan âşiyânesini,
evlâd ve iyâlini Allah'ın savn-ı samedânîsine terk idüp
hudûd-u vatana koşan, düşman ateşine sînesini görüp
kanlara gark olmuş cesediyle hudûd-u vatanda kaleler
kuran, ricâl-i siyâsiyenin yeşil masalar etrafında kadife
koltuklar üstünde irtikâb eyledikleri hatâyâ ve cinâyetleri hûn-ı masûmile tazmîn iden zavallı namûslu
askerlerin ölmezden evvel de, öldükden sonra da, milletinin yâd-ı rahmetinden gayri hiçbir ümid-i istikbâli,
dünya metâ'ı ve hayat nâmına hiçbir serveti, hiçbir şeyi,
hiçbir şeyi yokdur…
Şu acı hakîkâtın bir timsâl-i vicdân-sûzı olan merhûm
yüzbaşı Hayri Beğ zevcesi de iki asker yavrucuğundan,
Allahından, millet babasından, gözyaşlarından gayri
bir malca ve penâha mâlik değildi. Büyük çocuğu
Âtıf'ın (Hani Beğ babam bize de bu sene içün kurban
almadı?) nidâ-ı mehcûrı önünde titreyerek, hıçkırıklarını zabta çalışarak (Hadi evlâdım siz bayram salıncaklarına gidin. Beğ babanıza bu gün haber yollayayım da
size cennetden birer kılınçla bir kara gözlü kuzu da
beraber getirsin. Hadi siz gidin komşu ağa beğlerinizle
birlikde gezin, yürüyün, evlâdlarım!) diyor, onları mini
mini asker üniformalarıyla giyinmiş olduğu halde bir
defa daha bağrına basıyor, sanki yavrucuklarının her
bûse-i şefkatinde şehîd zevcinin ruhunu, kanını kokluyor, kapı önünde Âtıf ile Enver'i bekleyen komşu
çocukları yanına onları da gönderiyor, Osmaniyyet ve
İslâmiyyet-i müstâkbelenin ümid-i istikbâli gibi melûl
ve müteellim , fakat vakûr ve mütenni yürüyen asker
yavrularının arkasından, birkaç dakika daha mütehassırâne bakıyordu...
Yavrucaklar güle oynaya çekildi. Fakat o gün bir
mâtemzâr olan o âşiyâne-i ismet içinde canlı bir cenâze
gibi yalnızca kalan zavallı mâder, zavallı şehîd muhadderesi, zavallı Sabiha Hanım evlâdlarını tâzîb ve rencide
edeceğinden korkduğunu hıçkırıklarını artık zabta
kâdir olamıyor, perdeleri inik beytü'l-hüznüne çekilmiş,
bir yasdık üstüne, başını gözyaşları arasına koymuş,
kapanmış kalmış idi…
186
****
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Şam-ı garîb hulûle başlamış, sanki Sur-ı ıydın âfâk
sermediyetden yükselen envâr-ı ma'neviyesi de bir
meşi tabiî ile yürüyüp çekilmekde idi. Artık sabahdan
beri İstanbul muhitini kaplayan gulgule-i neşât-ı etfâl
yavaş yavaş dağılmağa, atlıkarıncalardan, salıncaklardan dönen yavrular yorgun yorgun âşiyânelerine
avdete başlamışlar idi... Âtıf ile Enver'de mahalle ağabeğleriyle birlikde güle oynaya evlerine geliyorlardı...
evlerinin kapusuna yakınlaştıkları zaman birdenbire
komşu amcaları, altmışlık bir pir-i muhterem olan Fahri
Beğ kendilerini karşıladı, Âtıf ile Enverciği ma‛nevî bir
peder, bir komşu amca muhabbetiyle öpüp okşadı,
(Hadi evlâdlarım! Bu akşam sizi komşu ağa beğlerinizle
birlikte bizim eve götüreceğim, komşu teyzeleriniz hanım
valideniz yanında kalacaklar, siz yavrularda benimle
birlikte bizim evde kalacaksınız, yarın sabâh bakın ben
sizi ne güzel vapurlara bindireceğim, Eyüp Sultan'a
götüreceğim, orada evliya babalar var, onları ziyâret
edeceğiz, beğ babanızın cennetten çabuk gelmesi için
dualar edeceğiz…) diyerek yavrucakları avutmak, evlerine göndermemek, konu komşu arasında biraz evvel
alınmış olan karar veçhile onları hakîkaten kendi hânesine götürüp o akşam bir din kardeşi, bir baba muhabbeti ile himâye ve sıyânet etmek istiyordu… Çünkü Âtıf
ile Enver'in sabâh vakti hâne-i mâderi terk etmelerinden sonra, zavallı şehîd muhadderesi mahkûmu
bulunduğu te'essürât-ı ma'nevîye mazik ızdırâbında
artık kafayı yere urmuş, biçâre hatun evlâdlarının arkasında son nazar-ı vedâıyle bakındıkdan ve bir müddet
yalnız bir odada, başı iki yasdık arasında inim inim inleyerek ağladıkdan sonra acı bir feryâd ile düşüp bayılmış, bu feryâd üzerine konu komşu hanımlar, valideler,
hemşireler, hepsi koşuşmuş, zavallı Sabiha Hanım
mumya sarısı gibi bir beniz, el ayak donuk bir halde
firâş-ı ihtizâra yatırılmış, gözler baygın baygın bakıyor,
kâh açılıyor, kâh kapanıyor, o melekâne nazarlar sanki
1
lisân-ı hâliyle şâir-i âzamın makber-i mukaddesinde ki:
Simâ kararmış, gündüzün sürûr-ı ıyd-ı zelâm ve sukûnet munkalib olmuş, leyâl-i medîde-i ekdârı andıran bir
kasvet sanki bütün Bizans surlarına çökmüş idi. Âtıf ile
Envercik, o dün sabâh baba yoksuzluğunu ana ağuş
şefkatinde teskîn eyleyen ana kuzuları komşu amcalarının evinde komşu ağa beğleriyle birlikde mışıl mışıl
uyuyorken biri yanda komşu hanımlar hemşireler
hasta bekliyor, zavallı Sabiha Hanım onu bir te'essür-ü
asabî neticesinde beynine tali‛ olan nüzûl-u mülhik
nicesinde, son şehîk-i teneffüs içinde (Ah evlâdım!
Âtıf'ım, Enver'im nerede?) diye canhıraş, mühtez boğuk
bir nidâile dünya kelâmını bir defa daha irâd edebilmiş,
gece saat alaturka beşe doğru hatme-i enfâs eylemiş,
konu komşu hemşirelerin o şehîd muhadderesi firâş-ı
mevti etrafında toplanarak (Yasin) şerif okuması, kiminin enîn-i bükâsı, o sahne-i fecia-ı nazarlar ile gören
melekler bile ağlatmakda idi… Hayatın böyle zâlim
sitemleri önünde, tabiâtın daima böyle fecâât-i âlûd
sahneleri mazik-i idrâkında, kaînâtın her zerresinde
bârân ı belâ yağıyor zan edilen böyle hengâmelerde
insan olur mu ki dünya ve mâfîhâyı unutmasın, çelikden bir dimâğ, demirden bir kalb tasavvur edilir mi ki
metânetine halel gelmesin? Fakat heyhât!.. tarihin seyri tabiâsı, insanları göz yaşlarıyla beraber çekip götürüyor, bu arada ezilip mahv olan âcezenin, topraklar
altında kemikleri çürüyen arslanların, ana, baba, yâr,
diyar acısıyla firâş-ı mevte düşüveren nermîn vücûdların ser nüvişt-i siyâhi, siyâset tarihleri beşerin altun
varaklarla tevşih eylediği medeniyet zaferleridir diye
takyîd eylerde zavallı insanlar hayatın kötülüğe değer
hiçbir vefâsı olmayacağını olsun teferrüs eyleyecek
kadar da mütenebbih olamazlar, insanlar işte böyle
daima aldanmağa, daima kendi kendilerini aldatmağa
mahkûm olarak yaşarlar…
Süratle nasıl değişti halim Almaz bunu hasılam hayâlim
****
“göz ağlamadan değilse âtıl”
“can yansada inlese ne hâsıl?”
Bir şeyi görürüm mezâra benzer
Bakdıkça alır o yare benzer,
Şeklerle güzâr ider leyâlim
artar yine mâtemim melâlim
Bir sadme-i inkılabdır bu
Bilmem ki yakınmıdır zevâlim
Ebyât-ı hazînini okuyor, bedbaht mader muhitine
doğru fırlatdığı her baygın nazar istiknâhı İle sanki
şehîd zevcesi, evlâdlarını arıyor gibi oluyor, fakat ateşler
içinde yanarak yine ihtizâr uykularına dalıyordu…
****
Iyd-ı edhânın ikinci günü Üsküdar'ın Nuhkuyusu
mahallesinde fevkâ'l-mû'tâd bir telaş, mâtemi, melâlengiz bir hâzırlık, konu komşu da göz yaşlarıyla
mümtezic, müteellim nazarlar ve simâlar meşhûd idi.
Şehîd-i muhterem Hayri Beğ merhûmun halîle-i
mübeccelesi Sabiha Hanım dün gece irtihâl-i dar-ı bekâ
eylemiş, Âtıf ile Enver'e vâlidelerinin cenâzelerini de
göstermemek, onları o gün avutmak için komşu ağa
beğleri yine bayram gezintilerine götürmüşler, fakat
mahalle ihvân yârânı, bilhassa Hayri Beğ'in silah
arkadaşlarından birkaç âlî ve vicdanlı zâbit, şehîd
arkadaşlarının halîle-i merhûmesi cenâzesini meşhed-i
187
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
sız, bugün de anasız kalan evlâdlarıyla zevcinin mezâr-ı
şehâdetini arayan merhûmenin lisân-ı hâl u melâli, rehgüzârında tesâdüf eylediği bazı vükela ve ricâl konaklarından yükselen piyano, ud, keman negamatiyle,
o benî nev‛inin hicrân ve melâline bî-gâne ikbâl
adamlarının ve taâllukâtının zevk ve şâdisine karşı:
“Âlemde nizâm akup dökülmek”
“Zîrinde meşekkatin bükülmek”
“Ferdâ olur ağlamak eminim”
“Gâfilcesine bugünkü gülmek”
***
“Bir yanda mesâi mâtem ağlar”
“Bir yanda güler sabâh-ı vuslat”
Neşâid vicdan-sûzını okuyor, mütehassıs vicdanlara bir
nice acı hakîkatler ilhâm eyliyordu.
mübârekine îsâl için, cismi Lüleburgaz'ın hûn-ı şühedâ
ile muhammer topraklarında ve fakat rûhu arkadaşlarının ve ihvânının gönlünde yaşayan şehîd kardeşlerinin enîs-i hayatına karşı îfâsı ihvâna müterettib vazife-i dini ve milliyi îfâ için yavaş yavaş cenâze kalkacak
mâtem-hâne önünde toplanıyorlardı... Ulemâdan, meşâyihden, hep tanıdık ihvân artık kapu önüne dolmuş,
her simâ ve nazarda meşhûd olan melâl-i ma'nidâr, sanki gönüllerde tahaşşüd eyleyen zilâl-i makabiri tasvîr
eyliyordu…
Şu muhterem cenâzenin tekfîn ve techîzi için vazife-i
übüvveti îfâ iden komşu peder altmışlık Fahri Beğ,
gözyaşları muttasıl beyaz sakallarına dökülerek içeri
dışarı koşuyor, merâsim-i tekfîniyyenin hitâma erdiğini,
cenâzenin hazır olduğunu kapu önünde toplanan
cemâate haber verirken komşu hemşirelerin ve vâlidelerin pencerelerden kopan figân u zârı taşı toprağı
titredecek bir sahne-i canhıraşa maaraz olmuş idi…
****
Cenâze büyük bir konak önünden geçiyordu. Konağın
pencerelerinden yükselen saz nağmeleriyle müterâfik
heva-ı meserret, şüphesiz o anda cenâze cemâatının
ruhlarında soğuk bir aks, müteneffir bir teyakkuz uyandırmışdı. Cemâatden bir genç gözünün yaşı dinmeyen
pir-i muhterem Fahri Beğ'e: (Efendi baba bu konak
kimindir biliyor musun? Vaktiyle Abdülhamid'in mabeyni erkânından iken bugünün de büyük paşaları kâbinesine... nâzırı olan… beğindir) diyor, zavallı ihtiyarda hıçkırıklarla mümtezic, mühtez bir nidâ ile muhâtabına şu
cevâbı veriyordu:
(Ah evlâd! Dünya daima böyle pek acı hakîkatlerin birer
teşhîrgâh-ı ibret-nişânıdır. Bir insan kılı yaratmakdan âciz
olan insanlar, dakikada binlerle hânumân-ı insaniyeti
kan sellerinde boğuverecek yangınlar ihdâsıyla iftihâr
ederlerde ona nâire-i medeniyet derler. Şu konağın sâhibi
gibi bir takım tüfeylî insanlar milyonlarla Osmanlı ve
Müslüman hânumânının kahr-ı helâkına sebeb olacak
istibdâd kanûnları icâdıyla temeyyüz etmişler, millet kanından intifâ' ile konaklar, daire ve debdebeler, milyon-lar
sâhibi olmuşlar, onların re'is-i şekâvetleri pençesinden
kurtulduğunu zan eden zavallı gafil millet, İslâm ve vatanın mezârları kazılıp hazırlanıyorken kendilerine biz meşrûtiyet ve hürriyet-i hakîkiye kazandırdık, büyük büyük
paşalar kâbinesi kurduk diye çalım satan bu gibi kanı
mülevves münâfıklar pençesinden yakasını kurtaramadığı, nâmus inkılâbını bu gibi edânînin murdâr kanından
tathîr ile tekmîle muvaffak olmadığı içindir ki bugün şu
acı manzaralar önünde kadınlar gibi ağlıyoruz…
Erkekler gibi muhâfaza edemediğimiz vatanlarımız için
kadınlar gibi ağlarken olsun Cenâb-ı Allah bizi
mütenebbih kılar, mütenassıh olabilirsek ne mutlu…)
Cenâze yavaş yavaş karaca Ahmed mezarlığına doğru
çekiliyor, bütün cemâat sanki bir saîka-i istiğrâk ile
vurulmuşda şâir-i âzamın hatîb-i asam ve ebkem dediği tabutun enîn eblağ-ı beyânını dinliyor, dün baba-
188
****
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Cenâze meşhed-i mübârekine tevdi' olunmuş, cemâat
kafile kafile kabristândan avdete başlamışlar idi. Cenâzeden dönenlerin melâl-i hicrânı, sakin ve müteellim
nazarlarından ayân idi. Dün evlâdlarını koklayarak
(Allahım bu hayat ne müdhiş bir cehennem azâbı imiş.)
diye nâlân olan, şehîd zevcinin mezârını arayan zavallı
Sabiha Hanım artık hâb-gâh-i ebediyetine çekilmiş,
bârgâh-ı ulûhiyete sığınmış, dünya âlâm ve hicrânından tahlîs-i giribân eylemiş idi. Onun ruhu meleklerle hemdem idi. Evlâdlarının nefha-i yetimi artık o rûh-u
mukaddesi ızdırâblara düşüremezdi. Zirâ o rûhun hemdemi savn-ı Hak idi.. Savn-ı Hakka sığınmış mazlûmun
ümmet için mevdû' olan Rahmet-i Rahman, Âtıf ile
Enverciğin bükâ-ı yetimânesi önünde anadan babadan
büyük bir vatan ve din muhabbetiyle koşacak, o gözyaşlarını bağrına akıdacak, o yavruları himâye ve sıyânet edecek şahsiyet-i maneviye ümmeti, gâye-i hayâl-i
İslâm bir sâbite-i hidâyet gibi yaşadıyordu.
Âtıf ile Enverciği dündenberi kendi evinde, kendi evlâd
u iyâlinin âgûş-u şefkatinde avudup himâye etmekde
olan komşu amcacık altmışlık Fahri Beğ, gözyaşları
beyaz sakallarından katarât-ı rahmet gibi dökülerek
cenâzeden avdet ediyorken yol üzerinde, hâneye karîb
bir mahalde Âtıf ile Envercik de komşu ağabeğleriyle
beraber gezmeden dönüyorlar, melek yavrular dünya
felâketlerinden, anacıklarının dahi rıhletinden, cenâzeden falan bi-haberselerde sanki Hakkın cilve-i Rabbanîsi, melâl-i yetimiyyet artık onların bütün vaz'u reftârından okunuyordu... Zavallı Envercik Fahri Beğ
amcasını görür görmez gayr-ı ihtiyâri ağlamağa
başlamış, komşu amcasının kucağına atılmış, o muhterem ihtiyârcık da tıpkı o masûmun bükâsına şebîh
hıçkırıklarla bu iki yavrucuğu bağrına basmış idi…
Bu yavrucuk neye ağlıyordu. Ne babalarının, ne de
analarının, hiç birinin rıhlet ve iftirâk-ı ebediyyesini fark
ve temyîze mukadder olamayan, zâten henüz hiçbir
şeyden haberleri olmayan bu yavrucukların şimdi
neden boyunları bükülmüş, acaba onların vaz u
reftârına neden nagehânî bir sükût ârız oluvermiş idi?
Tabiâtın hasâsiyet-ı rakîkası denebilen bu gibi hâdisât-ı
ruhiyenin takdîr-i mahiyetinden elbette beşer âcizdir.
Komşu amca, komşu valide ve hemşireler, Âtıf ile
Enverciği elbette kendi evlâdlarından daha büyük bir
hürmet ve muhabbetle tatyîb ediyorlar, onları
himâyeye koşacak hükümet-i askeriye veya teşkîlât-ı
milliye mevcûd olmasa bile o mübârek komşular bu
yavrucukları son nefese kadar ana baba muhabbetiyle
himâye ve iâşeden bıkıp usanmayacak kadar necîb
idiler... Fakat heyhât!.. Artık Âtıf ile Enverciğin boynu
bükülmüş idi... Onlar artık gülüp oynamıyorlardı. Onlar
oturdukları odanın daima köşesine bucağına sığınıyorlar, iki kardeş birbirinin dizinden ayrılmıyorlar, hep
boyunları bükük, sanki dünya âlâmıyla garîk-i tefekkürât olan büyük adamlar gibi düşünmeğe başlıyorlardı... Arasıra ufak yavrucuk (Anneme gideceğim. Anneme
gideyim hanımteyze!) dedikçe komşu valideler ve hemşireler (Eve gitme evlâdım; anneniz cennete gitdi İnşaallah oradan birkaç günde gelsinde bakın size neler getirecek!) gibi çocuk avuducu cümlelerle mukâbele ediyorlar, din-i İslâmdaki din kardeşi, komşuluk muhabbet
ve vefâsıyle onları der-ağuş ediyorlardı...
****
Aradan birkaç ay geçmiş, Balkan muhârebâtı bitmiş,
politika yuvaları, harb fırtınaları hep sükûne varmış, bir
tufan-ı azîm akîbinde tabiâtdan beliren ani sükûnetler
gibi hayat-ı umûmîye-i siyâsiyede bir mecrâ-ı sâkin
üzerinde yürümeğe başlamış idi. Muhârib memleketlerin her tarafında vurulanların, kırılan dökülenlerin
tercüme-i hâlleri aranıyor, şühedânın istatistikleri yapılıyor, devâir-i iadesi muhadderât ve evlâd-ı şühedânnın
infâk ve iâşesi için bir faâliyet-i mutlaka gösteriyordu…
bu arada Âtıf ile Envercik de hükümet-i askeriye tarafından, şehid, merhûm zâbit evlâdlarına mahsûs Çengelköy'de ki Kuleli İdâdisi leyli mahrec sınıflarına kayd
edilmişlerdi. Artık Âtıf ile Envercik, babalarını okudup
zâbit yapmış olan devlet ocağına teslim edilecekler,
orada millet ağuşunda, millet karavanasında yiyecekleri nân-ı azîz ve nimetle büyüyecekler, asker ocağında
perveriş-yâb olacakdı. Bu ocak ana baba kucağından
daha azîz, o millet yurdunda verilen bir kaşık çorba,
padişah saraylarında yenen tabla tabla yemeklerden
daha leziz, daha feyyâz ve mübarek idi. .. O yerde on on
beş yaşından beş altı yaşında masûmlara kadar bütün
evlâd-şühedâ için açılmış bir cenâh-ı şefkat vardır ki
onun sâye-i feyz ve rahmetinde perver? Olan evlâd-ı
İslâm, İslâmiyet mâziye ve müstakbelenin daima
medâr-ı ibtihâcıdır. Millet ocakları, millet yurdu, daima
azîzdir, onların ağuş-u terbiyetinde büyüyen evlâdlarda vatanlarının elbette en azîz ve mübârek evlâdlarıdır... İşte Âtıf ile Envercik de bu azîz evlâdlar sınıfına
dâhil oluyorlardı…
1329 senesi Eylül'ünün beşinci günü ale's-sabâh Kuleli
Mektebinin borazanı acı acı bir (Cem' borusu) vuruyor,
bütün talebe efendileri dîvâna çağırıyordu... Talebe
bahçeye asker nizâmiyle dizilip halka olduktan sonra
Hayri Beğ merhûmun silâh arkadaşlarından birkaç
zâbit, mini mini asker esvâbcıklarını giyinmiş Âtıf ile
Enverciği önlerine katmışlar, asker yürüyüşüyle o yavrucukları talebe huzûruna getirmişler, müdir-i mekteb,
heyet-i zâbitân hazır bulundukları halde genç bir zâbit
zîrdeki nutku irâd eyliyordu:
189
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
[Efendiler! Sizi şu millet yurdunda büyüderek, en azîz
evlâdlarından bekleyeceği izzet ve ulviyet ile mücehhez görmeğe çalışan vatan, bugün size iki azîz kardeş
daha takdîm ediyor. Şu mini mini Âtıf ve Enver Efendileri, bu mini mini silâh arkadaşlarınızı tanıyınız. Bu yavrucuklar, geçen Bulgaristan Harbinde Lüleburgaz önlerinde vuku' bulan kanlı müsâdemelerde dini ve milleti
için gazanferâne şehîd olan bir Osmanlı zâbitinin, bizim
azîz bir arkadaşımız yüzbaşı Hayri Beğ'in evlâdlarıdır. Az
vakit evvel babadan yetim kalan bu yavrucukların çok
geçmedi zaman, muhterem validelerini de mezâr-ı
şehâdete atdı. Anadan babadan öksüz kalan bu yavrular fakat yetim değildirler. Onların sebeb-i hayatı olan
anaları babaları öldüyse hakîki anaları olan mader-i
vatan, babalarının dahi müşfik bir pederi olan millet babaları Elhamdülillah sağdır İslâmiyet nuru, Kur'an-ı
zişânın ahkâm-ı mübeccelesi ebediyetle mübeşşer
oldukça elbette o mukaddes millet de tarih-i âlemden
silinemeyecek, millet babanız ölmeyecekdir. Milletlerin
tarih azametini teşkil eden safahât, yalnız edvâr-ı zafer
ve teâlî değillerdir. Milletlerin en azametli tarihleri, inkirâz selleri önünde boğularak hayat için müsâdeme
edebilmeleri, yıkmaları, yıkılmaları ve fakat tarih-i
âlemde namûs askerilerini tahlîse muvaffak olarak yine
yaşaya bilmeleridir. Milletlerin tarih-i muharebâtında
tâlih daima yâr olmaz. Zaman zaman bütün dünyayı titreten koca bir Roma İmparatorluğu, küçücek bir Kartaca hükümetin nâgehânı bir galebe ve istilâsı önünde
nefs-i Roma'da, payitahtı bile aylarca mahsûr kalmışdır.
Fransızlar bugün dünyanın en büyük milletlerinden
biri değil midir? Bu muazzam milletin tarih-i felâketi
yüzlerce senemi tevâlî etmemiş, yedi sene muhârebâtında ki mağlûbiyetler, onları dahi felâketten felâkete
düşüren müttefikin ordularının muhâcemâtı, nihâyet.
1870 muhârebesiyle düşmanları olan Alman ordularının tâ Paris'e kadar istilâları mı o muazzam milleti tarihden silmiş? O felâketlerden sonra değil midir ki Fransızlar dişlerini tırnaklarına takarak yine düşmanlarına
meydan okuyacak bugünkü hâl-i azamete geldiler!
Bugün tarih-i siyâsette muazzam bir kuvvet teşkil eden
Rusya'yı Rusya yapan büyük Petro değil midir? İsveç ki
küçücük bir hükümetin nâgehâni hücûmları önünde
Rusya gibi bir hükümet mükerreren hezimetlere uğramamış mıydı? Bu hezimetlerin sebeblerini milletlerin
seviye-i medeniyet ve irfânından ziyâde millet ulularının gaflet ve ihânetlerinde gören Petro değil midir ki
bilâhare düşmanlarını kati' bir hezimete uğrattığı
zaman “düşmanlarıma yenile yenile düşmanlar nasıl
mağlûp edilirmiş bana onu öğrettiler” sözünü söylemiş?
Şunu unutmayınız efendiler ki milletler ölüm döşeğinden kaldırup yaşadan ve yaşadacak olan esbâb-ı
tarihiye, muzafferiyet-i tarihlerinden ziyâde hezimet
acılarıdır. Tarihte zaferler üzerinde yürüyen milletler ne
olduklarını şaşıracak mertebe-i sermest iken felâket ve
hezimet acıları içinde yanıp kavrulan milletlerdir ki
daima canlanırlar, yaşarlar, tarihlerini de yaşadılar...
SAYI 17 - 18
Bugünün tarih harbinde mühim bir mevki' işgâl eden
Bulgaristan'ın, tarihinde mükerreren inkirâz ve indirâslara uğradıkdan sonra değil midir ki kendisi için yeni
bir tarih-i zafer takrîr ve teşkîline azm edecek kadar
cürretkâr gösterdiğini nazar-ı ibretle görüyoruz?
Milletlerin edvâr-ı zaferlerinde de, tarih hezimetlerinde
ki sahâif-i ibret-nişân içinde de, tarihin en mukaddes ve
muazzez âmilleri, işine sizin gibi asker evlâdları, şu mini
mini Âtıf ve Enver Efendiler gibi babalarından namûs-u
şehâdetle mücehhez bir kılınçdan başka mirâs kalmayan şehîd evlâdlarıdır!...Yarın bu evlâdlar büyüyecekler!
Babaları gibi merd ve fedâkâr birer zâbit olacaklar!
Babalarının mezarlarını arayacaklar! O mezarların
tarihlerini okuyacaklar; O tarihlerin esbâb-ı felâket ve
hezimetleriyle müteyakkız dimağlar, âlem-i edebin en
ibretli sahifelerinde dekâik-i hayatiye ve tarihiyeyi
tasvîr eylemiş üstâd-ı muazzam Shakespeare medâr-ı
ilhâm olan (Hamlet) gibi, her hatve-i hayat üzerinde
babalarının mezârlarını görecekler! İşte bu evlâd-ı
tarihdir ki mâzinin seyyâtini rahmet-i istikbâl ile,
damarlarında cevelân eden babalarının necib kanıyla
tazmîn edecek. İslâmın en âlî ve ebedi mertebe-i
azameti işte şu mevki'-i bülend-i manevîye irtikâdır. Bu
mevki'-i bülend ve manevînin vâris-i meşrû' ve
tarihiyesi, sizin gibi, şu mini mini Âtıf ile Enver efendiler
gibi şehîd evlâdlarıdır!...
190
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
LÜGAT
A
Âide: Kâr, kazanç, fayda.
Alîl: Hasta, sakat.
Âlûd: Karışmış, bulaşmış.
Ananât: Sözlü olarak nakledilen bilgi. Anâneler.
Asam ve ebkem: Sağır ve dilsiz.
Faâl: Çok işleyen.
Fâhire: Kendini beğenen, övünen.
Ferhûnde: Uğurlu, mesud.
Fevka'l-mu'tâd: Alışılmışın üstünde.
Fevz: Kurtuluş.
Feyyâz: Çok feyz, bereket ve bolluk veren.
Fuâd: Kalb, gönül.
B
Bargâh: Allah'ın huzuru, padişahın huzuru.
Bedâyi': Yeni ortaya çıkmış eşi, benzeri olmayan
görülmedik şeyler, yüksek değerde sanat eseri.
Bida': Sonradan meydana çıkanlar.
Bükâ: Ağlamak.
Bülend: Yüksek, büyük.
C
Cehd: Çabalama, gayret gösterme.
Cerîha: Yara.
Cevelân: Dolaşma, dolanma, gezinme.
Cevr: Haksızlık, cefâ, eziyet.
Ciyâdet: İyilik, güzellik, temizlik.
D
Darban: Çarpma, vurma.
Dekâik: Anlaşılması çok dikkat isteyen incelikler.
Devâir: Daireler, devlet işlerinin görüldüğü yerler.
Dilfirib: Gönlü aldandan.
Dilrûbâ: Gönül kaplayan, gönül alan.
Dümû'. Göz yaşları.
E
Ebyât: Beyitler.
Ednâ: En alçak, aşağı.
Edhâ: Kurbanlar.
Enfâs: Nefesler.
Enîn: İnilti, inleme.
Enîs: Dost, arkadaş, sevgili.
Envâr: Nurlar.
Ervâh: Ruhlar.
Esvâb: Elbise.
Eşâr: Şiirler
Eviddâ: Dostlar, ahbâblar.
F
G
Giribân: Yakanın yırtılması, üzüntülü ve kederli.
Gulgule: Gürültü, patırtı.
H
Hâb: Uyku.
Hâb-gâh: Yatak odası, uyku mahali.
Hacle-gâh: Utanma, mahcûb olma yeri.
Hânumân: Ev-bark, ocak.
Hatâyâ: Hatâlar.
Hatme-i enfâs: Nefesi bitirmek, son nefes.
Hatve (Hutve): Adım. Yürümede iki ayak arasındaki
mesafe.
Hicr: Sayıklama
Hücra: Ücra.
I
Iyâl: Kadın eş.
Iyd-ı edhâ: Kurban bayramı.
İ
İbret-nişân: İbret olan, ibret gösteren.
İbtihâc: Sevinç, sevinme.
İftirâk: Ayrılma.
İhdâ: Doğru yola götürme.
İhvân: Kardeşler, sadık arkadaşlar.
İhzâr: Hazırlama, hazır etme.
İktihâm: Saldırma.
İ'lâ: Yükseltme, yüceltme.
İm'ân: Dikkatli bakış.
İncizâb: Çekme, çekilme, cazibeye çekilmek.
İndirâs: Kökten yıkılma, eseri kalmayacak şekilde yok
olma, bozulma.
İnkırâz: Bir bütünden tek ferd kalmayacak şekilde
tükenme, bitme.
191
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Menâzır: Manzaralar.
Merre: Defa, kere.
Mesâib: Musibetler.
Meserret: Eşlik eden.
Meşhed: Bir kimsenin şehîd düştüğü veya gömüldüğü yer.
Meşhûd: Gözle görülen.
Meşî: Doğal, doğasında olan.
Meşiyyet: İsteme, arzu.
Meş'ûm: Uğursuz.
Mevkız: Uyandıran, ikâz eden
K
Mev'ûd: Söz verilmiş, vaad edilmiş.
Ka'r: Derinlik, dip, çukur şeyin dibi.
Mezc: Katma, karıştırma.
Kâri': Okuyucu, okuyan.
Mezâhim: Eziyetler, sıkıntılar.
Karîha: Fikrî ve zihnî kuvvet, kudret ve kabiliyet.
Muallâ: Yüksek, yüce.
Kasr: Kısa kesme, kesme, kısaltma.
Muattar: Güzel kokulu, güzel koku karışmış.
Ketme: Engelleme, saklama.
Mûcib : İcâb eden.
Küşâ: Açan, açıcı.
Muhâcemât: Hücumlar.
Muhaddere: Namulu, iffetli kadın eş.
L
Muhammer: Yoğrulmuş, mayalanmış.
Lerzîş: Titreme, titreyiş.
Muharrik: Harekete getiren, kışkırtan.
Muharrir: Yazar.
M
Muhayyelât: Hayal kurulmuş, zihinde tasarlanmış şeyler.
Maaraz: Alan, mekân.
Muhrik: Yakan, yakıcı, yanık ses.
Maâlî: Şerefler, yüksek fikirler, yücelikler.
Mukayyed: Kayıtlı, deftere geçmiş.
Mâder: Anne, ana.
Mukayyid: Kayd eden.
Madik- mazik: Sıkıntılı mahal.
Mûkıza: Uyandıran.
Mahasîn: İyilikler, güzellikler.
Musavver: Tasvirli.
Mahrec: Bir meslek için adam yetiştiren okul veya Mübeccel: Yüceltilmiş, yükseltilen.
kurum.
Mücehhez: Hazırlanmış, cihazlanmış, donanmış.
Makîs: Kıyas edilebilir, benzetilebilir.
Mü'ellim: Elem verici.
Makrûn: Yakınlaştırılmış,kavuşmuş, ulaşmış.
Müessir(ât): Tesir eden, etkili (çoğul)
Mâlâ-nihâye: Sonsuz.
Müfîde: İfade eden, merâmı güzel anlatan.
Meâlî: Şerefler, yüksek
Müheyyâ: Hazırlanmış olan.
Mecrûh: Yaralı, yaralanmış.
Mühtez: Titreyen.
Medâr: Vesile, sebep.
Mülevves: Kirli, pis, karışık.
Meded-gâh: Yardımcı.
Mülhîk: İlhak eden, katan.
Medrûk: Anlaşılmış.
Mümtezic: Uyan, uyuşan, bağdaşan.
Mehâl: Nâil olunan şey, tasarruf edilen şey.
Münderis: Eseri, izi kalmamış olan.
Mehâsin: İyilikler, güzellikler.
Müsâdeme: Vuruşma, çarpışma.
Mehcûr: Ayrı kalmış, uzakda kalmış.
Müstağrak: Gark olmuş, dalmış, batmış.
Mekânet: Nüfûz, iktidar, kuvvet.
Müstakbel: İstikbâl eden, karşılayan.
Meknûz: Hazineye konmuş.
Müte'ennî: Acele etmeyen, ağır davranan.
Melâhat: Şirinilk, güzellik.
Mütenassıh: Öğüt, nasihat veren.
Melâl-engiz: Hüzün uyandıran, hüzün karıştıran.
Mütenebbih: Tenbih ile uyarılmış olan.
Melce: Sığınacak yer.
İnşirâh: Ferahlık, açıklık.
İntibâh: Uyanma, uyanıklık.
İntifâ': Faydalanma, menfaatlenme.
İntima: Bir nesil ve nesebe mensub olma.
İntişâr: Dağılma, yayılma.
İrae': Gösterme, göstererek öğretme.
İrtikâb: Kötü bir iş, eylem, rüşvet alma.
İsmet: Günahsızlık, masumluluk.
İstikrâh: Tiksinme, iğrenme.
192
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Müteneffir: Nefret eden, tiksinen, iğrenen.
Müterakkî: Ayrılmış, yukarı çıkmış, ilerlemiş.
Müteselli: Teselli bulan.
Müveşşeh: Süslenmiş, süslü.
N
Nâfi': Yararlı, faydalı, kârlı.
Nâir: Parlayan.
Nâyâb: Nadir, bulunmaz.
Necât: Kurtulma.
Necâbet: Temiz soyluluk, soy temizliği.
Nefha: Güzel koku, rüzgarın hafif esişi.
Negamat: Nağmeler.
Nevâziş: Okşayış, gönül alma.
P
Penâh: Sığınma, sığınacak yer.
Perveriş-yâb: Terbiye görmüş, yetiştirilmiş.
R
Rakîk: İnce yürekli, yufka yürekli.
Ra'şe: Titreme, titreyiş.
Refeka: Arkadaşlar, yoldaşlar.
Ref'et :Merhamet, acıma.
Reftâr: Yürüme, salınarak yürüyüş.
Reh-güzâr: Yol üzerinde.
Rıhlet: Göç, göçme, ölme.
Rû-nümûn: Yüz gösteren, meydana çıkan.
S
Sabâvet: Çocukluk.
Safha: Yazılmış ya da yazılabilir sahife.
Samedânî: İlâhî.
Savlet: Saldırma, hücum.
Serencâm: Akıbet, başa gelen vaka‛ neticesi.
Sermediyet: Ebedi, daimi.
Sermest: Başı dönmüş, kendinden geçmiş.
Sernüvişt-i siyâh: Kara alın yazısı. Koruma, muhafaza
Seyyiât: Kötülükler, günahlar, suçlar.
Siyânet: Koruma, muhafaza.
Sûzişli: Yakıcı, tesirli.
Şâm-ı garîb: Akşam.
Şâyân: Uygun, münâsib, lâyık.
Şebih: Benzeyen
SAYI 17 - 18
Şehîk: Hıçkırık.
Şekâvet: Eşkiyalık, haydutluk.
T
Tabl: Kulakda ses aksi ettiren zar.
Tahaşşüd: Birikme, yığılma.
Tahlîs: Kurtarma, kurtarılma.
Takrîr: Yerleştirme, sağlamlaştırma, anlatma.
Tarraka: Gümbürtü.
Tathîr: Temizleme.
Tatyîb: Gönlünü hoş etme, iyi davranma.
Tazallum: Sızlanma, şikayet etme.
Ta'zîb: Azap verme, eziyet etme.
Tazmîn: Kefil olma, zarar va ziyânı ödetme.
Tebşîr: Müjdeleme.
Teellüm: Elem duyma.
Teessürât: Üzüntüler.
Teferrüs: Ferâsetle bir şeyi kestirme, sezme, anlar gibi
olma.
Tekmîl: Bitirme, tamamlama.
Temeyyüz: Benzerlerinden farklı ve üstün olma.
Temyîz: Ayırma, ayrılma, seçme, seçilme.
Teşhir-gâh: Sergi yeri.
Tesliye: Avutma, teselli etme.
Tevâlî: Uzayıp gitme, devam etme.
Tevşih: Süslendirme.
Teyakkuz: Uyanma, uykudan kalkma.
Tezelzül: Sarsılma, sallanma.
Tufeylî: Dalkavuk,asalak.
U
Übüvvet: Atalık, pederlik.
Vicdan-sûz: Vicdanı yakan.
Vüs'at: Bolluk.
Y
Yakazâ: Uyanıklık.
Z
Zamîr: İç yüz, iç, kalb,vicdan.
Zelâm: Karanlık, haksızlık, zulm.
Zilâl-i makâbir: Kabirlerin gölgeleri.
Zîr: Aşağı
193
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
YUNANİSTAN'IN BAĞIMSIZLIĞI
Prof Dr. Ahmet EYİCİL, Sütçü İmam Üniversitesi
Yunanistan, 1915
Osmanlı Devleti muhtelit uluslardan meydana geliyordu. Bu muhtelit uluslar, Fransız İnkılâbı'ndan sonra ortaya çıkan
ulusçuluk, adalet, eşitlik ve özgürlük akımlarından etkilenerek bağımsızlıklarını elde etmek için 19. yüzyılın başlarından itibaren isyan etmeye başladılar. Bunlardan Yunanlı aydınların 1814'te kurmuş oldukları Etniki Eterya Cemiyeti
vasıtasıyla örgütlendi ve bağımsız birYunanistan kurmak için harekete geçti.Yunan asilerinin bağımsızlık için çıkarmış
olduğu isyan, Ortodoks olmaları nedeniyle öncelikle Ortodoks Rusya, daha sonra Fransa ve İngiltere tarafından
desteklendi. Bu tarihlerde Arnavutluk'ta İşkodralı Mustafa Paşa, Mısır'da Mehmet Ali Paşa ve Yanya'da Tepedelenli Ali
Paşa, Osmanlı'ya karşı isyanlar çıkararak kaosa neden oldular. Bu arada Sadrazam Halet Efendi'nin çevirdiği entrikalar
ve İstanbul'da bulunan Ortodoks Patrikhanesi'nin isyancılar lehinde tutumu asilerin başarılı olmasına neden oldu. İçte
çıkan isyanlar nedeniyle kaosa düşen ve otoritesi zayıflayan Osmanlı Devleti, Navarin'de donanmasının büyük kısmını
kaybetti ve 18281829 Osmanlı-Rus harbinde mağlup oldu. İçte ve dışta çözülmesi güç olan problemlerle karşı karşıya
kalan Osmanlı Devleti, Yunan asileri karşısında gerekli caydırıcı tedbirleri alamadı. Netice itibariyle isyancılara arka
çıkan İngiltere, Fransa ve Rusya'nın baskısıyla 24 Nisan 1830'daYunanistan'ın bağımsızlığını onaylamak zorunda kaldı.
Osmanlı'da Bağımsızlık Hareketleri
Osmanlı Devleti çeşitli ırk, din, dil ve çeşitli kültüre sahip
uluslardan meydana geliyordu. 18. yüzyılın sonlarında
meydana gelen ulusçuluk ve bağımsızlık hareketleri
devlet içinde hızla yayıldı. Bunun sonucunda 19.
yüzyıldan itibaren ülke topraklarında birçok isyanlar
çıktı. Karşılaşılan bu sorunlar devletlerarası büyük
olayların meydana gelmesine neden oldu.
Osmanlı Devleti'ni parçalamak isteyen Fransa ve Rusya
gibi devletler, ulusçuluk ve bağımsızlık hareketlerini
önce Hıristiyan toplumları kullanarak gerçekleştirmek
istediler. Nitekim Napolyon Bonapart, Avusturya ile
Compo Formio Antlaşması'nı 1797'de yaptıktan sonra
Fransa, Osmanlı Devleti ile komşu oldu. Bundan sonra
Osmanlı topraklarında milliyetçilik akımını yaymaya
çalıştı. Amacı, Balkanları, Mısır'ı ele geçirip Doğu
Akdeniz'i bir Fransız gölü haline getirmekti. Nitekim
Mora'da isyanlar çıkararak bağımsızlık duygusunun
Hıristiyan toplumlar arasında yayılmasını istedi.
Rumları, Osmanlı Devleti'ne karşı kışkırtarak Yediada'da
bulunan komutanına “Halkı kazanmak için elinizden
geleni yapınız. Eğer halkın bağımsızlığa eğilimi varsa
bağımsızlık duygusunu körükleyiniz”emrini verdi.
Bundan sonra Rumlara silah ve cephane gönderdi,
Mısır'a çıktıktan sonra halkı Osmanlı aleyhine kışkırtmaya başladı.
Fransızlar bulundukları yerlerdeki insanlara, Türkçe,
Rumca ve Ermenice dillerine tercüme ettirdikleri ulusçuluk ve cumhuriyetle ilgili eserleri dağıttılar. Hıristiyan
halk arasında propaganda yaparak halkı devlete karşı
isyana sevk ettiler. Yabancı devletlerden Fransa ve
Rusya, milliyetçilik akımını destekleyerek ulusların
bağımsızlıklarını kazanmalarına yol açtılar. Bu devletlerin amacı Osmanlı Devleti'ni parçalamaktı. Nitekim
Rusya, bu amacına ulaşmak için, Sırp isyanlarını çıkararak destekledi. Arkasından Yunan isyanını çıkardı ve
1
bunu diğer ulusların takip etmesini sağladı.
194
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Rumların Durumu
Rumların Osmanlı Devleti içinde özel bir durumu vardı.
Fatih Sultan Mehmet (14511481), İstanbul'u fethettikten sonra kendisini Rum kilisesinin koruyucusu ilan etti
ve böylece Rum Patriği'ne verilen hakları emniyet
altına aldı. Patriğe, Rumlar arasındaki davalara bakmak
üzere bağımsız mahkeme kurma ve rahiplere,
Ortodoks halkına, âmirlik yapma yetkisi verdi. Rumlar,
Bizans'ın yaptığı haksızlıklara karşı durduklarından
dolayı kendilerine yapılan Frank2 ve Venedik zulmünden bıkmışlardı. Bu nedenle Osmanlıları bir kurtarıcı
olarak görüyorlardı. Hatta Ortodoks Rumlar, Müslüman
Türkleri, dinlerinden sapmış kabul ettikleri Katoliklerden üstün tutuyorlardı.3
İstanbul'un fethinden sonra yaptığı hizmetlerinden ve
Fatih'in hoş görüsünden dolayı Rum Ortodoks Patriği'
ne dokunulmadı. Devlet hizmetleri gayrimüslim olmalarından dolayı Hıristiyanlara kapalı tutulduğu halde
Rumlara tercümanlık, Eflak ve Buğdan beylikleri gibi
yüksek görevler verildi. Bu fırsatları iyi değerlendiren
Rum Patrikhanesi, verilmiş özel haklarına dayanarak
bütün Ortodoksları etrafına topladı. Bu mezhebin
sağladığı avantajlardan faydalanarak Balkanlarda
yaşayan Bulgar, Sırp ve Arnavut piskoposluklarını eline
geçirdi. Balkanlarda diğer Hıristiyan topluluklarına
göre daha imtiyazlı olan Rumlara din ve dil özgürlüğünün yanında aşırı derecede toleranslı davranıldı.
Uygulanan adaletli bir yönetim içinde toprak mülkü
edinme hakkı tanındı ve böylece huzur ve güvenlik
içinde yaşamaları sağlandı.
Rum köylüleri hayat standardı itibariyle Avrupa köylülerinden daha refah bir seviyeye geldiler. III. Selim
(1789-1807) döneminde Rumların, vatandaşlık, mülk
edinme ve medeni hakları genişletildi. Rumlar, bu
tarihlerde Avrupa'da çıkan inkılâplar yüzünden meydana gelen savaşlarda Osmanlı Devleti'nin tarafsızlığından faydalanarak, Osmanlı bayrağı altında deniz
ticaretini güçlendirdiler. Akdeniz ticaretini ele geçirdikten sonra 1779'da Rus bayrağı çekerek, Rus konsolosluğunun koruyuculuğundan yararlanma hakkını da
aldılar. Bir bakıma, himayeli grup olarak çifte vatandaşlık imtiyazı ile Güney Rusya'dan Batı Avrupa'ya
kadar olan geniş alanda ticaretle uğraştılar.4 1816 yılında sayıları 600'ü bulan Rumların ticaret gemisi, Marsilya, Triyeste, Londra, Liverpol ve Odesa arasında mal götürüp getirdi. Bu gemiler görünüşte kendilerini Kuzey
Afrika korsanları karşısında korumak için Osmanlı
Devleti'nden de izin alarak silahlandırıldı. Kendilerine
çok iyi imkânlar sağlayan Osmanlıların durumu Rumlar
karşısında zayıflamaya başladı. 19. yüzyılda Osmanlı
Devleti'nin durumu zayıflamaya başlayınca içte ve
SAYI 17 - 18
dışta büyük sorunlarla karşılaştı. İşte bunu fırsat bilen
Rumlar, yabancı devletlerin tahrik ve yardımıyla
Osmanlı Devleti'ne karşı harekete geçerek isyan ettiler.
Ayaklanmanın Hazırlanması
Yunan isyanının başlamasının en önemli sebebi,
Osmanlı Devleti'nin zayıflamasıydı. Osmanlı-Fransız
Savaşı (1789-1802), Osmanlı-Rus, İngiliz Savaşı (18061812), Vahhabi İsyanı, Kabakçı Mustafa İsyanı gibi iç ve
dış olaylar devletin her yönden güçsüz hale gelmesine
neden oldu. Bununla beraber Yunan isyanın hazırlanmasında ve gelişmesinde diğer iç ve dış sebepler de
etkili oldu. Rusların Mora'da, Napolyon'nun Yediada'da
Rumları isyana teşvik etmesi, Rum aydınlarının bunları
desteklemesi isyanın itici gerekçeleri oldu
Osmanlı Devleti içinde yaşayan ve imtiyazlardan
faydalanan Rum aydınları, Yunanistan'ın egemenliği ve
Bizans İmparatorluğu'nun yeniden kurulması konusunda yazılar yazdılar. Yazar Karayis ve Şair Rigas Yunanistan'ın egemenlik düşüncesini hazırlarken, diğer
taraftan Avrupalı aydınları Yunanlıların yardımına çağırdılar. Yunanlıları sevenlerin katıldığı Hellen Dostluk
Cemiyeti ve okullar açılmaya başlandı. Yunan davasını
gündemde tutan özel gazete ve dergiler çıkarıldı.
1814'de Odesa'da ikisi Rum, biri Bulgar tüccar olan
Nikalos Skouphas, Emanuel Ksanthos ve Anastasyon
Çakalof tarafından Etniki Eterya Cemiyeti kuruldu.
Cemiyetin sözde amacı eğitim ve öğretimi Osmanlı
Devleti'nin Hıristiyan vatandaşları arasında yaymaktı.
Bu görüntü altında siyasi faaliyetlerde bulunan cemiyetin gerçek amacı, İstanbul başkent olmak üzere yeniden Bizans İmparatorluğu'nu kurmaktı. Cemiyet üyeleri gizlice Yunan isyanlarını hazırladılar. Gerektiğinde
malını ve canını feda etmeye hazır olan cemiyet üyeleri
eski Bizans ülküsünü kurmak uğrunda çalıştılar. Bu
çalışmaları kısa zamanda genişleterek, İzmir, Sakız,
Misolongi, Bükreş, Yaş, Yonya, Triyeste gibi yerlerde
5
şubelerini açtılar.
195
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Etniki Eterya Cemiyeti'nin ilk amacı Mora'da Yunan
devleti kurmaktı. Daha sonra Orta Yunanistan, Batı
Trakya, Selanik, Ege Adaları, Oniki Ada, Girit, Batı
Anadolu ve Kıbrıs'ı Yunanistan'a katarak, Kuzey
Anadolu'da Pontus Rum Devletini kurarak İstanbul'u
ele geçirmek, İstanbul'u tekrar başkent yaparak Bizans
İmparatorluğu'nu yeniden diriltmekti. Yani Megali
İdea'yı (Büyük düşünce), yani Hellenlerin liderliğinde
Bizans İmparatorluğu'nu diriltmeyi gerçekleştirmekti.
Etniki Eterya Cemiyeti yoğun çalışmalarına devam
ederken, 1788'deYanya valisi bulunan ve devlete çeşitli
hizmetler etmiş olan Tepedelenli Ali Paşa (17741822)
Rumlara göz açtırmıyordu.
Rumlar arasında bağımsızlık fikri, 18. yüzyılda Osmanlı
Devleti'nin en büyük düşmanı olan Avusturya ve Rusya
tarafından yayılmaya başlandı. Bu devletlerin amacı
Osmanlı Devleti'ni içten çökerterek, kendi çıkarlarını
sağlamaktı. 17681774 Osmanlı-Rum Savaşı'nda Ruslar
Mora veYunan adalarına yerleştikleri sırada milliyetçilik
kışkırtmalarında bulunarak Rumları Osmanlı Devleti
aleyhine kışkırttılar. Küçük Kaynarca Antlaşması'nın
maddeleri arasına İstanbul'da bir Rus kilisesi kurma,
Ortodokslar lehine teşebbüslerde bulunma gibi hususların olduğunu iddia ettiler. Aslı olmayan bu iddialarla
hareket eden Rusya'nın gerçek amacı bölünmeyi sağlayacak olan milliyetçilik faaliyetlerine devam edebilmekti. Rusya 1787'de Avusturya ile ittifak ederek Osmanlı Devleti'ne karşı açtığı savaş sırasında yeniden
Bizans İmparatorluğu'nu kurmak için “Grek Projesi”
üzerinde anlaşmışlardı. Napolyon'un yedi Yunan adasına yerleşerek yaptığı milliyetçilik kışkırtmaları, 17991805 yıllarında Fransızların yerine geçen Ruslar tarafından Osmanlı Devleti'nin aleyhine milliyetçilik, insan
hakları, eşitlik, adalet ve özgürlükler adı altında Rum
egemenlik fikri tahrik edici bir şekilde işlendi.6
Tepedelenli Ali Paşa 1788'de Yanya Valisi oldu. Dalmaçya kıyılarına yerleşen Fransızlara karşı bölgede meydana gelen isyanları bastırmada faydalı hizmetlerde
bulundu. Tepedelenli Ali Paşa Mora'da bulunan Rum-
SAYI 17 - 18
ların isyan için hazırlık yaptıklarını öğrenerek
gerekli tedbirleri aldı ve gelişmeleri
zamanında İstanbul'a bildirdi. Rumlar
Tepedelenli Ali Paşa'dan çok korkuyorlardı. II. Mahmut'un mühürdarı olan Halet Efendi ile
Tepedelenli Ali Paşa'nın arası
bazı nedenlerden dolayı iyi
değildi. Halet Efendi'nin saTepedelenli Ali Paşa
ray içinde çevirdiği entrikalar yüzünden Tepedelenli Ali Paşa'nın cezalandırılmasına karar verildi. Bu nedenle 1820'de Tepedelenli Ali
Paşa'nın valiliği ve vezirliği üzerinden alındı. Bu da
Yanya valisinin isyan etmesine neden oldu. Bunun üzerine Mora ve Ege adalarında bulunan askerler Hurşit
Paşa komutasında Tepedelenli Ali Paşa'nın üstüne gönderildi. Bunu fırsat biten Rumlar baskıdan kurtularak,
yani Türk askerlerinin karşı karşıya geldiği sırada Etniki
Eterya Cemiyeti'nin direktifiyle harekete geçtiler.7
İsyanın Başlaması
Halet Efendi'nin entrikalarından
ve Tepedelenli Ali Paşa'nın şahsi
menfaatini düşünerek isyan etmesi nedeniyle otorite boşluğu meydana geldi. Bu boşluğu fırsat bilen
Yunanlılar, Arnavut, Rum, Fransız,
İtalyan ve İsviçrelilerle işbirliği
yaparak bu bölgelerde oluşan
Alexander İpsilanti
otorite boşluğundan yararlanandı.
Rusya'nın desteğini alan Yunan isyanları, 6 Mart
1821'de Eflak ve Buğdan'da başladı. Etnik-i Eterya
Cemiyeti isyanı Mora'da başlatacaktı. Fakat Rusya'nın
destekleyip koruduğu Etniki Eterya Cemiyeti başkanı
Alexander İpsilanti, Eflak ve Buğdan halkını ve diğer
Ortodoks toplulukları da içine alarak Balkanlarda genel
bir ayaklanmayı planladı. Böylece isyanın daha çabuk
başarıya ulaşacağını düşündü.
Alexander İspilanti, Buğdan'daki Etniki Eterya Cemiyeti
üyeleri Rus Çarı'na güvenerek isyanları burada başlattı.
Dimitri İspilânti 6 Mart 1921'de Rus çarının koruyuculuğunda Prut Nehri'ni geçerek halkı silahlanmaya
çağırdı ve bir engelle karşılaşmadan Bükreş'e girdi ve
böylece Rum isyanı başladı. Fakat İspilânti'nin hesapları
doğru çıkmadı. Eflak-Buğdan halkı Latin ırkındandı.
Rumlardan farklı bir kültürleri vardı. Halk Rum voyvodalarının zulmünden nefret ediyor ve Yunanlıların siyasi amaçlarına alet olmak istemiyordu. Sırp ve Bulgarlar
da aralarındaki, antlaşmazlık sebebiyle Rumların liderliğinde bir isyan hareketine katılmaya yanaşmıyorlardı.
196
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Eflak ve Buğdan'daki Türk kuvvetleri İspilânti'nin
kuvvetlerini dağıttı. Yunan isyanlarının ilki olan Eflak ve
Buğdan ayaklanmaları bastırıldı.
Alexander İspilanti Buğdan'a girdiği sırada kardeşi
Dimitri ispilanti ile Prens Kantakuzen Mora'ya çıktı.
Bunların ve Patras Piskoposu Pol Germanos'un teşviki
ile 6 Nisan 1821'de Rumlar ayaklandı. Mora'daki Rumların isyanı Eflak-Buğdan'daki gibi olmadı. İsyan kısa
zamanda gelişerek Türklere karşı milli ve dini bir cephe
olarak devam etti. İsyan sırasında Rumlar, Türklere çok
kötü davranarak binlerce suçsuz Müslüman'ı öldürdüler. Ege denizinde bulunan ve savaş gemileri haline
getirilen ticaret gemileri isyanı Ege adalarına da yaydı.
Mora ve adalarda Rum isyanı ile birlikte Ege Denizi'nde
Türk veYunan egemenlik savaşı başladı.
Eflak ve Buğdan ve Mora isyanları İstanbul'da duyulunca halk heyecanlandı. II. Mahmut Etniki Eterya Cemiyeti'nin amaçlarını öğrenince bu cemiyete karşı sert
önlemler aldı. Bu arada cemiyetin üyelerinden devlete
karşı ikiyüzlü hareket eden ve isyanda parmağı olan
Fenerli Rumlardan bir kısmını, metropolitler ile İstanbul
Patriği IV. Gregoryos'u idam ettirdi. Devamlı Rumların
lehine hareket ettiği anlaşılan Halet Efendi, önce Konya'ya sürüldü ve kısa bir süre sonra öldürüldü. Bu arada
Tepedelenli Ali Paşa'yı öldüren Hurşit Paşa'ya, elindeki
bütün kuvvetleriyle Mora isyanını bastırma emri verdi.
kurdular ve hükümet başkanlığına Avrupa'da eğitim
görmüş Mavrokordato adında birini getirdiler. Ayrıca
Dimitri İspilanti başkanlığında 59 üyeli senato kurularak çalışmalarına başladı. İsyan bu şekilde örgütlenme yönünü tamamladı.
Osmanlı Devleti isyanı bastırmak için büyük çaba
harcıyordu. 1824 yılına gelindiğinde çatışmalar kara ve
denizde devam ediyordu. Asiler Sakız Adası'nı bastılar.
Osmanlı donanmasının Mora'da bulunmasından yararlanan asi Rumlar, iki yüz parça gemi ile Menemen ve
Çandarlı taraflarını vurdular. Bu gelişmeler karşısında
Osmanlı Devleti 1823 ilkbaharında Mora'ya asker gönderdi.Yeniçeriler askerlikten anlamadıkları için Mora'da
perişan oldukları gibi asiler de güç duruma düştü.
Olaylar karşısında kayıtsız kalmayan Rusya, 1774 Küçük
Kaynarca Antlaşması'nın hükümlerini ileri sürerek, Ortodoks uyruklular hakkında güvence istedi. Bu isyanın
kuvvetle bastırılmaması demekti. Bu gerekçe ile Babıâli
bu Rusya'nın isteklerini reddetti. Bunun üzerine
Osmanlı-Rus ilişkisi kopma düzeyine geldi. Bu sırada
Rumlar, başka devletin koruyuculuğuna girmek istediğinden Ruslara fazla yanaşmadı. Bu sebeple Çar, Yunan
asilerinden yüz çevirerek Babıâli ile anlaşmaya çalıştı.
Bu arada devreye giren İngiltere ve Avusturya, Yunan
isyancılarına destek veren Rusya'yı uyardılar. Yunan
asilerine yardım etmenin Fransız İhtilali sonucu ortaya
çıkan ulusçuluk ve cumhuriyet prensiplerini tanımak
demek olacağını söylediler. 1821'de Verona Kongresi
toplandı. Kongrede Dörtlü İttifak'ın genel politikası
çerçevesinde Yunanlıların bağımsız devlet kurmalarına
karşı çıkıldı. Bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen
Rumlar, bağımsızlık isteklerini ilan etmeye başladılar.
Büyük devletlerin bu tutumunun aksine Avrupa kamuoyu Yunanlılara sempati besliyordu. Birçok gönüllü
Avrupalı subay, Rum asileri yanında çarpışmak için
Mora'ya geldiler. Asiler 1 Ocak 1822'de Epidor yakınında bir meclis toplantısı yaparak bağımsızlıklarını
ilân ettiler. Beş üyeden meydana gelen bir hükümet
Mehmet Ali Paşa'nın İsyanı Bastırması
II. Mahmut, sonu gelmeyen ayaklanmaları bastırmak
amacıyla Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'dan yardım
istemek zorunda kaldı.
Mehmet Ali Paşa'nın maiyetinde iyi bir ordu ve
donanma vardı. Bu ordusunun değeri Vahhabi
mezhebi, Kıbrıs ve Girit isyanlarının bastırılması
sırasında daha iyi anlaşılmıştı. Bu arada Mehmet Ali
Paşa 1804 yılında Mısır Valiliği'ne geldiği günden beri
dikkatleri üzerine çekmişti.
197
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Mehmet Ali Paşa Girit ve Mora valiliklerinin kendisine
verilmesi kaydıyla Yunan asilerinin üzerine gideceğini
bildirdi. Babıâli, Mehmet Ali Paşa'nın bu isteklerini
kabul etti. Bunun üzerine Mehmet Ali Paşa, oğlu
İbrahim Paşa komutasında 54 gemi ve 16 bin askeri
9 Temmuz 1824 günü Mora üzerine gönderdi. Donanma Rodos ve Girit üzerinden hareket etti ve buralarda
bulunan Osmanlı donanmasıyla birleşerek 26 Şubat
1825'de Mora'ya geldi. Karaya çıkan Mehmet Ali Paşa
kuvvetleri asilerin eline geçen yerleri almaya başladı
Hükümetin 4 yılda bastıramadığı isyan İbrahim Paşa'
nın düzenli kuvvetleriyle hızla önlendi. Mora kolaylıkla
asilerden temizlendi. 1827 yılında Misolongi ve Atina'yı
teslim alarak isyanı tam olarak bastırdı. Böylece burada
devlet otoritesi yeniden kuruldu. Rum isyanları son
bulurken işe Avrupa devletleri karıştı ve isyan yeni bir
safhaya girdi. İsyan önce Osmanlı'nın bir iç meselesi
olarak görülürken sonra devletlerarası bir konu oldu.
Yunan İsyanlarına
Avrupalıların Karışması
1821'de Vero Kongresi'nde toplana Dörtlü İttifak'ın
aldığı kararlar çerçevesinde Avrupa büyük devletleri,
Yunan isyanına baştan beri tarafsız kaldılar. Rusya'da
meydana gelen hükümdar değişikliği isyancıların
lehine oldu. Rus Çarı I. Alexander 1 Aralık 1825'de
ölünce yerine I. Nikola (1825-1855) geçti. Çar Nikola,
Dörtlü İttifak'a ve Türklere karşı idi. Çar I. Nikola, Yunanlılara aşırı derecede sempati duyuyor, Mehmet Ali Paşa
gibi güçlü bir valinin Mora ve Girit adasına yerleşmesini
ve böylece Doğu Akdeniz'e egemen olmasını Rum
çıkarlarına aykırı buluyordu. Yunan sorununu yeniden
ele alan Rusya, konuyu kendi çıkarına çözmek için
harekete geçti ve Prut Nehri boylarına asker yığmaya
başladı. Peşinden 17 Mart 1826'da Osmanlı hükümetine bir ültimatom vererek 1812 Bükreş Antlaşması'nın
bazı maddelerine belli konularda karşı çıkarak bunun
altı hafta içinde yeniden gözden geçirilmesini istedi. Bu
tutum içinde bulunan Rusya, Osmanlılara karşı diplomatik taarruza geçti. Rusya'nın girişimiyle Yunan İsyanı'
nın yeni olaylara neden olmaması için hükümet bu
öneriyi kabul etti. Bunun üzerine Osmanlı-Rus temsilcileri sınırda görüşmelere başladı. Sonuçta 7 Ekim
1826'da Akkerman Sözleşmesi'ni imzaladılar.
Akkerman Sözleşmesi'ne göre:
1. Sırbistan'ın özerkliği tanınacak ve burası
anayasal yönetime kavuşturulacak.
2. Eflak ve Buğdan'a Rusya'nın onayı alınarak yerli
beylerden voyvoda atanacak.
3. Rumeli'de ve Kafkasya sınırında Rusya'nın lehine
bazı değişiklikler yapılacak.
SAYI 17 - 18
4. Rus ticaret gemileri Osmanlı sularında serbestçe
dolaşabilecek. Garp Ocakları'na ait gemilerin
Rus ticaret gemilerine zarar vermeleri önlenecek. Eğer zarar verecek olursa bu zararları
Osmanlı Devleti ödeyecek.
5. Bükreş Antlaşması aynen uygulanacak.
Yukarıda görüldüğü gibi Yunanlılarla doğrudan bir ilgisi
bulunmayan Akkerman Sözleşmesi'yle Rusya diplomatik bir zafer elde etti. Başlangıçta Yunan sorununa
tarafsız kalarak Osmanlıların toprak bütünlüğüne saygıdan yana olan İngiltere, bu gelişme üzerine Yunanlılar
lehinde Rusya ile antlaşmak istedi. Çünkü İngilizlere
göre, Mehmet Ali Paşa'nın Mora ve Girit'e yerleşmesi
Yunan isyanı vasıtası ile gerçekleşti. Ayrıca Rusya da Yunan sorunu lehine İngilizlerle antlaşmak istiyordu. Akkerman Sözleşmesi'nden önce 4 Nisan 1826'da İngiltere
ile Rusya Sent Petersburg Protokolünü imzalamıştı.
Sent Petersburg sözleşmesine göre;
1. Yunanistan, Osmanlı Devleti'ne vergi ile bağlı
özerk tek bir devlet haline getirilecek
2. BütünTürklerYunanistan'dan çıkarılacak.
3. İngiltere ile Rusya her türlü çıkar hesaplarından
uzak olarak bu öneriyi Osmanlı Hükümetine
kabul ettirecek.
Protokol; Avusturya, Prusya ve Fransa'ya bildirildi.
Avusturya ve Prusya bu protokolü reddetti. Fransa kendisine karşı 1815'te kurulan Kutsal İttifakı parçalamak
8
için bu protokole katılmayı kabul etti.
Kafkasya'daki yeni sınır anlaşmazlığından dolayı İran ile
Rusya savaşa girişti. Rusya Eylül 1826'da İran'ı yendi.
Bundan sonra ağırlığı Osmanlı Devleti üzerine verdi.
Rusya ve İngiltere Yunan problemini kendi çıkarlarına
uygun olarak çözmek için harekete geçtiler. 4 Nisan
1826 protokolüne göre Osmanlı Hükümetine ültimatom verdiler. Osmanlı Hükümeti, Rus ve İngiltere tarafından verilen notaya Haziran 1827'de cevap verdi.
Cevabında:
Rusya ve İngiltere'nin Yunan asilerini himaye etmesinin
doğru olmadığını ve Osmanlı Devleti'nin iç işlerine
karışmaya haklarının bulunmadığını belirtti. Osmanlı
Hükümeti'nin bu red cevabı, Avrupa devletlerinin birleşmelerine sebep oldu. Zaten Fransa Rusya'ya yaklaşıyordu. Bu yakınlaşmadan endişe duyan İngiltere,
inisiyatifi elden bırakmamak için kendisinin de katıldığı
Fransa ve Rusya arasında 6 Temmuz 1827 tarihinde
Londra Antlaşması imzalandı. Buna göre:
Üç devlet 4 Nisan1826'da yapılan Sent Petersburg protokolüne göre Yunanistan bağımsız devlet haline
getirilecek. YunanlılarYunanistan ve adalarda bulunan
198
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
bütünTürk mallarına sahip olacak. Bunları kabul etmesi
için Osmanlı Devleti'ne bir ay süre verilecek. Kabul
etmediği takdirde üç devlet Yunan asilerine yardım
edecek. Osmanlı Devleti'ne antlaşma hükümleri silah
zoruyla kabul ettirilecek.
İngiltere, Rusya ve Fransa bu kararları 16 Ağustos
1827'de Osmanlı Devleti'ne bildirdi. Ancak Babıâli tek
taraflı olarak Türklerin Yunanistan'dan atılması demek
olan bu kararı çok ağır buldu ve iç işlerine müdahale
sayarak kabul etmedi. Çünkü Yunanistan'a bağımsızlığı
vermek diğer toplular için kötü bir örnek olacaktı. Bu
ise Osmanlı Devleti'nin yıkılıp dağılması demekti.
Navarin Olayı
Yukarıda açıklandığı gibi Sent Petersburg ve Londra
Antlaşması'nda alınan kararlar Osmanlı Devleti
tarafından ret edilince İngiltere, Fransa ve Rusya
aldıkları kararları silah zoruyla kabul ettirmek için
harekete geçtiler. Bu nedenle Rusya, Fransa ve İngiltere'nin ortak donanması Mora'yı kuşattı. Bu hareket ile
Türklerin Mora'yla ilgisini kesmek istediler. Daha sonra
İbrahim Paşa kumandasında buluna Türk ve Mısır donanmasının bulunduğu Navarin önlerine geldiler.
Paşa'ya anlaşma önerisinde bulundular. Paşa merkezden alacağı emre göre hareket edeceğini bildirmesi
üzerine müttefikler, Türk ve Mısır donanmalarıyla
askerlerinin Yunanistan'dan çıkmasını istediler. Türkler
müttefiklerin isteğini reddedince, savaş gemilerini
batırmak için 20 Ekim 1827'de Navarin'e girdiler. Yapılan deniz savaşında Osmanlı ve Mısır gemileri yok edildi. Navarin olayına Rusya ve Fransa çok sevindi. Fakat
bu olay, İngiltere'de hoşnutsuzluk yarattı. Zira Navarin
olayı ile Metternich sistemi ve Kutsal İttifak fiilen yıkıldı.
Navarin olayı Avusturya tarafından bir felaket olarak
kabul edilirken, Osmanlı Devleti ve İslam âlemi bu
9
baskını bir Haçlı Savaşı olarak kabul etti. Avrupa'nın ve
Rusya'nın himayesine sığınan Yunanlılar, Osmanlı Devleti'nin uğradığı felaketlerden cesaret alarak Türkler
aleyhine istikbaldeki zaferlerine dair yeni birtakım plan
uygulamak için, dinî efsaneler ve kehanetler uydurarak
Haçlı zihniyetini yaymaya başladı. Kilise ve eğitim teşkilatı ile yeni nesillerin şuuruna Megali İdea'yı yerleştirdiler. Yabancı devletlerin aleti olan Yunanlılar, sınırsız
emellerinin etkisinden kurtulamadılar. Türkiye aleyhine Haçlı seferlerini hazırlamaktan vazgeçmediler. Fener
Patrikhanesi'nin bulunduğu İstanbul'u dinî merkez
10
kabul ettiler.
Navarin olayı ile yeni bir dönem başladı. Yukarıda belirtildiği gibi Kutsal İttifak yıkıldı. Galip durumda olan Osmanlı Devleti Mora'da yenik duruma düştü. Rusya'nın
Güneye inmesine engel olacak güç kalmadı. Osmanlı
Devleti aniden donanması olmayan bir deniz devleti
haline düştü.
Navarin Baskını
Navarin olayına Osmanlı Hükümeti sert tepkiler göstererek, boğazları bütün gemilere kapattı. Babıâli 9 Kasım
1827'de Avusturya elçisi aracılığı ile İngiltere, Fransa ve
Rusya'ya bir nota vererek bu üç devletle bir savaş durumu olmadığı halde donanmasını batırdıkları için tazminatla birlikte Yunan konusuyla ilgilenmemelerini istedi.
Bu istekleri yerine getirilinceye kadar elçilerle ilişkisini
kesti. Bunun üzerine Osmanlı Devleti'nin isteğini kabul
etmeyen İngiliz, Fransız ve Rus elçileri İstanbul'u terk
ettiler. Böylece üç devlet ile Osmanlı arasındaki münasebetler kesildi.
İngiltere ve Fransa Osmanlı Devleti'ne karşı savaş
yapmak niyetinde değildi. Rusya'nın aşırı ihtiras ve
isteklerini ortaya koyan davranışları İngiltere ve Fransa'yı çıkarları açısından endişelendirdi. Bu devletler
Yunan meselesinden dolayı bir Osmanlı-Rus savaşını
önlemek istediler.
Kuzeyden gelebilecek bir tehlikeyi önlemek için Fransa
ile İngiltere, Mehmet Ali Paşa'nın askerlerini Mora'dan
çıkarmak için 9 Temmuz 1928'de bir protokol yaptı.
Mehmet Ali Paşa'nın bu protokolü kabul etmesi üzerine 6 Ağustosta sözleşme yapıldı. Eylül ayı başında Fransızlar Mora'ya asker çıkarıp geçici olarak burayı işgal
ettiler. İngilizler de İbrahim Paşa komutasındaki
askerleri Mora'dan Mısır'a taşıdılar. Bu arada Rusya
11
Osmanlı Devleti'ne savaş açtı.
Osmanlı-Rus Harbi
1817'deki Navarin olayı nedeniyle meydana gelen
durumdan kendi çıkarları açısından faydalanmak
İsteyen Rusya, Ocak 1828'de Osmanlı Devleti'nden bazı
isteklerde bulunarak Akkerman Sözleşmesi'nin tam
olarak uygulanmasını istedi. Rusya, Yunan problemini
çözmek bahanesiyle güneye inme politikasını gerçekleştirmek için Avrupa büyük devletlerinin tarafsızlığını
kazanarak harekete geçti ve Osmanlı Devleti'ni yalnız
bıraktı.
199
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Rusya, 1820'li yıllarda İran'la savaşırken Osmanlı'ya
karşı da savaş hazırlıklarına başladı. Kafkaslarda Rus
nüfuzunun artması Gürcistan ve Azerbaycan'ın işgali,
İran'ı harekete geçirdi. Bu nedenle İran 1826'da Rusya'
ya savaş açtı. Rus-İran savaşı Güney Kafkasya'daki
nüfuz mücadelesinden ortaya çıktı. Aslında bu savaşta
İngiltere'nin Doğu Hindistan Kumpanyası, İran'ı destekleyerek Rusya'nın Doğu Asya'ya yayılmasını önlemek istedi. Savaşta İran kuvvetleri yenildi. Rusya, Aras
Nehri'ni geçerek Güney Azerbaycan'a girdi. Tiflis,
Urmiyye ve Erdebil'i ele geçirerek Tahran'ı tehdit etti.
Bunun üzerine İran barış isteğinde bulundu ve 10
Şubat 1828'de Türkmençay Antlaşması yapıldı. Bu
anlaşmaya göre İran, Revan ve Nahcivan hanlıklarını,
Erivan ve çevresiyle birlikte Aras Nehri'nin sol tarafındaki bütün topraklarını Rusya'ya bıraktı. Kafkas üzerindeki haklarından vazgeçerek Rusya'ya yirmi milyon
ruble ağır savaş tazminatı ödemeyi kabul etti.
Kafkasları tamamen ele geçiren ve Karadeniz'in
doğusundan güneye inen Rusya, Osmanlı Devleti ile
gergin bir siyaset izliyordu. Bu sırada donanma yanmış,
1826'da kaldırılan Yeniçeri Ocağı'nın yerine kurulan
Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusu tam gelişmemişti. İç ve dış problemlerin yanı sıra Fransa ve
İngiltere ile de münasebetler kesilmişti. Osmanlı'nın
içinde bulunduğu zayıf durumu Rusya çok iyi değerlendiriyordu.
Yukarda kısaca açılanan gelişmeler karşısında Rusya'ya
çok kızgın olan Babıâli, 2 Aralık 1827'de Meşveret
Meclisi'ni toplayarak Rusya'ya karşı mücadele
edilmesine karar verdi. İşte bu şartlarda Rusya, 14 Nisan
1828'de Osmanlı topraklarına saldırdı. Buğdan'ı aldı ve
Eflâk'a girerek Bükreş'i işgal etti. Ruslar, Kafkas ve
Anadolu cephesinden, Anapa, Poti, Ahiska'yı alarak
Kars'a girdiler.1829 yılında büyük başarılar elde ederek
ilk defa batıda Edirne'ye doğuda Erzurum'a kadar
geldiler. Doğu ve batı cephelerinde tehdit altında
bulunan Osmanlı Devleti barış istemek zorunda kaldı.
SAYI 17 - 18
Çar I. Nikola kazandığı zafere rağmen güç durumdaydı. Rusya'da beklenmeyen ayaklanmalar başladı.
İngiltere ve Avusturya, Rus ilerleyişi karşısında seslerini yükseltmeye başladılar. Edirne'yi 20 Ağustos
1829'da alan Rus kuvvetleri merkez ana kuvvetlerden
çok uzaklaşmıştı. Bu sebeplerden dolayı Çar, Osmanlı
Devleti'nin barış, isteklerini kabul etti. Osmanlı-Rus
temsilcileri arasında Edirne'de görüşmelere başlandı.
Osmanlı Devleti'ni Sadık Efendi başkanlığında bir
heyet, Rusya'yı Kont Aleksi Orloff ve Kont F. Pahlen
temsil etti. Görüşmeler kısa sürdü ve Ruslar tarafından daha önceden hazırlanan şartlar zorunlu olarak
kabul edildi. 14 Eylül 1829'da Edirne Antlaşması
imzalandı. On altı maddeden ve iki senetten meydana
gelen Edirne Antlaşmasına göre:
1. Ruslar Tuna Nehri'nin ağzındaki adalar müstesna, Rumeli'de işgal ettiği yerlerden çekilecek.
Prut Nehri savaştan önce olduğu Osmanlı
Devleti ile Rusya arasında sınır olacak.
2. Osmanlı Devleti, Gürcistan ve Kafkasya'daki
yerlerin, ayrıca Rusya'nın 10 Şubat 1828 Türkmençay Antlaşması'yla İran'dan aldığı Revan ve
Nahcivan hanlıkları topraklarının Rusya'ya ait
olduğunu kabul edilecek. Buna karşılık Rusya,
Ahıska, Ahılkelek, Poti ve Anapa dışında doğuda
işgal ettiği yerleri geri verecek.
3. Rus ticaret gemileri boğazlardan serbest olarak
geçebilecek ve Rus uyruklu olanlar Osmanlı
topraklarında ve denizlerinde serbestçe ticaret
yapabilecekler.
4. Osmanlı Devleti ile savaş halinde olmayan diğer
bütün devletlerin ticaret gemileri Çanakkale ve
İstanbul boğazlarından geçecekler, Osmanlı
Devleti hiçbir zaman her hangi bir şekilde
bunlara engel olmayacak.
5. Akkerman Sözleşmesi ile Sırbistan, Eflak ve
Buğdan'a tanınmış olan haklar yenilenecek.
Bundan sonra Eflak ve Buğdan voyvodaları bu
göreve hayatları boyunca atanacaklar, topraklar
Osmanlı Devleti'ne bağlı kalmakla beraber
Türkler burayı terk edecek.
6. Osmanlı Devleti savaş tazminatı olarak Rusya'ya
10 milyon duka altın ödeyecek.
7. Osmanlı Devleti, Rusya, İngiltere ve Fransa'nın
Londra'da 6 Temmuz 1827'de imzalanan Londra
Antlaşması'nı ve buna dayalı olarak yine
Londra'da 22 Mart 1829'da aralarında yaptıkları
protokolü, yani Yunanistan Devleti'nin kurulmasını ve bağımsızlığını öngören anlaşma ve
protokolü kabul edecek, ayrıca 4 Nisan 1826'da
Yunan probleminin çözülmesi hususunda İngiltere ile Rusya arasında imzalanmış olan Sent
Petersburg protokolünü tanıyacak.
200
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Edirne Antlaşması Osmanlı Devleti'nin Kaynarca
Antlaşması'ndan sonra imzaladığı en ağır antlaşmaydı.
Bu antlaşama ile Eflak, Buğdan ve Sırbistan'a geniş
muhtariyetler verildi. Boğazların kapalılığı ve açıklığı
dönemi başladı. Kabul edilen ağır savaş tazminatı
devletin ekonomisinin çökmesine neden oldu.
Bağımsız bir Yunanistan devletinin kurulması, Osmanlı
Devleti'nin dağılmasına sebep oldu. Bundan sonra
Rusya'yı yenme umudu kaybedildi ve dış politikada
denge politikası izlendi.
Yunanistan'ın Bağımsızlığı
Edirne Antlaşması'nda belirtildiği gibi Osmanlı Devleti
22 Mart 1829 tarihli Londra Protokolü'nü kabul etti.
Yunanistan'ın kurulması için Osmanlı Devleti ile Avrupa
devletleri arasında Londra'da görüşmeler başladı.
Uzun çekişme ve tartışmalar sonunda 3 Şubat 1830'da
konferansta büyük devletler arasında bir protokol
imzalandı. Buna göre Yunanistan'ın sınırları Mora'nın
hemen kuzeyinden geçerek Attik yarımadası ve Kiklat
adalarını içine aldı. Ayrıca devletin başına kral olarak
Lepold Von Sachsen-Koburg seçildi. Yunanistan'ın
resmen kuruluşunu belirleyen 3 Şubat 1830 tarihli
protokol İstanbul elçilikleri aracılığı ile 8 Nisan 1830'da
Babıâli'ye bildirildi. Osmanlı Devleti de Yunanistan'ın
bağımsızlığını 24 Nisan 1830 tarihinde kabul ederek
onayladı. Bundan sonraki gelişmelerde Yunan adına
Yunanistan'ın kurucusu ve koruyucusu İngiltere, Fransa
12
ve Rusya Osmanlı Devleti ile görüşmeleri sürdürdü.
Yunanistan'ın bağımsızlığı tanındıktan sonra iç çekişmeler durmadı, hatta iç savaş eşiğine kadar geldiler. Bu
da Yunan sorunun bir süre daha devam etmesine yol
açtı. Bunun üzerine İngiltere, Fransa ve Rusya Londra'da toplanarak Mayıs 1832'de Yunanistan'a son şeklini veren bir antlaşma yaptılar. Bu antlaşma ile Yunanistan'ın sınırları genişletildi. Ege Denizi'nde Eğriboz
dâhil olmak üzere küçüklü büyüklü yüzlerce ada
Yunanistan'a verildi.
Bundan sonra Yunanistan adına hareket eden İngiltere,
Fransa ve Rusya, Osmanlı Devleti'ne baskı yaparak
yeniden görüşmelere başladı. Çünkü Yunanistan'ın
sınırlarını genişletme isteği karşısında bu devletler,
Yunanlıların sınırsız ihtiraslarını tatmin etmeye çalışıyordu. Sonuçta baskılara dayanamayan Bab-ı Âli ile
SAYI 17 - 18
taraflar arasında 21 Temmuz 1836'da bir protokol imzalandı. Böylece sınırları genişletilmiş Yunanistan'ın yeni
statüsü kabul edildi. Yunanistan da yeni aldığı topraklardaki Türk mallarının bedelini ve Osmanlı Devleti'ne
belli bir tazminat ödemeyi yüklendi.
Yunan isyanı sonunda Osmanlı Devleti'nin parçalanması hızlandı. Osmanlılar daha öce de toprak kaybetmişti fakat kaybettiği topraklar üzerinde bağımsız bir
devlet kurulmamıştı. Hıristiyan bir topluluğun Yunanistan'da bağımsız devlet kurması, Balkanlarda bulunan
diğer Hıristiyan topluluklara da kötü bir örnek oldu.
Yunanistan Devleti'nin kurulmasıyla Osmanlılar Ege
Denizi sorunu ile karşı karşıya geldiler. Daha önce Türk
gölü olan Ege Denizi'nde Yunanlılar da rakip olarak
ortay çıktı. Ayrıca Osmanlı Devleti, Karadeniz'de
olduğu gibi Ege Denizi'nde de kuşatılmış duruma düştü. Böylece Türk denizciliği Yunan denizcileri karşısında
zorlandı. Denizlerdeki güvenliği tehlike altına girdi.
Ege Denizi'nin Yunanlılarla paylaşılması sonunda
Osmanlı Devleti'nin deniz yoluyla bağlı olan ülke
topraklarıyla olan bağlantısı zayıfladı. Bu da o bölgelerde çeşitli olayların çıkmasına neden olacak ortamın
oluşmasına etki etti. Öyle ki Osmanlılar buralarda çıkan
isyanı zamanında bastıramayacak duruma geldi.
Osmanlı Devleti'nin Yunan isyanları karşısında durumu
ve Rusya karşısında uğradığı yenilgi, artık tek başına
bütünlüğünü devam ettirecek güçte olmadığını ortaya
koydu. Özellikle Rusya'ya karşı devletin varlığını korumak için daha çok devletlerarası dengelerden yararlanma ihtiyacında olduğu anlaşıldı. Bilhassa Yunan
İsyanı, Avrupa'da hala dinin iç ve dış siyaset üzerinde
etkili olduğu ve Türklere karşı nasıl kullanıldığını
gösterdi. Yani Yunan İsyanı haçlı zihniyetinin hala
Avrupa'da nasıl devam ettiğini ortaya koydu.
Yukarıda belirtilen olumsuz gelişmelere ilave olarak bu
isyanla Osmanlı'nın düştüğü bu zor durum karşısında
devletin valileri kendi başlarına buyruk harekete
geçtiler. Hıristiyan olan Ermeniler gibi uluslar bağımsızlıklarını kazanmak için harekete geçtiler. Bu tür ayaklanmalar devleti çok ciddi şekilde meşgul etti. Bu arada
doğuda Osmanlı-İran ilişkilerinde yeni gelişmeler
13
meydan geldi.
DİPNOTLAR
1) Ahmet Eyicil, Siyasi Tarih 17891939, Ankara 2005,
s.121138.
2) T.W. Arnold, İntişar-ı İslâm Tarihi, Tercüme: Hasan
Gündüzler, Ankara, 1971, s. 216-217.
3) Aynı Eser, s. 218.
4) Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1983, C.5,
s. 107.
5) Karal, a.g.e., C.5, s. 110.
6) Karal a.g.e., C.5, s.109.
7) İsmail Hami Danişment, İzahlı Osmanlı Tarihi
Kronolojisi, İstanbul 1971, C.4, s.104-106.
8) Karal a.g.e., C.5, s. 117.
9) Karal, a.g.e., c.5, s.118.
10) Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi
Tarihi, İstanbul, 1981, s.6768.
11) Karal, a.g.e., s.119; Rifat Uçarol, Siyasi Tarih,
201
İstanbul 1985, s.111; Danişmend, a.g.e., s.112.
12) Uçarol, a.g.e., s.114; Üçok, a.g.e., s.72; Danişmend,
a.g.e., s.115.
13) Karal, a.g.e., C.V, s. 24; Uçarol, a.g.e., s.119;
Ercüment Karan, Cezayir'in Fransızlar Tarafından İşgali
Karışısında Osmanlı Siyaseti (1827-1847), İstanbul,
1957; s.3-17 Danişmend, a.g.e., s.116; Ahmet Rasim,
OsmanlıTarihi, C.IV, İstanbul, 1328, s. 1867-1869.
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
SARAYBOSNA - ZAGREB GEZİSİ
Prof.Dr. Erkan TÜRE, İstanbul Şehir Üniversitesi
17 Nisan 2008 sabahı 2 araba ve 8 kişi kuzeye doğru
yola koyulduk. Hedefimiz Zagreb üzerinden büyükçe
bir daire çizerek Hırvatistan'ın bu tarihi başkentini ve
Bosna'nın bazı tarihi ve tabii güzelliklerini görmek.
3 günlük bir gezi programı yapıldı.
Eski ama bakımlı denilebilecek binadaki pansiyonumuza eşyalarımızı bırakıp yürüyerek şehir turuna
başlıyoruz. Binanın iç avlusu da var ama sadece minik
arabalar girişteki 2 kanatlı kemerli kapıdan geçip park
edebiliyor!
Bosna'da yolların % 90'ı bir akarsu vâdisini takip ediyor,
etrafı dağlarla çevrili bu vâdilerde yollar dar, virajlı ve
manzaralı. Hız sınırı hemen her yerde 60 km/saat!
Polisler sıkı takip ediyor, özellikle meskun yerlerde hıza
tolerans yok. Sürücüler kurallara saygılı, yayalara dikkat
ediyor.
Önce tiyatro binasına nazır bir kafede birer kahve
içiyoruz. Tarihi şehir meydanı cıvıl cıvıl. Kafede Avro ve
kredi kartı kabul etmedikleri için hemen para bozduruyoruz. Katedralin tarihi bin yıllık ama çeşitli kereler
(işgâl, yangın, deprem vb. sebeplerle) yıkılmış, yanmış,
tahrip edilmiş ve yeniden yapılmış. Son tarzı gotik
dönemde kazanmış, kuleler 19. yüzyılda yapılmış, ne
yazık ki kulelere çıkılmıyor. İyi korunmuş tarihi binalar,
bakımlı sokaklar, çiçekler, kiliseler, müzeler, minyatür
sanatçılarının dükkânları, sanat galerileri arasından
keyifli bir yürüyüşle geçip, bir marketten alışveriş yapıp
pansiyona dönüyoruz. Yanımızdaki zeytinyağlılar ve
taze salata-meyve-meyvesuyu ile neşeli bir yemek
yiyoruz.
Hava güzel, biraz bulutlu ve tatlı bir serinlik var. Öğle
saatlerinde bir nehir kenarında mola verip piknik
masalarında yanımızdaki yiyecekleri iştahla yedik ve
yola devam ettik. Yol kenarlarındaki küçük lokanta ve
benzincilerdeki tuvaletleri hep temiz bulduk. Lokantalar orada yemek yemeseniz de tuvaleti kullanmanızdan rahatsız olmuyorlar.
Sınırdan çıkış ve Hırvatistan'a giriş kolay oldu. Coğrafya
hemen değişti, kendimizi geniş bir ovada bulduk. Kısa
bir süre sonra otoyola girdik, artık hızla hedefimize
gidebiliyoruz. İkindi saatlerinde Zagreb'e girdik. Eski
şehrin merkezinde Hâlâ kültürel hayatın da merkezi
orası olan eski şehrin merkezinde Internetten yer
ayırttığımız pansiyonu bulmak zor olmadı. Otopark
konusu çok disiplinli düzenlenmiş, gündüz saatlerinde
işaretlenmiş yerlere makineden bilet alıp park ediliyor,
boş yer bulmak kolay değil. Biz yabancı plakalı olduğumuz için pansiyon sahibi para ödemeniz gerekmez
dedi. Bu sebeple arabalarımıza yazılan 30'ar Avroluk
park cezalarını umursamadık dönerken!
Yemekten sonra yine şehir turu, bir açık hava kafesinde
çay-kahve içiyoruz. Meydandaki ekmekçideki ekmek
çeşitlerinin bolluğu ve güzelliği beni çok mutlu ediyor
ama büyük şehirlerimizde artık bu ekmeklerin tadını
bile bilmeden yetişen çocuklarımız adına üzülüyorum.
Kokusu, kıvamı, görüntüsü, lezzeti birbirinden güzel
ekmeklerin özellikle has undan olanlarından benim
çok sayıda alışım bizim ekibe çok komik geldi ama daha
sonraki 2-3 gün boyunca bu ekmekleri (hele kızartıp)
yerken bana hak verdiler, ne lezzetler kaybettiğimizi
anladılar. Maalesef Saraybosna'da bile biz geldikten
sonra pek çok fırında yapılan ekmek bozuldu. Çeşitli
katkı maddeleriyle hızla hazırlanıp pişirilen bu sahte
ekmekler israfı da artırıyor. İstanbul'a dönüşte kendi
ekmeğimizi yapmaya karar verdik.
202
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Mütevazı pansiyonumuzdaki basit yataklarda
yorgunluktan çoğumuz iyi uyumuşuz. Ertesi
sabah yanımızda getirdiğimiz peynir, zeytin ile
orada aldığımız sebze, meyve ve içecekler vs.
ile güzel bir kahvaltı edip önceki günden eksik
kalan turu tamamlamak üzere yürüyüşe çıkıyoruz. Botanik bahçesinden başlıyor, birbirinden güzel binalar ve parklar arasından geçip
turumuzu tamamlıyor ve pansiyona dönüp
hazırlanıyoruz. Arabalarla da genişce bir tur
atıp şehre çok yüksekten bakan bir kaleye
çıkacak, oradan Bosna'daki Bihaç şehrine
doğru (güney istikametinde) yola koyulacağız.
Hava yine çok güzel, haritamızın ve yol işaretlerinin yardımıyla şehir dışındaki çevre yolunu
bulup güneye giden otoyola çıkıyoruz.
Zagreb Park
BİHAÇ GEZİSİ
Zagreb Bihaç yolculuğumuz da güzel bir havada ve
rahat geçti. Otoyoldan bir süre sonra ayrılıp doğuya
döndük, yine kıvrımlı, sık sık küçük yerleşim yerlerinden geçen bir yolu izliyoruz. Hanımların Sarabosna'da hazırladığı poğaçalar ve muz gibi kolay meyvelerle soğuk kutudaki içecekler yolda uzun bir mola vermeye gerek kalmadan hedefe yönelmemizi ve bilmediğimiz yerlerde yiyecek aramak zorunda kalmamamızı sağladı. Yeşilin, çiçeklerin, suyun git gide bollaşmasından Bosna'ya ve Bihaç'a yaklaştığımızı anlıyorduk. Sınırı geçmek yine kolay oldu, zaten sınırdan sonra
Bihaç'a gelmemiz çok sürmedi. İkindi saatlerinde şehre
girdik ama kalacağımız yer şehir dışında olduğu için
oyalanmadan öncelikle KIRO RAFTING'i bulmak üzere
yola devam ettik. Bihaç'ın içinden bütün güzelliği ve
temizliğiyle birkaç koldan akan Una nehrine paralel
olarak 5 km kadar gittikten sonra nehrin iyice genişleyip sakinleştiği bir yerde kurulu olan tesise geldik.
İkişer katlı 2 misafirhaneden birisini biz ayırtmıştık,
diğeri boştu zaten. Çok güzel bir bahçe içinde, harika
bir nehir ve dağ manzarası olan bu güzel evi ve sevimli
döşenmiş içini gördüklerinde yolcularımızın çocuklar
gibi mutlu olması ve sevinçli yorumları görülmeye
Bihaç eski şehre bakış
SAYI 17 - 18
değerdi. Tesis sahibi salondaki büyük odun sobasını
yakmış, içine yavaş yavaş yanan kalın kütükler atmıştı.
Hava hâlâ güneşli ve ılık olduğundan bu sobanın
yanmasının gerekliliği güneş battıktan sonra hava
serinleyince anlaşıldı. Misafirlerimizin Bosna'daki
zamanı kısıtlı olduğundan bu güzel mekânda sadece
bir gece kalabilecek olmamıza hayıflandık. Gençleri
günün ilerlediği saatlerde bu güzel yerin ve çevresinin
tadını çıkarmak üzere bırakıp üçümüz şehre döndük ve
akşam yemeği ile ertesi günkü kahvaltı için alışveriş
yapmaya koyulduk. Tabii hızla bir şehir turu atarak
ertesi gün nereleri gezeceğimize karar vermek için
gözlem yapmayı ihmal etmedik. Boşnak bir kadının
küçük köfte dükkânından (bizde İnegöl köftesi diye
bilinen) Boşnak köftelerinden aldık, manavdan sebze
ve meyve, marketten tereyağ, yumurta, peynir,
meyvesuyu, kahve vs. alarak döndük.
Hep beraber neşeyle hazırlanan akşam yemeğini
afiyetle yedikten sonra kahve tiryakilerine kahve, çay
özleyenlere (sarkıtma) çay yaptık. Kimse gecenin tatlı
sohbetini bırakmak istemese de ertesi günkü gezi
programına dinç kalkmak için uyumamız gerekiyordu,
sobaya en kalın kütüklerden atıp tatlı bir uykuya daldık.
Cumartesi günü güzel ve parlak bir sabah güneşine
dinlenmiş olarak uyandık. Gece yağmur yağmış, nehir
biraz yükselmişti. Nehir kenarındaki çardaklarda tesis
sahibi tarafından kahvaltı verileceğini biliyorduk ama
Boşnak kahvaltısını bildiğimizden kendi hazırlıklarımızı
da yaparak nehir kenarına indik. Tahmin ettiğimiz gibi
onlar sadece börek ve ayran hazırlamıştı. Bizim
(Zagreb'ten aldığım ekmeklerin yanında) peynir, zeytin,
tereyağ, bal, domates, biber, salatalık ile çeşitli meyve
ve meyve sularından oluşan zengin malzemelerimizi
de katarak doyurucu bir kahvaltı yaptık. Dağa ve nehre
bakan güzel balkonumuzda kahvelerimizi içtikten
sonra bu güzel mekânı istemeyerek arkamızda bırakıp
Bihaç'a doğru yola çıktık.
203
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Şehirde tarihi değeri olan fazla bina göremedik,
çoğu yıkılmış eski şehir surları içinde virâne bir
kule ve eski kalenin bir burcuna yapılmış kapalı
bir müzeyi dışından görüyoruz. Az ilerideki
camiye doğru yürüyoruz, bizi güzel bir sürpriz
karşılıyor: bu bir Fetih camisi, yani kiliseden çevrilme. Güzelce restore edilmiş, tamamen ahşaptan iki katlı bir ilave (kadın) cemaat mahalli de
eklenmiş ki bu ahşap kısım çok yeni görünüyordu. Bulunduğumuz yerden Kudüs ile Mekke
arasındaki açı farkı fazla olmadığından cami içindeki birkaç derecelik güneye kayma ilk bakışta
çok belirgin olmamakla beraber ilgimi çekti. Halıları dikkatli bir açıyla yerleştirerek kıbleyi ayarlamışlar, dikkat etmeyen anlamayabilir, namaz
kılarken dikdörtgenin uzun kenarına tam paralel
durmadığını fark etmeyebilir. İmam bizimle ilgilendi ama bizim Boşnakçamız ile onun İngilizcesi fazla
bilgi alışverişine izin vermedi. Esasen zamanımız da
kısıtlıydı ama öğle namazına sadece birkaç dakika
olduğu için gruptakiler 420 senelik bu camide (kilise
olarak tarihi daha eski tabii) cemaatle namaz kılmak için
beklediler. Bihaç küçük bir şehir, restore edilmekte olan
çarşının ortasındaki bu tarihi camide iki saf insan vardı.
Şehri ikiye bölen büyük nehir kolu aynı Manavgat şelalesi gibi küçük ama çoşkulu bir düşüşle yeşiller içinde
minik adacıklar oluşturarak köprünün altına akıyor.
Yeniden yola koyulmak üzere arabalara yürürken iri ve
seyrek damlalı bir yağmur atıştırıyor. Bihaç'a veda
ederek yola koyulurken güneş tekrar açıyor. Şehrin
birkaç km dışında bir yerleşim yerine girerken genç
sürücümüz önümüzde yavaşlayan bir arabayı geçmeye başlıyor. Bu esnada ilerideki benzinciden âniden bir
araba bize doğru yola çıkınca da iyice hızlanmak
zorunda kalıyor ki güvenli olarak öndeki arabayı geçebilsin. Bunun tam da radar kamerasının kayıt yaptığı
SAYI 17 - 18
Jajce, kaleye bakış
yerde gerçekleştiğini ve hız sınırını epeyce aştığımızı az
sonra polis durdurunca anlıyoruz. Tam bir Murphy
kanunu! Hafta sonu olduğu ve Bosna vatandaşı olmadığımız için 30 Avro civarındaki hız cezasını ödemek
için polisle birlikte Bihaç'a dönmemiz gerektiğini ve
cezayı polis merkezinde ödedikten sonra tekrar yolumuza koyulabileceğimizi öğreniyoruz. Önce canımız
sıkılıyor ama sonra bunda da bir hayır olacağını düşünüyoruz. Diğer arabanın yola devam etmesine karar
veriyoruz. Jajce yakınındaki göl kenarında buluşmak
üzere sözleşiyoruz. Önümüze düşerek bizi geriye,
Bihaç'taki polis merkezine götüren polis aracının onca
kural ihlâli yapması bize çok ironik geliyor! Uzun
işlemler sonunda cezamızı ödedikten sonra tekrar yola
koyuluyoruz, hedefimiz Jajce.
JAJCE
Bihaç'dan çıktıktan sonra bir kısmı özerk Sırp bölgesinden geçen bir yolculuk yapıp Jajce gölünü oluşturan Vrbas nehrine ulaşıyoruz. Gölün kıyısında diğer
arabayla buluşuyoruz, ileride bir hafta sonunu oradaki
otelde geçirmeyi umarak fiyat alıyoruz. Göl
kıyısında arabalarla ilerledikçe manzara
güzelleşiyor. Aslında birisi daha büyük ve
aralarında 7-8 metre kod farkı olan yanyana iki
göl olduğunu anlıyoruz. İki gölün arasındaki
yeşil alanda bir piknik yapıyoruz. Planımız
hafif birşeyler yiyip Jajce'yi kısaca gezmek ve
Travnik'deki su kenarında akşam yemeği
yemek, çünkü orada güvendiğimiz lokantalar
ve güzel yemekler (kebaplar veya balık) var. İki
göl arasındaki kod farkından yararlanan eski
su değirmenleri olduğunu anladığımız minik
ahşap kulübelerin de fotoğraflarını çekip 8 km
mesafedeki Jajce'ye gidiyoruz.
Jajce, şelale ve şehir
204
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Bazılarımız bir ay önce daha geniş bir vakitte şehri
gezmiş, kalesine çıkmıştık. Misafirlerimiz şehrin en
güzel göründüğü 2 noktadan gözlem yapmakla yetinmek zorunda kalıyorlar. Jajce Saraybosna ile aynı
zamanda (1463) fethedilmiş, ancak kısa süre sonra
Macarlar tarafından tekrar ele geçirilmiş ve 60 sene
kadar direndikten sonra tekrar Osmanlı olmuş sevimli
bir şehir. Bir tarafı dik bir dağ, diğer tarafı derin ve
kayalık bir akarsu vâdisi ile çevrilmiş, dik bir tepe
üzerinde sağlam surlarla çevrilmiş şirin bir kasaba. Çok
iyi korunmuş ve halen restoran olan bir Osmanlı konağını ve yanındaki hâlâ akan çeşmesini gezmiştik. Şehirdeki harap olmuş tarihi eserlerin bazıları yavaş yavaş
restore ediliyor. Şehrin içinden geçen nehrin 30 metre
yüksekten geniş bir çağlayan oluşturarak köpük köpük
düşmesi güzel bir görüntü oluşturuyor. Biz restorasyonu devam eden kaleden gördüğümüz hârika
manzarayı misafirlere anlatarak yola koyuluyoruz.
Akşam olmadanTravnik'e varmamız gerek.
TRAVNIK
Gerçekten de hava kararmadan Travnik'e giriyor ve
doğruca kaleye çıkıyoruz. Ne yazık ki bu saatte giriş
kapanmış, kale kapısının önünden Osmanlıya çok
sayıda vezir yetiştiren bu sevimli şehre ve birbirine çok
yakın aralıklarla tepeden aşağıya inen minarelere
bakıyoruz. Arkamızdaki ihtişamlı dağdan doğan çağıl
çağıl bir kaynak kalenin hemen dibinde dar ve derin bir
yar oluşturarak aşağımızdan hızla akıyor. Bu yüzden
kale girişine gelmek için neredeyse Mostar Köprüsü
kadar yüksek ama daha küçük ve meyilli kemerli tarihi
taş köprüyü geçtik. Köprüden suyun akışına bakmak
da, şehre bakmak da heyecan verici. Kaleden inerken
yanından veya yakınından geçtiğimiz küçük tarihi
camilerin hepsi maalesef kapalı. Aşağıdaki 5 asırlık
medresenin (hâlâ bu amaçla kullanılıyor, yani normal
müfredata ilaveten yoğun bir din eğitimi veren lise
düzeyinde okul) az yukarısından doğan başka bir kaynağın yanına çıkıyoruz. Bu kaynak da bir anda köpük
köpük tazeleyici bir dere oluşturuyor ve dağdan gelen
diğer su ile birleşip Laşva nehrine katılıyor.
Suyun iki yanındaki lokantalarda suda yetişen lezzetli
alabalıkları, kömür ateşinde körpe dana şişini veya
sacta pişmiş dana etini, yahut ızgara köfteyi güzel has
ekmekle beraber yiyebilirsiniz. Bol cevizli baklava da
tavsiye edilir.
Travnik Drina Köprüsü romanının yazarı Nobel ödüllü
(Sırp) yazar Ivo Andriç'in doğduğu şehir. Bosna'daki
önemli nehirler çoğunluğu Tuna'ya ve Karadeniz'e
katılıyor. Genelde Bosna'da akan suların içimi sert oluyor, çünkü çok mineralli ve kireçli. Biz evimizde buz gibi
akan çeşme suyunu karbon filtresi ile süzüp içiyoruz.
SAYI 17 - 18
Drina köprüsünden Visegrad'a bakış
Kaleden aşağıya inip suyun kaynağını gezdikten sonra
lokantalara indiğimizde kömür ateşinin sönmeye
bırakıldığını, ızgaraların artık temizlendiğini görüyoruz.
Kebaplar için geç kalmışız! Bol sebzeli ve tavuk etli
geleneksel Begova (beyoğlu) çorbasından içebilir ve
salata yiyebiliriz ama aslında pek acıktığımız söylenemez. Sadece bir kişi kendisini sacta pişmiş dana eti
yemeye hazırlamıştı. (Bosna'da Türkiye'de bulamayacağınız, muhtemelen Avrupa Birliğinde kesilmesi yasak
olan körpelikte dana eti yeniyor. Yaşlı sığır etleri genelde
kıyma oluyor.)
Tarihi medresenin (İmam-Hatip Lisesi) sıcak kanlı
bekçisi içeriye kısaca göz atmamıza izin veriyor. Bu
esnada ezan okunuyor, grup üyeleri koşa koşa 400
metre mesafede, şehir merkezindeki içi renkli ahşap
süslemeleriyle meşhur tarihi camiye yetişiyor. Akşam
namazında da cemaate katılabildiği için herkes mutlu.
İleride sacta dana eti yiyebileceğimiz bir restoran
olduğu bilgisini alıp eve dönüş yolculuğuna başlıyoruz.
Hava karardı, daha 100 km kadar yolumuz var Saraybosna'ya, yol önce Laşva, sonra Bosna nehri vadilerinden geçecek, sadece 30 kmlik bir kısmı otoyol olacak.
Sözü edilen lokantayı bulamıyoruz, yolumuzun üstündeki büyük alışveriş merkezinin lokantasında da sadece pizza kalmış bu saatte. Kısa bir kahve - baklava molası ile yetinip yola düşüyoruz, rahat bir yolculukla evimize geliyoruz. Kebap yerine evde pişmiş zeytinyağlı
fasulye ile taze ev yoğurduna çoktan razı olduk,
Zagreb'te aldığım has ekmekleri de kızartıp tereyağ ile
yemek herkesi çok mutlu ediyor. Tabii 3 gündür mahrum kaldığımız demlenmiş çayı da doyasıya içiyoruz.
(Bosna'da demlenmiş çay içilmiyor, burada herkes kahve
içiyor, çarşıda sarkıtma çay bulabilirsiniz. Meyve-bitki
çaylarını genelde hasta olunca şifa niyetine içiyorlar!)
Ertesi gün (Pazar) yine yolculuk var, bu defa doğugüney ekseninde daha küçük bir daire çizeceğiz ve
Drina köprüsünü göreceğiz. Misafirlerimiz Pazartesi
günü İstanbul'a dönecekler. Geç vakit uykuya dalıyoruz. Neyseki sabah çok erken yola çıkmamız gerekmeyecek.
205
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Tüneller bittikten kısa bir süre sonra nehir kıyısında
ama hep yüksekten ilerleyen yol bizi Vişegrad şehrinin
karşı yakasına, Drina Köprüsünün tam yanına, nehir
seviyesinin az yukarısındaki bir otoparka getirdi.
VİŞEGRAD
Pazar sabahı dinlenmiş olarak uyanıyor ve güzel bir
kahvaltı yapıyoruz. Yanımıza yine sandoviç, tost, haşlanmış yumurta gibi hazır yiyecekler alıyoruz, çünkü
yolculuğun önemli bir kısmı Sırp bölgesinden geçecek.
Zaten Saraybosna'dan doğu veya güneye birkaç km
gittiğinizde Sırp bölgesine giriliyor. Bu sefer doğu
istikametinde yola çıkıyoruz. Yaklaşık 250 km genişliğinde bir daire çizecek ve güneyden döneceğiz.
Saraybosna'nın içinden geçen Miljacka nehri yatağı
boyunca bir süre ilerleyip dağa tırmanıyoruz. İnişli
çıkışlı, kıvrımlı dönemeçli bir yolu takip ederek küçük
yerleşim bölgelerinden geçiyoruz. Kısa sürelerle Rakitnica ve Praça nehirlerini takip ettikten sonra geniş Drina nehrine kavuşuyoruz.
Vişegrad'a yaklaştıkça nehrin manzarası harikulade oluyor. Amerika'daki Büyük Kanyonu
kıskandıracak ihtişamda, altından turkuaz bir
nehrin aktığı derin vâdi boyunca onlarca
tünelden geçtik. Aslında tünellerin çoğu granit dağa oyulmuş dev mağaralardı, çoğunun iç
yüzeyleri beton-lanmamış bile. O dik ve yüksek yamaçlardaki seyrek, hatta çoğu yeşillikler
içinde tek başına görünen evlerde yaşayan
insanların yalnızlığını, medeniyete nasıl zorluklarla ulaştığını hayretle düşünerek, doyumsuz manzarayı ve temiz havayı içimize doldurarak yol aldık. Bosna tam bir sular nehirler
yeşillikler ülkesi.
Sokollu döneminde Mimar Sinan tarafından yapılan bu
muhteşem köprü ters L şeklinde, nehrin bu yakasından
başlayıp önce nehre paralel 50 metre kadar biraz
yükselerek gidiyor, sonra 90 derecelik bir dönüş yapıp
gayet geniş bir cadde şeklinde kemerlerle nehri karşıya
geçiyor. 1896 yılındaki büyük selde su seviyesi
köprünün 1,5 metre üzerine çıkmış ve bu köprü
yıkılmamış! Ne yazık ki 92-95 savaşında bu köprüden
çok Boşnak katledilip suya atılmış. Köprünün tadını
çıkara çıkara karşıya geçiyoruz, uzaktan gördüğümüz
minare 2004 yılında yapılmış küçük ve sevimli bir
camiye götürüyor bizi. Bir yanı tepe olan, diğer yanı ise
Vişegrad'da Drina nehrine kavuşan Rzav nehrine yukarıdan bakan bu cami galiba Sırplar tarafından yıkılmış
tarihi bir caminin yerine yapılmış ama bu konuda hiçbir
bilgi notu yok, cami bahçesini temizleyen kadınla dil
sebebiyle anlaşamıyoruz. Oradan nehir kıyısındaki çay
bahçesi pastane arası binaya dönerken marketten
meyve suyu ve taze ekmek alınıyor. Güzel hava sebebiyle müşteriler hep bahçedeki masalardalar, nehre
biraz daha yukarıdan bakan ve boş olan balkon gibi
kısımdaki masalara geçip yanımızdaki yiyecekleri serip
iştahla yiyoruz, kimse birşey demiyor! Ortalığı topladıktan sonra garsonu çağırıp kahve istiyoruz, Drina
Köprüsü ve nehir manzaralı kahvelerin fincanı 1 lira!
Temiz tuvalet 50 kuruşmuş ama bizimkilerin çoğunda
bozuk para olmadığından görevli ücret almamış.
(Bosna'da atık sular nehirlere karışmıyor, sadece yağmur
suyu kanalları nehre akıyor. Bu sebeple kötü kokan bir
akarsu görmedik hiç.)
206
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Köprü etrafında ve üzerinde çok sayıda fotoğraf çekiliyor ve yavaş yavaş karşıya geçiliyor. Köprünün hemen
yanında kule gibi yükselen kayaya bir çıkış olduğunu
görünce önce ben hızla tırmanıyorum, şehrin, nehrin,
vâdinin ve köprünün eşsiz manzarasını görmek için
diğer yolcular beni takip ediyor. Oradan da güzel pozlar
alıyoruz.
Artık geri dönüş zamanı, ama aynı yoldan geri dönmeyeceğiz, güneyden bir daire çizip Gorazde ve Foça
üzerinden Saraybosna'ya gideceğiz.
Yine derin ve hârika manzaralı vâdilerden, tüneller
yardımıyla, kıvrıla döne giden yollar aşarak ilerliyoruz.
Gorazde'de Drina nehri kenarında bir caminin minaresini görüyoruz. Oraya giden yolu bulmak kolay olmuyor, daracık sokaklardan bir iniş görüyoruz. Yanındaki
çoğu eski Osmanlı mezarlarıyla beraber yakın
zamanlarda çeşitli tamirler geçirmiş tarihi bir caminin
avlusuna erişiyoruz. Şadırvan açık ama cami kilitli! Son
cemaat mahallindeki sergilere razı olabiliriz ama
hanımlar avludaki evde imamın oturduğundan emin
SAYI 17 - 18
kapıyı tıklattılar. İmam memnuniyetle gelip camiyi açtı,
böylece içeride namaz kılıp mezarlıktakilere fatihalar
gönderiyor ve tekrar yola düşüyoruz.
Yolumuz uzun, akşam yaklaşıyor. Dönüş yolunda
Foça'ya da kısaca uğradıktan sonra Drina nehrinden
ayrılıyoruz, bir süre Govza nehrini takip ediyoruz,
heyecan verici dağ yollarında inişli çıkışlı ilerleyip bu
sefer Saraybosna'ya yaklaştığımızı haber veren
Zeljesnica nehrine kavuşuyoruz, artık havalanına kadar
bu nehrin yakınından gideceğiz. Akşam yemeği için bu
tarafa yakın oturan kızımın evine gideceğiz, onun için
bu şekilde geri dönmek iyi oldu, havaalanından sağa
dönüp kızımın evine yorgun ve mutlu giriyoruz. Taze
salata, peynirli-mantarlı soslu makarnadan oluşan bir
ziyafet kahveyle tamamlanınca yolun yorgunluğu
unutuluyor. Bir misafirimiz bu gezilerin en unutulmaz
yanının 1500 km'den fazla mesafeden gelerek 4-5 asırlık ecdat camilerinde namaz kılması olduğunu söylüyor. Gerçekten hepimizi en çok bu tarihi mekânlara
bizzat şâhit olmak ve oralarda hâlâ yaşadığını
hissettiğimiz ruhu ve mânevi havayı koklamak etkiliyor.
Erkan Türe, 28 Nisan 2008
207
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Batı Rumeli'yi
Nasıl Kaybettik?
... Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,
Rü'yâma girdi her gece bir fâtihâne zan.
Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular...
Yahya Kemal'in Açık Deniz adlı şiirinden.
Balkan Harbi'nin üzerinden geçen yaklaşık yüz yıllık bir zaman dilimine
rağmen; savaşın, kaybın, göçün toplumsal hafızada bıraktığı izler silinmedi. Sonuçları itibariyle Batı Rumeli'de 500 yıllık bir Türk hâkimiyetinin
sonunu getiren Balkan Harbi hakkında birçok eser kaleme alındı, birçok
değerlendirme yapıldı ve hatıralar yazıldı. Genelkurmay Başkanı Mareşal
Fevzi Çakmak ise 1925 yılında Harp Akademileri'nde verdiği 'Balkan Harbi'
adlı konferansta, “Bizim Ordu bütçesi Bulgar Ordu bütçesinin dört, müttefiklerin Ordu bütçelerinin toplamının iki katıydı. Bununla beraber millet,
Orduda, ödediği para ile münasip iş görememişti…'' der.
Cihan GÜNEŞ
Balkan Harbi'nin üzerinden on yılı aşkın bir süre geçtikten sonra, harbin bizzat içerisinde bulunan Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, 1925 yılında Harp
Akademileri'nde 'Balkan Harbi' konulu bir konferans
verir. Selanik, Kosova, Manastır, Yanya ve İşkodra'nın
nasıl elden çıktığını anlatan Fevzi Çakmak; muharebeleri askeri, sosyal ve ekonomik yönden ayrıntılarıyla
aktarırken, ilgi çekici çeşitli değerlendirmelerde bulunur, bunun yanı sıra bazen sert bir üslup da kullanarak
özeleştiri yapar ve geleceğe dair önemli mesajlar verir.
doğru Arnavutluk'ta isyan çıkmış, Mayıs ve Haziran aylarında İpek, Yakova ve Piriştine'de karışıklıklar sürerken,
isyanı bastırmak için İstanbul'dan gelen 1. Tümen de
isyancılarla birleşmişti. Millet meclisisinde “İtilafçılık”,
Orduda “halâskarlık”, Arnavutluk'ta “başkımcılık” elele
yürüyorlardı… Bu düzenli tümen, iç siyasetle uğraşan
birkaç subayın kışkırtmasıyla çürüdü, inancı bozuldu.
Askerler subaylarını, subaylar askerlerini tanımamaya
başladı. O düzenli birlik rezil oldu, itibarını kaybetti…”
“Düşmanlara aldanılarak , 70 bin asker terhis edildi”
Tozlu raflardan çıkarak, okuyucuyla buluştu
Fevzi Çakmak'ın bu önemli konferansı, döneminde
“Garbi Rumeli'nin Suret-i Ziyaı ve Balkan Harbinde
Garp Cephesi'' adıyla kitap halinde yayınlanır. Uzun
süre kütüphanelerde sadece Osmanlıca bilen az sayıda
araştırmacı tarafından incelenen ve dikkatlerden kaçan
bu eser, emekli bir asker olan Ahmet Tetik tarafından
titizlikle günümüz Türkçesi'ne aktarıldı ve 'Batı
Rumeli'yi Nasıl Kaybettik' adı altında Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlandı.
“Düzenli tümen, iç siyasetle uğraşan birkaç subayın
kışkırtmasıyla çürüdü''
Ordunun disiplininin, kişisel siyasi tercihler sonucu
darmadağın olduğunu belirten Mareşal Fevzi Çakmak,
biraz da öfkeyle şunları söyler:“1912 yılı Nisan sonlarına
Harp öncesi siyasi idarenin yönetim zaaflarını ve bunun
ordunun savaşma iradesine etkilerini dile getiren Fevzi
Çakmak, olumsuzlukları şu şekilde aktarır: “Askerlerin
arasında başlayan sızlanmayı ortadan kaldırmak üzere
1912 yılı Haziran ayı ortalarında iktidara gelen Gazi
Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti redif ve ihtiyatların tamamen terhisiyle yetinmeyerek, barış zamanında ordunun
önemli bir kısmını oluşturan 1908 girişli yeni nizamiye
askerlerini bile terhis etti… Seferberlikten önce Trakya ve
Makedonya'daki askeri kuvvetimiz düşmanlarımızın iki
katıydı. Seferberlikte doğal olarak üstünlüğümüzü
koruyacaktık. Oysa düşmanlara aldanılarak , 70 bin asker
terhis edildi. Böylece barışta düşmanlarımıza karşı
mevcut olan üstünlüğümüzü kaybettik. Bulgaristan ise
bu sırada manevra bahanesiyle ordusunu takviye
ediyordu…”
208
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
hemen hiç iş görmemişlerdir. Tayyaremiz hiçbir iş görmedi. Telsizler kırıldı, hatta âdi telgraf ve telefon bile
gerektiği gibi çalışmadı. ”
“Üsküp'te subaylar bile
savunma yapmayı reddetti''
Konuşması içerisinde komuta kademesindeki niteliksizlikten ve kötü idareden de sıkça bahseden Fevzi
Çakmak, “…Birliklerin olağanüstü dağınıklığı, özellikle
redif ve ikmal askerlerinin tamamen memleketlerine
savuşmaları, Üsküp'te subayların bile savunma yapmayı
reddetmeleri çok korkunç bir durumun ortaya çıkmasına
sebep olmuştu. Bu esnada düşmanlarımız kararsızlık
içindeydi. Üsküp'ün, İştip'in boşaltılmalarından birkaç
gün sonra, halkın çağrısıyla işgal edilmeleri, düşmanların
moralini gösteren açık örneklerdir…'' ifadelerini kullanır.
“Teknik birliklerimiz
hemen hemen hiç iş görmemişlerdir”
Bu problem etrafında derin özeleştiride bulunan Fevzi
çakmak şu cümleleri kuruyor:
“Başsız asker savaşmaz ve savaşamaz. Hasan Ali Rıza gibi
komutanların elinde Türk askeri hatta Arnavut redifleri
bile iyi savaşmışlar, kötü komutanlar panik çıkmasına
sebep olmuşlardır... Rütbelerin tasfiyesi kanunu birtakım
ehil olmayanları işbaşından almakla birlikte, dairelerde
çürümüş birçok kıdemli fakat askerlikten habersiz kimseleri emir komuta makamına getirmiş ve orduda büyük
düzensizliğe sebep olmuştur... Teknik birliklerimiz hemen
“Vatan parçasının terk edilmesi, giderilemeyecek
acılar, hasretler meydana getirdi”
Yaşanan bozgununun ardından geri çekilişi aktaran ve
“Açlık ve sefalet manzarası korkunçtu. Askerler sokaklarda dileniyor, çamurların içinde düşüp kalıyorlardı.
Bu yürekleri parçalayan manzara, her göreni yaralıyordu”
diyen Fevzi Çakmak, yapılan ateşkesin ardından
19 Haziran 1913 tarihinde 500 yıllık ata topraklarından
ayrılışı şu iç acıtıcı cümlelerle ifade ediyor: “19 Haziran
1913 sabahı Karadeniz gemisi, akşama doğru da
Gülcemal vapuru Seman İskelesi'nden hareket ettiler. Ben
de Gülcemal vapurundaydım. Batı Rumeli'de 500 yıllık
Türk hakimiyetine veda ettik... Atalarımızın asırlar boyunca kanlarıyla suladığı, eski ve yeni şehitlerimizin gömüldüğü vatan parçasının terk edilmesi kalplerimizde giderilemeyecek acılar, hasretler meydana getirdi…”
Bölgenin nüfusu, askerlerin niceliği ve teçhizatı hakkındaki çizelgeler, muharebe anılarını gösteren krokilerle
hazırlanmış kitapta Fevzi Çakmak, geçmişteki hataları,
yanlışlıkları, eksiklikleri özeleştiriyle irdeleyerek, ordunun nasıl bir nitelikte olması gerektiği konusunda geleceğe de bir anlamda mesaj veriyor.
209
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
RUMELİ TÜRKÜLERİNİN, SES EĞİTİMİ İÇİN
DÜZENLENEREK KULLANILMASI ÜZERİNE
BİR ANALİZ ÇALIŞMASI
Yard.Doç.Dr.Tülin MALKOÇ
TÜRKÜVEYAPISAL ÖZELLİKLERİ
Türkü, halk şiiri ve müziğimizde geniş bir yaratma alanını temsil eden, en tanınmış, yaygın formdur. Terim,
Farsça Türki: “Türk'e ait, Türkçe” sözcüğünden kaynaklanmıştır (Say, 2002: 542).
Türküler Türk köylüsünün, Türk aşiretlerinin, büyük
kasabaların eski ve yerli halkının Türk bard (saz şairi,
ozan) ve trubadurları olan aşıkların müziğidir. Folklor,
anonim bir özellik taşır. Yaratıcıları çoğunlukla belli
değildir. Türküler batıdan Adriyatik kıyılarından
başlayarak, bütün Balkanlarda, Anadolu'da; Doğu'da
Sibirya'dan Lena ırmağına, Çin Seddi'ne kadar uzanan
topraklarda, Kırım'da, Uraşşar'da, Kuzey İran' da bütün
Orta Asya'da, Arap Yarımadası'nın Anadolu'ya yakın
yörelerinde; bir başka deyişle Türkçe'nin konuşulduğu
her yerde Türk halk musikisine ve onun çalgılarına
rastlayabiliriz.
Türküler iki büyük kaynaktan beslenmektedirler;
1- Aşıklar
2- TürküYakıcılar
Bu iki grup halk sanatçıları, çeşitli eski ezgilerden,
akıllarında kalanları, bilmeyerek, bir başka söz altında
birleştirmek suretiyle yeni yeni türkülerin meydana
gelmesine sebep olurlar. Bu işi yaparken daha önceden
bilinen kuralları uygulamayı düşünemezler, uygulayamazlar, Zira, nazari müzik bilgileri yoktur bu işi İçgüdü
ile yaparlar. Aşıklardan bir çoğu eskiden yaşamış büyük
ozanların deyişlerini, yetiştikleri yörenin müziği ile
söylerler (Emnalar, 98: 28).
Tanilli'ye göre; halk türküleri ölçülü ya da ölçüsüz olur.
Ölçülü olanlarına kırık hava, ölçüsüz olanlarına da
genellikle uzun hava denir. Uzun havalar, Anadolu'nun
değişik bölgelerinde, bozlak, türkmeni, maya, hoyrat,
divan, ağıt gibi adlarla anılır. Bunlar, genellikle, Karacaoğlan, Emrah, Ruhsati, Sümmani ve daha birçok
tanınmış halk ozanın deyişleri üstüne yakılmıştır
(Tanilli, 2006: 525).
Geçmişte Türk'e ait, Türk ile ilgili anlamında kullanılmış
olan “Türkî” kelimesinden gelişen türkü, hem geleneksel Türk halk edebiyatı hem de müziği için kullanılan bir
terimdir. Bir anonim halk şiiri nazım biçimi olan türküler, bu sözlerin genellikle kolay anlaşılabilir ve küçük
soluklu ezgilendirilmesi sonucu oluşmaktadır. Türkü
bentleri, yapı ve sözleri bakımından iki bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölüm türkünün asıl sözlerinin bulunduğu, “bent” denilen kısım; ikinci bölüm ise
“bağlama” ya da “kavuştak” adı verilen, her bendin sonunda yinelenen nakarattır. Bentler ve kavuştaklar kendi aralarında kafiyelendirilmektedir. Hece ölçüsünün
her kalıbıyla söylenen türkülerde umumiyetle yedili,
210
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
sekizli ve on birli hece kalıpları kullanılmıştır. Genellikle
aşk, bir teşebbüse engel oluş, sıla hasreti, tabiat güzellikleri, sevgiliyi sembolize eden turna, ceylan, âhu gibi
kavramların konu olarak seçildiği türküleri; ezgileri,
konuları ve yapıları bakımından sınıflandırabilmek
mümkündür. Ayrıca bazı tanınmış türkülerin, içindeki
en etkili sözlere göre de adlandırıldığı görülür: Ayşem,
Zeynebim, Fidayda, Adanalı gibi. Bunun yanında, bazı
yörelerdeki türküler, belirli öğeleri içermeleri nedeniyle
birer tür özelliği göstermektedir (Tokgöz, 2010).
vurmalı çalgılarla yetinmeyip giderek ezgiyi
seslendirebilen telli çalgılara yöneldiği bilinmektedir.
Destanlarda, yuğlarda söylenen sağular, düğün ve av
törenlerinde söylenen koşuklar, ozanlar tarafından
kopuz eşliğinde seslendirilmiştir. 9. yüzyıldan itibaren
İslam kültür çevresine girmeye başlayan Türkler,
yerleşik yaşam biçimine geçerek değişen toplumsal
koşullara uymuşlardır. Eski düzendeki göçebe yaşan
biçimlerine ilişkin kültürel değerleri de değişmeye
başlamış, kentleşmeyle birlikte köy kent farklılıkları
belirgin düzeye ulaşmıştır (Say, 2005: 521).
TÜRK HALK MÜZİĞİVEYAPISI
20. Yüzyılın değişen yaşam koşulları yüzünden
“geleneksel”yönüyle halk müzikleri hemen bütün ülkelerde bir gerileyiş dönemine girmiş, yeni örnekleri yaratılmaz olmuştur. Bu gerçeklik Türkiye'yi 20. Yüzyılın ilk
yarısında değil, ama yüzyılın üçüncü çeyreğinden
itibaren etkilemiştir: Cumhuriyetin kurulmasından
sonra bilinçli bir halk kültürü kavrayışından kaynaklanan derleme çalışmaları geliştirilmiş, bu eserlerin
kamuoyunda tanınması için özellikle radyo yayınlarında seslendirme programlarına önem verilmiştir. Aşık
geleneğinin son kuşağı olan Aşık Veysel, Aşık Ali İzzet
gibi halk sanatçılarına değer verilmesi de bu kapsamdadır. Halk müziğimizin özellikle gençlik tarafından
benimsendiği kısa bir dönem ise 1930'lu yıllarda başlayıp 1970'li yıllarda son bulmuştur. 1970'ten sonra yerli
ve yabancı popüler müziklerin egemen olması nedeniyle bütün geleneksel değerler gibi halk müziğimiz de
yeni kuşakların tanıyıp yakınlık duyamadığı bir müzik
türü konumuna gelmiştir (Say, 2002:.542-543).
Yener ve Aksu'ya (2010) göre; Türk Halk Müziği, Türk
halkının yüzyıllardan beri yaşadıkları, düşündükleri ve
yarattıklarının bir potada özümsenip kulaktan kulağa,
dilden dile yaşatılarak günümüze aktardıkları ve eskisine göre biraz şekil değiştirerek günümüzde de
üretimini sürdüren tipik, otantik Türk Müziği'dir. Buradaki "Türk Halkı" kavramı Türkiye sınırları içerisinde
yaşayan ve etnik yapısı ne olursa olsun Türkiye
Cumhuriyeti bayrağı altında buluşan tüm vatandaşları
kapsar. Ülkemizde her ne kadar bu etnik farklılıklar
üzerinden bazı farklı açılımlara gidilmeye çalışılsa da o
yörelerin Türkülerindeki yapı benzerliği de aslında aynı
kültürün ve hissiyatın yarattığı insanlar olduğumuza,
küçük ama net bir işarettir
Halk müziğimiz kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze kadar gelmiştir. Genellikle sözlü şarkılardır ve genellikle anonim özellik taşırlar. Sözleri Türkçe olan ve halk
şiiri geleneğiyle iç içe bulunan türkülerimiz, kendine
özgü çalgıları, söyleyiş ve çalış tavırları, çeşitli formları
ve geniş dağarıyla 20'inci yüzyılın ortalarına kadar
toplumumuzda etkin olmuştur. Tarihin akışı içinde
değişen toplumsal ve kültürel koşullar halk müziği
geleneğine yeni soluklar kazandırmıştır. Bu sentezin
içinde, diğer kültürlerin etkileri de vardır. Anadolu
toprakları, tarih içinde bu etkilerin yoğun biçimde
yaşandığı bir kültürel zenginliği sergiler. Kökleri Orta
Asya göçebe kültüründen beslenen halk müziğimiz,
özellikle 13'üncü yüzyıldan başlayarak Anadolu'da
öteki kültürlerle olan etkileşimler sonucunda orijinalitesini yitirmiştir (Say, 2005: 521).
Söz konusu dolaylı etkilerin arasında, ilkçağın kültür
mirasını yansıtan Sümer, Hitit, Yunan ve Roma Uygarlıklarının Anadolu toprakları üzerinde bıraktığı izler de
vardır. Türk boyları 12'inci yüzyıldan başlayarak Anadolu'ya gelip yerleşirken, beraberinde iki büyük kültürel etkeni getirmişlerdir. Bu etkenler Türk boylarının
İslamiyet öncesinde bağlı bulundukları doğal inançların mirası ve İslam kültür çerçevesi içinde yer almış
bulunmanın kaçınılmaz etkileridir. İslamiyet öncesi
koşullarındaki Asya Türk boylarında müzik kültürünün,
erken ortaçağda Şamanların kişiliğinde temsil edilen
RUMELİTÜRKÜLERİVEYAPISAL ÖZELLİKLERİ
Rumeli'nin sözlüklerde yer alan tanımlarını sıralarsak
Rumeli kelimesi ile kastedilen yer Osmanlı Devleti'nin
Avrupa Kıtasındaki topraklarına verilen isim, aynı
zamanda balkan yarım adası olarak bilinmekle birlikte,
kuzey batı kısmına “Trakya” da denir. Sınırları kuzeyde
Tuna ve Sava nehirleri, güneyde Marmara, Ege ve
Akdeniz, batıda İyon ve Adriyatik Denizi, doğuda
Karadeniz ve Ege bulunmaktadır. 780.000 km2 kadar
yüzölçümü vardır (Akt: Soysal, 2007).
Bölgenin adı olan Balkanlar sözü Türkçedir. Bir bölge
adı olarak Balkanlar sözü Türk Dil Kurumu'nca “öz. a.
Hırvatistan, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Slovenya,
Arnavutluk, Makedonya, Bosna-Hersek, Bulgaristan,
Romanya, Yunanistan ve Trakya'yı içine alan bölge”
şeklinde belirtilir. Kelimenin yapısında yer alan Balkan
sözünün, “sarp ve ormanlık sıradağ; sık ormanla kaplı
dağ; yığın, küme; sazlık, bataklık” gibi anlamları vardır.
Balkan Yarımadası'nın bir başka adı da Osmanlı kayıtlarına göre Rumeli olmaktadır. Balkan müziği, Balkan
Yarım adasında bulunan ülkelerin yaptığı müziklerin
genel adıdır (Wikipedi).
211
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Gültekin'e (2008) göre; 1900'lü yılların başında Balkan
savaşları nedeniyle yapılan zulümlerden kaçmak için
Rumeli'den Anadolu'ya göçen Türkler beraberinde
kendi yaşam biçimini (kültürünü) de getirmişlerdir.
Gelenek ve görenekleriyle, dilleriyle, sanatıyla, mimarisiyle, giysileriyle ve özellikle de müzikleriyle kültürümüze ayrı bir güzellik katmışlardır. Göçlerden dolayı
Rumeli Türkleriyle olan kültür alış verişi özellikle müzik
alnında yoğun biçimde yaşanmıştır. Diğer bölgelerde
de olduğu gibi Rumeli'den Ege bölgesine yapılan
yoğun göçler Ege ve Rumeli halkının iç içe yaşamasına
sebep olmuştur. Göçler sırasında yaşanan sıkıntılar ve
zulümler sadece tarih kitaplarında değil, halkın
sevinçlerini üzüntülerini yansıttığı sazda-sözde yani
türkülerle de yorum bulmuştur.
Rumeli bölgesindeki ilk müzik araştırmaları Avrupalılar
tarafından yapılmış, hatta armonilenen ilk Rumeli
türküsü de, C.M.Weber'in (1786-1826) “Oberon” operasında ki bir oyun havası olduğu da Gazimihal tarafından belirtilmiştir. Türk halkı edebiyatını ortaya koyarken, müzik unsurunu bir araç olarak kullanmış, ortaya
çıkan ürünleri de kimi zaman bilinmeyen tarihe de ışık
tutan tarihi olaylar ile sevmişler ve yaşatmışlardır. Buna
göre, olay türkülerinin içerdikleri olaylar ile birlikte
tespit edilmesi, notalı olanlarla birlikte bir araya getirilmesi amaçları gözetilmiştir. Tespiti yapılabilen en eski
eser 1465 yılında Bosna'nın fethedilmesiyle şehre giren
Fatih ordularınca söylendiği, gerek ezgisel gerekse
ritim yapılarından yola çıkarak Mehter marşlarına
benzediği de söylenebilir (Soysal, 2007).
Rumeli bölgesinde Türk müziği etkisi Türkler'in bu bölgeye gelmesiyle başlamış, beş asır boyunca devam
etmiştir. Bu etkileşimde Evladı Fatihan'ların, serhat
kalelerinde ve yeniçeri ocaklarında hayatlarını geçirmiş, Bağdat'tan Viyana sınırlarına kadar uzanan coğrafyada geçen kahramanlıkları ve fethedilen kalelerin
şehirlerin ve bunların elden çıkışlarını konu alan türküler söyleyen Serhat Gazi'lerinin ve Türk Akıncıları'nın
büyük etkisi vardır. Bütün bunlar Divan Edebiyatının da
yanında Halk Edebiyatının da gelişmesine sebep
olmuştur (Soysal, 2007).
Budin, Niş, Banyaluka ve İzvornik türkülerinde, elde
ettiğimiz verilere göre,1736 yılında hazırlıklarına
başlanan ve 1737'nin haziran ayının 29'una denk gelen
Aziz Petro gününde Bosna-Hersek Eyaletinin yedi
sancağında meydana gelen Osmanlı, Avusturya-Rus
savaşı ana temayı teşkil etmiş olup, türkülerinde bu
tarihlerde ortaya çıktığını sanılmaktadır. Dönemin
Bosna Valisi Hekimzade Ali Paşa (1699-1769) olup bu
savaşta fevkalade yiğitlik göstermiş, bilgin ve bilge
efendilere, tecrübelilere akıl danışmış, tedbirliliği ile bu
savaşı kazanmamıştır.
Plevne türküleri bilindiği üzere yine 1877'de OsmanlıRus savaşında Plevne savunmasıyla savaş sanatlarında
SAYI 17 - 18
ne kadar usta olduğunu gösteren Mareşal Osman Paşa
(1832-1900) türkülerdeki temada başkahraman olarak
görülmektedir. Plevne türküleri Osman Paşa türküleriyle özdeşleşmiştir. Rumeli türkülerinin önemli bir kısmı da bölgedeki Eşkiyalarla ilgilidir. Destanlara ve türkülere konu olan Osmanlı dönemi isyancılarından Köroğlu destanı kesin olmamakla birlikte Celali isyanları
dönemi 16 ve 17. yüzyıllarda meydan geldiği, Pazvandoğlu (1758-1807), Halil Ağa (1801), Debreli Hasan (18701920) ve Patrona (1730) isyanları içerdikleri olaylar açısından tarih ile örtüştüğü görülmektedir (Soysal, 2007).
RUMELİ TÜRKÜLERİNİN
SES ANALİZİNİN YAPILMASI
Türk halk müziği, bilimsel araştırma düzenine bağlı
çeşitli çalışmaların konusu olmuştur. Hemen hepsi de
Cumhuriyet döneminde başlayan bu çalışmalar, çeşitli
aşamalardan geçerek bugüne varmıştır.
Çağdaş Türk Müziği'nin Cumhuriyet dönemindeki ilk
öncüleri olarak kabul edilen ve Türk Beşleri olarak anılan bestecilerimiz: Cemal Reşit Rey, Hasan Ferit Alnar,
Ulvi Cemal Erkin, Ahmet Adnan Saygun, ve Necil Kazım
Akses ve diğer Türk bestecileri türkülerimizi, ses eğitiminde kullanılmak üzere piyano eşlikli olarak ele almışlar, yeniden düzenleyerek yazmışlardır. Bu kişilerin
öncelikle ortak özellikleri, devlet desteğiyle yurt dışına
gidip eğitimlerini tamamladıktan ve yurda döndükten
sonra, ulusal kaynaklardan yararlanmaya öncelik vermiş olmalarıdır. Ulusal kaynaktan kastettiğimiz halk
edebiyatından başka bir şey değildir.
Bu bölümde, araştırmacı tarafından seçilen “Rumeli
türkülerinin ses eğitiminde kullanılabilirliğine yönelik
olarak analiz çalışması” yapılmıştır. Öncelikle Cumhuriyet dönemi bestecilerinin düzenlemiş olduğu Rumeli
türkülerinin analizi Mersin Devlet Opera ve Balesi bas
ve bariton ses sanatçıları ve eğitimciler tarafından
yapılmış, araştırmacının ses eğitimi için düzenlediği
Rumeli türküleri ise eğitim fakültesi ve konservatuar
şan bölümünde görev yapan öğretim elemanları ve
okuyan öğrenciler tarafından seslendirilmiş, gereken
düzenlemeler yapılarak çalışmaya alınmıştır.
212
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
BÜLBÜLÜM ALTIN KAFESTE (NEVİT KODALLI)
Rumeli türkülerine bir örnek olarak Bülbülüm adlı eseri ele alırsak;
• Yazımda kullanılmış olan tonun bas ses aralığına
uygun olarak kullanılması, yüksek seslerde ünlü harflerle ilgili yaşanan rahatsızlıkların önüne geçmiştir.
• Türkünün cümle yapısının şan nefes tekniği açısından rahat olması şan tekniği ile seslendirilmesi açısından son derece olumlu etkidedir.
• Eserin içinde yer alan acelitelerin fazlalığı öğren-
cinin teknik açıdan gelişimini olumlu yönde etkileyecektir.
• Melodinin aklıda kalıcı olması öğrencinin öğrenimine kolaylık sağlayacaktır.
• Eserde prozodi açısından herhangi bir soruna rastlanmamıştır. Hecelere gelen sesli harf vokalleri öğrencinin pozisyon açısından rahat etmesini sağlayacaktır.
YİNE DE ŞAHLANIYOR AMAN
(AHMET ADNAN SAYGUN)
ESTERGON KALESİ
(İLHAN BARAN)
• Cümlelerin ikişerli tekrar halinde devam ediyor
olması, öğrenim aşamasında pozisyonları pekiştirmek
adına olumlu düşünülebilir.
• Cümle içinde oluşan tekrarların ara sıra eşlik içinde
gelişen değişiklikler eserin tınısı açısından farklılaşmasına neden olmuştur.
• Eser klasik tarzda düzenlendiğini için nüanslar daha
belirgin hale getirilebilirdi.
• Eserin yürük olması nedeniyle vokaller sıkışabilir.
• Register olarak uygun; fakat üst tonlara“ü”ve“ö”vokallerinin gelmesi sesi tutma hususunda sorun yaratabilir
• Eser söylenirken onaltılık olarak gelen notaların söylenmesine dikkat edilmelidir. Öğrenci pasajda sıkışabileceğinden artikülasyon bozulabilir.
213
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
OSMAN PAŞA (İLHAN BARAN)
kal gelişimine katkı sağlayacaktır.
• İlhan Baran'ın düzenlediği, Osman Paşa türküsünde
ise 3/4'lük ve 2/4'lük tartımlar mevcuttur. Tartımın
değişken olması ritmik duyguyu geliştirir.
• Eser, ses gürlüğü konusunda ses icracısını destekler
pozisyondadır. Pasajlar icracının şan tekniği ile seslendirmesi açısından oldukça olumludur.
• Eserin akılda kalıcı olan etkisi ve register'in
basbariton için rahat sayılacak aralığının olması, öğrencinin gelişim sürecini olumlu yönde etkileyecektir.
• Eser; ses aralığı açısından genel olarak uygundur.
Register açısından herhangi bir zorluk gözlenmemektedir.
• Eseri doğru nefes tekniği ve andante seslendirmek
söyleme rahatlığı sağlayacaktır.
CEDDİN DEDEN NESLİN BABAN
(Düz.Tülin Malkoç, Piy.Eşl.Düz.Hakan Bağcı)
ÇALIN DAVULLARI
(Düz.Sırrı Ali Talay, Piy.Eşl.Düz.Aytekin Albuz)
• Yazımda kullanılan ton, bas ses aralığına oldukça
uygun seçilmiştir.
• Eser ses eğitiminde kullanılabilecek farklı tonlarda
yazılmıştır.
• Besteci prozodi uyumunu oldukça usta bir biçimde
kotarmıştır; fakat özellikle cümle sonlarındaki uzun
notalar cümle yapısını bozma riski doğurabileceğinden suslar kullanılabilirdi.
• Tiz seslerde vokalle alakalı güçlüklere rastlansa da,
eseri doğru nefes tekniği ve andante seslendirmek
rahatlık sağlayacaktır...
• Eserin bilinen bir türkü olması, polifonik uyumun
kabul görmesi açısından son derece olumlu etkidedir.
• Eser, ton açısından icracı için güçlük içermemekle
birlikte, eserdeki en pes ve en tiz nota genişliği, icra
edilen seslerin tutarlı ve dengeli olması konusunda
doğru nefes tekniğiyle sıkıntıyı ortadan kaldırabilme
etkisindedir.
• Yazımda kullanılmış olan tonun bas ses aralığına
uygun olarak kullanılması, yüksek seslerde ünlü harflerle ilgili yaşanan rahatsızlıkların önüne geçmiştir.
Türkünün cümle yapısının şan nefes tekniği açısından
rahat olması şan tekniği ile seslendirilmesi açısından
son derece olumlu etkidedir.
DAĞLAR DAĞLARVİRAN DAĞLAR
(Düz.Tülin Malkoç, Piy.Eşl.Düz.Hakan Bağcı)
ARDA BOYLARI
(Düz. Tülin Malkoç, Piy.Eşl.Düz.Hakan Bağcı)
• Türkünün seslendirilmesi düşünüldüğünde, ses
aralığı açısından icracı için herhangi bir güçlük gözlemlenmemektedir. Legato (bağlı) tekniği ve andante(ağır)
düşünülerek seslendirilen eser, ses eğitiminde kullanılabilir.
• Eserde prozodi açısından herhangi bir soruna rastlanmamıştır. Hecelere gelen sesli harf vokalleri öğrencinin pozisyon açısından rahat etmesini sağlayacaktır.
• Melodinin aklıda kalıcı olması öğrencinin öğrenimine kolaylık sağlayacaktır.
• Eser; ses aralığı açısından genel olarak uygundur.
• Türkünün cümle yapısının, ses eğitimindeki nefes
tekniği açısından rahat olması, seslendirilmesi
açısından son derece olumlu etkidedir.
• Eserin genel olarak dinleyici tarafından bilinen bir
türkü olması, polifonik uyumun kabul görmesi açısından son derece olumlu etkidedir.
• Melodinin akılda kalıcı olması, seslendirmede
kolaylık sağlamaktadır.
BÜLBÜLLER ÖTÜYOR SEHERVAKTİDİR
(Düz.Tülin Malkoç, Piy.Eşl.Düz.Hakan Bağcı)
TUNA NEHRİ AKMAM DİYOR
(Düz.Tülin Malkoç, Piy.Eşl.Düz.Hakan Bağcı)
• Türkü bas sesler tarafından seslendirildiğinde duyulan haz daha güzel olduğu gözlemlenmektedir. Yazımda kullanılmış olan tonun bas ses aralığına uygun olarak kullanılması, yüksek seslerde ünlü harflerle ilgili
yaşanan rahatsızlıkların önüne geçmiştir
• Eserin legato (bağlı) söylenmesi, öğrencinin müzi-
• Eser, ton açısından icracı için güçlük içermemekle
birlikte, eserdeki en pes ve en tiz nota genişliği, icra
edilen seslerin tutarlı ve dengeli olması konusunda
doğru nefes tekniğiyle sıkıntıyı ortadan kaldırabilme
etkisindedir.
• Eserin genel olarak dinleyici tarafından bilinen bir
türkü olması, polifonik uyumun kabul görmesi açısından son derece olumlu etkidedir.
214
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
SONUÇVE ÖNERİLER
Rumeli Türkülerinin ses eğitiminde kullanılabilirliği
düşünüldüğünde ortak bazı sonuçlar çıkmaktadır:
• Rumeli türkülerinin ağıtsal havası seslendirme açısından, sesin gelişimine katkı sağlamaktadır.
• Eserlerde gerekli boğumlamaları yaparak seslendirme türküye başka bir haz vermektedir. Çünkü her yöre
kendine göre söyleme farklılıkları içermektedir. Eserler
Türkçeyi doğru kullanma pozisyonuna göre söylendiğinde, prozodi uyumu oldukça usta bir biçimde kullanılmaktadır.
• Piyano eşliklerde görülen melodi desteği icracıyı ön
plana çıkararak hem icracının alanını genişletmek, hem
de eserin dinleyici tarafından anlaşılırlığını yükseltmek
açısından son derece olumludur.
• Türkülerde anlatılan hikâyelerin içeriği, eserlerin
seslendirilişinde icracının ses rengini ve gürlüğünü
rahatlıkla ifade etmesini sağlamaktadır. Bu durum da
icracı anlatıma odaklanarak eseri son derece rahat
seslendirmektedir.
• Ses eğitimi alınarak seslendirilen Rumeli türkülerine
farklı bir boyut, tad kazandırıldığı gözlemlenmiştir. Türkünün halk dilindeki duyarlılığı, bir aria seslendirirken olan
derin anlatım ve teknik bu eserler için de gözlemlenmiştir.
Ses eğitiminde piyano eşlikli yazılmış türkülere ait kaynaklar çok fazla bulunmamaktadır. Bestecilerimizin
türkülerimizi ele alıp ses sınırlarına göre düzenlemeler
yapmaları olumlu sonuçlar verecektir. Ulusal kültürümüzün, dilimizin, müziğimizin korunması, geliştirilerek
gelecek kuşaklara aktarılabilmesi için ses eğitimi alanındaki bu boşluğu doldurmak üzere özellikle şan
eğitimcilerine ve bestecilerine fazlaca iş düşmektedir.
Eğitim fakültelerinde ve konservatuarlarda okuyan
öğrencilerin, repertuarlarında türkülere yeteri kadar
yer vermemesi, yeni neslin bu kültürden uzak kalmasına neden olmaktadır. Oysa ki ses eğitimcilerinin
ses aralıklarına göre türküleri inceleyip, ses eğitimi için
ses geliştirmeye müsait olarak seçtikleri eserler
bestecilere verilip piyano eşlikli olarak düzenlenebilir.
Bu sayede öğrencilerin Türk Halk Müziğini daha iyi
tanımalarına imkân verecek çalışmalar, araştırmalar
içerisinde olmaları sağlanabilir. Rumeli türküleri incelendiğinde, ses sınırı ve armonik yapısı açısından, eğitim fakültelerinde ve eğitim kurumlarında kullanılabilecek nitelikte, bazılarına öncelik tanınabilir ve bu doğrultuda yeni yazılacak eserlerin yapısının tekrar düşünülmesi gerektiği önerilebilir.:
KAYNAKLAR:
Gültekin, E. (2008). Dokuz Zamanlı Rumeli İle Ege Yöresi Sözlü Halk
Ezgileri Arasındaki Etkileşim ve Sonuçları. Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi. İstanbul: Haliç Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Emnalar, A. (1998). Tüm Yönleriyle Türk Halk Müziği ve Nazariyatı.
İzmir: Ege Üniversitesi Basımevi
Tokgöz, H. (2010). Bazı Hususiyetleriyle Rumeli Türküleri. Kandil Kültür
Sanat ve Edebiyat Dergisi. s.3 (erişim tarihi: 21.11.2011)
[online]: http://www.kandildergisi.com/2010/12/bazi-hususiyetleriylerumeli-turkuleri/
Say,A. (2002). Müzik Sözlüğü. Ankara: Müzik Ansiklopedisi Yayınları.
Yener, S.; Aksu, C. (2010). Türk Halk Müziği Ezgilerindeki Türk Müzik
Dokusunun Bilgisayar Destekli Analizi. (erişim tarihi: 21.11.2011)
Say, A. (2005). Müzik Ansiklopedisi. Ankara: Müzik Ansiklopedisi
Yayınları
[online]: http://e-dergi.atauni. edu.tr/index.php/GSED/
article/view/2437/2447
Sosyal, F. (2007). Rumeli Olay Türküleri. Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi. İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Wikipedi. Balkan Müziği. (erişim tarihi: 21.11.2011)
[online]: http://tr.wikipedia.org/wiki/Balkan_m%C3%BCzi%C4%9Fi).
Tanilli, S. (2006). Uygarlık Tarihi. (22.Baskı), İstanbul: Alkım Yayınevi
215
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Boşnak Kültüründe
SEVDALİNKA
1463 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından Osmanlı topraklarına katılan Bosna, sancak olarak Rumeli eyaletine bağlanmış,
XVI. yy.da, Osmanlı devleti Avrupa ortalarına doğru genişlediği sırada da, eyalet haline getirilmiştir. 400 yıl gibi uzun bir süre
Osmanlı egemenliğinde kalmış, 1878'de imzalanan Berlin Antlaşması ile, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun yönetimine
bırakılmıştır. Osmanlı'ya katılmasından sonra, toprak sahibinden köylüsüne kadar müslümanlığı kabul eden Bosnalılar,
“Boşnak” adıyla anılmışlardır. Boşnak kültürü, Türk-İslam etkisi altına girmiş, mimari ve el sanatları dışında, sosyal yaşamın bir
parçası olan müziklerinde de bu etkileşim görülmüştür. Boşnak müziğinin genel yapısı, Batı'nın tonal sistemi ile Doğu'nun
makam sisteminin bir karışımı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu araştırmada, Boşnak müziğinin en karakteristik türlerinden biri
olan “Sevdalinka” şarkıları, iki farklı örnek üzerinden incelenmiş, müzik, söz ve makamsal etkiler araştırılmıştır. Sonuç kısmında
“Sevdalinka” türünün giderek azalmasının sebepleri üzerinde durulmuştur.
Fazıl Cem KÜÇÜMEN, İstanbul Üniversitesi
BOŞNAK MÜZİĞİ
Boşnak müziğinin oluşumu ve seyri için öncelikle etki
altında kaldığı tarihsel sürece bakmak gerekir. Tarihçiler, Bosna-Hersek tarihini şu dönemlere ayırmaktadırlar: İlyiryalılar dönemi (M.Ö.1300-M.S.9), Roma
dönemi (9-480), Doğu-Batı Uygarlıkları çatışması dönemi (480-1091), Zemljica-Bosna dönemi (1091-1180),
Ban'lar dönemi (1180-1377), Bosna-Hersek Krallığı
dönemi (1377-1463), Osmanlı İmparatorluğu dönemi
(1463-1878), Avusturya-Macaristan İmparatorluğu
dönemi (1878-1918), Yugoslavya Krallığı dönemi
(1918-1945), Yugoslavya Devleti yönetimi (1945-1992),
Bosna-Hersek Cumhuriyeti dönemi (1992).
luğunun Balkanlardan çekilmesinin bu süreci hazırladığı savunulabilir. Batı müziği çalgılarının kullanılması
da bu döneme rastlamaktadır. Bu bağlamda, akordeon
çalgısının yöre müziklerinde etkin olarak yer alması
örnek olarak gösterilebilir.
Bosna'nın Osmanlı'ya katılmasından sonra, toprak
sahibinden köylüsüne kadar müslümanlığı kabul eden
Bosnalılar, “Boşnak” adıyla anılmaya başlamışlardır.
Boşnak kültürü, Türk-İslam etkisi altına girmiş, mimari
ve el sanatları dışında, sosyal yaşamın bir parçası olan
müziklerinde de bu etkileşim görülmüştür.
Sevdalinka, sevdah (sevda, karasevda) sözcüğünden
türetilmiş bir Boşnak vokal müzik türüdür. Önceleri saz
eşliğinde söylenirken, sonraları akordeon ve günümüzde de diğer Batı Müziği enstrümanlarının eşliğinde
de söylenmektedir. Bosna'lı müzisyen Omer Pobriç,
Sevdalinka'yı şöyle tanımlamaktadır: “Sevdalinka”,
Boşnak ve şehirli aşk şarkısıdır.“Boşnak”sözcüğü kaynağını, “şehirli” şehirliliğini, “aşk” sözcüğü ise içeriğinin
konusunu belirler. Pobriç'in başka bir söylemi ise
tanımlamaya açıklık getirmektedir: Hayat, maalesef
sadece aşktan ibaret değil, “sevdah”ın en üst noktası
olan “Sevdalinka” sadece aşk şarkısı değildir. “sevdah”
Boşnakların hayat tarzı, “Sevdalinka” ise Boşnakların
yaşantılarının tarihi kâtibidir (Vraniç; Pobriç, 2005). İlk
söyleyeni bilinmeyen ve kulaktan kulağa yayılan
anonim eserlerdir.
Boşnak müziği genel yapı olarak, Batı'nın tonal sistemi
ile Doğu'nun makam sisteminin bir sentezidir. Ritmik
yapısı basit usullere dayanır. Trioleler, senkoplar, armonik minör gamlar ve artık ikililer gibi unsurlara sıklıkla
rastlanır. Başlangıçta, makamsal özellikleri de barındıran müzikleri, Osmanlı'nın bölgeyi terk etmesine
bağlı olarak tonal etkilerin ağırlık kazanmasına yol
açmıştır. 1856 Paris antlaşması ile başlayan çözülme ve
ardından 1878 Berlin antlaşması ile Osmanlı İmparator-
Boşnak müziğinde, Müslümanlık, Osmanlılık, Slavlık,
Doğululuk, Batılılık ve Yugoslavlık kimliklerininin bir
arada bulunduğu söylenebilir.
SEVDALİNKA
216
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Sevdalinka şarkılarının sözlerinde geçen yerler ve
yaşam biçimi, Müslüman şehir halkı hakkında bilgiler
vermektedir. Miljacka nehri, Bentbaşı, Saraçi ve Kovaçi
mahalleleri, gri sokaklar, büyük tahta kapılar, sümbüller
ve güller, Osmanlı tipi evler, camiler ve ihmâl edilmiş
mezarlar (Vraniç,Pobriç,2005). Bir edebiyat tarihçisi
olan Raşid Duriç'in konuyla ilgili aktarımlarına bakıldığında: Sevdalinka'nın sadece güzel melodilerden
oluşan bir şarkı olmadığı, Osmanlı ve AvusturyaMacaristan hükümdarlığı altındaki eski Bosna'yı akla
getirdiği, kökeni ve ilhâmı aşktan gelmesiyle beraber,
kültürel, şehirli, belgesel, yerel ve özel unsurlarıyla kökü
olan aşk duygusunu aştığı gibi bilgilere ulaşabilir.
Ayrıca müzik ve söz geleneği içinde beş yüzyıl boyunca
devamlılığını sürdürerek, Boşnakların ruh kültürünün
bir göstergesi olduğu da söylenebilir. Sevdalinka'nın
düzgün ve doğru bir şekilde yorumlanabilmesi için, iyi
bir ses yanında özel bir teknik eğitim ve duygu gerekir.
Genellikle serbest ve çoğu zaman melismatik (bir hecenin birden çok notaya gelmesi) yoruma açık olması,
hançereyle yapılan ve vokal bir teknik olan vibratolar
sık rastlanılan unsurlardır. Solo veya saz eşliğinde söylenen Sevdalinka'lar makamsal özellikler taşımaktaydı.
İlerleyen zaman içerisinde Batı müziği enstrümanlarının kullanılmasıyla birlikte, makamlar yerini tonal
sisteme bırakmış, makamsal etkiler artık ikili ile duyurulmaya çalışılmıştır. Melodik ritmin belirlenmesi,
melismatik söyleyiş tarzının azalmasına yol açmıştır.
Sevdalinka sözlerinde görülen hece sayısı, farklılıklar
göstermektedir:
Onüç heceli örnek / Uzeh Djugum i mastrafu podjoh na
vodu.
Onbir heceli örnek / Ja kakva je Djulbegova kaduna.
On heceli (5+5) simetrik örnek / Djevojka vice sa visoka
brda.
On heceli simetrik olmayan örnek / Posetala Hana
Pehlivana.
Sekiz heceli simetrik olmayan örnek / Ja svu noc lezah ne
zaspah.
Sevdalinka, şehir merkezlerinde ortaya çıkmış bir şehir
şarkısı olmasına rağmen, zaman içerisinde kasaba ve
köylere kadar yayılmış, göçler sonucunda da Türkiye
dahil olmak üzere bir çok ülkeye taşınmıştır.
SEVDALİNKA ÖRNEKLERİ
Kad ja podoh na Bembašu (Bentbaşı'na gittiğimde)
Bu Sevdalinka'da, Müslüman mahallesi olan Bentbaşı'
ndan kırsal ve yaşamsal anlatımlar yer almaktadır.
Nehir kenarında kuzuların otladığı Bentbaşı, Avlu kapılarındaki kızlar, demirli pencere arkasındaki sevgili ve
sevgiliye kavuşamama gibi konuları bu şarkıda görmek
mümkündür. Edebiyat tarihçisi Munib Maglayliç'in,
şehir yaşamıyla ilgili yazdıklarının arasında: “Sokaktan
geçen genç erkekler, pencere ya da yarım açılmış avlu
kapılarının ardındaki genç kızlarla tanışma imkânı bulabirlerdi. Bu tür aşk tanışmalarında anlaşma yollarından
biri şarkı, Sevdalinka'ydı” şeklindeki açıklamaları Sevdalinka'nın kökeni hakkında bilgiler vermektedir (Vraniç,
Pobriç,2005). Şarkının sözlerinde yer alan, “kapiji-kapı”,
“demirli pendžeru-demirli pencere” ve “dilberce” gibi
Türkçe kökenli kelimelere rastlanmaktadır.
Esere müzikal olarak bakıldığında, tonal mi minör yazı
kullanılmasına rağmen bûselik makâmı etkileri hissedilmekte, 6.cı ve 7. ölçülerde melismatik söyleyiş tarzı
görülmektedir (Şekil 1).
Kad ja podoh na Bembašu,
Na Bembasu, na vodu,
Ja povedoh b'jelo janje,
B'jelo janje sa sobom.
Bentbaşı'na gittiğimde
Nehir kenarındaki Benbaşı'na
Beyaz kuzumu otlatıyordum
Benimleydi beyaz kuzum.
Sve djevojke Bembašanke
Na kapiji stajahu ,
samo moja mila draga,
na demirli pendžeru.
Bentbaşı'nın bütün kızları
Kapıda duruyorlardı
Sadece benim sevdiğim
Demirli pencerede
Ja joj nazvah dobro veče
dobro veče djevojce.
Ona meni doc' do veče,
doc' do veče dilberče.
Ona iyi geceler,
İyi geceler genç kız dedim.
Bana gel bu gece,
gel bu gece yakışıklı dedi
Ja ne odoh isto veče,
vec ja odoh sutradan.
Drugog dana moja draga,
za drugog se udala.
Aynı gece gidemedim
ama ertesi gün gittim.
Sevgilim o gün,
başka biriyle evlendi.
Sekiz heceli (4+4) simetrik örnek / Put putuje Latif-aga.
Yaygın olarak kullanılanlar, simetrik olan sekiz heceli ve
simetrik olmayan on heceli vezinlerdir. Ayrıca, Türk
müziğinde görülen “of”, “aman”, “hey” gibi sözcüklere
şarkı sözlerinde yer verilmektedir.
Şekil 1. Kad ja podoh na Bembašu'nun Notası
217
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Ne Klepeći Nanulama (TakunyalarınıTakırtadma)
Sevdalinka şarkıları yalnızca sevgiliye duyulan özlemi
anlatmaz. Özlem duyulan sevgili, bu örnekte olduğu
gibi hayatta olmayan bir anne de olabilmektedir. Sözlerde, annesini kaybetmiş bir oğulun hüzünlü acısına,
Müslüman evlerinde çardak olduğuna, günlük yaşamda takunya kullanıldığı gibi bilgilere de ulaşılabilmektedir. Ayrıca, ćardaka-çardak, mezara-mezar gibiTürkçe
kelimeler yer almaktadır. Müzikal açıdan sol majör
tonalitesinde olan eserde, rast makâmı etkileri hissedilmekte, 1, 6, 8 ve 9.cu ölçülerde melismatik söyleyiş tarzı
görülmektedir (Şekil 2).
Ne silazi sa čardaka,
İ ne pitaj gdje sam bio,
zaŝto su mi oči plaĉne,
zbog čeka sdam suze lio.
Çardaktan aşağıya inme,
ve sorma neredeydim diye,
neden ağlamaklı gözlerim,
neden gözyaşı döktüm.
Stajao sam kraj mezara,
İ umrlu majku zvao,
Nosio joj dar od srca,
ali joj ga nisam dao.
Mezar kenarında duruyordum,
ve ölmüş annemi çağırıyordum,
ona kalbimden hediye götürdüm,
ama veremedim.
Ne klepeći nanulama,
kad silaziŝ sa čardaka,
sve pomislim, moja draga,
da silazi stra majka.
Takunyalarını takırtadma,
çardaktan aşağı inerken,
hep zannediyorum, sevgilim,
yaşlı annemin indiğini.
16. yüzyıl başından, 19.yüzyıl sonlarına kadar olan
dönem, Sevdalinka'nın altın dönemi olarak sayılmaktadır. Batı kültürünün, Bosna'nın yaşamına girmeye
başlamasıyla, Sevdalinka'nın özünü oluşturan alt yapı:
Bahçeli evler, kırsal yaşam, görüşemeyen sevgililer,
demirli pencereler, tahta kapılar, avlular, çardaklar,
giderek yerini modern yaşamın gereklerine bırakmış-
SAYI 17 - 18
lardır. Bu durum, Sevdalinka şarkılarının üretimini
yavaşlatmış, giderek müzik piyasasının desteklediği,
daha kolay söylenen ve çok satan yeni bir müzik anlayışına yol açmıştır. Günümüzde, eski tarzda Sevdalinka
söyleyebilen çok az sanatçı bulunmaktadır.
Müzikal anlamda, ortaya çıkan değişiklikler: Önceleri,
saz eşliğinde veya eşliksiz söylenen Sevdalinka'lar,
akordeon ve daha sonra Batı müziği sazlarının katılımıyla, en önemli unsur olan, sanatçının sesini geri plana itmiştir. Batı'nın getirdiği bir başka etki ise, makamsal ezgilerin yerini tonal etkilerin alması olmuştur.
Sıklıkla kullanılan makamların (hicaz, hüseyni, kürdi,
buselik, rast) basit makamlar olması ve çok sesli düzenlemeye uygun olmaları da bu değişimi kolaylaştırmıştır.
Sevdalinka'nın giderek yok olmasını önlemek
amacıyla, Bosna-Hersek'te kurulan, Fondacija Omera
Pobrica “Institut Sevdaha”, Saraybosna'da Kültür ve
Spor Bakanlığı'nın desteği ile 2008 yılında kurulan
Sevdalinka müzesi (Art kuća sevdaha) gösterilen çabalardır. 1992-1995 Bosna iç savaşı sonrası A.B.D.'ye göç
eden Boşnakların kurduğu, “Bosnian-Herzegovinan
Cultural Artistic Association Sevdah” (Sevdah BosnaHersek Kültür Sanat Derneği), İngiltere'de kurulan
“London Sevdah”gibi topluluklar da, bu çabaların Dünya'daki örnekleridir. “İzmir Bosna-Sancak Kültür ve Yardımlaşma Derneği” ise, Sevdalinka geleneğinin Türk
toprakları üzerinde yaşatılması amacına yöneliktir.
Tamamen kaybolmayan Sevdalinka şarkıları, zamanla
kimlik değiştirirerek yeni bir müzik türüne dönüşmüş
ve özünden uzaklaşmıştır. Günümüzde, eski geleneğe
bağlı kalarak icra edilen örneklerinin yanı sıra, pop,
rock, jazz, blues ve fusion tarzı versiyonlarına da
rastlanmaktadır.
Şekil 2. Ne Klepeći Nanulama'nın Notası
KAYNAKLAR
Aktüze, İ. 2003. Ansiklopedik Müzik Sözlüğü. İstanbul: PanYayıncılık.
Babuna, A. 2000. Bir Ulusun Doğuşu Geçmişten Günümüze Boşnaklar.
İstanbul:TarihVakfıYayınları.
Binark, İ., Demir, İ., Demirel, M. 1992. Bosna-Hersek ile İlgili Arşiv Belgeleri
(1516-1919). Ankara: T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü
Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı.
Hasan, H. 1987. Saray-Bosna Kütüphanelerindeki Türkçe Yazmalarda
Türküler. Ankara: Kültür veTurizm Bakanlığı.
Kulin, A. 2004. Sevdalinka. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Kurtişoğlu, F. B. 2008. Göçmen Kimliği Açısından Boşnak Müzikleri: Trakya
ve İstanbul Örneği. DoktoraTezi. İstanbul: İ.T.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Mektup Dergisi. 1998. Bosna'da Sevdalinka Geleneği. İstanbul.
Özkan, İ. H. 1998. Türk Musikisi Nazariyatı ve Usulleri. İstanbul: Ötüken
Neşriyat A.Ş.
Said, E. Şarkiyatçılık: Batı'nın Şark Anlayışları. İstanbul: MetisYayınları.
Todorova, M. 2003. BalkanlarıTahayyül Etmek. İstanbul: İletişimYayıncılık.
Vraniç, S., Pobric, Ö. 2005. Sevdah i Sevdalinka. Bosnia-Herzegovina:
Fondojica Omer Pobrica.
218
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Balkanlardan Ana Yurda
Göçle Gelen Kültür ve Türküler
Fransız ihtilali ile ortaya çıkan milliyetçilik akımından Osmanlı Devleti bünyesinde bulunan uluslar çokça etkilenerek bağımsızlık
için isyanlar başlatmışlardır. Osmanlı Devletinin elinden tek tek bağımsızlık ilan ederek ayrılan Balkan Devletleri Türk unsurunu o
bölgelerden arındırmayı amaç edinmiş, bu da Balkan topraklarından binlerce insanın Anadolu'ya zorunlu olarak göç etmelerine
yol açmıştır. Bu çalışmada Balkanlardan gelen bu büyük göç akımının tarihsel süreci kültürel boyutları ile irdelenmektedir. Göçün
sosyo-kültürel yapıya olan etkileri ve bunun Balkan türkülerine yansıma şekli bu çalışmada ele alınmıştır.
Harun GÜRBÜZ, T.C. Haliç Üniversitesi
Kişilerin daha iyi şartlarda yaşamak amacıyla meskun
bulundukları mahalli terk ederek başka bir iskan
birimine gitmek suretiyle meydana getirdikleri yer
değiştirme hareketine göç denir (Nedim, 1996:15).
Konumu itibariyle Balkanlar, Avrupa, Asya ve Afrika arasında geçiş yollarının birleştiği yerdedir. Yüzyıllar boyunca kavimlerin geçiş alanı olduğundan dolayı bu
bölgede birçok milletten insan yer almış, Osmanlıların
kesin hâkimiyetinden bugüne kadar da bölge, çok
çeşitli milletlere ev sahipliği yapmıştır. Osmanlı
Devleti'nin geri çekilmesine bağlı olarak özellikle 18771878 Osmanlı Rus Harbi sonunda Balkanların büyük bir
kısmı (Makedonya ve Trakya hariç) Osmanlı idaresinden çıkmış, kaybedilen topraklardan anavatana doğru
göçler hız kazanmıştır. Buna bağlı olarak gerek Balkanlar ve gerekse Anadolu yarım adası sürekli iç ve dış
göçlere sahne olmuştur.
Osmanlıların Balkanlar'daki toprak kayıplarını takip
eden dönemde 1.5 milyona yakın Müslüman'ın da Türkiye'ye göç ettiği belirtilmektedir. Göçmenlerin önemli
bölümü Balkanlar'dan gelmiştir. İmar ve İskan Bakanlığı'nın verilerine göre bu dönemde 400.000'i Yunanistan, 225.000'i Bulgaristan, 120.000'i Yugoslavya,
120.000'i Romanya ve 10.000'i de başka ülkelerden
olmak üzere toplam 870.000 göçmenin ülkeye giriş
yaptığı tahmin edilmektedir. Böyle göç hareketleri de
“Göçün kültürel sonuçları, kültür göçü, kültürel
yayılma, kültür şoku, kültürleşme, kültürlenme ve kültürel uyarlanma süreçlerini ortaya çıkarmıştır. Bu çalışmada Balkanlar'dan göçle gelen Balkan Türk'lerinin
anayurduna taşıdığı etnik, kültürel etkileşimleri ve bu
etkileşimlerin türkülere yansıma biçimi incelenecektir.
BalkanlardanTürkiye'ye Göç Hareketleri
Fransız İhtilâlinin ortaya çıkardığı milliyetçilik akımları,
bütün çok uluslu devletler gibi Osmanlı devletini de
etkilemiş, Balkanlarda yaşayan Sırp, Hırvat, Rum, Romen, Ermeni ve Bulgarlar da kendi ulusal birliğini oluşturmak için harekete geçmiştir. 1804'te Sırp isyanının
başlaması ile Türkler saldırılara maruz kalmışlar, katliamlardan kurtulanlar çeşitli bölgelere göç etmişlerdir.
Osmanlı devletinin 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı
Rumeli'de karşılaştığı en büyük yenilgisi olmuştur
(Şimşir, 1968:70). Müslümanların katliam derecesinde
öldürülerek, sürülmeleriyle neticelenen 187778
Osmanlı-Rus savaşı sonunda Balkanların büyük bir
kısmı Osmanlı idaresinden çıkmıştır. Bu savaş
sürecinde Osmanlı memleketine göç etmek
mecburiyetinde kalan insan miktarı yüz binlerle ifade
edilecek sayıya ulaşmıştı. Bazı kaynaklarda bu rakamın
200.000 kişi civarında olduğu yer almakta iken (DİA,
2002), başka kaynaklarda da, söz konusu dönemde
470.000 kişinin Osmanlı memleketine göç ettiği bilgisi
mevcuttur (Demirtaş, 2009:221). 93 Harbi olarak da
bilinen Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Ruslar planlı
olarak Tuna bölgesindeki Türk ahaliyi, bu bölgelerden
göç ettirmek için baskı ve katliamlar yapmışlardır.
Bunun sonucu olarak da Tulca, Rusçuk, Tırnava, Eski
Cuma, Filibe, Kızanlık, Eski Zağra, Yeni Zağra, Lofca gibi
yerlerde bulunan Türkler yaşadıkları yerleri terk ederek
Edirne, İstanbul, Çanakkale, İzmir gibi şehir ve
bölgelere yerleşmek zorunda kalmışlardır. Rusların
Bulgar çetelerini silahlandırarak Türklerin üzerine
salmaları sonucunda yapılan katliamlar yüzünden
Burgos, Ahyolu, Yanbolu ve İslimiye gibi bölgelerin
ahalisi de göç ettirilmiştir. (Bayraktar, 2007:76-77).
219
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
İkinci önemli göç dalgası Balkan Savaşları sonrasında
olmuştur. Balkanlarda savaşın patlak vermesi ve Balkan
topraklarının kaybedilişi Müslüman halkın hezimetine
yol açmıştır. 1912 yılında, Osmanlı devletine karşı güç
birliği yapmak isteyen Balkan milletleri kendi aralarında gizli ittifaklar kurarak Balkan Savaşlarını başlatmışlardır. Bu savaşların sonunda göçün bilânçosu çok
büyük rakamlara ulaşmaktadır. Farklı kaynaklarda farklı
rakamlar verilmekle birlikte, “Balkan Savaşında öldürülen Müslümanların yaklaşık olarak 630.000 kişi ve
1912-1926 yılları arasında Rumeli'den Türkiye'ye göç
edenlerin ise 812.000 kişi olduğu tahmin edilmektedir”
(Şimşir, 1968:202-203).
Cumhuriyet Dönemi Balkanlardan göçün ilk dalgasını
ise 30 Ocak 1923 'te Lozan'da imzalanan Türkiye ile
Yunanistan arasındaki "Mübadele Sözleşmesi” gereğince, Yunanistan'daki Müslüman azınlık ile, Türkiye'deki Ortodoks Rum azınlığın mübadele edilmesi
oluşturmuştur.
Zorunlu mübadele, Türk topraklarında yaşayan, ”Türk
vatandaşı Rum Ortodoksları” ve “Yunan topraklarında
yaşayan Yunan vatandaşı Müslümanları kapsıyor ve bu
kişilerin sırasıyla,Türk hükümeti veYunan Hükümetinin
izni olmadan Türkiye veya Yunanistan'da yasamak üzere geri dönemeyeceğini belirtiyordu. Bu kati bir ifadeydi ve herhangi bir seçim hakkı tanınmıyordu. Yalnızca
üzerlerindeki giysilerle kaçmış olanların da dönmesine
izin verilmiyordu (Hatipler, 2003). Bu mübadele sonucu
100 bin Türkiyeli Rum Yunanistan'a gitmiş, yaklaşık 100
bin aileye mensup 400 bin Türk'te Anadolu'ya göç
etmiştir. Yunanistan ve Balkanlardan gelen göçmenlerin malları ve iskanına ilişkin olarak çıkartılmış olan kanunlar doğrultusunda, “Mübadil” olarak tanımlanan
göçmenler Anadolu'dan Yunanistan'a gönderilen
Rumların bıraktıkları evlere, ticarethanelere ve topraklara mesleklerine göre yerleştirilmişlerdir. Bu göç hareketi 1949 yılına kadar devam etmiştir (Şimşir, 1968:207).
Cumhuriyet dönemi ikinci dalga Bulgaristan'dan
olmuştur. 195051 tehciri ile Bulgaristan, bünyesinde
eritemediği Türk azınlığını başından atmak istemiş,
göçe zorlamıştır. 10 ağustos 1950 günü Bulgar hükümeti Türkiye'ye sert bir nota vererek Bulgaristan
Türklerinden bir kısmının 3 ay içinde Türkiye'ye alınmasını istemiştir. 195051 yılındaki göçte Türkiye'ye gelen
göçmenler “iskânlı göçmen” olarak kabul edilmişlerdir
(Bayraktar, 2007:84). 1950-1952 yılları arasında Bulgaristan'ın tehcir ve göçe zorlaması sonucu 37.851 aileye
mensup olmak üzere 154.393 kişi iskanlı göçmen olarak Türkiye'ye gelip yerleşmişlerdir. 1968 - 1979 yılları
arasında da Türkiye-Bulgaristan Yakın Akraba Göçü
Anlaşması çerçevesinde 32.356 aileye mensup 116.521
SAYI 17 - 18
kişi Türkiye'ye göç etmiş ve bu göç ile 1950 -52 yılları
arasında gelen göçmen ailelerinden büyük bölümünün Bulgaristan'da kalan yakınlarının Türkiye'ye serbest göçmen olarak gelmeleri sağlanmış ve böylece
parçalanmış ailelerin birleşmesi gerçekleştirilmiştir.
Bulgaristan'dan son göç hareketi 1989 yılında Türk
kökenli müslüman Bulgar vatandaşlarının, Bulgar
hükümeti tarafından Türkiye'ye göçe zorlanmaları ile
başlatılmıştır. Göçmenler kitleler halinde trenlerle Türk
sınırına bırakılmışlardır. Böylece Türkiye, II nci Dünya
Savaşı'ndan sonra Avrupa'da görülen en yoğun ve
zorunlu göç akımını yaklaşık üç aylık bir süre içinde
kabul etmek durumunda kalmıştır. Bu dönemde
64.295 aileye mensup 226.863 kişi serbest göçmen olarak Türkiye'ye gelmiştir. Bu tarihten itibaren 1995 yılına
kadar da aralıklı olarak gelen serbest göçmenlerin
sayısı 27.224 ailede 73.957 kişiye ulaşmıştır (DPT)
BalkanTürklerinin KültürelYapıları
Balkan tarihi, Hunlardan itibaren çeşitli Kıpçak Türk
boylarının yanı sıra Oğuz Türk boylarının da farklı
zaman dilimlerinde bölgeye yerleşmeleri ve kültür katmanları oluşturmalarıyla belirlenmiş bir tarihtir
(Özönder, 2001:203). Osmanlıların Balkanlara yerleşmeleri
ise üç şekilde olmuştur. 1. İlk fetihler sırasında Anadolu'daki yakın bölgelerden yeni alınan yerlere devlet
eliyle göçmen nakledilmesi. 2. Fetihlere gönüllü olarak
katılan gazi-alperenler ve gaza için gelen aşiret mensuplarının bir bölümünün fethedilen kalelerde muhafız olarak bırakıp bir bölümünün de istedikleri yerlere
yerleştirilmesi. 3. Kolonizatör Türk dervişlerinin stratejik
noktalarda kurdukları tekke ve zaviyelerin faaliyetleri
ve çevrelerinde yerleşim merkezleri kurulması. Balkanlarda tekke ve zaviyeler yalnızca dini-tasavvufi kurumlar olmayıp birer sosyal, siyasi, iktisadi, askeri, ilmi ve
kültürel kurumlardır. Osmanlı-Türk kültürü Balkanlara
gelince Balkan kültürüyle karşılaştığı yerler kültürel
canlanma yaşamıştır. Bu yerlerde ortak Balkan kültürünün temelleri atılmıştır (Artun, 2002). Osmanlı idaresi, tüm Balkan Yarımadasına siyasi ve ticari bir bütünlük
kazandırmış, ayrıca bölgeye“Pax Ottomanica (Osmanlı
Barışı) olarak bilinen 200 yıllık bir barış getirmiştir.
Günümüzde Bulgaristan olarak bilinen bölgeye, Trakya
ve Makedonya'ya iskân edilen Anadolu menşeli Türk
göçmenler, ziraatta kullanılmayan topraklara ve
ormanlık alanlara yerleşmişlerdir. Yerleştikleri bölgeleri
tarıma elverişli hale getirmişler, ticarete canlılık kazandırarak Balkanlar'a yeni bir medeniyet getirmişlerdir.
Mevcut tahrir defterleri Türk göçmenlerinin yeni köyler
kurduklarını, bu köylere Anadolu'da oturdukları eski
yerlerinin adlarını veya kendilerine önderlik eden dede,
baba, şeyh gibi atalarının ad veya unvanlarını verdiklerini açık olarak göstermektedir (Bayraktar, 2007:65-66).
220
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Balkan yarımadası Osmanlıların eline geçtikten sonra
Balkanlardaki halkların yaşama biçimleri gelenek
görenekleri, kültürleri, Türk dilinin yaygınlaşması cami,
hamam, medrese, tekke, türbe, çeşme, köprü, kervansaray vd. Osmanlı eserlerinin hızla inşa edilmesiyle
değişime uğramıştır. Türklerle, Türk diliyle, Türk kültürüyle iç içe yaşayan Balkan halkları Türk kültüründen
etkilenmişlerdir (Hafız,1985:5-10). Türkler doğal olarak
Balkanlardaki yerli topluluklardan etkilenmişlerdir.
Ancak Türklerin hakim güç olarak kendi etkileri daha
büyük olmuştur. Öyle ki, Balkanlarda uzakta bulunan
bir insanın bile, giyim tarzından Türk olup olmadığını
anlaşılır durumda olmuştur. Erkekler gömlek, bazen
gömleğin üzerine“cepken”adı verilen yelekler, altlarına
“çahşır” adı verilen şalvar biçiminde pantolonlar veya
şalvar giyip, bellerine kuşak bağlayıp, başlarına sarık ve
fes takmışlardır.
SAYI 17 - 18
Balkan Türklerinin Türkiye'ye Göç ile
Getirdikleri Kültür ve Balkan Türküleri
Genel olarak gelenek ve göreneklerine baktığımızda
Türkiye'deki Türklerle benzerliklerin yoğun olduğunu
söylemek mümkündür. Örneğin, düğün gelenekleri
Türkiye'deki gibi düğünden bir gece önce kız evinde
yapılan kına gecesi ile başlamakta, kına gecesi göçmenler için çok önemsenmektedir. Gelinin ellerine kına
yakılırken 18 parçadan oluşan yöresel kıyafeti giydirilir.
Sadece ele değil gelinin ayaklarına da kına sürme adeti
vardır, eline kına sürülürken kayınvalide gelinin
avucuna altın ya da bozuk para koyar. Bu tür adetler
Fransız Georges Castellan, 14-18 yüzyıllar arasında
Balkan halklarının dil ve dinlerini değiştirmeden Türk
usulü yaşadıklarını belirtmekle yetinmez, şunları da
ekler: O dönemin seyyahları Balkan kentlerinin hatta
Hıristiyan nüfusun çoğunlukta olduğu yerlerde bile
yaşama biçiminin Türk karakterinde olduğunu belirtir
Buna göre “Selanik, Belgrat, Sofya'da herkes çarşaf
giyiyordu ve pek çok kilise kadın ve erkekleri ayıran tahta
parmaklıklarla bölünmüştü 19 yüzyıla kadar Belgratlı
Sırp kadınlar çarşaf giyiyor kocaları da sarık sarıp nargile
içiyorlardı" (Artun, 2002).
Balkanlarda Türk kültürü edebiyatta da kendini
göstermiş Balkanlar'da Türk edebiyatının tasavvuftan
halk edebiyatına kadar çokça eserler verilmiş, bu edebi
anlayış, bölgede etkin yer bulmuş ve yerel halkların
kültürüyle kaynaşmıştır. Bu durum konuşulan dili de
etkilemiş, bölgede konuşulan Slav ve Türk dilleri alışverişe girmiş, sayısız Türkçe kökenli kelime, çok sayıda
atasözü, deyim, fıkra Balkan kültüründe yerini almıştır.
“Sırpça-Hırvatça'ya yedi bin, Makedonca'ya yedi sekiz
bin, Bulgarca'ya beş bin, Rumca'ya üç bin, Arnavutça'ya
sekiz bin, Macarca ve Romence'ye de çok sayıda Türkçe
kelime dillerine girmiştir”(Genç,1998:2).
Zanaat alanında, özellikle de deri, ağaç, maden işlemeleri, giysi yapımı, çeşitli araç - gereç ve silah üretiminde de Türk kültürünün etkilerini görmek mümkün
olmuştur. Sosyal hayattın içinde yer tutan tat, koku ve
estetiği ile toplumdan topluma değişim gösteren
yeme içme tercihleri de geleneksel Türk mutfağı, Balkan mutfağını etkilemiştir. Günümüzde bile Balkan halkının sofrasında genellikle yer alan pide, börek, dolma,
kebap, sarma, helva, boza, salep, kahve, şerbet, kadayıf,
baklava gibi Türk yemekleri ve tatlıları bu etkilenmenin
örnekleridir (Memişoğlu, 1995:89-90)
Anadolu köylerindekiTürk adetleriyle örtüşmektedir.
Düğünlerde Çaçak, Rijetko, Moravac, Sarajevka, Zikino,
Uzicko, Zavrzlama, Ruzmarin, Jusufe, Savino, Topcino,
Vrti kolo, Ruzmarin, Sote, Damat, Payduska, Kasap gibi
oyunlara rastlanmaktadır. Sote, Damat, Payduska,
Kasap oyunlarının hemen hemen Balkan göçmenlerinin hepsi tarafından oynandığı düşünülmektedir.
Kültürel etkileşim olarak, özellikle yıllardan beri Türkiye'nin birçok bölgesindeki düğünlerde oynanan Kasap
ve son zamanlarda Balkan göçmenliği ile ilgisi olmayanların düğünlerinde bile oynandığı dikkati çeken
Damat göçmenlerin eklendikleri kültüre yenilikler
kattıklarının göstergesi olduğu ileri sürülebilmektedir
(Kurtişoğlu, 2008: 71-75)
221
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Mübadiller, belirgin bir Rumeli ağzı ile konuşmaktadır.
Özellikle 1. ve 2. kuşak mübadiller arasında bu ağız
özellikleri hala belirgin biçimde korunmaktadır. Ağız
özelliklerinin başlıcaları özetle şöyledir: 1.“ğ” söylenirken; eğer kelimenin içindeyse yutularak konuşulur.
Örneğin,“yağmur”yerine“yamır”gibi. Bu telaffuzda“ğ”
harfinden önceki sesli harf biraz uzatılarak söylenir.
“ğ” söylenirken, eğer kelimenin sonundaysa ya da
bazen “y” olarak konuşulur. Örneğin, “dağa çıkmak” yerine “daya çıkmak” gibi. “k” sessizi genellikle “g” olarak
telaffuz edilir. Örneğin, “kaçak” yerine “gaçak(g)” ya da
“kaldı” yerine “galdı” gibi. Tıpkı Anadolu Türkçesi'nde
“Mehmetçik” deyişinin asker sevgisini anlatması gibi
mübadillerin kullandığı küçültmeler de daha çok sevgi
anlamı katar. Bu anlamda kullanılan küçültmelerin;
gözbebeği gibi sevilen, üzerine titrenen kişileri ifade
ettiği görülür. “Hava serinledi, Kızancıklar üşüyecek”
cümlesinde olduğu gibi. Samsun Mübadillerinin halk
kahramanı olan Debreli Hasan, 1. kuşak mübadilleri
arasında“Hasancık”olarak adlandırılmaktadır.
Küçültmeler nadiren acıma ifade etmek için de kullanılır.“Ayşe Tetecik çok ihtiyarlamış.” Cümlesinde olduğu gibi (http://muhacirin.blogcu.com). Batı Rumeli Türkçesinin koruduğu arkaik özellikler, yaşayan Türkiye
Türkçesi ağızlarından“Kuzeydoğu Karadeniz”ve“Doğu
Anadolu” bölgeleri ile paralellik göstermektedir
(Gülsevin, 2009:62).
Önemli benzerliklerin bir diğeri de aşıklık geleneğidir.
15.yüzyılda Osmanlı'nın hem siyasal alanda hem edebiyat ve sanatta güçlü olduğu dönem olmuş, bu dönemde, Anadolu'dan Balkanlar'a gelen aşıklar sazını ve
bağlı bulundukları aşıklık geleneğini de taşıyarak buralara yaymışlardır. Aşıklık geleneği özellikle Müslümanlar arasında kabul görerek Balkanlarda Balkan kültürüyle yeniden yapılanmıştır. Medreselerde, tekkelerde
yetişenler; Balkan divan edebiyatının ve Balkan Türk
tekke edebiyatının temellerini atmışlardır (Artun,
2001:5).
Müzik ile kültürel kimliğin ilişkisi ise müziğin kendi
içerisindeki melodik, ritmik yapısı, sözleri, icrasında
kullanılan çalgılar, icra ortamları bir kültürel kimliği
yansıtmakta, temsil etmekte ve “gizli olmayan işaret ve
semboller” ile diğer kültürel kimliklerden ayrılmasını
sağlamaktadır. Bir başka deyişle “müzik, kimliğin bir
metaforu olarak ele alınmaktadır (Frith 1998:109). Bu
nedenle Balkan müziği ve halk oyunlarının yaygınlaşmasının nedenlerinin başında Balkan göçmenlerinin
“ulusal duygu, sembol ve anılarını koruma” çabası
bulunmaktadır (Kurşitoğlu ve diğerleri, 2008: 38). Aynı
şekilde yeni yerleşilen bölgelerde yeni tanışılan halklarla karışmalar, o halkın eski topraklarındaki akrabaları
ile dil, din, örf, adet, kültür vb. bakımlardan farklılaş-
SAYI 17 - 18
masına sebep olur. Yeni komşulardan kelimeler alınır,
ses sistemleri dile etki edebilir hatta morfoloji ve
sentaks bakımından bile değişmeler olabilir (Gülsevin,
2009:49).
Derin bir gurbet hüznü ve yiğitlik nidalarıyla dolu olan
“Rumeli Türküleri” ya da “Serhat Türküleri” müzik kültürümüz içinde önemli bir yer tutmaktadır. Rumeli türküleri adı altında toplanan eserler beş yüzyılı aşkın bir
Rumeli yaşantısının özeti gibidir. Bugün “Kahramanlık
Türküleri” olarak anılmaktadır. Bunun nedeni Rumeli
türkülerinin en belirgin gelen temasını 'kahramanlıkların' oluşturmasıdır. Türkü güftelerinde akıncı ve
serhadların zafer sevinci hissedilmektedir. Hepsinin
konusu kahramanlık, savaşlar, düşmandan alınan ya da
düşmana kaptırılan ülke ve şehirlerle, bu şartlar altında
gelişen gönül maceraları ile bütünleşir. THM Sanatçısı
Rüstem Avcı bir röportajında: “Rumeli Türkülerinde
yakın zaman şarkılarına baktığınızda bir aşk sunuşu
eski türkülere baktığınızda bir olay var. Genelde acı,
hasret, yaşanmış ve ayrılık olanı var. Zaten türküler
olaylar üzerine çıkıyor. Mesela bir türkü dinletiyoruz
TRT'de "gitme artlim gitme sen bugün oduna" diyor.
Türküyü incelediğinizde baştan sona ağıt olduğunu
görürsünüz. Hamdi öldürülmüş, ona yakılmış bir ağıt.
Ama söylerken, dinlerken oynayası geliyor insanın ve
oynanıyor da. Demek ki Balkanlar insanı hüznü ve
sevinci yaşamayı birleştirebilmiştir. Bu çok önemli bence. Başka yörelerde ise bazen bakıyorsunuz adam öyle
bir dövünüyor ki sizin de ağlayasınız geliyor. Ama
Rumeli türkülerinde acizlik yok, bir diriliş bir uyanış var.
Evet balkan ülkelerinin bir çoğunda insanlar baskılar
görmüş, ezilmiş, horlanmış ama hiçbir zaman ümitlerini yitirmemişler Hem hareketlilik hem de ezikliği
hissetmek mümkün. Yani bir liriklik bir özlem var. Bu
bazen Anadolu özlemi olabiliyorken bazen de bir başka balkan ülkesindeki yakınlarına karşı bir özlemin
türkülerle dile geldiğine şahit oluyorsunuz”(Avcı, 2002)
şeklinde Rumeli türküleri ile ilgili bilgi vermiştir. Beste
tekniği, makamların seyir ve ritmik özellikleri açısından
bu eserler klâsik üslûb özelliği taşırlar. İşlenen olaylar ya
da duygular olayın geçmiş olduğu yerlerin adı anılarak
besteye bağlanmıştır. “Estergon Kalesi”, “Kırımdan
Gelirim Adım da Sinandır”, “Buna Er Meydanı Derler”,
“Mert Dayanır Nağmert Kaçar” gibi türküler bunlara
örnektir (Kaçar, 2008: 221-233).
Rumeli bölgesindeki ilk müzik araştırmaları Avrupalılar
tarafından yapılmış, hatta armonilenen ilk Rumeli
türküsüde, C.M. Weber'in (1786-1826) “Oberon” operasında ki bir oyun havası olduğu da Gazimihal tarafından belirtilmiştir.Türk halkı edebiyatını ortaya koyarken, müzik unsurunu bir araç olarak kullanmış, ortaya
çıkan ürünleri de kimi zaman bilinmeyen tarihe de ışık
tutan tarihi olaylar ile sevmişler ve yaşatmışlardır.
222
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Rumeli türkülerinin ilk derlemesi udî Nevres Bey tarafından gerçekleştirilmiştir. Geniş çaplı ikinci derlemeyi
ise tanburacı Osman Pehlivan, Muzaffer Sarısözen ve
Kemal Altınkaya yapmıştır. Bu derlemelerin bir kısmının
notaları TRT Müzik Dairesi Başkanlığı arşivinde bulunmaktadır. Türk halk müziği derleme çalışmaları sırasında
da pek çok Rumeli türküsü derlenmiştir (Kültür veTurizm
Bakanlığı, 2007). Beste tekniği, makamların seyir ve
ritmik özellikleri açısından bu eserler klâsik üslûb özelliği
taşırlar. 19. yüzyılda büyük ilgi ile dinlenen ve sevilen
Rumeli türküleri büyük bestekârlarımızı da etkileyerek,
başta Dede Efendi olmak üzere Rumeli tarzı eserler
bestelemişlerdir. Yine bu tür eserlerin bazıları köçekçe
takımlarına mal edilerek çalınıp söylenmiştir. Melodik
cümleleri çok renkli ve hareketli olan çalgı müziği
eserleri de vardır. Her tür mûsikîde olduğu gibi Rumeli
türkülerinin de bir otantizm ve icrâ üslûbu vardır. Başlı
başına bir repertuvar oluşturan bu eserlerin çoğu gerçek
bir beste niteliğindedir (Özalp 1992 : 24)
Rumeli türkülerinde sıkça rastlanan “hey, aman” kelimeleriyle uzayan seslerin, bulunur. Bu seslerin uzaması sırasında ritm çalgılarının (davul, zil, kös) usûlü bir coşku içinde vurması daha sonra bağlantı sazlarına ve aranağmelere geçilmesi de Rumeli türkülerinin önemli özelliğidir.
TRT arşivinde ve repertuarında bulunan ve notaları ile
tespit edilebilmiş 356 adet Rumeli türküsü mevcuttur. Bu
türkülerdeTürk sanat müziğinde de kullanılan 29 değişik
makamın kullanıldığı görülmüştür. Makam seyir özellikleri klâsik uslûbla tamamen örtüşen bir yapıdadır. Çok
sesli unsurların ya da batı müziği tonalitesine yakın
Nihavend, Bûselik gibi makamların kullanılmadığı tespit
edilmiştir. 23 adet farklı usûlün kullanıldığı görülmüştür.
Klarnet ve zurna bu bölgedeki vazgeçilmez ve en revaçtaki çalgılardan olmuştur (Kaçar, 2008:233).
Günümüzde de Türkiye'nin her yanında bilinen Rumeli
türküleri arasında; Dağlar dağlar viran dağlar, Estergon
Kal'ası su başı durak, Köşküm var deryaya karşı, Maya
Dağdan kalkan kazlar (Vardar Ovası), Yine şahlanıyor
kolbaşının kır atı, Kırmızı gülün adı var, Gide gide
yarelerim dirildi, Ayağına giymiş sadef nâlini, Atladım
SAYI 17 - 18
bağçene girdim gülleri fincan gibi, Şahane gözler
şahane, Havada turna sesi var, Çıkayım gideyim
Urumeli'ne, Aliş'imin kaşları kare, Alıverin bağlamamı
çalayım, Fincanı taştan oyarlar, A benim mor çiçeğim
sayılabilir. Rumeli türkülerinin büyük bir bölümü İstanbul'da Tamburacı Osman Pehlivan'ın okuyuşundan
notaya alınmıştır. Bugün Balkanlar'da yaşayan Türkler
arasında bu türkülerin birçok çeşitlemesi oluşmuştur
(http://balkanpazar.org).
Osmanlı devletinin 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı
Rumeli'de karşılaştığı en büyük yenilgisi olmuş, bundan
sonraki süreçlerde kaybedilen topraklarla birlikte, 1995
yılına kadar aralıklarla Balkanlar'dan Türkiye'ye göç etmek süreci yaşanmıştır. Osmanlı'nın Balkan'lardaki etkin
hakimiyeti neticesinde Balkan Türkleri kültürlerini korumuştur. Osmanlı edebiyat eserlerinin büyük bir kısmı da
Balkanlarda üretilmiştir. Osmanlı sarayından başlanarak
taşrada şehzade sancakları ve beyler, kendi konumlarına
uygun bir sanatçı kadrosunu maiyetlerinde bulunduruyorlardı. Böyle bir kadro, yöneticiliğin şartlarından sayılıyordu. Balkanlar özel konumu nedeniyle çok sayıda akıncı ailesinin de barınma yeriydi. Bu yüzdendir ki akıncı
beyleri, çevrelerinde maiyetlerindeki serdengeçtileri
sürekli istim üzerinde tutacak derviş-meşrep şairlere
ihtiyaç duymuş ve onları himaye etmişlerdir (İsen,
2003:225). Balkanlar'a gelen âşıklar sazını ve bağlı bulundukları âşıklık geleneğini de taşıyarak buralara yaymışlardır. Medreselerde, tekkelerde yetişenler; Balkan divan
edebiyatının ve Balkan Türk tekke edebiyatının temellerini atmışlardır.
Bu bağlamda BalkanTürkleri, AnadoluTürklerinden farklı değildir; çünkü onların geldikleri yer de Anadolu'dur.
Ancak, yaşadıkları coğrafyanın ve karşılaştıkları kültürlerin etkisiyle, zamanla dillerinde ve yaptıkları müzikte
farklılıklar meydana gelmiştir. Türkçeyi Anadolu Türklerinden biraz farklı konuşmuş ve kendilerine özgü bir
musiki oluşturmuşlardır. Onlar, devletin sınırlarında
yaşamanın ve buraları korumak zorunda olmanın
manevî sorumluluklarıyla yaşamış ve bu duygularını
türkülerine taşımışlardır. Bu duygu, bütün kültürleriyle
birlikte müziklerine de sinmiştir.
KAYNAKLAR
Artun, E. (1999). “Türk Halk Kültürünün Balkanlardaki Rolü”,
Avrupa'ya İlk Adım Uluslar Arası Sempozyumu Bildiri,
Gelibolu.
Artun, E. (2001). “Balkan Türk Edebiyatlarına Genel Bir
Bakış”, 4. Uluslararası Kıbrıs- Balkanlar- Avrasya Türk
Edebiyatları Sempozyumu.
Artun, E. (2002). “Osmanlı'nın İlk Dönemlerinde Türk ve
Balkan Kültürlerinde Etkileşim”, II. Uluslararası Balkan
Türkolojisi Sempozyumu, Mostar, Bosna Hersek.
Avcı, R. (2001). “Rumeli Türküleri, Acizliğin Değil Dirilişin
Sesidir.” Gönülden Gönüle Dergisi, 1(18).
Bayraktar, H. (2007). “Osmanlı'nın Balkanlardan Çekilmesi:
Savaşlar, İsyanlar ve Göçler”, Balıkesir Üniversitesi F.E.F.
Karesi Tarih Kulübü Bülteni.
Demirtaş, M. (2009) “Kırım Savaşı Ve 93 Harbi Sürecinde
Osmanlı Memleketine Gelen Göçmenlerin Sevk Ve İskânları”
A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi. 1(41).
Frith, S. (1998). Music and Identity, Hall, Stuart and Du Gay,
Paul (eds) Questions of Cultural Identity, London: Sage
Publications.
Genç, İ. (1998), “Balkanlarda Türk Divan Edebiyatı ve İzleri”,
Uluslararası Kıbrıs ve Balkanlar Türk edebiyatları
Sempozyumu Bildirileri, İzmir.
Gülsevin, G. (2009). “Rumeli Türkçesi Çerçevesinde Türk Ve
Balkan Dillerinin Etkileşimi”, Journal of Turkish Studies. 4(8).
Hafız, N. (1985). Kosova Halk Edebiyatı Metinler, Pristine:
Pristine Üniversitesi Felsefe Fakültesi Sarkiyat Bölümü
Yayınları.
Hatipler M. (2003). Selanik'ten Edirne'ye İnsan Ziyanlığı :
(Gözyaşı, Hicran ve Büyük Mübadele), İstanbul: Assos
Yayınları.
İsen, M. (2003). Balkanlarda Türk Edebiyatı, Ankara: Asam
Yayınları.
Kaçar, Y.G. (2008). “Rumeli Türküleri”, Erdem Dergisi,
51(120).
Kırımlı, H. (2002). Kırım, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Kurtişoğlu, B. (2008). "Göçmen Kimliği Açısından Boşnak
Müzikleri", İTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi.
Kurtişoğlu, B., Beşiroğlu, Ş. ve Kovanlıkaya, Ş. (2008).
“Boşnak Kültürel Kimliğinin Simgeleri: Akordeon ve Gusla”,
İTÜ Sosyal Bilimler Dergisi 5(2).
223
Memişoğlu, H. (1995). Bulgaristan'da Türk Kültürü, Ankara:
Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları.
Nedim, İ. (1996). “ Göçmen Köylerine Dair” , Tarih ve Toplum
Dergisi, 1(156).
Özalp, N. (1992). Türk Mûsikîsi Beste Formları, Ankara, TRT
Basım ve Yayın Müdürlüğü Yayınları.
Özönder, M.C. (2001). “Balkan Gelişmeleri, Makedonya
Sorunu”, Kök Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Dergisi, 3(1).
Rahmi, M ve Moralı, A. (1992). Beşir Ağa, İstanbul: Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
Sepetçioğlu, T.E. (2007). “Nüfus Mübadelesinin Türkiye'de
Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Yansımaları”, Mübadele ve
Balkan Türk Kültür Araştırmaları, Samsun Mübadele Derneği
Yayınları.
Şimşir, B.N. (1968). Rumeli'den Türk Göçleri, Ankara: Türk
Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, (2007) http://www.kultur.gov.tr
http://muhacirin.blogcu.com
http://balkanpazar.org
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
BALKANLAR'IN YEREL MÜZİK ANLAYIŞI
ÜZERİNE GENEL BİR BAKIŞ
Seta KÜRKÇÜOĞLU, Haliç Üniversitesi
Farklı kültürlere duyulan ilgi ile gelişen Halk bilimi çalışmaları, 19. yüzyılda İngiltere'de başlamış, sonrasında
Avrupa'da gelişerek devam etmiştir. Almanya'da 19. yy. sonlarında ve 20. yy. başlarında Prof. Dr. Carl Stumpf
tarafından temelleri atılan etnomüzikoloji, özellikle Avrupa dışı/egzotik müzikleri incelemeye başlamıştır. Balkanlarda ise 20. yüzyılın başlarında ve özellikle II. Dünya Savaşı'ndan itibaren araştırmalar yapılmaya başlanmış, yapılan
ilk araştırmalar genellikle siyasi amaçlar güdülerek gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmada, Balkanların yerel müzik yapısına, tavrına yönelik genel bir bakış ortaya konulmuştur. Araştırmada kaynak tarama yöntemi kullanılmıştır.
Müzik kavramını ve ortaya çıkan olgularını bilimsel olarak ele alan ve genellikle Avrupa'yı inceleyen müzikologların bazıları, egzotik müziklere, yani uzak ülkelerin
müziklerine ilgi duymuştur. Böylelikle bu müzik
türlerini incelemek üzere yapılan farklı çalışmaların
sonucu, yeni bir alanın gerekliliği ortaya çıkmış ve
böylece Etnomüzikoloji alanı doğmuştur.
Almanya'da 19. yy. sonları ve 20. yy. başlarında Prof. Dr.
Carl Stumpf tarafından temelleri atılan “Etnomüzikoloji”, bir terim olarak ilk defa 1950'de Hollandalı Jaap
Kunst tarafından kullanılmıştır.
Etnomüzikoloji'nin gerekliliğinin ortaya çıkması ile
birlikte, farklı kültürlerin yarattığı yerel tınılar daha derin
incelenmeye başlanmıştır. Etnomüzikoloji'nin tanım
olarak ortaya atılmasından önceki yıllara bakıldığında,
Balkan müziği üzerine birtakım çalışmaların yapıldığı,
2. Dünya Savaşı sonrası ise bu çalışmaların yoğunlaştığı
görülmektedir. Savaş öncesi yapılmış az sayıdaki çalışmaların büyük bir kısmının, etnik toplulukları araştırmak veya kavramak adına siyasi amaçlı gerçekleştirildiği varsayılmaktadır.
Balkanların yerel yapısını anlayabilmek, müzikal oluşumunun biçimini kavrayabilmek, ancak bölgenin geçirdiği tarihsel süreci incelemek ve bu süreçle paralellik
kurmakla mümkündür.
BalkanlarınTarihsel Süreci:
Balkan yarımadasının en önemli özelliklerinden biri,
uzun bir süre Türk varlığı özellikle Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altında varlığını sürdürmüş olmasıdır.
Gerçekte Türk varlığının Osmanlı İmparatorluğu'ndan
çok daha eski tarihlere kadar uzandığı genel olarak
kaynaklarda yer alan bir bilgidir.
Balkan yarımadasındaki Türk varlığının tarihçesi, Slavların buralara yerleşmesine kadar uzanmaktadır. Sırpların, Bulgarların, Hırvatların, Karadağlıların, Slovenlerin
ve Makedonların ataları olan Slavlar, Balkanlara VII. yüzyıldan itibaren göç ettiklerinde, aralarında eski şaman
Türk boylarından Hunlar, Avarlar, Peçenekler, Kumanlar
ve Oğuzlar da yer almaktadır. (Tufan, 2005,104).
224
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
nedeniyle duraklayan bu ilerleme, II.Murad'la birlikte
yeniden hız kazandı. II.Mehmed'in (Fatih) 1453 yılında
İstanbul'u almasıyla, Balkan yarımadasının Osmanlı
egemenliğine girme süreci tamamlanmış oldu. Osmanlılar I.Süleyman (Kanuni) döneminde Orta Avrupa'ya yöneldiler. 1521 yılında Belgrad'ı aldılar. 1526'da
Mohaç'ta Macar ordusunu bozguna uğrattılar. 1529'da
başarısız Viyana kuşatmasıyla Osmanlı Devleti'nin batıya genişlemesi durdu. Balkanlar'ın güneyi doğrudan
imparatorluğa bağlanırken, Erdel, Eflâk ve Boğdan
özerk eyaletler biçiminde yönetildi. Avrupa'da 1683'e
değin hemen hiç toprak kaybetmeyen Osmanlılar,
Balkanlar'ın büyük bölümünü de 1878'e değin
ellerinde tuttular (Ana Britannica). Bu dönemin ardından bölgede, I. Dünya Savaşı sonunda yıkılana kadar
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu etkin oldu.
Osmanlılar varlıklarının ilk dönemlerinden itibaren
Yörükleri ve Evlad-ı Fatiha'ları bu coğrafyaya yerleşmeye sevk ettiler. Osmanlı topraklarının çeşitli bölgelerinden gelen bu kişiler ya aileleriyle beraber gelerek, ya
da yerli halkla karışıp bölgede kalıcı hale geldiler.
Böylece beş yüzyıl kadar süren Osmanlı yönetimi,
Balkanlar'ın bugünkü yapısının biçimlenmesinde,
etkileri günümüze kadar süren köklü bir rol oynadı.
626'da Sasanilerle birlikte Konstantinapolis'e (İstanbul)
girişilen saldırının başarısızlığa uğramasından sonra,
Avarlar gerileme sürecine girer. Bu arada Bizans İmparatoru Herakleios Karpat Dağlarının ötesinde yaşayan
Sırpları ve Hırvatları Balkanların kuzeybatısına yerleştirme yoluna gider. Bizans yardımıyla Dalmaçya'ya egemen olan bu kavimler, zamanla bölgedeki ilk Slavlarla
karışırlar. (Ana Britannica)
Aslında Türklerin eski boyları Balkan yarımadasına,
önce Tuna'yı aşarak Kafkaslar ve Orta Asya'dan göç
ettiklerinde, bunlarla neredeyse eş zamanlarda Slavları
da harekete geçirdiler; çünkü Avar, Peçenek, Kuman
v.b. Türk boylarının göç yolları üzerinde bulunmaktaydılar. Balkanlar tarih boyunca, çeşitli güç odaklarını
çekici bir alandı. Bir yandan stratejik yolların kavşağı,
yani ticaret hareketlerinin merkezi, öte yandan büyük
bölümü ılıman iklimi ile ayırt edilen Balkanlar, çiftçilik
ve hayvancılığın gelişmesi için elverişli olduğundan
dolayı göç odağıydı. (Tufan, 2005,105).
Balkanlarda Osmanlıların varlığı ise, 1361 yılında Edirne'nin fethedilmesiyle başladı. Bir süre burayı başkent
yaptıktan sonra, Meriç ve Vardar vadilerine yönelerek
Balkanlar'daki Hıristiyan devletlere karşı akınlar düzenlediler. 15.yüzyıl başlarında Anadolu'daki savaşlar
Balkanların Müzikal Yapısı Üzerine
Genel Bir Bakış:
Balkan müziği tanımsal olarak araştırıldığında, genellikle geleneksel, yerel ya da folk müzik tanımlarına rastlanır. Balkanların kültürel bağlamda müzikal şekillenişi
ile ilgili kaynak araştırıldığında ise, yapılmış çok sayıda
çalışmaya rastlanmaz. Üstelik bu çalışmalar, tüm Balkan
ülkelerini içine alacak şekilde yapılmış karşılaştırmalı
çalışmalar da değildir. Genellikle birkaç ülkeyi değerlendiren ya da araştırmacının seçtiği ülkeleri tek başına
ele alan çalışmalardır.
Balkan ülkeleri arasında da kendi ülkelerinin müzik kültürüne ve yapısına ait yeteri kadar çalışma görülmez.
Özellikle 20.yy'a gelene kadar bu daha da belirgin
olarak görülür. Fransız Bourgault Ducoudray bu konuda 1876-1877 yılları arasında yayımladığı Yunanistan'ın
genel müzik süreci ile ilgili bir çalışmada durumu şöyle
ele alır: “Milliyet unsurlarına karşı kayıtsız veya düşman
olan terakki tarafları Atina'da yalnız Avrupa musıkiysine
rağbet gösteriyorlar ki bu ötekilerden nazariyat, yazılış
tarzı ve yüksek inkişaf seviyesinin fevkalade ehemmiyeti ile ayrılır. Neticede, her birinin kendi taraftarları
ve koruyucuları bulunan iki noktai nazar cereyanı ve ta
temelinden farklı evsafta iki ayrı müessese meydana
225
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
gelmiştir: - bir yanda bir çeşit konservatuar olan
“Odeon” var: burada, Avrupa musıkisi öğretimi yer
bularak, milli bir musiki ve onun zevki varmış yokmuş
bununla hiç meşgul olmuyor; - öte yanda kilise musikisinin Sillog'u var ki, burada da yalnız yerli unsurla,
yani“dini musıkî ve halk şarkıları”ile alakadar olunuyor,
on asırlık çalışmaların Avrupa'ya temin ettiği kazançlara hiç kulak asılmıyor. İkisi de faydalı, fakat birinin
gayesi ötekine taban tabana zıt; aralarında hiçbir temas
noktası, hiçbir hattı vasıl bulunmayan iki kurum; hep
birbirinin aleyhine yürüyerek, kendilerinden beklenilecek iyiliklerin hepsini temin edemiyorlar. Görüşlerdeki vahdetsizlik büyük bir kuvvet ziyanına sebep oluyor. İki zıt temayülün meydan verdiği teessüre şayan
kararsızlık belli bir hareket noktasının istikrarına mani
oluyor. Bu yolların ne biri ne de öteki matlup olan müsmir yol değildir.
İkisi de faydalı olmakla beraber tezat halinde kaldıkları
için menfaatların ancak kitaba uygun olanlarını temsil
ediyorlar. Günümüzün Yunanistan'ı bundan altmış yıl
önceki Yunanistan kalamayacağı gibi Yunanlılıktan çıkmak kararını da veremez”demiştir. (Kösemihal,1937)
İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) sonrası, “Dünya
Müziği”ne duyulan ilginin artışı ve bu kavramın içinde
yer alan müzik türlerinin yükselen bir değer olması
üzerine, Balkan ülkelerine ait müzikal eserler, otantik
yapılarıyla daha dikkate alınır olmuştur.
Balkanların tarihsel süreci o kadar hareketlidir ki,
fazlasıyla kozmopolit olan bu bölgenin multi etnik ve
multi-kültürel yapıda olduğu söylenebilir. Doğal olarak
bu kadar çok etnik etki alan bir bölgeden çıkan müzikal
yapının da aynı orjinallikte olması kaçınılmazdır.
Beş yüz yıl Osmanlı İmparatorluğu'nun etkilerini üzerinde taşıyan bölgede, batının tonal müzik anlayışı ile
doğunun makamsal anlayışı harmanlanmıştır. Ancak
Türk etkileri üzerine araştırmalar incelendiğinde Bulgar, Roman, Boşnak ve Makedon halklarının bu etkileri
biraz daha fazla taşıdıkları görülmektedir. Türk nüfusunun hala baki olduğu bölgelerde bu etkiler daha
dikkat çekicidir.
SAYI 17 - 18
Fikirsel olarak dikkate almamız gereken en önemli
unsurlardan biri ise Balkan bölgesini coğrafi olarak
algıladığımız bütünlükte, müziğini ele alamayacak oluşumuzdur. Öncelikle Türk etkileri üzerinde duracak
olursak, ezgilerde görülen tonal-modal-makamsal
yapının, Anadolu'nun ritmik danslarıyla eşleşen dans
kültürünün ve kullanılan ortak enstrümanların var olmasına rağmen, bu özelliklerin tüm Balkan coğrafyası
üzerinde eşit oranda müziğe yansımıyor olduğu görülmektedir. Göç sebebiyle coğrafya üzerinde etki unsuru
olarak öne çıkan Bizans, Slav ve Doğu kültürünün de
farklı sonuçlar yarattığı bu koşullar sonucu, özgün,
yöresel tınıların oluştuğunu ve böylece konunuu bir
veya birkaç değerler dizisi üzerinden ortak bir müzik
anlayışına bağlanamayacağı ortaya çıkmaktadır.
Balkan topraklarında yerel müziğin öne çıkmasında,
Çingene halkı önemli katkı payı sahibidir. “Balkan
Müziği”nin bir kavram olarak düşünülmesine, Çingene
halkının popüler kültürü itici bir kuvvet olarak kullanması ve böylelikle bölge müziğini öne çıkarmaları
neden olmuştur. Bu coğrafyadaki ülkelerin müziklerine
genel olarak bakıldığında, böyle bir birleşim ya da tek
tiplilik düşündüren bir kavram yaratmak pek de mümkün olmamaktadır; bununla birlikte az sayıdaki karşılaştırmalı çalışmalarda, özgün farklılıklar daha da net
görülebilmektedir.
Balkan bölgesinin müzik anlayışı üzerine yapılan
araştırmalara bakıldığında ortaya çıkan sınırlı kaynak
sayısı, çok önemli bir durumla bizi karşı karşıya bırakmaktadır. Bu durum, bölge üzerine daha fazla araştırma yapılmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Balkan coğrafyasında kayda değer sayıda eser derlemesi yapılmış olmasına karşın, birçok eser kaybolmuş,
birçoğu ise kaybolma tehlikesi içerisindedir. Bunun
yanı sıra derlenmiş eserlerin müzikal yapısı ya da şarkı
sözleri üzerine yapılmış çalışmalar da oldukça sınırlıdır.
Sonuç olarak, çoklu kültür ve kültürlerarası etkileşim
unsurlarının yarattığı etkilerin, bölge üzerinde var olan
özgün yapıyı zedeleyici etkileri belirgin bir biçimde
ortaya çıkmadan önce, tüm Balkan ülkelerini içine alacak şekilde karşılaştırmalı çalışmalara öncelikle ihtiyaç
duyulduğu görülmektedir.
Kaynaklar:
• Ana Britannica Ansiklopedisi
• Kösemihal, Mahmut Ragıp; (1937), “Balkanlarda Musıkî Hareketleri”, İstanbul: Numune Matbaası
• Markovic, Tatyana; (2009), “ Balkan Studies and Music Historiography: (Self ) Representation Between <Authenticity> and Europeanization”
Beograd: http://www.kakanien.ac.at/beitr/balkans/TMarkovic1.pdf
• Tufan, Prof.Dr. Muzaffer; (2005), “Güvenlik Boyutunda Balkanlar'daki Türk Varlığının Dünü, Bugünü ve Yarını” Stratejik Araştırmalar Dergisi, Ankara:
Genel Kurmay Basımevi
226
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Prof.Dr. Nehat Krasniqi, Priştina Üniversitesi
“Osmanlı'nın Gelmesi ile Birlikte, Balkanlarda Nadir
Görülen Hoşgörü ve Toplumsal Barış Dönemi Başlamıştır”
Konuşan: Mukaddes Mut, Sadık Yalsızuçanlar
Osmanlı Döneminde, Balkanlarda çeşitli milletlerin
bir arada yaşaması nasıl mümkün olabildi;
Osmanlı'nın, buralarda 500-600 yıl hâkim
olabilmesini hangi düşünce ya da sistem sağlamış?
Bu soruya cevap vermek için evvela balkanlar halklarının, Osmanlının bu topraklardaki egemenliğinden
önce içinde bulundukları durumun göz önünde olması
lazım. Bu durumu kısaca özetlersek kanlı, çok savaşlı,
halklar ve milletler aralarında müsamahasız ve
birbirlerine karşı neredeyse hiç tolerans yoktu. Osmanlı
öncesi Balkanlar halklarında eksik olan toleranstı.
Elbette, Osmanlının bu topraklara gelmesi ile birlikte
yeni bir dönem başlamıştır, Balkanlar halklarının
Osmanlı Devletine uyum dönemi başlamıştır. Bunun
çerçevesinde, özellikle Arnavut milletinin Osmanlıya
uyumunun üzerinde durmak istiyorum.
Osmanlı ile Balkanların tarihi ve coğrafi kaynakların
ışığında görüyoruz ki Arnavutların uyumu oldukça
erken başlamıştır. Ankara Harbinden itibaren, Arnavutları, Yıldırım Beyazıt önderliğindeki Osmanlı ordusunun saflarında olduklarını görüyoruz. Böylece, bu
savaşa, bütün Osmanlı kaynakların Arnavut asıllı olarak
işaret ettiği iki önemli şahsiyet, Beyazıt Paşa ve Hamza
Beyin katıldığını söyleyebiliriz. Bu iki şahsiyetin aileleri
Osmanlıya hatırı sayılır katkıları olmuştur. Ancak, bu iki
ailenin rolü ve bunlar gibi Osmanlının bir parçası olmuş
birçok diğer ailelerin de Balkanlarda yeniliklerin doğmasına neden olmuştur. Bu yeniliklerin en önemlisi,
sadece din olarak değil kültür olarak da İslam'ın
yayılmasıdır.
Osmanlı'nın Rumeli'ne ve Balkanlara gelirken asıl
amacı ne idi?
Doğal olarak hedef ve düşüncelerinden biri İslam dini
ve kültürünü yaymaktı ancak, Osmanlı ordusunun iç
çatışmalarda müttefik olarak çağrılmış olduğunu da
göz önünde bulundurulmalı; örneğin Arnavutlarda
Topiaj ile Balşay ailelerin aralarındaki çatışmalarda
müttefik olarak Karl Topiay tarafından çağrılmış ve
nitekim Savra Harbinde Arnavut toprakların geleceği
belirlenmiş olup, Osmanlı İmparatorluğuna katılınmış.
Elbette, Osmanlının ilk zamanlarında, özünde, İslamiyet'i yaymak, önemli motivasyon ve hedeflerden biri
olmuştur. Şüphesiz İslam dini, ilk padişahlar döneminde önemli etkenlerden biriydi. Benim düşünceme
göre de İslam, Osmanlı İmparatorluğunun bütün
politikalarını belirleyen unsurdu. Bunu, Osmanlı hukuk
sisteminde inkar edilemez rolünden açık bir şekilde
kavrayabiliyoruz. Şahsi olarak ben bunun sadece
güzellikler getiren bir unsur olduğuna inanıyorum
çünkü Osmanlının bu topraklara gelmesi ile birlikte,
Balkanlarda nadir görülen tolerans, hoşgörü ve barış
dönemi başlamıştır. Bu Osmanlı barışı, sonraki hiçbir
dönemde o düzeyde sağlanamamıştır.
Osmanlı hoşgörü ve adalet anlayışına ilişkin somut
bir örnek verebilir misiniz?
Muhakkak Osmanlı İmparatorluğu tarihinde ve özellikle Osmanlının Balkanlardaki tarihinde, bunun örnekleri boldur, çoğunluğu Müslüman olmayan sayısız
tarihçi ile gezgin bundan bahsetmekte, bunu tasdik
etmekteler. Birçok yazar, Osmanlı yönetimi altındaki
halkların, önceki döneme göre, daha güvenli, insanların hayatı, malları ve mülkleri çok daha değerli olduğunu doğrulamakta. Böylece, günümüzde Osmanlı
tarihini ele alan Avrupalı tarihçi ve coğrafyacılar da,
örnek olarak Robert Mantran, makale ve kitaplarında,
Osmanlı Devletinin toleransı ve dini hoşgörüsünden
övgülerle bahsedip o zamanki Türk medeniyetinin en
üst düzeylerde olduğunu söylemekteler.
Osmanlı hukuk sisteminde, Arnavutların töreleri de
saygın bir yere sahipti. Arnavutlar arasında saygınlığı
devam eden Lek Dokakin kanunnamesi, Osmanlı
hukuk sistemince iyi karşılanmış, daha sonra Prizren
vilayetindeki matbaada kısmen Osmanlıca yayınlanmıştır.
227
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Balkanlarda İslamiyet'in yayılmasında
etkili olan belli başlı aileler kimlerdir?
Bunlar, Osmanlının gelmesinden hemen sonra
uyum sağlayabilmiş ve bazıları Bizans döneminde de politik ve yönetici rolü üstlenmiş
aristokratik ailelerdir. İslamiyet'i kabul etmeleri
ile birlikte, beylikler şeklinde yönetici rollerini
uygulamaya devam etmişlerdir. Aralarında en
çok tanınmış Dukacinzade ve Vloray aileleridir.
Daha sonraları, özellikle 18.yüzyılın başlarında,
Osmanlı Avusturya Savaşları döneminde,
birkaç aile daha sahneye çıkıyor, ancak ben
Kosovalı dört ailenin üzerinde biraz durmak
istiyorum. Bunların en eskileri Peye şehrinden
Mahmut Begolli ailesi, bölgede ve özellikle
Kosovada İslam dini ve kültürünün yayılıp
gelişmesinde büyük rol oynamış, Prizren Vilayetinden
Rrotla ailesi, Cakovadan Krüeziu ailesi yada Osmanlı
tarihinde bilindiği adıyla Kurt Paşa ailesi ve en son
Cinoli ailesi. Bu ailelerin dördü de Osmanlıya onlarca
paşa, mutasarrıf, bey ve sancak beyi kazandırmış, ayrıca
bu ailelerin bağrından, İslam dini ve kültürünün ile
bunun yanında Türk kültürünün de yayılmasında
önemli katkılarda bulunmuş birçok müderris, müftü,
kadı ve şair gibi entelektüel sınıfına ait bireyler de
çıkmıştır.
Burada oluşan ve gelişen medeniyetin müzikte,
mimaride, şiirde, edebiyatta ve sanatta ortaya
koyduğu seviye nedir?
Osmanlı döneminde Kosova'da, maddi kültür olarak
tabir ettiğimiz mimarlıkta olduğu kadar, manevi
kültürde de değişik gelişmeler olmuştur. Manevi
kültüre örnek olarak divan ile tasavvuf edebiyatındaki
gelişmeleri ve bunun çerçevesinde Arap Osmanlı
harfleriyle yazılan ama Arnavut dilindeki edebiyatın
gelişmesini gösterebiliriz. Bu gelişmelerin rolü, sadece
İslam ve Türk kültürünün yayılması açısından değil,
doğal olarak Arnavut dili, kültürü ve medeniyetinin
gelişmesi, yayılması bakımından da ehemmiyetlidir.
Bütün Balkanlarda olduğu gibi Kosova'da da Osmanlı
döneminden kalan birçok Türk eserleri var. Türk ve
İslam kültürünün yayılmasında camilerden sonra en
önemli rolü mektep ve medreseler gibi eğitim kurumları oynamıştır. Prizren'de benim bildiğim kadarıyla
daha çok yerli vakıflar tarafından kurulmuş beş
medrese vardı ve yine değişik vakıflardan inşa edilmiş
mektep ve medreseler her şehir, köy ve kasabalarda
bulunuyordu. Köy medreselerine örnek olarak 16. yüzyılın başlarında Prizren yakınlarındaki Oboya köyünden olan Mehmet Kupli Bey tarafından kurulmuş olanı
gösterebiliriz. Mehmet Kupli Bey medresesinin, son
araştırmalara göre ilk köy medresesi unvanına sahip
olma ihtimali yüksek. Bu eğitim kurumları ilim ve irfan
fidanlıkları olmuş, İslam dini, kültürü ve medeniyetinin
Balkanlarda, özellikle de Arnavutlar ve Boşnaklarda
yayılmasında etkili rol üstlenmişler. İslam'ın daha çok
Arnavut ve Boşnaklarda kabul edilmiş olduğu için
özellikle bu ikisini telaffuz ediyorum. Ayrıca sanat
izlerine de rastlıyoruz. Günümüzde gittiğimiz her cami
ve tekkeye, sanatkârları Osmanlı Türk veya Arnavut olabilen değişik hatlardaki yazı ve levhalarla karşılaşabiliriz. Uzun zamandan beri üç doğu ve aynı zaman
da İslam dilleri olan Farsça, Arapça ve Osmanlıca eski el
yazılarıyla ilgilendiğim için, gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki Kosova'da hatırı sayılan miktarda hattatların
faaliyeti olmuş. Önem taşıyan hattat ve mücellit ailelerden biri Cakova'da yaşamış. Bu aileden tarih ve değişik
alanlarda elimize geçen birçok eser var ki Balkanlar ve
Arnavut topraklarındaki Osmanlı tarihine ışık tutacak
ehemmiyetteler.
Şeyh Bedreddin'in bu tarihsel hafızada yeri nedir?
Şeyh Bedrettin'in ve onun gibi birçok şeyhin, Osmanlı'
nın Avusturya'ya ve Venedik'e karşı savaşlarındaki gibi
tarihin belirli dönemlerinde Osmanlı ordularının en ön
saflarında yer almalarının ve İslam'ın yayılmasındaki
rollerinin altını çizebiliriz. Bunlardan biri İşkodra'da
doğmuş, büyük tekkeyi kurduğu Cakova'da faaliyet
göstermiş ve Sadi tarikatının tekkesini kurduğu Prizren
şehrinde ölmüş olan Şeyh Süleyman Acizababa'dır.
228
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Geleneksel mirasın korunması için neler yapılıyor,
daha neler yapılabilir?
Davud-ı Kayseri'nin İslam ilim ve irfan tarihi
açısından değeri nedir?
Daha önce de söylediğim gibi Kosova'da mimari olsun el
yazısı olsun, Osmanlı döneminden kalan önemli sayıda
Türk eserleri bulunmakta. Kosova'da yaşanan son savaş
ve karışıklıkları da göz önünde bulundursak, durumları
hakkında pek memnun edecek sözler ifade etmek
mümkün değildir. Birçok eser, bunların aralarında
camiler, medreseler, eski el yazıları, farklı kütüphaneler
ve diğer kültür mirası olan eserler zaman aşımı, hava
koşulları ve bazı diğer etkenler yüzünden tahrip olmuş
ve olmaya devam ediyor. Kültür mirası, Osmanlının
Balkanlardaki tarihi ve kendi tarih ile kültürümüz açısından büyük önem taşıyan Türk eserlerini elimizden geldiği kadar korumaya çalışıyoruz. Ancak Kosova'da bir merkezi laboratuarın ve bunu sağlayacak imkânların olmaması, eserlerin restore edilmelerini ve rehabilitasyonlarını engellemekte.
Osmanlı döneminden kalan en büyük miraslardan biri
de geniş anlamda önce Arap, daha sonra Fars edebiyatında, nitekim bütün Osmanlı İmparatorluğunda
gelişim göstermiş olan Divan edebiyatıdır. Benim yaptığım bazı araştırmalara göre yazar ve şairleri kapsayan
yaklaşık 400 divan edebiyatçıları var. Bunların aralarında,
Arnavut divan edebiyatının en önemli şairi olan ve
yukarıda değindiğimiz Vloray ailesinden çıkan Nezim
Berati'dir yada bilenen diğer adıyla Beratlı Nezim Bey
Frakula. Vloray ailesinden çıkan en son önemli şahsiyet
ise Arnavutluk Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı olan
İsmail Cemal Vlora veya bilinen diğer ismi ile İsmail Bey
Vlora'dır. Nezim Berati divan edebiyatında dört eser
bırakmıştır. Bunlardan ikisi Osmanlı Türkçe'si ile yazılmış,
biri Farsça diğeri de Arnavutça. Nezim Berati'nin eserleri,
sadece doğup büyüdüğü Berat şehri, okuduğu İstanbul
ve yaşadığı diğer yerler hakkında verdiği bilgiler bakımından değil, birçok eserlerin ve yapıların inşası açısından da önemli. İstanbul'da okumuş olması itibarı ile
tasavvuf, tefsir, hadis ve diğer birçok alanlarda 15'ten
fazla eserleri olan Davut El Karsi gibi ünlü bir yazar, şair ve
ilim adamının öğrencisi olmuştur. Davud-ı Kayseri,
Nezim Berati'nin şahsiyetinin oluşmasında en derin izleri
olan insan olması gerekir ki eserlerinden birinde Davud-ı
Kayseri'ye iki kaside adamış. Hayatının son bölümlerini
hayata veda ettiği İstanbul'da geçirmiş.
Yine de bazı yardım kuruluşların katkılarıyla mimari açıdan önemli işlere imza attığımızı düşünüyorum. Burada,
TİKA'ya yardımları ile yaptıkları muhteşem ve kayda
değer işleri için teşekkür etmeden geçemeyeceğim.
Yukarıda bahsettiğim gibi şu andaki en acil durumumuz
eserlerin bakımları ve restorasyonlarını yapabilmemiz
için bir laboratuarın kurulmasıdır.
229
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Prof.Dr. İbrahim Tatatrlı, Sofya Üniversitesi (Em.)
“İslam'ın Balkan Coğrafyasına İlk Gelişi,
Sekizinci Yüzyıla Kadar Gider”
Konuşan: Mukaddes Mut, Sadık Yalsızuçanlar
Balkanlara İslamiyet ne zaman geldi?
Bu çok geniş, çok yönlü bir konu. Balkanlarda İslam'ın
yayılmasının tasnifiyle başlayalım. Bu konuda çeşitli
yaklaşımlar olabilir. Ama biz somut olarak Balkanlarda
İslam konusuna giriyoruz. Yoksa bu konunun bundan
önceki Hunlarla, kuzeyden, güneyden gelen Türklerle
bağlantısı var. İslam'ın Balkanlara ilk gelişini 8. yüzyıla
kadar götürebiliriz. Çünkü elimizde sabit kaynaklar var.
Bunlara dayanarak diyebiliriz ki, Balkanlara İslam 8.
Yüzyılın başlarında girmeye başlamıştır. Veyahut ta
Balkanlardaki halklar İslam diniyle temasa gelmiştir.
Bilindiği gibi Abbasiler zamanında, Müslümanlar
özellikle Konstantiniyye'yi birkaç defa muhasara
etmişlerdir. Kesin olarak 714-715-717 yıllarını göz
önünde bulunduruyorum. O zaman Abbasi İmparatorluğu Akdeniz yoluyla, donanmayla Konstantiniye'ye
gelmiş ve Bizans'ın başkentini muhasara etmiştir.
Şiddetli çar-pışmalar olmuştur. Bu savaşlarda Bizans ile
beraber Balkan ülkelerinden bazı devletler de katılmıştır. Bunlar arasında bazı Bulgar kralları da vardır. Hiç
şüphesiz ki bu temas İslam'a karşı daha o zamandan bir
ilgi uyandırmıştır. Daha kesin olarak 865 yılında Eski
Bulgaristan Bizans'la temasa gelmiş ve tek tanrılı dinlere girmek tecrübesinde bulunmuştur. Tabi tek tanrılı
dinlerı biz daha Türklerde ve Hunlarda görüyoruz Gök
Tanrı'nın izlerini. Fakat burada konkre olarak Bizans'a
yönelmiştir. Ve Ortodoks Hıristiyanlığı 865'te kabul
edilmiştir. Aynı zamanda Balkanlardaki halkların üzerinde Roma nüfuz etmek istemiştir. Ve bu bakımdan
Bizans ile Konstantine arasında bir rekabet başlamıştır.
İşte o zamanlar, önce Bulgarlar Ortodoks Hıristiyanlığı
kabul etmiş fakat bir zaman tereddüt geçirmişlerdir ve
hatta 1.Boris zamanında Roma'ya bir yöneliş olmuş,
özel heyetler gönderilmiştir. Ve bir zaman Roma
temsilcilerini göndermiş, Bulgaristan'a gelmişlerdir.
O zaman 1. Boris Roma'yla münasebete girdiği zaman,
Papa 2. Nikola'ya yüzün üstünde soru vermiştir. Yani
Hıristiyan dinini kabulü münasebetiyle. Roma'dan bazı
papazlar, piskoposlar getirilmiş vs. Fakat 2. Nikolas'ın
ölümün-den sonra başka papalar gelmiş ve bunlardan
birisi Kaluyan ismindeki Bulgar kralı 1197 ile 1207 yılları
arasında iktidarda bulunmuş. Roma'daki papanın
cevapları ona gelmiştir. Bu cevaplar bugüne kadar
korunmuş. Bu cevapların arasında bir soru vardır.
“Müslümanlar yani bizde bulunan Müslümanların kutsal
kitaplarını ne yapalım?” O da cevap veriyor. Bu, bize
kesin olarak, o zamanlar Bulgaristan'da İslam dininin
kutsal kitaplarının bulunduğunu gösteren bir belgedir.
Arzettiğim gibi, Balkanlarda İslam'ın tarihini, 8.yüzyıla
kadar götürebiliyoruz. Aynı zamanda Bizans'ta tahsil
gören ve daha sonra Slav alfabesini yaratan Aya Kiril ve
Metodi orada Bizans'ta Konstantin'de tahsil görmüşler.
Bunlar özellikle Hazaristan ve özellikle Bağdat'ta bir
takım münakaşalara katılmışlar. Bu da gerek Bizans'ın
gerek Bulgaristan'da Ortodoks Hıristiyanlığının kabulünde hizmeti olan Aya Kiril ve Metodi'nin, Arap aydınlarıyla temasta bulunduğunu göstermektedir. Bu kesin
olarak o zamanlar Balkanlara İslam'ın artık az çok girmiş
olduğunu göstermektedir.
Anadolu Selçuklu devletinin Balkanlara gelmesi
nasıl olmuş?
Tabi bundan önce Orta Asya ve Anadolu'ya uzanan
Büyük Selçuklu İmparatorluğu var. Bundan sonra
1078'lerde Anadolu Selçuklu İmparatorluğu var. Önce
Orta Asya'daki Büyük Selçuklu devletine tabi olan
Anadolu Selçukları bağımsızlık kazanıyorlar. Bilindiği
gibi Büyük Selçuklu Devleti -bazı kaynaklara göre
1157'lerde Sancar'ın zamanında- 1203 yıllarında çökmüştür. O zaman Anadolu Selçuklu İmparatorluğu
bağımsız bir hale gelmiştir. O zamana kadar Büyük
Selçuklu devletine bağlı. Bu münasebetle Malazgirt
Savaşı karşımıza çıkıyor 1071 yılında. Malazgirt Savaşı,
Müslüman Türklerin kesin olarak Anadolu'ya yerleşmesine yol açıyor. Tabi bundan önce de Arapların Anadolu'ya gelmesi var.
Daha önce Araplar mı İslamiyet'i
Anadolu'ya getiriyor?
Tabi. Bundan önce Araplar Toroslar'a kadar geliyorlar
yani. Bununla birlikte hiç şüphesiz İslam'ı da getiriyorlar
o zaman. Bundan sonra artık Selçuklular ortaya çıkıyor.
Bir de bundan önce kaydettik ya 714-715-717'lerde
Bizans'ın başkenti Konstantine'yi muhasara ediyorlar.
Aynı zamanda doğudan Anadolu'ya giriyorlar.
230
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
O bakımdan Anadolu'nun hemen, hemen yarısı yani
doğu kısmı Arapların elinde bulunuyor. Yani o zaman
Bizans'la Abbasiler arasında savaş oluyor. Anadolu
Selçuklu İmparatorluğuna dönelim.
Anadolu Selçuklu İmparatorluğu 1076'dan 1078'den
1308'e kadar devam ediyor. Bundan sonra beylikler
zuhur ediyor. O zamandan birkaç elimizde kesin
belgelerle desteklenmiş olaylar var. Bunlardan birincisi,
önce bazı kaynaklara göre 1214 yıllarında ama daha
kesin olarak 1221 yılında Anadolu Selçukluları, Kırım'a,
Güney Doğu Avrupa'ya bir çıkış yapıyor Karadeniz
yoluyla. Bu Alâeddin Keykubat zamanında oluyor.
Tüccarlar şikâyet ediyorlar padişaha. O da tedbir alıyor
ve bu münasebetle Kırım'a bir sefer yapıyorlar. Oraya
gidip orada yeni camiler kuruyorlar. Büyük bir savaş
oluyor orda. Ukraynalılarda hatta o kuzeydeki Türklerden mesela Kumanlar Ukrayna'yla beraber Anadolu
Selçuklularıyla savaş ediyorlar. Ama Anadolu Selçuklu
Devleti muvaffak oluyor, bu münasebetle orada yeni
camiler kuruyorlar ve geri dönüyorlar. Bu sanıyorum
önemli, çünkü bu seferle İslam dini ve kültürü kuzey
doğu Avrupa'ya ve Kırım'a kadar giriyor.
Oralara gitme sebebi İslamiyet'i götürmek için mi?
Önce bakınız şikâyet geliyor ticaret yollarına ve bazı
tüccarların çalışmalarına engel çıkarıyorlar. Ukrayna'dan gelen bir müdahale herhalde. Bunlara tepki olarak hem de stratejik bakımdan da Alâeddin Keykavus,
Akdeniz ile Karadeniz arasındaki birliği kuruyor. Alanya'yı alıyor. Ve bu münasebetle ticaret yollarını temin
etmek için bir sefer yapılıyor ama aynı zamanda İslam
dinine saldırı da göz önünde bulunduruluyor. Çünkü
camiler yıkılmış yerine yeni camilerde yapılmış vs.
Bundan sonra özellikle 12601264 yılları arasında bir
olay oluyor. Alâeddin Keykubat 1237'de rahmete yürüyor, oğulları yerine kalıyor. Daha sonra üç oğlu aynı
zamanda iktidarda bulunuyor. Öbürleri bunları birbirine karşı koyuyor. Ve fakat bunlardan özellikle
2. Keykavus -annesi zaten Bizanslı kendisi Müslüman
ama- 2. Keykavus Moğollor'a karşı - o zaman Moğol
tehlikesi başlıyor. Onlara karşı Mısır'daki Müslüman
devletiyle temasa geçiyor ve Moğollara karşı işbirliği
temin etmek istiyor.
İşte bu münasebetle Moğollar ile 2. Keykavus'un ordusu arasında sert bir savaş oluyor, savaşı kaybediyor ve
gemilerle en yakın insanları kumandanlarıyla beraber
Bizans'a Akdeniz yoluyla ulaşıtırıyor. Şimdi bundan
önce Latinler 1204 yılında Konstantineyi fethettikleri ve
oraya yerleştikleri zaman onlar sözde İsa'nın mezarını
kurtarmak niyetiyle gidiyorlar ama gerçekte çapulcularıyla yerleşiyor ve kalıyorlar. Aşağı yukarı yarım asır
kalıyorlar. O zaman Bizans'ın hükümdarları Anadolu
Selçuk Devletinin başkentine sığınıyorlar. Destek
alıyorlar. Savaş başlıyor. Ve savaşı kazandıktan sonra
İstanbul tekrar Bizans'ın merkezi oluyor. İşte o yıllarda
2. Keykavus adamlarıyla birlikte gemilerle Bizans'a
geliyor. Bizans imparatorundan destek bekliyor Moğollara karşı ve aralarında işbirliği yapıyorlar. 2. Keykavus'un kumandanları, Bizans askerleriyle beraber Balkanlara seferlerde bulunuyorlar. Fakat 2. Keykavus
ümitsizliğe düşüyor. Bizans'ın Anadolu Selçuklu Devletine yardım etmediğini görüyor. Bu da normal, yani
Bizans koca Moğol İmparatorluğunun karşısına çıkmaya cesaret edemiyor. Araları iyi olduğu zaman 2. Keykavus'un rızası üzerine Bizans imparatoru Müslüman
Türklerin Dobruca'ya -iddialara göre Kırım'a- yerleşmesine müsaade ediyor. O zaman bu yöre Bizans'ın idaresinde. Yani Varna, Deliorman tarafları. Ve işte o zaman
Sarı Saltık ismiyle bilinen Anadolu Müslüman Türkleri
Balkanlara, Güneydoğu Avrupa'ya yerleşiyor. Onlar
yerleştikten sonra 2. Keykavus Bizans imparatoruna
karşı bir ayaklanma örgütlüyor. Çok ilginç bir cihet de,
bu savaşa Bulgar komutanlardan bizzat Konstantintik
adında hükümdarın katılması. Fakat bundan önce
imparatorunun adamları bu planları deşifre ediyor ve
Bizans hükümdarına haber veriyorlar. Böylelikle ayaklanma başlamış ve az kalsın Bizans imparatoru tutuklanacak durumdaymış. Ve bundan sonra emrediyor
2. Keykavus yakalanıyor. Edirne'nin Enez kalesine kapatılıyor. Bazı adamlarına zorla Hıristiyanlığı kabul
ettiriliyor. Bazıları Makedonya tarafına sürgün ediliyor.
Bazıları öldürülüyor vs. 2. Keykavus Enez hapishanesinde 1260'dan 1264'e kadar kalıyor. Ve Mısır'dan bir
takım heyetler, ticaret heyetleri geçiyor Bizans'tan vs.
Ve 2. Keykavus'un yakın ailesinden bir hanım Kırım
Hanı Berke hanın eşiymiş. Bir yolunu bulup onunla
bağlantı kuruyor ve Tuna'nın buz tuttuğu bir kış, Berke
askeriyle birlikte Tuna'yı geçiyor. Tekrar Bulgar kralı
Konstantikle birleşiyor ve Bizans'a saldırıyor. Enes kalesine kadar gidiyorlar. 2. Keykavus'u hapishaneden çıkarıyorlar beraberinde alıp Kırım'a gidiyorlar. 2. Keykavus'
un iki oğlu var. Kendisine orda ikta olarak toprak verilmiş ve orda da rahmete kalmıştır. İki oğlu bir zaman
tekrar Anadolu'ya dönmüş fakat savaşlarda kurban
gitmişlerdir.
231
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Sarı Saltık kimdir?
O zaman üç Bulgaristan var. Niğbolu'da bulunan İvan
Şişman, Vidin'de bulunan Strasevir bir de Dobruca
Bulgaristan'ı var. Dobrotisa adından geliyor, sonra
Doğruca oluyor. İşte o zamanlar anlaşıldığına göre, Sarı
Saltık Türkleri Doğruca tarafına yerleşiyor. Özellikle
kaynaklarda buralarda misyonerlik yaptığı görülüyor.
Ve özellikle Sarı Saltık rahmette kalıyor. Ve ölümünden
önce vasiyette bulunuyor. Yedi yerde mezarının yapılmasını söylüyor. Bu mezarların birisi Romanya'da, birisi
Bulgaristan'da bulunan Kaliagra adındaki yerde. Bir de
Babadağ'da var. Bosna-Hersek'te, gür bir suyun aktığı
yerde duvar gibi yüksek kayanın altında tekkesi var,
ben onu ziyaret ettim.
Sarı Saltık'ın etkisi ne olmuş?
Sarı Saltık'ın İslam'ın yayılmasına katkısı olmuştur. Bazı
kaynaklara göre sözde bir kısmı geri dönmüşler Aydın
tarafına. Ama buna bağlı olarak mesela Saltıkname
kitabı var. Üç cilt basılmış.
Kim yazmış?
Saltıkname birçok eserde olduğu gibi önce sözlü
olarak, efsane olarak yaşıyor. Ve sanıyorum Cem'in
zamanın da ya da biraz önce, Sultanın emriyle kitap
haline getiriliyor ama bundan önce sözlü olarak yıllarca
devam ediyor. Ve bugüne kadar geliyor efsaneler. Ama
kitap halinde 15.yüzyılın ortasında mevcut.
Anadolu Selçuk zamanında kesin olarak böyle birçok
olay var. İslamın daha o zaman gerek Güneydoğu Avrupa'ya gerekse balkanlara girdiğini gösteriyor. İslam
artık tabi beylikler zamanında Balkanlara girmeye başlıyor. Özellikle Aydın beyliği. Bizans'la çok yakın münasebetleri var. Hatta bir gemide Yunanca konuşmalarına
ilişkin bir aketod vardır kaynaklarda. Aydın Türkleri
1228'de Anadolu Selçuklu devletine giriyorlar. Anadolu Selçuklu Devleti güneye yöneltiyor. Ve üç yıl harp
ediyorlar. Benim özel bir araştırmam var, Anadolu'da
Türk Bulgarları. Anadolu'da Türk Bulgarlarının olduğuna dair çok ciddi kaynak var. Mesela Sancar'ın günlük
takvimi var. Bu takvimde Büyük Selçuklu imparatorluğuna tabi olan devletlerin isimleri var. Bunların birinde Türkî devletlerden söz edilir. Selçukluların Anadolu'
ya geldikleri zamanda bu devletlerin merkezleri
arasında Ankara, Suvar ve Bulgar ismi geçiyor üç beylik
olarak. Bunlara İslav da deniyor. Yani “ıslan” anlamına
geliyor, köle anlamında. Balkanlardan Anadolu'ya aktarılmış beylikler olma ihtimali de söz konusu. Kesin
olarak bunların isimleri veriliyor. Bu Sancar zamanı,
Sancar 1157'de rahmete kalıyor. Böyle bir belge var.
Daha o zaman Hıristiyan-Müslüman unsurların var
olduğunu gösteriyor. Özellikle Bulgar Dağı tarafında
bulunanlar, 16.yüzyıla kadar devam ediyorlar. 13.yy.da
yaşaya Hoca Dehani'nin bir divanı var. Divanından bize
8-10 şiir kalmış. Bir de Selçuknamesi var. Ne yazık ki
Selçuknamenin bütünü kaybolmuş ama eserin
bütününü gören 14. yüzyılda yaşamış bir şair var
Ercani. Bu eseri okumuş, 600 beyit varmış, muhafaza
etmiş, Bulgar Dağı 16.yüzyıla kadar geliyor. Kafkasya'
dan gelmişler. Anlaşıldığına göre önce Hıristiyanlığı
kabul etmişler ama isimleri Türk isimleri Aydın Bey vs.
İlk zamanlar harp ediyor Karamanlarla Kafkas'tan
gelenler. Daha sonra yakın dost oluyorlar. Dedim ya
bunlar daha o zamanlar gerek Anadolu'da gerekse
Balkanlarda İslamiyet'in geniş olarak yayıldığını gösteriyor. Özellikle Aydınoğulları zamanında mesela Aydın
bey Bizans imparatoru ile beraber Balkanlara sefer
yapıyor. Hatta Akdeniz boyunda Bulgar hükümdarı
savaş esnasında ölür. Böyle destan yazılmış. Neyse
beylikler zamanında demek ki Aydın beyliği, Saruhan
beyliği zamanında Balkanlara Bizans'ın yaptığı seferlere Anadolu'danTürkler katılmış. Bununla beraber tabi
İslam'ı da götürmüşler. Ama kesin olarak asıl Osmanlı
zamanında İslam daha fazla yayılmış. Çünkü öteki beyliklerin Balkanlarda kara sınırı yok. Onlar İzmir tarafında.
Bunlar seferlere katılıyor, gerisin geri dönüyor. Osmanlı
beyliğinde durum daha başka, orada artık devamlı olarak Türkler, Rumeli'ye, Balkanlara yerleşiyorlar. Osman
Gazi, Orhan Gazi, 1. Murat zamanına geliyoruz artık
Türkler kesin olarak yerleşiyor. Süleyman Paşa önce
geçiyor. Sinpe kalesini alarak bundan sonra Edirne,
Filibe, Sofya diye uzanıyor. 2. Murat zamanında İslam
da giriyor. Artık Hıristiyan halkları birkaç savaş veriyorlar. Bunlar arasında mesela Kosova Savaşı var. Kosova
Savaşından önce 1. Murat zamanında Lala Şahin 20 bin
askerle bugünkü Sırbistan tarafına bir sefere gidiyor.
232
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Fakat orada bir pusu kuruluyor, bu pusuda asker
yağmaya dağıldığı zaman, sıkıştırılıp 20.000 kişiden
5 bin kişi geri dönüyor. Lala Şahin dönünce hemen
Anadolu'da I.Murat'ı ziyaret ediyor. Bundan anlaşılıyor
ki, Hıristiyan Balkan halkları, Osmanlılara karşı İslam'a
karşı Haçlı seferi hazırlıyorlar Kosova Savaşı. Bu münasebetle iyi istihbaratları varmış herhalde, hemen Lala
Şahin döner dönmez bu haberi aldıktan sonra I. Murat
Çandarlı Ali Bey'i çağırıyor ve onu Bulgaristan'a gönderiyor. Maksat Bulgaristan'ı o gün fethetmek değil, üç
Bulgaristan'ın Kosova Savaşına katılmasına engel olmak. Muvaffak da oluyor. Hemen Ali Paşa 30.000 süvariyle beraber Edirne'den Aydost tarafına geçiyor, oradan Kuzey Bulgaristan'a gidiyor. Bundan önce Süleyman Paşa zamanında bir sefer olduğu söyleniyor
kaynaklarda ama bu daha kesin. Yıl olarak 1378 olacak
herhalde. Ali Paşa'nın amacı Bulgaristan'ı fethetmekten
fazla üç Bulgaristan'ın Kosova Savaşına katılmalarına
engel olmak. Nihayet Ali Paşa 30.000 askerle Kamçı
yoluyla Provodi'ye, Şumnu'ya, Tırnova'ya, Rusçuk'tan,
Niğbolu'ya geliyor. Muhasara ediyor. Osmanlı kaynaklarına göre İvan teslim olmuş fakat bir anlaşmaya varılıyor. Bu esnada bunlar Kuzey Bulgaristan'a giriyorlar. Yer
yer kalelere insan bırakılıyor. O zaman Şumnu fethediliyor. Tırnova, Rusçuk, Tuna Boyu, Niğbolu artık Razgırad tarafları falan fethediliyor.Ve Ali Paşa o zamanın son
Bulgar hükümdarı İvan Şişman'la anlaşmaya gidiyor.
1389 baharında Murat bütün ordusuyla beraber
Anadolu'dan Yanbol yöresindeki Tavuzlar köyüne
geliyor. Kuzeyden Ali Paşa İvan Şişman'la birlikte
Yavuzlara iniyorlar. Görüşme yapılıyor. İvan Şişman'ın
kız kardeşi Murat'ın eşlerinden biridir. I. Murat, İvan
Şişman'dan Silistre'yi vermesini, teslim etmesini istiyor.
Vaat ediyor fakat yerine getirmiyor ve bundan sonra
bütün ordu I. Murat ile birlikte Ali Paşanın katılımıyla
birlikte Filibe'ye devam ediyorlar. Tarihçilerin bildiklerine göre Meriç suyu taşmış, köprüleri götürmüş,
bütün ordu beklemiş, su çekilsin diye; bundan sonra
ordu Sofya, Köstendil yoluyla Kosova'ya gidiyor. Savaş
1389 Kosova'da. Bunlar ön koşulları yaratıyorlar.
Balkanlara İslam yeni bir kültür yeni bir medeniyet getiriyor, yeni eğitim sistemi getiriyor, medreseler, camiler,
dergahlar açılmaya başlıyor. Önce, her şehir merkezinde cami, medrese kuruluyor. Bugüne kadar muhafaza
edilen en eski cami Hasköy'deki Eski Camidir, 1295'ten
kalmadır. Bundan sonra Silistre ve Niğbolu'da, Yıldırım
Beyazıt zamanında iki cami var. Zaman itibariyle en eski
camilerden birisi Saruca Paşa Camileri, Yeni Zara bölgesinde. Eski Zara'da 1409 yılında Hamza Bey Camisi var,
bugüne gelmiş. Filibe Camisi I.Murat mı, II. Murat mı
olduğu tartışmalı. Karlofça Camisi var. Filibe'de Şehabettin Paşa Camisi var. 1444 yılına ait bir kitabesi var.
Selçuk mimarisi çizgilerini taşıyor. Sofya'daki Şehabettin Paşa ,Fatih'in vezirlerinden biri. Mezarı da varmış
SAYI 17 - 18
ama bir şey kalmamış. 1474 yılında yapılan şu anda
arkeoloji müzesi o cami. Banyabaşı Cami var sonra,
Sinan'ın olduğu sanılıyor. Köstence'de Fatih zamanından kalan bazı yapılar var. Özellikle 18.yüzyılda
Şumnu'da Şerif Paşa Camisi var, Tombul Cami olarak
biliniyor. Balkanların en büyük camisi Edirne'nin dışında. Kütüphanesinde 12. yüzyıldan tarihçi İdrisi'nin eserinin el yazması var. İtalya'da kitabını hazırlıyor.
Dünyada birkaç tane var. Onlardan birisi. Şimdi Sofya
kütüphanesine getirilmiştir.
Dergahlar da kuruluyor mu?
Dergâhlar ayrıdır, ama medreseler cami etrafında
kuruluyor. Sünnilikle beraber sufizm geliyor. Bunlar
arasında tekkeler var. Bu tekkeler yer itibariyle Otman
Baba Hasköy civarında. Bunlar arasında Kızıl Deli var,
Akyazılı Baba var, Varna'nın devamında Balçık yöresinde, bunlar İslam sufileri, Demir Baba devam ediyor
iki koldan. Özellikle Niğbolu'da mesela Ali Koç baba var.
O ilk gelenlerden Tuna boyuna yerleşiyor. Sufilik daha
fazla taşra yörelerine giriyor. Bunun dışında Sünnilikle
beraber Babailik, Alevilik. Yalnız burada Alevilik alevi
olarak biliniyor. Alevilik daha fazla 1241'de büyük bir
savaş, Hıristiyan isyana katılan Babailerin devamı gibi
bunlar, sonra Bektaşiliğe sığınıyor, takip ediliyor, büyük
savaş var. Bali Efendi halvetidir. Strovista kasabasından
Vardar tarafından geliyor, Sofya'ya yerleşiyor. Sofya'dan
İstanbul'a gidiyor. Tahsil görüyor. Orada Halvetiliğin
başına geçiyor. Misyoner olarak Sofya'ya gönderiliyor.
Sofya civarında 10 bin kadar taraftarı varmış. Manzum
eserleri var. Şiirleri var. Birlik, kardeşlik, hoşgörü görüşlerini yayıyor. Ama aynı zamanda İslam tasavvufunun
savaşçı koluna karşı çıkıyor. Özellikle onun zamanından
kalmış birkaç mektup var.
Gül Baba?
Gül baba İslam sofiliğinin temsilcilerinden biri. Bunlar
hoşgörüyü savunurlar.
Şeyh Bedrettin kimdir?
Şeyh Bedrettin'in, Edirne civarında Simavna kasabasında doğduğu biliniyor. Babası, Simavna kadısı. Annesi de Bizanslı bir hanım. Simavi burada tahsilini bitirdikten sonra Mısır'da tahsil görüyor. Döndükten sonra
Kazasker oluyor. Musa tarafını tutuyor, I. Mehmet'e
karşı çıkıyor. Bu bakımdan özellikle Sofya'nın civarında
Çamurlu diye bir yer var. Musa-Mehmet orada savaşıyor, Mehmet kazanıyor. Simavi tutuklanarak Batı Anadolu'ya gönderiliyor. Büyük bir ayaklanmanın başına
geçiyor. Karadeniz'den, Romanya-Deliorman Dobruca
tarafına geçiyor. İddialara göre büyük bir ordunun
başına geçiyor. Sultanla savaş yürütüyor birkaç sene
sonunda casusular gönderilerek yakalanıyor, Serez'de
asılıyor. Eserleri var,Varidat'ı var.
233
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Balkanlarda Mevlana ve Yunus Emre gibi
mutasavvıfların etkisi olmuş mudur?
Celaleddin-i Rumi'nin fikirlerine
Avrupa'da Avrupa'nın en büyük
filozoflarından Hegel'in eserlerinde, estetik dersleri ve başka
eserinde geniş yer ayrılmıştır.
Rusyalı bir bilim adamının iddiasına göre Hegel'in felsefi görüşlerinde Mevlana'nın etkisi vardır.
Bu eserde etütler, araştırmalar,
ikinci bölümde eserlerinden, beş
eserinden 4050 sayfalık alıntı var. Belh'ten; Horasan'dan Anadolu'ya kadar bütün Müslüman kültürün
resimlerle mimarisi var kitapta. 800. doğum yıldönümüne denk geldi. Kitap tam onun doğum gününe
denk gelmiş. Bu münasebetle bu kitabın sunulması
oldu. Celaleddin Rumi'nin Bulgaristan kültürü üzerinde
büyük etkisi olmuş. Eserleri çeşitli çağlarda, çeşitli
yollardan Bulgaristan'a girmiştir. Ve Filibe'ye çok geniş
olarak nüfuz etmiştir, orada Mevlevi Semahanesi vardır,
bugün otel haline getirilmiş. Nüfuzu 13. Yüzyıldan
bugüne kadar devam ediyor. Eski şehir kısmında
tekkesi var. Yunus Emre 13. Yüzyılda yaşıyor. Sarı Saltık
Türkleri bundan sonraki sanıyorum o kanallarla
Güneydoğu Avrupa'ya ve Balkanlara girmiştir.Ve bugüne kadar devam ediyor. Bulgaristan'ın bağımsızlığından sonra, medreselerden, rüştiyelerden başka, 192223'de Şumnu'da Nüvvap Mektebi açılıyor.
SAYI 17 - 18
hapiste kalıyor, çok da bilgili. Beytullah Şişman var. Asıl
bu temel iki okul. 1947'den sonra Nüvvap Lise haline
getirilmiştir. Soykırım zamanı bunların hepsi kapanmıştır. Ve demokrasiye geçiş döneminde adeta Nüvvab'ın
devamı olarak Sofya'da Yüksek İslam Enstitüsü kurulmuştur. Ben orada hocalık yapıyorum. Ve burada
1990'dan beri önce idari yüksek sonra Yüksek İslam
Enstitüsü olarak, Diyanet Vakfı'nın yardımıyla devam
ediyor, Türkiye'den ve buradaki yerli hocalarla devam
ediyoruz.
Osmanlılar Balkanlara insanlık, medeniyet değerleri
bakımından hangi yüksek değerleri armağan etmiştir.
İslam, medeniyetinin bütün unsurlarıyla Balkanlar'da
teşekkül etmiştir. Mimarisiyle, musikisiyle, şehir plancılığı ile, edebiyatı ile, ilmiyle, irfanıyla... Özellikle İslam
tasavvufu çok geniş etkiler göstermiştir. Tekkeler,
edebiyat ve musikinin de gürbüzleşmesini sağlamıştır.
Yahya Kemal'in dünyasında Balkan coğrafyası
nasıl yer alır?
1990'da Kosova'da kongre yapıldı. BALTAM diye bir kongre. Kitap
çıkarıldı. Benim etüdüm Yahya
Kemal'in eseri Balkanlarda kitap
halinde basıldı. Şiiri, anıları, Sofya'
yı iki defa ziyareti, seyahat notları
var. Buralarda Türk kültürünü
savunmuş, camilerin yıkılmasına
karşı çıkmış. Yahya Kemal sadece
Balkanlarda değil, Türk edebiyatının büyük simalarından biri.
Modern Balkan edebiyatına baktığımızda Türkçe
yazan şairler var mı?
Var.Türkiye DışındakiTürk Edebiyatları. Kültür Bakanlığı
tarafından 11 Cilt olarak yayınlandı. O kitabımda geniş
bilgi bulabilirsiniz. Ayrıca bir cilt Bulgaristan Türk
Edebiyatı da vardır.
Nüvvap 1947'ye kadar devam ediyor. Lise bölümünde
imam yetiştiriliyor, yüksek bölümünde müftü ve şeriat
uzma-nı yetiştiriliyor. Şunu kaydedeyim Bulgaristan'da,
-Türkiye'de medreseler 1924'te kaldırıldığı halde1938'e kadar şeriat hukuku uygulanması devam edilmiştir. Şeriat uzmanları yetiştiriliyor. Bunlar arasında
dünyaca tanınmış şeriat uzmanları var. Osman
Keskinoğlu'nun altmış eseri var, Mısır'da tahsiline devam ediyor. Osman Kılıç var bunların arasında. 16 sene
hapishanede kalmış. Nüvvap hocalarından. Dediğim
gibi çok geniş bir öğretmen kadrosu. 1948'de Osman
Kılıç mahkemeye sürülüyor haksız olarak. 16 sene
Balkanlarda yaşayan insanlar açısından İstanbul
manevi ve kültürel bir merkez midir sizce?
Hiç şüphesiz. Çağlara göre alırsak Konstantiniye
1453'den fethedildikten sonra, Osmanlı Devleti'nin
merkezi haline geliyor, halifelik Osmanlılara geçince o
zaman bütün İslam dünyasının merkezi oluyor. Bu
bakımdan dinle kültür birleşiyor. İstanbul bütün
Müslüman dünyasının merkezi oluyor, bu 1923'e kadar
devam ediyor. Gerek halifeliğin merkezi, gerekse İslam
kültürünün merkezi olarak devam ediyor.
234
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Dr. Mirsad Kariç, Saray Bosna Üniversitesi
“Osmanlı İmparatorluğu Büyük Ölçüde Medine
Anlaşmasından Faydalanmış, Hoşgörü ve
Adalet Kavramlarını Uygulayarak 600 Yıl Ayakta
Kalmayı Başarmıştır”
Konuşan: Mukaddes Mut
Osmanlıdan günümüze gelen Bosna-Hersek'in
politik durumu nedir?
Politik durumdan bahsetmeden ve özellikle 1945
sonrası en kanlı savaşlarından birisi olan Bosna-Hersek
savaşını sona erdiren Dayton Barış anlaşması sonrası
durumu ele almadan evvel bu ülkede yaşananları
Osmanlı devleti zamanında yaşananlarla ilişkilendirmek ve Osmanlı zamanındaki çok önemli iki kavramdan bahsetmek istiyorum, bunlar hoşgörü ve adalettir.
Birçok politikacı, bilim adamı ve düşünür Osmanlı
devletinin 600 yılı aşkın süredir ayakta kalmasının
sebebini Türk imparatorluğunun, sultanlarının ve
halifelerinin Osmanlı tebaasının çoğunluğunu oluşturan Müslümanlara ve halkın diğer kısmını oluşturan
Hıristiyan ve Yahudilere adalet ve hoşgörü ile davranmasıdır diyor. Türk ve Osmanlı devrinde var olan bu
adaletin temelleri peygamber devrine kadar dayanır.
Osmanlı devletinin resmi dini İslamiyet olduğu için bu
hoşgörü ve adalet ortamının temeli bizim İslam dini
öğretilerinin temelinde yatan faktörlerdir. Örneğin ilk
anayasa olan Medine Anayasası 622 yılında yazıldığında Müslüman olanlar ve olmayanların hepsi eşit
haklara sahiptiler; tek fark gayrimüslimlerin 'cizye' adı
verilen bir tür vergi ödemeleri idi. Ancak bu vergi
sayesinde gayrimüslimler askerlikten muaf oluyorlardı.
Şunu diyebiliriz ki geniş anlamda Osmanlı İmparatorluğu büyük ölçüde Medine anlaşmasından faydalanmış, hoşgörü ve adalet kavramlarını uygulayarak 600
yıl ayakta kalmayı başarmıştır.
Hoşgörü ve adalet Osmanlının uzun süre var olmasının
ardındaki en önemli sebeplerdir. Bazıları sultanların ve
halifelerin mutlak güce düşkün olduğunu ve bundan
hoşlandıklarını söyler ancak vurgulamamız gerekir ki
burada sultan ya da halifelerin kullandığı güç bir amaç
değil Müslüman ve gayrimüslim azınlık arasındaki hoşgörü ve adaleti sağlamak konusunda bir araçtır.
Örneğin bugün batı dünyasında ombudsmanlık olarak
adlandırılan müessese Osmanlı'dan alınmıştır. 17. ve
18. yüzyıllarda bazı entelektüeller, sosyal bilimciler
Osmanlı topraklarında seyahat ederlerdi ve bu kişiler
'hizbe' denilen ve peygamberlik zamanından kalan bir
kurumun varlığından bahsederler. Hizbe görevini
yapan kişinin amacı sokağa çıkıp pazarda satılan ürünlerin kalitesini kontrol etmek ve kalitesini denetlemektir. Batılı bilim adamları bu kurumdan etkilenmiş,
bunu taklit ederek bugünkü Avrupa da bilinen ombudsmanlık müessesesini geliştirmişlerdir. Şu bir gerçektir
ki 600 yıl varlığını sürdüren Osmanlı'nın başarısının sırrı
hoşgörü ve adaleti teşvik etmesinde yatmaktadır. Bunu
yine ünlü bir İslam bilgini olan Ibn-i Teymiyye'nin sözlerine dayandırabiliriz. Kendisi şöyle der; 'Allah gayrıMüslim olsalar dahi adaletli olan ülkelere yardım eder,
eğer adaletsiz iseler Müslüman olsalar dahi onlara yardım etmez'. Osmanlı örneğinde herkes adaletli ve
hoşgörülü idi ki bu sayede uzun yıllar ayakta kalabildiler. 18, 19 ve 20. yüzyıllarda bu adalet kaybolmaya
başladı.
Tarihçilere göre bu Osmanlı imparatorluğunun zayıflamasının ve çöküşünün ardındaki en önemli etkendir.
18. ve 19.yüzyıllarda batılılaşma ve modernleşme aynı
zamanda Osmanlının sonunu hazırlamıştır. Batılılar için
ana mesele Batılı değerlerin benimsenmesidir. Bilim,
teknoloji, politik konular ve modernleşme alınmış
ancak bunlara uyum sağlanmamış adapte olunamamış
sadece körü körüne kabul edilmiştir. İslam medeniyetinde ve Osmanlı devrinde var olan değerler bir
bakıma reddedilmiştir. Bu değişimlere ayak uyduramamak ve adapte olamamak nihayetinde koskoca bir
imparatorluğun sonunu getirmiştir. 1924'te halifelik de
bu sebepten kaldırılmıştır. Şimdi Bosna'nın politik
durumuna değinelim; genelde Balkanlar özelde Bosna
bu batılılaşma ve modernleşme sürecinden etkilenmiş,
Osmanlının bu konudaki başarısızlığı ile benzer
235
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
biçimde Balkanlardaki ve Bosna'daki Müslümanlar da
bu değişimin gerisinde kalmışlardır. Modernizasyon
süreci bu ülkenin, Müslü-man azınlığın yıllardan beri
sürdürülen geleneklerini alıp götürmüştür. Bu
modernizasyon süreci ve batılı-laşma sevdasının
sonunda birçok Müslüman dinden uzaklaşmış ve
Avrupa'nın batılılaşma ve modernleşme vasıtası ile
dünyanın bu kısmına getirdiği sınırlı sayıda pozitif
unsur hariç Müslümanlar bununla başa çıka-mamış ve
çoğunlukla olumsuz sonuçlar yaşanmıştır. Bu süreç
Bosna savaşı ve Dayton anlaşması sonrasında da
görülmüştür. Bu anlaşmanın amacı savaşı bitirmek
olmasına rağmen bir devlet kurmayı hedeflememektedir. Yaşanan kargaşalar yüzünden ülkedeki birçok
Müslüman çeşitli problemlerle karşılaşmıştır. Bu ülke
üç ayrı unsurdan oluşur; Bosnalı Müslümanlar, Bosnalı
Sırplar ve Hırvatlar.
Bu ülke Sırbistan ve Hırvatistan ile komşudur ki bunların her ikisi de savaş esnasında topraklarını genişletip
Bosna'dan pay almak istemiştir. Müslümanlar bu iki
ülkenin hırsının kurbanı olmuştur ve ne yapacaklarını
şaşırmışlardır. Bosna'nın bölünmesine itirazlar gelmiş
ve bu kanlı savaş yaşanmıştır. 92-95 arası Bosna'yı
Osmanlı devleti ile karşılaştıracak olursak örneğin
Yahudi ve Hıristiyanlar Osmanlının hoşgörüsü sayesinde bu ülkede barış içinde yaşamışlardır. Bunlar İslam
inancının bir sonucudur, örneğin Hıristiyanların ve
Yahudilerin kendi okulları ve mahkemeleri vardı,
özgürce eğitim alıyor, sorun yaşadıklarında kendi
kurallarına göre yargılanabiliyorlardı.
SAYI 17 - 18
Bosna'da da bu yaşanmıştır, Protestan ya da Ortodoks
insanlara kendi yaşayış biçimini oluşturma serbestisi
tanınmıştır. Osmanlı dönemindeki adalet ve hoşgörü
iklimini Dayton sonrası beliren hoşgörüsüzlük ve
gerilim ortamı ile karşılaştırdığımızda burada en çok
yarayı Bosnalı Müslümanların aldığını görmekteyiz.
Sırplar ve Hırvatlar ülkeyi bölmek ve kendi bağımsızlıklarını kurmak istiyorlardı. Eğer ülke farklı etnik
gruplardan oluşuyorsa hoşgörü ve adalet kavramlarının terk edilmesi politik sistemde mühim sorunlara
yol açar. Osmanlı da çok kültürlü, çok dinli bir yapıya
sahipti ancak tüm insanlar eşit konumda idi, bunun
temeli ise yine dini öğretilerdi. İslamiyet'te siyahla
beyaz, Arap'la Arap olmayan, Bosnalı ya da Türk
arasında ayrım gözetilmemesi, herkesin din karşısında
eşit olması benimsenmişti. Hoşgörü ve adaletin yitirilmesi ki bu Dayton sonrası Bosna'nın durumuna işaret
eder, büyük bir kayıptır.
Batı medeniyeti üç temele dayanır, entelektüel, materyalist ve spiritüel öğretiler. Bunlar arasında Makyaveli
zamanına uzanan bir ayrım vardır, güçler ayrılığı söz
konusudur. Osmanlıda ise bu üç kavram birlikte süregelir, kanunun temeli Kur'an ve sünnettir. Sultan ve
halife mutlak gücünü refahı sağlamada bir araç olarak
kullanır. Bosna'da savaş sonrası dönemde bunların
yaşanmasının sebebi ruhani yönün terk edilmesi ve
batının daha çok görünene konsantre olmasıdır. Bu
ülkenin Müslümanları hoşgörü ve adalet eksikliği
nedeni ile acı çekmektedirler.
236
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
SÖYLEŞİ:
Prof. Dr. İbrahim Yalımov
Sofya İslami İlimler Enstitüsü Rektörü
“Balkan Halkları İslam'ı
Gönüllü Olarak Kabullenmiştir”
Konuşan: Mukaddes Mut, Sadık Yalsızuçanlar
Bulgaristan'a Müslümanlar hangi
tarihte, nasıl geliyorlar?
Müslümanlar Bulgaristan'a başlıca
iki yoldan geliyorlar. Bunlardan birisi, bildiğiniz gibi, Türkmen kabilelerin belirli bir kısmı Doğudan Batıya hareket ederken Karadeniz'in
kuzeyinden Balkanlara geliyorlar.
İşte o dönemde buraya Türkmenlerle beraber 11. ve 12. yüzyıllarda
belirli bir Müslüman kabilesi gelmiş. Fakat esas olarak İslamiyet
burada Osmanlılar geldikten sonra
yayılmaya başlıyor. Osmanlılar
bildiğiniz gibi 14. yüzyılın sonlarına
doğru Balkanlara geliyorlar. 17. yüzyıla gelindiğinde artık Bulgaristan
şehirlerinde nüfusun çoğunluğunu
Müslümanlar oluşturuyor. Yani
Müslümanların sayısının giderek
arttığını bütün tarihçiler kabul ediyor. Ama bu sayının nasıl arttığı ve
İslam'ın Bulgaristan'da nasıl yayıldığı konusunda tarihçiler arasında
tartışmalar var. Öteden beri iki görüş savunuluyor. Bunlardan birisi,
İslamiyet'in Bulgar topraklarında ve
Balkanlarda zorla ve zor kullanılarak
yayıldığını öngörüyor. İkinci teze
göre, İslamiyet bu topraklarda
gönüllü olarak kabul edilmiştir. Tarihin belirli zamanlarında bu tezlerin
ya biri ya da diğeri ağırlık kazanıyor.
Örneğin bildiğiniz gibi seksenli
yıllarda bizlere zorla kimlik
değiştirme kampanyası yürütülmüştü. O dönemde İslamiyet bu
topraklara zorla getirilmiş, kılıç
zoruyla yayılmış tezi hâkim tezdi.
Çok şükür demokrasiye geçtiğimiz
yıllarda ikinci tez ağırlık kazanmaya
başladı. Yani İslamiyet bu topraklarda gönüllü olarak, ayrı ayrı
insanlar tarafından veya ailevi
veyahut belirli gruplar bu dini kabul
etmiştir diye bir tez işleniyor ve
yayılmaya çalışılıyor. Fakat orada da
yine bir soru ortaya çıkıyor. Neden
buradaki insanlar İslamiyet'i gönüllü olarak kabul etmişlerdir? Bu
konuyla ilgili de çeşitli fikirler var.
Bunlardan birisi; İslamiyet her şeyden önce bu topraklarda politik ve
ekonomik nedenlerle yayılmıştır.
Bilindiği gibi bunu Enver Ziya Karal
da belirtiyor. Osmanlı imparatorluğunda Müslümanlarla Hıristiyanlar
arasında belirli bir fark var. Hıristiyanlar belli haklara sahip değil,
mesela askerlik yapmıyorlar, cizye
diye bir vergi ödüyorlar, bazı devlet
dairelerinde memur olamıyorlar vs.
İşte bunu aşabilmek için birçok
Bulgar İslamiyet'i seçmiş böylece
onların ekonomik durumları da
iyileşmiştir, deniyor.
Ama Osmanlı'dan önce
Müslüman olanlar var Bulgar
topraklarında?
Var, oraya geleceğim, ama andığım
iddialara ilişkin kimi ayrıntılar vermek isterim. Şimdi bu gönüllülük
tezinin yayılmasında en fazla Hollandalı Michael Kil'in rolü var.
Michael Kil, son yıllarda Osmanlı
arşivine girmiş belgeler bulmuş
İslamiyet'in en fazla gönüllü olarak
yayıldığı tezini savunuyor ve onu da
şöyle kanıtlıyor;
'Unutmamalıyız ki' diyor, 'İslamiyet
en son ve en modern dindir. Öte
237
taraftan 16.yüzyılın sonlarına kadar
Osmanlı orduları her yerde ve her
zaman zafer kazanmışlardır. Bu da
Allah katında gerçek dinin İslamiyet
olduğu kanaatini yaratmış ve bunun için birçok kimse gönüllü olarak İslamiyet'i kabul etmiş.' Tabii ki
ekonomik nedenlerin de rolü var.
Gönüllülüğün kanıtı bence her şeyden önce bu topraklarda İslamiyet'i
kimler kabul etmiştir sorusunun
yanıtındadır. Eğer bir gözden geçirecek olursak şu ortaya çıkıyor. Her
şeyden önce Osmanlılar buraya geldiği zaman İslamiyet'i en fazla daha
önce buraya göç eden Türkmenler
kabul etmiştir. Bildiğiniz gibi
Türkmenlerin dini gelenekleriyle,
Osmanlı Türklerinin dini gelenekleri yakın, bir kökenden geliyorlar.
Onun için bu insanlar İslamiyet'i gönüllü olarak kabul etmişlerdir. Gerçi
Bulgar halkı 864'te Hıristiyanlığı
kabul etmiştir. Fakat Marin Dirinof
gibi Bulgar tarihçilerin de belirttiği
gibi, onların inançları sağlam bir
inanç değilmiş. Yani şunu demek
istiyorum: Daha çok seçkinler Hıristiyanlığı kabul etmiş, fakat köylü
halk Hıristiyanlığı tamamen kabul
edememiş. Bunların Hıristiyanlığında putperestlik elemanları bulunmakta. Öte taraftan bir tür Hıristiyanlıktan 'sapan' akımlar belirmiş.
Bunlardan biri, Bogomilliktir. Bogomillik, Bizans imparatorluğundan,
Balkanlardan geçip Fransa ve İtalya'
ya kadar yayılan bir tarikat. Bogomiller, Ortodoks Hıristiyanlıktan ayrı
bir takım görüşler savunuyorlar.
Örneğin mabetleri, kiliseleri
TARİH BİLİNCİ
reddediyorlar, haçı ve teslisi kabul
etmiyorlar vesaire. Bunun için de
Bulgar devleti ve Hıristiyan kilisesi
bunların üzerine baskı yapıyor,
bunlara ibadet hürriyeti tanımıyormuş. Bogomiller, Osmanlıyı burada
kurtarıcı olarak karşılamışlar ve
İslamiyet'i kabul etmişler. Bunu
bugünkü Bulgar lisesinde okutulan
Bulgar kitapları da yazıyor. Yani
Bogomillerin çoğunun İslam'ı kabul
ettiğini. Tabii bir başka husus, egemen çevreler, eski deyimle feodal
sınıfın temsilcileri de eski durumlarını koruyabilmek için İslamiyet'i
kabul etmişlerdir. Bunun en açık örneği, son Bulgar çarı İvan Şişman'ın
oğlu Alexander Şişman'dır. Alexander Şişman, İslam'ı kabul ediyor ve
onu o zaman Aydın bölgesine vali
atıyorlar. Buna benzer başka olaylar
da var. Yani bütün bunlar, burada
genellikle İslamiyet'in gönüllü olarak kabul edildiğini kanıtlıyor. Öteki
tez neye dayanıyor? Yani neden
öteki tarihçiler Bulgaristan'da
özellikle Bulgarların İslamiyet'i zorla
kabul ettiklerini ileri sürüyor?
Bunu kanıtlayacak dört belge var.
Bunlardan birincisi her şeyden önce
papaz Metodi Proniyot'un hatıraları
var. Bunlar 34 sayfalık bir hatıra.
1870 yılında Viyana'da yayınlanmış.
İlyetedrot ismindeki Bulgar dilcisi
araştırma yaptı, dilini irdeledi ve şu
kanaate vardı; bu hatıralar, 19. yüzyılın başlarında yazılmıştır. Oysa
hatıralarda 17. yüzyıldaki olaylardan bahsediyor ve buna da şahitlik
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
etmeye çalışıyor. Demek ki bu hatıralar gerçekse onların yazarı 200 yıl
kadar yaşamış. Bu mümkün olmadığına göre, bu hatıraların gerçek
olmadığı ortaya çıkıyor. Öte taraftan başka bir eser var. Lamanski
isminde bir Rus, “Bulgar'ın İkinci
Tahrifatı” diye bir eser yazıyor. Bu
eserde diyor ki, Ege denizi kıyılarından bugünkü Goçe Delçef'ten Tuna
Nehri kıyılarına kadar bugünkü
bölge Hıristiyanlaştırılmıştır Sultan
I. Selim zamanında. Fakat tarihi
olaylar, 17. yüzyılda bile bu bölgede
Hıristiyanların yaşadığını gösteriyor. Demek ki Hıristiyanlar varlığını
korumuşlar. Sonra son yıllarda bazı
Bizans belgeleri açıklandı. Bu belgelerde, Sultan I. Selim'in Hıristiyanlara karşı kötü bir yaklaşımının
olmadığı, tam tersine Hıristiyanları
kilise inşasında desteklediği ortaya
çıkıyor. Başka bir eser daha var,
“Tarihi Notlar” diye. Bu eserde bahsedilen, biliyorsunuz dini bölgeler
var, dini iller, ilçeler vardır. Bu kitapta bahsedilen dini ilçeler ve oradaki
papazların ismine biz Bulgaristan
kilise tarihinde rastlayamıyoruz.
Yani öyle bir bölgenin, öyle bir
papazın yaşadığını kanıtlayacak
ortada başka bir delil yok. Bu şekilde devam edebiliriz. Yani zorla İslamiyet'in kabul ettirildiğini kanıtlayacak deliller güvenilir delil değildir.
Şimdi Müslümanların sayısının arttığından bahsediyoruz ve bunu bir
gerçek olarak kabul ediyoruz. Müslümanların sayısının artmasında
benim kanaatime göre en büyük rol
göçtür. Daha I. Murat ve I. Beyazıt
zamanında Anadolu'nun çeşitli bölgelerinden buraya göçmenler aktarılmıştır. Bunların bazıları resmen,
bazıları ceza olarak gönderilmiştir.
Osmanlı iktidarına karşı ayaklanmak isteyen veyahut Osmanlı iktidarı tuz vergisi gibi birtakım vergiler ortaya koyuyor ve bunları
kabul etmeyen birtakım kabileleri
Saruhan veya Konya tarafından sürgün edilmişlerdir. Ve en önemlisi de
238
Yörük konusudur. Burada İslamiyet'in yayılmasında, İslamiyet'in ve
Türklerin artmasında kanaatimce
Yörüklerin rolü büyüktür.
Gökbilgin'in araştırmalarına göre,
-16. yüzyılın ortalarından 17. yüzyılın ortalarına kadarki defterleri gözden geçirmiş- Bulgaristan topraklarına 100 ile 160 bin kadar Yörük
tehcir edilmiş ve bunlar çeşitli bölgelerde ocaklar kurmuşlardır. Örneğin Rodop bölgesinde yetmiş kadar
ocak vardır bunlardan. Yani Rodoplardan başlayarak kuzey doğu
Bulgaristan'a kadar bu Yörükler
yayılmışlardır. Beraberinde İslamiyet' de getirmişlerdir.
Bunlar Bektaşi mi,
nedir inançları?
Bence bunlar Ehl-i Sünnet, Bektaşilikten bahsedilmiyor. İran'dan buraya göç edenlerin arasında Bektaşilik
ve Alevilik yaygın biliyorsunuz. Şah
İsmail dönemindeki savaşlar esnasında Osmanlılar bunların bir kısmını hudut boylarından alıp bize
aktarıyorlar. Bunlar da özellikle
Deliorman'ın Kemallar ya da İsperih
kasabasına yakın Demir Baba
Tekkesi vardır, oralara yerleşiyorlar.
Tabii Rodoplarda da var, bugünkü
Hasköy şehrine yakın Otman Baba
Tekkesi vardır vesaire. Özetle şunu
söyleyebiliriz; Osmanlı devleti resmen bir İslamlaştırma politikası
gütmemiştir. Osmanlı devleti, İslamiyet'in yayılması için ön şartları
hazırlamıştır. Tabi şunu da eklemek
lazım, İslamiyet'in yayılmasında
Osmanlı ordusunun buraya gelmesinin ve özellikle dervişlerin ve
vakıfların da payı büyük. bahsetmek lazım. Dervişler ve onların kurduğu vakıflar, tekkeler, İslamiyet'i
yazılı ve sözlü olarak yaymakla
kalmamış, yaşam biçimleriyle de
İslam'ı tanıtmışlar yerli insanlara ve
İslamiyet'e ısındırmışlar onları celp
etmişlerdir.
TARİH BİLİNCİ
Sarı Saltık dışında
başka hangi ocaklar var?
Şimdi bakın isim olarak örneğin bizde büyük birkaç tekke var. Bunlardan birisi, Otman Baba. Haskova
bölgesine yerleşiyor. Varna 'da
Akyazılı Tekke var, az önce sözünü
ettiğim Deliorman'da Demir Baba
Tekkesi var. Bunlar birer dini eğitim
merkeziymiş, ayrı ayrı bölgelerde
dinin yayılmasına yardım etmişlerdir. Sarı Saltık'a gelince, o konu
bizde tartışmalı bir konu. Yani şu
açıdan tartışmalı, tarihçi Peter
Mutafçiyef'in araştırmalarına göre,
Sarı Saltık 20.000 kadar Türkle buraya gelmiş, Deliorman'a yerleşmiş,
Babadağ'a yerleşmiş, fakat oradan
da kalkıp Kırım'a gitmişler. Kırım'dan
da sonra çoğu Anadolu ve İstanbul'a
dönmüşler diye bir tez işleniyor.
Yani Sarı Saltık'la beraber gelenlerden kalanların sayısını tespit etmek
mümkün değil. Fakat öteki bahsettiğim tekkelerin etkisi büyük, halen
ayakta şu veya bu şekilde. Örneğin
her sene Ağustos ayında Demir
Baba'ya Müslümanlar toplanıyor ve
kutlamalar yapıyorlar. Gerçi son yıllarda bizde bir siyasi parti var Hak ve
Özgürlükler Hareketi, onlar bu toplantıları Mayıs ayında düzenliyor ve
böylece Demir Baba, Otman Baba,
Akyazılı Baba'nın isimleri Müslümanlar arasında yaşamaya devam
ediyor. Şunu da eklemek istiyorum,
şimdi az önce bahsettiğim Peter
Mutafçiyef'in kızı Vera Mutafçiyef
ünlü bir tarihçidir, aynı zamanda
romancıdır, romanlar da yazıyor. Bu
tarihçinin kanaatine göre, Osmanlı
imparatorluğu ve merkezi idarenin
yerli ahaliyi İslamlaştırmada çıkarı
yokmuş.
BALKANLAR
askerde kullanmaya ihtiyacı yokmuş. Öte taraftan o bunu hazine
konusu ile ele alıyor ve diyor ki;
gayr-i müslimlerden cizye toplandığı için bu hazineye önemli bir gelir sağlıyormuş, onun için Osmanlı
idaresinin gayr-i müslimleri Müslümanlaştırmada bir çıkarı yokmuş.
Onun için zor kullanmamış. Peki,
Osmanlı döneminde devlet tarafından İslamlaştırma eğiliminde
bulunulmamış mı diye sorabiliriz.
Buna cevap şu olmalı bence, devlet
tarafından belirli faaliyetler gösterilmiştir. Örneğin bunlardan birisi
devşirmedir. Devşirme, bildiğiniz
gibi Hıristiyan ailelerden bazılarının çocukları alınıp bunlar din ve
Türklük şuuru içerisinde eğitilmişler ve Yeniçeri olarak askerlik yapmışlardır. Bunu kabul etmekle beraber, rolünü abartmamak lazım.
Neden? Çünkü örneğin 15. yüzyılda
Bulgar topraklarında aşağı yukarı
on bin kadar Yeniçeri varmış.
17. yüzyılda bunların sayısı, 50.000 e
kadar ulaşmış ve bildiğiniz gibi 16.
yüzyılın yirmili yıllarında Yeniçerilere evlenme, aile kurma hakkı
tanınmış ve bundan böyle Yeniçeri
ocaklarına gelen askerler, daha çok
Yeniçeri ailelerinden gelmişlerdir.
1826'da II. Mahmut zamanında
Yeniçeri ocağı kapatılmıştır. Bu
bağlamda şunu da ifade edebilirim.
Elbette münferit olarak teker teker
şurada veya burada zor kullanma
Neden?
İki sebep ileri sürüyor. 16. yüzyılda
Osmanlı imparatorluğunda askerliğe celp edilebilecek yani seferber
edilebilecek yeteri kadar erkek
bulunuyormuş. Onun için dışarıdan
yeni Müslüman elde edip bunları
II. Mahmut
239
SAYI 17 - 18
olmuş olabilir. Genellikle isyan bastırılırken veya Osmanlılar ve Ruslar
arasında savaşlar esnasında karşı
cepheye hizmet edenler burada söz
konusudur. Benim bildiğim kadarıyla Osmanlı Ruslarla on tane savaş
yürütmüştür. Batı Hıristiyan devletleriyle dokuz defa savaşa girmiştir.
Bu savaşlar esnasında her zaman olduğu gibi bazı Hıristiyanlar düşman
cepheye yardım etmeye kalkışmışlar ve isyanlar bastırılırken ya da
savaş sona ererken bunların üzerine
belli bir baskı yapılmış, yargılanmak
istenmiş, işte o zaman canlarını
koruyabilmek için Hıristiyanlığı
kabul etmişlerdir. Fakat bunlar ayrı
ayrı meselelerdir bunlardan genel
bir sonuç çıkarılmamalıdır.
Şeyh Bedrettin'in kimliğine,
düşüncelerine ve etkinliğine
ilişkin neler söylersiniz?
Bu konu genellikle tarihte objektif
ve tam olarak incelenmemiştir.
Hilmi Ziya Ülken'in de belirttiğine
göre, bakıyoruz tarihçiler Şeyh
Bedrettin'den bahsederken daha
çok onun isyanına önem veriyor.
Filozoflar, özellikle materyalist
filozoflar ise, Şeyh Bedrettin'de
materyalizm ilkeleri arıyorlar.
Onun için yapıtları ve hayatı nesnel
olarak incelenememiştir. Bizde,
benim bildiğim kadarıyla küçük bir
broşür çıktı totaliter dönemde.
Paraşkef isminde bir gazeteci vardı,
belirli bir zaman Bulgaristan'ın
konsolosuydu İstanbul'da. Kendisi
Gagavuz asıllıdır,Türkçe biliyor; o bir
broşür yazdı. Tabi o dönemde
Sovyetler Birliği'nde yayınlar var
daha derinlemesine. Yalnız Marksist
açıdan orda daha çok materyalizm
araştırılıyor. Şimdi Şeyh Bedrettin
14. yüzyılın sonlarına doğru, yanılmıyorsam, 1368'lerde falan doğuyor ve 1420'de asılıyor. Kendisinin
Simav köyünde doğduğu ileri sürülüyor. Fakat bu Simav köyünün
nerede olduğu konusunda tartışmalar var.
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Bazıları Bulgaristan'ın eski Zara
Starazagora yakınlarında bir köy
olduğunu, bazılarıYunanistan'da bir
köy olduğunu, bazıları da Anadolu'da bir köy olduğunu ileri sürüyor.
Ortaya atılan delillere göre bu
karma bir ailede doğmuş. Annesi
Yunan, babası Osmanlı Türkü imiş.
Eğitimini Edirne ve Kahire'de görmüş. Kahire'de iken tasavvufa yöneliyor, tasavvuf öğreniyor, hatta orada şeyh oluyor. Oradan Hacca gidiyor, oradan da Osmanlı devletine
dönüyor. Edirne'ye gidiyor. Edirne o
zaman Osmanlının başkenti. Orada
Musa Çelebi onu kazasker ilan ediyor fakat hanedan kavgaları var o
dönemde, Musa Çelebi'yi Mehmet
Çelebi iktidardan uzaklaştırıyor ve
Şeyh Bedrettin'i de İzmit'e sürgün
ediyor. Şeyh Bedrettin İzmit'ten kaçmaya muvaffak oluyor; oradan bugünkü Romanya'ya gidiyor. Romanya'dan da bugünkü Bulgaristan topraklarında bulunan Silistre'ye geliyor. Aynı dönemde Anadolu'da bazı
isyanlar var. Bu isyanları izliyor ve
onlar tam sona erdiği zaman
Deliorman'da o zamanki imkânlara
göre oldukça geniş bir ordu oluşturuyor ve ordusu 3.000 kişiymiş diye
söyleniyor. Ordusuna daha fazla
yerli ve Müslümanlar, tasavvuf taraftarları ve bazı Hıristiyanlar katılıyor.
İsyancılar Silistre'den harekete geçiyor, eski Zara'ya- onun doğduğu
söylenen şehre- geliyorlar. Şimdi
birkaç yerde nasıl çarpışmalar olduğunu tespit etmek mümkün değil
fakat en çetin çarpışma, eski Zara
tarafında oluyor. Bundan sonra
Şeyh Bedrettin'in gücü dağılmaya
başlıyor. Dağılma nedenleri üstünde çeşitli fikirler var. Bunların en
tutarlısı şu: Şeyh Bedrettin kazasker
olduğu için iktidar çevreleri
arasında da- o zamanki Derebeylernüfuzu fazla imiş. Bu Derebeylerden
bazıları onun ordusuna katılmış,
fakat eski Zara'da çarpışma esnasında yenilgiye uğrayınca, bu
feodaller Şeyh Bedrettin'i terk ediyorlar ve ordusu dağılmaya başlıyor.
Şeyh Bedrettin'i yakalıyorlar ve
Serez'e götürüyorlar. Serez'de bunun fetva verilmeden idam edilmesinin doğru olmadığı kanaatine
varılıyor ve ulema cemiyeti onun
fikirlerini mahkûm ediyor ve aynı
zamanda ölüme cezası veriliyor,
Serez'de asıldığı söyleniyor. Bundan
sonra da, eserlerinin okunması ve
yazılmasının yasaklandığı söyleniyor. İşte bu isyan olayı, O'nu, öteki
tasavvufçulardan örneğin İbn Arabî'
den vs. biraz uzaklaştırıyor. Yani bu
eylemci aynı zamanda, yalnız fikir
adamı değil. Şüphesiz Osmanlı iktidarına karşı ayaklandığı için ona
karşı tepki uyanıyor.
Şeyh Bedrettin'den sonra, Onun
düşüncelerinden etkilenenler
açısından neler ortaya çıkmıştır?
Evet, belirli bir zaman hatıraları
orada yaşamış. Bugün de birtakım
hatıralar var, fakat bunlar oldukça
SAYI 17 - 18
silik hatıralar. Yani Şeyh Bedrettin'i
tam olarak görüşlerini bilip bugün
de o görüşleri savunan kimseye
rastlayamıyoruz Bulgaristan'da.
Şeyh Bedrettin'in dinle ilgili de özel
görüşleri var. Örneğin sadece onda
değil Farabi'de de var bu. Onlar diyor ki İslamiyet'te Kuran-ı Kerim'de
semboller vardır. Sembolik bir dil
kullanılır.
Biliyorsunuz İbn Arabî'nin en önemli
eseri Füsus'ul Hikem. Bizim Bali
Efendi belki Arnavutluk'ta belki
Makedonya'da doğmuştur. İstanbul'da eğitim görmüş ve eğitim
görürken de İstanbul'un etrafındaki
bağlara geziye çıkmış. Orada manevi bir hal, bir zuhurat yaşıyor, karşısına İbn Arabî çıkıyor ve diyor ki:
“Eserimin tefsirini yap.”Onun üzerine
bir tefsir yazıyor Bali Efendi .
Arabî'nin fikirlerini izah ediyor. Aynı
zamanda Şeyh Bedrettin'e karşı bir
layiha yazıyor, Kanuni Sultan
Süleyman'a gönderiyor bu layihayı.
Oradan bazı araştırmacılar şu kanaate varıyor; demek ki Bali Efendi fikir
özgürlüğüne önem vermiyormuş.
Bizdeki Aleviler- biz onlara Kızılbaş
diyoruz- daha fazla Kızılbaşları da
tenkit etmişti onların ibadetlerden
uzak kalmalarını, rakı kullanmalarını
vesaire. Fakat halk arasında Bali
Efendi ile ilgili hatıralar tam bunun
tersine. Halk arasında hoşgörü sahibi olduğu çok yaygın. Bali Efendi'yi o
zaman Müslümanlarla beraber
Hıristiyanlar da sayıyormuş. Bugün
tekkesini Müslümanlarla beraber
Hıristiyanlar da ziyaret ediyor.
Bunu neye bağlıyorsunuz?
Şimdi tabi bizler de buna önem veriyoruz. Yani bizim için Müslümanların azınlık olduğu yerlerde hoşgörü ve diyalog çok önemli. Bazı
Müslüman ülkelerden gelen ilahiyatçılar bunu yadırgıyor belli bir
ölçüde. Ben onlara diyorum, diyalojik bir iletişim dili bizim lehimize,
azınlıkların lehine. Biz böylece kendi
kanaatlerimizi ortaya koyma imkânı
buluyoruz,
1939
240
TARİH BİLİNCİ
İslamiyet'i daha iyi tanıtma imkânı
buluyoruz ve bunun sonucu da
artık bazı kimseler İslamiyet'e başka
açıdan bakmaya başlıyorlar. Bu
tutumu tarihi açıdan temellendirebilmek için Bali Efendi bize gerekli.
Şeyh Bedrettin de gerekli, bazı yönlerden eleştirmemize rağmen. Çünkü O'nun ordusuna Hıristiyanlar da
katılmış. Tabi bazı tarihçi ve filozoflar özellikle Hıristiyan kökenliler, bunu, annesinin Hıristiyan olmasıyla
izah etmeye çalışıyorlar, benim
kanaatime göre annesinin etkisi olmuştur ama asıl onun felsefi görüşleri buna yatkındır.
Mevlana'da da biliyorsunuz benzer
bir tutum var. Diğer din mensuplarına karşı son derece saygılı ve diyalojik bir ilişki biçiminden yana.
Böylesi bir yaklaşım biçimi, örneğin
Bulgaristan'da Müslümanların siyasi
ve dini haklarını savunmada yardımcı oluyor. Onun için biz bunlara
başvuruyoruz- başvurmak zorundayız.
Ulus-devletten tümüyle vaz mı
geçiliyor? Özellikle Balkanlarda
kültürel ve siyasal çoğulculuk
yeniden mi gerçekleşiyor?
Biliyorsunuz, Osmanlı millet sistemi
uygulamıştır. Hıristiyanlara, Gregorianlara, Musevilere kendi dini
inançları temeli üzerine yaşamlarını
kurup bu şekilde yaşamalarına
müsaade etmiş. Hukuki alanda
özerklik tanımış, okul açma, dernek
kurma hakkı vermiş. Bugün Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında diyalogun yeniden canlandırılması,
bizim çalışmalarımız açısından da
kritik bir önem arzediyor. Siz iki soru
ortaya attınız. Bu diyalojik iletişim
biçimi yeniden nasıl canlandırılabilir? Bunun kısa zamanda gerçekleşeceğini zannetmemek lazım. Bu
zaman istiyor bu, önyargıları ortadan kaldırmak için çaba harcamak
gerekiyor. Bunu da yapabilmek için
bazı ilkeleri ortaya koyup bunları
savunmamız lazım. Örneğin her
BALKANLAR
şeyden önce dini plüralizmi, çoğulcu din prensibini kabul etmemiz
lazım. Benim anlayabildiğim kadarıyla -son kitabımda bunu da yazmaya çalıştım- İslam ıslahatçılarının
da belirttiği gibi, öteki dinler de
Allah tarafından yaratılmıştır. Yani
dinlerin çok olması Allah Teâlâ'dan
kaynaklanmakta. Ayrıca, Kuran-ı
Kerim'de bir sure var “Biz isteseydik
bütün dünya Müslüman olurdu”“Sen
mi, diyor Hz. Muhammed'e, bunu
gerçekleştireceksin? Senin görevin
yalnızca tebliğ, ulaştırmak.” Demek ki
Allah Teâlâ, bazı kimselerin mesela
Mevdudi'nin, Seyyit Kutup'ların söylediği gibi, “bütün dünyayı İslamlaştırıncaya kadar cihat yapacaksınız”
demiyor bize. İşte her şeyden önce
bu ilkeyi kabul etmemiz lâzım. Yani
dinleri sınıflandırmamak lâzım,
benim dinim en üstündür diye. Bunu bizim bilmemiz lâzım, bilmezsek, bunu belirli ölçüde gençlerimize aşılamazsak dinimizi yaşatamayız. Fakat bunu çok nazik bir
şekilde yapmamız lâzım. Benim
kanaatime göre üzerinde durmamız gereken en önemli konulardan
birisi, bilimle din arasında çatışma
olmayacağını, bunların bir arada yaşayabileceğini kanıtlamamız lâzım
ki, Meşşai Okulu bunu yapmıştır. ElKindi'den İbn Rüşt'e kadar bu konu
esaslı olarak işlenmiştir. Buna sadık
kalmamız lâzım. Hatta belki de
meselâ insan beyninin, zihninin
sınırlı olduğu konusunu fazla vurgulamamız lâzım. İşte tabiî bunlar
ilkesel. Öte taraftan Bulgaristan'da
bana sorulursa tarihe dönmek lâzım
ve tarihi kitapları yeniden yazmak
gerek. Yani orada bir takım efsaneler, birtakım mitler var. Bunları
ortadan kaldırıp gerçek tarihi ortaya
koymak lazım. Meselâ ben size bir
örnek vereceğim, Bulgaristan'da
çok yaygın bir roman vardır.
“Vremeraz Delna” isminde yani
“Ayrılma Zamanı Geldi” ve bunun
üzerine bir film çevrildi. İslamiyet'in
bizim Pomak bölgesinde zorla
kabul ettirildiğiydi konusu. Şimdi
geçenlerde bize çok sıcak bak-
241
SAYI 17 - 18
mayan Pomaklarla ilgili biraz olumsuz kitap yazan birisi bir demecinde
dedi ki; “biliyor musunuz bu roman
nasıl yazıldı, bu film nasıl çevrildi?
Burada bir Pomak bölgesi var
Raykova diye. Raykova Günlüğü
vardı. Bir araştırma yapıyorlar bu
günlük 1913 yılında yazılmış. Oysa,
o günlüğün 18. yüzyıla ait olduğu
sanılıyordu. Böyle iddia ediliyordu.12.,13.yüzyılında yığınsal Pomakları Hıristiyanlaştırma kampanyası başlatılmıştır. Hıristiyanlaştırma
diyorum yalnız isim değiştirme
değil, doğrudan doğruya dinlerini
değiştirme kampanyası. O zaman
hazırlanmış bu. Şimdi eğer biz hoşgörü diyalog istiyorsak bu gibi efsanelerden tarihi kurtarıp gerçeği
ortaya koymak lâzım. Osmanlı
İmparatorluğunda her şey güllük
gülistanmış demek istemiyorum.
Asırlarca devam etmiş. Bugün de
görüyorsunuz politik hayatta olumlu şeylerle beraber olumsuz şeyler
de ortaya çıkıyor. Savaşlar varmış,
isyanlar varmış vesaire. Fakat bunları olduğu gibi nesnel olarak ortaya
koymamız lâzım. Böylece genç nesli
önyargılardan kurtarmış oluruz. Ve
son olarak ta gerçek bir diyalog
olması lâzım. Diyalog yani aramızda
tartışma yaparken ben karşımdaki
Hıristiyanı Müslüman, onun da beni
Hıristiyan yapma amacını gütmemesi lâzım.
TARİH BİLİNCİ
Benim görevim İslamiyet'i olduğu
gibi ortaya koymak, ondan ötesi
beğenirse, kabul ederse o onun
meselesi. Diyalogun eşit şartlarda
olması lazım, diyaloga katılan taraflar eşit haklara sahip olması lazım.
Bir tarafın kendi görüşlerini empoze etmeye çalışmaması lazım. Buna
göre bu doğrultuda başka pratik
çalışmalar yapılabilir. Şimdi biliyorsunuz tarih alanında burada bir
deneme yapıldı ama başarısız oldu.
Ortak tarih yazmak. Bu Avrupa'da
bir eğilimdir. Bunu Fransa ile Almanya gerçekleştirdiler. Balkanlarda da
biz bir ortak tarih yazabilirsek
Osmanlı dönemi ile ilgili, o zaman
belli bir ölçüde bu geçmiş daha açık
olarak ortaya çıkabilir.
Şimdi sizin sorduğunuz soruya
gelelim, ulus devlet meselesine.
Görüyorsunuz, 20.yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın başlarında multietnik dediğimiz çok etnisitenin bir
arada yaşadığı devletler ortaya
çıkıyor. 19. yüzyılda tek etnisiteyi
esas alan devlet ilkesi savunulmuş.
Ve bir devlette tek ulusu yaşatabilmek için savaşlar yapılmış, göçler
sağlanmış, fakat başarılamamış.
Bugün tam tersine Arabistan'dan
Türkiye'den insanlar kalkıyor Hıristiyan Avrupa'ya gidiyor ve orada
yaşamaya başlıyorlar. Bulgaristan'
da çok özel gayretler gösteriliyor,
buna rağmen Bulgaristan nüfusunun büyük bir kısmı bir milyon kişi
göç etti çeşitli memleketlere. Aynı
zamanda dışarıdan buraya göçmenler gelmeye başladı. Mesela
geçen akşam bir yayın vardı
Vietnam'dan işçi getirmişler buraya.
Yani biz istesek de istemesek de
farklı dinlere, uluslara sahip insanlar
bir arada yaşıyor veya yaşamak
zorunda. Biz de onun için hoşgörüye önem vermeliyiz. Sizin sorunuza gelince bununla ilgili anlayabildiğime göre ulusal devlet ortaya
çıkıyor. Yani ulusal devletler ve
uluslar zamanını yaşamış mıdır
yaşamamış mıdır konusu gündeme
geliyor. Bizim demokrasiye geçiş
dönemimizin ilk yıllarında bu konuda bir heyecan vardı. Ben hatırlı-
BALKANLAR
yorum burada Park Otel'de bir
tartışma yapıldı. Alman bilim adamları ile Bulgar bilim adamları katıldı
bu tartışmaya. Almanların tezi,
ulusal devlet ve uluslar zamanını
yaşamış ve tarihe kavuşmuştur,
şeklindeydi. Bulgarların tezi ise, biz
ulus devlet olarak uzun zaman yaşayamadık, bunun tadını çıkaramadık,
belirli bir zaman ulusal devletimize
sadık kalacağız, idi. Ve genellikle
Avrupa birliği, Avrupa'da birleşme
konusu göz önünde bulundurularak dendi ki, burada Avrupa'da tek
bir ulus oluşacak, tek bir devlet ortaya çıkacak. Fakat son yıllarda gelişmeler, özellikle Avrupa Anayasası'nın incelenmesi ve bunun reddedilmesi, bu sürecin o kadar kolay
ve yakın zamanda gerçekleşmeyeceğini gösterdi. Avrupa belki de
De Gaulle'un dediği gibi ulusların
topluluğu olacak.Yani Avrupa Birliği
olacak, bu birliğin içinde ulusal devletler, ayrı ayrı uluslar yaşamaya
devam edecek. Buna benzer bildiğiniz gibi son yıllarda bir tez yayıldı
ona, politik ulus veya vatandaş
ulusu deniyor. Zannettiğime göre
bu sizin anayasaya yansımış. Orda
82. maddede diyor ki, Türkiye'de
yaşayan bütün vatandaşlar Türk'tür.
Evet, politik açıdan vatandaşlık
açısından bakacak olursak bir devlette yaşayanlar -belki Fransızcadan
geliyor- bir ulus oluşturuyor. Fakat
bu ulusun içinde ayrı ayrı etnik topluluklar olduğunu kabul etmemiz
lazım. Benim izlediğim kadarıyla
bizde Bulgaristan'da, Bulgar ulusundan bahsederken eski etno ulus
tezi savunuluyor, fakat burada
azınlıklar söz konusu olunca daha
fazla politik ulus ön plana
çıkarılıyor. Yalnız şu var
evet bütün vatandaşlar
Bulgar ulusuna mensuptur deniyor ve noktalanıyor ama devam etmesi
lâzım. Bu ulusun içinde
ayrı bir Bulgar ulusu vardır etnik açıdan,Türk azınlığı vardır, Roma azınlığı
vardır. Bunların kendine
özgü dini dili kültürü
vardır. Onlar bu dini, dili,
242
SAYI 17 - 18
kültürü yetiştirip yahut kimliğini
koruyup geliştirme hakkına sahiptirler. İşte bu açıdan ele alınması
lazım bu konu, buda benim kanaatime göre kimlik konusunu gündeme getiriyor. Benim için Bulgaristan
Müslümanlarının, Türklerinin başlıca sorunu kimlik sorunudur.
Bizim irfani geleneğimizdeki
'kesrette vahdet' yani çoklukta
birlik ilkesini referans alarak
politik bir kurgu yapmak
mümkün müdür? Oradan
çoğulcu ve katılımcı bir
demokrasi düşüncesi çıkabilir
mi? Peygamberimizin Müslüman
olmayanlarla yaptığı bir
sözleşme var meselâ. Medine
Sözleşmesi… O tecrübeler bizim
için ne anlam ifade ediyor?
Şimdi bakın doğrusunu söylemek
gerekirse biz Hz. Muhammed'in
Medine devletini Medine anayasasını ya da Medine belgesini, çokluğun birliği açısından değil de daha
fazla dini hoşgörü ve tolerans açısından ele aldık. Ama sizin söylediğiniz fikir de var orada meselâ O
diyor ki; bizim dinimiz bize, sizin
dininiz size. Yani öteki dinlere de
yaşama hakkı tanıyor. Yani oradan
da şu sonuç çıkıyor: Hz. İbrahim'den
bu güne kadar çeşitli dinler ortaya
çıkmıştır fakat bunların kaynağı
aynıdır, bir yerden geliyor. Yani İslamiyet'in kendisinde İslamiyet anlayışında da bu plüralizm var benim
kanaatime göre. Bunu araştırıp
ortaya çıkarmak lâzım.
TARİH BİLİNCİ
Fritjof Schuon'un “dinlerin aşkın
birliği” düşüncesi var…
Tabi muhafazakar algıları ve refleksleri güçlü olanlar bu plüralizmi
kabul etmek istemiyor. Daha çok
ıslahatçılar kabul ediyorlar. Geçenlerde bir toplantıya katıldım. Katolik
papazlardan da birisi bu plüralizme
pek sıcak bakmadığını, bunu kabul
etmeyeceğini ileri sürdü fakat
kanaatime göre dini plüralizmi biz
kabul etmezsek artık dini hoşgörüden bahsedemeyiz. Peki ne demek
hoşgörü? Sen beni Müslüman olarak kabul edeceksin ben de senin
dinine saygılı olmak zorundayım.
Bazıları onu ileri sürüyor, Müslümanlık gerçek bir din değildir, Hıristiyanlığın yeni bir şeklidir diye bir
tez ortaya atıyor veya diyelim ki,
Katolik kilisesi bu diyalog ve hoşgörü konusunu geçen yüzyılın 60'lı
yıllarında ortaya attı. Fakat onların
bazıları biz Müslümanlarla diyalog
kurmak istiyoruz çünkü onları yarınki Hıristiyanlar olarak görüyoruz
diyorlar. Tabi böyle bir diyalog bizim
tarafımızdan desteklenemez kabul
edilemez. Biz, daha çok, plüralizmden yanayız. O da, Peygamberimizin Medine sözleşmesindeki gibi,
'senin dinin sana benim dinim bana'
anlayışıdır. Bizim tasavvufi geleneğimizdeki 'kesrette vahdet' meselesi, işin daha Batıni ve ileri boyutunu ifade ediyor. Ama birden fazla
etnik ve dini unsurun yaşadığı bir
ülkede, bir tür üst kimlik etrafında,
bir vatandaşlık tanımı ve kimliğinde
birleşmek, bir olmak, bunu yaparken farklıları korumak açısından o
bir fikri imkandır tabi.
Balkanlarda yaşayan insanların
kolektif hafızalarında,
bilinçaltında İstanbul hala bir
kültürel ve toplumsal merkez
midir, ne dersiniz?
Şimdi benim izlenimlerime göre,
İstanbul'un bir kültür ve bilim merkezi olduğu kabulleniliyor genellikle. Fakat bunun bütün Balkanların
BALKANLAR
kültürel merkezi olduğunu kabullenenler çok az. Bu kültürlerin birbirini
etkilemesi açısından sizinle konuşurken aklıma geldi. Az önce de
ismini zikrettiğim Vera Mutafçiyef'in
bir tezi var. O şöyle diyor, biz de bir
film var, daha dün akşam 1. kanalda
gördüm, ikidir veriyorlar, maalesef
hep sonuna rastlıyorum. İslamiyet'
in İspanya'ya kadar yayılmasından
bahsediliyor. Şimdi Vera Mutafçiyef'in kanaatine göre İspanya'da
genellikle Doğu ve Batı kültürü birbirine kaynaşmıştır. Doğu kültürü
Batıyı, Batı da Doğuyu, felsefi, bilimsel ve estetik açılardan etkilemiştir.
Ortak bir takım değerler ortaya
çıkmıştır ki, bunların en mükemmel
örnekleri mimaride görülmektedir.
Fakat aynı tarihçi diyor ki, Balkanlarda bu şekilde gerçekleşmemiş;
yani Balkanlarda Doğu İslam kültürüyle Batı Hıristiyan kültürü birbirini
etkileyememişler. Bu etkileşim daha
çok gündelik yaşam düzeyinde
kalmış, yani mutfağı etkilemiş, giyimi etkilemiş, hatta mimariyi etkilemiş belirli ölçüde, fakat manevi
anlamda İslamiyet buranın insanlarını balkan insanlarını ve onların
maneviyatını etkileyememiş. Çünkü
daha o zaman İslam maneviyatı ile
Hıristiyan maneviyatı arasında
büyük bir sınır olduğu, bunun
aşılmasının mümkün olmadığı
kanaati yaygınmış diyor. İşte buradan kaynaklanarak İslam kültürüyle
buranın yerli kültür arasındaki
etkilenmeyi böyle aşağı bir düzeyde
kaldığını ileri sürenler var. Fakat gerçeğe bakacak olursak kültürler birbirlerini etkilemiştir. Bugün de etkilemeye devam ediyor. Biliyorsunuz
İslamiyet, İslam kültürü açık bir
kültürdür, zamanında ilk yıllarda
diyelim Bizans'tan ya da Doğudan,
Doğu kültürlerinden birçok şeyler
almış ve daha sonra bazı Batılı
bilginlerin de belirttiği gibi, 17. yüzyıl Rönesans'a kadar Doğu Batıya
hep vermiştir. Kültür, edebiyat, dil
vesaire alanında... Ama Rönesans'
tan sonra bir karşı akım da başlıyor;
Batıdan da Doğuya doğru bir cereyan da başlıyor onlar da bizi etkili-
243
SAYI 17 - 18
yorlar. Şimdi bakın burada kültür
etkileşimi, dinler arası diyalog hoşgörü konularında siyaset büyük rol
oynuyor. Örneğin şimdi Bulgaristan'da daha fazla Batı kültürü hayranlığı, Batı kültürünün bir parçası
olduğumuz tezi işleniyor, yayılıyor.
Oysa bundan 20 yıl önce Sosyalizm
döneminde tam tersi işleniyordu,
Rus kültürüyle, Rus uygarlığıyla
yakınlığı vurgulanıyordu. Şimdi
eğer biz kültürlerin rolü, bunlar
arasındaki temas, kültür alışverişleri,
dinler arasındaki hoşgörüyü gerçekleştirmek istersek bunları siyasetten ayırmamız lâzım. Yani güncel
siyasetten bunları belirli ölçüde
uzak tutmak zorundayız. Fakat
tekrar ediyorum, bunu pratikte gerçekleştirmek çok zor. Meselâ bizde
78 ay sonra seçimler olacak, bu
seçimlerde, Bulgar kültürünün,
Hıristiyan dininin Doğu kültüründen, İslamiyet'ten tamamen uzak,
bambaşka bir şey olduğunu vurgulayarak oy kazanmak isteyen partiler var bizde, onlar dini ve etnik milliyetçilik üzerinden konuşacaklar.
Bizim burada camları kırdılar, ATK
isminde bir parti var, oldukça etkin
parlamentoda. O camları kırdıktan
sonra geldiler sizinle konuşabilir
miyiz? Dedim buyurun konuşalım
televizyonda. Niye kabul ettiniz?
Ben sizi şunun için kabul ettim. Ben
Bulgaristan'da bilim çevreleri arasında biliniyorum ve beni bilen
bilim çevrelerinin benimle ilgili kuşkusu yok. Benim burada terörist
yetiştirdiğime onlar inanmıyor siz
inanıyorsunuz. Çünkü siz beni tanımıyorsunuz, okulu da tanımıyorsunuz, buyurun gelin konuşalım birbirimizi tanıyalım. İşte o zamanda
bu multi etnik tezi ortaya çıktı siz
buna inanıyor musunuz? Ben onlara
dedim bakın bu etnik çoğulculuğu
benim kabul etmem veya yadsımam bir anlam ifade etmez. Bu
pratikte var. Tabii istediğimiz amaca
ulaşamadık, benim konuşmalarımı
alt üst ettiler ve başka şekilde yayın
yaptılar. Ama yine tekrar ediyorum
biz birbirimizi tanımalıyız ya da biz
kendimizi tanıtmalıyız ötekilere.
TARİH BİLİNCİ
Rumeli tabiri ne anlama geliyor?
Rumeli, Celaleddin Rumi'nin ünvanında da gözlediğimiz üzere, belirli
bir dönem, Anadolu coğrafyası için
kullanılmıştır. Tabi işin başka bir
yönü de var. Biliyorsunuz, Yunanlılara Rum deniyor Türkiye' de.
Rumeli, Rumların yurdu, yani bir
anlamda Yunanlılarla birlikte bütün
Balkanlara Rumeli denmiştir. Ve bu
Osmanlı İmparatorluğunda ayrı bir
bölge oluşturduğu gibi, benim son
zamanlarda yaptığım bazı araştırmalara göre, Osmanlı kültürü çerçevesi içinde belirli bir kültür de oluşmuştur, Rumeli kültürü. Meselâ
bizim burada göçmenlerden birisinin Rumeli Motifli Şiirler diye bir
antolojisi yayınladı. Rumeli, Balkan
havasını estiren, Balkan kokusunu
veren bir bölge ve kültürdür. Şimdi
siz beni başka bir soruna yönelttiniz. Örneğin ben kimlikten bahsederken şöyle diyorum. Bizim
amacımız, genellikle Türk kültürünü
yaşatmak, Türk kültür kimliğini
korumak olarak tanımlanıyor. Türk
kültür kimliğini koruyacak bir devlet
var, onun aydınları var, bilim adamları var. Ben Bulgaristan'daki Türk
kültür kimliğini korumak istiyorum
ki, bu öteki kültürün uzantısıdır.
Uzantısı olmakla beraber özel bir
takım renkleri vardır bunun. O renkler de buradaki sosyo-ekonomik ve
kültürel şartlarla ortaya çıkmıştır.
Burada Doğu kültürü, Avrupa kültürü ile daha fazla temasa geçmiştir,
karşılıklı olarak etkilenmiştir ve
Bulgaristan Türk kültürü- yine tekrar
ediyorum- Türkiye kültürünün
uzantısı olmakla beraber birtakım
kendine özgü yanları vardır. Bizim
amacımız, bu özellikleri korumak,
geliştirmek olmalıdır. Ben de o özellikleri araştırıyorum, bu bağlamda
diyorum ki, bana her şeyden önce
Bulgaristan, Deliorman vesaire
ağzıyla diyalektiyle ilgili eser getirin.
Bulgaristan Türk edebiyatını ortaya
koyan araştırmalar getirin. Ben
böyle araştırma bulamadım fazla
diyalektlerle, lehçelerle ilgili bazı
eserler var onlara göz atamadım
göz atacağım. Yani bize düşen
görev, buradaki İslam kültürünü,
Türk kültürünü ele alıp geliştirmek.
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Onun için bundan birkaç sene evvel
burada ben büyük bir uluslararası
bilgi şöleni düzenlemeyi başardım.
IRCICA'nın yardımıyla, 2000 yılıydı
biz burada Balkanlarda İslam
kültürü diye bilgi şöleni düzenledik.
Çeşitli ülkelerden 70 bilim adamı
katıldı ve tebliğler sundu. Bu türden
çalışmaları devam ettirmeliyiz.
Bulgaristan'da Doğulu
bilgelerden daha çok kimler
okuryazarlarca biliniyor?
Öncelikle İbni Sina. Biliyorsunuz
Avrupa'da ismi Avisenna'dır. Yakına
gelince ise burada Bulgar televizyonunda Avid Sena diye Rublika
diyoruz, fakat onun daha fazla tıp
alanındaki buluşları ve oradan
neşet ederek bugünkü tıpla ilgili
yayın yapılıyordu. Mesela ben Tarih
Felsefe Fakültesi mezunuyum;
Sofya Üniversitesi'nde Gazali de
daha çok tutucu bir filozof olarak,
İbni Sina ise reformcu bilim adamı
olarak bilinir, İbn Rüşt o kadar yaygın
değil. Biliyorsunuz Batıda zengin bir
felsefi gelenek var. Maalesef o bizde
o kadar yaygın değil. İkinci olarak
Mevlana çok yaygındır. Geçen sene
UNESCO yıldönümünü kutladı, biz
de kutladık burada; bizim bir profesörümüz var, Tatarlı, onun hakkında
bir kitap yazmıştı, o kitabı takdim
ettik, Sofya Üniversitesi'yle beraber.
Mevlana oldukça yaygındır,ayrıca
Ömer Hayyam bilinir. Biz aslında
Sosyalist dönemde Doğu kültürüne
kapalıydık, Doğu kültürünü tanımıyorduk, onu tanıma imkânımız yoktu.Tabi Bulgar bilim adamları da pek
önem vermiyordu buna. Eğer bize
Doğu bilim adamlarından bir şeyler
geldiyse onlar daha fazla Sovyetler
Birliği vasıtası ve oradaki cumhuriyetler meselâ Farabi'yle ilgili, İbni
Sina ile ilgili vesaire araştırma
yapmışlardır ve onlarda şu veya bu
şekilde Rusça kitap olarak ulaşmıştır. Benim kütüphanemde birkaç tane kitap var onlarla ilgili. İbn Haldun
özellikle son yıllarda İbn Haldun'la
ilgili, Mukaddime'siyle ilgili burada
Yordan Peyef isminde bir profesör
vardır, oldukça büyük bir kitap
yayınladı, onun daha fazla tarihi
244
felsefesi ele alınmakta.
Osmanlıda vakıfların rolü nedir?
Bir Osmanlı dönemindeki vakıflardan bir de Osmanlı buradan çekildikten sonraki vakıflardan bahsedebiliriz. Osmanlı döneminde bir taraftan çeşitli medreseler açılmış öte
taraftan kütüphaneler kurmuşlardır.
Başta kütüphaneler, medreseler,
camilerin yanındaymış fakat giderek Bulgaristan topraklarında
önemli birkaç tane kütüphane ortaya çıkmış. Bunlardan birisi Samakof
şehrinde, Hüsrev Paşa Kütüphanesi
diye bir kütüphane var, oldukça
zengin bir kütüphanedir Osmanlı
döneminden. Sonra Vidin 'de
Osman Paşa Kütüphanesi vardır. Öte
tarafta ise benim bölgem Şumnu'
da, orda bir Yeni Cami ya da Tombul
Cami diyorlar onun kütüphanesi ve
daha sonra da Nüvap okulu açılıyor.
Örneğin Şumnu'da Şerif Paşa Camii'
nin kütüphanesinde dünyada bazılarının belirttiğine göre İdris'in kitabından dört nüsha var, bütün dünya
kütüphanesinde bunlardan birisi
bizim, Şumnu Camii'nin kütüphanesinde bulunuyordu fakat totaliter
dönemde bu kütüphanelerin kitapları alındı, büyük bir kısmı burada
milli kütüphanenin şarkiyat bölümü
var, şarkiyat bölümünde bulunmaktadırlar. Şimdi Bulgaristan'da 17.
yüzyılda 140 tane medreseden söz
ediliyor. Bunların çoğu genel medreseymiş, yani özel medrese değilmiş. Ve bunlarda bir sürü öğrenci
öğrenim görmüş, yetişmiş ve ondan
sonra da İslamiyet'i bu memlekette
yaymışlar. Özellikle o dönemde ve
az sonra sözünü edeceğim sonraki
dönemde de bizdeki okullar ancak
vakıfların finansmanıyla yaşamışlardır. Vakıf, okulları finanse etmiş, fakir
öğrencilere yardımda bulunmuş.
Okulların birçoğunda yatakhaneler
vardır. Onun için bu vakıflar önemli
rol oynamış tabi, bu vakıfların ortaya çıkmasıyla ilgili şunu belirtmem
lazım; Osmanlı buraya geldikten
sonra biliyorsunuz o konulara
girmedik, yerli insanların bir kısmı
dağlara bir kısmı komşu köylere
gitmiş.Yani serbest toprak varmış.
TARİH BİLİNCİ
Osmanlı buraya geldikten sonra bu
toprakları belirli vakıflara vermiş ya da
burada vakıf kurulmasına yardım
etmiş. Bu vakıflar, o bölgenin dini ve
kültürel merkezi konumuna gelmiş.
Yalnız medrese değil ondan önce
Sibyan mektepleri de açmışlar. Çeşitli
yerlerde medreseler bulunuyormuş.
Medreseler okullar, kütüphaneler,
vaaz ve sohbetler vasıtasıyla İslamiyet'in yayılmasına yardım etmişlerdir.
Beni daha fazla Osmanlı buradan
çekildikten sonraki süreçte vakıfların
rolü ilgilendiriyor. Biliyorsunuz,
1878'de burada üçüncü Bulgar Devleti kuruluyor. Yalnız 56 sene sonra
eski dini okullar, müftülükler canlandırılıyor ve bunlar 1944'e kadar vakıflar tarafından finanse ediliyor. Tabi o
dönemde medreselerin sayısı azalıyor ve yerine Rüştiyeler açılmaya başlıyor. Sıbyanlar, ilkokula dönüştürülüyor. 20. yüzyılın başlarında bu ilkokullarda dini derslerle diğer dersler
arasında denge kurma çabaları başlıyor. Ve I. Dünya Savaşından sonra bu,
belli bir ölçüde gerçekleştiriliyor.
Fakat 1944'e kadar ilkokullarda hatta
Rüştiyelerde din dersi veriliyor. Çok
önemli 1922'te Bulgaristan'da belki
de Balkanlarda ilk olarak Medresetü'nNüvvab açılıyor. Nüvvab okulu,
1922'den 1947'ye, totaliter döneme
kadar devam etti. 1922'den 1930'a
kadar bunun tali kısmı vardı, lise
düzeyinde, beş sene devam ediyor.
1930'da âli kısmı açıldı, bu yüksek
okul olarak hesap ediliyordu. Bu
böylece 1947'ye kadar devam etti.
Gerçi 1918'den 1928'e kadar Şumnu'
da Daru'l-Muallimin var, öğretmen
yetiştiriyor. Nüvvab ise, daha çok
ilahiyatçı, hoca yetiştiriyor. Fakat
1928'de Bulgar iktidar çevreleri,
Daru'l-Muallimin kapatırıyorlar. 1930'
dan sonra da Bulgaristan'da yalnız
ilahiyatçı değil öğretmeni de Nüvvab
Mektebi yetiştiriyor. Nüvvab mezunları bizim okulumuzda da öğretmenlik yapıyorlar. Nüvvab da, medreseler
de, ilkokula dönüştürülen Sibyanlar
da Vakıfların ve yerli Müslümanların
yardımlarıyla ayakta durmuş, devlet
tarafından hemen hemen hiç para
yardımı almamışlardır. Ve diyebiliriz
ki, Vakıflar vasıtasıyla Bulgaristan
Müslümanlarının dini inançları korunup, belirli ölçüde geliştirilebilmiştir.
Aynı zamanda vakıfların yardımıyla
Türk kimliği de burada yaşatılabilmiş.
BALKANLAR
Şimdi söz oraya geldi, ben, Bilimler
Akademisi'nde çalıştım yirmi küsür
sene kadar, o zamanlar daha çok
Cumhuriyet dönemindeki fikir adamlarıyla ilgileniyordum Türkiye'de.
Sizde daha 20. yüzyılın başlarında
Türkçülükle İslamcılık arasında kesin
bir ayrım yapılıyor, hatta belirli ölçüde
birtakım gerilimler de vardı. Bizde
böyle bir olay gelişmiş, 1930'lu
yıllarda fakat özellikle bugün, benim
kanaatime göre Türk kimliği ile
Müslüman kimliği büyük oranda
özdeştir. Yani böyle bir algı var. Biz
Bulgaristan'da dört dini okul açtık,
bunlarla sadece İslamiyet'i değil
belirli ölçüde Türk kimliğini de korumuş oluyoruz. Bu okullarda, öteki
liselerden farklı olarak Türkçe, Türk
edebiyatı ve Türkiye tarihi okutuyoruz. Tekrar vurgulamak isterim, bu
öğretim kurumlarını Vakıflar destekliyor.
Mesela dört okul da yine Vakıflar
vasıtasıyla finanse ediliyor, yalnız şu
fark var ki, bu Vakıflar bizim yerli Vakıflarımız değil. Bunlar, Türkiyeli ve özellikle bu dört okula Türkiye Diyanet
Vakfı yardım ediyor. Biz Türkiye Diyanet Vakfı'nın yardımlarıyla ayakta
durabiliyoruz, devletten hiçbir yardım alamıyoruz. Vakıflarımız eskiden
çok zenginmiş. 1924'ten 1934'e kadar
burada bir Turan cemiyeti var. Bu
cemiyetin başkanı, o zamanki Çar
Boris'e bir mektup gönderiyor diyor
ki; bize Osmanlıdan çok zengin bir
vakıf varlığı kalmış miras olarak ve bu
vakıfların geliri 3 milyar leva imiş o
zaman. Fakat 1930'lu yılların ortalarında bu 3 milyar, 300 milyona düşmüş. Şimdi bilmiyorum milyondan
bile söz edilemez yani bunlar böyle
çar çur edilmiş, bir taraftan devlet
bunlara el koymuş bir taraftan da
insanlarımız sahip çıkmamış. 1885'te
Rumeli bölgesiyle bu prenslik Bulgaristan'da birleşiyor ve bundan bir
sene sonra bir anlaşma imzalanıyor
Osmanlı devletiyle Bulgar devleti arasında. O anlaşmaya göre özel bir
komisyon kuruluyor. Bu komisyonun
vazifesi vakıf mallarını tespit etmek ve
bu vakıf mallarını Müslüman cemaatlere, müftülüklere aktarmak. Bu
komisyon 83 defa toplanıyor ve bir
sonuca varamıyorlar bir karar alamıyorlar. Çünkü Bulgarlar vakıf mallarının çoğunu, -herhalde bazı köy-
245
SAYI 17 - 18
lerde bütün Müslümanlar Anadolu'ya
göç etmiştir -devletleştirmek istiyorlar. Tabii ki Osmanlı devletinin temsilcileri bunu kabul etmiyor, bir anlaşmaya varamıyorlar. Onun için kasabaları ve şehirleri geliştirme planları
uygulamaya başlıyorlar ve öyle oluyor ki şehir düzenleme planları her
zaman bizim vakıf mallarına rastlıyor.
Ve o vakıf malları belediye tarafından
alınıyor, el konuyor, yavaş yavaş azalıyor. Şu anda biz bütün vakıf mallarımızı tamamen elde etmiş değiliz.
Burada belirli düzeyde suç bizde, yani
şu anlamda bizde. Vakıflarımızla ilgili
belgelerimizi koruyamamışız. Bir
sahiplik iddiasında bulunduğumuzda, bunu kanıtlayacak elimizde
çoğu zaman belgemiz yok. Ne var?
Çoğu zaman ben şöyle bir şeye rastlıyorum mesela arşivlerde, Ahmet,
Mehmet, Şumnu'dan filan kişi mağazayı kiraya vermiştir. Şimdi buradan
çıkacak sonuç, bu mağaza vâkıfınmış.
Ahmet'te vakıf adına İvandıragona
kiraya vermiş fakat elimizde tapu yok.
Onun için bunu ispatlayıp vakıf mallarımızı geri alamıyoruz. Bu malların
belirli bir kısmı ayakta ama bir kısmı
yok olmuş gitmiş. Mesela camiler...
Osmanlı buradan çekilirken Sofya'da
47 tane cami varmış. Bunlar bir gün
bir yağ-mur esnasında yıldırım sonucu yok olmuş gitmişler. Kısacası gereken hazırlık yapılmış ve onlar yok edilmiş. Şimdi Sofya'da gerçekte tek bir
camimiz var çalışan Banyabaşı Camisi.
Mimar Sinan'ın Kara Cami isminde bir
camisi var, o da tamamen korunuyor
fakat kilise yapılmış, yalnız minaresi
yıkılmış onun yerine bir çan takılmış,
binanın dışı olduğu gibi kalmış, içi
tabi Hıristiyan dinine göre düzenlenmiş, orada bir levha var ve levhada
şöyle yazıyor: Bu bina Mimar Sinan
tarafından yapılmıştır ve 1907'de kiliseye dönüştürülmüştür, bu gerçekten
böyle kabul ediliyor. Veya şimdiki
Başbakanlığın karşısında bir Arkeoloji
Müzesi var. Bu müzenin binası da o
zamanki Ulu Cami. Fakat bir hayli yıkılmış 9 kubbesi varmış ben saymadım
ama şimdi kubbelerden bir kısmı
ortada kalmış ötekiler yok. Yani kısaca
şunu söylemek istiyorum. Vakıf mallarının birçoğu yok edilmiş bir kısmı da
hala duruyor ama onlar da Müslümanlara ait değil, hala bazı yerlerde
dava güdülüyor, belge araştırılıyor
henüz araştırma sürecinde.
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Prof. Dr. Muhidin Mulalic, Saray Bosna Üniversitesi
“Kur'an, İnananları İslam Dinini Kılıç Zoru ile
Değil Barış Vasıtası ile Yaymaya Davet Ediyordu”
Konuşan: Mukaddes Mut
Medeniyet Nedir?
Medeniyetin anlamına baktığımızda sadece Yunan
medeniyetinden başlamak yanlış olur, Sokrat öncesi,
Sokrat dönemi, daha sonra Yunan filozofları olan Plato
ve Aristo da aslında vatandaş, şehir devletleri ve vatandaşlık kavramları üzerinde dururlar. Aslında tüm bu
birbiriyle ilintili üç terim medeniyetin anlamı ile de
bağlantılıdır. Medeniyetin kendisi genel anlamda
toplumun ya ada bir devletin ekonomik, sosyal, politik,
askeri ve idari gelişmeler tarafından takip edilen
maddesel gelişmeler olarak tanımlanır. Eğer medeniyetin anlamına bakarsak bu ana terimlerden bazılarını
görebiliriz ki bunlar aslında ilerleme ve gelişme içerir.
Eğer Batı medeniyetini göz önüne alırsak elbette
gelişme ve ilerleme daha çok maddesel gelişmeyi içerir,
diğer gelişme metotları ve hayatın diğer boyut-larını
içermemektedir. Bu anlamda medeniyetin anla-mına ve
terim olarak ortaya çıkışına bakılmalıdır. Bu terim yani
medeniyet terimi asıl olarak 1750 yıllarında Batı
medeniyeti akıl, aydınlanma çağı olarak bilinen
zamanda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla gelişme ve ilerleme terimlerinin her ikisi de Batı Medeniyetini yansıtmıştır. Bu manada İslam medeniyetinin anlamını ve
özelliklerini göz önünde bulundurmak oldukça
mühimdir.
İslam medeniyetini bir toplumun ve devletin entelektüel, maddi, ruhsal gelişimi olarak tanımlayabiliriz; peki
bu ne demektir? Maddi gelişimin kendisi mimari, anıtsal,
teknolojik gelişmeleri kapsar. Entelektüel geliş-me,
sanatın, edebiyatın ve şiirin gelişmesidir ancak en
önemli olan medeniyetin ruhani boyutlardaki gelişmesidir ki bu sosyal normlar, faziletler, değerler, etik ve
ahlakı içerir. Bu manada İslam medeniyetinin anlamı,
'din' kelimesine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu bağlamda
temeddün ve meddene kelimeleri gelişme, şehirler
kurma manasındadır. Bu nedenle 'temeddün' kelimesi
İslam medeniyeti ya da medeniyet anlamına gelir. İslam
medeniyeti hayatın dünyevi ve uhrevi taraflarını bir
araya getirir bu da az evvel bahsettiğimiz gibi maddesel,
entelektüel ve ruhani gelişmeyi barındırır. Eğer Batı ve
İslam medeniyetinin anlamını ve özelliklerini karşılaştıracak olursak bu iki kavram arasında oldukça önemli
farklılıklar olduğunu görürüz. İslam medeniyeti hayatın
maddesel, entelektüel ve ruhani boyutlarını bir araya
getirir ancak buna karşılık Batı medeniyeti tamamen
maddesel gelişmeyi ve ilerlemeyi vurgulayan bir olgudur. Burada İslam medeniyeti ile ilgili altı çizilmesi gereken başka bir nokta Müslümanların 622 yılında Mekke
şehrinden Medine şehrine göçü ve eski Yesrib şehrinin
adını Medine olarak değiştirmesidir. Medine şehrinin
kendisi de Arapça temeddün kelimesi ile ilgilidir ve İslam
medeniyetini yansıtır.
Yani bir anlamda İslam medeniyetinin bir minyatürüdür. Bu nedenle İslam dininin peygamberi Yesrib şehrinin adını Medine olarak değiştirmiştir. İslamiyet'ten
evvel Hıristiyan, Batı, Bizans ve Pers medeniyetleri vardı,
dünyanın tüm bölgeleri kaos, politik çekişmeler ve
gerilim içerisinde idi, bu anlamda Arabistan'dan gelen
yeni bir ışık, İslam peygamberi ve Kutsal Kur'an öğretileri
ile Müslümanlar bu dini yaymak için gereken enerjiye
sahip oldular. En temelde yüce Kur'an inananları İslam
dinini kılıç zoru ile değil barış vasıtası ile yaymaya davet
ediyordu. Böylece İslam dininin yayılışının ardındaki
sebepleri vurgulamak gerekir; bu sebeplerden bazıları
ekonomik sebeplerdir ancak daha da önemli olanlar dini
sebeplerdir. İslam'ı dünyaya yayma noktasındaki en
önemli güdüler dini sebepledir. Burada belirtilmesi
gereken askeri, ticari ve dini gelişmelerdir. Şunu unutmayalım ki yayılma noktasındaki İslam, Helenizm, batıya ait dinler -Hıristiyanlık, Yahudilik- gibi çok güçlü
dinlerle mücadele etmek zorunda kalmıştır ancak İslamiyet tahrip etmek değil asimilasyon sürecinde rol almıştır. Bu nedenle sonuçta İslam'ın altın çağında Abbasi
Hanedanlığı döneminde özellikle Abbasi döneminin
sonu olan 750'den 1258' e kadar İslam Medeniyetinin
edebiyat, felsefe, bilim, teknoloji, İslami bilimler noktasında yeşermesine tanık oluyoruz. Böylece eğer İslam
medeniyetinin ilerlemesinden ve gelişmesinden bahsedecek olursak insanlar ve toplumlar aslında İslam dini
tarafından etkilenmiştir, yani bir bakıma İslam dinini kabul ederek bir takım faydalar sağlamışlardır. Neden?
Çünkü İslam medeniyeti ekonomik gelişme ve ticari zenginlik getirmiştir,Müslüman tacirler uzun seyahatler
yaparak hem ticaret yapıyor aynı zamanda da İslam dinini yayıyorlardı. Yani şöyle diyebiliriz ki ticari ve ekonomik açıdan karlı çıkmak isteyenler genelde Müslüman
246
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
tacirlerle ve Müslümanlarla yakın ilişkiler kuruyordu. Bu
İslam tarihinde ve medeniyetinde yaşanan din değiştirmelerin sebeplerinden birisi idi. İkinci sebep ise bilgi aşkı
ile seyahat eden İslam bilginlerinin, ilim adamlarının
seyahatleri idi. Bunlar seyahatleri esnasında hem ilim
yayıyor, İslamiyet'i anlatıyor hem de diğer âlimlerden ilim
öğreniyorlardı.
Yakın doğu, uzak doğu, Hindistan, Çin gibi memleketlere ilim öğrenmek amacı ile seyahat ediyor aynı
zamanda İslam dinini de gittikleri yerlere taşıyorlardı.
Burada mühim olan 12. yy başlarında İslamiyet'i yaymada kullanılan metotları geliştiren tarikatlar ve sufi
emirlerinin rolüdür. Buradan hareketle sufîler ele alındığında bunlar tarikatları ve İslam dininin yayılması için
kurulan kurumları ortaya koyanlardır. Bu kurumların ve
tarikatların bazıları yaygın olarak bilinmektedir, örneğin
Kadiriler, Bektaşiler, Mevlevilik, Nakşibendîler... Bunların
hepsi genel anlamda İslam dininin yayılmasına yardımcı
olmuşlardır. Söylememiz gereken İslamiyet'in yayılışında
askeri sebepleri, ekonomik ve dini motifleri göz önüne
aldığımızda İslamiyet'in yayılışının temelinde sevgi
vardır. Sufiler sevgi ve barışı yayarak İslamiyet'i Müslüman
ordularının gelişinden evvel bir bakıma yeni bir ışığın
gelmesini bekleyen kişilere tanıtmışlardır, çünkü o devirlerde Hıristiyanlar arasında zulüm, özellikle Protestanlığın ortaya çıkışı esnasındaki eziyetlerden bahsediyoruz,
yaygındı, bu bağlamda birçok kişi sufilerden ve onların
sevgi ve barışı temin eden ibadet şekillerinden etkilenmişlerdir.
İslam dininin yayılışının ardındaki önemli tarihi
gerçekler nedir? Ve bu esnada ortaya çıkan önemli
şahsiyetler kimlerdir?
Öncelikle Müslüman takvimi yani Hicri takvim- İslam
medeniyetinin başlangıcına işaret eden 622 ile başlar,
kısaca diyebiliriz ki İslam dini peygamberinin ölümü olan
632 de bu din açısından birçok başarıya imza atılmıştır.
Bunlardan en önemlisi yüce Kuran'ın indirilmesinin
tamamlanması ve peygamberin bunun tamamlanmasını müjdelemesidir. İslam medeniyeti ve dini için ikinci
önemli dönem ise Dört Halife devridir. Kısaca 632'den
661'e kadar 4 Halife devri olarak geçer. Bu dönemde
İslam dini kalıcı şeklini almış bilhassa Ebu Bekir Sıddık'tan
Ali'ye kadar İslam medeniyeti organize olmuş ve idari
açıdan kendisini düzenlemiştir. Mekke şehri bir öğrenme
ve ilim merkezi olmuş daha sonra Basra, Bağdat, Şam,
Kordoba bunu izlemiştir. Dört Halife döneminden sonra
661-715 yılları arasında geçen dönemde İslamiyet asıl
sıçramasını yapmıştır. Arabistan'dan Kuzey Afrika'ya
bugün Tunus, Fas, Cezayir olarak bilinen yerlere ve
nihayet 711'de Müslümanlar bu dini batı Hıristiyan dünyasına ve İber yarımadasına taşımışlardır, tüm Arabistan
ve yakın doğu Müslümanların kontrolüne girmiştir.
Anadolu ile ilgili olarak belirtmemiz gerekir ki Müslümanlar 711 yılında ilk defa İstanbul'u fethetmeye çalıştıklarında başarısız olmuşlardır. Bundan sonra İslam'ı ve
İslam medeniyetini Orta Asya olarak bilinen bölgede
SAYI 17 - 18
yaymışlardır. Şunu da belirtmeliyiz ki İslam dininin ve
medeniyetinin bu yayılışının önemli kısmı Abbasi dönemi ve Emevi dönemi olarak bilinen 715'den 1258 e kadar
olan ve İslam'ın altın çağı diye nitelendirilen dönemdir.
Bu dönemde fiziksel olarak aşırı genişlemeden ziyade bir
tür pekiştirme dönemi yaşanmış, İslam dini filizlenmiş,
İslam geleneği, hukuku, ilmi ilerlemiş, İslam enstitüleri,
okulları kurulmuş, uygulamalı İslam ilimleri, tıp, felsefe,
edebiyat, şiir gelişme kaydetmiştir. Abbasi dönemi gelişme, barış ve huzur dönemi olmuştur. İslam'ın Anadolu da
yayılması konusunda Selçuklu Türklerinin yakın doğuya
gelmesinin önemini belirtmek gerekir. Selçuklu Türklerinin gelişi ile bunların çoğu daha sonra Moğollar- ki
bunlar başta İslam dinine zarar veriyorlardı- daha sonra
da hepsi İslamiyet'i kabul etmişlerdir. Selçuklularla ilgili
olarak şunu da söylemeliyiz ki onlar geldiğinde askeri
güçlerini İslam dünyasının üzerine salmamış bunun yerine Bizans topraklarına keşif amaçlı yollamışlardır. İslam
dininin Anadolu ve Balkanların derinliklerine yayılması
1071 yılında Bizans'ın Selçuk-lular tarafından yenilmesi
ile başlamış daha sonra da 1300'lerde Osmanlı Devleti'ni
kuran Osmanlılar bu dini Anadolu ve Balkanların derinliklerine taşımış ve yaymaya devam etmiştir. Nihayet
1453 yılında Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethetmesi ile İslamiyet kesin olarak Balkanlara yayılmıştır.
Medeniyetlerin birliği, çeşitliliği ve özellikle dünya
üzerinde günümüzde yaşanan problemler hakkında
ne düşünüyorsunuz?
Eğer tarihe bakacak olursak birçok medeniyet olduğunu
görürüz, bunların bir kısmı yok olurken bir kısmı da
günümüze kadar gelmeyi başarmıştır. Bu medeniyetlerin
bazıları kendilerini yenilemişleridir. Bunların tümü belli
dönemlerde belli dinlere, dillere, kültürlere ve tarihe
dayanmaktadır. Bu anlamda İslam, Batı, Hint, Çin medeniyetleri gibi günümüze ulaşmış medeniyetler vardır.
Günümüzde bir aslında bir tür batı medeniyetinin hegemonyasına tanık oluyoruz. Bu anlamda yıkım bir tür çeşitliliğin, farklılığın birlikteliğinin ortadan kaldırılması anlamında yaşanıyor ve tek bir medeniyet için belli bir düşünce biçimi, kalıbı yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Bu manada
ben tüm bu medeniyetlerin-İslam, Batı, Çin, Hindistan
medeniyeti gibi- dünyanın çeşitliliğinin çok kültürlülüğüne katkıda bulunacak tüm medeniyetlerin yaşamasını
öneriyorum. Yani farklı kültürler, toplumlar, sosyal oluşumlar göz önüne alındığında bize düşen farklılığa saygı
göstermek, buna değer vermek ve bunları muhafaza
etmektir. Bizler birbirimizi yıpratmak yerine birbirimize
yardımcı olmalı, desteklemeli ve işini kolaylaştırmalıyız ki
bu da zaten çeşitliliğin yüzyılı olan 21. yüzyılın mesajıdır.
Bu manada medeniyetler aslında çok kültürlülüğün,
çeşitliliğin, ta kendisidir. Benim doğduğum ülke olan
Bosna-Hersek'te dünyanın ve bir bakıma medeniyetin bir
minyatürüdür. Burası doğu ve batıyı birleştiren bir
kavşak, kültürlerin birbirine uzandığı bir köprüdür.
Bu nedenle geleneksel yazarlar ve bilim adamları barış,
hoşgörü, anlayış, çok kültürlülük ve çeşitliliğin yeşerdiği
Bosna-Hersek'i teşvik ederler.
247
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
“Dindar Olmak Kendime Bir Işık Tutmayacaksa
İnsanları İyi Olmaya Çağırma Hakkını
Kendimde Nasıl Bulabilirim”
Konuşan
Mukaddes Mut
Sadık Yalsızuçanlar
Dr. Valeria Heuberger
Viyana Üniversitesi
Osmanlılar Balkanlara İslam'ı nasıl yaymıştır?
Osmanlılardan önceki döneme baktığımızda, bunların
Balkanlarda Hıristiyanlığı yaymaya çalıştığını görüyoruz veya o dönemde, onuncu yüzyılda, yani aşağı
yukarı Osmanlıdan yüz ya da yüz elli yıl öncesi olması
gerekiyor, dini yayma çabalarının balkanlarda otorite
olarak tanımlanan Katolik kilisesi aracılığıyla yürütüldüğünü görüyoruz. Örneğin Bosna kilisesi buna bir
örnek olabilir. Bir taraftan otoriter hareketleri alevlerken, diğer taraftan farklı mistik kilisenin, yani Katolik
kilisesinin bir müridi olarak özel mistik düşünceleri
geliştirdiğini görüyoruz. Osmanlı fetihleri yayılmadan
önceki balkanlardaki güneydoğu Avrupa'sına baktığımızda ise inanç şekillerinde, hatta etnik ve kültürel
yapıda oldukça birbirinden farklı olan çokluklarla yüz
yüze geliyoruz. Bu dikkate alınması gereken oldukça
önemli bir mesele. Eğer Osmanlı fetihlerine değinecek
olursak, aslında bu fetihler atlı birliklerin ya da dünya
savaşları önderlerinin fetihleri gibi değerlendiremeyiz,
çünkü Osmanlı fetihleri çok uzun vadeli sürece dayalı,
uzun zaman alan bir gidişattı. Osmanlılar ilk etapta
küçük askeri birlikler olarak ya da askeri destek
noktaları tabir edilebilecek sistemler kurmuşlardı. İlk
Osmanlı destek noktaları olarak tabir edebileceğimiz
işte bu askeri destek noktaları özellikle İslami akımın
Müslüman olmayan halklar arasında yayılması açısından büyük bir önem arz etmiştir. Bu İslami akımın yayılmasında, Osmanlı birliği ile gelen, yerleşim yerlerine
yerleşen veya bu destek noktalarında yaşayan ve bu
sayede yerel halk arasında İslam'ı yayan farklı derviş
tarikatlarının ya da İslami mistik kardeşliği tarikatlarının
temsilcileri önemli bir rol oynamıştır. Bu da balkanlarda
uzun zaman alan oldukça uzun süreli ve uzun soluklu
bir süreç olmuştur. Şayet Osmanlıların balkanlardaki
güneydoğu Avrupa üzerindeki egemenliği hakkında
konuşacak olursak, bu olay önemini büyük ölçüde
hissettirir. Zaten bu hakimiyet de ülkeye direk girip,
yakıp yıkıp ve tüm ülkeleri fetih ederek tüm halkı
Müslümanlığa kabul etme şeklinde değildi.
Balkanlardaki tarikat oluşumlarından
bahsedebilir misiniz? Bu tarikatlar toplumun
siyasal ve sosyal yapısını nasıl etkilemiştir?
Manevi kardeşlik fenomeni hakkında konuşacak olursak, bu konu oldukça geniş aşamalı bir fenomendir.
Farklı mistik manevi İslami kardeşliğin temelinde ve
kalkınmasında birbirinden tamamen farklı oldukça
geniş bir zincir halkası var. Örneğin tarihin seyrine baktığımıza, Osmanlı varlığının yapısına bağlı derviş tarikatları ve mistik kardeşlik vardı, örneğin ahilik teşkilatına bağlı Bektaşi tarikatı da vardı, diğer taraftan Osmanlıya karşı olan ve hatta günümüzde sosyal reformcu
olarak tanımlayabileceğimiz ve egemen yönetime
karşı çıkan kardeşlik tarikatı da vardı. Bu tarikatın mensubu insanlar sürekli“insanlar gün geçtikçe fakirleşiyor,
zenginler ise daha da zengin oluyor, fakir insanlar ise
daha da fakirleşiyor ve bu duruma bir dur demek lâzım”
sloganlarıyla hareket ediyorlardı. Bu sosyal reform niteliğindeki bakış açısı bir çok isyan hareketlerinin de kaynağını oluşturmuştur hatta derviş tarikatı önderleri bu
sebeple hapse atıldığını ya da idama mahkûm edildiğini görüyoruz. Balkanlardaki İslami kardeşlik fenomenlerinden bahsedecek olursak, farklı İslam kardeşliğini oldukça geniş ve büyük paletlerinin bulunduğundan emin olabiliriz. Bu kardeşlik tarikatları zaman,
zaman Osmanlı hükümdarı ya da askeri birlikleri ile
ülkeye gelmişlerdir. Bunun karşısında 14., 15., 16. yüzyıllarda Osmanlılar aracılığıyla balkanlara yerleşen
farklı kardeşlik tarikatlarının önderleri asker ile birlikte
ülkeye giriş yapmamıştır. Bu tarikatların bazı önemli
fenomenlerinden biri de, Mevlevi tarikatıdır. Bunlar
tamamen şehirli idi, şehrin izlerini taşıyan tarikatlardı,
zengin esnaf ile sıkı ilişkileri vardı. Bu tarikatlar toplum
siyaseti ve kültürel yaşamda büyük rol oynamışlardır.
Bu kardeşlik tarikatı için önemli olan faktörler aslında
bu olayda yatmıyordu. Bunlarda sosyal faaliyetler daha
ön plandaydı. Yani içtima oluşturdukları yerde, sadece
mistik bir önder yoktu. Aynen İslami geleneğe de hitap
248
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
ettiği gibi, seyahat edenler, konuklar, göç edenler ve
taşınanlar için farklı binalar yapmışlardı, örneğin
kervansaray gibi, arkasından ise fakirler için aşevleri,
hamam v.s. kurmuşlardır. Bir şehirde bulunması
gereken şehir kalkınmasına bu şekilde katkıda bulunmuşlardır. Bu tarikatların çoğu önderleri ya da müritleri
şehir yapısında çok önemli rol oynamaktaydı. Yani
mesela, eyercilik gibi, eğercilik zanaatı bu dönemde
atlar olduğundan dolayı aranan bir zanaattı. Özellikle
Mevlevi tarikatını bu meslek grupları ile sıkı ilişkileri
vardı. Hatta bu mesleki eğitimi gören kişiler bu içtimai
şehirlerde yer almışlardır. Yani şehir yaşamında bu kardeşlik tarikatları ile sosyal, politik, ekonomik işleri
yürüten önder takımları arasında sıkı bir ilişki vardı. Bu
da çok önemli bir fenomen. İkinci önemli bir fenomen
de, diğer kardeşlik ve derviş tarikatlarıdır. Örneğin
Bektaşilerin askeri birlik tarafından tanzim edildiği ve
bunlarla sıkı ilişkiler içersinde olduğu gibi. Ancak mistik
yapı ile alakalı olarak oldukça farklı olan çoğu tarikatlar
ve hatta dönme ayini, dans figürleri ile İslam'ın mistik
yapısının temelini oluşturan, tanrıyla bütünleşmeye
çalışan bazı tarikatlar ve bazı tarikatlar ise tanrı adı olan
“Allah” kelimesini tekrarlayarak kendinden geçinceye
kadar zikrederlerdi. Tanrıya ulaşmak için sarf edilen
çabayla İslami mistik yapının temelini oluşturan tanrıyla bütünleşmenin oldukça farklı yolları vardı. Bu ayinlerin çeşitliliği aynı zamanda şehirli ve inançlı halk
grupları üzerinde otoriter bir güce sahipti. Yani neden
güneydoğu Avrupa'da bu denli etkili olduğunun ve
bugüne kadar varlığını nasıl koruduğunun önemli bir
gerekçesi ve de derviş tarikatlarının bu dönemde otoriter bir güce sahip olmasıydı. Bu güçlere bir taraftan
sosyal faaliyetleri katkı sağlarken, örneğin fakir insanlarla ilgilenmeleri ve onları korumaları gibi, diğer taraftan ise elit kesim olan ancak henüz Müslüman olmayan
ancak ayinlerden son derece etkilenen ve bu inancın
saflığına inanan insanlarla da ilgilenmelerinin ayrı bir
katkısı vardı. Yani burada manevî unsurların önemi
oldukça büyük, yoksa zaten eğitim niteliğinde olmazdı.
Tarikatların hedefi insan-ı kamildi, sizce
amaçlarına ulaşmışlar mıydı?
Buna ben nasıl cevap verebilirim, bu haddini bilmezlik
olurdu. Bu mistik İslam'ı temsil eden insanların işi. Bunların kamil insan olduklarını size nasıl söyleyebilirim?
Bunu ancak Tanrı bilir, ben bu hususta bir yargıya varamam. Ancak dervişler tarikatının öğretilerinin temelini
tanrıya ulaşma oluşturuyordu. Bundan dolayı derviş
önderlerinin ölümden korkmamaları oldukça ilginç bir
durum. Onlar ölümü, düğün, vuslat gecesi ya da kavuş-
SAYI 17 - 18
ma gibi telâkki ediyorlardı. Yani bu kişiler yaşamları
boyunca tanrıyla birleşme çabasını gösterdiler ve şimdi
ölümden korkmanın da bir anlamı yoktu. İşte tam da
buradan hareket ediyorlardı. Yani ezbere bir inanç
değildi, yani bir yerde yazılı olarak“bunu, şunu yapmalısın, bunu, şunu yapmamalısın”şeklinde kararlaştırılan
yapıda bir inanç değildi. Aslında bunu insana bağlanma, insani değerlere inme şeklinde de değerlendirebiliriz. Genelde dervişler bunu hayatlarında uygulayabiliyorlardı. Başarılı olmalarının en önemli nedenlerden
birini de, Osmanlı fetihleri dönemindeki balkanlarda
yapıya bakacak olursak anlarız. Balkanlar politik açıdan
parçalanmıştı. Krallıklar ve yönetimler arasında sürekli
savaş vardı. Sürekli aratan ekonomik krizler, yani kötü
hasat dönemleri, kalitesiz yetişen ürünler, açlık sınırına
gelen insanlar, endişeler, korkular hat safhadaydı,
sürekli askere çağrılıyorlardı. İşte tam bu esnada İslam'
ın bu farklı modeli, sürekli hayatlarında var olan bu
manevî boşluğu doldurmayı vaat ediyordu. Burada
unutmamamız gereken önemli bir nokta da, Hıristiyan
halk kitlesinin hayatında bir istikrar yoktu. Çünkü bu
insanlar birbirlerine sürekli savaş ilan eden Ortodokslar
ve Katolik kilise arasında sıkışıp kalmıştı. Yani burada
zaten bir birlik beraberlik yoktu. Tam bu sırada derviş
içtiması kurulmuş olarak geliyor, insanların merakını
cezp ediyordu. İnsanlar kendilerine hitap eden ilginç
motifleri yakalıyordu. Hatta bazı manevi değerleri dahi
kendi inançlarına uygulama olanağının dahi bulunduğunu fark ediyorlar. Bunun da manevi boşlukları doldurmak açısından önemli olduğunu düşünmeye başlıyorlar. Şimdi hemen günümüze büyük bir köprü kurmak istiyorum. Avrupa'da yaşayan Hıristiyan, dogmatik
inançları olmayan, Hıristiyanlık dışında başka bir inanca
sahip ya da ateist olan kişilerin dahi İslam'a geçiş
yaptığını bizzat yapmış olduğum araştırmalarım ile de
tasdik edebilirim. Bu kişiler özellikle sofi görüşlerine
yatkınlık göstermişlerdir. Yani bu element ve bu elementin hoşgörüsü yıllarca insanlara hitap etti.
Balkanlara yerleştirilen idari amirlerin tarikat
bağlantıları var mıydı?
Hem evet, hem hayır. Tabii ki hükümdarların vekilleri
veya Osmanlı hükümdarlığını yönetmekle görevlendirilen ve balkanlara yerleştirilen idarî âmirler ya da
yüksek amirler belirli derviş tarikatlarına ya da belli kardeşlik tarikatlarına riayet etmekteydi. Yani buradaki
manevî fikirler Osmanlı egemenliği döneminde iyi bir
idareyi elde edebilmek için önemli bir çıkış kaynağı
olmuştur. Diğer taraftan Osmanlı hükümdarlığı çok
249
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
farklı bir yapıdaydı. Yani etnik köken, diğer kriterler,
renkler ya da buna benzer başka farklılıklar değil de,
daha ziyade bir konfederasyon grubuna ait olmak
önemliydi. Şeyh Bedreddin ve diğer mutasavvıflar
dışında bu sistemi Osmanlı hükümdarlığı altına alınan
insanlara nasıl uygulandığı anlatılarına da rastlıyorum.
Balkanlarda çeşitli etnik kökenlere, kültürlere
mensup insanların İslam'dan etkilenmesi,
hatta İslam'ın kabul görmesi neye dayanıyor?
Derviş tarikatlarının müritleri içtimalarını ya da merkezlerini genelde örneğin yerel küçük Hıristiyan tapınaklarının olduğu yere taşıdılar ya da kurdular. Hıristiyan
kutsal tapınaklarının bulunduğu dar kentlerde, insanlar genelde tamam burası benim gidebileceğim bir yer,
ibadetimi yapabileceğim bir mekan dedi. Hemen bu
tapınakların yanında da bir derviş içtiması bulunurdu
ve burada bulunan insanlar da sofilik ve nur yaymaktaydı etrafına, insanlar da doğal olarak bunlardan
manevi açıdan bir şey kapabilirim ya da öğrenebilirim
diye düşünüyorlardı. İslam'ın yayılması açısından aslına
önemli bir unsur. Ancak diğer taraftan Osmanlı imparatorluğu hüküm süren büyük bir güçtü ve bu gücü
yönlendiren de İslam dini idi. Şimdi eğer insanlar hayatlarında ekonomik, sosyal ya da toplumsal olarak bir
şeylere ulaşmak istiyorlarsa, tabiî ki İslam'a geçme
oldukça mantıklı olacaktı. Yani İslam'ın yayılması,
İslam'ın kabulü için mistik kardeşlik tarikatının önemi
olmadan azalma ya da daralma, kesinlikle Osmanlı bölgesinde hükmedildiği gibi, ekonomik politika nedeniyle olsaydı, büyük bir konfederasyon ailesinin daha
da ileriye gitmesi açısından İslam'ın kabulü önemli bir
unsur olması da açıktır. Bu da manevi dernek ve birliklerin çok önemli bir elementi ve unsuruydu. Diğer
önemli esaslardan biri de, Osmanlı imparatorluğunun
önemli kurumlarından biri olan devşirme sistemi idi. Bu
sistemle genç oğlan çocukları ailelerinden alınırdı,
İstanbul'a ya da Anadolu'ya götürüldü. Bu kişiler İslam'ı
kabul etmişlerdir. Artık yeni bir çevredeydiler ve Türkçe'
yi öğrenmişlerdi ve ilerleyen zamanla kapasitelerini,
yeteneklerini, zekalarını ispat ettiklerinde, kendi ülkelerinde, köylerinde yüksek makamlara ya da askeri makamlara atanıyorlardı ve böylece tekrardan Bosna'ya
dönmüş oluyorlardı. Mesela bu olay için en iyi örnek
Haloviç ailesidir. Günümüze kadar, İslam'ı kabul eden
büyük bir ailenin balkanlarda olması aslında ilginç bir
fenomendi. Ancak ailenin diğer fertleri Katolik ya da
Ortodoks inançlarını devam ettirmişlerdir. Her iki aile
de birbirine ne kızmıştı ne de öfkelenmişti. Yani bir
SAYI 17 - 18
diğeri diğer birine“Nasıl Müslüman olursun, İslam'ı nasıl
kabul edersin, bu korkunç?!” gibi sözler sarf etmemişti.
Tabi ki bu durumu, 20. yüzyılda Bosna olayı olarak tabir
edilen savaş vakası değiştirmedi, Osmanlının zayıflama
dönemi olan 18. yüzyılın ve gerileme dönemi olan 19.
yüzyılın etkisi de var. Yani küçük mikro alanlarda aynı
kökenden gelen farklı din grupları arasındaki ilişkiler
sağlam oluyor ve varlığını koruyor. Ancak büyük alanlardan konuya girersek, 19. yüzyılda güçlü politika,
ulusal devlet politikası, yani Osmanlı imparatorluğundan ayrılarak kurulan devletlerin, Ortodoks olmayan Hıristiyan, Müslüman ve hatta Yahudi halk gruplarına karşı oldukça sert ve hoşgörüye dayalı olmayan bir
tavır sergilediklerini ifade etmemiz gerekiyor. Bu kardeşlik tarikatlarında oldukça ilginç olan, herkes için bir
şeyler sunuyor olabilmeleriydi. Oldukça fazla çokluk
mevcut olduğunda, entelektüel sınıfa hitap eden ve
buna göre eğitilmiş kardeşlik ve tarikatlar var olmuştur.
Ayrıca İslam öncesi ya da Osmanlı dönemi öncesi
grubu dahil olabilecek ve yerel azizlere atfedilebilecek
üyelerin mucizevi olaylar iddiasında bulunan tarikatlarda da olmuştur. Örneğin bir sorununuz, müşkülatınız
var ya da bir kadın çocuk sahibi olamıyor, bir azizin
tahtasına çiziyor ya da yazıyor ve orada bunun için dua
ediyor. Daha sonraları bu yerel azizler İslami kardeşlik
içtiması tarafından değiştirildi. Yani bu kardeşlik üyeleri
kendilerinin mucizelere yakın oldukları, buralara gelinebileceğini, sadece sorun ve müşkülatların değil, aynı
zamanda baskı altında kalan ve soruna temel oluşturan
problemlerden de arınabileceklerini ve iyileşmenin
gerçekleşeceği vaazında bulunuyorlardı. İşte bu bakış
açısı, yani bu manevi dini bakış açısı İslam'ın yayılmasına yeni yollar açtı. Çok çeşitli kardeşlik tarikatları
olduğundan dolayı, tabi ki 16. ve 17. yüzyılları kastediyorum, yoksa günümüzde bu tür çokluklar çökmüş durumda, şimdi çok farklı kardeşlik tarikatları olduğundan
dolayı, her bir insanın kendi bireysel durumuna ihtiyaçlarına göre kendini güvende hissedebileceği bir
kardeşlik tarikatı arama olanağı vardı. Ayrıca başka kardeşlik tarikatına da üye olabiliyorlardı ya da başka bir
manevi tarikata iştirak edebiliyorlardı. Yani oldukça büyük bir samimiyet vardı, yani nasıl desem kişinin bireyselliğini ortaya koyması için büyük bir olanak vardı, yani
mistik İslam'ı tanımaya değer kılıyordu. Ezbere inanca
dayalı olmayan, hayatın içinden olan bir inançtı, hayatın kendisiydi, acıları, sancıları, endişeleri, mutlulukları
yani hayata dair tüm problemleri kapsamaktaydı. İşte
tam bu olay sofileri popüler ve sevilen insan yapıyordu.
Bu da insanların neden “bu yeni inanç, İslami şekil, bize
anlatılan İslam tam bize göre” demelerine de bir gerekçe oluşturuyor aslında.
250
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Sonradan gelişen gerilimlerin ve savaşların
nedeni din olarak gösterilir. Heidegger, “dünyanın
nuru çekildi” diyor, siz ne düşünüyorsunuz?
Tekrardan balkanlara döneceğiz. Din ya da dinler arasındaki farkları savaşların nedeni değildi. Dinler, Hıristiyanlar, Ortodokslar, Müslümanlar hepsi savaş olayları
ve ya da milliyetçilik seslerinin yükselmesiyle harekete
geçirildi. Bunlar büyük ölçüde etki altında kaldı. Bu da
oldukça üzücü bir fenomen. Din artık karşıdaki komşunun Müslüman mı Hıristiyan mı olduğu şekilde algılanmaya başlandı, bu kesinlikle insanların birbirlerini evlerinden atmaları ya da birbirlerini öldürmeleri için bir
neden olamaz, çünkü bunlar zaten yıllardır bir arada
yaşadı.Benin kanaatime göre din tek başına çatışma
nedeni olamaz daha çok politikacılar tarafından
tetiklenen bir olay. Ya da nefreti, düşmanlığı yaymak
isteyen ve etik değerlere sahip olmayan medyanın
tetiklemesi bence. Sonuçta ben ne bir filozofum ne de
derin yorumlar yapabilecek ne de bu bilgilere sahip
biriyim, bundan dolayı ne kadar bilimsel olduğu
tartışılır. Ancak çok basit bir şey“iyi olmak”, şimdi kulağa
çok basmakalıp geliyor. Ne demek “iyi olmak”. “iyi
olmak” demek meselâ çevremize karşı biraz saygılı
olmak ve yardım sever olmak. Bunun illa dinle ilişkilendirilmesi gerekmiyor. Diğerlerine karşı iyi olmak için
illa dindar olunması gerekmiyor. Günlük yaşamımızda
biraz saygılı ve sevgi dolu olmayı denemeli bence. Bu
bakış açısıyla hayata bakarak çevresinde biraz olumlu
atmosfer estirmek. Bunun politika ve dünyanın durumu ile çok az alâkalı olduğu yönünde fikir sahibiyim.
Artık ışığın kaybolduğu düşüncelerine bende kapılıyorum. Ancak kendisi için çalıştığı kadar biraz karşısındaki gibi düşünmeyi, kendini onun yerine koymayı
denediğinde bu ışığa bir canlılıklar verecektir. Bunu
çoğu insanlar yaptığında, birlikte yaşamın çok daha iyi
olacağına ve daha konforlu olacağına inanıyorum.
SAYI 17 - 18
Dünyayı sadece politik düzlemlere koymamalıyız. Jeopolitik, ekonomik çıkarlar, aslında bunlar sorgulanan
değil. Dindar olmak kendime bir ışık tutmayacaksa
insanları iyi olmaya çağırmaya hakkını kendimde nerede bulabilirim. Anlaşılır oldu mu bilmiyorum ama bunu
her zaman biraz deniyorum. Bu konuda fazla diyecek
bir şeyim yok, çünkü ben ne filozofum ne de bu konuda
söz söyleyecek bilgiye sahibim.
251
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
MEHMED HÂLİM VANİ YURTSEVER
HAYATI, ESERLERİ
Dr. Erşahin Ahmet AYHÜN, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi
Devasa Cengiz imparatorluğunun bakiyesi olan Kırım
Hanlığı, Karadeniz'in kuzeyinde ve Doğu Avrupa'da yaşayan milletlerin tarihine doğrudan tesir etmiş, uçsuz bucaksız bozkırlarda asırlarca kasırga gibi esmiş kahraman bir
milletin ülkesidir. Günümüzde “tatar” diye adlandırılan bu
millet Kıpçak Türklerinin ta kendileridir. XV. yüzyılda
Osmanlı Devleti ile ittifak ederek, İslam halifesi, Osmanlı
sultanının açtığı bütün cephelerde cihada koştular. XV.
yüzyılda yok olan Osmanlı akıncı birliğinin yerini alarak,
fetih ordularının yollarını açtılar. XVIII. asırda müttefiki
Osmanlı Devleti'nde başlayan çöküş ve toprak kayıplarının menfi tesirleri Kırım Hanlığını çok yakından alâkadar
etmiştir. Bu talihsiz dönemde Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla eli kolu hepten bağlanan Osmanlı Devleti, başı her
sıkıştığında atlıları yanı başında bitiveren Müslüman kardeşinin kara gününde yardıma koşamamıştır.
ilhak eden Katerina karşısında bütün dünya milletleri ses-siz kaldı.
Beni ve ülkemi çok büyük zararlara uğratmaları karşı-lığında
topraklarını topraklarıma kattığım Kırım halkı bundan sonra Rus
tebaasıdır, eşit haklara sahiptir, dinini yaşamakta öz-gürdür dese
de, bu sözler içi boş koskoca bir yalan olan tarihe geçti.
Tarihleri boyunca esaret nedir bilmeyen bu asil insanlar bütün
zenginliklerini geride bırakarak konvoylar halinde öz vatanlarından göç etmeye başladılar. Kırım muhacirlerinin Osmanlı
ülkesine hicretleri 18 Mayıs 1944 senesindeki büyük sürgüne kadar
devam etti.
Nihai istikametleri Anadolu toprakları olan bu göç kervanlarından bir kısmı ilk durakları olan Köstence ve Dobruca'da konakladı.
Yeşilyurt'larından daha fazla uzaklaşmak istemeyenlerden
bazıları buralara yerleşti bazıları ise diğer akrabalarının izinden
Anadolu'ya ulaştı.
Zaman zaman göç ettikleri yerlere kadar uzanan Rus zulmü,
Dünyanın en verimli topraklarının asırlık sahipleri, bir
Kırımlı mazlumların peşini bırakmadı. İnsanlık tarihinin utanç
zamanlar cizye aldıkları zayıf düşmanları tarafından taciz
sayfalarında yer alan bu zulümler nesiller boyu ızdıraba sebep
edilmeye başladıklarında yapa yalnızlardı. Uluslararası
oldu. İşte Mehmed Hâlim Vani'nin hayat hikâyesi bu insanlık
hukukun bütün kurallarını ihlal ederek haksız yere Kırım'ı
dramına en güzel misallerden biridir.1
Hayatı:
Mehmed Hâlim Vani (1907-1994), Kırım'dan bir nesil
önce göçüp gelen bir ailenin oğlu olarak 28 Ekim 1907
senesinde Romanya'nın Köstence şehrinin Küçük
Tatlıcak köyünde doğdu. Akranları arasında zekâsı,
okuma merakı, çalışkanlığı, azmi, doğruluğu ve yardımseverliği ile temayüz eden Mehmed H. Vani, köyündeki Türk mektebinde ve Mecidiye medresesinde
öğrenim gördü, bununla da yetinmeyerek Romen
okullarına da devam etti. Mehmed Vani ,hatıralarında
öğrencilik hayatını ve okuduğu dersleri teferruatıyla
anlatmıştır. Tarih dersinde Romen profesörün Türklerden dinsiz diye söz etmesine itiraz etti, Profesör Leu
“kitapta böyle yazıyor” diyerek kendini savununca,
Mehmed Vani “[Onlar] müslüman[dır]lar, Türkler
İslamiyet gibi yüksek bir dine sahiptirler. Kitabı yazan da
sizin gibi bir profesör, hata yapabilir, ancak bizi öfkelendiren şey hatanın kasten yapılmış olmasıdır” diyerek
itiraz etmesi karşısında şaşıran hoca “hristiyanlar
başka dine mensup olanları dinsiz sayarlar” diyerek
tartışmayı bitirdi. Din adamı ve öğretmen olarak mezun olduktan sonra 1929 yılında Dobruca'nın Pazarcık
kasabasında “Hacı Osman” okulunda öğretmen olarak
vazifeye başladı2 . Daha sonra kendi köyü Tatlıcak'a
giderek orada öğretmenlik yaptı. 1931 yılında Boğaz
köyü hatipliğine tayin edildi. Ertesi yıl Aşçılar köyü okuluna Romen dili öğretmeni olarak atandı. 1934'de Edil
köyüne baş muallim olarak atandı. 1940'da Omurça'ya
1950'de de Köstence Tatar Öğretmen Okulu'na
“Psikoloji, Pedagoji ve Ana Tıli”profesörü olarak geldi.
Kendisiyle aynı idealleri ve ülküleri paylaşan Müstecip
Hacı Fazıl (Ülküsal), Tahsin İbrahim, Emin ve Mehmet
Zekeriya (Bektöre) kardeşler gibi bir çok gençle öz
halkının dertlerine çareler aramaya fikirler üretmeye
başladılar. Dobruca Türklerinin kültürel ve sosyal hayatlarında önemli rol oynayacak olan Emel mecmuasını
çıkarmaya başladılar. Milli kültürü yaymak ve yükseltmek maksadıyla DobrucaTürk Hars Birliği'ni kurdular.
Kendisiyle aynı idealleri ve ülküleri paylaşan Müstecip
Hacı Fazıl (Ülküsal), Tahsin İbrahim, Emin ve Mehmet
Zekeriya (Bektöre) kardeşler gibi bir çok gençle öz
halkının dertlerine çareler aramaya fikirler üretmeye
başladılar. Dobruca Türklerinin kültürel ve sosyal hayatlarında önemli rol oynayacak olan Emel mecmuasını
çıkarmaya başladılar. Milli kültürü yaymak ve yükseltmek maksadıyla DobrucaTürk Hars Birliği'ni kurdular.
252
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
Öğretmen ve din adamı olarak Pazarcık kasabasından
başka, Kışkene Tatlıcak, Kadıköy, Boğazköy, Aşçılar,
Edilköy, Omurşa ve Köstence'de görev yaptı. Piyes, şiir
ve halk edebiyatına dair yazılarını Emel mecmuasında
yayınladı.
sında tesadüfen tanışıp sohbet ettiği bir avukat kendisine genel af kanunu çıktığını ve bir dilekçe ile müracaat ederse serbest kalabileceğini söylemişti. Nitekim
verdiği dilekçe bir sene sonra netice verdi ve serbest
4
bırakıldı .
1936 yılında Köstence yakınlarındaki Omurşah köyünde hayırseverliğiyle meşhur olan Ablay İzzet'in kızı
Fatma hanımla evlendi. Ülker (1938), Tekin (1940) ve
Özen (1945) adında üç çocukları oldu.
Sabıkasından dolayı mesleğine geri dönemedi, geçimini sağlamak için vasıfsız işlerde ağır şartlarda çalışmak zorunda kaldı. Eski mahkûmiyeti çocuklarının tahsil hayatına bile tesir etti. Babasının mahkûmiyeti yüzünden çocukları okullara kabul edilmedi. Oğlu Tekin
sırf bu yüzden uzak bir şehirde üniversite okumak
zorunda kaldı. İnşaat mühendisliğini birincilikle bitirdi.
1940'lı yıllarda yaklaşan Rus zulmü karşısında üç kardeşi, arkadaşları ve birçok Türk ailesi Türkiye'ye göç ederken, kendisi Romanya'da kalmayı tercih etti. Çok geçmeden Sovyet işgali ile Romanya'ya hâkim olan komünist rejim insanlar üzerine korkunç bir baskı uygula3
maya başladı .
12 Haziran 1941'de başlayan II. Dünya Savaşı'nda
Alman ve Romen orduları Kırım'ı işgal etiler. Fakat 1943
ortalarında Alman orduları geri çekilmeye başlamasıyla birlikte Rus orduları Kırım'da ilerlemeye başlayınca
birçok Kırım Türkü Kırım'ı terk etti. Romanya hükümeti
kendilerine sığınan Kırımlıları kabul etti. Bu mülteciler
arasında Bağımsız Kırım Devletinin Sağlık Bakanı Dr.
Ahmet Özenbaşlı da bulunuyordu.
23 Ağustos 1944 yılı Romanya'da dönüm noktası
olmuştur. Çünkü, tarihte Rus orduları Romanya'yı işgale
başlamıştır. Nitekim, çok geçmeden Romanya'nın
tamamına hakim oldular. Sovyetler tarafından kendilerinin suçlu addedildiğini düşünen Kırımlılar öteye beriye saklandılar. Böyle zor zamanda Mehmed Vani, açıkta
kalan Dr. Ahmet Özenbaşlı ve ailesini iki ayı aşkın bir
süre evinde sakladı. Dört kişilik bir aileyi komşulara,
akra-balara ve gelen-gidene sezdirmeden uzun bir
müddet saklamak hiç de kolay değildi. Sahte kimlikle
Bükreş'e yerleşen Özenbaşlı, bir ihbar sonucu
tutuklanarak Rusya'ya götürüldü.
1948 yılında Sovyetlerden gelen direktiflerle yapılan
eğitim reformu neticesinde gelen tamimde “Tatarlar
Türk değildir, ana lisanları Türkçe değil tatarcadır. Bu ise
bambaşka bir lisandır. Adetleri ve gelenekleri bakımından da Türklerden ayrılırlar. Binaenaleyh bundan sonra
Türk okulları Tatar okulu olacak, Türkçe ders kitaplarını
Tatar çocuklar anlamadıklarından dolayı bu kitaplar
okullardan derhal çıkarılacak, Tatar öğretmenleri Tatar
dilinde kitaplar yazıncaya kadar Romence kitaplardan
Tatarcaya çevirerek ders anlatılacaktır.” İtiraz eden
öğretmenler tutuklanarak tehdit edildiler. Mehmed
Vani, ana dilinde kitap konusunda epey mücadele verdi, ancak 20 Nisan 1952 gecesi evinden alıp götürülerek tutuklandı. Hücrelere kapatıldı, çalışma kamplarında ve maden ocaklarında çalıştırıldı. Her gittiği
hapishanede kısa bir süre kalıyor sonra bir başkasına
naklediliyordu, 5 yılda 13 hapishane değiştirdi, neredeyse Romanya'nın bütün bölgelerine gitti. 1 Nisan
1957 senesine kadar 5 yıl tutuklu kaldı. Tutuklular ara-
1971 yılında ailecek Türkiye'ye göç etme kararı aldılar
ve İstanbul'a gelerek Fatih semtine yerleştiler. 1972'de
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına kabul edildiler.
1973 yılında fahri vaiz olarak göreve başladı. Aynı yıl
Mezarlıklar Müdürlüğü Fatih Cenaze Kaldırma İstasyonuna okuyucu olarak atandı ve 1982 yılında emekli
oluncaya kadar bu görevde kaldı. 18 Mayıs 1944
tarihinde vefat etti.
Eserleri:
Mehmed Halim Vani, Türk lehçelerinin bir sevdalısı
olarak dikkatli gözlemciliği ve kuvvetli kalemiyle güzel
edebi eserler meydana getirdi. Gençlik yıllarından
itibaren yazılar yazmaya başladı. Kendisi gibi vatan hasreti çeken genç arkadaşlarıyla birlikte çıkarmış olduğu
Emel Mecmuası bugün hala yayın hayatına devam
etmektedir. Geçtiğimiz asrın ilk yarısında Dobruca'da
yayın hayatına başlayan ilmi, fikri ve siyasi yazıların
yayınladığı bu dergi bugün İstanbul'daki Kırım Türkleri
tarafından ilkelerini ve çizgisini değiştirmeden yayınlanmaktadır. Mehmed Vani yazılarının bir çoğunu bu
derginin muhtelif sayılarında yayınlamıştır. Yayınlama
fırsatı bulamadığı hatıraları daha sonra muhtelif dergilerde yayınlanmış, ancak hala yayınlanmamış kendi el
yazısı ile tuttuğu sohbet ve vaazları bulunmaktadır. Biz
elimizde mevcut olan vaazlardan birini bildirimizin
ekinde sunuyoruz.
Mehmed Vani'nin eserleri oldukça geniş yelpazededir.
Eserleri didaktik yazılar, hikaye ve şiirler, piyesler,
Dobruca Kırım Türklerine ait örf, adet ve gelenekler,
Dobruca Kırım Türklerinin folkloruna ait yazılar, vaazlar,
hutbeler ve hatıralarından oluşmaktadır.
Birbirinden acıklı hatıralarla dolu hapishanelerde eşi ve
çocukları için şiirler yazdı, fakat bu şiirleri yazabileceği
ne kâğıdı ne de kalemi vardı.Yazdığı bütün şiirleri ezberinde tuttu ancak özgürlüğüne kavuşup evine döndükten sonra yazılı hale getirebildi. Hatıralarından cezaevleri ile ilgili onüç bölümden yedisi daha önce yayınlan5
mış, geri kalan kısmı henüz yayınlanmamıştır. Yayınlanmayan bu bölümleri de bildirimizin ekinde sunuyoruz.
253
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Hapishane yıllarında yazdığı bu şiirlere birer örnek
vermek gerekirse:
Eşime
Ballarıma
Ayırdılar Canan, senden…
Sanki kopkan canım tenden.
Bu ayrılık eze mení
Sagınaman Canan sení
Tekin, Özen yavrularım,
Cígerlerím, bavurlarım,
Hasretínízmen canaman,
Men sízní bek sagınaman.
Dar bí hücrede cataman
Keşe kúndúz oylanaman
Bu dört duvar sıga mení,
Sagınaman Canan sení
Çıkmaysıñız hiç, esímden,
Yuklaganda da tíşímden.
Hep siz üşün oylanaman,
Men sízní bek sagınaman.
Kúnler, aylar kelíp geşe,
Şáşlerime hep ak tüşe,
Kartayta bu yaşav mení
Sagınaman Canan sení
Sízníñ sawlıgıñız üşün,
Sízníñ barlıgıñız üşün
Erten akşam calbaraman,
Men sízní bek sagınaman.
Yaw ekende esímdesín
Yuklaganda tíşímdesí.
Hasretlík bek eze mení,
Sagınaman Canan sení
Okumağa ketesízdír,
Kalmay devam etesízdír,
Dep tüşüne, kuvanaman,
Men sízní bek sagınaman.
Kózúm adlında hayalíñ
Neday boldı eken halíñ?
Dep túşúne kaygıraman,
Sagınaman Canan seni.
Bek okuñız, çalışıñız,
Her zorlıkka alışıñız.
Okursıñız, inanaman.
Men sízní bek sagınaman.
O endamıñ, o cúrúşúñ,
O bek tatlı, hoş kúrúşúñ,
Hoşlandıra daim mení
Sagınaman Canan sení
Ballarım okusmlar dep
Okup adam (Jolsınlar dep
Tañrı'ga hep calbaraman.
Men sízní bek sagınaman.
Boynuñnı burup turganıñ
Külümsürep karaganíñ
Hoşluk beríp okşay mení,
Sagınaman Canan sení
Eki kardaş uz yaşarlar,
Uzlaşıp köp iş yaparlar
Dep tüşüne, kuvanaman
Men sízní bek sagınaman.
Tıñlamadım her sözíñní,
Kóp kereler üzdüm sení…
Calbaraman, affet mení,
Sagınaman Canan sení
Anneñízní ıncıtmañız,
Aytkanların bek tınlañız.
Tínlarsıñız, inanaman.
Men sízní bek sagınaman.
Canan, sení bek súyemen,
Hem de bek takdir etemen,
Seníñ aşkıñ tuta mení,
Sagınaman Canan sení
Yakşılıktan ayrılmañız,
Yamanlıkka kapılmañız.
Bunun üşün calbaraman...
Men sízní bek sagınaman.
Ümútímní hiç üzmíymen
Hep yakşı kúnler beklíymen.
Bu ümút yaşata mení…
Sagınaman Canan sení
Savlık, kuvvet bersí Allah,
Kavuşırmız bíz inşallah!
Bu iman yaşata mení,
Sagınaman Canan sení
Temmuz 1952.
Temmuz 1952.
254
SAYI 17 - 18
Dobruca'daki Kırım Türklerinin adet ve geleneklerine ait yazılarının başlıkları şunlardır: 1) Navrez
(Nevruz)6, 2) Hıdırellez (Kıdırlez ve Tepreş)7, 3) Dobruca'da Tepreş Müsamereleri8, 4) Tepreş Müsame9
10
releri , 5) Sultaniye Tepreşte , 6) Dobruca'daki
11
Kırım Türklerinin Hayatından: Toy , 7) Küreş
12
(Güreş) , 8) Kırım Türk Güreşi Hakkında Bazı
13
14
Açıklamalar , 9) Köyde Cuma .
Dobruca Kırım Türklerinin folkloruyla ilgili yazıları
şunlardır: 1) Folklor, 2) Darbımeseller.
Şiirleri: 1) Milli Davuş 15, 2) Tatar Oglıman
(oğluyum)16, 3) Çelebi Cihan17, 4) Necip H. Fazıl'ga
(Fazıl'a)18.
Hikayesi: Uyuşmagan Eki Arkadaş (Anlaşamayan
İki Arkadaş)19.
Didaktik Yazıları: 1) Muallim ve Hoca'nın Vazifesi20,
2) Ana Baba ve Çocuklar21, 3) Çocuğun Saf Kalbinde
Hemcinslerine Karşı Olan Sevgi ve Muhabbet Nasıl
Boğuluyor?22, 4) Çocuklarımız Niçin Korkak, Sakıngan ve Cesaretsiz Oluyor?23, 5) Çalışkan Mektep24.
Tiyatro Oyunları: 1) Kartman Caş Arasında (Yaşlı ile
Genç Arasında)25, 2) Toy (Düğün)26, 3) Ödelek
(Korkak)27, 4) Kurtuluş Bayramı28, 5) Kurban Bayramı
Gecesi veya Kökköz Bayar29, 6) Büyülü Yumurta30,
7)Talaka31, 8) Sönmeyen Ateş32, 9) Süyümbike33.
Makaleleri: 1) Dobruca Şairi Öğretmen Mehmet
Niyazi'nin Ölümünün 56-ncı Yıl Münasebetiyle34,
2) 1943'te Dobruca'ya İltica Eden Kırım Türkleri35,
3) Doktor Ahmet Özenbaşlı Ailesi Konuğumuz36,
4) Romanya'da Komunistler Tarafından Şehid
Edilen Necip H. Fazıl'ın Ölümünün 43. Yıl Dönümü
Münasebetiyle 3 7 , 5) Romanya'da Sosyalist
Dönemde Türk Okulları38, 6) 1983 Kırım'ın Rusya'ya
İlhakının 200-üncü Yıl Dönümü ve Dobruca'daki
Kırımlıların Kalplerindeki Kırım39.
Hatıraları: 1) Hayatım40, 2) Hayatımın Hikayesi41
Vaaz ve Sohbetleri42: 1) Ramazân-ı şerîf'in fazîleti,
orucun ehemmiyeti, 2) Çalışmak, 3) Birlik ve Beraberlik, 4) İslamiyette Doğruluk, 5) İslamiyette Birlik
Beraberlik Yardımlaşmanın Fazileti, 6) Güzel ahlakîmânın kemal derecesi-dinimizde ahlakın önemi,
7) 20 kasım 1971/1 şevval 1391 Ramazan Bayramı,
8) Allah Korkusu, 9) İnsanın Ahiret Hayatına Hazırlanması, 10) Ana - Babaya İtaat, 11) Yüce Rabbimizin İlim - İrfana, Okumaya Verdiği Önem, 12) İçki
ve Kumarın Zararları, 13) Sabır, 14) Şükür.
Mehmet Vani'nin hayatı muhaceretteki Kırımlıların
içinde bulundukları zor şartları anlatan bir örnektir.
Mehmed Vani başından geçenleri bizlere kadar
ulaştırabilme şansına sahip olabilmiştir. Onun
hayattaki olağan üstü başarısı ve zorluklar karşısındaki dayanıklılığının arkasındaki güç, içinden geldiği toplumun manevi değerlerinin yüceliği ve
sağlamlığıdır. Ayrıca almış olduğu ilahiyat eğitimi
onun bu gücünü daha da perçinlemiştir. Almış
olduğu bu eğitim ona vicdani ve ictimai sorumluluklar yüklemiştir. Çektiği bütün sıkıntılara rağmen
ülkü ve idealleri uğruna topluma hizmette azami
gayreti göstermiştir.
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Ekler: MehmedVani'ninYayınlanmamış Eserlerinden
1.Vaaz ve Sohbetlerinden“Çalışmak”konulu yazısı.
a) Orijinal Metin:
255
SAYI 17 - 18
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
256
SAYI 17 - 18
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
SAYI 17 - 18
bir zaman olarak yarattık.”
b) Metnin Latin harfleriyle okunuşu:
Sh:8
ÇALIŞMAK
Hem dünya ve hem ahretimizi kazanmak
Eûzubi'l-lâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm bismi'l-lâhi'rrahmani'r-rahîm
“Vecealne'l-leyle libâsen ve cealne'n-nehâra meâşa”
Elhamduli'l-lâhi rabbi'l-âlemîn hamd ve senâmız evvel
âlemlerin rabbi olan Allah[adır]
-Allah Teala'nın bu gibi âyetleri ve emirleri karşısında
Rasûlullahın bizi çalışmaya teşvik eden birçok hadisleri
karşısında olgun ve aklı başında bir Müslüman hiç
çalışmayı terk eder mi? Başkalarına yük olmayı kabul
eder mi? Elbette çalışır çabalar didinir.Elbette
başkalarına yük olmayı kabul etmez. İyi biline ki,
çalışmamak tembellik, başkalarından dilenmek zillet,
alçaklık, küçüklüktür çalışıp kazanarak ---------başkalarına yardım etmekte izzettir, yüksekliktir.
Hadis:“El yedu'l-ulya hayrun minel yedi's-sufla”
Muhterem cemaati müslimîn!
“üstteki bazı veren yardım eden el, aşağıdaki bazı
başkasından alan elden daha hayırlıdır.”
Size bugün, dînimizde çalışmanın mükâfatı ve
tembelliğin zararları hak k ında birk aç söz
söyleyeceğim.
-o halde bir müslümana yakışan; tembel oturup
başkalarına yük olmak değil, çalışarak mal mülk sahibi
olmak, başkalarına yardım etmek.
Dînimiz çalışmaya sonsuz değer demektedir, çalışmayı
esas olarak kabul ediyor,bu uğurda azami çaba sarf
edilmesi için kat'î emirler veriyor. “insan için ancak
emeğinin karşılığı vardır.” Düstûrunu i'lân eden din,
yüce İslâm dînidir, biz öyle bir dîne mensûbuz ki efrâd-ı
âilemizin geçinmesini te'mîn için çalışmamızı,
çalışırken çektiğimiz zahmeti, sıkıntıyı ibâdet olarak
kabul ediyor. Bu uğurda yorulmayı bir vesîle-i şefâat,
dökülen teri sebeb-i selâmet addediyor. Ne mutlu bize
ki işte böyle bir dînin mensublarıyız.
-Hadis: “Günahlar içinde öyleleri vardır ki,onları insan
ancak geçim için çalışıp bu uğurda yorulmakla
affettirebilir.”Bundan anlaşılıyor ki Allah indinde
geçinmek için çalışmak, hatta meşru' yoldan
helâlinden maîşetini nasıl te'mîn etmeyi düşünmek
bile bir ibadet sayılıyor.
-Bu hususta size İslâm tarihinden ibretli bir misal
vereyim: Bir gün erkenden Hazreti Ali [ve
beraberindekiler] Selman-ı Fârisi[ye sorar]: -Nasıl
sabahladın?
-Dört türlü düşünce ile.[cevabını alınca]
-Müjdeler sana. [der]
Çok dikkat buyurmalıyız ki mensûbu bulunmakla
iftihar ettiğimiz yüce dinimizde meşru' yollardan helal
rızk te'mîn için çalışmak şöyle dursun, bu yolda
düşünmek bile ibâdet
Sh:9
Sh:10
- Müslümanlığı iyi anlamayan; bir lokma ve bir hırka
felsefesine bağlayan ve tembelliği dinimizin icâbıdır
diye büyük bir hatada bulunan bazı kimselere
peygamber efendimizin“Allah'ım tembeliğin şerrinden
sana sığınırım”diye dua etmesi ------------cevaptır.
Cenab-ı hak kuranı kerimde: “inne'd-dîne inda'l-lâhi'lİslam”“Allah indinde din ancak islâmdır”diye i'lân ettiği
Müslümanlık hiçbir zaman bir tembellik unsuru
olmamış ve olamaz. Dîni insanlara tebliğ eden
peygamber, tembelliğin şerrinden Allah'a sığınıyorsa, o
dinde tembellik ve atâlet-------- edilir mi?
- Dînimiz farz kılmıştır “innallâhe ketebe aleykumu'ssa'ye fes'av” “hakiat Allah size çalışmayı farz kıldı
çalışınız.”Buyuruyor. Peygamber efendimiz bir hadîs-i
şerîfinde bir gün eshâbıyla otururken eli nasırlı [birisi
için]“İşte öpülmeye layık eller, bu çalışan nasırlı ellerdir.”
[buyurur].
-Hikaye: Büyük bir zat sordu:“sen ne iş yaparsın”“hiçbir
iş yalnız ibâdet” (Yemin ederim sen olgun bir
Müslüman değilsin elleri havada dilleri duada)
Hikâye:
-Bir gün İbrahim Edhem;
-“Gemi batmak üzere. Bundan daha şiddetli bir
şey:Başkalarına, bilhassa; merhametsiz mürüvvetsiz
kimseye muhtaç olmak.
olarak kabûl ve ilan ediliyor. Bu uğurdaki gayter Allah
yolunda bir ibadet ve fazilet sayılıyor.
Hâlikımız buyuruyor ki:
Sayın dindaşlarım; Dersin başında size ------suresinin ---11 ayetlerini okudum “vecealne'l-leyle libasen ve
cealne'nehara meaşa” Bu ayetlerde hak celle ve ala
buyuruyor “geceyi istirahatinizi temin için elbise gibi
kıldık. Gündüzü de maişetinizi temin etmeye elverişli
Hûd sûresi 6.ayet: “Vemâ min dâbbetin filardı illâ
alallâhi rizkuhâ ve ya'lemu mustekarrahâ ve
mustevdeahâ kullun fî kitâbin mubîn.” (Yeryüzünde
yürüyen hiçbir mahlûk yoktur ki rızkı Allah'a ait
olmasın, ancak rızkı taahhüt eden.
“ve en leyse'l-insâni illâ mâ seâ”Necm sûresi 39.âyet.
257
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Sh:11
Cenâb'ı-hak çalışmayı da emretmiştir.)
Müslüman kardeşlerim iyi bilelim ki, gayri Müslimler
miskin olmayanlar, yarış[a] yarışa çalışırken, biz
çalışmaz; dinin emirlerini yerine getirmezsek, bir lokma
bir hırka felsefesine bağlanarak tembel tembel
yatarsak bir gün (Allah korusun) düşmanlar ne lokmayı
nede hırkayı bırakırlar hepsini alırlar.
Öyle bir dine mensubuz ki bir anımızın bile boş
geçmesine razı olmuyor. Bizden atalet değil ----- istiyor,
büyün gün yahut saatlerce kahvelerde oturarak
malayani hiçbir faydası olmayan laflarla yahut kumar
oynamakla vakit kaybetmeyi değil de, iş yerlerinde
yahut evlerimizde çalışmayı, camilere giderek vaazunasihat ve kuran dinlemeyi istiyor. Dinimiz meşru
yoldan helal rızk temini için çalışanların, Allah yolunda
cihâd eden mücahitler gibi mükâfata nail olacaklarını
ilan ediyor.
-Hadis:
“Kim ki efrâd-ı âilesinin rızkını helalinden temin için
çalışırsa, o kimse Allah yolunda cihâd eden mücâhitler
gibidir.”
SAYI 17 - 18
çalışmayı bırakırdık, lâkin buna peygamberimiz asla
müsaade buyurmadı, nasıl buna müsaade etsin ki
bizzat kendisi: “Ed-dünya mezraatu'l- âhirati” (dünya
ahretin tarlasıdır.) kaidesini desturunu vaz' etmiştir
evet, insan burada ne yaparsa ahrette karşılığını
görecek, burada ektiğini orada biçecektir.
Burada şairimiz Mehmet Akif merhûmun şu iki mısraını
tekrar etmeden geçemeyeceğim :
Sh:13
Cenab-ı hak: “Kim ki insanların en kuvvetlisi olmak
isterse hemen Allah'a tevekkül etsin” buyuruyor. Evet
yüce Allah'ımız -------mükâfatların en üstünü ile taltif
buyurmuştur işte âyet: “İnnallâhe yuhıbbu'lmutevekkilîn” Âl-i İmran âyet 159 şimdi bu tevekkülün
ne demek olduğunu izah edelim.
Hakiki tevekkül maddi sebeplere tevessül edip
yapılması gerek olan şeyleri yapıp bütün çarelere
başvurarak Allah'ın emirlerini yerine getirdikten sonra
telaş ve endişeye kapılmadan neticeyi beklemeli ve
sonradan çıkacak aksaklıklardan dolayı şunu bunu
suçlamamaktır.
-Bir gün peygamber efendimiz ashâb-ı kiramla
otururken güçlü bir genç geçiyordu Ebu
Bekir….Keşki…. “Eğer… alnım. Allah yolunda atılan
adımlardır.
Bir misal:
-Halimize bakalım başka milletler Müslümanlığın
emrettiği çalışmayı adeta bir ------ olarak kabul etmişler,
biz ise ----- ------ ------
Adam:
Onlar fezayı keşfe çalışırken biz hala…
O zaman hazret-i peygamber:
Sh:12
“kayyidhâ vetevekkel” yani (deveyi önce bağla sonra
tevekkül et) buyurdu.
Peygamberimiz devesini salıveren bir adama sordu
“Neden deveni bir yere bağlamıyorsun?”
Ya Rasûlallah ben mütevekkil bir insanım devemi
Allaha emanet ediyorum”dedi.
- Bakara sûresinin 172.âyetinde yüce mevlamız şöyle
buyuruyor: “Yâ eyyuhe'l-lezîne âmenû kulû min
tayyibâti mârazaknâkum veşkurû li'l-lâhi in kuntum
iyyâhu ta'budû” (Ey iman edenler! Size rızk olarak
verdiğimiz şeylerin helâlinden yiyiniz ve yalnız ona
ibâdet ediniz ----- ----- ----- ettiği ni'metlerden dolayı
Allah'a şükrediniz.)
İşte dinimizin övdüğü ve Allah'ın sevdiği hakîki
tevekkül.
-Kasas sûresinin 77. Âyetinde de:
Allah'a dayanan ve sa'ye sarılan,doğruluktan
ayrılmayarak çalışan müslümanca yaşayan mü'mine
Allah yardım eder Muhammed Sûresinin 7.âyetinde“Ey
mü'minler eğer siz Allah'ın dînine yardım ederseniz
Allah'ta size yardım eder.” buyuruluyor.
“Velâ tense nasîbeke mine'd-dunya” (Dünyadan da
nasibini unutma) buyuruluyor. Bu gibi âyetleri âyetleri
okuduktan, dinledikten ve anladıktan sonra, “dünya
nasıl olsa geçer ben ahiretimi kazanmaya bakayım”
diyemeyiz.----------------------------------------Aşere-i mübeşşereden hazreti Said Bin Ebi Vakkas (r.a.)
“Eğer peygamberimiz tek-i dünya etmemizi söylemiş
olsaydı hepimiz dünyayı terk ederdik, yani dünya için
Allah'a dayan sa'ye sarıl, hikmete râm ol.
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.
Onun emirlerini yerine getirmek için çalışan, Allah'ın
dinine yardım eder.
Cenab-ı hak ve feyyâz'ı-mutlak hazretleri cümlemizi
ibâdette, kullukta hiç kusur etmeyen, çalışmayı bir
ibâdet bilerek çalışan, iyilikten doğruluktan
ayrılmayan, kötülükten, fenalıktan kaçan hakiki
mü'minlerden eyleye bu mübarek ayın.
258
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Sh:14
hürmetine cümlemize rahmetinden bol bol ihsan
eyleye. Tuttuğumuz orucu, kıldığımız namazı ahsen-i
kabul ile makbül eyleye! Mübârek ramazân-ı şerîfi
cümlemiz hakkında hayırlı ve mübârek eyleye!
çalışmak
33-35
10-13
72-73
86
67
32
10
Yasin
Sebe’
Kasas
Neml
Yunus
Nisa’
Cuma’
36
34
28
27
10
4
62
SAYI 17 - 18
çıkarıyorlarmış, zamanla bu tükenmiş. Uzun bir zaman
bu ocak terkedilmiş. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarına
doğru, Macarlar bu ocağı yine işletmeye başlamışlar.
Ocağa iki kanatlı büyük bir kapıdan girilir ve kofra
denilen asansörla inilirdi. İki asansör birden çalıştırılır,
biri aşağıya inerken, diğeri yukarı çıkardı. Her seferinde
altı kişi iner, diğeri ile de ham kurşun madeni ile dolu bir
vagonet yukarı çıkarılırdı. Sekiz saatlik çalışma süresi
bitince, çalışanlar yukarıya çıkarken, diğeriyle boş
vagonetler aşağıya indirilirdi.
Bu kurşun ocağı dört kattan ibaretti. Bunlara "orizont"
denilirdi:
a) 10 numaralı orizont en üstte, 150 metre derinlikte.
Burada pek az maden kaldığından, çalışanlar da az idi.
Ancak 25-30 kişi iniyordu buraya.
(Yunus 67) “Huve'l-lezî ceale lekumu'l-leyle liteskunû
fîhi ve'n-nehâra mübsıran imme fî zâlike leâyâtin
likavmin yesmeûn”
(Cuma' 10) “Feizâ kuziyeti's-salâtu fe'teşirû fi'l-erdı
ve'tegû min fazli'l-lâhi ve'z-kuru'l-lâhe kesîran lea'llekum tuflihûn”(sonra namaz kılınca yeryüzüne
dağılınca Allah'ın fazlından rızık arayın Allah'ı(her
halinizde) çok anın ki (dünya ve ahret saadetine
kavuşup azaptan) kurtulasınız.
2. Mehmed Halim Vani'nin Yayınlanmamış Cezaevi
Hatıralarından Biri:
Sekizinci Cezaevi: Baia Sprie, kurşun madeni ocakları.
Yirmi dört saat süren son derece yorucu ve bunaltıcı bir
yolculuktan sonra tren durdu. Burası tenha bir yerdi.
Bizi vagondan indirdiler. Silâhlı emniyet erleri ve zindan
gardiyanları etrafımızı sardılar. Üstü örtülü kamyonlara
bindirdiler. Hareket ettik.Yarım saat sonra, etrafı yüksek
dağlarla çevrilmiş bir çayırda bulunan birtakım
barakalara geldik. 25 - 40 kişilik odalara yerleştirildik.
Burasının Romanya'nın kuzeyinde, Baia Mare
vilâyetinin bir kazası olan Baia Sprie şehrine yakın bir
yer olduğunu öğrendik. Hep bu ismi taşıyan maden
ocağında çalıştırılmak için buraya getirildiğimizi
anladık. Binden fazla tutuklu çalışıyordu bu maden
ocağında. Bu sayı bizimle bin beş yüz olmuştu. Üç dört
seneden beri burada çalışmakta olan tutuklular vardı.
Birkaç gün buradaki işlere dair bilinmesi gerek olan
bazı malûmatı verdikten sonra bizi de işe koştular.
Burada günde üç dilim ekmek veriyorlardı.Yemek daha
çok ve daha kalorili ve besleyici idi.
Söylendiğine göre, Baia Sprie kurşun madeni ocağı
Romalılar zamanından kalan, iki bin seneden fazla
mazisi olan bir ocakmış. İlk sıralarda buradan altın da
b) 11 numaralı orizont, 220 metre derinlikte, en çok
maden bulunan bir orizonttu. En çok işçi bu katta
çalışıyordu. Ben burada sekiz ay çalıştım.
c) 12 numaralı orizont, 280 metre derinlikte. Buradan
da epeyce maden çıkarılıyordu. Burada iki ay çalıştım.
ç) 13 numaralı orizont, 300 metre derinlikte. Asansör 12
numaraya kadar iniyordu. Buradan aşağıya birtakım
merdivenlerle iniliyordu. Burada pek az işçi çalışıyordu.
Ben bir ay çalıştım. Burada sıcak daha fazla ve bunaltıcı
idi. 300 metre yukarıdaki giriş kapısından ve hava
borularından yeteri kadar hava gelmiyordu buraya.
Sıcak bazı galerilerde (dehlizlerde) 45 - 50 dereceyi
buluyordu. Havasızlık ve sıcaktan hastalananlar ve
bayılanlar oluyordu.
Ben ilk defa 1nci orizontta çalıştım. Asansörden indikten sonra 50 metre kadar yürüdük. Yer altı sıcağını
hissettik. Soyunmak için tahsis edilen bir yerde soyunduk. Ancak kilotlarımız kaldı üstümüzde. Herkes atandığı iş yerine gitti. Ben, bir papazla, kolay bir işe verilmiştim. Ana galeride temizlik işini yapıyorduk. Galeri
kenarındaki, suların akması için kazılmış hendekleri
temizliyorduk. Galeride iki sıra vagonet demiryolu
(dekovil hattı) vardı. Birisinden, giriş kapıdan içeriye,
boş vagonetler, diğerinden de kapıya doğru, dolu
vagonetler, bu işle görevlendirilmiş tutuklular tarafından sürülüyordu.
Ocağa girerken ambarcı hepimize karpitle yanan birer
el lambası veriyordu. Karpit, kalsiyum ile karbonun
kimyevi birikmesinden meydana gelen bir maddedir.
Su ile temasa gelince havagazı haline gelir ve ateşe
değince yanar. Karpit lambası iki kısımdan ibarettir.
Aşağı kısmına yumurta büyüklüğünde karpit koyulur.
Üst kısmı da su ile doldurulur. Su ufak bir delikten yavaş
yavaş karpite damlar, hâsıl olan gaz, lambanın iğne ucu
girecek kadar, ufacık deliğinden dışarı çıkar. Ateşin
alevine yakın gelince hemen yanar. Ocağa girer girmez
lambalarımızı yakar ve çalıştığımız yeri görebilirdik.
259
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Çalışmak için en iyi orizont 11 numara idi. Sıcaklık 30-35
derece idi. Dışarıdan yeteri kadar hava geliyordu. Diğer
orizontlara oranla tehlike daha azdı. ana galerinin
uzunluğu tahminen 3.700 metre kadardı. Bu galeriden
sağa ve sola başka birçok galeriler oyulmuştu. Bunların
uzunluğu 300-400 metre kadardı. İçeriye doğru gittikçe sıcaklık artıyor ve hava azalıyordu. Birçoklarından
maden çıkarılıyordu.
Hatırlıyorum, ocağa girdiğimin dördüncü günü, iş
yerinde şefimiz olan bir tutuklu, iş arkadaşım papaz ile
ikimize, yan galerilerden birisinde bir iş verdi. Taş ve
toprak gibi gereksiz artıkları galerinin iç kısmından
girişe yakın bir çukura el arabasıyla taşımak işi. Galerinin iç tarafında sıcaklık 35-40 derece civarında idi.
Havasızlık da ona göre idi. Üçüncü kez el arabasını
doldururken, birden başım dönmeye ve nefes alışım
ağırlaşmaya başladı. Oturdum, üzerime bir baygınlık
geldi. Kendimden geçerek yere uzanmışım. Bir ara
gözlerimi açtım, iş arkadaşım papazla bir genç tutuklu
beni yerden kaldırmak istiyorlardı. Onların yardımı ile
ayağa kalktım, beni ana galeriye getirdiler, yüzümü
başımı yıkadılar. Biraz serinledim, kendime geldim. Bu
olaydan sonra kendimi hiç zorlamamaya, bu ocakta
mümkün olduğu kadar az çalışmaya karar verdim.
Birçok tutukluların çok çalışmaktan hastalandıklarını
öğrendim.
Bu ocak işlerini yönetenler, tutukluları çok çalıştırıp, çok
miktarda ürün elde etmek için, türlü çarelere
başvuruyorlardı. Her işin zorluk veya kolaylık derecesi
dikkate alınarak, bir kişinin günlük çalışma süresinde
yapabileceği iş ve eldeedebileceği ürün miktarı önceden kararlaştırılmıştı. Buna norma diyorlardı. Normayı
yapanlara ufak bir ücret veriyorlardı. Tutuklunun eline
para geçmiyordu. Cezaevinin kantinindeki satıcıya liste
veriliyor ve çalışıp normayı gerçekleştirebilen tutuklular, listede kaydedilmiş kazançlarının karşılığında
sigara, bisküvi, konserve vs. alabiliyorlardı. Tutukluları
işe teşvik etmek için her hafta bir duvar gazetesi
çıkarıyorlar ve buna uçak, otomobil, at, öküz ve eşek
resimleri yapıyorlardı. Çok çalışıp normadan fazla ürün
elde edenlerin isimlerini uçak resminin altına, normayı
tamamlayanları otomobil resminin altına, normaya
ulaşamayıp da yöneticileri memnun eden gayreti gösterenleri at resminin altına, normaya hiç yaklaşamayanları öküz ve eşek resimlerinin altına geçiriyorlardı.
Ben ve birçok tutuklular öküz ve eşek resimlerinin
altında isimlerimizi görerek hiç üzülmüyoruz, belki
seviniyoruz. Buradaki tutukluların yüzde 85'i bizim gibi
düşünüyor. Uçak, otomobil resimlerinin altında isimleri
olanlar ise pek az idi.
Ana galeriden 10-15 metrelik yükseklikleri olan başka
galerilere çıkılıyordu. Bunlara "abataj" diyorlardı.
Zeminleri ana galerideki toprak ve taş gibi, gereksiz
SAYI 17 - 18
maddelerin yığılmasıyle meydana gelmiş galerilerdi
bunlar. Madenin kazılmasıyla tavanları hep yükseliyordu.
Kurşun madeni ocağında yapılan işler :
a) Kurşun madeninin çok olduğu, önceden tespit
edilen yerlere ikişer metrelik derinlikte delikler açılır.
Sıkıştırılmış havanın tazyikiyle işleyen makinelerle
(perforatörlerle) delinirdi duvarlar.
b) İşçiler ocaktan çıktıktan sonra, sivil (tutuklulardan
olmayan) teknisyenler (artificier veya dinamitçiler)
deliklere dinamit yerleştirir ve fitilleri ateşleyerek çıkarlar. Dinamitlerin patlamasıyle galerinin delinmiş duvarları ve tavan çatlar, hammadde (cevher) büyüklü
küçüklü parçalar halinde yere yığılır.
c) Patlamadan üç saat geçtikten, ocaktaki gazlar
çıktıktan sonra işçiler ocağa girerler. İlk yapılan iş,
dinamit koyulan ve patlama olan yerlerdeki duvarlarda
ve tavanda düşmek üzere olan parçalan düşürerek,
çalışılacak yerleri tehlikesiz hale getirmektir. Bu işte
çalışanların dikkatsizliği yüzünden tavanda düşmek
üzere olan bazı parçalar düşürülmeden kalıyor, bunlar
düşerken de altlarında kalanlar, yaralananlar, hatta
ölenler oluyordu.
ç) Bu iş bittikten sonra, herkes önceden bilinen iş yerine
gidiyor ve, lambası yanında, işine başlıyordu. Abatajda
(sürme odasında) ağzı bir metre kare büyüklüğünde
çukurlar 239 bulunuyordu. Patlama sonunda meydana
gelen cevher yığınları el arabalarıyla bu çukurlara taşınırdı. Büyük parçalar önce çekiçle kırılırdı. Veya delme
makineleriyle delikler açılıp ufalanırdı.
d) Sözü geçen çukurların (fere'lerin) dibinde, aşağıda,
ana galeride, tahtadan kapakları vardı. Boş vagonet
kapağın altına çekilir, kapak açılır kurşun madeni
(cevheri) vagonete akıtılır ve bir kişi tarafından giriş
kapısındaki korfaya doğru sürülürdü.
Ocakta iki tura olarak çalışıyorduk. Birincisi saat 06'da
ocağa giriyor, saat 14'te çıkıyordu. Çıkışta, kapının
yanında, büyük bir banyo vardı ; iyi bir banyo yapıyor,
vücudumuza sinmiş maden tozundan, ağır kokulu
terden temizleniyorduk.
Birinci tura işçileri ocaktan çıkarken, sivil fişekçiler
aşağıya iniyor, dinamit koyma işini yapıyor, ocakta
kendilerinden başka kimseler kalmayınca, fitillere ateş
veriyorlar, patlama oluyor, yeni maden yığınları
meydana geliyordu.
Saat 18'de ikinci tura ocağa giriyor, aynı surette
çalışıyor, gece saat 02'de çıkıyordu. Maden ocağı işleri
işte böyle devam ediyordu.
260
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
25 Mart 1954. Saat 01. Ocakta, 230 metre yerin
altındayım. Altı arkadaş bir yerde çalışıyoruz. Ocaktan
çıkış saati yaklaşıyor, işi bıraktık. Ben bir kenara çekilerek düşünüyorum. Eşim, evlâtlarım aklıma geliyor.
Bilhassa oğlum Tekin... Onun doğum günü bugün.
Bundan tam 14 yıl önce, 25 Martta, bu saatte dünyaya
geldi. Bugün, bu saatte kendisini düşünmemem mümkün mü? Arkadaşlar düşünceli olduğumu görerek
yanıma geldiler. Neden düşünceli olduğumu sordular.
Bu gün, 1940 senesi 25 Martta, bu saatte oğlum
Tekin'in doğduğunu, 14 yaşını doldurduğunu söyledim. Hepsi "Allah bağışlasın, inşallah tezden kavuşmak
nasip olur" dediler ve tatlı sözlerle gönlümü almaya
çalıştılar.
İşte o vakit ve daha sonraki saatlerde, yatağımda,
zihnimde şu mısraları tasarladım:
OglımTekin'ge
1
Bugün Mart'nıfi yirmibeşi,
Senin tuvgan künüfi, Tekin.
On dört yaşın totırasın1.
Yakşı yaşlar, oglım Tekin!
2
Ulu Tanrı saga savlık,
Yakşı, uzun ömir bersin.
Mutlu yaşav, bollık, barlık
Hem de akıl, fikir bersin.
3
Tekin, seni körmegenım,
Hemen hemen eki sene.
Seni tüşüngende balam,
Tatlı canım örselene.
4
Tüşünemen, hayalinni
Köz aldına ketıremen,
Ken kokrekli, orta boylı,
Tosun bir cıgıt köremen.
5
Tüşünemen, boyman birge,
Aklın fikrin de öskendir.
Ta yedinci sınıftasın,
Bilgilerin köbiy gendir.
6
Tüşünemen, sen annenin
Arslanısm, tek oglısın.
Her zaman ve her bir işte
Yardımcısı, on kolisin.
7
Tüşünemen, sen Özen'nin
Tek bir dane akasısın.
SAYI 17 - 18
Yardımınman hem sözünmen
Onın kavi arkasısın.
8
Bugün gönlün fazla coşkın,
Seni bek körgım kele.
Kucağıma alıp seni
Toya toya öpküm kele.
9
Ulu Tanrı saga savlık,
Mutlu, uzun ömür bersın !
Yakşı yaşav, bollık, barlık
Hem de akıl, fikir bersin.
25. Mart 1954. Baia Sprie Cezaevi.
Bu kurşun madeni ocağında türlü işlerde ve birçok
kişilerle beraber çalıştım. Yukarıda gösterdiğim gibi,
kendimi mümkün olduğu kadar hiç yormamaya gayret
ettim. On bir ayda hiçbir kerre normamı yapamadım,
daha doğrusu yapmak istemedim.
Burada Romanya'nın bazı ünlü kişilerini tanıdım.
Romulus Dianu,"Curentul" (Kurentul-Akım) gazetesinde yayınlanan çok değerli yazıları ile isim yapmış olan
kuvvetli bir gazeteci idi. Makalelerini devamlı surette
okur, faydalanırdım. Akıcı, güzel üslûbu vardı. Sözü
geçen gazetenin sahibi ve müdürü Pamfıl Şeicaru'nun
(Şeykaru'nun) birinci iş arkadaşı idi. Kendisiyle aramızda bir yakınlık peyda oldu. Anlatış tarzı güzel, tatlı ve
çekici idi. Pek çok memleketleri gezmiş, çok şeyler görmüştü. Balkan Devletleri İtilâfı işlerini ve meselelerini
yakından takip etmek için, sözü geçen gazetenin temsilcisi olarak Ankara'da bir hayli zaman kalmıştı. Şöyle
anlattığını şimdi de işidir gibi oluyorum : "1933 ve 1934
yıllarında birkaç kez Çankaya'da, Atatürk'ün sofrasında
bulundum. O büyük adamın ölmez anısına karşı sonsuz saygım var. Misafirleri severdi. ZatenTürkler misafirperver insanlardır..."
Romenlerin yüzlerce sene Osmanlı Devletinin himayesinde kalmasının sonucunda, konuşmalarına birçok
türkçe sözler girmiş ve kökleşmiştir. Bilhassa ev ve mutfak eşyaları türkçe isimleriyle söylenir. Mesela : Kazan,
kapak, cam, döşeme (Rom.duşumea), tavan, çarşaf,
çorba, pilav (Rom. pilaf), sarma (Rom. sarma, çoğ.
sarmale) vs.
Bir gün birçok tutuklular bir arada, konuşup oturuyorduk. Yemeklerden söz açıldı. Senelerce Fransa'da
kalmış olan bir profesör fransız yemeklerinden bahsetti. Bir macar papaz macar mutfağına dair konuştu,
macar yemekleri hakkında malûmat verdi. Bir albay
söze katılarak dedi : "Bizim borşumuz ve milli aşımız olan
"sarmale" kadar lezzetli, saydığınız yemeklerden hiçbiri
olamaz".
261
TARİH BİLİNCİ
BALKANLAR
Aramızda bulunan Romulus Dianu dedi :
Şimdi sıra peder Vani'de. Türk yemeklerinden
bahsetsin.
Tü r k y e m e k l e r i n d e n b a h s e t m e d e n ö n c e
"sarmale"kelimesinin etimolojisi yapmak istiyorum. Bu
aslında Türkçe bir kelimeden geliyor, sarmak
masdarmdan. Sözüme devam ederek sarmak
masdarının romencesini söyledim. Üzüm veya lahana
yaprağının ortasına etle karışık pirinç koyarak yapılan
yemeğe sarma deriz. Romenlerin bu yemeği sarmale
ismini vererekTürklerden aldıklarını söyledim.
Romulus Dianu bana hak verdi ve :
- Evet, "sarmale" kelimesi romen kökenli değil,
dilimize türkçeden gelmiş olacak.
Milli aşlarımız olan çibörek, köbete, tabakbörek
(tataraşı), mantı çorbası (kaşıkbörek) ve kalca'dan
bahsettim, açıklamalar yaptım.
Romulus Dianu her görüştüğümüzde, romen lisanına
girmiş bazı sözlerin açıklamasını yapmamı rica ederdi.
Bir gün ünlü bir romen şairinin bir şiirinde kullandığı
"kindiye" (Rom. chindie) sözünün türkçe olup
olmadığını sordu. Kelimenin türkçe ve aslında "ikindi"
olduğunu ve güneşin batmasından iki saat önceki
vakte ikindi denildiğini söyledim. Kendisine İkindi
Namazından bahsettim. Bir başka görüşmemizde
"cenabet" sözü hakkında açıklama yapmamı rica etti.
Arapça bir kelime olup guslu gerektiren hal olduğunu
söyledim. Gusul ise İslâm Dininin gerekli gösterdiği
hallerde yıkanıp boy abdesti almaktır diye kelimeyi
açıklamaya çalıştım. Bu münasebetle abdest hakkında
da izahat verdim. Çok memnun oldu. Cenabet sözünü
Oltenia bölgesinde bir köylüden işittiğini ve
Romenlerde ahlâksız, terbiyesiz bir kişi hakkında
kullanıldığını söyledi. Hatırlıyorum, bizde de (Dobruca
Türk- Tatarlarında), kız çocuklar erkek çocuklara
kızgınlık ve hiddet halinde "Aram cinapet!" derlerdi.
SAYI 17 - 18
gitmiş, orada haftalarca kaldığı olmuş. Bana büyük
yakınlık gösterdi. Tutuklular dispanserinde, bir sivil
doktorun idaresinde doktorluk görevini yapıyordu.
Beni dikkatle muayene etti.
- Peder, hiç korkma, sağlık durumun iyi. Fakat senin
fişine böbrek hastalığı var diye kayıt ederim. İleride bu
ocak işlerinden uzak kalman için yararlı olur. Sen baş
gardiyandan izin alarak hiç olmazsa haftada bir kerre
buraya gel, dedi.
Dediği gibi yaptım. İkinci çalışma ayımda, sivil doktorun tasvip etmesiyle de, dispanserin yatakhanesine
alındım, dört gün burada kaldım, rahatlandım.
Yemekleri de iyi idi. Doktor İonesku ile çok şeyler hakkında konuştuk. Biraz Türkçe biliyordu. Benden birçok
romence sözlerin türkçe karşılığını sordu ve yazdı.
Profesör Nagy (Nogi), Nagy isminde bir macar tarihçi ile
de tanıştım. Budapeşte'de üniversite ve doktora eğitimini yapmış, kültürlü bir macardı. Turancı idi. Türklerin,
Macarların, Finlerin ve Bulgarların menşei hakkında
temelli bilgisi vardı.
25 Ağustos 1954. Evimi, evdekileri, bilhassa bugün
doğum günü olan kızım Özen'i düşünüyorum.. Dokuz
yıl önce, 25 Ağustosta saat 14'te dünyaya gelmişti.
Evimize sevinç, neşe getirmişti. Kıvırcık saçlarıyle hayali
gözümün önünde. Kendisi için zihnimde şu mısraları
tasarlıyorum:
Özen'ge
1
Bugün 25 Ağustos,
Senin tuvgan künün, Özen,
Dokuz yaşın toturasın.
Yakşı yaşlar, kızım Özen!
2
Senden uzakta bolsam da,
Bir gün sofrada benim yanıma oturan Romulus Dianu
şöyle dedi :
Gönlim uşup çete saga.
- Duyduğuma göre, sen domuz etini yiyemiyormuşsun. Ben de koyun etini hiç yiyemiyorum, başkasına veriyorum. Sen de domuz etini başkasına veriyormuşsun. Bir anlaşma yapalım : Domuz eti olduğu gün
sen yemeğini etiyle bana verirsin, ben de koyun eti olduğu gün ancak etini sana veririm. Ben bu anlaşmada
kârlı olacağım, değil mi? diye güldü. Cevap verdim :
Bugün fazlaiöte mağa.
- İşittiğime göre bundan sonra hep koyun eti vereceklermiş. Kim daha kârlı olacak? diye ben de güldüm.
4
Doktor İonescu (îonesku), Tanıdığım iyi insanlardan biri
de doktor İonesku idi. Aslen Bükreşli olsa da en çok
Köstence'de kalmış, Transilvanya vapurunda doktorluk
görevinde bulunmuş. Çok kezler bu vapurla İstanbul'a
Bir kişkene tötüş edin,
Bu ayrılık, bu hasretlik
3
Bugün gönlim fazla coşkın,
İçim fazla taşıp kaynay.
Türlü tarlık, sıkıntılar
Yüregimni fazla şaynay.
Eki puşuk sene önce
Kıvırcık şâşli, sır közlı
Bir kişkene kızşık edin.
262
TARİH BİLİNCİ
SAYI 17 - 18
BALKANLAR
Caransebeş
5
Şimdi dokız yaşındasın.
Türlengen, öskensfndfr.
Ekinci smıfnı okıp
Üçüncüge geşkensifidir.
6
İnşallah on yıllıgınnı
Bir arada kutlularmız.
Hepimiz bir yerde bolıp
Yaşaw zevkin tam alırmız.
7
Özen'şigim, bilsen seni,
Ah,... ne kadar körgim kele...
Kucağıma alıp seni
Toya toya öpkım kele...
8
Ulu Tanrı saga savhk,
Yakşı, uzun ömir bersin,
1) E. A. Ayhün, Kırım Hanlığı ve Çöküş Sebepleri,
(Basılmamış DoktoraTezi), İstanbul 2008.
2) Mehmet Hâlim Vani Yurtsever, Hayatımın
Hikayesi, 1 Ocak 1977 tarihli hatıratı.
3) Mehmet Hâlim Vani Yurtsever, Hayatım,
1 Ocak 1960 Köstence tarihli hatıratı.
4) Mehmed H. Vani, “Romanya'da Sosyalist
Dönemde, 20 Nisan 1952'den 1 Nisan 1957'ye
Kadar Beş Yıl Tutuklu Kaldığım Muhtelif
Şehirlerdeki Cezaevlerinden Hatıralar. Bkz.: Saim
Osman Karahan, Nihat Sait Osman, Dobrucanın
Davuşu, Köstence 2001, s. 318.
5) Romanya'da çıkamakta olan Tefrika
Gazetesi'nin 1997 Şubat-Ağustos sayısında
yayınlanmıştır.
6) Emel Mecmuası, No: 75, 1973.
7) Emel Mecmuası, No: 77, 1973.
8) Emel Mecmuası, No: 132, 1982.
9) Dobruca'nın Davuşu, 15.
10) Emel Mecmuası, No: 82, 1974.
11) Emel Mecmuası, No: 71-73, 1972.
12) Emel Mecmuası, No: 70, 1972.
13) Emel Mecmuası, No: 76, 1973.
Annen, baban, abiyınmen
Birge yaşav nasib etsin.
25 Ağustos 1954.
Baia Sprie Maden Ocağı cezaevi.
Bu özlemimi, kalbimin bu iniltilerini Özen'ciğime duyurabilmek imkânım olsa... Bu mısraları yazarak Özen'ciğime gönderebilsem... O da bunları seve seve okusa,
babacığının kalbinin kendisi için nasıl çarptığını bilse...
İşte böyle düşünerek yatıyorum. Ümitli günleri hasretle
bekliyorum...
30 Ağustos 1954. Baia Sprie maden ocağı işlerinden
çıkarılan, aralarında benim de bulunduğum kırk tutukluyu hayvan vagonuna bindirdiler. Uzun ve yorucu bir
yolculuktan sonra 1 Eylül 1954'te Caransebeş
(Karansebeş) şehrine geldik.
14) Emel Mecmuası, No: 9, 1937.
15) MilliYol Dergisi, No: 10, Berlin 1929.
16) Yana Milli Yol Dergisi, No: 1 Berlin 1930. Bu
dergi Ayaz İshâki Bey tarafından çıkarılmaktaydı.
17) Emel Mecmuası, No: 3, Dobruca 1937.
18) Omurşa, Dobruca, 30 Ekim 1948'de yazdı.
Emel Mecmuası, No: 85, 1974'te Mansur Vehbi
Yurdakul imzasıyla yayınlandı. Emel Mecmuası,
No: 186, 1991'de Mehmet Vani Yurtsever
imzasıyla yayınlandı. Daha geniş bilgi için bkz.:
Dobrucanın Davuşu, 71.
19) Emel Mecmuası, No: 6, 1937.
20) Emel Mecmuası, No: 25, 1931.
21) Emel Mecmuası, No: 42-45, 1931.
22) Emel Mecmuası, No: 1, 1932.
23) Emel Mecmuası, No: 1, 1932.
24) Emel Mecmuası, No: 6 ve 7, 1936.
25) 1931 Mart ayında yazdığı bu piyese tam 61 yıl
sonra 1 Ağustos 1992' de Önsöz yazmıştır. Bu
piyes ilk kez Sarıgöl Köyü gençleri tarafından
sahneye konmuştur. Bkz Dobrucanın Davuşu,
105.
26) Yazar bu piyesini 1934 yılında kaleme almıştır.
263
Bkz.: Dobrucanın Davuşu, 117.
27) Dobrucanın Davuşu, 137.
28) Dobrucanın Davuşu, 145.
29) Dobrucanın Davuşu, 152.
30) Emel Mecmuası, No: 73-75, 77, 1972.
31) Dobrucanın Davuşu, 196.
32) Dobrucanın Davuşu, 204.
33) Dobrucanın Davuşu, 244.
34) Emel Mecmuası, No: 163, 1987.
35) Emel Mecmuası, No: 146, 1985.
36) Emel Mecmuası, No: 138, 1983.
37) Emel Mecmuası, No: 186, 1991.
38) Emel Mecmuası, No: 156, 1986.
39) Emel Mecmuası, No: 135, 1983.
40) 1 Ocak 1960, Köstence.
41) 18 Kasım 1977, İstanbul.
42) Orijinali elimizde olan defter kendi el yazısıyla
ve Osmanlı harfleriyle yazılmış olup henüz
herhangi bir yerde yayınlanmamıştır. Yukarıda bu
defterdeki konuların listesi görülmektedir.
Ferhadija Camii, Saraybosna
Ferhad Paşa Camii, Bosna-Hersek'in iki siyasi biriminden biri
olan Sırp Cumhuriyeti'nin fiilî başkenti Banja Luka'da bulunur.
Bosna Sancak Beyi Ferhad Paşa adına 1579 tarihinde Mimar
Sinan'ın adı bilinmeyen bir öğrencisi tarafından yapılmıştır.
Klasik dönem Osmanlı mimarisinin özelliklerini yansıtır.
1 büyük ve 3 küçük kubbesi vardır. Küçük kubbelerden aşağı
avluya sarkan çatısı ise 1917'de kaldırılmıştır. 7 Mayıs 1993
tarihinde, Banja Luka'daki diğer camiler gibi Sırp teröristler
tarafından yıkılmış ve sahası buldozerlerle temizlenmiştir.
1579 tarihinde inşa edilen camii 7 Mayıs 1993 yılında bombalanarak yıkılmıştı. 2001 yılında tekrar yapımına karar çıkmış
ancak bu sebeple 7 Mayıs 2001'de 4000 kadar aşırı görüşlü Sırp
300 kadar Boşnak'ı taşlamış, bir Boşnak'ın ölümüne neden
olmuşlardı. Camiinin yeniden yapımı bugüne kadar bitirilemedi.
Ferhat Paşa Camii'nin eski hali
Visoko Piramitleri
Bosna Piramitleri, veya bulunduğu şehrin adıyla Visoko Piramitleri (iki piramitin mevcut olduğu savından hareketle, biri Bosna
Güneş Piramidi -'Bosanska Piramida Sunca'-, diğeri de Bosna Ay Piramidi -'Bosanska Piramida Mjeseca'- şeklinde de adlandırılmaktadır) Boşnak arkeolog Semir Osmanagiç tarafından halen üzerinde çalışmalar yürütülen, Bosna-Hersek'in başkenti
Saraybosna ile Zenica arasında yer alan Visoko kentinin arkasında yükselen hayli düzgün bir piramit şeklindeki tepe ve bu
tepeden görülebilen benzer şekilli daha küçük bir yükseltidir.
2005 yılı içinde 'Güneş Piramidi' alanında kazı çalışmalarına başlamıştır. Tepenin uçlarının kuzey-güney-doğu-batı yönlerine
denk geldiğine dikkat çekmekte, ve taş döşenmiş bir giriş holü, altında piramidin yer aldığına inandığı kil katmanları
bulduğunu öne sürerek, Visoko Piramitleri'nin Avrupa'nın bilinen ilk piramitleri olduğunu iddia etmektedir. Mevcut bir
tepenin şeklinin düzgünleştirilerek piramit şekline sokulmuş, yamaçlarında da basamaklar inşa edilmiş olması da başka bir
ihtimaldir. Osmanagiç'e göre, Piramitlerin tarihi, bölgeye M.S. 600 yıllarında gelmeye başlayan Slav kavimlerinden önce
Balkanlar´da yerleşik bulunan İlliryalılardan (muhtemelen Arnavutların ataları) da öncesine dayanmaktadır.
TARİH BİLİNCİ
ETKİNLİKLER
SAYI 17 - 18
Tarih Bilinci, Çalışmalar, Etkinlikler...
1) Tarih Bilinci & Kültür Dergisi: Prof. Dr. Mehmet Çelik editörlüğünde çıkarmakta olduğumuz “Tarih Bilinci ve
Kültür Dergisi” 1 Temmuz 2007 tarihinden günümüze üç aylık periyotlarla 18 sayı çıkarmış bulunmaktadır.
Dergimiz, son dönemlerde iki sayı bir arada olmak üzere, dosya halinde 4 özel sayı yayınlamıştır. Bu özel sayılar: 58
akademisyenin 380 sayfada ele aldığı Ortadoğu Özel Dosyası/Sayısı... 40 akademisyenin 276 sayfada ele aldığı
Demokrasimizin Yüz Yıllık Serüveni Özel Sayısı... Ergun Özbudun, Serap Yazıcı, Mustafa Erdoğan, Mustafa Şentop
vb. 33 kişilik ülkenin en iyi Anayasa uzmanlarının yazdığı ve halen Türkiye'de Yeni Anayasa çalışmaları konusunda
yapılmış en kapsamlı çalışma olan "Nasıl Bir Anayasa?" özel sayımız... (Bu özel sayımıza Türkiye Büyük Millet Meclisi
internet sitesi http://yenianayasa.tbmm.gov.tr/akademikcalismalar.aspx linkinden bakılabilir.) Ve yaklaşık 300
sayfa olan "Balkanlar" özel sayımız...
2) Edebiyat Bilinci Dergisi: Yeni bir edebiyat dergisi,“Edebiyat Bilinci Dergisi”'ni “Mehmet Akif Özel Sayısı”ile
2012 Nisan ayının sonunda okuyucumuzla buluşturmuş olacağız.
3) Tarih Bilinci Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü'nün Kuruluşu: “22 Ekim 2011 tarihli Topkapı Eresin
Otel Toplantısı” Yönetim Kurulu Başkanımız Sayın Hasan Konuk başkanlığında: Çankırı valimiz Sayın Vahdettin
Özcan, İBB Teftiş Kurulu Başkanımız Sayın İbrahim Kapaklıkaya, Urfa Eski valimiz Sayın Yusuf Yavaşcan, Kütahya
Milletvekilimiz Sayın Prof. Dr. İdris Bal, Yeminli Mali Müşavir Sayın Sinan Tavukçu, Yeminli Mali Müşavir Sayın Tayyip
Yaşar, Prof. Dr. Sayın Mehmet Çelik, Bağcılar Belediye Başkanımız Sayın Lokman Çağrıcı ve Değerli İşadamımız Sayın
Emin Üstün beyefendilerin oluşturduğu divanın başkanlığında 68 (altmışsekiz) kişilik Üst Düzey İstişare Kurulu
toplantısı ile“Tarih Bilinci, Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü”nün kurulmasına karar verildi.Tarih Bilinci,
Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü binası: "İcadiye mh. Bağlarbaşı İcadiye cd. Cumhuriyet Apt. No:15 D:1
Bağlarbaşı Üsküdar İstanbul" adresinde faaliyetlerine başlamıştır.
4) Yeni Anayasa Platformu: İnternet ortamında Türkiye'nin Anayasa Platformu'nu kurmaktayız. Artık ülkemizin

Benzer belgeler

Dergimiz

Dergimiz olan Türkiye Cumhuriyeti, maalesef bu konu ile ilgili yeterli derecede bilimsel çalışma da yaptırmadı. 450 sene kaldığımız bir coğrafyada geride bıraktıklarımızla yeterli derecede ilgilenmediğimiz ...

Detaylı