İndir - Çanakkale Valiliği
Transkript
İndir - Çanakkale Valiliği
KKALE O NA A UN 1 99 2 C 6-8 Kasım 2014 Çanakkale 2015, 100. Yıl IVERSIT E T.C. KIZ MAR T SE SI N Çanakkale Valiliği Savaş Tarihi Araştırmaları Uluslar arası Kongresi 100. Yılında 1. Dünya Savaşı ve Mirası Bildiriler 2. Cilt ISBN:978-605-149-550-7 Editörler: Halil Çetin & Lokman Erdemir Fotoğraflar: Grafik Tasarım: Timuçin Unan + Crew Renk Ayrımı ve Baskı: Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mh., Soğuksu Caddesi No:3, 34408 Kağıthane / İstanbul Tel: 0212 294 10 00 [email protected] Sertifika No: 12055 Çanakkale Valiliği Yayınları, 2015 Destekleyenler: BAŞBAKANLIK DEVLET ARŞ. GEN. MÜD. OSMANLI ARŞ. DAIRE BŞK. KKALE O NA A UN 1 99 2 IVERSIT E T.C. KIZ MAR T SE SI N C 6-8 Kasım 2014 Editörler: Halil Çetin & Lokman Erdemir 2. cilt İÇİNDEKİLER KONGRE KURULLARI ..................................................... 6 BİLDİRİLER.......................................... 8 TÜRK EDEBİYATINDA SAVAŞ........................................11 Bora Yılmaz Gazel-i Hümayun Hakkında Bazı Mülahazalar ....................................... 13 Ensar Kesebir Birinci Dünya Savaşı ve Ruslar: Türk Hikâyesinde Rus İmajı..............23 Necmi Uyanık Felaket Çağında Savaş Köprüsünden Geçen Yeni Beşeriyet: Celal Nuri’nin Kaleminden Birinci Dünya Savaşı ve Türkiye ........................ 35 Nurhan Aydın - Zekiye Tunç Sarıkamış Hareketi’nin Şiir ve Detanlara Yansıması.............................. 61 Sabri Tevfik Hammam Çanakkale Savaşı’nın Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirine Yansıması ........75 Veysel Ergin Haşim Nahit’in Eserlerinde Birinci Dünya Savaşı İzlenimleri .......... 107 Yunus Yıldırım Sarıkamış Harekâtı’nın İsmail Bilgin’in Sarıkamış Beyaz Hüzün İsimli Romanına Yansıması .................................................................................. 137 SAVAŞ SIRASINDA OSMANLI TOPLUMU VE KURUMLARI Ayşe Yanardağ Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devletinde Dini Kurumlar ve Hizmetleri.......................................................................................................151 Gürsoy Şahin Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı Sırasında Rakip Devletlerle Olan Ticari İlişkilerini Düzenlemeye Yönelik Çabalarına Dair Bazı Tespitler.......................................................................................................... 177 Hakan Daloğlu Modern Sanayileşmiş Savaşta Sanatın Politik Dışavurumu: 1905-1917 Rus Devrimlerinin Felsefi ve Politik Etkilerinin Ekspresyonist ve Dadaist Sanattaki Rolü................................................................................ 197 İsmail Sabah Çanakkale Savaşı’nın Öğrenciler Üzerindeki Etkileri .........................239 Mustafa Demir - Havanur Şahin Osmanlı Yetimhanesi “Darüleytam”........................................................265 Mustafa Selçuk Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Darülfünun......................................... 273 Mustafa Şahin Birinci Dünya Savaşı’nda Sarıkamış Harekâtı Sonrası Tifüs Salgını ve Erzurum Valisi Hasan Tahsin (Uzer) Bey’in Bu Kapsamdaki Çalışmaları.................................................................................................... 289 Tahir Özkan Öksüz Yurtları Mecmuası Işığında I. Dünya Savaşı Sonunda Öksüz Kalan Çocukların Eğitimi............................................................................311 DİPLOMASİ VE HUKUK............................................... 327 Uğur Ermiş - Barış Özdal The Manchester Guardian Gazetesi’nin Sayfalarından Birinci Dünya Savaşı’nın Son Silah Bırakışması: Anadolu Cephesi ve Mudanya Mütarekesi ....................................................................................................329 Hakan Bacanlı Osmanlı Devleti için Savaşın Sonu: Ateşkes Süreci ve Mondros Mütarekesi ....................................................................................................347 İkbal Vurucu - Mehmet Şükrü Güzel Ateşkes Antlaşması ile İşlenen Savaş Suçu – Almanya’ya Gıda Ablukasının Sürdürülmesi ..........................................................................411 Murat Jane - Barış Özdal Birinci Dünya Savaşı’nın Diplomaside Yarattığı Değişimlerin Yapısal Analizi....................................................................................................................435 KONGRE KURULLARI ONUR KURULU Ahmet ÇINAR, Çanakkale Valisi Prof. Dr. Sedat LAÇİNER, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yener YÖRÜK, Trakya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa AYKAÇ, Kırklareli Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Osman ŞİMŞEK, Namık Kemal Üniversitesi Rektörü DÜZENLEME KURULU Doç. Dr. Halil ÇETİN, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Doç. Dr. İ. Hakkı ÖZTÜRK, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Doç. Dr. Muhammet ERAT, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Doç. Dr. Murat YILDIZ, Namık Kemal Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Bülent YILDIRIM, Trakya Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Lokman ERDEMİR, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Tarık ÖZÇELİK, Kırklareli Üniversitesi BİLİM KURULU Adnan SOFUOĞLU, Prof.Dr., Hacettepe Üniversitesi Ahmet ALTINTAŞ, Doç. Dr., Afyon Kocatepe Üniversitesi Ali ARSLAN, Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi Ali SATAN, Doç. Dr., Marmara Üniversitesi Cemalettin TAŞKIRAN, Prof. Dr., Gazi Üniversitesi Cezmi ERASLAN, Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi Edward J. Erickson, Prof. Dr., Marine Corps Universitesi, ABD Enis ŞAHİN, Prof. Dr., Sakarya Üniversitesi H. Bayram SOY, Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi Halil BAL, Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi Haluk SELVi, Prof. Dr., Sakarya Üniversitesi Isa BLUMI, Doç. Dr., Georgia State Üniversitesi, ABD Jenny MACLEOD, Dr., Hull Üniversitesi, İngiltere Lokman ERDEMİR, Yrd. Doç. Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Muhammet ERAT, Doç. Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Mustafa ÇOLAK, Prof. Dr., GOP Üniversitesi Mustafa SELÇUK, Yard. Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Nedim İPEK, Prof. Dr., Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Ömer ÇAKIR, Doç. Dr. Çankırı Karatekin Üniversitesi Ramazan GÜLENDAM, Prof. Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sedat LAÇİNER, Prof. Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Süleyman BEYOĞLU, Prof. Dr., Marmara Üniversitesi Zekeriya Türkmen, Dr. Harp Akademileri Stratejik Araştırmalar Enstitüsü 7 BİLDİRİLER TÜRK EDEBİYATINDA SAVAŞ Gazel-i Hümayun Hakkında Bazı Mülahazalar Bora YILMAZ* I. Sultan Mehmed Reşad 2 Kasım1844’te Çırağan Sarayı’nda doğdu. Babası Sultan Abdülmecid, annesi Gülcemal Kadın Efendi’dir. Saray geleneklerine göre yetiştirildi. Arapça, Farsça ve bazı şer’i bilgiler öğrendi. Babasının ve amcası Abdülaziz’in padişahlıkları döneminde serbest ve rahat bir hayat yaşadı. Kardeşi Abdülhamit tahta çıkınca (1876) veliaht durumuna geldi, sarayda gözetim altında yaşamakzorunda kaldı (Küçük 2003: 418).1909-1912 yılları arasında padişahın başkâtipliğini yapan Halit Ziya Uşaklıgil, padişahın karakterini şöyle tanımlamaktadır: ‘… o kadar saf, o kadar sükunla kaplı bir hali, kendisini öyle teslim eden ve düşüncelerini öyle zapta lüzum görmemiş bir alçaklıkla meydana vuran bir ifadesi vardı ki adamın kötülüğe, iğfale, hile ve desiseye kudret bulamayacağını derhal temin ediyordu’ (Uşaklıgil 1981: 13). Osmanlı Padişahları arasında otuz beşinci sırada tahta oturan MehmedReşad, ‘Sultan Reşad’ adıyla şöhret bulmuş ancak İttihad ve Terakki Partisi yeni padişaha ‘V. Mehmed’ denilmesi yolunda bir karar çıkarmıştır. Bunun da sebebi Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişini ‘ikinci fetih’ olarak gören İttihad ve Terakki mensuplarının garipliğidir (Bahadıroğlu 1986: 757). 27 Nisan 1909’da tahta çıkan Sultan MehmedReşad altmış beş yaşındaydı. Dokuz yıl iki ay altı gün padişahlık yapmıştır.Sultan V. MehmedReşad geçirdiği bir rahatsızlığın ardından yetmiş dört yaşında, 3 Temmuz 1918’de Yıldız Sarayı’nda, bir Ramazan günü vefat etti ve Eyüp’te kendiyaptırdığı türbeye defnedildi (Koçu 2004: 580). Sultan MehmedReşad, Osmanlı Padişahları içerisinde en talihsiz ve en tesirsizler grubuna dâhil edilebilir. Görev yaptığı süre boyunca ülkeyi İttihad ve Terakki Partisi yönetmiş; padişah ise bir gölge, bir kukla görevi görmüştür. Yönetime hiç karışmamış ya da karışacak dirayeti gösterememiştir. Sultan MehmedReşad zamanında başkâtiplik görevinde bulunan Ali FuadTürkgeldi bu durumu, şu ifadelerle açıklıyor: “Sultan Reşad ömrünü hâl-i uzlette geçirip ne ahvâl-i âleme ve ne de memleketin hâline kesb-i vukuf etmiştir. Âhır-ı ömründe suûd eylediği taht-ı saltanat kendisine yabancı kalmıştı. Kendisi de ‘Herkes bana işlere karışmıyor diyorlar! Meşrutiyyet zamanında ben işe karışacak olursam biraderin suçu ne idi?’ derdi” (Türkgeldi2010: 275). Sultan Reşad’ın talihsizliği de şuradan kaynaklanıyor ki Osmanlı Devleti’nin son döneminde; yıkılmaya yüz tutmuş, gün be gün küçülen ve *Araştırma Görevlisi, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, [email protected]. 13 devletin sıkıntılar içinde bulunduğu bir dönemde görev yapmış olmasından kaynaklanmaktadır. Kendisi, hal edilen bir padişahın yerine gelmiş ve de yaşının kemale erdiği dönemlerde tahta oturmuştur. Tahta oturduğu 1909 yılından vefat ettiği tarihe kadar devlet içte ve dışta büyük sorunlarla uğraşmış ve büyük oranda toprak kaybı yaşamıştır. Bu dönemin en önemli hadiselerinin başında sırayla Trablusgarb’ın elden çıkışı, I.ve II. Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı gelmektedir. II. Balkan Savaşı’nda Edirne’yi geri alışımız dışında bu tarihi dönem başarısızlıklar ve toprak kayıpları ile doludur. Belki bu kara dönemin bir yüz akı olarak I. Dünya Savaşı’nda mücadele ettiğimiz Çanakkale cephesini ve burada kazanılan büyük zaferi ayrı tutmalı ve değerini bilmeliyiz. II. Gazel-i Hümayun Deniz savaşları sonunda hüsrana uğrayan düşman ordularının kara muharebelerinde demağlûbiyete uğramasıyla Çanakkale’yi terke mecbur kalmaları karşısında Sultan V. MehmedReşad bir şükür nişanesi olmak üzere bir gazel yazar. Devrin hemen hemen bütün gazete vemecmualarında “Gazel-i Hümayun, Manzume-i Hümayun, Manzume-i Garrâ-i Hümayun vs.”başlıklarıyla yayımlanan bu gazel halk tarafından çok beğenilmiştir (Doğan & Tığlı 2005: 44). Yayımlandığı günden itibaren dikkatleri üstüne çeken Çanakkale Gazeli Almanya’da da neşrolunmuştur. Ayrıca Şair Sâfî Efendi tarafından manzum olarak Arapçaya tercümeedilmiştir. Bu gazel, Kâzım Uz (1872-1938) tarafından Rast makamında “Duâ-nâme-iHazret-i Pâdişâhî” adıyla marş olarak da bestelenmiştir. Gazel halk tarafından da ilgi vesevgiyle karşılanmış ve bu şiire onlarca tahmis yazılmıştır (Doğan & Tığlı 2005: 45).Gazel-i hümayunun Türk toplumu üzerindeki etkisini, halkın değişik kesimlerinden kişiler tarafından yazılan tahmislerin çokluğunda görmek mümkündür. İncelenentahmismecmuaları ve yapılan gazete ve dergi taramaları neticesinde bu gazele yazılan otuz tahmis tespit edilmiştir (Doğan & Tığlı 2005: 46). Manzume, ‘Kelâmü’l-mülûkMülûkü’l-kelâm! (Sultanların sözü, sözlerin sultanıdır)’ düsturunca, Padişah V. Mehmet Reşat’a ait olması hasebiyle çok büyük ilgi görmüştür. Çakır (2004), bu şiirin Çanakkale Savaşları için yazılan şiirler içerisinde gazel nazım şekli ile yazılmış tek şiir olduğunu ifade etmektedir. Şiir beş beyitten oluşmuştur.Bu samimi şiir her şeyden önce çok sâde ve basittir. Yek-âhenk ve yek-âvâzdiyebileceğimiz gazel, bir plana bağlı olduğundan içinde düşünce ve kelime tekrarı yoktur. Buitibarla bir sehl-i mümteni örneği sayılabilecek değerdedir (Diriöz 1980: 106). Bu bildirinin asıl amacı bu gazelin kime ait olduğunu tartışmaktır. Yazıldığı dönem ve sonrasında çok ses getiren bu gazelin Sultan Reşad’a ait 14 olmadığı, dönemin şairlerinden birine yazdırıldığı ifade edilmektedir. Hatta bu gazele yazılan tahmisler içerisine en güzeli kabul edilen tahmisin sahibi Yahya Kemal’in bu gazelin de gerçek sahibi olduğu iddia edilmiştir. ‘Gazel-i Hümayun’ ile doğrudan ya da dolaylı olarak yapılan çalışmalarda bu iddialar zaman zaman dile getirilse de üzerinde pek fazla durulmamıştır. Tespit edebildiğimiz çalışmaların birincisi Meserret Diriöz’ün, I. Milli Türkoloji Kongresi’nde sunmuş olduğu ‘Gazel-i Hümâyun ve Tahmisler’ başlıklı bildirisidir. Bu çalışmada yazar söz konusu gazeli ve ona yapılan tahmisleri incelemiştir. Gazelin Sultan Reşad’a ait olup olması ile ilgili olarak kanaatini şu ifadelerle açıklamıştır: ‘Bazı kimseler, bu gazelin Sultan Reşat’a ait olmadığını, hiçbir kaynağa dayanmaksızın ileri sürmüşlerse de bu mesnetsiz iddiaları burada söz konusu etmeyi yetersiz buluyorum (Diriöz1980: 105). Bir diğer çalışmada Enfel Doğan ve Fatih Tığlı’nın beraber hazırlamış oldukları ‘Sultan V. MehmedReşad’ın Çanakkale Gazeli ve Bu Gazele Yazılan Tahmisler’ başlıklı makaledir. Bu makalede de söz konusu tartışmaya yer verilmemiş ve sadece dipnot kısmında İsmail Hami Danişmend’in ‘İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi’ adlı eseri referans gösterilerek ‘Bununla beraber, bu gazelin padişah tarafından değil de meşhur bir şair tarafından yazıldığı rivayetleri mevcuttur’ (Doğan&Tığlı2005: 44) ifadesine yer verilmiştir. Ömer Çakır’ın ‘Türk Şiirinde Çanakkale Muhabereleri’ adlı eserinde de aynı şekilde bu konu tartışılmamıştır. Bununla beraber Çakır (2004: 244), şiirde ifade edilen duygu ve düşünceler Sultan Reşad’ın mecliste yaptığı konuşmasının bir gazel şeklinde dile getirilişi gibidir diyerek bir açıklamada bulunmuştur.1 Gazel-i Hümayun’un kimin yazdığı ya da başka bir ifadeyle Sultan Reşad’ın yazmadığı hakkında elde hiçbir tarihi vesika yoktur. Konunun çetrefilli bir hale gelmesinin sebebi ise bazı tarihçilerin, yazarların ve Sultan Reşad’ın yakınında bulunmuş kişilerin ifadeleridir. Sultan Reşad döneminde, 1909-1912 yılları arasında, sarayda başmabeyinci olan Lütfi Simavi bu konu hakkında görüşlerini ‘Osmanlı Sarayının Son Günleri’ adlı hatıratında şöyle dile getiriyor: ‘Yaratılıştan zeki bir insan olan Sultan V. Mehmet Reşat Han, tam ve yeterli bir öğrenim görmemişti. Arapça bilgisi oldukça iyiydi. Mevlevilik tarikatına mensup olduğu için daha çok Farsçayı merak etmişti. Bu dilde güçlü konuşması ve yazması vardı. Tarihle de meşgul olurdu. Osmanlı tarihini ve özellikle Osmanlı padişahları ile ilgili olayları ayrıntılarına kadar bilirdi. Üç yıl üç ay devam eden başmabeyncilik görevim sırasında padişahın şiirle ilgilendiğini Bu konuşma için bkz. Niyazi Ahmed Banoğlu, Türk Basınında Çanakkale Günleri, Türk Basın Birliği Yayınları, İstanbul, 1982, s. 63-64 1 15 pek görmedim. Bundan dolayı, Çanakkale Zaferi üzerine kendisi tarafından yazılmış olarak gösterilen manzumeyi onun adına her kim yazmışsa – benim naçiz fikrime göre – padişaha hizmet etmiş sayılmaz. Osmanlı padişahları, olayları sadece yaparlar, bunları vakanüvisler yazarlardı. İstanbul’a gelen yabancı hükümdarların ve büyük kumandanların ilk iş olarak ziyaret ettikleri Çanakkale’ye - ki kahramanca savunuluşu Birinci Dünya Savaşı’mızın tek yüz akıdır – hünkârı götürmeyi akıl etmeyip de, Türk askerinin o muazzam çarpışmada gösterdiği yiğitlik ve kahramanlık konusunda kendisini şiir yazmış gibi göstermek hiç de doğru bir davranış değildir’ (Simavi 2006: 206). Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Lütfi Simavi mevzubahis olan şiirin Sultan Reşad’a ait olmadığı kanısındadır. Lütfi Simavi’nin kitabının editörü Ahmet Seyrek ise dipnot olarak şu bilgiyi vermektedir: ‘18 Mart 1915 Çanakkale Zaferi üzerine o zaman yayınlanan Donanma dergisinde Sultan Reşat’ın el yazısıyla ve imzasıyla beş beyitlik bir gazel çıkmıştı. Sonradan bu konu bir hayli tartışılmış. Bunun padişahın eseri olmadığı, padişaha dikte ettirilip bir çeşit zorlama yoluyla kendisininmiş gibi gösterildiği ileri sürülmüştür. Askerleri ve Türk zaferini öven bu manzumenin, Yahya Kemal’e yazdırılıp padişaha mal edildiği yolunda bir söylenti vardır’(Simavi 2006:206) demekte fakat herhangi bir belge sunmamaktadır. 1909-1912 tarihlerinde, Sultan Reşad devrinde, sarayda başkatiplik görevini icra eden romancılarımızdan Halit Ziya Uşaklıgil, ‘Saray ve Ötesi’ adlı eserinde bu durumu aydınlatacak şöyle bir ifade kullanmaktadır:‘SultanReşad tahsil görmüş bir zât değildi, hanedan büyük çoğunluğu içinde istisna teşkil etmekten uzak olan bu tahsil yokluğuna rağmen emsaline nispetle gene seçkin bir mevkide sayılabilirdi. Biraz Arapçaya, daha ziyade Farsçaya vakıftı; Türkçeyi pek güzel, hatta oldukça nutuk edasıyla söyler; istimali dairesine giren Arap ve Fars lügatlerini pek doğru telaffuz ederdi. Ona nişancı hatta kâtip, hele hiç şair denemezdi fakat bence görmek müyesser olan yazılarında yanlış yapmadığına dikkat ederdim(Uşaklıgil 1981: 361). Kendisinin edebi yönünün bulunması itibari ile Uşaklıgil’in, eğer ki Sultan Reşad’ın şiirle ve edebiyatla, şiir yazacak kadar ilgilendiğini bilmemesi düşünülemez. İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi adlı eserinde İsmail Hami Danişmend şu görüşlere yer vermektedir: ‘Şark kültürünün ve bilhassa Acemcesinin çok kuvvetli olduğundan bahsedilir; Garp kültürü yoktur. Çok uzun süren şehzadelik ve veliahtlık devrini İran edebiyatıyla ve bilhassa Mesnevi okumakla geçirdiği rivayet edilir. Mevleviliğe intisabı işte bundandır. Çanakkale muharebesi münasebetiyle yazmış veyahut kendisine isnat edilmiş olduğundan bahsedilen meşhur şiirin …’ (Danişmend 1972: 380). Bu ifadeler de kesin bir bilgi olmamakla beraber bir şüpheden bahsedilmektedir. 16 ‘Saray ve Konakların Dilinden Bir Devrin Tarihi’ adlı eserinde Mustafa Ragıp Esatlı, Sultan MehmedReşad ve zikredilen konu için ‘Şairliği iddiası tamamen uydurmaydı. Hatta geçen umumi Harp içinde Çanakkale’deki eşsiz kahramanlık üzerine o zaman neşredilen manzumenin de Sultan Reşad’la alâkası olmadığı sonradan anlaşılmıştı. Nitekim kendisinin pek yakınında bulunan zatlardan hiçbiri bu Osmanlı Padişahı’nın ilim ve şiirle hiçbir münasebeti olmadığında birleşmişlerdi’ (Esatlı 2010: 210) ifadelerini kullanmaktadır. Yukarıdaki görüşlerin aksi olarak tespit edebildiğimiz tek görüş Vasfi Mahir Kocatürk’e aittir. Kocatürk Osmanlı Padişahları adlı eserinde Sultan Reşad için ‘Edebiyatı sever ve ara sıra bazı şiirler yazardı. Çanakkale zaferi üzerine yazdığı şiirde saflık ve samimilik vardır’ (Kocatürk 1957: 392) demektedir. Bu ifadelerden Kocatürk’ün bu şiirin Sultan Reşad’a ait olduğunu düşündüğü ve hatta diğer görüşlerin aksine sultanın şairlik yönünün olduğunu ve başka şiirlerinin olduğunu da ifade etmektedir. Yine bir başka tarihçi Reşad Ekrem Koçu, ‘Osmanlı Padişahları’ adlı eserinde, Sultan Reşad için, ‘…kendisi şiirle hiç meşgul olmamıştı. Çanakkale zaferi üzerine el yazısı ve imzasıyla neşredilen meşhur şiir Sultan V. MehmedReşad’ın olmadığı bugün bir hakikattir, o devrin kuvvetli şairlerinden kime yazdırıldığı tespit edilememiştir (Koçu 2004: 577) demektedir. Eğer bu şiir Sultan Reşad’a ait değilse R. E. Koçu’nun da ifade ettiği gibi bu şiiri kim yazmıştır? Elde hiçbir kesin vesika olmamakla beraber bütün yollar Yahya Kemal’e çıkmakta, bütün oklar Yahya Kemal’e işaret etmektedir. Fakat elimizde bunu ispatlayacak hiçbir kesin vesika yok. Görünürde Yahya Kemal’in bu şiirle alakası bu gazele yazmış olduğu tahmisle ilgili ve sınırlıdır. Tahmisin kelime manası ‘beşleme’ demektir. Genellikle ‘gazel’ türüne uygulanır. Şair, herhangi bir şairin beğendiği bir gazelinin beyitleri üzerine üçer mısra daha ekleyerek onları beşer mısralık bentler haline getirir. Eklenen bu üç mısra, vezin, mana ve kafiye bakımından eklendiği beyit ile bütünlük ve uygunluk göstermelidir. Tahmis ancak o zaman başarılı sayılabilir (Kocakaplan 2002: 130). Yahya Kemal’le birlikte dönemin birçok şairi de bu gazele tahmis yazmışlardır. Tespit edilen tahmislerin sayısı otuz kadardır. Bu tahmislerin en meşhurlarından biri hatta en meşhuru Yahya Kemal’e aittir. Yahya Kemal’in yazmış olduğu tahmisle ilgili olarak ulaşabildiğimiz bir kaynakta İ. Habip Sevük bir hatırasını şöyle dile getiriyor: “Yıllarca evvel bir gün Yahya Kemal’le lokantada konuşurken Bâki’nin ‘Ferman-ı aşka’ gazelini okuduğum zaman ‘bu gazeli tahmis etmekteyim’ deyince hele gazelin son ‘makta beyti’ yüzünden buna imkân olamayacağını söylemiştim. Gülerek: ‘Çanakkale tahmisi gibi bunun da bir çaresini bulacağız elbet’ dedi. 17 Çanakkale zaferi üzerine Sultan Reşad namına neşredilen o meşhur gazele o zaman yüzlerle ve yüzlerle tahmis yapılmıştı. Hiçbirisi bir şeye benzemiyordu. Çünkü beyitlerin kafiyesiz olan serbest birinci mısralarındaki son kelimeler kafiyelemeye elverişli olmadığından tahmis yapanların hemen hepsi o son kelimeleri ‘redif’ olarak kullanıp kafiyeyi daha gerilerden yakalamaya çalışıyorlardı. Bu da her bir beyte ilave edilen üç mısraı moloz haline getiriyordu. Yahya Kemal, Büyükada’da, Paris’ten arkadaşı olan Ali Kemal’e bu gazeli tahmis edeceğini söyleyince bu işlerin teknik taraflarını iyi bilen Ali Kemal buna imkân olmayacağını söyler. Fakat öylesine muvaffak oluyor ki padişah bile neşesinden genç şaire bir altın saat hediye ediyor” (Yetiş 2000: 15). Bu ifade dikkatimizi çeken birkaç husus var ki ilki; ‘…Çanakkale zaferi üzerine Sultan Reşad namına neşredilen o meşhur gazele…’ cümlesi ki Sevük, şiirin Sultan Reşad’a ait olmadığını ima eder tarzda bir ifade kullanmıştır. İkinci olarak Yahya Kemal başarılı bir tahmis yaparak, zor bir işin üstesinden geldiğidir. Son olarak yapılan bu tahmis üzerine Sultan Reşad tahmisi beğenmiş ve genç şaire altın bir saat hediye etmiştir2*. Bu gazelin serencamı ile ilgili olarak tespit edebildiğimiz bir başka bilgiye de 1912-1920 yılları arasında sarayda başkatiplik görevini yürüten Ali FuadTürkgeldi’nin ‘Görüp İşittiklerim’ adlı eserinde rastlıyoruz. Türkgeldi (2010: 268), Sultan Reşad’ınÇanakkale muzafferiyetinden sonra Sadrazam Said Halim, Harbiye Nâzırı Enver Paşalarla Dâhiliye nâzırı Talat Bey’e ve havass-ı vükelâdan diğerlerine Balmumcu köşkünde altı kişilik bir öğle taamı vermiş olduğunu ve hilâf-ı mu’tadı olarak sultanın kendisinin de sofraya birlikte oturmuş olduğunu ifade etmektedir. Devamında ise yemekten sonra kendisini çağırarak Çanakkale hakkındaki manzumeyi Enver Paşa’ya tevdi ettirdiğini ifade etmektedir. Bu tarihi hadise, ele almış olduğumuz konuya yeni sorular eklemektedir. Akla ilk gelen soru bu manzumeyi Sultan Reşad’ın yazmamış olduğunu kabul edersek, bu manzumeyi bir başka şaire Sultan Reşad ’mı yazdırdı yoksa İttihad ve Terakki yönetimi mi yazdırdı? Eğer İttihad ve Terakki yönetimi yazdırdı ise neden manzumeyi bir akşam yemeğinde sultan Enver Paşa’ya Tevdi etti? Yoksa bütün bunlar bir sahnelenmiş bir tarihi tiyatro muydu? Dikkat çeken bir hususta şudur ki; eğer bu gazeli Yahya Kemal yazdı ise şair kendi gazeline mi tahmis yazmış oldu? Ve bununla beraber olarak böyle bir durumda Sultan’ın Yahya Kemal’e saat hediye etmiş olması bir başka tiyatro muydu? Bu konuya eklenebilecek farklı ve ilginç bir bilgide Harp mecmuasında yayınlanan bu gazelin sultanın el yazısı ile yazılmış bir şekilde yayınlanmış Ahmed Mahir Efendi’ye ve Veled Çelebi’ye Sultan Reşadtarafından verilen saatlerin de yazılan tahmisler neticesinde hediye edildiği düşünülebilir(Doğan&Tığlı 2005: 47). 2* 18 olmasıdır. Gazelin bu şekilde yayınlanmış olması halkı ya da okuyucuyu ikna için yapılmış olabilir. Sultan Reşad’ın her hangi vesile ile böylesine bir olaya alet olmasına hiç gerek kalmadan,Sultandönemin şair ve yazarlarından Çanakkale zafer ile ilgili olarak yazılar ve şiirler yazmalarını talep edebilir ve onları ödüllendirebilirdi şeklinde bir görüşte öne sürülebilir ki buna benzer bir olay zaten vuku bulmuştur. Çanakkale muharebesinin zaferle neticelenmesi üzerine Meclis-i Ayan Reisi Rıfat Bey’in başkanlığında bir heyet, padişah Sultan Reşâd’ı ziyaret eder. Heyet arasında Şâir-i A’zam Abdülhak Hâmid de vardır. Sultan Reşâd kabul esnasında, Hâmid’den Çanakkale zaferini tebcîlen bir şiir yazmasını ister. Şair, “İlhâm-ı Nusret” isimli yetmiş mısralık şiirini işte bu istek üzerine kaleme alır (Çakır 1996; Çakır 2004: 256, Kurşun 2003: 208). Sonuç Bu çalışmanın sonucunda “Gazel-i Hümâyun”un asıl sahibinin kim olduğu ya da daha doğru bir ifade ile Sultan Reşad’a ait olmadığı konusunda kesin bir veriye ulaşabildiğimizi söyleyemiyoruz. Lâkin çalışmamızda kullandığımız kaynaklar bu konuda bir “şüphe”nin olduğunu ortaya koymaktadır. Çanakkale Savaşı gibi büyük bir galibiyetin neticesine ve toplumunda uzun süreden beri böyle bir zafere aç olması hasebiyle, bu duyguların dile getirilmesi ve taçlandırması amacıyla dönemin idarecileri tarafından şair ve yazarlara böyle bir vazife tevdi edilmiş olabilir ve bunu yapanlara da çeşitli mükâfatlar verilmiş olması pek tabii bir durumdur. Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği bir dönemde, üstelik Çanakkale cephesinde eşsiz bir zaferin kazanıldığı zamanda, modern savaş tekniklerinden biri olan harp propagandasının gereği olarak Sultan Reşad namına bir manzume neşredilmesi halk ve asker üzerinde olumlu bir tesir bırakacağı düşünülerek böyle bir girişimde bulunulmuş olabilir. Özellikle manzumenin Sultan Reşad’ın el yazısı ile neşredilmesi psikolojik bir algı operasyonu olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak bu çalışmanın çerçevesi içerisinde net bir sonuca ulaşılamamakla beraber en azından bu konuda kimin ne söylediği ve söyledikleri şeyleri ne ile temellendirdikleri tespit edilmiştir. 19 Kaynakça Çakır, Ömer, “Çanakkale Muharebeleri’nin Türk Şiirindeki Yeri ve Önemi Üzerine Bir Tasnif Denemesi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C.12, Sayı:34, Mart 1996, s.331-341. Çakır, Ömer, Türk Şiirinde Çanakkale Muharebeleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2004 Banoğlu, NiyaziAhmed, Türk Basınında Çanakkale Günleri, Türk Basın Birliği Yayınları, İstanbul, 1982, s. 63-64 Danişmend, İsmail Hâmi, İzahlı Osmanlı Kronolojisi C. 4, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1972 Diriöz, Meserret, Gazel-i Hümayun ve Tahmisleri, I. Millî Türkoloji Kongresi Tebliğler (1978), Kervan Yayıncılık, İstanbul, 1980, Doğan, Enfel& Tığlı Fatih, Sultan V. MehmedReşad’ın Çanakkale Gazeli ve Bu Gazele Yazılan Tahmisler, İstanbulÜni. Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi,C. 33, İstanbul, 2005 Kocakaplan, İsa, Açıklamalı Edebi Sanatlar, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2002 Kocatürk, Vasfi Mahir, Osmanlı Padişahları, Buluş Yayınevi, Ankara, 1957 Koçu, Reşad Ekrem, Osmanlı Padişahları, Doğan Kitap, İstanbul, 2004 Kurşun, Zekeriya, “Çanakkale Muharebeleri”, Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 8, Ankara, 2003 Küçük, Cevdet, Mehmed V, Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi C.28, Ankara,2003 Sevük, İsmail Habip, Bâkî ve Yahya Kemal, Yahya Kemal İçin Yazılanlar C. II, Haz. Kazım Yetiş, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 2000 Simavi, Lütfi, Sultan MehmedReşad, Vahdettin ve Osmanlı Sarayının Son Günleri, Pegasus Yayınları, İstanbul, 2006 Türkgeldi, Ali Fuad, Görüp İşittiklerim, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2010 Uşaklıgil, Halid Ziya, Saray ve Ötesi, İnkılâp ve Aka, İstanbul, 1981 Bahadıroğlu, Yavuz, Osmanlı Padişahları Ansiklopedisi, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1986 20 Özet Çanakkale Savaşları’nın zaferle sonuçlanmasının ardından orduyu kutlamak ve takdir etmek adına Padişah V. Mehmet Reşat tarafından “Gazel-i Hümayun”adlıbirmanzumekalemealınmıştır.SultanReşatbugazelde,Müslümanların Çanakkale Savaşları’nda mücadele ettikleri iki düşmanı;İngiltere’yleFransa’nın karadan ve denizden Çanakkale Boğazı’na hücum ettiklerini fakat Allah’ın yardımı, inayeti ve Türk askerinin büyük mücadele ve mücahedesi karşısında düşman kuvvetlerinin amaçlarına ulaşamadıklarınıbelirtir. Manzumenin devamında kahramanordumuzunyenilmez azmi karşısında, payitaht İstanbul’u ele geçirmek isteyen düşmanın, bu acizliğini anlayarak ve haysiyetlerini ayaklar altına alarak kaçıp gittiğini ifade eder. En sonunda da Allah’ın Türk yurdunu sonsuza kadar güvenli bir yer kılması için dua eder. Bu manzume Harp Mecmuası’nın 11. sayısında, padişaha ait el yazısıyla yayınlanmıştır. Yayınlandığı günden itibaren dikkatleri üstüne çeken Çanakkale Gazeli, Almanya’da daneşrolunmuş, ayrıca Arapçaya tercümeedilmiştir.Bu gazel, “Dua-name-iHazret-i Padişahi” adıyla marş olarak da bestelenmiştir. Gazel halk tarafından da ilgi vesevgiyle karşılanmıştır. Manzume, “Kelâmü’l-mülûkMülûkü’l-kelâm!” (Sultanların sözü, sözlerin sultanıdır)düsturunca,Padişah V. Mehmet Reşat’a ait olması hasebiyle çok büyük ilgi görmüş ve birçok şair tarafından bu manzumeye tahmisler yazılmıştır. Bu gazel kadar, gazele yazılan tahmislerde en az gazel kadar ilgi görmüş ve üzerlerinde spekülasyonlar eksik olmamıştır. Özellikle “Gazel-i Hümayun”u Sultan Mehmet Reşat’ın yazmadığı ve harp psikolojisi gereği olarak, propaganda amacıyla farklı bir şaire yazdırılıp Sultan Mehmet Reşat adına yayınlandığı iddiası mevcuttur. Özellikle dile getirilen bir iddiada, bu gazele yazılan tahmisler içerisinde en iyisini yazan Yahya Kemal’in, “Gazel-i Hümayun”un gerçek sahibi olduğu ifade edilmektedir. Konuyla ilgili olarak yayınlanan kitap, makale ve yazılarda bu iddia tekrar tekrar dillendirilse de tarihi süreç içerisinde konu hakkında kimin ne dediği ve ne iddia ettiği açık ve net olarak ifade edilmemiştir. Bu noktadan hareketle, bu çalışma–maatteessüf- konuya son noktayı koyacak belge ve bilgiden yoksun olmakla beraber, özellikle Padişaha yakın olan kişilerin, dönemin önemli tarihçilerinin ve yazarlarının, zikrettiğimiz bu konu hakkında kimlerin ne söylediği ve ne tür deliller ortaya koyduklarını tespit etmeyi, konuya bu açıdan yeni bakış açısı kazandırmayı ve bundan sonraki çalışmalara katkı sağlamayı amaçlamaktadır. Çalışmada literatür taraması yöntemi kullanılmış olup konu ile ilgili birçok akademik ve popüler yayın incelenmiş, konuya ışık tutabilecek birçok kaynağa ulaşılmaya çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Gazel-i Hümayun, V. Mehmet Reşat, Yahya Kemal, Tahmis 21 Birinci Dünya Savaşı ve Ruslar: Türk Hikâyesinde Rus İmajı Ensar KESEBİR* Türk-Rus İlişkilerinin Tarihî Boyutu ve Toplumsal Algıda Ruslar Hüseyin Rahmi, Halit Ziya ve Sadri Ertem gibi yazarlarımızın hikâyelerinde Ruslar, genellikle “zalim” olarak tasvir edilir. Ele aldığımız hikâyelerin hemen hemen hepsinde ortak olan bu algının ortaya çıkmasında şüphesiz ki Türk toplumundaki Rus algısının etkili olduğu söylenebilir. Wellek (2013: 107) “edebiyat ifade vasıtası olarak toplumun yarattığı dili kullanan bir sosyal kurumdur” derken bu duruma işaret eder. Toplumsal yapıdaki “Rus zulmünün” resmini çizen yazarlardan Süleyman Nazif, “Rus Kimdir, Moskof Nedir” (akt. Hüseyin Tuncer, 1998: 314) adlı yazısında, milletin neredeyse her bir ferdine kan kusturan, içilmedik mübarek Türk kanı bırakmayan Rusları şöyle tasvir eder: “Tam iki buçuk asır… Evet, tam iki yüz elli sene oldu, ırk ve dinimizin bu en büyük ve en bî-aman düşmanına ölüm meydanlarında sık sık tesâdüf ediyoruz. Bugün hiçbir Türk ve Müslüman âile gösterilemez ki bir veya müteaddid evlâdını Moskof muharebelerinin birinde şehîd vermemiş olsun!Moskof ’unsulhümuğfil, sükûtu akur, müdârâsıhâin, yardımı mühyindir” (akt. Hüseyin Tuncer, 1998: 314). Türk toplumunda, bu denli keskin bir “zalim” Rus algısının oluşması, sadece Birinci Dünya Savaşı ile ilgili de değildir. 16. yüzyılın başından 20. yüzyılın başlarına kadar geçen sürede Türk-Rus ilişkilerindeki hâkim unsur, savaştır. Sander (1998: 77-88), 1665-1917 yılları arasında Çarlık Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu’nun sekiz adet büyük barış antlaşması imzaladığını ve aynı süre boyunca her otuz yılda bir savaşır durumda olduklarını ifade eder. Her otuz yılda bir Ruslarla savaşılması, Süleyman Nazif’in vurguladığı gibi Türk ve Müslüman ailelerinin hepsinden bir veya daha fazla gencin şehit olmasına neden olmuştur. Ele aldığımız hikâyelerin hemen hepsi kanlı hadiselerin yaşandığı Birinci Dünya Savaşı’nın ardından kaleme alınmıştır. Ancak, dozu ve şekli farklı olmakla birlikte, hikâyelerdeki “zalim Rus” karakterlerinin çok keskin ifadelerle tasvir edilmesinde Birinci Dünya Savaşı’nın yanı sıra çok daha eskilere de giden trajik Türk-Rus ilişkilerinin etkili olduğu söylenebilir. Neredeyse her otuz yılda bir yapılan savaşların en kanlılarından biri, Birinci Dünya Savaşı’dır. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği yıllarda Osmanlı’yı 1908 ihtilaliyle başa gelen İttihat ve Terakki Partisi yönetmekteydi. İngilizlerle ve Fransızlarla ittifak kuramayan Osmanlı, Almanlar ile müttefik olmuştur (Gürsel, 1968:158-159). Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslar *Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, [email protected]. 23 ile sadece Kafkas Cephesi’nde savaşan Türkler, hem binlerce şehit vermişler hem de toprak kaybetmişlerdir. 1914’te Enver Paşa komutasındaki 150.000 kişilik Türk ordusu, Ruslara karşı taarruza geçmiş; ancak 22 Aralık ile 19 Ocak tarihleri arasında açlık, tifüs ve kar fırtınaları nedeniyle 90.000 kayıp vermiştir. Buna karşın Ruslar, güneye sarkıp Malazgirt-Van bölgesine girmişlerdir. 1916 yılında ise Erzurum, Trabzon, Erzincan ve Muş’u alırlar. 1917 yılında Rusya’da olan ihtilal, Rusların Kafkas Cephesi’ni de sarsar ve 1917’nin aralık ayında Osmanlı ile Rusya mütareke yapar (Gürsel, 1968: 164-165). Ele aldığımız hikâyeler, bu tarihî gerçeklerin gölgesinde; başta Anadolu olmak üzere, Osmanlı şehirlerindeki Rus zulmünü ve bu zulme karşı Türk ordusunun ve sivil halkın direnişini konu edinir. Mehmet Rauf – Gözlerin Aşkı Mehmet Rauf’unGözlerin Aşkı adlı kitabına aldığı “Halil Hoca” hikâyesinde, Anadolu topraklarını işgal eden Ruslar tenkit edilir. Anlatıcı, Rusları “Memlekete tecavüz eden” (1924: 70) düşmanlar diye tanımlar. Hikâye, Rus askerlerinin Halil Hoca’nın köyünü işgal etmesini konu alır. Halil Hoca, işgal başlamadan önce, Rusların köylerine geleceklerini öğrenir. Bu durumu köylülere haber vermek, halkı harekete geçirmek ve Ruslara karşı direniş başlatmak için köylülere direniş çağrısı yapar. Fakat köyün imamı, Halil Hoca gibi düşünmemektedir. İmam, Rus ordusuna karşı direnç gösterilemeyeceğini söyler. İmam, Rusların “fena maksatlarının” olmadığını ve köylüye ilişmeyeceklerini de ekler. Ancak Halil Hoca, hakikatin farkındadır ve “memlekete tecavüz eden düşmanın fena maksadda olmadığını düşünmenin pek tuhaf” olduğunu ve “gasp edilmedik mal, tecavüz edilmedik can, mahvedilmedik namus kalmayacağını sen benden âla bilirsin” (1924: 70) diyerek imama tepki gösterir. Halil Hoca, düşmanın köyü tarumar ettikten sonra müdafaaya geçmenin imkânsız olacağını söyleyerek köylüden zaman kaybetmeden harekete geçmesini ister. Halil Hoca’nın tüm çabalarına rağmen imam, köylüyü Rusların kendilerine fenalık yapmayacağı konusunda inandırmıştır. Bir müddet sonra Ruslar, köyü işgal ederler ve minareye “Moskof bandırası” çekerler (1924: 72). İşin ilginç yanı Rus askerlerine kumandanlık eden Rus Çavuş, köydeki işlerini emirler yağdırdığı imama gördürür. Ruslar, köyü tamamen ele geçirdikten sonra köyün karşısında bulunan tepedeki bir eve, Osmanlı sancağı dikilir. Sancağı diken Halil Hoca’dan başkası değildir. Osmanlı sancağını gören Rus Çavuş, âdeta deliye döner ve imama “hepinizin birden derisini yüzdürtmek mi istiyorsunuz be herifler?” diye bağırır. İmam, titreyerek Rus Çavuş’a bu işten haberinin olmadığını söyler. Rus Çavuş, Osmanlı sancağını indirmek için üç askerden oluşan küçük bir grubu Halil Hoca’nın evine gönderir. Halil Hoca, Osmanlı sancağını almaya gelen üç Rus 24 askerini silahıyla öldürür. Askerlerinin öldüğünü gören çavuş, imama tekme atmaya başlar; onu kanlar içinde bırakır (1924: 74). İmam, “hepinizin derinizi yüzeceğim, bütün köyü yakacağım, yıkacağım köpoğlu köpekler” (1924: 74) diye bağıran çavuşun ayaklarına kapanıp yalvarır. Halil Hoca, üç Rus askerinden sonra on üç “herifi” daha “indirir”. Bu durum üzerine iyice sinirlenen Rus çavuş, “çakal suratlı” imama, askerlerini mahirce öldüren Halil Hoca’nın gerçekte kim olduğunu, yanında kaç kişinin olduğunu sorar. İmam ise, Halil Hoca’nın tek başına yaşayan bir köylü olduğunu söyler. Rus Çavuş, takviye olarak gelen askerleriyle birlikte Halil Hoca’nın evine büyük çaplı bir operasyon yapar. Halil Hoca, Rus askerlerinden on beşini eve yaklaşmadan öldürür. Düşmanın evini sardığını görünce de evini infilak ettirir. Saldırından on ikisi ağır olmak üzere toplam otuz iki Rus askeri yaralı olarak kurtulur. “Vatan ve milleti için” savaşan “kahraman” Halil Hoca, şehit olduğu zaman gerisinde elli beş kişilik düşman cesedi bırakmıştır (1924: 79). Anlatıcının hikâyede vurgulamak istediği ana tema, Türk köyünü basan Rusların köylüye yaptığı zulümlerdir. Fakat bu zulüm anlatılırken bazı dikkat çekici hususlar vardır: 1- Halil Hoca’nın cengâverliğini ortaya koymak gayesinde olan anlatıcı, biraz abartılı rakamlarla olsa da, Rusların ne kadar beceriksiz olduğunu vurgular. Anlatıcının ifadesiyle sıradan bir köylü olan Halil Hoca, pey der pey tam elli beş Rus askerini öldürmüş, otuz ikisini ise yaralamıştır. 2- Hikâyede ismi zikredilmeyen Rus Çavuş, Türk köylüsünün derisini yüzdürmek isteyen, köyü yakıp yıkan zalim biridir. Rus Çavuş’un zalimlikleri kadar dikkati çeken bir diğer husus, köylüye yalan söyleyen, Rus Çavuş’a âdeta dalkavukluk eden Türk’ün köyün imamı olmasıdır. 3- Rus Çavuş’un Halil Hoca’nın şahsında Türklere “köpoğlu köpekler” demesi, Rusların savaş halindeki Türkler hakkındaki algısına da işaret eder. Vakkasoğlu (1979: 6) Rusya’da mektep çocuklarına her sabah derse başlamadan söylettikleri nakarat içinde, “Bir çocuk nasıl anasız olmazsa, Rusya da Çanakkale’siz olamaz” ifadelerinin de olduğunu söyler. Hüseyin Rahmi Gürpınar – Katil Bûse Ele aldığımız hikâyelerde doğrudan cephedeki Rus zulmünü anlatmayan; ancak “gavur” Rusların, savaş sonrasında İstanbul’da yaptıkları murdarlıklarından, tiksinilecek durumlarından bahseden hikâyeler de vardır. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, Katil Bûse adlı kitabındaki “İstanbul’un Esirliği Günlerinden Bir Anı” hikâyesi bu hikâyelerden biridir. İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından işgal edilişinin ardından, işgalci İngilizler ve İtalyanların haricinde şehre oluk oluk Rus akını başlar. Bu göç öylesine yoğun bir şekilde olmaktadır ki her eve “kadın, erkek beş altı kirli Beyaz Rus tıkıştır[ılmaya]”(1971: 67) başlanır. Vapurlar, İstanbul’a âdeta hayvan ıskar25 çası kalabalığında olan pek çok Rus taşımaktadır. İstanbul’daki Türk ahalisi ise, bu durumdan ciddi bir şekilde rahatsız olmaya başlamıştır. Evlerine zorla konan bu “murdar” Ruslardan rahatsızlık duyan hatta tiksinen mahalleli, kendi arasında şöyle konuşur: “–A, duymadınız mı? Hacı Muhittin’in yedi odalı evine yirmi sekiz erkek Rus koymuşlar. Dizlerine kadar meşin çizmeli dört metre uzaktan kızgın teke gibi kokan murdar herifler…” (1971: 67). Müslüman Türk ahalisine, Rusların temizlik anlayışı çok farklı gelir. Ruslar, dışkılarını yaptıkları gaz tenekelerini aşağıdan gelip geçen var mı diye bakmadan dışarı fırlatırlar. Hikâyelerinde sık sık mizahtan yararlanan Hüseyin Rahmi, bu dışkı fırlatma olayını traji-komik bir şekilde hikâyesinde işler. Rusların dışarıya attıkları içi dışkı dolu tenekelerinden biri, bir gün o sırada aşağından geçmekte olan Yaşar Hanım’ın tam başına isabet eder. Bu duruma sinirlenen Yaşar Hanım şöyle söylenir: “Ah, keşke yaşamaz olaydım. Talihsiz başıma bu da geldi. Ruslar başıma sıçtılar. Bir gaz tenekesi pisliği başımdan aşağı giydim. Ah, ne terbiyesiz, ne patavatsız insanlar, murdarlıklarını gülsuyu serper gibi âlemin üzerine döküveriyorlar. Evin içinde su yok, sabun yok, ne yapayım şimdi? Gidip kendimi Değirmenburnu’ndan denize mi atayım? Gâvur pisliği bu, yedi deryanın suyu temizlemez…” (Vurgulamalar bana ait, E.K.) (1971: 67). “Gavur pisliği” saçan Rusların suçları sadece traji-komik de değildir. İstanbul’u istila eden Ruslar, Heybeliada’daki evleri de basarlar. Rusların Fransızlarla beraber bastıkları evlerden biri, Türk deniz subaylarından birinin evidir. Ruslar, evi bastıkları zaman, subay evde değildir. Evde subayın hanımı ve validesi vardır. Subayın hamile olan eşi, evine zorla girmek isteyen yabancılara, erkeğinin evinde olmadığını söyler ve kapıyı açmaz. Kadının kapıyı açmamasına karşın, Rus askeri gururlu ve kibirli bir şekilde, “mutlaka açacaksınız… Bugün eski kanunlardan hiçbirinin hükmü geçmez. Bu evin sahibi olarak sizin bize kapıyı kapamanız gülünçtür. Bugün sahiplik hakkı yoktur” (1971: 70) der ve zorla eve girer. Silahsız, savunmasız hatta hamile olan kadınlara bile zulmedilmesi, anlatıcının hikâyede vermek istediği mesajı net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ruslar, değil Türk erkeklerine masum Türk kadınlarına bile zulmeden zorba, zalim bir millettir. Hüseyin Rahmi’nin yine aynı kitabında, Birinci Dünya Savaşı’yla ilgili kaleme aldığı bir diğer hikâye, “Kanlı Eldiven” adını taşır. Anlatıcı, hikâyenin girişine şöyle bir not düşer: “Bütün memleket savaş haberiyle her saat kahramanlık titremeleri geçirirken, Rasime Hanım’ın yüreği yurtsever duygulara katılmış bir de şiddetli sevda ile inliyor, çırpınıyordu” (1971: 44). Savaş devam ederken eve bir gün kanlı bir eldiven gelir. Mektubun yanına iliştirilen kanlı eldiven, Rasime’nin sevgilisi Hüsnü’ye ördüğü eldivendir. Mektupta, Hüsnü’nün şehadet mertebesine yükseldiği yazmaktaydı. Yavuklusunun şehit haberini aldıktan sonra Hüsnü’nün kanlı eldivenini bağrına 26 basan Rasime, “Moskof zalimine” şöyle beddua eder: “Moskof zalimini pırasa gibi doğrasınlar. Ah, o ne haindir. Kardeş, düşününüz içimizde ecdadından Moskof muharebesinde hiç şehit düşmemiş olanımız var mı? İki gözüm, Allah’ım kimseciğin ahını kimsede bırakmaz…” (Vurgulamalar bana ait, E.K.) (1971: 47). Hüseyin Rahmi’nin Moskof zulmünü anlatan satırları, Süleyman Nazif’in “Rus Kimdir, Moskof Nedir” adlı yazısına benzemektedir. Süleyman Nazif de, yavukluları ayıran, hemen hemen tüm ocaklara ateş düşüren Moskof zulmüne şöyle işaret eder: “Tam iki buçuk asır… Evet, tam iki yüz elli sene oldu, ırk ve dinimizin bu en büyük ve en bî-aman düşmanına ölüm meydanlarında sık sık tesâdüf ediyoruz. Bugün hiçbir Türk ve Müslüman âile gösterilemez ki bir veya müteaddid evlâdını Moskof muharebelerinin birinde şehîd vermemiş olsun!” (akt. Hüseyin Tuncer, 1998: 314). Süleyman Nazif’e göre,“Moskof ’unsulhümuğfil, sükûtu akur, müdârâsıhâin, yardımı mühyindir” (akt. Hüseyin Tuncer, 1998: 314). İki yüz elli senedir Türk milletini inim inim inleten, kin körükleyen, ülkenin doğusunda ve kuzeyinde içilmedik mübarek Türk kanı bırakmayanMoskof zaliminin barışı bile aldatıcıdır. Sadri Ertem – Bacayı İndir Bacayı Kaldır Birinci Dünya Savaşı’nı hikâyesine konu edinen yazarlardan bir diğeri Sadri Ertem’dir. Sadri Ertem’in Bacayı İndir Bacayı Kaldır adlı kitabına aldığı “Dümdar Muharebeleri” hikâyesinde, 1916 yılında Türkler ile Ruslar arasında cereyan eden savaş konu edinilir. Hikâyenin baş kahramanı olan anlatıcı, Galiçya’da bizzat savaşında içindedir. Galiçya’da Ruslara karşı savaşan anlatıcı, komutanından düşmana yakın olan mevzilere gitmesi yönünde emir alır. Anlatıcı, piyadelerini de alarak Dümdar Alayı’ndan ayrılır. Alaydan ayrılmasından bir müddet sonra Ruslar, alayı yerle bir ederler. Bu durumdan önceleri haberi olmayan anlatıcı, alayına geri döndüğünde korkunç manzara ile karşılaşır. Alaydaki silah arkadaşlarının hepsi şehit olmuştur. İşin ilginç yanı Türklerle beraber savaşa giren, müttefik Avusturya ordusundan hiçbir yardım gelmez. Anlatıcı ve beraberindeki birkaç Türk piyadesi Avrupa’nın orta yerinde yapayalnız kalmışlardır. “Düşman” Moskoflar, âdeta bir avuç olan anlatıcı ve arkadaşlarına ani bir saldırı daha yapar(1933: 130). Savaş alanındaki fecaat, esas sabah vakti ortaya çıkar. Günün ağarması ile birlikte meydandaki ölülerin neredeyse adım başı olduğu görülür(1933: 132). Hikâyede dikkat çekici olan husus, anlatıcının savaşı, neredeyse bütün ayrıntılarına kadar anlatmasıdır. Türk ordusu, Avusturya ordusu, taarruz vakti, siperler… Detaylara varıncaya kadar tasvir edilir. Sadri Ertem’in bizzat Birinci Dünya Savaşı’na katılması, savaşı ayrıntılarına kadar anlatmasına olanak sağlamıştır. Tahir Alangu, Sadri Ertem’in yedek subay olarak Birinci Dünya Savaşı’na katıldığını ve “Dümdar Muharebeleri” hikâyesinin de içinde yer 27 aldığı Bacayı İndir Bacayı Kaldır kitabını oluştururken hâtıralarından faydalandığını söyler (Alangu, 1959: 68). Dolayısıyla Sadri Ertem’i diğer hikâyecilerden farkı kılan, savaşın vahşetengiz, korkunç manzaralarına bizzat şahit olması ve hikâyelerinde savaşın öldürücü yüzünü mahirce işlemesidir. Refik Halit – Gurbet Hikâyeleri Hikâyesinde Rus işgalini konu edinen bir diğer isim, Refik Halit Karay’dır. Karay, Gurbet Hikâyeleri adlı kitabındaki “Bir Müslüman, Bir Protestan ve Bir Katolik Teslisi” hikâyesinde Sinop’u anlatır. Hikâyede, “düşman”, işgalci Ruslardır. Hikâyedeki dikkat çekici husus, Refik Halit’in üslûbudur. Karay, savaş gibi kanlı bir hâdiseyi anlatırken bile mizahtan faydalanır. Karay, Rus donanmasını anlatırken ilginç ifadeler kullanır: Rusların Sinop limanına yanaştırdıkları gemiler, “çirkin, korkunç hayvanların zarif ve sevimli, insana okşama ihtiyacı” (1940: 94) veren yavrularına benzer. Karay’a göre Rus gemileri körfezde, “birer süs ve birer oyuncak” gibi durmaktadırlar. “İnsanın içinden gemilere binmek, gezmek, düdüğünü çekmek, projektörünü çevirmek, topunu torpilini kurcalamak, hülâsa çocukçasına eğlenmek arzusu” (1940: 94) gelmektedir. Karay, hikâyede bir taraftan Rusların yaptıkları zulümleri (Türklerin bütün takalarını nasıl batırdığını, Türklerin ekonomik hayatının can damarını kestiğini) ifade ederken diğer taraftan mizah yapmayı da unutmaz. Savaş sürerken şehirdeki Rum’ların da “ödü kopmaktadır” (1940: 97). Rumlar evlerine Meryem Ana’nın yanı sıra Rus Çarı’nın ve Çariçesi’nin resimlerini de asmışlardır. Savaşı bir kenara bırakan Karay, mizahî bir dille tablo eleştirisine başlar. Sultan Beşinci Reşat’ı Alman İmparatoru Kayzer ve Avusturya İmparatoru FransuaJozef ile beraber aynı resminde gösteren bir tabloda, intak sanatı yaparak resimdeki Beşinci Reşat’ı konuşturmaya başlar. Kendi resmini gören “cihadı ekber padişah”, “iki müteassıp imparator arasında, birinin dik bıyıklarına, öbürünün düşük favorilerine şaşmış, ‘lâhavle’ çekiyor” gibi görünerek şöyle mırıldanır: “Bu bıçkın Protestan ile süngüsü düşük Katolik krallar arasında benim işim ne? Hâşâ sümme hâşâ, bu münasebetsiz ‘teslis’e beni niye soktular? ” (Vurgulamalar bana ait, E.K.) (1940: 98). Karay’ın hikâyedeki üslubu Hüseyin Rahmi’yi andırır. Hüseyin Rahmi’nin Kâtil Bûse kitabındaki “Halkın Saflığı” hikâyesi de “büyük harp” esnasında yazılmıştır (1971: 55). “Halkın Saflığı”nda da, tıpkı Karay’ın “Bir Müslüman, Bir Protestan ve Bir Katolik Teslisi”nde olduğu gibi “düşman” ile mücadele sürerken okuyucunun nazarı savaş esnasında meydana gelen “mizahî” olaylara yöneltilir. Hüseyin Rahmi, Porkiyon ve Pilefer karakterleri ile okuyucuyu tebessüm ettirirken Refik Halit, ödleri kopan “Rum ahali” ve kendisini Alman ve Avusturya İmparatorlarının resimleri arasında bulan Sultan Mehmet Reşat resmiyle güldürür. 28 Karay’ın Gurbet Hikâyeleri kitabındaki “Yerinde Olmayan Bir Dua” hikâyesinde de, savaş ve mizah birlikte anlatılır. Anlatıcı hikâyenin başında, Rus donanması ile Türk filosunun “deniz muharebesini, heyecanla” seyrettiğini söyler (1940:109). Anlatıcı, Rus gemilerinden “denizi yara yara” kaçan Türk gemilerini anlatırken aklına birden bir türkü gelir. “Yavuz geliyor, Yavuz / Denizi yara yara! Kız seni alacağım, Başına vura vura!” (1940: 109). Anlatıcı, burada savaşı bırakır ve türküyle bağlantılı olarak Anadolu’daki âdetlerden, gelin-damat hikâyelerinden, geleneğe göre başlarına vurulan kızların yararlı mı yoksa yararsız mı olacağından söz eder. Anadolu’daki bu âdetten tekrar savaşa dönen anlatıcı, Türk filosunun başına vurulan kızın eşinden kaçmasına benzetir. Kaçmakta olan Türk filosunun başına vuran ise, Rus donanmasıdır (1940: 110). Fakat Rus donanması, acımasız bir şekilde vurmakta; “köpek” (1940: 110) gibi saldırmaktadır (1940: 110). Anlatıcı, hikâyenin sonunu komik bir hâdise ile bitirir. Türk ahalisi,Rus gemileriyle Türk filosu arasındaki deniz muharebesini endişeli, tedirgin bir şekilde değil; heyecanlı hatta coşkulu bir şekilde sahilden seyretmektedir. Çünkü Türkler, Türklere ait Hamidiye’yi düşman zırhlısı; Hamidiye’yi yakalamak için saldıran Rus donanmasını ise, Türk gemileri zannetmektedirler. Sahildeki Türkler öylesine coşmuştur ki,“millî hissin verdiği bir kuvvetlik iştihası ve zevkile (…) Yetiş, batır! Ha aslanlar ha! Ha babayiğitler ha! Görelim sizi, aman kaçırmayın!” (1940: 111) diye bağırmaktadırlar. Anlatıcı, “bereket versin ki” halkın “bu ters, münasebetsiz temennilerini ve dualarını” Allah, ahalinin cehaletine verdi de Türk Hamidiye’sini bağışladı diyerek hikâyeyitamamlar. Kenan Hulusi Koray – Bir Otelde 7 Kişi Kenan Hulusi Koray, Bir Otelde 7 Kişi adlı kitabına aldığı “Gece Servisi” hikâyesinde, Polonyalı kadın Vanda’yı anlatır. Savaş mağduru olan Vanda ile hikâyenin başkahramanı konumunda olan anlatıcı, bir pastanede tanışırlar. Pastanede servis hizmetlerine bakan Vanda, Türkiye’ye gelen diğer Polonyalı kadınlar gibi değildir. Anlatıcı, hikâyenin başında Türkiye’deki pastanelerin birçoğunda Rus ve Polonyalı kadınların çalıştığını ve bunların Türkiye’ye “plaj modası” ve “eroin kullanmayı” taşıdıklarını ifade eder. Fakat anlatıcının mağdur ve mazlum bir konumda tasvir ettiğiVanda, böyle biri değildir. Türkiye’ye gelmeden Ukrayna’da yaşayan Vanda, Rusların ülkelerine saldırması sonucu, Türkiye’ye gelir. “Fena adam” olan Kızıllar, Vanda’nın köyünü yağmalar. Ruslar, bir gün aniden Vanda’nın ailesinin çiftliklerini basar ve çiftliği tar u mar ederler (1940: 131). Vanda’yı ve ailesini mağdur eden sadece Ruslar da değildir. Rusların yanı sıra, Almanlar da Polonya’ya saldırır. Alman orduları Polonya’ya girince, anlatıcı, Vanda’yı şöyle teselli etmeye çalışır: “Ziyanı yok diyorum Vanda! Bütün yukarı vilayetleriniz hazır duruyor. 29 Garpta mağlup olsanız bile cenuba ve şarka çekileceksiniz! Orada Ruslarla dövüştüğünüz gibi dövüşeceksiniz! Her şey düzelecek Vanda!” (1940: 133). Vanda, gün geçtikçe daha kötüye gitmektedir. Bu durumdan çok müteessir olan anlatıcı, “Vanda’dan ve onun hürriyetinden başka hiçbir şeyde gözüm yok” (1940: 135) diyerek Vanda’ya olan “insanî” bakış açısını ortaya koyar. Alman orduları Polanya’yı işgal ederler ve hikâye Vanda’nın inleyişleri ile biter. Sadri Ertem’in Mehmet Rauf’un vd. hikâyelerinde tenkit edilen Ruslar, Türklere karşı savaşmaktaydı. Fakat Kenan Hulusi, bir Polonyalı kadın üzerinden Rus zulmüne işaret eder. Vehbi Vakkasoğlu, Rusların daha doğrusu onun ifadesiyle “kör moskofun” düşmanının sadece Türkler olmadığını söyler. Kör Moskof, “sadece bizim ezeli düşmanımız olarak değil, bütün bir Hür Dünya’nın baş belası olarak ortadadır” (1979: 6). Kenan Hulusi’nin Polonyalı kız Vanda’yı masum ve mağdur konumda resmetmek istediği aşikârdır. Vanda’nın ahlâksız Polonyalı kadınlardan farklı olması, çalışmak zorunda bırakılması ve ülkesinin işgal edilmesi sonucu vatansız kalması onu mağdur bir karakterde çizmek için yeterli sebeplerdir. Ancak burada konumuz açısından dikkat çekici olan Vanda’nın tüm mağduriyetlerine sebep olanların Ruslar olmasıdır. Hikâye bittiği zaman, okuyucunun zihnindeki Rus algısı aşağı yukarı aynıdır: Yağmacı ve işgalci Ruslar. Hikâyede dikkat çeken bir ayrıntı ise, anlatıcının hikâyenin başında Rus kadınları için söyledikleridir. Anlatıcı, Türkiye’deki pastanelerin pek çoğunda Rus kadınların çalıştığını ve bunların Türkiye’ye “plaj modası” ve “eroin kullanmayı” getirdiklerini ifade eder(1940: 131). Hikâyeden yola çıkarak şöyle bir sonuca varılabilir: Rusların erkekleri yağmacı ve işgalci, kadınları ise Türkiye’ye eroin kullanmayı getiren; memleketi ahlakî erozyona uğratan olumsuz tipler. Halit Ziya – İhtiyar Dost Kimi hikâyecilerimizin Rusları tenkit edişi hemen hemen benzerdir. Ruslar, Türklere ya da başka bir millete saldırması sonucu eleştirilir. Savaşın trajik yönü anlatılır; zalim ve yağmacı olan Rusların zulümlerinden bahsedilir hatta kimi hikâyelerde Ruslara beddua da edilir. Rus zulmünün tenkit edilmesi kimi hikâyecilerimizce benzerlik gösterse de Rusların nasıl tenkit edildiği konusunda bazı farklılıklar vardır. Halit Ziya Uşaklıgil, Rusları tenkit ederken tekerlek izinden ayrılan farklı bir metot geliştiren yazarlarımızdan biridir.Halit Ziya, İhtiyar Dost (1937) kitabına aldığı “Bir Bahçe Dersi” hikâyesinde, Rusları eleştirirken sadece bir metafor kullanır: Çiçek. Hikâye içerisinde hiçbir yerde Rusların ismi geçmez; ancak hikâyede tenkit edilenin Ruslar olduğunu Halit Ziya’nın hikâyenin girişine yazılan şu cümlelerden anlamak mümkündür: “Bir vakitler, hatta meşrutiyet senelerinde bile, 30 Türklüğün iç hayatına dışarıdan, ezcümle Çarlık Rusya’sından müdahale elleri uzanır ve yeniden hayat bulmaya hizmet edecek ne tasavvur olsa o henüz teşebbüs haline gelmeden akamete uğratılırdı. Bundan için için kuduran ihtiyar dost, mutat olan teşbih ve hayal usulüne müraacat ederek dert anlatıyor. Sözlerinin asıl manası o zamanın yabancı müdahaleleri tahattur edilirse izah edilmiş olur” (Vurgulamalar bana ait, E.K.) (2008: 107). Hikâye, anlatıcı ile anlatıcının “İhtiyar Dost” adını verdiği kişi arasında geçer. Bir mayıs günü İhtiyar Dost ile anlatıcı,İhtiyar Dost’un bahçesinde gezmektedirler. İhtiyar Dost ile anlatıcı bir taraftan yürüyüş yaparken İhtiyar Dost, anlatıcıya bahçesini nasıl yaptığını anlatmaya başlar. “Bahçeyi yaparken en az masrafla en ziyada lezâiz yekûnu temin etmek maksadını takip” ettiğini söyler. İhtiyar Dost, bahçesini anlatırken siyasî mesajlar da verir: “En fakirane vesaitle memlekete en müsmir menafi teminine çalışan bir hükümet nasıl yaparsa…” (2008: 109-110). İhtiyar Dost ile anlatıcı, tam güzel bir çiçeğin yanına geldiği zaman, siyasî mesaj yüklü bir benzetme daha yapar: “Görüyor musunuz? Bu güzel çiçeği ta buraya ayrık otlarının içine diktim. İkisinin arasında, tahtelarz hafi bir cihan içinde kökleriyle bir mücadele var. Kim kime galebe edecek? Hiç zannetmiyorum ki stare, ayrığı tamamıyla öldürebilsin; fakat beraber yaşayacaklar mı?” (2008: 113). Esasında güzel çiçek ile ayrık otunun savaşı, mücadelesi, Türkler ile Rusların arasındaki mücadeledir. Güzel çiçeğin hayat bulmasına mani olan ayrık otu, Halit Ziya’nın hikâyenin girişinde de belirttiği gibi “Türklüğün iç hayatına el uzatan” Çarlık Rusya’sıdır. Neticede, hikâyede dikkati çeken husus, Halit Ziya’nın üslubudur. Halit Ziya, Peyami Safa gibi “hain”, “kafir”; Hüseyin Rahmi gibi “Moskof Zalimi” ve “Gavur” gibi sıfatlar kullanmadan sadece bir çiçek metaforu üzerinden Rusları tenkit eder. Sonuç İnsanların savaş hakkındaki genel mülahazaları aşağı yukarı aynıdır. Herhangi bir şeyi paylaşamayan toplumlar, devletler birbirlerini yok etmek üzere mücadele ederler. Belli bir uzaklıktan bakıldığında Birinci Dünya Savaşı için de benzer ifadeler söylenebilir. Ancak meseleye biraz daha yakından bakınca her savaşın farklı olduğu anlaşılır. Birinci Dünya Savaşı, arkasında bıraktığı yaklaşık 8.5 milyon ölü, 21 milyon yaralı ve 8 milyona yakın kayıp veya esir ile dünya tarihinde savaşın kanlı yüzünü gösteren en önemli vakalardan biri olarak yerini almıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda Türklerin Kafkas Cephesi’nde savaştığı Ruslar, yaptığı kanlı işgallerle Türk vatanındaki birçok ocağa şehit haberi gelmesine neden olmuştur. Çalışmamızda ele aldığımız hikâyeler, bu kanlı tarihî konu alır. Ele aldığımız kimi hikâyeler, tarihî hadiselerle birebir örtüşen realist hikâyelerdir. Şüphesiz ki bu durumda, Sadri Ertem örneğinde gördüğümüz gibi, hikâyecilerimizin savaşı bizzat yaşamış 31 ya da savaş atmosferine şahitlik etmiş olmaları da etkendir. Hikâyelerin geneline bakıldığında ise, ortaya çıkan Rus algısı hemen hemen aynıdır: Zalim Ruslar Anadolu topraklarını işgal etmiş, Anadolu insanına zorbalık yapmaktadırlar. Ruslar için hikâyelerde kullanılan sıfatlardan bazıları şöyledir: Zalim, zorba, kafir, din düşmanı, hain, gavur pisliği, ezeli düşman, baş belası, köpek, köpoğlu köpek, ırz ve namus düşmanı, Moskof zalimi. Süleyman Nazif, Rusların Türklerin ırklarının ve dinlerinin en büyük acımasız düşmanı olduğunu ifade eder (akt. Hüseyin Tuncer, 1998: 314). Dikkat çekici hususlardan biri, “ezeli düşman olarak” görülen Moskoflar, sadece bize saldırdıklarından dolayı değil, başka milletlere de saldıran zorba, işgalci ve zalim bir millet oldukları için de hikâyecilerimiz tarafından eleştirilmiştir. Son olarak, dikkat çekici hususlardan bir diğeri de Rusların erkekleri gibi kadınlarının da olumsuz kahramanlar olmasıdır. “Memlekete tecavüz eden, tecavüz edilmedik can bırakmayan” (Mehmet Rauf, 1924: 70) Ruslar, sadece cana ve mala zarar vermekle kalmaz; aynı zamanda kadınları vasıtasıyla Türk toplumunu ahlakî yönden de zayıflatır. Rus kadınları ülkemize plaj modası ve eroin kullanma alışkanlığı (Gürpınar, 1940: 131) getirmişlerdir. Dolayısıyla Ruslar, topraklarımızın yanı sıra ahlakî yapımıza da savaş açmışlardır. Kaynakça ALANGU, Tahir (1959). Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman 1 (1919-1930), İstanbul Matbaası, İstanbul. ERTEM, Sadri (1933). Bacayı İndir Bacayı Kaldır, İstiklâl Lisesi Talebe Kooperatifi Neşriyatı, İstanbul. GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi (1971). Katil Bûse (Öldüren Öpücük), Özaydın Matbaası, İstanbul. GÜRSEL, Haluk F. (1968). Tarih Boyunca Türk-Rus İlişkileri, Ak Yayınları, İstanbul. KARAY, Refik Halit (1940). Gurbet Hikâyeleri, Semih Lütfi Kitabevi, İstanbul. KORAY, Kenan Hulusi (1940). Bir Otelde 7 Kişi, Vakit Matbaası, İstanbul. Mehmet Rauf (1924). Gözlerin Aşkı, Amedi Matbaası, İstanbul. SANDER, Oral (1998). Türkiye’nin Dış Politikası, İmge Yayınları, Ankara. TUNCER, Hüseyin (1998). Servet-i Fünun Edebiyatı, Akademi Kitabevi, 3. Baskı, İzmir. UŞAKLIGİL, Halit Ziya (2008). İhtiyar Dost, Özgür Yayınları, İstanbul. VAKKASOĞLU, A. Vehbi (1979). Moskof Mücadelemiz, Yeni Asya Yayınları, İstanbul. WELLEK, René; WARREN,Austin (2013). Edebiyat Teorisi, Dergâh Yayınları, 2. Baskı, İstanbul. Özet Toplumu yansıtan, toplumsal olaylara ışık tutan; Wellek’in deyimiyle toplumun oluşturduğu dille hayatı canlandıran edebiyat, Türk toplu32 munun belleğinde kanlı hâtıralar bırakan Birinci Dünya Savaşı’na kayıtsız kalmamıştır. Çalışmada, Erken Cumhuriyet Dönemi olarak adlandırılan 1923-1950 yılları arasında kaleme alınan Türk hikâyelerindeki Rus imajı irdelendi. Refik Halit Karay, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Mehmet Rauf, Halit Ziya, Sadri Ertem ve Kenan Hulusi Koray’ın hikâyelerinde ortaya çıkan Rus imajı aşağı yukarı aynıdır: Saldırgan, zalim ve düşman. Çalışmadan elde ettiğimiz bulgulardan biri, “Moskof Zalimi” olarak adlandırılan Rusların Birinci Dünya Savaşı’nda sadece Türklere karşı değil; Polonyalılara ve Rumlara karşı da saldıran, işgalci bir millet olduğudur. Ruslar, Kenan Hulusi Koray’ın Bir Otelde 7 Kişi adlı kitabındaki “Gece Servisi” hikâyesinde Polonyalılara saldırır. Refik Halit Karay’ın Gurbet Hikâyeleri adlı kitabındaki “Erkete ve Öreka” hikâyesinde ise Ruslar, Türklerle beraber Rumlara da hücum eder. Çalışmada ortaya çıkan bir diğer bulgu ise, Türk hikâyecilerinin Birinci Dünya Savaşı’nda Rusların yaptıkları zulümleri anlatırken farklı yöntemleri tercih etmiş olmalarıdır. Örneğin, hikâyesinin girişine “Birinci Cihan Harbi” sırasında yazılmıştır notunu düşen Hüseyin Rahmi Gürpınar, Rusların İstanbul’da yaptıkları zorbalıkları çok sert ifadelerle “milliyetçi” bir dille eleştirir. Fakat Halit Ziya, aynı Rusları daha naif bir şekilde, bir çiçek metaforu üzerinden tenkit eder. Neticede Erken Cumhuriyet Dönemi hikâyesindeki Rus imajı ortaktır. Süleyman Nazif, “Moskof zaliminin” ülkenin doğusunda ve kuzeyinde içilmedik mübarek Türk kanı bırakmadığını söyler. Rusların “moskof zalimi” olarak nitelendirilmesinde ve ele aldığımız hikâyelerin hepsinde olumsuz olarak tasvir edilmesinde şüphesiz ki Birinci Dünya Savaşı’nın taze hâtıraları etkilidir. Anahtar Kelimeler: Birinci Dünya Savaşı, Ruslar, Milliyetçilik, Türk Hikâyesi. Abstract Great War and Russians: Russian Image in Turkish Story Society, reflecting the social events that bring light to; as Wellek’ssaid that the language of the society create literature that portrays the life of Turkish society are left in memory recollection of the bloody First World War was not remain indifferent. In this article, called the Early Republic Period written between years 1923-1950 the Russian image in Turkish story were questioned.Refik Halit Karay, HüseyinRahmiGürpınar, Mehmet Rauf, HalitZiya, Sadri Ertem and KenanHulusiKoray’s story is roughly the same in the emerging Russian image: İnvader, cruel and enemy. One of our findings from the study, “Muscovite cruel referred to as” the Russians not only against the Turks in the First World War; Poles and Greeks against attacking, is that an occupying nation. “GeceServisi” is the story of a Polish attack. Refik 33 Halit Karay story from the book of the GurbetHikâyeleri “Erkete ve Öreka” in the story the Russians, the Turks and the Greeks invade together. Another finding that emerged in this study, however, the Russians did in the First World War the Turkish storyteller recounting the atrocities have different methods are preferred. For example, the story of the entrance of the “First World War” was written during the falling notes Hüseyin Rahmi Gürpınar, the Russians did in Istanbul bullying very harsh expressions “nationalist” will criticize a language. But HalitZiya, the same way the Russians more naive, out of a flower metaphor will criticize. Consequently, Early Republic Period story is common in the Russian image. SüleymanNazif, “MoskofZalimi” of the east and north of the country say that smoking did not leave Turkish blood is blessed. Russians “MoskofZalimi(Cruel Russian)” and have dealt with in the story described as negative in all of the doubt in describing the fresh memories of the First World War are effective. Keywords:GreatWar, Russians, Nationalism, TurkishStory. 34 Felaket Çağında Savaş Köprüsünden Geçen Yeni Beşeriyet: Celal Nuri’nin Kaleminden Birinci Dünya Savaşı ve Türkiye Necmi UYANIK* Giriş Celâl Nuri, 15 Ağustos 1882’de (H. Gurre-i şevval 1299) Gelibolu’da doğmuş1, ve 1938’de hayata gözlerini yumarken2, (50 civarı kitabı ve 2200 makale ve köşe yazısıyla) Türk düşünce tarihinin önemli Batıcı aydınlarından biri olarak tanınmıştır3. XX. yüzyılın ilk çeyreğini felaket çağı olarak nitelendiren Celâl Nuri, çağdaşlaşma olgusuyla birlikte daha Balkan Savaşları sonucunda, 1914’te Batı’nın sömürgecilik eksenindeki işgalci savaş senaryoları karşısında, bu medeniyetin vahşi boyutunu sorgulamıştır. İctihad dergisi içerisinde, Abdullah Cevdet’in “Batı’nın her şeyini alalım” tezine karşılık, Celal Nuri’nin “sadece teknik” yönünü alalım tartışması ayrılıkla sonuçlanmıştır. T. Zafer Tunaya’nın ifadeleriyle Celâl Nuri, Batı medeniyetinin alınması konusunda “telifçi”, Abdullah Cevdet “gülüyle dikeniyle” alalım taraftarı, Kılıçzade Hakkı’nın da bu ayrımdan daha çok medenîleşme yolunda dinin bir gaye değil, vasıta olduğu fikrini savunan bir yerde durduğu görülecektir4. Bundan dolayı Celal Nuri, İctihad’dan ayrılarak, Hürriyet-i Fikriye mecmuasını çıkarmıştır. Celâl Nuri’nin 1918’deki şu tespitleri ise konumuzun akışı açısından önem taşımaktadır: Anadolu’daki beylikler dönemi gibi, Avrupa’nın birçok coğrafyasında bölünmeler olacaktır. “Düvel-i merkeziye” Avrupa kıtasına hâkim bir konumdadır. Devletlerin eski muvazeneleri bozulmaktadır. Yeni siyasette, İngiltere, Almanya, Avusturya, daha batıda Amerika, Pasifikte Japonya gibi devletler “emperyalist-kolonyalist” plânlarını gerçekleştirme peşindedirler5. Cihan Harbi, ne Osmanlı-Rus savaşına, ne de Fransız inkılâDoç. Dr., Selçuk Üniversitesi, [email protected]. TBMM Azayı Kiramına Mahsus Muhtasar Tercüme-i Hâl Varakası, TBMM Arşivi ,Celâl Nuri’ye ait 180 numaralı dosya; Haydar Kemal (Celâl Nuri’nin müstear ismi), Tarih-i İstikbâl Münasebetiyle Celâl Nuri Bey, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi, İstanbul H. 1331/1913, s. 8 ; Giridî Ahmed Sâkî, Celâl Nuri Bey ve Cezrî Fikirleri,Dersaadet 1338-1335/ 1919, s. 4, ayrıca burada Celâl Nuri’nin asıl isminin Mehmed Celâleddin olduğu, babasına bağlılığından dolayı Nuri mahlasının ilâve edildiği belirtilir; TMMM Albümü 1920-1991, Ankara 1994, s. 20. * 1 2 (İmzasız), “Acıklı Bir Ölüm”, Cumhuriyet, No. 4201, 3 İ.Teşrin 1938, s. 1. Detaylı bilgi için bk. Necmi Uyanık, Siyasi Düşünce Tarihimizde Batıcı Bir Aydın Olarak Celal Nuri (İleri), (Selçuk Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi-Konya 2003). 3 Tarık Z. TUNAYA, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, 2 bsk., Arba Yay., İstanbul 1996, s. 178-180; Tunaya başka bir çalışmasında Celâl Nuri’yi, “İslâmcı garpçı” sınıfına sokar. bk., İslâmcılık Cereyanı, Baha Matbaası, İstanbul 1962, s. 76. 4 5 Celâl Nuri, “Cihangîr”, Âti, No. 49, 18 Şubat 1334/1918, s. 2. 35 bına benzemektedir. Bu savaş, “bir köprüdür, bundan sonra bir beşeriyet-i cedide doğacaktır”. Şimdi çekilen ağrılar, yeni bir devrin habercisidir. Bir devir kapanırken, yeni bir devir açılmaktadır. Ancak, ortada bir Sırat Köprüsü bulunmaktadır. Oluşan bu yeni iktisadî şartlar altında bu köprüden nasıl geçilecektir?6. İşte bu sorular içerisinde, beşeriyet savaş köprüsünden geçerken Türkiye’nin değişen dünya şartları içindeki yeri, bir Osmanlı aydını olan Celal Nuri’nin gözüyle nasıl değerlendirilmiştir? Aslında bu problemin merkez noktasını “savaş ve medeniyet” ilişkisi oluşturmaktadır. Ve 1914 Ocak ayında İctihad’da, “Müslümanlar, Türkler, Kalkınız Geciktiniz” diyen bir ses, Batı’nın birçok açıdan üstün olduğuna dikkat çekerken, İstanbul’un “koyu bir cahillik” içinde yüzdüğü konusuna vurguda bulunacaktır. Balkan Savaşları’nın yarattığı üzüntü ve emperyalist Avrupa politikasına karşı, 22 Ocak 1914 tarihinde İctihad’da yayınlanan “Şime-i Husûmet” başlıklı makalesinde, “Türk ve Müslüman milletine, Türk ve Müslümanların vatanlarına, Âl-i Osmân’ın taht-ı tabiiyetinden çıkıbgiryân olan eczâyı vatana karşı, beslenilen muhabbetten büyük bir aşk tasavvur ve tahayyül edemem” diyen Celâl Nuri, bu sevdayla beraber artan bir düşmanlık fikrini fazilet olarak görecektir. Ona göre; “husûmetbülend ve ulvî bir haslettir. Düşmana düşman olmak ifzâl-i secâyâ, ihsân-ı mezâyâ, ekmel-i vezâif, akdes-i ferâiz-i İslâmiye, akdem-i hukukdur.” Düşmana karşı kalbinde bir husumet beslemeyen millet, esârete adaylığını koymuş demektir. Kendileriyle rabıta kurulmaya çalışılan kimseler, milletlerüstü bir kardeşlik nazariyesini hor görerek, “her gün crimelesehumanité-beşere suikasd ediyorlarsa”, onlarla dost olmanın imkânı yoktur. Selânik, Manastır, Trablus Türklerin değil, şimdilerde Üsküp’te Kral Petro namına hutbe okutulmaktadır. Arnavut dindaşlarımız Türkiye’den ayrılmıştır. Bu felâketleri düşündükçe soylu bir seciye fikri parlamaktadır. Onun adı“husûmet!”tir. Buna göre, sizden olmayanlara karşı, “husûmet, adâvet, kin,7intikâm, düşmanlık” hisleriyle açık ya da gizli bir tavır konulmalıdır. Bulgar mekteplerinde, kiliselerde Türklere karşı husumet hissi verilmektedir. Böyle, dünyanın bize karşı düşmanlık beslediği bir ortamda Avrupa’ya karşı muhabbet fikri beslemek yanlış bir tavır olacaktır. Japonya, sahip olduğu kuvvetinin kaynağını Avrupa’ya hasım olmaktan almıştır. 1877-78’den beri “şime-i husûmet” fikrine sahip çıkılmış olsaydı, başımıza bu felâketler gelmeyecekti. Türkler, Müslümanlar son nefesinde değildir. Ancak, bugün, 6 Celâl Nuri, “Cihan İnkılâbı”, Âti, No. 86, 27 Mart 1334/1918, s. 4. Kılıçzâde Hakkı, batıcıların programı olarak bilinen yazısında benzer ifadeler kullanır: “Her Türk hanesinin her odasına yan yana iki levha asacak bu levhaların birirnde nurânî bir hat ile ‘İttihâd-ı İslâm’ ve diğerlerinde ateşîn bir hat ile ‘intikam’ yazılmış bulunacaktır.”(Kılıçzâde Hakkı), “Pek Uyanık Bir UykuCelâl Nuri Beyefendiye(I)”, İctihad, No. 55, 21 Şubat 1328/6 Mart 1913, s. 1226. 7 36 bütün gücümüzü husumete vermezsek, “âti bize, esaret zincirleri, mezarlar, dar ağaçları, zindanlar..ilh..” hazırlamaktadır8. Cenâbıseyyidülbeşeraleyhisselâtı vesselâm düşmana karşı husumet ve nefret beslemiştir. Onun için “ince hakikatlerden, tıraşidefelsefelerden”hususûyla diplomatça fikirlerden korkulmalı ve hissiyat bu tür siyasetlere dayanmamalıdır. Bu gün Fransa’yı yaşatan Almanya’ya olan husumetidir. Husumet fikri yalnız kalbî olmamalıdır. İktisaden yükselmek, ecnebilerden fazla olacak derecede ticareti genişletmek, husumet fikrinin cilâsı olacaktır9. Celâl Nuri yazının devamında, Enver Paşa’yı överek ticaret âleminde, felahımızda, “mekteb-i irfanda da Enverlere muhtac” olduğu konusuna da dikkat çekecektir. Aslında, Celâl Nuri’nin Avrupalı düşmanlara karşı husumet beslemesinin kaynağında, savaşlardan dolayı toprak ve insan kaybıyla beraber, Fransız düşünür Gustave Le Bon’un fikirleri de etkili olmuştur. Çünkü 12 Ocak 1913’te Celâl Nuri, İttihâd-ı İslâm adlı eserinde Gustave Le Bon’un, doğuya uygulanan, Fransız ve Avrupa sömürge politikasıyla ilgili görüşlerine yer vermiştir. Burada G. Le Bon,siyaset psikolojisinde, Şark ile Garbın iktisadî mücadelelerinde, şüphesiz XX. asrın, eski zaman harplerinden farklı olarak, kan dökme ve tahribat asrı olacağı belirtilmektedir. Buna göre, iki medeniyetin çarpışmasında sömürgecilik önemli rol oynayacaktır. Bir Fransız olan Le Bon’a göre, sömürgelerin, özellikle Arap medeniyetini temsil politikasıyla Fransızlaştırılması konusunda Amerikan ve İngiliz sömürge politikaları uygulanmalıdır. Çünkü, Fransa’nın şu ana kadar uyguladığı sömürge politikalarıyla halkının “buğz ve a’davet” hisleri kaybolmuştur. Celâl Nuri, Le Bon’un “bizim şarkta bir tesirimiz olmuştur: ora ahâlisinifesad etmek” gibi art niyetli görüşlerini ortaya koyduktan sonra, biz bu mütalâalardan ders çıkarmalıyız, G. Le Bon “Avrupalı değil midir?” diyecektir. Celâl Nuri, malum güçler arasında I. Dünya Savaşı’nın renklerinin belirlendiği aylarda, yukarıda verilen düşüncelerinden hareketle, bir yere Avrupa sömürgesi geldiği zaman, orada karışıklığın başladığı ve Türkiye’nin tarihine bakıldığı zaman, Avrupa’nın meziyetlerinden ziyade, beğenilmeyen ahlâksızlık, oyunlar gibi hastalık hallerini almada III. Selim’den beri hayli yol alındığı konusuna dikkat çekecektir. Buna göre “ne şarklılığımızı muhafaza edebilmişiz, ne de garplı olmayı başarabilmişizdir”. Le Bon’un da belirttiği gibi, sömürge zihniyetinin, Asya’nın ortalarına kadar gelen okulları, Türkiye’de ancak düşmanlık hissini oluşturmuştur. ‘Ahlâkımızı, seciyemizi bu medeniyete feda edemeyiz’ sonucuna varan Celâl Nuri, Romalılardan 8 Celâl Nuri, “Şîme-i Husûmet”, İctihad, No. 88, 9 K.sânî 1329/22 Ocak 1914, s. 1949-1950. 9 Agm., s. 1950-1951. 37 sonra Muhammedîler,maddiyunun yetişemediği yerlere varmış “yegâne medeniyetkârlardır” diyecektir10. Savaş şartlarının belirleyiciliği içerisinde Celâl Nuri’nin husumet fikrine, Abdullah Cevdet’in karşı çıkmasıyla İctihadMecmuası’nda büyük bir çatlak ve Batıcılar arasında ayrışmaya gidecek yeni bir süreç başlayacaktır. Abdullah Cevdet, “Şime-i Muhabbet” başlıklı yazısında; Celâl Nuri’nin, Türk ve Müslümanların son nefeslerinde olmadığı ve Enver Paşa’nınümitvar bir asker olduğu fikirlerine katılmakla birlikte, husumet fikriyle ilgili aşağıdaki değerlendirmeleri yapacaktır: “Celâl Nuri Bey, bir mezheb-i husûmetva’z ediyor. İşte burada tahrir arkadaşımdan şiddetle ayrılıyorum. Benim nâşir olduğum ve (İctihâd)ın esasen neşrine hadim olduğu mezheb, husûmet üzerine değil, muhabbet üzerine müessistir. Benim itikad ve ictihadımca muhabbet, husûmetten daha kuvvetli ve daha müstemir, daha feyyazdır.” Cehl ve taassubu istifade mevkiine koyarak, halka faydalı olmadan “avamfiriblik” ederek onların hoşlarına gitmek ilelebet bizden uzak dursun. “Değil kalem ehlinin, hükûmet adamlarının bile, cehl ü taassubdan ve avâmfiribliktenesaslı ve devamlı bir surette istifade edeceklerine kail değilim.” Biz Müslümanlar olarak Hristiyan âlemine husumet ve buğz ettik. “Çünkü onlar bizim tapındığımıza, tapınmıyorlardı. Çünkü, medeniyetçe onlarla bizim aramızda, beş altı asırlık bir tefevvük, bir devr-i terakki ve insilâh (Özgürleşme) vardır. Bu husûmet-i diniye diğerumûra da sirayet etti. Onlardan gelen iyi şeyleri de fena telâkki ettik. Biz Avrupa’dan ziyâde kendi kendimizi tecrim etmeliyiz. Avrupa demek, ‘tefevvük’ demektir. Avrupa ile bizim aramızdaki münasebet, kuvvet ile za’f ve ilim ile cehl aralarındaki münasebet demektir. İşkodra’yı, Manastır’ı, Selânik’i, Trablusgarb’ı kuvvet aldı, za’f verdi. İlim aldı cehl verdi; zenginlik aldı, züğürtlük verdi...Evet, Avrupa bir tefevvüktür. Ona husûmet beslemek, bizden uzak olsun! Benim bütün husûmetim bu tefevvüke, müsâvî bir tefevvükihrâz etmemize mâni olan cismânî ve ruhânî ahvâl üzerine yürür...Ben vatandaşlarıma bütün hararet ve ruhumla muhabbet, muhabbet daima muhabbet tavsiye ediyorum. İlime muhabbet, servete muhabbet, fezâil-i medeniyenin kâffesine muhabbet ve şiddetle muhabbet...Perişanlığımız, ecânibe hasım olmadığımızdan değil, kendi nefsimize dost olamadığımızdandır..Bu hâlde ben vatandaşlarıma bağırarak derim ki, bizim hasm-ı canımız kendi ataletimiz, kendi cehaletimiz, kendi fakirliğimiz, taassubumuz, göreneğe körcesine bağlanmamızdır. Avrupa bizim hocamızdır, Avrupa’ya muhabbet etmek, ilim ü terakkiye, maddî ve ma’nevî kuvvete muhabbet etmektir”11. Abdullah Cevdet, Avrupa’ya karşı husumet hissi besleyen Celâl Nuri’yi, “Dünya bizim hasmımızdır.” demesinden dolayı “folie de persecution”/ruh 10 11 Celâl Nuri, İttihâd-ı İslâm-İslâmın Mazisi, Hâlî, İstikbâli, s. 185-206. Abdullah Cevdet, “Şime-i Muhabbet”, İctihad, No. 89, 16 K.sânî 1329/29 Ocak 1914, s. 1979-1983. 38 hastası olarak nitelendirecektir. Fransa ve İngiltere kadar zengin olsaydık, Celâl Nuri’nin Avrupa’ya düşman değil dost gözüyle bakacağını, söyleyen Abdullah Cevdet, Avrupa’nın Japonya’ya bir tokat atmasına karşılık, Japonya’nın Avrupa’ya kalbi ve gözünü kapamayarak, bu gücün arkasındaki nedenleri, Avrupa’ya yirmi beş bin öğrenci göndererek öğrendiğini ve imparatorluğunu ihya ettiğini belirtecektir. Oysa ki Avrupa bize bin tokat atmasına karşılık biz uyanamamış ve cennetteki hurilerle ilgilenmişizdir. ‘Bu hâlde suç kimdedir, Avrupa bize ne yapmıştır?’ Avrupa her ne yaparsa Müslümanlara tuzak kurduğu yönündeki fikirler yanlıştır. Çünkü, biz şimendifercilik öğrenmek için “Amerika’ya gittik de” Müslümanız veya Türküz diye bizi mekteplerine mi almadılar. Bataklıkları kuruttuk da ona mı engel oldular. Hakikati görmeli ve ağaran saçlarımızı fark etmek için aynaya bakmamız gerekmektedir. Buna göre Avrupa’nın çalışkan bir öğrencisi olmak zorundayız. Biz onlara kendi isteğimizle dost olmazsak, onlar bize kendilerini zorla dost yapacaklar ya da ellerine alacaklardır12. Bizim hasmımız “kendi kafamızdadır” Gustave Le Bon’un dediği gibi, “devam eden kuvvettir”. Güçlünün haklı olmaya ihtiyacı yoktur. Bununla beraber Abdullah Cevdet’e göre, “Bir ikinci medeniyet yoktur. Medeniyet Avrupa medeniyetidir. Bunu gülüyle dikeniyle isticnas etmeye mecburuz…Geç olsun da güç olmasın” anlayışı yerine “Güç olsun da geç olmasın” anlayışını koymadığımız müddetçe, kadınları sosyal ve iktisadî hayata sokmadığımız sürece “salâh u necât” bulmak ümidi hasıl olmayacaktır13. Abdullah Cevdet’le tartışmasından dolayı İctihad’dan ayrılan Celâl Nuri, Abdullah Cevdet’in bu yazısına cevap olarak, 28 Ocak 1914’te 32 sayfalık bir risale kaleme almıştır. Buna göre, “Şime-i Muhabbet” makalesinden dolayı, “Doktor Abdullah Cevdet öldü.”14diyen, Celâl Nuri, aslında kendisinin “Husumet” makalesiyle, sıkıntılı bir dönem yaşayan milletine, “biraz elektrik kuvveti” vererek, onu canlandırmak istediğini belirtmiştir. Bunun için de “düşmanlarımızın bize karşı ne gibi hislere sahip olduğunu” ve “müdâfaa-i nefs için” Türkiye’nin ne gibi silâhlarla donatılmış olmamız gerektiğini göstermek için bu fikirleri ortaya koyCelâl Nuri, Abdullah Cevdet’in buradaki görüşlerini benzer şekilde daha önce İctihad’da dile getirmiştir. “Avrupa günden güne bize yaklaşıyor. Kemâl-i ehemmiyetle, toplarıyla,tüfenkleriyle vücudunu hissettiriyor; âlem-i İslâmı hemen hemen kâffeten zabtetmiş; ellerini ayaklarını bağlamış” Müslümanların çeşitli araç ve kurumlarını işletiyor. “İslâm hâlâ bundan mütenebbih olmuyor...esbâb-ı terakki ve istihlâsı araştırmıyor.” Bk. Celâl Nuri, “İslâm’da Vücûb-ı Teceddüt-1”, İctihad, No. 39, 15 K.sânî 1327/28 Ocak 1912, s. 972. 12 13 Abdullah Cevdet, “Şime-i Muhabbet”, İctihad, No. 89, 16 K.sânî 1329/29 Ocak 1914, s. 1979-1984. Aslında, bu tartışmaya kadar Celâl Nuri ile Abdullah Cevdet’in arası çok iyidir. Abdullah Cevdet, Celâl Nuri’nin eserlerine övgüler yazarken, Celâl Nuri de Abdullah Cevdet için şunları söylüyordu: “Doktor Abdullah Cevdet Avrupaî tarzda çalışmayı bize öğretmekle en büyük vazife-i vataniyeyi ifa etmiştir. Aziz dostumuz kadar matbuatımıza hizmet eden, şarkı garba garbı şarka tanıttıran yoktur der isek, zannımızda hata etmiş olmayız. Büyük bir cesaret-i medeniye ile Hürriyet-i fikriyeden istifade eden ve millettaşlarını bu himmetten istifade ettiren Abdullah Cevdet’tir.” bk., Celâl Nuri, Tarih-i Tedenniyât-ı OsmâniyeMukadderât-ı Tarihiye, s. 43. 14 39 malıdır fikrini savunmuştur. Abdullah Cevdet’in “Muhabbet” makalesiyle, “Osmanlılıktan, Türklük veya Kürtlükten, Müslümanlıktan isti’fâ” ettiğini belirten Celâl Nuri, bu makalesinin bazı kısımlarının ibret olması için “Çelîpâ-Haça” asılması gerektiğini ifade etmiştir. Abdullah Cevdet düşmanlara muhabbet beslemekle, “Avrupaya tapınmak” hünerini göstermiş ve Balkan Harplerinden sonra, Türkleri tahkir etmek, “vatan fikri aleyhinde kozmopolitizm ve enternasyonalizm lâkaplarıyla” bir meslek edinmek sadedinde Avrupa’nın muzırlarından fazla galîz olmuştur. Celal Nuri’ye göre, herkes Türkiye aleyhine “hunhârlıkta” yarışırken, bunlarla bir rabıta ile kardeş olmaya kalkmak, Türkiye için “ebleh... ahmak, hâin adam” tasavvur etmek anlamını taşıyacaktır. Altı tane büyük devletin, dört küçük devletle beraber Türkiye’ye kast ettiği bir ortamda, “Avrupa’ya perestiş” ile muhabbet etmek yanlış olacaktır. Eğer muhabbet edilecek olursa, Frenklere tapınmak konusunda Abdullah Cevdet’lik edilecek ve hürriyetimiz kaybedilmiş olacaktır. Celâl Nuri’ye göre, bu makalenin altında “bir Yunan ‘Eterya’sı reisinin” ya da bir ecnebîacentasının ismi olması gerekirken, bunun yerine vatandaşımız olan eski bir “hürriyet mücâhidinin ismi” bulunmaktadır. Onun için bundan sonra, ecnebî sefaretleri, İngiliz şirketleri, Katolik ve Protestan misyonerleri Abdullah Cevdet ve İctihad’ı takdis edeceklerdir. ‘Abdullah Cevdet Bey, benim husumet mezhebi tesis ettiğimi’ düşünmektedir. Ben ise ‘dinimizi, milletimizi, devletimizi, Rumelimizi, vatanımızı, canımızı yağma etmeye çalışan bedhâhlarahusûmet ediyorum.’ Celâl Nuri, bu mücadelesiyle sonsuza kadar iftihar edeceğini belirtecektir15. Celal Nuri, Hristiyanların “mefrûz İsaları, ‘Düşmanlarınızı seviniz!’ ve ‘biri sizin sağ yanağınıza bir tokat atarsa siz ona sol yanağınızı da çeviriniz!’ demiş.” Cizvitler, âlemi iğfal etmek için, menfaatlerine gelirse bunu söylerler. Ancak, “asla düşmanlarını sevmek onların aklına” gelmeyecektir. Biri kendilerine şamar atarsa onu her türlü vasıtayla mahvedeceklerdir. Celâl Nuri’ye göre, cesaretle söylemek gerekirse, ‘bilinçsizce düşmanlara yanağınızı uzatın satırlarını Abdullah Cevdet’in dimağına yazdıran güç, şeytan gibi, ne kadar “Piyer Lermit ve ehl-i Salib “ ileri geleni varsa onların ruhudur.’ “Efendiler! Biz mutaassıp imişiz; Avrupa mutaassıp değilmiş. Bütün kabahat bizimmiş.” Kısaca, bütün cinayetleri işleyen Avrupa toptan halkpervermiş. Bunları, bir Cizvit azasının “ervâh-ı habîsesi” söyleyebilir. Ben husumet fikrini ortaya koyarken, vatanperverlik hissiyle, elimizden çıkan İşkodra, Manastır, Selânik ve Trablus’u geri alabileceğimizi hatırlatıyorum. “Abdullah Cevdet de benim karşıma çıkıyor ve onları bizden kuvvet aldı, ilim aldı, zenginlik aldı diye a’dâya”bir hak veriyor.Onların yaptığını meşrulaştırıyor. “Kendimi adeta, Selânik’te bir Yunan gazetesi okuyor veya Trablus’ta İtalya valisinin bir nutkunu dinliyor” zannediyorum. Oysa ki hatalarımızla ilgili kimse, bir şeyler yazmazken, ben milletimizin eksiklerini 15 Celâl Nuri, Müslümanlara, Türklere Hakâret; Düşmanlara Riâyet ve Muhabbet, s. 3-10. 40 Tarih-i Tedenniyât-ı Osmâniye adlı eserimde bütün kabahatimizi çekinmeden, Balkan Savaşından önce açıkça ortaya koydum. Taassuba ve cehle karşı mücadele edilmesi gerektiğini de milletimin hayrı için, Mukadderât-ı Tarihiye’mde yazdım. Abdullah Cevdet şimdi kalkıyor, bunları yazıyor. Ben hem cehl, hem de düşmanlarımızın üzerine yürür, Abullah Cevdet gibi düşmanlarımıza medenî bir gözle bakamam ve alafranga olamam. Annemin, babamın doğduğu yerlere uğursuzluk bayrağı çeken Yunanlılara, “Ey alicenâb Rumlar! Hoş geldiniz, safa getirdiniz, fethiniz mübârek olsun..” diyemem. Ben Preveze ve Kandiye kalelerinde Yunan sancağı gördüğüm zaman ona düşmanlık beslerim. “Abdullah Cevdet Bey! Arapça İsteyen UrbânegitsinFrengilerFrenkistanagitisin. Acemce isteyen İran’a gitsin Ki biz Türküz bize Türkî gerektir.” demektedir. Eğer bu fikirde isek sana burada yer yoktur. Uğur ola! Seni vicdan-ı ümmet tatlik eder. Hürriyetin elindedir.” Celal Nuri, “ben bunlara husûmet ediniz demedim. Ben a’dayahusûmet, küffara husûmet, aleyhimizdeki Avrupa’ya husûmetdedim...Kim ilme husûmetperverde ediniz, dedi ki, Abdullah Cevdet Bey, ilme muhabbet tavsiyesi mecburiyetinde bulunsun?” diyecektir16. Doktor, Avrupa’ya bizim hocamız derken, insanın sevmediğinden en kıymetli hediyeyi bile kabul etmek isteyemeyeceğini, sevdiğine ise, “Hoştur senden bana gelen, ya gonca gül ya diken” diyor. Biz Avrupa’nın ancak, teknik yönden hocalığını kabul eder; manevî yönden hocalığı kabul edemeyiz. Onun için, bu medeniyetin gülünü alır; dikenine katlanamayız. Bunu zaten Gustave Le Bon da, “Bizim medeniyet-i ahlâkımız size yaramaz” diyerek belirtiyor. Onun için “aman! Avrupa medeniyetinin dikenlerini hiç istemiyorum.”17Japonya’da bunu böyle yapmıştır. Bütün bunlarla beraber, ben demagoji yapmaktan hoşlanmam. Avrupa medeniyetinden başka bir medeniyetin olmadığına gelince, “Cehlin evvel-i mertebesi sehl olmaz! Mısraını tekrar ederiz. Ya Avrupa medeniyetinin dikenleri?...Frengi, verem, gülperesti, puperizm, borsa, elhükmü limen galeb...vd. bunları Abdullah Cevdet Beye bile iadeye gönlümüz razı olmaz...Allah taksirini affetsin”18. 16 Celâl Nuri, Müslümanlara, Türklere, s. 10-23. Buradaki düşüncelerini 1926 yılında da devam ettirir. “Avrupa’nın yalnız âliyatını alalım, lâkin taakkul usullerini almayalım.” Mesele girifttir. “yoksa maksadımız, Avrupa goncasını dikeninden ayrılmak suretiyle devşirilmesi mümkünse, behemehal dikeni de birlikte almak değildir. Mutlaka Avrupalılığa temessül edeceğiz diye, tereddiyetta da terakkiyi kabul etmek ciddiyete münâfi olur.” Bk, Türk İnkılâbı, s. 61. 17 Celâl Nuri, Müslümanlara, Türklere.., s. 18-24. Celâl Nuri bu eserinin 25-32. sayfalarında, “Şime-i Husûmet” başlıklı makalesini tekrar vermiştir. Celâl Nuri’nin, Avrupa medeniyetinin eksiklik ya da bozukluklarıyla ilgili fikirlere sahip olmasında kendisiyle görüştüğü arkadaşı Max Nordau’nun da etkisi vardır. Celâl Nuri’nin ifadelerine göre, Nordau, eserlerinde Avrupa medeniyetini çürümüş, bozulmuş bir medeniyet olarak göstermektedir. Bu eksiklikten dolayı sosyalizm mezhebi doğmuştur. Ayrıca Avrupalı Lorimer, Holdzendorf, Bluntscli gibi hukukçuların Türkiye’yi din farkından dolayı Avrupa medeniyeti içine almayıp, barbar bir medeniyet içinde göstermeleri de diğer olumsuz etkendir. bk., Kendi Nokta-i Nazarımdan Hukuk-ı Düvel, s. 56-74 18 41 Abdullah Cevdet’in yazısından sonra, İctihad’dan ayrılan Celâl Nuri, Kılıçzâde Hakkı’yla beraber, Hürriyet-i Fikriye mecmuasını çıkarmaya başlayacaktır. Bu arada, 1914 yaz mevsimindeCelâl Nuri Amerikan medeniyetini yerinde görmeye gidecektir19. Bu tarihlerde telifçi bir yapı gösteren Celal Nuri, 1928’de Avrupa’ya yakın olan Türkiye daha önceki hatayı yapmayarak, Avrupa’dan “yarım yamalak bir şeyler” almayacaktır, anlayışını benimseyecektir. Bu itibarla Celâl Nuri, “bir medeniyet kısmen alınamaz, küllen alınır” yargısının doğru olduğunu söyleyecektir. Cumhuriyet, bu dakikayı lâyıkıyla anlamıştır. Bundan dolayı insanlık, Yakın Şark’ta büyük bir inkişafa şahit olacaktır. “Türk milleti, cihâna ve tarihe ispat edecektir ki, medeniyet yalnız Avrupa akvâmının inhisarı altında değildir”20. Celal Nuri’ye göre, 1918’de Avrupa’yı ayağa kaldıran sermayenin, kapitülâsyonizmin ortaya koyduğu hükûmet şekli ise emperyalizm olmuştur. Emperyalizm, sömürge peyda etmek anlamında kolonyalizmle aynı anlamı taşımaktadır. Celâl Nuri’nin Türkçe karşılığı olarak cihangirlik koyduğu bu hareket tarzı sonucunda “şişman imparatorluklar” parçalanmıştır. Emperyalizm, bütün medenî âlemi ele geçirmiş saltanat, cumhuriyet gibi hükûmet şekilleriyle beraber doğu ve batı merkezli devlet kümelerine ayrılmıştır21. Celâl Nuri, aralarında Osmanlı da olmak üzere İngiltere, Rusya ve Alman imparatorluklarının, Osmanlı’nın son dönemi hariç, emperyalist bir saltanat sürdüklerini ve İngiltere gibi, şişman emperyalist bir saltanatın karşısına “Cemiyet-i akvâm nazariyesi ve Amerika” gibi devletlerin çıktığını belirtmiştir22. Celâl Nuri, Şubat 1918’de yaptığı bir değerlendirmede, İran, Suriye, Arap, Mısır, Maveraünnehir, Kirvan, Endülüs medeniyetlerinin Arap değil, kırk sene önce Renan’ın da belirttiği gibi, İslâm medeniyeti olarak görmüş ve yüzlerce unsurun bu binanın yükselmesine hizmet ettiğini belirtmiştir. Ona göre, Türk unsuru bu medeniyetin üçüncü oğlu olarak, “ehl-i Salib”e karşı İslâm’ın kılıcı olmuştur. Bununla beraber, an’anelerimize de büyük önem Celâl Nuri’nin Amerika medeniyetini önceden görme isteği olsa da özellikle Abdullah Cevdet’le tartışmalarından sonra Amerika’ya gitmesi ilginçtir. Çünkü Abdullah Cevdet, “Şime-i Muhabbbet” başlıklı makalesinde Celâl Nuri’ye hitaben “Biz Amerika’ya gittik de” Müslümanız veya Türküz diye mekteplerine mi almadılar, şeklindeki ifadesi, zannımızca Celâl Nuri’nin Amerika’ya gitmesinde etkili olmuştur. Çünkü Celâl Nuri, Amerika’dan döndükten sonra ve daha sonraları özellikle oradaki eğitim sisteminden, dinden kadınlardan ve medenî hayattanbahseder. Yazıların bir kısmı içi bk. Celâl Nuri, “Türklerin Sa’y ve Ameldeki Kıymetleri”, Serbest Fikir, No. 3-15, 15 Mayıs1330/28 Mayıs 1914 ,s. 5-6. “Stugle For Life-Mübareze-i Hayat ve Bunun İçin İstihzarat”, Uhuvvet-i Fikriye, No. 5-21, 10 Temmuz 1330/23 Temmuz 1914, s. 1-6. 19 Celâl Nuri, “Teceddüd Merhalelerinde Âlem Bu Asırda Şark-ı Karibde Büyük Bir İnkışaf- ı Medeniyetin Şahidi Olacaktır”, İleri, No. 2155, 17 Şubat 1340/1924, s. 1; “Ne Medeniyet, ne An’ane!”, İkdam, No. 11302, 10 T.evvel 1928, s. 2. 20 21 Celâl Nuri, “Cihangîr”, Âti, No. 49, 18 Şubat 1334/1918, s. 2. 22 Celâl Nuri, “Mukadderât-ı Tarihiye, Mukadderât-ı Cedide”, Âti, No. 295, 1 T.sânî 1334/1918, s. 2. 42 vermemiz gerekmektedir23. Yazara göre Osmanlı Devleti, emperyalist batıdan gelebilecek tehlikelere karşı İslam dünyasının koruyucu bir kalkanı olarak vasıflandırılmıştır. Bununla birlikte, Ziya Gökalp’i hayalcilikle eleştirdiği yazısında, muasırlaşma fikrinin daha gerçekçi ve yaşanılan şartlara uygun olmasını isteyecektir24. Celâl Nuri, meselelerin zaman ve zemine göre değişmesinden dolayı, Paskal’ın şu sözüne iman ettiğini belirtecektir. “Prene’nin bu tarafındaki hak, öbür tarafında nâ-haktır”25. Toprak testilerle çelik testiler muharebe edemeyecektir! Hürriyet Avrupa’da olduğu gibi bir hak değil İslâm âleminde bir vazifedir. İslâm esasları kadar demokratik bir hükûmet olmadığı için, teşekkül eden fırkalarımız da Avrupa’yı taklit etmeye gerek yoktur,26, diyen Celal Nuri, Türkiye milliyet kapısını açık tutmakla beraber, cemiyet-i akvam içinde istikbale bakacaktır anlayışını savunacaktır. “Avrupalılaşmak, Amerikalılaşmak, bütün medeniyet-i âliyeyi almak, muaşerette garplılardan farksız olmak bizim emelimizdir. Avrupalı efendiler sizin gibi olmak istiyoruz. Biz sizi sevdiğimizden...harekât-ı sekânatınızı taklit edeceğiz...siz de bizi seviniz.” Yenilikçi, terakkiperver bir milliyetçilik meydana geliyor. Doğru olan da budur. Toprak testilerle çelik testiler muharebe edemeyecektir27. 1916’da İkdam’da başyazar olan Celal Nuri, Edebiyat UmûmiyeMecmuası’nı çıkarırken, derinliğine Osmanlı tarihi ve edebiyatı, Amerika’da siyaset ve din, Türkçülük hareketi, İslâmiyet’in terakkiye mâni olmadığı gibi konularla birlikte I. Dünya Savaşı ve Avrupakonularına geniş yer ayırmıştır. Celâl Nuri, 1915 yılında kaleme aldığıİttihad-ı İslâm ve Almanyaeserinde, emperyalizm politikasını uygulayan içi boşalmış ve devamlı mücadele eden İngiltere, Rusya ve Fransa’ya karşı; Alman, Avusturya-Macarlarla birlikte Osmanlı’nın, Müslüman ordusunun fetihleriyle dünyanın dört bir yanına selâmet getireceğini ifade etmiştir. 1789 Fransız İnkılâbı’ndan daha mühim gelişme ve yeniliklerin 1914 sürecinde ortaya çıkacağının bilincinde olan Celâl Nuri, bu tabloda Almanya’nın dünya siyasetindeki rolüne dikkat çekmiştir28. 23 Celâl Nuri, “İslâm Medeniyeti”, Âti, No. 46, 15 Şubat 1334/1918, s. 1. 24 Celâl Nuri, “Türkleşmek, İslâmlamlaşmak, Muâsırlaşmak”, Âti, No. 224, 15 Ağustos 1334/1918, s. 1-2. 25 Celâl Nuri, “Fenn-i Muhâceret ve Fenn-i İskân”, Âti, No. 16, 16 K.sânî 1334/1918, s. 4. Celâl Nuri, “Saltanat, Hükûmet, Millet, Cemiyet-i Düvel, Fırkalar, İstikbâlimiz”, Âti, No. 276, 13 T.evvel 1334/1918, s. 2. 26 27 Celâl Nuri, “Gerçekden Bir Fırka Teşekkül Ediyor”, İleri, No. 579, 18 Ağustos 1335/1919, s. 2. Celâl Nuri, İttihâd-ı İslâm ve Almanya, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi, İstanbul H. 1333/ 1915, (64 + 1 s.). 28 43 Savaşın ortasında (1917) kaleme aldığı Türkçemiz adlı eserinde29milliyet asrına dikkat çeken yazar, terakki için, “Türk ve milliyet taraftarı olarak, terakki etmek” niyetini ortaya koyacaktır. Milliyet için, lisanın önemine vurguda bulunarak, “Avrupa ve Şarktan farklı olarak kendimize has bir milliyet şeklimiz, Müslüman Türklüğümüz vardır. Osmanlı-garp milleti olduğumuza göre, Turandan da uzak durarak, dilde gerekli uygulamaları yapmamız gerekmektedir” diyecektir30. Özellikle 1917 Şubatında kaleme aldığı Harbten Sonra Türkleri Yükseltelim adlı eserinde, 1914’te başlayan Cihan Harbi’nin getirdiği problemleri çözmeye dönük gayretleri dikkat çekicidir. Buna göre Harbin ortaya koyduğu 3 temel problem vardır:Para, kadın ve çocuk. Bu içtimaî karanlık içinde, içtimaî ilimleri oluşturmak, psikoloji ve fen esasları dâhilinde, ‘milletimizi muhafaza edebilmek için kuvvetli bir devlete ihtiyacımız vardır. Bunun içinde asker ve para gereklidir. Bundan dolayı, Türk’e verilecek en değerli nasihat “zengin ol demektir.”’ görüşünü dillendirecektir31Celâl Nuri Fransa’yı örnek aldığı bu hareket tarzında, milliyetperver bir iktisat politikasının uygulamasına dikkate çekmiştir. Toplumun bütün fertleri özellikle kadınlar üretime katılmalıdırlar. İktisadî gelişme dil gibi, tekâmül yoluyla olacaktır. Avrupa medeniyetini ve sermayesini yaratan, orta tabaka-Burjuva’dır. Türkiye’de de bir orta tabaka gereklidir. Bu tabaka ise, yeni doğmaktadır32. 1918’de Afife Fikret müstear ismiyle kaleme aldığı, -önce Âtigazetesinde tefrika hâlinde yayınlanan Ahir Zaman33 adlı romanında-, zaman olarak I. Dünya Savaşı yıllarını seçen yazar, aşk konusu üzerinden sosyal mesajlar vermiştir. Burada dikkat çeken nokta, seçilen toplum kesiminin, zengin ve Fransız kültüründen etkilenmiş bir kesim olmasıdır. Sayıları az olan bu zengin grubun Batılılaşma özentisi içinde ne yaptığını bilmeyen çarpık bir sosyal görüntüsü ön plandadır. İdeoloji ve taassuba önem verilmemeli, ilerleme için; milliyet, iktisadiyat, ahlâk ve hukuka önem verilmelidir derken34, Viyana Üniversitesi’nden, Heincrih La March’ın I. Dünya Savaşı sonrası Avusturya’daki milliyet meselesiyle ilgili yazılarından istifade etmiştir35. Yazara göre I. Dünya Savaşı’ndan önce devletin durumu şu şekildedir: Celâl Nuri, Türkçemiz, Mesâil-i Hazıra Hakkında Musâhabât, Efkâr-ı Cedide Kütübhanesi, İstanbul 1917, ( 120+ 2.) 29 Age., s. 24-27; Celâl Nuri’nin, Türkçemiz ve Türk İnkılâbı eserlerindeki dil anlayışını mukayese eden bir makale için bakınız, Sami N. ÖZERDİM, “Celâl Nuri İleri ve Dilimiz”, Dilcilere Saygı, (Düz.Hikmet Dizdaroğlu), Türk Dil Kurumu, Ankara 1966, s. 329-347. 30 Celâl Nuri, Harbten Sonra Türkleri Yükseltelim, Efkâr-ı Cedîde Kütübhanesi, Konstantiniye 1917, (112 + 2 s.) , s. 4-12. 31 32 Age.,s. 40- 58. Afife Fikret (Celâl Nuri), Ahir Zaman-Roman-, Efkâr-ı Cedide Kütübhanesi,Dersaadet 1334 / 1918. (163 s.) Âti gazetesinde, 6 T.sânî 1334/ 1918-12 Mart 1335/ 1919 tarihleri arasında 57 bölüm olarak yayınlanmıştır. 33 34 Celâl Nuri, Hâtemü’l-Enbiyâ, s. 143-144. 35 Celâl Nuri, “Hayat-ı Milel- Avusturya ve Milliyet Nazariyesi”, Âti, No. 11, 11 K.sânî 1334/ 1918, s. 2. 44 Balkan Savaşlarından sonra hâlâ göz boyamak kabilinden, körü körüne ve acemice dört nala denize hayvan sürer gibi hareket edilmektedir. Oysa ki bu yenilgiden bir ders çıkarmamız zaruridir. Öncelikle önemli konularda, geçici kanun modası ve eski kafalar bir kenara bırakılmalıdır. İnkılâpçı bir kafa ile düşünmek ve milletimiz idama götürülmeden onu kurtarmak şarttır. “Biz nereden geldiğimizi, nerede bulunduğumuzu, nereye gideceğimizi, gâye-i emelimizin ne olduğunu lâyıkıyla bilmiyoruz”. Başımıza gelen felâketlerin sebeplerini araştırmıyoruz. Öncelikle hastalığımızın ne olduğunu bilmeli, tedavi için doktor, ilaç ve hastane temin edilmelidir. Bundan sonra, devletin geleceğine yönelik adım atabilmesi için de; 1- İktidarı elinde bulunduran saltanat ve hükûmete, 2- Hedefi belirlenmiş (kıyamet kopsa da taviz verilmeyecek) bir programa, ihtiyaç vardır36. Görüldüğü gibi yazar şartlarla birlikte otorite, millet ve program konusu merkezinde savaş konusunu ele almıştır. Osmanlı Devletinin çöküş Sebepleri içinde dahili sebepleri ortaya koyan Celâl Nuri, Türk kavminin savaşçı ve daimi askerlik usulleriyle hareket etmesini, genel olarak, Osmanlı’nın gerilemesindeki dâhilî etkenlerdir, diyecektir37. 1918’deki değerlendirmelerinde yazar, Osmanlı’nın, sürekli harp hâlinde bulunurken, önceleri müspet olan durumunun sonraları menfi bir hâle döndüğünü ifade etmiştir38. Çeşitli milletlerin uyanması, Avrupa ve Rusya’nın tahrikleri sonucunda ortaya çıkan, kıyam ve karışıklıklarsa, bu dönüşümü sağlayan etkenler arasındadır. Bu ihtilâllere karşı gelebilmek için, yine zorunlu olarak askere ihtiyaç duyulmuştur. İşte, bu dâhilî tesirler sonucunda, Türk ırkı gittikçe yorulmuş, tükenmiş, askere giderek, savaş ve karışıklıklarda yaralanmış ve ölmüştür. Bu durum ise, Türk tarlalarının ekilememesine, dikenlik olmasına neden olmuştur. Buna karşılık diğer azınlıklar, askere, savaşa, ihtilâle gitmeyerek kendini feda etmemiştir. Dolayısıyla da eşit ve adaletli olmayan bu uygulama sonucunda, farklı unsurların oluşturduğu toplumda Türkler kaybetmişler, ezilmişlerdir39. Celâl Nuri, genel olarak askerliğin Türklere iktisadî açıdan zarar verdiğini belirtmekle beraber, 1918 Nisan’ında yaptığı değerlendirmelerinde, I. Dünya Savaşında, Çanakkale önlerinde İtilâf güçlerine karşı büyük bir mücadele veren Türk askerine ve bu vesile ile de atavizmden geldiğini tekrarladığı as36 Celâl Nuri, Tarih-i Tedenniyât-ı Osmâniye-Mukadderât-ı Tarihiye, s. 44-51. 37 Celâl Nuri, Tarih-i Tedenniyât-ı Osmâniye-Mukadderât-ı Tarihiye, s. 64. Menfî hâle gelme durumu, özellikle I. Dünya Savaşı yıllarında en üst seviyesine çıkmıştır. Bu savaşlar sonucu, bacalar sönmüş, dükkânlar harap olmuş, çiftlikler mahvolmuştur. Geniş bilgi için bk., Celâl Nuri, “Kurtulan Vatan Aksâmı”, Âti, No. 99, 9 Nisan 1334/ 1918, s. 1. 38 39 Celâl Nuri, Tarih-i Tedenniyât-ı Osmâniye- Mukadderât-ı Tarihiye, s. 119-120. 45 kerliğe övgüler dizecektir. Buna göre, “Bu ordu ki, milletimizin umdesi, üssü, temelidir. Bir manzume-i kevniye arasında, güneşin tebarüz ve tezahürü gibi, tarihte her tecrübede, mahiyet-i fıtriyesini, âleme tasdik ettirmekten hâlî kalmamıştır.” Unutmayalım ki bu ordunun her bir ferdi, bir tabakanın somutlaşmış ifadesidir. “Tarih yazılmaya başlandığı vakit, bu cihangir ordunun ne büyük bir keramet-i beşeriye, teşkil ettiği tezahür edecektir.” Hatta bu yazısında, tarla örneğinde olduğu gibi, askerliğin dikenlik değil, tersine verimli olduğunu, “uzunca bir tevakkuf geçirdiğimizden, ziraattenhâlîkalmış,bir tarlanın bil’âhire ekilmesinde her vakitten ziyade mahsül vermesi kabilinden... ordû-yıhümâyûn âdeta fışkırmış, mebzûl bir hasad vermiştir!” Aslında Celâl Nuri’nin bu kaidesinin kökeninde, pozitivist ya da biyolojik bir kural yatar. Bu ise, “Kâinatta hiçbir madde ve hiçbir kuvvet münderis olmaz” kaidesidir. İşte bunun içindir ki ordumuzun eski kahramanlıkları yeniden filiz vermektedir40. Ordunun bütün başarısı ise, milletin başarısı demektir. Celâl Nuri, 1912’deki yazısında, orduya önem verdiğini belirtmekle beraber, milletin geleceği için, terakki adına iktisadî çalışmaların gerekliliğine dikkat çekmiştir41. Adı geçen yazısında, atavizmin negatif yönünden hiç bahsetmez. Buna göre, Celâl Nuri’nin, belki ilkesel yönleri olmakla beraber, şartlara göre farklı bakış açıları getirmiştir. Bu bakış açılarında savaş şartlarının yarattığı ruhî durum etkili olmuştur. Celâl Nuri’ye göre, askerlik ve harp meselesi biraz daha incelenecek olursa, “dehşetli hakikatler” ve “tüyleri ürpertecek” facialar gözler önüne serilecektir. Ancak, işin bu tarafıyla ilgili örnekler vermeyen Celâl Nuri, mevcut durumdan kurtulmak için kendine göre içinde bulunduğu güçlüğü aşmaya dönük reçete hazırlar. Türk Milleti’nin gerilemesine bir son verip, terakkisini kolaylaştırmak için, gerekli üretim ve çalışma şartları oluşturulmalıdır. Türk ırkının kurtarılması için lâzım olan diplomatik vasıtalarla, gayrimüslimlerle olan hoşnutsuzlukların ortadan kaldırılması gerekmektedir. Meşrutiyet’in ilânından sonra gayrimüslimlerin askere alınması, bu açıdan önemli bir adımdır. Bu ciddiyet korunacak olursa, Müslümanlarla gayrimüslimler arasında mevcut olan huzur ve saadet farkı ortadan kaldırılacaktır. Osmanlıya benzeyen Rusya ve Avusturya’da herkes askerlik yaptığı hâlde, Osmanlıda diğer unsurların askerlik yapmaması, Celâl Nuri’ye göre, anlaşılması güç bir durumdur42. 40 Celâl Nuri, “Asker”, Âti, No. 37, 6 Şubat 1334/1918, s. 3. Milletin iktisadî, ziraî ve sanayiye dönük çalışmalarında da, askeri teşkilâttan etkilenerek, “İçtimâîErkan-ı harb” ister. bk., Celâl Nuri, “İctimâî Erkân-ı Harb”, Âti, No. 109, 19 Nisan 1334/1918, s. 1. 41 Celâl Nuri’ye göre; bu iddiaya, bir çokları cevap vererek, eski hükûmet erkanının, basiret göstererek tam manasıyla bir Türk ordusu meydana getirmek için böyle bir uygulamaya gittiğini söyleyeceklerdir. Ancak devlet, Türk devleti olarak kurulmuş, fakat, sonradan umumî bir mahiyet almıştır. Ayrıca, “devşirme” usulü, verilecek cevabı reddetmeye yeterli bir uygulamadır. 42 46 Celâl Nuri’ye göre, atavizm ile “kanımıza girmiş olan militarizmi”43, söküp atmak ve onun meydana getirdiği sanattan tiksinme, ticaretten nefret hislerini ortadan kaldırmak için esaslı bir programın tatbikine ihtiyaç vardır. Dünyada irs yoluyla meydana gelmiş, hiçbir iyi tabiat yoktur ki suistimal ile yok olmasın. Aynı zamanda, hiçbir fena tabiat yoktur ki, pedagojinin, terbiyenin, belli bir derecede kanunların ve hükûmetin gücü sayesinde ortadan kalkmış olmasın. Hükûmet ricali ve düşünürlerimiz bu husustaki noksanlarımızı iyi bilmeli, problemlerimizi lâyıkıyla teşhis etmeli, bütün mesailerini bu hedefe dönük olarak harcamalıdırlar. Bu vesile ile Birinci Dünya Savaşının sonunda Celâl Nuri, Paris Konferansı dolayısıyla bütün insanlığı, militarizmin44 kökünü kurutmaya çağıracaktır. Çünkü bu zihniyet, Osmanlı’da olduğu gibi diğer milletleri de üç dört asır geriye götürmüştür. İnsanlar, ilerleme için var olan yeteneklerini kaybetmişlerdir. Çünkü durmak bilmeyen bu hareket tarzı, çoluk çocuk hudut tanımamış, girdiği yerde, ot bitirmemiştir. “Müdâfaa-i mülk ve millet gâye-i mukaddesesiyle, çapulculuk, hiçbir zamanda karıştırılmamalıdır.” Bunun için, İttihat ve Terakki, Enver ve Cemal Paşalar milletin başına gelenlerden dolayı sorumludurlar. Bunlar, diğer yerlerde olduğu gibi barışa karşıdırlar ve Don Kişot’luk yapmışlardır45. Harbin Hikmeti var mıdır? Sorusuna ise, Celâl Nuri, 1917 yılında çok ihtiyatlı bir cevap verir. I. Dünya Savaşı dolayısıyla yazdığı bu makalesinde, harbe girmeyi memleketi savunmak şeklinde algılayanların görüşüne katılmaz. Ona göre, harp, eski Mısır ve Keldanilerden bu yana meydana gelmiş olan medeniyetleri yıkmaktadır. İngiltere’nin bu tür faaliyetlerdeki sorumluluğu fazladır. Belki harpler, içtimaî inkılâplar meydana getirecektir. Ancak sonuçta eski tas eski hamam görülecektir46. Oysa ki Almanlar, askeri düzenlemelerle beraber, eğitim ve mekteplere önem verdiğinden, cehaletle mücadele etmişlerdir. Mareşal Moltke, Fransa’nın ta kalbine girmiş ve I. Wilhelm Alman imparatoru ilân edilmiştir. Bulgarlar da mektepler sayesinde cahil bir köylü olmaktan kurtulmuşlardır. Bizim dertlerimiz bellidir. Teşhis mümkün olunca tedavi pek o kadar güç değildir. Hükûmet adamları düşünmeli ve düşündüklerini söylemekten çekinmemelidir. Bu çabaların boşa gitmemesi için kin, hile, ihtilâftan sıyrılmış mütefekkir bir zümrenin, milleti terbiye etmek ve yetiştirmek vazifesini üzerine alması gerekmektedir47. Celâl Nuri’nin bu bakış açısı, İngiliz diplomatları tarafından da dile getirilmektedir. Lowther’e göre; “Türklerin karakter itibariyle militarist olduklarını ve iktisadî konulardan pek anlamadıkları” görüşü doğrudur. Bilgi için bk., Mim Kemal ÖKE, Kutsal Topraklarda Siyonizm,İstanbul 1991, s. 151. 43 Türklerdeki, atavizmde gördüğü militarizm özelliğini, I. Dünya Savaşındaki yeni kazandığı anlamı kastederek, “militarizm”i Almanların icadı olarak görür. Bundan dolayı Dünya’nın beş kıtasında insanlar ölmüştür. bk., “Hürriyet ve İtilâf Fırkasının İlgası”, İleri, No. 641, 22 Eylül 1335/1919, s. 2. 44 45 Celâl Nuri, “Muhârebe Ertesi Militarizm”, İleri, No. 751, 9 Şubat 1336/1920, s. 1-2. 46 Celâl Nuri, “Harbin Hikmeti”, İkdam, No. 7391, 8 Eylül 1917, s. 2. Celâl Nuri, Tarih-i Tedenniyât-ı Osmâniye, s. 58-63; Tarih-i Tedenniyât-ı Osmâniye- Mukadderât-ı Tarihiye,s. 120-125. 47 47 Millet terbiye edilmelidir, ancak millet de imkânlar dâhilinde kendisine çeki düzen vermelidir. Bunun için Celâl Nuri, milletin sorumluluğu ile ilgili şu hikâyeyi anlatır: Deve kuşuna, şu yükü taşı demişler, “ben kuşum, deve değilim cevabını vermiş. Öyle ise, uç görelim demişler; ben deveyim mukabelesinde bulunmuş.” İşler iyi olduğu zaman, herkesin vatanperverlik yaptığını belirten Celâl Nuri’ye göre; esas fedakârlık zor zamanda milletin elini taşın altına koymasıdır48. Ona göre, zaten millet iki bin metre derinliğindeki cehalet kuyusunda, “ağır bir uykuya dalmamış mıydı!” Çok şükür ki; Abdullah CevdetBey de, gelişme için “teknik-âliyat” demiş ve politikadan evvel “inkişaf-ı fikri” diye seslenmiştir49. Hayat mücadelesinde varolabilmek için cehalet dolu olan kafanın, zihniyetin mutlak surette değiştirilmesi gerekmektedir. Osmanlı cemiyetindeki cehaletin, boşluğun, eksikliğin sebebi nedir? Celâl Nuri’ye göre, son devirlerdeki bu karışıklığın sebebi XVI. asra kadar Osmanlı’ya akın eden, ancak bu asırdan sonra durmuş olan akıldır. Milletin zekâsı var, ancak kullanılamamaktadır, böyle bir durumdan öncelikle mütefekkirler sorumludur50. Yapılan değerlendirmelerden görüleceği üzereCelâl Nuri, Osmanlı cemiyetinin ilerleyebilmesi için cehaleti içinde barındıran ve atavizmden gelen negatif tesirlere karşı çıkmıştır. Zaman zaman olayların tesiriyle farklı tavırlar sergilese de, onun için millet sadece askerliğe dayalı bir zenginlik sistemine dayanmamalı, gerilemenin önünü alabilmek için Batı’da olduğu gibi ticareti, tekniği kullanarak kendini yenileyerek ilerlemelidir. Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru, ‘Osmanlı Devleti, sermaye sağlamak için borçlanma yolunu, tercih etmeli midir?’ sorusu Celâl Nuri’nin üzerinde durduğu diğer bir konudur. Celâl Nuri’ye göre, savaştan önceki yıllarda dünyanın başka yerlerinde de görüldüğü gibi borçlanarak devletin hayatı bir şekilde idame ettirilebiliyordu51. Osmanlı, muasır olmaya başladığı günden beri de borçlanma içinde olmuştur. Devletin gideri çok, geliri azdır. Bu şartlarda borç alınmazsa yaşam sıkıntısı çekilecektir. Sultan Abdülaziz, Sultan II. Abdülhamit, V. Mehmet’in saltanat devirlerinde memleketin varidatı rehin olarak gösterilmiştir. Ancak, yaşayabilmek için durum böyle devam edemez. Diğer taraftan, malî tarihimiz göstermektedir ki, Türk milleti üretici bir millet olmaktan ziyade tüketici bir millettir. Eğer devamlı böyle gidecek olursak, işimiz fenadır ve iflâs pek yakındadır. Her başımız daraldığında, hemen Avrupa ve bilhassa Paris 48 Celâl Nuri, “Vezâif-i Medeniye ve Ahlâkiye”, Serbest Fikir, No. 13-1, 1 Mayıs 1330/14.05.1914, s. 1-4. Celâl Nuri, “Müslümanlar, Türkler, Kalkın, Geciktiniz”, İctihad, No.86, 26 K.evvel 1329/08.01.1914, s. 1902-1904. 49 50 Celâl Nuri, “İhtilâf, Müzâheret”, Âti, No. 108, 18 Nisan 1334/1918, s. 1. Celâl Nuri, “İsmet Paşa Hazretleri’nin Natıkları Münasebetiyle İktisadî Vaziyetimizin Tahlili-1”, İkdam, No. 11279, 16 Eylül 1928, s.2. 51 48 sarraflarının cebine elimizi atmışız. Bu ise, çıkar bir yol değildir. Borçlanma usulleri iyi tetkik edilmelidir52. Cavid Bey’in ilk bütçede, İtalyan Luçati’den etkilenerek bütçenin başına yazdığı gibi, “Büdce açığının bir fazilet-i terbiyetkârisi vardır” devri bitmiştir. Bugünkü Türkiye’nin gelirleriyle ancak, eski borçların faizi dâhil olmak üzere, sadece üçte biri ödenebilecektir. Yeni borçlanmaların faizini, üretmeden ödemek çok zor olacaktır ve bu durum içtimaî bir musibet olarak Türkiye’nin karşısına çıkacaktır. Bu şartlar altındaCelâl Nuri yine de ümitlidir. Çünkü, devir değişmekte, tarihin bir dönemi kapanmakta, diğer bir dönemi açılmaktadır. Bundan sonra Türkiye üretmeye mecburdur ve kimseden iktisadî bir imdat beklenmemelidir. Harpte olduğu gibi, sulh döneminde de şiddetli iktisadî bir buhran olacaktır. Yalancı kaparoz ve spekülasyon ticareti değil, yeni şartlar altında, ancak mühtahsiller yaşayacaktır. Üretim başladıktan sonra, Türk milleti barbarlar derecesine inmeyecektir. Harpte, millet nasıl bir faaliyet göstermişse, sulh döneminde de üretim için aynı gayreti gösterecektir(Ağustos 1918). Artık bundan sonra, üretenler yaşayacaktır. Üretimin de tek şartı iyi idaredir, emniyettir. “Binâen aleyh, sevâik-i hayatiye bizde bir inkılâb-ı idariyi âmirdir.” Asayiş sağlanmalı, mahkemeler tanzim edilmeli, yolar yapılmalı, ticari eşitsizlik ortadan kaldırılmalı, hatır gönül, nüfuz ticareti bir kenara bırakılmalıdır. Ancak bu şartlar altında, Türkiye de diğer fazıl milletler gibi çalışmanın yolunu tutarak53, harpten sonra kurtuluşa erebilecektir. Buna göre, Celâl Nuri’nin düsturu “ekelim, biçelim, yiyelim, ölmeyelim” ve hiç ölmeyecekmiş gibi çalışalım olacaktır54. Malî siyaset, genel siyasetten soyutlanmamalıdır. Para meselesi umumî siyaset içinde düşünülmelidir. Bir insan bir işe teşebbüs ettiği vakit, onun bir amacı olmalıdır. “Arabacı sür!- nereye Efendim?- Sen sür de sonra gideceğim yeri düşünürüm...Böyle, siyaset değil, arabacılık bile” olmayacaktır. Mütarekeden sonra Türkiye’nin genel siyasetinintemel taşı, iktisadî politikası olmalıdır. Celâl Nuri’ye göre, artık matbuattaki Cenab, Nazif, Ali Kemal kavgaları bir kenara bırakılmalı, yarınki hayatın idamesi için gerekli tedbirler alınmalıdır55. Mahfillerde, matbuatta alışıldığı üzere, incir çekirdeğini doldurmayacak meseleler tartışılmaktadır. Sanki her iş bitmiş gibi dâhilî ihtilâflarla uğraşılmakta ve mülk üzerindeki tasarruf hakkımız olmadığı gibi bir sonuç çıkmaktadır. Bu ortamda, “Cemiyet-i düvel ve akvamın bir tapu-yucedid ile tevsik edilmiş gibi uzun boylu fırCelâl Nuri, kapitülâsyonların kaldırılmasıyla beraber, borçtan korkulmaması gerektiğini belirtir. bk., “Servet Menabii”, Âti, No. 130, 10 Mayıs 1334/1918, s. 2. 52 Sermaye biriktirebilmenin yolu çalışmaktır. Çalışmayla beraber önemli olan ve eski devirlerde düşünülmeyen şey, “tasarruf”tur. bk., “Sermaye Birikmesi”, İkdam, No. 11287, 24 Eylül 1928, s. 2. 53 54 Celâl Nuri, “İstihlâk, İstikrâz,İstihsâl”, Âti, No. 220, 11 Ağustos 1334/ 1918, s. 2. 55 Celâl Nuri, “Siyâset-i Maliye ve İktisâdiyemiz”, Âti, No. 229, 29 T.evvel 1334/1918, s. 1-2. 49 kacılıklara” girişilmiş ve ileri gelenler de uyku hâlinde bulunmaktadır. Uykudan uyanma zamanı çoktan gelmiştir. “İttihat ve Terakki, İ’tilâf ve Hürriyet’in, İ’tilâf ve Hürriyet, İttihat ve Terakkinin gözlerini oymaya savaşırken, biz istiklâl ve hatta muhtariyetimizden, ticaretimizden, hakk-ı hayatımızdan, bekâ ve devam kabiliyetinden mahrûm” bir hâlde bulunuyoruz56. Nefsaniyetin ruhlara tesirini arttırdığı bu ortamda, Celâl Nuri’ye göre tarih, Osmanlı saltanatının bundan daha vahim bir devre geçirdiğini hatırlayamamaktadır. Yukarıdaki manzarada görülen “gaflet-i milliye”, eski ve yeni milletlerin hiçbirinde bu derece görülmemiştir. Umumî harp sırasında, Türkiye’nin iktisadiyatı ıslah ve yüceltmek istense de bu başarılamamıştır. Celâl Nuri yapılanları şu cümleyle özetleyecektir: “başımızla yürüdük, ayaklarımızla düşündük, midemizle gördük, parmaklarımızla işittik.” Bu durumda akıl ve mantık tersine çevrilmiştir. Hükûmeti Türkler ellerinde bulundurmasına rağmen, gayrimüslimler ticareti tekellerine almışlar; bundan dolayı iktisadî menfaati bu kesim kendi lehine kullanmıştır. Tevfik PaşaHükûmetini uyararak bu konuda hiçbir doğru ya da yanlış politikalarının olmadığını belirten Celâl Nuri,Tevfik Paşaya seslenerek, İslâmiyet’in emrettiği ticaretin tutuklu bulunduğu hapisten çıkarılmasını istemektedir. Ticaretin himaye edilmesi hayatî bir meseledir. İttihat ve Terakki döneminde, savaş ortamında gelen paralara sevinilmiştir. Ancak, savaşta gelen paraya sevinilmez57. Savaş her türlü zararı verebilir. Önemli olan, dışarıdan gelen paraya sevinmek değil, içerideki serveti elde tutabilmek ve ticarî faaliyetlerde fakirlik içinde yaşayan Müslümanlara, aslî millete ticaretin kapısını açmak ve onu belirli bir program dâhilinde himaye edebilmektir58. Bütün insanlık için en büyük iktisadî tehlike ve felâket, nakit paranın bulunamayışıdır. Hükûmet, fırka kavgalarının, gazete tartışmalarının, kısacası askeri ve siyasî tartışmaların üzerinde bulunan şey, iktisadî politikaların eksikliğinden doğacak olan içtimaî musibetlerdir. Petrol satan, rahatlık içindeki Romanya ve çiftlik zengini Rusya’nın felâkete sürüklenmesi Türkiye için ders çıkarılması gereken bir konudur. Beş senedir mevcutlar tüketilmiştir. Bu durumda iktisadî musibetlerin iki kaynağı vardır: Fakirlik ve idaresizlik. Felâketlerin gelmemesi için, Celâl Nuri, “Bir lokma ekmeğe, mukaddesatımızdan bile geçeriz” diyerek, Celâl Nuri, “Yetim, Zayıf Bir Millet”, Âti, No. 419, 8 Mart 1335/1919, s. 1-2. Burada özellikle, Damat Ferit’in kurmuş olduğu, ilk hükûmetine tavsiyelerde bulunur. Belli bir grubun ya da şahsın elinde kalarak, fırka mücadelesi, adam kayırma gibi işlerle uğraşmak basitliğin göstergesidir. İzzet ve TevfikPaşalar bu hataya düşmüşlerdir. “Kuşpalazı” hastalığına serum zamanında verilirse, hasta iyi olur, aksi takdirde iş işten geçer. Onun için, öncelikle milliyet meselesi halledilmelidir. Bu ise, “milliyet-i hassa” ve “milliyet-i âmme” nazariyesi dâhilinde, Turancılığa, Türkçülüğe kaçmadan halledilmelidir. Aksi takdirde, “Altayları” geri alalım derken “Kostantinopolis”i kaybediyoruz. “Afrika kumsallarında uyku hastalığına tutulmuş yerliler”gibi olmayalım. Faaliyet ve çalışma gereklidir. Kirli, edepsiz, bayağı siyasetleri bir kenara bırakalım. 56 57 Bu durumun özellikle, yanı başımızda meydana gelen Irak’taki savaş açısından ibret alıcı yönleri vardır. 58 Celâl Nuri, “Ticaretimizin Himayesi”, Âti, No. 387, 4 Şubat 1335/1919, s. 1. 50 iktisadî ve içtimaî akıbetin yanında, siyasî meselelerin öneminin olmadığını ısrarla tekrar edecektir59. Maddî kurtuluş için, manevî değerlerden vazgeçmesi ise, aslında onun pozitivist yapısıyla beraber, Makyavelist bir politikayı da benimsemesinden kaynaklanmaktadır60. Celâl Nuri, Anadolu’nun İtilâf devletlerince işgal edildiği bir ortamda iktisadî ufukları, şimşekler çakan kara bulutlarla dolu bir havaya benzetir. Ona göre, hâlâ “herkes, devlet ve hükûmet, millet, mukadderat-ı siyasiyemizden” bahsetmektedir. Ancak, “Mukadderat-ı iktisadiye61..içtimâiye ve milliyemiz..mukadderat-ı siyasiyemizden akdemdir.” Vücuda giren kurşunun acısı nasıl sonradan hissedilirse, Türkiye’de devlet olarak muharebeden dolayı yenilen paranın acısı şimdi çekilmektedir. Maneviyattan önce para gereklidir. “İstiklâlimiz, âti-yiiktisadiyemize” bağlıdır62. Yaşanan sıkıntılardan malî olarak zarar eden, ancak bundan olumlu neticeler çıkaran bir tüccar gibi, iktisadî açıdan sıkıntı çekilen şu günlerde millete yol gösterecek, yeni esasları belirleyecek olan ileri görüşlü münevverlere ihtiyaç vardır63. Celal Nuri’ye göre milletin ayağını kaydıran kapitülasyonlar kaldırılmalıdır. Bu ise, “revolution”la değil, “evolution”la olmalıdır64. Kanunî boşluklar görmezlikten gelindiği için, yabancı şirketlerin haksız bir şekilde milletin parasını yemesi çok yanlıştır. Bundan dolayı Celâl Nuri, Osmanlı’nın kendi şirketlerini aktif olmaya çağırır65. Bir milletin iktisadî mevcudiyeti muhafaza edilecek olursa, o millet müstakil ve hâkim demektir. Bu açıdan, harplerden ziyade iktisadî üstünlük diğer milletlere karşı galibiyet anlamını taşıyacaktır66. Celal Nuri’ye göre, ‘Harpten sonra unutulan kadın meselesi hususî zannedilmemelidir67. Mesele umûmidir. Kadınlar, örf ve adete kurban edilmemeli, onların yetişmesi için gerekenler yapılmalıdır.’ Bu konuyla ilgili Celâl Nuri, “Sükut-ı Nükud Münasebetiyle Kırık Zenberek”, İleri, No. 408, 25 Şubat 1335/1919, s. 1-2; “Para ve Asâyiş”, İleri, No. 747, 5 Şubat 1336/1920, s. 1. 59 60 Celâl Nuri, “Ali Emiri Efendi Hazretlerine- ‘Prens’ ve ‘ Asafnâme’”, İleri, No. 603, 14 Eylül 1335/1919, s. 1-2. Siyasî konulurdan önce, iktisadî konuların ehemmiyetli olduğunu söyleyen Celâl Nuri’nin bu düşünceden bahsettiği ilk eserleri, İttihad-ı İslâm, Tarih-i İstikbâl’dir. Bu düşüncesinde de etkili olan düşünür, MaksNordau’dur. Burada medeniyet ve iktisadî yapının ilişkisi anlatılır.Geniş bilgi için bk., Tarih-i İstikbâl-3- Mesâil-i İçtimâîye, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi, İstanbul 1332/1914, s. 4572; İttihâd-ı İslâm, s. 4. 61 Celâl Nuri, “Müzâheret-i İktisâdiye”, İleri, No. 600, 11 Eylül 1335/1919, s. 1-2; “Sefalet-i İktisâdiye ve Mağlubiyet-i Bedenîye”, İleri, No. 656, 6 T.sânî 1335/1919, s. 1-2. 62 63 Celâl Nuri, “Sûr-i İsrafil”, İleri, No. 605, 16 Eylül 1335/1919, s. 1-2. 64 Celâl Nuri, “Kapitülâsyonlar- Vak’a-i İlgadan Sonra”, İleri, No. 610, 21 Eylül 1335/1919, s. 1-2. 65 Celâl Nuri, “Şu’bât-ı İktisâdiyemiz”, İleri, No. 699, 19 K.evvel 1335/1919, s. 8. 66 Celâl Nuri, “İstilâyı Tedricî- İnhitat-ı Tedricî”, İleri, No. 755, 13 Şubat 1336/1920, s. 1. Kendi ifadesine göre, Cihan Harbi üç yeni meseleyi iyice ortaya çıkarmıştır. “Kadın, Çocuk, Para” bu üç meselede doğrudan, bütün beşeriyeti ilgilendirmektedir. bk., Harbden Sonra Türkleri Yükseltelim, Efkâr-ı Cedide Kütübhanesi, Kostantiniye 1917, s. 5. 67 51 olarak, dört aylık Roma sürgünü sırasında, “Tacire-i Facire”68 adlı bir roman yazan Celâl Nuri, matbuatı bu konuyu gündeme taşıması için göreve çağıracaktır69. Balkan Savaşlarından sonra “yakında büyük bir savaş olabilir” diyen Celal Nuri, Birinci Dünya Savaşına dikkat çekerken Türkiye’nin istikbalini müdafaa için şu dört maddeyi önerecektir: 1- İstanbul’un müdafaası birinci vazifemizdir. Muratlı Dağı ve Çatalca’da bir yapılanma gereklidir. 2- Akdeniz ve Karadeniz’in boğazları zırhlı tabyalar ile donatılmalıdır. 3- Doğu vilâyetlerinin merkeze bağlanması hayatî bir meseledir. Jön Türkler doğu vilâyetlerinde, şimendifer hatlarıyla beraber bir savunma hattı oluşturmalıdırlar. 4- Deniz kuvvetleri tanzim edilerek süper dretnot şeklinde üç ünite ve bunların hareketlerini kolaylaştırmak için altı kruvazör, on iki torpido, on iki nakliye gemisi alınmalıdır. Bunların yapılması ise seksen sekiz milyon Türk Lirasının bulunmasına bağlıdır. Jön Türklerin marifeti de bu parayı bulmaktır70. Almanya’nın İngiltere ve Fransa ile savaşması da kaçınılmazdır. Ardından Rusya ile de savaşacaktır. Buna göre, Rus-İngiliz birlikteliğinin Türkiye’yi süpürebileceğine dikkat çeken Celâl Nuri, Osmanlının istikbalini, PancermenizmlePanislavizm’in belirleyeceğine dikkat çekerek satır aralarında Almanya71 tarafına yaklaşılmasını tavsiye edecektir. Fransa da doğuramaz bir kadım mesabesindedir; emperyalizmi küçüktür. Japonya ile Avrupa’nın husumetinin olduğu bir ortamda, Almanlar “Weltwirtschaft un welpolitik” yani “Evvelbe evvel, kuvvete ve iktidar edinmeğe çalış, ondan sonra servet tabiyetle gelecektir” ilkesiyle hareket etmektedirler. İngiltere’yle olacak bir harp hâlinde, zafer büyük ihtimalle Almanya’nın olacaktır. Bu keşmekeşlik içinde, islâmiyet’in hâli gelecekte ne olacaktır? İslâm bundan kıyamet kopuncaya kadar istifade edebilir mi? Bu konu önemli bir problemdir72. Aynı satırlar içinde Celâl Nuri, Celâl Nuri, “Tâcire-i Fâcire” -Hikâye-, İleri, No. 679-742, 29 T.sânî 1335/1919-31 K.sânî 1336/1920. Yirmi üç bölüm hâlinde İleri’de yayınlanan hikâye türündeki bu tefrikasında, kadın konusunu ele almıştır. Hatta, Vahidettin tarafından, adaba aykırı ve fuhşa teşvik mahiyetinde olduğu için, irade-i seniye ile neşri yasaklanacaktır. Buna rağmen, bir iki hafta da daha hikâye neşredilir. bk., İleri, No. 717, 6 K.sânî 1336/1920, s. 8; Ayrıca, Alemdargazetesi, bu yazıdan dolayı İleri gazetesi ve Celâl Nuri’yi eleştirecektir. bk., Alemdar, No. 385-2680, 5 K.sânî 1336/1920, s.2. 68 Celâl Nuri, “Hüseyin Rahmi Bey Üstadıma - Muharebeden Sonra Kadın Meselesi Aklımıza Geliyor mu?”, İleri, No. 616, 27 Eylül 1335/1919, s. 1-2. 69 70 Celâl Nuri, Tarih-i İstikbâl -2- Mesâil-i Siyâsiye, s. 123-133. Osmanlının Almanya ile beraber, Rusya’ya vurulan darbeden sonra, İngiltereye karşı hareket etmesi gerektiğini, 1915 yılında savaşın içinde açıktan savunacaktır. bk., Celâl Nuri, İttihâd-ı İslâm ve Almanya, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi, İstanbul 1333/1915, s. 17-22. 71 72 Celâl Nuri, İttihad-ı İslâm, s. 242-278. 52 Avrupa’nın gelişmek isteyen devletlerin ilerlemesine izin vermeyeceğini belirtir. Buna örnek ise Japonya’dır. Eğer, Japonya sessiz ve sakin terakkiyi sağlayamasaydı, Avrupa Japonya’nın gelişmesine izin vermeyecekti. Dünyanın çalkalandığı, Rusya’nın denizlere inmek için manevralar yaparak Osmanlı’yı paylaşma plânları yaptığı bir ortamdaCelâl Nuri, siyasî icapları ve diplomasiyi unutan Gazi Ahmet Muhtar ve Kâmil Paşaları eleştirecektir. Bunu yaparken de maksadının İttihat ve Terakkiyi savunmak ve fırkacılık yapmak olmadığını belirterek muharrirlik mesleğini yerine getirdiğini söyleyecektir73. Birinci Dünya savaşının sonucunda, Osmanlı’nın savaşa girmesini dış baskılara bağlayacak olan Celâl Nuri, bir devrin kapanıp yeni bir devrin açıldığını belirterek ağır şartlar altında oluşan iktisadî yapı içerisinde “sırat köprüsünden” geçmenin zor olacağını söyleyecektir74. “Sefine-yi ictimâiyeyi idare eden pusula” şaşmıştır ve muharebe bir anarşi doğurmuştur75. Birinci Dünya Savaşı’nın acılı günlerini fazlasıyla hisseden Celâl Nuri, bu karışıklığın sorumlularına 1931 yılında şöyle hitap edecektir: “Kahrolsun Wilson, Kahrolsun Lloyd George, Kahrolsun Clemenceau ve mesleki temadi ettirmek isteyenler.”76Aslında, bu düşünceye ulaşmasında 1929 yılında 89 yaşında olan ve Avrupa siyasetinin objektif bir fotoğrafını çekmiş olan Gustave Le Bon etkisi büyük olacaktır. Celâl Nuri’nin de benimsediği bu tespitlere göre, yeni Avrupa tarihinin büyük bir kısmı, siyasî yanlışlıkların bir hikâyesidir. Bu hatalar, Avrupa siyâsetini idare etmektedir. Avrupa’yı alt üst eden karışıklık sahnelerinden biri de Türkiye’dir. İstanbul’un fethinden sonra, Türklerin idaresine verilen Balkanlarda yanlış zihniyetle Bosna Avusturya’ya, Kıbrıs İngiltere’ye verilerek Bulgaristan, Sırbistan gibi eyaletler oluşturulmuştur. Bunlar müstakil olur olmaz birbiriyle kavgaya girişmişler; Rusya’nın müdahaleleriyle de Cihan harbi patlak vermiştir. “Eğer Türkiye, Balkanlarda hüküm sürseydi, büyük harp olmayacaktı.” Buna göre, eski Türkiye’yi vilâyetlerinden mahrum eden diplomatlar şu iki neticeye varmıştır: 1- Avrupa’yı viraneye çeviren hadise harbin ortaya çıkışıdır. 2- Türkiye’den ayrılan devletlerden dolayı yeni ihtilâflar doğmuştur. Yeni oluşan tablo karşısında, Avrupa devletleri Türkiye’nin önceden uyguladığı politikaları uygulayamamışlardır. Cihan barışından sonra, Avrupa diplomatlarının Türkiye’ye karşı yaptıkları hatalar devam etmektedir. 73 Celâl Nuri, Tarih-i İstikbâl -2- Mesâil-i Siyâsiye, s. 59-79. 74 Celâl Nuri, “Cihan İnkılâbı”, Âti, No. 86, 27 Mart 1334/1918, s. 4 75 Celâl Nuri, “İtilâ ve İrtikâ”, Âti, No. 87, 28 Mart 1334/1918, s. 2. 76 Celâl Nuri, “Dünya Denk Değil...”, Yılmaz, No. 12, 12 K.sânî 1931, s. 2. 53 Müslümanları kovmak emeliyle, L. George, Yunanlıları77 Türklerin üzerine saldırtmış siyasî haritadan silinme tehlikesini gören Türkler, bütün kuvvetlerini toplayarak Yunanı tard etmişler ve Lozan Antlaşması’nı imzalatmışlardır. Bu durum Avrupa için utanılacak bir ayıptır. İstanbul bir Türk şehri olmuş ve kapitülâsyonlar kaldırılmıştır. Bu durum ise, kudretli bir İngiliz vezirinin politika hususundaki anlayışsızlığından kaynaklanmaktadır. Eğer Almanya bu savaşı kazansaydı bugün müstesna bir konuma gelmiş olan Türkiye, bu muvaffakiyeti sağlayamayacaktı78. Celâl Nuri’nin düşüncesine göre, siyasî teşkilâtlar, içtimaî tekâmülâtın bir neticesidir. O hâlde olanca kuvvet toplumun yükseltilmesine verilmelidir. Bundan dolayı, cemiyetin daha yüksek bir konumda olması için : 1- Hissî dayanışma, 2-Uhuvvet-i milliye, 3- İçtimaî dayanışma, 4- Beledî yardımlaşma, 5- Muhabbet-i beledîye, 6-Sohbet ve muaşeret mefhumları daha iyi anlaşılmalıdır79. Onun, özellikle yardımlaşma ya da dayanışma kavramlarının üzerinde durma sebebi, son zamanlarda I. Dünya Savaşı sonucu dünyanın değişik yerlerinde kendini gösteren anarşidir. Ona göre, milletin ruhunu tadil ve tebdil eden müesseseler değildir. Bilâkis müesseseler, o ruhun ihtiyaçları sonucunda oluşmuşlardır. Bir düstur olan bu hakikâtde ise, ahlâkın büyük bir tesiri vardır. Mutlakıyet devrinden çıkarken umumî harbe dâhil olmak, günden güne ahlâkî değişikliklere sebebiyet vermektedir80. Yazar, İttihâd-ı İslâm ve Almanya(1914) adlı eserinde tarihî gelişme seyri içinde inkılâplar devri yaşandığı konusuna dikkat çekerken, bunun önüne geçmenin imkânsız görüldüğünü söyler. İttifaklar ve itilâfların kurulmasıyla I. Dünya Savaşı başlamıştır. Celâl Nuri, yakında bu savaşın çıkabileceğini İttihâd-ı İslâm81 eserinde yazarak, Osmanlı Devletinin hangi tarafta yer alması gerektiği üzerinde de durmuştu. Buna göre o, Le Jeune-Turc’teneşrettiği yazılarında da bunun ipuçlarını vermiş ve özellikle Rusya’ya karşı durulmasının gerekliliğinden bahsetmiştir82. Le Jeune-Turc’teki bu yazılarının yanı Yunanistan’ın Berlin Büyükelçisi, M. Kanellopis, Almanya’da, Nord Un Süd (Şimâl ve Cenup) adlı mecmuada, bazı hayalperest fikirleriyle beraber, gerçekleri de söyler. Buna göre, Yunanistan, “Asya kapılarında Avrupa’ya nöbetçilik etmiştir.” bk. Celâl Nuri, “Diplomat Sözleri”, İkdam, no. 11358, 5 B. kanun 1928, s. 2. 77 78 Celâl Nuri, “Siyasî Yanlışlıklar”, İkdam, No. 11531, 3 Haziran 1929, s. 2. 79 Celâl Nuri, “İ’tilâ ve İrtikâ” , Âti, No. 87, 28 Mart 1334/ 1918, s. 2. 80 Celâl Nuri, “Ahlâk Frengisi”, Âti, No. 151, 31 Mayıs 1334/ 1918, s. 2. Celâl Nuri’nin savaşın olacağını söylemesi ve bunun doğru çıkmasına Ahmet Sâkî de dikkat çeker. bk., Davâ Vekili Giridî Ahmed Sâkî, “Harb-i Hazır ve İttihâd-ı İslâm”, İkdam, No. 7145, 2 K.sânî 1917, s. 2; Celâl Nuri, I. Dünya Savaşına benzer şekilde, “Japonya ile Amerika arasında dünyada kalan (arazi-i mevat) hakkında öyle bir derin ihtilâf bir rekabet baş gösterdi ki, asrın ortalarında bu bahr-i muhitin suları mühim miktarda beşer kanıyla karışacağa benziyor” diyerek, yaklaşık bir hesapla II. Dünya Savaşının çıkış tarihini tahmin etmiştir. bk., “Dünya Politikasının İcmali-Harbden Sonraki Cihan Muvazenetini İdâre Eden Tertibler”, İkdam, No. 11110, 28 Mart 1928, s. 4. 81 82 Celâl Nuri, İttihâd-ı İslâm ve Almanya, s. 3-5. 54 sıra, I. Dünya Savaşı’ndan bahsettiği eserlerde, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın emperyalist politikalarından söz ederek, onların Osmanlı’ya karşı kötü bir niyet taşıdıklarını yazıyordu. 1814-15 Viyana Kongresinin dünyada yeni bir denge kurmasından sonra 1870’lerde Almanya ve İtalya’nın birliklerini kurması, Avrupa’da yeni blokların doğmasına neden olmuş ve özellikle Almanya 1890’larda izlediği politikalarla “Güneydoğu Avrupa ve Ön Asya’yı etkisi altına almış, Afrika ve Uzak Doğu’da girişimlerde bulunmaya” başlamıştır83. İttihat ve Terakki, devleti savaşa sokmuş, milleti fakirleştirmiştir. Celâl Nuri’ye göre (I.) Dünya Savaşı, 10 Temmuz kahramanlarına siyah bir patent vurmuştur84.Osmanlı saltanatını, I. Dünya Savaşı’nın başlangıcından 1918 yılına kadar muhafaza eden etkenler, Avrupa muvazenesi, İtilâf ve İttifak zümresinin anlaşamamasıdır. Ancak, Avrupa muvazenesinin bozulmasından sonra Türkiye’yi muhafaza eden güç, İttifaktan ziyade kendi kılıcı olmuştur85. İngiltere’nin politikası ‘milletler ve hürriyetler’ nazariyesi açısından ele alınacak olunursa, bunun adı, “mürâîlik ve alçaklıktır!”. İngiltere, elinde bir kadehle orucun faziletlerinden bahsetmektedir. Onun için bu devlet, düşüncelerinde samimi değildir. Eğer böyle olsaydı İrlanda’ya bağımsızlığını verir, Hind’i azad eder, Mısır’dan “defolur” giderdi86. Sonuç Celâl Nuri’nin 1914 yılındaki tartışmalarında, Türklere karşı düşmanlık besleyen Lord Byron ve Victor Hugo’ya olan düşmanlığının, burada Avrupa’nın gerçek aydınlarına, ilmine karşı olmadığı açık olarak görülmektedir. Dikkat çeken başka bir nokta ise, Cumhuriyet’in ilânından önce, Avrupa’nın emperyalist politikalarından sürekli bahseden ve medeniyet anlayışını bu politikaya bağımlı olarak ele alan Celâl Nuri, Cumhuriyet’in ilânıyla Türk milletinin bağımsızlığı kazanmasından sonra Avrupa medeniyetinin ilmî ve toplumsal yönüne önem vererek Avrupa medeniyetini toptan kabul etmiştir. Ancak, bu medeniyetin yanlışlarını da sürekli olarak yazmaktan vazgeçmemiştir. 83 Rifat UÇAROL, Siyasi Tarih(1789-1994), s. 459. 84 Celâl Nuri, “Tarihin Neresine Geldik–Gazi İnkılâbı ve Sonrası”, Yılmaz, No. 35, 4 şubat 1931, s. 5 85 Celâl Nuri, “Yeni Diplomasi”, Âti, No. 275, 12 T.evvel 1334/1918, s. 1. 86 Celâl Nuri, “Turn Stand Lloyd George’un Rucû’u Münâsebetiyle”, Âti, No. 10, 10 K.sânî 1334/1918, s. 2. 55 Özet Batıcı fikir akımının önemli temsilcilerinden biri olan Celal Nuri, Balkan Savaşları, I. Dünya ve Kurtuluş Savaşları dönemini bizzat yaşamış; hukukçu, gazeteci ve siyasetçi kimliğiyle, Türkiye’nin kurtuluşu için tarihi süreci çok iyi incelemiş ve savaşlarla birlikte Türk İnkılabı’na giden yolda önemli tespit ve ilerleme formüllerini ortaya koymaya çalışmıştır. I.Dünya Savaşı’nı, “beşeriyet-i cedide” doğuracak köprüye benzeten Celal Nuri, Avrupa’yı, sömürgecilik yarışı içerisinde, iyi ve kötü yönleriyle “Anka ve Hüma” kuşlarına benzeterek ele almıştır. Yazar, uluslararası gelişmelerle birlikte, İslamcılık, Türkçülük ve Garplılaşma hareketleri ekseninde I. Dünya Savaşı’nın çeşitli boyutlarını gözler önüne sermeye çalışmıştır. Siyasi kurum ve gelişmelerle beraber, Osmanlı Devletinin tarihi hususiyetlerini savaşın konjonktürel durumuna göre değerlendirmiştir. I. Dünya Savaşıyla birlikte İslam’ın inhitatı, Türklerde askerlik-savaş ve iktisadi yapı arasındaki ilişki, medeniyet ve ilerleme için nasıl bir tercihin yapılması gerektiği, savaş şartları içinde Avrupa’ya “husumet mi, muhabbet mi” besleneceği konusu, Avrupa’daki çeşitli ideolojilerin savaş ortamındaki etkileriyle birlikteözellikle, “Harpten Sonra Türkleri Yükseltelim” eserinde Türkiye’nin nasıl kurtulacağı konusu, “ekelim, biçelim, yiyelim, ölmeyelim” felsefesindeki yaklaşımları, para, kadın ve çocuk konularının içtimai karanlık içinde güçlü bir devletin algısıyla birlikte nasıl şekillendirilmesi gerektiği gibi konular üzerinde durmuştur. Bu bildiride, yukarıda belirtilen konular çerçevesinde Celal Nuri’nin, 1914’ten Cumhuriyet’e değişen şartlara göre kronolojik olarak yaklaşımları değerlendirilerek, I. Dünya Savaşı’nın günümüz açısından önemi ortaya konulmaya çalışılacaktır. Kaynakça A. Arşiv Kaynakları ve Kitapl -Afife Fikret (Celâl Nuri), Ahir Zaman-Roman-, Efkâr-ı Cedide Kütübhanesi,Dersaadet 1334 / 1918. -Celâl Nuri, İttihâd-ı İslâm-İslâmın Mazisi, Hâlî, İstikbâli, Yeni Osmanlı Matbaası, İstanbul H.1331. ___________, Tarih-i Tedenniyât-ı Osmâniye-Mukadderât-ı Tarihiye, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi, İstanbul H.1331. ___________, Müslümanlara, Türklere Hakâret; Düşmanlara Riâyet ve Muhabbet, Kader Matbaası, İstanbul H.1332/1914. Tarih-i İstikbâl -2- Mesâil-i Siyâsiye, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi, İstanbul H.1331. ___________, Hâtemü’l-Enbiyâ, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi, İstanbul H.1332. 56 ___________, Türk İnkılâbı, Suhûlet Kütübhanesi, İstanbul 1926. ___________, İttihâd-ı İslâm ve Almanya, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi, İstanbul H. 1333/ 1915 ___________, Türkçemiz, Mesâil-i Hazıra Hakkında Musâhabât, Efkâr-ı Cedide Kütübhanesi, İstanbul 1917. ___________, Harbten Sonra Türkleri Yükseltelim, Efkâr-ı Cedîde Kütübhanesi, Konstantiniye 1917. -Haydar Kemal (Celâl Nuri’nin müstear ismi), Tarih-i İstikbâl Münasebetiyle Celâl Nuri Bey, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi, İstanbul H. 1331/1913. - Giridî Ahmed Sâkî, Celâl Nuri Bey ve Cezrî Fikirleri,Dersaadet 1338-1335/ 1919. -Mim Kemal ÖKE, Kutsal Topraklarda Siyonizm, İstanbul 1991. - TMMM Albümü 1920-1991, Ankara 1994, s. 20. - TBMM Azayı Kiramına Mahsus Muhtasar Tercüme-i Hâl Varakası, TBMM Arşivi ,Celâl Nuri’ye ait 180 numaralı dosya. -TUNAYA, Tarık Z., Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, 2 bsk., Arba Yay., İstanbul 1996. -UÇAROL, Rifat, Siyasi Tarih(1789-1994), Der Yay., İstanbul 2008. -UYANIK, Necmi, Siyasi Düşünce Tarihimizde Batıcı Bir Aydın Olarak Celal Nuri (İleri), (Selçuk Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi-Konya 2003). B. Makaleler -Abdullah Cevdet, “Şime-i Muhabbet”, İctihad, No. 89, 16 K.sânî 1329/29 Ocak 1914, s. 1979-Celâl Nuri, “İslâm’da Vücûb-ı Teceddüt-1”, İctihad, No. 39, 15 K.sânî 1327/28 Ocak 1912, s. 972. 1984. -“Şîme-i Husûmet”, İctihad, No. 88, 9 K.sânî 1329/22 Ocak 1914, s. 1949-1950. ___________, “Vezâif-i Medeniye ve Ahlâkiye”, Serbest Fikir, No. 13-1, 1 Mayıs 1330/14.05.1914, s. 1-4. ___________, “Türklerin Sa’y ve Ameldeki Kıymetleri”, Serbest Fikir, No. 3-15, 15 Mayıs 1330/28 Mayıs 1914 , s. 5-6. ___________, “Müslümanlar, Türkler, Kalkın, Geciktiniz”, İctihad, No.86, 26 K.evvel 1329/08.01.1914, s. 1902-1904. ___________, “Stugle For Life-Mübareze-i Hayat ve Bunun İçin İstihzarat”, Uhuvvet-i Fikriye, No. 5-21, 10 Temmuz 1330/23 Temmuz 1914, s. 1-6. ___________, “Harbin Hikmeti”, İkdam, No. 7391, 8 Eylül 1917, s. 2. Celâl Nuri, “Turn Stand Lloyd George’un Rucû’u Münâsebetiyle”, Âti, No. 10, 10 K.sânî 1334/1918, s. 2. ___________, “Hayat-ı Milel- Avusturya ve Milliyet Nazariyesi”, Âti, No. 11, 11 K.sânî 1334/ 1918, s. 2. 57 ___________, “Fenn-i Muhâceret ve Fenn-i İskân”, Âti, No. 16, 16 K.sânî 1334/1918, s. 4. ___________, “Asker”, Âti, No. 37, 6 Şubat 1334/1918, s. 3. ___________, “İslâm Medeniyeti”, Âti, No. 46, 15 Şubat 1334/1918, s. 1. ___________, “Cihangîr”, Âti, No. 49, 18 Şubat 1334/1918, s. 2. ___________, “Cihan İnkılâbı”, Âti, No. 86, 27 Mart 1334/1918, s. 4. ___________, İ’tilâ ve İrtikâ” , Âti, No. 87, 28 Mart 1334/ 1918, s. 2. ___________, “Kurtulan Vatan Aksâmı”, Âti, No. 99, 9 Nisan 1334/ 1918, s. 1. ___________, “İhtilâf, Müzâheret”, Âti, No. 108, 18 Nisan 1334/1918, s. 1. ___________, “Servet Menabii”, Âti, No. 130, 10 Mayıs 1334/1918, s. 2. ___________, “Ahlâk Frengisi”, Âti, No. 151, 31 Mayıs 1334/ 1918, s. 2. ___________, “İctimâî Erkân-ı Harb”, Âti, No. 109, 19 Nisan 1334/1918, s. ___________, “İstihlâk, İstikrâz,İstihsâl”, Âti, No. 220, 11 Ağustos 1334/ 1918, s. 2. ___________, “Türkleşmek, İslâmlamlaşmak, Muâsırlaşmak”, Âti, No. 224, 15 Ağustos 1334/1918, s. 1-2. (İmzasız), “Acıklı Bir Ölüm”, Cumhuriyet, No. 4201, 3 İ.Teşrin 1938, s. 1. ___________, “Müzâheret-i İktisâdiye”, İleri, No. 600, 11 Eylül 1335/1919, s. 1-2. ___________, “Ali Emiri Efendi Hazretlerine- ‘Prens’ ve ‘ Asafnâme’”, İleri, No. 603, 14 Eylül 1335/1919, s. 1-2. ___________, “Kapitülâsyonlar- Vak’a-i İlgadan Sonra”, İleri, No. 610, 21 Eylül 1335/1919, s. 1-2. ___________, “Hüseyin Rahmi Bey Üstadıma - Muharebeden Sonra Kadın Meselesi Aklımıza Geliyor mu?”, İleri, No. 616, 27 Eylül 1335/1919, s. 1-2. ___________, “Yeni Diplomasi”, Âti, No. 275, 12 T.evvel 1334/1918, s. 1. ___________, “Saltanat, Hükûmet, Millet, Cemiyet-i Düvel, Fırkalar, İstikbâlimiz”, Âti, No. 276, 13 T.evvel 1334/1918, s. 2. ___________, “Siyâset-i Maliye ve İktisâdiyemiz”, Âti, No. 229, 29 T.evvel 1334/1918, s. 1-2. ___________, “Mukadderât-ı Tarihiye, Mukadderât-ı Cedide”, Âti, No. 295, 1 T.sânî 1334/1918, s. 2. ___________, “Ticaretimizin Himayesi”, Âti, No. 387, 4 Şubat 1335/1919, s. 1. ___________, “Sükut-ı Nükud Münasebetiyle Kırık Zenberek”, İleri, No. 408, 25 Şubat 1335/1919, s. 1-2. ___________, “Yetim, Zayıf Bir Millet”, Âti, No. 419, 8 Mart 1335/1919, s. 1-2. ___________, “Gerçekden Bir Fırka Teşekkül Ediyor”, İleri, No. 579, 18 Ağustos 1335/1919, s. 2. ___________, “Hürriyet ve İtilâf Fırkasının İlgası”, İleri, No. 641, 22 Eylül 1335/1919, s. 2. ___________, “Sefalet-i İktisâdiye ve Mağlubiyet-i Bedenîye”, İleri, No. 656, 6 T.sânî 1335/1919, s. 1-2. ___________, “Şu’bât-ı İktisâdiyemiz”, İleri, No. 699, 19 K.evvel 1335/1919, s. 8. ___________, “Para ve Asâyiş”, İleri, No. 747, 5 Şubat 1336/1920, s. 1. 58 ___________, “Muhârebe Ertesi Militarizm”, İleri, No. 751, 9 Şubat 1336/1920, s. 1-2. ___________, “İstilâyı Tedricî- İnhitat-ı Tedricî”, İleri, No. 755, 13 Şubat 1336/1920, s. 1. ___________, “Teceddüd Merhalelerinde Âlem Bu Asırda Şark-ı Karibde Büyük Bir İnkışaf- ı Medeniyetin Şahidi Olacaktır”, İleri, No. 2155, 17 Şubat 1340/1924, s. 1, ___________, “Ne Medeniyet, ne An’ane!”, İkdam, No. 11302, 10 T.evvel 1928, s. 2. ___________, “Diplomat Sözleri”, İkdam, no. 11358, 5 B. kanun 1928, s. 2. ___________, “İsmet Paşa Hazretleri’nin Natıkları Münasebetiyle İktisadî Vaziyetimizin Tahlili-1”, İkdam, No. 11279, 16 Eylül 1928, s.2. ___________, “Sermaye Birikmesi”, İkdam, No. 11287, 24 Eylül 1928, s. 2. ___________, “Siyasî Yanlışlıklar”, İkdam, No. 11531, 3 Haziran 1929, s. 2. ___________, “Tarihin Neresine Geldik–Gazi İnkılâbı ve Sonrası”, Yılmaz, No. 35, 4 şubat 1931, s. 5. - Alemdar, No. 385-2680, 5 K.sânî 1336/1920, s.2. - “Pek Uyanık Bir Uyku-Celâl Nuri Beyefendiye(I)”, İctihad, No. 55, 21 Şubat 1328/6 Mart 1913, s. 1226. 59 Anahtar Kelimeler Celâl Nuri İleri, I. Dünya Savaşı, Askerlik, Kadın, İktisat, Medeniyet Abstract The New Civilization Passing The War Bridge in the Age of Disaster: The First World War and Turkey Written by CelâlNuri One of the most important representatives of the western movement of thought CelalNuri had experienced the Balkan Wars, First World War and Independence War periods personally; had examined the historic process of Turkish independence very well with his jurist, politician and journalist identity and tried to present the important detection and improvement formulas of the Turkish revolution coming through the wars. CelalNuri thought that the First World War resembles a bridge that will create a “new civilization” and thought that tha Europe resembles the “Phoenix and Huma” in the colonialism race with all its good and bad ways. Through the international developments, the writer tried to revealthevariousaspects of the First World War in theaxis of Islamism, TurkismandWesternization.Togetherwiththepoliticalinstitutionsanddevelopment, he criticizedthehistoricalfigures of the Ottoman Empire according to the cyclical situation of thewar. The depression of Islam by the First World War, the relationship between the military – war and economic structure in Turkey, what kind of a choice should be done for civilization and progress, nurture either “enmity or affection” towards Europe, the effects of various ideologies in Europe during combat conditions and especially in his literary work “ Heighten The Turks After The War”, he focused on the issues as the independence way of Turkey, his approach towards “cultivate, eat and not die” thought, how the money, women and children issues should be shaped together with the sense of strong state in the social darkness. In this paper, within the framework of the above mentioned issues, CelalNuri’s approaches towards the changing conditions of the society from 1914 to the Republic will be evaluated chronologically and the importance of the First World War in today’s world will be tried to be presented. Key Words: Celâl Nuri İleri, First World War, Soldiery, Woman, Economy, Civilization 60 Sarıkamış Harekâtı’nın Şiir ve Destanlara Yansıması Nurhan AYDIN* Zekiye TUNÇ** Sarıkamış Harekâtı’nın Şiir ve Destanlara Yansıması Tarih edebiyatı oluşturan en önemli kaynaktır. Tarih mensup olduğu milletin hafızası ise edebiyatta hafızayı muhafaza eden beyin niteliğindedir. Türk tarihinde olayların tekrarına sıkça rastlanıyor. Bununda asıl sebebi söz konusu olayların bir şekilde edebi eserlere yansımasından, dolayısıyla sonraki nesillere bir biçimde sunulmasındandır. Bu nedenle tarihi olaylar cereyan ettikleri toplum içinde bir takım etkiler, silinmez izler bırakmaktadırlar. Dolayısıyla bütün tarihler hizmet ettiği sosyal amaca bağlıdır. Tarihin sosyal amacı doğrudan yada dolaylı olarak bugünle ilişkili bulunan geçmişin anlaşılmasıdır. Fakat gerçek, karmaşık ve çok yönlüdür. Sözlü tarihin bir özelliği, insanlar çevresinde gelişmesidir. Hayatı tarihin içine dahil eder ve böylece onun amacını genişletir. Aslında sözlü tarih, tarihin kendisi kadar eskidir. Çünkü o tarihin ilk şeklidir.1 Sözlü tarih, bir milletin hayatında, fertlerin sözlü ve yazılı geleneklerinde yer alan kabulleriyle, müştereklik gücüne erişen ve milli kimliği oluşturan maddi ve manevi faaliyetlerin bütünüdür. Sözlü tarih doğası gereği sözlü kültür ortamı içinde gelişmesi açısından sözlü kültür kümesinde değerlendirilmelidir.2 Sarıkamış Harekâtı tarihsel bir olaydır. Bu tarihsel olay hakkında tarihçiye bilgi sağlayabilecek pek çok kaynak, belge mevcuttu. Bununla birlikte, yaşayanların tanıklığı da bu kaynakların yelpazesini genişletmektedir. Ayrıca Sarıkamış Harekâtı halkın anlatımlarında da kendisine yer bulmuştur. Sarıkamış, ağıtlardan, destanlardan, hikayelere kadar geniş bir yelpazede aktarılmakta ve yaşatılmaktadır. Bu bağlamda ortak tarihi yaşatmak, ortak bir kimlik taşımak anlamına gelir.3Milletimizin tarihsel süreçte tecrübe ettiği zaferler kadar acılar da, ortak kimliğimizin dokusunda kendilerine has, özgün konumlarına sahiptirler. Ancak halkın anlatışında, edebiyata yansımasında Sarıkamış’ın özel bir yeri vardır. Sarıkamış’ın edebiyata yansımasında askeri bir başarısızlık olarak görülmez. Mehmetçiğin uğradığı bir haksızlık olarak anlatılır. Sarıkamış’ta *Yrd. Doç. Dr.,Kafkas Üniversitesi, [email protected]. **Yrd. Doç. Dr., Sinop Üniversitesi, [email protected]. 1 Ruhsi Ersoy, “Sözlü Kültür ve Sözlü Tarih İlişkisi Üzerine Bazı Görüşler”, Milli Folklor, Sayı 61, 2004, s. 103 Kemal Üçüncü, “Trabzon Yöresi Sözlü Kültür Tarih Malzemesinin Trabzon Tarih Araştırmaları için Kaynak Olarak Durumu ve Önemi”, Karadeniz Tarih Sempozyumu, 25-26 Mayıs 2005, Trabzon, s. 106 2 3 Sait Beşer, Toplumsal Aklı Anlamak, Ataç Yayınları, İstanbul 2006, s. 129. 61 karların erimesini beklemeden yola çıkarılan ordu hakkıyla savaşmadan erimiş ve bu dram hafızalarından silinmemiştir. Özellikle tarihi süreç içerisinde baktığımızda; Osmanlılarla Ruslar arasında yapılan savaşların üzerinde en çok iz bırakanı Hicri 1293 yılında yapıldığı için tarihe 93 Harbi olarak geçen 1877-78 savaşıdır. Osmanlı ordularının yenilgisiyle sonuçlanan savaş neticesinde Ayastefanos Anlaşmasıyla Elviye-i Selase denilen üç sancak Kars-ArdahanBatum savaş tazminatı olarak Ruslara verildi. (3 Mart 1878) Birkaç ay sonra yapılan Berlin Antlaşması ile de Sarıkamış Rusların eline geçti. Bu durum o yıllarda söylenen bir destanda şöyle dile getirilmiştir: Tarih vardı doksan dörde Bütün Kars, Ardahan ağlar Batum’da uğradı derde Kalır Urus’a kan ağlar…4 Doğu Anadolu’nun çok önemli stratejik konumuna sahip bölgenin elden çıkması Osmanlı için çok büyük kayıp, Rusya için açık denizlere inme politikası açısından çok önemliydi. Daha sonra 1912 yılında yapılan Balkan Savaşları sonunda Osmanlı Devleti büyük ölçüde toprak kaybına uğradığı gibi, Avrupa nezdinde gücünü de kaybetti. Balkan savaşlarının daha yarası sarılmadan, I. Dünya Savaşı’nın başlaması ile açılan Kafkas Cephesi’nin en önemli hareket noktası olan “Sarıkamış Kuşatma Harekatı” ile de Osmanlı Devleti çok daha büyük kayıplar yaşadı. Bu harekat sırasında Türk ordusu, tarihte eşi görülmemiş bir hezimete uğradı. Öyle ki, aradan bunca yıl geçmesine rağmen Sarıkamış Harekâtı ve bu harekata ait trajik anılar, hafızalardan silinmemiştir. Doksan bin kişilik büyük bir ordunun düşman ateşinden çok, dondurucu soğuklar, açlık ve hastalıklar nedeniyle Sarıkamış yöresindeki karlı dağlarda neredeyse tamamen yok olması, bir yazarımızın yıllar önce ifade ettiği gibi “hala kafalarımızın içerisinde beyazlaşmış bir kor sıcaklığı ile durmaktadır.” Falih Rıfkı Atay’ın Akşam gazetesinde yayımladığı bir yazısında; “Sarıkamış nedir? Neresidir? Bir kasabamı, bir dağ başımı, mezarlık mı? Sarıkamış artık Mohaç gibi, Niğbolu gibi bir destan olmuştur. Böyle isimler tarihte kalabilmek için taşan birer şehir adı olmaya muhtaç değildirler. Milli coğrafya Konya, Ankara gibi kasabalardan azla, Mohaç ve Sarıkamış gibi gezilip görülmez yurtlardan yoğrulur. Her milletin toprak altında böle kemiklerden kurulmuş ve kan pıhtıları içinde yanan ruhların oturmakta olduğu bir vatanı vardır. Bu vatan parçalanamaz, bölünemez, çiğnenemez. Bu vatanın hudutlarını ne siyasiler çizebilir, ne ordular bozabilir…5 4 Fahrettin KIRZIOĞLU, Edebiyatımızda Kars, Işıl Matbaası, İstanbul 1958, s. 46 5 Falih Rıfkı Atay, Akşam, 1921 62 Sarıkamış Harekâtı hakkında şimdiye kadar çok şey söylendi. Harekâtın en küçük bir başarı şansı bulunmadığı öne sürüldü. Enver Paşa yenilginin tek sorumlusu olarak gösterildi. Maceraperest olduğu ileri sürüldü. Enver Paşa’nın Almanların Avrupa cephesindeki yüklerini hafifletmek uğruna, 90 bin askeri Sarıkamış dağlarına gömdüğü söylendi. Hatta daha da ileri gidilerek hain olduğu bile ima edildi.6 Sarıkamış Harekâtı konusunda bu tür yanlış görüşlerin ortaya çıkmasına, harekata 9. Kolordu Kurmay Başkanı olarak katılan Şerif Köprülü’nün, 1921 yılında Akşam gazetesinde yayınlanan ve daha sonra, Sarıkamış İhata Manevrası ve Meydan Muharebesi adıyla kitap haline getirilen anılar öncülük etti. Mütareke döneminde yayınlanan bu anıların etkisiyle Sarıkamış Harekatı kaybedilmeye mahkûm, Türk askerlerinin hayatını hiçe sayan delice bir taarruz olduğu günümüze kadar tekrarlandı. Oysa Türklere karşı çarpışan Rus birliklerinde görev alan Moslowski ve Nikoloski gibi Generallerin harekât hakkındaki görüşleri yukarıdaki iddiaların gerçeği yansıtmadığını, en azından bu görüşlerin şüpheyle karşılanması gerektiğini ortaya koymaktadır. Zira bu Rus Generalleri, Sarıkamış Harekâtı’nın başarı şansı yükse, cüretkar bir taarruz olarak değerlendirmiş ve kendileri için ciddi bir tehlike oluşturduğunu belirtmişlerdir. Onlara göre, kahramanca çarpışan Türk askerleri, harekatın ilk günlerinde galip gelecek durumdayken Enver Paşa’nın mahiyetindeki üst düzey komutanlar inisiyatiflerini sorumsuzca kullanmaları nedeniyle savaşı başarıya götürememişlerdir. Bu konuda yapılan araştırmalarda dram, trajedi, felaket,bozgun olarak nitelendirilen Sarıkamış Kuşatma Harekâtı aslında büyük bir destandı. Karların beyaz karanlığına kanla-canla yazılan büyük ve eşsiz bir destan…. Destan, Türk Edebiyatı’nda kolektif bilinci yansıtan önemli bir uğraştır. Edebiyatımızın deprem, sel, yangın, salgın hastalık, savaş vb. bütün toplumu ilgilendiren konular için yazılmış destanlarla doludur. Toplumun ortak muhayyilesinden doğan, bazen de yazarı belli olan destanlarda yaşanan acılar açık ve canlı bir şekilde ortaya konulur. Sarıkamış Harekâtı ile ilgili birkaç destana baktığımızda benzer özellikler görmekteyiz: Sarıkamış al-kan oldu. Zalim Urusmurad aldı. Kimsesiz dul, kız, gelinler. Kara giyinip, saçın yoldu.7 Tuncay Öğün, “Türkiye Şehitleriyle Yürüyor, Şüheda” Sarıkamış’ta Şerefimiz Dışında Her Şeyimizi Kaybettik, Sarıkamış Harekatı Şehitleri Özel Sayısı, Yıl:5, Sayı:5, İzmir, Ocak 2013, s. 34 6 Halûk Harun DUMAN, “Sarıkamış Kuşatmasının Edebiyata Yansıması”, Beyaz Hüzün, Sarıkamış Özel Sayısı Yıl 3, Sayı 3, Ocak 2011, s. 19. 7 63 Bu dört dize bütün bir tarihi özetler gibidir. Osmanlı – Rus savaşları, yakın tarihte defalarca tekrarlandı. Bu nedenle toplumsal bilinç altında Ruslar her zaman zalim ve hain düşman olarak nitelendi. Ruslar’dan daha zalim, daha acımasız düşman olan dondurucu kış koşulları bu ağıtlarda işlendi: “Karlarda yatarlar şerefli, şanlı. Kimisi vurulmuş, nur yüzü kanlı. Kimisi nevcivan, taze nişanlı. Boynu buruk, melül, gözü yoldadır.8” Sarıkamış’ın coğrafi yapısına benzersiz güzellikler katan ormanların kuytu karanlığı, Mehmetçiğe mezar oldu. Çamlar arasında yetişen binlerce fidan gibi, bu gencecik insanlar, vatan toprağına zamansız gömüldüler. 1914 kışında Sarıkamış’taki çam ormanlarının can ormanlara dönüş öyküsü, şu on üç kelime etkileyici şekilde anlatır: Çadırlar dağa kuruldu. Hücum borusu vuruldu. Bir Sarıkamış uğruna. Doksan bin fidan kırıldı…9 Yine savaş alanının özellikleri coğrafi mekan: Sarıkamış ne aralı (ırak). Kimi ölmüş, kimi yaralı Bunu duyan var mıydı Yalan dünya gurulalı Soğanlı’da bir harp oldu Neçe canlar telef oldu Sarıkamış alınışın Sağ olanlar mektup saldı Kısaca Sarıkamış Harekâtı’na yakılan destan ve ağıtları özelliklerine göre sınıflandırarak ele alırsak; Gençlerin savaşa gittiği, ihtiyarların geride kaldığı, savaşa gidenlerin uğurlayanların içine düştükleri sosyal ve psikolojik durumlar, dörtlüklerde şöyle dile getirilmiştir: 8 KIRZIOĞLU, Edebiyatımızda Kars, s. 107 9 KIRZIOĞLU, Edebiyatımızda Kars, s. 108 64 Sürüsü geldi oğlaklı. Tarlası kaldı evlaklı. Malın kurban Bostan oğlum. Girgin maya, tor dayaklı Hekili gönlüm hekili Kıratın anlı sekili Tez gelsin aslan oğlum Evimizin yok vekili10 Savaşa gidenlerin fiziki özellikleri şöyle anlatılır; Ağzında ışılar dişi Alnında parlardı kaşı Ben getirdim, teslim ettim Geri bana ver yüzbaşı11 Savaşa gidenlerin yiğitlikleri veya zavallılığı; Göğgoyağınkelisine Oba konar birisine Urusun kılıcı n’eder Şu teyzemin delisine Sivas’a bir ölet gelmiş Gelin yerde dallanıyor Onbeşli’den asker m’olur Anam diye dolanıyor12 Yolculuk sırasında çekilen sıkıntılar, adanan adaklar; Erzurum’a gediciyim Dizimde kalmadı derman Çifçelerim gelir ise İnekten keserim kurban 10 11 12 Nurhan Aydın, Bütün Yönleriyle Sarıkamış Sempozyumu, İstanbul 2006, s.265 Aydın, Bütün Yönleriyle Sarıkamış Sempozyumu, s. 266 Erdoğan Altınkaynak, Sarıkamış Destanı, Giresun 2002, s. 98. 65 Erzurum Hasangalası Yıkılıp viran galası Yenibelin garı söktü Galan mektubun sırası Eşim der de dolanırım Kalkar evi aranırım Eğer Musa’m sağ gelirse Torba diker dilenirim13 Evliyalardan, ermişlerden veya kutsal nitelikli kişilerden yardım, yakarış talebi: Bir geldin asker eyledim Gitti Erzurum’dan öte Vurmuşlar yiğit eşimi Yeşil yalım tüte tüte İnşallah Mosgofu bozar Peygamberin zoruyunan Hep melekler harbe gitmiş Al bayraklı periyinen Asgerleri toplamışlar Toplamışlar dağı yazı Siz harbe gitmeniz mi Seydi Battal Melik Gazi Ulusal onur, şeref için ise: Yüzbaşı ladifi dizer Askerler tabiye kazar İnşallah Moskof’u bozar Türklüğünün zoruyunan Padişah peygamber nesli Deli gönlüm zatı yaslı Padişah peygamber dengi Urusu’nungurdu cengi Harb ediyor din gardaşlar Martinin ucunda süngü14 13 Aydın, Bütün Yönleriyle Sarıkamış Sempozyumu, s. 267 14 Aydın, Bütün Yönleriyle Sarıkamış Sempozyumu, s. 267 66 Talimler veya askeri eğitim biçimleri; Uşaklar talim ediyor Bilmeyenler haylediyor Binbaşılar arş ediyor Sağdan soldan geriyinen Yüzbaşılar arş ediyor Sağdan soldan geriyinen Sabaha çok yatılmıyor Gelinlerin zorıyınen Asker gitti sürüyünen Mızık öter boruyunan Büyük evler hep kitlendi Gelin kaldı karıyınan15 Savaşa gidenlerin arkada bıraktıkları aile fertlerinin ruh hali için; Bardız-Deresi kan çağlar Analar ciğeri dağlar Çilhoroz’un dallarında Neğadere gelin ağlar Ne enişim başındayım Ne yohuşungaşındayım Bana dulluhyahışır mı Daha onbeş yaşındayım. 15 AYDIN, Bütün Yönleriyle Sarıkamış Sempozyumu, s. 268 67 Savaşın ve başarısızlığın nedeni olarak görülen komutanlara sitem; Alamanıngır paşası Obasını çer alası Gayrı uşağım kalmadı Evine ateş düşesi Sarıkamış köşe köşe İçinde bitmez menevşe Kör olasın Enver Paşa Bizi de yaktın ataşa Sarıgamış içi meşe Urus yaktı hep ataşa Bizi goydun eli bağlı Nere gittin Enver Paşa Allahuekber başı duman Olduk Urus’a perişan Kör olasın Hakkı Paşa Sen eyledin bizi pişman16 Sarıkamış’ın ormanlık dağlarında ve yöresinin coğrafi mekan olarak işlenmesinde ise; Sarıkamış ne aralı Kimi ölmüş kimi yaralı Bunu duyan var mıydı Yalan dünya gurulalı Soğanlı’da bir harp oldu Neçe canlar telef oldu Sarıkamış alınışın Sağ olanlar mektup saldı. 16 Nurhan Aydın, Her Yönüyle Sarıkamış,Bakanlar Medya, Erzurum 1998, s. 161. 68 Sarıkamış ikliminin sertliği ve mevsimin şartları; Ağşam oldu gün aşırır Adamı soğuk şaşırır Şu zaman asker mi gider Ellerini buz daşirir Sarıkamış’ta var maşın Urus yığmış ağır goşun Bizim uşah yalın çıplak Dağlarda buyudugışın17. Askere gönderilmemek için bedel verilmesi veya askere alınanlar için sitem;. Atının alınını sığar Önüne malağma yığar Babam bedel versin diye Uğrun uğrun boynun eğer Anam gurbanların olsun Dört bacın gadanı alsın Ne eden oniki deveyi Altısını bedel versin Öyle deme gızımHatın Oğlum öldü galdım yetim Böyle olacağını bilsem Alırdım oğlumu satın Burada kısaca şehitlerin, yada ölümün kabulü ve ölene saygıyı ifade etmek için geçirilen yas süresi evreleri meydana getirilen destan parçalarında mevcuttur.18 17 Aydın, Her Yönüyle Sarıkamış, s. 163 18 Zuhal Batlaş, Sağlık Psikolojisi, İstanbul 2000, s. 158 69 İnsanoğlundaki üstünlük duygusu ve aşağılık kompleksinin çatışmasının sonucunda acizliğe dayalı duygusal çöküntü yaşanmaktadır.19 Boz Omar’ım, Ağ Murat’ım Yıradım oğlum yıradım Dokuz oğlan anasıyım Elden orakçı aradım Veya; Şöyle uzun kol mu olur Böyle çürük dal mı olur Bir obada bir ocakta Yedi gelin dul mu kalır Duygusal çöküntü ise mistik duygu ile alakalıdır.20 Askerleri toplamışlar Doldurmuşlar dağı yazı Siz harbe gitmeyonuz mu Seyid Battal Melik Gazi Geçiyor gavurun sözü Padişah gırıcı bizi Din İslam elden gidiyor Ulaş bari Battal Gazi Mıhlısen’denÜççeşme’ye çıkınca Kokulak’ı görünme mi bakınca Garbi değip reyhanları kokunca Soğanlı da gül görünür gözüme21 Ayrıca bilinçaltının ortaya çıkmasında destanlar ve destanların ana kaynağı ağıtlar önemli rol oynarlar.22 Sarıkamış destanları yada ağıtları kolektif bilinçaltının su üstüne çıktığı önemli belgelerdir.23 19 Doğan Cücelioğlu, İnsan ve Davranışı, İstanbul 2000, s. 318 20 Rasim Adasal, Normal ve Anormal Yönleriyle Yeni Medikal Psikoloji, İstanbul 1977, s. 367 21 Ahmet Şükrü Esen, Anadolu Destanları, Haz. Pertev Naili Baratov, Ankara 1991, s. 139 22 Cücelioğlu, İnsan ve Davranışı, s. 415-416 23 Cücelioğlu, İnsan ve Davranışı, s. 370 70 Al at gelir gır at gelir. Ayağının tozuyunan. Benim oğlum gavg’ediyor. Seydi Battal Gazi’yinen. Veya Binbaşılar tabur dizer Ayaklar biribirin süzer İnşallah Moskof’u bozar Peygamberin zoruyunan Ağıtlar ve destanlar yurdun dört bir yanında yakılmaya başlar. Anadolu’nun göçebe Avşar aşiretleri Sarıkamış’a gönderdikleri evlatları geri gelmeyince şu ağıtları yakarlar; Sarıkamış Altınbulak. Soğanlıyı biz ne bilek. Bizim uşak böyle gezer. Ağlı zıbın kara yelek Battın Avşar kazaları. İbrişimin kozaları. Sarıkamış’ta kırıldı. Konca gülün tazeleri24 Sarıkamış Harekâtı’nda yaşanılan acıyı iklimin olumsuzluğunu “1915 Sarıkamış Şehitlerine ve Felaketine Ağıt” en açık şekilde ifade ediyor; Zalim felek sana nettim, neyledim Düşman kılıçları çal ha çaldadır, Bardız-Dere halin yanıp söyledim Kimse yol öğretmez, eyce yoldadır. Soğanlı’da nice alaylar dondu Pervane olup Kars uğruna yandı Nice bin hanenin ocağı söndü Gine derler zulmün çoğu daldadır. 24 Altınkaynak, Sarıkamış Destanı, s. 2002 71 Karlarda yatarlar şerefli, şanlı Kimisi vurulmuş, nur yüzü kanlı, Kimisi nevcivan, taze nişanlı Boynu buruk, melül, gözü yoldadır Yollara düşenin gelmedi sesi Analar ah çeker, atalar yası Yad değil bunlar hep ciğer-paresi Acep bilen varmı ne ahvaldedir. Ahvali bilmez islam, kan ağlar Ölen şehid oldu, ne çeker sağlar Urus’unzulümü ciğeri dağlar Herbiri yanı yoklar karakoldadır. Karakoldan canı dağa atarız Mağaralarda aç, susuz yatarız Kış günü tutarsız kaldık batarız Azmış Urumlar da fitne fildedir Sahipsizler hakka dilek diliyor Sabi, sıbyan kuzu gibi meliyor Deseler ki giden esir geliyor Bu yangunNİHAN’ı bu hayaldedir.25. BardızlıNihani Sonuç olarak; insanlar gibi uluslar da acı ve ıstıraplarla mücadele ederek güçlenirler. Sarıkamış Harekâtı da yıllar önce Türk milletine acı, ıstırap yarattı. Binlerce Mehmetçik Allahuekber Dağları’nda, düşman yanında, bir o kadar acımasız olan kara kışta, kar kuyularında, belkide hayatlarında hiç görmedikleri bir coğrafyada şehit oldular. Tıpkı zamansız toprağa düşen tohumlar gibi, karların soğuk kucağına gömüldüler. Onların aziz hatıraları yalnız tarihte yada şehitliklerde değil, ağıtlar, destanlar, anılar, öyküler ve romanlarda anlatıldı. Edebiyatın ölümsüz dünyasında yeniden can buldular. Türk Edebiyatı’nın belki de en çarpıcı ve etkileyici örneklerini Sarıkamış Harekâtı gibi savaşları konu alan edebi eserler oluşturdu. İbrahim Özkan, Kars Üzerine Rus ve Ermeni Mezalimine Ağıtlar, 19 Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi, TDE, Mezuniyet Tezi, Samsun 1986, s. 48 25 72 Şüphesiz Sarıkamış’ta verilen canlar, kutsal vatan toprağının korunması ve kurtarılması gibi ulvi bir amaca yönelikti. Şairin; “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır….” Dediği gibi, Mehmetler vatan uğruna ölerek, bu coğrafyanın gerçek sahiplerinin kimler olduğunu tarih önünde bir kez daha bütün dünyaya gösterdiler. Bu gün vatanımız mukaddes bir hürriyete kavuşmuşsa, akıtılan kanlar, toprağa giren canlar sayesindedir. Sarıkamış’ta, Allahuekberde, Soğanlıda, Hamamlıda, Çermikte, vb. yerlerde bulunan şehitlikler Türk tarihinin ve Türk vatanının onur ve şeref abideleridir. Cennet mekan olsun Sarıkamış dağlarında can veren yiğitlerin. Kaynakça ADASAL Rasim, Normal ve Anormal Yönleriyle Yeni Medikal Psikoloji, İstanbul 1977 ALTINKAYNAK Erdoğan, Sarıkamış Destanı, Giresun 2002 ATAY Falih RIFKI, Akşam, 1921 AYDIN Nurhan, Bütün Yönleriyle Sarıkamış Sempozyumu, İstanbul 2006 AYDIN Nurhan, Her Yönüyle Sarıkamış, Bakanlar Medya, Erzurum 1998 BATLAŞ Zuhal, Sağlık Psikolojisi, İstanbul 2000 BEŞER Sait, Toplumsal Aklı Anlamak, Ataç Yayınları, İstanbul 2006 CÜCELİOĞLU Doğan, İnsan ve Davranışı, İstanbul 2000 DUMAN Halûk Harun, “Sarıkamış Kuşatmasının Edebiyata Yansıması”, Beyaz Hüzün, Sarıkamış Özel Sayısı Yıl 3, Sayı 3, Ocak 2011 ERSOY Ruhsi, “Sözlü Kültür ve Sözlü Tarih İlişkisi Üzerine Bazı Görüşler”, Milli Folklor, Sayı 61, 2004 ESEN Ahmet Şükrü, Anadolu Destanları, Haz. Pertev Naili BARATOV, Ankara 1991 KIRZIOĞLU Fahrettin, Edebiyatımızda Kars, Işıl Matbaası, İstanbul 1958 ÖĞÜN Tuncay, “Türkiye Şehitleriyle Yürüyor, Şüheda” Sarıkamış’ta Şerefimiz Dışında Her Şeyimizi Kaybettik, Sarıkamış Harekatı Şehitleri Özel Sayısı, Yıl:5, Sayı:5, İzmir, Ocak 2013 ÖZKAN İbrahim, Kars Üzerine Rus ve Ermeni Mezalimine Ağıtlar, 19 Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi, TDE, Mezuniyet Tezi, Samsun 1986 ÜÇÜNCÜ Kemal, “Trabzon Yöresi Sözlü Kültür Tarih Malzemesinin Trabzon Tarih Araştırmaları için Kaynak Olarak Durumu ve Önemi”, Karadeniz Tarih Sempozyumu, 25-26 Mayıs 2005, Trabzon 73 Özet Sarıkamış Harekâtı tarihte ve milletimizin hafızasında çok önemli izler bırakmıştır. 25 Aralık 1914 – 9 Ocak 1915 tarihleri arasında cereyan eden bu harekatta binlerce vatan evladı vatanın mukaddes hürriyeti için Allahuekber’de, Soğanlı’da, Turnagöl’de, Bardız’da, Çilhoroz’da, Altınbulak’ta, Çamurlu’da şahadete yürümüşlerdir. Sarıkamış ve Sarıkamış Harekâtı kahramanlığın en mükemmel izlerinin yaşandığı, yer olarak hafızalara kaydedilmiştir. Evet insanlar gibi milletlerde acılarla, zorluklarla mücadele ederek güçlenir. Büyük zafer günleri, kaybedilen savaşlarda mateme dönüşür. Sarıkamış Harekâtı da bir asır önce Türk milletine matem günleri yaşattı. Binlerce Mehmetçik, Allahuekber dağ silsilesinde Rus ordusu yanında, bir o kadar da acımasız olan doğa şartları, dondurucu soğuk, açlık, engebeli arazi ve salgın hastalıklarla savaştı. Kuş uçmaz kervan geçmez yollarda -30 -40 derece soğukta, 1 - 1,5 metre karda, belki de hikayelerini bile duymadıkları bir coğrafyada şahadete ulaştılar. Tıpkı zamansız toprağa düşen tohumlar gibi, dağ başlarında son nefeslerini verip, karların soğuk kucağına gömüldüler. Onların aziz hatıralarını sadece tarih sayfalarında ya da yalnızca şehitliklerde dile getirilmedi. Ağıtlarda, destanlarda, anılarda, öykülerde ve romanlarda da anlatıldı. Edebiyatın ölümsüz dünyasında yeniden can buldu. Türk Edebiyatının belki de en çarpıcı ve etkileyici örneklerini Sarıkamış Harekâtı gibi savaşları konu alan edebi eserler oluşturdu. Bu edebi eserleri sizlerle paylaşmak, o günlere giderek şehitlerle birlikte Allahuekber’de aynı havayı teneffüs etmek atiye doğru bir yol, iz bulmak istedik. Anahtar Sözcükler: Sarıkamış, Harekât, Ağıt, Destan, Hastalık, Mani, Yürüyüş 74 Çanakkale Savaşı’nın Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirine Yansıması Sabri Tevfik HAMMAM* Giriş Türk Şiirinde ve Çanakkale Harbi ile ilgili harbin yapıldığı 1915 yılından beri pek çok şiir yazılmış; hâlâ da yazılmaya devam edilmektedir. O sebeple Çanakkale Muharebeleri’nin Türk tarihinde olduğu gibi Türk edebiyatında da ayrı bir yeri ve önemi vardır. “Harp” kelimesinin karşılığı için sözlüklere baktığımızda, anlam yakınlığı olan bazı kelimelerle de karşılaşıyoruz: Savaş, muhârebe, cenk, gazâ, cihat... vb. Günümüzde harp, küçük ya da büyük, teşkilatlandırılmış insan toplulukları vasıtasıyla yapıldığı için askerî literatürün harp kelimesine yüklediği anlam daha da önem kazanmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nda Türk ordusunun çarpıştığı 11 cepheden biri olan Çanakkale Cephesi, süre itibariyle en kısası olmasına rağmen Türk’e etkileri, kazandırdıkları itibariyle en önemlisidir 1. Tarihimize genel olarak bakıldığında, savaşların ağırlıklı yer aldığı bir tarih olduğu hemen anlaşılır. Bırakalım Osmanlı öncesi üç bin yıllık eski tarihimizi, sadece Osmanlı İmparatorluğu döneminde, kuruluşundan dağılışına dek geçen 600 yıllık süre içinde, ortalama her on yılda bir ve çok farklı cephelerde savaşmışız. Kuşkusuz bu; seçkin zaferler ile kahramanlık destanları yazarak yitirdiğimiz savaşların da yer aldığı, uzun bir dönemdir. Dünyada böyle bir geçmişe sahip ülke de sanırım çok değildir. Ancak bu savaşlar içinde birisi var ki, neresinden bakıp, hangi boyutuyla ele alırsanız alın, benzeri çok az görülen bir savaştır. Bunun adı, 1915 Çanakkale Savaşları’dır. Aradan neredeyse bir asır geçmesine karşın bugün de ilgi çeken, hala araştırılıp, bilinmeyen yönleri ortaya çıktıkça tartışılan bir savaş oluşu bile tek başına, Çanakkale 1915’in bu özel konumunu anlatmak için yeterlidir.Çanakkale 1915 bir destandır ve bu destan kolay yazılmamıştır. Daracık bir toprak parçasında, sekiz ayı aşkın bir süre, göğüs göğse verilen bir mücadele sonunda, özvatan topraklarını işgale yeltenen,maddi açıdan bizden çok daha üstün güce sahip yedi düvelin, önce denizde donanmasına, ardından da karada ordularına geçit vermeyerek kazandık Çanakkale’de. Çanakkale’yi geçilmez kılan, sayıları yüz bine varan insanımızın kanıdır, canıdır. Bu çok ağır bir bedeldir kuşkusuz… Peki, nasıl olmuştur bu? Nasıl *Doç. Dr., Sohag Ünversitesi, [email protected]. 1 Ömer Çakır: Çanakkle Muhareleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları ,Ankara., 2004, s.6 75 olmuştur da, daha birkaç yıl önce irili ufaklı Balkan devletlerinin orduları karşısında bozguna uğrayan aynı asker, 1915’te Çanakkale’de denizde ve karada coşup kükremiş,inanılamaz bir şeyi inanılır kılabilmiş, olamaz denileni başarabilmiştir? Tarihin bize öğrettiğine göre bir savaşın sonucunu, kaderini belirleyen birçok koşul vardır. Değişken olan bu koşulların her birinin etkisi ve önemi savaşa, savaşın meydana geldiği zaman ve ortama göre öne çıkar ya da geride kalır. Ama gene biliyoruz ki, bu koşulların olmazsa olmaz olanları vardır. Bunlar: Asker, komutan, silah gücü ve savaşan tarafların o savaşa olan inancı, yani iman gücüdür. Bunlardan sadece birisi olmaz ya da yetersiz kalırsa, sonuç çok farklı olur. Çanakkale 1915’e yakından bakıldığında görülecektir ki bu koşulların hepsi vardır. Olmazsa olmaz bu dört koşul Çanakkale 1915’te bir araya gelmiş ve savaşın sonucunu, kaderini belirlemiştir.Ancak bu koşullardan birisini özellikle vurgulamamız gerekiyor: bu savaşlarda; üstün asker ve dahi bir komutan olarak Mustafa Kemal’in, ulusun karanlık kaderini aydınlatmak, ona yol göstermek üzere tarih sahnesine çıkış olgusudur vurgulanması gereken. Mustafa Kemal’in 1881’de Selanik’te doğumuyla başlayıp O’nu Çankaya’ya Atatürkleşmeye ulaştıran uzun ve mücadeleli yolda Çanakkale 1915 bir mihenk taşı, dönüm noktasıdır. Savaş bitip işgal kuvvetleri çekilip gittiklerinde, daha 1916’da Mustafa Kemal, ulusun gönlünde Anafartalar Kahramanı olarak yerini almıştır. Düşmanlarının bile kabul ettiği gibi, Çanakkale kara muharebelerinin kaderini değiştiren, Mustafa Kemal’in Türk askerlerinin başında, onların önünde komutan olmasıdır. Büyük önder 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak ulusal kurtuluş savaşını başlattığında en güçlü referansı Anafartalar ve Conkbayırı’ydı. Belirttiğimiz bu husus bile tek başına, Çanakkale 1915’in bizim için, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti için ne denli önemli olduğunu gösterir 2. Kısacası Çanakkale 1915’e gerçekten sahip çıkmak, onu doğru anlamak, doğru araştırıp doğru anlatmakla mümkündür. Aslında Çanakkale 1915’in abartılmaya hiç gereksinimi yok. Her sayfası zaten ayrı bir insanlık dramı ve destan. Elbette halkımız tıpkı İlyada-Odise gibi,Çanakkale Savaşları’nın destanını da söyleyecek, yazacaktır, zengin bir edebiyat yaratacaktır… Zaten bunu çok güzel yapıyor da… Ama Çanakkale 1915’i anlatırken, işin tarihsel boyutu öncelikli olmalı, onu yaratanların anısına saygı ve sorumluluk gereği, Çanakkale Savaşları Edebiyatı ile Çanakkale Savaşları Tarihi birbirine karıştırılmamalı, biri diğerini gölgelememelidir. Diğer yandan ilginç bir başka husus, günümüzde var olan ve giderek güçlenen Türk-Avustralya-Yeni Zelanda dostluğunun da, Çanakkale 1915’in bir sonucu olmasıdır. Bu barış ve dostluk Gelibolu Yarımadası’ndaki siperlerde, aylarca ve inanılmaz zor koşullarda, göğüs göğse geçen çatışma2 Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, 95 nci Yıl Özel Sayısı s.3-8. 76 larda, Mehmetçik ve Anzak askerlerinin yarattığı ortak bir eserdir… Mustafa Kemal Atatürk’ün 1934’te Anzak askerlerine o sımsıcak sözlerle seslenişi, bu dostluğa ışık yakmış, destek olmuştur. Çelişkili ama gerçek: Savaşın yarattığı bir barış ve dostluktur. Canberra ve Wellington’daki Gelibolu Parkı ve Atatürk Anıtları ile Anzak Koyu adını verdiğimiz Suvla Körfezi ve Uluslararası Gelibolu Barış Parkı dediğimiz, Gelibolu Milli Parkı, bu açıdan, ilgili ülkelerin anlamlı jest ve tutumlarını yansıtır. Elbette, Türk-Anzak barış ve dostluğu çok önemlidir, değerlidir, iyi korunmalı, güçlendirilmelidir. Ancak bunu yaparken, bu dostluk ve barışın hangi zorluklar ile ne büyük ve ne acı bedeller karşılığı kazanıldığı unutulmamalı, gözardı edilmemelidir 3. Tarih içindeki çok yönlü değişmeler ve gelişmeler harp kelimesinin anlamını genişlettiği gibi edebiyat kelimesinin anlamında da bir takım değişiklikler ve genişlemeler meydana getirmiştir. Mustafa Nihat ÖZÖN bu anlam genişlemesine dikkat çekerek şöyle der: Edebiyat eskiden yalnız sanatlı hatta özentili yazılar için kullanılmakta iken bugün, eskiden sanat dışı sayılan yazılan da içine alarak insan zekasının vücuda getirdiği bütün eserleri anlatır olmuştur. Böyle sayılınca insan topluluğunun bir ifadesi, medeniyetin, bir devrin, bir milletin duygulanın, fikirlerinin aynası olur4. Bu durum yalnızca Türk edebiyatı için geçerli değildir. Harp hadisesi bütün milletlerin edebiyatlarına ilk mahsullerinden itibaren aksetmeye başlamıştır diyebiliriz. Neticede harp, edebiyata önemli bir malzeme kaynağı olmuş; böylece de bu kaynaktan beslenen bir “harp edebiyatı” meydana gelmiştir. Ahmed Refik, 1. Dünya Harbi günlerinde yazdığı bir yazıda harbin ede biyata aksedişini şöyle izah eder: “Bir milletin mevcudiyetine karşı vurulan darbeleri def için icrâ edilen harp, yalnız tarih kitaplarında makes bulmaz. Bu kahramanlık menkîbeleri milletin âmâk-ı rûhunda muhterem bir mevkii ihraz edebilmek için oraya şiir ve nazmın selsebil ahengi ile aksetmesi icab eder.” Çanakkale Savaşı’nın Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirine Yansıması Mısır ve Türkiye arasında bir çok ortak nokta mevcuttur. Türkler ve Mısırlılar uzun bir dönem aynı alfabeyi kullanmışlar, aynı dine inanmışlar, aynı kültürü paylaşmışlardır. Mısır ve Türkiye iki ayrı devlet ancak tek milletten ibarettir. Cümlelerime burada son verirken bir sonraki sempozyumda tekrar görüşeceğimizi ümit ediyor sizleri yüce Allah’a emanet bırakıyorum. 3 Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, 95 nci Yıl Özel Sayısı s.3-8. 4 Ömer Çakır: Çanakkle Muhareleri, a.g.e, s.6 77 Türklerin özellikle İslamiyet’i din olarak kabul etmelerinden sonra, Türk ve Arap dünyası arasında her alanda yoğun bir ilişki süregelmiş ve bu yakınlaşma inançlarını aynı kaynaktan besleyen iki dilin birbirini etkilemesine neden olmuştur. Bu ilişkiler günümüzde bütün alanlarda artılıyor. Mısır ve Türkiye aynı medeniyet mensup ve aynı kültüre sahiptir. Bunun temeli İslam medeniyetidir. Türk ve Mısır halklarının ilişkileri çok eski dönemlere uzanmaktadır. Türkler ve Mısırlılar yüzyıllar boyunca sürekli etkileşim halinde olmuşlardır. Aynı coğrafyayı paylaşmaları, her iki halkın maddî ve manevî kültüründe büyük izler bırakmıştır yüzyılda başlayan ve on altıncı yüzyıldan itibaren Osmanlılarla devam eden uzun bir tarihimiz ve bunun geride bıraktığı önemli bir kültürel birikim, aile bağları ve halklar arasında karşılıklı sempati vardır. Türk ve Mısır halklarının 500 yıllık ortak tarihleri, birliktelikleri, kültürel ilişkileri vardır. Türkler ve Araplar bin iki yüz elli yıldan bu yana, beraber yaşayan kardeş topluluklardır. özellikle, Mısırlılar ve Türkler, Tolonlar zamanından beri beraber yaşıyorlar. Ondan sonra İhşidliler, Memluklar ve Osmanlılar Mısır’a gelip, Mısırlılarla beraber yaşadılar5. Türk Şiirinde ve Çanakkale Harbi ile ilgili harbin yapıldığı 1915 yılından beri pek çok şiir yazılmış; hâlâ da yazılmaya devam edilmektedir. O sebeple Çanakkale Mu- harebeleri’nin Türk tarihinde olduğu gibi Türk edebiyatında da ayrı bir yeri ve önemi vardır. “Harp” kelimesinin karşılığı için sözlüklere baktığımızda, anlam yakınlığı olan bazı kelimelerle de karşılaşıyoruz: Savaş, muhârebe, cenk, gazâ, cihat... vb. Günümüzde harp, küçük ya da büyük, teşkilatlandırılmış insan toplulukları vasıtasıyla yapıldığı için askerî literatürün harp kelimesine yüklediği anlam daha da önem kazanmaktadır. Tarih içindeki çok yönlü değişmeler ve gelişmeler harp kelimesinin anlamını genişlettiği gibi edebiyat kelimesinin anlamında da bir takım değişiklikler ve genişlemeler meydana getirmiştir. Mustafa Nihat ÖZÖN bu anlam genişlemesine dikkat çekerek şöyle der: “Edebiyat eskiden yalnız sanatlı hatta özentili yazılar için kullanılmakta iken bugün, eskiden sanat dışı sayılan yazılan da içine alarak insan zekasının vücuda getirdiği bütün eserleri anlatır olmuştur. Böyle sayılınca insan topluluğunun bir ifadesi, medeniyetin, bir devrin, bir milletin duygulannın, fikirlerinin aynası olur.”6 Bu durum yalnızca Türk edebiyatı için geçerli değildir. Harp hadisesi bütün milletlerin edebiyatlarına ilk mahsullerinden itibaren aksetmeye 5 Erman Artun, 2001:7 ; Sükrü Elçin , 1997: 502. 6 Mustafa Nihat Özön, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İnkılap Kitabevi, Duygu Mat., İst., 19154, s.72 78 başlamıştır diyebiliriz. Neticede harp, edebiyata önemli bir malzeme kaynağı olmuş; böylece de bu kaynaktan beslenen bir “harp edebiyatı” meydana gelmiştir. Ahmed Refik, 1. Dünya Harbi günlerinde yazdığı bir yazıda harbin ede biyata aksedişini şöyle izah eder: Bir milletin mevcudiyetine karşı vurulan darbeleri def için icrâ edilen harp, yalnız tarih kitaplarında makes bulmaz. Bu kahramanlık menkîbeleri milletin âmâk-ı rûhunda muhterem bir mevkii ihraz edebilmek için oraya şiir ve nazmın selsebil ahengi ile aksetmesi icab eder. Harp nasıl ki insanın hayatı ile yaşıtsa harp ve edebiyat arasındaki münasebet de edebiyatla yaşıttır diyebiliriz. O sebeple harp bütün miletlerin önce sözlü daha sonra da yazılı edebiyatının önemli bir konusu olmuştur. Harp edebiyatının tarihini izah etmesi bakımında Ahmed Hidayet’in 1914’te Servet-i Fünûn dergisinde yayımlanan “Harp ve Edebiyat” isimli makalesinden iki paragraftık kısmını aşağıya almak istiyoruz: Halide Edib, “İngiliz Edebiyatı ve Harb” adlı makalesinde “... bu milletin yirminci asırdaki, bilhassa geçen büyük harpten sonraki edebiyatında harbe temas eden birçok belki de her devirden çok parçalar ve eserler vardır” 28 demektedir. Murat Belge de “Savaş ve Edebiyat”29 isimli yazısında harplerin ilk çağdan beri Avrupa edebiyatındaki tesirlerini ana çizgileri ile değerlendirir. Şiirlerden Seçmeler İstanbul’un kilidini kurcalayan elleri Kırmak için bekliyoruz, geliniz; Türk’ün azmi bir süngüdür, başınızı ileri Uzattıkça ona çarpıp deliniz!7 Bir Kahramanın Destanı Türk, asker esvâbını giyince kükrer “Allah Allah” diye sarsılır gökler İngiliz, Rus, Frenk sayılmaz hiç er Çalışın kardaşlar günümüz bu gün Cihad Müslüman’a en büyük düğün8 Şehidin Rüyası Kahramanlar, boy beyleri, böyle yiğitler 7 15 Mart 1331., Türk Yurdu, Y. 4,C. 8, S. 2, 19 Mart 1331, s. 17-18. 8 Boyabatlı Ömer oğlu Mustafa Sabah, N. 9274, 26 Haziran 1331, s.3. 79 Doğan güneş ruhumuzdan ateşler kapmış Gelibolu sırtlarında yatan şehidler Ecdâdının rüyasını hakikat yapmış! Çanakkale o mukaddes kahraman yurdu Asırların dillerinde bir destan oldu...9 Öldürmek; İntikam (Çanakkale’dekilere) Rûhunda, kahraman, ölümün yoktu korkusu, Düşmanların kurardı karanlıkta bir pusu. Tanrım dedin, niçin değilim ben de yıldırım? “ Kafkasya ağlıyor, yine mâtemdedir Kırım. Ehramların diyarı esir oldu, gülmüyor. Hülyalı Nil’e mâi lotuslar dökülmüyor...” Solgun güneş ufuklara serperdi nûrunu, Koştun halâs için ezilirken gurûrunu...10 Ordunun Duası Ulu Tanrı’m, bak önünde dize geldik, Vatan için can vermeğe ettik yemin; Biz vaktiyle üç dünyayı sarsan eldik, Kolumuzda o güç yine dursun; âmîn.11 Çanakkale Şehitliğinde... Ey şimdi köyünden pek çok uzakta, Ey şimdi bir yığın kara toprakta Uyanmaz uykuya dalmış olanlar, Şehitlik şanını almış olanlar!12 Türk âskeri ey memleketi kurtaran evlâd, Senden feyezân etti bu imdâd-ı Hüdâ-dâd, Şensin o bahâdır ki bu gün düşmana kıldın Sinenle Çanakkkale’yi bir kal’a-i pûlâd!...13 9 Köprülüzâde Mehmed Fuad İkdam, N. 6616, 6 Temmuz 1331/ 19 Temmuz 1915,s. 1 10 Halid Fahri(OZANSOY Donanma, N. 106-56, 16 Temmuz 1331/29 Temmuz 1915,s. 887 11 evvel 1331-Temmuz 1331- Celal Sahir Türk Yurdu, Y. 4, C. 8, S. 11, 30 Temmuz 1331/1915, s. 185-186. 12 19 Ağustos 1331 Enis Behiç(KORYÜREK), Türk Yurdu, Y. 5, C. 9., S. 1, 10 Eylül 1331. Abdülhak Hâmid (TARHAN) Sabah, N. 9472, 10 Kânûn-ı sânî 1331; 23 Kânûn-ı sânî (Ocak) 1916, s. 1; İlhâm-ı Vatan, Matba-i Âmire, İst., 1334, sf. 32-36 (Not: Şiir, kitaba alınırken 23., 24. ve 25. beyitler çıkarılmıştır. Ö. Çakır) 13 80 Zafer Beldesi “Ey kahraman ruhlu asker! Bu gördüğün herkesi Huzurunda diz çöktüren Türk’ün “Zafer Beldesi”!... 14 Çanakkale Türküleri (Çanakkale) dereleri Alkanlarla doldu taştı Türk oğlunun nâralan Akdeniz’i baştan aştı: Yürü, kardaş! Yürü dünya baş eğecek yer değildir Ölümden korkup kaçanlar bize lâyık er değildir Ateş yağdı toprağına Cehenneme döndü bütün Sarıldı şan bayrağına Türk’e kavga bayram, düğün.15 Tarih mürekkeble yazılmaz, onu her gün Tedvin eder akmaktan usanmaz kanı Türk’ün! Türk’ün ki nâmını etmezse zaman yâd, Tarihini milletlere eyler gider inşâd Pür velvele bir sel kesilib hûn-ı cerîsi. OsmanlIların kanlarıdır vak‘a-nüvîsi!...16 Çanakkale Türküsü Çanakkale, Ka‘be gibi uludur, Topraklan şehitlerle doludur! Kırılan hep orda düşman koludur. Türk sinesi ne metin bir cevhermiş: Milyonla gülleye karşı sipermiş!17 Türk Entnûzeci Düşmanlar dediler: “Artık o öldü!” Pervâsız geldiler eşiğimize, Satırın onları et gibi böldü, Kesti dilim dilim, attı denize! Orduda, nihayet, kavuştuk sana Ararız şimdi her ocakta seni; Dileriz kalmasın görmek yârına. Hukukta, sanatta, ahlakta seni!18 14 Yusuf Ziya(ORTAÇ), Türk Yurdu, Yıl: 5, C. 9, S. 10, 14 K. sânı 1331, s. 145. 15 Ömer Fevzi Donanma, N. 127-78, 21 K. sânî 1331, s. 1251. 16 Mithat Cemal (KUNTAY), Harb Mecmuası, Y. 1, S. 5, Şubat 1331, s. 68. 17 Filorinalı Nâzım (ÖZGÜNAY) Sabah, N. 9522, 29 Şubat 1331; 13 Mart 1916, s. 3. 18 Ziyâ Gökalp Tarım, N. 2686, 22 Mayıs 1332/ 4 Haziran 1916, s. 3. 81 Kardeşim Yurduna son damla kanını verdin, Âh, cömerd kardeşim, sana pek yazık! El fitre verdi sen canını verdin, Ne acı bir Şeker Bayramı yaptık! Yâd eller dağıttı halka gül suyu, Yok sana göz yaşı dökecek anan! Kardeşim, üzülme, müsterih uyu, Ne mutlu, gülüyor zavallı vatan!19 Çanakkale Gazeli Savlet etmişti Çanakkale’ye bahr ü berrden Ehl-i İslâm’ın iki hasm-ı kavisi birden Lâkin imdâd-ı İlâhî yetişip ordumuza Oldu her bir neferi kal‘a-i pûlâd-beden Asker evladlarımın pîşgeh-i azminde Aczini eyledi idrâk nihâyet düşmen20 Tarih böyle hiç bir zafer kaydetmedi yaprağına, Yüz bin secde her zerrene her taşına, toprağına! Dünya bitse bu zaferin hâtırası bitmeyecek; Mahşer olsa burçlanndan Ayyıldız’ın gitmeyecek.21 Çanakkale... Tarihlerin en yıkılmaz âbidesi; Uğulduyor etrafında altı asrın zâfer sesi...22 Siperden Mektub Düşünme boş gelse posta tatarı; Siperden akın var yarın dışarı: Kadere razı ol; uzun yolları Bekleyen gözlerin dalmasın; anne!23 Çanakkale Geçilmez Biz Türk eriyiz; şanlı güzel bayrağımız var, Târihimize nâm verecek sancağımız var; Düşman! Seni kahreyleyecek kuvvetimiz var, Dünyaları tedhîş edecek satvetimiz var;24 19 İdris Sabih , Harb Mecmuası, Y. 1, S. 9, Mayıs 1332, s. 132. Pâdişâh Sultan 5. Mehmed Reşad “Manzûme-i Hümâyun”, Tercümân-ı Hakikat, N. 12715, 26 Ağustos 1332/ 8 Eylül 1916, s. 1; Servet-i Fünûn, N. 1317, 1 Eylül 1332/14 Eylül 1916, s. 1918. 20 21 Çanakkale, 14 Ağustos 1332- Muatlim H. İrfan Emin Talebe Defteri, N. 33, 19 Kânûn-ı sânî 1332, s. 531. 22 Halid Fahri(OZANSOY) Yeni Mecmua, S. 13, 4 T. evvel 1917, s. 248. 23 İbrahim Alaaddin(GÖVSA) Yeni Mecmua, C. 1, S. 20, 22 T. sâni 1917, s. 389. 24 Necmeddin Sahir Donanma Mecmuası, 5-18 Mart Çanakkale Zaferi, N. 158-159, 18 Mart 1334. 82 Tahmis-i Gazel-i Hümâyûn “Sultan 5. Mehmed Reşat’ın gazelini tahmis” Cepheden toplan ejder gibi bârû-efgen Arkasından gemiler bir sürü div-i âhen Gökte tayyârelerinden saçarak nâr u fiten “Savlet etmişti Çanakkale’ye bahr ü berrden Ehl-i İslâm’ın iki hasm-ı kavisi birden”25 Meş’um sesiyle doldu, sanırsın, Çanakkale! Gümbürtüler... çatırdılar... âfâkî zelzele26 Çanakkale... İşte yüksek, şanlı bir zafer... Çanakkale... Bir güneş ki yoktur gurûbu En kahraman taşı üstünde parlayan miğfer... Çanakkale... Çanakkale... Ne büyük şey bu...27 Siperden Mektub Ey annesiz yavrularım ak saçlı ninem! Eğer sık sık yazamazsam üzülmeyiniz; Etrafımda çalkalanırken bu kanlı deniz Kılıç kadar mûnis değil elimde kalem...28 Hilâl şunu nakleder her göğe çıkışında: Bundan yıllarca evvel İstanbul’un dışında Üç denizi seyreden bir eski kale vardı; İçinde pek mübarek bir evliya yatardı.29 Muharebe’nin Şiirimizdeki İlk Akisleri Samipaşazâde Sezâî’nin bahsettiği şiiriyetin tespit edebildiğimiz ilk örneği Çanakkale’nin gemilerden atılan dev toplarla güllelendiği günlerde, Türk Yurdu’nun 19 Mart 1331 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Şiirin adı, “Çanakkale Güllelenirken”dir30. Şairinin ismi belirtilmediği için kime ait olduğunu bilemiyoruz. Şiir, hadiseye mazı fikri ve tarih şuuru ile bakan Türk insanının düşüncesini ortaya koyması bakımından önemlidir. Şiirin ilk mısralarında Avrupa devletlerinin tarihte kendi aralarındaki kavgalarını, Moskova yangınını dile getiren şair, arkasından Kanûnî Sultan Süleyman’ın Fransuva’ya yaptığı yardımı, hatırlattıktan sonra iyiliğin çabuk unutulduğundan yakınır: 25 Yahya Kemal(BEYATLI) Yeni Mecmua, 18 Mart Çanakkale Nüsha-i Fevkalâde, 1918, s.2. 26 Doktor Mehmed Fahri Yeni Mecmua, 18 Mart Çanakkale Nüsha-i Fevkalâde, 1918, s. 97. 27 Halid Fahri(OZANSOY), Yeni Mecmua, 5-18 Mart Çanakkale Nüsha-i Fevkalâde, 1918, s. 55. 28 Hakkı Süha(GEZGİN), Yeni Mecmua, C. 3, S. 66, 26 T. evvel 1918, s. 267. 29 Vâlâ Nureddin - Nâzım Hikmet Anadoldu ’da Yeni Gün, N. 180-359, 18 Mart 1920, s. 1. 30 (İmzasız), “Çanakkale Güllelenirken”, Türk Yurdu, Y.4, C.8, S.2, 19 Mart 1331, s.17-19. 83 “Milletlerin tarihine biz yabancı değiliz Biliriz ki minnettarlık genç ölür. Zararı yok acizlere destek olan Düşmanlara bir pençedir bilekleri bükülür.” Bu mısralarla Türk milletinin “mazluma yardım etme, zalime karşı durma” şeklinde ifade edebileceğimiz iki büyük özelliğine dikkat çeken şair, daha sonra düşmanlara şöyle seslenir: “Ey düşmanlar! Hırsınızla ruhunuzu bileyin Toplarınız saçsın ateşle demir; Onlar bizi kızıştırır... Yalnız şunu belleyin: Çanakkale Sivastopol değildir! İstanbul’un kilidini kurcalayan elleri Kırmak için bekliyoruz geliniz; Türk’ün azmi bir süngüdür, başınızı ileri Uzattıkça ona çarpıp deliniz! Beşbin yıllık ırkın oğlu, korkusuz bir milletiz; Her hücuma gerilidir göğsümüz. Düşmanlara el uzatan ölüye can veren biz Canımıza kast edene affetmeyen ölümüz!...”31 Ahmed Refik, 1. Dünya Harbi günlerinde yazdığı bir yazıda harbin ede biyata aksedişini şöyle izah eder: “Bir milletin mevcudiyetine karşı vurulan darbeleri def için icrâ edilen harp, yalnız tarih kitaplarında makes bulmaz. Bu kahramanlık menkîbeleri milletin âmâk-ı rûhunda muhterem bir mevkii ihraz edebilmek için oraya şiir ve nazmın selsebil ahengi ile aksetmesi icab eder.” Harp nasıl ki insanın hayatı ile yaşıtsa harp ve edebiyat arasındaki münasebet de edebiyatla yaşıttır diyebiliriz. O sebeple harp bütün miletlerin önce sözlü daha sonra da yazılı edebiyatının önemli bir konusu olmuştur. Harp edebiyatının tarihini izah etmesi bakımında Şehidin Rüyası Ahmed Hidayet’in 1914’te Servet-i Fünûn dergisinde yayımlanan “Harp ve Edebiyat” isimli makalesinden iki paragraftık kısmını aşağıya almak istiyoruz: Halide Edib, “İngiliz Edebiyatı ve Harb” adlı makalesinde “...bu milletin yirminci asırdaki, bilhassa geçen büyük harpten sonraki edebiyatında harbe temas eden birçok belki de her devirden çok parçalar ve eserler vardır” 28 demektedir. Murat Belge de “Savaş ve Edebiyat” 29 isimli yazısında harplerin ilk çağdan beri Avrupa edebiyatındaki tesirlerini ana çizgileri ile değerlendirir. 31 Ali Rıza Seyfi, “Kal‘a-i Sultaniye”, Donanma, N.89, 2 Nisan 1331 / 15 Nisan 1915, s.652. 84 Ali Rıza Seyfi Tespit edebildiğimiz ilk şiirlerden biri de daha ziyade tarihle alakalı eserleri ile tanınan Ali Rıza Seyfi’ye aittir. Şiir, “Kal‘a-i Sultaniye” (32) ismini Çanakkale Boğazı’ndaki tarihî kalelerin birinden alır. Şair boğazı bekleyen “polad pençeli ihtiyar arslan”m ordusunu şöyle tasvir eder: “Açmış fem-i kahhânnı deryâ-yı sefîde, İclâl ü vakârıyla yatar ihtiyar arslan, Bekler yanılıb pençe-i pûlâdına düşsün, Moskof, Briton, kahbe Fransız gibi düşman.”33 Şaire göre boğaz, kırıyla bayırıyla, dağıyla tepesiyle boş ve sahipsiz de ğildir. Bu toprakları hem siperlerdeki Türk askerleri hem de şehitler bekleyip korumaktadır. Buna Çanakkale’ye yapılan daha önceki saldırılar ve düşman amirallerinin akıbeti şahittir. “Kûhsâr ü sahârîsini zanneyleme tenhâ İslam’a siper Türk eri her taşını bekler. Ölmüş şeref-i din ile bir mecma‘-ı küberâ: Gâzî babalar, avn-i Hüdâ şanlı şehidler. Beş asr-ı şeref gürleyerek ra‘d-ı şükûhu Yüzlerce adüvv kal‘a-i seyyâresi yıkmış; Sahilleri duymuş nice feryâd-ı hezîmet Emvâcına mağlûb amiraller kanı akmış”34. Ali Rıza Seyfi, şiirinin sonunda millete ümit verir, “din kapısı”, “Cennet ocağı” dediği Çanakkale’nin geçilemeyeceğini ve düşmanın sevinemeyeceğini söyler. Çünkü bu kale envârı İlâhi ile dolan toplarıyla ecdâdına varis olan asker tarafından beklenmektedir. Şair bu inancını şöyle dile getirir: “Bir Kal‘a değil din kapısı cennet ocağı Envâr-ı İlâhî ile dolan toplan sönmez, Ecdâdına vâris olan asker duruyorken Türk yurdu durur korkmayınız, düşman övünmez!” “Kal‘a-i Sultaniye”nin şairi, bu şiirden bir kaç gün sonra yine aynı dergide hece ölçüsü ile yazdığı bir şiirini yayımlar 35. Bir aşığın sazından; “Düşman kanı olmuş ırmak Su bir nurdur, görünür Hakk “Çanakkale” vurdu çakmak;” der. Ali Rıza Seyfî’nin Çanakkale cephesindeki askerlerimize güveni tamdır. O Mehmetçikler ki Osmanlı coğrafyasında yaşayan renklerin bir terkibidir. 32 Ali Rıza Seyfi, “Kal‘a-i Sultaniye”, Donanma, N.89, 2 Nisan 1331 / 15 Nisan 1915, s. 652. 33 Ali Rıza Seyfi, “Âşığın Sazı...”, Donanma, N. 95, 9 Nisan 1331 / 22 Nisan 1915, s. 663 34 Çakır, Ömer, a.g.e,s.60. 35 Ali Rıza Seyfi, “Âşığın Sazı...”, Donanma, N. 95, 9 Nisan 1331 / 22 Nisan 1915, s. 663. 85 Cennet yolunda birleşen bu yiğitler birlik ve beraberlik içinde olduğu sürece “binler yaşar yıkılmaz yurd.” Şair daha sonra Çanakkale’yi kazandıracak amillerden önemli biri olan millî birliğe işaret eder: “Dedelerden denmiş öğüd Binler yaşar yıkılmaz yurd Arab, Çerkeş, Laz ile Kürd Tatlı canı vermez mola Cennetlere girmez mola!” Cennete girme arzusu ile yanıp tutuşanlar, ülkenin dört bir yanından gelerek Çanakkale’de tek vücut olmuş; düşmanın boğazdan geçip İstanbul’u ele geçirme planını Çanakkale’nin mavi sularına gömmüşlerdir. Netice itibariyle boğaza yapılan hücum; istihkamlarımızın eşsiz mukave meti ile karşılaşmış, İngiliz ve Fransız harp filosu önemli kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalmıştır. Bu tablonun coşkusu “siperler arkasında” yukarıya ilk örneklerinden bazılarına temas ettiğimiz bir şiiriyet vücuda getirmiştir. Ancak zaferin başta İstanbul olmak üzere Osmanlı coğrafyasındaki akisleri şair ve ediblerimizce o günlerde gerektiği gibi işlenmediği ve arzu edilen eserler ortaya konmadığı için bir harp edebiyatı meydana gelmez. Hakkı Süha Bu durgunluk üzerine, Birinci Dünya Harbi’nin başlaması ile birlikte Trablusgarb Harbi’nden beri ara sıra gündeme gelen- “harb edebiyatı” ihtiyacı tekrar gündeme gelir. Sonuçta bu i Çanakkale’nin sıkıntılı günlerinde ordunun lisanıyla Tanrı’dan zafer dileyen şair, şöyle dua eder: “Ey ulu Tanrı, işte biz İmanımız lekesiz Yüz sürdük vatanın toprağına (...) Ey ulu Tanrı her zaman Bu kahraman ordudan Tarihin şerefi eksilmesin Yurdumuzun, o sevgili Annemizin emeli Her devirde zafer bulsun, âmin! Eğer ordu zafer bulamazsa geride kalan yetimlere yazık olacaktır. Düş man çizmesi altında yaşamaktansa ölmeyi tercih eden bu millet, intikama and içmiştir. Son Balkan Savaşı, orduda bir intikam duygusu oluşturur. Bu duygu ile canından vazgeçenlerin Allah katında aziz olacağına inanan şair, duasını şöyle bitirir: Ey ulu Tanrı, el açtık: Yetimlere pek yazık, Çiğnetme düşmanlara memleketi! Ey ulu Tanrı, el açtık: Kan isteriz biz artık;36 36 Enis Behiç, “Ordunun Duası”, Miras, İst., 1927, s.77-78. 86 Ağlatma yeniden bu milleti! İntikama and içenler Canından vazgeçenler Dergahında aziz olsun, âmin! Cenk ederken vurulanlar Son şerefi bulanlar Dergahında aziz olsun, âmin!” diyen Hakkı Süha, Çanakkale zaferinin tarih içindeki büyüklüğünü Çaldıran’dan, Bizansların sûrundan aşan Zaferlerin bir gölgedir bunun yanında Çanakkale meydanından topladığın şan, Hangi ırkın okunmuştur destanında?...” İhtiyaca cevap vermek amacıyla, devlet, bir takım teşebbüslerde bulunur. diyen Hakkı Süha, Çanakkale zaferinin tarih içindeki büyüklüğünü Çaldıran’dan, Bizansların sûrundan aşan Zaferlerin bir gölgedir bunun yanında Çanakkale meydanından topladığın şan, Hangi ırkın okunmuştur destanında?...”37. Alaaddin Alaaddin, eseri ve edebî kıymeti hakkında şunları söyler: “Bugün meyda na gelen şu küçük kitab yalnız Çanakkale ziyaretinin bana tahmil ettiği vazifeyi ifa için yazılmış değildir: Aynı zamanda meydana konulması bir ihtiyaç halini alan duyguların tabii bir doğuşudur. Çünkü Çanakkale müdâfaa sahnesi dimağ ve asabım üzerinde pek ciddi ve pek derin izler bıraktı. Bu itibarla “Çanakkale İzleri”nin sanattan nasibi azsa da samimiyetten hissesi çoktur.” Kitaptaki bütün şiirler işte bu samimiyetin mahsulüdür. Mesela cephede askerin ağzından çıkan bir cümle şaire ilham kaynağı olmaya yeter. Taşından kanlarla silerek pası Mülkü yakut gibi mal yapacağız Sahilde ölürsek mavi atlası Kumlardan türbeye şal yapacağız. Biz Çanakkale’yi demir yürekle Kurtarmağa geldik candan emekle; Düşmanı koğmağa yelken kürekle Sedddülbahir önünde sal yapacağız (...) Kıvırıp o cansız bileklerini, Kaçırıp İngiliz bebeklerini Ürkütüp kafirin sineklerini Şu Arıbumu’nda bal yapacağız...”38 37 Çakır, Ömer, a.g.e,s.35. 38 Ç. İzleri, a.g.e, s. 23. 87 Şiire ilham kaynağı olan hadiseyi İ. Alaaddin şöyle anlatır: “1915 Temmuzu’nun on üçüncü sah günü Keşan’dan Gelibolu’ya hareket ederken ayrı kıtalara mensup iki hemşehri askerin uzaktan kısa bir mükalemesine şahit olduk. Yolda duran bir nefer Gelibolu yolunu bir bulut halinde kaplayan kıtalar arasındaki arkadaşına seslenmiş, nereye gittiğini sormuştu. Ömer Seyfettin (1884 – 1920), 18 Mart 1914’te Tanin gazetesinde yayımlanan “Türklerin Milli Bayramı –Yenigün 22 Mart” başlıklı yazısında, 1900 lerin başında Türklerin ikinci defa Ergenekon durumuna düştüğünü, ikinci defa bir “Bozkurt” beklendiğini işler: “Türklerin sadırlarında (sinelerinde) olan ‘Engenekon’ hatırasından ilham alan bugünün şairleri var. Son Balkan felaketleri (Balkan Savaşı) nihayet Bergos’tan(Lüleburgaz) Ergene’nin öbür tarafına kovuluşumuzu yad ederek milli ve şuurlu rübabını (sazını) çalan soydaşımız, Türklüğün bütün zafer ve azametlerini söyledikten sonra: … Yurt girince yad eline, Ergenekon oldu yine! Çıkmaz mı bir Börtücene (milli kahraman) Nurlanmaz mı çerâğımız? ( yolumuzu açmaz mı? Nurlandırmaz mı?) diyor. Bugünkü Türklüğün perişan ve esir halini tıpkı ‘Ergenekon’a benzetiyor. Bir kurtarıcı, bir bozkurt, bir Börtücene temenni ediyor...”39 Demek ki 1910’lu yıllarda yaşayan kuşaklar, ülkenin içine düştüğü durumu Ergenekon’a benzetmişler ve bir bozkurt beklemişler. Şiir, tarihi ve şairi belirtilmemiş ama 1913 veya 1914 yılında yazılmış olmalıdır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Aynı yılları benzer duygu ve düşünceyle yaşayan bir diğer yazarımız da Yakup Kadri Karaosmanoğlu(1889-1974), 1946’da yayımlanan Atatürk isimli eserinin başlangıcında; “Bizim ilk gençlik yıllarımız bir milli kahramana hasretle geçti” der 40. Devamında, bekledikleri milli kahraman seçenekleri üzerinde analizler yapar, Tevfık Fikret, Enver Paşa gibi kişilere bağladıkları ümitleri açıklar. Sonrasını alıntılarla sürdürelim: “Ama günün birinde, Çanakkale savunmasının yankıları kulaklarımıza gelmeye başlayınca her şey değişiverdi... Halk, sanki devletin bilmediği bir 39 Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri-16, Türklük üzerine Yazılar, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1993, s.97 vd. 40 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, ATATÜRK, Birikim yayınları, 1981, s.17. 88 sırra ermiş gibi idi. Halk emin ve içi rahattı... Evet, halk bizim bilmediğimiz bir sırra ermişti; evet, ona gaipten bir şey malum olmuştu... Bir şeyler mırıldanıyor... Bağrından bir takım nidalar geliyor... (Halkın) ağzında Çanakkale Savaşı adeta bir... destan şeklini almaya başladı... (Halkın) hayalinde... bir genç kahramanın yalın endamı çizgilenmekte idi. Bu kahraman, bu genç kumandan-yine halkın söylediğine göre- yanında bir avuç süngülü askerle, yerden, gökten, denizden kopan sürekli bir gülle, kurşun ve şarapnel sağanağının ortasında durmadan ileriye doğru atılıyor ve kollarıyla kızgın boyunlarından yakalayıp denize yuvarlayacakmış gibi düşmanın sıra sıra topları üstüne saldırıyordu. Bu insan, ateşte yanmıyordu. Vücuduna kurşun işlemiyordu ve zırhlıların attığı gülleler başının üstünden munisleşmiş yırtıcı kuşlar gibi geçip gidiyordu. Kimdi bu acayip adam? Nereden peydah olmuştu(ortaya çıkmıştı)?... Halk onun adını da biliyordu; ‘Mustafa Kemal!’ diyordu. Bir paşa mı? Bir miralay (albay) mı? Kimi bir paşa,kimi bir miralay olduğunu söylüyor. Zaten rütbesinin ne hükmü vardı? Böyle bir adama rütbe ne ilave edebilirdi? İşte, onun ismini, halkın arasında, böyle bir efsane atmosferinin içinden, ilk defa böyle işittimdi... O, Türk ordusunun yüzelli, belki iki yüz seneden beri mahrum olduğu bir ‘zaferin’ gururunu ve Türk milletine bunun şevkini vermişti...41 Yakup Kadri, Ömer Seyfettin gibi, 1910’lu yıllarda hep bir milli kahraman bekledik diyor. Niçin beklemişler? Türk’ü İkinci Ergenekon’dan kurtarsın diye. İşte beklenen örtücene, beklenen Bozkurt Çanakkale’de ortaya çıkıyor. Hem de bir masal kahramanı algılamasıyla. Ateşte yanmayan, kurşun işlemeyen bir kahraman, Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal. Çanakkale’de ortaya çıkan Bozkurt, 1919’dan itibaren, Türk’ü, ikinci Ergenekon’dan kurtaracaktır. Yakup Kadri bu görüşle; İstiklal Harbi yazılarını 1929 yılında iki cilt halinde yayımlarken, kitabına Ergenekon» adını koymuştur. Şevket Süreyya da aynı tespiti ve aynı benzetmeyi yapmaktadır:» Osmanlı cemiyetinin son devrinde Türk yurdu, bir Ergenekon’du ki,bu ülkede örs ve ateş köşesinde unutulmuş uyuyor ve yol gösterici Börtücene ise henüz ufukta görünmüyordu...42 Beklenen Börtücene ortaya çıkıp ikinci Ergenekon’dan kurtuluşu sağladıktan sonra, efsanedeki kurt ile demir dağını eriterek delen demircinin, Börtücene’nin aynı kahramanın şahsında, Mustafa Kemal’de birleştiğini yazmaktadır 43. 41 karaosmanoglu, a.g.e., s.27-29. 42 Şevket Süreyya Aydemir, “Ergenekon Efsanesi”,Kadro Dergisi, Ocak 1933, Sayı 13, s.8. 43 Şevket Süreyya Aydemir, a.g.m., s.9. 89 Mehmed Emin (Yurdakul) Türk-Yunan Harbi (1897) ile ilgili duygu ve düşüncelerini nazmeden Me- med Emin, aynı hassasiyetini Çanakkkale Harbi karşısında da gösterir ve bu kahramanlığın da şiirini yazmayı ihmal etmez. Daha Çanakkale Muharesi’ni yerinde görmeden önce “Çanakkale Gazileri” adlı şirini kaleme alır. Bu şiirin bir bölümü; “İstanbul’u Tahattur” ve “Ecdada Hitab” parçalan, Türk Yurdu’nun Hi-lal-i Ahmer menfaatine çıkardığı “Fevkalade Nüsha”sında yayımlanmıştır 44. Dergide, “Bütün şiir, yakında ayrıca bir risale halinde basılıp çıkacaktır” haberi verildiyse de, risale halinde çıkmaz. Çünkü Mehmed Emin, bir ay sonra Heyet-i Edebiye mensuplan ile birlikte Çanakkale cephesini ziyarete gider. Dönüşte bu şiirin de içinde yer aldığı ve “Çanakkale Kahramanlarına” ithaf edilen “Ordunun Destanı” 45 ile Çanakkale ‘yi destanlaştırır. M. Emin, şiirine Birinci Dünya Harbi’ne girişimizi haber vererek başlar: “Bugün hakan seferberlik ilan etti; Üç devlete topları gürüldetti.46 Yurdun her yerinde “vakur sesli davullar”, ay yıldızlı al bayrağın gölgesinde bir araya gelerek gençleri harbe davet etmektedir. Şair bu atmosferde mevcut halin tablosunu şöyle nazmediyor: Bugün Şark’ın nur yüzüne matem çökmüş; O mübarek Tanrı dağı Ulu Kabe derin derin inildiyor, Kafkas yolu Şat vadisi, Nil ırmağı Boğaz önü kurtarıcı el istiyor,47 Daha sonra İslam coğrafyasında emperyalist güçlerin uyguladığı zulme dikkat çeken şair, gelişen hadiselerin bizi tahkir ettiğini söyler: Bu toprakta şimdi gülen, öğündüren bütün şeyler Biz Türklere kaygu verir, biz Türkleri tahkir eder. Çünkü Türk milleti İslam âleminin koruyucusu, kollayıcısıdır. Bu milletin başındaki hakan birleştirici bir unsurdur. Düşmanın amacı milletin altında birleştiği hakanlık ve hilafet meşalesini söndürmektir: Bu düşmanlar istiyor ki hakanlık söndürülsün; Onun yüce hilafeti Adlı şanlı saltanatı, geniş, güzel memleketi 44 Türk Yurdu -Fevkalade Nüsha-, C.8, S.6, 21 Mayıs 1331, s.891. 45 Mehmed Emin, Ordunun Destanı, Matbaa-i Ahmed İhsan ve Şürekası, İst., 1331, 40 s. 46 Yusuf Razi, “Harp Hikayeleri -Arıbumu Cephesinde-, Tanin, Nu.2471, 20 T.evvel 1331/2. T.sâni 1915, s.3. 47 Yusuf Razi, “Harp Hikayeleri -Arıbumu Cephesinde-, Tanin, Nu.2471, 20 T.evvel 1331/2. T.sâni 1915, s.3. 90 Garbın bahtsız Emeviler devletine döndürülsün;48 Bu tehlike karşısında, Türk kızına ve delikanlısına düşen görevi Mehmed Emin şöyle belirtir: Yurdun böyle felaketli günlerinde... Onun yayla, köy, kasaba her yerinde Her kahraman delikanlı En sevgili vücudlardan uzaklaşır Her genç zevce her nişanlı Bir kız kardeş kalbi gibi duygu taşır,49 Memleketin genç kızlarından, cepheye gidecek delikanlıların bir isteği vardır: Bizi sizler türkülerle yolcu edin; Ruhumuzda hiddet, gazap, kin titretin. Siz şefkatle biz kuvvetle çalışarak Şu sevgili vatanımız kurtulacak,50 Başarının ön şartı cephe ile cephe gerisinin birlik ve bütünlük içinde olmasıdır. Cepheye gidenler geride bıraktıklarını teselli ederler. Onların tek isteği vardır: Ağlamayın bizlere siz Güle güle veda edin Vatan için o lekesiz Dudaklarla dua edin!51 Bu duygu ve düşüncelerden sonra Çanakkale Boğazı ve Gelibolu’nun bizim için ne kadar önemli olduğuna dikkat çeken Mehmed Emin, kuvveti bir tarih şuuru ile; “Bizler burda yedi asrın tarihini okuyoruz Bu mübarek topraklara basıyorken korkuyoruz” der. Çünkü bu mübarek topraklarda başta Rumeli fatihi Süleyman Paşa olmak üzere ecdat yatmaktadır. Boğazın manevi bekçileri, bugün Çanakkale’de çarpışan ordumuza seslenerek onlan harbe teşvik eder: 48 Mehmed Emin, “Orduya Selam”, Harb Mecmuası, Y.l, S.4, K.sâni 1331, s.9-10. 49 Mehmed Emin, “Orduya Selam”, Harb Mecmuası, Y.l, S.4, K.sâni 1331, s.11. 50 Mehmed Emin, “Orduya Selam”, Harb Mecmuası, Y.l, S.4, K.sâni 1331, s.15. 51 Mehmed Emin, “Orduya Selam”, Harb Mecmuası, Y.l, S.4, K.sâni 1331, s. 16. 91 Ey Osman’ın asil nesli! Kanımızla yoğrulan bu mübarek güzel ili İstanbul’a kilit olan Bu sevgili toprakları düşmanlara çiğnetmeyin! Her dağından kumsalından Tekbir gelen bu yurtları, Avrupa’ya terk etmeyin İstanbul’un, memleketin ümitleri bütün sizde; Şark’m Garb’ın istikbali bugün sizin elinizde! Ahmed Nedim’in şiirine de bu endişelerin hakim olduğunu görüyoruz. Bin üçyüz otuzbir senesi erdi Bize zafer ile savaş getirdi İngiliz Fransız kapana girdi Kısıldı boğaza gözü çıkası52 Türk milletinin tarihe mal olan savaşçı kimliğine dikkat çeker: (Ben bir Türk’üm) tarihde benim ismim çok geçer Tarih der ki “Türklere, ülkeler dar gelirdi, Ölümleri korkutan, o tunç yüzlü yiğitler... Nice yıllar dünyayı, cenk yerine çevirdi,53 Türk milletine, üzerinde yaşadığı topraklar atalarından miras kalmıştır. Bu vatan uğruna şehid vermeyen bir ocak yoktur. “Onlar hep kan dökerek aldılar bu yerleri” diyen şair, Türk’ün vatan ve millet sevgisine işaret eder: (Ben bir Türk’üm) yurdumu, milletimi severim Türklük benim en büyük şerefimdir, şanımdır. (Ben bir Türk’üm) daima bununla fahr ederim Türk milleti, Türk yurdu kendi ruhum, canımdır.54 Türk milleti dünyada kuvvetiyle tanınır. “Bir Türk kadar kuvvetli sözü hala meseldir.” Hakk Çanakkale’de çok şiddetli çarpışmalar olmuştur. Mustafa Fevzi’nin, “altı ay kalede kıyamet oldu” diye dehşetini anlatmaya çalıştığı bu harpte topraklar cesetlerle dolar, kanla yoğrulur. Kaleyi cennet yoluna benzeten şair, “Şehitler o yolu aradı buldu / Gazi mücahidler muzaffer oldu”der. Bu harbin hem bizim için hem de dünya için önemine dikkat çeken Mustafa Fevzi, bütün cephelerdeki askerlerimizi çalışmaya, gayret etmeye davet eder: 52 Cenk Destanı, a.g.e., s. 2. 53 Cenk Destanı, a.g.e., s. 9. 54 Cenk Destanı, a.g.e., s. 10. 92 Bu harb bizim için bir hayat memât Mutlak mahvoluruz etmezsek sebât Yoktur bizim için kaçacak cihât Bizden yüz çevirir bütün kâinât Çalışın askerler bulalım hayât55 1. Dünya Harbi’nin başlaması ile Rusya, Almanya karşısındaki cephelerinde büyük bir sıkıntı içine düşer. Bunun üzerine müttefiklerinden yardım ister. O nedenle Çanakkale cephesinin açılma sebeplerinden birini de İngiltere ve Fransa’nın Rusya’ya yardım fikri oluşturur. Ancak devrin önemli simalarından Ziya Gökalp, “Çanakkale” şiirinde Rusya’nın yardım talebini, “Moskof’un tarihi emelleri çerçevesi içinde düşünür: Moskof dedi İngiliz’e “Çanakkale aşılmalı, Kızıl, Kara, Akdeniz’e Hâkimiz, anlaşılmalı” Donanma mecmuasında çıkan “Cenknâme-i Tûtî” adlı şiirde de Çanakkale hücûmuna sebep olarak Rusya’nın istekleri gösterilir: “Mühimmat ve silah ve rızk olursa Elinden Türkiyâ’nın kurtulursa Boğazlardan edib imrâr ü tesyâr Edib imdad bizim orduya her-bâr Bulursuz biz de bî-had nâs ü âdem Olursa arkası gelir dem â dem Bu niyetle Çanakkale hücûmu Yine yükseltti mâh ü nücûmu” Şiirlerde bu sebeple beraber harbin ekonomik nedenleri de dile getirilmiş; düşmanların niyetleri belirtilerek Deniz Harbi Çanakkale Muharebeleri’nin denizde cereyan eden kısmı, 3 Kasım 1914-18 Mart 1915 tarihleri arasında gerçekleşmekle birlikte, harbe damgasını vuran gün, deniz zaferine adını veren 18 Mart günüdür. 18 Mart 1915 günü Çanakkale Boğazı, tarihinin belki de en şiddetli bombardımanına sahne olur. Çanakkale Boğazı’ndaki eşi görülmemiş kavga, şiirimize tarihî gerçekliği ile birlikte canlı bir tablo halinde aksetmiştir. Şairler, cehennemi harbi bir film sahnesi gibi gözler önüne sererken, resmin ve musikinin imkânlarından geniş ölçüde istifade etmişlerdir. 55 Cenk Destanı, a.g.e., s. 19. 93 Necmeddin Sahir 18 Mart sabahı Çanakkale Boğazı önündeki düşman zırhlılarını ve kopan kıyametin başlangıcını şöyle anlatır: Bir sabahdı... Çanakkale önünde Bizi târâc ü mahv için mağrûr, Bir muazzam donanma geldi akûr, Boğazın medhalinde durdu yine.56 Mehmed Akif Başta Mehmed Akif’in şiiri olmak üzere yazılan şiirlerde özellikle Kara Muharebeleri’ne ait ayrıntılı bir tasvir bulmak mümkündür. Akif, Çanakkale Harbi’ni yerinde görmediği halde, harbin dehşet ve büyüklüğünü başarıyla anlatarak cehennemi harbi şöyle tablolaştırır: “Öteden sâikalar parçalıyor âfakı; Beriden zelzeleler kaldırıyor âmâkı. Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam; Atılan her lâğamın yaktığı: yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler ölü püsgürmede yer; O ne müthiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...57 Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak Boşanır sırtlara, vâdîlere sağnak sağnak. Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. Veriyor yangını durmuş da açık sinelere,58 Âkif’in sanat ve edebiyata olan yakın ilgisi, üniversite yıllarında başlar. Babasının ölümü üzerine, geçim sıkıntısına düşerek ayrılmak zorunda kaldığı Mülkiye’de, Muallim Naci’nin öğrencisi olmuştu. Nâci, klasik edebiyatı zamanın ihtiyaçlarına göre yeniden canlandırmak ve ayakta tutabilmek için çabalıyordu. Âkif de aldığı ilk eğitimin etkisiyle Nâci’nin şiir anlayışından etkilendi59. Şiirlerinde bir nevi eskiyi güncelleştiren Âkif’i Ahmed Şevkî’yle neo-klasik şair ortak paydasında buluşturabiliriz. Mesela Ahmet Şevkî, neo-klasik şair dememizi haklı çıkaracak bir şekilde, İmru’u’l-Kays’ın muallakasında yaptığı gibi, şiirine “Durun” ifadesiyle başlar. 56 Cenk Destanı, a.g.e., s. 19-20. 57 Mehmed Akif. “Asım’dan Bir Parça”, Sebilürreşad, C.24, N. 608, 10 Temmuz 1340, s. 205 58 M.Akif, a.g. şiir. s. 205. 59 Cemal Kurnaz ve diğ., a.g.e., s.15. 94 İşte doğa!, Dur ey yolcu! Sana yüce Allah’ın güzel yapısını göstereyim. Şevkî’nin İspanya sürgününden uzun yıllardır ayrı kaldığı ülkesine gemiyle dönerken uğradığı İstanbul’da kaleme aldığı şiirlerdeki duygu ve heyecan düzeyi ile, Âkif’in görev icabı yaptığı seyahatler çerçevesinde uğradığı Mısır’ın Luksor şehrinde kaleme aldığı şiirdeki duygu ve heyecan düzeyinde büyük benzerlikler vardır. Her iki durumda da, şairlerin önlerinde başarma ümidiyle ulaşmaya çalıştıkları bir hedef vardır. Bu hedef, Şevkî’de Mısır’a kavuşma ve hürriyetini elde etme iken, Âkif’de İslâm birliği idealini gerçekleştirme ve vatanı içinde bulunduğu badireden kurtarmaktır. Ayrıca bu şiirlerde şairler, bulundukları ortamı birer parnasyen gibi tasvir etmişlerdir. Âkif, kişisel acılardan sosyal kritiğe kadar toplumun aktüalitesini dert edinir, samimiyetle benimser. Kimilerine göre Âkif’in bu içtenliğine ve yerliliğine hiçbir şairimiz ulaşamamıştır. Gemiyle Akdeniz, Ege ve Marmara Denizleri üzerinden İstanbul’a gelen şair, bu yolculuğunu, büyülenmiş bir vaziyette “el-Bûsfûr (Boğaziçi)”60 adlı kasidesinde dile getirir. Şair bu şiirinde, gökyüzünün büyüleyiciliğini ve yolcuların hiç uyumadıklarını belirtmekte ve denizin her tarafındaki adaları koyunlara benzetmekte, gökyüzünü de onlara çoban yapmaktadır. Çanakkale Boğazı’nı top ve dağların koruduğunu söylerken de vatanı Mısır’a özlem duyar. Şiirine Boğaz’ın güzelliklerini tasvirle devam eden şair, bu bölgeyi, nehir elbisesi giymiş bir deniz; yemyeşil doğayı, camilerin, Boğaz’a nazır görkemli sarayların bir arada toplandığı bir yer olarak nitelemektedir. Adeta bir ressam gibi eline fırçayı alır ve Boğaz’ın güzelliklerini çizer: Deniz midir sana koşan, gümüş mü, som altın mı, engin ufuk mu yoksa. Ovayı andıran sularda, koyunlara benzeyen adalar kuşatıyor seni. Adeta sen onların dikkatli bir çobanısın, karanlıklara atılırsın, kaçmazsın. Ay ışığı, sonsuz yüksekliklere çıkarak senin üzerinden sonsuz bir toz bulutu gibi geçmektedir. Burası Çanakkale denilinceye kadar yürüdüm ona doğru, fecir kılavuzdu. Sabah ışığı göründü ve o ışıkta Boğaz’a ilerledim. Sana koşuyor şehirler ve insanlar, gezgin ve sabit duran gemiler, Adalar ve dağlar seni bağrına basıyor, kayalar bile sana yumuşaklık gösteriyor. Bazen uzak bir yerde, şelale gibi bir nehir yükselir, Bazen bir kitap misali ufka ulaşırsın. “Orada güneş, saf altın, yakut, mercan veya inci midir?” dedik. İçinden tabiatın akıp gittiği tepelerin güzel manzaralarının aynasıyla. İçine cennet yerleştirilmiş bir feza, ve denizlerde benzersiz bir manzara!61. Şair, nerede olursa olsun, güzel bulduğu ve “şiirin kızları” olarak nitelediği doğal güzellikler karşısında, kalemini eline alıp şiir sanatının güzel örneklerini vermeye devam eder: 60 İmîl E. Kebbâ, a.g.e., II, 180-185. 61 İmîl E. Kebbâ, a.g.e., II, 180-181. 95 Devam edin, ey şiirin kızları! devam edin. Şiirin şımarmasında sizin bir ayıbınız yok. Sizin için karada ve denizde yürüdüm. Siz zamansınız ve her yerdesiniz.62 Mısır’dan uzakta tabiata ilgi duydun. Tabiatla baş başa iken de “Nerdesin Mısır?” dedin63. Âkif ve Şevkî, şiirleri Pek çok Türk ve Arap şair için bir ilham kaynağı olan Boğaz, Şevkî‘yi de büyülemiştir. Boğaz için kaleme aldığı şiirlerin yanı sıra, tasvir ettiği başka doğal güzellikleri, İstanbul’un bu güzel bölgesine benzetmiştir. Âkif ve Şevkî, şiirlerinin bir bölümünü kendilerine çok şey borçlu oldukları hıdiv ailesi mensuplarına ithaf etmişlerdir. Âkif, İstanbul’da kaldığı esnada çocuklarına hocalık yaptığı Abbas Halim Paşa (1866-1934) nın dostluğunu kazanmış ve daha sonra kendisi tarafından Mısır’a davet edilmiştir. Mısır’da onun himayesinde hayatını sürdürmüştür. Öte taraftan Şevkî, himayesinde büyüdüğü Abbas Halim Paşa’nın kayını olan aynı sülalenin mensubu Abbas Hilmi II (1874-1934)’ye şiirlerinin büyük bir bölümünü ithaf etmiştir. Âkif’e kendi şiirlerinden birini okuması rica olunduğunda, ya “el-Uksurda (28 Ocak 1914)” şiirini ya da “Necid Çölleri’nden Medine’ye” adlı şiirini okurdu64. Âkif, “el-Uksur’da Âkif, “el-Uksur’da”65 adlı şiirini, 5 Ocak 1913’te görev icabı gittiği Kahire’nin 600 km güneyinde, eski Mısırlılardan kalma pek çok heykelin bulunduğu antik Luksor şehrinde kaleme almıştır. Bu mekanları gezdikten sonra, şairlerin en çok sevdikleri bir zaman dilimi olan gurup vakti, Nil kıyısında gördüklerini ve o anki düşüncelerini mısralara döker. Şair, bir seyyah olarak yeni yerler görmenin heyecanı içerisinde her şeye müspet bir gözle bakar. Ona göre her şey gülümsemektedir. Gülümsüyor koca vadi, gülümsüyor tepeler; Gülümsüyor suyu tırmanmak isteyip öteden, Mahmut Kanık, “Mehmed Âkif’in Şiirlerine Toplu Bakış”, Yedi İklim, Sayı: 117-118, Aralık-Ocak 19992000, s.19. 62 63 İmîl E. Kebbâ, a.g.e., II, 183. Mahmut Kanık, “Mehmed Âkif’in Şiirlerine Toplu Bakış”, Yedi İklim, Sayı: 117-118, Aralık-Ocak 19992000, s.19. 64 Âkif, mesnevi nazım şekliyle kaleme aldığı 63 beyitten oluşan bu şiirini Abbas Halim Paşa (18661934)’ya ithaf etmiştir. Abbas Halim Paşa, Kavalalı Mehmet Ali Paşa sülalesinden olup son sadrazamlardan Said Halim Paşa’nın kardeşidir. Çocuklarının hocası olan Mehmet Âkif ile İstanbul’da başlayan dostluğu uzun yıllar sürmüştür. Âkif onun davetiyle ömrünün son yıllarını Mısır’da geçirmiştir. 65 96 Uzun kürekli kayıklarla bir büyük yelken; Gülümsüyor beriden gölgeler döküp Nil’e,66 Otel binaları kendinden emin tavırlarla; Gülümsüyor kıyılardan beş altı adım kadar. Gülümsüyor sağa baktıkça karşıdan Karnak. Gülümsüyor o sütunlar ki. Nil’e gömülmüş,67 Buradan itibaren gezdiği antik eserler hakkındaki düşüncelerine yer verir. Burada taştan heykelleri bulunan firavunların acımasız yönetim anlayışlarını eleştirir. Sabahleyin dolaşıp gördüğüm o heykeller; Ki ölümsüzlüğü çılgınca arayan zavallı insanoğlunun hırsı Rahmetle anılmayı kalplere nakşedecek yerdeAnlamsız varlığını fezaya kazmak için Her kayadan binlerce hayata mezar olan taşlar yaptırıp, Sonra da bu korkulukları vahşetin ifadesi gibi yerleştirmiş; Ki yeryüzü ayaklarında secde edecekmiş; Ki alınlarındaki kırışma arşı titretecekmiş! Fakat zaman dedikleri büyük ve heybetli el. Bu kahramanları öyle bir cezalandırmış ki Ne kibirli burnu kalmış kırılmadık, ne kolu! İbret verici çevresi leş gibi yıkıntılarıyla dolu.68 Ona göre her şey gülümsemektedir; fakat oralarda dolaşan ve neşeli Fransız, İngiliz, Alman seyyahları, ona, başı belalar içinde kalmış olan Şark’ı düşündürür. İşte o zaman, bütün neşesi söner: Fransız, İngiliz, Alman, on üç kadar, gezgin, Üçer beşer küme olmuşlar: İnliyor kadehler! Birinciler gülüyor... Çünkü dopdolu cepleri. Yerinden oynatıyor borçlu dünyayı. Sedan düşündürecek olsa maskarayı...69 Rahat, bolluk unutturur insana en derin yarayı. İkinciler gülüyor, hem de hakkıdır, gülecek; 66 Mısır’da Nil nehri kıyısında Firavunlar Döneminden kalma pek çok tapınağın bulunduğu yerin adı. Mahmut Kanık, “Mehmed Âkif’in Şiirlerine Toplu Bakış”, Yedi İklim, Sayı: 117-118, Aralık-Ocak 19992000, s.19-22. 67 Mahmut Kanık, “Mehmed Âkif’in Şiirlerine Toplu Bakış”, Yedi İklim, Sayı: 117-118, Aralık-Ocak 19992000, s.19. 68 İmparator III. Napolyon komutasındaki Fransız ordusunun 1870 yılında Almanlar’a yenildiği savaş. Sedan, Fransa’nın Meuse Irmağı kıyısında 15-17. yüzyıllar arasında kurulmuş bir kalenin adıdır. 69 97 Dünya bir emrine amade... Öl! desin, ölecek... Üçüncüler gülüyor, çünkü kolunun kuvveti, Ne derse “Doğu!” denen bir namus garantisi; İnsanoğlu ki kuvveti vermiyor henüz hakka; Ne çare var onu kuvvetle almadan başka? Aciz misin? Senin hakkın ağlamak yalnızca!..70 Akif, belki de kendi mahzun durumunu daha etkili kılmak için her şeyi gülümsüyor gösteriyor. Yalnızlığı, sıla hasreti, gezdiği yerlerde gördüğü manzaralar, onu bu kötümser havaya sokar. Evet, her şeyin, hatta zevklerin coştuğu bir yerde İçinde ben, zavallı ben gülmüyorum... Oturmuş ağlıyorum, ağlasam da ma’zûrum: Vatanımdan ayrı gibiyim atalarımın diyarında! Ne toprağında şu yurdun, ne akarsularında, Bir dost sesi, yahut bir tanıdık izi var! Bileydim ey koca Doğu dünyası, uçsuz bucaksız dünya, Senin hangi bölgendeki evlâdın huzurludur? Başın belalara girmiş; elin, kolun çiğnenmiş; İçinden esti mi bir gün bağımsızlık rüzgarı? Görür müyüm diye karşımda Müslüman yurdu, Bütün diyarını gezdim, ayaklarım durdu. Yabancı sesleri geldikçe geçtiğim yollardan, Hep hayâl kırıklığı taştı inleyen ruhumdan! Vatanımdan ayrı olayım bağrında İslam’ın? Bu sonuç, zamanın ne acı bir intikamıdır!71 Âkif, seyahat hâtıralarını içine alan şiirlerinin sonuncusu olan Firavun ile Yüzyüze’yi, 1923’de, Hilvan’da iken neşretti. Bunda Firavun Amnofis II.’in mezarını ve mumyasını tasvir eder. Bu firavun ki, sağ iken, civarından beşer ürkerdi; saraylar, sütunlar, abideler, onun bütün hayatını ufuklara ezberletirdi. O, kendi nefsinden, kendi bekasından başka bir şey düşünmüyordu. Hayatını biraz eşiversek, alev fışkıran sıcaklarda, çırçıplak etlere indirdiği kırbacının sesini duyarız. Bu zalim hükümdardan kalan biricik şaheser, mumyaya sığınmış cifesi, bu mumyayı salkıyan ihtişamlı mezarıydı; fakat, beka emeli, bütün beşerin hakkı olmakla beraber, bu, ne taştan, ne de leşten Mahmut Kanık, “Mehmed Âkif’in Şiirlerine Toplu Bakış”, Yedi İklim, Sayı: 117-118, Aralık-Ocak 19992000, s.23. 70 Mahmut Kanık, “Mehmed Âkif’in Şiirlerine Toplu Bakış”, Yedi İklim, Sayı: 117-118, Aralık-Ocak 19992000, s.25. 71 98 beklenebilir! Bu şiir, onun, tasvir bakımından en güzel şiirlerinden biridir. Bilhassa Firavun’un mumyası ile Nil sahillerini tasviri canlıdır 72. Adaletin ne göz alıcı ve yiğitçe bir tecellîsi Şu leş görür gibi görmek İkinci Amnofis’i! Bu Firavun ki çevresine korkudan yaklaşamazdı insanlar; Bu Firavun ki, saraylar, sütunlar, anıtlar, Bütün hayatını ezberletirdi ufuklara Bu Firavun ki eğilmişse boynu bir hakka73. Çanakkale harp sahası işte bu gerçeğin en bariz bir şekilde ortaya konduğu yerdir. Zira düşmanlar devrin bütün harp vasıtalarını kullanmalarına rağmen Çanakkale’yi geçememişlerdir. Bunun üzerine de Gelibolu Yarımadası’nı boşaltıp geldikleri gibi gitmek zorunda kalmışlardır. Çanakkale Zaferi de Türk’ün süngüsünün ve imanının zaferi olarak Türk tarihinin parlak sayfaları Ordu bir Çanakkale Heyet-i Edebiyesi teşkil etti ve birçok masraf ederek genç üdebâmızdan ve ressamlarımızdan bir kısmını Çanakkale’ye gönderdi. Sonra bir Harb Mecmuası tesis edildi. Çanakkale’ye giden heyet azâsı ancak İstanbul’a döndükleri zaman bir beyannâme neşrettiler ve bunda milletin, Çanakkale’nin cesur müdâfîlerine karşı ebedî bir şükran duyduğunu tekrar ettiler. Bittabi bu kâfi değildi. Bütün dünya matbuatında her gün sütunlar işgal eden Çanakkale vakâyiinin hikâyeler, şiirler, resimler ve zafer destanlarıyla tesbit edilmesi lazımdı. Maatteessüf henüz elimizde hiç bir şey yok... Sonuç Türk edebiyatı bünyesinde, üç kıtada at koşturan milletimizin yaptığı savaşların, yeterli olmasa da, akisleri mevcuttur. Savaş destanları, Gazavatnâmeler ve Zafemâmeler “harp edebiyatı” vadisinde yazılmış eserlerdendir. İngiliz ve Fransızlar hem Osmanlı devletini harpten saf dışı etmek hem de böylece Rusya’ya daha rahat yardım ulaştırmak amacıyla Çanakkale ve ardından İstanbul Boğazı’nı geçmek istemişlerdir. Bunun için önce büyük bir harp filosu ile Çanakkale Boğazı’na korkunç bir saldırıda bulunurlar. Fakat hiç beklemedikleri bir hezimete uğrayarak geri çekilmek zorunda kalırlar. İşte Çanakkale’de kazanılan özgüven, Türk’e Kurtuluş Savaşı’na kalkışma cesaretini verir. Kurtuluş savaşı bir cürettir. Dünya savaşında savaşabilir insan varlığının, başta hayvan olmak üzere ekonomik varlığının 72 Fevziye Tansel , a.g.e., s. 106. ()Mahmut Kanık, “Mehmed Âkif’in Şiirlerine Toplu Bakış”, Yedi İklim, Sayı: 117-118, Aralık-Ocak 1999-a.g.e, s.23-129. 73 99 yarısını yitirmiş; ordusu dağıtılmış, silah ve cephanesi elinden alınmış, 6 devletin işgaline uğramış, devleti işgalcilerin yanında yer almış, 8 yıl içinde peşpeşe 3 büyük savaş yaşamış ve savaştan bıkmış bir ulusun tekrar 6 devlete karşı savaşa kalkışması, tamlamıyla bir cürettir. Bu cüret ise Çanakkale’de kazanılan özgüvenden doğmuştur.Çanakkale Muharebeleri; ümmetçiliği iflas ettirir, İslam birliği,Panislamizm fikrini çökertir, söndürür. Yerine Türk illiyetçiliği fikrini alevlendirir. Uygulanabilir ve gerçek olanın Türk milliyetçiliği olduğunu kanıtlar.Savaş başlayınca cihadı mukaddes ilan edilir, ancak bunun Osmanlı toprakları içinde dahi olumlu hiçbir etkisi görülmez. Türk unsurunun dışındaki Osmanlı tebaası olan diğer Müslüman unsurlara İngiliz altını ve vaatleri, Osmanlının ilan ettiği Cihat’tan daha sıcak gelir ve Osmanlı Türkünü arkadan vururlar. Çanakkale Muharebeleri sırasında daha acısı yaşanır. İngiliz ve Fransızlar sömürgeleri olan Müslüman ülkelerden, Hindistan’dan yani bugünkü Pakistan’dan, Fas, Tunus ve Mısır’dan,Senegal ve diğerlerinden önemli sayıda Müslüman asker getirirler ve bunları Türklere karşı savaştırırlar.74 Çanakkale Harbi’nin çarpışan taraflara faturası ağır olmuştur. Osmanlı Devleti ikiyüz binin üzerinde şehit verdiği Çanakkale Muharebeleri’nde büyük bir emekle yetiştirdiği okur-yazar genç bir nesli adeta yok eder. Neticede meydana gelen boşluğun etkisi Cumhuriyet Türkiye’sine kadar uzanacaktır. Şairlerin kimisi bunu bir ikaz kabul edip millî bir vazifeyi yerine getirmek, kimisi de Harbiye Nezareti’nin teklifine cevap vermek amacıyla birçok manzume kaleme almıştır. Bunlar arasında; Akif gibi gözyaşlarını mısralara döken, A. Hamit gibi Padişah’ın bizzat isteği ile yazan, Yusuf Ziya gibi yazdığı birkaç manzumeye karşılık aldığı paralarla övünen şairler vardır. Harbiye Nezareti söz konusu kampanya dahilinde; sanat ve edebiyat mensuplarında oluşan bir heyeti de Çanakkale Cephesi’ne götürerek harp sahasını gezdirir. Açılan Harp Edebiyatı kampanyasının ve bir kafilenin Çanakkale Cep- hesi’ne gönderilişinin sebeplerini genel olarak beş maddede toplayabiliriz: - Yazdırılacak eserlerle ordunun ve milletin moralini yükseltmek; - Çanakkale’deki askerlerimizin gösterdiği insanüstü kahramanlık ve fedakarlıkları sanat ve edebiyatın vasıtaları ile tespit ettirip halka, tarihe ve gelecek nesillere nakletmek; - Askeri savaşa teşvik ve tebcil mahiyetinde eserler yazılmasını sağlamak; - Vatan ve millete olan borçlarını cephede fedâkarâne bir şekilde îfâ edemeyen sanatkarları bu suretle değerlendirmeye çalışmak. 74 Çanakkale Cephesi Vnci cilt 3ncü kitap, Kuruluş ekleri 2, 9, 10. 100 - Çanakkale Cephesindeki kahramanlık destanını diğer cephelere de yaymak;Edebî kâfilenin böylesine önemli bir millî vazifeyi lâyıkıyla yerine getirmemiş olması bir kısım yazarlarca sert bir şekilde eleştirilmelerine neden olsa da pek bir şey değişmemiştir.75 Devrin büyük şairlerinin, birkaçı dışında harbe duyarlı olduklarını söy lemek güçtür. Mesela Ahmet Haşim, Çanakkale Cephesi’nde asker olarak bulunduğuhalde bir tek şiir bile yazmamıştır. Yazılan şiirlerin büyük bir kısmı ikinci, üçüncü sınıf şairlere ait manzume nevindendir. Bununla beraber içlerinde kıymetli şiirlerin de var olduğunu belirtmek gerekir. Şiirlerin çoğu harp halinin de tesiriyle estetik endişeden uzak bir şekilde kaleme alınmıştır. O sebeple de günümüze bu şiirlerin pek azı ulaşabilmiştir. Bugün hâlâ Çanakkale destanının en büyük âbidesi olma özelliğini koruyan şiir Akif’e ait olandır. Bu şiirin gücünü Mehmet Kaplan estetik kıymetine bağlayarak şöyle der: Mehmed Akif Ersoy’un Çanakkale savaşını tasvir eden şiiri, yazıldığı tarihten bu güne kadar bütün nesillere, o savaşın heyecanını yaşatmış ve onun tarihî, derin ve büyük mânâsını hatırlatmıştır. Bunun sebebi de hiç şüphesiz, bu şiirin taşımış olduğu estetik değerdir. Şiirlerdeki fikrî öğelerin başında; “askeri tebcil ve savaşa teşvik düşüncesi” gelmektedir. Ayrıca “manevi yardım” ve “mazi fikri” ile bir yandan orduya ve millete moral verilmeye çalışılırken bir yandan da yakın geçmişteki felaketli Balkan günleri unutulmak istenmiştir. Mazi fikri ile canlanan tarih şuuru “Türklük fikri”ni daha da kuvvetlendirmiştir. Bunların yanında Çanakkale Harbi ile maskesi düşen “düşmanın gerçek çehresi” de mısraların fikrî yükü arasına girmiştir. Kaynakça AD1VAR, Halide Edip: “İngiliz Edebiyatı ve Harp”, İstanbul Üniversitesi Konferansları (1940-1941), İst. ,1941. Ahmed Cevdet, “Büyük Zafer Karşısında”, İkdam, N. 6792, 29 K. evvel 1331. Ahmed Hidayet, “Harp ve Edebiyat”, Servet-i Fünun, N. 1215, 4 Eylül 1330. Ahmed Refik, “Harb Edebiyatı ve Osmanlı Şairleri”, Harb Mecmuası, Y. 2, S. 21, Ağustos 1333. AKSAN, Doğan, Şiir Dili Ve Türk Şiir Dili, Şafak Matbaacılık, Ank., 1993. AKYÜZ, Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İnkılap Kitabevi, İst., 1987. 75 Çakır, Ömer, a.g.e,s.255 101 ALANGU, Tahir, Ülkücü Bir Yazarın Romanı: Ömer Seyfeddin, May Yay. , İst., 1968. AYVERDİ, Samiha, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları -3-, Damla Yay. , İst. , 19176. BANARLI, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi C. 2, Millî Eğitim Basımevi, İst., 1987. BANOĞLU, Niyazi Ahmed, Türk Basınında Çanakkale Günleri, Türk Basın Birliği Yay., İst., 1982. BAŞARAN, Bekir Oğuz, “Edebiyatımızda Çanakkale”, Türk Edebiyatı, S. 221,222, Mart-Nisan 1992. BELGE, Murat, “Savaş ve Edebiyat”, Milliyet Sanat, C. 22, S. 10, 15 Ekim 1980. BEYATLI, Yahya Kemal, Siyasî ve Edebî Portreler, Baha B., İst., 19176. BİRİNCİ, Necat, 1897 Türk-Yunan Savaşı’nın Şiirimizdeki Akisleri, Kubbealtı Akademi Mecmuası, 12(4, 1983), 24-25. BİRİNCİ, Necat, “Milli Mücadele Devresi Türk Şiirinde Tarihi Kadro”, Kub- bealtı Akademi Mecmuası, Y. 13, S. 2, Nisan 1984. ÇAKIR, Ömer, Çanakkle Muharebeleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları., Ankara. 2004. “Çanakkale Kahramanlığını Yaşatmak İçin”, İkdam, N. 6608,28 Haziran 1331/ 11 Temmuz 1915. DEMİRAY, Kemal, Temel Türkçe Sözlük, İnkılap ve Aka Kitapevi, İst., 1982. DEVELLİOĞLU, Ferid, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Doğuş-B., Ank. 1962. DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, T. D. K. Yay., Ank. 1983. DİZDAROĞLU, Hikmet: Halk Şiirinde Türler, T. D. K. Yay., Ank. 1969. ENGİNÜN, İnci: “Çanakkale Zaferinin Edebiyata Aksi”, Türklük Araştırmaları Dergisi, Y. 1986, S. 2, İst. 1987. ENGİNÜN, İnci - KERMAN, Zeynep), Mehmet Kaplan’dan Seçmeler K. T. B. Yay., Ank. 1988. ERGÜDER, Kur. Alb. Orhan, Harp Tarihi, Harp Okulu Basımevi, Ank. , 1939. GEDİKLİ, Yusuf: “Çanakkale Zaferi, Çanakkale Şehitleri ve Çanakkale Destanı”, Türk Edebiyatı, Y. 24, S. 269, Mart 1996. Genelkurmay Başkanlığı, Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi: Çanakkale Cephesi Harekatı, 5. cilt 1. Kitap, Genel kurmay Basımevi, Ank. 1993. 102 GÖRGÜLÜ, İsmet, On Yıllık Harbin Kadrosu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ank., 1993. (GÖVSA), İbrahim Alaaddin, Çanakkale İzleri, Marifet Mat., İst. 1926. GÜREL, Zeki, İbrahim Alaaddin Gövsa, Kültür Bak., Yay., Ank. 1995. GÜZEL, Abdurrahman: Çanakkale (Yeni Mecmua’nm Özel Sayısı’nda neşredilen Çanakkale Savaşları Üzerine Değerlendirmeler), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Atatürk ve Çanakkale Savaşları’nı Araştırma Merkezi Yay.,Çanakkale, 1996. Haşan Zeki, “Akından Akına”, Türk Yurdu, C. 11, S. 7, Yıl 1332. İPEKTEN, Halûk, Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri, Feryal Mat., Ank. , 1985. İsmail Hakkı(Dâru’l-funun Müderrislerinden), “Çanakkale Müdâfaası Nedir”, Yeni Mecmua 5-18 Mart Çanakkale Fevkalâde Nüsha, 1918. KAFESOĞLU, İbrahim, “Türk Zaferleri”, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, Milli Eğitim Basımevi, İst. 1970. 1. KAPLAN, Mehmet, “Çanakkale Savaşı”, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar -2-, Dergah Yay., İst. 1994. 2. KAPLAN, Mehmed, Şiir Tahlilleri, Dergah Yay. 11. bsk, İst. 1991. 3. KAPLAN, Mehmet, “Mehmet Akif ve Çanakkale Savaşı”, Türklük Araştırmaları Dergisi, N. 2, İst. 1987. 4. (KARAOSMANOĞLU), Yakup Kadri, “Harp ve Edebiyat”, Büyük Mecmua, 5. 15, 13 T. sani / Kasım 1919. 6. KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Bilgi Yay. Ank. 1969, s. 123. 7. Mehmed Emin(Erkan-ı Harbiye Binbaşısı), “Çanakkale Cephesi”, Osmanlı Cepheleri Vakayii, Erkân-ı Harbiye Matbaası, İst., 1338. 8. Mithat Cemal, Necit Çöllerinde Mehmet Akif, Tarih Yayınları Müessesesi Neşriyatı, Ercan Mat., İst., 1963. 9. ÖZCAN, Hidayet, “Yavuz Bülent Bâkiler’in Şiiri”, Basılmamış Doktora Tezi, Gazi Ün., Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ank, 1996. 10. ÖZKAYA, Yücel, “Çanakkale Savaşı ve Basın”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Mart 1987. 11. ÖZÖN, Mustafa Nihat, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İnkılap Kitabevi, Duygu Mat., İst., 1954. 103 12. PALA, İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ Yay., Ank. 13. PARLATIR, İsmail, “ 19. Yüzyıl Yeni Türk Şiiri”, Türk Şiiri Özel Sayısı (Çağdaş Türk Şiiri), Türk Dili, S. 481-482, Ocak-Şubat 1992. 14. PARLATIR, İsmail, “Şairlerimizin Diliyle Türk Zaferleri”, Türk Dili, Y. 34, C. L, S. 404, Ağustos 1985. 15. PEHLİVANLI, Hamit: “Çanakkale Muharebeleri Sırasında Müttefiklerin Pro pagandası ve Karşı Propaganda”, Atatürk Araştırma Merkezi dergisi, C. 7, S. 21, Temmuz 1991. 16. SAFRAN, Mustafa, “Çanakkale Savaşları ve Sonuçlan”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Çanakkale Zaferi ’nin 80. Yıldönümü Özel Sayısı, C. 10, S. 30, Kasım 1994. Samipaşazâde Sezâi, “Siperler Arkasında”, Tanin, N. 3132, 31 Ağustos 1333 /1917. Sami Paşazâde Sezâi, “Çanakkale’ye Dâir”, Yeni Mecmua 5-18 Mart Çanakkale Fevkalâde Nüsha, 1918. SUNERPEKİN, Nermin, “Çanakkale’yi Kazananlar”, Türk Edebiyatı, S. 101, Mart 1982. Süleyman Nazif, “Harb ve Edebiyat”, Hâdisât, N. 152, 1 Haziran 1335/2 Ramazan 1337. TANSEL, Fevziye Abdullah, Notlar ve Tenkitler - “Çanakkale Zaferimiz ve Türk Edebiyatında Çanakkale”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Yıl:7, S. 3, s. 19-30. TEVETOĞLU, Fethi, Mehmed Emin Yurdakul, K. T. B. yay., Ank., 1988. TİMURTAŞ, F. Kadri, “Tarih İçinde Türk Edebiyatı”, , 2. baskı, İst., 1990. TİMURTAŞ, Faruk Kadri, “Çanakkale Şehitleri ve Mehmet Akif’, Çanakkale Zaferi Yıl Gençlikte Hamle Dergisinin Özel Sayısı, Mart 1975. TURAL, M. Akif, “Kahramanlık Kavramı ve Atatürk’te Bu Kavramın Yeri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Çanakkale Zaferinin 80. Yıldönümü Özel Sayısı, C. 10,S. 30, Kasım 1994. TURAL, Sadık, “Rindlerin Ölümü Şiirinde Âhenk”, Mehmed Kaplan İçin, Türk Kültürünü Araştırma Yay., Ank., 1988.TURAL, Sadık, “Şiirin Dünyasına Yaklaşmak-4-”, Konevî,Y. 2, N. 15, Aralık 1983. TURAL, Sadık, Zamanın Elinden Tutmak, Ecdad Yay., Ank. 1991. Türk Ansiklopedisi, M. E. B., Ank. 1970, C:18, s. 475. Türklük Şuûnu, “ Çanakkale’ye Giden Heyet-i Edebiye’nin Avdeti”,Türk Yurdu, Y. 4, C. 8, S. 10, Temmuz 1331. D. K. Türkçe Sözlük, C. 2, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ank. 1988, s. 1265. 104 UĞURCAN, Sema, “Mehmet Akif’in Şiirlerinde Savaş”, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Akif Ersoy, İst. 1986. ÜZMEZ, Hüseyin, “Çanakkale Şiirinin Yazılışı”, Türk Edebiyatı, S. 161, Mart 1987. Yeni Türk Ansiklopedisi, Öttiken Neşriyat, İst., 1985, C. 4, s. 1211. Yeni Mecmua 5-18 Mart 1915 Çanakkale Nüsha-i Fevkaladesi, 1918. YILDIZ, Saadettin, Arif Nihat Asya’nın Şiiri, Basılmamış Doktora Tezi, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Edime 1994. Yunus Nâdi, “Çanakkale Müdâfaası”, Yeni Mecmua 5-18 Mart Çanakkale Fevkalâde Nüsha, 1918. Özet Çanakkale Savaşı 1. Dünya Savaşı’nın kaderini etkileyen ve Türk tarihine adını altın harflerle yazdıran her iki tarafında yüzbinlerce asker kaybettiği çok mühim bir savaştır. Bu savaş sonunda Türkiye’nin o zamanki ismiyle Osmanlı Devleti’nin karşısında yer alan İtilaf güçleri planlarını değiştirmek zorunda kalmış, Çarlık Rusyası rejim değişikliğine giderek bol şevikliği kabul etmiş ve savaştan çekilmiştir. Ayrıca Türk askeri savaşı kazanmanın verdiği özgüvenle Kurtuluş Savaşı’nda başarılı olmuş ve Çanakkale Savaşı’nda bir çok yararlılıklar gösteren Mustafa Kemal Atatürk Kurtuluş Savaşı’nı yönetmiştir. Doğal olarak 1. Dünya Savaşı’nın en önemli savaşlarından biri olan Çanakkale Savaşı hem o dönemde hem de cumhuriyet ilan edildikten sonra Türk şiirini etkilemiş özellikle kahramanlık içerikli şiirlerin bir numaralı köşe taşı olmuştur.Mehmet Akif Ersoy, Necmettin Halil Onan, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi çok bilinen Türk şairlerinin yanında Ramazan Bilgin Çelik, Halil Çolak, Kadir Kaya, İlhan Esen, Samet Mehmet Emin, Fahri Ersavaş, Kasım Kaplan, Şefik Aydemir, Ali Osman Yılmaz gibi şairler de Çanakkale temalı şiirler yazmışlardır. Bütün şairler bu şiirlerinde Çanakkale Savaşı’nda kahramanlık göstermiş Türk askerlerine övgüler dizerken, kısmi olarak da savaşın etkilerini yansıtmışlardır. Biz bu çalışmamızda Çanakkale Savaşı Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde kimler tarafından nasıl işlenmiş. Savaşın hangi boyutları göz önünde bulundurulmuş. Savaşın sonraki dönemler için etkileri hangi şekilde işlenmiş. Bu ve benzeri soruların cevaplarını arayacağız. Aynı zamanda şahsımın devleti olan Mısır 1. Dünya Savaşı’ndan 1952 yılına kadar sömürge düzeni içerisinde yer almıştır. Çanakkale Savaşı’nda başarıya ulaşamayan sömürgeci zihniyet maalesef Mısır’da başarıya ulaşmış ancak Çanakkale Savaşı’nda sergilenen mücadele ruhu Mısır halkı için de örnek olup kısa dönemde Mısır’dan sömürgecilerin kovulmasını sağlamıştır. Bu yönüyle Çanakkale Savaşı ben ve milletim için ayrı bir özellik arzetmektedir. Anahtar Kelimeler: Çanakkale, Kahramanlık, Şiir, Cumhuriyet, Savaş 105 Abstract Reflections of Çanakkale War on Republican Turkish Poetry Çanakkale War and World War I that affect the fate of the Turkish history with golden letters in the name of the print on both sides of the hundreds of thousands of soldiers lost a very important battle. This battle eventually forced to change their plans in Turkey then called Allied forces located across the Ottoman Empire, Tsarist era Russia have agreed to Bolshevism going to regime change and withdrew from the war. We also succeeded in gaining self-confidence given by the Turkish War of Independence led the military war and Mustafa Kemal Ataturk, showing a very usefulness of the War of Independence in the Çanakkale campaign. Naturally Çanakkale War 1 World War I, one of the most important battles of the influence of Turkish poetry after the announcement that period both in the republic has been the number one particular corner of the containing heroic poetry. Mehmet Akif Ersoy, Necmettin Halil Onan, next to the well-known Turkish poets such as Faruk Nafiz Çamlıbel Ramadan Scholar Steel, Halil Colak, Kadir Kaya, Ilhan Esen, Samet Mehmet Emin, Honorary Ersavaş November Kaplan, Shafiq Aydemir, Ali Osman poets such as Yilmaz, Çanakkale themed poems they wrote. All poets praised the Turkish soldiers showed heroism at the Battle of the poem Praise) Poetize which were also partially reflect the impact of the war. We study how our Çanakkale War Republican who perpetrated by the Turkish poetry? What size are taken into account of the war? Subsequent to the effects of the war, the manner in which processed? We will seek the answers to these and similar questions. At the same time the Egyptian government, which is personally my 1st World War took place in the colonial system until 1952. Çanakkale in Egypt could not have been successful in the colonial mentality, unfortunately, is a model for success, but the fighting spirit of the people of Egypt on display at the Battle of Egypt led to the expulsion of the colonists in the short term. This aspect of the Battle of Çanakkale exhibits a distinct feature for me and my nation. Key Words: Çanakkale, Heroic, Poetry, Republic of War.. 106 Haşim Nahit’in Eserlerinde Birinci Dünya Savaşı İzlenimleri Veysel ERGİN* Giriş Yirminci asrın ilk yarısında, Türk tarihi açısından çok önemli olaylar meydana gelmiştir. Bu olaylar içinde Türk insanının geleceğini derinden etkilemesi bakımından “savaşlar” ön plana çıkmaktadır. İnsanlık tarihi kadar eski ve köklü bu kan dökme eyleminin Türk ve Dünya tarihi açısından önemli köşe taşlarındanbiride, üç kıtanın siyasi haritasını değiştiren “BirinciDünyaSavaşı” adıyla çıkar karşımıza. Gerek dört yıllık savaş süreci gereksebu felaketler manzumesinin öncesi ve sonrasında yaşanan olaylar; birçok bilimsel çalışmada, bilgi ve belgelere dayalı şekilde ve genel hatlarıyla kayıt altına alınmıştır. Türk ve Dünya tarihi açısından böylesine önemli bir savaşın askerî, siyasî, tarihî ve sosyal açıdan ele alınacak yönleri olduğu gibi; rakamlara ve grafiklere yansımayan ama insanın yaşadığı sürece unutamayacağı hatta gelecek nesillere de miras bırakacağı “trajik” bir yanı vardır.İştecephe ve gerisinde yaşanan bu trajediler, edebiyat vasıtasıyla, gelecek nesillere bir ibret vesikası olarak aktarılmıştır. Cephe ve gerisinde yaşanan acıları, devrin tanığı bir kültür adamının kaleminin sıcaklığıyla yansıtmayı amaçlayan bu çalışma; toplumun yaşadığı sıkıntıları, beyanın estetik gücüyle gazete ve dergi sütunlarına taşıyan Haşim Nahit Erbil’in“şiir, hikâye, deneme, manzum hikâye, fıkra, makale, anı…” gibi muhtelif türlerdekieserlerinden hareketle ortaya koymaktadır. Tarihi gerçeklikle yazarın hayatı ve eserlerinin kronolojik bir düzlemde örtüştürülerek ortaya konduğu değerlendirmelerde; öncelikle, “BüyükSavaş” öncesi Osmanlı Devletinin son çırpınışları,Haşim Nahit’in Anadolu topraklarına ayak basması ve altı yıllık süreçte peş peşe cereyan eden felaketler manzumesine dikkat çekilir. Ardından, dört yıllıkBirinci Dünya Savaşı boyunca yaşanan ama istatistiklerle ifadesi asla mümkün olamayacak bir insanlık dramının perdesi aralanmaya çalışılır. Yazının son bölümünde de; Osmanlının, altı yedi devletin kurulmasına yetecek büyüklükte toprağını kaybedişinin psikolojik yıkımı yanında, baştan başa yangın yerine dönen Anadolu insanın dramı ve nihayet,bir imparatorluğun küllerinden yepyeni bir devletin doğuşunun ilk parıltılarına ışık tutulmaktadır. 1. Osmanlı Devletinin Son Dönemleri ve Haşim Nahit 1792 Yaş Antlaşması ile başlayıp 1922’de Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar devam eden dönem, Türk tarihi açısından, tüm yönleriyle he* Yrd.Doç.Dr.,Sinop Üniversitesi, [email protected]. 107 nüz ortaya konulamamış bir hüzün destanıdır. Yüz otuz yıllık bu felaketler manzumesinin en acıklı sahnelerini oluşturan Meşrutiyet yılları ise, Haşim Nahit’in “Annem, şerefim, hayatım” diye hitap ettiği Türkiye’ye ilk defa ayak bastığı bir dönemle örtüşmektedir. Tarihin tozlu rafları arasında uzun süre sıkışıp kalmış ancak yakın zamandaki ilmî bir çalışmayla (Ergin, 2013) edebiyat tarihimizin değerleri arasındaki yerini almışkültür adamlarımızdan Haşim Nahit Erbil; hicri 1297’de (1880) Irak Vilayetine bağlı Erbil karyesinde dünyaya gelir. Hırçınlıklarla dolu çocukluk yıllarını ve heyecanlı fıtratının mahsulü gençlik dönemini doğduğu topraklarda geçiren Haşim Nahit; Emlak-ı Hümayun’daki görevi dolayısıyla, 25 kanun-ı evvel (Aralık) 1322’de (1906) İstanbul’a gelir. (Ergin, 2013: 19-61) Nahit Erbil’in Türkiye’ye geldiği bu dönem, Osmanlının -Avrupa’dan esen soğuk rüzgârlarla- hazan yaprakları gibi savrulduğu yıllarıdır. Günümüz Türkiye’sini şekillendirecek köklü değişimlerin yaşandığı bu dönemde, 23 Temmuz 1908’den itibaren Osmanlı Devleti haritası hızla küçülmüş ve 31 Mart vakası gibi kanlı bir gövde gösterisinin yapılması talihsizliği yaşanmıştır. 1909-1920 arasındaki 5 seçim ve ortalama 6 ayda bir hükümet değişikliği süreci; Trablusgarp savaşıyla (1911) başlayıp Balkan Savaşları (1912-1913), Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve Millî Mücadele (1919-1922) gibi, hemen hemen her evden en az bir şehidin çıktığı kanlı bir harp silsilesi yaşanması sonucunda gelen bir rejim değişikliğiyle (Cumhuriyet) noktalanmıştır. (Uğraş, 2008: 45-47/163-166) Bu sancılı dönemin canlı tanığı Haşim Nahit;Anadolu topraklarına gelişinintemel gayesini, “Irak’tan İstanbul’a geldiği meşrutiyet yıllarının karmaşasındaki Türkiye’yi, içine düştüğü zor durumdan kurtaracak çareleri aramak” şeklinde ifade eder: “Türkiye, senin aşk ve nefretinle meşhûn ve taşkın kalbimin dudaklarımda sayhalara kalb olan heyecanını söylemek için sana geldim. Türkiye! …Milleti kurtarmaktan başka bir gaye-i emelim yoktur. Mesele, milletin halâsına taallûk ediyor. Fikrin münakaşası haricinde hiç kimseye -ne derlerse- hiçbir cevap vermeyeceğim. …Türkiye, senin evlâdın olan bizler, hakikat-ı azamı görmez ve seni kurtarmaya azim etmezsek hep beraber mahvolacağız.” (Haşim Nahit, 1915/1: Giriş kısmı, D-R) Siyasal tarihimizde Meşrutiyetin ikinci kez ilan edilmesi ile Osmanlı Devleti, parlamenter ve anayasal düzen içerisinde farklı düşünce ve ideolojilere sahip partilerin temsil hakkı elde ettiği çok sesli, kozmopolit ve çoğulcu bir döneme geçmiştir. İlk kez 1876’da açılan Osmanlı parlamentosu, İkinci Meşrutiyet evresinde, üç yasama dönemine sahip olmuştur. Tüm politik yığınlarının katılım gösterdiği bu devrede, her konunun tartışma alanı bulduğu bir siyasallaşma süreci yaşanmıştır. 108 Ancak çok sesliliğin sağlanmaya çalışıldığı bu dönemde; “31 Mart Olayı”, “Saray Entrikaları”, “Babı Ali Baskını”,“İktidar-Muhalif Siyasî Partiler Arasındaki Mücadeleler”, “İktidar-Etnik ve Dinî Gruplar Arasındaki Sürtüşmeler” gibi iktidar mücadelesine sahne olan baskılı hatta kanlı olaylar yaşanmıştır. (Hocaoğlu, 2008:3-7) Kısaca özetlemeye çalıştığımız ve adına “Meşrutiyet” denen bu karışık siyasal süreçte Osmanlı topraklarına ayak basan Haşim Nahit, kendini, bir anda, bu karmaşanın içinde buluverir. “Gülhane Hatt-ı Hümayun, Islahat Fermanı, Kanun-ı esasi” gibi peş peşe yapılan düzenlemelerin, memleketin gelişmesinden ziyade, Osmanlı Türklerine çok daha büyük şeyler kaybettirdiğinin altını çizer: “Meşrutiyet; hayâlâta alışmış halkımızın kolay saadetler isteyen intizarlarına rağmen, hiçbir şeyi onlara vermedi, zaten veremezdi de: Meşrutiyet, bu âli gayeye doğru engellere, tecavüzlere uğramadan ilerlemek için müsait bir sahadır. İşte o kadar! Lâkin her milletin terakkisi için, ‘müsait bir saha’ olan meşrutiyet; Türkiye’nin ellerine, kollarına bağlanmış ağır ve gaddar zincirleri kıramamıştı. Osmanlı-Türklerde bir usul-ı idareyi muntazaman ve uzun müddet için tatbike muktezi azim ve sebat artık kalmamıştır. Sonra Reşit Paşanın eseri, müşterek bir seciye tesisine müsait mi idi? Gayrimüslimlerin imtiyazât-ı mezhebiyesi, milletlerinin vekil-i mutlakası olan patrik ve hahamları, milletlerinin meclis ve mahkemeleri, mektep ve matbuatı gibi birçok şeyleri olursa; bunun müşterek bir seciye değil, birbirine zıt seciyeler oluşturacağı aşikârdır. Ecnebilerin hululüne de hükümet müsaade ederse, ya sonra? Osmanlı Türklere, o kaybettiği asıl ruhunu kim ve nasıl verecek?” (Haşim Nahit, 1914/1: 289-291) Mithat ve Reşit Paşaların “serbestî-yiedyân, Avrupa maarif programlarına uygun mektepler kurmak” gibi şeklî değişmelerle terakki edileceğini sanmalarının çok büyük bir yanılgı olduğu belirten Erbil; bunun ülkeyi sürüklediği duruma dikkat çeker: “Gülhane ve Islahat fermanlarının OsmanlıTürk hayatında açtığı cereyan bizi, teceddüt ve terakkinin nurlu yoluna sevk edeceğine uçurumun kenarına sürükledi. Reşat Paşa sisteminde bir maariften istifade edenlerle hâlisiyet ve saffetini muhafaza etmiş Anadolu köylüleri arasında bir mukayese yapalım: Birinci kısım akıl ve zekâ hususundaki nispi faikıyetini mukabil iyilik, fenalık, güzellik, çirkinlik hakkında hiçbir kanaati yoktur. Hatta yolda tesadüf ettiği arkadaşına (bonjur) mu demek (selam) mı vermek icap ettiğinde, onun ellerini sıkmakta veya musafâha etmekte tereddüt eder. Münevver olanların adedini nüfusumuzun yekûnundan tenzil ile zayiat defterine kaydetmek isterdim.” (Haşim Nahit, 1914/2: 321-323) Neticede; Mithat ve Reşit Paşaların, insanlığın en mukaddes hukukunu tahkir eden “mutlak idare”den kurtulmaya yönelik başlangıçta iyi niyetli bu çabaları; “şahsî istiklâl” uğruna, daha büyük sıkıntıların kapısını aralamış109 tır. Hürriyet aşkıyla halka büyük bir heyecan vermesi beklenen meşrutiyet; insanları, yüz binlerce kişinin canlarına mal olan daha da büyük uçurumlara sürüklemiştir: “Meşrutiyet; bize vicdanın ve ezanın hürriyetini verdikten sonra,başkalarının ziyafet sofralarına düşme zilletini yaşattı. Bir kere düşününüz: Sahibi olduğunuz bir evin kapıları daima açık ve anahtarı daima başkalarının elindedir. Evinizin servet ve eşyasında onlar istedikleri gibi tasarruf ederler, siz bile o duygusuz eşya gibisiniz: Sizin için hiçbir hak ve hiçbir haysiyet tanımazlar. Servetinizle îrâd ve masrafınızı kendileri tanzim ederler ve açlıktan inlediğiniz zaman, öldürmeyen fakat sade yaşatan zehirli bir lokmayı köpeklerin önüne atar gibi size verirler. Çünkü evin bir sahipten ziyade bir korkuluğa ihtiyacı vardır.” (Haşim Nahit, 1914/3: 851-853) II. Meşrutiyet çalkantılarıyla iyice su almaya başlayan Osmanlı gemisi, tarihin karanlık sularına gömülmek üzeredir. Birçok Osmanlı aydını gibi Haşim Nahit de, gövdesini içerden ve dışardan kemiren menfaat kurtlarına rağmen, bu 700 yıllık Osmanlı gemisinin ayakta kalabileceğine bütün kalbiyle inanmaktadır. İlerlemiş yaşına rağmen Hukuk Fakültesinde talebelikyaptığı yıllarda kaleme aldığı ilk yazılarında, Osmanlıya hayranlığını ve bu muhteşem devletin bekasına olan inancınıaçıkçadile getirmektedir. Büyük felaketlerin başlama arifesinde olunduğunun bilincindeki Nahit Erbil; yine de, umutsuzluğun zerresini bile ne kalbine ne de kalemine bulaştırmamıştır. Daha Balkan Savaşları başlamadan kaleme aldığı hamasî mensurelerinin birinde, askerin halkta uyandırdığı kuvve-i maneviyeye değinen Erbil; kendisi de bu kahraman milletin bir ferdi olduğu için büyük gurur duyar: “Daha demin yoldan geçenlerden başka kimse olmayan bu caddenin iki tarafında, asker borusunu duyulmasıyla, küçük büyük, erkek ve kadın muhtelif insanlardan teşekkül etmiş iki zincir zi-hayat, askerin reh-güzârınıihatâ ediyor ve muntazam libası, parlak silahıyla levend ve muhterem, muhib ve pür-vakâr, daima ruh ve kalbiyle onun her adımını takip eden kardeş hisli insanların kalbinden sadâsız, nazar-ı ihtirâm ve selâm toplayarak geçiyordu. O dakikada kendi kalbimi yokladım: Mensup olduğum millet-i muazzamanın bargâh-ı iclâline tevcih edilecek en küçük mânâ-yı tahkiri mahv u harap etmek kuvvet ü celâdetini ve pîşgâhımdamuhib ve pür-vakâr geçen askerin mevcudiyetini hissediyordum.” (Haşim Nahit, 1910/1: 3) Benzer duygularla kaleme aldığı bir başka hamasî mensurede de, kendini çölün büyük boşluğunda, cenk için ölümüne ilerleyen 7 atlıdan birisi olarak hayal eder: “Biz yedi atlı kafileden ayrılmıştık. Çölün bu büyük boşluğunda, bu büyük boşluğun uzlet ve sükûnunu daha derin hissedebilmek için daima kafileden uzak, ileride gidiyorduk. …Aydınlıktan, kandan dumanlanmış gözlerim şimdi daha ziyâde kararıyor, damarlarımı şişiren kanlar daha fazla kaynaşıyordu: Cenk istiyordum, kan istiyordum, ölüm istiyordum. İstiyordum ki ecdâdımla çarpışan 110 düşmanlar, şimdi benim karşıma çıksın. İstiyordum ki bu keskin tırnaklarıyla çölün ortasında kopacak yeni bir kum fırtınası içinde yine silâh, üzengi şakırtıları, insan bağrışmaları, hayvan kişnemeleri hep birbirine karışsın ve biz iki düşman mızraklarımızı birbirimizin çıplak göğsüne saplayalım, kılınçlarımız birbirimizin bağrında bükülüp kırılsın. Biz yine cenkleşelim; yere düşünceye kadar bu sımsıcak kumların üstünde can çekişinceye kadar cenkleşelim.Sonraihtizâz-ı elhânında kanlı maceralar temsil eden bu sisler, siyah bez çadırın, çatıları çökmüş bir kulübenin gölgesinde paslanmış silahlarla oynayan ahfâdıma desin ki: Sizin ceddiniz, işte bu çölde, yanık dudaklar, kanlı köpüklerin içinde kısılıncaya kadar düşmanlarıyla cenk etti. Sonra bu güneşin, bu semânın altında çölün ebedi kumlarına gömüldü!” (Haşim Nahit, 1910/2: 3) Hatta Erbil; baştanbaşa karamsar bir tabloya bürünmüş Osmanlı topraklarında, bağımsızlığın sembolü “hilal”in varlığını her an yüreğinde hisseder ve onu tekrar hâkim kılmak için de yeminler eder: “Herkesin lakayt ve hodgam adımlarla yürüdüğü Sultanahmet Meydanı’na gitmiştim. Kubbelerin, minarelerin fevk-i itilasında semaya müteveccih zaviyelerinde; arş-ı münacaata açılan ve kızıl kanlara boyalı bir hilalin, itina-yı sanatla, bir levha-yıhilaldar şekilde bulutlarda tulu ettiğini gördüm. Gözlerim semada ve daima semaya bakarak yürüyordum. Birdenbire ay yıldızlı bayrakların altında Yeniçeri kıyafetiyle nazar-ı dikkatimi celb eden mehib bir çehreyle sarıklı, sorguçlu bir kahraman belirdi. İki levha-yıahenininsadne-i tarraka-engizleriyle sarsılan dudakları kan, ateş, yıldırım püskürerek söyleniyordu: -O mai bandırayı Girit’ten kaldıracağım ve bu mai rengi safha-yı kâinattan silmek için eğer icab ederse bütün mai ufukları kızıl kanlara boyarım!” (Haşim Nahit, 1909/1: 19) Ömer Seyfettin’in “Forsa” hikâyesini anımsatan bir öyküsünde Erbil; Osmanlının son dönemlerinin bir parçası haline gelmiş savaşların hazin yüzünü, uzaklara gidip de dönmeyen yakınlarını bekleyen Osmanlı kadının hüzünlü kaderini, bir kere daha gözler önüne serer: “Hoca Hanım,al sancağıyla, beyaz yelkenleriyle son defa için ‘Foça’ kıyılarından ayrılırken bir yıldız gibi küçülünceye kadar çocuk nazarlarıyla takip ettiği o gemiyi, hele o al kapidineli Ahmet kaptanı, of yarabbi, sonradan bir daha yüzünü göremediği, öz kardeşini hiç unutamıyordu. Bir parça büyüdükten sonra anlamıştı ki bu hiç geri dönmeyen gemiyi, Yunanistan sevahilinde korsanlar batırmışlar, o al kapidineli kardeşini de onlar şehit etmişler. Ve her akşam deniz şehitlerine dua ederken, torunu için de aynı ninniyi söylüyordu: Marmara’nın denizinde Kan kalmamış benizinde Al kapidinesi omuzunda Kaptan göreyim yavrum seni Ninni, yavrum ninni… (Haşim Nahit, 1910/3: 214-215) 111 Osmanlıya inancını dile getirdiği buümitvaryazılarına bir süre daha devam eden Erbil; bir yandan da, yaklaşan tehlike karşısında, bu sıkıntılı yılların atlatılması adına-memurundan mebusuna, köylüsünden askerineherkesin elinde avucunda ne varsa ortaya koymasının zaruretine vurgu yapar. Halkın kanlarını emerek definelerini dolduran Osmanlı zenginlerinin bu gayretlerden uzak durmasını ise çok sert bir dille eleştirir: “Ey zenginler! Bugün içinde oturduğunuz kâşanelerin, iradını aldığınız çiftliklerin ve akaretlerin, doldurduğunuz hazinelerin şimdi bir sahib-i hür ve müstakbeli iken, belki yarın onun sade bekçisi hatta esiri olacaksınız. Kalkın, uyanın, bakın! Dün cihan ve vahşetin bağrına dayadığımız silah-ı zaferi, bugün cihan-ı medeniyet bizim göğsümüze saplamak istiyor.” (Haşim Nahit, 1909/2: 1-2) Ve Osmanlı topraklarını yangın yerine çeviren savaş yılları… 20. yüzyılın başlarından itibaren Rumeli’de siyasî istikrar, sürekli çatışma ortamıyla iyice bozulur. Osmanlı Devleti’nin yaşadığı iç ve dış sıkıntıları dikkatle izleyen Balkan devletleri de kendi aralarında ittifak görüşmelerine hız verirler. Rusya, 1905 Harbinde Japonlara yenilince, yayılma ve ilgi sahasını Uzakdoğu’dan tekrar Balkanlara çevirir. Böylece Rusya’nın da desteğini alan Balkan devletleri arasında yakınlaşmalar başlar. Balkan Savaşının hemen arifesinde “Bulgar-Yunan-Sırp” birliği resmen kurulurken, Osmanlı devlet adamları, siyasî çekişmelerle meşgul olduğu için, durumu kavrayıp tedbirler almaktan tamamıyla uzaklaşmışlardır. 11 Kasım’da Bulgarlar Tekirdağ’ı işgal eder. 12 Kasım’da Babıâli, doğrudan Bulgar Kralı’na başvurur. Bulgarlar, önce savaşarak bir şeyler kazanmayı tercih eder. 17-18 Kasım’da Çatalca hattına yüklenirler ama muvaffak olamazlar. Ve 10.000 kayıpla çekilmek zorunda kalırlar. Bunun üzerine mütareke şartlarını bildirirler. Çatalca hattının ve Edirne’nin Bulgarlara teslimi isteğiyle, 28 Kasım’da görüşmeler başlar. Neticede hem askerî hem de siyasî bir hezimet yaşanmıştır. Neredeyse bütün Rumeli’yi bıraktığımız Balkan Savaşları; Osmanlı Devleti’ndeki gafletin, siyasî hırsların, dış politikada olayları ve gelişmeleri yerinde ve zamanında, doğru olarak değerlendirememenin sonuçlarının en acı biçimde suratımıza çarpılmasıdır. (Küçük,1992: 23-25) Osmanlı tarihi açısından böylesine önemli bir savaşın askerî, siyasî, tarihî ve sosyal açıdan ele alınacak yönleri olduğu gibi, belge veya rakamlara yansımayan ama edebi eserlerle kayıt altına alınmış “trajik” ve “insani” tarafları da vardır. Nitekim“Balkanfelaketi” olarak tarihimize geçen 1912-1913 Balkan Savaşları, aslında birer ağıt numunesi muhtelif türlerle edebiyatımızda geniş yankı bulur:Şiirden hikâye ve romana, tiyatro eserlerindenanılara uzanan geniş bir neşriyat yelpazesiyle; kısa bir sürede elden çıkan Rumeli topraklarının acısı, Rumeli Türk’ünün trajedisi yüreklerden satırlara kazınmıştır. Biz de, bu trajediyi, Haşim Nahit’in kaleminden ve kronolojik biçimde yansıtmaya çalışalım. 112 Osmanlıdaki felaketler devresinin tanıklarındanNahit Erbil; tarihteki kahramanlıkları hatırlayarak, o şanlı zaferlerin tekrar yaşanabileceği umudunu canlı tutmaya çalışmaktadır. Bununla ilgili kaleme aldığı bir hikâyesinde, Anadolu’nun çileli ama cesur bir kadının ağzıyla, bir heyecan kasırgası estirmeye çalışır:“1292 senesinin siyah bir gecesindeydi. Kara Fatma, elindeki ateş-feşan asasını rikkat ve itaate işaret eder gibi birkaç defa salladıktan sonra konuşmaya başladı: - Ağalarım, oğullarım! Devlet, Moskoflarla harp edeli ben de Allah yoluna cihat ediyorum. Benim cihadım, askerlerimize su, yemek götürmek, onların yaralarını sarmaktı. Moskof süngüsü benim de sizin de ciğerlerimizi deldi. Moskof ‘Aziziye’yi aldı. Bilirsiniz ki Aziziye, Erzurum’un kilididir. Düşmana karşı ıyalimizin (çoluk çocuğumuzun) namus kapısı, can damarımız ‘Aziziye’dir. ‘Aziziye’ Moskofların elinde kalırsa Erzurum’u da alacaklar, yurdumuzu baştanbaşa yıkacaklar. Devlet ve millet mahvolacak! Oğullarım, ben bu yaşıma geldim; son dileğim, Hakk’a kavuşmaktır. Allah uğruna peygamber uğruna, devlet ve millet uğruna, erkekler gibi, sizin gibi olacağım. Siz de benimle beraber olmak istemez misiniz? Heyecan, şedit bir kasırganın muhitinde süratle çevirdiği ecsam gibi, bu azim insan kümesini birbirine karıştırdı. Sesler yeniden gürlerken o, elindeki meşaleyi, etrafına ateş ve duman püskürten bir şiddetle sallayarak bağırdı: -Allah’ını seven arkamdan gelsin! Ertesi sabah ‘Soğanlı’nın karlı şahikaları, güneşin yakut şuleleriyle şaşaadar olurken, kahraman hatunun kendi eliyle üstüne Osmanlı sancağı diktiği ‘Aziziye’den baltayla kılıçla parçalanmış Moskof cesetlerini, yakındaki çukurlara doldurmak üzere topluyorlardı.”(Haşim Nahit, 1912/2: 4) Haşim Nahit’in zaten çocukluktan gelen taşkın ruhu, yaşanan sıkıntılı günlere rağmen, o heyecan dalgalanmalarından asla mahrum kalmamıştır: Savaşın en şiddetli anlarında kaleme aldığı bir mensurede, yine onun intikam dolu çığlığı duyulur: “Asya çöllerinin bütün vüsat ve ateşi ruhunda toplanan Türk! Kavi kolların, çıplak ve bulutlu göğsün, ıslak çehren, elindeki kahredici kargınla at üstünde bir duruşun, ah sade bu halin ufuklara ne kadar bedii bir heykel-i sanat nakşediyor! O asil, fırtınalı kanda şimdi sende bir bakiye yok mu Türk! Deriden, yünden elbiselerin örttüğü ve siyah çadırların ılık gölgesinde bir seyyale-yi kudretle gerilen asabın, sonra rengin ipin ve sırma dalgalarının içinde, altın saraylar ve yeşil kâşanelerde gevşedi mi yoksa? Asya çöllerinde toplanan vüsat ve ateşi dilerim ki bu gün yeniden tutuşsun. Ecdadın yanık dudaklarıyla içtiği ‘kımız’ kâselerinden senin damarlarında tahammur etmiş kan köpükleri yeniden taşsın ve bundan asırlarca evvel senin şiir ve mehabetinle dudakları titreyen eski İran şairi bir gün için yeniden haykırsın: An Türk serhcamesüvar sent-şat, / Yaran hazerkünit, ki ateş bülend-şat” (Haşim Nahit, 1912/1: 4) 113 “Ey vatan, ey renk ve ziya iklimi memleketim! Ehl-i Salib, senin için son kasaphanesini Balkanlarda kurduğunu ilan etti” (Haşim Nahit, 1912/3: 4) diye başladığı bir yazısında, Balkan harbinde karşımızda olan gücün bir Haçlı zihniyeti olduğunu haber veren Erbil; bu zihniyetin asırlardır hiç değişmediğini belirterek, buna karşı tek vücut olunması gerektiğini haykırır: “Sana söylüyorum Türk! Kalbinin üstüne kızgın bir taş koyarak beni dinle! Altı bin senelik Saltanat ocağını söndürmek, hilâlini parçalamak istiyorlar. Şimdi sen de sana kastedenlerin ocağını söndür, bayrağını çarıklarının altında ez, çiğne! Kırım’da, Kafkasya’da, Balkanlar’da, Afrika’da kaç defa çocuklarının kafasını kılınç darbesiyle uçurdular, kaç defa Anadolu kadınlarının karnını bıçakla yardılar ve kızlarının namusunu hetk ettiler! İşte bütün bunlara ‘medeniyet’ denildi. Şimdi bu medeniyet denaeti sana kapılarını kapasın, onların fabrikası sana top tüfek… hiçbir şey vermesin. Sen, yine harp et, kalbindeki intikam yangınlarıyla barutlarını hep ateşle! Gökyüzü duman kasırgalarının tazyikiyle, yeryüzü kan sellerinin ağırlığıyla çöksün! Sen, yine harp et, topun, tüfeğin, kılıncın bitsin; elbisen paçavralara dönsün! Aç kal, işte o zaman sırtına ilk vahşiler gibi bir hayvan postu al! Bir hayvan gibi, yaprak ve toprak kemir! Kaya parçalarından yapacağın silahlarla yine cenk et; vur, kır, yak, yık, kes ve insan kafalarından yapacağın hesapsız kaleler üstüne medeniyetin bütün hukuk kitaplarını as! İşte bu, yirminci asrın son tuhfesi olsun! (Haşim Nahit, 1912/4: 4) “Balkan Savaşları’nın Rusya ve Avusturya’nın İslavları ve Yunanlıları ayaklandırması”yla başladığına dikkat çeken Haşim Nahit; Türkiye aleyhindeki her projede olduğu gibi, Balkan Savaşları’nın hazırlık aşamasında da, İngilizlerin parmağı olduğunu özellikle vurgulamaktadır: “İngiltere’nin Türkiye için bir projesi var, derlerdi. Bu projeye göre Türkler Avrupa’dan tard olunacak, Suriye ve Hicaz zabt ve taksim edilecek. Irak, İngilizlerin idaresine geçecek, Şarkî Anadolu parçalanacak ve nihayet nüfuzu Türklerle meskûn birkaç vilayete münhasır zayıf ve istinatsız bir Türkiye kalacak imiş. O günkü beş yüz bin masum Müslüman katliam edildi. 8 teşrin-i sani 1912 tarihinde âlem-i İslam’ın o yeis günü, İngiltereli başvekil Mister Eskuet hitabet kürsüsünden bağırdı: -Müttefiklerin orduları Makedonya’ya hâkimdir. Ahvalin hall-i sabıkına ircası artık gayr-ı mümkündür. Ve emr-i vâkîyi tasdik etmek her memleketin rical-i hükümetine aittir. Avrupa efkâr-ı umumiyesigaliplerin semere-yi muvaffakiyetlerinden mahrum edilemeyecekleri noktasında müteaddittir.” (Haşim Nahit, 1914/4:851-853) Ancak İngilizlerin bu projede yalnız olmadığının da altını çizen Erbil; Osmanlı aleyhine tüm faaliyetlerdeki gibi, Fransa’nın da yine bu projenin içinde yer aldığını belirtir: “Balkanlar’da Hıristiyanların Müslümanları katliam etmesi, Müslüman kadınlarının namuslarının çiğnenmesi; Fransa’nın 114 zevk-i hayvanisini cidden okşuyor. Zira Fransa, bu zevki Afrika’da pek çok defa tecrübe etti, şimdi de Balkanlar’da bu zevki mükerreren tatbik etmek hevesindedir.” (Haşim Nahit, 1912/5: 433-434) “Hakikat şudur ki din-i İslam’ı mahvetmek azmi hiçbir zaman kalbinde kesb-i rehavet edemeyen Avrupa -bilhassa en çok Müslüman tebaaya malik İngilizler, Fransızlar, Ruslar-; İslam’ı, Balkanlıların vahşi ruhunda ve kollarında boğmak için bir araya geldiler.” (Haşim Nahit, 1913/1: 3) diyerek Osmanlının kadim bu üç düşmanını açıkça ortaya koyan Nahit Erbil; gençliğe seslenerek, düşmanın zulmü karşısında sessiz kalmanın bu millete açıkça bir ihanet olacağı ikazında bulunur: “Ey gençler, kalkınız ve görünüz; işte tehlike yaklaşıyor! Arkasında Avrupa olan Balkanlar, silahını çekip adımını attı. İstiyorlar ki Ayasofya, Sultanahmet, Süleymaniye’nin kubbelerine de çan takılsın, minarelerine haç dikilsin, Osmanlı padişahlarının saraylarına Hıristiyan krallarının bayrağı asılsın. Bunlar; Fatih’in mezarını ahıra, Yavuz’un merkad-ı kaftanını meyhaneye, süslü ve mahyalı köşkleri, içindeki hanımlarıyla birlikte kârhaneyekalb etmek istiyorlar. Allah’a kasem ederim ki asıl hayat, ölümdedir. Yaşamak için ölmek isteyenlerdir ki yaşar. Hayatla beraber din, namus, vatan ve kuvvet hep cenktedir! Azim ve iradeniz yok mu; kalkınız ve görünüz! Allah’a kasem ederim ki felaket, başınızın üstündedir!” (Haşim Nahit, 1913/2: 3) Gördüğü felaket manzaraları karşısında asla sessiz kalmayan Haşim Nahit; bu yangının alevlerini satırlara taşıdığı bir hikâyesinde, -Ömer Seyfettin’in “Bomba, Beyaz Lâle, Tuhaf Bir Zulüm, Hürriyet Bayrakları” öykülerinde olduğu gibi- yaşanan zulme ait acıklı sahneleri gözler önüne serer. “Bulgar istilası; baş döndürücü bir hızla geçtiği yerlerde otları söküp dalları kıran, kütükleri deviren, taşı toprağı birbirine karıştıran bir kasırga gibi oldu.” ifadesiyle, yaşanan zulmün şiddetini adeta özetleyen Erbil; bu felaket tablosunu, bir genç kızın gözüyle tasvir eder: “Vahşilerin bıraktığı iz, sadece kemik yığını harabeler ve nevhalardır. Bilirsin ya Necdet! Fırtına bizim düğün haftamızda kopmuştu. …Yangınlar arasında, cenazeler üstünden saçından sürüklenen bir kadın kafilesine beni de kattılar. Top tüfek tarrakaları, silah şangırtılarıyla at kişnemelerinin ve acı acı haykırışmaların toz ve duman içinde birbirine karıştığı ve her tarafta kızıl, alevler yükselen cehennemî bir saatte, kapıları dipçik ve kılıç darbesiyle kırıp içeri saldıran vahşi tavırlı, katil bakışlı Bulgarlar; kadınları birer birer topluyorlar, sürü halinde meçhul bir mezara sürüp götürüyorlardı. …Direğinin başından bir ip sarkıttılar. İpin bir ucunu çarşaflı kadının saçına bağladılar, kadın bağrışıyordu. Biz, sade boş gözlerimizle bakıyorduk. İpi çekince kadın, anadan doğma ipte sallandı. Sabah güneşinin şuleleri yeniden kılıç uçlarında parladı ve kızıllaştı. Kadının göğüsleri, parmakları, kolları, vücudunun her parçası yere düşüyordu.” (Haşim Nahit, 1914/5: 134-135) 115 “Yeryüzünün mezbahaya ve yeraltının nihayetsiz bir mezara döndüğü”nün göstergesi bu korkunç manzara karşısında, hayatın tüm lezzetleri Nahit Erbil’in gözlerinden silinmiştir. Şimdi o, toprağından sökülmüş bir ağaç gibi, vatansız kalma felaketi karşısında inlemektedir: “Ökçelerimle ezdiğim toprak! Eskiden ihtizazınla bana terennüm ettiğin kasideler yerine, şimdi eski dalların yüzüme soğuk kahredici ıslıklar fırlatıyor! Saltanatımın tacı yerine samt-ı re’simi aydınlatan kevkebler, söyleyin niçin karardınız? Lakin Allah’ım, ben bir sefil, ben bir esir, bir vatansız mıyım? Gel ey cünun, kıyametlerin kafatasımda kopsun, şimşeklerin gözümde çaksın, yıldırımların kanımda infilak etsin! Kudurt beni, ateşle beni; çıldırayım, çarpınayım, parçalanayım! Son defa için kapanacak dudaklarıma bana hükümran olanların kanından bir ‘Kevser’ içir! Ey esaretin kini, kudretin kollarımda çalkalanıyor! Ah, taşları kemire kemire dişlerimi kırmak, kayalara çarpa çarpa şu kararmış nâsiyemi çatlatmak istiyorum. İstiyorum ki çelik tırnaklarımla gözlerimi oyayım: Neslimin şanlı kitabelerinin kan damgalarını hâlâ taşıyan bu yerleri yabancıların çiğnediğini artık görmesin… (Haşim Nahit, 1913/3: 3) Bir şair dostuyla yaptığı mülakata da yer veren Erbil; Çatalca’dan duyulan top sesleri çocuklara ve gençlere bile haşyet verirken, hâlâ kendi zevklerini terennüm etmeye devam eden milli duygu yoksunu kimselere “şair” denemeyeceğini sert bir dille ifade eder: “-Balkan harbi oldu. Osmanlı orduları inhidama uğradı Bir imparatorluğa kâfi gelecek yerlerimizi zabt ettiler. Çocukları, kadınları boğazladılar. Beş yüz bin Müslüman katliam edildi. Bütün bunlara karşı kayıtsız tesirsiz mi kaldınız? -Monşer bunların şiirle, sanatla ne alâkası var? İtiraf ederim: Bu vakaların hiçbiri bende bir şiir tevlit etmedi! -Hakiki hayata karşı gözleri kapanık ve ruhu pek tehi bir şair dostum var. O da benim içtimaiyatla meşgul olmama itiraz ve tariz etmişti. ‘Haile İçin Kahraman’ unvanını verdiğim küçük bir kitabımın mukaddimesinde demiştim ki, bir dalga veya bir nefha temas ettiği eşyada mutlak ve nispi bir tesir yapar. Eğer şair hadisenin akislerini başkalarından daha fazla duyan mümtaz bir hüviyet ve şiirde bu akislerin halk ettiği bedii heyecanların bir nakşı ise, bizim muazzam hailemizin (Balkan hezimetini kastediyorum.) karşısında sakin kalanlara şair diyebilecek miyiz?” (Haşim Nahit, 1914/6: 340-342) 2. Üç Kıtayı Saran Büyük Yangın: Birinci Dünya Savaşı Balkan Savaşları’nın acıları henüz sarılamamışken Birinci Dünya Savaşı (1914) başlar. Osmanlı Devleti, Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın yanında; Fransa, İngiltere, Rusya ve İtalya’nın karşısında savaşa girer. Yaklaşık on cephede (Kafkas, Filistin, Suriye, Galiçya, Irak, Hicaz, Yemen, Libya, İran ve Çanakkale), birbirinden kilometrelerce uzak mekânlarda vatan savun116 masına girişen Osmanlı Devleti, dört yıl boyunca canla başla gerçekleştirdiği mücadelesini birlikte harbe girdiği ülkelerin yenilmesi üzerine yenik bitirmiştir. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile yenilgi netleşir. İşte bu dört yıllık acılarla yoğrulmuş süreç, Haşim Nahit’in muhtelif türdeki eserlerine de sıcağı sıcağına yansımıştır. Yazılarını savaş boyunca aralıksız sürdüren Erbil; savaş yangınının henüz tüm dünyayı sarmadığı günlerde, ortalığı kan gölüne çeviren bu felaketin çıkış sebebini de kısaca değerlendirir: “Harbi tevlit eden ‘rekabet’tir! Rekabet; akvamın siyasî, ilmî, fennî, içtimaî, iktisadî, ilâhî hareket ve temayüllerinin herhangi biri üstüne -aynı fabrikanın mamulâtı gibi- yapıştırabilecek bir (etiket)tir.” (Haşim Nahit, 1914/7: 209-212) Peki, bu kan ve barut kokularının olduğu ortamda hangi ülkeler vardır ve bu daire genişleyebilir mi? Nahit Erbil; konuya dair değerlendirmelerinde, eldeki bilgiler ışığında, bu çemberin daha da genişleyip Osmanlıyı da içine alabileceği endişesini dile getirir: “Şu satırları yazdığım dakikaya kadar Avrupa harbine iştirak edenlerin bir tarafında Almanya, Avusturya, öbür tarafında da Fransa, Rusya, İngiltere, Belçika, Sırbistan, Karadağ vardır. Harbin sahası mutlaka genişleyecektir: İtalya ilâ-nihaiye bî-taraf kalamaz. Bunun sebebini araştırmaya memleketimizin vaziyetini tetkik etmek daha müreccahtır: Türkiye’nin tarihî düşmanı olan Rusya, İngiltere, Fransa; Almanlarla harb ediyor. (Düşmanımızın düşmanı dostumuzdur.) Bu metin düstur, bu aldanmayan akıl ve mantık, bilâ-tereddüt bizi Almanların en halis’el-kalb bir muhibbi, bir müttefiki yapıyor. Romanyalılar için de kazıyye hemen aynıyla bizimkisine müsavidir. Bulgarlara gelince: Irkî iştikakın rabıtalarını geçen muharebenin bıraktığı kin ve menfaat mülahazaları -hiç olmazsa bugün için- kuvvetle kırdı. Bilhassa Sırp ve Yunanlılara karşı bugün intikam hissi taşıyan Türklerle aynı hissi tatmin arzusuyla niçin birleşmesin?” (Haşim Nahit, 1914/8: 225-229) Korkulan, olacak ve Osmanlı toprakları da bu yangının içine çekilecektir. Erbil; -doğusu ve batısıyla, kuzeyi ve güneyiyle- kan ve ölüm kusan açık bir cephe haline getirilişimizi, millî ruhun taşkınlığını arttıran bir ‘bayram’ olarak niteler:“1330-1331 senesi ‘Türk millî vicdanı’nın ateş bayramıdır! Geçmiş asırların; bazen karanlık ve ağır bir durgunluk, bazen serseri bir kımıldanma yahut da kasırgalı sadmelerle sarsılan cereyanı içinde 1330-1331 senesi; etrafında kızıl dumanlar dalgalanan bir kan ve kemik abidesi halinde yükselecektir! Bizden sonra gelenler, yeryüzünde böyle milyonlarca insanın bir cinnet sarası ile birbirini boğazlayıp parçalaması karşısında derin derin titreyecekler. Daha ziyade dövüldükçe salâbeti iki kat olan sağlam demirler gibi her top ve her süngü darbesi, Türk ruhundaki gizli istidatları canlandırıyor! Muharebe istediği kadar uzasın! Biz gençler, yüreğimizde derin bir ateşle yanan bu aşkın artık dudaklarımıza kadar taştığını hissediyoruz ve haykırıyoruz: Sancağa yer ver!”(Haşim Nahit, 1915/2: 1054) 117 Bu yangın yıllarında hatta daha öncesinde, Erbil’in ısrarla takipçisi olduğu konuların başında, Irak Türkmenlerinin davası gelir. Kendisi de bir Irak Türkmeni olan ve ömrünü “evlad-ı vatan” dediği Irak davasına adayan Haşim Nahit; henüz Osmanlının bir parçası halindeyken bile,“su, toprak, petrol” unsurlarından dolayı, bu toprakların “Avrupa’nın keyif sofrasının iştahlı mezesi” olma talihsizliğinedüşeceğine dikkat çekmiştir: “Eski Türkiye’nin mirası arasında yabancıların birinci derecede göz diktiği yer, Iraktır. Hatta bu durum, Alman iktisadiyatı kadar, savaşın çıkmasında etkili bir sebeptir.” (Haşim Nahit, 1922/1: 2) İngilizlerin Irak’la ilgili sinsi planlarını Türkiye’ye gelir gelmez gazete sütunlarına taşıyan Nahit Erbil; İngilizlerin -Bağdat’ta hürriyet ilanı için askerlerin ayaklandırılması- (Haşim Nahit, 1908/1: 3)tuzağını ortaya çıkardıktan sonra, Osmanlı hükumetine yazdığı açık mektupla, doğup büyüdüğü topraklarla ilgili yaklaşan büyük tehlikeye dikkat çeker: “Ey karneyn-i Osmaniye!Irak’ın mukadderat-ı atiyesine hâkim olabilecek İngiliz oyununu görmüyor musunuz? Eski dünyanın zahire ambarı Mezopotamya’ya, Bağdat petrollerine, Dicle ve Fırat suyuna hakim olmak için halkı ve askerleri alttan alta kışkırtıp sinsi sinsi ellerini ovuşturmaktalar. Yazık... çok yazık!” (Haşim Nahit, 1908/2: 2) Haşim Nahit’in bu kaygı ve tespitlerini, İngiliz Lynch şirketinin 1909 Kasımında Dicle Nehri’nde başlattığı vapur işletmeciliği haklı çıkarır.Asla sıradan bir “deniz taşımacılığı” vakası olmayan Lynch şirketi meselesi, Nahit Erbil’in konuyla ilgili kaleme aldığı otuza yakın yazıda da belirttiği gibi, “hükümet-i Osmaniye’nin kendi karasuları üzerindeki bir mütecaviz-i aleni”ydi: “Hükümetin Iraklıları hüsn-i idareye mecburiyeti varken, böyle köhne bir nazar-ı iktisadiyeyi Irak’ta tatbik etmek istemesi fahiş bir hatadır. Hazinenin seyr-i sefain eden sekiz vapuru varken, Lynch’ın üç vapurundan iki şilin fazla varidat elde edip sonra bunun bir şilinini Lynch’a veya onun yerini tutacak birine vermek, doğrusu ya, büyük saygısızlıktır.” (Haşim Nahit, 1909/3: 3) Bu şirketin sadece masum bir deniz taşımacılığı yapmadığı, Bağdat’tan Irak’ın şimal hududuna kadar bu kıtanın servet namına nesi varsa hepsini öğrenmiş İngiltere’nin bunları elde etmek için Müslümanlara karşı sistemli bir misyonerlik faaliyeti uyguladığı, yazarımızın bizzat tanık olduğu gizemli bir sahneyle gözlerönüne serilmektedir: “Lynch vapurları alt tarafında o (mahud) büyük binanın karşısında saatlerce, tevakkuf edip mütemadiyen kendi sallarıyla sahile sandıklar çıkarmışlardı. Acaba bu sandıklar neydi? Kerkük’ten eşya mı kaçırıyorlar, Bağdat’a gizli gizli hediyeler mi getiriyorlardı?” (Haşim Nahit, 1909/5: 3) Erbil’in bir seyahat esnasında yaşadıkları da, adım adım yaklaşan sinsi İngiliz tehlikesinin ayak izleri sayılabilirdi: “Dicle’de seyahat ettiğim bir İngi118 liz vapurunda, vapur musluğunda abdest alan ihtiyar bir Arab’a gözüm takıldı. Zira tayfalardan biri hemen yanına gelip (Hacı, hemen yerine otur, kaptan yoklama yapıyor.) diye uyardı. İhtiyarın elini yıkamakta devam ettiğini görünce, koridordan geçen bir başka İngiliz’e ihtiyarı gösterip bir şeyler konuştular. İhtiyarı kolundan çekerek arkasından ittiler. Mütecavizlerin yumruk darbeleriyle yere yığılan ihtiyarı sürükleyerek götürdüler.” (Haşim Nahit, 1909/4: 3) Yaşananlar; İngilizlerin, Hindistan’ı müstemleke hâline getirdikleri günden beri Basra Körfezi’ne sokulmaya başladıkları sistemli bir sömürgecilik sürecinden başka bir şey değildi. Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’na resmen girmeden evvel İngilizlerin Basra körfezi’nden Irak’ı istilâ için Hindistan’da hazırlık yaptıkları yolunda istihbarat alınmaktaydı. 1914 Ekim ayında, Basra körfezindeki Abadan petrol tesislerini korumak için Bombay’daki 6. İngiliz Fırkası’nın 16. Piyade Livası vazifelendirilmişti. Yavuz ve Midilli gemilerinin Sivastopol ve Odesa’yı bombalamasıyla meydana gelen durumdan sonra İngiltere 1914 Kasım ayında Osmanlı Devleti’ne harp ilan ederek zikrolunan birliklerine hareket emri verip Şattülarap ağzındaki Fav mevkiini işgal etti. Böylece, fiili işgal de başlamıştı. Dünya Savaşı’nın neticesinde Almanların müttefiki olan Osmanlı Devleti mağlup ilân edilerek elde kalan son Anadolu toprakları Mondros Mütarekesi gereği işgale başlayınca, İngilizler tarafından Irak işgali de hızlandırılır. Ancak halkın direnişiyle karşılaşan İngilizler; Anadolu’daki Milli Mücadele sonucu Lozan’ı imzalamak zorunda kalınca, son bir diplomasi oyunuyla, Irak’ın akıbetini, Cemiyet-i Akvam’ın kuracağı Musul Tahkik Komisyonuna havale ettirirler.Bu hamlenin devamında İngiltere; Musul’un Irak’a ait olduğunu Faysal’ın ağzından Dünyaya ilan ederek, Avrupalılar gözünde Türkiye’yi haksız konuma düşürme peşindedir: “İngiltere, Irak kralı Faysal’ı Avrupalılara tasdik ettirerek, (Bir varmış bir yokmuş, Bağdat’ta bir krallık varmış!) tutumuyla, bu işe meşru ve hukukî bir şekil verecek. Sonra da Cemiyet-i Akvam karşısına çıkan Faysal, (Musul, zat-ı hastanemizin ecza-yımemalikindendir, bunu Türklere terk edemem!) diyecek ki, mevcudiyetini Avrupalı devletlerin tasdik ettiği bir krallığın hukukuna da riayet edilecektir.” (Haşim Nahit, 1925: 2) Bu süreçte hem yazıları hem de bastırdığı ilan ve broşürlerle adeta tek kişilik bir ordu gibi savaşan Haşim Nahit; bütün çabalarına rağmen, Lynch şirketinin Irak’ta kökleşmesine ve daha sonra Musul toprağını Osmanlı’nın bağrından söküp almasına engel olamayacaktır. Uzun yıllar sonra kaleme aldığı bir yazısında, bu yaşananları, derin bir üzüntüyle hatırlayacaktır: “İngilizler pek nadir bir av avlamak için vahşi zevklerini sükûtlarıyla gizleyip ehemmiyetsiz bir alış veriş eder gibi Dicle ve Fırat’ta vapur işletmek imtiyazını bizden istedikleri zamanı hatırlıyorum. Mukaddesatı tahkir edilen bir genç 119 mekteplinin bütün isyanları ve delilikleriyle o zaman ne kadar çırpınmıştım ve ne kadar yalnızdım.” (Erbil, 1953: 2/4) Nahit Erbil,yaşanan felaketlerin sadece doğup büyüdüğü topraklarla sınırlı kalmayacağının farkındaydı. Zira Birinci Dünya Savaşının son zamanlarında Amerika’yı da yanına alacak Avrupa medeniyeti, “menfaat” üzerine kurulmuştu.Asya’nın Avrupa’ya akmasıyla, Avrupa’nın bir nüfus izdihamı yaşadığına dikkat çeken Erbil; Avrupa’nın “muakale” sistemi ve “iktisadî faaliyetleri” karşısında, “hayalperestler medeniyeti”olanŞark’ın“köleleştirmiş zavallı bir ihtiyara” dönüştüğünü belirtir: “Avrupa akvamı eskisinden büsbütün başka şerait-i hayatiye altında her gün yükseliyor. Şark, eski yıpranmış kaidelerle baş başa uyuyor, küçülüyor. Bir tarafta önüne zafer sancakları dikilmiş altın ve çelik kaleler… Bir tarafta çatıları sazdan ve kamıştan yapılmış harabeler… Ötede tabiatı tensik ve ıslah eden zevk ve zekâ ile işlenmiş bir gülistan; beride çöllerin, mağaraların, ormanların ve huşu gizleyen zulmet sükûnuyla bir haristân var… Avrupa tabiatta bulunmayan his ve bediaları halk ederek renk, ziya, rayiha içinde yaşamak zevkini katre katre içiyor… Şark; hâlâ hayvan postlarına, paçavralara sarılarak bataklıklarda, mağaralarda dumanların kararttığı çatılar altında ot, yaprak ve toprak kemiriyor. Avrupa sa’y ile saadet arasındaki muammayı çoktan halletti. Şark, hâlâ ecdadının hülyalarına müstağrak, uyuyor! Avrupa, kudret ve nüfuzunu her gün artırdı, Şark’a tahakküm etti. Şark, aç, sefil, atıl, cahil, o eski şaşkın bakışlarıyla hâlâ sersem Avrupa’nın yumruklarına sırtını ve onun tahakkümüne karşı esaretini gösteriyor!” (Haşim Nahit, 1914/9: 412-413) Meselenin özünde, “Avrupa medeniyetinin bir Hıristiyan medeniyeti olması” gerçeğinin yattığını belirten Haşim Nahit; özellikle İngiltere ve Fransa’nın, İslam topraklarındaki Müslümanları zorla Hıristiyan yapmaya uğraştıklarını (Haşim Nahit, 1914/10: 250) ve buralardaki insanları -Cezayir, Tunus, Hind-i Çin’de olduğu gibi- medenileştirmeyi değil, hâkimiyetleri altına alıp ortadan kaldırmayı hedeflediklerinin altını çizer:“Müslümanları Hıristiyan yapmak vazifesi sade misyonerlere inhisar edilmemiş. İngiliz politika memuru “Movyer”, bakınız ne diyor: -Hindistan’da Sünnî ve Şiî iki yüz milyon Müslüman’ın Hıristiyan dinine geçmeleri hiçbir zaman olmadığı derecede ba’id ve gayr-ı muhtemeldir. O halde yapılacak şey; İslam unsurları arasına tefrika sokmak, halifelik meselesiyle İslamları hall-i niza’a sevk etmek ve nihayet İslamları Hıristiyanların asa-yı şevketi altında ezmektir!” (Haşim Nahit, 1914/11: 260) “İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya’nın Türk-Osmanlı’yı paylaşmaya dair ayrı ayrı politikaları” olduğuna dikkat çeken Erbil; Türk-Osmanlı hükümetinin mevcut durumu da düşünüldüğünde, bu durumdaki en mantıklı çözümü, “İttihat-ı İslâm” olarak tarif eder: “İngiltere ve Fransa, Şark’a bizzat misyonerlik vazifesini sadakat ve ciddiyetle ifa etmektedir. Büyük Britanya’ya akan mütemadiyen akan altın ve gümüş selleri, İngilizlerin hayvan sürüsü 120 halinde yaşattıkları Mısırın ve Hindistan’ın mazlum ahalisinin, kalbinden ve kanından taşıyor. Zulüm ve şenaatte daha kaba ve gaddar olan Fransızlar; İngiliz ihtisafâtının daha şedidini Afrika’da ve Hind-i Çin’de icra ettiklerine ilaveten, bu defa da yüz binlerce Arapları Alman toplarıyla parçalattılar. Osmanlı-Türk padişahı küre-i arzdaki bütün İslamların halifesidir ve bu itibarla halifenin İslâm ruh ve fikri üzerinde bir nüfuz-ı maneviyesi, Müslümanların halifeye karşı bir hiss-i incizabı var. Biz bu nüfuzu ihmal edemeyeceğiz. Bundan istifade edeceğiz. Bu,neden Osmanlılığa ve Türklüğe muarız olsun? Türk-Osmanlı padişahı halifelik nüfuzunu haiz olmakla beraber dâhildeki Müslim anasıra müsavâtperverlik fikrini bir (kanun-ı sabit) halinde fiilen izhar ederse, yani her unsurun hukukunu muhafaza ve inkişaf-ı millîsini işgal etmeyecek bir istikametten inhiraf etmezse, Hıristiyanlar bu nüfuzdan ürkecek ve teşrik-i mukadderat edenMüslümanlar,beyneddüvel-i ecanibehaddini bildireceklerdir.”(Haşim Nahit, 1914/12: 6-7) Nahit Erbil’e göre;Türk-Osmanlı hükümeti adına teşkil olunacak Osmanlı İslâm cemaati,İslâm dinine taalluk eden her şeyi bir araya toplamalı ve halife-i İslâm namına Şeyhülislâm, bir zamanlar “din ve gönül birliği” içinde olduğumuz Asya ve Afrika’da “cihad” ilan etmeli. Gerekirse dünyanın her tarafından Müslümanları “şerif ve mukaddes bir sancağın arkasında, Allah’ın ism-i celili adına” toplanmaya çağırmalı.(Haşim Nahit, 1914/13: 122-123) Nitekim Haşim Nahit de, cihad çağrısına dair şahit olduğu bir sahneyi, hissiyatına tercüman olan kelimelerin sıcaklığıyla aktarır:“Mirza oğlu, caminin kapısına bir kâğıt yapıştırılmış. İki Hintli sabah karanlığı içinde mühim haberler vaat eden kâğıdı okumak iştiyakıyla birkaç saniye titrediler, bir çare aradılar. Sonra Seracettin tereddütsüzce caminin içerisine girdi. Kandillerden birini alıp getirdi. Okudular: Kâğıt, halife-yi İslam’ın cihad fermanı suretiydi. Her ikisi de camiye girdiler ve şükranlarını Cenab-ı Hakka arz için secdeye kapandılar. -Ey müminler, biliniz ki halife-yi İslam sultan Mehmed-i Hamis hazretleri Fransızlara da İngilizlere de Moskoflara da Cihad-ı mukaddes ilan etti! Afrika’da bir tek Müslüman kalıncaya kadar Cihad edeceğiz. Cenab-ı hak bizimle beraberdir. Frenkler, ‘İstila-yı Cihan Ordusu’nun hakikate münkalib olduğunu görsünler.” (Haşim Nahit, 1914/14: 21-23) Savaşın başlamasıyla, büyük bir ateş topu haline dönüşen Osmanlı toprakları; birçok cephede olduğu gibi,“Payitaht kapısının kilidi” sayılan Çanakkale Boğazı’ndan da “haçlı ordusu” tarafından zorlanmaktaydı. Çanakkale; cephede yakını olmayan ailenin kalmadığı bu yıllarda, hakkında en fazla eser kaleme alınan cepheolmuştur. Bunda; milletimizin alnına kara bir leke gibi çalınan Trablus ve Balkan yenilgilerinin temizlendiği yegâne cephenin Çanakkale olmasının ve İttihat Terakki idarecilerinin, halkın moralini yük121 selten eserler yazabilecek edipleri bu cepheye götürmesinin etkisi (İmzasız, 1916: 1) büyük olmuştur. O toprakları kısa süreli de olsa savaşın ilk aylarında ziyaret eden Erbil; gördüğü manzaranın heyecanlı fıtratını daha da tahrikinin etkisiyle ve bütün Mehmetçikler adına, Mehmet Çavuş’un ağzından, düşmana karşı bir volkan gibi kükremiştir:“Çanakkale’ye geldiğim ilk günlerde ne sevinmek ne de kederlenmek mümkün olmayan bir duygu seziyordum. At üstünde cenkleşirken takib edilen düşmanı tepelemek için öteki kıyıya bir hamlede atılmak hissini veren bu dar boğazın üstünde ne soluklarını ve kılınç parıltılarını aradığım eski kahramanlar var ne de koca teknelerin üstünde serinler gibi dizilmiş ve düşmanlarına kılınç ve balta darbeleri indiren Türk yiğitleri var. Her şey tarihe ve toprağa karışmış. Şimdi burada ve deniz üstünde yeni bir tarih, yeni bir duman var. Dumanlar yaklaştı…bir, on, yüz, bin!.. Koca düşman! Kollarını uzaktan savur! Korkak ve alçaksın! Altı bin senedir Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da saltanatlar tesis eden, altı yüz senedir Sultan Osman’ın kan ve ateşle işlediği saltanat tacının namusu için cenkleşen büyük, kudretli bir neslin evladıyım! Kaçarsam kahpeyim, seni bekliyorum!” (Haşim Nahit, 1915/3: 314-315) Cephede tarifi kaleme ve kelama sığmayan sayısız kahramanlıklar yaşanırken, İstanbul’daki kamu hizmetlerinde, cepheye giden erkeklerin yerine kadınlar istihdam edilmeye başlanmıştır. Öyle ki, Hilal-i Ahmer’in İstanbul’da tesis ettiği her hastane; kadınlarımızın, bu kahramanlıklara denk fedakârlıkları ile adeta şahlanmaktadır: “Düşmanla İstanbul arasına kanlarından ve kemiklerinden adeta bir sed yapan Çanakkale Gazilerine, cephe gerisinde Anadolu kadınlarının gösterdiği şefkat ve hürmet de had safhadadır. Hastanede millî vazifelerini sadakatle yapan hanımların -hayatın bütün zevklerini unutmuş ve ibadet eder gibi- ellerini yanık ve çıplak ciltlerin üstünde gezdirmesi, onlardaki ana ve kardeş şefkatinin en samimî tezahürleridir.” (Haşim Nahit, 1915/4: 227-229) “Kahraman, kahramanlık” gibi kelimelerin, her milletin hafızasında farklı çağrışımlar uyandırdığına dikkati çeken Erbil; Balkan ve Çanakkale Savaşlarında görüldüğü üzere, bizim kahramanlarımızda, iman ve şeref unsurlarının kaynaştığını belirtir:“Birçok milletlerin tarihi nîm-mâbud kahramanların menâkıbıyladoludur! Şahsî hayatların kahramanı yerine millî hayatların kahramanı geçti. Ve 93’te Erzurum’daki ‘Kara Fatma’nın kahramanlığı; Fransa’da ‘Jan Dark’ın kahramanlığı ile Kartaca kadınlarınınkinden elbette farklıdır. Şahsî hayat endişesi yerine milletinin her ferdi için aynı endişeyi his eden millî vicdan; heyecan hududunun genişliği nispetinde, vazifesinin vüsat ve azameti artan kahraman doğurabilir. Balkan ve Çanakkale Savaşları da gösterdi ki Allah’ın mağfiret ve cennetine ait mevâid ile tarihine aid şan ve 122 şeref karşısında varlığı heyecana gelmeyecek insanlar bizde yoktur.” (Haşim Nahit, 1915/5: 38) Daha Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı günlerde “millî müdafaa” kavramını gündeme getiren Erbil; “millî müdafaa” heyetinin, harb halindeki vazifesini de şu cümlelerle izah eder:“İnsanlardan teşekkül etmiş bir heyetin müdafaa vazifesi, mukaddesattan en ehemmiyetsiz menfaatlere kadar tecavüz edilmeye müsayid her hakkı himaye etmek gibi geniş bir sahaya şamil olur. Bu itibarla din, lisan, milli edebiyat sanayi-yibedia, ticaret, ziraat, hıfz-ı sıhha, ahlak; hülasa insanlığa ait her şey bu hududun içindedir. Ve isterseniz bugünkü müdafaa şeklinin bir kanun esasını üç cümlede toplayabilirim: Maneviyatı takviye etmek, maişet ihtiyaçlarını hazırlamak, kimsesizlerin imdadına koşmak! Eğer bunları yaparsanız hükümetin vazifesini yani muzafferiyeti son derecede teshil etmiş olursunuz.” (Haşim Nahit, 1914/15: 259-260) Erbil; bu döneme ait izlenimlerini şair duyarlılığıyla da sıcağı sıcağına yansıtmıştır. Savaşın devam ettiği yıllarda kaleme aldığı ama daha sonra kitaplaştırdığı eserinde yer alan bir şiirinde, cepheye gidip de dönmeyen oğlunu bekleyen annenin özlemini yansıtırken, annenin duasındaki sıcaklığıyla da dizelerini adeta ısıtmıştır: “Kaç senedir bu yolların boşluğunu inlettim. Avazımı kurda, kuşa dinlettim, Kurban kestim evliyaya, mum adadım kırklara, Yüz göz sürdüm kutsi olan her yere, Kurtlar, kuşlar yuvasına giderken, Şu yolculuk kenarında, tek başıma kaldım ben... Ey Allah’ım, Allah’ım Sana varsın bu ahım. Ezan sesi hürmetine, yavrucumu sen koru!” Bu ayrılık senin emrin, ben kul değil, ya neyim? Ziyanı yok, çekeceğim, çünkü ben bir anneyim.” (Haşim Nahit, 1918: 36) Neticede, Birinci Dünya Savaşına fiilen girildiği için, hem harbin büyük acıları çekilmiş hem de altı yedi devletin kurulmasına yetecek büyüklükte toprak kaybedilmiştir. Meydan muharebelerinde, kum ve kar fırtınalarında milyonlarca Türk askerleri can vermiş; açlık ve hastalık gibi sebepler, kefensiz gömülen insan leşlerini günden güne çoğaltmıştır. Haşim Nahit; uzun yıllar geçmesine rağmen, bu acı dolu günlerin, kolay kolay unutulamayacağına, yıllar sonra kaleme aldığı bir yazısındaki şu ibretlik anıyla dikkati çekecektir: “Bir belediye doktoru, şunu anlatıyor: I. Dünya Savaşı İstanbul’unun Aksaray taraflarında, kaç gündür ocağı tütmemiş, ışığı yanmamış bir evi haber verdiler; bekçi ve polislerle beraber bu evin kapısını zorlayarak içeri girdik. Bir 123 odanın içinde köşeye dayanmış baba, ötede koyun koyuna iki çocuk, karyolanın üstünde yatan anne; hepsi hepsi tifüsten ölmüştüler. Anneyi muayene ederken bir de ne göreyim: Ölmüş annesinin memesini emen en küçük çocuk, hâlâ yaşıyor!” (Erbil, 1945: 2) 3. “Büyük Savaş”tan Sonra Yaşananlar Osmanlıyı şanlı günlerine tekrar kavuşturmak için girilen Birinci Dünya Savaşı 1918 Kasım ayında bittiğinde, geriye bir “Türk ulusu” kimliği kaldığı bile şüpheliydi. Yapılacak iş, Batı sömürgeciliğinin iştahını kabartan Osmanlı enkazından Türk olan kısmı kurtarmak ve ortaya millî bir devlet koymaktı. Nahit Erbil’in, “savaş sonrası Anadolu üstüne çökmüş felaket bulutlarını dağıtarak tüm dünyanın gözlerini kamaştıran millî ihtilal güneşinin doğuşu” (Haşim Nahit, 1922/2: 4) olarak tarif ettiği bu hedefin tesisi için, milletçe bir seferberliğe ihtiyaç vardı. Bu sebeple, Anadolu’ya geçerek, Mustafa Kemal önderliğindeki Kurtuluş mücadelesine katılmak gerekliydi. Yazara göre, Anadolu’da kurulan Millî Müdafaa Teşkilatı; bu dönemdeki birçok sıkıntıyla uğraşmakla birlikte, üç temel gayeyi gerçekleştirmek için de çalışmaktaydı: Maneviyatı takviye etmek, maişet ihtiyaçlarını hazırlamak, kimsesizlerin imdadına koşmak! (Haşim Nahit, 1922/3: 3) Türk milletinin, Çanakkale’de olduğu gibi, Mütareke yıllarında da dünyanın takdirini kazanmış kahramanlar çıkaracağına inanan Erbil; “subay, öğretmen, öğrenci, avukat, tüccar, doktor, çiftçi, din adamı…” kısaca eli silah tutacak kim varsa Anadolu’da Müdafaa-yı Hukuk komiteleri altında birleşilmesi ve vatan toprağına sahip çıkılması zaruretine işaret eder. Zira milletin kurtuluş yerinin adresi, tarih boyunca olduğu gibi, şimdi de değişmemiştir: “Müdafaanın ilk kahramanları, ruhların ta derinliklerinden gelen ilk ızdırabı, Fatih’in ve büyük Selim’in mübarek kemiklerini örten topraklarda sezdiler. Anadolu’nun çelik kalbi, hissiyatının ilk darabanını –bir şimşek silahı halindebu topraklarda bekleyen beyinlerden aldı. Lakin İstanbul kim, Anadolu kimdir? Bunların her ikisi de baştanbaşa gerilmiş ve mesafe dedikleri buuda şekil vermiş bir tek telden başka bir şey midir? Ve çoğu kimseler -yine İstanbul’dabir küçük erkân-ı harb zabitinin ağzıyla ‘Anadolu, Anadolu!’ dedirten Mustafa Kemal’in sözlerini çok sonra idrak edeceklerdir.” (Haşim Nahit, 1921/1: 4) Bu gelişmeler karşısında daha fazla sessiz kalamayan İtilaf devletleri; Anadolu’daki faaliyetlere tepki olarak, 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal eder ve Meclis-i Mebusan’ı dağıtır. Haşim Nahit; İstanbul’un üstüne kara bir bulut gibi çöken o felaketli günlere ait bir tabloyu, yıllar sonra kaleme aldığı bir anma yazısında şöyle aktarır: “Mondros mütareke şartlarıyla İstanbul’a girmiş olan İtilaf devletleri; ne bu muahedeyi, ne de milletlerarası hukuk kaidelerini tanımadan bize türlü türlü haksızlıklar yapıyorlardı. O gün İstanbul’a 124 inerken, zırhlıların ağzı İstanbul’a çevrilmiş büyük toplarının sağa sola döndüğünü yine seyretmiştim. Bu top oyunu, sessizce bir tehdit işareti idi; lâkin bu psikoloji oyununun tamamıyla aksi bir tesir yaptığından habersiz idiler: Bunu her gün gördükçe, hürriyet ve mücadele duygusunun içimizde bir at gibi şahlandığını bilmiyorlardı. Yine o gün köprüden geçerken, asla unutamayacağım, Dünyanın en acıklı bir manzarasıyla yüz yüze geldim: Bir yük arabasının üstünde, hayvanlarının dizginini ayakta güden, çocuk denecek kadar genç bir arabacı, arabasının tekerleklerini şakırdatarak köprüden geçiyor... Köprü üstünde seyir ve seferi tanzim eden yabancı askerin tam yanına yaklaşınca, asker, siyah ve uzun kırbacını arabacının suratına indirdi. Delikanlının alnından fışkıran al kanlar yüzüne gözüne ve elbisesinin üstüne aka aka -hiç bir şey olmamış gibi- yine arabasını güdüyor, gördüm. Ne vuran, ne de vurulan bir söz söylemediler. Artık, düşmanların işgal ettikleri İstanbul’da hiçbir şey yapılamayacağı için, Anadolu’da bir mücadele teşkilâtı yapmak gerekecektir” (Erbil, 1942: 173-176) “Türk milletinin içindeki ilahi ümit ışığı”nın hiçbir zaman söndürülemeyeceğine inanan Erbil; bu inancını, işgal altındaki İstanbul’da karşılaştığı Fransız askerinin istihzalı sözlerine rağmen, o düşman subayının suratına bir tokat gibi çarpar: “Şüphe yok ki biz, en mukaddes akidelerimizden hayatımızın en hurda teferruatına kadar her şeyin değişmesiyle bitecek bir ‘inkılâp’ içerisindeyiz. Hıçkırıklarla gözyaşları ve kan selleri buna mukadderdir. ‘Milliyet’ sevgisi bu fedakârlığa bizi katlandırır. Milliyet ki kendini bilmek ve kendini sevmek şuur ve akidesidir. Ve şahsî şuur yoluyla Allah’ı daha yakından ve daha derinden sezmek ve sevmek hissi, fani hayat ve emeli insana unutturur. Dün ‘İnönü’nde bugün ‘Sakarya’da kılıç sallayan kolları işte bu Allah’ı sezmek ve sevmek imanı tahrik ediyor. Onlar biliyorlar ki düşmanın kastı, milliyeti yani ‘benlik şuuru’nu öldürmektir. Erkek kız insanın benliği ile Allah’ı arasına cebren girmek isteyenlere karşı ne yapılırsa, Anadolu da Yunanlılara onu yapıyor.” (Haşim Nahit, 1921/2: 4) Nahit Erbil; Batılıların 10 Ağustos 1920’de İstanbul hükümetine Sevres Antlaşmasını imzalatmasının da Ankara hükümetini durduramadığını belirtir. Zira Anadolu’nun Millî mücadeleye girişmesinin sebebi; Avrupa ve Amerikalıların sandığı gibi, mantık ya da menfaat yaklaşımları değil, şanlı tarihinden gelen mücadele duygusunun gereğidir. Hatta İzmir köylüsü; bütün olumsuzluklara rağmen, Türkün mayasındaki “istiklâl” fikrinin verdiği güçle, Erzurum ve Sivas Kongrelerinden önce teşkilatlanmıştır bile: “Kanında ve canında büyük bir tarihin izlerini taşıyan bir neslin mücadeleye atılması duygusu, onun şuurundan gelir ve bu duygu, harici ve şiddetli tesirler altında, bir pınarın taşması gibi taşabilir çünkü yaşamak için mücadele etmek duygusu hayvanda bile var. Bu duygu ile hareket eden insan, ilmî nazariyelere 125 değil, tabiat kanunlarına tâbidir ve olmaya razı olmayı hiçbir tabiat kanunu insana emretmez. Anadolu’nun Millî Mücadele’ye atılması, bir mantık neticesi olmaktan ziyade, kendiliğinden(spontane) olmuş bir şeydir. Bunun birinci delili, İzmir köylülerinin mücadeleye atılışı; memleketi kurtarmaya çalışan İstanbul’daki Millî Kongre’den, Erzurum, Sivas Kongrelerinden ve bütün teşkilâttan daha evveldir.” (Erbil, 1940: 6) Erzurum’daki Millî Mücadeleyi, otobiyografik özellikler taşıyan bir hikâye şeklinde kaleme alan Haşim Nahit; zulme karşı topyekûn seferberliğin yaşandığı bu günlerin hissiyatını, anasından aldığı bir mektup sonrası karışık duygular yaşayan Erbil’in yağız delikanlısının gözüyle aktarır: “-Yavrum Kazım, bak ne günlere kaldım, beni ne halde bıraktın! Sevmeye kıyamadığım o güzel yüzün, gözüm önünden hiç gitmiyor. Yavrum, bir kerecik olsun yüzünü görürsem, yüreğimin sızıları hep dinecek sanıyorum. Dediklerin birer birer çıktı: Erzurum’a gitmek isterken söylediğin sözler, Allah’tan kalbine doğmuş. Ne dedim de seni bıraktım, şimdi beni kim koruyacak, söyle! Allah’a inancım var, seni bana veren odur; lakin işte bak, evimde ne sen, ne kardeşlerin ne baban hiç, hiçbir erkek kalmadı. Şimdi ne camiye, ne türbelere, ne de babanın mezarına gidebiliyorum. İsmet Hanım’ı kurtardınsa beni niçin kurtarmıyorsun! Erzurum’a gitmekte ne vardı? Eğer gitmeseydin belki böyle şeyler olmazdı. Yavrum, Kazım’ım, beni bu halde bırakma… Yoksa, yoksa… Kazım, Türk âlemine verdiği gönlünün, ana baba yurdu için bu kadar sızlayıp kanadığını bu defakinden daha derin hiç sezmemişti. Kin ile muhabbetin içinde birbirine karıştığı ve her dakika taşıp köpüren varlığını çarpmak için yeryüzünde bir kaya, bir cehennem arıyor gibi gece yarılarına kadar dolaştı… Ve gece uykuya dalınca şu rüyayı gördü: Duman ve alevler içinde, kılıçlarının ucundan kan damlayan bir kalabalığın önünde yürüyor, yeşilliklere ve genişliklere açılmış bir şehrin kapısından içeri giriyor. Yeşil bir bulut parçasına sarılmış, saçları ve yüzü nurdan bir kadın, parmağının ucuyla ona yol gösteriyordu…” (Haşim Nahit, 1922/4: 4-5) Nahit Erbil; Millî Mücadeleye ait bir tabloyu bu şekilde öyküleştirdiği gibi, İkdam muhabiri olarak Paris’e giderken uğradığı Edirne’nin Millî Mücadelenin son günlerindeki manzarasını anlattığı başka bir yazısında da, adeta Yunan zulmünün küçük bir fotoğrafını çekmektedir:“Edirne’de Türk askerlerini göreceğimi ümit ediyordum ama Karaağaç istasyonu Yunanlılarla doluymuş. Yağlıköy istasyonunda inip köylülerin arasına karıştım. Ne acı maceralar anlattılar, bilseniz! Yunanlılar, canlı hayvanları sürü sürü Dedeağaç’a doğru sevk ettikleri gibi, yürüyemeyecek şeyleri de köylü arabalarına doldurup götürmüşler. Yakılan evler, ağıllar, samanlıklar… Bugün köylülerin elinde ne araba, ne canlı hayvan, ne koyun ne de tavuk; hiç ama hiçbir şey kalmamış!” (Haşim Nahit, 1922/5: 2) 126 Erbil; Falih Rıfkı’nın “Paralı parasından, akıllı aklından, cesur cesaretinden, dâhi dehasından, kadın kalbinden ve çocuk masumiyetinden en yüksek fedakârlığı yapmalıdır.”sözünü hatırlatarak, devrin sanatkârının da milletinin müşterek hissiyatına tercüman olması gerektiğini vurgular: “Sen çıplak olduğun zaman elbiseyi, aç olduğun saatte mideyi en çok ve hatta münhasıran düşündüğün gibi, gün olur ki o müstağrak ruhun da ihtiyaçlarını, azılı ruhlara terk eder. Bugün ki bu memleketin istiklali, varlığı tehlike içindedir. Bu tehlikeyi men edecek her fikir, ötekilerden üstündür. Bugün ki beşeriyeti baştanbaşa heyecan ve ihtiras ateşleri sarmıştır. İşte bugün her ferdi akıl ve basirete davet edecek, her ferdi hissiyattan uzaklaştırarak akıl ve zekâ ile idare edecek gündür. İyi bir şiirin varsa sakla, iyi bir fikrin varsa durma; vatandaşların arasında ilan eyle! Vatanî, millî şiirlerini reddeden olmaz, şu şartla ki sükûnete muhtaç olan dakikayı cinnete kalb etmesin!” (Haşim Nahit,1914/6: 340-342) “Hayat-ı millîyemizle bir uhuvvet ve meşakkat-i kalbiyemiz olduğunu hissedemezsek, millî duygularımızın en rakîk ve girizânan’anâtınızabt ve ihtiva etmek itibarıyla bir bediâ-yı sanat olacak yazılarımıza bir saffet-i millîye verebilmekten kat’-ı ümid etmeliyiz.” diyen yazarımız; bu dönemde, yeni “ruh ve lisan” ihtiyacını anlamayanlara karşı da ağır ithamlarda bulunulacaktır: “Lâkin yeni bir ruh ve yeni bir lisanın ihtiyacını anlamayan, inkâr eden, ye’se ve hiddete mağlup olan ve nihayet alıklaşanların adedi, alkışlayanlardan daha çok oldu. İlk safta kimler vardı, bilir misin? O vahşilere âdî boncukları pek yüksek kıymetle satan serseri ve kurnaz tacirler gibi, yabancı beldelerin yabancı fikirlerini tercüme etmekle iştihar edenler; ikinci safta, yan yana dizdikleri parlak, kurletolukelimelere de bir meçhul ve gam ettirmek sihirbazlığına aşina terkipçiler ve nihayet taklitçiler ve…”(Haşim Nahit, 1914/16: 99-101) Nihayet sanatkârımız da, “Mütarekenin kâbus gibi çöktüğü yıllar” ile ilgili izlenim ve duygularını, en yoğun ve etkileyici biçimiyle, dizelere aktarmaktan geri kalmamıştır.Bu amaçla, “esaretten kurtulmak isteyen delirmiş bir insanın heyecan ve infiali”ni yansıtan manzum şekildeki “Deliren Esir” (Haşim Nahit, 1920/1) tiyatrosunu kaleme alır. Türkmen şairleri arasında ilk kaleme alınmış manzum piyes olma(Terzibaşı, 2007: 168) özelliğine sahip 22 sayfalık bu eser; Garp Cephesi kumandanı İsmet Paşa’nın emriyle, zabitlere ve kıtalara dağıtılmışayrıca 1923’de Kadıköy Tiyatrosu’nda da Kızılay menfaatine oynanmıştır. Osmanlı’nın kurtuluşunun ve eski şanlı günlere dönmesinin ancak Türk milliyetçiliğiyle olabileceğini düşünen yazar; başta Irak Türkmenleri olmak üzere, “Dünya Türklüğünün (Turan) ülküsü etrafında toplanması fikri”niDeliren Esir’de kaleme alır. 127 Delirmiş bir esirin diliyle bütün heyecan ve infialini yansıtmak gayesiyle oyunun merkezine bizzat kendini koyan şair; ilk bölümde, Deliren Esir’in ağzından, vatanın içinde bulunduğu felaketli durumun tesiriyle oluşan duygularını ortaya koyar: “Şu esaret beni bir derde saldı: Vücudum bir deri bir kemik kaldı. Talihsiz başımdan eksilmiş hilâl, Mabetleri sarmış acı bir melal. Yıkılmak isteniyor bu memleketle bu din: Katliama öç dendi, yangınlara şehrayin; Şefkate susamışken, içimizi sardı kin; Ezelden hür doğmuşuz, esir olmak bize şin”(Haşim Nahit, 1920/1: 3 / 5 / 7) Piyesin ikinci bölümünde Deliren Esir, “Anadolu, Rumeli, Irak, Kafkas” gibi sembolik kahramanlara tek tek seslenmek suretiyle, içinde bulunulan tabloyu gözler önüne serer: “Sessiz, boynu bükük, bağrı kan dolu, Mazlum anneciğim, ey Anadolu, Matem örtüsüyle sana geldi bak: O, ahu bakışlı evlâdın Irak! Söyle, dinmedi mi, güzel Rumeli Sinenden fışkıran kızıl kan seli? İşte annen burada, sarışın Kafkas O dertli başını, gel, göğsüne bas Şimdi ağlayınız: Ana, oğul, kız... Allah’ım, bırakma beni vatansız!” (Haşim Nahit, 1920/1: 10-11)” Ardından, bu halin oluşmasının sebebi saydığı Garp illerine, çok ağır bir üslupla seslenir: “(Şey)e tapan ey Garp, ey eski bunak: Yüzünü boyamış (Yunanlı) kaltak; Medeniyetiyle öğünen beşer, Bütün yaptıkların dalâletle şer: Zulme tedip dedin, imhaya temdin; Hep sade menfaat oldu sence din.” (Haşim Nahit, 1920/1: 11-12)” 128 Vatanı için doğranan gençlerden mürekkep ordunun hali, yüreklerdeki yangını daha da artırmaktadır: “Her gün, sarılmakta bin genç kefene Saçlarını yolar, binlercesi anne. Ak saçlı anneler, şirin tazeler, Hançerle doğranmış al cenazeler, Yerden fışkırıyor bütün havaya. Semadan yağıyor bir kan dolusı, Alevden rüzgârın uluyor sesi, Kanlarda yüzüyor şişkin cesetler, Göklere çarpıyor kemikten setler.”(Haşim Nahit, 1920/1: 20) Bu korkunç manzara karşısında bir yandan vatanın elden gidecek olmasının hüsranını yaşayan şair; öbür yandan da, yorgun düşen bedeniyle, dua edecektir: “Baktıkça, ey vatan, senin al bayrağına: Ağlayan gözlerim döner kan çanağına. Dünya haram olsun bana, çünkü sensizim, Ağla, gözüm ağla, çünkü ben vatansızım. Lâkin ölme, ey tarihin kanlı gölgesi, Bil ki sensin, hailenin en mukaddesi! Allah’ım, bırakma beni vatansız!” (Haşim Nahit, 1920/1: 22) Nahit Erbil’in, daha sonraki yıllarda Latin harfleriyle bastırdığı bir kitabında tekrar yayımlanan ve bazı kelimeleri tashih edilen manzume;“bu felaketin ancak millî bir irade (kızıl elma) etrafında toplanmakla bertaraf edileceği” düşüncesiyle nihayete erdirilir: “Denizin bitmez suyu, Türkün tükenmez soyu, Deniz bitse. Türk olur: Kan, ateşten bir yağmur. Haydi, Kızıl Elmaya, Haydi, Kızıl Elmaya!” (Haşim Nahit, 1920/1: 22) 129 Şairimiz; bu manzum piyesle aynı dönemde kaleme aldığı diğer şiirlerinde de, benzer duygularını dizelere dökmüştür. Erbil; öncelikle, vatanında yaşanan felaketleri, gurbette kalmış bir esirin diliyle terennüm etmeye çalışır: “-Genç yolcular!.. Alın armağanımı, Söyleyin vatana son figanımı. Söyleyin, serhadler buradan uzak mı? Vatan ufukları kızıl mı ak mı? Ağlaşıyorlar mı yine anneler; Yasla mı geçiyor orda seneler?”(Haşim Nahit, 1920/2: 16) Bu karamsar tabloya rağmen umudunu kaybetmeyen şair; bütün sıkıntıların, ancak adına “irade” denen mukaddes bir ihtirasla aşılacağına inanmaktadır: “Sana ermek henüz bir ümit iken Saçımın her teli oldu bir diken; Ey benliğim; artık bu sırra inan: İradeyle gelir insanlara can!” (Haşim Nahit, 1920/3: 8) Şaire göre esaret, bir ideal uğruna olacaksa, sıkıntıların bir değeri olur: “Ben bir gün dalmışken gam deryasına, Emel’siz ömrümün bitmez yasına. Yavaş yavaş gelip tuttun kolumdan: ‘Gel dedin yaraşmaz sana bu zindan!’ Avare gönlümü nasıl da kendim Bir yeni zindana, bak sürükledim. Ateşten bir gömlek gibi bana sar, Ey sevgisinde bin mihnet olan yâr!” (Haşim Nahit, 1920/4: 5) Anadolu’nun kurtuluş mücadelesine bizzat katılmak istediğini açıkça ilan eden Erbil; “Mehmet Emin’in, yurdu için boynuna kefen takmayan şehirliyi ‘alçak’ tabiriyle nitelendirdiğini” hatırlatırcasına bir üslupla, böylesi bir varoluş mücadelesinden kaçmanın büyük “zillet” olacağını haykırırken, vatan toprağında ölmek arzusunu da yineler: “Ey dağ başında gezen genç adam!.. Al, götür beni de o dağ başına, Süreyim yüzümü yalçın taşına; Orda ben: taş yerim, kan içerim; Lâkin nerde atım, nerde hançerim? Ey dağ başında gezinen genç adam, 130 Kalbine dokunsun hıçkıran sadam! Benle atım: yalnız, gece ve gündüz, Her taraf sade kum, her taraf dümdüz; Hiç görmeyiz: ne su, ne ot, ne ağaç İkimiz düşeriz: yorgun, susuz, aç... Gel, al götür beni işte oraya, Lanet olsun şehre, lanet saraya. O zaman, ufuktan silinir her renk. Kâinatın nabzı alır bir ahenk: Ortalıkta her şey kalb olur kuma, Ben de, oh, dalarım o son uykuma” (Haşim Nahit, 1920/5: 26/29) Erbil; bir heykel şeklinde somutladığı ruhuna seslenerek, bireysel duygulardan sıyrılıp vatanın bir parçası olmakla ancak varlığının bir anlam ifade edebileceğini vurgular: “Ben istiyorum ki ‘Âlem’ olayım, Sade tabiatla hemdem olayım: Gözyaşım aksın coşkun pınara, Nefesim katılsın deli rüzgâra, Yıldızlı geceler gözüme insin, Güneşin ışığı gönlüme sinsin… Ey medd ü cezrini sezdiğim umman, Ahengini alsın nabzımdaki kan!..”(Haşim Nahit, 1922/6: 7) Tüm acılarının kaynağını Anadolu’nun “hal-i pür-melali”yle açıklayan Haşim Nahit, bu toprakların ayrılmaz bir parçası olduğunu ısrarla belirtir: “Esir düştük bir günde: ah sen de ben de, Sen zincire bağlandın ben de kemende Aramızda uçurum var, ateşten set var, Boynumuzda zincir var kopmaz kement var İkimizin de derdi bak işte birdir, Bizi boğmak isteyen aynı zincirdir.” (Haşim Nahit, 1920/6: 30) 131 Neticede, Kurtuluş Savaşının devam ettiği yıllarda (1920-1922) bu şiirleri kaleme alan şair; Anadolu’nun yaşadığı on bir yıllık katliam acılarını düşününce, dış tehlikelere karşı millî birliği sağlama yolunda elde edilen Sakarya zaferine bile sevinememiştir: “Dokunma gönlüme gönlüm kırıktır, Benim gülmem bile bir hıçkırıktır!” (Haşim Nahit, 1921/3: 5) Sonuç Avrupalı devletler arası çıkar savaşları sonucunda patlak veren, çeşitli etki ve etkenlerle yayılan Birinci Dünya Savaşı; maddî açıdan gelişip terakki eden insanlığı maddî-manevî yıkımlara uğratmış ve dünya coğrafyasını kana bulayarak onlarca yıl geriye götürmüştür. Sonuçları itibariyle yeni paylaşım savaşlarına sebebiyet veren yirminci asır felaketler zincirinin bu ilk ve önemli halkası; öncesi ve sonrasındaki sosyal, siyasî, kültürel, ekonomik... alanlardaki etkileriyle büyük değişimler meydana getirmiştir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye, 2.200 yıllık tarihinin en büyük kayıplarına uğramıştır. Türkiye’nin hiçbir zaman istila görmemiş en değerli toprakları, Anadolu’nun içlerine kadar tahrip edilmiş, Türk ekonomisi büyük yıkıma uğramış, asrın başlarında 50-100 bin nüfusa sahip sahip Anadolu şehirlerinde nüfus yarıdan fazla azalmıştır. Yaşadığı devrin olaylarına kayıtsız kalmayan ve çalışmalarıyla devrinin olaylarını hem günündeki hem de geleceğe dönük tepkileriyle kritiğe tabi tutan Haşim Nahit de; Anadolu topraklarını uzun yıllar yangın yerine çeviren savaş dönemlerini, yukarıda örneklerine yer verdiğimiz“şiir, hikâye, deneme, manzum hikâye, fıkra, makale, anı…” gibi türlerle ve sıcağı sıcağına kaleme almıştır. Sonuçları itibariyle insanlık tarihinin semalarını kara bulutlarla kaplayan ve insanlık tarihine utanç sayfaları ekleyen savaşlar zincirinin geniş kapsamlı ilk örneği olan Birinci Dünya Savaşı;genelden özele ve kendi şartları içerisinde ele alınırken, bünyesinde yeni savaş veya savaşları doğuracak negatif enerjiyi barındırdığına dikkat çekilmiştir. Tanığı olduğu veya üzerinde çalıştığı her hadiseye ait tespitlerini korkusuzca söylemekten çekinmeyen Haşim Nahit’in de eserlerinde belirttiği bu negatif enerji; Avrupalı güçlerin doymak bilmeyen hırslarıyla, çok geçmeden yeniden ortaya çıkarak dünyayı kana bulayacak ve sömürgecilik özelinde çıkar kavgaları dünyayı şekillendirmeye, daha doğrusu dünyanın dengesini bozmaya devam edecektir. 132 Kaynakça Erbil, Haşim Nahit (1940), “Millî Mücadele”, Yeni Adam, N: 300, s.6 Erbil, Haşim Nahit (1942), Ziya Gökalp’ın ölümünün 18. yıldönümü, Türk Yurdu, C. 26 S:5-6, s.173-176 Erbil, Haşim Nahit (1945), “Ankara Cinayetinin Psikoloji Cephesi”, Vakit, S: 10005, s. 2 Erbil, Haşim Nahit (1953), “Irak’tan Neler İsteyebiliriz”, HerGün, N:1976, s.2 / 4, Ergin, Veysel (2013), “Haşim Nahit Erbil’in Hayatı-Sanatı ve Fikirleri”, Yayınlanmamış doktora tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü-Ankara Haşim Nahit (1908/1), “Bağdat’ta İlan-ı Hürriyet ve Askerlerin İttihadı” Yeni Gazete, N:9, s.3 Haşim Nahit (1908/2), “Dâhiliye Nazırı Vekili Hakkı Bey’e” Yeni Gazete, N:6, s.2 Haşim Nahit (1909/1), “Hilal”, Kardeş Sesi, N:3, s.19 Haşim Nahit (1909/2), “Osmanlı Zenginlerinde Hiss-i Namus”, Yeni Gazete, N:479, s. 1-2 Haşim Nahit (1909/3), “Lynch Meselesi”, Yeni Gazete, N:450, s. 3 Haşim Nahit (1909/4), “Dicle ve FırattaSeyr-i Sefain”, Yeni Gazete, N: 439, s. 3-4 Haşim Nahit (1909/5), “Lynch Defteri-i Amalinden” Yeni Gazete, N: 441, s. 3 Haşim Nahit (1910/1), “Müşahedat: Asker Borusu”, Yeni Gazete, N:565, s. 3 Haşim Nahit (1910/2), “Çöl Hatıraları”Yeni Gazete, N:587, s. 3 Haşim Nahit (1910/3), “Hoca Hanımın Ninnisi”, Donanma, N: 104-54, s. 214-215 Haşim Nahit (1912/1),“Türk”,Tasvir-i Efkâr, N: 673, s. 4 Haşim Nahit (1912/2), “Kahraman Hatun”, Tasvir-i Efkâr, N: 678, s. 4 Haşim Nahit (1912/3), “Gönül”, Tanin, N:1481, s.4 Haşim Nahit (1912/4), “Hilal”, Tanin, N: 1475, s.4 Haşim Nahit (1912/5), “İtiraf”, Sebilürreşad, C. 2-9, N: 52-234, s. 433-434 Haşim Nahit (1913/1), “İslâmiyet ve Avrupa”, Tanin, N:1507, s. 3 Haşim Nahit (1913/2), “Hitâbe”, Tanin, N:1500, s. 3 Haşim Nahit (1913/3), “Vatansız”, N:1509, Tanin, N:1509, s. 3 Haşim Nahit (1914/1), “Şarkın Temeddününde Türkiye’nin Ehemmiyeti”, Servet-i Fünun, S: 1215, s.289-291 Haşim Nahit (1914/2), “Türkiye’de İstiklâl-i Millî”, Servet-i Fünun, S: 1217, s. 321-323 Haşim Nahit (1914/3), “Hakiki Teceddüt”, Donanma, N: 104-54, s. 851-853 Haşim Nahit (1914/4), “1912’deki İngiltere”, Servet-i Fünun, S: 1214, s. 373-374 Haşim Nahit (1914/5), “Millî Hikâye: Hâcir”, Servet-i Fünun, S: 1205, s. 134-135 Haşim Nahit (1914/6), İçtimaiyat mı Edebiyat mı, Servet-i Fünun, S: 1218, s. 340-342 Haşim Nahit (1914/7), “Avrupa Medeniyetinin İnhidamı”Servet-i Fünun, S: 1210, s. 209-212 Haşim Nahit (1914/8), “Harbin Netaici”, Servet-i Fünun, S: 1211, s. 225-229 Haşim Nahit (1914/9), “Şark ile Garp”, Servet-i Fünun, S: 1222, s. 412-413 Haşim Nahit (1914/10), “Tarih Huzurunda Fransa-İngiltere”, Servet-i Fünun, S: 1212, s. 250 Haşim Nahit (1914/11), “İslamiyet’e Karşı Fransa-İngiltere” Servet-i Fünun, S: 1213, s. 260 Haşim Nahit (1914/12), “İttihat-ı İslam” Servet-i Fünun, S: 1223, s. 6-7 Haşim Nahit (1914/13), “Cihat Vesilesiyle” Servet-i Fünun, S: 1230, s. 122-123 Haşim Nahit (1914/14), “Asya ve Afrika’da Cihat”, Servet-i Fünun, S: 1224, s. 21-23 Haşim Nahit (1914/15), “Millî Müdafaa”, Servet-i Fünun, S: 1239, s. 259-260 Haşim Nahit (1914/16), “Musahabe-i Edebiye”, Servet-i Fünun, S: 1203, s. 99-101 133 Haşim Nahit (1915/1), Türkiye İçin Necat ve İtilâ Yolları, Şems Matbaasıİstanbul, Haşim Nahit (1915/2), “Muharebenin Bir Senesi”, Donanma, N: 120-66, s.1054 Haşim Nahit (1915/3), “Mehmet Çavuş”, Servet-i Fünun, S: 1242, s.314-315 Haşim Nahit (1915/4), “Yaralılar ve Hanımlarımız”, Servet-i Fünun, S: 1263, s.227-229 Haşim Nahit (1915/5), “Kahramanlık Devri”, Servet-i Fünun, S: 1251, s. 38 Haşim Nahit (1918), “Anne Mektupları”, Kara Gün Yazıları (1940)-Ankara Haşim Nahit (1920/1), “Deliren Esir (Manzum piyes)” İstanbul, 22 sayfa Haşim Nahit (1920/2), “Gurbetteki Esir”, Ümit, N:14, s. 16, Haşim Nahit (1920/3), “Mukaddes İhtiras”, Ümit, N:10, 23 Eylül 1336 s. 8 Haşim Nahit (1920/4), “İdeal”, Ümit, N:13, s. 5 Haşim Nahit (1920/5), “Millî Gurur”, Kara Gün Yazıları (1940)-Ankara Haşim Nahit (1920/6), “Vatan’la Ben”, Kara Gün Yazıları (1940)-Ankara Haşim Nahit (1921/1), “Mukaddes Müdafaa”, İkdam, N: 8825, s.4 Haşim Nahit (1921/2), “Ümit Bize Nereden Geliyor”, İkdam, N: 8821, s.4 Haşim Nahit (1921/3), “Akşam”, Yarın, S: 6, s.5 Haşim Nahit (1922/1), “Irak’ın Tabii Servetleri”, İkdam, N: 9248, s. 3 Haşim Nahit (1922/2), “Türk Birliği”, İkdam, N: 8958, s. 4 Haşim Nahit (1922/3), “Harbin umdeleri”, İkdam, N:8984, s.3 Haşim Nahit (1922/4), “Kâzım’ın Rüyası”, İkdam, N: 8929, s. 4-5 Haşim Nahit (1922/5), “Edirne’den Geçerken Neler Gördüm”, İkdam, N: 9214, s.2 Haşim Nahit (1922/6), “Ben ve Benliğim”, Yarın, S: 14, s. 7, Haşim Nahit (1925), “Faysal Niçin Avrupa’ya Gidiyor” Hâkimiyet-i Milliye, N:1496, s.2 Hocaoğlu, Baran (2008), “İkinci Meşrutiyet Dönemi(1908–1913)Siyasal Yaşamında İktidar ve Muhalefet İlişkileri”, Dokuz Eylül Üniversitesi-Yüksek Lisans Tezi, İzmir (İmzasız) (1916), “Harp Edebiyatı”, Tanin, S: 2755, s. 1 Küçük, Cevdet (1992), “Balkan Savaşı”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 5, İstanbul: 23-25 Terzibaşı, Ata (2007), “Erbil Şairleri: Haşim Nahit Erbil”, Kerkük Vakfıİstanbul, s:165-183 Uğraş( 2008), Nilüfer, “Osmanlı Basınında (İkdam, Sabah, Tanin, Tercüman-ı Hakikat) Balkan Savaşları Sırasında Osmanlı Devleti’nde Yaşanan Siyasal Gelişmeler”, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Ankara 134 Özet Harpler, insanlık ritminin bozulduğu anlardır. Milletlerin oluşumunu derinden etkileyen bu ortak acılar, o milletin toplumsal hafızasının canlı kalması için, devrin tanığı kültür adamlarının kalemiyle nesilden nesileaktarılır.Harp edebiyatını oluşturan bumetinler, aynısıkıntıların tekrar yaşanmaması adına önemli ikaz levhalarıdır. Altı asırlık Osmanlı Devleti’nin tasfiyesiyle sonuçlanan Birinci Dünya Savaşı; devrin büyük ülkelerine ve diğer kıtalardaki sömürgelere de yayılması nedeniyle “Büyük Savaş” olarak adlandırılmıştır.Dünya coğrafyasını böylesine geniş ölçekte etkileyen bu büyük felaketi; sadece cephe faaliyetleri ya da sayısal değerlerle izaha çalışmak, eksik ve yüzeysel bir değerlendirme olur. Zira savaşın asıl unsuru olan “insan” gerçeği, savaşın toplumsal boyutlarıyla ortaya konulması sonucu daha iyi ifade edilecektir. Bu açıdan bakıldığında, Birinci Dünya Savaşı’nın canlı tanığı aydınlarımızın sıcağı sıcağına kaleme aldığı muhtelif türdeki eserlerin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Bu eserlere yansıyan acıların tazeliği, insanlığın yaşadığı felaketin canlı birer vesikası olacaktır. Iraklı bir Türkmen aydını olan Haşim Nahit Erbil de;büyük imparatorlukların yıkılıp sömürgeciliğin hızlanmasına yol açan dört (191418) yıllıkbu felaketin acılarını bizzat yaşamış ve eserleriyle de kayıt altına almıştır. Ancak, edebiyat tarihimizde adı sıkça geçen diğer sanatkârlarımızın aksine, hemismi hem de eserleri, tarihin tozlu rafları arasında unutulmuştur. Birinci Dünya Savaşı öncesi, Balkanlar faciasınınhatta memleketi Irak’ta başlayan İngiliz zulmünün acılarını da yüreğinde duyan ve gazete sütunlarında tüm dünyaya duyuran Nahit Erbil;“şiir, hikâye, deneme, manzum hikâye, fıkra, makale…” gibi türlerdeki yazılarıyla, büyük bir felaketin adım adım gelişini adeta haykırmıştır. Bu çalışma; belgelere yansımayan “Büyük Savaş”ın acı yüzüne, kısmen de olsa, ayna tutmayı amaçlamaktadır. Haşim Nahit’in dönem havasını yansıtan eserlerinden hareketle, benzer muhtevalı eserlerle mukayeseleryapılarak,savaş gerçeğinin topluma akisleri vurgulanacaktır. Böylece küllenmeye yüz tutan bir felaketin sıcaklığı, vicdanlara duyurulmaya çalışılacaktır Anahtar Kelimeler: Birinci Dünya Savaşı, Haşim Nahit Erbil, Büyük Savaş 135 Sarıkamış Harekâtı’nın İsmail Bilgin’in Sarıkamış-Beyaz Hüzün İsimli Romanına Yansıması Yunus YILDIRIM* Türk milleti, tarihin çok eski dönemlerinden bugüne kadar sürekli savaşlarla içli dışlı olmuş bir millettir. Yaptığı savaşlara bakacak olursak tarihin seyrini değiştirmiş, dünya tarihine yön vermiş birçok savaşı görebiliriz. Doğrudan katıldığı savaşlarla birlikte dolaylı olarak katıldığı savaşlar da mevcuttur. Hele bazı savaşlar da vardır ki milletin hafızasında halen canlılığını korumakta ve isimleriyle büyük çağrışımlar uyandırmaktadır:93 Harbi, Balkan, Çanakkale, Sarıkamışve daha genelinde Birinci Dünya Savaşı gibi. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti birden çok cephede savaşmış ve ağır yenilgiler almıştır. Çok büyük toprak parçaları kaybedilmesinin yanında moral olarak da hem devlet hem de millet büyük bir yıkım yaşamıştır. Birden çok cephede savaşılmış olmasına rağmen, Çanakkale ve Sarıkamış cepheleri diğer cephelere nazaran daha ön planda olmuştur.Bunun elbette birçok sebebi olabilir; ama herhalde en önemli sebebi savaşta verilen büyük kayıplardır.1 Tarihî bilgi ve belgeler, sanat eserlerine önemli bir boyut kazandırmaktadır. Tarih araştırmacıları, geçmişi değişik yönleriyle ve farklı bakış açılarıyla incelerler. Sanat eseri olarak vücut bulan edebî metinler geçmişte yaşanmış olay ve durumlardan malzeme almak sûretiyle yararlanır. Geçmişi ifade etme tarzı, kurmaca metinlerin önemli konularından biridir. Tarihî bilgi ve belgeleri aktaran kaynaklarla birlikteroman gibi kurmaca ürünler vasıtasıyla geçmiş zamanda yaşananlar yeniden anlam kazanarak günümüze aktarılır. Türler içerisinde özellikle realist roman sırtını gerçeğe dayamıştır. Ancak her anlatma yeni bir kurgulama olduğuna göre romanda yer alan gerçekçilik yazarın kültürü, dünya görüşü, psikolojisi ve birikimlerinin gölgesinde yeniden şekillenir. Tarihî roman ise sırtını tarih malzemesine dayamıştır. Onun gerçeği, tarihî gerçekçiliktir. Tarihçi ile tarihî roman yazarı tamamen farklıdır. Tarihçi, belgelere bağlı kalırken roman yazarı tarihi yorumlayarak yeniden canlandırır ve birtakım boşlukları da hayal dünyasının yardımıyla yeniden doldurur (Argunşah, 2002: 440). Türk Dili Okutmanı, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, [email protected]. Gerek Sarıkamış’ta gerekse Çanakkale’de verilen kayıplarla ilgili birçok farklı görüş vardır. Fahri Belen’in XX. yy’da Osmanlı Devleti eserinde “Rus genel karargâhı Türk Ordusu’nun 90.000 kişi kaybettiğini, IX. Kolordu’nun esir edildiğini bütün dünyaya yaymıştı. Sarıkamış Muharebesi’nde Rus ordusu 30.000 Türk ordusu da 50.000 kişi kaybetti. Rus kaynaklarına göre Türk kayıpları 90.000 kişidir. Dağlarda karlar kalktıktan sonra 25.000 cesedin gömüldüğünü yazarlar.” (1973: 227). Birinci Dünya Savaşı Ansiklopedisinde ise verilen kaybın 60.000 olduğu belirtilmiştir. (1976: 335) * 1 137 Okuyucuların romandan bekledikleri genellikle tarihî gerçeklerle örtüşmesidir. Fakat romanın asıl işlevinin bu olduğu söylenebilir mi? Romancı, elbette gerçek bir olaydan yola çıkar.Araştırmacılar gerçekçilik ve kurmaca ögelerine farklı şekilde yaklaşmışlardır. Romanda gerçekçiliği sağlamanın en temel iki yolundan birisi hayatın gerçeklerine benzer ve yakın olanı anlatmak, diğeri de gerçeğe yakını verirken gerçekçiliği sağlayacak anlatım yöntemlerini kullanmak olduğunu söylenebilir(Çıkla, 2002: 111-122). Elbette roman yazarından bir tarihçi gibi davranması beklenemez. Şerif Aktaş tarihçiyi fotoğrafçıya benzetirken romancıyı da yaptığı işi bakımından ressama benzeterek aradaki farklılığı somutlaştırmıştır (Aktaş, 1991: 17). Romancı, romanına kendi rengini kendi yorumunu katarak yeni bir dünya kurmayı amaçlarken tarihçi, gerçekleri birebir aktarmaya çalışır. Milan Kunderaise,romanın gerçekliği değil varoluşu incelediğini ve varoluşun da insan olanaklarının alanı olduğunu belirtir. Böylelikle roman yazarı insanın yer aldığı tüm alanlarını değerlendirmektedir (Kundera,1987: 53). Tarihî olaylar, roman ve hikâyelere yansırken kurmacanın büyülü dünyasında yeniden ele alınır ve yeniden şekillenir.Son yıllarda Osmanlı dönemini, Sarıkamış Harekâtı’nı ve Çanakkale’yi konu edinen birçok tarihî roman yazılmıştır. Hatırı sayılır bir sayıda satış rakamı yakalayan bu romanlardan biri de İsmail Bilgin’in Sarıkamış-Beyaz Hüzün2 adlı romanıdır.İlk baskısı 2006’da yapılan roman, bugün 31. baskıya ulaşarak adından çokça söz ettirmiştir. İsmail Bilgin’in Sarıkamış-Beyaz Hüzün romanı Sarıkamış Harekâtı’nı çekirdek vakada işleyen romanlardandır. Dolayısıyla romanın hâkim temasını Sarıkamış Harbi oluşturur. Yazar kitabı yazma amacını şöyle açıklamaktadır: “ Kitabın amacı, tarihimizdeki bu hazin harekâtın nasıl gerçekleştiğini anlatmak, askerimizin hem tabiatla hem de Ruslarla olan mücadelesini gözler önüne sermek ve Sarıkamış şehitlerimizin hatırlanmasını sağlamaktır ”(Bilgin, 2012: 7). Tarihî gerçeklerden yola çıkan yazar, nihayetinde kurmaca bir eser oluşturduğunuromanınönsözünde şöyle ifade eder: “Romanda, harekâtı planlayan komutanlar, harekâtın gelişmesi ele alınmamış, bu konunun tarihçilerin görevi olduğu düşünülmüştür. Harekâtın kendisi ve bu harekâtta yaşananlar ile yaşanması muhtemel olaylar bir kurgu dâhilinde romanlaştırılmıştır”(Bilgin, 2012: 7). Yazar cephede yaşanan gerçek olaylardan yola çıkarak kurguladığı eserinde, savaşı kronolojik bir biçimde ele almaktadır. Bu yönüyle roman, Sarıkamış Harekâtı’nın tarihî boyutunu askerî kaideler çerçevesinde inceleyen 2 Bilgin, İsmail, Sarıkamış-Beyaz Hüzün, Timaş Yayınları, 25. Baskı, İstanbul, 2012. 138 bir araştırma görünümü kazanır. Romanda yer verilen Sarıkamış hakkında yazılmış hâtırât, inceleme ya da resmî kaynaklardan yapılan alıntılar bu durumun bir göstergesidir. Romana eklenen bu belgeler sayesinde romanın kurgusu farklı bir boyut kazansa da romanın gerçekliğine katkıda bulunduğu söylenebilir. Sarıkamış-Beyaz Hüzün romanın tamamı cephede geçmektedir. Romanda olaylar oldukça sürükleyici bir biçimde ele alınmış,karakterler canlı ve sıcak bir anlatımla aksettirilmiştir.Yazar olayları yalnızca anlatmakla kalmamış, tarihin tahlilini ve yorumunu da yapmıştır diyebiliriz. Romanın olay örgüsü Haydarpaşa Limanı’nda Kafkas Cephesi’ne vapurla asker sevkiyatının yapılmasıyla başlar vetrajik olarak Sibirya treninde bir grup Türk askerinin büyük bir hayâl kırıklığı içinde Rus’laraesir düşmesiylede son bulur. Romanın genelinde gerilim ve aksiyon sahnelerinin ön planda olduğunu görmekteyiz. Roman gerek kurgu bakımından gerekse kişi ve mekân tasvirleri bakımından oldukça başarılıdır. Ayrıca yazar romandaki kişi sayısını sınırlı tutarak ve yoğun tasvirlerden uzak durarak olay akışının dağılmasını önlemiştir. İstanbul’da asker sevkiyatıyla başlayan yolculuk ve bu yolculuk boyunca yaşanan olaylar romanın genel temasını oluşturur. Bu yolculuk esnasından birçok detay öne çıkmaktadır. I.Dünya Savaşı’nın başlamasından önce Balkanlar’da savaşan Osmanlı, bu savaşın kaybedilmesiyle büyük bir hezimet yaşamıştır. Halkın morali oldukça bozulmuş, zaten yorgun ve bezgin olan halk henüz kendine gelmeden yeni bir savaşın içinde bulmuştur kendisini. Asker arasında tecrübeli olanların ruh hâli anlatıcı tarafından şöyle aktarılır: “Cepheye gidinceye dek tatlı bir tembelliğin ve uyuşukluğun yaşanacağını tecrübeli erler iyi biliyorlardı ama onlarda da belirgin bir yorgunluk seziliyordu. Daha önce Balkan Harbi’ne katılan erler şimdi de bir başka harbe gitmenin yılgınlığını yaşamadan edemiyorlardı. Onlar İstanbul’daki tatlı söylevlere, acemi erleri heyecana getirici ateşli konuşmalara hemen kapılmıyorlardı” (Bilgin, 2012: 14).Savaşın soğuk ve acımasız yüzünü görmüş olan tecrübeli askerler yeni bir savaşa doğru sürüklenirken nelerle karşılaşacaklarını az çok tahmin ediyorlardı. Romanda Öne Çıkan Olay ve Durumlar A. Sarıkamış Harekâtı Öncesinde Balkanlar Roman, Faik Çavuş adlı bir askerin gözünden anlatılır. Faik Çavuş, önce Balkanlar’da savaşmış tecrübeli bir askerdir. Orada hem askerin hem de Müslüman halkın yaşamış olduğu sıkıntılar Faik Çavuş merkezindeanlatılır.Balkanlarda yaşanan büyük acı İstanbul’da da devam etmiştir. Askerler ve muhacirler, büyük bir hayal kırıklığının yanında yorgunluk, açlık ve has139 talıklarla İstanbul’a geri dönmüştür. Balkan Savaşları sonrasında İstanbul’a getirilen askerlerhastaneye dönüştürülen camilerde tedavi edilmeye çalışılmıştır. Tifüs gibi salgın hastalıklar hem muhacirlerde hem de askerlerde büyük kayıplara sebebiyet vermiştir(Bilgin, 2012: 19-20). Romanda anlatılan bu acı durum Halûk Harun Duman’ınBalkanlara Veda adlı araştırmasında da ele alınmıştır. Yazar, İstanbul’da toplanan askerlerin çoğunun hastaneye dönüştürülen camilerin, okulların veya imarethanelerin sağlıksız şartları içinde tedavi edilmeye çalışıldığını ve yeterli imkânın bulunmadığı bu yerlerde tedavi edilemeyen hastaların çoğunun hayatlarını kaybettiğini belirtir (Duman, 2005: 312). Hem askerlerin hem de halkın bu durumda yeni bir savaşa yeterince hazır olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Balkanlarda Türk askerin yaşadığı sıkıntılar romanda Faik Çavuş adlı askerin gözünden anlatılır. Böylelikle yazar Sarıkamış temasından kopmayarak savaşın öncesi hakkında da bilgiler aktarır. Balkan Savaşları sırasında yaşanan bu trajik olaylar günlüklerde de karşımıza çıkmaktadır. Balkan Savaşı’ndayer almış olan Alman Binbaşı Hochwaechter’in günlüğünde yaşanan olaylar trajik olarak ele alınmaktadır. Yeterli miktarda gıda maddesi bulunamamış, bulunanların ise zamanında cepheye sevk edilemeyişi yüzünden askerler açlıkla karşı karşıya kalmıştır. Yetersiz beslenme kısa zamanda yerini salgın hastalıklara bırakırken sıhhiye teşkilâtının düzensizliği ve ilaç yokluğu yaralı askerlerin göz göre göre ölüme terk edilmesine yol açmıştır. Kolera ve tifüs gibi birçok hastalık ortaya çıkmıştır. Koleradan ölenler için metrelerce uzayan kireç kuyuları açılmış ve bazen yanlışlıkla ölmemiş hastalar da bu kuyulara atılmıştır (çev: Fahri Çeliker, Hochwaechter, 1979: 51).3 Balkanlardan büyük bir moral çöküntüsü içinde dönen Türk askeri Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle değişik cephelere yönlendirilmiştir. İlk olarak Kafkas Cephesi’ne doğru yola çıkan askerler en temel ihtiyaç malzemelerinden yoksun olarak yola çıkar. Osmanlı Devleti’nin Kafkasya’da giriştikleri savaş üç kademeli olarak gelişecektir. Birinci adım, 93 Harbi ile kaybedilen toprakların geri alınması, ikinci adım Kafkas halkını en çok Müslümanları Rus esaretinden kurtarmak ve üçüncü adım ise Hazar Denizi dolaylarında Orta Asya’da yaşayan Türklerle temasa geçerek Pan Turancılık akımını gerçekleştirmektir (Karal, 1947). B. Savaş Hazırlıkları 1914 senesinin Ağustos ayında Osmanlı Devleti’nde genel seferberlik ilan Bulaşıcı hastalıklar Balkan Savaşı’nın bir felakete dönüşmesinde büyük ölçüde etkili olmuştur. Alman subayı Hochwaechter’in savaş günlüğünde yaşanan bu hastalıklar ve tedavi şekilleri geniş bir şekilde anlatılmıştır. 3 140 edilmiş, Rusların doğu sınırlarını ihlal etmeleriyle bu seferberlik hâli olağanüstü hâle dönüşmüştür. O dönemin başkumandan vekili Enver Paşa’nın emriyle yukarıda bahsi geçen sebeplerlesavaş hazırlıklarına başlanmıştır. Ülkenin birçok yerinden doğuya askerler sevk edilir. Romanda da göreceğimiz bu sevk yerlerinden biri de Haydarpaşa Limanı’dır. Sirkeci İstasyonu’nda toplanan askerler Şirket-i Hayriye vapurları ile Haydarpaşa Limanı’na taşınır. Savaş hazırlığının tam olarak yapılmamış olması askerleri yolcu etmeye gelen halkın da gözünden kaçmamıştır. Soğuk havaya rağmen limana gelen sivil halktan bazıları üzgün, çaresiz bir hâlde askerlere bakar, gözleri, en çok potinleri delinen, kaputu olmayan, zayıf ve çelimsiz erlere takılır(Bilgin, 2012, 13).Haydarpaşa’dan MithatpaşaVapuru’yla Trabzon’a gönderilecek olan askerlerinhiçbiri nereye götürüleceklerini kesin olarak bilmezken kimi Çanakkale’ye kimi ise Ruslarla savaşmak için Erzurum’a gideceğini düşünür. İstanbul’dan Trabzon’a deniz yoluyla gelen askerler buradan da Erzurum’a doğru yürüyerek devam ederler. Zaten bundan sonra yolculuk hep yayan bir şekilde devam edecektir.Birçok eksiklikle yola çıkan askerlere içerisinde gıda maddesi ve askerî teçhizat getirecek olan vapurlar4Karadeniz’de hâkimiyeti ele geçiren Rus donanması tarafından batırılır. Böylece harekâtı gerçekleştirecek olan Üçüncü Ordu, ihtiyaç duyacağı tüm donanımlardan yoksun kalır.Trabzon’danErzincan’a yaklaşan askerlerin yol boyunca ihtiyaç duydukları ne varsa bir sonraki durağa ertelenir. Varacakları ilk yer Erzincan’dır. Burası askerlerin toplanma yerlerinden biridir. Burada tüm eksiklerin giderileceği askerlere söylenir.Fakat Erzincan’a ulaştıklarında askerler büyük bir hayâl kırıklığı yaşarlar. Çünkü buradaki erlerin de üstünde kaput yoktur, çoğunun ayağında da çarık vardır. Bazıları hâlâ mahalli kıyafetle dolaşmaktadır. Yol boyunca hayâlini kurdukları sıcak yemeğin, yatağın ve kalın giyeceklerin kendilerine verilemeyeceğini anlayan erler gece, üzerlerine alacakları bir battaniye bile bulamazlar. Ayrıca asker arasında ‘başıbozuklar’ diye adlandırılan, kırk yamalı bohça gibi rengârenk giysiler içinde eğitim yapan erler, savaş için yeteri kadar hazırlık yapılmadığın bir göstergesidir. Balkan Savaşı’ndan yeni çıkmış olan ordunun birçok ihtiyacı vardır ve maalesef bunlar giderilememiştir. Giderilemeyen bu eksikliklerin için daha önce5 olduğu gibi yine halka müracaat edilmiştir. Erzurum’da konaklayan 9. Kolordunun süvari tümeninin çok sayıda ata ihtiyacı vardır. Halk her zaman olduğu gibi yine orduya yardım etmeye çalışmış elde avuçta ne varsa vermişKafkas Cephesindeki Üçüncü Ordu’ya elbise ve ayakkabı gibi kışlık giysi, buğday ve bakla gibi gıda maddeleri ve cephane gibi askeri malzeme götürmek için yola çıkan üç sivil yük gemisi Bezm-i Alem, Bahr-i Ahmer ve Mithatpaşa Rus donanmasına ait savaş gemileri tarafından batırılır. 4 5 1877-1878 Savaşı (93 Harbi). 141 tir.Ticaret yollarının kapanmasıve savaşın çıkmasıyla elinde bir şey kalmayan Erzurum halkının kendi işinde kullandığı, yük taşıdığı, yolculuk yaptığı atları da elinden alınmaktadır (Bilgin, 2012: 52-54). Burada dikkatimizden kaçmayan bir diğer husus Erzurum halkının tüm sıkıntılarına rağmen yine fedakârlıktan kaçınmamasıdır. Savaş hazırlığının tam yapılmaması, mevsim şartlarının ve coğrafi şartların olumsuz yönlerinin hesaba katılmaması savaşın da seyrini değiştirmiştir. Binlerce asker düşmana bir kurşun bile atmadan şehit olmuştur. Soğuktan kurtulup Sarıkamış’a gelen birçok asker ise sayı bakımından üstün olan Rus kuvvetlerine esir düşmüştür. Esir düşen askerlerin ilk durak yeri Sarıkamış’taki Rus karargâhıdır. O dönemde esir düşen Türk subaylarından biri olan Tahsin İybar,günlerce soğuk, açlık ve düşmanla boğuşan Türk subay ve askerlerin perişan vaziyetini gören Rus tümen komutanın şaşkınlığını hâtıralarında şöyle anlatır: “...93’den beri ordunuz terakki etmiş. Almanlar’dan hayli şeyler öğrenmişsiniz. Fakat Sarıkamış üzerine yaptığınız bu hareketi bir türlü anlayamadım.Kaleboğazı’ndan, Allahüekber Dağı’ndan bu mevsimde aşmanıza hayret ettim.Bahusus ki ordunuzun kış teçhizatı da noksan. Böyle bir manevranın saikinedir?Aklım ermedi... Biz Mayıs’ta Tiflis’ten Sarıkamış’a gelsek kürkümüzü, yüneldivenlerimizi almadan yola çıkmayız. 30-35 sene evvel buralar sizindi. Aralıkayında bu dağların nasıl bir soğuk yaptığını bilen tecrübeli bir general ordunuzda yokmuydu?” (İybar, 1950: 25-26).Roman boyunca yaşanan en büyük sıkıntı belki de mevsim şartlarına göre yeterince hazırlık yapılmamış olmasıdır. C. Savaş ve Askerin Yaşadığı Zorluklar Romanın büyük bölümünde 3. Ordu bünyesindeki birliklerin Sarıkamış yolunda yaşadıkları güçlükler anlatılır. Mevsimin ve coğrafyanın ağır şartları askeri olumsuz etkilemektedir. Askerler Trabzon’dan Erzurum’a oradan da Sarıkamış’a gitmek üzere çıkarlar. Sıfırın altında 25 derece soğukta karlara bata çıka günlerce yürüyen askerlerin durumu romanda sürekli dile getirilmiş, böylelikle mevsimin ve coğrafyanın olumsuz şartları okuyucunun nazarında canlı tutulmaya çalışılmıştır. Böyle soğuk bir havada günler boyunca yürüyüş yapan askerler cepheye neredeyse yazlık denebilecekkıyafetlerle gelmiştir. Tabiatın çetin şartlarına açlık da eklenince askerlerin uzun yolculuğu oldukça müşkül bir hâl almıştır. Harekât için yeterli hazırlık yapılamaması birçok sıkıntıyı beraberinde getirmiş hatta verilen on binlerce kaybın asıl nedeni olmuştur. Romanda da gözlemlediğimiz üzere az sayıda askerin kaputu ve potini vardır. Ayağında çarıkla kar ve çamur üzerinde güçlükle yürüyen askerler zaman zaman yere düşerler, elbiseleri iyice ıslanır ve daha fazla üşürler. Hâlbuki Rus askeri kış 142 mevsimi için gerekli kaput, bot ve yiyecek hazırlığını tam yapmıştır. Kıyafet ve açlık probleminin yanında salgın hastalıklar da işin tuzu biberi olmuş, askerin korkulu rüyası tifüs salgını birçok cana mal olmuştur. Askerlerden bazıları açlık ve soğuğun etkisiyle takatten kesilir, yolun kenarına düşer. Düşen bu askerlerden çoğu bir daha kalkamamakta ve donarak ölmektedir. Yol kenarlarındaki donmuş asker cesetleri, Mehmetçiğin moralini bozmakta ve dayanma gücünü azaltmaktadır. Bu askerlerden biri olan Yakup, bu zorlu yolculuk esnasında tüm bu olumsuz şartlar yüzünden gözlerini kaybeder. İyice psikolojisi bozulan Yakup, kör olmayı kabullenemez ve içine düştüğü bu çıkmazdan kurtulmak için kendisini uçurumdan aşağı atar (Bilgin, 2012: s. 165-172). Romanın bir başka bölümünde yine bir asker soğuk ve açlıktan dolayı gücü kalmayınca yüzükoyun yere düşer.Yanına gelen subay askere bağırarak kalkmasını emreder. Kalkacak dermanı bulamayan asker aç olduğunu artık dayanamayacağını söyler. Subay biraz daha dayanmasını bir süre sonra herkese bol miktarda yiyecek dağıtılacağını söylese de asker buna inanmaz ve karlar üstünde son nefesini verir(Bilgin, 2012: 254-255). Soğuk ve açlık askerler için düşmandan tehlikeli bir hâl almıştır. Askerin açlıkla imtihanı romanın yine başka bir yerinde karşımıza çıkmaktadır. Ragıp Paşa komutasında bulunan 11. Kolordu, Hasankale’nin güneyindeRuslar’ı oyalamakla görevlidir. Günlerce süren çatışmalar neticesinde askerin yiyeceği neredeyse tükenmiştir. Ragıp Paşa zaten yarı çıplak savaşan erlerin karınlarının doyurulmadığı takdirde başarının da mümkün olmadığını söyler ve bunun üzerine Erzurum Valisi Tahsin Bey’e telgraf çeker. Telgrafında Ruslarla çarpışmakta olan ordunun yiyeceğinin tükenmek üzere olduğunu bundan dolayı acele yiyecek gönderilmesini ister. Erzurum Valisi Tahsin Bey hem nasıl yiyecek bulacağını hem de kapalı yollardan orduya nasıl yiyecek taşınacağını düşünürken Ragıp Paşa ikinci bir telgraf çekerek durumun vahametini bildirir: “Acele ama çok acele yiyecek yetiştirin”. Askerlere tekrar yiyecek temin edebilmek için yine bölge halkına başvurulur. Kendi yiyeceği dışında elde avuçta bir şeyi kalmayan halk kendine ayırdığı yiyecekleri de sırtlanarak valiliğe getirir (Bilgin, 2012: 71). Erzurum halkının gerek 93 Harbi denilen Osmanlı-Rus Savaşı gerekse Sarıkamış Harekâtı için yapmış olduğu fedakârlığın henüz edebî ürünlerde hak ettiği ilgiyi gördüğünü söylememiz pek mümkün değildir. Günlerdir karlar üstünde kaputsuzve botsuz yürümek zorunda kalan erler açlığın da etkisiyle iyice yıpranmış olarak Oltu’ya girerler. Sarıkamış’a yürüyen tümenlerin buluşma noktası Oltu’dur. Burada Rusların kurduğu büyük iaşe depoları vardır. Şehre giren erler önce komutanlarının emirlerine uyarak bu iaşe depolarına dokunmazlar. Fakat kendilerine yemek ve143 rilmesi geciken askerler kalabalık grupların da gelmesiyle bu iaşe depolarını yağmalar. Komutanlar bu yağma olayına engel olmaya çalışsa da başarılı olamazlar(Bilgin, 2012: 210). Soğuk ve açlıkla mücadele eden erlerin yapmış oldukları yağmalar sadece Oltu’da karşımıza çıkmaz. Romanın dışında tarihî belgelerde de bu yağma olayını görmekteyiz. İhtiyat Süvarisi Kolordusu Komutanı Mehmet Fazıl Paşa’nın 3.Ordu komutanına yazdığı raporda askerlerin yağma edecek bir şey bulamayınca kendi bölük ve alay subaylarının eşyalarını çaldıklarını bildirir. Bu yağma olayından korunmak için düzenli orduya ait elli asker istemesi tarihi kayıtlarda yer almaktadır (Müderrisoğlu,2007: 43). Çaresiz kalan askerlerin en temel ihtiyaçlarının bile karşılanmaması maalesef yağma gibi istenmeyen bazı olayların gerçekleşmesine neden olmuştur. Sarıkamış denilince şüphesiz Türk halkının aklına Allahuekber Dağları’nda donan askerler gelmektedir. Hafız Hakkı Bey komutasında 10. Kolordu’nun 30. ve 31. Tümenleri Allahuekber Dağları’nı aşmak için 20 bin kişiyle yola çıkar. Fakat dağları aşıp Beyköy ve Başköy’e gelebilenlerin sayısı 3200’dür. Geride kalan askerler donarak ölmüşlerdir. (Sönmez, Yıldız, 2007: 228).Askerlerin çoğu paltosuz, yırtık çoraplarla savaşmaya çalışmışve gece siperlerde açıkta yatmak zorunda kalmışlardır. Rus kuvvetlerinde ise gereken hazırlık tamdır. Sarıkamış cephesinde yer almış olanTuğgeneral Ziya Yergök,hatıralarındaRus askerlerin tepeden topuklarına kadar uzanan kaputları, sıcak tutan içlikleri ve ayaklarında da deri veya keçeden çizmeleri olduğunu aktarmıştır (Yergök, 2007: 33).Hâtıralarda yer alan bu bilgiler aynı iklim koşullarında farklı iki devletin savaş için yapmış oldukları hazırlığın karşılaştırılması adına önemlidir. Soğuktan korunmak isteyen askerler değişik yollara başvurmuşlardır. Kimi zaman atların yemliklerini başlarına takmış kimi zaman ayaklarının donmaması için ağaçlara çıkmışlardır. 32. Tümenin erleri de gecelemek zorunda kaldıkları bir yerde Ruslara görünmemek için ateş yakmaları yasaklanmışve donmamak için ağaçlara çıkmışlardır. Sabah olduğunda acı tablo ortaya çıkmaktadır. Dallara çıkan askerin birçoğu donarak ölmüştür (Bilgin, 2012: 244-248).Romanda yer alan bu durum çaresiz kalan askerlerin yaşamış olduğu bu büyük trajediyi gözler önüne sermektedir. -25 derece soğukta sabahlamak kolay değildi ve dahası ateş yakmak da yasaktı. Donmamak için sürekli hareket etmek gerekiyordu. Gün ışıyıp da subaylar dağınık halde geceleyen askerleri toplamaya çıkınca tüyler ürperten bir durumla karşılaşırlar. Büyük çamların alçak dallarında kimi oturmuş vaziyette kimi de ayakta duran askerler komutanlarının çağrılarına icabet etmemekteydiler. Kimi ağaçlarda donarak şehit olmuş kimi de ağaçlardan donarak düşüp ağaç diplerinde şehit olmuşlardı (Taşyürek, 2006: 276). Sarıkamış Harekâtı ile ilgili 144 çalışmalar yapan Muzaffer Taşyürek de yaşanan bu dramı dikkatlere sunarak Türk askerinin soğuğa karşı verdiği mücadeleyi ele almıştır. Sarıkamış-Beyaz Hüzün romanında askerlerde donma olayının nasıl gerçekleştiği çarpıcı bir biçimde anlatılır. Soğuktan ölen askerlerde donma eylemi önce çarık içindeki ayaklarda hissedilen ince bir sızı ile başlar. Bu sızı, ayak parmaklarına, oradan ayak bileklerine kadar ulaşınca hissizliğe dönüşür ve asker yürüyemez bir hâle gelir. Kalkmak için çırpınır ama nafile. Yere düşen askerler önce üşüme, titreme ve bir müddet sonra tatlı bir ılıklık hisseder. Ayak bileklerinden bacaklarına doğru yayılan bu uyuşukluk hâli tatlı bir uykuya dönüşür. Damarlarındaki kan kristalize olup buz hâline gelen asker son nefesini hiç acı çekmeden verir (Bilgin, 2012: 240-241). Böylelikle Sarıkamış Harekâtı son nefesini donarak veren on binlerce askeriyle dünya tarihinde eşine az rastlanan bir savaş olarak tarihe geçmektedir. Sonuç Dünya tarihinin en trajik olaylarından biri Anadolu topraklarında gerçekleşmiştir. Altı yüzyıllık bir devlet yıkılırken birileri içeride ve dışarıda hesapları yeniden yapma derdinde, kartları yeniden dağıtma uğraşındayken Türk milleti için on bir yıllık (1911-1912 Trablusgarp, 1912-1913 Balkan, 1914-1918 Birinci Dünya ve 1918-1922 Kurtuluş) bir savaş dönemi başlamıştır. Anılan dönemde, açlıkla, yoklukla ve türlü sıkıntılarla mücadele ederek ayakta kalmayı başaran bu millet sonunda bağımsızlığını korumayı bilmiştir. Bunun için maddi-manevi büyük bedel ödemek zorunda kalsa da gerek cephede çarpışan askeriyle gerekse cephe gerisindeki halkıyla destansı bir mücadele örneği sergilemekten geri durmamıştır. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda aynı anda birden fazla cephede savaşmak zorunda kalmış ve sonuçta yüz binlerce insanını kaybetmiştir. Bu cephelerin içerisinde herhalde en dikkat çekici olan Kafkas Cephesi’dir. Yaşanan hezimetin nedenleri ve sonuçları bir yana bizi ilgilendiren bu cephede yaşananların edebî ürünlerde hak ettiği değeri henüz bulamamış olmasıdır. Sarıkamış-Beyaz Hüzün romanında yazar, tarihî gerçeklerden yola çıkarak askerlerin ve halkın yaşamış olduğu bu trajik olayı kurgulamıştır. Romanın başında askerleri uğurlamaya gelen halkın, Şehitsen secdeler yüce ruhuna der Yer Allahüekber, gök Allahüekber şeklinde söylediği marştaki ‘Allahüekber’ lafzı binlerce askerin Allahuekber Dağları’nda donarak ölmesine açık bir göndermedir. Sarıkamış Harekâtı için çok şey söylemek mümkündür: Savaş için yanlış bir politika yürütülmesi, savaş hazırlığının eksikliği, salgın hastalıklar ve dondurucu soğuk gibi birçok etken on binlerce askerin savaşamadan ölmesine neden 145 olmuştur. Henüz hak ettiği değeri bulamamış olsa da gün geçtikçe yapılan çalışmalar ümit vericidir. Bu noktada romanın yazarı İsmail Bilgin’in kitaba dair söylediklerine katılmamak mümkün değil: “Sarıkamış bir yenilgi. Hezimet düzeyinde… Çok yürek burkan sahneler yaşanmış. Bunları kitabımda anlattım. Ama saçlarımı beyazlatan kitap oldu Sarıkamış-Beyaz Hüzün… Yenilgi de olsa; bir kırık ümide tutunarak, her türlü imkânsızlık içinde Sarıkamış’a yürüyenleri, çarpışanları, donan askerlerimizin hatırasını yaşatmalıyız diye düşünüyordum. Onlar birer kahraman… Sadece düşmana karşı değil, soğuğa, dağlara bile meydan okuyan kahramanlar…”(Bilgin, 2014). 146 Kaynakça 1. AKTAŞ, Şerif, Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Akçağ Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 1991. 2. ARGUNŞAH, Hülya, Türk Edebiyatında Tarihi Roman (Türk Tarihiyle İlgili), (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Marmara Üniversitesi, 1990. 3. BELEN, Fahri, 20. Yüzyılda Osmanlı Devleti, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1973. 4. BİLGİN, İsmail, Sarıkamış-Beyaz Hüzün, Timaş Yayınları, 25. Baskı, İstanbul, 2012. 5. ÇIKLA, Selçuk, “Romanda Kurmaca ve Gerçeklik”, Hece Türk Romanı Özel Sayısı, S. 65/66/67, Temmuz 2002. 6. DUMAN, Hâluk Harun, Balkanlara Veda, Duyap Yayınları, İstanbul, 2005. 7. HOCHWAECHTER,G.Von, Türklerle Cephede,çev: Fahri Çeliker, Askeri Tarih Bülteni Eki, no: 8, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1979. 8. İYBAR, Tahsin, Sibirya’dan Serendib’e, Ulus Basımevi, Ankara, 1950. 9. KARAL, Enver Ziya, Büyük Osmanlı Tarihi, c.5, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara. 10. KÖROĞLU, Erol,Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı (1914-1918),Propagandadan Millî Kimlik İnşâsına, İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2004. 11. KUNDERA, Milan, Roman Sanatı, çev. İsmail Yerguz, Afa Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 1987. 12. MÜDERRİSOĞLU, Alptekin, Sarıkamış Dramı, Denizbank Kültür Sanat ve Yayıncılık,2. Baskı, İstanbul, 2007. 13. SARIKOÇ,Hüseyin, “İsmail Bilgin İle Tarihe Yolculuk”, http://www.sanatalemi.net/kose_yazi.asp?ID=6978 (Erişim tarihi: 15.10.2014). 14. TAŞYÜREK, Muzaffer, Bir Hüznün Tarihi Sarıkamış, Yitik Hazine Yayınları, İstanbul, 2006. 15. YERGÖK, Ziya, Sarıkamış’tan Esarete, (Haz.: Sami Önal), Remzi Kitapevi, 8. Baskı, İstanbul, 2007. Özet Balkan Savaşı’ndan henüz çıkan Osmanlı Devleti hem yorgun hem de hazırlıksız olarak kendini I. Dünya Savaşı’nın içinde bulmuştur. Aynı anda birçok cephede savaşmak zorunda kalan devlet birçok kayıp vermiştir. Bu cephelerde birçok trajik olay yaşanmıştır fakat herhalde hafızalardan uzun süre silinmeyecekler Sarıkamış Harekâtı esnasında gerçekleşmiştir. Türk askeri çok büyük kayıplar vermiş ama bu kayıpların çoğunu düşmana karşı değil soğuğa karşı vermiştir. Yeterince savaş hazırlığının yapılmaması ve olumsuz iklim koşulları on binlerce askerin donarak ölmesine sebep olmuştur. Bu hazin olayın edebiyatımızda da yer bulmaması mümkün değildir. Son dönemde Sarıkamış Harekâtı’nı çeşitli açılardan ele alan kitaplar yayımlansa da bunlar savaşın ihtiva ettiği mânâ itibariyle yeterli değildir. İsmail Bilgin’in Sarıkamış-Beyaz Hüzün isimli romanı, Kafkas Cephesi’ nde yaşanan bu trajediyi geniş bir bakış açısı ile ele almıştır. Roman, kurmaca olmasına rağmen askerin psikolojisini etkili bir şekilde yansıtması 147 yönünden yayınlanan eserler içinde öne çıkmaktadır. Aynı zamanda yazar tarihî belgelerden de yararlanarak romanın gerçeklik boyutuna katkı sağlamıştır. Bu çalışmada Sarıkamış-Beyaz Hüzün isimli romanda İstanbul’dan Kafkas Cephesi’ne gönderilen askerlerin hem düşmanla hem de tabiat şartlarıyla yaşamış olduğu zorluklar ve bu zorlukların kurmaca dünyasına nasıl aktarıldığı ele alınmıştır. Anahtar Sözcükler: Sarıkamış-Beyaz Hüzün, Sarıkamış Harekâtı, İsmail Bilgin, Birinci Dünya Savaşı. 148 SAVAŞ SIRASINDA OSMANLI TOPLUMU VE KURUMLARI Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devletinde Dini Kurumlar ve Hizmetleri Ayşe YANARDAĞ* Giriş Osmanlı Devleti’nde dini kurumlar Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren devlet teşkilatı içerisinde bir otoriteye bağlanmıştır.Daha önce meşhur müftüler için şeref unvanı olarak kullanılan Şeyhülislam ilmiye sınıfının başkanına verilmiş ve fetva ve kaza işleri ayrılmıştır. Şeyhülislam unvanı sadece İstanbul müftüsüne verilmiş, diğer İslam coğrafyalarında ulaşamadığı bir dini ve siyasi nüfuz kazanmıştır.1Divan üyesi olmamakla beraber, gerektiğinde görüşleri alınan, manevi nüfuza sahip ve teşrifat üstü olan Şeyhülislamlar ilmiye sınıfının başkanı olarak sadece dini meseleler hakkında sorulan sorulara fetva ile cevap vermişlerdir.216.yüzyıldan sonra özel konularda fetva verme işini Fetva Eminlerine bırakan3Şeyhülislamlara 1826’ya kadar daire tahsis edilmemiş,kendi konaklarında halkın içinde yaşamaları onların nüfuzunu arttırmıştır.4 19. yüzyılda bozulan devlet kurumlarında, dolayısıyla ilmiye teşkilatında da ıslahatlar yapılmıştır. Daha önce yeniçeri ağalarına verilen Ağa Kapısı Şeyhülislamlık dairesi olarak tahsis edilmiştir. İlmiye sınıfının nüfuzunu kırmak ve kontrol altına almak isteyen II.Mahmut Şeyhülislamlık makamını Nazırlık/Bakanlık haline dönüştürmüştür. Şeyhülislamın görev süresi hükümetin ömrü ile sınırlanmıştır.5 Ayrıca Bektaşi tarikatı kaldırılmış ve zengin gelirli vakıflara sahip olan tarikatlar Şeyhülislamlığa bağlanarak teftiş edilmiştir.6 1866’da Şeyhülislamlığa bağlı Meclis-i Meşayıh, tarikatları düzenlemek, medrese-tekke ayrılığını ortadan kaldırmak amacıyla kuYrd. Doç. Dr., Cumhuriyet Üniversitesi, [email protected]. J.H. Kramer, “Şeyh-ül-İslam”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 11, MEB, Eskişehir, 1997, s 486-488. Yılmaz Yurtseven, “Osmanlı Klasik Döneminde İdeoloji, Din ve Siyasi Meşruiyet Üzerine Kısa Bir Değerlendirme”,Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, CXI, Sayı 1-2, 2007, s 1255-1280. * 1 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt 4, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996, s 499.Kramer, a.g.m. s 486. Bu konuda daha geniş bilgi için bakınız. Ekrem Kaydu, “Osmanlı Devleti’nde Şeyhülislamlık Müessesesinin Ortaya Çıkışı”, Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dergisi, Sayı 2, Ankara, 1977, s 201-210.Talip Ayar, “Osmanlı Devlet Teşkilatında Fetva Eminlerinin Görevleri”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 38, Erzurum 2012, s 403-421. İsmail HakkıUzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiyye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1998, s 201. 2 3 Ayar, a.g.m. s 403-421. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiyye…s 201. Ekrem Sarıkçıoğlu, “Osmanlı Devleti’nde Dini İdare Şeyhülislamlık”, Tartışılan Değerler Açısından Türkiye Sempozyumu (17-18 Haziran 1995), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1996, s 151-156. 4 5 Enver Ziya Karal, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt 4, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996,s 303. Osman Sacid Arı, Meclis-i Meşayıh Arşivine Göre 1296-1307 (1879-1890) Yılları Arasında Osmanlı Tekkelerinde Ortaya Çıkan Problemler, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, s 93-165. 6 151 rulmuş, Birinci Dünya Savaşı yıllarında son şeklini almıştır.7II. Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki,Meclis-i Meşayıh aracılığıyla tekkelere kendilerine yakın isimleri atamışlardır.8 Ayrıca tarikatlar çeşitli basın-yayın faaliyetlerinde bulunarak gittikçe daha siyasallaşmışlardır. 19.yüzyılda nazırlık haline getirilen Şeyhülislamlık makamına bağlı taşra müftüleri ile ilgili düzenlemeler yapılmıştır. Müftüler bu dönemde oluşturulan nezaret meclislerinin hepsinde yer almışlardır. Bir nevi meclislerde alınan kararların onay mekanizması olarak ıslahatlara ulemanın desteği sağlanmak istenmiştir. Meclislerde müftülerin varlığı alınan kararların şer’i onaydan geçişi bürokrasiyi hızlandırarak Şeyhülislam’ın işlerinin azaltmıştır. Merkezi otoriteyi sağlamaya yönelik olarak yapılan ıslahatlar, müftülerin 19.yüzyılda idari yapı içerisindeki yerlerini netleştirmiştir.9 Bozulan ilmiye sınıfının rüşvet gibi yolsuzluklarını engellemek için “Tarik-i İlmiyyeye Dair Ceza Kanunnamesi” çıkarılmıştır.10 Ancak düzenlemeler müftülerle ilgili bu tür şikâyetleri ortadan kaldırmamıştır.111873 ve 1889 tarihli düzenlemelerle vilayet ve kaza müftüleri Kadı naibi olarak atanmışlar ve adli işlerden sorumlu olma süreci başlamıştır.12 İslam’ın Sünni mezhebini, Şii mezhebine karşı savunmak üzere ortaya çıkan medreseler bu özelliklerini Osmanlı Devleti’nde devam ettirmişlerdir. Dini ağırlıklı eğitim veren medreselerde verilen eğitim 19.yüzyılda sorgulanmaya başlanmış, ancak medreselerin ıslahı teşebbüs edilmişse de mümkün olmamış, yeni okullar kurularak medreselerin etkisi kırılmaya çalışılmıştır. Yeni açılan mektepler medrese etkisinde olmakla birlikte, nispeten akla dayalı eğitim vermişlerdir. Bu durum kültürel ikilik yaratmış, mektep-medrese çekişmesine neden olmuştur. Medreseler din eğitiminin verildiği yerler olarak kalmışlardır.13 Ülkedeki bütün tarikatlar, müftüler ve diğer ilmiye sınıfı üyeleri, cami(mescit) ve medreseler kaldırılana kadar Şeyhülislamlık makamına bağlı kalmıştır. Osmanlı Devleti yöneticileri Avrupa’nın artan gücü karşısında kurumlarını sorgulamaya başlamış, yetersizliğini kabul etmiş ve ısla7 Mustafa Kara, Metinlerle Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarikatlar, Sır Yayıncılık, İstanbul, 2003, s 211 Ünver Günay, A.Vehbi Ecer, Toplumsal Değişme Tasavvuf, Tarikatlar ve Türkiye, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri, 1999, s 211 8 Esra Yakut, “II.Meşrutiyet Dönemi’nde Müftülerle İlgili Gerçekleştirilen Düzenlemeler”, Sosyal Bilimler Dergisi 2003-2004, s 34-54 9 Erdoğan Keleş, Tanzimat Dönemi’nde Rüşvetin Önlenmesi İçin Yapılan Düzenlemeler (1839-1858), s 260 http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/35/313.pdf 10 Kemal Daşçıoğlu, “Osmanlı Döneminde Rüşvet ve Sahtekârlık Suçları ve Bunlara Verilen Cezalar Üzerine Bazı Belgeler”, Sayıştay Dergisi, Sayı 59, s 121 http://www.sayistay.gov.tr/dergi/icerik/der59m5.pdf 11 12 Yakut, a.g.m, s 39 Mehmet Koçer,Şule Egüz, ‘’Türk Eğitim Tarihinde Sekülerizm”,TurkishStudies- International PeriodicalForTheLanguages, LiteratureandHistory of TurkishorTurkic Volume 9/5 Spring 2014, p. 1447-1457, ANKARA-TURKEY 13 152 hatlar yapmıştır. Dini kurumlara gelince bunların sorgulanması Avrupa’da Katolik Kilisesinin sorgulandığı ve mezhep savaşlarıyla sonuçlandığı şekilde gerçekleşmemiştir. Başlangıçtan beri siyasi ve dini tartışmalara14 konu olan Halifelik makamı Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferinden sonra Osmanlı Devleti’ne geçtiği15 genel bir kabul haline gelmiştir.16Sünni Hilafet anlayışına sahip olan Osmanlı Devleti’nde Hilafet, padişahın otoritesini kutsallaştırıp pekiştirmiştir.17 Padişahın otoritesinin kutsallaşması, devleti İslam dininin kurallarına göre yönettiği sürece geçerli olup aksi takdirde Halife olsa dahi Şeyhülislam fetvasıyla tahttan indirilebilmiş ve öldürülebilmişlerdir.18 Padişahın hâkimiyetini ve emretme yetkisini kutsallaştıran Halifelik, saltanat ile birlikte olarak padişahın şahsında temsil edilmiştir. Yine de Halifelik Hıristiyanlıktaki ruhbanlık anlayışını ve sınıfını meydana getirmemiştir. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nda Kırım Müslümanlarının dinen Osmanlı sultanlarına bağlı olduğu vurgusu Halifelik için dönüm noktası olmuştur. Sultanın siyasi ve dini yetkilerinin ayrılması olarak değerlendirilmiştir.19 İç ve dış siyasette dikkat çekmeye başlayan kuruma20 II.Abdülhamit’in İslamcılık politikası ilgiyi yoğunlaştırmıştır. Devletin zayıflaması ve dağılma dönemine girmiş olması nedeniyle devleti kurtaracak bir politika olarak ele alınmıştır. Birinci Dünya Savaşı’na giden süreçte devletlerarası rekabetin artmasına paralel olarak Osmanlı topraklarında çatışan çıkarlara sahip devletler özellikle İngiltere ve Almanya’nın Halifelik kurumundan beklentileri ve ele alışları farklı olmuştur. Osmanlı Devleti’nin müttefiki Almanya, halifelik kurumunu İngiliz ve müttefiklerinin sömürgelerindeki Müslümanları ayaklandıracak ve savaşı kendi lehlerine çevirecek bir araç olarak kullanmak istemişlerdir. İngiltere 18.yüzyılın sonunda kurumun önemini fark etmiş ve Hindistan’da Müslümanların isyanlarında, Orta Asya’da artan Rus nüfuzuna karşı Osmanlı Halifesinden yardım istemiştir.21Türkistan, Afganistan ve 14 T.W. Arnold, “Halife”, İslam Ansiklopedisi Cilt 5/1, Milli Eğitim Bakanlığı, Eskişehir, 1997, 148-155 15 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt 2, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996, s 292. Bu konuda görüşler için bakınız: Ş.TufanBuzpınar, “Osmanlı Hilafeti Meselesi: Bir Literatür Değerlendirmesi”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 2, Sayı I, 2004, s 113-131. 16 17 Yurtseven, a.g.m., s 1264. Hande Seher Demir,“Klasik Dönem Osmanlı Devleti’nde Din-Devlet İlişkilerinin Laiklik, Sekülerizm, Teokrasi ve Din Devleti Sistemleri Kapsamında İncelenmesi”, Ankara Barosu Dergisi, Sayı 3, 2013, s 271-281. 18 Namık Sinan Turan, “Osmanlı Hilafeti’nin 19. Yüzyılda Zorlu Sınavı: II.Meşrutiyet’e Giden Süreçte ve Sonrasında Makamı Hilafet”, İ.Ü.Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No 38, (Mart 2008), s 285. 281-322 19 20 Buzpınar, a.g.m., s 122. Azmi Özcan, “İngiltere’de Hilafet Tartışmaları, (1873-1909)”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı 2, 1998, s 49-71. 21 153 Hindistan’daki Müslümanların Osmanlı ile dinsel ilişkilerini dikkatle takip eden İngiltere ve basını ile ilgili haberler, Osmanlı Devleti’nin elçilikleri tarafından hükümete bildirilmiştir.22Osmanlı Devleti bu bölgedeki Müslümanlarla kültürel ilişkiler kurmaya, hac gibi dini ibadetlerinde kolaylık sağlamaya çalışmıştır.23 İngiltere ise Almanya’nın daha güçlü bir düşman olarak belirmesi üzerine, bu kez İslam tarihindeki Halife tartışmalarını gündeme getirmiştir. Buna göre Araplara ait olan ancak Osmanlı’ya geçen Halifelik makamının Araplar üzerindeki nüfuzu engellemek amacıyla İngiltere 19. yüzyılda çalışmalara başlamıştır.24 Bir başka kavram ve kurum olan ve İslam tarihinin başlangıcında manevi bir mücadele anlamında kullanılan cihat kavramı tarihi koşulların etkisiyle din uğruna yapılan maddi cihat, yani silahla savaş anlamı eklenmiştir. İlmiye sınıfının yaptığı çalışmalar manevi cihat olup, içtihat kapısının kapanmasıyla gelişimisona ermiş, maddi cihat gelişmeye devam etmiştir25. Silahla yapılan kutsal savaş anlamındaki cihat sayesinde, Osmanoğulları topraklarını genişletmişlerdir.26 Birinci Dünya Savaşı’nda Dini Kurumlar 1. Hilafet, Cihad-ı Ekber (Kutsal Savaş)Fetvası Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na girdiği zamanİslam dininde kurumsallaşmış olan başta hilafet vefetva olmak üzere dini müesseseleri ciddi şekilde harekete geçirmiştir. İslamcılık politikasının bir parçası olarak savaşa girerken halifenin yayınladığı Cihad-ı Ekber fetvasından beklentisi yüksek olmuştur.27 Fetvayla bu savaşın dinsel/kutsal bir savaş olduğu gerekçeleriyle açıklanmak suretiyle dünya üzerindeki bütün Müslümanlar savaşa çağrılmıştır. Özellikle İngiltere ve müttefiklerinin sömürgesi olan Müslüman memleketlerinin Osmanlı ve müttefiklerinin yanında savaşa katılmasını sağlamaya çalışmışlardır. Bu ülkelerdeki Müslümanların İnBOA, Y.PRK. HR, 1/16, Belgelerle Osmanlı-Türkistan İlişkileri (XVI-XX.Yüzyıllar), Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 2005, s 79-81 22 BOA, Y.PRK. AZJ 50/33, 51/70, BOA, MV, 146/28,BOA, Sicill-i Ahval Defteri, s 15-16,Belgelerle Osmanlı-Türkistan İlişkileri (XVI-XX.Yüzyıllar), Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 2005, s 104-118 23 24 Özcan, a.g.m, s49 25 Halim Sabit Şibay, “Cihad”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 3, Eskişehir, MEB, 1997, s 164-171 Fuat Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999, s 78-80, Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhitler (15.-17. Yüzyıllar), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1997, s 153 26 Cihadın haklılığını anlatan askeri piyes sahnelenmiştir. Bakınız. İsmet Üzen, Hanifi Aslan, “Halife Ordusu Mısır ve Kafkasya’da Adlı Askeri Piyesteki İslamcı Unsurlar”,Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 28, 2010, s 177-191 27 154 giltere ve müttefiklerine dini hislerle isyan etmeleri beklenmiştir. Bu beklenti o kadar yüksek olmuştur ki Türk-Alman ittifak antlaşması 2 Ağustos 1914’te imza edilmesinin hemen ardından dinsel isyanlar çıkarabilmek için hazırlıklar Almanya ile birlikte yapılmıştır. Bu amaçla İran, Afganistan ve Hindistan’da Rauf Bey komutanlığında bir müfreze hazırlanarak 15 Eylül 1914’te yola çıkarılmıştır. Sivil kimliklerle gizlice hazırlanan Rauf Bey müfrezesi dinsel propagandalar yapacaklardı. Almanların da bulunduğu müfrezede bu subaylar kendi devlet çıkarlarına uygun olarak Türklerin etkinliğini kırmak istemiş, İslam toplumlarını kendi nüfuzlarına almaya çalışmışlardır.28Savaş yıllarında devletin istihbarat teşkilatı Müslüman coğrafyalarında uygulamaya çalıştığı İslam birliği faaliyetleri29istihbarat sıkıntılarına rağmen devam etmiştir.30Almanlar ise bahsedildiği üzere Halifelik kurumundan ve din olgusundan yararlanmak isterken bunu Türklerin çıkarlarını korumak amacıyla yapmamışlardır. Kontrolün kendilerinde olmasını isteyen Almanlar Türkleri ve dolayısıyla Halifeliği yardımcı bir unsur olarak kullanmak istemişlerdir. 18. yüzyıldan beriHilafet Kurumu ile ilgilenen İngiltere’nin ve diğer devletlerin Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce ve savaş sırasında bu tür çalışmalara hız verdiği Osmanlı basınından takip edilebilmektedir.31Hilafet ve saltanat ayrılığına dolayısıyla din ve devlet ayrılığına dair yazılar İngiliz basınında yer alınca Osmanlı basınında, özellikle Sebilürreşat’ta genişçe ele alınmış ve karşı çıkılmıştır. Din ile devletin birbirinden ayrılamayacağı savunulmuştur. Bu tartışmalar dinsel olup bildiride bu kavramları tartışmak amaçlanmamış, ancak şuna dikkat çekilmeye çalışılmıştır. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Avrupa çıkışlı da olsa, Türkler arasında din ve devlet ayrılığı ile ilgili tartışmaların yer almış olmasıdır. Bu tartışmalar ister istemez diğer dini kurumlara genişlemiştir. Ancak genişleyen tartışma İslam dini açısından fetva, müftü, kadı gibi kurumların tarihi süreci, gerekliliği ve niteliklerine32 dair olmuştur. Fransa19. Yüzyıldan itibaren ele geçirdiği Fas, Tunus gibi Afrika’daki Müslüman sömürgelerini elinde tutmak için din unsurundan ve cihat kavramından faydalanmıştır. Osmanlı Halifesinin cihat çağrısını etkisiz kılmak İsrafil Kurtcephe, Mustafa Balcıoğlu, “Birinci Dünya Savaşı Başlarında Romantik Bir Türk-Alman Projesi: Rauf Bey Müfrezesi”, OTAM, 1992, Sayı 3, s 247-269. 28 Gönül Güneş, “Teşkilat-ı Mahsusa ve Birinci Dünya Savaşı Yıllarındaki Faaliyetleri”, Mart 2013, s 101130. http://www.atam.gov.tr/wp-content/uploads/04-G%C3%B6n%C3%BCl-G%C3%BCnes.pdf 29 Mustafa Arıkan, “Harb-i Umûmi’de Osmanlı Devleti’nin İran Cephesi’nde Yaşadığı Bazı İstihbarat Zaafları”, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/1779/18786.pdf 30 31 Sebilürreşat 15,29 Teşrinievvel 1331, 6 Teşrinievvel 1332 32 Sebilürreşat 6 Teşrinievvel 1332 155 için sömürgelerindeki Müslüman ulemadan Osmanlı’ya karşı bir cihat fetvası almıştır.33 Aynı şekilde din unsurundan beklentisi yüksek olan Almanya da İslam dini ile ilgili kurumları ciddi bir şekilde ele almış, Osmanlı basını Alman basınından sık sık alıntılar yapmıştır.Servet-i Fünun’da yer alan bir alıntıda hicri seneye girildiğini, hak ve adalet için Osmanlı, Almanya ve AvusturyaMacaristan’ın ittifak yaptığını ve savaşa girdiğini yazmıştır. Devamı dikkat çekici bulunduğu için kısaltarak aktarılmıştır: “Gerçi mezheb, bizi Osmanlı dostlarımızdan ayırıyor ise de hüdâyıislamiye’nin “Hak” tesmiye eylediğini unutmuyoruz ve hukuk-ı ilahiye ise her türlü mutalaat-ı beşeriyenin fevkindedir. Hak ve adalet için harb eden Allah için emr-i ilahi için silaha sarılır. İşte bu rabıta bizi birleştiriyor. …sene-i hicriye muharrem ayı ile ibtidâ eder. Bugünden itibaren âlem-i İslam’da, ba-husus memalik-i Şii’yedehafîd-i hazret-i peygamber imam Hüseyin (a.s) ınYezid tarafından zalimane bir surette şehit edilmiş olması hasebiyle feryad ve figanlar yükselecektir. Bu ay İraniler için İmam Hüseyin’in zalimane bir haksızlığa kurban olması hasebiyle bir şehr-i ye’is ve matemdir. Bu sene mah-ı muharrem cihad-ı ekber ilanı ile mütesadif oluyor. İstanbul ve Kerbela fetvaları her tarafta ve kulûb-ı islâmdain’ikasathâsıl ediyor. Bi-l-cümle memalik-i İslâmiye’de yeni bir azim yeni bir ruzm(?) tevlid edecektir. İmam Hüseyin, bugün hak ve adl için harb eden Avrupalı milletler yanında ahz-ı intikama hazırlanan bir âlem-i esareti temsil ediyor. …matem-i muharremde Müslüman müttefiklerimize daha samimi surette merbutuz.”34 Alman basını müttefiki Müslüman Osmanlı ile dinsel ayrılığa rağmen İslam dinin Tanrısının isminin “hak” olduğunu, kendilerinin de hak ve adalet için silaha sarıldıklarını ifade ederek müttefikliğin fikri/ideolojik alt yapısını oluşturmaya çalışmışlardır. İslam dini hakkında bilgi sahibi oldukları, Sünni ve Şii ayrımını ve İslam tarihini bildikleri açıktır. Almanlar Şiiler için kutsal bir ayda, mezhep bakımından ayrı olan Sünni halifeliğin cihat çağrısına Şii Müslümanların katılmasını istemişlerdir. Herhalde Alman basını iç politika açısından Hıristiyan Almanların kafasında oluşabilecek sorulara cevap vermişlerdir. İslami olduğu kadar evrensel kavramlar olan hak ve adalet kelimelerine dikkat çekerek,uğrunda yapılan müttefikliğin meşru olduğuna dair propaganda yapmışlardır. Çünkü cihat bir din savaşı olduğu için Müslümanlar kadarHırıstiyan Almanlar arasındada soru işareti yaratabilirdi. Almanya iç politika kadar dış politika açısından da tüm dünya Müslümanlarına özellikle İngiltere ve müttefiklerinin sömürgelerindeki Müslüman kamuoyuna hitap etmiştir. Ahmet Kavas, “Fransa’nın Kuzey ve Batı Afrika’da Uyguladığı İslam Siyaseti: Sultan Reşad’ın Yayınladığı Cihat Çağrısının Reddi Meselesi”, Dini Araştırmalar Dergisi, Ocak-Nisan 2000, Sayı 6, s 23-50 33 34 Servet-i Fünun 13 Teşrinisani 1330 156 Nitekim Hariciye Nezareti fetvanın muhtelif lisanlarda yazılmış nüshalarından istemiştir. Fetvanın Arapça, Farsça, Urduca ve Tatarca nüshalarından elçiliklere gönderilmiş,35 ayrıca Şeyhülislamlık makamının yayın organı olan ve müftülüklere gönderilen Ceride-i İlmiyye’de yayınlanmıştır.36 Çeşitli dillere çevrilen cihat fetvasıyla Osmanlı hâkimiyeti altında olmayan Müslümanların, savaşa Osmanlı ve müttefikleri tarafında girmesi çalışmaları yapılmıştır. Osmanlı Devleti’nin bir diğer müttefiki Avusturya-Macaristan’da da cihadın Müslümanların uyanışı olduğuna dair Viyana’da konferans verilerek37 din unsuru ön plana çıkartılmıştır. Osmanlı Devleti Şeyhülislamlık dışında halka daha yakın olan tarikat mensuplarından cihat fetvası almayı ihmal etmemiştir. Osmanlı topraklarındaki tarikatların Afganistan gibi ülkelerdeki mensuplarına yönelik çalışmalar yapmıştır.38Tarikat mensubununcihada teşvik konusunda etkili olup olamayacağı araştırılmıştır.39Başlangıçta tarafsız olan İran’ın tarafsızlığına zarar vermeden İran aşiretleri üzerinde cihada katılma arzusu uyandırılmaya çalışılmıştır.40 Nitekim basın İran’ın resmi olarak tarafsız görünmek zorunda olduğunu yazmıştır.41Şii ve Caferilerin savaşa katılması için İran vali, görevli ve aşiretleri ile iyi ilişkiler kurulması Bağdat gibi sınır vilayetlere bildirilmiştir.42 Savaşın ilk aylarında basında cihat fetvasının Nasıriye Arapları43 Türkistan’da44 etkili olduğu haberleri çıkmıştır. Ülkenin askeri, dini kurumları yanındabasın kuruluşları da Kutsal Savaş için harekete geçirilmiştir. Osmanlı Devleti’nin savaşa girişi ile ilgili 29 Teşrinievvel 1330 tarihli padişahın “Hal-i Harb İrade-i Seniyyesi” gazetelerde yayınlanmıştır. Bu iradenin uygulanması hükümete ait olup altında hükümet üyelerinin imzası bulunmaktadır.İradeyle aynı içerikli ve tarihli ordu ve donanmaya yönelikbeyannameyegöre,padişah, düvel-i muazzama tarafından haksızlıklara uğrayan devlet ve memleketin hukukunu icabında korumak için silahaltına almıştır. Rus donanmasının “talim ile meşgul olan donanmamızın 35 DH.EUM.6. Şb. Dosya 2 Gömlek 63 36 Ceride-i İlmiyye, Muharrem 1333 37 İkdam 25 Şubat 1915 38 DH.EUM. 7. Şb. Dosya 2 Gömlek 64 39 DH.EUM. 7. Şb. Dosya 2 Gömlek 68 40 DH.EUM. 2. Şb. Dosya 2 Gömlek 62 41 İkdam 15 Şubat 1915 DH. ŞFR. 46/303, Arşiv Belgelerinde Osmanlı İran İlişkileri, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, 2010, s 522 42 43 İkdam 5 Şubat 1915 44 İkdam 6 Şubat 1915 157 bir kısmı üzerine ansızın ateş” açtığı, Rusya’nın uluslararası hukuka aykırı bu davranışını “tashih etmesi” beklenirken Rusya, İngiltere ve Fransa’nın elçilerini geri çağırarak siyasi ilişkilerini kestikleri belirtilmiştir. Rusya doğu sınırlarına, İngiltere ile Fransa Çanakkale Boğazına, ayrıca İngiltere Akabe’ye saldırınca öteden beri arzu edilen barışı terk ederek silaha sarıldıklarını, Rusya’nın üç asırdır devlet-i aliyeye zarar verdiği ifade edilerek savaşın haklı gerekçesi ortaya konulmaya çalışılmıştır. Rusya, İngiltere, Fransa’nın zalimane idaresi altında inleyen milyonlarca Müslümanın Osmanlı’ya karşı kötü fikir beslemediği, tam tersine ona yapılan haksızlıklara üzüldüğü ilk savaş haberlerinin Osmanlı için iyi olduğu belirtilmiştir. “Din-i mübinimiz ve vatan-ı azizimize kasd eden düşmanlara açtığımız bu gaza ve cihat yolunda bir an azim ve sebat ve fedakârlıktan ayrılmayınız”45 sözleriyle halifenin resmi açıklamasında bu savaşın manevi bir savaş ve dince gerekli olduğu vurgulanmıştır. “Cihad-ı Ekber Fetava-yıŞerifesi” gazetelerde yer almıştır.46“Meclis-i Âliyye-i İlmiye” tarafından hazırlanan Cihat Beyannamesi Şeyhülislamlık tarafından tebliğ edilmiş ve gazetelerde yayınlanmıştır. Beyannamede Avrupa’nın Müslümanlara yaptığı kötülükler vurgulanmış İslam âleminin dayanağı olan “hilafet-i celile-i islamiyeyi” sarsmak ve zaafa uğratmak istediği Balkan Harpleri örnek verilerek hatırlatılmıştır. Kuran-ı Kerim’den çeşitli ayetler verilerek bu savaşa katılmanın İslam dininin emri olduğu ispatlanmaya çalışılmıştır. Saltanatın etrafında toplanarak hilafetin ayaklarına sarılmak gereği vurgulandıktan sonra Halife Hazretlerinin cihada davet ettiği ilan edilmiştir.47 Sebilürreşat gazetesi “Fisebilillah Cihadın Hakikati, Gayesi, Hükmü, Mücahidin Vezaifi” başlığı altında cihat kavramını açıklamıştır. Buna göre cihat İslam düşmanlarına karşı bedenen malen savaşmaktır ancak farklı dinden olanların tamamı İslam düşmanı sayılamaz. Osmanlı ile din savaşı yapan memleketi ele geçirmeye çalışan, düşmanlık yapan, düşmanlara yardım edenler ki bunlar Ruslar, İngilizler, Fransızlar ve müttefikleri din düşmanıdırlar.Osmanlının yönetimi altında ihanet etmeyen gayrimüslimler ile Osmanlının müttefiki Almanlarla ve onun müttefikleriyle anlaşma olduğu için İslam düşmanı değillerdir.Ayet ve hadislerle din düşmanlığı ve cihat genişçe açıklanmıştır.48 Böylece dinsel bir savaşa girdiğini ilan eden Müslüman Osmanlı’nın gayrimüslim müttefikleri ile işbirliğinin nedeni açıklanmıştır. Halk arasında oluşabilecek soru işaretlerinin cevabı verilerek siyasi ve asSebilürreşat 6 Teşrinisani 1330, Ceride-i İlmiyye Muharrem 1333, Tercüman-ı Ahval 30 Teşrinievvel 1330, Servet-i Fünun 6 Teşrin-i Sani 1330, Takvim-i Vekayi 29 Teşrinievvel 1330. 45 46 Ceride-i İlmiyye, Muharrem 1333, Sebilürreşat 6Teşrinisani 1330, Servet-i Fünun6, 20 Teşrin-i Sani 1330. 47 Servet-i Fünun 13 Teşrin-i Sani 1330, Sebilürreşat 13 Teşrin-i Sani 1330. 48 Sebilürreşat 13 Teşrinisani 1330 158 keri amaçlar için din harekete geçirici bir unsur olarak değerlendirilmiştir. Cihat kavramına ve çağrısına sıklıkla yer veren gazetelerde çıkan yazılar bir başka gazetede yer alabilmiştir. Sabah gazetesinde yer alan bir yazı Sebilürreşat’ta yayınlanmıştır. Buna göre hükümet cihat ilanından iki sonuç beklemiştir. Birincisi Müslümanların geleceğini silahla kurtarmak, dini birliği sağlamak olup bu şimdi gerçekleşmek üzeredir. Mısır ele alındıktan sonra bu gelişmenin eseri daha açık görünecektir. İkincisi esas amaç olup “cihadın bugün Kafkasya hududundan Süveyş sedlerine kadar muhasım ordularla göğüs göğüse çarpışan cesur askerlerimiz üzerinde göstereceği tesirdir” ifadelerini kullanmıştır. Cihat asker üzerinde her an takip edilen amacı ilham edecek, vicdani heyecanlar verecek bir unsur olarak değerlendirilmiştir. Bunun için ailede verilen terbiyede bir çocuğa saygıyla ekmeği öptürmenin nimete saygıyı öğretmesi gibi kılıcın kabzasını öptürmenin savaşta gazilik ve şehitlik ruhunu telkin etmiş olacağı anlatılmıştır. “Siyaset-i diniyeyimaksadı muazzamanın” elde edilmesinde güçlü bir şekilde değerlendiren Fatih’in üzerinde dahi, bir din âlimi olan hocasının etkisi vurgulanmıştır.49 Gazetenin bir başka nüshasında cihadın neticesi, gayesi sorusuna İngiliz, Fransız ve Rusların sömürgelerinde yaptığı kötülükler, İslam dininin ise verdiği özgürlükler anlatıldıktan sonra Müslümanların hakkı yükseltmek, beşeriyeti kurtarmak için savaştığı cevabı verilmiştir. Yoksa İtilaf Devletlerinin iddia ettiği gibi Müslüman olmayan herkesi din taassubu ile öldürmek olmadığı ayetlerle ifade edilerek yine aynı noktaya dikkat çekilmiştir. Cihadın hükmü sorusuna İngiliz, Fransız ve Rusların saldırması nedeniyle kadın erkek bütün Müslümanlara cihadın farz-ı ayn50 olduğu eğer cihat için gidilmezse büyük azaba uğrayacakları cevabı ayetlerle verilmiştir. Bütün Müslümanların Osmanlı halifeliği ile Almanya ve müttefiklerine katılarak kutsal savaşta yer alması, bütün insanlığı esaret zincirinden kurtarması gerektiği açıklanmıştır. Cihat edenlerin görevleri sorusuna ise açlık, susuzluk, sıcak, soğuk, kara ve deniz yolculuğu gibi her türlü zorluğa katlanmalarının dinsel gereklilik olduğu cevabı verilmiştir.51 Yine Sebilürreşat’ta Şeyh Abdülaziz tarafından “Yeryüzündeki Umum Müslümanlara Beyanname” başlığıyla bir beyanname yayınlanmıştır. Beyannamede İngiliz, Fransız, Rus sömürgeciliği, zulümleri, dine ve dini kurumlara saldırdıkları, Osmanlı Devleti’nden başka İslam’ın “istinatgâhı” kalmadığı, zapt ettikleri memleketlerde hiç kimsenin sesinin çıkmadığı belirtilerek, bunlar, Atlas’tan Çin’e kadar fetih yapan eski kahramanların, gazilerin sülalesinden değil midirler sorusunu yöneltmiştir. Silahı eline alıp 49 50 51 Sebilürreşat 20 Teşrinisani 1330 Allah’ın, teker teker her Müslümanın yerine getirmesi lazım gelen emri. Sebilürreşat 27 Teşrinisani 1330 159 savaşanların cennete gireceğini, savaşmayanların ehl-i salip(haçlılar) tarafından köle yapıldığını hem dini hem tarihi örneklerle duyguları coşturucu şekilde kaleme alınmıştır.52 İttihad-ı İslam başlığı altında Cuma gecesi Tepebaşı tiyatrosunda Mısır harb’ul-vatan-ı reis-i muhteremi Mehmet Ferit Beyefendi Hazretleri “İttihad-ı İslam” hakkında mühim bir konferans haberi yer almıştır.5319.yüzyıldan beri Araplar ve İslam, Halifelik üzerinde çalışanİngilizler Mısır’ı ele geçirdikleri gibi Osmanlı hâkimiyeti altındaki Müslüman Arap bölgelerine yakınlaşmışlar ve halifelik ile ilgili propagandalar yapmaya devam etmişlerdir. Nitekim Mekke Emiri Şerif Hüseyin ve İngiliz ilişkilerive İngilizlerin dini propagandanın yanı sıra maddi yardımları, büyük bir Arap krallığı gibi siyasi vaatleri bilinen gerçeklerdir.54 Böyle bir politikaya karşı Osmanlı Devleti’nin, Mısır içinde İslam birliğini savunan isimlerle işbirliği yaptığı anlaşılmaktadır. Basından anlaşıldığı kadarıyla Osmanlı Halifesinin cihat çağrısını Hindistan üzerinde etkisizleştirmek için Hint Müslümanlarından Ağa Han böyle bir çağrı olmadığına dair beyannameler yayınlanmıştır. Halife ile İngiliz Kralının mükemmel bir ilişkisi olduğu, Kralın Hint Müslümanlarına yeni ayrıcalıklar vereceği ve camiler yapılmasına müsaade edeceği haberi yer almıştır.55 Nitekim Ağa Han savaş yıllarında İngiliz çıkarlarına uygun olarak karşı fetvalarla dini propagandalar yapmıştır.56 Savaşın ilk aylarında ordu ve donanmanın gösterdiği yiğitlik ve başarıdan dolayı Meclis-i Mebusan tarafından tebrik ve teşekkür etmek için hazırlanan beyannamenin müsveddesi mecliste okunmuştur. Müsveddede cihat kavramına vurgu yapılmış ve asırlardan beri beklenen “intikam” günü gelmiştir ifadesine Rıza Paşa “cihat yapıyoruz, intikam için değil itila içindir” diyerek karşı çıkmıştır intikam kelimesinin çıkarılmasını istemiştir. Ancak kabul edilmemiştir.57Rıza Paşa hakkı, adaleti yükseltmek için yapılan cihat hakkında hassasiyet göstermiştir. Benzer şekilde basında aynı hassasiyetle cihadın hangi durumlarda yapılacağı hakkında yazılar yer almıştır. Bu yazılardan birisi AbdüllatifNevzâde imzalı “Din ve Harb” başlıklı makalede din ve harp arasındaki ilişki ele alınmıştır. İnsanbir yandan ihtiyaç duyduğu bir kadir-i mutlaka dayanırken diğer 52 Sebilürreşat 27 Teşrinisani 1330 53 Sebilürreşat 27 Teşrinisani 1330 Metin Hülagü, İngilizlerin Hicaz İsyanına Maddi Yardımları, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1152/13544.pdf 54 55 İkdam 5 Şubat 1915 Ü.Gülsüm Polat, “Şii Nizari Mezhebi İmamı III. Ağa Han’ın Birinci Dünya Savaşı Yılları Faaliyetleri”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı 68, 2013, s 55-74 56 57 Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre III, Cilt I, İçtima Senesi I, s 26. 160 taraftan kendi kudretini yoklamış, hem nefsini hem inancını korumaya hazırlanmıştır. Bu yoklama ve hazırlık manevi ihtiyaç denen “def-i hacet”58 ten çıkmışve çıkışı itibariyle manevi din ihtiyacından pekte sonraya kalmamıştır. Bu şekilde din ve harp arasında ilişki kurulurken peygamberlerin hayatlarından misaller vermiş ve sonra İslam dininin keyfi ve şahsi davalar için yasakladığı, hak ve adalet için izin verdiği savaşın hükmünü ayetlerle açıklamıştır.Dipnotta o günkü savaşın hakkın zaferi için yapıldığı ifade edilmiştir.59Böylece o günkü savaşa dinsel meşruiyet kazandırılmaya çalışılmıştır. Savaş döneminde askeri masraflar yükselip üretim azaldığı için maddi sıkıntılar artmıştır. Sanayileşememiş ekonomide dışarıya bağımlı hale gelen Osmanlı Devleti’nde maddi sıkıntılar fazla olmuştur. Aksekili Ahmet Hamdi “Zekâtınızı Asker Ailelerine Veriniz” başlıklı yazısında zekâtın farz olduğunu, toplumda fakir ve muhtaçların ihtiyacını karşılamak için zengin Müslümanların mallarını paylaşmaları gerektiği Kuran-ı Kerim ayetleriyle açıklamıştır. En çok yardıma muhtaç olanların cihat eden askerlerin aileleri olduğunu bu nedenle asker ailelerine verilmesini istemiştir. Ramazan ayında İstanbul’da ve taşrada vaaz ve nasihat verecek vaizlerin bu hakikati anlatmasını, toplanacak yardımların “müdafa-i milliyede eytam ve eramil için teşkil eden şube-i mahsusa” aracılığıyla asker ailelerine dağıtılmasını istemiştir.60 Cihat başlangıçtan itibaren kan dökmek, yakmak, yıkmak anlamına gelmediğini güzel söz ve güler yüzle İslam dinine davet olduğunu, zorla Müslüman yapmanın yasaklandığını Kuran-ı Kerim, peygamber ve Halife Ömer hayatından örneklerle anlatan kitapçıklar basılmıştır. Cihadın, İslam’ı yıkmak için Müslüman ülkesine saldıranlara karşı, dünya ve ahirette esaretten kurtulmak olduğu, kangren olmuş elin kesilerek hayat kurtarılması anlamına geldiği uzun uzun anlatılmıştır.61 Duyguları coşturan dini çalışmalar yanında dini ve tarihi unsurların iç içe geçtiği edebi şiir çalışmalar yayınlanmıştır.62 Mehmet Vahdettin, Sultan Reşat’ın ölmesi üzerine padişah ve halife olarak ordu ve donanmaya yayınladığı beyannamede şehitleri anarak müttefiklerle yürütülen savaşın kazanılacağına Cenab-ı Hakkın yardım edeceğine inancını belirtmiştir.63 Vahdettin sonraki günlerde ordu ve donanmaya yayınladığı bir diğer beyannamede, Hz Ömer’in kılıncını kuşandığını, onun vasıflarını aktaran 58 Zararı ortadan kaldırmak 59 İslam Mecmuası 28 Şubat 1331 60 Sebilürreşat 11 Haziran 1331 Sinop Mebusu Hasan Fehmi, Cihat Hakkında Ehl-i İslam’a Asker-i İslam’a, İstanbul, Matbaa-i Amire, Rumi 1332, Hicri 1334 61 62 63 Sultan Osman Lisanından Milletime Sada-yı İkaz, Dersaadet, 1332 Sebilürreşat 18 Temmuz 1334 161 kutsal kılıcı taşıyan atalarının,ordu ve donanmanın başında Allah’ın adını yükselterek üzerinde yaşadıkları toprakları fethettiklerini vurgulamıştır. Dinsel vurgularla askerlerin fedakârlığa devam etmelerini istemiş, haklı davada Allah’ın yardım edeceğine olan inançla askerleri selamlamıştır.64 2. Şeyhülislam, Müftü 19. yüzyılda halifelik kurumunun dikkat çekmesine paralel olarak dini-kültürel kurumlar ve müftülere yönelik ilgi ve alaka artmıştır. Osmanlı Devleti’nin ilmiye sınıfını ıslah için yaptığı düzenlemeler, müftülerin idari sistemdeki yerini netleşmiştir. Yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma gibi suçlar için ceza kanunları düzenlenmekle birlikte bu tür suçların devam ettiği yukarıda ifade edilmişti. İttihat ve Terakki Cemiyeti, dini kurumların bağlı olduğu baş müftü Şeyhülislamlık makamının önemini kavramaktan uzak kalmamıştır. İktidarı ele geçiren cemiyet yapacağı yeniliklere destek olacak, açık fikirli, ulemanın itiraz edemeyeceği güçlü bir Şeyhülislam adayı aramıştır.65 II. Meşrutiyet döneminde müftülerle ilgili eleştirel tartışmalar basına yansımıştır. Mustafa Taki Efendi “Açık Mektub Alay Müftüsü Fahreddin Efendiye” başlığıyla içeriğinde müftüye yönelik doğrudan ifadelerin bulunmadığı bu yazıda vatanı bir eve benzetmiştir. Eve hırsız girdiği zaman ev sahibinin namazı bozmasına onay vermeyecek kimse olmadığını, vatana bir saldırı olduğunda Müslümanların birbirlerine zekât, fitre adıyla bile olsa hediye veya borç vermelerini, ya da hac amacıyla da olsa ziyarette bulunmalarının garip olduğunu savunmuştur. Ardından Osmanlı hâkimiyetinden çıkan İslam topraklarında Müslümanlara yapılan zulümleri, çekilen acıları kaleme almıştır.66 Meşrutiyetin ilanıyla Bosna-Hersek, Arnavutluk gibi toprakların kaybedilmesi, Trablusgarp, Balkan Savaşları sırasında Şeyhülislamlığa bağlı ilmiye sınıfı dolayısıyla müftülerin verdikleri hizmetlerin sorgulanmasına neden olmuştur. Balkan Savaşı felaketi sorgulanmış, papazların Balkan Savaşlarında Hıristiyanlar üzerindeki etkisi vurgulanmıştır. Buna karşılık sadece namaz, oruç gibi ibadetleri yapmakla vatanın kurtulamayacağı, en az ilmiye sınıfı kadar diğer Müslümanların ibadetlerini yapmalarına rağmen vatanın felakete uğraması ele alınmıştır. Bunun dışındaki ilim, fen, siyaset hakkında ilmiye sınıfının bilgisi olmaması eleştirilmiştir. Ulemanın yirminci asırda onuncu asrın fikirleriyle Müslümanları geriye götürdüğü eleştirisi 64 Sebilürreşat 12 Eylül 1334 Ahmet Şamil Gürer, “İttihat ve Terakki’nin Bir “Fırka Şeyhülislamı” Arayışı ve Musa Kazım Efendi’nin Şeyhülislamlığa Getirilişi”, http://www.turkishstudies.net/Makaleler/503566446_56G%c3%bcrer_ahmet%c5%9famil.pdf 65 66 Sırat-ı Müstakim Şubat 1327 162 yapılmıştır. Doğrudan baş müftü Şeyhülislam’a hitap edilen bir yazıda ulema eleştirilmiş, müftünün vatanı kurtarmak için savaşa giden askerlerin duyguları coşturmaması sessiz kalması örnek verilmiştir.67 Müftülerle ilgili dini hizmetler eleştiri konusu olduğu gibi hukuki yetkileri de eleştiri konusu olmuştur. 1889’da yapılan düzenleme ile kadı naibi olarak yargı işlerinde görev alma yolu açılması ve Şer’i Mahkemelerin Şeyhülislamlığa bağlı olması fetva(müftü) ve kaza(kadı) yetkilerinin bir kişide toplanıp toplanamayacağı tartışmalarını getirmiştir. Ziya Gökalp bu tartışmalara İslam Mecmuası’nda yazılarıyla katılmış olup fetva ve kaza işlerinin ayrılması gerektiğini savunmuştur.68 İzmirli İsmail Hakkı ise Sebilürreşat’ta fetva ve kaza arasındaki farkı sıralamış ve bir kişide toplanabileceğini savunmuş69 görüşlerini daha sonra kitap haline getirmiştir.70 26 Nisan 1913 tarihli “Hükkam-ı Şer’i ve Memurin-i Şer’iyye Hakkında Kanun-ı Muvakkat” ile müftüler yargılama görevinin dışında tutulmuş, dolayısıyla Şeyhülislamlığın görev alanı daraltılmıştır. Ayrıca Şeyhülislamlığa bağlı olan Şer’i Mahkemeler 12 Mart 1917 tarihinde Adliye Nezaretine bağlanarak fetva ve kaza kurumları birbirinden ayrılmıştır.71Savaş yıllarında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin uyguladığı sansür nedeniyle fetva ve kaza makamlarının ayrılması ile ilgili eleştiriler mütareke dönemine ertelenmiştir.72 Müftülere yönelik eleştiriler kadar hizmetlerinden memnun kalınan müftüler takdir edilmiştir. Mostar müftüsü Ali Fehmi Efendi’nin ölümü dolayısıyla, hayatı ve mücadelesinin anlatıldığı bir makalede yazar onun ilim adamı olduğu kadar vatan ve memleket adamı olduğunu, kıymetinin bilinmediğini saygıyla anlatmıştır.73 Osmanlı Devleti dış politikada İslamcılık politikası gereği olarak diğer İslam coğrafyaları ile ilgilenmiştir. Bir kısmının Çin işgalinde bulunduğu Türkistan coğrafyasındaki müftü ve diğer ilmiye sınıfı ile yakın ilişkiler kurulmuştur. Bölgenin idari yapılanması, toprak ve iklim özellikleri, eğitim ve Osmanlı halifesine bağlılıkları hakkında bilgi alınmıştır.74 Osmanlı Devleti’nin İslamcılık politikasını etkisizleştirmek için Rusya ele geçirdiği Müslüman coğrafyasında kendi politikasına yakın müftülerin Mehmet Şeref, Bir Müslüman Türk’ün Şeyhülislam Efendi Hazretlerine En Son Sözü, Bursa Hilal Matbaası, 1331-1329, s 1-23. 67 68 69 İslam Mecmuası 27 Ağustos 1331 Sebilürreşat, 6, 15, Teşrin-i Evvel 1332, 70 İzmirli İsmail Hakkı, Kitab-ul-İfta ve-l-Kaza, Evkaf Matbaası, 1336-1338 71 Yakut, a.g.m., s 40-42 72 Esra Yakut, Şeyhülislamlık Yenileşme Döneminde Devlet ve Din, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2005, s 128 73 Sebilürreşat 22 Ağustos 1334 BOA, YPR.K.AZJ, 51/70, Belgelerle Osmanlı Türkistan İlişkileri (XVI-XX.Yüzyıllar), Başbakanlık Devlet Arşivleri Müdürlüğü, Ankara, 2005, s 105 74 163 yardımı ile dini-kültürel kurumlar hakkında düzenlemeler yapmıştır. Petersburg Osmanlı elçisinin bildirdiğine göre, 1891 yılından itibaren camilerde görevlendirilecek imamların Rus dilini bilmesi ve Rus okullarından diploma almaları zorunluluğu getirilmiştir. Elçi, Rus hükümetinin bu uygulamasına ilmi yeterliliğine bakmayıp, hükümetin güvenini kazanmış cahil ve menfaatçi müftülerin çığır açtığı kanaatindedir. Bu gibiler Rus hükümetinin kararına itaat edecekleri için “makâm-ı akdes-i Hilâfet-i uzmâyahabl-i metîn ser‘-i serîf ile vaktiyle her nasılsa rabt edilememelerinden” dolayı Müslümanların geleceğinin kararacağı ifade edilmiştir.75 1774 tarihinden itibaren devletlerarası antlaşmalarda Osmanlı hâkimiyetinden çıkan topraklarda Müslümanların dinen Osmanlı Halifesine bağlı olduğu yukarıda ifade edilmişti.Halifenin devletlerarası hukukta dini lider olarak tanınması, Halifeye diğer Müslüman coğrafyalarda dini-kültürel kurumlara müdahale hakkı vereceği açıktır. Elçinin yukarıda tırnak içinde alıntı yapılan ifadeleri, bölge Müslümanlarının, muhtemelen, devletlerarası hukuk açısından Osmanlı halifesine bağlanamama durumuifade edilmiş olsa gerektir.Dinen Osmanlı Halifesine bağlılık devletlerarası hukuk bakımından,dini-kültürel kurumlara yönelik Ruslaştırma siyasetine engel teşkil edebilirdi. Osmanlı elçisi,Rus hükümetinin, Müslümanlar tarafından namazda okunan dua ve ayetlerden bazılarını çıkararak basımına izin verdiği dini kitaplardan, Kuran-ı Kerim’in yeni nüshalarının basılmasına ve mescit inşasına engel olma uygulamalarından, misyoner faaliyetlerinden hükümetin dikkatini çekmiştir.76 3. Camii, Hutbe, Vaaz Şeyhülislamlık ve müftülük hakkında olduğu gibi camilerde dini hizmet veren imam, vaiz, hatiplerin durumu ile ilgili eleştiriler ve düzenlemeler yapılmıştır. Cami ve mescitlerde imamların namaz kıldırdığı, dini nasihat olan vaaz ve hutbe hizmetini vaiz ve hatiplerin verdiği yukarıda anlatılmıştı. Bu hizmetler İslam dini ile ilgili ibadet konularını ihtiva ettiğinden bunlarla ilgili herhangi bir eleştiri söz konusu değildir. Ancak hizmeti verenlerin nitelikleri ile Cuma ve bayram namazlarında Arapça olarak okunan hutbe eleştiri konusu olmuştur. Osmanlı Devleti’nde iktidardaki padişah ve halife adına Arapça okunan hutbe dini nasihat anlamından ziyade siyasal ve dinsel bir şekil olarak kalmıştır.77Mısır İngilizlerin işgalinde olduğu halde Mısırlıların BOA, YPRK.EŞA, 13/14, Belgelerle Osmanlı Türkistan İlişkileri (XVI-XX.Yüzyıllar), Başbakanlık Devlet Arşivleri Müdürlüğü, Ankara, 2005, s 102 75 76 Aynı yer. Ayşe Yanardağ,Atatürk Devrimleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı, ( 1924-1938),Yayınlanmamış Doktora Tezi, s 203 77 164 hutbelerin halife adına okunmasını istediğine dair basında yer alan haber,78 hutbenin siyasi hâkimiyetin bir sembolü olmasından kaynaklanmıştır. Tanzimat döneminde başlayan Türkçe hutbe tartışmaları79 savaş yıllarında devam etmiş ve basında Türkçe hutbe örnekleri yayınlanmıştır. Uryanizade Vahit imzalı “Köy Hatibinin Bayram Hutbesi” başlıklı Türkçe bir yazıda yaklaşık bir yıl olan savaş nedeniyle düşmanların başarısız olduğu, savaşta ölen Müslümanların şehitliği, şehitlerin yetim kalan çocukları ve eşlerinin çektikleri acılar, şehitlerin arkada bıraktığı ailelerinin bayram dolayısıyla ziyaret edilmesi, ihtiyaçlarının karşılanması, acılarının paylaşılmasının İslam dininin emri olduğu anlatılmıştır.80Savaş yıllarının getirdiği maddi ve manevi sıkıntılar, yardımlaşmanın öğütlendiği Türkçe hutbe uygulaması ile aşılmaya çalışılmıştır. Yazarın “Köy Hatibinin Bayram Haftası Hutbesi” başlıklı bir diğer yazısında Ramazan ayı ve bayramdaki ibadet ve dualardan, tövbelerden ne öğrenildiği, kalıcı olması gereği, öğrenmenin ve çalışmanın önemi anlatılmıştır.81 Bir diğer nüshada çıkan “Oruç Hakkında” bir hutbede orucun öneminden Türkçe olarak bahsedilmiştir.82Oruç hakkında83 ve Kurban Bayramı hakkında Türkçe hutbe84örnekleri yayınlanmaya devam etmiştir. Şeyhülislamlığa yazılan bir açık mektupta “Hutbeler Meselesi” başlığıyla mesele ele alınmıştır. Arapça hutbelerin cami cemaatini uyuttuğu, sıktığı belirtilerek Rusya Müslümanlarından Niyazi Mehmet Efendinin verdiği Türkçe hutbelerin faydalı olduğu anlatıldıktan sonra Osmanlı camilerindeki Arapça hutbe uygulaması eleştirilmiştir. Şeyhülislamlık makamının buna bir çare bulması istenmiştir.85 “Hutbe Nasıl Olmalıdır?” başlığı altında hutbenin amacının Müslümanların din ve dünyasına faydalı olması gerektiği ancak mevcut hutbelerin ana diliyle okunmadığı için bu amaca hizmet etmediği, amaçtan uzaklaştığı, Müslümanların yerinde saydığı ifade edilmiştir. Bu duruma Muallim Naci’nin “Medrese Hatıraları” isimli eserinde otuz yıl önce teessüf ettiği, kulaklarında, camilerde Arapça hutbeleri okuyan hatiplerin gereksiz nağmelerinden başka bir şey kalmadığı anlatılmıştır. Hutbenin başlangıçtan itibaren 78 İkdam 5 Şubat 1915 DücaneCündioğlu, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Din ve Siyaset, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2005, s 36-40 79 80 İslam Mecmuası 30 Temmuz 1331 81 İslam Mecmuası 13 Ağustos 1331 82 İslam Mecmuası 14 Temmuz 1333 83 İslam Mecmuası 14 Temmuz 1333 84 İslam Dünyası 27 Teşrin-i evvel 1329 85 İslam Dünyası 19 Eylül 1329 165 geçirdiği aşamalarla yapılan ilaveleri o günkü âlimler nasıl kabul ettiyse Şeyhülislamlık makamının da Müslümanların selamet ve geleceği için zaman ve zemine uygun “ana diliyle” hutbe verilmesine engel olmamasını istemiştir.86 “Anadili ile Hutbe Meselesi” başlıklı makalede bu konuda baştan beri yayın yaptıkları, ancak işe yaramadığı, yine de umutlarını kaybetmedikleri, ulemanın dikkatini çekmeye çalıştıkları ifade edilmiştir. Devamında Niyazi Mehmet Efendi’nin verdiği Türkçe bir Cuma hutbesi yayınlanmıştır.87 Bir sonraki sayısında “Türkçe Hutbe” başlıklı, Can Polat imzalı yazıda yazarın tesadüfen girdiği bir camide verilen Türkçe hutbeden bahsedilmiştir. Halkın ilgiyle ve duygularını coşturan bu hutbede çalışmanın dinin emri olduğu, yabancıların ve gayrimüslimlerin çok çalıştıkları, Müslümanlarınsa çalışmayıp fakir oldukları ve ezildikleri, yerli malı kullanmanın gereği konuları ele alınmıştır. Hutbeyi özetle nakleden yazar “bu sözler Ayasofya’nın yüksek kubbesinde çınlasın” temennisinde bulunmuştur.88 Hutbe hakkında olduğu gibi vaaz ile ilgili eleştiriler yapılmış, verilen vaazların içeriği sorgulanmıştır. “Mesail-i Diniyemiz ve Vaizler” başlıklı makaleye göre; vaaz sözlükte dini, ahlaki, siyasi meselelerden Müslümanlara nasihatte bulunmak, fenni ve ilmi gelişmelerden Müslümanların faydalanması için teşvik ve ihtarda bulunmak; fıkıhta ise dini meselelerde Müslümanları doğru yola sevk anlamında olup iki anlamın birleştirilebileceği savunulmuştur. Bu nedenle vaizin, Müslümanların uhrevi ve dini saadetleri için ilmi ve fenni kuralları tebliğ etmek görevi vardır. Ancak mevcut vaizlerin farklı nasihatleri halkın zihnini karıştırmaktadır. Halk için dini meselelerde,ikinci cihetlerden açıklamak için bahsedilse bile neticeyi asla bağlamak gerektiği ifade edilmiştir. Aynı dini konularda farklı nasihatler örnek verilmiş, dini eserlerde her ikisinin bulunduğu, eserlerin incelemeden geçmediği için farklı nasihatlerin halkın zihnini, inancını karıştırdığı açıklanmıştır. Medrese ve müderrislerin talebelere bunları söylemeleri, bunların zor ilmi meseleleri az çok bildikleri, mevcut vaiz ve müderrislerin verdikleri vaazların amaca uygun olmadığı, bazılarının bilgiçlik olsun diye herkesten ayrı konuştukları eleştirilmiştir. Bu karışıklığın engellenmesi ve Şeyhülislamlığın, bu konuda eser yazılmasına yönelik yarışma düzenlemesini, eserlerin uygun olanının vaaz esnasında kullanılması için doğrudan vaizlere ihtarda bulunması istenmiştir. İkinci çare olarak Şeyhülislamlığın bir heyet oluşturup dini eserleri inceleyerek eser hazırlamasını ve bu eserin vaizler için kaynak olmasını teklif etmiştir.89 86 İslam Dünyası 27 Teşrin-i evvel 1329 87 İslam Dünyası 23 Kânunuevvel 1329 88 İslam Dünyası 6 Kânunusani 1329 89 İslam Dünyası 19 Eylül 1329 166 Bir sonraki sayıda aynı başlıkla vaiz konusuna devam edilmiş, bu defa vaizlerin cami dışındaki nasihat ve açıklamalarının yarattığı olumsuz duruma dikkat çekilmiştir. Camilerde çok çeşitli meselelerden o meselelerin ince ve derinliklerinden öyle bahsedilir ki bundan hiçbir fayda elde edilmediği, sebebinin de gayesizlik, programsızlık olduğu eleştirilmiştir. Bunun için bütün kuvvetlerin aynı amaca yöneltilmesini aksi takdirde faydasız olacağı, dünyada hatta ahirette bile geri kalınacağı iddia edilmiştir. Bunu anlamak için camiler dışındaki vaazlara bakılmasını, bir vaizin gece gündüz Allah’tan af dilemek için yere kapanması öğüdünü eleştirmiştir. Bir başka vaiz, siyasetten, itilaf ve ittifak devletlerinden bahsederken Osmanlı’nın durumunu anlatmaya çalışmış, ancak bu devletlerin isimlerini bile sayamadığı eleştirisiyle devam etmiştir. Bir diğerinin İslam birliğinden bahsettiğini, zamanı dikkate alarak değil, belki orta çağda olduğunu zan ederek konuştuğunu, şaşkınlık içinde kalındığı belirtilmiştir. Birkaç sene önce üç aylarda bu konunun gazetelerde ileri sürüldüğü hatırlatılmış, Şeyhülislamlıktan vaizlere bu meselelerde de rehber olacak bir eser yazdırması istenmiştir. Bu konuda yazılacak eserin dini kısmı âlimler, diğer kısmı mevcut medeniyeti tanımış, ekonomi ve siyasetle zihni aydınlanmış kişiler tarafından oluşan bir heyetin hazırlaması tavsiye edilmiştir.90 Hutbe ve vaaz veren ilmiye sınıfının nitelikleri eleştirilmiş, ilmiye sınıfının verdiği dini nasihatlerin çağın sosyal, siyasal ve teknolojik gelişmelerine uygun içerikte verilmesi istenmiştir. Osmanlı Devleti’nin müttefiklerinden Avusturya kendi topraklarında Müslüman unsurun göstermiş olduğu samimiyeti takdir ederek Viyana’da cami inşa edilmesine izin vermiştir.91İkdam bu haberle müttefiklerinin Müslümanlara karşı olumlu düşünceler taşıdığını, Avusturya ise kendi topraklarındaki Müslümanların ve Osmanlı Müslüman kamuoyunun sempatisi elde etmeye çalışmıştır. Avusturya’nın da müttefikleri gibi din unsurundan faydalanmaya çalıştığı açıktır. Osmanlı Devleti’nin ve müttefiklerinin politikalarına karşı çalışmalar yapan İtilaf Devletleri’nden Rusya camilere ilgisiz kalmamıştır. Rusya’nın zaferi için camide Müslümanlara zorla dua ettiren Rus valisinin92 uygulaması basında yer almıştır. Rusya camilere atanacak ilmiye sınıfının Rusçayı bilmesi zorunluluğuyla yetinmemiş, cami ibadetlerine bu şekilde müdahale etmiştir. 90 İslam Dünyası 7 Teşrin-i evvel 1329 91 İkdam 5 Şubat 1915 92 İkdam 5 Şubat 1915 167 4. Tarikat ve Medreseler Osmanlı Devleti’nde tarikatların baştan itibaren bir takım düzenlemelere konu olduğu yukarıda ifade edilmişti.Zaman zaman tarikat şeyhlerinden uygun niteliklere ve ilmi bilgiye sahip olanlardan müftü, fetva emini, medrese müderrisi olarak atamalar yapılmıştır93. Diğer yandan tarikatlar ve bunların mekânları olan tekke ve zaviyeler ıslahatlar döneminde eleştirilmiş buraların bozulması, ıslahı, tasavvufun medrese ve mekteplerde okutulması, kavramlarının yeniden tanımlanması tartışılmıştır.94İslamcılık politikası uygulamasında II. Abdülhamit kendisine muhalif olmayan tarikatlarla iyi ilişkiler içinde bulunmuştur.II.Abdülhamit’e muhalif olan tarikatlar İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birlikte Meşrutiyet’in ilanında beraber çalışmışlardır.95 Meşrutiyetin ilanından sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ters düşenler olduğu gibi Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında “ittihad-ı İslam” amacını gerçekleştirmek için faaliyette bulunanlar olmuştur.96 Birinci Dünya Savaşı’nda Veled Çelebi’nin komutası altında Mücahidin-i Mevleviyye Alayı adını taşıyan gönüllü alayı oluşturulmuş ve bu alay Filistin cephesinde çarpışmıştır.97 Mevlevi Gönüllü Taburu yola çıkmadan önce yapılacak resmi tören98 duyurulduğu gibi taburun yerine vardığı haberi99 gazetelerde yer almıştır.Burhâneddin Dede gibi yedi dervişiyle birlikte Mevlevî alayına katılıp üç yıl Şam’da kalanlar olmuştur.100 Osmanlı hâkimiyetinden çıkmış bölgelerde de bazı tarikatlar Osmanlı Devleti ile ilişkisini sürdürmüş ve cihat çağrısına katılıp İtilaf Devletleri’ne karşı savaşmışlardır.101 Öte yandan tarikatlarla ilgili savaş yıllarında Meclis-i Meşayıh’ın tekkelerle ilişkisi hiyerarşik olarak düzenlenmiş ve tekkelerin denetlenmesini sağlayacakmerkezi bir sistem oluşturulmuştur.102 Başlangıçtan beri dini ağırlıklı eğitim veren Medreseler Şeyhülislamlığa bağlı olup zaman zaman din bilimleri dışında diğer bilimlerin okuRıfat Özdemir, “Osmanlı Devleti’nin Tekye ve Zaviyelere Karşı Takip Ettiği Siyaset,. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1151/13521.pdf 93 94 Kara,a.g.e., s 227-234 Ahmet Cahit Haksever, ‘’Osmanlı’nın Son Döneminde Islahat ve Tarikatlar: Bektaşilik ve Nakşibendilik Örneği”, Ekev Akademi Dergisi, Sayı 38, 2009, s 47-53 95 96 Hülya Küçük Sevil, İttihat ve Terakki Döneminde İslamcılık(1908-1914), Basılmamış doktora tezi, s 201 Mehmet Akkuş, Nesimi Yazıcı, “Mevlevi Tarikatı Müntesibi Sultan V. Mehmet Reşad Döneminde Heyet-i Mevleviyye’nin Konya Ziyareti Günlüğü (4-12 Haziran1912)”, I. Uluslararası Mevlana Sempozyumu Bildirileri, s 130, s 123-174, 97 98 İkdam 10 Şubat 1915 99 İkdam 28 Şubat 1915 Selami Şimşek, “Avrupa ile Asya Arasında Önemli Bir Geçiş Noktası Gelibolu’da Tarikatlar ve Tekkeler”, http:/www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s22/simsek.pdf; Akkuş; Yazıcı,a.g.m, s 130 100 Kadir Özköse, “Osmanlı Devleti ile Senûsiyye Tarikatı Arasındaki İlişkiler”, Gazi Osman Paşa İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt I, Sayı 2, Yıl 2013/II, s 32, s 11-39 101 Mustafa Aşkar, “Son Dönem Tekke Mecmualarından Yeşilzade Mehmet Salih Efendi’nin Rehber-i Tekaaya’sı”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara, 2000, s 129-165 102 168 tulmasına yönelik düzenlemeler yapılmıştır. Ancak zamanla bu bilimler okutulmamış, salt dini eğitim yapılır hale gelmiştir. Medrese eğitimi sorgulayıcı olmayıp, nakilci bir anlayışla yapılmıştır. Nakilci eğitim ezberci bir anlayışı getirmiş olup eski bilgilerin tekrarı anlamına gelen eğitim yeniliklere kapalı olduğu içinAvrupa’da gelişen akla, deneye, gözleme dayalı eğitim karşısında yetersiz kalmıştır. Devletin güçten düşmesine paralel olarak medreseler bozulmaya ve yeniliklerin karşısına din ve şeriat iddialarıyla bir engel olarak çıkmaya başlamışlardır. 19.yüzyılda yeniçeri ve başka isyanlarda etkili hale gelince II.Mahmut medreselerin nüfuzunu kırmaya çalışmıştır. Tanzimat döneminden itibaren gerek basın gerek devlet adamlarında medreselerin ıslah edilmesi, çağın bilim ve fenlerinin okutulması yönünde tartışmalar yoğunlukla devam etmiştir. II.Meşrutiyet döneminde medreseleri ıslah etmek, asker kaçaklarını engellemek, düzen ve disiplin altına almak, ders programları, sınıf geçme, devam, sınav, mezuniyet durumlarını düzeltme teşebbüslerinde bulunulmuştur. 1909 yılında Medaris-i İlmiyye Nizamnamesi çıkartılmıştır.103 1911 yılında Medresetül-Vaizin104 ile Medresetü-l-Kuzzatkurulmuştur. Medrese eğitiminin kalitesi artırılmaya çalışılmıştır. Medrese öğrencilerinden yurt dışına Mısır’a El-Ezher’e eğitim almak için gönderilenler olmuş, 1914 yılında Islah-ı Medâris Nizamnamesi çıkarılmıştır.105 Ramazan ayında taşraya giden vaaz veren sarık saran medrese öğrencileri yine medrese öğrencileri tarafından eleştirilmiştir.106 Medrese öğrencilerinin de yazı yazdığı el-Medaris gazetesi ilk sayıda maksat ve mesleğimiz başlığı altında dini duyguları tahrik eden batıl inançlar ile mücadele edeceklerini, din ve vatan menfaatine makaleleri alkışlayacaklarını ifade etmiştir. Medreseler ile ilgili ıslahatlardan söz ederken ekonomik sıkıntılar ile ilgili yazılar çıkmıştır.107Birinci Dünya Savaşı başlayınca diğer ıslahatlar gibi devletin yıkılışını engellememiştir. Bununla birlikte bu medreselerden çağının gelişmelerini kavramış Mustafa Hayri, Elmalılı Hayri, Rıfat Bey gibi Milli Mücadele ve Cumhuriyet döneminde önemli hizmetler veren isimler yetişmiştir. Mustafa Ergün, II.Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri, (1908-1914), Ocak Yayınları, Ankara, 1996, s 443-476 103 İbrahim Ateş, “Evkâfı Hümayun Nezaretince Açılan İlk Yüksek Vaiz Okulu Medresetü’l Vaizin”, Diyanet Dergisi, Sayı 4, 1988, s 25-40 104 105 Ergün, a.g.e, s 85 106 Sebilürreşat 9 Mayıs 1329 107 El-Medaris2 Mayıs 1329 169 Sonuç Birinci Dünya Savaşı’na girene kadar dini kurumların kadrolarının niteliği ve hizmetiyle ilgili heyecanlı tartışmalar, kaza ve fetvanın tamamen ayrılması gibi düzenlemeler ve Türkçe hutbe verilmesi gibi örneklerde görüldüğü üzere uygulamaya çalışılmıştır. Avrupa’da ise Kilise ve Devlet işlerinin birbirinden ayrılışının devam ettiği ve Osmanlı Devleti’nin hemen bütün kurumlarını Avrupa’dan etkilenerek düzenlediği bir dönemde, belki de sadece dini kurumlarını gerek içerik gerekse hukuki olarak Türk ve İslam geleneklerine göre düzenlemiştir denilebilir.Dini kurumlarla ilgili düzenlemeler ve uygulamalar modern devletin gerektirdiği uzmanlık ve merkezileşme ile Türk ve İslam anlayışınaaykırı olmadığı kanaati sebepsiz değildir.Türk Devlet geleneğinin İslam dinine girdikten sonra da devam ettiği genellikle kabul edilen bir görüştür. Dini kurum ve hizmetler bu anlayışın bir yansıması olarak baştan beri kendi haline bırakılmamış,devlet tarafından düzenlemelere tabi tutulmuştur. Nitekim Türklerin İslamiyet’e girişiyle devlet anlayışlarını yansıtan eserlerde halife kavramının geri plana itip sultan kavramını ön plana çıkarmaları, merkezi otoriteyi, iktidarı dolayısıyla devleti güçlü tutmak için hazırlanmıştır. Ya da ilmiye sınıfının devlete bağlı hale getirilmesi Türk hâkimiyet anlayışının yeni dini hayattaki uzantılarıdır. Aynı şekilde Osmanlı Devleti gerek duydukça bu kurumlara müdahalelerde bulunmuştur. 19. yüzyılda yapılan ıslahatlarla dini kurumların merkezi otoriteye bağlılıkları arttırılmıştır. Modern devlet anlayışına uygun olarak yüzlerce yıllık kurumlarını düzenlemiştir. Ancak bu düzenlemeler kurumların verdiği dini ibadetlerin değiştirilmesine yönelik olmadığı gibi ruhbanlık teşkil etmeye yönelik te değildir. Bu bağlamda İslam Dininin iman ve ibadetlerin şekil ve içeriğine dokunulmamıştır. Bu ibadetlerin uygulanmasında hizmet veren görevlilerin nitelikleri, devlet teşkilatı içindeki hukuki durumları düzenlenmiştir. Medrese yanında yeni okullar, şeri mahkeme yanında yeni mahkemeler gibi eski ve yeni anlayışta birbiriyle çatışan ikilik dini ibadet ve hizmetlerde meydana gelmemiştir. Ancak din ile ilgili tartışmalarda evrensel kabul edilen İslam dininin ilkeleri değil çağın ilim ve anlayışına uygun hizmet vermesi istenen din hizmetlilerinin nitelikleri tartışılmıştır. Hukuki, askeri, eğitim alanında ıslahatlarda görülen eski ve yeni çatışmasının dini ibadet ve hizmetlerde bulunmadığı rahatlıkla söylenebilir. Bu anlamda bir çatışma olmamakla birlikte İslam dininde oluşan tüm kurumların nitelikleri ve hizmetleri nasıl verilmesi gerektiğine dair tartışmalar yoğun şekilde yapılmıştır. İslam dininde ibadet ve sosyal hizmet veren kurumlar iç içe olduğundan tartışmalar ibadet ve sosyal hizmetlerin ayrılmasına doğru yönelmiştir. Hukuk, sağlık, yardım kurumları gibi hizmetler 170 birbirinden ve dini kurumlardan ayrılırken daha çok iman ve ibadet konuları din hizmeti olarak sınırlanmaya yönelmiştir. Bu tarihi koşulların getirdiği bir süreç olup hayatın her alanına din hizmetlilerin müdahale edemeyeceği anlaşılmış, hatta din hizmetlisinin çağının ilim ve fen bilgisine sahip olması istenmiştir. Bu noktada din hizmeti veren ilmiye sınıfı ile Hıristiyan papazı kıyaslanmıştır. Nitekim Atatürk te birçok resmi ve gayri resmi konuşmalarında ve arkadaşlarının hatıratlarında gördüğümüz kadarıyla aynı anlayışı yansıtmıştır. Her ne kadar din ve devlet işlerinin ayrıldığı laik bir sisteme yöneliş olsa da Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir anayasal kurumun Selçuklularda ve Osmanlılarda görülen Türk devlet geleneğinden esinlendiği söylenebilir. Selçukluların Abbasi Halifesi, medreseler ve ulema ile ilişkileri, Osmanlı Devleti’nin ilmiye sınıfını kısmen hiyerarşik şekilde düzenlemesi hukuki/ resmi bakımdan modern devletin uzmanlık ve merkezileşme anlayışına ve Türk ve İslam geleneklerine uygundur. İslam dininde ruhban olmayan dini kurumlar biçimsel olarak yeni düzenlemelere tabi tutulmuş olup İslam’ın namaz, vaaz, hutbe, hac, zekâtvs gibi ibadetleri değil bu hizmetleri sağlayan kişilerin bilgisi ve nitelikleri sorgulanmış ve tartışılmıştır. Bu anlamda Avrupa’daki Reform ile başlayan dinsel tartışmalardan farklıdır. Diğer kurumlarda olduğu gibi dini kurumlarda yapılan ıslahatlar devleti kurtarmak için yapılmış ancak savaş sonunda Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesi’ni imzalamış ve işgal edilmiştir. Savaş yıllarında gerek sansür gerek kâğıt sıkıntısı gibi maddi sebeplerle basın faaliyetleri azalıp az sayıda gazete ve dergi kesintilerle devam ettiği için dini kurumlar ile ilgili eleştirilere daha az rastlandığını söyleyebiliriz. Öncelikli mesele kutsal savaşa katılıp vatanı ve dini savunmak olduğu için dini kurumlarla ilgili heyecanlı tartışma ve eleştiriler Mütareke Dönemine kalmıştır. Ardından Milli Mücadele yıllarında tüm bu tartışmalar, düzenlemeler Lozan Antlaşması sonrasına kalan miras olmuştur. Şunu söyleyebiliriz ki dini kurumlarla ilgili yeni Türk Devleti’ne hukuki, kültürel, maddi, siyasi ciddi bir birikim oluşmuştur. 171 Kaynaklar 1.Yayınlanmış Arşiv Belgeleri Belgelerle Osmanlı Türkistan İlişkileri (XVI-XX.Yüzyıllar), Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 2005, Arşiv Belgelerinde Osmanlı İran İlişkileri, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, 2010 2.Yayınlanmamış Arşiv Belgeleri DH.EUM.6. Şb. Dosya 2 Gömlek 63 DH.EUM. 7. Şb. Dosya 2 Gömlek 64 DH.EUM. 7. Şb. Dosya 2 Gömlek 68 DH.EUM. 2. Şb. Dosya 2 Gömlek 62 3.Makaleler Akkuş, Mehmet;Yazıcı, Nesimi, Mevlevi Tarikatı Müntesibi Sultan V.Mehmet Reşat Döneminde Heyet-i Mevleviyye’nin Konya Ziyareti Günlüğü (4-12 Haziran 1912), I.Uluslararası Mevlana Sempozyumu Bildirileri, s 123-174 Arnold,T.W, “Halife”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 5/1, MEB, Eskişehir, 1997, s 148-155. Aşkar, Mustafa, Son Dönem Tekke Mecmualarından Yeşilzade Mehmet Salih Efendi’nin Rehber-i Tekaaya’sı, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara, 2000, s 129-165 Demir, Hande Seher, Klasik Dönem Osmanlı Devleti’nde Din-Devlet İlişkilerinin Laiklik, Sekülerizm, Teokrasi ve Din Devleti Sistemleri Kapsamında İncelenmesi, Ankara Barosu Dergisi, Sayı 3, 2013, s 271-281. Ateş,İbrahim, ‘’Evkâfı Hümayun Nezaretince Açılan İlk Yüksek Vaiz Okulu Medresetü’l Vaizin’’, Diyanet Dergisi, Sayı 4, 1988, s 25-40 Haksever, Ahmet Cahit, Osmanlı’nın Son Döneminde Islahat ve Tarikatlar: Bektaşilik ve Nakşibendilik Örneği, Ekev Akademi Dergisi, Sayı 38, 2009, s 39-60 Yurtseven, Yılmaz, “Osmanlı Klasik Döneminde İdeoloji, Din ve Siyasi Meşruiyet Üzerine Kısa Bir Değerlendirme” Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, CXI, Sayı 1-2, 2007, s 1255-1280. Koçer, Mehmet, Şule Egüz, Türk Eğitim Tarihinde Sekülerizm, TurkishStudiesInternational PeriodicalForTheLanguages, LiteratureandHistory of TurkishorTurkic Volume 9/5 Spring 2014, p. 1447-1457, ANKARA-TURKEY Özcan, Azmi, İngiltere’de Hilafet Tartışmaları, (1873-1909), İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı 2, 1998, s 49-71. Özdemir, Rıfat, “Osmanlı Devleti’nin Tekye ve Zaviyelere Karşı Takip Ettiği Siyaset, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1151/13521.pdf Özköse, Kadir, Osmanlı Devleti ile Senusiyye Tarikatı Arasındaki İlişkiler, Gazi Osman Paşa İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt I, Sayı 2, 2013/II, s 32, s 11-39 Yakut, Esra, “II. Meşrutiyet Dönemi’nde Müftülerle İlgili Gerçekleştirilen Düzenlemeler”, Sosyal Bilimler Dergisi 2003-2004, s 34-54 172 Şimşek, Selami, Avrupa İle Asya Arasında Önemli Bir Geçiş Noktası Gelibolu’da Tarikatlar ve Tekkeler, http://www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s22/simsek.pdf Turan, Namık Sinan, Osmanlı Hilafeti’nin 19. Yüzyılda Zorlu Sınavı: II.Meşrutiyet’e Giden Süreçte ve Sonrasında Makamı Hilafet, İ.Ü.Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No 38, (Mart 2008), s 285. 281-322 Kavas, Ahmet, ‘’Fransa’nın Kuzey ve Batı Afrika’da Uyguladığı İslam Siyaseti: Sultan Reşad’ın Yayınladığı Cihat Çağrısının Reddi Meselesi’’ Dini Araştırmalar Dergisi, OcakNisan 2000,Sayı 6, s 23-50 Keleş, Erdoğan, Tanzimat Dönemi’nde Rüşvetin Önlenmesi İçin Yapılan Düzenlemeler (1839-1858), s 260 http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/35/313.pdf Gürer, Ahmet Şamil, İttihat ve Terakki’nin Bir “Fırka Şeyhülislamı” Arayışı ve Musa Kazım Efendi’nin Şeyhülislamlığa Getirilişi, http://www.turkishstudies.net/Makaleler/ 503566446_56G%c3%bcrer_ahmet%c5%9famil.pdf Hülagü, Metin, İngilizlerin Hicaz İsyanına Maddi Yardımları, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1152/13544.pdf Üzen, İsmet; Aslan, Hanifi, “Halife Ordusu Mısır ve Kafkasya’da” Adlı Askeri Piyesteki İslamcı Unsurlar, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 28, 2010, s 177-191 Ayar, Talip, “Osmanlı Devlet Teşkilatında Fetva Eminlerinin Görevleri”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 38, Erzurum 2012, s 403-421. Kurtcephe, İsrafil; Balcıoğlu, Mustafa, Birinci Dünya Savaşı Başlarında Romantik Bir Türk-Alman Projesi: Rauf Bey Müfrezesi, OTAM, 1992, Sayı 3, s 247-269. Daşçıoğlu, Kemal, “Osmanlı Döneminde Rüşvet ve Sahtekarlık Suçları ve Bunlara Verilen Cezalar Üzerine Bazı Belgeler”, Sayıştay Dergisi, Sayı 59, s 121 http://www.sayistay.gov.tr/dergi/icerik/der59m5.pdf Arıkan, Mustafa, Harb-i Umûmi’de Osmanlı Devleti’nin İran Cephesi’nde Yaşadığı Bazı İstihbarat Zaafları, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/1779/18786.pdf Polat, Ü.Gülsüm, ‘’ Şii Nizari Mezhebi İmamı III.Ağa Han ‘ın Birinci Dünya Savaşı YıllarıFaaliyetleri’’, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı 68, 2013, s 55-74 4.Kitaplar Ergün, Mustafa, II.Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908-1914), Ocak Yayınları, Ankara, 1996 Köprülü, Fuat, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999 Güneş, Gönül, Teşkilat-ı Mahsusa ve Birinci Dünya Savaşı Yıllarındaki Faaliyetleri, Mart 2013 Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhitler (15-17.Yüzyıllar), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1997 Yanardağ, Ayşe, Atatürk Devrimleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı (1924-1938), Basılmamış Doktora Tezi 173 Küçük Sevil, Hülya, İttihat Terakki Döneminde İslamcılık (1908-1914) Basılmamış Doktora Tezi Cündioğlu, Dücane, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Din ve Siyaset, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2005, Mehmet Şeref, Bir Müslüman Türk’ün Şeyhülislam Efendi Hazretlerine En Son Sözü, Bursa Hilal Matbaası, 1331-1329 Günay,Ünver; Ecer, A.Vehbi,Toplumsal Değişme Tasavvuf, Tarikatler ve Türkiye, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri,1999 İzmirli İsmail Hakkı, Kitab-ul-İfta ve-l-Kaza, Evkaf Matbaası, 1336-1338 Yakut, Esra, Şeyhülislamlık Yenileşme Döneminde Devlet ve Din, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2005, Sinop Mebusu Hasan Fehmi, Cihat Hakkında Ehl-i İslam’a Asker-i İslam’a, İstanbul, Matbaa-i Amire, Rumi 1332, Hicri 1334 Sultan Osman Lisanından Milletime Sada-yı İkaz, Dersaadet, 1332 Karal, Enver Ziya, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt 4, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1998 Arı, Osman Sacid, Meclis-i Meşayıh Arşivine Göre 1296-1307 (1879-1890) Yılları Arasında Osmanlı Tekkelerinde Ortaya Çıkan Problemler, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, s 93-165. Kara, Mustafa, Metinlerle Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarikatlar, Sır Yayıncılık, İstanbul, 2003 Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt 2, 4, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996 Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devletinin İlmiyye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1998 Akbulut,İlhan, Osmanlı Devletinde Adalet Düzeni, http://www.erzincan.edu.tr/birim/HukukDergi/makale/2000_1_12.pdf Sarıkçıoğlu, Ekrem, “Osmanlı Devleti’nde Dini İdare Şeyhülislamlık”, Tartışılan Değerler Açısından Türkiye Sempozyumu (17-18 Haziran 1995), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1996, s 151-156. Şibay, Halim Sabit, “Cihad”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 3, MEB, Eskişehir 1997 s 164-171. Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Türkiye Diyanet Yayınları, Ankara, 1995. Eyice, Semavi,“Mescit”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 8, MEB, Eskişehir, 1997, s 1. Wensınck, A.J.,“Mescit”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 8, MEB, Eskişehir, 1997, s 50-56. Akyüz,Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Pegem Yayınları, Ankara, 2012 Ayar, Mehmet Taha, Siyasetname, İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1941 Louis Massignon, “Tasavvuf”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 12/1, MEB, Eskişehir, 1997, s 26-31. Kramers, J.H, “Şeyh-ül-İslam”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 11, MEB, Eskişehir, 1997,s 486-488 174 Yakut, Esra, Şeyhülislamlık Yenileşme Döneminde Devlet ve Din, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2005 Ebul’ulâ Mardin, “Kadı”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 6, MEB, Eskişehir, 1997, s 42-46. Ebûl’ulâ Mardin, “Fetva”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 4, MEB, Eskişehir, 1997, s 582-584 5.Gazeteler İkdam 5, 6, 15, 10, 25,28 Şubat 1915 Sırat-ı Müstakim Şubat 1327 İslam Mecmuası 13, 27 Ağustos 1331, 30 Temmuz 1331, 14 Temmuz 1333, 28 Şubat 1331 Sebilürreşat6, 13, 20 Teşrinisani 1330; 15,29 Teşrinievvel 1331; 6, 15, Teşrin-i Evvel 1332; 22 Ağustos 1334; 11 Haziran 1331; 18 Temmuz 1334 ; 9 Mayıs 1329; 27 Teşrinisani 1330 El-Medaris 2 Mayıs 1329 İslam Dünyası 7, 27 Teşrin-i Evvel 1329; 19 Eylül 1329; 23 Kanunievvel 1329; 6 Kanunisani 1329 Ceride-i İlmiyye Muharrem 1330; Muharrem 1333 Tercüman-ı Ahval 30 Teşrinievvel 1330, Servet-i Fünun 6, 13, 20 Teşrin-i Sani 1330, Takvim-i Vekayi 29 Teşrinievvel 1330. 6.Resmi Yayınlar Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre III, CiltI, İçtima Senesi I Özet 1908 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti Meşrutiyeti getirmiş olup Osmanlı Devleti’nde iktidarı ele geçirmiştir. Osmanlı Devleti’nin son yıllarında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin devleti kurtarmak için yaptığı ıslahatlar arasında dini kurumlar da yer almıştır.Dini kurumlarla ilgili olarak Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde ve savaş sırasında yapılan ıslahatların savaş yıllarından nasıl etkilendiği ve Türkiye Cumhuriyeti’ne nasıl bir miras bıraktığı çalışmanın temel sorunudur. Anahtar Kelimeler: Din, Dini Kurum, Osmanlı Devleti ve Din, Savaş ve Din,. 175 Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı Sırasında Rakip Devletlerle Olan Ticari İlişkilerini Düzenlemeye Yönelik Çabalarına Dair Bazı Tespitler Gürsoy ŞAHİN* Giriş XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin ekonomik şartları, iç ve dış etkenlere bağlı olarak şekillenmiştir1. Kapitülasyonlar, uluslararası antlaşmalar, sanayi inkılabı ve Avrupalı devletlerin sömürgecilik faaliyetleri karşısında Osmanlı Devleti’nin zamanla yarı sömürge haline geldiği ifade edilmelidir. Bu yüzyılın ekonomik, askeri ve siyasi gelişmeleri karşısında Osmanlı yönetimi, Avrupa’dan borç para almaya başlamış, bir süre sonra borçların ödenmesi mümkün olmayınca da Düyan-ı Umumiye idaresi kurulmuştur. Bu sebeple XIX. yüzyılın sonları ve XX. yüzyılın başları her alanda Osmanlı Devleti için çok zor şartları beraberinde getirmiştir. Bu dönemlerde yaşanan savaşlar, siyasi çalkantılar, ayaklanmalar, özellikle de Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı, Osmanlı ekonomisini ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakmıştır2. Bu sorunlar savaşa dahil olan veya olmayan tüm taraflarda hissedilmekle birlikte Osmanlı Devleti gibi bazı ülkeleri daha derinden sarsmıştır3. Nitekim Osmanlı’nın elindeki bütçe imkanları ile I. Dünya Savaşı’nı finanse etmesi ve karşılaştığı ekonomik sorunların üstesinden gelebilmesi mümkün değildi. Bu sebepten devlet, ekonomik alandaki sıkıntıları hafifletebilmek amacıyla savaş ekonomisi uygulamak gereği duymuş ve bu kapsamda çeşitli adımlar atmıştır. 1) Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’nı Finansmanı Meselesi I. Dünya Savaşı, ülkelerin süregelen ekonomik ilişkilerini yeniden şekillendirmiştir. Savaşın ilk günlerinde savaşa katılan devletlerin genel olarak karşılaştıkları iki önemli sorun mevcuttur. Bunlardan birisi harbin finansmanı, bir diğeri ise dış borçlar meseleleridir. Savaşın başlamasıyla birlikte eldeki bütün imkanlar sivil halktan ziyade ordunun ihtiyacını karDoç. Dr., Afyon Kocatepe Üniversitesi, [email protected]. Vedat Eldem, Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomisi, TTK Yay., Ankara 1994, s. 2-3. * 1 Şevket Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadî Tarihi 1500-1914, İletişim Yay., 8. Baskı, İstanbul 2013, s. 230233; Bayram Nazır, Şehbender Raporlarına Göre I. Dünya Savaşı Öncesi Osmanlı Ticareti, İstanbul 2010, s. 14; Eldem, Harp ve Mütareke, s. 12-13; Biltekin Özdemir, Osmanlı Devleti Dış Borçları, 1854-1954 Döneminde Yüzyıl Süren Boyunduruk, 1854-1914 Borçlanmaları Galata Bankerleri ve Osmanlı Bankası Düyunu Umumiye İdaresi Türkiye Cumhuriyeti’nin Kabul Ettiği Osmanlı Devlet Borçları, Ankara Ticaret Odası Yay., Ankara, Eylül 2009, s. 94-95. 2 Eldem, “Cihan Harbinin ve İstiklal Savaşının Ekonomik Sorunları”, Türkiye İktisat Tarihi Semineri, Metinler/Tartışmalar, 8-10 Haziran 1973, Hacettepe Üniv. Yay., Ankara 1975, s. 373. 3 177 şılamak için seferber edilmiştir. Bu süreçte ihtiyaçlar ve dolayısıyla ithalat artarken ihracat aynı oranda artmamıştır. Bu şekilde mesela 1915 ile 1919 yılları arasında dış ticaret açıkları İngiltere’de 11.5, Fransa’da 14, İtalya’da 9.2 ve Almanya’da 3 milyar dolara ulaşmıştır. Söz konusu açıkların altınla ödenmesi mümkün olmadığından yabancı memleketlerde yatırımları olan ülkeler buralardan sağladıkları paralar ile masraflarını karşılama yoluna gitmişlerdir. Bunun dışında devletlerin başvurdukları bir diğer çözüm yolu ise kredi temin etmektir. Bu süreçte özellikle ABD ve İngiltere tarafından verilen kredilerin geri ödenmesi hususu, savaş sonrasında harp borçları meselesini ortaya çıkarmıştır4. Osmanlı Devleti de savaşın getireceği olumsuzluklara hazırlıklı olmak amacıyla ilk adımlarını I. Dünya Savaşı’nın ayak sesleri duyulmaya başladığı sırada atmıştır5. Bu anlamda 24 Temmuz 1914 tarihinde gıda maddeleri ve canlı hayvan ihracatı geçici olarak durdurulmuştur. Keza iaşe işleri ile meşgul olmak ve halkın ve ordunun ihtiyaç duyduğu maddeleri temin etmekle sorumlu özel bir komisyon kurulmuştur6. Yine ülkeden altın çıkışını önlemek amacıyla 22 Kasım 1914 tarihinde her türlü altının ihracı yasaklanmıştır. Ancak yasağa rağmen altın kaçakçılığı önlenememiştir7. Keza kamu tekelleri kurmak ve kurulanları desteklemek amaçlanmıştır. Bu şekilde bazı maddelerin belirli fiyatlarla piyasaya sürülmesi kararlaştırılmıştır. Yine sonraki dönemlerde 8 Nisan 1916’da tevhid-i meskukat kanunu çıkarılmıştır8. Bunlara ilaveten temel olarak halkın gıdası için zorunlu olan kaynakların korunması amacıyla 18 Ağustos 1917 iaşe-i umumiye kararnamesi çıkarılmış ve milli ekonomik faaliyetlerin korunması, devletin güvenliği, salgın hastalıklara karşı korunma, afyon ve zehirli maddelerin kullanımını önleme ve alkollü içkilerin yurda girişini engellemeye gayret edilmiştir9. Bu dönemde savaştan kaynaklı başlayan karaborsa sebebiyle İstanbul piyasaları da büyük panik içerisine girmiştir. Bankalarda parası olanlar bankalara akın ederek bir an önce paralarını çekmeye çalışmışlardır. Bu kaos sebebiyle bankalardaki mevduat hesapları bloke edilmiş ve bütün borç ve taahhütlerin vadeleri ertelenmiştir. Bu amaçla çıkarılan “tecil-i düyun ka- 4 Eldem, Harp ve Mütareke s. 23-24. 5 Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 373. Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 375; Zafer Toprak, Türkiye’de Millî İktisat 1908-1918, Doğan Kitap Yay., İstanbul 2012, s. 410-411. 6 7 Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 381. Düstur, Tertip 2, C. 8, (1 Teşrinisani 1331-31 Teşrinievvel 1332), Evkaf Matbaası, İstanbul 1928, s. 892. Toprak, Türkiye’de Millî İktisat, s. 402-403. 8 9 Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 380-381; Toprak, Türkiye’de Millî İktisat, s. 402-403. 178 nunu” on kez uzatılmıştır10. Ancak uygulanan politikalar sorunun çözümünde işe yaramamış ve verilen bu dış ticaret açıkları, Osmanlı’nın yıkılışında önemli bir rol oynamıştır11. Savaşının finansmanı ve savaş sırasında masrafları karşılamak amacıyla devletlerin başvurdukları çareler arasında emisyon yani piyasaya para sürmek, vergi koymak veya borç ve yardım almak gelmektedir. Osmanlı Devleti de bu süreçte benzer bir yol izlemiştir. Bu anlamda Almanya’dan borç alma, vergi ihdas etme ve piyasaya para sürme şeklinde adımlar atılmıştır. Bu tedbirlerden en risklisi piyasaya para sürmektir. Ancak Osmanlı hükümetleri para temin etme yollarından en risklisine yani emisyona daha çok müracaat etmek zorunda kalmıştır12. Osmanlı Devleti toplam 400 milyon tutan savaş masraflarının %43’e denk gelen oranını emisyon ile karşılamıştır13. Osmanlı Devleti’nin bu süreçte savaşın finansmanını karşılamak amacıyla müracaat ettiği uygulamalardan birisi ise vergi koymaktır. Devletin daha önceki olağanüstü dönemlerde yaptığı gibi halkın elindeki kaynaklara yönelmek ve savaşın mali kaynaklarını artırarak yenilgi ihtimalini en aza indirmek çabası içerisinde olduğu malumdur. Bu kapsamda yapılan çalışmaların başında “tekalif-i harbiye” kanunu gelmektedir14. Buna benzer vergiler koyan ülkelerden mesela İngiltere masraflarının %37’sini, Almanya %13’ünü ve ABD ise %47’sini bu şekilde karşılamıştır15. Osmanlı Devleti ise toplam 400 milyon tutan savaş masraflarının %15-17’lik kısmını vergilerle karşılayabilmiştir16. Bu durumun ortaya çıkmasında Osmanlı Devleti’nin doğrudan vergi toplamaması gösterilebilir. Mesela I. Dünya Savaşı öncesinde vergilerin %5’i devlet tarafından doğrudan toplanırken %95’inin mültezimler aracılığıyla toplandığı anlaşılmaktadır17. Osmanlı hükümetinin gerek yardım gerekse borç olarak Almanya ve Avusturya-Macaristan devletlerinden destek aldığı da görülmektedir. Bu anlamda müttefiklerin hazine bonosu, altın, gümüş, mark ve kuron, Osmanlı Düstur, Tertip 2, C. 10, (1 Teşrinisani 1333-9 Teşrinievvel 1334), Evkaf Matbaası, İstanbul 1928, s. 30; Toprak, Türkiye’de Millî İktisat, s. 410-411. Vedat Eldem, kanunun 11 kez uzatıldığını ifade etmektedir. bkz. Bkz. Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 375. Ancak yaptığımız araştırmalarda kanunun 10 kez uzatıldığını tespit etmekle birlikte 11. kez uzatıldığını tespit edemedik. 10 Burcu Kılınç Savrul, Hasan Alp Özel, Cüneyt Kılıç, “Osmanlı’nın Son Döneminden Günümüze Türkiye’de Dış Ticaretin Gelişimi”, Girişimcilik ve Kalkınma Dergisi, 8:1, 2013, s. 60. 11 12 Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 399; Toprak, Türkiye’de Millî İktisat, s. 410. 13 Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 388, 406. Toprak, Türkiye’de Millî İktisat, s. 412-413; keza Cezmi Tezcan, Tekalif-i Harbiye ve Tekalif-İ Milliye Örneklerinde Savaş Dönemleri Mâli Politikaları, Ankara Üniversitesi TİTE, Yayınlanmamış Doktora tezi, Ankara 2005, s.14. 14 15 Eldem, Harp ve Mütareke, s. 24-25. 16 Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 388, 406. 17 Biltekin Özdemir, Osmanlı Devleti Dış Borçları, s. 94-95. 179 lirası ve harp malzemesi olarak ayni ve nakdi yardımları 102 milyon civarındadır18. Keza 18,5 milyon lira iç borç ve 50 milyon kadar da müsadere ve menkul mallara el koyma suretiyle temin edilebilmiştir19. Rakamlara bakıldığında devletin nakit parayı ülke içinde tutma ve piyasayı canlandırma amacıyla atacağı her adımın son derece önem arzettiği anlaşılmaktadır. 2) Ticari Alanda Yapılan Düzenlemeler Osmanlı Devleti savaşın finansmanına katkı sağlamak amacıyla ticari faaliyetlere müdahale etmek ihtiyacı hissetmiştir. Geleneksel olarak Osmanlı dış ticaret politikası ülke içinde ürün bolluğunu ve ekonomik kârlılığı arttırmak üzerine kurulmuştu. Bu anlamda devlet, özellikle fiyat kârlılığını amaçlayan ithalatı teşvik ederken, ihracatı kısıtlayıcı bir amaç gütmekteydi. Uygulanan bu politikaları desteklemek amacıyla ihracat yüksek oranlarda vergilendirilerek kısıtlanmakta hatta bazı mallara ihracat yasağı konmaktaydı20. İhracat yasaklanırken ithalat artırılmaya çalışılmıştır21. I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde 1913-1914 yıllarında Osmanlı Devleti’nin dış ticaretinin %65’i savaş sırasında rakip-düşman safında yer alacak devletler, %25’i müttefik devletler ve %10’luk kısmı ise tarafsız devletler ile yapılmaktaydı. Keza yine bu dış ticaretin %90’ından fazlası denizyolu ve yabancı bandıralı teknelerle gerçekleştirilmekteydi. Ticaretin yapıldığı söz konusu teknelerin ise sadece %20’si müttefik tarafta yer alacak devletlere ait idi22. Ancak savaşın ilk aylarında ülkenin denizden ablukaya alınması ve deniz yollarının ticarete kapanması, demiryolu dış hatlarının rakip ülkelerden geçmesi ve savaş nedeniyle ülkelerin ihraç edebilecekleri besin maddelerinin stoklanması, Osmanlı dış ticaretinin kriz içerisine girmesi anlamına gelmekteydi23. Esasen Osmanlı Devleti’nin XIX. yüzyılın son dönemlerinde dış ticaret politikasının önemli ölçüde kısıtlandığı görülmektedir. 1886 yılında %8’e düşürülen ithal vergi oranları, Avrupalı devletlerin baskıları sonucunda 1914 yılında %11’e çıkartılmıştır. I. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine Osmanlı Devleti kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırmış ve gümrük vergileri ilk önce %15-16’lara, 31 Mayıs 1915 tarihinde ise %30’lara çıkarılmıştır. 1916 yılında himaye usulü ile her ürün için aynı oranda vergi koymak yerine ürünlerin özelliklerine göre spesifik vergi konulması uygulamasına başlan18 Eldem, Harp ve Mütareke, s. 115. 19 Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. s. 398, 406. 20 Kılınç Savrul, Alp Özel, Cüneyt Kılıç, “Osmanlı’nın Son...”, s. 57. 21 Hâmit Sadi Selen, Ticaret Tarihi, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1960, s. 144. 22 Eldem, Harp ve Mütareke, s. 17. 23 Toprak, Türkiye’de Millî İktisat, s. 410. 180 mıştır24. Yani bazı ürünlerden yüksek bazı ürünlerden düşük vergi alan bir tarife düzenlemiştir. 23 Mart 1916 tarihinde çıkarılan bu kanunla 1916 yılı Eylül ayının başından itibaren verginin, eşyanın ağırlığı üzerinden alınması kararlaştırılmıştır ki bu da yaklaşık %15-25 oranına denk gelmekte idi25. Yeni gümrük tarifesiyle ziraat ve sanayi himaye edilirken bazı eşyadan %100 gümrük alan26 ve ihraç vergisini tamamıyla kaldıran yeni düzenleme, savaş sebebiyle istenen faydayı sağlamamıştır27. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı sırasında ekonomiyi canlı tutmak ve dış ticareti devam ettirerek ihtiyaç duyulan malzemelerin tedariki için ciddi bir çaba içerisinde olduğu da ifade edilmelidir28. Örneğin 1915 yılının başlarında rakip devletlerden olmamak şartıyla yabancı ülkelerden gelecek manifatura veya diğer eşyaların ülkeden transit şekilde geçmesine müsaade edildiği görülmektedir29. Bu anlamda Müttefik devletlerin işgalinde bulunan ülkelerle ticarette de mahzur görülmemiştir. Örneğin 20 Nisan 1916 tarihli Meclisi Vükela kararına göre Müttefik devletlerin işgalinde bulunan memleketlerle ticarî ve iktisadî muamelenin uygun olduğu bildirilmiştir30. I. Dünya Savaşı yıllarında toplam ithalatın %90’ı Almanya ve Avusturya’dan gerçekleşen siparişlerdir. Bu ithalatın hesabı Berlin’deki Deutsche Bank’ta tutulmuş ve savaşın sonunda hesaplaşılmıştır. İhracat ise devletlerin İstanbul’da kurdukları satın alma teşkilatları tarafından gerçekleştirilen alışveriştir. Bu işlemlerin hesapları ise İstanbul’daki Deutsche Bank’ta tutulmuştur31. Savaşın kısa sürede sona ereceği kanaati sebebiyle halkın ve ordunun iaşe ve ikmal işlerine yeterince önem verilmediği şeklinde değerlendirmeler yapılmaktadır32. Esasen Osmanlı Devleti, Balkan Savaşlarını takip eden yıllarda hızlı bir şekilde gelişen dış ticareti sayesinde I. Dünya Savaşı’nın ilk aylarında ihtiyaç duyulan malzemelerin sıkıntısını çok fazla çekmemiştir33. Savaşın kısa sürede bitmeyeceğinin anlaşılması üzerine ise hükümet bazı tedbirler almak zorunda kalmıştır. Özellikle 1915 yılının ortalarına doğru elde mevcut ürünler bitme24 Kılınç Savrul, Özel, Kılıç, “Osmanlı’nın Son...”, s. 59. 25 Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 381. Bkz. 30 Eylül 1916/2 Zilhicce 1334 tarihli “Düvel-i muhâsama memalikinden gelecek eşyadan hitam-ı harbe kadar %100 resm istifası hakkında irade-i seniyye”, Düstur, Tertip 2, C. 8, s. 1317. 26 27 Selen, Ticaret Tarihi, s. 139-140. 28 Bayram Nazır, Şehbender Raporları, s. 14. 29 BOA, BEO, nr. 4346/325921. 30 BOA, MV., nr. 201/61. 31 Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 382. 32 Eldem, Harp ve Mütareke, s. 19, 56. 33 Pamuk, Osmanlı-Türkiye, s. 240. 181 ye başlayınca temel ihtiyaç maddeleri dahi piyasada bulunmaz hale gelmiştir. Bu durum üzerine hükümet, ülkede savaş ekonomisi uygulamaya çalışacaktır. 1915 yılında Romanya, Bulgaristan ve savaşa dahil oluncaya kadar Yunanistan ve İtalya’dan gerçekleştirilen ithalat, ülkenin ihtiyacına cevap verememiştir. Osmanlı Devleti’nin yaşadığı bu sıkıntı Sırbistan’ın işgaline kadar devam etmiş, bilahare harp malzemesi ve mühimmat Almanya ve Avusturya-Macaristan’dan getirilebilmiştir34. Bu süreçte savaşın devamı sebebiyle ticaret hacminde bir genişleme yaşanmış, kağıt paranın piyasada dolaşımı artmış ve 1916 yılının ortalarına kadar kağıt para ile altın arasındaki denge kurulmuştur35. 3) Borç ve Taahhütlerle İlgili Düzenlemeler Osmanlı hükümeti, I. Dünya Savaşı’nın doğurduğu olağanüstü durum ve dış ticaretin değişen şartları karşısında ve savaşın finansmanını sağlamak amacıyla, ihtiyatlı ve koruyucu ekonomi politikaları izlemek zorunda kalmıştır36. I. Dünya Savaşı sırasında savaş ekonomisi kapsamında dikkat çeken en önemli tedbirlerden birisi, ülke içerisindeki nakit paranın ülke dışına özellikle de savaş halinde olunan rakip devletlere gidişini engellemeye dönük atılan adımlardır. Osmanlı Devleti’nin ticareti ve nakit para akışını kontrol etmeye yönelik ilk yasal düzenleme “rakip ve müttefikleri ile tarafsız devletler tebaası ellerinde bulunan tahvilat faizi ve amortismanları hakkında geçici kanun” başlıklı kararnamedir. Söz konusu kararname savaşın ilk aylarında yani 6 Aralık 1914 tarihinde kabul edilmiştir37. Yine aynı gün benzer düşüncelerle bir başka düzenleme daha yapılmış ve “Osmanlı tebaasının düşman ve müttefikleri devletler tebaasına karşı olan borç ve taahhütleri hakkında geçici kanun” çıkartılmıştır38. Çıkarılan kararnameler uluslararası hukuka uygun olup, rakip devletlerin Osmanlı tebaasına karşı yürüttüğü uygulamalara karşılık olarak (mukabele-i bilmisil) gerçekleştirilmiştir. Bu düzenlemeler ile Osmanlı tebaasının düşman ve müttefik devletler tebaasına karşı olan borç ve taahhütlerinin ödenmesi ertelenmiştir. Bu anlamda Osmanlı Devleti’nin ülkenin ekonomik hayatına müdahale etmek zorunda kalması ilerleyen süreçte devletçilik sisteminin doğmasına bir adım olarak da değerlendirilmektedir39. 34 Eldem, Harp ve Mütareke, s. 19, 56. 35 Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 381. Filiz Çolak, “İşgal Yıllarında İzmir İktisadi Bölgesinde Fiyat Hareketleri”, Turkish Studies-International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 7/4, Fall 2012, p. 1269-1280. 36 37 BOA, İ.DUİT., nr. 77/43. 38 Düstur, Tertip 2, C. 7, (1 Teşrinisani 1330-31 Teşrinievvel 1331), Matbaa-i Amire, Dersaadet 1336, s. 127. 39 Eldem, Harp ve Mütareke, s. 19; Selen, Ticaret Tarihi, s. 143. 182 a-Rakip Devlet ve Müttefikleri İle Tarafsız Devletler Tebaasının Ellerindeki Tahvilat Faizi ve Amortismanlar Hakkında Kanun Osmanlı Hükümeti savaşın ilk aylarından itibaren ülke içerisindeki ekonomik dengeleri muhafaza etme düşüncesiyle hareket etmiştir. Bu amaçla “rakip ve müttefikleri ile tarafsız devletler tebaası ellerinde bulunan tahvilat faizi ve amortismanları hakkında geçici kanun” başlıklı bir kanun hazırlamış ve nakit paranın ülke dışına çıkmasını engellemeye çalışmıştır40. Buna göre savaş sırasında rakip devletler ile ticari ilişki içinde olan Osmanlı vatandaşları, borçlarını yabancı devlet vatandaşlarına ödemeyecek, buna karşılık Maliye Nezareti tarafından verilecek emir üzerine, hükümetçe tespit edilecek bir bankaya yatırmaya mecbur olacaklardır41. Söz konusu kararname, 13 Ocak 1916’da tasdiken onaylanmak üzere Meclisi Âyan’da gündeme gelmiştir. Mecliste düzenlemenin tereddüde mahal bırakmayacak netlikte ve sınırlılıkta olması üzerinde ciddiyetle durulmuştur42. Kanun teklifine göre, rakip ve müttefiki olan devletler tebaasından, şahıslar ve kurumların elinde bulunan, devlet veya belediye tarafından ihraç edilmiş olan borç ve hazine tahvilatı faiz ve amortismanı 28 Ekim 1914 tarihinden itibaren barış sağlanıncaya kadar ödenmeyecektir. Keza Osmanlı Anonim Şirketleri tarafından ihraç edilmiş olan hisse senetleri ve tahvilleri ile hisse senetlerinin faiz ve amortismanları ile temettü hisselerinin de adı geçen ülke vatandaşlarına bu süre zarfında ödenmesi yasaklanmıştır. Meclisteki müzakerelerden anlaşılacağı üzere bu kanun, borçların ödenmeyeceği veya paranın borçluda bekletileceği anlamına gelmemekteydi. Hükümetin bu kanunu düzenlemekteki amacı yabancılara ve rakip devletlere para çıkmasını engellemektir. Maliye Nezareti tarafından verilecek emir üzerine söz konusu şirketler ödemesi gereken borçlarını, hükümetçe tespit edilen bir bankaya yatırmaya mecbur olacaklardır. Bu kararın aksine hareket eden şirketler, 8 Aralık 1914 tarihli kanunun ikinci maddesi gereğince para cezasına çarptırılacaklardır. Müzakereler sırasında bu kanunu düzenlemekteki maksadın, borç sahiplerinin hukukunu temin etmek olduğu ifade edilmiş6 Aralık 1914/18 Muharrem 1333 tarihli “Düvel-i muhâsama ve müttefikleri ile bî-taraf devletler tebaası yedlerinde bulunan tahvilat faizi ve amortismanları hakkında kanun-ı muvakkat” hk. bkz. BOA, İ.DUİT., nr. 77/43. 40 41 Düstur, Tertip 2, C. 7, s. 125. Kanun lâyihası 13 Ocak 1916 tarihinde Meclisi Âyan’da gündeme gelmiş, meclis ise konuyu Maliye Encümenine havale etmiştir. Lâyiha bilahare 27 Ocak 1916’da Meclisi Âyan’da gündeme alınmıştır. Maliye Encümeni mazbatasına göre harp halinin gerektirdiği mali tedbirler kapsamında düzenlenen ve şirket sahiplerinin rakip devletler ve müttefikleri tebaasına faiz veya diğer ödemelerin ödenip ödenmeyeceği hakkında, Hükümetçe daha önce düzenlenen kanun layihasında açıklık olmadığı ifade edilmiştir. Bunun üzerine, Meclisi Mebusan’a iade edilen lâyihanın birinci maddesinde düzenleme yapılarak Meclisi Âyan’a sunulmuştur. Bkz. Meclisi Âyan Zabıt Ceridesi (MÂZC), Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 2, 23. İnikad, 14 Kânunusâni 1331/27 Ocak 1916, s. 406. 42 183 tir43. Ayrıca söz konusu nakit paranın kontrol altında tutulması da bir avantaj olarak değerlendirilmiştir. Yapılan kanun ile borç sahiplerinin hukukunun tamamen koruma altına alınmış olduğu Aristidi Paşa tarafından ifade edilmiştir. Onun bildirdiğine göre şayet borçlu şirketler devletçe muteber ve güvenilir kabul edilmekte ise bu faiz ve amortismanlarla temettü hisselerinin kendi ellerinde kalmasına müsaade edilecektir. Fakat adı geçen şirketler hükümetçe itimat edilmeyen şirketlerden ise o zaman hükümet bu gibi şirketlere ödemeleri gereken faiz ve amortismanlarla, temettü hisseleri karşılığında ödenecek parayı belirli bir bankaya yatırmalarını emredecektir. Ancak söz konusu şirketler kanuna aykırı olarak borcunu talep eden şirketlere ödeme yaparlarsa veyahut hükümet kendilerine “bu faiz ve amortismanlar ile, temettü hisseleri mukabilini filan bankaya tevdi ediniz” şeklinde bilgi verdiği halde, şirketler yine bunları o bankaya yatırmazlarsa, haklarında kanunda belirlenen para cezası uygulanacaktır. Müzakereler sırasında meclis başkanı, alacak sahibine ödenmesi gereken faiz miktarına karşılığı verilen cezanın, alacaklının hukukunu temin etmeyeceğini ifade etmiştir. Örneğin ödenecek faiz miktarı onbin lira iken, bir şirket hakkında söz konusu faizi bankaya yatırmaması sebebiyle mesela bin lira para cezası verilecek olursa, bu ceza alacaklı kişinin hukukunu temin etmeyecektir. Çünkü o şirket borç olarak vereceği parayı kendi hesabında tutarak kullanırken para cezasını memnuniyetle verebilir44. Görüşmelerde, verilecek ceza ve alacaklının hukukunu koruma konusunda netlik olmadığı hususu bir süre tartışmalara sebebiyet vermiştir. Mebuslardan bazıları Osmanlı tebaasından olup da ödeme yapmayan kişilerin nakdi cezaya çarptırılması veya bir sene hapis cezasına çarptırılmasının alacaklılara ne faydası olacağını sormuşlardır. Diğer milletvekilleri ise kanuna karşı gelmenin sonucunda bu cezanın verileceğini ifade etmişlerdir. Mustafa Nail Bey ise hükümetin bu kanunu çıkarmaktaki maksadının, alacaklıya karşı bir taahhütte bulunmak veya teminat vermek olmadığını ifade etmiştir. Onun bildirdiğine göre hükümetin esas amacı, bu tür şirket ve müessese sahiplerine ödenecek paralardan, savaşan devletler tebaasının istifadesini ortadan kaldırmaktır. Tarafsız devletler tebaası elinde bulunan borç ve hazine tahvilatının faiz ve amortismanı ise İstanbul’da Maliye tarafından kontrol edilecektir. Müzakerelerde, hükümetin Almanya ve Avusturya ile imzalamış olduğu anlaşmalara ait faiz ve amortismanların karşılıklarının ve mukavelenameleri 43 MÂZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 2, 23. İnikad, s. 406-407. 44 MÂZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 2, 23. İnikad, s. 407. 184 gereği ödenmesi gereken borçların ödenmeye devam edeceği hatırlatılmıştır. Fakat rakip devletler tebaasına hiçbir yerde ödeme yapılmayacaktır. Kanunun 6 Aralık 1914 tarihinden itibaren geçerli olacağı bildirilmiş45, 7 Şubat 1916’da ise tasdiken kabul edilmiştir46. b-Osmanlı Tebaasının Rakip Devletler ve Müttefikleri Tebaasına Olan Borç ve Taahhütleri Hakkında Kanun Osmanlı Devleti’nin savaşın başlarında mevcut ekonomik sorunları azaltmak ve ülke dışına para çıkışını engellemek amacıyla gerçekleştirdiği bir diğer düzenleme “Osmanlı tebaasının düşman ve müttefik devletler tebaasına karşı olan borç ve taahhütleri hakkında geçici kanun”dur47. 6 Aralık 1914 tarihinde kabul edilen bu geçici kanun ile savaş sırasında önemli bir karar alınmış ve Osmanlı Devleti vatandaşlarının rakip devlet vatandaşlarına olan borç ve taahhütleri ertelenmiştir. Keza bundan dolayı faiz ve hukuki sorumluluk da üstlenilmeyecektir48. Söz konusu kararname 23 Mart 1916’da Meclisi Âyan’da gerçekleştirilen müzakereler sonucunda tasdiken kabul edilmiştir49. Kanunun müzakere sürecinde dikkat çeken husus, layihanın tereddüde mahal bırakmayacak netlikte hazırlanmaya çalışıldığıdır50. Bu anlamda, Maliye Encümeninden gelen kanun layihasının yeterince açık olmadığı müzakereler sırasında vurgulanmıştır. Bu sebepten Meclisi Âyan, layihanın hükümetin taleplerini karşılamadığını vurgulayarak ifadelerinin netleştirilmesi ve meselenin hukuki yönünün de ortaya konulması amacıyla Adliye Encümenine gönderilmesine karar vermiştir. Bilahare Adliye Nazırı İbrahim Bey’in hazır bulunduğu oturumda kanunla ilgili müzakereler gerçekleştirilmiştir. Müzakerelerde Osmanlı tebaasının rakip devletlere karşı olan ve ödenme zamanı gelmiş olan ticari ve normal borçları için 18 Ekim 1914 tarihinden itibaren faiz işlemeyeceği kabul edilmiştir. Keza söz konusu maddede rakip devletler vatandaşlarının menkul ve gayrimenkul bütün mallarıyla ilgili iddiaları harbin devamı müddetince dikkate alınmayacaktır. Ancak borç erteleme kanunlarının uy45 MÂZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 2, 23. İnikad, s. 408-409. “Düvel-i muhâsama ve müttefikleri ile taraf devletler tebaası yedlerinde bulunan tahvilat faizi ve amortismanları hakkında kanun” için bkz. Düstur, Tertip 2, C. 8, s. 373. 46 “Tebaa-i Osmaniyenin düvel-i muhâsama ve müttefikleri tebaasına karşı olan düyun ve taahhüdatı hakkında kanun-ı muvakkat” hakkında bkz. Düstur, Tertip 2, C. 7, s. 127. 47 Düstur, Tertip 2, C. 8, s. 773; keza bkz. Mehmet Emin Elmacı, “I. Dünya Savaşı ve Kapitülasyonların Kaldırılmasının Sonuçları”, Türkler, C. 14, Edt. Hasan Celal Güzel vd., Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002, s. 381-390. 48 49 Düstur, Tertip 2, C. 8, s. 773; BOA, İ.DUİT, nr. 77/36. Meclisi Mebusan tarafından 13 Kasım 1915 (5 Muharrem 1334 -31 Teşrinievvel 1331) tarihinde Meclisi Âyan’a gönderilmiş ve buradan da Maliye Encümenine havale edilmiştir. bkz. MÂZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 2, 2. İnikad, 2 Teşrinisani 1331/15 Kasım 1915, s. 9. 50 185 gulamasında rakip devlet tebaasının istisna edilmemiş olması sebebiyle Osmanlılara ve dost devletlerin tebaasına ait olan istifadelerden rakip devlet tebaasının da faydalanmakta olduğu görülmüştür. Söz konusu kanun lâyihasında borç ertelemeden istifade edemeyeceklerin de kanuna ilavesi, ancak sermayeleri çoğunlukla Osmanlı tebaasına ait olan önemli müesseselerin istisnası gerektiği Adliye Nazırı tarafından bildirilmiştir. Hükümetin teklifi, encümence de müzakere edildikten sonra uygun görülmüş ve lâyihanın dördüncü maddesi olarak Maliye müesseseleri istisna olmak üzere rakip devlet vatandaşlarının borç erteleme kanunlarının tanıdığı müsaadelerden istifade edemeyecekleri ibaresi ilave edilmiştir51. Adliye Nazırı meselenin daha iyi anlaşılması için konuya bir açıklık getirmiştir. Onun ifadelerine göre bu kanun rakip devletler tebaasıyla Osmanlı tebaası arasındaki ticari işlemlere aittir. Yani Osmanlı vatandaşları taahhütlerinden dolayı harp devam ettiği müddetçe rakip devlet vatandaşlarına karşı olan borçlarından dolayı her hangi bir şekilde mesuliyet yüklenmeyecekler ve faiz ödenmesi de söz konusu olmayacaktır. Meclis’te, borçların ertelenmesi amacıyla çıkartılan kanunun yabancıların tasarruf ve menfaatlerine ait davaları tamamen ortadan kaldırmadığı vurgulanmıştır. Müzakerelerde Avrupa’da da benzer düzenlemelerin yapıldığı ifade edilmiştir. Örneğin rakip devletler, savaş sırasında çıkardıkları kanunlarla Osmanlı Devleti tebaasını birçok haktan mahrum bırakmışlardır. O mahrumiyetlerden birisi de Osmanlı vatandaşlarına yapılacak ödemelerin yasaklanması idi. Müzakerelerden anlaşılacağı üzere Avrupa devletleri tasarruf davalarında şahsi hukuku bile kabul etmemektedirler. Fakat Osmanlı hükümeti Avrupalıların yaptıkları ölçüde hak mahrumiyetine gitmemektedir. Bu sırada Osmanlılar hakkında tasarruf davaları ve tasarruftan kaynaklanan menfaat davalarının da harbin devamı dolayısıyla dikkate alınmamasının ilavesi teklif edilmiştir. Müzakerelerde gündeme gelen bir başka husus dost devletlerin vatandaşlarının borçlarının ertelenmesi meselesidir. Görüşmeler neticesinde savaş sebebiyle Osmanlı vatandaşları ile dost devletler tebaasına kolaylık sağlamak üzere borçların ertelenmesi esası kabul edilmiştir. Yapılan düzenlemede rakip devlet tebaalarının borç erteleme hakkından istifade etmemelerini sağlamaya azami dikkat gösterilecek ancak bu uygulamadan sermayesi Osmanlı ve dost devletlerden oluşan maliye müesseseleri muaf tutulacaktır. Kanunun yürürlüğe girmesi durumunda yaşanacak aksaklıklara meydan vermemek için müzakereler sırasında her ayrıntı tartışılmıştır. Örneğin Aristidi Paşa, alacak davalarında bu kanunun zaman aşımına sebep olup ol51 MÂZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 40. İnikad, 27 Şubat 1331/11 Mart 1916, s. 340-341. 186 mayacağını sormuş, Musa Kâzım Efendi ise zaman aşımının olmayacağını ifade etmiştir. Buna karşılık Mahmut Paşa, “savaşan devletler tebaasından biri burada bulunur, onun emlâkine bir başkası tarafından tecavüz vuku bulursa o adam hakkını almak için mahkemeye müracaat edecek mi edemeyecek mi?” diye bir soru sormuştur. Meclis başkanı söz konusu durum ile yapılan kanunun ilgisinin olmadığını ifade etmiştir52. Abdurrahman Şeref Efendi, kanunda menkul ve gayrimenkul tabirlerinin açıklanması gerektiğini bildirip bir kişinin rakip devletler tebaasından birisinin eşyasını çalarsa ve zorla hanesine el koyarsa ne olacağını sormuştur. Adliye Nazırı İbrahim Bey ise bu durumun ceza kanununa göre savcılar tarafından takip edileceğini bildirmiştir. Adliye Nazırı İbrahim Bey hazırlanan kanunun mukabele-i bilmisil esasına dayandırılarak düzenlendiğini ifade etmiştir. Onun ifadelerine göre rakip devletlerin Osmanlı tebaasına karşı uyguladıkları birtakım tedbirler vardır ki, Osmanlı hükümetinin bu kanun ile teklif ettiği ve yapmaya çalıştığı şey, onların yanında gayet hafif kalmaktadır. Müzakerelerde bu gibi düzenlemelerin devletler hukukuna uygun yürütülmesi gerektiği vurgulanmıştır. Ahmet Rıza Bey, Adliye Nazırının rakip devletlerin Osmanlı tebaasına karşı uyguladığı tedbirlerin çok ağır olduğunu söylediğine ve Osmanlı hükümetinin ise onlara nispetle daha ılımlı davrandığını ifade ettiğine dikkat çekerek Osmanlıların onlarla kıyas edilemeyeceğine vurgu yapmıştır. Ahmet Rıza Bey, Osmanlı vatandaşlarının yabancı memleketlerde emlâkinin olmadığını veya çok az olduğunu hatırlatarak, yabancıların Osmanlı topraklarında pek çok emlâki olduğunu dile getirmiştir. Osmanlı ülkesinde üç-beş yabancının kaldığını veya iltica ettiğini bildiren A. Rıza Bey, onların çoğunun da burada doğmuş, büyümüş kimseler olduğunu ve adeta Osmanlı olduklarını ifade etmektedir. O, rakip devletler Osmanlı tebaasına karşı olumsuz muamele ediyor diye hükümetin de karşılık olarak adalete ve özellikle Osmanlılık şanına yakışmayacak muamelede bulunulmasının kabul edilemeyeceğini belirtmiştir. Adliye Nazırı İbrahim Bey ise yabancıların müesseselerinin veya ticarethanelerinin kapatılmadığını, ticaretle meşgul olmaya devam edeceklerini fakat Osmanlılara karşı hukuk davalarını açmalarının yasak edildiğini, ceza davalarının ise görülmeye devam ettiğini bildirilmiştir. Müşir Mehmet Fuat Paşa, rakip devletlerin gayrimenkul mallar ile ilgili tedbirlerinin uygun olduğunu, ancak menkul mallar hakkında yapılan düzenlemenin net olmadığını bildirmiştir. Mehmet Fuat Paşa’ya göre hükümetin boş kalan evdeki eşyayı koruması veya kanun kapsamı dışında tutması doğru olacaktır. Bunun üzerine Adliye Nazırı İbrahim Bey, kanunun yanlış 52 Bkz. MÂZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 40. İnikad, s. 339-341. 187 anlaşıldığını, rakip devlet tebaasının menkul veya gayrimenkul emlakine el koymak için bir kanun yapılmadığını ifade etmiştir. Ahmet Rıza Bey ise üstü kapalı olarak o mananın çıktığını, kendisinin bir Türk-Osmanlı sıfatıyla bu kanunu kabul etmediğini bildirerek rahatsızlığını dile getirmiştir53. Kanunda vurgulanan bir diğer husus Osmanlı memleketlerinde bulunan şahıs veya kurumlar tarafından rakip devletler memleketlerine ve bunların müstemlekelerine gerek nakden ve gerek çek ve poliçe ve hesap nakli suretiyle aracı ile veya aracısız ödeme yapılmasının yasaklandığıdır. Bu yasağın aksi şekilde hareket eden kimseler, her defası için bin liraya kadar para cezası ve bir seneye kadar hapis cezasıyla veyahut bunlardan biriyle cezalandırılabileceklerdir. Bu kişilere Maliye Nezareti’nin ihbarına dayanarak savcılık tarafından dava açılacak ve cezalandırılacaklardır. Keza kanunda Maliye Nezareti tarafından anonim şirketlere müfettişler gönderilerek evraklarının inceleneceği ve Maliye müesseseleri müstesna olmak üzere rakip devlet tebaasının borç erteleme kanununun sağladığı müsaadelerden istifade edemeyecekleri belirtilmiştir54. Söz konusu kanun 13 Mart 1916 tarihinde kabul edilmiştir55. Hazırlanan kanun 23 Mart 1916’da yayınlanmıştır56. Müzakereler ve kanunun içeriğine bakıldığında Osmanlı hükümetinin ülke içerisindeki nakit paranın rakip devlet vatandaşlarına ödenmesini engellediği görülmektedir. Bu şekilde sıcak paranın ülke içinde kalması sağlanmıştır. Öte yandan I. Dünya Savaşı’nın başlarında tarafsızlığını koruyan devletlerin ilerleyen dönemlerde taraflarını seçmeleri üzerine söz konusu kanunun kapsamının genişletilmesi ihtiyacı hissedilmiştir. Bu anlamda İtalya’nın İttifak devletleri safında yer alması ve 20 Mayıs 1915’te Avusturya’ya, Ağustos ayında ise Almanya ve Osmanlı Devleti ile savaş pozisyonuna girmesi mevcut kanun üzerinde bir düzenleme yapılmasını gerekli kılmıştır. Bunun üzerine söz konusu kanun hükümlerinin İtalya vatandaşlarına da uygulanması hususu 16 Eylül 1915’te kararlaştırılmıştır57. Kararname 18 Eylül 1915 tarihinde kabul edilmiş58, 20 Mart 1916 tarihinde ise tasdiken onaylanmıştır59. 53 MÂZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 40. İnikad, s. 339-341. 54 MÂZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 40. İnikad, s. 339-341. Bkz. MÂZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 42. İnikad, 29 Şubat 1331/13 Mart 1916, s. 417-419; keza bkz. Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC), Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 44. İnikad, 29 Şubat 1331/13 Mart 1916, s. 480-484. 55 56 Düstur, Tertip 2, C. 8, s. 773; BOA, İ.DUİT, nr. 77/36. 57 BOA, MV., nr. 241/128; BOA, İ.MMS. nr. 200/1333. “Tebaa-i Osmaniyenin düvel-i muhâsama ve müttefikleri tebaasına karşı olan düyun ve taahhüdatına mütedair 18 Muharrem 1333 tarihli kanun-ı muvakkat hükmünün İtalya tebaasına dahi teşmili hakkında kanun-ı muvakkat”. Bkz. Düstur, Tertip 2, C. 7, s. 725. 58 “Tebaa-i Osmaniyenin düvel-i muhâsama ve müttefikleri tebaasına karşı olan düyun ve taahhüdatına mütedair 18 Muharrem 1333 tarihli kanun-ı muvakkat hükmünün İtalya tebaasına dahi teşmili hakkında kanun”. Bkz. Düstur, Tertip 2, C. 8, s. 759. 59 188 Osmanlı Devleti benzer bir tavrı Romanya devleti tebaasına karşı da göstermiştir. Osmanlı ile Romanya arasında 30 Ağustos 1916’da savaş resmen başlamıştır60. Yaşanan bu gelişme üzerine borçların ertelenmesi kanunu 22-29 Ocak 1917 tarihlerinde Meclisi Mebusan’da müzakere edilmiş ve kanunun 18 Ağustos 1915 tarihinden itibaren geçerli olması kararlaştırılmıştır61. 27 Eylül 1916 tarihinde Meclisi Vükela’da rakip ve müttefik devletler tebaası hakkında çıkarılan borç ve taahhütlerle ilgili kanun hükümlerinin Romanya tebaasına da uygulanması ile ilgili kararname kabul edilmiş ve ertesi gün yayınlanmıştır62. Adı geçen kararname 15 Mart 1917 tarihinde tasdik edilmiştir63. Kısa bir süre sonra Yunanistan da savaşa dahil olmuştur. Yunan tarafının savaşa girmesi üzerine borçların ödenmesinin ertelenmesi ile ilgili kanununun kapsamının genişletilmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Böylece söz konusu kanunun Yunan tabiiyetine sahip tüccarlara da uygulanması kararlaştırılmıştır. Konuyla ile ilgili kararname 31 Mayıs 1917 tarihinde kabul edilmiş64, 6 Ağustos 1917’de ise onaylanmıştır65. 4) Diğer Düzenlemeler Osmanlı Devleti savaş döneminde ticari ilişkilerden kaynaklanan her türlü para akışını kontrol etmeyi amaçlamış buna yönelik adımlar atmıştır. Örneğin 19 Temmuz 1916 tarihli Meclisi Vükela kararına göre, Osmanlı Devleti’nin kendi müttefikleri tarafından işgal edilmiş olan Belçika, Sırbistan ve Karadağ gibi devletlerin vatandaşları adına Osmanlı ülkesine gelen nakit havalenamelerin ödenmemesi kararlaştırılmıştır66. Osmanlı Devleti’nin rakip devletlerin vatandaşlarının alacaklarının ödenmemesi dışında bir takım farklı uygulamalar gerçekleştirdiği de görülmektedir. Bu anlamda 10 Ocak 1917 tarihinde rakip devlet vatandaşlarından bazı kişilerin kendi ihtiyaçları dışında, ticaret yapmak amacıyla hububat aldıkları tespit edilmiştir. Satın alınan zahireye bazı kazalarda Osmanlı me30 Ağustos 1916/1 Zilkade 1334 tarihli “Hükümet-i seniyye ile Romanya hükümeti arasında hal-i harp ilanı hakkında irade-i seniyye” başlıklı kanun hakkında bkz. Düstur, Tertip 2, C. 8, s. 1268. 60 MMZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 3, 28. İnikad, 9 Kânunusâni 1332/22 Ocak 1917, s. 431; MMZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 3, 31. İnikad, 16 Kânunusâni 1332/29 Ocak 1917, s. 42. 61 BOA, MV., nr. 245/29 keza bkz. 28 Eylül 1916/30 Zilkade 1334 tarihli “2 Rebiülahir 1334 tarihli kanun ile 18 Cemaziyelevvel 1334 tarihli kanunun Romanya tebaası hakkında dahi cereyan-ı ahkamı hakkında kanun-ı muvakkat” hakkında bkz. Düstur, Tertip 2, C. 8, s. 1315. 62 63 Düstur, Tertip 2, C. 9, (1 Teşrinisani 1332-31 Teşrinievvel 1333), Evkaf Matbaası, İstanbul 1928, s. 278. 64 BOA, MV., nr. 208/121. “2 Rebiülahir 1334 tarihli 18 Cemaziyelevvel 1334 tarihli kanunlar ahkamının tebaa-i Yunaniyeye dahi tatbiki hakkında kararname”. Bkz. Düstur, Tertip 2, C. 9, s. 704; keza Bkz. BOA, MF.MKT., nr. 1229/66, nr. 1229/72. 65 66 BOA, MV., nr. 202/112. 189 murları tarafından el konulmuş ve bu mallar ordunun ihtiyacı olduğu gerekçesiyle askeriyeye teslim edilmiştir. Bu uygulamanın uygun olup olmadığı Dahiliye Nezareti’ne sorulmuş ve yapılanın, mevcut şartlar ve yasalar gereği normal bir uygulama olduğu ifade edilmiştir67. Görüleceği üzere Osmanlı hükümeti, I. Dünya Savaşı sırasında rakip devletler ile ticari ilişkileri ve dolayısıyla ülke dışına paranın akışını kontrol etme çabası içerisindedir. Bu anlamda hem borç erteleme kanununun kapsamını genişletmiş hem de rakip devletlerin vatandaşları ile ticari ilişkisi olan vatandaşlarını bilgilendirmiştir. Örneğin 16 Haziran 1917 tarihli bir belgeden anlaşıldığı üzere Osmanlı’nın rakibi olan devletlerdeki kişi ve kuruluşlarla aralarında borç, alacak veya mevduat ilişkisi olanların Maliye Nezareti Tedkik Kalemi’ne başvurmaları istenmiştir68. Rakip ve tarafsız devletler ile gerçekleşen ticari ilişkiler kapsamında bazı Osmanlı vatandaşlarının sorunlar yaşadığı anlaşılmaktadır. Esasen ticari ilişkileri düzenlemek amacıyla 23 Ağustos 1917 tarihli irade-i seniyyeye göre bir talimatname düzenlenmiştir. Buna göre rakip devletler dışındaki tarafsız devletlere para göndermek gerekli ise bu amaçla kurulmuş Kambiyo Komisyonundan mutlaka izin alınması gerekmektedir. Bunun aksine davranan Osmanlı vatandaşlarının haklarında davalar açılmıştır69. 5) Savaş Sonunda Yapılan Düzenlemeler a) Borç ve Taahhütler Hakkındaki Kanunun Yürürlükten Kaldırılması I. Dünya Savaşı sona erdiğinde Osmanlı tebaasının düşman ve müttefik devletler tebaasına karşı olan borç ve taahhütleri hakkında geçici kanuna artık ihtiyaç kalmamıştır. Bu anlamda Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan (30 Ekim 1918) yaklaşık bir ay sonra 5 Aralık 1918 tarihinde konu Mecliste gündeme gelmiştir. Osmanlı tebaasının rakip devletler ile onların müttefikleri tebaasına karşı olan borç ve taahhütleri hakkındaki kanun hükümlerinin Rusya ve Romanya istisna olmak üzere tüm rakip devletler ile Ukrayna Hükümeti tebaası hakkında geçerli olmamasına dair bir kanun layihası müzakere edilmeye başlanmıştır70. Yapılan müzakereler sırasında Denizli Mebusu Rüştü Bey, mütarekenin imzalandığı ve bu sebeple bundan sonra yabancı devletler tebaası ile çeşitli muamele ve ticari ilişkilerin gerçekleşeceğine dikkat çekmiştir. Bu sebepten Osmanlı tebaasının düşman ve müttefik devletler tebaasına karşı 67 BOA, DH.İ.UM.EK., nr. 26/71. 68 BOA, DH.İ.UM., nr. 22/5. 69 MÂZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 14. İnikad, s. 173. 70 MMZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 22. İnikad, 7 Kânunuevvel 1334/7 Aralık 1918, s. 244. 190 olan borç ve taahhütleri hakkında geçici kanunun bir an önce yürürlükten kaldırılması gerektiği dile getirilmiştir. Keza Meclis başkanı, hükümetin de kanunun kaldırılmasını istediğini belirterek, meselenin aciliyetine binaen konuyu hemen gündeme aldırmıştır71. Maliye Nezareti’nin de desteğiyle kanun layihası meclis gündemine gelmiştir. Milletvekilleri kanunun kaldırılmasıyla ilgili müzakereler sırasında farklı görüşler dile getirmişlerdir. Örneğin İstanbul Mebusu Ali Fethi Bey, kanunda yabancı devlet tebaasına karşı tanınan bu iznin, Osmanlı tebaasının mali muameleleri hususunda bir misilleme esasına göre mi yoksa yalnız tek taraflı yapılan bir müsaade mi olduğunu sormuştur. Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa ise mukabele-i bilmisil esasının kabul edildiğini fakat kanunda zikredilmediğini bildirmiştir. Böylece söz konusu kanun ile İtalya, Romanya ve Yunanistan’ı da kapsayan kanun ve kararnamelerin yeni düzenlenen kanuna aykırı olan hükümlerinin ortadan kaldırılması kararlaştırılmıştır72. Bu kapsamda yapılan çalışmalar neticesinde 5 Aralık 1918 tarihinde Meclisi Mebusan’da müzakereler tamamlanmış ve Meclisi Âyan’a gönderilmiştir. Meclisi Âyan, kanunu 9 Aralık 1918 tarihinde müzakere etmiştir. “Tebaa-i Osmaniyyenin Düvel-i muhâsama ve müttefikleri tebaasına karşı olan Düyun ve taahhüdatı hakkındaki kanun ahkamının Rusya ve Romanya’dan maada diğer devletler ve Düvel-i Muhtelife ve Ukrayna Hükümeti tebaası hakkında cari olamayacağına dair kanun layihası” konusunda yapılan görüşmeler neticesinde kanun kabul edilmiştir. Kanunda Rusya ve Romanya istisna kabul edilmiştir. Çünkü Rusya ile Brest-Litowsk Anlaşması imzalanmasına rağmen Ruslar kendi topraklarında Osmanlı emlakine el koymuş, Romanya’nın ise Bükreş Anlaşması’nı henüz uygulamaya koymamıştır73. Buna karşılık diğer devletler ile Rusya’da kurulan ve İtilaf devletleri tarafından da tanınan Ukrayna Hükümeti tebaasının söz konusu kanundan yararlanması karara bağlanmıştır74. b) Tahvilat Faizi ve Amortismanlar Hakkında Kanunun Yürürlükten Kaldırılması Osmanlı Devleti, rakip ve müttefikleri ile tarafsız devletler tebaası ellerinde bulunan tahvilat faizi ve amortismanları hakkında geçici kanun gereği savaş boyunca ödemediği borçları mütarekeden sonra ödeme ile ilgili düzenleme yapmıştır. Bu anlamda 5 Eylül 1920 tarihinde çıkarılan kararname ile harp esnasında İtilaf devletlerine ve müttefikleri tebaasına ödenmemiş 71 MMZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 21. İnikad, 5 Kânunuevvel 1334/5 Aralık 1918, s. 226. 72 MMZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 22. İnikad, s. 244. Bkz. MÂZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 14. İnikad, s. 173; keza bkz. Elmacı, “I. Dünya Savaşı”, s.381390. 73 74 MMZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 22. İnikad, s. 244. 191 olan Osmanlı borçları ile faiz ve amortismanlarının adı geçen tebaaya ödenmemesi uygulamasına son verilmiştir. Keza Osmanlı Anonim Şirketleri tarafından ihraç edilmiş olan hisse senetleri ve tahvilleri ile hisse senetlerinin faiz ve amortismanları ile temettü hisselerinin de adı geçen ülke vatandaşlarına bu süre zarfında ödenmesi yasağı kaldırılmıştır. Yapılan düzenleme ile ödemelerin yalnız İstanbul’da Osmanlı kağıt parası ile ödenmesi kararlaştırılmıştır75. Bundan kısa süre sonra 19 Ekim 1920 tarihinde gerçekleştirilen düzenleme ile rakip devlet ve müttefikleri ile tarafsız devletler tebaasının ellerindeki tahvilat faizi ve amortismanlar hakkındaki kanun ile 5 Eylül 1920 tarihli harp esnasında İtilaf devletleri ve müttefikleri tebaasına ödenmemiş olan Osmanlı borçlarının faiz ve amortismanlarının adı geçen tebaaya yalnız İstanbul’da ödenmesi hakkındaki kararname yürürlükten kaldırılmıştır76. Yaptığımız araştırmalara rağmen Osmanlı Devleti’nin söz konusu düzenleme sonucu savaş süresince sağladığı ekonomik fayda hususunda kesin verilere ulaşmamız mümkün olmamıştır. Sonuç Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı yıllarında ekonomik alanda bir çok sorunla baş etmek zorunda kalmıştır. Bunlar arasında bir taraftan ticaretin devam etmesi ve piyasada mal bulunması, diğer taraftan nakit paranın Osmanlı ülkesinde kalması en önemlileri arasında sayılabilir. Keza harbin finansmanının sağlanması ve dış borçlar meselesi de üzerinde durulması gereken hususlardan olmuştur. Çalışmamızda dikkat çeken husus Osmanlı hükümetinin çıkardığı kanunlar ile ülke içerisindeki ekonomik dengeleri muhafaza etmeye çalıştığıdır. Bu meyanda nakit paranın ülke dışına çıkmasını engellemek için bir takım yasal düzenlemeler yapılmıştır. Bu bağlamda Osmanlı hükümetinin aldığı tedbirlerden birisi 6 Aralık 1914 tarihinde kabul edilen “rakip devletler ve müttefikleri ile tarafsız devletler vatandaşları ellerinde bulunan tahvilat faizi ve amortismanları hakkında geçici kanun”dur. İkinci olarak yine aynı tarihte kabul edilen “Osmanlı tebaasının düşman ve müttefik devletler tebaasına karşı olan borç ve taahhütleri hakkında geçici kanun” adını taşıyan yasal düzenleme dikkat çekicidir. Çıkarılan bu geçici kanunlar ile savaş sırasında, Osmanlı vatandaşlarının rakip devlet vatandaşlarına olan borç ve taahhütleri ertelenmiştir. Keza bundan kaynaklanan faiz ve hukuki sorumluluk da kabul edilmemiştir. Söz konusu paralar hükümetçe tespit edilecek bir bankaya yatırılmıştır. Keza ra75 Düstur, Tertip 2, C. 12, (16 Mart 1336-4 Teşrinisani 1338), Evkaf Matbaası, İstanbul 1927, s. 262-263. 76 Düstur, Tertip 2, C. 12, s. 330. 192 kip devlet vatandaşları adına Osmanlı ülkesine gelen nakit havalenamelerin ödenmemesi kararlaştırılmıştır. Bu düzenlemeler yapılırken meclisteki müzakerelerde önemli hususlar dile getirilmiştir. Milletvekillerine göre rakip devletlerin Osmanlı vatandaşlarına karşı uyguladıkları birtakım tedbirler ve yaptırımlar vardır ki, Osmanlı hükümetinin söz konusu kanunlar ile teklif ettiği ve yapmaya çalıştığı şey, onların yanında gayet ılımlı kalmaktadır. Müzakerelerde vurgulanan husus, genel olarak birtakım tasarruf ve menfaatlere ait davaları bu kanunun ortadan kaldırmadığıdır. Halbuki rakip devletler, savaş sırasında çıkardıkları kanunlarla Osmanlı Devleti tebaasını birçok haktan mahrum bırakmışlardır. O mahrumiyetlerden birisi de Osmanlı vatandaşlarına yapılacak ödemelerin yasaklanması idi. Keza Avrupa devletleri tasarruf davalarında şahsi hukuku bile kabul etmemektedir. Fakat Osmanlı hükümeti, Avrupalıların yaptıkları ölçüde hak mahrumiyetine gitmemektedir. Osmanlı yöneticilerine göre savaş zamanında bile olsa yapılanlar devletler hukuku çerçevesinde yürütülmelidir. Kanun ile ilgili müzakerelerde savaşan devletler, Osmanlılara karşı olumsuz muamelede bulunsalar bile, aynı tarzda karşılık vermek “Osmanlı Devleti’nin şanına yakışmaz” şeklindeki yaklaşım da Osmanlı devlet adamlarının bakış açısına ışık tutmaktadır. Sonuç olarak Osmanlı hükümetinin I. Dünya Savaşı sırasında savaş ekonomisi uygulamaya çalıştığı, ülke içerisindeki nakit paranın ülke dışına özellikle de savaş halinde olunan rakip devletlere gidişini engellemeye çalıştığı vurgulanmalıdır. Keza çıkarılan kanunlar, uluslararası hukuka uygun, mütekabiliyet esasları çerçevesinde yapmış olup, rakip devletlerin Osmanlı tebaasına karşı yürüttüğü uygulamalara karşılık olarak atılan adımlardır. Kaynakça Başbakanlık Osmanlı Arşivi Belgeleri BOA, BEO, nr. 4346/325921. BOA, DH.İ.UM., nr. 22/5. BOA, DH.İ.UM.EK., nr. 26/71. BOA, İ.DUİT, nr. 77/36; nr. 77/43. BOA, İ.MMS. nr. 200/1333. BOA, MF.MKT., nr. 1229/66, nr. 1229/72. BOA, MV., nr. 201/61. BOA, MV., nr. 202/112. BOA, MV., nr. 208/121. BOA, MV., nr. 241/128. BOA, MV., nr. 245/29. Düsturlar ve Zabıt Cerideleri Düstur, Tertip 2, C. 7, (1 Teşrinisani 1330-31 Teşrinievvel 1331), Matbaa-i Amire, Dersaadet 1336. 193 Düstur, Tertip 2, C. 8, (1 Teşrinisani 1331-31 Teşrinievvel 1332), Evkaf Matbaası, İstanbul 1928. Düstur, Tertip 2, C. 9, (1 Teşrinisani 1332-31 Teşrinievvel 1333), Evkaf Matbaası, İstanbul 1928. Düstur, Tertip 2, C. 10, (1 Teşrinisani 1333-9 Teşrinievvel 1334), Evkaf Matbaası, İstanbul 1928. Düstur, Tertip 2, C. 12, (16 Mart 1336-4 Teşrinisani 1338), Evkaf Matbaası, İstanbul 1927. Meclisi Âyan Zabıt Ceridesi (MÂZC), Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 2, 23. İnikad, 14 Kânunusâni 1331/27 Ocak 1916, s. 406-409. MÂZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 42. İnikad, 29 Şubat 1331/13 Mart 1916, s. 417-419. MÂZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 40. İnikad, 27 Şubat 1331/11 Mart 1916, s. 339-341. MÂZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 14. İnikad, 9 Kânunuevvel 1334/9 Aralık 1918, s. 173. MÂZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 2, 2. İnikad, 2 Teşrinisani 1331/15 Kasım 1915, s. 9. Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC), Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 21. İnikad, 5 Kânunuevvel 1334/5 Aralık 1918, s. 226. MMZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 22. İnikad, 7 Kânunuevvel 1334/7 Aralık 1918, s. 244. MMZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 3, 28. İnikad, 9 Kânunusâni 1332/22 Ocak 1917, s. 431. MMZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 3, 31. İnikad, 16 Kânunusâni 1332/29 Ocak 1917, s. 42. MMZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 44. İnikad, 29 Şubat 1331/13 Mart 1916, s. 480-484. Araştırma Eserleri Eldem, Vedat, “Cihan Harbinin ve İstiklal Savaşının Ekonomik Sorunları”, Türkiye İktisat Tarihi Semineri, Metinler/Tartışmalar, 8-10 Haziran 1973, Hacettepe Üniv. Yay., Ankara 1975, ss.373-408. Eldem, Vedat, Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomisi, TTK Yay., Ankara 1994. Elmacı, Mehmet Emin, “I.Dünya Savaşı ve Kapitülasyonların Kaldırılmasının Sonuçları”, Türkler, C. 14, Ed. Hasan Celal Güzel vd., Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002, s.381-390. Çolak, Filiz, “İşgal Yıllarında İzmir İktisadi Bölgesinde Fiyat Hareketleri”, Turkish Studies-International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 7/4, Fall 2012, p. 1269-1280. Nazır, Bayram, Şehbender Raporlarına Göre I. Dünya Savaşı Öncesi Osmanlı Ticareti, İstanbul 2010. Özdemir Biltekin, Osmanlı Devleti Dış Borçları, 1854-1954 Döneminde Yüzyıl Süren Boyunduruk, 1854-1914 Borçlanmaları Galata Bankerleri ve Osmanlı Bankası Düyun-u Umumiye İdaresi Türkiye Cumhuriyeti’nin Kabul Ettiği Osmanlı Devlet Borçları, Ankara Ticaret Odası Yay., Ankara, Eylül 2009. Pamuk, Şevket, Osmanlı-Türkiye İktisadî Tarihi 1500-1914, İletişim Yay., 8. Baskı, İstanbul 2013. 194 Savrul, Burcu Kılınç, Hasan Alp Özel, Cüneyt Kılıç, “Osmanlı’nın Son Döneminden Günümüze Türkiye’de Dış Ticaretin Gelişimi”, Girişimcilik ve Kalkınma Dergisi, 8:1, 2013, ss. 55-78. Selen, Hâmit Sadi, Ticaret Tarihi, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1960. Tezcan, Cezmi, Tekalif-i Harbiye ve Tekalif-İ Milliye Örneklerinde Savaş Dönemleri Mâli Politikaları, Ankara Üniversitesi TİTE, Yayınlanmamış Doktora tezi, Ankara 2005. Toprak, Zafer, Türkiye’de Millî İktisat 1908-1918, Doğan Kitap Yay., İstanbul 2012. Özet I. Dünya Savaşı’nın devletler üzerinde ekonomik, siyasi, sosyal ve askeri olmak üzere birçok etkisi olmuştur. Bu sayılanlar içerisinde en önemli unsurlardan birisi şüphesiz ekonomidir. Savaş hali ekonomiyi derinden etkilemekte, süregelen ekonomik ilişkiler devletlerin almış olduğu konuma göre yeniden şekillenmektedir. Nitekim I. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı vatandaşlarının Avrupalı tüccarlarla olan ekonomik münasebetleri devam etmekte iken, savaşın başlamasıyla birlikte bu ilişkiler farklı bir boyut kazanmıştır. Osmanlı Devleti, rakip devlet vatandaşlarıyla olan ticari münasebetlerini ve bu kapsamda gerçekleşen para akışını gözden geçirme ihtiyacı hissetmiştir. Nitekim bu hususu düzenleyici kanunlar çıkarmıştır. Bu araştırmada, I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı tebaasının rakip devlet vatandaşları ile gerçekleştirdikleri ticari ve parasal ilişkileri düzenlemek için atılan adımlar değerlendirilecektir. Çalışmada Başbakanlık Osmanlı Arşiv Belgeleri, Düsturlar, Meclisi Âyan ve Meclisi Mebusan Zabıt Cerideleri gibi kaynaklar dikkate alınacaktır. Anahtar Kelimeler; I. Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti, Rakip Devlet, Osmanlı Tebaası, Ticaret, Para. 195 Modern Sanayileşmiş Savaşta Sanatın Politik Dışavurumu: 1905-1917 Rus Devrimlerinin Felsefi ve Politik Etkilerinin Ekspresyonist ve Dadaist Sanattaki Rolü Hakan DALOĞLU* DADA Devrimci proletaryanın yanında yer alıyor ve sizi Çağımızın gereksinimleriyle baş başa bırakıyor. Kahrolsun sanat, Kahrolsun burjuva entelektüel yandaşlığı. Sanat öldü Yaşasın Tatlin’in Makine Sanatı!1 Giriş Bildirinin amacı: I. Dünya Savaşı ve sonrasında ortaya çıkan akımlardan özellikle Fütürist, Konstrüktivist, Ekspresyonist ve Dadaist sanat hareketlerinin reel savaş politikaları karşısındaki siyasi tepkilerini ve bu tepkilerinin sonucunda oluşturdukları sanat üretimlerinin ve manifestolarının somut etkilerini ortaya koymaya çalışacaktır. Dolayısıyla bildiri metni, avangard1 sanat hareketleri üzerine bir fikir geliştirmek için kendi geleceğinden kuşku duyan tedirgin ve mutsuz bir kuşağın kendi çağı ile hesaplaşma nedenleri üzerinde durarak, bu çağı hazırlayan toplumsal yapının ekonomi-politik ve felsefi kökenine inmeye çalışacaktır. Bildiri metni, XIX. yüzyıl Batı uygarlığının çöküşünü belirleyen Birinci Dünya Savaşı’nı ve bu ortamı hazırlayan siyasi ve sosyal olguları irdeleyerek;Çağın Yeni bir Düzeni’ni belirleyen Devrimler ve onların modernist manifestoları ile başlamaktadır. Batı uygarlığı, Avrupa’nın merkeziliğine derinden inanmış, kapitalist, liberal, burjuva, bilim, bilgi, maddi ve manevi ilerleme bakımından gurur verici; bilim, siyaset ve endüstride yaşanan devrimlerin doğum yeri olan, askerleri dünyanın büyük bir kısmını fetheden ve sömüren uluslardan oluşan bir dünya siyasal sistemini temsil Yrd. Doç. Dr.,Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, [email protected]. Avangard, ilk olarak Fransız ütopyacı sosyalist Henri-de Saint Simon tarafından 1820’lerde kullanılan bir terim olarak bilinse dahi kelimenin askeri çağrışımları da vardı. Öncü birlikleri temsil ediyordu her şeyden önce… Fakat giderek hem sosyo-politik gelişmeyi hem de modern sanatçının amaçladığı estetik konumu belirtir hale geldi. Avangard kelimesi de yine ikili bir siyasal tarafın kullanımına açıktır: Hem Marinetti hem de Mussolini, avangard kavramını XIX. yüzyılın sosyalist ve bohem geleneklerinden alıp yeniden askerileştirdiler. Marinetti ise bu kavramı hem askeri hem de sanatsal meseleleri bir araya getirmek için kullanmıştı. Kısacası Lenin, avangard terimini devrimci nedenlerden dolayı kullanırken, Marinetti ve Mussolini aynı terimi savaş için kullanmışlardı. Sonuçta avangardın siyasal tarafı ve bakışı ne olursa olsun dünyayı değiştirmek üzere yola çıkmış her hareketin bir ütopyası, günümüzün ıstıraplarını hafifletecek, çabalarını ödüllendirecek bir gelecek hayali vardır. * 1 197 etmektedir.Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasından İkinci Dünya Savaşı’na kadar geçen on yıllar, bu uygarlığın ve bu toplumun Felaket Çağı olarak nitelendirilmeyi hak ettiğini söyleyebiliriz. Eğer XIX. yüzyılın burjuva toplumu söz konusu olan bu felaket çağında çökmeseydi ne Alman Devrimi ne de Ekim Devrimi ne de -onların siyasal atmosferinden doğacak- avangard akımların sanata dair estetik manifestolarının tarihi oluşabilirdi. Çünkü Batı Uygarlığının hoşnutsuzlukları karşısında sanatçınınsosyo-politik ve estetik tutumu, devrimci bir iradeyle modernizm içerisinde radikalleşerek avangarda evrilir. Bu avangardestetik konuma göre; “iyi, doğru, güzel artık onun sorunu değildir; tersine, metropolün kötü, sahte, çirkin temsilleri üzerinden bir karşı-estetik inşa eder.”2 Söz konusu karşı-estetik; “tamamen muhalif formasyonlar halinde gelişerek, kültürel kurumlara ve giderek bütün düzene hükmedenlere (…) karşı saldırıya geçer.”3 Fakat günümüzde artık böylesi karşı estetik yaklaşımlar gösteren gerçek avangardlar ve onların manifestolarını bulamayız. Bunun sebebi -FredricJameson ve Perry Anderson gibi Marxsist edebiyat kuramcılarının belirttiği- küresel kapitalizm teorisidir. “Erken yirminci yüzyılda, bu teori, halen kapitalizm ve üretimin eski şekilleri arasında çeşitli gerilimlerin olduğunu; modernizmin ve avangardların tam da bu gerilimler üzerinden geliştiğini iddia ederler. Oysa günümüzde, tamamen kapitalizm tarafından sindirilmiş olunan bir dünya da yaşıyor olmamızdan dolayı, bir avangardın mümkünlük durumlarının ortadan kalkmış olduğunu”4 belirtirler. Kısacası avangard bitmiştir çünkü mümkünlüğünsosyo-ekonomik koşulları ortadan kalkmıştır. Bildiri metni, çok mürekkep akıtan çetrefilli yatay (horizontal), dikey (vertical), ve çapraz (diyagonal) ilişkiler içerisindeki tarihi çakışmaları aktarmayı ve içlerinde barınan gizil nüansların açığa çıkarılabilmesi için tam da bu gerilimlerin üzerinden sanatın protestolarının anlaşılabileceğini iddia edecektir.Ayrıca sanayileşme, milliyetçilik, bolşevizm, sosyalizm, kitle siyaseti, emperyalizm, büyük güç, ekonomik rekabetler ve buna karşı yenilikçi kültürel değişimin güçleri tarafından siyasi, sosyal ve kültürel kurumların dönüşümü üzerinde de durulmaya çalışılacaktır. Çünkü sanat yapıtının ve genel anlamda sanatın kuramsallaştırılmasında en büyük sorun; bağlam yoksunluğunun giderilememesinden kaynaklanır. Bilhassa modern sanat incelemesinin genellikle tarih ve siyasal tarih incelemesinden yalıtılmış olarak yapıldığını görmekteyiz. Modernist konum, ampirik bir estetik deneyimin kuramsal açıdan bilgi yüklü bir tarihsel anlayış karşısında 2 Peter Bürger, Avangard Kuramı, Çev. Erol Özbek, İletişim Yayınları, 1. Baskı, 2003, İstanbul, s.13. 3 A. g. e., s. 15. Martin Puchner, Marx ve Avangard Manifestolar, Çev. Çağrı B. Kasap, Altıkırkbeş Yayınları, 1. Baskı, 2012, İstanbul, s. 7. 4 198 istisnasız hep bir üstünlüğe sahip olduğunu onaylamaya ısrarlıdır. Ancak sorunun yaşandığı koşulları anlamak istersek onu çevreleyen tarihsel-siyasal bağlamı dikkate almamız gerekebilir. Sözgelimi, Süprematistlerin ve Konstrüktivistlerin farklı sanatsal kararları, Rusya’da devrim sırasında ve sonrasında yaşanan kültürel etkinliğin işlevine ve yönüne ilişkin farklı algılardan kaynaklanmaktadır. Tarihin farkında olmak sanat anlayışını harekete geçirir, tıpkı eleştirel sanat deneyiminin tarihsel sürece dönük anlayışı geliştirmesinde olduğu gibi. Bildiri, avangard sanatın başta Rus Fütürizmi, Konstrüktivizm ve Dadaizm olmak üzere yirminci yüzyılda uygarlık sayılan kültürün düşmanca koşullarına eleştirel bir yanıt olarak ortaya atılan ve yenilenen bir modern sanat tarihinin tarihsel-materyalist bir incelemesini ortaya koymaya çalıştı. Böylelikle sanatın özerkliğini kararlı bir şekilde savunanlar, sanatın kültürel açıdan niteliksizliğini gösterip, yerini alacak pek bir şey olmadığı zaman ön safa geçmeye hazır o yumuşak totalitarizme karşı bir kanıt oluşturuyorlardı. Bu bildiri metni yazılırken sadece sanat düşünülmedi, onun yanında modern sanatın çeşitli coğrafi ve kültürel mekanlarında yapılan dağınık entelektüel ve politik malzemelerin birlikte temsil edilmesine ve değerlendirilmesine çalışıldığını da öne sürebiliriz. Kısacası sanat, uygulaması ve yönü açısından içinde yaşadığı zamana bağlıdır ve sanatçılar çağlarının tanıklarıdırlar. Bu bakımdan ilk Alman Dada Manifestosu’nda “en yüksek sanat, bilinçli içeriğinde bugünün çok katmanlı sorunlarını temsil eden sanat olacaktır”5 diyerek sanatta hareket ve mücadelede eylem birliği üzerinde durmaktadırlar. Dadaistler, herkesin komünal beslenmesi, mülkün kamulaştırılması, bütün yaratıcı ve entelektüel erkek ve kadınların radikal komünizm temelinde uluslararası devrimci birliği vb. gibi ütopyacı karakteri açık olan uygulamaya dönük adımlar atmayı da ihmal etmediler. Bu açılardan baktığımızda sanat, özerk bir deneyim olarak, duyulur olanın siyasal paylaşımına temas eder. Bu estetik bir sanat rejimidir ve bu noktada sanat için sanat ile siyasetin hizmetindeki sanat, ya da müze sanatı ile sokak sanatı arasındaki karşıtlık peşinen reddedilmiştir. Çünkü buradaki estetik özerklik modernizmin yücelttiği sanatsal yapma’nın özerkliği değildir. Bir duyulur deneyim biçiminin özerkliğidir. Dada’da bu deneyim yeni bir insanlığın, yeni bir bireysel ve kolektif hayat tarzının nüvesi gibi görünür. Dolayısıyla Dada’da sanatın saflığı ile siyasallaşması arasında çelişki yoktur. İşte tam da bu nedenle soyut resmin saf formlarının yaratıcıları olan Rus Fütürist-Konstrüktivistlerinin yeni hayatın zanaatçılarına dönüşmelerinin Richard Huelsenbeck, “İlk Alman Dada Manifestosu,” Çev. Sabri Gürses, Sanat ve Kuram, 1900-2000 Değişen Fikirler Antolojisi, [Ed. Charles Harrison - Paul Wood] Küre Yayınları, 1. Baskı, 2011, İstanbul, s. 288. 5 199 nedeni, koşullar sonucu dışsal bir ütopyaya boyun eğmeleri değildir. Üstelik tasarım yüzeyinin figüratif olmayan saflığının anlamı, resim sanatının malzemeye odaklanması olarak açıklanamaz. Tersine olarak yeni resimsel jestin amacı; saf ve uygulamalı, işlevsel ve simgesel sanatın temellendiği yeni bir hayatın dekoruna dönüşebilecek bir hayatın yeni dekorunu kurmaktı. Burada saflık ile siyasallaşma arasında çatışma yoktur. Estetik deneyim ve estetik eğitim, sanatın formlarının siyasal özgürleşme davasına yardımını vaat etmez. Tam tersine estetik deneyime ve eğitime özgü bir siyaset vaat eder; bu siyaset, öznelerin uzlaşmazlık buluşlarıyla yarattıkları formların karşısına kendi formlarını koyar. Böylesi bir siyaset bir meta-politika; kısaca siyasal uzlaşmazlığı sonlandırmayı hedefleyen düşüncedir. Meta-politikanın tamamlanmış biçimini, bir yüzyıldan uzun bir süre, siyasetin görünümlerini üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin gerçekliğiyle ilişkilendiren ve yalnızca devletin biçimini değiştiren devrimler yerine, maddi hayatın üretim biçiminde devrim yapmayı vaat eden dünya görüşünün Marxsizm olduğunu ve zaten üreticilerin devriminin de estetik meta-politikanın [devletler ötesi bir momentin]6 özel biçimi olarak bir Kant kozmopolitizmi olduğunu belirtebiliriz.7 1.Birinci Emperyalist Dünya Savaşı ve Devrim Gazetelerde ve önemsenmeyen bazı kitaplarda çok uzaklardaymış gibi duran, dünyanın büyük hareketleri, insanlığın topyekün kaderi, bir deprem gibi kendi hayatlarına girdiği an pek çok kimse için felakettir-yetişen nesillerin ağır ağır şekillenen zorunluluklarının işgalci bir ordunun ayak seslerine dönüştüğü andır bu. George Eliot, Daniel Deronda Tarihsel olarak savaşlar devrimlerin tetikçileridirler: Franco-Prusya Savaşı, 1870 Paris Komünü; Rus-Japon Savaşı, 1905 Rus Devrimi; ve tabii ki Birinci Dünya Savaşı, 1917 Bolşevik Devrimi ve 1918 Alman Kasım Devrimi de dahil olmak üzere kendilerini Büyük Savaş’ın kaybeden tarafında bulan hiçbir ülke rejimin devrimsel değişiminden kaçınamadı!...Savaş ve Devrim arasındaki ilişkiyi inceleyen HannahArendt,Devrim üzerine isimli kitabında; “bir tanesi imha etmeye (savaş), diğeri ise özgürleştirmeye yakın (Devrim) ve her ikisi de birbirine karşıt olsalar da, aralarında rahatsız edici 6 İnsanlık, politik birlikleri yani devletleri aşma kapasitesine sahiptir. 7 Bkz. Kant Kozmopolitizmi 200 bir ilişki olduğunu düşünür.”8 Fark eder ki savaş, yalnızca bir devrimci için dışsal bir tetikleyici unsur değildir, aynı zamanda hiçbir başlangıcın şiddet uygulanmadan yapılamayacağını da göstermektedir. XIX. yüzyıl, daha çok maddi ve teknolojik gelişme anlamına gelen bir ilerleme kavramına bel bağlamış, bu yolda çaba harcamıştı. İnsanın elde ettiği yeni güçleri akıllıca kullanıp kullanamayacağı konusunda daha başlangıçta kuşku duyanlar vardı. “Batı dünyası ilerledikçe, hayatın giderek parçalandığı, kentlerin canavarca bir üstünlük ve baskı gösterisine dönüştüğü, insanın doğayla ve kendi içyapısıyla bağlarını bir daha kuramayacak biçimde koparmanın yolundaki kuşkularda artmaya başladı. Bunu daha iyi bir dünyanın kurulmakta olduğunun kanıtı olarak görenlerde vardı. Teknoloji kendi yıktıklarının üzerinde zaferle yükselecek, sanayi bolluk getirecek; bolluk da, insanların birbirine gereksinme duyduklarını anlamaları sonucuna varacaktı. Özellikle işçilerin evrensel bir kardeşliğin üyeleri olarak, teknolojinin nimetleriyle yeryüzünü güler yüzlü bir yaşama alanına dönüştürmeleriyle uluslararasındaki çekişmeye bir son verilecekti.”9 Oysa tüm bu gelişmeler barışın ve toplumsal adaletin gerçekleşmesine zemin hazırlamaktan çok savaşın patlama noktasına gelmesine hizmet etmiş oldu.Ekonomide cereyan eden sınırsız rekabet ve aşırı üretim çağında ordular arasında da rekabet ve askeri üretim yarışı görülmektedir. Bu bakımdan sanayinin kendisi de bir kavga olduğundan savaş, sanayilerin en ateşli, en kızgını, en önde gideni olmaktadır. Hatta “savaşmak için bilimsel temelli sanayilerin ürünlerine ve onları finanse etmek için sanayiden elde edilecek vergiye bağımlı hale geldiler.”10 Ancak etkenler ne kadar çok yönlü olursa olsun savaşları engellemenin ve hatta ortadan kaldırmanın tek yolunun öncelikle bireyler arasındaki savaşı ortadan kaldırmak olduğu gerçeği göz ardı edilmektedir. Çünkü ekonomik çıkarlar elde etmeye dayalı olan savaşı durdurmak ve yok etmenin yolu;ancaktoplumdaki düzensizliği kaldırarak, savaş alanlarındaki evrensel ölüm-kalım kavgasının yerine geçecek olan toplumsal adaletle uyum ve birliği sağlayacak bir düzen kurmaktan geçmektedir. İnsanı insana düşman kılan kapitalin kuvveti içinde gördüğümüz eski fetih ve egemenlik ruhunun sürmesine karşı çıkan sosyalist düşünür ve sanatçıların söz konusu eylemlerinin başlıca nedeni; halkların bilincine karşı kapitalin zora başvurması ve birleşmek isteyen insanlarınkılıçlaikiye bölünmesinden kaynaklanmaktadır. Emperyalist savaş, tekelci kapitalizmin Martin Puchner, Marx ve Avangard Manifestolar, Çev. Çağrı B. Kasap, Altıkırkbeş Yayın, 1. Baskı, 2012, İstanbul, s. 159, 160. 8 NorbertLynton, Modern Sanatın Öyküsü, Çev. C. Çapan - S. Öziş, Remzi Kitabevi, 1. Baskı, 1994, İstanbul, s. 13. 9 Christopher Alan Bayly, Modern Dünyanın Doğuşu- Küresel Bağlantılar ve Karşılaştırmalar1780 1914, Çev. M. Neva Şellaki, Ayrıntı Yayınları, 1. Baskı, 2014, İstanbul, s. 230. 10 201 tekelci devlet kapitalizmi durumuna dönüşme sürecini büyük ölçüde hızlandırıp yoğunlaştırdı. Güçlü kapitalist topluluklarla durmadan daha sıkı bir biçimde kaynaşan devletin çalışan yığınlar üzerindeki korkunç baskısı, kendini gitgide daha çok gösteriyor. 1.1. Savaşın Getirdiği Politik Kırılma: Solun Krizi ve Yeniden Kuruluşu 1914-1917 Savaş, Avrupa sosyalistlerini pusuya düşürdü! Ve sosyalizmin yönetim biçimleri arasındaki yerini dramatik biçimde değiştirdi. Ve 1917’yi takip eden devrimci kargaşa kısa vadede Avrupa sosyalist hareketini böldü: “1914’ten önceki uzun vadeli sosyal demokrat birleşmeden yararlandıktan sonra, işçi sınıfı hareketleri bir daha onarılamaz biçimde sosyalistler ve komünistler olarak bölündü.”11 Böylelikle savaş Fransız devriminden beri Avrupa genelindeki en yoğun toplumsal dönüşümü beraberinde getirdi ve savaşın etkisi toplumsal hayatın her alanına ulaştı. Solun krizinde en büyük pay sahibi olan gelişme; siyasal özgürlükler ve toplumsal gelişim adına milyonlarca oy alan, yüz binlerce üyesi olan partileri de bağrında toplamış olan İkinci Enternasyonalin Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde dağılmasıdır. Dağılan enternasyonalin sonucu olarak savaşta “her ülkenin sosyal demokrasisi kendi burjuvazisini desteklediği için işçiler Avrupa çapında birbirlerinin boğazına sarılacaktır.”12 Gerçekten de II. Enternasyonalin (Rusya ve Sırbistan hariç) bütün partileri kendi emperyalist burjuvazilerinin ardında hizaya girdi ve on milyonlarca emekçiyi sermayenin çıkarları doğrultusunda savaşa sürdü. “II. Enternasyonal partilerinin bu tavrı, Sosyal Demokrasinin işçi sınıfı ve sosyalizm adına nihai olarak bittiğinin ve burjuvazinin safına geçtiğinin ilanıydı. “Ne var ki Lenin, 1916 yılı sonlarına doğru uluslararası düzeyde bir ayrışma için zamanın olgunlaşmış olduğu, III. Enternasyonal’i kurmak üzere II. Enternasyonal’den ayrılmanın kaçınılmaz hale geldiği”13 sonucuna vardı. Ancak bu arada Alman Sosyal Demokrat Partisi, [S. P. D.] kendi emperyalist hükümetlerinin savaş politikalarına verdiği açık desteği ulusal savunma argümanıyla haklı çıkarmaya çalışıyordu.”14S. P. D. içindeki bu ihanete, parti içinden yalnızca Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg, Franz Mehring ve ClaraZetkin öncülüğündeki bir avuç komünist entelektüel karşı GeoffEley, Demokrasiyi Kurmak - Avrupa Solunun Tarihi 1850-2000, Çev. Ahmet Yiğit Güney, Doruk Yayımcılık, 1. Baskı, 2007, İstanbul, s. 240. 11 Sungur Savran, “20. Yüzyıl Marksizm’inin Mirası” 20. Yüzyılda Marxsizm, Çev. B. Gürel - O. Koyunlu S. Savran, Versus Kitap, 1. Baskı, 2011, İstanbul, s. 21. 12 TonyCliff, Bolşevikler ve Dünya Devrimi - Lenin, Cilt IV, Çev. BernarKutluğ, İde Yayınları, 1. Baskı, 2000, İstanbul, s. 17. 13 14 M. Özgür Demir, “Militarizme - Savaşa Karşı Mücadele ve Marksistler,” Toplumsal Eşitlik, 3. Sayı, 2012, http://www.toplumsalesitlik.org/tr/ Giriş Tarihi: 29.01.2015 202 koymuştu. Luxemburg, S. P. D.’nin ihanet politikasını; “bütün ülkelerin işçileri barış zamanında birleşin, savaşta ise birbirinizin boğazına sarılın” 15 diyerek tek cümlede özetliyordu. Kısacası savaş Avrupa sosyalistlerini pusuya düşürdü. Çünkü enternasyonal, savaşı durdurmak için yeterince güçlü değildi. “Enternasyonalin çaresizliğini fark eden sosyalistler hızla savaşı aktif biçimde desteklemeye yöneldiler. 4 Ağustos’ta Alman ve Fransız sosyalistleri, hükümetlerinin savaş kredilerini onayladılar, ilki bunu ancak sancılı bir tartışma sürecinden sonra gerçekleştirdi. Belçika, İngiltere, Avusturya ve Macaristan’daki sosyalistler, tarafsız ülkeler olan İsviçre, Hollanda, İsveç ve Danimarka’daki sosyalist partiler gibi ulusal savunmaya girdiler. Azınlıktaki muhalifler, yurtsever kabullenme zırhını çok az zedeleyebildiler.”16 Savaşmakta olan ülkelerden yalnız Sırp ve Rus solu bu yoldan saparak (bilhassa Sırp solu) hem Avusturya ültimatomunu17 hem de kendi hükümetlerinin milliyetçiliğini kınadılar. Rus Duma’sındaysa Bolşevikler ve Menşevikler, Alexander Kerenski’nin İşçi Partisi’nde savaşa karşı birleştiler. Ayrıca hem İtalyan sosyalistleri hem de Bulgar sosyal demokratlarının dar kesimi 1914 savaşını kınadılar ve hatta bu tutumlarını 1915’te kendi hükümetleri savaşa girdikten sonra bile devam ettirdiler.18 Fakat bu istisnalara karşın, tüm pratik anlamlarıyla eski enternasyonalizm çökmüştü. Gerçekte, “savaşı önleme konusu Enternasyonalin bütünlüğünü test etmek bakımından yaşamsal öneme sahipti. Savaş durdurulacaksa, ordular, cephaneler ve demiryolları savaşa taraf olan tüm ülkelerde hareketsiz kılınmalıydı.”19 Solun gözleri Almanya’ya döndüğünde barışiçin kitle gösterilerinde; “Dresden’de 35.000, Leipzig’de 50.000, Düsseldorf ve Hanover’de 20.000, Bremen, Köln ve Mannheim’da ise 10.000 göstericiye rağmen Alman Sosyal Demokrat Partisi, halkın coşkun havasını doğrudan karşısına almaktan kaçındı”20 ve bu uzlaşma ulusal savunmaya dönüştüğünde üyelerin hareketsiz kalmalarını kolaylaştırdı. Ardından Alman Demokrat Partisi 4 Ağustos 1914’te oybirliğiyle Reichstag’da Alman hükümetinin savaş kredileri lehine oy kullandı.21 Gerçekten de birçok S. P. D. lideri, milliyetçilik sosuna bulanmış, kalın kafalı fakat sınıf bilincine dayalı bir pragmatizm (faydacılık) sergiliyordu. Worwarts yayın kurulu gibi sol kaleler sonunda tasfiye edildiler. Savaş ilerledikçe mantık daha da netleşti ve Alman Sosyal Demokrat Parti’nin 15 A. g. m., s.1. 16 GeoffEley, Demokrasiyi Kurmak… s. 241, 242. 17 Ültimatom: Uluslararası anlaşmalarda kesin uyarı 18 A. g. e.,s. 242. 19 20 21 A. g. e.,s. 182. GeoffEley, Demokrasiyi Kurmak…, s. 242. Bkz. Genel savaş hevesi için: Verhey, Spirit; Chickering, Imperial Germany, s. 13-7. 203 sağı, dikkat çekici bir rahatlıkla Belçika’nın tarafsızlığının çiğnenmesine ve Fransa’ya saldırıya uyum gösterdi. Sonuçta 1914’te Avrupa genelinde sol, yurtseverliğin evrenselliği tarafından cephanesiz bırakılmıştı. Albert Merrheim, “işçiler karşı konulmaz bir milliyetçilik dalgasıyla çevrilmişlerdi”22diyordu.Tüm bu olaylar Lenin’in ve elbette Marx’ınDevlet ve Devrimkonusundaki-burjuva demokrasisinin sınırları içerisinde kalmakta ısrar eden bütün sol hareketler sonunda kapitalizme teslim olurlar-tezlerini doğrulamaktadır. Çünkü söz konusu tezlerde; “Marksist zeminde hareket etmeyen bir sosyalizm olamaz,”23düşüncesi hakimdir. Ve tersinden söyleyecek olursak, “Marxsizm’i terk eden ya da Marxsizm’iburjuva düzeniyle uzlaştırmaya çalışan bir sosyalist hareket kapitalizme teslim olmak zorundadır;”24 bir de milliyetçiliğe kuşkusuz… Gerçekten de Marksist zeminini yitiren birçok yerel işçi örgütü toplumsal dayanışmayı karşı devrimci bir taktikle harekete geçirerek savaşa olumlu tepki verdiler. Bu özellikle “sosyalistlerin 1914 – 15 arasında asker aileleri ve ihtiyaç için, kitlesel erzak tedariki hareketinin örgütlediği Fransa’da görülüyordu.”25Ancak savaş uzadıkça, sol bunda hem güçsüzlük hem de güç buldu. “Savaş hevesi, sıkıntılar baş gösterdiği anda sola yaşamsal bir destek veriyordu; çünkü yakınmalarda resmi yurtseverliğin onayladığı dilin ta kendisini kullanabiliyordu. Üstelik savaş ekonomisinin yoksunluklarıyla ağırlaşan sınıfsal eşitsizlikler halkçı şikâyet için belirgin bir alan sağlıyordu.”26 Almanya’da bu nokta da dönüm noktası 1916 yazıydı. Olaylar, Somme Muharebesi ve savaşın en ağır zayiatlarıyla çakıştığından kentlerde yiyecek kıtlıkları; Düsseldorf, Kiel ve Hamburg’da gösteriler ve diğer yerlerde, özellikle Leipzig, Worms, Offenbach, Hamborn ve Hamburg’da şiddetli yağmalamalara yol açmıştı. Alman Sosyal Demokrat Partisisolcularının savaş karşıtı gösterileri ise Dresden, Stuttgart, Braunschweig ve Bremen’de gerçekleşti. Böylelikle savaşın büyük zorlukları, sanayi de tabandaki militanlığın dönüşü, devrimci solun Zimmerwald’da ve Kienthal’da yeniden bir araya gelişi ve ana sosyalist akımda savaş karşıtı politikaların yükselmesi 1914’te oluşmuş olan yurtsever uzlaşmayı kırılgan hale getirdi..Bilhassa bu dönemde “yiyecek ve savaşın maddi yüklerinin paylaşımı konularındaki bu günlük mücadeleler, halk muhalefetine önemli bir hız kazandırdı.”27 Öyle ki, 1915 Mayıs’ında İtalya’daki Turinİsyanı’nda kentin işçi sınıfı, yenilene kadar barikatlarda dö22 A. g. e., s. 245. 23 Sungur Savran, “20. Yüzyıl Marksizm’inin Mirası”…, s. 21. 24 A. g. e., s. 21. 25 GeoffEley, Demokrasiyi Kurmak …,s. 251, 252. 26 27 A. g. e., s. 252. A. g. e., s. 262. 204 vüşerek devletin silahlı gücüyle karşı karşıya geldi. (…) Berlin’deki gibi, kadınlarca yürütülen yiyecek protestoları, benzer biçimde kadınların ortaya çıkardığı sanayi militanlığıyla birleşerek radikalleşmeyi ileri taşıdı.”28 Bu ve benzeri daha birçok halk tepkisi ve ayaklanmalarla dolu kitle eylemleri 1917 Ekim’deki Bolşevik Devrimi’nden önce zirveye çıkmış olduğundan Alman, İtalyan ve Avusturya hareketleri Rus devriminden önce kendi ritimlerini tutturmuşlardı. Yine de Rusya’daki Şubat olayları, demokratik bir barışa dair geçmişte kalan arzuları tekrar uyandırarak tüm ülkelerin havasını inanılmaz derecede etkileyerek Avrupa Marxsistleri’nin kaderciliklerini sarstılar. Böylelikle sosyalist geleneğin kalıplarını kırarak sosyalizmin artık kapitalizmin kaçınılmaz krizinin kendiliğinden sonucu olması gerekmediğini ve de yalnızca tarihin yasalarının nesnel sonuçlarına değil, yaratıcı politik eyleme de ihtiyaç olduğunu kanıtlamış oldular.29 Bu bakımdan 1917-1918’in işçi sınıfı militanları, genç aydınlar ve sanatçılar için Rus Devrimi, siyasi imgelemin sınırlarını zorlama eğilimini kışkırtarak (ileride anlatacağımız Dadaizm’in başkaldıran politik estetiğinde olduğu gibi) politik olasılık duygusunu arttırmasıyla yeni bir ufuk çizmiş oldu. Politik olasılık konusunda önder olan Lenin’in, Devrimci Parti Kavramı, Kapitalizmin Sömürgecilik Aşaması ve Proletarya Diktatörlüğü Kuramı, getirdiği üç temel yenilikler olarak sıralanabilir. Buna göre; “Lenin’in, siyasal düşünceler tarihinde, hem bir geleneğin içinde kalıp (Klasik Marxsizm), hem de özgün olunabileceğinin parlak bir örneğini”30 oluşturduğunu söyleyebiliriz. Birinci Dünya Savaşının başlarında yazdığı Emperyalizm ve 1917 yılı ortalarında (Şubat ile Ekim Devrimleri arasında) yazdığı Devlet ve Devrim adlı yapıtlarında Marx’ın bütün ayrıntılarıyla öngörmediği bir gelişme çizgisini ortaya koyarak, ileri kapitalist ülkelerde iç devrimlerin çıkması ihtimalinden çok, bunların neden birbirlerinin gırtlağına sarıldıklarını aydınlatmıştır. Bu noktada Lenin, ortaya açıklıkla koyduğu üzere; “Birinci Dünya savaşının kökleri, kapitalizmin gelişmesinde; özellikle de giderek bir dünya sistemi haline gelen kapitalist ekonomi ile burjuva ulus devlet sistemi arasındaki çelişkide yatıyordu. XX. yüzyıl başlarında, ileri kapitalist ülkelerin, üretici güçlerin devasa gelişimi 28 A. g. e., s. 262. Avrupa solunun tarihinde en erken sosyo-ekonomik düzene radikal tepkiler; XIX. yüzyılda karşımıza çıkmaktadır ki bu yüzyıl, sanayileşme sonucu ortaya çıkan kapitalist düzenin çelişik ve insan doğasını reddeden bozuk düzenini tespit edip eleştirmişti. Böylesi bir tutum Marx öncesi, Marx ve ardıllarını teşkil eden radikal sosyalist ve komünist tepkilerin oluşumuna da sebep olmuştu. XIX. yüzyıl sosyalistlerinin ortak çıkış noktaları: özel mülkiyet hakkına karşı olmalarının yanı sıra bütün üretim araçlarının halkın, kamunun malı olması gerektiği düşüncesinden kaynaklanmaktaydı. Aslında o günkü şartlar altında düşüncelerini ve politik argümanlarını ortaya koyan sosyalistler ve komünistlerin tutumu bugünkü demokratik sürecin bir parçasıydı. 29 Mete Tunçay, Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi, Yakın Çağ, Seçilmiş Yazılar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 3. Baskı, 2011, İstanbul, s. 265. 30 205 ve sömürgeci yağma sayesinde elde ettiği ekonomik büyümeye ve siyasi istikrara, alttan alta yoğunlaşan bir rekabet ve giderek yoğunlaşan çıkar çatışmaları eşlik ediyordu.”31Lenin, sosyalistlerin halklar arasındaki savaşları daima barbarca ve canavarca bulduğunu onaylamıştır. Nitekim sosyalizmin ilkelerini belirlerken Lenin, 1914-1915 savaşı esnasındaki tutumlarını net bir biçimde ifade eder. Sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını; Rus-Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu: Sosyalizm ve Savaş adlı Temmuz Ağustos ayları arasında 1915’te yazdığı önemli bir belge eser ile Avrupa entelijansiyasına Cenevre’de (broşür olarak yayımlanarak) deklare eder. Savaş bir yıldır sürmesine rağmen parti, savaşa karşı tutumunu daha savaşın hemen başında Eylül 1914’te yazılan Merkez Komitesi bildirisinde açıklamış ve bunu Merkez Komitesi üyeleri ile partinin Rusya’daki sorumlu temsilcilerine göndererek onayını aldıktan sonra, 1 Kasım 1914’te Partinin merkez organı Sosyal Demokrat’ınno: 33 sayısında yayınlanmıştı. 29 Mart 1915’te; no: 40 sayıda ise ilke ve taktiklerini daha kesinlikle belirten Bern Konferansı kararları yayınlandığında Rusya’da kitleler arasında büyümekte olan devrimci bir tutumun varlığından duyulan bir sağduyunun oluşumu söz konusuydu. Broşür Almanya ve Fransa’da yayınlandığı gibi Norveç Sosyal Demokrat Gençliğinin organında da bütünü ile kendi dillerinde basılmıştı. Broşürün Almanca basımı; Almanya’da Berlin’de Leipzig’e, Bremen’e ve öteki kentlere Fransız Zimmerwald’cıları tarafından gizli olarak dağıtılmıştır. 1918’de PetrogradSovyeti tarafından ilk legal baskısı yapılana kadar Rusça baskısı Rusya’ya pek az sayıda ulaştığından Moskovalı İşçiler tarafından el yazısıyla çoğaltılmıştı. Düşünüldüğünde sosyalizmin ilkeleri ve 1914-1915 Savaşı ile ilgili hazırlanan Sosyalizm ve Savaş broşürü 1915 Ağustosunda basıldığında Rusya’nın hali hazırda Çarlıkla yönetilen Romanov Rusya’sı olduğu da unutulmamalıdır. “Çarlık Rusya’sı savaşa ülke içinde büyüyen hoşnutsuzluktan dikkatleri başka yönlere çekmek, gelişen devrimci hareketleri ezmek için bir araç gözü ile bakmaktadır.”32 Çünkü Çarlık, “savaş aracılığı ile Rusların ezdiği ulusların sayısını artırmak, bu zulmü sürdürmek ve Büyük Rusların bizzat sürdürdükleri özgürlük savaşımını boğmak için çalışmaktadır.”33 Sosyalistler halka doğruları söylemek adına bu savaşı bir paylaşım savaşı olarak nitelemekte haklıdırlar. Bu görüşe göre; “Bu savaş, birincisi; daha adil bir bölünme yoluyla sömürgelerin köleleştirilmesini tamamlamak, ikincisi; büyük devletler içindeki öteki ulusların üzerlerindeki baskının artırılması (çünkü 31 M. Özgür Demir, “Militarizme - Savaşa Karşı Mücadele…, s. 1. 32 V. I. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Çev. N. Solukçu, Sol Yayınları, 7. Baskı, 2009, Ankara, s. 18. 33 A. g. e., s. 18. 206 hem Avusturya hem Rusya egemenliklerini böyle bir baskı ile sürdürdükleri gibi bu baskıyı savaş yoluyla daha da şiddetlendirmektedirler), üçüncüsü; ücret köleliğini pekiştirmek ve uzatmak için yapılmaktadır.”34 Çünkü; proletarya parçalandığı ve ezildiği halde kapitalistler, savaştan servetler yapmakta; en özgür ve en cumhuriyetçilerde dahil, bütün ülkelerde, başkaldıran ulusal bağnazlığı ve gericiliği körükleyerek bu işten kazançlı çıkmaktadırlar. Sonuçta savaş, politikanın başka araçlarla…, açıkça şiddet araçlarıyla devamıdır.35Sosyalizmin İlkeleri ve 1914-1915 Savaşı başlıklı yazısında; Marx ve Engels’in de savaşlara bu açıdan bakmış olduklarını ve Marxsistlerinde haklı olarak, bu beliti, her savaşın özelliğini kavramada teorik temel olarak görmüş olduklarınıbelirten Lenin, 1914 savaşını bu bilinç içerisinde değerlendirir. “Neredeyse yüzyıldır İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya ve Rusya’nın hükümetleriyle yönetici sınıfları, sömürgeleri yağma etme, yabancı uluslara zulmetme, işçi sınıfı hareketlerini ezme politikasını gütmüşlerdir”36diyerek bugünkü emperyalist burjuvazinin başlattığı ve sürdürdüğü savaşın ekonomi-politiğini belirlemiştir. Savaş, 1914’ten önceki haliyle uluslararası kapitalist sisteme ölümcül bir darbe vurmuş ve sistemin doğasından kaynaklanan istikrarsızlığı ortaya çıkarmıştır.”37 Birinci Dünya Savaşı sırasında düşünsel manada olgunluk dönemine ulaşan Lenin’in emperyalist savaşlara yönelik tahlili ve bu tahlilden çıkardığı sonuçlar Marxsizm’in en büyük kazanımları arasında yer almaktadır. Lenin’e göre; feodalizme karşı verdiği savaşımla ulusların kurtarıcısı olan kapitalizm, şimdi, emperyalist kapitalizme dönüştü ve uluslar için en büyük ezici güç durumuna geldi. “Eskiden ilerici niteliği olan kapitalizm, gerici oldu; üretici güçleri o derece geliştirdi ki, uluslar ya sosyalizme geçme, ya da sömürgeler, tekeller, ayrıcalıklar ve ulusların çeşitli yollardan ezilmesiyle, kapitalizmin yapay olarak korunması için büyük devletlerarasındaki silahlı savaşımda yıllarca ve hatta on yıllarca acı çekme şıkları ile yüz yüze geldiler.”38Böylece süregiden vahşi savaşların “her tür adaletsizliğin ve tüm bunların kaynağındaki emek sömürüsünün dünya yüzünden silinebileceği- 34 V. I. Lenin, Sosyalizm ve Savaş…, s. 18. Bu ünlü sözü Carl vonClausewitz’inSavaş Üzerine adlı eserinden alıntılayan Lenin’in Bolşevik devriminde onun eserinden ciddi olarak yararlandığı bilinir. Clausewitz’in son derece çarpıcı diyalektik bir kavrayışı vardır. Yaşadığı dönemde Hegel’den etkilendiği bilinir; ancak üslubu daha çok Karl Marx’ı hatırlatır. Eseri okumuş olmak öyle bir otorite hissi yaratır ki, Hitler bu durumu generallerle tartışması sırasında, ben Clausewitz’i okudum, sizden öğrenecek bir şeyim yok diyerek ifade etmiştir. 35 36 V. I. Lenin, Sosyalizm ve Savaş…, s. 16. Edward HallettCarr, Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi, Çev. Levent Cinemre, Yordam Kitap, 1. Baskı, 2011, İstanbul, s. 47. 37 38 V. I. Lenin, Sosyalizm ve Savaş..., s. 14. 207 ne dair güçlü bir beklenti ve inanç kitleleri sarmaya başladı.”39 Sonunda I. Dünya Savaşı işçi hareketinin devrimci kanadıyla reformist kanadı arasındaki nihai ve geri döndürülemez ayrılığı ortaya çıkardığında sosyalist hareket tarihsel olarak anti-militarist ve enternasyonal bir hareket olarak tarih sahnesindeki yerini almış oldu. Sonunda savaşta burjuva hükümetleri hesabına fedai olarak kullanılmaya karşı gelerek işçi sınıfı bir vatanı olmadığı bilincine vararak Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin sloganıyla hareket etmişlerdi.İşte emperyalist savaşın insanlığa korkunç acılar ve yıkımlar yaşattığı bir ortamda başarıya ulaşan 1917 Ekim Devrimi Rusya’da burjuvazinin egemenliğine son verdi, işçilerin ve yoksul köylülerin iktidarını ilan etti. Tarihte bir ilki gerçekleştirerek attığı cesur adımlarla dünya emekçi sınıflarına iyimserlik ve coşku yaydı, umut aşıladı. Sonuç olarak1917 Rus Devrimi XIX. yüzyılın sonlarında Avrupa’da zirvesine ulaşan kapitalizme karşı ilk açık tehdidi oluşturmuştur. Bu bakımdan “devrimin Birinci Dünya Savaşının en çok kızıştığı dönemlerde ve kısmen de o savaşın bir sonucu olarak gerçekleşmesi tesadüfle açıklanamaz. Ancak her şeye rağmen burjuva düzeni ve onun temelinde yatan kapitalist üretim tarzı, hem tek tek ülkeler içinde hem de dünya çapında XX. Yüzyıl boyunca milyonlarca, on milyonlarca insanın katledilmesine yol açmış oldu. Gerçekten de Birinci ve İkinci Dünya Savaşında kapitalizmin ve onun ürünü olan ve kapitalizmin korunması amacıyla katledilen milyonlarca insanı, emperyalizm ve faşizmin yol açtığı katliamları yadsıyamayacağımız gibi bu savaşların ilkinde 20 milyon, ikincisinde de 60 milyon insan hayatını kaybetti. 1.2. Savaş Yanlısı Politikalar ve Siperlerin Gerçek Yüzü Savaşın yıkıcılığına karşı kör bir tutum tüm Avrupa’da yaygındı ve bu tuhaf kör noktayı anlamak için bir an için Birinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa orta sınıfının ruhsal durumunu açıklamak yararlı olacaktır. Edebi açıdan bakıldığında; savaş öncesinde genel tutumu 1913’de Fransız yazar AbelBonnard’ın şairane bir üslup ile“O vahşi şiiriyle savaşa kucak açmalıyız. Kendini onun içine fırlatan bir adam, sadece kendi içgüdülerini yeniden keşfetmekle kalmaz, erdemlerini de tekrar kazanır,”40 diyerek saldırganlığın estetik boyutuyla birlikte yıkıcılığa karşı oluşan körlüğü ya da akıl tutulmasını özetlemektedir. Söz konusu körlüğün en temel nedeni olarak Avrupa’da 1871’den beri hiçbir büyük savaşın yaşanmamış olmasını gösterebiliriz.Savaşta gerçekten neler olabileceği konusunda öngörüsünü kaybetmiş olan Kolektif, “Geçmişten Geleceğe Sosyalizm Dizisi Hakkında,” Edward Hallet Carr, Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi 1917-1929, Çev. Levent Cinemre, Yordam Kitap, 1. Baskı, 2011, İstanbul, s. 7. 39 Louis Breger, Freud-Görüntünün Ortasındaki Karanlık, Çev. Aslı Biçen, Yapı Kredi Yayınları 11. Baskı, 2002, İstanbul, s. 307. 40 208 kentsoylu sınıfı hem siyasal hem de toplumsal bakımdan sürekli bir ilerleme gösterdiğine inanıyordu. Hatta burjuva bakış açısına göre; dünyanın barış içindeymiş ve gitgide daha çok uygarlaşıyormuş gibi göründüğü bile söylenebilirdi; özellikle de Asya, Afrika ve Güney Amerika’da korkunç yoksulluk ve aşağılanmış koşullar altında yaşayan insan soyunun büyük bölümüne pek ilgi gösterilmeyince, bu izlenim doğuyordu!... Çağdaşı ve akranı olan başka birçok kişi gibi “Freud’da Avrupa orta sınıfının belirgin bir ayırıcı özelliği olan iyimser görüşü paylaşıyordu ve kendini birdenbire, 1 Ağustos 1914’ten önce işitse inanamayacağı bir nefret ve yıkım kudurganlığıyla karşı karşıya buldu.”41Büyük Savaş42 başladığında gerçekten de Avrupa, yüzyılın en yıkıcı olaylarından biri halini alacak vahşi bir çatışmaya yuvarlandığında Pasifist bir düşünür olan elli sekiz yaşındaki Freud bile, Avrupa’da düşmanlıkların patlak verdiği savaşın politikasından uzak duramamış ve o dönemin siyasal koşullarının etkisi altında kalmıştı. Freud’un pek çok kişiyle paylaştığı savaş heyecanının altında savaşın çabucak sona ereceği ile ilgili yaygın bir kanaatin rolü çok büyüktür. Gerçekten de; “Avrupa’daki son savaşlar kısa olmuştu: 1866’daki Avusturya- Prusya Savaşı sadece yedi hafta, 1780-1781’deki Fransa-Prusya Savaşı ise altı ay sürmüştü. Bunlar Freud’un çocukluğunun savaşlarıydı.43 Dolayısıyla bu çocukluk anılarının izleri doğrultusunda hem kamuoyunu hem de siyasi ve askeri liderleri, ordularının siperlerde aylarca, hatta yıllarca saplanıp kalacağı bir savaş değil, hareketli bir savaş beklentisine sokmuştu. Az zayiatla, sivil hayatı etkilemeyecek üç beş belirleyici muharebeden sonra savaşın kazanılacağına ya da kaybedileceğine inanıyorlardı. Hatta “Macar ekonomi bakanı bu savaşın üç haftayı geçmeyeceğini düşünüyordu; Avusturya- Macaristan ordusunun da sadece birkaç haftalık levazımı vardı.”44 Kısacası Avrupalı entelektüelin düşüncesinde gerçekçilikten uzak, idealize edilmiş bir savaş tablosu vardı. Napoleon Savaşlarının kanlı gerçekleri çoktan romantik mitler ve simgeler tarafından örtülmüştü ve yeni savaşın, erkeklerin cesaretlerini ortaya koyacakları, kahramanlara, şövalyelere yaraşır bir şey olacağı tahmin ediliyordu. Hatta çoğunluk, savaş sınavından geçmeden tam anlamıyla erkek olamayacağını hissediyordu; savaş gibi bir badireyi atlatmazlarsa, keyifli ve yumuşak bir hayata gömülme tehlikesi içinde olacaklarına inanıyorlardı. ErichFromm, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, Çev. Şükrü Alpagut, Payel Yayınları, II. Cilt, 2. Baskı, 1995, İstanbul, s. 234. 41 İngilizce konuşulan ülkelerde ve özellikle Ekim 1914’te Maclean’s Magazine, Birinci Dünya Savaş’ı içinBüyükSavaş (Great War) tabirinikullanmıştır. 42 Freud on yaşında bir öğrenci olarak Avusturya birliklerine sargı bezi temin etmek için kampanyalar düzenlemişti, yirmi yaşına geldiğindeyse Fransa-Prusya Savaşı’nı ilgiyle takip etmişti. 43 44 Louis Breger, Freud-Görüntünün Ortasındaki…, s. 306. 209 Savaşa ve Avrupa’daki silahlanma yarışına karşı çıkan pasifistler ve sosyalistler bile yaygın vatanseverlik sağanağından nasiplerini almışlardı. Bu arada Viyanalılar kendilerini gönüllü çalışmalara vererek cepheden gelen mültecilerin ihtiyaçlarını karşılıyorlardı; doktorlar kapı kapı dolaşıp insanları aşılıyorlar, kadınlar ise savaşa katkıda bulunmak için nikâh yüzüklerini veriyorlardı. Bir an olsun kimse ölümü ve insan kıyımını düşünmüyor ve savaşı kutlamalarla karşılıyorlardı. Oysa gerçekte durum hiç de öyle değildi… Savaşa, daha açıkça ölüme ve kötürüm kalmaya gönderilecek olanlar; sıradan, basit ve yalın insanlardan oluşan proletaryanın ta kendisiydi!... Proletaryanın durumunu yakından gözlemleyen ressam Oscar Kokoschka, Viyana’nın fakir mahallelerinden gelen askerlerde daha teslimiyetçi bir ruh hali görmüştü: “Hayatları boyunca sefaletten başka bir şey görmemiş bu alelade, aç, şaşkın gençler ve adamlar ölmeye ya da sakat kalmaya gönderiliyorlar, sonradan da kimsenin umurunda olmuyorlardı. Sokaklar zavallı kadınlarla dolu, daha şimdiden solgun ve hastalar ama bu işten nasıl etkilendiklerini erkeklerine göstermeyecek maneviyata hala sahipler,”45 diyerek sanatçı, savaştan zarar görmenin ne demek olduğunu ifade etmeye çalışır. Proleter takımından Fransızlar ise savaş tutsaklarını, sakat kalanları ve şekil bozukluğuna uğrayanları da -savaştan çıkmış asker imgesinin çok canlı bir parçası haline gelen parçalanmış yüzleri [gueulescassès]- hesaba katarsak, askerlik çağındaki adamlarının yaklaşık % 20’sini kaybettiler. “Savaştan zarar görmeden dönen Fransız askerlerinin oranı üçte birden fazla değildi. Beş milyon kadar İngiliz askeri içinden zarar görmeden savaştan çıkanların oranı da bu kadardı. İngilizler, bütün bir kuşağı, otuz yaşın altında yaklaşık yarım milyon erkeği kaybettiler.”46 Savaş tüm yıkıcılığıyla devam ederken tüm cepheler de olduğu gibi bilhassa ünlü Batı cephesi, savaşın ilerleyen zamanlarında bu çağın katliam makinesi haline gelmekte gecikmeyecekti!... Cephede “milyonlarca adam, fareler ve bitlerle aynı hayatı yaşadıkları, kum torbalarıyla korunmuş siperlerde karşı karşıya geldiler.”47Alman yazar Ernstjünger 1921’de çelik kasırgaları olarak adlandırdığı topçu ateşinin günlerce ve haftalarca sürdüğünü anlatırken düşmanın yer altına indiğini anlatır ve şöyle devem eder; daha sonra insan dalgaları hep kangallar ve dikenli tel ağlarıyla korunan siperlere tırmanıp, su dolu top mermisi çukurlarından, tahrip olmuş ağaç gövdelerinden, çamur ve terk edilmiş cesetlerden oluşan bir kaosa, insansız bölgeye 45 Louis Breger, Freud - Görüntünün Ortasındaki…, s. 304. EricHobsbawn, Kısa 20. Yüzyıl 1914 - 1991 Aşırılıklar Çağı, Çev. Yavuz Alogan, Everest Yayınları, 7. Baskı, 2013 İstanbul, s. 31. 46 47 A. g. e., s. 31. 210 çıkacaklar ve onları biçen makineli tüfeklere doğru ilerleyeceklerdi.48 Birinci Dünya Savaşı’nın büyük kısmını Batı Cephesi’nde savaşarak geçiren İngiliz ve Fransızların belleğinde bu savaşın Büyük Savaş olarak kalması ve İkinci Dünya Savaşı’ndan daha korkunç ve travmatik olarak hatırlanmış olması şaşırtıcı değildir.”49 Sonuçta yaşanan deneyim doğal olarak hem savaşın hem de siyasetin vahşileşmesine yol açtı. Acımasızlık ve insafsızlık bir kült olmuştu. Bu ortak ölüm ve cesaret deneyiminden geçen askerler, kadınlara ve savaşmayanlara karşı açıkça ifade edilmeyen vahşi bir üstünlük duygusuyla,üstinsan’ın [übermensch] Güç İstenci’nin diktatörlüğünü isteyeceklerdi. Bu adamlar için frontsoldat50 olmak, ileriki hayatlarını biçimlendiren bir deneyim olarak savaş sonrası aşırı sağın ilk saflarında yer alacak olan nasyonal sosyalist grupların oluşumunu hazırlayacaktı. Ancak hayatta kalanlar arasında kuşkusuz toplumsal vicdana sahip olanlarda vardı ve onlar bu savaştan kararlı savaş düşmanları olarak çıkmasını da bildiler. 2. Avangard Sanatın Politik Dışavurumu Değişen modern dünyanın koşar adım Birinci Dünya Savaşı’na doğru ilerlemesinin sanatsal algısında politik bir tavır alış olağan karşılanmalıdır. Bu noktada her sanatsal atılım bir tür yenilik talebidir ve yeni olan her koşulda yerleşik olanın yıkımını içerdiğinden içerik- biçim olarak başkaldırı unsurları taşır. Bu dönemin avant-garde’ı, modernizm adıyla yüzyılın yüksek kültür ürünlerinin büyük bölümünü devraldı. Bu dönemde siyasal ve sanatsal modernlik arasında genel bir açıklık bulunmamasına rağmen ilk başlarda 1880-95 dönemindekilerin tersine yeni yüzyılın avangardı görece olarak eski kuşağın henüz yaşayan üyeleri dışında, radikal siyasetin etkisi altına girmedi. Ancak, “savaş, Ekim Devrimi ve bunlarla gelen kıyamet havası, sanattaki ve toplumdaki devrimi bir kez daha birleştirecek, böylelikle 1914’ten önce apolitik olan Kübizme [Kübo-Fütürizme] ve Konstrüktivizme bir kızıllık atfedecekti.”51Oysa aynı zamanda Fransa’da, avant-garde ressamların tamamen teknik tartışmalara daldıkları ve diğer düşünsel ve toplumsal hareketlerin uzağında durdukları belirtilmekteydi. Fakat Avangardın ütopya ve devrim ile ilişkisi kadar manifesto fikri ile de temaşası nedeniyle siyasal tavır almaması mümkün görünmemektedir. Çünkü Janet Lyon’un dediği gibi; “manifestonun kendinden hoşnut bir takım fikirler yerine, bir müca48 A. g. e., s. 31. 49 A. g. e., s. 31. 50 Frontsoldat: Cephenin ön saflarında yer alan asker. EricHobsbawn, İmparatorluk Çağı 1875-1914, Çev. Vedat Aslan, Dost Kitabevi, 4. Baskı, 2010, Ankara, s. 251. 51 211 dele tarihine gönderme de bulunması, modernliğin eksenini değiştirmiştir. Böylece, avangard, modernliğe özgü demokrasi riyasının barındırdığı sakatlıkları teşhir eder.”52 Dolayısıyla Avangard, özü ve nüvesi itibariyle XIX. yüzyılda vaadini tutmayan burjuvaziye karşı siyasal avangardın öncülük ettiği başkaldırıların bir çığlığı olacaktır.Çünkü artık umudun sözcülüğünü daha ziyade sanat üstlenecektir. Tıpkı hem bir siyasal retorik hem de edebi bir tür olan manifestonun en temsili örneği olan Marx ve Engels’in 1848 yılında kaleme aldıkları Komünist Manifesto;“herkesin kendini özgürce geliştireceği, -dolayısıyla bir sınıf mücadelesi olan siyasetin ve işbölümüne maruz kalarak uzmanlaşan sanatın son bulacağı-(ve bir anlamda herkesin siyasetçi ve sanatçı olacağı) bir ütopya vaat ediyordu.”53 Her ütopyacı eylemde olduğu gibi avangard sanat da devrimci (komünal toplum düşünü) umudu dünyaya ilan [manifest] ederek siyasete atılır. Kısacası her modern toplumsal - siyasal avangard kendi hayallerinin iktidarını talep eder ve bunu manifestolarıyla duyurur.”54 Savaşı1914’te yaşayan sanatçılarda hem en devrimci tutkulara hem de en sahiciekstase duyumlara birlikte rastlanıyordu. Aralarından bazıları, aşırı eylemci olanlar, Bolşevik Devrimiyle ilintili olan tarihsel sıçramanın kaçınılmazlığına yönelik ütopik sosyalist inançlarıyla, sınırlı, kısır, hatta bayağı hedeflere adamışlardı kendilerini. Ancak bunun yanı sıra politik öz bilinçle siyasal partilere üye olan benzer şekilde örgütlenmiş yazarların sayısı hiç de az değildi. Sanatçılar savaşa milliyetçi duygularla gidip, bir komünist bilinç edinerek geri döndüklerinde Komünist Partilerine üye oldular. Devrimci siyasal örgütler ve yayınevleri kurarak siyasal içerikli pek çok dergi yayınladılar. Özellikle dışavurumcu dergilerdeki sayısız edebi, siyasal, estetik ve de düşünsel içerikteki makaleleri… “Der Sturm, DieAktion, DieBüchereiMaiandros, Der Einzige,Die Erde, Das Forum, DieErhebung, DasKunstblatt, Menschen,DieNueuKunst, DasNueuPathos, DasHoheUfer, Der Gegner,Revolution, Der Revolutionar, DasTribunal, DieWeissenBlatter,Zeit-Echo,DasZiel ve son olarak tiyatroya adanmış dergiler olan DieNeueSchaubühne, DasJungeDeutschland’ı”55 sıralayabiliriz. Söz konusu sıraladığımız dergilerin çoğunluğu ekseriya yeni Ali Artun, “Manifesto, Avangard Sanat ve Eleştirel Düşünce,” Sanat Manifestoları-Avangard Sanat ve Direniş, İletişim Yayınları, 3. Baskı, 2013, İstanbul, s. 16. 52 53 A. g. e., s. 17. 54 A. g. e., s. 18. Der Sturm: Fırtına, DieAktion: Eylem, DieBüchereiMaiandros: Maiandros Kitaplığı, Einzige: Eşsiz, Die Erde: Yeryüzü, Das Forum: Forum, DieErhebung: Yükselim, DasKunstblatt: Sanat Sayfası, Menschen: İnsanlık, DieNueuKunst: Yeni Sanat, DasNueuPathos: Yeni Duygular, DasHoheUfer: Yüksek Kıyı, Der Gegner: Karşıt, Revolution: Devrim, Der Revolutionar: Devrimci, DasTribunal: Tribün, DieWeissenBlatter: Ak Sayfalar, Zeit-Echo: Çağın Yankısı, DasZiel: Erek, DieNeueSchaubühne: Yeni Sahne, DasJungeDeutschland: Genç Almanya. 55 212 edebiyatın ve modern sanat akımlarının yayılmasına aracı olmalarının yanı sıra, siyasal anlamda anarşist ve sendikacı grupların ve Tröçkistlerin haber dergisi olarak da faaliyet kazandılar. “Bir çok yazar (özellikle Franz Jung ve ErwinPiscator) DieAktion’nun(Aksiyon) kendi kuşakları üstündeki -özellikle Birinci Dünya Savaşı’na karşı takındığı düşmanlık açısından- yoğun etkinliğini itiraf etmiştir.”56 Özellikle HeinarSchilling tarafından yayınlanan Menschen(İnsanlık) dergisi, Aydın İşçiler Konseyi’nin açık oturumlarıyla ilgili makaleler de basıyordu. Kısacası, 1918-1919 yılları arasındaki devrimci olaylara katılan birçok dışavurumcu sanatçı ve aktivistin –özellikle FriedrichWolf ve ConradFelixmüller, dışavurumcuların etkinliklerini örgütlediklerinde- anarşizm ve gençlik akımlarının etkisinde kalarak komünizme yönelmelerinde ve aralarında yeni ilişkiler yaratmaların da dergilerin azımsanmayacak rolü olmuştur. Dolayısıyla “sanat, burada özerk bir deneyim biçimi olarak, duyulur olanın siyasal paylaşımına temas etmektedir. (…) Ve bu deneyim yeni bir insanlığın, yeni bir bireysel ve kolektif hayat tarzının nüvesi gibi görünür.”57Artık “gruplar, kamplar oluşuyor, duyurular, manifestolar yayınlanıyordu. Dayanışmanın ve direnişin hikmeti de keşfedilmişti.”58 Gözler modern duruma; şehir yaşamına, sanayi sorunlarına, siyasal gidişata çevrilmekteydi ve çevrilmesi de gerekiyordu. Nitekim 1914’te sanayileşmeyle sanatı ilişkilendirmeye çalışan bir İngiliz Sanat hareketi olan Vortisizm; XIX. yüzyılın duygusallığına karşı makine ve makineyle yapılan ürünlerin enerji ve şiddet kültünün bir övgüsünü sunmaktadır. Vortisist59 kompozisyonlar soyut ve keskin rendelenmiş yapısıyla Kübizm ve Fütürizm hareketlerinden esinlenmektedir. 1914’te İngiliz kültürü üzerinde sürekli bir etkisi olacak olanVortisizm, HenriGaudier - Brzeska adlı genç bir heykeltıraşın fikirlerinin öncülüğünde ortaya çıktı. Ve İngiliz ressam PercyWyndhamLewis, Birinci Dünya Savaşı’nda Topçu Subayı ve sonrasında Resmi Ordu Savaş Ressamı olmadan önce diğer yakınlarıyla akımın gazetesi olan Blast’ı yayınladılar. Aynı yıl birçok Vortisistsanatçının ölümüne sebep olacak Birinci Dünya Savaşı patlak verecekti. Vortisizm, sanatçılar için ilk devrimci propaganda tecrübesinin aleti ve gelenekçilik sınırlarının dışına düşmesinin de sebebi oldu. Ezra Pound, Vortisizmi medeniyetin feneri ve önderi olarak, sanatı hak ettiği yere koyan bir akım olarak görüyordu. Böylece sanatlar daha evvel Yeats’inde öngördüğü gibi, mistik bir şekilde siyasete Lionel Richard, Ekspresyonizm Sanat Ansiklopedisi, Çev. B. Madra - S. Gürsoy - İ. Usmanbaş, Remzi Kitabevi, 1. Baskı, 1991, İstanbul, s. 275. 56 JacquesRancière, Estetiğin Huzursuzluğu - Sanat Rejimi ve Politika, Çev. Aziz Ufuk Kılıç, İletişim Yayınları, 2. Baskı, 2014, İstanbul, s. 36. 57 James McFarlane, “Modernizm ve Zihin,” Çev. Güzin Özkan, Modernizmin Serüveni, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, 1997, İstanbul, s. 215. 58 59 İng. Vortex: Girdap sözcüğünden hareketle Vortisizm ismini almıştır. 213 bağlanıyordu. Sanatçının öznel algısından toplumsal algıya doğru ilerleyen bir çizgide sanat yapmak tarafsız analizden çok empati aracılığıyla ulaştığımız bir düşünme formudur. Çünkü sanatçı için bir şey yapmak ile dünyada bulunma deneyimi arasında çok yakın bir ilişki vardır. İtalyan Fütürizmi gibi her türlü sanat formunu doğrudan makinayla ve modern sanayi uygarlığıyla birleştiren Vortisizm, savaşın ve şiddet kültünün övgüsünü dile getirmiştir. Faşist eylemlerini söylemlerinin de içerisine yerleştiren Fütüristler ise, üretim alanında neredeyse bir yüzyıl önce başlayan sanayi devriminin büyük kitlesel teknolojik devrimlerini, özellikle 1890- 1900’lerde hızlanan teknolojik süreçlerin doğal bir yansıması niteliğindeydi. TomasoMarinetti’nin 1909 yılı Fütürist manifestosu; teknoloji ve gelecek konularına vurgu yapan modernist bir sanat hareketi olarak sadece edebiyat ve sanata başkaldırmıyor, araba, uçak gibi araçların ve endüstriyel gelişmelerin insanoğlunun doğaya karşı zaferi olduğunu belirterek modern yaşamın getirilerine dikkat çekiyordu. Teknolojiye, demir raylara, sanayi devriminin gelişmelerine hayranlığı yansıtıyor; hızı, dinamizmi, makineleşmeyi, savaşçılığı, sanayi girişimini, tersane ve makineleri övüyorlardı. Ancak kendilerine Gelecekçiler adını veren Fütüristler geleceğin en büyük düşmanı olan faşizmi desteklemeye kadar gidecek olan trajik bir sona doğru yol aldılar. Gerçekten de ideallerini gerçekleştirebileceklerine inandıkları faşizmi savunmuş ve İtalyan faşizminin kültür sanat örgütlülüğünü üstlenmişlerdir. Manifestolarının tehlike duygusunu, korkusuzluğu, gözü pekliği yansıtması bakımından Fütürist doktrin, açıkça insanları savaşa ve rekabete çağırıyordu. Manifestonun; 7. 9. 11. Maddeleri açıkça savaşı övmekte ve teşvik ederek yüceltmektedir. Yedinci maddede; “savaşımdan başka hiçbir şey de güzellik yoktur. Saldırgan bir karaktere sahip olmaksızın hiçbir yapıt başyapıt olamaz. 9. Maddede; savaşı dünyanın biricik sağlık ögesini- militarizmi, yurtseverliği, özgürlük getirenlerin yıkıcı hareketlerini, uğrunda ölünmeye değer güzel fikirleri ve kadının horlanmasını yücelteceğiz! 11. Maddede; modern kentlerdeki devrimlerin çok renkli, çok sesli akıntısının şarkısını söyleyeceğiz; geceleyin titrek alevli silah depolarının (…) alev alev parlayan cephaneliklerin ve tersanelerin titreşen gece hummasını söyleyeceğiz…”60diyerek anarşist bir söylemle geçmişi reddedip, bugünü atlayarak geleceğin dinamik varlığına ulaşmayı hedeflemişlerdi. Fütürizm; “güce, kuvvete, hıza ve makinelerin dinamizmine tutkuyla bağlı olarak oldukça politik tavırlardaki konuları sergileyerek İtalya’nın Birinci Dünya Savaşı’na girmesini destekleyen gösterilere katılmaktan hiç çekinmemişlerdir. F. T. Marinetti, “Fütürist Manifesto 1909,” Hızın ve Devrimin Sanatı Fütürizm, Haz. Aydın Şimşek, Kanguru Yayınları, 1. Baskı, 2009, Ankara, s. 9, 10. 60 214 2.1. Rus Fütürizmi ve 1917 Ekim Devrimi’nin İnşası: Konstrüktivizm Sanat, sadece şiddet, kıyım ve haksızlıktır…, söylemleriyle birlikte ateş, nefret ve hızla beslenen İtalyan Fütüristlerine karşılık Rus Fütüristleri, dinamiklerini toplumsallaştırıp, devrimci bir cepheye dönüştürmüşlerdir. Bu dönüşümün altında yatan etken 1905 Rus ve 1917 PetrogradSovyeti Devrimleridir. Gerçekten de Rus Fütüristleri Bolşevik Devrimine açıkça destek olmuşlardı. Örneğin Vladimir Mayakovski, Rus Fütüristlerinin önde gelen şairi olarak önündeki çağa, onun hızına ve devrimci içeriğine göndermeleriyle kuşağının birçok sanatçısını etkilemiştir. Bu nedenle İtalyan Fütüristleri gibi makineleşmenin, sanayinin yanında yer almakla birlikte Rus Fütüristleri makineyi ve işçiyi üretici güçlerin toplumsal ve düşünsel destekleyicileri olarak görmekteydiler. Bunun yanı sıra sadece savaş karşıtı olarak değil, ayrıca kadın erkek eşitliğini savunmaları açısından da İtalyan gelecekçiliğinden ayrılan özellikler göstermekteydiler. Mayakovsky, daha Ekim Devriminden çok önce atılan bir tohum olarak 1911 yılında Rus Fütüristlerinin önemli temsilcilerinden biri olan David Burliuk’la (1882-1967) tanışması ve Burliuk’un kaçınılmaz etkisi, onu geri dönüşü olmayan bir yola sokar. Artık Rusya’yı etkileyecek olan yeni akımın öncüleri yavaş yavaş bir araya gelmeye başlamışlardı. Gerçekten de kısa bir süre içinde Moskova’da Rus Fütüristlerinin kurmaylarından biri olacak VelimirHlebnikov’la tanışacaklardır. 1912 yılından itibaren iki yıl boyunca “Fütüristler Moskova ve Petersburg’da avangard ressamlar NatalyaGonçarova, Mihail Larionov, KazimirMaleviç, PavelFilonov,DavidDavidovichBurliuk ve WladimirBurliuk tarafından resimlenen bir düzineden fazla yayına imza atarak (…) o güne kadar ki Rus edebiyatını ve sanatını hiçe sayıyorlardı.”61 Fütürizm modern yaşam içerisindeki tepkilerini göstermek için neden İtalya ve Rusya’daki sanatçılara uygun düşmekteydi? Sorunun cevabını devrimin ve Kızıl Ordunun kurucularından LevTrotsky şu ifadelerle açıklar: “Tarihte birkaç kez yenilenen bir olgu burada bir kez daha açıkça görülüyordu; çağdaş bir kültür düzeyine ulaşmamış ve geri kalmış ülkeler, ileri ülkelerin gerçekleştirdiklerini kendi ideolojilerinde daha büyük bir güç ve parlaklıkla yansıtıyorlardı. XVIII. ve XIX. yüzyılların Alman Düşüncesi ve İdeolojisi, İngiltere’nin ekonomik, Fransa’nın da politik başarılarını yansıtmıştı. Benzer biçimde Fütürizm, en parlak anlatımını Amerika ya da Almanya’da değil de, İtalya ve Rusya’da buluyordu.”62 Ancak İtalyan Fütürizminin tekniklerinden yararlanmak istemelerine rağmen Rus Fütüristleri sosyalist devrimci kimliklerinin ideolojik-politik bir getirisini içlerinde taşımaktaydılar ve bu 61 Alper Çeker, Rus Avangard Manifestoları, Altıkırkbeş Yayın, 1. Baskı, 2010, İstanbul, s. 27. 62 LeonTrotsky, LiteratureandRevolution, University of Michigan Press, 1960, AnnArbor, pp. 126,27. 215 durum Rus Fütürizmini, özünde tamamen İtalyan faşizminin Fütürist estetik ideolojisinin karşısında olan, muhalif bir tavra götürecekti. Benzer biçimde Rus simgeciliğinin karşısında gelişen Akmeizm,63(simgeci hareketin içinden ve ona karşıt olarak ortaya çıkmasına karşın) ve Kübo64-Fütürizm, Rus edebiyatının da iki önemli şiir akımıdır ve her ikisi de simgeciliğin gizemci (mistik) belirsizliğini küçümsemişlerdir. Özellikle Kübo-Fütürizme paralel gelişen bir filoloji okulu olarak Rus Biçimciliği, ilerleyen yıllarda Kıta Avrupa’sında insan bilimlerini derinden etkilemiştir. Devrim sonrası çıkan iç savaşta ise Mayakovski bu sefer sanatını propaganda afişlerinde göstermeye başlar. Artık duvarlarda, direklerde, binalarda Mayakovski’nin hazırladığı propaganda afişleri vardır. Hatta Ekim devrimi ile Rusya’da Fütürizmin gelişmesinin yakın bir döneme denk gelmesi nedeniyle Fütürizm; bir tür Komünist Fütürizm olarak algılanır ve bir araya gelen Fütürist sanatçılar halka seslenmeye başlarlar. Devrimci Rus şaire göre; Moskova’nın Fütürist sanatı kabul edeceğine dair en ufak bir şüphesi dahi yoktur. Ona göre devrim, onun devrimidir ve devrim gerçekleştiğinde tüm düşleri gerçek olacaktır. SergeyYesenin’de Devrimi içlerinde yetiştiği köylülere daha iyi bir hayat getireceği umudu ve coşkusuyla karşılamıştı. Devrim, SergeiEisenstein gibi dönemin önemli film yapımcıları ve tiyatrocularını da etkilemişti. Avangard sanatın kurucusu olarak bilinen VsevlodMeyerhold’daSe rgeyYesenin ile birlikte benzer beklentiler içerisinde 1918’de Bolşevik Partisine katılmışlardı. Devrimin sanat ayağında büyük roller oynayacak olan Meyerhold gibi Mayakovsky’de Bolşevik partisininagit-prop faaliyetlerinde önemli roller alıyor; sloganları, şiirleri ve oyunlarıyla devrime yardımcı oluyordu. Ne var ki umutla başlayan yüzyıl derin bir umutsuzlukla kapandı. SergeyYesenin bir süre sonra beklentilerinin hayal kırıklığıyla Devrime ithaf ederek Sert Ekim Beni Aldattın isimli bir şiir yazacaktı. Mayakovsky ise Lenin döneminde Ajit [asyön] - Prop [ağanda] için harcadığı enerjiyi Stalin dönemindeki artan hayal kırıklığıyla, 1929-30 döneminde Stalin yönetiminde yaşananlara taşlamalar yazmaya harcıyordu. Sanat anlayışı ve tiyatrosu devrimle uyuşmadığı gerekçesiyle kapatılan Meyerhold ise Stanilavski’nin yanına sığınıyordu. Yesenin ve Mayakovski birçok hayal kırıkları içinde devrime küskün olarak intihar ettiler. Meyerhold ise 1940 yılında Stalin ile uzlaşmaz tavrı yüzünden idam mangasının önünde kurşuna dizilerek daha acı bir sona mahkum edilecekti. Akmeizm: Sözcük 1912 yılında Gumilyev tarafından kayanın zirvesi anlamına gelen Akme kökünden türemişti. Sözcüğün kökeni olan kamon taş [kaya] anlamına gelir. Benzer biçimde Mandelştam’ın 1913 yılında basılan ilk kitabının adı Taş [Kamen]’tır. [Bkz. Alper Çeker, Rus Avangard Manifestoları, Altıkırkbeş Yayınları, s. 11. 63 64 Cubo: Kübist 216 Ekim Devrimi’nden çok önceleri Çarlık hükümetinin yenilikçi ve özgürlükçü sanata karşı sansür uygulaması bir tepki olarak Fütürizmin Rusya’da siyasi bir içerik kazanmasının da katalizörü olmuştu. Fütürizmin -Çarlık ve geçici Kerenski hükümeti döneminde- muhalif yapısının oluşumu ve tepkisel yanı nedeniyle Ortaçağ-feodal Rus kültürüne rağmen var olma çabası, ilk başlarda Bolşevik Devrimcilerle ortak bir yazgıyı ve siyasi kanalları paylaşmakta olduklarını göstermektedir. Bu yazgı, ilerici işçi ve emekçi hareketine ait yeni bir sanatın, devrimin inşa ereğini, bir başka terimle; konstrüksiyonunu imleyen Rus fütürizminin önündeki sansür engeli, devrim ile birlikte kaldırılınca (Rus aristokrasisinin kurumsal sanatını temsil eden Rus Kraliyet Akademisinin kapatılmasıyla) istenilen özgürlükçü atmosfer bir süreliğine elde edilmiş oldu. Ancak Kerenski hükümetince Güzel Sanatlar Bakanlığı’na ve ileride 1918’de Hermitage Müzesinin başına getirilen AlexandrBenua (Benoist) yönetiminde oluşturulan (Fransız Rokokosunu ve eski Rus-Moskova sanat geleneğinin kültürel mirasını korumak ve diriltmek isteyen) Mir Iskusstva hareketine ve onun resmi sanat politikasına karşı avangard sanatçılar, yaptıkları basın açıklaması ile sanatın özgürlüğü adını verdikleri mücadelenin tehlikeye girdiğine dikkati çektiler. Bu gerilimin kopuşu, aynı yıl (Altman, Rodchenko, Tatlin ve diğer Fütürist, Konstruktivist ve Süprematist) avangard sanatçıların ortak hazırlığı içinde oldukları serginin Benua tarafından engellenmesiyle gerçekleşmiş oldu. Mira İskusstva’cılar65 ile avangardlar arasındaki ilişkinin kopuşunu beraberinde getiren bu olayla birlikte (İngiliz ön-Rafaelistlerigibi), Benua (Benoist)vearkadaşlarımodernendüstriyeltoplumunanti-estetik doğasından tiksinti duyarak sanatta Pozitivizm ile mücadele bayrağı altında tüm Yeni-Romantik Rus sanatçılarını pekiştirmeye çalıştılar. Onlardan önceki Romantikler gibi, duyumsamaya dayalı66 olan Miriskusniki67anlayışını benimsemeyerek özellikle geleneksel Mira Iskusstva /Sanat Dünyası: St. Petersburg kentinde 1898 Kasım ayında kurulan sanat dünyası dergisi 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde Batı Sanatında devrim yaratacak olan Rus sanatçı kuşağının ana ilham kaynağı olacaktı. AlexandreBenois, Konstantin Somov, Dmitry Filosofov, LeonBakst, EugeneLansere ve SergeiDiaghilev tarafından kaleme alınan kuruluş manifestosu; Zor Sorular, derginin ikinci sayısında yayınlandı. Böylelikle kısa sürede etrafında genç bir sanat öğrencisi grubu toplayan dergi, kendi adını taşıyan ve Rus modern sanatını derinden etkileyen Mir Iskusstva sanat akımının kurulmasına sebep oldu. Moskovalı sanat hamileri olan SavvaMamontov ve prenses Maria Tenisheva’nın maddi desteğiyle kurulan dergi, Rus realizminden uzaklaşmayı, sanatta bireyciliği ve Art - Noveau akımının prensiplerini savunuyordu. Rus, Avrupa ve İngiliz güncel sanatını tanıtan eleştirel makaleler eşliğinde resim, heykel ve grafik tasarımdan çömlekçilik, mücevher ve mobilya tasarımına kadar görsel sanatların her dalına sayfalarına yer veren dergi 1904 tarihine kadar aylık olarak yayınlanmaya devam etti. Dergi merkezli kurulan Mir Istkusstva ressamları ise bir grup olarak 1925 yılına değin birlikteliklerini sürdürdüler. 65 Uitgeverij Bert Bakker, SergejDiaghilev, First Published in Great Britain, Profile Books, Pine Street, 2009, London, pp. 148. 66 Miriskusniki: Çoğunlukla grafik planlar, düz çizgiler ve renklere odaklanan, Larionov, Kuznetsov ve Jawlensky’nin ilkel, ifadeci ve anlık bir duyumsamaya dayalı bir yaklaşım sergileyen sanat hareketine verilen genel isim. 67 217 halk sanatı ve 18.yüzyıl rokoko sanatının korunması teşvik edildi. Ve bu bakış açısıyla İskusstvacılar tarafından Antoine Watteau muhtemelen takdir edilip beğenilen tek sanatçı oldu. Bu arada “geçici hükümet karşısında direnişe geçen Tatlin, Al’tman, Mayakovski, Prokofief, Rodchenko, Punin ve İsakov ile birlikte 28 sanatçının toplu olarak Mayakovski tarafından kaleme alınan ve Mir İskusstvacılar’ı sertçe eleştiren bir bildiri metnini imzaladılar. Bildiride Mayakovski, Benua’nın ve diğer Mir İskusstva üyelerinin devrim öncesi sanatı yeniden diriltmeye ve bu anlayışın Rusya’daki çoğunlukta olan sanatçıların yaklaşımına tamamen ters düştüğünü belirterek metni; sanatın özgürlüğü için verilen mücadele, çok yaşa sözleriyle bitiriyordu.”68 15 Mart 1918’de avangardlar sanatın arşiv niteliğindeki müzecilik anlayışının getirisi olan yaşamsal içeriksizliğinden kurtarılmasını ve sokaklardaki realiteye, devrimin ve halkın kalkınma olgusuna cevap vermesi gerektiğini ifade ettiler. Rus Fütüristleri tıpkı Dadaistlerin kompozisyon anlayışlarında olduğu gibi; propaganda ve grafik sanatların etkisinde, somut bilgilerin pozitivist bir yaklaşımı içerisinde, gerçek bir hümanist sanatı yaratabilmek için yapıtlarında; parçalanmış imgelerin oluşturduğu epik dağılımlı kesi-kritimler oluşturarak, çekme ve itme gibi fizik yasalarına göre dinamik ve kinetik açıdan görsel ilişkilerin sağlandığı çalışmalarında, yer (mekan)-zaman içindeki akıcılık ve sürekliliğin anlatımına gidilerek sosyalist dünyanın materyalist inşasının (konstrüksiyonun) gerçek devrimci niteliği vurgulanır. Gerçekten de “yapıt kurgusunda dinamik bir etki yaratma ilkesi, modern sanat geleneklerinde çeşitli kompozisyon biçimlerine yol açmıştır. Bu olgunun en uç noktalarına Süprematizm ve Sovyet Konstrüktivizmine bağlı eğilimlerde (sinema grafiğinde Vertov Okulu’nda) rastlanmaktadır. Rus konstrüktivist eserlerin dinamik yapısı daha çok grafik iletişim araçlarında en yüksek düzeye ulaşır; özellikle yarı foto-grafik afiş tasarımlarında (…) geleneksel dizgi anlayışına taban tabana karşıt bir tipografik düzen anlayışı, 1917 Ekim Devriminden sonra Sovyet grafik sanatlarında katabolikbir düzenlemenin yaygınlaşmasına neden olmuştur. (…) Bu mekanik işleyişin kökeninde toplu üretimle birlikte gündeme gelen fonksiyonalist estetiğin ilkeleri yatmaktadır.”691922 yılında Bakü’de, iki topçu bataryası dahil olmak üzere, fabrika gürültüleri, gemi sirenleri ve makinalı tüfeklerden çıkan seslerin binlerce kişinin yer aldığı bir koro ile birlikte gerçekleştirilen konserdeki çoğu sanatçı; Konstrüktivist (inşacı) yenilikçiler olarak bilinmekteydi. Bu gruptaki avangardçıKaan Kangal, “Ekim Devrimi Sonrası Sanat Tartışmalarında Fütürizm,” Sanat Cephesi Arşivi 1, http://www.sanatcephesi.org/SC/137/ 68 Adem Genç, Dada - Antropi ve Nedensizlik açısından Dadacı Sanat Hareketlerinin Çözümlenmesine İlişkin Bir Yöntem Araştırması, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü, 1983, İzmir, s. 289, 291. 69 218 ların en beceriklilerinden biri olan Vladimir Tatlin işçi elbiseleri, tek kişilik uçan makinalar, ekonomik ısıtma araçları ve III. Enternasyonal gibi önemli tasarımları gerçekleştirmiş, çeşitli dergilerin nizampajını yapmıştır. Genel olarak “[Fütüristlerin] ve konstrüktivistlerin toplumcu ütopyacı oldukları, tasarladıkları birçok şeyin uygulama olasılığının bulunmadığı ve kusursuz [Süprematist] biçim gibi Platonik düşüncelerin peşine düştükleri de kabul edilmektedir.”70 2.2. Avangardlar Zürich’te: CabaretVoltaire İsviçre savaş tarafından kirletilmemiş tek Avrupa ülkesi olarak savaşan bütün uluslardan gelen barışçı bir mülteci ordusu tarafından istila edildi. Böylelikle tarafsız İsviçre, kaçabilenlere bir sığınak olarak bağrını açtığında Zürich, Almanca bilen mülteciler için bir toplanma yeri oldu. 1915’te Limmat kıyısında gürültü patırtıdan uzak bir kent olan Zürich’i, Jean Arp, 1948 tarihli alaycı bir tanıklıkla şakayla karışık Dadaland yani Dada Toprağı olarak adlandırır: “Zürih’te, dünya savaşının kıyımlarıyla ilgilenmeden güzel sanatlara adamıştık kendimizi. Uzaklarda toplar gümbürderken, biz yapıştırıyor, ezberden parçalar okuyor, şiirler düzüyor, tüm ruhumuzla şarkılar söylüyorduk. Bizce, insanları o günlerin gözü dönmüş deliliğinden kurtarması gereken temel bir sanatı arıyorduk. (…) Çoğunluk çok geçmeden bu sanatı yermeye başladı. Haydutların bizi anlamamasında şaşıracak bir şey yok. Onlardaki o çocuksu baskıcılık düşkünlüğü sanatın da insanların alıklaştırılmasına yardımcı olmasınıister.”71 Ancak Dada sadece sığınmak için değil, başkaldırmak için de vardır. Oradaki sanat ya da şiir, korkunç bir savaşın kırıp geçirdiği bir dünya da masum bir etkinlik olmaktan çıkacaktır. Dada, yeni bir sanatçı kuşağını; devrimci özelliği hem estetik hem de de öyle bir bağlamda, kendiliğinden siyasal bir tutum olarak anlaşılması gereken yepyeni bir sanatı simgeler.” 72Her şeyden önce bir ozan ve ressam hareketidir; önce Zürich’i, ardından Berlin’i sarar; Paris’te etkisi daha azdır, Dada orada daha yazınsal bir bağlama oturur. Ancak Berlin’de hem sanatsal hem de siyasal anlamda ikili bir patlama etkisi yaratır. Bu başkaldırıya Dada adının koyan ise, TristanTzara’dır. Dada bir söylence gibi doğduğunda, birkaç genç arkadaş, bir kabare, bir dergi, bir koleksiyon, başka dergiler ve bir sürü sergi ile hayata başlamış oldu. TristanTzara 1950 yılında yaptığı bir radyo konuşmasında şu açıklamayı yapmıştı; “Dada’nın nasıl doğduğunu anlamak için, bir yandan, Birinci 70 A. g. e., s. 71. MarcDachy, Dada - Sanatın Başkaldırısı, Çev. Orçun Türkay, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, 2014, İstanbul, s. 12. 71 72 MarcDachy, Dada - Sanatın Başkaldırısı…, s. 12, 13. 219 Dünya Savaşı sırasında bir çeşit hapishane olan İsviçre’de yaşayan bir genç topluluğun ruh halini, öte yandan da çağın sanat ve edebiyatının düşünsel düzeyini göz önüne getirmek gerekir. Hiç kuşkusuz savaş bitecekti, zaten daha başkalarını da gördük, daha sonra… Ama 1916-1917 yıllarında, savaş sanki demir atmış, hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu ve gittikçe tutarsız ve gerçek dışı bir boyut kazanıyordu. İğrenme ve isyanlarımızın kaynağı bu oldu. Savaşa kesinlikle karşıydık ama, ütopik bir barışçılığın tuzaklarına da düşmemiştik. Köklerini sökmedikçe, nedenlerini ortadan kaldırmadıkça; savaşın ortadan kaldırılamayacağını biliyorduk. Alabildiğine büyüktü yaşama sabırsızlığımız, o oranda da çağdaş denen uygarlığın tüm görünüşlerinden nefret ediyorduk; tüm dayanaklarından, mantığından, dilinden. Başkaldırımız gülünç ve saçmanın tüm estetik değerleri alt üst ettiği biçimler kazanıyordu… Unutmamak gerekir ki, saldırgan bir duygusallık insana ait tüm değerleri maskeliyor, yüksek düzey savında olan tüm sanat alanına yerleşiyor ve kentsoylu sınıfın gücünü simgeliyordu.”73 Zürich’te toplananlar sadece sanatçılar değildi. Ayrıca Rus Devriminin büyük serüvenini hazırlayanlar; Karl Radek, Zinovyev ve Lenin takma adıyla Vladimir Ulyanov’da Dadaist ve diğer avangard sanatçılarla yazgı birliği ve entelektüel ilişkiler içerisindeydiler. Hatta kaldığı evin Dadaist ve Avangard sanatçıların sıklıkla toplandığı Kabare’ye yakınlığı ve TristanTzara ile Kabare’de satranç oynadığı düşünülen Lenin’in, modernist akımlara olan hoşgörüsünün altında ortak bohem yaşanmışlığın izleri yatmaktadır. Dolayısıyla bu sürgünlerin hepsi de çok farklı zihinsel ailelerden gelmekteydiler. Bununla birlikte kendi aralarında alabildiğine bölünmüş olsalar bile, yine de cephelerdeki çarpışmaların sürmesine karşı ortak tavır almış bir dolu barışçı grup vardı ortada. Bu sürgünlerin tümünü bir araya getirip bir faaliyet merkezi sağlamak, yazar ve filozof Hugo Ball’e düşecekti. Ball, 1915 sonlarına doğru Dadacı devrimin ve dolayısıyla nihilist protestoların merkezi olarak Zürich’in en kötü şöhretli semtinde Niederdorf-StrasseSpiegelgasse’nin kesiştiği noktada kabare açmak üzere bir lokanta sahibiyle anlaştı. Kabarenin ismini Voltaire kabaresi; bilindiği ismiyle CabaretVoltairekoydu. CabareVoltaire’ı, bu gece kulübünü Şubat 1916’da açtıklarında duvarlarında üstün ve basit nitelikte sanat yapıtlarıyla içip söyleşmekten ve dans etmekten hoşlananlar için uygun bir mekan haline getirmişlerdi. Bu haliyle, aslında savaş öncesi Berlin’in gece hayatının entelektüel yanını bilenler için bu karışım hiç de yabancı sayılmazdı. “Dada, savaştan çok uzun bir süre öncesinden hazırlanmış olmakla birlikte, esasen asıl patlayıcı gücünü savaş olgusundan alacaktı. Zaten CabaretVoltaire’ın anarşik ve taşkın giri73 Adem Genç, Dada-Antropi ve Nedensizlik açısından…,s. 72, 73. 220 şimlerinin Alman İsviçre’sinin başkentinde görülebilmesi barış zamanında düşünülemezdi.”74Aydınlanma çağının felsefesiyle kabarenin kendiliğindenliğini birleştirmek anlamına gelen dada kabare; Hugo Ball’la arkadaşlarının genel çılgınlığın sonucu olan savaş karşısındaki bağımsızlık bildirisi de bunu söyler;dil ile sanat artık bu çılgınlığın suç ortağı olmamalıdır.Gerçekten de 1916 yılında Zürich de yaşayan genç sanatçıların birçoğu bu savaşa bir anlam veremiyorlardı. Sonuçta CabaretVoltaire, Batı uygarlığının tümüne karşı çıkmak amacıyla yaratılan yapıtlar ve düzenlenen sahne gösterileriyle bu dünya ile ilişkilerin açıkça ve korkusuzca koparıldığı bir eyleme dönüştü. Birinci Dünya Savaşı başladıktan sonra İsviçre gibi tarafsız ülkelere dağılıp oralardaki sanatçılarla birlikte savaşın çıkmasına neden olan kültürlere karşı Dada’yı ortaya koydular. Bilhassa Zürich’te toplanan ve özellikle Üniformalı Avangardlar olarak adlandırılan asker kaçaklarından oluşan radikal bir grup, savaşın çıkmasına neden olan majist, militarist, ulusalcı-yurtsever kültüre ve faşist ideolojik yaklaşımlara karşı durmak üzere birleştiler. Dada olarak isimlendirdikleri bu sanat hareketi; siyasal ve usdışı olmak üzere iki önemli yönüyle karşımıza çıkmaktadır.Gerçekten de siyasal bir hareket olarak incelendiğinde 1917 yılından sonra özellikle Almanya’da etkili olduğu görülür.1918-1919 Alman İhtilalinde Spartakistler ve diğer sol eylemcilerle birlikte ayaklanan Berlin Dadacıları ve bunlar arasında daha önce Zürich grubunda yer alan Richard Huelsenbeck, Dada’nın siyasal etkinlikleri içinde önemle anılırlar. Dada’nın usdışı ve apolitik alanlardaki etkinlikleri ise, daha çok Sürrealistlerle bağlantılı olarak Paris’te,Literature dergisi çevresindeki sanatçılar tarafından gerçekleştirilmiştir. 2.3. Berlin ve Zürich Dada’daProvokatif Fotomontaj Dada devrimci emekçilerden yanadır!75 Dada’nın bilinçli muhalif tavrını bilhassa Berlin Dada ve Zürih Dada grubunda görebildiğimiz için bu iki grubun siyasal yönelim açısından benzer özellikler barındırdığı görülmektedir. Her iki grupta skandal için skandal yapmayı amaç edinen Paris’teki Dada hareketinden ayrılan yönü itibariyle Huelsenbeck’inifadesiyle;Dada bir Alman Bolşevizmidir! Aslında savaştan kaçarak Avrupa Anakarasını terk eden Dadaistlerden bir grubun New York’ta gelişen bir başka Dada hareketini yönlendirdiğini de hatırlamak MichelSanouillet, “Dadacılığın Kökleri: Zürih ve New York,” Çev. Turhan Ilgaz, Modernizmin Serüveni, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, 1997, İstanbul, s. 304. 74 75 Dada stehtaufSteitendesrevolutionἅrenProletariats [Birinci Uluslararası Dada Fuarı Berlin, 1920.] 221 gerekir.76 New York Dada, elbette güçlü bir siyasal kuramcının (Hugo Ball gibi) öncülüğünde başlamamıştı. Ancak Bolşevik bir siyasal ideolojiye sahip olmamasına rağmen, New York Dadacıları’nın etkileşim içerisinde olduğu Amerikalı entelektüellerde uygarlığın en tehlikeli sorunlarından birkaçının farkındaydılar. Özellikle yıkıcılığa ve savaş ekonomisine endekslenmiş bir sosyo-ekonomik yapının ve yaygınlaşan savaş-sever bir toplumsal eğilimin farkındaydılar. İlk kez özeleştiri evresine girmesi bakımından tarihsel avangard dediğimiz, “Avrupa avangardı içerisindeki en radikal hareket olan Dadaizm, artık kendinden önceki sanat ekollerini değil, bir kurum olarak sanatı ve sanatın burjuva toplumunda izlediği seyri eleştirir.”77 Ve bu eleştiri, alımlayıcının şoka uğratılmasını hedeflediğinden formal anlamda bir stil geliştirmemiş olmaları dolayısıyla Dadaistler ve Sürrealistler dönem stili imkanını ortadan kaldırmışlardır. Çünkü amaçları estetik bir nesne elde etmek değil, provokatif anlamda okunacak imgeler oluşturmaktır. Esasen “fotoğraf durağan bir anı, yalıtılmış bir çekimi sabitler. Fotomontaj ise belli bir konunun bir temasının diyalektik açılmasını, politik slogan ve temsil arasındaki diyalektik birliği görselleştirir. (Böylelikle) (…) gerçekliğin çok katlı ve iç bağlantıları olan karakterini sunarak, konstrüktif sosyalist projenin somut dışavurumlarını, öğelerin birleşimi (fotomontaj yöntemi) aracılığıyla çözer.”78 Fotomontaj görsel bir manifesto, dönemin karmaşıklığının karşısına kendi karmaşıklığını koyan yoğunlaştırılmış uzamla zamandır. Özellikle Heartfieldmontaj tekniğini siyasal amaçla kullanan tipik bir Dadaist olarak, bir imge ile iki değişik metin parçasını çakıştırmak veya üst üste bindirmek suretiyle açık siyasal mesaj ve anti-estetik unsurları bir arada değerlendirir. Ancak sanatsal bir izlek (prosedür) olarak montaja siyasal anlam atfeden Adorno’ya rağmen tartışmalı bir nokta olarak; kapitalizmi ortadan kaldırmak gibi bir niyetleri olmayan İtalyan Fütüristleri ile Ekim Devrimi’nin ardından gelişmekte olan sosyalist bir ülkede yaşayan Rus avangardistlerinin de montaj tekniğini kullanmış olmasının bu fikri çürütmeye yeteceğini söyleyen Bürger’e rağmen Bloch ise, geç kapitalizmdeki dolaysız montaj ile sosyalist toplumdaki dolaylı montaj arasında ayrım yapar. Burada Bloch, bir tekniğin ya da prosedürün, farklı tarihsel bağlamlarda farklı etkilere sahip olabileceği fikrinden hareket ederek daha uygun bir yaklaşım belirlemiş olmaktadır. Gene de Bürger, avangard’ın devrimci biçimine rağmen siyasal Manhattan Beşinci Cadde üzerinde 291 sokak numaralı küçük bir sanat galerisi Amerikan Avangardı ve dolayısıyla New York Dada hareketlerinin başladığı yerdir. 76 77 Peter Bürger, Avangard Kuramı…, s. 62. GustavKlutsis, “Kışkırtma Sanatında Yeni Bir Sorun Olarak Fotomontaj,” Çev. Sabri Gürses, Sanat ve Kuram, 1900-2000 Değişen Fikirler Antolojisi, [Ed. Charles Harrison-Paul Wood] Küre Yayınları, 1. Baskı,2011, İstanbul, s. 528. 78 222 praksis olarak yetersiz kaldığını kabul eder. Ona göre; “avangard hareket yerleşik kuruma kafa tutmuş ama onu devirmeyi başaramamıştır, hatta yerleşik kurum tarafından saptırılarak kullanılmıştır.”79 Benjamin ise, ifadeci bir biçim olarak montajı alegorik bulur ve alegori ile montaj arasındaki yapılandırmayı ise modern sanatın çağdaş bir deneyimi olarak görür. Benjamin, Bürger’inTrauerspiel incelemesini alıntılayarak şu yorumda bulunur: “ (…) alegori özünde parça parçadır […]. Alegorici, gerçekliğin yalıtık parçalarına katılır ve bu suretle bir anlam yaratır. Bu, koyutlanan anlamdır; parçaların özgün bağlamından türemez.”80 Elbette alegorinin sanatta uzun zaman boyunca siyasal ya da ahlaki bilgilendirme aracı olarak kullanıldığını biliyoruz. Ancak burjuva çağ öncesi sanat dine ve ayinlere bağlı olduğundan, yaşam pratiğinden özerk olmak gibi bir iddiası yoktu. Bu tür bir temsil tam burjuva çağında devrimci bir tarzda işlev görebilirdi. Nitekim de gördü; Richard Huelsenbeck’in 1918’de öncülük ettiği George Grosz, John Heartfield, RaoulHausmann ve JohannesBaader’den oluşan Berlin Dada Grubu, açıkça sol görüşlüydü ve sanat karşıtı etkinliğini bizzat propaganda ile birleştiriyordu. Onlar için Dada, siyasal görüşlerini açıklamak ve sanatı siyasal eyleme bağımlı kılmak için kullanılan bir anlatım aracıydı. Gerçekten de siyasal bir hareket olarak incelendiğinde Dada’nın 1917 yılından sonra özellikle Almanya’da etkili olduğu görülür.81Bir yanda Spartakistler, yerle bir olmuş, açlıktan kırılan bir kentin sokaklarında orduyla çarpışırken, diğer yanda Dadacılar;-“devrim, toplumsal altüst oluşun siyasal aldatmacaya kapılmasını ve kentsoylu dar kafalılığının sürmesini engelleyecek biçimde, gerek estetik, gerek düşünsel kavramları değiştirmelidir….,”82diyerek,- devrimin nasıl olması gerektiğini gösterirler. Berlin Dada Grubu içerisinde yer alan George Grosz ve John Heartfield daha sonraları Berlin’de Hitler’e karşı güçlü bir muhalefet sanatı geliştireceklerdi. Özellikle Heartfield’ın Ağustos 1934’te Resimli İşçi Dergisi’nin [ArbeiterIllustrierteZeitschrift] kapağında yayımlanan Alman Doğa Tarihi başlıklı fotomontajı Hitler’in Reich’ınınWeimar Cumhuriyeti’nin evriminin bir sonucu olduğu eleştirisini getirdiğinde, bu yönde yapılmış doğrudan bir siyasal saldırı ortaya çıkmış oldu.” 83 Aslında bu son derece olağan bir durumdu. Çünkü Heartfield, aralarında Brecht, Lacis, Reinhardt ve Piscator’un da Susan Buck-Morss, Görmenin Diyalektiği, Çev. Ferit Burak Aydar, Metis Yayınları, 1. Baskı, 2010, İstanbul, s. 251. 79 80 A. g. e., s. 250. 1920 yılındaki Berlin’de Dadafair (Uluslararası Dada Fuarı) etkinlikleri içinde Prusya subay üniforması giydirilmiş bir domuz ölüsünün tavandan asılarak sergilenmesi de yer almaktadır. 81 82 83 MarcDachy, Dada - Sanatın Başkaldırısı…, s. 33. A. g. e., s. 78. 223 olduğu Berlin’deki Marxsist çevrenin bir üyesiydi. Weimar döneminin sonlarında fotoğraflar içeren tiyatro dekorları tasarlamıştı.“Heartfieldburada imge reprodüksiyonunun yeni teknolojilerini bilinçli olarak […] siyasal ajitasyonun emrine veriyordu.”84BertoltBrecht’e epey yakın olmakla birlikte WalterBenjamin’de çalışmalarını yakından takip ediyordu. John Heartfield’ın çalışmalarında Benjamin’in asıl ilgisini çeken yön fotoğraf montajındaki en modern teknikleri alegorik temsil biçimleriyle birlikte kullanmasıydı. Alman Doğa Tarihi çalışmasında olduğu gibi Heartfield’ın imgelerinin çoğu modern zamanlara ait bir simge özelliği taşımaktadır. Burada “imgenin ahlaki ve siyasal bir bilgilendirme işlevi görebilmesi için başlık [inscriptio] ve açıklama [subscriptio] uzlaşımlarından yararlanılır.”85 Resimde Alman doğa tarihi, Kafataslı Güve Kelebeği’nin86 gelişiminin üç biyolojik aşamasıyla alegorik olarak temsil edilir. Çalışma açıkça Weimar Cumhuriyeti ile faşizm arasında nedensel bir ilişki olduğunu öne süren bir başkalaşımlar silsilesidir adeta. Ayrıca kurumakta olan bir ağaç dalındaki bu ilerleme bir gerileme olarak görülür ve gelişim yalnızca hayvanın doğasına ilişkin belirginliğin artışı için geçerlidir: Tırtıl kelebek, Hitler formunu aldığında görünür hale gelmiş olan kafatası ya da ölü kafası işareti kolaylıkla fark edilebilir. Franz Kafka’nın 25 Ekim 1915 yılında yayınlanan Metamorfoz [DieVerwandlung] diğer ismiyleDönüşüm-romanındaki insan kahramanın bir böceğe87 dönüştüğü gibi Heartfield’ın fotomontajında da hayvandan insana bir dönüşüm, bir başkalaşım vardır. Walter Benjamin bir mektubunda Fichte’den beri burjuva entelektüel gelişimi hakkında benzer yaklaşımlar sergileyerek şunları söyler: “Alman burjuvazisinin devrimci ruhu kendisini Nasyonal Sosyalizmin Kafataslı Güve Kelebeği larvasından sürünerek çıkacağı bir kozaya dönüştürmektedir.”88Heartfield, bu başkalaşımın üç anlamı olduğunu söyleyerek çalışmasını aydınlatır: Biri doğa söyleminden (böceklerin evreleri), biri tarihten (Ebert-Hindenburg-Hitler) ve biri de mit söyleminden kaynaklanmaktadır. Mitoloji de insanların ağaçlara, hayvanlara, taşlara dönüşmeleri, yani başkalaşım geçirmelerinde olduğu gibi Heartfield’da burada Alman siyaset tarihini yanılsama-hata-ideoloji olarak toplum tarihinin doğal rotasını negatif bir mit olarak vurgulamaktadır.Heartfield bir komünist olarak kapitalist sınıfın kendi egemenliğini meşrulaştırmak adına 84 85 A. g. e., s. 78. Acherontiaatropos. Koyu renkli, sırtında kafatasına benzer bir işaret taşıyan bir kelebek türü. Ungeziefer: hamamböceği, bokböceği, kınkanatlı anlamlarına gelmektedir. Ungeziefer, Samsa ve çevresi arasındaki ayrılığı simgeler; temiz değildir ve bu yüzden dışlanmalıdır. 86 87 Susan Buck-Morss, Görmenin Diyalektiği…, s. 80. EberhardKolb, “Weimar Cumhuriyeti: İlk Alman Demokrasisinin Başlangıç Koşulları, Geçirdiği Bunalımlar ve Sonu,” Weimar Döneminin Eleştirel Grafik Sanatı, Stutgart Dış İlişkiler Enstitüsü, Sergi Kataloğu, Alman Kültür Merkezi, Çev. Turgay Kurultay, Alba Ajans, 1. Baskı, 1992, Ankara, s. 24. 88 224 Sosyal Darwinciliği desteklemelerine değil, asıl olarak Sosyal Demokratların tarihsel ilerleme fikrini onaylamalarına saldırmaktaydı. Çünkü bu tarihsel ilerleme inancının onları gevşettiğini ve sosyalist siyaset için Weimar parlamentarizminin yeterli olduğu gibi onları yanlış bir anlayışa itmiş olmasını onaylamadığını belirtmekteydi. Weimar kültürünü en çarpıcı eleştirenlerinden biri de, 1914’te kendisi gibi birçok sanatçının ortak fikri olarak tüm savaşları sona erdirecek savaş olarak baktığı Birinci Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılan ancak savaşın gerçek yüzünü görüp gözleriaçılan,Spartaküs ayaklanması sırasında tutuklanan ancak kaçmayı başaran, Alman Komünist Partisi üyesi ressam ve grafik sanatçısı George Grosz’dur. Aslında Grosz’un sanatı üzerinden genel olarak Almanya’nın siyasi ve sosyal düzenine bakıldığındaWeimar Cumhuriyeti için bir bela olan istikrarsızlık sanat ve kültür alanında ele geçmiş bir şanstı; bir tarafta sayısız yetenek, öte tarafta sayısız çatışma malzemesi siyasi özgürlükle birlikte sınırsız bir deneyciliğe olanak tanıdı. Böylece yeninin günümüze kadar hissedilebilen korkunç bir patlaması gerçekleşti.”89Grosz, Dada Berlin’e geldiğinde akımı ilk kucaklayan ancak ona el atar atmaz da Dada’nın çehresini değiştirip ona daha sert, saldırgan ve siyasal bir yön veren sanatçılardan biriydi. Sanatçı,“cepheden ilk defa hastalık nedeniyle 1916’da salınıvermiş, 1918’de savaş nedeniyle ruhsal dengesi bozulan askerlerin kapatıldığı hastaneden kaçtığı için harp divanı tarafından önce idama mahkum edilip sonra affedilmiştir. Artık dünyayı tanımaktadır; söylenenlerin beyhudeliğini kavramıştır; (…) küçük burjuvanın haz rüyalarının laf kalabalığından ibaret olduğunu, varlığın bir ikiyüzlülükten başka hiçbir şey olmadığını bilmektedir. Süreç içinde Komünist olur ancak bunun imkânsızlığını hissettikçe bir sanatçı komününün kurulması için sesini daha da yükseltir.”90 Böylelikle çağının insanlarını öylesine topyekûn kavramışolanGeorgeGros z’un,Weimar Cumhuriyetindeki Dekadans’ın Alman toplumundan sunduğu manzaralardan birini, Toplumun Temel Direkleri adlı tablosunda, gerçekçiliğin başat özelliğini, tipik olanı; bürokratlar, askerler ve patronlarla birlikte fahişeler ve pezevenkleriyle beraber yakalamaktadır. Grosz, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce bir Dışavurumcu [Ekspresyonist] olarak nitelendirilebilirdi; ancak Dadaist olarak ajitasyonlu politik imgeler içeren sanatıyla Alman toplumunu ve dolaylı yoldan tüm ana karayı uyarmasına rağmen, Avrupa’nın bütün yönetici sınıfları, hükümetleri ve halkları açıkça ve eşit bir içtenlikle WielandSchmied, “Yeni Nesnelcilik: 1920’li Yıllarda Almanya’da Gerçekçilik,”Weimar Döneminin Eleştirel Grafik Sanatı, Stutgart Dış İlişkiler Enstitüsü, Sergi Kataloğu, Alman Kültür Merkezi, Çev. Deniz Şengel, Alba Ajans, 1. Baskı, 1992, Ankara, s. 15. 89 Sezarcılık: Demokratik yolla başa geçen, fakat sonradan baskıcı mutlakıyete sapan hükümdarın askeri egemenlik yöntemi. Askeri yönetim. 90 225 barış istiyor görünmekle birlikte (aslında bu yaygın ve ortak barış aşkına karşılık) savaş bütçeleri yıldan yıla şişip yükselmektedir. İşin aslı, herkesin lanetlediği ve korktuğu savaş her an patlamaya hazır hale gelmektedir. Bunun sebebi; “her ulusta sayılı insanlardan oluşan bir topluluk (sınıf ), üretim ve değişim araçlarını elinde tuttukça, öbür insanlarında yönetimini elinde tutacak, sözünü geçirdiği toplumlara kendi yasalarını (sınırsız rekabet yaşamak için aralıksız savaşımı, servet ve iktidar için günlük kavgayı) zorla kabul ettirecektir. Bu ayrıcalıklı topluluk, yığınların gösterebileceği bütün tehlikelerden korunmak amacıyla ya büyük askeri hanedanlara ya da oligarşik cumhuriyetlerin bazı muvazzaf ordularına dayanacaktır. Buradan beslenen Sezarcılık,91 sınıfları aldatmak ya da gütmek üzere, onların arasındaki karşıtlıklardan yararlanacak, hırçınlaşan halkın desteğiyle ve burjuvazinin yardımıyla da halkın cumhuriyetçi uyanışını bastıracaklardır.”92 Bütün bunlar sürdükçe, yani sınıflar ve bireyler arasındaki politik, ekonomik, toplumsal çatışmalar her ulusta var oldukça, her ülkede boy veren derin çıkar ve sınıf bölünmesi çatışmalar doğuracak ve uluslararasında da savaşlar eksik olmayacaktır. Çünkü siyasal kavgalar çoğunlukla toplumsal kavgaların örtüsü ve yansısıdır. Grosz’un resminde faşizme destek veren elitler, egemen sınıfın temsilcileri olarak bir arada görevlerini yapmakta, toplumumuzun temel direklerini, (!) temel ideolojik dayanaklarını, kısacası zorbalığın toplumsal örüntüsünü oluşturmaktadırlar.Grosz’unüretkenelinde çizgi, çoğu kez, kurbanlarını astığı bir ipe dönüşür! Kurbanları ise, “şampanyalarını yudumlayan savaş vurguncularıdır, proletaryayı sömüren kapitalistlerdir, ulusun şanından dem vuran içki sofrası siyasetçilerdir ve savaş oyunları düzenleyen işsiz generallerdir ve onların kolay hanım arkadaşları ve karılarıdır. (…) Her biri kendi soyunu yemede olan birer yamyamdır; dişlerini karıştırıp herhangi bir konuda karşılarına çıkabilecek herhangi bir fırsatı kollarlar, içerler, kumar oynarlar, dans ederler, kadeh kaldırırlar. Erkeklerin ağızlarında Brezilya ve Havana puroları, karınlar tok, göbekler şiştir. Kadınlar biraz geçkince ve açgözlüdür. (…) Dışarıda, sokakta ise açlıkla umutsuzluk…, işten atılmış işçinin acılı yüzünde dolaşıp isyan ve devrim hazırlığı yapar.”93 Sokaktaki havada cinayet kokusu ve nefret vardır, ama yas, espri, kinaye hiçbir şeyi göz ardı etmeyen bir insan bilgisi,şikayet [eleştiri] ve itham da vardır aynı zamanda. Sonuçta “sakatlarla karaborsacılardan, jeunessedoree94ile yalnız ihtiyarlardan, yargıçlarla devlet adamlarından, bankerlerle fabrikatörlerJean Jaures, Demokrasi, Barış, Sosyalizm, Çev. Asım Bezirci, Evrensel Basım Yayın, 2. Baskı, 2013, İstanbul, s. 78, 79. 91 92 WielandSchmied, “Yeni Nesnelcilik: 1920’li Yıllarda…,” s. 15. 93 jeunessedoree: Zengin ve modaya uygun şık gençler 94 WielandSchmied, “Yeni Nesnelcilik: 1920’li Yıllarda…,” s. 15. 226 den, muhasebecilerle memurlardan, profesörlerle yüksek bürokratlardan, işçilerle fahişelerden, fahişe yüzlü muhasebecilerden memur yüzlü fahişelerden oluşan grotesk tipler evrenini yarattığında doruğa ulaşmıştı Grosz.”95 Onun gerçekliği ne ölçüde yakalayabildiği, aldığı sansür ve cezalandırılmalardan da anlaşılmaktadır; silahlı kuvvetlere saldırmaktan, toplumsal ahlakın değerleriyle alay etmekten ve Tanrı’ya küfürden yargıç önünde üç defa dava açılmıştır. Son tahlilde siyasal bir hareket olarak incelendiğinde Dada’nın esasen 1917 yılından sonra etkili olduğu görüldü. 1918-1919 Alman Devriminde Spartakistler ve diğer sol eylemcilerle birlikte ayaklanan Berlin Dadacıları ve özellikle daha öncesinde Zürich grubunda yer alan Richard Huelsenbeck’inDada’nın siyasal etkinlikleri içinde önemli bir yeri olduğu tespit edildi. Aslında toplumun ve yerleşik kültürün tüm kurumlarına ve değerlerine protestoları ve muhalif eleştirilerine rağmen Dada, biçimsel bir sanat üslubu önermiyordu. Yalnızca milyonların aç kalmasına ve ölümüne neden olan Birinci Dünya Savaşında sanatçıların kendileriyle yeniden hesaplaşmasının doğal bir sonucuydu. Bu hareket, dünyanın, insanların yıkılışından umutsuzluğa düşmüş, hiç bir şeyin sağlam ve sürekli olduğuna inanmayan bir felsefi yapıdan etkilenmekteydi.Bu bakımdan Dada’nın insanca bir amacı, son derece belirgin, etik bir amacı vardı. Dada yalnızca saçma değildi, yalnızca bir şaka değildi, Dada gençlerde 1914 savaşı sırasında ve yaslı günlerde ortaya çıkan çok güçlü bir mutsuzluğun dışavurumuydu. Bu anlayış insanları en korkunç olayları yurtseverlik gereği kabul etmek ya da bunları teknolojik ve eğitsel ilerlemenin yanıltıcı bir düş olduğunun kanıtı olarak reddetmek zorunda bırakan bir savaşın sonucuydu. Toplumsal ilerleme doğrultusunda kalemiyle savaşmak için doktorluk mesleğini terk eden Huelsenbeck ve arkadaşları, savaşı Almanya’nın çıkardığına, bunun da Almanya’nın düşünsel ve kültürel alandaki büyüklük özentisinin boşluğunu kanıtladığına inanıyorlardı. Fakat bu aynı zamanda kendini uygar sayan diğer ulusların çılgınlığını da yansıtmaktaydı. Genel manada XX. yüzyılın sanat tarihinde modern bir akım olarak çok fazla temsil bulmamasına rağmen Dada, ikon kırıcı ve meydan okuyucu bir burjuva karşıtı akım olarak gerçeküstücülük ile birlikte anılır. Ancak teorik olarak “sanat tarihçileri Sürrealizm’in zeminini hazırlayanın Dada olduğu genellemesini uygun bulmuşlardır, oysa bu genelleme sadece Paris için geçerlidir.”96 Dada, şiir, kolaj, fotomontaj, resim, fotoğraf, nesne yapımı ve film üzerine odaklanırken, genellikle kaostan ve modern yaşamın fragmanDavid Hopkins, Dada ve Gerçeküstücülük, Çev. Suat Kemal Angı, Dost Kitabevi Yayınları 1. Baskı, 2006, Ankara, s. 12. 95 96 Susan Buck-Morss, Görmenin Diyalektiği…, s. 295. 227 laşmasına meyil gösterirken, şaşırtma arzusuna yaslanır. Bu onun en güçlü yanını temsil eder. Çünkü Dada’nın çağında sanayileşme, zamanın hızlanması ve mekanın parçalanması neticesinde algıda bir krize yol açtıysa, sinemada da zamanı yavaşlatarak ve montaj sayesinde yeni mekânsal-zamansal düzenler olarak-ki burada parçalanmış imgeler yeni bir yasaya göre bir araya getirilir- sentetik gerçeklikler inşa ederek iyileştirici bir potansiyel çıkarttığı görüldü. Böylelikle Dada’nın, “hem montaj hattı hem kent kalabalıklarının insan duyularını birbirinden kopuk imgelerle ve şok edici dürtülerle bombardımana tuttuğu”97fark edildi. İlk fotomontajların önemli bir bölümü çağdaş olayları iğneleyici bir alayla izliyordu. Ama fotomontajın biçimi, en az içeriği kadar devrimciydi. Dadaistlerin fotomontajı, farklı ve karmakarışık anlamları birbiriyle uyuşmayan yapılar yardımıyla savaşın ve devrimin karmaşasından, özellikle optik bir yansıma çıkaracak yeni bir oluşum yaratma malzemesi olarak kullandılar. 3. Tartışma 1914-18 savaşı resmen yeni bir çağı müjdelemekteydi. Bu dönemin bugüne kadarki en önemli politik olayları: “Rus proletaryasının 1917’de iktidarı fethetmesi ve 1933 yılında Alman Proletaryasının paramparça olmasıydı. Dünyanın her tarafında insanların başına gelen korkunç felaketlere ve dahası yarının yedekte beklettiği daha korkunç tehlikelere maruz kalacak olması, 1917 devriminin Avrupa ve dünya arenasında muzaffer gelişmeler bulmamış olması gerçeğinin bir sonucudur.”98 Tüm bu yaşanan felaketler ve korkunç tehlikelerin sonucunda sanat, içinde bulunduğu sosyalist bir gündemin uygun bir estetik kaynaşmasını temsil etmekteydi. Buna göre avangard sanat akımları sanat ile modern dünyanın koşullu deneyimi arasındaki herhangi bir ayrıma karşı koymayı vaat ediyorlardı. Bunun nedenleri her akım için politika tarafından farklı yollara çekilmişti. Örneğin; “Konstrüktivistler Rusya’daki Bolşevik Devrime doğrudan tepki veriyordu, ama hepsi de modern sanatın, toplumsal deneyimdeki kaymalara koşut yeni uzlaşmaz biçimler üretirken izleyicisiyle yeni bir ilişki oluşturmaya gereksindiği inancını paylaşma eğilimindeydi.”99 Rus Fütüristleri ve 1920’ye doğru olgunlaşan Konstrüktivitler ile Dadaistlerin karşıt sanat hareketlerinde birleştikleri ve amaçladıkları düşünsel eylemsel ortak nokta; prodüktivist bir Marxsist estetiğin görüngesinde yer LevTroçky, “Savaş ve Dördüncü Enternasyonal,” 1934, Marxsist Tutum, 1991, s. 1. https://www.marxists.org/turkce/trocki/1934/haziran/10.htm 97 98 David Hopkins, Dada ve Gerçeküstücülük…, s. 19. Margaret A. Rose, Marx’ın Kayıp Estetiği, Çev. Aydın Çavdar, Ayrıntı Yayınları, 1. Baskı, 2015, İstanbul, s. 190. 99 228 alan Saint-Simoncu geleneğe bağlı ütopik bir avangard sanat projesi geliştirmekti. Gerçekten de Konstrüktivistlerin özellikle altını çizdikleri zihinsel ve bedensel emek kombinasyonuna atfettikleri önemi düşündüğümüzde sosyal planda yer alan bir entelijansiyayı temsil etmesi bakımından; XIX. yüzyılın başlarında düşünürler tarafından geliştirilen ve Lenin’de 1902 yılında atıfta bulunduğu, sanatçıları, bilim insanlarını ve mühendisleri bir araya getiren bir avangard konseptine dair Saint-Simoncu geleneği de tabii ki sürdürmüştür. 1920’lerin sonlarında yaptığı araştırmalar neticesinde D. S. Mirsky, “köle sahibi soylu sınıfın ve kendini Asyatik ve Ortaçağ karanlığına kaptırmış bir tüccar sınıfının neden olduğu durgunluğa karşı verdikleri savaşta Rus entelijansiyasına yardımlarından dolayı XIX. yüzyılda Rusya’da Saint-Simoncular ve George Sand tarafından oynanan rolü övmüştür. Mirsky ayrıca entelijansiyayı pozitif sosyal değeri olan bağımsız bir entelektüel düşünürler grubu olarak tanımlamıştır.”100 Fakat hem entelijansiya kavramının 1930’ların ortalarına gelindiğinde Sovyet lügatinden istismar edilen bir terime dönüşmesi ve Parti’yi öncü olarak gören düşüncenin güçlendirilmesi neticesinde Saint-Simoncu geleneğin bastırılmasına neden olduğu gibi, söz konusu geleneğin Sovyet Avangard mirasçılarının da özgürlüğünün kısıtlanması neticesini doğuruyordu. Yeni toplumlarının sanatsal, teknolojik ve ekonomik gelişimiyle ilgili olarak yeni bir prodüktivist estetiği yeniden geliştirip uygulamaya koymuş olan 1917 Bolşevik Devriminden gücünü alan Rus Fütüristleri ve ardından 1920’lerin Rus Konstrüktivistleri olan avangard sanatçıların gerçek bir Marxsist sanatın kayıp estetiğini temsil ettiklerini tartışmaya açabiliriz. Burada, Demetz ve Morawski gibi diğer eleştirmenlerin Marx’ın realizm kelimesini hiç kullanmadığına dair kanıtlara rağmen Marx’ın hem bir realist hem de Sosyalist Realizmin Stalinci Doktrininin bir savunucusu, bir otoritesi olarak tanımlanan düşüncesinin yaygınlığını hatırlayabiliriz. Marx’ın dünya edebiyatı hakkındaki bilgi birikimi üzerine yaptığı detaylı çalışmanın sonunda S. S. Prawer; “Marx, edebiyattan bahsederken hiçbir zaman ayna tutmak ya da yansıtmak ifadelerini kullanmaz; ancak dil ve felsefeden konuşurken bu kelimeleri zaman zaman kullanır”101 diyerek bir tartışmayı başlatır. Gerçekten de Rus Fütürist ve Konstrüktivistlerininütopik sosyalist yapısı ile Saint-Simon’un düşünceleri arasındaki yaklaşım benzerliği dikkat çekicidir. Saint-Simon da ancak sanatçılar, bilim insanları ve mühendislerden oluşacak avangard bir organizasyonun endüstriyel bir işgücünü feodal zincirlerden kurtarıp özgür kılabileceği düşüncesindedir. 100 101 Margaret A. Rose, Marx’ın Kayıp Estetiği…, s. 224. A. g. e., s. 226. 229 Bu nedenle “hem 1920’lerin avangardprodüktivist sanatçılarının hem de Marx’ınProdüktivist estetiğinin 1930’ların Sosyalist Realistlerince sansür edilişinin, Marx’ın kendisinin de 1840’larda Prusya’da yaşadığı sansürü tekrarlayışının”102ironik bir dejavusu gibidir. Rus Devriminin şaşkınlığı ve karışıklığında birçok avangard ve devrimci nitelikte sanat hareketi ortaya çıkmış olmasına rağmen bireysel girişimlerin yavaş yavaş boğulmaya başladığı bir süreçte iki karşıt sanat grubu oluşmuştu. “Bunlardan birincisi, işçi sınıfının henüz kendi devrimci kültürünü açma aşamasına gelmediğini ve dolayısıyla, gerçek devrimci kültür politikasını özümleme aşamasına gelinceye dek, en yüksek ve çağdaş estetik ölçütler içinde avant-garde sanatın desteklenmesi gerektiğine inanıyor, ikinci grupta yer alanlar ise, devrimin ancak tabandan hareket ederek gerçekleşebileceğini ve işçilerden başka yeni kültürü oluşturacak bir üst yapının olamayacağını savunuyorlardı.”103 Oysa bugün ideolojik - kültürel düzeyde İskusstvacılar’dan kaynaklanan Proletkult ile avangard sanatın Ajit-prop hareketlerinin yeniden değerlendirilmesinin, sınırlılıklarının ve olanaklarının araştırılmasının kitle iletişim araçları ve kitle kültürüyle giderek daha çok kuşatıldığımız çağımızda ufuk açıcı nitelikte olabilecek noktalara sahip olduğunu söyleyebiliriz. Yalnızca Proletkult hareketinin bir kanadının siyasal devrimle sanatsal devrimi birlikte düşündüğünü ancak avangard sanat içerisinde de benzer bir bakışın olduğunu görmemiz önemli bir benzerliğin varlığını ortaya koymaktadır. Fakat burada Lenin ve Troçki’nin, Proletarya kültürü kavramına prim vermediklerini de hatırlatmakta fayda var. Bu konuda Lenin’in 4 Mart 1923 tarihli Pravda’da çıkan Az ama Öz104 adlı 102 David Hopkins, Dada ve Gerçeküstücülük…, s. 70, 71. 4 Mart 1923 tarihli Pravda’da çıkan bu makale, Lenin’in son yazısıdır. İngilizcesi: BetterFewer, But Better. 103 Vladimir IlyiçUlyanov Lenin, Selected Works, ForeignLanguages Publishing House, Cilt II, 1947, Moskova, s. 844-55. [“proletarya kültürünü çok uzun boylu ve bilir bilmez abartan kişileri dinledikçe, bu nitelikler kendi kendine ortaya çıkmaktadır. Başlangıçta gerçek burjuva kültürü bizi tatmin edecektir ve burjuva öncesi, yani, bürokratik ya da serf vb. kültürünün daha kaba tiplerini ortadan kaldırabilmekten şimdilik memnun olacağız. Kültür konularında acelecilik ve geniş kapsamlı tedbirler kadar kötü bir şey yoktur. Birçok genç yazarlarımız ve komünistler bunu kafalarına iyice sokmalıdırlar. (…) Bilgi noksanlığımızı şevk, acelecilik vb. şeylerle denkleştirmek (ya da denkleştirdiğimizi sanmak) eğiliminde bir hayli ileri gidiyoruz. (…) En kötüsü aceleciliktir. En kötüsü, sosyalist, Sovyet denmeye gerçekten hak kazanmış yepyeni bir devlet makinesini yaratmak için gerekli bilgilere ve unsurlara herhangi bir ölçüde sahip olduğumuz varsayımına dayanmaktır. Hayır, bu türlü bir makine hatta onun sahip olduğumuz unsurları bile gülünecek derecede ufaktır; bu makineyi kurarken kendimizi zamanla bağlamamız gerektiğini ve bunun birçok yıllar alacağını hatırlamalıyız. (…) Az, fakat iyi… kuralını izlemeliyiz.”] 104 230 makalesi105 ile LevTroçsky’ninSanat ve Devrim [LiteratureandRevolution] yazılarında da Proleter kültürü kavramına bel bağlanmaması için gereken ikazları görmekteyiz.106 Fakat devrimin lideri olan Lenin’in görüşleri zaman içinde –bizzat Stalin tarafından ya da onun emriyle- tahrif edilmiş, düşüncelerinin tüm açıklığına rağmen tersine bir tutumu benimser olarak muğlak bir literatürün parçası yapılmıştır. Böylelikle “Mart 1919’da Pravda’da yayınlanan bir yazıda Fütüristler ve Kübistler, burjuva ve küçük burjuva akımların bir uzantısı olarak nitelendirildi ve avangard akımların temsilcilerine karşı tavır alınması gerektiği belirtildi. Fütürist gruplar ve Bolşevik siyasetçiler arasında yaşanan zıtlaşma ve gerginliğe Lunaçarsky, Halk Eğitim Komiserliği’nin farklı sanat akımlarına eşit biçimde yaklaşılacağını ve belli gruplara öncelik tanınmayacağını belirterek eski ile yeni arasında tarafsızlığını ortaya koydu. Elbette klasik Rus romanı Çarlık rejiminin, Sovyet yazını ise devrimin ürünüdür demekle tartışmalı ve çetrefilli kültürel sorunlardan kurtulmak mümkün görünmüyor. Tarihsel anlamda “Rusya’da yönetim, entelektüel güçlere, kendilerini topluma hissettirebilmeleri için edebiyat alanından başka yol tanımamakta; denetim uygulaması ise, toplumsal eleştiriyi, ancak edebiyat biçimleri içinde ifade bulmaya zorlamaktadır. Sovyet yazını ise, özgürlük yollarını açacak koşullardan doğmuştur ama son kertede, yazını, toplumun dönüştürülmesine ilişkin uygulamada rol almakla görevlendirmiştir.”107 Bir başka sorun ise Rus işçi sınıfını yıpratan ve kifayetsiz bırakan etkenlerde aranmalıdır. Ekim Devrimini izleyen dış saldırı ve iç savaş yıllarının korkunç mücadelesi sonunda “1921’de Rus proletaryasının epeyce yıkılıp dağılması partinin dayandığı gerçek sınıf temelinden uzaklaşarak köylü ve küçük burjuva çoğunluğunun ele geçirdiği bir ülkeyi yönetme ve önderlik etme sorumluluğuyla kendisini karşı karşıya buldu.”108 Tüm bu gözlemden çıkarılacak sonuç olarak; “sosyo-ekonomik koşulların altında yönetim; ilkelerden ödün vermek zorunda kalmış ve tüm bu gelişmeler neticesinde köylülük ve ulusçuluk eğilimlerinin belirmesine sebep olması”109 LevTrotsky, Sanat ve Edebiyat, Çev. Aslıhan Aydın, Yazın Yayıncılık, 1. Baskı, 2001, İstanbul, s. 144, 155. [“yoldaş Plevnev, Proletkültü tamamen yasaklamaya hazırlanan Vladimir İlyiç’in şimşeklerinden korunmak için kendiniz gelmiştiniz benim evime. Ve bende (…) Bogdanov’un proleter kültür üstüne soyutlamalarına ilişkin olarak, bütünüyle size ve koruyucunuz Buharin’e karşı olduğumu ve Vladimir İlyiç ile hem fikir olduğumu da söyledim. (…) Hiçbir yorum kabul etmeyecek sözcüklerle Lenin, proleter kültür üstüne gevezelikleri hiç gözünün yaşına bakmadan mahkum etti. (…) Siz istiyorsunuz ki Parti, işçi sınıfı adına, sizin o küçük sanat fabrikanızı resmi olarak tanısın. Siz bir fasulye tohumunu bir çiçek saksısına ekerek proleter edebiyat ağacı yetiştireceğinizi sanıyorsunuz. Ama bir ağaç asla bir fasulye tanesinden doğmayacaktır.”] 105 Ahmet Oktay, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları- Sosyalist Realizm üstüne Eleştirel Bir Çalışma, İthaki Yayınları, 4. Baskı, 2008, İstanbul, s. 51. 106 107 A. g. e., s. 53. 108 A. g. e., s. 53. 109 A. g. e., s. 53, 54. 231 nedeniyle avangard eğilimler yol alamamıştır. “Devrimin hemen ardından işçi sınıfı ideolojisinin narodnik hareketinden öğeler edinmesi, köycülük ve / ya da halkçılığın düşünsel-siyasal bir hareket olarak kabul görmesine zemin hazırlamıştır. Hauser’innarodnik sözcüğüne dikkatimizi çektiği üzere; “narod’un hem halk hem ulus anlamına geldiğini anımsamakla birlikte, bu vurgulama dolayısıyla Sovyet yazınının, en azından Stalin döneminde daha çok ulus kavramı doğrultusunda geliştiğini”� ve enternasyonal gelenekten, dolayısıyla sosyalizm ve Marxsizm’den ne denli uzaklaştığını çıkarsamanın da mümkün olduğunu söyleyebiliriz. 4. Sonuç Birinci Dünya Savaşı bir çağın sonunu belirler: Aydınlar ve sanatçılar dünya görüşlerini gözden geçirir, yapıtlarının üsluplarını ve içeriklerini kökten değiştirirler. “Elbette sanat tek başına doğruluk ve özgürlük getirecek bir dirilişi sağlayamaz ama, sanat olmadıkça bu diriliş biçimini bulamaz, bulamayınca da hiçbir şeye benzemez. Kültür ve onun gerektirdiği bağıntılı özgürlüğün bulunmadığı toplum ne kadar düzenli olursa olsun bir vahşi ormandır. Onun içinde her gerçek sanat yaratışı yarın için bir muştudur.”110 Dışavurumcular, Fütüristler, Sürrealistler ve Dadacı’lar gelecek düşlerini ve ütopyalarını oluştururken kendi sınıfsal iktidarlarına karşı bir uyanışı, direnişi, başkaldırıyı temsil etmektedirler. Çünkü “sanat, düşüncenin en soylu biçimi… Bu nedenle de sanat özgürlüğü, düşünce özgürlüğünün en değerli yönü.”111 Eskiden yaratıcılar korkunç savaşların ortasında yaşadıkları dünyanın gürültüleri üstünde, ölmez, değişmez değerler olduğuna inanıyorlardı. Görsel sanatlar artık dinlerin ya da krallık gizlerine algılanabilir bir biçim vermeyecekler, insanlığın yüceliği ya da gerçek öykülerini canlandırarak kutlamayacaklardı… Artık zaman değişti. Bugünün sanatçılarında artık o eski rahatlıktan eser yok. Zamanından ayrılamayacağını anlayan sanatçı onunla birleşmeye karar vererek tarihin yarattığı devrimlere kulak verir. Tarihe; üstüne abanan bu güce, yok diyerek sırtını dönemez. Devrimin tarihin çöplüğüne gönderdiği değerlerin üzerine yenilerini koymuş olduğu sanılabilir. Ancak devrimin akıntısına kapılan sanatçılar; “kendilerini ve çevrelerindeki şeyleri dönüşüme uğratarak yepyeni bir şey yaratma uğraşı içinde göründükleri zaman da bile, tam o devrim bunalımı dönemlerinde, geçmişin ruhlarından kendilerine yardım ararlar.”112 Albert Camus, Denemeler, Çev. Sabahattin Eyüboğlu-Vedat Günyol, Sel Yayınları, 7. Baskı, 1991, İstanbul, s. 73. 110 111 Çetin Yetkin, Siyasal İktidar Sanata Karşı, Bilgi Yayınevi, 1. Baskı, 1970, Ankara, s. 17. Marx-Engels-Lenin, Sanat ve Edebiyat, Çev. Aziz Çalışlar, Evrensel Basım Yayın, 2. Baskı, İstanbul, s. 51. 112 232 Avangardın politik dışavurumu için son olarak diyebiliriz ki; avangard, söylemde bir nevi yaşam praksisini ortaya koymaktı ve bu amaçla estetik hazzın ötesine geçmeyi hedefleyerek, yaşamı değiştirmek istemi ağır basmaktaydı. Artık modernist duyarlılık yaşam koşullarını yansıtan eş zamanlı bir neşe ve olası bir felaket duygusunu öngörerek belirgin bir süreksizlik duygusuna sürüklenen uyumsuz bir uslamlamadır. Ve bu yönüyle de yarınsız yaratımdır ve sanata ancak olumsuz bir düşünce yararlı olabilir iradesiyle uyumsuz bir yaratım ortaya koyar. Avangard sanat akımlarının tümü XX. yüzyılda bu yeni zihin durumunu güçlü bir biçimde yansıtırlar. Avangardın burjuvaziye karşıt tutumuna rağmen bütün aykırılığı aslında bu sınıfa özgü bir karakteri içinde barındırmaktadır. Çünkü evrim sürecindeki burjuvazi, kişisel özlem ve ilişkilerinde ve egemenlik peşinde yeni kimlikler arayan bireyin en aykırı temsili özelliğini avangard ile birlikte paylaşır. “Bu nedenle uçtaki siyasetlere itibar eder: İki Fütüristten Marinetti, İtalyan faşizmini desteklerken, Mayakovsky, popüler bir Bolşevik kültüründen yanadır.”113Avangard sanatın politik dışavurumu ve modernizm üzerine tartışmalar, 114 özellikle iki dünya savaşı arasındaki dönemde büyük bir şiddetle politikleşir ve zamanın kültürel-politiğinin merkezini işgal eder. Modernizmin topluma karşı bir protestosu söz konusudur ve sanatın topluma katkısı toplumla iletişim kurmak değil, direniştir. Örneğin Benjamin, Sürrealizmin politik rolünden iyice umutludur: “Bakunin’den bu yana Avrupa’nın radikal bir özgürlük kavramı yoktu. Şimdi Sürrealistlerin böyle bir kavramı var.”115 Ancak ikinci dünya savaşı sonrasında Amerikan enternasyonal modernizmi sanatı hayattan, gerçeklikten, temsillerden attığı kadar en başta siyasetten de sökerek bir siyasetsizleştirme hareketini ilan edene kadar savaş dönemlerinin politik uç siyasetleriyle birlikte yol alacaktır. Dadaistlerin Birinci Dünya Savaşı’nın vahşetini görmezden gelmeleri mümkün olmadığından, saf bir formalizm üzerinden hareket edemediler. Çünkü bu noktada tarihsel avangardlar [Dada, Sürrealizm, Sitüasyonizm, Fluxus] ancak “İkinci Dünya Savaşı sonrasında sanata karşı sanatsallaşarak; sanatı inkar etmeye (Poggioli), yok etmeye (Lukacs), sanatın altını oymaya ve sanata karşı bir saldırıya (Hauser) dönüşür.”116 Aslında burada tüm mücadele sanatın kurumlaşmaya karşı bir saldırısı olarak sanatın yeniden hayata sindirilmesidir. Sorun, yalnızca estetik haz nesneleri olmaya mahkum formlar yaratmak değil, asıl mesele gerçek dünyaya müdahale edilmesi ve hayatın bizzat kendisinin dev- 113 Peter Bürger, Avangard Kuramı…, s. 16. 114 Bkz. Gerçekçi ve avangard akımlar arasındaki karşıtlıklar üzerine Lukacs – Brecht Tartışması. 115 116 A. g. e.,s. 16. A. g. e., s. 20. 233 rimcileştirilmesidir. Ancak buradaki devrimci bakış “sanatı hayatla ilişkilendirirken, geçerli siyasal-ahlaki tasavvurlar doğrultusunda bir angajmanı kabul etmez. Ütopyaların öngördüğü, toplumsal ilerlemenin öncülüğü gibi bir rolü üstlenmez. Sorun, sanatın toplumsal faydası (realizm) veya bunun reddedilmesi (estetizm); sanatın angaje veya özerk olması değil, sanatın ta kendisidir. Böylelikle Avangardın hedefi; onun toplumsal işleyişi ve kavrayışı, bizzat içinde var olduğu sanat kurumunu yok etmektir. Çünkü sanata hayatı yasaklayan bu kurumdur. Sanat ancak kendi kurumuna tutsaklığından özgürleşerek hayatı ele geçirebilir. “Baudelaire’den bir miras olarak Avangard, şimdi bu devrimi siyasetin yedeğinde değil, siyasete rağmen, ya da kendini siyasallaştırarak gerçekleştirmeyi denemektedir.”117 Kısacası avangardın ömrünün iki dünya savaşı arası dönemle sınırlı olmasından daha doğal bir süreç düşünülemez. Çünkü tarihsel vahşetin, insan kıyımının yaşandığı iki dünya savaşlarının tarihsel süreci içerisinde eleştirel, sorgulayıcı ve tartışmacı geleneği -henüz kültür endüstrisinin doğmadığı (sanatın şaşaalı bir şov ve eğlence kültürü haline getirilmediği) koşullar itibariyle- tüketilmemiştir. Raymond Williams’ın doğruladığı üzere: 1960’lardan itibaren sanat ve hayatı başarıyla kaynaştıran Fütürizm veya Sürrealizm değil, kapitalizm olacaktır.Ancak ilk kez özeleştiri evresine girmesi bakımından tarihsel avangard dediğimiz, Avrupa avangardı içerisindeki en radikal hareket olan Dadaizm, artık kendinden önceki sanat ekollerini değil, bir kurum olarak sanatı ve sanatın burjuva toplumunda izlediği seyri eleştirir.Ve bu eleştiri, alımlayıcının şoka uğratılmasını hedeflediğinden formal anlamda bir stil geliştirmemiş olmaları dolayısıyla Dadaistler ve Sürrealistler dönem stili imkanını ortadan kaldırmışlardır. Çünkü amaçları estetik bir nesne elde etmek değil, gerçekliğin çok katlı ve iç bağlantıları olan provokatif anlamda okunacak imgeler oluşturmaktır. Son olarak Avangard hareket içerisinde Manifesto, Ütopya ve Devrimi bir arada düşündüğümüzde ise; manifestonun Fransız devrimiyle doğduğu hatırlanmalıdır; Özgürlük! Eşitlik! Kardeşlik!...İki yüzyıllık tarihi boyunca modernlik bu politik vaatlerin peşine düşecekti… Nitekim XIX. yüzyılda vaadini tutmayan burjuvaziye karşı siyasal avangardın öncülük ettiği manifesto formu ve dolayısıyla başkaldırıların çığlığına, artık XX. yüzyılda sanatın avangardı sahip çıkmış oldu. Çünkü bu umudun sözcülüğünü ve Prometheus ateşinin yanan mücadelesini avangard sanatın üstlendiğini ve gerektiğinde insanlığın esaret zincirlerini kırabilmesi için tekrar direnmeye devam edeceğini söyleyebiliriz. Sonuçta sanatsal yaratım meselesi aynı zamanda bir tür sonrasızlık taşıyan ve direnen bir şeydir, direnen bir şey ise bir tür 117 A. g. e.,s. 22. 234 istikrara, sağlamlığa sahiptir. Çünkü sanat sadece bir kavramlar ve kuramlar kümesi değil, aynı zamanda insanların inandıkları bir şey, bir huzur kaynağı ve bir sevgi nesnesidir. 5. Kaynakça Adem Genç, Dada - Antropi ve Nedensizlik açısından Dadacı Sanat Hareketlerinin Çözümlenmesine İlişkin Bir Yöntem Araştırması, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü, 1983, İzmir. Ahmet Oktay, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları- Sosyalist Realizm üstüne Eleştirel Bir Çalışma, İthaki Yayınları, 4. Baskı, 2008, İstanbul. Albert Camus, Denemeler, Çev. Sabahattin Eyüboğlu-Vedat Günyol, Sel Yayınları, 7. Baskı, 1991, İstanbul. Ali Artun, “Manifesto, Avangard Sanat ve Eleştirel Düşünce,” Sanat Manifestoları-Avangard Sanat ve Direniş, İletişim Yayınları, 3. Baskı, 2013, İstanbul. Alper Çeker, Rus Avangard Manifestoları, Altıkırkbeş Yayın, 1. Baskı, 2010, İstanbul. Christopher Alan Bayly, Modern Dünyanın Doğuşu- Küresel Bağlantılar ve Karşılaştırmalar1780 - 1914, Çev. M. Neva Şellaki, Ayrıntı Yayınları, 1. Baskı, 2014, İstanbul. Çetin Yetkin, Siyasal İktidar Sanata Karşı, Bilgi Yayınevi, 1. Baskı, 1970, Ankara. David Hopkins, Dada ve Gerçeküstücülük, Çev. Suat Kemal Angı, Dost Kitabevi Yayınları 1. Baskı, 2006, Ankara. EberhardKolb, “Weimar Cumhuriyeti: İlk Alman Demokrasisinin Başlangıç Koşulları, Geçirdiği Bunalımlar ve Sonu,” Weimar Döneminin Eleştirel Grafik Sanatı, Stutgart Dış İlişkiler Enstitüsü, Sergi Kataloğu, Alman Kültür Merkezi, Çev. Turgay Kurultay, Alba Ajans, 1. Baskı, 1992, Ankara. Edward HallettCarr, Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi, Çev. Levent Cinemre, Yordam Kitap, 1. Baskı, 2011, İstanbul. EricHobsbawn, İmparatorluk Çağı 1875-1914, Çev. Vedat Aslan, Dost Kitabevi, 4. Baskı, 2010, Ankara. EricHobsbawn, Kısa 20. Yüzyıl 1914 - 1991 Aşırılıklar Çağı, Çev. Yavuz Alogan, Everest Yayınları, 7. Baskı, 2013 İstanbul. ErichFromm, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, Çev. Şükrü Alpagut, Payel Yayınları, II. Cilt, 2. Baskı, 1995, İstanbul. F. T. Marinetti, “Fütürist Manifesto 1909,” Hızın ve Devrimin Sanatı Fütürizm, Haz. Aydın Şimşek, Kanguru Yayınları, 1. Baskı, 2009, Ankara. GeoffEley, Demokrasiyi Kurmak - Avrupa Solunun Tarihi 1850-2000, Çev. Ahmet Yiğit Güney, Doruk Yayımcılık, 1. Baskı, 2007, İstanbul. GustavKlutsis, “Kışkırtma Sanatında Yeni Bir Sorun Olarak Fotomontaj,” Çev. Sabri Gürses, Sanat ve Kuram, 1900-2000 Değişen Fikirler Antolojisi, [Ed. Charles Harrison-Paul Wood] Küre Yayınları, 1. Baskı,2011, İstanbul. JacquesRancière, Estetiğin Huzursuzluğu - Sanat Rejimi ve Politika, Çev. Aziz Ufuk Kılıç, İletişim Yayınları, 2. Baskı, 2014, İstanbul. James McFarlane, “Modernizm ve Zihin,” Çev. Güzin Özkan, Modernizmin Serüveni, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, 1997, İstanbul. Jean Jaures, Demokrasi, Barış, Sosyalizm, Çev. Asım Bezirci, Evrensel Basım Yayın, 2. Baskı, 2013, İstanbul. Kaan Kangal, “Ekim Devrimi Sonrası Sanat Tartışmalarında Fütürizm,” Sanat Cephesi Arşivi 1, http://www.sanatcephesi.org/SC/137/ 235 Kolektif, “Geçmişten Geleceğe Sosyalizm Dizisi Hakkında,” Edward Hallet Carr, Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi 1917-1929, Çev. Levent Cinemre, Yordam Kitap, 1. Baskı, 2011, İstanbul. LeonTrotsky, LiteratureandRevolution, University of Michigan Press, 1960, AnnArbor, Michigan. LevTroçky, “Savaş ve Dördüncü Enternasyonal,” 1934, Marxsist Tutum, 1991, s. 1. https://www.marxists.org/turkce/trocki/1934/haziran/10.htm LevTrotsky, Sanat ve Edebiyat, Çev. Aslıhan Aydın, Yazın Yayıncılık, 1. Baskı, 2001, İstanbul. Lionel Richard, Ekspresyonizm Sanat Ansiklopedisi, Çev. B. Madra - S. Gürsoy - İ. Usmanbaş, Remzi Kitabevi, 1. Baskı, 1991, İstanbul. Louis Breger, Freud-Görüntünün Ortasındaki Karanlık, Çev. Aslı Biçen, Yapı Kredi Yayınları 11. Baskı, 2002, İstanbul. M. Özgür Demir, “Militarizme - Savaşa Karşı Mücadele ve Marksistler,” Toplumsal Eşitlik, 3. Sayı, 2012, http://www.toplumsalesitlik.org/tr/ Giriş Tarihi: 29.01.2015 MarcDachy, Dada - Sanatın Başkaldırısı, Çev. Orçun Türkay, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, 2014, İstanbul. Margaret A. Rose, Marx’ın Kayıp Estetiği, Çev. Aydın Çavdar, Ayrıntı Yayınları, 1. Baskı, 2015, İstanbul. Martin Puchner, Marx ve Avangard Manifestolar, Çev. Çağrı B. Kasap, Altıkırkbeş Yayın, 1. Baskı, 2012, İstanbul. Marx-Engels-Lenin, Sanat ve Edebiyat, Çev. Aziz Çalışlar, Evrensel Basım Yayın, 2. Baskı, İstanbul. Mete Tunçay, Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi, Yakın Çağ, Seçilmiş Yazılar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 3. Baskı, 2011, İstanbul. MichelSanouillet, “Dadacılığın Kökleri: Zürih ve New York,” Çev. Turhan Ilgaz, Modernizmin Serüveni, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, 1997, İstanbul. NorbertLynton, Modern Sanatın Öyküsü, Çev. C. Çapan - S. Öziş, Remzi Kitabevi, 1. Baskı, 1994, İstanbul. Peter Bürger, Avangard Kuramı, Çev. Erol Özbek, İletişim Yayınları, 1. Baskı, 2003, İstanbul. Richard Huelsenbeck, “İlk Alman Dada Manifestosu,” Çev. Sabri Gürses, Sanat ve Kuram, 1900-2000 Değişen Fikirler Antolojisi, [Ed. Charles Harrison - Paul Wood] Küre Yayınları, 1. Baskı, 2011, İstanbul. Sungur Savran, “20. Yüzyıl Marksizm’inin Mirası” 20. Yüzyılda Marxsizm, Çev. B. Gürel - O. Koyunlu - S. Savran, Versus Kitap, 1. Baskı, 2011, İstanbul. Susan Buck-Morss, Görmenin Diyalektiği, Çev. Ferit Burak Aydar, Metis Yayınları, 1. Baskı, 2010, İstanbul. TonyCliff, Bolşevikler ve Dünya Devrimi - Lenin, Cilt IV, Çev. BernarKutluğ, İde Yayınları, 1. Baskı, 2000, İstanbul. Uitgeverij Bert Bakker, SergejDiaghilev, First Published in Great Britain, Profile Books, Pine Street, 2009, London. V. I. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Çev. N. Solukçu, Sol Yayınları, 7. Baskı, 2009, Ankara. WielandSchmied, “Yeni Nesnelcilik: 1920’li Yıllarda Almanya’da Gerçekçilik,” Weimar Döneminin Eleştirel Grafik Sanatı, Stutgart Dış İlişkiler Enstitüsü, Sergi Kataloğu, Alman Kültür Merkezi, Çev. Deniz Şengel, Alba Ajans, 1. Baskı, 1992, Ankara. 236 Özet Birinci Dünya Savaşı’nın tarihsel bunalımından doğan Bolşevik Devriminin siyasal çalkantıları ve değişimleri, birbirine karşıt iki avangard sanat hareketinin; İtalyan Fütürizmi ile Rus Fütürizmi arasındaki ayrımı belirlemekle kalmamış aynı zamanda Dadaist sanatın fragmanları-Berlin ve Zürich Dada ile Paris Dada ve New York Dada vb.- arasında oluşan tepkilerin ve beliren siyasal mesafelerinde açığa çıkmasına vesile olmuştur. Sol ile sağ arasındaki savaşın açıkça sürdürüldüğü Berlin’de, Rusya’da olup bitenler büyük bir ilgiyle izleniyordu. Devrim gerçekleştiği zaman, onu kendi devrimleri olarak karşılayan Alman Dadacıları’nın hemen hemen hepsi Sovyet Devletine hizmet etmeye hazırdı. Artık Tanrının krallığını yeryüzünde gerçekleştirmeye yönelik bu devrimci istek, ilerici uygarlığın esnek noktası ve modern tarihin başlangıcı olarak görülmekteydi. İsyan ruhu, adaletin zaferine özlem duyanları… bütün bu çürümüşlüğü silip süpürecek, uyuşmuş kalpleri tam anlamıyla canlandıracak devrimci bir kasırganın zorunluluğunu kavrarlar. Savaşlardan ve neden oldukları acılardan usanan toplum, hızla yeni bir örgütlenme arayışına girer. Batıda söz konusu kültürel yenilenmelere karşı olanlar çok geçmeden bu değişime Kültür Bolşevizmidiyerek karşı çıkmayı öğrendiler. Diğer taraftan devrime ihanet etmek için siyasa yürütmeye vakit kaybetmeden başlayan Rus bürokrasisinin Proleter Kültür yandaşları ise zamanla avangard yapıtları burjuva estetiğinin uzantısı olarak değerlendirmekte gecikmediler. Oysa gerçekte sanatın bizzat kendisi estetik bir siyasa rejimiydi ve özerk bir deneyim olarak, salt siyasal özgürleşme davasına hizmet etmeye indirgenemeyecek bir duyulur olanın siyasal paylaşımınada temas ettiği ya fark edilemedi ya da bilinçli olarak göz ardı edildi. Buna rağmen Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasındaki avangard hareketlerin tümü siyasetle bağlantılıydı, hem de oldukça. Ancak bu akımlardan yalnızca İtalyan Fütürizmi haricinde diğer tüm akımlar benzin mermisini ve makineli tüfeği icat eden uygarlığa düşmandı. Fotomontajı geliştiren Dadaist sanatçılar hem cinsel hem de politik devrimi simgeleyen bir imge yaratmak hem de siyasal görüşlerini açıklamak ve sanatı eyleme bağımlı kılmak için görsel tekniğin -izleyicinin kalıplaşmış düşüncesini- tahrip etme ve gülünçleştirme potansiyelini kullanmışlardır. Sonuç olarak ağır sanayinin hızlı silahlanma yarışının ürettiği savaş gemileri ve çeşitli konvansiyonel silahlar üreten militarist kapitalizm çağında sanatın nasıl sisteme meydan okuyup devrimci bir alternatif sunabilme çabası içerisinde olduğu kolaylıkla görülebilir. Anahtar Kelimeler: Dadaizm, Fütürizm, Konstrüktivizm, Ekspresyonizm, Manifesto, Modernizm, Avant-garde, Kültür Bolşevizmi, Marxsizm, Politik Sanat. 237 Çanakkale Savaşı’nın Öğrenciler Üzerindeki Etkileri İsmail SABAH* Giriş Çanakkale Savaşının, Türk tarihinin dönüm noktalarından biri olduğu su götürmez bir gerçektir. Bu güne değin Çanakkale Savaşı ile ilgili sayısız çalışma yapılmış ve yayınlanmıştır. Bu çalışmalar incelendiğinde genellikle savaşın askeri boyuta ele alınıldığı görülmektedir. Sosyal hayata etkileri, geride bıraktığı izleri inceleyen çalışmaların sayısı çok azdır. Böylesine öneme sahip bir savaşın sosyal hayata olan etkilerinin bilinmesi ve gelecek kuşaklara aktarılması “önemli bir mesele” olarak karşımızda durmaktadır. Bu çalışma ile bu amaca hizmet edilmiştir. 1915 yılı boyunca sayısız saldırılara, taarruzlara rağmen ülkesini koruyan insanların hatıralarının yaşatılması aynı zamanda bir vefa borcudur. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ünde dediği gibi “tarihini bilmeyen milletler yok olmaya mahkumdur”. Milletimizin milli bilincinin yok olmaması için bu tür çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Çanakkale’de Bir Cephe Açılıyor XX’nci yüzyılın başlangıcından itibaren Avrupa’daki siyasi hava iyice ağırlaşmış ve karşılıklı ilişkiler gerginleşmişti. Milli duyguların alevlenişi, büyük devletler hegemonyası Avrupa’da düşman kamplarının kurulmasına neden oluyordu. Kimisi kıyılara çıkmayı, kimisi sömürgeci imparatorluklar aleyhine genişlemeyi, kimisi de eski Roma İmparatorluğunu hayal etmekte idi. Almanya’nın ekonomik ve endüstriyel alanda saldırgan bir duruma girmesi, gelişmesi ve harp gücünün artması ortalığı tedirgin ediyordu. Bu nedenlerle Avrupa’daki büyük devletler, karşılıklı iki bloğa ayrılmışlardı. Rusya, her iki bloğa da ters düşmekte idi. Fakat Rusya’nın sınırsız insan kaynaklarını kullanması önemliydi. İngiltere ve Fransa Türk boğazlarından ödün vermek suretiyle bu devleti kendi taraflarına çektiler. Osmanlı Devleti üzerinde kesişen politikalar harp sonrası düşünülecekti.1 Avusturya-Macaristan Veliahdının bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi, barut fıçısına dönmüş Avrupa’nın tutuşmasına sebep olmuş ve çok kısa sürede Dünya Savaşı halini alan savaşlar başlamıştır. Fakat savaş planlayıcılarına göre Avrupa’yı saracak olan savaş bu kadar uzun sürmeyecekti. Birinci Dünya Savaşı’nın açılış aşaması planlara göre * Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, [email protected]. 1 Nusret Baycan, I. Dünya Harbinde Türk Harbi Çanakkale Cephesi 25 Nisan 1915 Arıburnu Çıkarması 27. Piyade Alayının Karşı Taarruzu: 19. Tümenin Bu Karşı Taarruzu Desteklemesi, Stratejik ve Taktik Sonuçlar Serisi No:4, Ankara 1976, s. 3. 239 gelişmemişti. Fransız ve Alman genelkurmaylarının on yılı aşkın bir süredir hazırladıkları büyük stratejik hareketler, her iki tarafın da beklediği hızlı ve kesin zaferi sağlamış değildi. Ağustos başında, savaş ilanından hemen sonra üç buçuk ay süren hızlı bir savaş, erimiş lav gibi kuzey Fransa’yı ve batı Belçika’yıkaplamış ve Manş Denizi’nden tarafsız İsviçre sınırlarına kadar iki karşıt siper oluşturmuştu. Sonuçta ortaya çıkan durgunluk, savaşın ne kısa ne de hareketli olmayacağını gösteriyordu. Zaten ordular bir kere mevzilerine yerleşince politikacılar da bu gerçeği anlamakta gecikmemişlerdi.2 Batı cephesinde orduların birbirine üstünlük sağlayamaması tarafları savaşı kazanmak için alternatif çözümlere yöneltmiştir. Almanya, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa dahil edilmesini planlıyordu. Bu sayede müttefik kuvvetleri, açılacak olan yeni cepheye batı cephesinden asker kaydırmak zorunda kalacak ve özellikle İngiltere’nin dominyonları (Hindistan, Avustralya, Yeni Zelanda gibi) ile arasına bir set çekilmiş olacaktı. İngiliz tersanelerinde Osmanlı Devleti için inşa edilen iki gemiye (Sultan Osman ve Reşadiye) son anda İngilizler tarafından el konulması, Osmanlı Devleti’ni savaşın içine sokmak isteyen Almanya’nın önüne altın bir fırsat sunmuş oldu. Almanlar Osmanlı’nın zararını tazmin etmek için(!) Goeben ve Breslau gemilerine İstanbul’a hareket emri verdi. Peşlerine İngiliz donanmasının takıldığı bu gemiler Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’a gelmiştir. Onları takip etmekte olan İngiliz Donanması ise Çanakkale Boğazı’nın çıkışında bu gemileri beklemeye başlamıştır. Türk sularına girmeleriyle Yavuz ve Midilli adını alan gemiler ise İstanbul’a gelmelerinin ardından 29 Ekim’de Türk Donanması ile birlikte Karadeniz’e açılır, 31 Ekim 1914 tarihinde ise Amiral Souchon emri ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın da izniyle Rus limanlarını topa tutmuşlardır. Bu topların namlusundan çıkan sesler Osmanlı Devleti için artık I. Dünya Savaşı’nın başladığının işareti olmuştur. Bu sürpriz saldırının karşılığı çabuk gelmiş ve Çanakkale Boğazı önünde bekleyen İngiliz Donanması 3 Kasım 1914 tarihinde Çanakkale Boğazı’nın giriş istihkâmlarını bombardımana tutmuştur. Rusya ise Kafkas hududunu geçerek savaşı Türk topraklarına taşımıştır. Rusya’nın askeri gücünü birkaç cepheye ayırması, zaman zaman bunalmasına, sıkışmasına ve böylece müttefiklerinden yardım istemesine sebep oluyordu. Çar Nikola, 2 Ocak 1915’te yaptığı bir çağrı ile İngiltere’nin derhal bir Türk cephesini açmasını istedi. Bununla Osmanlı Ordusunun karada ve denizde yeni cephede meşgul edileceğini ve güç durumda bırakılacağını umuyordu.3 2 3 Nigel Steel, Peter Hart, Gelibolu Yenilginin Destanı, (çev. Mehmet Harmancı), İstanbul 1996, s. 1. Burhan Sayılır, Türk Kurmay Subaylarının Gözüyle Çanakkale Savaşı, İstanbul 2006, s. 23. 240 28 Ocak1915’te toplanan İngiliz savaş meclisinde Bahriye Nazırı Winston Churchill’inde telkinleriyle Çanakkale’de cephe açılması teklifi kabul edildi. İngiltere böylelikle Ruslardan önce İstanbul’a girmiş olacak, böylelikle Osmanlı Devleti savaş dışı kalacak ve tarafsız kalan Balkan devletlerinin itilaf devletleri tarafında yer almalarının önü açılmış olacaktı. Bunun sonucunda Mısır’dan, İngilizlerin bölgeye asker toplamaya başladığına yönelik istihbaratlarında gelmesi dikkatlerin Çanakkale ve boğazlar üzerinde odaklanmasına sebep olmuştur. Boğaz’a İlk Hücum Günler geçtikçe Akdeniz’de hareketlilik artıyordu. Çünkü İngiliz ve Fransız birlikleri Doğu Akdeniz’e gönderilmeye başlanmıştı. Bu birliklerin hepsinin hedefi Limni Adası’nın büyük doğal limanı olan Mondrostu.4Savaş Konseyi’nin, 13 Ocak’taki kararını teyit eden 28 Ocak kararı ile birlikte yapılacak harekâtın mahiyeti de belirginleşmişti: Karadan bir çıkarma yapılmaksızın Boğaz denizden zorlanarak geçilecek, Dukwort’un5 harekâtı yeniden tekrarlanacaktı. Bu seferin bir asır önceki hadiseden en önemli farkı ise Boğaz’ın geçilmesinin ardından karaya asker çıkarmak üzere bir kara gücünün de kullanılmasına karar verilmiş olması ve bu yönde hazırlıkların başlamasıdır. Bu karar büyük riskleri de beraberinde taşıyordu. Taarruz tarihi 19 Şubat 1915 olarak saptanmıştı… Amaç, Çanakkale Boğazı’nı sadece gemileri kullanarak geçmekti.6 19 Şubat saat 10.00’da başlayan taarruza altı zırhlı katıldı…7 Düşman savaş gemilerinin topçu faaliyeti ilk önce Çanakkale Boğazı girişini kapatan Seddülbahir ve Kumkale’nin eski istihkâm ve bataryalarını tahrip etmeye ayrılmıştı. Bu sırada düşman savaş gemileriyle bunların son sistem ağır topları, eski Türk toplarının atış menzili dışında kalıyordu. Bu muharebedeki harp vasıtaları eşit olmadığından sonucu baştan belliydi. Birkaç saat atıştan sonra Türk bataryaları tahrip edilmiş ve istihkâmların bir kısmı harabeye dönmüştü. Düşmanın, bir miktar deniz askeri çıkararak Seddülbahir’i zapt etmek için baskın tarzında yaptığı teşebbüsler püskürtüldü.8 25 Şubat tarihinde ise boğazın girişindeki tabyaların tahribi amacıyla ikinci bir saldırı gerçekleştirildi. Dış tabyaların ilk bombalanması İstanbul’da büyük bir etki yaptı. Osmanlı Hükümeti Anadolu’ya harekete hazırlanıyordu, fakat Enver Paşa boğazı düşman gemilerine karşı korumayı düşünüyordu hâlbuki Liman von4 Nigel Steel, Peter Hart, Gelibolu Yenilginin Destanı, (Çev. Mehmet Harmancı), İstanbul 2005, s.24. 5 1807 yılında Çanakkale Boğazı’ndan geçmeyi başaran İngiliz komutanı. 6 7 Lokman Erdemir, Çanakkale Savaşı; Siyasi, Askeri ve Sosyal Yönleri, İstanbul 2009, s. 58-59. E. Albay A. Thomazi, Çanakkale Deniz Savaşı, (Çev. E. Korgeneral Hüseyin Işık), Ankara 1997s. 26 Liman VonSanders, Türkiye’de Beş Yıl, (Çev. Osmanlı Genelkurmayı Askeri Tarih Encümeni Tercüme Heyeti), İstanbul 2007, s. 75. 8 241 Sanders düşmanın karaya çıkmasını önleyecek teşkilatı tamamlamıştı ve 19 Şubat’taki taarruzu bir başlangıç kabul ediyordu.9 Hazırlıklar çerçevesinde Boğaz’a mayın hatları döşenmiş, tabya ve bataryalar onarılabildiği kadar onarılmış ve beklenen saldırının gerçekleşmesi an meselesiydi artık. Bu süre zarfında mayın hatları temizlenememiş bunlara ilaveten 7/8 Mart gecesi Nusret Mayın Gemisi tarafından kıyıya paralel olacak şekilde 26 mayın daha boğaz sularına bırakılmıştır. 18 Mart saat 11.00’da ilk gemiler Çanakkale Boğazı’ndan içeri girdiler. Saat 14.00’a kadar Müttefik gemileri Türklere üstün geldikleri izlenimindedirler. Sonra her şey çabucak tersine döndü.10 18 Mart akşamı Müttefik gemileri emellerine ulaşamadan ve arkalarında üç gemi bırakarak Çanakkale Boğazı’ndan dışarı çıkıyordu. Özetle, Müttefikler çok güvendikleri donanmalarıyla bir ayda İstanbul’u almayı hedeflemişken uğradıkları mağlubiyetle büyük bir hayal yaşamış bunun yanı sıra prestij kaybına da uğramışlardır.11 18 Mart gününden sonra meselenin (karaya asker çıkarma) her yönü incelendikten sonra, 23 Mart’ta kararlaştırılan planın çok fazla başarı ihtimali bulunduğu fikrinde mutabık kalınarak nihayet, projenin ana hatları kabul edildi.12 Asıl kuvvetler, iki bölgeye (Kabatepe ve Seddülbahir kıyılarına) çıkarılacak, kuvvet çoğunluğu az bir farkla üstünlük Seddülbahir kesiminde bulunacaktı.13 Seddülbahir’e beş koya çıkacak olan birlikler ilk gün Alçıtepe’yi ele geçirecek ve ardından Kilitbahir platosuna ilerleyerek boğaz savunmasını kıracaktı. Kabatepe bölgesine çıkacak olan Anzak birlikleri ise ilk olarak Conkbayırı-Kocaçimen tepe istikametini ele geçirecek ardından Maltepe ve son olarak Eceabat’ı işgal ile Gelibolu Yarımadasını adeta bıçak gibi ortaya iki kesecekti. Böylelikle Yarımadanın uç kısmına destek için gelecek Türk birliklerinin önü kesilmiş olacaktı. Öte yandan Anadolu yakasında Kumkale ve Beşige, Avrupa yakasında Saroz bölgesi aldatma/gösteri amaçlı kullanılacak çıkarma sahaları olarak seçilmiştir. Bu sahalara çıkacak olan birliklerin amacı, bölgedeki Türk birliklerini oyalayıp ana çıkarma bölgesi olan Gelibolu Yarımadası’na yardıma gitmelerini engellemek olarak belirlenmiştir. 9 E. Albay A. Thomazi, Çanakkale Deniz Savaşı, (Çev. E. Korgeneral Hüseyin Işık), Ankara 1997, s. 26. 10 a.g.e. s.40. Muzaffer Albayrak-Tuncay Yılmazer, Sorularla Çanakkale Muharebeleri-1, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2007, s. 45. 11 Metin Martı (haz.). C. F. Aspinall - Oglander, Büyük Harbin Tarihi Çanakkale Gelibolu Askeri Harekatı: Seferin Başlangıcından 1915 Mayıs’ına Kadar, , İstanbul 2005, s. 166. 12 Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi 5. Cilt Çanakkale Cephesi 2. Kitap Amfibi Harekat, Ankara 1978, s. 10. 13 242 Bu sırada Çanakkale’deki 5. Ordunun başına geçmiş olan Liman VonSanders 26 Mart tarihinde Gelibolu’ya ulaşmış ve gelir gelmez icraatlarına başlamıştır. Gelir gelmez yapacak pek çok işi karşımızda bulduk. Çünkü birliklerin yayılış tarzı ile sahillerin önemli kısmının kontrol altında bulundurulması usulünün tamamen değiştirilmesi gerekiyordu14 diyen Liman Paşa dediğini yapmış ve yeni savunma planını şu şekilde açıklamıştır. Düşman tehdidinin oluşturduğu önceliğe göre üç muharebe grubu oluşturdum: 5. ve 7. Tümeni Yukarı Saroz Körfezine, 9. ve yeni kurulan 19. Tümeni15 yarımadanın güney kısmına, 11. ve deniz yoluyla nakledilmekte olan 3. Tümeni Asya yönüne tahsis ettim.16 Alman komutan hazırladığı savunma planını, Anadolu yakasında Kumkale, Beşige ve Avrupa yakasında Saroz bölgesine yönelecek tehditlere göre hazırlamıştı. Bu iki bölgenin arasında kalan ve müttefik kuvvetlerin çıkarma sahası olarak seçtiği Gelibolu Yarımadası ise tek başına 9. Tümen sorumluluk alanı olarak kalmıştır. Hazırlanan plan gereği 9. Tümen, geniş sorumluluk alanı içerisinde olası çıkarma sahalarına kıyıyı gözetlemeleri amacıyla taburlar görevlendirmiştir. Bu dağılıma göre Seddülbahir bölgesi 9. Tümenin 26. Alayının 3. Taburunun, Arıburnu bölgesi ise 9. Tümenin 27. Alayının 2. Taburunun sorumluluk sahası olmuştur. Seddülbahir bölgesi “savunma kuvveti, 100’ü silahsız 1100 mevcutlu 26. Alayın 3. Taburu ile 200 mevcutlu tümenin istihkam bölüğü ve 37,5 milimetrelik 4 adet küçük toptan ibaretti.”17 Bu kuvvete karşılık 25 Nisan’da karaya çıkmaya çalışan kuvvet ise İngiliz 29. Tümeni idi. Kuvvetler oranında büyük farklılık olmasına ve İngilizlerin donanma ateşi desteğine rağmen 26. Alayın 3. Taburu 25 ve 26 Nisan günlerinde bölgesini başarı ile savunmuştur. Geriden yardımın gelmemesi ve kayıpların artması gibi sebeplerden dolayı tabur çekildikten sonra adı geçen İngiliz tümeni karaya tutunabilmek için siper ve mevzi kazmış ve çıkarma sahasının güvenliğini sağlayarak karada tutunmayı başarmıştır. Aynı saatlerde Arıburnu’nda yaşananlar da Seddülbahir de yaşananlardan farksız değildir. Arıburnu’na çıkan Anzak (Avustralya ve Yeni Zelanda Birleşik Kuvvetleri) kuvvetleri ile bölgeyi savunan 27. Alay 2. Tabur kuvveLiman vonSanders,Türkiye’de Beş Sene (Çev. Osmanlı Genel Kurmayı Askeri Tarih Encümeni Tercüme Heyeti),( haz.) Muzaffer Albayrak, 3. Baskı, İstanbul 2007, s. 81. 14 15 19 Tümen ordu ihtiyatı olarak Bigalı Köyü’ne konuşlanmıştır. Liman vonSanders, Türkiye’de Beş Sene (Çev. Osmanlı Genel Kurmayı Askeri Tarih Encümeni Tercüme Heyeti),( haz.) Muzaffer Albayrak, 3. Baskı, İstanbul 2007, s.84. 16 Mahmut Sabri Bey, Seddülbahir Muharebesi ve 26. Alay 3. Tabur Harekatı, Çanakkale Hatıraları 3. Cilt, İstanbul 2005, s. 66. 17 243 ti arasındaki fark büyüktü. 2. Tabura bağlı birlikler direne bildikleri kadar direnmişler, kayıpların artması ve cephanenin tükenmesi gibi sebeplerden dolayı geri çekilmeye başlamıştır. Bu sırada Anzak birlikleri karada tutunabilmek için mevziler ve siperler kazmaya başlamıştır. Öğrencilerin Silah Altına Alınması I. Dünya Savaşı’nın başlamasından Çanakkale Muharebelerinin bittiği tarihe kadar (1914-1916) geçen sürede asker alma kanunları incelenmiştir. Bu doğrultuda belgelere baktığımızda Osmanlı Devleti’nin, Dünyanın hızla savaş ortamına sürüklendiği dönemde, daha ilk silah patlamadan önce 12 Mayıs 1914 tarihinde “Mükellefiyet-i Askeriye Kanun Muvakkatı” nı yürürlüğe koyduğu görülmektedir. Adı geçen kanun18 incelendiğinde; kısa dönem askerliğin bir yıl olduğu ve bu izinden öğretmenlerin, lise mezunlarının ve liselerin son iki senesi sınıflarında okuyanların yedek subay olarak faydalanabileceği belirtilmiştir. 31 Mayıs 1914 tarihine gelindiğinde söz konusu kanundaki şartları taşıyanlardan 7 tertibin (1887, 1888, 1889, 1890, 1891, 1892 ve 1893 doğumlular) birden silahaltına çağrıldığı görülmektedir.19 28 Haziran 1914’te I. Dünya Savaşı’nın başlamasından kısa süre sonra 11 Temmuz 1914 tarihinde savaş hali dolayısıyla kıtaat kadrolarına arz olan eksiklerin tamamlanabilmesi için 1894 doğumlu olanlarda20silahaltına çağrılmıştır. Tüm bu belgeler seferberliğin ilanından önce 1887 ile 1894 tarihleri arasında doğan tahsilli efradın askere çağrıldıklarını göstermektedir. Seferberliğin birinci gününde (3 Ağustos 1914) askere alımlar için çıkarılan kanunlar dönemin gazetelerinde yayınlanmıştır. İkdam gazetesinde, silah başına… 1887, 1888, 1889, 1890, 1891, 1892, 1893 ve 1894 doğumlu yüksek ve orta öğrenim görmüş efrada Harbiye Nezareti’nin beyannamesi başlığı ile çıkan haberde bu tarihlerde doğmuş olan yüksek tahsilli veya yüksektahsilini tamamlamamış olan gençlerin bildirilen askerlik şubelerine başvurmaları isteniyordu. Bildiride; Osmanlı Ordusu’nda yedek subay ihtiyacı bulunduğu, bu ihtiyacın doldurulması amacıyla da 8 tertibin birden silahaltına çağrıldığı açıklanıyordu.21Bu amaçla, savaş öncesinde ve savaş boyunca devlet, eğitim sisteminin en önemli öğesi olan öğrencilerden istifade ederek cephelerin ihtiyaçlarını temin etmeye çalışmıştır. Şöyle ki; …ordu zabit ihtiyacını temin için hazırlıklar aşamasında üniversite, lise mezunlarını ve üniversite eğitimine devam edenler ile medrese talebelerinden şartları ihraz edenleri zabit yetiştirmek üzere silâhaltına almıştır.22 18 BOA DH. HMŞ. 23/95 19 BOA DH. EUM. LVZ. 21/44 ve BOA DH. HMŞ. 23/97 20 BOA DH İD. 206/10-53 21 Murat Çulcu, İkdam Gazetesinde Çanakkale Cephesi, İstanbul 2004, s.47. 22 Lokman Erdemir, Çanakkale Savaşı Siyasi, Askeri ve Sosyal Yönleri, İstanbul 2009, s. 409. 244 O günlerin coşkusunu ve heyecanını Münim Mustafa “Cepheden Cepheye” adlı eserinde şöyle anlatmaktadır; O günleri hiç unutmuyorum. Bütün münevver Türk Gençliği, Harbiye mektebinde yedek subay talimgâhına girmek için koşuyordu. Ne heyecan! Bütün kapılar, avlular, koridorlar taptaze, genç, dinç Türk çocuklarıyla doluydu. Kalabalık o denli fazla idi ki subaylar kayıt muamelesine yetişemiyorlardı.23 Seferberlik ilanının, okulların tatil nedeniyle kapalı olduğu zaman denk gelmesiyle öğrenciler bulundukları yerlerde askerlik şubelerine başvurmaya başlamıştır. Darülmuallimin-i Aliye Mektebi (Yüksek Öğretmen Okulu) talebesinden Hayrabolulu Recep Efendi Maarif Nezareti’ne24 gönderdiği yazıda25, tatil dolayısıyla memleketinde bulunduğundan bahisle seferberlik ilanı ile <yüksekokul öğrencileri yedek subay adayı olmak üzere Harbiye’de talim ve terbiye görecekler> şeklindeki kanun maddesinden dolayı bulunduğu bölgedeki askerlik şubesine başvurduğundan bahsetmiştir. Bu konuda diğer önemli bir kaynak ise döneme ait müfettiş raporlarıdır. Maarif Nezareti müfettişlerinin raporları incelendiğinde öğrencilerin yedek subay olarak yetiştirilmek üzere Harp Mektebi’ne alındıkları görülmektedir. Maarif Nezareti müfettişlerinden Mehmet Haluk Bey’in 19 Kasım 1914 tarihinde Bakanlığa gönderdiği yazıda bu durum görülmektedir. Birinci Teftiş; Kasımın birinci Cumartesi günü teftiş için Ticaret Okulu’na gittim… Üç sınıftan ibaret olan okula 28 öğrencinin devam ettiği ve diğer öğrencilerin Harp Okulu’nda talimde bulunduğu araştırmadan anlaşılmıştır. İkinci Teftiş; Kasımın ikinci Çarşamba günü Ticaret Okulu’na sabahleyin gidilerek öğretmen ve memurların mevcut vazifeleriyle meşgul oldukları görülmüş ve üç sınıfta devamı lazım gelen altmış öğrenciden yukarıda arz olunduğu gibi 28 öğrencinin devam eylediği ve devam etmeyen öğrencinin olmamasının nedeninin Harp Okulu’nda talimde bulunmalarından ibaret olduğu…26 anlaşılmıştır. Öğrencilerin askere alınmaya başlaması ile medrese öğrencileri askerlikten muaf tutulmaları için bir çok kez Harbiye Nezareti’ne27 başvursalar da talepleri kabul edilmemiş ve buna sebep olarak …gördüğümüz Rumeli felaketinin28sebeplerinden en mühimi çeşitli sebepler dolayısıyla bir hayli dinamik ve dinç efradın kutsal askerlik vazifesinden hariç tutulması…29gösterilmiştir. Bu belge ile Osmanlı Devleti’nin ikinci bir Rumeli felaketi ile karşılaşmamak için işleri sıkı tuttuğu anlaşılmaktadır. 23 Münim Mustafa, Cepheden Cepheye, 3. Baskı, İstanbul 2002, s. 9. 24 Günümüz Milli Eğitim Bakanlığı’na denk gelen bakanlık. 25 BOA MF. ALY. 77/8-1 26 BOA MF. HTF. 2/7 27 Günümüz Milli Savunma Bakanlığı’na denk gelen bakanlık. 28 Balkan Savaşları kastedilmektedir. 29 BOA DH. EUM. MTK. 47/20 245 Ayrıca Mekteb-i Harbiye ye alınan kişiler üç devreden oluşan ve yaklaşık dört ay süren eğitim almaktadırlar. Söz konusu belgede; genellikle ihtiyat zabit namzetlerinin (yedek subay adaylarının) en fazla dört aya yakın bir zamanda üç devrelik talim ve terbiyelerini tamamlayarak kıtaata sevk olundukları30 belirtilmiştir. Bu demek oluyor ki, seferberliğin ilanı ile birlikte Ağustos ve Eylül ayında talimgâha alınanlar ilk olarak Aralık ve Ocak aylarında mezun olmuştur. Aralık ve Ocak aylarında Sarıkamış Harekâtı gerçekleştirilmiş ise de Ocak ayında İngiliz Savaş Meclisi’nin Çanakkale’de cephe açma kararı alması ve bu yönde hazırlıklarına başlaması dikkatlerin Çanakkale’ye yoğunlaşmasına sebep olmuştu. Böylelikle talimgâhtan mezun olan ilk grup yedek subaylardan bazıları Sarıkamış’a gönderilmiş olsa bile ağırlıklı olarak Çanakkale’ye gönderilecek birliklere katılmış olmaları muhtemeldir. Öte yandan Mekteb-i Harbiye ye alınan kişileri incelediğimizde yarısına yakın bir miktarının okul müdavimininden31yani öğretmen ve öğrencilerden oluştuğu anlaşılmaktadır ve bu çok ciddi bir sayıdır. Bir başka belgede ise Harp Mektebi’nde talime alınan bu kişilerin çeşitli sınıflara ayrılacağı belirtilmiştir. Mükellefiyet-i Askeriye Kanun Muvakkati 147. Maddesinde belirtilenlerden yedek subay olmak üzere askeri eğitim görmek üzere Harp okuluna geleceklerden şartları taşıyanlar aşağıdaki gibi sınıfa ayrılması lazımdır.32 Liste Sınıf %75 Piyade %5 Süvari %12.5 Sahra Topçu %5 Ağır Topçu %2.5 Kıtaat-ı Fenniye (istihkâm, muhabere gibi) Bu belge ile anlaşılmaktadır ki, yedek subay olarak yetiştirilen askerlerin büyük çoğunluğu piyade sınıfı olarak yetiştirilmiştir. Piyade sınıfı askerlerin cephelerde ön saflarda savaştığı düşünülürse Çanakkale’de verilen yetişmiş nesil kaybının nedeni ortaya çıkmış olacaktır. 30 ATASE, Kls. 2030, Dos. 574, Fih. 1-16a. 31 ATASE, Kls. 2030, Dos. 574, Fih. 1-16a. 32 ATASE, Kls. 1991, Dos. 406, Fih. 1-7. 246 A. Yedek Subaylıkta Yaş Sorunu Belgeler incelendiğinde yedek subay olarak yetiştirilecek kişilerin yaşlarının önemli olduğu ve yaşça büyük olanların yedek subay olmamaları gerektiğinin belirtildiği görülmektedir. Maarif Nezareti 15 Ağustos 1914 tarihinde Harbiye Nezareti’ne gönderdiği yazıda Darülfünun öğrencilerinden doğum tarihi 1887 ile 1894 arasında bulunanların tamamı ile bu sene diploma almaya hak sahibi olanların askeri talim ve terbiye görerek yedek subay adayı kadrosuna dahil edilmek üzere Harp Okulu’na sevk olunmaları, sonradan yayınlanan kararlar gereği olduğundan bahisle Darülfünun şubeleri ve sınıflarında doğum tarihi 1887’den önce bulunan kişilere bu hakkın verilmemesi uygun görülmemekle beraber askerlik şubelerinin bazısı yükseköğrenim görmekte veya bu derece tahsil görmüş olan 1887 ve daha önceki senelerde doğanları er olarak sevk etmeye teşebbüs ettikleri haber verildiğinden bahş olunan bu haktan mahrum…33 kalmamaları gerektiğini yönünde talepte bulunmuştur. Harbiye Nezareti tarafından 19 Ağustos 1914 tarihinde verilen yanıtta34 ise orduda genç subay yetiştirme amacı ile uyuşmayacağından 1887 yılından önce doğan kişilere (27 yaşından büyük kişiler) bu hakkın verilmesinin uygun görülmediği belirtilmiştir. Öte yandan belirtmek gerekir ki askere alınan öğrenciler doğum tarihlerine göre silâhaltına alınmışlardır. Şöyle ki; topyekûn alımlardan ziyade belirtilen tarih doğumlu olanlar ve eğitim durumu açısından şartları uygun olanlar yedek subaylık eğitimine alınmışlardır. Aksi halde liselerin son üç senesinde okuyan bütün öğrencilerin silâhaltına alınması gerekmektedir. Ancak belgelerden hareketle anlaşılmaktadır ki 1887 öncesi doğumlu olanlar er olarak silahaltına alınmışlardır. Seferberlik dolayısıyla yürürlüğe giren kanunda üst yaş sınırı 45 olarak belirlenmiştir. 1887 senesi öncesinde doğan yani 27 ile 45 yaş arasında olanlar er olarak celp edilmişlerdir. 33 ATASE, Kls. 1991, Dos. 406, Fih. 1-5. 34 ATASE, Kls. 1991, Dos. 406, Fih. 1-6. 247 Aşağıdaki belgede söz konusu 1884 doğumlu olanlar bu sınıfa girmektedir. Yüksek Öğretmen Okulu, Maarif Nezareti’ne 19 Nisan 1915 tarihinde okuldaki öğrenci mevcudu ile ilgili gönderdiği belgede bu durum anlaşılmaktadır. Maarif Umumiye Nezareti Tedrisat-ı Aliye Dairesi Müdüriyeti Yüksek öğretmen okulu iptidai kısmında müdavim talebenin miktarını gösteren pusuladır. Talebe Birinci Sınıf: 56 İkinci Sınıf: 75 Üçüncü Sınıf: 37 Dördüncü Sınıf: 76 Toplam: 244 Beyanı 1884 doğumlu olmaları hasebiyle hizmet-i askeriye ye alınanlar: 15 Hava değişim ve diğer meşru sebeplerle izinli olarak memleketlerinde bulunanlar: 8 Filhakika tahsil ile meşgul olanlar: 221 Öğrenciler genellikle yatılıdır. Bu belgede anlaşılmaktadır ki adı geçen okulda 15 kişi yaş şartını taşıdığı için askere alınmışlardır. Bahsedildiği üzere 1887 öncesi doğumlu olmalarından dolayı er35 olarak celp edilmişlerdir ve bundan dolayı kısa dönem hakkından faydalanamamışladır. Bu durum ancak 25 Kasım 1915 tarihli ve …Gerektiğinde çok miktarda yedek subay celp ve istihdamına lüzum görüldüğünde vücut yapılarıyla uygun hizmette istihdam edilmek şartıyla yedek subay kanunnamesinin 24. Maddesine yaşları sınırlandırılanlardan daha yaşlı bulunanlar dahi derecelerine 19 Ağustos 1914 tarihli tezkerede belirtildiği üzere 1887 yılından önce doğanların eğitim şartını taşısalar dahi ihtiyat zabiti olarak yetiştirilmeleri, ordunun genç zabit yetiştirme amacı ile uyuşmayacağından Harp Okulu’na kayıtlarının uygun görülmediği belirtilmiştir. Buradan hareketle 1887 yılı öncesi doğan kişilerin er olarak celp edildikleri sonucu ortaya çıkmaktadır. “1887 evvelki seneler doğumluların bunlar gibi mektep mezkura kayıtları orduda genç ve faal subay yetiştirmesindeki maksatla uyuşmayacağından caiz görülmediği“ ATASE, Kls. 1991, Dos. 406, Fih. 1-6. 35 248 göre celp ve istihdam olunabilir…36 içerikli kanundan sonra değişmiştir. Bu kanun maddesini incelediğimizde gerekli şartları taşıyıp ta 27 yaşından büyük olan kişilere, kısa dönem askerlik hizmeti ve yedek subaylık hakkının ancak Çanakkale Muharebelerinin sonuna doğru 25 Kasım 1915 tarihinde verildiği görülmektedir. Bu durumda 25 Kasım 1915 tarihine kadar 1887 tarihinden önce doğanlar er olarak sonra doğanlar eğitim şartını da sağlamaları durumunda yedek subay olarak celp edilmişlerdir. B. Lise 10. Sınıf Öğrencilerine Yedek Subaylık Hakkının Verilmesi Yedek subaylık konusunda diğer bir sorun ise lise 10. sınıf öğrencileri olmuştur. Mercan Lisesi 10. sınıf öğrencisi İsmail Efendi dilekçesinde kısa dönem askerlik hizmetine tabi tutulmak istediğini belirtmiş ancak kendisine 30 Eylül 1914 tarihinde verilen cevapta …mekteb-i sultaniye talebesinden yalnız son iki sene müdaviminin kısa dönem hizmete tabi oldukları geçici askeri yükümlülükler kanununun 42. Maddesinin 2. Fıkrasında açıkça belirtilmiş olduğundan…37 bahisle bu hakkın sultanilerin yani liselerin son iki senesinde devam eden 11. ve 12. sınıf öğrencilerine verileceği belirtilmiştir. Bu durum ancak 27 Mayıs 1915 yürürlüğe giren kanunla açıklığa kavuşmuştur. Adı geçen kanunda …12 Mayıs 1914 tarihli geçici askeri yükümlülükler kanununun 42. Maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir. Son muayene esnasında liselerin onuncu sınıfında bulunanlarda kısa dönem hakkına nail olacaklardır.38 İlave kanunun gerekçesine baktığımızda lise 10. sınıf öğrencilerine bu hakkın verilmesinin sebebi şu şekilde açıklanmıştır. …İzah olunduğu üzere geçici askeri yükümlülükler kanununun 42. Maddesinde liseler ve yedi senelik idadilerle bu derecede okulların son iki sene müdavimlerinin kısa dönem hakkına sahip olabilecekleri gösterilmiştir. Bu hükme göre liselerin yalnız 11. ve 12. sınıflarına devam edenlerin bu haktan yararlanmaları icap etmekte ise de esasen yedi senelik idadinin son iki senesinin derece olarak liselerin 10. ve 11. sınıflarına denk olduğu Maarif Nezareti’nin yazsından anlaşılmış ve kanundaki amaç temin edilmekle beraber her iki okul öğrencileri için adaletin korunması amacıyla liselerin 10. sınıf öğrencilerine kısa dönem hizmet hakkının…39verilmesine karar verilmiştir. C. Öğrencilerin Silahaltına Alınmalarıyla Eğitim Uygulamalarında Gerçekleşen Değişiklikler Mükellefiyet-i Askeriye Kanun Muvakkatinin yürürlüğe girmesi ile 36 BOA İ. DUİT. 76/26 37 BOA MF. İMF. 42/103-3 Karasi Gazetesi 21 Haziran 1915. Aynı konu ile ilgili bilgiler için bkz. BOA MF. MKT. 1209/70, BOA İ. DUİT. 76/18, BOA İUM. EK. 30/75-20, BOA MV. 240/22 38 39 BOA İ. DUİT. 76/18-4 249 şartları taşıyan öğrencilerin silahaltına davet olundukları önceki bölümlerde belirtilmişti ancak öğrencilerin silahaltına alınması, haliyle okullarına devam edememelerine ve devamsız duruma düşmelerine neden olmuştur. Bazı okul idareleri ise belli bir devamsızlığa ulaşan bu öğrencilerin kayıtlarını silme yoluna gitmiştir. Bunun üzerine Maarif Nezareti, Mekatib-i sultaniye talebesinden hizmet-i maksure ile silâhaltına alınanların bazı mahallerce kayıtlarını silme yoluna gidilmekte olduğu anlaşılmaktadır bu gibi talebenin mezun (izinli) addedilmeleri ve dönüşlerinde eğitimlerini tamamlama haklarının saklı bulundurulması icap edeceğinden vazife-i askeriyelerinin bitmesiyle dönüşlerine kadar muhafaza-i kayıtları lüzumunu40belirtmiştir. Öğrencilerin silahaltına alınması ile ortaya çıkan bir diğer sorun ise Liselerin son üç sınıfında (10, 11 ve 12. sınıflar) okuyan öğrencilerin askere gitmelerinden dolayı üniversiteye girecek öğrenci sayısının azalmış olmasıdır. Bunun üzerine Maarif Nezareti Darülfünun’da, üniversitede okuyan öğrenci sayısının arttırılması için çareler düşünülmesini istemiştir. Bunun üzerine Darülfünun verdiği cevapta, Maarif Nezareti melfufuyla görüşülen 10 Nisan 1916 tarihli tezkeresinde yazıldığı üzere Darülfünun Edebiyat, Tabiyyat, Hukuk ve Tıp Fakültelerine Mülâzemetrüusunu41 haiz olmayanların kabul edilmemesi ve iki seneden beri mekatib-i sultaniyenin son sınıf talebesinin cihet-i askeriyeden celp olunması hasebiyle MülâzemetRüûsu imtihanına istenilen derecede talep gerçekleşmediğinden Darülfünun şubelerine devam edenlerin miktarı az olmasına ve belli olan ihtiyaca binaen memlekette Darülfünun mezunlarının arttırılması maksadıyla ve iki sene müddetle bölümlere mekatib-i sultaniye mezunlarının sınavsız ve o derecedeki özel okul mezunlarının sınavsız kayıt ve kabulleri zımnında MülâzemetRüûsu imtihanları nizamnamesine ek olarak tanzim kılınan layiha-i nizamiyenin42görüşülerek yürürlüğe girmesini talep etmiştir. Öte yandan öğrencilerin askere gitmelerinden dolayı bazı okullarda eğitim tamamen durmuş, savaşın ertesi senesinde (1916) sınavlar icra edilememiştir Ticaret Mektebi’nden 29 Mayıs 1916 tarihinde İstanbul Maarif Müdüriyetine gönderilen yazıda Avusturya Macaristan devletinin Dersaadet’te Beyoğlu’nda bulunan ticaret mektebi ali sınıfının ikinci senesi için imtihan 40 BOA MF HFS 5-119 Başlangıcından beri Darülfünun’un en önemli sorunlarından biri belirli bir düzeyde orta öğrenim görmüş öğrenci bulunamamasıdır. Darülfünun’a girebilmek için sultanî veya idadî mezunu olmak veya bu derecede bilgi sahibi olduğunu bir sınavla kanıtlamak zorunlu olmakla birlikte sultanî ve idadîlerin düzeyleri birbirinden çok farklı olduğu gibi yapılan giriş sınavları konusunda da çeşitli tartışmalar yapılmaktadır. Bu farklılıkları gidermek ve alınan öğrencilerin bilgilerinin eş düzeyde olmasını sağlamak için 26 Mayıs 1913’de “MülâzemetRüûsu [Bakalorya] İmtihanları Hakkında Nizamnâme” çıkartılmıştır.Burada günümüzdeki üniversite giriş sınavı sistemine benzer bir sistem getirilmektedir. Dölen, E.,Osmanlı Döneminde Darülfünun 1863-1922, İstanbul 2009, s. 353. 41 42 BOA MV 242-39 250 olunmak lazım ise de sınıf mezkurun ilk sınıfında geçen sene (1915) için hal-i harp dolayısıyla talebe bulunmadığından bil-tabii tedrisat ifa edilemeyerek şu halde bu sene için ikinci sınıf olmadığından imtihan dahi olamayacağı43belirtilmiştir. Aynı durum birçok okul için olduğu gibi Karesi Sultanisi (Balıkesir Lisesi) içinde geçerlidir. Savaş yılları içerisinde başta Çanakkale Muharebeleri nedeniyle öğrenci sayısı yıldan yıla azalmıştır. Okul müdürü Liseye ait salnamede bu durumu şu cümleleri ile ifade etmiştir. “1916-1917 sene-i dersiyesinde mektep mevcudu; Bu sene-i dersiyedeharb-i umumi münasebetiyle 12., 11., ve 10. sınıflarda talebe bulunmadığından sınıflar dokuzdan başlıyor”.44 Özetle savaşın yıllar içinde getirdiği kayıplar nedeniyle, üniversiteye gidecek öğrenci sayısı azalmış ve bazı okullarda sınavlar dahi yapılamamıştır. Çünkü bahsedildiği üzere sınav yapılacak öğrenciler Çanakkale siperlerinde hayatın sınavından geçmekteydiler. Aynı şekilde Darülfünun Hukuk Fakültesi’nde de 1914-1915 yılında eğitimin icra edilemediği ve bu sebeple sınavların yapılamadığını görmekteyiz. Şöyle ki, Erzurum’da polis olarak bulunan Nami adında Darülfünun-u Osmani Hukuk Fakültesi 3. sınıf öğrencisi, sınavlara girmek için İstanbul’a gelmesine izin verilmesini istemiş, verilen cevap, 1914-1915 yılında Fakültede eğitim icra edilemediği ve asker olan talebenin de terhis edilmemiş olmasından dolayı Eylül ayında sınavların yapılamayacağı olmuştur. Erzurum Valiliğinden Maarif Nezareti’ne gönderilen yazıda geçici olarak Erzurum’da bulunan polis memurlarından Nami Efendi tarafından Darülfünun-u Osmani Hukuk Şubesi üçüncü sınıf müdavimlerinden bulunduğundan önümüzdeki Eylül zarfında imtihanları icra kılınacağından bahisle Dersaadet’e gönderilmesine müsaade edilmesi istida olunmuş ondan sonra terhisi cihetine gidilmek üzere filhakika istidanamesinde yazılı olduğu üzere Eylül zarfında imtihanlarının icra olunup olunmayacağının45haber verilmesini istemiştir. 31 Ağustos 1915 tarihinde Maarif Nezareti’nden gelen cevapta, izin talebini içeren Nami Efendi tarafından verilen istida (dilekçe) üzerine gelen 19 Temmuz 1915 tarihli ve 4 numaralı tahrirat-ı Aliyelerine cevaptır. 1914-1915 sene-i dersiyesinde Hukuk Fakültesinde eğitim icra kılınmamış ve asker talebede terhis edilmemiş olduğundan Eylül’de ara sınav yapılmasına mahal görülemediği havale sonucunda Darülfünun-u Osmani Müdür-i Umumiliğinden bildirilmiş46tir. Anlaşılmaktadır ki, öğrencilerin silâhaltına alınmaları ara sınavlara girememelerine de neden olmuştur. Silâhaltında olan öğrencilerin, ara dö- 43 BOA MF MGM 9-63 44 Karesi İdadi-Sultani Lisesine Mahsus Salname 1342-1340 (1924-1926) s. 128. 45 BOA MF ALY 82-53/1 46 BOA MF ALY 82-53/2 251 nem sınavlarına girememelerinden dolayı doğan mağduriyetin giderilmesi için ise 1915 yılının Haziran ayında ayrıca bir bitirme sınavı açılmasına karar verilmiştir. Bu kararı, Maarif Nezareti’nin 7 Haziran 1915 tarihinde Darülfünun’a gönderdiği yazıda Şefik isimli bir öğrencinin dilekçesine cevap vermesinden öğrenmekteyiz. Bahsedilen yazıda, Darülfünun Ulum-ı Hukuk Şubesi 2. sene talebesinden Şefik Efendinin ara sınavlarda derslerden bir kısmına giremediğinden Haziran’da açılacak bitirme sınavı imtihanına kabulünü istida etmiş ve idare-i Aliyelerinden istidası üzerine yazılan derkenarda açılacak ara sınavların askerlik vazifesi dolayısıyla ikinci ve üçüncü devrelerden istifade edemeyenlere mahsus olduğu bildirilmiş ise de dilekçe sahibinin 1895 doğumlu hizmet-i maksureye tabi efrattan olduğunu beyan etmekte olduğundan bu ve emsalinin Haziranda açılacak ara sınavlara kabulünün uygun görüldüğünü47belirtmiştir. Silah Altına Alınan Öğrencilerin Okullarına Devamı Hakkında Öğrencilerin ihtiyat zabitliği için Mekteb-i Harbiye’de eğitime alınmaları ve dolayısıyla bağlı bulundukları okullarda zorunlu olarak devamsızlık yapmaları, 1915 senesi okula devam yönetmeliğinde bazı değişikliklere yol açmıştır. Bu sebeple okula devam edemeyen öğrencilerin devam-devamsızlıklarının okula başvurdukları günden itibaren dikkate alınması hususunda genelge yayınlanmıştır. Mükellefiyet-i askeriye kanuna göre ihtiyat zabiti talimini görmelerinden dolayı ticaret mektebi talebesinden bazı efendilerin bu ders yılı başlangıcından beri mektebe devam edememekte olduklarından… Darülfünun ve mekatib-i aliye talebesinin savaş hali dolayısıyla okullarına dönmeleri veya okula başlamaları geciken öğrencilerin devamlarının bu seneye mahsus olmak üzere müracaat tarihlerinden itibaren dikkate alınması Nezaret-i Celilece kararlaştırılarak 14 Nisan 1915 tarihinde genelge ile okul müdüriyetlerine tebliğ olunduğundan ayrıca bir karara ihtiyaç görülmemiştir.48Maarif Nezareti bu konuyla ilgili soru soran Ticaret Mektebi’ne 25 Nisan 1915 tarihinde verdiği cevapta Darülfünun ve mekatib-i aliye talebesinin savaş hali dolayısıyla okullarına dönmeleri veya okula başlamaları geciken öğrencilerin devamlarının bu seneye mahsus olmak üzere tarih-i müracaatlarından itibar edilmesi Nezaretçe kararlaştırılarak keyfiyetin tamimen okul müdüriyetlerine tebliğ olunduğu dosyanın tetkikatından anlaşılmış olduğundan bahisle Ticaret Mektebi için ayrıca karar alınmasına ihtiyaç görülmediği Meclis-i Maariften yazılan kararda belitilmişolmağla Nezaretin tamimi dairesinde gerekli 47 BOA MF ALY 80/54 48 BOA MF. ALY, 79/3 252 muamele olunması49nı istemiştir. Bu yazışmalardan anlaşılmaktadır ki savaş hali dolayısıyla okul sıralarını bırakarak Vatan müdafaasına koşan gençlerin eğitim haklarından mahrum kalmamaları veya herhangi bir kayba uğramamaları için devam-devamsızlık yönetmeliğinde değişikliğe gidilmiştir. Bu değişikliğe göre bu öğrencilerden sağ kalıpta geriye döneceklerin okula devam-devamsızlıkları okula başvurdukları tarih itibari ile dikkate alınacaktır. Yurt Dışından Gelen Öğrenciler Yukarıda bahsettiğimiz asker olanların mağduriyetlerinin giderilmesi için yılsonunda açılacak olan bitirme sınavı hakkından, savaş dolayısıyla zamanında okullarına gelemeyen öğrencilerde yararlanmak istemişlerdir. Seferberlik ilanı nedeniyle Rusya Devleti tarafından gelişleri engellenen öğrenciler, kara yolu ile gelmek zorunda kalmışlar ve bu durumda bir hayli zaman kaybetmişlerdir. Bu sebepten açılacak olan sınava katılmalarına izinlerini istemişler ve bu talep kabul edilmiştir 3 Haziran 1915 tarihinde Maarif Nezareti tarafından Darülfünun’a gönderilen yazıda, Darülfünun Ulum-ı Hukukiye şubesi ikinci sene talebesinden... Davut ve Batumlu Abdullah imzalarıyla verilen dilekçede 1913-1914 sene-i dersiyesi devrelerinde kılınan icra-i sınavlarda sınıf-ı mezkur tahsilini tamamlayamadıklarından Haziran da yapılması kararlaştırılan bitirme sınavına kabulleri talep edilmiş ve mezkur dilekçede idare-i Aliyelerinde yazılan derkenarda bunların Kafkasya ahalisinden ve Rusya vatandaşı olup Eylül sınavlarına iştirak etmek üzere memleketlerinden çıktıkları esnada hükümetimizin seferberliği hasebiyle Rusya tarafından gelişlerine karşı çıkılmasına binaen kara cihetinden gelmeyi tercih eyledikleri ve fakat bu sırada ikinci devreyi kaybettikleri beyan edilmekte olduğu bildirilmiş olmasına ve savaş hali dolayısıyla mektebin kapalı olup iki ders için mektebin açılışına kadar beklenilmesi de mağduriyetlerine sebep olacağından dolayı Davut ve Abdullah Efendilerin dahi bitirme imtihanına kabulü uygun50 görüldüğü belirtilmiştir. Yine savaş hali dolayısıyla memleketlerinden okul taksiti için gereken parayı zamanında alamayan öğrenciler içinde kolaylık sağlanmış ve bu öğrencilerin sınavlara kabulüne izin verilmiştir Mekteb-i Sultani 24 Mayıs 1915 tarihinde Maarif Nezareti’ne gönderdiği yazıda Mekteb-i Sultanide bulunan Rusyalı Müslüman öğrencilere ait içinde bulunulan sene eğitim ücretinin savaş hali münasebetiyle memleketlerinden gönderilmesi mümkün olamayacağından bahisle okul parasının tecili evvelce Nezaret-i Celilelerinden emr ve işar buyrulmuş ve sözü geçen ücretten borçlu olanların imtihan-ı umumile49 BOA MF. ALY, 79/3 50 BOA MF ALY 80-67 253 re kabul edilmemeleri sonradan kararlaştırılmış ise de bu öğrencilerin ücretlerinin gelmesi şu sırada imkansız bulunmasından dolayı imtihan-ı umumilerde diğer ücretli talebe hakkında tatbik edilen muamelenin bunlara tatbiki caiz olup olmayacağının acilen haber verilmesini istemiştir. 26 Mayıs’ta bu soruya cevap veren Nezaret eğitim ücretinden borçlu olanlar imtihan-ı umumilere kabul edilmemeleri hakkında ki kararın savaş hali hasebiyle Rusyalı Müslüman öğrencilere tatbiki caiz olamayacağı beyan olunur51diyerek bu kararın öğrencilere uygulanmayarak sınavlara kabul edilmeleri yönünde cevap vermiştir. Tüm bu uygulamalar göstermektedir ki, Maarif Nezareti savaşın eğitim üzerinde gösterdiği tahribatı, var olan yönetmelik ve uygulamaların dışına çıkarak azaltmak için elinden gelen çabayı göstermiştir. Maarif Nezareti’nin bu çabasına diğer bir örneği Rusyalı Abdullah Hilmi Efendi’nin verdiği dilekçeye verdiği cevapta görmekteyiz. Savaş hali dolayısıyla memleketten parasını alamayan ve bu sebeple okuduğu okulu terk etmek zorunda kalan Rusyalı Abdullah Hilmi Efendi, Darülmuallimine kabulünü istemiştir. Maarif Nezareti’nce de bu talep uygun görülerek Darülmuallimine bildirilmiştir. Maarif Nezareti 10 Ekim 1915 tarihinde Darülmuallimine gönderdiği yazıda, Hadika-i Meşveret’in ücretli yatılı öğrencisinden iken hal-i harp münasebetiyle memleketinden para alamadığından dolayı mektebi terke mecbur olmuş ve Darülmuallimin’e kabulünü istida eylemiş bulunan Rusyalı Abdullah Hilmi efendinin layık olduğu sınıfa kayıt52olunmasını istemiştir. Avrupa’da Okuyan ve Okumak İsteyen Öğrenciler I. Dünya Savaşı’nın başlaması, tahsil için Avrupa’ya gitmiş öğrencileri büyük bir müşkülata sokmuştur. Osmanlı Devleti’nin Müttefik Devletler tarafında savaşa dahil olması, İtilaf Devletleri olan ülkelerde okumakta olan öğrencilerin okulları ile ilişiklerini kesip ülkelerine dönmelerine neden olmuştur. O sırada Avrupa’da öğrenim görmekte olan öğrencilerden biri olan Faik TONGUÇ yaşadıklarını Birinci Cihan Harbinde Bir Yedek Subayın Hatıraları adlı eserinde şöyle anlatmıştır; 1914 yaz ayları Avrupa’da heyecan verici haberler ve hadiseler birbirini takip ediyordu. O sırada Londra’da tahsilde bulunuyordum. Elçilikler ve konsolosluklar kendi tebaalarını mümkün olan çabuklukla memleketlerine dönmeleri hakkında tebligatlar yapıyorlar. Bende vesika almak, memlekete dönmek için üç defa konsolosluğumuza müracaat ettim… İstanbul’a geldikten bir hafta sonra bağlı bulunduğum Aksaray askerlik 51 BOA MF ALY 80-20 52 BOA MF MKT 1212-58 254 şubesine müracaat ederek Harbiye Mektebi’ne kaydoldum.53 Faik TONGUÇ tahsilini yarıda bırakarak dönüp savaşa katılan ve bu savaştan canlı çıkıp ta hatıralarını yayınlayabilen pek az kişiden biri, kim bilir savaştan kurtulamayıp hatıralarını yayınlama fırsatını elde edemeyenler neler yaşamıştı? Maarif Nezareti Avrupa’ya tahsil için gitmiş olup ta, eğitimlerine ara vererek dönmek zorunda kalanların masraflarının karşılanmasını kararlaştırmıştır. 16 Eylül 1914 tarihinde alınan kararda; dairelerce tahsil için Avrupa’ya gönderilen ve savaş hali münasebetiyle dönmeye mecbur olan talebe masrafının ödenmesi hakkında Nafıa ve Ticaret ve Ziraat ve Maarif-i Umumiye Nezaretleri ile cereyan eden yazışmalar üzerine kaleme alınan kararname suretinin gönderildiğinden bahisle … mutazammin Maliye Nezareti’nin tezkeresi ve melfufu okundu. Kararı:Tahsisatın adı geçen kararname maddelerine uygun olarak ödenmesi münasip ve durum gereği uygun göründüğünden ona göre gereğinin yapılması54na karar verilmiştir. Bunun yanı sıra eğitimlerine savaşa dahil olmayan ülkelerde devam eden öğrenciler, savaş dolayısıyla Türkiye’ye dönseler bile bir müddet sonra geri dönebilmişlerdir. Nezaret-i Celileleri hesabına ait Darülfünunda iken savaş hali dolayısıyla dönen ve sonradan Lozan’a dönerek orada tahsiline devam etmekte olan Şükrü Efendi55 bu öğrencilerden biridir. Öte yandan savaş hali, Avrupa’ya tahsil için gitmek isteyen öğrencilere de engel olmuş ve bu yönde yapılan müracaatlar savaş hali dolayısıyla kabul olunmamıştır. Örneğin Aydın Vilayetine bağlı İzmir Mektebi Sultanisinde “aliyyül ala”56 derece ile mezun olan öğrencilerin, Avrupa’ya gitme talepleri reddedilmiştir. Aydın Valiliği’nden 2 Eylül 1915 tarihinde –ki bu tarih, Çanakkale Muharebelerinin aktif olarak devam ettiği ve Avrupa ülkeleri olan İngiltere ve Fransa ile savaşta olduğumuz tarihtir- Maarif Nezareti’ne gönderilen yazıda; Bu sene İzmir mekteb-i sultanisinden aliyy-ül-a’la derecede diploma alarak yetişen talebeden Mehmet, Mahir, Hüseyin ve Faruk efendiler tahsil için Avrupa’ya gitmek arzusunda olduklarından ve her birinin hangi fenlere mensup olmak istediği ilişikteki pusulada gösterildiğinden adı geçenlerinde Avrupa’ya gönderilecek talebe miyanında gitmelerine müsaade buyrulması57istenmiştir. Belgenin ilişiğindeki tabloya baktığımızda, 32 okul numaralı ve hizmet-i maksureye tabi olduğu belirtilen Mehmet Efendi’nin, inşaat-ı bahriye okumak istediği görülmektedir. 47 okul numaralı ve bir kaç güne mekteb-i harbiye ye sevk olunacağı notu düşülen Mahir ise elektrik mühendisliği okumak istemektedir. 50 53 Faik Tonguç, Birinci Cihan Harbinde Bir Yedek Subayın Hatıraları, Ankara 1960, s.5-6. 54 BOA MV 192-29 55 BOA MF MH 2197-55 56 Pekiyi derecesindeki not. 57 BOA MF ALY 82-91/1 255 okul numaralı Hüseyin Efendi ise pedagoji eğitimini düşünmektedir. 72 okul numaralı Faruk ise ziraat eğitimi için Avrupa’ya gitmek istemektedir. Maarif Nezareti tarafından verilen cevapta savaş hali dolayısıyla bu sene (1915 yılı) Avrupa’ya öğrenci gönderilemeyeceğinden, yukarıda adı geçen öğrencilere izin verilmeyeceği belirtilmiştir. Söz konusu cevapta; Ahval-i harbiye dolayısıyla bu sene Avrupa’ya talebe gönderilemeyeceği cihetle Mehmet, Mahir, Hüseyin ve Faruk efendilerin Avrupa’ya gönderilmeleri hakkında ki talebin kabul edilmesinin mümkün olmadığı58belirtilmiştir. Ayrıca belgede bu öğrencilerin ikisinin hizmet-i maksureye tabi olduğu ve Mekteb-i Harbiye’ye gönderilecekleri görülmektedir. Her biri memleketin ihtiyaç duyduğu alanlarda kendilerini yetiştirmek isteyen bu başarılı öğrenciler, Avrupa’ya tahsile gitmek yerine yukarıda da belirtildiği gibi Mekteb-i Harbiye’ye sevk olunmuşlardır. Savaş hali onları okul sıralarından alıp Çanakkale siperlerine göndermiştir. Öğrencilerin Yaralı Askerlerin Tedavileri İçin Yaptığı Bağışlar Bu çalışmada, duyarlılığın gösterilmesi açısından değinilmesi gereken bir diğer konu da öğrencilerin hayır kuruluşlarına verdikleri desteklerdir. Yaşlarının küçük olması veyahut ta askerliğe elverişli olmamak gibi çeşitli sebeplerden dolayı okullarda kalarak savaşın cephe gerisindeki tüm zorluklarını yaşayan öğrenciler, kendi yaşadıkları zorlukları bir kenara bırakarak cephelerde kendileri için savaşarak gazi olup, hastanelerde tedavi edilen askerlerin masraflarına katkıda bulunabilmek için bağışlarda bulunmuşlar ve çeşitli hediyeleri Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne (Kızılay’a) bağışlamışlardır. Örneğin 24 Mayıs 1915 tarihli belgede; Regaip gecesine denk gelen Perşembe günü Üsküdar’da Mithat Paşa Kız Sanayi Mektebi muallime ve öğrencileri hanım efendiler ve hanım kızlar tarafından özel surette tertip ve hazırlanan çeşitli hediyelerin Hilal-i Ahmer Tıp Fakültesi Hastanesi’nde ki –ki bunlar Çanakkale gazileridir- yaralı gazilere dağıtılmak suretiyle gösterdikleri asarı himmet ( himmet eseri) ve müşfik-anenin (merhametin) şayan-ı tebrik ve teşekkür bulunduğunun gazetelere ilan59 verilerek duyurulması istenmiştir. Yukarıda bahsedilen hediyelerin yanı sıra maddi yardımlarda gerçekleştirilmiş, öğretmenleri öncülüğünde paralar toplayan öğrenciler bunları Kızılay’a teslim etmişlerdir. 23 Mayıs 1915 tarihinde Vefa Mekteb-i Sultani’den Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne gönderilen yazıda öğrencilerin gazilere duyduğu minnettarlığı okumak mümkündür. Müdafaa-i vatan uğrunda yaralanan asker kardeşlerimizin emr-i tedavilerine medar olacak bir muavenet-i naçize olmak üzere mektebimiz heyet-i idare ve talimiyesi tarafından ita 58 BOA MF ALY 82-91/2 59 Kızılay Arşivi 263-25 256 edilen 580 ve umum (bütün) sınıflar talebesi tarafından toplanan 977 kuruş ki toplam 1557 kuruş eder. Cemiyet-i muhtereminize takdim ve ilişikteki listede yazılı isimlere ayrıntılı bir makbuz itasına himmet buyrulması rica olunur efendim hazretleri.60 İsimler Para Kuruş 6. sınıf talebesi tarafından 10 449 7. ve 8. sınıf talebeleri tarafından 271 9. sınıf talebesi tarafından 20 62 11. sınıf talebesi tarafından 10 91 12. sınıf talebesi tarafından 103 Vefa Mekteb-i Sultanisi (Lisesi) öğrencileri tarafından Hilal-i Ahmer’e (Türk Kızılayı’na) verilen yardım cetvelidir Öğrenciler tarafından Kızılay’a yapılan yardımlar sadece İstanbul dahilinde sınırlı kalmamış, İstanbul dışında okumakta olan öğrencilerde bu konuda duyarlılıklarını göstermişlerdir. Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı) aracılığı ile Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne gönderilen yazıda günümüzde Bulgaristan sınırları içerisinde kalan Balçık kasabasından Pazarcık Mekteb-i Rüşdiyesi öğrencilerinin bağışlarının Hilal-i Ahmer Cemiyeti hesabına Osmanlı Bankasına yatırıldığı görülmektedir. Belgede; Balçık konsolos vekaletinden alınan yazıda Pazarcık mekteb-i rüşdi talebesi tarafından Hilal-i Ahmer’e bağış olarak toplanıp mektep müdürü Ahmet Hilmi Efendi tarafından konsolosluğa gönderilen 103 frank 80 santimin banka-i Osmani vasıtasıyla doğruca cemiyet-i muhteremelerine gönderildiği işar olunmuş ve meblağ-i mezkurun 12 Şubat 1916 tarihinde irad-ı kayıt edildiği anlaşılmış olmağla makbuzunun hazırlanarak61 gönderilmesi istenmiştir. Savaşın Sosyal Hayata Olan Etkilerinin Okullara Yansımaları Savaşın ekonomi üzerinde ki yük ve ithalat ile ihracatın düşmesi üzerine piyasada ürün bulmanın zorlaşması, hayatı pahalılaştırmıştır. Toplum içinde varlığını sürdüren ve onunla sürekli etkileşim halinde bulunan okullar da hayat pahalılığından etkilenmiştir. Şöyle ki, Nişantaşı Lisesi, Maarif Nezareti’ne gönderdiği yazıda okulun bir senelik yakacak (odun, kömür) ve aydınlatma için (gaz vs.) masrafları için ayrılan 25 bin kuruşun fiyatların pahalılığından dolayı yetmeyeceğinden 15 bin liralık ek tahsisatın gönderilmesi istenmiştir. Çünkü piyasada bu 60 Kızılay Arşivi 313-70 61 Kızılay Arşivi 397-193 257 ürünleri bulmak güç olduğundan fiyatları artmıştır. Buna karşılık ...Nişantaşı sultanisi odun, kömür ve gaz vs. için verilen 25 bin kuruşun bu sene fiyatların yüksekliği hasebiyle yetmeyeceği anlaşıldığından ek olarak 15 bin kuruşluk tahsisat havalenamesinin acele olarak tanzimi...62kararlaştırılmıştır. Savaş her alanda olduğu gibi okullarda kalan öğrenciler üzerinde de etkisini göstermiş ve okullarda iaşe sıkıntısı baş göstermiştir. Bu sebeple yatılı okullardan, okullarda kalacak talebenin olağanüstü koşullar nedeniyle iaşelerinin temini istenmiştir Maarif Nezareti’nin “gayet mühim” yani çok önemli işaretiyle 25 Şubat 1915 tarihinde yayınladığı tamimde, İstanbul Maarif Müdüriyetine, Darülmuallimin, Darülmuallimat, İstanbul Sultanisi, Galatasaray Sultanisi, Bezm-i Alem Valide Sultanisi, Kadıköy Sultanisi, Nişantaşı Sultanisi Müdüriyetlerine! Hali harpten doğması muhtemel olağan üstü haller üzerine eğitimin tatili halinde bakacak kimsesi olmayarak mektepte beslenip barındırılması lazım gelen çocuklar ve görevli miktarının doğru olarak haber verilmesi ve bunların hiç olmazsa bir aylık iaşeleri için un, pirinç, şeker, sadeyağ gibi levazımın ambarda mevcudu yok ise ihtiyaç halinde kullanılmak üzere hemen tedariki ve malumat verilmesi63 istenmiştir. Okullara iaşe temini ile ilgili gönderilen belgenin tarihine dikkat edilecek olursa Çanakkale Boğazı’nda Müttefik Donanması’nın 18 Mart’tan önce yapmış olduğu iki saldırıdan64 birine denk geldiği görülmektedir. Büyük bir savaşın ayak seslerinin iyiden iyiye hissedildiği bir dönemde Maarif Nezareti’nin yatılı öğrencileri kapsayacak tedbirlere başvurduğu yorumunda bulunmak yerinde olacaktır. Fakat özellikle kara muharebelerinin başlaması ile bu önemlerinde yeterli olmadığı görülecektir. Çünkü piyasada bahsedilen gıda malzemelerini temin edebilmek oldukça güç hale gelecektir. Galatasaray Lisesi öğrencilerin Suat ARAY hatıralarında bu koşulları gözler önüne sermektedir. Harp diğer sahalarda da kendini hissettiriyor, birçok maddelerde sıkıntı çekiliyor, bilhassa şeker (o zamanın parasıyla yani okkası 3 kuruş iken) 300 kuruşa kadar çıkıyordu. Pahalanan diğer bir madde de gaz idi... Nihayet ekmekle beraber birçok maddelerde vesikaya bağlanmıştı. Fakat bilhassa ekmek kalitesi çok bozulmuştu. Simsiyah, su içinde bir hamur parçası haline gelen ekmek, biraz sonra mısır karıştırılmak ve tavalarda pişirilmek suretiyle acayip sert, hazmı güç bir halita olarak halka dağıtılmaya başlandı. Bizde Galatasaray’da senelerce bu ekmeği yedik.65 62 BOA MF MH 2197-20 63 BOA MF MKT 1206-12 18 Mart öncesinde Müttefik Donanması tarafından 19 ve 25 Şubat tarihlerinde iki kez saldırı düzenlenmiştir. 64 65 Suat Aray, Bir Galatasaraylının Hatıraları, İzmir 1959, s. 59. 258 Bazı okullarda ise yukarıda bahsedilen gıda malzemeleri dahi bulunamadığından öğrencilerin geceleri aç yattıkları dahi olmuştur. Örneğin Maarif Nezareti’nin 2 Kasım 1915 tarihinde Belediyeye yazdığı yazıdan Nişantaşı Sultanisinde (lisesinde) yeterli ekmek tedarik edilemediğinden öğrencilerin bir gece aç kaldıkları anlaşılmaktadır. Söz konusu yazıda, yatılı okulların ekmek ihtiyaçlarının nazar-ı dikkate alınması hakkındaki gerçekleşen işara cevaben kalem-i mahsus ifadesiyle gelen 30 Ekim 1915 tarihli ve 536 numaralı tezkerede bu okullara gerekli ekmeklerin her daire muhiti dahilindeki çeşitli fırınlardan tedarik edilerek alınması lüzumunun belediye daireleri müdüriyetlerine yazılmış olunduğu halde… Nişantaşı sultanisine dün gece yeterli miktarda ekmek tedarik edilmeyerek öğrencilerin aç kaldıkları haber verilmiş ve bu halin devamı tarafımızca da tasvip olunamayacağından Nişantaşı Sultanisi’nde Meşrutiyet Mahallesinde ki fırının sahibi Remzi Efendiye okul namına her gün bir çuval un verilmesi suretiyle ekmek ihtiyacının azaltılması rica ve diğer okulların ekmek aldıkları fırının isimleri araştırılmakta olup onlarında peyderpey bildirileceği66söylenmiştir. Böylelikle aynı durumun bir daha yaşanmasının önüne geçilmek istenmiştir. Sonuç Yaklaşık olarak sekiz buçuk ay gibi bir süre devam eden Çanakkale Kara Muharebeleri öncesindeki ve sonrasındaki gelişmelerden ülke gibi eğitim sistemi ve onun en temel öğesi öğrenciler bu süreçten etkilenmiştir. Çıkarılan kanunlarla öğrenciler yedek subay olarak ordu kadrolarına alınmışlardır. Silahaltına alınmaları sonucunda okullarına devam edemediklerinden 1914-1915 eğitim-öğretim yılında okula devam yönetmeliğinde bu öğrenciler için değişikliğe gidilmiş ve okullarına döndükleri tarih itibari ile devamsızlıklarının dikkate alınmaları kararlaştırılmıştır. Savaş hali nedeniyle yurt dışında okumak isteyen öğrencilerin gidişine izin verilmediği gibi yurt dışında okumakta olanlar da geri dönmek zorunda kalmışlardır. Savaş hali nedeniyle var olan durumla mücadele de öğrenciler de ellerinden gelen desteği göstermişler ya hastanelerde gönüllü çalışıp yaralı askerlerle ilgilenmişler yada yaptıkları bağışlarla kadirşinaslıklarını göstermişlerdir. Aynı şekilde savaş hali nedeniyle yatılı okullarda iaşe sorunu ortaya çıkmış ve öğrenciler ya kötü ekmekler yemek zorunda kalmışlar yada ekmek bulamadıklarında aç kalmak zorunda kalmışlardır. Yukarıda bahsedilmiş olan gerçekler Anayasa’da da ifadesini bulan milletini seven bir nesil yetiştirmek için en güzel örnekleri teşkil etmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak elbette mümkün ancak burada esas fark edilmesi gere66 BOA MF MKT 1212-49 259 ken nokta, Türk Milleti’nin gerektiğinde nasıl yekvücut olduğunun görülmesi, kendisi için yaralanan askere şefkat, merhamet ve vefa hissini göstermesidir. Kaynakça Basılı Kaynaklar Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi 5. Cilt Çanakkale Cephesi 2. Kitap Amfibi Harekat, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1978 Burhan Sayılır, Türk Kurmay Subaylarının Gözüyle Çanakkale Savaşı, Salyangoz Yayınları İstanbul 2006 C. F. Aspinall - Oglander, Büyük Harbin Tarihi Çanakkale Gelibolu Askeri Harekatı: Seferin Başlangıcından 1915 Mayısı’na Kadar, Arma Yayınları, haz. Metin Martı, İstanbul 2005 Emre Dölen, Türkiye Üniversite Tarihi 1: Osmanlı Döneminde Darülfünun, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2009 E. Albay A. Thomazi, Çanakkale Deniz Savaşı, Çev. E. Korgeneral Hüseyin Işık, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1997 Faik Tonguç, Birinci Cihan Harbinde Bir Yedek Subayın Hatıraları, Bengi Matbaası, Ankara 1960 Karasi Gazetesi 21 Haziran 1915 Karesi İdadi-Sultani Lisesine Mahsus Salname 1342-1340 (1924-1926) Lokman Erdemir, Çanakkale Savaşı; Siyasi, Askeri ve Sosyal Yönleri, Gökkubbe, İstanbul 2009 Mahmut Sabri Bey, Seddülbahir Muharebesi ve 26. Alay 3. Tabur Harekatı, Çanakkale Hatıraları 3. Cilt, Arma Yayınları, İstanbul 2005 Murat Çulcu, İkdam Gazetesinde Çanakkale Cephesi, Denizler Kitabevi, İstanbul 2004 Muzaffer Albayrak-Tuncay Yılmazer, Sorularla Çanakkale Muharebeleri-1, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2007 Münim Mustafa, Cepheden Cepheye, 3. Baskı, Arma Yayınları, İstanbul 2002 Nigel Steel, Peter Hart, Gelibolu Yenilginin Destanı, (çev. Mehmet Harmancı), Sabah Kitapları, İstanbul 1996 Nigel Steel, Peter Hart, Gelibolu Yenilginin Destanı, Çev. Mehmet Harmancı, Epilson Yayıncılık, İstanbul 2005 Nusret Baycan, I. Dünya Harbinde Türk Harbi Çanakkale Cephesi 25 Nisan 1915 Arıburnu Çıkarması 27. Piyade Alayının Karşı Taarruzu: 19. Tümenin Bu Karşı Taarruzu Desteklemesi, Stratejik ve Taktik Sonuçlar Serisi No:4, Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1976 Suat Aray, Bir Galatasaraylının Hatıraları, TCDD Basımevi, İzmir 1959 Türkiye’de Beş Sene Liman vonSanders, Çev. Osmanlı Genel Kurmayı Askeri Tarih Encümeni Tercüme Heyeti, Yay. haz. Muzaffer Albayrak, 3. Baskı, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2007 260 Arşiv Kaynakları Başbakanlık Osmanlı Arşivi ( BOA) DH. EUM. LVZ. 21/44 DH. EUM. MTK. 47/20 DH. HMŞ. 23/95 DH. HMŞ. 23/97 DH İD. 206/10-53 İ. DUİT. 76/18 İ. DUİT. 76/26 İ. DUİT. 76/18-4 İUM. EK. 30/75-20 MF MH 2197-20 MF MKT 1206-12 MF MKT 1212-49 MF. ALY. 77/8-1 MF. HTF. 2/7 MF. İMF. 42/103-3 MF. MKT. 1209/70 MF HFS 5-119 MF MGM 9-63 MF ALY 82-53/1 MF ALY 82-53/2 MF ALY 80/54 MF. ALY, 79/3 MF ALY 80-67 MF ALY 80-20 MF MKT 1212-58 MF MH 2197-55 MF ALY 82-91/1 MF ALY 82-91/2 MV. 240/22 MV 242-39 MV 192-29 Kızılay Arşivi Kızılay Arşivi 263-25 Kızılay Arşivi 313-70 Kızılay Arşivi 397-193 Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Daire Başkanlığı (ATASE) ATASE, Kls. 2030, Dos. 574, Fih. 1-16a. ATASE, Kls. 1991, Dos. 406, Fih. 1-7 ATASE, Kls. 1991, Dos. 406, Fih. 1-5. ATASE, Kls. 1991, Dos. 406, Fih. 1-6. 261 Özet Çanakkale Savaşı’nın yakın Türk Tarihi’nin en önemli olaylarından biri olduğu şüphesizdir. Ancak literatürü incelediğimizde Çanakkale Savaşı’nın genellikle askeri tarih açısından ele alındığı görülmekte, bu sebeple sosyal hayata etkileri ve geride bıraktığı izleri inceleyen çalışmaların sayısının ise yetersiz olduğu düşünülmektedir. Bu amaçla Çanakkale Savaşı’nın öğrenciler üzerine etkileri araştırılmıştır. Çalışmanın geçerliliği açısından ise araştırma 1914-1916 yılları arasında sınırlandırılmıştır. Bunun için arşiv merkezleri ve büyük kütüphanelerde araştırmalar yapılmış ve elde edilen Osmanlıca belgeler günümüz Türkçesine aktarılmıştır. Yapılan çalışma arşiv ve literatür taramaya dayalı olduğundan betimsel bir çalışmadır. Savaş boyunca birçok öğrenci yedek subay olarak ordu kıtalarına alınmış ve eğitimlerini yarıda bırakmak zorunda kalmıştır. Askere alınmaları sebebiyle okullarına devam edememişler ve 1915 yılında devam-devamsızlık yönetmeliği bu öğrencilerin mağduriyetlerine yol açmamak için değiştirilmiştir. Aynı şekilde bu öğrenciler için yılsonunda bitirme sınavı açılmıştır. Lise son sınıfların askere alınması ve uzun süren savaş nedeniyle geri gelememelerinden dolayı üniversiteye giriş sınavı kaldırılmıştır. Çanakkale şehri savaş bölgesi olduğu için öğrenciler başka şehirlere gönderilmiştir. Savaşın getirdiği zorluklar nedeniyle yatılı okullarda okuyan öğrencilerin iaşesinin temini sorunu ortaya çıkmıştır. Okulların hastane haline dönüştürülmesi sebebiyle yatılı okullarda okuyan öğrencilerin eşyaları zarar görmüş ve bazı noktalarda hem hastane hem okul şeklinde düzenlenmiş okullarda eğitimlerine devam etmek zorunda kalmışlardır. Savaş hali nedeniyle Avrupa’ya öğrenci gönderilememiş, Avrupa’da okumakta olan öğrenciler geri dönmek zorunda kalmıştır. Anahtar Kelimeler: Çanakkale Savaşı, Tarih, Eğitim Tarihi, Öğrenciler Abstract Battle of Canakkale has been undoubtedly one of the most significant events in recent Turkish history for certain. However, given that Battle of Canakkale is mostly discussed in terms of military history in the literature, the number of the studies on the outcomes and effects of battle on social life are considered to be insufficient. For this purpose, the effects of Battle of Canakkale on students have been studied. The study is limited between the years of 1914-1916 for the validity of the study. In accordance with the study, several research have been conducted in the archive centers and extensive libraries such as Prime Minister Ottoman Archive, the archive of General Staff, Department of Military His262 tory and Strategic Survey, Turkish Red Crescent Archive, Mesihat Archive, National Library, Beyazit State Library, Suleymaniye Library and the Ottoman documents obtained have been translated into modern Turkish. Since the study is based on archive and literature review, it is a descriptive study. During the battle, several students were recruited as reserve officers in army troops and had to leave their education. Due to military recruitment, they could not go to school and the attendance regulation was amended in order not to aggrieve the students in 1915. In this respect, final examination was conducted for these students by the end of year. The university admission exam was cancelled since high school seniors were recruited and could not come back for a long time because of the battle. As the city of Canakkale was a war zone, the students were sent to other cities. Furthermore, the problem in regard to the supply of food for the students in boarding schools emerged due to the challenges of war. The properties of the students in boarding schools were damaged because of the conversion of schools to hospitals; in some places, the students had to continue their education in the schools serving as both hospital and school. Due to the state of war, the students could not be sent to Europe, and those studying in Europe had to return. Key Words: Battle of Canakkale, History, Educational History, Students 263 Osmanlı Yetimhanesi “Darüleytam”* Mustafa DEMİR** Havanur ŞAHİN*** Giriş Darüleytamlara kaynak olabilecek türdeki sosyal devlet kurumlara XIX. yüzyılın ikinciyarısından itibaren rastlamak mümkündür. Bunlardan ilki ıslahhane denilen ve Tanzimat döneminde Mithat Paşa, tarafından öksüz ve yetimlerin eğitilmesi, korunması ve topluma kazandırılması düşüncesiileaçılan kurumlardır. Mithat paşa Rumeli’de vali iken önceNiş’de (1863), sonra Rusçuk’ta (1864) ve Sofya’da Islahhane adıyla okullar açmıştır. Daha sonra bu okullar İstanbul başta olmaküzere diğer yerlerde de açılmıştır. (Okur,1996:19)Kimsesiz çocuklar, yaşlı ve muhtaçlar için 19. yüzyılın sonlarında açılan kurumlardan biri de Darülacezedir ve sadece İstanbul’da açılmıştır. Osmanlı Devleti’ndeki yetimler, ırk, mezhep ve din ayrımı gösterilmeksizin, devletin koruması altına alınmıştır.Bu durumda olan vatandaşların bir kısmı Darülaceze’ye yerleştirilmiş bir kısmı da bağlı oldukları cemaatlerin yetimhanelerineyerleştirilmiş ya da kendilerine tayin edilen güvenilir vasilere emanet edilmiştir.Osmanlı Devleti, 19. yüzyılın sonlarından itibaren çok daha sıkıntılı bir sürece girmiştir. Bu süre zarfındagirmiş olduğu savaşlardan yenilgiyle çıkması devleti ekonomik ve sosyalyöndenetkilemiştir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin yaptığı savaşlarda çok sayıda kayıp verilmesi, açlık ve sefalete maruz kalınması gibi sebeplerle öksüz ve yetim sayısının artması ve bu konulardahizmet veren Darülaceze’nin yetersiz kalması, özellikle şehit eş ve çocuklarınınbarındırılması için yeni çarelerin aranmasına sebep olmuştur. Dar’üleytamlar balkan savaşlarının bir sonucu olduğu gibi kısa zamanda artarak tüm yurda yayılmasını mevcut siyasi ortamın daha kötüye gitmesiyle açıklayabiliriz. Balkan savaşlarının hemen ardından patlayan birinci dünya savaşı var olan bu kurumların yönetmeliklerinde de değişikliğe girilmesine neden olmuş daha özeli kapsayacak şekilde bir düzenlemeye gidilmiştir. Darüleytamların Kuruluşu Darüleytamların kurulması fikri ilk kez1334 (1918) yılı bütçesinde ifade edilmiştir. Bu kurumların kuruluş amacı, Birinci Dünya Savaşısırasında Bu çalışma, Sakarya Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Komisyonu tarafından desteklenmiştir. Proje Numarası: 2013-60-02-001 * ** Prof.Dr., SakaryaÜniversitesi, [email protected]. *** Okutman, Sakarya Üniversitesi, [email protected]. 265 Türkiye’yi terk eden İngiliz, Fransız ve İtalyanların boşalttıklarıyurt ve mekteplerdeki sahipsiz kalan çocukları himaye altına almaktır. Boşaltılanmektep, yurt vb. binalarDar’üleytam haline getirilmiş ve savaşlar sebebiyle kimsesiz kalan çocuklar da İstanbul’da ve diğer bazı şehirlerdeaçılan bu kurumlara ye rleştirilmiştir(TDV,1988:521). Darüleytamlarla ilgili arşiv belgelerinin çoğunda bu konuyla ilgili düzenlemelere rastlamak mümkündür. Özellikle taşrayla olan yazışmalarda terkedilen bu binalara nasıl ve ne şekilde yerleşileceği tafsilatıyla anlatılmıştır. Bu yazışmalarda dikkat çeken bina ve eşyalara el konulurken kamu yararının gözetilmesidir merkezden yapılan bildirilerde bina ve eşyaların kayıt altına alınması istenmiş, her türlü şahsi tahakkümden men edinilmiştir. 31 Aralık 1914’te İstanbul Kadıköy’de dört şube olarak açılan ilk darüleytam 2-3 yaş grubundan başlayarak kreş, anaokulu, ilkokul ve sanat okulu hürriyetini taşımaktaydı. Ardından taşrada da darüleytamlar açılmaya başlanmıştır(Eken,2013:123).Gene belgelerden anlaşılacağı üzere darüleytam sadece bu kurumlara yerleşerek kurulmamış yurdun birçok yerinde inşaat seferberliğine girişilmiştir. Arsa tahsisi masrafların tespiti kurumda görev alacak elemanların tayini ve öğrencilerin seçimiyle ilgili teferruatlı bilgilerin edinilmesinin mümkün olduğu Osmanlı arşiv belgelerinde özellikle en yoğun dönemin 1917 ve 1920 tarihleri arasında olduğu görülür. Bu tarihler aynı zamanda darüleytamların sayı bakımında en çok olduğu zamanlardır. Vilayet ve müstakil sancaklarda kurul masına müsaade edilen bu yetim evleri, Darüleytam Müdüriyet-i Umumiyyesi’nin izni ile açılmaya başlanmış olup 1917 yılında darüleytam talimatnamesiyle amaçları belirlenmiştir. Bu talimatnamede kurumların eğitim faaliyetleri de belirlenmiş ve müfredat ve teftiş işleri maarif vekaletine bağlanmıştır) Nisan 1917’de İstanbul başta olmak üzere Edirne, Diyarbakır, Urfa, Bursa, Sivas, Maraş ve birçok Anadolu şehrinde darüleytamlar açılmış, İstanbul hariç bu okulların sayıları 67’ye ulaşmıştır(Eken,2013:123). Okulların kapatılarak İstanbul’da toplandığı tarihe kadar öğrenci sayılarında artış olmasınarağmen kurum sayısının artmadığı görülmektedir. Darüleytam Öğrencileri 1918 yılına gelindiğinde devlet yayınladığı bir kararnameyle Darüleytamlara I.derecede silah altında iken ölen ya da sakat kalan küçük zabıtan ve erlenin, mülteci ve muhacir maaşından mahrum kalanların çocuklarının, II.dereceden ise; kimsesiz, mahrum, himayesiz yetimlerin alınmasını karar laştırmıştır(Okur,1996:19). Darüleytamların teşkilatı hakkında bir program, talimatname ya da nizamnamenin gecikmiş olması bu konudaki bazı sıkıntıları da beraberinde getirdi. Müesseseye başvuran kişilerin darüleytama 266 kabulüyle ilgili yeteri kadar yapılamayan tafsilat, asıl şehit çocuğu olanların darüleytamlarda yer bulamamasına neden oldu(Okur,1996:21). Darüleytamlarda % 30 oranında şehit çocuğu barındırılırken %70’inin bir kısmı ebeveyni sağ ancak çocuklarını himaye edecek kuvvete sahip değil, bir kısmının annesi ya da babası ölmüş, mülteci ya da muhacirden oluşmuştur(Okur,1996:22). Darüleytamlar ilk açıldığında 10 bin kadar şehit çocuğunu barındırırken, darüleytamların sayı olarak arttığı ve en kalabalık olduğu zaman içinde barındırdığı yetim sayısı 40 bini bulmuştur. Ancak giderek hazinenin para sıkıntısı çekmesi Darüleytamların giderlerinin de azaltılmasına neden olmuş kurum içindeki yetim sayısının belli düzenlemelerleazaltılması başka bir deyişle asıl mağdur olanın kuruma yerleştirilmesiyle ilgili bazı düzenlemelere gidilmiştir. Bu düzenlemelerden bazıları yaş düzenlemesidir. İlk olarak 2-15 yaş olarak kurumlara alınacakların yaşı düzenlenirken bu daha sonra, 12 yaşla sınırlandırılmıştır. Yine 1918 yılında yapılan bir düzenlemeyle 7 yaşına kadar kız, 12 yaşına kadar erkek yetimlerin alınmasının kararlaştırıldığı görülür. Bunun yanında bu sınırlandırma dışında kalan ya da Darüleytamların yeterli olmadığı yerlerde yetim, kimsesiz, himayeye muhtaç olanlar için de tedbirler alınmıştır. Bunlardan bir tanesi askeri yetim ve dullara maaş bağlanmasıdır. Yine darüleytamların yeterli olmadığı durumlarda yetimlerin müslümanların yanlarına verilmek suretiyle terbiye ve tahsillerine devam ettirilmesi bu sağlanamazsa 30 kuruş iaşe masrafı karşılığında köylülerin yanına yerleştirilmesi münasip görülmüştür. Yakın ve uzak akrabası olan yetimler, onların yanına yerleştirilirken, müesseseye başvuran namuslu ailelere evlatlık verilmesi suretiyle Darüleytamların ihtiyaçlarını hazineye yük olmayacak dereceye getirilmesi istenmiştir. Bu daha çok sayının azaltılmasıyla ilgili düzenlemelerken; darüleytamlara kabul de son dönemde zorlaştırılmıştır. Öğrenciler için hazırlanan tahkikat varakası olarak isimlendirilen belgelerde öğrencilerle ilgili birçok bilgiye ulaşmak mümkündür. Babası, annesi, memleketi, yaşı, yakını,kardeşleri, ebeveynleri sağ yada vefat ettiyse nasıl ettiğiyle ilgili tafsilatlı bilgilerin edinilmesinin mümkün olduğu bu belgelerde son dönem darüleytamlarında daha çok babası silah altında ölen ve hem anne hem babası olmayanlara rastlanmaktadır. Darüleytam ve Eğitim Darüleytamlar her ne kadar yetimleri barındırmak ve himaye etmek maksadıyla kurulmuş olsa da temel hedefleri yetimleri eğitmek, bir zanaat öğreterek, meslek sahibi yapıp, istikballerini güven altına almaktı(Okur,1996 :42). Darülmuallimin, Darülmuallimat, Mektebi Sanayi, Mektebi Sultani gibi okulların sınavlarını kazanan çok sayıda öğrenciden başka darüleytamların ziraat ve sanayi şubelerinde meslek sahibi olması için eğitilen çok sayıda öğrenci olmuş267 tur. Bu şubeler öğrencileri meslek sahibi yaptığı gibi darüleytamlara gelir temin etmişlerdir(Okur,1996:42). Bu kurumlar Darüssınad durumuna getirilmek istenmişse de beklenen başarı sağlanamamıştı. Klasik usullerde pek çok eksikliğe rağmen ziraat eğitiminin ağırlıklı olarak taşra darüleytamlarında verilmesi planlanırken İstanbul ve özellikle Yedikule, Büyükdere, Çağlayan darüleytamları sanayi eğitiminin ağırlıklı olarak verildiği yerler olmuştur(Kırbaç,2003:91). 1916 yılında eğitim amaçlı Almanya’ya gönderilen 490 öğrencinin de bu darüleytamlardan seçildiği görülür. Daha sonraki zamanlarda bu kurumlardan bazılarının yatılı ilkokullara, şehir yatılı mekteplerine dönüşmüş olması da kurumların eğitim yönünün ağır bastığını göstermektedir(Kırbaç,2003:91). Darüleytam Bütçesi ve Sıkıntılar Osmanlı Devleti Darüleytamların ihtiyaçlarının karşılanması için halktan herhangi bir yardım toplamamış ve bu kurumların tüm ihtiyaçlarını karşılama görevini kendisi üstlenmiştir. Savaşın uzaması ile ambarlardaki malzemelerin bitmesi, bunun yanında öğrenci sayısındaki artış Darüleytamlardaki durumun kötüleşmemesi için yeni gelirler bulunması gerekmiştir.1916 tarihli kabul edilen kanunla Evlad-ı Şüheda vergisi adı altında posta, telgraf, tütün ve işçi ücretleri belirli bir miktar arttırılmıştır. Bu gelirlerin yanında darüleytamların gelirleri çeşitli devlet kurumlarından alınan yardımlar şeklinde oluşmuştur.Darüleytamlar özellikle savaşın beklenenden uzun sürmesi ile oluşan ekonomik sorunlar,kötü idare, yiyecek ve eşya teminin de zorlaşması sonucunda 2 Nisan 1917 tarihli bir kararla devletin himayesinealınmıştır. Darüleytamların özellikleeğitimyönüdüşünüleşerekDarüleytamGenel Müdürlüğü Maarif Nezareti’ne bağlı hale getirilmiştir. Darüleytamların en fazla ekonomik sıkıntı çektiği dönem şüphesiz kapandığı 1918 yılına rastlanmaktadır. Özellikle Mondros Ateşkesinden sonra işgalci güçlerin eski binalarına ve mülklerine yerleşmek istemeleri bu binaları yetimhane olarak kullanan kurumları çok zor durumda bıraktı. Birkaç gün içinde bu binaları terk etmek zorunda kalan yetimler için boş köşk ve sarayların yanında kiralık binalar ayrı bir giderin doğmasına neden oldu. Binalardaki yetimlerin de sayısının azaltılmaya çalışılması sorunu çözemedi. Taşradaki yetimhaneleri kapatmakla yetimleri merkez olan İstanbul’da toplamaya giden Osmanlı Devleti en son müessesedeki öğrencileri Darüşşafaka ve Şehir Yatı Mekteplerine devrederek kapatılmıştır. Anadolu’daki Darüleytamlar ise TBMM Hükümeti’nin himayesinde savaş sonunda varlıklarınındevamettiği bilinmektedir. Cumhuriyetin kurulması ile Ankara’da oluşan yeni hükümet, 5 Kanunuevvel 1338(1922) tarihinde Darüleytamlar Talimatnamesi ile bu kurumlara sahip çıkmıştır.On bir maddeden oluşan bir talimatname ile Darüleytamların varidatı, Sıhhiyeve Muavenet-i İçtimaiye 268 Vekaleti bütçesinden tahsis edilecek yardım ile yapılacakteberru ve belediye yardımlarına bağlanmıştır. Kurum yine şehit, muhacirve mülteci, fakir evlatlarının barınma ve eğitim görevini üstlenmiştir. Darüleytamlarınişleyişi de yine bu talimatname ile belirlenmiştir. 1924 yılında Tevhid-iTedrisat Kanunu ile Maarif Vekaleti’ne bağlanan Darüleytamlar, varlıklarınıdeğişikadlarlagünümüze kadar devam ettirmişlerdir. Sonuç Savaşın ortasında 100 binden fazla şehit çocuğu için çare düşünmüş ve 40 binini açtığı Darüleytamlarla himaye etmiş olan Osmanlı Devleti bu kurumlarla sosyal devlet anlayışına farklı bir bakış açısı kazandırmıştır.Özellikle Osmanlı devletinin yıkılmadan önceki sosyal devlet uygulamaları ,son dönem ekonomik sıkıntıların kurumlar üzerindeki etkisi, fiili işgal atındaki devletin kurumlarını ayakta tutma çabası , azınlıklar üzerinde yabancı baskısının en yoğun yaşandığı bu dönemde azınlık yetimlerin durumu gibi önemli başlıkları darüleytamlar perspektifinden rahatlıkla cevaplayabiliriz. Darüleytamlar; faaliyet gösterdiği süre içinde bir sosyal devlet kurumu olmaktan daha çok son dönem siyasi ,sosyal, ekonomik ve bir çok açıdan Osmanlı devleti son dönemine ışık tutmaktadır. O dönem yayınlanan bir kanun tasarısı, “Müdafa-i din ve vatan ne kadar mukaddesise, bu uğurda şehit olan veya malul kalanların evladını maddî ve manevî mahrumiyetlere mahkum bırakmamak ve bunların millete bir vedia olduklarını daima düşünmek de o kadar mukaddes bir borçtur.” demektedir. İşte, bu borcun ödenmesi gayesiyle Birinci Dünya Savaşı sırasında kimsesiz, yetim çocuklar için ‘Darüleytamlar’ kurulmuştur.İstanbul ve Anadolu’da sayısı 80’i bulan bu kurumlar, sadece yetimleri etrafta kol gezen ölümden kurtarıp barındırmak amacıyla değil, şehit çocuklarının, kimsesiz ve himayesiz yetimlerin, hatta sokaklarda başıboş dolaşan çocukların eğitimleriyle de bizzat ilgilenerek onları, vatana yararlı birer fert hale getirmek amacına gütmüştür(Aytekin,2006:26). Bu kurumların işleyişini daha ayrıntılı değerlendirdiğimizde sadece himaye ile kalınmadığını bu çocuklar üzerinden bir gelecek temin edildiği görülür. Meslek edindirme, talim ve terbiye, eğitim ve öğretim faaliyetlerinin birleştiği bu kurumlar o günün şartları elverdiği ölçüde en muhtaç ve mağdura ulaşmaya çalışmış bu sıralamada şehit çocukları ilk hedef olarak belirlenmiştir. Çocukların refahına yönelik tarihimizde atılan adımlar ve yürütülen projeler kapsamında sosyal tedbirlerden biri sayılabilecek darüleytamlar, özellikle kimsesiz çocukların devlet eliyle korunması, himayesi, eğitimi ve geleceğinin günümüzde de büyük bir problem olduğu düşünüldüğünde örnek alınabilecek uygulamalara ve ruha sahiptir. 269 Kaynakça Aytekin,Hakan,”1914-1924 Yılları Arasında Korunmaya Muhtaç Çocuklar ve Eğitimleri”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,MarmaraÜniversitesi,Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü,2006 Eken,Galip, ”Erzincan Dar’ul Eytamına Dair Bilgiler”,Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,Haziran,2013 İnanç,Veli, “Eytam İdaresi-Sandıkları Ve Marmaris Örneği (1885-1911)” Muğla Üniversitesi,Sosyal Bilimler Enstitüsü,2002 Kırbaç, Safiye, “Osmanlı Belgelerine Göre Birinci Dünya Savası Yıllarında Almanya’ya Gönderilen Darüleytam Talebeleri”, Savas Çocukları-Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç, (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 86-104. Okur,Yasemin, “Dârüleytamlar”, 19 Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Samsun, 1996 Sarıkaya, Makbule, “Savaş Yıllarında Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin Çocuk Misafirhanesi ve Çocuklar”, Atatürk Üniversitesi, Atatürk Dergisi, III/3, Ocak, ss. 193-203, Erzurum Sofuoğlu,Ebubekir, ” Osmanlı Devletinde Yetimler için Alınan Sosyal Tedbirler” Savas Çocukları-Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç, (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003. s.49, 58 TDV İslam Ansiklopedisi, “Darül’eytam” Mad. C.8, 1988 Özkan,Salih; “Türkiye’de Darüleytamların Gelişimi ve Niğde Darüleytamı”, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat araştırmaları Enstitüsü ,2006 Özet Osmanlı devletinin son dönemlerinde cereyan eden Doksan üç Harbi, Balkan Harbi ve I Dünya Harbi sadece kaybedilen toprakları değil ; bir milyonu aşkın insanın şehit olması ,mülteci göçü, bir yandan da yetim kalan çocukların himayesi sorununu gündeme getirmiştir. Özellikle Balkan Savaşlarında Avrupa topraklarının %83’ünün , nüfusunun %69’unun kaydedilmesi önemli sosyal olaylara neden olmuştur. Osmanlı devletinin kontrol edemediği göç dalgası ,özellikle göçmenlerin barındırılması, yetim ve öksüzlerin himaye edilmesi sorunu nu öyle bir boyuta ulaştırdı ki ;sadece Bulgaristan’da Balkan Harbi sonunda 75 bin çocuğun yetim kalmış olması savaşın genel sonuçlarını düşündüğümüzde tabloyu daha da ağırlaştırmaktadır. Osmanlı devletinin son döneminde ortaya çıkan Darüleytamların ilk teşekkül ettiği yerlerin Balkan toprakları olduğunu düşünürsek bu kurumlarla , savaşın sonuçlarını ve sosyal anlamdaki izlerini değerlendirmek daha da kolaylaşacaktır. darüleytamların çıkış tarihi olan 1914 yılı siyasi anlamda Osmanlının hiç karşılaşmadığı önemli bir dönüm noktası olduğu gibi aynı zaman da dünyada da farklı sosyal eğilimlerin yoğun olarak yaşandığı tarihlerdi. Savaş, dünyanın birçok bölgesinde önemli sosyal problemler bırakırken insanları , devletleri ,problem üzerinde kurumsal yapılarda çözüm aramaya itmiştir. Yetimlerle ilgili osmanlı tarihindeki uygulamalar temelinde 270 dine dayalı bir eğilim olmakla beraber yetimlere karşı bu uygulamalar her dönem farklılıklar göstermiştir.Darüleytamlar ortaya çıkış, yapı, işleyiş ve birçok bakımdan erken Osmanlı dönemindeki benzer sosyal uygulamalardan farklılık göstermektedir.Birinci etapta şehit çocuklarını, ikinci etapta ise Balkan Harbinden sonra göçen mahrum, yetimleri himaye etmek, barındırmak, eğitmek ve bir zanaat öğretmek gayesiyle kurulan Darüleytamların (yetimhaneler); yalnızca yetimleri barındırıp, korumak gibi bir amaçla sınırlı kalmadığı , bunun yanında onları eğiterek, birer zanaat öğreterek, mesleksahibi yapıp, onları geleceğe hazırlamak gayesini de güttüklerini göstermektedir.Maarif nezaretine bağlı olarak faaliyetlerini yürüten bu kurum aktif olduğu sürece Osmanlı tarihi adına önemli sayılabilecek birçok bilgiyi barındırmaktadır. Anahtar Kelimeler:Darüleytam, Yetimhane, Darülaceze, Islahhane 271 Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Darülfünun Mustafa SELÇUK* Giriş İttihatçılar Osmanlı toplumunda yapmayı planladıkları yenileşme hareketlerine eğitim kurumlarını da dâhil etmişlerdir. II. Meşrutiyet’ten itibaren toplumu yönlendirecek bütün kurumlar bu gözle elden geçirilmiş ve Türk modernleşmesine öncü olacak “yeni” neslin yetiştirilmesine hız verilmiştir. Maarifte yapılan reform hareketleri içerisinde Darülfünun’un ayrı bir yeri vardır. Yenileşme hareketleri savaş döneminde hız kesmeden devam etmiştir. Savaş bazı modernleşme hareketlerini hızlandırırken bazılarını da yok etmiştir. Darülfünun bunun en güzel örneğini sunmaktadır. Bir yandan öğrenci yokluğu yüzünden eğitim faaliyetleri durma seviyesine gelirken bir yandan da Darülfünun bünyesinde dil, tarih, eski eserler, kadınların eğitimi, yükseköğretimde özerklik gibi çok önemli girişimler yapılmıştır. O günlerin canlı şahidi ve aynı zamanda üniversite hocası olan Ahmet Emin [Yalman] “Turkey in the WorldWar / Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye” isimli eserinde bu hususları ayrıntılı anlatmaktadır1. Birinci Dünya Savaşı’nın öncesinde ve savaş yıllarında Darülfünun teşkilatında önemli değişikler yapılmıştır2. Kurulduğu tarihten itibaren uzun yıllar “şube” olarak adlandırılan üniversitenin birimlerine 1913’ten itibaren artık “fakülte” denmeye başlamıştır3. II. Abdülhamid zamanından beri Darülfünun’un bir şubesi olan Ulum-ı Şeriye kısmı kapatılmış, Darülfünun’da ders gören Ulum-ı Şeriye öğrencileri Islah-ı Medârisîn Nizamnamesi4 hükümlerine göre yeni açılan Darü’l-hilafeti’lÂliye medreselerinin yüksek kısmına nakil edilmiştir5. Bu uygulama 1924 senesine kadar devam etmiştir. Bu dönemde İlahiyat Şubesi’nin tam olarak ne zaman kapandığına dair bir bilgiyi Tedrisat-ı Âliye Dairesi’nin Darülfünun’a gönderdiği kadro cetvellerinden tespit edebilmekteyiz. 14 Ekim 1915 tarihinden itibaren geçerli olacak yeni teşkilat gereği İlahiyat Fakültesi’nin kadrosu * Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi, [email protected]. 1 Ahmed Emin, Turkey in the World War, Yale Unv. Press, New Haven, 1930, p. 224-230. Darülfünun hakkında geniş bilgi için şu eserlere bakılabilir: Ali Arslan,Darülfünun’dan Üniversite’ye, İstanbul 1995; Ekmeleddinİhsanoğlu, Darülfünun: Osmanlı’da Kültürel Modernleşmenin Odağı, C. I ve II, IRCICA Yay., İstanbul, 2010. 2 3 Maarif-i Umumiye Nezareti, İstanbul Darülfünunu Talimat, İstanbul 1329. Düstur, II. Tertip, C.6, s.1325-1330; Zeki S. Zengin, Medreseden Darülfünun’a Türkiye’de Yüksek Din Eğitimi, Adana 2009,s.77-78. 4 Darülhilafe Medreseleri hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız: Hamit Er, Medreseden Mektebe Geçiş Sürecinde Darülhilafe Medreseleri, İstanbul 2003, s. 21-113. 5 273 gösterilmemiş ve şöyle bir açıklama düşülmüştür: “Darülfünun Hukuk, Fünun, Edebiyat ve Lisan şubelerinin bu kere tanzim olunan kadroları 1 Teşrin-i evvel 1331 [14 Ekim 1915]’denmuteber olmak üzere leffen taraf-ı valalarınatisyâr kılındı. Bunların tedkikinden anlaşılacağı veçhile Darü’l-Hilafeti’l Âliye medresesinin küşâdı hasebiyle vücuduna lüzum kalmayan İlahiyat şubesi lağv edildiğinden mezkûr şube müdavimlerinin Darü’l-HilafeMedresesine devamları muktezi bulunmuş ve keyfiyet Meşihat’ül Aliye’ye arz edilmiştir.” Bu açıklamadan İlahiyat Şubesi’nin 1915-1916 eğitim yılı başında yani en geç 14 Ekim 1915 tarihinden önce kapatıldığı anlaşılmaktadır6. Edebiyat Fakültesi yönetiminde bir Lisan Fakültesi’nin faaliyete geçmesi de doğrudan doğruya savaş koşullarının ortaya çıkardığı bir husustur. Seferberlik gereği sınıfların boşaldığı Müslüman öğrencilerden sağlık problemi olmayanların neredeyse tamamı askere gittiği için fakülteler öğrencisiz kalmıştır. Aynı zamanda II. Meşrutiyetten itibaren sayıları belirgin bir şekilde artan gayri müslim ve yabancı öğrenciler bu fakültenin müdavimleri olmuştur. Çünkü bu öğrenciler çeşitli vesileler ile veya bedel-i nakdi ödeyerek askerlik yükümlülüğünden kurtulmuştur. 1910 yılında açılan Elsine Şubesi7 1915-1916 ders yılı itibari ile fakülteye dönüştürülmüş ve ders programındaki yabancı dil ve öğretim üyesi sayısı artırılmıştır. Örneğin Çince, İtalyanca, Urduca, Rumca, Ermenice, Eski Yunanca ve Latince gibi yeni lisanlar eklenmiştir8. Devam zorunluluğu olmayan ve üç seviyede dil eğitimi verilen fakültenin kadrosunu yine Edebiyat Fakültesi öğretim üyeleri oluşturmaktaydı. Bu fakülte ilk açıldığı dönemde öğretim süresi beş yıl olarak düşünülmüştür. Ancak Mütareke dönemi şartlarının getirdiği sıkıntılar ve kadro dışı bırakılan öğretim üyeleri yüzünden Lisan Fakültesi daha mezun veremeden 1919 yılında kapatılmak zorunda kalmıştır. Bu fakültenin kapsamı küçültülerek onun yerine Lisan Mektebi kurulmuş, yüksekokul sevisindeki bu kurumun da ömrü uzun sürmemişBOA, MF. ALY. 83-68, (1333 Z 5); ayrıca şubenin 1915 tarihinde kapandığına dair (talebe künye defterlerinden tespit edilen) bir bilgi için bkz, Zeki S. Zengin, Medreseden Darülfünun’a Türkiye’de Yüksek Din Eğitimi, s.77; 1924-1925 yılına ait Talebe Rehberinde İlahiyat Fakültesi’nin tanıtıldığı bölümde “İlahiyat Fakültesi’nin Tarihçesi” başlıklı yazıda “1331-1915 senesinde medreselerin yeni bir şekle ifrağı ve birçok dersler ilave edilince hasıl olan istiğnâya binaen Darülfünun Ulum-ı Diniye Şubesi ilga ve talebesi bilahere Sahn namı alan Darülhilafe Medresesi’nin kısmı Âliyesine devredilmiştir” denilerek şubenin 1915 yılında kapatıldığı vurgulanmıştır. Bkz, T.C. İstanbul Darülfünun Talebe Rehberi, 1340-1341, Yeni Matbaa, İstanbul 1340, s. 104. 6 7 BOA, MF. ALY. 20- 85 (1328 N 13). Nitekim Meclis-i Mebusan’da “Darülfünun’daAlmanca’dan başka yabancı dil okutulmuyor, Arabî Farisî lisanlarına önem verilmiyor.” eleştirilerine 10 Şubat 1916 tarihli bütçe görüşmelerinin yapıldığı toplantıda Maarif Nazırı A. Şükrü Bey cevap vermiştir: Darülfünun’da Arabî ve Farisî dersleri yanında Urduca, Hintçe hatta Çincenin bile okutulduğunu belirtmiştir. Bkz, Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi (Bundan sonra MMZC şeklinde kısaltılacaktır.), Devre: 3, İçtima Senesi: 2, C. 1, 28 Kanun-ı sani 1331, Ankara 1991, s. 540. 8 274 tir. Daha dar kapsamlı bir programın uygulanması Edebiyat Fakültesi’ne devredilmiştir. Zeynep Hanım Konağı olarak bilinen ve II. Meşrutiyetten itibaren Darülfunan’a tahsis edilen konak, daha önce Balkan Savaşları’nda hastane olarak kullanılmıştı9. Çanakkale Savaşlarının devam ettiği günlerde, İstanbul’daki I. Kolordu’nun emri altında ve Hilal-i Ahmer’in kontrolünde bulunan Darülfünun binası için mevcut 15 müstahdemin geceleri de dâhil olmak üzere hastane hizmetlerinde istihdam edilmesi hastane ser tabipliği tarafından teklif edilmiş10 ancak Darülfünun yönetimi 1914-1914 senesi imtihanları yaklaşmakta olduğundan ve zaten hizmetlilerin geç vakitlere kadar binada çalıştıklarından bahisle sadece yedisinin hastane işleri ile meşgul olmasına izin vermiştir11. Zeynep Hanım Konağı’nın hastane olarak kullanıldığı dönemde binanın pencerelerinden kırk tanesi kırılmıştır. Meydana gelen zararların Harbiye Nezareti’nden tahsil etmek isteyen Darülfünun yönetimi gerekli girişimleri yapmıştır12. Yaralıların tedavisi için kullanılan bina kapalı kaldığı dönemde üniversitede eğitim aksamıştır. Binanın tadilatı yetişmemesinden dolayı 1915-1916 eğitim öğretim yılında derslere Ekim ayının sonlarında ancak başlanmıştır13. Darülfünun’un tüm fakülteleri savaş yıllarında büyük zorluklar çekmiştir. Savaş alanı genişledikçe ve süresi uzadıkça mali sıkıntılar artmıştır. Memurların maaşları aylarca ödenememiştir. Özellikle 200 kuruş civarında çok düşük ücretle çalışan müstahdemlerin durumu içler acısıdır. Şehirde baş gösteren “ğılayıisâr” (kıtlık) sebebiyle ve aynı zamanda cepheden gelen yaralı askerleri evlerinde misafir eden müstahdemler; maaşlarının ödenmemesi yüzünden zor günler yaşamışlardır. Darülfünun müdürü Salih Zeki Bey, nezaretten “pek ziyade zaruret çekmekte ve şayan-ı merhamet bir hal-i perişaniyeye duçar olan” bu insanların zaruri ihtiyaçlarını karşılamak üzere birikmiş maaşlarından iki aylığının ödenmesini talep etmiştir. Maarif Nezareti konuyu ancak Maliye Nezareti’ne iletmekle yetinmiş ve bu konuda bir şey yapılamamıştır14. 9 BOA, MF. ALY. 40- 105; MF. ALY. 48-122; MF. ALY. 83-32. 10 I. Kolordu Kumandanlığının 22 Mayıs 1915 tarihli yazısı için bakınız: BOA, MF. ALY. 80-10, lef 1. 11 Maarif Nezareti’nin 23 Mayıs 1915 tarihli yazısı için bakınız: BOA, MF. ALY. 80-10, lef 3. 12 BOA, MF. ALY. 83-32, (1333 Za 26). 13 BOA, MF. ALY. 83-32, (1333 Za 26); MF. ALY. 83-68, (1333 Z 5). BOA, MF. ALY. 81-14, (1333 Ş 14); ayrıca Birinci Dünya Savaşı dönemi İstanbul’da halkın yaşadığı geçim sıkıntısı için bakınız: Abdullah Saydam, “Birinci Dünya Savaşı’nda İstanbul Halkının Geçim Sıkıntısı”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 19, İstanbul 1998, s. 65-77; Büşra Karataşer, “Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke Döneminde İstanbul’un İaşesi”, Kahraman Maraş Sütçü İmam Ünv. İİBF Dergisi,Yıl: 2013, Sayı: 2, s. 97-114. 14 275 Darülfünun için yeni yapılması planlanan ve arazisi dahi satın alınan bina savaş boyunca bir türlü yapılamamış15; Mütareke döneminde ise adı geçen arsa satılmak zorunda kalmıştır16. Aynı şekilde Emrullah Efendi zamanından beri gündemde olan Darülfünun kanunu savaş yıllarında Darülfünun’a özerklik verilecek şekilde tasarlanmış, tartışılmış ve öğretim üyelerinin görüşü alınmış ancak bir türlü meclisten geçerek kanunlaşamamıştır17. Bu düzenleme ancak mütarekeden sonra 11 Ekim 1919 tarihinde Darülfünun-ı Osmanî Nizamnamesi adıyla yürürlülüğe girmiştir18. Darülfünun’da tüm bu zorluklar yaşanırken çok önemli reformlar da hayata geçirilmiştir. Yine savaşın etkisi ile askeri alanda had safhaya çıkan Almanya ile işbirliğinin sınırları eğitim alanında da etkisini göstermiştir. İttihatçıların da desteği ile Türkiye’de aktif görevlerde bulunan alman misyon şefleri Türk eğitim sistemindeki Fransız etkisini azaltmak ve yerine Alman nüfuzunu yerleştirmek için epey çapa sarf etmişlerdir19. İlk planda İstanbul’da bir alman üniversitesi kurmayı hedefleyen bu çevreler savaş nedeni ile bunun imkânsız olduğu görünce bu sefer Darülfünun’da bir alman ekolü oluşturmak için önemli çalışmalar yapmışlardır. Fen, Edebiyat ve hukuk fakültelerinde olmak üzere yaklaşık 20 kadar Alman öğretim üyesinin savaş boyunca Türkiye’de istihdam edilmesi son derece önemli bir proje- Darülfünun binası ilgili krokiler ve planlar meclis toplantılarında gündeme gelmiş ve öğretim üyelerinden bina hakkında istedikleri özellikleri ayrıca yazılı olarak nezarete bildirmeleri kararlaştırılmıştır. İlgili toplantılar için bkz, İDF. EF. MMZD-II, Z.N.2, 16 Kanun-ı sani 1332; İDF. EF. MMZD-II, Z.N.5, 6 Şubat 1332; İDF. EF. MMZD-II, Z.N.6, 13 Şubat 1332; İ. Hakkı Baltacıoğlu, adı geçen arazinin Laleli sınırları içerisinde kalan Koska civarındaki binaların yangından sonra kamulaştırıldığından bahsetmektedir. Bkz, İ.HakkıBaltacıoğlu,Hayatım, (Yay. Haz. Ali Y. Baltacıoğlu), İstanbul 1998, s. 209. 15 BOA, MV. 220-115, (1339 M 14); İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Sapanca Gölü çevresinde bir Darülfünun Kolonisi yapmak fikri hakkında bkz, İ.Hakkı Baltacıoğlu, a.g.e., s. 209. 16 Maarif Nezareti “Darülfünun’a verilecek şekl-i umumiyeye nazaran bir kanun layihası tanziminin lüzumuna” dair 22 Mart 1332 [4 Nisan 1916] tarihli bir tezkere ile bu konunun meclislerde tartışılmasını istemiştir. Darülfünun nizamnamesi çalışmaları uzun süre devam etmiş, bu konuda birçok kez fakülte meclislerinden görüş alınmış ve bu iş için komisyonlar kurulmuştur. Özellikle Edebiyat Fakültesi’nden Ziya Gökalp, İsmayıl Hakkı, Köprülüzade Fuad, Faik Sabri, M. Ali Aynî, M. Emin gibi öğretim üyelerinin üzerinde çok durdukları bir konu olan Darülfünun muhtariyeti meselesi ve ilgili kanun Darülfünun-ı Osmanî Nizamnamesi adıyla ancak 1919 Ekim ayında çıkartılabilmiştir. Edebiyat Fakültesi’nin Darülfünun kanun çalışmaları ile ilgili raporu için bkz, BOA, MF. ALY. 109-77, (1336 M 5), lef 151; M. Ali Aynî de fakültenin gönderdiği 10 Mayıs 1332 [23 Mayıs 1916] tarihli mazbatadan bahsetmiştir. Bkz, M. Ali Aynî, Darülfünun Tarihi, İstanbul 1927, s. 52-53; İ.Hakkı Baltacıoğlu, a.g.e., s. 224; Fakülte meclisinde Darülfünun kanununun gündeme geldiği toplantılar şunlardır: İDF. EF. MMZD-II, Z.N.1, 3 Teşrin-i evvel 1334; İDF. EF. MMZD-II, Z.N.2, 7 Teşrin-i evvel 1334; İDF. EF. MMZD-II, Z.N.7, 16 Kanun-ı sani 1334; İDF. EF. MMZD-II, Z.N.8, 28 Şubat 1334. 17 18 Darülfünun-ı Osmanî Nizamnamesi (DFON) için bkz, Düstur, II. Tertip, C. 11, sf. 401-409. Almanların savaş zamanı Türkiye’de eğitim faaliyetleri için bakınız: Kemal Turan, Türk-Alman Eğitim İlişkilerinin Tarihi Gelişimi,İstanbul 2000; Mustafa Gencer, JöntürkModernizmi ve “Alman Ruhu”, 1908-1918 Dönemi Türk- Alman İlişkileri ve Eğitim,İstanbul 2003. 19 276 dir20. Aynı şekilde Almanya’ya gönderilen öğrenciler de bu projenin bir parçasıdır. Darülfünun’da savaş dönemi uygulamalarından birisi de kızların yükseköğretim haklarını elde etme mücadelesidir.İttihat ve Terakki hükümetlerinin bu dönemde yaptıkları reformlar içerisinde; İnas Darülfünunu projesi şüphesiz çağın ilerisinde bir girişim olarak değerlendirilebilir. İngiltere’de Oxford Üniversitesinde kızların kabul tarihi 1920’lerdir. Maarif Nezareti ve Darülfünun yöneticileri üniversitenin kapılarını kadınlara açmak için bir takım girişimlerde bulunmuşlardır. Maarif Nezareti’nin kadınlar ile ilgili projelere öncelik vermesi şüphesiz dönemin şartları ile doğrudan bağlantılıdır. Savaşın olumsuz etkileri yöneticileri yeni arayışlara itmiştir. Erkek öğrenciler cephede savaşırken sınıflar boş kalmıştır. Nitekim Ethem Nejat bir yazısında bu duruma şu şekilde ifade etmiştir: “Harb-i umumi esnasında, gerek hükümet gerek erbab-ı maarif, hanımlarla daha ziyade iştigal eyledi. Pek çok meşâgil-i harbiye ve siyasiyeye rağmen kadın maarifi pek ilerledi21”. Maarif Nezareti, savaş koşullarını hafifletmek ve yapılan yatırımların boşa gitmemesi için kadınların eğitimine ehemmiyet vererek onlar üzerine titremiş ve kısa zamanda büyük mesafeler almak için devletin bütün imkânlarını seferber etmiştir22. Önce serbest konferanslar ile kadınlar Darülfünun ile tanıştırılmış daha sonra bu dersler üniversite müfredatı şeklinde düzenlenerek planlı bir eğitim programına geçilmiştir. Kızlar için üç farklı branşta diploma veren bir yapı oluşturulmuştur. 1914-1919 yıllarında Darülfünun imkânları ile Darülfünun’abenzer bir eğitim sistemi benimsenmiştir.Buradaki dersleri Darülfünun öğretim elemanları vermiştir. 1914-1919 yılları arasında faaliyet göstermiş nev’i şahsına münhasır bir yükseköğretim kurumuolanİnas Darülfünunu23, savaş boyunca süren eğitim öğretim döneminde Edebiyat, Fünun (Tabiiyat ve Riyaziyat) şubeleriyle kızlara üniversite eğitimi vermiştir. Beş yıllık eğitim öğretim faaliyetleri süresince yaklaşık yüz elli kadar kız öğrenciyi kabul etmiş ve bu öğrencilerin de üçte birine üniversite diploması vermiştir. Zeynep Hanım Konağı’nda Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Darülfünun’da istihdam edilen yabancı öğretim elemanları ile ilgili bakınız: Emre Dölen, İstanbul Darülfünunu’nda Alman Müderrisler 1915-1918, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul 2013; Mustafa Selçuk, “Darülfünun Edebiyat Fakültesinde Yabancı Öğretim Üyelerinin İstihdamı (1915-1918)”, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, Sayı: 19, Yıl: 2011, s. 57–110. 20 EdhemNejad, “Türkiye’de Kız Mektepleri ve Terbiyesi”, Türk Kadını,nr. 11, 17 Teşrin-i Evvel 13341918, s. 163-165. 21 NafiAtuf da “bu devrin en ehemmiyetli maarif tahavvülü kız mekteplerinde görülür” demek suretiyle hükümetin cesaretine vurgu yapmıştır. NafiAtuf Kansu, Türkiye Maarif Tarihi Hakkında Bir Deneme (II. Kitap), İstanbul 1932, s. 82. 22 İnas Darülfünunu hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız: Ali Arslan, Mustafa Selçuk, Mehmet Nam, Türkiye’nin İlk ve Tek Kız Üniversitesi: İnas Darülfünunu (1914-1919), İdil Yay., İstanbul 2012. 23 277 başlayan eğitim serüveni üç yıl kadar Cağaloğlu’ndaki eski Lisan ve Hukuk Mektebi’nde devam etmiştir. Kapanıştan kısa bir süre önce tekrar Zeynep Hanım Konağı’na taşınmıştır. Savaş yıllarında Darülfünun teşkilatında meydana gelen değişiklileri özet olarak belirttikten sonra fakülteler bazında savaşın etkilerini incelemek isabetli olacaktır. Burada fakültelerin genel akademik kadroları ve eğitim faaliyetlerinden ziyade sadece savaşın kurumlara yansıması ve alınan tedbirler incelenecektir. Tıp Fakültesi Haydarpaşa’da faaliyet gösteren Tıp Fakültesi Darülfünun’un fakülteleri arasında yer alan askeri ve sivil olmak üzere iki çeşit öğrenci mezun eden bir kurumdu. Aynı şekilde Kadırga’da faaliyet gösteren Eczacı ve Dişçi mektepleri de Tıp Fakültesi’nin yönetimi altında ayrı bir müdür tarafından idare edilmekteydi. Şüphesiz Cihan Harbi’nden en fazla etkilen kurum Tıp Fakültesi ve personeliydi. Aynı şekilde öğrenciler de orduda, hastanelerde ve sıhhiye müfettişliklerinde çeşitli rütbelerde sıhhi personel olarak istihdam edilmişlerdi. Fakültenin askeri kısmı zaten ordunun tabip subay ve diğer sağlık ihtiyaçlarını karşılamak üzere istihdam edilmiştir. Fakülte öğretim kadrosunda askeri hekimler ve tabip subaylar da görev almaktaydı. Seferberlik ilanını müteakip Tıp Fakültesi ihtiyat hastanesi olarak hazırlanmıştı24. İlk planda kapasitesi 700 yatak olarak tespit edilmiştir25. Hastanede çoğu Balkan Savaşı gazilerinden olan 20 kadar hasta ve fakültenin hizmetleri ile ilgilenen 160 kadar hasta bakıcı ve hademe bulunmaktadır26. İlerleyen günlerde hastanenin yatak kapasitesi artırılmıştır. Savaş başladığında mevcut öğrencilerden son sınıfta olanlar zabit vekili, dördüncü ve üçüncü sınıf öğrencileri başçavuş muavini, ikinci ve birinci sınıflar çavuş rütbesi ile zabit namzedi (subay adayı) olarak istihdam edildiler. Bunlar içerisinde askeri öğrenciler muvazzaf, diğerleri ihtiyat olarak görevlendirildiler27. Savaş esnasında gösterecekleri başarıya göre ilgili kanunlar mucibince rütbe almışlardır. Savaşın başlamasıyla tıbbiyeli öğrenciler, asistan, muallim ve diğer kadrolardaki hocalarıyla birlikte askere alınmış ve çeşitli cephelerde sıhhi hizmetlerde ve hastanelerde istihdam edilmişlerdir. Tıp Fakültesinde personel ve öğrencilerin silahaltına alınması 1914-1915 eği- 24 A. Süheyl Ünver, Birinci Cihan Harbinde Tıp Fakültesi, İstanbul 1952, s. 3. Lokman Erdemir, Çanakkale Savaşı: Siyasi, Askeri ve Sosyal Yönleri, Gökkubbe Yay., İstanbul 2009, s. 346-347. 25 26 BOA, MF. MKT. 1201-8, (1332 L 14). 27 Kemal Özbay, Türk Asker Hekimliği Tarihi ve Asker Hastaneleri, C. 2, İstanbul 1976, s. 121. 278 tim öğretim döneminde faaliyete ara vermek zorunda kalmıştır28. Bu arada 1914-1915 eğitim öğretim döneminde muhtemelen seferberlik muafiyetlerinden faydalanan veya henüz yaşı tutmayan bazı gayri müslim öğrencilerin mezun olduğu da anlaşılmaktadır29. Savaşta artan sıhhi personel ihtiyacını karşılamak için fakültede eğitime tekrar başlamak bir zorunluluk idi. Bu durumun farkında olan idareciler eksikler olsa da 1915-1916 eğitim döneminde eğitime tekrar başlamıştır. Tıp Fakültesi Reisinin 5 Ekim 1915 tarihinde Maarif Nezareti’ne gönderdiği bir yazıda bu durum net olarak ifade edilmektedir. “Bu sene müsaade edilirse Tıp Fakültesi tedrisatına birinci ve ikinci sınıflarda düzenli olarak daha yukarı sınıflar için ise kısmen başlanacağı” ifade edilmektedir30. Yine Hilal-i Ahmer Cemiyeti ile yapılan yazışmalarda ise fakültenin teşrin-i evvel (ekim) başında eğitime başlanacağı ifade edilmiştir.31 Bu planlamadan da anlaşıldığı üzere fakülte yönetimi eksikler olmak ile birlikte tıp eğitimine başlamak istediğini bildirmektedir. Dolayısıyla Tıp Fakültesi’nde eğitime Ekim 1916’da başlandığı bilgisi doğru değildir. Yazının devamında öğrencilerin maişet problemi yaşadıkları ve zor durumda oldukları için bu öğrencileri teşvik etmek üzere Haydarpaşa civarında yabancı vatandaşlar tarafından terk edilen hanelerin birisinde ikamet etmelerine müsaade edilmesi talep edilmektedir32. Fakülte aynı zamanda hastane olarak da hizmet verdiği için kalacak yer problemi vardı. Tıp Fakültesindeki zorlu eğitim süresi altı seneden dört seneye düşürülmüş ancak yine de öğrenciler zaman zaman aç kalma tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardır. Kemal Özbay’ın anlatımıyla33 “memleketin iktisadi durumu bozulmuş, açlık ve sefalet her gün biraz daha artmıştır. Okul müdürlüleri yokluk içinde yürütülmesine çalıştıkları bu kurumun bu ıstıraptan kurtarılması için ellerinden geleni esirgememiş bir şeylere yapmaya çalışmışlardı. (…) Öğretim hayatı ıstırap, yiyecek önemli bir problem olmuştu. Yemekler kandil yağları ile pişirilmiş ekmekler süpürge tohumu karışımından yapılmıştı. Ağır tıp tahsilini dört yılda bitirmek zorunluluğunda bırakılan ve başlıca gıdasını bu ekmekten bekleyen öğrenciler açlıktan Kadıköy, Acıbadem taraflarındaki köşklerin bahçelerinde bekçilerle kavga ederek sebze ve meyve toplamak zorunda kalmışlardı. Noksan gıda yüzünden bir yılda 20’ye yakın 28 BOA, MF. MKT. 1201-8, (1332 L 14). İsmail Sabah, “Çanakkale Savaşlarının Eğitim Kurumuna Etkisi (1915-1916)”, Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Çanakkale 2013, s. 72. 29 30 BOA, MF. ALY. 83-35. 31 İsmail Sabah, a.g.t., s. 73-74. 32 BOA, MF. ALY. 83-35. 33 Kemal Özbay, Türk Asker Hekimliği Tarihi ve Asker Hastaneleri, C. 2, s. 122. 279 öğrenci vereme yakalanmıştı. (…) Savaş sonlarına doğru Çanakkale’den elde edilen ganimet mallardan depolarda bulundurulan konservelerden bir kısmı okullara dağıtılınca, yiyecek işi biraz ferahlığa kavuşmuştu.” Seferberlik günlerinde silahaltına alınan Tıp Fakültesi müteahhitti Lütfi Efendinin koyunlarına da ordu tarafından el konulmuş bu durum hastane haline getirilen binada mevcut hastalar için 46 kilo kadar ete ihtiyaç olduğu için el konulan koyunların iadesi Harbiye Nezaretinden talep edilmiştir34. Sivil öğretim üyelerinin birçoğu silahaltına alınmıştı. 1915 ortalarında fakülteden gönderilen bir çizelgede 29 yaş üstü ve bedeli nakdi harici çeşitli nedenlerle silahaltına alınmaktan istisna tutulan sadece 16 öğretim elemanı bulunmakta ve bunların da beş tanesi muvazzaf subay kadrosundadır35. Tıp Fakültesi kadrosu tüm diğer fakültelerden fazladır ancak orduda görevlendirilenlerin36 sayısı o kadar fazla ki fakülte meclisi reisliği için yapılan oylamada yeterli çoğunluk sağlanamadığı için seçim yapılamamış ve fakültenin vekâleten idaresi kararlaştırılmıştır37. Hukuk Fakültesi Hukuk Fakültesi II. Meşrutiyetten sonra en fazla öğrenciye sahip ve en fazla ilgi gören fakülte idi. Savaşın başında fakülteye kayıtlı yaklaşık iki binin üzerinde öğrenci bulunmaktadır. Savaş yıllarında Fakülte Reisliği görevini ifa eden hukukçu Ahmet Selahattin Bey, kendi fakültesinde 1650 gence vesika verdiğini ifade etmektedir. Bu öğrencilerden üç yüz kadarının döndüğünü bir o kadarının da esir düştüğünü geri kalan binden fazla hukuk öğrencisinin de cephelerde şehit olduğunu belirtmiştir38. Yine Erzurum bölgesinde görevli bir polis memurunun aynı zamanda Hukuk 3. sınıf öğrencisi olan Nami Efendi’nin Eylül imtihanlarının yapılıp yapılmayacağını sorduğu dilekçesine 1914-1915 eğitim öğretim döneminde tedrisat icra edilmediği için imtihanların da yapılmasına imkân olmadığı yönünde cevap verilmiştir39. Bu yazışmalardan anlaşıldığı üzere Hukuk Fakültesi’nde 19141915 dönemi savaş nedeni ile eğitime devam edilememiştir. Seferberlik emri karşısında bazı öğretim elemanları ve memurlar mazeret bildirmişlerdir. Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Ticareti Berriye muallimi “Çok acil” kodlu ve 15 Ağustos 1914 tarihli Maarif Nezareti’nin yazısı için bakınız: BOA, MF. MKT. 1200-27, (1332 N 23). 34 Tıp Fakültesi Reisliği tarafından hazırlanan ve seferberlikten istisna tutulan öğretim elemanlarının isimleri için bakınız: BOA, MF. ALY. 80-32. 35 Neşet Ömer, Derviş ve Asaf Paşalar gibi meşhur tıpçıların orduda görevlendirilmesi hakkındaki izin yazıları için bakınız: BOA, MF. ALY. 78-52. 36 37 38 39 BOA, MF. ALY. 77-116. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, C. 3, İletişim Yay., İstanbul 2000, s. 261. BOA, MF. ALY. 82-53, lef 2. 280 Ali Kemal Bey (d. 1295-Selanik), İktisad ve Maliye muallimi Fazıl Bey (d. 1302-Selanik) ve fakülte kâtiplerinden Abdülvahap Efendi (d. 1301-Gostivar),muhacir olduklarını belirterek askerliklerini tecil ettirmişlerdir40. Fen Fakültesi Edebiyat Fakültesi ile birlikte Zeynep Hanım konağında faaliyet gösteren Fünun Fakültesi Tabiıyat ve Riyaziyat şeklinde iki farklı diploma vermektedir. 1915-1916 eğitim öğretim yılından itibaren yeni teşkilat gereği bölüm sayısı artmıştır. Yeni teşkilat gereği Darülmualimîn-i Âliye’ninyüksek kısım öğrencileri derslerini Darülfünun Fen ve Edebiyat Fakültelerinde görmekte idiler. Edebiyat Fakültesi ile birlikte ortak pedagojik derslerinde yer aldığı bir program takip edilmekteydi. Fen ve Edebiyat Fakültesi mezunları genel itibariyle muallimlik mesleğinde istihdam edilmektedirler. Taşra merkez okullarında azami derecede öğretmene ihtiyaç olduğu için bu öğrencilerin tahsillerini tamamlamaları teşvik edilmiştir. Darülmaullimînde yatılı olarak kalan ve seferberlik muafiyetinden yararlanan öğrencilerin ağırlıkta olduğu bir grup dersleri takip etme imkânı bulmuştur. Sayıları son derece sınırlı olan bu öğrenciler genelde Rum, Ermeni cemaatindendir ve bu öğrenciler eğitimlerini tamamlamayı başarmışlardır. Edebiyat Fakültesi Ziya Gökalp, Köprülüzade Fuad, Faik Sabri, İsmail Hakkı, Necib Asım, BabanzadeAhmed, Akçuraoğlu Yusuf, AhmedAğayef, Şemseddin gibi önemli bilim adamlarını kadrosunda barındıran Edebiyat Fakültesi savaş yıllarında Laleli’de bulunan Zeynep Hanım Konağı’nda eğitim öğretim faaliyetlerini devam ettirmiştir. Bu dönemde fakülte müdürlüğü görevinde Mahmud Zarif Bey bulunmaktadır41. Edebiyat Fakültesi Meclisi zabıt ceridelerinde aslında savaşın etkisini net olarak görebilmekteyiz. 1914 ve 1915 yıllarına ait Edebiyat Fakültesi Meclis-i Müderrisîn toplantılarının zabıtları kaybolmuş ve kayda geçirilememiştir. Bu yıllara ait bazı toplantıların özetleri verilmiş, bazıları ise hiç yoktur. Örneğin 21 Şubat 1331 [5 Mart 1916] ile 9 Kanun-ı sani 1332 [22 Ocak 1917] tarihleri arasındaki on aylık dönemin kayıtları bulunmamaktadır. 1332-1333 (1916-1917) ders yılı zabıtlarının bulunduğu sayfanın başına eklenen “ihtar”da bu kayıplara dair bir açıklama getirilmiş; iki yıllık sürede zabıtlar zamanında deftere kayıt edilemediği ve bazı müsveddelerin kayıp olduğu belirtilmiştir42. 40 BOA, MF. ALY. 79-40, lef 1. Darülfünun Edebiyat Fakültesi hakkında geniş bilgi için bakınız: Mustafa Selçuk, İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi (1900-1933), Atam Yay., Ankara 2012. 41 42 İDF. EF. MMZD-II, Z.N.1, 9 Kanun-ı sani 1332. 281 Ekonomik sıkıntılar yayın faaliyetlerini de kesintiye uğratmıştır; mürekkep yokluğundan dolayı43 Edebiyat Fakültesi Mecmuası ve kâğıt yetersizliğinden dolayı44İçtimaiyat Mecmuası bir süre basılamamıştır. Aynı şekilde Matbaa-ı Amire’de basılan ders formalarında gecikmeler yaşanmıştır45. Öğretim üyelerinin en temel ihtiyaçları olan kahve ve su ücretleri bile idare tarafından karşılanamamış ve hocaların maaşlarından otuzar kuruş kesinti yapılmıştır46. Soğuk kış günlerinde öğretim üyelerine ve fakülte personeline odun kömür yardımı yapılmış, darülemesailerin ısıtılmasında tasarruf yapılması tavsiye edilmiştir47. Avrupa’dan ve diğer ülkelerden sipariş edilen ders araç ve gereçlerinde gecikmeler yaşanmıştır. Edebiyat Fakültesinde öğrenciler gibi idareciler, memurlar48 ve öğretim elemanları da silahaltına alınmıştır. Öğretim üyelerinin birçoğu askerlik problemi yaşamış ve cepheye çağrılmıştır. Birçok öğretim üyesi çeşitli mazeretlerle durumunu tecil ettirmiştir49. Tarih-i İslam muallimi Halim Sabit Efendi (d. 1299), muhacir olduğu için muaf tutulmuştur. Arapça muallimi Bağdatlı Fehmi Bey (d. 1288), yaş haddinden tecil edilmiştir. Arapça muallimi Şevket Bey (d. 1288), maluliyetine binaen Aksaray askerlik şubesinden sağlık raporu almıştır. Tarih-i umumi muallimi AhmedAğayef (d. 1285-Kafkasya) muhacir olduğu için muaf tutulmuştur. Tarih-i Asrı Hazır muallimi Yusuf Akçura (d. 1299) seferberlik müddetince ihtiyat erkânı harp yüzbaşılığı rütbesi bulunmakta, “irade-yiseniyye” ile muaf tutulmuştur. Coğrafya müderrisi Faik Sabri Bey (d. 1298), Temmuz 1330-1914 celp döneminde Üsküdar Ahz-ı Asker Şubesi sağlık kurulundan rapor alarak askerliğini tecil ettirmiştir. Türk Edebiyatı müderrisi Fuad Bey (d. 1306) bedeli nakdi ödeyerek seferberlikten kurtulmuştur50. Savaşın ilerleyen yıllarında Harbiye Nezareti öğretim üyelerini takip etmeye devam etmiş ve her daim askerlik mevzusunu gündeme getirmiştir. 1917 ortalarında Edebiyat Fakültesi mensubu 6 öğretim elemanının durumu Darülfünun’dan sorulmuştur. Bunlardan Tarih muallimi M. Arif Bey’in Tarih-i Osmani Encümeni vazifesinden dolayı istisna edildiği, Farsça muallimi Abdulkadir Nuri Efendi’nin ise elinde “ihraç” tezkiresi bulunduğu belirtilmiş ve bu şahısların öğretim üyesi oldukları için fakülte idaresi tarafından “tecil edilmesi lazım geleceği” ifade edilmiştir51. 43 İDF. EF. MMZD-II, Z.N.5, 6 Şubat 1332. 44 İDF. EF. MMZD-II, Z.N.8, 28 Şubat 1334-1918. 45 İDF. EF. MMZD-II, Z.N.9, 22 Nisan 1334-1918. 46 İDF. EF. MMZD-II, Z.N.2, 16 Kanun-ı sani 1332. 47 BOA, MF. ALY. 114-18, (1336 Ca 28). 48 BOA, MF. ALY. 80-47, (1333 B 22). 49 BOA, MF. ALY. 79-40, (1333 C 20), lef 3. 50 BOA, MF. MKT. 1235-75, (1336 Za 24). 51 BOA, MF. MKT. 1228-119, (1335 Za 9). 282 Maarif Nezareti’nin eğitimin aksamaması için bazı öğretim elemanları hakkında tecil ve tehir talepleri Harbiye Nezareti tarafından “ahvali hazıranın arz ettiği ehemmiyet hasebiyle caiz görülmemiş” gerekçesi sunularak ret edilmiş ve öğretim elemanlarının askerlik durumları ile ilgili sık sık çizelgeler hazırlanmış ve silahaltına alınmama nedenleri izah edilmiştir52. Edebiyat Fakültesinde Kayıtlı Öğrencilerin Durumu Savaş yıllarında Edebiyat Fakültesi, mali problemleri öğretim üyelerinin ve idari personelin fedakârlığı ile aşmaya çalışmıştır. Ancak aşılamayan problem; sınıflardaki öğrencilerin giderek azalmasıdır. Bundan dolayı bir süre fakültede öğretim üyelerinden daha az sayıda öğrenci grubu ile eğitimine devam edilmiştir. Öğrenci yokluğundan dolayı yeni açılan kürsüler boş kalmış, aynı şekilde Almanya’dan getirilen müderrislerden faydalanılamamıştır. Savaş başladıktan sonra yüksekokullardaki tüm Müslüman öğrenciler cepheye koşmuşlardır. Geriye sadece, Gayri Müslim, yabancı ve askerliğe elverişsiz öğrenciler kalmıştır. Darülfünun’a giriş şartlarında yapılan hafifletmelere rağmen Darülmaullimîn talebesi dışında fakülteye neredeyse hiç öğrenci gelmemiştir. Felsefe Bölümü öğretim üyelerinden M. Emin [Erişirgil] bu dönemde Felsefe Şubesi’nde sadece iki öğrencinin bulunduğunu belirtmektedir53. Burada dönemin kayıtlarına sahip ve inceleme imkânı bulduğumuz Edebiyat Fakültesi arşivinde bulunan talebe kayıt ve künye defterlerinden savaşın fakülteye ve dolayısıyla eğitim sistemine etkilerini açık bir şekilde tespit edebilmekteyiz. Maalesef benzeri kayıtlar diğer fakülte ve okullarda ya mevcut değil ya da araştırıcıya açık olmadığından karşılaştırma imkânı bulunmamaktadır. Kayıtlı öğrenci sayılarının giderek azalmasını künye defterlerinden takip edebilmekteyiz. Savaş dönemi mezunları arasında yer alması gereken 1911, 1912, 1913, 1914 ve 1915 girişlilerin künye bilgileri; yaşanan sıkıntıyı en iyi şekilde ifade etmektedir. Rumî 1327 [1911], 1328 [1912] ve 1329 [1913] yılları arasında fakülteye kayıt olanların künyesinin tutulduğu Darülfünun Edebiyat Şubesi Künye Defterinde54; öğrencilere 1’den 74’e kadar numara verilmiş ve fakülteye 74 öğrenci kayıt edilmiştir. Bu öğrencilerden sadece 14 tanesi eğitimlerini tamamlayabilmiştir. Üstelik 14 kişinin dört tanesi de Mütareke döneminde mezun olmuştur. Geri kalan atmış kişinin fakülte ile ilişkisi kesilmiştir. Bu 52 53 BOA, MF. MKT. 1222-13, (1335 Ra 17), lef 4. M. Emin Erişirgil, “Ziya Gökalp”, Ülkü, Sayı: 55, İstanbul, Kanun-ı sani 1944, s. 2. Darülfünun Edebiyat Şubesi Künye Defteri (1329-1330) isimli defter; İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Arşivinde yer alan künye defterleri içerisinde en erken tarihli bilgileri içermektedir. Edebiyat Şubesi için bu defterden daha eskisi bulunmamaktadır. Örneğin II. Abdülhamid ve II. Meşrutiyet devrinin ilk yıllarına ait verileri içeren defterler yoktur. 1-74 arası kayıtların yer aldığı ve öğrencilere “cedit” [yeni] numaralar yanında atîk[eski] numaraların da belirtilmesinin sebebi çalışmamızın II. Bölümünde bahsettiğimiz 1911 yılında Darülfünun’da çıkan yangında bazı evrakların zarar görmüş olmasıdır. Bkz, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Arşivi: Darülfünun Edebiyat Şubesi Künye Defteri (1329-1330), nr. 1-8/4 (15). 54 283 öğrencilerin büyük bir kısmının cepheden dönemediği anlaşılmaktadır. Yine 1912, 1913, 1914, 1915 ve daha sonraki yıllarda fakülteye kayıt olmuş öğrencilerin künyelerinin yer aldığı Darülfünun Ulum-ı Edebiye Şubesi Künye Defteri-II isimli ikinci defterdeki öğrencilerin durumu daha kötüdür. Çünkü 75-94 arasında kayıtlı 20 öğrenciden; sadece bir kişi 1919 yılında mezun olabilmiştir. Diğer 19 öğrencinin devamsızlıktan dolayı kayıtları silinmiştir. Savaş dönemi kayıt olan öğrencilerin de yer aldığı bu defterde 75-166 arası numaraların tahsis edildiği toplam 74 öğrenci künyesi yer almaktadır. 74 kişiden yukarıda bahsettiğimiz bir öğrenci de dâhil olmak üzere ancak 20 kişi Mütareke ve Cumhuriyet dönemlerinde mezun olmayı başarabilmiştir. Geri kalan öğrencilerin devamsızlıktan dolayı kayıtları silinmiştir55. Bu iki künye defterindeki veriler kısmen eksiktir. Çünkü kayıtlı öğrenci sayılarının daha fazla olduğu istatistik cetvellerinden anlaşılmaktadır. 1913 yılında tüm sınıflarda toplam 266 öğrenci, 1914 yılında ise mezun olanlar çıkartılıp ve yeni gelenler eklendiğinde mevcudun 201 olduğu görülmektedir. Yeni kayıtlar ile birlikte her yıl ortalama iki yüz kadar öğrenci olması gerekirken bu rakam savaşın yeni cephelere yayılması ile bir anda tek haneli rakamlara kadar gerilemiştir56. Savaşın son senesi olan 1918’e gelindiğinde Türk Lisaniyatı, Elsine-yiSamiye Lisaniyatı ve Tarih-i Kadim, Avrupa Tarihi, Arabî, Farisî, Fransızca, Almanca ve İngilizce zümreleri kayıtlı öğrenci olmadığından dolayı açılamamıştır. Sadece Darülmuallimîn talebesine yönelik Fransızca ve Almanca dersleri devam ettirilmiştir57. Savaş yıllarında fakültenin öğretim elemanı sayısı yabancı müderrisler ve muavinlerle birlikte altmışı geçmiştir. Bu sayı Darülfünun tarihi boyunca fakültenin en geniş akademik kadroya ulaştığı yıllardır58. Ancak ne yazık ki savaş boyunca fakültenin toplam kayıtlı asli öğrenci ve mezun sayıları bu rakama ulaşamamıştır. Tarihte örneğine az rastlanacak şekilde bu dönemde; bir eğitim kurumunda akademik personel sayısı öğrencilerden daha fazla sayıya sahip olmuştur. Darülfünun Ulum-ı Edebiye Şubesi Künye Defteri-II isimli defterde 1911-1919 arası kayıtlar yer almaktadır. 130 numaradan sonra sadece çift numaralar erkek öğrencilere tahsis edilmiş, 131, 133, 135 gibi tek numaralar ise farklı bir defterde kız öğrencilere verilmiştir. Bu yüzden 75-166 arası 91 numara yer alması gerekirken toplam sayı yine 74’dür. Bkz, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Arşivi: Darülfünun Ulum-ı Edebiye Şubesi Künye Defteri – II (1329-1330), nr. 1-8/5 (16). 55 1913-1914 yıllarında Edebiyat Şubesi’ne kayıtlı öğrencilerin hangi millet ve mezhepten olduklarına dair ayrıntılı bilgi için bakınız: Mehmet Ö. Alkan, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde Eğitim İstatistikleri, Ankara 2000, s. 269. 56 Maarif Nezareti her yarıyıl sonunda öğrenci yoklama listelerini fakültelerden talep etmektedir. Edebiyat Fakültesi müdüriyeti yukarıda adı geçen zümrelerin hiç öğrencisi olmadığını ve diğer zümreler için de derslerin yeni teşkilat gereğince darülmesailerde müderrislerin kontrolünde yapıldığını, dolayısıyla ayrıca yoklamaya gerek görülmediğini bildirmiştir. 26 Mart 1334-1918 tarihli müdüriyet-i umumiyenin nezarete yazısı için bkz, BOA, MF. ALY. 115-83, (1336 B 20), lef 2-3. 57 BOA, MF. ALY. 84-54, (1333) lef 1; MF. ALY. 134-126 (1337 Ş 16); MF. ALY. 172-11, (1341 S 12), lef 14; MF. ALY. 106-35, (1335 L 19). 58 284 Öğrenci yokluğu özellikle Alman müderrisleri konferans vermek, kitap yazmak gibi farklı alanlarda yoğunlaşmalarını sağlamıştır. Sınıflarda bulunan az sayıdaki öğrencileri bir dershanede toplayıp tüm birinci, ikinci ve üçüncü sınıflara ortak dersler yapan Alman müderrisler arta kalan zamanlarda darülmesailerinde vakit geçirmişler. Mecliste uzun süren ilmî-teorik tartışmalara zemin oluşturan Alman müderrisler, toplantılara da eksiksiz tam kadro katılmayı ihmal etmemişlerdir59. Sonuç Savaş yıllarında Darülfünun, akademik kadrolar açısından zenginleşmişse de öğrenci sayıları ve mezunlar açısından son derece zayıf kalmıştır. İdareciler personel maaşlarını ödeyemediği gibi binaların işgalinden ve öğrenci yokluğundan dolayı eğitime ara vermek zorunda kalmışlardır. Maarif Nezareti ülkenin tek üniversitesi olma özelliğini koruyan bu kuruma savaş dönemi azami yatırımlar yapmış, özen göstermişti. Özellikle öğretim elemanlarının yurt dışından istedikleri her türlü eğitim araçları, kitaplarbütünimkânsızlıklara rağmen tedarik edilmişti. Fen, Edebiyat ve Hukuk olmak üzere üç fakülte, yabancı öğretim üyeleri ile desteklenmiş ve araştırma merkezleri mahiyetinde olan birçok yeni darülmesai açılmıştı. Darülfünun’da savaş yıllarında yapılan teşkilatlarla yeni kürsüler ve çalışma alanları ihdas edilmiş ve bilim dalları kurulmuştur. Birçok öğrenci Almanya’ya gönderilmiştir. Darülfünun mecmuaları bu dönemde yine savaşın ortaya çıkardığı ekonomik zorluklar nedeniyle yayınlarına ara vermiştir. Öğrenci yokluğunu serbest derler, konferanslar ile halka açılmak suretiyle aşmaya çalışan maarif yetkilileri toplumun ihtiyaçlarına da bir nebze cevap vermişlerdir. Yıpratıcı bir seferberlik ve savaş halinden sonra üniversite, uzun yıllar eksikliklerini telafi etmek ile meşgul olmuş, bilimin gelişimi yavaşlamış ve ülkenin istikbali tehlikeye düşmüştür. Kaynakça Başbakanlık Osmanlı Arşivi (İstanbul) Maarif Nezareti Evrakı Mektubî Kalemi Belgeleri(MF. MKT) Tedrisat-ı Aliye Dairesi (MF. ALY) İstanbul Ünv. Edebiyat Fakültesi Arşivi Darülfünun Edebiyat Fakültesi Meclis-i Müderrisîn Zabıt Defteri II, (İDF. EF. MMZD-II ) Darülfünun Edebiyat Şubesi Künye Defteri (1329-1330), nr. 1-8/4 (15). Darülfünun Ulum-ı Edebiye Şubesi Künye Defteri – II (1329-1330), nr. 1-8/5 (16). Dönemin Meclis-i Müderrisîn reisi Halid Ziya, müstehzi bir edayla onların “kemal-i sadakatle” meclise katıldıklarını ifade etmiştir: “Alman müderrisler, başka yapılacak bir işleri olmadığından meclis müzakerelerinde daima kemal-i sadakatle hazır bulunurlardı. Riyaset mevkiinin sağ tarafında bir yarım halka teşkil ederler ve susarlardı.” H. Ziya Uşaklıgil,Saray ve Ötesi,(Haz. N. Özmel Akın), İstanbul 2003, s.725. 59 285 Araştırma İnceleme Eserler Ahmed Emin, Turkey in the World War, Yale Unv. Press, New Haven, 1930. ALKAN, Mehmet Ö.,Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde Eğitim İstatistikleri, Ankara 2000. ARSLAN, A., SELÇUK, M., NAM, M, Türkiye’nin İlk ve Tek Kız Üniversitesi: İnas Darülfünunu (1914-1919), İdil Yay., İstanbul 2012. ARSLAN, Ali,Darülfünun’dan Üniversite’ye, İstanbul 1995. AYNÎ, M. Ali, Darülfünun Tarihi, İstanbul 1927. BALTACIOĞLU, İ. Hakkı, Hayatım,(Yay. Haz. Ali Y. Baltacıoğlu), İstanbul 1998. DÖLEN, Emre, İstanbul Darülfünunu’nda Alman Müderrisler 1915-1918, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul 2013 EdhemNejad, “Türkiye’de Kız Mektepleri ve Terbiyesi”, Türk Kadını,nr. 11, 17 Teşrin-i Evvel 1334-1918, s. 163-165. ER, Hamit, Medreseden Mektebe Geçiş Sürecinde Darülhilafe Medreseleri, İstanbul 2003. ERDEMİR, Lokman, Çanakkale Savaşı: Siyasi, Askeri ve Sosyal Yönleri, Gökkubbe Yay., İstanbul 2009. ERİŞİRGİL, M. Emin, “Ziya Gökalp”, Ülkü, Sayı: 55, İstanbul, Kanun-ı sani 1944. GENCER, Mustafa, JöntürkModernizmi ve “Alman Ruhu”, 1908-1918 Dönemi Türk- Alman İlişkileri ve Eğitim,İstanbul 2003. İHSANOĞLU, Ekmeleddin, Darülfünun: Osmanlı’da Kültürel Modernleşmenin Odağı, C. I ve II, IRCICA Yay., İstanbul, 2010. KANSU, NafiAtuf, Türkiye Maarif Tarihi Hakkında Bir Deneme (II. Kitap), İstanbul 1932. KARATAŞER, Büşra, “Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke Döneminde İstanbul’un İaşesi”, Kahraman Maraş Sütçü İmam Ünv. İİBF Dergisi, Yıl: 2013, Sayı: 2, s. 97-114. Maarif-i Umumiye Nezareti, İstanbul Darülfünunu Talimat,İstanbul 1329. ÖZBAY, Kemal, Türk Asker Hekimliği Tarihi ve Asker Hastaneleri, C. 2, İstanbul 1976. SABAH, İsmail, “Çanakkale Savaşlarının Eğitim Kurumuna Etkisi (1915-1916)”, Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Çanakkale 2013. SAYDAM, Abdullah, “Birinci Dünya Savaşı’nda İstanbul Halkının Geçim Sıkıntısı”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 19, İstanbul 1998, s. 65-77. SELÇUK, Mustafa, “Darülfünun Edebiyat Fakültesinde Yabancı Öğretim Üyelerinin İstihdamı (1915-1918)”, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, Sayı: 19, Yıl: 2011, s. 57–110. SELÇUK, Mustafa, İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi (1900-1933), Atam Yay., Ankara 2012. T.C. İstanbul Darülfünun Talebe Rehberi, 1340-1341, Yeni Matbaa, İstanbul 1340. TUNAYA, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasi Partiler, C. 3, İletişim Yay., İstanbul 2000. TURAN, Kemal, Türk-Alman Eğitim İlişkilerinin Tarihi Gelişimi,İstanbul 2000. UŞAKLIGİL, H. Ziya, Saray ve Ötesi,(Haz. N. Özmel Akın), İstanbul 2003, s.725. ÜNVER, A. Süheyl, Birinci Cihan Harbinde Tıp Fakültesi, İstanbul 1952. ZENGİN, Zeki S.,Medreseden Darülfünun’a Türkiye’de Yüksek Din Eğitimi, Adana 2009. 286 Özet Birinci Dünya Savaşı süresi boyunca milyonlarca insanın silahaltına alınması, eğitim kurumlarını olumsuz etkilemişti. Şüphesiz Osmanlı Devleti’nin tek üniversitesi olan İstanbul Darülfünunu bu topyekün harpten en fazla etkilenen kurumlar arasında yer almıştır. Üniversite mensupları olan öğrenciler, mezunlar, öğretim elamanları, memurlar ve idarecilerinbirçoğu silah altına alınmıştır. Öğrenci yokluğundan bazı bölümler mezun vermemiştir. Üniversite binaları hastane olarak kullanılmıştır. Bu çalışmada Darülfünun kendi arşivi ve Osmanlı arşivi belgeleriyle, inceleme araştırma eserleri kullanılmıştır. Anahtar Kelimeler: Darülfünun, harp, eğitim, İstanbul, seferberlik Abstract Darülfünun (University) at the Years of the First World War Recruiting millions of people during the First World War effected educational institutes negatively. Definitely the only university of Ottoman State namely “Istanbul Darülfünunu” was one of the universitywhich were mostly affected from this total war. Most of the members of the university who were students, graduates, instructors, officers and directors were recruited. Some departments could not give any graduate due to absence of students. Buildings of the university were used as hospitals. In this study Darülfünunand Ottoman archive documents, examining- researching works were used. Key Words: Darülfünun (University), war, education, İstanbul, mobilization. 287 Birinci Dünya Savaşı’nda Sarıkamış Harekâtı Sonrası Tifüs Salgını ve Erzurum Valisi Hasan Tahsin (Uzer) Bey’in Bu Kapsamdaki Çalışmaları Mustafa ŞAHİN* Giriş: Hasan Tahsin Uzer Kimdir? Hasan Tahsin Uzer, 29 Ağustos 1877’de Selanik’te doğmuştur. 19 yaşında iken ilk memuriyet görevi olan Pürsiçan Nahiye Müdürlüğü’ne tayin edilmiştir. Daha sonra sırasıyla Çiç, İkinci defa Pürsiçan, Ağustos nahiyeleri müdürlüklerinde bulunduktan sonra Yenice-i Vardar Kaymakam Vekilliği, Razlık, Gevgili, Florina, Kesendire ve Selanik Merkez kaymakamlıkları görevlerini ifa etmiştir. 1910’da atandığı Drama Mutasarrıflığı görevinden 1912’de azledilmiş, yine aynı yıl Beyoğlu Mutasarrıflığı’na tayin edilmiştir. Bu görevinde iken Bursa Vali Vekilliği’nde görevlendirilmiştir. 9 Nisan 1913’te -önce vekâleten- Van Valiliği’ne atanmıştır. Hasan Tahsin (Uzer) Bey, 5 Ekim 1914’te Erzurum Valiliğine atanmış, bu görevini Suriye Valiliğine atandığı 27 Temmuz 1916’ya kadar sürdürmüştür. İki yıla yakın kaldığı Erzurum Valiliği görevinde önemli icraatlara imza atmıştır. Doğu Cephesi’nde 3’üncü Ordu’nun iaşesi ile meşgul olmuş, Ordu İaşe Komisyonu Başkanlığı yapmıştır. Salgın hastalıklarla mücadele etmiş, Ermenilerin göç ettirilmesinde önemli roller üstlenmiştir. Daha sonra merkezi Şam’da olan Suriye Valiliği’ne tayin edilen Tahsin Bey, 1918 yılında Aydın Valiliği’ne atanmış aynı yıl valilikten azledilmiştir. 1919’da Osmanlı Meclisi Meb’usanı’na İzmir Milletvekili olarak seçilmiştir. 1920’de Malta’ya sürgüne gönderilen Tahsin Bey, Malta dönüşünde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Birinci Dönem İzmir Milletvekili olarak katılmıştır. İkinci Dönem’de Ardahan, Üçüncü Dönem’de Erzurum, Dördüncü Dönem’de Konya, Beşinci Dönem’de Erzurum Milletvekili olarak Meclis’te bulunmuştur. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunda yer almış, partinin “kazasız belasız” lağv edilmesinde önemli “katalizör rol” oynamıştır. 1935 yılında Üçüncü Umumi Müfettişlik görevine atanan Tahsin Bey, bu görevi sırasında 3 Aralık 1939’da İstanbul Nişantaşı’nda vefat etmiştir1. *Dr., Per. Yb., Harp Akademileri Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (SAREN) Müdürlüğü, msahin3@ harpak.edu.tr ve [email protected]. 1 Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Şahin, Hasan Tahsin Uzer’in Mülki İdareciliği ve Siyasetçiliği, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Erzurum, 2010, s. 1-349. (Basılmamış Doktora Tezi); Ayrıca bkz. Mustafa Şahin ve Cemile Şahin, “Osmanlı’nın Son Döneminde Partizanlık ve İç Çekişmeler Sebebiyle Azledilen Tahsin (Uzer) Bey’in–İşgal Öncesi- 20 Günlük İzmir Valiliği”, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Cilt: 10, Sayı: 22, (2011-Bahar), ss. 33-45. 289 Hasan Tahsin Bey’in Erzurum Valiliğine Atanması ve Göreve Başlaması Erzurum Valiliği’ne Tahsin Bey’in tayini hakkında 4 Ekim 1914’de düzenlenen Sadaret tezkeresinde “Erzurum Vilayeti Valiliği’ne ehliyet ve liyakatine binaen2 Van Valisi Tahsin Bey’in naklen tayini” önerilmiştir3. Bu atamaya ilişkin, 4 Ekim 1914’de düzenlenen Meclis-i Vükela mazbatasında ise “Erzurum Valiliği’ne Van Valisi Tahsin Bey’in tayininin uygun görüldüğü” kararı bildirilmiştir4. 5 Ekim 1914 tarihli irade-i seniyyede “Erzurum Vilayeti Valiliği’ne Van Valisi Tahsin Bey’in tayini, Meclis-i Vükela kararıyla tensip edilmiştir”5 denmiştir. Tahsin Bey, bu atama emirleri sonrası 5 Ekim 1914 ila 3 Kasım 1914 arasında “nakline mebni açık” kalmış ve bu süre içerisinde yeni görevine katılmıştır6. Tahsin Bey, 4 Kasım 1914’de Van’dan Erzurum’a gelerek görevine başlamış, bu görevini 27 Temmuz 1916’ya kadar sürdürmüştür. Bu görevi sırasında, 15.000 kuruş7 maaş almıştır8. Tahsin Bey hatıralarında; Erzurum Valiliğine atanması sonrası Van’dan Erzurum’a yaptığı yolculuğu şöyle ifade etmiştir: “Van`dan Erzurum`a gelirken, yolumuzda Rus Kazakları da Pasinler ovasına akın ediyorlardı. Azrail’le pençeleşe pençeleşe, güçlükle Erzurum`a gelebildik”9. Erzurum Valiliğine atanan Tahsin Bey’in ilk icraatlarından birisi; dâhil olduğu Teşkilat-ı Mahsusa ile birlikte Orduyu, Sarıkamış Harekâtına teşvik etmek hatta zorlamak olmuştur. Döneme ait hatıralarını kaleme alanlar Doğu Cephesi’nde en çok Teşkilat-ı Mahsusa’nın, dolayısıyla İttihatçıların aşırı müdahalesinden yakınmışlardır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın Doğu Cephesi sorumlusu olarak faaliyet gösteren Dr. Bahaettin Şakir Bey’in askerlik uzmanlığından uzak raporlar düzenleyerek kolordu komutanlarını emekliye Tahsin Bey’in bu atama öncesi Erzurum Valiliği için gösterdiği liyakat; Osmanlı’dan beri bütün valilerin irdelendiği Meşhur Valiler, 50 Ünlü Vali adlı eserde de vurgulanmıştır. Bkz. Hayri Orhun, Celal Kasaroğlu, Mehmet Belek, Kazım Atakul, 50 Ünlü Vali, Meşhur Valiler, İç İşleri Bakanlığı Merkez Valileri Bürosu Yay., Ankara, 1969, s.516; Tahsin Bey van valiliği sırasında çok önemli başarılara imza atmış, burada şekaveti kurutarak vergi meselesini düzene koymuştur. Eğitimde önemli atılımlar yapmıştır, (Mahir Aydın, “Savaşın Bitirdiği Doğu Açılımı: Tahsin (Uzer) Bey’in Van Valiliği (1913/1914)”, Deutschtürkische Begegnungen Alman Türk Tesadüfleri, Kemal Beydilli’ye Armağan, (Editör: Hedda ReindiKiel, Seyfi Kenan), Ebvarlag Yay., Berlin, 2013, ss. 538-570. 2 3 BOA, İ..MMS., (İradeler. Meclis-i Mahsus), Dos. 187, No. 1332 Za-05. 4 BOA, MV. (Meclis-i Vükelâ Mazbataları), Dos.237, No.14. 5 BOA, İ..MMS., Dos. 187, No. 1332 Za-05. 6 İç İşleri Bakanlığı Arşivi, Vali Hasan Tahsin Uzer’in Özlük Dosyası, Dosya (Sicil) Nu.:1222. 7 Belgede lira olarak belirtilmiştir, ancak doğrusu kuruş olması gerekmektedir. İç İşleri Bakanlığı Arşivi, Vali Hasan Tahsin Uzer’in Özlük Dosyası, Dosya (Sicil) Nu.:1222; Fahri Çoker, Türk Parlamento Tarihi Millî Mücadele ve T.B.M.M. I. Dönem 1919 –1923 III. Cilt I. Dönem Milletvekillerinin Özgeçmişleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi Vakfı Yayınları No: 6, Ankara, 1993, s.517–518. 8 Tahsin Uzer, Makedonya Eşkıyalık Tarihi ve Son Osmanlı Yönetimi, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1979, s336. 9 290 ayırtması yerine gelecekler konusunda tavassutta bulunması Ordu kademelerinde tepki ile karşılanmıştır. Bu konuda Ali İhsan Paşa’nın tespitleri önemlidir: “Kafkas Cephemizde Azap Savaşı’ndan sonra, taarruzdan vazgeçilerek savunmaya geçildiği zaman, gerek Almanlar tarafından ve gerek İttihat ve Terakki’nin sivil erkânı, valileri, genel merkez üyeleri, Teşkilatı Mahsusa’ya memur olan sorumsuz bazı şahıslar tarafından Üçüncü Ordu’nun üst rütbeli askerleri ve komutanları aleyhinde bir takım entrikalar çevrilmeğe, şikâyetler yapılmağa başlandı”. Kasım ayının son haftasında Albay rütbesi ile Onuncu Kolordu Komutanı olarak Erzurum’a gelen Hafız Hakkı Bey (sonradan Paşa olmuştur), Enver Paşa’ya, taarruzu öngören raporlar göndermeğe başlamıştır10. Oysa kış geçinceye kadar Erzurum’un doğusunda kalıp savunma yapmak ve ilkbaharda da taarruza geçmek genel görüştür. Fakat Erzurum Valisi Tahsin, parti genel merkezinden Teşkilatı Mahsusa Başkanı Bahaeddin Şakir Beyler, Enver Paşa’ya subayların taarruzdan yana olduğunu, büyük komutanların işe yaramadığını, cesur komutanlar işi ele alırlar ve iki kolordu da Batum’a çıkarılırsa Kafkasya’nın ele geçirilebileceğini bildirmişlerdir. Van Valisi Cevdet ve Trabzon Valisi Cemal Azmi Beyler11 de buna paralel şifreler göndermişlerdir12. Bu gelişmeler üzerine Başkomutanlık, taarruz etmeyi kararlaştırmıştır. Enver Paşa, 6 Aralık 1914’te Yavuz Zırhlısı ile Trabzon üzerinden Erzurum’a yola çıkmıştır. 13 Aralık’ta Köprüköy’e gelerek 3’üncü Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa ile genel değerlendirme yapmıştır. 23 Aralık 1914’te taarruza geçilmiş, taarruz devam ederken Enver Paşa, Hasan İzzet Paşa’yı görevden alarak komutayı kendisi devralmıştır. 29 Aralık 1914’te harekâtın sekteye uğraması üzerine 6 Ocak 1915’te geri çekilme emri verilmiştir. 7 Ocak 1915’te geri çekilme başlamış, 10 Ocak 1915’te Ordu Karargâhı Hasankale (Pasinler)’de konuşlanmıştır. Enver Paşa 3’üncü ordu Komutanlığını 3 Ocak 1915’te Mirliva (Tuğgeneral) rütbesine terfi etmiş olan 10 Ocak 1915’te Hafız Hakkı Paşa’ya devrederek Erzurum’dan ayrılmıştır13. Erzurum Valisi Tahsin Bey’in bu harekâtta ve bütün savaşın içindeki en önemli görevi, Ordu’nun erzakını temin görevi olmuştur. Ordu’nun erzakını temin etme sorumluğu ve sevkine yardımcı olunmasına ilişkin 9 Kasım 1914 tarihli şifre telgraf, “Erzurum Valisi Tahsin Bey Efendi’ye Şifre” hitabı Aslında Albay Hafız Hakkı Bey, Başkomutanlık karargâhında iken Genelkurmay İkinci Başkanı olarak Sarıkamış Taarruzunu öngören harekât planını hazırlamıştır. 10 Bu üç vali, (Tahsin, Cevdet ve Cemal Azmi Beyler) daima ortak hareket etmişlerdir. Daima birbirlerine referans olmuşlar, cephe gerisinde ve cephede aktif rol almışlardır. 11 Necdet Öklem, 1. Cihan Savaşı ve Sarıkamış, Bilgehan Basımevi, İzmir,1985, s.57–58; Şahin, a.g.t., s. 114. 12 Harp Mecmuası, (Hazırlayanlar: Ali Fuat Bilkan ve Ömer Çakır), kaynak Kitaplığı Yay., İstanbul, 2005, s.25-26. 13 291 ile “Dâhiliye Nazırı Talat” imzası ile gönderilmiştir. Şifre, “Bugün hepimizin vazifesi ordunun erzakını temin etmek olduğundan bu hususta kimseye merhamet etmeyiniz” cümlesi ile son bulmuştur14. Aynı tarihte Mamüretü’laziz, Diyarbakır, Sivas ve Trabzon Vilayetlerine gönderilen şifre telgrafta bu erzak konusunda Tahsin Bey’in koordinatör tayin edildiği ve onun talimatlarına uyulması gerektiği bildirilmiştir15. Tahsin Bey’in lojistik görevlerine ilişkin 3’üncü Ordu Kurmay Başkanı Binbaşı Felix Guse, şu tespitlerde bulunmuştur: Seferberlik sırasında “Erzurum’un güçlü valisi Tahsin Bey” orduya gerekli olan malzemeyi hazırlamış ve ordu emrine vermiştir. Bu malzeme Erzurum’da orduya teslim edilmiş ve savaş sırasında devam etmiştir16. Erzurum’da Tifüs Salgını Böylece 22 Aralık 1914 - 15 Ocak 1915 tarihleri arasında cereyan eden Sarıkamış Harekâtı, başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Harekât neticesinde çok büyük insan kaybı ile birlikte, salgın hastalıkları da beraberinde şehirlere getirmiştir. Bu salgın hastalıklardan17 en önemlisi tifüstür18. Ölümlerin ve hastalıkların çoğu lekeli humma da denilen tifüsten kaynaklanmıştır. Bitlenme ile oluşan ve yayılan bu hastalık; halsizlik, kusma ve zayıflık ile kendini göstermiş, nekahet dönemi uzun sürmekle birlikte büyük çaplı ölümlere sebebiyet vermiştir. Sarıkamış Harekâtı sonrası, 3’üncü Ordu’nun geri çekilmesi ile cephede hastalanan askerler, hastalığı şehir merkezlerine taşımışlardır. İleri harekâttan geri dönen ordunun karargâhının Erzurum’da konuşlanması ile hastalıklı dönen askerlerin getirdiği hastalıklar haklı da önemli ölçüde etkilemiştir. Erzurum’da özellikle tifüs hastalığı hem acı çektiren hem ölüme götüren en büyük faktörlerden biri olmuştur. Raporlara göre 1915 yılı için Erzurum’da her 14 BOA, DH.KMS., Dos.29. Gömlek Nu:7. 15 BOA, DH.KMS., Dos.29. Gömlek Nu:7. Felix Guse, Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi’ndeki Muharebeler, (Çeviren: Yarbay Hakkı (Akoğuz), Yayına Hazırlayan: Alev Keskin), Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ankara, 2007, s. 5. 16 Savaşlar esansında ve sonrasında salgın hastalıklar önemli zayiatlara neden olagelmiştir. 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi)’nda da benzer durumlar görülmüştür. 93 Harbinde gönüllü olarak Erzurum’da bulunan İskoç tıp doktoru James Denniston yazdığı mektuplarda; “Öte yandan tifüs salgını askerler ve siviller arasında yayılıyor. Resmi kaynaklara göre Ekimden bu yana ölen asker sayısı 9500’dür.” ifadelerine yer vermiştir, (Kamil Aydın, “Erzurum’dan İki Mektup”, Mina Aylık Kültür Fikir ve Sanat Dergisi, Sayı: 25, Şubat 1992, ss. 8–10). 17 Tifüs (lekeli humma): hastalık, akut tifüslü insanların kanını emerek infekte olan insan bitinin infeksiyonu diğer insanlara taşımasıyla bulaşır. Herhangi bir hayvan kaynağı yoktur. Belirtilerin başlangıcı değişkendir ancak daha çok ani başlar ve ilk belirtiler; baş ağrısı, titreme, yüksek ateş, takatsizlik, öksürme ve şiddetli kas ağrısıdır. 5-6 gün sonra, ilk önce vücudun üst bölümünde başlayan ve daha sonra yüz, avuç içi ve ayak tabanı hariç vücudun her yerine sıçrayan cilt kabarıkları (koyu benekler) görülür. Özel tedavi uygulanmazsa, vaka ölüm oranı %40’lara çıkabilir. Tedavi çoğunlukla antibiyotiklerle yapılır, (Hastalık Terimleri Sözlüğü, http://hastalik.terimleri.com/tifus.html, (Erişim tarihi: 24.10.2014). 18 292 gün yaklaşık 200 kişi tifüsten dolayı hayatını kaybetmiştir. 3’üncü Ordu birliklerinden ise aynı yıl tifüsten ölüm sayısı 4.377 olmuştur. Savaşın sonuna kadar 3’üncü Ordu’da tifüsten ölenlerin sayısı 7310’a ulaşmıştır. Tifüsten hastalık ve ölümler sonrası Erzurum’da toprağın donması nedeniyle cesetler defnedilememiştir. “Ancak köpekler karları eşeleyerek cenazeleri parçalamışlardır. Acı gerçek karlar eriyince ortaya çıkmıştır”19. 3’üncü Ordu’da tifüs hastalığına yakalananlar ile hastalığın tesiri ile ölenlerin miktarı ile ölüm oranı şöyledir:20 Senesi Hastalığa yakalanan Ölüm Ölüm oranı 1915 (10 ay) 1916 9.489 4.377 %46 6.641 2.060 %31 1917 2.912 791 %27 1918 (9 ay) 577 82 %14 Toplam 19619 7310 %37 (Ortalama) 3’üncü Ordu’da bitin sebebiyet verdiği humma-i racia (dönek ateş) hastalığına yakalananlar ile hastalığın tesiri ile ölenlerin miktarı ile ölüm oranı şöyledir:21 Senesi Hastalığa yakalanan Ölüm Ölüm oranı 1915 (10 ay) 13.600 4.678 %34 1916 8.382 1.592 %19 1917 3.821 453 %12 1918 (9 ay) 1.095 50 %5 Toplam 26.898 6.773 %25 (Ortalama) Birinci Dünya Harbi süresince 3’üncü Ordu birliklerinden bulaşıcı hastalıklardan ölenlerin sayısı: 19.722’dir. Bunların 14.083’ü bit menşeli tifüs ve humma-i raciadır. Bit menşeli ölümlerin, toplam salgın hastalıklara oranı %71’dir. Diğer %29 ölümler ise tifo ve dizanteri kaynaklıdır. Tifo ve dizanteri kaynaklı ölümlerin sayısı ise 5639’dur. Tifüs hastalığı üzerine Erzurum Konsolosu raporunda “1915 yılı için Erzurum’da lekeli tifüsün çok yaygın olduğunu ve her gün yaklaşık 200 kişinin 19 Mustafa Karatepe, “3’üncü Ordu’da Tifüs Salgını”, Posta Gazetesi, 26 Aralık 2009. Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Kafkas Cephesi’nde 3. Ordu Harekâtı, Cilt: 2, İkinci Kitap, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1993, s. 776-777. 20 Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Kafkas Cephesi’nde 3. Ordu Harekâtı, Cilt: 2, İkinci Kitap, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1993, s. 777. 21 293 öldüğünü” belirtmiştir. “Trabzon’a Erzurum’dan hasta askerlerin getirildiğini, bu sebeple hastalığın yaygınlaştığını ve şehirdeki bütün hastanelerde lekeli tifüs hastalarının bulunduğu” belirtilmiştir. Ayrıca Hastalığın boyutunun çok yükseldiği ve bu nedenle 900 ile 1000 askerden günlük 30 ile 50 arasında ölüm vakası olduğu ve hastalığın sivil halka da bulaştığı” raporu verilmiştir. Bu durum karşısında tedbirler alınmış ve İstanbul’dan aşı maddesi getirilerek sağlık görevlilerince aşılama yapılmıştır. Alınan tedbirler ve aşılama sayesinde hastalığın daha da yaygınlaşması önlenmiştir22. Hastalıklar ve ölümler hakkındaki dönemin subaylarından E.Kur.Alb. Mehmet Arif Baytın’ın anlattıkları ilginçtir: “Ölümler o kadar çoğalmıştı ki, İmamlar ölü yıkamaya yetişemiyordu. Cenazeler birbiri üzerine istif edilerek sıra bekleniyordu. 8-10 bin askerin bakımı, 20- 25 hekime kalmıştı” demektedir23. 3’üncü Ordu tabiplerinden Kilisli Dr. Mehmet Derviş (Kuntman), Bey’e göre; hekim sıkıntısı ve salgın hastalıklar sonrası subaylar, erat ve halk müşkül vaziyette kalmıştır. Dr. Derviş Bey, vaziyetin zorluğunu hatıratında şöyle dile getirmiştir: “Tifüsten sonra memleket korkunç bir şekil aldı. Bütün köy ahırları ve samanlıkları ölülerle doldu. Askerler o kadar bitlenmişti ki kırmakla, kaynatmakla başa çıkılamıyordu. Doğrudan doğruya bitlerin saldırısı ile ölenler vardı. Kısacası bitsiz yer kalmamıştı. Ancak ölüler bitsizdi. Çünkü ceset soğuyunca bitler derhal kaçışıyordu…”. Her taraf buzdan taş kesildiğinden, mezar kazdırıp defnetmek mümkün olmamıştır. Hastane kapılarının önü cenazelerle dolmuştur24. Mareşal Fevzi Çakmak durumu şöyle ifade etmiştir: Sağlık sisteminin yetersizliği sebebiyle; “ölüler çadırlarda odun yığını gibi yığılıyordu. Bu durum, ordunun ve halkın maneviyatını kırıyordu”. Tifüs, 1916 Mayıs ayının ortalarında kontrol altına alınmıştır. Tifüs, Rus Ordusu’nu da “kırıp geçirmiştir”. Tifüsten Türkler, 35.000 kadar, Ruslar ise “Larcher ve Moslofski’nin ifadelerine göre” 100.000 kadar kayıp vermiştir25. Ordunun dezenfeksiyonu için Sivas Menzil Mıntıka Baştabibi Dr. Ahmet Fikri tarafından “bir nevi etüv tarif ve buğu sandığı adını verdiği” bir cihaz buluşu yapılmıştır. Buğu sandığı, bir kazan ile bir sandıktan ibarettir. Bu sandık sayesinde hastaların bitlerden arındırılması ve bu maksatla da kıyafetlerin etüvlenmesi sağlanmıştır26. Ramazan Çalık ve Muzaffer Tepekaya, “Birinci Dünya Savaşı Esnasında Anadolu’daki Salgın Hastalıklar ve Ermeniler”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 16, Konya 2006, 205-228, s.207. 22 Arif Baytın, İlk Dünya Harbinde Kafkas Cephesi, 29 Tümen ve 3 Alay Sancağı (Hatıralar), Vakit Matbaası, İstanbul, 1946, s.118-135; Şahin, a.g.t., s. 132. 23 Kilisli Dr. Mehmet Derviş (Kuntman), Bir Doktorun Harp ve Memleket Hatıraları, (Derleyen: (E) Prof. Tbp. Kd.Alb. Metin Özata), Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ankara, 2009, s. 97, 98. 24 Mareşal Fevzi Çakmak, Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi Harekâtı-1935 Yılında Harp Akademisinde Verilen Konferanslar,(Yayına Hazırlayan: Ahmet Tetik v.d.), Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ankara, 2005, s. 74, 136, 162, 248. 25 H. Zafer Kars,”Tifüs, Bit ve Dr. Ahmet Fikri’nin Buğu Sandığı”, Tıp Dünyası İnternet Sitesi, http:// www. ttb.org.tr/ TD/TD82/7.html, (Erişim tarihi: 26.10.2014). 26 294 Tifüs hastalığı ile aynı zamanda Hilal-ı Ahmer Heyeti tarafından da mücadele edilmiştir. Erzurum’da Hilal-i Ahmer Heyeti’nin başında önce Dr. Mehmet Emin Bey bulunmuş, bilahare o ayrıldıktan sonra da Dr. Server Kâmil Bey tayin edilmiştir. Hilal-i Ahmer Heyetinden de üç doktor ile iki hastabakıcı tifüsten hayatını kaybetmiştir. Hilal-i Ahmer Heyeti, 1915 senesi Ocak ayı sonuna kadar faaliyetini sürdürmüştür. Hastane laboratuarında açılan kursta ordunun ihtiyacı için bakteriyolog yetiştirilmeye çalışılmıştır27. Salgın hasatlıklar sonrasında; Askeri tabipler ile mülki ve sivil tabiplerin bir araya gelerek beraber mücadele edilmesi ve hastalıklara karşı birlikte çözüm geliştirilmesi emri verilmiştir28. Erzurum Valisi Tahsin Bey, gönderdiği raporlarda; 22 Aralık 1914 tarihinde başlatılan ileri yürüyüş ve taarruz harekâtı sonrası Ordu Karargâhının yine Erzurum’a geri döndüğünü, Erzurum’a geri dönenlerin beraberinde salgın hastalıkları da getirdiğini tifüs, dizanteri ve hummanın şehir halkında da birçok kişiye sirayet ettiğini belirtmiştir. Erzurum Amerikan Mektebi Hastanesinde görev yapan Dr. Nazım Şakir Bey hatıralarında “Harbin başlamasından bir hafta sonra hastanenin 300 yatağının dolduğunu, berbat bir bakım ve tedavi örneği verdiklerini, otoklav olmadığından derhal ve bolca bitlendiklerini, Şehirde tifüsün bir afet halini aldığını, hastalara yetişilemediğinden mektepten yeni çıkan 1914’lü genç doktorların Erzurum’a geldiğini ve çok genç ve tecrübesiz olduklarından tifüse yakalandıklarını, tifüsün tüm şehirde vahim seyrettiğini ve tifüse yakalananların %70’inin öldüğünü ancak iyi bakılanlar ve bünyesi pek kuvvetli olanların kurtulabildiklerini” belirtmiştir29. 3. Üçüncü Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa’nın Tifüsten Ölümü Üçüncü Ordu’nun geri harekâtı sonrası tifüsten Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa’da vefat etmiştir. Hafız Hakkı Paşa hastalığına ilişkin ayrıntıları hatıratında şöyle anlatmaktadır: “10 Ocak 1915: Hava güzel, ben hastayım. Derece-i hararetim 37,5. Her tarafım ağrıyor. Vaziyet yine sakin... 150 hastanın 40’ı sağlam, orduya sevk. Köprüköy fena. Yaralılara maaşlarına mahsuben 10 kuruş verdirdim. Bilhassa yaralı çavuşların Erzurum’a sevkini emrettim”30. Hafız Hakkı Paşa’nın ölümünü, o sırada Ordu Karargâhı’nda görevli Albay Aziz SaMesut Çapa, Kızılay (Hilâl-İ Ahmer) Cemiyeti (1914-1925), Türkiye Kızılay Derneği Yay., Ankara, 1989, s. 82. 27 Mehmet Temel, “Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke Yıllarında Türkiye’deki Bulaşıcı ve Zührevi Hastalıklara Karşı Alınan Önlemler”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Cilt:3, Sayı:8, (1998), 329-348, s.330. 28 Mustafa Karatepe, “I. Dünya Savaşı Yıllarında Tifüs Aşısı Uygulanmasında Türk Hekimlerinin Rolü”, Mikrobiyoloji Bülteni, Sayı: 42, Yıl: 2008, 301-313, s. 304-305. 29 Murat Bardakçı, “Sarıkamış’taki Büyük Felâketin Sorumlusu Hafız Hakkı Paşa’nın Pişmanlık Günlüğü”, Habertürk Gazetesi, 23 Aralık 2012, http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/805664sarikamistaki-buyuk-felaketin-sorumlusu-hafiz-hakki-pasanin-pismanlik-gunlugu, (Erişim tarihi: 30.10.2014). 30 295 mih Bey, ayrıntılarıyla aktarmaktadırlar; “Hafız Hakkı Paşa31, 3 Şubat 1915’te yemek esnasında dedi ki: ‘Bakınız, ben bugün hastayım. Fakat yemek yiyeceğim ve yatmayacağım’. 5 Şubat 1915 sabahı ikametgâhının önünde gördüm. Dedi ki: ‘Ben hasta oldum fakat yatmadım, Erzurum’a gidiyorum. Tahsin Bey (Vali)’de birkaç gün istirahat edeceğim32. Üç gün sonra gelirim’. İbrahim Tali Bey’le33 beraber Erzurum’a gittiler. 8 Şubat 1915’te İbrahim Tali Bey geri geldi. Paşa’nın ve Yaver Halet Bey’in hastalığı, tifüs imiş. Hafız Paşa, 11 Şubat 1915’te İbrahim Tali Bey ile Erzurum’dan telefonla görüştü. Paşa’nın hastalığı iyice artmıştı. Akşam üzeri 11’inci Kolordu Komutanı Galip Paşa Ordu Komutanlığı Vekâletine geldi. 11 Şubat’ı 12 Şubat 1915’e bağlayan gece beni telefonla uyandırdılar. Telefona gittim. Menzil Müfettişi Avni Paşa, Hakkı Paşa’nın saat 14.30’da vefat ettiğini ve nereye defnolunacağının, Galip Paşa tarafından Enver Paşa’dan sorulmasını söyledi. Galip Paşa’nın odasına giderek uyandırdım. Söyledim. Çok üzüldü. Ağladı. Hâlbuki Hafız Hakkı Paşa’ya epeyce kızgın olduğunu biliyordum. 12 Şubat 1915’te merhumun Erzurum’da defnolunması için Enver Paşa’dan cevap geldi. Galip Paşa ve karargâhtaki subaylarla Erzurum’a gittik. Kars Kapısı’nda34 toprağa verdik”35. Hafız Hakkı Paşa’nın son günlerinde beraber bulunmuş olan 3’üncü Ordu tabiplerinden Kilisli Dr. Mehmet Derviş (Kuntman) Bey, bir hatırasını şöyle aktarmıştır: “Hafız Hakkı Paşa, son gecelerinden birisinde İstihkâm Bölüğü ile ormanda kalmıştır. Karlar üstünde ağaca yaslanmış, etrafında subaylar toplanmış oturuyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde Saray’dan eşi sultan hanımdan sağlık durumunu soran telgraf almış, gereken cevap verilmişti. Ancak Paşa, sarayı, sultanı unutmuş, gözlerini karanlıklara dikmiş, derin bir düşünceye dalmıştı”36. Sarıkamış Harekâtı, Ordu Harekât Planları’nın hazırlayıcısıdır. Ordu Komutanı harekâtın başlangıcında Hasan İzzet Paşa’dır. Taarruz safhasında bir ara komutayı Enver Paşa devralmıştır. Hafız Hakkı Paşa, 19 Aralık 1914’te başlayan harekâtın içerisinde, Albay rütbesi ile 10’uncu Kolordu Komutanı’dır. 10 Ocak 1915’te 3’üncü Ordu Komutanlığı’nı Enver Paşa’nın emriyle teslim almıştır. 12 Şubat 1915’te tifüsten vefat etmiştir. 31 Erzurum Valisi Tahsin Bey’in Hafız Hakkı Paşa ile ilişkileri çok samimi bir boyuttadır. “Paşa’nın ölümünde son nefesine kadar yanında olmuştur”, (Yelda Cumalıoğlu, “Tahsin Uzer’in Torunu Mediha Çilingiroğlu Söyleşisi” Gerçek Gündem Gazetesi, 18 Mayıs 2009; Şahin, a.g.t., s. 116). 32 Askeri tabip. Atatürk ile yakın ilişkileri olmuştur. Trablusgarp’ta beraber mücadele etmişlerdir. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Müfettişlik Karargâhı içerisinde yer almıştır. Cumhuriyet döneminde, Varşova Büyükelçiliği’ne atanmış, milletvekilliği yapmıştır. 33 Kars Kapısı şehitliğini, Kazım Karabekir Paşa kendisinin yaptırdığını ifade etmektedir. Defnin yapıldığı sırada daha basit bir şekilde Gümüşlü Kümbet yanına Hafız Hakkı Paşa’nın defnedildiği, daha sonra ise Kazım Karabekir Paşa tarafından daha mamur bir hale getirildiği değerlendirmesi yapılabilir. Daha sonra yine Kazım Karabekir Paşa tarafından Karskapısı Şehitliği’ne, 21 Temmuz 1922’de Tiflis’te şehit edilen Ahmet Cemal Paşa ve yaverleri de defnedilmiştir, (Kazım Karabekir, İstiklal Harbimizin Esasları, (Sadeleştiren: Faruk Özerengin), Timaş Yay., İstanbul, 1991, s.10; Şahin, a.g.t., s. 117). 34 Aziz Samih İlter, (Yayına Hazırlayanlar: Zekeriya Türkmen, Elmas Çelik), Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi Hatıraları, Gnkur. ATASE Yay., Ankara, 2007, s.31-32; Şahin, a.g.t., s. 117. 35 36 Kilisli Dr. Mehmet Derviş (Kuntman), a.g.e., s. 91. 296 Hafız Hakkı Paşa’nın 12 Şubat 1915’te tifüsten vefat etmesinden sonra 3’üncü Ordu Komutanlığına Mahmut Kamil Paşa37 tayin edilmiştir. Salgın hastalıklar üzerine, hükümet tarafından Erzurum Vilayeti’nin sivil-asker sağlık işlerini beraber yürütmek üzere 14 Mart 1915’te Dr. Tevfik Salim (Sağlam) Bey’i görevlendirmiştir. Ordu Kumandanı Mahmut Kamil Paşa ve Erzurum Valisi Tahsin Bey de bu işlerin yoluna konulması adına büyük çabalar içerisine girmişlerdir38. Erzurum Valisi Tahsin Bey, 21 Şubat 1915 tarihinde Tercan’dan “Dâhiliye Nazırı Talat Beyefendi Hazretlerine” hitabıyla gönderdiği şifre telgrafta; Hafız Hakkı Paşa’nın ölümü sonrası, “Cenabı Hak size afiyet ve muvaffakıyet ihsan eylesin. Vefatından dört gün evvel, ‘Allah Tal’at’ı bağışlasın bu olmasa biz askerler bile muvazeneyi kaybederiz’ diyordu. Ne yapalım takdir böyle. İnşaallah güzel günler, güler yüzler göre idiniz (göreydiniz). Şehid-i müşarünileyh için burada bir abide yapmak niyetindeyim. Ruslardan alınan topların merkad-ı mübareklerinin… parmaklıklarını yapalım beş metre irtifaında bir sütun yapmak ve taşa tercüme-i halini hülasa etmek isterim. Tahmin ederim ki masarif 1000 liradır. Bunu buradan tedarik edeceğim. Yalnız bir lütuf buyurunuz, Mahmut Kamil Paşa geliyor. Allah muvaffak etsin, bilmem ki merhumun yerini tutabilecek mi? Çünkü burada ordu yoktur. Vaziyet bir yed-i kudrete muhtaçtır. Şimdilik en büyük derdimiz hastalıktır. Doktorları en kıymettar arkadaşlarımızı götüren bu zalim tifüs, koleradan beter bir şeymiş. Mahza bütün kuvvetimizle mübarezeden hali kalmıyoruz bir iki gündür Erzurum da iyiliğe yüz tuttu. Olmadı Hasankale daha ağırdır. İstanbul’da her sokak başında sivil doktorlar var idi bunların kırk, ellisini toplayıp alıp gönderirseniz iyi olur. Sağ kalan doktorlarda da hal kalmadı. Bunlara da biraz nefes aldırmış oluruz. Allah için fedakârlıkla çalıştılar. Saniyen erzak meselesi de mühimdir. Erzurum’da alınacak bir şey kalmadı. Artık ordunun idaresi, civar vilayetlerin duş-ı hamiyyetine düşüyor. Bitlis’in ma’dası alelade çalışıyor. Artık yollar müsaade ediyor. Bu vilayetler himmet-i gayreti tezyid etmezlerse ordunun iaşesi zor olacaktır. Ahvali umumiyemiz bu haldedir. Ne oluyoruz ne olacağız. Ara sıra malumat ita buyurursanız, neşat-ı kalp görmüş oluruz, ta’zimen.” ifadelerine yer vermiştir39. Mahmut Kamil Paşa, 12 Şubat 1915’de tifüsten vefat eden Hafız Hakkı Paşa’nın yerine tayin edilmiştir. 23 Şubat 1916’da Erzurum Kalesi’nin Ruslar tarafından düşürülmesi üzerine Ordu Komutanlığından affını istemiştir. Başkomutan Vekili Enver Paşa tarafından 3’üncü Ordu Komutanlığına Şubat 1916’da Vehip Paşa atanmıştır. Birinci Dünya Savaşı Doğu Cephesi’nde görev yapan 3’üncü Ordu Komutanları sırasıyla; Hasan İzzet Paşa (Kasım – Aralık 1914), Enver Paşa (Aralık 1914 – Ocak 1915), Hafiz Hakkı Paşa (Ocak– 12 Şubat 1915), Mahmut Kamil Paşa (Şubat 1915 – Şubat 1916), Vehip Paşa (Şubat 1916 – Haziran 1918), Esat Paşa (Haziran – Kasım 1918) olmuştur, (http://www.tsk.tr/, (Erişim tarihi: 23.03.2010)). 37 Erdal Aydoğan, İttihat ve Terakki’nin Doğu Politikası, Ötüken Yay., İstanbul, 2007, s.117; Şahin, a.g.t., s. 135-136. 38 39 BOA, DH.ŞFR., Dos.462/43, No.1, 2, 3. 297 Vali Hasan Tahsin Bey’in Tifüs İle Mücadele Kapsamındaki Çalışmaları Erzurum’daki sivil halk ve asker arasında meydana gelen bu büyük tifüs salgını sonrası Vali Tahsin Bey merkezi hükümeti harekete geçirmeye karar vermiştir. Tahsin Bey, vali olarak sivil halk üzerinde sorumluluğu olması ile birlikte Ordu’nun lojistik işlerinden de sorumlu olması hasebiyle önemli görevler üstlenmiştir. Vali Tahsin Bey’in Doğu Cephesinde gerek asker, gerekse de Müslim, gayri Müslim siviller için girişimler yapmaktan imtina etmemiştir. Erzurum Valisi Tahsin Bey, 6 Şubat 1915 tarihli Dâhiliye Nezaretine gönderdiği şifre telgrafta; tifüs hastalığına karşı alınacak tedbirleri sıralamıştır. “Buna (tifüs) karşı zat-ı devletlerinin başlıca üç nokta i nazarı, dikkate ve icraya alınmasını istirham ederim. 1- Buraya İstanbul’dan ve civardan mülki askeri resmi veya hususi etıbbadan 40-50 doktor ile 200 hasta bakıcı izamı, 2- Humma-i raciaya (dönek ateş) karşı 914 denilen aşıyı yetiştirilmesi, 3- Hasta ve mecruhun tesrî’ (hızlandırma) ve teshili (taşınması) için 100 at arabası gönderilmesi. Tifüsün sureti ve şekli sirayeti bir türlü tetkik edemiyoruz. Bu hastalığın Avrupa’da men’i bir halde bulunduğundan tifüsle kimse tulu etmiyor. Memleketimiz için ciddi mühim bir tehlike teşkil eden tifüsün esbabı sudûr ve tevessü’i hakkında tetkikat ve tecarib-i fenniyede bulunmak üzere Avusturya ve Almaya profesörlerinden mürekkep bir heyet-i tıbbiyenin Erzurum veya Erzincan’a izamı için her iki devlet sefaretleri nezdinde teşebbüsat-ı seria icrası farz-ı ayın hükmündedir. Buradaki etıbba hayli tetkikatta bulundu. Böyle bir heyet-i tıbbiye gelirse, bu maraz-ı muhlikin atiyen olsun çare-i halası ve hiç değilse tahdîd-i hasârı çaresi belki bulunmuş, ordu ve ahali şu afetten ihtimal kurtulmuş olur. Ve âlem-i insaniyete hidmet edilmiş olur”40. Tahsin Bey’in bu şifre telgrafı üzerine Dâhiliye Nezaretince 8 Şubat 1915’de ortak hareket etmek maksadıyla Harbiye Nezaretine tezkere yazılmıştır41. Erzurum Valisi Tahsin Bey, 7 Şubat 1915 tarihli Dâhiliye Nezaretine gönderdiği şifre telgrafta; tifüs hastalığının yaptığı tahribat, son durum, alınacak tedbirleri ve taleplerini iletmiştir. Telgrafta: “Tifüs ve dizanteri orduda ve ahali arasında mühim tahribat yapıyor. El-yevm askerden 20.000 hasta vardır. Bazı kur’a da vefiyyat korkunç bir şekil aldı. Vesaiti mürettebe ve nakliyenin fukaratı, kışın şiddeti, odanın azlığı bizi düşündürüyor. Yirmi tabip vefat etti, 30’u da hastadır. Süleyman Numan Bey gelir gelmez hastalanmış ve 40 BOA, DH.İ.UM.EK., Dos.6/42, No.2. 41 BOA, DH.İ.UM.EK., Dos.6/42, No.3. 298 ‘muhtac-ı tedavi ve istirahat’ görülerek İstanbul’a avdet mecburiyeti bu zattan istifade imkânını nez’ etti. Şimdi İbrahim Tali Bey’le çalışıyoruz. Hastalık tevsi ettiğinden indifai için hayli uğraşacağız. Esbabı tevsi şunlardır: 1- Efradın, tabanın pislikten tevakki etmemesi, tahaffuzdan haberdar olmaması, 2- Meydan-ı harbin gayet soğuk, bir metre karla müstevi olması, 3- Hastalığın birden bire tevsi etmesi ile Erzurum ve civarında, hususi hanelerde tedavilerine mecburiyet görülmesi üzerine ahaliye sirayet etmesi, 4- Muharebe-i ahirede külliyetli miktarda mecruh düşen zabitan ve efradın mevcut hastanelere yatırılarak ve tedavilerine itina edilerek hastanın icabı gibi bakılmaması. 5- Mecruhiye ve marazâtın en yakın merâkizden ma’dûd olan Erzincan, Trabzon ve Ma’muratü’l-aziz’e sevki için sokakların ve yolların müsaade etmemesi, icabı kadar at arabası bulunamaması, 6- Memleketteki izdihamı çar ve naçar tahfif için efrada tebdil-i hava verilmesi ve bunların yaya olarak uzun mesafeyi kat’ edememeleri ve köylerde kalarak telef olmaları ve hastalığı uzaklara kadar sirayet ettirmeleri, 7- Seferberlikte bil-itibar ilan-ı harbe kadar maalesef hastalık ve hastanemizin hiçbir teşebbüs ve ihzârâtta bulunmaması ve harbi müteakip her şeyin birden arzı ihtiyaç etmesi, 8- Etıbbanın, bilhassa hasta bakıcıların azlığı, Erzurum şehrinin pis ve müzdehim olması, işte arz edilen” şeklinde tifüs hastalığın yayılma sebeplerini sıralamıştır42. Erzurum Valisi Tahsin Bey, 9 Şubat 1915 tarihli telgrafında; “Erzurum’da tifüs hastalığı tevessü’ etmiş ve muhacirin izdihamı bu tevessü’e yardım etmiştir. Askerden ve ahaliden bu beş ay zarfında Erzurum Kalesi içindeki mezarlıklara defnedilen cenaze miktarı 10.000’i tecavüz etti. Erzak ve cephane kollarından handa sokakta telef olan binlerce hayvanat dahi gelişi güzel etrafa atıldı. Asker mezarlıkları pek sathi yapıldığından ilkbahar gelince memlekette kolera vesair emraz-ı muhlike zuhuru me’mûl olunduğunu etıbba müttefikan beyan ediyorlar. Belediyede beş paralar yoktur, varidat-ı haliyesi de alınamamıştır. Bu ahvale karşı nakden fedakârlık hazineye teveccüh ediyor. Şimdiden icabat-ı sıhhiyeye tevessül edilmek, cenazeleri derin bir surette tekrar defne ve lâşeleri ihraka, su gerîzlerini tathire ve buna memasil pek çok husûsâta tevessül olunmak üzere sıhhiye tertibinden veya saireden beş bin liralık tahsisatın telgrafla itasını pek zaruri görüyorum. Tifüsün şimdiki vaziyeti, koleranın şekl-i sirayet ve tahribatından hiç de farklı değildir. Şu afete BOA, DH.İ.UM.EK., Dos.6/42, No.4; Erzurum Valisi Tahsin Bey, 7 Şubat 1915 tarihli tifüs hastalığının yaptığı tahribat, son durum, alınacak tedbirleri ve taleplerini içere söz konusu şifre telgrafın Dahiliye Nezaretince deşifre edilmiş orijinal sureti Ek—4’de sunulmuştur. 42 299 karşı durmak ve lutf-i Hakla ref ’-i hasarına çalışmak için nakden fedakârlığa mecburuz. Lutf-i devletlerini istirham ederim”43. Erzurum Valisi Tahsin Bey, 11 Şubat 1915 tarihli Dâhiliye Nezaretine hitaben yazdığı şifre telgrafta; tifüs hastalığına karşı alınacak tedbirleri belirterek taleplerinin karşılanmasını istemiştir. Telgrafta; “Pek şiddetli bir surette devam eden tifüsün lütf-i Hakla bir iki günde zail olması için Süleyman Numan Bey tarafından gösterilen tedabir arasında; efrada bol gıda ve bilhassa çay ve çamaşırlar için mebzulen şeker ve sabun verilmesi cihetleri vardır. Erzurum’da sabun ve şeker nihayet bulmak üzeredir. Hilal-i Ahmer ve Müdafa-i Milliye cemiyetleri her şeye tercihen Erzurum’a 25.000 kıyye sabun ve 100.000 kıyye şeker gönderebilirse orduya, memleket-i sıhhati umumiye ye pek büyük hizmet etmiş olurlar. Delaleti devletini cümleten istirham ediyoruz” demiştir44. Bu şifre üzerine Dâhiliye Nezaretince; Hilâl-i Ahmer Cemiyeti Umumi Merkez İkinci Reisi Akil Muhtar Bey45 ve İstanbul’daki Vilayât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti Başkanı Mahmut Nedim Bey46, Cumartesi günü saat 3.00’de Dâhiliye Nezaretine celp edilerek telgraftaki ihtiyaçların yerine getirilmesi talep edilmiştir47. Erzurum Valisi Tahsin Bey, 17 Şubat 1915’te “Dâhiliye Nazırı Talat Beyefendiye” hitabıyla yazılan şifre telgrafta; doktor ve tıp personeli talebini tekrar etmiştir. Sıhhiye Müdür-ü Umumisi Esat Paşa’ya, “Erzurum’da ve civarında tifüsün tahribatının” bildirilmesini istemiştir. Erzurum’da “etıbbanın nadiren” var olduğu belirtilmiştir. Sekiz, on hafta zarfında Erzurum’a yakın beldelerde (istihdam edilmek üzere) seyyar etıbbadan “20-30 doktor ile Mekteb-i Tıbbiye/Sıhhiye muallim, müdürlerinden… birkaç kişinin suret-i izamları hususunda”.. “teşebbüs buyrulması” istenmiştir48. Erzurum Valisi Tahsin Bey, 17 Şubat 1915 tarihli Dâhiliye Nezaretine hitaben yazdığı şifre telgrafta; Erzurum’dan iade olunan ve Diyarbakır’da toplanan efratta, “ihmal olunamayacak derecede” tifüs olduğu belirtilmiştir. “Elde para yoktur, doktor da yoktur. Tifüsün “men-i istilası için acilen kâfi miktarda havalinin ita buyrulması” gerektiği yazılmıştır49. 43 BOA, DH.İ.UM.EK., Dos.6/42, No.5. 44 BOA, DH.İ.UM.EK., Dos.6/42, No.1. 45 Ord.Prof.Dr. Akil Muhtar Özden. Vilayât-ı Şarkiyye’nin savunmasına yönelik çabaları organize etmeleri maksadıyla 4 Aralık 1918’de İstanbul’da Vilayât-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti kurulmuştur. Başkanlığına da Eski Bitlis Valisi Harputlu Mahmut Nedim Bey getirilmiştir. 46 47 BOA, DH.İ.UM.EK., Dos.6/42, No.1. 48 BOA, DH.ŞFR., Dos.462/9, No.1. 49 BOA, DH.ŞFR., Dos.461/96, No.1. 300 Vali Tahsin Bey, vahametini belirttiği Hasankale’ye özel bir önem verme gereği duymuştur. Hasankale’de kazanın tüm memurları hastanelerde görevlendirilmiştir. Hastabakıcı olarak dahi görev yapan bu memurlar – birkaç kişi hariç- kısa zamanda hastalığa yakalanmışlardır50. Hasankale’de Hafız Hakkı Paşa’nın tifüs hastalığına yakalandığı bölgeye çok yakın -hatta aynı- bölgede hayatlarını kaybeden bu kişilerin vefat sebebini ve ailelerine yapılması gereken yardımları, Vali Tahsin Bey aşağıdaki raporla sunmuş ve hükümet tarafından önerisi kabul görerek aileleri biraz teselli bulmuştur. Erzurum Valisi Tahsin Bey, 1 Mart 1915 tarihli şifre telgraf ile “Hasankale’de tifüs salgınından vefat eden memurların ailelerine ikramiye verilmesini” talep eden şu satırları yazmıştır: “Söz konusu memurlar, harbin başından beri Hasankale Hastaneleri’nde, hasta hademeliğine kadar ifayı hizmet, ibrazı hamiyet etmiş ve bu yüzden hastalanarak vefat etmiş olduklarından pek bikes ve biçare kalarak efradı ailelerine beşer yüz kuruştan bin kuruşa kadar ikram verilmiş ve bunun içinde 15.000 kuruşluk bir havale itası istirham olunur” demiştir51. Bu isteğe olumlu karşılık verilmiş, “Hasankale Memuriyeti’nden vefat edenlerin ailesi için nakdi meblağın örtülü ödenekten karşılanması Mesture’den tesviyesi”52 şeklinde cevap verilerek örtülü ödenekten karşılanması yolunda emir verilmiştir. Doğu cephesinde ve özellikle Erzurum’da tifüse karşı aşılama uygulamaları yapılmıştır. Dr. Tevfik Salim (Sağlam) Bey, 14 Mart 1915’te atandığı 3’üncü Ordu’daki görevine başlamak üzere yola çıkmadan53, tifüs salgınına karşı alınacak tedbirler konusunda görüşlerine başvurduğu Dr. Reşat Rıza Bey, kendi usulüyle hazırlanacak bir aşının uygulanmasını teklif etmiştir54. Söz konusu aşı usulüne uygun şatlarda üretilmiş ve başta Erzurum olmak üzere pek çok yerde uygulanmıştır. Yüksek rütbeli kumandan, subaylar, hekimler ve sivil memurlar da kendi arzularıyla aşılanmışlardır. Gönüllü olarak kendilerine tifüs aşısı yaptıranların içinde Ali İhsan (Sabis) Paşa ve Fevzi (Çakmak) Paşa da bulunmaktadır. Aşı uygulamaları 3. Ordu’yla sınırlı kalmamıştır. Bağdat’ta bulunan 6’ıncı Ordu’da aralarında Ordu Kurmay Başkanı Kazım Karabekir’in de bulunduğu 76 subay, 20 hekim ve 20 hastabakıcı 50 Temel, a.g.m., s.330. 51 BOA, DH.KMS., Dos.31, No.11, 2/4. 52 BOA, DH.KMS., Dos.31, No.11, 2/4. 3’üncü Ordu Sıhhiye Reisliğine tayin edilen Dr. Tevfik Salim (Sağlam) Bey, Erzurum’a hareket etmeden ayrıca Sahra Sıhhiye Umumi Müfettişi Vekili (Alman) Yarbay Mayer’den bölge hakkında bilgi istemiştir. Mayer, “sıhhi durumun pek fena olduğunu, Erzurum’un son derece fena olduğunu, adeta yaygın içinde olduğunu, hastalıkların yayılmasının önlenmesini, yoksa Erzurum için artık yapılacak büyük bir iş olmadığını” belirtmiştir, (Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde Sağlık Hizmetleri, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ankara, 2011, s. 19). 53 54 Karatepe, a.g.m., s. 305. 301 aşılanmıştır. 6’ıncı Ordu Kumandanı Mareşal von der Goltz Paşa aşılanmayı reddetmiştir. Aşılananlar hastalanmadığı halde Goltz Paşa tifüse yakalanarak 19 Nisan 1916 tarihinde Bağdat’ta vefat etmiştir55. Bu aşı uygulamaları konusunda Erzurum Valisi Tahsin Bey’in “bu aşıyı sadece onlara uygulayarak Ermeniler üzerinde denediği” yolunda söylemler geliştirilmiştir. Oysa bu aşı meselesi 1919’da soruşturma konusu yapılmıştır. Orada bilgisine başvurulanların tamamı “bu aşının tüm Şark cephesi ile birlikte Ermenilere de uygulandığı ancak kesinlikle sadece Ermenilere uygulanmadığı yolunda ifade vermişlerdir. İfade verenlerden Hamdi Suat Bey 15 Nisan 1335 (15 Nisan 1919) tarihli savunma yazısında “… Bu usul ile vali, hakim, defterdar, Kızılay Hastanesi doktorları ile birçok askeri ve sivil memur da aşılandı.… Bunlar arasında gayrı Müslimler de vardı. Fakat büyük çoğunluğu İslam’dı” diyerek Tahsin Bey’in kendisinin de aşı yaptırdığını, kesinlikle salgının önlenmesi maksadıyla aşılamaların yapıldığını belirtmiştir. Diğer ifade verenlerin beyanları da bu doğrultuda olmuştur56. Sonuç Savaş yıllarında bir memlekette yaşayan tüm bireylerin görevleri başında, harp yükümlülükleri gelmektedir. Hele bu bir mülki amir ise hem askeri hem mülki görevleri aynı oranda önemli olmaktadır. Hasan Tahsin (Uzer) Bey, Erzurum valiliği sırasında da önemli görevler ifa etmiştir. Bunlar arasında 3’üncü Ordu’nun iaşe hizmet en önemli görevini teşkil etse de anlık gelişen afetlere ve salgın hastalıklara da reaksiyon gösterebilmiştir. Tifüs bu salgın hastalıkların en başında gelmiştir. Temizlik ve beslenme zorlukları ile kış şartlarının vahameti, Vali Tahsin Bey’in işini biraz daha zorlaştırmıştır. Sair dönemlerde olduğu gibi Tahsin Bey, bu gailenin de üstesinden gelme gayretinde olmuştur. Tahsin Bey’in tifüs ve salgın hastalıklar ile mücadelesinde en önemli destekçisi Eşi Hatice Mediha Hanımefendi olmuştur. Hastanelerde hastabakıcılık yapan Hanımefendi, bu hizmetlerinden dolayı Şefkat nişanı ile ödüllendirilmiştir. Erzurum Valisi Tahsin Bey’e de Ordu’nun ihtiyaçlarını ve cephe gerisi hizmet ve lojistik ihtiyaçlarını karşılama ve kolaylaştırmada gösterdiği olağan üstü çalışmalarından ötürü “muharebe altın liyakat madalyası” verilmiştir. Bu arada önce “fahri süvari mülazımı saniliği (teğmen)” bir yıl sonra da “fahri süvari mülazımı evvelliği (üsteğmen)” rütbeleri verilmiştir Ayrıca Üçüncü Ordu Komutanlığı’nca da üstün başarıdan dolayı “teşekkür” ile ödüllendirilmiştir. 55 Karatepe, a.g.m., s. 306-307. 56 Soruşturmanın ayrıntıları için bkz. Karatepe, a.g.m., s. 310-311. 302 Bibliyografya 1.Arşivler Başbakanlık Osmanlı Arşivi. İç İşleri Bakanlığı Arşivi. 2. Kitaplar Aydoğan, Erdal, İttihat ve Terakki’nin Doğu Politikası, Ötüken Yay., İstanbul, 2007. Baytın, Arif, İlk Dünya Harbinde Kafkas Cephesi, 29 Tümen ve 3 Alay Sancağı (Hatıralar), Vakit Matbaası, İstanbul, 1946. Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Kafkas Cephesi’nde 3. Ordu Harekâtı, Cilt: 2, İkinci Kitap, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1993. Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde Sağlık Hizmetleri, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ankara, 2011. Çakmak, Fevzi, Mareşal, Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi Harekâtı-1935 Yılında Harp Akademisinde Verilen Konferanslar,(Yayına Hazırlayan: Ahmet Tetik v.d.), Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ankara, 2005. Çapa, Mesut, Kızılay (Hilâl-İ Ahmer) Cemiyeti (1914-1925), Türkiye Kızılay Derneği Yay., Ankara, 1989. Çoker, Fahri, Türk Parlamento Tarihi Millî Mücadele ve T.B.M.M. I. Dönem 1919 –1923 III. Cilt I. Dönem Milletvekillerinin Özgeçmişleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi Vakfı Yayınları No: 6, Ankara, 1993. Guse, Felix, Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi’ndeki Muharebeler, (Çeviren: Yarbay Hakkı (Akoğuz), Yayına Hazırlayan: Alev Keskin), Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ankara, 2007. Harb Mecmuası, Sayı: 3, (Kânunusani 1331). Harp Mecmuası, (Hazırlayanlar: Ali Fuat Bilkan ve Ömer Çakır), Kaynak Kitaplığı Yay., İstanbul, 2005. Karabekir, Kazım, İstiklal Harbimizin Esasları, (Sadeleştiren: Faruk Özerengin), Timaş Yay., İstanbul, 1991. Kilisli Dr. Mehmet Derviş (Kuntman), Bir Doktorun Harp ve Memleket Hatıraları, (Derleyen: (E) Prof.Tbp. Kd.Alb. Metin Özata), Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ankara, 2009. Orhun, Hayri vd., 50 Ünlü Vali, Meşhur Valiler, İç İşleri Bakan303 lığı Merkez Valileri Bürosu Yay., Ankara, 1969. Öklem, Necdet, 1. Cihan Savaşı ve Sarıkamış, Bilgehan Basımevi, İzmir, 1985. Şahin, Mustafa, Hasan Tahsin Uzer’in Mülki İdareciliği ve Siyasetçiliği, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Erzurum, 2010, (Basılmamış Doktora Tezi). Uzer, Tahsin, Makedonya Eşkıyalık Tarihi ve Son Osmanlı Yönetimi, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1979. 3. Makaleler Aydın, Mahir, “Savaşın Bitirdiği Doğu Açılımı: Tahsin (Uzer) Bey’in Van Valiliği (1913/1914)”, Deutsch-türkische Begegnungen Alman Türk Tesadüfleri, Kemal Beydilli’ye Armağan, (Editör: Hedda Reindi-Kiel, Seyfi Kenan), Ebvarlag Yay., Berlin, 2013, ss. 538-570. Aydın, Kamil, “Erzurum’dan İki Mektup”, Mina Aylık Kültür Fikir ve Sanat Dergisi, Sayı: 25, Şubat 1992, ss. 8–10 Cumalıoğlu, Yelda, “Tahsin Uzer’in Torunu Mediha Çilingiroğlu Söyleşisi” Gerçek Gündem Gazetesi, 18 Mayıs 2009. Çalık, Ramazan ve Tepekaya, Muzaffer, “Birinci Dünya Savaşı Esnasında Anadolu’daki Salgın Hastalıklar ve Ermeniler”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 16, Konya 2006, ss. 205228. İlter, Aziz Samih, (Yayına Hazırlayanlar: Zekeriya Türkmen, Elmas Çelik), Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi Hatıraları, Gnkur. ATASE Yay., Ankara, 2007. Karatepe, Mustafa, “I. Dünya Savaşı Yıllarında Tifüs Aşısı Uygulanmasında Türk Hekimlerinin Rolü”, Mikrobiyoloji Bülteni, Sayı: 42, Yıl: 2008, ss. 301-313. …………..…, “3’üncü Ordu’da Tifüs Salgını”, Posta Gazetesi, 26 Aralık 2009. Şahin, Mustafa ve Şahin, Cemile, “Osmanlı’nın Son Döneminde Partizanlık ve İç Çekişmeler Sebebiyle Azledilen Tahsin (Uzer) Bey’in–İşgal Öncesi- 20 Günlük İzmir Valiliği”, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Cilt: 10, Sayı: 22, (2011-Bahar), ss. 33-45. Temel, Mehmet, “Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke Yıllarında Türkiye’deki Bulaşıcı ve Zührevi Hastalıklara Karşı Alınan Önlemler”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Cilt:3, Sayı:8, (1998), ss., 329-348. 304 4. İnternet Kaynakları Bardakçı, Murat, “Sarıkamış’taki Büyük Felâketin Sorumlusu Hafız Hakkı Paşa’nın Pişmanlık Günlüğü”, Habertürk Gazetesi, 23 Aralık 2012, http://www.haberturk.com/ yazarlar/murat-bardakci/805664-sarikamistaki-buyuk-felaketin-sorumlusu-hafiz-hakki -pasanin-pismanlik-gunlugu, (Erişim tarihi: 30.10.2014). Kars, H. Zafer, “Tifüs, Bit ve Dr. Ahmet Fikri’nin Buğu Sandığı”, Tıp Dünyası İnternet Sitesi, http:// www. ttb.org.tr/ TD/TD82/7.html, (Erişim tarihi: 26.10.2014). Hastalık Terimleri Sözlüğü, http://hastalik.terimleri.com/tifus.html, (Erişim tarihi: 24.10. 2014). http://www.tsk.tr/, (Erişim tarihi: 23.03.2010). EK–1 Erzurum Valisi Tahsin (Uzer) Bey’in Fotoğrafı57 57 Uzer Ailesinden temin edilmiştir. 305 EK–2 “Fahri Süvari Mülazımı Sanisi Erzurum Valisi Tahsin Bey”58 58 Harb Mecmuası, Sayı: 3, (Kânunusani 1331), s.35 306 EK–3 Üçüncü Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa ve Erzurum Valisi Hasan Tahsin (Uzer) Bey ile Beraberindekiler Endaht (Atış) Tecrübesi Yaparken59 Hafız Hakkı Paşa; önde atış yapan, Tahsin Bey; Paşa’nın tabancasız elinin arkasında ayakta duruyor, (Harp Mecmuası, (Hazırlayanlar: Ali Fuat Bilkan ve Ömer Çakır), Kaynak Kitaplığı Yay., İstanbul, 2005, s.25). 59 307 EK–4 Erzurum Valisi Tahsin Bey’in 7 Şubat 1915 tarihli Tifüs Hastalığının Yaptığı Tahribat, Son Durum, Alınacak Tedbirleri ve Taleplerini İçeren Şifre Telgrafının Dâhiliye Nezaretince Deşifre Edilmiş Sureti60 60 BOA, DH.İ.UM.EK., Dos.6/42, No.4. 308 Özet Savaş dönemlerinde salgın hastalıklar sonrası asker ve sivil halktan verilen zayiat insan kaynağını etkileyen en önemli unsurlardan birisi olmuştur. Sadece tifüs hastalığından vefat edenlerin ordunun muharebe kabiliyetine verdiği zararın büyüklüğü bile tek başına ele alınması gereken hususlardan birisidir. Bu çalışmada “tarihsel maddecilik” metodu kullanılarak savaşan Ordu’daki bir sağlık problemi üzerine Tahsin Bey örneğinden hareketle mülki idarecilerin muharip unsurlar üzerindeki olumlu veya olumsuz etkisi irdelenmeye çalışılmıştır. Hasan Tahsin (Uzer) Bey, 5 Ekim 1914’te Erzurum Valiliğine atanmış, bu görevini Suriye Valiliğine atandığı 27 Temmuz 1916’ya kadar sürdürmüştür. Sarıkamış Harekâtı sırasında ve sonrasında Doğu Cephesi’nde Salgın Hastalıklar yayılmıştır. İleri harekâttan geri dönen ordunun karargâhının Erzurum’da konuşlanması ile hastalıklı dönen askerlerin getirdiği hastalıklar haklı da önemli ölçüde etkilemiştir. Erzurum’da özellikle tifüs hastalığı hem acı çektiren hem ölüme götüren en büyük faktörlerden biri olmuştur. Raporlara göre 1915 yılı için Erzurum’da her gün yaklaşık 200 kişi tifüsten dolayı hayatını kaybetmiştir. 3’üncü Ordu birliklerinden ise aynı yıl tifüsten ölüm sayısı 4.377 olmuştur. Savaşın sonuna kadar 3’üncü Ordu’da tifüsten ölenlerin sayısı 7310’a ulaşmıştır. 3’üncü Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa da tifüsten vefat edenlerden birisidir. Erzurum Köprüköy civarında 3 Şubat 1915’te rahatsızlanan Paşa, 12 Şubat 1915’te Erzurum’da vefat emiştir. Ordu’nun geri harekâtı neticesinde cephede rahatsızlanan askerlerin getirdiği salgın hastalıklar en çok Ordu’nun geri çekilme yolu üzerinde bulunan yerleşim yerlerini etkilemiştir. Tifüsten hayatlarını kaybedenlerin ailelerine yardım edilmesi için Erzurum Valisi Tahsin Bey tarafından önemli çabalar harcanmış, hastalık sonrası kaybolan insan kaynağı için çözüm yolları bulunmaya gayret edilmiştir. Anahtar Kelimeler: Birinci Dünya Savaşı, Doğu Cephesi, Erzurum, Hasan Tahsin (Uzer), Salgın Hastalıklar, Tifüs. Typhus Epidemıc After Sarıkamıs Operation During World War I and Efforts of Hasan Tahsin (Uzer) Bey, Governor Of Erzurum Abstract In times of war, soldier and civilian casualties after epidemics have become one of the most important factors that influence human resources. The size of the damage caused by the people who died of only typhus on the combat capability of the army is one of the issues that need to be addressed alone. 309 In this study, using “historical materialism” method, positive or negative effect of the civilian administrators on combatant elements, through the example of Tahsin Bey on a health problem in a fighting army has been studied. Hasan Tahsin (Uzer) Bey was appointed as the Governor of Erzurum on October 5, 1914,his duty lasted until he was assigned as the Governor of Syria on July 27, 1916. During Sarikamis Operation and afterwards on Eastern Front Epidemics spread. With the deployment of the headquarters of the returning army from the operation in Erzurum, diseases brought by the sick soldiers had significant effect also on the people. In Erzurum, especially typhus disease was one of the biggest factors that led to misery and death. According to reports, in Erzurum 200 people died of typhus everyday in 1915. For the same year, in 3rd Army, 4377 people died of typhus. Death toll reached to 7310 in the 3rd Army until the end of the war. 3rd Army Commandant Hafiz Hakkı Pasha was among the people who died of typhus. The Pasha who got ill near Köprüköy, Erzurum on February 3, 1915, passed away on February 12, 1915 in Erzurum. As a result of the backward operation of the army, the diseases brought by the sick soldiers, affected the residential areas on the path of the retreat. To help the families of those who lost their lives from typhus, Governor of Erzurum Tahsin Bey spent considerable efforts. After the epidemic, solutions for the vanished human resources were tried. Key Words: World War I, Eastern Front, Erzurum, Hasan Tahsin (Uzer), Epidemics, typhus. 310 Öksüz Yurtları Mecmuası Işığında I. Dünya Savaşı Sonunda Öksüz Kalan Çocukların Eğitimi Tahir ÖZKAN* Giriş Osmanlı Devleti’nde dağılma döneminde çok sık savaşlar yaşanmıştır. 1800’lüyıllardan sonraki savaşlarda, önceki savaşlara nazaran daha fazla toprak kaybedilmiştir. Ayrıca ülke sınırları içindeki ayaklanmalar Osmanlı Devleti’ni daha da zayıflatmıştır. 1876-77 Osmanlı Rus harbi, Osmanlı Devleti için önemli bir tarih olmuştur. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti’nin ayakta kalamayacağını anlayan İngiltere de Osmanlı’nın toprak bütünlüğünden vazgeçerek stratejik noktalarını işgale başlamıştır. Böylece Mısır, Tunus, Fas, Kıbrıs gibi büyük ve önemli topraklarımız elimizden kolayca çıkmıştır. 1911 de Libya ve arkasından I. ve II. Balkan savaşlarında Balkanlardaki topraklarımız kaybedilmiştir. Ardından Osmanlı Devleti 1914-1918 yılları arasında I. Dünya savaşında yarın miylon şehit vererek bu savaşı da kaybetmiştir1-2-3. Savaşların sonunda Osmanlı Devleti stratejik açıdan önemli topraklarını kaybetmiş, üstüne bir de savaş tazminatı ödemiş ve nitelikli insanlarını savaş meydanlarında şehit vermiştir. Savaşlardan sonraki toplum yapısına bakıldığında güç ve kuvvetten düşmüş yaşlılar, eli kolu budanmış gaziler, savaş kaçkınları, eşkıyalar, dul kadınlar ve çok miktarda yetim ve öksüz çocuk kalmıştır4-5-6-7. Bu savaşların doğal sonucu olarak ortada kalan yetim ve öksüzlere sahip çıkabilmek için devlet tarafından okul ve yurtlar açılmıştır. Yurt binaları olarak ise azınlık okulları da kullanılmaya başlanmıştır. Önceleri bolluk içinde olan bu okullar savaşın sonuna doğru maddi sıkıntı içine düşmüşlerdir8. *Okutman, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, [email protected]. 1 Müezzinoğlu, Ersin, ‘I. Dünya Savaşı Esnasında Yetim ve Öksüz Çocukların Himayesi ve Eğitimi: Darüleytamlar’, HistoryStudies, s.415 2 Zengin, Zeki Salih, II. Abdülhamit dönemi örgün eğitim kurumlarında din eğitimi ve öğretimi, Çamlıca Yayınları, İstanbul, 2009, s.45 3 Kazıcı, Ziya, Osmanlı’da Eğitim-Öğretim, Bilge Yayıncılık, İstanbul, 2004, s.37 Sarıkaya, Makbule, ‘Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Bir Sosyal Hizmet Kurumu: Türkiye Himaye-i Eftal Cemiyeti’,A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 34 Erzurum 2007, s. 325 4 Koç Bekir, ‘Osmanlı Islahhanelerinin İşlevlerine İlişkin Bazı Görüşler’, GaziantepÜniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2007, s. 114 5 6 Er Hamit, Osmanlı Devletinde çağdaşlaşma ve eğitim, Rağbet Yayınları, İstanbul, 1999, s.67 Tekeli İlhan, Osmanlı İmparatorluğu’nda eğitim ve bilgi üretim sisteminin oluşumu ve dönüşümü, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999, s.77 7 Korkmaz, Sami, ‘Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Balıkesir’de Sosyal Hayat’, Balıkesir Ünv, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Balıkesir, 2006 s.6 8 311 Bu öksüz yurtlarında yetimler ve kimsesizler hem eğitilmeye çalışılmış, hem onlara sıcak bir yuva oluşturulmuştur. Bu öğrenciler bir taraftan öğrenerek bilgilerini artırırken diğer taraftan üreterek hem becerilerini artırıyorlar hem de ülke ekonomisine katkıda bulunuyorlardı. Sahipsiz ve kimsesiz kalan yetim ve öksüz yığınlarına Devlet’in sahip çıkmaya çalışmasının yanında, halk da bu olaya dâhil edilmeye çalışılmıştır. Bu çalışmalar neredeyse ülke genelinde illere, ilçelere kadar yayılmaya çalışılmıştır9-10-11. Bu dönemde yetim-öksüz ve kimsesizlere sahip çıkmak için oluşturulan okul ve yurtlara genel bir isim olarak “Dâr’ul-Eyam” dendiği gibi sadece bu isimle kurulan yurtlar da vardır. Bu isimle kurulan yurtlara örnek olarakİstanbul yoğunluklu oluşturulan Dâr’ul-Eytamları gösterebiliriz. Osmanlı Devleti’nin diğer illerinde de yetimler için oluşturulan farklı isimlerde yetim yurtları açılmıştır. Bu kurumlar Anadolu’nun il ve ilçelerine kadar yayılmıştır. Bizin bu çalışmamızda üzerinde duracağımız yetim yurdu ise Konya merkezli kurulan “Öksüz Yurtları” olacaktır12-13. Öksüz Yurtları (Öksüz Okulları) Amaçları Kurulan bu yurtların amaçlarını öksüz yurtlarında bir annenin kızlarına anlattıklarında bulmak mümkündür. ”Türk sükûnetperverdir” başlıklı yazıda bir anne iki kızına bir olayı anlatmaktadır. Anne kızlarına bir amcanın varlığından bahseder. Bu amcakızını kaybetmiştir, sonra Çanakkale Savaşlarında oğlu şehit olmuştur. Birkaç ay sonra kardeşini de kaybetmiştir. Aynı zamanda bu kişi mahalle muhtarı da yapılmıştır. Askeri birliklerden gelen şehit haberlerini asker ailelerine verme işinin de bu amcaya düştüğü anlaşılmaktadır14. Amcanın kendi acılarını sinesine basarak evlatları cephelerde şehit olan aileleri de teskin etme görevini kendinde bulmuştur. Orada, kızlardan birisi annesine sorar, orada şehit olanların çocuklarına kim bakacak diye. Annesi ona çare olarak ‘Öksüz Yurtları’nı gösterir15. 9 Kodaman, Bayram, ‘Abdülhamit Devri Eğitim Sistemi’, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1988, s.65 10 Aytekin, Halil, ‘İttihad ve terakki dönemi eğitim yönetimi’, Gazi Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1991, s.57 Gündüz, Mustafa, Osmanlı mirası Cumhuriyet’in inşası : modernleşme, eğitim, kültür ve aydınlar, Lotus Yayınları, Ankara, 2010, s.27 11 Korkmaz, Sami, ‘Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Balıkesir’de Sosyal Hayat’, Balıkesir Ünv, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Balıkesir, 2006 s.1 12 Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı devletinin ilmiye teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1988, s.66 13 Kahya, Esin, ‘Ondokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda tıp eğitimi ve Türk hekimleri’, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1997, s.77 14 15 Öksüz Yurtları, 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 81 312 Bu yurtlardan beklentiler ise sadece barınma şeklinde değildir. Bu yurtlar uhdesindeki öğrencilere hem barınak olmuş, hem de bir okul olmuştur. Bu okullardan bir tarih merkezi gibi çalışması, hem öğrencilerini hem de çevrelerini bilgilendirmesi ve bilinçlendirmesi beklenmiştir16. Bu yurtların bir ilim yuvası olması ve âlim yetiştirmesi beklenmiştir. Aynı zamanda bu okulların Osmanlı halkını dönüştürmesi ve inkılâpların merkezi olması beklenmiştir17-18. Dâr’ul-Eytamlarla Arasındaki Farklar Sanayi İnkılâbının etkisiyle 1870’li yıllarda Osmanlı Devleti’nde de ‘Sanayi Okulları’ açılmıştır. Daha sonra Osmanlı Devleti’nde savaşlardan dolayı yetim, öksüz ve kimsesizlerin sayısı artınca bu türdeki okulların yatılı kısımları açılmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında bu yetimleri hem barındırmak için, hem onların eğitimli hale gelmelerini sağlayarak topluma kazandırmak hedeflenmiştir. Bu bağlamda açılan birçok okul vardır. Farklı adlarla kurulmuş olsalar da bu okullara genel olarak “Dar’ul-Eytam” denmiştir. Ancak bu isimde yetimlere sahip çıkan bir okullar da vardır. Burada anlatılacak Dâr’ul-Eytam ise ‘Öksüz Yurtları’ olacaktır. Bu okul ile ilgili temel bilgiler kendilerinin çıkarmış oldukları ‘Öksüz Yurtları Mecmuası’ndan alınmıştır. Mecmuadaki bir makalede Dâr’ul-Eytam’larda eğitim ve idare işlerinin hala oturmadığından bahsedilmektedir. Kalabalık olan Dâr’ul-Eytamlarda 200 hocalı okullarda birlik beraberlik ve düzenin hala oturtulamadığından bahsedilmektedir. Hatta aynı branşı okutan hocalar arasında da birlik ve düzenin yok olduğu anlatılmaktadır. Daha küçük yapılarda sistemin daha güzel çalıştığından bahsedilmektedir. Eğitimde başarının öne çıkması için öncelikle öğretmenlerde aşk ve şevk olması gerektiği anlatılmaktadır. Eğitimin idaresinde hesap idaresi ile ders eğitim idaresinin ayrılması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu sistemin 3 yıldır ‘Öksüz Yurtları’nda kullanıldığı ancak ‘Dâr’ul-Eytamlar’da hala bu sistemlere geçemediklerinden sistemin sağlıklı çalışmadığından bahsedilmektedir19. Buradan anlaşıldığına göre “Dar’ulEytam”lardan kendilerini ayırmaktadırlar. Ancak eser incelendiğinde nadiren de olsa kendilerine Dâr’ul-Eytam dediklerine de rastlanılmaktadır20. Mecmuada başka bir haberde ise Konya Merkez Öksüz Yurdu Müdürlüğüne, vekâleten atanan Dâr’ul-Eytam Müdürü Ahmet Bey’den bahsedilmektedir. Buradan da anlaşıldığına göre bu kurumlar birbirinden farklı ol16 ‘Osmanlı belgelerinde mesleki eğitim’, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2010, s.64 17 Öksüz Yurtları, 30 Kânunuevvel 1333, 14. sayı, s. 114 Yelkenci, Ömer Faruk, Türk modernleşmesi ve II. Abdülhamid’in eğitim hamlesi, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2010, s.89 18 19 Öksüz Yurtları, 30 Kânunuevvel 1333, 14. sayı, s. 108-109 20 Öksüz Yurtları, 30 Kânusani1333, 14. sayı, s. 107 313 makla birlikte idareci ve öğretmenleri ortak kullanabilmektedir21. Yine gelir kaynaklarına bakıldığında da her iki kurumun ortak bir tedarikçisi de Devlet görevlileri olan vali ve kaymakamlar olduğu da görülmektedir22. Kuruluşları ve Şubeleri Öksüz Yurtları’nın ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinememektedir. Ancak I. Dünya savaşı öncesinde bütün okullardaki öğretmen ve öğrencilerin dağıldıkları, okulların boşaldığına dair bilgiler mevcuttur. 1914 yılında yayınlanan bir eserde o yıllarda Osmanlı Devleti’nde var olan okulların adlarının bulunduğu bir liste yayınlanmış ancak bu listede “Dar’ul-Eytam” ve “Öksüz Yurtları”na, ne payitahtta ne de Osmanlı Devleti’nin başka merkezlerinde kurulmuş olan okullar listelerinde rastlanılmamıştır23. Buradan anlaşılan şudur ki 1914 yıllarında Dâr’ul-Eytamlar ve Öksüz yurtlarından bahsedilemez. 1333 tarihli bir Öksüz Yurtları Mecmuasında Dâr’ul-Eytamlarla Öksüz Yurtları kıyaslanmaktadır. O yazıda Dâr’ul-Eytamlarda oluşturulmak istenen sistemin 3 yıldır Öksüz Yurtlarında kullanılmakta olduğu anlatılmaktadır24. Buradan da anlaşıldığına göre öksüz yurtlarının 1915 yılında kurulmuş olmaları muhtemeldir. Bu yurtların Konya ve bütün ilçelerinde kurulmak istendiği anlaşılmaktadır. Seydişehir’de Kaymakam Mithat Bey’in İlçedeki Öksüz Yurduna 2000 lira civarı yardım yapmasından burada en az bir Öksüz yurdu olduğu anlaşılmaktadır25. Yine aynı mecmuada bir yazıda bahsedildiğine göre ekonomik sebeplerden dolayı Köprü’deki, Havza’daki ve Lâdik’teki yurtların kapanmakla karşı karşıya olduğu haberinden, burada da yurtların olduğu anlaşılmaktadır26. Akşehir27, Erbaa28, Erkali,Akşehir, Koçhisar, Sultaniye29Karaman30-31, Sivas32, Merzifon33, VilâyetpenâhiSultâni’de34 de Öksüz Yurtları’nın olduğu anlaşılmaktadır. 21 Öksüz Yurtları, 30 Kânunuevvel 1333, 14. sayı, s. 114 22 a.g.e., 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 87 Sakaoğlu Necdet, ‘Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi’, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2003, s.98-145 23 24 Öksüz Yurtları, 30 Kânunuevvel 1333, 14. sayı, s. 108 25 a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 86 26 a.g.e., 30 Kânusani1333, 14. sayı, s. 114 27 a.g.e., s. 114 28 a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 86 29 a.g.e.30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 87 30 a.g.e., s. 87 31 Öksüz Yurtları, 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 85 32 Öksüz Yurtları, 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 74 33 a.g.e.s. 87 34 a.g.e., s. 87 314 İdare Şekilleri Yurtların, önceleri 6 kişi tarafından yönetildiği, bunlardan dört tanesinin öğretmen olduğu, bir tanesinin doktor, bir tanesinin de muhasip olduğu anlaşılmaktadır35. Yurt müdürlerinin ve öğretmenlerin, yurtların maddi ihtiyaçlarını karşılamak için köylere yardım istemeye gittikleri ifade edilmektedir. Bu uygulamanın idareciliğin ve öğretmenliğin izzetine yakışmadığı vurgulanmaktadır36. İdarecilikteki bu karmaşık durum, idari yapılanmaya gidilerek düzeltilmeye çalışılmıştır. Bundan böyle öksüz yurtları, biri “Hey’et-i İdare” diğeri de “Hey’et-i Hesabiye’ adında iki heyet tarafından idare edileceği vurgulanmıştır37. Hey’et-i İdare’dekilerin, Hey’et-i Hesabiye’dekilere göre biraz önde oldukları uygulamalardan anlaşılmaktadır. Her ilde bunlardan birer tane olması gerektiği vurgulanmıştır. Bu heyetleri o ilin ya da ilçenin en yetkili devlet erkânı belirleyecektir. Müdürlerin bu heyete karşı sorumlu oldukları anlaşılmaktadır. Aynı zamanda müdürler bu heyetin tabii üyesi oldukları vurgulanmaktadır. Hey’et-i Hesabiye üyelerinin ise yurtlara yardım yapanlardan seçileceği beyan edilmiştir. Her yurtta bir müdür olacak, bir de muhasip olacaktır. Müdür’ün Hey’et-i Hesabiyeninde azası oldukları anlaşılmaktadır38. Muhasibin ise doğrudan Hey’et-i Hesabiye’ye bağlı olacağı ve her ikisinin kesinlikle eğitim işlerine karışmaması gerektiği anlatılmaktadır. Müdür aynı zamanda sanat hanelerin malzeme tedarik işlerinden de sorumlu olduğu ifade edilmektedir39. Bunlardan anlaşıldığına göre artık müdürlerin okullara yardım için köy köy dolaşmayacakları anlaşılmıştır. Bu yeni sisteme geçme noktasında bazı kurumlar yavaş davranınca bu konu ile ilgili tamim çıkarılmıştır40. Bu tamimlerden, bu kurumların Devlet’in yönetiminde, giderler noktasında ise Devlet tarafından ve halk tarafından yapılan yardımlarla ayakta durabilen kurumlar oldukları anlaşılmaktadır. Bu konu Öksüz Yurtlarının gelirleri kısmında detaylı bir şekilde işlenmiştir. Yurtlara gelecek toptan yardımları kabul etme yetkisinin Hey’et-i Hesabiyede olduğu, gelen yardımlar perakende şeklindeyse yardımları alma yetkisinin,“ya yurt muhasebecisi ya da yurttaki nöbetçi öğretmen alacaktır41” ifadesinden anlaşılacağı üzere yurtlarda muhasebecinin ya da nöbetçi öğretmenin olduğu anlaşılmaktadır. 35 a.g.e., 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 73 36 a.g.e., s. 74 37 a.g.e., s. 73 38 a.g.e., s. 73 39 a.g.e., s. 73 40 a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 85 41 Öksüz Yurtları, 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 7 315 Dâr’ul-Eytamlar’dan en az 3 yıl önce geçtikleri ifade edilen bu sistemin yöneticileri ise Makam-ı Vilayetçe atanmaktadırlar. Hey’et-i İdare üyeliğine: · Polis Müdürü Nabi · Yurtlar Müfettişi Tayyar · İş Yurdu Müdürü ve Sanayi Mektebi Müdürü Münir · Muhacirûn Müdürü Memduh Beyler atanmışlardır. Hey’et-i Hesabiye üyeliğine: · Muhasebe_i Hususiye Müdürü Şevket · AhmenVileyet-i azasından Bekir · Muhasebeden Halit Beylerin seçildikleri ve göreve başladıkları anlaşılmaktadır ki42Bu şekildeki yapılanmanın sonucunda aşağıda sıralanan işlerin kolaylıkla halledildiği ve bunlardan dolayı yurtların çok başarılı olduğu anlatılmaktadır. Bu başarılar ise eserlerde şu şekilde ifade edilmiştir. · Sanat haneler her mahallenin ihtiyacına göre açılmıştır. · Hammadde ucuza alınarak üretim düşük maliyetle gerçekleştirilmiştir. · Liyakatli insanlar iş başına getirilmiştir. · Üretilen mallar iyi pazarlanabilmiştir. · Bazen Hey’et-i İdare, Hey’et-i Hesabiyeyi kontrol edebilmiştir43. Eğitim Sistemleri Eğitmenler ve Öğrenciler Bu okullarda iki türlü eğitmen formatıyla karşılaşmaktayız. Birisi okul öğretmenleri, diğeri ise sanat hane kalfaları oluşturmaktadır44. Öğretmenler normal okul derslerini verirken, sanat hanede çalışan kalfalar ise üretime yönelik olarak öğrencilere hem uygulamalı olarak üretimi göstermekte hem de halkın ihtiyacı olan eşyaları üreterek öğrencilerin ihtiyaçları karşılamaktadır45. Ayrıca öğretmenlerin eğitim dışında, okulun ve öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için köylere gitmeleri,öğretmenlerin derslere yoğunlaşmalarına mani olurken, diğer taraftan öğretmenleri müteşebbis haline getirebilmiştir46. Öğretmenlerin yetersiz kaldıkları durumlarda bazen müdürler de derslere girmiştir. Buradan da anlaşılmaktadır ki müdürlerin Hey’et-i İdare ve Hey’eti-Hesabiye’ye karşı sorumlu olmak, yardım toplamak, okulu idare et42 a.g.e., s. 87 43 a.g.e., 30 Kânunusani 1333, 14. sayı, s. 108-109 44 a.g.e., 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 74 45 Öksüz Yurtları, 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 86 46 a.g.e., 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 74 316 mek, hammadde alımında muhasibe yardımcı olmak ve okulların denetimini yapmanın yanında bir de derslere de girmek zorunda kalmışlardır47. Birinci Dünya Savaşı sırasında okullarda ki öğretmenler savaşa gitmek durumunda kaldıklarından, öğretmen sıkıntısı yaşanırken, Kurtuluş savaşında ise öğretmenler ve öğrenciler savaşa alınmadıklarından o zaman da ise öğretmen sıkıntısı yaşanmamıştır48. Bu okulların öğrencilerine gelince, bilindiği üzere Osmanlı Devleti’nin son dönem savaş sayısı artmış, savaş başına kaybedilen toprak oranı da artmıştır. Osmanlı, düşmanları karşısında teknolojide geri kalınca, savaşlardaki can kaybı sayısı daha da artmıştır. Böylece savaşların sonunda çok sayıda yetim ve öksüz kalmıştır. Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Devleti’nden şehit sayısı 500 bin olduğu bilinmektedir. O dönemde evin gelir getireninin çoğunlukla erkek olduğu da düşünülürse, geriye kalanları zor bir hayatın beklediği daha iyi anlaşılır.Savaşanlarda şehit olanların ortalama üçer tane çocuğu bulunsa yetim sayısının 1.500.000 olacağı ihtimali oluşmaktadır. İşte o dönemde bu sahipsiz çocuklara Devlet halkın da yardımıyla sahip çıkmaya çalışmıştır. Bunun için bu okullara yetim ve öksüz çocuklar alınmıştır. Bu okullar da iptidaiye ve rüştiye olarak hizmet verilmiştir. Dersleri Mecmuada bahsedilen bir yazıda ‘Öğretmenlik İşleri Dairesi’nden Osman Nuri eğitimin nasıl programlanması gerektiğine dair bir yazı kaleme almıştır. Bu yazıya göre eğitim günlerinin Cumartesi, Pazar, Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe günleri ders yaptıkları anlaşılmaktadır. Eğitimin tam gün, yani sabahtan öğlene kadar ve öğleden sonra olarak eğitim yaptıkları anlaşılmaktadır. Haftanın iş günlerinin öğrenciler üzerinde yapması muhtemel etkilerinden dolayı belli derslerin belli günlerde yapılmasını tavsiye edilmiştir. Cumartesi haftanın ilk günü olacağından öğrencilerin o günlerde sıkılacakları, Perşembe günleri ise tatil rehavetinin öğrencileri kapsayacağı için bu günlere anlaşılması kolay derslerin konması gerektiği vurgulanmıştır. Dersler üç grupta toplanmıştır. Birinci grupta daha çok zekâ gerektiren ilk dinlemede anlaşılması zor olan hendese gibi dersler, ikinci grupta anlaması kolay ancak hafıza gerektiren tarih gibi dersler, üçüncü grupta ise ilk ikisinin dışındaki dersler olarak gruplar olarak sınıflandırılmıştır. Cumartesi günleri ve Perşembe günleri üçüncü grup derslerin verilmesinin uygun olacağı, Pazar, Pazartesi, Çarşamba günleri birinci grup derslerin verilmesinin uygun olacağı, Salı günleri ise ikinci grup derslerin verilmesinin uygun olacağı ifade edilmektedir49. 47 a.g.e., s. 73 Sakaoğlu Necdet, ‘Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi’, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2003, s.98-162 48 49 Öksüz Yurtları, 30 Kânusani1333, 14. sayı, s. 114 317 Sanat Haneler Okulların en önemli sorunlarından birinin de ekonomik sıkıntılar olduğu anlatılmaktadır. Bu açığı kapatmak için yurt müdür ve öğretmenleri insanlardan yardım talebini etmişlerdir. Yardım etmeyen ya da edemeyenlerin, iktisat tavsiye ettikleri, yardım edenlerinde harcamalar noktasında müdür üzerinde baskı yaptıkları anlaşılmaktadır. Çünkü elde para yokken, öğrencilere fazladan kitap dağıtıldığı, okuma yazma bilmeyenlere farklı kitapların verilmesinin yersizliği, yurtların en çok ihtiyacı olan şeylerin maddiyat olduğu bundan dolayı sanat hanelerde üretim yapılması tavsiye edildiği görülmektedir. Bu eleştirilerden bıkan eğitimciler, mecmualarında müdür ve öğretmenlere (özellikle Hey’et-i Hesabiye’nin) karışmaması gerektiği vurgulanmıştır. Bu mesele okulun talimnamelerine de yazıldığı ifade edilmektedir50. Öncelikli olarak idareci ve öğretmenlerin öğrencileri sınıflandırması gerektiği sonrada öğrencileri kabiliyet ve becerilerine göre ayırmaları gerektiği ifade edilmektedir. Özellikle meslek derslerine gereken önemin verilmesi gerektiği vurgulanmış, okulların paraya, halkın da yerli ucuz ürünlere ihtiyacı anlatılmıştır51. Tarih Şuuru Öğrencilere ilk sınıflarında alfabeye geçiş olarak “elif-be” kitaplarının okutulmakta, sonraki sınıflarda ise diğer dersler de gösterilmektedir52. Özellikle tarih dersine özel vurgu yapılmaktadır. Çünkü tarih dersi, nesilleri, çalışkanlığa, başarıya götürecek yegâne araç olarak görülmektedir. Gelecek nesillere bu şuuru verebilmek için mecmualardaki şiirlerde Türk tarihindeki kahramanlıklardan bahsedilerek nesiller motive edilmeye çalışılmıştır53. Tarih şuurunu etkili bir biçimde verebilmenin diğer bir yolunun da tiyatro olduğu vurgulanmıştır54. O yöreye ait meydana gelmiş olayların anlatılması halkın üzerinde büyük etkiler bıraktığı vurgulanmıştır. Tiyatro ile halk, tarihi ile yüzleştirilmeye çalışılmıştır. Ancak öğrencilere savaş kaçaklarından, onların yapmış oldukları soygunlardan, onların idam edilmelerinden, soğuktan donarak ölen annelerden bahsetmenin hiçbir yararı olmayacağı düşünülerek, öğrencilere bunların anlatılmasının bir fayda sağlamayacağı vurgulanmıştır55. 50 a.g.e.30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 74 51 a.g.e., 30 Kânusani1333, 14. sayı, s. 107 52 a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 85 53 Öksüz Yurtları, 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 83 54 a.g.e., 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 74 55 a.g.e., s. 74 318 Yeni nesillere tarih ve milletşuuruverebilmek için cephede geçen olaylar, yazı dizisi şeklinde ve tiyatro diliyleanlatılmıştır. Yazıda küçük kahraman başlığında bir hikâye okuyucuyla paylaşılmaktadır. Bu hikâyede, Çanakkale Savaşları’nda bir cephe canlandırılmaktadır. Düşman hattından iki Hintli asker gelerek düşmanın cephane yerini söylemektedir. Komutanlardan bir tanesinin de Mehmet isminde oğlu oradadır. Mehmet’in gönüllü olarak düşman cephaneliğini patlatması konu edilmektedir56. Avrupa’daki Eğitim Sistemiyle Osmanlı Eğitim Sisteminin Karşılaştırılması Mecmuada bir makalede Avrupa seyahâtine giden bir yazar,Avrupa’da gördükleri karşısında hayran kalır. Oralarda eğitimin sınıfların yanında açılan müzelerde anlatılmakta, geçmişe ait eserlerin sergilenmektedir. Müzelerden etkilenen yazar, kendi memleketinde de böyle müzelerin olması halinde insanları bilinçlendirmenin daha kolay olacağını vurgulamaktadır. Yazar, Osmanlı Devleti’nde de böyle kurumların olması gerektiği üzerinde durmaktadır57. Yine Viyana’da sergilenen bir tiyatroda, halkın kolaylıkla motive edildiğinden bahsedilmektedir. Yine Fransa’da gösterimde olan bir tiyatroda, Almanların Fransızları nasıl katlettiklerianlatılmaktadır. Böylelikle Fransızlık sevgisi canlı tutulmaktadır.Yazarın,tiyatroların Osmanlı Devleti’nde de olmasınıistemesi, Osmanlı’nın bu konuda geri olduğunu ispat etmektedir58. Yazar Avrupa’da gittiği bir restorandan çok etkilenmiştir. Garsonların temiz kıyafetleri, nezaket ve nezahetleri, bir elinde sekiz dokuz bardak taşıyacak kadar kabiliyetli oluşları, başkaca da bir arzularının olup olmadığının müşteriye sorulması yazarı çok etkilemiştir. Bunun sebebi olarak, garsonlara müşteri memnuniyeti ile doğru orantılı olarak ücret verilmesini göstermektedir. Osmanlı’da böyle iş ahlakını verebilecek yerlerin olmasını istemesi ise, Osmanlı Devleti’nde disiplinin Avrupa’nın gerisinde olduğunun işaretidir59. Gelir Kaynakları OsmanlınınDevleti’nin,Birinci Dünya Savaşı öncesindeki ekonomik durumu, yok denecek kadar azdır. Savaşlardaki askerine bile mühimmat göndermekte zorlanan Osmanlı Devleti, öksüz ve yetimlerine sahip çıkmakta çok zorlanmıştır. Ayrıca öğrencilere yardımcı olacak velileri de yoktur. 56 a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 85 57 a.g.e., s. 79 58 Öksüz Yurtları, 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 75 59 a.g.e., s. 72 319 Savaş devam ettikçe şehitlerimizin sayıları artmış, bundan dolayı yetim ve öksüzlerin sayısında da bir artış gerçekleşmiştir. Sayıları hızla artan öksüz ve yetimlerin barınma ve eğitim sorunlarını çözebilmek için meslek liselerine benzeyen okullar oluşturulmuştur60. Bu okulların gelir kaynaklarını üç başlıkta toplayabiliriz 1- Üretilenler:Okulların kendi ihtiyaçlarını kendilerinin karşılamaları beklenmiş, buna yönelik planlar yapılmıştır61. Bu okullarda hem öğretiminyapılması, hem üretiminyapılmasıhedeflenmiştir. Nelerin üretileceğini, okulun açıldığı bölgelerdeki halkın ihtiyaçları belirlemiştir62. Akşehir’deki yurtta kundura hanelerde ayakkabı yapıldığı, dokuma hanelerinde kumaşların üretildiği, terzihanelerinde elbiselerin üretildiği ve bunların satılarak yurtlara gelir elde edildiği bilinmektedir63. Merkez Kız yurdunda yün eğrildiği, dokuma yapıldığı ve ilerleyen zamanda da elbise üretimine geçileceği belirtilmekte ve buradan elde edilen gelirle yurdun ihtiyaçlarının karşılanacağı anlatılmaktadır64. Öksüz Yurtları bu haliyle giderlerini karşılayamamış ve ek gelirlere ihtiyaç duymuştur. Alternatif gelir olarak maddi durumlarının iyi olduğu düşünülen İstanbul’daki Dâr’ulEytamların Öksüz Yurtları’na yardım etmesi fikri ortaya çıktıysa da İstanbul’daki Dar’ul-Eytamların Anadolu’daki Öksüz Yurtları’nın halinden anlayamayacağı üzerinde durulmuştur65. 2- Bağışlar:Buradan bir sonuç elde edilemeyeceği fikri, okul idarecilerini farklı arayışlara itmiştir. Yeni ek gelir kalemi olarak halktan gelebilecek bağışlar üzerinde çalışılmıştır. Çünkü halkımızın hamiyetperver oldukları bu durum karşısında her türlü yardım yapabilecekleridüşünülmüştür66. Halkın dikkatlerini buraya çekebilmek için de bir mecmua çıkarmaya karar vermişlerdir. “Öksüz Yurtları” adı verilerek çıkarılan bu mecmuaylayurtlarda yaşanan mahrumiyetler halka daha da etkin duyurularak onların yardım yapmaları sağlanmak istenmiştir. Bu mecmualardabağış yapanlar nazara verilerek, bağışların artırılması hedeflenmiştir67. Halkın yardım edeceğine inanarak mecmualarda bu konuyla ilgili beyanlarda bulunulmuştur. Ancak durum hiç de tahmin edildiği gibi çıkmamış, devlet adamları olan vali ve kaymakamlardan başka bağış yapan bulunma60 a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 86 61 a.g.e., 30 Kânusani1333, 14. sayı, s. 107 62 a.g.e., s. 108-109 63 a.g.e., s. 114 64 a.g.e., 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 87 65 Öksüz Yurtları, 30 Kânusani1333, 14. sayı, s. 107 66 a.g.e., s. 108 67 a.g.e., 11. sayı, s. 86 320 yınca da, mecmuanın sonraki sayılarında halka açıkça sitem edilmiştir. Halkın, yurtlarda harcanan paraların nerelere harcandığına, fazla ve gereksiz yerlere harcama yapıldığına dair dedikodulara tepki gösterilmiştir. “Hem yardım etmezler hem de eleştiri yaparlar” denmiştir68. Eserde belirtildiğine göre halktan sadece Silleli Ömer Bey’in yardım ettiği belirtilmektedir69. Bu amaca hizmet eden okullara farklı bir gelir kalemi de Balıkesir’deki musiki cemiyetidir. Balıkesir’de kurulan musiki cemiyetinin amaçlarından bir tanesi de yetim yurtlarına yardım sağlamaktır70. 3- Devlet adamlarının yardımları: Yurtlara yardım eden devlet memurları için eserde şu ifadeler geçmektedir. · Konya Emiri Şevki Bey’e yaptıkları yardımlardan dolayı teşekkür edilmiştir71. · Kaymakam Şevki Beye Karaman, Akşehir, Koçhisar, Sultaniye yurtlarına yardımlarından dolayı teşekkür edilmiştir72. · Seydişehir Kaymakamı Mithat beye yaptığı 2000 liralık yardımdan dolayı teşekkür edilmektedir73. (Devlet adamlarının yurtlara yaptıkları yardımların Devlet yardımları olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır.) · Vali-i Vilâyetpenâhi Muammer Bey’in 500 dönüm araziyi yurtlar için ayırdığından kendisine teşekkür edilmektedir74 Anlaşılacağı üzere yurtların en önemli gelir kaynakları, sanat hanelerde üretilenlerden elde edilen gelirler, sonra devlet adamlarının Devletin malından yapmış oldukları yardımlar, sonra da az da olsa halktan edilen yardımlardan bahsedilebilir. Kapanışlar Ne zaman kapandıklarına dair kesin bilgiler olmamakla birlikte, savaşların bitmesiyle öğrencilerinin azalmaya başladığı ve küçük yerleşim yerlerindeki az sayıda kalan yurt öğrencilerin büyük şehir merkezlerindeki yurtlarda toplandıkları anlatılmaktadır. 68 a.g.e., 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 74 69 a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 86 Korkmaz Sami, ‘Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Balıkesir’de Sosyal Hayat’, Balıkesir Ünv, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Balıkesir, 2006 s.104 70 71 a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 86 72 a.g.e., 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 87 73 a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 86 74 a.g.e.30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 87 321 Ayrıca öksüz yurtları umûmiyesi için 20 Şaban 1342 ve 26 Mart 1340 tarihlerinde kanun çıkarıldığı bilinmektedir. Bu da bize 1924 yıllarına kadar bu yurtların varlıklarını devam ettirdiklerini ispat etmektedir75. Sonuç 1877’de doksan üç harbi adı verilmiş bu savaşın sonunda, çok sayıda dul, öksüz ve yetim kalmıştır. 1914-1918 tarihleri arasında Birinci Dünya Savaşı verilmiş, bunun sonucunda çok sayıda dul, öksüz ve yetim ortada kalmıştır. İşte bu kimsesiz, öksüz ve yetimlere Devlet, halkıyla birlikte sahip çıkmaya çalışmıştır. Onlara, öksüz yurtları formunda yurtlar oluşturularak sahip çıkılmış, öksüz ve yetimler sokaklardan alınarak hem topluma hem ekonomiye kazandırılmıştır. Öksüz yurtlarının en önemli sorunu gelir kaynakları olduğu açıktır. Bu açıklar: · Müdür ve öğretmenler, köylere kadar giderek insanlardan bu öğrenciler için yardım isteyerek, · Devlet adamlarının Devlet hazinesinden verdiği paraları, arsaları ve binalarını alarak, · Halktan yardım talep ederek kapatılmaya çalışılmıştır. Bu okulları idare edebilmek için yeni bir idare modeli geliştirilmiştir. Buna göre iki heyet olacak ve bu iki heyet birbirinin işlerine karışmayacaktır. Heyetlerden biri “Hey’et-i İdare” diğeri “Hey’et-i Hesabiye” dir. Özellikle ikinci heyet idarenin işlerine karışmaması gerektiği, idari heyet bazı durumlarda Hesabiye İdaresine danışmanlık yaptıkları anlaşılmaktadır. Bu iki heyeti de o ilin en yetkili devlet erkânıseçmiştir. Hesabiye heyeti ise okula yardımda bulunanlar arasından seçilmiştir. Her yurtta bir müdür bir de muhasebeci bulunduğu anlaşılmaktadır. Yurtların kız yurtları ve erkek yurtları olarak iki çeşit olduğu, belirli illerde ve Konya’nın birçok ilçesinde kurulduğu ve diğerlerinde de kurulması için çalışmaların yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu okullarda da Avrupa’daki okullar gibi, müzeler ve tiyatrolar oluşturularak eğitimin kalitesinin artırılması istenmiştir. Bunlar Avrupa seyahatinden örneklerle anlatılmıştır. Cuma günlerinin resmi tatil olmasından dolayı, okullarda tatil o gün tatil yapılmış, haftanın diğer günleri ise ders yapılmıştır. Dersler tam gün işlenmiş, haftanın ilk günü Cumartesi ile haftanın son günü olan Perşembe gününe anlaşılması kolay derslerin konması istenmiştir. Tarih dersiyle Doç. Dr. Tahsin Özcan, ‘Osmanlı Toplumunda Yetimlerin Himayesi ve Eytam Sandıkları’, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Sayı: 14 2006 s.119 75 322 Türklük şuuru verileceğine inanılarak, bu derslere ayrı bir ehemmiyet verilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında öğrencileri bir hayli artan bu okulların öğrencileri savaştan sonra azalmaya başlamıştır. 1924’e kadar hayatiyetlerini devam ettirdikleri anlaşılmaktadır. Kaynakça Bekir Koç, Osmanlı Islahhanelerinin İşlevlerine İlişkin Bazı Görüşler, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2007 Bayram Kodaman, Abdülhamit Devri Eğitim Sistemi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988, Ankara Tahsin Özcan, Osmanlı Toplumunda Yetimlerin Himayesi ve Eytam Sandıkları, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Sayı: 14 2006 Ersin Müezzinoğlu, I. Dünya Savaşı Esnasında Yetim ve Öksüz Çocukların Himayesi ve Eğitimi: Darüleytamlar, History Studies Esin Kahya,Ondokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda tıp eğitimi ve Türk hekimleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 1997, Ankara Halil Aytekin,İttihad ve terakki dönemi eğitim yönetimi, Gazi Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1991 Hamit Er, Osmanlı Devletinde çağdaşlaşma ve eğitim, Rağbet Yayınları, İstanbul, 1999 İlhan Tekeli, Osmanlı İmparatorluğu’nda eğitim ve bilgi üretim sisteminin oluşumu ve dönüşümü, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı devletinin ilmiye teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1988 Makbule Sarıkaya, Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Bir Sosyal Hizmet Kurumu: Türkiye Himaye-i Eftal Cemiyeti, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 34 Erzurum 2007 Mustafa Gündüz, Osmanlı mirası Cumhuriyet’in inşası : modernleşme, eğitim, kültür ve aydınlar, Lotus Yayınları, Ankara, 2010 Necdet Sakaoğlu, Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2003 Osmanlı Belgelerinde Mesleki Eğitim, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2010 Öksüz Yurtları, 15 Kanûnuevvel 1333, 11. sayı Öksüz Yurtları, 30 Kanûnusâni 1333, 14. sayı Öksüz Yurtları, 30 Teşrînisâni 1333, 10. sayı Ömer Faruk Yelkenci, Türk modernleşmesi ve II. Abdülhamid’in eğitim hamlesi, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2010 Sami Korkmaz, Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Balıkesir’de Sosyal Hayat, Balıkesir Ünv, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Balıkesir, 2006 danışman: Doç. Bülent Özdemir Zeki Salih Zengin, II. Abdülhamit dönemi örgün eğitim kurumlarında din eğitimi ve öğretimi, Çamlıca Yayınları, İstanbul, 2009 Ziya Kazıcı, Osmanlı’da Eğitim-Öğretim, Bilge Yayıncılık, İstanbul, 2004 323 Özet Osmanlı Devleti son dönemlerinde birçok savaş vermiş, birçok toprağını da kaybetmiştir. Osmanlı halkı, savaşlarda sayıca kalabalık olsa da, teknik, teknoloji ve eğitim yönünden zayıf olmalarından, savaşlarda başarı sağlayamamıştır. Savaşlarda şehit olanlardangeriyekimsesiz bir sürü dul kadın, birçok yetim ve öksüz miras kalmıştır. Osmanlı Devleti’nin, bu öksüz ve yetimleri hem eğitmek, barındırmak, onların masraflarını karşılamak, hem de ülke ekonomisine katkıda bulunmalarını sağlamak istediği anlaşılmaktadır. Bunu çözebilmek için “Dâr’ul-Eytamlar” ve “Öksüz Yurtları” tarzındaki kurumlarlaolmuştur. Öksüz Yurtları birçok ilde hatta ilçede açılmıştır. Buradaki okullarda öksüz ve yetim öğrenciler okutulmuş, yurtlarda barındırılmıştır. Meslek liselerine benzeyen bu okullarda öğretmenler, normal okul derslerini gösterirken, atölyelerde de ustalar öğrencilere üretmeyi ve ustalığı öğretmişlerdir. Okullarda üretilenler satılarak, arazilerinden ve binalarındantahsisatlarda bulunularak, halktan yardım alınmaya çalışılarak, okulun ve öğrencilerin ihtiyaçları sağlanmaya çalışılmıştır. Yurtlardaki mahrumiyetleri halka duyurabilmek için de “Öksüz Yurtları Mecmuası”nıçıkarılmıştır. Okul idaresi için “Hey’et-i İdare” ve “Hey’et-i Hesabiye” oluşturulmuştur. Bunların altında her yurtta bir müdür ve muhasebeci bulunmuştur. Müdürler her iki heyetinde tabii üyesi olmuşlardır. Müdürler aynı zamanda okulların müfettişleri olarak da görev yapmışlar, muhasebecilere yardım etmişler, yurt sanat hanelerine alınacak hammadde konusunda da yardımcı olmuşlardır. 1922-23 yıllarında sayıları azalmıştır. Anahtar Kelimeler: Öksüz, Yetimhaneler, Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı, Öksüz Yurtları, Dâr’ul-Eytalar 324 Abstract The Ottoman Empire fought against its enemies between 1914-1918. Almost Five hundred thousand Soldiers of Ottoman empires died in this First World War. Because they fought for years at the end people became poor. But the Ottoman Empire didn’t win the First World War. The People of the Ottoman Empire lost both goods and life. Women were to be widow and children were to be orphan The children of soldiers who died became fatherless and motherless. These parentless children were thirsty and hungry. The Ottoman Empire must had to feed the orphans. The hostels of the students were built by the Ottoman Government for orphans. Orphans were living there. They were going to both places; schools of orphans (ÖksüzYurtları) and workshop. Then the goods produced by the students were sold by the schools manager. Orphanages were built in many cities by the government. These orphanage of orphans needed managers, teachers and theirs masters. A council of people was selected from every city by most authoritative of those. The councils had to choose hostel managers and accountants. Sometimes people in the related region were helping those poor students. The orphans used to mend shoes and sewing dresses. Then they were sold. After selling all those goods the earned money were spent for orphans and hostel of orphans, school of fatherless, motherless. Keywords: Orphans, First World War, Orphanages, Ottoman Empire 325 DİPLOMASİ VE HUKUK The Manchester Guardian Gazetesi’nin Sayfalarından Birinci Dünya Savaşı’nın Son Silah Bırakışması: Anadolu Cephesi ve Mudanya Mütarekesi Uğur ERMİŞ* Barış ÖZDAL** Giriş Büyük Taarruz’un başarıya ulaşmasıyla neticelenen Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sonucunda, işgal altındaki Anadolu toprakları işgalci devletlerden ve bu devletlerin destekledikleri unsurlardan temizlenmiştir. Türk Ordusunun, Büyük Taarruz neticesinde bozguna uğrayıp dağılan Yunan kuvvetlerini takip ederek Sevres Antlaşması ile belirlenen fakat Ankara Hükümetinin tanımadığı tarafsız bölgeye ulaşması üzerine Müttefik Devletler doğrudan çatışmaya girmemek ve Türk Ordusu’nun ilerlemesini durdurmak için mütareke görüşmesine başlanması önerisinde bulunmuşlardır.1 Belirtilen çerçevede, Müttefik Devletlerin teklifinin kabulü üzerine 3-11 Ekim 1922 tarihleri arasında Mudanya’da gerçekleştirilen mütareke görüşmelerine Birleşik Krallık, İtalya, Fransa, Yunanistan ve Türkiye (Ankara Hükümeti) katılmıştır. Bu görüşmelerde Birleşik Krallığı General Harington, Fransa’yı General Charpy, İtalya’yı General Monbelli, Yunanistan’ı görüşmelere katılım sağlamasa da General Mazerakis ve Türkiye’yi İsmet Paşa temsil etmiştir. Fransız politikacı Henry-Franklin Bouillon’daaskeri ve resmi bir görevi olmamasına rağmen Fransa’nın temsilinde ve imza töreninde hazır bulunmuştur.2 Mudanya Mütareke görüşmelerine katılan taraflar incelendiğinde bu devletlerin Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri’ni oluşturdukları ve Paris Barış Konferansı sonrasında Osmanlı Devleti ile Mondros Mütarekesi’ni imza eden devletler oldukları açıkça görülmektedir. Bu açıdan bakıldığından Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın Birinci Dünya Savaşı’nın devamı olduğu, cephede ağırlıklı olarak Yunan kuvvetlerine karşı yapılmasına rağmen mütareke * Arş. Gör., Uludağ Üniversitesi, [email protected]. ** Doç. Dr., Uludağ Üniversitesi, [email protected]. Bu makale büyük ölçüde tarafımızdan daha önce yayımlanan şu eserdeki bilgilerden faydalanarak yazılmıştır. Barış Özdal, Uğur Ermiş, Aylin Doğan, Murat Jane, “The Times ve The Manchester Guardian Gazetelerinde Mudanya Mütarekesi”, Mudanya Mütarekesi’nden Günümüze Bursa Uluslararası Sempozyumu,26-28 Eylül 2013 Bursa, Türkiye. (Sempozyum kitabı basım aşamasındadır) 1 Mudanya Mütarekesi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.;70. Yılında Mudanya Mütarekesi ve Uluslararası Sonuçları, Bursa: Uludağ Üniversitesi Basımevi 1993, passim; Orhan Hülagü, “Mudanya Mütarekesi (3-11 Ekim 1922)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 39, http://atam.gov.tr/mudanya-mutarekesi-3-11-ekim-1922/ (e.t. 01.09.2014) 2 329 ve barış antlaşması görüşmelerindeki imzacı devletlerden anlaşılmaktadır. Mütareke görüşmelerinde başlangıçta Doğu Trakya’nın Yunanistan tarafından terki, bu terkin yöntemi, Trakya’da idarenin Türklere devri ve sınırın belirlenmesinin görüşülmesi beklense de boğazların statüsü ve bu bağlamdaSevres Antlaşması’yla çizilen fakat Ankara Hükümeti’nin tanımadığı tarafsız bölgelerin geleceği, azınlıkların korunması dâhil birçok konuda görüşmelerde bulunulmuştur. Görüşmeler, Türkiye’nin 7 Ekim tarihine kadar çözülmesini istediği ve bu konuda nota verdiği konuların çözülememesi üzerine, 7–9 Ekim 1922 tarihleri arasında kesintiye uğramıştır. Paris Barış Konferansı sonrası İtilaf Devletleri arasında ortaya çıkan ayrılıklar neticesinde İngiltere’ye rağmen Fransa ve İtalya’nın çabaları ile çıkacak muhtemel çatışma engellenmiştir. 9 Ekim’de tekrar başlayan görüşmeler 10 Ekim akşamı yukarıda ismen belirttiğimiz konular üzerinde uzlaşılması ve 11 Ekim sabahı Mütareke metninin imzalanması üzerine nihayete ermiştir. Yunan temsilcisinin imzalamayı reddetmesi üzerine diğer katılımcılar tarafından imzalanan Mütareke metni 14 Ekim’de Yunan hükümeti tarafından da onaylanmış ve 14/15 Ekim 1922 günü yürürlüğe girmiştir. Bu kapsamda çalışmamızda Mudanya Mütarekesi bağlamında daha önce bu kadar geniş kapsamlı incelenmeyen3 İngiliz basınının büyük gazetelerinden “The Manchester Guardian” taranmıştır4. Lakin The Manchester Guardian Gazetesi’nin tam metnine ulaşılamadığı için, arşiv kayıtlarında “Angora” (Ankara), “Chanak” (Çanakkale), “Mudania” (Mudanya), “Kemal Pahsa” (Kemal Paşa), “Smyrna” (İzmir), “Kemalist”, “Anatolia(n)” (Anadolu) vb. kelimeler üzerinden tarama yapılmıştır. Yapılan bu tarama sonucunda 1922 yılı Ekim ayı itibarıyla gazetenin ilgili sayılarında tespit edilen toplam 330 haber nicelik ve nitelik açısından değerlendirilmiş ve büyük ölçüde Türkçeye çevrilmiştir. Bu noktada çalışma temel olarak “Mütareke Öncesi Süreç”, “Mütareke’nin İmzalanması” ve “Mütareke’nin Yansımaları” olarak üçe ayrılmıştır. Son olarak önemle belirtmemiz gereken husus ise çalışmanın uluslararası bir konferansta sunulan makale sınırlılıkları içinde olmasından dolayı, tespit edilen birçok bilgiye maalesef yer verilemediğidir5. 1. İncelenen Gazete Hakkında Genel Bilgiler Yukarıda da belirttiğimiz üzere çalışmamızda İngiliz basınının büyük Yaptığımız literatür taraması sonucunda benzer içerikli olan lakin bu kadar geniş kapsamlı olmayan iki çalışma bulunmuştur. Ergün Aybars, “Mudanya Mütarekesi’nin İngiliz Basınında Etkisi”, 70. Yılında Mudanya Mütarekesi ve Uluslararası Sonuçları, Bursa: Uludağ Üniversitesi Basımevi 1993, ss. 65-81; CameronWatt, “Britanya ve Mudanya Mütarekesi”, 70. Yılında Mudanya Mütarekesi ve Uluslararası Sonuçları, Bursa: Uludağ Üniversitesi Basımevi 1993, ss. 97-105. 3 Söz konusu gazetelerin arşivlerini temin etmemizde bize yardımcı olan Sayın Sinem Sonsaat’e bu vesile ile teşekkür ederiz. 4 Arşiv taraması sonrasında ortaya çıkan oldukça kapsamlı verinin bir kısmı 2013 yılında Bursa’da ATAM tarafından gerçekleştirilen Mudanya Mütarekesi’nden Günümüze Bursa Sempozyumu’nda sunulmuştur. Bkz.,Özdal, vd., passim. 5 330 gazetelerinden olan TheManchester Guardian, kendi resmi arşivinden elektronik kopyalar olarak temin edilmiş ve bu kopyalar üzerinde inceleme yapılmıştır. İlgili gazete hakkında genel ve soyut olarak belirtmemiz gereken bilgiler şöyledir. John Edward Taylor tarafından kurulan ve 1821 yılında haftalık olarak yayıma başlayan The Manchester Guardian Gazetesi, 1959 yapılan isim değişikliği sonrasında günümüzde TheGuardian olarak bilinmektedir. 1855’te günlük yayına geçen gazete 1964 yılında editoryal merkezini Londra taşımıştır.6 Günümüzde Guardian Media Group (GMG)’nın parçası olan gazete kurulduğu günden bu yana ideolojik olarak sol kanatta yer almakta, orta sınıf tarafından okunmakta ve okurları çoğunlukla işçi partisine ya da liberal demokrat partiye oy vermektedir.7 2. The Manchester Guardian Gazetesinde Mudanya Mütarekesi: Aşağıda verilen tabloda 1922 yılının Ekim ayında The Manchester Guardian Gazetesi’nde günlere göre Mudanya Mütarekesi ile ilgili yayımlanan haberlerin sayısı gösterilmiştir. İlgili dönemde İngiltere’de Pazar günleri gazete yayımı yapılmadığından ayın 1, 8, 15, 22 ve 29’unda konuya ilişkin haber bulunmamaktadır. Tablo incelendiğinde The Manchester Guardian Gazetesi’nde Mütarekeye ilişkin konferansın sürdüğü 3 Ekim ile 11 Ekim tarihleri arasında ve Mütarekenin imzalandığının duyurulduğu 12 Ekim tarihinde toplam 123 haberin yayımlandığı, günlük ortalama haber sayısısın ise 12.3 olduğu anlaşılmaktadır. Mütarekenin yapılmasının ardından The Manchester Guardian Gazetesi’nde yayınlanan haber sayında hızla bir düşüş yaşandığı ve konunun kamuoyunun gündeminden uzaklaştığı görülmektedir. Çünkü 16 günlük haber sayısı toplam 58 olup, ortalama haber sayısı 3.625’tir. 6 http://global.britannica.com/EBchecked/topic/247912/The-Guardian (e.t. 18.09.2014) Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz.: http://www.theguardian.com/gnm-archive/2002/jun/06/1 (e.t. 18.09.2014); http://www.ipsos-mori.com/researchpublications/researcharchive/poll.aspx?oItemId=580 (e.t. 18.09.2014) 7 331 Tablo 1: 1922 Yılının Ekim Ayında The Manchester GuardianGazetesi’nde Mudanya Mütarekesi İle İlgili Yayımlanan Haber Sayısı 1 Ekim 3 4 2 Ekim 1922 Ekim Ekim 11 PAZAR 17 15 11 Ekim 9 21 Ekim 2 12 Ekim 6 13 14 Ekim Ekim 6 4 22 23 24 Ekim Ekim Ekim PAZAR 4 2 31 Ekim 1 5 Ekim 15 6 Ekim 12 7 8 Ekim 9 Ekim Ekim PAZAR 16 13 10 Ekim 9 15 Ekim PAZAR 16 Ekim 7 17 Ekim 4 18 Ekim 5 20 Ekim 6 25 Ekim 3 26 Ekim 1 27 Ekim 2 28 Ekim 2 19 Ekim 4 29 30 Ekim Ekim PAZAR 5 Toplam 181 haber. Ortalama (181 / 26= 6,96) haber 2.1. Mütareke Öncesi Süreç: (3-11 Ekim 1922) Çalışmamızın bu bölümünde Mütareke görüşmelerinin sürdüğü 3-11 Ekim 1922 tarihleri arasında The Manchester Guardian Gazetesi’nde yayımlanan haberler arasından daha önce literatürde yer almamış bizce önemli görülen 17 tanesine yer verilmiş olup, ilgili haberler kendi başlıkları ve haber kaynakları ile belirtilmiştir. Yakın Doğu Gelişmeleri8 Franklin Bouillon’dan gelen haberlere göre Kemal Trakya’nın tahliyesi ve tarafsız bölgeler hakkında 3 Ekim’de yapılacak bir konferansa katılmaya kabul etti. Fransa da resmi olarak bunu kabul etti. Fransa büyük ihtimalle General Charpy, İtalya General Monbelli Türkiye İzzet (İsmet)9 Paşa tarafından temsil edilecek. Trakya Teklifi10 Franklin Bouillion Kemal Paşa ile yaptığı görüşmeyi içeren uzun bir mesaj gönderdi. Buna göre Trakya müttefikler tarafından biran önce işgal edilmeli ve bu güçler yerel idareyi desteklemelidir. Bu birlikler Edirne ve diğer stratejik yerler konumlanmalı. Trakya bir ay sonra Türk jandarmasının desteklediği komisyona devredilmeli. Kemal Trakya’nın Anadolu’da Yunanlıların bıraktığı gibi harap şekilde teslim edilmemesinde ısrarcı. 8 Haberin Kaynağı Kendi Muhabirimiz, Paris, Pazar Gecesi: The Manchester Guardian, 2 Ekim 1922, s. 10. 9 Düzeltme tarafımızdan yapılmıştır. 10 Haberin Kaynağı Belirtilmemiş, Paris, Pazar Gecesi: The Manchester Guardian, 2 Ekim 1922, s. 10. 332 İngiliz Çekilmesini Desteklemek11 Kemal’in de savaşmaya niyeti yok fakat birlikleri tarafsız bölgeye sokması askeri olmaktan çok diplomatik olarak kabul edilebilecek bir zeki şarklı manevrası olarak değerlendirilebilir. Bu noktada oluşabilecek düşmanca bir durum noktasında müttefikler arasında bir birlik yok. Mr. Lloyd George şuan yaşanan bir çok zorluğun nedeni olarak görülüyor ve bir çokları tarafından İngilizlerin Boğaz’ın etrafından birliklerini çekmesi tek çözüm olarak görülüyor. Chanak’taki Pozisyon Birlikler özgürce hareket ediyor fakat makinalı tüfekli Türk süvarisi Erenköy, Sırtepe ve Lapseki’de yönetimi ele geçirdi. Barışçıl bir şekilde sona ermesi isteği ilk ateşi engellese de askeri durum gittikçe kötüleşiyor. Generallerin Buluşması12 Türkiye ile ilgili problemlerimiz henüz sona ermedi. Fakat içerden kaynaklara göre durum çok daha iyi gözükmekte. Generallerin buluşması yarın gerçekleşecek. Bu hiçbir şekilde bir barış konferansı değil. Doğu Trakya’da Haberin Kaynağı Özel Muhabirimizden, Londra, Pazar Gecesi: The Manchester Guardian, 2 Ekim 1922, s. 10. 11 Haberin Kaynağı Özel Muhabirimizden, Londra, Pazartesi Gecesi: The Manchester Guardian, 3 Ekim 1922, s. 8. 12 333 Yunanların Meriç Irmağı’nın gerisine çekilmesi ve tarafsız bölgenin Türkler tarafından kabulü gibi iki konunun tartışılacağı tamamen askeri bir konferans. İngiliz, Fransız ve İtalyan generali Kemal’in tam yetkili temsilci ve Yunan generali ile ayrıntıları ayarlayacaklar. Hiç şüphe yok ki Yunanlılar müttefiklerden baskı yapmalarını isteyecekler fakat onların Küçük Asya’da yaşadığı felaket ile oluşun durum bizim çare olabileceğimiz bir şey değil. Tarafsız bölgeler çıkarlarımızın sınırıdır ve Türkler bunu kabul edecek. Kemalist İddialar ve Güçleri13 Konu savaş olduğunda hiç kimse Mustafa Kemal’den fazla istekli değildir. Yunanistan’a karşı kullandığından daha fazla bir kuvveti cepheye sürebilecek durumda. 20 bin süvariye dayanan temel gücünü Haciyenisti’ye karşı kullandı. Bu birlikler üniformaya sahip değil. Kemal’in çoğu askeri Amerikalılarınkine benzer zeytin yeşili üniforma giyiyor. Fakat bununla birlikte çok farklı renklerde asker ceketi ve pantolonlar var. Doğudan gelen tamamen siyah giyen Lazlar var. Bunlar dar gömlekler (asker ceketi), üzerlerine yapışan dar pantolonlar, deriden dolaklar ve yumuşak deriden makosenler giyiyorlar. Kafalarını siyah bir türbanla sıkıca sarıyorlar. Mühimmat kemerini bellerine doluyorlar ve her iki omuzlarından geçiriyorlar. Bu kemerleri modern Labelle tüfeklerinin kartuşları ile dolduruyorlar. Bunun ötesinde kısa hançerlere ve Alman yapımı ultramodern (patatomasher lakaplı) el bombalarına sahipler. Güney bölgelerinden gelen Arap kuvvetleri (şehirli konar göçer değil) var. Gri sivil mantolar ve başlarında eşarplarıyla Kürtler bulunmakta bunlar genelde bıçak tüfek ve kasatura taşıyorlar. Kemalist birlikler çok az eksiğe sahip görünüyor. Çoğu silahları modern ve arkalarında büyük bir mühimmat desteği varmış gibi görünüyor. Süvariler genelde iki ata sahip. Her süvari takımı dağ topu yâda Hotchkiss (makinalı tüfek) silahına sahip. Alışıldık olmadık şekilde piyade ve süvariler arasında çok yüksek orasında otomatik tüfek taşıyanlar var. Kemal’in Topları Kemal’in Afyon ve Uşak’ta mühimmat bolluğu içinde kullandığı toplar sürprizlerden biri oldu. Muhtemelen saldırı başladığında 300 top ateşledi. En az 230 tane topuda Yunanlılardan ele geçirdi. Kısa sürede hava kuvvetlerinde yapılan ilerleme kayda değer buna rağmen batılı güçlerin çok uzağında. Yaz boyunca birçok Fransız ve İtalyan makinesi alındı. Toplamda 4 uçak filosu ve her filoda 15 uçak var. Yunanlılar ve İngilizlere göre Pilotların çoğu yabancı eğitimli azıcık bir miktar Fransız ve İtalyan’la birlikte. Kemalist subayla bunu inkâr etmektedir. Haberin Kaynağı John Clayton, Chicago Tribune Özel Muhabiri, İzmir, Pazar: The Manchester Guardian, 3 Ekim 1922, s. 9. 13 334 Fransız taktisyenlerin Türklerin operasyonlarında görevli olduğuna dair birçok söylenti var. Ordunun görünüşü üç sene içinde esnek olmayan Alman organizasyonundan, esnek bir yapıya büründü. Fevzi Paşa, savaş planları nedeniyle yükselmekte. Bu General Yunanlılara karşı sadece saldırgan bir plan ortaya koyduğu için değil aynı zamanda bir yıl önce Sakarya’da zafer kazanmalarına neden olan taktik geri çekilişte kazandığı başarılar nedeniyle mareşalliğe yükseltildi. Fevzi Paşa İstanbul’daki personel okulundan (harbiye)’den mezun oldu, Almanya ve Fransa’da askeri taktikler (kurmaylık) öğrenci olarak bulundu. İsmet Paşa’da sahada Türk ordusunun başı, genç Türk devriminin bir ürünü. O da yurt dışında bazı eğitimler alsa da genel olarak İstanbul’da eğitim gördü. Türkiye askeri güç olarak İngiltere ile karşılaştırılamaz. Fakat onunla savaşan bir ülke olarak onlar olumlu bir barış koparmayı umuyorlar. Müdahale İçin Büyüyen Toplumsal Talep14 ABD’nin İngiltere’yi desteklemesi ve gerekirse İngiltere ile birlikte Türklere karşı savaşa girmesi için çığ gibi büyüyen bir talep var. Muhabirin eklediğine göre yapılan eylemlerin çoğu, Hıristiyanlara yapılan katliam haberleri neticesinde kilise organizasyonları tarafından destekleniyor. Yazar ekliyor: Yönetimdeki yüksek memurlar eğer Türkler ve İngilizler savaşa girerse savaşa girmemek imkânsız. ABD boğazların serbestliğini garanti etmeye niyetli. Savaş Riski15 Konferans dün Kemalistler ve Güçler arasında yapılan görüşmeler ile başladı fakat Kemal’in görüşmelerde bulunmaması hayal kırıklığı yarattı. Başka hiç kimse, onun en büyük generallerinin bile bir şeyi çözecek gücü yok. Kemal’in kendisi bile partisindeki şiddet yanlısı kanatla sorun yaşayabilir, belki de bu durum yaşanan ertelemenin nedeni. Bunun arkasındaki tabii ki başka sebeplerde olabilir, o ordusundan uzaklaşmak istememişte olabilir. Barış görüşmelerinde ilk bulunan olmak istememişte olabilir sonuçta terazide kılıç ağır çekebilir. Bununla birlikte ona güvenmemek için herhangi bir sebepte yok. Tüm deliller aksi yönü göstermekte. Tarafsız bölgeyi tahliye etmiş değil fakat birliklerini tehdit eder pozisyonda tutmakta. Tüm güvenilir kaynaklara göre bölgeye ilk giren süvarilere destek olarak daha fazla top yâda piyade getirilmiyor. Konuşulacak olan ilk hassas konu ateşkes süresi boyunca Türk kuvvetlerinin durmasıdır. İkinci konu ise Türk-Yunan ateşkesinin şartlarının belirlen14 Haberin Kaynağı Reuter, New York, Pazartesi: The Manchester Guardian, 3 Ekim 1922, s. 12. 15 Haberin Kaynağı Belirtilmemiş: The Manchester Guardian, 4 Ekim 1922, s. 6. 335 mesidir. Bu konu müttefikleri tedirgin etmektedir. Çünkü müttefikler karar verilen şekilde Doğu Trakya’nın Meriç Irmağı’na kadar Türklere verilmesi yönünde yaptıkları anlaşması gereği Türklerin boğazı geçip Yunanlılara kendi şartlarını dayatmasını önlemektedir. Bu noktada Yunan kuvvetlerinin geri çekilmesini sağlamak, gerekirse müttefik kuvvetleri yerleştirmek ve idarenin Yunanlılardan Türklere geçmesini sağlamak kolay bir mesele değildir. Bu bağlamda Türklerin değişim şeklini kabul edip etmeyeceği de kesin değildir. Türkler bölgenin derhal Türk kuvvetlerine bırakılmasını talep etmektedir. Muhtemel olarak değişimin sembolü olarak bir Türk birliğinin kabul edilmesi Türkleri tatmin edebilir. Fakat kayda değer bir gücün boğazı geçmesinde ciddi riskler vardır. İngiliz güçleri yalnız başına boğaz hattını tutacak güce sahiptir fakat küçük Fransız ve İngiliz birliklerinin Meriç ya da bir başka hattı tutup tutamayacağı tartışmalıdır. Fransız hükümetinin açıklamasına göre hiçbir şart altında Fransız kuvvetlerinin savaşmasına müsaade edilmeyecektir. Türkler güçlerinin avantajını kullanmasa, duruma hâkim olabilir. Kemal’e ve çalışma arkadaşlarına diğer tüm muhabirlerden yakın olan Chicago Tribune’e göre Türkler sadece Doğu Trakya’nın boşaltılmasını değil aynı zamanda boğazın Asya yakasının derhal tahliyesini talep etmekteler. Eğer Kemal’in bizzat kendisi bu iddiayı desteklerse çok açıktır ki şu an biz sadece problemlerimizin başındayız. Lloyd George’un Yakın Doğu Politikası: LordGladstone’un Bekle ve Görme Politikasının İncelemesi: Allenby’nin Zafer Meyvelerinin Kaybı16 Vikont Gladstone, hükümetin Yakın Doğu politikası hakkında yaptığı değerlendirmede Mr. Lloyd George’u bekle ve gör politikasının savunucusu olarak tanımladı. Yaptığı açıklamadı “Birçok şey kayboldu, Sevres anlaşması ve General Allenby’nin zaferleri, bir sonraki gidecek şey ise Lloyd George’un kendisi.” dedi. “Her an kendimizi Türklerle savaşın içinde bulabiliriz. Yapmamız gereken ise tüm Küçük Asya’ya sahip olmak, bir garnizonumuz Filistin’de olmalı. Büyük bir orduyu Mezopotamya’ya göndermeli ve tüm Müslüman alemi telaşlanmalı. Chanak’ta Fransa ve İtalya bizimle, bu sebeple boğazlar tehlike altında değil. Smyrna ve tekrar Yunanlılara verilmeli ve Doğu Trakya güvene alınmalı. General Allenby’nin büyük zaferinin meyveleri gidiyor, Sevres anlaşması gitti, fakir Ermenistan’ın bağımsızlığı gitti, bir sonraki gidecek şey ise Mr. Lloyd George’un kendisi olmalı.” Türkler ve Tarafsız Bölge17 16 Haberin Kaynağı Belirtilmemiş: The Manchester Guardian, 4 Ekim 1922, s. 8. 17 Haberin Kaynağı Belirtilmemiş: The Manchester Guardian, 5 Ekim 1922, s.7. 336 Türklerin Boğazların Asya tarafından çekilmesi için yaptıkları talep herhangi bir zorluk çıkarmadı. Eğer Türk komutan emri verirse İngiliz ve Türk birlikler etkili bir şekilde ayrılacak. Bir diğer deyişle kimsenin kimseyi aşağılama niyeti yok, sadece tarafsız bölgenin güvenliği sağlanmaya çalışılıyor. Topçuların Geri Çekiliş Hikayesi: Günlerce Koşmak18 Saldırı başladığında Afyon Karahisar’da topçuluk yapan bir Yunan erinin mülakatı: “İlk gelen uçak birkaç bomba atıyordu, ikinci uçakla gelen ise eğer geri çekilmezlerse tamamının öldürüleceğini söyleyen broşürler. Ardından Kemalist topçular ateşe başladı. Yunan bataryaları ateş için emir bekledi. Kırmızı ateş beklenirken beyaz ateş göründü. Ardından kırmızı ve beyaz ateş birbiri ardına açıldı. Büyük bir şaşkınlık içinde batarya terk edildi. Birkaç saat sonra Türkler geldi ve herkes kaçmaya başladı. Direniş boyunca batarya hiç ateşlenmedi hiçbir subay görülmedi. Silahlar olduğu yerde terk edildi. Günlerce kaçtıktan sonra İzmir’e giden bir trene gitmeyi başardı. Savaştan 6 gün sonra bacağında bir kurşun yarasıyla İzmir’de hastaneye vardı. Türkler vardığında kendi gibi 300 kişiyle denize atladı ve bir mavnaya çıktı”. Yakın Doğu Önlemleri: Sir. A. Griffith Boscawen Eleştirileri CevapladıLig (Milletler Cemiyeti) Boğazları Koruyamaz19 Tarım Bakanı Sir. A. Griffith Boscawen, Pazar açılışında Yakın Doğu krizine ilişkin olarak şöyle konuştu. “Hükümetin görevlerinden biri barışı korumaktır fakat korunması gereken büyük çıkarlarda vardır. Türklerin bir kez daha Çanakkale’yi ve Boğazları ele geçirmesine izin veremeyiz. Gelibolu’yu korumalıyız orada vatandaşlarımızın ve dominyondan gelen insanların mezarı var.” Hükümet yapılan eleştirileri aptalca olmakla itham etmiş. Yapılan eleştirilerden birinde boğazlardan İngilizlerin çekilmesi ve Milletler Cemiyeti (MC)’nin korumasına bırakması istenmiş. “Eğer boğazlardan çekilirsek 80000 muzaffer Türk’ten boğazlar nasıl korunacak? MC Cenova’da herhangi bir güce sahip olmadan otururken boğazların güvenliğini nasıl sağlayabilir?” 18 Haberin Kaynağı Atina Muhabirimizden: The Manchester Guardian, 5 Ekim 1922, s.7. 19 Haberin Kaynağı Belirtilmemiş: The Manchester Guardian, 5 Ekim 1922, s.10. 337 Kriz ve Yeni Çözüm20 M. Poincare ile Lord Curzon’un Venizelos’un teklifi temelinde sağladıkları anlaşma neticesinde Mudanya Konferansı tekrar başladı. Pozisyon şu: Konferans generalleri müttefiklerin 23 Ekim’de yaptıkları Nota’ya uyum gösterecek. Trakya’da Yunan kuvvetlerinin ilerlemeyeceği bir askeri hat çizecekler. Türklere gönderilen Nota’ya göre askeri hattın yapılması karşılığında Türkler barış gerçekleşene kadar boğazı geçmeyecek. Mudanya Konferansın Türklerin müttefik notasına karşı şekilde barış yapılsın yada yapılmasın 30 gün içinde boğazı geçme isteklerinden dolayı kesintiye uğradı. İngiliz hükümeti adına General Harrington bunu reddetti. General Charpy ise orda varlık sebebi hala açıklanmaya M. Franklin Boullion’a danışarak bu tekliften yana olduğunu belirtti. Türkler İlerlemekle Tehdit Ediyor21 Delegeler konferanstan ayrılma niyetleri olduğunu beyan edince, İsmet Paşa ayın beşi gecesi sürenin biteceğini ve ordunun İstanbul üzerine yürüyeceğini belirtti. Bunun üzerine sabah yapılan görüşmeler neticesinde İngilizler Trakya’nın yönetiminin barış yapılıncaya kadar İstanbul ile benzer olması şartıyla Trakya’da Yunan tahliyesi teklifini kabul etti. 2.5 saat sonra General Harington yine teknelerin gelmesini ve müttefik temsilcilerini almasını istedi, İngilizler böyle bir kararı hükümete danışmadan alacak güçleri olmadığını duyurdular. Azaltılmış Tarafsız Bölge22 Müttefik Generaller kendilerine tarafsız bölge ve Trakya’da bulunacak Türk Jandarmasının gücü ile ilgili tam net talimatlar verilmediği için dün Mudanya’da konferansı kesintiye uğrattılar. Bu sabah Lord Curzon’a Paris’te eşlik eden uzmanlar ve Fransız uzmanlar yaptıkları tartışmalar sonrasında tarafsız bölgede azalmaya gitti. Türklerin Boğazın Asya kıyısında yerleştikleri yerler bırakılacak. Anlaşılan bir diğer noktada Trakya’da ki Türk Jandarmasına limit konulması fakat bunun tam gücüne Türklere danışmadan karar vermek zor. Alınan kararlar İstanbul’da bulunan müttefik yüksek komiserliğine gönderildi bu sebeple görüşmeler yarın öğlen başlayabilir. İzmit’te ki Türk birliklerinin tarafsız bölgede dünden bu yana ilerlediklerine dair haberler var. 20 Haberin Kaynağı Belirtilmemiş: The Manchester Guardian, 9 Ekim 1922, s.7. 21 Haberin Kaynağı Belirtilmemiş: The Manchester Guardian, 9 Ekim 1922, s.7. 22 Haberin Kaynağı Belirtilmemiş, Paris, Pazartesi: The Manchester Guardian, 9 Ekim 1922, s. 8. 338 Mudanya’da Cumartesi Toplantısı: Tutuklular Sorusu23 Chanak’ta ki Kemalistlerin pozisyonu değişmedi. İzmit’te tarafsız hattı Şile ve Yarımca üzerinden geçtiler. Ulusalcı Birlikler topları ile tarafsız bölgenin kendi taraflarında 4 mil ötesindeler. Güçleri yaklaşık 20bin kimilerine göre 25000 kişi. İsmet paşa Yunanlıların elinde olan tutukluların serbest bırakılmasını fakat Türklerin elinde bulunan esirlerin barış yapılana kadar durmasını istedi. Müttefik generaller siviller konusunda hükümetlerine danışacaklarına askeri tutsakların ise Yunanistan ile Türkiye’nin mevzusu olduğunu söyledi. Kemalistler İzmir’de evlerde ve arabalarda yabancıların bayrak asmasını yasakladı.Konsolosluk ve Ulusal binalara bayrak asılmasına ancak yas ve ulusal günlerde Türk bayrağı ile birlikte olması şartıyla izin var. İçki ve şarap satışı yasaklandı. Sadece Türkçe ve Fransızca tabela asmaya izin var. 25 uçak yarın Kemalist hareketleri izlemek için gönderilecek. 2.2. Mütarekenin İmzalanması: (11 Ekim 1922) Çalışmamızın bu bölümünde Mütarekenin imzalanmasının ardından The Manchester Guardian Gazetesi’nde yayımlanan haberler arasından daha önce literatürde yer almamış bizce önemli görülen 4 tanesine yer verilmiş olup, ilgili haberler kendi başlıkları ve haber kaynakları ile belirtilmiştir. Türklerle El Sıkışmak: Sir. C. Harington ve İsmet Paşa: Mudanya’da Son Sahne Kararlı ve Dost Canlısı İngiliz Tavrı24 Mudanya Mütarekesinin imzalandığına dair haberler her ne kadar Salı gecesinden alınsa da imza dün sabah 6.40’ta gerçekleşti. Gelen ayrıntılı raporlar imzalanma kararının Salı gece yarısından önce alındığını gösteriyor. Yunan Delegesi öncelikle hükümetine danışmak istediği için imzalamadı. Protokol’ün esas maddeleri M. Venizelos tarafından önerildi, bunun bir sorun olması beklenmiyor. Anlaşmanın son hali henüz Londra tarafından General Harrington’dan alınmadı. Anlaşılıyor ki anlaşma resmi olmayan bir kaynaktan Türk jandarma ve idaresinin giriş süresi değiştirilerek basıldı. Yunanlıların tahliyesi için 15 gün ve Türklerin girişi için 30 günlük ara yerine 45 günde Türklerin Trakya’da kontrolü alacağı yazılmış. 23 Kendi Muhabirimizden, İstanbul, Pazar: The Manchester Guardian, 10 Ekim 1922, ss. 9-10. 24 Haberin Kaynağı Belirtilmemiş: The Manchester Guardian, 12 Ekim 1922, s. 7. 339 İmzalayalım mı? Kandilli Masada Tarihi Sahne25 Bu sabah 6’da Yakın Doğu’yu savaştan kurtaran sinyali vermek için havayı fişek atıldı. 35 dakika sonra General Harington, General Charpy, General Monbelli ve İsmet Paşa imzaları attı. Mütareke Türkler ve Müttefikler arasında sonuçlandı. Dışarıda Türk askeri bandosu Ulusal askeri marşı çalarken, şeref kıtası tüm gece uykusuzluğun yorgunluğuyla, yüksek sesle “Allah’a şükür bitti” dediler. Böylece barış Türkiye’ye geldi. Sadece Türkiye’ye de değil muhtemelen tüm Dünya’ya. Tüm seremonide asil bir sadelik vardı. General Harington, Charpy ve Monbelli saha üniformaları giymişlerdi, İsmet Paşa ise zeytin rengi ceket, haki pantolon ve siyah bot. Kafalarının üzerinde ay yıldızlı bayrakla biri Amerikan üniforması içerisinde diğeri İngiliz iki nöbetçi asker girişin dışında bekliyorlardı. Bu durumla oldukça yersiz görünüyorlardı. İmza töreni sadeydi. İki gaz lambası yanan çuha geçirilmiş masanın bu tarafında General Harington sağında General Monbelli solunda General Charpy ile oturuyordu. İsmet Paşa General Harington’ınkarşısında oturuyordu. Her iki tarafta da birer İngiliz subay bulunuyordu. Kurmay Başkanı Asım Paşa Generalinin arkasın oturuyordu. Hamid Bey demir parmaklıklı körfezi gören camın kenarında oturuyordu. Şafakla gri maviye dönüştü. M. Franklin Bouillion General Charpy’nin tam arkasındaydı. General Harington protokolü imzalamayı reddeden Yunan Notasının okunması gerektiğini söyledi. Yunanlılar hükümetlerinden herhangi bir talimat almadıklarını ve anlaşmayı tanımayacaklarını söylediler. Karar General Harington “İmzalayalım mı?” dedi. İsmet Paşa Yunan reddine karşılık anlaşmanın üç gün içerisinde yürürlüğe girip girmeyeceğini sordu. General Harington buna Paris görüşmelerinde karar verileceği görüşünde olduğunu söyledi. İsmet Paşa “Hadi İmzalayalım” dedi. İlk olarak ismini General Harington kâğıdın üzerine yazdı, müttefik Generallerinin elinde ve İngiliz Kurmay Başkanı’nın elinde 5 kopya bulunuyordu. Ardından General Charpy, General Monbelli ve İsmet Paşa imzalamadan hızlıca her kâğıdı gözden geçirdi. Bir iki sayfayı imzalamayı ihmal etti. Yunan Notasını okurken tüm gözler ona çevrildi. Açıkça bir memnuniyetsizlikti. Ardından imzaları tamamladı. Gerilim sona erdi. Küçük odada kalabalığı oluşturan konferans üyelerinin, görevlilerin ve seyircilerin üzerinden büyük bir yük kalktı. Haberin Kaynağı John Clayton, Chicago Tribune Özel Muhabiri, Mudanya, Çarşamba, 6:45 Sabah, The Manchester Guardian, 12 Ekim 1922, s. 7. 25 340 Dostça Veda İsmet Paşa son evrakı Kurmay Başkanına verdiğinde General Harington konuşmaya başladı; İsmet Paşa ve ekibine, Müttefik Generallere, tüm yardımı geçenlere teşekkür etti. “Birer yabancı olarak geldik, dost olarak ayrılıyoruz” dedi. General Harington ek olarak basına ilk günler koyduğu engelleme için özür diledi, sadece askeri meselelerin konuşulacağını düşündüğünü belirtti. İsmet Paşa kısaca herkese teşekkür ederek, beraber çalıştığı bu günlerin hatırasında yer edeceğini söyledi. İki şef kalktı ve el sıkıştı. 2.3. Mütarekenin Yansımaları (11-31 Ekim 1922) Çalışmamızın bu bölümünde Mütarekenin imzalanmasının ardından The Manchester Guardian Gazetesi’nde yayımlanan haberler arasından daha önce literatürde yer almamış bizce önemli görülen 2 tanesine yer verilmiş olup, ilgili haberler kendi başlıkları ve haber kaynakları ile belirtilmiştir. Mudanya Mütarekesi: İstanbul’da Korkutan Rahatlama: Tehlikeli İngiliz Basın Kampanyası Harington’ınHassas Görevi26 Anlaşma imzalanmasından sonra İstanbul’da rahatlama yaşandı. Görüşmeleri yöneten müttefik Generaller ve İsmet Paşa oldukça hassas bir misyona sahipti. İsmet Paşa milliyetçilikle ateşlenmiş ve zafer sarhoşu bir milleti temsil ediyordu. Ulusalcıların deneseler İstanbul’u almamaları mümkün değildi. Boğazlar dar. Şehrin büyük bir kısmı muhtemelen tüm Türk polisi de ulusalcı. Kemal’in ordusunun boğazı geçmesi engellense bile gizlice giren birkaç askerin yardımıyla şehir ele geçirilebilir. İzmir örneğinin gösterdiği gibi ele geçirilmek aynı zamanda katliam ve kundaklama demek. İşte tam bu sebeple tüm yerleşikler karılarını çocuklarını ve mallarını çok uzun zaman önce gönderdi. Yunanlılar büyük bir hızla şehri terk ediyor. Ankara Meclisi ve ordunun çoğunluğu şehrin ele geçirilebileceğini muhtemelen biliyor. Fakat eğer tekrar savaş çıkarsa bunun bir önceki kazanılan zaferin aksine farklı olacağının da bilincindeler. En zor görev General Harington’a ait, onun bir yanlış adımı her şeyin kaybedilmesine sebep olabilir. Onun karşısında olanlar oldukça küçük fakat her geçen gün büyüyorlar. Türk liderin kendisi bile İngilizlerin blöf yapmadığından tamamen emin değil. Ruslar ve Batı politikacıları ile ilişkilerini kesmiş diğerleri, İngiliz politikasını İngiliz medyasından öğreniyor. Lloyd George’a karşı yapılan basın kampanyasını muhtemelen bu sebeple yanlış anlıyorlar. General Harington’ınyalnız bırakılmasında, neredeyse Avrupa’ya savaşın ve katliamın getirilecek olmasında da İngiliz basınının payı olduğuHaberin Kaynağı Özel Muhabirimizden, İstanbul, 13 Ekim: The Manchester Guardian, 16 Ekim 1922, s. 9. 26 341 nu söylemek abartı olmayacaktır. Fransız komutanı İngiliz müttefikleri ile birlikte olmak isterken Fransız sarayının isteği farklıydı. M. Franklin Bouillon’un varlığı konferansın üzerinde karanlık ne olduğu belli olmayan bir gölgeydi. Hiç kimse onun varlığının amacını bilmiyordu. Kendisini barış için arabulucu olarak göstermesine rağmen bu mütarekenin görüşüleceği bir askeri konferanstı ve bir sene önce ulusalcılarla gizli bir anlaşma yapan ve asker olmayan birinin orda olması tehlikeli bir şeydi. Yunanlıların Trakya’yı Tahliyesi: Cumartesi Gece Yarısı Operasyon Başladı27 Yunanlılar tarafından Trakya’nın tahliyesi bu gece başladı. İngiliz ve Fransız birlikleri hudut çizgisini geçecek ve geri çekilmeyi ilerletecek. TBMM Gelibolu valisi olarak Asim Beyi, Kırk Kilise valisi olarak Tevfik Beyi, Rodosto (Tekirdağ) valisi olarak İshap Beyi ve Edirne polis şefi olarak Rıfat Beyi atadı. 2500 Türk Jandarması derhal Trakya’ya geçme emri aldı. Sonuç: Giriş kısmında da belirttiğimiz üzere çalışmamızda 1922 yılı Ekim ayı itibarıyla The Manchester Guardian (günümüzde TheGuardian) Gazetesi’nde tespit edilen haberler nicelik ve nitelik açısından değerlendirilmiştir. Bu 27 Haberin Kaynağı Reuter, İstanbul, Cumartesi: The Manchester Guardian, 16 Ekim 1922, s. 10 342 noktada çalışma temel olarak “Mütareke Öncesi Süreç”, “Mütareke’nin İmzalanması” ve “Mütareke’nin Yansımaları” olarak üçe ayrılmıştır. Bu basit ve temel metodoloji itibarıyla yapılan incelemede The Manchester Guardian Gazetesi’nde Mütarekeye ilişkin konferansın sürdüğü ilk 10 günlük sürede toplam 123 haber yayımlandığı, günlük ortalama haber sayısısın ise 12.3 olduğu tespit edilmiştir. Mütarekenin yapılmasının ardından ise The Manchester Guardian Gazetesi’nde yayınlanan haber sayında hızla bir düşüş yaşandığı ve konunun kamuoyunun gündeminden uzaklaştığı görülmektedir. Çünkü 16 günlük haber sayısı The Manchester Guardian Gazetesi’nde toplam 58 olup, ortalama haber sayısı 3.625’tir. Çalışmamızın bölümlerini oluşturan “Mütareke Öncesi Süreç”, “Mütareke’nin İmzalanması” ve “Mütareke’nin Yansımaları” süreçleri bir bütün olarak incelendiğinde de Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrası yaşanan konjonktür, İngiliz medyası tarafından “müdahil olunan bir çatışma” değil, “doğrudan taraf olunan bir süreç” olarak algılanmıştır. Birleşik Krallığı, sorunun doğrudan tarafı olarak gören İngiliz medyası, mütareke sürecinde İtalya ve Fransa’yı da müttefiklik ilişkilerine aykırı davrandıkları ve Ankara Hükümeti ile iyi ilişkiler geliştirdikleri için suçlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş sürecinde her ne kadar strateji gereği bu savaşı bir Türk-Yunan savaşı olarak lanse edilse de çatışmayı sona erdiren Mudanya Mütarekesi tarafları ve nihayetinden imzalanan Lausanne Barış Antlaşması’nın imzacı tarafları Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın Birinci Dünya Savaşı’nın son çatışması olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Kaynakça: 70. Yılında Mudanya Mütarekesi ve Uluslararası Sonuçları, Bursa: Uludağ Üniversitesi Basımevi 1993. AYBARS Ergün, “Mudanya Mütarekesi’nin İngiliz Basınında Etkisi”, 70. Yılında Mudanya Mütarekesi ve Uluslararası Sonuçları, Bursa: Uludağ Üniversitesi Basımevi 1993, ss. 65-81. http://global.britannica.com/EBchecked/topic/247912/The-Guardian (e.t. 18.09.2014) http://www.ipsos-mori.com/researchpublications/researcharchive/755/Voting-Intention-by-Newspaper-Readership.aspx (e.t. 18.09.2014) http://www.ipsos-mori.com/researchpublications/researcharchive/poll. aspx?oItemId=580 (e.t. 18.09.2013) http://www.theguardian.com/gnm-archive/2002/jun/06/1 (e.t. 18.09.2014) HÜLAGÜ Orhan, “Mudanya Mütarekesi (3-11 Ekim 1922)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 39, http://atam.gov.tr/mudanya-mutarekesi-3-11-ekim-1922/ (e.t. 01.09.2014) ÖZDAL Barış, ERMİŞ Uğur, DOĞAN Aylin, JANE Murat, “The Times ve The Manchester Guardian Gazetelerinde Mudanya Mütarekesi”, Mudanya Mütarekesi’nden Günümüze Bursa Uluslararası Sempozyumu,26-28 Eylül 2013 Bursa, 343 Türkiye. (Sempozyum kitabı basım aşamasındadır) The Manchester Guardian, 12 Ekim 1922, p. 7. The Manchester Guardian, 16 Ekim 1922, p. 9. The Manchester Guardian, 16 Ekim 1922, p. 10. The Manchester Guardian, 2 Ekim 1922, p. 10. The Manchester Guardian, 3 Ekim 1922, p. 8. The Manchester Guardian, 3 Ekim 1922, p. 9. The Manchester Guardian, 3 Ekim 1922, p. 12. The Manchester Guardian, 4 Ekim 1922, p. 6. The Manchester Guardian, 4 Ekim 1922, p. 8. The Manchester Guardian, 5 Ekim 1922, p. 7. The Manchester Guardian, 5 Ekim 1922, p. 10. The Manchester Guardian, 9 Ekim 1922, p. 7. The Manchester Guardian, 9 Ekim 1922, p. 8. The Manchester Guardian, 10 Ekim 1922, p. 9. The Manchester Guardian, 10 Ekim 1922, p. 10. WATT Cameron, “Britanya ve Mudanya Mütarekesi”, 70. Yılında Mudanya Mütarekesi ve Uluslararası Sonuçları, Bursa: Uludağ Üniversitesi Basımevi 1993, ss. 97-105. Özet Bizimde katıldığımız bir görüşe göre Türkiye Cumhuriyeti’nin “Kuruluş ve Kurtuluş Savaşı”, I. Dünya Savaşı içinde gerçekleşmiş son muharebedir. Genel ve soyut olarak açıklarsak, I. Dünya Savaşı’nın çatışma safhası Osmanlı Devleti için Mondros Mütarekesi ile sona ermiştir. Mütarekenin getirdiği uygulamalara ve batılı devletlerin dayattığı Sevres Antlaşması’na duyulan tepki neticesinde Meclis-i Mebusan, Misak-i Millîyi kabul etmiştir. Halkın silahlı gücü olan Kuva-yi Milliye tarafından Mondros Mütarekesi’nin ortaya koyduğu çatışmasızlık ortadan kaldırılmış ve Lausanne Barış Antlaşması ile sona erecek olan Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı başlamıştır. Bu savaş, dönemin şartları ve stratejik duruş nedeniyle her ne kadar Türk – Yunan savaşı olarak gösterilse de I. Dünya Savaşı’nın devamı olduğu, savaş sonucunda imzalanan antlaşmanın taraflarında kendini göstermektedir. Unutulmamalıdır ki savaşın silahlı çatışma safhasını sona erdiren Mudanya Mütarekesi’nde İsmet Paşa’nın birinci muhatabı Yunan ordusu komutanları değil İstanbul’daki müttefik komutanlığının başında olan İngiliz General Harrington’dır. Yukarıda aktardığımız perspektiften bakıldığında, I. Dünya Savaşı’nda ki çatışmalar 1918 yılında değil 1922 yılında Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasıyla son bulmuştur. Bu çerçevede I. Dünya Savaşı’nın son askeri hareketleri de Anadolu’da gerçekleşmiştir. Özellikle İngiltere’nin Boğazlar üzerinde ki denetimi kaybetmemek ve Yunan ordusunun bozgunu karşısında kazanımlarını korumak için verdiği bu mücadele incelenmeye değerdir. Bu zaman aralığını önemli kılan bir diğer olgu ise Anadolu’da yaşanan gelişmeler karşısında İtilaf Devletleri’nin tutum ve hareketlerinde oluşan farklılıktır. İngiliz medyasının Fransa’yı 344 Türk uçak filolarına destek vermekle suçlaması bu durumun en bariz örneklerinden biridir. Bu bağlamda çalışmamızda I. Dünya Savaşı’nın son askeri harekâtını nihayete erdiren Mudanya Mütarekesi görüşmeleri esnasında The Manchester Guardian (günümüzde TheGuardian) Gazetesi’nde yayınlanan Türk ve İngiliz askeri hareketlerine dair haberler, bu askeri hareketliliğin İtilaf Devletleri ile olan görüşmelere yansıması ve İngiliz medyasında Türk ordusu algısı analiz edilecektir. Önemle belirtilmesi gereken husus ise bu analiz esnasında ikincil kaynakların değil The Manchester Guardian Gazetesi resmi arşivinin kullanılacak olmasıdır. Anahtar Kelimeler: I. Dünya Savaşı, Mudanya Mütarekesi, The Manchester Guardian, İngiltere, Türkiye Last Armistice Of World War One From The Papers Of The Manchester Guardian: Anatolia Battlefront And Armistice Of Mudanya Abstract According to some historians, Turkish War of Independence was last battle of World War One. Battles phases of World War One was ended in Armistice of Mondros for Ottoman Empire. Grand Assemble of Ottoman Empire accepted Misak-i Milli (National Pact) because of reaction against Treaty of Sevres and execution of armistice. Kuva-yi Milliye which was created by armed people, started Turkish War of Independence. Due to strategic needs, Turkish War of Independence represented as a Turkish-Greek war but sides of Treaty of Lausanne showed that Turkish War of Independence was last phase of the World War One. Instead of Greek General, General Harington sit opposite to General İsmet during the Armistice of Mudanya. In this perspective, battle phases of World War One ended in 1922 with signing of Armistice of Mudanya. Last battle of World War One occurred in Anatolian Battlefront. Especially, United Kingdom’s combat against its gains upon straits is worth examining. Also divergence between Alliance States against happenings in Anatolia is very important. For example, British press accused France because of France’s support to Turkish military planes. In this context, Turkey’s and United Kingdom’s military actions, reflections of Turkish Army and negotiations with Allied States in the light of the Turkish military actions will be examined from The Manchester Guardian ( today The Guardian) during negotiations of Armistice of Mudanya which was ended last battle of World War One. In this analysis, Usage of official archives of The Manchester Guardian instead of secondary source will constitute real importance of this work. Key Words: World War One, Armistice of Mudanya, TheManchester Guardian, United Kingdom, Turkey. 345 Osmanlı Devleti için Savaşın Sonu: Ateşkes Süreci ve Mondros Mütarekesi Hakan BACANLI* A. Birinci Dünya Savaşının Son Yılında İttifak Devletlerinin Mütareke Girişimleri ve 29 Eylül 1918 Selanik Mütarekesi: Savaşın son yılı içerisinde cephe gelişmelerinin İtilaf devletleri lehine dönmeye başlaması İttifak gurubunda hem münferit hem de toplu olarak bazı mütareke ve barış girişimi teşebbüslerine başlanılmasına neden olmuştur. 1918 Eylül ve Ekim aylarında ağırlık kazanan bu girişimlerden birisi Avusturya İmparatoru Hariciye Nazırı Burian’ın 14 Eylül 1918 tarihinde bütün düşman ülkelere hitaben barış notası göndermesidir. Bu notada, Amerika Başkanı Wilson’un ve İngiliz devlet adamlarının barışa dair sözleriyle desteklenen açıklamalar yapıldıktan sonra bütün muhasım devletlerin imzalanacak barış antlaşmaları esasları hakkında görüşmelerde bulunmak üzere tarafsız bir ülkeye temsilciler göndermeleri teklif olunmuştur. Ancak, Burian’ın bu teşebbüsünü Almanya’nın tesiri altında yapmakta olduğunu düşünen İtilaf Devletleri, bu girişime olumlu cevap vermemişlerdir.1 15 Eylülde Makedonya cephesinde başlayan Fransız taarruzu neticesinde cephenin yarılması üzerine Bulgarlar, artık müttefiklerinin tutumunu önemsemeyerek, 26 Eylülde İngiliz ve Yunan birlikleri komutanı General Milne’e mütareke görüşmelerinde bulunulmak üzere 24 saatlik bir ateşkes için başvurmuş, İngiliz Generali de onları Selanik’te Cephe Komutanı Fransız Generali Franchet Desperey’ye yönlendirmiştir. Franchet Desperey de konuyu Paris’e iletmiş ve İngiltere ile Fransa arasında mütareke koşulları üzerinde çalışmaya başlanılmıştır.2 28 Eylülde Maliye Nazırı Mösyö Liaptcheff ile General Loukoff’den ve müşavir olarak Sefir Simeon Radeff’den oluşan bir Bulgar temsilci heyeti Selânik’e gelerek, General Franchet d’Esperey ile mütareke şartları üzerinde görüşmelere başlamıştır.3 İngiltere ile Fransa arasında mütareke koşulları üzerinde çalışma yapılırken, Cephe Komutanı Fransız Generali Franchet Desperey durumun vakit kaybına uygun olmadığı ve Bulgar çöküntüsün*Dr., Öğ. Bnb., Genel Kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Daire Başkanlığı, [email protected]. 1 Ali Türkgeldi, Moudros ve Mudanya Mütarekelerinin Tarihi, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara 1948, s.7. Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: III (1914-1918 Genel Savaşı), Kısım: 4 (Savaşın Sonu), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1983, s.728. 2 3 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.8. 347 den yararlanarak Alman ve Avusturya birliklerini ezmek ve Tuna’ya ulaşıp Macaristan’la Romanya’ya çabuk saldırmak gerektiğini düşündüğünden Paris’ten bir emir ve karşılık almadan, Bulgaristan ile mütarekeyi (Selanik Mütarekesi) 29 Eylül’de imzalamıştır.4 Almanya ise 29 Eylül’de, Bulgaristan’ın mütareke imzaladığı gün, Amerika Başkanı Wilson’a müracaat edilmesine karar vermiştir. Hindenburg 3 Ekim tarihinde savaşa son verilmesi gerektiğini belirterek, kaybedilen her günün binlerce cesur askerin hayatına mal olduğunu söylemiştir. 4/5 Ekim gecesi, genel bir ateşkes yapılmasını talep eden Alman notası -Almanlarla Amerika arasındaki iletişime İsviçre Hükümeti aracılık ettiğinden- Amerika’nın Bern elçiliğine gönderilmiştir.5 Almanya bu girişiminden müttefiklerini de haberdar etmiştir. Almanya’nın İstanbul’daki elçisi 1 Ekim 1918 sabahı Sadrazama Almanya’nın, Wilson’un muhtelif tarihlerdeki nutuklarında ve beyannamelerinde ifade ettiği şartları kabul ettiğini, barış görüşmelerinin Wilson tarafından yürütülmesi için Washington Kongresinin toplanmasını talep edeceklerini belirterek, Osmanlı Devleti’nin bu husustaki fikirlerini öğrenmek istemiştir.6 Almanya’nın bu notasını, 5 Ekim’de İsveç vasıtasıyla Avusturya Macaristan’ın ve İspanya vasıtasıyla Osmanlı Hükümetinin Wilson’a müracaatları takip etmiştir. Bu suretle müracaatlar ortaklaşa notalarla yapılmıştır. Wilson’a müracaat İttifak grubunun ortak bir mütareke yapmasını sağlayamamışsa da bu teşebbüs Merkezi Devletler İttifakının son ortak hareketi olmuştur.7 Bayur, a.g.e., s.728. Mütareke şartları şöyledir: “Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan’da işgal ettiği araziyi derhal tahliye ve ordusunu terhis edecektir. Doğu sınırı ile Dobrice’nin ve demiryollarının muhafazası için üç fırka ile dört süvari alayından oluşan bir birlik bırakılacaktır. Terhis edilecek birliklere ait silahlar, mühimmat ve nakliye vasıtaları depolanacak, hayvanlar teslim edilecektir. Makedonya’nın işgali esnasında dördüncü Yunan kolordusundan alınan levazım iade edilecektir. Üsküp meridyen dairesinin batısında bulunup 11’inci Alman ordusuna mensup olan Bulgar birlikleri savaş esiri kabul edilecektir. Müttefik esirleri vakit kaybetmeksizin tahliye edilecek, doğudaki Bulgar esirleri mütekabiliyet gözetilmemek şartıyla barışın yapılmasına kadar müttefik orduları tarafından tutulacaktır. Bulgaristan’da bulunan Almanya ve Avusturya-Macaristan tebaası dört ay içinde ülkeyi terk edecektir. Müttefik askerlerinin Bulgar arazisinden ihtiyaç durumunda geçmeleri - demiryollarıyla bütün yollardan yararlanmaları - telefon, telgraf ve telsiz telgrafın kontrolü hususları temin olunacaktır. Bulgaristan arazisinde bir kısım stratejik noktalar Müttefik Büyük Devletler tarafından işgal edilebilecektir. İşgal geçici olup sırf teminat makamında olacaktır. Ne tazyik ve ne de keyfî el koymalara mahal vermeyecektir. Orduların başkumandanı özel bir durum olmadıkça Sofya’nın işgal edilmeyeceğine dair teminat verir. Ayrıca Sırbistan ve Yunanistan askerleri Bulgaristan’a gelecek işgal kuvvetleri arasında bulunmayacaktır.” Bkz. Ali Türkgeldi, a.g.e., s.8-10. 4 5 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.10, 12. Maliye Nâzırı Cavit Bey, Felaket Günleri - Mütareke Devrinin Feci Tarihi I, Yayına Hazırlayan: Osman Selim Kocahanoğlu, Temel Yayınları, İstanbul 2000, s.3. 6 7 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.12, 22. 348 B. İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne Yönelik Mütareke Taslağı: Bulgaristan örneği İngilizler için bir ders olmuş ve Ekim ayı başında ileride Osmanlı Devleti ile yapılacak muhtemel bir mütareke için bir taslak hazırlanması düşüncesi ortaya çıkmıştır. 1 Ekim tarihli İngiliz Savaş Kabinesi, Türkiye’nin mütareke istemesi halinde değerlendirilmek üzere bir mütareke taslağı hazırlaması kararını almıştır. İngiliz Savaş Kabinesi’nin 3 Ekim tarihli oturumunda Osmanlı Devleti’ne yönelik hazırlanan 18 maddelik mütareke taslağı görüşülmüş, bazı eklemeler ve çıkarmalarla kabul edilmiştir8: “1- Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının açılması ve Karadeniz’e geçilmesi. İstanbul’un ve Çanakkale Boğazı istihkâmlarının İngiliz birliklerince işgal edilmesi. 2- İtilaf gemilerinin şu anda Türk işgali altında bulunan tüm liman ve demirleme yerlerini/rıhtımları serbest bir şekilde kullanmaları, bu liman ve rıhtımların düşman gemilerinin istifadesine kapatılması. 3- Türk sularındaki tüm deniz savaş taşıtlarının teslim edilip bunların yönlendirilecekleri liman veya limanlarda enterne edilmeleri. 4- Tüm Türk deniz ticaret gemilerinin/taşımacılığının İtilaf devletleri tarafından idare edilmesi ve gerektiğinde kiralanabilmesi. 5- Telsiz telgraf ile kablo istasyonlarının İtilaf devletleri tarafından idare edilmesi. 6- Türk sularında bulunan tüm mayınlı bölgelerin, torpido kovanlarının ve diğer blokajların/engellemelerin yerlerinin gösterilmesi ve gerektiği takdirde bunların temizlenmesine veya ortadan kaldırılmalarına yardım edilmesi. 7- Karadeniz’deki mayınlarla ilgili mevcut tüm bilgilerin verilmesi. 8- İstanbul’un İtilaf devletleri tarafından bahri üs olarak kullanılması. Tüm Türk limanlarında ve tersanelerinde gemi tamir imkânlarından yararlanılması. 9- Türk kaynaklarından kömür, mazot ve deniz malzemelerinin satın alınmasında kolaylık gösterilmesi. 10- Şu anda Türk denetiminde bulunan ve tamamen serbest bir şekilde İngiliz yetkililerinin kullanımına verilmesi zaruri olan Transkafkasya demiryolları da dâhil olmak üzere tüm demiryollarına İngiliz kontrol subayları yerleştirilmesi. 11- Toros tünel şebekesinin İtilaf devletleri tarafından işgal edilmesi. 12- Türk birliklerinin derhal Kuzey Batı İran’dan ve Transkafkasya’dan savaş öncesi sınırlar ötesine/dışına çekilmeleri. Tolga Başak, Türk ve İngiliz Kaynaklarıyla Mondros Mütarekesi ve Uygulama Günlüğü (30 Ekim- 30 Kasım 1918), IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2013, s.85-86, 91-92. Savaş ve Donanma Bakanlıkları tarafından hazırlanan mütareke taslağında ‘italik’ harflerle belirtilmiş olan ifadeler görüşmeler esnasında Savaş Kabinesi’nin taslaktan çıkardığı bölümler, (parantez) içerisinde verilen bölümler ise Savaş Kabinesi tarafından mütareke taslağına yapılan eklemelerdir. Başak, a.g.e., s.93. 8 349 13- Hicaz, Asir ve Yemen’de bulunan tüm garnizonların/askeri karargâhların en yakındaki İtilaf komutanına veya Arap temsilcisine teslim olmaları. 14- Trablus’taki/Tripolitania tüm Türk subaylarının en yakında bulunan İtalyan garnizonuna teslim olmaları. 15- (Bahri, askeri ve sivil) tüm Alman ve Avusturyalıların en yakında bulunan İngiliz veya İtilaf komutanına teslim olmaları. 16- Teçhizat ve ulaşım vasıtaları da dâhil olmak üzere Türk ordusunun kullanım ve dağıtımına ilişkin verilebilecek emirlere uyulması. 17- Ordu ikmal malzemelerinin kontrolü için İngiliz subaylarının atanması. 18- Tüm İtilaf savaş esirlerinin İstanbul’da toplanıp kayıtsız şartsız İtilaf devletlerine teslim edilmeleri.” Savaş Kabinesi’ne sunulan mütareke taslağında daha sonra Mondros Mütarekesi’nin meşhur maddeleri haline gelecek olan 7. ve 24. maddelerin bulunmadığı ve yine ilgili taslakta Ermeniler veya Türkiye’nin doğusunda bulunan vilayetlerle ilgili herhangi özel bir düzenleme bulunmadığı dikkat çekmektedir.9 C. İngiltere, Fransa ve İtalya Arasında Yapılan Görüşmeler ve Osmanlı Devleti ile Yapılacak Mütareke Konusundaki Görüşler: Lloyd George, Fransız ve İtalyan hükümet başkanları Clemenceau ve Orlando ile askeri danışmanlar 5 Ekim tarihinde Paris’te görüşmeye başlamıştır. Toplantıda Bulgaristan ile mütarekeyi imzalayan Franchet Desperey’in İstanbul üzerine yürünmesi konusundaki teklifleri10 ile Osmanlı Devleti ile ileride yapılacak mütareke hususları da görüşülmüştür. Bu görüşmeler esnasında kendilerine başvuran bazı Osmanlı misyonlarının barışa yönelik girişimlerde bulundukları bilgileri İngilizler tarafından müttefiklerine açıklanmıştır.11 Konferansta, İngiltere tarafından Osmanlı Devleti ile yapılması düşünülen mütarekede sunulmak üzere hazırlanan taslak metin müttefiklere sunulmuştur. Görüşmelerde taslak metnin tümünde yer alan “İngiliz” kelimesi “İtilaf” kelimesiyle değiştirilmiştir. Trablus’taki tüm Türk subaylarının teslimi ile ilgili maddeye “Bingazi” eklenmiştir. İtalyan Dışişleri Bakanı Baron Sonnino’nun önerisi üzerine “Mısrata da dâhil olmak üzere Trablus ve Bingazi’deki önemli limanların en yakın İtilaf garnizonuna teslimi” öngörülmüştür. İtilaf savaş esirlerinin yanında “Ermeni esir ve tu9 Başak, a.g.e., s.93. 10 Bayur, a.g.e., s.729. 11 Başak, a.g.e., s.109-110. 350 tuklularının da İtilaf devletlerine teslim edilmeleri” hususu eklenmiştir. Bu eklemelerden sonra mütareke taslağı incelenmek üzere üç İtilaf devletinin askeri ve bahri uzmanlarına verilmiştir. İtilaf askeri uzmanları, taslakta yer alan Transkafkasya demiryolları ile ilgili maddeye “Batum ve Bakü’nün işgalini” dâhil etmişler, ayrıca garnizonları İtilaf veya Arap temsilcilerine teslim edilecek olan bölgeler listesine de “Suriye ve Mezopotamya”yı da eklemişlerdir. Hazırlanan yeni taslak uzmanlar tarafından konferansa iade edilmiştir.12 İtilaf hükümet başkanları toplantısında Fransız Dışişleri Bakanı M. Pichon iki öneride daha bulunmuştur. Birinci teklife göre, “İç düzenin sağlanması ve sınırların denetimi için gerekli olan birlikler dışında Türk ordusu acilen terhis edilecek, bu hususta ne kadar birliğin gerekli olacağına ise daha sonra İtilaf devletleri karar vereceklerdir.” İkinci teklif ise “Türkiye’nin Merkezi Güçlerle tüm ilişkilerini kesmesi gerektiği” şeklindedir. Her iki teklif de kabul edilmiştir. İtalyan Dışişleri Bakanı Baron Sonnino’nun “İtilaf güçlerinin, önemli stratejik noktaları işgali” teklifi de kabul edilmiştir. Mütareke metnine diğer ilave ise garnizonlarının teslim edilmesi gereken yerler listesine “Kilikya”nın da eklenmesidir. Böylelikle Londra’da hazırlanan ilk İngiliz mütareke taslağına, Paris yeni maddeler eklenerek, metin daha sert hale getirilmiştir. Toplantıda Türkiye’nin müracaat edeceği üç İtilaf devletinden herhangi birinin kararlaştırılan maddeler dahilinde onunla mütarekeyi sonuçlandırabileceği konusunda mutabakata da varılmıştır.13 7 Ekimde Clemanceau, Lloyd George ve Orlando arasında yapılan Başbakanlar toplantısında; Doğu ordusunun İstanbul üzerine yürüyecek olan kolunun, İngiliz Generalinin komutasında olması; Doğu ordusuna, en çok İngiliz birlikleri olmak üzere, Fransız, İtalyan, Yunan ve Sırp birliklerinin de katılabileceği kararlaştırılmıştır. Bu toplantının ardından Lloyd George’la Clemanceau arasında Boğazları zorlayacak veya Osmanlı mütarekesi olursa Boğazlardan geçecek olan donanma komutanının “İngiliz mi, yoksa Fransız mı?” olacağı konusu üzerinde çetin tartışmalar olmuş, ancak bu konuda bir anlaşmaya varılamamıştır.14 Fransa ile İngiltere arasındaki görüş ayrılıkları üzerine İngiltere Mondros’a, Ege denizinde bulunan Fransız Amiralinden kıdemli olan Amiral Calthorpe’u gönderme kararı almıştır. 11 Ekimde Mondros’a ulaşan Calthorpe, bölgedeki İngiliz deniz kuvveti mevcudunun Fransızlarınkinden az olması nedeniyle sayının arttırılmasını istemiş, İngiltere bunun üzerine üç 12 Başak, a.g.e., s.111. 13 Başak, a.g.e., s.112-113. 14 Bayur, a.g.e., s.730-731. 351 dretnot ile diğer türden savaş gemileri göndermiştir. Böylelikle İngiltere, bölgede Fransızlara oranla üstün bir kuvvete ve daha kıdemli bir Amirale sahip olmuştur. Bu üstünlük sağlanınca Lloyd George Clemanceau’dan Ege denizinde komutanlığın bir İngiliz Amiraline verilmesini istemişse de Clemanceau, deniz komutanlığının Fransızlarda olmasında ısrar etmiştir.15 İngiltere ile Fransa arasında çekişme sürerken, Lloyd George, Paris’teki konferansta üzerinde mutabakat sağlanan mütareke şartlarını 11 Ekim’de İngiliz Kabinesi’nin onayına sunmuş ve kabine aynı gün mütareke taslağını onaylamıştır. Mütareke taslağının bilgi sahibi olması için Başkan Wilson’a da gönderilmesine karar verilmiştir.16 C. Osmanlı Devleti’nin Mütareke Girişimlerine Başlaması: Bulgarları mütarekeye zorlamış olan Makedonya’daki düşman ordularının Meriç kıyılarına gelerek İstanbul’u da tehdit altına girmiş olması Osmanlı Hükümetini tedirgin etmiştir. Osmanlı Devleti, Alman hükümetinin, Başkan Wilson’a müracaatla barış isteme girişimini olumlu karşılamıştır. Fakat Avusturya-Macaristan gibi Osmanlı Devleti de, muhteva bakımından birbirine uygun fakat ayrı teşebbüsleri, savaşta tarafsız kalmış olan hükümetler (Almanya için İsviçre, Avusturya - Macaristan için İsveç ve Türkiye için İspanya) vasıtasıyla yapmayı uygun bulmuştur. Müttefikler arası anlaşmanın olmasından sonra Türkiye’nin Madrid Maslahatgüzarı 5 Ekim 1918’de İspanya hükümetine şu notayı sunmuştur17 “Aşağıda imzası bulunan Türkiye Maslahatgüzarı, hükümetinden aldığı talimata binaen, Osmanlı Hükümetinin, Amerika Birleşik Devletleri Başkanından, barışın iadesi işini ele almasını, bütün muharip devletleri bu müracaattan haberdar etmesini ve bunları, müzakerelere başlamak üzere murahhaslar göndermeye davet etmesini rica ettiğini, Amerika Birleşik Devletleri Devlet Sekreterine telgrafla bildirmesini Krallık hükümetinden niyaz etmekle şeref kazanmaktadır. Osmanlı Hükümeti, Amerika Birleşik Devletleri Başkanının kongreye 8 Ocak 1918’de yaptığı hitap ile bundan sonraki beyanatında, bilhassa 27 Eylül nutkunda öne sürmüş olduğu programı, müzakerelere esas olarak almaktadır.” ABD Devlet Sekreteri Robert Lansing bu müracaatı her ne kadar 14 Ekimde almışsa da ancak 31 Ekimde, yani mütarekenin yürürlüğe girdiği gün cevaplamıştır. Lansing cevabında, 17 Ekimde gönderilmiş olunan notayı Başkana aynı gün sunduğunu ve Başkanın talimatına uyarak, Ameri15 Bayur, a.g.e., s.732, 735. 16 Başak, a.g.e., s.114-115. 17 Gotthard Jaeschke, “Mondros’a Giden Yol”, Belleten, Cilt: XXVIII, Sayı: 109, Ocak 1964, s.141-142. 352 ka hükümetinin, Türk Maslahatgüzarının başvurusunu Türkiye ile halen savaş halinde bulunan hükümetlerin bilgisine sunacağını yazmıştır. Cevabın gecikmesinin sebebi, bir İngiliz Nazır tarafından şöyle açıklanmıştır: “Daha önce imza edebilirdik, çünkü Türkler elimizde idi. Türkler bize 15 gündür barış için rica ediyorlardı. Fakat ilerideki Arap devletinin başkenti Halep şehrini işgal etmedikçe bizim onlarla bir sonuca varmakta bir acelemiz yoktu”.18 Resmi olarak Amerika’ya yapılan müracaatla birlikte, Talat Paşa mütareke için farklı teşebbüslerde de bulunmuştur. İzmir Valisi Rahmi Bey 3 Ekim 1918 tarihinde, Vilayet Yabancı İşler Müdürü Charles Karabiber Bey’le, Fransız tebasından tüccar M. Edmond Giraud’yu, Talat Paşa’nın barış teklifini içeren bir mektubu ile, delege olarak Midilli’deki İngiliz temsilcisine göndermiştir. Bu heyet açık denizde 4 Ekim’de “Liverpool” kruvazörüne binmiş, 6 Ekim’de Atina’da olarak, burada İngiliz Sefiri Lord Granville’le görüşmüşler, ancak görüşmeden bir sonuç alınamamıştır.19 12 Ekimde, bu kez Osmanlı Devleti’nin İsviçre Büyükelçisi Fuad Selim’in İsviçre hükümeti aracılığıyla bir kez daha Amerika’ya müracaatı sağlanmış ama yine sonuç alınamamıştır.20 Vahdettin, Ekim ayı başında kişisel temsilcisi Rüştü Bey ve Bogos Nubar Paşa aracılığıyla İngiliz hükümetine iletilmek üzere Bern’deki İngiliz Büyükelçisi Horace Rumbold’a bir barış antlaşması taslağı göndermiştir. Vahdettin’in taslağı şu hükümleri içermektedir21: Jaeschke, a.g.m., s.142-143. İleriki sayfalarda da açıklanacağı üzere İngiltere Hükümeti mütarekenin imzasından önce General Allenby’den daha hızlı hareket ederek Musul ve Halep’in işgalini talep etmiştir. 18 Jaeschke, a.g.m., s.144. Celal Bayar, Atina’daki İngiliz elçisinin, Karabiber ile temasa geçmek istemediğini, Giraud’ya ise Osmanlı Hükümetinin barış isteğinde geç kaldığını söylediğini yazmaktadır. Bkz. Celal Bayar, Ben de Yazdım Milli Mücadeleye Gidiş, Cilt I, Baha Matbaası, İstanbul 1965, s.41. Rahmi Bey’in bu teşebbüsü ile ilgili farklı bir bilgiye göre ise; bu kişiler Atina’daki İngiliz elçisine, İzmir valisinin bir ihtilâl yaparak hükümeti devirmek amacında olduğunu ve kendisine ne gibi bir yardımda bulunulacağını sormuşlar, verilen cevapta ise, Osmanlı devletinin resmî temsilcilerinden başka kimselerle görüşülmeyeceği, eğer Rahmi Bey’in ciddî bir niyeti var ise, başarılı bir hükümet darbesi yaptıktan sonra müttefiklerle temasa geçmesi bildirilmiştir. Rahmi Bey’in Atina’ya temsilci yollamasının henüz aydınlanmaya muhtaç noktaları varsa da valinin yakın adamlarının gönderilmesinden Sadrazam Talat Paşa’nın haberi olduğu muhakkaktır. Bkz. Yuluğ Tekin Kurat, “Bir İmparatorluğun Son Nefesi Mondros”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Eylül 1971, Sayı: 48, s.39. Rauf Orbay hatıralarında, mütareke görüşmelerine giderken İngilizlerin “Liverpool” kruvazörüne binip hareket ettikten sonra gemi defterini imzalamak için getirdiklerinde son ziyaretçiler olarak “Karabi” ve “Jiro” isminde iki kişinin ismini gördüğünü, bunların İzmir’den gelerek memuriyetle Atina’ya gittiklerini yazmıştır. Bkz. Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni - Siyasi Hatıralarım, Cilt: 1, Emre Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2000, s.87. 19 İhsan Şerif Kaymaz, “Mondros: Bir Ateşkesin Tahlili”, 21. Yüzyıl, Yıl: 2, Sayı: 7, Ekim-Kasım-Aralık 2008, s.244. 20 21 Kaymaz, a.g.m., s.244-245. 353 “1- Hicaz, Suriye, Filistin ve Irak’ta, savaştan önce Mısır’da uygulanana benzer şekilde Sultan’ın süzerenliği altında İngiliz himayesinin kurulması, 2- İttihat ve Terakki’nin tasfiyesi için İngiltere’nin yardımcı olması, 3- Sultan’ın taht üzerindeki mutlak egemenliğinin yeniden kurulması, 4- Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında ittifak yapılması, 5- Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı bölgelerde İngiltere’nin denetiminde anayasal reformlar yapılması, 6- Asker kaçaklarından kurulacak olan İngiliz komutası altındaki 300500 bin kişilik bir gücün İstanbul’a yürüyerek İttihat ve Terakki yönetimini devirmesi, 7- Bir Osmanlı Paşasının Mısır’a gönderilip, Osmanlı savaş tutsaklarından İstanbul’a yürüyecek güç için asker sağlanması, 8- Arabistan Kralı ile bu konuda işbirliği yapılması, 9- Türk Bulgar sınırının 1912’deki şekliyle yeniden düzenlenmesi, 10- Midilli, Sakız gibi Anadolu’ya çok yakın adaların Osmanlı Devleti’ne iadesi, 11- Uşi Antlaşması’nın ilgası.” Vahdettin’in, hükümetten bağımsız bu girişimi İngilizler tarafından dikkate alınmamıştır.22 Bern Askeri Ataşesi Albay Halil (General Sedes) aracılığıyla da İngilizler nezdinde bir girişimde bulunulmuştur. Albay Halil’in gönderdiği 12 Ekim tarihli telgrafta, Bern’deki İngiltere elçisinin İngiltere Hariciye Nezaretinden aldığı talimata dayanarak, İngiltere Hükümetinin tam yetkili bir temsilci tayin olunduğu takdirde barış şartlarını görüşmeye hazır olduğunu, Osmanlı Devleti’nin Amerika yerine İngiltere’ye müracaatı halinde daha uygun şartları elde edebileceğini söylediği belirtilmektedir. Telgrafında ikinci fıkranın sıhhat ve ciddiyetini takdir edemediğini belirten Albay Halil’e Sadrazam İzzet Paşa görüşmelere devam etmesini tavsiye etmiştir.23 İzzet Paşa Suriye’de bulunduğu tarihlerde, babası Şam’da Fransız konsolosu olduğu için, eskiden tanışıklığı olan Osmanlı Bankası müdürlerinden Mösyö Marcel Savoie’yi Fransız ordusuna göndermiş, fakat Savoie önce Bulgarlar, sonra da casus zannıyla Fransızlar tarafından tutuklanarak hareketi hayli geciktirildiğinden, Selanik’te Franchet d’Esperey karargâhına çok geç ulaşabilmiştir. Bu kişiyle kararlaştırılan talimat şunlardır:24 22 Kaymaz, a.g.m., s.245. Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, II. Cilt, Yayına Hazırlayanlar: Süheyl İzzet Furgaç, Yüksel Kanar, Nehir Yayınları, İstanbul 1993, s.20, 280. 23 24 Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., s.21. 354 “1- Osmanlı devletinin idarî bütünlüğü: Başkent İstanbul olacak, boğazlar iki taraf arasında varılacak anlaşmalar içinde açılacak. 2- Arabistan, Suriye ve Filistin’e, egemenlik Padişahta olmak üzere, bağımsızlık verilecek. 3- Bulgaristan tarafında Aşağı Meriç ve Edirne’yi içine alan sağlam bir sınır, Rusya tarafında (savaştan önce sınırın öbür tarafında) tabu ve askerî bir ara hat. 4- Devlet şekli: Hür ve meşrutî bir saltanat. 5- Gayrimüslim ahalinin gelişmesi konusunda (devletin hukuk hâkimiyeti tamamen saklı kalmak şartıyla) teminat verilmesi. 6- Merkezî hükümetle aramızda karşılıklı imzalanan anlaşmalar, imtiyazlar vesairenin kaldırılması. 7- İtilaf devletleri tarafından malî yardım.” Fransızlar nezdine Marcel Savoie’i gönderilirken, Amerikalılar ile müzakere etmek üzere de Hahambaşı Naoum Efendi, gerekirse Amerika’ya kadar da yolculuğa çıkmak ricasıyla, Paris’e gönderilmiştir.25 Münferit mütareke teşebbüsleri etkisiz birtakım girişimlerden ibaret kalmıştır. Bu konudaki en önemli girişim, Irak cephesinde “Kut’ulâmare” de esir düştükten sonra kaçmayacağına askeri namusu üzerine söz vererek Büyükada’da serbestçe oturmasına izin verilmiş olan General Townshend’in26, aracı olarak kullanılması sonucu gerçekleştirilmiş olandır. General Townshend İzzet Paşa’nın daveti üzerine 3 Ekim 1918’de -İzmir Valisi Rahmi Bey’in yakın adamlarını İngilizlerle görüşmek için gönderdiği gün- Büyükada’dan İstanbul’a gitmiştir. Görüşme sırasında İzzet Paşa’dan Bulgarların mütareke imzaladıklarını öğrenmiştir. İzzet Paşa, nüfuzlu çev25 Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., s.21-22. Orbay, a.g.e., s.58. Rauf Bey’in hatıralarında aktardığına göre; General Townshend İstanbul’a getirildiği zaman, Rauf Bey tarafından, Umumî Karargâhın isteği üzerine, yanına deniz Yüzbaşısı Tevfik Bey memur edilmiştir. Rauf Bey tarafından Tevfik Bey’e, muamelelerinde muhafaza müfrezesi kumandanı olmaktan ziyade General ile Umumî Karargâh arasında muhabereye memur bir zabit olduğu hatırlatılıp, generalin askerî şerefinin ve izzeti nefsinin rencide edilmemesine dikkat edilmesi tavsiye edilmiştir. Generalin askerî namus üzerine verdiği söze inanan Enver Paşa da bazı Alman ricalinin itiraz etmelerine rağmen onun İstanbul’da istediği yerlere gitmesine, istediği kimselerle görüşmesine ve kulüplere devam etmesine müsaade etmiş, hatta bunda, yelkenle deniz gezintileri yapmak için emrine bir kotra tahsis edecek derecede ileri gitmiştir. Bir kere de -Rauf Bey’in aracılığıyla gerçekleşen ricası üzerine- generali evinde çaya davet edip görüşmek suretiyle de nezaket göstermiştir. (Bkz. Orbay, a.g.e., s.58-59.). Rauf Orbay, General Townshend ile ilk defa; vazife dolayısıyla Heybeliada’da Bahriye Mektebi’ni ziyaret edişini müteakip isteği üzerine Büyükada’daki köşkünde ziyaret suretiyle görüştüğünü; ikinci ziyaretinin de harbin son aylarında gerçekleştiğini, Büyükada’da bulunduğu bir gün, yine Generalin daveti üzerine kendisini ziyaret ettiğini yazmıştır. Ziyaretlerinin her ikisinde de konuşma zemininin, Türkİngiliz münasebetleri olduğunu belirtmiştir. Bu görüşmelerde Generalin, İngilizlerle Türklerin birbirine düşman vaziyete girmelerinden duyduğu üzüntülerini belirtirken, “Türkleri lehimize kazanmış olsaydık, bir milyon askerî tasarruf etmeğe, harbi de iki senede bitirmeğe muvaffak olurduk” diyerek, İngilizlerin askerî siyasetlerinde yaptıkları hatalardaki inatlarını şiddetle eleştirdiğini de ifade etmiştir. (Bkz. Orbay, a.g.e., s.59.) 26 355 relerde Osmanlı hükümetinin kendisini İngiliz hükümetiyle anlaşma yapılması için arabulucu olarak görevlendirmesi gerektiğinin konuşulduğunu anlatmıştır. Townshend, bu girişimi seve seve yapacağını söylemiş, ancak öncelikle özgürlüğünün kendisine iade edilmesini istemiştir. Townshend, İngilizlerden Türklerin Avrupa ve Asya’daki topraklarını ilhak etmeyecekleri güvencesini alabileceğini ümit ettiğini, ama Türklerin de Çanakkale Boğazı’nı açmaları ve İstanbul’u serbest liman haline getirmeleri gerektiğini belirtmiştir.27 İngiltere’nin Türklerin yerine koyabileceği kimse olmadığını, Türklerin, İngiltere’nin Hindistan yolu üzerinde kalabileceklerini, zira çok zayıf olduklarından İngiltere’ye zararları dokunmayacağını düşünen General Townshend, Talat Paşa’nın istifa ettiği günün akşamı (7 Ekim) kendisiyle görüşmek için İstanbul’dan gelen Tevfik Bey’e, İttifak devletlerinin bütün cepheleri kapsayan bir mütareke imzalamalarının imkânsız olduğunu, Osmanlı Devleti için tek çıkar yolun Bulgaristan gibi davranarak, Bulgaristan’ın elde ettiği şartlarda bir mütareke yapmak olduğunu söylemiştir.28 Enver Paşa 13 Ekim tarihinde bütün ordulara bir Başkumandanlık emri yayınlayarak, Osmanlı Devleti’nin ve Avusturya-Macaristan Hükümeti’nin oluruyla Almanya Hükümeti’nin İtilaf Devletlerine, Amerika Reisicumhuru tarafından beyan edilmiş olan on dört maddeye dayalı olarak bir mütarekenin yapılmasını müteakip barış görüşmelerine girişmeyi teklif etmiş olduğu, Wilson’un da mütareke için Alman ve Avusturyalıların işgal ettikleri arazinin tahliyesinin kabulünü şart koştuğunu, Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın işgal edilen arazilerin tahliyesini kabul etmiş olmalarına rağmen bu hususta düşmanın cevabının henüz gelmediği açıklamıştır.29 Enver Paşa’nın bu emri yayınladığı tarihte, 13 Ekim’de İzzet Paşa, mareşallik rütbesi verilerek sadrazamlığa atanmıştır.30 Hükümetin 14 Ekim tarihli ilk Vükelâ Meclisinde mütareke konusu görüşülmüş, Wilson ilkeleri dahilinde barış yapmak esası kabul edilmiş, Wilson’dan karşılık gelinceye dek beklemek, mümkünse Bağlaşıklarla ortak barış yapmak kabul edilmiştir.31 General Townshend, İzzet Paşa’nın Sadrazam olacağını öğrenince, kendisinden görüşme talep etmiştir. 14 Ekim’de de Bahriye Nazırı Rauf Bey’e, Tevfik Bey vasıtasıyla bir mektup göndermiştir. Mektupta, esareti sırasında Charles V. F. Townshend, Mezopotamya Seferim (Kurna, Kûtülamare ve Selmanıpâk Muharebeleri), Çeviren: Gürol Koca, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2012, s.632-633. 27 28 Townshend, a.g.e., s.633, 635. Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, Genelkurmay Basımevi 1999, Ek-1. 29 30 Ali Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, 5. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2010, s.153. 31 Bayur, a.g.e., s.720. 356 kendisine gösterilen saygın tutuma karşılık olarak İngilizlerle yapacakları görüşmelerde Osmanlı hükümetine yardımcı olmayı canı gönülden istediğini, böyle bir görevin üstesinden gelebileceğini ve ülkeleri için en uygun müzakere şartlarını kabul ettireceğine güvenebileceklerini söyleyerek, Osmanlı Hükümeti’nin teklifini kabul ettiği takdirde vakit kaybetmeksizin kendisini İngiliz donanmasına göndermeleri gerektiğini yazmıştır. Ülkeden ayrılmadan önce özgürlüğünün iadesini de şart koşmuştur.32 Rauf Bey, bizzat teşebbüste bulunmayı uygun görmemiş, Townshend’e -mektubu getiren Tevfik Bey’le- teklifini Sadrazam’a yapmasının daha uygun olacağı cevabını göndermiştir. Ertesi gün öğleden önce Sadrazam İzzet Paşa, Rauf Bey’i Babıâli’ye çağırmış ve Townshend’in kendisine gönderdiği mektubu göstererek bu hususta ne düşündüğünü sormuştur. Rauf Bey Townshend’in önce kendisine ulaşmaya çalıştığını, kendisinin yönlendirmesiyle Sadrazamlık makamına yazdığını ifade etmiş, Sadrazamın Townshend’i çağırarak bizzat görüşmesinin İngilizlerle daha elverişli şartlar altında temasın sağlanması noktasında belki fayda sağlayabileceğini söylemiştir. İzzet Paşa bu girişimin duyulması ve Osmanlı Devleti’nin müttefikleri arasında yanlış yorumların ortaya çıkması ihtimalinden dolayı bunu uygun bulmamışsa da, Rauf Bey, Townshend’ın daha önce Enver Paşa ile de evinde görüşmüş olduğunu hatırlatarak kendisinin de kabul etmesinin olumsuz bir yoruma meydan vermeyeceğini söylemiş ve Townshend’in Babıâli’ye davet edilmesi hususunda Sadrazam’ı ikna etmiştir.33 16 Ekim tarihli Vükelâ Meclisi toplantısı, ayrı bir barış yapılması düşüncesinin ağırlık kazandığı ve bu konuda tartışmaların yapıldığı bir toplantı olmuştur. Sadrazam İzzet Paşa, kendi isteği üzerine General Townshend’in İngiltere ile münasebet tesisi için hizmet edeceğini söylemiştir. Talât Paşa kabinesinin son zamanlarında, Almanya’nın teklifi üzerine, Osmanlı Devleti’nin müttefikleriyle birlikte Amerika’ya müracaatla Başkan Wilson’un ilân ettiği esaslar dairesinde barış yapılması istendiği halde sonuç alınamadığı, ayrıca İsviçre gibi tarafsız ülkelerdeki Osmanlı elçileri vasıtasıyla itilâf hükümetleri nezdinde barış teşebbüsleri yapıldığı fakat hepsinin başarısızlıkla neticelendiği anlatılmıştır. Vükelâ Heyeti, General Townshend’in İngiltere’ye Townshend, a.g.e., s.636. Townshend, kitabında mektubun tarihini “15 Ekim” olarak yazmışsa da, bu tarihin “14 Ekim” olması gerekmektedir. Bu nedenle metin içerisine, olması gereken tarihi yazılmıştır. Zaten Rauf Orbay’ın anlatımına da 15 Ekim tarihi uymamaktadır. Çünkü Orbay’ın hatıralarına göre Vükela Heyeti Townshend’in arabuluculuğu hususunu 16 Ekim’de görüşmüş, bir gün önce (15 Ekim’de) bu konuyu Rauf Orbay ile Sadrazam İzzet Paşa aralarında görüşmüşler ve ilgili mektup da bu görüşmeden bir gün önce (14 Ekim’de) Rauf Orbay’a ulaşmıştır. (Bkz. Başak, a.g.e., 200 numaralı dipnot; Orbay, a.g.e., s.58, 60-61.) 32 33 Orbay, a.g.e., s.60-61. 357 giderek belli esaslar içinde İngiltere Hükümetiyle barış konusunu görüşmesine onay vermiştir. Barış yapılmasında esas olarak -İngiltere Hükümetine General Townshend vasıtasıyla- teklif edilecek şartlar da bu toplantıda şöyle tespit olunmuştur34: “1- İtilâf Kuvvetleri tarafından işgal olunan topraklarda oturan ahalinin idarî muhtariyetlerini Türkiye kabul edecektir. 2- Türkiye’nin siyasî, malî ve iktisadî istiklâli mahfuz kalacaktır. 3- Şimdiki buhranın önlenmesi için gerektiğinde Türkiye’ye malî yardım yapılacaktır. 4- Yukarıdaki esaslar içinde sulh yapılması için İngiltere Hükümetinin dürüstlüğünün ve azamî müzaheretinin temini.” Sadrazam İzzet Paşa’nın daveti üzerine General Townshend, 17 Ekim’de İstanbul’a gitmiştir. Townshend hatıralarında, onları Büyükada’dan Babıâli’ye götüren geminin kamarasında otururken defterine kafasında oluşturduğu şu mütareke koşullarını yazdığını ifade etmektedir35: “1- Çanakkale Boğazı ile İstanbul Boğazı’nın İngiliz donanmasına açılması. 2- Irak ve Suriye’de padişahın hâkimiyetinde Bavyera, Saksonya, Wüttenberg vs gibi bir Eyaletler Konfederasyonu şeklinde özerk bir yönetim kurulması. 3- Aynı türden bir yönetimin Kafkaslarda kurulması. 4- İtilaf kuvvetlerine ait kıtaların Irak ve Suriye’den çekilmesi. 5Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki sınırlarının Londra Anlaşması’nda kararlaştırılıp tanımlandığı gibi kalması. 6- İngiliz ve Hint savaş esirlerinin derhal serbest bırakılması, İzmir’de toplanıp gemilerle Sakız Adası’na nakledilmesi.” İzzet Paşa General Townshend’i çok sıcak karşılamış ve bir süre birlikte sohbet etmişlerdir. Townshend, Osmanlı İmparatorluğu’na yardımcı olmayı gönülden istediğini tekrar söylemiş, İzzet Paşa da Townshend’e, Osmanlı Devleti’nin itibarını sarsmayacak koşullarda anlaşma sağlamak için elinden geleni yapacağına güvendiğini ifade etmiştir. Görüşmede Townshend, İngiltere’nin anlaşmayı hemen kabul etmesini sağlamanın yegâne yolunun Çanakkale Boğazı’nı açmak olduğunu söylemiş, İzzet Paşa ise, İngiltere Osmanlı Devleti’ni korumaya hazırsa, Osmanlı hükümetinin Çanakkale Boğazı’nı memnuniyetle açacağı karşılığını vermiştir.36 Görüşme sonrası General Townshend Büyükada’ya dönmüş, İzzet Paşa da arabuluculuk için vakit kaybedilmemesi açısından, o gece Bahriye Nazırı Rauf Bey’i Büyükada’ya göndermiştir. Akşam saat 10.30’da Rauf Bey 34 Orbay, a.g.e., s.61-62. 35 Townshend, a.g.e., s.636-637. 36 Townshend, a.g.e., s.638. 358 Büyükada’ya gelmiştir. Yaklaşık iki saat süren görüşmede Rauf Bey Osmanlı Devleti’nin mütareke koşullarını General Townshend’e aktarmıştır37: “1- Osmanlı Devleti İngiltere’yle dost olmak istiyor ve himayesini talep ediyor. 2- İngiltere aktif harekâtlarına derhal son vermelidir. 3- Osmanlı hükümeti padişahın hâkimiyeti ve Müttefiklerin işgali altında olan topraklara özerklik tanımaya hazırdır; İngiltere bu yönetim sistemini savunacaktır. 4- Osmanlı İmparatorluğu’na maliye, siyaset ve sanayi alanlarında bağımsızlık tanınacaktır. 5- Osmanlı İmparatorluğu’na bir kriz durumunda krizi atlatmak için mali yardım yapılacaktır.” Rauf Bey, Townshend’le yaptığı görüşme sonunda, ertesi gün kendilerinin nasıl alınacağını ve nasıl bir güzergahta yolculuk yapacaklarını anlatmış, gece yarısı İstanbul’a dönmüştür.38 General Townshend’in gidişinin duyulması halinde ortalığı karıştırmak için fırsat bekleyen azınlıkların taşkınlıklar yaparak, ülkedeki vazifeli bir kısım silahlı Almanların da muhalefete kalkıp, yeni sorunlar açabilecekleri ihtimali nedeniyle, gizli tutulması kararlaştırılmıştır. Çanakkale Boğazı ve civarı torpil döşeli, başlıca istihkâmlardan ikisi Almanların idaresinde ve bütün müdafaa tertibatı da keza Alman kumandasında bulunduğundan Townshend’i Çanakkale Boğazı yoluyla göndermek uygun görülmemiştir. Townshend’in Bandırma yolu ile gönderilmesi ve göze çarpmaması için de o sırada İstanbul’da bulunan İzmir valisi Rahmi Bey’in Generali İzmir’e beraber götürüp oradan Midilli’ye göndermesi kararlaştırılmıştır.39 18 Ekim sabahı General Townshend, yanında Yüzbaşı Morland ile Yüzbaşı Tevfik Bey’le birlikte hareket etmiştir. Öğlene doğru İzmir Valisi Rahmi Bey’in de içinde olduğu yata geçilmiştir. Bandırma’ya akşam saat 6’da varılmış, bir saat sonra trenle yola çıkılmıştır. 19 Ekim öğle saatlerinde İzmir’e ulaşılmış, saat 3.30’da buradan ayrılarak Midilli’ye hareket edilmiştir.40 General Towshend’in hareketinin ertesi günü Beyoğlu’nda çıkan yabancı dildeki gazetelerden birinde bu haber -Rahmi Bey’den alındığı kaydıyla- yayınlanmıştır. Sadrazam meselenin tahkikini istemiştir. Rauf Bey, haberin gazeteye Karasu Efendi tarafından verilmiş olduğunun anlaşıldığını yazmaktadır. Rahmi Bey’in, aslen Musevî olan Karasu Efendi’ye, İttihat ve 37 Townshend, a.g.e., s.639-640. 38 Townshend, a.g.e., s.642. 39 Orbay, a.g.e., s.63-64. 40 Townshend, a.g.e., s.643. 359 Terakki Cemiyetine bağlılığından dolayı, aralarında kalmak kaydı ile malûmat vermiş olması mümkün olabilirse de, Karasu Efendinin bunu ifşa edip gazetelere duyurması, hakkında şüpheler uyanmasına neden olmuştur. Yayınların olumsuz tesirleri de hemen görülmüş, İstanbul’da azınlıkların taşkınlıkları görülmeye başlanmıştır.41 16 Ekim’de Meclis-i Vükelâ’da askeri durum hakkında bilgi veren Nuri Bey’in (Tevfik Paşa’nın oğlu) Almanlara münferit sulh yapılacağını söylemiş olması üzerine, Alman Generali Seckt İzzet Paşa ile görüşerek bu haberin aslı olup olmadığını sormuş, İzzet Paşa da müşterek barış yapmak arzusunda olduklarını, fakat zorunluluk halinde başka suretle hareketin de zarurî olduğunu söylemiştir.42 Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’nın 19 Ekim 1918 Cumartesi günü Meclis-i Mebusan’da okuduğu Hükümet Programında da mütareke ve barış girişimlerinden bahsedilmiştir. İzzet Paşa konuşmasında, içinde yaşanılan tarihî saatlerde kendilerinden ayrıntılı programlar talep edilmeyeceğinden emin olduğunu, kendilerinin bugün ellerinde yalnız bir düstur bulunduğunu, onun da haricî ve dâhilî sulh ve salahın temini olduğunu ifade etmiştir. Vatanın artık sükûna ve fedakâr milletin de artık istirahate ihtiyacı olduğunu söyleyen İzzet Paşa, Amerika Reisicumhuru tarafından ilan edilmiş olan esaslara dayalı bir sulhu kabul edeceklerini açıklamıştır.43 General Towshend ve yanındakiler 20 Ekim sabaha karşı saat 3’te Midilli limanına varmıştır. Townshend, burada donanmaya komuta eden amirale bir telgraf çekmiş ve yanına ulaşabilmesi için süratli bir tekne göndermesini rica etmiştir. Sonra Londra’ya Amiral Wemyss’e telgraf çekerek karısına serbest kaldığının bildirilmesini istemiştir. Savaş Dairesi’nin sekreterine de Osmanlı Devleti’nin durumunu ve tekliflerini anlatan uzun bir açıklama yollamıştır. 20 Ekim öğleden sonra saat 3’te Mondros’a ulaşılmıştır. Townshend’i, Akdeniz Donanması Başkomutanı Amiral Sir Arthur Calthorpe ile Amiral Sir Michael Culme-Seymour karşılamıştır.44 İngiliz Savaş Kabinesinin 21 Ekim 1918 tarihli toplantısında General Townshend’in Midilli’den gönderdiği telgraf da görüşülmüştür. Telgrafa göre Türkler ayrı bir barış teklifinde bulunmaktadır. Telgrafta Ahmet İzzet Paşa’nın antlaşma koşulları yer almaktadır. Buna göre Türkiye, Sultan’ın hükümranlığı altında işgal edilmiş topraklara otonomi vermeye hazırdır ve İngiltere’den savaşı bir an önce durdurması istenmektedir. Dahası İngiltere’nin Türkiye’ye 41 Orbay, a.g.e., s.73. 42 Maliye Nâzırı Cavit Bey, a.g.e., s.18. Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre: 3, Cilt: 1, İçtima Senesi: 5, Dördüncü İnikad, 19 Teşrinievvel 1334 (1918) Cumartesi. 43 44 Townshend, a.g.e., s.644. 360 finansal yardımda bulunması umut edilmektedir. Savaş Kabinesi, bu konuyla ilgili görüşlerinin Akdeniz’deki İngiliz Başkomutanı’na iletilmesi için bir telgraf hazırlanmasına karar vermiştir. Öğleden sonraki toplantıda bu defa Amiral Calthorpe’tan gelen bir telgraf görüşülmüştür. Telgraf özet olarak, General Townshend tarafından aktarılan bazı bilgilerden ibarettir. Buna göre barış görüşmelerine başlamak isteyen Türk Hükümeti’nin umutları İngiltere merkezlidir. Çanakkale Boğazı’nı geçecek olan İtilaf güçlerinin İngiliz komutasında olması gerekmektedir. Aksi durum Doğu’daki İngiliz prestijini son derece olumsuz etkileyecek, ayrıca Fransız komutası altında İstanbul’a girecek bir donanma Türkiye’de bulunan Rumlar açısından da müessif bir durumun ortaya çıkmasına sebep olacaktır.45 Savaş Kabinesince Akdeniz’deki İngiliz Başkomutanı’na gönderilmesi kararlaştırılan telgrafta, Büyük Britanya’nın barış şartlarını müttefiklerine danışmadan kararlaştıramayacağı ve bu şartların belirlenmesinin zaman alacağı, ancak Türklerle mütareke şartlarının tartışılmasına hazır olunduğu açıklanmıştır. Askeri açıdan daha fazla felakete uğramaması ve Alman boyunduruğundan kurtulması hususunda İngiliz desteğine mazhar olabilmesi için Türkiye’nin bir an önce mütareke masasına oturması gerektiği ifade edilmiştir. Amiral Calthorpe’un, mütareke şartlarının görüşülmesi amacıyla resmi bir temsilcisiyle görüşmek üzere yetkilendirildiği ve mütareke şartlarının kendisine ertesi gün iletileceği belirtilmiştir.46 22 Ekim 1918 tarihli Savaş Kabinesi toplantısında, Amiral Calthorpe’a mütareke taslağıyla ilgili bir mesaj gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Mesajda, mütareke görüşmeleri esnasında kendisine önem sırasına göre düzenlenip gönderilen mütareke taslağında yer alan 24 maddeyi göz önünde bulundurması ve Türklere bunlardan mümkün olduğu kadar fazlasını kabul ettirmeye çalışması, ancak ilk dört maddenin İngiltere açısında son derece önemli olmasından dolayı bu maddelerin kabul edilmesi durumunda, geri kalan maddeler için boş yere ısrar edilerek ilk dört maddenin kabul edilmesini tehlikeye sokacak bir tavır sergilenmemesi istenmiştir.47 İngiltere’nin mütareke girişimlerinin Fransa tarafından öğrenilmesi üzerine 23 Ekimde Fransız Dışişleri Bakanlığı durumu protesto edip İngilizlerin tek başına mütareke yapamayacaklarını bildirmiştir. 24 Ekimde Amiral Calthorpe, Fransız Amirali Amet’ye mütareke koşullarının önemlilerini, yani ilk dört maddeyi bildirmiş, yirmi koşul daha olduğunu, ancak içlerinde üzerinde ısrar edilmemesi gerekenler bulunduğundan bunları bildiremeye45 Başak, a.g.e., s.115, 117, 124. 46 Başak, a.g.e., s.125. 47 Başak, a.g.e., s.129. 361 ceğini söylemiş ve Türk Hükümetinin askeri durumunun daha da ağırlaşmaması için ivedilikle davranmaya çağrıldığı belirtilmiştir. Amiral Calthorpe kendi üstü olan Fransız Amirali Gauchet’ye de, gelmelerini beklediği Türk delegelerine mütareke koşullarını açıklamak için Hükümetinden tam yetki almış olduğunu bildirmiştir.48 24 Ekimde İngiliz Savaş Bakanı Lord Milner Paris’e giderek Clemanceau ile görüşmüş ve Clemanceau’yu İngiliz Amiralinin Akdeniz Komutanlığına razı etmiş, ancak Clemanceau bu Amiralin Fransızlar katılmadan mütareke yapmasıyla ilgili bir taahhütte bulunmamıştır. 24 Ekim tarihli İngiliz Savaş Kabinesi’nin ana gündem maddesini Türkiye ile yapılacak mütareke oluşturmuştur. Kabinede Halep ve Musul’un işgali de görüşülmüştür. Genelkurmay Başkanı General Wilson’a göre Türkiye ile mütareke yapılacaksa imzaların atılmasından önce Halep ve Musul’un işgal edilmesi gerekmektedir. Toplantıda Savaş Bakanlığı tarafından, Halep’in 46 mil ötesinde bulunan General Allenby’e bir telgraf gönderilerek bir süre sonra mütareke müzakereleri başlayabileceğinden dolayı mümkün olan en kısa zamanda Musul ile Halep’in ele geçirilmesi için yoğun gayret sarf edilmesinin istenmesi kararlaştırılmıştır.49 Ç. Mütareke Görüşmeleri İçin Delegelerin Belirlenmesi: General Townshend Mondros’a ulaşmasının ardından, İngiltere’nin mütareke yapmak için görüşmeye hazır olduğunu belirten 23 Ekim tarihli telgrafı Yüzbaşı Tevfik Bey aracılığıyla İzmir Valisi Rahmi Bey’e iletmiş, Rahmi Bey de konuyu Sadrazam’a arz etmiştir.50 Rauf Bey bu durumdan, Yüzbaşı Tevfik Bey’den 24 Ekim 1918 Perşembe51 öğleden önce gelen şifreli bir telgraf vasıtasıyla haberdar olmuştur. Tevfik Bey, bu hususlara ilaveten, Townshend’in kendisine, Osmanlı Devleti mütareke yapmağa karar verirse, delegeler arasında Rauf Bey’in de olmasının faydalı olacağını, bunu da bana gizli olarak bildirilmesini rica ettiğini ilâve etmiştir.52 İzzet Paşa İngiliz Amiralinin telgrafını Padişaha arz etmiştir. Padişah durumdan memnuniyet duymuş ve İzzet Paşa’ya mütareke görüşmeleri için kimi göndermeyi düşündüğünü sormuştur. İzzet Paşa, delege heyeti başkanı olarak Nureddin Paşa ile Yarbay Sadullah Bey ve Hariciye müsteşarı Reşat Hikmet Beylerle Hariciyeden bir iki kâtip göndermek niyetinde olduğunu söylemiştir. Padişahın, “Asker göndermek uygun 48 Bayur, a.g.e., s.735-736. 49 Başak, a.g.e., s.131-132. 50 Telgrafın metni için bkz. Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., Ek.6, s.282. 51 Yüzbaşı Tevfik 23 Ekimde İzmir’e dönmüştür. (Bkz. Bayur, a.g.e., s.720.) 52 Orbay, a.g.e., s.80. 362 olur mu? Biraz önce birbirinin kanını döken aynı sınıfa mensup kimseler nasıl düşmanlığı ortadan kaldırır?” demesi üzerine İzzet Paşa, ateşkesin aslında askerler arasında imzalanmasının usulden olduğu ve savaş meydanlarındaki düşmanlıklarına rağmen, kişisel kinlerden soyutlanmış olarak karşısındakine saygı beslemenin askerliğin teamüllerinden olduğu cevabını vermiştir. Padişah kendisinin Ferit Paşa’yı göndermeyi düşündüğünü açıklayınca, İzzet Paşa, “Bu zat uzun zamandan beri devlet memuriyetinde bulunmamış ve âdeta deli gibidir. Böylesine önemli görev ve devletin hayati meseleleri kendisine havale edilemez” demişse de Padişah kendisinin onu iyi bir şekilde idare edebileceğini söylemiş ve sabahleyin erkenden Ferit Paşa’yla Ayan Meclisinde buluşularak kendisine gerekli talimatın verilmesini istemiştir.53 Ferit Paşa, İzzet Paşa ile belirlenen saatte yapılan görüşmede, “Amirali görünce devletin kesin idarî bütünlüğü üzerine ateşkes imzalanmasını teklif edeceğini, amiral bu ilkeyi kabul etmezse Londra’ya gitmek üzere bir kruvazör isteyeceğini ve oraya ulaşınca krala, babasının bir eski dostu geldiğinden, kabul edilmesini bir tezkereyle rica ve bu suretle İttihatçıların düşürdükleri girdaptan devleti kurtaracağını” açıkladıktan sonra, sandık ve elbisesinin hazırlanması gerekeceğinden o gün hareketinin mümkün olmadığını söylemiş, heyete özel kâtip olarak da Rum Patrikhanesi kâtibi Kara Teodori Bey’i almak istediğini belirtmiştir.54 Ferit Paşa’nın bu sözlerinden sonra İzzet Paşa derhal Padişahın huzuruna çıkarak, Ferit Paşa’nın sözlerinin delilikten başka bir şeye yorulamayacağını, bu kişinin gönderilmesinden vazgeçilmesini tekrar talep etmiştir. Padişah bu talebi de “ben onu idare ederim” cevabıyla reddetmiş ve Ferit Paşa’yı görevlendirmekte ısrar etmiştir. İzzet Paşa Padişahın huzurundan çıktıktan sonra Babıâli’ye gitmiştir. Burada kendisine Ferit Paşa’nın kendisini beklemekte olduğu bildirilmesine rağmen, Ferit Paşa ile görüşmeyerek, o sırada toplantı halinde olan Kabine’ye geçmiş, gelişmeleri ve Padişahın arzusunu bildirmiştir.55 Bulgar Kralı’nın mütarekeyle birlikte istifaya mecbur edilmiş olmasının Vahdettin’i kuşkulandırmış olabileceğini ve İtilâf Devletlerinin kendi53 Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., s.23-24. Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., s.24. Ahmet İzzet Paşa hatıralarında ayrıca, General Townshend’ın mütareke için delege gönderilmesini bildiren telgrafından bir gün önce (22 Ekim) Harbiye Nezaretinde bulunduğu sırada Damat Ferit Paşa’nın Saraydan geldiğini söyleyerek kendisini ziyaret ettiğini, barış için ne yapıldığını sorduğunu, kendisinin de gerekenlerin yapıldığı ve haberleşmeye devam edildiği cevabını verdiğini; bunun üzerine Ferit Paşa’nın “Haberleşmeyle olmaz, hemen delegelerimizi sınıra göndererek ilk tesadüf edilecek teğmene sığınmamız gerekir.” şeklinde tavsiyede bulunduğunu yazmaktadır. Bkz. Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., s.23. 54 55 Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., s.25. 363 sini de tahttan düşürecek bir istekte bulunmaları ihtimaline karşı, şahsen güvendiği Damat Ferid Paşa’yı delege olarak göndermekte ısrar ettiğini düşünen Bahriye Nazırı Rauf Bey, Vükelâ toplantısında yaptığı konuşmasında; “Padişahın kaygısını tabiî bulmalıyız. Fakat memleketin idaresinden sorumlu olan bir hükümetin, deli olduğunu bildiği bir kimseyi mütareke yapmağa memur ederek, memleket menfaatlerini koruyabileceği zannında bulunmasını, hiç de tabiî ve mantıkî sayamayız. Bu vaziyette Padişahın, en müşkül zamanda memleketin hak ve menfaatlerine, hükümetin bir mecnun kadar bile müdafaaya muktedir olmadığı fikrinde olduğu anlaşılıyor ki; bu mütalâada hata etmiyorsam, Damat Ferit Paşayı göndermeğe taallûk eden irâdenin, yerine getirilmesini caiz görmüyorum. Bunu yerine getirmektense, hükümetin istifası daha doğru bir hareket olur.” demiştir. Bu sözler etkili olmuş, diğer nazırlar da açıklamalarıyla Ferit Paşanın gönderilmesini doğru bulmadıklarını söyleyerek istifa düşüncesini desteklemişlerdir. Genel kanaate Sadrazam da katılmış ve durumu Padişaha arz ile, ısrarında devam ettiği takdirde, hükümetin istifaya karar verdiğini söyleyeceğini açıklamıştır. İzzet Paşa saraya telefon ederek Mâbeyn Başkâtibi Ali Fuad Bey’i Babıâli’ye çağırmış; istirahat salonunda talimatını beklemekte olan Damat Ferit Paşa’ya da, bizzat yazdığı tezkere ile beklememesini bildirmiştir.56 Ali Fuad Bey, Padişaha durumu arz edip, olurunu aldıktan sonra Babıali’ye gitmiştir. Sadrazam, Ali Fuad Bey’e, Padişahın mütareke görüşmeleri için Damad Ferid Paşa’nın gönderilmesini irade buyurmuşsa da vekiller ile görüşme neticesinde hükümet sorumluluğuna ait bir meselede gayr-i mesul bir kişinin seçilmesinin uygun görülmediğinden Ferid Paşa’nın seçilmesinden vazgeçilmesini Padişahtan istirhama karar verdiklerini ve mütareke görüşmeleri için birinci delege olarak Bahriye Nâzırı Rauf Bey’in, delege olarak da Hariciye müsteşarı Reşad Hikmet Bey’in gönderilmesini uygun gördüklerini söylemiştir. Ali Fuad Bey Saray’a dönüp Padişaha durumu açıklamış, Padişah’ın bunun nazikâne bir istifa demek olduğunu söylemesi üzerine de “Evet Efendim istifa demek” cevabını vermiştir. Padişah da Ferid Paşa’yı göndermek isteyişinin işi bozmak amacıyla değil maslahatça bir fayda olur düşüncesiyle olduğunu, konunun büyütülmesi yerine Ferid Paşa’nın gönderilmesinden vazgeçtiğini söylemiş ve gönderilecek delegelere verilecek talimata dahil edilmesi için aşağıdaki hükümleri bizzat dikte ettirmiştir57: “1. Hilâfet-i celîle ve Saltanat-ı seniyye ve Hanedan-ı Osmani hukukunun temami-i mahfûziyyetinin temini, 56 Orbay, a.g.e., s.82-83. 57 Ali Fuad Türkgeldi, a.g.e., s.154-155. 364 2. Bazı eyalâta verilecek muhtariyet-i idarenin şekil ve mahiyeti temin olunarak muhtariyyetin yalnız idari olup siyasî olmaması, şayet hiç bir çare ve imkân bulunamayıp ta siyasî olacak ise istiklâliyet daha ehven olacağı ve eğer siyasi muhtariyeti kabul edecek olursak İslam âlemine ihanet etmiş olacağımız fikrindeyim.” Ali Fuad Bey akşam Babıâli’ye giderek Ferid Paşa’nın gönderilmesinden vazgeçildiğini ve Padişahın emirlerini Sadrazama iletmiştir.58 Sadrazam İzzet Paşa, Padişahın bu iradesini vükelâya tebliğ etmiştir. Ardından gönderilecek delegelerle ilgili görüşleri almıştır. Adliye Nazırı Hayri Efendi’nin, Rauf Bey’in delege olması teklifini Sadrazam da uygun bulmuştur. Rauf Bey ise, orduların durumunu yakından bilen bir kişinin memur edilmesinin doğru olacağını ileri sürerek, Bahriye Nezaretindeki işlerle, İstanbul’un asayişiyle ilgili vazifelerinin burada bulunmasını gerektirdiğini söyleyerek itiraz etmiştir. Sadrazam, İstanbul’da ordu erkânından, bu işi üzerine alıp hemen yola çıkabilecek bir kimse olmadığını ve Bahriye Nezaretindeki işleri, Nafıa Nazırı Ziya Paşa’nın takip edebileceğini söylemiştir. Rauf Bey’in, diplomasi mesleğinde tecrübeli bir zatın tayinini, ordu mensuplarından elverişli birinin de yardımcı olarak katılmasını tercih ettiğini söylemesi üzerine, Hariciye Nazırı Nabi Bey, delege heyeti başkanlığına Rauf Bey’in getirilmesini, yanlarına da Hariciye Müsteşarının verilmesini teklif etmiştir. Sadrazam İzzet Paşa, Rauf Bey’e hitap ederek, durumun kendisi tarafından da iyi bilindiğini, vaziyetin nazik, zamanın dar olduğunu, bu nedenle artık kabul etmemenin doğru olmayacağını söylemiştir. Bu ısrar karşısında, Rauf Bey delege olmayı kabul etmiştir. Hariciye Nazırı, diplomat olarak, Hariciye Müsteşarı Reşat Hikmet Bey’i, Sadrazam da askerî delege olarak, Kurmay Yarbay Sadullah Bey’i Rauf Bey’in yanına vermeyi uygun gördüklerini söylemişlerdir. Vükelâ heyeti de bunların memuriyetlerini onaylamıştır. Bu suretle oluşan heyetin, mütareke yapmağa yetkili olduğunu bildiren vesika da hazırlanıp Sadrazamla, Hariciye Nazırı tarafından imzalanmıştır.59 Ahmet İzzet Paşa Hükümetince Mondros’a gidecek Türk mütareke heyetine verilmek üzere sekiz maddelik bir talimat hazırlanmıştır. Kabinede de uygun bulunan talimatın metni şöyledir60: “1. Boğazların Açılması: Mütareke esnasında Boğazların ticaret ve savaş gemilerine açılması esasını kabul edilmektedir. Yalnız, Yunan harp gemilerinin girmelerine müsaade edilmeyecektir. Boğazların istihkâmları Osmanlı askerleri tarafından muhafaza edilecektir. Düşman tarafından şiddetli ısrar 58 Ali Fuad Türkgeldi, a.g.e., s.155. 59 Orbay, a.g.e., s.83-85. 60 Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s. 34-35. 365 olunsa kontrol sıfatıyla belirli miktarda İngiliz subaylarının bulunmasına da muvafakat edebiliriz. Bunların barış antlaşmasını müteakip Boğazları terk etmeleri şartı protokole dahil edilecektir. Çanakkale ve Karadeniz Boğazlarından girecek olan harp gemileri iki boğaz arasında iki günden fazla kalmayarak, Karadeniz ve Adalardenizi’ne geçeceklerdir. 2. Askerin Terhisi: Askerin terhisine dair olan teklif esas itibariyle kabul edilecektir. Dâhilî asayişi muhafaza için barış zamanındaki miktarı geçmeyecek askerî kuvvet silâhaltında kalacaktır. Ordudaki yabancı subaylar ve erler ülkelerine belirli zamanda iade edileceklerdir. 3. Mütarekenin imzalandığı zamandaki harp cephelerine tecavüz edilmeyecektir. Doğal olarak mütareke bütün cephelere ve İngiltere ile müttefiklerine şâmil olacaktır. 4. Gerek dahilde, gerek karasularında emniyet ve asayişin muhafazasını hükümet yükümlenir ve taahhüt eder. Hükümet idaresinde hiçbir suretle müdahaleleri kabul edilmeyecektir. Memleketin hiçbir noktasına askerî kuvvet sokulmayacaktır. 5. Karadeniz havzasında Almanların taarruzlarının gelmesine ve deniz yollarını tehlikeye sokmaları ihtimaline karşı sahillerimizde ve kara sularımızda savunma önlemleri almak bize aittir. Lâkin İngilizler kendilerine kanaat gelecek tarzda denetleme hakkına malik olabilirler. 6. Mütarekeyi müteakip ticaret serbestisini ve gemilerini mutlak surette kabul ederiz. Memleketimize hububat vesair gıda maddelerinin ithalini çabuklaştırmalarını teklif edeceğiz. 7. Müzakereyi müteakip Almanya’nın Türkiye’ye borç vermeye devanı edemeyeceği muhakkak olduğundan para yardımında bulunulması, 8. Millî gururu incitecek her çeşit istekler red olunacaktır. Alman ve Avusturya-Macaristan askerî kuvveti ile elçilik memurları ve konsoloslarının Türkiye’yi terk etmeleri için en aşağı iki ay müddet tâyin edilecektir. Türkiye dahilinde bulunan Alman ve Avusturya-Macaristan uyruklularının memleketlerine gitmeye mecbur edilmeleri -adı geçen hükümetlerin bizim uyruklularımız hakkında aynı suretle muamele etmelerini gerektireceğinden, halbuki miktarı belki 15.000–20.000 geçen Osmanlı uyrukluların, özellikle öğrencilerin şu sırada yurda dönmeleri kesinlikle kabul olunamayacağından- yolunda olacak bir teklif red edilecektir.” Hariciye Nâzırı Nâbi Bey, heyetin mazbatasının, delegeler o gece hareket edeceklerinden, derhal Padişaha takdim edilmesini ve onayının alınmasını Ali Fuad Bey’den rica etmiştir. Nâbi Bey ayrıca, Sadrazama hitaben “Heyetin katipliği vazifesine görevlendirdikleri Âli Bey’e (Ali Fuad Bey’in oğlu) hazırlanmak üzere haber gönderildi mi?” diye sormuş, Sadrazam İzzet Paşa da mazbatayı 366 Padişahın onayına sunduktan sonra Babıali’ye getirmek üzere Ali Fuad Bey’in yanına vereceği yaveri Muzaffer Bey’le beraber, Ali Bey’in gönderilmesini Ali Fuad Bey’den istemiştir. Ali Fuad Bey, yaver ile birlikte Saraya döndüğünde vakit geç olmuş, Padişah Hareme geçmiş olduğundan musahib vasıtasıyla mazbata takdim edilmiş, Padişah tarafından imza buyurulan mazbata Muzaffer Bey’e teslim ettikten sonra Ali Bey de Babıâli’ye gönderilmiştir.61 Rauf Bey, Sadrazam İzzet Paşa ile birlikte Dolmabahçe Sarayı’na gitmiş, İzzet Paşa Padişah ile görüşmüştür. Çıkışında, padişahın, heyeti ve görevi tasdik ettiğini, yapılacak mütarekede bazı hususlara önem verilmesini irade buyurduğunu söyleyerek, Şehzade Osman Fuat Efendi’nin Trablus’tan dönmesi için, hususî teşebbüste bulunulmasını da istediğini ilâve etmiştir.62 Mütareke görüşmeleri için delege seçimi, heyete verilecek talimatın hazırlanması, mazbatanın hazırlanması ve onaylatılması hususlarının acele bir surette yapılmış olması, imzalanacak mütarekeyi Devletin ne kadar sabırsızlıkla arzu ettiğinin en önemli göstergeleridir. D. Osmanlı Delegelerinin İstanbul’dan Ayrılışı, Mondros’a Varış: 24 Ekim gece yarısı, Rauf Bey, Reşat Hikmet Bey ve heyet kâtipliğine tayin edilen Ali Bey “Peykişevket” kruvazörüne binerek İstanbul’dan Bandırmaya, oradan da trenle İzmir’e hareket etmiştir. Heyeti İzmir’de -Vali Rahmi Bey görevden alındığından- Vali Vekili Nurettin Bey ile Ordu Kumandanı Cevat Paşa karşılamıştır. İzmir’de Cevat Paşa’nın kurmay başkanı olan Yarbay Sadullah Bey de heyete katılmıştır. Heyet, 26 Ekim günü sabah erkenden “Zafer” römorkörüyle İzmir’den ayrılmıştır. Foça açıklarında, İngilizlerin ufak bir karakol gemisine binmişler ve Zafer römorkörünü de, dönüşlerini beklemek üzere Foça’ya göndermişlerdir. Akşama doğru “Sığrı” açıklarında İngilizlerin “Liverpool” kruvazörüne geçilmiştir. 26 Ekim gecesi, saat on sularında, İtilâf Devletleri tarafından “Deniz üssü” yapılmış olan Midilli adasının Mondros limanına varılmış ve kumandan gemisi olan Agamemnon zırhlısında İtilaf devletleri adına müzakereye yetkili kılınan İngiliz Akdeniz Filosu Başkumandanı Amiral Calthorpe’la buluşulmuştur.63 E. Mütareke Görüşmeleri (27-30 Ekim 1918) Mütareke görüşmeleri 27 Ekim sabahı başlamış ve 30 Ekim gecesi mütarekenin imzalanmasıyla sona ermiştir. Mütareke görüşmelerinin oturumları, saatleri ve süreleri aşağıdaki tabloda sunulmuştur64: 61 Ali Fuad Türkgeldi, a.g.e., s.155-156. 62 Orbay, a.g.e., s.85. 63 Orbay, a.g.e., s. 85-86, 89. 64 Burada verilen saat bilgileri Ali Türkgeldi’nin kitabından alınmıştır. 367 Gün Oturum Saat Süre Birinci Oturum 09.30 – 13.00 3 saat 30 dakika İkinci Oturum 15.30 – 17.30 17.45 – 19.25 3 saat 40 dakika 28 Ekim 1918 Pazartesi Üçüncü Oturum 15.00 – 17.40 17.58 – 20.15 4 saat 57 dakika 29 Ekim 1918 Salı Toplantı Yapılmamıştır Dördüncü Oturum 09.10 – 12.25 3 saat 15 dakika Beşinci Oturum 21.15 – 22.03 48 dakika Toplam 16 saat 10 dakika 27 Ekim 1918 Pazar 30 Ekim 1918 Çarşamba Mütareke görüşmelerinde İngiliz Heyetinde bulunanlar65: Arthur Gough-Calthorpe (Amiral - Heyet Başkanı - Doğu Akdeniz Donanma Komutanı) M. Culme Seymour (Amiral - Müşavir - İngiliz Ege Filosu Komutanı) Rudolf M. Burmester (Calthorpe’un Kurmay Başkanı)66 Charles E. Lynes (Subay) Gerald G. C. Dickens (Subay) Mütareke görüşmelerine Osmanlı Devleti adına katılanlar67: Rauf Bey68 (Heyet Başkanı - Bahriye Nazırı) Reşat Hikmet Bey (Hariciye Müsteşarı)69 Yarbay Sadullah Bey70 (Sekizinci Ordu Kurmay Başkanı) Ali Bey71 (Katip) Rauf Bey Fransızca konuşamadığı, ancak iyi seviyede İngilizce bildiğinden görüşmeler büyük oranda İngilizce ile sürdürülmüştür. İngilizce konuşamayan Reşat Hikmet Bey ile Sadullah Bey de fikirlerini Fransızca ifade etmişlerdir. İngiliz müşavirleri söz aldıklarında bazen Fransızca, bazen de İngilizce kullanmışlardır.72 Başak, a.g.e., s.142.; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.33. İngiliz heyetinde yer alanların isimleri ve rütbeleri hakkında kaynaklarda farklı bilgilere tesadüf edilmektedir. 65 Ali Türkgeldi bu kişinin üçüncü oturumdan itibaren katıldığını yazmaktadır. Bkz. Ali Türkgeldi, a.g.e., s.33. 66 Başak, a.g.e., s.142.; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.33. Görüşmelere katılan bu isimler kaynaklarda ortaktır. Görüşmelerde bulunmamakla birlikte Mondros’a giden heyette, General Townshend’in yaverliğini yapmış olan Yüzbaşı Tevfik (Tevfik Birmen) Bey’in de bulunduğu farklı kaynaklarda belirtilmektedir. (Bkz. Townshend, a.g.e., s.645; Kurat, a.g.m., s.40.) 67 68 Rauf Orbay. Yuluğ Tekin Kurat makalesinde Hariciye Nazırı Nabi Bey’in gitmek istememesi nedeniyle müsteşarın gönderildiğini yazmaktadır. Bkz. Kurat, a.g.m., s.40. 69 70 Sadullah Güney. 71 Ali Türkgeldi. Ali Fuad Türkgeldi’nin oğlu. 72 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.33. 368 Görüşmelerde resmi olarak tutanak tutulmamış ve görüşmeler sonunda da herhangi bir tutanak imza altına alınmamıştır. İngiliz ve Osmanlı heyetleri kâtipleri gayri resmi olarak zabıt tutmuşlardır. Ali Bey, görüşmelerde tuttuğu notları İstanbul’a dönüşünde Hariciye Müsteşarı Reşat Hikmet Beyin onayına sunmuş ve bir nüshasını da kendisine vermiştir.73 Agamemnon görüşmelerine ait İngiliz kayıtları ise toplam 62 sayfadan oluşan notlardır. Bu notlar görüşmelerin Fransızca yapılan bölümlerini içermemektedir.74 1. Birinci Oturum Öncesi Amiral Calthorpe – Rauf Bey Görüşmesi: Rauf Bey, toplu görüşmelere başlamadan önce, Amiral Calthorpe’la başbaşa yapılacak bir görüşmenin faydalı olabileceğini düşünerek, Amiralden özel bir görüşme istemiştir. Bu talebin Amiral Calthorpe tarafından kabul edilmesi üzerine; Rauf Bey, Amiral Calthorpe ve Amiral Seymur müzakere salonunun yanındaki istirahat salonuna geçmişlerdir.75 Görüşmede Rauf Bey, Osmanlı hükümetinin harbe girmesinin asıl nedeni olarak Rusya’yı ve Rusya’nın Türkiye’yi karşı yüz yıllardan beri güttüğü politikaları göstermiştir. Rauf Bey’e göre, İtilâf devletlerinin Rusya ile birleşip, Türkiye’yi ihmal etmiş olmaları, Osmanlı Devleti’nde millî varlığının tehlikeye düştüğü inancını doğurmuştur. Türk milleti de varlığını korumak için dört yıldır muazzam fedakârlıklarla savaşmaktadır. Çarlık idaresini deviren son ihtilâl, Rus tehlikesini bir zaman için geciktirmiş olabilirse de, tamamen ortadan kaldıramaz. Bu ihtilâl göz önünde bulundurularak, Türkiye’nin coğrafi stratejik durumu düşünülürse, Osmanlı Devleti’nin sulh ve sükûn içinde gelişip ilerlemesi, başta İngilizler olmak üzere İtilaf devletlerinin lehinedir. Türkiye’nin, yakın doğuda faydalı bir sulh ve sükûn unsuru olacağı, son dört yıllık harbin verdiği tecrübelerden sonra esasen İngiltere hükümetince de anlaşılmış olmalıdır. Bu düşünce ile, yeni kabine, sulha varmak için İngilizlerle teması, iki tarafın da gerçek menfaatleri bakımından elzem görmüştür. Osmanlı hükümeti sulh ve sükûn içinde çalışarak, gelişip ilerlemek istemekte, bunun için de İngiliz siyasetine uygun bir politika gütmeği faydalı bulmaktadır.76 Rauf Bey, Osmanlı Devleti’nin istiklâline dokunacak şartlar karşısında kalınır ve İngilizler de bu konuda ısrar ederlerse, harbi durdurmağa ve düşmanlarıyla dostça münasebetler kurmaya taraftar olmalarına rağmen, o gibi 73 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.34. 74 Başak, a.g.e., s.208. Rauf Orbay, Amiral Calthorpe’un öğleye doğru Agamemnon zırhlısına geldiğini yazmıştır. (Bkz. Orbay, a.g.e., s.90.) Halbuki birinci oturum sabah dokuz buçukta başladığına ve bu özel görüşme de oturum öncesinde yapıldığına göre, Calthorpe’un öğleye doğru değil de sabah saatlerinde gelmiş olması gerekmektedir. 75 76 Orbay, a.g.e., s.90-91. 369 şartları kabul etmeyeceklerini, Mondros’a barışa dönmeğe taraftar oldukları için geldiklerini, fakat tatbik edemeyecekleri şartlar altına imza koymalarının da katiyen söz konusu olamayacağını söylemiştir.77 İngilizlerin masaya koyacakları mütareke şartlarının nelerden ibaret olduğunu henüz bilmediğini açıklayan Rauf Bey, yapılacak tekliflerin kabulünün mümkün olmamasından dolayı savaşı durdurmak mümkün olmazsa, İtilâf devletlerinin, büyük zayiat vererek, belki İstanbul’a girebileceklerini, ancak bu takdirde büyük bir ihtimalle İstanbul’da azınlıkların şuursuzca ayaklanmalarının bir iç harbe yol açacağını ve İstanbul’un, bir harp alanına dönerek kan ve ateş içinde kalacağını ifade etmiş, bu durumun da beklenen barışı temin edemeyeceğini söylemiştir. Aksine o zaman, istiklâllerine ne derece bağlı olduklarını katlandıkları fedakârlıklarla gösteren Türkler, her şeyi göze alarak, sonuna kadar harbe devama mecbur kalacaklardır. Böyle bir durumun sonunun nereye varacağını kestirilemezse, durum İtilâf devletleri lehine olmayacak, akacak kandan ve husule gelecek zarardan Türkler sorumlu olmayacaklardır.78 Rauf Bey, her iki amiralin de sözlerini sükûn ve dikkatle dinlediklerini, sonra Amiral Calthorpe’un cevaben, ne demek istendiğini iyice anladığını, yapılacak müzakerelerin savaşa nihayet verecek bir mütârekenâme olması ve Osmanlı hükümeti ile İngiltere devleti arasında her iki tarafın menfaatlerini korur bir dostluğun yeniden başlaması için elinden geleni yapacağını söylediğini beyan etmiştir. Bu konuşmanın ardından toplantı salonuna geçilmiştir.79 2. Birinci Oturum (27 Ekim 1918 Pazar / 09.30-13.00): Görüşmelerinin ilk oturumu 27 Ekim Pazar sabahı saat 9.30’da, Rauf Bey, Amiral Calthorpe ve Amiral Seymour arasında yaklaşık bir saat kadar süren özel görüşmeden sonra başlamıştır. Rauf Bey Osmanlı delegelerinin yetki belgesini ibraz etmiş, Amiral Calthorpe ise yetki belgesinin olmadığını bu hususta hükümetinden almış olduğu telgrafı gösterebileceğini ve görüşmelere yetkili olduğunu Sadrazam İzzet Paşa’ya da bildirdiğini ifade ettikten sonra bahsi geçen telgrafı okumuş ve ardından maddelerin görüşülmesine geçilmiştir.80 Görüşmeler genel itibariyle Amiral Calthorpe’un mütareke maddelerini okuması ve ardından da bu madde ile ilgili hususların konuşulup tartışılması şeklinde cereyan etmiştir. 77 Orbay, a.g.e., s.91. 78 Orbay, a.g.e., s.91-92. 79 Orbay, a.g.e., s.91-92. 80 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.34. 370 Amiral Calthorpe, konuşmasının başında, diğer maddeler hakkında bazı değişiklikler yapılması mümkün ise de ilk dört maddenin hükümetince fevkalâde önemli olduğunu ve bu hususta katiyen değişiklik yapılmayacağını söylemiş, ardından ilk maddeyi okumuştur:81 “Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının açılması, Karadeniz’e geçişin güvence altına alınması, Çanakkale ve İstanbul Boğazları istihkâmlarının İtilaf devletleri tarafından işgal edilmesi.” Rauf Bey serbest geçişin kabul edilebileceğini, ancak istihkâmların müttefikler tarafından işgalinin kabul edilemeyeceğini ifade ederek, istihkâmları her zaman emniyetleri altında bulunduracakları bir şekil düşünülmesini teklif etmiştir. Amiral Calthorpe müttefiklerin savaş durumunu düşünmeğe mecbur olduklarını ve şüphesiz bugün iktidar makamında bulunan Osmanlı Hükümetinin, savaş durumunun değişmesiyle yerinde kalıp kalamayacağına emin olamadıklarını, bu hükümetin yerine savaş taraftarı bir hükümet gelip de muharebeye tekrar başlanacak olursa o zaman zor bir durumda kalabileceklerini söylemiştir.82 Rauf Bey’in sorusu üzerine Calthorpe, istihkâmların işgalinde müttefiklerin tamamının dolayısıyla Yunan ve İtalyanların da bulunacaklarını belirtmiştir. Rauf Bey ise istihkâmların Yunan ve İtalyanlar tarafından işgalini kabul edebilecek bir hükümet düşünemediğini ifade etmiş ve istihkâmlarda İtalyan ve bilhassa Yunan askerleri bulunmaması hususunda ısrarcı olmuştur. Amiral Calthorpe istihkâmların işgalinin tehlikeli sonuçlara neden olabileceğini hükümetine yazacağını ve eğer hükümeti ısrar edecek olur ise bunun yalnız İngiliz ve Fransız garnizonu tarafından yapılmasını tavsiye edeceğini ifade etmiştir. Yunan gemilerinin Karadeniz’e geçişinin engellenemeyeceğini, ancak bunların geceleyin geçişini vaat edebileceğini belirtmiştir. Birinci madde kesin karar verilmeden geçilmiş ve Calthorpe ikinci maddeyi okumuştur83: “Osmanlı sularındaki bütün torpil tarlaları ile torpil ve kovan mevzileri ve diğer engel mevkileri gösterilecek ve bunları taramak veya kaldırmak için talep halinde yardımda bulunulacaktır.” Amiral Calthorpe bu maddenin aynen kabulünün mütarekenin temel şartlarından olduğunu söylemiş, Rauf Bey’in de maddenin kabulünde kendilerince bir mahzur olmadığını ifade etmesiyle madde aynen kabul edilmiştir. Amiral Calthorpe üçüncü maddeyi okumuştur84: 81 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.34. 82 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.34-35. 83 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.35-36. 84 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.36-37. 371 “Karadeniz’de mevcut torpil mevkileri hakkındaki mevcut bilgiler verilecektir.” Calthorpe, bu maddenin aynen kabulünün gerektiğini söylemiştir. Rauf Bey bu maddenin kabulünde bir mahzur olmadığını fakat Karadeniz’de bulunan torpil mevkilerinin tamamının kendilerince de bilinmediğini ancak Genelkurmayca bu konuda mevcut bilgilerin verilebileceğini söylemiş ve madde aynen kabul edilmiştir. Amiral Calthorpe dördüncü maddeyi okumuştur85: “İtilâf hükümetlerine mensup savaş esirleri ile Ermeni esir ve tutukluları İstanbul’da toplanılacak ve kayıtsız şartsız itilâf hükümetlerine teslim olunacaktır.” Amiral bu maddenin de aynen kabulünün mütarekenin temel şartlarından olduğunu söylemiştir. Rauf Bey halen esir olan Ermeniler bulunmadığını, Rus Ermeni esirlerin memleketlerine iade edildiğini ve tutuklu bulunanların da tahliyeleri hakkında genel af çıkarılmış olunduğunu anlatmıştır. Calthorpe, açık konuşarak, bu maddenin Ermeniler hakkında mevcut olan düşüncelerden dolayı kamuoyunu teskin etmek amacıyla konulduğunu söylemiş, mütarekeye Ermeniler hakkında birşey ilave edilmezse, İngiltere ve Amerika kamuoyunun eleştirilerine maruz kalabileceklerini söylemiştir. Osmanlı heyeti bu fıkranın çıkarılmasında ısrarcı olmuş, ayrıca tahliye edilecek esirlerin yalnız İstanbul’dan değil yakın olan yerlerden de teslim edilebilmesini teklif etmiş, fakat bu maddenin değiştirilmeksizin kabulünün hükümetince istendiği Amiral tarafından tekrar hatırlatılmıştır. Ardından beşinci maddeye geçilmiştir86: “Sınırların muhafazası ve dahili asayişin sağlanması için gerekli görülecek askeri kuvvet dışındakilerin derhal terhisi (miktarı bilâhare itilâf hükümetleri tarafından kararlaştırılacaktır)” Reşat Hikmet Bey, son fıkranın (miktarı Osmanlı Devleti ile müttefikler arasında müştereken tayin edilecektir) suretinde değiştirilmesini teklif etmiş ise de Amiral bunu kabul etmeyip, ilgili fıkrayı (Osmanlı Devletinin oluru alındıktan sonra müttefikler tarafından belirlenecektir) şeklinde değiştirmiş ve altıncı maddeyi okumuştur87: 85 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.37. Ali Türkgeldi, a.g.e., s.37-38. Rauf Orbay hatıralarında, Amiral Calthorpe’un ilk dört maddeyi saydıktan sonra, ‘hükümetinin bu maddelerin kayıtsız şartsız kabulünde kararlı olduğunu ve ancak bunlar kabul edildiği takdirde, öteki maddeleri müzakereye koyabileceğini’ söylediğini belirtmektedir. Kendisi ise bu şekilde müzakerenin doğru olmayacağını, mütareke maddelerinin hepsi bilinmeden, bu dört madde kabul edilse bile, öteki maddelerde çıkabilecek anlaşmazlıklar yüzünden, iki tarafın da istediği neticeye varılamayacağını, şartların hepsini bilmenin zarurî ve elzem olduğunu söylemiştir. Orbay, bu konuda uzun tartışmalar olduğunu, sonunda teklifini kabul eden Calthorpe’un, maddelerin tamamını okuduğunu ve ardından maddeler üzerinde görüşülmeye geçildiğini yazmıştır. (Bkz. Orbay, a.g.e., s.93.) 86 87 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.38. 372 “Osmanlı kara sularında veya Osmanlı kuvvetleri tarafından işgal edilen sularda bulunan bütün savaş gemileri teslim edilecek ve bu savaş gemileri gösterilecek liman veya limanlarda enterne edilecektir.” Rauf Bey polis vesair hususlar için lüzum görülecek gemilerin bundan istisna edilmesini, savaş gemilerinin Haliç’te bırakılmasını, gösterilecek liman veya limanlar fıkrasına da “Osmanlı” kelimesinin ilâvesini talep etmiş ve böylelikle madde şu şekle dönüşmüştür88: “Osmanlı kara sularında polis ve buna benzer hususlar için istihdam edilecek küçük gemiler müstesna olmak üzere Osmanlı sularında veya Osmanlı Devleti tarafından işgal edilen sularda bulunan bütün savaş gemileri teslim olunup gösterilecek Osmanlı liman veya limanlarında mevkuf bulundurulacaktır.” Amiral Calthorpe yedinci maddeyi okumuştur89: “Mühim stratejik noktalar itilâf kuvvetleri tarafından işgal edilecektir.” Rauf Bey bu maddeden maksadın açıklanmasını istemiştir. Calthorpe, hükümetinin bundan neyi kasdetmek istediğini layıkıyla bilmediğini ifade etmiş ve 24 üncü maddenin (b) fıkrasında geçen Haçin, Sis, Ayintap ve Zeytun şehirlerinin işgaliyle açıklanabileceğini, ancak bu hususu hükümetinden soracağını söylemekle sekizinci maddeye geçilmiştir90: “Halen Osmanlı işgali altında bulunan bütün liman ve demir mahallerinden itilâf devletlerine mensup gemiler tarafından istifade edilmesi.” Rauf Bey’in, Osmanlı gemilerinin de aynı seyir serbestisinden istifade etmesi teklifine Calthorpe cevaben Osmanlı gemilerinin işgal altında bulunanlar da dahil olduğu halde bütün Osmanlı limanlarında seyir edebileceğini, hatta yabancı ülkelere gitmelerinde dahi kendisince bir mahzur yok ise de bu hususun maddeye eklenmesinin uzun görüşmeler gerektireceğini buna ise mütareke görüşmelerinin uygun olmadığını ifade etmiş ve madde şu şekilde değiştirilmiştir91: “Halen Osmanlı işgali altında bulunan bütün liman ve demir mahallerinden itilâf devletleri gemilerince istifade edilmesi ve bunların itilâf devletleriyle savaş durumunda bulunanlara karşı kapatılması. Osmanlı gemileri de ticaret ve ordunun terhisi hususlarında benzer şartlardan istifade edeceklerdir.” Öğleden sonra saat üç buçukta toplanmak üzere saat birde toplantıya son verilmiştir.92 88 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.38. 89 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.39. 90 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.39. 91 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.39. 92 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.39. 373 3. İkinci Oturum (27 Ekim 1918 Pazar / 15.30 – 17.30, 17.45 – 19.25): 27 Ekim Pazar öğleden sonra saat üç buçukta ikinci defa olarak toplanılmıştır. Toplantının başında Amiral Calthorpe Fransız Amirali Amet’den aldığı gizli bir mektubu göstererek Fransızların da görüşmelere katılma isteklerini açıklamış ve Osmanlı heyetinin bu konudaki düşüncesini sormuştur. Rauf Bey, İngiliz heyeti haricinde bir ülke temsilcisinin görüşmelere katılması hususunda hükümetinden talimat alması gerektiğini belirtmiştir. Amiral Calthorpe da Rauf Bey’in ifadesine katıldığını ve diğer İtilâf devletleri delegelerinin toplantılara katılmasının işlerin uzamasına neden olacağını; Fransız amiraline durumu bildireceğini, ancak görüşmelerin de hızlandırılması gerektiğini ifade etmiştir. Mütareke görüşmelerine iki ülke temsilcileri arasında devam edilmesi kararı alındıktan sonra dokuzuncu madde okunmuştur93: “İstanbul’un itilâf deniz kuvvetleri için deniz üssü olarak ve Osmanlı limanlarında bulunan bütün tersanelerin de tamirat işlerini kolaylaştırabilmek için kullanımı.” Amiral Calthorpe, bu maddenin, İtilâf donanmasının Karadeniz’de Alman kuvvetleriyle çarpışmaları ihtimali nedeniyle, hasara uğrayabilecek gemilerinin tamiri için Osmanlı tersanelerinden faydalanmaları amacıyla yazıldığını açıklamıştır. Reşat Hikmet Bey, maddenin maksadını aştığını ve sekizinci maddenin bu durumu sağlamağa yeterli olduğunu söylemiştir. Rauf Bey de, İtilâf donanması için İstanbul’un üs olarak kullanılması hâlinde, şehrin asayişinde sıkıntılar olacağını, azınlıkların karışıklıklar çıkararak hükümeti zor bir duruma sokabileceklerini tekrar etmiş; “İtilâf gemilerinin gerektiğinde İzmit’te tamirleri mümkündür” diyerek maddeyi bu şekilde kabul edemeyeceklerini bildirmiştir. İngiliz heyetinin fikrinde ısrarı üzerine maddenin görüşülmesi sonraya bırakılmıştır. Amiral Calthorpe onuncu maddeyi okumuştur94: “Toros tünellerinin işgali.” Rauf Bey’e göre bu madde, Adana bölgesini işgal amacını güden diğer maddenin tamamlayıcısıdır. Rauf Bey, Adana’nın işgalini katiyen reddedeceklerini, mütarekeden sonra da Osmanlı Ordusunun büyük kısmı terhis edileceğinden Toros tünellerinin işgali ile askerî emniyet kurmağa gerek kalmayacağını, tünellerin tahrip edilmemesinin ise, İngilizlerden çok Osmanlı Hükümetinin menfaatine olacağını söyleyerek, maddenin çıkarılmasını istemiştir. Amiral görüşünde ısrar etmiş, madde hakkında kesin karar verilmeyip on birinci maddeye geçilmiştir95: 93 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.39-40. 94 Orbay, a.g.e., s.107-108; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.40. 95 Orbay, a.g.e., s.108; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.40. 374 “İran’ın kuzey batı kısmında ve Maverayı Kafkas’taki Osmanlı kuvvetlerinin derhal savaştan önceki sınırlar içerisine alınması.” Rauf Bey, İran’ın kuzey batı kısmının boşaltılıp, eski sınır içine dönülmesi için, bölgedeki birliklere verilen emrin yerine getirildiğini belirtmiştir. Kafkasya’daki durumu ikiye ayırmıştır; buranın bir kısmı Ruslarla yapılan anlaşma üzerine geri alınan üç sancaktan (Kars, Ardahan ve Batum)dan ibarettir. Diğer kısmı da bu bölgenin doğusundaki Kafkasya arazisidir. İkinci kısım Osmanlı’ya ait değildir. Üç sancak bölgesinin boşaltılması, hâlen sükûn içinde bulunan bu bölgede hükümetsizlik ve anarşi doğuracaktır. Bu durum da İtilâf devletlerinin işine yaramayacak, aksine, istiklâllerini ilân ile henüz hükümet kurmağa çalışmakta olan Kafkas milletlerinin varlıklarını tehlikeye sokacak, bu da İhtilâlci Rus idaresinin buralara tekrar hakim olmalarını sağlayacak, İtilâf devletleri belki de önleyemeyecekleri oldubittilerle karşılaşacaktır. Bu sebeplerle Rauf Bey üç sancağın boşaltılmasını gerektiren ifadenin silinmesini istemiştir. Amiral Calthorpe, üç sancağın boşaltılması hususuna razı olmuş, böylelikle onbirinci maddenin değiştirilerek “İran’ın kuzey batı kısmındaki Osmanlı kuvvetlerinin derhal harpten önceki sınır gerisine celbi hususunda verilen emir yerine getirilecektir. Mâverayi Kafkas’ın evvelce Osmanlı kuvvetleri tarafından kısmen boşaltılması emredildiğinden kalan kısmı müttefikler tarafından yeni durum incelenerek istenirse boşaltılacaktır.” suretinde yazılmasını kabul etmiştir. Amiral Calthorpe on ikinci maddeyi okumuştur96: “Telsiz telgraf ve kabloların itilâf memurları tarafından idaresi.” Osmanlı heyeti, hükümet muhaberelerinin kontrolü hususunu ön plana çıkarmış ve bu konunun kabul edilemeyeceğini ifade etmiştir. Bu madde üzerinde yapılan görüşmelerde karar alınamayıp on üçüncü maddeye geçilmiştir97: “Bahrî, askerî ve ticarî maddelerin ve malzemelerin tahribinin yasaklanması.” Rauf Bey, bu maddeden maksadın ne olduğunu sormuş, Amiral Calthorpe bunun kendilerince de malûm olmadığını, hükümetinden açıklama isteyeceğini söylemiş ve on dördüncü maddeye geçilmiştir98: “Kömür, akaryakıt ve deniz levazımının Türkiye kaynaklarından satın alınması için kolaylıklar gösterilmesi.” Rauf Bey bu gibi maddelerin ülkenin ihtiyacını tamamıyla karşılamadığını, bunların müttefiklerce alınmasının ülkeyi büsbütün sıkıntıya sokacağını ifade etmiştir. Amiral Calthorpe ise, Osmanlı Devletinin ihtiyaçları 96 Orbay, a.g.e., s.108-109; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.41. 97 Orbay, a.g.e., s.110; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.41. 98 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.41. 375 giderilmeden bu gibi levazımın İtilâf hükümetlerince satın alınmayacağını, ancak lüzumundan fazlasının satın alınabileceğini söylemiş ve bahsedilen levazımın kullanım fazlasının ihracını yasaklanması ile kendileri tarafından satın alınması hususlarında ısrar etmiştir. Sonunda maddenin “Memleketin ihtiyaçları temin olunduktan sonra artacak kömür, akaryakıt ve deniz levazımının Türkiye kaynaklarından satın alınması için kolaylık gösterilmesi ve bu maddelerin ihraç edilmemesi.” suretinde yazılmasına karar verilmiştir. Amiral Calthorpe onbeşinci maddeyi okumuştur99: “Bütün demiryollarının itilâf kontrol subaylarının idaresine bırakılması. Maverayı Kafkas’ta halen Osmanlı idaresinde bulunan demiryolları da dâhildir ve bunlar serbest ve tam olarak itilâf memurininin emrine verilecektir. Bu maddeye Bakü ve Batum’un itilâf kuvvetleri tarafından işgali de dahildir.” Rauf Bey, bu maddeden, Kafkasya’da bulunan demiryollarının serbest ve tam olarak İtilâf memurlarının emrine verilmesinin kastedildiğini, halbuki Bakü’nün Osmanlı memleketi olmadığını belirtmiş, Calthorpe ise maddenin Osmanlı ülkesindekiler de dahil olmak üzere Kafkasya’daki demiryollarının hepsini kapsadığında ısrar etmiştir. Reşat Hikmet Bey’in, İngilizlerin Osmanlı demiryollarından faydalanmalarının daima mümkün olduğu ve böyle bir fıkra eklenmesine gerek olmadığı şeklindeki itirazına Calthorpe, “Maddeyi istediğiniz şekilde değiştirirsek, mütareke şartlarını bizim değil, sizin tayin ettiğinin düşünülecektir.” diyerek maddenin olduğu gibi kabulünü istemiştir. Rauf Bey’in, demiryollarının tamamen İtilâf devletleri emrine verilmesinin halkın zorunlu ihtiyaçlarının sağlanmasında ve terhis edilecek askerlerinin memleketlerine gönderilmelerinde zorluklar doğuracağı görüşüne karşılık da Calthorpe, ülke ihtiyaçlarının dikkate alınacağını, maksadın halkı sıkıntıya sokmak olmadığını, yalnız kendilerine sevkiyat için gereken bir zamanda trenlerin seyahat, zevk ve sefa gezintileri gibi sebeplerle meşgul bulunmasına mani olmak için bu hükmün konulduğunu söylemiş, “Halkın ihtiyaçlarının giderilmesi dikkate alınacaktır.” ifadesinin maddeye eklenmesini kabul etmiştir.100 Rauf Bey’in, Bakü’nün işgaline karşı çıkılmayacağını belirtmesi üzerine maddeye ayrıca “Osmanlı Hükümeti Bakü’nün işgaline itirazda bulunmayacaktır” ifadesi eklenmiştir. Yapılan tartışmalara ve eklemelere rağmen madde hakkında kesin karar verilememiş ve sonraki maddeye geçilmiştir. Amiral Calthorpe on altıncı maddeyi okumuştur101: “Hicaz’da, Asir’de, Yemen’de Suriye’de, Kilikya’da, Irak’ta bulunan kuvvetlerin en yakın itilâf kumandanı veya Arap mümessiline teslimi.” 99 Orbay, a.g.e., s.110-111; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.42. 100 Orbay, a.g.e., s.112. 101 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.43. 376 Rauf Bey, bu maddedeki “Kilikya” ifadesine itiraz etmiştir. Ayrıca Hicaz, Asir, Yemen vesair yerlerdeki tecrit edilmiş muhafız kıtalarının ‘boşaltılmalarını’ kabul edebileceklerini söylemiştir. Amiral Seymour, bu gibi birliklerin boşaltılmalarını kabul ettikleri takdirde bunların yeniden savaşta kullanılabileceği, bunları kendilerinin alıkoyup ancak barıştan sonra iade edecekleri cevabını vermiştir.102 Reşat Hikmet Bey, Kilikya’nın harp hattının gerisinde olduğunu, mütareke yapılınca, iki taraf ordularının bulundukları yerlerde duracaklarını, maddenin bu şekilde kabulü hâlinde Kilikya’da bulunan Osmanlı askerinin İngiliz hatlarına kadar giderek: “Bizi teslim alınız” demeleri gerekeceğini söylemiş ve maksatlarının bu mu olduğunu sormuş; Amiral Seymour ise “Evet budur!” cevabını vermiştir. Rauf Bey, Kilikya’nın işgaline razı olamayacaklarını ve buradaki kuvvetlerin de tesliminin söz konusu olamayacağını tekrarlamıştır. Reşat Hikmet Bey’in, maddedeki “Arap mümessili”nin ne demek olduğunu sorusuna da Amiral Seymour: “Mekke Emîri”dir şeklinde cevap vermiştir. İtiraz üzerine maddeden “Arap mümessili” ifadesi çıkarılmıştır. Osmanlı heyetinin Kilikya hakkındaki fıkranın silinmesi ısrarları üzerine, İngiliz heyeti bu konuda hükümetlerinden talimat almak gereği duymuş, bu nedenle maddeye kesin bir şekil verilememiştir.103 Amiral Calthorpe onyedinci maddeyi okumuştur104: “Trablus ve Bingazi’de bulunan Osmanlı subaylarının en yakın İtalyan garnizonuna teslimi.” Bu madde Osmanlı heyeti tarafından kabul edilmemiş ve daha sonra tekrar görüşülmek üzere on sekizinci maddeye geçilmiştir105: “Trablus ve Bingazi’de, Mısrata da dahil olduğu halde işgal edilen limanların itilâf devletlerine teslimi.” Rauf Bey, Osmanlı Devleti’nin Trablus ve Bingazi’ye fiilen hâkim bulunmadığını, bu bölgedeki limanların boşaltılması için emir verilse dahi tatbiki kudretine sahip olmadıklarını belirtmiştir. Maddeye kesin şeklinin verilmesi bir önceki madde kararlaştıktan sonraya bırakılmıştır. Amiral Calthorpe ondokuzuncu maddeyi okumuştur106: “Alman, Avusturya kara, deniz ve sivil memur ve tebaasının en yakın İngiliz ve müttefik kumandanlarına teslimi.” Rauf Bey hatıralarında, bu madde okunurken, büyük heyecan içinde olduğunu, bütün mazinin, bütün şerefli tarihimizin bir anda gözlerinde canlandığını ve o heyecan içinde, hiç tereddüt etmeden, “Bu maddeyi kabule im102 Orbay, a.g.e., s.113. 103 Orbay, a.g.e., s.113-114. 104 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.44. 105 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.44. 106 Orbay, a.g.e., s.114-115; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.44. 377 kân göremiyoruz. Zira bu teklif her şeyden önce insanlık kaidelerine aykırıdır. Milletimizin şiarıyla asla bağdaşmaz. Osmanlı Devleti kurulduğundan beri ne kadar büyük tehlikelere ve fedakârlıklara katlanmak pahasına olursa olsun, hiçbir zaman bir tek dostunu dahi kendi elleriyle düşmana teslim etmek gibi bir alçaklığı göstermemiştir. Böyle yüz kızartıcı bir harekete girişmektense, ölümü tercih etmiştir. Bu haklı ve şerefli geleneği bizim bozabileceğimizi sanmak hatadır. Bu noktada ısrar edilirse, görüşmeleri kesip İstanbul’a dönmeğe mecbur oluruz. Dost ve müttefikimiz olarak bugün memleketimizde bulunan subay, memur, sivil, bütün Almanlarla Avusturya ve Macaristanlıları esir etmek için, Türk kuvvetlerini sonuncu fertlerine kadar, ezip imha etmek lâzımdır. Buna da muvaffak olamazsınız...” diyerek maddeyi şiddetle reddettiğini yazmaktadır. Amiral Calthorpe, Rauf Bey’in fikirlerine katılmakla birlikte, bu maddeyle ilgili olarak her iki tarafın görüşleri arasında nihai uzlaşı sağlanamamıştır.107 Geri kalan maddelerin görüşülmesi bir sonraki toplantıya bırakılıp saat yediyi yirmi beş geçe oturuma son verilmiştir.108 Mütareke görüşmelerinin ilk günü olan 27 Ekim’de 19 madde görüşülmüştür. Osmanlı delege heyeti mütareke hükümlerini bir telgrafla Babıâli’ye bildirmiştir. Çekilen ikinci bir telgrafta da, mütareke maddeleri müttefikler arasında önceden kararlaştırıldığından, değişiklik yapılmasının müttefiklerarası görüşme yapılmasını gerektirdiği anlatılmış ve İngilizlerin de bu husustan sakındıkları belirtilmiştir. Hükümet tarafından verilmiş olan talimattaki hükümlerin kabulünün mümkün görünmediği, mütareke maddelerinde İngiliz heyetince lehte değişiklik yapıldığı veya yapılmadığı takdirde, mütarekenin kabulü hakkında yetki verilmesi veya görüşmelerin kesilerek heyetin dönüşüne izin verilmesi gereği açıklanmıştır.109 4. Üçüncü Oturum (28 Ekim 1918 Pazartesi / 15.30 – 17.30, 17.45 – 19.25): 28 Ekim Pazartesi günü, öğleden önce toplantı yapılmamıştır. Osmanlı delege heyeti bir gün önce İstanbul’a çekmiş oldukları telgraflara henüz cevap alamamıştır. Öğleden sonra saat üçte Amiral Calthorpe, maiyeti ile Agamemnon zırhlısına gelmiş, hükümetinden beklediği talimatı aldığından bahsederek görüşmelere devam edilebileceğini söylemiştir. Bu defa İngiliz heyetine, Donanma Kurmay Başkanı Komodor Burmester de katılmıştır. Üçüncü oturum 28 Ekim Pazartesi öğleden sonra saat üçte başlamıştır.110 107 Orbay, a.g.e., s. 115-116. 108 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.44. 109 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.55-56. 110 Orbay, a.g.e., s.116; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.44. 378 Amiral Calthorpe hükümetinden gelen cevap uyarınca Çanakkale ve Karadeniz istihkâmlarının İngiliz ve Fransızlardan başkası tarafından işgal edilmeyeceğine dair teminat vermeğe yetkili olduğunu fakat bu konuda metinde açık surette değişiklik yapılmasının mümkün olmadığını söylemiş ve yedinci maddenin de “herhangi bir sevkulceyş noktası” diye düzeltileceğini bildirmiştir. Dokuzuncu maddede, İstanbul’un harekat üssü olarak kullanılmasının Karadeniz’de icra edilecek askeri harekât için olduğunu zira İzmit’ten kalkıp Karadeniz’e çıkmanın iki üç saat kaybettireceğini ve İstanbul’un donanmanın ulaşım merkezi olacağını söylemiş, sekizinci maddede “Halen Osmanlı işgali altında bulunan bütün liman ve demir mahallerinden itilâfa mensup gemiler tarafından istifade edileceği” belirtilmekte iken neden dolayı dokuzuncu maddenin kabul edilmediğini de anlayamadığını belirtmiştir.111 Rauf Bey, cevap olarak; “deniz üssü” ile “demir yeri” arasında fark olduğunu; nitekim İtilâfa mensup gemilerin herhangi bir zorlayıcı sebeple bir limana sığınmaları ve geçici bir zaman için dinlenmeleri ile o limanın donanma için devamlı surette tamir ve cihazlanma merkezi olması arasında önemli fark olduğunu, ikincisinin adeta işgal demek olacağından bu durumu kabul edemeyeceklerini açıklamıştır. Amiral Calthorpe, “İstanbul’un itilâf deniz kuvvetleri tarafından üs olarak kullanılması” fıkrasının kaldırması karşılığında onuncu maddenin kabul edilmesini teklif etmiştir. Rauf Bey, İstanbul’un deniz üssü olması hakkındaki ifadenin kaldırılmasını tercihle onuncu maddeyi (Toros tünellerinin işgali) kabul etmiştir.112 On ikinci madde “Hükümet haberleşmesi müstesna olmak üzere telsiz telgraf ve kabloların itilâf memurları tarafından kontrolü” suretinde değiştirilerek kabul edilmiştir.113 Amiral Calthorpe, demiryollarıyla ilgili maddenin incelendiğini ve Osmanlı delege heyetinin talep ettiği şekilde maddenin yeniden düzenlendiğini belirtmiştir. Yapılan düzenleme sonucu on beşinci madde şu suretle kararlaştırılmıştır114: “Bütün demiryollarına itilâf kontrol subayları memur edilecektir. Bunlar arasında halen Osmanlı Hükümetinin kontrolü altında bulunan Maverayı Kafkas demiryolları da dahildir. İşbu Kafkas demiryolları serbest ve tam olarak itilâf memurlarının idaresi altına bırakılacaktır. Halkın ihtiyacının karşılanmasına dikkat edilecektir. İşbu maddede Batum’un işgali dahildir. Osmanlı Hükümeti Bakü’nün işgaline itirazda bulunmayacaktır.” 111 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.44-45. 112 Orbay, a.g.e., s.117. 113 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.45. 114 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.45. 379 On altıncı madde (Hicaz’da, Asir’de, Yemen’de Suriye’de, Kilikya’da, Irak’ta bulunan kuvvetlerin en yakın itilâf kumandanı veya Arap mümessiline teslimi.) tekrar görüşülmüştür. Amiral Calthorpe, tekliflerinin esasen insanî bir düşünce ürünü olduğunu, Osmanlı Ordusunun Mekke civarında Taif’te bulunan muhafız kuvvetlerinin Araplara teslim olduğunu, Araplara teslim olmayan ve vaziyet icabı İngilizlerin de teslim almalarına imkân bulunmayan birliklerin, çöl ortasında aç ve biilâç, ölüm tehlikesine düşeceklerini; bu hususta sorumlu olmamak için bu gibi birlikleri teslim almağa ellerinden geldiği kadar çalışacaklarını söylemiştir. Ayrıca “Arap mümessili” ifadesini çıkaracaklarını eklemiştir. Bu maddeyle ilgili hassasiyetlerini Rauf Bey hatıralarında şu şekilde nakletmektedir115: “Cephe gerilerinde kendi başlarına, kurtarılmaları imkânsız olarak kalmış kuvvetlerimizin İngilizlere teslim olmalarını istememiz önemli bir sebebe dayanıyordu: Irak ve Suriye’deki seyyar ordularımızın, geri çekilmeleri esnasında terk ettikleri muharebe meydanlarında yaralı yahut hasta olarak kalan askerlerimizi, bedevilerin vahşicesine öldürdüklerini ve bu facialara aşiret reislerinin de seyirci kalarak, hiç ses çıkarmadıklarını biliyorduk.” Amiral “Kilikya” ifadesinden maksatlarının da Adana mıntıkası olup buradaki bütün Osmanlı birliklerinin geri alınmasını talep ettiklerini açıklamıştır. İtirazlar üzerine Amiral bu metnin yalnız İngilizler tarafından yazılmadığını ve ihtimal ki müttefiklerden birisi tarafından teklif edilmiş olduğunu ve kendisinin diplomat olmadığını söylemiştir. Bu madde hakkında iki tarafın uzlaşabileceği bir ifade bulunamamış ve görüşülmesi sonraya bırakılarak onyedinci madde (Trablus ve Bingazi’de bulunan Osmanlı subaylarının en yakın İtalyan garnizonuna teslimi.) ele alınmıştır. Rauf Bey Trablus’taki subayların teslim olmaları için kendilerine Osmanlı Hükümeti tarafından emir verilecek olursa, buradaki subayların bu emri yerine getirmeyeceklerini, Osmanlı Devleti’nin de bu emrin gereğini yapamayacağını, yapılacak tek şeyin bu subaylarla ilişkiyi kesmek olduğunu söylemiştir. Bu açıklamadan sonra madde; “Trablus’ta ve Bingazi’de bulunan Osmanlı subayları en yakın İtalyan muhafaza kıtaatına teslim olacaktır. Osmanlı Hükümeti teslim emrine itaat etmedikleri takdirde haberleşme ve desteği kesmeyi taahhüt eyler.” şeklinde değiştirilmiştir.116 Rauf Bey Trablusgarp’ta bulunan Şehzade Osman Fuat Efendi’nin dönüşünün temin edilmesini talep etmiş, Calthorpe ise İngiltere Hükümetinin mütarekeden sonra diplomasi yoluyla Şehzadenin İstanbul’a getirilmesi için nüfuzunu kullanacağını, ancak mütareke şartları arasına siyasî bir madde 115 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.45; Orbay, a.g.e., s.118. 116 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.45-46. 380 ilâvesinin uygun olmadığını belirtmiştir. Rauf Bey de şehzadenin dönmesini temine dair vaatleri yeterli bulduklarını söylemiştir.117 On dokuzuncu madde (Alman, Avusturya kara, deniz ve sivil memur ve tebaasının en yakın İngiliz ve müttefik kumandanlarına teslimi) tekrar görüşülmüş, şöyle uzlaşma sağlanmıştır118: “Alman Avusturya deniz, kara ve sivil memurlar ve tebaasının bir ay zarfında ve uzak yerlerde bulunanların daha sonra mümkün olan en kısa zamanda Osmanlı ülkesini terk etmeleri.” Amiral Calthorpe yirminci maddeyi okumuştur119: “Osmanlı kuvvetlerinin asker, teçhizat, silâh, cephane ve nakliyesi hakkında verilecek emirlere uyulması.” Rauf Bey, maddenin Osmanlı kuvvetlerinin askerî ve ticarî vasıtalarla ülke dışına gönderilmelerini, hatta İtilâf devletlerinin lüzum görecekleri herhangi bir harp cephesine sevkleri sağlayacak derecede geniş manalı olduğunu ileri sürerek, kabul edilemeyeceğini söylemiştir. Amiral beşinci maddenin; “Askeri kuvvetin miktar ve vaziyetleri itilâf hükümetleri tarafından Osmanlı Devleti ile müzakere edildikten sonra kararlaştırılacaktır.” şeklinde değiştirilmesinin kabul edilmesi halinde yirminci maddenin; “Beşinci madde gereğince terhis edilecek Osmanlı birliklerine ait teçhizat, silah, cephane ve nakliye vasıtalarının tarzı istimaline dair verilecek talimata riayet olunacaktır.” şeklinde değiştirilmesini teklif etmiştir. Rauf Bey, bu fikri de doğuracağı aksaklıklardan dolayı kabul edemeyeceklerini tekrar etmiş ve her iki tarafın da fikirlerinde ısrar etmesi üzerine görüşmelere kısa bir ara verilmiştir.120 17.40 itibariyle verilen çay molasının ardından 17.58’de görüşmeler tekrar başlamış ve Amiral Calthorpe yirmi birinci maddeyi okumuştur121: “Erzak ve levazımın itilâf subayları tarafından kontrolü” Rauf Bey, bu maddeden ne kast olunduğunu sormuş, ancak İngiliz heyeti maddeyi izah edemediğinden görüşülmesi sonraya bırakılarak yirmi ikinci maddeye geçilmiştir122: “Osmanlı esirleri itilâf kuvvetleri nezdinde muhafaza edilecektir.” Rauf Bey Osmanlı esirlerinin de itilâf esirleri gibi iadelerini, bu şekil kabul olunmayınca kırk yaşından büyük olanların iadelerini teklif etmiş ise de talepleri reddedilmiştir. Osmanlı heyetinin ısrarı üzerine maddeye, “Sivil 117 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.46. 118 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.46. 119 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.47. 120 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.47; Orbay, a.g.e., s.121-122. 121 Başak, a.g.e., s.168; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.47. 122 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.47. 381 savaş esirleri ile askerlik çağı dışında olanların tahliyesi dikkate alınacaktır” fıkrası ilâve edilmiştir. Ardından yirmi üçüncü madde okunmuştur123: “Osmanlı Hükümeti merkezî hükümetlerle bütün ilişkisini kesecektir.” Rauf Bey, bu maddenin kendileri için başlıca mahzurunun malî olduğunu, Almanya ile ilişkilerin kesilmesi halinde, hem bu devletten daha önce alınan borçlar hem de bundan sonra borç alınamayacak olması nedeniyle ülke ekonomisinin zor bir duruma düşeceğini ifade ederek, bundan vazgeçilmesini rica etmişse de sonuç alamamıştır. Madde üzerinde kesin karara varılamamış ve yirmi dördüncü maddeye geçilmiştir. Yirmi dördüncü madde124: “A- Altı Ermeni vilayetinde karışıklık ortaya çıkması durumunda bu vilâyetlerin itilâf kuvvetleri tarafından işgali. B- Yedinci, onuncu ve on beşinci maddelere ilâveten Sis, Haçin, Zeytun ve Ayıntab’ın işgali” Rauf Bey, doğu vilâyetlerinin işgali ifadesinin Ermenileri şımartarak karışıklıkları çabuklaştıracağını söylemiş, maddeyle ilgili uzlaşmaya varılamayınca Calthorpe, bu işin müzakeresini sonraya bırakarak, Adana hakkındaki kararının ne olduğunu sormuştur. Kendisine bu konuyla ilgili İstanbul’a çekilen telgraflardan henüz bir cevap alınamadığı söylenmiştir.125 Yedinci maddenin (Mühim stratejik noktalar itilâf kuvvetleri tarafından işgal edilecektir.) tekrar görüşülmesine başlanmıştır. Rauf Bey bu maddenin hükümetin istifasını yahut mütareke görüşmelerinin kesilmesine neden olacağını yineleyerek, kabul edilemeyeceğini tekrarlamıştır. Bu konuda farklı ifadeler tartışılmış ve nihayet yedinci madde şu şekli almıştır126: “Müttefikler emniyetlerini tehdit edecek vaziyet çıktığından, her hangi stratejik noktayı işgal hakkına sahip olacaklardır.” Amiral Calthorpe, görüşmelerin uzamasından şikâyetçi olarak; “Ticarî ve iktisadî meselelerle meşgul değiliz. Harp eden iki milletin mümessilleri olarak, geçici bir ateş kesme kararı vermek için toplanmış bulunuyoruz. Hükümetim müzakerelerin uzamasından şikâyetçidir. Hatırımda kaldığına göre Sedan mütarekesi Moltke ile Fransız temsilcisi arasında üç saatlik bir zaman içinde olup bitmiştir” dedikten sonra, birinci madde hakkındaki itiraz ve ısrarı anladığını, fakat her madde için bu yolda hareket imkânı görmediğini, İtilâf ordu kumandanlarının kendilerinden bir an önce olumlu veya olumsuz bir netice bekleyip bunu kendisinden ısrarla sorduklarını ilâve ederek, kendilerince en önemli sayılan birinci maddeyi kast ile: “Cevap alabilirseniz, yarın bizimle görüşürsünüz” demiştir.127 123 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.47. 124 Orbay, a.g.e., s.122-123; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.48. 125 Orbay, a.g.e., s.123-124. 126 Orbay, a.g.e., s.124-125. 127 Orbay, a.g.e., s.125. 382 Rauf Bey, mütareke şartlarının, Osmanlı hükümetinin tahmininden çok daha ağır olduğunu, bu nedenle hükümetten yeni talimat istemeğe mecbur kaldıklarını, muhabere işindeki aksaklıklardan dolayı da vaktinde cevap alamadıklarını anlatmış, müzakereleri hızlandırmak için Çeşme’ye gidilerek oradan hükümetle muhabere edilebileceğini söylemiştir.128 Rauf Bey’in teklifinin ardından Calthorpe, sözü onüçüncü maddeye (Bahrî, askerî ve ticarî maddelerin ve malzemelerin tahribinin yasaklanması.) getirmiş ve madde üzerinde yapılan konuşmalardan sonra on üçüncü maddenin olduğu gibi kalması kararlaştırılmış ve ertesi gün saat 09.00’da toplanılmak üzere saat 20.15’te oturuma son verilmiştir.129 28 Ekim tarihli görüşmelerde mütareke maddeleri tamamlanmış ve her birinin değerlendirilmesi sağlanmıştır. Toplantıyı müteakip Osmanlı delege heyeti tarafından Babıali’ye gönderilen kısa bir telgrafta, bazı maddelerin şiddetini azaltacak ufak değişikliklerden başka bir şey yaptırılamadığı ifade edilmiş ve Calthorpe’un “görüşmelerin daha fazla haberleşmeye tahammülü olmadığı ve bir an önce imzalanması gerektiği” ifadesi aktarılarak durumun ciddiyeti anlatılmıştır.130 5. 29 Ekim Tarihindeki Gelişmeler: 29 Ekim Salı günü saat dokuzda toplanılması kararlaştırılmış iken Osmanlı heyeti Babıâli’den talep edilmiş olan talimatın gelmediğini Amiral Calthorpe’a bildirmiş ve haberleşmenin sağlanabilmesi için toplantı ertelenmiştir.131 29 Ekim’de Osmanlı heyetince Babıâli’ye gönderilen bir telgrafta durum açıklıkla izah edilmiştir. Buna göre mütareke şartları ağır ve vaziyet son derece elîmdir. Mütareke hükümleri İtilaf devletleri arasında kararlaştırılmış olduğundan İngiliz Amirali sadece bu şartları imza ettirmeğe memurdur, maddeler ortaklaşa inceleniyorsa da, Amiral mütareke hükümlerini görüşmeyi kabul etmemektedir. Yapılan açıklamalar üzerine bazı ufak değişiklikleri onaylıyor ise de mütareke hükümlerinin ruhunu değiştirmeye yetkili olmadığı ve bunu yapmayacağı anlaşılmaktadır. İngiltere Hükümeti bu hususta müttefikleriyle yeniden görüşmeyi mahzurlu görmekte ve şartların kabul edilmemesi halinde, görüşmeyi kesme ya da derhal imzaya davet etme niyetindedir. Bu takdirde elde edilecek ufak değişikliklerden de mahrum olarak ya imza etmek ya da dönmek mecburiyeti söz konusudur. İngilizler 128 Orbay, a.g.e., s.125-126. 129 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.49. 130 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.56. 131 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.49. 383 -harbin devamı halinde- karadan ve denizden zayiat vererek İstanbul’a girerlerse, koyacakları şartlar istiklal ve mevcudiyetimizle bağdaşmayacaktır. Hâlbuki halen İngilizlerden sonrası için bir dereceye kadar ümitli olacak az da olsa samimiyet hissedilmektedir. Telgrafta ayrıca, İngilizlerin kabulünde ısrar ettikleri ilk dört madde dışındakileri mümkün olan değişiklik ile kabul ederek mütarekeyi derhal imza etmek veya dönmek hususlarında en geç 30 Ekim öğleye kadar gerekli emrin verilmesi istenmiştir.132 29 Ekim günü, Babıâli’den bir cevap gelmişse de, bu ilk çekilen telgrafın cevabıdır. Sadrazam tarafından Rauf Beye hitaben gönderilen 29 Ekim tarihli telgrafın içeriği şöyledir133: “Mütareke şartları hakkındaki kararlarımız aşağıdadır: Madde 1. Kabul edilmiştir, istihkâmların işgali maddesinde muhtırada geçen hususlar kabul ettirilemediği takdirde İtalyan ve bilhassa Yunan askerinin bulunmamasını ve bir de İngiliz ve Fransızlarla birlikte Osmanlı askerlerinin de bulunmasını temine gayret ediniz. Madde 2. Kabul edilmiştir, Osmanlı Genelkurmayınca malûm olan bütün şeyler gösterilecektir. Madde 3. Kabul edilmiştir, Karadeniz’de mevcut olan torpil mevkileri hakkında da Genelkurmayca mevcut bilgiler verilecektir. Madde 4. İtilâf savaş esirleri teslim olunacaktır. Yalnız bunların İstanbul’a toplanmaları zaman gerektireceğinden en yakın mahallerde bulunan İngiliz kıtaatına teslim edilmeleri daha uygun görülmektedir. Kafkasya’da alınmış olan Ermeni esirleri Ermeni Hükümeti temsilcilerinin müracaatları üzerine tahliye edilmiş olup memleketlerine dönmektedirler. Bütün siyasi tutukluların tahliyeleri yapılmakta olduğundan Ermeniler hakkında ayrıca bir muamele icrasına ve bunların itilâfa teslim edilmelerine bir sebep görmüyoruz. Madde 5. Değişiklik çerçevesinde kabul edilmiştir. Madde 6. Değişiklik çerçevesinde kabul edilmiştir. Madde 7. Maksatlarını açıklamalarını bekliyoruz. İstanbul’un her halde istisna ettirilmesi mecburidir. Madde 8. Değişiklik çerçevesinde kabul edilmiştir. Yalnız mahalli asayişi ihlâle neden olmamak için itilâf gemileri arasında Yunan gemileri ve askerlerinin bulunmaması şartında katiyen ısrar olunmalıdır. Madde 9. İstanbul şehrinin katiyen askeri işgal altına alınmaması şartıyla barış yapılıncaya kadar bu maddenin hükmü değişiklik çerçevesinde kabul edilmiştir. 132 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.56-57. 133 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.57-59. 384 Madde 10. Bunun için hiç bir sebep mevcut olmadığından kabul etmiyoruz, görüşme neticesini bekliyoruz. Madde 11. Değişiklik çerçevesinde kabul edilmiştir, yalnız üç sancağın genel barışın yapılmasına kadar bizde kalması şartıyla kabul ettirilmesine gayret ediniz. Madde 12. Kabul edilmiştir. Hükümet muhaberatının istisna edilmesine muvaffak olacağınızı ümit ederiz. Madde 13. Kabul edilmiştir. Madde 14. Değişiklik çerçevesinde kabul edilmiştir. Madde 15. Kafkas demiryolları için tekliflerini kabul ediyoruz, diğer demiryolları için bir sebep mevcut olmadığından bu kısımdan vazgeçirmeye gayret ediniz. Bakü hakkındaki tekliflerine ve Batum liman ve müesseselerini işgal eylemelerine itiraz etmiyoruz yalnız on birinci madde gereğince Batum şehrinde alâkamızın kesilmemesini teklif ediniz, Bakü petrol üretiminden bize bir hisse ayırmaları da arzu edilen bir husustur. Madde 16. Tadilât dairesinde kabul ediyoruz. Yalnız bu kuvvetleri silah ve cephaneleri ile birlikte teslim eylemelerini talep ediniz. Madde 17. Bu kuvvetlerin İngiliz gemileri ile memleketlerine dönmelerini teklif ediyoruz. Madde 18. Kabul edilmiştir. Madde 19. Alman ve Avusturya Macaristan deniz, kara ve sivil memurlarının belirli bir müddet zarfında memleketlerine iade edilmelerini kabul ediyoruz yalnız bütün Alman ve Avusturya ve Macaristan tebaasının gönderilmesi birçok müesseselerin irtibatını sona erdireceğinden ve bu da Osmanlıların zararlara uğramalarına neden olacağından bunların hariç bırakılmalarını teklif ediniz. Madde 20. Maksatlarını açıklamalarını bekliyoruz. Madde 21. Maksatları anlaşılamadı açıklama bekliyoruz. Madde 22. Adalet bunların bir an evvel memleketlerine iadelerini gerektirmektedir. Madde 23. Siyasi ilişkilerin kesilmesi tabiîdir. Madde 24. Doğu vilayetlerinde yaşayan ayrım gözetmeksizin her cins ve mezhep bütün ahalinin şimdiye kadar çektikleri elem ve musibetlerinin hafifletileceği ve kolaylaştırılacağı bir zamanda emniyet ve asayişin teminine elimizdeki bütün vesaitle çalışacağımız tabiîdir. İdareye nezaret etmek üzere bir İngiliz kontrol heyetinin barış yapılana kadar orada bulunmasına izin verilebilir. Mütareke şartları içerisinde böyle bir maddenin bulunması korkulan karışıklık ve ihtilâli kolaylaştıracağı için oralardaki müslim ve gayri müslim ahalinin menfaati bundan vazgeçilmesini gerektirir.” 385 Telgrafta ayrıca Sis, Haçin, Zeytun ve Ayıntap’ın da işgaline bir sebep olmadığından bu hükümden vazgeçmeleri için gayret edilmesi istenmiştir. Heyetten, bahsedilen değişiklikleri kabul ettirmek için fevkalâde fedakârlık etmeleri, bu mümkün olmadığı takdirde de görüşmeleri kesmezden önce sonucu bildirmeleri istenmiştir.134 Osmanlı delege heyeti gerek kendilerine mütareke görüşmelerine giderken verilen talimat ve gerekse 29 Ekim tarihli bu telgraf doğrultusunda görüşmelerdeki tavırlarını belirlemişlerdir. 6. Dördüncü Oturum (30 Ekim 1918 Çarşamba / 09.10 – 12.25): 30 Ekim Çarşamba günü öğleden önce saat dokuzu on geçe dördüncü defa olarak toplanılmıştır. Amiral Calthorpe birinci maddenin Osmanlı Hükümetince kabul edilip edilmediğini sormuş, Rauf Bey cevaben, Osmanlı Hükümetinin birinci maddeyi esas itibariyle kabul ettiğini, fakat istihkâmlarda İngiliz ve Fransız kıtalarıyla birlikte Osmanlı askerlerinin de bulunmasında ısrar edildiğini; ikinci, üçüncü maddenin de kabul edildiğini bildirmiştir.135 Amiral Calthorpe, ilk üç maddenin kabul edilmesi nedeniyle istihkâmlarda Osmanlı askerlerinin de bulunması talebini hükümetine yazacağını belirtmiştir. Rauf Bey, Calthorpe’un şahsi bir mektup yazarak bu hususu taahhüt etmesini rica etmiştir. Calthorpe, gizli kalması hususu taahhüt edilirse yazabileceğini söylemiştir. Rauf Bey’in Padişah ile Sadrazamın bilgisi haricinde gizliliğe riayet edileceği sözü üzerine Calthorpe mektup yazacağını vaat etmiştir.136 Maddelerin görüşülmesine devam edilmiş, Rauf Bey, Yunan gemilerinin Karadeniz’e geçirilmesinden vazgeçilmesini istemiş, Calthorpe da, bunların İstanbul boğazından geçmeleri zarureti olursa, halkı tahrik etmemek için, geceleyin geçirileceklerini tekrar vaat etmiştir.137 Rauf Bey dördüncü maddenin “Savaş esirlerinin herhangi bir iskeleden gidebilmesi” şeklinde değiştirilmesini teklif etmiş, Calthorpe da cevaben yegâne zorluğun hükümetinin ilk dört maddede değişiklik yapılmasını kabul etmemesi olduğunu söylemiştir. İngiliz esirlerinin büyük bir kısmı Afyonkarahisarı’nda olduğundan, oradan trenle kolay ve çabuk İzmir’e nakil ile bir an önce ülkelerine dönebilecekleri belirtilince İngilizler de bu düşüncenin doğruluğunu tasdik edip maddenin bu yolda uygulanmasını hükümetlerine yazacaklarını söylemişlerdir. Rauf Bey Ermeni esirlerine ait fıkranın silinmesini tekrar talep etmiş, ancak bu talep kabul edilmemiştir.138 134 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.59. 135 Orbay, a.g.e., s.127. 136 Orbay, a.g.e., s.127. 137 Orbay, a.g.e., s.128. 138 Orbay, a.g.e., s.129-130. 386 Rauf Bey beşinci ve altıncı maddeleri değişiklik çerçevesinde, yedinci maddeyi de ‘İstanbul istisna edilmek şartıyla’ kabul ettiklerini bildirmiştir. Amiral Calthorpe ise müttefiklerin hiç bir zaman İstanbul’u işgal etmek fikrinde olmadıklarını fakat İstanbul’un işgalini istisna eder bir fıkra ilâvesini de uygun görmediklerini, zira hükümet düşer veya vaziyeti idame edemez de katliam olursa kendilerini müdahaleden menetmiş olacaklarını söylemiştir. Osmanlı heyetinin İstanbul’un işgal dışı tutulması ve Yunan gemilerinin İstanbul’a gelmemelerinde ısrarcı olmaları üzerine Calthorpe: “Böyle giderse katiyen mütarekeyi sona erdiremeyeceksiniz. Tabiri mazur görünüz. Bu hususta haksızsınız zira maddede İstanbul kelimesi zikredilmemiştir ki çıkarılsın. Ya mütarekeyi imza etmek veyahut müzakeratı kesmek lâzımdır. Generaller daima görüşmelerin neticelenmesine imkân olup olmadığını benden soruyorlar. Mütarekenin bu kadar uzamasından dolayı bilâhare bana görüşmeyi bitiriniz diyeceklerdir. Sizin yetkiniz vardır. Mütarekeyi müzakere ediniz eğer yetkiniz yoksa ne için buraya geldiniz” diyerek tavrını sertleştirmiştir.139 Reşat Hikmet Bey cevaben mütarekeyi uzatmayı katiyen arzu etmediklerini fakat hükümetten talimat gelmediğini, İstanbul ile muhabere edip konuyu bitirebileceklerini söylemiştir. Calthorpe (elindeki kâğıdı göstererek) “burada yazılmış olan maddeler kesin surette kabul edilmiş iken ben hükümetim namına çok müsaadelerde bulundum” demiş, Reşat Hikmet Bey de Babıâli’yle haberleşme için saat dokuza kadar beklemesini rica etmiştir. Amiral saat dokuza kadar yedinci madde hakkında cevap alınmadığı takdirde heyetin mesuliyeti alarak mütarekeyi imza etmelerini istemiştir.140 Calthorpe’un bu sert tavrının ardından onuncu madde (Toros tünellerinin işgali.) görüşülmüştür. Osmanlı heyeti bu konuda son sözlerinin, ancak beklenilen talimat gelince söylenebileceğini belirtmiştir. Bundan sonra onbirinci madde düzeltildiği şekilde, onikinci madde ise “Hükümet haberleşmesi müstesna olmak” kaydı ile kabul edilmiştir.141 Rauf Bey, onbeşinci madde tekrar görüşülürken Batum’un İtilâf kuvvetlerince işgalinin oradaki Osmanlı mülkî idaresine son vermek amacı güdüp gütmeyeceğini sormuş, Calthorpe ise bu hususun buraları Türkiye’den ayırmak amacıyla değil, Almanların Kafkaslara sızmalarına engel olmak maksadı ile konulduğu cevabını vermiştir.142 Calthorpe on altıncı maddeden “Arap mümessili” ifadesini çıkardıklarını ve Mekke Emiri ile Allenby arasında esirleri almak için bir mukavelename 139 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.51. 140 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.52. 141 Orbay, a.g.e., s.132. 142 Orbay, a.g.e., s.132. 387 yapılmasına çalışacaklarını, İngiltere’nin hak ve adalet dairesinde hareket edeceğini söylemiştir. Kilikya konusunda, orada bulunan askerin teslimi değil, geri çekilmesinin söz konusu olduğu İngilizlerce kabul edilmiştir.143 Rauf Bey, onyedinci maddenin, “Trablus ve Bingazi’de bulunan subaylar ve askerlerin İngiliz gemileri ile geri alınmaları” suretinde düzeltilmesini teklif etmiş, Calthorpe ise bu işin mütarekeden sonra kararlaştırılabileceğini söyleyerek, teklifi kabul etmemiştir.144 Yirmi birinci maddeden (Erzak ve levazımın itilâf subayları tarafından kontrolü) Osmanlı heyetinin itirazları üzerine “kontrol” ifadesi çıkarılmış ve “temsilci” ifadesi konulmuştur. Böylece madde şu şekilde kabul edilmiştir145: “İtilaf devletlerinin menfaatlerini korumak için İaşe Nezaretinde İtilâf temsilcileri bulunacak ve kendilerine bu konuda lüzum görülecek bütün bilgiler verilecektir.” Rauf Bey’in yirmidördüncü maddedeki “A” fıkrası (Altı Ermeni vilayetinde karışıklık ortaya çıkması durumunda bu vilâyetlerin itilâf kuvvetleri tarafından işgali) münasebeti ile; Doğu illerindeki her cins ve mezhepten halkın elemlerini ve uğradıkları musibetleri hafifletmek için çalışılabileceğini ve hükümetin sükûn ve asayişi sağlayacağını söyleyerek, bu işgal ifadesinin bölgedeki Ermenileri tahrik ile ayaklanmaya teşvik edeceğini anlatıp, işgal ifadesinden vazgeçilmesini ve bölgeye durumu incelemek üzere İngilizlerden oluşan bir heyet gönderilmesini teklif etmişse de maddenin bu şekilde düzenlenmesi mümkün olmamıştır. Yirmidördüncü maddenin “B” fıkrasının (Sis, Haçin, Zeytun ve Ayıntab’ın işgali) silinmesi ısrarı üzerine de Calthorpe, Osmanlı heyetinin yedinci madde ile onuncu maddeyi kabul etmeleri halinde on altıncı maddeye, “Kilikya’daki kuvvetlerin, düzeni muhafaza için gerekli olanları dışındakiler beşinci maddedeki şartlar uyarınca geri çekilecektir.” fıkrasını ilâve ve yirmi dördüncü maddenin (B) fıkrasını kaldırabileceğini söylemiş ve tekrar İstanbul’a danışmaksızın imza edilmesini teklif etmiştir. Reşat Hikmet Bey İstanbul’dan telgrafla cevap geldikten sonra mütarekenin imza edileceğini, bir iki saatin öneminin olmadığı cevabını vermiştir.146 Amiral Calthorpe karışıklık olmaması halinde İstanbul işgal edilmeyeceği cihetle hazırlanan teklifler çerçevesinde mütarekenin imzasında ısrar etmiş, Osmanlı delegelerinin İstanbul’dan gelecek cevabı beklediklerini yinelemeleri üzerine de, “ya imza veya reddedilmek üzere” akşam saat dokuzda 143 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.52. 144 Orbay, a.g.e., s.133. 145 Orbay, a.g.e., s.133. 146 Orbay, a.g.e., s.133-134; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.54. 388 toplanılacağını belirterek saat on ikiyi yirmi beş geçe oturumu sona erdirmiştir.147 Rauf Bey 30 Ekim tarihli dördüncü oturum itibariyle, Babıali’ye gönderdiği bir telgrafta durumu açıklayarak İngilizlerin “saat dokuzda bütün maddeler önceden bildirilen değişiklikler dairesinde imza edilmediği takdirde görüşmeyi keseceklerini beyan eylediklerini” ve “akşam saat altıya kadar kesin emir beklenmekte” olduklarını belirtmiştir. Çekilen diğer bir telgrafta da148, “Ültimatomu aldık. 7, 8, 9, 10 vesair maddelerin bildiğimiz gibi ve tamamen kabulünde ısrar ediyorlar. Buna mukabil Adana ve son fıkrada mezkûr dört şehrin kurtarılmasını temin ettik. İmza veya görüşmeyi kesmek üzere makine başında hemen emir bekliyoruz.” denilmiştir. O gün saat altıya kadar İstanbul’dan cevap gelmediğinden altıyı yirmi geçe Reşat Hikmet Bey, Sadullah Bey ve Ali Bey Agamemnon zırhlısından bir motorbota binerek Avrupa zırhlısına gitmiş ve biri doğrudan doğruya, diğeri İzmir vasıtasıyla İstanbul’a iki açık telgraf çekmişlerdir. Zırhlının telgrafhanesinde sekize yirmi kalaya kadar muhabere teminine çalışılmış ise de hava şartları nedeniyle buna muvaffak olamayarak tekrar Agamemnon zırhlısına dönülmüştür.149 Bu sıkıntılı süreç içerisinde Rauf Bey’in de kendi içinde bir muhasebe süreci yaşamış olduğu hatıralarından anlaşılmaktadır. Rauf Bey, mütareke hükümlerinin kabulü veya reddini sorgulamaya başlamıştır. Mütarekenin reddedildiği takdirde ne olacağını şöyle anlatmaktadır150: “Reddettiğimiz takdirde ne olacaktı. Genelkurmaylıktan Vükelâ heyetine verilmiş olan malûmat ile biliyordum ki; Suriye ve Irak cephelerinde ezilmiş ve dağılmış olan kuvvetlerimiz, İngilizlerin başarı ile ilerleyen iki, üç yüz bin kişilik ordularını durduramayacaklardı. Filistin cephesi ordularından birinin kurmay başkanlığından, henüz ayağının tozu ile gelmiş olan arkadaşım Yarbay Sadullah Bey, dağılarak geri çekilmeye çalışan ordusunun artık en müsait şartlar altında bile harp edebilecek durumda olmadığını ve diğer cephelerdeki hal ile de harbi lehimize çevirme imkânı kalmadığını söylüyordu. Trakya’daki hudutlarımızla Boğazlardaki son durumumuz da aynı halde idi ve karşı tarafın kat’î hücumlarına göğüs gerebilmek kabiliyetini artık kaybetmiştik. Oralardaki kumandanlar, Genelkurmayın bu yolda verdikleri bilgileri teyit ediyorlardı. Şu hâle göre, Trakya’daki düşman ordularının en çok bir 147 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.54. 148 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.60. 149 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.60. 150 Orbay, a.g.e., s.137-138. 389 hafta içinde yürüyerek İstanbul’a gelip, şehre girmelerine kim mâni olabilirdi. Çanakkale’nin karadan sıkıştırılarak düşürülmesine bile, bu durumda mâni olunabileceğini kimse iddia edemezdi. Reşat Hikmet Bey müttefiklerimiz Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın son durumlarını inceleyip hulâsa ederek, onlardan da artık herhangi bir yardım beklenemeyeceğini söylüyordu. Kısaca vaziyet gün gibi aşikârdı; olanca azamet ve kudretine rağmen koskoca Almanya üstüne yüklenenlerin şiddetli baskısı karşısında gücünün son katresini harcayarak, nefes nefese pes demek üzere idi. Bu durumda, kaderini ona bağlamış ve ondan fazla baskıya maruz kalarak, bütün cepheleri çözülüp, artık hiç bir noktada tutunamayacak hâle gelmiş olan biz ne yapabilirdik?” Aslında Sadrazam İzzet Paşa tarafından 30 Ekim 1918 tarihinde delege heyetine “tehiri gayri caiz ve mucibi idamdır” işaretiyle gönderilen telgrafta, “elde edilebilecek değişiklikler çerçevesinde mütareke mukavelesini imza etmeğe yetkilisiniz” denilmekte151 idiyse de bu telgraf zamanında heyetin eline geçmemiştir. Rauf Bey, İstanbul’dan cevap alamamanın verdiği ruh haliyle mütarekeyi onaylamaya yönelik meylini hatıralarında yer alan aşağıdaki düşünceleriyle açıklamaya çalışmaktadır152: “Kat’î karar vermek zamanı gelmişti. Kendimi bildiğim günden beri hayatımı vakfettiğim aziz vatanım uğrundaki çalışmalarımda, en kötü şartlar altında dahi Allah’a şükür, bir ân olsun başarısızlık nedir bilmemiştim ve memleket ve milletimin hayrı için yapılması gerektiğine inandığım işler karşısında da bir ân olsun tereddüt ve cesaretsizlik duyduğum da vâki olmamıştı. Lâkin şimdi, tarihimiz karşısında yüklendiğim sorumluluğun tesiri altında, tarifi imkânsız bir üzüntünün doğurduğu tereddütle kendi kendime: ‘Acaba doğru yolda mıyım? Yaptıklarımın daha başka türlüsü, daha isabetli ve daha elverişlisi yapılamaz mı?’ deyip durarak, adeta kendimi yiyordum. Üç gündür çekişmelerimize rağmen istediğimiz şekle koyamadığımız maddeler, pürüzlü kalmış fıkralar gözümün önüne geliyor ve böyle bir mütarekenameyi nasıl imzalayabileceğimi düşündükçe, içim yanıyordu. Reddetmek?... Buna kim mani olabilirdi? Elbette reddedebilirdik. Fakat o zaman ne olacaktı? Reddettiğimiz takdirde, harp devam edecek ve harp devam edince de çaresiz, bütün cephelerde yenile yenile, pek kısa bir zaman içinde mahv ve perişan olacaktık. Suriye, Irak vesaire gibi Araplarla meskûn yerleri bırakın, öz yurdumuz olan Anadolu’nun varlığı ve istiklâli bile tehlikeye düşecekti. 151 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.59-60, 64. 152 Orbay, a.g.e., s.139-142. 390 Zaten Mondros’a gelmeden önce Vükelâ heyeti toplantısında, harbe devamımızın imkânsızlığı Hükümet nazarında da kat’î olarak taayyün etmiş ve henüz istilâya uğramayan vatan parçalarını olsun felâketten kurtarmak çaresi üzerinde durulmuştu. İşte bugün için tek çare, yazık ki, bu ve bundan ibaretti. İngilizlerin başlıca gayeleri Boğazlardan serbest olarak geçmek ve bunu sağlamak için de istihkâmları ellerinde bulundurmaktı. Türkiye toprakları üzerinde istilâ emelleri beslemiyorlardı. Açık sözlü, düşündüğünü söyleyen, dürüst, Yakın Doğunun tarihini ve ahalisinin mizacını, hususiyle siyasî cereyan ve emellerini bilmemekle beraber geniş görüşlü ve anlayışlı bir şahsiyet hissini veren Amiral Galtrop da, her vesileden faydalanarak, bunu söylüyor, aksi iddiayı katiyetle reddediyordu. … Kısaca; İngiliz murahhas heyeti, bize karşı muzaffer milletlerin tepeden bakan azametli ve mağrur mümessillerinden mürekkep bir heyet değil, hal ve hâdiselerin tesiriyle çarpışmış iki milletin, menfaatlerine uymadığı görülen mücadeleye artık nihayet vermek lüzumunu duyan, bir heyet tavrı ile hareket ediyordu. Umumî harbin başından beri Akdeniz’de İtilâf devletlerine mensup deniz kuvvetlerinin umum kumandanlığı bir Fransız amiraline verilmiş olmasına rağmen, Türkiye ile mütareke müzakeresine İngiliz donanması amiralinin memur edilmesine razı olmaları İtilâf devletlerinin Yakın Doğu’da İngiliz politikasının öncülüğüne razı oldukları zannını veriyordu. … Umumî harpte, Alman tehlikesine karşı İngilizler, ezelî düşmanımız olan Ruslar tarafını tutmuşlarsa da, Türklerden İngiliz milletine karşı kin ve gaz duyguları doğmamıştı. Onlarla harp edişimiz Rusların müttefiki olmalarından ve bizim de vatanımızı ve varlığımızı mutlaka korumak zaruretinde bulunmamızdan ileri geliyordu. Öte yandan, yarım asrı geçen bir zaman içinde, Osmanlı devletinin varlığı, Rusların çeşitli saldırışları ile tehdide uğradığı müşkül zamanlarda, İngilizler bazı kere fiilen, bazı kere de siyaseten yardım etmek suretiyle, Osmanlı-İngiliz politikasını yürütürlerken, anlaşmalara riayetkar, imzalarına sadık olduklarını, gerek resmî ve gerek hususî muamelelerinde sözlerini tuttuklarını göstermişlerdi.” İstanbul’dan cevap gelmemiş ve verilen zamanın da dolmasına az bir süre kalmış olduğundan Rauf Bey mesuliyeti üzerine alarak mütarekeyi imzalaya karar vermiş ve heyetteki arkadaşlarının onaylarını da almıştır. Bu karar üzerine iki heyet delegeleri tekrar toplanmıştır.153 153 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.60. 391 7. Beşinci Oturum (30 Ekim 1918 Çarşamba / 21.15 – 22.03): 30 Ekim 1918 Çarşamba günü akşamı saat dokuzu çeyrek geçe beşinci defa olarak toplanılmıştır. Osmanlı delegeleri, verilen sürenin dolmasına binaen yedinci maddeyi kabul ettiklerini bildirmiş, Calthorpe da mütareke maddelerini son defa olarak okumaya başlamıştır. Birinci maddeyi okuduktan sonra istihkâmların İngiliz ve Fransız askerlerinden başkaları tarafından işgal edilmeyeceğine hükümetinin söz verdiğini açıklamış; Çanakkale ve Karadeniz istihkâmlarında bir miktar Türk askeri kalmasını, Yunan askerlerinin İstanbul ve İzmir’e girişlerinden sakınılmasını, Yunan gemilerinin İstanbul’a getirilmeyip bunlardan Karadeniz’e geçmesi icap edenlerinin de geceleyin geçirilmesini telgrafla hükümetine bildireceğini ifade etmiş ve ilgili telgrafın suretini de göstermiştir.154 Ardından ikinci, üçüncü ve dördüncü maddeler okunup, kabul edilmiştir. Amiral Calthorpe müttefiklere ait esirlerin İstanbul’da toplanmayıp yakın yerlerdeki itilâf kumandanlarına teslim edilmesi lüzumunu da hükümetine bildireceğini söylemiştir. Beşinci, altıncı ve yedinci maddeler okunup kabul edilmiştir. Yedinci maddeyle ilgili olarak Calthorpe, Osmanlı Hükümeti asayişi ve müttefik tebaanın can ve malını muhafazaya muktedir oldukça İstanbul’un kesinlikle işgal edilmeyeceğine dair hükümetine yazacağı metni okumuştur. Devam edilerek on altıncı maddeye kadar okunmuş ve Osmanlı heyeti tarafından kabul edilmiştir.155 On altıncı madde, “Hicaz’da, Asir’de, Yemen’de, Suriye’de ve Irak’ta bulunan muhafız kıtaları en yakın itilâf kumandanına teslim olunacaktır ve Kilikya’daki kuvvetlerin düzeni muhafaza için gerekli miktardan fazlası beşinci maddedeki şartlara göre kararlaştırılacak şeklide geri çekilecektir.” şeklinde düzenlenmiş ve Amiral Calthorpe Araplar tarafından muhasara edilen garnizonların İngiliz kumandanına teslim olmalarını hükümetine yazacağını bildirmiştir. Sonra yirminci maddeye kadar okumuş ve Osmanlı heyetince kabul edilmiştir. 156 Rauf Bey maliye ve sanayi tesislerinde bulunan bazı Alman ve Avusturyalı uzmanların ihraçlarının ülkenin mali ve ticari durumunu olumsuz etkileyeceğinden bu kişilerin hükümetin sorumluluğu altında olarak bırakılmalarını talep etmiş, Amiral de durumu hükümetine arz edeceğini söylemiştir. Devam edilerek yirmi bir, yirmi iki ve yirmi üçüncü maddeler okunmuş ve kabul edilmiştir. Amiral Calthorpe yirmi dördüncü maddenin değişen şeklini okumuştur157: 154 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.61. 155 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.61. 156 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.61. 157 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.61. 392 “Altı Ermeni vilâyetinde karışıklık çıkması durumunda, bu vilâyetlerin itilâf kuvvetleri tarafından işgali hakkının mahfuziyeti.” Osmanlı heyeti, bu maddenin açıklanması halinde Ermeni komitelerince asayişsizlik olayları çıkarılabileceği düşüncesiyle, maddenin gizli tutulmasını talep etmiştir. Amiral Calthorpe gizli muahedelerin Başkan Wilson’un düşüncesine aykırı olduğunu söylemiş, ancak, vilâyatı sittede bulunan milletlerin idaresi için bir İngiliz uzman heyeti oluşturulmasını ve bir de bu maddenin gizli tutulmasını hükümetine ileteceğini bildirmiştir. Bu suretle yirmi dördüncü madde kabul olunmuştur.158 Amiral Calthorpe, Fransızca ve İngilizce metinler arasında ihtilâf olması durumunda İngilizce metnin geçerli olacağını, mütarekenin 31 Ekim 1918’de mahallî saat ile öğle vaktinden itibaren geçerli olacağını ve düşmanlığın derhal sona erdirileceğini söylemiş, mütarekenin kendi kalemiyle imza edilmesini rica etmiş, saat onu üç geçe mütareke imzalanmıştır.159 Rauf Bey İstanbul’a gönderdiği 30 Ekim tarihli telgrafta, “görüşmeleri kesmenin telâfisi mümkün olmayan vahim neticeler doğurabileceği düşüncesiyle” mütarekeyi imzaladığını belirtmektedir.160 İmzadan sonra Calthorpe, mütarekeye imza atmakla, yıllardan beri insan kanı akıtılıp gidilişine nihayet verileceğini ümit ettiğini belirtmiştir. Rauf Bey de mütarekenin şartlarının ağır olduğunu, ancak yine de bunları yerine getirmeğe sadakatle çalışacaklarını, İngiliz devlet ve milletinin imzalarına sadık, vaatlerine vefakâr olduklarına güvendiklerini ifade etmiştir. Amiral Calthorpe da Rauf Bey’in elini tutarak161: “Rauf Bey, müzakerelerimizde heyetlerimiz açık ve şerefli insanlara yakışır surette hareket etti. İngiltere ve Müttefikleri adına imzaladığım mütarekenamenin bütün maddelerine dikkat ve itina ile riayet olunacağını tekrar teyit ederim.” demiş ve maiyetine dönerek: “- Efendiler, İngiltere daima imzasına riayet ve sadıkane hareket eder, değil mi?” diye sormuş, onlar da hep bir ağızdan “- Evet efendim.” cevabını vermişlerdir. Ardından Calthorpe, Padişah ve Sadrazamdan başka kimseye gösterilmemesi şartı ile Rauf Bey’in şahsına hitapla yazdığı mektubu imza ederek vermiştir. Mektubun içeriği şöyledir162: “Ekselans Rauf Bey’e Türkiye Bahriye Nazırı Ekselans 158 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.62. 159 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.62. 160 Ali Türkgeldi, a.g.e., s.63. 161 Orbay, a.g.e., s.146-147. 162 Mektubun metni için bkz. Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Ek-2, s.293. 393 Müttefiklerle Türkiye arasında imzalanmış mütareke şartlarının birinci maddesi uyarınca, Çanakkale ve Karadeniz Boğazları kalelerinin işgalinde yalnız Britanya ve Fransa kıtalarının kullanılacağını size temin etmekliğim için Britanya Hükümeti bana yetki verdi. Kaleler işgal edildiği zaman az sayıda Türk askerinin kalmasına müsaade edilmesini hükümetime kuvvetle tavsiye ettim. Bugünkü ahvâl altında mümkün olursa hiçbir Yunan harp gemisinin İstanbul veya İzmir’e gitmemesi hususundaki azimkar arzunuzu ifade ettim ve sebeplerini de bana izah ettiğiniz gibi bildirdim. Türk Hükûmeti’nin asayişin idamesinde ve Müttefik tebasının ve mallarının muhafazasında acz göstermesi gibi bazı zorunluluklar ortaya çıkmadıkça, İstanbul’un işgal edilmemesi hususundaki kuvvetli talebinizi hükümetime bildirdim. Yukarıdaki malûmatın yalnız Padişah ile Sadrazam’a bildirileceği hakkındaki teminatınızı öğrenmekle bahtiyarım. Son müzakerelerimizin idaresinde ve mesut bir neticeye ulaşmasında ekselansınızın hizmetkârı olmak şerefiyle. Arthur Calthorpe” Rauf Bey hatıralarında, mektubun verilmesinden sonra Calthorpe’un, heyeti İzmir’e götürmek için “Liverpool” kruvazörünün bir saate kadar harekete hazır olacağını ve gitmeden önce de, General Townshend’in kendisiyle görüşmek istediğini söylediğini yazmaktadır.163 Townshend, karşılaşmalarında Rauf Bey’in kendisine, “Barışı mümkün kıldığınız için Osmanlı Devleti size ne kadar müteşekkir olsa azdır. Bayan Townshend’le birlikte sizi İstanbul’a davet etmekten başka bir şey gelmiyor elimizden” dediğini aktarmaktadır.164 General Townshend, Rauf Bey ile Agamemnon zırhlısındaki görüşmede, son iki günü heyecan içinde geçirdiğini, görüşmeyi çok istediği halde buna imkân bulamadığını söylemiştir. Gelibolu’dan çekilmiş olan İngiliz kuvvetlerinin Trakya’ya hareket ettiklerini, bu kuvvetlerin kumandanının Amiral Calthorpe’a müracaatla mütareke yapılıp yapılmayacağını anlamak için ısrar ettiğini, kendilerinin müzakerelerin kesilmesinden endişe duyduklarını söylemiştir.165 Rauf Bey ise mütarekede ağır şartlar bulunduğunu, ancak bunlara razı oluşlarının başlıca sebebinin İngilizlerin, millî gururlarını incitmekten çeOrbay, a.g.e., s.147. Bu görüşmeyle ilgili Rauf Orbay’ın hatıraları, Townshend’inkine göre daha tafsilatlıdır. Townshend ise hatıralarında, 30 Ekim gecesi saat 11 sıralarında, Calthorpe’un Triad isimli yatında, Agamemnon’a gidip Rauf Bey’le görüşmesi gerektiğini bildiren bir telgraf aldığını ve bu telgrafı okuyunca görüşmelerin kilitlendiğini düşündüğünü yazmaktadır. Bkz. Townshend, a.g.e., s.649. 163 164 Townshend, a.g.e., s.649. 165 Orbay, a.g.e., s.147. 394 kineceklerine dair Calthorpe’un centilmence ve askerce verdiği teminat olduğunu söylemiş, başlıca kaygılarının da Yunanlıların durumdan faydalanıp İtilâf devletlerine dayanarak Akdeniz adaları karşısındaki kıyıları ele geçirme teşebbüsünde bulunmaları ihtimali olduğunu belirtmiştir.166 General Townshend, “İngiliz hükümeti mütarekeyi imzaladıktan sonra, bu gibi manasız hareketlere razı olamaz.” demiş ve ertesi günü İngiltere’ye hareket edip, oraya varınca devlet büyükleri ile görüşeceğini ve Osmanlı devleti ile İngiltere arasında, iki tarafın gelecekteki menfaatlerini sağlamak için anlaşmazlıklara meydan vermemek ve şüpheleri ortadan kaldırmak için elinden gelen her şeyi yapacağını ilave etmiştir. Yakın Doğuda müstakil ve ileri bir Türkiye’nin dostluğunun, İngiltere için çok faydalı olacağını belirten Townshend, esirliği müddetince kendisine gösterilen nezaket ve insanca davranışı ömrünün sonuna kadar unutmayacağını söylemiş, Padişaha ve Sadrazam’a teşekkürlerinin iletilmesini talep etmiştir.167 General Townshend, gece yarısı saat 1’de Türk delegelerin Agamemnon zırhlısından ayrıldıklarını belirtmektedir.168 Rauf Bey, İngiliz delege heyeti ve General Townshend’le vedalaşmalarının ardından “Liverpool” kruvazörüne geçtiklerini, ertesi sabah Foça’ya ulaşmalarıyla burada kendilerini bekleyen bir römorkörle (‘Muzaffer’ römorkörü) tekrar yola çıkarak o gün öğle vakti İzmir’e ulaştıklarını yazmaktadır. İzmir’e ulaşılmasının ardından olup bitenleri hükümete haber verebilmek için bir telgraf çekilmiştir. Aynı gün akşamı (31 Ekim) hususî bir trenle İzmir’den Bandırma’ya hareket edilmiş, orada da “Berk-i Satvet” kruvazörüne binilerek 1 Kasım 1918 Cuma günü öğleden sonra, İstanbul’a varılmıştır.169 F. Mondros Mütarekesinin İmzası Sonrası Gelişmeler: Bırakışmanın imzalanmış olduğu gün Lloyd George Paris’te toplanmış olan Bağlaşıklar konferansında durumu müttefiklerine bildirmiştir. Clemanceau’nun mütareke görüşmelerine Fransız temsilcisinin dahil edilmeyişinden dolayı Amiral Calthorpe’u suçlaması üzerine Lloyd George şu şekilde karşılıkta bulunmuştur170: “Filistin savaşına İngiltere’den başka yalnız bir avuç zenci askerle katılan oldu. Fransız Hükümetindeki âlicenaplık kıtlığına şaşıyorum. Bu sırada Türk topraklarında İngiltere’nin 500.000 askeri var, İngilizler 3 veya 4 Türk ordusunu tutsak ettiler ve yüz binlerce kayba uğradılar, diğer Hükümetler Merkad-i Mukaddesi (İsa’nın mezarını) çalmamamız için azıcık Zenci Polis 166 Orbay, a.g.e., s.148. 167 Orbay, a.g.e., s.149-151. 168 Townshend, a.g.e., s.650. 169 Orbay, a.g.e., s.152. 170 Bayur, a.g.e., s.738. 395 gönderdiler. Ancak bir bırakışmanın imzasına gelindi mi bütün bu gürültüler yapılmaktadır.” Lloyd George’a göre, Bulgarlar bırakışma için önce İngiliz Generali Milne’e başvurmuşlar, o ise gelenleri Fransız Generali Franchet Desperey’e göndermiştir. Bundan başka Amiral Calthorpe Paris’ten gelecek yönergeleri bekleseydi hem iş uzardı hem de, Türkler iki Devletin delegeleri arasında tam bir işbirliği olmaması durumundan yararlanabilirlerdi. Bu açıklamalardan sonra Clemanceau kızgın ve kırgın olarak oldubittiyi kabul etmek zorunda kalmıştır.171 1 Kasım 1918 Cuma günü öğleden sonra İstanbul’a ulaşan Osmanlı delege heyetini Devlet Şûrası Reisi Reşit Akif Paşa ile gazeteciler karşılamıştır. Sadrazam İzzet Paşa, hasta olduğundan heyet sadaret konağına gitmiş ve Rauf Bey, müzakere safhalarını, görüşlerini ve İngiliz amirali tarafından yapılan vaat ve taahhütler ile Amiral Calthorpe’un kendisine yazdığı gizli mektubu Sadrazam’a arz etmiştir. Sadrazam Padişahın görüşmelerin ayrıntısını beklediğini, hastalığı nedeniyle yataktan kalkamadığını, heyetin saraya giderek Padişaha bilgi arz etmelerini istemiştir. Heyet Dolmabahçe Sarayına gitmiş, ancak kendilerine, Padişahın yorgun olduğu ve harem dairesinde bulunduğu, ziyaretin bugün mümkün olamayacağı, heyetin Salı günü kabul edileceği söylenmiştir. Heyetten, Padişaha arz etmek üzere mütarekeye dair özet bilgi istenmiştir.172 Rauf Bey Mondros dönüşü, bir gazeteci heyeti ile de görüşmüştür. Heyete görüşmelerde yapılan düzeltmeleri anlatmış, heyetin bazı noktalardaki kaygılarının İngilizlerce takdir edildiğini söylemiştir. İngilizlerin uygulamada dürüst ve itidal ile hareket edip, millî izzet-i nefsimizi incitmekten çekineceklerini, istihkâmların işgaline Yunanlıların dahil edilmeyeceğini, Yunan harp gemilerinin, gerektiğinde ancak geceleyin Boğazdan geçirileceklerini, Adana’nın düşman eline geçmeyeceğini, Batum ve Kars’ın şimdilik tahliye edilmeyeceğini anlatmıştır.173 Osmanlı delege heyetinin dönüşü sonrası Sadrazam İzzet Paşa, İzmir Valisi Nurettin Paşa vasıtasıyla Amiral Calthorpe’a aşağıdaki teşekkür mektubunu göndermiştir174: 171 Bayur, a.g.e., s.738. Orbay, a.g.e., s.152-153. Padişah Rauf Bey’i ancak 8 Kasım Cuma günü, yani İzzet Paşa kabinesinin istifa ettiği gün selâmlık resminden sonra kısa bir müddet kabul etmiş, ancak gayet kapalı cevaplarla konuşmayı kısa kesme yolunu seçmiştir. Bkz. Ali Türkgeldi, a.g.e., s.64. 172 173 Orbay, a.g.e., s.154. Bayar, a.g.e., s.83. Celal Bayar bu mektubun aslının Fransızca olduğunu ve Ali Türkgeldi’nin hususi evrakları arasında bulunduğunu yazmıştır. 174 396 “Ekselans Delegelerimizin İstanbul’a vasıl oldukları şu anda nezdinizde gördükleri dostane kabulden dolayı Ekselansınıza en samimi teşekkürlerimiz ifade etmeyi bir vazife addediyorum. Akdedilmiş bulunan mütarekenin İngiltere ile Türkiye arasında gerekli bir sulhun başlangıcı olacağına kani bulunmaktayım. İstikbalde, iki memleket arasındaki dostane münasebetleri ve ahengi bir daha hiçbir hadisenin bozmaması için Cenab-ı Hakka niyaz ederim.” Sadrazam İzzet Paşa, mütareke imzalandığını Osmanlı ordularına 31 Ekim 1918 günü ve saat 18.00 işaretli bir telgrafla bildirmiştir. Telgrafın metni şöyledir175: “Bugün, 31 Ekim 1918 öğleden muteber olmak üzere, İtilâf Devletleri ile mütareke akdeyledik. İtilâf Devletlerinin murahhasları keyfiyeti Bulgaristan, Suriye ve Irak’ta bulunan orduları komutanlıklarına tebliğ etmişlerdir. Mütareke şartlarına kat’i surette riayet olunması ve tebliğin alındığının iş’ârı lazımdır. Tafsilat ayrıca bildirilecektir.” Cavit Bey hatıralarında mütareke imzası sonrası, 1 Kasım tarihinde bütün Beyoğlu sokaklarının, sanki memleket için bir bayram günü imiş gibi bayraklarla donatıldığını, bu bayrakların gün boyu milletin matemiyle eğlenircesine dalgalanıp durduğunu yazmaktadır. Bu durumun asıl müsebbibi olarak Rumları göstermekte, fakat onlara meydan veren kendilerinin de mesul olduğunu söylemektedir. Cavit Bey, durumun Dâhiliye Nazırına aktarılmasıyla, bu bayrakların ancak gece kaldırıldığını yazmıştır.176 Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s. 55. Mütareke emri, 7’nci, 3’üncü, 5’inci ve 8’inci Ordulara vaktinde ulaştırılabilmiştir. 6’ncı Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa Mütareke emrini 31 Ekim 1918 saat 20.00’de almıştır. Doğu Cephesi’nde bulunan 9’uncu Ordu mütareke emrini vaktinde almış, ancak Azerbaycan ve Kafkasya bölgelerine dağılmış bulunan Kafkas İslâm Ordusu Komutanlığı, muhabere güçlüğünden dolayı, mütareke haberini birkaç gün gecikme ile alabilmiştir. Mütareke emri Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığına, 1 Kasım 1918 günü saat 12.00’de tebliğ edilmiş, öğle vaktine kadar mütareke yapıldığından haberi olmayan Müstahkem Mevki birlikleri, saat 11.35’de Boğaz dışından Çanakkale’ye doğru keşif yapan iki düşman uçağına karadan ateş açmışlardır. Osmanlı Umumî Karargâhı’nı en çok uğraştıran; Hicaz, Asir, Yemen ile Bingazi ve Trablusgarp’taki Osmanlı kuvvetlerine mütareke emrinin ulaştırılması olmuştur. O sıralarda bu uzak bölgelerdeki birliklerle İstanbul arasında telli ve hatta telsiz muhabere olanağı yoktur. Asir’de Muhittin Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri ile Yemen’de savaşan Tevfik Paşa’nın komuta ettiği 7’nci Kolordu ancak 1918 Aralık ayı içerisinde İngiliz makamlarına teslim olmuşlardır. Medine’deki Osmanlı kuvvetleri 10 Ocak 1919’da, mütarekeden iki ay on gün sonra teslim olmayı kabul etmişlerdir. Trablusgarp’taki Osmanlı birliklerine Kasım 1918’de birkaç defa mütareke emri tebliğ olunmuş, ancak emirlerin ellerine geçmediği anlaşılınca, İstanbul’daki İtalyan Yüksek Komiserliği’nin müracaatı üzerine, Aralık 1918 sonunda Yüzbaşı Ekrem Recep ile gönderilen emirle Afrika’daki Osmanlı kuvvetleri İtalya makamlarına teslim olmuştur. Bkz. Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s. 55-58. 175 176 Maliye Nâzırı Cavit Bey, a.g.e., s.40. 397 1 Kasım’da son İttihat ve Terakki Kongresi fevkalade olarak toplanmıştır. 1 Kasım gece yarısını az geçtikten sonra Talât, Enver ve Cemal Paşalar, Enver’in yalısından bir Alman torpidosuna binerek Odesa’ya, oradan da, Enver az gecikerek, Almanya’ya kaçmışlardır.177 2 Kasım’da Sadrazam İzzet Paşa’nın imzasıyla, mütarekenin imzalandığını bütün memlekete ilân eden aşağıdaki genelge yayınlanmıştır178: “Vilâyetlere, Ordulara ve Merkeze Bağlı Sancaklara Genelge Düşman devletlerle Allahın lütfü sayesinde mütareke imzalandı, mensup olduğumuz ittifak grubunun ve bilhassa bizim itirafa mecbur olduğumuz yenilgi ve büyük çöküntü (bu son kelime silinmiş yerine dermansızlık diye yazılmıştır) şu büyük umumî harp felâketinde mütareke yapmağa mecbur olan hükümetlere dikte ettirilmiş şartlara göre mütareke maddelerinin hafif olmasına nazaran saltanatın hâkimiyetinde olarak devletimizi teşkil eden bütün millet ve kavimlerin tam hak ve hürriyetlerine kavuşmaları esaslarıyla imzalamağa hazır olduğumuz barış antlaşmasında da başarımızı umar ve Allah’ın lütuflarından dilerim. Bütün memurların ve subayların, bütün halk sınıflarına ve askerlere adalet ve şefkatlerini yaymaları ve memuriyet görevlerinde son derece gayret ve istikamet yolunu tutmaları ve çeşitli kavim ve mezhepteki tebaanın aralarında yüz yıllardan beri süregelen saf dostluk ve iyi geçimi şu son zamanlarda ne yazık ki meydana gelen ikiyüzlülükten doğma düşmanlık ve bölücülüğe feda etmeyerek birbirlerine samimi dostluk elini uzatmaları sebeplerini tamamlamaları mutlaka lâzımdır. Bu hususta akıllıca ve şefkatlice tedbirleri beraber, böyle zamanlarda bölücülük ve ikiyüzlülüğe heves edebilecek kötü niyetliler ve akılsızlara karşı da daima uyanık ve sağlam bulunmak icap eder. Bu son zamanlarda Anadolu’nun çeşitli bölümlerinde seyahat vazifem sırasında İslâm halkının, çoğunun sahip olduğu mertlik ve yiğitlik ve mağdur olan toprak kardeşlerine karşı gösterdiği şefkat eserlerine gözümle görerek şahit olduğumdan eski samimi bağ ve duyguların kısa zamanda geri döneceğinden ümitli bulunuyorum. Şu zamanda herkesin muhtaç olduğu ancak asayiş, barış ve iyi haldir. Elbirliği ile bu hususta bütün memurlar ve halk sınıfının gayret ve yardımını bekler ve büyük güçlüklerini hakkiyle idrak etmiş olarak tahammülle omuzlarıma aldığım bu ağır hükümet yükünde ümmetin kötülüklerden uzak olanlarının kalbî teveccühlerini ve hâlis dualarını kalb samimiyeti ile dilerim. Bu telgrafın süratle ve genelge olarak gerekenlere tebliği beklenir. Ordulara, Vilâyetlere ve merkeze bağlı sancaklara tamim edilmiştir. 2 Teşrinisani sene 1334 Sadrazam ve Padişah Yaveri Ahmed İzzet” 177 Bayur, a.g.e., s.774, 779. Mithat Sertoğlu, “Mondros Mütarekesini Türk Milletine Bildiren Genelge”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 63, Aralık 1972, s.16. 178 398 İngilizlerin 1 Kasım’da Musul’a yakın bir yer olan Hamam Ali’yi işgal etmeleri üzerine Sadrazam İzzet Paşa 2 Kasımda, 6’ncı Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa’ya çektiği telgrafta, mütarekede Musul’u boşaltacağımızı açıklayan bir hüküm olmadığını, savaşın hemen durması gerektiğinden Musul’un bizde kalması gerektiğini bildirmiştir. Mütarekeye aykırı olarak Musul’u almakta direnirlerse fiili bir saldırıda bulunmalarına dek karşı durmalarını, saldırıya geçerlerse savaşmadan ve protesto ederek Musul’un kuzeyine çekilmelerini istemiştir. 7 Kasımda Musul’a gelerek Ali İhsan Paşa’yla görüşen General Marshall, mütarekenin 5., 7., 16. ve 20. maddeleri gereği Musul’u işgal edeceğini ve en geç 15 Kasım’a kadar Musul’dan çıkılmasını istemiştir. Ali İhsan Paşa 8 Kasım’da İstanbul’a istifasını göndermiş, 9 Kasımda İzzet Paşa Musul’un boşaltılması emrini vermiştir. 179 Zamanla mütarekeye yönelik beliren tepkilerle birlikte; Dâhiliye Nazırı Fethi Bey, İttihat ve Terakki liderlerinin kaçışına göz yummakla, Cavit Bey’le Hayri Efendi ittihatçı olmaları dolayısıyla, Mebusan Meclisi de İttihatçılarla dolu ve onlarca zor kullanılarak seçtirilmiş olmakla suçlanmaya başlanmıştır. Bir yandan Padişahın, öbür yandan da basının tepkileri üzerine Hükümet çekilmeye karar vermiş ve İzzet Paşa istifasını 8 Kasım akşamı Saraya göndermiştir. İzzet Paşa hükümetinin yerine 11 Kasımda Tevfik Paşa Hükümeti kurulmuştur.180 Mondros görüşmelerinde Osmanlı delegelerinin üzerinde en çok durdukları konuların başında İstanbul’un işgal edilmemesi ve Yunan gemilerinin de boğazdan geçmemesi hususları olduğu halde 13 Kasım tarihinde 55 parçalık düşman donanması Çanakkale Boğazı’ndan girip Dolmabahçe önüne demirlemiştir. Donanma; 22 İngiliz, 17 İtalyan, 12 Fransız ve dört Yunan gemisinden oluşmaktaydı. Meşhur Averof zırhlısı da Yunan gemilerinin başındadır.181 İzzet Paşa’nın istifasının ardından yeni hükümeti kuran Tevfik Paşa’nın ilk icraatlarından birisi, mütareke hükümlerinin taraflarca uygulanmasını denetlemek ve ortaya çıkacak problemleri çözmek için Muhtelit182 Mütareke Komisyonu kurulması olmuştur. Komisyon 13 Kasım 1918’de eski Moskova Elçisi Galip Kemalî Bey’in başkanlığı altında Hariciye Nezareti bünyesinde kurulmuştur. Komisyon üyeliklerine Mondros’u imzalayanlar arasında olan Kurmay Yarbay Sadullah Bey’le birlikte Bahriye Albaylarından ve Galip Kemalî Bey’le birlikte Moskova’da bulunmuş olan Tevfik Bey tayin edilmişler- 179 Bayur, a.g.e., s.760-763. 180 Bayur, a.g.e., s.783, 785. 181 Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s. 60. 182 Muhtelit: Karma 399 dir. Sadullah Bey’in yerine daha sonra sırasıyla Yarbay Ohrili Kemal Bey ve Yarbay Edip Servet Bey görev almışlardır.183 Mütareke Komisyonu vasıtasıyla mütarekeyle ilgili sorun ve şikâyetleri çözmeyi amaçlayan Osmanlı Hükümeti, İngiliz ve Fransız müdahalelerine muhatap olmamak için de mütareke maddelerinin uygulanmasına önem vermiş ve bu hususu takip etmiştir. Mütareke hükümlerinin uygulanmasını İngiliz ve Fransız Fevkalâde Komiserlikleri de itinayla takip etmiş ve zaman zaman Osmanlı Hükümeti nezdinde mütareke hükümlerinin uygulanmadığı gerekçesiyle şikâyet ve girişimlerde bulunmuşlardır. Yine böyle bir başvuru sonucu olarak hazırlanmış olan ve Osmanlı Devleti’nin mütareke hükümleri doğrultusunda neler yaptığını açıklayan “Düvel-i İtilâfiye ile Mün’akid Mütârekenâme Mevâddından Nezâret-i Harbiye’ye Aid Olanların Suret-i Tatbik ve İcrasını İrâe Eder Rapor” başlıklı çalışma bu duruma örnek teşkil etmektedir. Raporda madde madde yapılanlar anlatılmakla birlikte, Harbiye Nezaretinin mütareke tatbikatında kendisine ait olan maddeleri şartlarının izin verdiği derecede azamî süratle tatbik ettiği ve etmekte bulunduğu belirtilmektedir.184 G. Mütareke Maddelerinin Değerlendirilmesi: Mütareke taslağında yer alan sekiz madde (1, 2, 3, 4, 10, 13, 18 ve 23’üncü maddeler) olduğu gibi kabul edilmiş, diğerleri görüşmeler sürecinde birtakım değişikliklere, ekleme veya çıkarımlara uğramıştır. Mütareke taslağında olmamasına rağmen, 25’inci madde olarak, düşmanlıkların belirlenen tarihten itibaren sona erdirilmesini içeren bir madde daha eklenmiştir. Mütareke hükümlerinin önemli bir kısmının denizciliğe ait olması dikkat çekicidir. Boğazlar, kıyı istihkâmları, mayınlar, limanlar, tersaneler gibi denizciliğe ait ifadelerin çoğunlukla yer alıyor olması İngilizlerin mütareke metni üzerindeki ağırlığı olarak düşünülebilir. Mütareke metninin dikkat çeken bir diğer özelliği de maddelerin bir kısmının net ve açık olmayan ifadeler içeriyor olmasıdır. Bu durum ileride devlet ve hükümetin birçok sıkıntılarla karşı karşıya kalmasına neden olacak -özellikle yedinci madde nedeniyle- ve başta İngilizler olmak üzere İtilaf devletleri bu esnek ve belirsiz maddeleri kendi çıkarları uyarınca yorumlayarak Türk ülkesi üzerinde planlarını uygulamaya koyacaklardır. Mütareke metni hakkında önceden bilgi sahibi olunmaması da önemli bir olumsuzluktur. Delege heyetinin ilk kez orada duydukları ve ülke açısınGalip Kemali Söylemezoğlu, Başımıza Gelenler Yakın Bir Mazinin Hatıraları Mondros’tan Mudanya’ya 1918-1922, Kanaat Kitabevi, İstanbul 1939, s.22-23. 183 Osmanlı Belgelerinde Millî Mücadele ve Mustafa Kemal Atatürk, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara 2007, s.38-51. 184 400 dan oldukça hayati öneme sahip olan hükümler hakkında kısa sürede karar verilmesinin istenmesi, delegeleri büyük bir ikilemde ve stresli bir ortamda bırakmıştır. Mütareke görüşmeleri incelendiğinde Calthorpe’un zaman zaman vermeyi düşündüğü tavizlerin dahi sonraki görüşmelerde hatırlanmadığı veya bir önceki oturumda Osmanlı delegelerinin kesinlikle kabul edilemez buldukları bir maddeyi, bir sonraki görüşmede daha rahat kabul edip, o kadar da hayati olmayan maddeler üzerinde itirazlarda bulundukları görülmektedir. Örneğin, Osmanlı ülkesindeki Alman ve Avusturyalıların ülkelerine gönderilmeleriyle ilgili maddeye Osmanlı delege heyetinin, ülkenin geleceğiyle ilgili hayati öneme sahip bazı maddelerden daha fazla tepki göstermiş olması dikkat çekicidir. Bazı maddelerde değişiklikler yaptırıldığı ve bazı maddelerdeki hükümler kaldırıldığı gibi, Osmanlı delege heyetinin gereksizce yapmış oldukları ayrıntı açıklamalar yeni bazı hükümlerin de ilavesine de neden olmuştur. “Trablus ve Bingazi’de bulunan Osmanlı subaylarının en yakın İtalyan garnizonuna teslimi” maddesine Rauf Bey itiraz etmiş; Trablus’taki subayların teslim olmaları için kendilerine Osmanlı Hükümeti tarafından emir verilecek olursa, buradaki subayların bu emri yerine getirmeyeceklerini, Osmanlı Devleti’nin de bu emrin gereğini yapamayacağını, yapılacak tek şeyin bu subaylarla ilişkiyi kesmek olduğunu söylemiş ve bu açıklamalardan sonra maddeye “Osmanlı Hükümeti teslim emrine itaat etmedikleri takdirde haberleşme ve desteği kesmeyi taahhüt eyler.” hükmü de eklenmiştir. Halbuki Osmanlı Devleti’nin zaten Trablus’la doğrudan bir bağlantısı yoktur. O bölgedeki subay ve askerlerin teslim olmamalarına, hatta verilen emirleri dinlememelerine zaten yapabileceği bir şey yokken, hatta bu durumu ileride belki bir koz olarak kullanabilecekken, taslakta olmayan bir hüküm Rauf Bey’in müdahalesiyle eklenmiştir. “Osmanlı Hükümeti Bakü’nün işgaline itirazda bulunmayacaktır.” hükmü de benzer şekilde eklenmiştir. Mütareke hükümlerinde faydamıza olarak bir hayli değişiklikler yaptırıldığını ve hükümler insafla incelenip Bulgaristan, Avusturya ve Alman mütarekeleriyle kıyaslandığında, onlara nispeten hafif olduğunun görüleceğini belirten Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’nın mütareke hakkında aşağıda yer alan ifadeleri de -o dönem hükümetinin mütareke hükümleriyle görüş açısını yansıtması açısından- mutlaka okunmalıdır185: “Dünyada tasavvur olunabileceği kadar büyük bir mağlubiyet ve hezimetten sonra, müttefikleri tarafından tabiî ve zorunlu olarak paçavra gibi atılmış, silah ve cephanesini yapmaktan aciz, içte günden güne nifak eserleriyle parçalanmış, bitmiş, tükenmiş, ondan sonra da bütün medeniyet âlemi önünde 185 Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., s.29, 36. 401 birçok kötülük ve cinayetlerle sanık ve hatta yargılanmadan önce mahkûm bir devlet, bizim tüfeğimizden fazla topa, toplarımızın on katından fazla uçağa, her türlü silâhlara, edevat ve cephane fabrikalarına sahip olan ve bunları düşmana teslim eden müttefiklerinden daha uygun şartlarla bir ateşkese mazhar oluyor, savaştan arta kalan silâhlar, cephane, hatta donanmasını kurtarıyor, müttefiklerinin üçü asıl kuruluşunu, hanedanını veya savaşan hükümdarını kaybetmişken, padişahını ve eski siyasî şeklini koruyor, kararlaştırılmış ve hazırlanmış ayaklanmalar ve kargaşalıklar sonuçsuzluğa duçar ediliyor, bundan sonra bir akılcı siyaset ve adaletli yönetim şartıyla yaşayabilme yolunu tutmak için imkân ve ümit ortaya çıkıyor. Bunların siyasî yöneticilerin hesabına yazılacak birer güzel hizmet sayılması gerekirken, biçarelerin bir uygun kelimeyle gönüllerinin alınması şöyle dursun, görevden alınmaları ve sürülmeleri ile yetinilmiyor, cezalandırma, tahkir, hatta idamlarına kadar gidilmek isteniyor…” Ğ. Sonuç 1918 yılı Ekim ayı başından itibaren Osmanlı Devleti başta Amerika olmak üzere, Fransa ve İngiltere nezdinde de mütareke girişimlerinde bulunmuş ancak bu girişimlerden bir sonuç alınamamıştır. İtilaf Devletleri İttihat ve Terakki yönetimine karşı olduklarından, mevcut hükümetin işbaşında iken yapılacak girişimlerin sonuç vermeyeceği düşünülmüş, Talat Paşa Hükümeti istifa etmiş, kısa bir süre Tevfik Paşa’nın başarılı olamayan hükümet kurma çalışmalarının ardından Ahmed İzzet Paşa Hükümeti işbaşına gelmiştir. Bu hükümet mütareke görüşmelerini başlatma konusuna ağırlık vermiş ve bu hususta Büyükada’da esir olan General Townshend aracı olarak kullanılmıştır. İngilizlerin mütareke görüşme isteğini kabul etmesinin ardından İzzet Paşa Hükümeti, Padişahın mütareke görüşmeleri için Damad Ferit Paşayı gönderme düşüncesinin de tesiriyle, bu düşünceyi bertaraf etmek ve kendi seçeceği temsilciyi göndermek amacıyla hızlı davranmış ve Bahriye Nazırı Rauf Bey seçilerek ivedi bir şekilde yola çıkarılmıştır. Bu süreçte mütareke görüşmelerine katılacak delegelerle ilgili yapılabilecek daha soğukkanlı ve ayrıntılı bir değerlendirmeyle Rauf Bey’in yerine farklı bir ismin de gönderilmesi hususunu tartışmak mümkündür. Mütareke görüşmeleri sürecinde Osmanlı delege heyeti, her ne kadar önlerine getirilen taslakta yer alan maddeler üzerinde bazı değişiklikler yaptırabilmişse de, taslakta yer alan 24 maddenin tamamını kabul etmiştir. İngiliz heyetinin, kendileri için ilk dört maddenin özellikle önemli ve vazgeçilmez olduğunu ısrarla belirtmelerine rağmen, diğer 20 maddenin tamamının da Osmanlı delegeleri tarafından kabul edilmiş olması, devlet yönetiminin içinde bulunduğu çaresizlikten kaynaklandığı gibi, heyet üyelerinin başarılı 402 bir diplomasi yürütememeleri, Amiral Caltrophe’un başarılı ve uyanık müdahaleleri ve Osmanlı heyetinin hükümetle sağlıklı bir haberleşme yapamamış olmasından da kaynaklanmıştır. Osmanlı delegelerinin, Amiral Calthorpe’un mütareke hükümlerini kabul ettirebilmek ve süreci hızlandırmak verdiği birtakım sözleri, yaptığı vaatleri ve şahsi olarak Rauf Bey’e hitaben yazıp verdiği mektubu gereğinden fazla önemsedikleri ve bunlara güvenmiş oldukları da anlaşılmaktadır. Halbuki görüşmelerin resmi olarak tutulan yazılı bir tutanağı dahi yoktur ve Calthorpe’un mektubu, sözleri ve vaatleri resmi ve hukuki bir mahiyet taşımadıklarından, mütarekeden sonraki dönemde “yok hükmünde” sayılmışlardır. Mütarekenin hemen ardından Musul’un işgali Amiral Calthorpe’un yapmış olduğu birtakım vaatlerin ne kadar boş ve geçersiz olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Mondros görüşmelerinde Osmanlı delegelerinin üzerinde en çok durdukları konuların başında İstanbul’un işgal edilmemesi ve Yunan gemilerinin de boğazdan geçmemesi hususları olduğu halde İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan Savaş gemilerinden oluşan (dört Yunan gemisinden biri de meşhur Averof’tur) müttefik filo 13 Kasım günü İstanbul önünde demirlemiştir. Musul olayının ardından yaşanan bu gelişme mütarekenin aslında bir işgal metni olduğunun ve bariz kanıtlarından birisidir. Mondros görüşmelerinde İngiliz heyetinin başkanı olan Amiral Calthorpe, mütarekeden sonra İstanbul’da İngiliz Yüksek Komiseri olarak bulunmuş ve verdiği sözlerin aksine İstanbul ve Türkiye’nin işgali sürecini yürütmüştür. Mütareke görüşmelerinde Osmanlı delege heyetinin başında bulunan Rauf Bey ise 16 Mart 1919 günü Osmanlı Mebuslar Meclisi’ni basan İngilizler tarafından 18 Mart 1919 tarihinde bir İngiliz gemisiyle Malta’ya sürgüne göndermiştir. Türk milleti gerek Mondros’ta, gerek Paris Barış Konferansı ve sonrasında imzalanan Sevr Barış Antlaşmasında kendisine yapılan muameleyi ve gösterilen yaklaşımı kabullenmemiş, ülkesinin işgaline karşı sessiz kalmamış ve köy köy, ilçe ilçe başlatılan kuvayımilliye hareketleri sonrası düzenli ordusunu da oluşturarak verdiği “Milli Mücadele”siyle İtilaf Devletlerine 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Mütarekesini imzalatmayı başarmıştır. 403 Mondros Mütarekesi Maddelerinin Karşılaştırmalı Tablosu Mütareke Taslağı Mondros Görüşmelerde Mütarekesi Metni Yapılan (Türkçe) Değişiklikler Mondros Mütarekesi Metni (İngilizce) 1 Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının açılması ve Karadeniz’e geçilmesi. İstanbul ve Çanakkale Boğazı istihkâmlarının İtilaf birliklerince işgal edilmesi. Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının açılması ve Karadeniz’e geçilmesi. İstanbul ve Çanakkale Boğazı istihkâmlarının İtilaf birliklerince işgal edilmesi. Olduğu gibi kabul edilmiştir. Opening of Dardanelles and Bosphorus and secure access to the Black Sea. Allied occupation of Dardanelles and Bosphorus forts. 2 Osmanlı sularındaki bütün torpil tarlaları ile torpido ve kovan mevzileri ve diğer engel mevkileri gösterilecek ve bunları taramak veya kaldırmak için destek talep edildiği zaman yardımda bulunulacaktır. Türk sularında bulunan bütün mayın bölgelerinin, torpido ve kovan mevzilerinin ve diğer Olduğu gibi kabul engel yerlerinin edilmiştir. gösterilmesi ve ihtiyaç duyulduğu takdirde bunların taranmaları veya kaldırılmalarına yardım edilmesi. Positions of all minefields, torpedo tubes and other obstructions in Turkish waters to be indicated and assistance given to sweep or remove them as may be required. 3 Karadeniz’de mevcut torpil mevzileri hakkında mevcut bilgiler verilecektir. Karadeniz’deki mayınlarla ilgili mevcut tüm bilgilerin verilmesi. All available information as to mines in the Black Sea to be communicated. 4 İtilâf hükümetlerine mensup savaş esirleriyle, esir ve tutuklu Ermeniler İstanbul’da toplanılarak, kayıtsız şartsız İtilâf Hükümetlerine teslim edilecektir. İtilaf savaş esirlerinin ve Ermeni esir ve tutuklularının Olduğu gibi kabul İstanbul’da toplanarak edilmiştir. kayıtsız şartsız İtilâf devletlerine teslim edilmeleri. 5 Sınırların emniyeti ve iç asayişin sağlanması için lüzumlu askerden fazlası derhal terhis edilecek. (Bunların miktarı da bilâhare İtilâf Hükümetleri tarafından kararlaştırılacaktır.) Sınırların emniyeti ve iç asayişin sağlanması için gerekli olan birlikler dışında Türk ordusunun derhal terhis edilmesi. (Bu birliklerin miktarı Osmanlı Hükümeti ile görüşüldükten sonra İtilaf devletleri tarafından kararlaştırılacaktır.) 404 Olduğu gibi kabul edilmiştir. Bu maddede parantez içindeki hüküm (Bunların miktarı da bilâhare İtilâf Hükümetleri tarafından kararlaştırılacaktır.) değiştirilmiş ve (Bu birliklerin miktarı Osmanlı Hükümeti ile görüşüldükten sonra İtilaf devletleri tarafından kararlaştırılacaktır.) şeklinde yazılmıştır. All Allied prisoners of war and Armenian interned persons and prisoners to be collected in Constantinople and handed over unconditionally to the Allies. Immediate demobilisation of the Turkish Army except for such troops as are required for surveillance of frontiers and for the maintenance of internal order. (Number of effectives and their dispositions to be determined later by the Allies after consultation with the Turkish Government.) Türk sularında veya Türk kuvvetleri tarafından işgal edilen sularda bulunan bütün savaş gemileri teslim olunacak ve bu savaş gemileri gösterilecek liman veya limanlarda enterne edilecektir. Türk kara sularında polis ve buna benzer hususlar için istihdam edilecek küçük gemiler dışında Osmanlı sularında veya Osmanlı Devleti tarafından işgal edilen sularda bulunan bütün savaş gemileri teslim olunup gösterilecek Osmanlı liman veya limanlarında enterne edilecektir. Baş tarafına “Osmanlı kara sularında polis ve buna benzer hususlar için istihdam edilecek küçük gemiler dışında” kaydı ilâve olunduğu gibi Osmanlı savaş gemilerinin Osmanlı liman veya limanlarında enterne edilmesi şeklinde bir açıklama yazılmıştır. Surrender of all war vessels in Turkish waters or in waters occupied by Turkey; these ships to be interned at such Turkish port or ports as may be directed, except such small vessels as are required for police or similar purposes in Turkish territorial waters. İtilâf kuvvetlerinin mühim stratejik noktaları işgali. İtilaf devletlerinin, güvenliklerini tehdit eder bir durum ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik noktayı işgal etme hakkına sahip olmaları. “İtilaf devletlerinin, güvenliklerini tehdit eder bir durum ortaya çıkması halinde” hükmü ilâve olunmuş, ayrıca “mühim stratejik noktaları” tabiri yerine “herhangi stratejik nokta” tabiri getirilmiştir. The Allies to have the right to occupy any strategic points in the event of a situation arising which threatens the security of the Allies. 8 Halen Türk işgali altında bulunan bütün liman ve demir mahallerinden İtilâf gemileri tarafından yararlanılması ve bu yerlerin itilâf devletleriyle savaş halinde bulunanlara karşı kapalı bulundurulması. Halen Türk işgali altında bulunan bütün liman ve demir mahallerinden itilâf devletleri gemilerince istifade edilmesi ve bunların itilâf devletleriyle savaş durumunda bulunanlara kapatılması. Osmanlı gemileri de ticaret ve ordunun terhisi hususlarında benzer şartlardan istifade edeceklerdir. “Osmanlı gemileri de ticaret ve ordunun terhisi hususlarında benzer şartlardan istifade edeceklerdir.” hükmü ilave edilmiştir. Free use by Allied ships of all ports and anchorages now in Turkish occupation and denial of their use by the enemy. Similar conditions to apply to Turkish mercantile shipping in Turkish waters for purposes of trade and the demobilization of the Army. 9 İstanbul’un itilâf deniz kuvvetleri için üs olarak kullanılması ve bütün Türk limanlarında itilâf gemilerinin tamiri için kolaylık gösterilmesi. Türk limanları ve tersanelerinden İtilaf gemilerinin tamiri için kolaylık gösterilmesi. “İstanbul’un itilâf deniz kuvvetleri için deniz üssü olarak” ifadesi çıkarılmıştır. Use of all ship repair facilities at all Turkish ports and arsenals. 10 Toros tünellerinin itilaf devletleri tarafından işgali. Toros tünellerinin itilaf devletleri tarafından işgali. Olduğu gibi kabul edilmiştir. Allied occupation of the Taurus tunnel system. 6 7 405 11 İran’ın kuzeybatı kısmındaki ve Transkafkasya’daki Türk kuvvetlerinin derhal savaştan önceki sınır gerisine çekilmesi. İran’ın kuzey batı kısmındaki Türk kuvvetlerinin derhal savaştan önceki sınır gerisine çekilmesi hususunda verilen emir yerine getirilecektir. Transkafkasya’nın evvelce Türk kuvvetleri tarafından kısmen boşaltılması emredildiğinden kalan kısım müttefikler tarafından durum incelenerek istenirse boşaltılacaktır. Immediate withdrawal of “Transkafkasya’nın Turkish troops evvelce Osmanlı from North-West kuvvetleri tarafından Persia to behind the kısmen boşaltılması pre-war frontier emredildiğinden has already been kalan kısım ordered and will be müttefikler carried out. Part of tarafından durum Trans-Caucasia has incelenerek istenirse already been ordered boşaltılacaktır.” to be evacuated by ifadesi eklenerek Turkish troops, the değişiklik remainder to be yapılmıştır. evacuated if required by the Allies after they have studied the situation there. 12 Telsiz, telgraf ve kablo istasyonlarının itilaf devletleri tarafından idaresi. Hükümet haberleşmesi müstesna olmak üzere telsiz telgraf ve kabloların itilâf memurları tarafından kontrolü. “İdare” tabiri yerine “kontrol” getirilmiş ve “Hükümet haberleşmesi müstesna olmak üzere” ifadesi eklenmiştir. Wireless telegraphy and cable stations to be controlled by the Allies, Turkish Government messages excepted. 13 Bahrî, askerî ve ticarî maddelerin ve malzemelerin tahribinin yasaklanması. Bahrî, askerî ve ticarî maddelerin ve malzemelerin tahribinin yasaklanması. Olduğu gibi kabul edilmiştir. Prohibition to destroy any naval, military or commercial material. 14 Türk kaynaklarından kömür, akaryakıt ve deniz malzemelerinin satın alınmasında kolaylık gösterilmesi. Memleket ihtiyacı temdin olunduktan sonra mütebaki kömür, mâi mahrukat ve bahrî levazımın Türkiye menabiinden mubayaası için kolaylık gösterilmesi (Mezkûr maddelerin hiçbiri ihraç olunmayacaktır). Maddenin başlangıç kısmına “Memleketin ihtiyaçları temin olunduktan sonra” ifadesiyle birlikte ayrıca “bu maddelerin ihraç edilmemesi” hükmü de eklenmiştir. Facilities to be given fort he purchase of coal and oil fuel and naval material from Turkish sources after the requirements of the country have been met. None of the above material to be exported. 15 “Bütün demiryollarına itilâf kontrol subayları memur edilecektir. Transkafkasya’da Bunlar arasında halen bulunan Osmanlı Hükümetinin demiryolları da dahil kontrolü altında olmak üzere, bütün bulunan Transkafkasya demiryollarının demiryolları da serbest ve tam dahildir. İşbu Kafkas olarak İtilâf kontrol demiryolları serbest subaylarının ve tam olarak itilâf idaresine memurlarının idaresi bırakılması. Bu altına bırakılacaktır. maddeye Bakü Halkın ihtiyacının ve Batum’un karşılanmasına İtilâf kuvvetleri dikkat edilecektir. Bu tarafından işgali de maddeye Batum’un dahildir. işgali dahildir. Osmanlı Hükümeti Bakü’nün işgaline itirazda bulunmayacaktır. “Halkın ihtiyacının karşılanmasına dikkat edilecektir.” hükmü eklemiştir. “Bu maddeye Bakü ve Batum’un İtilâf kuvvetleri tarafından işgali de dahildir.” İfadesi de “Bu maddeye Batum’un işgali dahildir. Osmanlı Hükümeti Bakü’nün işgaline itirazda bulunmayacaktır.” şeklinde değiştirilmiştir. Allied control officers to be placed on all railways, including such portions of Trans-Caucasian railways now under Turkish control, which must be placed at the free and complete disposal of the Allied authorities, due consideration being given to the needs of the population. This clause to include Allied occupation of Batoum. Turkey will raise no objection to the occupation of Baku by the Allies. 406 16 Hicaz, Asir, Yemen, Suriye, Kilikya ve Mezopotamya’da bulunan garnizonların en yakın İtilâf komutanına veya Arap mümessiline teslimi. Hicaz’da, Asir’de, Yemen’de, Suriye’de ve Irak’ta bulunan garnizonlar en yakın itilâf kumandanına teslim olunacaktır ve Kilikya’daki kuvvetlerin düzeni muhafaza için gerekli miktardan fazlası beşinci maddedeki şartlara göre kararlaştırılacak şeklide geri çekilecektir. “Kilikya’daki kıtaların teslim olması” hükmü yerine “Kilikya’daki kuvvetlerin düzeni muhafaza için gerekli miktardan fazlası beşinci maddedeki şartlara göre kararlaştırılacak şeklide geri çekilecektir.” ifadesi eklenmiştir. Maddeden “Arap mümessiline” ifadesi çıkarılmıştır. Surrender of all garrisons in Hejaz, Asir, Yemen, Syris and Mesopotamia to the nearest Allied commander; and the withdrawal of troops from Cilicia, except those necessary to maintain order, as will be determined under Clause 5. 17 Trablus’ta ve Bingazi’de bulunan Türk subayları Trablus ve en yakın İtalyan Bingazi’de muhafaza kıtaatına bulunan Osmanlı teslim olacaktır. subaylarının en Osmanlı Hükümeti yakın İtalyan teslim emrine itaat garnizonuna teslimi. etmedikleri takdirde haberleşme ve desteği kesmeyi taahhüt eder. Maddeye; “Osmanlı Hükümeti teslim emrine itaat etmedikleri takdirde haberleşme ve desteği kesmeyi taahhüt eder.” fıkrası eklenmiştir. Surrender of all Turkish officers in Tripolitania and Cyrenaica to the nearest Italian garrison. Turkey guarantees to stop supplies and communications with those officers if they do not obey the order to surrender. 18 Mısrata’da dahil olmak üzere Trablus ve Bingazi’de işgal edilen limanların en yakın İtilâf garnizonuna teslimi. Mısrata da dahil olduğu halde, Trablus Olduğu gibi kabul ve Bingazi’de işgal edilmiştir. edilen limanların itilâf devletlerine teslimi. Alman ve Avusturya deniz, kara ve sivil memurlar ve tebaasının bir ay zarfında ve uzak yerlerde bulunanların daha sonra mümkün olan en kısa zamanda Türk ülkesini terk etmeleri. 19 Alman ve Avusturyalı bahri, berri ve sivil memurin ve tebaanın en yakın İngiliz veya İtilaf komutanlarına teslimi. 20 Beşinci madde gereğince terhis Teçhizat ve ulaşım edilecek Osmanlı vasıtaları da dâhil birliklerine ait olmak üzere Türk teçhizat, silah, ordusunun kullanım cephane ve nakliye ve dağıtımına ilişkin vasıtalarının verilecek emirlere kullanımına yönelik uyulması. verilecek talimatlara uyulması. 407 Surrender of all ports occupied in Tripolitania and Cyrenaica, including Misurata, to the nearest Allied garrison. “en yakın İngiliz veya İtilaf komutanlarına teslimi” ifadesi “Türk ülkesini terk etmeleri” şeklinde değiştirilmiş ve maddeye “bir ay zarfında ve uzak yerlerde bulunanların daha sonra mümkün olan en kısa zamanda” ifadesi eklenmiştir. All Germas and Austrian, naval, military and civilian, to be evacuated within one month from Turkish dominions: those in remote districts as soon after as may be possible. “Türk ordusunun” ifadesi yerine “Beşinci madde gereğince terhis edilecek Osmanlı birlikleri” ifadesi getirilmiştir. Compliance with such orders as may be conveyed fort he disposal of the equipment, arms and ammunition, including transport, of that portion of the Turkish Army which is demobilized under clause 5. İaşe ve ikmal işlerinin kontrolü için İtilaf devletleri subayların görevlendirilmesi. “kontrol subayları” ifadesi yerine “temsilci” ifadesi konulmuştur. İtilaf devletlerinin “İaşe ve ikmal menfaatlerini işleri” yerine “İaşe korumak için İaşe Nezaretinde” Nezaretinde İtilâf ifadesi getirilmiştir. temsilcileri bulunacak Ayrıca maddeye ve kendilerine bu “İtilaf devletlerinin konuda lüzum menfaatlerini görülecek bütün korumak için” ve bilgiler verilecektir. “bu konuda lüzum görülecek bütün bilgiler verilecektir” hükümleri de eklenmiştir. An Allied representative to be attached to the Turkish Ministry of Supplies in order to safeguard Allied interests. This representative to be furnished with all information necessary for this purpose. 22 Türk savaş esirlerinin İtilâf kuvvetleri nezdinde muhafaza edilmesi. Türk savaş esirlerinin İtilaf devletlerinin nezdinde muhafaza edilmeleri. Türk sivil esirleri ile askerlik yaşının üzerindeki esirlerin tahliyesi dikkate alınacaktır. Maddeye “Türk sivil esirleri ile askerlik yaşının üzerindeki esirlerin tahliyesi dikkate alınacaktır.” hükmü eklenmiştir. Turkish prisoners to be kept at the disposal of the Allied Powers. The release of Turkish civilian prisoners and prisoners over military age to be considered. 23 Türk Hükümetinin Merkezi Devletlerle tüm ilişkilerini kesmesi. Türk Hükümetinin Merkezi Devletlerle tüm ilişkilerini kesmesi. Olduğu gibi kabul edilmiştir. Obligation on the part of Turkey to cease all relations with the Central Powers. 24 a. Altı Ermeni vilayetinde karışıklık ortaya çıkması durumunda bu vilâyetlerin itilâf kuvvetleri tarafından işgali. b. Yedinci, onuncu ve on beşinci maddelere ilâveten Sis, Haçin, Zeytun ve Ayıntab’ın işgali. Altı Ermeni vilâyetinde karışıklık çıkması durumunda, bu vilâyetlerin itilâf kuvvetleri tarafından işgali hakkının olması. Maddenin “b” fıkrası tamamen çıkarılmıştır. In case of disorder in the six Armenian vilayets, the Allies reserve to themselves the right to occupy any part of them. 21 25 Müttefik devletler ile Türkiye arasındaki düşmanlık durumu 31 Ekim 1918’de Perşembe günü mahallî saat ile öğle vaktinden itibaren sona erecektir. 408 Hostilities between the Allies and Turkey shall cease from noon, local time, on Thursday, 31st October, 1918. Kaynakça Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, II. Cilt, Yayına Hazırlayanlar: Süheyl İzzet Furgaç, Yüksel Kanar, Nehir Yayınları, İstanbul 1993. Başak, Tolga; Türk ve İngiliz Kaynaklarıyla Mondros Mütarekesi ve Uygulama Günlüğü (30 Ekim- 30 Kasım 1918), IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2013. Bayar, Celal; Ben de Yazdım Milli Mücadeleye Gidiş, Cilt I, Baha Matbaası, İstanbul 1965. Bayur, Yusuf Hikmet; Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: III (1914-1918 Genel Savaşı), Kısım: 4 (Savaşın Sonu), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1983. Cavit Bey, Felaket Günleri - Mütareke Devrinin Feci Tarihi I, Yayına Hazırlayan: Osman Selim Kocahanoğlu, Temel Yayınları, İstanbul 2000. Jaeschke, Gotthard; “Mondros’a Giden Yol”, Belleten, Cilt: XXVIII, Sayı: 109, Ocak 1964. Kurat, Yuluğ Tekin; “Bir İmparatorluğun Son Nefesi Mondros”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Eylül 1971, Sayı: 48. Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre: 3, Cilt: 1, İçtima Senesi: 5, Dördüncü İnikad, 19 Teşrinievvel 1334 (1918) Cumartesi. Orbay, Rauf; Cehennem Değirmeni - Siyasi Hatıralarım, Cilt: 1, Emre Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2000. Osmanlı Belgelerinde Millî Mücadele ve Mustafa Kemal Atatürk, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara 2007. Sertoğlu, Mithat; “Mondros Mütarekesini Türk Milletine Bildiren Genelge”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 63, Aralık 1972. Söylemezoğlu, Galip Kemali; Başımıza Gelenler Yakın Bir Mazinin Hatıraları Mondros’tan Mudanya’ya 1918-1922, Kanaat Kitabevi, İstanbul 1939. Townshend, Charles V. F.; Mezopotamya Seferim (Kurna, Kûtülamare ve Selmanıpâk Muharebeleri), Çeviren: Gürol Koca, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2012. Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, Genelkurmay Basımevi 1999. Türkgeldi, Ali; Moudros ve Mudanya Mütarekelerinin Tarihi, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara 1948. Türkgeldi, Ali Fuad; Görüp İşittiklerim, 5. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2010. 409 Özet 30 Ekim 1918 tarihinde Limni adasının Mondros Limanı’nda demirli Agamemnon zırhlısında imzalanmış olan Mondros Mütarekesi (“Mondros” Ateşkes Antlaşması / Bırakışması) Osmanlı Devleti açısından her ne kadar Birinci Dünya Savaşının sona anlamına gelse de aynı zamanda birçok farklı sorunun ve de yeni bir mücadelenin başlangıcını da teşkil etmektedir. Mondros Mütarekesinin ağır koşulları -stratejik noktaların işgali, ordunun terhisi, donanma ile cephanelerin teslimi gibi askeri tedbirler- Osmanlı Devletinin kendini koruyabilme ve savunabilme gücünün ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Anlaşma metninde Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarına ilişkin net ifadelere yer verilmemekle birlikte, özellikle mütarekenin 7’nci ve 24’üncü maddeleriyle itilaf devletlerinin işgallerine elverişli ortam yaratılması amaçlanmıştır. Mondros’tan hemen sonra başlayan işgal hareketleri, Anadolu’nun birçok yerinde direniş hareketlerinin başlamasına neden olmuş ve yaklaşık dört yıl sürecek olan yeni bir mücadeleyi başlatmıştır. Mondros Mütarekesi aynı zamanda Türk Milli Mücadelesinin hedefini ve kapsamını belirleyen Misakımilli metnine de esas teşkil etmiştir. Misakımilli’de belirlenen sınır hedefi, Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı başındaki sınırları değil, Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada Türk Ordusunun elinde bulunan topraklardır. “Osmanlı Devleti İçin Savaşın Sonu: Ateşkes Süreci ve Mondros Mütarekesi” başlıklı bu bildirinin amacı Birinci Dünya Savaşının gidişatı ve kaderi üzerinde etkili olmuş devletlerden biri olan Osmanlı Devletinin imzaladığı ateşkesin mahiyetini açıklayabilmek ve bu süreçte karşı karşıya kaldığı tutum ve yaklaşımları ortaya koyabilmektir. Bildiride, mütarekenin hazırlanış süreci, Osmanlı Devletinin ateşkesten beklentileri, antlaşma için temsilcilerin belirlenmesi, ateşkes görüşmelerinin yapılacağı yerin belirlenmesi, ateşkes görüşmeleri, belirlenen hususlar, tavizler, vaatler, ateşkesin Osmanlı başkentinde ve kamuoyundaki etkileri, ateşkesin Osmanlı Ordusu üzerindeki etkileri ve ateşkese tepkiler gibi konu başlıkları üzerinde durulacaktır. Anahtar Kelimeler: Birinci Dünya Savaşı, Ateşkes Antlaşmaları, Mondros Ateşkes Antlaşması, Mondros Ateşkesinin Uygulanması 410 Ateşkes Antlaşması ile İşlenen Savaş Suçu - Almanya’ya Gıda Ablukasının Sürdürülmesi İkbal VURUCU* Mehmet Şükrü GÜZEL** Giriş Birinci Dünya Savaşı’nın üzerinden 100 yıl geçti. Tarih ilk defa Avrupa’da başlayan bu savaşlarda kitlesel ölümlerle karşılaştı. Belki de modernliğin birer kazanımı olan tarih yazımındaki bilimsel metodolojik değişiklikler tarihin farklı bakış açılarıyla ele alınması sebebiyle böyle değerlendiriyoruz. Savunma/silah sanayi, bilim ve teknolojideki gelişimin diğer alanlarına kıyasla daha fazla yatırımın ve AR-GE çalışmasının yapıldığı sahalardır. Siyasi alanda da modern ulus-devletlerin hakimiyet kurmaya başladığı ve son İmparatorlukların da bu savaşla tasfiye edildiği bir zaman dilimidir. İktisadi alanda Batıdışı dünyanın Batılılarca sömürge haline getirildiği ve hak-hukuklarının yok edildiği bir düzen kurulmuştur. Muhafazakârlıktan Marksizme bütün Batı kaynaklı ideolojilerin Batı-dışı toplumların sömürülmesine cevaz verdiği de bilinmektedir. Birinci Dünya Savaşını diğer dönemlerdeki savaşlardan ayıran ve konumuz açısından önem taşıyan ana tema etnik temizliktir. Modernitenin neden olduğu savaş felsefesi ve teknolojisinden en fazla etkilenen Türkler kendi hakimiyetindeki topraklarda gayri Türkler tarafından etnik temizliğe tabi tutulduğu bir paradoksu da yaşamıştır. Dünyaya egemen olanların tarihe de egemen olduğu hakikati tarihyazımında bütün ihtişamıyla gözlenmektedir. 1820 ile 1920 arasında kendi siyasi egemenliği altındaki veya egemenliğinden çıkışı sonrasında Türkler kadar etnik temizliğe maruz kalmış bir halk tahayyül etmek mümkün görünmemektedir. Fakat mazlumların tarih yazamadığı gerçeği de bu süreçte görülmüştür. Bu makalede Almanların yine aynı din, kültür ve tarih dairesine mensup diğer Batılı ülkeler tarafından maruz kaldığı “soykırım” ele alınacaktır. Birinci Dünya Savaşı’nda zafer kazanan Batılı ülkelerin uyguladığı etnik temizlik ve soykırımların nasıl normalleştirildiği ve sıradan bir savaş zayiatı gibi sunulduğu Osmanlı örneğinde somutlaşmaktadır. Türkler kendi devletlerinin Batısında Bulgarlar, Sırplar, Yunanlılar tarafından etnik temizliğe uğrarken Doğusunda yüzyıllarca birlikte yaşadıkları Ermeniler tarafından uygulanan “soykırım” görmezden gelinmiştir. Ermeni soykırımı iddialarının temelini teşkil eden 1915 tehciri 1948 tarihli Birleşmiş Milletler sözleşmesindeki hukuki tarife uymamaktadır. Yoğun ve etkili propagandaya dayanan Ermeni iddiaları ise çoğu kez tahrif edilmiş belgelere dayandırılmak* Öğr. Gör., Pamukkale Üniversitesi, [email protected]. ** Araştırmacı –Yazar, [email protected]. 411 ta ve hamasi bir retoriğe başvurulmaktadır. Yabancı parlamento ve kurumların ise tarihsel konularda hüküm verme durumunda olmadıkları halde Türkleri soykırımcı ilan etme kaygıları sorunun tarihselliğinden sıyırarak siyasi bir olaya dönüştüğünün en temel göstergesidir. Oysa Balkan Savaşları’nda, Birinci Dünya Savaşı’nda, Milli Mücadele döneminde cephede ve cephe gerisinde milyonlarca Türk’ün ölmesini, 2. Dünya Savaşı sonrasında milyonlarca Türk’ün SSCB içinde etnik temizliğe uğramasını ve yerinden yurdundan edilerek yok edilmesini, daha yakın tarihlerde Kıbrıs’ta savunmasız Türk halkının etnik temizliğe maruz kalmasını, 20. Yüzyılın sonlarında Bosna’daki soykırımı, Azerbaycan’da Ermenilerce yapılan toplu katliamlar ve işgalleri görmezden gelenler büyük bir propaganda başlatarak dünya kamuoyunu Ermeniler konusundaki yalanlara inandırabileceklerini düşünmektedirler. Türklere uygulanan etnik temizliği önlemek için geçici olarak uygulamaya sokulan Ermeni göçünü bir soykırım olarak ele almak Batı merkezci hakim tarih yazımının bir ürünüdür. Bu makalenin amacı da söz konusu bu hakim tarih yazımının sunduğu retoriğe eleştirel bir yaklaşımla bakarak göz ardı edilen “soykırımlar”ı sağlıklı bir zeminde ele alarak evrensel insan hakları doktrini çerçevesinde bütün kültürlerin kutsal ve değerli olduğundan hareketle yazılmayan ve görülmeyen “ötekilerin” tarihinin yazımına bir model sunmaktır. Dünya Savaşı, Tarih ve Soykırım Birinci Dünya Savaşı, topyekün savaşın gerçekleştirildiği ve kitlesel ölümlerin o zamana kadar görülenden çok daha yüksek olduğu bir savaştır. Ölümlerin kitleselliği hem savaş teknolojisindeki olağan üstü gelişmeler hem de savaş felsefesindeki değişimlerle ilgilidir. Savaşta kullanılan teknolojinin yarattığı tahribat aynı zamanda modern Batı insanının sosyo-kültürel, toplumsal ve bilişsel yapının dönüşümüyle de bağlantılıdır. Yeni savaş felsefesi “haklı ve meşru savaş” felsefesine dayanırken bu felsefenin şekillendiği ideolojinin insan, toplum, devlet, kültür ve dünya hakkındaki algısı belirleyici olmuştur. Michaell Mann, toplumda dört temel iktidar kaynağı bulunduğundan bahseder. Bu iktidar yaklaşımına göre iktidarın dört sütunu vardır: ideolojik, iktisadi, askeri ve siyasi. Başta Birinci Dünya Savaşı olmak üzere savaşları Mann’ın bu formülünden hareketle izah edebiliriz. Her iki büyük Dünya Savaşı’nın ana kaynağı ekonomiktir ve iktisadi kaynakların mülkü, üretim ve pazarlama üzerindeki tekel kurma mücadelesine dayanır. Bu mücadelenin güçlü bir siyasi iktidar ayağını zorunlu kılması ve kolonyal mücadelede meşrulaştırmanın gücünü sağlayan ideoloji asla gözardı edilmemelidir. Bu yapının tamamlanması için askeri gücün/cebirin işlevi ise dünya iktidarına giden yolda elzemdir. Savaşın galipleri aynı zamanda yukarı dile getirilen iktidarın kaynaklarına da tam hâkimiyet sağlayan devletler ve toplumlardır. Savaşın ideolo412 jik noktada kimin haklı ve meşru olduğunu belirleme gibi bir işlevi de bize sunar. Savaşta yenilen Almanya’nın sadece ateşkes anlaşması süresinde 800 bin yurttaşının, savaşın galiplerince uygulanan ambargo ile katledilmesi bir “soykırım” olarak anılmamaktadır. Oysa, Türklerin savaş sırasında Rus ordusuna bağlı veya bağımsız olarak Ermenilerin siviller üzerinde uyguladığı katliamları önlemek gerekçesi ile alınan geçici göç kararını bir “soykırım” olarak kabul etmesi ve sunması söz konusu iktidar kaynaklarına sahip olma ile ilgilidir. Bu bağlamda tarih ve tarihyazımı savaşın ve savaşın sonuçlarının değerlendirilmesi sürecinde bize önemli katkılar sağlamaktadır. Tarih, insanoğlunun kendi varoluşunun bilincine vardığından beri hayatımızda önemli bir yer işgal etmektedir. Geçmiş algısı ve yorumu her din ve ideolojide kendi kimliklerinin sınırlarının çizilmesi anlamında bir bilinç düzeyinin edinilmesini zorunlu kılar. Bireysel ve toplumsal kimliğin mayası ve ana sütunları Tarih’tir. Birey kendi soy ve sopunun bilinerek bir kök duygusu edinmesi gibi toplumun ortak bir kültür ve duygu etrafından kendini inşa etmesi için de zorunlu bir bilgi alanıdır. Her toplum kendi özgünlüğü çerçevesinde bir tarih anlayışına sahip bulunur. Mevcut bu tarih yaklaşımı toplumun sahip olduğu siyasi iktidar biçimine göre de şekillenir. Tarih ve siyaset ilişkisi her ne kadar modern dönemlerin bir keşfi gibi görünse de pratiğe aktarımı noktasında insanlık tarihi kadar eskidir diyebiliriz. Bu sebeple tarih öğretimi ve eğitiminin siyasal yapıya bağlı olarak oluşturulmasının önemli bir takım sebepleri vardır. Tarih eğitimini oluşturan içerik, toplumun iktidar tarafından denetiminin en önemli ideolojik boyutunu teşkil eder. Tarihsel olay ve olguların mevcut toplumun bireylerine sunulma formu yani endoktrinasyon toplumun denetimini kolaylaştıran bir biçimde formüle edilir. Bu sebeple post-modern tarih tartışmalarının bize kazandırdığı en dikkat çekici katkı tarihin bu görece yorumlanmaya müsait doğasının farkına varılması olmuştur. Böylece doğal olarak gördüğümüz nice tarihi olay ve olguların bambaşka bir yüzünün bulunduğunu da öğrenmiş olduk. 19. ve 20. Yüzyıl veya daha geniş anlamıyla modernite insanlığın o zamana kadarki bütün teknolojik ve toplumsal gelişmenin toplamından fazla bir katkı ve tecrübe insanlığa kazandırdı. Sanayileşme, kentleşme, bireyselleşme, ulusdevlet, millet, bilimsel gelişme gibi insanlığı doğrudan etkileyen ve dönüştüren karakteri şüphesiz insanlık için olumlu düzeyde bir katkı sağlamıştır. Fakat özgürleşme, refah, güvenlik, eğitimin kitleselleşmesi, işbölümü ve sınıfsal yapının gelişimi, kitle iletişim araçları alanındaki devasa gelişmeler yanında modern denetim mekanizmaları da büyük bir güç, çeşitlilik ve etkinlik kazanmıştır. Gelişen teknoloji kitlesel ölümlere neden olan hastalıkların yok edilmesinde kullanıldığı gibi bu sefer insanlığın o zamana kadar görmediği derecede kitlesel ölümlere neden olan gelişmelere de neden olmuştur. Kitle iletişim araçları gibi 413 yapılar kitlelere, hiçbir zaman olmadığı kadar toplu hareket etme, ortak bir kültür ve duygu geliştirme imkanlarını da yarattı. Merkezi eğitim sistemi ve okullaşma modernliğin toplumun bütün katmanlarında “ortak” kültür, tarih, duygu, değer ve normun empoze edilmesine de sebep teşkil etti. Guizot, Hegel, Burckhardt, Renan, Buckle, Marks, Max Weber gibi çok ayrı görüşlü 19. Yüzyıl yazarları Batı uygarlığının üstünlüğünün altını çizmekteydiler. Bu etnik merkezci görüşün bağrında sömürgeci tutumların ve ırkçılığın ilk belirtileri de yer almaktaydı. Bu düşünsel zeminde tarihçiler, 19.yüzyıl boyunca ulusal tarihi ve ulusal tarih içinde de siyaseti ve siyasal elitleri gittikçe daha fazla odak almaya yöneldiler. Belirli kişilere ve sınıflara ayrıcalıklı bir konum verilirken, diğerleri önemsiz ve tarihdışı sayıldı.1 Amerika’nın gerçek sahipleri olan Kızılderililerin, İnkaların ve nice halkların milyonlarcasının katledilmesi, nesillerinin kurutulması, Afrika’nın milyonlarca insanının köle olarak Avrupa ve Amerika’ya götürülmesi, Hindistan’ın, Türkistan’ın, Çin’in sömürülmesi, katliamlar, soygunlar Batı’nın eseri olarak tezahür etmesine rağmen tarihyazımında yeterli ilgi görmemiştir. Bu durum da bize göstermektedir ki, dünya iktidarını elinde bulunduranlar aynı zamanda tarihin hakim yazımını da egemenliklerinde bulundururlar. Avrupa Konseyi bünyesindeki Kültürel İşbirliği Konseyi ile Norveç Eğitim, Araştırma ve Kilise İşleri Başkanlığı tarafından “20. Yüzyıl Avrupa Tarihini Öğrenmek ve Öğretmek” adlı proje çerçevesinde ortaklaşa düzenlenen “Tarihin Kötüye Kullanma Biçimleriyle Yüzleşmek” konulu sempozyumun açılış konuşmasında Georg İggers, “20. Yüzyıl sonlarında tarih düşüncesi dünyanın bu yüzyıl boyunca yaşadığı felaketleri yansıtan bir iç hesaplaşma dönemine” girdiğini belirtirken bir hakikate de işaret eder: “İnsanlığın geleceğe dönük beklentileri açısından bizimki kadar büyük bir güven duygusuyla başlayan başka bir yüzyıl yok. Barbarlığa, insan hayatının kasıtlı biçimde mahvedilmesine, sistematik tiranlığa, üstelik bunların göklere çıkarılan bilimsel ve teknolojik ilerlemenin sağladığı araçlarla yapılmasına aynı ölçüde sahne olmuş başka bir yüzyıl da yok.”2 Bu sebeple tarih hala bugün de Foucultvari bir söylemle ifade edersek, toplumun denetimi ve egemenliğinin sağlanmasında en güçlü iktidar aracıdır. İggers’in belirttiği gibi “Modern bakış açısı, tarihsel verilerden oluşan bir birikimin değil, insanlık tarihine ilişkin kesintisiz bir öykünün aktarıldığı bir tarihi öngörür. Ama her anlatı zorunlu olarak ilgili verilerin seçilmesine, ilgisiz verilerin ayıklanmasına dayanan bir olay örgüsü içerir.”3 Georg İggers, “20. Yüzyılda Tarihyazımı”, Tarihi Kötüye Kullanma İçinde, (Çev. Nurettin Elhüseyni), Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul, 2003, s. 3, 1 2 Georg İggers, a.g.e., s. 1 3 Georg İggers, a.g.e., s. 2 414 Örneğin Avrupa’da ortaya çıkan iki büyük dünya savaşı milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. Bu savaşları ortaya çıkaran psikolojik ve toplumsal yapının neden olduğu siyasi atmosferin oluşmasında tarihin Avrupamerkezci, ırkçı ve sosyal Darvinci-pozitivist tarih yorumunun neden olduğu görüşü tarihi, akademik ve siyasi gündemin başlarına oturttu. Birinci dünya savaşı sonunda yeniden yapılanan dünya sistemi çeyrek yüzyıl sonra bir başka dünya savaşına yani İkinci Dünya Savaşı’na neden olunca Birleşmiş Milletler dünya barışının korunmasında tarih öğretimine ve yazımına dikkat çekerek bu konuda hem bölgesel hem de uluslar arası toplantılar organize etti. UNESCO, Avrupa Konseyi gibi bölgesel ve uluslararası kuruluşlar gerek bölgesel gerekse küresel düzlemde yeni bir toplum, siyasa, kültür, ilişkiler ağı meydana getirebilmek için “tarih” eğitimi ve yaklaşımı konusunda çalışmalar yapmayı gündemlerine almışlardır. Yeni ideal bir toplumsal-kültürel dünyanın kurulmasında tarihin bu araçsal konumu, işlevselliğinin ve olmazsa olmazlığının da bir göstergesidir. İkinci Dünya Savaşının sonrası böyle büyük felaketlerin bir daha gerçekleşmemesi için “Tarih” olgusuna biçilen rol dikkat çekicidir. Sosyalizmden beslenen faşizm ve Nazizmi benimseyen ırkçı iktidarların kıvılcımı ateşleyen politikalarının bir daha ortaya çıkmaması için öngörülen demokratik, barışçıl, çokkültürlü, farklılıklara saygı duyan bir toplumsal ve siyasal yapılanmalar için öncelikli olarak tarihyazımı ve tarih yorumlarının söz konusu kriterler bağlamında yeniden düzenlenmesi için girişimlerde bulunulması, tarihin rölativist ve araçsalcı niteliğine olan vurguyu göstermektedir. Yeni bir toplum ve yeni bir siyasi örgütlenmenin, meşruiyet kaynakları olarak müşterek bir tarih inşasının biçimlendirilmesinden bahsedilmektedir. “Tarihten milletleri birbirlerine bağlayacak müşterek bir insanlık idealinin yaratılması bakımından faydalanmak” için çalışmalar yapılmaktadır. Faşizm ve Nazizm gibi temelinde sosyalizmin bulunduğu ideolojilerden kaynaklandığı tespiti ile bu yıkıcı ideolojilerin olumsuzlanması üzerinden yeni tarih yaklaşımları geliştirilirken hem Birinci hem de İkinci Dünya savaşlarında savaşın galiplerinin soykırım, etnik temizlik, katliam, tecavüz ve zulümleri ise yeni dünya düzeninin olumsuzlanan ideolojileri içerisinde yer almamışlardır. Haklı olarak Nazizm ve Faşizm gibi ideolojilerin toplum ve dünya görüşlerinin dayandığı tarih yorumunun eleştirisi liberal, çağdaş, hümanist savaş galiplerinin yaptıklarının üstünün örtülmesine neden olmuştur. 2015 Ermenilerin “soykırım iddialarının” 100. yılıdır. Hiçbir belge bir buçuk milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü göstermemesine rağmen hakim tarih yazımı Türkleri soykırımcı göstermektedir. Oysa tarihte gerçekten yaşanan soykırımların ve etnik temizlik hareketlerinin karşılaştırmalı analizi bize soykırımlar tarihinin gerçek mağdurunun kim olduğunu göstereceği gibi tarihyazımının tarihsel olguların ters yüz edilmesinde veya hangi olay415 ların hatırlanıp hangi olayların unutulması gerektiği de, sahip olunan zihinsel düşünme araçları ile tesis edilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin hemen hemen kuruluşundan beri çeşitli platformlarda başa çıkmaya çalıştığı ve gittikçe büyüyerek toplumumuzu derinden etkileyen Ermeni soykırım iddiaları, artık belirgin bir şekilde bir tarih yazma ya da tarihi inşa etme biçimini almıştır. Bu iddiaların çeşitli uluslar arası platformlarda, ulusal ya da yerel meclislerde tarihi bir hakikatin tescili statüsünde oylanarak bağlayıcı bir karara dönüştürülmeye çalışılması, özü itibariyle bir “Ermeni soykırım tarihi inşa etme” süreci gibi görünmektedir. Bu yol, şimdiye dek alışılmadık ve bilimsel etik çerçevesine sığmayan bir tarih yazma, dolayısıyla bilim yapma yöntemidir. Bu heretik düşünce tarzında, arzulanan soykırım mitosu, olgusal hakikatin yerine geçmektedir. Bunun yasama organları tarafından onaylanması, bu konuda daha sonradan araştırma yapma, belgelere, arşivlere girip bakma yolunu büyük ölçüde kapatmaktadır. Üstelik, burada söz konusu olan tarih inşası, bedava değil, hesaplı; bilme amaçlı değil, hesap sorma amaçlı; tasvir veya betimsel değil, yargılayıcı görünmektedir; bu süreç sonuçları bakımından nötr değil, mahkum edicidir; pratikte istendiği gibi kullanılabilecek, keyfi olarak istismar edilmeye açık bir özelliktedir. Toplumumuzun sadece geçmiş veya bugün hayatta olan kuşaklarını değil, gelecek kuşaklarını da kapsayıcı bir niteliktedir.4 Soykırım kavramı belirli bir coğrafyada ve belli bir toplumun uğradığı zulmü göstermesi açısından ideolojik boyutta içeriklendirilmiştir. Sadece Yahudi toplumunun uğradığı yok etme pratiğine indirgenmesi yanında son yıllarda Ermenilerde soykırım iddiaları ile dünya siyasi gündemini meşgul etmektedir. Bu bağlamda ne 20. Yüzyılın başında Balkanlarda, Türkistan’da, Anadolu’da ne 2. Dünya Savaşı sonrasında Kırım, Ahıska, Kafkasya ne de bugün Hocalı, Bosna, Doğu Türkistan, Ortadoğu’da gerçekleştirilen (büyük bölümü Türk kimliğine mensup topluluklar) “katliamlar” hiçbir şekilde “soykırım” olarak anılmamaktadır. Yeterli düzeyde veri ve enformasyon birikiminin bulunmamasına rağmen Türkler tarafından işlenen bir “Ermeni Soykırım” retoriği inşa edilmesi 2015 yılında Türklere atfedilecek bir suç dikkat çekmektedir. Biz de bu çalışmada bugün hangi milletin nasıl soykırım yaptığını anlatmakla meşgul liberal, özgürlükçü, çokkültürlükçü Batı toplumlarının sadece barış döneminde gerçekleştirdiği bir katliam pratiğini gündeme taşıyacağız. Nuri Bilgin, “Ermeni Soykırım İddiaları ve Tarihin İnşası”, Ermeni Araştırmaları 1. Türkiye Kongresi Bildirileri, 1. Cilt, (Haz.lar: Şenol Kantarcı, Kamer Kasım, İbrahim Kaya, Sedat Laçiner), ASAM-EREN, Ankara, 2003, s. 3 4 416 Modern Savaş Hakkında İnsanlık tarihi kadar eski olan savaşların etkisi ve tahrip gücünün gelişimi, teknolojinin gelişimi ile artmıştır. Başlangıçta insan ırkından kişiler arasında olan çatışmalar tarihi gelişim sürecinde sadece devletlere sonrasında ise ittifak sistemleri ile çok sayıda devletin karşı karşıya gelmesine sebep olmuştur. Artık orduların karşılıklı savaş alanında yüz yüze gelmesinin yerini genel seferberlik ve top- yekûn savaş kavramlarının gelişmesi ve teknolojinin verdiği imkânlar ile savaşa giren her devletin her bireyinin savaşta dolaylı da olsa bir görevi olmakta ve istisnasız her alan savaş sırasında savaş alanı olabilmektedir. Ortaçağ Avrupası’nda bölgesel prensler, topraklarını genişletmek peşindeydiler. Bu sebep ile ellerine geçen her fırsatta oluşturdukları küçük ordularla komşuları ile savaşa tutuşuyorlardı. Bölgede yaşayan insanlar ise bu savaşlardan nefret ediyorlardı. Savaşlar, yaşayan insanlar açısından ağır yük getiren vergiler manasına gelmekte idi. Savaşlarından kimin galip geleceği bölgede yaşayan insanları ilgilendirmiyordu. Bir Habsburg veya bir Bourbon tarafından yönetilmek önemli değildi. Bu dönemde Voltaire, “ halkların kendilerini yönetenlerin savaşlarına karşı tarafsız kaldıklarını” belirtmiştir.5 1648 ile 1789 arasında gerek hukukçular gerekse de askeri doktrinciler, sivillerin savaş eyleminin mümkün olduğunca dışında tutulması gerektiğine inanmaktaydılar. Savaş durumunda Luis XV Frederick ve Maria Theresa sivillerden kendi ya da düşman da olsa egemenlere uysallık göstermeleri, boyun eğmeleri gerektiğini belirtmiştir. Devletlerine savaş sonrasında ne olur ise olsun vergilerini ödemeleri gerektiği, işgal edenlerden nefret etmemeleri gerektiğini belirtmişlerdir. 1648 - 1789 arasında Avrupa’da savaşın egemenlerin ve ordunun işi kabul edilmesi yaklaşımı, 1789 Fransız İhtilali sonrasında değişime uğramıştır. Fransız İhtilali’nin sloganı, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ihraç edilebilir tehlikeli fikirler olarak Avrupa’daki diğer egemenler tarafından kabul edilmiş, ihtilal yaşamış Fransa ile Prusya arasında savaş başlamıştır. Başlangıçta çok sayıda mağlubiyet alan Fransa, 20 Eylül 1792 tarihindeki Valmy savaşı ile Prusya ordularını işgal girişimini püskürtmüş ve bir miktar toprak kazanımı gerçekleştirmiştir.6 Akabinde ise Fransız Ulusal Meclisi 1793 tarihinde sadece erkekleri değil, kadınları, çocukları ve yaşlıları da sürekli askerlik görevi çağrısı yapmıştır. Jakoben Fransız yönetimi 18 ile 25 yaş arasındaki tüm erkekleri savaşLudwing von Mises, “ Omnipotent Government, The Rise of the Total State and Total War”, Liberty Fund, 2010, Indiana, s.104 5 Christopher Blackburn,” French Revolution Wars of the ( 1792 – 1799 ), “, “Encyclopedia of Prisoners of War and Internment “, Editör Jonathan F.Vance, Abc –Clıo,Inc, Calıfornia , 2000,s.104 6 417 mak için cepheye çağırır iken, geriye kalan tüm erkek kadın, çocuk ve yaşlıları ülke içinde askere giden erkeklerin yerini almaları ile görevlendirmiştir. Kısa süre içerisinde Fransız ordusunun sayısı 1 milyonun üstüne çıkmıştır. Bugünkü manada genel seferberlik ile büyük orduların oluşturulmasının Fransa tarafından mümkün kılınması sonrasında az ya da çok diğer devletler de bu gelişmeyi takip etmeye başlamışlardır. Bu gelişmeyi müteakip olarak Avusturya, Prusya ve Rusya’da genel seferberlik teorisi ile birlikte sivil halktan, vatansever coşku ile genel seferberliğe katılmalarını istemişler ve devletler savaş mücadelesine sadece ordularını değil tüm halklarını da dâhil etmişlerdir. Devletlerde, bu askeri zorunluluktan kaynaklanan değişimin desteklenmesi için eğitim, halk sanatı ve törenler ve her türlü propaganda mekanizmaları Avrupa’da, halklara kendi, devletlerinin güçlü olduğu, her zaman haklı olduğu ve asla hata yapmayacağı üzerine kurgulanmıştır. Fransız ihtilalinin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganının yerini, vatandaşların devletlerine sahip çıkmaları, devletleri için mücadele etmeleri ve fedakârlık yapmaları geçmiştir.7 1793 öncesinde savaşlar, insanların pahasına yürütülen bir eylem olarak algılanır iken, genel seferberlik savaş kavramı sonrasında savaşın devleti oluşturan halk için olduğu kavramı düşünsel alanda gelişmiştir.8 1648 ile 1789 yılları arasında Avrupa’da savaş sadece devletlerin kendi arasında olan bir gelişme olarak kabul edilir iken, Fransız ihtilali sonrasında genel seferberlik teorisinden top yekun savaşa geçişi Colmar von der Goltz teorileştirmiştir. Alman subayı Goltz “Das Volk in Waffen “isimli eserinde modern ekonomik, teknolojik ve askeri gelişmeler ile savaşların şeklinin değiştiğini, Prusya’nın 1864 – 1866 ve 1870-71 savaşları sırasında demiryolları ve telgraf hatlarının Prusya silahlı kuvvetlerinin emrine verildiğini, bir ülkenin tüm kaynaklarının ve imkânlarının ordu ile bütünleştirilmesi ile birlikte artık savaşların sadece ordular arasında klasik manada anlaşıldığı gibi olamayacağını yazmıştır. 1793’ un genel seferberlik retoriği artık pratiğe dönüştüğünü ve tüm bir halkın çağrıldığı zaman üniformasını giyerek, silahlanarak düşmana saldırabileceğini belirtmiştir. Artık tüm bir ulusun asker olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. ( Nation in Arms ) Romantik Fransız ihtilali yazılımının da Avrupamerkezci tarih yazılımının bir ürünü olarak düşünülmesi gerekmektedir. Fransız ihtilalinin “ özgürlük, eşitlik, kardeşlik “ sloganı sadece Fransızlar için geçerli bir tanım olarak dile getirilmiştir. Fransız ihtilalinin terörünü temsil eden Maximilien Robespierre, geleneksel savaş kaidelerini bir yana bırakarak, yaralı ya da esir alınan hiçbir İngiliz ya da Prusyalı askere acıma gösterilmemesini istemiştir, yayımlanan bir emir ile İspanya ile olan savaş sırasında, savaş alanında hiçbir İspanyol askerin esir alınmaması emredilmiştir. Bunun sonucu olarak 1795 tarihinde 9.000 İspanyol esirin infazı gerçekleştirilmiştir. Fransa’nın savaş esirlerine yönelik bu politikası 1799 tarihinde Napolyon Bonaparthe ın iktidarı ele geçirmesine kadar devam etmiştir. Christopher Blackburn, a.g.e., s.104. Napolyon Bonaparthe’ da Yafa’da 4.100 Osmanlı savaş esirinin öldürülmesi emrini vermiştir. Louis Antoine Fauvelet de Bourrienne, “ Memoirs of Napoleon Bonaparte”, Editör R.W.Phipps, Cilt 1,Charles Scribner’s Sons, New York, 1891,Bölüm 18, s. 172 7 8 Martin van Creveld, “ The Transformation of War “, The Free Press, New York, 1991, s.38 – 41 418 Alman General Erich Ludendorff, 1935 tarihinde yayımladığı kitabında “Top- Yekûn Savaş” ( Der totale Krieg ) kitabında, artık savaşların sadece devletler ve askeri personel arasında değil aynı zamanda devletlerin vatandaşları arasında da yaşanması sebebi, 1.Dünya Savaşı’nın “ Top- Yekûn Savaş” olarak nitelendirilmesi gerektiğini belirtmiştir. Top- Yekûn Savaş kavramı ilk kez Fransa’da savaşın bitimi ile birlikte (guerre total) kullanılmıştır.9 1.Dünya Savaşı savaşa katılan tüm ülkeler açısından Genel Seferberlik ile birlikte Top-Yekûn Savaş olarak gerçekleşmiştir. Top- Yekûn Savaş, uluslararası hukuk tarafından ayırım da bulunulan, savaşçılar (askerler) ve savaşçı olmayanlar (siviller) ayırımını ortadan kaldırmaktadır. Bu savaş şeklinde, savaşan ülkeler sadece askeri kapasitelerini değil aynı zamanda ekonomik, teknolojik ve moral kapasitelerini de son aşamasına kadar savaş için kullanır. Bütün ulus bir şekilde savaşın içerisinde yer almakta, insanların yaşamları savaşa göre düzenlenmektedir. Düşmana yapılan saldırılar da sadece düşmanın askeri kapasitelerini ve hedeflerini yok etmenin yanında askeri üretimini sağlayan tüm endüstriyel tesislerini, gıda üretimini de hedef almaktadır. Bu sayede düşman ülke sivillerinin de Top-Yekûn Savaş içerisinde hedef haline getirerek onları pasifize etmeyi amaçlamıştır.10 1.Dünya Savaşı, Fransız İhtilali sonrasında gerçekleşen “Genel Seferberlik “ uygulaması ile tüm ulusun asker olarak kabul edilmesinin ötesine geçerek tüm ulusun savaşı haline gelmiştir. (Nation at War). Klasik sınırlı savaş sırasında askerler savaş meydanında ölürken, top- yekûn savaşta, ticari gemiler askeri hedef haline gelerek batırılmakta, fabrikalar askeri hedef olarak görülerek bombalanmakta, sivil nüfusun yaşadığı şehirler askeri hedef olarak görülerek düşmanın direncini kırmak adına bombalanmaktadır. Bir ulus toptan açlığa mahkûm edilerek savaşma gücü kırılmaya çalışılmaktadır.1.Dünya Savaşı sırasında gıdanın askeri malzeme ilan edilmesi ile birlikte İtilaf Devletlerinin Almanya’ya uyguladığı gıda ambargosu sonucu savaş sırasında yaklaşık 800.000 sivil Alman açlık sebebi ile hayatını kaybetmiştir. Artık tüm bir ulus savaşın içerisinde bir şekilde yer almaya başlamıştır. Abluka ve Açlık Kuşatma kelimesinin karşılığı İngilizce “Siege” kelimesi ile ifade edilmektedir. Latince oturmak manasına gelen “Seden” kelimesinden gelmektedir. 11 Kuşatma, genel olarak bir kale veya şehrin düşman tarafından kolay ele geçirilememesi durumunda, saldıran tarafından etrafının sarılarak, Tomoyuki Ishizu, “ Total War and Social Changes: With a Force on Arthur Marwick’s Perspective on War ‘, http://www.nids.go.jp/english/event/forum/pdf/2011/09.pdf, Erşim tarihi 14/06/2014, 9 10 Jeremy Black, “ The Age of Total War 1860 – 1945”, , Rowman& Little field, Plymouth, 2006, s.1-10 11 Alexander Gillespie, “A History of the Laws of War” Cilt 2, Hart Publishing, Oxford, 2011,s.52 419 askeri ve diğer yardımların gelmesinin engellenmesi durumudur. Kuşatma sırasında savunma duvarlarına düzenli zarar verilmesi gerçekleştirilirken öte yandan da kuşatma altında bulunan yerdeki yiyeceklerin tükenmesi ile teslim olmaları amaçlanmaktadır. Kuşatmanın daha büyük bir alan içerisinde ve hatta bir ülke ile gerçekleşmesi halinde ise abluka kelimesi kullanılmaktadır. Abluka belirli bir bölgeye kaynakların ulaşmasının güç ile engellenmesi olarak da tarif edilmektedir. Abluka tarihsel süreç içerisinde denizlerde uygulanmaya başlanmışa da günümüzde karada ve havada ablukalar gerçekleşmektedir. Kuşatma ve ablukalarda açlık ile düşmanı teslim olmaya zorlanmak ortak amaç olarak yer almaktadır. 19.Yüzyılın başında açlık politikaları ile düşmanı zayıflatmak savaşın yöntemlerinden biri olarak kabul edilmekteydi. Fransız İhtilali sonrasında 1793 yılında İngiltere ve Rusya, Fransa’ya ve tarafsız ülkelere gıda ihracatını yasaklamışlardı. Napolyon ise İngiltere’nin Avrupa’dan gıda ithalatını engellemek ve her türlü ürün ihracatını engellemek için İngiltere’ye giden veya İngiltere’den gelen gemilere yasal askeri hedef olduklarını 1806 ve 1807 yıllarında yayınladığı bildiri ile duyurmuştur. Açlık kuşatmalarında gerçekleştirilmek istenen amaç, düşman ordusunun askeri olarak yenmekten ziyade, şehirde yaşayan sivillerin açlık sebebi ile ölümleri ile şehrin askeri veya sivil liderlerini teslim olmaya zorlamaktır.12 Açlık ile düşmanı teslim olmaya zorlamak geleneği Avrupalı devletler tarafından 1848 Venedik Kuşatmasında kullanılmıştır. 1970-71 Prusya- Fransa savaşı sırasında Prusyalılar Paris’i kuşatarak, açlık ile Fransa’yı teslim olmaya zorlamışlardır, Paris kuşatması sırasında açlıktan Paris halkı şehirde bulunan hayvanat bahçesindeki hayvanları yemek durumunda kalmıştır. Ayrıca, Parisliler şehirdeki tüm kedi ve köpekleri de yemek zorunda kalmışlardır. İngiltere’nin, 1884-85 yılında Hartum şehri kuşatmasında Hartumlular kuşatmanın 300.gününde açlık sebebi ile teslim olmak zorunda kalmışlardır. 13 1877 Plevne kuşatması sırasında Osman Paşa, yiyecek stoklarının azalması sonrasında şehirde bulunan yaşlı kadın ve çocukları Sofya’ya göndermek istemiş de olsa Rus kuşatma komutanı General Gourko, Plevne’den ayrılmak isteyen Türk yaşlı kadın ve erkekleri yoldan geri çevirerek, tekrar Plevne’ye göndermiştir. 2.Dünya Savaşı sırasında Leningrad Kuşatmasında Alman General Ritter von Leeb, Rus sivillerin kuşatma altındaki şehirden ayrılmalarına engel olmuş ve kuşatma sırasında yaklaşık 1 milyon sivil hayatını kaybetmiştir.14 12 Alexander B.Downes, “ Targeting Civilians in War”, Cornwell Univesity Press, 2008, s.85 13 Alexander Gillespie, a.g.e, s.69 14 Alexander B.Downes, a.g.e, s.85 420 1914 yılında Winston Churchill bütün Almanya’nın kuşatılmış bir kale gibi tüm nüfusu ile birlikte, kadın, erkek, çocuk, yaşlı, çocuk, yaralıların açlık ile muamele edileceğini söylemiştir.15 Ablukanın Etkisi İngiliz Donanması tarafından uygulanan abluka, kıyı şeridinde değil açık denizlerde uygulandığı için nispeten zayıf Alman donanması tarafından abluka uygulayan gemilere karşı askeri karşı hareket gerçekleştirilememiştir. 1915 yılında Almanya’nın yaklaşık 60 milyon olan nüfusunun yaklaşık 14 milyon kişisi kırsalda yaşayan ve kendi gıda ihtiyacını karşılayan köylülerden oluşmaktaydı, geri kalan 46 milyon kişi şehirlerde yaşamakta ve gıda açısından bağımlı bulunmaktaydılar. Almanya’nın asker nüfusu ise 7 milyondan fazlaydı.16 Almanya 1.Dünya Savaşı öncesinde yıllık 900.000 ton et ithal etmekteydi. 1917 yılında bu oran 5.000 tona düşmüştür. 1918 yılının ilk on ayında ise sadece 2.000 tona düşmüştür. Ateşkes antlaşmasının imzalandığı günlerde şehirlerde yaşayanlar için belirlenen et iştikakı haftalık 135 grama düşmüştür. Bu miktar savaş öncesi ortalama tüketimin 8’de 1’ine denk düşmektedir. Berlin’in simgesi olan kuğular, aç Berlin halkı tarafından yenmiştir. Savaş öncesi 170.000 yıllık yumurta ithalatı 1917 yılında 40.000 tona, 1918 yılının ilk on ayında ise 17.250 tona düşmüştür. Öte yandan Almanya’nın kendi yumurta üretimi ise tavukların yem ihtiyacı karşılanamadığı için düşmüştür. Almanya’nın başkenti Berlin’de ayda 1 yumurta halka dağıtılabilmiştir. Savaş öncesinde yıllık 577.000 ton balık tüketiminin 361.000 tonu ithalat ile karşılanmaktaydı. 1917 yılında balık ithalatı 97,830 tona düşmüş, 1918 yılının ilk on ayında ise 97,830 ton balık ithalatı gerçekleştirilebilmiştir. Alman balıkçıların balık üretimi ise İtilaf Devletleri donanması sebebi ile oldukça düşmüştür. Almanya’nın savaş öncesi yıllık 185.000 ton hayvansal ve bitkisel yağ tüketiminin % 82’si ithalat ile karşılanır iken, bu ithalat savaş sırasında nerede ise tamamen durmuştur. Savaş öncesi yıllık 1.600.000 ton çeşitli sebze, tohum ve meyve ithalatı ise 1917 yılında 100,000 tonun biraz üstünde gerçekleşebilmiştir. Berlin’de savaşın son günlerinde haftalık tereyağı tüketimi savaş öncesindeki bir günlük tüketime eş hale gelmiştir. Almanya’nın savaş öncesi yıllık 310.800 ton kuru bakliyat ithalatı 1917 yılında 1.708 tona düşmüştür.17 15 Baker Nicholson “ Churchill” Human Smoke, Simon&Schuster, Londra 2008, s.2 N.P Howard, “The Social and Political Consequences of the Allied Food Blockade of Germany, 19181919” s.163 s.163 16 17 Vernon Kellog, “Germany in the War and After “, The Macmillan Company, New York 1919, s.34-37, 421 Almanya’da tahıl üretimi ise 1917 yılında 1914 yılında ki 21 milyon ton rakamından 12 milyon ton rakamına düşmüştür. 12 milyon ton üretilen tahılın %30’u orduda görev yapan 7 milyon askere ayrılırken, kendisine yeterli 14 milyon kırsal nüfusa %12 ‘si verilmiştir. Ülke nüfusunun % 67’sini oluşturan şehir nüfusuna %33 tahıl verilmiştir. Geri kalan tahılın % 6’sı ağır işlerde çalışan işçiler ile endüstriyel alkol üretimine verilmiş, %9 tahıl ise askeri stok olarak ayrılmıştır.18 Almanya her ne kadar savaş öncesinde gıda üretiminin % 90’ını kendisi sağlıyor olmuş olsa da bu üretimi ancak ithal edilen yaklaşık 2 milyon ton nitrojen ve fosfat gübresi ile gerçekleştirebilmekte idi. Gübre ithalatının yanında 6 milyon ton yem ithal etmekte idi. 1 Milyonun üstünde mevsimlik işçi diğer ülkelerden hasat zamanı Almanya’ya mevsimlik göçmen işçi olarak gelmekte idi. Savaş mevsimlik göçmen işçi akışını keser iken, abluka sebebi ile Almanya’nın gıda üretiminin temeli olan gübre ithalatı da kesintiye uğramış bulunmaktaydı.19 1918 yılına gelindiğinde Almanya’da siviller 1914 yılına göre protein kökenli gıda tüketimi % 80 azalmış bulunmaktaydı.20 Gıda ablukasından etkilenen Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nda evcil hayvan sayısındaki düşüş bir delil olarak kabul edilmektedir. Avusturya –Macaristan İmparatorluğu’ndaki evcil büyükbaş hayvan sayısı 17.324.000’den 3.518.000’e düşmüştür. Domuz sayısı ise 7.618.000’den 2114.000’e düşmüştür. Almanya’da 1918 yılında günlük gıda kalorisi ise 1.000 altına düşmüştür.21 1918 yılının ikinci yarısında Almanya’da gıda tüketimi, savaş öncesi tüketime oranı et ürünlerinde % 12, balık tüketiminde % 5 ‘ine, yumurta tüketiminde %13’üne, tereyağı tüketiminde %28’ine, peynir tüketiminde %15’ine, fasulye tüketiminde %6’sına, margarin tüketiminde %16’sına, ekmek tüketiminde %48’ine düşmüştür.22 Gıda Ablukası Sebebi ile Hayatını Kaybedenler Alman Siviller Sayısı 1915 ile 1918 yılları arasındaki sivil Alman nüfusta yaşanan ölümlerin karşılığı yaklaşık 800.000 kişiye denk düşmektedir. 1.Dünya Savaşı sırasında hayatını kaybeden Alman sivillerin oranı savaşın ilk yılı 1914 tarihinde 1913 18 N.P Howard, a.g.e., s. 163 19 Alexander Gillespie, a.g.e s.72 N.P Howard, “The Social and Political Consequences of the Allied Food Blockade of Germany, 19181919” German History Cilt 11 ,sayı 2 1993, S.161- 188 , s.162 20 21 Alexander Gillespie, a.g.e s.73 22 N.P Howard, age, s.163 422 yılına göre bir artış göstermemiştir. 1915 yılında Almanya’da hayatını kaybeden sivillerin miktarı 1913 yılına göre % 9,5 artış göstermiştir. Hayatını kaybeden Alman sivillerin oranı 1916 yılında 1913 yılına göre % 14 artış göstermiştir. 1917 yılında sivil Alman kayıpları 1913 yılına göre %32 artış göstermiştir. Bu oran 1918 yılında 1913 yılına göre %37 artış göstermiştir. Ölen sivillerin büyük çoğunluğunu 5 ile 15 yaş arasındaki nüfusta gerçekleşmiş, 1913 yılındaki ölüm verilerine göre % 55 ölümlerde artış gerçekleşmiştir. İkinci olarak da 1-5 yaş arasında çocuklarda gerçekleşen ölümler için geçerlidir. 1913 yılı verilerine göre 1-5 yaş arasında gerçekleşen ölümlerde % 49,66 artış gerçekleşmiştir.23 Gıda Ablukası sebebi ile Almanya’da hayatını kaybeden siviller için Alman kaynakları 700.000 rakamını verir iken, İngiliz resmi kaynakları 800.000 rakamını vermektedir.24 Savaş öncesinde aylık sivil ölüm oranı Almanya’da ortalama 78.820 kişi olarak gerçekleşir iken, 1918 yılının Ekim ayında ölen Alman sivil sayısı 191.320 olarak gerçekleşmiş, Kasım ayında ise bu rakam 184.896 kişi olmuştur. 11 Kasım 1918 tarihinde imzalanan ateşkes antlaşması ile Versay Barış Antlaşması’nın imzaladığı 28 Haziran 1919 tarihi arasında gerçekleşen 1913 yılı ortalamasına göre ölen sivil Alman sayısında toplamında 245.299 kişi fazla olarak gerçekleşmiştir. 25 1.Dünya Savaşı sırasında Alman istatistikleri, savaş öncesi ortalama ölüm oranına göre toplam 763.000 fazla sivil ölümünün gerçekleştiğini ayrıca İspanyol gribi sebebi ile 150.000 ölümün yetersiz beslenme ile gerçekleştiği belirtilmiştir. Gıda Ablukasından etkilenen Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nda ise 467.000 sivilin yetersiz beslenme sebebi ile hayatını kaybetmiştir. 26 Öte yandan bebek doğumları ise 1913 yılındaki 1.84 milyondan rakamından 1918 yılında 9.93 milyon rakamına düşmüştür.27 11 Kasım 1918 Compiegne Ateşkes Antlaşması Almanya, 11 Kasım 1918 tarihinde adını imzalandığı yer olan Compiegne ormanından alan Compiegne Ateşkes Antlaşması’nın imzalamıştır. Almanya imzaladığı ateşkes antlaşması gereğince 15 gün içerisinde işgal etmiş 23 Vernon Kellog, age, s.42 Öte yandan ablukadan etkilenen Avusturya – Macaristan İmparatorluğu, işgal ettiği Sırbistan’daki gıda ürünlerine el koyması sonucunda Sırbistan kaynaklarına göre 365.000 kişi açlık ve yetersiz beslenmeden kaynaklanan tifüs salgını sebebi ile hayatını kaybetmiştir. N.P.Howard, age, s.163 24 25 N.P.Howard, age, s.166 26 Alexander B.Downes, a.g.s., s.87 27 N.P.Howard, age, s.166 423 olduğu Fransa, Belçika ve Lüksemburg’un yanında 1870-71 savaşı sırasında topraklarına katmış olduğu Alsace - Lorriane bölgesini 15 gün içerisinde boşaltmayı kabul etmiştir. (madde II). Ayrıca İtilaf devletlerine 5.000 top, 25.000 makineli tüfek, 3.000 ağır havan, 1.700 uçağı teslim edecektir.28 ( adde IV) Ren nehrinin batı yakasını askeri olarak boşaltacak ( madde V), ve 5.000 lokomotif, 150.000 vagon ve 5.000 kamyonu yedek parçaları ile birlikte İtilaf devletlerine teslim edilecektir. (madde VII)29 Gıda Ablukası konusunda ise XXVI madde düzenlemiştir. XXVI maddeye göre Almanya’ya uygulanan gıda ablukası değişmeden devam edecektir. Alman ticaret gemilerinin ise açık denizler de bulunmaları halinde İtilaf devletlerince el konulacaktır30. Ateşkes Antlaşması’nın XXXIII maddesi ise sivil Alman gemilerinin ateşkes antlaşması sonrasında her hangi bir tarafsız ülkeye satışını yasaklamaktadır.31 36 gün süre ile sınırlandırılan ateşkes antlaşması, 13 Aralık 1918 önce 17 Ocak 1919 tarihine kadar uzatılmış32, 16 Ocak 1918 tarihinde 17 Şubat 1919 tarihine kadar uzatılmıştır.33 16 Şubat 1919 tarihinde ise İtilaf devletleri almış oldukları karar ile ateşkes antlaşması için bir süre sınırı koymamışlar sadece ateşkesin bitmesini 3 gün öncesinde bildirileceği kararını almışlardır.34 Compiegne Ateşkes Antlaşması Sonrası Gıda Ablukası; Compeigne Ateşkes Antlaşmasının hemen sonrasında Fransa ve Belçika, açlık koşullarında yaşayan Almanya’da kalan sığır, at, keçi, koyun gibi canlı hayvanlara el koyarak ülkelere götürmüşlerdir.35 11 Kasım 1918 tarihinde imzalanan ateşkes antlaşması sonrasında Almanya’ya uygulanan gıda ablukası, ateşkes antlaşmasında yer alan Alman ticaret filosunun teslim edilmesi baskısı sonrasında Almanya 15 Mart 1919 tarihinde Brüksel Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştır. Bu antlaşmanın imzalanması öncesinde Almanya’ya uygulanan gıda ablukası savaşta çatışmaların bitmesine rağmen devam ettirilmiştir. Bu antlaşma ile Almanya deniz ticaret filosunu teslim etmiş ve savaş tazminatı olarak 100 milyon İngiliz PounBritish Army, “ Terms of the Armstices Concluded Between the Allied Governments and the Governments of Germanz, Austria- Hungray and Turkey”, His Majesty’s Stationnery Office, 1919, Londra, 1919 s.2 28 29 British Army, a.g.e., s.3 30 British Army, a.g.e. s.6 31 British Army, a.g.e., s.7 32 British Army a.g.e., s 11 33 British Army a.g.e., s.12 34 British Army a.g.e., s. 16 35 Degrelle Ge. Leon “ Hitler: Born at Versailles”, Torrance, CA: Institute for Historicak Review, s.510 424 du değerindeki Alman Altın Markını ve 11 milyon İngiliz Poundu değerindeki tarafsız ülke para birimini İngiltere’nin Rotterdam Büyükelçiliği’nin banka hesabına yatırmıştır. Ancak bundan sonra Almanya’nın Eylül 1919 yılına kadar 370.000 ton gıda ithal etmesine izin verilmiştir. 36 11 Kasım 1918 tarihli ateşkes antlaşması ile Versay Barış Antlaşması’nın imzalanmış olduğu tarih 28 Haziran 1919 arasında gerçekleşen gıda ablukası sebebi ile sivil insan kayıpları için 100.000 rakamı verilmektedir.37 1913 yılı sivil ölüm ortalamasına göre ölen sivil Alman sayısında toplamında 245.299 kişi fazla olarak gerçekleştiği ayrı bir rakam olarak verilmektedir.38 Compiegne Ateşkes Antlaşması Sırasında Uygulanan Abluka Sebebi – Barış Antlaşması Maddelerini Dikte Ettirebilmek Henüz savaş sürer iken İtilaf Devletleri savaş sonrası planlarını ve yeni Avrupa haritasını hazırlamış bulunmaktaydılar. Paris Barış Konferansı sırasında askeri stratejik çekinceler ve askeri jeopolitik dengeler de doğu ve merkez Avrupa’da yeni devletlerin oluşturulmasında belirleyici olmuştu. ABD vatandaşı Alfred Thayer Mahan, ABD’nin İngiltere‘yi örnek olarak denizlerde egemenlik kurarak ticarete ve uluslararası ilişkilerde güç olması gerektiği teorisi ile oluşturduğu jeopolitik düşünce ABD’nin Dünya çapında bir deniz gücü oluşumuna gerekçe olmuş idi. İngiliz coğrafyacı ve parlamento üyesi Sir Halford J.MacKinder,1904 tarihinde “Tarihin Coğrafi Ekseni”( The Geographical Pivot in History ) isimli kitabını yayımlamıştır ve kitabında “Merkez Bölge” teorisi ile yeni bir jeopolitik açılımda bulunmuş ve bu yeni yaklaşım 1.Dünya Savaşı öncesinde kabul görmüştü. MacKinder Dünya’nın önemli kaynaklarının Avrasya topraklarında, çoğunlukla Rusya’da yer aldığını belirtmiş. Dünyanın bu uzak iç bölgesindeki kaynakların deniz ticaretine elvermediği için henüz el değmemiş olduğunu ama yeni teknolojiler demiryolu gibi kolaylıklar bu kaynakları ulaşabilir kılacağını ve Dünya’daki jeopolitik ilişkileri değiştirebileceğini belirtmiştir. MacKinder düşüncelerini geliştirmeye devam etmiş ve 1919 basımı “Demokratik İdealler ve Gerçeklik” ( Demokratic Ideals and Reality ) kitabında Himalaya dağları ve diğer fiziki coğrafi engellerin, Merkez Bölge Avrasya’ya ulaşımı güçleştirdiğini, bunun istisnasının Kuzey Avrupa düzlüklerinin olduğunu belirtmiştir.39 Paris Barış Konferansı öncesinde MacKinder, Rusya’da gerçekleşen ihtilal ve yükselen Bolşevik etkisinin Merkez Bölge’nin kaynaklarını kullanarak, 36 N.P.Howard, age, s.184 Suda Lorena Ban- Laswell Lutz, “ The Blockade of Germany After the Armstice, 1918 – 1919: Selected Documents “ Stanford University Press, 1942, s.791 37 38 N.P.Howard, age, s.166 George W.White, “Nations, State, and Territory, Orgins,Evolutions, and Relationships “ Volume 1 , Rowman&LittleField Publishers,Inc, New York 2004, s.206-207 39 425 İngiltere’yi tehdit etmesinden çekinmekten ziyade Alman İmparatorluğu’ndan çekinmekte idi. Rusya’ya komşu bir Alman İmparatorluğu’nun, askeri teknoloji üstünlüğü ile kolaylıkla merkez bölge olarak nitelendirdiği Avrasya’ya ulaşabileceğini ve gelecekte İngiltere’yi tehdit edebileceğinden çekinmekte idi. İngiliz Emperyalizminin üstünlüğünü korumak için MacKinder, Almanya’nın Merkez Bölge, Avrasya’ya ulaşabilmesinin engellenmesi gerektiğini dile getirmiştir. Bunun için ise tampon devletlerin, Finlandiya’dan Yunanistan’a kadar kurulmasını Paris Barış Konferansı öncesinde önermiştir.40 Paris Barış Konferansı kararları çerçevesinde kurulan devletlerin sınırları, Almanya’ya karşı gerçekçi politika ( real politik ) kapsamında askeri stratejik öngörülerle belirlenmiştir. Aynı zamanda bu strateji sebebi ile Avrupa’nın politik haritasında ciddi değişimler meydana gelmiştir, Fransa, çoğunluğunu Almanların oluşturduğu Alsace-Lorraine’i topraklarına katmış ve sınırlarını Rhone nehrine kadar genişletmiştir. İtalya güney Tyrol’u Avusturya’dan almış, yine bu bölgedeki insanların çoğunluğu Almanca konuşan insanlardan meydana gelmekte idi. İtalya sınırlarını kuzeyde Alp dağlarının zirvelerine taşımıştır.(İtalya’nın milli programı Italia Irredanta temel alınmıştır toprak isteklerinde ) Bu sınır düzenlemeler ile kurulan Çekoslovakya devletinin batı ve güney sınırları ise tarihsel Alman kültürünün ve topluluklarının yerleşim yerlerinden oluşmakta idi. Polonya’nın batı ve denize açıldığı kuzey topraklarında ise nüfusun çoğunluğunu Almanca konuşanlar meydana getirmekte idi. Romanya savaş sonrasında, çoğunluğunu Romenlerin oluşturmadığı diğer etnik grupların meydana getirdiği Besarabya’yı topraklarına katmıştır. Romanya’nın Besarabya’yı topraklarına katması ile Çekoslovakya ve Polonya ile ortak sınır oluşması sağlanmıştır. Ortak 3 devletin sınırlarının oluşabilmesi için ise Çekoslovakya doğuda nüfusunun çoğunluğunu Ukraynalıların oluşturduğu Ruthenye’yı topraklarına katmıştır. Bu 3 ülke hem Bolşevizm’in batıya yayılmasına karşı bir tampon bölge oluşturacak aynı zamanda da Almanya’nın doğuya karşı genişlemesine engel olacaklardı. Fransa açısından ise Almanya’ya karşı tarihsel müttefikleri eski Rus İmparatorluğunun yerini alacaklar idi. Askeri stratejik gerekçeler ile oluşturulan devletler ise etnik olarak çok kimlikli ulus devletler olarak kurulmuşlardı. Versay Barış Antlaşması ile Belçika, Danimarka’da Almanya’dan toprak kazanımında bulunmuşlardı. Yeniden kurulan Polonya’nın ise askeri stratejik gerekçeler ile bir iç kara devleti olmaması için denize ulaşabilmesi gerekmekte idi ve bu ise ancak denize Alman nüfusun yoğun yaşadığı topraklara sahip olması halinde ulaşabilmesi ile mümkündü. idi. Gdansk ve Fiume, barış konferansı sırasında geleceği en çok tartışılan iki şehir olmuştur, herhangi bir devlete bağlanmaktansa, ulusla40 George W.White, a.g.e., s.207 426 rarası bir kimliğe sahip “ özgür şehirler statüsüne sokulmuştur. Her iki şehrin yönetimi seçilmiş müttefik güçlerinin değil de Milletler Cemiyeti’nin sorumluluğuna verilmiştir. MacKinder Akdeniz ile Baltık denizi arasında kurulacak bariyer ülkelerinden Polonya’nın Baltık denizine sınırının olmasını sadece ekonomik özgürlük açısından değil Almanya ile Rusya arasında bir deniz gücü olarak da yer alması gerektiğini belirtmiştir. 41 İtilaf devletlerince hazırlanan barış antlaşmasının jeo–coğrafik amaçların yanında Almanya’nın ekonomik olarak da mümkün olduğunca zayıflatılması amaçlanmıştır. Alman ekonomisi savaş öncesinde 3 temel hususa dayanmakta idi. Uluslararası ticaret, demir ve kömür, gümrük sistemi ve taşımacılık.42 İtilaf devletlerince hazırlanan barış antlaşması vasıtası ile Alman ekonomisinin dayandığı 3 temel dayanağın mümkün olduğunca zayıflatılması amaçlanmıştır. Bunun meşrulaştırılması amacı ile Barış Antlaşması’na savaş suçu maddesi yerleştirilmiştir.43 Savaş suçu maddesi ile Almanya miktarı belirli olmayan bir tazminatı İtilaf devletlerine ödemek zorunda bırakılmıştır. Tazminat ödemesine, altın, gemi, savaş malzemeleri, nakit ve her türlü malzeme dâhildir.44 Demir ve kömüre dayanan Alman ekonomisine darbe vurmak için Alsace- Lorane bölgesi Fransa’ya verilmiştir. Almanya’nın temel demir cevherini % 75’ini karşılayan Alsace-Lorane’in kaybedilmesi Alman ekonomisini sarsması amaçlanmıştır. Almanya’nın kömür üretiminin büyük bölümünü gerçekleştirdiği Saar Basin bölgesinin yönetimi özünde Fransa’ya verilmesi manasına gelecek olan Cemiyet-i Akvam’a devri kararlaştırılmıştır. Yukarı Silesya ise Polonya’ya verilmiştir.45 Ateşkes Antlaşması’nın 26. Maddesine yazılan Alman ticaret gemilerine el konulması Alman ekonomisinin taşımacılık kısmını ortadan kaldırmıştır. Alman koloniler ise İngiltere ve Fransa arasında paylaştırılmıştır. Ayrıca geleneksel savaş hukukunun dışına çıkarak Alman sivillerin Almanya dışında bulunan mülklerinin ve şirketlerinin de İtilaf devletleri taraH.J. MacKinder M.P, “ Democratic Ideals and Reality “ Constable and Copmany Ltd, London 1919, s.208 41 John Maynard Keynes, “ The Economic Consequences of Peace”, Penguin Books, New York, 1995, s.65-66 42 Almanya ile yapılan Versay Barış Antlaşması’Nın 227-230. Maddeleri, Avusturya ile yapılan Sa,ntGermain-en-Laye Barış Antlaşmasının 173-176. Maddeleri, Bulgaristan ile yapılan Trianon Barış Antlaşmasının 157-16.maddeleri savaş suçunu mağlup ülkelere yükleyerek, maddi tazminat ile ilgili ve ülkelerin bölünmesi ile ilgili maddelerin meşrulaştırılması amaçlanmıştır. Bkz. Editörler, T.L.H McCormak ve G.J.Simpson “The Law of War Crimes National and International Approaches” , Kluwer Law International, Lahey, 1997,s.47 43 44 ??? John Maynard Keynes, “ The Economic Consequences of Peace”, Penguin Books, New York, 1995, 82 -87 45 427 fından hiçbir tazminat ödemeden el konulması barış antlaşmasında yer almıştır. Buna göre Çin, Tayland, Mısır, Liberya ve daha birçok ülkede yaşayan Almanların servetleri bedelsiz olarak el konulmasının hukuki meşruiyeti savaş tazminatı maddesi ile sağlanmaya çalışılmıştır.46 Fransa Alsace – Lorraine bölgesini alacak, Ren nehrinin batısını 15 yıllığına işgal edecekti. Kömür açısından zengin Saar Bölgesi’nin yönetimi, kurulacak olan Cemiyet-i Akvam’a devredilecekti. Yeniden kurulacak olan Polonya, Almanya’nın endüstri bölgesi Yukarı Silesya’yı topraklarıma katacak, aynı zamanda Alman nüfusun yoğun olduğu Doğu Prusya’ da Polonya’nın denize ulaşımının sağlanması için Polonya’ya verilecekti. Danimarka ve Belçika kendi lehlerine sınır değişikliklerinde bulunacak ve Afrika’daki Alman kolonileri ise İngiltere ve Fransa arasında Cemiyet-i Akvam’ın manda yönetimi çerçevesinde paylaşılacaktı. Hazırlanan barış antlaşması ile Almanya, topraklarının 1/8’ini, toplum nüfusunun 171’unu, toplam tarım arazisinin 1/6’sını, toplam kömür üretiminin ½’sini, toplam demir cevheri rezervinin 2/3’ünü, toplam fabrikalarının 1/10’unu kaybetmiştir. Almanya’nın hazırlanışında dâhil olmadığı barış antlaşmasının şartlarını dikte ettirebilmek için İtilaf Devletleri gıda ablukasına Almanya Barış Antlaşması’nı imzalayıp onaylayana kadar devam ettirmek kararı almışlardır. Sonuç; Bugüne kadar sınırsız sayıda antlaşmada ve diplomatik yazışmalarda savaş kelimesi kullanılmıştır. Devletlerarasındaki silahlı eylemler genel olarak savaş olarak tanımlanmak ile birlikte var olan savaşın tarifi konusunda nerede ise her düşünürün kendisine ait bir tarifi olmuştur. Savaşın “ de jure “ tarifi ise var olan savaşın devletlerarası hukukun altın ilkesi olan karşılıklılık temelinde, savaşın kurallara bağlanmasını ifade etmektedir. Öte yandan uluslararası hukuk, zaten var olan savaşı meydana getirmemekte, sadece insancıl amaçlar doğrultusunda savaşı düzenlemektedir. 47 Kırım Savaşı sonrasında toplanan 1856 Paris Barış Konferansı sonrasında savaşa katılan taraflarca hazırlanan ve imzalanan 16 Nisan 1856 tarihli Paris Bildirgesi uluslararası savaş hukukunun başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Dört maddeden oluşan Paris Bildirgesinde, savaşa yer almayan tarafsız ülke bayrağını taşıyan gemilerdeki düşman devlete ait mala, savaş kaçağı olmamak şartı ile el koyma yasaklanmıştır. Ayrıca düşman devlete ait gemilerde bulunan tarafsız ülkelere ait mallara el koyma ve zorla alım uygulanamaz ilkesi 46 Degrelle Ge. Leon “ Hitler: Born at Versailles”, Torrance, CA: Institute for Historica Review, s.510 47 Helmut Rumpf, “ Is a Defination of War Necessary ? “ Boston Unıversity Law Review, sayı 18, s.639 428 kabul edilmiştir. Paris Bildirgesi’ne göre düşman ülke malları askeri nitelikli olmadıkları sürece tarafsız ülke gemilerinde taşınabilecek ve el konulmayacaktı.48 Paris Bildirgesi, ablukayı yasaklamaz iken, ticaret içinde yer alacak “ askeri olmayan malzeme” konusunda ise bir tarif vermemiştir.49 Askeri olmayan malzeme tanımı abluka uygulayan ülkenin yorumuna bağlı kalmıştır. Almanya’ya savaş sırasında uygulanan gıda ablukasında gıdanın savaş malzemesi sayılması tartışmaya açık bir konu olarak olabilecek iken ateşkes antlaşması sonrasında savaş halinin ortadan kalkması ile birlikte gıda ablukasının devam ettirilmesi, İngiltere’nin imzacı olduğu ve onayladığı Paris Bildirgesi’ne aykırı bulunmaktadır. 1899 Lahey Sözleşmesinin bugün de geçerli olan bir maddesi Almanya’ya uygulanan gıda ablukasını savaş suçu kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini ispat etmektedir. 1899 Lahey konferansı sırasında, işgalci bir güce karşı silahlı direniş gösteren sivillerin statüsü hakkında anlaşmazlığa düşülünce, Rus delegelerden Alman asıllı Profesör von Martens’in çözümü devreye girmiştir. Büyük devletler, silahlı direniş gösteren sivillerin ”çeteci” sayılıp, haklarında idam hükümlerinin uygulanması gerektiğini savunurlarken, küçük devletler bunların meşru savaşçılar olarak görülmesini ileri sürmüşlerdir. Von Martens’in getirdiği hüküm problemi çözmüştür. Von Marten, daha eksiksiz bir savaş hukuku yasası inşa edilene kadar, sözleşmeyi imzalayanlar, kendilerince onaylanmamış düzenlemenin kapsamadığı konularda, sivil halkın ve savaşçıların ve kamu vicdanının gereklerinin bir sonucu olarak uluslararası hukukun idaresi ve koruması altında olduklarını açıklamayı doğru bulmaktadırlar.50 Marten Çözümü’ n de bu temel üzerine kurgulanmıştır. 1899 ve 1907 La Hey sözleşmelerinde yer almıştır. Her iki sözleşme de İtilaf devletlerince imzalanmış ve onaylanmıştır. Savaş hukukunun temeli, eski çağlara dayanan ve değişmeyen iki genel ilke üzerine oturmuştur. Zorunluluk ilkesi ( düşmanı mağlup etmek zorunluluğu) ve insanlık ilkesi ( gereksiz acıların, acı çektirmelerin yasaklanması).51 Birbiriyle çelişkili görünmesine rağmen, savaş hukuku bu 2 temel üzerine inşa edilmiştir. Savaşta bu ilkelerin ihlali, doğrudan doğruya “ savaş suçu” ve “savaş suçlusu” kavramlarını ortaya çıkarmaktadır. Charles H.Stockton, The Declaration pf Paris, The American Journal of International Law, Cilt 14, Washington 1920 s.356-368 48 49 Hikckey D, “ The War of 1812 “, University Press Illinois, Illinois, 1994, s.12 Meltem Sarıbeyoğlu, “ Kitle İmha Silahlarının Yasaklanmasına İlişkin Uluslararası Düzenlemeler”, http://www.iticu.edu.tr/yayın/dergi/d5/M99964.pdf, Erişim tarihi 02/10/2014 50 Aryeh Neier, “ War Crimes: Brutality, Genocide, Terror and The Struggle for Justice”, Times Books, New York,1998, s.12 51 429 1.Dünya Savaşı sonrasında 28 Ocak 1919 tarihinde Paris Barış Konferansının Fransa Cumhurbaşkanı Raymond Poincare tarafından açılmasının 10 gün sonrasında konferans tarafından “ Savaş Sorumluları ve Uygulanacak Cezaları Tespit Komisyonu” kurulması kararlaştırılmıştır.52 Savaş Soruluları ve Uygulanacak Cezaları Tespit Komisyonu, çalışmalarını 29 Mart 1919 tarihinde tamamlayarak toplam 32 savaş suçunu başlıklar altında belirlemiştir. Belirlenen suçlarından 4 numaralı başlık Sivillerin kasıtlı şekilde açlığa mahkûm edilmesi başlığını taşımaktadır.53 İtilaf devletlerini oluşturan İngiltere, Fransa ve ABD tarafından çatışmaların sonuçlandığı bir dönemde, hiçbir askeri gerekçeye dayanmadan sadece sunulacak olan barış antlaşması maddelerini dikte ettirebilmek adına uygulanan ateşkes dönemi Almanya’ya uygulanan gıda ambargosu bugün için “İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar” kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir. Kaynakça; Kitaplar; Alexander B.Downes, “ Targeting Civilians in War”, Cornwell Univesity Press, 2008, s.85 Alexander Gillespie, “A History of the Laws of War” Baker Nicholson “ Churchill” Human Smoke Baker Nicholson “ Churchill” Human Smoke, Simon&Schuster, Londra 2008, s.2 British Army, “ Terms of the Armstices Concluded Between the Allied Governments and the Governments of Germanz, Austria- Hungray and Turkey” Christopher Blackburn,” French Revolution Wars of the ( 1792 – 1799 ), “, “Encyclopedia pf Prisoners of War and Internment “, Editör Jonathan F.Vance, Abc – Clıo,Inc, Calıfornia , 2000,s.104 Degrelle Ge. Leon “ Hitler: Born at Versailles”, Degrelle Ge. Leon “ Hitler: Born at Versailles”, George W.White, “Nations, State, and Territory , Orgins,Evolutions, and Relationships “ Volume 1 , Rowman&LittleField Publishers,Inc, New York 2004, s.206-207 Hikckey D, “ The War of 1812 James F.Willis, “ Prologue to Nuremberg, The Politics abd Diplomacy of Punishing War Criminals of the First World War”, Greenwood Press, Londra, 1982,s. 68 Jeremy Black, “ The Age of Total War 1860 – 1945”, , Rowman& Little field, Plymouth, 2006, s.1-10 James F.Willis, “ Prologue to Nuremberg, The Politics abd Diplomacy of Punishing War Criminals of the First World War”, Greenwood Press, Londra, 1982,s. 68 52 53 The American Journal of International Law, C. 14, Oxford University Press, New York, s.114 430 Ludwing von Mises, “ Omnipotent Government, The Rise of the Total State and Total War”, Liberty Fund, 2010, Indiana, s.104 Martin van Creveld, “ The Transformation of War “, The Free Press, New York, 1991, s.38 – 41 N.P Howard, “The Social and Political COnsequences of the Allied Food Blockade of Germany, 1918-1919 ” T.L.H McCormak ve G.J.Simpson “The Law of War Crimes National and International Approaches” , Kluwer Law International, Lahey, 1997,s.47 Vernon Kellog, “Germany in the War and After “, Makaleler Charles H.Stockton, The Declaration pf Paris, The American Journal of International Law, Degrelle Ge. Leon “ Hitler: Born at Versailles”, Torrance, CA: Institute for Historica Review, s.510 Georg İggers, “20. Yüzyılda Tarihyazımı”, Tarihi Kötüye Kullanma İçinde, (Çev. Nurettin Elhüseyni), Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul, 2003 Helmut Rumpf, “ Is a Defination of War Necessary ? “ Boston Unıversity Law Review, sayı 18, s.63 Letter of German Foreign Office, Naval War College N.P Howard, “The Social and Political Consequences of the Allied Food Blockade of Germany, 1918-1919” German History Cilt 11 ,sayı 2 1993, S.161- 188 , s.1629 Nuri Bilgin, “Ermeni Soykırım İddiaları ve Tarihin İnşası”, Ermeni Araştırmaları 1. Türkiye Kongresi Bildirileri, 1. Cilt, (Haz.lar: Şenol Kantarcı, Kamer Kasım, İbrahim Kaya, Sedat Laçiner), ASAM-EREN, Ankara, 2003 İnternet Kaynakları; Meltem Sarıbeyoğlu, “ Kitle İmha Silahlarının Yasaklanmasına İlişkin Uluslararası Düzenlemeler”, http://www.iticu.edu.tr/yayın/dergi/ d5/M99964.pdf, Erişim tarihi 02/10/2014 Tomoyuki Ishizu, “ Total War and Social Changes: With a Force on Arthur Marwick’s Perspective on War ‘, http://www.nids.go.jp/english/event/forum/ pdf/2011/09.pdf, Erişim tarihi 14/06/2014, Treaty of Versailles, http.//en.wikisource.org/wiki/Treaty_of_Versailles, Erişim Tarihi 10/10/2014 431 Özet 1.Dünya Savaşı sonrasında 28 Ocak 1919 tarihinde Paris Barış Konferansının açılmasının 10 gün sonrasında konferans tarafından “ Savaş Sorumluları ve Uygulanacak Cezaları Tespit Komisyonu” kurulması kararlaştırılmıştır. Savaş Soruluları ve Uygulanacak Cezaları Tespit Komisyonu, çalışmalarını 29 Mart 1919 tarihinde tamamlayarak toplam 32 savaş suçunu başlıklar altında belirlemiştir. Belirlenen suçlarından 4 numaralı başlık Sivillerin kasıtlı şekilde açlığa mahkûm edilmesi başlığını taşımaktadır. Trajik-komik olarak sivillerin açlığa mahkûm edilmesi savaş suçu olarak ilan edilmiş de olsa, ilanın gerçekleştirildiği gün Almanya’ya uygulanan gıda ambargosu devam etmekte ve sivil Alman nüfus açlıktan hayatlarını kaybetmekte idi. 11 Kasım 1918 tarihli Compiegne Ateşkes Antlaşması ile Versay Barış Antlaşması’nın imzalanmış olduğu tarih 28 Haziran 1919 arasında gerçekleşen gıda ablukası sebebi ile sivil insan kayıpları için 100.000 rakamı verilmektedir. 1913 yılı sivil ölüm ortalamasına göre ölen sivil Alman sayısında toplamında 245.299 kişi fazla olarak gerçekleştiği ayrı bir rakam olarak verilmektedir. İngiltere, Fransa ve ABD tarafından barış antlaşmaları şartlarını dikte ettirebilmek amacı ile uygulanan ateşkes döneminde sivilleri hedef alan gıda ambargosu, çatışma ortamının olmadığı bir dönemde gerçekleştiği için hiçbir askeri amaç taşımayan, siyasi ve politik sebepler ile gerçekleştirildiği için bugün insanlığa karşı işlenen suç kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir. Anahtar Kelimeler; Savaş suçu, İnsanlığa karşı işlenen suçlar, Compiegne Ateşkes Antlaşması, Gıda Ambargosu, 1.Dünya Savaşı Abstract Food Blockade Applied to Germany as a War Crime After the Armistice in the 1st World War The Commission on the Responsibility of the Authors of the War and on the Enforcement of Penalties was a commission established at the Paris Peace Conference, in 1919. Its role was to analyze the background of the war as well as to investigate and to recommend individuals for prosecution, for committing war crimes during the First World War. The Commission submitted its report on the 29th of March 1919, listing violations of the laws and customs of war which should be subject to criminal prosecution, including “deliberate starvation of civilians” in ‘article 4’ of the report. Tragic events which have been condemned as the starvation of civilians as a war crime, the food embargo imposed upon Germany on the proclamati432 on of the day, were in progress. The German civilian populations were being killed as a result of starvation. Between the Compiegne Armistice Agreement dated November 11, 1918 and the Versailles Armistice Treaty dated on June 28, 1919, the food blockade caused more than 100,000 civilian losses of German. The total average number of German civilian deaths numbered over 245,299 individuals compared to the period between armistices and the signing of the Treaty of Versailles to the average civilian deaths in 1913 given as a separate statistic. Britain, France and the United States food embargo was applied with the aim of dictating the terms of peace treaties, targeting civilians in the armistice period, which carried no military purpose during the period of conflict, but were simply carried out for political and policy purposes and as such should today be considered within the scope of crimes against humanity. Key Words; War Crime, Crimes agianst humanity, Compeigne Armstice Agreement, Food Blockade, 1st World War 433 Birinci Dünya Savaşı’nın Diplomaside Yarattığı Değişimlerin Yapısal Analizi Murat JANE* Barış ÖZDAL** Giriş Literatürde genel kabul gördüğü üzere 1648 Westphalia Barış Antlaşmaları ile kurulduğu kabul edilen modern uluslararası ilişkilerin ve Westphalian uluslararası sistemin güvenlik algısı, sistemi oluşturan egemen eşit devletlerin varlıklarının devamı üzerine kurulmuştur. Sistemin merkezindeki aktörler ise uzun süre egemen devletler olmuş ve bu bağlamda egemenlik ve ulus-devlet kavramları, 1. Dünya Savaşı öncesinde Westphalian uluslararası sistemde birbirleriyle ilintilendirilmiştir1. Westphalian uluslararası sistemde devletlerin dış politikalarının temelini “devlet çıkarı” (Raison D’etat) oluşturmuştur. “Devlet çıkarı” ilkesi, Avrupa’da diplomatik ilişkilerin gizli yürütülmesini beraberinde getirmiş, Avrupa tarzı modern diplomasi; Kardinal Richelieu, Klemens Von Metternich, Charles Maurice de Talleyrandgibi devlet adamı ve diplomatların kişisel insiyatifleri çerçevesinde yürütülmüştür. İstikrarsız ittifaklar, gizli diplomasi, kişisel kararlara bağ(ım)lı ve salt devlet çıkarı esasında şekillenmiş modern diplomasi ise uzun vadede,“la Der Des Ders” yani “tüm savaşların en sonuncusu / the last of the all wars” biçiminde tanımlanan1. Dünya Savaşı’na yol açmıştır. İlk bakışta şairane bir ifade gibi duran bu tanımlamanın amacının, aslında savaşın sonunda oluşturulan uluslararası sistemin yeni yapısı üzerinden, kamuoylarında “sürdürülebilir bir barış” algısı yaratmak olduğu ileri sürülebilir. Bu algıyı yaratmak, hatta algının ötesinde bu amacı pratiğe geçirmek için mevcut diplomasi ilkeleri ve yöntemleri dışında alternatif ilke ve yöntemler de gündeme gelmiştir. Bu bağlamda ABD Başkanı Woodrow Wilson ve SSCB Devlet Başkanı Vladimir İliç Lenin’in uyguladığı açık diplomasi ve MC’nin kurulmasıyla gündeme gelen parlamenter diplomasi uygulaması 1. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası sistemi ve diplomasiyi belirleyici etkilerde bulunmuştur. Arş. Gör., Uludağ Üniversitesi, [email protected]. Doç. Dr., Uludağ Üniversitesi, [email protected]. 1 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz., Barış Özdal, Avrupa Birliği Siyasi Bir Cüce, Askeri Bir Solucan mı? Ortak Dış Politika ve Güvenlik Politikası ile Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası Oluşturma Süreçlerinin Tarihsel Gelişimi, Bursa 2013, s. 3 ve 6-7. * ** 435 1. 1648-1914 Yılları Arası Dönemde Westphalian Sistem2 Tarihsel bir perspektiften bakıldığında 1618–1648 yılları arasında yapılan 30 Yıl Savaşları’nı sona erdiren Westphalia Barış Antlaşmaları ile modern anlamda uluslararası ilişkilerin başladığı ve uluslararası sistem oluştuğu genel olarak kabul edilmektedir3. 1. Dünya Savaşı’na kadar olan zaman dilimi esas alındığında Westphalian Sistemi 1648-1815