flte kahraman

Transkript

flte kahraman
y›l: 1 say›: 11 fiyat›: 1 YTL (1 Milyon TL) 25 Kas›m-1 Aral›k 2005
ISSN 1306 0830
Cennette yer
kalmay›nca
zombi olarak
dünyaya dönen
hac›lar isteksiz
ve moralsiz
H›ristiyanlar›n zombileflmemesi gerçe¤i uyar›nca
toplu halde din de¤ifltirmeye kalkan bir grup hac›
Zekeriya Beyaz’›n beynini yemeye çal›flt›.
Türk futbolunun üstündeki
kara bulut, Türk Spor Yazarlar›
Konseyi taraf›ndan deflifre edildi.
‹flte kahraman:
Turgay fieren
Hazin bir milli maç ertesinde Türk
futbolu en büyük düflüfllerinden
bir tanesini yaflayarak 2 kez
kat›ld›¤› Dünya kupas›
d›fl›nda kald›. Herkes,
futbolumuzun içine düfltü¤ü
durumu konuflurken, Türk
spor yazarlar› halk›n önüne
geçtiler ve içinde
bulundu¤umuz bu zor
zamanda futboldaki
suçluyu bize gösterdiler.
Kahraman Turgay
fieren önderli¤indeki
spor yazarlar› konseyi
Blatter’in maskesini
düflürdü. (s.2)
n Çizme fabrikas›nda
rezillik diz boyu. (s.3)
n Nihilist Rus subay,
her önüne gelene nükleer füzelerin flifresini
söylüyor. (s.5)
n Araflt›rma: “Araflt›rma
görevlileri kesinlikle
daha yüksek maafllar›
hak ediyorlar.” (s.2)
n 1997’den beri cüz-
danda bekleyen prezervatif, suya düflen ümitlerin simgesi. (s.6)
n Matematik finalinin
dört dörtlük geçti¤ini
düflünen üniversiteli,
16 alarak s›n›fta kald›.
(s.4)
2
EKfi‹ 25 Kasım-1 Aralık
yaflam
Çakı-Yorum
fiADAN ÇAKI
[email protected]
Eflk›ya dünyaya
hükümdar olmaz
erhaba değerli Ekşi okurları. Yeryüzünde yaşayan 300 milyon kadar Türk ve kendini
Türk hisseden nereden baksan bi 100-150
milyon kadar dünya vatandaşıyla birlikte ben de geçtiğimiz haftayı şaşkınlık ve keder içerisinde geçirdim,
günlerce elim ayağım tutmadı. Adeta şokta gibiydim.
Evet sevgili okurlarım, tahmin ettiğiniz gibi geçen hafta oynanan o talihsiz İsviçre maçından ve sonrasında
yaşananlardan bahsediyorum...
Hepimiz nefeslerimizi tutarak izledik sevgili okurlarım, düşmanı sahada nasıl eze eze yendiğimizi (4 gol
attık lan) hatta hızımızı alamayıp bir de saha dışında nasıl önümüze katıp aman vermeden kovaladığımızı... Şu
Çılgın Türkler olarak ikili mücadeleleri yalnızca 90 dakikayla sınırlandırmayıp bitiş düdüğünden sonra da aynı azim ve kararlılıkla sürdürdüğümüzü dünya alem
naklen gördü. Bir kez daha dosta güven düşmana korku saldık. Ama işte saldık da nooldu anasını satayım?
Blatter, Türk
futbolunu baltalad›
Türk olmayan F‹FA Baflkan› Sepp Blatter, ‹sviçrelili¤i ile
Türkiye’yi ad›m ad›m Dünya Kupas› d›fl›nda b›rakt›
M
Haçl› zihniyeti
Tarih her zamanki gibi tekerrür etti ve biz yine çağdışı haçlı zihniyetine ve onların çirkin Bizans oyunlarına kurban gittik, sahada ve soyunma odası koridorlarında kazandıklarımızı bir kez daha masa başında kaybettik. Rakibimizi dünyanın gözü önünde her anlamda ezdiğimiz halde sonuçta nasıl oluyorsa elenen de yine biz
olduk, yetmedi üstüne bir de çok çirkin suçlamalara
maruz kaldık. Çok merak ediyorum aynı sonuçlarla
ama bu kez onların bayrağında hilal, bizimkinde haç olsa yine biz mi elenecektik, yine biz mi suçlanacaktık,
yine İsviçre mi katılacaktı Dünya Kupası’na? Hiç sanmıyorum. Ve maalesef bu haçlı hegomanyası kırılmadıkça bizim makus talihimiz de değişmeyecek değerli
okurlarım. Neden mi? Anlatayım...
Ben pek kuralları bilmediğim için maçtan sonra spor
servisindeki arkadaşlarımı toplayıp sordum, “Nasıl oluyor bu iş, niye yendiğimiz halde biz eleniyoruz?” diye.
Anlattılar; yok efendim deplasmanda atılan gol daha
önemliymiş de orda iki yemişiz de falan. “Yaa bırakın
bunları çocuklar” dedim “Bana masal anlatmayın, esas
bu işin başındaki adam nereli siz onu söyleyin”. Çocuklar “Adam İsviçrelidir Şadan Abi” deyince olay orada çözüldü benim için. Akıllı olalım değerli okurlarım,
bu adamlar belli ki tezgahı kurmuşlar. Kuralları da onlar belirliyor, bu işin ekmeğini de onlar yiyor. Tabii ki
işlerine geldiği gibi kural koyacaklar. Sen istediğin kadar gol at galip gel fark etmez. Adam hemen bir kural
çıkartır, misal der ki “Bayrağında haç olan takımın attığı
bir gol beş gol yerine geçer”. Yine kendini galip sayar,
sen sabaha kadar gol atsan yine elenirsin. Bu işler böyle değerli okurlarım, bal tutan her yerde parmağını yalar, tekkeyi bekleyen her zaman çorbasını içer, işini bilmeyen çavuşlar amaaan neyse anladınız lan işte...
Bu hafta değinmek istediğim diğer bir konu da ülkemizi etkisi altına almaya çalışan terör ve panik dalgası.
Evet değerli okurlarım, yine bir yerlerde düğmeye basıldı. Gerek ardı ardına patlayan bombalarla olsun, gerek verilmeyen bariz penaltılarla olsun halkımız provoke edilmeye çalışılıyor. Biz bu filmi daha önce de gördük. Hayır 80 öncesinden bahsetmiyorum, o kadar uzağa gitmeye gerek yok. 1998 Fransa Dünya Kupası’nı
hatırlayalım. Elemelerde Belçika’ya attığımız buz gibi
gol iptal edilmese Fransa’da biz de olacaktık. Oynanan
oyun aynı, isimler değişik. Terörle ne alakası var
diyeceksiniz. Ne biliyim lan aklım hâlâ maçta benim
siz kurun işte bir alaka. Neyse yani sonuçta terör kötü
bi şey oyuna gelmeyelim, uyanık olalım onu diycem...
Haftaya görüşmek üzere, hepinizi can-ı gönülden
öpüyorum değerli okurlarım.
Ne zaman adam oluruz?
Ayağa kısa paslarla oynayıp verkaçlarla rakip
defansın arkasına adam kaçırmayı becerebildiğimiz
zaman. Bir de defansa iki tane sağlam adam lazım...
Blatter,
konseyden
kaçamad›.
ürk Milli Takımının 16 Kasım
2005 tarihinde Şükrü Saraçoğlu stadında yapılan İsviçre maçını 4-2 kazanmasına rağmen Dünya
Kupası dışında kalması birçok hadisenin başlangıcı oldu. Maç sonrasında
yaşanan olaylar ile ilgili Blatter’in
yaptığı açıklamalar ise akılları soru
işareti ile doldurdu. Yoda’ya benzerliği ile ünlenen bilge Turgay Şeren ise
Blatter’in taraflılık maskesini düşüren
kişiydi.
T
Blatter, maç öncesinde
istifa etmeliydi
Blatter’in oyunlarına karşı daha
fazla susamayacağı için televizyon
programında konuşan Turgay Şeren,
Güntekin Onay’ın da yardımını alarak
programda şunları söyledi; “Blatter
FIFA Başkanı di mi? Başkan di mi?
Belli zaten. Nereli? İsviçreli. İsviçreli
di mi? Evet İsviçreli. Türkiye kiminle
oynuyor? İsviçre di mi? Evet İsviçre.
Kırmızı formaları var. Kırmızı formayla oynuyorlar. İsviçre. Şimdi İsviçreli
birinin başkanı olduğu bir organizasyonun müsabakasında İsviçre milli takımı oynayabilir mi? Niçin İsviçre
Milli Takımı’nın yer aldığı bir FIFA
turnuvasında FIFA Başkanı İsviçreli?
Türkiye-İsviçre milli maçında hakem
İsviçreli olamıyor, FIFA Başkanı olabiliyor? İlk yanlış bence bu. Blatter
maçlardan önce istifa etmeliydi.”
“4-2 kazanmamıza rağmen turnuvaya katılamamız da Blatter’in suçu-
dur.
Bu sözleri ile büyük bir gerçeğe
işaret eden Turgay Şeren’den sonra
Ahmet Çakar da Blatter’in foyasını ortaya çıkardı. Ahmet Çakar, yine televizyon programında, şu açıklamayı
yaptı: “Türkiye maçı 4-2 kazandı mı,
kazanmadı mı? Kazandı. Peki, 4-2 kazanmasına rağmen nasıl Dünya Kupasına gidemez? Çünkü birileri öyle bir
kural koymuş ki deplasmanda atılan
gol, içeride atılan golden daha değerli
sayılıyor. Ne malum daha değerli olduğu? Daha mı çok enerji sarf ediyorlar? Şerefsiz olması muhtemel bir insan, bakın şerefsiz demiyorum, ama
şerefsiz ve adi bir insan olması ihtimal
olan bir insan, adidir de demiyorum,
böyle bir kural koymuş. Kim o insan?
FIFA Başkanı Sepp Blatter. Sepp Blatter İsviçreli olduğu için bu günleri görerek daha önceden bu kuralı değiştirmiş ve koymuştur. Kuralları İsviçre
çıkarlarına göre değişen böylesi bir
turnuvanın varlığı ahlaksızlıktır.”
artan şüpheler Blatter’in demecinden
sonra kesinlik kazandı. Köşe yazısında
bilge Turgay Şeren çifte standardı
şöyle açıkladı: “İsviçre-Türkiye milli
maçında İsviçreliler İstiklal Marşımızı
ıslıklamadılar mı? İstanbul’da marşı
daha iyi ıslıkladık kimse duyamadı!
Bu bakımdan kazandık. Gene İsviçre’de oynanan maçta İsviçreliler futbolcularımızı tahrik ettiler. Halbuki
biz, İstanbul’da çok daha iyi tahrik ettik hatta antrenörlerimiz de destek
verdi di mi? Mehmet çelme taktı çocuğa. Daha da iyi tahrik oldular.
Burada da üstünüz. İsviçre’de oynanan maç sonunda olaylar çıktı. İstanbul’da daha iyi olaylar çıkardık. Alpay ile Emre adamları hacamat ettiler
di mi? Ettiler. Onlar, İsviçre’de 2 gol
attı. Biz ise İstanbul’da 4 gol attık.
Şimdi nasıl kaybederiz? Her bakımdan yenmişiz. Her bakımdan ezmişiz.
Ancak Blatter İsviçreli olduğu için İsviçre kazanmış sayıldı. Bu haksızlıktır
di mi?”
Blatter, ‹sviçre’yi tuttu
Blatter, Milli Tak›m’a
hiç destek olmad›
Türk Spor Yazarları Konseyi’nin
en önemli isimlerinden Hıncal Uluç
ise İsviçreli Blatter’in Türkiye - İsviçre maçında İsviçre’yi tutmasının muhtemel olduğuna işaret edip “FIFA
Başkanı İsviçre kazansın istiyor. Kaybetmesi mümkün mü?” şeklinde bir
soru sordu. Doğumundan beri İsviçreli olduğu bilinen ve hâlâ da İsviçreli
kalmakta ısrar eden Blatter’in üstünde
Maçtan önce de Milli Takımımıza
şans dilemeyen Blatter böylelikle her
bakımdan Dünya Kupası dışında kalmamızda etken olurken, foyasının ortaya çıkmasından yakasını kurtaramadı. Türk Spor Yazarları Konseyi
tarafından deşifre edilen Blatter’in ne
gibi bir açıklama yapacağı merakla
bekleniyor.
Tufl hassasiyetli asansörler geliyor
Japonya
okyo’da bu yıl düzenlenen teknoloji fuarı EXPO 2005’te
asansör beklerken sabırsızlanan, devamlı acelesi olan ve günü kötü geçen kişiler için dizayn edilmiş “Tuş
Hassasiyetli Asansörler” tanıtıldı.
Yıl sonunda üretim ve dağıtımına
başlanacak olan ve “21. yüzyılın
asansörü” olarak anılan asansörler,
asansör kullanıcılarının asansörün
tuşlarına basma şiddeti ve sıklığına
T
göre işlemleri hızlandırıp yavaşlatarak hem acelesi olanlara daha hızlı
hizmet veriyor hem de asansör içinde çalınan müziği yumuşatıp yolcuların sinirlerini yatıştırıyor. Kat aralarında boş yere durma halinde “kapıyı kapa” tuşuna basış hızı ve miktarına göre kapıyı çarparak kapayan
asansör, yolcularına hem kendilerini ve duygularını ifade etme
şansı hem de başkalarının saçma
sapan işlerine koşarken dahi iktidar
ve tatmin hissi veriyor.
aktüel
25 Kasım-1 Aralık EKfi‹
3
3. sayfa haberi!
Baykal tekrar
genel baflkan
Yaln›z Deniz Baykal’›n oy verdi¤i seçimde, Deniz Baykal
oylar›n tamam›n› alarak yeniden Genel Baflkan seçildi
tatürk Spor Sarayı’nda
gerçekleştirilen CHP’nin
31. Olağan Kurultayı sona
erdi. 1538 delegeden yalnız bir tanesinin CHP Genel Başkanı olmak
istemesi hasebiyle tek bir adayla
gidilen başkanlık seçimi, demokratik kıstaslarla başarılı şekilde sona erdi. Deniz Baykal oyların tamamını alarak bir kez daha CHP
Genel Başkanı oldu.
A
Partililer seçim
yapmakta zorlanmad›
1538 delegenin oy vermek üzere katıldığı seçimde, tek aday olan
Deniz Baykal oy verme işlemi öncesinde Divan Başkanlığı’na bir
dilekçe vererek yeni bir öneri getirdi. Öneri; CHP’nin halkın parasıyla sağlanan maddi gücünü kötüye kullanmamak, gereksiz işgücü
sarfiyatı yapmamak, vakti en makul şekilde kullanmak ve delegeleri boşuna yormamak gerekçeleri
ile Genel Başkanlık seçimi sırasın-
da tek bir kişinin oy vermek üzere
seçilmesini içeriyordu. Delegelerin yoğun alkışı ve tezahüratı ile
destek bulan öneri, el kaldırma
şeklinde oylandıktan sonra, bir süre oy vermek üzere seçilecek kişilerin aday olması beklendi. Bu göreve de kimse istekli olmadığı için
adaylığını koyan Baykal, yoğun bir
destekle oy vermek üzere delegeler tarafından “oy verme delegesi”
seçildi. Bu işlemden sonra seçime
gidilen kurultayda oy verme işlemi 18 saniye, oyların sayılması ise
3 saniye sürdü.
Bütün oylar Baykal’a
Oy sayım işleminin bitiminden
sonra resmi sonuçları açıklayan
CHP Divan Kurulu, seçimi Deniz
Baykal’ın kazandığını açıkladı.
Bundan sonra 2 saat sürecek bir
konuşma yapan CHP Genel Başkanı, konuşmasında Avrupa Birliği
ülkelerine çattı: “Bir kısım Avrupa
ülkelerinin Türkiye’den rahatsız ol-
masını anlıyoruz, ancak husumet
beslemelerini anlamıyoruz. Demokratik ve bölgesinde güçlü Türkiye, demokratik Avrupa’nın da garantisidir. Bugün bunu göremeyen
bazı Avrupalı liderlerin hallerini de
üzülerek görüyoruz. Türkiye’ye
demokrasi dersi vermeden önce
basın hürriyeti adı altında bir takım
illegal örgütlere destek veren medya kuruluşlarına arka çıkmayı bıraksınlar. Zira bu neviden olaylar
demokrasi ile de hürriyet ile de
bağdaşmaz” diyen Baykal, iktidara
da yüklendi. 2 saat süren konuşma
sonrasında yoğun alkışlarla sahneden inen Baykal, 32. kurultayda
görüşmek üzere temennisiyle
delegeleriyle vedalaştı. Veda
sırasında CHP İzmir Gençlik Kolları’nın hazırladığı ve Deniz Baykal’la Kim Jong İl’i beraber gösteren “Denizleri Kim’ler bilir
Kim’ler anlar?” pankartının Deniz
Baykal’ın gözlerini doldurduğu
dikkatlerden kaçmadı.
‹flte günü kurtaran meta-haber!
edya dünyasına yakın kaynaklardan alınan bilgilere
göre, her cuma “Ekşi” adıyla piyasaya sürülen 16
sayfalık bir dergi, bu hafta sayfalarını dolduracak miktarda haber ve yazı bulamayınca, içinde bulunduğu durumu
sayfalarına malzeme yapma yoluna giderek günü kurtarmaya çalıştı.
Dergi hiyerarşisindeki konumunun hassasiyeti sebebiyle ismini vermek istemeyen bir Ekşi yetkilisi, “Yıllardır Hürriyet, Sabah, Vatan gibi Türk medyasının amiral
gemisi, zırhlı piyade birliği pozisyonundaki gazetelerin,
3-5 gün önceki manşetlerini sürmanşet olarak kullanmalarını, bu vesileyle koca kapak sayfasının üçte birini
recycle ettikleri (geri dönüşüme soktukları) eski malzemelerle doldurmalarını dikkatle izliyorduk. Bu hafta yazar kadromuzun elimizde olmayan sebeplerden dolayı
(Bahamalar’da tatil) dergiyi bitirememeleri, bizi medyadaki ağabeylerimizi örnek almaya itti” diye konuştu.
Uzmanlar, “meta-haber” adı da verilen “yayın organının kendi kendini haber yapması” geleneğinin Türkiye’de
ilk defa “Gazette Française de Constantinople” da 17
Aralık 1795 tarihinde çıkan “Gazeteniz Gazette Française
kar yağışını 16 Aralık’ta tahmin etmişti!” şeklindeki sürmanşet ile başladığını belirtiyorlar.
M
Ulemaya sorulmadan belirlenen
hububat fiyatlar› gerginlik yaratt›
Ankara
oprak Mahsulleri Ofisi (TMO) Genel Müdürü İsmail Kanioğlu geçtiğimiz günlerde bu yılın hububat
alım fiyatlarını açıkladı. Açıklamanın arkasından Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehmet
Mehdi Eker tarafından aranan Kanioğlu,
fiyatları ulemaya sormadığı için eleştirildi.
T
Ulema, tar›m gibi, ekmek
gibi kutsal konularda
otoritedir
Kanioğlu, Anadolu durum buğdayının
kilogramının 330 bin (33 YKr) lira, Anadolu kırmızıbeyaz sert ve diğer durum buğdayın kilogram fiyatının 340 bin (34 YKr)
liradan alımının yapılacağını bildirdikten
sonra, fiyatları az bulan Tarım ve Köy İşleri Bakanı Mehmet Mehdi Eker kendisini
arayarak fiyatların belirlenmesinde hangi
usul ve kıstasların geçerli olduğunu sordu.
TMO’nun verilen bütçeye göre, yasal
şekilde belirlediği fiyatlar olduğunu öğrendikten sonra, hububat fiyatlarında temel olan şeyin hububatı üreten halk ve geleneksel yöntemlerle buğdayını topraktan
çıkartan halkın din duyguları olduğunu
söyleyen Kanioğlu, fiyat belirlemesinde fıkıh ilmine, konuyla alakalı hadis-i şeriflere dikkat edilmemesinin kabul edilemez
olduğunu belirtip, ulema fikrinin alınmamasının TMO’dan beklenmeyecek bir hata
olduğunu belirtti. “Ulema, kuşkusuz bu
konuda en üstün mercidir ve tarım gibi,
ekmek gibi kutsal konular hususunda fikirlerinin alınması gerekir. Ulema fikri
alınmadan belirlenen hububat alım fiyatı
yanlıştır” diyen Tarım ve Köyişleri Bakanı,
TMO genel müdürünü görevden almak
üzere harekete geçti.
noktasındayız.” sözlerini sarf etti. Diyanet
işleri Başkanlığı ise yaptığı açıklamada
“Tarlalar dilenilen şekilde sürülebilir.”
yönünde bir fetva verdiklerini, tarım
fiyatlarında ise TMO’nun halkın isteklerini göz önüne alması gerektiğini
düşündüklerini belirtti.
Diyanet ‹flleri Baflkanl›¤›
konu hakk›nda bir
fetva yay›mlad›
“Hükümet daha fazla para
vermek istiyorsa vermeli”
Hilal kaşlı Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan da giymiş olduğu şık takım
elbisesiyle dikkatleri çektiği basın toplantısında Tarım ve Köyişleri Bakanı’na sahip çıkarken, “Bilirkişi olarak ulemanın
hububat fiyatlarında görüş bildirmesi
TMO genel müdürü Kanioğlu bu hususlar hakkında sorulan sorulara cevap
vermekten kaçınırken, “Hububat alım fiyatları düşük bulunuyorsa bu artırılabilir,
Başbakanımızın bunu değiştirmesinde bizce de bir mahsur yok.” diyerek mevcut
gerginliği azaltmaya çalıştı.
4
EKfi‹ 25 Kasım-1 Aralık
gündem
Halktan sesler
KISA... KISA / YURTTAN...
Irak’ta geçen gün
birileri daha öldü
Olaya yakın kaynaklara göre, Irak’ta geçen ya da
önceki gün düzenlenen bir saldırıda sayıları hemen
unutulduğu için tam olarak belirlenemeyen birkaç
kişi öldü. Irak’ın ortalarında bir yerde olan Hadisa
veya Hadissa adındaki kentte gerçekleşen bu saldırı
da aynı diğer saldırılar gibi direnişçiler tarafından
icra edildi. Hatırlanacağı gibi direnişçiler, Irak’ta
ABD işgaline karşı direnenleri simgeliyorlar. Genel
olarak saldırılar düzenleyen direnişçilerin, bu
saldırılarında şimdilik önemli bir sonuç alamadıkları
söyleniyor. Buna karşın Ortadoğu bölgesinde
Türkiye’nin komşusu olduğu arada bir hatırlanan
Irak’ta Amerikan işgalinden beri sürekli saldırılar
yapan direnişçilerin Mart 2003 tarihinden itibaren
birçok kişiyi öldürdükleri biliniyor. Bütün bu
saldırılara rağmen ABD ordusu bölgede hâlâ etkin
ve çekilmeyi düşünmüyor... muş.
MSN mesaj› ile yap›lan
trip ses getirmedi
Önceki gece kavga ettiği ve soğuk ayrılınan kız
arkadaş hedef alarak yazılan MSN kişisel mesajı
umduğu ilgiyi görmedi. “Her dost dosdoğru dost olmuyor. - Shakespeare” şeklindeki kişisel mesajının
beklediği “Bu laf bana mı?” mesajını getirmemesi
üzerine mesajın dozunu arttıran erkek arkadaş Selim
Uysaler, “Cahille sohbet kestim. Anlayana...” diyerek sertleştiyse de yine ses alamadı. Muhatabını online gördüğü halde tepki alamamasına sinirlenen
Uysaler’in kişisel mesaj hanesine, “Sinem! Senin ta
a..na koyayım” yazması ise Uysaler’in “Friends”
listesinden bazı kişilerin kendisini usulca silip engelleme listesine almasıyla sonuçlandı. Kız arkadaş
Sinem’in ise olaylar esnasında MSN’i açık unutup
alışverişe çıkmış olduğu öğrenildi.
Dinozorlar›n
ak›beti belli oldu!
Ağrı Dağı’nda bulunduğu varsayılan Nuh’un Gemisi üzerine devam eden kazı çalışmalarında enteresan bilgilere ulaşıldı. Dinozor türlerinin esrarlı bir şekilde yok olması ile ilgili teori üretmekte zorlanan bilim dünyası bu bulgularla sarsıldı. Cambridge Üniversitesi Degmantasyon Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ord. Prof. Eydur Gudyonsen yaptığı açıklamada, “Bulgular gerçekten hayret verici. Ele geçirdiğimiz tahta bir tabelada ‘iske... mah... meyiniz’ yazıyordu. Bu kanıttan yola çıkarak yaptığımız araştırmalarda bir şekilde dinozorların Nuh’un Gemisi’ne
binerken iskele verilmeden atlamaya çalıştıklarını ve
fırtınada dengelerini bulamayarak denize düştüklerini tespit ettik” dedi. Açıklama bilim dünyasını da
ikiye ayırdı. Degmantologlar iskele verilmeden vapura atlamanın bir türü yok edebileceğini iddia ederken,
saygın bilim adamları savları reddediyorlar.
‹statistik
Perflembe günü
fiükran Bayram›’n›
kutlayan Amerikal›
dostlar›m›z bu
sene nelere
flükrediyorlar?
%7
%22
(%17)
%8
%15
%3
%28
n Irak’ta yaflamad›klar›na (%17)
n McDonalds menülerine “Büyük Seçim” tercihini ekleyen
adama (%7)
n Anayasa’n›n George W. Bush’un baflkanl›¤›n› sekiz y›l ile
s›n›rlayan 22. ek maddesine (%15)
n Her fiükran Günü’nde “Turkey” (Hindi) sözcü¤ünden yola ç›karak Türkiye hakk›nda espri yapma f›rsat› yakalamalar›na (%28)
n Meksika’dan gelen kaliteli marihuanaya (%3)
n “Giysilerinizi üzerinizdeyken ütülemeyin”, “Mikrodalga f›r›nda
evcil hayvanlar›n›z› kurutmaya çal›flmay›n” gibi hayat›
kolaylaflt›ran ürün uyar›lar›na (%8)
n Google’a, Google’›n önlerine serdi¤i pornografi cennetine (%22)
Kapkaça dur demek
mümkün de¤il mi?
İstanbul’da yapılan geniş kapsamlı bir operasyon sonucu birçok sabıkası bulunan ve polisçe aranan
Gencay Yolcu (20) ele geçirildi. Yolcu’nun genç yaşına rağmen bir suç makinesi gibi çalıştığı ve
aralarında Ediz Hun da olmak üzere birçok yurttaşa kapkaç yaptığı bildirildi. En son Tekel Müdiresi
İclal Ülker’in ölümüyle biten bir gasp eylemine karıştığı iddia edilen Gencay Yolcu’dan hareketle,
suç işleme yaşındaki düşüş ve genel olarak kapkaç hakkında ne düşünüyorsunuz?
Simge Gündo¤an
Hümeyra Bilican
Onur Emerci
(Editör, 22)
(Ev han›m›, 27)
(Radyocu, 24)
Kapkaç? Başıma
tam iki kez geldi. Ne
yaptığımı sana anlatayım. Birinci seferde
güpegündüz, işlek bir
caddede
çantamı
çarpmaya kalktılar;
pis herifin kafasına
çantamda beslediğim Mamba’yı fırlattım. Yılan adamın gözünü sokmuş,
sonra adam felç kaldı. İkincisi ise tıpatıp sana benzeyen bir serserinin elini
cebime daldırıp cep telefonuma saldırmasıdır. Eli cebimde hareket ederken,
baldırlarımın üstünde böyle... sertçe...
sen gelsene benden yana...
Uzak bir yerde
bir kelebek kanat
çırpsa onun etkisi kıtalar aşarak üçüncü
dünya ülkelerinden
birinde bir diktatörün burnunu gıdıklarsa o diktatör bin
insanı öldürür ve bu
da başka bir rezilliği tetikler ki böyle
bir zincirleme reaksiyon tıpkı fakirliğin
fakirliği çekmesi gibi bir sonuç doğurunca milli gelir yere saçılan bir avuç
misket gibi dağılır o da bizim ülkemize
ulaşır ve kanunlar da yerli yerinde olmadığından kapkaç alır başını gider ne
yazık ki ben geleneği bozmayarak bir
şaka ile bitireyim kap kaç?
Selam. Dostum bir
milyon YTL bozuğun
var mı? Yok mu? Eyvallah dostum. Sefiller romanını bilir misin? Yazan Hugo
Boss, 1500’lü yıllar...
(Gülümsüyor) Şimdi
anlatıp canını sıkmak istemiyorum ama
kapkaçtaki espri Sefiller romanıyla aynıdır. Yani, eyvallah, bardağın bir boş
bir de dolu tarafı var!? Migros’tan acayip bir çift bardak aldım, görmek ister
misin? (Gülümseyerek dört duvar arasında sıkışma pandomimi yapmaya
başlıyor)
Koray K›zdemir
(Esnaf, 30)
Bakın, elimdeki
kağıt bir dilekçedir.
Mülki amire tam altmış üç dilekçe gönderdim. Dedim ki
madem hanımlarımız,
kadınlarımız mağdur,
çanta taşıyamıyorlar,
küçücük çocuklar kapkaç yapıyor, ateşe ateşle karşılık verin. Bakın yine küçük çocuklar veya yaşlı hanımlardan
kurulu bir koştut ekipleri kurulsa? Ondan sonra bana gelen cevap “Delirmişsiniz siz.” Siz delirmişsiniz beyefendi? Başımızda böyle yöneticiler olduğu sürece daha çoo... Ay takma
bıyığım düştü.
The Flash
(Süper kahraman / Sprinter, 32)
Can Kuflkan
kapphhkkh.....
kapphhkkh.....
(Galerici, 23)
Bir: Bu ülkenin
ortasına bir çizgi çekeceksin! Soracaksın; hırsızlığa, arsızlığa tövbe eden bu tarafa gelsin arkadaş,
geliyon mu? Kalanın
üstüne basınçlı biber
gazını sıkacaksın. Arkadaş bugün bütün batılı dünyada idam cezası var.
Adam soruyor, tövbe ediyon mu? Etmiyosan elektrikli sandalye. Ha, benim hala oğlu İsveç’te, orada elektrikli pisiklet var abi. Etmiyor musun? İki
tur bin! Bitti abi olay, bu da iki.
mkkçç
kkiuvatiuccçmkç
i u v a ttiiuuccccççm
ieeeemmuiuiiiiiisissiieieeeemmuiuiiiiiisisiieieeimmuiuiiiiiisisiiisisiiizziizzzimimsiiiisisiiizziizzzimimsiiiisisiiizziizzzimimmmiiiihihnhhnhinimmiiiihihnhhnhinimmiiiihihnhhnhiniieeeemhkkh...........
ieeeemmmssh...........
ieesesesee...........
kiuvatiuccçmkç
flkkmmuiuiiiiiisiskiuvatiuccçmkç
flkkmmuiuiiiiiisiskiuvatiuccçmkç
flkkmmuiuiiiiisiiiisisiiizziizzzimimmmiiiihihnhhnsiiiisisiiizziizzzimimmmiiiihihnhhnisissiiiisisiiizziizzzimimmmiiiihihiniikapphhkkh.................
hiniikapphhkkh.................
hnhhnhiniikapphhkkh.................
kiuvatiuccçmkç
flkkmmuiuiiiiiisiskiuvatiuccçmkç
flkkmmuiuiiiiiisiskiuvatiuccçmkç
flkkmmuiuiiiiisiiiisisiiizziizzzimimmmiiiihihnhhnsiiiisisiiizziizzzimimmmiiiihihnhhnisissiiiisisiiizziizzzimimmmiiiihihinii
.....................
hinii
.....................
hnhhnhinii
.....................
.........hhynnmdiyorhm
.........hhynnmdiyorhm
.........hhynnmdiyorhm
.......
.................üapieeeee........
..............
.................üapieeeee........
.................üapieeeee........
D fl›kk›, Ç fl›kk› olarak de¤iflti
A
dana’nın A’sı, Bolu’nun B’si, Ceyhan’ın C’si, Denizli’nin D’si ve Edirne’nin
E’si... Gün geçmiyor ki ülkemizin ücra okullarında, dershanelerinde test sorularının
cevapları bu şekilde kodlanmasın. İşte geçen hafta bu durumu kökten değiştiren ve
Türk milli eğitim dünyasında
bomba etkisi yaratan bir gelişme oldu. TBMM Çorum
Milletvekili Murat Yılmaz’ın
test sorularındaki D şıkkının Ç
şıkkı olarak değişmesi yönündeki yasa teklifi, yapılan oylamada kabul edildi. Bugüne
kadar test sorularında D şıkkı
olarak tanıyıp bildiğimiz cevap şıkkı, bundan böyle Ç
şıkkı olarak değişecek. Olay,
ülke çapında ve özellikle
dershanelerde şaşkınlık ve
endişe ile karşılandı. İsminin
lerinin fazlalığı sonucu yasa
tasarısı mecliste onaylandı.
Kararı hazmedemeyen bazı
Çankırı milletvekilleri yumuşak uçlu kalemlerle kararı protesto ettiler.
“Çorum kalk›nacak”
açıklanmasını istemeyen bir
Özel Dershaneler Birliği
(ÖZ-DE-BİR) yetkilisi, “Çok
zamansız bir değişiklik oldu.
Yeni öğretim yılına kadar buna adapte olmaya çalışacağız.
Eğitim sistemi yazboz tahtasına döndü” şeklinde konuştu.
Milletvekilleri
birbirine girdi
Asıl yankı uyandıran ge-
lişme ise önceki gün yaşandı. Çorum milletvekili Yılmaz’ın “Denizli’nin D’si”
olarak kodlanan cevap şıkkının bundan böyle “Çorum’un Ç’si” şeklinde kodlanması yönündeki ikinci yasa teklifi mecliste büyük
gerginliğe neden oldu. Özellikle Çankırı milletvekillerinin başını çektiği muhalefete
rağmen Çorum milletvekil-
Dergimize konuşan Murat Yılmaz, “İlimizin tanıtımı
yönünde büyük bir hamle
yaptık. Bildiğimiz üzere ülkemizde C’den sonra Ç gelir. Biz Çorum ili olarak bu
göreve talibiz. Bundan böyle Çorum’un leblebisinin
yanında Çorum’un Ç’si de
meşhur olacak. Dershanelerdeki bebelerin hepsi bizi
konuşacak” şeklinde konuştu. İsminin açıklanmasını istemeyen bir Çankırı milletvekili ise “O ilk yasa teklifini onaylamayacaktık” dedi.
yorum
Asfalt
Şövalyesi
Haflim
Taflköprü
[email protected]
‹nbax›mdan
süzülenler...
eçtiğimiz hafta dergimiz 10. yılını
kutlarken ben maalesef Ekşi Plaza’dan uzakta, Kütahya’nın şirin ilçesi Simav’daydım sevgili okurlar. İçimde
buruk bir fırtına vardı çünkü ofisteki makam
koltuğumdan uzakta olduğum için yazımı
cep telefonundan 160 karakterlik mesaj paketleri halinde göndermem gerekti. Feci
kontür israfı oldu fakat bu acıyı yüreğime
gömdüm. Biliyorum ki ben sizleri halkçı otomotiv ile buluşturan bir şarz dinamosuyum.
Bir tanıtım kampanyası için gittiğim Simav Oto Sanayi’de lortlar gibi karşılandım.
Ölümsüz bir klasik olan Renoult Toros Stasion Vagon’u tanıttık. Yahut da sevenlerinin
verdiği isimle: Torşe. Oldukça hararetli geçen tanıtımı ve yankılarını inşallah önümüzdeki hafta inceleyeceğim. Bu hafta size Simav izlenimlerimi paylaşmak istiyorum.
G
Torsche
İki dalda Oscar’a, dört dalda Nobel’e
aday olamasalar da benim gözümde gerçek
sanatçılar olan doğrultmacı İbo, otoelektrikçi
Zeki ve balatacı Süleyman beni Simav tren
garında karşılayan kafirler idi. Uzaktan şöhretlerini duyduğum, hep önlerinde diz çöküp
nasırlı ellerini öpmek istediğim bu insanlara
trenden iner inmez sarıldım ve çömeşip toprağı da öptüm. Ziyaretimiz esnasında önce
Simav Müftülüğü’ne uğrayıp bayramdan kalan Lami şekerleri çeketin cebe doldurduk.
Akabininde ziyaret ettiğimiz ilçe kabristanında aramızda olmayan büyük ustalar için
üç kulüvalla bir elham okuyup mersin dikerken duygusal anlar yaşandı. Coşku ve his
doluydu her şey. Renkli bir ilçe turu attığımız
yen bulundurmalıyız.
Torşe’nin çıkma oto teybi Cengiz çalıyordu.
Cadde’den Max Factor soruyor:
Kaset “Duvardaki Resmine” adlı slov çalışSlm usta,
maya geldiğinde gözümden bir damla yaş
CaDDede takılmak için araba modifiye
ürpererek süzüldü. Asker dönüşü nişan attıedecem. Şimdi hoca, pederin 1.4 Corğımız Sibel’i düşündüm. Ona olan aşkımı
sa’sı bana kaldı. Maslak’taki Rehaykırdım çarşı esnafına...
cep ustaya götürdüm. “17 inch
Simav konukseverliği sanayijant takalım janjanlı olsun” dede bana ikram edilen kokaric ile
dim, adam “Senin araç kaldırdevam etti. Sadece bir noktada
maz, ilk çukura girdiğinde yaüzüldüm. “Abi mensucat içer
naklar balon yapar” dedi. “Hamisiniz?” dediler. Dedik varsa
va filtrelerini kaputun ortaya kokola alalım. Kaveci getirdi geldi.
yalım” dedim, adam “Alt devirAğzıma bir sürdüm, ulan dedim
Kola Türkan
lerde araç bayılır” dedi. Ama abi
bu ne, pekmez suyu. Dediler bu
yeaa, Need for Speed oynarken isyeni çıktı, Kola Türkan. Lan de
tediğim şeyleri yapabiliyodum.
haydi be kardeşim! Yorum bile
Adam bişey bilmiyo. Paraysa pakonuşamıyorum inanın...
ra abi yeaa. Bu işlerden anlayan
Mağlubunuz, geçen haftalarda
sağlam bi usta önericen mi?
gönderilen emaillerden şikayetçiyİmza: MaXFaCTor-CaDDe
dim. Fakat bu hafta öyle bazı sorular
Ve işte dev cevap:
geldi ki hıçkırıklara boğularak okuSevgili Max bey,
dum. Simav’da önsözünü okuduğum ve haBenim otomotiv tutkumun kökenlerini
yata bakışımı değiştiren kompozisyon kitasiz gençler hâlâ kavrayamadınız. Sadece sen
bından ana hatlarını öğrendiğim bilim çakışı
değil, sel gibi çağlayan Gmail davetiyelerin
yöntemiyle bu duygu dolu sorulara, mütecaiçine iliştirilmiş “Haşim abi, neden halkçı
viz ve içten cevaplar vermeye çalışayım.
dinamitlerle beslenen bir otomobil doktriOtomotiv basınına getirdiğim yeniliklere
ni?” sorusuna rastlıyorum. Biz bamboleyoböylece bir bukle daha ekliyorum:
larla, kentaçtislerle büyümedik. Geleceğe
dönüşün arabası, Batmobil, EkAnkara’dan Cemal bey soruyor:
to-1, tanrıların arabaları Erik von
Haşim gardaş meraba,
Daniken. Bunları asla köşeme
Ben Ankara Rüzgarlı Sokak’tan Üstüpüalmam. Çünkü akı kapasitörlü,
cü Cemal. Senin yazılarını büyük bir zevklen
bokemon çıkartmalı, bir düğmeokuyor, okutuyoruz. Şimdik sana sorum şuye basınca roket vuran arabalar
dur. Geçen pazar günü arkadaşlarlan Kurtasla halkçılığa girmez. Onun
boğazı Barajı’na pikniğe giderken Kazan taiçin üzülerek söylüyorum ki
raflarında bizim 124’ün vantilatör kayışı
Corsa’nın özelliklerini tam bilekoptu. Otomobillen alagalı bir insan olarak
mediğim için siz onu en iyisi çip
bağajda her zaman yedek bulundururdum
torik ve nitrojen gazı gibi özelamma o gün dalgınlığıma gelmiş almamıliklerle geliştirin. Ve bu tür emaşım. Arkadaşlar Kazan’dan laylon çorap
illeri de cilalı köşe kağıda basıalıp kayış yerine takalım dediler, amma belan Emre Rallici’lerin, Renk Çakabey’lerin
nim aklıma yatmadı arkadaş. Laylon çorap
dergisine gönderin.
kayışın yerini tutar mı? Bir de işin öbürsü,
yılların Üstüpücü Cemal’inin arabasında
İstanbul’dan Bise hanım soruyor:
kadın çorabı görenler ne der? Bir yol deyiMail’ını 1 tane kankim gönderdi arabaversen sevinirim. Gözlerinden öpüyorum.
lardan manyak anlıyomuşsun. Babiş bana
İmza: Üstüpücü Cemal
18. birthdayimde 1 tane X5 aldı hem de
Ve benim cevabım ise:
BMW X5... Aşık oldum resmen :))) Ay ama
Sayın Üstüpücü Cemal,
ben kullanmayı bilmiyorum :((( Babiş araBen o üstüpünün saygımla sonuna kadar
bayla birlikte ehliyet diye 1 şey verdi ama
arkasındayım. Sizin gibi oto temizlik sektöarabalardan anlamıyorum anlıyo musun anründe çalışanlara, otomotivin temizlikçi yölamıyorum :(( Şey sen özel ders felan verinünü ön plana çıkaran insanlara ben hayraomusun? 1 kedim bile yok :(
nım. Sizler olmasanız o yağ değiştiren eller
İmza: Bise Itır Abaküs
hep pis kalırdı ve belki de yağ miktarını gösSevecen cevabım:
teren adını unuttuğum sopayı kurulayamazMerhaba Bikeciğim,
dık. Bazen de mazot alırken depodan akan
Öncelikle sorundaki parantez işareti ve
kısmı silemezdik. Lütfen işin bu yönünü düiki nokta üst üsteleri anlayamadım ama sanışünün ve sizin bir alçak laylon parçasına asrım sendeki türbo süperchancer sevgisini anla yenilmeyeceğinizi unutmayalım. Kayış
koptuğunda yanımızdaki bayandan çorabını
latıyorlar. Ben de lüks otomobillere hayraistemek ne kadar da delikanlılıktan uzak denım. Pahalı araçlar ve onlara modifiye yapğil mi? O zaman aracımızda bir Müjde parizmak en büyük tutkum. Keşke fırsat olsa da
Almanya’dan
geç gelen özür
lmanya Başbakanı Angela Merkel dün akşam
Alman devlet televizyonu
ZDF’de yaptığı konuşmayla
hükümeti ve tüm Alman ulusu adına Türkiye’den resmen
özür diledi. Merkel yaptığı
açıklamada “Duyduk ki 1.
Dünya Savaşı’nda biz yenildiğimiz için Osmanlı Devleti
de yenik sayılmış. Böyle trajik bir olaya sebep olduğumuz için ulusça çok üzgünüz
ve utanıyoruz. Bilsek savaşa
daha ciddi asılırdık” dedi. Konuşmasına gözyaşları içinde
A
devam eden Merkel, “Farkındayım, özür dilemekte biraz
geç kaldık. Ama suç biraz da
Türklerde. Böyle bir dramı
yıllarca kendilerine saklayıp
bize hiçbir şekilde yansıtmadılar, yaz tatilini Türkiye’de
geçiren dışişlerindeki bir hizmetlimiz tatil köyünde
ÖSS’ye çalışan Türk çocuğunun ders notlarını tesadüfen
görmese sittin sene daha
haberimiz olmazdı. Yine de
kusura bakmayın, bir daha olmaz” diyerek tekrar özür
diledi
25 Kasım-1 Aralık EKfi‹
5
şu köşeme ferrarileri masaretileri koysam
hep. Öte yandan sorunuza cevap vereyim:
Şoförlüğüm vardır benim. 89-93 yılları arasında kaçak kamyonculukla geçimimi kazandım. Eğer arzu ederseniz size direksiyon
dersi verebilirim ama. Sloganımız her zaman
“Macit beni otomobillendir” olacak. Ve tabii
ki halkçılık. Öyleyse ne duruyorsun Manolya Dilara ara beni 0548 4274685
Yine İstanbuldan Refik Bey diyor ki:
Haşim Bey’e bir sualim olacaktı. Efendim naçizane emekli ikramiyem ile bacanağın da aklına uyarak, sıfır kilometrede bir
adet Fiat Palio marka otomobil satın aldım.
Benim otomobiller hakkında malumatım yok
denecek kadar azdır. Bir vakit hanım ve çocukları alıp şöyle Kanlıca’ya giderek birer
kase yoğurt yiyelim dedik. Malumunuz büyük şehirde yaşamanın sıkıntılarından fevkalade muzdariptik. Her ne ise, Boğaziçi
Köprüsü üzerinde seyir ettiğimiz esnada,
arabanın motöründe böyle tıkanma gibi, kesiklik gibi durumlar hasıl oldu. İşkillendiğim
için, güzergah üzerindeki ilk otomobil tamircisi önünde durarak oradaki ustalara motörün bu durumunu sordum. Epey bir süre uğraştıktan sonra bana çok afedersiniz, “Beyamca, senin platin meme yapmış, bir zımpara yapalım düzeCengiz
lir” dediler. Kullanılan üslup
hayli amiyane olduğu için asabım bozuldu ve otomobili tamir
ettirmeden gerisin geri evimize
döndük. Çok değerli vaktini aldığımın farkındayım, lakin otomobil tamircileri acaba benimle dalga mı geçtiler, Haşim
Bey’den bu husus konusunda
bilgi almak istiyorum. İyi günler dilerim.
İmza: Refik Türkçocuğu (59 yaşında
emekli bir öğretmenim)
Saygı dolu cevabım:
Refik Hocam,
Otomotivinizin meme yapması, siz de
takdis edersiniz ki ilerleyen yıllarda ortaya
çıkar ve metal yorgunluğu ile bağlantılıdır.
Sizin arabanız acente ise zaten böyle bir durum olmaması gerekiyor. Fiat’lar bizim Tofaş diye bildiğimiz halkçı tipte taşıtlardır ve
doğaları gereği “palyoço”, “peygamber fitesli”, “yorgun savaşçı”, “torrekans” gibi sıfatlarla anılırlar. Yani siz bence önce aracınızın
bombalı olup olmadığına baktırın. Bu galericiler hep fuller fulü sıfır araç veriyorum diye
kafakol çekip kazalı arabaları iteklerler. Hele
ki sizin gibi saygıdeğer bir eğitim kurumuna
yapılmış olması ise büyük bir ayıp. Telefonunu da yazsaydınız ben ankesörden arayıp ona
küfürle konuşacaktım. Çünkü inanın otomotive uzanan dost eline tükürenlere şakam
yok. Ellerinizden öpüyorum hocam.
Bar tuvaletinde
ayd›nlan›ld›
İstanbul - Karga Bar’ın Helası
aşam ve evren hakkındaki en
büyük aydınlanmalardan birisi daha duvarları mağara yüzeyi
gibi tırtıklı, üzeri müstehcen yazılarla dolu, hacmi dar, tek kişilik
umumi bir bar tuvaletinde ve sarhoşken varıldı. Bu ‘varış’ı yanında
böyle anlar için hazır bulundurduğu Aligatör marka tükenmez kalem ile yüzleştiği duvara yansıtan
Galip Başaran apartman boşluğunu gösterecek şekilde inşa edilmiş
örümcek ağlı vasistasın huzurunda
Y
“İşte sicim” başlıklı bir fallik illüstrasyonun sağ altına ve “üç hilal” gravürünün üstüne denk gelecek şekilde şöyle ölümsüzleştirdi:
“Bu da geçer. Hepimiz ölümlüyüz. Unutma. 2005”. Aydınlanmanın ardından helayı terk eden Başaran’ın aydınlık saçan mesajının
altına ok çıkarılarak yazılan ve
“Yaprrağım” şeklinde dekode
edilen kargacık burgacık mesaj ise
çoksesliliği ve çeşitliliği kutlayacak şekilde yerini aldı. Bu aydınlanma mesajı ay sonunda
yapılan badana sonrası kayboldu.
6
EKfi‹ 25 Kasım-1 Aralık
yaflam
Uzmanlar aç›klad›:
Gece hayat› kad›nlara yaram›yor
Türkiye’de gece hayat›, kad›nlarda k›sa süreli fliflirilmifl egoya ba¤l› travmalara sebep oluyor
Ankara
ürkiye Psikiyatrlar Odası’nın
önceki Salı günü yaptığı açıklamaya göre Türkiye’de gece hayatı kadınların psikolojisini olumsuz
yönde etkiliyor. İstanbul Kemancı,
Bodrum Körfez, Ankara Manhattan
olarak belirlenen barlara sürekli olarak
giden 100’ü aşkın kadın üzerinde yapılan bir senelik araştırma sonucu Türkiye’de gece hayatının kadınların kişiliğini ve özgüvenini olumsuz yönde etkilediği, akut şizofreniye neden olabildiği ortaya çıkarıldı. Bulgular hakkında
konuşan Uzman Psikiyatrist Dr. Fethi
Güney sorunun sebebinin “gece hayatı
sırasında barlarda kısa süreli yoğun ilgi patlaması yaşayan kadınların bu süre içinde kendilerini olduklarından daha güzel ve ilgiye değer hissetmeye
başladıktan sonra sabahla beraber gelen ani düşüş”e bağladı.
“Bar ve disko tipi ortamlar abazanlığın yoğun ve şiddetli yaşandığı ülkemizde kadınlarımıza arzu edilebilirliklerinden bağımsız olarak sahte cennetler sunuyor. Kadınlarımız barlarda yaşadıkları bu ilgi patlamasından ötürü
öfori, kendine güven, güzel hissetme
gibi kısa süreli tatmin ve hazlar yaşıyorsa da bu yapay ortamın sona ermesinden sonra gerçeklerle ve kendileriy-
T
Geçici özgüvenin pençesinde bir genç k›z...
le yüzleşme, kadınlarımızda inkar psikozu, gece güzelleştikleri ve aslında
çok güzel oldukları sanrıları gibi travmatik etkiler yaratıyor.
Onları bu çift kişilikli
hayata itiyor” şeklinde
konuşan Dr. Güney’den
sonra söz alan
bir kadın yaşadığı dramı şöyle anlattı:
“Orta halli, çok çekici
olmayan bir bayanım.
İdeal ölçülerden ve
simetriden uzak olduğum dahi söylenebilir. Ne var ki ne zaman Kemancı’ya gitsem bu alıştığım ve kabullendiğim gerçek yok oluyor, hayatımda görmediğim bir ilgiyle karşılaşıyorum. Alkolün de etkisiyle kendimi güzel ve arzu edilir hissediyor ve mutlu
oluyorum. Ama ertesi sabah kalktığımda hayatım yine eskisine dönünce travma geçiriyorum. Yoksunluk hissediyorum. Harman oluyorum. Beni şu an
çok dikkatli dinlemiyorsunuz ama gece barda olsaydım hepiniz ağzımın içine düşüyor olurdunuz” dedikten sonra
ağlayarak Kemancı’ya gitmek istedi.
Klinik tabir ile “come down” olarak
tabir edilen bu yoksunluğun baş göstermesi anlarının sıklaşması ile bağımlılığa
dönüşen gece hayatının kişilerin psikolojisinin yanı sıra ekonomik hayatını da
etkilediğini kaydeden Dr. Güney, “İncelediğimiz birçok kadın zamanla hafta
sonları gittikleri bar ziyaretlerini hafta
içine kaydırmaya, barda kalma sürelerini ise uzatıp barların
açılışından kapanışına
kadar kalmaya kadar götürdüler. Özellikle Bodrum’da incelediğimiz yabancı turist
kadınların bazılarının sezon kapandıktan sonra dahi
barlara gitmesi, ülkelerini
bırakıp Türk vatandaşlığına başvurmaları durumun ciddiyetini
gösterecektir” dedi.
Kad›nlar
bu haber sizi
ilgilendiriyor
Habere erkekler isyan
etti: “As›l kurban biziz”
Haber üzerine konuşan erkek vatandaşlarımız “Biz sorumluluğu üzerimize almıyoruz. Bugün Türkiye’de bir
bara gelen kadın adedi erkeğe oranla
gülünçtür. Biz tamahkarız, elimizden
geldiğince bayanlarımıza ilgi gösteriyoruz. Bayanlar ise bütün bu ilgiyi
emiyorlar, zerre geri dönüşüm sağlamıyorlar. Bayanlarımız ilgiye ilgiyle
karşılık verseler, travma geçirmezler,
orgazm geçirirler. Kumrular gibi sevişebilecekken travmada ısrar eden onlar” şeklinde konuştular.
Zombi hac›lar
moralsiz!
Ahiret - Dünya
eçtiğimiz hafta cennette
yer kalmaması sebebiyle
dünyaya iadelerine karar
verilen hacılarımız önceki gün
toplu halde zombi olarak dünyaya
geri döndüler. Hacıları karşılayan
aileler ve yakınları yeni ölüleriyle
hasret giderirken zombilerimizin
neşesiz ve keyifsiz olduğu göze
çarptı. Kendisine mikrofon uzatılan ve adının açıklanmasını istemeyen bir hacı, “Uygulamayı anlamak mümkün değil. Bir ömür
beş vakit namaz, fitre, zekat, kurban, şehadet gibi lüzumları yerine
getirmiş bu insanlara yazık değil
mi?” diye isyan etti. Konuşması
sık sık “vööööööv vööööööv” sesleriyle kesilen hacıdan sözü alan
başkası açtı ağzını (gözkapakları
kemirilmiş olduğundan gözlerini
yumamadı): “Buradan Allahuteala’ya niyaz ediyorum. Biliyorum
bizi duyuyor. Biz sözümüzü tuttuk. Hacıların hakkı cennettir,
Kevser’dir. Beyin yemek istemiyoruz” diye serzenişte bulundu.
Konu hakkında yorum yapmaktan
kaçınan Ankara Bölge Müftüsü’nün basına yolladığı açıklamada, “Sorunun görüşüldüğü, cennete yapılan ek ile hacıların en kı-
G
‹flsiz kalan
‹fl ve ‹flçi Bulma
Kurumu personeli
kurum binas›
önünde ifl arad›.
Zombi hac›lar›m›z, uzaklara dalarak cennette geçen k›sa zamanlar›n› hat›rlad›lar.
sa zamanda cennetteki konaklarına yerleştirileceğini umduğunu
düşündüğü” kaydedildi. Zombi
hacıların Hıristiyanların zombileşmemesi üzerine toplu halde din
değiştirmesi üzerine konuşan Zekeriya Beyaz, “Cennete gidemeyince müşrik olmak doğru değil.
Allah’a cennet için mi inanıyoruz
ki?” sorusuna “Evet” şeklinde yanıt veren zombilerimizin Zekeriya
Beyaz’ın beynini yemeye çalışması tatsızlık yarattı. Cehennem
dolduğu için iki ay önce hayata
dönen zombiler ise hacılarımıza
“Zombi doğulmaz, zombi ölünür” diye takılarak ortamı yumuşatmaya çalıştılar.
‹fl ve ‹flçi Bulma Kurumu
personeli iflten ç›kar›ld›
Ö
nceki gün ani bir kararla İş ve İşçi Bulma Kurumu’nu teftiş etmek
üzere İstanbul’a gelen Çalışma
ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu teftişten sonra
İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun
lağvedildiğini ve bu kurumda
çalışan personelin tamamının işten çıkarıldığını bildirdi. Bu gelişme üzerine işlerinden olan
personel yeni bir iş bulmak için
hangi kuruma başvuracağını şaşırınca apışıp kaldı.
Kurumun neden lağvedildiğinin sorulması üzerine Başes-
gioğlu, “Kurumda çalışan personelin 15 gündür bomboş oturduğunu, bir tek işlem bile yapmadığını öğrendim. Teftiş için
kuruma ani baskın yaptım ve durumun aynen bana iletildiği gibi
olduğunu gördüm. Günlerdir
kuruma bir tek kişinin bile başvurmadığını ve bu durumun diğer illerdeki şubelerde de aynı
olduğu haberini aldım. Demek
oluyor ki ülkede işsizlik kalmamış. Vaziyet bu haldeyken ülkenin böyle bir kuruma da ihtiyacı
yoktur diye kurumu lağvettim”
dedi. Bir gazetecinin, şakacı bir
vatandaşın ülkedeki tüm İş ve
İşçi Bulma Kurumlarının kapısına “İşi Olmayan Giremez” tabelasını astığını ve tüm olayların
bundan kaynaklandığını hatırlatması üzerine Bakanlar Kurulu
olağanüstü toplandı. Toplantı
sonucunda İş ve İşçi Bulma Kurumu tekrar kurularak personeli
tekrar işe alındı. İlk iş tabelaları
söktüren Bakan Başesgioğlu,
“Bu tabelaları hazırlayıp buraya
asan şakacı arkadaşı en kısa zamanda yakalayıp Sermet Erkin’in yanında palyaço olarak
çalışmaya başlatacağız” dedi.
gündem
2. Dünya Savafl› filmleri ilk yan sanayiini oluflturdu:
Nazi kostüm ve
bayrak konfeksiyonu
ABD - Kaliforniya
Dünya Savaşı’ndan bu
yana istikrarlı bir biçimde her sene düzineleri
bulan “2. Dünya Savaşı ve Naziler” filmi üretilen ve çekilen
Amerikan sinemasının merkezi
Hollywood, dünya sinema tarihinde ilk kez bir film janrının sürekli üretime yönelik kendi yan
sanayiini oluşturmasına neden oldu. 60 seneyi aşan “dünyayı ele
geçirmeye çalışan kötü yürekli
Nazi filmleri” süresince yapılan
filmlerin bütçesinde sürekli masraf kalemi olarak yansıyan Nazi
bayrakları ve üniforması harcamaları ve talebine artık kendi envanter ve stokuyla yanıt veremeyen Hollywood stüdyoları, nihayet bu sene bu açığını Nazi bayrak
ve üniforması üretmek amacıyla
kurulmuş olan bir konfeksiyon
şirketine ihale etti.
2.
Talebe yetiflilemiyor
“Logaritmik olarak artan 2.
Dünya Savaşı filmlerine kendi
özkaynaklarımız ile yanıt vermemiz mümkün olmuyordu” şeklinde konuşan MGM yönetiminden
bir üst düzey yetkili “Dünyayı kasıp kavurmuş olan Nazi zulmünü
anlatmak ve unutturmamak için
varını yoğunu ortaya koyan ulusal
sinemamız, maalesef son dönemde aynı kostüm ve bayrakları bazen 20 ayrı filmde kullanmak zorunda kalmamız sebebiyle güç
durumda kalmıştı. Tam bu sırada
imdadımıza özgür dünyayı özgürleştiren müteşebbis saik yetişti,
pırıl pırıl Nazi bayrakları ve üniformaları ile bu kötülüğü daha
göze hoş görünür bir şekilde işle-
yebilme şansı bulduk” dedi. Şimdiden gelecek beş yılın Nazi filmlerinin siparişlerinin dolduğunu
bildiren Nazi Bayrak ve Üniforma Konfeksiyonu atölyesinin
Tayvan şubesi sorumlusu “İşçilerimiz saatte belki 10 sent
kazanıyorlar ama tüm dünyanın
gözünü bir an dahi üzerinden
ayırmaması gereken bu illetten
kitleleri haberdar ederek büyük
sevaba geçiyorlar” dedi.
Birileri yine
dü¤meye bast›
ac:
r
i
h
C
Ekim 2005 tarihinde başlayan ve Fransa’daki birçok şehir ile Avrupa genelindeki çeşitli ülkelere yayılan göçmen olayları
hakkında konuşan Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, yaptığı açıklamada birilerinin düğmeye bastığını söyledi.
27
“Ülkemiz üzerinde
oyunlar oynan›yor”
Yaptığı basın toplantısında şiddet olaylarını değerlendiren Chirac, “Birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz bu
zor dönemde birileri Fransa’yı karıştırmak
istemektedir. Bir takım provokasyonlarla
çıkan bu şiddet olaylarına karışan gençler
ise başkalarının ülke üstündeki emellerine
alet olmaktadır. Son derece zor zamanlar
atlatan, daha yakın zamanda Cezayir’de
binlerce şehit veren, her gün bayraklara
sarılmış tabutlarda askerler ve gözü yaşlı
analar gören Fransa, bu zor zamanları atlattıktan sonra, şimdi yine dış mihrakların
kirli amaçlarına maşa olmuş gençler eliyle bölünme eşiğine getirilmiştir” dedi.
Fransa’nın tarihi ve kültürel gücünden
bahseden Cumhurbaşkanı, “Önce aile değerlerimizi bozuyorlar. Fransız geleneğinden ve Fransız kültüründen uzaklaşan
gençler kendilerine ve topluma yabancılaşıyor, toplumdan uzaklaşıyor. Aile yapısı
çöken ve manevi değerlerinden kopan bu
insanlar daha sonra ülkelerine karşı umursamaz oluyorlar. Şehit kanlarıyla kurulmuş, onlarca savaş atlatmış, Nazi işgaline
karşı bağımsızlık savaşı vermiş, bölünmez
bir bütün olan bu kutsal vatanda yaşayan
bu insanlar, kendilerine mağribi diyen bir
takım bölücülerin de etkisiyle tasvip edilemeyecek şiddet olaylarına karışıyorlar.
Ancak kimse hayal kurmasın; Fransa,
Fransızlarındır. Fransa’yı kimse bölemez,
şiddet olaylarıyla da bir yere varılamaz.
Buradan banliyödeki çocuklara sesleniyorum, evlerinize dönünüz, Fransız devleti
güçlüdür” şeklinde konuştu.
“Hainlerin etraf›nda
daralan bir çember kurduk”
Vatandaşlara sükunet çağrısında bulunan Chirac, “Kimse huzursuz olmasın.
Kökü dışarıda bir takım adamların Fransa’yı şiddete boğmasına izin vermeyeceğiz. Banliyölerdeki hainlerin etrafında daralan bir çember bulunmaktadır
ve o çember bir gün elbet kapanacaktır.
Kimsenin kuşkusu olmasın” diyerek sözlerini nihayete erdirdi.
25 Kasım-1 Aralık EKfi‹
7
IKEA, genç adam›
cinsellikten so¤uttu
sminin açıklanmasını istemeyen üst düzey bir clubber, Cumartesi gecesi Güney Dakota’nın meşhur tiki
mekanı Haqqari Bar’da tanıştığı bayanı, gecenin sonunda
tatmin edemeyeşinin faturasını
Ikea’ya kesti.
Eve gelene kadar her şeyin
çok güzel gittiğini söyleyen
clubber, Ikea’dan aldığı “ektorp” model köşe mobilyasında vuku bulan önsevişmenin,
üzerine şarap döküleceği endişesiyle pek rahat geçmediğini,
nitekim söylenenin aksine ektorplardaki şarap lekelerini çıkarmanın imkansıza yakın olduğunu belirttikten sonra daha
rahat manevra kabiliyeti için
yatağa uzandıklarını kaydetti.
Gencin ifadesine göre daha
5-10 dakika geçmeden, sonradan yapılan tetkiklerde anlaşıldığı üzere, yine Ikea’dan alınmış yatak çerçevesinin döşeği
tutan alt desteklerinin yuvalarından çıkmaları sonucu, döşekle birlikte oldukları gibi
aşağı indiler ve ufak çaplı bir
şok yaşadılar.
Tam 27 santim düştüklerini belirten genç, bu korku dolu anları şöyle anlattı: “İlk tıkırtıları olaydan bir iki dakika
önce hissettim, fakat yatak
çerçevesini kurarken kılavuzda yazan talimatlara harfi harfine uymuş olduğumdan bir
kuşku duymadım. Üstelik, vidaları iyice sıkmakla kalmamış, o tahta uhusu diye kutu-
İ
nun içinden çıkan ne idüğü belirsiz şeyi bile her yere sürmüştüm. Fakat belli ki bu mobilyaları dizayn eden mimarlar
ve mühendisler işlerini sevgiyle yapmamışlar. O tahtalar
sevgiyle yoğrulmuş olsalardı
tek gram uhu kullanmadan
grup seks bile kaldırırdı.” Hayatında hiç bu kadar küçük duruma düşmediğinden; daha
yere inmeden yanındaki bayanın haklı olarak kaprise başladığından yakınan genç, artık
cinselliğe eskisi gibi bakamadığını da itiraf etti: “Ne zaman
seks düşünsem midemde bir
boşluk hissi oluyor, içim eziliyor. En büyük hayalim mutlu
bir aile kurmaktı, bu gidişle o
da mümkün değil. ABD bir
hukuk devletiyse, Ikea bunun
hesabını vermeli.”
Ikea yetkilileri konunun
adli makamlara taşındığına
işaret ederek bir açıklama yapmayı reddetti.
Pazarlama dünyas›n›n
ünlü gurusu John
Fisca ‹stanbul’dayd›
inger, IBM, Lick & Swallow, Wall
Mart şirketlerine danışmanlık
yapan Fisca, İstanbul’da pazarlama dünyasının seçkin isimleriyle
“Marketing the Country” dergisinin
sponsorluğunda buluştu.
S
‹zleyiciler büyülendi
Fisca “Marketing In The New Era:
Possibilities And Threats” başlıklı sunu-
munda “Türkiye hızla gelişen bir ülke.
Türkiye’ye güveniyorum. Ayrıca AB’ye
adaysınız” dedi. Sunumunda “Farklı olmak çok önemli. Yaratıcılık artık çok
ama çok önemli. Hayat zor. Türkiye gelişiyor. Çin çok önemli. Kasarsanız Avrupa’nın Çin’i olabilirsiniz. Pazarlama
artık çok zor. Teknolojik yatırım ve ArGe çok önemli” diyerek salondakilerin
zihinlerini tazeleyen Fisca “1967’de
IBM henüz Kaliforniya’da kartuş üreten
ufacık bir şirketken merhum France
IBM’e büyük düşünmek çok önemli demiştim. Sonra IBM aldı başını gitti. Buradan çıkarılacak dersler olduğunu düşünüyorum. Büyük düşünmek çok önemli” sözleriyle kalitesini kanıtladı. Arada
yaptığı esprilerle salondakileri kahkahalara boğan, “Türk yemeklerini çok seviyorum. Bence AB üyeliğini çoktan hak
etmişsiniz” diyerek gönüllerde taht kuran Fisca akşam saatlerinde uçakla ülkesine geri döndü. Katılımcılar Fisca’nın
sunumu için “Zihinlerimiz cilalandı.
Böyle büyük bir isimle aynı salonda olmak bile çok heyecan vericiydi. Söyledikleri ne kadar da büyük bir guru olduğunu gösteriyor” dediler.
8
EKfi‹ 25 Kasım-1 Aralık
spor
‹sviçre Büyükelçisi
ve Konsolosu da
‹sviçreli ç›kt›!
‹flte
son o
yun
ürk Milli Takımı’nın 2010
yılında düzenlenecek Avrupa Şampiyonasına katılmaktan men cezası alması için lobi yapan çirkef kampanyanın destekçileri artık gün yüzünde. FIFA Başkanı
Blatter’in İsviçreli olduğunun ortaya çıkmasından sonra şimdi de Türkiye’de görev yapan ve Türkiye İsviçre milli maçından sonra olan
olaylar hakkında bilgi toplayarak
Blatter’i bilgilendiren, İsviçre Büyükelçisi ve İsviçre konsolosları da
İsviçreli çıktı.
T
Yüzünde bile
meymenet
yok.
Türk halk› güvenmiyor
Türkiye Futbol Federasyonu, bu
durumun Türkiye’ye verilecek cezayı belirlemek üzere oluşturulacak
kurulun güvenirliliğine ve objektif-
liğine gölge düşürdüğünü kaydetti.
Türkiye Futbol Federasyonu’ndan
Davut Dişli yaptığı açıklamada “İs-
viçre Milli Takımı’nı Türk misafirperverliğiyle ağırlayan, yumurtasını, pet şişe suyunu, kramponunu,
yumruğunu esirgemeyen Türkiye’nin haksız biçimde cezalandırılmasını isteyen dış mihrakların foyası ortadadır” dedi. Dişli açıklamasını “Ben olaylara objektif bakıyorum. Bu olaylar nedeniyle ödüllendirilmemiz gerektiği eleştirisine tamamen katılıyor ve özeleştiri yapıyorum. Ama ceza almamız gerektiğinin söylenmesi inanılır gibi değil” sözleriyle sürdürdü. Dişli, sözlerini çözümün İsviçre Büyükelçisi
ya da Konsolosu’ndan birinin Türk
olmasıyla hallolabileceğini, bunun
hakkaniyet kriterlerine uygun objektif bir davranış olacağını vurgulayarak noktaladı.
Eczac›bafl›:
Alpay transferi bitiyor
elecek sezon Eczacıbaşı
forması giymesine artık
kesin gözüyle bakılan Alpay,
söz konusu transferin bitme
noktasına geldiğini açıkladı.
Kulüp Başkanı Ahmet İlaçsever ile gizlice el pişirmece
oynarken yakalanan Alpay,
yaptığı açıklamada, “Bundan
sonra tüm gücümü Eczacıbaşı forması için harcayacağım” ifadesini haykırdı. Başarılı smaçör Alpay’ın, yaklaşık üç saat süren ve sık sık
G
Alpay, milli maç
sonras› geliflen
transfer olay›n›
desibel dolu
盤l›klarla kutlad›.
duyma limitini aşan açıklamasının büyük bir bölümünde hönkürmesi sonucu iki
basın mensubu kulak zarının
patlaması şikayetiyle savcılığa suç duyurusunda bulundu.
Öte yandan NBA Smaçörleri
Koruma ve Yaşatma Derneği, milli oyuncumuz Alpay’ı
şahane el hareketini NBA
Action sezon finallerinde
tekrarlayarak şovunu sunması için Amerika’ya davet ettiklerini açıkladı.
Bülent dil okulu açt›
alatasaray’ın efsanevi kaptanı Bülent Korkmaz, geçtiğimiz günlerde İstanbul
Teşvikiye’de futbolculara özel bir
dil okulu açtı. Türk futbolcuların
uluslararası karşılaşmalarda hakemlerle olan iletişim eksikliğini
gidermeye yönelik açılan dil okulunun açılışında spor camiasından
birçok ünlü isim hazır bulundu.
Yirmi yılı aşan futbol hayatında
Avrupa sahalarında gösterdiği mücadeleci oyun anlayışı kadar Anglosakson dillere hakimiyetiyle de
bilinen kaptan Bülent, okulun açılış
kurdelesini Milli Takımlar Teknik
Direktörü Fatih Terim’le beraber
kesti. Açılış konuşmasında, “Yıllar
önce Dominic Iorfa vardı bilirsiniz,
Monako’dan aldıydık. Bir gün antrenmanda girdik birbirimize. Tatsız
bir münakaşa yaşandı. Öyle kendi-
G
mi vermişim ki, birden onun dilinde konuşmaya başladım. Gerisi
kendi geldi zaten. Oynadığımız her
yabancı maç bana yeni birikimler
kattı. Misal bugün Slovak bir hakeme kritik ve gerilimli bir maçta
derdinizi anlatabilir misiniz? Hiç
olmadı en azından bir ‘Hoca, kart
hoca’, ‘Hocam çekiyor ya’ diyebilir misiniz? İşte biz tüm bunları düşünerek, beden dili dahil 11 ayrı
dilde bir eğitim müfredatı hazırladık. Hiçbir futbolcumuzun Avrupa
arenasında dut yemiş bülbül gibi
kalmasını istemiyoruz. Ayrıca bugün bir Eric Cantona tiyatrocu oluyor da, bizde böyle bir durum neden garip karşılanıyor anlamıyorum” şeklinde konuştu.
Fatih Terim basın mensuplarının
İsviçre maçı hakkındaki sorularına,
“Resultante importante” diyerek
günün anlam ve önemine gönderme yapan bir espriyle cevap verdi.
ASTROLOJ‹
Koç (21 Mart-19 Nisan)
Bu hafta yapacağınız sezaryen doğum sayesinde hayatınızı kökünden değiştirecek bir kız çocuğuna sahip
olacaksınız. Eğer 83 yaşında, erkek ve hayatınızın gidişatından
gayet memnun olmasaydınız, belki bu müjdeli habere daha
çok sevinebilirdiniz.
Bo¤a (20 Nisan - 20 May›s)
Dokuz yıllık oyunculuk kariyeriniz boyunca “Şöhrete
giden yol yönetmenin yatak odasından geçer” sözüne
hiç kulak asmamıştınız. Bu hafta TEM Karayolu’nun Gaziosmanpaşa mevkiinde trafiğe kapatılması ve Yeşilköy stüdyoları
istikametindeki trafik akışının Sinan Çetin’in yatak odasından
geçirilmesi, size yıllardır ne kadar yanıldığınızı gösterecek.
‹kizler (21 May›s - 21 Haziran)
İş Kuleleri’nin 43. katındaki ofisinizde otururken burnunuza gelen kesif koku iddia ettiğiniz gibi “bu kokuşmuş kapitalist sömürü düzeninin çürümüşlüğünden” değil,
dört gündür değiştirmediğiniz çoraplarınızdan kaynaklanıyor.
Yengeç (22 Haziran - 22 Temmuz)
Starbucks’a gittiğinizde sipariş verirken sahte isim
kullanmanız size masum bir eğlence gibi gelebilir. Fakat önümüzdeki Perşembe günü kız arkadaşlarınızla Beyoğlu
Starbucks’ta isimlerinizi “Bir büyük Cappucino” ve “Önüme
geleni eve atıyorum” olarak verince, üç kişinin ağır yaralanacağı büyük bir kaosa yol açacaksınız.
Aslan (23 Temmuz - 22 A¤ustos)
Karlofça Antlaşması’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun
ilk kez masa başında toprak kaybettiği antlaşma olduğu konusunda haklısınız. Fakat bu tarihi gerçek, sırf adınız Osman olduğu için Trabzon’daki 3 dönüm arazinizin satış sözleşmesini Karlofça’da imzalamanız gerektiği manasına gelmiyor.
Baflak (23 A¤ustos - 22 Eylül)
Bugüne kadar “Bir Türk dünyaya bedel” sözünün yalnızca milliyetçi duyguları okşayan mübalağalı bir vecize olduğunu sanmıştınız. Hatanızı, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi 2008 Olimpiyatları’nda 19 branşta yarışmak üzere sizi
tek başınıza Pekin’e göndermeye karar verince anlayacaksınız.
Terazi (23 Eylül - 22 Ekim)
Bildiğiniz gibi sonbahar bitiyor, ve önümüz kış. Bilmiyor muydunuz? O halde dört mevsimin isimlerini
ve sırasını öğrenmeniz için bundan iyi bir fırsat olamaz.
Akrep (23 Ekim - 21 Kas›m)
Cep telefonunuzun melodisini Fenerbahçe Marşı olarak ayarlamanız bu hafta dikkatleri üzerinize çekmenize sebep olacak. Fakat, Galatasaray’da santrafor pozisyonunda top koşturmanız, üzerinize çektiğiniz dikkatlerin maalesef sizin arzu ettiğiniz türden olmayacağını garantiliyor.
Yay (22 Kas›m - 21 Aral›k)
Agatha Christie’nin “On Küçük Zenci” isimli eseri
favori dedektiflik romanınız olsa da, bu edebiyat dersindeki sunumunuz için Güney Afrika’dan 10 pigme ithal etmenizi mazur kılmaz. Bu hafta aile fertlerinizin şikayetleri sebebiyle sevimli zenci misafirlerinizi oturma odasındaki çekmecelerde ağırlamaktan vazgeçmeyi düşünebilirsiniz. İthalat
Vergisi Kanunu’ndaki değişikliklere dikkat.
O¤lak (22 Aral›k - 19 Ocak)
Önümüzdeki günlerde Hülya Avşar, ayrıntılarını Hülya Magazin’in Aralık sayısında açıklayacağı çok özel
bir rejimin temel besin maddesinin sizin karaciğeriniz olduğunu basın açıklamasıyla duyurunca bir anda kıymete bineceksiniz. Bu fırsatı nasıl değerlendirmeniz gerektiğini öğrenmek
için Oğlak’a bir beşlik atmanız yeter.
Kova (20 Ocak - 18 fiubat)
Bu hafta sıkıntılarınızı unutmak için sinemaya gitmeye
karar vereceksiniz, fakat “Harry Potter ve Ateş
Kadehi” filmi size daha üç gün önce Hogwarts Büyücülük ve
Cadılık Okulu’ndan reddedildiğinizi hatırlatınca ister istemez
daha da hüzünleneceksiniz.
Bal›k (19 fiubat - 20 Mart)
Bülent yabanc› dilini
yeflil sahalarda
gelifltirmiflti.
Alacaklılarınızdan sıyrılmak için sakallarınızı uzatmanız ve sokağa çıkarken güneş gözlüğüyle fötr şapka takmaya başlamanız oldukça iyi bir taktik. Fakat Bodrum’da tatile gittiğinizde aldığınız “Uçan kuşa borcum var,
ama umurumda değil!” yazılı t-shirt kamuflajınızı biraz
bozuyor sanki.
¤ silah
¤ madonna
¤ 80’lerin saç laneti
¤ rövanflist kültür
¤ tuhaf bitkiler
¤ tek gecelik iliflki
¤ hakaret
Gökçe Pehlivano¤lu
1984 ‹stanbul do¤umlu Gökçe Pehlivano¤lu,
Saint Joseph Frans›z Lisesi’nden 2002 y›l›nda mezun oldu.
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema - TV
Bölümü son s›n›f ö¤rencisi. Üç k›sa filmi var.
Foto¤rafç›l›k yap›yor. Eserlerine http://lunaroom.net/ ve
http://anahita.deviantart.com/ adreslerinden ulaflabilirsiniz.
10
EKfi‹ 25 Kasım-1 Aralık
görüfl
.
.
Silah
B
iz küçücük, minicik,
ufacık kızlar olarak Barbie bebeklerle oynar;
plastikten fincan takımlarımıza
kahve niyetine bildiğin musluk suyunu doldurup içerken; akranlarımız olan küçücük, minicik, ufacık
erkeklerin “Dur kaçma, vurdum
seni!” nidaları eşliğinde ellerinden
düşürmedikleri oyuncaktı silah.
Sonra, biz büyüdük ve oyuncakların yerini, bütün haşmetiyle
gerçekler alıverdi.
Silahla ilk tanışmam, henüz reşit bile değilken, o zamanlar Türk
Silahlı Kuvvetleri’ne adımını atmış
olan abimin, kutsal bir emanetmişçesine sürekli yanında taşıdığı, üzerine kayıtlı olduğunu ve kaybederse eğer hayatının kayabileceğini
söylediği silahı ile oldu. Israrlarıma
dayanamayan abimin, büyük bir
dikkatle şarjörü boşaltıp verdiği,
elimde duran ağır, siyah ve soğuk
metal parçasına bakakaldım. Elbette son derece acemice ve yanlış
yerlerinden tutup sol gözümü kısarak abime nişan aldığımda, o müthiş hayal gücümle içi dolu olsa
eğer neler olabileceğini hayal edip
elimden fırlatıverdim. Bir daha da
herhangi bir silaha elimi bile sürmedim, sürmek istemedim.
O günden sonra silah benim
için güç imgesinden uzaklaştıkça
uzaklaştı. Bu koca şehirde, yalnız
başına yaşayan bir kız arkadaşımın, yastığının altında silahı olmadan uyuyamadığını öğrendiğimde
bu düşüncem iyice pekişti. Silah,
silahı elinde tutanın gücünün değil
karşısındakinin hayatına son vermenin acizliğinin simgesiydi. Ve
biz öyle bir dünyada yaşıyorduk
ki; ağır, siyah ve soğuk bir metal
parçası güven içinde uyumamızı
sağlıyordu.
mavikedi
B
irinin özgürlüğüne tecavüz edebilecek niyet ve
muhteviyattaki her şey
bir silahtır. Henüz hayata dair hiçbir şey bilmeyen bir çocuğun kalbine doğrultulmuş bir tüfek... Hiç
kimseye gösteriş ya da en ufak bir
zarar amacı bulunmayan bir topluluğun ibadetlerinin orta yerinde
patlayan bir bomba... Emekli maaşını henüz çekmiş bir amcanın
karnına dayanmış bir bıçak... İşsiz,
belki alkolik bir babanın koca bir
ailenin üzerinde inip kalkan kemeri... Tek suçu iş çıkışı karanlığa kalmak olan bir kadının bacakları arasına dayanmış bir penis... Lobları
menfaatle doldurulmuş beyinlerin
ellerindeki kutsal kitaplar... Fikirleriyle bir toplumu aydınlatmak,
uyandırmak kararlılığındaki kafaları ipe gönderen kalemler... İnsanların vicdansızlıklarıyla birleşen her
materyal silahtır. Ne yazık ki her
zaman ruhsata da gerek olmaz.
gosalyn mallard
B
ir zamanlar Türk gençliğinin aklını almış, tüm
memleket
sathındaki
mahallelerde fırtına gibi esmiş bir
silah vardır; adı mamçıka. Ya da
munçaku veyahut mınçıka. İsmi
yörelere göre değişen bu silah, iki
adet sopa ve bu sopaları birbirine
bağlayan bir zincirden ibarettir, zaten bu kolay imal edilebilir yapısı
yüzünden de çivi çakmayı bilen
her mahalle bebesi tarafından iyi
kötü bir tane üretilmiştir. Lakin,
basit yapısına karşın kullanımı ustalık ister, kendine has usulleri vardır ve nice genç bu usulleri öğrenmeye çalışırken kafayı gözü patlatmıştır. Bu efsanevi silahın yurdumuza girişiyse, kanımca Çin’den
çıkmış en kral insan olan Bruce
Lee sayesindedir. Ya da Bruş Li,
ya da Bur Çi Le, onun da ismi yöreden yöreye değişmektedir. Zaten
bu mereti ondan iyi kullananı da
görmedim. Ulan yıllarca aynanın
karşısında çevirdik durduk kan ter
içinde ama Bruce Lee’nin o hızına,
o zarifliğine zerre yaklaşamadık
arkadaş.
alpinsamuray
E
n güçlü silah bilgidir. Oy
21. yüzyıl, vay bilişim
çağı gazıyla yazmıyorum
bunu. Silah acıtandır. Ama neyin
ne kadar acıtacağı bilgisine sahip
olmadıkça atom bombaları için
“Atom çekirdekleri oynaşıyor işte
öyle kendi aralarında, cici” denir,
ışın kılıçları da aklımızda elektrikli
testere misali bir alet olarak yer
ederdi. Diğer yandan “Bu acıtır”
bilgisi Türk filmlerinde masaya
vurulup kırılan şarap şişesini,
MacGyver’da, mesela, yarım şişe
çamaşır suyunu bir silah haline getirir. Süpermen’e karşı en güçlü silahın ona gücünü veren Kriptonit
olduğu bilgisine haiz olduğu gün
Lex Luthor göbek atmadıysa şerefsizim.
En güçlü silah bilgidir, evet.
Acıtan, yaralayan, öldüren şeyler
sadece birer araçtır. Bu bağlamda
size bir de sır vereyim: Benim silaha çevirebileceğim yegane araç dilimin ucundan dökülen kelimeler.
Ne tezattır ki beni en çok acıtan, en
çok yaralayan da silah olarak alnıma dayanmış suskunluk olmuştur.
Birinin silahı başkasının kalkanı
olabiliyor demek ki, sadece bilmek
gerek.
a lifetime of type ii errors
M
avi kapsülleri vardı, 12’lik
galiba. Namlunun altındaki pimi çeker silindirimsi
kısmı yana çıkarır ve bu kapsülleri
yerleştirirdik oraya. Silindirin arka
tarafı kapalıydı. Namlunun arka tarafı da kapalıydı. Namlunun ucunda da kırmızı plastik bir parça vardı. Bunlara rağmen bir arkadaşımıza doğrulttuğumuzda silahı sol
eliyle ağzını yüzünü kapamaya çalışırken sağ elini de açık şekilde
uzatırdı nedense. Oysa yüzüne asla
gelmezdi bir şey. Merak ediyorum
o yüzünü kapamaya çalışma kendini koruma hareketi evcilik oynarken olduğu gibi rol müydü sadece
yoksa içinde az da olsa bir korku
barındırıyor muydu? Galiba vardı
biraz korku.
Birkaç yıl sonra bu silahların
boncuk atanları çıktı, mavi ve turuncu boncuklar. Namlu artık delikti ve kırmızı plastik parça da
yoktu namlunun ucunda. Eskisine
göre daha az ses çıkarıyor ama daha fazla silaha benziyordu. Bilmeyen için daha az korkutucu (sesi
çıkmadığı için) ama daha acıtıcı
(boncuk attığı için) yani gittikçe
daha yakın gerçek silaha. Çocuklar
artık birbirlerine ateş ediyorlardı
bu silahlarla. Acıtıyordu ama acı
çeken de karşılık veriyordu. Birkaç
yıl sonra bu silahların demir boncuk atanları çıkacak ve çocuklar
hava atacak, “Benimki gerçek kurşun da atabiliyor lan” diye. Birkaç
yıl sonra çocuklara cep telefonu
yerine gerçek silah alınacak. Birkaç yıl sonra silah kelimesinin başında oyuncak veya gerçek sıfatı
kullanılmayacak.
ozzzz
B
u yazı silaha taraf bir yazı gibi görünse de sadece
insanları anlama amacı
ile yazılmıştır. Bir adalet sorunsalıdır silah. Bin yıl önce birazdan anlatacaklarımın benzeri bir şeyler
yaşayan biri silah denilen aleti icat
etmiştir. (Kılıç, mızrak da bir silahtır) Bugün olsa ben de icat ederdim diyenler beri gelsin.
Koşa koşa gelen öfkeli bir kabadayının karşısında güçsüzlüğünü hissettiğin ve bir sopa, taş, bir
araç aradığın anların bir sonucudur silah. Basit bir doğa adaletsizliğinin törpülenmesidir aslında.
Daha detaylı olarak ise aşık olunan
kızın yüz vermemesi ve önünüzdeki pilli adama yazması karşısında
duyulan öfkeyle bile ilişkilendirilebilir bu silah vakası. Adalet duygusu sorgulanması ve hak ettiklerini bir bir kaybetmenin verdiği çiğ
köfte tadının bugünkü sonucudur
silah. Tıpkı “Suç ve Ceza”daki
Raskolnikov gibi doğanın adaletsizliğini kendi adaletinle sağlamaya çalışmanın ölümler dışındaki
ufak çıktısıdır. Hafife alınmayacak
hislerimizden ve korkularımızın
doğasındandır yani.
lifedom
E
ski Türklerin o çok ünlü
üçlemesinin son halkası
olan silah, (öyle ya da
böyle şu anki yaşayış üzerinde etkisi varsa) Anadolu kültüründe de
büyük önem arz eder. Erkek çocuklar, hayatları boyunca silaha ve
onun getirdiği güce alıştırılmaya
çalışılır. Öyle ki, avlanmaya meraklı kişiler, ergen çocuklarına, kemale bakmadan, boylarından büyük bir çifteyi teslim ederler.
Bu anlayışın bir mağduru olarak
şunu söyleyeyim: O silah eldeyken, yalandan da olsa, içinizin ısındığını fark ediyorsunuz. Ancak biraz akıl başa yerleşmeye başlayınca ve kendilerini bu anlayışla tanımlayan insanların nelere yol açtıklarını görünce o metal-ahşap
gövdeden tiksinmeniz doğal.
raziel
sadık eşlikçisidir..
Güneş gülüşlü, kızıl derili insanların -ki düşüncem, güzeldileryok edicisidir...
Derken şöyle en karasından biri
kafama doğrultulmuşçasına irkilirim: Silah mıydı kanatan, yoksa en
tehlikeli icat insan mıydı? Hayır
Kabil Habil’i öldürmek için cebinden bir Magnum çıkarmamıştı, bunu yapan Kirli Harry idi. Yoksa
hepsinin namlusuna çiçek ekmek
S
ilah argoda erkek cinsellik
organıdır. Buna şaşmamak gerek, zira hem silah
hem de penis kültürümüzde “cezalandırmak” fiilinin kendisine karşılık bulduğu yegane kavramlardır.
Şarkılarımızda “Kız ben seni vurmaz mıyım?” diyerek açığa vurduğumuz bu keyfiyet sinir anında ceza olarak umut edilen küfürlerimizde de -şu an örneğini veremeyeceğim şekillerde direkt şahsiyete yahut aile yakınlarına olmak suretiyle- karşımıza çıkar.
Gerçekten de yüzyıllar boyunca
cinselliği tabu olarak kapalı kapılar
ardında yaşamış bir toplumun bu
konuyu silahla bağdaştırması çok
manidardır. Nitekim Türk halkı bu
tür konularda kurnazlığını kullanmaya bayılır. Cinselliğin silah ve
ona bağdaşık konularla ifade edilmesi (silah, vurmak, vuruşmak,
cephane, çavuşu tokatlamak vs.)
evinde silah üreten bir toplumda
şaşılacak bir şey değildir.
cagrika
S
ız bir dünya düşlerken sızlatan ve birinin ceplerinde, bir tiyatro sahnesinde,
bir film karesinde yer aldıysa şayet, eninde sonunda muhakkak
patlayan, ben şimdi bunları yazar-
isterken, menekşeleri kökünden
sökmüş, bahçeleri kurutmuş muyduk? Özgürlük getirmek, düzen
getirmek yahut Kıble’ye döndürmek yalanlarıyla ceplerimize bin
yüz mermi fazla doldurup kızıla mı
boyamıştık ağzımızı sulandıran toprakları? Fiş dosyalarımıza “Ali gel”
ile eşzamanlı girmemiş miydi “Ali
önce yok et sonra elde et”? Peki ya
dikenli teller kimi kanatır? Çit silahtan önce vardı değil mi, sahip
olma güdüsü silahtan önce vardı.
Kötü niyet silahtan önce vardı,
çünkü en önce insan vardı, önce ve
her şeyden önce insan vardı.
Vara vara bu lanetli, bu çocuk
çığlıklarıyla dans ettiğimiz, bu birbirimizin yüzüne nefretle baktığımız, bu karşı karşıya olmaktan öteye gidemediğimiz dünyaya vardı.
Perilerimiz cahil, gözlerimiz siyah
bantlı, kulaklarımız tıkalı artık. Belki silahtan beri daha bir tıkalı,
kanımca tüm suçu budur.
Şimdi çocuklarımızı bize benzemekten Action-Man’ler korusun,
ama önce tek bacaklı kurşun askeri öldürsün...
maureen
M
ken, siz sonra bunları okurken başka okumaları, başka yazmaları,
başka gülümseyişleri, başka göz
süzmeleri yarım bırakan, gündüz
güzellerinin karanlık bekçisi, günebakanlara atlas kefen erkeklik
cilası, namus belası, kanatan ve
muhakkak ağlatandır silah...
Özgüvenli söylemlerin kara kenar süsü, attan ve avrattan sonra,
yiğitlikten ve cesaretten önce gelen...
İcadıyla mertliğe dair ne varsa
alıp götüren, suçlarken kolaya kaçtığımız, köprüden geçmeyi diğerini
öldürerek başaran keçidir silah.
Günah keçisidir, keçi inatlarının
etal, namlusu, tetiği olanları soğuktur. “Ateş” eder
ama soğuktur. İkiyüzlülük
bir nevi. Gerçi o kadar bilindiktir
ki artık kimse yemez bu numarayı.
Herkes bilir: Silah öldürür.
Maske takmış bir şekilde ortada
dolaşanları ise hâlâ insanları aldatabilmeyi başarıyor. Herkeste
olumlu izlenim bırakan güzellik,
iletişimin temel taşı sözcükler, tek
bir bakış, sevgi, para... İnsanın farkında olup silaha çevirmediği hiç
bir madde, duygu kalmıyor. Öldürmek, yaralamak, incitmek, ele
geçirmek gücün sembolü olduğu
sürece de gözün gördüğü ve
göremediği dünya üzerinde yer
alan potansiyel silah muamelesi
görmeye devam edecek.
yalniz bir opera
inceleme
11
25 Kasım-1 Aralık EKfi‹
80’li y›llar ve erkekler
üzerindeki meflum saç laneti
ünyanın çıldırdığı vakitlerdir 80’li yıllar. Ne
70’lerin şimdilerde (daha çok 90’ların ikinci
yarısında) geri dönen modasını barındırır ne de 60’lı yılların siyasi hareketini, enerjisini, yahut cinsi münasebet devrimini içinde yaşatır... Hani
30’lu, 40’lı, 50’li yılların trençkotlu,
küt saçlı, epilasyon silsileli kaşlarıyla gergin estetiğine zerre bir yakınlığı da yoktur. Ama şahsiyetli midir?
Evet... Belirgin özellikleriyle bu yıllar nerede görülse tanınacak izler bıraktı mı? Kuşkusuz... İşte bunlardan
biri de, 80’li yılların erkekler üzerinde yer eden saç lanetidir. Ergenlik
ila 30 yaş arasındaki zaman dilimini
80’li yıllarda yaşayan erkekler, bu
lanetin başlıca kurbanları. Hatta, hadisenin bir lanet olarak kayda geçmesi de tamamıyla bu yaş grubundaki kimselerin saçları için geçerli...
Dönemi yaşayanların malumudur. Kim bilir belki de The Village
filmindeki gibi “hakkında konuşmadığımız dönem” olarak adlandırıyorlardır 80’leri. Kuşkusuz bunda saç
lanetinin derin izleri var. Hadisenin
başlangıcı ise esasında malum yılların gavur ellerinde yarattığı moda infialine tekamül eder. Ancak bizim
örneklerle ve detaylı açıklamalarla
irdeleyeceğimiz asıl mesele, lanetin
en elim etkilerinin yaşandığı Türkiye elbette. Ergenliğine yeni ermiş,
30’unu geçip keline feline erememiş, saçlarına yeni bir yön arayışındaki Türkiye erkeği, lanetin gökten
yıldırım inercesine indiği başlarını
omuzlarının üzerinde taşıdığının farkındalar mıydı? Elbet değillerdi,
ama olacaklardı... (Bunları da 9. sayıdaki Gerilim Romanı Rehberi’nden öğrendim, çaktırmayın.)
D
Lanet kendisini
göstermeye bafll›yor...
Çok uzağa değil, televizyonunuza, Yeşilçam TV, Sinematürk yahut
Show TV gündüz kuşağına ara sıra
göz atın. 80’li yılların sinema eserlerine pür dikkat kesilin. Derli toplu
bir tane erkek saçı, bir tane jöle, briyantin yahut tarak tutmuş saç var mı
bakın. Tüm erkeklerin saçtan çok,
Stereonun monodan ipini kurtar›p çifter ayak deli gibi koflturdu¤u bir t›n›da, org z›r›lt›lar› eflli¤inde ve lazer ›fl›klar›n›n
aras›nda “fieri fieri Leydi dans›” eden çiftler düflünün. ‹¤rençli¤i müspet, kepaze, ama “moda” oldu¤u kesin vatkal›
ceketler içinde parlak bluzlar›yla sal›nan kad›nlar›n düzelmeye meyilli permal› saçlar› ve karfl›lar›ndaki erkekler...
Aman ya Rab! O da ne? Erkeklerin saçlar› adeta tütün balyas› gibi. Dümbük gibi. ‹flte buras›, lanetin bafllad›¤› nokta.
tütün balyasına benzeyen o kütleyi
başlarının üzerinde nasıl taşıdığına
tanık olun. Ve sonra 90’lı yıllara bir
gelin. TV dizilerini hatırlayın. Ebru
Gündeş’li, Muazzez Ersoy’lu, Sanem Çelik’li, aşk, hırs, intikam ve
arabesk dokulu gergedan boynuzu
hassaslığındaki dizileri... Nitelikleri
ya da sıfatları derdimiz değil şu an.
Bizi ilgilendiren, hemen her birine
yerleşmiş, 80’li yıllardan kalma “lanetli” aktörler. Dikkatinizi toplamanızı, sadece bir kaçına erişip sayfaya
serpiştirdiğimiz fotoların haricindeki isimleri de gözünüzün önüne getirmenizi arzu ediyorum. Özellikle
80’li yıllarda çocuk olup bu lanetten
teğet geçen şimdinin gençleri ve
30’lara merdiven dayamış bunalımlılarına eğlence vaat ediyorum.
Ne demiştik? Diziler... Evet, bu
dizilerin önemi şu: 80’lerin tecavüz,
cinsellik, uyuşturucu temalı ve modern yaşam eleştirisiymiş gibi davranan çiğlik abidesi yerli filmlerinin
yıldızlarını hepimiz biliyoruz. Tarık
Tarcan, Emrah, Tolga Savacı (ki eski soyadı Savaşçı’dır), Engin Koç ve
Yaşar Alptekin gibi isimlerin, filmlerdeki şöhretlerini taşıdıkları bu dizilerdeki hali ve ahvali gerçekten de
acı vericidir. Zira hepsinin saçları,
80’li yıllardaki o fön makinesinden
dayak yemiş, dalgalı, kabarık ve tarak tutmayan, jöleden etkilenmeyen
halinden ödün vermemiştir. Ne teknolojik, kozmetik gelişmeler ne de
yeni moda saç şekilleri bu insanların
saçlarına etki edebilmiştir. Sadece
Emrah’›n 80’lerdeki saç lanetinin bir örne¤i kabar›k, dut usulü saç› (solda), yerini
rampa kafa saç stiline b›rakt› (sa¤da). Çünkü lanet sebebiyle saç düzelmiyordu.
aktörler değil. 80’li yılların filmlerinde, yukarıda belirttiğim yaş grubunda yer alan erkeklerin de saçları
aynı kepazeliktedir. Çok uzun olmadığı halde kabarabilen, gölgesiyle
adeta kafanın üzerinde bir yaban tavuğu taşıyormuş hissi veren, hatta
bu görüntüyle pek meşhur bir berber tabirine, tavuk g...tü modeline
kaynaklık etmiş bir görünümdür bu
erkeklerin saçlarından yansıyan. Yüzü eblehleştiren, saçlarda ipeksi olduğu kadar dokunulduğunda bir samanla eş değer hisse sebebiyet vereceğini öngördüğümüz bir çeşit yumağı andırır bu.
“Peki bu lanetin etkilediği yaş
grubunu nasıl belirliyoruz?” Şöyle...
Elimizde o döneme ait görüntüler
(filmler, düğün kasetleri) olduğu kadar, fotoğraflar, tanıklar da var. Hemen bakıyoruz ki; bu dönemde yaşayan, ergenlikle 30 yaş arası bir erkekle, saç rengini, saç zevkini ve
şeklini şemalini 70’li yıllarda edinmiş kimseler arasında bariz bir fark
var. Birisi yukarıda kısa bir tarifini
verdiğim, geneliyle bir balyayı andıran o dümbük ifadeli plaj p.z...vengi
ifadesinde iğrenç bir saç şekline sahipken, dönemin lanetinden uzak
kalmış diğer saç modeliyse “insan
gibi” diyerek kısaca belirteceğimiz
hayli normal, şimdi bile sokakta görebildiğimiz, şekle girebilir, görünce gülmeye sevk etmeyen, kabarmamış, kabarmaya meyletmemiş
bir halde. İşte yavaş yavaş neden bu
hadiseyi lanet olarak tanımladığıma,
televizyonda gördüğümde “İşte lanet!” diyerek cadı çığlıkları attığıma
dair bir gerekçe daha...
Emrah’›n rampa kafa
saç tercihi, Tar›k
Tarcan’›n bombesi
Film yıldızlarının akıbetiyle devam edelim... Tarık Tarcan misal. O
kabarık saçlarını ve hale yola gelmez lülelerini hali hazırda toplayabildiğini gördünüz mü? Bir şişe jöleyi boca ettiği Affet Bizi Hocam
dizisinde dahi, o kabarma hissinin
sürdüğü, lanetin en etkili olduğu
“saç arkası bombesi”nin kendisini
göstermek için çaba sarf ettiği dikkatinizi çekmedi mi?
Peki ya Tolga Savacı’nın sırf bu
lanetten kurtulabilmek için saçlarını
birçok TV dizisinde buğday tanesi
uzunluğunda uzatabildiğini, hatta
kelleştiğini fark edenleriniz de mi
olmadı?
Emrah’ın uzun bir süredir saçlarının üç numara + rampa kafa modelinde olması sizce neden?
Yaşar Alptekin’in bu lanetle yaşamaya alışarak rol aldığı dizilerde
ramazan davulunu andıran saçıyla
ve kafasıyla arz-ı endam etmesi yüreğinizi hiç mi cız ettirmedi? Adamcağızın şimdilerde dine dönüp namazgahlar üzerinde saçında takke
ile poz vermesi, hacılara karışması
sizce ne içindi?
Keza Engin Koç’un saçlarını her
seferinde ütüleyerek geriye doğru
bir kütle halinde yapıştırması ve bu
Engin Koç, o y›llarda lanetin kabart›c› etkisinden kurtulmak için saçlar›n› uzatmay›
denemiflti (Solda), ama bu da geri tepti ve mankenin saçlar› balyalaflma gösterdi.
Günümüzde Koç saçlar›n› takt›¤› kask ile gizliyor. Hata sende de¤il Engin, utanma!
laneti maskelemesi, Televole dahilindeki büyük reyting canavarı Kördüğüm’ü izlerken dizinin mükemmel dramatik yapısı nedeniyle dikkatinize mazhar olamamış olabilir mi?
Hepsine “evet” diyorsanız, şimdiden itibaren gözlerinizi iki kere
daha dikkatli açın, “hayır biliyoruz
ama içimize atıyoruz” demekteyseniz lanetten haberdarsınız...
Şimdilerde, eski aktörlerin sıfatlarında ve saçlarındaki o gelin duvağını andıran “şekillenememe, balyalaşma, tavuğa öykünme” özrüyle
dikkat çeken lanetten mustarip insanların meşum varlıklarında yeniden hatırlanan bu laneti açıklığa kavuşturduğum için aslında hiç mutlu
değilim. Hatta berber duvarlarını
süsleyen, dönemin “kaleci saçlı erkeklerinin” fotoğrafları ne diye hâlâ
övgüyle o vitrini süsler anlamış değilim. Kaleci saçı olarak tanınmasını
eski Fenerbahçeli ve milli kaleci
Engin İpekoğlu ve Ankaragücü kalecisi Adnan’dan aldığını belirtmeden geçecek umursamazlıkta hiç
değilim. Ve evet neyse ki lanetli de
değilim değilim değilim!
lem
K›saca toparlamak
gerekirse:
80’li yılların saç laneti,
ergenlik ve 30 yaş arasındaki
erkekleri etkilemiştir.
Bu erkekler şimdilerde
bile bu lanetten ve o saç
modelinden mustariptir.
Çoğunun saçları ya
dökülmüş ve kelleşmişler ya
da aynı şeklini muhafaza
etmişlerdir.
Lanet; ergenlikten başlayarak saçların hayat boyunca bir tütün balyası gibi
şekillenmesiyle gerçekleşir.
Film yıldızları ve düğün
kasetlerindeki tiplemeler,
lanetin eldeki yegane
kanıtlarıdır.
Tar›k Tarcan saç›n›n arkas›nda bombe oluflturan, lülelerde ölümcül s›çramalar
yaratan lanetle 80’lerde tan›flt› (solda). Bugün ise yo¤un jöle ile bast›rmaya
çal›flt›¤› bu kabar›kl›k hâlâ çeflitli lüle s›çramalar›yla varl›¤›n› koruyor (sa¤da).
12
EKfi‹ 25 Kasım-1 Aralık
popüler kültür
Madonna Don’t Preach
adonna’nın yeni albümü
Confessions On A Dance Floor (COADF) raflardaki, ilk single’ı Hung Up’ın video klibi de ekranlardaki yerini aldı.
Klibi görenleriniz olmuştur.
Floresan lambalar titrek bir tıkırtıyla
yanar, 70’lerin eşyalarıyla dolu bir
jimnastik salonu aydınlanır; içeri bir
kadın girer. Elindeki vintage boombox’ı yere bırakır, play tuşuna basar
ve old skool eşofmanlarını üstünden
çıkarmasıyla kadının Madonna rolündeki Madonna olduğunu görürüz. Aerobik mayosu, ışıltılı kemeri,
janjanlı stiletto’larıyla fantezi-sportif bir şıklık (rüküşlük) içindedir.
Madonna trend setmeye devam
ediyor, deriz içimizden. Sonra
Maddy (Madge ya da Ciccone) yüzünde bir ton makyaj ve umursamazca seksi bir ifadeyle ısınma hareketleri yapmaya başlar. Birkaç
yaratıcı ve yakalayıcı dans figürü eşliğinde Maddy’nin yıllara meydan
okuyan fiziğine ve kondisyonuna
vakıf oluruz. Mesaj alınmıştır: Bu
kadın yaşlanmıyor.
Sonra 80’ler mimarili binalardan atlayan, zıplayan zenci kardeşlerimizi, bir zenci mahallesinden
manzaraları, Uzakdoğulu ve Ortadoğuluları, Hispanikleri ve Hintlileri görürüz; adeta 70’lerden bir
blaxploitation filmi izliyormuşuz
gibi. Görüntüler hızlı hızlı gelişirken
insanların hal ve tavırlarından günümüzde olduğumuzu (kıyafetler,
dövmeler, kulaklıklar ve acı çeken
liseli Japon kızın varlığı bize bunu
düşündürür) ama onların retro bir
evrende tutuklu kaldıklarını hissederiz. Moda, müzik ve alt kültürün
kaynaştığı bir illüzyondur bu.
M
I
SAW I
aw II ile ilgili en temel ve reel eleştiri kendini şu noktada
bulacaktır: Saw II, korku filmi olma iddiasında. Ancak bu iddiayı gerçekliğe dönüştürmek yalnız
korkutmak ile mümkün değil. Zira
insanın temelinde var olan korku
duygusu, şoklarla ve tetiklemelerle
de ortaya çıkabilir. Eğer bir sinema
eserinden bahsediyorsak eser “şok”
tekniklerini bir kuple aşmalı, kendi
dili ve diyalektiği içerisinde bizi gerebilmeli, korkutabilmelidir. Bu
yüzden korku filmlerinde temel öğe
izleyicinin zalim ve mazlum ile empati kurabilmesi ve olayın gerçekliğine şüphesiz biat ederek olasılıklar
evreninde yan köşede duran bir
gerçeklikten gerilmesidir. Bu bir senaryo işidir ve Saw II filmi tam bu
noktada tırtlamıştır. Çünkü; Saw II
bize bugün, ABD’de bildiğimiz fizik kuralları geçen bir zamanda yaşanabilecek bir olayı sunuyor. Kısaca, kanser hastası ve ölümü muhakkak bir katil, insanların yaşamın kadir ve kıymetine karşı ilgisizliği hasebiyle sinirleniyor ve bir ahlak
bekçisi kimliği ile yaşamını kötü
S
Evet, bafll›k eski bir yaz›dan arak, neredeyse anonimleflmifl bir deyifl. Ama huylu huyundan vazgeçmezse hayal gücümüze böyle katar giriyor iflte. Neyse, big news:
Madonna yeni albüm yapt›, s›cak s›cak servis edin...
Madonna bir şeyi yoktan var etmiyor müzikal anlamda. Çalıştığı
adamların da yıllardır değişmediğini, ihtiyatlı müzikal birliktelikler
kurduğunu hesap edersek onu çalıp
çırpmakla suçlayamayız. Madonna
alternatif hareketleri yakından takip
ediyor ve mainstream’e uyarlıyor
sadece. MTV çocuklarına habersiz
yaşayıp gittikleri müziklerden kendince bir uyarlama sunuyor. Yıllar
önce okuduğum bir söyleşide Madonna’nın Blur’den Damon Albarn’a Amerikalıların britpop’u Spice Girls sandıklarını söylediğini
okumuştum. Mesele aydınlanıyor:
Madonna görünümüne ve özel yaşamına gösterdiği özeni müziğine
de gösteriyor; çeşit çeşit müzik dinliyor. Pek bilinmeyen dahi bir prodüktörü, William Orbit’i sağ kolu
yapıyor. Sonra 80’lerden beri müzik
piyasasında olan ama bir türlü çıkış
yapamayan bir Fransız’ı, Mirwais’i
mutfağına alıyor. Şimdi de Zoot
Woman ve Les Rythmes Digitales’den Stuart Price’ı (Jacques Lu
Cont) ekibe dahil ediyor. Tabii yılların Pal Leonard ve Shep Pettibone’uyla bağları koparmadan.
COADF’da yeni ne var? Çok
sevdiğiniz veya hiç sevmediğiniz
Madonna’dan tek bir saniye bile
susmayan, DJ set havasında geli-
şen, bir arkadaşımın dediği gibi
“kendinden remiksli”; Madonna’nın müzikal yolculuğunu bilenlerin yabancılık çekmeyeceği, diğer
albümlerinden aşina olduğumuz liriklerle destekli, bir saati aşkın sıkı
bir dans müziği şöleni var. Kendi
kendine nefes alan, konuşan, dans
eden bir albüm bu handiyse. Bütün
albümü tek bir şarkı gibi dinlemek
mümkün, ki tavsiye edilen de bu.
Madonna’nın yeni bir söylemi,
problemi yok. İyi düzenlemeler, serin vokaller, bazan mankafa olabi-
len ama mantravari primitiflikleriyle son kertede bedeni ve ruhsal hazzı kutlayan, kutsayan; dans etmeye
yeten sahtekarca bir bilgelik var.
Aş, diyor Madonna. Ama bunu terden, devinip duran kasların tetiklediği serotonin hücumundan öyle
boğulmuş ve sarhoş olmuş raddede
söylüyor ki, dinleyici olarak sizin
de dermanınız kalmıyor; öylece teslim oluyorsunuz bu içi boş, içi olmayan terapiye. Seni mi kıracağım
Madonna? Neler dinlemedik, nelere dans etmedik; senin için de ata-
rım birkaç parende, sallarım bedenimi sağa sola. Eğer dediğin gibi
sıyrılacaksam günahlarımdan, suçluluk duygularımdan. Arınacaksam.
Birçoklarına göre Ray Of
Light’tan bu yana yaptığı en iyi albüm bu. Bana kalırsa Madonna’nın
her albümünde dişe dokunur en az
birkaç parça olur, anlayana. Bakınız
pop müziğin kraliçesi falan demiyorum. Sembolik de olsa monarşi
monarşidir ve berbat bir şeydir.
Madonna’yı kocalarından, hocalarından (Kabbala kastediliyor), servetinden ve berbat filmlerinden bağımsız düşünüp yüzü suyu hürmetine dinlemeyi denerseniz; kırklarının
sonunda değil, hayatının her merhalesinde ruh ve bedende tümel
olarak azmış, yerinde duramamış
bu kadının yarı deli monologundan
kendinize bir veya birkaç ders
çıkarabilirsiniz. Gözü kör hayranlarına söylemiyorum elbet, onlar
zaten kellemi fetva buyurmuşlardır.
Ne diyor bilge Madonna şarkısında: “Sana aşktan (sevgiden)
söz edeceğim. Hayatını unut.
Problemlerinden kurtul. İdare etmekten ve edenlerden, borçlardan,
yüklerden”.
Dilimizi
ısırıp
Maddy’e ayak uydursak fena olmayacak sanırım. Çünkü yıllardır
diline pelesenk ettiği bu meramları
ileride ısıtıp yeniden önümüze sunması veya bizim bu patolojik
iyimserliğe isyan edip hayata küsmemiz falan mümkün. O yüzden
Madonna’ya “he he” demek ve
COADF’la bir saat kudurduktan
sonra en sevdiğimiz albümü takıp
keyfimize veya keyifsizliğimize
bakmamız gerekiyor.
velouria
Korkunç bir senaryo
Afiflinde, “Oh yes, there will be blood” yaz›yor.
Buna kaniyiz, ama bir de senaryo olsun isterdik
harcadığını düşündüklerine ölümlerinin de bir ihtimal olduğu bir oyun
hazırlıyor. Bu oyundan çıkanlar yaşamayı hak edecekler, katilin doğal
seçilim ile kafasında tümleştirdiği
maniveladan sıyrılamayanlar ise zaten hak etmediklerinden yaşam dışına atılacaklar. Bu oyun içerisine
şu veya bu nedenle girmiş yedi kişi
bir evde, kendi iradeleri dışında
mahsur tutulurken, iki saatten az bir
süre içerisinde bu evden dışarı çıkmaları gerekiyor. Evin içerisinde
sürekli sarin gazıyla boğuşan bu
topluluğu ise katil başka bir yerden
bilgisayar vasıtasıyla izliyor. Polis,
katilden ipuçlarını alarak bu garipleri kurtarmak ve nerede olduklarını
bulmak için çabalarken süre azalıyor ve Digiturk sonlamasıyla izleyici “Bakalım ne olacak?” diyor.
Diyor mu? Demiyor. Demiyor
zira olanların gerçek olabileceğine
dair en ufak bir inanç dahi seyirciye
verilemiyor. Düşününüz, iki saat gibi bir süre varken koca bir SWAT timinin romantik komedi film izler
gibi sükunet ve rahatlıkla monitöre
bakabilmesinin mümkünatı var mıdır? Bir polis şefinin çocuğu tutsaklar arasında ise yapacağı ilk şey ortalıkta deli gibi küfürler sallamak ve
katille muhabbet, hatta kanser hastası ve oksijen tüpüyle nefes alabilen bir adamı tehdit etmek midir
yoksa bilgisayar sistemi ile evi izleyebilmek için bir network bağlantısının lazım olacağını anlayıp bu bağlantıdan eve ulaşmaya çalışmak mıdır? Yalnız bu kadar değil, katil profili de inandırıcılığı yerle yeksan ediyor çünkü kanser hastası olduktan
sonra ölüm gerçeğiyle yüzleşerek
psikolojik bunalım geçirmiş ve sosyopati geliştirerek delirmiş hiç bir
insan katil kadar tumturaklı ve dört-
dörtlük bir mantık silsilesine sahip
değildir. Gene böyle hiçbir insan dış
çevreye karşı zaafsız da olamaz. Dış
çevredeki kendi gerçekliğine uyumsuz her harekete vereceği tepkilerin
kendi deliliğinin zorunlu ispatı olabilecek bir insan uzun ve sıkıcı bir
konuşmada, Darwin’in yalan yanlış
anladığı doğal seçilim teorisini örneklendirerek kusursuz bir ubermensch profili çizmemelidir. Bu kadar idealize edilmiş bir katilin gerçek olamayacağını her izleyen anlar.
Bunca kelam sonrasında, iki
arada bir derede büyük bir acele
içinde izleyebildiğim Saw II filmine başarılı bir korku filmi diyemiyor, hatta korku filmi demekte bile
zorlanıyorum. Roma arenalarındaki gladyatörleri ve onlardan dökülen kanı izlemekten daha başka bir
anakronda isimlendiremeyeceğim
bu nedensiz şiddet gösterisinin de
afişiyle müsemma olduğunu söylüyor, Atilla Dorsay gibi not vermeden ancak afişe bir ek çıkarak
yazıyı sonlandırıyorum. Kan var,
başka da bir şey bulunmuyor.
aethewulf
araflt›rma
Kaybeden, mitlerimiz oldu...
Rövanflist kültür
13
25 Kasım-1 Aralık EKfi‹
Rakibi, ancak kaybettiyse meflru
ve alk›fla flayan gören bir kültürün
seçici “misafirperverli¤i” olsa olsa konjonktüreldir. Kendi mitlerimizi, kendi saham›zda, kendi
tahammülsüzlü¤ümüzle bo¤duk...
ünya kupası bileti” almak için oynadığımız
rövanş, İsviçre’deki
maçın hemen ertesinde başlayıp hâlâ da devam eden bir proje. Kendi
söylemimizi, kendi kefemizde tartmamız için bir imkan.
İstanbul’da yaşanan olaylar, federasyon ve medya tarafından bilinçle organize edilmiş, ince biçimde hesaplanmıştı. Havaalanında,
mesai saatleri içerisinde şirketin
bilgisi ve oluru olmaksızın en ufak
bir gösteri yapması mümkün olmayan Havaş işçilerinin karşılamasından, yol kenarında yumurtalarıyla
hazır ve nazır olarak İsviçre kafilesinin otelini ve güzergahını bilerek
bekleyen protestoculara, oradan da
stadı dolduranları dolduran manşetlere kadar karşılaşma öncesi karşılama fasılları birer “tertipti”. Medya, karşılaşma öncesi, tüm bu “preemptive strike” hamlelerinin failleri olan güdümlenmiş kimi aşırı milliyetçi grupları “kendiliğinden” orada bulunan ve tepki gösteren “halk”
olarak lanse etmesiyle olaylara bizatihi müdahil oldu, yönlendirdi,
özendirdi. Ki medyadaki “kendiliğinden” orada bulunan “halk” karikatürü, başka toplumsal olaylar sırasında da resmedilmişti.
Tuhaftır, Türkiye Futbol Ligi
müsabakalarında çıkan saha içi ve
saha dışı olaylara “terörizm” sıfatını
yakıştırma kıvamına çoktan gelmiş
Türk medyası, bir yabancının Türkiye’deki atmosferi “cehennem”
olarak manşetlemesinden muaz-
zam bir haz duyuyor. Medya, bu
yönde yayımlanmış bir haberi kupürüyle birlikte ekranlara, ilkokulda okumayı söktüğünde okuma
ağacındaki elmalardan biri olarak
sergilenen öğrencinin haklı gururunu anımsatan bir maharet edasıyla
sunuyor.
Devamında, Kadıköy’deki maç
öncesinde İstanbul’daki belli başlı
taraftar gruplarına federasyonun
bilet dağıttığı haberi taraftar sitelerine anında düştü. Aslan payının
asıl ev sahibi konumunda olan bir
taraftar grubunun aldığı bu payların bir kısmı karaborsada satıldı, bir
kısmı ise “tribünleri şenlendirmek
ve yönetmek” amacıyla hazır kıta
maça intikal edenlere kaldı. Halbuki, aynı medya ve federasyon
“avanta bilet” uygulamasına karşı
esaslı cezalar getirmiş, bu uygulamalara başvuran kulüpleri ağır para cezalarıyla tehdit etmiş, caydırmıştı. Bu, “normal şartlar altında”
suçlu addedilenin, iş “milli dava”
haline geldiğinde nasıl da devlet
namına devşirilebildiğinin, “derinleşmenin”, çok küçük ama manidar bir ara nağmesiydi. Maç öncesi bu çarpık ve tutarsız tablo,
Makyevelist bir önkabulle, “hedefe” ulaşma yolunda, çok sevimli
olmasa da makul gözüktü, hasır altı edildi.
Olayların sıcaklığı ve medyanın
galeyan pompaları olan spor yazarları korosu şu soruları özenle sakladılar: İsviçre’ye reva gördüğümüz
tüm bu uygulamaların ve hıncımızın
Meflhur
polisiye
yazar› Orhan
fiahin’den
Dokuz ad›mda gerilim
roman› yazma rehberi 2
“D
alnızca iki hafta süren,
ama naçizane yazarınıza
(iki haftalık) bir ömür kadar uzun gelen bir ayrılıktan sonra
nihayet karşınızdayız. Uzak kaldığımız sürede, Mike Hammer’in
maceralarına taş çıkartacak olaylara karıştım... mı acaba? (Bazen istemeden gerilim/polisiye yazdığımı zannediyor, okuyucuyu şaşırtmaya çalışıyorum, mazur görün.
Hiçbir olaya karışmadım son iki
haftada, evimde Cheetos yemek
ve ayak parmaklarımı saymakla
meşguldüm.) Tüm polisiye sevdalılarını ve gerilim manyaklarını
Sherlock Holmes kasketimi hafifçe kaldırarak selamlıyor ve... tam o
anda şimşek çaktı!
İrkildiniz değil mi? Rehberimizin ilk bölümünden de hatırlayacağınız gibi, eserinize heyecan ve dinamizm katmanın en etkili yöntemlerinden ilki sıkça kullanmanız gereken “...mi acaba?” ibaresi ise,
ikincisi de hikayenizi ani şimşek
çakışlarıyla süslemektir. Acı acı çalan telefonun film noir (Fransız-
Y
mesneti sadece İstiklal Marşımızın
ıslıklanmasına karşılıktı değil mi?
Dahası, sanki Türk Milli Takımı taraftarlarının, bizlerin, rakip ülkelerin milli marşları okunurken ıslıklama gibi bir huyu, adeti yokmuş gibi davranmak, hangi olmayan saygının hesabını yekten rakibe mal etme çarpıtmasından besleniyor olabilirdi?
Bu, rakibe milliyetçi hamasetler üzerinden yüklenme stratejisinin doruk noktasına ulaştığı yorum
ise “Medeni İsviçre” argümanında
vücut buldu. Islıklanmasına haklı
olarak bozulduğumuz marşımızın
ebesi olan şiirde Ersoy’un “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” dizesi durmaksızın tekrar
edildi. İsviçrelilerin yetmiş saniyelik ıslıklama çiğlikleri üzerinden
yüz elli yılı aşan batı kompleksimizin boşalmasını sağladık ve asıl
medeniyetin bizde olduğuna böylelikle kanaat ettik. Bir anda, yüz
milyarlık borçlarımızdan da modernleşme projemizin sıkıntılarından da silkinip ferahladık. Tıpkı
“Zenginler de Ağlar” dizilerini
seyrederek kendi haline şükreden
müzmin yoksullar gibi rahat bir
nefes aldık.
Öte yandan, maçın hakeminin
bariz şekilde milli takımımız lehine
düdük çaldığı, maç öncesi Dünya
Kupası’nın “pazarlama” kaygısında
olan FİFA’nın hakeme “Türkiye
maçındaki performansa göre şampiyonada görev alıp almayacağı
belli olacak” gibi teamüllere aykırı
bir uygulamayla net bir “mesaj”
verdiği müsabakanın bu yönünü asla mevzu etmedik. Çoktan bir ‘loser’ haline gelmiş Fatih Terim’in
maç ertesinde bir türlü ket vuramadığı egosuyla masayı yumruklayarak İsviçre’de verilmeyen penaltımızdan bahsetmesi ise bu tablo içerisinde, sahte Picasso tablosu gibi
sırıtıyordu. Kötü bir Tatar Ramazan
portresi.
Maç sonrası, Türkiye’ye varışlarından bu yana taciz edilmiş, akıl
almaz stresli bir atmosferde oynamış, az daha hakemin tarafgirliğiyle elenme noktasına gelmiş İsviçreli oyuncular, tünele doğru koşuştururken adeta canlarının derdindeydi. Vaktinde, bir anlık dalgınlığı yüzünden en okkalısını yapabileceği
bir faulü ıskalayarak “fair-play”
ödülü alan Alpay Özalan, tünelde
“Beckham’a Muamele Vol. 2” yi
yazdı, oynadı, yönetti.
Maç bitti
“Delikanlı” tavırları paçalarından
akan Davut Dişli’de kemikleşen federasyon, spor merkezleri ve malum yazarlarıyla medyamız ve devlet erkanı tüm bu olup bitenlerden
sonra elbette kendi kendilerinin muhasebesini yapıp takkeyi öne almaktansa ilk maçtan bu yana çaldıkları
nameyi kuvvetlendirerek “Türkiye
üzerine oynanan derin dolaplar”,
“çirkin kampanya” başlık ve de-
meçleriyle aynı milliyetçi pedala yine tam gaz devam ettiler. Olaylara
karışan bazı İsviçreli oyuncular bu
sırada, karmaşa içerisinde yaptıklarından dolayı hatalı olduklarını söylüyor, ceza almalarının normal olduğunu belirtiyorlardı.
Tüm bu olaylar, toplumumuzun
medyasıyla, resmi kurumlarıyla,
devlet büyükleriyle, taraftarıyla ne
kadar, nasıl toplum olabildiğini ortaya koydu. Kendi kendisini eleştirebilmeye karşı fizan kadar mesafeli duran tüm bu kişi ve kurumlar
kendi yarattıkları bir mitin kendi elleriyle “yapıbozumunu” gerçekleştirdiler: Türk misafirperverliği.
Haksız olduğunda sesini daha
da yükselterek bu haksızlığını örtme gayesinde olan bir çocuğu andıran bu rövanşist kültürümüzle
hangi toplumsal sorunlarımızı, nasıl çözeceğiz? Serinkanlılık, hakkaniyet ve kendisini eleştirebilme
meziyeti yokken, medeniyetler
arasında kuracağımızı iddia ettiğimiz hoşgörü potası “köprü”nün
harcı ne olacaktır?
Hoşgörümüz, tıpkı Güney Kore
ile oynadığımız dünya üçüncülüğü
mücadelesinin ertesinde olduğu gibi, ancak bize “kaybeden” karşısında tedavüle giriyor. Toplumsalsiyasal alanda milliyetçiliği baskın
tüm kültürlerde olduğu gibi “Gerisi
beter, gerisi malum.”
gari
Bölüm
ca’da “İnsanların kafalarını ağır ağır
sağdan sola çevirip sigaralarından
kallavi bir nefes çektikleri film”
manasına gelir) sinemasındaki işlevi ve önemi ne ise, aniden çakan
şimşeklerin ve şimşeği takip eden
korkunç gök gürültüsünün matbu
gerilim eserlerindeki işlevi de
odur. Bu konuya daha ayrıntılı olarak yedinci bölümde değineceğim,
fakat şimdilik akıldan çıkarmamanız gereken temel eşitlik şu: Ani
şimşek = Bol gerilim. Gerekiyorsa
unutmamak için kulağınıza şimşek
şeklinde küpe takmanızı öneririm.
Bu kısa hatırlatmadan sonra, bugünkü dersimize geçelim: Gerilim
romanınıza hız kazandıracak, aşk,
entrika ve noktalama işareti dolu
diyaloglar yazmanın sırrı nedir, ne
değildir? Tüyleri diken diken edecek, korkudan fazla yağları eritecek
diyalog yazmanın bir püf noktası
mevcut mudur? Retorik soruların
kullanımında aşırıya kaçmak okuyucuyu sıkar mı? Cevaplar sırasıyla
“Şimdi anlatacağım”, “Evet” ve
“Hiç şüphesiz”.
2. Ad›m: ‹nsanlar
konufla konufla...
Yazacağınız polisiye/gerilim romanının “Harry Potter” serisinin yakaladığı başarıya ulaşmasını, yakın
akrabalarınız haricindeki insanlarca
da okunmasını istiyorsanız, hikayenizde bir takım karakterler olmalı,
ve -dikkat edin, diyalog yazarken
hatırlamanız gereken birinci kural
geliyor- bu karakterler manalı
kelimelerden oluşan anlamlı
cümleler aracılığıyla birbirleriyle
iletişim kurmalıdırlar. Şu tür bir
hikayeyi takdir edersiniz ki en fanatik polisiye meraklısı dahi okumaz
Komiser: Zbdfslk dfsr misin?
Haa?
Şüpheli: Hayır! Kemzn efh!
Halbuki şu şekilde olsa:
Komiser: Katil sen misin?
Haa?
Şüpheli: Hayır! Katil sensin!
Aman tanrım, meğer katil komisermiş! İşte, romanınızı yazarken
anlam ifade eden kelimeler kullanmanın önemini görüyoruz. Yalnız,
bu diyalog da olabileceği kadar
kuvvetli değil, zira manalı cümleler
kurmanın ötesinde aklınızda bulundurmanız gereken ikinci kuralı ihlal
ediyor: Okuyucuyu söylenenler
değil, söylenmeyenler meraklandırır. Romanınıza hikayenin merkezindeki muamma, çözülmeye
çalışılan hadise ile ilgili ufak ipuçları serpiştirseniz dahi, ana karak-
terler arasındaki konuşmalarda ser
verin sır vermeyin. Örnekleyelim:
Komiser: ......
Şüpheli: .......
Gizemli Adam: .....
İşte şimdi gerilim sanatında
mükemmeliyete ulaştık.
Maalesef bu hafta bana ayrılan
köşenin sonuna geldik. Önümüzdeki haftalarda romanınızın ritmini
ve akışını ayarlamanın püf noktalarını ve de (iyice anlamanız için)
aniden çakan şimşeklerin önemini
inceleyeceğiz. Sizi alıştırma yapmanız için gerginlik ve entrika katmanız gereken bir diyalog ile baş
başa bırakıyorum. Lütfen aşağıdaki
boşluğu doldurun ve bir dahaki sefere kadar gergin kalın:
Komiser: Salı günü gece 11’de
neredeydin?
Şüpheli: Sizin evde poker oynuyorduk komiserim, siz de
oradaydınız!
Komiser: Benim evim yok ki,
Pazartesi kundaklanmıştı!
Şüpheli: ____________
Komiser: Ha ha ha ha!!!
14
EKfi‹ 25 Kasım-1 Aralık
inceleme
Çocu¤um nas›l yetifliyor?
Ergenlik döneminde mahalli etkenler ve fantazileri flekillendiren Levent Abi yaklafl›m›...
üzel dedin, hoş dedin
Levent Abi de dubaları
geçen yerde benim
ayaklarım yere değmiyor zaten. Tedirgin oluyorum bu
bir; ikincisi, sen ver elini Bodrum,
ver elini Olympos gezerken ben nahif bir ortaokul öğrencisi olarak ailemle beraber paşa paşa devlet
kampına gidiyorum tatillerde. Sabah ve öğleden sonra zaten annemlerle giriyorum denize, öğlen desen
2-4 arası kırmızı bayrak çekiliyor
sahilde, çok tehlikeli, girmiyorum.
Gece de en bir nefis eğlencemiz ailece güzel bir yürüyoruz sahil yolunda, bana dondurma alıyorlar üç
top, paşa paşa onu yiyorum. Hayır,
G
hadi diyelim ki ben isyan ettim, tutturdum gece denize gireceğim diye,
partneri nereden bulacağım? 15
günlük kamp döneminde iki gece
çay bahçesini disko yapıyorlar, o iki
gecenin gündüzünde de kampta konuşulan yegane konu bu. “Ooo Sedat Bey, bu gece de gençler eğleneceklermiş ha! ho ho ho!” diyor babam; “Tabii tabii, onların hakkı canım eğlenmek, oynasınlar güzel güzel! ho ho ho!” cevabını alıyor. Babam bütün gün fütursuzca aynı espriyi yapıyor.
Akşam yemeğinin ardından ben
güzelce giyiniyorum, 1993’ün en
havalı rengi olan buz mavisi renginde kotumu, altına da boğazlı beyaz
1990’larda insanlar sahilde bikini ve havlular›n› sallayarak anlafl›rlard›. Havlu sallamak
‘sorun yok’ anlam›na gelirken, bikini üstü sallamak “Ay Turgut yetifl beni z.kiyolar” demekti.
spor ayakkabılarımı çekip jöleli saçlarımla atıyorum kendimi diskoya.
İçki, daha dün gece fokur fokur çayın kaynadığı çay ocağında bildiğimiz çaycı Hamit Abi aracılığıyla satılıyor ve Hamit Abi, kafamdaki
“Evimiz Hollywood’da”nın o samimi, o içten bar sahibi modeline çok
gün içinde kampın yerel anonslarını
yapan Abidin Abi var. Yokluk tabii,
muhtemelen mikrofondan, yayından anlayan tek kişi olması sebebiyle adamcağız DJ’lik de yapmakta. Abidin Abi’nin orada oluşu tuhaf hissettiriyor bana kendimi, daha
geçen gün tam denizdeyken aniden
“Ondan sonra aç›ld›k biz k›zla iyice,
dubalar› falan geçtik, bafllad›k seviflmeye”
uzak. Gönül istiyor ki içki almaya
yöneldiğimde “Oo depeyi, buz mavisi kotunun paçalarını boğazlı spor
ayakkabının içine sokmuşsun, sanıyorum yeni bir modanın öncüsü
olacaksın” desin, “Vay canına saç
modelin aynı Brandon gibi olmuş
dostum” desin ama neredeee? Sırf
bu geceye özgü, içinde bulunduğumuz devlet kampı çay bahçesine
disko denilmesinden ötürü rafa konulmuş bir iki bira var -ki onlara da
henüz Hamit Abi’nin önünde eğilmeme gerek kalmaksızın oral seks
yapabilecek boya ancak varabildiğim bir yaşta ulaşmam olanaksızonun dışında bildiğin meyve suları,
kolaydı fantaydı, herkes onlardan
içiyor. Bir cesaretle parayı uzatıp
“Bir bira” diyorum, ama “bira” kelimesi ağzımdan çıkarken olanca
kontrolüme ve kısık sesle söyleme
gayretime rağmen yeni ergenliğin
dudaklarım üzerinde hakikaten iğrenç görünen ayva tüyü model bıyıklarımla beraber bana ikinci getirisi olan çatallaşmış sesim hönkürüyor adeta. Kıpkırmızı olan suratımla etraftaki tüm sesleri duyar gibi oluyorum: “Ay ay Bülent Bey’in
oğlu ne dedi öyle ayol? Ay resmen
biraaeyy dedi çocuk ahaha” gülüşmeleri kulağımı tırmalarken Hamit
Abi’nin pis pis sırıttığını fark ediyorum. Bu durumdan kurtulmak için
bir anlığına yukarıda sözünü ettiğim
boy avantajımı kullanıp “Ağzıma
alayım mı Hamit Abi, bak eğilmeden yapabiliyorum ben” diyerek
farklı bir boyutta samimi barmenmüşteri diyaloguna koşmayı düşünüyorum, ama Bülent Bey’in oğlu
olma ağırlığı bu düşüncemi durduruyor. Arkamda kuyruk olmuş durumda ve artık bana verilmeyeceği
kesinleşmiş olan bira dışında bir
başka talebim yoksa eğer bu mekanı sonsuza dek terk etmem gerektiğinin farkındayım. Oysa saçlarımı
jölelemişim ve tövbe billah Nothing Else Matters çalmadan bu diskoyu terk etmeme yeminleri etmişim. En azından metalci hatun vardır içlerinde, metalci hatun agresif
olur, isyankar olur, bir umut diskodan çıkıp dubalardan öteye -ipi bile
geçerek!- yüzer de sevişiriz diye
terk-i diyar eyleyemiyorum. Hamit
Abi’ye bir kez daha dönüp en az
buz mavisi kotum kadar havalı olduğunu düşündüğüm siparişimi veriyorum: “Abi bana bir meyve kokteyli, şeftalisi çok olsun, gazozunu
da iyice köpürt.”
Harika meyve kokteylimle beraber bir sandalyeye oturup etrafı kesmeye başlarken müzik başlıyor.
Aaa bir bakıyorum DJ kabininde
gelen “Sayın depeyi, sayın depeyi,
telefonunuz var, lütfen en yakın telefon kulübesine geliniz” anonsunu
hatırlıyorum. Bir hışımla “La la laa
yeminle beni çağırdı, vallahi bana
telefon var. Allah’ım sanırım Pelin
bu, evet Pelin bu! Ooff nereden bildi ki benim burada olduğumu?” diyerek en yakın telefon kulübesine
annemin “Yavrum gel bak üşüteceksin. Olmaz öyle ıslak mayoyla”
diye bağırarak tuttuğu havluyu bile
bir kenara fırlatıp sudan yeni çıkmış
o ıslak halimle -bilhassa yeni terlemiş bıyıklarımdan dudağıma damlayan o tuzlu suyun ne denli seksi göründüğünü sizlerin takdirine bırakıyorum- koşuşumu hatırlıyorum.
Ahizeyi kaldırıp “Abidin Abi, merhaba depeyi ben, telefon vardı da”
deyişimi, Pelin’in sesini beklerken
atan kalbimi ve sonunda karşılaştığım anneannemin sesini! Hayır düdük, Pelin seni neden arasın değil
mi? Yok, umut işte. Anneannem bir
de “Bu sefer de seni anons ettireyim dedim, sevin diye” diyor ki halim hakikaten içler acısıymış a dost-
dans etti değil mi o metalci kızla?”
söylemindeki sevimliliğin “Ay Bülent Bey’in oğlu ne biçim şaapıyordu dubaların arkasında? Biraaeey
biraeey diye bağırdı çocukcağız
sanki bütün gece denizin içinde.
Hayır bir de eline mayosunu alıp
böyle böyle salladı ya havada” dedikodularında asla bulunmayacağını
da kendime iyice açıklayıp bir güzel
uykuya dalıyorum.
Gözünün yağını yiyeyim Levent
Abi. Koskoca adamsın, mahalle
futbol takımının kurucususun ve yıllar yılı beni hep kaleye geçirerek
içimdeki gol yollarını koklayan yıldız sol beki zaten öldürmüşsün. Daha da her yaz başka bir seksüel
adetle karşıma gelip Saklambaç’ta
Nurseli İdiz’in fazladan açılmış
düğmelerinden görünen bir memesi
ve Cem Özer’e katılan o kadının iki
memesi olmak üzere toplamda üç,
kadın başına ortalamada 1,5 meme
görmüş olan -ama bu haliyle vallahi billahi mutlu olan- beni neden
böyle heveslere yöneltiyorsun? Geçen sene deniz dedin, açılmak, mayoları sallamak dedin, 24 saat Türk
pop müziği çalan özel radyoların
canlı yayınlarında “Levent’le gece
denize girip, açılıp, mayolarımızı çıkarıp salladık biiiiz! ihihi!” beyanında bulunarak DJ’den haklı bir
biçimde “Vaaoov çılgınsınız!” takdirini kazanan konuklarına özenip
meyve kokteyline verdim kendimi
acımdan. Şimdi bu yazın modası da
sanal seks oldu öyle mi?
Peki ulan bunu da deneyeceğim.
Deneyeceğim de evdeki Commodore’la nasıl yapacağım onu kesti-
“Neyse gene netteyim bir gün, bakt›m chat
odas›nda yaln›z bafl›na bir hatun, bafllad›k
m› biz sanal sekse kanal›n ortas›nda”
lar, anneannenin anonsuna kalmış
bir tutam sevincimiz, “Ha sağol anneanne” falan deyip, kapatıp dönüyorum denize.
Abidin Abi’yi görmemle beraber bunlar geliyor gözümün önüne
ve tuhaf hissediyorum işte. Sanki,
önceki o ani mutluluğun ve ardından gelen hayal kırıklığının sebebi
oymuş gibi. Bu hissiyatla oturuyorum bir yarım saat kadar. Zaten ondan sonra da babamlar geliyor. Babamın o şen sesiyle “Yav azıcık da
biz eğlenelim Sedatçım değil mi?”
diyerek piste atladığını görmemle
gece benim için zaten bitmiş oluyor.
Eve dönüp yatağıma giriyorum,
boyumu geçen yerde zaten can havliyle bacaklarımı cabada cubada suyun içinde oynatarak kafamı dışarıda tutmaya çalışırken bir yandan o
mayo nasıl çıkacaktı ki, metalci kızı
hadi tavladın diyelim kıza yarı su
yutar bir biçimde “Blörp canım sen
az dur şurada blörp, ben blörp, kıyıda bir çıkarıp geliyorum” mu diyecektin, ne diyecektin diye sorular
sorarak içimi rahatlatmaya çalışıyorum. Disko gecesinde olabilecek
maksimum şeyin bir dans olacağını
ve “Bülent Bey’in oğlu ne güzel
remiyorum. Kaldı ki rezil olmamak
için “Abi tam olarak nasıl oluyor bu
sanal seks?” diye soramamışım.
Düşünüyorum, benim bilgisayarımın ulaşabildiği en feminen konum, kafa ayarı yapmak için teybe
oje damlattığım zamanlar oluyor ki,
pipimi teybe sokamayacağımı kestirebilecek yaştayım. Eh, şekil itibariyle joystick’e benziyor bu uzvum amma velakin teknik bilgime
dayanarak onunla da olimpiyat
oyunlarının Commodore uyarlamalarında olduğu gibi seri bir biçimde
sağa sola ittirip hızlanmayı sağlamanın sonuçta bir yay kopuşuna
neden olduğunu ve o kopan yayın
tamirinin hiç de öyle kolay olmadığının farkındayım. Demek ki bu sanal seks denen meretin içinde yalnızca ben ve bilgisayar olmamalıyız, en iyi ihtimalle adaptör fazla
ısınır zaten öyle bir durumda.
Mahalleden benim gibi ortaokul
çağında sivilce basmış suratını Levent Abi tarikatına adamış bir yoldaşla beraber tutuyoruz internet kafenin yolunu. Kafe sahibi sağ olsun
bizle içten içe d..şşak geçmesine
rağmen güzelce açıyor bir chat
programı; kanal şudur, nick budur
deyip öğretiyor. Amacımız direkt
inceleme
Kamptan
edindi¤i deneyimle
Hamit Abi sonunda
kendi yerini de açt›.
sanal seks olduğundan ve bunu cebimizdeki paranın yettiği kadar dakikada gerçekleştirmek arzusunda
olduğumuzdan -ki bizim kuşağın
erken boşalma problemi varsa eğer
bunun sorumlusu da dial-up döneminin öküz gibi gelmesi önlenmeye
çalışılan faturalarıdır. Nice genç rekor üstüne rekor kırmış, bir jpeg
açılma süresinde rahatlayıp Fifa oynamaya devam etmiştir- koşullara
en uygun nick’i seçiyoruz kendimize: “Kalınca”. Akıyoruz ortama hacım, cıvırlar bizi bekliyor diye dolanıyoruz kanalları. Terminolojiye yabancı olmanın nelere mal olabileceğini daha ilk konuşmada fark ediyoruz. “asl?” mesajını almamızla
beraber önce şaşkın şaşkın birbiri-
mize bakıyoruz. “Abi, asılıyor musun diye soruyor sanırım” diyorum,
cevap veriyoruz: “Günde iki defa
genelde, Cumartesileri Sat-1’i beklersem üç oluyor” diyoruz. Gelen
“Ahahah” cevabını sessiz sinemada
nice kelimeyi bölerek anlatmış canlar olarak “Ah ah ah” olarak yorumlayıp yürü be oğlum bee, yürü
be inlemeye başladı işte diyerek
birbirimizi kutlayıp bir sevinç yumağı oluşturuyoruz. Biz de “ah” diyoruz, “oh” diyoruz, tıkanan sohbete ve bir türlü gelmeyen cevaplara
rağmen hayatımızın ilk sanal seks
deneyimini böylece noktalayıp mahallemize dönüyoruz. Zevk almışız,
almamışız ne gam! Pırıl pırıl gözlerimizde gururla Levent Abi’nin
karşısına çıkacağız ya o yetiyor bize. Üstelik kararlıyım bu defa, “Levent Abi önümüzdeki maçta kaleden çıkayım, sol bek oynayayım
mı?” diye soracağım kesin.
Ben liseye geçtim ya, fantezide
iyice çığır açtı Levent p..vengi. Tövbeler olsun daha bir maçta kaleden
çıkamadım hâlâ. İ..ne Volkan sol
bek oynuyor, ben onun arkasındayım yıllardır. Beyzbolcu kepi takarak bir Toni Schumacher tadına
koşmaya gayret ediyorum, ama
yok, kızlar forvet seviyor, bek seviyor. One night stand diyor adam, tamam İngilizce biliyorum ama phrasal verb’lerde, genel kalıplarda sıkıntım var. Volkan’a soruyorum fısıldayarak: “Naapmış lan bu gene?”
diye, o da çok hakim değil konuya
şekilde kendi hayatımızda uygulamaya kalkmışız. Eh, el mecbur bunu da yapacağız işte. Lakin hissediyorum, bara gidilecek, gece kız eve
çağırılacak. Oraya kadar tamam,
ama gerisi karışık. Babama ne diyeceğim ben? “Baba merhaba bu Dilek, biz azıcık duracağız şöyle antrede yan yana. Levent Abi yapmış
çok nefismiş” mi? Fantezi dünyasının böyle bazen içinden çıkamayacağım kadar karışık oluşu hiç hoş
değil diye düşünüyorum. Eve getirmek olmaz kızı, başka eve gidilecek
belli. Eee pijamalarımı n’apacağım
peki ben? Bara sırtımda çantayla mı
gideceğim? Alışmışım, süveter giymeden yatamıyorum, içime giysem
potluk yapıyor göbek yanlarından,
hiç lüzumu yok. Tam ben bunları
“Sonra ç›kt›k bardan, dedim bize gidelim,
geldik. Güzel yapt›k one night stand’imizi”
“Abi sanırım yan yana ayakta durmuşlar kızla barda” diyor, stand dedi diyor, stand-stood-student biçiminde çekince stand fiilini Volkan’ın konuya bakışının benden de
bön olduğunu fark ederek o oynadığı sol bek pozisyonunu hiç de hak
etmediğini düşünüyorum. Levent
Abi’ye özenmişiz yıllar yılı, anlattıklarını ama doğru ama palavra bir
düşünürken Volkan’ın “Oğlum bu
yaşta bizi bara almazlar ki” sözleriyle kendime geliyorum. Evet, çok
temel bir problemimiz var: Bar için
yaşımız tutmuyor ve Gangsta’s Paradise çaldığında birden yükselen
“Aaaaaaaaaa” çığlıklarıyla Allah
muhafaza biri kıza değdirdi galiba
diye düşünmeme neden olan iğrenç
öğle partilerinde de bu iş olacak gi-
15
25 Kasım-1 Aralık EKfi‹
bi durmuyor. One night stand, bir
başka bahara kalıyor.
Ve y›llar sonra...
Mahallede bizim dönemden pek
kimse kalmamış, hep çoluk çocuk.
Krallığımı ilan etmişim, mahalle takımını ben kuruyorum, herkesi sırayla kaleye geçirerek ne denli adil
olduğumu cümle aleme gösteriyorum. Levent Abi evlenmiş. Arıyorum bir gün “Abi merhaba, ben depeyi, one night diyordun hani, o iş
tamam abi evelallah” diyorum;
“Vay depeyim, sen çok kaptırmışsın
kendini. Ben öyle siz gaza gelin diye anlatıyordum onları” diyor. Hayallerimin Levent Abisi bir anda yıkılıyor. Onu bir Christian Troy belleyen bünye boşluğa düşüyor, sendeliyor. Ertesi gün müthiş çekişmeli bir mahalle maçından sonra
çocuklar soruyorlar, depeyi abi nedir, ne yapmalıdır bu karı-kız konusunda diye. Gözlerimi ufka doğru
döndürüp bir sigara yakıyorum...
Bu gelenek devam etmeli diyorum... Başlıyorum anlatmaya: “İşte
ben bunların üçünü de aldım, tabiri
caizse üçünü de kaldırdım. Dedim
biriniz mayosunu sallayacak, biriniz na bu bilgisayarın başına oturacak, öbürünüzle de ben gidip antrede duracağım. Ama nasıl mest oldu
üçü de. Neyse sonra...”
depeyi
Dünyan›n en tuhaf bitkileri
“Evren yalnızca tahayyül ettiğimizden değil, aynı zamanda tahayyül edebileceğimizden de daha tuhaf”
demişti İngiliz genetikbilimci ve biyolog J.B.S. Haldane bir zamanlar. Ekşi olarak sizler için dünyanın en
garip, en sıradışı, en şaşırtıcı bitkilerinden bir demet derlerken zihinlerimizde çınlayan işte hep bu sözdü.
Sosis A¤ac›
(Kigelia Africana)
Afrika’da yetişen bu ağaç, ismini dallarından sarkan uzun, kalın ve dev sosislere
benzeyen meyvelerden alıyor. Gana’da yaşayan Aşanti kabilesi içinse bu meyvelerin
çağrışımları biraz farklı olsa gerek ki, onlar
bu bitkiyi kendi dillerinde “sarkık göğüs
ağacı” olarak ifade ediyorlar. Ağacın boyu
genelde 20 metreyi aşarken, tuhaf meyvelerinin 1 metreden uzun olup 10 kilodan
fazla çektiği görülmemiş şey değil. Ağacımız yöre halkları tarafından başta cilt hastalıkları olmak bir dizi rahatsızlığının tedavisinde, ayrıca yerel biraların yapımında
kullanılıyor. Meyveleri ise maymunların ve
fillerin en gözde besin kaynaklarından.
Welwitschia mirabilis
Namibya çöllerinin bağrından kopan bu
bitki iki bin yıldan daha uzun yaşayabilmesine rağmen gövdesinin uzunluğu çoğunlukla 1 metreyi aşmıyor. Bununla birlikte,
ağacın 2 ana yaprağı hiç dökülmüyor, ağaç
yaşadığı sürece uzamaya devam ediyorlar
ve bu şekilde 6 metre uzunlukta yapraklara sahip olabiliyor cüce ağacımız. Welwitschia mirabilis ilk olarak 1859 yılında
Avusturyalı botanikçi, gezgin ve doktor
Friedrich Welwitsch tarafından keşfedilmiş, familya adını ondan almış. Latince
“şaşılaşı, mucizevi” gibi anlamlara gelen
“mirabilis” ise ağacın tuhaflığına bir gönderme.
Banyan A¤ac›
(Ficus benghalensis)
Denizy›ld›z› Çiçe¤i
(Stapelia variegata)
Hura crepitans
Sarılı kahverengili bir denizyıldızına
benzeyen bu bitki Afrika kökenli ve aynı
zamanda “leş çiçeği” diye de biliniyor. Zira etrafa çürümüş cesetlerden yükselene
benzeyen korkunç bir koku yayıyor. Bu
kokuya kanan sinekler bitkimizi ölü bir et
parçası zannediyor, onu yumurtalarını bırakmak için ideal bir yer olarak algılıyorlar. Yumurtalarını çiçeğin yüzeyine bıraktıklarında ise ister istemez çiçek demeye
dilimizin varmadığı bu bitkiyi döllemiş
oluyorlar.
Puya raimondii
Hindistan’da yetişen bu incir ağacının
ilginçliği, birden fazla gövdeye sahip olması. Ağacın dallarından sarkan filizler yere ulaşınca kök salıp kalınlaşarak yeni gövdeler oluşturmaya başlıyorlar. Bu şekilde
ağaç teoride sonsuza dek genişleyebilir, nitekim bu sebeple Hindistan’da ölümsüzlüğün ve kudretin simgesi olarak büyük itibar gorüyor, ve hatta ülkenin milli ağacı.
Kalküta Botanik Bahçesi’ndeki 200 yıllık
bir banyan ağacının 1700’ün üzerinde kökü
var. Büyük İskender’in Hindistan seferi sırasında ise yirmi bin askerin tek bir banyan
ağacının altına sığındığı rivayet ediliyor
yor. Bu özelliğiyle bazı (klişe) yazarlar tarafından “gerçek aşk gibi nadide ve kıymetli” olarak nitelendirilmiş.
Güney
Amerika’da, And Dağları’nın tepelerinde yetişen bu bitki metrelerce boyuyla ananasgiller familyasının en
büyük üyesi. Ender
rastlanan bu türün çiçek açması için bazen
yüz elli yıla kadar
uzanan bir zaman gerekiyor. Ancak bitki
bir kere çiçek verdikten hemen sonra ölü-
Güney Amerika’ya özgü tropikal bir
ağaç olan hura crepitans’ın tuhaflığı tohumlarını yayma şeklinde yatıyor. Bu ağacın meyveleri belli bir olgunluğa ulaşınca
şiddetle patlıyor ve bu şekilde meyvenin
içinde yer alan tohumlarını metrelerce
uzağa fırlatıyorlar. Bu
patlamanın gürültüsü
tesadüfen etrafta bulunanları yerinden sıçratabilecek
kadar
kuvvetli ve bu yüzden
ağaç kimi yerlerde
“dinamit ağacı” diye
de anılıyor. Patladığında etrafa dağılan kabukları yunus şeklinde ve bunlar yöre halkı tarafından taki yapımında kullanılıyor.
Vatan Dergi Grubu A.fi. Ad›na ‹mtiyaz Sahibi Serdar Mutlu Genel Müdür Nüket Mutlu Yay›nlar Direktörü Özgür Yici Grup Koordinatörü Onur Y›ld›r›m Kreatif Direktör Ali Murat Y›lmaz
Koordinasyon Murat Emir Eren Tasar›m-Uygulama Serter Gezdiren Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Naz›m Onaran n Genel Yay›n Yönetmeni Aziz Kedi Editörler An›l Helvac›, Bar›fl Bilge Günal,
Gürman Timurhan, Onur Sar›saban, Pelin Kesebir Yaz› ‹flleri Kemal Ekin Aysel Düzeltmen kays el mecnun Foto¤raf Serkan Kufl Katk›da bulunanlar: aethewulf, benbirpipodegilim, days,
gari, immanuel tolstoyevski, jokond, motorbreath, narrator, nickfallin, otisabi, parantez, slijngaard n Reklam Grup Baflkan› Yusuf Gökçek Reklam Grup Baflkan Yrd. Yenal Bökeer
Müflteri ‹liflkileri Direktörü Zeynep Afl›klar Müflteri ‹liflkileri Ayflen Özbay, Burak fiengül, Gülriz Gökova, Dilay Sudanç›kmaz, Zeynep Arslan, Zehra De¤irmenci Özel Projeler Müdürü Dilek Özgen
Reklam Rezervasyon fiule Tutsak Tel: 0212 336 57 70 n Adres: Büyükdere Cad. No:123 80300 Gayrettepe-‹stanbul Tel: 0212 354 54 54 Fax: 0212 356 26 80 e-mail:[email protected]
Bask›: DPC Do¤an Medya Tesisleri 34850 Esenyurt-‹stanbul Tel: (0212) 622 28 00 Tel: 0212 622 19 00 Yerel Süreli Yay›n Da¤›t›m: Yaysat A.fi. Tel: 0212 622 22 22
ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r
Ekfli, bas›n meslek ilkelerine uymaya söz vermifltir. Bu dergideki tüm haberler uydurmad›r. Kiflileri ba¤lay›c› bir niteli¤i yoktur.
Her hakk› sakl›d›r. Kaynak gösterilerek dahi al›nt› yap›lamaz. Ekfli, tüm deste¤i ve yard›mlar› için SSG’ye (Sedat Kapano¤lu) teflekkür eder.
“Senin ben can›na
koyum you are so sweet”
üfür ve hakaret kelimelerini dilimizde bir miktar anlam kaymasına
uğramış halleriyle kullanıyoruz. Her ikisi de Arapça. Küfür, dini yönden sapkınlığa düşmek;
hakaret (etmek) ise birini ya bir şeyi “küçük” görmek demek. Türkçe’de ise küfür “noktalama işareti
olarak a....koyayım” olarak değerlendirilir iken, hakaret “Ne baktın
lan şişko?” manasına geliyor. Birine hem hakaret hem küfür edersek
bu korkunç sonuçlar doğurabilir.
Ancak yalnız hakaret etmek, yalnız
küfür etmeye nazaran biraz daha az
infial uyandırıcı.
Örnekleyelim:
“Sen kocama laf edeceğine kendi gemi gibi kıçına bak” (hakaret)
“Ben senin dünyanı s...m” (küfür).
Bu iki örneği herşeyden habersiz birer denek üzerinde apansızca
uygularsak ikincisinin daha şiddetli
tepki çekeceği kesin gibi.
Peki burada bir tenakuz yok mu
dersiniz? Hakaret, doğası itibariyle
daha kompleks, kökü daha derinde
olması muhtemel bir atıf. Üç yıldır
birlikte çalıştığınız iş arkadaşınıza
bir tartışma esnasında kendinizi tutamayarak “Yılan gibisin Orhan”
demeniz, Orhan’ın senede iki kere
deri değiştirdiğini düşündüğünüzü
değil, onun sinsi, hain, içten pazarlıklı olduğuna inandığınızı gösterir.
Oysa Orhan’a “Ümüğüne koyayım
Orhan” diye çıkışırsanız, iş arkadaşınızın gırtlağı ile halvet olmak istemediğiniz; bunun altında daha derin
bir mana olmadığı son derece açıktır. Matematik sonuç: hakaret daha
karmaşık, daha ciddiye alınası; küfür ise daha “anlık”, daha vokal ve
daha boş tıngırdayan bir iletişim biçimi.
K
Her fleyi zorlaflt›r›yor
muyuz?
Küfrün görece zinde ve tempolu
yapısı onu günlük hayatımızda hakarete nazaran daha sık başvurulan
bir refleks haline sokuyor. Öyle ki
bir çok insan selamlaşırken, taşa takılıp tökezlerken, sevişirken (hmm)
veya rüyasında dahi hiç düşünmeden, kolaylıkla küfrediyor. Ve yukarıda bahsedilen “önemsiz” doğasına
karşın yapay hukuk kuralları değil,
belki de daha etkin işleyen ahlak
kuralları tarafından tuhaf bir şekilde
hakaretten aşkın bir tepki ile karşılanıyor. Sokakta birbirine “güvenilmez adam!” diye bağıran çiftler arasında görülen cinayet işleme oranının, “Ne bakıyon lan i...ne?” haykırışı sonucu kaydedilenlere nazaran
son derece az olduğunu görmek için
istatistik tutmaya gerek yok. Bu, yi-
Yukar›daki cümleden iflbu yaz›n›n kalbine direkt giriyorum. fiu
anlam geniflli¤ine, içeriden akan samimiyete dikkat buyurunuz.
ne, çelişik durumdan bir soruya
ulaşabilir miyiz? Acaba hakaret etmek, küfretmek karşısındaki azametine rağmen daha az mı ciddiye
alınıyor? Daha doğrusu daha az ciddiye alındığı belli de, neden böyle
oluyor? Birbirimize sık sık küfredeceğimize, küfrü bir yandan sıradanlaştırıp, ehlileştirip, diğer yandan da
ona atfettiğimiz önemi sürekli sabit
tutacağımıza hakaret etmeyi yaşamımıza daha çok soksak ne olur?
Coğrafyadan coğrafyaya, ülkeden ülkeye ve cumartesiden cumartesiye değişen kültür kodlarının
ürettiği minik sapmalar bir yana
(yani bireylerin hakaret karşısında
erişebildikleri esneme eşikleri), hakaret etmenin toplumsal eşitlik için
bir harç, bir zamk olduğunu düşünülebilir. Bireylerin kimisi daha geniş, kimisi daha dar sınırlarını “olması gereken” düzeyinde tutabilmek için, diğer basit bir deyişle yaşamı daha kolay kılmak için hakaret
edecekken iki kere düşündüklerini
varsayabiliriz.
Örneğin bir otobüste iki groston
olması nedeniyle sizi cama sinek gibi yapıştıran şişman bir insana dönüp “kendini biraz büzmeye ne dersin fil? Ölmek üzereyim” dediğimizi hayal edelim. Bu şişman kimsenin ister geniş ister dar olsun, yaşamını idame ettirmek için çizdiği sınır, çok büyük bir olasılıkla bu aleni
çıkışı görmezden gelmekte aciz kalacak ve sizin de süratle benzer bir
karşı atakla, belki de “light hakaret”
addedilebilecek “küfür” ile hemhal
olmanızı sağlayacaktır: “Sen kime
diyorsun lan onu köpek” diyerek
aranızdaki maçı başlatacaktır.
Asırlarca tartışılagelen “siyaseten doğruluk” kavramının sıkıcı etik
dokusuna girmekten kaçınarak günlük hayat tablosu içindeki yansımasına bakalım. Dolmuş örneğine geri
dönecek olursak görürüz ki sizin
yükselttiğiniz seste yatan açık seçik
anlam “işi” zorlaştırmıştır. Yani kibar bir baş hareketiyle “Afedersiniz, biraz toparlanmanız mümkün
müydü” demeniz, yüzde beş kesin
iyi ve kötü niyetli yüzde onluk dilimin dışında kaldığı bilimce mimli
yüzde doksana dahil “normal” bir
kimse nezdinde işi kolaylaştıracak,
“Estağfurullah bağışlayın, hep çok
çalışan hormonlarımın suçu” gibi
benzer bir kibarlık ile denge bulacak ve işte, “işi” kolaylaştıracaktı.
Bu yazının tamamında, şu ana dek
sözü edilen bireyler arası zarafete
dayalı eskrimin lüzumu, ve belki de
buradan hareket eden bir yolcunun
“doğa kanunu”, “orman kanunu”
denen insanlık haline ulaşıp ulaşmayacağı tartışılıyor.
Orman kanununu
yazsam yeniden...
Dünya hayatında başımıza gelip
çatan; aşktan politikaya, sanattan,
ekonomiye belki de tüm sahalarda
elimize yüzümüze yumak gibi dolanan ve önümüze aşılmaz engeller
olarak dikilen en büyük problemlerden bir tanesi “bir türlü düşündüğünü söyleyememek” değil mi? Hal
böyle iken düşündüğümüzü bir diğer türlü, daha da sıkı sıkıya gizli ve
bastırılmış türden diyebileceğimiz
şekilde sarıp sarmalamak, “haka-
“...ayr›ca sar›¤›n›z k›ç›ma benziyor. Esirleri serbest b›rakmazsan›z ülkenizin a..na koyar›z.”
ret” adını verdiğimiz kaka bir eylem
ile isimlendirip tavanarasına kaldırmak bize çok güzel şeyler mi kazandırdı? Sanmıyorum. Hakaret (ve
küfür) bu kadar ayıp, gizil ve rezil
bir şey ise neden en çok en sevdiklerimize hakaret (ve küfür) ediyoruz? Neden olay, olgu ve kişilere
yönelttiğimiz büyük övgülerin içinde hep hakaret (ve küfür) hatırı sayılır bir hacim kaplıyor? “Helal olsun
eşşekoğlueşşek” ten başlamak kaydıyla “zeka” ve “cinlik” çağrıştıran
“i...ne” küfründen devamla, ceza
kanununa göre birine atfedilmesi
suç teşkil eden “hayvan” sıfatının,
özellikle ülkemizde kullanılan en
yaygın güzelleme olmasına dek hemen her yerde değinmeye çalıştığım
iki yüzlülüğü görmek yeter derecede rahatsız edici.
“Herkes birbirine dilediği gibi
hakaret etse gücü yeten gücü yeteni
ezer geçerdi.”
Herkes birbirine dilediği gibi
küfrediyor ve gücü yeten gücü yeteni silip geçmiyor?
“Geçiyor. Küfür yüzünden cinayetler işleniyor. Küfür hukukta tahrik nedeni sayılıyor”
fakat yukarıda küfür hakaretin
beta sürümüdür, alt modelidir dediğimde itiraz etmemiştiniz?!
Yani netice; küfür etmek daha
önemsiz ama sonuçları hakaret etmeye göre daha ağır ve fakat hakaret etmek küfretmenin sahip olduğu
özgürlük alanına sahip değil? Buradaki çözümsüzlük yumağını siz sevgili okurun müşfik zihnine bırakıyorum...
Düpedüz efleksiniz,
yapt›¤›n›z hayvanl›kt›r
Bir düşünün, hakaret etmek tıpatıp küfretmenin sahip olduğu konfora sahip olsaydı ve tüm toplumsal
ve beynelmilel kurallar buna göre
şekillense idi belki de siyaseten
doğruluk kavramı gündemimizden
bronz çağında çıkıp gitmiş olacaktı.
Aldığınızın ertesi günü burnu
patlayan ayakkabıyı size satan mağazaya gidip binbir kibarlık ile hakkınızı talep edip, netice alamayınca
tüketici mahkemesinde sürünmek
yerine, mağaza müdürün karşısına
dikilip “Bana uyduruk tüketim malı
satmak en hafif tabiriyle domuzluktur, pitonluktur. Paramı vermezseniz vitrinde duran mankelerden tepede asılı apliklere varana dek, bu
dükkandaki herşeyi s...m” diyebildiğinizi hayal ediniz. Mağaza müdürünün de aynı tondan karşılık vermesi ve sonuçsuz kalmanız ihtimalini hemen kabul ediyor ve içinizde
hiç birikmemiş pişmanlık tortusuna
değinmeye tenezzül dahi etmiyorum.
Peki yakın bir arkadaşınıza yıllarca mecburiyetten sükut edip günün birinde patladığınız zaman aklınıza anlattıklarım gelmesin mi?
Keşke önceden uyansak, keşke yeri
gelince kibarık etmek yerine hakaret edebilsek. “Tahsin, kendi melekelerinin benimkilerden az olduğunu düşündüğün için mütemadiyen
ayağımı kaydırmaya çalışıyor, mutsuzluğumla mutlu, mutluluğumla
mutsuz oluyorsun. Yani sen içtenpazarlıklı bir timsahsın” diyebilsek.
Yine “o da aynı şeyi söyler ve sonsuz döngüye girilir” diyecekler için
“işşte sana en kral arkadaşlık testi”
nden öteye ne denebilir.
Ufak bir iltica sorunundan, büyük bir terör kumpasından ya da orta boy bir sınır anlaşmazlığından savaşın eşiğine gelen, hatta savaşan
milletlere dikkat edelim. Arada insanı deli eder bir frekansta gelip giden yazışmalar, havada uçuşan “nota” ve ultimatomlar, felaket bir “üslup” ve denge hassasiyetlere çok da
lüzum yoktur belki.
İlgili devlet hava sınırlarını ihlal
eden diğer devlete tek bir mektup
yazıp “Sevgili X devleti, bu yaptığınız düpedüz o...pu çocukluğudur.
Eğer o savaş uçağı sandığınız o b..lu
teneke parçalarını derhal çekmezseniz oraya gelir, insan hayvan dinlemez alayınızın nikahını s...riz” demiş olsa bugün eline sihirli değnek
verilmiş bir kainat güzeli efsanesinin gerçeğe dönmesi için
hangi engel kalırdı.
Lütfen daha az empati, daha çok
hakaret.
kavun