Bölgesel Kalkınma

Transkript

Bölgesel Kalkınma
ANKARA ÜNİVERSİTESİ • DİL ve TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ
COĞRAFYA BÖLÜMÜ DERS NOTLARI
BÖLGESEL KALKINMA
Prof. Dr. Ertuğrul Murat ÖZGÜR
Bölgesel Coğrafya Anabilim Dalı
Ankara - 2010
1
2010-2011 Öğretim Yılı COG 323 Bölgesel Kalkınma Dersi;
Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, Yerelleşme, Postfordist Üretim Süreci, Yenilikçilik ve Buluşçuluk,
Yeni Sanayi Odakları, Sosyal Sermaye, Öğrenen Bölge
Okuma Listesi:
1. Armatlı-Köroğlu,B., (2006). Sanayi bölgelerinde KOBİ ağları ve yenilik süreçleri. Değişen
Mekân içinde, (yay.haz.) A.Eraydın, Dost Kitabevi, Ankara, 397-420.
2. Eraydın, A., (2004). Bölgesel kalkınma kavram, kuram ve politikalarında yaşanan değişimler.
Kentsel Ekonomi Araştırmaları Sempozyumu 2003 (KEAS ‘03), Bildiriler, 126-146.
3. Albeni, M. ve Karagöz, M. (2003). Bölgesel kalkınmada öğrenme, bilgi birikimi ve yenilik:
Türkiye için bir perspektif. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Dergisi, 8, 2, 157-170.
4. Oğuztürk, B.S. (2003). Yenilik kavramı ve teorik temelleri. Süleyman Demirel Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 8, 2, 253-273.
5. Çetin, M. (2006). Bölgesel kalkınmada sosyal ağların rolü: Silikon Vadisi örneği. Dokuz Eylül
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 21, (1), 1-25.
2
1.
2.
2.1.
2.1.1.
2.2.
2.3.
2.4.
2.5.
2.5.1.
2.5.2.
2.5.3.
3.
3.1.
3.2.
3.3.
3.3.1.
3.3.2.
3.4.
3.4.1.
3.4.2.
3.4.3.
3.5.
3.6.
3.7.
3.8.
4.
4.1.
4.2.
4.3.
4.4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ
BÖLGE KAVRAMI ve GEÇİRDİĞİ DEĞİŞİM
Homojen Bölge
İstatistiki Bölge Birimi
Polarize Bölge
Plân Bölge
Coğrafî Bölge
Gelişmişlik Düzeyi Bakımından Bölge
Az Gelişmişliğin Ekonomik Nitelikleri
Az Gelişmişliğin Sosyo-Kültürel Nitelikleri
Az Gelişmişliğin Demografik Nitelikleri
GELİŞME ve BÖLGESEL GELİŞME
Gelişme (Kalkınma)
Sürdürülebilir Kalkınma
Bölgesel Gelişme
Değişen Bölgesel Gelişme Politikaları
Dünyadaki Yeni Ekonomik ve Toplumsal Gelişmeler
Bölgesel Kalkınma Bakımından Yeni Sanayi Odakları ve Girişimcilik
Yeni Sanayi Odakları
Yüksek Teknolojiye Dayalı Sanayi Odağı Üretme Politikası
Girişimcilik
Yenilikçilik, Buluşçuluk ve Öğrenen Bölge
Bölgesel Özendirme Önlemleri
Sosyal Sermaye
Bölgesel Kalkınma Ajansı (BKA)
BÖLGESEL KALKINMA KURAMLARI
Neoklasik Büyüme ve İçsel Büyüme Modelleri
Kalkınma İktisadı
İktisadi Coğrafya
Yeni Ekonomik Coğrafya Modelleri
BÖLGESEL EŞİTSİZLİK / DENGESİZLİK
PLANLAMA HİYERARŞİSİ
BÖLGE PLANLAMADA YENİ GELİŞMELER
BÖLGESEL GELİŞMENİN ARACI OLARAK BÖLGE PLANLAMA
TÜRKİYE’DE BÖLGESEL GELİŞME YAKLAŞIMLARI
TÜRKİYE’DE BÖLGE PLANLAMASI DENEYİMLERİ
KAYNAKÇA
3
1.GİRİŞ
Ekonomi politikası aracı olarak, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, gelişmiş ve gelişmekte olan
pek çok ülkede ulusal kalkınma plânları hazırlanmaktadır. Bu planlar, makro hedeflere
odaklandığından, ekonomik gelişmenin mekânsal dağılımının izlenmesi mümkün olamamaktadır
(Dinler, 2001: 67). Oysa mekânsal boyut, kalkınma ve geri kalmışlık sorunlarının çözümü için
geliştirilen önemli araçlardan biri durumundadır.
Mekân unsurunun ekonomik analiz ve araştırmalarda dikkate alınması ve kalkınmaya kaynak
görevi görecek etmenlerin sağlayacağı kazançların yükseltilmesinde mekân olarak bölgelerin
değerlendirilmesi gerekmektedir. Bölge verilerinin bilinmesi ve üretimde etkin bir şekilde
kullanılması, bir bakıma ulusal plânların başarı şansını da artırmaktadır (Erkal, 1990: 26). O itibarla
bölgesel kalkınma/gelişme konusuyla daha fazla ilgilenilmesi gereği ortaya çıkmaktadır.
Bölgesel Kalkınma dersi, küreselleşme bağlamında yeniden önem kazanan yerel, bölgesel,
bölgeselleşme, bölgecilik gibi kavramların ışığında, kalkınma/gelişme süreçlerine mekânsal/coğrafi
boyutuyla bakmayı amaçlamaktadır. Çünkü biliyoruz ki, günümüzde mekânsal bir ölçek olarak bölge,
kapitalist gelişimin ulaştığı noktada, üretim ve örgütlenmenin temel birimi halini almıştır (Eceral,
2006: 458). Bu ders kapsamındaki konular, kavramsal tanımlamalarla başlatılmakta daha sonra teorik
olarak
genişletilmekte,
devamında
da
Türkiye’nin
konuyla
ilgili
mevcut
durumu
ve
politikaları/uygulamaları irdelenmektedir.
Şüphesiz bölgesel kalkınma dersinin en önemli ve temel kavramları, bölge ve kalkınma olmak
durumundadır. Bu ders kapsamında, her iki kavrama da çeşitli açılardan yaklaşılmakta, bu
kavramların zamanla geçirdiği değişim üzerinde durulmaktadır. Zira bu değişim, bölge kavramının
sadece coğrafi bölge olarak algılanmadığını gözler önüne sermekle kalmamakta, kalkınma veya son
yıllarda daha sık kullanılır hale gelen gelişme kavramını da içermektedir. Gelişme veya kalkınma, 19.
yüzyılda “ekonomik büyüme” anlamında kullanılırken, 20. yüzyılın son çeyreğinde “yaşam kalitesi” ile
ölçülmeye başlanmış, günümüzde sürdürülebilirlik1 ile birlikte ele alınan bir kavrama dönüşmüştür.
Avrupa’da giderek yaygınlaşan, seçilmiş yönetimleri ve yasama yetkileriyle bölgeler,
ekonomik gelişmenin itici gücü olmanın yanında, kültürel kimliğin ve demokrasinin de güvencesi
1
Sürdürülebilir kalkınma, ekonomik büyüme ve refah seviyesini yükseltme çabalarını, çevreyi ve yeryüzündeki tüm
insanların yaşam kalitesini koruyarak gerçekleştirme yöntemidir. Birleşmiş Milletler, Çevre ve Kalkınma Komisyonu’na
(1987) göre: "İnsanlık, gelecek kuşakların gereksinimlerine cevap verme yeteneğini tehlikeye atmadan, günlük ihtiyaçlarını
temin ederek, kalkınmayı sürdürülebilir kılma yeteneğine sahiptir".
4
olarak değerlendirilmektedir. Başka bir söylemle Avrupa Birliği, bölgelerin kurumsal süreçlerde
kendilerini ifade etmeleri ve karar süreçlerine daha etkin katılma hedeflerinin gerçekleştirilmesinde
bölgesel ölçeği, esnekliğe olanak tanıyan yapısı ile anahtar role sahip görmektedir. Bu bakımdan
Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerine başlamış bir ülke olarak Türkiye’nin bölge ve kalkınması
konusundaki yeni yaklaşımları iyi irdelemesi gerekmektedir.
Kalkınmanın mekânsal boyutu, bölgesel dengesizlik/eşitsizlik, bölge plânlama ve bölgesel
politikalar gibi kavramları açıklamayı ve bunların Türkiye’deki durumunu da mercek altına alarak
incelemeyi gerektirmektedir. Bu dersin bir başka amacı da Türkiye’de ekonomik olduğu kadar her
geçen gün politik ve sosyal sorunlara yol açan, ülke içi bütünleşmeye engel oluşturacak hale gelmeye
başlayan bölgeler arası farklar ve dengesizlikler, bu dengesizlikleri giderme yolunda bir araç olarak
kullanılan politikalar ve uygulamalar konusuna eğilmektir.
Günümüzde bölgesel gelişme, küreselleşme süreçlerinden bağımsız olarak ele alınabilecek bir
husus değildir. O nedenle de küreselleşme ile bölgesel/yerel gelişme arasındaki ilişkilerin
araştırılması, bölgesel gelişmenin yeni yaklaşımlarla küreselleşme perspektifinde irdelenmesi
kaçınılmaz olmaktadır.
Son yıllarda bölgelerin sadece ülkelerin/ulus devletlerin bir parçası değil, aynı zamanda
uluslar arası sistemin bir parçası olduğu ve bir bölgenin gelişmesinin, yerel kapasite ve birikimin
uluslar arası rekabet koşullarında kullanılabilmesi ile mümkün olduğu gerçeği kalkınma yazınının
gündemine girmiştir. Yeni düzende var olma mücadelesinin; yerel/bölgesel kalkınma çerçevesinde
rekabet gücü, buluşçuluk ve öğrenme kapasitesi kavramlarıyla anılıyor olması, yeni küresel ekonomik
ortamda bölgelerin birbirleriyle hem yarışan hem de paylaşan birimler şekline dönüşmesi, bu konular
üzerinde de yoğunlaşmamızı gerektirmektedir. Bu çerçevede bir bölgenin dünya ekonomik
sisteminden dışlanması veya artan zenginleşmeden pay alabilmesi için gerekli koşulların belirlenmesi
de yerinde olacaktır.
5
2.BÖLGE KAVRAMI ve GEÇİRDİĞİ DEĞİŞİM
Türk Dil Kurumu’nun internet üzerinden erişilebilen Güncel Türkçe Sözlüğü’nde bölge, her
hangi bir nitelik bakımından bir tutulan ülke, yer ya da toprak parçası, sınırları idarî, ekonomik birliğe,
toprak, iklim ve bitki özelliklerinin benzerliğine veya üzerinde yaşayan insanların aynı soydan gelmiş
olmalarına göre belirlenen toprak parçası (mıntıka) olarak tanımlanmaktadır. Öte yandan çeşitli
disiplinlere mensup bilim insanlarının çalışmalarında, bazı ortak noktalarda buluşan bölge
tanımlarıyla karşılaşılmaktadır. Bunların arasında şüphesiz bölgeyi önemini yitirdiği dönemlerde de
sahiplenmiş olan coğrafyacılarla birlikte siyaset bilimciler ile şehir ve bölge plâncıların tanımları ön
sıralarda yer almaktadır. Söz konusu bilim insanlarının bir kaçının tanımları aşağıda verilmiştir:
1 İzbırak (1964: 46), ”yeryüzünün doğal, beşeri ya da ekonomik özelliklerine göre belirmiş bir
bölümü”ne bölge demeyi tercih etmiştir.
2 Sanır (2000: 49) Coğrafya Terimleri Sözlüğü’nde bölgeyi, “yeryüzü şekilleri, iklimi, bitki
örtüsü, sosyal ve ekonomik yaşam biçimleri bakımından bir birlik oluşturan, bu özellikleriyle
çevresinden ayrılan yeryüzü veya ülke bölümüdür” şeklinde tanımlamıştır.
3 Keleş (1998: 29), bölgeyi “bir ülkenin, doğal özellikleri, nüfus yapısı, kaynakları, çıkarları
açısından türdeşlik gösteren, bir bütün olarak tasarlanmasında yarar görülen bölümü” olarak
tanımlamaktadır.
4 Tümertekin ve Özgüç (1997: 49-50), coğrafî mekânın; karmaşık, birbirine bağlı mekân
sistemlerinin, her biri ayrı ayrı bölgeleri oluşturacak şekilde bölünmüş bir bütün olduğunu
savunmuşlar, zamanla bölge kavramının uğradığı değişime dikkat çekerek, bölgeye bakışın, “önceleri
egemen olan toplumun doğayla sentezi bakış açısından insanla ilgili süreçlerin özel bir bileşimi
görüşüne dönüşmüştür” vurgusunu yapmışlardır.
5 Son yıllarda adeta yeniden keşfedilen bölgenin taşımaya başladığı anlamı en iyi ifade
edenlerden biri de Eraydın’dır (2002, 2004). Ona göre, geçmişte ulus devletin alt birimi olarak
tanımlanan bölge, bu gün küresel sistemin bir parçası ve kalkınma süreçlerinin yeni birimleri olarak
işlev kazanmıştır (Eraydın, 2002: 17). Böylece 1980’li yıllarda bölge kavramını da içeren yerel birimler,
değişen dünya düzeni, artan küresel ilişkiler ve kurumlar çerçevesinde elde ettikleri göreli konumla
tanımlanmaya başlamışlardır. Bu çerçevede, yerel-küresel etkileşimi ve yerelin bu etkileşim içinde
sürdürülebilir gelişmesini sağlayacak rekabet gücü ön plâna çıkmaktadır. Bu değişim, “yerelin
potansiyeli, ilişkileri ve kurumları ile farklı ağlar içinde var olmasını sağlayacak bir bütünün bölge”
olarak tanımlanmasına yol açmıştır. Artık bölge kavramı, eski edilgen kimliğinden kurtularak, kendi
kapasiteleri, birikimleri ve kimlikleri ile dünya içinde var olmaya çalışan bir içeriğe sahip olmuştur.
21.yüzyılın başında bölge, 1960’ların yarı kapalı bir ekonomik sistemi olmaktan çıkmış, dünyadaki
6
farklı nitelikli ve amaçlı ağlar içinde yer alabilen ve bunlarla etkileşim içinde olan bir mekânsal birime
dönüşmüştür (Eraydın, 2004: 127).
6 Bölge kavramı, günümüzde değişik ülkelerde farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Örneğin
bölge, Belçika’da, “federe devlet” anlamına gelirken, İspanya’da “özerk toplulukları” ifade etmekte,
Fransa’da ise, bir “yerel yönetim kuruluşu” dur. Bölge, ulus-devletin temel işlev ve yetkilerinin
paylaştırılacağı yeni bir yönetsel, siyasal ve kültürel bir kavram olarak kullanılmaya başlanmıştır
(Bayramoğlu, 2005: 38).
Bölge kavramı, dünyada olduğu gibi ülkemizde de tam anlamıyla açıklığa kavuşmuş bir
kavram değildir. Bölge sözcüğünün ifade ettiği mekân biriminin boyutu ve içeriği sözcüğün kullanıldığı
bağlama göre değişebileceği gibi, aynı bağlamda da farklılık gösterebilmektedir. Örneğin, Avrupa
Birliği (AB)’de plânlama bağlamında bölgeler, kent ve metropol alandan, çok daha geniş kırsal
alanlara kadar çeşitli boyutlardadır.
Avrupa’daki bölgelerin üç ortak özelliği şöyle sıralanabilir:
1
kademelenmede illerden büyük olması,
2
devlet olmaması ve
3
idari/hukuki açıdan bir varlık olarak tanınmasıdır (Bayramoğlu, 2005: 38 ve 39).
7 Bölgelerin bir kısmı ekonomik, sosyal, kültürel açıdan homojen mekân parçası iken; bir kısmı
işlevsel açıdan bütünlük gösteren birimlerdir (DPT, 2000: 7 ve 8).
8 Son yıllarda yaşanan küreselleşme ve bölgeselleşme (bölgesel birliklerin oluşumu), postFordist üretime geçiş, post-modernizm, bilginin yükselen değeri gibi, ekonomik, sosyal, teknolojik ve
politik değişimler, geleneksel bölge kavramını da tartışmaya açmıştır. Geleneksel anlayışta bölge, yan
yana gelmiş yerel birimlerin mekânsal bütünlüğü ile oluşan, ulus-devlet dışına kapalı, ulus devletin
denetiminde, sınırları çizilmiş bir birimdir. Küresel anlayışta bölge ise, ilişki ağı ile belirlenen,
mekânsal süreklilik koşulu olmayan yerellerin oluşturduğu, uluslar arası ilişkilere doğrudan açılan,
sınırları değişken bir birimdir.
İlişkiler ağının niteliği ve ilişkilerin yoğunluğu yerelin, dolayısıyla bölgenin gelişmişliğini
belirler. Bu durumda yerel/yerel dinamikler, ekonomik kalkınmanın ve bölgesel gelişmenin itici
gücüdür. Diğer bir deyişle mekân, kalkınmanın önemli bir bileşeni durumundadır. Yerel; küresel
ekonomide bir aktör olarak, kırsal bir sanayi bölgesi olabileceği gibi, geniş bir nüfus-hizmet-üretim
yığılmasına sahip bir metropoliten alan da olabilir.
Günümüzde yerelin, küresel düzeyde üstlendiği ekonomik ve siyasi rol, onu bir gelişme aktörü
konumuna getirmiştir. Ancak bu, geleneksel bölgenin önemini yitirdiği anlamına gelmemektedir.
7
Tersine, bölgesel organizasyonun, vizyon oluşturarak, bölge içinde, yönetsel eşgüdümü sağlamada,
bölge dışında, bölgeler arası (ulus içi ve uluslar arası) rekabette söz sahibi olmada üstleneceği
yönlendirici rol önem kazanmıştır.
9 Son olarak plânlama amaçlı bölge, kentten daha geniş, ülkeden daha küçük; yönetsel (idarî)
sınırları, ulus yönetsel birim sınırlarıyla çakışan, ama etkileşim açısından o sınırları aşabilen, yerinden
yönetilen, demokratik-katılımcı bir yönetime ve bütçeye sahip bir plânlama ve yönetim birim olarak
tanımlanabilir.
Latince, çevre veya alan anlamına gelen “regio” sözcüğünden türemiş bölgenin (region),
tanımlanmasında ve sınırlarının çizilmesinde büyük zorluklar çekilmektedir. Bölge kavramını
tanımlamaya çalışanlar, ölçek, nitelik ve ondan beklenen işlevlerin farklılığı nedeniyle bu zorlukları
yaşamaktadır.
Ölçek açısından ele alındığında bölge; bir devletin ekonomik, siyasal, yönetsel, coğrafî,
kültürel, etnik ve yerleşmeye dair ölçütleriyle ortaya çıkan/çıkarılan alt ulusal bölümleri
olabilmektedir. Ancak uluslar arası ölçek söz konusu olduğunda bölge; devletlerin meydana getirdiği,
ekonomik, siyasal ve askeri topluluk/birliklere karşılık gelmektedir (Mengi ve Algan, 2003: 82).
Bölge kavramı, ölçek ve tanım zorluklarına karşın literatürde yine tanımlanmış farklı bölge
tipleriyle karşılaşılmaktadır. Bunlardan en sık rastlanılanları; homojen, polarize, plân, coğrafi bölge
kavramlarıdır. Kalkınma literatüründe ayrıca, gelişmiş ve az gelişmiş bölge kavramlarıyla da
karşılaşılmaktadır. Burada bu bölge tiplerini kısaca açıklamakta yarar görülmektedir. Ayrıca son
yıllarda Türkiye’de de çeşitli veri setlerini mekân birimlerine oturtmak maksadıyla kullanılan ve bir tür
homojen bölge olan istatistiksel bölgelerden de söz edilmesinde yerinde olacaktır.
2.1.Homojen Bölge
Homojenlik (bağdaşlık), bütün öğeleri aynı yapıda veya aynı nitelikte olan anlamına
gelmektedir. Bütün noktaları kendi aralarında olabildiğince yakın özellikler gösteren alanlara ise;
homojen alan denilmektedir. Birbirine bitişik/komşu homojen alanlar homojen bölgeyi,
oluşturmaktadır (Dinler, 2001: 77). Yani homojen bölge, sürekli bir homojen alana karşılık gelen,
birbirine yakın nitelikler gösteren komşu alanlar grubudur. Benzer başka bir tanımda homojen bölge;
“karakteristikleri birbirine mümkün olduğu kadar yakın olan birimlerden meydana gelen devamlı bir
mekândır” şeklinde belirtilmektedir (Polatkan, 1968: 20). Bu tanımlardan anlaşılan odur ki, homojen
bölge, aslında benzer özellikler gösteren yerel birimlerin gruplaştırılmasından ortaya çıkmaktadır.
8
Homojen bölge, uzun zamandan beri coğrafyacılar, sosyologlar, demograflar ve ekonomistler
tarafından kullanılan bir kavramdır. Yağış bölgeleri, iklim bölgeleri, nüfus yoğunluğu bölgeleri, bitki
örtüsü bölgeleri, tarım bölgeleri bu kapsamda sayılabilecek homojen bölge örnekleridir. Ülkemizde
bölgesel kalkınma çalışmalarına hazırlık amacıyla homojen bölge ayrımı, 1970’li yılların başında, İmar
ve İskân Bakanlığı ile Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından da yapılmıştır.
Homojen bölge, bölgesel farklılıkların kolaylıkla belirlemeye, yani bölge muhasebesi (Erkan,
1990: 17) yapmaya olanak tanıdığından, bir ülkede bölgeler arası gelişmişlik farklarının azaltılması
politikaları için kullanılan bir bölge türü olmuştur. Aynı gelişmişlik düzeyinde olan komşu iller,
gelişmişlik düzeyi yönünden homojen bölgeyi oluştururlar (Dinler, 2001: 77 ve 78).
2.1.1.İstatistiki Bölge Birimi
Avrupa Birliği (AB)’ne üye ülkeler arasında bölgeler arası dengesizlikleri ortadan kaldırmak ve
geri kalmış bölgelerin Birliğin sağladığı fonlardan yararlanmalarını ortak bir zeminde gerçekleştirmek
amacıyla, bir bölgeleme sistemi oluşturulmuştur. Bu bölgeleme sistemiyle üç husus özellikle
hedeflenmektedir: Birincisi, AB’nin her bölgesine ait karşılaştırılabilir nitelikteki verilerin toplanması;
ikincisi, bölgelerin sosyo-ekonomik analizlerinin yapılabilmesi, üçüncüsü ise, AB bölgesel
politikalarının çerçevesinin belirlenmesi ki son iki hedef, bölgeler arası farklılıkların azaltılabilmesine
yöneliktir (Çamur ve Gümüş, 2005: 150). İstatistiki Bölge Birimleri, sınırları yerel yönetimlere ve yerel
topluluklara verilen görevlere, bu görevleri etkin ve ekonomik olarak yürütecek nüfus büyüklüğüne,
tarihî, kültürel ve diğer faktörlere göre belirlenen normatif 2 bölgelerdir.
NUTS olarak da bilinen “İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması (İBBS)”, AB’nin bölgesel
düzeyde
uyguladığı
kazanımlarına
(müktesebata)
uyum
çerçevesinde;
DPT
Müsteşarlığı
koordinasyonunda ve eski Devlet İstatistik Enstitüsü Başkanlığı’nın da katkılarıyla bölgesel
istatistiklerin toplanması, geliştirilmesi, bölgelerin sosyo-ekonomik analizlerinin yapılması, bölgesel
politikaların çerçevesinin belirlenmesi ve Avrupa Birliği Bölgesel İstatistik Sistemi’ne uygun
karşılaştırılabilir istatistiki veri tabanı oluşturulması amacıyla Türkiye’de de yapılmıştır3.
2
Normatif sözcüğü, kurallarla, yasalarla ilgili olan anlamında kullanılmıştır.
İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması’na dair Bakanlar Kurulu'nun 2002/4720 sayılı kararı, 22 Eylül 2002 tarih ve 24884
sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.
3
9
Bu çalışma sonucunda; nüfus eşik değerleri 4 esas alınarak, iller Düzey 3 (81 il) olarak
tanımlanmıştır. Ekonomik, sosyal ve coğrafî yönden benzerlik gösteren komşu iller ise bölgesel
kalkınma plânları ve nüfus büyüklükleri de dikkate alınarak Düzey 2 (26 bölge) ve Düzey 1 (12 bölge)
olarak gruplandırılmak suretiyle hiyerarşik bir bölgeleme oluşturulmuştur (Şekil 1).
Şekil 1. Türkiye’nin Düzey 1’e göre İstatistiki Bölge Birimleri (NUTS Bölgeleri)
Ayrıca bu yapılanma gerçekleştirilirken, tüm kamu kurum ve kuruluşlarınca; bölgesel
istatistiklerin toplanması, geliştirilmesi, bölgelerin sosyo-ekonomik analizlerinin yapılması ve bölgesel
politikaların çerçevesinin belirlenmesi gibi çalışmalarda, belirlenen İBBS’nin esas alınacağına da vurgu
yapılmıştır.
2.2.Polarize Bölge
Homojen bölge ayrımı, bölgeler arasındaki sosyo-ekonomik gelişmişlik farkının boyutlarının
ne olduğunun ortaya konulmasını sağlayan statik bir değerlendirmedir. Ancak bölgesel gelişme
politikaları uygulanırken, bir bölgenin öteki bölgelerle ilişkilerinin yoğunluğunun da dikkate alınması
gerekir. Bu durum bizi dinamik nitelik taşıyan polarize (kutuplaşmış veya nodal) bölge kavramına
götürür. Polarize bölge, bir kutup ve bu kutbun etkisi altındaki yerleşme merkezleri arasındaki ilişkiyi
gösteren dinamik bir kavramdır.
4
Avrupa Birliği Komisyonu’nun NUTS bölgeleri için belirlediği eşik nüfus büyüklükleri.
Düzey
En az
En çok
NUTS 1
NUTS 2
NUTS 3
3.000.000
800.000
150.000
7.000.000
3.000.000
800.000
Kaynak: (Çamur ve Gümüş, 2005:151).
10
Bir ülkede mevcut tüm yerleşme merkezleri karşılıklı ilişki içindedir. Küçük kentsel merkezler,
ticarî yönden daha büyük yerleşme merkezlerine bağlıdırlar. Bir başka deyişle küçük merkezler
(kasabalar) kendilerinden daha büyük yerleşme merkezlerinin (kentlerin) etkisi altındadırlar. Bir
yerleşme, kendinden daha küçük bir veya daha fazla sayıda yerleşmeyi etkisi altına alabiliyorsa, o
yerleşme bir cazibe merkezi haline gelmiş, yani kutuplaşmıştır. İşte cazibe merkezi ile etkisi altındaki
alan polarize bölgeyi oluşturmaktadır. Söz konusu kutuplaşmış yerleşme merkezi ne kadar çok
yerleşmeyi etki altına alıyorsa, polarize bölgenin alanı ve nüfus büyüklüğü de o kadar artmaktadır.
2.3.Plân Bölge
Bir ülkedeki yerleşme merkezlerinin mevcut gelişmişlik düzeyinin göz önüne alınmasıyla
saptanan homojen bölge ve yerleşme merkezleri arasındaki ilişkilerin yoğunluğunun dikkate
alınmasıyla belirlenen polarize bölgeden farklı olarak, bölge plânlarının uygulandığı alanlar bütününe
plân bölge denilmektedir. Plân bölgeler, kalkınma plânlarının hazırlanmasına yardımcı olmak ve
uygulanmasını kolaylaştırmak, bölgenin kalkınmaya katılmasını sağlamak amacıyla belirlenmiş
alanlardır ve kaynakların en iyi şekilde kullanılmasına yardımcı bir araçtır (Erkal, 1978: 28 ve 29).
Boudeville, plânlama bölgelerini ekonomik kararlarda birlik veya tutarlılık sergileyen alanlar olarak
tanımlamıştır. Klaassen ise; plânlama bölgesini “diğer şeyler yanında, ekonomik boyutta yatırım
kararları almak için yeterli büyüklükte, kendi endüstrisini sağlamaya gücü olan, gerekli iş gücü ve
homojen ekonomik yapıya sahip olan, en az bir büyüme merkezine sahip bir alandır” şeklinde ifade
etmiştir.
Bölge plânlaması açısından “Plân bölgenin büyüklüğü ne olmalıdır?” sorusunun yanıtı, bölge
plânı hedefleri içinde saklıdır. Uygulamalarda kolaylık, ekonomik kararlarda tutarlılık sağlamak ve plân
hedeflerini iyi saptayabilmek için, sınırları iyi belirlenmiş plân bölgeler seçilmesi gerekmektedir. Plân
bölgeler, bölgesel plân uygulayan ülkedeki plânlama anlayışı ve bölgesel sorunlara göre, ülke
ölçeğinde veya sorunlu bölge düzeyinde kapsama alanlarına sahip olabilir. Bunlardan birincisi, ulusal
kalkınma plânına mekân boyutu katabilmek amacıyla yapılan bölgesel ayrımın bir sonucu iken;
ikincisi, yoğun bölgesel sorunların aşılabilmesi amacıyla başlatılan bölgesel plânlamanın bir ürünüdür.
Söz konusu ikinci tip bölgesel plânlamanın amacı, geri kalmış bölgenin sorunlarını azaltmak
olabileceği gibi, hızlı sanayileşen yörelerin sorunlarının giderilmesi, göçler yoluyla aşırı nüfuslanan
bölgelerde yoğunlaşmanın önlenmesi, zengin yer altı kaynaklarının harekete geçirilmesi veya doğal
dengelerin sürdürülebilmesi de olabilir. Türkiye’de de bu tip bölgesel plânlama anlayışının ürünü olan
GAP, DOKAP (Şekil 2), Doğu Marmara Bölgesi, Yeşilırmak Havza Gelişim Projesi, Zonguldak Bölgesi
gibi plân bölgeler oluşturulmuştur.
11
2.4.Coğrafî Bölge
Coğrafî bölge, fizikî ve beşerî coğrafya özellikleri açısından az da olsa (genel çizgileri ile)
benzerlik gösteren belli büyüklükteki arazi üniteleri ya da coğrafî birliklerdir (Doğanay, 1993: 98).
Coğrafî bölgeler, yeryüzünde doğal ve beşerî (sosyo-ekonomik) özellikleri yönünden genelde bir
bütünlük sağlayan büyük alanlardır ki bir anlamda doğal bölgeler ile sosyo-ekonomik bölgelerin
sentezidirler (Özçağlar, 2003: 12). Ekonomistlerden gelen bir görüşe göre de coğrafî bölge, coğrafî
ölçütlere göre (iklim, bitki örtüsü vb.) aynı özellikleri taşıyan yörelerin gruplaştırılması sonucu elde
edilen homojen bölgelerden başka bir şey değildir (Dinler, 2001: 79).
Sonuç olarak, “alansal birlik ve mekânsal karşılıklı etkileşim yoluyla belirli coğrafi olaylar, bir
alanda benzerlik / kalıplaşma gösteriyorsa veya bir alan kendi içinde türdeş ise; burası coğrafî
bölgedir” denilebilir.
Şekil 2. DOKAP (Doğu Karadeniz Bölgesi Bölgesel Kalkınma Plânı) Bölgesi
Türkiye, kongre kararlarıyla 7 büyük coğrafî bölgeye (mıntaka) ve 21 alt bölgeye (bölüme)
ayrılmıştır (Birinci Coğrafya Kongresi, 1941). Bu coğrafî bölge/bölüm ayrımları, o dönemde yaşanan
bölge karmaşasına son vermek ve ulusal eğitimde pratik ve pedagojik olabilmek amaçlarıyla
yapılmıştır (Şekil 3). Bölge ayrımında, doğal ve beşeri coğrafya etmenlerinin bir sentezi alınmaya
çalışılmıştır. Günümüzde coğrafi bölgeler plânlamada değil, coğrafya ders kitapları ile yazılı ve görsel
basının hava durumu raporları sunumu dışında kullanılmaz olmuştur. Bunun en önemli nedeni de
bölge sınırlarının idarî sınırlarla çakışmamasıdır. Zira bölgesel plânların uygulama aşamasında,
genelde il düzeyindeki yönetsel birimlerden yararlanılmaktadır.
12
Şekil 3. Türkiye’nin coğrafi bölgeleri (Türk Coğrafya Kongresi, 1941)
2.5.Gelişmişlik Düzeyi Bakımından Bölge
Gelişmiş bölge, gelir düzeyi ve gelir artış hızı bakımından ülke ortalamalarının üstünde olan,
nüfusunun eğitim, kültür ve sosyal güvence düzeyi yüksek, eğitim, sağlık, yol, su ve elektrik gibi sosyal
alt yapı yatırımları yeterli seviyede bulunan, sabit sosyal hizmet yatırımları yanında üretime dönük
ekonomik yatırımlara da sahip olan alanları ifade etmektedir (Erkal, 1990: 21).
Az
gelişmiş
bölge
ise;
gelişme
potansiyelini
kaybetmiş
veya
gelişmesi
için
üstünlükleri/avantajları olmayan bölgelere denir. Bu bölgeler, belirli bir süre içinde sosyal ve
ekonomik göstergeler açısından başka bölgelerle karşılaştırıldığında ekonomik üstünlüklerinin
bulunmaması ile dikkati çekmektedir.
Az gelişmiş bölgeler ülkeden ülkeye değişir, dolayısıyla ayrı ve başka sosyal sistemlere sahip
toplumların az gelişmiş bölgelerinin karşılaştırılmasından verimli sonuçlar elde edilemez. Bununla
birlikte yine de az gelişmişlik ve az gelişmiş bölgeler için bazı ortak göstergelerden söz edilebilir (Erkal,
1990; Tümertekin, ve Özgüç, 1997b; Dinler, 2001; Kaplan, 2004). Bu göstergeler, az gelişmişliğin
ekonomik, sosyo-kültürel ve demografik nitelikleri şeklinde gruplandırabilir.
2.5.1.Az Gelişmişliğin Ekonomik Nitelikleri
1. Kişi başına düşen milli gelir ülke ortalamasının altındadır. Aynı zamanda adaletsiz bir gelir
dağılımı söz konusudur.
2. İstihdamda tarım, hayvancılık, balıkçılık, ormancılık gibi birincil (primer) faaliyetler
egemendir.
3. Hâkim sektör durumundaki tarımda teknik düzey son derece düşük, tarımsal araç ve
gereçler sınırlı ve ilkeldir.
13
4. Ekonomik verimlilik son derece düşüktür.
5. Tarımsal üretimde daha çok tahıl ve birincil ham maddeler ön plândadır.
6. Tarımda gelir ve mal varlığına oranla yüksek bir borçlanma düzeyi yaygındır.
7. Tarımsal işletmeler küçük ve arazi parçalanmıştır.
8. Modern endüstriler gelişememiş, daha çok geleneksel el sanatları tarzında imalat
faaliyetleri varlığını sürdürmektedir.
9. Kişi başına düşen sermaye ve tasarruf miktarları çok düşüktür.
10. Halkın gıda ve ihtiyaç maddelerine bütçelerinden ayırdıkları pay çok yüksektir.
11. Kişi başına ticaret küçük hacimlidir.
12. Dış satımda (ihracat) tarım ve ham madde ürünlerinin oranı yüksektir.
13. İşsizlik ve/veya gizli işsizlik oranları, oldukça yüksek düzeylidir.
2.5.2.Az Gelişmişliğin Sosyo-Kültürel Nitelikleri
1. Orta sınıfın zayıftır veya hiç bulunmamaktadır.
2. İlkel/düşük nitelikli eğitim sisteminin yanında, çağ nüfusu içinde okur-yazar olmayan
nüfus oranının yüksekliği dikkat çeker.
3. Kadınların toplumsal ve ekonomik otonomileri zayıftır.
4. Halkın büyük bir kısmında geleneksel tavır ve tutumlar yaygındır.
5. Toplumsal statü, eğitim yoluyla kazanılabileceği gibi doğuştan da elde edilebilmektedir.
6. Çocuk iş gücü yaygın şekilde kullanılmaktadır.
7. Konut koşulları çok kötüdür.
8. Alt yapı (yol, su, kanalizasyon, elektrik, haberleşme gibi), sağlık ve eğitim hizmetleri
yetersiz ve ülke genelinden geridir.
2.5.3.Az Gelişmişliğin Demografik Nitelikleri
1. Nüfusun yaş bileşiminde genç (0–14 yaş grubu) nüfus oranı yüksektir.
2. Doğum oranı binde 40 gibi yüksek bir düzeydedir ve bu değer ülke ortalamasının
üzerindedir.
3. Nüfus artış hızı, ülke nüfus artış hızından daha yüksektir.
4. Doğumdan itibaren yaşam beklentisi (ortalama ömür) az, ölüm oranları, özellikle
çocuk/bebek ölüm oranları yüksektir.
5. Halk sağlığı, beslenme, temel hijyen ve temizlik koşulları yetersiz ve bozuktur.
6. Tarımsal nüfus oranı, ülke ortalamasından yüksektir. Tarımda çalışanların sayısı azalsa
dahi aynı üretim miktarı elde edilebilir ki, bu durum tarımdaki mutlak aşırı nüfusu ifade
etmektedir.
14
7. Bölge dışına göç verme oranı ve eğilimi yüksektir.
8. Kentleşme oranı, ülke kentleşme düzeyinin genelde altındadır ve kentleşme kalitesi
düşüktür.
9. Kırsal aşırı kalabalıklaşma söz konusudur.
Özetle, az gelişmiş/gelişmekte olan ülke veya bölgelerde gözlenen ekonomik özellikler
içerisinde, tarım kesiminin ekonomik yapıda önemli bir yer kaplaması dikkat çekmektedir. Bu yapı,
üretimin, dış ticaretin ve emek piyasasının yapısında kendisini göstermekte ve makro düzeyde
gözlenen sorunların temel nedenlerinden birini oluşturmaktadır (Kaplan, 2004: 20). Diğer taraftan az
gelişmiş ülke/bölge demografik özellikleri içinde, yüksek ölüm ve bebek ölüm oranları, kısa ömür,
beslenme ve sağlık hizmetlerinin yetersizliği, genç nüfus fazlalığı gibi göstergelerden de söz etmek
mümkündür. Teknoloji ve teknik kadro yetersizliği ile düşük verimlilik de ekonomik ve demografik
belirgin özelliklere eklenecek öteki yapısal özellikleri ifade etmektedir.
15
3.GELİŞME ve BÖLGESEL GELİŞME
3.1.Gelişme (Kalkınma)
Genel bir tanımlamayla kalkınma, “bir ulusun arzu edilen şekilde ekonomik gelişme süreci
ortaya koyabilmesi amacıyla, ulusal ekonominin bir bütün olarak düzenlenmesidir”. Kalkınma daha
geniş anlamıyla, “bir toplumda ekonomik, toplumsal ve siyasal alanda arzu edilen her türlü değişme
ve gelişme” olarak tanımlanabilir (Tüylüoğlu ve Çeştepe, 2004: 29). Başka bir tanımda kalkınma,
“ülkelerin ulaşmaya çabaladığı bir hedef ve aynı zamanda nedensel ilişkileri içeren bir süreç” olarak
ifade edilmektedir (Ingham, 1995: 33).
Kalkınma kavramıyla yakından ilişkili başka kavramlar da vardır ki bunlar, büyüme ve
ilerlemedir (Büyüme → gelişme/kalkınma → ilerleme üçlüsü). Bunlardan büyüme, yalnızca “üretilen
miktardaki bir dizi artıştır”; gelişme/kalkınma, “üretim teknikleri ve üretici davranışlarında olumlu bir
değişimin de eklendiği büyümedir”; ilerleme ise, “bir toplum içindeki gruplar arasındaki toplumsal
gerilimin azalmasının da eşlik ettiği gelişme”ye karşılık gelmektedir (Tümertekin ve Özgüç, 1997: 91).
Gelişme kavramına, tarihsel süreç içinde farklı anlamlar da yüklenmiştir. Bu kavram, 19.
yüzyılda “ekonomik büyüme” anlamına gelmekteydi. Temel ölçütler milli gelir, yaratılan katma değer,
sanayi sektöründe üretim/çalışan hacmi, vb. idi. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde “sosyal refah” içeriğine
kavuşan gelişme kavramı, gelir yanında insanların veya toplumların sahip oldukları kolaylıkları (fiziksel
ve sosyal altyapı, vb.) da kapsar hale gelmişti. Gelişme, 20. yüzyılın son çeyreğinde ise “yaşam
kalitesi” ile ölçülmeye başlanmıştır. Yaşam kalitesi, özellikle nitelikli doğal, fiziksel, sosyal ve kültürel
çevrenin varlığı ve tüketilmesi/tüketilme olanağına kavuşulması anlamını taşımaktadır (DPT, 2000: 8).
Gelişme, bir politika amacı olarak ele alınırsa, o zaman “neyin geliştirileceği” sorusu
sorulmalıdır. Gelişme kavramı, çok ayrıntıya inmeden, bir hedef veya arzulanan bir durum olarak
tanımlanmış ve hemen tümüyle büyüme hedefleri gibi algılanmıştır. Toplumun elde etmeye çalıştığı
temel ekonomik ve sosyal hedeflere ulaşmada, büyümeden yararlanacak olanlara veya plân
sonuçlarına fazla önem verilmemiştir. Oysa toplumun elde etmeye çalıştığı temel ekonomik ve sosyal
hedefleri kapsayacak bir gelişme kavramına ihtiyaç vardır.
3.2.Sürdürülebilir Kalkınma
Dünya son 20 yılda hem sosyal, hem ekonomik, hem de çevresel açıdan radikal biçimde
değişti: Küresel nüfus artarak 6.8 milyar kişiye ulaştı, küreselleşmenin şekillendirmesiyle küresel
ekonomi büyüdü ve küresel ticaret de arttı. 1987’de 5.927 USD olan dünya çapında kişi başı Gayrisafi
16
Milli Hasıla (GSMH) 2004’te 8.162 Amerikan doları oldu. Buna rağmen bu gelişme, bölgeler arasında
eşit olmayan bir biçimde dağılmaktadır. Aynı zamanda son yıllarda dünyada büyük politik değişimler
de yaşandı. Nüfus artışı ve ekonomik büyüme doğal kaynaklara olan talebi ve dolayısıyla doğal
kaynaklar üzerindeki baskıyı arttırdı. Su kaynakları, ormanlar, balıkçılık, arazi kullanımı da dâhil olmak
üzere doğal kaynakların sürdürülebilir olmayan kullanımı, bireysel geçim kaynaklarını tehdit edebildiği
gibi yerel, ulusal ve uluslararası ekonomileri de tehdit eder hâle geldi.
Birleşmiş Milletlerin Binyıl Kalkınma Hedefleri’nin yedincisi olan “çevresel sürdürülebilirliğin
sağlanması”, diğer hedeflere ulaşılmasında kritik role sahip görülmektedir. Birçok yoksul ülkede,
doğal kaynaklar temel geçim ve yaşam kaynaklarıdır. Doğal sermaye, düşük gelirli ülkelerin
zenginliğinin %26’sını oluşturmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde hastalıkların %20’si çevresel
risklerle ilişkilidir. Güvenilir olmayan su kullanımı, zayıf sağlık ve hijyen koşulları dünyada çocuk
ölümlerinin ikinci en büyük nedenidir. Örneğin, ishalden dolayı yılda 1.8 milyon çocuk hayatını
kaybetmektedir. Doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımı, bu bakımdan yoksulluğu, hastalıkları ve
çocuk ölümlerini azaltmaya katkıda bulunacak ve anne sağlığını iyileştirerek cinsiyet eşitliğini ve
evrensel öğrenimi destekleyecek bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım, bölgesel kalkınma konusunda da
anahtar görev üstlenmektedir.
Çevreye saygı, 21. yüzyılda uluslararası ilişkiler için en gerekli temel değerlerden biri kabul
edilmektedir. Bu husus, Birleşmiş Milletler Binyıl Bildirgesi’nde de “Tüm insanlığı, özellikle
çocuklarımızı ve torunlarımızı, insan eliyle geri dönülmez biçimde bozulmuş ve kaynakları artık
ihtiyaçları karşılamaya yetmeyecek ölçüde azalmış bir dünyada yaşama tehdidinden kurtarmak için
hiçbir çabayı esirgeyemeyiz.” şeklinde belirtilmiştir. Binyıl Bildirgesi, Birleşmiş Milletler Çevre ve
Kalkınma Konferansı’nda (UNCED) kararlaştırılan sürdürülebilir kalkınma ilkelerini, Gündem 21’de
belirlenenler dâhil olmak üzere, desteklemeyi teyit etmektedir ve çevreyi ilgilendiren tüm
faaliyetlerde yeni bir koruma etiğini ve yönetimini benimseme konusundaki ilke kararını
belirtilmektedir.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Yol Haritası’nın bir parçası olarak 2000 yılında
onaylanan, BM’nin genel misyon ve hedefleri çerçevesinde uygulanacak olan Binyıl Kalkınma
Hedefleri, çevrenin korunması ve doğal kaynakların akılcı kullanımı üzerinde önemle durulmaktadır.
Binyıl Kalkınma Hedefleri’nden biri olan çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması hedefine,
sürdürülebilir kalkınma ilkelerini ülke politikalarına ve programlarına stratejik olarak entegre ederek
ve çevresel kaynakların kaybını durdurarak ulaşılması mümkündür. Bu kalkınma hedefi aynı zamanda,
2010 yılına kadar biyolojik çeşitlilik kaybını fark edilebilir bir oranda azaltmayı, temiz içme suyuna
erişimi olmayan insanların oranını 2015 yılına kadar yarıya indirmeyi ve 2020 yılına kadar en az 100
milyon yoksul gecekonduda yaşayan insanının hayatlarında önemli bir ilerleme kaydetmiş olmayı
amaçlamaktadır.
17
Türkiye’nin hassas ekosistemleri; hızlı nüfus artışı, artan gelir ve enerji tüketimi gibi
nedenlerle yoğun bir baskıya maruz kalmakta ve artan kentleşme ve turizmdeki gelişmelerden
kaynaklanan yoğun kalkınma çabaları ise diğer bir baskı unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye,
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) kapsamında yapılan öngörülere
göre, iklim değişikliğine karşı yüksek derecede hassas bölgeler içinde yer almaktadır. Sürdürülebilir
kalkınma, küresel bir sorun haline gelirken, Türkiye'deki politika tartışmalarına da giderek daha çok
yansımaktadır. 1991 yılından bu yana Türkiye'nin beş yıllık kalkınma planlarında çevresel stratejilere
yer verilmektedir.
UNDP, Avrupa Birliği’nin 6. Çevresel Eylem Planı doğrultusunda sürdürülebilir kalkınma
ilkelerinin ulusal ve bölgesel kalkınma planlarına entegre edilmesini sağlayacak yeni girişimleri
destekleme konusunda hükümetle ortak çalışmaktadır. UNDP, “Sürdürülebilir Kalkınma için Ulusal
Uygulama Planı”nın özenle hazırlanması ve koordinasyonunda Ulusal Sürdürülebilir Kalkınma
Komisyonu’na destek vermeye ve aynı zamanda toplum düzeyinde sürdürülebilir kalkınma ilkelerinin
uygulanmasına yardımcı olmaktadır. UNDP’nin çevre yönetişimi ve sürdürülebilir kalkınma
konusunda bugüne kadarki çalışmaları, hükümet yetkililerinin enerji ve çevre gelişiminde planlama
yapma ve entegre yaklaşımlar uygulama kapasitelerini artırmaya yöneltmiştir. UNDP bu bağlamda,
Türk Hükümeti’ne küresel çevre konularını (iklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik kaybı gibi) ve
taahhütlerini ulusal ve bölgesel planlamaya entegre etme çalışmalarında destek vermektedir.
3.3.Bölgesel Gelişme
Bölgesel gelişme, bir bölgenin sürdürülebilirlik bağlamında politik, sosyo-ekonomik ve
demografik göstergelerin eskisine göre ileri duruma gelmesi ve bu bölgede yaşayanların yaşam
kalitesinin artması olgusudur.
Bölgesel gelişmeyi;

Sektörel (tarım, sanayi ve hizmet) ve fonksiyonel (üretim, dağıtım, tüketim) üst yapı unsurları

Doğal, maddi, kişisel ve kurumsal alt yapı unsurları,

Sanayileşme, kentleşme, bilgi, yenilik ve buluşçuluk ve yatırım gibi alt süreçleri (Erkan, 1987),

Küresel dış etkenler

Bölgenin tarihi geçmişi ve başlangıç üstünlüğü

Ulusal ve bölgesel plânlama politikaları ve karar verme süreçleri etkileyebilmektedir.
Sürekli bir gelişme ve değişme içinde olduğunu ileri sürebileceğimiz bölgesel gelişme kavramı,
günümüzde iki farklı anlayışı içermektedir. Bunlardan birincisi bölgesel sürdürülebilir gelişme
(regional sustainable development), ikincisi ise; sürdürülebilir bölgesel gelişmedir (sustainable
18
regional development). Bölgesel sürdürülebilir gelişme, başta ekolojik sürdürülebilirlik olmak üzere,
canlı-cansız, doğal-yapay, bütün çevresel değerlerin sürdürülebilirliğinin amaç edinildiği politikalar
için kullanılmaktadır. Sürdürülebilir bölgesel gelişme ise, bölgesel ekonomik gelişmenin kendi kendini
finanse edebilecek ve sürdürülebilecek bir düzeye ulaştığı, bu gerçekleştirilirken çevresel açıdan bazı
önlemlerin alındığı bir süreci anlatmaktadır (Mengi ve Algan, 2003: 86 ve 87). Kısacası birincisi
çevresel hedeflerin öne çıkarıldığı, ikincisi ise çevresel bakışın sınırlı olduğu daha çok ekonomik
hedeflerin üstün tutulduğu bir yaklaşımdır.
3.3.1.Değişen Bölgesel Gelişme Politikaları
Büyük ölçekli imalat yapan sanayi kuruluşlarına dayanan ve büyüme kutupları oluşturmayı
amaçlayan 1960’lı yılların kalkınma modellerinde bölgesel politikalar; firma odaklı, standart ve
merkezi yönetimlerin yürüttüğü hibe sistemlerine dayanıyordu.
1970’lerdeki enerjiye dayalı ekonomik krizlerden sonraki yapılanma sürecinde, mekâna bağlı
alternatif yatırımlar, çevre, yaşam kalitesi, iş gücü gibi etkenler üzerinden bölgesel kalkınma
politikaları oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu yeni politika yaklaşımında mekân; sadece pazar/tüketici
kitle, işgücü ve ham maddeye yakınlık olarak değil, aynı zamanda sosyal ilişkilerin, normların,
kurumların ve anlayışların bir toplamı şeklinde görülmeye başlanmıştır. Eğitim, nitelikli iş gücü,
araştırma-geliştirme (AR-GE) ve teknoloji transferi konuları da bölgesel politikaların bir parçası
olmuştur.
Bölgenin ekonomik, politik ve kurumsal olarak yeniden doğuşuyla birlikte, 1980’lerden
itibaren bölgesel kalkınma politikaları da yeniden yapılandırılmaya başlanmıştır. Bölgesel politikaları
ve stratejilerini geliştirme işlevi, çoğunlukla merkezden, Bölgesel Kalkınma Ajansları gibi yerel ve
bölgesel kurumlara aktarılmıştır.
Avrupa’da 1980 sonrası yürütülen bölgesel politikalarda şu hususlar özellikle dikkati
çekmektedir (Kayasü ve Yaşar, 2002: 71-72) :
1 Esnek üretime uygun olarak küçük firmalar üzerinde yoğunlaşma.
2 Yenilikçiliğe destek verme.
3 Bölgesel yardım ve teşviklerde azalma.
4 Üretici servislerini destekleme.
5 Bölgesel politikanın diğer politikalarla işbirliği içinde yürütülmesi.
6 Avrupa Birliği’nin etkisi ve katılımı.
3.3.2.Dünyadaki Yeni Ekonomik ve Toplumsal Gelişmeler
1970’li yıllar, geçmişi 1950’li yıllara dayanan bir dizi toplumsal, ekonomik ve teknolojik
gelişmenin, hemen hemen eş zamanlı yüzeye çıkmasına sahne olmuş, küreselleşme olarak
19
adlandırılan yeni ekonomik düzeni yaratmıştır. Birbiriyle etkileşim içindeki küreselleşmeye dair bu
gelişmeler üç başlıkta toplanabilir:
Fordist üretimde5 tıkanıklık ve esnek üretim: Kitlesel üretimin varlığını sürdürebilmesinin ön
koşullarından ikisi; “standart tüketim kalıpları ve istikrarlı pazarların varlığıdır”. 1970’li yıllara kadar
Keynezyen politikalarla desteklenen “refah devleti” uygulamaları, tüketim pazarını genişleterek
kitlesel üretim için uygun ortamı sağlamıştır. Ancak, 1970’li yılların sonlarına doğru, özellikle de petrol
krizinden sonra, devletlerin sıkı para politikasını öngören Friedmancı politikalara yönelmesi, kitlesel
üretimin olumsuz etkilenmesine yol açmıştır. Ayrıca, 1950’lerde ithal ikamesi politikasını benimseyen
Güneydoğu Asya ülkeleri 1960’larda, emek yoğun sanayilerde önemli başarılar göstermeye ve uluslar
arası piyasada rekabete başlamışlardır. Aynı dönemde, giderek ucuzlayan teknolojiler, küçük ve orta
boy işletmelere hem büyük işletmelerle rekabet edebilme olanağını vermiş, hem de özel (sipariş
üzerine) üretimde ölçek ekonomisi sağladığından bu tür işletmeleri büyüklerden daha avantajlı hale
getirmiştir. Kitlesel üretimin krize girmesi ve üretimde yeni arayışlar, iletişim teknolojisindeki
gelişmelerin de sağladığı kolaylıklarla esnek üretimi 6 dünya gündemine taşımıştır. Kitlesel üretimden
farklı bir iş örgütlenmesi gerektiren esnek üretim (Çizelge 1) toplumsal ve mekânsal yapıda da
dönüşüme yol açmıştır.
Bilgi toplumuna geçiş: 1960’ların başlarında bilginin üretilmesi ve dağıtılmasının büyük bir
değer taşıdığına ilişkin düşünceler yoğunlaşmaya başlamıştır. Daha o yıllarda sosyal bilimciler, ileri
sanayi toplumlarının temel toplumsal/ekonomik özelliklerinde değişim eğilimi gözlemlemişlerdir.
Bunlar, insana ve bilgi üretimine yönelik ve üretime yardımcı hizmetlerin artması, sermayesi bilgi olan
teknik ve profesyonel çalışanlar oranında büyüme, niteliksiz işgücüne talebin düşmesi, makine-kimya
gibi sanayi toplumunun lider sanayilerinin yerlerini entelektüel ve enformasyon sanayisine bırakmaya
başlaması gibi eğilimlerdir. Çağımızda ömrü kısalan bilgi, toplumların geçmişte görülmedik düzeyde
karşılıklı etkileşim içinde olmalarını, rekabeti ve bilgi-teknoloji üretimini hızlandırmıştır. Bilgi toplumu
olmakla birey-firma-ulus düzeyinde, rekabet gücünü arttırabilmek için sürekli öğrenen bir yapıya7
sahip olunması gerekliliği ortaya çıkmıştır.
5
Fordist üretim, Henry Ford’un yarattığı kitlesel üretim yapabilmek için hareketli montaj hattının kullanılmasıyla ortaya
çıkmış bir üretimi sistemidir. Bu sistemle, her makine belli bir malın üretimini gerçekleştirecek şekilde, belli standartlarda ve
çok fazla miktarlarda ürün üretilmesi söz konusudur.
6
Esnek üretim, farklı ve değişen talebe kısa sürede, etkin biçimde yanıt verebilen, bu özelliği gereği küçük/orta boy tanımına
giren işletmelerde (KOBİ) görülen üretim biçimidir. Esnek üretim, geleneksel küçük ve orta boy işletmelerden kullandığı
modern teknoloji ile ayrılır.
7
Öğrenen yapı, bilgiye dayalı işgücü pazarının ve insan kaynaklarının düzenli geliştirilmesi, yaratıcılığa prim verilmesi, kişi,
bilgi, mal ve hizmete küresel ölçekte hareketlilik sağlanmasını gerektirir.
20
Çizelge 1. Kitlesel ve esnek üretim modelleri* ve mekânsal özellikleri**
Kitlesel üretim modelinin unsurları
Esnek üretim modelinin unsurları
Standart üretim
Bant üretim
Tek amaçlı makineler
Niteliksiz işgücü (fiziksel emek)
Düşük iş motivasyonu (umursamazlık)
Çatışmacı iş ilişkileri
Hiyerarşik yönetim
Dikey iş bölümü
(plânlama ve uygulama arasında ayırım)
Dışarıdan kontrol
Yatay iş bölümü
İşçileri iş yerine bağlama
Makine temposuna uygunluk
Zaman standartları
Bireysel çalışma
Ürün farklılaşması
Modül üretim
Esnek makineler
Nitelikli işgücü (zihinsel emek)
Yüksek iş motivasyonu (özdeşleşme)
İşbirliğine dayalı ilişkiler
Katılımcı yönetim
Dikey iş entegrasyonu
Fordist üretimin mekansal özellikleri
Esnek üretimin mekansal özellikleri
İşlevsel mekânsal uzmanlaşma
Mekânsal işbölümü
Birbirinden bağımsız bölgesel işgücü piyasaları
Mekânın kültür yapısı ve sosyal ilişkilerinden bağımsız
emek üretim ilişkileri
Dışarıdan aktarılan yaratıcılık
Sağlıklı çalışma ve yaşama çevresi
Merkeziyetçi yönetim
Mekânsal yığılma ve toplulaşma eğilimi
Mekânda bütünleşme
İşgücü piyasalarının bölgelere göre farklılaşması
Mekânın kültürel ve sosyal ilişkilerinden üretim
sürecinde yararlanma
Üretim mekânında yaratıcılık
Nitelikli ve kimlikli çalışma ve yaşama çevresi
Yerel yönetimlerin etkinlik kazanması
İçeriden kendi kendini kontrol
Yatay iş entegrasyonu
Rotasyon
Montaj hattından bağımsızlık
Zaman egemenliği
Grup çalışması
Kaynak: *Bozkurt, 1996, **Eraydın, 1992.
Post-modern toplumsal değişim: Dünyada kültürel taleplerin artması, çoğulculuk,
bireyin/toplumun kimlik kazanma isteğine bağlı olarak cemaatleşme, tüketim normlarının
çeşitlenmesi, ekolojik kaygıların yükselmesi sonucu katılımcı demokrasi, üretimde çeşitlenme,
yerellik-yerel kimlik, toplumların sosyal ve mekânsal yapısında değişikliklere yol açmıştır. Gelişmiş
kimlik; bölgeler (veya yereller) arasındaki yarışmada, küresel sermayeyi çeken etmenlerden biri haline
gelmiştir. Bu üç temel olgu birbiriyle etkileşim içinde 1970’lerin petrol krizinden sonra
kurumsallaşmaya başlayan küreselleşmeye ortamını hazırlamış, küreselleşmenin ekonomik, sosyal,
teknolojik, çevresel ve mekânsal temellerini oluşturmuşlardır. Esnek üretim ve enformasyon
teknolojisi, ulus aşırı firmaların etkin olarak küreselleşmesine yol açmış en stratejik kaynakların,
varlıkların, sorumluluk ve kararların merkezileşmesi, merkezin yönetim ve denetim gücüne sahip
olması, yerelin uygulama ile ilgilenmesi ve sermayenin serbest hareketine yol açarken, özellikle postmodern durum küreselleşmenin yerellik boyutunu güçlendirmiştir.
Finans sektöründe merkezileşmenin artması, bu sektörün gücünü üretim sektörünün önüne
geçirmiştir. Kapitalin uluslar arası hareketlilik kazanması, merkez dışı alanlarda yatırımı kolay, çabuk,
ucuz hale getirmiştir. Üretimin küreselleşmesine koşut olarak, uluslar arası ekonomik diplomasi önem
kazanmış, ulusal güçler küreselleşmeye başlamıştır (hükümetler, artık uluslar arası piyasada birbiriyle
ve özel firmalarla pazarlık yapabilmektedirler). Ayrıca, dünyadaki çoklu otorite yapıları (BM, G7, AB,
21
vb.) gittikçe güçlenmektedir ki bu, ulus devletin gücünü, bir ölçüde daha büyük yapısal güçlere
devretmesi anlamına gelmektedir. Terörizm ve örgütlü suçlar, insan hakları, göç hareketleri ve
çevresel kirlilik gibi konular hızla ülke sınırlarını aşan bir nitelik kazanarak, uluslar arası toplumun
büyük bir kesiminin ortak sorunları haline gelmiştir.
İletişim ve artan insan hareketliliği, kültürler arası akışkanlığa neden olmakta, bu bir yandan
yerel kimlikleri yıpratırken, diğer yandan değişime yol açmaktadır. Küresel kültürün içinde özelliklerini
kaybetmeden yaşayabilme şansına sahip olan kültürler için, küresel sistemin teknolojisini kullanarak
uluslar arası boyutta kendi bölgesel bilgi ve iletişim ağlarını kurabilme olanağı doğmuştur.
Dünya ekonomisinin 1970’lerden bu yana geçirmekte olduğu köklü değişikliklerin yol açtığı
yapısal dengeleme süreci, ülkelerde işsizliğin artması ile sonuçlanmıştır. Ayrıca, 1970’li yıllarda
merkez ülkelerde, ikincil sektörde (imalat sanayisinde) yapısal düzenleme gerçekleştirilmiştir. Bu
gelişmiş sanayi ülkeleri (merkez), geleneksel sanayilerini modernize ederek sermaye yoğun alanlara
kaydırırken, emek yoğun sanayi kolları, yeni endüstrileşmekte olan ülkelere (çevre) yöneltilmiştir.
Birleşmiş Milletler verilerine göre, yeni endüstrileşmekte olan ülkelerin dünya imalat sanayindeki
1980’de % 9 olan paylarının, 2000 yılında % 25’e yükselmiştir.
Sanayileşmiş ülkelerde büyümenin maliyeti; yaşam, sosyal güvence seviyelerinin yükselmesi,
çevre sorunları nedenleriyle artmıştır. Bir başka deyişle işgücünün yeniden üretiminin fiyatı
yükselmiştir. Bu nedenle bir taraftan sermaye, (teknoloji yoluyla) işgücünün yerini alma çabasındadır,
diğer taraftan işgücü yoğun faaliyetler merkezden çevre ülkelere itilmektedir.
Yukarıda da değinildiği gibi, yeni ekonomik düzenin oluşmasında/gelişmesinde temel
belirleyici olan çok uluslu şirketlerin sanayileşmekte olan ülkelerdeki rolü önemlidir. Finans
sektöründe merkezileşmenin artması, bu sektörün gücünü üretim sektörünün önüne geçirmiştir.
Sermayenin merkezileşmesine bağlı olarak, yönetim ve denetim küresel kentlerde toplanırken;
üretim, merkez dışı alanlara (yerele) dağılmaktadır. Bu nedenle kentlerin önemi eskiye göre artmış,
kentler, kent ağları ve/veya bölgeler arası yarış hızlanmıştır. Bu bağlamda, küresel ekonomide
yeniden yapılanma, mekânda yeniden yapılanma ile bir arada gelişmektedir denebilir.
Günümüzde
devletlerin
başarısı
büyük
ölçüde
bu
küresel
dinamiklere
uyum
sağlayabilmelerine ve onları ulusal hedeflerini gerçekleştirmede kullanılabilmelerine bağlıdır. Ancak,
insanlar arasında yeni ortak değerlerin ve amaçların oluşması ulusal egemenlik, ülke bütünlüğü ve
ulus-devlet gibi küreselleşmeye zıt kavramların değerlerini yitirdikleri de söylenemez. ABD ve AB
içinde Almanya ve Fransa ulus-devlet tutumlarını geçmişten daha etkili biçimde, ekonomik ve/veya
stratejik olarak sürdürmektedirler.
22
Günümüzde, uluslar arası bir dizi anlaşma (örneğin, Rio Sözleşmesi ve GATT 8 vb.) ulus
devletlere çeşitli açılardan yükümlülükler getirirken, AB gibi çok uluslu bir oluşumun içinde yer almak,
bir ülkenin plânlamasına önemli makro girdiler sağlamaktadır.
3.4.Bölgesel Gelişme Bakımından Yeni Sanayi Odakları ve Girişimcilik
1980’li yıllardan bu yana meydana gelen çeşitli boyutlardaki gelişmeler, küreselleşme
süreciyle birlikte ulusal ekonomileri derinden etkilerken, mekânsal yapılarda da önemli değişimler
yaratmıştır. Bu yıllarda meydana gelen iktisat politikası değişiklikleri, diğer ülkelerde olduğu gibi
Türkiye’de de mekânsal yapılarda ve sanayi coğrafyasında önemli dönüşümlere neden olmuştur.
Gelişmiş sanayi ülkelerinde meydana gelen mekânsal değişimlerin temel niteliklerinden biri;
büyük ölçekli, standart mal üretimi üzerine kurulu sanayi örgütlenmesine (Fordist üretim) sahip, eski
sanayi bölgelerinin hızlı bir gerileme süreci içerisine girmesidir. 1970’li yıllarla birlikte, gelişmiş sanayi
ülkelerindeki geleneksel sanayi bölgeleri olarak nitelenen mekân birimlerinde durgunluk ve gerileme
süreci yaşanırken, aynı ülkelerin kırsal veya azgelişmiş olarak nitelenen bazı bölgelerinde ekonomik
hareketlilik gözlenmiştir. Büyük ölçüde; öz kaynak, yerel girişimcilik özellikleri, esnek (Post-Fordist)
üretim teknolojileri ve ilişkileri, dayanışma, güven ve örgütlenme kapasitesi gibi içsel faktörlere dayalı
olarak gelişen bu tür bölgeler, “Yeni Sanayi Odakları” olarak adlandırılmaktadır (Eraydın, 2002).
Günümüzde sanayi odakları olgusu, yeni tür bir yerel ve ulusal kalkınma stratejisi olarak ele
alınırken, mevcut odakların gelişme nedenleri ile içsel yapılarının analizi ve buralardan çıkarılabilecek
modellerin diğer yerel birimlere taşınması gibi konular akademik ve uygulamaya dönük çevrelerce
yoğun olarak tartışılmaktadır. Odakların büyük ölçüde yerel içsel faktörlere dayalı olarak geliştiği
yargısı, bu tür bir yerel gelişme modelinin yerel ekonomik gelişme ve yerel yeniden-yapılanma
politikaları kapsamında önemini daha da artırmaktadır.
Son yıllarda yeni sanayi odakları tartışması, Türkiye’nin de gündemine girmiştir. 1980’lerden
itibaren ithal ikameci kalkınma modelinden dışa açık bir büyüme modeline geçen Türkiye’de yeni
modelle uyumlu olduğu düşünülen benzeri mekânsal gelişme eğilimleri gözlenmeye başlamıştır.
Geleneksel sanayi yoğunlaşma alanları ve metropoliten bir niteliğe dönüşmüş olan büyük kentler, ard
bölgeleriyle birlikte ulusal ekonomideki ağırlığını korumuşlardır. Ancak, kısa bir süre öncesine kadar
Az Gelişmiş Bölge veya Kalkınmada Öncelikli Yöre (KÖY) kapsamında nitelenen bazı illerde, KOBİ’ler
8
GATT, uluslararası ticareti, haklar ve sorumluluklar açısından düzenleyen çok taraflı bir anlaşmadır. Dünya Ticaret Örgütü
(WTO), 1 Ocak 1995'de, uluslararası ticaretin en etkin kurumu olarak, Gümrük ve Ticaret Genel Anlaşması'nın (GATT) yerine
kurulmuştur.
23
temelinde ve ihracata dayalı olarak hızlı bir sanayileşme süreci gözlenmeye başlamıştır. Bu illerden en
çok anılanlar arasında Denizli, Gaziantep, Çorum ve Konya sayılmaktadır.
Yeni sanayi odaklarıyla da ilişkili olmak üzere son dönemde yoğun olarak gündeme gelen
diğer bir konu da “girişimcilik-ortaklıklar” konusudur. Mekânsal değişim ile bu değişime eşlik eden
toplumsal ve kültürel ortamın kesişme noktasına; yeni değişiklikleri algılayan, teknolojik ve örgütsel
yenilikleri benimseyip uygulayan, sanayileşme için gerekli ekonomik ve sosyal kaynakları harekete
geçirme kapasitesi olan girişimci oturmuştur.
Girişimcilik, küreselleşme ve yerelleşme tartışmalarının da gösterdiği gibi, olgunun bireysel
niteliği yanında kolektif nitelik taşıyan potansiyelleri de içermektedir. Bu kapsamda, hem kamu hem
de özel ve gönüllü sektörlerin kendi içlerinde ve/veya aralarında oluşturdukları ortaklık girişimlerinin
yaygınlık kazanmaya başladığını gözlemlemek mümkündür.
Piyasaların küreselleşmesi ve artan rekabet kaçınılmaz olarak yerel dayanışmayı ve kurumsal
düzeyde koruyucu katman arayışını gündeme getirmiştir. Özellikle küçük ve orta büyüklükteki
kentlerin sosyal özelliklerinden olan, “güven, dayanışma ve bildik olma” gibi ayrıcalıklar ekonomiye
taşınan yeni toplumsal ilişki ve etkileşim biçimlerinin çıkmasına veya eskilerin yeni ortama
uydurularak canlanmasına neden olmuştur.
3.4.1.Yeni Sanayi Odakları
1970’li yıllar ulusal ekonomiler kadar, yerel ekonomiler için de önemli bir dönüm noktası
olmuş, bu dönem sonrasında, ekonomik coğrafyada önemli ölçüde değişimler meydana gelmeye
başlamıştır. Bu yıllarda yaşanan ve temelde enerji fiyatlarına dayalı bunalımlar sonucunda, özellikle
Batılı ülkelerde bulunan geleneksel sanayi bölgelerinin önemli bir çoğunluğu yapısal sorunlarla
karşılaşmıştır. Diğer yandan aynı ülkelerin kırsal/az gelişmiş bölgelerinde, bir ekonomik hareketlilik
gözlenmiş, yeni sanayi odakları olarak isimlendirilen bu bölgeler, hızlı bir şekilde sanayileşme sürecine
girerek, sıkça kendilerinden söz ettirmeye başlamıştır. Üstelik bu tür odaklar, yalnızca yüksek
teknolojiye dayalı sektörlerde değil, aynı zamanda geleneksel olarak nitelenen emek yoğun
sektörlerde de uzmanlaşarak dünya piyasalarına girebilme başarısını göstermiştir.
Küçük ve orta ölçekli firmaların oluşturduğu yeni sanayi bölgeleri, ulus ötesi şirketlerle
rekabet etmede başlı başına bir model olarak görülmektedir. Böylece belli bir yöreye özgü kaynaklara
dayalı ekonomik faaliyetleri ifade eden bölgeselleşme, küreselleşmeye alternatif olarak düşünülmekle
beraber, esasen küreselleşmeyi tamamlayıcı bir süreç durumuna gelmiştir.
24
Üretimde, ulus ötesi şirketlerin yanında, bölgesel oluşumlar olan yeni sanayi odakları da yer
almıştır. Kitle üretimin geçerliliğini yitirdiği, firmaların esnekliğinin ön plâna çıktığı Post-Fordist
dönemde, firmalar arası iletişim ve işbirliğini sağlama ortamı olan sanayi odakları yaygınlık
kazanmıştır.
Yeni Sanayi Odakları’nın iki temel özelliği bu gelişme merkezlerini diğerlerinden ayırt
etmektedir. Bunlardan ilki “yerel düzlemde gerçekleşen üretimin, ileri teknolojili piyasalarda rekabet
gücüne erişmesi, diğeri ise buluşçuluk-yaratıcılık kapasitesidir”. Yeni Sanayi Odakları’nda, bilginin
yaratılıp, içselleştirildiği, firmaların ve bölgenin rekabet gücünü arttıran karşılıklı öğrenme söz
konusudur. Genel olarak Yeni Sanayi Odakları’nın başarısında şu etkenler rol oynamaktadır:
Firmalar arası ve firma ile çalışanları arasında karşılıklı güven ve işbirliği.
Küçük işletmelerin kuruluş ve işletilmesinde yerel gelenekler; aktarılan/paylaşılan
bilgi/beceriler ile girişimci ruh.
3. İşgücü yeterliliği; sadece resmi yeterlilikler değil, aynı zamanda uzun vadede üretim
sürecinde bulunmaktan kaynaklanan beceriler.
4. Ortak öğrenme süreçleri ve karşılıksız bilgi akışı.
5. Çeşitli teknoloji merkezlerinin varlığı.
1.
2.
Sanayi odakları genelde bir veya daha fazla sektörde uzmanlaşmıştır. Uzmanlaşma, odakların
en önemli özelliklerinden biridir. Dünyada ağ tarzında örgütlenmiş başarılı sanayi odaklarında
sektörel AR-GE kurumları ve firmaların ihtiyaçlarına göre tasarlanmış eğitim kurumları bulunmaktadır.
Firmalar arası işbirliği, ortak sosyal ve kültürel ortam, karşılıklı güven ve ortak gelecek anlayışı, sanayi
odaklarının temel özellikleri arasındadır. Sanayi odaklarında, firmalar arasında tamamlayıcılık özelliği
geliştikçe, bölgenin teknoloji geliştirme özelliği ve rekabet gücü de artmaktadır. Ancak her sanayi
odağı kendine özgü kurumsal ve sosyal bir yapı da sergilemektedir.
Sanayi Odağı olgusu, çok farklı şekilde tanımlanmakta ve odakların nitelikleri hakkında
mevcut literatürde bir uzlaşmanın olmadığı görülmektedir. Bu farklılığın başlıca kaynağı ise sunulan
örneklerin farklılığıdır. Farklı girişimcilik düzeyine sahip ülkelerin yine farklı düzeyde gelişmiş
bölgelerinden örneklenen sanayi odaklarının; farklı sektörlerde uzmanlaşmaları, farklı ham madde ve
pazar kaynaklarına, teknolojik donanıma, yerel ve ulusal destek birimlerine/düzenleme tarzlarına
sahip olmaları, doğal olarak üzerinde kolayca düşünce birliği sağlanan bir tanım ve nitelik geliştirmeyi
güçleştirmektedir. Diğer yandan, tanımlama ve ayırt etme gereği de çözümlemek için başlı başına bir
gereklilik olmaktadır. Bu nedenle bir yerin Yeni Sanayi Odakları arasında değerlendirilebilmesi için şu
temel ölçütlere bakılması yerinde olacaktır:
1.
Odakların, herhangi bir sanayi yoğunlaşma alanının ard bölgesi olmaması; diğer
bölgelerden çevreye yayılan girişimci ve sermaye yerine; kendi girişimcisi ve
kaynaklarını kullanmaları.
25
GSYİH, nüfus ve en önemlisi sanayi göstergeleri bakımından başarılı bir gelişme
performansı göstermeleri.
3. Küçük ve orta boy işletmeler(KOBİ) temelinde belli sektörlerde uzmanlaşmaları.
2.
1970’lerde ve 1980’lerde Avrupa’da yerel KOBİ’lerin, sanayi bölgesi şeklinde oluşturduğu,
geleneksel sektörlerde üretim yapan sanayi odakları, ileri teknoloji rekabet gücünü yakalamışlardır.
Her sanayi odağı, kendine özgü bir tarzda örgütlenmiş olmasına rağmen, Avrupa’nın dört ayrı
bölgesinde başarılı olmuş yeni sanayi odaklarına; İtalya’da Üçüncü İtalya (Emilia-Romagna Bölgesi),
Almanya’da Baden-Württemberg, Danimarka’da Batı Jutland, ve Belçika’da Güneybatı Flanders
bölgeleri söz konusu olduğunda şu ortak özellikler çerçevesinde ağ tarzı örgütlenme göze
çarpmaktadır:
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
KOBİ’lerin yaygınlığı, coğrafi yakınlık ve kümelenme, sektör veya ürün bazında yerel
uzmanlaşma,
Firmalar ve/veya yerel kurumlar arasında yoğun ağ tarzı ilişkileri (network), 9
Teknoloji geliştirmeye dayalı firmalar arası rekabet ile yakın işbirliğinin yerel ve sektörel
düzeyde ortak çıkarlar temelinde dengelenmesi,
Ortak mekânın şekillendirdiği, paylaşılan, işveren-vasıflı işçi arasında güveni sağlayan
sosyo-kültürel bir kimlik,
Ekonomik değiş-tokuş tarzları ile sosyal ilişki ve etkileşimlerin iç içe geçtiği bir sosyalendüstriyel sistem,
Ortak hizmetleri sağlayan sanayi destek birimleri ve aktif yerel yönetimler ile genel
anlamda dinamik bir üretim ortamı.
Yerel sanayinin teknoloji gücünü geliştiren etkin belediyeler ve varsa bölgesel
hükümetler.
Etkin “kendin-yardım-et” organizasyonları (Schmitz ve Musyck, 1994: 890).
Sözü edilen dört bölgede de KOBİ’lerin krediye ve diğer mali araçlara ulaşmalarında yerel
bankalar önemli rol oynamaktadırlar. Kendi aralarında farklılıklar göstermelerine rağmen, bu
odaklarda insan kaynaklarına yapılan yatırım ve girişimcilik eğitimi de önemlidir. Bölgelerin ortak
özelliği eğitim programlarının tasarlanmasında özel sektörün rol almasıdır. Özel sektör ve dernekler,
eğitimin içeriğinin belirlenmesinde, yürütülmesinde ve değerlendirilmesinde etkindir. Bu sanayi
odaklarında sanayiye geniş kapsamlı destek sunan çeşitli hizmet kurumları mevcuttur. Ancak kayda
değer bir nokta, hizmet kurumlarının kamu kurumlarından çok, özel sektör kurumları veya kamu-özel
sektör ortak girişimleri olmalarıdır (Schmitz, Musyck, 1994: 893- 897).
9
"Network" kavramı Türkçede ağ/şebeke kavramlarına karşılık gelmekte, piyasa ve hiyerarşi tarzında kutuplaştırılan
geleneksel ilişkilere ilave olarak bir üçüncü ilişki/etkileşim tarzını tanımlamaktadır. Firmalar arası network, üçüncü tarz bir
ilişki/örgütlenme modeli olarak üretilmiştir. Sanayi odakları özelinde, odakta yer alan "hukuken bağımsız" fakat "fiili olarak
birbirine yapışık" olan KOBİ'lerin oluşturduğu bir sanayi örgütlenme modeli veya ortak yaşam alanı olarak tanımlanmaktadır.
Kurumlar arası network ilişkileri; sanayi odaklarındaki firmalar ile destek sağlayıcı kurumlar arasındaki ilişki tarzlarıdır.
Firmalar ve kurumlar arasındaki yeni ilişki tarzlarını tanımlayan network teorisi, her iki ilişki tarzında da oluşmakta olan ve
genelleşen yeni tür bir ilişki sistemini tanımlamaktadır. Bu ilişki türü, firmalar ve kurumlar düzeyinde olmak üzere; hiyerarşik
yapılanmaların ve parçacıl piyasa örgütlenmesinin yetersizliğini vurgulamaktadır. Firmalar ve kurumlar arasındaki esnek ilişki
dizgeleri temelinde yatay örgütlenmeler; geleneksel kamu-özel ile merkezi idare-yerel idare ayrımlarının da yeni dönemde
geleneksel anlamını yitirdiğini vurgulamaktadır.
26
Üretim örgütlenmesinde işverenle çalışanlar arasında güven ortamını sağlayan bir sosyokültürel kimlik ile etkili yerel kurumlar gelişmeye katkı sağlamaktadır. Ancak emek piyasasının
özellikleri konusunda farklı görüşler vardır. Özellikle bazı merkezlerde yoğunlaşan geleneksel sanayi
birimlerinin ucuz emek kullanımını kayıt dışı nitelikte fason üretim yapanların yardımı ile
gerçekleştirdikleri üzerinde durulurken, sanayi bölgelerinde aile işletmeleri ve aile emeği kullanımının
da yoğun olduğu görülmektedir.
Ancak Batılı Ülkelerdeki ağ tarzında örgütlenmiş, esnek uzmanlaşmaya dayalı, yeni sanayi
odakları, bu konudaki tek model değildir. Güney Kore’deki Kumi ve Ansan gibi sanayi odakları, farklı
yapıda olan ve yüksek performans sergilemiş bölgelerdir. Bu iki bölgenin kuruluşunda yerel
girişimcilik, yerel bilgi birikimi, yerel işgücü yapısı gibi içsel etkenler rol oynamamış, odaklar tamamen
devlet politikası olarak oluşturulmuştur. Kumi, siyasi nedenlere dayalı olarak, Ansan, devletin sanayiyi
merkezden uzaklaştırma politikasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Kumi ve Ansan’da batıdaki yeni
sanayi odaklarının aksine, esnek uzmanlaşmadan çok kitlesel tarzda üretim yapmakta ve firmalar
arasında belirgin bir ağ tarzı örgütlenme yoktur.
Türkiye’de de geleneksel sanayi merkezleri durumundaki İstanbul, Ankara, İzmir, Adana veya
onların ard bölgesi olarak nitelenen Bursa, Kocaeli, Sakarya, Tekirdağ, Mersin ve Manisa illeri dışında,
1980’lerden itibaren KOBİ’lerin ağırlıklı olarak yer aldığı sanayi merkezleri ortaya çıkmıştır. “Anadolu
Kaplanları” da denilen bu yeni sanayileşen alanların arasında Denizli, Gaziantep, Çorum, Konya,
Kayseri, Karaman, Bilecik, Eskişehir sayılabilir (Dinler, 2001: 451, Eraydın, 2002: 62). Buralar ana
sanayi yığılma alanlarının dışında sanayi gelişim başarısı gösteren ve bu nedenle de adından sıkça söz
edilen yeni düğüm noktaları olmalarına rağmen bunlardan Denizli, Gaziantep ve Çorum’un yeni
sanayi odağı olduğu konusunda fikir birliği vardır. Ayrıca Kahramanmaraş ve Konya’nın da hızla
geliştiği belirtilebilir (Eraydın, 2002: 69).
Türkiye’deki örneklerden Denizli, dış piyasaya yönelmiş bir sanayi odağıdır. Denizli, sanayi
odakları literatüründe yer alan gelişmekte olan ülke örnekleriyle pek çok ortak yönü olan bir odaktır
(Eceral, 2006: 466). Denizli, son yıllarda iş yeri sayısında dört kat, istihdamda da iki buçuk kattan fazla
artış göstermiştir. Sanayinin gelişiminde hazır giyim ve dokuma ön plândadır (Eraydın, 2002: 68,
Mutluer, 1995: 90). Bilindiği üzere Denizli yöresi, dokuma konusunda tarihsel bir birikime sahiptir.
Buldan ve Babadağ’daki el dokuma tezgâhlarıyla gerçekleştirilen üretim, 1960’larda elektrikli
tezgâhlarla önemli bir üretim artışı yakalamıştır. 1970’lerde ulusal pazara ucuz ve düşük kaliteli
ürünler gönderen Denizli, 1980’lerde yakaladığı teknolojik dönüşüm yaşamış ve uluslar arası pazara
açılmıştır (Eraydın, 2002: 68, Varol, 2006: 434).
27
Bölge içi işlevleri ve konumu bakımından çevresine göre nispeten gelişmiş bölgesel bir merkez
olarak Gaziantep, dışa açık ve çok sektörlü kentsel ekonomi dönüşüm modeli göstermektedir (Özgür,
2006: 221). Cumhuriyetin ilk yıllarında gıda ve dokuma sektörlerinde tesislere sahip olan Gaziantep,
sonraları tarım aletleri, metal eşya ve makine imalatı konularında da farklı türde ürünler üreterek
sanayi gelişmesi gerçekleştirmiştir. Dış pazara açılma gayretleri olmasına rağmen Gaziantep, daha çok
iç piyasa koşullarına göre sanayisini şekillendirmiş, üretim ağları ise daha az gelişmiştir.
Çorum’da, yerel kaynaklara dayalı kurulan firmaların un ve tuğla/kiremit sektörlerinde,
yörenin sağladığı olanakları kullanarak başarılı olması, bu gelişmenin ardından makine imalat sektörü
ortaya çıkmıştır. Kent, daha sonra sermaye birikiminin yerel kaynaklara bağımlı olmayan ve uluslar
arası pazarı hedefleyen üretim sektörlerine yönelmesi sayesinde, yeni sanayi odakları arasına
katılmıştır (Eraydın, 2002: 68). Böylece Çorum’da yüksek oranda bir gelir artışı, önemli bir endüstriyel
birikim ve işsizlikte azalma gerçekleşmiştir.
Konya, içe kapanık gelişme eğilimini aşmaya çalışan sanayi merkezi olarak tanımlanır
(Eraydın, 2002: 69). Konya, korumacılığın çok düşük düzeyde kalması nedeniyle Türkiye’de fazlaca
gelişme gösteremeyen ve uluslar arası piyasalarda fazla rekabet edemeyen makine imalat sektöründe
uzmanlaşmıştır. Son zamanlarda otomotiv yan sanayisinde önem kazanan bir merkez halini almaya
başlayan Konya’da fason ilişkiler canlanırken, teknolojik yenilenme ve dış pazara açılma
gözlenmektedir. Ucuz girdi ve emeğe dayalı rekabet gücünün öne çıktığı Konya’da, taklitçilik dışında,
yeni ürün ve üretim süreçlerine yönelik buluşçuluktan söz etmek için henüz erkendir.
3.4.2.Yüksek Teknolojili Sanayi Odağı Üretme Politikası
Son yıllarda, bilimsel bilgiyi teknolojinin hizmetine en kısa sürede sunabilmenin önemi göz
önüne alınarak, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde; üniversite, araştırma kurum ve kuruluşları ile
kamu ve sanayi kesimi arasında işbirliğinin geliştirilmesi ve güçlendirilmesi amacıyla çok sayıda bilim
ve teknoloji parkları (teknopark), teknoloji geliştirme bölgeleri (teknopol) oluşturulmuştur. Bu
oluşumlar; endüstriyel, teknolojik ve kentsel gelişme amaçlarının bütünleştiği bir sanayi odağı
geliştirme aracı olarak düşünülmektedir. Teknolojik yeniliği içeren endüstriyel çevrenin oluşum
sürecinde, çeşitli örneklere rastlamak mümkündür. Teknolojik yeniliğe dayalı bu tür sanayi
bölgelerinin amaç ve işlevleri aşağıdaki gibi sıralanabilir:
1. AR-GE faaliyetleriyle bölgesel/yerel ekonominin yeniden yapılanmasını sağlamak,
2. Sanayinin gerilediği bölgelerde ürün/süreç yeniliğinin oluşmasına yardım ederek yerel
sanayinin canlanmasını ve modernizasyonu teşvik etmek,
3. İleri teknoloji ve yenilik için gerekli altyapının oluşturulmasını sağlamak,
4. İleri teknoloji kökenli firmaların oluşmasını ve gelişmesini teşvik etmek,
5. Üniversite buluşlarının ve bilimsel bilginin ticarileşmesini sağlamak,
28
6.
7.
8.
9.
10.
11.
Teknoloji transferine katkı sağlamak,
Akademik personel ve öğrenciler için iş ve danışmanlık fırsatları yaratmak,
Yeni istihdam alanları açmak,
Ekonomik verimliliği arttırmak,
Eğitim olanaklarını arttırmak ve kullanmak,
Yüksek teknolojili odak sayesinde, ekonomik faaliyetleri çeşitlendirmek
Görüldüğü gibi teknoparklar, bölgelerin sanayi odağı haline gelmesinde etkin olabilecek
potansiyelde oluşumlardır. Dünyada 1000 civarında teknopark bulunmaktadır ve mikro
elektronik/bilgisayar sektöründe yüksek teknolojinin üretim merkezi durumundaki Silikon Vadisi, eski
bir sanayi bölgesi iken ileri teknoloji kompleksi haline gelen Boston 128 Yolu, Ankara’daki ODTÜ
Teknoparkı, Ankara Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi (TGB) bu tarz oluşumlara örnek
gösterilebilir (Türkiye’de 27 tane çoğu üniversiteler bünyesinde kurulmuş teknopark/teknokent/TGB
vardır).
3.4.3. Girişimcilik
Girişimcilik kavramı, özellikle esnek üretim tekniklerinin ve kapsam ekonomilerinin klasik
Fordist kitle üretim tekniklerine ve ölçek ekonomilerine göre önem kazandığı yakın dönemde sıkça
kullanılmaktadır. Girişimcilik (teşebbüs), dördüncü üretim faktörü olarak, klasik üretim faktörleri
(emek, sermaye ve doğa) arasına dahi katılmaktadır.
Girişimcilik faaliyetinin temel aktörü olan girişimci (müteşebbis), piyasaları ve talep
değişimlerini sürekli izleyen, değişimlere uyum sağlayan, boşlukları yakalayan, rekabetten kaçmayan,
muhafazakâr olmayan, çoğunluğun aklına gelmeyen ve kabul etmekte güçlük çektiği imkânları
değerlendirmede değişik yöntemleri uygulamaya çalışan ve bu süreçte karşılaşacağı direnişlere karşı
koyabilen bir insan tipi olarak öne çıkmaktadır.
OECD tarafından girişimcilik; yaşam standartlarını yükseltme ve refah yaratmada yeni iş
olanaklarını yakalama yeteneği veya risk kavramı da göz önünde bulundurularak yeni ürün ve üretim
tekniklerinin piyasa fırsatlarını ve var olan talebi daha iyi bir şekilde karşılamanın yollarını araştırmış
firmalarca tanıtıldığı risk alımı ve yenilik olarak tanımlanmaktadır. Bu son tanım, girişimciliğin yeni
işletmelerin doğduğu, mevcut işletmelerin büyüyüp küçüldüğü ve başarısız olanların kapandığı
dinamik bir işlem olma doğasına uygun düşmektedir.
Hızlı ekonomik ve sosyal değişimlerin yaşandığı toplumlarda, yüksek seviyedeki girişimcilik,
olumsuz sosyal etkilerin giderilmesinde, yeni istihdam olanaklarının yaratılması ve yenilikçi
(innovative) yaklaşımın tüm ekonomiye yayılmasında etkin olabilmektedir. Girişimciyi girişimde
bulunmaya yönelten en önemli faktörlerden birisi kâr sağlamak olmakla birlikte, kâr dürtüsü tek
29
başına yeterli değildir. Girişimci için en önemli uyarıcı faktörlerden birisi de, daha öznel olan kendini
gerçekleştirme ve ortaya koyma çabasıdır.
Firma
boyutu
ve
mülkiyet-yönetim
ilişkisi
incelendiğinde,
girişimciliğin
yalnızca
sermayedarların yönettiği küçük ölçekli firmalarla sınırlı kalmadığı, bunun yanında mülkiyetin
yaygınlaştığı ve işletme ölçeğinin görece büyük olduğu firmalardaki girişimciliğin de önemli yer
tuttuğu gözlemlenmektedir.
Esnek üretimin yaygınlaşmasıyla; firmaların katı hiyerarşik yapılardan, özellikle KOBİ’ler
ekseninde aralarında resmi olmayan bağlarla oluşan firma kümelerine kayışı ile genelde firmalar arası
esnek ilişkilerin yaygınlaştığı ortamlar, özelde yeni sanayi odakları, girişimciliği kolektif bir yapıya
dönüştürmüştür.
Ekonominin küreselleşmesi ve yerelleşmesi aynı anda gerçekleşmektedir. Dolayısıyla
ekonominin küreselleşmesi, bölgesel ve yerel kalkınma stratejilerine daha önemli roller
yüklemektedir. Yeni bölgesel politikalarla birlikte yerel istihdamı artırıcı girişimler artmakta, bu tür
girişimler, yerel kaynak kapasitesini genişletici, kaynak kullanımını artırıcı, aynı zamanda girişimciliğin
yoğunluğunu ve kalitesini artırıcı şekilde biçimlendirilmektedir.
İşletmelerin kurulması ve geliştirilmesini amaçlayan politikalar, yerel iş koşulları ve
gereksinimleri hakkında bilgi sahibi yerel kurum ve kuruluşların katılımıyla daha etkin olmaktadır.
Dahası, yerel kurum ve kuruluşlar tarafından desteklenen iş ağları genellikle başarılı girişimcilik için
anahtar konuma sahiptir. Bununla birlikte, pek çok ciddi sosyal sorun genellikle mekânsal
odaklanmalar halinde olmakta ve girişimciliğin desteklendiği yerel çabaları gerektirmektedir. Bölgesel
gelişmişlik farklarının azaltılmasına yönelik geleneksel politikalara ek olarak, girişimciliğin
geliştirilmesi yörelerin gelişimini hızlandırmaktadır.
Girişimcilik, aynı ülke içindeki bölgeler arasında önemli ölçüde değişiklikler göstermektedir.
Firmaların belirli yerlerde odaklanmaları, kümelenme ekonomilerinin oluşumunu hızlandırmakta ve
bu tür ortamlar rekabetçi üstünlüklerin geliştirilmesinde etken olabilmektedir. Bölgesel gelişmede de
önemli etkilere sahip genellikle küçük ölçekli işletmelerin yatay bağlantılarıyla oluşturdukları bu
odaklanmaların, girişimcilik üzerine de olumlu etkileri vardır. Odakların bu yapısı, yeteneklerin,
teknolojilerin ve sermayenin gruplaşmasını ve tekrar tekrar yeni gruplaşmalar dolayısıyla da çoklu
teknik fırsatların değerlendirilmesini olası kılmaktadır. Ayrıca bu oluşumlar, bilgi akışını
kolaylaştırmakta ve birlikte öğrenme sürecini hızlandırmaktadır.
30
Genel olarak, girişimciliğin ve bölgesel gelişmenin güçlü etkileşimi, tüm OECD ülkelerinde
saptanmış ve girişimciliğin önemli ölçüde gözetildiği stratejiler ortaya konulmaktadır. Son yıllarda,
pek çok ülkede, az gelişmiş bölgeler de dâhil olmak üzere, devletin istihdam yaratıcı faaliyetlere
desteği konusundaki yaklaşımlarda, doğrudan destek ve gelir transferinden çok, işletme kurulmasını
özendirmeye, yerel/bölgesel kalkınmaya doğru bir yönelme yaşanmaktadır. Bu yönelim içinde, sivil
toplumun iş yaratma aktivitelerini başlatmaya teşvik edilmesinin önemi üzerinde durulmaktadır.
3.5.Yenilikçilik, Buluşçuluk ve Öğrenen Bölge
Günümüzün dinamik küresel sisteminde bölgeler; bilgi üretiminin, buluşçuluğun ve
öğrenebilirliğin gerçekleştiği mekânlar olarak görülmektedir. Bu bağlamda, bölgeler arası ilişkilerin
tanımlanmasında ve yerelin rekabet gücü sağlamasında önemli bir ölçüt haline gelen buluşçuluk ve
öğrenebilirlik; sanayi ağları, buluşçu bölgeler, buluşçu sistemler, öğrenen bölgeler gibi modellerin
ortaya çıkmasına neden olmuştur. Buluşçuluğu ve öğrenebilirliği; karşılıklı etkileşimle ve birikimle
artan, zaman ve mekân boyutu olan süreçler şeklinde kabul eden bu modeller, yerel gelişmeyi de
küresel sistemin bir parçası olarak değerlendirmektedir (Çelebi ve Saral, 2002: 236).
Yeni Sanayi Odakları yaklaşımına göre, bu odakların büyümesini sağlayan; mekânsal yığılma
gösteren, uzmanlaşmış ve esnek üretim yapan sanayi birimleri arasındaki yoğun ilişkilerdir. Bununla
birlikte araştırmalar bu odakların buluş yapma kapasitelerinin de yüksek olduğuna işaret etmektedir.
Bu odakların başarısının altında yatan etmenler; insan sermayesi, yerele ait sosyal ve ekonomik ağlar,
yerel kültür ve yerel kurumlar şeklinde sıralanmaktadır (Çelebi ve Saral, 2002: 237).
Bu noktada, yeni kalkınma odaklarındaki buluşçuluk ve öğrenebilirlik kapasitelerinin küresel
rekabet açısından çok önemli olduğunu belirtmek gerekmektedir. Bir arada bulunma (mekânsal
yakınlık), hızla değişen koşulların yol açtığı belirsizliği azaltmakla kalmamakta, bilginin hızla yayılması
ve yaratıcılığın artışına da neden olmaktadır (buluşçu çevreler yaklaşımı). Üretim ve karar alma ile ilgili
aktör ve birimlerin karşılıklı etkileşimle bilgi üretmeleri ve bu bilgiyi paylaşmaları buluşçu sistemler
denilen dinamik bir sosyal sistemi ortaya çıkarmıştır. Bu sistem, aynı mekânda bulunmaktan
kaynaklanan, güvene dayalı, şekli olmayan (enformel) ilişkiler ve işbirlikçi öğrenmeyi vurgulamaktadır
(Çelebi ve Saral, 2002: 237).
Buluşçu sistemler yaklaşımında üzerinde durulan bilginin işbirlikçi paylaşımı, 1990’larda
öğrenen bölge yaklaşımını doğurmuştur. Bu yaklaşım, en başarılı bölgesel ekonomilerin, firmaların ve
kurumların öğrenme kapasiteleri yüksek olanlardan çıktığını savunmaktadır. Ürün, süreç ve örgütsel
yapıda hızlı öğrenenler, küresel boyutta yaşanan hızlı değişimler karşısında üstünlük sağlamaktadırlar.
31
Buna göre bölgenin/yerelin küresel rekabet gücünü belirleyecek olan buluşçuluk ve öğrenebilirlik,
aşağıdaki ortak özellikleri bünyesinde barındırır:
1.
Bölgelerin içsel dinamikleri, sistemdeki firmaların, kurumların, organizasyonların ve diğer
aktörlerin ilişki ve etkileşimlerine bağlıdır.
2.
Bu ilişkiler ve etkileşimler, bölgelerin buluş yapmadaki başarı düzeylerini etkiler.
3.
İşbirliği, etkileşim ve güven, öğrenme sürecinin bileşenleridir ve bilginin dolaşımını artırır.
4.
Firmaların aynı mekânda toplanması, bilgi ağlarının kurulmasına, bilginin ve diğer
dışsallıkların elde edilmesini kolaylaştırır.
5.
Uzmanlaşma, buluş yapma performansını etkiler.
6.
Yeni bilgiye ulaşma ve onu eski bilgi/yapı ile değiştirerek değişen koşullara uyum bir
öğrenen bölge özelliğidir.
7.
Öğrenen bölgeler, yerel bilgi kadar, dışsal bilgiye ulaşmayı önemserler.
Çelebi ve Saral (2002: 242) Türkiye’de buluş yapma ve öğrenebilirlik kapasitesini ölçmeye
çalışan analizlerinin sonucunda, ülkede 4 bölge saptanmışlardır. Bu bölgelerden birincisi İstanbul,
Bursa, Denizli ve Gaziantep illerini içine alan teknoloji ve bilgi yoğun odaklardır (Şekil 4). Ülkenin
sanayi dolayısıyla ekonomi açısından en dinamik alanlarına karşılık gelen bu odaklar, geçmişte
edindikleri birikim ve yetenekleri ile eskiden beri kurdukları ilişkilerle başarı kazanmışlardır.
Şekil 4. Türkiye’de buluşçuluk kapasitesi ve öğrenebilirliğin mekânsal yapıları.
1 Dışlanmış bölgeler, 2 Geleneksel bölgeler, 3 Gelenekselden modern yapıya geçen bölgeler, 4 Teknoloji ve bilgi yoğun odaklar
Kaynak: Çelebi ve Saral, 2002: 243’ten alınarak yeniden düzenlenmiştir.
Çalışmada sınıflandırılan ikinci bölge, geleneksel yapıdan modern yapıya geçen alanları
kapsamaktadır. Asıl gelişme odaklarındaki bilgi ve teknoloji bu bölgelerde taklit edilmektedir ve
buraların gelişmesi bilgi-yoğun odaklara bağımlıdır. Yeni bilgi ve teknoloji üretme yetileri sınırlıdır.
32
Bu analizde ortaya çıkan üçüncü mekânsal yapı, geçmişte edindikleri yetenek ve birikimleriyle
rekabet etmeye ayakta kalmaya çalışan geleneksel bölgelerdir. Geleneksellik çok yaygın ve baskın
olduğu için birikimlerini hareketlendirmekte ve modern yapıya geçmekte zorlanmaktadırlar.
Türkiye’nin doğusunda neredeyse homojen şekilde karşımıza çıkan dördüncü yapı tipi,
buluşçuluk ve öğrenebilirlik sisteminden dışlanmış bölgelerdir. Altyapı sorunları olan, pazara uzak,
kurumsal unsurların fazlaca gelişmediği, dış çevre ile ilişkilerin zayıf olduğu bu bölgeler, ulusal ve
küresel sistemle bütünleşememe, hatta sistem dışında kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır (Çelebi ve
Saral, 2002: 242).
3.6.Bölgesel Özendirme Önlemleri (Teşvik Tedbirleri)
Malî özendirmelerin büyük kısmı merkezî hükümetlerin vergi gelirlerinden ayrılmakta ve
dolayısıyla ülke içinde bir tür yeniden gelir dağılımı etkisi yapmaktadır. Özendirmeler, geleneksel
olarak tarım ve imalat sanayi ile ilgili faaliyetlere verilmektedir. Hizmet sektörlerinin bu tür
teşviklerden yararlanması ise oldukça yenidir. Özendirmeler gittikçe seçici bir şekilde verilmekte ve
otomatik hak kazanma ile alınan özendirmeler gittikçe önemini yitirmektedir. Genel olarak ülke
çapında uygulanan sektörel düzeydeki teşviklerin de yavaş yavaş bölgesel teşviklere dönüştüğü
görülmektedir. Özellikle Avrupa’da, özendirmelerin tamamen bölgeselleştirilmesi konusunda büyük
çaba gösterildiği izlenmektedir. Son yıllarda AB ülkelerinin malî özendirme sistemlerinde önemli
değişiklikler meydana gelmiştir. Bu değişiklikleri dört noktada toplayabiliriz:
1. Otomatik teşviklerden, belirli ölçütlere uygunluğu inceleme ile belirlenen seçici teşviklere
doğru bir dönüşüm yaşanmaktadır.
verilmesi daha çok yerel yönetimlere/bölgesel kalkınma teşkilatlarına
bırakılmakta, merkezî hükümetin denetimi ve etkisi azalmaktadır.
3. Tarım ve imalat sanayi yanında, hizmet sektörü artan oranlarda teşviklerden
yararlanmaktadır. Teşviklerden yararlanan hizmet dallarının başında; turizm, AR-GE,
danışmanlık ve finans gibi faaliyetler gelmektedir.
4. Yatırımcıları etkileyecek büyüklükte teşvikler verilmektedir.
2. Teşviklerin
Genellikle yeni yatırım, genişletme ve tesis yer değiştirmeleri, çoğu ülkenin bölgesel olarak
uyguladıkları teşvik sistemlerinde yer almaktadır. Modernizasyon ve rasyonalizasyon yardımlarının da
oldukça yaygın bir şekilde uygulandığı görülmektedir. Fransa, İtalya, Kuzey İrlanda’da olduğu gibi,
bölgedeki şirketlerin bölge dışı şirketler tarafından satın alınması için, bölge dışı firmanın
desteklenmesine daha az rastlanmaktadır.
Son yıllara kadar yerel firmalar ile bölgeye dışardan gelen firmalar veya dış firma ile yerel
firmaların yaptıkları ortak girişimler arasında özendirmelerden yararlanmak açısından ayrıcalık
gözetilmemekteydi.
1980’lerin
ortalarından
itibaren
birçok
ülke,
bu
tutumun
bölgenin
33
sanayileşmesini hızlandırdığını kabul etmekle beraber, ancak kalkınmanın bölgeye yayılmadığı, bölge
halkının gelişme faaliyetine gerçekten katılamadığı gerekçesiyle, bölge içinden gelen küçük ve orta
boy işletmelere ek özel teşvikler uygulamaya başlamışlardır.
Alt yapı yardımları her ülkede görülmektedir. Bu konuda, yerel yönetimler/bölgesel kalkınma
teşkilatlarınca; kredi temini, arazi tahsisi, organize sanayi bölgeleri kurulması, standart fabrika
binaları, iş merkezleri yapılıp kiralanması değişen derecelerde her bölgesel kalkınma hamlesinde yer
almaktadır. Hatta işletmelerin iş, eğlence, teknoloji, araştırma, ulaşım, haberleşme gibi her türlü
gereksinimi bir arada karşılayacak teknokentlerin kurulması da bunlara eklenebilir. Kalkınma
kuruluşlarınca ve yerel yönetimler tarafından gittikçe önemi artan bir malî yardım şekli de Fransa’da
olduğu gibi çeşitli türdeki işgücü eğitimi için şirketlere verilen teşviklerdir.
Uzun bir süredir bölgesel kalkınma hamlesi içinde olan ülkelerde kamu girişimciliğinin
bölgesel kalkınma için yararlı olmadığı ve bölgenin gelişmesine engel olduğu, yerel girişimci
potansiyelini geliştirmediği kanısı yaygınlaşmaktadır. Buna örnek olarak, Brezilya ve İtalya deneyimleri
gösterilmektedir. Diğer birçok ülkede kalkınma faaliyetlerinin sonuçlarının analizinden, girişimciliği
zedelediği ve kamuya gereksiz ölçüde bağımlılığı arttırdığı görüşüne varılmaktadır. Dolayısıyla
ülkelerde bölgesel kalkınma için kullanılan kamu fonları sabit fiyatlarla yıllar içinde artmamakta, hatta
bazı ülkelerde azalmak eğilimi bile göstermektedir. Özellikle Birleşik Krallıkta, kalkınma ajanslarının
yükümlülüklerini gittikçe özel sektöre devretme eğilimi kuvvetlenmektedir.
3.7. Sosyal Sermaye10
Sosyal sermaye kavramıyla neyin kastedildiğine açık getirmek için tartışmayı sermaye/kapital
kavramından başlatarak geliştirmek yararlı olabilir. Sermaye üretim için kullanılabilen varlıklardır.
Ayırıcı özelliği üretim için kullanılabilmesidir. Üretime referansla tanımlanan sermayeyi (kapitali)
buradaki tartışmamız için; fiziki, beşeri ve toplumsal sermaye olarak üç gruba ayırabiliriz:
1.
Fiziki sermaye dediğimizde üretimde kullanılacak olan insanların geçmişteki üretimlerini
kastediyoruz. Alt yapılar, makineler, ham maddeler, yarı mamuller vb.
2.
Beşeri sermaye ise belli bir yerellikte yaşayan iş gücüne gömülü olan üretimde
kullanılabilecek bilgi ve hüner stoklarının tümü olarak tanımlanabilmektedir. Bu bir kapasitedir.
3.
Sosyal sermaye bir toplumda yaşayanların kurdukları ilişki biçimlerine dayalı olarak
gelişmiş olan, güven, ortak değerler, iş birliği yapma eğilimi, kohezyon, geniş bir alandaki fırsatları
algılayabilme vb. nitelikler olarak tanımlanmıştır. Temelde maddi olmayan bir sermaye türü ya da
kapasitesidir. Bu kapasiteye sermaye adını verebilmek için geleceğin üretimleriyle ilişkisinin nasıl
10
Bu bölümün alındığı eser: Tekeli, İ. (2009). Sosyal sermaye kavramına verilen önemin bölgesel gelişme sorununa
yaklaşmakta getirebileceği yeni mantık üzerine. 4. Bölgesel Kalkınma ve Yönetişim Sempozyumu, 19-20 Kasım 2009, Ankara.
Erişim Tarihi: 22.08.2010, Erişim: http://www.tepav.org.tr/sempozyum/bildiriler/ilhan.tekeli.bildiri.pdf
34
kurulduğuna açıklık kazandırmak gerekir. Sosyal kapitalin biçimi, yapılacak üretimin türünü, yerini,
etkinlik derecesini etkileyecektir.
Kapitali tanımlarken en önemli ayırıcı özelliğin üretim için kullanılması olduğu üzerinde
durmuştuk. Buna başka özellikleri eklemenin gerektiği söylenebilir. Bunlardan birincisi kapitalin
zaman içinde birikebilmesidir. Bu özellik üzerinde durduğumuz her üç kapital için de geçerlidir. Her
biri de zaman içinde birikebilir.
Bu birikebilme ile yakından ilişkili olan bir başka özellik, genelleştirilmiş bir kapasite
olmasıdır. Kapital birikimini sonrasında, bu birikimin başarılmak istenilen amacı gerçekleştirmekte
kullanılabilmesi için, özel fiziksel maddelerden çok, kolayca gerekli malzemeye dönüştürülebilecek
genel bir kapasite halinde biriktirilmesi doğru olur. Bu da kendisini parasal kapital birikimi halinde
göstermektedir. Sosyal kapitalin de böyle bir genelleştirilmiş bir kapasite olduğu açıktır. Beşeri
sermayede böyle bir durum o kadar açık olmayabilir. Eğer eğitim alanında generik11 hünerlere öncelik
verilirse bu halde de genelleştirilmiş bir kapasiteden söz edilebilecektir. Bu tartışmadan sonra şöyle
bir önermeyi formüle edebiliriz: Bir bölgenin gelişmesi sadece fiziki ve beşeri sermayesine
dayanarak açıklanamaz. O bölgenin toplumsal sermayesini de çözümlemeye katmak gerekir.
Gerçekte toplumsal sermayenin varlığının kabulü ile ontolojik düzeyde atomistik birey varsayımından
vazgeçilerek, onun yerine ilişki içinde bir birey konulmuş olmaktadır.
Bir toplumsal sermayenin olanaklılığını kabul ettikten sonra, bu toplumsal sermayeyi daha
yakından tanıyarak bölgesel gelişme sorunuyla ilişkilendirelim. Toplumsal sermayenin tartışılmasına
değişik türleri konusunda yapılan sınıflandırma üzerinde durarak başlayalım. Sosyal sermaye
yazınında genelde iki farklı türden söz edilmektedir. Bunlardan birincisi dayanışmacı sosyal sermaye
ikincisi köprü kurucu sosyal sermayedir. Tartışmaya dayanışmacı sosyal sermayenin tanımıyla
başlayalım. Bir bölgede yaşayanların birbirleriyle ilişkilerinin yoğun olduğu, göreli olarak içe dönük,
sık tekrar eden uzun süreli ilişkiler içinde kurulan karşılıklı güven, geliştirilen ortak normlar ve ilişki
kalıplarının ortaya çıkardığı kapasite dayanışmacı sosyal sermaye olarak adlandırılmaktadır. Bu tür
içsel ve bağlayıcı olarak oluşmuş bir sosyal sermayenin değişik sonuçlarının olabilecektir. Böyle bir
toplumsal yapıda bireyler arası yardımlaşmanın yüksek olacağı, grup içi bağlılığı (kohezyonu)
yükseltmekte, grup içi sadakatleri yüksek tutmaktadır. Bu durumda böyle bir toplumsal sermayenin
kriz ve belirsizlik dönemlerinde yararlı olacağı, yenlikçilik ve girişimciliği engelleyeceği düşünülebilir.
Her zaman sosyal sermayenin ortaya çıkması toplumun üyeleri arasında yoğun ilişkilerin
bulunması gerekmez. Zayıf ilişki ağları da sosyal sermaye yaratabilir. Şimdi bu ikinci türdeki köprü
kurucu sosyal sermayeyi tanımlayarak dayanışmacı sosyal sermayeden farkları üzerinde duralım. Bu
dışsal, farklı olanları bağlayıcı sosyal sermaye, güçlü olmayan ağ ilişkilerini kullanarak, iş fırsatlarına
11
Bütün olarak bir ürün ya da hizmet kategorisi ile ilgili, soysal.
35
erişimi artırma, daha yüksek düzeyde bilgiye ulaşabilme, farklı sosyo-kültürel geçmişlerden gelen
aktörleri bir araya getirebilme kapasitesi yaratarak, seçtiği üretim alanlarında yenilikçi uygulamaları
gerçekleştirerek bölgelerin gelişme dinamiğini güçlendirmektedir. Bu halde sosyal sermayeyi artıran
ilişkilerin yoğunluğu değil yapısı olmaktadır. Bir bölgede yaşayanların bölge içi ve dışına uzanan
ilişkiler ağı içinde bir aktör üzerinde ne kadar az ilişki varsa ve ilişkiler ağı ne kadar yaygın ise o
kadar yüksek düzeyde köprü kurucu toplumsal sermayeye sahip olacaklardır. Bu yaklaşımda
dayanışmacı toplumsal sermayeden farklı olarak önemli olan kişiye güven olmaktan çıkmakta ilişkiye
duyulan güven haline gelmektedir. Sosyal sermaye kavramının politika geliştirmekte kullanılabilmesi
için sadece onun türleri arasındaki farklılar konusunda açıklık kazanmak yeterli olmaz. Aynı zamanda
da sosyal sermayenin topluma ilişkin yani makro bir olgu mu yoksa bireye ilişkin mikro bir olgu mu
olduğuna açıklık kazandırmak gerekir. Değişik kuramcılar arasında her iki türdeki sosyal sermayeye
de, hem makro, hem de mikro bir olgu olarak yaklaşanlar bulunmaktadır. Ama genellikle dayanışmacı
sosyal sermayenin topluma ilişkin bir olgu olduğu kabul görürken, köprü kurucu sosyal sermayenin
daha çok bireysel bir olgu olduğu kabul görmektedir.
Dayanışmacı sosyal sermayenin içe ve karşılıklı yardımlaşmaya dönük olarak geliştiği
bölgelerin kriz dönemlerinde sosyal gerilmelere karşı dayanıklılıkları yüksek olacaktır. Bu önerme
bir dirence işaret etmektedir, ama bölgesel gelişmeyi hızlandırabilecek bir kapasitesinin oluştuğuna
ilişkin bir işaret bulunmamaktadır. Oysa bir yörede sosyal sermayenin oluşumu konusunda, kendi
haline bırakılarak sadece bireyler arası bir yardımlaşma eğiliminin doğmasıyla yetinilmez ve yeni grup
içi etkileşme biçimleri, birlikte eylem ya da proje geliştirme kapasitesi oluşturursa, bu türdeki kolektif
aklı çalıştıran bir toplumsal sermaye, bölgesel kalkınmayı olumlu olarak etkileyecek bir nitelik kazanır.
Dayanışmacı sosyal sermayenin bölgesel gelişme dinamiğini olumlu yönde etkileyebilecek
bir biçimde oluşabilmesi için bölge halkının katılımcı yaklaşımlara kolektif kararlara ulaşma ve
eylemlere girişme kapasitesini geliştirmeye yönlendirilmesi gerekir. İkinci sosyal sermaye türü köprü
kurucu sosyal sermayenin bölgesel gelişmeyle ilişkilendirilmesi daha önemlidir. Köprü kurucu sosyal
sermaye bölgesine kapalı değildir. Bölge dışı dinamikleri de bölgeye taşıyabilir. Bu durumda köprü
kurucu sosyal sermayenin bölgesel gelişmeye etkisi konusunda şu önermeyi ileri sürebiliriz: Köprü
kurucu sosyal sermayenin bölgesel gelişmeyi artırmadaki rolü dayanışmacı sosyal sermayeye göre
daha yüksektir.
Sosyal sermayenin varlığıyla bölgesel gelişmenin varlığını ilişkilendiren önerilerin şimdilik
sonuna ulaştığımızda bir konuya daha açıklık kazandırmak gerekir. Türkiye’de güvene ilişkin
çalışmalar Türkiye’de insanların anonim ilişkiler içinde olduğu kişilere duyduğu güvenin çok düşük
olduğunu gösteriyor. Güvenin sadece yakın ilişki içinde bulunan gruplar içinde olduğunu gösteriyor.
Yine siyaset dünyamızda siyasi sadakat karşılığında kayırmacılığın yüksek olduğunu biliyoruz. Bu
kayırmacılıktaki ilişkilerin sosyal bir sermaye olarak yorumlanıp yorumlanamayacağını sorabiliriz. Bu
36
konuda iki karşı sav ileri sürülebilir: Bunlardan biri sosyal sermayenin de tüm sermaye kavramları gibi
üretime referansla tanımlanmış olmasıdır. İkincisi ise kayırmacılığın demokratik süreçleri ve değerleri
aşındırarak toplumda bir güven erozyonuna yol açması ve tüm toplum açısından sosyal sermayeyi
aşındırmasıdır.
Sosyal sermayeyi artırmak için üç farklı yaklaşıma başvurulabilir. Bunlardan ilk akla geleni
eğitim yoluna başvurmaktır. Günümüzde modernist eğitim evrenselci yaklaşımları içinde bireyi
köksüzleştirici bir eğilime sahiptir. Oysa modernist eğitim konusunda getirilen eleştiriler sonrasında
gelişen modernite sonrası eğitim yaklaşımlarında yerelin öneminin farkına varan kök inşa edici bir
eğitim savunulmaya başlamıştır. Eğer eğitim alanında böyle bir gelişme gerçekleştirilebilirse sosyal
sermayenin gelişmesi için yeterli bir alt yapı oluşacaktır. İkinci bir olanak, bireylerin yaşam
deneyiminin sosyal sermaye üreticisi hale gelmesini sağlamaktır. Toplum için faaliyetler sırasında
adeta bir yan ürün olarak güven üretilirse sosyal sermaye de oluşmaya başlar. Son olarak bölgesel
gelişmenin planlamasının kendisini sosyal sermaye inşasının bir mekanizması olarak kurmaktan söz
edilebilir. Tabii ki her üçü de aynı anda gerçekleştirilebilecektir. Sosyal sermaye yönlendirilebilir ve
çoğaltılabilir bir olgudur. Bir bölgesel plancı gelişme senaryosunu kurarken buna da yer vermelidir.
3.8.Bölgesel Kalkınma Ajansı (BKA)
Bölgesel Kalkınma Ajansları, genel olarak, merkezi hükümetten bağımsız bir idari yapıda,
sınırları çizilmiş bir bölgenin sosyo-ekonomik koşullarını geliştirip canlandırma amacıyla kurulmuş ve
kısmen kamunun finanse ettiği kuruluşlardır. Bu kurumlar, üst kurul olarak bilinen düzenleme ve
denetleme kurumları benzeri kamu karar gücünü kamu organlarından alıp, özel sektör ve sivil toplum
kuruluşlarından (STK) oluşan tüzelkişilere paylaştıran yönetişim odaklı kuruluşlardır.
Bölgesel Kalkınma Ajansları’nın temel kuruluş nedenleri; bölgesel stratejilerin uygulanması,
yerel ve bölgesel girişimciliği destekleme, alt yapı hizmetlerinin sunulmasına yardımcı olma, özel
sektörün yakın geleceği için yerel-bölgesel çözümler araştırma ve bölgesel talepleri karşılayacak yeni
ürün ve hizmet üretimi için finansal garantiler ve çözümler arama seklinde özetlenmektedir.
Bir bölgenin genel ve sektörel kalkınma sorunlarını belirleyen, bu sorunlara çeşitli
yöntemlerle çözümler bulup, bu konuda projeler geliştiren organizasyonları durumundaki kalkınma
ajanslarının dünyadaki ilk uygulaması ABD’de Tennessee Valley Authority adıyla 1930’lu yıllarda
oluşturulmuştur. Günümüzde önemli bir bölümü Avrupa’da olmak üzere pek çok Bölgesel Kalkınma
Ajansı mevcuttur. Bunlar ABD ve Birleşik Krallık gibi Anglo Sakson ülkelerde yönetişim anlayışına
örnek olacak şekilde yarı özerk ve özel sektörlerle birlikte kurulmuşlardır. Japonya ve Fransa gibi
ülkelerde ise GAP idaresi benzeri yapılanmalar, bürokrasinin ve kamu kurulusunun egemen olduğu,
37
sorunlu bölgelerle ilgili olarak sadece ekonomik kriterlerin değil, sosyal kriterlerin ve işsizlikle ilgili
sorunların da dikkate alındığı kuruluşlardır. Birçok Avrupa ülkesinde ise Bölgesel Kalkınma Ajansları,
1950’li ve 1960’lı yıllardan bu yana bölgesel ölçekte ekonomiyi canlandırmak, örgütlemek ve
geliştirmek üzere kurulmuşlardır.
Bölgesel gelişme, II. Dünya Savaşı sonrasında, üzerinde önemle durulan konulardandır ve
kalkınma ajansları, bölgesel gelişme politikasının araçlarından biri haline gelmiştir. Batı Avrupa’da
1950’li yıllardan itibaren, 1990’lı yıllarda da Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde belli bir bölgeyi
ekonomik kalkınma bağlamında geliştirmek için Bölgesel Kalkınma Ajansları kurulmuştur (Kayasü ve
Yaşar, 2002: 72). Bu ülkeler bölgesel politika olarak anlık tepki vermek üzere kurulan programlar
yerine ulusal stratejilerinin parçası olan bölgesel kalkınma planları geliştirmiştir. Ayrıca yeni
oluşturulan bölgesel yönetimlere ek olarak, farklı kurumlar bölgesel kalkınmaya yönelik çalışmalar
yapmaya başlamışlardır. Bunlardan en önemlisi her ülkede kurulan Bölgesel Kalkınma Ajansları’dır.
Bölgesel Kalkınma Ajansı olmayan geçiş ülkesi yoktur ve bu ülkelerin ajansları farklı deneyimler
yaşanarak oluşturulmuştur. AB’nin görevlendirdiği uzmanlar tarafından kurulan Bölgesel Kalkınma
Ajansları’nın başlangıçta finansmanları AB tarafından sağlanmıştır.
Avrupa Birliği içinde bölgeler, en önemli birimler olarak ortaya çıkmıştır. AB’nin genel
politikası, bölgelerin ekonomik gelişme politikaları açısından gittikçe özerkleşmesi ve bölgelerin
yabancı yatırımcıları bölgelerine çekmek amacıyla sağlıklı bir bölgeler arası kalkınma yarışına
katılmaları doğrultusundadır. Bu anlayış içinde her bölge kendi kalkınma örgütlerini kurmaktadır.
Avrupa Birliği ve Dünya Bankası tarafından Bölgesel Kalkınma Ajansları’na fon
sağlanmaktadır. Fakat bu genel ya da düzenli bir gelir değildir. Finansman konusunda özellikle
“Avrupa Bölgesel Kalkınma Fonu” ve “Ön Katılım için Yapısal Araç Fonu” devreye girmektedir. AB’nin
yapısal fonlarından biri olan Avrupa Bölgesel Kalkınma Fonu, altyapıları geliştirmek, yerel kalkınmaya
öncelik vermek ve küresel rekabete adapte olmak amacıyla yapısal güçlük içindeki ülkelere verilirken;
Ön Katılım için Yapısal Araç Fonu, AB’ye katılıma aday olan ülkelerin altyapı projeleri için
verilmektedir. Ajanslara sağlanan mali teşviklerin büyük bir kısmı merkezi idarenin kontrolü altında
verilmektedir. Mali yardımların dağıtımı genellikle idareler tarafından kontrol edilmekle birlikte,
projelerin seçiminde ajanslar değişen önemde rol oynamaktadırlar. Günümüzde Avrupa ülkelerinde
kendi bölgelerinin kalkınması amacıyla ulusal ve uluslar arası düzeyde faaliyet gösteren farklı nitelik,
yapı ve statüde 200'ü aşkın kalkınma ajansı bulunmaktadır. Bunların büyük bir kısmının, özellikle
Brüksel gibi önemli dış merkezlerde temsilcilikleri bulunduğu gibi, Avrupa genelinde 150 üyeye sahip
örgütlenmiş bir üst kuruluşları da (Avrupa Bölgesel Kalkınma Ajansları Birliği-EURADA-European
Association of Regional Development Agencies) bulunmaktadır.
38
Türkiye’de bölgesel politikalar ilk olarak 1960’lı yıllarda kalkınma planlaması ile başlamış ve
sekiz kalkınma planında da yer almıştır. Kalkınma planlarının temel amacı, bölgelerarası gelişmişlik
farkının kapatılmasıdır. Ancak kalkınma planlarında öngörülen hedeflerin gerçekleştirilmesi için
uygulanan politikalar, bölgesel dengesizlikleri giderememiş, aksine daha da artırmıştır. Türkiye’de
bağımsız yerel kurumların olmaması ve merkezi kurumların yerel düzeydeki birimlerinin işlevlerinin
sınırlı olması uygulanan politikaların etkinliğini azaltmıştır. Türkiye’de bölgesel Kalkınma Ajansı
kavramına yönelik ilk çalışmalar 1990’lı yıllarda başlamıştır. Bu sürecin Türkiye’de başlatılmasındaki
amaç, yurtiçinde beklenen yerelliklerin kendi içsel kalkınma dinamiklerinin yanı sıra Avrupa Birliği’ne
katılım sürecini hızlandırmaktır.
Kalkınma çabalarının mekânsal boyutunu gözeterek bölgesel düzeyde planlanması ve
uygulanması, pek çok merkezî yönetim anlayışına sahip ulus-devlette örneklerine rastlanılan bir
yaklaşımdır. 1980’lere kadar bu konuda çeşitli uygulama örnekleriyle karşılaşılmış olmasına karşılık,
günümüzde özellikle AB içinde ortaya çıkan ve Türkiye’yi de doğrudan ve yakından ilgilendiren yeni
bir bölgecilik anlayışı gündeme gelmiştir. Bu yeni yaklaşım kurumsal adıyla Bölgesel Kalkınma AjansıBKA (Regional Development Agencies-RDA) sistemidir. Bu sisteme göre bölgesel kalkınmada temel
amaç; bölgeler arası eşitsizlikleri gidermek değil, bölgeler arası rekabeti sağlamaktır. Bu amaca ise;
bölgelerin yönetim yetkisinin özel sektöre devredilmesiyle ve bu yönetimin ülke başkentinden
olabildiğince bağımsız kılınmasıyla ulaşılabilir (Demirci, 2005: 181).
Türkiye’de kalkınma ajansları ulusal düzeyde DPT koordinasyonunda, İstatistikî Bölge
Birimleri sınıflandırmasına göre belirlenen 2. Düzey bölgeler esas alınarak Bakanlar Kurulu Kararı ile
kurulan; tüzel kişiliğe sahip ve 5449 sayılı kanunla düzenlenmemiş işlemlerinde özel hukuk
hükümlerine tabi; ekonomik ve sosyal kalkınma odaklı, uygulayıcı olmayan, fakat destekleyici,
koordinatör ve katalizör olarak faaliyet gösteren kalkınma birimleridir. Kalkınma Ajansları kendine
özgü teknik ve finansman mekanizmasına sahip, kâr amacı gütmeyen, bütçe kullanımı ve istihdam
açısından dinamik ve esnek yapıya sahip, merkezi ve yerel idarelerin dışında, kamu, özel sektör ve
sivil toplum kuruluşlarını bir araya getiren, teknik kapasitesi yüksek kurumlardır.
Türkiye’de Kalkınma Ajanslarının kuruluş amaçları şöyle sıralanmıştır:
1.Bölgelerin potansiyellerini yerelde harekete geçirmek ve rekabet gücünü artırmak
2.Kaynakların yerinde ve etkin kullanımını sağlamak
3.Ulusal kalkınma planı ve programlarda öngörülen ilke ve politikalarla uyumlu olarak bölgesel
kalkınmayı hızlandırmak
4.Bölgeler arası ve bölge içi gelişmişlik farkını azaltmak
5.Kamu sektörü, özel sektör ve sivil toplum kuruluşları arasındaki işbirliğini geliştirmek
6.Kalkınma programlarının sürdürülebilirliğini sağlamaktır.
39
Kalkınma Ajanslarının görevleri ise aşağıdaki gibidir:
1.Bölgesel gelişmeyle ilgili stratejiler hazırlamak
2.Ulusal, bölgesel ve yerel düzeyde, ekonomik ve sosyal göstergelerin iyileştirilmesini sağlamak
3.Bölgeler arası ve bölge içi gelişmişlik farklarının azaltılmasını ve ülkenin genel refahının
artırılmasını sağlamak
4.İş ve yatırım imkânlarının araştırılması ve tanıtılmasıyla başta girişimciler olmak üzere bütün
yerel aktörlerin kalkınma çabalarına katılımını teşvik etmek
5.Sağlayacağı proje ve faaliyet desteklerinde kişi, kurum ve kuruluşların es finansmana dayalı ortak
proje üretme ve yönetme kültürü ve yeteneğini geliştirmek; kurumlar arasında işbirliğini artırmak
6.Bölgenin girişimcilik potansiyelini harekete geçirmek, Yerel potansiyeli, dinamikleri, özgünlükleri,
kaynak ve imkânları ortaya çıkararak harekete geçirmek ve AB fonları ile diğer uluslar arası
fonların kullanılmasına aracılık etmek ve koordinasyonu sağlamak.
BKA’nın çalışma ilkelerine bakılırsa sisteminin özü hakkında daha somut düşüncelere ulaşmak
mümkün olacaktır. Bu ilkeler şunlardır:
1. Kalkınma kamuya dayalı olmayacaktır; kamu yatırımları alt yapı dışında esas alınmamalıdır.
2. Kalkınma ve yapısal gelişme, özel girişimciliğin öncülüğünde olmalıdır.
3. İhracata yönelik işletmeler, iç piyasaya yönelik olanlara tercih edilmelidir.
4. Girişimcinin kamudaki işlerinin hızlandırılmasına destek verilmelidir.
5. İşletmeler kendi başına ayakta kalacak hale gelene kadar desteklenmelidir.
6. Sanayinin kurulmasını engelleyen sosyal altyapı, katılım yoluyla gerçekleştirilmelidir.
Bu ilkelere göre BKA sisteminin ulusal ve sosyal bir unsur taşımadığı, dayandığı felsefenin
küresel stratejiler ve iş dünyasının hedeflerinden ibaret olduğu iddia edilmektedir (Demirci, 2005:
182). Türkiye’de de Avrupa Birliği’ne uyum sürecinin bir parçası olarak Bölgesel Kalkınma Ajansları’nın
kurulması, görev ve yetkilerinin belirlenmesi işlemi tamamlanmış, ilk uygulamalar Mersin ve İzmir’de
ortaya çıkmış ve sayıları her geçen gün çoğalmaktadır (Şekil 5).
Şekil 5. İzmir ve Karacadağ Kalkınma Ajanslarının web sayfaları.
40
4.BÖLGESEL KALKINMA KURAMLARI12
4.1.Neoklasik Büyüme ve İçsel Büyüme Modelleri
Her ne kadar coğrafyanın iktisadi gelişmede oynadığı rol yirminci yüzyılın başında üretilen
çalışmalarda vurgulanmışsa da, ana-akım iktisat yazınında, coğrafyaya (bölgeye) hiç yer vermeyen
neoklasik büyüme modeli önemli bir baskınlık kurmuştur. Solow (1956) tarafından geliştirilen
neoklasik büyüme modelinde, kısa vadede kişi başına gelirdeki artış; sermaye birikimi ve teknolojik
gelişmeye bağlıdır. Sermaye miktarı arttıkça sermayenin üretime olan katkısının azalıyor olması, uzun
vadede büyümenin ancak teknolojik gelişme ile olacağı anlamına gelir. Solow’un modelinde
teknolojik gelişme dış kaynaklıdır, dolayısıyla bu model, uzun dönemde kişi başına gelir artışlarını
açıklamaya çalışmaz ve bütün bölgelerde kişi başı gelir seviyelerinin eşitlenmesini öngörür.
Modelde bütün bölgelerin eşit gelir düzeyine ulaşmaları için üretim fonksiyonlarının,
teknolojinin ve yapısal veya kurumsal diğer faktörlerin, örneğin nüfus artışının ve tasarruf oranlarının,
aynı olduğu, bölgelerde piyasa mekanizmasının tam rekabetçi olduğu varsayılmaktadır. İki bölge
arasında başlangıçta üretim faktörlerinin dağılımına bağlı olarak gelir farklılıkları olabilir. Bu durumda,
üretim faktörlerinin getirisi bölgeler arasında önce farklılık gösterecek; ancak zaman içerisinde, eğer
faktörlerin bölgeler arasında hareket edebilme imkânı varsa, faktör sıkıntısı çeken bölgeye hızlı bir
kayma olacak, hem faktör getirileri hem de kişi başına gelir eşitlenecektir. Örneğin, Batı’da sermaye
arzı Doğu’ya oranla daha yüksek ise, bu bölgede sermayenin getirisi göreli olarak daha düşük
olacaktır. Bu durumda Batı’daki sermayenin Doğu’ya göç etmesi, Doğu’da artan sermaye nedeni ile
faizler üzerinde aşağıya doğru bir baskı oluştururken, Batı’da arzın azalması nedeni ile faizlerin
artması sonucunu doğuracaktır. Bu göç, her iki bölgede faizler eşitlenene kadar devam edecektir.
Aynı durum emek için de geçerlidir. Ücretler, bölgeler arasında eşitleninceye kadar emek bir
bölgeden diğerine doğru akacaktır.
Bu varsayımların geçerli olduğu durumda, neoklasik modelin öngörüsü bölgeler arasında
eşitsizliğin mutlak olarak yok olmasıdır. Bu durum iktisat literatüründe mutlak yakınsama olarak
adlandırılmaktadır. Geri kalmışlığın üstünlüğü de denebilecek olan bu öngörü, başlangıçta göreli
olarak daha yoksul olan bölgelerin daha hızlı büyümeleri gerektiği anlamına gelmektedir.
Model varsayımlarının geçerli olmaması durumunda ise; her bölge kendi durağan durumuna
(uzun dönemde ulaşılacak kişi başı gelir düzeyine) yakınsayacak; ancak gerek kısa vadede gerekse de
uzun vadede bölgeler arasında gelir farklılıklarının varlığı kaçınılmaz olacaktır. Bu duruma ise koşullu
yakınsama adı verilmektedir. Neoklasik modeli sınayan, gerek ülkeler arası gerekse de bölgeler arası,
sayısız uygulamalı çalışmalarda, koşullu yakınsamanın daha çok rastlanan bir durum olduğu sonucuna
12
Bu bölüm büyük ölçüde, “Filiztekin, A. (2008). Türkiye'de Bölgesel Farklar Ve Politikalar, TÜSİAD-T/2008–
09/471, İstanbul.” isimli eserin 19-29. sayfalarından alınmıştır.
41
varılmıştır. Hatta Quah (1993) ülkeler arasında yakınsamayı araştırdığı çalışmasında, ülkelerin nihai
olarak iki grupta, zenginler ve yoksullar olarak, toplulaştığı sonucuna varmıştır.
Bölgelerin birbirlerine yakınsamıyor olduğu bulgusu, neoklasik modelin tartışılmasını da
getirmiş ve farklı kuramların geliştirilmesine neden olmuştur. Özellikle Romer (1986, 1990) ve Lucas
(1988) çalışmaları ile içsel büyüme modelleri adı verilen yeni bir kuramsal açılımın öncülüğünü
yapmışlardır. Bu yeni modeller, neoklasik modelden iki konuda ayrılmaktadırlar. Bunlardan ilki,
teknolojik gelişmenin içselleştirilmesi, bir başka deyişle teknolojik gelişmenin nasıl olduğunun
modellenmesi, dolayısıyla da uzun dönemde bölgeler arasında görülen kişi başı gelir farklarının
açıklanması yönündedir. Diğeri ise biriktirilebilir faktörlerin getirisinin azalan olmadığı varsayımıdır.
Birinci yaklaşıma göre, eğer bir ülkedeki/bölgedeki teknolojik gelişme, neoklasik modelden
farklı olarak, daha önce o bölgede var olan teknoloji düzeyine bağlıysa, (başlangıçta teknolojik bilgi
birikimi yüksek olan bölgelerde bu birikim daha hızlı artıyorsa) bölgeler arasında bilgi birikimi farkları,
bunun sonucunda da gelir farklarının artması kaçınılmazdır. Bu tür bir yaklaşım, teknolojik birikimin
bölgeler arasında hareketliliğinin olmadığı varsayımına dayalıdır. Örneğin, teknolojik olarak geri
düzeyde başlayan Doğu, hiçbir zaman Batı’nın gelişmiş teknolojisini elde edemeyecek ve hiçbir zaman
Batı’yı yakalayamayacaktır. Teknoloji transferinin mümkün olduğu durumlarda ise yakınsama
neoklasik modelden çok da farklılık göstermeyecektir.
İkinci yaklaşım, biriktirilebilir faktörlerin getirilerinin, özellikle de sermayenin getirisinin,
azalan olmaması üzerine kuruludur. Bu türün ilk modellerinde, firma düzeyinde içsel ekonomiler
yerine, daha çok ülke ya da endüstri bazında dışsal ekonomilerin varlığı açıklayıcı olarak kullanılmıştır
(içsel ve dışsal ekonomilerin tanımı için okuma kutusuna bakınız). Ancak, daha sonra geliştirilen
modellerde eksik rekabet altında olumlu içsel ekonomilerden de yararlanılmıştır. Dışsal ekonomilerin
varlığı, firmalar arasında akışa ve stratejik tamamlayıcılığa izin vermekte, bunun sonucunda da farklı
dengelere ulaşılmasına olanak sağlamaktadır. Firmalar arasında akışa örnek olarak, bir firmanın
yaptığı araştırma ve geliştirme sonucunda ortaya çıkan yeniliğin o bölgedeki diğer firmalar tarafından
da kullanılarak herkesin daha fazla gelir elde etmesi verilebilir. Stratejik tamamlayıcılığa örnek olarak
ise, bir firmanın yaptığı araştırma ve geliştirme çabalarının, rekabet gereği, tüm firmaları benzer
şekilde davranmaya itmesi sonucu herkesin daha etkin çalışmasını gösterebiliriz. Biriktirilebilir
faktörlerin artan getirisi yaklaşımına en uygun örnek, teknolojik gelişmenin endüstrideki tüm
firmaların toplam sermaye stokuna bağlı olduğu modeldir. Bir endüstriye ne kadar çok sermaye
yatırılmış ise, o endüstrideki teknolojik gelişme daha hızlı olacaktır. Bu da, firmanın kendi sermayesi
ne kadar olursa olsun, endüstrideki diğer firmalar ile aynı hızda bir teknolojik büyümeye sahip olması,
bir başka deyişle de kendi sermayesinin getirisinin daha yüksek olması anlamına gelmektedir.
Bölgeler arasında başlangıçta sermaye birikimi farklılıkları söz konusu olduğunda, bu tür dışsallıklar
gelir farklarının açılmasına neden olacaktır. Yeni içsel büyüme modelleri böylelikle, ölçek
42
ekonomilerinin yerelleşmesi yoluyla, hem bölgeler arasındaki gelir ve büyüme oranları arasındaki
farkları açıklayabilmekte, hem de aradaki farkın neden kapanmayacağına dair mekanizmayı
tanımlamaktadırlar. Buna karşılık, bu modellerde coğrafyanın/mekânın yeri çok açık değildir.
OKUMA KUTUSU
İçsel ve Dışsal Ölçek Ekonomileri
Ölçek ekonomileri, üretim miktarı arttıkça ortalama maliyetin azalması anlamına gelir. Scitovsky (1954)
çalışmasında ölçek ekonomilerinin nedenlerini sınıflamaya çalışmıştır. İçsel ekonomiler, firmanın kendi üretimindeki artış
sonucu ortalama maliyetinin düşmesi anlamına gelir. Böylelikle firma büyüdükçe, küçük firmalara karşı olan ortalama
maliyet üstünlüğü giderek artacaktır. İçsel ekonomilerin varlığı, aynı zamanda eksik rekabetin olduğu anlamına da gelir.
Çünkü büyük firma, giderek küçük firmaları piyasa dışına itecektir.
Dışsal ekonomiler ise, ortalama maliyetteki azalmanın endüstrinin toplam üretim miktarındaki artışın sonucu
ortaya çıkması durumudur. Dışsal ekonomiler saf (kimi zaman teknolojik de denilir) olabildiği gibi, maddi de olabilir. Saf
dışsal ekonomiler endüstri düzeyinde teknolojik birikimin firmanın maliyetlerini azaltması anlamındadır. Marshallgil
ekonomiler de denen bir türü, bilginin firmalar arasındaki akışımıdır (iş arkadaşları ile yemek yerken duyulan bilginin
maliyetleri azaltmada kullanılabilmesi gibi). Bu durumda piyasadaki rekabet tam olabilir. Maddi dışsal ekonomiler ise
piyasa sayesinde fiyatlar üzerine gelen ve firmanın üretim kararını değiştiren etkiyi ifade eder. En çok kullanılan örnek,
bölgede firmanın kullandığı özel girdiler için ya da yetişmiş emek için büyük bir piyasanın olmasıdır. Böylelikle firma istediği
girdiyi daha ucuza bulabilecektir. Bu tür dışsallıkların fiyatlara etkisi ancak piyasada eksik rekabet olması ile mümkündür.
Kaynaklar:
Scitovsky, T. (1954). Two Concepts of External Economies. Journal of Political Economy, 62, 143-151.
Brakman, S., H. Garretsen ve C. Van Marrewijk (2001). An Introduction to Geographical Economics, Cambridge University
Press, Cambridge.
4.2.Kalkınma İktisadı
Her ne kadar içsel büyüme kuramı çerçevesinde ortaya atılan modeller neoklasik modelin
eksikliklerine bir cevap olarak gözükse de, kullanılan fikirlerin büyük bir çoğunluğu daha önce
‘kalkınma iktisadı’ olarak adlandırılan alt-disiplinin içerisinde tartışılmıştır. Yeni büyüme modellerinin
eski kalkınma modellerinden farkı, neoklasik iktisat anlayışının temelinde yer alan mikro ekonomik
temel üzerine inşa edilme ilkesini kullanıyor olmasıdır.
Kalkınma iktisadı çerçevesinde, örneğin, Rosenstein-Rodan (1943), makalesinde, ölçek
ekonomilerinin büyüme açısından önemini vurgulamaktadır. Ona göre azgelişmişliğin nedeni yetersiz
piyasa büyüklüğüdür. Planlı olarak ve eşgüdüm içerisinde yapılacak yatırımlar sayesinde dışsal
ekonomiler harekete geçirilerek hızlı sanayileşme ve büyüme sağlanabilecektir. Hiçbir firmanın
kârlılığı, üretimini tek başına arttırması ile gerçekleşmez, bunun için diğer firmaların da üretimlerini
arttırmaları gerekmektedir: “Değişik endüstrilerin tamamlayıcılığı büyük-ölçekli planlı sanayileşme
43
için en önemli savunmayı sağlamaktadır.” Ancak Rosenstein-Rodan’da ‘Büyük İtki’ (‘Big Push’) olarak
da bilinen bu yaklaşım, firma davranışlarının ayrıntılı incelenmesi sonucu ortaya çıkan bir bulgu
olmaktan daha çok, kavramsal düzeyde önerme olarak kalmaktadır.
Kalkınma iktisadı içerisinde yer alan bir başka yaklaşım, ihracat-tabanlı kalkınma modelidir.
Neoklasik modelin arz yönlü bakışına karşılık talebi öne çıkaran model, bölgenin başlangıçta sahip
olduğu kaynaklara dayanarak diğer bölgelere mal ve hizmet ihracı ile büyüdüğünü öne sürmektedir.
Dışarıdan gelen talep sonucu mal ihracı ile gelişmeye başlayan bölgede, gelirler arttıkça yerel talep de
körüklenmeye başlar; üretim miktarındaki artış, hem ihraç malları üreten sektörde hem de yerel
ihtiyacı karşılayan mal ve hizmetleri üreten sektörlerde, katlanarak büyürken; dışsal ekonomilerin
devreye girmesi bölgeler arasındaki uçurumun açılması sonucunu verir. Ancak bu yaklaşım, bölgenin
başlangıçta sahip olduğu kaynakların bölgeler arasında akışkanlığının olmadığı varsayımına
dayanmaktadır. Aksi takdirde “Hecksher-Ohlin faktör bolluğu” olarak adlandırılan, bölgenin an az bir
girdi açısından zengin olmasının getirdiği üstünlüğün çok anlamı olmayacaktır (Armstrong ve Taylor,
2000). Doğal kaynaklar için geçerli olan bu varsayımın, bölgeler arasında kolaylıkla yer
değiştirilebilecek olan emek ve sermaye gibi diğer faktörler için ne kadar geçerli olduğu tartışılır.
1960’lı yıllarda iktisatçılar ekonomik büyümede mekânsal faktörlere yönelmişlerdir. Bu
yönelmeden itibaren, ekonomik kalkınmada çoğunlukla ulusal ölçekte mekânsal dağılım modelleri
geliştirilmiştir. Ekonomik kalkınmadaki farklılıklar için geliştirilen yeni kavramsal modeller arasında
belki de en önemlisi Myrdal tarafından geliştirilmiş olan birikimli nedensellik (cumulative causation)
modelidir. Myrdal (1957) çalışmasında olumlu dışsal ekonomilerin büyümeyi pekiştirdiği, bölgesel
gelir farklarının birikerek arttığı sonucuna vamıştır. Model, bir bölgenin neden büyümeye başladığı
sorusuna cevap vermemekle beraber, bir kez büyüme başlayınca bölgenin firmalar için çekici hale
geldiği, firmaların bölgeye yığılmaları sonucunda da ciddi oranda akışlar ortaya çıktığını öngörür.
(Myrdal, 1957). Gunnar Myrdal’ın modeli, merkez-çevre modeline esas teşkil eden bir çalışmadır.
Myrdal, “Zengin ve Fakir Memleketler” (1957) isimli eserinde ekonomik güçlerin bölgesel eşitsizlikleri
artırdığını ifade etmektedir (Nagle ve Spencer, 1997: 132). Yani serbest bir ekonomide belirli
değişimler, eşitleyici modellerin savunduğu gibi, eşit değişimler yaratmaz; buna karşın, bu eşitsiz
değişiklikler, sistemi belirli bir yöne doğru yönlendirerek daha da ileri gider (Keeble, 1967). Myrdal,
birikimli nedensellik (büyümenin ve refahın bir merkezde yoğunlaşması) ilkesini, ülkelerdeki
ekonomik kalkınma sorununa uygulamış, buna göre piyasadaki güçlerin değişiminin bölgeler
arasındaki eşitliği düşürmekten çok arttırdığı sonucuna varmıştır (Myrdal, 1957).

Myrdal’a göre, bazı bölgeler başlangıç üstünlükleri sayesinde diğer bölgelerin önüne
geçmişlerdir. Büyüme ve ekonomik faaliyet artışları daha önceden elde ettikleri avantajlar
sayesinde diğer bölgeler yerine bu bölgelerde gerçekleşecektir. Başlangıçtaki göreli
44
(karşılaştırmalı) üstünlükler (örneğin, lokasyon, maden yatakları veya işgücü gibi kaynaklar)
belirli bir yerde, endüstrinin gelişmesi için başlangıç uyaranları oluşturmaktadır. Birikimli
nedensellik süreçleri, zamanla altyapıda ilerleme, vasıflı işgücü ve vergi gelirlerinde artış
sağlamakta, bu da o bölgenin itibarının artışı ve gelişmesi anlamına gelmektedir. Bu suretle
bölge, başka yatırımlar için cazip hâle gelmekte, diğer bölgelerin önüne geçmekte ve daha
fazla gelişme göstererek kazanılmış üstünlüklere dönüşmektedir.

Myrdal, gelişen ve durağan bölgeler arasındaki mekânsal etkileşime de eğilmiştir.
Myrdal, bir bölgede büyüme başladıktan sonra, iş gücü, sermaye ve malların akışının bu
bölgedeki büyümeyi destekleyecek şekilde gerçekleştiğini iddia eder (çarpan etkisi). Bu tür
bir akış, geri kalan bölgelere zarar verecektir. Gelişmiş bölgeler, daha cazip avantajlar
sunabildikleri için, gelişmemiş bölgeler, nitelikli ve girişimci iş gücünü ve yerel sermayelerinin
önemli bir kısmını da kaybedeceklerdir. Ayrıca ekonomik anlamda büyüyen bölgelerden
gelen ürün ve hizmetler geri kalmış bölgelerin piyasalarına akarak bu bölgelerde kurulmuş
küçük ikincil ve üçüncül faaliyetleri devre dışı bırakacaktır. Bu olumsuz etki, ekonomik
olmayan etkenlerde de kendini gösterir. Büyüyen bölgelerle karşılaştırıldığında durağan
bölgeler daha yetersiz sağlık ve eğitim hizmetlerine sahiptir. Bütün bu olumsuz etkiler, bir
bölgedeki büyümeyi hızlandırırken diğerindekini yavaşlatır (Myrdal, 1957: 27-31).

Myrdal’ın modelinde, büyüyen bölgelerin diğer bölgeler üzerindeki hızlandırıcı etkisi
diye açıklanabilecek yayılma etkilerinden de söz edilir (Myrdal, 1957: 31). Bir bölgedeki
ekonomik büyüme, başka bir bölgedeki (özellikle komşu bölgelerdeki) talebi arttırarak (örn.
tarım ürünlerine olan), o bölgedeki ekonomik büyümeyi başlatabilir. Bu tür yayılma etkileri
zaten yüksek bir ekonomik kalkınma seviyesi yakalamış olan bölgelerde daha fazladır. Çünkü
hâlihazırda gelişmiş olan taşımacılık ve iletişim, yüksek eğitim düzeyi, değerler ve fikirlerin
daha dinamik bir paylaşımı bu tür yayılmacı etkileri kuvvetlendirir. Myrdal modelinin basit bir
varsayımı da ekonomide devletin müdahaleci olmamasıdır. Fakat yine de gelişmiş
ekonomilerde geri kalmış bölgelerdeki büyümeyi hızlandırmayı hedefleyen devlet
politikalarının yayılmacı etkilere yardım ettiğine ve bu tür devlet politikasının kalkınmada
birikimli nedensellik ilkesinin bir yönü olduğuna işaret eder.
Bölge plânlamada yaygın şekilde kullanılan Myrdal modelinde başlıca üç evre belirlenir:
1. Bölgesel farklılıkların göreli olarak az olduğu geleneksel ve endüstri öncesi evre
2. Çarpan etkileri ve bir yerdeki ekonomik gelişmenin diğer yerlerin gelişimini olumsuz etkilemesi
nedeniyle bölgesel farklılıkların arttığı evre
3. Yayılma etkileri ile bölgesel eşitsizliklerin azaldığı evre
Myrdal’ın türünün en önemli modeli olan bölgeler arası eşitsiz gelir modelini, hızla yenileri
takip etmiştir. Hirschman (1958), “Ekonomik Kalkınma Stratejisi” adlı çalışmasında, Myrdal’ın
45
modeliyle birçok yönden benzerlikler taşıyan bir model geliştirmiştir. Hirschman (1958), firmaların bir
bölgede yığınlaşmaları sonucu birbirleri ile aralarında girdi-çıktı ilişkisi oluşmaya başlayacağını bunun
da maddi dışsal ekonomilerin gelişmesini sağlayacağını düşünmektedir. Ölçek ekonomileri devreye
girdikten sonra bölgenin kalkınması, kendi kendini iten güç haline dönüşerek, gelir farklarının artması
sonucunu verecektir.
Hirschman’ın çalışmasında, farklı ekonomik büyümedeki en önemli etken, büyüyen kuzey
bölgeleri ile geri kalmış güney bölgeleri arasındaki mekânsal etkileşimdir. Bu etkileşim, bölgelerdeki
büyümenin diğer bölgelere yansıması ve kutuplaşma şeklinde olur. Hirschman’ın belirttiği bu etkiler,
Myrdal modelinin “yayılma etkileri” ve “olumsuz etkiler” kavramlarına karşılık gelir ki, bunlar
sermayenin, iş gücünün ve araçların dolaşımını içerir. Fakat model, birikimli bir nedensellik
mekanizmasına tümüyle karşı çıkarak; eğer kutuplaşma etkileri büyüme döneminin ilk aşamalarında
gerçekleşmişse; dengeleyici etkenlerin bu eşitsizlik durumunu bir denge pozisyonuna getireceğini
savunmuştur. Bu tür dengeleyici unsurların başında devletin ekonomi politikası gelir. Bu etkenler,
yayılma etkisi olarak düşünülmemeli, kalkınmanın sonraki bir aşamasında ortaya çıkan yeni bir unsur
olarak değerlendirilmelidir. Herhangi bir birikimli mekanizmanın kabul edilmeyişi ve dengeleyeceği
etkilerin varlığı, Hirschman’ın modelini Myrdal’ınkinden ayıran temel yapısal farklılıklardır.
Kaldor (1970) çalışmasında birikimli nedenselliği, ihracat-tabanlı kalkınma ile birleştirmiştir.
Daha sonra Dixon ve Thirlwall (1975) tarafından daha da geliştirilen model, ihracat-bazlı kalkınma
modeline ek olarak, Verdoorn Yasası olarak adlandırılan, verimliliğin üretim miktarına doğrudan
bağıntılı olduğu varsayımına dayanır. Kaldor, bir bölgedeki iktisadi büyümenin, o bölgenin ölçek
ekonomilerinden ne kadar yararlanabildiğine bağlı olduğunu iddia eder. Fakat ölçek ekonomileri
sektörler arasında farklılık göstermektedir. Dolayısıyla bölgenin başlangıçta hangi sektörlerde rekabet
gücü olduğu, hangi faktörlerin bol olduğu ve ne tür bir üretime izin verdiği, çok önem kazanmaktadır.
Kaldor’a göre, ölçek ekonomilerinden yararlanabilme açısından imalat sanayisi, örneğin, tarıma göre
daha üstündür. Sanayileşmeyi başaran bölgeler ile tarımsal üretimin hâkim olduğu bölgeler arasındaki
gelir farkı artarak sürmek durumundadır.
Hiç kuşkusuz kalkınma iktisadı kuramları içerisinde daha çok bilinen ve bölgesel planlama
çalışmalarından en çok kullanılan yaklaşım, Perroux (1950) tarafından ortaya atılan büyüme kutupları
(growth poles) kuramıdır. Perroux’ya göre ekonomik mekân; bir firmanın ya da endüstrinin alıcı ve
satıcıları ile arasındaki ilişki ağları, bu ilişkilerin oluşabileceği bir güçler alanı ve bu güçlerin birbirleri
ile olan karşılıklı ilişkilerini içeren toplamdan oluşmaktadır (Malizia ve Feser, 2004). Güçler alanı
olarak ekonomik mekân bir büyüme kutbudur (odağıdır). Bu kutup, büyümeyi önce harekete geçirir
ve daha sonra da çevresine doğru yayar ki büyüme karşılıklı etkileşim ve dışsallıklar üzerinden
46
gerçekleşir. Büyüme kutupları hızla gelişerek, yerel ekonomi üzerinde yayılma ve çarpan etkileri
yaratırlar.
Büyüme kutupları modeli esas olarak “ekonomik kalkınma, bir ülkede eşit olarak
gerçekleşmez ve daha çok büyüme kutbu olarak adlandırılan bazı bölümlerde yoğunlaşma eğilimi
gösterir” düşüncesi etrafında şekillenir. Büyüme kutbunun iç büyüme mekanizmasının analizini yapan
Perroux’a göre (1955); “büyüme kutbu” varlığını, bünyesindeki büyümeyi teşvik eden öncü sektöre
borçludur. Büyüme kutupları modelinde temel olan sektördür. Bu nedenle, büyüme kutbu modelini
politika oluşturmada temel alan planlama çalışmalarında genellikle lider sektörün seçilmesi en önemli
konu olagelmiştir. Sektörün büyümesi, diğer bağlantılı ve dışsal ekonomiler sayesinde gelişen
sektörleri de etkiler. Sektörler, öncü sektörün hızlandırıcı etkisiyle büyürken, bir bütün olarak büyüme
kutbu da büyüme eğilimindedir. Yüksek teknolojik gelişme, sektörler arasındaki mekânsal yakınlık,
iletişim kolaylığı ve işadamları arasında ortak bir anlayış gelişmesi gibi psikolojik faktörler de
büyümeye yardımcı olur. Modelin temel özelliği, kutup ile çevre arasındaki bağıntı olduğundan eğer
merkez ile çevre arasında yakın bağıntılar yok ise; merkezdeki büyümenin çevreye yayılması mümkün
olamayacaktır.
Uygulama sonuçları ve yapılan çalışmalar bu modele bağlı politikaların başarısız olduğuna
ilişkin işaretler verse de modelin çekiciliği hâlâ devam etmektedir. Büyüme kutupları modeli, büyüme
merkezi ile diğer bölgeler arasındaki ilişkileri de analiz etmektedir. Bu analiz, modelin birçok ülke
tarafından bölgesel plânlanmada ana kavram olarak kullanılmasına neden olmuştur. Bu modelin
devlet plânlamasında kullanılmasının son örneği, Brezilya hükümetinin yeni başkentini (Brasil),
ülkenin kalkınmamış iç kesimlerinden seçmesidir. İngiltere’de 1960’larda yeni kasabaları büyüme
merkezlerine dönüştürmek için planlamalar yapılmıştır. Devlet yatırımlarının ve endüstriyel
faaliyetlerin daha geniş bir bölgeye yaymaktansa, büyüme kutbuna yoğunlaşmasının uzun vadede
daha yüksek bir kalkınma seviyesi yaratacağına dair inanç, bu modelin mantıksal bir uzantısıdır. Fakat
bu gelişmeler aynı zamanda herhangi bir alandaki büyümenin olumlu etkilerinin çabukça tüm bölgeye
yayılacağı düşüncesini de yansıtır.
Myrdal’ın düşüncelerinden büyüme kutupları modelinde de yararlanılmıştır. Lokasyon
koşulları, kaynaklar, işgücü ve pazara yakınlık ve erişebilirlikte elverişli olan bölgeler, ekonomik
bakımdan daha caziptir. Bu yüzden doğal gelişme kutbu olarak plâncılar tarafından geliştirilirler ve
buralar diğer bölgelerden daha hızlı bir gelişim çizgisi gösterirler. Genellikle bu alanlar iyi ulaşım ve
erişebilirlik özelliklerine sahip şehirsel-endüstriyel komplekslerdir. Fransa’da, Marsilya, Güney
İtalya’da Toronto büyüme kutupları için güzel örneklerdir.
47
4.3.İktisadî Coğrafya Yaklaşımı
Gerek neoklasik gerekse de Keynesgil kalkınma iktisadı yaklaşımı öz olarak ekonomik gelişme
üzerinde odaklanmıştır. Genellikle ekonomik aktörler, küçücük, rasyonel ve kâr çoklaması yapan
birimler olarak ele alınmış; içinde yaşadıkları sosyo-politik yapının değişmediği, daha da önemlisi yok
sayıldığı varsayılmıştır. İktisadî coğrafya yaklaşımı bu varsayımların geçerli olmadığı, iktisadî hayatın,
sosyal ve kurumsal olarak mekânsal konumu olduğu görüşünden yola çıkarak bölgesel farkları
anlamak için sosyal yapıların, iktisadi ve politik kuralların, geleneklerin incelenmesi gerektiğine vurgu
yapmaktadır (Martin, 2003). Bu yaklaşımlar, ekonomik büyümeyi gösteren toplulaştırılmış ölçütlere
bakmak yerine; büyümenin yapısına, iktisadi faaliyeti belirleyen özelliklere yoğunlaşmayı
önermektedir. Çok geniş çerçevesi olan bu yaklaşımda, makro düzeyde ilişkilerin belirlenmesine
dayalı, mekâna dair öngörüler üreten kuramsal irdeleme, yerini, daha çok, belirli şehir ya da
bölgelerin belirgin özellikleri üzerine yoğunlaşmayı benimseyen yaklaşıma terk etmiştir.
Bu çerçeve içerisinde ele alınabilecek Marksgil düşünce, kapitalist yapının iç çelişkileri sonucu,
emeğin mekânsal dağılımının yeniden yapılanması ve kapitalist hiyerarşik örgütlenmenin içsel
dalgalanmalarının bölgesel kalkınmayı istikrarsız kıldığını öne sürmektedir. Bu yaklaşıma, göre
yirminci yüzyıl içerisinde hâkim olan emek dağılımı, üretimin tümüyle bir merkezde toplanmasını
gerektirirken, son yıllardaki gelişmeler yüksek kalite kontrol fonksiyonuna sahip birimlerin (araştırmageliştirme, finans gibi) merkezde, daha düşük düzeydeki fonksiyonların ise çevrede yerleşmesini
zorunlu kılmaktadır. Böyle olunca da, elde edilen üretimin paylaşılmasının doğası gereği, gelir
eşitsizliği bölgesel bir içerik kazanmaktadır (Peck, 2003).
Son zamanlarda daha sıkça sözü geçmeye başlayan yerel rekabetin evrimi görüşü ise, 19.
yüzyılda ortaya çıkan Fordist kütlesel üretim yapısının, 1970’lerin ortasındaki petrol krizi sonrası ikinci
bir ‘endüstriyel bölünme’ ile birlikte yeni Post-Fordist esnek üretim yapısına dönüştüğüdür (Piore ve
Sabel, 1984). Bu yeni yapı, firmalar arası etkileşim ağlarına ve yığınlaşma ekonomilerine dayalı olarak,
Fordist tarzın gerektirdiği dikey bütünleşmeyi ortadan kaldırarak büyük firmaların üretimin bir
bölümünü daha küçük firmalara aktarmasını, bu firmaların da belirli bir bölgede yığınlaşmasını
getirmektedir. Fordist kütlesel üretim ve tüketim kalıplarının değişmesi sonucu ortaya çıkan
belirsizlikler ve parçalanma, hızla değişen teknoloji ile birleşince; firmaların yaşayabilmesi için esnek
üretimi benimsemeleri gerekmektedir. Esnek üretim yapısı ise; firmaların aynı anda hem
uzmanlaşmış ve hem de hızlı dönüşebilen yapılar olarak kurulmasına bağlıdır ki bu da oldukça
maliyetlidir. Bu maliyeti azaltmak ise firmaların belirli bölgelerde yığınlaşması (agglomeration) ile
mümkün olabilmektedir. Bu durumda, iletişim ağlarını kurabilen, sosyal sermayesini daha hızlı
güçlendirebilen ve en önemlisi büyük (uluslararası) firmaları bu örüntü içerisine yerleştirebilen
(embed) bölgeler daha hızlı gelişeceklerdir (Sunley, 2003). Porter’ın (1990) çalışmasında küçük
48
firmalardan oluşan çok sayıda firmanın bir mekânda bir araya geldiğine ilişkin bulgular, bu görüşü
destekler niteliktedir. Ne var ki bu örneklerin sayılı olduğu, her birinin kendi içerisinde bir model
oluşturup, farklı bölgelerde uygulanma olasılığının düşük olduğu öne sürülmektedir.
Kurumsalcı (institutionalism) yaklaşım, bu çerçevede, tüm bölgesel sistemin uzun vadeli
evrimi yerine, belirli bir bölgenin gelişiminin olası koşullarını irdelemeyi önermektedir (Martin ve
Sunley, 1998). Sosyal politikaların, bir bölgede var olan bölgesel kalkınmaya imkân veren sosyal
ilişkiler yumağı ve kurumsal örüntü içerisinde yerleşikliğinin (embedded) önemi, bu yaklaşımın asıl
odağıdır. Resmi ve gayri resmi tüm kurumlar, belirsizlikleri ve dolayısıyla riski azaltan, aynı zamanda
sosyal güveni yerleştiren başlıca aktörlerdir. Bu durumda, piyasalar neoklasik iktisadın varsaydığı
biçimde serbest değil, tam tersine yeniden üretilen sosyal kurgulardır ve piyasalarda aksama olması
kaçınılmazdır.
4.4. Yeni Ekonomik Coğrafya Modelleri
Yeni içsel büyüme modelleri, mekânı açıklamalarının dışında bırakırken, bölgesel kalkınma
modelleri ve iktisadi coğrafya yaklaşımı ölçek ekonomilerini sıkça kullanmakla beraber özenli bilimsel
bir yapı geliştirememişlerdir. Hem mekânı içine katan ve ölçek ekonomilerini kullanan, hem de mikro
ekonomik temellere dayalı genel denge anlayışı içerisinde bütünsel bir yapıyı kuran yeni ekonomik
coğrafya modelleri olmuştur 13 . Kalkınma iktisadı yaklaşımı tarafından yeni bir fikir içermediği
gerekçesi ile başlangıçta sıkça eleştirilmekle beraber (Maier, 1998), bölgesel gelişmeye ilişkin ciddi
önermeler içeren yeni ekonomik coğrafya modelleri çeşitlilik göstermektedir. Bu modellerin ortak
varsayımları, malların naklinin maliyetli oluşu ve üretimde artan ölçek getirisinin olmasıdır. Bu iki
varsayım altında, firmalar pazara yakınlık ile üretimi yığınlaştırma arasında bir seçim yapmak
durumundadırlar. Bu iki varsayım, aynı zamanda piyasalarda eksik rekabet olmasını gerektirir.
Starrett’in (1978) mekânsal imkânsızlık kuramı’ (spatial impossibility theorem), serbest piyasa
yapısının en uygun iktisadi coğrafyayı (optimal landscape) yaratamayacağı sonucuna varır ki
dolayısıyla bu noktada bölgesel müdahale kaçınılmazdır.
Yeni ekonomik coğrafya modelleri, ne yazık ki, aşırı derecede teknik inceleme gerektirmekte
ve temel sonuçlarının anlaşılmasının diğerleri kadar kolay olmaması gibi özelliklere sahip
bulunmaktadır. Ayrıca, öngörülerinin sınandığı yeterince uygulamalı çalışma olmaması ve politika
önermelerinin yeterince tartışılmamış olması nedeni ile henüz yeterince kabul görmemektedirler14.
13
Yeni Ekonomik Coğrafya modelleri iktisatçılar tarafından geliştirilmiştir. Buna karşılık, iktisadî coğrafya, daha çok,
coğrafya, sosyoloji ve kent bilim ile ilgili bilim insanları tarafından geliştirilmişlerdir. Benzer isim taşımakla ve çoğu konuda
benzer varsayımlar kullanıp çok yakın öngörülerde bulunmakla beraber, iki yaklaşım yöntemsel olarak birbirinden ayrılır.
14
Modellerin teknik yapısının ve varsayımlarının aşırı ciddiye alınarak yanlış yönlere çekilebileceği endişesi ile Neary (2001),
yeni ekonomik coğrafya modellerinin politika önerilerinin ön plana çıkmamasını olumlu olarak görülmüştür. Buna karşılık
Ottaviano (2003) ise, tam tesri görüşü savunmaktadır. Bu modellerin önemli savları olduğu, teknik özelliklerinin ve
49
Ottaviano (2003) makalesinde, bu modellerin, özellikle, politika önermelerini ayrıntılı olarak
tartışmaktadır.
Yeni ekonomik coğrafya (YEC) modelleri Krugman’ın (1991a ve 1991b) temel çalışmasından
yola çıkılarak, Fujita ve diğ. (1999) ve Fujita ve Thisse’nin (2002) temel katkıları sonucu geliştirilmiş
çeşitli modellerden oluşmaktadır. Çok basit bir çerçevede YEC modellerinin temel özelliklerini
anlatmak mümkündür (Ottaviano, 2003). İki bölgeli, biri sabit ölçek getirisine sahip, tam rekabetçi
piyasada çalışan ve ürünü serbestçe ticaret edilebilen (genellikle tarım olduğu düşünülen), diğeri ise
artan ölçek getirisine sahip, eksik rekabetçi piyasada çalışan ve ürününün ticareti serbest olmayan
(genellikle imalat sanayisi olarak düşünülen) iki sektörlü bir ekonomi varsayılmaktadır. Bu modellerde
esas olan ikinci sektördeki (imalat) firmaların bölgeler arası dağılımıdır. Çünkü büyüme bu sektördeki
gelişme yoluyla olmaktadır.
İlk olarak, ticaretin serbestleşmesi ile iç pazar etkisi artacaktır (burada ticareti kısıtlayan
nedenleri, yasal engeller olduğu kadar uzaklık, dağlık arazi gibi, fiziksel engeller olarak da görmek
gerekir). Yeni bir firmanın üretime katılması ile üretimini arttıran imalat sanayisi, bir yandan
ücretlerin yükselmesi ve maliyetlerin artması sonucu daralırken, öte yandan artan ücretlerin bu
sektörün ürünlerine olan ek talep yaratması sonucu genişleyebilecektir. Bu zıt etkilerden ikincisinin
güçlü çıkması sonucu, imalat sanayisi serbest kalacak, nereye yerleşeceği belirsizlik taşıyacaktır. Bir
diğer özellik de, yığınlaşmaya neden olan güçlerin kendi kendini iteklemesidir. Kalkınma iktisadının
birikimli büyüme olarak adlandırdığı bu durum, YEC modellerinde de görülmektedir. Burada önemli
olan, ticaretin önündeki engeller azaldıkça bu etkinin güçleniyor olmasıdır.
Üçüncü olarak, firmaların bölgeler arasında yer değiştirmekten elde edecekleri getiri ticaretin
önündeki engeller kalktıkça artacaktır. Ancak, ürünlerin taşıma maliyeti sıfır olduğunda, ya da
ticaretin önündeki engeller çok büyük olduğunda getiri ortadan kalkmaktadır. Buradan yola çıkarak,
birikimli büyümeyi de hesaba katarak, bölgeler arasında asimetrik bir ilişki, ticaretin serbestleşmesi
ile kaçınılmaz olmaktadır. Genellikle merkez olarak adlandırılan bir bölge, tamamen imalat
sanayisinde yoğunlaşırken, çevre olarak isimlendirilen diğer bir bölge, tamamen tarıma
yönelmektedir. Daha da önemlisi bu durum belirli bir noktadan sonra, ticaretin önündeki engeller
belirli bir seviyenin altına düştüğünde, ekonomiye gelen ani bir şok sonucu ansızın oluşmaktadır. Bu
duruma felaket yığınlaşma (catastrophic agglomeration) denilmektedir. Bununla beraber, sonuçlar
izlenen gelişmelere son derece yakından bağımlıdır. Ufak ve gelgeç bir etki bile, eşik noktası aşıldıktan
sonra kalıcı sonuçlar yaratmaktadır. Son olarak, bu etki beklentilerden de kaynaklanabilmektedir ve
sonuç "kendi kendini haklı çıkaran kehanet" olarak ortaya çıkmaktadır.
varsayımlarının sonucu ortaya çıkan politika önermelerinin tartışılmaları halinde daha gerçekçi modeller ve yeni önermeler
üretmelerinin mümkün olduğu görüşündedir.
50
Yeni ekonomik coğrafya modellerinin öngörüleri, kalkınma iktisadı modellerindekiler ile çok
benzemektedir. Ancak, her ne kadar benzer yöntemler kullanıyor olsa da neoklasik yaklaşımdan son
derece önemli farklılıklar göstermektedir. Bu farklılıklar, aynı zamanda bölgesel kalkınma ile ilgili
politika üretmenin ne kadar zor olduğuna işaret etmektedir.
51
52
5.BÖLGESEL EŞİTSİZLİK
Bölgesel eşitsizlik, bir ülkenin bölgeleri arasında, ekonomik ve toplumsal fırsat eşitsizliklerinin
sonucu olarak ortaya çıkan, farklı bölge insanlarını birbirlerinden değişik/farklı yaşam kalitelerinde
yaşamak durumunda bırakan ve aynı olanaklara sahip olmalarını engelleyen, bölgelerin sosyoekonomik bütünleşmesini geciktirerek ayrışmalara yol açabilen, ülke kalkınma süreçlerinin bir
sonucudur. Gerek bölgelerin sahip olduğu özellikler gerekse ülke içi dengesiz ekonomik yatırımlar,
gelişmişlik düzeyi farklı, bir tarafta zengin diğer tarafta zayıf ekonomili, düşük yaşam standartlarının
ve gelirin görüldüğü bölgelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bölgeler arası bu eşitsiz gelişme,
bölgesel dengesizlik olarak nitelendirilmektedir (Çamur ve Gümüş, 2005: 147).
Kalkınma, belirli ülkelerde, bu ülkelerin de özellikle ayrıcalıklı bölge veya merkezlerinde
(zengin doğal kaynaklar, coğrafi konum, beklenmedik bir buluş başlangıç noktası olmasıyla)
başlamaktadır. Dolayısıyla ekonomik gelişmenin her yerde aynı anda başlaması diye bir şey söz
konusu değildir. Gelişmenin belirli bir alanda başlaması; (1) ölçek ekonomisinden maksimum
yararlanma düşüncesiyle yeni yatırımlar yapma (yeni bir coğrafi toplanma etkisi yaratır ki buna
yığılma/kentleşme etkisi denir), yani işletmeleri genişletme (pozitif içsel ekonomi kuralları) ve (2)
birlikte bulunmaktan doğan avantajlar (dışsal ekonomi kuralları) sayesinde olur.
Gelişme noktaları veya alanından yoksun bölgelerde, duraklama hatta gerileme gözlenir.
Kalkınma kutupları diyebileceğimiz gelişme noktaları etrafında, ekonomik ve sosyal hareketliliğin
yoğunluğu giderek artar. Bu hareketlilik farkı zamanla, bir zorunluluk ve ekonomik gelişmenin ön
koşulu olarak bölgeler arası dengesizliklerin ortaya çıkmasına neden olur. Gelişmişlik farklarının arttığı
bu zaman dilimi, ülke içinde gelir dağılımının bozulduğu ve sosyal adalet açısından istenmeyen
durumların yaşandığı bir dönemdir.
Gelişme düzeyi en yüksek olan bölgeler, diğer bölgelerin ekonomik gelişmesini durdurucu
etkilerde de bulunur. Geri kalmış bölgelerden gelişmiş bölgelere doğru, faal nüfus göçü ve sermaye
transferi gerçekleşir. Gelişen bölgenin ekonomik canlılığı, iş olanaklarını artırır, ücretleri yükseltir ve
yaşam düzeyini iyileştirir. Kent yaşamının konfor ve avantajları ile iş olanakları, genelde aktif çağdaki
nüfusu bu bölgelere çeker. Diğer taraftan insan göçüne sermaye transferleri de eşlik eder. Durağan
bölgenin tarım ve geleneksel sanayiden ürettiği tasarruflar gelişmiş bölgelere yönelir.
Durağanlaşan/göreceli olarak gerileyen bölgelerin geleneksel sanayilerinde çöküş yaşanır.
Gelişen bölge ile durağan/gerileyen bölge arasındaki ticaret, durağan bölgenin el sanatları
boyutundaki sanayi faaliyetlerini köreltir. Büyük ölçekli ve verimli modern sanayi ürünlerini piyasaya
53
süren gelişen bölge malları karşısında, düşük kaliteli ve pahalı durağan bölge malları alıcı bulmakta
zorlanır ve rekabet edemez duruma gelir.
Gelişmişlik farklarının artmasında ekonomi dışı etkiler üzerinde de durulabilir ki, bu etkiler
arasında az gelişmişlik kısır döngüsü de bulunmaktadır. Bu döngüde, başta ulaşım olmak üzere, sağlık
ve eğitim gibi konulardaki temel hizmetlerin eksiklik ve yetersizliğinin rolü büyüktür. Kalkınmaya
olumsuz yönde etki eden; iklim, yer altı zenginlikleri, yer şekilleri, su kaynakları, ulaşım ve haberleşme
olanakları gibi coğrafî etmenlerin az gelişmişliğin nedenleri arasında gösterildiği, kalkınmayı
frenleyici/durdurucu etkide bulunduğu eskiden beri bilinen bir gerçekliktir.
Bir ülkede hiçbir ekonomik hareket yokken, bir bölgede her hangi bir nedenle ekonomik
gelişme başlayınca, gelişen bölge, çevre bölgelerdeki üretim faktörlerini kendine çekerken, üretim
faktörlerini kaybeden bu bölgeler mevcut ekonomik canlılıklarını koruyamayarak gerileyeceklerdir.
Böylece bölgeler arası gelişmişlik farkı ortaya çıkacak ve farklılık gittikçe derinleşecektir. Bir ülke
ekonomisi, belirli bir düzeye eriştiği andan itibaren, bu defa çevre bölgelerde gelişmeyi durdurucu
etkiden daha çok gelişmeyi sağlayıcı/özendirici etki kendisini göstermekte ve gelişme çevreye
yayılmaktadır ki bu, bölgeler arası gelişmişlik farklarının/bölgesel dengesizliklerin azalmaya başlaması
anlamına gelmektedir (Dinler, 2001: 122). Bölgesel dengesizliklerle ilgili olarak şu genellemelerin
yapılması mümkündür:
1. Gelişmiş olsun az gelişmiş olsun, dünyadaki tüm ülkelerde, az ya da çok yoğunlukta,
mutlaka bölgesel dengesizlik vardır.
2. Bölgeler arasında görülen sosyo-ekonomik gelişmişlik farkları, ekonomik gelişmenin bir
sonucudur.
3. Bölgeler
arası
gelişmişlik
farkının
düzeyi,
gelişmekte
olan
ülkelerde
gelişmiş
ülkelerdekinden çok daha fazladır. Ekonomik gelişmenin piyasa güçlerine bırakıldığı ve
devletin bölgeler arası gelişmiş farklarını azaltıcı politika izlemediği az gelişmiş ülkelerde
farklar daha da artmaktadır.
4. Bölgeler arası gelişmişlik farkları, gelişmekte olan ülkelerde giderek artarken, gelişmiş
ülkelerde zaman içerisinde azalan bir seyir izlemektedir.
5. Küreselleşme ile birlikte ulusal ekonomilerin dışa açılması, esnek üretim sistemi ve
elektronik ticaret/bilgi toplumu avantajlarını arkasına alan KOBİ’lerin büyük işletmelerle ve
rekabet şansını yakalamalarına paralel şekilde, 1980 sonrasında bölgeler arası farklılıkların
hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde azalma eğilimine girmesi sonucunu
doğurmuştur.
54
Türkiye’de Cumhuriyet’in ilânından bu yana çeşitli dönemlerde dünya ekonomisiyle yaşanan
ilişkinin biçimi ne olursa olsun bölgeler arası bir dengesizlik süregelmektedir. Ulusal gelirin yaklaşık
%30-40’ını oluşturan Marmara Bölgesi, özellikle 1960’lardan bu yana yaşanan çeşitli dönemlerde hep
en hızlı gelişen bölge olmaktadır. Marmara Bölgesi’ni daha düşük büyüme hızıyla Ege Bölgesi ile
Akdeniz Bölgesi’nin Çukurova yöresi izlemekte, özellikle 1980’lerin ortalarından itibaren Muğla ve
Antalya turistik yöreleri yeni gelişme kutupları olarak ortaya çıkarken diğer bölgelerin ulusal gelir
içindeki payları giderek düşmektedir.
Türkiye’nin doğal koşulları incelendiğinde, bölgeler arası eşitsizliklere zemin oluşturabilecek
özelliklerle karşılaşılır. Bu bağlamda ülkeyi kuzeyden ve güneyden kuşatan dağlık alanlar ile yüksek ve
engebeli Doğu Anadolu Bölgesi’nin doğa koşulları bakımından zor/sorunlu alanlara karşılık geldiği, öte
taraftan Marmara ve Ege bölgelerinin coğrafî koşullarının gelişmeye yardımcı olabilecek niteliklere
sahip oldukları söylenebilir. Bu genel doğu-batı coğrafî farklılıklarına, kıyı ile iç kesimler arasındaki
başta iklim, bitki örtüsü ve su durumu olmak üzere kimi coğrafî etmenlerdeki değişiklikler de
eklenirse; bölgeler arası kalkınma düzeyi farklılıklarının zemini biraz daha iyi anlaşılabilir. Buna göre
ülkenin dağlık alanları, kurak iç kesimleri ve yüksek doğu bölgesi sosyo-ekonomik gelişme için
olumsuz koşullar sergilerken, diğer tarafta ovalar, kıyı kesimleri ve batı bölgeleri gelişmeye uygun
alanları meydana getirmektedir.
Türkiye’deki bölgesel dengesizliklerin tarihsel nedenleri üzerinde de durmak gerekir.
Anadolu’nun çeşitli bölgeleri arasındaki gelişmişlik farkları, XIX. yüzyılda başta İngiltere olmak üzere
Batılı ülkelerle yapılan ticarete paralel şekilde dışa bağımlı yerleşme yapısının oluşmaya başlamasıyla
ortaya çıkmıştır (Dinler, 2001: 174).
Osmanlıların XVI. Yüzyıla kadar uyguladıkları yönetim sistemi, yeni bir yerleşme düzeninin
doğmasına neden olmuştur. Bu düzende başkent, bölgesel merkezler, Pazar kentleri/kasabaları ve
köyler şeklinde bir kademelenme oluşmuştur. Devletin ekonomik gücü, yerel denetim ve
organizasyonun izlediği yayılma politikası nedeniyle, düzenli aralıklarla dağılmış, ticaret yollarının
kesişme noktalarındaki bölgesel kentlere (sancak merkezlerine) dayanıyordu. XVI. Yüzyılda çok geniş
bir yüz ölçüme ulaşmış Osmanlı İmparatorluğu, önemli coğrafî farklılıklara rağmen, aralarında gelişme
bakımından derin farklılıklar bulunmayan bölgelerden meydana geliyordu.
Batı Avrupa, XIX. Yüzyıla gelindiğinde artık ham madde sağlayacağı ve mamul madde satacağı
pazarlar arayan, sanayileşmiş ülkeler halini almıştı. İngiltere ile imzalanan ticaret anlaşması (1838) ve
bunu izleyen diğer anlaşmalar, Osmanlı pazarını Batı’nın sanayi ürünlerine açmış, geleneksel Osmanlı
sanayisi ve bu faaliyetlerin toplandığı kentler işlevlerini yitirmişlerdir. Avrupa ile ticaret, liman kentleri
55
lehine gelişme yaratırken, iç bölgelerdeki kentler bu durumdan olumsuz etkilenmişlerdir. Böylece,
Türkiye’de bölgeler arası dengesizlik, batı ve deniz kıyısındaki kentlerin daha da canlanması, buna
karşılık iç ve doğu bölgelerdeki kentlerin ekonomik önemlerinin azalmasıyla ortaya çıkmaya
başlamıştır.
Özetle Türkiye’nin bölgesel gelişmişlik farkları, batıya açılma, Osmanlı’nın el sanatlarına dayalı
sanayisi ve ticaretinin gerilemesi ile başlamış, geleneksel ekonomik yapının ve yerleşmeler arası
hiyerarşinin bozulması ile derinleşmiştir. Osmanlılar zamanında beliren bölgesel dengesizlik, dış
dinamiklerin etkisiyle ülkeler arası emperyalist ilişkilerin sonucu ortaya çıkan bir dengesizliktir. Bu
dengesizlik, hem tarihsel ve coğrafî hem de Cumhuriyet döneminde uygulanan/uygulanmak zorunda
kalınan politikalarla, genel ekonomik gelişmeye bağlı olarak daha da artmıştır. Gelişmişlik farklılıkları
ekonomik göstergelere ilave olarak insanî göstergelere de yansımıştır.
Sanayileşme, günümüz Türkiye’sindeki bölgeler arası dengesizlikleri en iyi yansıtan
göstergelerden biridir. Sanayi tesislerinin batı bölgelerde yoğunlaştığını gösteren mekânsal dağılımı,
bu dengesizliği açıkça gözler önüne sermektedir. Esasında bu dağılım, büyük ölçüde el sanatları ve
esnaf biçimi örgütlenmeye dayanan Osmanlı sanayisinin (Kepenek ve Yentürk, 2005: 19) Türkiye
Cumhuriyeti’ne devredilmesidir denilebilir. Zira 1927’de yapılan sanayi sayımı sonuçları bu konuda
önemli ipuçları vermektedir. Bu sayıma göre; Cumhuriyet’in ilanının kısa bir süre sonrasında,
Türkiye’deki sanayi tesislerinin yarıya yakınının Marmara (%29,7) ve Ege (%19) bölgelerinde yer aldığı
anlaşılmaktadır. Buna karşılık, ülke sanayi tesislerinin ancak %13 kadarı; Güneydoğu (%7,6) ve Doğu
Anadolu (%5,2) bölgelerinde bulunmaktadır (Çizelge 2).
Son zamanlarda yaşanan bazı gelişmelerle sanayinin merkezden çevreye yayılması
(desantralizasyonu) söz konusu ise de bu durum henüz Türkiye’de bölgesel anlamdaki farkların
önemli ölçüde azaldığı/ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir (Çizelge 2). Sanayinin coğrafi
dağılımını ortaya koyan çalışmalar (Özgüç, 1987) ve DİE tarafından yapılan sanayi sayımları, sanayinin
bölgesel dağılımındaki dengesizliğin hâlâ korunduğunu göstermektedir. Çizelge 1’de görüldüğü üzere
1991 yılı değerlerine göre Türkiye’deki sanayi tesislerinin %72,6’sı yani neredeyse ¾ ü Marmara ve
Ege bölgelerinde toplanmışken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin her ikisinin ülke sanayi
tesislerindeki payı sadece %3,5’dir.
Türkiye’de bölgeler arasında tarımsal yapı, özellikle de ürün bazında verimlilik ve traktör
sayıları bakımından eşitsizliklerden söz edilebilir. Hektara buğday verimi, 1993 yılı itibariyle Marmara
Bölgesi’nde 3067 kg., Ege’de 2391 kg. iken, Doğu Anadolu’da 1104 kg., Güneydoğu Anadolu’da 2060
kg.dır (Dinler, 2001: 249). Bölgeler arası tarımsal verim farkları, pamuk, tütün, ayçiçeği gibi sanayi
ham maddesi olarak kullanılan diğer tarımsal ürünler için de geçerlidir. Mutluer’in (1999: 189)
56
çalışmasında Marmara, Ege ve Karadeniz Bölgesi’nin Orta ve Batı bölümlerinde Türkiye’deki toplam
traktörün %55’i yer almakta, buna karşılık Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde bu oran %14’ü
ancak bulmaktadır.
Çizelge 2. Türkiye’de sanayi kuruluşlarının ve GSMH’nın bölgelere göre oransal dağılımı
15
Bölge
1927
1973
1991
GSMH (%)
Marmara
29.7
54.7
56.1
36.8
Ege
19.0
15.0
16.5
17.2
İç Anadolu
13.2
12.6
10.4
16.0
8.1
4.6
4.9
12.3
17.2
7.8
8.6
9.0
G.Doğu Anadolu
7.6
2.1
1.9
5.1
Doğu Anadolu
5.2
1.2
1.6
3.6
Akdeniz
Karadeniz
Kaynak: Mutluer, 1999: 189 ve 191.
Tarımsal istihdam rakamları da benzer bir tablo çizmektedir. Tüm ülkede tarım kesiminde
çalışan nüfus oranları yüksek olmakla birlikte Doğu, Güneydoğu ve Karadeniz bölgelerinde tarımsal
istihdam oranları %60’ın bile üzerine çıkmakta, Marmara Bölgesi’nde ise %25 düzeyinde kalmaktadır
(Çizelge 5).
Ülkede üretilen mal ve hizmetlerin büyüklüğünü ifade eden GSMH oranları ve kişi başına
düşen GSYİH değerlerinin bölgesel dağılımı bölgesel dengesizlikleri açıkça ortaya koymaktadır (Çizelge
2 ve 3). Bu veriler incelendiğinde, ülkenin batısından doğusuna doğru gidildikçe bölgelerin GSMH
oranları ve kişi başına GSYİH değerlerinin düştüğü gözlenmektedir. Ekonomik bir gösterge olarak kişi
başına ihracat değerleri Marmara Bölgesi’nde 5000 ABD dolarını aşarken, ülkenin doğu yarısında
kalan bölgelerde 700 doların hatta Doğu Anadolu’da 100 doların altına inmektedir.
Türkiye’de doğu batı gelişmişlik düzeyi farklılığı, sadece ekonomik değil, aynı zamanda da
sosyal ve demografik göstergelerde de izlenebilmektedir (Çizelge 3). Kadın çağ nüfusu içinde okuryazar nüfus oranı doğu ile batı bölgeleri arasında %20-30 kadar bir fark göstermektedir. Nitekim
Marmara Bölgesi’nde okur-yazar kadın oranı %88 iken bu oran Güneydoğu Anadolu’da %60, Doğu
Anadolu’da %66 düzeyinde bulunmaktadır.
Doğurganlık ve bebek ölüm oranları da bu görünümleri desteklemektedir. Ülkenin batısındaki
bölgelerden Marmara’da 1.91 olan kadın başına düşen ortalama çocuk sayısı (TDH), doğuya gidildikçe
kademeli olarak artmakta, doğu bölgelerde kadın başına ortalama 4 çocuk, hatta Güneydoğu Anadolu
15
GSMH: gayri safi milli hâsıla, GSYİH: gayri safi yurt içi hâsıla.
57
Bölgesi’nde 5 çocuğa yaklaşmaktadır. Bebek ölümlülüğü konusundaki en yüksek rakamlara da yine
doğu bölgelerde rastlanılmaktadır.
Çizelge 3. Türkiye’de bölgeler arası farklılıkları ifade eden bazı göstergeler, 2000
Bölge
Kişi başına
Tarımsal
Toplam
Bebek ölüm
Kadın
Kişi başına
GSYİH
istihdam
doğurganlık
oranı (% o)
Okur-yazar
ihracat
(milyon TL)
(%)
hızı
oranı (%)
değeri ($)
Marmara
2657
25.3
1.91
39.4
88.1
5342
Ege
2130
50.5
2.17
40.1
84.2
3416
İç Anadolu
1820
46.8
2.54
41.8
85.0
407
Akdeniz
1726
55.0
2.58
37.0
82.0
1841
Karadeniz
1396
66.1
2.39
42.3
78.5
662
G.Doğu Anadolu
954
61.4
4.86
48.3
60.2
347
Doğu Anadolu
841
66.4
3.92
53.4
65.9
84
1837
48.4
2.53
43.0
80.6
2249
TÜRKİYE
Kaynak: Kaymak ve diğerleri, 2003, DPT.
58
6.PLANLAMA HİYERARŞİSİ
Plânlama, TDK sözlüğünde, “hükümet tarafından ulaşılacak amaçları belirleyen, bazı
kesimlerdeki artış ölçüsünü tespit eden ve uygulanması gerekli çareleri önceden gösteren ekonomik,
sosyal programın belli süreler için hazırlanma işi” olarak tanımlanmaktadır. Şüphesiz ülkenin
ekonomik ve toplumsal gelişmesi için gerekli olan bu plânlama süreci için değişik ölçeklerden söz
edilebilir. Makro düzeydeki ulusal plânlar; bölgeler arası dengesizliklerin giderilmesini veya bölgesel
sorunları çözmeyi amaç edinmiş bölgesel plânlar; su havzalarını içine alan havza esaslı bölgesel
plânlar; il ölçeğinde gelişmişlik düzeyinin yükseltilmesini amaçlayan il gelişme plânları, kentsel
yerleşme düzeyindeki metropoliten alan ve kent plânları, plânlama sürecinin hiyerarşik unsurlarını
oluşturmaktadır.
6.1.Ulusal Plânlama/Ülke Düzenleme
Ulusal plânlama sürecinde belirlenen sektörel hedefler ve ilgili politikalar diğer plân
kademelerinde izlenecek politikaların bel kemiğini oluşturur. Ülke Düzenleme, ülkenin geleceğe
yönelik vizyonu ve gelişme stratejileri çerçevesinde, ulusal öngörü hedeflerine erişmek için
etkinliklerin en uygun dağılımını sağlamaktır. Diğer bir deyişle, ekonomik ve sosyal gelişmenin en
genel kapsamdaki ve detaya inmeyen mekânsal boyutudur. Bölge plânları arasında eşgüdümü ve
dengeyi sağlar. Bu bağlamda Ülke Düzenleme, kendine ait araçları olan özel bir politikalar demeti
değil, konu ile ilgili Bakanlıkların müdahale olanaklarını bölgesel hedeflerin etrafında birleştirmesine
yönelik bir düşünme metodudur.
6.2.Bölge Plânlama
Dünyada (doğal kaynak, nitelikli insan gücü, teknoloji ve bilgi üretimi/kullanımı, sosyalfiziksel-ekonomik altyapı gibi) kaynakların dengeli dağılmaması, toplumun tarihsel, fiziksel, yapısal ve
örgütsel özelliklerindeki farklılıklar, ülke genelinde sorunlara ve potansiyel sorunlu alanların
oluşmasına neden olmaktadır. Bölge plânlama, dünyadaki bu tür alanların diğer alanlarla ekonomik,
toplumsal ve fiziksel bütünleşmesini sağlamak üzere yararlanılan bir araçtır. Başka bir söylemle bölge
plânlama, ana teması bölgeler arası dengesizlikleri giderme olan bir kalkınma yöntemidir.
Bölge plânı ve stratejileri, Ülke Düzenleme stratejileri çerçevesinde ulusal önceliklerin ve
politikaların, yerel ölçekteki gereksinimlere yanıt verecek biçimde, yereldeki fiziksel ifadesini
somutlaştıran önemli bir ara yüzdür. Yerel öncelikleri tanıyan ve açık-seçik ortaya koyan bölge
plânlaması, ulusal bağlamda mekânsal bütünleşmeyi sağlayacak sektörel programları/eylemleri
detaylandırır. Bu bağlamda bölge plânlamanın kalkınma kavramından ayrılamayacağı açıktır.
59
Bütünleştirici bir rol oynayan bölge plânlamasının stratejik bir perspektifle çeşitli eylem
programlarını bütünleştirdiği ölçüde başarılı olacağı görüşü yaygındır. Geçmiş uygulamalar, bölge
plânlamanın ulusal ve yerel hedeflere ulaşmada vazgeçilmez bir araç olduğunu göstermektedir.
Ayrıca küreselleşme, dünya çapında iletişim ve enformasyon ağları, gibi nedenlerle, ekonomilerin
giderek karmaşıklaştığı ve rekabetin arttığı günümüzde, ulusal/yerel çıkarların korunması, farklılıkların
fırsata dönüştürülmesi, plânlamanın tüm kademelerinin bütünleşik bir yaklaşımla ele alınmasını
zorunlu kılmaktadır.
Kalkınmanın
mekânsal,
bir
başka
deyişle
coğrafî
boyutunu
da
hesaba
katma
gereksinmesinden doğan bölge plânlaması, ekonomik, toplumsal ve fiziksel plânlama çalışmaları
arasında eşgüdüm sağlamaya elverişli düzeyde bir plânlama türüdür. Kalkınmaya ilişkin ulusal
politikaların, yerel gereksinmelere yanıt vermesi, yerel eylemlere dönüştürülmesi, bölge plânlarının
işlevidir. Bu açıdan, bölge plânlaması, soyut ve genel düzeyde olan ulusal plânlar ve politikalar ile
somut ve yerel düzeyde olması gereken yerel plânlama eylemleri arasında bir bağ işlevi görür. Bu
bağlamda bölge, ulusal ve yerel topluluklar arasında bir bağ olarak, ulusal anlamda ve yerel girişime
dayanan gelişim tasarılarının dengeli bir bütünlüğü için bir ilişki sistemi sağlayan ölçektir.
Merkezi yönetimler, yerel fiziksel çevrenin biçimlenmesine ve nüfusun dağılışına etkide
bulunabilecek türlü araçlara sahiptirler. Sulama, enerji kuruluşları, yollar, barajlar, limanlar, tarımsal
krediler, mekândan yararlanmaya ilişkin yetkiler, konut yardımları, söz konusu araçlardan bir
bölümüdür. Bunların en etkin ve eşgüdümlü bir biçimde birleştirilmesi, ancak belli bölgelerin
geliştirilmesi için hazırlanmış plânlar içinde bir araya getirilmeleriyle olur. Bundan başka, bir yerde
arazi kullanımının geleceğinin belirlenmesi, o yerin ekonomik işlevinin ve başka yerleşmelerle olan
ilişkilerinin ileride ne biçim alacağının kestirilmesine bağlıdır. Yerleşmelerin bu ekonomik işlevleri ne
derecede kesinlikle bilinirse, topraklarından yararlanmanın geleceği de o ölçüde etkinlikle
plânlanabilir. Birbirine yakın birkaç kentten her birinin bağımsız ve eşgüdümsüz bir biçimde toprak
kullanma biçimini plânlamaları durumunda, iç içe girmeler nedeniyle, büyük kaynak savurganlığına
yol açılmış olur. Bölge plânlaması bu savurganlığı önleyen bir araçtır.
Bölgeler kapalı sistemler değildir. Başka bölgelerle olan para, mal, hizmet ve nüfus alış
verişleri, bölge plânlamasında önemle ele alınır ve sektörler arası karşılaştırmalar bütün bölgeler için
yapıldıktan sonra, yatırım kararlarına varılır. Bölgesel dengesizlikleri azaltmak için kullanılacak
politikanın, bu dengesizliklerin nedenlerinin bilinmesini, dolayısıyla bölgeler ölçüsünde inceleme,
araştırma ve plânlama çalışmaları yapılmasını gerektirir. 20.yüzyılın tanık olduğu hızlı kentleşmenin,
kentleri artık kendi sınırları dışına taşıyarak, kent planlaması anlayışında yol açtığı değişikliklerin
başında, kentlerin çevreleri ve bölgeleriyle birlikte ele alınmaları gereğinin anlaşılması gelmektedir.
60
6.3.Havza Esaslı Bölge Plânlama
Havza yönetimi modeli; topografya durumu ve klimatolojik şartlar çerçevesinde oluşturulan,
özellikle su kaynakları ve kaynakları besleyen uluslar arası ve yüzeysel suların toplandığı bölge ve bu
bölge içerisindeki toprak, hava, flora-fauna ve tüm doğal kaynaklar ile hassas ekosistemlerin
oluşturduğu su havzalarını kapsar.
Modelde doğal kaynakların doğal yenilenme ve nesillerini idame ettirme süreci temel alınır ve
her kaynak için en uygun/dengeli kullanımın sağlanması ve koruma-kullanma dengesinin belirlenmesi
amaçlanır. Bu amaç doğrultusunda, havza yönetim modelleri oluşturularak sosyo-ekonomik sektörel
gelişmeler, altyapı yatırımları ve diğer kaynak kullanımları, çevresel şartlarla birlikte dikkate alınarak,
özellikle finansman kaynaklarının yaratıldığı yerinden yönlendirme, plânlama, denetim, izleme ve
diğer hizmetlerin sağlanması gerçekleştirilir.
Geçmişi 1930’lara kadar uzanan havza planlamasının ilk örneği, ABD’de uygulanan Tennesse
Valley projesidir. Türkiye’de için ise Keban barajı ile başlayan Yukarı Fırat Havzası Plânlaması ilk havza
planlaması olarak değerlendirilebilir. 1970’lerde gündeme alınan, 1990’larda yeni bir çalışma ile
tekrar gündeme gelen Zonguldak Havzası Plânlaması, GAP ve Çarşamba Ovası (Havzası) plânlama
çalışmaları da diğer havza esaslı bölge plânlaması örnekleridir. Sürdürülebilirlik bağlamında havza
ölçekli bölge planlamaya güncel bir örnek olarak, Yeşil ırmak Havza Gelişim Projesi verilebilir. Bu proje
ile Yeşil ırmak havzasında ekolojik dengeyi bozmadan en uygun ve ekonomik arazi kullanım
planlamasının yapılması, doğal kaynakların izlenmesi ve yönetilmesi, erozyonunun önlenmesi; su
kirliliği ile orman alanlarının belirlenmesi ve izlenmesi, mera ıslahı, şehirleşme ve sanayinin takibi ile
plânlı gelişme konularında sorunların çözümü amaçlanmaktadır.
Pek çok ülkede, 1970’li yıllardan beri bir plânlama yaklaşımı, bir yaşam biçimi olarak
sürdürülebilirlik kavramı gündemde yerini almıştır. Sürdürülebilirlik, doğal dengeleri ve döngüleri
olabildiğince korumak ve onlardan olumlu şekilde yararlanmaya çalışmak şeklinde tanımlanabilir. Bir
başka şekilde ifade edilecek olunursa sürdürülebilirlik, öncelikle doğal ve yenilenemeyen kaynakların
kullanımında bu gün için bir denge, gelecek için ise dikkatli kullanma ve koruma olarak
algılanmaktadır.
Doğal kaynakları ve dolayısı ile ekosistemler, kendi denge sınırları içinde kullanır ve
korunabilirse, sürdürülebilirlik de güvence altına alınabilir. Bu açıdan bakıldığında, bölge plânlama
çalışmalarını, sınırları sosyo-ekonomik ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak değişen bölgeler yerine,
doğal sınırları değişmeyen havza ölçeğinde yapmak, öncelikle doğal dengeleri sürdürülebilmek
açısından daha anlamlı bir yaklaşım olarak görülmektedir. Havza ölçekli bölge planlamada, doğal
61
kaynaklar üzerinde olabilecek üretim/tüketim faaliyetlerinin taşıma kapasitesi sınırlarının üzerinde
kullanımlarını bütüncül bir yaklaşım içinde gözleme, yönlendirme, denetleme, olanağı vardır.
6.4.İl Gelişme Plânlaması
İl gelişme kavramı, bölge gelişme kavramıyla büyük benzerlikler göstermektedir. Daha küçük
ölçekte olmak üzere; ilin refah düzeyi veya içinde bulunduğu gelişmişlik düzeyinin yükseltilmesi bu
plânlamanın temel amacıdır.
İl gelişme plânlaması, iller ve bölgeler arasındaki gelişmişlik farklarının kabul edilebilir bir
duruma getirilmesini, görece geri kalmış bölge ve yörelerin kalkındırılmasını içerir. Amaç, kısa, orta ve
uzun dönemde, bir ilde gelişmeyi sağlayacak hedefleri ve amaçları belirlemek, bu amaçla izlenecek
yolları göstermek, olası sektörel büyüme eğilimlerini ve büyüklüklerini saptamak, gelişmenin
gerektirdiği her tür kaynak ve alan tahsislerini yapmak, gelişmenin sosyal, kültürel ve ekonomik
eylemleri için fiziksel altyapı hazırlamaktır.
İllerde gelişmenin ölçütleri, ilin fiziksel alt yapısı, gelir düzeyinin toplumun farklı katmanları
arasında dengeli ve adaletli dağılımı, işsizliğin azalması, eğitim ve sağlık göstergelerinde iyileşmeler,
demokratik katılımcılık düzeyi, toplumun sosyo-kültürel gereksinimlerinin karşılanma düzeyi,
toplumsal amaçlar etrafında örgütlenebilme yeteneği ve doğal ve tarihi çevreye duyarlılık olarak
sıralanabilir.
Kalkınmanın taşradan başlamasında; yöresel ve bölgesel ekonomik kaynakların harekete
geçirilerek ve taşranın sosyo-ekonomik düzeyini yükselterek ülke kalkınmasının başarılmasında il
gelişme plânının önemi büyüktür. Kamu yönetiminin ülke coğrafyasındaki temel ekseni olan illerin
gelişmesi, ülkenin gelişmesi demektir.
6.5.Metropoliten Alan Plânlaması
21. yüzyıla girerken, dünya ekonomisinin giderek küresel bir nitelik kazanması, yeniden
yapılanma sürecine girilmesi, kentlerin önemini daha da arttırarak ülkeler arasındaki yarışları,
metropoller arasındaki yarışlara dönüştürmüştür. Teknolojik gelişmenin baş döndürücü bir hızla
gerçekleşmesi; köyleri kentlere, kentleri bölgelere ve bölgeleri de ülkelere yakınlaştırmıştır.
Küreselleşmenin
etkisi
ile
dünya
küçülürken,
insan
yerleşmeleri
büyümüştür.
Ticaretin
serbestleşmesi, sermayenin, malların, hizmetlerin ve kişilerin serbest dolaşımının tüm dünya
ülkelerini kapsaması yönünde ülkelerin büyük çabaları vardır. Bugün pek çok ülkede metropoliten
alanlar bir bütün olarak ele alınmakta ve plânlama ve uygulamanın bu ölçekte gerçekleştirilmesine
çalışılmaktadır (DPT, 2000: 124).
62
Türkiye gerek metropoliten yerleşmelerin karakteristikleri, gerekse halen devam eden
metropolitenleşme süreçleri itibariyle gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler grubu arasında yer
almaktadır. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Bursa ile başlayan sürece, bugün ülkenin gerek
batısında gerekse doğu ve güneydoğusunda, 1990 öncesinin orta büyüklükteki kentleri de
katılmaktadır.
Metropollerle ilgili düzenlemeler; bu özellikleri taşıyan kentlerimizin içinde bulundukları
sorunlara çözüm bulunabilmesi, ulusal ve uluslar arası düzeyde çağdaş metropol konumuna
getirilebilmeleri için, plân döneminde öncelikle ele alınacak temel yapısal değişim projelerinden
biridir.
Metropoliten Plânlama, 1965 yılında İmar ve İskân Bakanlığı’nın, üç büyük kentte Nazım Plân
Büroları kurulması için karar alması ile başlamıştır. Nazım Plân Bürosu çalışmalarına 1966 yılında
İstanbul, 1968’de İzmir, 1969’da da Ankara’da başlanmıştır. İmar ve İskân Bakanlığı’nca metropoliten
özellik gösteren ve gelecekte metropol olacak Bursa, Adana, Elazığ, Samsun, Erzurum gibi kentler için
metropoliten plânlama çalışmaları başlatılmıştır.
1972 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile uygulamada bütünlük sağlamak ve büyük kentlerimizin
sorunlarını ilgili kamu kuruluşları ile birlikte paket projeler biçiminde çözümlemek amacına yönelik
“Bakanlıklar arası İmar Koordinasyon Kurulu”nun kurulması kararlaştırılmıştır. Bu çerçevede İstanbul,
Ankara, İzmir, Zonguldak Metropoliten Alan Plânlama büroları çalışmalar yapmıştır. 1982
Anayasası’nın 127. maddesi ile büyük şehir alanlarında özel yönetim biçimleri oluşturulmasına
elverişli bir hüküm getirilmiştir. Bu maddenin 4. fıkrasında, “Kanun, büyük yerleşim merkezleri için
özel yönetim birimleri getirebilir” ifadesi vardır. Bu maddeden güç alarak, 3030 sayılı Büyükşehir
Belediyelerinin Yönetimi Hakkında Kanun ile büyük şehir belediyeleri yönetimi kurulmuş ve metropol
alanların yönetimi ve denetimi büyük şehir belediyelerine bırakılmıştır.
63
7.BÖLGE PLANLAMADA YENİ GELİŞMELER
1970’li yıllara kadar çeşitli ülkelerin benimsedikleri bölge plânlama yaklaşımları, o ülkelerin
sosyo-ekonomik, siyasi ve kültürel yapılarına göre çeşitlenmekle birlikte, hemen hepsinde görülen
ortak amaçlar; kaynakların ideal kullanımı, ekonomik yararın olabildiğince arttırılması ve yararın
bölgeler arasında adil-dengeli dağılımı olmuştur. Bunlara, 1980’li yıllardan bu yana sürdürülebilirlikçevrenin ve yaşam kalitesinin korunması da eklenmiştir.
Bölge plânlama deneyimleri, dengeli dağılım hedefinin gerçekleştirilebilme şansının yalnızca
tesislerin yer seçimini etkilemeye yönelik bölgesel politikalara bağlı olamayacağını göstermiştir.
Ülkelerin, yalnızca genel büyümeyi değil, bu büyümenin mekânsal dağılımını yönlendirmenin
parametrelerini kuramsallaştırma arayışları 1980’li yılların bölgesel gelişme politikalarını etkilemiştir.
1990’lı yıllarda küreselleşme ve yerelleşme, bölge kavramında değişimleri de beraberinde
getirmiştir. Nitekim Avrupa Birliği’nin “Avrupa 2000” ve “Avrupa 2000+” dokümanlarında temel ortak
bölgesel hedefler ve politikalarda bu değişimin izleri görülür;

Sosyal, ekonomik ve mekânsal bütünleşme, kültürel çeşitliliğin korunması,

Çevrenin korunması (bununla ilgili olarak arazi kullanımı ve kent-kır plânlaması norm ve
standartlarının geliştirilmesi), kentlerde çevre kalitesinin ve yaşam standardının korunması,

Bölgelerin seçilmiş yerinden yönetime sahip olması,

Avrupa’nın küresel ölçekte yarışabilen iş alanına dönüştürülmesi,

Uzun dönemde taşımacılık, telekomünikasyon ve enerjide Trans-Avrupa ağı kurularak birliğin
çevre bölgelerinin merkez bölgelerine (Güney İngiltere, Benelux, Batı Almanya ve Kuzeydoğu
Fransa) bağlanması,

Bütünleşik bir sosyo-ekonomik ve coğrafya bilgi sisteminin kurulması (veri tabanında
bütünleşme),

Avrupa kentler sisteminin geliştirilmesi,

Kentsel yoğunluk bölgelerinde, orta büyüklükte kentlerin birbiriyle işlevsel bağını
güçlendirerek gelişme aksları-alanları yaratılması16,
16
Yapılan araştırmalar küçük-orta büyüklükte kentlerden oluşan bir kent ağının, tek bir büyük kente göre, bünyesindeki
gelişmeyi daha geniş alana ve daha eşitlikçi biçimde yayabildiğini göstermektedir. Bu nedenle, büyüme merkezi politikasını
ölçek ve kentleşme ekonomilerine sahip tek büyük merkez oluşturmak için aşırı çaba harcamak yerine, yakın konumlanmış
irili ufaklı kentlerden oluşan ağın desteklenmesi, özellikle az gelişmiş bölgelerde daha etkin sonuç verebilir. ABD’de yapılan
bir araştırmada ağ merkezi olarak tanımlanan ağ içi en büyük kentin en en uzak ağ kentine uzaklığı ≈160 km., nüfusu 150
000 ile 4000 arasında değişen ağ içi yerleşme sayısı 29, ortalama kentsel yerleşme büyüklüğü 13760 kişidir (Krakover, 1987).
64

Alt bölge problem ve potansiyellerine ağırlık verilmesi (böylece hem kamu harcamalarının
hedefe daha etkin ulaşması, hem de yerel girişimcinin daha fazla katılımının teşvikinin
sağlanması) olarak sıralanabilir.
1970 sonlarından 1990 başlarına dek bölge plânlama bir durgunluk dönemi geçirmiş ve hızını
kaybetmiştir. Bu düşüşün nedeni, bölge plânlamasının bölge stratejilerinin etkinlik alanını aşan
kapsam ve çeşitlilik gösteren ekonomik ve bütçe konularına dalması ve/veya büyüme periyodunun
sona ermesi ile kent ve bölge plânlama yönetiminde daha geleneksel pragmatik tarza dönülmesi
olduğu yönünde görüşler vardır. Nedeni ne olursa olsun, bölge plânlamanın düşüşü birçok bölgedeki
alt ölçekli plânlamaları (kent, metropol, vb.) stratejik çerçeveden yoksun bırakmıştır. Günümüzde
yeniden akademik ve meslek çevrelerinin gündemine girmiş, belki de en önemli siyasal gündem
maddesi haline gelmiştir. Bu süreç içinde, özellikle gelişmiş ülkelerde yaşanan ekonomik, teknolojik,
toplumsal değişim,17 1990’larda bu ülkelerin bölgesel gelişmeye yönelik politikalarında ciddi değişime
yol açmıştır ( Çizelge 4).
Çizelge 4. Bölgesel politikalarda bazı temel değişiklikler
Problem bölgeler
Temel strateji
Örgütsel form/yapı
Hâkim mekanizma
Geleneksel
Karşıtlık (gelişmiş/gelişmemiş)
Bölgesel büyüme/gelişme
Merkezî, devletçe desteklenme
Bölgeler arası yeniden dağıtım
Önemli
Yönlenmeler
Kapital ve doğal kaynaklar
Madde (elle tutulabilen);
Ekonomik büyüme;
Sanayi sektörü;
Projeler;
Az sayıda büyük firma ve proje
Dinamikler
Mekânsal açıdan sabit sorun alanlar;
Önceden belirlenmiş ve plânlanmış bir
dizi “büyüme merkezi” Metropoller
Yarının talepleri
Çok yönlülük (çeşitli yapısal zayıflıklar)
Bölgesel yenilik
Merkezî değil, bölgesel topluluk ön plânda
Öncelikle yerel ve bölgesel kaynakların
harekete geçirilmesi
Bilgi ve üretimine yönelik kaynaklar
Nitelikli insan gücü,
AR-GE, teknik ve sosyal altyapı, vb);
Kalite (elle tutulamayan);
Sürdürülebilirlik ve esneklik;
Servis sektörü ve sektörler arası bağlar;
Programlar;
Çok sayıda küçük-orta ölçekli firma ve proje
Hızla değişen problem alanlar;
Yerel kaynağın “kendiliğinden” hareketliliği
(doğal büyüme merkezi)
Orta boy kent ağları ve çok odaklı mekânsal
yapı
Bölge plânlama özet olarak;






Sektörel etkinliklerin karşılıklı bağımlılığını vurgulamalı ve kapsamlı olmalıdır,
Bölge için stratejik vizyon geliştirmelidir,
Ulusal öncelikleri ve yerel talepleri yansıtmalıdır,
Değişen koşullarla başa çıkabilecek güçte olmalıdır,
Bölge plânı yapım ve uygulama sürecinde yerel katılımcının görüşlerinden yararlanılmalıdır,
Düzenli gözleme ve yeniden gözden geçirmeye olanak tanıyacak mekanizmayı içermelidir.
17
Post-Fordist üretimin ekonomiye hâkim olması, bilgi teknolojisindeki gelişim ve bilginin stratejik kaynak haline gelmesi,
post modern toplumda yerelliğin ve katılımın öne çıkması, vb.
65
8.BÖLGESEL GELİŞMENİN ARACI OLARAK BÖLGE PLANLAMA
Bölge planlaması, karşılaştırmalı olarak, bölgeler arasında ortaya çıkan ekonomik, sosyal ve
alt yapıya ilişkin yoksunlukların azaltılmasını/giderilmesini amaçlamaktadır. Türkiye’de “Plânlı
Kalkınma” döneminden itibaren bölge gelişmesi ve bölgeler arası dengesizlikler üzerinde durulması ve
bölge plânlama çalışmalarına plân ve programlarda yer verilmesine karşın öngörülen hedeflere
varıldığını ve bölge plânlarının uygulamaya konulduğunu söylemek mümkün değildir.
Ülkemizde mevcut olan bölgelerarası gelişmişlik farkının azaltılması, kaynak israfının
önlenerek en rasyonel kullanımın belirlenmesi ve dengeli bir kalkınma sağlanması açısından bölge
plânlaması çok önemli bir araçtır.
Bölgeleri, yoksunluklarına veya gelişmişlik düzeylerine göre:
1. Az gelişmiş bölgeler
2.Duraklamış bölgeler
3. Aşırı kalabalık bölgeler
4. Gerileyen bölgeler olarak, (Dinler, 2001: 123) sınıflandırmak mümkündür. Türkiye’de bölge
plânlaması gereği duyulan bu dört bölge türüne denk düşecek alan mevcuttur. Zaten bunlarla ilgili
plân çalışmaları da yapılmıştır. Ancak politik etmenlerle birlikte ülke için giderek çok daha ciddi bir
sorun halini almış olan sorunlu bölgeler az gelişmiş bölgelerdir.
Bölgelerarası dengesizlikleri azaltmanın veya ortadan kaldırmanın ekonomik, sosyal ve siyasal
birtakım güçlükleri vardır. Ancak özellikle az gelişmiş ülkelerde kendi haline bırakıldığında, bu
dengesizliklerin azalma eğiliminde olmadıkları yaygın bir kanıdır. Bölgelerarası tam bir denge
sağlamanın pek de gerçekçi olmadığı kabul edildiğinde, mevcut dengesizlikleri azaltmaya veya en
azından arttırmamaya yönelik bir politikanın benimsenmesi, sosyal adalet ve ekonomik kalkınmanın
gerçekleşmesi açısından daha uygun olmaktadır.
Bölgelerarası dengesizliği, yalnızca gelire dayalı olarak değerlendirmek her zaman yeterli
olmamaktadır. Çünkü artık gelişmenin niceliksel önemi kadar, hatta daha da fazla niteliğine önem
verilmektedir. Bu nedenle gelirin yanı sıra, işgücü yapısı, işsizlik düzeyi, eğitim derecesi, yatırım
düzeyleri, bölgelerin ve bölgelerde yaşayanların gerçek yaşam standartlarını ve rekabet düzeylerini
belirlemede daha etkili olmaktadır.
66
Geliştirilmiş fiziksel ve sosyal altyapı, iletişim ağları, nitelikli işgücü, gelişme için gerekli ama
yeterli değildir. Doğrudan üretken yatırım olmaksızın, eğitim az gelişmiş bölgeler için kaynak kaybına
yol açmaktadır. Çünkü yetişmiş insan gücünün, gelişmiş bölgelere transferine yol açmaktadır.
Özellikle Avrupa ülkelerindeki son gelişmeler ve çalışmalar, bir bölgenin gelişimindeki
göstergeleri;
1 Yerel ekonomik yapı
2 Yerel koşulların, politik yapının önemi
3 Altyapı ve fiziksel plânlama
4 Nitelikli işgücü
5 Kültürel koşullar ve yaşam tarzı
6 Yerel faktör fiyatları
7 Nüfus yoğunluğu ve yığılmanın avantajları olarak belirlemektedir.
Bölge plânlamanın ana teması bölgelerarası dengesizliklerin giderilmesidir. Fakat bölge
plânlama deneyimleri, “dengeli dağılım” hedefinin gerçekleştirebilme şansının sadece tesislerin yer
seçimini etkilemeye yönelik bölgesel politikalara bağlı olamayacağını göstermiştir. Ülkelerin sadece
genel büyümeyi veya bu büyümenin mekânsal dağıtımını hedefleyebilmelerinin parametrelerini
kuramsallaştırma arayışları, 1980’li yılların bölgesel gelişme politikalarını etkilemiştir. 1990’lı yıllarda
küreselleşme ve bölgeselleşme (bölgesel birliklerin oluşumu), bölge kavramında değişimleri
beraberinde getirmiş küresel/yerel diyalektiği içinde bölgenin değişen anlamı tartışılmaya
başlanmıştır. Ayrıca çevre sorunları, “sürdürebilirlik kavramı” bölgesel stratejilerin belirlenmesinde bir
başka önemli boyut olarak yerini almıştır.
Günümüzde bölgesel gelişme politikaları, iç ve dış dinamikler ve kısıtlayıcılardan hareket
ederek, mekânın ekonomik ve sosyal gelişmenin bir yansıması olmaktan çok, mekânın özünde
kendisinin ekonomik ve sosyal gelişmenin belirleyici bir boyutu olduğu kabul edilerek
saptanmaktadır. Türkiye için küreselleşme, bölgeselleşme (Avrupa Birliği ile bütünleşme) dış
dinamiklerinin ve hızlı yapısal değişimlerin etkisi altında bölgesel gelişme stratejilerinin yeniden
belirlenmesine ihtiyaç vardır.
Genel olarak, merkezi sisteme dayalı ülkelerde bölgelerarası dengesizliklerin çok daha önemli
boyutlarda olduğu gözlenmektedir. Hatta giderek başkentin veya ekonomik başkentin ekonomik ve
demografik mutlak hâkimiyeti, gövdenin zor taşıdığı “büyük başlılığa” dönüşmektedir. Buna karşılık
yerinden yönetimin güçlü olduğu sistemlerde bölgeler arasındaki farklılıklar göreceli olarak daha
azdır.
Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde bölge sorunları, özünde değişiklikler göstermektedir.
Gelişmekte olan ülkeler hızlı bir sosyo-ekonomik yapısal değişim yaşamaktadır. Bu yapısal değişim,
demografik (kır-kent nüfusu ve faal nüfusun oransal değişimi), sektörel (tarım sektörünün ağırlığının
67
sanayi
ve
hizmet
sektörleri
lehine
azalması),
kültürel olmak
üzere
farklı
boyutlarda
gerçekleşmektedir.
Gelişmiş ülkelerde plânlama bütünlüğü, bir taraftan hiyerarşik bir yaklaşımla fakat esneklik
sağlanarak (ülke düzenleme, bölge plânlama, metropoliten alan planlaması ve kent plânlama
kademelerinde sağlanan ilişkilerle), diğer taraftan gerekli kurumsallaşma ve uygulama araçları
öngörülerek gerçekleştirilmektedir.
Plânlama kademelenmesi içinde bölge planlamada eşgüdüm Ülke Düzenleme ile
sağlanmaktadır. Bu nedenle Ülke Düzenleme kavramı üzerinde durularak, küreselleşme-yerelleşme
olgusu ile ortaya çıkan dağılma-kutuplaşma eğilimleri mekânsal parçalanmayı dolayısıyla plânlamada
da desantralizasyonu güçlendirirken, Ülke Düzenleme’nin gerekliliğinin tekrar tartışılması kaçınılmaz
bir hal almaktadır. Ayrıca Türkiye’de bir ara gündemde kalan Milli Fiziki Plan ve Ülke Düzenleme
kavramları irdelenmelidir. Tabandan ve uluslar arası ilişkilerden gelen talepler bölge planlamayı da
zorunlu kılmaktadır.
Bu açıdan Türkiye’nin çözümlemek durumunda olduğu başlıca sorunlar şu şekilde
sıralanabilir:







Hızlı yapısal değişim (Bugün nüfusun %35’inin kır kesiminde bulunması kırdan kente göçün
devam edeceğinin göstergesidir. Bu oranın en az %20’lere inmesi beklenebilir),
Nüfusun kır-kent arasındaki hareketleri kadar kent-kent arasındaki hareketleri,
Sermaye hareketleri, sermayenin batıda yoğunlaşması,
Doğal afet riskleri,
Kentsel sistemin dengelenmesi ve güçlendirilmesi, sistem içi ve sistemler arası nitelik
farklarının giderilmesi,
Kentleşme ve altyapı maliyetlerinin azaltılması,
Doğal kaynaklar ve kültürel çevrenin korunması.
Bölgeler arası dengesizlikler, dünya konjonktüründeki değişimler, Türkiye’nin AB’ne uyum
gereği, özellikle son doğal afetlerden sonra gerek toplumda gerekse siyasi çevrelerde ekonomik
etkinliklerin yeniden dağılımı ve çevreye karşı (henüz iradenin değilse bile) bilincin artıyor olması, ülke
mekân düzenlemenin gerekliliğini ve bölgesel yeniden yapılanmayı zorunlu hale getirmiştir.
68
9.TÜRKİYE’DE BÖLGESEL GELİŞME YAKLAŞIMLARI
Bölgesel gelişmenin sağlanması konusundaki çalışmalarını öncelikle, plânlı dönem öncesi ve
plânlı dönem olarak iki ana dönemde ele almak yerinde olacaktır. Plânlı dönem öncesi, kendi içinde
birbirinden farklı özelliklere sahip 1923-1950 ve 1950-1960 devresi olarak ayrılabilir. Türkiye 1960
sonrasında plânlı bir döneme girmiştir. DPT’nin kuruluşu ve ulusal kalkınma plânlarının hazırlanması,
bu dönemi 1963’den başlamak suretiyle 2005 yılını da içerecek şekilde hazırlanmış olan sekiz beş yıllık
kalkınma plânı ile 2007-2013 yıllarını kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Plânı dönemleri olarak alt
bölümlere ayırarak incelemeyi gerekli kılmaktadır.
9.1.Planlı Dönem Öncesi (1923-1960)
Bu dönemin 1923-1950 devresinde, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ülke genelinde bölge
ayrımına gidecek ve bölgesel kalkınma politikası uygulayacak durumda değildi. Zira ülkenin tamamı
geri kalmışlık özellikleri taşımaktaydı. Cumhuriyetin ilk yılları, Türkiye’nin savaş koşulları ve yüklü dış
borç altındaki ekonomiyi ayağa kaldırmaya çalıştığı, kalkınma ve sanayileşmenin en kısa sürede
gerçekleşmesini sağlayacak ve sonuç alınacak yaklaşımların hayata geçirildiği bir dönemdir (Doğruel,
2006: 173). Bu dönem, Türkiye’nin dünya ekonomisine ham madde ihracatçısı olarak katıldığı, tarım
ve ticaret sermayesi birikimine dayalı gelişmenin, iç pazarın bütünleştirilmesini amaçlayan ekonomik
politikaların yürütüldüğü, bunun yanı sıra, ülke sınırlarını güvence altına almayı hedefleyen iç ve dış
politikaların egemen olduğu bir zaman dilimi olarak nitelendirilebilir (Bayramoğlu, 2005: 43).
Kuruluş yılları ve tek partili siyasal dönemi kapsayan bu yıllarda, ülkenin yaşadığı iç zorluklara,
dünyayı 1929’da başlamak suretiyle etkisi altına alan Büyük Ekonomik Buhran da eklenince, kalkınma
çabaları benimsenen Devletçilik ilkesi çerçevesinde devlet eliyle ve hazırlanan sanayi planları
sayesinde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu planlarda bölgesel kalkınma ile ilgili ilkelere yer
verilmemiş olmakla birlikte, yayılma politikası denilen bir uygulamayla sanayinin yurdun iç
kesimlerine de sonraları KİT diye anılacak tesislerle genişlemesi sağlanmaya çalışılmıştır. Devletin
sanayi tesislerinin kuruluş yeri seçiminde İstanbul ve Marmara Bölgesi dışında, İç batı Anadolu ve İç
Anadolu bölgelerine yönelmesi bunun göstergesidir.
Ancak bütün bunlara rağmen öncelikleri bölgesel gelişmeden çok yeniden yapılanma olan bu
dönemde, ülkenin batısında ekonomik gelişme filizlenirken, doğuda henüz hiçbir hareket yoktur
(Dinler, 2001: 186 ve 188, Kepenek ve Yentürk, 2005: 32). Kuruluş Dönemi’nin bölge ölçeğinde tek
örgütlenme istisnası, dönemin kendine özgü siyasal yapısına bağlı olarak, güvenlik kaygısıyla ortaya
çıkmış Umumi Müfettişlik deneyimi olmuştur (Bayramoğlu, 2005: 46).
69
Türkiye 1950’lerde, çok partili siyasal yaşama geçerek, ekonomisini dış yardım ve sermayeye
açmış, tarım kesiminde değişim sürecine girmiş, ithalat yerine yerli üretim türü sanayileşmenin (ithal
ikameci) birinci aşaması olan temel ve dayanıksız tüketim mallarının üretimine ve aynı zamanda bir
bakıma özel sanayiye geçiş yapmıştır. Bu devrede, ulaşımda kara yolu taşımacılığına önem verilmiş,
şehirleşme ve endüstriyel girdi talebiyle artan tüketim ithalatı canlandırmıştır (Kepenek ve Yentürk,
2005: 89).
1950-1960 döneminde özel sektör yatırımlarının Marmara Bölgesi’nde özellikle de İstanbul
çevresinde yoğunlaştığı görülmektedir. Devlet her ne kadar kamu yatırımlarını ülke geneline yaymak
istemişse de dağıtımda ülkenin doğusu yeterli payı alamamıştır (DPT, 2000: 24). Bu dönemde
karayollarına verilen önemle ortaya çıkan ulaşım yapısındaki dengesizlik, sadece bu kesimde kaynak
kullanımı açısından değil, genel ekonomik ve toplumsal gelişme ve bölgesel gelişme açılarından da
yeni sorun ve olanakları beraberinde getirmiştir (Kepenek ve Yentürk, 2005: 117).
Böylece 1960 sonrasında planlı dönem diye adlandırılan döneme kadar bölgesel kalkınma
hedeflerinden ve bunlara ulaşabilmek için politika uygulamalarından söz etmek mümkün
olamamıştır. Buna rağmen ilk bölge planlaması ile ilgili devlet birimleri bu dönemde (Demokrat Parti
iktidarında biraz da dış zorlamalarla, 1957 yılında Bayındırlık Bakanlığı bünyesindeki Bölge Plânlama
Müdürlüğü, 1958’de İmar ve İskân Bakanlığı ile Plânlama ve İmar Genel Müdürlüğü) kurulmuş, fiziki
bölgesel planlar yapılmış, ama uygulanamamıştır (Bayramoğlu, 2005: 51).
9.2.Planlı Dönem (1960 sonrası)
27 Mayıs 1960 ihtilaliyle iktidarın el değiştirmesi ve yeni anayasanın hazırlanması, plânlama
açısında yeni bir dönemin başlangıcı anlamına gelmektedir. 30 Eylül 1960’de Devlet Plânlama
Teşkilatı (DPT) kurulmuş, bölge plânlaması yapma/yaptırma görevi DPT’ye verilmiştir. 1963 yılından
itibaren de beş yıllık kalkınma planları uygulanmaya başlanmış, bölge plânlama da kalkınma
planlarında yerini bulmuştur (Dinler, 2001: 189, DPT, 2000: 24). İşte bölgesel politika izlenmesine
temel oluşturacak bölgesel plânlama deneyimi, bu yeni dönemin başlaması ile mümkün olmuştur.
1960 sonrasında Türkiye’deki bölgesel politikalarının temelinde, ekonomik faaliyetlerin dağılımını
etkilemek suretiyle, gelişmenin belirli merkezlerde toplanmasının önüne geçilmesi ve alt merkezler
geliştirerek dengeli bir kalkınmanın sağlanması düşüncesi yatmaktadır (GAP, 1991: 3).
Planlı dönemde bölgesel gelişme ve bölge plânlama yaklaşımları konusunda gelinen nokta
aşağıda özetlenmektedir: Birinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı’nda (I.BYKP, 1963-1967) “Bölge Plânlama
ve Kalkınması” başlığı altında ana ilkeler ve yöntem üzerinde genişçe durulmuştur. Hedefler üç başlık
altında toplanmıştır:
70
1. Yatırımların yapılmasında ve coğrafi dağılımında bölgeler arasında dengeli kalkınma
esaslarının gözetilmesi.
2. Geri kalmış bölgelerin daha hızlı kalkınmasının sağlanması.
3. Büyüme noktalarına kaynakların öncelikle ve geniş ölçüde ayrılması (Dinler, 2001:
190).
Bu bağlamda planda, Potansiyel Gelişme Bölgeleri, Geri Kalmış Bölgeler ve Büyük Kent
Bölgeleri’nden (Metropoliten Bölge) söz edilmektedir. Ayrıca yurt genelinde gelişme bölgeleri de
tespit edilmektedir. Buna göre, Doğu Marmara’nın sanayi, Çukurova’nın tarım ve sanayi, Antalya
Bölgesi’nin tarım ve turizm, Zonguldak bölgesinin ise sanayi ile gelişeceği öngörülmektedir (DPT,
2000: 28). Birinci plan, geri kalmış bölgelere devletin yapacağı alt yapı ve sosyal hizmet yatırımlarıyla
bölgesel dengesizlikleri azaltmayı amaçlamıştır (Bayramoğlu, 2005: 60).
İkinci BYKP’nda (1968-1972), ilk plandaki görüşlere ek olarak Milli Plandan bağımsız bir bölge
planı hazırlanamayacağı görüşü üzerinde durulmuş, geri kalmış bölgelerde kalkınma kutupları
yaratılması benimsenmiş, kamu yatırımlarının belirlenen bu merkezlerde yoğunlaştırılmasının tercihi
söz konusu olmuştur.
Bu planda uygulanacak politika olarak; Geri kalmış bölgelerde seçilecek
stratejik merkezlere öncelik verileceğinden,
1.
Ekonomiklik ilkesinden taviz vermeden bu merkezlere sanayi yatırımlarının yapılarak
kalkınma kutuplarının ortaya çıkarılmasından,
2.
Bu merkezlere özel sektör yatırımlarının da çekilmesi için teşvikler yapılmasına ve
sanayi bölgeleri oluşturulmasından söz edilmektedir.
Üçüncü BYKP (1973-1977) döneminde, bölgesel kalkınma ve plânlama yaklaşımı, I. ve II.
plâna göre daha yüzeyseldir. Bunun temelinde “yöreler arasındaki gelişmişlik farklarını kısa sürede
ortadan kaldırmaya çalışmak, ekonomik yönden etkin olmayan kaynak dağılımına yol açacak, sermaye
birikimi ve genel ekonomik kalkınma yavaşlayacaktır” görüşü vardır.
Plânda, ulusal ölçekteki yatırımlara ekonomik kriterlere göre yer belirlenmesi istenmiştir.
Bölgesel dengesizliklerin ise, uzun dönemde, bölge kaynaklarının harekete geçirilmesi ve yerel
yönetimlerin etkin çalışmasıyla ortadan kalkacağı varsayılmıştır. Bu anlayış çerçevesinde Planda
sadece “Kalkınmada Öncelikli Yöreler” (KÖY) hakkında kısa açıklamalar vardır.
Dördüncü BYKP Dönemindeyse (1979-1983) bölgesel gelişme ve planlamaya yaklaşım, bir
önceki dönemin benzeridir. Planda; ekonomik gelişmenin sağlanması için, işbölümünün yapılması,
plânlama kararlarının mekân boyutuna indirilmesi, hizmetlerin, sanayinin ve alt yapının ülke düzeyine
71
dengeli dağılımının sağlanması, uygulanmakta olan teşviklerin bölge kaynaklarını ve potansiyellerini
harekete geçirecek tarzda yeniden düzenlenmesi önerilmiştir.
Plan uygulama döneminde iki siyasi iktidar değişikliği olmuştur. KÖY’lere uygulanan teşvikler,
çıkarılan üç kanunla öncekilerden daha cazip hale getirilmiştir. Ayrıca, 1981 yılı sonundan itibaren
yetkiyi elinde bulunduran Milli Güvenlik Konseyi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da uygulanacak, ancak
planda yer almayan ekonomik, sosyal, kültürel, eğitim ve sağlık konularında bir dizi tedbirler almıştır.
Beşinci BYKP (1985-1989)’nda bölgesel gelişmenin, kalkınma ve plânlama içindeki ağırlığı
biraz artmış, bölge planlarının yapılmasının gerektiği/yapılacağı açıkça belirtilmiştir. Bölgelerde
yapılacak envanter çalışmalarına dayanılarak uygun görülen sektörler için “Bölge Gelişme
Şemaları”ndan bahsedilmişse de hayata geçirilememiştir.
Gelişmenin hızlandırılması ve kaynakları etkin kullanımı amacıyla gelişmekte olan ve belli
sektörler
açısından
gelişme
potansiyeline
sahip
bölgelerde
bölge
planlaması
yapılması
öngörülmüştür. Böylece 1963’de ilk planla gündeme gelen, 1973 yılında Üçüncü Plan ile terk edilen
bölge plânlama 10 yıl sonra yeniden siyasi iradece benimsenmiş olmaktadır.
Planda, bölgelerin saptanmasında idari sınırlardan bağımsız bölge kavramı esas alınmış,
yerleşim birimlerinin çeşitli konularda karşılıklı ilişkileri en fazla olan Fonksiyonel Bölgeler
oluşturulması öngörülmüştür. DPT tarafından 16 bölge18 belirlenmiş, plânlama çalışmalarında bunlara
uyulması ilkesi benimsenmiştir.
Plan döneminde, kamu sektörünce alt yapı hizmetlerinin geliştirilmesi konusunda, öncelikle
gelişmekte olan yörelere dönük çalışmalar yapılmıştır. Örneğin, hızla kentleşen Çukurova Bölgesi’nin
kentsel altyapı olanaklarını geliştirmek, yerel idarelerin daha etkin hizmet vermelerini sağlamak üzere
“Çukurova Metropoliten Bölgesi, Kentsel Gelişme Projesi”nin ön çalışmaları başlatılmıştır. Plan
dönemi sonunda GAP’ın yasal çerçevesi oluşturulmuştur. 1985’de yürürlüğe giren İmar Kanunu ile
bölge planlamasının mekân planlaması içindeki yeri hukuki olarak tanımlanmış ve plan yapma veya
yaptırma görevi DPT’ye verilmiştir.
Beşinci Kalkınma Planı’nda genel politikalarda sanayinin yaygınlaştırılması ve göreli
üstünlükleri olan teşvik edilmesi yer alırken, bölgesel politikalarda, az gelişmiş bölgelerde bölge
merkezlerinin oluşturulması ve KÖY’lerde yereli teşvik politikası benimsenmiştir (Doğruel, 2006: 175).
18
Bu bölgelerin merkezleri; İstanbul, Bursa, Eskişehir, İzmir, Ankara, Konya, Adana, Samsun, Kayseri, Sivas, Malatya,
Gaziantep, Trabzon, Erzurum, Elazığ ve Diyarbakır'dır.
72
Altıncı BYKP Dönemi (1990-1994) “bölge planlaması” kavramının yerini “bölgesel gelişme”
kavramına bıraktığı bir zaman dilimidir. Önceki planda tanımlanan “16 bölge” bir yana bırakılarak,
bölge planlamasının Kalkınmada Öncelikli Yörelere (KÖY) kaydırılması ilkesi benimsenmiştir.
KÖY’lerde daha ayrıntılı çalışmalar yapabilmek için bölge ve alt-bölge bazında planlar yapılması
öngörülmektedir. Bu doğrultuda, yerleşim yerlerinin kademelenmesinde bir denge sağlamak,
metropoliten alanlara yönelen nüfus ve sanayi yoğunluğunu azaltmak, bölgeler arası ve bölgeler içi
göçleri yönlendirerek denetim altına almak üzere yeni bir yerleşme kademelenmesinin yapılması
öngörülmüştür (Mutluer, 1999: 180).
Altıncı Kalkınma Planı’ndan başlamak suretiyle, kalkınma politikalarında bölgesel nitelikli
olanlar belirleyici olmaya başlamış, bölge merkezi kavramına ek olarak kırsal merkezlerden söz
edilmiştir. Bu plan döneminin ilkelerinden biri bölgesel politikalar oluşturulurken Avrupa Birliği
bölgesel politikalarının dikkate alınması, diğeri ekonomik ve fiziksel planlamada çevre boyutuna
öncelik verilmesidir.
Yedinci BYKP’nda (1996-2000),önceki planlardan farklı olarak, “Bölgesel Dengelerin
Sağlanması” ana başlığı altında; bölgesel gelişme, il plânlama, metropollerle ilgili düzenlemeler
konularına yer verilmektedir. Yedinci Planın temel ilkelerinden biri, her yönüyle (ekonomiktoplumsal-kültürel-siyasal) bir bütün olan sürdürülebilir kalkınmanın, ulusal birliği/bütünlüğü
arttırmak amacıyla bölgelerarası gelişmişlik farklarını azaltıcı yönde ele alınması gerekliliği
düşüncesidir. Bu amaçla, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri öncelikli olmak üzere, ülkenin
nispeten geri kalmış yöreleri için, kaynakları ve gelişme potansiyelleri göz önünde bulundurularak
bölgesel gelişme projelerinin hazırlanması kabullenilmiştir. Bu bağlamda, Doğu ve Güneydoğu
Anadolu bölgelerinde coğrafi bütünlük gösteren iller için, bölge ve alt-bölge bazında “Aksiyon Planı”
uygulamaya konulmuş, söz konusu illerin bazı acil gereksinimlerini karşılamak için 1994 yılında “Acil
Destek Programı” uygulanmıştır.
Sekizinci BYKP (2001-2005) ise, yeni Dünya düzeninde, yerel dinamiklerin ekonomik kalkınma
ve bölgesel gelişme sürecindeki öneminin arttığından söz edilmekte, yerel ekonomilerin küresel
rekabet içerisinde geliştirdiği strateji ve politikaların, bölgesel gelişme politikalarının temelini
oluşturduğu vurgulanmaktadır.
Sekizinci BYKP’de bölgesel gelişme açısından, ulusal kaynakların en yüksek ekonomik ve
sosyal yararı sağlayacak şekilde geliştirilmesi ve bölgeler arası dengesizliklerin en aza indirilmesi
temel amaç kabul edilmiştir. Bölge planlarından, ulusal öncelikleri ve yerel talepleri yansıtarak
sektörler arası bağlantı kurması ve bölge için stratejik vizyon geliştirmesi beklenmektedir. Kalkınma
73
politikalarının uygulanmasında sürdürülebilirlik, bölgeler arası bütünleşme, sosyal ve ekonomik
dengelerin sağlanması, yaşam kalitesinin iyileştirilmesi, fırsat eşitliği, kültürel gelişme ve katılımcılık
ilkelerinin esas alınacağı ifade edilmiştir (Bayramoğlu, 2005: 83 ve 84).
Dokuzuncu Kalkınma Plânı’nda (2007-2013), “bölgesel gelişme politikaları, bir taraftan
bölgelerin verimliliğini yükseltmek suretiyle ulusal kalkınmaya, rekabet gücüne ve istihdama katkıyı
artırırken, diğer taraftan da bölgeler ve kır-kent arası gelişmişlik farklılıklarını azaltma temel amacına
hizmet edecektir” (RG, 2006: 91). Bu planda ekonomik ve sosyal gelişme eksenleri başlığı altında
Bölgesel Gelişmenin Sağlanması stratejisi kapsamında;
1. Bölgesel gelişme politikasının merkezi düzeyde etkinleştirilmesi,
2. Yerel dinamiklere ve içsel potansiyele dayalı gelişmenin sağlanması,
3. Yerel düzeyde kurumsal kapasitenin artırılması
4. Kırsal kesimde kalkınmanın sağlanması hedeflenmiştir19 .
Dokuzuncu planda küreselleşmeye atıfta bulunularak bu sürecin, yerel dinamikleri doğrudan
etkileyerek, yerel ve bölgesel kalkınma açısından yeni şartlar ve fırsatlar ortaya çıkaracağı ifade
edilmektedir. Ayrıca plan, küresel rekabet koşulları altında kendileri de birer rekabet birimine
dönüşen kentlerin ve bölgelerin, dinamiklerini ve potansiyellerini değerlendiren uygun stratejiler
çerçevesinde ve bütün kesimleri kalkınma sürecine katan iyi yönetişim modellerini hayata geçirerek
daha hızlı bir gelişme eğilimi yakalama şansına sahip olduklarına dikkat çekmektedir.
Türkiye’nin, gerek kırsal ve kentsel yerleşim birimleri, gerekse bölgeler arasındaki sosyoekonomik yapı ve gelir düzeyi dengesizlikleri önemini korumaktadır. Mevcut fiziki ve sosyal altyapı ile
kentlerin sunduğu istihdam imkânları yoğun göç hareketlerinin yarattığı nüfus baskısını karşılamakta
yetersiz kalmaktadır. Bu yapı, bölgelerin, sorunlarına ve potansiyellerine göre farklılaştırılmış
tedbirleri içeren bütüncül bir bölgesel gelişme politikasını uygulamasının gerekli olduğu
söylenmektedir.
Diğer taraftan, yatırımların ve istihdamın artışını hızlandırmak ve bölgesel gelişmede özel
sektör katkısını artırmak amacıyla ilk aşamada 36 il Kalkınmada Öncelikli Yöreler kapsamına alınmıştır.
Geçmiş dönemlerde hazırlanan Güneydoğu Anadolu Bölgesel Kalkınma Projesi (GAP),
Zonguldak-Bartın-Karabük Bölgesel Gelişme Projesi (ZBK), Doğu Karadeniz Bölgesel Gelişme Planı
19
1 Temmuz 2006 tarihli Resmi Gazete’nin mükerrer 26215 sayısında yayınlanmış olan Dokuzuncu Kalkınma Planı (20072013) başlıklı TBMM Kararı, s. 4, 11, 46-49 ve 91-94.
74
(DOKAP) ve Doğu Anadolu Projesi Ana Planının (DAP) uygulamaları ile Yeşil ırmak Havza Gelişim
Projesi (YHGP) çalışmaları dokuzuncu plan döneminde de devam edecektir.
9.3.Kalkınma Plânlarındaki Bölge Plânlaması Yaklaşımının Değerlendirmesi
Yukarıdaki açıklamalar genel olarak değerlendirilirse, kalkınma plânlarının bölge plânlamasına
yaklaşımı şöyle özetlenebilir:
1.
Son 40 yıldır plânların bölge ve bölge plânlamaya yaklaşımında, kapsam ve ölçek açısından
tutarsızlıklar olduğu görülmektedir. Zaman zaman aynı plânın dahi farklı hedef ve araçlarla
birbiriyle çeliştiği gözlenmiştir.
2.
Birinci plânda görülen ve bölgesel plânlamaya verilen önem, diğer planlarda
görülmemiştir. Bu plandan sonra gelişmiş bölge geri kalmış bölge ayırımına gidilmiştir.
(Bayramoğlu, 2005: 61). Bölge planlamasının dünyada düşüşte olduğu yıllara karşılık gelen
III. Ve IV. BYKP dönemlerinde bölge planlamasına yüzeysel değinilmiştir. Hatta III. Planda
bölgeciliğin güvenlik sorunları yaratacağı kaygısıyla, bölge sözcüğünün değiştirildiği ve
yörenin kullanılmaya başlandığı gözlenmektedir. V. BYKP (1985) ve sonrasındaki kalkınma
planlarında, bölge planlaması kapsamının giderek genişlemesi ve bölge plânlama pratiğine
geçilmiş olması da yine dünyadaki “yeniden canlanma/değerlenme” süreci ile
örtüşmektedir. Türkiye’de bölge planlamanın yeniden önem kazanmasında GAP’ın başarısı,
siyasal kadroların bölgecilik konusundaki tedirginliklerinin giderilmesinde önemli bir rol
oynamıştır.
3.
VI. BYKP’nda başlayan ve VII. BYKP’nda il planlamanın bölge planlamasının bir alt kademesi
olarak tanımlanması (il planlamanın bölge planlamasının yerini alamayacağının kabul
edilmesi) ve özel amaçlı “eylem planlaması”nın tanınması olumlu bir gelişme olmuştur.
4.
Türkiye, ulusal planın bölgesel hedeflerini gerçekleştirmede, genelde, 1960’ların gözde
stratejisi “büyüme odakları”nı ve bu stratejinin uygulama araçlarını benimsemiştir. Altyapı
yatırımlarının yoğunlaşması, ekonomik çarpan etkisi büyük sektörlerin/alt sektörlerin
desteklenmesi, yerel kaynakların ve girişimcinin harekete geçirilmesi, vb. çeşitli uygulama
araçlarının ya hepsi bir arada ya da seçmeli olarak kalkınma planlarına girmiştir. Bazı
merkezlerin20, çevrelerindeki kentsel merkezlere göre, daha yüksek gelir, nitelik ve nicelik
olarak daha gelişmiş hizmet düzeyi ve ekonomik etkinlik yoğunluğuna eriştikleri dikkate
20
İkinci BYKP döneminde, o tarihlerde İmar ve İskan Bakanlığınca yapılan bölge-alt bölge belirleme çalışmasına dayanan, bir
kısmı potansiyel büyüme odağı olan 16 alt bölge merkezi belirlenmiştir. Bu merkezler; İstanbul, Ankara, İzmir, Adana
(gelişmiş büyük kentler/metropoller), Eskişehir, Gaziantep, Konya (gelişmekte olan kentler), Antalya, Diyarbakır,
Erzurum,Sivas, Trabzon, Van, Zonguldak (geliştirilecek kentler), Elazığ, Samsun (büyük kent haline getirilecek kentler) dur.
75
alınırsa, büyüme merkezi stratejisinin kısmen başarılı olduğu söylenebilir. Çünkü, bu
merkezlerin çoğu, özellikle “planlanan/geliştirilecek merkezler”, ülke genelinde yarışan
merkezler haline gelememiş, bölgelerinde önemli bir itici güç oluşturamamışlardır. Bunun
başlıca nedenleri; yeterli yığılma ekonomilerine sahip olamamaları, merkezlerde sermayeyi
çekecek (hatta yerel girişimciyi tutacak) nitelikte ekonomik, teknik ve fiziksel altyapının
bulunmaması, nitelikli insan gücünü tutacak sosyal-kültürel-fiziksel altyapının yetersizliği,
bunlara bağlı olarak, üretim verimliliğinin büyük merkezlere göre düşük olması, vb. olarak
sıralanabilir (Aydemir vd. 1998).
5.
Hemen tüm plan dönemlerinde Kalkınmada Öncelikli Yöreler (KÖY) kapsamındaki
yerleşmeler arasında, anakentlerin çevresinde yer alan birkaç yerleşme ve GAP bölgesinde
oluşan bazı çekim merkezleri dışında büyüme merkezleri yaratılamamıştır. Zira; KÖY’ lerin
belirlenmesinde bilimsel doğrular yerine politik baskılar etkin olmuştur/olmaktadır. KÖY’ler
arasında açıkça bir potansiyel sınıflaması/sıralaması yapılmamıştır. KÖY’ lerin sayıları
oldukça kabarıktır ve kapsama alanı sıkça değişmektedir. Bunlara bir de, kalkınma
planlarının neredeyse kalıcı politikası olan “yatırımlarda eşgüdümün sağlanması”ndaki
başarısızlık eklenince KÖY yatırım ve teşvikleri etkisiz kalmıştır.
6.
Gelişmişliği tek değişkenle, genellikle gelir düzeyi ile ölçen çalışmalarda iller arası
dengesizlikte az da olsa bir iyileşme yaşandığı görülmektedir. Yine de bölgeler arası
“gelişme açığı” farklılığın boyutunun önemini sergilemektedir. Kişi başına düşen gelir düzeyi
en yüksek bölge olan Marmara Bölgesi ile diğer bölgeler arasındaki gelişme açığı Akdeniz
Bölgesi’nde 14 yıl, Doğu Anadolu Bölgesi’nde 128 yıl, Ege Bölgesi’nde 5 yıl, Güneydoğu
Anadolu Bölgesi’nde 72 yıl, İç Anadolu Bölgesi’nde 18 yıl, Karadeniz Bölgesi’nde ise 20
yıldır. Bu değerler, gelişmenin geleneksel tanımına göre bile gelişme açığındaki iyileşmenin
çok düşük düzeyde olduğunu göstermektedir.
7.
Sekizinci planla birlikte (Dokuzuncu da daha da belirginleşmekte), bölgesel gelişme ve
planlamada, yerelin ön plana çıkarılmaya çalışıldığı küreselleşme sürecinin etkileri
hissedilmektedir. Bölgesel kalkınmada, nitelikli iş gücü, yenilik ve buluş, küresel rekabet,
yerelin potansiyelleri ve kurumsal olarak da kamu kurum ve kuruluşları, özel sektör ve sivil
toplum kuruluşları (STK) arasındaki işbirliği ve ortaklıklar şeklinde ifade edilse de kurulması
düşünülen bölgesel kalkınma ajansları doğrudan veya dolaylı şekilde en fazla vurgu yapılan
unsurları oluşturmaktadır. Böylece 1960’lardaki bölgesel kalkınma anlayışında kullanılan
yerel/bölge kavramı önemli değişikliğe uğramıştır. Yeni yaklaşımda bölgenin kendi
kaynaklarını harekete geçirmeyi ve yaratıcılığını geliştirmeyi esas alan (İçsel Büyümeye
Dayalı Bölgesel Gelişme), diğer bölgelerle etkileşim içinde bir sistemin parçası olarak kabul
76
edilen bölge, geçmişte olduğu üzere dış dünyadan soyutlanmış ve bağımsız mekan birimleri
olarak görülmemektedir (Eraydın, 2004: 132 ve 133).
77
78
10.TÜRKİYE’DE BÖLGE PLANLAMASI DENEYİMLERİ
Günümüze kadar dalgalı bir seyir izleyen bölge plânlama, kavramsal ve özellikle uygulama
olarak ülkemizde yeterince gelişememiştir. Ülkemizde ilk bölge plânlama çalışması 1950 sonlarında
başlamış ve I. ve VII. Plan dönemlerinde hızlanmıştır. I. BYKP’nın uygulanmasına başlanıldığında,
ekonomik gelişmenin bölge düzeyindeki etkilerinin izlenmesinde güçlüklerle karşılaşılmıştır. Ulusal
planın bölgesel gerçeklere dayanmasının gerekliliği hissedilmiştir. Yapılan çalışmalar sonucunda,
seçilen birkaç pilot bölgede her biri farklı bir soruna yönelmiş bölgesel plânlama çalışmalarına
başlanmıştır.
10.1.Antalya Bölgesi Projesi
Antalya, Isparta ve Burdur illerini içine alan bölgede, ekonomik ve toplumsal yönden dengeli
bir gelişmeye temel olacak, yatırım öncesi araştırmaları yapmak, hem başka bölgelerde yapılacak
araştırmalar için hem de Türk personelin plânlama yöntemleri konusunda yetiştirilmesini sağlamak
üzere, 1959’da yürütülmeye başlanan proje, DPT’nin kurulmasından sonra onun yönetiminde,
Birleşmiş Milletler Teşkilatı Kalkınma Fonu’ndan ve Dünya Tarım Gıda Örgütü’nden (FAO) sağlanan
parasal yardımlarla yürütülmüş, 1965’te bitirilmiştir.
10.2.Doğu Marmara Bölgesi Projesi
Az gelişmiş bir ülkenin nispeten gelişmiş bir bölgesi olan Marmara’da uygulanmak istenen
bölgesel plânlama çalışması, İstanbul çevresindeki aşırı kentleşme ve merkezileşmenin önüne geçmek
amacıyla hazırlanmıştır. Türkiye’de hazırlanan ilk bölge plânları (1960 yılı sonu) arasında yer alan
Doğu Marmara Bölgesi Planı bu nedenle daha çok metropoliten plânlama çabasının ürünüdür. Plana
göre; İstanbul’un büyümesi hem kaçınılmaz hem de teşvik edilmesi yararlı bir olgudur.
Doğu Marmara Planı’nın benimsediği ilkeler: alt yapı yatırımlarının, bir yandan verimliliği ve
geliri artıracak bir hızla yapılması, bir yandan da pahalı olmasından kaçınılması, planların uygulanabilir
nitelikte olması ve faaliyetlerin aşama aşama yürürlüğe konmasıdır. İstanbul, Kocaeli, Sakarya, Bursa,
Balıkesir, Tekirdağ, Edirne, Kırklareli ve Çanakkale’yi içine alan bu bölgede, ilk 4 ile öncelik verilmiştir.
Planın başlıca hedefleri; bir yandan ekonomik verimliliğin, öte yandan da tarihsel ve fiziksel
değerlerin korunmasıdır. Bölge ölçüsünde, İzmit ve Bursa şehirlerin gelişmelerinin desteklenmesi,
geniş araziye ihtiyaç duyan sanayi kuruluşlarının bölge ölçüsünde desantralize edilmesi ilkesi
benimsenmektedir. Metropoliten ölçekte ise; İstanbul’un doğu yakasının, batı yakasına kıyasla daha
79
hızlı gelişme eğiliminin, organize sanayi bölgeleri ve yeni bir ulaşım ağı ile desteklenmesi
öngörülmektedir.
Doğu Marmara Bölgesi Ön Planı bugüne kadar uygulamaya konulamamıştır. Bu planın katkısı,
daha sonraki çalışmalara rehberlik etmesi ve şehir planlamasının, bölgesel verileri de hesaba katarak
kalitesinin yükseltilmesine vesile olmasıdır.
10.3.Zonguldak Bölgesi Projesi
Demir-çelik ve kömür üretim merkezi olan Zonguldak çevresi için 1964’de, hazırlanan bu
bölgesel plan. Zonguldak Bölgesi Ön Planı olarak anılmış ve Türkiye’nin ilk çok yönlü bölgesel planı
olmuştur. Bu proje için özel bir örgüt kurulmamış, İmar ve İskân Bakanlığı’nca yürütülmüş, ancak
proje gerçekleştirilememiştir.
Zonguldak Bölge Planı aşağıdaki hedeflere varmayı amaçlamıştı:
1. Nüfus artışı ve kalkınma hızı arasındaki bağlantıyı kurmak ve uzun sürede denge
sağlamak.
2. Bölge alt yapısını plan hedeflerine hizmet edecek biçimde geliştirmek.
3. Bölge içinde gelir farklılaşmasını azaltmak.
4. Yapılacak yatırımlardan en yüksek faydayı sağlamak.
5. Şehirleşmeyi teşvik etmek ve tarım dışı imkânlarını artırmak.
6. Resmi sektör ile özel sektör arasında denge kuracak çalışmaları desteklemek.
Bu amaçları gerçekleştirmek için de bölgenin balıkçılık, madeni eşya sanayi, ayakkabıcılık,
mobilyacılık, çimento ve yapı gereçleri gibi sanayi etkinliklerinin geliştirilmesi öngörülmüştür.
10.4.Çukurova Bölge Projesi
Merkezinde Türkiye’nin dördüncü büyük şehri olan Adana’nın yer aldığı Çukurova Bölgesi
(Adana, İçel ve Hatay illerini kapsıyor), hızlı gelişen ve gelişme potansiyeli fazla olan bir bölgedir. Bu
projenin başlıca hedefi; sektörler arası geniş kapsamlı bir yaklaşımla, bölge gelirlerinin artırılmasını
sağlayacak yatırım alanlarının saptanması ve bölge içinde daha dengeli bir gelir dağılımının
gerçekleştirilmesidir.
Yine bu projede, İmar ve İskân Bakanlığı, D.P.T. ile işbirliği yapmıştır. Proje çalışmaları
sonucunda, bölgenin kaynak envanteri yapılmış ve ayrıntılı bir arazi kullanılış planı hazırlanmıştır.
Gübre, paketleme ve zeytinyağı gibi bazı projeler hazırlanmış ve gerçekleştirilmiş olmasına, halk ile
yerel kuruluşlarda bölge planlaması çalışmalarına ilgi uyandırılmış bulunmasına rağmen sonradan
D.P.T. bu projeyi, yıllık uygulama programlarından çıkarmıştır.
80
10.5.Zonguldak–Karabük-Bartın Bölgesel Gelişme Projesi
Çok sektörlü, kamu-özel kesim işbirliğine dayalı Bölgesel Gelişme Projesi olarak ZonguldakBartın-Karabük Projesi, Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun küçültülmesi ve Karabük ve Ereğli Demir
Çelik İşletmeleri’nin özelleştirilmesi ile meydana gelecek ekonomik ve sosyal sonuçlarının analiz
edilmesini, özel sektörün yeni faaliyetlerinin geliştirilmesini ve yatırım alternatiflerinin belirlenmesi,
bölgede yapılabilecek yatırım alanlarını tanımlamayı amaçlayan bir kalkınma projesi olarak karşımıza
çıkmaktadır.
10.6.Doğu Anadolu Projesi (DAP)
Devlet Plânlama Teşkilatı, halen göreli olarak Türkiye’nin en az gelişmiş bölgesi durumundaki
Doğu Anadolu Bölgesi’nin, diğer bölgelere göre daha az gelişmiş ve daha düşük gelişme hızına sahip
olduğu gerçeğini dikkate alarak bu bölgenin geliştirilebilmesi için DAP Ana Planı çalışmalarını
başlatmıştır. Kısaca, DAP olarak adlandırılan proje, Doğu Anadolu’daki 14 il (Ağrı, Ardahan, Bingöl,
Bitlis, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Hakkâri, Iğdır, Kars, Malatya, Muş, Tunceli, Van) ile bölgeyle
homojenlik gösteren komşu Gümüşhane ve Bayburt illerini kapsamaktadır. DAP Ana Planı’nın 2000
yılı sonunda bitirilmesi programlanmıştı.
Plân çalışmalarında dikkate alınacak temel amaçlar ve hedefler özetle;

Bölgenin sosyo-ekonomik gelişmesini hızlandıracak politika ve uygulamaları ortaya koymak,

Sektörel gelişmeleri hızlandırmak üzere çeşitli alanlarda analizler yapmak ve öncelikleri
belirlemek,

Bölgede kırsal ve kentsel gelişmeyi sağlamaya yönelik önemli kamu yatırımlarını belirlemek
ve özel kesim yatırımlarını özendirici politika ve uygulamaları ortaya koyarak; bölgesel
gelişmeyi kamu, yerel yönetimler, özel kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri ile işbirliği içinde
geliştirmek,

Bölgedeki girişimciliği teşvik etmeye, bölgesel iç dinamikleri harekete geçirmeye ve/veya
bölge dışındaki girişimcileri (yabancı sermaye dâhil) çekmeye yönelik yatırım alanlarının
belirlenmesi, yatırım projelerinin hazırlanması, nitelikli işgücü temini, teknoloji, finansman,
vb. konularda somut öneriler geliştirmek, bunların eşgüdümünü sağlayacak kurumsal
düzenlemeler önermek ve bu çalışmaları “katılımcılık ilkesi” çerçevesinde gerçekleştirmek,

Seçilmiş yatırım konularında, mevcut potansiyelin değerlendirilmesi ve yatırımlara yön
göstermek amacıyla değişik konularda fizibiliteler hazırlamak,
81

Bölgesel istihdamın geliştirilmesi açısından önem taşıyan işgücü arz ve talebinin sektörel ve
mekânsal analizini yapmak, bölgedeki insan kaynaklarının geliştirilmesi konusunda sektörel
yeni projeler önerme, biçiminde sıralanmıştır.
10.7.Doğu Karadeniz Bölgesel Gelişme Projesi (DOKAP)
Karadeniz Bölgesi’nin, işsizlik ve buna bağlı olarak bölge dışına olan sürekli göç, kişi başına
düşük gelir, tek sektöre ve az sayıda ürüne bağımlılık gibi kronik sorunları vardır. Ancak, Doğu
Karadeniz Bölgesi, yıllardır kapalı olan doğu koridorunun olumlu uluslar arası siyasal gelişmelere bağlı
olarak açılmasıyla kalkınma sürecinde bir fırsat yakalamıştır. Bu fırsatın tam anlamıyla
değerlendirilebilmesi amacıyla, Doğu Karadeniz Bölgesel Gelişme Projesi hazırlama fikri doğmuştur.
Artvin, Bayburt, Giresun, Gümüşhane, Ordu, Rize ve Trabzon’dan oluşan alanda hedef yılı 2020 olmak
üzere bir Entegre Bölge Gelişme Ana Planı hazırlanacak ve plan doğrultusunda öncelikli sektörler ve
uygun yatırım projeleri belirlenecektir.
Bu bölgesel kalkınma plânının amaçları sosyal, ekonomik ve çevresel konularında gözlenen
olumsuzlukları giderecek şekilde ifade edilmiştir ki, bunlar:
1. Bölgenin ekonomik yapısını güçlendirerek ortalama gelir düzeyini yükseltmek ve
bölge içi gelir dağılımını iyileştirmek,
2. Bölgenin sosyal gelişimini ve dayanışmayı sağlayarak bölge içi entegrasyonu
sağlamak,
3. Bölgenin doğal kaynaklarını ve çevre kapasitesini koruyarak uzun dönemli
sürdürülebilir kalkınmayı sağlamaktır.
Plânın kalkınma stratejisinin 4 temel bileşeni vardır; ana ulaşım alt yapısının geliştirilmesi, çok
amaçlı su kaynaklarının geliştirilmesi, toprak mülkiyeti ve kullanımının iyileştirilmesi ve mahalli
idarelerin güçlendirilmesidir.
10.8.Yeşil ırmak Havza Gelişim Projesi
Yeşil ırmak ve kollarının yer aldığı havzada akarsu rejiminin düzensizliğinden kaynaklanan
taşkınlar, erozyon, su ve çevre kirliliği sorunları önemli boyutlara ulaşmıştır. Bu proje ile, havzada
ekolojik dengeyi bozmayacak en uygun ve ekonomik arazi kullanım planlamasının yapılması, doğal
kaynakların güncel takibinin ve yönetilmesinin sağlanması amaçlanmaktadır. Bu kapsamda,
erozyonun önlenmesi, su kirliliğinin belirlenmesi ve kontrolü, meraların ıslahı, orman alanlarının
belirlenmesi ve izlenmesi, şehirleşme ve sanayileşmenin takibi ile planlı gelişme konularında
82
sorunların çözümü önem arz etmektedir. Projenin coğrafi alanı Amasya, Çorum, Samsun, Tokat ve
Yozgat illerini21 kapsayan Yeşil ırmak ve kollarının oluşturduğu havzadır.
Orta ve uzun dönemli sürdürülebilir gelişmeyi amaçlayan Yeşil ırmak Havza Gelişim Projesi
için ortak bir veri tabanı oluşturulması gerekmektedir. Bu amaçla “Coğrafi Bilgi Sistemi Alt Yapısı
Projesi” olarak adlandırılan bir çalışmanın yapılması DPT’ce kararlaştırılmış ve bu proje, TÜBİTAKMarmara Araştırma Merkezi’nce başlatılmıştır.
Coğrafi Bilgi Sistemi Projesi kapsamında, uzaktan algılama ve coğrafi bilgi sistemleri
teknolojileri yardımı ile havza yükseklik modelinin oluşturulması, arazi kullanımının güncel haritaları,
yerleşim yerleri, tarım orman ve mera alanları, erozyon riski gibi bilgi katmanlarından oluşacak bir
veri tabanı geliştirilecek ve bu taban çözüm amaçlı gelişme projeleri için temel oluşturacaktır. Bu
amaçla, bölgenin temel gelişme stratejilerini belirleyecek “Bölgesel Gelişme Ana Planı” çalışması için
iş tanımı yapılmıştır.
10.9.Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP)
Proje kapsamında, öncelikle Bölge’nin çok zengin su kaynaklarından olan Fırat ve Dicle
nehirleri sularının, sulama ve enerji üretimi amacıyla değerlendirilmesi, düzensiz akışı olan bu iki
nehrin sularının dizginlenmesi öngörülmüştür. Türkiye’de suları rasyonel şekilde kullanma kararı
1930’lara kadar dayanmaktadır. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, ülkenin her alanda değişim ve
gelişim çabası içinde bulunduğu sıralarda, özellikle elektrik enerjisi gereksinimi en belirgin ve öncelikli
ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır. Bu amaçla, mevcut su kaynaklarından elektrik enerjisi elde edilmesi
için, 1936 yılında Elektrik İşleri Etüt İdaresi (EİEİ) kurulmuştur.
II. Dünya Savaşı sonrası yeni ihtiyaçların ortaya çıkması üzerine, 1954 yılında kurulan Devlet
Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ) çalışmaları çerçevesinde de, Türkiye 26 havzaya ayrılarak, etüt ve
plânlama çalışmaları sürdürülmüştür. 1960’tan sonra Fırat ve Dicle’nin sulama ve enerji potansiyelini
belirleyen raporlar hazırlanmış ve bu nehirlerden ne şekilde faydalanılacağı açıklık kazanmıştır.
Böylece bu iki su kaynağındaki projeler birleştirilerek “Güneydoğu Anadolu Projesi” şeklinde
adlandırılması benimsenmiştir.
1986 yılında Bölge’nin entegre bölgesel plânlama çerçevesinde ele alınması, yürütülmekte
olan faaliyetlerin koordinasyonunun sağlanması ve yönlendirilmesi görevi Devlet Plânlama
21
Projenin coğrafi alanında yer alan il valiliklerince 1997 yılında 97/9991 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Yeşil ırmak Havzası
İl Özel İdareleri Hizmet Birliği kurulmuştur.
83
Teşkilatı’na (DPT) verilmiştir. Bu çerçevede GAP Mastır Planı 1989 yılında hazırlanmış ve bölgenin
kalkınma stratejisi entegre-çok sektörlü plânlama anlayışı çerçevesinde ortaya konmuştur22.
Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP); Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Mardin, Siirt,
Şanlıurfa, Şırnak ve Kilis illerini içine alan Güneydoğu Anadolu Proje Bölgesi’nin (GAPB) toptan sosyoekonomik kalkınmasını (bölge halkının daha iyi bir yaşam kalitesine ulaşması ve diğer bölgelerle
arasındaki gelişmişlik farkının ortadan kaldırılmasını) amaçlayan bir bölgesel kalkınma projesidir.
Türkiye’nin bölgesel kalkınmaya yönelik en kapsamlı plânlama çalışması olan GAP; Fırat ve
Dicle nehirleri üzerinde yapımı süren baraj ve hidroelektrik santralleri ile sulama tesislerinin yanı sıra
kentsel ve kırsal altyapı, tarım, ulaştırma, sanayi, eğitim, sağlık, konut, turizm ve diğer sektörlerdeki
yatırımları da kapsayan entegre ve sürdürülebilir bir kalkınma yaklaşımı içinde devam ettirilmektedir.
22
GAP Mastır Plan önerileri doğrultusunda plan, program, proje, koordinasyon ve izleme yapacak bir idare, 6 Kasım 1989
tarih ve 20334 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 388 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile Güneydoğu Anadolu
Projesi Bölge Kalkınma İdaresi Teşkilatı (GAP İdaresi) kurulmuştur.
84
KAYNAKÇA
Atalık,
G.,
Levent, T.B.
(1998).
“An interpretation of the impact of regional science in terms of philosophy of
science”, Vol. 77, 329-346.
Bayramoğlu, S.
(2005)
“Türkiye’de bölgesel politikaların gelişimi”, Bölge Kalkınma Ajansları Nedir, Ne
Değildir? İçinde, (yay.haz.) Menaf Turan, Paragraf Yayınevi, Ankara, 35-120.
Bozkurt, V.
(1996)
Enformasyon Toplumu ve Türkiye, Sistem Yayıncılık, İstanbul.
Demirci, A.G.
(2005)
“Farklı ülkelerde bölge kalkınma ajansları”, Bölge Kalkınma Ajansları Nedir, Ne
Değildir?içinde, (yay.haz.) Menaf Turan, Paragraf Yayınevi, Ankara, 147-157.
Çamur, K.C.,
Gümüş, Ö.
(2005)
“İstatistiki bölge birimleri (NUTS Sistemi)”. Bölge Kalkınma Ajansları Nedir, Ne
Değildir? İçinde, (yay.haz.) Menaf Turan, Paragraf Yayınevi, Ankara, 181-196.
Çelebi,
Saral, G.
(2002)
“Avrupa Birliği ile bütünleşme sürecinde Türkiye: Bölgelerin buluş yapma kapasiteleri
ve öğrenebilirlikleri”, 10. Ulusal Bölge Bilimi/Bölge Plânlama Kongresi Bildiriler, 235246.
Dinler, Z.
(2001)
Bölgesel İktisat, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa.
Doğanay, H.
(1993)
Coğrafya’ya Giriş 1. İkinci baskı, Gazi Büro Kitabevi, Ankara.
Doğruel, F.
(2006)
“Türkiye’de bölgesel politikalar”, Değişen Mekân Mekânsal Süreçlere İlişkin Tartışma
ve Araştırmalar Toplu Bakış: 1923-2003 içinde, (yay.haz.Ayda Eraydın), Dost Kitabevi,
Ankara, 164-195.
D.P.T.
(2000)
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı, Bölgesel Gelişme Özel İhtisas Komisyonu Raporu.
DPT Yay.no: 2502 – ÖİK: 523, Ankara.
Eceral, T.
(2006)
“Ekonomik Coğrafyaya Kurumsal Yaklaşım: Denizli Örneği”, Değişen Mekân Mekânsal
Süreçlere İlişkin Tartışma ve Araştırmalar Toplu Bakış: 1923-2003 içinde,
(yay.haz.Ayda Eraydın), Dost Kitabevi, Ankara, 458-480.
Eraydın, A.
(1992)
Post-Fordizm ve Değişen Mekansal Öncelikler. ODTÜ, Ankara..
Eraydın, A.
(2002)
Yeni Sanayi Odakları: Yerel Kalkınmanın Yeniden Kavramlaştırılması. ODTÜ Mimarlık
Fakültesi, Ankara.
Eraydın, A.
(2004)
“Bölgesel Kalkınma Kavram, Kuram ve Politikalarında Yaşanan Değişimler”.
D.,
Kentsel Ekonomik Araştırmalar Sempozyumu KEAS 2003, Cilt I, 126-146.
Erkal, M.E.
(1978)
Bölgelerarası Dengesizlik ve Doğu Kalkınması. İstanbul.
Erkal, M.E.
(1990)
Bölge Açısından Az Gelişmişlik. Der Yayınları 68, İstanbul.
Erkan, H.
(1987)
Sosyo-Ekonomik Bölgesel Gelişme, Teorik ve Uygulamalı Bir Yaklaşım, Kavram
Matbaası, İzmir.
Filiztekin, A.
(2008)
GAP
(1991)
Türkiye’de Bölge Kalkınması: Politikalar, Araçlar ve Kurumlar. Türkiye Sınai Kalkınma
Bankası ve Priva Danışmanlık Hizmetleri A.İ.
Glasson, J.
(1980)
Regional Planning, Hutchinson
Ingham, B.
(1995)
Economics and Development. McGraw-Hill, London.
İzbırak, R.
(1964)
Coğrafya Terimleri Sözlüğü.Doğuş Matbaası, Ankara.
Kaplan, M.
(2004)
“Gelişmekte Olan Ülkelerin Özellikleri”, Kalkınma Ekonomisi Seçme Konular içinde,
(yay.haz.) Sami Taban ve Muhsin Kar, Ekin Yayınevi, Bursa, 7-25.
S.
(2002)
“Değişen bölge kavramı ve bölgesel ekonomik kalkınma: Bölgesel kalkınma ajansları”,
10. Ulusal Bölge Bilimi/Bölge Planlama Kongresi Bildiriler, 69-80.
Kaymak,
C.,
Akpınar,
R.,
Kındap, A.
(2003)
İller ve Bölgeler İtibariyle gayri Safi Yurtiçi Hasıladaki Gelişmeler (1987-2000). DPT
Yay.No: 2676, Ankara.
Keeble, D.E.
(1967)
“Models of Ekonomic Development”, Socio-Economic Models in Geography içinde,
(ed.)P.Haggett ve R.J.Chorley, London.
Keleş, R.
(1998)
Kentbilim Terimleri Sözlüğü. İmge Kitabevi, Ankara.
Kayasü,
Yaşar, S.S.
Türkiye'de Bölgesel Farklar Ve Politikalar, TÜSİAD-T/2008–09/471, İstanbul.
85
Kepenek,
Y.
Yentürk, N.
(2005)
Türkiye Ekonomisi. 17. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Meijer, M.
(1993)
“Growth and decline of European cities: Changing position of cities in Europe”, Urban
Studies, Vol. 30, 981-990.
(2003)
Küreselleşme ve Yerelleşme Çağında Bölgesel Sürdürülebilir Gelişme: AB ve Türkiye
Örneği, Siyasal Kitabevi, Çevre Dizisi, Ankara.
Mutluer, M.
(1999)
“Türkiye’de bölgesel dengesizlikler ve bölge planlama çalışmaları üzerine gözlemler”,
Ege Coğrafya Dergisi, 10, 173-194.
Nagle,
G.,
Spencer, K.
(1997)
Advenced Geography,Through diagrams Oxford University res, Oxford.
Nagle, G.
(2000)
Advenced Geography, Oxford University res, Oxford.
Özçağlar, A.
(2003)
“Türkiye’de yapılan bölge ayrımları ve bölge planlama üzerindeki etkileri”, Coğrafi
Bilimler Dergisi, 1, (1), 3-18.
Özgüç, N.
(1987)
“Türkiye’de sanayi faaliyetlerinin gelişmesi, yapısı ve dağılışı”, İstanbul Üniversitesi
Coğrafya Dergisi 2, 35-70.
Özgür, H.,
(2006)
“Bir yerel gelişme öyküsünün farklı yorumları: Denizli ekonomisi araştırmaları”, ”,
Değişen Mekân Mekânsal Süreçlere İlişkin Tartışma ve Araştırmalar Toplu Bakış: 19232003 içinde, (yay.haz.Ayda Eraydın), Dost Kitabevi, Ankara, 213-258.
Polatkan, T.
(1968)
Bölgesel Gelişme Politikası. DPT, Ankara.
Sanır, F.
(2000)
Coğrafya Terimleri Sözlüğü,. Gazi Kitabevi, Ankara.
Sayın, D.
(2005)
“Hizmette yerellik ve bölgecilik”, Bölge Kalkınma Ajansları Nedir, Ne Değildir? İçinde,
(yay.haz.) Menaf Turan, Paragraf Yayınevi, Ankara, 35-120.
Schmitz,
H.,
Musyck, B.
1994
“Industrial Districts in Europe-Policy Lessons for Developing Countries”, World
Development, 22, 6, 889-910.
Tümertekin, E.
Özgüç, N.
(1997a)
Beşeri Coğrafya. İnsan-Kültür-Mekan, Çantay Kitabevi, İstanbul.
Tümertekin, E.
Özgüç, N.
(1997b)
Ekonomik Coğrafya. Çantay Kitabevi, İstanbul.
Tüylüoğlu, Ş.
Çeştepe, H.
(2004)
“Kalkınma teorilerinin temelleri ve gelişimi”, Kalkınma Ekonomisi Seçme Konular
içinde, (yay.haz.) Sami Taban ve Muhsin Kar, Ekin Yayınevi, Bursa, 27-69.
Ünsal, F.
(2002)
“Avrupa Birliği’ne katılma sürecinde bölgeselleşme ve bölge planlamada yenilikçi
araçlar”, 10. Ulusal Bölge Bilimi/Bölge Planlama Kongresi Bildiriler, 61-68.
-----------------
(1941)
Birinci Coğrafya Kongresi 6-21 Haziran 1941, Raporlar, Müzakereler, Kararlar. Maarif
Vekilliği, Ankara.
Mengi,
Algan, N.
A.
http://www.tdk.org.tr/tdksozluk
http://www.undp.org.tr/Gozlem3.aspx?WebSayfaNo=325 (25.09.2009)
86
EKLER: TÜRKİYE’NİN İSTATİSTİKİ BÖLGE BİRİMLERİ
(DÜZEY 1)
(DÜZEY 2)
(DÜZEY 3)
87
KOD
DÜZEY 1
TR
DÜZEY 2
DÜZEY 3
TÜRKİYE
TR1
TR10
TR100
İstanbul
TR2
TR21
TR211
TR212
TR213
TR22
TR221
TR222
Batı Marmara
TR3
TR31
TR310
TR32
TR321
TR322
TR323
TR33
TR331
TR332
TR333
TR334
Ege
TR4
TR41
TR411
TR412
TR413
TR42
TR421
TR422
TR423
TR424
TR425
Doğu Marmara
TR5
TR51
TR510
TR52
TR521
TR522
Batı Anadolu
TR6
TR61
TR611
TR612
TR613
TR62
TR621
TR622
TR63
TR631
TR632
TR633
Akdeniz
İstanbul
İstanbul
Tekirdağ
Tekirdağ
Edirne
Kırklareli
Balıkesir
Balıkesir
Çanakkale
İzmir
İzmir
Aydın
Aydın
Denizli
Muğla
Manisa
Manisa
Afyon
Kütahya
Uşak
Bursa
Bursa
Eskişehir
Bilecik
Kocaeli
Kocaeli
Sakarya
Düzce
Bolu
Yalova
Ankara
Ankara
Konya
Konya
Karaman
Antalya
Antalya
Isparta
Burdur
Adana
Adana
Mersin
Hatay
Hatay
Kahramanmaraş
Osmaniye
88
TR7
TR71
TR711
TR712
TR713
TR714
TR715
TR72
TR721
TR722
TR723
Orta Anadolu
TR8
TR81
TR811
TR812
TR813
TR82
TR821
TR822
TR823
TR83
TR831
TR832
TR833
TR834
Batı Karadeniz
TR9
TR90
TR901
TR902
TR903
TR904
TR905
TR906
Doğu Karadeniz
TRA
TRA1
TRA11
TRA12
TRA13
TRA2
TRA21
TRA22
TRA23
TRA24
Kuzeydoğu Anadolu
TRB
TRB1
TRB11
TRB12
TRB13
TRB14
TRB2
TRB21
TRB22
TRB23
Ortadoğu Anadolu
TRB24
Kırıkkale
Kırıkkale
Aksaray
Niğde
Nevşehir
Kırşehir
Kayseri
Kayseri
Sivas
Yozgat
Zonguldak
Zonguldak
Karabük
Bartın
Kastamonu
Kastamonu
Çankırı
Sinop
Samsun
Samsun
Tokat
Çorum
Amasya
Trabzon
Trabzon
Ordu
Giresun
Rize
Artvin
Gümüşhane
Erzurum
Erzurum
Erzincan
Bayburt
Ağrı
Ağrı
Kars
Iğdır
Ardahan
Malatya
Malatya
Elazığ
Bingöl
Tunceli
Van
Van
Muş
Bitlis
Hakkâri
89
TRC
TRC1
TRC11
TRC12
TRC13
TRC2
TRC21
TRC22
TRC3
TRC31
TRC32
TRC33
TRC34
Güneydoğu Anadolu
Gaziantep
Gaziantep
Adıyaman
Kilis
Şanlıurfa
Şanlıurfa
Diyarbakır
Mardin
Mardin
Batman
Şırnak
Siirt
90

Benzer belgeler