2014-03 Kizilbas 36

Transkript

2014-03 Kizilbas 36
kızılbaş
s a re sur
M a r t 2 014 - S a y ı 3 6
k ı z ı lba ş alev i le r i n sor u n la r ı n ı n t a r t ışı ld ığ ı de mok r at i k k ü r sü!
devlet
bir canımızı
daha çaldı!.
“yaşasın
tırk kürt kardeşliği!”
kızılbaş - sayfa 2 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
k ı z ı lbaş
yayınlayan / veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni:
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi: hatice çevik
tel: 0 506 818 66 55
[email protected]
kayseri temsilcisi
a. rıza ülger
[email protected]
berlin temsilcisi: ali koçak
[email protected]
tel: 0177 457 79 78
stuttgart temsilcisi: ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 mart 2014 sayı: 36
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :...........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: Akbank hesap numarası: 5890 0441 8440 6536
6 sayı 75.00 tl - 12 sayı 150.00 tl.
dünya ve avrupa için:
adı soyadı :..................................................................................................
adres :...........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: sparkasse duisburg
0300 23 23 29 bankleitzahl 350 500 00
IBAN: DE 05 350 500 00 0300 23 23 29
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek iler:
Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ........................................ Ali Ülger
Sayfa 06 - İnkilap Kitabevi Yayın San. Ve Tic. A.Ş’nin
Alevi-Kızılbaş takıntısı ............................. Şemşettin Metin
Sayfa 09 - İRAN’DA KIZILBAŞ MURAT HAN’IN
KATLEDİLMESİ
Sayfa 10 - Şıx Mamo (Mamîk-i Kose) ve Binboğa Hakikatçileri:
...................................................................... Ali Haydar Ülger
Sayfa 15 - PEPUK PEPUK PEPUK.. ........................ Aram Ararat
Sayfa 16 - Bir Kavram Bin Kırım Yanılsamalar -12 Seçim:
...................................................................... Ali Haydar Kanlı
Sayfa 17 - Yakındoğu’nun İmhası, 1915 Ermeni Soykırımı ve
Hrant Dink’in Katledilmesi .............. Dr. İsmail Beşikçi
Sayfa 22 - Erdoğan-Öcalan Yakınlaşmasının Muhaliflere Etkisi
....................................................................... Cemil Gündoğan
Sayfa 24 - NEWROZ DİRENİŞ VE BAŞKALDIRI GÜNÜ
............................................................ Ayşegül Karadağ
Sayfa 25 - TARİHİN NOT DEFTERİ, DÜNKÜ KÜRT SİYASETİ
VE BUGÜNKÜ ÖCALAN ......................... Mahmut Alınak
Sayfa 27 - Bese Hozat’ın açıklamasıyla ilgili ...... D. Lokmagözyan
Sayfa 28 - 78 Milyonun Erdoğan ile imtihanı ............ Özcan SOYSAL
Sayfa 30 - DERSÊN KURMANCÎ (1) BEŞA YEKEM ..... U. Adsız
Sayfa 31 - Şair Xıdır Çeliki de mucıliye X. Çelker
Sayfa 33 - “Dara Mansur ve Pençe-i Aliaba” ............... ertan ildan
Sayfa 34 - Hevpeyvîn Bı Kemal Tolan Re
Sayfa 41 - Koçgiri’li Olmak, Koçgiri’de Olmak ... Erdal Yıldırım
Sayfa 42 - Arapgir’den Onar köyüne, 800 yıllık cemevleri...
............................................................................. Sultan KILIÇ
Sayfa 47 - KEMALİSTLER 50 BİN İNSAN KEMİĞİNİ
FRANSIZLARA NASIL SATTI?
............................ Tamer Çilingir / Devrimci Karadeniz
Sayfa 49 - İttihat ve Terakki (1. Jöntürk) döneminde Büyük Kürt
Sürgünü ............................................................ Sait Çetinoğlu
Sayfa 52 - Kardeşliğin değil Aleviliğin inşası... ..... KELİME ATA
Sayfa 54 - KIRKISRAK’TA DÜNDEN BU GÜNE ÖRGÜTLENME
.................................................................................... Ali Ülger
Sayfa 56 - TKP’nin genel sekreteri İsmail Bilen’in “Rundschau”
dergisinin 32. sayısındaki yazısında Dersim hakkında
görüşleri (Aktaran) ................................ Hasan Sağlam
Sayfa 57 - PKK’nın yeni Ermeni söyleminin arkasında devlet var
............................................................. Prof. Dr. Taner Akçam
Sayfa 58 - İstiklal Marşı’nı Orkestraya Bir Ermeni Vatandaşın
Uyarladığını Bilir misiniz? ................. Murat Bardakçı
Sayfa 60 - Giresun’da köylülerin HES isyanı
Sayfa 61 - Tahliyelerin adı kondu: “Ergenekon’dan Çıkış!”
Sayfa 62 - Cezaevi Mektubu-8: Cafer Usta Sevan Nişanyan
Sayfa 63 - Polis ODTÜ öğrencilerine ‘yasak silah’ kullandı
Sayfa 64 - DUYURU
Sayfa 64 - ՀԱՅՏԱՐԱՐՈՒԹՅՈՒՆ
Serba Berkin Elvan
BIKO
Bıko wengemı ne vecino
ame gıne zoniyone mıro
bekeşiye
deşt u payemı şikiye
zerre mıra taniya adir wonciye
Bıko porre mı bi shıpe
serba lokme non sodırbe so
gurino
qeyret keno xebetino
van meşero lokme nono kal gula
toro
ma guna keş vıle xo nekenime
bıko nejdiy sere esto,
tu guret sere xo biya teber
şiya serba ju none
mıva meso serdo
hard u asmen wergo
a rocera na roce
ez raa to pinno
be bıko be
xonchıka ma harddera,
locına ma serdına
roca ma tariya
be bıko be
be endi berxemı
be endi aze mı
be endi lace mı
be
ez nıka be staro
ez nıka be fıtaro
ez nıka be tuyo
be hard u be asmen u
be berxe mı
Be bıko
Hasan sağlam 12- 03- 2014
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
cangözü
ile
görmek
siyaseti işlenildi. Devletin kirli
kanlı siyasetine aktif olarak ortak
yapıldılar. Alevi Bektaşi örgütlenmelerinin Taksim Gezi Ergenekon
Silivri dayanışmasında da solcular
ile ittifak içinde olmaları var olan
siyasal düzlemde aralarındaki
devlete hizmet ve marabalıkta heç
kusur etmediler.
Ali Ülger
Gezi olaylarının gelişimini az çok
biliniyor devletin kendi içindeki
iktidar kavgasının sokağa taşırılmış haliydi gezi olaylarının özü.
Kimi solcu çevreler bunu devrimin ayak sesleri gibi anlasa da
gerçeği değiştirmiyor.
Evet, Gezi olaylarının sokak boyutu İttihatçı Ergenekoncular ile
AKP arasındaki sürtüşme çıkar
pay kavgasıydı ve işi bitirdiler
uzlaşmayı sağladılar şimdi de kurbanlar ile kutlamalar yapıyorlar.
Gezi olaylarına fiilen katılan destekleyenlerin tümü istisnasız İttihatçı Ergenekonculara kendilerini
malzeme olarak sundular kendileri
İttihatçı Ergenekoncu olmasalar
bile malzeme oldular.
Devletin bu siyasetini göremeyenler kör ve sağır olanlar Taksim
Gezi eylemlerinden kendilerine de
az çok döküntü çıkarları uğruna
sokaklarda Silivri tutuklularını desteklediler ve sokaklarda
devletin polisin zoruyla baskısıyla
saldırısıyla yüz yüze geldiler.
İşte burada önemli bir duruşun
altını çizmek gerekiyor. Devletin
saldırılarında yeşil ve kara devlet
kadroları tek bir safta buluşup Ergenekoncuları destekleyenleri sap
gibi ortada bırakmalarıdır. Çünkü
uzlaşma bitmişti.
Hala hızını alamayan Okmeydanı
ve benzeri yerel solcu topluluk
başıboş bir halde sokaklarda devam etmelerine devlet ittifakı son
verdi ve iki cana kıydılar Berkin
Elvan İle Burak Can Karamanoğlu
devlet tarafından öldürüldüler.
Berkin Elvanın Kızılbaş bir ailenin çocuğu olması Kızılbaş camiasında büyük bir tepki topladı.
Bu durumu gören İttihatçı sol da
işin fırsatçı yanından Ergenekon
yedekli siyaset ile yenide alanlara
çıkıldı. Tepki sabun köpüğü gibi
şişince yeşil+kara devler ittifakı
bu kez de Müslüman camiadan
Burak Can Karamanoğlu canına
kıydı ve durumu eşitlemiş oldular.
Bu devlet siyaseti 700 yıllık tarihin derinliklerinden gelmektedir.
Devletin bekası için topluluklar
arasında var olan basit çelişkileri
farklılıkları karşılıklı kışkırtıp
düşmanlaştırılmayı hızlandırma
ve farklı toplum kesimleri arasında husumeti derinleştirerek
devlet hakimiyetini bu alanlarda
möhkemleştirmek hakim kılmak
için her tür hileyi yalanı katliam
iftirayı yapmaktadırlar. İşte bunun
farkına varmayan gezi solu kendilerini devlet hizmetinden devlete
marabalıktan kurtaramadılar.
Alevi Bektaşi dernek vakıf federasyon vb. örgütlenmelerinin
önemli çoğunluğu Ergenekoncu CHP yedekli olduklarından
bulundukları alanlarda sürekli
İslam-Müslüman-Kürt düşmanlığı
Yakın tarihimizde sürekli kan
akıtılmıştır Gazi, Madımak, Maraş, Çorum, Sivas, Pazarcık, Dersim Koçgiri, Ermeni soykırımı.
Bu listeyi uzatmak mümkündür.
Ne yapıldı Alevi Bektaşi örgütlenmeleri tarafından “UNUTMA”
siyaseti işletildi ne oldu peki?
çıkarımıza dokunmayın!.....
Kızılbaş Alevilerin kendi demokrat partimizi kurup kendi adımıza
siyasetimizi işletmeden en küçük bir hakkımızı kazanmamız
mümkün değildir. Ne zamanki
kendimiz adına siyasal alana
kendi partimiz ile çıkarsak işte
o zaman diğer toplumsal kesimler ile de gerçek dayanışmalarda
bulunabiliriz. Önümüzde duran
en önemli görev kendi partimizi
kurup Kızılbaş-Alevi -Bektaşi Çepni- Sıraç camiamızdan yetki
istemeliyiz!
***
Yerel seçimler bu ayın sonunda yapılacak. Seçimlere katılan
partilerin tümü tüm hızıyla yarışa
girdiler. İpe sapa gelmez yalan
vaatler ile saldırılar ile bunların
hepsinin ortak paydası biraz daha
fazlasını biraz daha pay için yapıyorlar.
TC. Tarihinde yapılan seçimlerin
tümünde devletin müsaade ettiği kadar alanda siyaset yapma
koşuluyla seçimlere katılmaya
müsaade edilmiştir. İşte bu çizilen
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
daire içinde mülayim olanlar da
seçimlere katılabiliyorlar.
T.C son 10 yılında seçime katılan
partilere bir yenisi daha eklendi
Kürt partisi BDP ağırlıkta olduğu Kürt illerinde yakın geçmişte
vekil ve belediye başkanlıkları aldılar işlettiler ve bu güne geldiler.
PKK üretimi olan partilerin Kürt
meselesinde Kürdistan istemekten
feragat etmiş olmalarından dolayı
seçimlere girmelerine izin verilmiştir.
Ayrı bağımsız ve de müstakil
Kürdistan isterim bana bize oy
verin diyen bir siyasete devlet izin
veremez. Çünkü devletin varlığı
bütünlüğü(!) dağılır da ondan.
PKK üretimi Türkleştirme siyaseti işleten HDP de devletini
müsaade ettiği alanda kalarak
kardeşlik eşitlik yağcı siyasetiyle
Kürt milletinin milli taleplerinden
hızla uzaklaşmaktadırlar.
“Kısacası PKK - AKP arasındaki
çürük uzlaşma siyasetiyle Kürt
meselesi çözülemez.”
Burak Can Karamanoğlu
Aklı salim seçmenlerin bunca
kanlı ve de karışık ortamda seçime katılmaları elbette önemlidir.
Seçim bölgemiz de samimi dürüst
adayların seçilmesine katkı sunmak demokratik bir görevdir.
Demokratik nitelikli adayların olmadığı alanlarda da seçime gidip
herkese bir mühür vurup tarafımızı da belli etmeliyiz.
Yerel seçimlerde gene KızılbaşAlevi-Bektaşi kimliğimiz ile
adaylarımız yok. Bize ait olmayan
bizim olmayan devlet partilerini
seçmek bizim görevimiz değildir.
Devlet partilerinin tümü bize karşı olduğunu bilmeyenimiz var mı?
PKK - BDP - HDP seçime katılmalarını bizden oy istemelerini de
bu çerçevede görmek gerekiyor.
Kısacası beyazlaştırılmış bu partiler devlet-AKP ile ittifak içinde
olması elbette kendi bilecekleri
bir şey. Bizden onay alacakta
değiller.
Kızılbaş Aleviler olarak devlet
partilerine ve AKP ile uzlaşarak
beyazlaştırılan kürdi kökenli tırki
HDP’e oy vermek yanlıştır haksız
lıktır anti demokratiktir.
Ergenekon davasından ceza verilmiş katillerin serbest bırakılmaları T.C devletinin kendi içinde var
olan çıkar guruplarının çatışmasını yeniden ayarlamış olmalı ki
ittifakı gerçekleştirdiler ve kara
İttihatçı Ergenekoncu katillerini
bıraktılar.
Yakın gelecekte şiddetin terörün
yükseltilebileceği bir döneme yaklaşıyoruz hepimizin aklını başına
alıp basit oyunlara gelmemelerini
öneriyoruz.
Devlet ve partileri tarafından Kürt
bilincinin tasfiye süreci başlatılmıştır. Bunun paylanması için
devlet partileri ile cemaat yarış
içindeler.
Kızılbaş Aleviler içindeki devlet
örgütlülüğü de kışkırtılarak teröre
bulaştırılarak ezilmesi siyaset
konusudur.
Kızılbaşların bu devlet siyasetinden uzak durmaları hepimizin
ortak çıkarına olacağını asla
unutmadan.
can cana saygılarımla
Berkin Elvan
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İnkilap Kitabevi Yayın San.
Ve Tic. A.Ş’nin Alevi-Kızılbaş takıntısı
İnkilap Kitabevi Yayın San. Ve Tic.
A.Ş’nin Alevi-Kızılbaş takıntısı ve
edebiyatımızdaki ırkçılar
İnsancıl Felsefe atölyesinde yeni bir
kitap okunmaya başlandı. Kitabın adı
Voltaire’in Felsefe Sözlüğü. Kitabın
içeriği, çoğu dinlere referans olan bir
kısım akıl ve mantık dışı safsataların,
mitlerin, bağnazlıkların Voltaire’in
kendine özgü alaycı anlatımıyla açımlanıp, sorgulamasıdır. Voltaire, bu
mitlerin ve metafiziksel kavramların
üzerindeki sis perdesine aklın ışığını
tutarak, altındaki gerçekliğin saçmalık ve hurafeden başka bir şey olmadığını ortaya koyuyor. Üstelik bunu
baskı ve sansürün egemen olduğu 18.
yy ortalarındaki Fransa’ da yapıyor.
Voltaire, dönemindeki adaletsizliklere
büyük bir cesaretle karşı çıkıp, metafiziğin yerine materyalizmi koyuyor ve
yaşadığı kıtanın insanlarına binlerce
yıl süren karanlık dönemin sonlandığını müjdeliyor.
Kitap son derece yalın, herkesin anlayacağı bir dille yazılmıştır. Ancak
anlaşılan o ki, kitabın özünü bir tek
İNKİLAP Kitabevi yetkilileri anlamamış. Ön sayfada, kitabın yayın haklarının kendilerine ait olduğuna ilişkin
bir uyarı yazısı var. Bir okur olarak
soruyorum, okura yapılan haksızlık
kime ait? Kendilerinin bu kitabın içeriğinden haberdar olup olmadıklarına
ilişkin bizlere bir yanıt verilme zorunluluğuyla beklentisi içerisindeyiz.
Bu kitabı bir ‘‘meta’’ olarak satın alan
bizler, ürünün kusurlu olması nedeniyle bu kadarına hakkımız olduğunu
sanıyoruz.
Bu ülkede parası olan herkes, anlasınanlamasın her işi yapabilir. Merdiven
altlarında kaçak içki, ilaç üretiliyorsa niçin yayıncılık yapılmasın. Sahte
veya zehirli ilaç ya da içki, yalnızca
onu tüketenlere zarar verir. Oysa yalan yayın, yalnız onu tüketene değil,
onu tüketenle iletişimde olan herkese
zarar verebilir. Kitap elden ele dolaştığından, içerisindeki yanlış bilgilerle
dolan körpecik beyinler, bu zehri tıpkı bir virüs gibi almakla yetinmez-
Şemşettin Metin
ler, tüm topluma bulaştırırlar. Üstelik
bunun çok fazla bir cezası da yoktur.
En fazla yayından kaldırılır. Peki, satılanlar ne olacak? Eğitimin çok geri
olduğu, okumanın çok az olduğu geri
toplumlarda hurafeler, bağnazlıklar,
yobazlıklar böyle yayılıyor. Üstelik
aşağıda açıklandığı üzere tüm yaşamını bu hurafelerle karanlık düşünceye karşı savaşıma adamış, bu kitabın
yazarı Voltair gibi bir aydının yazdıklarının içerisine, çevirmence çaktırmadan hiçbir şekilde onun yazmadığı,
üstelikte görüşlerine bütünüyle ters
bir şeyler ekleyerek, basımevince de
piyasaya dağıtılarak…
Kitabın ikinci konusu ABRAHAM
(Hz. İbrahim). Konu bitiminde yazarın
2 nolu dip notu var. Bu dip notun açıklaması kitabın ortalarında 427 sayfadan 433 sayfaya kadar. Atölyede konu-
yu işleyen arkadaşımız bu dip notun
devamı olan 433. Sayfanın dördüncü
bölümcesini okuyor. Bizlerde dinliyoruz. Aynen şöyle ‘‘Belki de Kaldelilerde, komşuları Perslerde olduğu gibi,
bir Kızılbaşlık değildi. Ahlak çağında,
yerine göre değişir. Kim bilir, belki
puta tapar Terah’ın oğlu İbrahim, ister kardeşi, ister yeğeni olsun Sara’yı
aldığı zaman da hala puta tapıyordu.’’
(1). Bölümce bittiğinde duyduğumuza,
okuduğumuza inanamamıştık. Hocamız Cengiz Gündoğdu’da duyduğuna
inanamadığı için bölümceyi yeniden
okuttu. Bu tümceyi kendisinde bulunan MEB son baskısı ile karşılaştırdığında. İNKİLAP Kitabevi yayıncılık
A.Ş’nin yeni baskısında ensest yerine
Kızılbaş sözcüğü kullanılmıştı. Bu kitabı çeviren Lütfü Ay gibi, yayına hazırlayanlar da, iki sözcüğü eş anlamlı
sayıyorlar ya da sanıyorlar. Birinci durumda, sanı ile iş yaptıklarından yaptıkları işin ne olduğunun bilincinde
değiller. Belki çocukluk veya gençlik
çağlarında beyinleri henüz tabularasa
durumunda iken, ebeveynlerinden, arkadaşlarından öğretmenlerinden ya da
kendi yayınlarına benzer yayınlardan,
bunu böyle öğrenmişler. Böyle olunca
o beyine kazınmış virüsü atmak çok
zor. Bu virüsün atılmasını ne basın yayın okulunda ne de sosyoloji
eğitiminde öğretiyorlar. Bu virüsün
beyninden atılması, ancak zihniyet
değişikliği ile olasıdır, o da çok zor bir
şey.
İkinci durumda; yani bu sözcüğü bile
-bile kullandılarsa, buna ırkçılık ve
yobazlık denir, böyleleri zaten eleştiri
de kabul etmeyeceğinden onlara sözümüz başka türlü.
Ancak burada sorun bir kişiden kaynaklanmıyor, bir yayınevinin açıkça Kızılbaşlara hakareti söz konusu.
Böyle bir kitabı zaten felsefe sevmeyen, aydınlanmadan yana olmayan
kimse okumaz. Dolayısıyla aslında
yalnız Kızılbaşlara değil, tüm aydınlara da bir hakaret var. Bu topraklarda
en ahlaklı yaşayan toplumların başında Kızılbaşlar gelir. Çünkü adil olma-
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dan, ahlaklı olunamaz. Bu toplumun
tarihi haksızlığa direnmekle başlar,
adalet için savaşımla devam eder. Onların yazılı kültüründe Irkçılık yoktur,
‘‘yetmişiki millete aynı gözle bakmak’’ vardır. Biçim yoktur, öz vardır.
Öldürmek yoktur, barış ve hümanizm
vardır. Kısaca iyilik ve güzellik vardır.
Kızılbaşlık feodal dönemin sosyalizmidir. Kızılbaş olmanın gerçek anlamı aslında insan olmaktır, İnsan gibi
görünmek değil. Anadolu’da ozanların
şairlerin çoğunun bu kültürden çıkması ya da etkilenmesi rastlantı değildir.
İşte bu özündeki hümanizma ve adalet
ve ahlak nedeniyledir ki, Muaviye’den
başlayıp, Emevi devleti, Selçuklu devleti, Osmanlı devleti ve yüzyıllık Sözde Burjuva cumhuriyetinin her aşamasında, her yerde (Mahallede, okulda,
askerde, işyerlerinde, Yayın organlarında v.b) sistemli baskıya, kırıma, hakarete ve asimilasyona uğramışlardır,
uğramaktadırlar.
tu, kitabı Fransızcadan 1946 yılında
Türkçeye çeviren Lütfü Ay.
Atölye’de büyük bir hazla okuduğumuz kitabın bu bölümcesin deki bu
ırkçı sözcükle karşılaştıktan sonra
tüm iştahımız kaçmıştı. Dersten sonra İnkılap Kitabevi Yay. A.Ş’nin İstanbul, Yenibosna’ daki irtibat telefonunu
arayıp, bir yetkiliyi telefona istedim.
Durumu anlattım ve kitabın hemen
satışının durdurulmasını ve Kızılbaşlardan özür dileyen bir yazıyı internet
sitelerinde yayınlamaları gerektiğini
açıkladım. Kişi yayınevi müdürüne
durumu ileteceğini söyledi. Yarım saat
sonra bir bey aradı. Böyle bir hatayı
yakalamakla kendilerine büyük iyilik
etmişim gibi duyarlığımıza hayran kalıp, benimle tanışmak için yayınevine
kahve içmeye davet etti. Yetkili, kitabı
hemen yayından kaldıracaklarını, internet sitelerinde bir özür yazısı yazmak istemelerine karşın, bu olaydan
rakiplerinin, okuyucuların, iyi niyetli
olmayan kendini bilmezlerin haberdar
olması durumunda, bu olayın aleyhlerine kullanılacağını, bunun ticari kayıpla sonuçlanacağını açıkladı. Bunun
üzerine bu yanlışın kimden kaynaklandığının yanıtını istedim. Aynı kişi
birkaç gün sonra beni aradı, Çevirmen
Lütfü Ay’ın yaşamda olmadığından
varislerinin Fransa’da olması nedeniyle zor bulduklarını, onların izinlerini
alıp, kitaptaki bölümce de Kızılbaş
sözcüğünün yerine, ensest sözcüğünü
koyma ve yayınlama iznini aldıklarını
müjdeledi. Yanlışı yapan bulunmuş-
Lütfü Ay’ın çevirisiyle Felsefe sözlüğü, MEB ilk kez 1943 yılında basmış.
İkinci kez 1973 yılında, üçüncü basım
1994 yılında basılmış. MEB 1995 Yılı
baskısında (Lütfü Ay’ın öldüğü yıl)
Kızılbaşlara yönelik aşağılama ve
karaçalmasını kaldırmış. Lütfü Ay’ın
Kızılbaşlardan her hangi bir özür dilemesi söz konusu değil.
Lütfü Ay 1911 yılı İstanbul doğumlu.
1995 yılında yaşamını yitirmiş. İyi
bir eğitim görmüş Galatasaray lisesini ve Dil Tarih Coğrafya fakültesinde
Fransız dil ve edebiyatı okumuş. Yani
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında üniversiteye başlıyor. 1942-1949 yılları
arasında Milli eğitim bakanlılığında
çevirmenlik, 1949-1958 arası Devlet
tiyatrolarında raportörlük ve genel
sekreterlik, 1943-1954 yılları arası
Devlet Konservatuarında Tiyatro tarihi okutmuş. Ulus, Halkçı, Cumhuriyet ve Vatan gazetelerinde tiyatro
tenkitleri, 20 civarında kitap çevirisi
yapmış. Fransız hükümetince Legion
d’Honneur nişanı ödülü almış. Özetle
Kendisinin Türk tiyatronun kurucularından olduğunu ve Fransızcayı hata
yapmayacak derecede çok iyi bildiğini
anlıyoruz.
Bu ülkede tiyatronun kurucusu bir insan, felsefe, tragedya okumuş, bu içerikte kitaplar çevirmiş ‘‘Cumhuriyet
dönemi aydını’’ diye bilinen insanlardan biri. Bu derece kültürlü, sıradan
olmayan bir insanın, bir tiyatrocunun
yaşadığı ülkenin uluslarını, halklarını, kültürlerini bilmemesi olanaksız… Özelikle sonraki basımlarında
bile özür dilememsi bunu bilinçli bir
şekilde yaptığını gösteriyor. Çünkü diğer bir kısım romancı, felsefeci, siyasetçi gibi Lütfü Ay’ın da bir misyonu
var. O bu misyonun gereğini yapıyor;
Osmanlıdan aldıkları asimilasyon ve
soykırım politikasını Cumhuriyet döneminde devam ettirmek. Cumhuriyetin asimilasyon politikasını haklılandırma çabası.
Felsefe Sözlüğü, 2011 Yılında İnkilap
kitapevince de basılıyor, üstelik MEB
yaptığı düzelme dikkate alınmaksızın
Lütfü Ay’ın Kızılbaşlara yönelik aşağılama sözcüğü aynen alınarak.
İnkılap Kitapevi ve yayıncılık firma-
sının bu yanlışlığı ilk kez yapmadıklarını öğrendik. En son 15.06.2006 tarihinde basıma verilen ‘Langescheidt
New Standart Dictionary’’ adlı Türkçe-İngilizce sözlüğün 200. Sayfasında
İngilizce ‘‘İn-cest’’ sözcüğünün karşılığını ‘‘ensest’’ yerine ‘‘akraba ile
zina ve Kızılbaşlık olarak yazılmıştı.
Kitap basıldığında başta Pir Sultan
Abdal Kültür Merkezi olmak üzere
tüm Kızılbaş –alevi dernek ve kuruluşlarından tepki gelmiş ve bu kitabın
hemen yayından kaldırılıp, Kızılbaşlardan özür dilenmesi istenmiştir. Ne
yazık ki kitap, bir virüs gibi piyasaya
dağıtılmıştı. Kendilerinin dedikleri
gibi, ikinci ele, Anadolu’nun ücra yerlerine, bir de okura gidenleri toplamak
çok zor. Aslında tamamına yakını yine
de toplanabilir, ancak firmaya ekonomik gelmeyecektir. Ne de olsa bu yayın kuruluşu, tekelleşen bir kaç yayın
evi gibi kapitalist bir işletme. Bunların
anlayışına göre, bu zararlı kitap, bir
meta olarak, zararlı bir gıdadan daha
fazla zararlı olamaz. Onun için olabildiğince toplatılır, tamamı değil.
2006 Yılında bastıkları İngilizceTürkçe sözlüğü gibi, bu kitap da
(Volterie’nin Felsefe sözlüğü) sıradan
bir kitap değil. Bu tür kitaplar öğrencilerin, eğitmenlerin her an elinin altında bulundurması zorunlu kitaplar.
Kızılbaş eşittir Ensest açıklaması ile
ilk kez karşılaşan bir çocuğu ya ada
genci düşünün.
Bir an ilkinin (2006 da yayınladıkları
İngilizce-Türkçe sözlük) bir yanlışlık,
bir hata olduğunu kabul edelim. Peki,
aynı yanlışlığın ikinci kez yapılmasına ne denmeli. Bunun bir okuyucu
olarak, bilinçli bir eylem olduğuna
ilişkin nasıl kuşkulanmayız? Çünkü
böylesine bir kitap, yalnızca bir kişinin elinden çıkmıyor. Onlarca kişinin
kontrolünden geçiyor. İsteyen bu kitabın hazırlanışında emeği geçenleri
kitaptan öğrenebilirler, isimleri yazılı. İsimleri yazılı olmayanları var.
Burada bir harf, imla yanlışından ya
da mecaz anlam yanlışlığı söz konusu
olsa sorun yok.
Kızılbaşlar uzun yıllardır resmi dinin
yobazlarınca benzer iftiraya uğramaktadırlar. Özelikle çoğunluğu sürü olan
bir ülkede, hurafe ve ahlaksızlığın kolayca yayılmasında ki bu tür yayınların etkisi küçümsenemez. Osmanlıda
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
başlayıp, Cumhuriyetle devam eden
politika günümüzde sürdürülmektedir. Bu iftiralarını siyasi söylemlerinde, Okullarda, dizi filmlerinde,
TV’de yarışma programlarında, sözlük kitaplarında v.b uygulamaktalar.
En kötüsü de Cumhuriyet dönemindeki bir kısım edebiyatçıların bile,
bu ırkçılığa ve iftiraya katkıda bulunmuş olmaları. Halit Ziya Uşaklıgili’in
Aşkı memnu romanı, Yakup Kadri
Karaosmanoğlu’nun Nur baba adlı romanı, Reşat Nuri Gültekin’in
Balıkesir Muhasebecisi, Tanrı dağı
Ziyafeti, Hüseyin Rahmi Gülpınar’ın
Toraman adlı eseri bunlardan bir kaçı.
Tabi istenildiğinde bu kişilerin romanlarındaki bu konuları ve sözcükleri
kullanmaları haklı çıkarılabilinir, bu
nereden baktığına bağlı. Bu yazarlara
hayran kimileri (örneğin Nur Baba)
bu romanların, o dönemde ki Bektaşi,
tarikatlarında olan yozlaşmalara karşı yazdığını, böylece bu romanların
aslında bu dergâhlarda ki Kızılbaşlara- Bektaşilere bir eleştiri böylece,
onlara kendilerine gelmeleri için bir
iyilik anlamına geliyor. O zaman doğal olarak, Kızılbaşların-Bektaşilerin
birde bu heriflere teşekkür borcu çıkıyor. Ne kadar masum bir açıklama
ve yazarı temize çıkartma yöntemi.
Kızılbaş-Bektaşi dergâhlarının kapatanlara hak vermemek elde değil.
(Bu siyasi görüşte olanlar yalnızca
Kızılbaş–Bektaşi tekelleri değil, diğer
mezheplerinde tekkelerinin kapatıldığını söylemektedirler. Anımsatmak
gerekir ki diğer tekeler nicelik olarak
Kızılbaş ve Bektaşi tekelerinin sayısıyla kıyaslanmayacak kadar azdır.
Ayrıca diğer teke ve zaviyelerdekiler,
kendi dini –kültürel anlayışlarını, Diyanete bağlı kurum ve camilerde zaten buldular, yaşadılar yaşattılar ve
resmileştirdiler. Ya aleviler? Acaba
bu tür romanlar, bu siyasi kararı (teke
ve zaviyelerin kapatılıp, yasaklanarak
yalnızca Diyanet denilen resmi Sünni
kurumun açılması, böylece din de tek
tipleştirme) haklılandırma çabasına
bir katkı olarak yazılmış olunamaz
mı? Çünkü devleti ele geçirmiş olsa
bile, her siyasi erk (Klasik faşist devletlerde bile) sanatın gücünü bildiğinden, bu gücü sonuna kadar kullanır.
Aslında Nazım Hikmet’in Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na yazdığı Cevap
başlıklı şiir bu pek gerçekçi edebiyatçının, iki üst satırdaki yazılan haklı-
landırma çabası içerisinde olduğunu
anlamamıza yeter.
Nazım’ın Yakup Kadri için yazdığı
Cevap şiirinden kimi bölümler. (2)
Behey!
Kara maça bey,
Behey, yüzü kara.
Ruhunu bir esir gibi çıkardın pazara,
bir orospu odası yaptın kafatasını..
Haki ceketli ölülerin ceplerinden
çalarak parasını
satın aldın kendine
İsviçre dağlarının havasını
Ve bundandır ki bugün
Ablak sarı suratında senin
Kanlı altınların kızıllığı var..
Acayip rüzgarlar esmeyegörsün
başımdan.
Yoksa müsahhih maaşımdan
haftada üç papel taksite bağlayıp seni
bir şamar oğlanı gibi kullanırım.
Beyimin böyle işlerle ülfeti var
sanırım,
Mükemel yapar vazifesini.
Gerçekten de vazifesini Nur baba’sında layıkıyla yerine getirmiş.
Bir de şöyle bakalım; bu tür yozlukların Kızılbaş - Bektaşi dergahlarından çok, adı geçen romancıların kendi
destekledikleri, içinden çıktıkları dini
kültür ve siyasi anlayışlarında (özelliklede diyanet denilen kurumun içerisinde) olduğunu bilmemeleri olanaksız. Böyleyken, acaba bu yazarlar,
kendi din ve mezheplerine (sünniilik
-resmi din anlayışı) yönelik bir roman ve eleştiri niye yazmamışlar,
sormak gerekir? Gerçekte kendi din
ve mezhep anlayışları, bu tür yozluklarla ve yobazlıklarla dolu olmasına
karşın, olası her hangi bir Bektaşi
dergâhında ki hayali tikel bir yozluğu, bir edebiyat eserine taşıyarak, süreklileştirmek, genelleştirmek neyin
nesi diye sormak gerekir?
Bir sünni olarak, her ne şekilde olursa olsun Kızılbaş ve Bektaşilere yönelik eleştiri altında karalama yapma
hakkını ve cesaretini kendilerinde
nasıl bulabiliyorlar? Ortaokul çağındaki her genç bu romanlardan birisini
okuduğunda, kullandığı bir sözlükte,
daha kötüsü de bir felsefe kitabında
bile karşılaştığında kafasında bir Kızılbaş - Bektaşi kavramı oluşmuştur.
Bunu kolayca silemezsiniz. Siyasiler
bu tür yanlışlar yapabilirler, bunlar
bir yere kadar bağışlanabilinir. Ancak bir edebiyatçının, yobazlığı, ırkçılığı, kara çalması bağışlanamaz.
Çünkü gerçekçi bir sanatçının görevi, insanlığa ufuk açmaktır, hümanizma yaratmaktır, hümanist ve laik
bir toplumu aşağılamak onlara kara
çalmak, yapay çelişkiler yaratarak,
sınıf çelişkilerinin üstünü kapatmak
değil. Bu yazarların romanlarındaki
asıl gerçeklik budur.
Yukarıda yazıldığı gibi bütün bunlar,
Kızılbaşlara yönelik stratejik bir devlet politikasıdır. Cumhuriyet hiçbir
dönemde laik olmamıştır. Çünkü kuruluşundan başlayarak bir din bakanlığı olan ve devletin resmi dini olan bir
ülkede laiklikten söz edilemez. Devletin siyası partileri sırayla iktidara geldiklerinde bunu değiştirmeksizin şöyle veya böyle yaşama geçirir. Örneğin
oylarının çoğunu Kızılbaşlardan alan
SHP’nin (bugünkü CHP) başındaki Prf. Dr. Erdal İnönü, 1993 yılında
Doğru yol partisi ile koalisyon hükümetinde başbakan yardımcısı iken,
gün boyu süren dünyanın gözü önünde
yapılan Madımak katliamını önlemeye
gücünün yetmediğini söyleyerek, işin
içinden sıyrılmıştı. Bu açıklama hükümette bostan korkuluğu olduğu anlamına gelir. Ancak bir insan olarak en
azından istifa edebilirdi, onu bile yapmadı. Bundan şunu anlıyoruz; insanın
bir bilim insanı olmasının bile, ırkçı
olmasına engel olmadığıdır. Babası
dersim katliamının baş aktörlerinden.
Böyle olunca oğlunun da Madımak
katliamına gözlerini kapatmasına şaşırmamak gerekir. Sonuçta sistematik
bir politika? Çünkü ne pahasına olursa olsun, ‘‘Tek Milletli (Türk), tek
bayraklı, tek dinli (Sünni mezhepli)
‘’bir toplum yaratmak. 80 Askeri faşist darbesiyle bu politika Türk-İslam
sentezi stratejisi ile yaşama geçiriyor.
Kızılbaşlar gibi benzer karaçamlalara, sövgülere uğrayan diğer halklarda
(Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Rumlar v.b) kendilerinin öteki olduğunu
baştan kabul etmeleri durumunda ya
da devlete karşı değil, devletçi, anti
laik anlayışı kabul etmeye zorlanmışlardır. Yıllardır soykırım, katliam, sürgün, v.b politikalarla çoğunlukta iken
azınlığa düşürülen bu halklar, sürekli
aşağılanmakta, kişiliksizleştirilmek-
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
te, başkalaştırılmakta, ötekileştirmektedirler. Bu anlayış aynı zamanda bölyönet politikasıdır. Devlet tek tip bir
toplum yaratıncaya kadar, bu politika
devam edecektir. Bu anlayışa ciddi
bir karşı çıkışta, azınlıklar emek ekseninde bu hakları almak için bir araya geldiğinde, burjuva devleti, hemen
gerici yedek yobaz güçleriyle saldırır,
ya da doğrudan devlet örgütünün resmi askeri gücünü devreye sokar. Şanlı
tarihimizde ki Ermeni soykırımı, Süryani katliamları, 6-7 Eylül olaylarının
altında yatan gerçek budur. Dersim
katliamı, Kahraman Maraş, Çorum,
Sivas katliamlarının, Madımak oteli
katliamının, Gazi mahallesi katliamının, Uludere katliamının altında
yatan gerçek de budur. Kuruluşundan
başlayarak, sistematik olan bu devlet
politikası ile her türlü azınlığa saldırmaya, onların malını-mülkünü eline
geçirmeye zaten dünden hazır bir sürü
topluluğu her an her yerde bulunmaktadır. Yeter ki yobaz sürüsünün beyni
bu tür yalan yanlış yayınlarla her an
tetikte tutulsun. Bu nedenle bu kitabı
okuyan herkes, eğer insansa, kendisini
tepeden tırnağa bir Kızılbaş gibi duyumsamıştır. Bunun için asimilasyon
politikasına karşı Hepimiz Kızılbaşız,
Hepimiz Kürdüz, Hepimiz Ermeni-
yiz, Hepimiz Lazız, bizler halklarız
azınlık değil, çoğunluğuz diyoruz.
Asimilasyonu, tek tipleşmeyi asla ve
asla kabul etmiyoruz. Bu kitabın içine
sövgü ve karaçalmayı ekleyerek yayınlayan, Inkılap yayınevini kınıyoruz. Kendilerinden hemen bir özür ve
açıklama bekliyoruz.
NOTLAR:
1) ‘Sarah, İbrahim’in karısıdır.
Yaratılış’ın dediğine göre, İbrahim,
babası çömlekçi Tarah ‘ın ikiyüzbeş
yaşında ölümünden sonra yaşadığı
Mezopotamya’yı (Haran) bırakıp gittiğinde, kendisi yüzotuzbeş yaşındaymış. Burada konuşulan dil, Haran’daki
kalde dininden farklı. Voltair’e göre,
İbrahim’in yaşadığı fırat’ın suladığı
bereketli bir ülkeden, Filistinde Şekem
denilen kısır, kurak ve taşlık bir ülkeye
geziye çıkmasının nedeni, Tanrının
buyruğunu yerine getirmesi. Böylece
Tanrı İbrahim’e kendisinden yüzyıllar sonra torunlarının oturacakları
toprakları göstermek istemiş. Burası
da geldiği yer gibi puta tapar bir ülke
imiş. Ancak İbrahim açlık nedeniyle bu
küçük dağlık ülkede daha fazla kalamamış, karısı Sarah ile hemen oradan
ayrılmış. Yiyecek bulmak için hemen
ikiyüz fersah uzakta bulunan Mısır’ın
Memphis şehrine gitmişler. Henüz
altmışbeşinde olan karısı çok gençmiş.
İbrahim’in yanında çocuk gibi kalıyormuş. Karısı çok genç olduğu için onun
güzelliğinden yararlanmak isteyen İbrahim, Memphis’de bir saraya girmeden,
karısına, kendisini saraya onun karısı
değil de, kız kardeşi gibi göstermesini,
söyler. Böylece sarayda kendisine de
iyi davranacaklarını BELİRTİR. Karısı
da dediğini yapar. Genç kral karısına
âşık olur, Sarahın söz de abisi, gerçekte
kocası olan İbrahim’e kral birçok koyun, sığır, dişi eşek, deve köle ve cariye
vermiş. İbrahim karısını mısır kralına
peşkeş çekmesinin ödülünü aldıktan
sonra, gezmeyi çok seven İbrahim oradan Kadeş çölüne gitmiş. Bu çölün kralı
da aynı şekilde genç güzel Sara’ya aşık
olmuş ve sözde kardeşi İbrahim’i mısır
kralının yaptığı gibi ödüllendirmiş.
İbrahim’in karısı sayesinde epey zenginleştiği söyleniyor.’ Kısaca Voltaire,
karısının gençliğinden güzelliğinden
yararlanmak için onun karısı olduğunu saklayıp, saraylarda krallara kız
kardeşiymiş gibi tanıtarak, karısını
onlara peşkeş çekip, karşılığında bir
takım yiyecekler, ganimetler almasını, eğer kız kardeşi ise aralarındaki
ilişkinin de ensest olması gerektiğine
ilişkin alaycı bir ince espri yapıyor.
İRAN’DA KIZILBAŞ MURAT HAN’IN KATLEDİLMESİ
YAZI: 18 Muharrem sene 973 (Temmuz 1565),
BELGENİN MEÂLİ
Padişah: Kanûni Süleyman dönemi,
Sadrâzam: Sokollu Mehmet Paşa,
İran’da da Şâh I. Tahmasb’tır.
O yıl Osmanlı donanması Malta
adasını kuşattı.
Kanuni’nin 1520’den 1566’a kadar
süren saltanat dönemi Osmanlı
İmparatorluğu’nun her bakımdan
en güçlü ve yüksek dönemidir.
KİMDEN: Padişah’tan
KİME:
HÜKÜM
Van Beylerbeyi’ne
KONU: İran’da KIZILBAŞ Murat
Hân’ın öldürülmesinden sonra oğlu
bir miktar askerle Osmanlı toprağına saldırıp bazı yerleri yakıp
yıktığı, Ona ilişkin ayrıntılı haber
verilmesi istemektedir.
Tarihi Belgeler
Osmanlı da Kızılbaşlara verilen
Fetvalar
http://www.gencalevilerharekati.
de/Tarihi_Belgeler.htm
Divan’da Kethüdâsı’na virildi.
Van Beğlerbeğisi’ne HÜKÜMKİ,
Mektub gönderüb bundan akdem
(önce) KIZILBAŞ MURAD HÂN’ı
katl itdiği esnâda bir oğlu bir
mikdar asker ile kaçub Gicebaşı’na
(?) varub hareketden hâli olmayub
birkaç def’a memleketi (Osmanlı
toprağı) tahrîb idüb ziyade havfî
(korkulu) oldığın bildürüb olbâbda
her neki denilmiş ise ale–t–ta’kîb
(arkasına düşme) arz–ı huzûrü–l–
maal arz olınub ilm–i şerîf–i âlem–i
ârâm–ı muhît ve şâmil olmışdır
BUYURDIMKİ, min–ba’d (bundan
sonra) dahi ol hâle nâzır olub vâkıf
oldığın ihbâr–ı sahihhayı (doğru
sağlam haberi) ale–ı–tevâli) (sürekli) i’lâmdan hâli olmayasın (ulaştırmaya çalışasın).
BELGE: BOA– Mühimme Defteri,
cilt: 5, s. 39/94
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Şıx Mamo
(Mamîk-i Kose) ve Binboğa Hakikatçileri:
Binboğa coğrafyasında, geçmişten gelen kültürel birikimlerle insan kavramı
hep en büyük değer olmuştur. Tarihsel
süreçte bölge Kızılbaşları; salt inançlarından, kültürlerinden, öğretilerinden
dolayı birçok kıyımlar yaşamış olmalarına karşın, Alevi inancının temelini
oluşturan “insan sevgisi” anlayışlarını
her zaman ön plana taşımışlar. Öğretilerinin yaşam boyutundaki insan
sevgisinin oluşturduğu özelliklerini
hiç yitirmedikleri gibi, tanrısal özellikleri de hep insanlarda görmüşler.
Bu bağlamda insana tanrının doğadaki
yansıması, insana verilen değerin de
en önemli ve en büyük inançsal görev
olarak görmüş olmalarıdır.
Şıh Mamo, dostları ve onun meclisindeki anlayış bu noktaya dayanmakta
olup “İnsan her şeyin yaratıcısıdır”
derler. Onlar ki her türlü haksızlığa
karşı mazlumların, ezilen halkın inanç
sentezlerini oluşturmuşlar. Onun için
bu toplumun kültürü; destanları, türküleri, ağıtları, deyişleri, şiirleri bu
öğretiyi anlatırken hep sevgiye yer
vermektedir. İnsanlara gösterilecek
sevgi ve saygı, yeryüzündeki her türlü teolojik ibadetten (inançsal ritüel)
daha değerli ve kutsaldır. Nedenine
gelince, çünkü insanoğlu dünyadaki
her şeyin yaratıcısıdır da ondan. Tüm
kerametlerin (olağan üstü özelliklerin),
mucizelerin insanda olduğuna inanılır.
Bunu da “Her ne arar isen insanda ara”
özdeyişi ile dile getirdikleri gibi, insanlar arasındaki her türlü ayrımcılığa
da karşı olduklarını belirtirler.
“Der Mahzuni, yanlış yere yürürsem,
Nefsim için toprak olup çürürsem,
İnsanları ayrı gayrı görürsem,
Gözlerimin kör olması ne güzel.”
İşte sahip olunan bu öğretiden kaynaklı kültür, başta Kırkısrak olmak üzere
Binboğalardaki Kürt Alevi (Kızılbaş)
toplumunun kendine özgü değerleriözellikleri vardır ki, mezhepsel bir bağnazlık içine saplanmadan; her dinden,
her dilden insanlarla sosyal ilişkiler
geliştirerek kültürel alışverişte bulunmuş olmalarıdır. Bu etkileşim içerisinde karşılaştıkları; Türk, Kürt, Çerkez,
Ali Haydar Ülger
Arap, Ermeni, Rum, Süryani… gibi
çeşitli etnik ve dinsel kültürlerle hoşgörü, konukseverlik ve yardımlaşma
içerisinde olmalarıdır. Özellikle Binboğalardaki Kızılbaşların; bağnazlıktan, ırkçılıktan, mezhepçilikten uzak
bu düşünce ve kültürün, yabancıların
ilgisini çekme nedeni; özünde temel
felsefesi komünal yaşam, tarla sınırlarının kaldırılması, ortak üretim ve
hümanizme dayalı olan bu öğretinin
etkileri; yöre insanlarının olduğu kadar, değişik alan ve ülkelerden sosyologların, tarihçilerin, araştırmacıların,
toplum bilimcilerin ilgisini çekmiş,
hatta bazıları tarafından benimsenerek
bilimsel temelde ele alınarak irdelenmiştir. Onun için İç Toroslar (Binboğalar) bölgesi, çok sayıda araştırmacının ilgi odağı olmuş ve onların bölgeye
gelmelerine neden olmuştur. Temelinde azınlıklarla olan ilişkiler sosyal bir
dayanışmayı birlikte getirmiş, sonuç
olarak Anadolu’da yüzyıllardır çeşitli
etnik ve dinsel topluluklarla karşılıklı etkileşmeler sonucu, birbirlerinden
kültürel değerlerde bulunmuş olmalarıdır. Diyebiliriz ki hazır göle maya
atılmış, bu mayalanmanın sonucunda
sağlam yoğurdun içeriği; bağnazlıktan, mezhepçilikten uzak, yerel “Şıxlar Meclisi” bu kültürün bölgedeki
temel yapısını oluşturmuştur.
“İbreti, zalimler artık durmalı,
Halk kendisi meclislerin kurmalı,
İnsan haklarına düzen vermeli,
Zor kullanıp, tekme atanlar vardır.”
İşte Şıx Mamo (Mamîk-i Kose) ve
dostlarının Kızılbaşlık (Alevilik) temelinden gelen ve geliştirdikleri bu
kültür, Binboğaları etkilemeye başlar.
Yönetenin, dini otoritelerin-dedenin,
daha da ilerisi özel mülkiyetin olmadığı, emeğin en büyük değer olarak
görüldüğü, yerine toplumsal iş bölümünün uygulandığı bir yönetim biçimini oluşturmak, Şıx Mamo ve onun
öğretisinin temel ereği olmuştur. Yerel
anlamda kendilerini “Hakikatçılar”
olarak tanımlayan bu düşünce, tarihsel
süreçte bitmemiş, Binboğaların zirvesindeki Kırkısrak’ta, 1870’lerde başlamak üzere onu aydınlatan dostları
ve Şıx Mamo’nun önderliğinde büyük
bir başlangıç yapılmış. Ancak Aleviliğin dedelik kurumunun baskısı, devlet
baskısı, çıkarları sarsılanların baskılarıyla üç ayrı dönemde artçı depremler
geçirdikleri gibi, zaman zaman bazı
dağılmalar yaşanmasına karşın inançlarını bir mücadele anlayışı içinde sürdürmüşlerdir.
“Binboğa Değerleri”ni ortaya koyan
düşünce, daha doğrusu Şıxlık (şıhlık);
bölgedeki oluşumun yorumuyla, dinsel öğretileri farklı yorumlamanın bir
başka biçimidir. Daha toplumcu bir
anlayışla değerlendirildiğinde; Alevilik içinde bir devrimdir denilebilir.
İslamiyet’e mesafe koyan, ondan uzak,
onu yadsıyan tersi bir anlayışı ortaya
koymaktadır. Tarihsel süreçte bu anlayışın kuramcıları ise özellikle İslami
tasavvufa sınır koyan Nesimi, Hallac-ı
Mansur, Virani ve yürekli ozan Pir
Sultan Abdal’dan ışık aldıkları bir gerçektir.
“Ben Mehdi değilim amma erenler,
Bugün ölür yarın gene gelirim.
Ya bir ceylan canda, ya bir çiçekte,
Değişerek başka sene gelirim.
Bedenim toprağa girer devrilir,
Kemiklerim yuvarlanır sivrilir,
Katı maddem toz toz olur, çevrilir,
Rüzgarlara bine bine gelirim.”
(Mahzuni)
Binboğalarda ana rahmine düşen ve
bu coğrafyanın büyük rahminde ortaya çıkan Şıx Mamo’nun hazır olan
mayası, dünyevi düşünceyi dini inancın sonu olarak görme anlayışına karşı
çıkmanın yanı sıra, yaşamın kutsal ya-
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
nını belirleme, insanlar arasında paylaşım, kardeşlik ve insan olma olgusunu öne çıkarma, komünal yaşam ve
bir lokmayı kırk kişiyle paylaşma, her
şey insan için anlayışına koşut, tanrı,
cennet, cehennem, tüm dinsel inançlar
yerine, toplumunun kabullenebileceği
bir inanç ve dünya anlayışını benimsemeleriyle bu değerleri ortaya koyar,
bilge kişi Şıx Mamo…
Bilim, sanat, kültür, müzik, insan
hak ve özgürlükleri, hatta demokrasi,
emek, kadın erkek eşitliği esas alınarak, yaşayan tüm canlıların yaşatılması, değinilen öğretinin ta kendisidir.
Bu kültürle yetişen ve yoğrulan bölge
ozanı İbreti, bir ayetinde (deyiş) sahip
olduğu öğretiyi şöyle sergiler.
Şıx Mamo (Mamîk-i Kose)
(Çizim: Ali Haydar Ülger)
“Gerçek insanları bilirdim Allah,
Ondan gayrısına tapmazdım billah,
Ne Kâbe kalırdı, ne de Beytullah,
Yerine bir arpa eker giderdim.
İnsanlıktan başka olmazdı cennet,
Yok olurdu İsa, Musa, Muhammet,
Kalkardı dünyada mezhep, tarikat,
Dinlerin bağını çözer giderdim.”
Binboğa Değerlerine felsefi olarak, insani görüşleriyle payda olan bilge kişi
Şıh Mamo’nun (Mamık-i Kose) okuma
yazması yoktu. Temel felsefesinde ve
düşüncesindeki içerik, gerçeğe (hakikate) gitmeyi ilke edinmekti. İnsan-i
Kamil olmak için, tüm insani değerleri kutsal saymış, mevcut anlayışında;
Aleviliği Kızılbaşlık temelinde analiz ederek yorumlayan, Osmanlının
sürgüne yolladığı Erzurumlu Rahim
Paşa’nın Sivas Divriği, Kangal ve Binboğalara sürülmesi, Rahim Paşa’nın;
Kızılbaş (Alevi) babalarından Araboğulları kardeşlerle yakınlaşması sonucu Şıx Mamo ile olan ilişkisi bu şekilde
gelişir. 1840-1921 yılları arasında yaşayan Şıx Mamo; Baba Mansurlu Süleyman ve Veis Araboğulları kardeşlerin Binboğalardaki Kürt Söbeçimen
köyüne gelmelerinden sonra karşılıklı
etkileşmelerle başlar.
Bölge araştırmacılarından Kürt Söbeçimenli Seydi Özcan, 19. yüzyılın
ikinci yarısı ile 20. yüzyılın başlarında,
yörede gelişen “Hakikatçiler” akımının iki önemli öncüsünü şöyle anlatır:
“Bölgedeki Alevi toplumunun iki önemli isminden biri Araboğlu, diğeri Kırkısraklı Mamki Kosê (Şıx Mamo) idi.
Her ikisi de Alevi tasavvufuna vakıftı.
Kendilerine ait cemaatleri vardı. Bu
cemaatlerde söz söylenir, saz çalınır,
ibadet edilir, insan-ı kâmil olmanın yol
ve yöntemleri tartışılırdı. Temel öğretilerine göre, kâmil insan olmanın ana
koşullarından birisi de (ölmeden önce
ölmek, dünyevi iş ve nefsanî duygulardan arınmaktı.” (Age, s.58)
“Apseyd, çocukluğunda çok etkilendiği
Araboğlu’nun düşüncelerine sahip çıktı. Yöre halkının deyişiyle (Hakikatli)
oldu. Yozlaşan Çelebilik ve Dedelik
müesseselerine baş kaldırdı, dostlarının da yardımıyla köyünü ve civar köyleri dedelerden arındırdı. Cemaatini
genişletti, ama köyüne de Alevilik tarihinde (Dinsizler) anlamında kullanılan
(Prodan) lakabının takılmasına engel
olamadı.” (S. Özcan: Aziz Baba Aleviliği, Ankara-2001, s. 1-2)
Araboğulları ile derin düşünceleri örtüşerek yoldaşlık düzeyindeki dostlukları, öğretinin en önemli aşaması olur.
İçinde bulundukları mecliste, çıkara
dayalı dedelik kurumunun Kızılbaşlıkta yerinin olmadığını, aydın, çağdaş, eşitlikçi, insani anlayışın egemen
olacağı bir düşünceyle, insanca yaşamayı belirleyen hümanist bir ekolun
savunucuları olarak, inançta reform
düzeyinde düşünceler ortaya koyarlar.
1920’lerden bu yana, çeşitli baskılara
karşın “Şıxlar Meclisi” yani “Hakikatçiler”, hümanist düşüncelerinden ödün
vermeden yollarına devam ederler.
“Kamil sözü Kuran’ımız.
Hikmet söyler irfanımız,
Hakikattir erkânımız,
Yalan yanlış foyamız yok.”
(Meluli)
Şıxlar; doğruluk (elinle koymadığını
alma), dürüstlük ve erenlik düzeyinde
kutsal kişilikler olarak görülmekteydi.
Onların (Şıxlar Meclisi) temel düşünceleri, Alevilikten gelen Kızılbaşlık
inancının farklı bir sentezi, dinsel olmaktan öte toplumcu bir oluşum olmasıydı. Peki, sahip oldukları Şıxlık
ne idi? O ne tam olarak Alevilik, ne
bir mezhep, ne dinsel bir kuram, toplumsal içerikli dinsel bir oluşumdu
denilebilir. Bu tanımlamanın ne değin
yerine oturduğu bir yana, sonuç olarak
toparlamak gerekirse tüm bunların bir
protest biçimi ya da ateist (tanrı tanımaz) anlayışın en geniş düşünsel akımı şeklinde yorumlanabilir. Temel taşı
insan olan; din, dil, ırk, renk ayırımı
yapmaksızın tüm dünya insanlarını
kardeş gören, adalet ve eşitliğe dayanan bir felsefi düşüncedir. Tek tümce
ile toplum biliminin (Marksizm) Binboğalar coğrafyasında ortaya çıkan bir
doğu yorumudur.
İnsanın kültürel, sosyal, toplumsal,
felsefi birlik ve bütünlüğünü ortaya
koyan bir yaşam biçimidir.
Uluslara ve diğer inançlara yaklaşımından, kadın- erkek eşitliğine
kadar uzanan yaklaşımlarla bir
bütündür.
Kökenleri en az üç bin yıl öncesine uzanan birçok öğreti biçiminin
sentezidir.
Saygı ve sevgi, onlar içi en güzel
yoldur.
Eziyete ve ezene karşı çıkan yaşam
yolunun bir anlayışıdır.
Evrensel bir dünya görüşüdür, etnik
kökeni değil insan olmayı ön plana
çıkarır.
İnsanlıktır, sevgidir, dürüstlüktür,
doğruluktur, çağdaşlıktır, paylaşımdır, hoş görüdür, kardeşliktir ve
bilimsel düşünmenin ta kendisidir.
Tapılacak dinsel (teolojik) varlık,
insan gibi insandır.
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Doğanın korunması, emek, tarımsal
üretimde ortak çalışma ve teknoloji
nin gelişmesidir.
En önemlisi, kendi hak ve özgürlüklerini bilmektir.
O günün koşullarına göre (20. yy başları) özü incelendiğinde, bilimsel felsefenin belirlediği, sınıfsal ayırımları
ortaya koyan düşünce ile koşutluk gösteren bir öğreti olduğu görülmektedir.
Ancak felsefi anlamda Kızılbaşlığın
insancıl yanını ele alıp, dinsel kuram
ve kavramlarla fazla şekillenmeden,
tanrı ile sorunsuz ve barışık, tanrının
insanda olduğuna inanan, geniş düşünsel yapılanma olup; temel öğesi insan
olan, eşitlik-üretim-emek temeline dayalı felsefi bir düşüncedir denilebilir.
Bir anlamda, toplumcu yaşam tarzının
farklı bir yorumu olarak değerlendirilebilir.
“Gerçek aşık siler kalbin tozunu,
İrfan ışığında açar gözünü,
Kamilin ağzından çıkan sözünü,
Hem hadis hem Kuran biliriz”.
(İbreti)
“Sevgidir âşıkın dini,
Erenlerin olmaz kini,
Birbirini sevmiyeni,
Sürün gitsin yöremizden.”
(Afê Bacı (Kamalak)
Özellikle Şıx Mamo ve Şıxlar Meclisi’nin sahip oldukları öğreti, yurt dışında
çeşitli araştırmalara konu olur. O dönemde Almanya’dan üç kadın gazeteci
ve gezgin sosyolog Hugo Grothe, 1906
yılında “Binboğa Hakikatçileri” için
bölgeyi gezerken, Köyyeri’nin (Sarız)
Kırkırsak köyünde Hakikatçi Aleviliğin öncüsü Mamîk-i Kose’yi özellikle
tanımak üzere bölgeye gelir. İnançsal
zemini hümanizm ve kolektif yaşamı
esas alan bu öğretiyi araştırmak için
günlerce Kırkısrak’ta kalır. Karşılıklı yapılan görüşmelerden sonra Hugo
Grothe; “Araştırmalarımızdan sonra
vardığımız sonuç; evrensel bir görüş,
hümanist duyguların ön plana çıktığı
bir anlayış olarak, yaşadıkları bölgede her şeyi ortak kullanmayı hedeflemekteler. Yaşama ve insana bakış felsefeleriyle Avrupalılardan onlarca yıl
daha ileri düzeydeler” diye not düşer.
Özünde bu öğreti; Kızılbaşlığın (Alevilik) çağdaş bir şekilde rafine edilmesi
sonucu, fakat onun farkında olmadan,
yeni yeni oluşmakta olan sosyalist düşüncenin bir sentezi gibiydi. H. Grothe; Şıx Mamo’yu şöyle anlatır: “Kızılbaş köyü Kırkısrak’ta her soruyu hiç
çekinmeden yanıtlayan zeki, kendine
özgü bir şahsiyeti olan elli yaşlarında
(-ki o dönemde 66 yaşındadır) bir köylü çok yardımcı oldu. Yüzüne ciddi bir
ifade veren derin çizgileri olan, ancak
gözlerinde canlı ve muzipçe bir ifade
olan, uzun sakallı, Doğu’da (Şark’ta)
dini konular söz konusu olduğunda
pek de alışık olmadığımız alaylı bir
tarzda sorularımızı yanıtladı” der (M.
Bayrak’tan alıntı).
H. Grothe: “En önemli göreviniz nedir?”
Ş. Mamo : “En önemlisi misafirperverlik. Verdiği hizmet için karşılık isteyene iyi gözle bakılmaz. Köy halkı onu
cezalandırabilir veya köyden kovabilir. İnsanlar, çıkar gözetmemek ve birbirleriyle yardımlaşmak için dünyaya
gelirler.”
H.Grothe: “Öğretilerinizin yazılı olduğu ve yayılmasını sağlayan bir kitabınız var mı?”
Ş.Mamo: “Ben de yok. Zaten okumasını da bilmem. Yaradan’a ve insanoğluna karşı yükümlülük emreden kitap,
erdemli insanların kendi içindedir.”
Bölgede (Aziziye, Gürün Sarız, Afşin, Elbistan, Akçadağ, Doğanşehir,
Arguvan, Hekimhan, Pazarcık); Şıx
Mamo ile başlayan süreçte, merkezi
insan olan, etik değerleri de içine alan
öğretileri yaymaya çalışan “Şıxlar
Meclisi” oluşmaya başlar. Altını çizerek belirtmek gerekirse; ortak yaşam
(komünal) biçimini temel alan “yarin
yanağından gayrı her şeyde ortak”
olma noktasında, Şıx Mamo ve onun
içinde yer aldığı meclisinin önemli
değerleri, bu anlayışı Binboğalarda
yüzyıllar sonra 1800’lü yılların son
çeyreğinde başlamak üzere ortaya koydukları düşünce sistemi, Şıxlığı günün
koşullarına göre yorumlayıp yaşama
geçirmek olur. Şıxlar Meclisi oluşurken onu oluşturanlar kimlerdi? Halk
arasında “şıx-şex-şıh” diye tanımlanan, bölgesel anlamda Aleviliğin işleyişini bilen Yerel Halk Meclisi’ndeki
kişilerdi. Kuran ve Allah’ı sahip oldukları normlara göre değerlendiren
ve yorumlayan, hümanizm ve toplum
yönetimleri üzerine çağdaş düşünce-
ler üreten, özel mülkiyet anlayışını ret
eden, “İnsani Kamil-i” amaçlayan, salt
bunlarla yetinmeden, kendilerini geliştirmek adına anlayışlarına uygun kitap
ve kaynakları Sivas, Kayseri, Maraş,
İstanbul, Kırşehir, Halep, Şam. vb bölgelerden araştırarak bulup, satın alan,
o dönemde kendilerini geliştirmek isteyen insanlar topluluğu idi. Eğer kitapları satın alama güçleri yoksa orada
okurlar, özet ve içerikleri not edilerek,
içinde bulundukları meclise ve dostlarına böylece aktarmış olurlardı. (Bizzat
Taşik-i Mêyre-Bektaş Duman, Çirkin
Baba-Hüseyin Özcan, sonraki yıllarda
Kûşo-Hüseyin Ülger, Gedayi-Hüseyin
Akyol, İbreti-Hıdır Gürel gibi…
Farsça, Arapça, Kürtçe ve Türkçe okuyup yazan bu öğretinin ileri gelenleri
öncülük etmektedir. Özellikle temin
edilen kitaplar; Niyazi Misri’den, Seyit
Nesimi, Fazallah Hurufi, Hacı Bektaşi
Veli, Fuzuli, Baba Tahir Üryan, Hatayı, Virani, Yunus Emre, Pir Sultan’dan
deyişler okur ve söylerlerdi. Ayrıca,
Babam Kûşo Hüseyin Ülger’in iki sandık dolusu kitaplığında bulunan, tek
tanrılı dört din kitabı (Zebur, Tevrat,
İncil, Kuran) ortaya konulur, onlardan
seçilen bab ve ayetler üzerinde günlerce tartışırlar, sahip oldukları öğreti
doğrultusunda farklı yorumlarda bulunurlardı.) Dostluk düzeyinde süren, bu
anlayışın içinde yer alan her Kızılbaş
Babası, bu sorumluluğu taşır ortaya
koydukları değerleri belli bir düzen
içinde yürütmeye çalışırdı. Nesimi’den
sıklıkla okudukları;
Kûşo-Hüseyin Ülger
(Çizimler: Ali Haydar Ülger)
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tüm toprakların toplumsal mülkiyete
dönüşmesi gerektiğini ve bunun da köy
toplumlarına bırakılması gerektiğini,
buna önderlik yapan ve savunan, 8-9.
yüzyıllarda yaşayan Kızılbaş Yaresan
Bavê Tahêr Ûryan’ın (Baba Tahir Üryan) şiirlerine sıklıkla yer verilirdi.
“Her ew ku aşiqê ji can natirse
Aşiq ji zencîr û zîndan natirse
Dilê aşiq weke gurê birçî ye
Ku ew ji heyheya şivan natirse.”
(Âşık olan canından korkmaz
Zincirden, zindandan korkmaz
Âşığın gönlü aç bir kurt gibidir
Çobanın heyheyinden korkmaz.)
(çev: Kul Seyyid)
İbreti-Hıdır Gürel
(Çizimler: Ali Haydar Ülger)
“Ey gönül el aynasına bakmanın
faydası ne.
Sermayeden zararın var satmanın
faydası ne.
Kendin kadrin bilmeyen ne bilir
dostun kıymetin,
Merkebin boynuna cevahir takmanın
faydası ne.
Çobana yazı gerek hem yayıla, hem
gerneşe,
Çobanı meclise imam etmenin
faydası ne.
Kargaya üleş gerek hem yiye hem
çağıra,
Karganın önüne şükker dökmenin
faydası ne.
Velhasılı, Nesimi sen kendini âleme
faş eyleme,
Köpeği hamama sokup yumanın
faydası ne.
Yine sıklıkla şiirleri okunan -ki Abbasi
dönemi ozanlarından, İslamiyet karşıtı
duruşu ile- dünya üzerindeki adaletsizliğin temelinin toprak paylaşımındaki eşitsizlikte olduğunu, işlenebilen
Bavê Tahêr Ûryan, bir diğer deyişinde
“gönül” ve “dilber” üzerine duygularını sergilerken, her ikisinin iç içe geçmiş olduğunu şöyle ifade eder.
“Ku dil dilber be, lexwe dilber kî ye?
Eger dilber dil be, navê dil çi ye?
Ez dil û dilber tevlihev dibînim,
Nizanim ku dil kî ye, dilber kî ye?”
“Gönül dilber ise, içimdeki dilber
kimdir?
Eğer dilber gönül ise, gönlün adı nedir?
Bence gönül ve dil iç içedir.
Bilmem ki gönül kimdir, dilber kimdir?”
(çev: A.H.Ülger)
İşte 1900’lü yılların birinci çeyreğinde,
Sivas’ta yaşayan Araboğulları (Süleyman), Kırkısrakta’tan Mamık-ı Kose,
Çirkin Baba (Özcanlar’ın dedeleri),
Söbeçimen’den Apseyd (Seyid Baba)…,
daha sonraki kuşaktan, yüzyılın ikinci çeyreğinde; Kötüre’den Karaca (Meluli-Latife), Şakir Baba (Berçenekli),
Aşık Mamo (Mamık-i Çêle), Mustafa
Erdoğan (Mıstîk-i Kulutan), B. Haydar
Uzun (Haydar-ı Doçdırej), Gedayı (Şıh
Mamo oğlu), Haydar Bayrak (Haydar-ı
Avde), İbrahim Erdem (İbik-i Kurçe),
Ali Haki Edna, Ali Kamîke (Hicrani),
Cafer-i Gange, Hıdır Gürel (İbreti),
Ali Armağan (Ali Kale), Hüseyin Ülger (Kûşık-i Qalan), Mustafa Duman
(Kinik-i Taşık-i Meyre), B. Hüseyin
Babür (Torun-i Axıke), Ali Babür (Ali
Hussûke), Aziz Babür (Aziz-i Axıke),
B. Ali Çelebi (Ali Kûluk-e), Haydar
Yılmaz (Haydik-i Ellez), İsmail Öksüzoğlu (İsmail-i Kullûk-i Fatmê),
Mehmet Kamalak (Mamık-i Qubucuğan-Firkati), Êfe Ana (Êfik-e Qu-
bucuğan-Kamalak), Hüseyin Duman
(Husen-i Allıke), İbiş Yılmaz (İrşadi),
Hasan Uzun (Haskut-i Çağıke), Derviş
Toprak (Devrîş-i Axîk-i Kıçike), Hüseyin Duman (Husen-i Allikê), Tacim
Kaygısız (Tacim-i Köralian)… Hakikatçiler Meclisi’nin (Şıxlar) içinde yer
alan kimi önemli değerlerdi.
Aslında Hakikatçi Alevilik, dedegân
düşünceye karşı çıktığı gibi, Bektaşiliğinde yalnızca hümanist yanını ele
alır, etnik boyutunda asla yer almayan
bir anlayıştır. Çünkü Hakikatçilik, bir
tarikatın sınırlarının çok üzerinde bir
düşünce akımıdır. Meluli’nin şu sözleri bu gerçekliği anlatmaya yetmektedir: “Biz Bektaşi tekkesine gitmedik,
tekkelerde hizmetimiz yok; fakat Bektaşilerin yetişmiş, erdemli, kâmil mürşitleriyle görüşüp, hizmetlerimiz onlarla oldu. Ders aldık, onlardan ilham
aldık. Daha doğrusu bizim aldığımız
bütün ilham insandadır. İlahi ilham zaten insandadır” der. (Agy. Bir hakikatçi şair ve köy aydını olarak Meluli’nin
felsefesi konusunda ayrıca, Batı dillerindeki şu başlıca yazıya bakılabilir.
Hans-Lukas Kieser: “Alevilik als Lied
und Liebesgespråch: Der Dorfweise
Meluli Baba (1892- 1989), Migration
und Ritualtransfer” içinde, Peter Lang
yay. Frankfurt, 2005 ).
“Sizi seyreyledik batın yüzünde,
Haberdarsın ser çeşmenin gözünde,
Âdem belli sohbetinden sözünden,
Kamil kelam ehli irfanlarsınız.”
(Alhaslı Ali Haki)
Aynı anlayışın içinde yer alan ve bu
süreği sürdüren yöre ozanlarının Şıx
Mamo üzerine çok sayıda şiir ve deyişlerden biri ozan Derdiderya’ya aittir.
“Derdiderya söyler özden,
Erenlere selam bizden,
Her bir halde, telde, sazdan,
Şeyh Mamo’muzdan ibret al.”
Şıx Mamo torunlarından Gedayi oğlu
Hayali (İbrahim Akyol) dedesi için
şöyle der.
“Evliyamız yatar karşı obada,
İnsanlığa ışık tutan Şıh Mamo.
Dallıkavak, Çağşak, hem de yörede,
İnsanlığa ışık tutan Şıh Mamo.”
Gerçekler yoludur hep senin yolun,
İnsanlık ilacı etkili dilin,
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dostlarındır senin varlığın malın,
İnsanlığa ışık tutan Şıh Mamo.”
Kendisiyle yol yoldaşı ve Şıx Mamo’yu
irşad eden Araboğulları’nın torunlarından Aşık Süleyman, dertlere derman olduğunu şu dörtlüğü ile dile getirir.
“Şeyh Mamo’m methedem size,
Dertlere dermandır bize,
Ali’m şahtır gören göze,
Hem vallahi, hem billahi…”
Kadın ozanlarımızdan Êfe Bacı (Êfik-e
Qubucuğan), yol ve erkândan ayrılmadığını, samimi duygularını şiirine şöyle yansıtır.
“Şıh Mamo’nun talibiyim ezelden,
Asla ayrılmadım erkândan, yoldan,
Muradımı aldım bir gonca gülden,
Oğlanı öğrendim, kızı öğrendim.”
Aşık Faruk; dört bir yanı aydınlatan
ışığa benzetir Şıx Mamo’yu.
“Işık vermiş çevreye, aydınlatmış dört
yanı,
Toplamış dostlarını, Hakka
döndürmüş yüzün,
Hidayete Hak’tan ermiş bizim
Şıh Mamo.”
Söbeçimenli Mehmet Çoban,“Dostlar”
adlı şiirinde; Mamık-ı Kose’nin (Şıx
Mamo) yaşam felsefesinin, evrensel
dünya kardeşliği üzerine kurulu olduğunu şu dizelerle vurgular.
“……………………….
Gerçekten gerçeğe katıla gelmiş,
Bu insancıl yolun, insancıl
duygusunu,
Hümanizm, dostluk ve kardeşlik
sevgisine bezendiren,
Evrensel dünya kardeşliğinin,
Bir müsavi hakkın çatısı altında,
Birleştirmeyi ve bütünleştirmeyi,
Amaç edinmiştir Şeyh Mamo…”
Sefil Mustafa, Şıx Mamo’nun gerçeklere ışık tutuşunu ve onun ününü şöyle
vurgular.
“Gerçeklere ışık tuttun.
Şeyhler Şeyhi Mamo Mamo.
Hak yoluna doğru gittin.
Şeyhler Şeyhi Mamo Mamo.
Sefil Mustafa divane,
Selam olsun hanedane,
Namın yayılmış cihane.
Şeyhler Şeyhi Mamo Mamo.”
böyle olanaklı olmuştur. “Her şey insandadır. İnsan en büyük değer, yaşam
kutsaldır.”
Binboğalarda, Şıxlar Meclisi ve onlardan kalan gelenek öyle bir eğitim
vermiştir ki, Alevi öğretisinin kültürel ortamı içinde; Meluli (Karaca Erbil), Aşık Mamo, İbreti (Hıdır Gürel),
Nesimi Çimen, Kul Hasan, Maksudi
(Osman Dağlı), Hüdai, Mahzuni, Mücrimi, Ali Kamike (Burhani, Hicrani,
Haki), İrşadi (İbiş Yılmaz), Êfe Ana,
Firkati, Erdem Baba, Cafer Baba…
gibi ozanların yetişmesini sağlamıştır.
Bunlardan Mahzuni, yaşadığı dönemin toplumsal sorunlarına olan duyarlılığı ile daha çağdaş ve kentli yapıtlar
vermiş, ancak Hakikatçiler geleneği
çizgisinde ise Mücrimi, Cafer Baba,
Meçhuli, Kul Hasan, Emekçi, Perişan
Ali, İsmail İpek, Kul Ahmet, Kul Hasan, Hacı Bayrak, Yetimi (Aziz Şimşek)… gibi değerli ozanlar, süregelen
meclisin içinde yetişmişlerdir. Binboğalardaki Kızılbaş Aleviler, inançsal
zeminini besleyen ve ondan beslenen
usta icracılar ise Haydar-i Avdê (B.
Haydar Bayrak), İbik-i Kurçe (İbrahim
Erdem) ve Nesimi Çimen’dir.
“Din demek mananın başı,
Herkes anlamaz bu işi,
İnsanlık her şeyin başı,
İşte onda gözüm benim.”
(İbreti)
“Gerçeklere varmak için,
Yollar vardır, yol içinde.
Sevgileri görmek için,
Gözler arar, göz içinde.”
(A. Haydar Ülger)
Hakikatçiler Meclisi’nde herkesin
yüzü birbirine dönüktür. Birbirlerinin
söz, deyiş ve düşüncelerinden yararlanmak için yüz yüze olurlar. İşte Alevilikteki “semah, cem, halaka” sözleri
bu literatürde anlam kazanarak “yani
insanın insanı kıble edinmesi” ancak
Sözü şuraya getirmek gerekirse, o
mecliste doğu-batı, kuzey-güney gibi
farklı yönler yoktu. Bilgi, birikim,
sevgi ve insanlıkla halkalanmış bir
dairenin iç yüzünün her noktası, aynı
düzen içinde -tıpkı Güneş sistemindeki gezegenler gibi- çok yönlü bir düşünce anlayışının kıblesine dönüşmüş
olmasıdır. Bu bağlamda Şıx Mamo’yla
yerleşen, vücut bulan bu kültür içinde
nice ozanlar yetişmiş, aynı anlayışın
sonucu olarak Tanrı’yı evrende ve insanda gören anlayışla yoğrulmuşlardır.
Kimi zaman, bununla tam karşıt noktalardan “Tanrı Varlığı”nı sorgulayıcı
söylemlerle de ortaya çıkmışlar, “cismi
olmayanın ismi olur mu” diye sormuşlar, “yere körü körüne eğilmemenin”
büyüklüğünden söz eder olmuşlar. Hele hele “yazgıya inanma”nın yoksullara pay edilmesinin, ozanları rahatsız
ederek onları isyana sürüklemiş ve bu
durumu içlerine sindirememişlerdir.
“Gerçek aşık siler kalbin tozunu,
İrfan ışığında açar gözünü,
Kâmilin ağzından çıkan sözünü,
Hemi hadis, hemi Kur’an biliriz.”
(İbreti)
Kendi kendini var eden bu anlayış;
yaşayan, yaşatan, göçen nice erden
sonra elden ele geçerek bu güne değin
gelir. Ne mutlu ki, Binboğaların o bu
çetin coğrafyasında gerçekleri ve güzellikleri içinde yaşatan, Şıx Mamo
gibi Kızılbaşlık öğretisine (Hakikatçiler) değer katan, aramızda olmayıp
da Nesimi, Virani, Pir Sultan, Meluli,
Mahzuni ve İbreti gibi düşünen tüm
Hakikatçileri bir anı tünelinde anarken, bize kazandırdıkları toplumcu düşüncelerinin evrenselliği, İç Toroslarda
(Binboğalar) yeni fark edilen bir yıldız
örneği parlayan Kızılbaşlık inancının,
bu küçük kaynağın büyük bir ışığı olarak, dün olduğu gibi, yarın da sahip
oldukları Hakikatçiliğin özünü yansıtmayı sürdürecektir. Yarınlarda, özü
sevgi olan bir diğer Kızılbaş değerinde
buluşmak dileğiyle…
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
PEPUK
duğu, yerde oturdu. kız sırtındaki çıkını açtı annesinin onlara koydukları
lor,kelle soğan ve azbirazda kavurma,
tandır ekmeğin içine koyup durum
haline getirip yediler. sonra som som
kaynaşan çaygaraya ağızlarını batırp
kana kana su içtiler. daha sonra tekrar
kengel toplamaya koyuldular...
PEPUK
PEPUK..
Aram Ararat
dağ dediğin bir top ateş sanırsın,güneşle
güreş tutumuş gibi yalızları cenk rengindedir. yangın morumsu çiçekler
basardı evelbaharda,her renk ve bin
bir çeşidiyele. pepuk kuşun kanadın
altında sığınmış gibi dağdan aşağıya
doğrudur herbir yanı,cümle tabiatı gölgeliyor.sonra dağ halka halka durmadan sisleniyorudu. ve bir anda dağılıp
gözden yitiyor, sonra bir daha bir daha
sislaniyor ve açılıp kapanıyor dorukları...
dağın etekleri engin bir yeşiliğe bürünmüş ve sökünet içindeydi.yalınızca tabiatın sesi var başka hiç bir ses yoktu.
yeraltı sularının çağıltısı bile duyuluyordu bu sesizlikte, toprağın usul usul
yarılması, köklerin saçaklaması, karınca yuvalarının yer değiştirmesi ve
kuşların kanat bilemesi bütün sesizliğiyle duyuluyordu...
doğanın cömert kucağında binbir türlü çiçek, böcek, kuş, kelebek, yazın
öfkesinde uzak tasasız görünüyordu.
yumuşak bir esinti eşliğinde fısıldaşan
otlar saçlarını tarıyor,ince çıtırtılarla
su yürüyordu dallara. kır çiçekleri çılgın renkleri sayıklıyordu.toprağın derin damarlarından tüten buğu,incecik
bir tül çekiyordu boşlığa.uzun ıslıklar
çalıyor ve karşı tepelere doğru yükselirken o uzayan muazam lezzetli kengerlere...
mevsim kenger mevsimiydi (kerenk)
dağ, taş, vadi, orman, ve bilcümle tabiat kengerlerle dolup taşımıştı.sarımsı,
yeşilimsi, morumsu ve beyazmsı rengharenk köklü kengerler, her tarafı doldurmuştu. güneşin yakmadan ısıtğı,
sularun ne az nede fazla olduğu, yelin
kırmadan hafıfçe estiği demde, yani
dünyanın ılıman mevsiminde bitiyor
kenger. hele bir tadı varki hiç sormayın, şöyle kabuğunu usulca soyarsınız,
sonra dişlersiniz ağzınızada öylece sa-
atlece çinemek istersiniz,o kadar farklı
bir tadı varki, tarif edilemez ancak yeyerse anlar insan.birde baygın bir kokusu var mis gibi böyüleyicidir.kokusu
insanı farklı bir düş dünyaya götürür.
öyle bir şeydir kengerin tadı ve kokusu.
kadın sabahın seherinde uyandı çocuklarını tek tek sevgiyle uyandırdı,sonra
derede taşdığı suyu büyük bir kazanda kaynatı. çocuklarını bir bir yıkadı yudu duruladı. en güzel giyitleri
geydirdi, ekmek ve sut verdikte sonra onlara yolluk hazırlayıp çıklarına koydu,ve her birisinin eline birer
hançer tutuşturarak kenger toplamaya yolladı. iki çocuklar biri kız biri
erkekti. kız henüz on iki yaşındaydı
erkek ise sekiz yaşına yeni basmıştı.
elele tutuşup yola koyulduklarında güneş tam tepedeydi.bir zaman yürüdükten sonra kengerlerin en yoğun bitiği
vadiye vardılar. kız annesinin verdiği
telis torbayı kardeşinin eline sıkıştırdı
"sen torbayı al ben de kenger biçerim"
dedi çocuk hiç ihtiraz etmeden başının
evet anlamına gelen tatlı tatlı salladı.
kız biçtiği ilk kengeri soydu kardeşine verdi,kardeşide ablasının vermiş
olduğu kengeri zevkle yedi bitirdi. ve
başladılar kenger biçmeye. ikindi vaktine kadar hiç durmadan duraklamadan öylece kenger biçtiler. sonra çocuk
ablasına acıktığını söyledi.ablası ise
ilk bulduğu çaygaranın başında çöktü
ve "çök" dedi kardeşine. çocuk ise ol-
ikindi vakti olmuştu artık eve dönme zamanıydı, bir ara kız, kardeşine
döndü ve" acaba ne kadar kengerimiz
oldu?" diye sordu. kızın bu sorusu özerine çocuk sırtındaki telis çuvalı indirdi, ve çuvalı açtı içine baktı ne baksın
bir tek kenger bile yoktur.çocuk şaşkınlık içinde ağlamaklı bir sesle ablasına seslendi "abla hiç kengerimiz yok"
dedi. kız döndü kardeşinin elindeki çuvalı hışımla aldı baktı içine hakkaten
hiç bir kenger yoktu. bu durum üzerine
kız çılgına dönmüştü. kardeşine küfür
etti hırpaladı ağzını yüzünü kan içine
bırakana kadar övdü, "bütün kengerler
sen yedin" dedi. kardeşi ağladı, sezladı, yalvardı, yakardı "ben yemedim".
yemin etti ablasının ayağına kapandı,
ama ne etiyse bir türlü ablasını ikna
edemedi. en son dediki "abla o halde
inanmıyorsan gel karnımı deş ve bak
içime ben kenger yemişmiyim yemeşmiyim görürsün" çaresizce. sonra olduğu gibi işliğini yukarı çekerek kurbanlık kınalı koç gibi oracıkta uzandı.
kızın gözü dönmüştü şuurunu kaybetmişti elindeki keskin hançeri, hemen
yanında uzanmış her iki eliyle işliğini
yukarı çekmiş kardeşinin çıplak karnına sapladı. çocukta hiç ses çıkmadı. kız çılgınca kardeşin karnını deşti
sonra barsakları tek tek açtı baktı ama
hiç kenger yoktu,sabah verdiği kenger
dışında.kızın yüzü,gözü,elleri kardeşinin kanıyla boyanmıştı.çocuk oracıkta sırt üstü uzanmış kan reva içinde
ve sağ elinde yarım kalmış ekmeğini
sıkı sıkıya tutmuş sol eli hala işliğindeydi. gözleri yarım açık kalmış ve sol
gözende bir kaç damla yaş sözülmüş,
al yanağında öylece donmuş kalmıştı.
kız,kardeşinin kenger yemediğini anlayınca, pişman ,oldu korktu, ağladı,
bağırdı, çağırdı, başını taşlara vurdu,
saçalarını yoldu, giyitlerini parçaladı,
yüzünü acıyla yırtı. onun kanı kardeşini kanınına karıştı. kardeşini kucakladı ağzını dışarıya sarkmış kardeşinin
barsakların koydu ve yabani bir hayvan gibi böğürdü.ama nafile. ne yaptıysa kardeşi uyanamadı.en son diz üstü
çöktü ve avazı çıktığı kadar bağırdı"ya
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
rap "dedi" beni bu devri dünyada öyle
bir yaratığa dönüştürki dünya döndükçe hep kardeş katilli olarak laanetle
anılayım. "kızcağızın bu duası üzerine tekmil dağları yeri göğü inlercesine
heybetle görledi, sonra tuhaf tuhaf sesler çıkartı. gökyüzü karanlık bulutlarla kapandı, yıldımlar düştü, şimşekler
çaktı, bir anda hışımla yağmur dolu ve
kar yağdı. bir anda dönya karanlığa gömüldü...
Bir Kavram Bin Kırım
Yanılsamalar -12
Seçim:
hava açıldığında kızcağız bir kuşa
dönüşmüş ince bir dala konmuş sadece "PEPUK PEPUK Kİ KUŞT MIN
KUŞT Kİ ŞUŞT MIN ŞUŞT...PEPO
KEKO KAM KIŞT MIN KIŞT KAM
ŞU MIN ŞU" diyordu.
tekmil mor dağları kuşa eşlik ederek
"PEPUK" dedi yağan yağışlar "PEPUK" dedi. yerde cansız yatan çocuk
"PEPUK" dedi yolda geçen yolcular,
hayvanları göden çobanlar,koyunları
sağan berivanlar "PEPUK" dediler.
duvaklı gelinler, kundakdaki bebeler,
ölümü bekleyen yaşlılar ve gençler hep
bir ağızda PEPUK "dediler.kısacası
bilcümle kainat hep bir ağızla ve çığlık
çığlığa" PEPUK PEPUK PEPUK...
ve o gün bu gündür her evelbaharda,yani
kenger mevsiminde PEPKU kuşu geliyor yetiştirebildiği, ve tükürüğü yettiği kadar kengerlerin üsüne tükürüyor,
sonra sıra kadem basıyordu. kuşun
tükürdüğü kenger yanıyor kırılıyor ve
hiç bir canlı varlık dokunamıyor...
işte insan oğlu o demde bu yana başına
en ufak bir hal gelirse, "PEPUK" diye
inliyorlar.
savaşlara öllümlere ve katliamlara PEPUK.
açlığa sefalete ve yoksulluğa PEPUK.
sılada yürekleri yarin uğruna, yangın
yerine dönüşenlere PEPUK.
evlat acısıyla yanıp tutuşan annelere,
anne ve baba hasreti çeken çocuklara
PEPUK.
mapushanedeki mahkumlara,ve yıllarca onların yolunu gözleyen yakınlarına
PEPUK.
sanalda ve realde tanıdığım veya tanımadığım, haksızlığa ve adaletsizliğe
karşı koymayan bilcümle insanlara ve
(eşala) ya PEPUK PEPUK PEPUK.
Ali Haydar Kanlı
Doludizgin, kıran kırana küfür dolu bir yerel(!)seçim kampanyasının ortasındayız.
Sistem partilerinin kendilerine alan açmak uğruna harca(ya)mayacakları hiçbir değer, dillendirmekten kaçınacakları hiçbir kavram yok.
Eski Atina'da oy verme hakkını demokrasinin bir göstergesi sayan aptal avam
kamarası nasıl bir yanılgı içinde idiyse bugünün Türkiye'sinde de halk genel
anlamda aynı yanılgı içindedir.
Sistemin ön seçim yoluyla dayattığı adaylardan birini seçmekten başka bir
anlam ve işlevi olmayan bu yanılsama yoluyla sistem en geniş kitleleri yedeğine alarak kendisini idame ettirirken biri sağ ikincisi sol oportünist devrimci (!) iki çizgi de bu ortaoyununda rollerini alırlar oportünistler seçimler yoluyla sistemin değiştirilebileceği hayalini yayarken, Sol oportünistler objektif
koşulları oluşmadığı halde boykot söylemiyle eylemsizliği seçerler.
Oysa, seçimlerin yarattığı duyarlılık ortamından da yararlanarak sistemin
tam ve doğrudan teşhirini yaparken, seçimlerin demokrasiyi getiremeyeceğinin altının kalınca çizilmesi, doğru bileşenlerle sistem içinde manevra alanları açmak gerektiğinin ayırdında değillerdir.
Çok önemli bir oy potansiyeline sahip Aleviler genel olarak sistem partilerine yedeklenmiş, Kemalist bayraktarların kuyrukçuluğunu yaparak geçmişine
adeta ihanet etmektedir.
Devrimci blok iddiasıyla seçimlere katılan kimi çevreler ise ittifak güçlerinin
uzlaşmaz iç çelişkilerle dolu olduğunun ya farkında değiller yada pragmatist
yanları ağır basmakta.
Sonuç yerine;
Bir seçim süreci daha hızla akıp geçiyor gözlerimizin önünden ve biz bir kez
daha izleyici rolündeyiz.
umar ve dilerim ki, gelecek seçimlere daha bilinçli, daha örgütlü bir muhalefet geliştirebilir, doğru bileşenlerle sürece müdahil olabiliriz.
Mart 2014 / Diyarbakır
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yakındoğu’nun İmhası, 1915 Ermeni Soykırımı
ve Hrant Dink’in Katledilmesi
19 Ocak 2007’de, Hrant Dink, İstanbul’da, yöneticisi olduğu Agos gazetesinin önünde katledilmiştir. Bu
cinayet, 1915 Ermeni Soykırımı ile yakından ilgilidir. Ermeni Soykırımının
devamı olarak algılanabilir.
Bu projeler gündeme geldiği zaman
Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde
yaşayan Hıristiyan halklara, örneğin
Rumlara, Ermenilere, Süryanilere ne
gibi politika uygulanacağı çok önemli
bir sorun olarak ortaya çıkıyordu.
Aslında bu süreci daha geniş bir çerçevede değerlendirmek gerekir. Yakındoğu bu bakımdan önemli bir kavramdır.
Yakındoğu kavramının irdelenmesi
sürece açıklık getirecektir.
Müslüman olan ama Türk olmayan
Kürdlere nasıl bir politika uygulanacaktı?
Yakındoğu, Bizans’tan beri kullanılan
bir kavramdır. Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Batılı araştırmacılar,
seyyahlar, yazılarında, konuşmalarında bu kavramı sık sık kullanmışlardır. Lozan Antlaşması’nın gerçek adı,
“Yakındoğu İşleri İle İlgili Lozan
Antlaşması’dır. Bu kavramın son olarak kullanıldığı alanlardan biridir.
Bizans Yönetimi, İstanbul’dan itibaren
Doğu’ya doğru coğrafyayı şu şekilde
bölümlemişti: Yakındoğu, Ortadoğu,
Uzakdoğu.
Yakındoğu’da şu ülkeler yer alıyordu:
Kızılırmak’ın, Sakarya nehrinin batısına, Ege’nin bir bölümüne Anatolia
deniyordu. Buralarda daha çok Rumlar
yaşıyordu. Karadeniz havalisine Pontus deniyordu. Burada Rum Pontuslar
yaşıyordu. Pontus’un doğusuna Lazistan deniyordu. Lazistan’ın doğusunda
Gürcistan yer alıyordu.
Pontus’un ve Lazistan’ın güneyi Ermenistan ve Kürdistan’dı. Kırsal kesimlerde daha çok Kürdler, şehirlerde
daha çok Ermeniler yaşıyordu. Van
Gölü’nü merkez kabul edersek kuzeye
ve doğuya doğru Ermeni nüfus, güneye doğru Kürt nüfus artıyordu. Kuzey
Mezopotamya’da Kürtler, Ermeniler,
Süryaniler, Keldaniler beraber yaşıyorlardı. Tur-Abdin, daha çok Süryanlerin yurduydu. Bugünkü Çukurova’ya
Klikya deniyordu. Klikya’da Ermeniler çoğunluktaydı.
Kızılırmak kavsinde daha çok Rumlar
yaşıyordu, Kapadokya.
Ortadoğu, Mısır’dan Hindistan’a, Ku-
Dr. İsmail Beşikçi
zey Buz Denizi’nden Hint Okyanusu’na
kadar olan ülkeleri kapsıyordu. İran,
Ortadoğu ve Yakındoğu arasında bir
yerdeydi. Uzakdoğu, Orta Asya içleri, Çin, Mançurya, Japonya, Filipinler,
Vietnam gibi ülkeleri içine alıyordu.
Coğrafyadaki bu bölünmenin üzerinde
durmanın önemi şuradadır: Yakındoğu
imha edilmiştir. Yakındoğu’nun kadim
halkları Rumlar, Rum Pontuslar, Ermeniler, Süryaniler, Kürdler, Ezidi
Kürdler, Lazlar vs. ve onların ülkeleri imha edilmiştir. Bu imhanın nasıl
gerçekleştiği konusu üzerine durmak
önemlidir.
Bunun için İttihat ve Terakki’nin düşüncelerinin, tasarımlarının irdelenmesi gerekir. İttihat ve Terakki’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk esasına
dayalı olarak yeniden organize etmeye
çalışan devlet ve toplum tasarımı vardı. Adriyatik Denizi’nden Orta Asya
içlerine kadar hatta Büyük Okyanus’a
kadar bir imparatorluk olacak ama bu
imparatorlukta sadece Türkler yaşayacaktı. İçinde sadece Türklerin yaşayacağı bir imparatorluk… İttihat ve
Terakki’nin buna paralel olarak geliştirdiği ikinci bir projesi daha vardı.
Osmanlı ekonomisini millileştirmek,
örneğin 1915’te Osmanlı Sanayi Sayımı yapılmıştı. İstanbul çevresinde,
Ege’de, Karadeniz, Akdeniz yörelerinde fabrikalar, atölyeler, iş merkezlerinin % 95-96 oranında azınlıklara
yani Rumlara, Ermenilere ait olduğu
saptanmıştı. Bunları Müslüman Türk
tüccarın denetimine vermek, Osmanlı ekonomisini bu şekilde millileştirmek önemliydi. Bu konu, İttihat ve
Terakki’nin gizli toplantılarında etraflı bir şekilde üzerinde durulan, tartışılan bir konudur.ı
Türk veya Kürd olan ama Müslüman
olmayan, kendilerini Reya Heq olarak
tanımlayan Alevilere (Kızılbaşlara) ne
gibi bir politika uygulanacaktı?
Bunlar İkinci Meşrutiyet döneminde
İttihat ve Terakki’yi en çok meşgul
eden konulardı. İttihat ve Terakki yönetiminin gerek gizli gerek açık toplantılarında en çok konuşulan konular
buydu. İttihat ve Terakki’nin Merkez-i
Umumi’sinin hiç değişmeyen üç üyesi
bu konularla başlıbaşına ilgileniyordu. Doktor Bahattin Şakir’in, Doktor
Nazım’ın, Ziya Gökalp’in sürekli olarak çok üzerinde durduğu, çok ayrıntılı planlar, projeler hazırladığı esas
konu buydu.
Bu konularla ilgili olarak İttihat ve
Terakki’nin çok kapsamlı, ayrıntılı
planları, projeleri var. Bu projelerin
vardığı sonuç kısaca şöyledir: Karadeniz havalisindeki Rumlar, Rum Pontuslar, Kapadokya’daki Rumlar, Ege’deki
Rumlar sürgün edilecekti. Bunlardan
kalan taşınmaz mallara el konulacaktı.
Ermeni nüfus tehcirle çürütülecekti.
Bunlardan kalan taşınmaz mallara el
konulacaktı. Hıristiyan halklar olan
Süryanilere, Keldanilere, Nasturilere
de benzer politikalar uygulanacaktı.
Ezidi Kürdlerin nüfusu da tehcirle çürütülecekti.
Kürdler Müslüman’dır, Müslüman
Kürdleri Türklüğe asimile etmek kolaydır. Kürdler Türklüğe asimile edilecekti.
Kendilerin Reya Heq olarak adlandıran Aleviler (Kızılbaşlar) Müslümanlığa asimile edilecekti.
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Böylece İmparatorluğun sınırları içinde yaşayan herkes Türk olmuş olacaktı, sermaye de Türkleştirilmiş olacaktı.
Türk olmak, Müslüman olmak demekti. Bütün Müslümanlar Türk olmayabilir, ama Türk olan muhakkak Müslüman olacaktı. Örneğin Karadeniz’in
kuzeyinde yaşayan Gagavuzlar, aslen
Türk olmalarına rağmen Müslüman
olmadıkları için Türk kabul edilmiyorlardı.
Bu projelerin yaşama geçirilmesi için
elverişli bir zaman beklenmektedir.
Bu Birinci Dünya Savaşıdır. Rum,
Pontus Rum sürgünleri ise çok daha
önceleri yaşama geçirilmiştir.
Rum sürgünlerinin, aslında 1911-1912
yıllarından itibaren başladığını görüyoruz. Bu süreçte Balkan yenilgisinin
önemli olduğu söylenebilir. Bu konuda
iki kitaptan söz etmek gerekir. Birinci kitap, Alexander Papadopoulus’un,
Resmi Belgelerde Avrupa Savaşından Önce Türkiye’de Rumlar Üzerindeki Zulüm, Pontus Trajedisi
1914-1922 Kara Kitap. Pencere Yayınları tarafından yayımlanan bu kitap
Ocak 2013’de basılmış. Kitapta Sait
Çetinoğlu’nun Önsözü var.
İkinci kitap, Takibat, Tehcir, İmha,
Osmanlı İmparatorluğu’nda, 19121922 Yılları Arasında Hıristiyanlara Yönelik Yaptırımlar adını taşıyor.
Bu kitap Tessa Hofmann tarafından
derlenmiş. Ocak 2013’de Belge Yayınları tarafında yayımlanmış. Sait
Çetinoğlu’nun bu kitapta da bir önsözü
var. Bu iki kitap o dönemde Hıristiyanlara yönelik katliamları, bu süreçte gelişen, tırmandırılan devlet terörünü bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Her iki
kitapta da Sait Çetinoğlu’nun önsözleri
önemli yazılardır.
Bu dönemde, Karadeniz havalisinden,
Kapadokya’dan, Ege’den yüzbinlerce
Rum sürgün edilmiş, taşınmaz mallarına el konulmuş, yağmalanmasının
önü açılmıştır. Bu konularda devlet
terörü çok yoğun bir şekilde yaşama
geçirilmiştir. Evlerin köylerin yakılıp
yıkılması, ailelerin sürgün edilmesi,
mücevherlerine, paralarına el konulması devlet terörü eşliğinde yürütülmüştür. Valiler, kaymakamlar, emniyet
müdürleri, jandarma komutanları devlet terörünü uygulayanlar olarak ortaya
çıkmışlardır. Artık, terörü durdurması
için şikayet edilecek bir makam bulunmamaktadır. Balkan yenilgisinin, iç
düşman olarak algılanan Rumların dış
düşmanlarla işbirliği sonucu gerçekleştiğine dair güçlü bir algı vardır.
1990’ları hatırlayalım. Örneğin, Vedat
Aydın cinayetinden, Musa Anter cinayetinden sonra basında yer alan haberlere, yorumlara bakalım.Haberlere,
yorumlara bir belirsizlik egemendir.
“Acaba bu cinayeti kim işledi?” CİA
mı işledi? Mossad mı işledi? Saddam
Hüseyin’in el Muhaberatı mı, Hafız
Esad’n el Muhaberatı mı? Yoksa PKK
içindeki çatışan gruplardan birinin
eseri mi? Bugün bu cinayetlerin hep
devletin güvenlik birimleri tarafından
işlendiği biliniyor. Ama 1990’larda
bu kadar açık bilinmiyor. Devlet de
bu cinayetlere sahip çıkmıyor. Basın,
“şu mu bu mu yaptı?” diyerek ortaya
belirsizlik koymaya, insanların kafalarını karıştırmaya çalışıyor. 1910’lar
böyle değil. Güvenlik birimleri, jandarma, emniyet, valiler, kaymakamlar
doğrudan doğruya bu cinayetleri örgütlüyorlar, bu cinayetlere sahip çıkıyorlar. Rumların gözünü korkutmaya
çalışıyorlar. Rumlara gözdağı vererek
mallarını-mülklerinin bırakarak oradan uzaklaşmalarını, canlarını kurtarmaya çalışmalarını sağlamaya gayret
ediyorlar.
Bazı tarihler, farklı halklar için çok
farklı anlamlar içerir. 19 Mayıs 1919
Türkler içim milli mücadelenin başlangıcıdır. Rum-Pontuslar için tarihten silinmenin noktalandığı bir andır.
24 Temmuz 1924 Lozan, Türkler için
yeni devletin kurulması ve uluslararası garantinin sağlanmasıdır. Kürdler
için köleleşmedir, yok olmanın adıdır.
Bunlar gibi bazı tarihler, farklı uluslar için çok farklı anlamlar içerir. Bu
anlamlar da genel olarak birbirine çok
zıttır. Örneğin, Türk Cumhurbaşkanlarından Başbakanlardan, Süleyman
Demirel, “Lozan Türkiye’nin tapusudur.” demektedir. Kürdistan’ın, Rum
mallarının, Ermenin mallarının nasıl
tapulandığının irdelenmesi önemlidir.
Burada önemli olan ifade özgürlüğü
ortamında herkesin kendi düşüncelerini özgürce ileri sürebilmesidir.
1915 Ermeni Soykırımı
Ermenilerle ilgili projeler, Birinci Dün
ya Savaşı sürecinde yaşama geçiril-
miştir. Bir buçuk milyon civarında Ermeni tehcirle soykırıma uğratılmıştır.
Ermenilerin taşınır ve taşınmaz malları, zenginlikleri yağmalanmıştır.
Bu operasyonlarda Teşkilat-ı Mahsusa etkin bir şekilde kullanılmıştır. Bu
operasyonlarda kullanılan Teşkilat-ı
Mahsusa’da belli başlı üç kategori
yer almaktadır. Bunların üçü de silahlı unsurlar olarak örgütlendirilmişlerdir. Birinci kategoride; Balkan
yenilgisinden sonra Balkanlardan gelen Türk kökenliler yer almaktadır.
Bunlar 14. yüzyılda Bulgaristan’ın,
daha sonra Sırbistan’ın, Romanya’nın
Makedonya’nın fethinden sonra Anadolu’dan oraya gönderilen Türklerin
“Evladı Fatihan”nın torunlarıdır. Bu
göçmen kitleler çok öf keli bir şekilde
gelmektedirler. Çünkü onlar da evlerini, barklarını mülklerini kaybetmişlerdi. İttihat ve Terakki göçmenlerin bu
öf kesini Rumlara ve Ermenilere yönlendirmektedir. “Rumlara, Ermenilere
karşı mücadele ederseniz, onları bulundukları yerlerden kaçırtırsanız veya
onları şu veya bu şekilde yok ederseniz
onlardan kalan taşınmaz mallar sizin
olacak”
Rumlara, özellikle Ermenilere karşı
kullanılan ikinci kategori, ağır suçlar
işlediklerinden dolayı firar halinde
olanlar veya cezaevlerinde tutulanlardır. Devlet, Teşkilat-ı Mahsusa bu
kişilerle pazarlık yapmıştır. Rumlara,
Ermenilere karşı mücadele ederlerse
onlar hakkında soruşturmalar, takibat
durdurulacak, dosyaları kapatılacaktır.
Üstelik maddi ve manevi ödüllerin de
sahibi olacaklardır. Rumlardan, Ermenilerden kalan taşınmaz mallar kendilerine verilecektir.
1985 yılını hatırlayalım. Türkiye’de
gerilla mücadelesi başladıktan sonra
bazı aşiretlerin koruculuğu kabul etmeleri için kendilerine ne gibi olanaklar sunulduğunun irdelenmesi önemlidir. 1910’larda ve 1980’lerde benzer bir
sürecin yaşandığı gözlenmektedir.
Üçüncü kategori bazı Kürd aşiretleridir. Bu süreçte sermaye dönüşümü, sermayenin Türkleştirilmesi üç
aşamada gerçekleştirilmiştir. Birinci
olarak tehcir kafilelerinin güvenliğini
sağlayan unsurların yaptıklarıdır. Kadınların para ve mücevher taşıdıkları
bilinmektedir. Tehcir sırasında arazi-
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
nin, yolun uygun bir yerinde kadınların paralarına, mücevherlerine el konulmuş, kadınlar öldürülmüş, cesetleri
Fırat nehrine atılmıştır. İkinci aşamada Rumların, Ermenilerin evlerindeki
eşyalar yağmalanmıştır. Üçüncü aşamadaysa Rumlardan ve Ermenilerden
kalan taşınmaz mallar yağmalanmıştır.
Bugün Türkiye’de büyük burjuvazinin
zenginliğinin kaynağı Rum mallarıdır,
Ermeni mallarıdır. Kürdistan’da Kürd
aşiretlerinin, Kürd şeyhlerinin, Kürd
toprak sahiplerinin zenginliklerinin
kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani,
Keldani, Nasturi mallarıdır. Ama bu,
konuşulan, tartışılan bir konu değildir. Türk İktisat tarihi, Türkiye ekonomi tarihi konusundaki kitaplarda,
yazılarda “Rumlardan, Ermenilerden
kalan taşınmaz mallar ne oldu“ sorusu sorulmaz. Örneğin Osmanlı ekonomisi inceleniyor, ondan sonra yeni bir
başlıkla Cumhuriyet ekonomisinden
söz ediliyor. İzmir İktisat Kongresi’ne
(1923) vurgu yapılıyor ama Rumlardan
ve Ermenilerden kalan taşınmaz mallar konusuna hiç değinilmiyor. Fakat
son altı yedi yıldır üniversite dışında
bu konuyla ilgili incelemeler gelişiyor.
Nevzat Onaran’ın Emval-i Metruke
Olayı, Osmanlı ve Cumhuriyette Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (Belge Yayınları, Mayıs 2010),
bunlardan biridir.
Nevzat Onaran’ın bu konuyla ilgili
iki cilt olan bir incelemesi daha var.
Osmanlı’da Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi 1914-1919,
Emval-i Metruke’nin Tasfiyesi I
(Evrensel Basım Yayın, Ekim 2013).
Cumhuriyette Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi 1920-1930,
Emval-i Metruke’nin Tasfiyesi II
(Evrensel Basım Yayın, 2013).
Bu sürecin Kürd Kürdistan sorunuyla
şüphesiz çok yakın ilişkisi var. Ermeni
mallarının bazı Kürdler, aileler, aşiretler, şeyhler tarafından yağmalandığını
devlet bilmektedir. Devlet bu Kürdlere
durumu şu şekilde bildirebilir: Tasarruf ettiğin bu mal, bu tarla, dükkan,
ev vs. Ermenilerden kalmadır. Bu malı
kullanmayı sürdürmek istiyorsan devletin görüşlerine göre hareket etmek,
tavır ve davranış sergilemek durumundasın. Devlet ne diyor? Devlet Kürd
diye bir halk olmadığını, Kürdçe diye
bir dil olmadığını söylüyor. Kürdlerin
Orta Asya’dan gelen bir Türk boyu
olduğunu vurguluyor. Sen de böyle
söylersen, bu söyleme uygun tavır ve
davranış sergilersen bu malları tasarruf edebilirsin. İleride bu mallar senin
üzerine tapulanabilir de. Fakat benim
dinim, kültürüm dersen, Kürdlük ileri sürersen bu malları kullanmana izin
vermem… Bu sürecin nasıl geliştiği
biliniyor. Kürdlük hiçbir şekilde savunulmuyor. Malatya, Elazığ, Maraş,
Adıyaman gibi yörelerde Kürdlüğü
aşındıran, bazı yerlerde de bitirmeye
yüz tutan önemli bir ilişki kanımca
budur.
Kürdlerin bu süreçte iki aşamalı durumlarına da dikkat çekmek gerekir.
Birinci aşama devlete yardımcılıktır.
Osmanlı döneminde, İttihat ve Terakki
döneminde, Kuvayı Milliye döneminde bu yardımcılığı görmek mümkündür. Rum sorununun, Ermeni sorununun çözülmesinde devlete yardımcılık
söz konusudur. Bazı yerlerde de tetikçilik yapılmıştır. Türk milli mücadelesi döneminde (1919-1921) gerek Mustafa Kemal, gerek Kazım Karabekir
“Kuvayı Milliye ile birlikte olmasanız,
Kürdistan Ermenistan olacak” diye
Kürdleri kendi taraflarına çekmeye,
bu yönde örgütlemeye çalışmışlardır.
Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi döneminde, Kürd şeyhlerine, Kürd
aşiret reislerine yazdığı mektupları
bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Osmanlı hükümeti ile yapılan Amasya
protokollerini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Kürdlere ilişkin esas program şüphesiz
Kürdlerin Türklüğe asimilasyonudur.
Bu da devlet Kürdleri kazanınca Yakındoğu İşleri İle İlgili Lozan Antlaşması imzalanınca yaşama geçecek olan
bir programdır. Bu yıllardan sonra
devlet terörü de kullanılarak Kürdlerin
Türklüğe asimilasyonu için çok yoğun
bir çaba sarf edilmiştir.
Kuvayı Milliye
Ege’de, Çukurova’da, Gaziantep, Urfa
gibi yörelerde Kuvayı Milliye örgütlenmesinin temelinde hangi olgular
vardır? 30 Ekim 1918’de Mondros
Mütarekesi’nin imzalanmasıyla birlikte Osmanlı devleti de savaştan yenik çıktı. Bunun üzerine Rumlar ve
Ermeniler bulundukları yerlerden tekrar dönerek kendi evlerine, mallarına,
mülklerine kavuşmak istediler. Ama
bu malları mülkleri de çevredeki Kürd
veya Türk eşraf tarafından yağmalanmıştı. İşte Kuvayı Milliye, Rumların
ve Ermenilerin kendi mallarına sahip
çıkmalarını engellemek için kuruldu.
Neden Antep’te Urfa’da, Çukurova’da
kuruldu? Çünkü örneğin Ermeniler
Halep’ten, Antep’e, Urfa’ya daha kolay gelebiliyorlardı. Ne kadar Ermeni
Halep’e ulaşabilmişse, onlardan bir
kısmı Antep’te, Urfa’da, Çukurova’da
kendi mallarına mülklerine kavuşma beklentisi içindeydi. Ege’den
Yunanistan’a Ege adalarına sürülen
Rumlar için de durum aynıydı. Resmi
tarih Kuvayı Milliye’yi destan olarak
anlatır. Ama Ermenilerden ve Rumlardan kalan taşınmaz mallarla ilişkilendirildiği zaman, Rum ve Ermeni malları üzerinde yağma yapanlar oldukları
görülür. Kuvayı Milliye, sürgün edilen
bu kitlelerin tekrar gelişlerini engellemek için kurulmuştur.
Türkiye bir ülkenin adı değildir. Türkiye bir devletin adıdır. Yakındoğu’nun
kadim halkları ve onların ülkeleri
imha edilmiş, bu topraklar üzerinde
yeni bir devlet kurulmuştur. Bizans
döneminde, sadece Ege’in bir parçası
için kullanılan Anatolia, yeni devletin
toprakların tamamına verilen bir isim
olmuştur. Anadolu.
Alman Desteği
İttihat ve Terakki’nin bu projesi Almanlar tarafından yoğun bir şekilde
destekleniyordu. Bu projenin yaşama
geçmesiyle İngiliz sömürgesi Hindistan üzerinde sürekli bir Alman tehdidi oluşacaktı. Ama bu, Yakındoğu’yu
tamamen imha eden bir süreçti. Belge
Yayınları’nın, Ocak 2012’de yayımladığı, Alman Belgeleri, Ermeni Soykırımı, 1915-1916,bu konuda çok önemli
bir kaynaktır. Wolfgang Gust tarafından hazırlanan belgeler, Alman Dışişleri Bakanlığı siyasi arşiv belgelerini
içermektedir. Wolfgang Gust (d.1935)
haftalık Der Spiegel Dergisi’nin, Dış
Haberler Servis şefi ve muhabiridir.
Yves Ternon’un, Mardin 1915 Bir Yıkımın Anatomisi, kitabı da önemlidir. Bu kitap da Ekim 2013’de Belge
Yayınları tarafından yayımlanmıştır.
Bu kitapta da Sait Çetinoğlu’nun uzun
bir önsözü vardır. Bu önemli bir değerlendirme yazısıdır.
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bu arada, David Gaunt’un kitabından
da söz etmek gerekir. Birinci Dünya
Savaşı’nda Doğu Anadolu’da Müslüman-Hıristiyan İlişkileri, Katliamlar, Direniş, Koruyucular, Çev. Ali
Çakıroğlu, Belge Yayınları, Ekim
2007.
Vergine Sivazliyan’ın, Ermeni Soykırımı, Hayatta kalan Görgü Tanıklarının Anlattıkları, Ermenice’den
tercüme edenler, Tigran Teovagomiyaciyan-Petros Çavikyan, Belge Yayınları, Kasım 2013.
Büyük Britanya, Fransa ve Rusya’nın
da Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili hesapları vardı. İmparatorluğun, Yakındoğu’daki ve Ortadoğu’daki toprakları
paylaşılıyordu. Bu çerçevede 1915 sonlarında başlayan Sykes-Picot görüşmeleri 1916’da sonuçlandı. Son görüşmelere Ruslar da katılmıştı.
Birinci Dünya Savaşı sonunda, Almanlar ve müttefiki Osmanlılar yenildi. İngiltere ve Fransa tarafı galip
geldi. Ama İngiltere ve Fransa tarafı
Sykes-Picot Andlaşmasını diledikleri
gibi yaşama geçiremediler. . Rusya’da
meydana gelen Bolşevik devrimi
bunu önledi. İngiltere ve Fransa,
Bolşevik devriminin Rusya sınırları dışına taşmaması için Sykes-Picot
planlarında bazı değişiklikler yaptılar. Yakındoğu’da, Türk Devleti’nin,
Ortadoğu’da Afganistan’ın kurulması, İngiliz, Fransız ve Sovyetler Birliği’nin yardımlarıyla gerçekleşti. Yakındoğu bu ilişkiler sürecinde imha
edildi. Hem ülkeler, hem de bu ülkelerde yaşayan kadim halklar, Ermeniler,
Rumlar, Pontuslar, Süryaniler, Ezidi
Kürdler… bu süreçte soykırıma uğratıldılar. Yakındoğu’nun otokton halkları, allochtoonlar (dışarıdan gelenler)
tarafından soykırıma uğratıldı.
Peri Yayınları sahibi Ahmet Önal,
“Yakındoğu soykırımlarla yok edildi.
Neden?” başlıklı bir yazı yayımladı.
Bu yazıda, “Uzakdoğu var, Ortadoğu
var, Yakındoğu soykırımla yok edildi Neden?” deniyor. Bu yazı 15 Ocak
2012 tarihinden itibaren kurdistanpost.eu sitesinde aslı duruyor. Yazı,
Kızılbaş Dergisi’nin, Şubat 2012 tarihli 11. sayısında da yer alıyor (s.45-47).
Bu konuda, Gürdal Aksoy’un kitabını
hatırlatmak da gerekir. Halklar Ha-
pishanesi Anadolu, Kürtlerde Anadolu Merkezci Yabancılaşma, Komal
Yayınevi, İstanbul, Haziran 2002
1915 ve Hrant Dink’in Katledilmesi
Taner Akçam hoca, Muammer Güler,
ve Dr. Reşit ya da, Erdoğan ve Talat başlıklı yazısında, (Taraf, 18 Ocak
2014) Hrant Dink’in Talat Paşa’ya
karşı katledildiğini yazar. Bu söylenebilir. Ama, tabulara dokunulması da
bu cinayetleri tetikleyebilmektedir.
Vadat Aydın’ın katledilmesiyle, Hrant
Dink’in katledilmesi arasında çok
önemli benzerlikler vardır. 5 Temmuz
1991 de Vadat Aydın’ın katledilmesi, 30 Ekim 1990da, Ankara’da İnsan
Hakları Kongresi’nde yaptığı Kürdçe
konuşmadan dolayıdır. Bunun yanında daha birçok neden daha sayılabilir.
Bu, çok önemli bir tabuya dokunmak
anlamına gelir. Hrant Dink’de Agos
Gazetesi’nde, Sabiha Gökçen’in esas
kimliğiyle ilgili bir yayın yapmıştır.
Önemli bir tabuya dokunmuştur. Bu
yayından sonra, Hrant Dink’in İstanbul Valiliği’ne çağrılması, valilikte
MİT görevlileri tarafından tehditle
karşılanması, bu nedenledir. Aslında
bu olgular birbirini tetiklemektedir.
Lobiler söylemi
Ermenilerin, Rumların, ABD’de, İngiltere’de, Fransa’da vs. lobiler aracılığıyla kendi tarihsel haklarını savunmaları örneğin, soykırımın tanınması için
çaba sarfedilmesi, gasbedilen mallarını-mülklerini gündeme getirmeleri
normal bir gelişmedir. Bunu emperyalizmin kışkırtması olarak algılamak
doğru değildir. Emperyalizmi, örneğin
Kürdistan sorununda, 1920 li yıllarda,
Miletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması sürecinde
aramak gerekir. Ama bu konularda da
Kürdlerde ciddi bir bilinç eksikliği,
yanlış bir bilinç vardır. Bunu da dikkatlerden uzak tutmamak gerekir.
Bir ulusun, bir ülkenin bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması o ulus için
çok önemli bir sorundur. Ermenilerin
de böyle bir sorunu vardır. Osmanlı
Ermenistanı, Rus Ermenistanı. Bu bölünme, parçalanma ve paylaşılma pek
çok sorunun ana nedenidir.
Temel Sorun
Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’de
Kürdlerin yokluğu üzerine kurulmuştur. Sadece Kürdlerin değil, Rumların,
Ermenilerin, Asurilerin, Süryanilerin,
Yahudilerin, Ezidi Kürdlerin, RumPontusların, kendilerini Reya Heq olarak adlandıran, Alevilerin (Kızılbaşların) da yokluğu üzerine kurulmuştur.
Bunun yolu da asimilasyondur. Kürdlerin Türklüğe, Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonu. Asimilasyonu kabul
etmeyenler imha edilecektir. Yukarıda
sayılan altı olguda, imhanın nasıl gerçekleştirildiği belli olmaktadır. Örneğin çeşitli katliamlarda çok adı geçen
“Yeşil” bir türlü yakalanıp yargı önüne
çıkarılamamıştır.
Hıristiyan olan Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin Rum-Pontusların vs.
asimile edilmeleri mümkün değildir.
Onların yokluğu da ancak, sayılarının azaltılması suretiyle sağlanabilir.
Yirminci yüzyılın başlarında, sadece
İstanbul ve çevresinde, 300 bin civarında Rum yaşıyordu. O zaman, bugünkü sınırlar içindeki topraklarda
10-12 milyon insan yaşıyordu. Bugün
İstanbul’da yaşayan Rumların sayısı
1500 dür (Hayko Bağdat, Bese Hozat’a,
Taraf, 11 Ocak 2014).
Hayko Bağdat, bugün Türkiye’de yaşayan Ermenilerin sayısının 60 bin,
Yahudilerin sayısının 20 bin olduğunu
belirtmektedir. Halbuki yirminci yüzyılın başlarında bu topraklarda, yani,
Batı Ermenistan’da, Kilikya’da, Kuzey
Mezopotamya’da, İstanbul çevresinde,
Ankara-Eskişehir çevresinde… 2 milyona yakın Ermeni yaşıyordu. AsuriSüryanilerin sayısı ise ancak, yüzlerle
ifade edilmektedir.
1934 de, Trakya’da Yahudilere uygulanan kırım, 1941943 Varlık vergisi, 1955
6-7 Eylül olayları, 1964 sürgünü… hep
azınlıkların nüfusunun azaltmayı hedefleyen operasyonlar olmuşlardır.
1921 Anayasası, 29 Ekim 1923 günü
yani Cumhuriyet’in ilan edildiği gün,
29 Ekim 1923 tarihli ve 364 sayılı
kanun ile değiştirilmiştir. Bu kanun,
“Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı
Maddelerini Açıklayarak Yürürlükten
Kaldırılmasına Dair Kanun” adını taşımaktadır (Prof. Dr. Suna Kili -Prof.
Dr. A.Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Senedi İttifaktan
Günümüze,Türkiye İş Bankası Kül-
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tür yayınları, 1985 Ankara, s. 91-93,
s. 103).
Bu değişiklikle, 1921 Anayasası yürürlükten kaldırılmaktadır. Zira 1921
Anayasası’na temel özelliğini veren
adem-i merkeziyet prensibidir. Bu da
11.ve 12. Maddelerde yer almaktadır.
Bu değişiklikle bu maddeler yürürlükten kaldırılmıştır. Henüz 1924’e varmadan yapılan bu değişiklik, yönetimin niyetini, gelecekte nasıl bir devlet
ve toplum tasavvur ettiğini göstermektedir. 29 Ekim 1923 günü sessizce yapılan bu değişiklik aslında hukuka karşı bir darbedir. Çünkü bu değişiklikle
ilgili olarak Meclis’te hiçbir tartışma
yapılmamıştır. Bu değişiklikle ilgili
olarak hiçbir milletvekilinin de haberi yoktur. Sadece Mustafa Kemal’in ve
birkaç arkadaşının bildiği bir konudur.
1 Nisan 1923’de Meclis yenilenmiştir.
Yeni Meclis’e Mustafa Kemal’e muhalefet eden kişilerin alınmamasına yani
ikinci gruptan kişilerin alınmamasına
özen gösterilmiştir. Yeni Meclis 1921
Anayasasını yapan meclis değildir.
1921 Anayasası 2 yıl 9 ay gibi bir süre
yürürlükte kalmıştır. Adem-i Merkeziyeti yaşama geçirecek bir tasarrufu da
olmamıştır.
Bu değişiklik, ileride gelişecek asimilasyon, inkar ve imha süreci için
elverişli bir ortam yaratmaktadır. O
günlerden beri Türk hukuku resmi ideolojinin emrindedir. 1950’ler, 60’ları,
70’leri, 80’leri hatırlayalım, yargı
organları, Kürdlerden, Kürdçe’den
söz edenleri çok ağır idari ve cezai
yaptırımlarla karşılıyordu. Bu, yargı
organlarının resmi ideoloji doğrultusunda karar vermesinden başka bir şey
değildir. Yargı organları, Kürdler konusunda hala, resmi ideolojinin gereklerine göre çalışmaktadır. Bunun için,
Ergenekon soruşturmaları Fırat’ın öte
yakasına geçememektedir. Buysa, hukukun adalet anlayışının çürümesi anlamına gelmektedir.
Kaynak:
http://www.ismailbesikcivakfi.org
Av. Hıdır Özcan
bu adamı hala aleviler seviyor ya utanıyorum. İç işleri bakanı
değilmiydi. Niye bunları tespit etmedi. Niye gerekeni yapmad.
Hala niye bu insanı destekler miletvekili yaparlar. Katliam sonrasında NE YAPMIŞ. KATLİAMLARI YAPANLARI MAHKEMEYE ÇIKARMADIĞINA GÖRE, BU İSTİHBARAT ELAMANLARINI YÜK SEK MAKAMLARA ATAMIŞMI. ÖDÜL
VERMİŞMİ. NERDE O İSTİHBARATÇILAR, KENDİSİNE
BAĞLI EMNİYET GÖREVLİLERİ. BU ADAM YENİ BİR ŞEY
SÖYLEMİYOR. KENDİSİNİ KAHRAMAN DİYE SEVERSİN
YAKINDA. ÇÜNKÜ O KATLİAMI YAPAN GÖREVLİLERİN
HEPİSİN BİLİYOR. ONLARI KORUDU. ARTIK SUSSUN
k ı z ı lbaş
1938 Dersim katliamında köyüm olan Mazra Sure/
Kızıl Mezra ve çevresinde aralarında baba-annem
Melek, amcam Yakup ve halam Fatma'nın da bulunduğu 200 kişi, Sırtıken bölgesinde katledilirler.
Bu acı içimde hep bir yara olarak kaldı. İzine
giderken hep bu bölgeye gider ziyaret ederim.
Yıllardır hep düşündüm fakat şimdi bu düşüncemi
gerçekleştirmek istiyorum: İnsanlarımızın katledildiği bu yerde bir anıt yapmak istiyorum. Böylece
acılarımız belkide birazda olsa dinmiş olur. Bunun
için bütün bu çevre köylülerden ve yurtseverlerden
katkı bekliyorum. Saygı ve sevgilerimle
Roz er i n K ah raman
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Erdoğan-Öcalan
Yakınlaşmasının Muhaliflere Etkisi
Abdullah Öcalan yanıltmadı, “AKPCemaat Çatışmasında Kürtlerin Tavrı
Üzerine” başlıklı yazımda tahmin ettiğim gibi AKP-Cemaat çatışmasında
AKP’ye yakın duran bir tavır takındı.
PKK de sessiz bazı itirazlar ve sızlanmalarla Öcalan’ın tavrına uyacağını
beyan etti.
Bu durum iki kesimde karışıklığa yol
açmış görünüyor: Öcalan’nın sosyalist
gelenekten gelen bir kişi olarak dinci
bir iktidardan yana açık tavır takınamayacağını düşünen veya uman kişiler ile Öcalan’ı Ergenekon mensubu,
PKK’yi de Ergenekon’un kurduğu bir
örgüt olarak lanse eden, dolayısıyla
Öcalan’a özsel bir AKP karşıtlığı atfeden kişiler. Birinciler daha çok Türk
soluna mensup veya o kökenden gelen
kişilerden oluşurken ikincilerin ana
omurgasını PKK karşıtı Kürt muhalifler oluşturuyor.
Birinci grubun mensupları, şu sıralar,
Öcalan’ın ve PKK’nin –her biri kendi
meşrebince olmak kaydıyla- AKP’ye
yönelik “şunları şunları yapmazsan
sonu(n) kötü olur”, mealindeki sızlanma, uyarı ve tepkilerine kendilerince anlamlar yükleyerek Öcalan-AKP
yakınlaşmasının hâlâ idare edilebilir
bir noktada olup olmadığını tartmakla meşguller. Bu tarz bir yaklaşımın,
Kürt hareketini ve onun Türk siyasi
denklemi içindeki yerini doğru değerlendiremeyen bir bakış açısının ürünü
olduğunu bilmekle birlikte, bu kesimin
Kürt hareketine yakın duran bir politik
çizgide yürümesinin, bugünkü koşullarda hem Kürtlerin hem de Türk muhalefetinin yararına olduğu söyleyebilirim. Neden böyle olduğunun izahı,
ayrı bir yazının konusudur.
Bu yazının konusunu oluşturan ikinci gruba gelirsek, onların durumunun
birincilerinkinden daha zor olduğunu söylemek mümkün. Zira Öcalan,
devletin kontrolünün Erdoğan’ın eline
Cemil Gündoğan
cemil_ [email protected]
geçmesine paralel olarak dümeni ona
doğru kırınca, sözü edilen muhaliflerin
temel tezi olan PKK’yi Ergenekon’un
kurduğu; PKK’nin, hiçbir iradesi bulunmayan bir ajan örgütü olduğu yolundaki düşünce ve iddialar da büyük
bir yara almış oldu. Nasıl almasın ki?
Ergenekon mensubu olduğu ve onun
iradesi dışında hareket edemeyeceği
iddia edilen PKK’nin lideri, Hükümete
yönelik son yolsuzluk operasyonlarını
barış sürecini karşı girişilmiş bir “darbe” ve “katliam” olarak tanımlayıp(1)
Hükümetten yana tavır takınmıştı.
Öcalan’ın ve diğer PKK yöneticilerinin
Ergenekon mensubu oldukları yolundaki onlarca yıllık edebiyatı yerle yeksan etmesine rağmen, işin asıl sıkıntı
yaratan tarafı burası değildir kanımca.
Çünkü burası, eskilerin deyişiyle lafa
inhisar eder ve laf söz konusu olduğunda sapmaları “izah” etmek görece
kolaydır. Derler ya, dilin kemiği yoktur. Ama yeni yönelişin, pratiğe, yani
politik konumlanışlara ve buradan
kaynaklanan pratik ihtiyaçlara inhisar eden kısmı için aynı şeyi söylemek
zordur. Çünkü pratik politik ihtiyaçların doğurduğu yönelişler ve tehditler,
sadece söz oyunlarıyla bertaraf edilemezler. Bu tür gelişmeler, esasen, yeni
güç dengeleri doğuracak olan manevralarla göğüslenebilir. Bu ise siyaset
alanında bir güç olmayı gerektirir.
PKK’yi Ergenekon mahsulü sayan muhaliflerin ise bu noktada durumları pek
iyi değildir. Çünkü hali hazırda siyaset
alanında anlam taşıyan bir siyasal güç
değildirler, daha çok PKK karşısında
bir politik güce dönüşsünler diye Hükümet-Cemaat ikilisinin koruma ve
kollamasındaki aydınlardan oluşuyorlar (Barzani’nin de desteğiyle elbet).
Dolayısıyla kendilerinin düşündüğü
veya başkalarının onlar için öngördüğü politik alan, pratik politik ihtiyaçlar
tarafından tehdit edildiğinde sıkıntıya
düşmeleri kaçınılmaz olmaktadır.
Nitekim son “barış” sürecinin ortaya
çıktığı günden beri gözlemlediğimiz
budur. MİT-Öcalan mutabakatıyla birlikte, o güne kadar Hükümet-Cemaat
ikilisi tarafından Kürdistan’da sözü
edilen Kürt muhaliflere tahsis edilmiş
olan alan yara almaya başlamıştır. Hükümet, 2013 yılı Newrozuyla birlikte,
PKK muhalifi aydınlara oynamaktan
çok Öcalan’ı idare etme politikasını ön
plana çıkarmıştır. Gerçi Hükümet henüz sözü edilen muhalifleri gözden çıkarmış değildir ve olaylar zorlamadıkça çıkarması da rasyonel olmayacaktır.
Fakat Öcalan’la olan yakınlaşmanın bu
ilişki açısından sıkıntılar yarattığı da
açıktır. Bir zamanlar PKK aleyhine bir
şeyler söylesinler diye PKK muhaliflerine olur olmaz uzatılan mikrofonların
şu sıralar ortalıkta fazlaca görünmüyor
olmasının bir nedeni budur.
Patronlar cephesinde yaşananlar da
benzer sıkıntılara yol açıyor. Küçük istisnaları dışında PKK’yi Ergenekon’un
Kürt ayağı olarak tanımlayan Kürt
muhaliflerine sağlanan koruma ve
destek Hükümet-Cemaat ikilisinden
geliyor(du). Fakat şimdilerde bu ikili
birbirine girmiş durumdadır. Patronlar birbirini boğazlarken söz konusu
muhaliflerin bulundukları yerden emin
olmaları zorlaşmaktadır. Sıkıntıdan çıkış yolu olarak taraflardan birini desteklemek sorunu çözmediği gibi derinleştiriyor. Çünkü Hükümetten yana
tavır almak Cemaat’in, Cemaat’ten
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yana tavır almak Hükümetin tepkisini davet ediyor. Öte yandan kavga
sürdüğü müddetçe yutkunup sessiz
kalmak da ilanihaye sürdürülebilecek
bir tutum olamaz. Kaldı ki, Cemaat’in
çıkışları Türkiye dışındaki güçlerin
aktif operasyonlarıyla desteklenirse bu
kavganın, iki tarafın da kaybedeceği
bir iktidar değişikliğiyle neticelenmesi ihtimali de var. Bu koşullar altında,
PKK’yi Ergenekon mahsulü olmakla
suçlayan Kürt muhaliflerinin sadece
söze dayalı manevralarla durumu idare
etmeleri giderek zorlaşmaktadır. Acilen durumu dengeleyecek pratik adımlar atmaları gerekmektedir.
Bu adımların neler olabileceğine gelmeden önce eklemek gerekir ki, bahsi edilen kesimlerin aslında sözleri de
tehdit altındadır. Bunu anlamak için
Öcalan’ın geçen Newroz’da devlet tarafından Diyarbakır meydanında okutturulan konuşmasındaki Hamidiyeci
içeriğe ve retoriğe bakmak yeterlidir.
O güne kadar Hamidiyecilik, gerek
söylem planında olsun gerekse pratik
hareket hattı bakımından olsun, esas
itibarıyla bazı PKK muhaliflerinin gözünü diktiği veya patronlar tarafından
onlara tahsis edilmiş bir alan durumundaydı. Newroz konuşmasıyla birlikte Öcalan buraya doğru söylemsel
bir hamle yapmış oldu ve deyim yerindeyse muhaliflerin lafını yerinden sökmeye başladı.
Elbette Öcalan’ın Newroz yönelişinin
birinci hedefi bu değildi. Muhaliflerini
lafsız bırakmayı arzu etmekle birlikte,
Öcalan’ın o sıralardaki esas hedefi,
PKK’yi söylemsel planda yeni-Osmanlılık stratejisine uyarlamaktı. PKK’yi,
Türk devletinin Ortadoğu’daki yayılmacılığında işlevsel bir aktör haline
getirmek suretiyle Türk sistemi içinde meşruluk kazanmak (kendisi bunu
“taşeron”luk olarak tanımlıyor) şeklinde tanımlayabileceğim bu politikasını
ifadelendirmek için Ahmet Davutoğlu
gibi Türk-İslamcılarından aparılmış
bir dil kurmaya çalışıyordu. Amerika
ile Rusya Suriye meselesinde anlaşınca, bu politika en azından Suriye’deki
ayağı itibarıyla kadük hale geldi ve
Kürtler –bütün tehlikeleri ve riskleri henüz ortadan kalkmamış olmakla
birlikte- büyük bir beladan şimdilik
ve “şans” eseri sıyrılmış oldular. Ne
var ki bu durum, Öcalan’ın yeni hamlesinin, PKK’yi Ergenekon mahsulü
bir ajan örgütüne indirgeyen söylemin
alanını daraltan sonuçlarını ortadan
kaldırmadı.
Kürt hareketinin iki kanadının onlarca yıl orada burada dolaştıktan sonra
Hamidiyeci süfli bir söylemin tekelini elde etmek için kafa tokuşturacak
noktaya gelmiş olması, ancak ironi
ve utanç sözcükleriyle tanımlanabilir.
Ama bu ayrı bir yazının konusudur.
Bu rekabetin, İslamcılığın, bölgesel ve
küresel politikaları etkileyebilen uluslararası bir aktör olmaktan çıkarılarak
lokal ölçeklerde etkili cemaatlere dönüştürülmek istendiği küresel bir konjonktürde gerçekleşiyor olmasındaki
öngörüsüzlük ve çapsızlık ise anlaşılır
gibi değildir. Hele bu çapsızlığın sadece Türkiye Kürtleriyle sınırlı olmadığı
düşünülürse. Zira Barzani de aynı oyunun içindedir. Birbirleri için sarf ettikleri karalamaları bir kenara bırakırsanız görürsünüz ki Barzani’yle Öcalan
bugün bir yanıyla da Erdoğan’ın patronluğunu birbirlerine kaptırmamak
için çekişmektedirler. Hamidiyeci söylem üzerine yürütülen rekabetin arka
planındaki faktörlerden biri de bu patronaj meselesidir. Yani utancın kapsamı göründüğünden daha geniştir. Ama
konumuz bu da değildir. Bu yazıda
bizi ilgilendiren esas mesele, PKK’nin
yeni yönelişinin, PKK’yi Ergenekonun
yarattığı bir örgüt olmakla suçlayan
muhaliflerinin sözünü ve hareket alanını baskılamaya başlamasıdır.
Kısacası, PKK muhalifi Kürtlere tahsis edilmiş alan, hem pratik politik
ihtiyaçlara hem de söyleme tekabül
eden koşullardaki değişmeler nedeniyle daralma eğilimine girmiştir. Ve bu
durum, Hükümetle Cemaat arasındaki kavgadan sonra daha da belirginleşmiştir. Çünkü Cemaat’ten ve onun
arkasındaki güçlerden gelen tazyik
arttıkça, Hükümet PKK’nin sükunetine daha fazla ihtiyaç duymakta, bu da
PKK muhalifi olan Kürt milliyetçilerine alan yaratılması ihtiyacını baskılayarak geri plana itmektedir. Pratik
tehdidin kaynağında böyle bir ilişki
yatmaktadır.
Peki, söz konusu ilişki kısa dönemde
değişebilir mi?
Bu soruya kesin bir cevap vermek zordur. Şimdiden söylenebilecek tek şey,
Hükümetin sistem üzerindeki ve bununla bağlantılı olarak İmralı sistemi
üzerindeki kontrolü sürdüğü müddetçe
Abdullah Öcalan’ın Hükümet karşıtı
bir alternatifi esas al(a)mayacağıdır.
Ne zaman ki Hükümetin kontrolü yitirmeye başladığı yönünde belirtiler
ortaya çıkar, Öcalan ancak o zaman
yeniden bir tutum belirleme çabasına
girebilir. O günün geldiğini anlamamız
zor olmayacaktır. Bazı ilişkiler bu işi
gözlememiz için imkanlar sunmaktadır. MİT-Hükümet ilişkileri bunlardan
biridir örneğin. MİT-Hükümet ilişkilerinde pürüzler çıkması bir işaret fişeği
olabilir. Tabii o gün hâlâ böyle bir manevra yapmasına olanak verebilecek
koşullar altında yaşıyorsa. O gün böyle
koşullar mevcut değilse, Kürtler için
maliyeti daha yüksek ve daha dolambaçlı yollar tutulacak demektir. Fakat
bu yazının yazıldığı an itibarıyla henüz o noktada değiliz. Cemaat’le olan
çatışma ciddi belirsizlikler yaratmakla
birlikte, Hükümet kontrolü hâlâ elinde
tutmaktadır.
Bu daha ne kadar sürebilir?
Bu soruya kesin bir cevap vermek
mümkün değildir. Çünkü Cemaat’in
başka ne gibi kasetleri olduğunu bilmiyoruz. Varsa bu kasetleri hangi takvime bağlı olarak kullanmayı tasarladıklarından da haberimiz yok. Ama en
önemlisi, Cemaat’in arkasındaki dış
güçlerin AKP’yi ve Erdoğan’ı hangi
şiddette ve hangi takvim çerçevesinde
vurmayı düşündükleri açık değil. Sadece doların hareketinden bazı sonuçlar çıkarmak yanıltıcı olabilir. Cemaat
şok etkisi yaratabilecek yeni kasetler
yayımlar, Cemaat’i destekleyen uluslararası güçler de daha aktif ekonomik
ve politik operasyonlara başvururlarsa
Hükümet kontrolü kaybedebilir. Bu
ihtimal var ve seçim süreci böylesi ihtimalleri arttırıyor. Bütün bu gerçeklere rağmen şu an itibarıyla Hükümetin
kontrolü elinde tuttuğu da açık.
Sonuç olarak, Hükümet-Cemaat ikilisi
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tarafından PKK muhaliflerine ayrılmış
olan alanı baskılayan ilişkide bugün
itibarıyla ciddi bir değişme yoktur.
Hatta, operasyonlara maruz kaldıkça
Hükümetin PKK’nin sessizliğine daha
fazla muhtaç hale geleceği düşünülürse, bu alanın daha da baskılanması ihtimalinden bile söz edilebilir. Bu
durumda sorumuz şuna dönüşüyor:
PKK’yi Ergenekonun çocuğu olmakla
suçlayan Kürt muhalifler karşılaştıkları bu sorunu nasıl aşacaklar?
Görebildiğim kadarıyla, bir seçenek
olarak zikredilmeye değer ağırlık veya
yaygınlıktaki alternatifler şunlardır:
1- Öcalan-Hükümet yakınlaşmasına
paralel olarak Ergenekon adıyla anılan
cepheye yaklaşarak kayıpları telafi etmeye çalışmak.
2- Öcalan-Hükümet yakınlaşmasına
paralel olarak Gülen cemaatine yaklaşarak kayıpları telafi etmeye çalışmak.
3- Barzani gibi söz konusu alanla ilgili çekişmede kendi yanlarında olacağı
düşünülen güçleri hareketlendirerek ek
direnç noktaları oluşturmak ve bu tür
desteklerle dönemi atlatmaya bakmak.
4- Öcalan’la ilgili Ergenekonculuk
suçlamasını sessizce bir kenara bırakarak bir soluklanma alanı açmak,
böyle bir geri adımdan kaynaklanabilecek pozisyon kaybını ise PKK eleştirilerini münhasıran Öcalan dışındaki
PKK’liler üzerinden dillendirmek suretiyle engellemeye çalışmak (Bu alternatifin en yaygın ifadelerinden biri
“Öcalan iyi, Kandil kötü” tezidir).
Çevrenize bakarsanız bu alternatiflerden bir veya birkaçı üzerinde kafa
yoran PKK muhalifleri görmekte zorlanmazsınız. Bu alternatiflerin Kürt
hareketinin genel menfaatleri noktasından değerlendirilmesi ise başka yazıların konusudur.
2014-03-06
----------------------------------(1) Öcalan’ın tavrı için şu yazıya bakılabilir: http://www.firatnews.com/
news/guncel/ocalan-bu-atese-benzintasimayacagiz.htm
NEWROZ DİRENİŞ VE
BAŞKALDIRI GÜNÜ
Newrozun tarihsel kökenine inildiğinde
günümüzden yaklaşık 4350 yıl gerilere
dayanan bir geçmişinin olduğu görülmektedir.
Gutilerin tapınaklarda Zagmuk adında
bir bayram yaptıkları bilinmektedir.
Zagmuk da “yeni gün” anlamındadır.
Zagmuk bayramı törenlerinde ateşler yakılır ve kral halkının arasına girer.
Daha sonraki yüzyıllarda Zagmuk geleneğinin Zerdüştlükte de ortaya çıktığı
görülür, ve bu tören gelenekleri Gutilerden sonra Hurri, Kassit, Mitani, Urartu
ve Medler zamanında da korunur.
Bugün Newroz mitolojisi olarak bilinen
ve özgürlük tutkusuyla bütünleşmiş olan
Demirci Kawa efsanesi şöyledir: Çok
eski zamanlarda Zervan isimli tanrının
iki oğlu olur.Biri Hürmüzdür, bereket ve
ışık saçandır.Diğeri ise Ehrimandır, kötülük ve kıtlık saçandır. Fırat ve Dicle’nin
yaşam bulduğu Ahuramazda’nın kutsadığı topraklarda hürmüz iyinin ve uygarlığın geliştiricisi, Ehrimanda onun
düşmanıdır.
Hürmüz yeryüzünde temsilini yapması
için Zerdüşt’ü gönderir ve yüreğine sevgi akıtır.Zerdüşt de oğullarını ve kızlarını Hürmüz’e verir. Ehriman bu durumu
kıskanır ve yıllarca iyilerle savaşır. İyilere Zerdüşt’ün soyuna Medya coğrafyasında yaşamı zehir eder.
Ehriman gökten ateşler yağdırır, fırtınalar koparır.Sonunda içindeki nefreti ve
kötülük zehrini zalim Dehak’ın beynine
akıtır ve onu bir bela olarak Asur ve Med
halkının üzerine salar.
Dehak’ın bildiği tek şey kötülük etmektir.
Zalim dehak halkın kanını emerken beynindeki zehir onu ölümcül bir hastalığın
pençesine düşürür.
Dehak acılar içinde kıvranır.Hastalığına
çare bulunamaz.
Dönemin hekimleri acılarının dinmesi
ve yarasının kapanması için yaraya genç
ve çocukların beyinlerinin sürülmesini
tavsiye ederler.Böylece günlerce bitmek
bilmeyen bir katliam sürer.
Hergün iki gencin kafası uçurulup beyinleri merhem olarak Dehak’ın yarasına
sürülür.Katliam sürerken sıra Med halkının çocuklarına gelir.
Gençler öldükçe Fırat’ın, Dicle’nin,
Mezrabotan’ın hali perişan ve içler acısıdır.
Halk çaresiz ve güçsüz düşmüştür.
Gençler katledilirken sıra birgün Kawa
adında bir demircinin en küçük oğluna
gelmiştir. Daha önde de 17 oğlu bu uğurda öldürülen Kawa çaresizdir.
Ayşegül Karadağ
[email protected]
20 Mart’ı-21 Mart’a bağlayan gece sabaha kadar demir ocağının başında sabahlar ve oğlunu zalim Dehak’ın katlinden
kurtarmak için çareler düşünür. Ve göğün yedinci katındaki iyiliğin temsilcisi,
ninova’nın yoksul, yüreği sevgi ve umutla dolu olan demircisi Kawa’nın bileğine
güç, aklına ışık verir.
Ona zalimin pençesinden kurtuluşunun
yolunu öğretir.
21 Mart sabahı olduğunda Kawa kwndi
eliyle oğlunu Dehak’ın eline teslim etmek ister ve zulmün ve kötülüğün kalesine girer.
Oğlunu zalim Dehak’ın huzuruna çıkarırken örsünü Dehak’ın kafasına indirir.
Dehak’ın ölü bedeni Demirci Kawa’nın
önüne düşünce kötülüğün alevi Ninova’da söner.
Kısa sürede bütün Ninova ve bölge halkı isyan eder ve ateşler yakarak saraya
yürürler.
Zulme karşı isyanı başlatan Kawa, demir
ocağında çalışırken giydiği yeşil, sarı,
kırmızı önlüğünü isyan bayrağı, ocağındaki ateşi ise özgürlük meşalesi yapar.
Ninova cayır cayır yanarken meşaleler
elden ele dolaşır, dağ başlarında ateşler
yakılır ve kurtuluş coşkusu günlerce
devam eder.Zalim Dehak’tan kurtulan
halklar 21 Mart’ı özgürlüğün, kurtuluşun ve halkların bayramı olarak kutlar.
Demirci Kawa; başkaldırıkahramanı.
Newroz ise; direniş ve başkaldırı günü
olarak tarihe geçer.
Newroz’un bir bayram olarak kutlanışı ile Demirci Kawa olayı birbirinden
ayrı tutulmamalıdır.Newroz Guti’lerden
bu yana bir bayram olarak kutlanmakta
olup 4000 yıldan daha uzun bir tarihe
sahiptir.
Demirci Kawa’nın zalim Dehak’a karşı
kazandığı zafer ise M.Ö. 612 tarihlidir.
Newroz’u yüzyıllar boyunca kutlayan
kürtler ve öteki Ortadoğu halkları 21
Martlar da Kawa’nın zaferiyle farklı bir
coşku yaşamışlardır.
Halkların direniş, başkaldırı günü kutlu
olsun.Tüm Newroz’ları coşkulu, halaylı,
türkülü şekilde kutlamak umuduyla...
cejna ve xelke newroz piroz be..
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
TARİHİN NOT DEFTERİ, DÜNKÜ KÜRT
SİYASETİ VE BUGÜNKÜ ÖCALAN
Abdullah Öcalan iki gün önce İmralı
adasında görüştüğü kardeşi Mehmet
Öcalan'a şunları söylemiş "… Türkiye'deki metropollerde HDP için sorunlar çıkartıyorlar. Bu ittifak bundan
on sene önce kurulsaydı bu saldırılar
olmazdı, büyük kazanımlar olabilirdi.
Geç kalındı. Bu ittifak olsaydı şimdiye
kadar seçim barajı da ortadan kalkmış
olurdu…" Öcalan, On yıl önce bu ittifak kurulsaydı… diyor. Oysa Geriye
Gönüp Baktığımda adlı kitabımda adı
geçen Z, değil on yıl önce, 27 Eylül
1993 tarihinde, yani yirmi bir yıl önce
DEP genel merkezine bir raporla bu
öneride bulunmuştu. Ancak o zaman
kimse Z'nin önerilerini dikkate almamıştı. Hatta bazıları Z'yi beyhude işlerle uğraşmakla eleştirmişlerdi. Yüzlerce örnekten biliyoruz ki gecikmek -bu
bazen on yıl, bazen yirmi yıl olur- Kürt
siyaseti için adeta bir kader haline gelmiştir. Z'nin yirmi bir yıl önceki raporu buna örnektir: İşte Z'nin 27 Eylül
1993 günü yapılan DEP parti meclisi
toplantısında DEP genel başkanına,
parti meclisi üyelerine ve milletvekillerine dağıttığı o rapor: "Daha önce
sunduğum 12.7.1993 tarihli raporda da
belirtildiği üzere, partimizin önünde
önemli teorik ve pratik görevler vardır.
O raporun yazıldığı şartlarda yapılabilecek çalışmaların bir kısmı bugün
ne yazık ki yapılamaz. Çünkü devletin
DEP'e ve demokrasi güçlerine karşı
giriştiği fiili, psikolojik ve ideolojik
saldırılar o raporda yapılması önerilen
çalışma imkânlarını büyük ölçüde ortadan kaldırmış bulunmaktadır.
Devletin bunca yol almasında, partinin
politika üretmemesinin ve caydırıcı bir
güç olmamasının payı elbette büyüktür.
Bilindiği gibi partimizin güçlü bir insan potansiyeli ve geniş entelektüel
imkânları vardır. Parti bu yapısı ile
objektif olarak muhalefet boşluğunu
doldurabilecek bir durumdadır. İşçi,
işsiz, gençlik, esnaf, gecekondu sakini, kadın, çiftçi, memur, emekli, dul
ve yetim, çevreci, şoför ve Alevilerden
oluşan yaklaşık 50 milyon insan bugün
partisizdir.
semtlerinde güvenlik güçlerinin saldırılarına maruz kaldılar. Birçok partili
arkadaşımız ağır bir şekilde yaralandı,
sakatlandı. Ancak partimiz bu olayın
üzerine gitmedi, bu devlet güçlerinin
cezalandırılmaları için bir kampanya
başlatmadı.
Mahmut Alınak
Partimiz, sahip olduğu insan potansiyelini ve entelektüel birikimini harekete geçirerek bu büyük halk yığınlarına ulaşabilecekken, nedense içe
kapanmayı tercih etmiştir.
Parti genel merkezi ideolojik ve politik çalışmalarıyla gündem oluşturamamakta ve egemen güçler tarafından
yaratılan yapay gündemleri de etkisizleştirememektedir. Bunun içindir ki
partimiz, iç ve dış kamuoyunda ciddiye alınır siyasal bir ağırlık oluşturamamış, böylece olayların arkasından sürüklenir hale gelmiştir. Örneğin halka
ve demokrasi güçlerine karşı başlatılan
ve DEP'i de hedef alan katliamlar, köy
ve orman yakmalar, bombalamalar,
toplu gözaltılar, gıda ambargoları ve
akıl almaz işkenceler devam ederken,
parti merkezi basına sadece demeç
vermekle yetinmiştir.
Türk-İş yönetimi 'ülkenin içinde bulunduğu hassas durum' şantajına boyun eğerek işçilerin emeğini hükümete
peşkeş çektiğinde, düzenin has adamlarından ANAP Genel Başkanı Mesut
Yılmaz işçi haklarının savunuculuğuna soyundu. Bu ibretlik bir durumdu.
Oysa işçileri biz savunmalıydık.
Biz birçok temel tüketim maddesine
zam yapıldığı halde bu zamları protesto etmek için de herhangi bir çalışma
yapmadık.
Parti bir zorunluluk haline gelen Demokrasi ve Emek cephesinin kurulmasına önayak olmadı. Bir süre önce
başlatılan Barış Kampanyasının güdük
kalmasının temel nedeni de budur.
Partimiz demokratik hak ve özgürlükleri günlük hayatta kullanarak kazanmayı esas alan bir mücadele yerine,
enerjisini Demirel, Çiller ve yabancı
misyon şeflerini ikna etmeye harcadı.
Özet olarak partimiz değişimin öncüsü
olamamış, kendi dışında oluşturulan
sahta gündemlerin arkasından sürüklenmiştir
Partinin Adana, Diyarbakır, Urfa ve
Batman illerinde yapmak istediği miting, festival ve şenliklere valiliklerce izin verilmeyince, genel merkezin
tepkisi sadece bir basın açıklaması
ile sınırlı kalmış ve böylece parti dar
bir çerçeve içine hapsedilmiştir. Milletvekilimiz Mehmet Sincar ile parti
yöneticimiz Metin Özdemir yerel yöneticilerin bilgi ve inisiyatifi içinde
katledildiği halde genel merkez Batman valisi ve emniyet müdürünün
görevden alınması için hiçbir çalışma
yapmamıştır.
Peki ne Yapmalı? Partimiz için her şey
bitmiş midir? Birçok fırsat elden kaçmış olsa da hâlâ yapılabilecek bazı şeyler vardır:
Mehmet Sincar'ın cenaze töreni için
Ankara'ya gelen partililer parti binasının önünde ve Ankara'nın çeşitli
Bu kurultayca seçilecek yerel yöneticiler girişimi, yapılacak çalışmaları organize etmeli ve metropollerdeki yerel
1- Olağanüstü hal bölgesi ve çevre illerin sayıları yaklaşık sekiz bini bulan
belediye başkanları, belediye meclis
üyeleri, il genel meclisi üyeleri, köy
ve mahalle muhtarları ve muhtar azalarından oluşan yerel yöneticilerin,
'Bölgenin Sorunları ve Çözüm yolları'
gündemli bir kurultay yapmaları sağlanmalıdır.
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yöneticilere ulaşarak onları da bu sürece katmaya çalışmalıdır.
2- Faili meçhul cinayetleri parti öncülüğünde vereceğimiz plânlı, programlı
ve etkili bir siyasal mücadele ile engelleyebiliriz. Bunun ilk adımı olarak
Batman valisi ile emniyet müdürünün
görevden alınmaları için etkili bir
kampanya başlatmalıyız.
3- İşçi, memur ve öteki toplum kesimlerince yapılacak grev ve miting gibi
demokratik ve ekonomik eylemlerle
doğrudan ilişki kurmalı, böylece partinin bu kitlelerle bütünleşmesi sağlanmalıdır.
4- Devletin ve medyanın bize karşı
sürdürdüğü 'bölücülük' propagandasını etkisiz hale getirmek ve bu noktada inisiyatifi ele almak için 'Kürt
ve Türk halkı kardeştir, düşmanlığa
hayır' kampanyası başlatılmalıdır. Bu
kampanya demokrasiden yana olan bütün siyasi partiler, sendikalar ve kitle
örgütleri ile birlikte organize edilip
yürütülmelidir.
5- Devlet medyası haline gelen Türkiye
ve Tercüman gibi gazeteler ile TGRT
ve İnter Star gibi televizyonları boykot
kampanyası başlatılmalıdır.
6- Partimiz içte ve dışta, nerede olursa
olsun her türlü haksızlığa ve zorbalığa
karşı çıkarak tüm mağdurların ve ezilenlerin adresi olmalıdır. Bunun için
Azerbaycan, Kıbrıs, Somali ve Irak
Kürdistan'ına heyetler gönderilerek
bu ülkelerde yaşanan olaylar objektif
olarak tespit edilmeli, kamuoyu bilgilendirilmeli ve yapılması gereken ça-
lışmalar ortaya konulmalıdır.
7- Bundan böyle zam yapılan bazı
malları belli zamanlarda kullanmama
kampanyaları başlatılmalıdır.
8- Türkçe, Kürtçe, Arapça vb. dillerden yayın yapacak radyo ve televizyon
kurma çalışmaları başlatılmalıdır.
9- Yakılan köylerin muhtarlarından
alınacak vekâletnamelerle iç yargı
yolları tüketildikten sonra yakılan,
boşaltılan ve bombalanan köyler için
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne
başvurulmalıdır.
10- Dünya halklarının karşılıklı yardım ve dayanışmasını sağlamak için
Diyarbakır'da tüm ülkelerin antifaşist
ve antiemperyalist partilerinin katılacakları bir kurultay, "Halkların Kardeşliği Kurultayı" düzenlenmelidir.
11- Demokrasi ve Emek cephesinin
kuruluş çalışmaları gecikmeden başlatılmalıdır. Bunun için partimizce
oluşturulacak 5 kişilik bir komisyon
emek ve demokrasiden yana olan bütün siyasi partiler, sendikalar ve kitle
örgütleri ile görüşmeli, bu kuruluşlarla
birlikte demokrasinin asgari müştereklerini tespit etmek üzere bir kurultay
çalışması yapmalıdır. Bu kurultayda
ortaya çıkacak müşterekler esas alınarak Demokrasi ve Emek cephesi kurulmalıdır.
Bu çalışmanın sonuç alıcı olması için
gerek kurultay hazırlıklarının ve gerekse cephe çalışmalarının partimizin
damgasını taşımamasına hassasiyetle
özen gösterilmelidir.
DEP bu eşitler hareketinin sadece bir
üyesi olmakla yetinmelidir.
12- Bütün köy ve mahalle muhtarları,
muhtarlık idare heyeti üyeleri, belediye başkanları, belediye meclis üyeleri,
il genel meclis üyeleri ile sendikaların,
meslek kuruluşlarının ve derneklerin
bütün yöneticilerine mektup yazarak
yerel, bölgesel ve genel sorunları ile
ilgilenmek istediğimizi, bu nedenle
sorunlarını bize yazmalarını isteyelim.
Bunların yaklaşık sayısı 700 ile 800
bin arasında değişmektedir
Bu büyük kitleye mektup yazmakla
öncelikle kendimizi bütün il, ilçe, mahalle ve köylerde tartıştırmış olacağız. Sadece Kürtlerin değil, düzenin
sömürdüğü ve baskı altında tuttuğu
herkesin sorunu ile ilgili olduğumuzu
göstermiş olacağız. Böylece Türk halkına ve diğer halklara ulaşarak halklar
arasında bir kardeşlik köprüsü olacağız. Ayrıca nerede ne sorun varsa hepsinden haberdar olacağız. Bu sorunları
dile getirerek kitlelerle bağ kuracağız.
13- Partimiz bu ve benzer çalışmalarla
içte ve dışta gündem belirleyen, yaratacağı siyasal ağırlıkla demokratik dönüşümleri sağlayabilen, günün 24 saati
aktif olan ve toplumun yüzde 80'ini
kucaklamayı hedefleyen bir parti olmalıdır. Saygılarımla 27 Eylül 1993 "
Z'nin arşivinde bulunan o rapor büyük
ihtimalle çöpe gitti. Öcalan o dönemde de yine şimdiki gibi Kürt hareketi
üzerinde etkiliydi. Kürt siyaset mahallesinde -sloganlar dışında- bugün de
değişen bir şey yok.
peki bu ırkçı inkarcı
birliğin karşıtı
olduklarını sanan
solcular müslümanlar
kürtler aleviler
zazalar devrimciler
koministler neden birlik
olamıyorlar? burada
ciddi bir çürüklük yok
mu ne dersiniz?
- Kızılbaş Eli -
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bese Hozat’ın
açıklamasıyla
ilgili
Diran Lokmagözyan
PKK lideri Abdullah Öcalan’ın, Türk
devletiyle yapmış olduğu görüşmeler
ile bu görüşmelerin nihayetinde elde
edilmiş olan mutabakatın basına sızan
ve içinde Ermenilere yönelik “devlet
ağızlı” iftira ile kışkırtmaların da bulunduğu sözlerinin geçenlerde, KCK
eş başkanı Bese Hozat tarafından
resmi bir şekilde bir defa daha dillendirilmesi, Ermeniler arasında haklı bir
infial uyandırmıştır.
Bir zamanlar devletin işbirlikçiliğine
soyunup, yüzyıllar boyu faydalanmış oldukları komşularını katlederek topraklarına, mallarına ve hatta
kızlarına-çocuklarına el koymakta bir
beis görmeyen Kürt aşiretleri, 1915
sonrasında devletin ırkçı darbelerinin
kendilerine yönelmesi üzerine uzun
süredir ki Ermenilerle dost gözüküp
kardeşliklerini ilan etmekteydi.
Ermeni halkı ise her zamanki saflığı
ve hüsnüniyetiyle, daha dün kendisine
her türlü canavarlığı reva görmüş olan
eski komşularına tekrar inanıp geçmişi unutarak, dostluk eli uzatmıştır.
Lakin “yalancının mumu yatsıya
kadar yanar” deyiminin doğruluğu bir
defa daha kanıtlanmış, eski Soykırım
işbirlikçisi asıl yüzünü tekrar gösterip
işkence edilen, katledilen ve baskı
gören kendi gençlerinin cesetleri üzerinden halkının katiliyle anlaşarak,
asıl yüzünü tekrar göstermiştir.
Kürt halkı arasında tabii ki geçmişte
atalarının yaptığını tasvip etmeyen,
yapılanlardan utanç duyan, kendisini
soykırımcı atalarından net bir şekilde
soyutlayan şahıslar az değildir, fakat
yukarıda belirtilen açıklamaların
sahiplerinin, Kürt halkının günümüzdeki liderleri olduğunu göz önünde
bulundurmak gerekir. Bunları bireysel
düşünceler ve açıklamalar olarak kabul etmek mümkün değildir. Bir devlet yöneticisinin sözlerinin tüm milleti
kapsadığı gibi, bir halkın yöneticisinin
sözleri, düşünceleri, planları da tüm
halkını kapsamaktadır. Bu durumda,
bu yaklaşımları tasvip etmeyen her
şahıs, kendisini net bir şekilde bu
siyasetten soyutlayabilmelidir.
Lakin bugün, bireysel ve çok az sayıda karşı çıkışların haricinde genel bir
sessiz mutabakat gözlenmektedir. Dahası, bu açıklamalara tepki gösteren
Ermeniler farklı suçlamalarla karşı
karşıya kalmaktadır. Kürt çevrelerin
mümkün ve gayrimümkün her şekilde
liderlerinin bu yaklaşımı ile sözlerini
savunmaya çalışırken, bu sözlerden
dolayı hiçbir pişmanlık göstermemesini, kendilerinin de bu zihniyetin
arkasında durduklarının teyidi olarak
kabul etmek gerekir. Bu arada, Kürt
aydınlarından hemen hiç kimsenin bu
sözleri tenkit etmemiş olması da son
derece manidar olup, genel bir mutabakatın var olduğunu kanıtlamaktadır.
Bugün aniden, bir dizi soru belirmiş
durumdadır.
Kürt halkı…
“Kızıl Sultan” II. Abdülhamit tarafından kurulup Osmanlı devletinin
insanlık dışı siyasetinin bir maşası
olarak kendisini kullandıran faşist
Hamidiye Alayları ve bu alaylarda
görev yapan atalarını, Osmanlı devletinin talimatları doğrultusunda bilfiil
Ermeni Soykırımı’nı gerçekleştiren
Kürt aşiretleri ile onların liderlerini
Ermeni halkına yönelik gerçekleştirmiş oldukları Soykırım, yağma,
soygun, tecavüz ve benzeri suçlardan
dolayı kınamakta mıdır?
Osmanlı haritalarında dahi “Ermenistan” olarak gösterilen 6 Ermeni
Vilayetleri’ni, o toprakların kadim
halkı olan Ermenilerin vatanı olarak
kabul etmekte midir?
Atalarının, Ermeni Soykırımı’nda
devletin işbirlikçisi ve suç ortağı olup,
Ermeni Soykırımı’nın taşeronu olarak
kullanılmış olduğunu kabul etmekte
midir?
Kendi ataları tarafından Ermenilerin
elinden alınan toprakların, mal ve
mülkün gerçek sahiplerinin Ermeniler
olduğunu ve oraya dönme haklarının
bulunduğunu kabul etmekte midir?
Ermenilerin vatanının Ermenilere geri
verilmesinin, bu halka yapılacak en
ufak bir pişmanlık nişanesi olacağını
kabul etmekte midir?
Ancak tüm bunların cevabı net bir şekilde verildikten, duruşlar kesinleştikten sonra Ermeni milleti, Kürt halkına
ve liderlerine güven duyabilecektir.
Bugün hiç kimse demagoji peşine
düşüp boğuntuya getirerek, “kardeşim
Hrant” söylemiyle işlerini yürütmeye kalkmasın. Kürt halkının, “Demokrasi” konferanslarında “birlikte
kan döktük” edebiyatıyla yalakalık
yapmaya kalkan temsilcilerine “Kimin kanını döktünüz? Döktüğünüz
kanlar üzerinden mi bugün Türkiye’ye
demokrasi getirmek istiyorsunuz?”,diye öf kesini bildiren kişi Hrant’ın ta
kendisiydi.
Yukarıdaki soruların cevabını beklemek Ermeni milletinin hakkı olup, bu
cevapları alana kadar “dostluk, kardeşlik” söylemlerini de rafa kaldırma
hakkına sahiptir, çünkü artık takke
düşmüş ve kel gözükmüştür.
Not: Bese Hozat gibi, Ermeniler tarafından gerçek bir kardeş bilinen Dersim orijinli (adından anlaşılacağı üzerine) bir kişinin ağzından bu sözleri
duymak ise, Dersimlilerle gerçek bir
kardeşlik yaşamış ve birlikte katliamlara maruz kalmış olan Ermeni halkı
üzerinde bir artı acı etkisi yapmaktadır. Kim bilir, belki bu durum da, özel
olarak düşünülmüş bir siyasettir.
Akunq.net
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
78
Milyonun
Erdoğan ile
imtihanı
Özcan SOYSAL
Bu kez 1915 dünya koşulları yok.
Osmanlı coğrafyasında İttihatçılar
insan kasaplığına soyunduğunda
dünyadan itiraz gelmeyeceğini, herkesin kendi başının derdine bakmaktan Osmanlıyı mühimsemedikleri
koşullar.
Şimdi Türkiye de oynanan oyunlar
iletişim cağında dünyanın gözleri
önünde cereyan ediyor. Koşullar
katliamcılığa destek vaat etmiyor.
Sorunlarını katliamcılık dahil her
türlü insanlık dışı yöntemlerle
çözme kültürüne milli kültür deniyor. Eyvallah sağcısı solcusu milli
kültürün egemenliğini seve seve
destekledi destekliyor. Kürtler ve
Alevilerin kerhen destekliyor olmaları neticeyi değiştirmiyor. Yöntem
basit farklı kravatlı bir devlet erkanı
siyaset, hukuk, yasama ve yürütme
tek elde veya bir oligark yapısında
birleşmiş. Salonda batılı havalarında dolaşıyorlar. Bir de çakallar var.
Bunlar salona alınmıyor. Kiralık
katil ve pis işler görevlileri. Katillerden seçilmeye özen gösteriliyor.
Salonda dolaşanlar elini doğrudan
pis işe bulaştırmak yerine bu çakalları el altından işe sürüyorlar. Sistem
bu. M. Kemal tek millet tek devlete
giden insanlık dışı Devlet yapısını kurarken Türkiye’nin özellikle
Karadeniz’de yoğun olan Hıristiyan
Yunan halkımızı yoluna engel görüyor. 1918 ile 1923 arası yüz binlerce
Rum katliamda hayatını kaybe-
derken tüm Türkiye’de 2,5 milyon
Hıristiyan Rum’dan kalan insanlar
Yunanistan sürülüyor.
Hıristiyan Ermeniler ve Süryaniler
sonrası katiller Hıristiyan Rumları da coğrafyadan siliyor. 1915 de
İttihatçıların birinci kadrosu işbasında iken, 1918-23 arası katliamlarda
tek başına M. Kemal sorumluluğu
üstleniyor. Katiller arasından seçtiği
Topal Osman adlı insan kasabını bu
işe koşuyor. 2,5 milyon Hıristiyan
Rum’un bu topraklardan silinmesinde Topal Osman’ın birinci katil
olarak kullanıldığını Karadenizliler
başta olmak üzere Türkiye Bilir. İş
bittikten sonra M. Kemal’in muhafaza taburu denilen katiller sürüsünün
başında iken, yine M. Kemal emri
ile Mecliste muhalif lider meclisin
önünde tabanca ile alenen Topal
Osman tarafından öldürülür. Herkes bu cinayeti Topal Osman’ın tek
başına düşünüp planlamadığını, M.
Kemalin emri verildiğini bilir. İnfial
vardır mecliste. M. Kemal pabucun
pahalı olduğunu hissedince Topal
Osman2ı yakalaması için Jandarmaya talimat verir. Canlı yakalanan
Topal Osman, emri Kemalden aldığını söyler korkusu ile kafasına silah
sıkılır ve çatışmada öldü açıklaması
yapılır ve meclis teskin edilir.
Erdoğan’ın eşi benzeri görülmemiş hırsız lider olduğu söyleniyor
basında. Yanlış. 1938 e Kadar M.
Kemalin serveti o acayip fakirlik döneminde çok büyüktür. Türkiye’nin
her tarafında Ermenilerin zenginlerinin köşklerini kendisine ayırmıştır,
gizli saklı değil. Karadeniz hariç.
Orada Rum zenginlerinin köşklerine
el koymuş. Atatürk evleri diye biliniyor. Erdoğan post modern cağda
hem M. Kemal e ve aynı zaman
mekân içinde Topal Osman’a öykünüyor. İkisini tek sahsında birleştirme gayretleri var. Özal ailesi kızlarının bir davulcuya aşık olduğunu
duyduklarında davulcuyu cezalandıracaklar. Yani bir pis iş yapacaklar.
Ellerini bulaştırmıyorlar. İşi Alaadddin Çakıcıya havale ediyorlar. Emri
Alan Çakıcı davulcuyu adamlarına
dövdürüyor. Ne Özal ne de Çakıcı
mahkemeye çıkmıyor. Gelenek aynı.
Arada bir fark var ki, M. Kemal
Topal Osman’ı salona layık görmez,
dışarıda tutardı. Çakıcıya da aynı
muameleyi yaptılar. Bu adamlar zira
insan içine çıkarılabilecek kişiler
değildi. Erdoğan hem Salon işini
hem de pis işleri tek elden kendisi
götürüyor. Son olaylardan sonra çok
daha belli oldu ki, eve barka sokulacak, salona kabul edilebilecek adam
değil. Geniş yığınlar çakallığın adını
milli İslam’ı kültür koymuş. Dünyanın önünde liderleri rezil olmuş, ne
yapacaklarını bilemez haldeler.
Çalmış işe beni paramı çalmış,
sana ne oluyor diyip destekleyenler
ülkenin yarısı. Diğer yarısı da itiraz
ederken, çalma hakkının kendi
cemaatlerinin imtiyazında olduğunu dile getiriyor aslında. Çalma
imtiyazını Erdoğan gibi bir çakala
kaptırmışlar. Salona alınmayacak
adam. Hâlbuki çalma hakkını sarışın
mavi gözlü, kravatlı, pis işleri mafya
eliyle yapıp elini kirletmeyen, batılı
devletleri kandıracak, tercihan Selanik kökenli birisi olmalı.
Son kavgalar bu iki cemaat arasında
cereyan ediyor.
Her iki tarafın iktidar olma yöntemi aynı. MHP iktidara geldiğinde
Erdoğan’ın evinin önünde “andımız”
adlı suç metnini okuyacağını vaat
ediyor. CHP Kürtlere demokratik
hak vereceği yalanını söyleyen AKP
ye “Güneydoğu’yu satma” ithamında
bulunuyor. Kürt milli hareketi? Öcalan ne düşünüyor? Madem yakalandık bu eve gelin geldik, ha generaller
ha İslamcılar. Ayni şey. Ha babası ha
oğlu.. Namusunu satmış yani.
Buradan demokrasi çıkmaz.
Fakat M. Kemalin de kullandığı
İslamcı Osmanlı yöntemi de miadını
doldurdu bir yandan.
Dünyanın koşulları bu tür bir yönetimi onaylamaz.
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kaldı ki Erdoğan yaptığı çakallığın
dozunu iki kat artırsa bile bu CHP,
MHP ve PKK yöntemleri ile alaşağı
edilemez.
O halde iş nereye gidiyor?
Çürümeye gidiyor.
78 milyon rezilliğe yelken açmış
durumda. Sarhoşlar gibi, sallana
sallana gidiyorlar. Yıkılana kadar
bekleyeceğiz. Zira laftan anlayacak
durumda değiller. İki İslam versiyonu çatışırken Alevilerin korkusu
arada katliama uğrama tehlikesi.
Bir avuç kalmış Hıristiyan Ermeni,
Süryani Rum ve Yahudi de farklı
düşünmüyor. Güçlü görünene destek
verip, katliam başladığında kelleyi
kurtarma ümidi. Mahcubyan’ın,
Markar Esayan’ın yazılarını bu açıdan okumakta yarar var. Alevilerin
CHP ye verdikleri desteği de aynı
şekilde okumak gerekir. Katliamcılık, soykırımcılık kültüründen
arınmayı terk ettiği vakit milyonlar,
bir alternatif de doğuyor anlamına
gelecektir ki, ufukta bunun işaretleri
henüz görünmüyor.
Kaynak:
http://www.network54.com/
Forum/609946/
http://www.network54.com/Forum/
609946/message/1394068865/78+Mi
lyonun+Erdogan+ile+imtihani
Yücelerden yüce tanrı
Gündüzlerden gece tanrı
İsmin vardır cismin yoktur
Sen benzersin hiçe tanrı
Bazı kulların var imiş
Falan oğlu filan derler
Elin ana atası var
Sen benzersin piçe tanrı
Ali ile bir oldunuz
Bir mektepte okudunuz
Ali hafız kelam olmuş
Sen okursun hece tanrı
Kıldan ince köprü yapmışsın
Mümün kullar geçsin diye
Hele ben burda durayım
Gel geç görem nice tanrı?
Kullarına can vermişsin
Onu almaya gelmişsin
Buna 'Allahsızlık' desek
Sen kalırsın güce tanrı
Gayguzusum günahım ne
Kalmayasın Şah aşkına
Kaldır perdeyi aradan
Görem seni nice tanrı
Kaygusuz Abdal
Kaygusuz Abdal'ın asıl adı
Alâeddin Gaybî'dir. 1341-1444
yılları arasında yaşadığı, babasının
Hüsameddin Mahmud olduğu söyleniyor. Doğduğu, öldüğü yer ve yıl
kesin olarak bilinmiyor. Menkibeye
göre yaşamı şöyle: Gaybî, Alaiye
(Alanya) Beyi'nin oğlu imiş. İyi bir
öğrenim görmüş. Bir gün yaraladığı bir geyiği kovalarken Abdal
Musa'nın Elmalı'daki dergahına
varmış. Dervişlerden geyiği sormuş.
Abdal Musa, koltuğunun altına saplanan oku göstererek, "Oğul attığın
ok bu mudur ?" diye sormuş. Şaşırıp
üzülen Gaybî, onun ayaklarına
kapanmış, tekkesine kul olup Kaygusuz adını almış. Kırk yıl orada
hizmet etmiş. Bektaşiliğin uluları
arasına girmiş. 1424-1430 yıllarında
Rumeli'yi dolaşmış. Edirne, Yanbolu, Filibe ve Manastır'da bulunmuş.
Mısır'a giderek Bektaşiliği yaymaya
çalıştı. Mısır'da ölünce, Mukattam
dağında bir mağaraya gömülmüş...
Abdal Musa gibi halifesi Kaygusuz
Abdal da Bektaşi edebiyatının kurucularından sayılır. Yunus Emre'nin
açtığı yolda yürümüştür. Hem aruz,
hem de heceyle yazmıştır. Tasavvuf
felsefesine yaslanan şiirlerinde ince
bir alay görülür. Tekerlemelerle
beslenen temiz bir dili ve kıvrak,
tatlı, özgün bir deyişi vardır. Birkaç
şiirinde Serâyi, Miskin Serâyi, Kul
Kaygusuz ya da Miskin Kaygusuz
mahlasını kullanmıştır.
Yapıtları:
Divân, Sarây-nâme, Minber-nâme,
Dil-güsâ, Gevher-nâ-me, Budalanâme, Mesnevi, Muglâta-nâme,
Esrâr-i Hurûf, Vücûd-nâme
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
DERSÊN
KURMANCÎ (1)
BEŞA YEKEM
Marogûlov hatiye amadekirin. Bi
spiratina hukumeta Ermenistanê, di
sala 1928'an de Erebê Şemo û Isahak
Marogulov (bi koka xwe asûrî) alfabeya kurdan ya bi tîpên latînî damezirandin. Hema wê salê pirtûka wan e
"Xwe bi Xwe Hînbûna Kurmancî" çap
bû. Ev yekemîn pirtûka kurdî bi tîpên
latînî bû.
A a
D d
Ƣ ƣ
Kk
m
R r
U u
Z z
Uğur Adsız
Alfabeya kurdî ya latînî ji bo
nivîsandina çend zaravayên kurdî tê
bikaranîn.
Di nivisîna zaravayê kurmancî
de tîpên latînî, kîrîlî û erebî tên
bikaranîn. Ji van alfabeyan yê
herî zêde tê bikaranîn û ji aliyê
nivîskar, hunermend, rojnamevan û
rewşenbîran ve hatiye pejirandin tîpên
latînî ye.
Alfabeya latînî, alfabeyeke fonetîk e,
ango her tîpek îşareta dengekî ye û ji
alfabeyên din baştir bersiva dengên
zimanê kurdî dide. Hejmara tîpên
alfabeya kurdî 31 in.
Di zimanê kurdî de 31 yek deng hene
û ji bo her dengekî jî tîpek (herfek)
heye. Bi tenê dengekî taybetî di
zimanê kurdî de heye ku bi du tîpan
derdikeve û bi kurdî jê re pevdeng û
ewropî jî dîftong dibêjin. Ew jî tîpên
Xw ne. Dengê tîpa "x" bilind û xurt
e û ya "w" jî nizim û zeyîf e. Carnan
dengê "w" weha kurt û zeyîf e ku
mirov nabihîse û bi tenê dengê "x"
dibîhîse. Loma jî di nivîsandina kurdî
de herî bêtir çewtî di vî dengî de tê
kirin. Ev dengê kurdî ku ji du tîpan
derdikeve di zaravayê kurdî de ne
wek hev e. Di zaravayê kurmancî de jî
li gor herêman tê guhartin.
Marogûlov
Alfabeya pêşîn a latînî ji aliyê Îsahak
B b
E e
H h
Ⱪ ⱪ
N n
S s
Y y
Ƶ ƶ
C c
Әә
I i
Q q
O o
Ş ş
Vv
Ħ ħ
Є є
F f
Ь ь
L l
P p
T t
W w
Ә́ ә́ Ç ç
G g
J j
M
Ҏҏ
Ţ ţ
X x
Celadet Bedirxan
Piştre alfabeya latînî ya Mîr Celadet
Bedirxan ve çêkirin. Mîr Celadet,
ji sala 1919'an dest bi amadekirina
xebata alfabeya latînî kirîye. Wî, di
15'ê gulana sala 1932'an de di hejmara
pêşîn ya kovara Hawarê de dest bi
belavkirina alfabeya kurdî a latînî kiriye. Loma ji alfabeya kurdî ya latînî
re "alfabeya Hawarê" yan jî "alfabeya
Celadet Bedirxanî" jî tê gotin.
A a
E e
I i
Mm
R r
Û û
Z z
B b
Ê ê
Î î
N n
S s
V v
C c
Ff
J j
O o
Ş ş
W w
Ç ç
G g
K k
P p
Tt
X x
D d
H h
L l
Q q
U u
Y y
Not: Em ê dersên xwe de “Alfabeya
Celadet Bedirxanî” bikaranîn
Di alfabeya kurmancî de 31 deng
hene, ji 31 tîpan 8 hep dengdêr, 23
hep jî bêdeng in.
Tîpên girdek:A B C Ç D E Ê F G H I
ÎJKLMNOPQRSŞ
T U Û V W X Y Z.
Tîpên hûrdek: a b c ç d e ê f g h ı î j k
lmnopqrsştuûvwxyz
Tîpên dengdêr: a,e,ê,i,î,o,u,û
Tîpên bêdeng: b,c,ç,d,f,g,h,j,k,l,,m,n,p
,q,w,s,ş,t,v,w,x,y,z
Taybetiyên Hîn Tîpên Dengdêr
Îî
1) Li gorî Celadet Bedirxan eger ev
tîp beriya “y” ye bê , wekî “i” yê tê
bilêvkirin û nivîsandin, eger ne di
heman bêjeyê de bin wekî xwe tên
nivîsandin mînak:
Derî deriyê me derî yê min e
Xanî xaniyê me xanî ya min e
Ronahî ronahiya rojê ronahî ya rojê ye
2) Bi dawiya koka dema borî ve dizeliqe û biresenavan çê dike:
Şuşt şuştî
Mir
mirî
Ma
mayî
Şand şandî
Êê
1) Li gorî Celadet Bedirxan eger ev
tîp beriya tîya “y” ê bê wekî “i” yê tê
bilêvkirin û niv3isandin, mînak:
Pê
piyê min
Dê diya min
Rê
riya min
2)
Eger “e” û “y” ne di heman bêjeyê de bin, “e” wekî xwe tê
nivîsandin, mînak:
Tu lawê kê yî?
Tu xelkê kuderê yî?
Ii
1) Ji bil3i hinek dengên mîna yên li
jêr, di serê bêjeyan de nayê bikaranîn
ij (dengek e ji aliyê zarokan ve tê
derxistin)
ih (dengê nalîna nizm e)
2) Di hin devokan de “i” û “e” cih
diguherînin:
Tijî
tejî
Mirov meriv
Çil
çel
Xirab xerab
Ûû
Eger ev tîp tîpeke dengder ve bizeliqe
û wekî tîpa kalijandinê “w” têkeve
navbera wan “û” dibe “i” mînak:
Rû
riwe min
Xesû xesiwa te
Tû
dara tiwe
Uu
Tîpeke ne pir kevn e. Li gorî
dengdêrên din dereg ketiye zimanê
kurdî. Ji ber vî qasî, bêjeyên ku ev tîp
di wan de heye kêm in. Dengdarên ku
ev tî bêtir piştî wan tê ev in.
G
guhdar, gull, gur, guhartin
K
kul, kuştin, kur,
H
hundir
Q
qure, qurt qulp
X
xurî
........................
YILDIRIM, Kadri, Destpêka Rastnivîsa
Kurdî, Zanîngeha
Artukluyê, 20-24, 2013
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Şair
Xıdır
Çeliki
de mucıliye
X. Çelker
Şair Xıdır Çelik dewa Vartoy Muska
rao. İniyê Xızıri ki Muska dero. Dısey
metro İniyê Xızıri ra cor şairi goli dê
vıraştene, tede masa keno weyi, masanê
deqesura (alabalık). Ebe weyikerdena
masa ki idara çê xo nanao ro.
Ma ke şime İniyê Xızıri ser, xebera ma
şair Xıdıri ra çinêbiye ; ma nêzanıtêne
ke o oca maneno, gurino. Coka ma eyde
reportaj nêkerd, cıra persê hazıri pers
nêkerdi, eyde wertê xuşe-xuşa ağwa
İniyê Xızıri de mucıl bime.
Ma ke ebe zonê ma Zazaki selam da
jümini, kêf u halê jümini pers kerd, khek
Xıdır zaf bi şa, zerê çımanê dey bereqiya, gulê xo bi ra. Çı ke o heyranê zonê
mao, şiiranê xo ki zonê made nusneno.
Xal Çelker: [1] Khek Xıdır, ez nia dana
ke tı zono gılor (Zazaki) ra zaf hes kena,
ma ke zonê ma tode qesey kenime zerê
çımanê to bereqino…
Xıdır Çelik: Weeey! Qesawa ke vano!
Tabi ke henio. Hirê çi marê zaf muhimê;
zonê ma, itıqatê ma, biyena (kamiya)
ma. Ma ke ninara jüyê kerde vindi, mara
çiyê beno kemi, benime nêmecet. Ma
gereke xora pers kerime, ma kamime?
Kot ra ênime? Kamta şonime?
Peki, zonê ma cia, raa u ibadete ma
cia. Ma kamime? Ma, gereke verê coy
xo vecime meydan. Dıma ki cuabê nê
persa bıdime, ma koti ra ênime, şonime
koti? Ma gereke xo bızanime. Ma ke
xo nêzana şar ki ma nêzano. Hama, ma
bime hurdi hurdi, bime parçe parçe. Şar
ma keno hurdi, keno parçe, xorê beno;
her kes ma hetê xo ser kaş keno beno,
ma keno zaif, keno şenık, keno zerê lapa
xo.
Ma kesi de na mane de nêdanime pêra.
Ma kesi ra nêvanime ra u rêça xo ca verde, bê ra u rêça ma ser. Arıf kiyê made
“ikilik” çino. Ma kuli isana jü vinenime, ê her kesi xora gore raşta xo esta.
Na şiira mıde ki ez nae nia ana re zon:
Jübini de ceg kenê hurdima bıray
Ez torê ji berbeno, dêrê ji berbeno
Marê kenê zindan welatê hiray
Ez torê ji berbeno, dêrê ji berbeno
Cirıt kay kenê zengin u lorti
Koa o çola de ceng kenê xorti
Cenazo oncenê motor o forti
Ez torê ji berbeno, dêrê ji berbeno
Öksüz Xıdır vano, mebone herey
Jübini mekışê, rew bêrê werê
Ma o pi berbenê, vêşenê zerrey
Ez torê ji berbeno, dêrê ji berbeno.
Yanê owo ke esker dero o ji bıraê mıno,
owo ke ko dero o ji bıraê mıno. Peki,
lacê mıno jü eskero, jü ki ko dero; hurdimina nanê jübini ra, ê de bê be damiş
be! Eke owo ke ko dero amê kiştene, ez
ke dêrê berba, owo ke esker de ke amê
kiştene, ez ke dêrê nêberba beno! Qey o
ji can niyo? O ji xort niyo! O ji wairê ma
o pi niyo bao ! Xızır mara berbiş êndi
duri bero.
Heya bıra, rınd ke mı tı diya, zaf kêfê
mı ame tode.
X. Çelker: Mordemê de ze to diyene
mırê ki şan u kêfweşiya.
X. Çelik: Heya wullahi xêlê zemano ez
be nê fıkri cêreno. Hama, bismillahi mı
tı diya. Ez cêreno… Tawa vatena mı…
Ne ê vatena mı qebul kenê, ne ki ez ê
dine qebul kena. Ahêni ez xorê teyna
mendo. Mı nao tı diya, mı tora qewete
gurete, êndi ma teyna nime.
X. Çelker: Ma ki mordemanê ze tora
qewete cênime.
X. Çelik: Mın o domananê koy, mın o
hevala, weş bê, ma jübini de qesi kerdo.
Ebe zereweşiye mı fıkrê xo vato, ine ê
xo vato. Ne merka mıra çiyê vato, ne ji
mı merka ra çiyê vato. Peyniye de ine
mıra vato, “Heval, tı xorê, ma xorê”. Mı
vato, « Bıra a ji rında ». İsan ke jübini
de haşt bi rındo, isani ke şikiya jübini de
qesi kerd rındo.
X. Çelker: Helbet, haştiye rında. İsana
ke bese kerd jümini de qesey kerd, a taw
meseley tenêna rehet hal benê.
X. Çelik: Jü ji ez bıraê xorê nae vaci.
Ez şiiranê xo nêdano kesi. Şiirê mı amê
tırtene, ez wair veciyo, mı ebe şaada,
ebe qerarê makemi şiirê xo dızda dest ra
guretê. Hama, tı mıde hemfıkıra, ez torê
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
şiiranê xo waneno.
itıqat de xêlê rae cêriya.
X. Çelker: Xızır tora razi bo, vengê to
daim kero. Tı ke destur bıdê, ma şikinime şiiranê to qezata ma Munzur Haber
de bıvecime. Qezata Mamekiye de, yanê
Tunceli de vecina. Hama, mı ardê taê
Varto de ki nê ro. Beno ke nae ra tepiya
Varto de ki bıroşiyo.
X. Çelik: Zaf rınd bıra, zaf rınd. A ji
êna, a ji vecina werte. Mordemi ke toz
nêêşt reça xo ser, a ki vecina werte,
nêbena vindi.
X. Çelik: Tabi, tabi.
Mordemi rê tenê ji rehetiye lazıma. İdara çêy ke mordemi rê biye bar, mordem
kuno biliya kar u gurey, zaf çi ji xovira
keno, keno vindi. Vano:
Mı cor va ke, isan ke jübini de haşt bo
rındo. Rınd u xırava mordemi mordemi
ra pers bena, şar gereke cırê tomete
mekero. Jü şiira xode ez nia van:
Welat kerdo thal ma şime
İstanbol de ki thal o boşime
Butı pare pare bime
Şime İzmir ki thal o boşime
Ez hes keno, hes nêkeno
Yara mına, şari rê çıko
Rındek bena, pisın bena
Yara mına, şari rê çıko
Şar şımeno reqi bira
Made çino perê kira
Zehirlenmiş bime dü ra
Zonguldak de ki thal o boşime
Zurekeri biyê mele
Melawê şari ze dele
Mehejnê, merişnê pele
Dara mına, şari rê çıko
Boşê nice xort o khali
Vêşanê, berbenê thali
Zam vareno, heyat pahli
Anqara de ki thal o boşime
Eşqê yare dest firaro
hes keno, ê mı qeraro
Belki lewê şari de zeraro
Kara mına, şari rê çıko
Zaten doği kuli thal mendo
Mıletê xo bê hal mendo
Mevace Xıdır lal mendo
Muş Varto de ki thal o boşime.
Tı Xıdıri nas nêkena
Rınde ra qe qal nêkena
Tı çı zana hes nêkena
Nurê mına, torê çıko.
X. Çelker: Axiri rocê rınd ki ênê, mordem gereke omıdê xo mebırno.
X. Çelker: Xızır tora razi bo, zerê mıde
guli bi ya, to ez kerdane mest.
X. Çelker: Xızır o Khal vengê tüyo weş
ki bıheşno, vay do bero, çarkoşê dina ra
vıla kero; çıxa ke qomê ma esto her kes
bıheşno, bêro re xo, bêro re ra u rêça xo
ser.
X. Çelik: Berxudar be. Gereke zerê
mordemi de guli ya bê. Tı hayrê mı
niya, ê mıde ji bi ya. Yanê qey biyê ya?
Dawa xode mı xorê jü heval diyo. Yao
tı sevana ! Demake wairê na dawa hona
estê. Dêmake na dawa bêwair niya.
X. Çelker: Heya. Se ke to ki va, ma
waxtê zaf zaiyat di, her jüyê ma hetê ser
şi. Hama, hao endi zaf teney biyê heşar,
hayrê mesela xuyê, cırê wair vecinê.
X. Çelik: Zaf rınd bıra, zaf rınd.
X. Çelker: Çıxa ke hona kamiya ma
sero tenê kemasiye esta ki, zon, kultur u
X. Çelik: Ma, Xızır vengê to bıheşno…
X. Çelik: Halla, halla. Hên bo ke, her
kes ra o rêça xo bivêno, wa ra o rêça şari
ra nê, ê xora şoro.
X. Çelker: Tora ke mınete bıkerime,
marê tenê ki qalê İniyê Xızıri kena?
X. Çelik: İniyê Xızıri khano. Ez vaci
300 serra İniyê Xızıri esto. Efsane ra
gore, qeydo ke ma, ma o piyê xora heşno
ita ağwe çinêbiya. İta mal sole do. Nê
cay bej biyê, mal solav biyo. Şüane
gereke mali bero “Çılkani” de ağwe do
(Çewres Çımeo ke vano İniyê Xızıri
ra dirê kilometre duriyo). Pêaê veciyo,
vato, “Tı nê mali bena koti?” Vato, “Ben
cor, vae de ağwe dan”. Vato, “Ez torê ita
ağwe veci”. Vato, “Tı se ita ağwe vecena? Haşa, qey tı Heqa ke ita ağwe vecena?” Vato, “Ez ebe emrê Heqi torê ita
ağwe veci”. Lınga xo da ita ra, ağwe nia
pel do. Şüane kewto re dıma, vato, “Tı
kama?”. Vato, “Ez Xızıra” biyo sır, biyo
vindi. Dıma ita ewliyawa diyo. Na dot, a
kemera gırse be kemera verê çêveri sero
caê nalê Dundıle estê. Mılet wairê itıqati
biyo, amo ita. İta ra ji mıradê xo diyo.
Coka ita rew ra nat ziyaret beno. Hama,
serranê newaê ra tepiya mılet tenêna
zêde ita ziyaret keno.
(…)
X. Çelker: To sata bine va ke, „ê vanê,
ma Orta Asya ra ênime”. Ma, ma koti ra
ênime?
X. Çelik: Bıra ma ebe namo teze Tunceli ra ênime, koka ma oca rawa. Na Gola
Vartoy ra zaferi Tunceli ra ênê. Mordem
ke gına sero, şikino ke doz kero kam
kamci dewa Tunceli ra êno.
(…)
Na maven de meymanê de mına Xunısi
kewte werte, khek Xıdıri ra va, “Amca
bize bir kaç şiir okusana?” Khek Xıdır
ke tırki heşna tenê şaş bi mend, dıma va,
“Eza feqire, ê ma ben şiirlerimi Zazaca
söylüyorum!“ Çêneke va, “Bir şey olmaz, ben biraz anlıyorum”. Khek Xıdıri
veng kerd ra cı:
Zaten seba tora vılê mı çewto
Kemerê ki tı mede mıra yara mı
Hay re mı niya, ez billiya xo kewto
Kemerê ki tı mede mıra yara mı
Zemanê koê Bingoli made huiyêne
Ez amêne, ware de mı tı diyêne
Berbêne, ez lewê tora şiyêne
Kemerê ki tı mede mıra yara mı
Ma top biyêne şiyêne Şeydê Diyari
Derbaz biya a roce koti ra ez biyari
Bextê mara biyê kher u lali ziyari
Kemerê ki tı mede mıra yara mı
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Zerrê mı vêşeno ez se hış bine
Qelbê mı şikiyo ez se weş bine
Xorê na sewda to dıme kaş bine
Kemerê ki tı mede mıra yara mı
Zemanê xo ta dêne, dıtêne mal
Wari biyê issız, dewi biyê thal
Vêrem kerdo, feqir Xıdır biyo khal
Kemerê ki tı mede mıra yara mı
***
Gula m’ fıkrê to zê mı bi
Bê hevalam’, bê delalam’
Qaşo qewlê to ê mı bi
Bê hevalam’, bê delalam’
Baxçê made nara mı be
Tı şirina para mı be
Zaf rındeka yara mı be
Bê hevalam’, bê delalam’
Bê rındeka mı, bê nazlüya mı bê !
Dewa mına corê to bo
Orğanê mı porê to bo
Balişna mı qorê to bo
Bê hevalam’, bê delalam’
Xıdıri tora se vato
To derdê mı kerdi qato
Ez to dest de şaşo mato
Bê hevalam’, bê delalam’
Bê rındekam’, bê nazlüyam’ bê!
X. Çelker: Xızır tora razi bo khek
Xıdır.
X. Çelik: Bao weş u war be, kar u gurê
to daim bo. Xızır qewete bıdo şıma xort
o azeba ke, saa serê şımara ki ma ra o
reça xo bıvenime, cırê wair bıvecime,
meverdime ke şar toz berzo ra o reça ma
ser.
X. Çelker: Saa serê şımara ma ra u rêça
xo vinenime, zon, kultur, itıqat u kamiya xorê wair vecinime.
X. Çelik: Xızır vengê to bıheşno. Kamo
ke goş nano re na qamara ser, kuline rê
selam u hurmetê ma esto.
Kaynak: http://zazaki.de/zazaki/reportaji/xidiremuska.htm
..................
[1] No reportaj serra 2006ine de
pêseroka edebiyat u felsefey
‘Miraz’ umar 1 de veciya.
"Dara Mansur ve Pençe-i Aliaba"
ertan ildan
“Ez rabûme dara Mansur
Jı mınra dîn hezar qısûr
Mın serê xwe da rêya Heq
Ez avıtım nav arê sor”
Türkçe anlamı şu oluyor.
“Mansur'un Darına durdum
Bin kusur buldular bende
Başımı hakk yoluna koydum
Kor ateşin içine atıldım”
Kürt Kızılbaş inancı içinde “dara
durma” başlı başına önemli bir merhaledir. Mansurun darına duran ve
pençe-i aliabaya mazhar olan biri
artık yeni bir insandır. Tüm kötülüklerden kendisini arındırmış, dünyevi
şeylere itibar etmeyen ve kendisini
hakk ile özdeşleştirmeye vakfetmiş
bir kişiliktir. Böyle bir kişilik artık
doğruluktan, dürüstlükten ayrılamaz.
Tüm canlılarlardan helallik almıştır.
Kötülüklere iyilikle, yanlışlara doğrulukla, öf keye ve kine, sevecenlik
ve hoşgörü ile yaklaşmak zorundadır.
Şiirde dile getirildiği gibi bin kusur
ile baş etmek zorundadır.
Mansur’un darına durmak ve pençe-i
aliabaya mahzar olmak, tek başına
yapılacak bir şey de değildir. Musahiple beraber yapılan bir rutüeldir.
Musahiplik yol ve tarikat kardeşliğidir. Bu dünyada ve sonrasında , ezelden-ebede süren bir yol kardeşliğidir.
Musahipler ve eşleri beraberce dara
dururlar. Pirin ve cemaatin huzurunda kendi rızaları ile dara durmaya
talip olurlar. Buna karar vermiş olan
musahipler ve eşleri herkesten helallik ve hoşnutluk almak zorundadırlar. Komşusu ile, akrabası ile çoluğu
ve çocuğu ile problemi olanlar dara
duramazlar. Pirin ve tüm cemaatin
huzurunda bundan sonra doğruluktan ayrılmayacaklarına, yalandan
riyadan uzak duracaklarına, dünya
malına tamah etmeyeceklerine, kötülüğe iyilikle karşılık vereceklerine ve
daha bir dizi vecibeye uyacaklarına,
hakk yolundan ayrılmayacaklarına
dair taahhütte bulunurlar. Gülbanglar
verilir, semahlar dönülür. Ve en sonunda “dara duranlar” üzerine evliyalar getirilir. Canlı bir ruhu ve melake olduğuna inanılan bu nesneler,
kişilerin emeline göre ya boyunlarının üzerine gelir ya da gelmez. Evliyanın gelmek istemeyişi durumunda
şin şivan kopar. Yer gök inler. Yalvarmalar, yakarmalar arşı alayı alır.
Eğer bu yakarmalarda para etmez ise,
işte o zaman “dara duranlar” için bu
tam bir yıkım olur. Bir başka ifade
ile Mansur’un darı, Muhammedin bu
dünyadaki “sırat köprüdür”.
Bu köprüyü geçenlere Pir elini omuzlarına vurarak kutsar. Pençe-i aliaba
olarak ifade edilir bu. Kurbanlar kesilir. Bu tören 3 yıl peşpeşe yapılır.
Mansur’un darı’ndan geçenler hakk
yolundan ayrılamazlar. Bu yoldan
cayanların günahları bir ise 10 misli
arttığına inanılır.
Bu rutüeller şehirleşme ile birlikte
önemli oranda kaybolmaya yüz tuttu. Ama önemli birkaç soru orta yerde durmaya devam ediyor. Kızılbaş
inancı üzerinde araştırma yürütenlerin cevap bulmakla karşı karşıya
olduğu sorulardır bunlar.
1. “Dara Mansur” nereden kalmıştır? Mansur kimdir ? Hallacı Mansur
mu? Eğer o ise, bu durumda bu yola
girenler Mansur gibi dara çekilmeyi kabul mu etmiş oluyorlar? Halacı
Mansur’un İsa gibi haca gerildiği
söyenmektedir. Mansur’un Darı hac
mı oluyor? Dar’ın burada taşıdığı
anlama dikkatinizi çekmek isterim.
Ağaç, kuru tahta anlamları olduğu da
bilinmekte.
2. Pençe-i aliaba nedir? Neyin sembolleştirilmesidir?
Bugün bir arkadaşımın facebook sayfasında başlangıçtaki Kürtçe dizelerin yer aldığı şiiri görünce bunları
yazmak aklıma geldi. Belki birileri
bu konularda bizleri aydınlatır.
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Mamoste Kemal Tolan, ez di serî de
spasiya cenabê we dikim ku we daxwaza hevpeyvîna me pejirand. Tevî ku ez
dizanim rewşa we ya tendrustî aloz e.
Her weha tevî vê rewşê cenabê we dest
ji xebatên xwe yên xemxuriya civak û
ola êzdî bernedaye û we bi xebata xwe
ol û çanda êzdî parastiye. Helbet pêre jî
we navê xwe nemir kiriye. Bila qelem û
dilê te bibe gul û derman bike brînên bê
derman û kul.
Newaf Mîro
1-Ji bo we Kemal Tolan kî ye?
- Newaf birayê hêja, bi destûra te be,
berî ku ez pirsên te bibersivînim, lavan
ji xwandevanên te yên rêzdardikim û
dêjime wan, hêvîdarim ku hûn ji min
şaş fahm nekin û ez bi xwe ne dûnavek
anjî ilimdarekî Êzdîtiyê me. Ez bersivên
van pirsên hevpeyvînê li gorî Êzdînasîn,
dîtin û ramanên xwe didim. Gava ku
rexne û pêşniyarên we rêzdaran hebin,
ji kerema xwe ra hûn şaşîtiyên min ji
Êzdiyatiyê re nekine kêmasî!
Ez jî weke gelek Kurdan, tam nizanim
li kur û di kîjan wextî de ji diya xwe
Ximşê û bavê xwe Eli ra hatime ser ruyê
erdê. Lê hinek rûspiyên malbeta min
dibêjin, gava ez di sala 05.10.1955 de li
gundê Şimzê çêbû me.
Min dibistana sereke a li gundê Şimzê
di sala 1968, perwerdeya dibistana navîn
di sala 1973 de li bajarokê Qubîn(Bişiri)
ê û li Wêranşarê jî di sala 1976 de
Lîse(Gymnasium)ê qedandiye.
Min ji sala 1979 heta 2005 weke wergerê
sondxwarî di nav û derdora bajarê
Oldenburgê de bi fermî wergeriya
zimanê Almanî, Tirkî û Kurdî kiriye.
Min dîploma xwe ya ji bo mamostetiya zimanê Almanî ji Goethe Înstîtuta
München`ê girtiye. Min demekê weke
dozent û dîrektorê kursa fêrbûna zimanê
Almanî ders da ber xerîbên ku li bajarê
Oldenburg ê diman û ez niha teqawît
bûme.
Gava ez di sal 1976 de hatime Almaniya
Federal cewicîm û gelek spas ji Xwedê ra
ku niha pênc zarokên min hene.
2- Tu dikarî biçûkatiya Kemal Tolan û
çend dîmenê ji gund, dayik,bav, kal û
gundî û ji biçûkatiya wî bi me re parve
bikî?
-Ji ber ku kalikên min di temenekî ciwan
de çune ber dilovaniya Xwedê, min
yek ji wan jî ne dîtiye û wexta ku min
di sala 28.09.1968 de dibistana sereke
a li gundê Şimzê qedand, hingê rewşa
tevaya kulfet û aboriya mala me gelekî
çetîn bû. Jixwe ji ber ku rahmetiya diya
min Ximşê, di bin wan mercên dijwar
de tevî min 9 zarok anîbûne ser ruyê
erdê, tendûrûstiya wê jî gelekî ketibû
xeterê. Bavê min hingê ji ber belangaziya tûnebûna malê dinê nikarîbû diya
min baş bive şanî doxterekî bikirina û
diya min ji ber wan sedemên nebaş jî di
sala 1968 de kiras guhast(çû ber dilovaniya Xwedê!)ye. Dûre jî bav, ap, jinap,
bira û xuşka min bi gelekî belangazî û
tenê bi keda rêncberiya cotkarî, şivanî,
gavanî, palevanî û hwd.yê dikaribûn me
xwedîbikin. Dema ku birayê min yê
mezin Hiseyîn zewicî û ew di sala 1969
de hate Almaniya Federal pê ve, ewî
markên keda zahmetên xwe ji me ra şandin, êdî me hêja nû berxwe dîtiye û......
3- Tiştê ku tu herî bîriyê dikî ji zaroktiya xwe çi ye?
-Mixabin, ji ber ku min di dema zarokatiya xwe de, tu tiştekî bikêrhatî ne dîtiye
û timî di nav belangaziyê de jiya me,
ez naxwazim qet zarokatiya xwe bînime
bîra xwe.
4-Ji bo we Êzdîtî çiye?
-Bi dîtina min, Êzdiyatî dînekî bavkalen
welatêrojê, xwezayî, esmanî, serbixwe
û di koka şaristanî-hişmendiya xwe de
jî haveynê Mezopotamiya û bı taybetî jî
xizna nasnama gelê Kurd e(*1).
Êzdî îmana xwe bi ilm û qewlên ku
girêdanên di navbera Xwedayên esmanî
û xwezayê de diyar dikin nasdikin û
bawerdikin ku di destpêka afirandina dinyayê de ji xeynî Xwedê, Melek
(Milyaket), Horî, Perî û whd. tu giyander
(ruhilber) ên dinê, li esmana, ser û binê
erdê tune bûne.
Lewmajî bawerim ku, tu beşerî Êzdiyatî
ne afirandiye û ji hinga ku mirovatiyê
xwe naskiriye û heta vêga hêjî tu kesekî
nikarîbûye tevaya bingeha fîlozofî û
mîtolojiya Êzdiyatîyê di tu berheman de
tomar bike.
Her çiqas hinek dîrokzane û
lêkolînvanên di dinya yê de pir bi
navûdengin, bi gelek zahmetî û balkêṣî
bahsa hebûn, afirandin, belabûn,
asîmlebûn, ji dîn derxistin û olguhastina kes, êl, eṣîr, mîrgehên bav-kalên me
EZDAHIYAN kiribin jî (*2), îro zêdeyî
XWEDA pêve, tu kes ji me hew dikare
bi tam temamî bibêje, ka bav-kalên
“Kurdên Resen”ji xeynî serên çiyayên
Mezopotamiya, Asya û Ewrupa yê pê
ve, bi kûdera dinayê ve heribî ne. Meriv dikare tenê di qewl û duayên me de
xweş bivîne, ku Êzdiyatî bingeha hemû
olên miletên Arî û Mezopotamiyê(*3) ye.
Heta ku qewl û duayên Êzîdiyatî neyê ne
şîrove û nas kirin, dîroka ol û mîletên li
Mezopotamiya yê jî zelal ne be.
5- Ger cenabê we kurdîtî û êzdîtiyê li
mêzînekê bide, wê dilê we herî zêde bi
kîjan alîve be? yan jî hûne çawa şîro
bikin?
-Dilê min, yê ku ji xemxiriya Êzdîtî û
Kurdîtiya resen tije buye dibêje, Êzdîtî
û Kurdîtiya resen mîna goşt û hestiyên
bedenekê ne. Ji ber ku Êzdîtî Xwedê
nasîn û Kurdîtî jî nasnama nijad-hebûna
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bedena min e, ez nikarim Êzdîtî û
Kurdîtiya resen ji hevûdinê veqetînim
û wan ji hevûdinê cûde deynime ser
“mêzînekê”. ....
Tiştê ku ez ji Êzdîtiyê fahmdikim û
gelek ilimdarên Êzdî îro hêjî di zargotina xwe de dibêjin,”Tawisî-Melek bi
Adem re, bi zimanê Kurdî xeber daye”.
Lewma jî çi gava ku oldarên Êzdiyan
bahsa ola xwe dikin, ew hingê raste
rast ji netewa xwe ye Kurdîtiyê re jî
xwedî derdikevin û dibêjin “zimanê ola
Êzdiyatiyê zimanê Kurdî ye”. Di dîroka
ferman û qetliyamên Êzdîtiyê de jî
baş têxwanêkirin ku, bav û bapîrên me
Êzdiyan, dîrok û çanda Kurdî bi lehengî,
sembol, ilm, qewl, sema, libas (cil),
parêzgeh û xwîna xwe ya paqij parastine.
Lewma jî dagirkirên Kurdistanê(siltan,
padîşah, xelîfe, paşa, mîr, beg, walî, axa
û jendirmên Farzî, Ereb,Tatar, Tirkên
Osmanî tevî olperestên Kurdên nezan
û berpirsiyarên hemu baylozxanên
koloniyalîst) zahmetekî ku meriv
nikare salix bide, zilm û zordarî li
bawermendên Êzdîtiyê dikirin û ew vê
barbariya xwe hêjî berdewam dikin.
Vêca ji bo ku ev nêrîna min çewt
neyê fêhmkirin dibêjim, her Kurdek
ne mecbûre Êzdîtiyê weke ola xwe
bivîne û hurmeta min ji hemû dîn, bîr û
baweriyên li Kurdistan û cihanê hene re
heye. Ji xwe çi gava ku meriv bikaribe
li ser cewahirên bingehên ilmê baweriya Ezdahiyan baş lêkolîn bike, hingê
merivê bivîne ku, baweriya Ezdahîtyê
cûdetiyê naxe navbêna tu av, ba(hawa),
agir(nûr) û axa li ser ruyê dinya yê
hene(*4).
Bi dîtina min, em Êzîdî nikarin
Êzdiyatiya xwe bêyî hevkariya rêxistin
û partiyên Kurdîtiyê û Kurdistanê
bidomînin(*5). Divê heryek ji me
Êzdiyan baş bizanîbe û di dîrokê de
jî xweş têxwanêkirin, ew herêmên ku
bavkalên Êzdiyan xwe ji çande û zimanê
Kurdî dûrkirine, ew zû asîmle bûne û
paşmayên wan bavkalen welatêrojê, îro
hewdikarin bi ziman û çanda xerîban ji
Êzdiyatiyê ra xwedî derkevin.
Ez hêvîdarim, rewşenbîr û zahnên
Êzdiyên îro jî wan şaşîtiyan nekin û
nehêlin ku paşmayên me jî sibê bikevine rewşeke wisa xeter....... Lewma ez
timî dêjim, divê em Êzdî ji her kesekî
Kurdistanî bêtir, „bi zimanê Kurdî
binivisînin û bixwînin!(*6). Tiştê ku
ji min hatiye, min heta niha ev mafê
bawerî û netewa xwe parastiye, ew bi
dilxweşî di pirtûk û gotarên xwe yên
ku di gelek kovar, malper û rojnamên
Kurdî de hatine weşandin de jî daye
xwanêkirin.
6- Xwe naskirina olî û çandî kengê bi we
re peyda bû? Yan jî sedem çi bû?
-Dema ez di sala 1970 de çûm xwe
ji bo xwandina dibistana navîn a li
bajarokê Qubîn(Beşiri)ê nivîsand pê
ve, min hingê di dibistanê de dît ku
hinek ciwanên feodalên Kurdên bisilman dixwazin meznantiyê li min bikin.
Ji ber ku axa di gundê me Şimzê de
tûnebûn, min xulamtiya kesî nasnedikir û ez bixwe gelekî bawerbûm. Ezê
gelekî dilxweşbim, eger hevalên min yên
ku hingê bi min ra li dibistana navîn a
bajarokê Qubînê dixawndin bibêjin, bê
min hingê ji ber axaftina zimanê Kurdî,
Êzdiyatiya xwe û baş nezanîna zimanê
tirkî çiqasî lêdan ji ber destên mamostan
xwariye. Min ji xeynî niheqiyên hinek
hevalên Kurdên bisilman û mamostên
ku min mecbûrî beşdarbûna dersa dînê
bisilmanetiyê dikirin pê ve, di nav jiyana
rojane a li nav bajarokê Qubînê de jî
gelek neheqî dîtin.
Gava ez carnan di dawiya heftiyê û
betlana dibistanê de, ji Qubînê heta
gundê Şimzê bi piya diçûme malê,
min hingê bahsa hinek neheqiya ku li
Beşîriyê dihate serê xwe dikir. Carekê
hinga ku ez çûme malê(ya li Şimzê),
hinek nas û merivên bavê min, yên ku
li gundên derûdora Wêranşarê diman,
ew jî bi mêvanî hatibûne mala me.
Min rabû çend pirs li ser neheqiya
Kurdîtî û Êzdîtiya li nav û derûdora
Wêranşarê ji wan kirin. Ewan ji min û
bavê min ra gotin, “ di nav û derdorên
Wêranşehîrê de tu neheqiya çandî û dînî
li me Êzdiyan nabe. Hemû berpirsyar û
memûr(karmend)ên dewletê jî hurmetê
didine Êzdîtiya me. Jixwe em Êzdî heroj
diçine nav bajarê Wêranşehîrê û tên, me
qet rojekê ne bihîstiye ku, gundiyekî
Êzdî anjî zarokên Êzdiyan, yên ku di
nava Wêranşehîrê de diçine dibistana
navîn û lîsê (Gymnasium)” bahsa neheqiya çandî û dînî kirine..”
Ev gotinên wan ketine nav hişê min
û min berî hingê fahmkiribû ku ez di
herêma xwe de, ji ber nasnama ol û çanda xwe nikarim herim li bajarekî weke
Batman, Sêert û hwd.ê û xwandina lîsê
(Gymnasium) bixwînim.
Ez ji ber wê tirsa neheqiya dînî a ku di
nav Qubînê û derdora Batmanê de dihate
serê min reviyam, çûme Wêranşehîrê
û min xwandina xwe ya Gymnasiumê
li wirê xelazkir. Min di nava wan sê
salên xwandina gymnasîim ê de û bixêra
xebata Komelayên Çanada Şoreşgerî yên
Rojhilatê (DDKO) a li Wêranşehîrê jî
xwe nenasîn û jiyana feodalîzma welatê
me hîn baştir fahmkir. Êdî ez hêvîdarim
ku hinek heval, dost û nasên min yê
Wêranşehîrî bikaribin, di dewsa min de
hinekî bahsa wê xebata me xwandekarên
lîsê û tekoşîna ku hêja hingê birêvebirên
DDKO`ya li Wêranşehîrê didan, bikin.....
Wexta ez di sala 1976 de hatime Almaniya Federal pê ve, min li virê jî ew xebata
xwe ya li dijî dagirkerên Kurdistanê û
feodalên Kurd tevî hevalên birêvebirên
Komelayên Çanada Şoreşgerî de berdewamkir. Ji xwe kesên ku min nasdikin,
ew jî dizanin ji ber vê berxwedana min
a di nav endamên civaka me, yên ku li
bajarê Celle yê diman de, hinek astengî
ji min ra derketin û ez mecbûrbûm ji
bajarê Celle yê jî derkevim.
7- Ez dizanim, misilamntiya deşta
Bişêriyê tund bû, li dij êzdiya. Gelo hûn
jî bûn dîtiyê hin bûyera, ku ji bîra we
naçin?
-Gava min li Qubînê dixwand, ez rojekê
di havînê de ji bo pêdiviyekî xwe çûme
bajarê Sêertê û min karê xwe xilazkir. Dûre hinga ez vegeriyam hatim
li termînala texsiyan li texsiyeke ku
vedigere Batmanê siwarbûm û em bi
rêketin, di texsiya me de ji xeynî ajovan
sê kesên ku bi temenê xwe ji min mezintir jî rûniştibûn. Gava em ji bajarê Sêertê
derketin, wan her sê kesan bi hevûdin re
sohbetdikirin, min û ajovan jî qet deyn
nedikir. Wexta em hatin gihîştine pêşiya
gundê Hecrê yê li ser rêya Batman
û Sêertê, ewan her sê kesan dû jinên
Êzdî, yên ku heval (bin ) kiraskên wan
sipîbûn, li ser kêleka rê di nav erdekî
pirêzê de û qesel didane hevûdin dîtin.
Wexta wan her sê kesên hevalê me, ew
jinên Êzdî tevî binkirask(derpiy)ên sipî
dîtin, ewan li nav çavên min rihêntin,
ew peyva neqenc ya ku bi tîpa “ş”
destpêdike û em Êzdî wê qet bilêvnakin,
bi dengekî bilind gotin û xeberên gelekî
ne baş bi wan kirin. Ez jî hingê di nava
xwe de zahf keliyam, ewan bi wecê min
derxist ku ez bi wê gotina wan gelekî
acisbûm. Lê min dengê xwe nekir. Hinga
ku em hatin ji Qubînê derbas bûn û
gihîştine binê palê qêrê Qubînê, diduyan
ji wan kesan gotine min, xorto çima
hinga em bi wan jinikên filantiştî( dîsa
ew peyv ku bi tîpa “ş” destpêdike û em
Êzdî wê qet bilêvnakin, gotin) kufirîn,
tû acisbuyî?
-Min jî hew dikaribû acisiya xwe
veşêrim û gote wan, ma ji xwe eger ku
we ji xwe şermbikira, gereke we ew
xeberên nebaş bi wan jinên Êzdî ne
kirina û raste rast li nav çavên min jî
nerihênta.
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ewan bersiv min da û got, ne bêje
ew jinên filantişt( dîsa ew peyv ku bi
tîpa “ş” destpêdike û em Êzdî wê qet
bilêvnakin, gotin) însanên. Ew kafir,
............. çine, qey tû jî ji wan gawir..., ...,
û .. î ?
jî, min xebata xwe a di nav refên
hevalên şoreşgerên Kurd û Almanên li
Oldenburgê de berdewamkir. Min di dawiya sala 1978 de jî dest bi nivîsandina
helbestan kir û dûre hêja gotar/nêrînên
xwe jî belakirin.
Min jî încar ew peyvên nebaşiyan, ji
xeynî wê peyva ku bi tîpa “ş” destpêdike
û em Êzdî wê qet bilêvnakin pê vegotin, li wan vegerandin. Gava em bi vî
haweyê di nava texsiyê de bihevdinketin, em hatin gihîştine deşta serê qêrê
Qubînê(ku pêşiyên me digotinê, Kevanê
Qêre). Ewan her sê kesan bihev ra gotine
ajovan, bisekine, emê vî “ş... perestî” li
virê geberbikin. Ajovan jî tirsiya û bi
ya wankir, texsî rawestand. Ewan bi
çeplên min girt û ez bizorê ji texsiyê
anîme xwarê. Gava ez wan li wêderê
bihevûdinê ketin û ewan têra xwe li
min xistin, dûre hêja texsiyeke dinê jî
di wirde hat li ber me rawestiya. Dû kes
ji wê texsiyên peyabûn hatin, ez ji nav
lepên wan paşverû û neyarên Kurdîtiyê
rizgarkirim. Ev û hinek hovîtiyên din
jî, qet ji bîra min dernakevin......
Helbesta min ya yekemîn jî ev bû:
8- Hûn yek ji serkêşê ciwanê êzdî ne, ku
di perwerdeya dewleta tirka re derbas
bûne. Hûn dikarin hinekî qala wê demê
bikin? Nakokî û aloziyê wê demê?
-Min di gotareke xwe ya bi navê
“ÇIME ME ÊZÎDIYÊN LI BAKURÊ
KURDISTANÊ DEV JI WELATÊ XWE
BERDAYE?” û di 16.08.2004 de hatiye
weşandin de daye. Ez niha ji ber cîh nikarim dûr û dirêj bahsa van NAKOKÎ,
ALOZÎ, ZILM Û ZORA VAN SALAN
bikim. Lê hêvîdarim ku xwandevan bikaribin van di vê lînkê(7) de bixwînin!
9- Em dizanin êzdiya gellek êş û azar
kişandine, ya herî hûn êşandine û hêjî
pêdiêşin kîjane?
-Wexta min li welat didît ku dewleta
Tirkan, hinek azadî xwazên Kurd û bi
taybetî jî hinga ku olperestên Kurdan,
mafên me Êzdiyan yên Kurdî-olî nas
nedikirin, ez gelekî pêdiêşiyam. Her
weha gava jî, gava kesekî rewşenbîr,
nivîskar anjî berpirsyarekî çapemenî,
ragihandin, partî û rêxistinên Kurdistanê
di bernamên rêxistin, partî, televîziyon,
kovar û rojnamên xwe de hirmeta ku
didine ola Bisilmantiyê, Xiristaniyê û
hwd, û ew rumetê nadine olên civakên
Kurdistanê yên kêm û bi taybetî jî me
Êzdiyan, ez zahf pêdiêşim...
10- We kengê dest avêt nivisê? Nivisa
we ya yekem di derheqa çide bû?
-Gava mala me hate bajarê Oldenburg`ê
Tekoşer
Hildaye ser milan tevgera xebatkaran
Can fêdaye ji bo azadiyan bindestan
Tekoşînê dide her wextî bi şev û rojan
Êrîşan dibe ser kozikên koloniyalîstan
Di pelişîne rêç û şopên kevneperestan
Di çêrîne sînorên Rus,Tirk, Îraq, Sûrî
û Îran
Ew fêdekare, canê xwe dide ji bo
kurdîstan
Ewê herdem bijî li ba keç û kurên
qehreman-(*8)
Nivasandina min ya kemîn, li ser bernama ”Şeva li Oldenburgê(*9)” bû.
Gotara min ya yekemîn jî evbû:
“Digotên „Malê dinyayê qirêja desta
ye!
Me gelek caran ji bapîrên xwe dibihîst
ku „Malê dinyayê qirêja desta ye„.
Îro gelekan ji me, heger bi sebeb an jî bê
sebeb dev ji cîh û welatê xwe berdane û
em hatine van welatên Ewropa. Hin jî bi
qeflan wek me dev ji welatê xwe berdidin û dertên welatên xerîb.
Gelo ev jiyana me ya li xerîbiyê derbas
dibe ji ya li welat derbas dibû çêtir e ?
Ez dikarim bersiva vê pirsê weha bisim.
Hesabê malê û sûkê li hev derneket.
Îdî li me jî wisa hatiye. Wexta ku hun
karkerên Kurd dihatin welêt îzna xwe
pirr tiştên xweş li ser jiyana Almaniya
Federal digotin. Me nizanîbû ev kes
derewa dike. Welhasil, çiyê xelkê hebû,
firotin, xistin(kirin) bêrîka xwe û hatin
Almaniyayê.
Em hatine, îro çavên xwe berdidin çend
Markan. Zarokên me yên ku li vira
çêbûne êdî urf û adetên bav û diya xwe
najon. Ji ber ku em ji çand û dîroka xwe
bi zarokan nadin naskirin., bêtir qewta
xwe didin pera û malê dinyayê., zarokên
me dibin Alman. Hin di hivde hijdê
saliya xwe de dev ji dê û bavên xwe berdidin. Ji me tirê emê êdî bibin malê vira
û hew vegerin welatê xwe. Ev karekî pirr
kûr e. Divê ku her kes ji me li ser hatina
xwe bifikire. Divê em eqilê xwe bidin
serê xwe û milên xwe bidine milê hev û
bi yekîtî daxwazên xwe bixwazin. Wek
hemû miletî ku îro li Almaniya Federal bi zimanê xwe radiyo û televziyonê
guhdarî dikin, di medresan de bi zimanê
xwe dixwînin û çanda xwe pêş de dibin.
Heger em van tiştan nexwazin û ji bona
van daxwaziya xebatê nekin, emê di
wextekî pirr kin de xwe înkar bikin.
Diyar/Almaniya Federal (*10)”.
Herweha nivîsa min ya ”Li ser rastiya
dîroka dînê Êzîdî(*11)”jî ev bû:
”Lazime rastiya dînê Ézîdî, di nava tevgera netewa Kurdî de îro jî, wek demên
derbasbûyî neyê fetisandên.
Wexta meriv bala xwe dide dîroka
Kurdîstanê, meriv di bîne bi sedan milet
û qewmiyet hatine ser axa Kurdîstanê.
Gelek ji wan mîleta dewlemendiya
Kurdîstanê bi xwere birine,hin ji wana
heta îro jî bune astengî yên pêşiya tevgera rizgariya Kurdîstanê.
Her çiqas çend Dîroknas û rojnamevanên
kurdî hebûna mîletê Ézîdî wek kokan
kurdaye kevn qebûldikin jî,lê belê bi
rastî hin tu lêkolînên berfire,li ser rewşa
dînê Ézîd, di nava tevgera netewa Kurdî
de eşkere ne nivîsandine.
Kesê li ser dîroka Kurdîstanê xwandê
be,an jî li geriyabe, zanên ku mîletê
Ézîdî her wextî bi Éşîr û Qebîlê xwe ve,
di nav sînorên xwe yên tengde,di nava
dest,banî û çiyayên kurdîstanê de jiyana
xwe domandine.
Dijminê dîn û Mîletê me her wextî, gund
û warên Ézîdiyan xan, xerabe kirine, mal
û milkên wan talan kirine. Ézîdî ji ber
zûlm û zora kevneperest û paşverûyan
gelek cî di nava kurdîstanê de guhartine,
qetliyam û fermalû bune.
Éşîr û Qebîlê Ézîdiyan her wextî di nava
welatên xerîb û mintîqên xwe de,ji bona
azadî û serxwebûna Kurdîstanê,li dijî
dijminên Kurda gelekî xwîn rijandine.
Temî êrf, êdet û Zimanê xwe bi olperestiya xwe parastine.
Ez hêvî darim ku redaksiyona Armancê,
wê li ser vî warî jî bi sekine.Ku
Lêkolînên ser rewsa Ézîdiyan li cem we
hebên,ji xwandevanên xwere di rûpelên
Armancê de birastî bi wesînên.
Hêvî
Ev bêrîn ne bêrîna gule û xenceran
Ev hesret ne hesreta keç û kuran
Ev evîn ne evîna xwesik û delalan
Ev serê çend hezar salane Omîda dêlan
Ronaya çavan,quweta dest û lêngan.
Me ne dêbistan û nejî Mamostan.
Hoste û riberê me Ewe evîna dêlan
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Temî bi devkî ji bavan gehîste lawan
Eva çêqas War tine guhartin,nayê
hesaban
Hêja jî wek dema berê,li ser sera û ser
çavan
Bavê Sêran / Almanya
Bi silavên biratiyê.(*11)”
Her weha gotara min ya bi navê :
Qelen û Zewac/ Jiyana me : http://arsivakurdi.com/PDF/kovar/DengeEzidiyan/
DengeEzidiyan_3.pdf Rû.: 18 û 20 :
“Qelen û Zewac
Gelo çima ev dawa qelenê Qîza ji nava
me Ézîdiya ranabe , em Qîz û Xortê xwe
hin ji bona Markan belangaztir dikin,
wana bi Dilê wan na Zewicînin.?
Wexta em li Welatê xwebun,di nav Gunda debun Jiyana me bê Rewseke dinbu û
îro em eva serê çend Salan li Ewrûpayê
dijîn bê Rewseke dine.
Dema em li Welatê xwebun:
Em Ézîdî li Gunda di nava hevûdinde
dijiyan,me karibu çitir Çanda xwe
biparizin.Her yekê ji me li gohrîya
Wezîyeta xwe ê Rêncber,Sêvan,Gavan
anjî suxilkarê Mala xwebu.Ji ber ku em
belangaz bun di ser vî halîde jî her serê
Mala me bê hindikayî 4 -5 Zarok tide
hebu.Kulfetê di malide teva alîkarî bê
hevre dikir,keda xweye bi Salan didane
hevûdin,dîsa jî geleka nikaribû ji heqê
Qelena derkeve.
Lewmajî gelek kesan mecbür dibûn
herine Rêncberiya bavê Qîzan bikin,an jî
herine Derê dinê bi xebitin ,hetanî heqê
Qelenê xwe bidane hevûdin.Wî wextî
rencberî bi destê hemû kesan ne diket
anjî bi her kesî ne dibu.Heger Perê Xortan tûnebû,li Érdê wan anjî Tistekî wanî
bi Qedêr hebû,wî wextî bavê Qîzan dest
datanîne ser van tistên Xort.
Qelenê qîzê maldaran ji yê Belangazan
pirtirbun.
Wexta Xortekî Qîzek bi revanda ,qelenê
wê Qîzê di kete êqsê û Qlenê vê Qîzê ji
qlenê Qîzin dinê zidetirbû.Bav û Dayîkê
qîzan gelek dilê Xortan êsandîye.
Çiqas xort û qîzan ji hevûdin hes bikirina jî,ku Bavê kurik nikaribuna qelen
bide,ewan nikaribun bi hevre bi zewicin.Gelek qîz û xortan hin hevûdin ne
didîtin,li Bav û Diyên wan bi xwastina
gerek bi hevre bi zewîcîna.Gera ku Qîz
û Xort bi hevre derketina tûnebû.Hinek
kesan bi dizî hevûdin didîtin,dilê xwe
berdidane hev.
Li ser van Dawê qelenade gelek Bûyerê
mezin li Welat Çibûne . ji ber van Qelena
me mala hevûdin gelekî xerakiriye , em
bune manihê gelek Ciwana ku ne gihistine hevûdin û ev Nezaniya bûye Sebebek
ku em di vanderade derketine.
Wezîyeta meye li Ewrûpayê:
Karkerê me Ézîdiya êwilî di Salan
1965-1967 de hatine Almanya Federal
.Pêstî çend salan bi tenê li Almanya
xebitîn,dîna xwe danê ku nikarin weha
bi tenê Jîyana xwe bidomînin.încar hatin
Kulfetê xwe anîne ba xwe.Heyamek
derbasbû Zarokê wan hatine zewacê.
Ji ber ku wî wextîde gelek kesin Ézîdî
ne hatibun Almanya,nikaribun Zarokê
xwe li Almanya bizewicînin ,mecbür di
bun dê hatine Welat.încar Markê wan
hebun,wexta ev Mark vedigerandine
Lîrê Tikî gelek çidibun.Lewmajî her kesî
dixwast ji ber timaya Perin pir Qîzê xwe
bide kurê Almançiya,anjî ji bona Kurê
wan bibuna îsçî,bi Qelenekî pir qîzê
Karkerê li Almanya di xebitîn ji kurê
xwere dixwastin.
Karkerê Almançî ji ber ku qîzê wanjî
li Almanya di xebitîn û Mark qezenc
dikirin,ne dixwastin qîzê xwe bidine
kesin ne ji Malbatanda wan.Lewma
hemî karkerin li Almanya di xebitîn qîzê
xwe ewilî didane merivin xweyî Pês,anî
didane Bêrazî,Xwarzî,Kurap,Kurxaltî û
Pesmamê xwe.
Wê Demê de dengê Almançiya ji ber
ku Markê wan hebun pir xwes derket.
Qelen li hevûdin zide kirin,wer bû kesin
Fuqare êdî hew dikaribu zarokin xew
bizewicîne.Wey li wî qîzê xwe bide Kurê
almançîya anjî Qîzê almançiya ji kurê
xwere weyne.
Dîsa weke Édetê li Welat tû kesî
daxwaziya Ciwana ne anî ber çava.
Bê qerara Xort û Qîza wan bi hevre di zewicandi,ne digotin em Édî li
Ewrûpayine û em di Rewseke dinde.
Hesab nedikirin ku rojekê were Xort û
Qîzê van tistin Kevnedar rakin û ê bi
serê xwe bivin.Em di van salin dawîyde
dibinin ku çiqas Ciwan hew bi daxaziya
Dê û Bavan dikin û dixwazin bi Dilê
xwe Édî bizewicin.
Anjî em nabînin ku zewaca bi Dêl hew
dihere serî.Çiqas hêlînê ciwana xera
dibin.Ciwan ji Érf û Édetê me derdikevin.Hija jî me çavê xwe berdaye Qelena.
Gelek caran di Civatê mede ti axaftin û
em dixwazin Bîryarekê li ser ku Qelen
bine rakirin bistînin.Me gelek caran Soz
û Ad daye hevûdin,dûre em li sozê xwe
qelibîne.Tifaqa me çinebûye.îro dîsa
gelek ji me li ber dilê Zarokê xwe nakevin û em nahilin Ciwanê me bi gîjine
hevûdin.
Wexta em bixwazin birastî Qelen ji nava
me rabe ,gerek em li hêvîya hevûdin
nehilin,weke ku hinek Ciwamêra dest
pêkiriye,em jî ji berxwede vê Bîryara
bistînin.Heger ne emê wi hin Rojin
xeraptir bibînin.Kîjan kesê Ézîdî bi
xwaze zarokin wî li ser Érf û Édetê wî
bimîne,gerek ji berxwede Qelena li kesî
nebire .Heger ne wehabe tûcar jî têfaqa
me çinabe , emê hew karibin ji vêr û
pêde Ol û Erkanê xwejî biparizin.
Weke ku Ciwamêrekî gotiye:”Meriv ji bo
dudo Tistan hatiye Dinyayê:
1-ji bona Seref û Namûsê.
2-Ji bona Malê dinyayê.
Kesin ku li Seref û Namûsê bigere gerek
pir ji Malê dinyayê hezneke.Ji ber ku
Namûs û malê Dinyayê neyarin hevin.
Kesin ji Malê dinyayê pir hezdike divê
pir Bala xwe nede Seref û Namûsê.Bi vî
hawî dikare Malê dinyayê bide hevûdin.
încar bala xwe bidine Jiyanê,kesê ku ev
herdû Têst tevde girtine yan digrin,ileh
kêmasî di heqê yekî ji van herdûwan
kirine ku hinek ji herdûwan gihandine
hevûdin.”
Bavê Şêran / Mai.1994
Vêca ez ji ber kêmasiya cîh dibêjim,
kî dixwaze bizane ka min hingê di nav
komîta KKDK-Oldenburg`ê de û di bin
navê Diyar anjî bavê Şêran de çi xebat û
hewildan di nav bajarê Oldenburg`ê de
kirine, bila keremke binêre li rûpelên
arşîva Kovara ARMANC`ê(*12) û Kovara DENGÊ ÊZÎDÎYAN(*13).
11- Çi bû sedem ku cenabê we qewl û
beytê êzdiya bide hev?
-Dema ku min bi xêra kovar, pirtûkên
Kurdî û bi taybetî jî ya kovara
ARMANC`ê xwe fêrî xwandin û
nivîsandina zimanê xwe yê zikmakî kir
û dîroka bavkalên me Êzdiyan li vê diyaspora yê zêde naskir pê ve, min fahmkir ku “zanîn û agahyên gelek rewşenbîr,
nivîskar, berpirsyarên mal, komel, ol,
partî û rêxistinên Kurdî di der heqê
dîroka olên li Kurdistanê û bi taybetî
jî li ser Êzdiyatiyê û rewşa civakan me
Êzdiyan ya derbas buyî û ya niha jî pir
kêm û lewaz en ( *14 û 11)”. Her weha
baş serwextbûm, gava ku meriv dîroka
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
xwe ya kevn baş nas neke, meriv nikare
dîrokeke nû jî rast baş biafirîne(*15).
Lewma min ji xwe ra got, ji bo ku
ez dikaribim hinek ji van valeyiyan
dagrim û erka ku di vî warî de dikeve
ser milên min bînime cîh, ezê jî weke
hinek nivîskar û lêkolînvanên Kurd û
xerîban, li gorî Êzdî nasîn, nêrîn, zanîn
û îmakanên xwe herim li ber wan hiş
û mejuyên endamên civaka Êzdî, yên
ku di zargotina xwe de dîrok, çande
û kevneşopiyên Êzdîtiyê(serpêkhatî,
lorîk, stran, kilam, çîrok, destan, beyt,
cîvanok, duha, lawij, qewl ûhwd.) li ser
singa xwe parastine rûnim û timî li ser
wê derya bîr, bawerî, kevnariya dîrok,
ziman, wêja û kevneşopên me Kurdên
resen binivsînim.
12- Hûn dikarin berhemên xwe bi
xwendevanê me bidin naskirin?
-Belê weke ku gelek ji xwandevanên
birêz jî dizanin, min heta niha ji bo
dewlemendiya arşîva çanda Kurdî,
gelek nêrîn û dokumentên nasandina
kevneşopên bingehên ola Êzdahiyatiyê
di gelek rojname, kovar û malperên me
Kurdan de weşandine. Ez li virê dîsa
gelekî spasiya te(*16), birayê Têmûrê
Xelîl(*16), her wisa wan hemû kes û
edîtorên berpirsyarên ragihandin û
çapemeniya Kurdî, yên ku berhemên
weşandine û dane naskirin dikim! Ji
xwe gava ku ez van tevan di virê de
bidime naskirin, wê ev hevpeyvînê hêjî
dirêjtir bive û gelek cîh bigre. Lewma
ezê niha dîsa bergên li ser pirtûkên xwe
û navnîşannên ku lê hatine weşandin ji
xwandevanên birêz ra bidime xwanê.
Berhem û pirtûken ku min bi derfetên
xwe tenê tomar kirine û hatine çapkirin
evin:
û tevî Kassetekî teyib..
Ev kitêba min ya bi navê “Hebûn û
Tûnebûna Êzdiyan Tev Romanên Zindî
ne” di sala 2000 de li ser navê weşanên
DENGÊ ÊZÎDIYAN li Elmaniya hatiye
weşandin.
2012 hatiye weşandin.
Ev pirtûka “NASANDINA
KEVNEŞOPÊN ÊZDIYATIYÊ “ 430
rûpel e û ji aliyê Weşanên PÊRÎ ( ISBN
975 - 9010 - 55 0 meriv dikare vê ji
weşanên
13- Tevî ku ez berhemê we dinasim
jî, lê hûn bawerin berhemên we kîjan
valahiya dagirtine? Yan jî divê ji bo çi
bêne xwendin?
Pêrî: Söğütlüçeşme Cad. Pavlonya
sok. Nuhoğlu Apt. No: 10/19 Kadıköy /
İSTANBUL Tel-Fax: 0 216. 347 26 44 ,
GSM: 0533 488 01 12 anjî e-Mail: [email protected] peyda bike.
”Bi xêra dialogan fêrbûna zimanê
Almanî hesantir dibe” bi zimanê Almanî
Ev pirtûka “NASANDINA
KEVNEŞOPÊN ÊZDIYATIYÊ II“ji
aliyê Weşanên rêvebiriya giştî ya
karûbarên Êzîdiyan Zincîrê (8),Hewlêr
Ev pirtûka “Gengeşe û sedemên peyva
ku Êzdî bilêvnakin”-ji aliyê Weşanên
Na, Kemeraltı/Konak/İzmir 2013 ve
hatiye weşandin.
-Binêre li bersiva pirsa 11, min bersiva
vê di wir de daye û pêwîst nake cardinê
bibersivînim!
14- Bi nêrîna we, ezdî xwe nasidikin?
- Bi dîtina min, gava ku bav û bapîrên
me Êzdiyan xwe, ol û netewa xwe
baş nasnekirina, ewanê nikarîbûna li
hemberî ewqas ferman û qetliyamên
dagirkirên Kurdistanê (Farzî, Ereb,
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Tatar, Tirkên Osmanî û hwd,) vê dîrok
û çanda Kurdî bi lehengî, sembol, ilm,
qewl, sema, libas (cil), parêzgeh û hwd.
biparastina.
Lê, ji ber ku dagirkir û desthilatdarên
Kurdistanê bi zilma siltan, padîşah,
xelîfe, paşa, mîr, beg, walî, axa,
jendirmên xwe û bi alîkariya olperestên
Kurdên nezan, ew dîrok û çanda bavkalen welatêrojê serûbinkirine, êdî gelek ji
me Êzdiyên îro jî xwe nasnakin.
Lewma jî gelek rewşenbîr, “siyasetmendar”, „akademîkkar“,
civaknas“sosyolog”, xwandevan,
birêvebirên olî, mal, komel, serkomel
û medyayên civaka me Êzdiyan nizanin ku; ”EZDA navekî Xwedê ye û
EZDAHÎTÎ jî maka hemû mîtologiyên
xwezayî û pirtûkên pîroz e û ew jî
navê Xwedênasîn(Ezdahîtî)a me li goriya zanîn û zimanên xerîban şaş didine
xwanêkirin.. (*17)”.
Ez li goriya bawerî û zanîna xwe dêjim,
eger ku birêvebirên olî, mal, komel,
serkomel û medyayên civaka me Êzdiyên
îro xwe baş nasbikirina, ewan ê jî
bikaribûna;
• “mîna akademîsyenên xelqên dinê,
bikevine nav wêje û zargotina Êzdiyan,
wê kevnarî, rastiya baweriya Êzdîtiyê û
dîroka me, ya ku dujminên gelê me bi
darê zorê û ji bo berjiwendiyên desthilatdariya xwe guhastine lêkolîn bikin û
dewlemendiya ol, çande`folklor` û dîroka
me bi dewlet ên xerîb û bi ciwanên me
bidine naskirin (*18).
• li goriya tifaq û pisporiya xwe,
vê wêjeya kevneşop û zargotina
Êzdîtiyê(tekstên lorîk, stran, kilam,
çîrok, destan, beyt, cîvanok, duha, lawij,
qewl û hwd.), yên ku oldarên me bi hemd
anjî bê hemdî guhastine, di navendekê de
tomarbikin. Di peyra bikaribin naveroka
wan li goriya zimanê zikmakî sererastbikin û tevaya nûjeniya wan bi rêveberên
rêxistinên civaka Êzdî û endamên Meclisa Rûhaniyên Êzdiyan bidine pejirandin.
• dev ji wan projektên mezinkirina
kesayetî û navên rêxistinên ku gelekî
binirxên û di kiryarên xwe de gelek fêda
nadine endamên civakê berdin.
• xwandin, nivîsandin û axaftina bi
zimanê zikmakî li ser xwe, hemû
rêveberên rêxistinên civaka Êzdî û
endamên Meclisa Rûhaniyên Êzdiyan
ferz bikirina.
• zarok û ciwanên Êzdîtiyê, bitaybetî jî
yên ku di dibistanên Almanya(û tevaya
cîhên ku Êzdî lê pirin)yê de ne, dersa
ola xwe bi fermî bidine bêrwerdekirin
û hinek gavên bikêrhatî di pratîkê de
bavêjin. .....
Vêca ji ber ku gelek ji me Êzdiyên îro
xwe baş nasnakin, em nikarin bi hêza
çend kesan tenê;
• xwe di vê demê û di nava van derfetên
ku îro li diyaspora û di nav welat de
hene de, xwe li ser bingehên civakî, olî,
netewî û jiyana hevparî(întegrationê)
birêxistin bikin.
• di pêwendî, çapemenî û medyayên
ragehandinên xwe de, bi zimanê
mîtologî, dîrok û zargotina civak-netewa xwe bipeyvin, binivisînin û bidine
xwandin.
• zarokên xwe, di wextê salên zarokatiyê
de bi zimanê zikmakî tevî lorîk, stran,
kilam, çîrok, destan, beyt, cîvanok,
duha, lawij û qewlên Êzdîtiyê mezin
bikin.
• di pêşerojê de nasname ya ol û netewiya xwe bi zimanekî xerîban tenê
biparêzîn û bi pêş ve bivin.
• û wê ciwanên me jî nikaribin van
valeyên di dîroka me de hene, wekî ku di
zargotina me de tê gotin, „dem bi demê
re lê, her dem bi Xwedê re“ li goriya
demê dagirin û wan mafên xwe yên ku
hatine tûnekirin cardinê vegerînin.
Ji xwe ji ber van gelek egerana ku “ez
jî mîna seydayê mezin rahmetiyê
Cigerxwîn gotî dibêjim“HAWAR”e û
wê „KÎ HILGIRE VÎ BARÊ MIN(*19)
„Eger “ ku kevneşopên bingeha olekê
neyêne jiyankirin, zarok û ciwanên
civakê jî nikarin sedûhedên wê olê biparêzin(*20)”. Wê „rewşenbîr, zahne, sazî,
komel, dezgeh û rêxistinên partiyên
Kurd(Êzdî)an jî nikarîbin weke her dîn,
civakê, çarenûsa xwe bihêz û rêxistbûna
endamên Êzdîtiyê diyar bikin(*21) û
hwd.
15- Herî zêde hûn ji kîjan
taybetmediyê ola êzdî hezdikin?
- Ez ji ilmê Êzdîtiyê, yê ku xuru
bi zimanê Kurdî têye gotin û wan
girêdanên di navbera Xwedayên esmanî,
wekheviya mirovatiyê û rêzgirtina ji
xwezayê re bêye girtin diyardikin, gelekî
hezdikim.
16- Di Êzdîtiyê de kiras veguhestin
heye, ger hûn dîsa werin cîhanê hû
dixwazin weke çi werin?
- Bi dîtina min û li goriya ku ez Êzdîtiya
resen fahmdikim, wexta ku rih(giyan)
ê merivek(giyanberek)î ji bedena wî/
wê dertê û diçe ber dilovaniya Xwedê,
hingê tenê Xwedê û milyaket(xwedan)
ên xwediyê rihî dikarin bîryara ka rih
cardinê vegere bikeve kîjan bedenê/î.
Lewma dibêjim, ev bîryara wexta ez
dîsa werime cîhanê û rihê minê bikeve çi
bedenê , ne bi daxwaziya min e. Xwedê
û Xwedanên min, bîryara rihê min dîsa
bikeve kîjan bedenê bidin, ezê bi wê
gelekî razî bim!
17- Ji bo we Felsefe çi ye?
-Min Felsefe anjî fîlozofî di bistana de
ne xwandiye, lê ez li goriya hiş(nûra)
ê ku Xwedê û Xwedanên min, di sere
min de bicî kiriye (ez bawerim ji ber vê
ye ku di ilmê Êzdîtiyê de hêjî tê gotin,
“nûra Xwedê bi her giyanberî re heye”
!) dibêjim, felsefe zanîstiya ilmê Xwedê,
Milyaket, ^”pîroziya êlêmêntên ku bûne
bingeha afirandina dinya û jiyanê (*22)”,
çanda kevneşopên Babçak û hişê xwe
nasînê ye.
“Em di diyalekt nasînê de jî dibînin
ku, çerxa veguhastina xwezayê û kiras
guhastina hemû rihilberan(çi xwezayî,
lawir anjî însan ûwd.be), tenê bi reza
Xewdê û li ber hebûna van her çar
êlêmênt(cewahir)an(ax, ba, av û agir/
nûr) digere. Ev her çar cewahir(ax, ba,
av û agir/nûr) di nav hevde destpêk û
dawiya her hebûn û tunbûna hemû tiştên
xwezayî yê, çi rihilber anjî ne rihilberan
in.
Di nav zargotina me Êzdiyan
de vêga hêjî tê gotin ku, wexta
Melkemot(Êzdî dibêjinê, DELALÊ
DİLÊ MİN, EZRAÎL, TAWİSÎ-MELEK,
EMÎNCÎBRAÎL, NASİRDÎN) rihê
merivekî ku kiras diguhêze jê distîne,
kesê mirî di binerdê de tê veşartin. Ev
bedena kesê mirî li kuderê, di bin axa
kîjan welatî de hatibe veşartin jî, rihê wî
cardinê vedigere nav maka xwe, Milyaket rih ji nav bedenê dertînin û wî rihî
tînine geliyê Lalişê.
Lewma di ilmê me dê hêjî tê gotin:
„Dinya milkê rebil alemîn e
Dinya ji bo tu kesî namîn e
Dinay tenê ji bo Xwedê dimîn e
Beşerî ji axê ye û her ji bo bin axê ye
Bin Ademo, eger tû hezar salî li dinê bî
Tû bi zêr û zegerê malê dinyayê bi xinê
bî
Her tû yê rojekê mêvanê qebrê bî
Ruhe rihmanî, nabête fanî,
her dê rojekê biçe ber destê wî Ezdanî“
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Weke ku ez ji vî ilmî û zargotina me
Êzdiyan fahmdikim, axretnasîna me
Ezdahiyan(olperestiya xwezayî) qet
cûdetiyê naxe nava tu cewahir(ax, ba,
av û agir/nûr û hwd.)ên ku bûne bingeha
afirandina dinya û jiyanê. Êlêmênt(ax,
ba, av û agir/nûr û hwd.)ên li her welat
û devera ku li ser ruyê dinyayê hene tev
weke hevûdinê pîrozin.
Lewma jî bawerdikim ku, fîlozofî û
mîtolojiya Ezdahîtiyê serekaniya zanîna
afirandina dinya yê, bingeha hemû
mîtolojiyên xwezayî, bi taybetî jî dewlemendiya mirovatiya li ezopotamiya yê,
civak û olên Kurdî ye.
Di vê zargotina me de hêjî tê gotin ku,
tu evdî bi Xwedê, her heft melyaketên
qedîm, Melek, Horî û hwd.ra dahin
standin ne kiriye. Tu evd vêga hêjî
nikare şêwe, şikil, sûret û wênê Ezda,
Melyaketên qedîm, Melek, Horî, Perî,
Cin û gelek Xwedanên xwezayê bi peyv
û pênûsan tarîf bike, çêke û hebûna wan
tenê li deverekê, cîh û mekanekî de
bivîne anjî bide xwanê. (*22)“
18- Tiştekî ku hûn lê zêde bikin ne
mabe, ez spasiya cenabê we dikim
û hêviya gellek salên tije jiyan û
xweşewîstî û berhemên nû..
-Birayê hêja, ez jî gelekî sipasiya te dikim, ku te ev derfeta xwe nasînê da min û
bila Xwedê bike jiyana te tije serkeftin be!
Her wehe gelek spas ji bo Xwedê ku ez
dikarim îro dîsa hinek ji fikir û ramanên
xwe bi te û xwandevanên te yên rêzdar
ra parvebikim!
Hêvîdarim ku ev bersiv û nirxandinên
min jî bi dilê te, rewşenbîr, zane, teolog,
dîroknas, tevaya xwandevanên te yên
rêzdar û lêkolînvanên me kurdan (êzdî,
ehlî heq-yarasanî, elewî, zerdeştî, bisilman û hwd.)bin û ew jî bikaribin li her
deverê, bi serbilindî û şanazî bibêjin,
Êzdîtî di koka şaristanî û hişmendiya
xwe de dewlemendiya Kurdîtiyê ye û
ew vê kevnariya şaristaniya nijad, bîr û
baweriyên me bi hêza rewşenbîr, zane û
teologên cîhanê bidine nas kirin!
*Çavkaniya ku ev mêjara hêjî tê de tiye
xwandin:
1. http://www.pen-kurd.org/kurdi/kemal-tolan/ezdiyati-haveyne-mirovatiyamezopotamiya.html
2. http://www.pen-kurd.org/kurdi/kemal-tolan/giringiya-dirok-u-sunwarenezdiyan-ii.html
3. http://yeziden.de/44.0.html?&tx_
ttnews[pointer]=106&tx_ttnews[tt_
news]=208&tx_ttnews[backPid]=22&c
Hash=dbca0e3ee85d1a38b631b1c79e65
1f0a
4. http://www.ike-europa.com/Article.
aspx?articleid=680&authorid=21
5. http://www.pen-kurd.org/kurdi/kemaltolan/ezdiyati-u-erken-rewshenbirenkurd.html
6. http://yeziden.de/forum/board25civata-bi-kurd%C3%AE/board26%C3%A7and-%C3%BB-huner/761bi-ziman%C3%AA-kurd%C3%AEbinivis%C3%AEnin-%C3%BBbixw%C3%AEnin/#post24838)
7. http://www.pen-kurd.org/homerest-01-06-30-11-04.html
8. Kemal Tolan - Hebûn û Tûnebûna
Êzdiyan tev Romanên Zindî ne, ji
Weşanên DENGÊ ÊZÎDÎYAN 2000
Oldenburg, Rûpel: 119
9. - Kovara ARMANC sal: 3, hêjmar : 27
Tebax 1981, rûpel: 8 û berdewam 11 deye
û ev gelekî dirêje.
10. http://arsivakurdi.com/PDF/kovar/
Armanc/78.pdf - Kovara ARMANC,
hêjmar : 78 Adar 1988, rûpel: 11 de
11. http://arsivakurdi.com/PDF/kovar/
Armanc/158.pdf - Kovara ARMANC,
hêjmar : 158 Gulan –Hezîran 1995,
rûpel: 2 de.
12. http://arsivakurdi.com/magazinlist/
Armanc
13. Nivîs û gotarên min yên ku di nav
Kovara Dengê Êzîdiyan de hatine weşandin:
Hêvî / Hoffnung : http://arsivakurdi.
com/PDF/kovar/DengeEzidiyan/DengeEzidiyan_2.pdf -Rû.: 9 û 13
Deutschkurse für Ausländer : http://arsivakurdi.com/PDF/kovar/DengeEzidiyan/
DengeEzidiyan_8_9.pdf Rûp.: 31
Hevpeyvîn bi Mîrê Êzîdiyan re,
Semîner : Cî û warên Êzdiyên li
bakurê Kurdistanê, Nasandina Hebûn û
Tûnebûna Êzdiyan tev Romanên Zindîne
û Êzdiyatî û erkeên rewşenbîrên Kurd:
http://arsivakurdi.com/PDF/kovar/DengeEzidiyan/DengeEzidiyan_8_9.pdf
Rûp.: 87-91 , 113,130 û 137-139
14. http://www.lalish.de/modules.php?na
me=News&file=article&sid=788
15. http://www.welatperwer.com/
nerinek-li-ser-maka-diroka-ezdahiti-ukurden-resen-kemal-tolan/
16. http://www.felsefevan.org/kemaltolan-u-keda-wi.html û http://www.nefel.
com/kolumnists/kolumnist_detail.asp?P
ictureNr=6262&RubricNr=24&Member
Nr=30&ArticleNr=7910#.Uu-DlfuGMcM
17. http://www.helbestvan.com/ezdanaveki-xwede-ye-u-kemal-tolan/
18. http://www.ciwanen-ezidi.de/
pdf/012.pdf
19. http://www.civata-kurd.de/ku/kurdistan/345913/ez-j-m-na-seyday-mezinrahmetiy-cigerxw-n-got-dib-jim-haware-w-k-hilgir-v-bar-min
20. http://www.civata-kurd.de/ku/
culture_and_art/352766/gava-kukevne-op-n-bingeha-olek-ney-nejiyankirin-zarok-ciwan-n-civak-jnikarin-sed-hed-n-w-ol-bipar
21. http://gelawej.net/index.php/kemaltolan/7534-pewiste-em-ezdi-ji-carenusaxwe-bihez-u-rexistbuna-endamenezditiye-diyar-bikin.html
Qelen û Zewac/ Jiyana me : http://arsivakurdi.com/PDF/kovar/DengeEzidiyan/
DengeEzidiyan_3.pdf Rû.: 18 û 20
22. http://www.mezopotamya.gen.tr/p%
C3%AEroziya%AAl%C3%AAm%C3
%AAnt%C3%AAn-ku-b%C3%BBnebingeha-afirandina-dinya-%C3%BB-jiyan%C3%AA-makale,739.html
Bîranîn û Spasî : http://arsivakurdi.com/
PDF/kovar/DengeEzidiyan/DengeEzidiyan_4.pdf Rûp.: 40
Bi gel rêz û silavên min ra,
Kemal Tolan -Xemxwar û Berhevkarê
Kevneşopên Êzdiyatiyê.
Xem û Xeyal : http://arsivakurdi.com/
PDF/kovar/DengeEzidiyan/DengeEzidiyan_5.pdf Rûp.: 44
04.02.2014
Gelî Êzîdiyan : http://arsivakurdi.com/
PDF/kovar/DengeEzidiyan/DengeEzidiyan_6_7.pdf Rûp.: 110
Çavkanî:
http://www.felsefevan.org/hevpeyvin-bikemal-tolan-re.html
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Koçgiri'li
çiğnetmemek uğruna savaşmış, ser
vermişlerdir. Kimi Pir Sultan misali
Hızır Paşalar tarafından darağacında,
kimi Kasım Cogi misali savaş meydanlarında, kimi Alişer misali Reyber gibi
hainler tarafından dağ başlarında, mağaralarda, yargısız sokak infazlarında, işkencehanelerde, kimileri Hasret
misali Madımak yangınlarında şehit
olmuşlardır.
Olmak,
Koçgiri'de
Olmak
Erdal Yıldırım
Dünyanın neresinde olursak olsun her
Koçgirilinin en büyük özlemlerinden
birisidir Koçgiri'ye gitmek. Oranın
havasını solumak, suyundan içmek bir
başka duygu yoğunluğudur bir başka
mutluluk ve heyecandır. Düşlerinde
daima özel bir yer edinmiştir Koçgiri.
Benim de, siz tüm Koçgirililer gibi
düşlerimi süsleyen, atalarımın ve benim doğduğum o toprakları yeniden
görme özlemiydi, beni 2005 yazında
oralara götüren. Ve bu özlem yıllardır
düşlerimde hiç eksilmediği gibi, aksine giderek çığ gibi büyümeye devam
eden duygular yumağıydı. Bu özlemlerimi bu yıl giderme şansını yakaladım.
Ve gördüm ki, sadece o topraklarda
doğmuş olanlar değil, ülkenin çeşitli şehirlerinde, hatta ülke sınırlarının
dışında farklı ülkelerde doğan birçok
gencimizde de aynı özlemler birikmiş,
Kızılırmak misali çağıldamış, dağ başlarından aşağılara doğru büyüyerek
inen çığ misali Koçgiri'nin vadilerine
kadar inmiş ve Zara'da, Beydağı'nda,
İmranlı'da ve Cogi Baba'da bir araya
gelmişti.
Koçgirili aç kalmamak için, çocuklarına daha uygun koşullarda eğitim
görmelerini, kızamıktan, suçiçeğinden
ölmelerini önlemek için, kısacası daha
insanca yaşamalarını sağlamak için
zorunlu olarak istemeyerek, arkasına
baka baka topraklarını terk etmiştir.
O İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de,
Almanya'da, Fransa'da, Hollanda'da,
kısacası o dünyanın her yanında kendisine yeni yaşamlar kurmaya çalışmış, ama her zaman kendini oralarda
yabancı gibi hissetmiştir. Ve vatan
sevgisini, Koçgiri özlemini, sevgisini hep sıcak tutmuştur. Kendisine yabancı topraklarda yaşama tutunmaya
çalışmıştır. Fiziki olarak oralarda olmasa bile, düşlerinde, hayallerinde hep
Koçgiri vardır. Kendisi şekil olarak
topraklarını terk etmiştir. Ama anıları, özlemleri hep Koçgiri'de kalmıştır,
Koçgiri de onda kalmıştır. O topraklar
dedelerimizin, babalarımızın, bizim
olduğumuzun kadar, bizden sonra da
çocuklarımızın, yani geleceğimizin
tarihi olacaktır. Her karış toprağında
bir anımız yaşamaktadır.
Koçgiri topraklarında çiçekler bir
başka kokar, sular bir başka çağıldar,
hırçın ve kararlı. Rüzgarlar dağ başlarında, vadilerde, koyaklarda yaşanmış
efsaneleri fısıldar kulaklarımıza. Bu
fısıldamalar yaşlı Kürt kadınının anlattığı masallarda dilegelir. Gah ağıt
olur, adı "Arığ" olur. Gah "Pepuk
Kuşu" olur, kimi gün gelir yılanların
şahı "Şahmaran" olur kulaklarımızda.
Bazen bağlamanın telinde "Zöre"olur,
aşkı, sevgiyi anımsatır yeniden bize.
Bazen tüm evrene semah dönülen türküler olur yüreklerimizde ve gözlerimizde.
O topraklar Koçgirili için kutsaldır.
Ataları o toprakların özgürlüğü için,
inançları için, dili için, tarihi değerleri ve kültürü için yıllarca savaşmıştır.
Koçgiri'nin inanç ve özgürlük önderleri Kasım Cogiler, Pir Sultanlar, Seyid
Rızalar, Alişer ve Zarifeler bu toprakları, bu inançları savunmak, oraları
Görülen o ki, şimdi bu topraklarda birkaç yıldan beri çiçekler yine eskiden
olduğu gibi etrafına bin bir kokular
saçıyor. Nehirler, dereler yeniden çağıldayarak akıyor. Ağaçlardaki kuşlar
bir başka cıvıldıyor, dağ başlarında
kartallar her zamanki gibi yükseklerde
uçuyorlar.
Koçgiri insanı topraklarına, inançlarına, kültürel değerlerine ve tarihine
yeniden sahip çıkmaya başladı. Yıllardır içimizde eksilen bir takım duygular
yeniden doğmaya başladı. Yıllardır düzenin bizden çaldıkları bazı değerleri
yeniden yaşatmaya çalışanlara ne mutlu. Bu düşünceler ışığında hepinizden
web sayfanıza sahip çıkmanızı, destek
olmanızı, geliştirmenizi bekliyoruz.
Koçgiri ve Koçgirililer birbirini asla
terk etmemiştir, terketmeyecektir.
Erdal Yıldırım
İmranlı-Der Genel Sekreteri
10 Temmuz 2005
KOÇGİRİ: Erzincan ili Kemah, Refahiye ilçeleri, Sivas ili İmranlı, Zara,
Hafik, Suşehri, Kangal, Kuruçay, Divriği coğrafyası)
KOÇGİRİ AŞİRETLERİ: Balan, Cafikan, Canbegan, Çarekiyan, Gerniyan,
İban, Kureyşan, Laçinan, Mıstıkan,
Pervizian, Resulan, Riçikian, Saran,
Zerikian.
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Arapgir'den Onar köyüne, 800 yıllık cemevleri...
“Cenneti bize; geriye kalan her şeyi Ermenilere vermiş.”
Bir gün önceden yerimizi ayırmıştık.
Arapgir’e gidecektik. Erkenden gitmeliydik ki Arapgir’de çok fazla yer görebilelim. En erken kalkan minibüs de
saat 7. 00’deydi. Malatya’nın Çavuşoğlu Mahallesi’nde bulunan Surp Yerrortutyun (Taşhoran) Ermeni Kilisesi’nin
güneyinden kalkacaktı minibüs. Biz de
erkenden gittik. Arabamızın hareket
etmesine daha zaman vardı. Elli metre
ötedeki kiliseyi hayranlıkla seyrettik.
Sonra minibüse oturduk, beklemeye
başladık. Araç, 7.30’da hareket edebildi. Yerini ayırmış Arapgir yolcularını
yol boyunca toplayarak Malatya’dan
ancak 8.00’de çıkabildik. Saat 9.30’da
Arapgir’e varabildik.
Arapgir’in merkezinde gözümüze kestirdiğimiz birine soruyoruz. En eski
tarihi eserleri görmek için ne yana
gidebiliriz, diyoruz. Bunun için eski
yerleşim yerine, eski Arapgir’e gitmemiz gerekiyormuş. Eski yerleşim
yeri de biraz uzakmış. Bizim de zamanımız kısıtlı. 14. 30’da Arapgir’den
Onar köyüne giden tek aracı kaçırmamamız gerekiyor. Durum böyle olunca
Arapgir’in kuzeydoğusuna yöneldik.
Cevat Paşa Cami ve Cevat Paşa (Çobanlı) konağı, birbirine yakın; ama
bunlar da Arapgir ilçe merkezinin dışında. Cami, gayet bakımlı ve güzel.
Ana kapının üstünde kitabesi duruyor.
Böyle güzel yapıların kitabeleri hep
çalınır.
Yüzyıllardır Arapgir’de yaşıyormuşum gibi
Benim de dikkatimi bu nedenle çeker
kitabeler. Acaba bu da çalındı mı, korunuyor mu diye bakarım. Caminin
bahçesinde çok eski olduğu, taşlarından belli olan mezarlar var. Bahçesindeki ayvalar ve dağın ağacı da insana
bir hoş dağ havası yaşatıyor. Cavat
Paşa Camii’nin yerleştiği tepeden karşı tepeye bakıyorum. Buradan Arapgir
ve Arapgir kalesi çok güzel görünüyor.
Kendimi hep bu ilçede, yüz yıllardır
bu ilçede yaşıyormuşum gibi hissediyorum. Köklerim, şu dağın ağacı kadar
Arapgirli, dağın ağacı kadar sağlam.
Biraz ilerideki Cevat Paşa (Çobanlı)
lam. Zamanla sıvaları dökülmüş, ahşapları çarpılmış; biraz bakım gerekiyor.
S u l t a n K I L IÇ
konağına gidiyoruz. Konak, yeşillikler
içerisinde. Bahçesinde kalın zincirle
bağlanmış kocaman bir köpek var. Bizi
görünce havlamaya başlıyor, bize doğru gelmeye çalışıyor. Neyse ki pencerede bir kadın görünüyor. Konağı gezmek istediğimizi söylüyoruz. Yukarı
çıkmamızı söylüyor kadın. Konağın temeli, tüm duvarları araya boydan boya
kalaslar yerleştirilerek taştan örülmüş.
Üç katlı, iki katında şahnişin olan bu
konağın en üst katı yarım daire olarak
yapılmış. Böylece ikinci katın damı,
üçüncü kata teras olmuş. Teras da sık
meşelerle kaplı güzel tepelere bakıyor.
İç mekânın genelinde ahşap malzeme
egemen. İçerideki dolaplar, makatlar,
merdivenler hep ahşap. Tabanlarda sal
taşı kullanılmış. Şahnişinden Arapgir
ve konağın doğusundaki tepeyi kaplayan meşeler öyle güzel görünüyor ki…
Yalnız, konağın dışı gibi içi de çok bakımsız. Burada bir pirinç karyola olduğunu duymuştum; ama göremiyorum.
Yüz elli yıllık olduğu söylenen cam şarap damacanası duruyor. Konağın ana
kapısının kilit sistemi kale kapılarına
benziyor. Karşı duvarın içine yerleştirilmiş olan kalas, kapının arkasından
karşı duvardaki oyuğa itiliyor. Kapı,
dışarıdan zorlanmayla kırılamayacak
sağlamlığa kavuşuyor böylece. Konağın iyileştirilmesine çatıdan başlanmış. Umarım bu güzel konak, korunur. Tescilli olan bu muhteşem konak,
restore edilerek turizme kazandırılırsa
çok iyi olur. Ana yapısı oldukça sağ-
Tarih kokan Cevat Paşa konağından
Arapgir’in merkezine dönüyoruz. Merkezde Mirliva Ali Bey Camii (1750)
büyük camilerden biri. Namaz vaktine
denk geldi. Cemaati rahatsız ederim
kaygısıyla, caminin içine giremiyorum. Caminin dışının fotoğraflarını
çekiyorum. Caminin karşısında Millet
Han var. Millet Han, görkemli, bakımlı, vakur bir yapı. Kapısı kapalı olduğundan içini göremiyoruz. Çevresinde
dolaşarak fotoğraflarını çekmekle yetiniyorum.
Arapgir’in ünlü çivisiz ayakkabı ustası
Dünya çapında ünlenen, tahta çiviyle
ayakkabı yapan ustanın dükkânında
buluyoruz kendimizi. Usta Kadir Hakan, 78 yaşında, 62 yıldır çalıştığını
söylüyor. Hep aynı işyerinde çalıştığını söylüyor ve devam ediyor: “ Sanatımızın, bir asırlık geçmişi var. Oğlum
Erol Hakan, on üç yaşından beri çalışıyor, şimdi elli iki yaşında. Erol’dan
sonra bu işi sürdürecek kimse yok.
Daha önceki çıraklarım, İstanbul’a,
Malatya’ya gittiler. Ayakkabı yapım
işini sürdürmediler. Başka işlerle uğraşıyorlar. Yaptığımız ayakkabılarda
yapıştırma, çivileme, dikiş atma yok.
Deri yıpranınca çividen, ipten, yapışkandan ayrılır; ama tahta çividen
ayrılmaz, tahta çiviye uyum sağlar.
Zamanla birlikte yıpranırlar, biri ötekinden önce yıpranarak ötekini yarı
yolda bırakmaz. Yağmurda yaşta, tahta çiviler ıslanıp şişerek deriye sıkıca
tutunur; ayakkabı, su geçirmez. Tahta
çiviler Almanya’dan geliyor. Bunların
diğer ayakkabılardan biraz pahalı olduğu doğrudur. Yurt içinden ve yurt
dışından çokça istek alıyoruz.” diyor.
Erol Bey, sıcacık pideleri köşker masasına koyuyor. Yumurtalı pideler, çok
güzel kokuyor ve görünüyor. Israrlarına dayanamayarak yumurtalı pideden
birer parça alarak oradan ayrılıyoruz.
Arapgir çarşısının Arnavut kaldırımlı
caddesinden yokuş yukarı çıkarken,
çocukluğumun sihirli dünyasıyla kar-
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
şılaşıyorum. Hiçbir dükkân bu kadar
çekici olamaz. Yaşlı bir amca, kor ateşe, alevlere elindeki kıskaçla bir bakır
tavayı koymuş. Alevlere teslim olan
tavaya, öteki elindeki pamuk ya da bez
parçasıyla kalay sürüyor. Bakır tavadan çıkan bembeyaz bulutlar kaplıyor
çevreyi. Kalaycıların bu hali, beni büyüler çocukluğumdan beri. Ateşe meydan okumak, ona sonsuza dek egemen
olmak gibi görünür kalaycının yaptığı.
Kapkara kazan, tabak, tencere, tepsi ve
teştler, ateşi ve pamuğun içindeki kalayı, nişadırı görünce ayna gibi parlar.
Ateşle buluşunca bu kadar güzel parlamayı, kalaycının maharetine borçludur bakır kaplar. Kalaycının dükkânı
da büyülüdür, hele de bu dükkân…
Toz toprak içinde, tarih öncesinden
kalma sitiller, taslar, tabaklar, teştler,
guşganalar, leğenler, gazocağı… Burası, beni büyüleyen başka bir dünya.
Günlerce bu dükkânda kalıp hayal
kurabilirim. Buraya gelenler de geçen yüzyılların adamları… Kalaycıyla
eski adamların sohbetleri de öyle. Başka bir yüzyıla geçiyorsunuz, kalaycı
dükkânına girer girmez.
Vartanuş Ganzanakyan da Arapgirde
yaşamıştı
Arapgir’in merkezine büyük ve güzel bir otel yapılmış geçen yıl Nazar
Otel. Nazar otelin batısındaki yoldan
kuzey batıya giden yolda ilerledik.
Yolun ikiye ayrıldığı noktada, batıya
giden sokağa döndük. Kadınlar, sokakta derheyle odun kesiyordu. Hoca
Ali Mahallesi’ne gelmiştik. Babam,
seksen yıl önce bu mahallede Tenekeci Satoğ’un evinde yaşamış. Babamın
anası, Tenekeci Satoğ’un evinde kiracıymış ve burada dokumacılık yapıyormuş. Babamın, bahçenin taş merdivenlerinden düşmüştüm dediği iki
katlı, kerpiç evi bulduk. İkinci kata betondan ek bir balkon yamamışlar, hoş
olmamış. Keşke yapmasaymışlar. Bahçesi de çok bakımsız kalmış. Babaannemi, babamı ve bibimi çıkrık başında
culfalık (dokuma) yaparken görür gibi
oldum. Dokuma sesini duyar gibi oldum. Kim bilir babam neler hissederdi
çocukluğunu yaşadığı bu evi görseydi.
Ana hasretiyle hâlâ ağlayan babam,
anasını görür gibi olurdu sanırım.
Sıladan gurbete köhnü üzümü tadında
hasretler taşıyan Arapgir Postası
Arapgir’i ister istemez Arguvan’la
kıyaslıyorum. Arguvan’ın bir tek
sağlık ocağı var, hastanesi bile yok.
Arapgir’in devlet hastanesi, sağlık
ocakları, liseleri, yüksekokulları, öğrenci yurtları var. Arapgir, oldukça
bayındır ve gelişmiş bir ilçemiz. Daha
Arapgir’e girmeden Kerem Aydınlar
Anadolu Öğretmen Lisesi ve Eğitim
Kampüsü ile karşılaşıyoruz. Bir de
her yanda ince kabuklu, buğulu, nefis
köhnü üzümü var. Arapgir’in üzümünü
görmek bile insanı mutlu etmeye yetiyor.
Belediyeye uğruyoruz. Mühendis Pınar Keklik’ten Arapgir’in gezilebilecek tarihi yerlerini soruyoruz. Pınar
Hanım ve Arapgir Belediyesi’nin imar
bölümündeki arkadaşları, bir dahaki
gelişimizde bizi eski Arapgir’e götürebileceklerini söylüyorlar. Belediyeye
çok yakın olan Arapgir Postası gazetesine uğruyorum. Yarım yüzyılı aşkın
süredir sıladan gurbete köhnü üzümü
tadında hasretler taşıyan Arapgir Postası… Eski baskı makineleri de büroda
sergileniyor. Bu eski dizgi makinesini
korumaları hoşuma gidiyor. Arapgir’e
bir gazete de az aslında, stüdyolu bir
de radyosu olmalı, diye düşünüyorum.
14.30’da Onar’a gidecek olan minibüs
15. 30’da doluyor. Yol boyu müşteri
topluyor. Müşteriler, minibüsü durdurup durdurup alışverişlerini yapıyorlar.
Minibüsün üstü tepeleme eşya doluyor.
Çuvallar dolusu un ya da şeker yükleniyor araca. Onar köyü, Arapgir’e 14
kilometre, ana yola ise 6 kilometre mesafede. Yolu asfalt, düzgün. Onara varmadan sola dönüyor aracımız. Kayalısu mezrasına yolcu bırakıyor. Akşama
doğru Onar’a varıyoruz.
Onar köyünün sekiz yüz yıllık cemevleri
Arkadaşımın ailesi ve komşularıyla
görüşüp hemen köyü gezmeye çıkıyoruz. Köyün içindeki üç tekkeyi ziyaret
ediyoruz. Birinde ışık yoktu. El yordamıyla içeri girdik, körlemesine fotoğraf çektim. Flaşla çektiğim fotoğrafını
sonradan görebildim. Diğer ikisi sekiz
yüz yıllık cem evleri. Birini Şeyh Hasan Oner (Onar) Baba yaptırmış, ötekini de şeyhin oğlu yaptırmış. Selçuklu
mimarisi, kare planlı, basık tavanlı,
yüzlerce kişinin sığabileceği, mertek
tavanlı, çok sayıda direkle desteklenmiş, kerpiçten örülmüş bu cem evleri.
Pencereleri yok.
Onarlılar, Türkçe konuşuyorlar; anadilleri Türkçe. Cemleri, duaları Türkçe. Aleviler, cem ve semah ibadetlerini
asırlarca gizli yapmak zorunda kalmışlar. Tavanda gizlenerek yerleştirilmiş
havalandırma var. İçerisinde beş altı
tane, çok büyük erzak küpü var. Mistik bir ortamı, büyülü bir havası var
bu eski cem evlerinin. Cemin yapıldığı yere uzun koridordan ilerlenerek
ulaşılıyor. Büyük Ocak Tekkesi; 15x17
m2’lik boyutta, kareye yakın dikdörtgen planlı; 1,5 metrelik kalınlıkta 2,5
m. yüksekliğinde taş duvarlara bindirilmiş, yedi kat gökyüzünü ifade
eden kırlangıç çatı, 12 direk üzerine
kubbemsi oturtulmuş, içten çadır görünümlü… Koçbaşlı direklerin üstüne
kalın Hatıl Ağaçlar atılarak birbirine
tutturulmuş; Hatılların üstüne 10-20
cm. aralıklarla kisek ağaçlar dizilmiş;
kiseklerin üstüne aralıksız ters yönde
Mertek Ağaçlar dizilmiş; Merteklerin
üstüne Aruda denen kısa ağaçlar aksi
istikâmette sıralanmış; bunların üstü-
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ne de Hortut dalları ile ince çubuklar
düzgün sıkça serilmiş; tüm bunların
üstüne de Püsürük denen özel kırmızı
toprak ile kıyılmış samanın karışımından olan çamur 15-20 cm. kaplanmış.
En üstte; yani damda; 20 cm. kalınlığında caşgan denilen özel killi, yağlımsı kaygan toprak dama serilmiş.
Meşeli vadide keklik sesleriyle gün doğumu
Karanlık olunca arkadaşımın ablasının
evine gidiyoruz. Onların evi karşı tepede, meşeliklerin olduğu kayalıkların
başında. Geceden saati beş buçuğa kuruyoruz. Erkenden kalkıp meşelikten
ilerliyoruz.
“Kayalar kayalar yüksek kayalar/ İkimizi bir mezere koyalar”
Gerçek bir dağdayım ilk kez. Kutsal
kabul edilen birkaç asırlık meşenin
bulunduğu yere, Nişangâh’a geliyoruz. Kayalara oturup gün doğumunu
izliyoruz. Güneşin önünde hiçbir engel
yok. Dağların tepesi karadan pembeye dönüşüyor. Ardından kızarıyor. Bu
arada vadiden keklik sesleri geliyor.
Vadi keklik sesleriyle şenleniyor. Güneş yavaşça yükseliyor. Yükselişini,
çizgi çizgi, milim milim izliyoruz.
Nemrut’un reklamı var. Nemrut’un
adı çıkmış. Onar’daki kadar güzel bir
gün doğumu olamaz. Meşelerin arasında, hafif rüzgârda, keklik seslerinin
arasında güneşin doğuşunu bu kadar
yakından, engelsiz nerede izleyebilirsiniz? Bu kadar güzel gün doğumu,
dünyanın neresinde bu kadar güzel bir
doğada izlenebilir?
Kayalıklarda keklik seslerine, gün doğumuna doyulmuyor; ama köye inmemiz gerekiyor. Görmemiz gereken daha
çok yer var. Kahvaltıdan sonra tepeden
aşağı inerken köyün sığırının toplandığı yere geldik. Köydeki tün büyükbaş
hayvanlar, bu meydanda toplanıyor.
Buradan çobanın yönetiminde yaylıma
gidiyor. Köyde bir ailenin de yüzlerce koyundan oluşan sürüsü var. Sürü
sahibi, koyunların sütünü mandıracılara satıyormuş. Sığırların toplandığı
meydanın yanında ilköğretim okulu,
okulun lojmanı, az ötede de sağlık ocağı binası var. İlköğretim okulunun oldukça geniş bir alanı var. Kentlerde bu
kadar oyun alanı bırakılamıyor öğrencilere. Bahçenin bir bölümü ağaçlandı-
rılmış. Ağaçlar da epeyce büyüdüğüne
göre yıllar önce dikilmiş olmalı, diye
düşünüyorum. Okul ve sağlık ocağı
binaları kullanılmadığından yıpranmış
görünüyor. Lojmanda birileri oturuyor,
biraz daha bakımlı görünüyor lojman.
Köydeki öğrenciler, taşımalı sistemle
başka yere gidiyorlarmış. Köyün bir
ebesi bile yokmuş. Kanalizasyon sistemi bile iki yıl önce yapılmış. Evlerde
su musluklardan akıyor.
Personel olmadığından kullanılamayan sağlık ocağı binasının elli metre
kuzeyinde bir değirmen yıkıntısına giriyoruz. Burada dere yatağı var; ama
su çok azalmış. Değirmenin tavanı tamamen çökmüş. Değirmenin içindeki
taşlar, diğer araç gereçler her biri bir
yanda duruyor. Üstlerini toprak ve ot
kaplamış. Köyün geçim kapısı, tarih
tanığı su değirmeni, açıkta kalmış bir
ölü gibi görünüyor gözüme. Değirmenin karşı tarafında köyün asırlık çeşmesi var. Çeşmeye epeyce özenildiği
belli oluyor. Çeşmenin kitabesi, zincirli su tası, Cuma akşamları mum yakılan çıralığı, su kürünü, kapalı alanı
ve kapalı alanın kubbe şeklindeki taş
örme tavanı… Korunması gereken tarihi bir çeşme bu.
Alevi Onar’dan Ermeni Heranuş’un
köyü Habab’a meşe palamutu
Onar köyü, bembeyaz bir dağın üzerinde oturduğundan sanırım, köydeki
tüm evler, beyaz taştan yapılmış. Kesme taş, emek istediğinden, kırma taş
kullanılmış. Kimi evlerin kimi bölümlerinde kesme taş kullanılmış. Köyün
öte yakasına geçerken Şeyh Oner Külliyesine uğruyoruz. Şeyh Oner Baba
türbesi, bahçesindeki mezar taşları,
sakız ağacı sekiz yüz yıllık elbette.
Meşe palamudu da çok heybetli ve güzel. Halk, bu heybetli meşeye ve sakız
ağacına kutsal ağaçlar olarak değer
veriyor. Dibine sapasağlam palamutlar
dökülmüş. Bu meşe palamutlarından
bir torba getirerek Elazığ’ın Palu ilçesine bağlı Habab (Ekinözü) köyüne
gönderdim. Fethiye Çetin'in anneannesi Ermeni Heranuş'un köyü Habab'ın
tepelerinde yeşerecek Onar'ın meşe palamutları. Onar’dan kalkan meşe palamutları, Habab (Ekinözü)’ın dağlarına
yerleşti. O dağlarda kök salacak.
Şeyh Onar (Oner) türbesinin bitişiğine
yeni bir bina yapılmış Onar köylülerin-
ce. Külliyede yok, yok. Kocaman bir
cem evi, mescit, konuk yatakhanesi,
kütüphanesi, zengin etnografya müzesi…Onarlı Araştırmacı Yazar Bilim
Adamı İsmail Kaygusuz’un pek çok
eseri olduğunu öğreniyorum. İsmail
Kaygusuz, Onar’ın etnografik, arkeolojik ve efsanevi tarihiyle ilgili derin
araştırmalar yapmış. Bunları belgeleyerek yazmış. Beş altı yıl öncesine
kadar Onar’da cem yapılırmış. Artık
cem de Abdal Musa lokması da yapılmıyormuş. İşsizlikten, köy boşaldıkça
güzel gelenekler de terk ediliyor sanırım. Müzede konuk anı defteri bile
düşünülmüş. Konuk anı defterini yazıyorum. Batıya doğru tırmanıyoruz ve
köyün mezarlığını ziyaret ediyoruz.
Her yan kuşburnu, sürsülük dolu. Kırmızı yemişlerden yiyerek dolaşıyoruz.
Mezarlığın yan tarafındaki evin önündeki hareketlilik bizi oraya yöneltiyor.
Tam yerine gelmişiz, diyorum. Ocakta
kara kazan, kazanda kara üzüm şırası,
malemez dedikleri bulamacı pişiriyorlar. İplere dizilen cevizler, bu bulamacın içine sokulduktan sonra asılıyor.
İki tahta sandığın üstüne temiz bir sopayı yerleştirmişler. Sopanın altına da
büyük bir tepsi koymuşlar. İpe dizili
cevizlerden akan fazla bulamaç, yere
değil tepsiye akıyor. Malemez yiyoruz,
sohbet ediyoruz. Her yerde olduğu gibi
burada da bolca fotoğraf çekiyorum.
Oldukça besleyici, doğal bu ürüne cevizli sucuk, diyorlar. Elazığ’da orcik
olarak adlandırılıyor.
Köydeki evlere baka baka, köylülerle
kısa sohbetler ede ede ilerliyoruz. Köydeki evlerin neredeyse tamamında, arkadaşımın dedesi Garip Usta ve Garip
Usta’nın oğlu Salman Usta’nın emeği
varmış. Hani ustalık, iş bölümü bile
yapılmaksızın kanıtlanan bir ustalık.
Bir evin tüm işleri bu iki becerikli ustanın elinden çıkmış. Kimin eksiği gediği varsa Garip Usta, onun yardımına
koşarmış kendi işini bırakıp. Her işten
anlarmış, çok becerikliymiş. Kapının
önünde duran ahşap harman savurma
makinesini Garip Usta; çatıdakini de
Garip Ustanın oğlu Salman Usta yapmışlar. Harman savurma makinelerinden biri, şu anda Malatya Etnografya
Müzesi’nde sergileniyor. Diğeri de koruma altına alınacak.
Garip Ustanın Arapgir’deki dokuma
tezgâhlarını inceledikten sonra köyde
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
aynısını yaptığını söylüyorlar. Köyde
kime sorduksa övgü dolu sözler duyuyoruz. Gündüz çalıştığı yetmezmiş
gibi geceleri de araç gereç yaparmış.
Çocukken köye getirilen öksüz ve yetim Garip, kimseye çıraklık yapacak
ortam bile bulamamış. Torunlarından
Süreyya, güzel bir açıklama getirdi.
Bizde bu beceriler galiba genlerimizle taşınıyor. Hepimiz dedemiz gibiyiz.
Araçlara bakar, aynısını yaparız, demişti.
Her işin ustası Ermeni Garbis (Garip)
dede
Kaya mezarlarını gezerken arkadaşım,
vadinin karşı tarafında oldukça sarp
bir yamaç göstermişti. Dedesi Garip
Usta, iyice yaşlı halinde bile bastonuna dayanarak oralara gidermiş. Orada
bir kaynak su bulmuş. O kaynak suyun
çevresine bostan yapmış. Sebze dikmiş Garip Usta. Hiç boş duramazmış.
Hiçbir şey yapamaz, dedikleri zaman
bile, leğene beyaz toprak ve su koyar,
bu bulamacı (çarpım, diyorlar) bir
bezle duvarlara sürermiş. Duvarları,
kendince badanalıyor (perdah). Gençken çevre köylere bile evler yaparmış:
Peksi, Çimen, Kayalısu, Mişelli gibi. İş
dışında hep takım elbise giyermiş, çok
bakımlıymış.
Arapgir’deki eski belediye binasında
da baba oğul, Garip Usta ile Salman
Usta çalışmışlar. Garip Usta, kendi işini bırakıp başkalarının işine karşılık
beklemeden koşan biriymiş. İmeceye
gelenlere gıdik (keçi yavrusu) keser,
guşgana (tencere) ile kaygana yaptı-
rır ikram edermiş. Köyde dolaşırken
kimle sohbet ettikse laf Garip Usta’ya
geliyor. Herkes, Garip Ustayı övüyor.
Köydeki onca evin taşı, Garip Usta’nın
elinden geçmiş. Taraklı çekiciyle taşları yontmuş. Dağı taşı, bağ bahçe yapmış. Gece gündüz çalışmış. Herkese
iyilik etmiş. Aleviliği herkesten iyi
bilirdi, Alevi inancına ve ibadetlerine
herkesten daha saygılıydı, ibadetlere
katılırdı Garip Usta, diyorlar.
Garip Usta’yla oğlu Salman Usta, süpürge bile yetiştirir, yapar, satarlarmış.
Gılgıl, süpürge tohumu, öğütülerek
ekmek yapılırmış yoksulluk dönemlerinde. Bayramdan bayrama buğday
ekmeği yenirmiş. Baba oğul; arpa,
buğday, nohut, fiğ, mercimek, küşne,
cılban, yazlık ekerlermiş. Çok çalışırlarmış. Yetiştirdiği bağların üzümlerini Mişelli köyüne satmaya götürürmüş
Garip Usta. Köydeki ilk çatıyı da baba
oğul yapmış. Onlardan sonraki kuşak,
bu çalışkanlığı sürdürememiş. Koşullar, köyü göçe zorlamış.
Onar’dan dönmeden bir gün önce Romalılardan kalma oyma mağaraları
ve kaya mezarları görmeye gidiyoruz.
Çok uzak değil zaten. Köy evlerinin
doğusundaki bir cılgadan iniyoruz.
Onar’ın üzerine kurulduğu dağın güney yamacına oyulmuş bu mağara ve
mezarlar. Sümela Manastırı’nı andırıyor. Mağaraların ve kaya mezarlarının
girişleri uçuruma bakıyor. Uçurumun
dibindeki sekilerde asırlık dutlar var.
Dutlukların dibi de upuzun ve derin
bir vadi.
El oyması binlerce yıllık mağaralar ve
kaya mezarları
Bembeyaz kayalar oyularak, yaşam
alanı olan irili ufaklı mağaralara dönüştürülmüş. Dağın yamacına, bugünkü teknoloji olmaksızın oyulan bu
mağaralar, insanda hayranlık uyandırıyor. Pek çok oyma mağaranın dışında onlarca kaya mezar var. Her kaya
mezarın içinde yarım ay şeklinde, çift
kişilik üçer mezar var. Taşa çift baş
yerleri oyulmuş. Yarım ay şeklindeki
mezar çerçevelerine taşlar yontularak
çiçek motifleri işlenmiş. Kaya mezarlarına bir oyuktan giriyorsunuz. Giriş
oyuğunun üzerinde de küçük birer
ışıklık var. Bu kaya mezarlarından biri
oldukça süslü. Yarım ay şeklindeki taş
çerçeveye hacimli ve hareketli resimler
yapılmış. Güneş, deve, koşan atların
üzerinde hareketli savaşçılar… Kırmızı kök boyalarla da boyanmış. Bin
yıllar geçmiş de boyaları silinmemiş.
O uçurumun kıyısında, ilkel koşullarda oluşturulan bu sanat harikaları
hayranlık uyandırıyor. Herkes görmeli
bu güzellikleri, dedirtiyor. Bir an önce
koruma altına alınmalı ve dünya turizmine kazandırılmalı bu şaheserler.
Evlerde yapılan nefis Onar şarapları
Öğleden sonra Kalecik dene yere gidiyoruz. Burada da tarihsel kalıntılar
çok. Roma kaya mezarlarının uzantısı
olan bir yer. Her yan üzüm bağı. Beyaz üzüm de var; ama kara üzüm daha
çok; kara üzüm daha değerli. Üzümü
bol olan Onar’ın ev yapımı şarapları da
çok ünlü. Üzüm ve badem köyü dense
yeridir.
Dönüş yolu boyunca pek çok badem,
fıstık ve menengüç ağacı görüyoruz.
Onar’da gün batımı da bir başka güzel… Güneş, kıpkızıl bulutlara sarınarak dağların ardına saklanıyor. Bu
batışın da tıpkı doğuşu gibi tüm aşamaları izlenebiliyor.
Yaşadıkları cehennemi cennete dönüştüren Ermeniler
Gün batarken eski muhtarlardan 90
yaşındaki Ahmet Kaya’ya uğruyoruz.
Musa ve Fatma Kaya’nın oğlu Lazik
lakaplı Ahmet Kaya, 1972- 1997 tarihleri arasında üç dönem muhtarlık
yapmış. Arapgir’den Ayakkabıcı Ermeni Minas Usta gelir, Ahmet amca-
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ların Cennet Pınarı’nın kenarındaki
evlerinin uzak bir köşesinde bir süre
kalırmış. Köylülere ayakkabılar yapar,
eski ayakkabılarını onarır sonra da
Arapgir’e dönermiş. Kalaycı Ermeni
Bağdasar Usta da belirli bir süre için
Onar’a gelir, tüm köyün bakır kaplarını kalayladıktan sonra Arapgir’e dönermiş. Ahmet Kaya: “Allah, cenneti
bize; geriye kalan her şeyi Ermenilere
vermiş.” diyor. Duvarcı, ayakkabıcı,
dokumacı, demirci, marangoz, taşçı,
terzi, kökboyacı, doktor, eczacı, kalaycı, bakırcı, sobacı, ziraatçı… Tüm ustalıklar Ermenilerde. Eski komşumuz
Demirci Sarkis, can dostumdu. Bir
Ermeni kadın vardı, doğadaki otlardan
ilaç yapan. Herkesin derdine dermandı.
O Ermeni kadının zeytinyağı ile fare
yağını karıştırarak yaralara sürdüğü
ve yaraları iyileştirdiğini duyardık, diyor Ahmet Kaya. Eskiden ürettiğimiz
peyniri, yağı, bademi, üzümü, meyveyi, her şeyi Arapgir’e götürüp satardık.
Şimdi üretimimiz o kadar az ki; ancak
bize yetiyor. Eskiden köyümüzden develere yüklenerek ürünler gönderilirmiş dışarıya. Eskiye yönelik anımsadığı şeyleri arka arka ya sıralıyor, zaman
darlığından. Eskiden kadınlar saçlarını mavi kille yıkardı. Başlarında sirke
(bit yumurtası), bit olmazdı, diyor.
Malatya’ya döneceğimiz gün, arkadaşımın Garip dedesinin yetiştirdiği
bağlara gidiyoruz. Köyün kuzeyinde,
epeyce de dışında bir yer. Burada da
tarlalar hep üzüm bağlarıyla bezeli.
Arapgir’in ünlü kara köhnü üzümüne
ancak bu bağlarda doyabildim. Gözüm
de bu bağlarda doydu üzüme. Sapsarı bal armutları, elmalar, bademler,
üzümler, narlar, fıstıklar… Üzüm pekmezi, üzüm pestili, cevizli sucuk, dut
pestili, ev yapımı şarap… Arapgir’in
merkezinde ve köylerinde de bu ürünler boldur ve nefistir. Onar köyünde de
doğa güzelliği, tarihsel eser zenginliği, insanların sıcak ilgisi… Hepsi bir
araya gelince, sanırım cennetteyim,
dedirtiyor bana. Biraz da bakım ve pazarlama olsa. Bir de turizme kazandırılsa. Onar, tarih ve doğa zengini bir
yer. İnsanları da konuksever, harika
insanlar. Yaşanacak ve gezilecek köy
Onar. Ve de kültür hazinesi, köklü tarihi, konuksever insanı; derde derman,
damağa tat lezzetli gıda ürünleriyle
görülmeye değer Arapgir ilçemiz.
[email protected]
Hızır Baba
GÜNAYDIN CANLAR
Beyaz karayı, sinek yarayı, zengin parayı,
Yemek tuzu, kola buzu, maymun muzu,
Ördek kazı, güzel nazı, aşık sazı sever...
Kuş darıyı, çiçek arıyı, erkek karıyı,
Ana çocuğu, çoban gocuğu, yumurta sucuğu,
Ocak közü, kirpik gözü, ozan sözü sever...
Garip sılayı, yiğit halayı, tencere kalayı,
Davul zurnayı, avcı turnayı, deve hurmayı,
Alın kelini, cömert elini, cimri dilini sever...
Çöl yağmuru, çizme çamuru, oklava hamuru,
Tembel yatmayı, geveze atmayı, pazarcı satmayı,
Şişe tıpayı, şarap kupayı, eşek sopayı sever...
Ebe bebeği, kahve dibeği, çengi göbeği,
Memur masayı, ermiş asayı, hakim yasayı,
Haylaz döveni, dalkavuk öveni, hergele söveni sever...
Sarhoş dostunu, ayı postunu, yaşlı bastonu,
Hatip lafı, suçlu affı, açıkgöz safı,
Orman çamı, kedi damı, işçi zammı sever...
Mektup pulu, fakir çulu,
Allah kulu sever de.. Sen?.
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
KEMALİSTLER 50 BİN İNSAN
KEMİĞİNİ FRANSIZLARA NASIL SATTI?
Tamer Çilingir / Devrimci Karadeniz
Satıcı : Kemalistler
Alıcı: Fransız ve İngiliz Sabun Firmaları
Satılan: 50.000 insan kemiği
Tarih: 1924
cited by a weird story of the arrival in
that port of a ship flying the British
flag and named Zan carrying a
mysterious cargo of 400 tons of
human bones consigned to manufacturers there.
Soykırım kurbanlarının kalıntılarının
korkunç sömürüsü : 13 Aralık 1924
Pazar günü Selanik, Küçük Asya
Felaketinin tarih sayfalarında en bilinmeyen yönlerinden birine ev sahipliği
yapmıştı
13 Aralık 1924 tarihinde Mudanya
Limanından aldığı yükü Marsilya’ya
götürmek üzere yola çıkan Zan adlı
İngiliz gemisi Selanik Liman’ına
girdi. Aktarma yapılacak yüke dair
herhangi bir rapor düzenlenmemişti.
Gizli bir kargo idi. Ancak bu aktarma sırasında liman işçileri 400 ton
ağırlığındaki bu gizemli yükün, insan
iskeletleri olduğunu farkettiler.
The bones are said to have been loaded at Mudania on the Sea of Marmora and to be the remains of the victims
of massacres in Asia Minor. In view
of the rumors circulating it is expected
that an inquiry will be instigated.
Kaynaklarını sıralıyor Agtzidis: Eleftherotypia, Newyork Times ve Fransız
Midi gazeteleri, Hervé Georgelin’in
”Smyrna tahribine yönelik Fransız
arşivlerindeki uyumsuzluk” başlıklı
makalesi, Elias Venezi adlı bir tanığın
anlatımlarından alıntının yapıldığı”
No:31328 Köleliğin Kitabı ” adlı bir
kitap.no 31328
’’Küçük Asya Felaketiyle gelen şok
edici bir hikaye: Ticari Kemik ‘’ başlığının ardından soruyor Agtzidis;
‘’Kurbanların kalıntıları faillerin için
zenginlik kaynağı olabilir mi?’’
Görevliler duruma müdahale ederler
ancak kısa bir süre sonra ’’yukardan
gelen’’ talimatla yük açık denize doğru yol almaya başlar.
1924 yılının Aralık ayında Selanik’te
yayın yapan Makedonya adlı gazetinin manşeti ’’KEDERLİ YÜK’’ diye
atılır.
Newyork Times ise aynı haberi 23
Aralık 1924 tarihinde ” İnsan Kemiklerinin Taşındığı Bir Yükün İnanılmaz
Hikayesi ” başlığıyla sunar: Haberde,
Marsilya’ya giden bir İngiliz gemisinin limanda yaşanan kargaşa nedeniyle 400 ton insan kemiği taşıdığı ve bu
kemiklerin Mudanya’dan alındığını
söyler. Bu kemiklerin büyük ihtimalle
katledilen Rumlara ait olduğunu ve bu
geminin dolaşımını engellemek için
soruşturma emri verilmesi gerektiğini
aktarır.
”PARIS, Dec 22, — Marseilles is ex-
[1] _New York Times_, December 23,
1924, page 3, column 2 (bottom)”
Yunan makamlar bu konuya dair
hiçbir soruşturma açmazlar, sessiz
kalırlar. Zira İngiliz ve Fransız alıcılar
rahatsız edilmek istenmemektedir.
Aynı haber Fransız gazetesi ’’Midi’’de
de yayınlanır.
Yanıtlanması gereken soru, bu 50 bin
insan iskeleti kime aittir. Anti emperyalist kurtuluş savaşı verdiklerini
iddia eden Kemalistlerin, 1924 yılında
İngiliz ve Fransız devletiyle ya da
şirketleriyle nasıl bir ilişkisi vardır?
Bu ortaya çıkan bir durumdur. Ortaya
çıkmayan daha ne kadar insan iskeleti
satışı yapılmıştır acaba?
İnsanları katletmek, onların mallarına
mülklerine el koymak ve ardından
cesetlerini satıp para kazanmak!.. Bu
nasıl bir ahlakın ürünüdür?
Vlassis Agtzidis adlı bir tarihçi ulaşmış bu bilgilere. Konuya dair yazdığı
makalesine şöyle başlıyor:
‘’Kurbanların yağa sabuna dönüştürüldüğüne dair bir söylenti vardı
Birinci Dünya Savaşı döneminden itibaren. Özellikle de Naziler tarafından
krematoryumdaki öldürülen Yahudiler
ile çok yaygın bir söylenti idi bu ama
İkinci Dünya Savaşı sonrasında söylenti değil, inanca dönüştü.’’ diyor.
Yahudi yönetmen Eyal Ballas’ın ‘’Sabun’’ adlı bir filminden de bahsediyor
Vlassis Agtzidis ayrıca Raul Hilberg
adlı bir yazarın Nazi imha endüstrisi
için Nazilerin sadece kurbanları yakma sürecini hızlandırmak için insan
yağı kullandıklarından bahsettiğini
aktarıyor…
Böylece, sadece Kemalistlerin batılı
arkadaşlarına ” endüstriyel kullanım ”
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
için kemik satarak kurbanlarının kalıntılarını istismar edebilmek ayrıcalığına sahip olduklarını söylüyor.
Konuya dair tarihçi Vlassis Agtzidis’
in makalesinde bir bölümü İngilizceye
çevrilerek pontosworld.com adlı sitede
17 Ağustos 2013 tarihinde yayınlamıştır.
http://pontosworld.com/index.php/
genocide/2013-08-17-12-43-25/1268did-the-kemalists-sell-the-bodies-ofdead-greeks-to-make-soap
http://kars1918.wordpress.
com/2013/09/17/kemalist-frenchbritish-merchants/Tarihçi Vlassis
Agtzidis’in kendisine ait web sitesinde
Elence yayınlanan belgeler de mevcuttur.
http://devrimcikaradeniz.com
Zirve Katliamının 5 Sanığı Serbest
2007'de 3 kişiyi, 'Hıristiyan oldukları için' boğazını
keserek öldüren 5 katil serbest bırakıldı!
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İttihat ve Terakki
(1. Jöntürk) döneminde Büyük Kürt Sürgünü
1915 Soykırım süreci yada İttihat ve
Terakki dönemi (1. Jöntürk) Hıristiyanlar için kabus olduğu kadar, Türk
olmayan Müslümanlar içinde bir kabustur. Kısaca İTC Türk olmayanları
katliamdan soykırıma uzanan bir muameleye tabi tutmuştur. Kemalist (2.
Jöntürk) dönemde de bu politikada değişiklik olmadığını daha ince ve rafine
bir şekilde sürdürüldüğünü biliyoruz.
Her iki dönem de kendilerine gerek
kalmadığında katliamdan soykırıma
uzanan muamele uygulanan grupların
başında da, Ermeni soykırımında İslam kardeşliği çerçevesinde İttihat ve
Terakki ile işbirliği ve tetikçilik yapıp
Ermenileri ve Süryanileri (Asuri-Nasturi-Kildani) tarihsel topraklarından
Soykırımla kazınmasına yardımcı olan
en büyük gruplardan biri olan Kürtler
gelmektedir. Kürtler işleri bittiğinde
sürgüne tabi tutularak ölüme terk edilerek İTC ile işbirliğinden nasiplerini
alırlar. Kürtlerin ödülü kışın ortasında
sürgün ve açlıktan donarak ölümdür.
Ancak bu sürgünler işlenmemiş bir konudur. Bu konuda Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi İskan Fonu Arşivinde
bir çok belge araştırmacıları beklemektedir. 2. Jöntürk döneminde de
Kürtlerin Kemalistlerle olan işbirliği
Kemalistlerin bu coğrafyanın kadim
halklarını kazıdığı milli mücadele denilen etnik temizlik döneminin büyük
ölçüde bitmesiyle birlikte Kürtlere
ihtiyaç kalmayıp, Kemalistlerin Kürtlerle olan işbirliği tek yanlı olarak kesilmiş, Kürtlere uygulanan muameleler
sürgün, katliam ve soykırıma varan
evrelere uzanmıştır. Kürtlerin Kemalistlerle milliyetçi hareket dönemindeki flörtü oldukça fazla işlenmesine
rağmen yeterince ders alındığı söylenemeyeceği de bir gerçektir.
Son günlerde İTC ve Kürt ilişkileri sorgulanması İslam kardeşliğinin
sonucunun nereye vardığı görmek ve
tarihe ışık tutması bakımından önem-
Kürtlerin ne kadar sebebiyet verdiğini
bilmiyorum. Bildiğim, sürülenler arasında, savaşın başında Ruslara karşı
meydanda cesurca savaşmış ve Türklerin şimdi kendilerine böyle muamele
etmesini nankörlüğün alası olarak gören yüksek rütbeli Kürt subayların da
olduğuydu.
Sait Çetinoğlu
lidir. Tarih eğer tekerrür ederse birincisi trajedi iken, ikicisi komedi olur
denmiştir!
1. Jöntürk/İttihat dönemi Kürtler için
trajedi iken (2. Jöntürk) Kemalistlerle
olan flört dönemi komediye denk gelir.
Kürtler komedi evresini atlatıp atlatamayacağı 2013 Newroz'u ile gündeme
taşınan islam kardeşliği ve stratejik
işbirliği kavramlarının tartışılması ve
sorgulanmasından geçer. Temennimiz
o dur ki İslam kardeşliği çerçevesinde
Orta Doğu'da stratejik işbirliği de tarihin ışığında sorgulansın!
Sorunun daha iyi anlaşılması bakımından başa dönmekte yarar vardır diye
düşünerek, sorgulamaya katkı çerçevesinde İttihat ve Terakki döneminde
bu coğrafyayı Kan ve Gözyaşı Ülkesi
olarak adlandıran İttihat/Kemalist dönemlerinin tanığı olan Jacob Künzler'e
sözü bırakıyoruz. Künzler'in sözleri
başka bir yoruma gerek bırakmamaktadır.
"Ermenilerin kökünü kazımak isteyen
Jön Türklerin, aslen Ermenistan'ın yukarı bölgesinde yaşayan ve kendi dinlerinden olan Kürtleri de evinden yurdundan ettiğini hiçbir Avrupa gazetesi
yazmamıştır. Başta Ermenilere de yapıldığı gibi, Kürtlerin güvenilmez insanlar olduğu ve Rusların tarafına
geçebilecekleri bahane edilerek uygulandı bu. Böyle bir sonuca varmalarına
1916 kışında, Çapakçur, Palu, Muş
bölgelerinden, Erzurum ve Bitlis vilayetlerinden Kürtler sürüldü. Tahminen
300.000 civarında Kürt güneye gönderildi. Önce Yukarı Mezopotamya'ya,
en çok da Urfa civarına yerleştirildiler.
Fakat batıda Antep ve Maraş civarında
konaklayanlar da vardı. 1917 yazında
Konya ovasına nakiller başladı. Genç
Türklerin niyeti, Kürtleri kendi vatanlarında bırakmamaktı. İç Anadolu'da,
Türklerin içine karışarak yavaş yavaş
kaybolacaklardı Kürtler.
Sürgün konvoylarındaki Kürtlere yapılan muamele Ermenilere yapılan muameleden çok farklıydı. Yolda hiç eziyet
çekmediler, kimse onlara dokunamıyordu. Fakat en korkuncu, sürgünlerin kışın ortasında yapılmış olmasıydı. Akşam Kürt kafilelerinden biri bir
Türk köyüne geldiğinde, köylüler korkudan hemen kapılarını kapatıyordu.
Bu yüzden bu zavallı insanlar kışın
ortasında geceyi yağmur ve kar altında
geçirmek zorunda kalıyorlardı.
Ertesi sabah köylüler, donarak ölenler
için toplu mezarlar kazıyorlardı. Nihayet Mezopotamya'ya varabilenlerin
acıları da uzunca bir süre son bulmadı.
Kürtlerin yarı yıkılmış Ermeni mahallelerine yerleştirildiği ve hükümetin
ekmek dağıtarak sefalete çare bulmaya çalıştığı şehirlerde önceleri durum
idare ediyordu. Fakat köylülerin Kürtlerden çekindiği ve zaten bitmek üzere olan erzaklarını korkuyla onlardan
sakladığı köylerde durum farklıydı.
Buralarda kıtlık başlamıştı sürülen bu
zavallı insanlar arasında. Ermeniler
için yaptığım kurtarma çalışmaları hü-
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kümet tarafından hasetle ve kıskançlıkla izlendiği için ve insanoğlu olarak
nihayetinde kardeşimiz olan Kürtlerin
çektiği acılar beni derinden etkilediği
için 1916 yılının Aralık ayında Halep'e
gittim. Niyetim oradaki konsolosları
bir yardım kampanyası için harekete
geçirmekti. Böyle bir kampanyanın,
Ermenilere yapılan yardımlar için de
olumlu sonuçlar doğuracağına inanıyordum. Hem Alman konsolosu
hem de Amerikan konsolosu talebimi
olumlu karşıladı. Dönüşte, yardıma
ihtiyacı olanların sayısı hakkında bir
fikir edinebilmek için Suruç ve Harran
ovalarındaki köylerden geçtim. 30.000
civarından insan bulunuyordu ve buna
her gün kuzeyden gelen yeni kafileler
ekleniyordu.
Aralık ayı sonunda konsoloslardan
olumlu cevap aldım ve hemen akabinde Amerikan konsolosluğundan Bay B.
yanında 150.000 frankla beraber geldi.
Alman konsolosu da 300 Ltq. (7.000
Frank) gönderdi bana. Farklı bölgelerden toptan buğday ve arpa satın alarak,
açlık çeken insanlara dağıtma teklifim
kabul edildi.
Ocak ve Şubat aylarında, güvendiğim
birkaç insan aracılığıyla birçok köye
tahıl dağıttırdım. Kolay bir iş değildi
bu. Neler olduğunu görmek için birçok
kez kendim de köylere atla gittim.
Köyün birinde, buğdayın kalan kısmı
sözleşme şartlarına uygun kalitede
değildi. Bu köydeki aç insanlara, dört
saat mesafedeki başka bir köye gitmelerini, orada dolu bir depomuz olduğunu söyledim. Fakat insanlar feryat
figan etmeye başladılar. Yarı çıplak,
gözleri çukura kaçmış insanlar yalvararak ayaklarıma kapandı. Kötü de
olsa bu buğdayı vermemi istiyorlardı.
Bunu da yiyebileceklerini söylediler.
Israrlarına dayanamadım. Yanıma bu
kalitesiz buğdaydan bir miktar alarak
şehre götürdüm. Burada buğdayı satıcıya göstererek, zararı karşılaması için
bir ton iyi kalite buğday aldım ondan.
Ancak satın aldığımız buğdaylar kısa
bir sürede tükendi. Bu arada bahar
geldi, iyi bir hasat bekleniyordu. Köylerdeki Kürtler ot yiyerek açlıkla savaşmaya çalışıyorlardı. Hasat vakti geldiğinde onlara da iş çıktı. Araplardan
daha iyi anlıyorlardı bu işten. Mahsulü
toplamaya yardım ettiler. Fakat 1917/18
kışında yeniden kıtlık baş gösterdi. İyi
mahsul alınmasına rağmen korkunç bir
kıtlık başladı. Sürgün edilen Kürtlerin
hemen hepsi kurbanı oldu bu kıtlığın.
Sadece Ermeniler ve Kürtler değil,
Araplar da Jön Türklerin imha planı
dahilindeydi. Onların da budanması
gerekiyordu kanlı eylemlerle. Fakat bu
plan gerçekleştirilemedi, Arapları ele
geçirmek zordu çünkü. Arkalarında
İngilizlerin olduğu da biliniyordu. Bir
jandarma subayı, Türklerin savaştan
galibiyetle çıktıktan sonra Arapların
da hesabını göreceğini, şahsen Arapları kılıçtan geçirmekten çok memnuniyet duyacağını söyledi bana."
Aras Yayıncılık İth. İhr. Ltd. Şti.
İstiklal Cad. Hıdivyal Palas
No: 231/Z - Tünel / Beyoğlu 34430
Tel: +90 (212) 252 65 18
E-posta: [email protected]
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ALEVİ'NİN KESTİĞİ YENMEZ
ALEVİ HAKİMİN KARARI
HÜKÜM OLMAZ
Muaviye soylu talancı çete böyle
düşünüyor. açık açıkta söylüyorlar
bunu. Bu anlayış tarihsel, güncel
bir kin ve düşmanlığı dile getiriyor.
Kestiğimizi yemezlermiş, itte
yemiyor! İnsanlık düşmanlarına
lokmamız nasip olmasın. Ama
dönüp kendimize bakmalı ve ne
yapmalı diye sormalıyız! Biz de
sizdeniz gibi, yok aslında hiç bir
farkımız gibi sözlerle yanaşmalığa
mı soyunmalıyız yoksa başı dik bir
biçimde bağımsız Alevi kimliğimizi dile getirerek ışıklı yolumuza
devam mı etmeliyiz?
Bozatlı Hızır yardımcımız olsun!...
Av. ali yıldırım
hop hop hele dur bakalım?
peki yez-it ırkçı katliamcı ittihatçı chp’in ekmeği yenirmi?! K. ELİ
JET-PA
Holdingin Başkanı
Fadıl Akgündüz:
Oyum BDP'nin
fadil-akgunduz 117058Siirtli
işadamı Jetpa Holding Yönetim
Kurulu Başkanı M.Fadıl Akgündüz,
30 Mart yerel seçimlerinde, barış
sürecine büyük destek veren Barış
ve Demokrasi Partisi'ne (BDP) oy
vereceğini açıkladı.
Siirt Belediyesi tarafından
Öğretmen Evi'nde düzenlenen
plaket törenine davetli olarak
katılan Akgündüz, 30 Mart
yerel seçimlerinde Siirt'te oy
kullanacağını ve oyunu da
BDP'ye vereceğini söyledi.
kaynak:
http://rojevakurdistan.
org/index.php/kuerdistan/13183jet-pa-holdingin-bakan-fadlakguenduez-oyum-bdpnin
(ey cc. allah bizi bu ittifaktan
koru amen - Kızılbaş Eli)
Cuma günü eve giderken "Neden 8
Mart'a Dersim yöresel kıyafetlerim
ile gitmiyorum?" diye sordum kendime. "Elimde zazaca slogan ile 8
Mart'a kıyafetlerimle gideceğim."
dedim kendi kendime. Arkadaşlarım
tarafından ilgi ile karşılanıp bolca fotoğraf çekileceğini tahmin edip heybemi şiirlerle doldurdum. 8 Martta
unutulmaya yüz tutmuş bir dilde şiirler yazan bir kadın ile dayanışacağım
dedim. Benim yanıma gelip benim ile
sohbet eden, benimle fotoğraf çekilmek isteyenlere unutulmaya yüz tutmuş bir dilde şiir yazan sevgili Berfin
Jele'nin elime ulaşmış zazaki şiir kitaplarını aldım ve fotoğraf çekilmek
isteyenlere sattım.
Tanıdığım ve tanımadığım bir çok
kişi gelip kıyafetimden dolayı beni
tebrik etti. Tek Dersim yöresel kıyafeti giyinen bendim. Bundan sonra özel
günlerde yöresel kıyafetleri giyinme
ve zazaca pankart taşıma kararı aldım ve bir kaç Dersimli arkadaşdan
da söz aldım. Onlarda artık yöresel
kıyafetler ile eylemlere katılacaklar.
Dersimli bir arkadaşım(erkek) beni
diğer Dersimli bir arkadaşa(erkek)
göstererek "Ne güzelmiş olmuş dimi
Deniz? Vallahi çok hoşuma gitti
Dersim'in yöresel kıyafetleri ile gelmesi. Bundan sonra ben de şalvar
giyineceğim." tarzı şeyler diyince diğer Dersimli arkadaş Dersim kıyafeti
giyinme gibi Dersim'e dair kültürel
faaliyetleri yani "Dersimciliği" sevmediğini söyledi. Dersimli olmayan,
tanımadığım insanlar bile gelip tebrik ederken Dersimli birinin bu söylemine şaşırmadım. Elmanın kurdu
kendi içinde.
Dün ilk defa yöresel kıyafetler ile sokağa çıktım ve dün bir ilk daha oldu
benim için...
Cuma günü tanıştığım sevgili Maya
Elif Yıldız beni Zone Xızır'ı unutmayan, ilerletmek isteyen ve bildiklerini
paylaşmak isteyen Pülümürlü genç
ve güzel Serap Hoca (Sere Sueño
Mezopotamya) ile tanıştırdı ve dün
hep beraber, güle oynaya, birazda
konuşamamanın verdiği utangaçlık
ile zazaca kurs yaptık. Dün anadilimi öğrenmek için benim için önemli
bir gün idi. Dün çok mutlu oldum dil
kursuna gitmekten çünkü umudum
bu dilde... İşte böyle "Kirvem hallarımı aynı böyle yaz, rivayet sanılır
belki..."
Cemal Taş / Cila Dersim
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kardeşliğin
Doğan oturacaktı. Alevi Çalıştayı’nın
daha ilk oturumunda “önce tanımda
anlaşalım” dayatması ve söylemlerindeki “solcu Aleviler” ötelemesi anımsanacak olursa Doğan’ın öne çıkarılması, teşvik edilmesi hiç de garip
değil.
değil Aleviliğin
inşası...
Sünni soslu Alevilik
KELİME ATA
Bir Sünni cemaat, Aleviler adına Aleviliğe yapacağı müdahaleler için vakıf
kuruyor, cami ve cemevini aynı avluda
buluşturuyor. Murat edilen, Sünnileri
ve devleti mutlu eden 'makul bir Alevilik'
Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi Vakfı Başkanı Prof. Dr. İzzettin
Doğan’ın daha geçen hafta düzenlenen
İnanç Önderleri Toplantısı’nda yaptığı
konuşma, cami-cemevi projesi AKP
-cemaat ve İzzettin Doğan üçgeninde
Aleviliğe dair ne tür toplum mühendisliği çalışmalarının yapıldığını deşifre
eden ve gelecekle ilgili ipuçları veren
çok kıymetli bilgiler içeriyor.
Doğan, tıpkı devlet gibi güvenlik konseptiyle ele aldığı Aleviler konusunda
hükümeti uyardığını, hükümetle birlikte vakıf kurulması konusunda uzlaşma sağlandığını belirtiyor ve “Bir
davetiye geldi. Devletin kendisi Hacıbektaş Vakfı’nın kurulması için 750
milyar lira para ayrılıyor. Ben bunu
beceriksizce yetersizce değerlendiren
bir hoca olarak, bizim amacımız Alevilerin bütünleşmesi ben çekiliyorum
o halde dedim. Birçok dernekler kurulmaya başlandı. Sünni kökenli vatandaşların dernek başına getirilmesi
bizim için onur sayılırdı. Ama Sünni
olduğunu gizlememek kaydıyla” diyor.
Anlıyoruz ki İzzettin Doğan, hükümetin dedelere maaş verecek bir vakfın
kurulması konusunda çok da şeffaf
olmayan bir devlet projesine ortak olmak istemiş ama bertaraf edilmiş; cami-cemevi buluşmasına bakılırsa o da
Gülen cemaatinin şefkat ve desteğine
sığınmış.
Yontulması gereken Aleviler
Hükümet ve Gülen cemaati, “Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz
getiririz” ifadesiyle anlamlandırılan
bir yöntemi, uzun zamandır yürütüyor. Yani Fethullah Gülen’in deyimiyle
“yontulması gereken Aleviler”in karşısına yapay örgütler çıkararak ve onları muhatap alarak Aleviliğe yeni bir
elbise giydirmenin derdindeler. Amaç,
Sünnilerin ve Sünni devletin kabul
edebileceği, Sünniliğe benzeyen makul bir Alevilik inşa etmek.
Alevilerin inanç ritüellerini “sapıklık,
cümbüş, eğlence” olarak gören egemen
din anlayışının savunucuları, siyasi
uzantıları, dini çevreler ve hükümetin, Aleviliğin Avrupa ülkelerinde
bağımsız bir inanç kabul edilmesini
içine sindiremediği ayan beyan ortada.
Avrupa’daki gelişmelerin Türkiye ’yi
etkilemesi kaçınılmaz olduğuna göre,
hazır Aleviliğin temel kurumları modern yaşam içinde işlevsizleşmişken,
geleneksel dede-talip ilişkisi hasara
uğramışken, Alevi örgütlülüğünün
Aleviliğe dair sorunlara ve sorulara
yanıt üretememesinin yarattığı boşluk
devam ederken yeni bir Alevilik inşa
edilmelidir. Yaşadığımız sürecin özeti
ne yazık ki bu. Alevi Çalıştayı Nihai
Raporu’nda cemevleriyle ilgili yapılan
tespite bakalım isterseniz: “Bu mekanların birer ibadethane olarak kabul edilmesiyle cemevi- cami/ mescid
ayrışmasıyla sınırlı kalmaksızın dinde
ayrışma ve bölünmeye yol açılacak, bu
da toplumsal birlik ve beraberliği bozacaktır.” Dolayısıyla sorunun tarafları
“Aleviler, Sünniler ve devlet”. Bu müzakere masasına Aleviler adına elbette
ki Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi Vakfı Başkanı Prof. Dr. İzzettin
Fethullah Gülen- İzzettin Doğan ve
Doğan’ın hükümetle ilişkileri dikkate
alındığında derinlerde kotarılmış bir
teolojik ittifak açığa çıkar. Bu ittifak
aynı zamanda güvenlik odaklıdır. Yani
cami-cemevi projesinin kendisi teolojik, Mamak gibi tarihsel olarak solun
güçlü olduğu bir bölgenin seçilmiş olması da siyasidir.
Cem Vakfı, kendi cemlerinde içerik
olarak cami-cemevi buluşmasını zaten sağladı. Örneğin, ceme gelen başı
açık kadınların eline başörtüsü tutuşturmak, kabul etmeyeni ceme sokmamak, semah dönenlere tek tip kıyafet
giydirerek bir nevi üniformaya kavuşturmak, cemin içine ayrıca Mevlevi
semasını sokmak, Alevi dedelerini gri
pasaportla gizlilik içinde yurtdışına
göndermek gibi ritüel ve uygulamalar
teolojik sentezin yansımalarıydı. Sembolik olmadığı anlaşılan ve İstanbul
Kartal, İzmir Çiğli, Gaziantep, Adana
ve Çorum’da yapılması düşünülen cami-cemevi projesi, işte bu sentezin binası oldu sadece.
Kaldı ki, cami-cemevinin yanyana
yapıldığı yerel örnekler de yok değil.
Ordu’da, Zonguldak’ta, Amasya’da,
Orta Anadolu’nun kimi illerinde camicemevi yanyana kullanılıyor ve bunların bir kısmı da cemaat eliyle kurulan
ve adında Alevi - Bektaşi sözcüğünün
geçtiği dernekler tarafından yapıldı.
“Cami cemevi yaptırma dernekleri”nin
de açılmaya başlandığını da bu vesileyle anımsatalım.
Yerel örneklerin sonuçları Sünniliğe
benzeyen bir Aleviliğin oluşumu konusunda olumlu sonuçlar vermiş olmalı ki, daha büyük ölçekli Tuzluçayır
örneği gündeme geldi. Bazı bölgelerde
murat edilen şey elde edilmiş. Örneğin
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Zonguldak’ta “Namaz saatlerinde camide namaz kılan köylüler, daha sonra
cemevinde cem ibadetlerini yapıyorlar”. Ha keza Fatsa’da Hz. Ali Cami ve
Cemevi’nde vakit namazları kılınıyor
istenirse cem oluyor. Caminin imamı da bir Alevi. Gülen’in “yontulmuş
Alevi”si böyle olsa gerek.
daş ve Cumhuriyet ilkelerine bağlı
Türk milletinin milli ahlaki manevi
ve kültürel değerlerini benimseyen
koruyan ve geliştiren insan haklarına
ve Anayasanın başlangıcındaki temel
ilkelere dayanan demokratik laik ve
sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye
Cumhuriyetine karşın görev ve sorumluluklarını bilen eğitim çerçevesi
içinde katılımcı bir sivil toplum hareketi eğitimli ve sağlıklı nesiller yetiştirmektir.”
Vakıf ve kurucuları
Tuzluçayır’daki örneğe dönecek olursak, üzerinde durmamız gereken bir
başka konu projeyi uygulayan vakfın
yapısı ve projenin finansmanı. Cami-cemevi projesinin hayırlı tarafı,
kendilerinde Aleviliği şekillendirme
misyonu gören Sünni çevrelerin ve
de hükümetin Aleviliği dizayn amaçlı
yapay örgütler kurdurduğunun deşifre
edilmesi. Bu, spekülasyonu yapılan bir
konu olmaktan çıktı ve gerçekliği sabit oldu. Artık hiç kimse “Cemaat de
hükümet de Aleviliği inşa etmek üzere
dernek ve vakıflar kurduruyor” cümlesine itiraz edemez.
Projeyi yürütmek üzere kurulan Hacı
Bektaşi Veli Kültür Eğitim Sağlık ve
Araştırma Vakfı, 2 Mart 2013 tarihli
Resmi Gazete’deki bilgiye göre 60 bin
lira sermayeli. Vakıf kurucuları Kemal
Kaya, Mehmet Recep Tiryaki, Muharrem Tandoğan, Haydar Malçok ve
Necip Kayalı. Haydar Malçok, İzzettin
Masumiyet nerede?
Doğan’ın vakfının da üyesi. Merkezi
Ankara olan vakfın kuruluş senedinin
noter onay tarihi 25 Aralık 2012. Oysa
İzzettin Doğan, projeyi ilk telaffuz ettiğinde aylardan Nisandı. Demek ki,
süreç epey gerilere uzanıyor. Vakfın
amacı şöyle: “Türk toplumunun kültürel, bilimsel ve sosyal gelişimine hizmet etmek, verimli, etkin ve yüksek
düzeyde eğitim ve sağlık hizmetlerinin
yerine getirilmesine katkıda bulunmak, Alevi ve Bektaşi kültürü başta
olmak üzere Anadolu kültürlerinin yaşatılması ve tanıtılması doğrultusunda
sosyal ve kültürel çalışmalar yapmak,
yapılan çalışmaları desteklemek, Çağ-
Fethullah Gülen’in Gezi eylemlerini
değerlendirirken “çürük nesil” dediğini anımsadığımızda vakfın amaçları
arasında yer alan “sağlıklı nesil” vurgusu da çerçeve kazanıyor. Şimdi, Alevileri rencide eden, zavallı gösteren bir
finansman modeliyle cemaat sponsorluğunda yapılan cami-cemevinin Aleviler açısından pratikte yaratacağı sorunlara da hiç değinmeden şu soruyu
sormak istiyorum: Sünni bir cemaat,
Aleviler adına vakıf kurma hakkına
sahip olduğunu düşünüyor, proje geliştirip kendisine iktidar odaklarıyla ilişkiye meraklı bir Alevi buluyor,
projesini kabul ettiriyor, üstelik inşaat
ruhsatını “kültürel tesis alanı” olarak
alıyorlar, ayrıca imarıyla ilgili süreci
bekleyemeyecek kadar da acele içinde
ise “Masumiyet bu işin neresinde?”
devetin basit yürütmesi
olan hükümetten
kızılbaş alevilerin
sorunlarının
çözülmesin beklemek
biyatın kendisidir!
ne zaman kendi
sorunlarımız için kendi
demokratik siyasal
örgütlenmelerimizi
eker biçersek sorunlarımızın çözümünde
biz de taraf oluruz!
-kızılbaş eli -
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
KIRKISRAK’TA
DÜNDEN
BU GÜNE
ÖRGÜTLENME
Ali Ülger
Miladi tarihi 1794 yılında Akçadağ-Harunuşağı köyünden başlayan
göç; onca zorluk, sıkıntı ve geçiş döneminden sonra, bugünkü bölgeyi
(Kırkısrak’ı) yurt edinirler. İlk gelenler büyük köy (Dihe Gir) Kale mıntıkasında dam, haydan ya da kıl çadırlar
kurarak yerleşirler. Bu göçler sırasında, sonradan Kızılbaşlığı geçen bazı
kabileler de Kırkısrak’a göç ederler.
yöreye sahiplenmenin temelini atmış
olurlar. 1866-1867 yıllarında 80 tosun
400 koyun bedel ödeyerek, Binboğaların zirvesindeki Kırkısrak coğrafyasını satın alırlar. O dönemde Kırkısrak
Aziziye’ye (Pınarbaşı), Aziziye’de Sivas’a bağlı olduğundan Abo Memet,
Deve ve Qalo Sivas’a giderek yaşadıkları bölgeyi kayda geçirip sahiplenmiş
olurlar.
Bu bölgede asıl egemenliğini sürdüren
ve sahiplenen Cerid Aşireti Hacıbebeklerden Kadir Ağaoğlu, bölgeye yeni
gelen insanlarla iyi ilişkiler içinde olmaya özen gösterir. Mevcut toprakları
ekip biçmek kaydıyla ortak olmalarını
ve vergilerini vermek koşuluyla, Kadir
Ağaoğlu bu insanlarla anlaşır. Zamanla
ayakları yere sağlam basan Kırkısraklılar, 1840’lı yıllarda vergi ve ortaklık
payını vermeme, 1865’li yıllarda ise
gösterdikleri tepki ve karşı koymalarla
Kırkısrak’ın zorlu coğrafik koşulları,
burada yaşayan insanların dirençli yapılarını daha da güçlendirir. Zamanla
çoğalan nüfuslarından dolayı çevre
köylere (Pınarbaşı, Afşin) göç ederek,
oralarda da yeni yeni köyler oluşturan
Kırkısraklılar, 1960’lı yılların başında yurt dışına işçi alınmasıyla kısmi
olarak göç ederler. O güne değin kapalı bir toplum olarak yaşayan Kırkısrak halkı, yavaş yavaş büyük kentlere
göç ederek, mevsimlik işçi ve çeşitli
alanlarda iş sahibi olmaya başlarlar.
Bölge köyleri baz alındığında, eğitim ve öğretim düzeyi en yüksek köy
olma konumundaki Kırkısrak, Alevi
kültüründen ileri gelen eşitlikçi, özgür, devrimci ve demokrat düşüncelerinden dolayı başlangıçtan bu yana
safları belli olduğundan, 68 kuşağının devrimci mücadeledeki en önemli
alanlarından biri olarak egemenlerin
dikkatlerini üzerine çeker. 1970’lerde
başlayan devrimci mücadele sonrası,
bunun bedelini 12 Eylül 1980 Askeri
Cunta tarafından günlük yapılan operasyonlarla, halka uygulanan şiddet
ve işkencelerden dolayı, Kırkısrak o
dönemde bir işkence kampına çevrilir.
Yüzlerce insan tutuklanır, binlercesi ise yurt dışına çeşitli yollardan göç
ederek hemen hemen Avrupa’nın her
ülkesinde, Türkiye’de yargılandıkları
politik takipten dolayı iltica taleplerinde bulunurlar. Büyük bir çoğunluğu,
göçmen statüsü kapsamında o ülkelere
yerleşmiş olurlar. Ama hiçbir zaman
Avrupa’ya “yeni köyüm” ya da “yeni
evim” diyemezler. Yaşanan süreçte,
geldikleri yeni ortamlarında ister istemez birbirlerinden kopuk yaşamaya
başlar. Yaşanan kopukluklar sonucu,
kültürel anlamda bazı yozlaşmalar yaşandığı gibi, bunun yanı sıra özellikle
yeni neslin birbirini tanımaması, gelenekler ve inançsal temeldeki bu sıkıntıları ortadan kaldırmak, adına gerek
yurt içinde, gerek yurt dışında yapılması kaçınılmaz olan -görülen kopmalar a dur demek adına- yeniden birlik
olmak arayışları ve ciddi anlamda bir
örgütlülüğe gereksinim duyulduğu
gerçeği ortaya çıkar. Tüm bu arayışlar
sonucu, Türkiye’nin ilk Sanat Profesörü Kırkısraklı İbrahim Armağan’ın
önderliğinde, geniş katılımlı bir toplantı ile Ankara’da bir vakıf kurulması
kararı alınır. Sonuç olarak 16.10.1999
tarihinde “Kırkısraklılar Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Vakfı” kurulur.
Kurulan vakıf, üniversite düzeyindeki Kırkısraklı öğrenciler dahil olmak
üzere, çevre köylerdeki kimi öğrencilere verdiği burslarla çeşitli katkılarda
bulunur. Ayrıca köydeki ilköğretim öğrencilerine giysi, kırtasiye şeklindeki
katkıların yanı sıra, Kırkısraklı iş adamı Şükrü Uzun tarafından köy okulu
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yeniden onarılır, lojmanlar yapılarak
kalorifer sistemi kurulur, oluşturulan
kütüphane ile birlikte, bölgede-ilçe
merkezinde Bilgisayar Laboratuvarı
yok iken Kırkısrak’a bilgisayar laboratuarı da kurulur.
Değinilen kopuklukları aşmak adına,
her yıl temmuz ayının üçüncü haftasında Vakıf tarafından “Kültür Şenlikleri
ve Festivaller” düzenlenerek, yurt dışı
ve yurt içindeki Kırkısraklıları yeniden bir araya getirme düşüncesini eyleme geçiren Kırkısrak Vakfı, yalnızca
köydeki birlikteliği değil, yaşadıkları
coğrafyalarda da birlik olmanın gerekliliğinin tohumunu ekmiş olur. Kırkısrak Vâkıfı çalışmalarını sürdürmekte
olup, maddi durumu yetersiz olan üniversite öğrencilerine burs olanakları
sağlamaktadır.
Yurt dışında yaşayan Kırkısraklılar,
her yerde örgütlenme fikri doğrultusunda Londra’da bir dernek kurulması
kararını alırlar. Nihayet 2006 yılındaki
oluşum çalışmalarından sonra, Ocak
2007 yılında Londra “Kırkısraklılar
Dayanışma Merkezi”nin (KDM) kurulmasıyla ve daha sonra içinde bulundukları binayı da satın alarak, yurt dışında ortak bir evlerinin olması sevinci
ile dernek bünyesinde çeşitli etkinlikler düzenleyerek “Kırkısrak” adlı bir
dergi çıkarmaya başlarlar. Yayınlanan
bu dergi ile özellikle Kırkısrak Kızılbaş kültürünün yanı sıra, yurt dışındaki etkinlikleri konu edinerek, sekizinci
sayıdan sonra Kırkısraklıların dağınık
nüfüs yapılarından dolayı yayın yaşamına belli bir süre ara vermek durumunda kalır. KDM, Londra’da bir
kültür evi olmanın yanı sıra, kültürel
etkinliklere ağırlık vermekte, düğünler yapılmakta, cenazeler kaldırmakta,
ayrıca bünyesinde verdiği çeşitli kurslarla o bölgede yaşayan Türkiyelilere
ev sahipliği yapmaktadır. Çeşitli panel,
konferans, sergi ve özel günler dernek
binasında kutlanmakta olup, birlik ve
dayanışmanın en güzel örnekleri, etkin bir şekilde sürdürülmektedir.
Özellikle her Kırkısraklının uğrak yeri
olan Kayseri’deki köylerine daha yakın bir alanda, her durumda gidip ge-
linebilecek bir yerde olması nedeniyle,
birkaç yıldır konuşulan ve bir türlü yaşama geçirilmeyen, ancak kurulmasının çok elzem olduğu düşüncesiyle bir
derneğin kurulmasının alt yapısı uzun
süre tartışılır. Sonuç olarak 2013’ün
temmuz ve ağustos aylarında bu amaçla çeşitli toplantılar yapılır. Tüm bu
çalışmalardan sonra, Aralık 2013’te
“Kırkısraklılar Kültür ve Araştırma
Derneği” kurulur. Derneğin oluşum
aşamalarında, derneğin tüzüğüne Kırkısrak’tan ayrılarak farklı yerlerde kurulan köyler de -kapsamı genişletilerek
Kırkısraklıları yerelde birlik kılmak
- bünyelerine alarak büyük bir adım
atılmış olurlar. Kayseri Kırkısraklılar Derneği, 1 Mart 2014 tarihinde bir
salon etkinliği düzenleyerek, verilen
konserle başta Kayseri olmak üzere
yurt çapında adını duyurur.
Kayseri’de kurulan derneğin asıl amacını belirten yetkililer; Kırkısraklıları tek çatı altında birleştirip, köylerde
çeşitli sosyal ve toplumsal çalışmalar
düzenleyerek, halkın koşullar gereği
kopuk olan bağlarını yeniden toparlayabilmek, var olan Kızılbaş kültürünü
nesilden nesile aktarmak, gelecekte
de yaşatabilmeyi vurgulayan dernek
yöneticileri, köylerine her alanda sahip çıkarak dayanışma içinde olacaklarını belirtmişlerdir. BinboğalardaKırkısrak’ta doğa talanına (mermer
ocaklarına) karşı başlattıkları mücadelenin süreceğini, ağaçlandırma çalışmalarının yürütüleceğini, dernek
sözcüsüleri kendi öz kültürlerinin
kalıcılığı adına çeşitli etkinlik ve çalışmaların ileride de yapılacağını, bu
etkinliğin bir başlangıç olduğunu, örgütlü yapılarını genişleterek geleceğe
taşımanın böyle olanaklı olacağının
vurgulamışlardır.
KİMSESİZ Mİ?
Kimsesiz mi sandın beni çocuk!
Yirmi beş bin evladım var benim.
Bakma sen, sahipsiz değilim ben,
Ay parçası kızlarım var benim.
Cihan delikanlısı oğullarım…
Ne sandın, beni ey çocuk!
Hakikatçileri barındırır bedenim,
Ben anlı şanlı Kırkısraklıyım.
Çocuk, parsellenmiş de olsa
dağlarım,
Kimsesiz değilim ben.
Bak duyuyor musun bu sesi çocuk!
Binlerce kilometreler ötesi,
Almanya’dan, İngiltere’den
geliyor ses.
Ankara’dan, Kayseri’den,
Her yerden yükseliyor
çocuklarımın sesi.
Bak, Çandır’ın dumanlı tepesi,
Bavî Mamik beni korur.
Ben Hakikatçiler diyarıyım,
Yıkılmaya yüz tutsa da evlerim,
Her ilkbaharda şaha kalkarım.
Ne sandın çocuk!
Sırt sırta vermiş dağlarım var,
Ben anayım ana…
Yok, öyle teslimiyet bayrağını
çekmek,
Çocuklarım var benim…!
Kaynak:
Ali Haydar ÜLGER
“Dünden Bu Güne Kırkısrak”-2007
Şiir: Ali ÜLGER.
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dönme devşirme inkarcı asimilasyoncu ittihatçı ırkçı devlet partisi
TKP devletin katliam ve soykırımlarını desteklemiştir! lanetliyorm - k.eli
tırk solunun atası
tırk tkp devlet siyaseti dışında
olmadı! halen bu gün aynı
siyasetini sürdürmektedir
her aklı salim kızılbaş
evlatlarının bu alanı
terketmeleri hayırlı olacaktır
KIZILBAŞ ELİ
TKP’nin genel sekreteri İsmail Bilen’in
“Rundschau” dergisinin 32. sayısındaki
yazısında Dersim hakkında görüşleri
“İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt
aşiretlerinin yeni bir gerici ayaklanmasının bastırmakla uğraşıyor.
Feodal unsurlar, Kemalist Parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen
bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır.
Bu bölgeye geçtiğimiz yıl Tunceli adı
verilmişti. Dersimin hakim tabakaları
yürürlükteki yasalara rağmen, kendi
yasadışı ayrıcalıklarını koruyabilmişlerdir.
Halk Partisi (Kemalistler), iç pazarın
gelişmesini isteyen milli burjuvazinin
baskısıyla, geçen yıl Cumhuriyetçi
devletin bütün ağırlığını ortaya koyarak bu çağ dışı duruma bir son vermeye
karar verdi. Özel bir yasa çıkartarak
ölüm cezalarını onaylamak da dahil
olmak üzere geniş olağan üstü yetkilerle donatılmış askeri bir yönetimin bu
kendi başına buyruk vilayet TBMM’
nin yerine iş başına geçirildi. Amacı,
göçebeliğe son verme ve aşiret reisleriyle (şeyhler,beyler, ağalar ve şeyhler) onların kiralık adamlarını Batı
Anadolu’nun modernleşmiş vilayetlerine sürme hedefi güden bir reform planını zorla uygulamaktı.(…)
Bugün, Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden kendi iktidarlarını
tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz bir direnişi ile karşı karşıya
bulunuyoruz.
Kemalist hükümet TBMM’ de şu tedbir
kararlarını aldırmayı başarmıştır.
- Aşiretler bundan böyle tüzel kişiliğe
sahip olmayacaktır.Bu karara aykırı
tüm kararların, belgelerin ve hükümle-
rin hiç bir geçerliliği yoktur.
2-Aşiret reisinin beyin ya şeyhin tüm
yetkilerine son verilmiştir.
3-Aşiretlere ait olan ve aşiret reisleriyle
beylerin ve ağaların aşiret adına kendi
mülkiyetlerinde bulundurdukları bütün taşınmaz mallar mülkiyetleri hangi
resmi belgeye karar ya da geleneğe dayanırsa dayansın devletin mülkiyetine
devredilecektir.
İsyanın arifesinde tapu kadastro idaresi
feodal aşiret reislerini elinde bulunan
halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet tedbirlerini
uygulamaya başlamıştır.
Bu durumda feodalizm, kendi yasa
dışı egemenliğini iktisadi temellerini
tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu
hissetti.
İşte özellikle bu tedbir, isyana yol açan
neden olmuştur.
Kitleleri kendi peşlerinde sürükleyebilmek için feodal unsurlar hükümetin
silahlı kuvvetinin zayıf olduğu lafını
yaydılar.
Yaydıkları söylentiye göre, hükümet,
ayaklanmayı bastırmak için silahlı birlikleri göndermeye cüret ettiği takdirde İngilizlerle Fransızlar, Türkiye’ye
hemen savaş açacaklardı.
Ayrıca Arapların da isyancılardan yana
olduğu şeklinde haberler çıkartıldı.
Feodal unsurlar kamuoyunu bu şekilde
hazırladıktan sonra bir çok aşiret kendi
arasında ittifak yaptı ve “genel müfettişe” yazılı bir açıklama göndererek idari makamlarla anlaşma temeli olmak
üzere utanmazca şartlar ileri sürdü.
İstedikleri şey hükümeti feodal yöneticilerin zorbalığa dayanan keyfi rejimlerini tasfiye yolunda aldığı tüm tedbirlerden vazgeçmeye zorlamaktı.”
(aktaran) Hasan Sağlam
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
PKK'nın yeni Ermeni söyleminin arkasında devlet var
Anadolu Ermenileriyle ilgili çalışmalarıyla tanınan tarihçi Taner Akçam,
KCK Eşbaşkanı Bese Hozat'ın "Ermeni ve Rum lobileri de paralel devlet"
sözlerine ilişkin çarpıcı değerlendirmeler yaptı.
nin de bunu tekrar etmesinin arkasında Türkiye devleti var gibi gözüküyor.
Kanaatim o ki, Öcalan’a devlet söylettirdi bunu.
- Neden devlet, Öcalan’a bunu söyletmiş olsun?
Radikal
KCK Eşbaşkanı Bese Hozat’ın “Milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri de paralel
birer” sözleriyle başlayan tartışma sürüyor. Hozat’ın sözlerine Ermeni toplumundan, sosyalistlerden ve ardından
HDP içindeki Ermeni ve Rumlardan
gelen tepkilerin yanı sıra HDP Genel
Merkezi de konuyla ilgili bir açıklama
yayınlamıştı.
Agos gazetesi, özellikle sol siyasi
çevreler ve Kürt hareketi çevresinde
tartışma ve değerlendirmeleri devam
eden bu konuyla ilgili olarak, Anadolu Ermenilerinin tarihine ilişkin çalışmalarıyla tanınan Taner Akçam’la bir
söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşiyi yapan
Ferda Balancar, 70’li yıllarda sosyalist
hareket içinde aktivist olarak da bulunan Taner Akçam’ın, “siyasi geçmişi
itibariyle Abdullah Öcalan’ı ve PKK’yı
yakından tanıyan gözlemcilerden biri”
olduğuna da dikkat çekiyor.
Akçam, Bese Hozat’ın söyleminin, sadece PKK’ya değil, genel olarak Kürt
siyasi hareketlerine de ‘oldukça yabancı’ bir söylem olduğunu söyleyerek şu
değerlendirmeyi yapıyor: “Öcalan’ın
bu tür bir açıklama yapmasının ve diğerlerinin de bunu tekrar etmesinin arkasında Türkiye devleti var gibi gözüküyor. Kanaatim o ki, Öcalan’a devlet
söylettirdi bunu”.
Akçam’ın çarpıcı bir başka değerlendirmesi ise şöyle: “Hıristiyan toplulukların adalet arayışlarının, Kürtlerin özgürlük sorununun alt bir unsuru olarak
ele alınıyor. Özetle söylenen; Kürtler
özgür olursa, Hıristiyanların sorunları
da çözülecektir! Oysa özgürlük ve adalete ilişkin sorunlar birbirlerinden ayrıdırlar. Kürtler özledikleri özgürlüğe
kavuşsalar bile, Ermenilerin, Süryanilerin adalete ilişkin sorunları çözülmeyebilir.”
Ferda Balancar’ın Taner Akçam’la
Prof. Dr. Taner Akçam
yaptığı röportajın bir bölümü şöyle:
- Bese Hozat’ın açıklaması PKK yönetimi için istisnai bir açıklama mıdır?
Yoksa PKK/KCK siyasi kültüründe
belli bir gerçeğe mi işaret ediyor?
PKK türü Stalinist yapılarda, ‘siyasi
kültür’ konusunda çok dikkatli olmalıyız. Bese Hozat’ın ve Rıza Altun’un
sarf ettikleri sözlerin ne anlama geldiğini bilip bilmediklerinden emin değilim. “Önder Apo böyle bir söz söyledi
ise, bunda bir hikmet vardır” deyip,
tekrar ediyorlar, galiba. Bu söylemin
giderek bir ‘siyasi kültür’ halini alma
potansiyelinden söz edebiliriz ancak.
Ama Önder Apo, yarın “ben onu o
anlamda değil, şu anlamda söyledim”
diye bir başka açıklama da yapabilir.
Ve Bese Hozat ile Altun da önderlerinin sözüne göre kendi tutumlarını düzeltirler. Fakat ben bu söylemin, PKK
için çok yeni olduğunu düşünüyorum.
Sadece PKK’ya değil, genel olarak
Kürt siyasi hareketlerine de oldukça
yabancı bir söylem bu. Öcalan’ın bu tür
bir açıklama yapmasının ve diğerleri-
Son yıllarda, AKP ve PKK’nın bölgeye
yönelik, ağırlıklı Sünni İslam temelinde stratejik bir ortaklık arayışı içinde
oldukları biliniyor. Bu ortaklık arayışı
çerçevesinde, Öcalan’dan böyle şeyleri
söylemesi istenmiş, o da, bu tür sözleri
sarf etmekte fazla mahzur görmemiş
olabilir. Öcalan, AKP’ye ve Türk devletine, 2015 yaklaşırken, “soykırım işleri nedeniyle başını ağrıtmayacağım,
hatta senin yanındayım” mesajı veriyor. Bu söylemin büyük ölçüde PKKAKP stratejik yakınlaşmasının ürünü
olduğu kanaatindeyim.
- Öcalan'ın Ermeni meselesiyle ilgili
yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence, Öcalan için Ermeni meselesi
fazla önemli bir sorun değil, bir ayrıntıdır. Bu nedenle konu hakkında
takınılacak tutumun, hareketin pratik
ihtiyaçlarına göre değişiklik arz etmesinde mahzur da yoktur. Öcalan’ın
tutumu Mustafa Kemal’inkine benzer.
Mustafa Kemal, 1915 konusundaki
tutumunu, Misak-ı Milli’ye yapacağı
getiri ve götürülere göre hesaplıyordu.
Öcalan da öyle yapıyor. Kendisine göre
tespit ettiği bir strateji var. Kürt bölgesinin, doğrudan kendi liderliği altında,
PKK tarafından kontrol edildiği ve yönetildiği bir seçeneğin peşinde. Ermeni
sorunu, bu uzun vadeli stratejinin alt
ve önemsiz parçalarından bir tanesidir.
- Zaman zaman dile getirilen ‘Kürt
Kemalizmi’ tanımlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
PKK elbette Kürt İttihat ve Terakki
Partisidir ve bu anlamda Kürt Kemalizmini temsil eder. Kıyaslamada hata
olacağını zannetmem. Öcalan’ın, Mustafa Kemal’i kendisine örnek almasının boş retorik olmadığını düşünüyorum. Ama maalesef demokrasi kültürü
açısından PKK, İttihat ve Terakki ve
Kemalizm geleneğinin biraz daha gerisindedir.
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İstiklal Marşı'nı Orkestraya
Bir Ermeni Vatandaşın Uyarladığını Bilir misiniz?
Murat Bardakçı
İstiklal Marşı'nın kabulünün 93.
yıldönümü ve milli; marşımızın pek
bilinmeyen bir tarafı: Sözleri milli;
şairimiz Mehmed Akif'in, bestesi de
Zeki üngör'ün olan marşın ilk orkestra
düzenlemesi, Edgar Manas adında bir
ermeni vatandaşımıza aittir. Önümüzdeki çarşamba günü, İstiklal Marşı'nın
Meclis'te kabulünün 93. yıldönümü...
Marş ile ilgili olarak bundan senelerce önce başlayan tartışmalar hala
devam ediyor ama bestenin orkestraya kimin tarafından uyarlandığının
üzerinde pek durulmuyor. İşte, İstiklal
Marşı'nın beste macerası ve ilk orkestra düzenlemesini yapan Ermeni vatandaşımız Edgar Manas'ın öyküsü...
BU hafta milli; marşımızın, yani
İstiklal Marşı'nın kabulünün 93. yıldönümü...Türkiye'de senelerden buyana
devam eden bir tartışma vardır: İstiklal Marşı'nın doğru şekilde okunmasının güç olduğu söylenir, bir kesim
marşın bestesinin değiştirilmesini
ister, karşı taraf marşın anayasal koruma altında olduğunu ve dolayısı ile
değiştirilmesinin bile teklif edilemeyeceğini söyler ama milli; marşımızın
başka özellikleri, mesela orkestraya
kimin tarafından uyarlandığı pek
bilinmez ve dolayısı ile bu konuda bir
şeyler yazılıp çizilmez... Zaten, milli;
marşımızın bestelenme macerası da
tuhaftır:Büyük Millet Meclisi, 1920'de
bir marş yarışması açtı. Kurtuluş Savaşı bütün şiddeti ile devam ediyordu
ve herkesin hep bir ağızdan, heyecan
duyarak okuyabileceği bir marşa
ihtiyaç vardı...önce güfte, yani marşın
sözleri belirlenecek; sonra bir başka
yarışma daha açılacak ve beste üzerinde karar kılınacaktı...
PARİS'TE YARIŞMA HAYALİ
Bir ara beste seçiminin musiki
konusunda çok daha tecrübe sahibi
olunan bir başka memlekette, mesela
Fransa'da yapılması ve Paris'te yabancı üstadların da yeralacağı bir jüri
oluşturulması gibisinden fikirler de
gündeme geldi. Ama, savaş içerisindeki bir memleketin müzik seçimi için
taaa Paris'te jüri toplamaya kalkışması biraz tuhaf kaçacağı için Fransa
hayalinden vazgeçildi. Sonrasını
kısaca hatırlatayım: Meclis'in açtığı
yarışmaya 700'den fazla eser gönderildi. Müsabakaya cephelerde savaşan
paşalar, mesela Kazım Karabekir bile
katıldı ve neticede Mehmed Akif''in
"kazandığı takdirde ödülü almamak"
şartı ile gönderdiği manzume birinci
seçildi ve Meclis'in 12 Mart 1921 günü
yaptığı toplantıda alkışlar arasında
defalarca okundu...DEVLET, JÜRİ
KURAMADI Sırada sözlerin üzerine
müzik giydirilmesi, yani Akif'in şiirinin bestelenmesi vardı; seneler önce
ortaya çıkan ve bugünlere kadar gelen
beste tartışmaları da işte o zaman başladı...Memleket hala savaş içerisinde
olduğu için, Akif'in şiirinin bestelenmesi iki sene ertelendi, 1923'e sarktı
ve 1923'ün 12 Şubat'ında İstanbul
Maarif Müdürlüğü'ne beste yarışması
açma vazifesi verildi.Yarışmaya 55
besteci katıldı. Sadeddin Kaynak'tan
Lemi Atlı'ya, Kapdanizade Ali Rıfat
Bey'den Ali Rıfat çağatay'a, Rauf
Yekta Bey'den Muallim İsmail Hakkı
Bey'e kadar Türkiye'de o günlerin
önde gelen müzisyenlerinin neredeyse
tamamı Mehmed Akif'in şiirini bestelemiş ve müsabakaya göndermişlerdi.
Asıl zorluk işte o zaman ortaya çıktı
ve devlet bir jüri teşkil edemedi! Zira
bu işi yapabilecek, yani en güzel besteyi seçebilecek kim varsa yarışmaya
aday olarak katılmıştı ve jüri teşkiline
imkan yoktu
YEDİ YIL LİSTE BAŞI OLDU
Bestelenen marşlar içerisinde hangisinin resmi; marş olabileceği konusunda
işte bu yüzden bir karar verilemeyince, besteciler kendi marşlarını kendileri tanıtma yolunu seçtiler ve bu işte
en başarılısı Ali Rıfat Bey veya son
senelerindeki ismi ile Ali Rıfat Çağatay oldu. Ali Rıfat Bey, başta "Tereddüd" olmak üzere, dillerden düşmeyen birçok Türk Müziği parçasının
bestecisiydi. Acemaşiran makamında,
mehteri andıran bir tavırda bestelediği marşı İstanbul'un Asya yakasında
ve Batı Anadolu'nun İzmir dışında
kalan yerlerinde okunur oldu. Rumeli
yakasında Zati Arca'nın, Edirne'de
Ahmet Yekta Madran'ın, İzmir'de
İsmail Zühdü'nün marşları; Ankara'da
ise sonraki yıllarda Cumhurbaşkanlığı
Senfoni Orkestrası halini alacak olan
"Riyaset-i Cumhur Orkestrası"nın şefi
Osman Zeki Bey'in bestesi hakimdi.
Ali Rıfat Bey'in marşı yedi yıl boyunca listebaşı oldu ve hatta devletten
tolerans gördüğü bile söylendi. Diğer
bestecilerden bazıları "Devlet sanki
onun bestesine sahip çıkmayacak da
bizimkileri mi icra ettirecek? Kardeşi
Samih Rıfat hem milletvekili, hem
de Maarif Vekaleti'ne istediği her
kararı aldırabilecek güce sahip. Tabii
ki ağabeyinin marşını okutturacak..."
diyorlardı.
MİLLİ EĞİTİMİN TALİMATI
Ama 1930'lara gelindiğinde, Ali Rıfat
Bey'in eseri aşağı sıralara indi ve bu
defa Riyaset-i Cumhur Orkestrası'nın
şefi Zeki Bey listebaşı oldu! Devlet
bu marş kargaşasına daha sonra bir
düzen vermeye karar verdi ve Maarif Vekaleti'nden o sene okullara ve
devlet dairelerine bir tamim yollandı.
Tamimde "Resmi; marşımız artık Zeki
Bey'in bestesidir, bundan böyle diğer
marşlar icra edilmeyecektir" deniyordu. İstiklal Marşı'nın o tarihten itibaren icra edilen bestesi işte bu şekilde,
yani bir yarışma ile değil, emirle milli; marş olmuştur ama "okunması zordur", "Türk gırtlağına uygun değildir",
"Güfte-beste uyumu bozuktur" ve
hatta "Batı Müziği'nin filanca eserinden alınmıştır" şeklindeki tartışmalar
hala devam etmektedir. Peki, 1920'li
senelerde bestelenen diğer marşların
akıbetleri ne mi oldu?
BİRÇOĞU HİÇ BİLİNMİYOR
Hemen hemen tamamı unutuldu,
sadece bir-ikisinin nağmesi musiki
meraklılarının hafızalarında kaldı, o
kadar... Musiki toplantılarında arada
bir çalınırlar, birkaçı İstiklal Marşı
konusunda yapılan CD'lere kaydedilmiştir ama 1923 Şubat'ında açılan
yarışmaya gönderilen ve yayınlanmış
olanlar dışındakilerin notaları büyük
ihtimalle halen Meclis'in arşivin-
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
de muhafaza edilen diğer marşlar
incelenmedikleri için kimin nasıl bir
beste yaptığı konusunda elimizde bilgi
yoktur.
FAVORİM İSMAİL HAKKI
BEY'DİR
Daha önceki İstiklal Marşları arasında benim favorim, Muallim İsmail
Hakkı Bey'in Rast makamında yaptığı
bestedir. Eski kayıtlarından birini
dinleyebilir yahut notasını temin ederek çaldırabildiğiniz takdirde, büyük
ihtimalle siz de beğenirsiniz. Zeki
üngör'in bestesinin pek bilinmeyen
bir başka özelliği daha vardır: Armonisi, yani orkestra düzenlemesi Edgar
Manas adında Ermeni bir vatandaşımız tarafından yapılmıştır ve ilk
bando düzenlemesi de İhsan Künçer'e
aittir. Senelerden buyana okuduğumuz
ve orkestralardan dinlediğimiz milli;
marşımızı orkestraya uyarlayan ama
isminden ve mevcudiyetinden sadece
konunun meraklılarının haberdar bulunduğu Edgar Manas'ın kim olduğunu merak ediyorsanız, bu sayfadaki
kutuyu okuyun...
KİLİSE KOROLARINI İDARE
EDERKEN MARŞIN ORKESTRASYONUNU YAPTI
İSTİKLAL Marşı'nın ilk orkestra
uyarlamasını yapan Edgar Manas
1875'te İstanbul'da doğdu, babası
Aleksi'nin ölümü üzerine 13 yaşında
iken İtalya'ya gitti ve Venedik'teki
Murad-Rafaelyan Kolleji'nde beş sene
okudu.
Podova Konservatuvarı'ndan füg ve
kontrpuan öğrenerek mezun olan
Manas 1905'te İstanbul'a döndü,
Gallia Korosu'nun şefliğine getirildi
ve 1912'den 1933'e kadar İstanbul
Konservatuvarı'nda hocalık yaptı, konservatuvarın orkestrasını ve
kadınlar korosunu idare etti. 1937'de
Patrikhane'nin Meryemana Kilisesi'ndeki Koğtan Korosu'nun şefliğine
tayin edildi, yirmi sene boyunca bu
koroyu yönetti ve Ermeni okullarında da solfej dersleri verdi. Musiki
hayatının 60. yılı Beyoğlu'ndaki
Atlas Sineması'nda 1954'te bir jübile
ile kutlanan Edgar Manas 1964'te
İstanbul'da öldü ve Pangaltı'daki
Ermeni Katolik Mezarlığı'na defnedildi. Türk Müziği'nin bazı meşhur
bestecilerine de batı müziği dersleri
vermiş olan Edgar Manas bir senfoni
ile bir oratoryonun yanısıra çok sayıda
başka besteler de yapmış ve bazı halk
müziği eserlerini de çok seslendirmişti (Kevork Pamukciyan'ın "Biyografileriyle Ermeniler"inden)
MİLLİ MARŞIMIZIN OLMADIĞI
YILLARDA MARŞ DİYE TEKBİR
GETİRİP TÜRKÜ OKURDUK
OSMANLI Devleti'nin milli; marşı
yoktu... Osmanlı tarihinde ilk defa bir
bando teşkil eden İkinci Mahmud'dan
itibaren her padişah için ayrı bir marş
bestelenmiş, bestelere "Mahmudiye",
"Azi;ziye" yahut "Hamidiye" denmiş,
yani hükümdarların isimleri verilmiş
ve törenlerde bu marşlar icra edilmişti.
Hükümdar marşlarının sözleri yoktu
ve sadece bando ile icra edilmeleri
için bestelenmişlerdi...Padişah marşı
geleneğini Sultan Vahideddin bozmuş,
"Memleket ateş içerisinde iken yeni
bir beste yapılmasına gerek yoktur"
diyerek adına marş besteletmemiş ve
tahtta bulunduğu dört sene boyunca
büyükbabası İkinci Mahmud'un marşını çaldırmıştı.
TUHAFLIKLAR YAŞANDI
Ama devletin bir milli; marşa sahip
bulunmaması, uluslararası toplantılarda bazı tuhaflıklara sebep oluyordu.
Milli; marşların karşılıklı okunmaları gerektiği durumlarda Türk tarafı
ALEVİLİK
NEDİR?
Ahmet Güven
sıkıntıya giriyor ve marş ile hiçbir alakası olmayan güfteli eserleri hep bir
ağızdan okumak zorunda kalıyorlardı.
DEVRİMDEN KALAN MARŞ
Mesela, 20. yüzyılın ilk senelerinde
Paris'te Osmanlı ve Fransız askeri;
heyetlerinin yaptıkları bir toplantıdan sonra Fransızlar 1789'daki
devrimden kalma milli; marşları
"La Marseillaise"i hep bir ağızdan
okumuşlar, sıra Türk tarafına gelince askerlerimiz marş niyetine tekbir
getirmişlerdi!
ENTARİSİ ALA BENZİYOR
Benzer bir garipliği Birinci Dünya
Savaşı'nın hemen öncesinde sipariş
ettiğimiz bazı gemileri teslim almak
için Almanya'ya giden bahriye heyetimiz yaşamıştı. Törende şampanyalar
patlatılmış, konuşmalar yapılmış,
uzun uzun Türk-Alman dostluğundan
bahsedilmiş ve sıra milli; marşların
okunmasına gelmişti. Alman tarafı Joseph Haydn'ın bir Hırvat halk
şarkısından esinlenerek bestelediği
"Deutschland, Deutschland über alles"
sözleri ile başlayan milli; marşlarını
okumuş, sıra bizimkilere gelince bir
şaşkınlık yaşanmış ama sıkıntı hemen
halledilmiş ve subaylarımız milli;
marş niyetine "Entarisi ala benziyor,
Sultan Reşad bana benziyor" türküsünü icra etmişlerdi!
Kaynak:
http://www.haberturk.com/
Son yıllarda, Alevilik adına
ortaya atılan sözüm ona
olumlugelişmeler açılımlar üzerine, çok sayıda yazar - çizer, dede,
Alevi Diyaneti’nin devlet temsilcisi konumundaki İzzetingibileri,
kalemlerini ellerine alarak,
devletle birlikte aynıkazanda
pişirilen bu yemekte, Cemevlerini de kullanarak,İslamiyet’le
bezenen bir Aleviliği yutturmaya
çalışmaktalar. Bukonuda son
yıllarda çok sayıda yayın olmasına
karşın, gerçekboşluğu dolduramayan, Kızılbaşlığa vurgu yapan
onca yayınakarşın, gerçekten
soru işaretleriyle dolu çoğu boş
yayınlara karşıelimizdeki bu yapıt
sanırım ciddi bir vurgu yapacaktır.
Ali Haydar Ülger
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Giresun’da
köylülerin
HES isyanı
Giresun’un Yağlıdere ilçesine bağlı
Hisarcık köyünde Bayburtlu ile Yarbaşı mahalleleri sakinleri, ilçeye bağlı Kanlıca köyündeki Hidroelektrik
Santrali’ne su taşıyacak olan su toplama havuzunun arazilerine yapıldığını iddia ederek mağduriyetlerinin
giderilmesini istediler.Hisarcık Köyünün Bayburtlu ile Yarbaşı Mahalleleri
arasına kurulan havuzun inşaatı nedeniyle susuz kaldıklarını ve arazilerine
giremediklerini anlatan köylüler, kendilerinden habersiz arazilerinde kamulaştırma yapıldığını belirttiler.
2011 yılında Giresun Orman Bölge
Müdürlüğü’nden aldıkları belgede kamulaştırılan alanın tarım ve iskan alanı olduğunu ifade eden arazi ortaklarından Hasan Özdemir, “Bizim tarım
arazilerimiz kadastro sonucu orman
arazisi oldu. Elimizde bununla ilgili
belgemiz var, ama bize sorulmadan
kamulaştırma yapıldı. Dilekçe verdik
ama bir sonuç çıkmadı. Yetkililer bize
sahip çıkmadı” dedi.
Arazilerinin kendilerine bilgi verilmeden kamulaştırıldığını iddia eden
Özdemir, “Baraj inşaatı başlarken
bize araziye girilmeyeceğini söyledi-
Herşey bir şaka gibi...
Katiller tek tek serbest!
1989-1990 Arjantinine hoş geldiniz!
Aklıma, sarf etmekten emin olup
olamadığım çok acı ve ama sert
cümleler geliyor: "Türklerden bu
kadar... Onlardan daha fazla tarihle
yüzleşme beklemeyin. Çapları ve
yapacakları bu kadar. Cumhurbaşkanlarının bile hırsızlık binasında
oturduğu, devlet kuran kadrolarının azımsanmayacak kadar katili
barındırdığı bir devlet ve milletin
yapacağı budur. Onlardan fazlasını
beklemeyin!"
Eğer hala eğlenmeye gücünüz varsa,
katillerin serbest bırakılmasında da
Hükümeti aklamayı beceren kalemleri okuyun!
http://www.hurriyet.com.tr/gun-
ler. Ancak kısa bir süre önce arazilerimizin kamulaştırıldığını öğrendik.
Kamulaştırma ile ilgili bir ilan bize
duyurulmadı, bir bedel de verilmedi.
Muhtar bilgisinin olmadığını söyleyerek ‘Hakkınızı arayın’ diyor. Kaymakamlık başta olmak üzere başvurduğumuz hiçbir yerden sonuç çıkmadı.
Şirket yetkilileri de bize ‘Yerlerin Orman Arazisi olduğunu, devletten kiraladık’ diyor. Bütün başvurduğumuz
yerlerden olumsuz yanıt aldık. Haklarımızı nasıl alacağız bilemiyoruz” diyerek yaşadıkları süreci anlattı.
Su toplama havuzunun yapıldığı yerin
kendilerine ait olduğunu ancak arazilerine girmelerine izin verilmediğini
kaydeden Özdemir, “Arazime ev yapmak istiyorum ama giremiyoruz. Bu
arazilerde su kalmadı, otlağımız kal-
madı. Hayvanlarımız telef oldu. Okul
yerimiz var, köprü sözü verdiler ama
yapmayacaklarını söylüyorlar. Havuzun üzerine yapılan köprüyü de kullanacağımızı belirttiler ama şimdi de
onu kullanamazsınız diyorlar. Çaresiz
kaldık, devletimizden yardım ve destek bekliyoruz” diye konuştu.
Konuyla ilgili açıklama yapan Üçtepe
Belediye Başkanı Harun Öztürk ise
konunun yargıda olduğunu belirterek
şirket yetkililerinin bu sonuca göre hareket edeceklerini ifade ettiklerini kaydetti. Öztürk, “Şirket yetkilileri bize
‘Mahkemenin sonucuna göre vatandaş
haklı ise vatandaşa, eğer yer hazineye
aitse her iki şekilde de ödeme yapılacak. Biz toplum adına yol, su, köprü
gibi ihtiyaçları da gidereceğiz’ dediler.
Şu an sonucu bekliyoruz” dedi.
Özel Yetkili Mahkeme
meydan okudu: Bizi
TBMM kapatamaz
ozel mahkemeİstanbul 13. Ağır
Ceza Mahkemesi Ergenekon Davası
sanıklarının tahliye taleplerini reddettiği kararın gerekçesinde "Özel
Yetkili Mahkemelerin TBMM tarafından kaldırılmasının Anayasa'ya
aykırı" olduğunu açıkladı.
13. Ağır Ceza Mahkemesi Ergenekon Davası sanıklarının tahliye
taleplerini reddetti. 13. Ağır Ceza
Mahkemesi Başkanı Hasan Hüseyin Özese, gerekçe yazısında
Özel Yetkili Mahkemelerin TBMM
tarafından kaldırılmasının Anayasa
'ya aykırı olduğunu açıkladı. . Özese, mahkemenin bu konu ile ilgili
Anayasa Mahkemesi'ne başvuruda
bulunduğunu söyledi.
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Tahliyelerin adı kondu: "Ergenekon'dan Çıkış!"
.............
Ergenekon davasında tahliye taleplerini değerlendiren ağır ceza mahkemelerinden tutuklu sanıklar hakkında
ardarda tahliye kararları geliyor.
İlk olarak 21. Ağır Ceza Mahkemesi
Tuncay Özkan, Levent Göktaş ve Sedat Peker'in tahliyesine karar verdi.
İlerleyen saatlerde 2. Ağır Ceza
Mahkemesi'nden avukat Kemal Kerinçsiz, emekli albay Dursun Çiçek
ile Danıştay saldırısı faili Alparslan
Arslan; 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde
eski özel harekatçı İbrahim Şahin için
tahliye kararı çıktı.
Bu kararı Yalçın Küçük, Merdan Yanardağ, Alaattin Sevim, Hasan Iğsız,
Mehmet Ali Çelebi, Şener Eruygur'un
tahliyeleri izledi.
Akşam saatlerinde de İşçi Partisi
lideri Doğu Perinçek'in de tahliyesine
karar verildiği haberi geldi.
Perinçek'in yanısıra Hikmet Çiçek,
Muzaffer Tekin, Oktay Demirtaş,
Atilla Uğur hakkında tahliye kararlar
verildi.
Tahliye kararları, ÖYM'lerin kapatılması ve uzun tutukluluk süresinin
de 10 yıldan 5 yıla indirilmesinin
ardından geldi.
Ergenekon davasında ağırlaştırılmış
müebbet hapis cezasına çarptırılan gazeteci Tuncay Özkan, 23 yıl 7 ay hapis
cezasına çarptırılan emekli albay Levent Göktaş ile 10 yıl hapis cezasına
çarptırılan Sedat Peker tahliye edildi.
Mahkeme, Tuncay Özkan ve Levent
Göktaş'a şu gerekçelerle tahliye kararı
verdi:
"Sanıkların tutuklukaldıkları süreler,
delillerin toplanmış olup karartılma
kuşkusunun kalmaması, sanıkların
sabit ikametgah sahibi olması, karar
onansa dahi kesinleşebilmesi için
geçebilecek muhtemel süre, kararın
bozulması halinde telafisi mümkün
olmayan mağduriyetlere neden olabileceği, tutuklamanın tedbir olması, benzer konumda tahliye edilmiş
sanıklar bulunması nedeniyle söz
konusu durumun adalet duygularını
incitebilecek olması."
İstanbul 21'inci Ağır Ceza Mahkemesi,
Özkan ve Göktaş hakkında yurt dışı
çıkış yasağı koyarken, Peker hakkında
herhangi bir adli kontrol uygulamadı.
Ergenekon davası kapsamında hakkında tahliye kararı verilen Sedat
Peker'in, hakkında İstanbul 9. Ağır
Ceza Mahkemesi tarafından hapis
verilen ve Yargıtay tarafından onaylanan cezası nedeniyle tahliye edilmesi
beklenmiyor.
Kemal Kerinçsiz, Alparslan Arslan ve
Dursun Çiçeri çiçek için tahliye kararı
veren İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi Kerinçsiz'e ve Arslan'a yurt dışı
yasağı koydu.
Arslan, haftada üç gün polis merkezine gidip imza atacak.
Emekli albay Dursun Çiçek Balyoz
Davası'ndan hükümlü olduğu için
cezaevinden çıkamayacak.
Özkan'dan açıklama
Tuncay Özkan tahliye edildikten sonra
bir basın açıklaması yaptı.
1996 yılından 2007 yılına kadar
beş kez suikasta uğradığını belirten
Özkan, “Öldüremediler, hapse attılar”
yorumunu yaptı.
Özkan açıklamasında şunları söyledi:
"Altı yıl sonra Türkiye'nin içinde
bulunduğu durumun içinde olmamasını çok isterdim. Ama bugün dışarda
yaşananlar Türkiye'nin bulunduğu
durum bizim uğradığımız zulümden
daha vahimdir. Öc alma duygusu
içinde değiliz. Biz bugün kindar ve
zulümle dolu bir döneminm sonlandırılması için buradayız. Türkiye
yapayalnız bırakılmıştır, uçurumun
kenarınsdaki ülke tablosudur."
"Kimseyi ötekileştirmeden sevgiyle. Ben öldürelemediğim için 1996
yılından 2007 yılına kadar beş suikast
geçti başımdan. Öldüremediler, hapse
attılar. Soruyorum suçum nedir diye.
Özkan’a suçunun söylemeyin demiştir.
Yarı beline kadar kürseüden sarkarak
suçunu en iyi kendi bilir demiştir,
bunlar mahkeme kayıtlarında var.
Şeytanla yatağa girdiler, çarpılarak
çıktılar. Bu çetenin içinde bulunduğu
tablo nettir. Canımıza kıymak isteyen-
ler Ankara'dakilerin en yakınındadırlar."
"Tuncay Özkan’ın varlığı bu ulusun
varlığına armağandır. Bu ülkeyi dibe
sürüklemek isteyenlerden korkmayız.
Bu karanlık geçecek."
13. Ağır Ceza Mahkemesi'nden 'ret
kararı'
Bu arada 13. Ağır Ceza Mahkemesi,
21'inci Ağır Ceza Mahkemesi'nin
kararından kısa süre önce Ergenekon
davasından tutuklu 33 sanığın tahliye
taleplerini reddetti.
13. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Hasan Hüseyin Özese, gerekçe
yazısında Özel Yetkili Mahkemelerin
TBMM tarafından kaldırılmasının
Anayasa'ya aykırı olduğunu açıkladı.
Özese, mahkemenin bu konu ile ilgili
Anayasa Mahkemesi'ne başvuruda
bulunduğunu söyledi.
13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararını Hürriyet'e değerlendiren Levent
Göktaş'ın avukatı Celal Ülgen, ''13.
Ağır Ceza Mahkemesi direnişini sürdürüyor. Biz 13. Ağır Ceza
Mahkemesi'ne başvurmadık. Çünkü
böyle bir mahkeme yok. 13. Ağır
Ceza Mahkemesi'nin kararları yok
hükmündedir. Mahkeme 'Ben yasaya
da direneceğim' demek istiyor. İlker
Başbuğ konusunda bir karar veremedik, çünkü karar verilmiştir diyor
mahkeme'' dedi.
İstanbul Barosu eski başkanlarından
avukat Turgut Kazan BBC Türkçe'ye
yaptığı değerlendirmede, 13 Ağır Ceza
Mahkemesi'nin görevinin Özel Yetkili
Mahkemelerin kaldırılmasını içeren
kanun ile sona erdiğini ve bundan
sonra dosya ile ilgili karar veremeyeceğin söyledi.
Kazan, "Bu noktada hukuki bir
karışıklık yok. Kaldırılmasıyla ilgili
kanun çıktı. Bundan sonra kanun çerçevesinde yapabileceği, bugüne kadar
yazmadıkları gerekçeli kararı 15 gün
içerisinde yazmak. Bundan sonra dosya üzerinde asla inceleme yapamazlar.
Tutukluluğunun devamına veya tahliyeye karar veremezler. Kanun çıkmıştır, görevleri sona ermiştir" dedi.
HSYK: 13. Ağır Ceza diye bir mahkeme yok artık
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu,
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin
kararını 'yetki gaspı' olarak niteledi.
Mahkeme kurma ve kaldırma yetkilisinin TBMM'de olduğuna işaret eden
HSYK 1. Daire Başkanı İbrahim Okur,
''Artık 13. Ağır Ceza Mahkemesi diye
bir mahkeme kalmamıştır. Sanıkların tahliyeleri konusu, kovuşturmaya
ilişkin bir işlemdir. Bu mahkemenin
de böyle bir işlem yapma yetkisi
bulunmamaktadır. Dolayısıyla kararı
geçersizdir'' uyarısında bulundu.
Okur, ayrıca yerel mahkemenin
ÖYM'nin kaldırılmasına ilişkin
yasanın iptali istemiyle Anayasa
Mahkemesi'ne başvuru yapacağı açıklaması konusunda da, şunları söyledi:
''Bir mahkeme bir kanunun iptalini
isteyemez. Kanun iptal isteme yetkisi
milletvekillerine ve cumhurbaşkanına
aittir. Bir mahkeme ancak, elindeki davayı Anayasa Mahkemesi'ne
götürebilir. Benim görüşüm, Anayasa Mahkemesi'nin de bu başvuruyu
'kabul edilebilir bulmayacağı', ilk
incelemede geri çevireceği yönündedir. Ancak velev ki Anayasa Mahkemesi 13. Ağır Ceza'nın yasaya ilişkin
iptal işlemini 'kabul edilebilir' bulsun;
yine de mahkemenin böyle bir talepte
bulundum diye, sanıkların tahliye
taleplerini reddetme yetkisi yoktur.''
KCK davasında 92 tahliye talebi
Diyarbakır'dan gazeteci Zübeyde Sarı,
KCK ana davası sanıklarının avukatlarının 92 kişinin tahliye edilmesi
talebiyle Diyarbakır 2. Ağır Ceza
Mahkemesi'ne başvurduğunu aktarıyor.
Sanık avukatlarının, başvurularında
özel yetkili mahkemelerin kaldırılması ve tutukluluk süresine ilişkin
düzenlemeyi gerekçe gösterdikleri
belirtiliyor.
Başvurunun kabul edilmesi durumunda, eski DEP milletvekili Hatip Dicle,
Batman Belediye Başkanı Necdet
Atalay, Viranşehir Belediye Başkanı
Leyla Güven, Cizre Belediye Başkanı
Aydın Budak, Derik Belediye Başkanı
Çağlar Demirel ve İHD Diyarbakır
eski Şube Başkanı Muharrem Erbey'in
de aralarında bulunduğu 92 sanık
tahliye edilecek.
Kaynak:
BBC / Türkçe
Sevan Nişanyan
Cezaevi Mektubu-8: Cafer Usta
Koğuşta bir katilimiz var, en yakın ahbabım o, başka zaman anlatırım.
Kazara adam öldüren var, iki tane yaralama, bir uyuşturucu var. Ama
en acıklısı para cezasından yatan Cafer Usta.
Cafer Usta iyi bir inşaat ustası. Uzun yıllar Katar'da, Fas'ta büyük projelerde çalışmış. Ustabaşılık yapmış. El yordamıyla hayatın güzelliklerini bulmaya çalışan, duygusal bir adam. Tartışmalarda genellikle
makul ve uzlaştırıcı, ama heyecanlanınca kendini ifade etmekte bazen
zorlanıyor.
Yıllar önce bir dolandırıcılık hadisesine karışmış, ama dolandıran değil, dolanan kendisi. Şöyle: "Abi, kazıda bir torba altın bulduk, yarı
fiyatına elden çıkaracağız" diye buna getiriyorlar. Birkaç numune alıp,
gerçek mi diye kuyumcu arkadaşına gönderiyor. Kuyumcu arkadaş
Cafer'i atlatıp, altınları adamlardan kendisi alıyor. Altınlar sahte çıkınca delirip polise gidiyor, "Cafer de bunlarla beraberdi" diye şikayet
ediyor.
Bizimki davayı ciddiye almıyor. Anlaşılan duruşmada heyecanlanıp
karmakarışık bir ifade veriyor. "Sen git, senlik bir durum yok" diye
gönderiyorlar. Geçen sene bayram için yurda döndüğünde yallah içeri.
Yatarı bir sene hapis, elli bin lira para cezası almış, haberi yok.
Bir sene dediğin ne ki, her türlü geçer. Esas bela o değil, para cezası.
Para cezalarında devlet 24 ay taksit imkanı tanımış. Ama zamanında
ödemedin mi yandın, ya tamamını peşin vereceksin, ya da günlüğü 20
TL hesabıyla, tazyiken hapsedileceksin. Günde 20 lira yılda 7.300 lira
yapar. 50 bin liranın ederi 7 yıl. Daha doğrusu yeni yasada süre limiti
olduğundan 3 yıl. Üstelik o üç yılı yatsan da borcun eksilmiyor, ölünceye dek peşini bırakmıyorlar.
Cafer Usta bir yıldan beri hapiste olduğundan geliri yok. Birikmiş parası da bitmiş. Anası babası çoluk çocuğu yok, yeğenleri de "kusura
bakma dayı" deyip sıvışmışlar. Banka kredisi alması imkansız. 3 yıllık
tazyikin iki ayını yedi, gün sayıyor.
Cezaevinde inşaat işi çok. Cafer inşaatın baş ustası, el üstünde tutuluyor. Usta sıfatıyla ayda 193 TL (yüz doksan üç lira) maaş alıyor. Bunun
100 lirasını, inanmayacaksınız, iaşe ve barınma bedeli olarak kesiyorlar.Üstelik cezaevinin, bilinmez nedenlerle, parası olmadığından Aralık
ayından beri o 93 liralar da ödenmiyor.
İnşaat işinin inceliklerini daha sonra anlatayım isterseniz. Şimdi sayıma çağırıyorlar.
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Polis
ODTÜ
öğrencilerine
müdahalede
'yasak silah'
kullandı
Ankara'da Berkin Elvan için yapılan eylemlere müdahale eden
polisin, Avrupa'nın bir çok ülkesinde 'ölümcül' olduğu için
kullanımı yasaklanan FN-303
silahından çıkan "bizmut" kapsülleri de kullandığı görüldü.
rasında Gezi eylemlerinin ilk
günlerinde kullandığı ölümcül
silah FN-303 silahından çıkan
“bizmut” kapsülleri de kullandığı görüldü.
Berkin Elvan’ın ölümünü protesto etmek için dün ODTÜ yerleşkesi içinde toplanan yaklaşık
2 bin öğrenci Başbakanlığa yürümek istedi. Eskişehir yoluna
çıkarak yürüyüş başlatan öğrencilere polisin müdahalesi sert
oldu. Polis, öğrencilere TOMA
ile boyalı su sıktı ve biber gazı
ile müdahale de bulundu.
Gezi Parkı eylemleri sırasında
Okmeydanı’ndan polisin attığı gaz fişeğinin başına isabet
etmesi sonucu ağır yaralanan
ve tedavi gördüğü hastane hayatını kaybeden Berkin Elvan
için Ankara’nın dört bir yanında yapılan gösterilere polisin
müdahalesi sert oldu. Polisin
bu gösterilere müdahaleleri sı- Bu arada polisin Gezi eylemle-
rinin ilk günlerinde kullandığı
FN-303 silahından çıkan bizmut
kapsüllerini kullandığı dikkat
çekti.
Hürriyet’te yer alan habere göre
Ankara polisi, göstericilere müdahalede FN-303 silahından
çıkan “bizmut” kapsüllerini
kullandı. FN-303 silahı birçok
Avrupa ülkesinde ölümcül silahlar kategorisine alınarak
yasaklanmıştı. Türkiye’de ise
ilk kez Gezi eylemleri sırasında kullanılmıştı. Polis kapsülü
Gezi eylemlerinden sonra tekrar
Berkin için yapılan eylemlerde
kullandı.
(Radikal)
devlet, kendi kadroları
arasındaki itişip
kalkışmalarındaki
laçkalıklara. yeni bir
ayar getirmiş olmalı
ki kendi aralarında
uzlaşmayı sağladı ve
ittihatçı katillerini
yeniden siyaset
alanına saldı.
devlet siyaseti dışında
kalanların bu uzlaşıyı
sağlıklı görmelidirler!.
kızılbaş - sayfa 64 - sayı 36 - mart 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
DUYURU
Ermenistan Yazarlar Birliği,
Türkiye’de vuku bulan yeni bir
adaletsizlik örneğiyle, ülkenin
tanınmış Ermeni aydınlarından dilbilimci, yazar, Sevan
Nişanyan’ın haksız olarak hapsedilmesine karşı sesini yükseltmektedir.
“Sözlerin Soyağacı – Çağdaş
Türkçenin Etimolojik Sözlüğü”
akademik çalışması örneğinde olduğu gibi, yarattığı diğer
kalıcı eserleriyle de Türkiye’de
bilim ve kültür alanına sunduğu değerli katkıların görmezden gelinerek, şimdi olduğu
gibi daha önceleri de tanınmış
aydın Sevan Nişanyan’a reva
görülen ezgi ve baskıların,
kaçak inşaat ve benzeri türden
saçma nedenlerle “temellendirilmeye” çalışılmasını mahküm
ediyoruz.
Tek hayaliyle, amacı, adalete
ve doğrulara hizmet ederek, çalışmak, didinmek, üretmek ve
yaratmak olan aydın bir insana,
bir yazara karşı yapılan tüm
taciz, şiddet ve baskılara son
verilerek, kaldırılmasını talep
ediyoruz.
ՀԱՅՏԱՐԱՐՈՒԹՅՈՒՆ
Հայաստանի գրողների միությունը իր բողոքի ձայնն է բարձրացնում Թուրքիայում
իրականացված հերթական անարդարության՝ Պոլսի հայ մտավորականության
ակնառու ներկայացուցիչներից մեկի՝ նշանավոր լեզվաբան, գրող, հրապարակախոս
Սևան Նշանյանի ազատազրկման կապակցությամբ։
Ճանաչված մտավորականի նկատմամբ նախկինում ևս իրագործված նման
բռնությունների փաստերը դատապարտելի են հենց նրանով, որ դրանք
«հիմնավորվում» են ապօրինի շինարարություն կատարելու և այլ անհեթեթ
պատճառաբանություններով, անտեսելով նաև այն մեծ ավանդը, որ Սևան Նշանյանը
ներդրել է հենց Թուրքիայի գիտական-մշակութային կյանքում՝ ստեղծելով
«Թուրքերենի ծագումնաբանական բառարանը» և այլ հիմնարար աշխատություններ։
Պետք է վերացվեն բոլոր տեսակի ճնշումներն ու բռնությունները մի մարդու,
մտավորականի, գրողի հանդեպ, ում միակ երազանքն ու նպատակը աշխատելն ու
արարելն է, արդարությանն ու ճշմարտությանը ծառայելը։

Benzer belgeler