Tarih Enstitüsü Dergisi Sayı 10-11 - Edebiyat Fakültesi

Transkript

Tarih Enstitüsü Dergisi Sayı 10-11 - Edebiyat Fakültesi
ENSTİTÜ MÜDÜRÜ
Prof. Dr. M. Münir Aktepe
TARİH
ENSTİTÜSÜ
DERGİSİ
(Kuruluş Tarihi: 1970)
Yayın Kurulu
Prof. Dr. M. Münir Aktepe — Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu
Prof. Dr. Nejat Göyünç — Prof. Dr. Hakkı D. Yıldız
Doç. Dr. Mücteba İlgürel
A dres: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırmaları Enstitüsü
Târih Enstitüsü Dergisinin J)u sayısı,
doğumunun yüzüncü yılı münâsebetile,
aziz Atatürk’ün hâtırasına ithaf edilmiştir.
TARİH
ENSTİTÜSÜ
X -XI
DERGİSİ
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ
TARlH ENSTİTÜSÜ
DERGİSİ
EDEBİYAT FAKÜLTESİ MATBAASI
İSTANBUL — 1981
İÇİNDEKİLER
İbrahim Kafesoğlu
Abdülkadir Donuk
Ramazan Şeşen
Anadolu Selçuklu D evleti hangi târihde kuruldu ..................................
1
Türk Devletinde hâkimiyet anla­
yışı .........................................................
29
Klâsik Islâm kaynaklarına göre eski
Türklerin dini ve Şaman kelimesinin
menşei (Başlangıçtan Moğol istilâ­
sına kadar) ........................................
57
Erdoğan Merçil
Simcûriler : II. İbrahim b. Sîmcûr ...
91
Hakkı Dursun Yıldız
Abbasiler’de Emirülümerâlığm orta­
ya çıkışı ..........................................
97
Şehabettin Tekindağ
Şehinşâh’m oğlu Şeref eddin îshak ■
hakkında bir kitabe ......................... 109
İsmail Aka
XV. yüzyılın ilk yarısında Timurlular’da ziraî ve ticarî faaliyetler ...
İli
Vak’a-nüvîs Ahmed Dütfî Efendi
ve Târihi hakkında, bâzı bilgiler ...
121
M. Münir Aktepe
Kâzım Yaşar Kopraman
al-Malik al-Mu’ ayyad Şayh al-Mahmûdî devrinde (11^12-1^21) Mısır’ın
mâlî ve İktisadî durumuna umumî
bir bakış .............................................
153
X
Hasan Kaleshi
Türkler’in BaTkanlar’ a girişi ve is- >
lâmlaştvnlma (Arnavud halkının et­
nik ve millî varlığının korunmasının
sebebleri) .......................................... 177
Semavi Eyice
İstanbul’un ortadan kalkan bazı ta­
rihî eserleri I I I : Papasoğlu mescidi,
Ömer Efendi namazgahı, Nevşehirli
İbrahim Paşa m ektebi ve sebili .......
195
Haşan Kâfî El-Akhisarî ve D evlet
düzenine ait eseri : Usûlü’ l-hikem fi
Nizâmi’ l-âlem .......................
239
Mehmet îpşirli
Mehmet Saray
Rusya’nın Asya’da yayılması
.......
279
Ismail Erünsal
Türk Edebiyatı Tarihi’nin Arşiv
Kaynakları 1 : II. Bâyezid devrine
ait bir In’âmât D efteri ...............
303
Küçük Kaynarca Antlaşmasının ye­
niden tenkidi ...................
343
1865 tarihinde Güney-Doğu Anado­
lu’nun ıslâhı ......................................
369
Yemen valisi Osman Nuri Paşa’nm
yolsuzluklarına dâir imzâsız bir lâ­
yiha
...............................
395
Roderic H. Davison
Paul Dumont
İhsan Süreyya Sırma
KÎTÂBIYÂT
Kemal Beydilli
Kemal Beydilli
Barbara von Palombini, Bündnis­
werben Ausländischer Machte um
Persien, 1453-1600 (Avrupa Devlet­
lerinin İran’la ittifak teşebbüsleri)
Franz Steiner Verlag, Wiesbaden
1968, V-138 s. (Büyük boy basım)
Jehuda L. Wallach, Anatomis einer
Militärhilfe.
Dis preussisch-deutschen Militärmissionen in der Türkei
1835-1919 (Bir Askerî Yardımın
413
XI
İlhan Şahin
Hüseyin Salman
âli İhsan Gençer
Mücteba İlgürel
Tuncer Baykara
Orhan Şaik Gökyay
Anatomisi, Türkiye’de Prusya-Alman Askerî Heyetleri 1835-1919).
Schriftenreihe des Institus für
Deutsche Geschichte. Universität
Tel Aviv. Droste Verlag Düsseldorf.
1976, 284 s........................... ..............
418
Muzaffer Gökman, Tarihi Sevdiren
Adam, Ahmed R efik Altm ay, Haya­
tı ve Eserleri, İstanbul 1978, 436
sayfa, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, Genel No: 186, Ünlü Ki­
şiler Dizisi : 8 ..................................
421
Nizami Aruzi, Les Quatre Discours
(Çahar Makala), Fransızcaya çevi­
ren İsabelle de Gastines, Bibliothè­
que des Oeuvres ClassiquesPersa­
nes, No: I, Paris 1968, 162s. ......
424
Dr. Rifat Uçarol, 1878 Kıbrıs Soru­
nu ve Osmanlı-lngiliz Anlaşması
( Ada’nın İngiltere’ye D evri); İstan­
bul Üniversitesi Edebiyat Fakülte­
si yayınları, No : 2434, İstanbul 1978,
152 ..................
426
Atilla Çetin, Başbakanlık A rşivi K ı­
lavuzu, Enderun Kitabevi, İstanbul
1979, XVI-171 ..................................
428
Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Ta­
rihi (1071-1920), nâşirleri : Osman
Okyar-Halil İnalcık, Ankara 1980,
XVI-396 s...........................................
431
Prof. Dr. N eşet Çağatay, Mustafa
Nuri Paşa, NATAYİC ÜL-VUKU­
AT, e. I-II, Türk Tarih Kurumu Ya­
yınları, X X II, dizi, Sa. 1, Ankara
1979........................................................
433
xn
Sencer Tonguç
Nejat Göyünç
M. Münir Aktepe
Mücteba ilgürel
Bureaucratic Reform in the Ottoman Empire : The Sublime Porte
1789-1922. Carter V. Findley, Prineeton University Press, Princeton,
New Jersey, 1980, s. 455 ...................
433
Klaus Schwarz, Der Vorders Orient
in den Hochschülschriften Deutsch­
lands, Österreichs und der Schweiz.
Eine Bibliographie von Disserta­
tionen und H abititationsschriften
(1885-1978). (Almanya, Avusturya
ve İsviçre üniversite ve yüksek okul­
larında Yakm-Doğu ile ilgili tezler.
Doktora ve doçentlik tezleri bibli­
yografyası, 1885-1978), Freiburg
im Breisgau 1980, XX111-721 sahife
446
Andreas Tietze, Mustafa ‘A l?s
Gounsel for Sultans o f 1581. Edition,
Translation, Österreichische Aka­
demie der Wissenschaften Philosophische-Historische Klasse. Denk­
schriften, 137 Band..........................
448
Karl K. Barbir, Ottoman Rule in Da­
mascus, 1708-1758, 1980, Princeton
University Press, X I X -1- 216 ...........
450
ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ
HANGİ TARİHTE KURULDU
İbrahim Kafesoğlu
Malazgirt savaşının (26 Ağustos 1071) en büyük tarihî netice­
si, bilindiği gibi, Anadolunun Türk vatanı haline gelmesidir. Bu so­
nuç, esir Bizans imparatoru R. Diogenes ile Türk sultanı arasında
yapılan andlaşmanın yürürlüğe konamaması üzerine, Alp Arslan ta­
rafından Anadolu’nun fethine dair verilen emrin oğlu ve halefi Sul­
tan Melikşah (1072-1092) zamanında sistemli şekilde uygulanması
sayesinde elde edilmişti. Fetihte Türkmen kuvvetlerinin büyük pa­
yı vardı ve bu kuvvetlerin başmda Selçuklu hükümdar âilesinden
Kutalmış oğlu Süleymanşah (ölm. 1086) bulunuyordu. Şimdi bazı
araştırıcılar tarafından Süleymanşah Anadolu Selçuklu Devletinin
kurucusu ve ilk sultanı olarak gösterilmekte ve devletin kuruluş ta ­
rihi olarak çeşitli yıllar (1073-1081 arasmda 5 ayrı tarih) verilmek­
tedir. Mesele hayli karışıktır; dolayısiyle ilk başkent İznik mi yok­
sa Konya mı idi? hususu da çözülmüş değildir.
Anadolu’da ilk Türk devletinin teşekkülü gibi fevkalâde mü­
him bir tarihî hâdiseyi açıklığa kavuşturabilmek için önce şimdiye
kadar ileri sürülen iddiaları ve gerekçelerini sırası ile gözden geçi­
relim :
1 — Devletin 1073’de kurulduğu iddiası;
Bu görüşün sahibi M.A. Köymen, belirtelim ki, aynı devletin
1077 ve 1092 tarihlerinde iki defa daha kurulduğu düşüncesindedir.
O, I. kuruluş’un delillerini şöyle açıklamaktadır:
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 1
2
İB R A H İM K A F E S O Ö L U
«Büyük Selçuklu imparatorluğu tarihinde birinci kategoriden vassal dev­
let olarak ‘Anadolu Selçuklu Devleti’ imparatorluğa ancak Melikşah zamanın­
da katılmıştır. Bu devletin başına getirilen prenslerin babalarının, Selçuklu âilesinin imparatorluk başında bulunan kolu ile mücadeleleri gözönünde bulun­
durulacak olursa, bu gecikmeyi tabiî karşılamak gerekir... Nihayet halifeliğin
aracılığı, hattâ ısrarı ile 1073 yılında imparator Melikşah tarafından, Anadolu’­
da feth edilecek ülkeler Kutalmış’ın çocuklarına tevcih edümiştir. Bir ferman
üe kurulmasma müsaade edüen Anadolu Selçuklu devletinin bir hususiyetimi
daima gözönünde bulundurmak lâzımdır: Ferman Kutalmış-oğullarından her­
hangi birine değil, hepsine birden verilmiştir. Dört (veya Bizans kaynaklarına
göre 5) kardeşten birisini, vassal Anadolu Selçukluları Devletinin başına ge­
çirmek veya hep birden kollektif hüküm sürmek selâhiyetleri bizzat kardeşle­
re bırakılmıştır. ‘Kollektif hâkimiyet sistemi’ adını verdiğimiz, kardeşlerin müş­
terek hâkimiyet sürmelerini hedef tutan bu tevcih fermanı üe müşterek hü­
küm sürmelerinin veya içlerinden birini reis seçmelerinin kendüerine bırakümasmm hususî bir maksada dayanmakta olduğu Ueri sürülebilir. Zira Melik­
şah bu mahiyette bir ferman verirken, Selçuklu soyunun. iki kolu arasmdaki
rekabeti ve Selçuklu hanedanının başında olmak hususunda babası Kutalmış’ın
takip ettiği siyaseti hatırda tuttuğu muhakkaktır. Reislik için kardeşler ara­
sında bir iç mücadele çıkmasa büe bir şahsın hâkim olacağı bir devlete nisbetle 4 veya 5 kardeşin ortaklaşa hâkim olacakları bir devletin daha zayıf bu­
lunacağı meydandadır. Yalnız ister kendi inisiyatifi üe olsun, ister kardeşleri­
nin rıza ve muvafakati üe olsun büyük kardeşleri Mansur’un, derecesini tâyin
etmek mümkün olmamakla beraber, kardeşleri Süleymanşah, Alp-Yülük (ve­
ya îlek), Devlet (veya Dolat) üzerinde az çok üstünlük kurduğu söylenebilir.
«Anadolu’nun fethinde Kutalmış oğıülarımn emrinde de olsa, Artuk, Tu­
tak, Afşin, DUmaçoğlu, Tarank-oğlu, Davdav-oğlu gibi bey’lerin tâyin edilme­
leri, Büyük Selçuklu imparatorluğu üe vassal Anadolu Selçuklu Devleti ara­
sında kuzey-doğu Anadolu’dan batı’ya doğru Saltuk-oğuüarı, Mengücek-oğuüan
ve nihayet Dânişmend-oğuüarı gibi 2. kategoriden vassal devletlerin kurulma­
sma müsâde edilmesi, Büyük Selçuklu imparatorluğunun Kutalmış-oğullarından
gelecek tehlikelere karşı aldığı diğer ihtiyat tedbirleri olarak kabûl edüebüir.
Bu suretle Anadolu Selçuklu devletinin ük kuruluşu tamamlanmış oldu. Ver­
diğimiz izahattan anlaşüıyor ki, bu devletin tâbüik statüsü hakkında açık bügimiz yoktur. Daha doğrusu Büyük Selçuklu imparatorluğu adına hutbe okun­
ması, para bastırılması gibi en klasik tâbüik şartları dışmda bu devlete ne gi­
bi mükeüefiyetler yükletüdiğini bilmiyoruz. Eğer bu bügisizliğimiz kaynakla­
rın yetersizliğinden üeri gelmiyorsa, Anadolu Selçuklu' devletinin herşeye rağ­
men «asgarî tâbüik statüsü»ne tâbi tutulduğu söylenebüir»ı.
Bu açıklamalarda derhal dikkati çeken bazı çelişkiler ve man­
tık zorlamaları vardır. Şöyle ki,
a — Anadolu Selçuklu Devleti, Büyük Selçuklu imparatorluğu­
1 M.A. Köymen, Selçuklu devri Türk Tarihi, Ankara, 1963, s. 102-104.
ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ
3
na Sultan Melikşah (tahta çıkışı, 25 Kasım 1072) zamanında ka­
tılmış ise, demek ki, kurulduğu iddia edilen 1073 yılından önce mev­
cut idi. Anadolu’da «Feth edilecek ülkeler» Melikşah tarafından Kutalmış-oğullarma 1073’de tevcih edildiği ileri sürüldüğüne göre, he­
nüz ülkesi bulunmayan bu garip «devlet» ne zaman kurulmuştu?
b — Böyle bir tevcihin yapılmasında halifenin İsrar sebebi ne
idi ? Ayrıca, tâ Sultan Tuğrul Bey zamanından beri dünya meselele­
rinden el çektirilmiş olan halifeliğin, Melikşah devrinde saltanat iş­
lerine müdahalesi mümkün mü idi? (aş. bk.).
c — Arazi tevcihi fermanı, devlet kurma müsaadesi sayılabilir
mi? Üstelik müsaade ile bir devletin kurulması keyfiyeti devlet
kavramına aykırı değil midir?
d — Türklerde (bu arada Selçuklularda) «Kollektif hâkimiyet
sistemi» diye bir uygulama gerçekten var mı idi? Yoksa tek hü­
kümdarlık ve hepsi ona bağlı olmak üzere, kanat kırallıklan (elig’ler, yabgu’lar, gad’lar, İslâmî devirde melik’ler) usulü mü yürürlük­
te idi?2.
,
' ’
e — Doğu Anadolu’da fetih harekâtma katılmış olan Türkmen
beyleri, ülkesi ve ordusu ile müstakil birer «devlet başkanı» mı idi­
ler, yoksa büyük fetih plânı uyarınca kendilerine ayrılan yönlerde,
faaliyette bulunan başbuğlar mı idiler? (Bunlar, 1092’de merkezî
İktidarın inhilâlinden itibaren kendi adlarım taşıyan Beylik’lerin
kurucuları sayılmışlardır. Anadolu Türk Beylikleri, siyasî karakte­
re sahip olan eski boy teşkilâtının devamı niteliğindedir).
Kısaca, ortada bir «Anadolu Selçuklu Devleti» görülmemektedir.
Hâdise, çok eski Türk fütûhat geleneği icabı3, «Bölgenin ele geçiril­
mesi ve idaresi» için Kutalmış-oğullarına Sultan Alp Arslan tarafın­
dan verilmiş olduğu anlaşılan bir ikta beratının, Sultan Melikşah za­
manında yenilenmesi veya ilk defa bu sultan tarafından verilmesi
meselesidir. Öteki Türkmen bey’leri de (Artuk, Tutak, Afşin vb...)
imparatorluk başkenti İsfahan’daki «Büyük Dîvan»dan, Sultan Melikşah’m imzası ile aldıkları izin ve tâlimat gereğince hareket eden
2 Bu hususlar için tafsilen bk. I. Kafesoğlu, Türk Midi Kültürü, Ankara,
1977, s. 233-237, 307 vd.
3 Bk. I. Kafesoğlu, «Türk fütuhat felsefesi ve Malazgirt muharebesi»,
Tarih Enstitüsü Dergisi, sayı 2, 1971, s. 1-16.
4
İBRAHİM KAFESOÖLU
kişilerdi. Nitekim M.A. Köymen de, Kutalmış oğlu Süleyman’ın Sul­
tan Melikşah’a bağlılığım gösteren üç hâdise tesbit etmiştir4. Bun­
lardan biri, Süleymanşah’a karşı başkaldıran kardeşi Mansur’u
te’dip maksadı ile, Sultan’m, hasse kumandanlarından Porsuk’u ka­
labalık bir kuvvet başında Anadolu’ya göndermesidir. Neticede,
Mansur’un ortadan kaldırılıp, diğer kardeşlerin -yine Melikşah’m
emri ile- merkeze nakledilmesi sebebi ile, Süleymanşah tek başma
Anadolu işlerini yürütme imkânım elde etmiştir.
Bu durumda, iktidar iddiacılarından arındırılmış «devlet»in iyi­
ce güç kazanmış olması gerekirdi. M.A. Köymen’e göre ise, «kollektif hükümdarlık sistemi» zedelenmiş ve dolayısiyle «devlet» inhilâl
etmiş olduğundan, Sultan Melikşah yeni bir menşur ile Süleymanşah’ı Anadolu Selçuklu Devletinin başına geçirmiştir (1077) ki, bu
2. kuruluştur5.
Gerçekte Anadolu’da bir devletin mevcut olmadığı, buna göre
de bir «kollektif hâkimiyet sistemi»inden söz edilemiyeceği, devlet
reisi olduğu söylenen Süleymanşah, «ülkesinde» ordusunun ve teş­
kilâtının başmda iken «devlet»in inhilâli bahis konusu olmıyaeağı
için, elbette 2. bir kuruluş düşünülemez. M.A. Köymen, 1086’da Süleymanşah’ın ölümü üzerine Suriye’ye gelen ve onun oğullarını ya­
nma alarak İran’a dönen Sultan Melikşah tarafından, İznik'te meş­
ru halef bırakılmadığı gerekçesi ile, 2. kuruluşun da sona erdirildi­
ği mütaleasmdadır ki, buna karşı da: Önce Süleymanşah’ın meşrû
haleflerinin hayatta olan oğullan (aş. bk.) olduğunu, sonra, Süleymanşah’ın vekili Ebu’l-Kaasım’m, Büyük Dîvan’ca, İznik’te aynı gö­
reve devam eden kişi durumunda kaldıkça galiba zararsız-sayıldığı­
nı, fakat o, haddini aşınca, cezalandırıldığını hatırlatmakta fayda
vardır.
Nihayet M.A. Köymen, Anadolu Selçuklu Devleti’nin 1092’de
artık «son defa ve katî olarak» kurulduğunu ifade etmektedir6.
2 — Devletin 1075’de kurulduğu iddiası (aş. b k .):
4 M.A. Köymen, Ayn. esr-, s. 104 vd.
5 M.A. Köymen, Ayn. esr., s. 106 (2. kuruluş tarihi, 1077 değil, 1078, bel­
ki de 1079 gösterilmeli idi, zira ilgili hadise daha sonra, vukubulmuştur, bk. aş.).
6 M.A. Köymen, Ayn. esr., s. 109-110-
ANAD OLU SELÇUKLU DEVLETÎ
,
5
3 — Devletin 1077’de kurulduğu iddiası :
Bu görüşte olan M. Halil Yınanç, kuruluşu Kutalmış-oğlu Mânsur vak’asına bağlamakta ve tarihî kaynaklar tarafından desteklen­
diği kanaati ile durumu şöyle ortaya koymaktdır :
«... Rumeli’de isyan ederek kendini Bizans imparatoru ilân eden N. Bryennos ile mücadele etmek için [İmparator Botaniates] Anadolu’daki Türk prens­
lerinden yardım istemek mecburiyetinde kaldı. O sırada karargâhlarını Kü­
tahya şehri civarmda tesis etmiş olan Mansur ile Süleyman kardeşler impara­
tora yardımda bulunmak üzere İstanbul şehrinin karşısına kadar geldiler...
Bunlar Anadolu kıt’asma artık kendi ülkeleri nazarı ile bakmağa başlamışlar­
dı. Arap müverrihleri Mansur ile Süleyman kardeşlerin biraz sonra aralarının
bozulduğundan bahsederler. Hakikaten Anadolu hâkimiyetini paylaşamayan bu
iki kardeşin arası şiddetle açılmıştı. Süleyman, kardeşinin isyana hazırlanmış
olduğunu metbuu olan Büyük Sultan Melikşah’a bildirmiş ve o da o esnada İs­
tanbul sarayında misafir olarak kalmakta olan Mansur’un öldürülmesi için
imparatora bir elçi göndermişti... Mansur tekrar İstanbul’dan Anadolu’ya dö­
nerek kardeşi ile mücadele ve muharebeye başlamıştı. Süleyman'ın yeniden
müracaatı üzerine Büyük Sultan Melikşah güzide generallerinden biri olan
Emîr Porsuk’un kumandasında Anadolu’ya bir ordu göndermişti. Bu ordu Sü­
leyman'ın kuvvetleri ile birleşti; muharebeye tutuştu. Malatya’lı Ebü’l-Ferec’in
Süryani vakayi-nâmesine nazaran Porsuk, Mansur ile muharebeye son vermek
için [teklif ettiği] mübareze esnasında, Porsuk’un hilesi sayesinde Mansur te­
lef oldu. Bunu müteakip bütün Anadolu’nun hâkimiyeti büyük hükümdar Me­
likşah’a sadık kalan ve onun tarafından sevilen Süleyman’a kalmış ve bu kıt’amn hükümdarlık menşuru ona gönderilmişti... Selçuklu prensleri ile diğer Türk
beylerine -güya hâkimiyetlerini meşrû kılabilmek için- hü’at göndermekte ve
unvan vermekte olan Bağdat Abbasî halifesi de kutalmış-oğlu Süleyman’a sal­
tanat menşuru göndermiş, sancak ve hil’atler yollamış ve ona Sultan unvanı
üe hitap etmişti. Sultan-ı a’zam (en büyük Sultan) unvanı, ile hitap edilen Melikşah’m zamanında, böylece, sultan unvanının Anadolu vâli-i umûmîsi olan
Süleyman’a tevcih edümiş olması dikkate şâyandır. Yalnız, Büyük Sultan Melikşah’m Büyük Divan’ı, Süleyman'ın unvanını ancak «Melik» yâni kıral olarak
tanıyordu (1077)... Anadolu’nun ve Türkiye’nin ilk sultanı olan bu padişah’ın...
evvelâ Konya şehrini payitaht yaptığı anlaşılmaktadır»?.
Memleketimizde en eski ve en yaygın olan bu görüş8, bir yandan
7 Bk. Mükrimin H. Yınanç, Türkiye Tarihi, Selçuklular devri, Anadolu’nun
fethi, İstanbul, 1944, s. 105-107.
8 Meselâ, Halil Edhem, Düvel-i Isldmiyye, İstanbul, 1927, s. 210 : «Ana­
dolu Selçukileri, ki bunlara Rum Selçukîleri ve Konya Selçukileri dahi derler,
Kutalmış b, Israü Arslan b. Selçuk’tan inerler. Bu hânedanın müessisi olan
Süleyman-ı evvel 470 h. (1077) de câlis olmuştur».
o
İBRAHİM KAFESOĞLU
fetih ve başkent oluş tarihleri iyi bilinmiyen Konya ile ilgili bulun­
duğu gibi9; diğer taraftan, Mansur’un ortadan kaldırılarak Süley­
man’a «sultan»lık veriliş tarihi diye ileri sürülen 1077 yıh da hâdise­
lere uygun düşmemektedir. Zira, Balkan’larda N. Bryennios isyanı
üzerine Anadolu’daki Selçuklu şehzadelerine müracaat eden impara­
tor N. Botaniates Bizans tahtına, 1078 baharında (3 Nisan) çık­
mıştır, ki buna göre, Mansur hâdisesinin daha sonra cereyan etmiş
(1078 ortaları) olması10, 1077 senesi iddiasının kuvvetli gerekçesini
cerh edecek mahiyettedir. Ayrıca Mansur-Süleymanşah mücadelesi­
nin Anadolu’da müstakil bir devlet ortaya çıkaracak ölçüde önem ta­
şıdığı hususu da izah edilememiştir. Fakat şu anda bizi ilgilendiren
nokta, Süleymanşah’m «Sultan» unvanını alıp almadığı veya her­
hangi bir yol ile kendisini Sultan ilân edip etmediğidir. Süryanî
Mihael’deki tutarsız bir habere (aş. bk.) dayanarak Süleymanşah’m
sultan olduğunu bildiren M.H. Ymanç, diğer taraftan, onun Büyük
Divan’ca ancak «Melik» sayıldığını söylerken de haklı görünüyor.
Ancak aynı kişinin, hem «melik» hem «sultan» olarak tanınması, -bu
iki unvan arasında mevcut büyük fark mâlum iken- nasıl mümkün
olurdu? Nihayet, Melikşah devrinde saltanat makamının rıza ve mu9 M.H. Yınanç’a göre (Anadolunun fethi, s. 109) Konya 1077’de Süleymanşah tarafından alınmış ve başkent yapılmıştır. O. Turan’a göre (Selçuklular
tarihi ve Türk-lslâm medeniyeti, Ankara, 1965, s. 117), ilk defa 1069’da (aynı
müellifin diğer kitabı : Selçuklular zamanında Türkiye, 1971, s. 54 vd. ise 1068’de) Türklerin eline geçmiş olan Konya «diğer şehirler gibi, BizanslIlar tara­
fından istirdat edilmiştir. Türkiye Selçuklular Devleti, 1075 yılında fethedilen
İznik’te kurulmuştur.» (O. Turan, Selçuklular zamanında Türkiye, s. 55)./Ana­
dolu Selçuklu Devletinin ilk kuruluşunu 1073’e koyan M.A. Köymen devletin
başkentinden bahsetmemekte, ancak «2. kuruluş» da, 1084’lere doğru, başken­
tin İznik olduğunu söylemektedir. (Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 109). İlk baş­
kentin neresi olduğu hususu yabancı araştırıcılarca da kesinlikle öne sürülemiyor. Meselâ, A.A. Vasiliev (Bizans imparatorluğu tarihi, /Türk, tere/ X, 1943,'
s. 452 vd.), Rum yahut Anadolu sultanlığının Süleyman tarafından Konya’da
kurulduğu kanaatini belirtirken, J. Laurant (aş. bk.), Bizans kaynaklarına da­
yanarak, ük başkentin İznik olduğunu söyler. Cl. Cahen’e göre (Pre-Ottoman
Turkey, 1968, s. 71, 76) Konya, 1068’de Afşin tarafından sadece yağmalanmıştır; 1080’lerden itibaren Süleyman'ın başkenti olarak İznik görünmektedir.
10 Bk. N. Bryennios, /F r. tere./ Byzantion, XXV-XXVH, 1957, s. 902;
Barhebraeus, /türk. tere./ Ebul-Farac Tarihi J, 1946, s. 328 vd.; M H . Ymanç,
oı/ıı. esr. s. 106; 1. Kafesoğlu, Sultan Melikşah devrinde Büyük Selçuklu im­
paratorluğu, 1953, s. 72; Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, London, 1968, s. 75.
ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ
7
vafakatı dışında halife kendiliğinden herhangi bir unvan tevcih
edebilir mi idi? (bk. aş.).
<
4 — Devletin 1080’de kurulduğunu ileri süren Z.V. Togan, hiç
bir tarihî delil göstermeksizin : « Türkmencilik bayrağı altında ölen
Kutlamış’m oğullan... 1080’de İznik’i alarak bu şehri kendisine
payitaht eden Kutlamış oğlu Süleyman» dedikten sonra, devamla,
«Süleyman tekm il Anadolu’yu Türkmen beyleri arasında taksim
ederek, idare etti» iddiasında da bulunmuştur11. Fakat, onun asıl
ortaya attığı ve kendisinden sonra gelen araştırıcı neslin (O. Turan,
M.A. Köymen) zihnini alt-üst eden ağır mesele, Büyük Selçuklu ta­
rihinde «Türkmencilik» cereyanı f araziyesidir. Z.V. Togan’a göre
«Tuğrul B ey Türkmenlerce, şüphe yok, ancak Kuş B eği idi. Haya­
tının sonuna kadar o, bu lakabı taşıdığı hâlde, tslâm memleketinin
usulüne istinaden kendisini müslüman teb’aya tanıttı ve o nisbette
Türkmenlerce bir mütegaUibe kesildi... Alp Arslan ise Yabgu la­
kabını lağv ve [Büyük Yabgu unvanını taşıyan] Musa Yabgu’yu azl
ettiğini ilân etti... Alp Arslan’m kalabalık ordusu yabancılardan
toplanmış bir derme müslüman ordusu idi. Türkmenler hep meşru
yabgu, inal’ların, onların oğulları etrafında toplanıyorlardı... Sel­
çukluların en büyük sultanı Melikşah, Türk devlet ananelerinin en
mühim cihetlerine veda etm işti... [Onların] bu gibi hareketleri yü­
zünden Türkmenler Büyük İran Selçükîlerini hiç beğenmemişlerdi...
Rey3de Türkmencilik bayrağı altında ölen Kutlamışım oğullan Bi­
zans hududundaki oymaklann çök sevdikleri reisleri olmuşlar­
dır»12.
Bu beyanlar karşısında uzun tartışmalara ihtiyaç duymadan
sadece, şu soruların ikna edici cevaplarım aramak yeterlidir sanir
rız :
â — Yalnız Selçuklu çağında değil, bütün Türk tarihinde siyasî
vasıfta bir «Kuş Beyliği» müessesesi mevcut olmuş mudur? Tuğrul
kelimesi, hele Türk-bozkır kültürü çerçevesinde, özel ad olarak kul­
lanılamaz mı?
b — Dandânakan savaşından sonraki ilk toy’da (kurultay’da)
11 Z.V. Togan, Umumî Türk tarihine giriş, İstanbul, 1946, s. 186.
12 Z.V. Togan, ayn. esr., s. 185 vd.
8
İBRAH İM KAFESOĞLU
Selçuklu devletinin başına ittifakla seçildiği bilinen ve siyasî zekâsı
yanında âdil, dindar ve saygılı şahsiyeti tarihen sabit bir sultan
olan Tuğrul Bey’in iktidarı zorla ele geçirmiş ve kendi soydaşlarına
karşı bir mütegallibe (zorba) kişi olarak tanıtılması ne derecede
gerçeğe uygun ve insaflı bir davranıştır?
c — Büyük Selçuklu imparatorluğu hükümdar âilesini «gayri
meşru» gibi gösterirken gerekli tarihî belgeleri ortaya koymak
lâzım gelmez mi idi?
ç — Alp Arslan’ın ordusu bir «müslüman ordusu» idi, fakat
sadece «derme» yabancılardan ibaret değildi. Gulâman-ı Saray
(aş. yk. 4000 kişi) dahil, mevcudu 50 000’i bulan Selçuklu hasse
ordusu büyük çoğunlukla Türklerden gelmemiş mi idi? (Nitekim
bu saray kumandanlarından en büyüklerinin hemen hepsi Türk idi :
Sav-tegin, Ak-sungur, Kül-sarıg, AJtuntak, Sungurca, Porsuk, Bo­
zan vb ...).
d — «1080’de Iznik’i alarak başkent yapan, müstakil» Süley­
man’ın Anadoluyu Türkmen bey’leri arasmda paylaştırdığı hangi
vesikaya dayanıyordu? O devrin, adlan herkesçe bilinen Türkmen
beyleri, çok önceden beri, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde görev
yapmakta değiller mi idi ?
Z.V. Togan’ın bilhassa Selçuklu hükümdar âilesi ile Türkmenler arasında ve Çağn Bey kolu ile Arslan Yabgu evlâtları arasında
varlığını ile sürdüğü «düşmanlık» görüşü13, memleketimizde Sel­
çuklu sahasında geniş araştırmalan ile t an ın m ış iki tarihçimizin,
Anadolu Selçuklu devleti’nin kuruluşu ve Süleymanşah’ın «sul­
tanlığı» konusundaki açıklama ve yorumlarına yön verecek ölçüde
bir ehemmiyet kazanmıştır. Nitekim : «.Devlet, kuruluşundan sonra
göçebelikten çıkarak yerleşik m edeniyeti tem sil eden bir siyam te­
in Daha eyvel W. Barthold, İran’da iktidara gelen Selçuklu sultanlarının,
geniş imparatorlukta yer alan türlü soy ve düden müslüman kütleler karşı­
sında kendüerini artık Türkmen beyi değü, birer «İslâm Sultanı» olarak his­
setmeğe başladıkları ve hizmetlerini o yönde değerlendirdikleri üzerinde dur­
muş (bk. Orta Asya Türk tarihi hakkında dersler, İst. 1927, s. 95-100),
bu sebeple de «Türkmen» zümresinin bir dereceye kadar ihmale uğradığını (bk.
İs. A. mad. Selçuklular, III, 8) hatırlatmış ise de, soydaşlar ve aynı âüe men­
supları arasmda uzlaşmaz bir ihtüâfm mevcudiyetinden bahsetmemişti.
r
ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ
Ö
şekkül hâline gelm ese idi, şüphesiz, «Türkmenler meselesi» diye
bir m esele ortaya çıkmayacaktı» tarzında söze başlayan M.A. Köymen «Şu hâlde Türkmenleri devletin kuruluşunda rol alanlar ve
almayanlar şeklinde bir tasnife tâbi tutmak zaruridir» diyerek
«ayrılığı» izah için uzun yorumlara girmiş14, O. Turan ise, aynı te­
mel üzerine kurduğu «Yabgu’lu Türkmenler» ve «âilevî husumet»
faraziyelerini, Anadolu Selçuklu devletinin «istiklâl»ine dayanarak
yapmıştır (aş. bk.)15.
5 — Devletin 1081’de kurulduğu iddiası :
Anadolu Selçuklu tarihinin ilk devresi ile ilgili ciddî araştır­
masını 1913’de yayınlayan Fransız orientalisti J. Laurent, hâdise-,
lere çağdaş, çok yakın veya yakın, Doğulu ve Bizans’lı müelliflerin
(M. Attaleiates, A. Komnena, N. Bryennios, î. Zonaras, I. Skylitzes, Barhebraeus/Abul-Farac vb.), Anadolu Selçuklu devletinin
başlangıcına dair verdikleri haberlerin çelişkili taraflarını göster­
dikten sonra, Süleyman'ın, sultan unvanını taşıması bakımmdan
1080 senesinin «erkence» bir tarih sayılması gerektiğini, o sırada
«belki de Anadoluya yayılmış bütün Türk kuvvetlerine fiilen ku­
manda etmek hakkını kesinlikle» almış olabileceğini, fakat 1081’de
artık «metbûu olan İran Sultanı’nın otoritesini tanımaz bir istiklâl
iddiacısı» durumunda bulunduğunu yazmakta idi16. Aynı araştırıcı
daha sonraki bir makalesinde ise, yukarıdaki tereddütleri tekrar­
lamakla birlikte, Bizans imparatoru ile Drakon-çayı andlaşması
(1081) nı yapan Süleyman'ın Anadolu’da işgali altındaki toprak­
ların hükümdarı olarak artık Sultan Melikşah’ı da dinlemediğini
ve Bağdad’m muvafakati olmaksızın «Sultan» unvanmı almasının
mümkün olduğunu ileri sürerek, yine de pek açık olmayan şu hük­
me varmıştır : «O, sultan unvanını taşısm veya taşımasın, 1081’de
başkenti İznik şehri olan Rum (Selçuklu) Sultanlığı mevcuttu ve ilk
hükümdar Selçuklu Süleyman’dı»17.
6 — Şimdi devletin 1075 tarihinde kurulduğu hakkmdaki iddi14 M.A. Köymen, ayrıl esr. s. 158-162.
15 Cl. Cahen (bk. Pre-Ottoman Turkey, s. 74) bile aynı İz üzerindedir.
.16 J. Laurent, Byzance et les Turcs seldjoucides dans l’Asie occidentale
jusqu’en 1081, Paris, 1913, s. 8 (ve n. 1), 11 (ve n. 4), 96 n. 1, 100 (ve n. 2), 101.
17 J. Laurent, Byzance et les origines du Sultanat de Boum, Mélange Ch.
Diehl, I, Paris, 1930, s. 177-182.
10
İBRAHİM KAFESO&LU
aya gelebiliriz. İlk defa O. Turan tarafından beyan ve müdafaa
edilen bu görüş, konu bakımından son söz niteliğini taşıdığı için üze­
rinde ayrıntılı şekilde durmak mecburiyeti hasıl olmtıştur. Önce
onun delillerini ve gerekçelerini nakledelim.:
«Süleymanşah (1075-1086) Selçuk’un oğlu Arslan Yabgu’nun torunu ve
Kutalmış’ın oğlu olup, Türkiye Selçuklu devletinin kurucusu ve ilk sultanıdır.. ^
Bazı kaynaklar Süleyman’ın Alp Arslan tarafından Anadolu’nun fethine me­
mur edüdiğmi ve hattâ ona ikta olarak ayrüan bu ülkede hükümdarlık hak­
kının da bahşedilmiş olduğunu yazarlarsa da, bunun tarihi gerçekle hiçbir
münasebeti yoktur. Bu müellifler arasinda Süryani Mihael daha ileri giderek,
Süleyman'ın oğulları ile birlikte Malazgirt muharebesinde büyük hizmet yap­
tığını ve zaferden sonra Alp Arslan’m Kapadokya ve Pont ülkelerini fetheden
Süleyman’a Anadolu’da saltanat sürmek selâhiyetini tanıdığını söyler. [Hal­
buki] Alp Arslan’m karşısma iddialı ve kuvvetli bir şekilde çıkan Kutalmış
oğullarını Anadolu’nun fethine ve hükümdarlığına tâyin etmesi imkânsız idi.
Alp Arslan zamanmda Anadolu’da gaza yapan bir çok Türkmen beyi ve ku­
mandanı hakkında çağdaş kaynaklar bilgi verdikleri hâlde, daha mühim şahsi­
yet olan Selçukun torunlarına dair bir kayda rastlanmaması sebebi de budur.
«Süleyman ve kardeşlerinin Alp Arslan zamanmda Anadolu’da ve Suriye’de
bulunmadıkları hususunda en sağlam delü de Kutalmış, Kavurt ve El-basan’ın
isyanlarından sonra, onlara mensup bulunan Yabgu’lu (Yâvgiyya) adlı Türk­
men kütlelerinin Anadolu ve Suriye’ye kaçtıkları ve bunlardan bir kısmının
1070 (462) de Atsız ve diğer Oğuz beyleri idaresinde fetihlere girişip Filistin’de
bir Türkmen beyliği kurarken başa geçecek Selçuklu şehzadesi bulamamış
olmasıdır. Filhakika bu Türkmen beylerinden biri olan Şökli ancak 1074 (467)
de Sultan Melikşah’a itaatini büdiren Atsız’a karşı harekete geçerken Kutalmış
oğullarmdan birini davet edebilmiş ve kendisine Selçuklu hanedanına mensu­
biyeti dolayısiyle, itaatte bulunacağını bildirmişti...
«Zaten mühim kaynakların, Kutalmış oğullarının Melikşah zamanında
Anadolu’ya geldiklerine dair ifadeleri de bunu teyit eder. Bununla beraber
Melikşah’ın Süleyman ve kardeşlerini Anadolu’yu idareye ve bu ülkede baş­
sız kalan Türkmenleri disipline almağa memur ettiğine dair ifadeleri de haki­
kate aykırıdır... Alp Arslan’m ölümü üzerine çıkan saltanat mücadelesinde
Süleyman ve kardeşlerinin fırsat bulup Anadolu’ya geldikleri veya Melikşah’m
onları serbest bıraktığı anlaşılıyor. Îbn’ül-Ezrak : «Melik Süleyman, Melikşah
nezdinden gelip Malatya, Kayseri, Aksaray, Konya, Sivas’ı ve bütün Rum’u
fethedip oralara hâkim oldu» ifadesini kullanırken bu gelişin bir tâyin şek­
linde olduğuna dair bir işarette bulunmaz... Buna mukabil çağdaş Bizans tarihçüeri ve Ebu’l-Ferec Barhebraeus, Süleyman ve kardeşlerinin isyân halinde
kaçarak Anadolu’ya sığındıklarına dair kayıt vermekle durumu daha sarih
bir şekilde aksettirmişlerdir.
«Kutalmış oğullarının tarih sahnesine çıkışları hakkında en mevsuk mâ-
ANAD OLU SELÇUKLU DEVLETİ
11
lûmatın (hâdiselere çağdaş tarihçi Gars’ün-Nime’den naklen) Sıbt Îbn’ül-Cevzi’de verildiği şüphesizdir. Sıbt’a göre, Suriye’ye kaçan Yabgulu’lar (Yâvgiyya), Fi­
listin’de Atsız idaresinde bir Türkmen beyliği kurduktan sonra, 1073 hazira­
nında hutbeyi Melikşah ve Abbasiler namma okutup bu havaliyi şiî Fâtimîlerden kurtarmışlar ve Selçuklu Sultanı’na bağlanmışlardı. Fakat aynı Yabgulu’ların diğer bir beyi olan Şökli 1074 sonlarında (Rebi I, 467) Akkâ’yı Mısır­
lılardan alınca Atsız ile bozuşmuş ve ona mağlup olmuştur. Bunun üzerinedir
ki, Şökli, «babasının ölümünden sonra Rum’da Yabgulu’larla birlikte gaza
yapan Kutalmış oğluna mektup yazmış ve onu Suriye’ye dâvet edip kendisine
iltihak edeceğini büdirmiştir: «Sen Selçuklulardan ve hükümdar hânedanındansın, sana itaat edip... Atsız hükümdar soyundan olmadığı için ona tâbi ol­
mağa razı değiliz...» demekte ve Mısır’dan mal ve yardım vaadi aldığını
anlatmaktadır. Bu dâvet üzerine Kutalmış oğlu ile Şökli birleşerek Taberiye’ye
gittiler ve orada Mısır halifesine itaatlerini ilân ettiler. Fakat Kudüs’den ha­
reket eden ve Melikşah’tan 3,000 kişilik yardım kuvveti alan Atsız onları mağ­
lup etti. Şökli ile oğlunu öldürdü, Kutalmış oğlunu, küçük kardeşini ve am­
cası (Resûl Tegin) mn oğlunu esir aldı...
«Kutalmış-oğullarından biri, Atsız’a ve dolayısiyle Melikşah’a karşı Fi­
listin’de Mısır şiîleri ile anlaşarak bu teşebbüse girişirken, diğer kardeş (Sü­
leyman) da Kasım 1074 (Rebi ' I, 467) de Mirdasi emîri Mahmud’un ölümü
üzerine Haleb’i muhasara ediyordu. Haleb’de Nasr (Mahmud’un oğlu), Kutalmış oğluna haber gönderdi : «Ben Sultan’ın nâibiyim, sen de ona itaat edi­
yorsun. Buradan uzaklaş!» Bunun üzerine Haleb’den Selemiye’ye çekilen Kutalmış oğlu, Atsız’dan kardeşinin serbest bırakümasını istedi. Fakat Atsız bu
hususta Sultana yazdığını, gelecek cevaba göre hareket edeceğini büdirdi ve
bir az sonra da Süleyman'ın kardeşlerini Melikşah’a gönderdi.
«Sibt, ayrı bir yerde «Sultan’m amcazadesi olan Kutalmış oğlu Süleyman,
Suriye’ye inen Yabgulu Türkmenlerinden olup, Anadolu hükümdarlarının ced­
didir... son olarak Antakya’yı fethetti» demektedir.... Durum, Süleyman ve
kardeşlerinin Alp Arslan veya Melikşah tarafından Anadolu’nun fethi ve ida­
resine gönderildiğine ve kendüerine ikta edüen bu ülkede hüküm sürme hak­
kının bahşolunduğuna dair muahhar kaynakların yanüdığmı, ifadelerinin
mübhem ve mütenakız bulunduğunu göstermektedir...»ıs.
Ö. Turan devam ediyor :
«Alp Arslan zamanında Suriye’ye kaçmış bulunan Yabgulu Oğuzların A t­
18 B k O. Turan, Selçuklular zamanında Türkiye, îst. 1971, s. 45-50. O. Tu­
ran, daha önce yayınladığı «Selçuklular Tarihi ve Türk-îslâm Medeniyeti, An­
kara, 1965, adlı eserinde (s. 198-202) biraz kısa olarak aynı şeyleri müdafaa et­
mişti. (Bu eserin tenkidi: Tarih Dergisi, sayı 20, 1965, s. 171-188). O. Turan’ın
İslâm Ansiklopedisinde çıkan maddesi (Süleymanşah I, I.A. cüz 112, 1967), son
kitabındaki Süleymanşah üe ilgili bölümlerin tamamen aynıdır.
12
İBRAHİM KAFESOĞLU
sız idaresine ve Melikşah’a itaat etmeleri ve onlara kargı Şokli'nin kutalmıg
oğullarını dâveti üzerine girişilen mücadelede sonuncuların mağlup olması Süleymanşah üe kardeşi Mansur'un kendüeri için daha müsait bir hâle gelen Ana­
dolu’ya geçmelerine sebep oldu. Gerçekten Artuk Bey’in İran’a dönmesi onların
şansını artırıyordu.. Bundan başka Anadolu’ya gelen bu Türkmenlerin mühim
bir kısmı da Alp Arslan’a ve Melikşah’a. karşı isyan eden Kutalmış, El-basan
ve Kavurt’a mensup «Yabgulu’lar» olup, bunlar devamlı bir şeküde Rum’a
(Anadolu’ya) göçüyorlardı. Alp Arslan tarafından El-basan’ı takibe gönderi­
len ve onu, sığındığı Bizans imparatorundan teslim almak istiyen Afşin de im­
paratora «Aramızda dostluk olduğundan memleketinize dokunmam. Hâlbuki bu
Yabgulu’lar (Yâvgiyya) sultanın düşmanıdır. Sizin ülkelerinizi de yağma ve
tahrip ettiler, bu sebeple onu teslim etmeniz gerekir» diye ihtarda bulunmuştur
ki, bu durum, Anadolu’ya göçen Türkmenlerin Kutalmış-oğfullarını nasü bek­
lediklerini göstermektedir. îşte Süleyman ve Mansur’u Anadolu’ya çeken se­
bepler bunlardı.»
«Suriye müellifleri ‘Kutalmış oğlu Süleyman 467 (1075) senesinde İznik
ve havalisini fethetti» ifadesi üe bu fetih ve tarihini tesbit edip «Anonim
Selçukname»yi teyit eylemişlerdir... Bu suretle, Arap kaynağının (El-Azîmî)
açık ifadesine göre, îznik’in fethi ve Türkiye Selçukluları devletinin kuruluşu
1075 yılında vukubulmuştur. Süleyman'ın İznik’ten önce Konya’yı payitaht
yaptığma dair görüşler yanlış tahminlere dayanıyordu.
«Melikşah 1078’de kardeşi Tutuş’u Suriye’ye gönderir, Atsız idaresinde
teşküâtlanan Yabgulu’ları itaate alırken, büyük kumandanlardan Porsuk’u
da Anadolu’ya memur ederek Süleyman ve diğer Kutalmış-oğullarını da ber­
taraf etmek istiyordu... Neticede Porsuk İstanbul’a sığınmış olan -Mansur’u
imparator Botaniates’ten istedi. [Mansur Anadolu’ya geçti]... Nihayet arala­
rında çıkan savaşta Porsuk, Mansur’u bir lüle üe öldürüp keyfiyeti Sultana
büdirdi. Türkmenler de Kutalmış’ın diğer oğlu Süleyman’a Utihak etti. Kay­
naklarımızdaki vuzuhsuzluğa rağmen Pörsuk’un Kutalmış-oğuüarına karşı
gönderüdiği, bu esnada onlar Bizans imparatoru üe müttefik oldukları cihetle
seferin Rumlara karşı olan akisleri de yerinde olduğu şüphesizdir... Durumu
ters mânada anlayan bazı modern tarihçüer Süleyman ile kardeşi Mansur
arasmdâ bir savaş olduğunu, Süleyman'ın yardım istemesi üzerine Melikşah’ın
Porsuk’u Anadolu’ya gönderdiğini, Mansur’un öldürülmesinden sonra Anadolu
hâkimiyetinin Süleyman’a verüdiğini sanmaktadırlar. Melikşah’ın, Süleyman'ın
ölümünden sonra oğullarını İran’a götürerek «İznik tahtını» boş bırakması
ailevî husumetin devamını gösterir... Mansur’un öldürülmesine rağmen Süley­
man'ın bu tarihten sonra daha da kuvvetlenmesi, Porsuk’un bu tenkü işinde
fazla birşey elde edemediğini ifade eder. Sadr’üd-din el-Hüseynî’nin Porsuk’un
Rumları mağlup etmesinden sonra Melikşah’ın «Konya, Aksaray, Kayseri ve
bütün Rum beldelerini Kutalmış oğlu Melik Rükneddin Süleyman’a bıraktı»
ifadesi de Sultanın Anadolu’da bir fiilî durumu bir müddet için kabul ettiği
mânasına gelmektedir. Süleyman ile Mansur’un hiç olmazsa bu sırada yeni
Bizans imparatoru ile müttefik bulunduklarında asla bir şüphe yoktur. Sü­
leyman, Porsuk’a (Melikşah’a) karşı Bizanshlarla ittifak hâlinde bulunarak
AN AD OLU SELÇUKLU DEVLETÎ
13
onu muvaffakiyetsizliğe uğratıp çekilmeğe mecbur etti ve bu sayede Melikşah’a
kargı istiklâlini korudu...
Buraya kadar ileri sürülen iddia ve yorumlan 3 ana noktada
toplamak mümkündür sanınz :
a — Büyük Selçuklu imparatorluğunda iktidan elinde tutan
hanedan üyeleri ile Arslan Yabgu’nun oğlu ve torunları (Kutalmışoğullan) arasında «ailevî husumet» vardır ki, bu, 1075’de devlet
kuran Süleymanşah’m siyasî faaliyetlerine yön ve mâna vermiştir.
b — imparatorluğun batı bölgelerinde yeralan Türkmen küt­
leleri, sultanlardan kaçarak tercihen Kutalmış oğullarının hizme­
tine girmişlerdir ki, bu durum Kutalmış-oğullarımn meşru hüküm­
darlar kabûl edildiğini göstermekte ve Süleymanşah’m istiklâl eği­
limi bakımından bir itici kuvvet vasfını taşımaktadır.
e — Selçuklu tarihinin bu devresinde «Yabgulu Türkmenleri»
kütlelerinin görülmesi bu açıklamaların kesin delilini teşkil etmek­
tedir.
Şimdi meseleyi daha geniş bir çerçeve içinde ele alarak, hâdise­
leri gerçeğe en yakın şekilde değerlendirmeğe çalışalım :
a — Önce belirtelim ki, hükümdar âilesi mensupları arasında
iktidar mücadeleleri, Selçuklu çağmda ortaya çıkmış hâdiselerden
olmayıp, tâ Asya Hıralarından beri, Türk tarihinin her devresinde
ve hemen her Türk siyasî kuruluşunda görülmüştür ve başta gelen
sebep de Türk devletinde veraset usulüdür. Bilindiği üzere, Türklerde şehzadelerden en büyüğü veya en küçüğü gelecekte tahtın sa­
hibidir vb. gibi bir kaide yürürlükte olmamıştır. Fakat, «Karizmatik» 'hükümranlık anlayışı icabı, veliahdliğin de karizmatik bir
muhteva kazandığı eski Türk devletinde hükümdar âilesinden her
prensin devletin başma geçme hakkına sahip bulunduğu düşüncesi
daima geçerliliğini korumuştur. Ancak bu hak, hükümdar olmağa
kalkan her şehzadeye veya aynı mücadeleye girişen şehzadelere
müşterek olarak değil, dâvacılar arasında en liyakatlisine tanı­
nıyordu (Idoneitas prensibi). Saltanata hak iddia edenler kendi güç19
O. Turan, Selçuklular zamanında Türkiye, s. 53-61.
14
İBRAHİM KAFESOĞLU
Wini ortaya koyarak, milleti, devleti idare etmeğe lâyık ve mukte­
dir olduklarını isbat etmeli idiler. Kavgaların sonucunda duruma
hâkim olan şehzade, iktidar dizginlerini sağlam ve dengeli şekilde
elinde tutabileceğini belirlemiş bir kişi sıfatı ile, hükmetme yetkisi­
nin asıl sahibi kabûl edilir ve millet onun buyruğuna girerdi20. Bu
prensip, İslâm çevresinde kurulmuş olmasına rağmen -diğer bir­
çok Türk gelenekleri gibi- Selçuklu imparatorluğunda da devam
ediyordu. Burada gözden kaçırılmaması gereken cihet, Selçuklu taht
mücadelesinin, yalnız Arslan Yabgu kolu mensupları tarafından
verilmediği, fakat kendisinde hükümdarlık gücü gören hütün şeh­
zadelerin (İbrahim Yınal, Er-sığun/Erisığı = Er-basgan = El-başan/, Alp Arslan, Musa Yabgu, Kavurt, Tekiş, Kutalmış) aynı
teşebbüse giriştikleridir. Bunlardan yalnız Kutalmış (Süleymanşah’m babası), Arslan Yabgu’nun oğlu idi. Ötekilerin hepsi âilenin di­
ğer kollarından olup21, kendi özkardeşleri olan sultanlara başkaldıranlardı. Demek ki, hânedanm iktidardaki üyeleri ile Arslan Yab­
gu nesli (Kutalmış-oğullan) arasında taht kavgası’nm geliştirdiği
hususî bir «âilevî husumet» söz konusu değildi.
Saltanat mücadelesine giren Selçuklu prenslerinin elbette ken­
dilerini destekleyen askerî kuvvetleri vardı ve onların yardımı ile
iktidara ulaşmak istiyorlardı. Ancak sultanların emrindeki, kısmen
yabancılardan kurulu hasse ordusuna karşılık, şehzadelerin kontrol­
lerindeki birliklerin hemen tamamını Türkmenler meydana geti­
riyordu. Çağrı Bey’in yanında Belh bölgesinde çarpışanlar, Musa
Yabgu’ya bağlı olarak Sîstan ve havalisini ele geçirmeğe çalışanlar,
İbrahim Yınal, Kutalmış, Resûl-Tegin, Yakutî kumandasında batı­
da Bizans sınırlarında, Elcezirede, Azerbaycan’da savaş verenler
hep aynı soyun insanları, yâni Türkmenlerdi. Bunlar sultan’dan
(gerçekte Büyük Dîvan = merkeâ hükûmet’ten) aldıkları emre gö­
re, kendi başbuğlarının idarecinde ve ıımıımî fütûhat plânı gerek­
lerine uygun bir faaliyet bütünlüğü içinde, zaman zaman yer değiş­
tiren, bölgeden bölgeye sevkedilen kuvvetlerdi. Merkezin tâlimatı
20 Türk devletinde hükümranlık, veraset meselesi ile, çifte kırailık gibi
2’li veya daha fazla hükümdarlı «kollektif sistem»lerin mevcut olmadığı hak.
bk. î. Kafesoğlu, Türk Mîllî Kültürü, Ankara, 1977, s. 220-228, 233-237.
21 Tafsilen bk. t. Kafesoğlu, Selçuk’un oğullan ve torunları, TM, XHT,
1958, s. 117-130.
ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ
15
her yerde kendilerine yetişirdi. Daha önce de, üç Selçuklu liderinin
(Çağrı, Tuğrul, Musa) emirlerinde, birbirinden müstakil gruplar gi­
bi görünen aynı Türkmen kütleleri Dandânakan savaşının .arefesin­
de tam bir ahenk kurarak tek bir güç hâlinde birleşmişler; zaferden
sonra, Tuğrul Bey’in Selçuklu sultanı ilân edilmesi münasebeti ile
Merv’de toplanan büyük Toy (kurultay) kararlan uyannca, zapt
edilecek memleketlere hükümdar âilesi mensupları tayin edilirken
(doğu bölgelerine Çağrı Bey, güney bölgelerine Musa Yabgu, batı
bölgelerine Tuğrul Bey) 22 aynı Türkmenler, emirlerine verildikleri
prenslerin bölgelerine doğru bir kere daha yayılmağa başlamışlardı.
Bu arada batı memleketleri kendine ayrılan Sultan Tuğrul Bey’e
bağlanmış gruplar da, onun yüksek komutası altındaki İbrahim Yınal, Kutalmış, Yâkutî’nin sevk ve idaresinde Cibâl, Irak-ı Arab,
Azerbaycan havalisinde faaliyete geçmişlerdi. Yeni devletin vurucu
gücü niteliğindeki Türkmen kütlelerinin ne sultanlara, ne de bir­
birlerine karşı düşmanlık beslemelerine sebep yoktu23. Bazı kaynak­
lardan geçen «Sultandan kaçanlar»24dan kasıt, daha ziyade, bazı
Türkmen gruplarını maiyetlerine alan isyancı şehzadelerdi. Zira taht
iddiacıları, sultanlar tarafından inatla takip edilirlerdi. Yalnız onlar
değil, doğrudan doğruya kendi boylarının başında fetihlere katılan
Türkmen bey’leri de merkezî hükümetin kontrolü altında idiler. Su­
riye ve Filistin taraflarında savaşlar veren Türkmen beyi Atsız,
sultanın tâbii olduğu gibi (Mısır Fâtimî’leri ile anlaşarak Selçuk­
lu devlet politikasma karşı bir yola giren diğer Türkmen beyi Şökli
ile Kutalmışoğlunu /M ansur?/ cezalandırmıştı), Anadolu’da, Bah­
reyn’de ve imparatorluğun doğusunda büyük hizmetler görmüş olan,
fakat Süleymanşah ile geçinemediği sezilen ünlü Türkmen beyi Artuk Bey de Melikşah’ın fermanı ile âdeta bir sınırdan ötekine taşm22 Bk. Tarih-i Beyhakî, neşr. Gani-Fayyâz, Tahran, 1324 hş. s. 628;
Zubda’t un-Nusra (Türk, tere-, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi), İst. 1943,
s. 6; Alibâr’üd-Devlet’is-Selçukiyye /Türk, tere,/ 1943, s. 12; Râvendî, RâJıafus­
sudur, GMNS, Leyden, 1921, s. 104 (Türk, tere, 1957-1960, s. 102 vd.); I.A. mad.
Selçuklular, s. SSS b. Bilindiği üzere bir toy tertiplenerek, zapt edilecek' memle­
ketlerin önceden tesbiti ve o yönlerde sefere çıkacak başbuğların seçilmesi,
eski Türk geleneklerindendir. Bk. Türk fütûhat felsefesi, s. 1-16.
23 Açıklamalar için bk. Tarih Dergisi, sayı 20, s. 180 vd.
24 Sıbt Îbn’ül-Cevzî, Mir’ât’üz-zeman, neşr. A. Sevim, Ankara, 1968,
s. 146; Barhebraeus, I, s. 328.
16
İBRAHİM KAFESOĞLU
makta idi. Onun Diyar-ı Bekr havalisinin zaptı sırasında çıkan an­
laşmazlık yüzünden Sultana karşı bir direnme niteliğindeki davra­
nışında dahi, -Sultanla ilgili sözlerinden ve nihayet yine Büyük Dîvan’ın talimatına bağlı Melik Tutuş’un hizmetine girişinden anlaşıl­
dığı üzere-, merkezî otoritenin gücü belirmekte idi. Büyük Selçuklu
İmparatorluğu çağında merkezî hükümet, ülkenin herhangi bir ye­
rinde başgösterecek ihtilâflar hususunda o derecede hassas idi ki,
huzur kaçırıcı hareketler karşısında hemen akmcı müfrezelerini yo­
la çıkarır veya, daha tehlikeli kımıldanışların anında bastırılması
için, başkent İsfahan’da hasse ordusu kumandanlarını hazır bulun­
dururdu. İbrahim YınaFın isyanında Sultan Tuğrul Bey, hemen bü­
tün askerî güçleri sür’atle seferber etmiş; asî Er-sıgun’un Anado­
lu’ya doğru çekilmesi üzerine Sultan Alp Arslan, onu yakalatmak
için, Türkmen Afşin Bey’i yola çıkarmış, Bizans ile işbirliği yap­
mağı tasarladığı anlaşılan Kutalmış-oğlu Mansur’a karşı Sultan Melikşah, merkezden, büyük kumandan Pörsuk’u Anadolu’ya sevketmişti. Aynı sultan daha sonra, İznik’teki Ebü’l-Kaasım’ı Selçuklu
siyasetine aykırı tutumundan dolayı ağır şekilde cezalandırmıştı25.
Görülüyor ki, sultanların sert tepkileri yalnız Kutalmış-oğulları ile
onlara bağlı Türkmen kütlelerine karşı değil, Selçuklu imparator­
luğunun fetih harekâtı plânma ters düşen her şehzadeye, kumanda­
na, başbuğa, her çeşit direnişe karşı idi. Kaynaklarda «Sultan’dan
kaçtığı» bildirilen Nâvekî veya Yâvegi Türkmenler de (aş. bk.) bir
prensin idaresinde uygunsuz direnme gücü ortaya koyan kütleler
olup, te’dip edilmeleri devletin vazifesi gereği idi.
b — Bu gibi hareketlere karışan bir kısım Türkmenlerin Kutalmış-oğullarma iltihakları, o ailenin «meşrû hükümdar ailesi» kabûl edildiğini isbatlayacak ciddî bir delil sayılmaz. Çünkü geniş im­
paratorluk topraklarına yayılmış olan bütün Türkmenler, her ta­
raftan, «bu meşrû hükümdar âilesi»nin hizmetine koşmuyorlar; fa­
kat gruplar hâlinde, emirlerine verildikleri şehzade ve başbuğların
bölgelerinde (Horasan’da, Sîstan’da, Kirman’da, Bahreyn’de, Kafkaslar’da, Suriye’de vs.) vazifelerini yapmağa devam ediyorlardı.
Kutalmış-oğullarının yanındaki Türkmenler de vaktiyle Tuğrul
25 Bütün bu hâdiseler için tafsüen, I. Kafesoğlu, Sultan Melikşah devrin­
de Büyüh Selçuklu imparatorluğu, 1st.' 1953, (Index)
ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ
17
Bey’in yüksek kumandası altında olarak Kutalmıg ve kardeşinin
enirinde savaşmak üzere ayrılmış bulunanlardı ve herhalde «Irak
Türkmenleri» (Yağmur, Gök-taş, Kızıl, Boğa adlı beylerin idaresin­
de batıya gelen ve beylerinin öldürülmeleri üzerine dağılan Türk­
menlerinin bir kısmı da Kutalmış-oğullarma iltihak etmişti. Fakat
ne yıllardan beri onlarla birlik olanların, ne de sonradan kâtılanlarm zihninde, devletin başındaki sultanların meşru olup olmadığına
dair bir takım endişelerin yer aldığı düşünülemezdi. Zira, meşrûiyet
bakımından, hükümdar âilesi üyelerinden birinin devlet başında bu­
lunmasının yeterli sayıldığı o devir Türk hükümranlık anlayışına
göre, «sultan»ların fiilen iktidarı yürütmeleri, en kesin «meşruiyet»
belgesi durumunda idi. Yukarıda işaret etmiştik ki, karizmatik ve­
raset usulünce, hanedana mensup herkes hükümdar olma hakkım
haiz, fakat liyakatini isbatla yükümlü bulunuyordu. Şehzadeler ara­
sı mücadele bu açıdan âdeta bir yarışma telâkki edildiği için, çok
kere halk, taraf tutmaksızın, sonucu beklerdi. Böylece «kudret ve
liyakat»lerini ortaya koyarak tahta sahip olan sultanlar karşısında,
başarısızlığa uğrayanların, «meşrû hükümdar» kabûl edilmeleri
mümkün olmazdı. Esasen, Süleymanşah’ın, kendi lehine mevcut ol­
mayan bir «meşrûiyet» düşüncesine dayanarak sultanlık iddiasına
kalktığına dair güvenilir bir delil de gösterilememektedir (aş. b k .).
c — Fakat, O. Turan, Selçuklu sultanları ile Kutalmış-oğulları
arasında bir «âilevî husumet»in sürüp gittiği ve Türkmen kütlele­
rince yalnız Kutalmış-oğullarmm meşrû hükümdarlar sayıldığı id­
diasını delillendirmek üzere Selçuklu tarihine bir «Yabgulu Türk­
menleri» meselesi getirmişti. Ona göre, tâ Arslan Yabgu zamanın­
dan beri bir kısım Türkmenler (Yabgulular!) bu âile tarafını tu t
muşlar, bu âilenin haklı saltanat davasını gerçekleştirmeğe çalış­
mışlar, bilhassa Sultan Melikşah’ın bu âileyi ortadan kaldırmağa
veya tesirsiz hâle getirmeğe yönelik her türlü sert tedbir, takibat
ve baskısına rağmen emellerine ulaşmışlardır.
Ancak söylenen vasıfta ve «Yabgulu» diye anılan bir Türkmen
zümresi gerçekten mevcut olmuş mu idi? Selçuklu tarihinin açıkla­
mağa çalıştığımız siyasî, askerî ve hukukî akışı içinde böyle bir
«zümre»nin türeyebilmesi, bu Türk devletinin tabiî oluşum ve ge26 Bk. Î.A. mad. Selçuklular, s. 359b, vd.
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 2
18
İBRAH İM KAFESOĞLU .
lişme sınırlarını aşan, izahı müşkül bir gariplik teşkil ederdi. Ni­
tekim «Yabgulu Türkmenleri» faraziyesinin esası kısa zamanda or­
taya çıkarıldı; bazı kaynaklarda geçen «Yâvegıya, Nâvegîya, Yâvegîyân, et-Türkmân’ün-Nâvegîya» tabirlerinin27 yanlış okunma ve
h a talı yorumlanmasına dayandığı anlaşıldı. O. Turan, Farsça kay­
naklarda Yindlîyan (İbrahim Yınal’a bağlı Türkmenler), Yağmurîyan (Yağmur Bey’e bağlı olanlar) gibi deyimlerin yer aldığını ha­
tırlayarak, o zamana kadar mâhiyeti meçhul kalan «Yâvegiya, Nâ­
vegîya» kelimesinin de aslmda «Yavgiya (Y a v g u + y a = Y a b g u + y a =
Yabgulu) »dan başka bir şey olmadığı kanaatine varmış ve Süleymanşah ile birlikte hareket edenlere « Yabgu’lu Türkmenleri» denil­
diğini söylemek suretiyle Arslan Yabgu’dan Süleymanşah’ın sonu­
na kadar en aşağı üç nesil devam eden «Türkmencilik» cereyanının
Kutalmış-oğullarmı desteklediği hususunda ısrar etmişti.
Halbuki filolojik incelemeler, yâvegî ( = yavgi) sözü ile Türkçe
bir tâbir olan «yabgu» deyimi arasında bağlantı kurmanın imkân­
sızlığım; Farsça yâvagî (yâvagîyân) kelimesinin gerek lügat kitap­
larında, gerek tarihî kayıtlarda daima «Devlet otoritesine tâbi.ol­
madan-veya herhangi bir sebeple bu otoriteden ayrılarak başı boş
hareket eden zümre veya kütleler» mânasını taşıdığını ortaya koy­
du28 ki, bu tesbit va’kıalara uygun düşüyordu. «Yâvegî» Türkmen­
ler vardı29, fakat «Yabgulu Türkmenleri» olarak adlandırılan ve do-
27 Bk. Sıbt İbn’ül-Cevzî, s. 147, 169, 243; Daha bk. O. Turan, Selçuklular
Tarihi ve Türk-lslâm medeniyeti, s. 120-123 («El-basan ve Yavgulular mese­
lesi»),
28 Tafsilen bk. A. Ateş, Yabgulular meselesi, Belleten, sayı 115,. 1965,
s. 517-525.
29 Bunlar bilhassa batı bölgesine, kendi bey ve başbuğları idaresinde
gelen bir kısım Türkmen grupları olup (meselâ «Irak Türkmenleri» örneği),
herhangi bir sebepten reislerini kaybetmeleri neticesi, geçimlerini sağlamak
için şuraya buraya dağılıyorlar veya etraftaki şehzadelerin veya beylerip.
hizmetine girmeğe çalışıyorlardı. Büyük Selçuklu imparatorluğunun geliştiği
sıralarda tâ Maverâ-ünnehirden Umman’a, Kafkaslara, Filistin’e kadar geniş
coğrafyanın hemen her noktasmda askerî faaliyetlerin devam ettiği, bilhassa
Anadolu fetih harekâtının en hareketli devresinin yaşandığı yıllarda bu «Yâvgî»Ier kapılandıkları bazı maceracı reisler veya âsi şehzadelerle birlikte sürük­
leniyorlardı. Bu sebeple Orta Anadolu’da, Elcezire’de, Suriye’de «Yâvegî»ler
görülüyordu (Meselâ, Kutalmış âüesi ile ügisi olmayan Türkmen Atsız, Fi-
ANAD OLU SELÇUKLU DEVLETİ
layısiyle Kutalmış-oğulları taraftarlığı ile
ya kütle mevcut olmamıştı.
tanınm ış
19
ayn bir grup ve­
Şimdi de Süleymanşah’m «sultanlığı» meselesini gözden geçi­
relim. Bir Ortaçağ Islâm veya Türk-İslâm devletinde siyasî istik­
lâlin ilk ve en önemli alâmeti olan «Sultan» unvanı Süleymanşah
tarafından kullanılmış mı idi? Veya o 1075’den yahut 1077’den iti­
baren, gerçek bir devlet başkam vasfında mı idi?
O. Turan şunları söylüyordu :
«Süleyman 1075’de kurduğu devleti 1078’de Porsuk’un muvaffakiyetsizliğe uğrayarak çekilmesi ile kurtarmış, Melikşah’â karşı istiklâlini korumüştu.
O, 1081 muahedenamesi [Bizans’lmparatoru üe yaptığı Drakon-çayı andlaşması] ile, fiilen olduğu gibi, hukuken de Anadolu’da hâkim bir duruma giriyordu.
Fühakika A. Komnena’ya göre «îznik»i payitaht yapan ve bizim saray dedi­
ğimiz sultanlığı orada kurup bütün şarka hükmeden' Süleyman» bu muahede­
nin akdi sırasmda «sultan» unvanım da taşıyordu. Bununla beraber İslâm kay­
naklarında «melik» ve bizzat bu Bizans müellifine göre de «emir» unvanı ile
anılan Süleyman, kendisini sultan ilân ettikten sonra bu hâkimiyetin tasdiki
gerekiyordu. Nitekim Süryani Mihael «Süleyman İznik ve İzmit şehirlerini ala­
rak oralarda hüküm sürdü, bütün memleket Türklerle doldu; bunu öğrenen
Bağdat halifesi ona sancak ve diğer şeyler [hâkimiyet alâmetleri] gönderip,
onu taçlandırdı, sultan ilân etti. .Böylece Türklerin Türkistan (Margiana) dı­
şında biri Horasan’da, öteki Roma (Anadolu) ülkesinde olmak üzere iki hü­
kümdarı oldu» demek suretiyle Süleyman’a sultân unvanının halife tarafından
tevcih edildiğini veya zaten üân edüen sultanlığın onun tarafından zarurî ola­
rak tasdik olunduğunu belirtir. A. Komnena .da başka bir yerde,; Antakya se­
ferine çıkmadan önce «Emîr Süleyman bu sırada Sultan rütbesini almış bulunu­
yordu» kaydını vermekle onu teyit eder. Bir başka Bizans müellifi de (Zonaras), Kutalmış (oğlu Süleyman) tahta çıkmak için sultana karşı geldiğinde,
halifenin dahüî bir muharebeyi önlemek maksadı ile, Sultanın, bütün memle­
ketlere hâkim olması ve Rum eyaletlerini itaate alması için, amcası oğluna yar­
dım etmesi şartiyle bir anlaşma sağladığını belirtir.
«Artık Süleymanşah’m 1075’de tznik’i fethedip(payitaht yapıp..; 1081 mua­
hedenamesi ile hukuken de Bizansa tasdik ettirdiği...»ao.
«Süleymanşah BizanslIlar aleyhine devletini kurar, hududlarmı genişletir
listinde Yâvegî /N âvegî/’lerin kumandanı idi. Er-sıgun da o âüeden değildi,
fakat Anadolu’da Yâvegî /N âvegî/’lerle beraberdi. Bk. Sıbt ayn. esr. s, 144,
169). Bunlar söylendiği üzere, yalnız Kutalmış-oğullarmı takip eden, yalnız
onlar için çarpışan mütecanis bir kütle olmaktan uzaktı ve nerede zararlı du­
ruma girerlerse orada devlet karşılarına çıkıyordu.
30 O. Turan, Selçuklular samanında Türkiye, s. 66, 80.
İBRAHİM KAFESOĞLU
20
ve onlaf kargısında mutlak hâkimiyetini kabûl ettirirken, Sultan Melikgah’a
kargı da bu devletin istiklâlini korudu... Hattâ Melikgah, Süleyman'ın oğulları
Kılıç Arslan ve Kulan Arslan (Davud)ı İran’a götürdükten ve Anadolu’yu hükümdarsız bıraktıktan sonra da onun Anadoluda bıraktığı Türk beylerine ve
devletine kargı da tenkil siyaseti devam etti. Sultan Süleyman'ın Antakya se­
feri esnasında Melikgah’m Bizans imparatoruna elçi göndererek onunla muahe­
de akdi tegebbüsüne girigmesi de kayda şayandır»3i.
Demek ki, kısaca :
a — 1075 tarihinde Süleymanşah istiklâl ilân etmiş, «sultan»
■unvanını almıştır. Buna dair kayıtlar, Süryanî Mihael, imparator
Alexios Komnenos’un kızı A. Komnena ve Zonaras’m eserlerinde yer
almaktadır.
b — Bizans ile yapılan andlaşma, istiklâlin hukukî belgesini
teşkil etmektedir.
c — Süleymanşah 1078’de, Porsuk’un gelişi dolayısiyle, devle­
tin istiklâlini korumuş, sağlamlaşmasını temin etmiştir.
Delilleri yakından inceleyelim :
a — A. Komnena, babasının Bizans tahtına çıktığı sene (1081)
de «Bütün doğunun hâkimi olan Süleyman, bizim imparatorluk sa­
rayımıza tekabül eden ‘sultanicium’nun bulunduğu İznik dolaymda
ikamet etmekte idi» diyor32. Antakya'nın zaptı arefesindeki hazırliklar dolayısiyle de (1081’e doğru), «Emîr Süleyman»m sultanlık
ile ilgisini belirten bir ifade kullanıyor33. Fakat her iki beyanında
da onun sultan olduğunu söylemiyor. Birinci cümlesinde îznik’deki
Türk «hükümet konağı»nm söz konusu edildiği meydandadır; bun­
dan 3 yıl sonra bile Süleyman’dan «Emîr» diye bahsedilmesi (2. cüm­
le), Süleyman tarafından sultan unvanının kullanılmadığını göste­
rir. Bazı araştırıcılara Süleyman’ın «sultan» olduğuna dair sağlam
bir kayıt gibi görünen A. Komnena’nın bu 2. cümlesinde gerçekten
/
31 O. Turan, ayn esr., s. 77.
32 A. Comnena, The Alexiad /în g. tere./ London, 1928 (19672), s. 93;
«Solman, the ruler of the whole of the East, was encamped around Nicaea
where he had his «sultanicium» corresponding to our «palaces.
33 A. Comnena, s. 153.
A n a d o l u Se l ç u k l u d e v l e t î
2i
vuzuh yoksa da34, yine sultanlık’ın bahis konusu olmadığı, kendisi­
nin hâla «Emîr» olarak anılmasından bellidir35. Ayrıca «sultan»lığm
başkasına tevcih edilecek veya bir başka kişinin tasvibi ile tâyin ya­
pılacak bir makam veya rütbe olmadığı da âşikârdır. Siyasî, İdarî,
hukukî bakımlardan tamamen müstakil bir devletin temsilcisi olan
şahıs, Sultan unvanını kendisi alır, ilân eder ve civar hükümetlere
kabul ettirir. Esasen Zonaras’da ve diğer bazı çağdaş Bizans tarih­
çilerinin (Skylitzes) eserlerinde sadece «Selçuklu reislerine Rum’­
lardan almacak toprakların tevcihi» söz konusu olduğu gibi36, A.
Komnena’nm kaydı da «Sultan» gibi hareket etmeğe elverişli hak
ve yetki bahşeden bir makam veya rütbeye delâlet etmektedir ki,
bu da ancak «melik»lik olabilir.
b — Selçuklu çağında hânedan üyeleri, idareden sorumlu kişiler
sıfatı ile ülkenin münasip bir yerine tâyin edildikleri zaman «Melik»
unvanını alırlardı. Melikler, tıpkı eski Türk-bozkır teşkilâtındaki
kaiıad kralları (élig’ler, yabgu’lar, şad’lar) gibi hükümdarın (sulta­
nın) en yakın yardımcıları olarak, ülkenin hassas bölgelerinde ve­
ya çoğunlukla fetihlere açık sınır boylarında görevlendirilirler ve
vazifelerini, devletin ana siyaset çerçevesini aşmamak şartiyle, en
geniş hareket serbestliği içinde yaparlardı. Yine eski Türk devlet­
lerinde yalnız hükümdar âilesi mensuplarından seçilen kanad kral­
ları gibi Selçuklu «melik»leri de idarelerindeki yerlerde iç işlerini
34 A. Komnena’daki bu cümle farklı mânalarda çevrilmektedir : J. Laurent
(Byzance et les Turcs seljoucid.es, s. 8, n. 1) : «C'est à Nicée que le fils de
Phïlarète, prêt à livrer Antioche aux Turcs, doit venir trouver Soliman qui
était alors sultan» = Antakya’yı Türklere teslim etmeye hazır olan Filaret’in
oğlu, o zaman sultan olan Süleyman’m bulunduğu İznik’e geldi...»
EA.S. Dawiés, (The Alexiad... s. 153) : «... to reach Nicaea and there
gained access to the Ameer Soliman (who had just attained the rank of sultan)
... = Ö sırada sultan rütbesine (derecesine) eri§mi§ olan Emîr Süleyman ...).
B. Leib, (Frans. tere., Anne Comnène, Alexiade, II, Paris 1943, s. 64)
«A Nicée, va l’Emir Soliman qui était à ce moment investi de la dignité de
sultan...» == O vakit kendisine sultan rütbesi (mansıbı) tevcih edilmiş olan
Emîr Süleyman...».
35 Alexiad’da üç yerde geçen «Sultan Süleyman» dan maksat Sultan Kir,
lıç Arslan’dır (bk. The Alexiad, s. 162 ve sonraları). O devir Lâtin kaynakla­
rında da bu baba, oğul kanştırümaktadır (Meselâ, Histoire Anonyme de la
Première Croisade, neşr ve Frans. tere. L. Bréhier, Paris, 1924, s. 53, n. 2.)
36 Bk. J. Laurent, Byzance et les Turcs..., s. 96, n. 1.
22
İBRAH İM KAFESOĞLU
olduğu fra^ar dış ilişkilerini de tam selâhiyetle yürütürler, komşu­
ları ile anlaşmalara girişirler, savaşırlar veya barış imzalarlardı.
Kendi bölge «merkez»leri ve hattâ «Büyük Dîvan»ı andıran, onun
küçük bir benzeri «hükûmet»leri vardı. Ancak, İdarî, a,skerî ve si­
yasî alanlarda «melik»lerin icraatı,; merkezî hükümetin plânlan için­
de ve devletin ıımnmî stratejisine uygun biçimde cereyan ederdi.
Selçuklu devresinde melikler, -yine eski Türk yabgu ve şad’lan gi­
bi- sultanlara bağlı birer «kanad kralı» durumunda olduklarından,
hutbeyi sultan adına okuturlar ve -izin verilmiş ise- parayı da onun
adına bastırırlardı. Bütün hareketleri «Büyük Dîvan»ın kontrolü al­
tında tutulan meük’lerin aykm davranışları da takibata uğrardı.
Misallerini yukarıda verdiğimiz bu türden bir örnek de Tuğrul Bey
zamanında, Musa Yabgu’ya ait Sîstan bölgesinde, Yâkutî (Çağrı
Bey’in oğlu) nin, babası lehine bir teşebbüsüne karşı Sultanın gös­
terdiği tepkidir. Zira, Sultan’ın büyük kardeşi ve Dandânakan sa­
vaşının muzaffer başkumandanı olmasına rağmen Çağrı Bey, Sel­
çuklu devlet statüsünde, ülkenin doğu bölgelerinin idaresi kendine
emanet edilmiş bir «melik» idi (bazan, saygı işareti olarak «Melik’ül-miilûk» deniyor)37. Çağrı Bey’in öteki oğlu Kavurt, Kirman ha­
valisinde, Sultan Melikşah’ın kardeşi Tutuş da Şam (Suriye) da bi­
rer melik idiler ve bölgelerinde şer’î, örfî hukuku yürütüyor, asayişi
sağlıyor; civar hükümetlerle askerî, siyasî temaslarını sürdürüyor­
lardı, fakat «sultan» değillerdi (Alp Arslan ve Sencer önce melik
idiler, sonra sultan olmuşlardı). Süleymanşah da Selçuklu impa­
ratorluğunun batı ucünda, Anadolu’da faaliyet gösteren bir «kanad
kralı», bir «melik» olarak aynı durumda idi. Bu şartlar altında ise,
onun 1081’de Bizans ile yaptığı sınır andlaşmasmı «Anadolu Sel­
çuklu devletinin istiklâlini belgeleyen bir hukukî vesika» olarak
değerlendirmek doğru olmamak gerekir. Esasen Süleymanşah’m,
Anadolu’da istiklâl ilânına yönelik fiilî bir girişimi de görülmemek­
tir. Bizans tarihçisi Attaleiates onun 1079’larda «Sultanlık için
iddiada bulunduğu»nu rivayet ediyorsa, da38, böyle bir «niyet» hiç
bir zaman gerçekleşmemiştir. Diğer taraftan, M.H. Ymanç’m tesbit
ettiği üzere, Büyük Dîvan’m Süleymanşah’ı «melik» olarak tanı­
ması, yâni hiçbir Doğu ve îslâm kaynağında ondan «sultan» diye
37 Bk. î. Kafesoğlu, Selçuk’un oğullan ve torunlan, s. 120.
38 Bk. J. Laurent, ayn. esr
s. 100, n. 1.
_
ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ
23
bahsedilmemesi39, adı unvanı ile birlikte geldiği zaman daima «me­
lik» veya «emîr» tâbirlerinin kullanılması40 ve paralarda «Sultan»
unvanının görünmemesi41 Süleymanşah’ın hakiki durumunu açıklığa
kavuşturan hususlardır.
C — O hâlde, Sultan Melikşah’m hasse ordusu kumandanlarından
Porsuk’un Anadolu’ya gelişini (1078) Kutalmış-oğulları âilesinekar
şı ve onların «müstakil devlet»ini yıkmağı tasarlayan ve sonunda da
başarıya ulaşamamış bir Büyük Selçuklu seferi saymakta herhâlde
isabet yoktur. Bilindiği gibi bu harekât Kutalmış-oğlu kardeşlerin
hepsini birden hedef almamış12 sadece, kardeşi Süleyman ile ihtilâf
39 M.H. Yınanç, Anadolunun Fethi, s. 106, 116, n. 2. Süleymanşah’ın 467
(1074-1075) de İznik’i zaptettiğini zikr eden (ve üzerine Anadolu’da Selçuklu
devletinin kurulduğu düşüncesi bina edüen) tek kaynak durumundaki Suriyé’li
Arap müellifi'El-Azîmî (ölm. 571=1175)nin, her türlü delilden mahrum bu
haberine (zira ne diğer İslâm kaynaklarında, ne dé çağdaş Bizans /Attaleiatés,
Skylitzes, A. Comnena/ ve Doğu tarihçilerinde /U rfalı Mateos/ böyle birşey
yoktur ve esasen İznik’in zaptı bakmundan bu tarih erkendir) güvenüemiyeceği hak. bk. M.H. Ymanç, Asîmî, U, TT Kong. Zabıtları, 1943, s. 685.
40 Melih Süleyman (Ahbâr’üd-Devlet is-Selçukiyye, s. 49; İbn'ül-Ezrak,
bk. O. Turan, Selçuklular samanında Türkiye, s. 47; îbn Bibi, El-Evâmi'rürlÂlâiyye, Tıpkı basım, 1956, s. 18); Emîr -Süleyman (çağdaşı Urfalı Mateos
/Türk, tere./ Vekayi-nâme, 1962, s. 161, 164, 168 vd.; ve Bizans tarihçileri vb.).
41 Bk. M.A. Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 114. Burada ancak
Mes’ud I (1116-1156)m paralarmda «sultan» unvanının yeraldığı belirtilmiştir.
42 Sultan Melikşah Kutalmış-oğulları âüesi mensuplarının daha çok ko­
runmasına dikkat etmiş görünüyor. 1074’de Suriye’de Şökli ile-ve Mısır Fâtimî hükümeti ile-işbirliğine girmesi yüzünden Mansur (zira Süleyman orada
değildi ve öteki iki kardeş ihtimal küçük idiler) mağlûp edildiği zaman kar­
deşlerinin, Sultanın emri üe İsfahan’a gönderilmesi, Süleymanşah’ın ölümün­
den sonra oğullarının, yine Melikşah’m isteği üzerine merkeze alınarak, mu­
hafaza edilmesi (bk. A. Comnena, The Alexiad, s. 161) ve sonunda, 1092’de
Kılıç Arslan ile kardeşinin selâmetle îznik’e ulaşmalarının sağlanması bunu
gösteriyor (bk. A. Comnena, göst yr.) . Sultan, iddia edildiği gibi, bu âüeye
karşı menfî bir tutum içinde bulunsaydı, herhâlde bu, hoş olmayan bazı belir­
tilerle ortaya çıkardı. Süleymanşah’ın vefatı üzerine oğullarının İran’a götü­
rülmesini de Sultan Melikşah tarafından, «İznik tahtanın kasden boş bırakıl­
ması olarak yorumlamanın hiçbir mesnedi yoktur. Mesele, sadece, Siileymanşah'ın Antakya zaptma giderken İznik’te Ebu’l-Kasım adlı Türk başbuğunu
vekil bırakmasında sakınca görülmediğini ve ondan da hizmetler beklendiğini
ortaya koyar. Fakat Ebu’l-Kasim, beklenen hizmet yerine Bizans ile işbirliği
gibi Türk devletinin menfaatlerine aykırı bir yola girince, önce imparator
Alexios Komnenos’a bir elçi gönderilmiş (The Alexiad, s. 160; ayrıca bk. I. Ka-
İBRAH İM KAFESO ğ LTJ
hâlinde olduğu, bu sebepten Bizansa yüz çevirdiği o sırada impara­
torun y anında. İstanbul’da bulunmasından anlaşılan Mansur’a karşı
yapılmış idi43. Huzursuzluk çıkaran Mansur’un harekât sonunda or­
tadan kaldırılması ile Anadolu işlerinin bir bütün hâlinde, ötedenberi Büyük Dîvan’a bağh kalmış ve sadakatini her fırsatta belirle­
miş olan Süleyman’a44 verilmesi ile Selçuklu imparatorluğunun batı
kanadı iyice sağlamlık kazanmıştır. Bunun hukûkî belgesi de,,.mer­
kezden Sultan Melikşah’m imzası ile Süleyman’a gönderilen Ana­
dolu kıt’ası «melikliği» menşurudur45. Daha sonra da, tâ 1085 yılınfesoğlu, Sultan Melikşah..., s. 105, n. 10), sonuç alınamayınca, merkezden,
Porsuk ve arkasından Bozan kumandasında Anadolu’ya sevk edilen kuvvet­
lerle ağır şekilde cezalandırılmış ve ülkenin, Süleyman'ın oğlu Kılıç Arslan’a
devri şartları hazırlanmıştır. Hâdiseler böyle cereyan ettiğine göre, ne «âile
husumetlerinden ne «müstakil Anadolu devletimi yıkmak niyetleri ve başa­
rısız teşebbüslerden bahsedilmemek gerekir. Diğer bir ihtimal olarak, Süleymanşah’ın da başkaldırabileceği endişesi üe evlâtlarının sarayda rehin tutul­
duğu düşünülse büe, bu dahi devletin bütünlüğünü korumaya yönelik bir ted­
bir sayılır.
43 N. Bryennios, göst. yer.; Barhebraeus, I, s. 329.
44 Süleyman’ın Sultan Melikşah’a, dolayısiyle Büyük Dîvan’a itaatini
ortaya koyan hâdiseler :
1 - Suriye’de Atsız’m eline düşen kardeşlerinin iadesi hususunda Melikşah’m emirlerine uyması (1074). 2-H alebi ük muhasarasında Mirdâsî Nasr’ın
«Ben Melikşah’m nâibiyim, sen de ona tâbisin, buradan çekil» diye haber gön­
dermesi üzerine Süleyman'ın kuşatmayı kaldırması (1074). 3 -Kardeşi Mansur’­
un uygunsuz davranışlarım ve Bizans’a gidişini Sultan Melikşah’a şikâyet yollu
büdirmesi (1077). 4 - Antakya'nın zaptını Sultan Melikşah’a bir mektup ile
müjdelemesi ve Antakya ahalisinden alınan cizye münasebetiyle «Sultan Melikşah sayesinde orayı fethettiğini, hutbeyi onun adına okutmakta olduğunu»
(1085) söylemesi (Îbn’ül-Esîr, El-Kâmil, VIII, s. 136; Yü 477; Ayn. müel.,
El-Bâhir, nşr., A.A. Tulaymat, 1963, s. 6; Aksarayî, Müsâmeret’ül-Ahbâr, neşr.,
O. Turan, 1943, s. 20; M.A. Köymen, ayn.esr., s. 104-106; Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, s. 78). 5 - N. Botaniates’in isyan hareketini (1077) destekleyen
Siileymanşah’ı kararından döndürmek için imparator Mikhael VH.’nin onunla
aynı zamanda Sultan Melikşah ile temas kurması (N. Bryennios ve Skylitzes’den, bk. S. Vryonis, Jr., The Decline of Medieval HeTlenism..., London, 1971,
s. 105, n. 124).
45 Ahbâr’üd-Devlet’is-Selçukiyye, s. 49; «Porsuk’u Rum taraflarına gön­
deren Sultan Melikşah Konya, Aksaray, Kayseri ve bütün oradaki memleket­
lere Rükn’üd-din Süleyman b. Kutalmışı melik yaptı». Îbn’ül-Ezrak: «Melik
Süleyman...» (bk. O. Turan, ayn. esr., s. 47); Kadı A. Negîdî, El-Veled’üş-ijefîk,
s. 485: «Melikşah’m Anadolu’ya sancak göndermesi» (bk. O. Turan, ayn. esr.,
ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ
25
da bile, Sultan Melikşah’a itaatini tekrarlamış olmasına rağmen,
onun, etrafa kendi başına buyruk gibi y an k ılanan tutum ve davra­
nışları veya o zaman aldığı bildirilen «şah» Unvanı10 komşuları üze­
rinde, bir «sultan» etkisini uyandırmış görünmektedir ki, yukarıda
vuzuhsuzluklarma dikkati çektiğimiz haberler bu yanlış intibaın
mahsulü olmalıdır.
Fakat araştırıcıları yanılttığım sandığımız asıl kaynak haber,
hâdiseleri ve şahısları karıştıran Süryanî Mihael’in eserinde bulunu­
yor. Orada «Süleyman»m halife tarafından, sultan ilân edildiği, da­
ha doğrusu, kendini sultan ilân etmiş ,olan Süleyman'ın saltanatının
hilâfet makamınca tasdik olunduğu bildirilmektedir. Ancak bu kayıt
yorumlanırken biraz acele edilmiş gibidir.‘Adı geçen Süleyman'ın,
Süleymanşah değil, oğlu olması gerekirdi. Yâni İznik ve civarında
hüküm sürdüğü halife tarafından öğrenilerek sultanlığı tasdik edi­
len zat Kılıç Arslan I idi, zira, haberde belirtilen : «Margiane’dekilerden başka, biri Anadolu’da, diğeri Horasan’da Türklerin iki
hükümdara sahip olmaları ve Konya’da hüküm süren Süleyman
(Antakya’da Greklerin zayıfladığını görerek...) ...vb.» hususlar
1092’de Melikşah’ın vefatından sonraki siyasî çatışmalarda görü­
len gelişmelerdir ki, neticede Horasan’da Büyük Selçuklu kolu de­
vam ederken, Anadolu’da Kılıç Arslan tahta çıkmıştır47. Dünyevî
s. 80, n. 113); ve yk. n. 40. Böylece ünlü Artuk Bey başta olmak üzere,
Anadolu harekâtma katüan bütün bey’ler Süleymanşah’a bağlanmış olu­
yorlardı. (Bk. A. Sevim, Artuklu’larm soyu ve Artuk Bey’in siyasî faaliyetleri,
Belleten, sayı 101, 1962, s. 128).
46 Tarihçi Hayton’dan, bk. O. Turan, ayn. esr., s. 63. 47 Süryanî Mihael’de bu kısım aynen şöyledir : «... Quand il [Süleyman]
vint, les Romains prirent la fuite devant lui. Il s’empara des villes de Nicée et
de Nicomédie et régna et toute la contrée fut remplie de Turcs. Quand le khalife
de Bagdad apprit cela, ü envoya un étandart et d’autres objects et lui-même
couronna Soleiman et le proclama Sultan, c’est à dire roi, et l’autorité lui fut
confirmée. Les Turcs eurent donc lés deux rois : un dans le Khorasan, et
l’autre dans le Beit Roumayê, en dehors de ceux de la Margiane. Soleiman,
le sultan qui régnait à Iconium [Konyal s’étant aperçu que les Grecs
qui étaient d Antioche...» Chronique de Michel le Syrien /Frans. terc.
J.B. Chabot/ HT, Paris, 1905, s. 172 vd. Margian denilen yer, Türkistan değil,
Melikşah’m oğlu Sultan Berkyaruk zamanında (1092-1104) yeni «sultan»larm
ortaya çıktığı (bk. Î.A. mad. Selçuklular, II, 1) kuzey-doğu İran’da Murgab
bölgesidir (A. Berthelot, L’Asie Ancienne..., Paris, 1930, s. 174; W - Barthold
/Fars, tere./, Coğrafyâ-yi târih-i İrân, Tahran, hş. 1308, s. 85). Ayrıca bk. yk.
n. 35.
26
İBRAHİM KAFESOĞLU
otoritenin iyice sarsıldığı o çalkantı döneminde artık halife kendi­
liğinden hem Kılıç Arslan’m sultanlığını tasdik edebilir, hem de
sancak ve sair hâkimiyet belgeleri verebilirdi.
Sultan Melikşah zamanında ise, halife tarafından, imparatorlu­
ğun herhangi bir yerinde -bu arada Anadolu’da- vazifeli bir şehza­
deye sultan unvanı veya herhangi bir unvan tevcih edilmesi müm­
kün değildi, zira Büyük Selçuklu devletinin daha başlarında, âmme
hukukunda büyük bir değişiklik olmuş, halife’nin yetkileri kısıt­
lanmıştı. Sultan Tuğrul Bey’in, 20 Ocak 1058 tarihinde Bağdat hi-.
lâfet sarayındaki törende «Doğunun ve rBatinın hükümdarı» ilân
edilmesi ile resmen tescil edilmiş olan yeni Türk-îslâm hükümran­
lık anlayışına göre, hilâfet ile ilgili din-ahiret işlerinden ayrıları
dünya, yâni saltanat meseleleri yalnız sultanların (dünyevî iktida­
rın) idaresine bırakılmakta idi48. Eski Türk devlet geleneklerinden
olan bu hâkimiyet telâkkisinden hiç bir tavizde bulunmayan-Türk
sultanları en kudretli çağm yaşandığı Büyük Selçuklu imparatorlu­
ğunda, kendileri dışında bir siyasî hâkimiyet otoritesi tanımayacak­
ları için, halifenin saltanat işlerine el atması hemen imkânsızdı. Dolayısiyle halifelik, Süleymanşah’a Büyük Dîvanca yapılan herhangi
bir tevcihi tasdik edebilir, belki buna bir iki lakab da eyleyebilir
(Nâsir’üd-devle, Ebü’l-fevâris), fakat, başkaca unvan veya hâkimi­
yet belgesi sancak vb... veremezdi. Ne kadar dikkate değer ki, Süleymanşah’ı Anadolu’da müstakil bir devletin kurucusu görmeye yatkm
olanlar da bu nöktada takılmışlardır. Mesela, Cl. Cahen, halifenin
Sultan unvanı tevcih edemiyeceğini, Sultan Melikşah’m da kendine
bağlı bir şahsa «sultanlık» bağışlayamıyaçağmı dikkate alarak :
«Birçok hallerde görüldüğü gibi, Süleyman kendisi istemeden de,
müttefiki Bizans’tan böyle bir unvan beklemeden de, adamları ona
«Sultan» diye hitap etmeğe başlamış olmalıdır...»; «Bazı Bizans
eserlerindeki -eğer Kıhç Arslan ile karıştırılmıyorsa- Sultan Süley­
man kaydının kaynağı bu olabilir»49 demektedir. Süleymanşah’ın
sultanlığını isbata çalışan O. Turan bile, aynı tereddüdler içinde kal­
mış ve :
48 Tafsilen bk. î. Kafesoğlu, Î.A. mad. Selçuklular, III, 4-5; Ayn. mttel.,
Türk Mülî Kültürü, S. 302-305.
49 Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, s. 75 vd.
ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ
27
«...Fakat, hâkimiyet unvan ve alâmetlerinin tevcihinde mânevi otorite
olan halife yanında siyasî iktidarın mümessili bulunan Büyük Selçuklu sul­
tanı (Melikşah)’in iştiraki de gerekiyordu... Süleyman'ın şiî Fâtimî otoritesini
tanımasına fırsat vermemek, hâttâ ortaya iki rakip sultan çıkararak kendi
kudretini artırmak maksadı ile [halife’nin] Süleyman’a «Sultanlık» tevcihinde
bulunması tabiî idi. Porsuk’un çekilişinden sonra Melikşah’ıh da Süleyman’a
«melik» unvanını vermiş olması da vârid idi. Lâkin İslâm dünyasının tek sultam
ve hâttâ cihan hâkimiyeti davacısı Melikşah’ın Süleyman’a bizzat bu unvanı tev­
cih ederek, onu kendisine şerik kılan bir rütbeye eriştirmesi müşkü idi... Buna
rağmen halife, Süleyman’a «melik» değil de, bizzat «sultan» unvanı tevcih
ederek Melikşah Ue kendi arasını açmış olmalıdır... Süleyman'ın şiî Fâtimîleri
tanıma teşebbüsü bu tevcihi zaruret hâline getirmiş olup Süleymanşah ile
Melikşah arasındaki âüevî rekabet ve saltanat mücadelesinin devam ettiğini
de ortaya koyar... Uc gazisi Süleyman’ı şiî halifesine bağlanmaktan vaz ge­
çirmek maksadı ile bu esnada ona sultanlık tevcih edildiğini kabûl etmek yerin­
de olur... vb.»=°
diyerek işi tahminlere bağlamak yoluna girmiştir.
Biz, «sultan» unvanının tevcih edilemiyeceğini, ancak tasdik
edilebileceğini, esasen, «Anadolu Fâtihi» lakabına hak kazanmış bu
ünlü Selçuklu şehzadesinin, ömrü boyunca millete, devlete hizmetle
yetinip, dünyevî iktidarım artırma cihetine gitmediğini, onun Sel­
çuklu ana siyasetine ters düşecek olan Fâtimî devletinin tâbiyetine
gireceğinin düşiinülemiyeceğini, Tarsus ve civarını zaptettikten
sonra Trablusşam’m şiî hâkiminden imam ve hatip istemesinin, ye­
ni şiî teb’ası için dinî ihtiyaçları karşılamak gayretinden ileri gel­
diğini, o devir Selçuklu imparatorluğu dahilinde yalnız çeşitli mez­
hepten müslümanlara değil, gayri müslimlere de geniş bir dinî
toleransın tamnmış bulunduğunu ve hele Sultan Melikşah devrinde
halife El-Muktedî Billah’m ileri sürülen ölçüde şumullü teşebbüs­
lere girişebilecek bir nüfuz ve imkâna sahip olmadığını51 tekraren
hatırlattıktan sonra, neticeye gelebiliriz :
Anadolu Selçuklu Devleti, fiilen de, hukuken de, Süleymanşah’dan sonra ve ancak, Büyük Selçuklu imparatorluğundaki melik’lerin, bey’lerin, başbuğların metbûu olan Sultan Melikşah’m vefatı
(1092) ile vukua gelen iktidar boşluğu (merkezî otoritenin inhilâli)
üzerine imparatorluk parçalandığı zaman İznik şehrinde, Süley50 O. Turan, ayn. esr., s. 63-64.
51 Bk. Cl- Cahen, göst. yer.
28
İBRAHİM KAFESOÖLÜ
manşah’m oğlu Kılıç Arslan tarafından kurulmuştur. Yâni Anadolu
Selçuklu melikliği 1092 yılmda ve Kılıç Arslan’m idaresinde müsta­
kil devlet hüviyetini kazanmıştır. Bu hâdise üzerine çağdaş Bizanslı
tarihçi A. Komnena, artık hiçbir şüpheye yer vermiyecek açıklıkta
olan şu kaydı düşmüştür : Büyük Süleyman’ın iki oğlu Horasan’dan
sür’atle îznik’e geldiler, sevinçle karşılandılar, Ebül-Gazi şehri onla­
ra teslim etti. İki kardeşten büyüğü, Kılıç Arslan Sultan seçildi»52.
O zamana kadar gerçekte, meliklik merkezi ve batıya yönelik bir as­
kerî üs durumunda olan İznik de, bu yeni devletin başkent’i oldu.
Böyleee ilk başkent’in yeri münakaşası da sona ermiş bulunuyor.
52 The Alexiad..., s. 162. «Batı Sultanı Kılıç Arslan» : Urfalı Mateos,
s. 164, 187, 218.
TÜRK DEVLETİNDE HÂKİMİYET ANLAYIŞI
Abdülkadir Donuk
Bir devlet birbirlerini tamamlayan şu dört ana unsurun bulun­
ması ile kurulur : Ülke, İnsan topluluğu, İstiklâl (yâni hâkimiyet ve­
ya hükümranlık) ve Hükümet (yâni İktidar, icra gücü)1. İstiklâl
unsuru, ülke içinde ve dış ilişkilerde devlet hâkimiyetinin hüküm ve
nüfuzunu belgeler. İstiklâl belirli bir ülke dahiünde ve devletler ara­
sı münasebetlerde geçerli olan en yüksek iktidar ve salâhiyettir2.
Hâkimiyet (istiklâl), dış hâkim iyet ve iç hâkimiyet olmak üzere iki
şekilde görünür3. Dış hâkimiyet; Devletin diğer devletlerle olan
münasebetlerini, herhangi bir başka devletin baskısı, müdahalesi ve
aracılığı olmadan, dilediği gibi tâyin, tesbit etmesi4 ve karar verme
serbestliğidir5. Yâni, devletler arasında hukuken bir dengenin bu­
lunması, birinin diğerine emirler verememesi, onun iç hâkimiyet
haklarına kanşamaması demektir6. İç hâkimiyet ise; Devletin, ül­
kede oturan bütün insanlar üzerinde haiz olduğu üstün iktidar ve
salâhiyetidir7. Devlet bu unsura dayanarak, u m u m î menfaatleri ko­
ruma gayesiyle kanun koymak, vergi tarh etmek, millî müdafaa ted­
birleri almak, adaleti temin etmek, iç nizam ve asayişi sağlamak ve
1
2
3
s. 386.
4
5
6
7
Bk. S.L. Meray, Devletler hukukuna giriş, I, Ankara, 1960, s. 115.
Bk. H.N. Kubalı, Devlet ana hukuku, I, İstanbul, 1950, s. 195.
Bk. D.G. Vecchıo, /Türk, tere./, Hukuk felsefesi dersleri, İstanbul, 1952,
Bk.
Bk.
Bk.
Bk.
S.L. Meray, Ayn. esr. s. 246.
A.F. Başgil, Esas teşkilât hukuku, I, İstanbul, 1960, s. 179.
H.N. Kubalı, Ayn. esr., s. 195.
D.G. Vecchio, Ayn. esr. s. 386; A.F. Başgü, Ayn. esr., s. 178.
30
A BD Ü LKADİR DONUK
diğer her türlü âmme hizmetlerini görmek gibi hukukî muamelele­
ri icra eder8.
Hükümet, hâkimiyet ve otoritesini başka bir devletten alıyor­
sa o takdirde istiklâl ya yoktur veyahut da tam değildir9.
1 — Çeşitli hâkim iyet anlayışları
Hâkimiyet kısaca «emir verme ve emri icra etme meselesidir».
Nerede bir emir veren ve emri yerine getiren bir kütle var ise ora­
da devlet var demektir. Ancak «devlet»te emretme, hakkının itaat
edenler tarafından «meşru» kabûl edilmesi lâzımdır10. Her sosyal
çevrenin kendine mahsus bir hukuk anlayışı ve ayrı bir kuruluş şek­
li olduğundan, milletler de birbirinden farklı meşrûiyet anlayışına
sahip olmuşlardır.
Tanınmış sosyolog Max Weber (1864:-1920), topluluklara göre
çok çeşitli olan hükümranlık şekilleri arasında ortak vasıfta üç tip
tesbit etmiştir: Gelenekçi hâkim iyet; Karizmatik hâkim iyet; Ka­
nunî hâkimiyet. Ancak bu sistemler tamamen teorik olup, onları
yüzdeyüz uygulayan bir topluluk mevcu,t değildir. Ama bu hususi­
yetleri taşıyan topluluklar görülmüştür.
a — Gelenekçi hâkim iyet: Bu, «mevcut bir sosyal düzeni de­
vam ettirme» prensibine dayanır. Buna göre, sosyal düzeni yürü­
tenlerle o düzene bağlı olanlar arasındaki farklılaşmanın çok eski­
den ve devamlı olduğu kabûl edilir. Böyle bir hâkimiyet yapısında
yer alan hükümdarlar yazılı hukuk kaidelerine göre değil, daha zi­
yade örf, âdet ve geleneklere uygun olarak hâkimiyetlerini yürüt­
mektedirler. İdareci durumunda olan zümreler halkm geleneklerine
âit bir şey değiştirmezler. Aksi hâlde halkın şüphesi ve tepkisi ile
karşılaşırlar. Bu direnmeler sisteme karşı değil, sistemi bozanlara
karşı olur.
b — Karizmatik hâkim iyet: Bu hâkimiyette esas, « Charisma»
8 Bk. H.N. Kübalı, Ayn. esr., s .196.
9 Bk. Z.M. Alsan, Yeni devletler hukuku, I, Ankara, 1967, s. 157. İstiklâl
unsuru hakkında tafsilât için bk. Y. Abadan, Âmme hukuku ve devlet nasariyeleri, Ankara, 1952, s. 255-328; H.N. Kubalı, Ayn. esr., s. 195-221; A.P. Baggil, Ayn. esr., s. 175-184.
10 Bk. 1. Kafesoğlu, Türk mülî kültürü, Ankara, 1977, s. 220-
TÜRK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N LAY IŞI
31
yâni, bir nevi insan üstü «lütuf ve inayet»le donatılmış olma gücü­
dür. Karizmatik hâkimiyette idare edilenler, hükümdarı bu nitelik­
te bir varlık olarak kabûl eder. Buna göre idare eden üstün bir kuv­
vet ve kabiliyete sahiptir. Tanrı onu öyle yaratmıştır. Daha ziyade
dinî topluluklarda görünen Karizmatik meşruiyet telâkkisinde hü­
kümdarın davranışları rol oynamaz. «Tanrı bâğışı»nın belirtileri her
zaman idare edilenlerin lehine olmayabilir. Bir yerde örnek bir in­
san, peygamber veya dinî bir lider yüksekliğinde kabûl edilen hü­
kümdar bazan da korkunç davranışlar içine de girebilir. Mühim
olan şey idare olünahlarm hükümdarın bu olağanüstü vasıflarına
inanmaları ve itaat etmeleridir. Böylece, ister kan dökücü, ister mer­
hametli olsun, o hükümdar diğer insanların yapamıyacağı bir ta­
kım icraatı yaptığı fikri toplulukta yaygınlaşır ve iktidar meşrû’luk
kazanır.
c — Kanunî h âkim iyet: Bu hâkimiyet telâkkisinde hükümda­
rın şahsî davranışları yerine bir takım hukuk kaideleri yürürlükte­
dir. Bu kaidelere aynı, zamanda her fert uymak zorundadır. Kanu­
nî hâkimiyet anlayışında hükümdarlar iktidarı ellerinde tutmaları­
na rağmen, sonsuz hâkimiyete sahip değillerdir. Yâni kendileri de
kanunlara uymak mecburiyetindedirler. Bütün icracılar hükümda­
rın şahsî adamları değil, kanunları yürütmekle vazifeli insanlardır11.
Hemen belirtelim ki, bu üç şematik târifin biri diğerinin geliş­
miş şekli değildir. Bir sıra tâkip etmez. H. Freyer’e göre12, «gelenekçilik’in izlerine en modem topluluklarda dahi rastlanır. Kariz­
matik telâkki de zaman zaman eski ve yeni çağlarda görülür». Bir
toplulukta karizmatik yanında gelenekçilik’e de rastlanıyor; kanu­
nî meşrûiyet yanında karizmatik de olabiliyor. Yukarıda söylediği­
miz gibi böyle bir sınıflama ana hatları ile yapılmıştır.
2 — «Dominium» ve «İmperium» anlayışları
Belirttiğimiz hükümranlık şekillerinin yanında bir başka hâ­
kimiyet telâkkisi daha mevcuttur. Bu da Lâtince «Dominium» ve
«İmperium» deyimleri ile anılan hükümranlık telâkkileridir. Konu\
-
11 Bu üç hâkimiyet telâkkisi hakkında tafsilât için bk. H. Freyer, Sos­
yolojiye giriş, /Türk, tere./, Ankara, 1963, s. 117 vdd.; Ayn. müell., /Türk,
tere./, İçtimaî nazariyeler tarihi, Ankara, 1968, s. 183-190.
12 Sosyolojiye giriş, s. 199 vdd.
32
ABD Ü LKADÎR DONUK
anlayabilmemiz için evvelâ Dominium ve Imperium ne demek­
tir? Bunu kısaca târif etmeye çalışalım.
Dominium, Dominus (mülk sahibi)’dan gelir (masdar hali
«Domare») . Dominium «insanın sahip olduğu herşeyi, serveti hak­
kında söz sahibi olması»dır13. Yâni insanın «kendi mal ve mülkü­
ne ve bunlarla ilgili herşeye mutlak olarak hâkim olması»dır14. Di­
ğer târiflere göre, Dominium «Devlette sahipliliktir»15; «Arazi üze­
rinde tasarruf hakkı»16 dır. Dominium deyimi en eski Roma kanun­
larında, bir şahsın diğer şahıslar üzerindeki otoritesi ve kuvveti ile
ilgili idi. Meselâ, baba hukukuna dayalı âilede babanın hanım, ço­
cuklar ve esirler üzerindeki haklan ki, bu haklar hayvan sürüleri
üzerindeki haklar ile aynı idi17.
Dominus, kendi toprakları üzerindeki insan ve hayvan bütün
canlıların, evin, çiftliğin vb., mutlak sahibi olan kişidir. Bu anlam­
da kelime devlet ve o devletin başkanı için de kullanılmaktadır18.
Bizim üzerinde durduğumuz asıl konu da budur. Bir devletin top­
rakları ve halkı, hükümdar ve âilesinin mülkü sayılırsa bu «Domi­
nium» olarak kabûl edilmektedir. Bu hukuk anlayışında bütün ül­
kedeki insanlar, hükümdar ve âilesine hizmet ile yükümlüdürler.
Hükümdar, toprakla beraber üzerinde yaşayan insanları miras yo­
luyla devredebilir, hattâ başkasına verebilirdi. Böyle bir durumda
hiç kimse hükümdara karşı çıkamadığı gibi, hükümdar da hiç kim­
seye hesap vermezdi. Hükümdardan hesap soracak bir kuruluş da
yoktu19.
Imperium’a gelince : Bu tâbirin nereden çıktığı açık değildir.
Baştaki «.im» ön ektir, «perium », «yaratmak» mânasındaki «paray u
13 Bk. M. Kaser, Forshungen zum Römischen Recht, Eigentum und
Besitz im Alteren Römischen Recht, Böhlau-Verlag Köln Graz, 1956, s. 307 vd.
14 Bk. E. Meyer, Römischer Staat und Staats-Gedanke, Zürich, 1948,
s. 242.
15 Bk. W.W. Buckland, The main Institutions of Roman Private law,
Cambridge, 1931, s. 93.
16 Bk. Y. Abadan, ayn. esr., s. 127.
17 Bk. N.G.L. Hammondand - H.H. Scullard, Dominium, The Oxford Classical Dictionary, Oxford, 1972, s. 359 vd.
18 Bk. M. Kaser, ayn. esr., s. 308.
19 Dominium hakkında daha bk. M. Kaser, Ayn. esr., s. 306-312; W.W.
Buckland, Ayn. esr., s. 93 vdd.; Ayn. müell., A Text-Book of Roman law from
Augustus to Justinian, Cambridge, 1932, s. 186-189.
TÜ RK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N L A Y IŞI
33
re»den gelmektedir. Fakat bu kökten türemiş olduğu hakkında te­
reddütler vardır20. împerium kelimesinin dinî ve majik (büyü, sihir)
durumlarla ilgili olabileceği de ileri sürülmektedir. Buna göre: baş­
langıçta bilhassa hükümdarın şahsında mevcut bulunan majik güç­
ler daha sonra halkı idare etmek ve orduyu zafere götürmek mâna­
sına alınmış olmalıdır. Böylece Roma krallarının güçlerinin tanım­
lanması için kullanılmıştır21.
Bugün dilimize «Emr etme kudreti» diye çevirebileceğimiz bu
tâbir, sonradan «imparatorluk» mânasını ifade etmek üzere, bütün
dillere geçmiştir. Fakat, başlangıçta herhangi bir büyük devleti de­
ğil, sadece «imperium Romanımı» şeklinde Roma devletini anlatan
bir mefhum olarak kullanılmıştır. Dikkat edilirse, imperium tâbiri
ile hâkimiyet devletin hâkim faktörü açısmdan şahsî unsura değil,
mânevî bir kavram olan «emr etme kudreti»ne bağlanmaktadır22.
Bu itibarla imperium şu şekillerde yorumlanmıştır : «împerium
devlet başkanınm bütün salâhiyetlerini ve kendisine tanınan fevka­
lâde imtiyazları kapsayan bir mefhum»23. «Halktan alman yetki»24.
«İmparatorluk yetkisi»25. Kralın «hukukî hâkimiyet hakkı»26. «Kira­
lın kanun yolu ile dinî, askerî, kazaî, icraî vb. salâhiyetlere sahip
olması»27. «Ülke ve halk üzerindeki hükümranlık hakkı»28. «Buyur­
ma kudreti»29. «împerium’u kullanana imparator denir; imperium
salâhiyetinin en görünür tarafı ordu kumandanlığı olduğundan, bu
da, «kumandan» gibi bir mânaya gelir. împerium, kumandanlık sa­
lâhiyeti dolayısiyle ordu toplamak, terhis etmek, askeri mükâfatlan­
dırmak ve aynı zamanda eyâletleri üzerinde hükm ve kontrol etmek
imkânlarını verirdi»30. Son bir târife göre, imperium «Tanrıdan alı20 Bk. Th. Mommsen, Roemisches Staatsrecht, I, Başel, 1952, s. 22, n. 3.
21 Bk. E. Meyer, Ayn. esr., s. 109.
22 Bk. Y. Abadan, Ayn- esr., s. 127 vd.
23 Bk. E. Meyer, Ayn. esr., s. 109.
24 Bk. H.F. Jolowicz, Historical Introduction to the Study of Roman lava,
Cambridge, 1932, s. 371.
25 Bk. Ş. Berki, Roma hukuku, Ankara, 1949, s. 24.
26 Bk. S.M. Arsal, Umumî hukuk tarihi, İstanbul, 1944, s. 186.
27 Bk. Ch. Crozat, Amme hukuku dersleri, İstanbul, 1938, s. 136; R.G.
Okandan, Roma âmme hukuku, İstanbul, 1944, s. 28.
28 Bk. D.G. Vecchio, Ayn. esr., s. 386.
29 Bk. M. Akbay, Umumî âmme hukuku dersleri, I, Ankara, 1958, s. 271.
30 Bk. Z. Umur, Roma hukuku, tarihî giriş ve kaynaklar, İstanbul, 1967,
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 3
ABD ÜLKADİR DONUK
34
nan kudret ile, imparatorun yerine getirdiği hâkimiyet»31dir.
3 __ Eski devletlerde hâkim iyet şek illeri:
a
Çin hâkimiyet anlayışı
Çin’de Chou’lar devrinde (m.ö. 1050-246) durum şöyle idi: Baş­
larında kabile reisleri bulunan, sayısı bini aşkm küçüklü büyüklü
derebeylik32. İmparator Wu-wang’m bütün çabalarına rağmen dev­
let bu feodal karakterini muhafaza etmiştir33. Çin devleti, hüküm­
dara tâbi olmak üzere «Çu-Heu» adında vassal derebeylerin bulun­
duğu küçük bölgelere, bu bölgeler de başlarında «Fu-Yong» ismin­
deki vassalların yer aldığı daha küçük bölgelere ayrılmış durumda
idi34.
Ancak Chou’ların zamanında Bozkır menşeli «Gök dini» ve « Gö­
ğün emri» teorisinin Çin’de hâkim olmağa başlaması ile tek hüküm­
darlığa doğru bir gelişme (geçiş) görülmüştür. Bu yeni fikre göre,
hükümdar, Gök tarafından tâyin edilir, o, dünyayı idare eder ve
halkın faydası için çalışırdı. Bunu yapamadığı takdirde gögün seç­
tiği başka bir hükümdar iş başına gelirdi. Burada hükümdarın gök
tarafından tâyin edilmesi ve halkın faydası için çalışması, onun
devlet mekanizmasının bir âletinden başka bir şey olmadığmı gös­
terir. Böylece bir kült niteliği kazanan «Göğü takdis» düşüncesi Çin
devletinin otorite kaynağı olmuştur. Bundan başka. Gök kültü ile
âile sistemi bir sayılmıştır ki, Çin hükümdarlarına «Gögün Oğlu»
denmesi de bunun bir neticesidir35.
s. 83, 87. En yüksek makam sahibine verilen bu unvan (imperium), mânasında
hiçbir şey kaybetmeden askerî alanda kumanda etmek anlamında da kullanılır.
Böylece imperium ile kumandan birbirinden ayrüamaz (bk. Th. Mommsen, Ayn.
esr., s. 116).
31 Bk. O. Akşit, Roma imparatorluk tarihi (m.s■ 193-S95), İstanbul, 1970,
s. 335; Ayn. müell., Roma imparatorluk tarihi (m.ö. 87-m .s. 198), İstanbul,
1976, s. 39, 51.
32 Bk. W. Eberhard, Çin tarihi, Ankara, 1947, s. 34.
33 Bk. H- Maspero, La Chine Antique, Paris, 1927, s. 105; M.Ş. Günaltay,
Uzak şark kadîm Çin ve Hind, İstanbul, 1937, s. 44 vd., 144; M.N. özerdim,
Choular ve Türk'lerden gelen Gök dini, Belleten, sayı 105, 1963, s. 8.
34 Bk. H. Maspero, Ayn. esr., s. 142 vd.; Daha bk. R.G. Okandan, Umumî
âmme hukuku «ük zamanlar», İstanbul, 1946, s. 2635 Bk. W. Eberhard, Ayn. esr., s. 36; M.N. özerdim, Ayn. esr., s. 19. Bu­
na rağmen, yine bu devirde m.ö. 704 yılında bugünkü Nankin civarında ortaya
TÜRK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N LAY IŞI
35
Gök dini inancının bu şekilde ortaya çıkması, filozof Konfuçyüs
(ölm. m.ö. 480) tarafından işlenmiştir. Filozofa göre, devlet yalnız
âilelerin genişlemiş bir şeklinden ibarettir. Âileyi meydana getiren
fertlerin nasıl karşılıklı sorumlulukları bulunuyorsa, devlette de yö­
neticilerle yönetilenler arasmda belirli görev ilişkileri vardır. Hü­
kümdarla Gök arasındaki bağ, baba ile oğul arasındaki gibidir36.
Konfuçyüs felsefesinin ana kavramı «Tao»37dur. Tao, fertlerin ve
devletin takip etmesi gereken ideal yoldur. Dünya ve fertler bu
«Tao» sayesinde en iyi şekilde idare edileceklerdir. En iyi hüküm­
dar «Tao»ya göre hareket eden kimsedir38. Gök yüzü de «Tao»ya
uyar. Güneş, ay ve yıldızlar nasıl belirli bir kanuna göre hareket
ediyorlarsa, insanlar da dünyada benzer bir kanunun çerçevesi için­
de hareket etmelidir39. Konfuçyus’a göre, devleti yönetenlerin başın­
da gelen hükümdar, hükümranlık yetkisini Gök (Tanrı)’ten alır ve
Gök tanrının oğlu olarak kutsal bir kişidir. Bu hükümranlık yetki­
sinin devam ettirilmesi, ancak iyi ve adaletli hareket etmekle müm­
kündü40.
Çin devleti Ch’in sülâlesi (m.ö. 256-207)’nin temsilcisi impa­
rator Shih-huang-ti (m.ö. 247-210) zamanında, feodalizm’den ko­
layca kurtulabilen bir devlet olmuştu. Derebeylik sistemi yerine,
devlet «Konfuçyus’çuluk» prensiplerine oturtulmuştur. Böylece im­
paratorluk, merkezî bir hükümet, siyâsî birliği kuvvetli ve askerî
bir devlet hâline gelmiştir41. Bu devirde memleket «îl»lere ve İller
çıkan Wu derebeyinin kendisini «Wang» (hükümdar) Uân etmesi, Çinlilerin
dünyada yalnız bir tek hükümdarın mevcut olabüeeeği fikrinden ayrıldıklarını
göstermesi bakımından önem taşımaktadır (bk. W. Eberhard, Ayn. esr-, s. 42).
36 Bk. W. Eberhard, Ayn. esr., s. 46 vd.; I. Kafesoğlu, Kutadgu Bilig ve
kültür tarihimizdeki yeri, Tarih Enstitüsü Dergisi, sayı 1, İstanbul, 1970, s.
35 vd.
37 Tao’nun mânası «yol», «idare et», «hareket et» ve «anlatmak»dır (bk.
M.N. Özerdim, Konfüçyanizm ve Batı Demokrasisi, DTCFD, XI, 2-4, 1953, s.
411). «Dünya kanunu» (bk. De Groot, Die Hunnen
der VorchristlichenZeit,
Berlin-Leipzig, 1921, s. 2; W. Eberhard, Ayn. esr., s. 46).
38 Bk. M.N. özerdim, Ayn. esr., s. 411.
/
39 Bk. W. Eberhard, Eski Çin felsefesinin esasları, DTCFD, II, sayı 2,
1944, s. 267 vd40 Bk. W. Eberhard, Ayn. esr., s. 270; M.N. Özerdim, Ayn. esr., s. 396,
418. Konfuçyus’luk için geniş açıklamalar bk. O. Franke, Geschichte des
Chinesischen Reiches, Berlin-Leipzig, I, 1930, s. 119-126, 206-222.
41 Bk. M-Ş. Günaltay, Ayn. esr., s. 144.
36
A BD Ü LKADİR DONUK
de «bucaklara» ayrılıyordu, tilerin başında bir mülkî ve bir askerî
vâli bulunmakta ve her ikisi de doğrudan doğruya hükümdarın
adamları tarafından kontrol edilmekte idi42. Bu nizam bütün Çin
idare sisteminin özü olmuştur43.
Han’lar zamanmda (m.ö. 206 - m.s. 220) Konfuçyus devlet an­
layışı iyice gelişti ise de Han iktidarının yıkılışından sonra yine si­
yâsî parçalanma görüldü ve bu durum aşağı yukarı 350 yıl kadar
devam etti44.
Merkeziyetçiliğe doğru bir geçiş devri kabul edilen Sui sülâle­
si (580-618)’nden sonraki T ’ang’lar devrinde (618-906) eski Çin
devlet anlayışı olan Konfuçyus’çu dünya iktidarı tekrar teşekkül et­
ti45.
Çin’de 906-960 yılları arasındaki «Beş sülâle devri»nde devlet
daha çok askerî vâlilerin hâkimiyetinde idi. Kuzey Sung sülâlesi
(960-1126) devrinde ise en mühim yenilik, ordunun doğrudan doğ­
ruya merkezî idarenin emrine verilmesi oldu. Ayrıca bu devirde ilk
defa olarak Konfüçyanizm ile, bazı bakımlardan aykırılıklar gös­
teren Budhizm’in birleştirilmesine çalışılmıştır40.
Özetle, Çin hâkimiyet anlayışında şü sonuçlara varabiliriz :
Çin’de hükümdar yukarıda Gök dini gereği göğün yeryüzünde tem­
silcisi idi. Tahtını, otoritesini, yükselme ve çökmesini «G ök»e borç­
lu idi47. Hükümdar hem devletin şefi, hem halkın efendisi olup,
Gök’ün oğlu sıfatı ile de mukaddes bir şahıs olarak tanınmakta idi48.
Gök tek olduğu için yeryüzünde birkaç tane hükümdara da ihtiyaç
42 Bu üç memur arasında devamlı surette iktidar kavgaları olduğundan,
içlerinden birinin duruma hâkim olup, derebeyi olmasma mâni oluyordu (bk.
W. Eberhard, Çin tarihi, s. 77 vdd.).
43 Bk. W. Eberhard, Ayn. esr. s. 80.
44 Tafsüen bk. O. Franke, Ayn. esr. s. 268-320; W. Eberhard, Ayn. esr.
s. 123-189.
45 Bk. W- Eberhard, Ayn. esr. s. 197-218.
/
46 Bk. W. Eberhard, Ayn. esr. s. 225-241.
47 Bk. M.N. özerdim, Çin dininin menşei ve inançlar, Belleten, sayı 101,
1962, s. 84 vd. Bunun yanında Çin’de gök ile yer arasmda bir ayrılık yoktu,
ikisi bir arada olmazsa, bir bütün meydana gelmezdi, imparator gücünü ve
hükmetme meşruiyetini gökten, büyük memurlar ise erdemlerini yerden alır­
lardı. Bu ikisi birleşir ve devlet işlerinde birbirlerini tamamlardı (bk. B. Ögel,
Türk, mitolojisi, Ankara, 1971, s. 284).
48 Bk. M.Ş. Günaltay, Ayn. esr. s. 53 vd.
TÜRK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N L A Y IŞI
37
yoktu19. Dünyanın bütün ülkeleri, «Göğün oğlu» olan Çin imparato­
runa tâbi idiler50.
Demek ki, başlangıçta Dominium anlayışına uygun şekilde gö­
rülen hükümranlık, karizma’ya dayanmakla birlikte, Konfuçyanizm’in etkisi ile «împerium»a doğru bir gelişme göstermiştir.
b — Hind hâkimiyet anlayışı
.
:
Hind hâkimiyet anlayişında değişik bir düşünce tarzı ile karşı­
laşıyoruz. Şöyle ki : Hind’de hâkim olan «Kast sistemi»nin din
adamları Brahmanlara tanıdığı geniş imtiyazlar devlet hukuku ba­
kımından da önemli hususları kapsamakta idi. En üst dinî mevki­
leri işgal eden Brahmanların bu imtiyazları, teokratik bir devlet
görüşünün gelişmesini ve hükümdarı İlâhî bir şahsiyet kabûl eden,
din adamlarının nüfuzuna dayalı aristokratik bir hükümetin gerçek­
leşmesini sağlamıştır51. Ancak, kralın kendi başına hareket etine
serbestliği mevcut değildi. Zira, krallık sıfatının daha önce Brahmanlâr tarafından kabûl edilmesi gerekiyordu. Buna göre de Brahmanlar zümresinin bir üyesi durumunda olan hükümdar, her husus­
ta onların isteklerine göre hareket etmekle mükellefti. Brahmanlarıh tasarrufları1altında bulunan her şey mukaddes sayıldığından,
hükümdar bunlara dokunamazdı, işte bu sebeblerden dolayı, Hind’­
de Brahmanların oluşturduğu Kast sistemi, devlet hukuku bakımın­
dan, aristokratik bir rejim doğmasına yol açmıştır52.
Brahmanlara tanınan imtiyazlara göz atacak olursak, meseleyi
anlamamız daha da kolaylaşacaktır.
Brahmanlar diğer kast’lann hepsinin başında gelmekte idiler.
Telâkkiye göre, Brahmanlar ilk olarak yaratıldığından «en asîl ol­
mak» imtiyazına sahip bulunuyorlar ve Manu kanunlarına' göre
de, Tanrının temsilcisi ve adaletin timsali olarak karşılanıyorlardı53.
49 Bu hükümdarın verdiği kurban, memleket içinde herşeyin yolunda
gitmesini, gök üe yer arasındaki lüzumlu olan dengenin devam etmesini temin
ederdi (bk. W. Eberhard, Ayn. esr. s. 40).
50 Bk. F. Grenard, Asyanm üstünlüğü ve düşkünlüğü, İstanbul, 1941,
s. 185.
51 Bk. R.G. Okandan, Umumî âmme hukuku, İstanbul, 1968, s. 133.
52 Tafsilen bk. R.G. Okandan, Umumî hukuk tarihi dersleri, İstanbul,
1951, s. 49 vd.
53 Bk. R.G. Okandan, Ayn. esr. s. 48. Manu kanunlarına göre, kast sis-
38
ABDÜDKADİR DONUK
Siyâsî ve İdarî işler bakımından kralların seçimlerine katılırlar54,
bazan mahkemelerde de yargıçlık yaparlardı55. Aşağı kast’lara
mensup olanlar, kendilerini ilâhîleşmiş kabûl eden Brahmanlara
yaklaşmaktan, hattâ gölgelerine dahi basmaktan çekinirler, her
sabah bir Brahmamn içine ayağını soktuğu sudan içmedikçe yemek
yemezler ve Brahmamn dâvetine gittikleri zaman ancak onun ar­
tığını yiyebilirlerdi56. Brahmanlar dünyayı idare edebilmek ikti­
darını kendilerinde gördükleri gibi57, peygamber olduğunu iddia
eden Brahmanlara da tesadüf edilmekte idi58.
Görülüyor ki, eski Hind’de devlet, teokratik ve gelenekçi hâ­
kimiyet esasma dayanmakta idi.
c — İran hakimiyet anlayışı
Devletin başmda bulunan hükümdar, «büyük kral», «kralların
kralı» unvanım taşımaktadır59. Kral mutlak bir hâkimiyete sahip­
ti ve temsil ettiği halk tarafından bir Tanrı gibi düşünülmekte idi60.
Akamenid (m.ö. 550-330) hükümdarları bıi hudutsuz hâkimiyet­
leri ile, kendilerine kudret ve kuvvet veren Ahuramazda (Zerdüşt
dininde en büyük ilâh) ’nın iradesi sayesinde hüküm sürdüklerine
inanırlardı. Bu itibarla, hükümdarın salâhiyetleri hiç bir kanun
temi içinde yer alan muhtelif sınıflardan Brahmanlar, Tanrı olan Brahmamn
ağzından, Kşatriya’lar kollarından,' Vaysiya’lar budundan, Sudra’larda ayak­
larından yaratılmışlardır (bk. R.G. Okandan, Ayn. esr. s. 46 n. 13).
54 Bk. S.M. Arsal, Teokratik devlet ve Lâik devlet, (Tanzimat I, içinde),
İstanbul, 1940, s. 62.
55 Bk. S.M. Arsal, Umumî hukuk tarihi, s. 43.
56 Bk. M.Ş. Günaltay, Ayn. esr. s. 188. Aşağı kast’lar Brahmanlann dinî
otoritesi altmda idi. (Senart’dan bk. R. Coulborn, The State and Religión :
Repley to the Crities, Comparative Studies in Society and History, I, sayı 4,
The Hague, 1959, s. 390 vd.). Bu tabaka mensuplarının birisinin gölgesi, Brahmanlarm üzerine düşse, sonuncusunun yıkanması gerekir; onun gölgesi yiye­
cek bir şey üzerine düşse o şey pis olur ve ona el sürülmez (bk. M. Hamîdullah, /Türk, tere./, îslâmda devletler hukuku, İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi,
m , Ankara, 1977, s. 286).
57 Bk. W. Ruben, Eski Hind tarihi, Ankara, 1944, s. 39.
58 Bk. Y.H. Bayur, Hindistan tarihi, I, Ankara, 1946, s. 31. Brahmanlarm
tanrüarının mevcudu hakkında bk. M. Hamîdullah, Ayn. esr., s. 286.
59 Bk. A. Christensen, L’Iran sous les Sassanides, Copenhague, 1936, s. 95.
60 Bk. C. Huart, Ancient Persia and Iranian Civilization, London, 1927,
s. 73:
TÜ RK DEVLETİNDE H Â K İM İYE T A N L A Y IŞI
39
ve bir devlet müessesesinin müdahale veya itiraz hakkıyla sınırlandırılmamıştır. Devlete ve hükmü altmdaki kavimlerin mukad­
deratına ait bütün kararlar, bütün emirler ve -krallar kralı olduğu
için- küçük krallara hükümdarlık tevcihi, istediği şahıslara imtiyaz­
lar bahşetmek onun hakkı idi. Devlet idaresinde hâkim olan esas
hak ve hukuk mefhumu değil, hükümdarın istek ve arzularını ifade
eden emir ve fermanları idi61.
Part’lar devrinde (m.ö. 250-m.s. 226) durum biraz değişik
görünmektedir : Ülkenin feodal sistemde idare edildiği anlaşılıyor.
Kral aslında bir klan reisi idi. Her evin, köyün, kabilenin de ayrı
senyörleri vardı. Bunlar büyük arazi sahibi kimselerdi. Krallık ba­
badan oğlula geçmezdi. Elimin kral olacağına senyörler karar verir­
di. Senyörler arasmda seçim için bir anlaşma olmazsa birbirleriyle
çarpışırlardı62.
Sâsânî devletinde (226-659) ise durum yine . değişmiş ve
Akamenid devletindeki gibi, mutlak bir monarşi hâkim olmuştur.
Hükümdarın iradesi kanundur. O, hiç bir hareketinden sorumlu de­
ğildir. Bütün halk hükümdarın kölesi durumundadır63. Uzak eyâ­
letlerdeki tâbi ve küçük krallar ile, hizmet karşılığında «krallık»
verilen kimseler, eskiden olduğu gibi «krallar kralı» ıınvanını
taşıyan Şehinşah’a bağlı bulunurlar64. ,Bu devirde kuvvetli merke­
ziyetçiliğin devlet dini tarafından desteklendiği görülmektedir65.
Anlaşılıyor ki, İran’da Part’lar dönemindeki farklılık bir yana
bırakılırsa, teokratik dominium anlayışı yürürlükte bulunmuştur.
d — Eski Yunan hâkim iyet anlayışı
Yunan’lılar en eski devirlerde küçük ve dağınık topluluklar hâ­
linde yaşamışlar zamanla aralarında mevcut ırk, dil ve din gibi
çeşitli bağlarla birbirlerine yaklaşarak ufak birlikler meydana ge­
tirmişler60, sonra «tribu» (kabile) ’larm birleşmeleriyle «polis» ya­
hut «site» adı altında daha geniş ve siyâsî bir teşekkül mahiyeti
61
62
63
64
65
66
Bk. S.M. Arsal, Ayn. esr. s. 73Tafsilen bk. A. Christensen, Ayn. esr. s. 15-24;
Bk. S.M. Arsal, Ayn. esr. s. 78 vd.
Bk. A. Christensen, Ayn. esr. s. 95-97. ■
Bk. A. Christensen, Ayn. esr. s. 92 vd.
Bk. R.G. Okandan, TJmumî âmme huJcuku «İlk zamanlar», s. 103.
4ö
ÁBD Ü LK A D ÍR d o n u k
taşıyan sosyal birlikler meydana getirmişlerdi67. Yunan eski çağı­
nın ortaya koyduğu sosyal ve siyâsî yenilik, «polis»68 adındaki şe­
hir devletlerinin kurulmuş olmasıdır. Her site kendi ihtiyacına uy­
gun bir siyâsî rejimi kabûl ederek onun tatbika çalışmıştır69. Ni­
tekim her site, kendi kanunlarım kendisi yapmakta ve uygulamak­
ta idi70. Siteler, umumiyetle «Krallık», «Oligarşi», «Mutlakiyet»
(Tiranlık) ve «Demokrasi» gibi birbirinden ayrı dört muhtelif si­
yâsî sistem ve dört ayrı hükümet şekli tatbik etmişlerdir71.
Bu devirde kurulan şehir devletlerinin (site’lerinin) başmda
Atina ve îsparta gelmekte idi.
Atina sitesinde evvelâ kraliyet sistemi mevcut idi. Kralın ken­
disi Akrapol’da oturur ve siteye bağlı olan âile reisleri ile müşte­
reken faaliyette bulunurdu. Âile reisléri sité işlerinin görülmesi
hususunda krala yardım ederlerdi. Daha sonraları kralların tâkip
ettikleri hareket tarzı (kendisinin ve mensup olduğu âilenin nü­
fuzunu arttırmak temayülleri) bu rejimi sarsmağa başlamıştır. Si­
tede kralın mutlak hâkimiyetine mâni olmak maksadıyla âile reis­
leri birleşerek, krala karşı bir ortak tavır takınmışlardır. Bu mü­
cadele, kralın nüfuzunun azalmasına sebeb oldu. Neticede sitenin
siyâsî teşkilâtında bir yenilik meydana gelerek, reisler tarafından
idare edilen aristokratik bir. hükümet şekli ortaya çıktı. Böylece,
«Oligarşi» sistemi doğdu. Atina kralın yanında onun saláhiyétlerini
sınırlayan dokuz kişilik bir heyet (Arkhont’lar) tarafından idare
edilmeye başlandı. Zengin ve soylu kimseler arasında seçilen Ark­
hont’lar sitede en geniş salâhiyete sahip bulunmakta idiler. Arkhont’lardan birincisi sadece «Arkhont» unvanım taşımakta ve en
yüksek mülkî otoriteyi temsil etmekte idi. Kral ise ikinci arkhont
olarak «basileus» unvanını taşıyor ve dinî işlere bakıyordu. «Pole67 Bk. R.G. Okan dan, Umumî hukuk tarihi dersleri, s. 231.
68 Yunan devletleri bir büyük şehirle onun etrafındaki köylerden ibaret
olurdu. Yunanlılar bu siyasî sahalara «polis» ( = şehir) ismini veriyorlardı
(bk. S.M. Arsal, Ayrı. esr. s. 97 n. 1; A.M. Mansel, Ege ve Yunan tarihi, Ankara,
1971, s. 101; A. Şenel, Eski Yunanda eşitlik ve eşitsizlik üstüne, Ankara, 1970, ■
s. 91 n. 1; V. Ehrenberg, The Greek State, London, 1969, s. 26-88).
69 Bk. R.G. Okandan, Umumî âmme hukuku, s. 108.
70 Bk. M.E. Bosch, /Türk, trc./, Helenizm tarihinin anahafları, n , İstan­
bul, 1943, s. 2.
71 Bk. R.G. Okandan, göst. yer.
TÜ RK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N L A T IŞ I
41
markhos» unvanını taşıyan üçüncü arkhont askerlik işleriyle meş­
gul oluyor ve sitenin silâhlı kuvvetlerine kumanda ediyordu. Di­
ğer altı arkhont «tesmotet» diye anılmakta ve yargıç olarak görev
yapmakta idiler.
Bu Oligarşik hükümet şekli Yunan sitelerinde smıf mücadele­
sine sebebiyet vermiştir. Aristokratik smıfla bu sınıfa mensup ol­
mayanlar arasında vukubulan mücadelelerin sonunda da bir hakem
tâyin ederek ihtilafın hallini ona terk etmek cihetine gidilmiştir.
Asiller ile asil olmaylanların hak ve salâhiyetleri arasında bir den­
ge tesisine çahşan bu hakemler, muhtelif kânunlar meydana ge­
tirmişlerdir. Fakat, bütün bu teşebbüslere rağmen, sınıflar arasında
tam. bir eşitlik sağlanamamış ve anlaşmazlıklara son verilememiş­
tir.
Sitedeki kargaşalıklar arasında halkı vaidlerle kendilerine
çekmeye muvaffak olan bazı şahısların, bazan bir hükümet darbesi
veya bir ihtilâl neticesi iktidarı ele geçirerek siyâsî mukadderata da
hâkim oldukları görülmüştür. Bu gibi teşebbüslerle, gayrimeşrû
bir tarzda iktidar mevkiini ele geçirenler, «Tiranlık» adı verilen di­
ğer bir rejimi tahakkuk ettirmişlerdir. Keyfî ve tamamen şahsî olan
bu idarede, başta bulunanların salâhiyetlerini sınırlayacak hiçbir
prensip ve müessese yoktur. Ortaya çıkış sebebi aristokrasiyi, oli­
garşiyi yıkmak olan bu rejimde, bazı Tiranların iyi idare ettikleri
görülmekte ise de, birçokları da şiddetli davranışlarla halkı ezmiş­
lerdir.
«Demokrasi»ye gelince, herkesin hükümet işlerine iştirakini
ifade eden bu rejim m.ö. V. asrın ortalarına doğru Atina sitesinde
uygulanmış görünmektedir. Demokrasi sisteminin hâkim olduğu
devirlerde, site hükümetini idare edenler, «vatandaş» niteliğindeki
muayyen fertlerdi. Umumî meydanlarda toplanan «vatandaş»lar,
kanunları kabûl ve uyguluyanları kontrol edebilmekte idiler. Daha
sonraları bu «halk idaresi» mevcut siyâsî müesseselerin (Halk
meclisi, Beş yüzler meclisi, Arkhont’lar, Areopag meclisi ve bu
arada savaşlarm da tesiriyle) birbirleriyle mücadeleleri neticesinde,
bilhassa Perikles (m.ö. 499-429)’in ölümünden sonra, yerini demogoji’ye terk etmiştir. Makedonya kralı Filip (m.ö. 359-336) tara­
fından istilâ edilene kadar Atina sitesi bir daha toparlanamamıştır72.
72
Tafsilât için bk. Aristotoles, Atmalıların devleti, (Yunan klasikleri nu:
42
a b d ü l k a d îr
donuk
¡'Hâkimiyet anlayışında Atina sitesindeki gelişme burada görül­
mediğinden İsparta sitesinde krallık değişmemiştir73. Bu sitenin
siyâsî teşkilâtının başmda ayrı ayrı hânedana mensup iki kral bu­
lunmaktadır74. Bununla beraber İsparta’da krallık, oligarşi ve de­
mokrasi karışık bir şekilde idarede kendilerini göstermiş görün­
mektedir (Kral, Gerusia denilen asiller meclisi, halkı temsil ettiği
söylenen efor’larm baskısı)75.
Hellenizm devri (m.s. 30-395) ’nde devlet şekli mutlak hüküm­
darlıktı. Bu noktada eski Atina sitesinden farklılık vardı, ikinci
bir nokta ise, Hellenistik devletler geniş araziler üzerine kurulmuş­
lar ve esas karakterlerini kralın Tanrı sayıldığı Mısır firavunları­
nın, Mezopotamya hükümdarlarının en büyük Pers şehinşahlarının
mutlak hükümdarlık anlayışlarından almışlardır76. Devleti yalnız
kral temsil ediyordu, onun mülkî, adlî, askerî ve dinî idarede arzu
ve sözü kanundu77.
Netice olarak eski Yunan tarihinin çeşitli dönemlerinde mutlakiyetten «kanunî hâkimiyet»e kadar türlü idare şekillerine rastlanmaktadır. Tabiatiyle eski Yunan’da demokrasi bugünkü mânası ile
değil, sadece aristokratlar arasında eşitük şeklinde anlaşılmalıdır.
e — Moğol hâkim iyet anlayışı
Moğol devletinin başında «Han» bulunurdu. Han’lık yalnız Cen62), Ankara, 1943, s. 4; S.M. Arsal, Ayn. esr. s. 97 vd-; R.G. Okandan, Ayn.
esr. s. 103-140; A.M. Mansel, Ayn. esr. s. 100-103; Ch. Crozat, Ayn. esr. s. 50-5873 Bk. S.M. Arsal, Ayn. esr. s. 160; A.M. Mansel, Ayn. esr. s. 106.
74 Bk. A. Şenel, Ayn. esr. s. 174.
75 Tafsilen bk. S.M. Arsal, Ayn. esr. s. 166.
76 Bk. M.E. Bosch, Ayn. esr. H, s. 138. Bu hususta Ptolemayos’lar ve İs­
kender’in tanrılığı hakkında bk. M.E. Bosch, Ayn. esr. s. 141 vd.; A. Şenel,
Ayn. esr. s. 511.
77 Bk. M.E. Bosch, Ayn. esr. s. 140-144; A.M! Mansel, Ayn. esr. s. 492
vdd. Hellenizm döneminde ortaya çıkan üç büyük devletin (Selevkos’ların
ön Asya krallığı; Ptolemayos’larm Mısır krallığı; Antigonos’ların Makedonya
krallığı) taşkilâtı hakkında bk. W.W. Tarn, Hellenistic Civüisation, London,
1930, s. 155-180, 209 vdd.; A.B. Ranowitsch, /Alm . terç./, Der Hellenismus und
seine Geschichtliche Rolle, Berlin, 1958, s. 98-148, 149-208; A.J. Toynbee, Hellenism, The History of a Civilization, London, 1959, s. 1-234; A. Heuss, Staat
und Herrscher des Hellenismus, Wiesbaden, 1963, s. 17-254; A.M. Mansel, Ayn.
esr., s. 493-496.
TÜRK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N L A Y IŞI
43
giz sülâlesinin bir imtiyazı idi. Han’ın salâhiyeti hiç bir şekilde
tahdit edilmemiştir78. Hükümdar âilesinin reisi olarak devletin
efendisi kabûl edilen Han, ülkenin ve halkın her şeyi ile sahibi idi79.
Moğol hükümdarları, hâkimiyetlerinin menşeini «Gök»den yâni
«Gök Tanrı»dan aldıklarına80 ve «ebedî Tanrının gücü ile» hüküm­
darlık ettiklerine inanırlardı81.
Cengiz devleti hukuk bakımından imtiyazlı sınıflar hâkimiyeti
esasına dayanmakta idi. Han’dan sonra gelen aristokratlar, devlet
içinde en yüksek sınıfı teşkil etmekte idiler82. «Devlet» Han sülâlesi
mensuplarının özel malı telâkki edilirdi83. Böylece Moğol devleti,
bunlar ve yardımcıları için yaşatılan bir teşekkül durumundadır81.
B.Y. Vladimirtsov’un belirttiğine göre85, «Cengiz Han kendini yalnız
Moğol aristokratlarının lideri saydığı içindir ki, Onun emirlerinde,
kararlarmda halka değil, sadece şehzadelere, noyanlara hitap edil­
mektedir».
Moğol devleti karizmatik temele dayalı tipik bir dominium hâkimiyet’i temsil eder.
78 Bk. S.M. Arsal, Türk Tarihi ve hukuk, İstanbul, 1947, s. 370; B. Spuler,
Die Goldene Horde, Wiesbaden, 1965, s. 250.
79 Bk. B-Y. Vladimirtsov, /Türk, tere./, Moğolların içtimai teşkilâtı, An­
kara, 1944, s. 173.
80 Bk. F. Köprülü, Proto-Bülgar hukukuna dair notlar, Türk Hukuk ve
İktisat Tarihi Mecmuası, H, İstanbul, 1939, s. 3.
81Bk. Moğolların Gizli Tarihi, /Türk, tere./, Ankara, 1948, s. 51, 60, 96,
135 vd., 139, 149; B.Y. Vladimirtsov, /Türk,
tere./,Cengiz Han, İstanbul, 1950,
s. 54, 114; B. Spuler, /Türk, tere./, İran Moğol'ları, Ankara, 1957, s. 188; O. Tu­
ran, Çingiz adı hakkında, Belleten, sayı 19, 1941, s. 268 n. 4. B. ögel, Türk' mi­
tolojisi, s. .282 vd.; H. İnalcık, OsmanlIlarda saltanat veraseti usulü ve Türk
hâkimiyet telâkkisiyle ilgisi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, XIV, 1959, s.
74 vd. Cengiz Han'ın «Tanrısal Cengiz Han» ilân edilmesi hakkında bk. C- Alinge, /Türk, tere./, Moğol kanunları, Ankara, 1967, s. 5.
82
Bk. W. Barthold, Turkestan Down to the Mongol Invasion, London,
1958, s. 385; W. Eberhard, Çin tarihi, s. 259
vd.
83 Bk. B.Y. Vladimirtsov, Moğolların içtimai teşkilâtı, s. 150, 169; A.Y.
Yakubovskiy, /Türk, tere./, Altın Ordu ve İnhitatı, İstanbul, 1955, s. 31.
84 Bk. B.Y. Vladimirtsov, Ayn. esr., s. 123. Daha bk. F. Köprülü, Altın
Ordu’ya âit yeni araştırmalar, Belleten, sayı 19, 1941, s. 426.
85 Cengiz Han, s. 55.
\
ABD Ü LKADİR DONUK
44
f
Roma hâkimiyet anlayışı
'
Dominium anlayışına giren milletlerin hâkimiyet telâkkilerini
ana, hatlarıyla ifade etmeğe çalıştık. Şimdi imperium hâkimiyet telâkkisine uygun olan anlayışa geçebiliriz. Bu tarzdaki hükümdar­
lık belirtisine Roma imparatorluğu örnek olarak gösterilmektedir.
İmperium anlayışının, Roma imparatorluğunda gerçek mânasıyla
tatbik edilip edilmediğine bakacak olursak şu sonuçlar ortaya çıka­
caktır.
i.
-.
Roma tarihi Krallık devri (m.ö. 753-509), Cumhuriyet devri
(m.ö. 509-27) ve İmparatorluk devri (m.ö. 27 - m.s. 476) olmak üzere
üç kışıma ayrılmaktadır.
Krallık devrinde devletin başında «R ex» unvanını taşıyan bir
kral bulunmuştur. Ayrıca Comitia Çuriata, Genturia ve Senatus
(Senato) adları ile anılan meclisler vardı. Kral seçme veya kaydı
hayatla kral tâyin etme ile görevli bu meclisler tarafından verilen
salâhiyetleri kral «mutlak» bir biçimde uygulardı. Ordu kumandan­
lığı en yüksek yargıçlık ve başrahiplik görevlerini şâhsında birleş­
tirmiş olan kral salâhiyetlerini (imperium’u) icrada tam serbestliğe
sahipti. Meselâ, herhangi bir vatandaşı köle yapabilmekte ve hattâ
ölüme mahkûm edebilmekte idi86.
Cumhuriyet devrinde krallığın yerini 2 kişi tarafından temsil
edilen «ifowsMZ»lük almıştır87. Krallıkta olduğu gibi Konsül’ler hu­
kukî, cezaî, askerî ve dinî sahalarda yetki sahibi idiler88. Ancak
bu iki konsül birlikte tasarrufta bulunabilirlerdi. Yalnız başlarına
verecekleri emirler hüküm ifade etmezdi. Aralarında çıkacak ihti­
lafları halletmek üzere Senatus, hakem vazifesini görürdü. Bunun
yanında, fevkalâde haller karşısında -dış tehlikeler-, tek elden ida86'’ Tafsilen bk. Ş.M. Arsal, Umumî hukuk tarihi, s. 186 vd.; R.G. Okan­
dan, Umumî hukuk tarihi dersleri, s. 327 vd.; Th. Mommsen, Roemisches
staatsrecht, II 1, s- 11; J. Vogt, Römische Gesclıichte, Freiburg, 1951, s. 27;
Hense-Leonard, Hellen-Lâtin eski çağ bilgisi, n , İstanbul, 1948, s. 309; Ş. Berki,
Roma hukuku, Ankara, 1949, s. 20; ö . Karadeniz, Roma huknıku, Ankara, 1974,
s. 58; S. Atlan, Roma tarihinin ana. hatları^ İstanbul, 1970, s. 17.
87 Bk. H. Demircioğlu, Roma tarihi, I, Ankara, 1953, s. 72; H.F. Jolowicz,
Ayn. esr., s. 33, 44. Bu devirde devletin bünyesi, yüksek devlet memurlarının
bir sene müddetle çift olarak tâyin olmaları esasma dayanıyordu (bk. M.E.
Bosch, Ayn. esr., s. 16).
88 Bk. H.C. Oğuzoğlu, Roma hukuku, Ankara,. 1959, s. 22. .
TÜRK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N LAY IŞI
45
renin, zarureti hissedilmiş ve bu durumlara mahsus olmak iizere
«diktatörlük-» müessesesi vücuda getirilmiştir. Bu idare şekli altı
aylık bir müddetle sınırlandırılmakta ve uzatılmamaktadır. Cumhu­
riyet devrinde iki konsül’ün iş başında b u lu n m asına, rağmen, kral­
lık müessesesi de tamamen ortadan kalkmış değildi. Ancak bu kral,
icra kuvvetinden tamamen mahrumdu. Yetkisi yalnız dinî işlere
dayanıyordu89.
Konsül’ler, «patrici» sınıfına mensup asiller arasmdan se­
çilmektedirler. Roma devleti .genişledikçe, asil olmayan «pleb»
ler çoğalmış ve bunların arasından değerli kumandanlar yetişmeğe
başlamıştır. Pleb’ler konsüllüklerden .birini elde etmek istem iş­
lerse de, patrici sınıfının şiddetti muhalefeti ile karşılaşmış­
lardır. Nihayet, uzlaştırıcı bir hal çaresi olmak üzere konsüllük
bir müddet için lağvedilmiş ve onun yerine konsül yetkisi de haiz
bir nevi kumandanlık olan «fribwîi»lük ihdas olunmuştur. Bu suretle
önce üç, sonra dört olan tribun’larm sayısı altıya yükseltilmiş­
tir. M.ö. 367 yılında çıkarılan bir kanunla pleb’ler evvelâ konsül’lerden birini ve daha sonra her ikisini de elde etmeğe muvaffak
olmuşlardır. Bu suretle, konsüllüğü ellerinden kaçıran patrici’ler,
iktidarın tamamen pleb’lere geçmesine mâni olmak isteği ile bir
takım konsül yetkilerini yalnız kendilerinin geçebilecekleri mevki­
lere tahsis etmişlerdir. Bunun için de : vergilerin tahakkuk işleriy­
le ve nüfus tahriri ile meşgul olan «sensor»luk; para işleriyle
uğraşan «fces£or»luk; kaza vazifesini gören «prefor»luk; belediye
işleriyle vazifelendirilmiş bulunan «Aediles curüles» gibi makamlar
ihdas olunmuştur90.
Pleb ve patrici’lerin mücadeleleri, nihayet, her iki sınıfın
zenginlerinden meydana gelen bir aristokrasinin ortaya çıkmasına
yol açtı. Zamanla Roma’nm nüfuz ve kudretinin artması, bu zengin
tabakanın da servetini ve kudretini arttırmış ve devletin idaresi
fiilen bunların eüne geçerek Roma’da «Oligarşik» bir hükümet
şekü belirmeğe başlamıştır. Neticede önce Senato’nun ehemmiyeti
son derece artmış ve başlangıçta sadece istişarî olan Senato idari,
askerî ve kazaî yetkileri bünyesinde toplayan bağımsız bir müessese
89 Bk. M. Akbay, Ayn. esr., s. 109.
90 Bk. S.M. Arsal, Ayn. esr., s. 215-226; R.G. Okandan, Umumî âmme
hukuku, s. 378 vd.
ABD ÜLKADÎR DONUK
halini almıştır. Bu oligarşik sistem, gittikçe hudutları genişleyen
Româ' devletine ilhak olunan eyâletlerdeki valilerin bağımsız hare­
ket etmek temayülleri karşısında uzun müddet mevcudiyetini mu­
hafaza edememiş ve m.ö. n . yüzyılın sonuna doğru yerini anarşiye,
siyâsî istikrarsızlığa bırakmıştır91.
Bu arada Roma siyâsetine hâkim olan fütuhat arzusu, devamlı
muvaffakiyetler, ordusu itibar ve nüfuzunu artırdığı için konsüllük Tfgk-arm yerine devletin idaresi, orduya dayanan, tek bir şahıs
eline geçmiştir. Bu suretle meydana gelen diktatörlük rejimi m.ö.
44 yiîına. kadar devam etmiştir. Marius, Sylla, Pompeius, Caesar
gibi diktatör hükümdarlar bu devirde yetişmişlerdir92.
Caesar’m ölümünden sonra yerine geçen Octavianus (m.ö. 4314), Marcus Antonius ve ¡Lepidus adlı iki kumandan ile anlaşarak
« Üçler İttifakı» adı verilen idare şeklini kurdular. Sonra da bu üç
kişi Roma devleti sahasını aralarında taksim ettiler. Octavianus
İtalya ile garbî Avrupa’daki eyâletleri; Antonius şarktaki eyâlet­
leri (küçük Asya ve Suriye); Lepidus da A f likadaki eyâletleri
aldı. Daha sonraları Octavianus, Antonius ve onun müttefiki Mısır
kraliçesi Kleopatra’yı mağlup ederek ülkenin şark eyâletlerini de
kendi idaresi altına almayı başardı. Bu andan itibaren bütün impa­
ratorlukta hâkimiyet Octavianus’a geçti ve Röma’da Cumhuriyet
rejimi yerini bir tek şahsın hâkimi olduğu « monarşi» usulüne bı­
raktı93.
Böyle başlayan imparatorluk devri, Principatus (284-305) ve
Dominatus (284-476) adı altında iki bölümde İncelenmektedir.
Octavianus tarafından kendi şahsî otoritesini hâkim kılmak ve bu­
nu muhafaza etmek maksadıyla ihdas edilen principatus sistemi94,
esas itibariyle, cumhuriyet devri müesseseleriyle monarşik prensip­
91 Bk. M. Akbay, Ayrı. esr. s. 109 vd.
92 Bk. M. Akbay, Ayn. esr. s. 109-112. Aslında diktatörlük müessesesi
m.ö. 202 de ortadan kalkmıştı. Yukarıda adı geçen diktatörlerin hareketleri
hukukî diktatörlük olmayıp, fülî diktatörlükte^ ibaretti (bk. S.M. Arsal, Ayn.
esr. s. 229).
93 Bk. S.M. Arsal, Ayn. esr. s. 348-350; S. Altan, Ayn. esr. s. 179-196.
94 Principatus kelimesinin menşei princeps’dir. Devletin en yüksek orga­
nına princeps dendiğinden, daha sonraki nesiller, Octavianus’un meydana ge­
tirdiği rejimi «principatus» kelimesi Ue ifade etmişlerdir (bk. R.G. Okandan,
Ayn. esr., s. 467 n. 13).
TÜ RK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N LAY IŞI
47
lerin birleştirilmeleri, bunların birbirleriyle uzlaştırılmaları neticesi
meydana gelmiştir95. Octavianus’un Senato’ya girmesi ve ona Sena­
to tarafından konsüllük payesinin tevcihi, m.ö. 38’den itibaren im­
parator unvanı ve ayrıca Princeps, Caesar, Augustus, Pontifex
maximus (en yüksek ruhanî şef), Pater patriae (vatanın atası)
gibi muhtelif unvanlar alması96, meclislerin ve Senato’nun salâhi­
yetlerinin kendisine intikali Octavianus’un devlet içinde tek ve
mutlak hâkim olmasına sebeb olmuştur97. Bu arada şeklen iki kon­
sül de bulunmakta idi98.
İki asır devam eden principat'us devrini, güdülen siyasete göre
üç kısma ayırma mümkündür :
a — Octavianus’un siyasî telâkkilerini ve İdarî icraatını tâkip
eden princeps’ler,
b — Principatus sisteminden mutlakiyet rejimine geçiş dö­
nemindeki princeps’ler,
c — Roma devletinin eski müessese ve organlarını bertaraf
ederek, kendi şahsî iradelerini hâkim kılmaya çalışan, Senato’nun
siyâsî ve İdarî salâhiyetlerine karşı mücadele eden, otoriter ve açık­
tan açığa mutlakiyet tarafları imparatorlar99.
Dominatus devrinde imparatorlar kendilerini Roma devletinin
sahibi, mutlak âmiri, Dominus’u telâkki etmişlerdir100. Artık tam
mânasıyla bir mutlakiyet idaresi hâkimdir. İmparatorun iradesi
devlet içinde tek iradedir ve değişmez kanun mahiyetindedir. Onun
hâkimiyetini sınırlayan birşey yoktur. Askerî kuvvetler ona tâbidir,
bütün memurları tâyin ve azleder, en yüksek yargıçtır, en yüksek
kumandandır. Bu devirde imparatora efendimiz mânasına gelen «do­
minus noster» ve hattâ Allahımız «Deus noster» denilmektedir.
İmparatorun şahsî, âilesi ve her türlü tasarrufları kutsî bir mahiyet
almıştır. Bazı imparatorlar (msl. Domitius Aurelianus : 270-275)
bastırdıkları paraların üzerinde bile bu «Dominus» ve «Deus» un95 Bk. R.G. Okandan, Ayn. esr. s. 467 vd.
96 Bk. M. Akbay, Ayn. esr., s. 112; O. Akgit, Roma imparatorluk tarihi,
(m.ö. 27 - m-s. 192), s. 41.
97 Bk. R.G. Okandan, Ayn. esr. s. 462-481.
98 Bk. S.M. Arsal, Ayn. esr., s. 371.
99 Bk. R.G. Okandan, Ayn. esr., s. 488.
100 Bk. S.M. Arsal, Ayn. esr.,. s. 456.
48
A BD Ü LKADÎR DONUK
yanlarım kullanmışlardır, imparatorların her türlü fiil ve hareket­
lerine İlâhî bir mahiyet atf olunmuş; onların şahıslan ve hattâ ata­
ları kutsallaştırılmıştır. Onlann arzularına uymamak dinî akidelere
aykırı harekette bulunmak demekti. Bu durum yalnız bir suç değil,
aynı zamanda günah telâkki edilmeğe başlanmıştır. Bu telâkki
hristiyanlığin resmî din olarak kabulünden sonra dahi değişmemiş,
bilâkis, hristiyanlık devlet dini olduktan sonra imparator yeryü­
zünde Allah’ın temsilcisi addolunmuştur. Gittikçe heybetleşen im­
paratorların temas ettiği her şey mukaddes addedilmiş, ikâmet etti­
ği saray «mukaddes saray» (Sacrum palatium), oturduğu oda «mu­
kaddes oda» (Sacrum cubuculum) isimlerini almış, imparator her
tarafta bir ilâh olarak karşılanmış, onun için âyinler tertip edil­
miştir101.
Bu devirde imparatorların idareyi çeşitli unvanlar taşıyan oğul­
larıyla veya muzaffer kumandanlarla paylaştıklarını görüyoruz.
Bu suretle, devlet zaman zaman iki (iki Augustus), dört (iki Augustus, iki Caesar), sonra beş (üç Augustus, iki Caesar, bir princeps)
tekrar dört (dört Augustus) Augustus hattâ 308’de 7 kişi vb. ta­
raflarından idare edilmeğe çalışılmıştır. Bu şekildeki rejime «Diyarşi» (iki hükümdar arasında yapılan taksim) ve «Tetrarşi» (iki­
den fazla yapılan taksim) denilmiştir. Bir emimâmenin bütün im­
paratorluk için hüküm ifade edebilmesi, ancak iki, üç, dört, beş,
altı veya yedi imparatorun imzalarını taşımasıyla mümkün olabil­
mektedir102.
Özetle, Roma devletinde hâkimiyet, krallık devrinde «imperium»
anlayışında kalmış, Cumhuriyet devrinde «dominium»a doğru ted­
rici bir gelişme göstermiştir. M.ö. 1. asır sonlarından itibaren, hü­
kümdarların kendilerine kazandırdıkları karizmatik güç yolu ile
ve çeşitli İdarî tedbirlerle kesinleşen dominium şekli -meclislere,
ikili-üçlü idarelere ve teorik mahiyetteki kanunlara rağmen- impa­
ratorluğun sonuna kadar devam etmiştir.
101 Tafsilen bk. R.G- Okan dan, Roma âmme hukuku, s. 223-298; S.M.
Arsal, Ayrı, esr., s. 456-468.
102 Tafsilen bk. R.G. Okandan, Umumî âmme hukuku, s. 551-623.
TÜRK DEVLETİNDE HÂKİM İY E T A N L A Y IŞI
49
Eski Türklerde hâkimiyet
Buraya kadar hükümranlığın kaynakları ile, eski milletlerin
dominium ve imperium hâkimiyet telâkkileri açısından durumla­
rını kısaca belirtmeğe çalıştık. Şimdi eski Türk devletinde hüküm­
ranlık anlayışı nasıl dı ve yukarıda bahsettiğimiz topluluklarda gö­
rülen hâkimiyet telâkkilerimle arasmda farklılıklar var mı idi? so­
rularını ele alacağız.
Vesikalar Türk hükümdarına idare etme h akkının Tanrı tara­
fından verildiğini (bağışlandığını) göstermektedir. Asya Hun im­
paratoru Mo-tun (m.ö. 209-174)’un unvanı : :«Gök-Tann’ntn tahta
çıkardığı Tanrı k u fu Tanhu» idi103. Hsia Hun tanhu’su He-lien Po
Po (5. yüzyıl) ’nun ifadesi şu şekilde idi : «Benim imparator olmam
Tanrı tarafından kararlaştırıldı...»103a. Avrupa Hun imparatoru ile
ilgili kayıtlarda İlâhî menşe telâkkisini ortaya koyar104. Gök-Türk
hâkânları da hâkimiyetini gökten almakta idiler: «Tann’ya ben­
zer, Tanrı’da olmuş Türk Biİge Kağan»105, «Babam kağan ile anam
hatunu ... Tanrı tahta oturttu»100, «Tanrı irade ettiği, kufum oldu­
ğu için kağan öldüm»107, «Tanrı buyurduğu için dişlilere diz çöktür­
müş, başlılara baş eğdirm iş...»108, «Tanrı buyurduğu ve kufum ol­
duğu için ölecek olan bodunu doğrulttum ...»100, « Tanrı buyurduğu
için ben {Bilge) de tahta oturdum»110, «Tanrı buyurduğu için gö­
zünün görmediği, kulağının işitm ediği yerlere bodunumu ileri gün
doğusuna, beri gün ortasına, geri {gün) batısına, yukarı gece or103 Bk. De Groot, Die Hunnen..., s. 53, 76. M.ö. 176 da Çin imparato­
runa yazdığı mektupta Mo-tun sözlerine bu unvan ile başlamaktadır (bk. S.M.
Arsal, Türk tarihi ve hukuk, s. 214).
103a A. Onat, Hsia Devleti, Ankara, 1977, s. 91, 94 (basılmamış doçent­
lik tezi).
104 Bk. P. Vaczy, Hutilar Avrupada (bk. Atilla ve Hunları /Türk, tere./),
İstanbul, 1962, s. .111 vd.; S. Eckhardt, Efsanede Attila (bk. Attila ve Hunları),
İstanbul, 1962, s. 149; O. Turan, Türk cihân hâkimiyeti mefkuresi tarihi, Z-U,
İstanbul, 1979, s. 157, 169. I. Kafesoğlu, Türk millî kültürü, s. 60, 221.
105 Bk. Kitabeler, I, güney, 1; H, doğu, 1.
106 Bk- Kitabeler, I, doğu, 11, 25-26; H, doğu, 21.
107 Bk. Kitabeler, I, güney, 9-10; II, kuzey, 7-8.
108 Bk. Kitabeler, I, doğu, 15-16.
109 Bk. Kitabeler, I, doğu, 29.
110 Bk. Kitabeler', n , kuzey, 9.
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 4
ABD Ü LK A D ÎR DONUK
50
tasma g ö t ü r d ü m « T a n r ı güç verdiği için;..» 112, «Tanrı bilgi
verdiği için kendim bizzat kağan kıldım» (Tanrı bana bilgi verdiği
için kağanımı güçlendirdim)113, «Tanrı irade etti. Onları perişan
ettik»11*. Aynı durum Uygur hâkanlarmın unvanlarında da görülür :
«Kutlug (795-805. A y Tanrıda ülüş bulmuş Alp Kutlug Bilge Ka­
ğan) », «A y Tanrıda kut bulmış Külüğ Bilge (805-808) », «A y Tan­
rıda kut bulmış Alp Bilge (808-821) », «A y Tanrıda ülüğ bulmış Küçlüğ Bilge (821-833)», «A y Tanrıda kut bulmış Alp Külüğ Bilge Ka­
ğan (833-839)»,115 Uygur kağanları 744-789 arası Gök-Türk kağan­
ları gibi «Tanrıda kut bulmış» unvanlarını taşırken, beşinci kağan’dan sonra güneş ve ay’dan kut alan unvanlar kullanmaya başlamışlardı^Bu değişiklikte Mani dininin tesiri ile olabileceği ifade edil­
miştir116. Tuna Bulgar'larında da hükümdar hâkimiyeti Tanrı’dan
alırdı : Krum kitabesinde Tervel adlı Bulgar Hanının, «Bulgar'lar
üzerine Tanrı tarafından getirildiği»; Melemir kitabesinde ise,
« Tanrıya benzer Tanrı tarafından tahta çıkarılmış M elemir...»;
Omurtag Han’a âit Çâtalar yazıtında da « Yer yüzünde, Tanrı tara­
fından tahta çıkarılmış Han Omurtag...»111. İtil Bulgarlanndâ da
aynı telâkki devam etmişti : «Aziz ve çelil olan Allah, bana islâmiyeti ve Müminlerin Emirinin devletini ihsan etti. Ben onun kuluyum,
o beni ümmete kral yaptı...»111*. Hazar kağanlarında da aynı te­
in
Bk. Kitabeler, n, kuzey, 10-11.
112 Bk. Kitabeler, U, doğu, 32-35.
113 Bk. Tonyukuk, batı, 6.
114 Bk. Tonyukuk, güney, 16.
115 Bk. J.R. Hamilton, Les Ouıghours a Vepoque des Cinq Dynasties
d’apres les documents Chinois, Paris, 1955, s. 139-143 ; A. Caferoğlu, Tukyu ve
Uygurlarda Kan unvanları, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, I, 1931,
s. 110-113; A. Bombaci, QutVuk Bolsun, H, UAJhb, 38, 1966, s. 13; 1. Kafesoglu,
Ayn. esr., s. 114 vd.
116 Bk. E. Esin, «Kün-ay» (Ay-yıldız motofinin proto-Türk devirden
Hakanlıklara kadar ikonografisi), VTL T.T. Kongresi, I, Ankara, 1972, s. 337;
A.v. Gabain, Die staatliche Verfassung des TJigurischenKönigreichs von Koço,
9. -13. Jh. n. Chr., XVI. Milletlerarası Altaistik Kongresi Bildirileri,Ankara,
1979, s. 154.
117 Bk. F. Köprülü, Proto-Bulgar..., s. 3; B. ögel, Türk kültür tarihi,
Ankara, 1962, s. 264, 274 vd.
117a Bk- İbn Fodlan Seyahatndmesi, /Türk, tere./, ilahiyat Fakültesi
Dergisi, I-n , 1954,^ s. 74; R. Şeşen, İbn Fazlan Seyahatndmesi, İstanbul, 1975,
s. 60.
TÜRK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N L A Y IŞI
51
lâkki devam etmiştills. İbn Padlan’a göre Hazar hâkanı, halktan
ayrılmış, «tanrısal» bir hayat yaşıyordu110. Bu duruma göre Türklerde hükümranlık karizmatik bir nitelik taşıyordu119*. Ayrıca anla­
şılıyor ki, eski Türklerde iktidar, «kut» sözü ile ifade edilmekte idi120.
Türklerde kut’un yâni siyasî iktidarın mahiyeti Kutadgu Bilig’de şöyle tanıtılmaktadır : «K ufun, tabiatı hizmet, şiarı adalet­
tir ...fa z il e t ve kısm et ku fta n doğar... E y hükümdar sana Tanrı
kut verdi... Beyliğe (hükümdarlığa) yol ondan geçer... H erşey k u f­
un eli altındadır, bütün istekler onun vasıtasıyla gerçekleşir... Tan­
rı kimi iktidar sahibi yayarsa o her iki dünyada m es’ud olur.... Bey,
bu makama sen kendi gücün ile gelmedin, onu sana Tanrı verdi...
118 Bk. A.N. Kurat, Hazar’ lara âit bir kitabın tanıtılması, Tarih Araştır­
maları Dergisi, m , sayı 4-5, Ankara, 1965, s. 229 vd.
^
119 Bk. D.M. Dunlop, The History of the Jewish Khazars, Princeton,
1967, s. 97 vd., 111.
119a Bu sıfat hükümdar âilesiné de geçer ve sülâlenin kanunî meşrûiyeti
inancı kökleşir (bk. P. Vaczy, ayn. esr., s. 96, 107; L. Râsonyi, Tarihte Türklük,
Ankara, 1971, s. 59 vd.).
:î
120 Şimdiye kadar «kut» kelimesine çeşitli, mânalar verilmiştir : W. Radloff, A. Vambéry, V. Thomsen «kut» sözünü «saadet» (bk. V. Thomsen, Mo■ğdlistanda Türkçe kitabeler, TM, HE, 1935, s. 88) ; Z. Gökaİp, kut’u ibtidai ce­
miyetlerdeki'mana’ya benzetir ve «mukaddes» (bk. Türk Medeniyeti Tarihi,
İstanbul, 1341 (1924), s. 33, 66; F. Köprülü «saadet» (bk. Türk edebiyatı tarihi,
İstanbul, 1926, s. 194) diye almışlardır. W. Barthold «saadet» ve «baht» ifade
ettiğini söylediği «kut» tâbirinin KB’de «Majeste» (Haşmetmeâb) mefhumunu
karşıladığını kabûl etmiştir (bk. Orta Asya Türk tarihi hakkında dersler, İs­
tanbul, 1927, s. 121 vd.). R.R. Arat «kutlu ve mesud olma» (bk. Kutadgu Bilig,
I, İstanbul, 1947, s. XXV),; K.H. Menges «saadet, baht» (bk. Altaic Elements in
the Proto-Bulgarian Inscriptions, Byzantion, XXI, 1951, s. 112); R. Giraud «ta­
lih, mutluluk» (bk. L’Empire des Turcs célestes, Paris, 1960, s. 105); L. Rasonyi «saadete ulaşma» (bk. Tarihte Türklük, s. I l l ) ; A. Bombaci «şans, ka­
der, talih» (bk. Kutadgu Bilig hakkında bazı mülahazalar, /F . Köprülü A r­
mağanı/, Istanbul, 1953, s. 73; . Ayn. müell., Qutluk Bolsun, I, UAJhb, 36, 3-4,
1965, s'. 286); A. Caferoğlu «saadet, devlet, ikbal» (bk. Türk düi .tarihi, H,
İstanbul, 1974, s. 54) mânalarını vermişlerdir. Kâşgarlı Mahmud’a göre «kut»
kelimesi «devlet»dir (bk. Divân-ü Lûgat’it Türk, Küisli neşri I, s. 269; B. Atalay, Divân-ü Lûgat’ it Türk tercümesi, I, Ankara, 1939, s. 320). KB üzerinde
araştırma yapanlar bu eseri Doğu ülkelerinde çok rastlanan cinsten bir na­
sihat ve ahlâk kitabı saydıklarından «kut» kelimesini kolaylıkla «saadet, ta­
lih, baht» mânalarına bağlamışlardır. Hâlbuki S.M. Arsal tarafından ileri sü­
rüldüğü (bk. Türk tarihi vehukuk, s. 120 vd.) ve I. Kafesoğlu tarafından da
desteklendiği (bk. Kutadgu Büig..., s. 1-38.) üzere «kut» sözünün aslında «si­
yasî hâkimiyet» mefhumunu ifade etmiş olması daha çok muhtemeldir. (A.F.
52
A BD Ü LK A D İR DONUK
Hükümdarlar ihtidan Tann’dan alırlar...-»121. Demek ki, Türklerde
hükümdarlık İlâhî bir kuvvete dayanmaktadır. Böyle olunca Türk­
lerde «karizmatik» hâkimiyetin yürürlükte olduğu meydana çıkar.
Bütün bunlara rağmen eski Türk hükümranlık anlayışı tam
mânasıyla karizmatik sayılabilir mi?
Yukarıda gördüğümüz gibi, karizmatik hâkimiyete bağh top­
luluklar daha çok dinî karakter taşımakta idi. Yâni Tanrının bazı
fertlere, diğer fertlerde olmayan, kabiliyet vermesi ve onu toplum­
dan sorumlu tutması bir nevi peygamberler anlayışım aksettirmek­
tedir. Türklerde ise sosyal düzen dinî değil, siyâsîdir. Peygamber­
ler ve velîler tarafından idare edilen herhangi bir Türk topluluğu
görülmemektedir. Bu durum eski Türk topluluğunda iktidarın tam
karizmatik olduğunda şüphe uyandırmaktadır. Türklerde bir hü­
kümdarın kut sahibi olması, her şey demek değildir. Kut hâkimiye­
te imkân hazırlayan büyük bir kudret kasmağı olmakla beraber,
Türk hükümdarının idare salâhiyeti törece tesbit edilen bazı şart­
larla sınırlandırılmıştır. O belirli vazifeleri yerine getirmekle yü­
kümlü idi. Bu vazifelerden başlıcaları şunlardır : Halkı doyurmak,
giydirmek, dağınık boy’ ları toplayıp nüfusu çoğaltmak122. Kutadgu
Bilig de bu nokta daha da açıklık kazanmış durumdadır : «Halka,
aç mısın, tok musun, d iye.sor... Elini açık tu t... Bir hükümdar kulKaramanlıoğlu da t. Kafesoğlu’nun bu görüşüne iştirak etmektedir, bk. Kutadgu-Bilig’in diline ve adına dâir, Türk Kültürü, sayı 98; 1970, s. 130 vd.). Saadet,
talih ve baht mânalarının ancak daha sonraları ortaya çıktığı ve Batı Türk
lehçelerinde görülen bu mâna değişikliğinde İslâmî çevrenin tesiri olduğu an­
laşılmaktadır (bk. t. Kafesoğlu, Kutadgu Bilig.-., s. 26). B. ögel’e göre, Tan­
rının bazı insanlara bahşettiği kutsal kudret olan kut, Budizm ve İslâmiyet
çağında Türkler arasmda talih ve devlet anlamına gelmiştir (bk. Türk mitolo­
jisi, s. 303, 482). Son olarak G. Doerfer de «kut» tâbirini, bilhassa hükümdar
için Gök ve Ver tarafmdan desteklenmesi zarurî «insanın bir nevi otonom
ruhî kudreti» şeklinde açıklamaktadır (bk. Türkische und Mongolische Ele­
mente im Neupersischen, Wiesbaden, EU, 1967, s. 551).
121 Bk. Kutadgu Bilig, Beyitler /R.R. Arat, Kutadgu Bilig, II, Ankara,
1959/ : 109, 590, 674-676, 1244, 1251, 1258, 1267, 1430, 1561, 1761, 1933, 1934,
1980, 5469, 5901, 5947, 6192, 6193.
122 «... A ç fakir mületi hep toplattım. Fakir milleti zengin kıldım. A s
mîlleti çok kıldım...», «... çıplak olarak dönüp geldi. Milleti besleyeyim diye...»
(bk. Kitabeler, I, güney, 10, doğu, 16, 28; n , doğu, 23, kuzey, 8). KB’e göre
hükümdar halkını «... çıplak ise giydirmeli, aç ise doyurmalıdır» (bk. KB, Be­
yitler : 2958, 2982, 3031, 3113, 3923, 5242-5246, 5358, 5359, 5355, 5513, 5553). Bu
TÜRK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N L A Y IŞI
53
dan fakir admı kaldırmazsa nasıl hükümdar olur?»123. Yine Kutadgu
Bilig de belirtildiği üzere «Hizmet etm ekle kul, B ey olur»™. KB
halkın hükümdardan istediklerini : a.-İktisadî istikrar, b - âdil ka­
nun, e - asayiş, olarak sıralar125 ve «E y hükümdar sen önce bunları
yerine getir, sonra kendi hakkını isteyebilirsin»™ der. Yukarıda
amlan görevlerini yerine getiremediği takdirde hükümdar, kut’unun
Tanrı tarafından geri alındığı düşüncesi ile iktidardan düşerdi.
Kut’u alman hükümdarın yerine «kutlanmış» birisi getirilirdi. Me-,
selâ, Gök-Türklerde 716 yılında Inel Kagan’a karşı yapılan ihtilâlin
sebebi böyle açıklanmaktadır127.
Töre’nin diğer hükümleri dé kagan’lık yetkilerini kısıtlayıcı
nitelikte idi. Kağan olacak kimsede bazı şartlar aranıyordu128. Bü­
tün bu karşılıklı hak ve vazifelerin töre ile tesbit edilmiş olması,
siyâsî iktidar yönünden Türk devletinde şahsî ve keyfî idarenin
olmadığını ortaya koyar. Bu sebebten de icracılar hükümdarın her
istediğini yerine getiren yardımcılar değil, ancak kanunî vazife­
lerini yapmakla görevli kişilerdi. Anlaşılmaktadır ki, Türk hüküm­
ranlık anlayışı gelenekçi değil, menşe yönünden karizmatik, fakat
töreye bağlılık yönünden « kanunî hükümranlık»! temsil ediyordu.
Nitekim Kutadgu Bilig’de şöyle ibareler yer almaktadır: « Gerçek
hususta Dede Korkud Destanında Dirse Han’ın sözleri aynı telâkkiyi ortaya
koyar : «Attan aygır, deveden buğra koyundan koç kırdırdı, aç görse doyurdu,
yalın görse donattı, borçluyu borcundan kurtardı, tepe gibi et yığdı, göl gibi
kımız sağdırdı...>? (bk. M. Ergin, Dede Korkut Kitabı, I, Ankara, 1958, s. 80 vd.).
123 Bk.
KB,bâb, 38 (2957,2958,
2965,2983), bâb, 54-55.
124 Bk.
KB,Beyit : 612.
125 Bk.
I. Kafesoğlu, Türkmillî kültürü,s.225126 Bk.
KB,B eyit: 5578.
127 v«Kağan kut’ı toplamadı» (bk. Kitabeler, n , doğu, 8). «... dirayetsiz
yeni kağan hatalar işledi. Yukarıda Gök, aşağıda kutsal yer-su’lar ona kut
vermediler...» (bk. Kitabeler, H, doğu, 35. Daha bk. R. Giraud, L’Empire des
Turcs célestes, Paris, 1960, s. 52). Ayrıca bk. KB, Beyitler : 724, 725, 1712,
1780, 2012, 2104, 5076. Krş. W. Eberhard, Çin tarihi, s. 143. :
128 Meselâ, Gök-Türk hâkanı T’a-po 581 yılında ölürken yerine Mu-kan’m
oğlu Ta-lo-pien’i vasiyet etmişti. Durumu töreye uymadığı için (annesi asil
değüdi) reddedilmişti, (bk. Liu Mau-Tsai, Die Chinesischen Nachrichten sur
Geschichte der Ost-Türken (T’u-küe), Wiesbaden, I, 1958, s. 48 vdd.; M. Mori,
Eski Türk tarihi araştırmaları, Tokyo, 1967, s. 258; A.N. Kurat, Gök-Türk
Kağanlığı, DTCFD, X, 1-2, 1952, s. 15; î. Kafesoğlu, Ayn, esr., s. 85).
54
A BD Ü LKADİR DONUK
kudret kanundadır. (törededir)»129, «B ey iyi kamun (töre) yap...
Kanuna (tö rey e) kendin riayet et ki, halk da sana itaat etsin»130.
KB e göre, kanun hükümdarlıktan da üstündür : «Hükümdarlık,
uludur çök iyidir, fakat daha iyi töredir». Fakat bundan da mühim
olan «Törenin tüz (eşit) tatbik edilmesi» Bir131. KB e göre, devletin
temeli iki şeye dayanıyordu : Ihtiyatlilik ve; kanun (töre) . «.Hangi
bey devletine kanun koydu ise, o ilini tanzim etm iş olurdu»132, «Hal­
ka hep iyi kanunlar tatbik edilmelidir»133,
Türk devletinde töre de zamanın ve çevrenin şartlarına, göre
değişmektedir. Hükümdar mevcut töreyi yenilemek ve geçerli
hükümler^getirmek salâhiyetinde idi. Bilge Kağan «ecdadının (Bumm, İstem i) hükümdar olduğu zaman Türk milletinin töresini dü­
zenledi»13* derken bunu ifade etmiştir. Hteriş’ten başka, eski Hun
hükümdarı Mo-tun ve daha sonra Bulgar hükümdarı Krum Han’ın
da töreyi yeniden tanzim ettiklerine dair tarihî kayıtlar vardır135.
Türklerde törenin uygulanışı yâni iktidarı kontrol eden mec­
lisler bulunmakta idi. Yapılan toplantılarda : ordunun teftişi ve
hayvan sayımından başka, memleket meseleleri hakkında umumî
görüşmeler açılır kararlar verilirdi. Ayrıca bıi meclisler hüküm­
darlıkları tasdik eder, gerektiğinde yeni hükümdar seçer ve hükü­
metin icraatı meclis üyeleri tarafından gözden geçirilirdi136.
Yukarıdaki izahlardan da anlaşılacağı gibi, eski Türk devlet­
lerinde hükümdarın milletçe tasvib edilmiyen hususlarda bir ka­
rar yetkisi bulunmuyordu. Ancak milleti temsil eden meclislerin
onayını aldıktan sonra uygulamaya geçebiliyordu.
129 Bk. KB, B eyit: 639.
130 Bk. KB, Beyit : 1458, 2111.
131 Bk. KB, Beyit : 453-455.
132 Bk. KB, Beyit : 2015, 2017.
133 Bk. KB, Beyit : 545.
134 Bk. Kitabeler, I, doğu, 1.
135 Bk. î. Kafesoğlu, Ayn. esr., s. 220. Bu durum da Türk hükümranlık
anlayışının gelenekçi olmadığını bir kere daha ortaya koyar. Kutadgu Bilig tö­
renin icracısı durumunda olan kut’u (siyâsî iktidar) şu şekilde tanımlamakta­
dır : «Kut düz yerde dahi yuvarlanan bir toy gibidir... «yeni ve taze» olanın ar­
kasında koşar... Yeni varken eskiye, güzel varken kötüye ne lüzum var?» (bk.
Beyit : 662, 666-668).
136 Türk devlet meclisleri ve bu meclislerin çalışması hakkında tafsilât
için bk. î. Kafesoğlu, Ayn. esr., s. 226 vdd.
TÜ RK DEVLETİNDE H ÂKİM İYET A N L A Y IŞI
55
0 hâlde Türk hükümranlık anlayışı, karizmatik menşe daya­
nan «kanunî hâkimiyet» tarzında idi ve dominium değil imperium
niteliğini taşıyordu.
Diğer topluluklarla Türklerdeki hâkimiyet telâkkisinin karşı­
laştırılmasına gelince;
.
.
-j
1 — Eski Çin devletindeki hükümranlık anlayışı ile eski
Türk hükümranlık anlayışı arasında büyük bir benzerlik dikkati
çekmektedir. Orada da hükümdar Tanrı’dan güc almakta, yeryü­
zünün tek hükümdarı sayılmakta, hattâ «Tanrının oğlu» diye ad­
landırılmaktadır. Şimdiye kadar bu yakınlık eski Türklerin hâki­
miyet anlayışım Çin’den aldıkları şeklinde1değerlendirilmekteydi.
Hâlbuki Çin anlayışındaki «Gök Tanrı» kavramı tamamen Bozkır
menşeli olup, aslında yer tanrılarına inanılan eski Çin düşüncesi ileilgili değildir. Konfuçyus bile «Gök’ün oğlu» mevzuunu incelerken
aslı Türkçe olan «Tann» (T’ien) kelimesini kullanmıştır. «Gökte
bir Tanrı, yeryüzünde bir hükümdanşeklinde ortaya atılan düşünce
gördüğümüz üzere Çin’de ancak Türk kültürünün belirli olarak gö­
rüldüğü Chou sülâlesi zamanında ortaya çıkmıştır137.
2 — Hükümdara idare etme hakkının Tanrı tarafından veril­
diği düşüncesine diğer topluluklarda rastlanmıyor. Bü anlayış daha
sonraları Türk kültürü tesiriyle Çin’e olduğu gibi Moğol’lara da
intikal etmiştir. Ancak Çin’de söylediğimiz belirli gelişmeleri gös­
terdiği hâlde, Moğollarda «dominium» şekli bâki kalmıştır.
3 — Eski Yunan’da ve Roma’da138, hükümdarın Tanrı kabûl
edilmesine karşılık, Türklerde hükümdar Tanrı değil, ancak onun
«kut» ile donatarak insanları idareye memup ettiği bir kişidir139.
4 — Hind’de ve İran’da görülen, hükümdarın temsil ettiği
137 Tafsilât için bk. I. Kafesoğlu, Kutadgu Bilig.-., s. 35-37; Ayn. miiell.,
Türle mitti kültürü, s. 222 vd. Ayrıca bk. W. Koppers, İlk Türklük ve ilk İndo
Germenlik, Belleten, sayı 20, 1941, s. 447-449.
138 Roma imparatoru Augustus (m.ö. 27 - m.s. 14) m.ö. 14 de «Tanrı»
ilân edilmiştir (bk. S.M. Arsal, Umumî hukuk tarihi, s. 364-375; J.R. Strayer,
The State and Religion: An exploratory comparison in different cultures, Com­
parative Studies in Society and History, I, 1, The Hague, 1958, s. 41.
139 Türklerde hükümdara «Tanrının oğlu» denilmediği hakkında bk. 1.
Kafesoğlu, Türk mitti kültürü, s. 222 vd.
S6
ABD Ü LK A D İR DONUK
hnllr tarafından Tanrı gibi düşünülme fikrine de Türk devletlerinde
rastlanmaz.
5
Eski Yunan’da, Roma’da, İran’da Moğol’larda vb., mev­
cut olup devlet icraatını kontrol eden meclisler çeşitli sınıfları tem­
sil ettikleri ve meselâ köleler bu meclislere kâbûl edilmediği hâlde,
Türk meclislerinde, her zümreden halkın temsilcileri yer almış gö­
rünmektedir. Zira eski Türk topluluğunda, kısmî savaş esirleri dı­
şında, haklarından mahrum bırakılmış zümreler yoktu.
6 — Tarihî vesikalara göre Türk hükümdarı Tanrı tarafın­
dan dünyayı idare etmekle görevlendirilmiştir. O, yeryüzündeki
bütün insanların başıdır140. Bu telâkki Türklerde « Cihan hâkim iyeti»
mefkuresini doğurmuştur. Böyle bir mefkûre, yalnız Türk kültürü
etkisindeki Çin’de ve yine Türk geleneklerini tevarüs eden Moğol
devlet anlayışında görülmektedir. Roma hâkimiyetine bağlanan
«Pax Romana» düşüncesi hukuk birliği, sosyal sınıfların durumu,
hristiyan menşe vb., bakımından14-1 Türk anlayışından tamamen
farklı bulunmaktadır.
140 Türk hükümdarının yeryüzünü idare ile görevli kılındığı tarihî kayıt­
lara, Türk destanlarına, edebî ve siyâsî eserlere dayanüarak belirtilmiştir (taf­
silât için bk. t. Kafesoğlu, Türk fütuhat felsefesi ve Malazgirt muharebesi, Ta­
rih Enstitüsü Dergisi, sayı 2, 1971, s. 1-16).
141 Bk. I. Kafesoğlu, Türk fütuhat felsefesi..., s. 10-12.
KLÂSİK İSLÂM KAYNAKLARINA GÖRE
ESKİ TÜRKLERÎN DİNİ VE ŞAMAN KELİMESİNİN MENŞEÎ
(Başlangıçtan Moğol istilâsına kadar)
Ramazan Şeşe»
Bu çalışmada, klâsik İslâm kaynaklarında eski Türklerin dini
ve şaman kelimesinin menşei h a k k ın da, bulabildiğimiz bilgileri tas­
nif edip okuyucuların hizmetine sunmaya çalıştık. Kaynaklarımızın
en eskisini İbn Uurdâdbih (ölm. 230 h./844 m .)’in Kitâb el-mesâlik’i,
en yenisini ise Reşîdüddîn (ölm. 718 h./1318 m .)’in Camic el-tavârîb’i teşkil etmektedir. Büyük yekûnu ise hicrî IV. (m. X .) asra âittir. Konumuzla ilgili olarak kaynaklarda bulabildiğimiz bilgilerin
tercümesini vererek araştırıcıların hizmetine sunmaya çalıştık. Her
bahsin sonunda metinlerden çıkan neticeler hakkindâki mütâlâamı­
zı kısaca kaydettik. Bu mütâlâalarda ihtimali uzak olan tefsirleri
vermekten kaçındık. Ayrıca notlarda, her konuyla ilgili olarak Çin
kaynaklarında verilen bilgileri sunmaya çalıştık. Fakat, Çin kay­
naklarının Doğu Türkistan dışındaki Türklerin dinleri hakkında he­
men hemen hiçbir bilgi vermediğini gördük. Çin kaynakları en faz­
la bilgiyi Göktürklerin (Tu-cüelerin) ve Kırgızların din leri hakkın­
da vermekte, bunlar daM birer sahifeyi bulamamaktadır. Bazı, Çin
kültürüyle uğraşanların mübâlâğalı iddialarını destekler hiçbir de­
lile rastlamadık. Eski Türklerin dini hakkında bize en tafsilâtlı bil­
gi veren İbn Fazlân ile Gerdîzî’dir. İbn Fazlân’m Türkler arasında­
ki seyâhati daha geniş sahayı kapsamış olsaydı, daha geniş ve açık­
layıcı bilgiler verebilirdi. Bununla beraber, onun verdiği bilgiler di­
ğer İslâm kaynaklarının ve Çin kaynaklarının ihmal ettikleri en
önemli boşlukları doldurmaktadır. İslâm ve Çin kaynaklarının ver-
gg
RAMAZAN ŞEŞEN
dikleri bilgiler birbirini tamamlamakta, zaman ve mekân farklılık­
larının tabiî bir neticesi olarak, bazı küçük farklılıklar dışında, birbiriyle tıpatıp uyuşmaktadırlar.
Netice olarak, Türklerin eâhüiyyet devrine ait bu fazla geliş­
memiş putperestliğine Şemeniyye (Şamanizm) demek mümkündür.
AvrupalIlar bu dine şaman (kam) denen din adamına nisbetle Şa­
manizm demişlerdir. Aslında bu din, bütün ilkel dinler gibi, animizm,
fetişizm ve natürizm unsurlarının önemli yer tuttuğu, gök ve yer
kültlerinin, sihrin hâkim olduğu bir veseniyye (putperestlik) ’dir.
Bunlar dünyanın çeşitli yerlerindeki ilkel dinlerde de görülmekte­
dir. ileride görüleceği üzere, bu putperestliğin gelişmiş şekli yine
Şemeniyye (Şapaanizm) adı altmda, Zerdüşt ve Buda’dan önce, As­
ya’nın yerleşik ve medenî bölgelerinde mevcuttu. Zerdüşt ve Buda
ile bu yerlerde sistem haline gelmiş dinler (şeriatlar) ortaya çık­
mışlardır. Fakat, bu sistem halindeki dinler yanında gelişmiş ve il­
kel putperestlik (yani Şamanizm) XX. asra, hattâ, zamanımıza ka­
dar dünyanın geri kalmış bölgelerinde varlıklarım sürdürmüşlerdir.
Klâsik İslâm kaynakları eski Türklerden müslüman, hıristiyan,
yahudi (mûsevî), ı^ıaniheist, mazdeist, budist olmayan ve büyük ço­
ğunluğunu bozkırlardaki göçebelerin teşkil ettikleri Türkler için put­
perest, mecûsî, şemenî, sâbiî, sihirbaz gibi çeşitli ifâdeler kullanır­
lar. Bunlara Câhiliyet dinlerine mensup, müşrik veya kâfir türkler
de derler. Bazan da «Onların gerçek dinle ilgileri yoktur» dedikten
sonra, çeşitli konulardaki inançları hakkında kısa ve genel bilgiler
verirler. Kaynaklarda Türkler arasında yukarıda sayılan kitâbî din­
lere mensup olanların zikredilmesine rağmen, onların büyük çoğun­
luğunun henüz yerleşik ve sağlam bir sistem haline gelmemiş olan
Câhiliyet dinlerine mensup (putperest, müşrik) oldukları görülmek­
tedir. Bu konuda klâsik İslâm kaynaklarında bulabildiğimiz mâlûmatı şu şekilde tasnif edebiliriz :
G e n e l B i l g i l e r : tik İslâm kaynaklan Türklerin dinle­
ri hakkında açıklayıcı bir şey söylemezler. Kâfir, müşrik gibi genel
ifâdeler kullanırlar. Hişâm b. Abdülmelik tarafından, İslâmiyet’e
dâvet maksadıyla, Türk hükümdarına gönderilen elçi bu konuda
açıklayıcı bir şey dememektedir1. Y a‘kûbî, Mâverâünnehr, Horasan
1 Yâkût, Mu1cem el-buldan, Türkistan maddesi.
ESKİ TÜRKLERİN DİNİ V E ŞAM AN KELİM ESİ
59
ve Sicistan’ı kuşatan türk ülkelerine «şirk diyarı» der2. Ebû Zeyd
el-Belhı’ye dayanan el-Mafcdişî Türklerin dinlerinden bahsederken
«Onlardan bir kısmının kendilerine has kitapları olduğunu, bir kıs­
mının Tibetlilere komşu olmaları dolayısıyla onların kitabına inan­
dıklarını, bir kısmının Suğdluların kitabına inandıklarım söylerler.
Dediler ki : Tuğuzğuzlar (Uygurlar) arasında hıristiyanlar (Nastûriler) ve şemenîler vardır... Kırgızlar ölülerini yakarlar. Ateşin
ölünün cesedini günahlardan temizlediğine inanırlar, putlara tapar­
lar. Bazıları ölü ile kölelerini ye hizmetçilerini diri diri mezara gö­
merler. Ayrıca, mezarın başında kurban keserler. Onların dilinde
mezara tepe (tümülüs) denir. Onlar arasında kar, dolu yağdıran,
rüzgâr estiren kişiler olduğu söylenir. Kararlarının çoğunu koyunun
kürek kemiği falına (yani kehânete) göre alırlar» der3. Başka bir
yerde «Türklerin kimi senevi (düalist), kimi hıristiyan, kimi put­
peresttir. Kimi güneşe tapar» der4.
Mes’ûdî’ye isnat edilen bir eserde «Türklerden bozkırlarda ya­
şayan göçebelerin dinleri (şeriatları) yoktur. Bir kısmı mecûsî di­
nindedirler... Türkler sihir ve şiddet sahibidirler. Hükümdarlarının
senede muayyen bir günü vardır. Bu gün hükümdar adına büyük bir
ateş yakılır. Hükümdar yüksek bir yerden ateşe doğru eğilmiş ba­
karken kâhinler ateşe karşı bir şeyler söylerler. Bunun üzerine,
ateşten yukarı doğru bir çehre yükselir. Eğer bu çehre yeşil ise yağ­
mura ve bolluğa, beyaz ise kuraklığa, kırmızı ise kan dökülmesine,
sarı ise hastalıklara ve vebaya, siyah ise hükümdarın ölümüne ve­
ya uzak yolculuğa delâlet eder. Son halde hükümdar yola ve gazâya
çıkmaya acele eder,» denir5. Gerdîzî Türgişlerden bahsederken
«... Buradaki Uluğdağ başka bir dağa bitişiktir. Türkler bu sonun­
cu dağa taparlar. Bu dağın adına yemin ederler. Buranın Tanrı’nın
ikâmetgâhı olduğunu söylerler,» der6.
Kaşgarlı Mahmud «Rumların yakınından doğuya doğru Türk­
lerden müslüman olanları ve Cahiliyet dinlerine mensup olanları
zikredeceğiz,»7 dedikten sonra, başka bir yerde «Allah kahretsin, kâ­
2
3
4
5
6
7
YaTçûbî, Kitâb el-buldân, nşr. De Goeje, Leyden 1892, s. 295El-Malçdisî, Kitâb el-bed’ ve’l-tânb, nşr. Huart, IV, Paris 1907, s. 21-22.
Aynı eser, IV, 65.
‘Acâ’ib el-dunyâ, Hüseyin Çelebi Kütüphanesi, hr. 746, yap. 63b-64b.
Gerdîzî, Zeyn el-atjbâr, nşr. ‘Abdulhayy Habîbî, Tahran 1347, s. 279.
Mahmûd Kâşgarî, Dîvânu lugât el-Türk, metnin birinci neşri, I, 27-28.
60
ram azan
şeşen
firler göğe Tengri derler. Yine, büyük bir kaya ve büyük bir ağaç
gibi gözlerine büyük görünen her şeye tengri derler. Bunun için
böyle şeylere secde ederler. Yine aynı sebepten âlim bir kişiye tengri-kân derler,» demektedir8. Köprülü Kütüphanesindeki bir mec­
muada Türk ülkelerinden bahsedilirken «Bunlar putperest olup ölü­
lerini yakarlar. Günde iki kere namaz kılarlar. Senede bir gün oruç
tutarlar. Burada, büyük bir dağda secde eden bir adamın el ve ayak
izlerinin bulunduğu bir ağaç vardır. Bu ağacın yanma gelen herkes
ona secde eder... Buranın halkı putperesttir. Bunların senede bir
gün bayramları vardır. Bu gün her köy putlarıyla bir su gözünün
ve ağaçların bulunduğu bir yere çıkar. Sonra, aralarından bir adam
putların yanma varır. Bu kişi kâhin (kâm )’dir. Bir müddet putla­
rın etrafında döndükten sonra halkın huzuruna çıkar. Bu sene iyi­
likten ve kötülükten ne olacaksa haber verir. Bu kâhin t anınm ış bir
sülâledendir,» denir9. Burada bahsedilen dağ altın madenlerinin bu­
lunduğu Ferğana ile Kırgızlar arasındaki dağlardır. Aynı yerde bu
dağların halkının putperest olduğu tekrarlanır. Aynı yerde Tuğuzğuzlardan bahsedilirken «Onların ülkesinde yeryüziindeki dağlarm
en yükseği bulunur. Onlar, bu dağda duâ ederler, adaklar adarlar,
kurban keserler,» denir. Gerdîzî’nin bahsettiği dağ da bu sonuncusu
olmalıdır. Burası Göktürklerin Atalar Mağarası’mn bulunduğu Altay dağlarındaki Ötüken olmalıdır.
Mücmel el-tevârîh’te Yâfes’in oğullarından bahsedilirken
«... Zamanımızda dahi kâhin, falcı, zecrci (müteşe’im ), koyun kü­
reği falmı bilenlerin çoğu Çin’in huzurunda toplanırlar. Çin, Ğuz ile
Türk (Gerdîzî’de iîalluh) arasındaki savaşları duyunca falcıların­
dan ve bilginlerinden 10 kişiyi Türk’ün yanma gönderdi... Türk
bundan memnun kaldı. Bu sırada Türklerden bazı kişiler bilgi sahi­
bi olan Çinlilerden koyun küreği falını öğrendiler. Fal ve zecr (teşe’üm) elde ettiler... Türkler arasında bu çeşit falcı ve bilgili kişi­
ler çoğaldı. Bunlara «kâm» dediler,» dendikten sonra, «Hâm»ın
oğullarından şemenî Hindu gelip Türklere putperestliği öğretti.
Türk (Halluh) hâriç bütün kardeşler putperestliği kabul ettiler.
Türk putperestliği kabul etmedi,» ifâdesi ilâve edilir10. Nitekim, kü­
8 Aynı eser, HE, 279.
9 Köprülü Kütüphanesi, nr. 1623, yap. 209b-210*.
10 Mücmel el-tavârîf}, nşr. M. Ramazânî, Tahran 1318, s. 103.
E SKİ TÜRKLERİN DİN İ VE ŞAM AN KELİM ESİ
61
rek kemiği, ok, söğüt dalı ve ateşle fal bakmak eski Câhiliyet kavimlerinde çok yaygın olarak görülmektedir. Kazvînî «Türklerin
gerçek dinle ilişkileri yoktur,» dedikten sonra «Onlardan kimi yıl­
dızlara, kimi ateşe taparlar. Kimi hıristiyan, kimi Mânî dini üzere,
kimi seneviyye (düalist), kimi sihirbazdır,» demektedir11.
Bu metinler Türklerin dinleri hakkında genel bilgiler vermek­
te, fakat hangi kabilelerin bu inançlara sahip olduklarım belirtmemektedir. Bununla beraber, kaynaklar Türk kabile guruplarından
bazılarının dinleri hakkmda, az da olsa, bize bilgi vermektedirler.
Bunları doğudan batıya doğru şu şekilde sıralayabiliriz :
D o ğ u T ü r k 1e r i
( T u ğ u z ğ u z lar ve k o m ş u l a ­
r ı ) : Abbâsilerin başlarında adı belirtilmeyen Türk Hâkânı tara­
fından Tuğuzğuz (Uygur) Hâkânı’na elçi gönderilen Temîm b. Bahr
el-Mutawi‘î geçtiği yerlerdeki halkın dini için «Çoğu meeûsî olup
ateşe taparlar. Aralarında Mânî dininde olan zındıklar da vardır,»
ifâdesini kullanır12. Câhız Tuğuzğuzların (Tokuz Oğuzların) Mânî
dinine girdiklerini söyler, fakat eski dinlerinin ne olduğunu belirt­
mez13. îbn Uurdâdbih ise «Tuğuzğuz Hâkânı’nm şehrinin halkı Türktür. Bunların arasında ateşe tapan mecûsîler, zındıklar vardır... Şeh­
rin halkı zındıktır,» der14. Kudâma de Ferğana ve Şâş ile Tuğuzğuzlarm merkezi arasında kalan yerlerin halkı için «... Mecûsîdirler.
Aralarında zındıklar da vardır,» der15. Hudûd el-âdem’ de Tuğuzğuzlara âit Beğ-tigîn köyünden bahsedilirken «Burada hıristiyanlar,
mecûsîler ve putperestler yaşarlar,» denmektedir15. Minorsky, her­
hangi bir delil göstermeden bu putperestlerin budistler olabileceğini
söyler. Gerdîzî «Tuğuzğuz Hâkânı Dînârûy (Mânî) mezhebindedir.
11 Kazvînî, Âşâr el-bilâd, Beyrut 1380/1960, s. 515.
12 Yâkût, Türkistan maddesi.
13 Marquart, Streifzüg, s. 91; R. Şeşen, Eski Araplara göre Türkler, TM,
XV, 34. Uygurlar Mânî dinini kabul etmeden önce yer ve gök tanrılarına tapı­
yorlardı. 762 yılında Mânî dinini kabul ettikleri sırada yer (aşağı) tanrılarının
heykellerini yakmışlardır (İnscription, s. XXX-XXXV; Emel Esin, Türk kosmoîojisi, İstanbul 1979, s. 3, 93 ve not 14; aynı müellif, Islâmiyetten önceki
Türk kültür tarihi..., İstanbul 1978).
14 İbn Hurdâdbih, el-Mesâlik veT-memâlik, nşr. De Goeje, Leyden
s. 31.
15 ICudâma, Kitâb el-Jjarâc, nşr. De Goeje, Leyden 1889, s. 262.
16 Hudûd el-‘âlem, Minorsky tarafından İngilizceye yapılan tercüme, London 1937, s. 95.
62
R A M A ZA N ŞEŞEN
Fakat, ülkesinin şehrinde putperestler, seneviler ve şemenîler bulu­
nur,» demektedir17. Köprülü Kütüphanesindeki bahsedilen mecmua­
da «... Tuğuzğuzlarda halk hükümdarı görünce secdeye kapanırlar.
Dinleri Mâni dinidir... Tuğuzğuz ülkesinde yeryüzündeki dağların
en yükseği bulunur. Onlar bu dağda duâ ederler, adaklar adarlar,
kurbanlar keserler,» denmektedir18. El-îdrîsî ve Yâkût da Tuğuzğuz
halkının mecûsî ve maniheist olduklarını ifâde ederler1!9. Kazvînî
ise Tuğuzğuzların bir kısmını teşkil eden Tatarların hiçbir dine men­
sup olmadıklarını, helâl ve haram tanımadıklarını..., güneşe secde
edip ona tanrı dediklerini kaydeder20. Ebû Dülef onların belli başlı
mabedleri olmadığını, batıya dönerek ibâdet ettiklerini söyler21. Gö­
rülüyor ki, Tuğuzğuzlar mecûsî (şamanist= şemenı), putperest (şa­
manı mânâsma) ve Mâni dinine mensuptular. Aralarında seneviler
ve şemenîler de vardı. Bunlar arasındaki şemenîleri hem şamanistler
hem budistler mânâsına almak mümkündür. Bu devirde Uygurların
ülkesinde şamanistlerin olduğu kesindir. Mes'ûdî ise Uygurları sâ­
dece Mâni dinine mensup olarak gösterir. Başka ifâdelerinin tersi­
ne, Türkler arasında onlardan başka Mâni dininde bulunanlar olma­
dığını söyler22. Bunun için, eski eserlerde yanlış genellemelere rast­
lamak mümkündür. Nitekim, îbn el-Fakîh de Hazarların hepsinin
yahudi olduğunu söyler. Bu gibi genellemeleri diğer kaynaklardaki
mâlûmatla açıklamak gerekir. Uygurlar ve Hazarlarda çeşitli dinle­
rin olduğu başka kaynaklarla, hattâ bizzat bu müelliflerin başka
ifâdeleriyle reddedilemez bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Çin kay­
nakları da bu çeşit müphem genellemeleri sık sık tekrarlarlar23. Bi­
17 Zeyn el-afrbâr, s. 267.
18 Köprülü, nr. 1623, yap. 210*-1.
19 El-Îdrîsî, Nuzhat el-muştâk, Leyden tabı, s. 510; Yâkût, Nûşcân mad.
20 Âş&r el-bilâd, s. 581.
21 Ebû Dülef, Risâle, (îbn Fazlân Seyâhatnâmesi tercümesinin sonunda),
tere, eden R. Şeşen, İstanbul 1975, s. 88.
22 Murûc el-seheb, nşr. Barbier de Meynard, I, 288.
23 Çin kaynaklarında Orta ve Garbi Asya halklarındaki budizmle ilgili
kayıtlar için aşağıya not 129’a bak.
Aslında Uygurlar Göktürklerin vârisleridir. Aralarında eski dinleri üzere
kalanlarm dinleri Göktürklerin dinlerine benzemelidir. Çin kaynakları Göktürklerin (Tu-cüelerin) dinleri hakkında şu bilgiyi verirler: «Altay eteklerinde
dişi bir kurttan türemişlerdir. Ecdâd Mağarası’ndan çıkmışlardır (Eberhard,
Çin’in şimal Komşuları, tere, eden N. Uluğtuğ, Ankara 1942, s. 86). ötüken
ESKİ TÜRKLERİN DİN İ VE ŞAM AN KELİM ESİ
63
zim kanâatimize göre, bu sıralarda Tuğuzğuzİann (Uygurların) bü­
yük çoğunluğu ve bilhassa köylerin, kasabaların halkı ile göçebele­
ri tamamiyle meeûsî, putperest yâni şamanist idiler.
Tuğuzğuzların batılarındaki Çiğiller güneşe ve yıldızlara tap­
maktaydılar24. Karahanlıların bir kısmını Çiğiller teşkil ediyordu.
Satuk Buğra-han’m müslüman oluşuyla ilgili olarak Ebu’l-Futûh elFazlî’nin Târîjj. Kâşğar3mdan yapılan nakilde, onun müslüman olup
olmadığını denemek için, amcası kâfir Oğulcak tarafından putlar
evinin tamirinde çalıştırıldığı kaydedilmektedir25. Çiğillerle karışık
yaşayan Karluklann dinleri için Tuğuzğuzlar ve Çiğiller hakkında
söylenenler geçerli olmalıdır. Ebû Dülef «Karluklarm, duvarlarında
(Yü-du-cen) dağı Türklerin kutsal dağıdır (aynı, s. 88). ölüler merasimle ça­
dıra konur. Koyun ve at kurban edilir, ölü çadırı etrafında at yarışları yapar­
lar. Cesed bütün servet ve atıyla birlikte yakılır. Külü sonradan mezara kona­
rak tekrar kurban edilir ve yine at yarışları yapılır. Matem sembolü olarak yüz­
ler çizilir. Ölünün bir resmi hazırlanır, ölünün öldürdüğü adam sayısı kadar
mezarının üstüne taş yığılır. Kurban edilen hayvanların kafatasları bir sırığa
geçirilerek dikilir. Cenaze merasiminde evlenmekten kaçındır. Çocuksuz kalan
üvey analarla-evlenme ve' ölen kardeşin karısıyla evlenme vardır... Yalnız Hâkân’ın doğan güneş kültünün bulunduğu yerde sağlam evleri vardır. Her jul
Ecdâd Mağarası’na kurban kesüir. Büyük bayram beşinci ajun ikinci yarısın­
da Gök Tanrı ve Yer Tanrı’ya kurban kesilmesiyle başlar... Ruhlara inanırlar,
büjuieiileri sayarlar... Âdetleri her bakımdan H’jnınğ-nulannkine benzer.:.'Kurt
bajrrakları üzerinde... Ecdâd,mâbedleri yoktur. Tamuların tasvirlerini keçeden
yontarlar ve deri torba içinde muhafaza ederler.-Bu tasvirler içyağı ile yağla­
nır. Sırık üzerine de dikilir. Onlara yüın - dört mevsiminde kurban kesilir.»
(Eberhard, s. 86-87).
Bunların (H’jumğ-nularm) dinleri hakkında ise «Beşinci ayda Lunğ-cınğ’da
göğe ve yere kurban kesmek suretiyle büyük bir bajram yaparlar... Güneşe ve
aya taparlar.» (Eberhard, s. 76). «Büjuicüler kötü büyülere karşı gelmesi için
kojuın ve sığır kemiklerini yol üzerine gömerler. Büjni yaparak düşmanların
elbiselerine koyarlar... Hün büjdicülerinin.Çinlilerin hizmetinde kullanıldığı söy­
lenir.»' (Eberhard, s. 77). Netice olarak şöyle denir.: «Galip olarak gök kültü,
güneş kültü. Aya hürmet. Bu arada yer kültü üe de ilgi vardır... Ecdâd mâbudlar... Kurt efsanesi, mağara efsânesi.» - (Eberhard, s. 94). Aynı konuda
E. Esin, Türk kosmolojisi, s. 44, 52, 75, 85, 86' da Ost-Türken ve Biçurin’in ese­
rinden naklen bügiler verflir. Her iki nakil arasmda fark yoktur. Her yıl Hâkân’m kurban yapmak için gittiği Atalar Mağarası’nın yeri belli değildir, ih­
timal Türklerin mukaddes dağı Altaylardaki ötüken’deydi.
24 Ebû Dülef, s. 84; Hudûd el-'alem, s. 99 «Bazıları güneşe ve yıldızlara
taparlar.».
25 Camâl-i Karşı, Mülhakat el-şurâh, Barthold’un seçmeleri, s. 132-133.
64
R A M A ZA N ŞEŞEN
ileri gelen hükümdarlarının resimlerinin bulunduğu bir mâbedleri
vardır. Onların ülkesinde mukaddes tanıdıkları, dibinde anlaşmaz­
lıkları hallettikleri ve kurban kestikleri bir taş vardır. Bu taş ye­
şildir. îpekli elbiseler giydikleri bir bayramları bulunur.» demekte­
dir26. Bir şamanist âdeti olan ya da taşı (yağmur çeken ta ş)’yla
yağmur, kar, dolu yağdırma ve fırtına çıkarmadan bahsedilirken
Karluklarm ve Oğuzların, Tokuzoğuzlarm, Peçeneklerin ve Kimaklarm adları geçmektedir. Ebû Bekr el-Râzî ve el-Bîrûnî bu taşm
Kartuklarla Peçenekler arasındaki bir yamaçta bulunduğunu (elBîrûnî bu taşla yağmur yağdırmanın asılsız bir şayia olduğunu söy­
ler,) söylerler27. Gerdîzî ve Mücmel el-tevâı%, müellifine göre Oğuz­
larda gerçek, Kartuklarda sahte ya da taşı bulunmaktadır28. îbn elFakîh’e göre, bu taş sâdece Tuğuzğuzlarda bulunmaktadır29. Ebû
Dülef’e göre Kimaklar arasında bulunur30. İbn el-Fakîh’in, zikredi­
len yerdeki Ebu’l-'Abbâs el-Mervezî’den naklinde bu taşın Oğuzlar
arasında bulunduğundan bahsedildikten sonra, İsmâîl b. Ahmed elSâmânî (ölm. 295) ’nin kâfir (müşrik) Türklere karşı yaptığı büyük
bir seferde bu taşla yağmur ve dolu yağdırmak isteyen bir şahıstan
bahsedilmekte ve bu kimsenin Türklerin kâhini durumunda olduğu
kaydedilmektedir31. îbn el-Fakîh ve Mes'ûdî’nin ka.yit.la.rma. göre,
bu sefer Tuğuzğuz ve Karilik türklerine karşı yapılmıştır. Bahsedi­
len şahıs da kâm (şaman) olmalıdır. El-îdrîsî’ye göre, bunların kom­
şuları olan Ezgişler ateşe ve aydınlıklara taparlardı32.
Tuğuzğuzlarm güney komşularından Tibet’in Mez halkı Mes'ûdî’ye göre Câhiliyet dinindeyken Mânî dini dâîlerinden biri tarafından maniheist yapılmışlardır33. Ebû Dülef «Tibet’in merkezinde öküz
derileriyle kaplı bir mâbed vardır. Bu âbedde kergedan ve öküz boy26 Ebû Dülef, s. 90.
27 İbn el-Fakîh, s. 329-330; el-Bed’ ve’l-târîff, IV, 94-95; Gerdîzî, Zeyn elabbâr, s. 256; el-Bîrûnî, eV-Cemâhir, Haydarabad 1355, s. 218-20; Mücmel eltavârîfr, s. 98, 1 0 2 ; Ebû Dülef, s. 86-87; Yâkût, Türkistan mad.
28 Gerdîzî ve Mücmel el-tevârîf}, aynı yerler. Bu taş hakkında tafsüâtlı
bilgi için bk. H. Taayu, Türklerde taşla ilgili inançlar, Ankara 1968, s. 41-70.
29 Ebû Dülef, aynı yer.
■
30 Ebû Dülef, aynı yer.
31 İbn el-Fakîh, Kitâb el-buldân, nşr. De Goeje, Leyden 1885, s. 329; Yâ­
kût, aynı yer. Bu sefer hakkında bk. Murüc, VTTT, 144 .
32 Nuzhat el-müştak, Köprülü, nr. 955, yap. 2781>.
33 Murüc, I, 299.
>
ESK İ TÜRKLERÎN D İN İ V E ŞAM AN KELİM ESİ
65
nuzlanndan yapılmış putlar bulunur. Burada müslümanlar, yahudiler, hıristiyanlar, hindûlar, mecûsîler ve maniheistler oturur,»
der34. Hudûd el-âlerrı’de önce «Tibet halkmm çoğu Mânı dinindedir.
Ama kıralları şemenîdir.», sonra «Tibet’teki bütün halk putperest­
tir,» denilmektedir33. Minorsky, buradaki şenienî kelimesini budist
olarak kabul eder. «Şamanist olması imkânsızdır,» der.
Tuğuzğuzlarla Çin ve Tibet arasındaki Kucâ (Ebû Dülef’te Necâ) halkı da putperesttiler. Ebû Dülef «Necâ ülkesinde ateşte yan­
mayan bir çeşit ağaç vardır. Bu ağaçtan putlar yapmışlardır... Ökü­
zü mukaddes tanırlar,» der36. Gerdîzî ise «Kucâ’da 16 bihâr (put ta­
pmağı, vihara) vardır. Bunların dini Şemeniyye’dir,» demektedir37.
Ebû Dülef Tuğuzğuzlann doğu komşuları olan Kitâylann idârede
tatbik ettikleri ahkâmın aklî hükümler olduğunu söyledikten sonra
«Aralarındaki anlaşmazlıklarda akıl ve fikir sahibi bir ihtiyara baş
vururlar... Senede bir ay itikâfa çekildikleri mâbedleri vardır,»
der38. Buradaki hakemlik yapan şahıs şaman olabilin.
K ı r g ı z l a r , K i m a k l a r v e b a z ı k o m ş u 1 a r ı : Tuğuzğuzların kiızey komşuları Kırgızların ölülerini yaktıklarını ve
putlara taptıklarını yukarıda kaydetmiştik (bk. s. 59’daki el-Makdisî’nin eserinden nakil). Hudûd el-âlem ’ûe. de onların ateşe taptıkları
ve ölülerini yaktıkları söylenir39. Gerdîzî ise Kırgızların dinleri hak­
kında daha geniş bilgi vererek şöyle der: «Kırgızlar Hindûlar gibi
ölülerini yakarlar. «Ateş eşyanın en temizidir. Ona düşen her şey
temizlenir. Ateş ölüyü pisliklerden ve günahlardan temizler,» derler.
Kırgızlar arasında bazıları öküze taparlar. Bazıları: rüzgâra, bazı­
ları saksağana, bazıları kirpiye, bazıları güzel görünüşlü ağaca ta­
parlar. Kırgızlar arasında bir adam vardır ki, her sene belli bir gün­
de gelir. Onun yanında bütün şarkıcıları ve çeşitli çalgı âletlerini
34 Ebû Dülef, s. 86.
35 ' Hudûd, s. 84, 92. Çin kaynaklarına göre, «Tibet balkının çoğu Yuan-Ti
ilâhına tazim edip: büyücü ve. sihirbazlara inanırlardı... Yıkanmazlar di... Kıral
(Tubbet Hâkân) ölünce, adamları, elbiseleri, atı, ok ve yayı kılıcı ile birlikte
gömülürdü. Sonra mezarının üstünde büyük bir bina yaparak ibâdet ederlerdi.»
(Huang Chi-Huel, T’ang devrinde Tibetlilerin Çinliler ve Orta Asya Tcavimleriyle münâsebetleri, Ed. Fakültesi doktora tezi, İstanbul 1971, s. 14-15).
36 Ebû Dülef, s. 83, 84; Âşâr el-büâd, s. 580.
37 Zeyn el-abbâr, s. 270.
38 Ebû Dülef, s. 91-92.
39 Hudûd, s. 96.
Tarih Enstitüsü'Dergisi - E. 5
66
R A M A ZA N ŞEŞEN
hazır ederler. Bu adama Fağîtûn (Mervezî’de Fağînûn) derler. Çal­
gıcılar saz çalıp şarkı söyleyince' bu adam kendinden geçer. Sonra,
ondan o sene kıtlık mı bolluk mu olacak, emniyetli mi olacak, düş­
man galip mi gelecek mağlûp mu olacak? Hülâsa neler olabilecekse
sorarlar: O da hepsini cevaplandırır. Pek çok şey de onun dediği gi­
bi olur,»40. Mervezî de onların ölülerini yaktıklarım, ateşin ölüleri
temizlediğine ve günahlardan arıttığına inandıklarını kaydettikten
sonra «Bu yakma âdeti onlarda eskiden vardı. Fakat* müslümanlarla komşu olduktan sonra ölülerini gömmeye başladılar. Kırgızlar
arasında halktan Fağînûn denen bir adam vardır. Her sene belli bir
günde bu adam getirilip başına şarkıcılar, çalgıcılar ve bunlara ben­
zer insanlar toplanır. Bunlar içip eğlenmeye başlarlar. Meclis hoş
bir hâl alınca bahsedilen adam bayılır. Sonra, sarâ tutmuş bir kim­
se gibi yere düşer. Bu halde iken yeni senede olacak şeyler ona so­
rulur. Oda senenin bolluk mu, yoksa kıtlık mi, yağmurlu mu yoksa
kuraklık mı olacağını ? hülâsa yeni senede neler olacaksa haber ve­
rir. Onlar bu kimsenin söylediklerinin doğru olduğuna inanırlar,»
der41. ‘Avfî de aynı şeyi tekrarlar. Fakat, şaman olduğu anlaşılan
bu kâhinin adım Ma'sûn şeklinde kaydeder?2.
El-îdrîsî «Kırgızlar ölülerini yakıp küllerini Manhâr nehrine
atarlar. Bu nehirden uzak olanları yaktıktan sonra, nehre ulaşsın
diye, küllerini yer üzerinde rüzgârda savururlar,» der43. Ebû Dülef
ise onların mâbedleri ve yazı yazmak için kullandıkları özel alfabe­
leri olduğunu ifâde ettikten sonra «İbâdet esnâsmda okudukları
manzum duâları ve İlâhileri vardır. Senede üç defa bayram yapar­
lar. Güneye dönerek ibâdet ederler,» der44. Görüldüğü üzere, Ebû
40 Gerdîzî, s. 263.
41 Mervezî (tbn Fazlan Seyâhatnâmesi’nin sonundaki tercümemiz), s. 99.
42 ‘Avfı, Cavâmi‘ el-hikâyât tercümesi, Ayasofya Kütüphânesi, nr. 3167,
yap. 488b.
43 Nuzhat el-muştdk, s. 521.
44 Ebû Dülef, s- 88. Çin kaynaklarına göre, Kırgızların atası menşe ma­
ğarasında bir inekle birlikte yaşardı. Erkekleri ellerine, kadınları başlarına döv­
me yaparlardı (Eberhard, s. 67). Mûsikî âleti olarak dü flâvtaları, dümbelek­
leri, şinğ flâvtaları, bi-li gongları vardı... Tanrılar arasında yalnız sulara ve
ağaçlara kurban verirlerdi. Kurban için belirli zamanları yoktu. Sihirbazlarına
«gân» adını koyarlardı. Biri ölünce etrafında ü ç : defa dolaşır, ağlar ve ölüyü
yakarlardı. Sonra, kemiklerini toplar, bir yıl sonra bunları gömerlerdi (Eber­
hard, s. 69). Öyle anlaşılıyor ki, Kırgızlarla Göktürklerin dinleri arasmda pek
fark yoktu.
ESKİ TÜRKLERİN DÎN İ VE ŞAM AN KELİMESİ
67
Dülef dışındaki müslüman müellifler Kırgızların dinleri hakkında
birbirine yakın ifâdeler kullanırlar. Ebû Dülef’in. verdiği bilgiler ise
başkalarının verdiği bilgileri tamamlar. Bu ifâdelerden onlarm di­
ninin ateş kültünün ağır bastığı bir çeşit şemeniyye (şamanizm) ol­
duğu anlaşılıyor. Şüphesiz bu şamanizmde tabiat kuvvetlerine ve
putlara ibâdet önemli yer tutmaktaydı.
İlk devirdeki İslâm müelliflerinin kayıtlarına göre, Kimaklar
(Kıpçaklar) ağaçlar arasında, su kenarlarında, -otlaklarda yaşayan
avcı ve çoban bir kavimdiler. Bunun tabiî bir neticesi olarak Ebû
Dülef onlarm bir mâbede sahip olmadıklarım söyler45. Gerdîzî «Ki­
maklar îrtiş nehrini ulularlar, bu suya tapar ve secde ederler. On­
lar bu suyun Kimaklarm tanrısı olduğunu söylerler,» der46. Eserini
daha sonraları yazan ve verdiği bilgilerin ihtiyatla karşılanması ge­
reken el-İdrîsî Kimaklarm şehirlerinden bahseder. Onlara âit Lâlan
şehri yanındaki bir dağdan söz ederken «Bu dağın başında mermer­
den yapılmış büyük bir put vardır. Bu havalinin halkı bu puta ta­
parlar. Ona adak adarlar, her taraftan ona ziyarete gelirler,» der47.
Genel olarak Kimaklardan bahsederken «Kimaklar kalabalık olup
ateşe tapan meeûsîlerdir. Aralarında zındıklar da vardır,» demek­
tedir48. Başka bir yerde ise «Kimaklarm başşehrinin halkı Sâbiîlerin dinini benimserler, güneşe ve meleklere taparlar,» demektedir49.
Kimaklar Oğuzlarla içiçe yaşamaktaydılar. Onlarm dininde Oğuz­
ların dinine çok benzerlik olmalıdır! Öyle anlaşılıyor ki, Kimaklarm
dini yer ve gökteki tabiat kuvvetlerine pereştişi yine birinci plânda
yer vermekteydi. Sosyal yapılarının tabiî neticesi olarak Kırgızla­
rın dinine nisbetle daha ilkeldi.
Kimaklarm doğusunda ve Kırgızların kuzeyinde yaşayan yarı
vahşi kabilelerin dinleri hakkında el-Makdisî «Kırgızların ötesinde
bazı yarı vahşi kabileler aralarından biri ölünce onu ağacın üzerine
asarlar, çürüyüp düşünceye kadar orada kalır,» demektedir50. Mervezî ise «Kimaklarm sağında ateşe ve sulara tapan üç kabile var­
dır. (Bunlar sessiz değişim tarzmda alış-veriş yaparlar.)... Senede
45
46
47
48
49
50
Ebû Dülef, s. 87.
Gerdîzî, s. 258.
Nuzhat el-muştâk, s. 716.
Aynı eser, s. 718.
Aynı eser, s. 720
El-Bed’ ve’l-târif}, IV, 96.
68
R A M A ZA N ŞEŞEN
bir gün oruç tutarlar. Ölülerini yakarlar. Ölülerin arkasından ağla­
mazlar. «Allah’ın takdirine razıyız,» derler.» der51. Bunlar yakın za­
mana kadar şamanist kalan ve Şamanizm araştırmalarının ilk saha­
sını teşkil eden Orta Sibirya’daki şamanist türk kavimleri olmalıdır.
Buraya kadar verilen bilgilerden çıkan umumî neticeye göre,
doğu Türklerinden Câhiliyet dinlerine mensup olanların (putperest­
lerin) başta ateş ve su olmak üzere çeşitli tabiat kuvvetlerine, gü­
neşe, aya ve yıldızlara taptıkları anlaşılmaktadır. Bazı yerlerde bu,
bir dereceye kadar gelişmiş putperestlik görünümü arzetmektedir.
Şaman ve şaman âyinleriyle ilgili bazı bilgiler verilmektedir. Tuğuzğuz ve Tibet putperestleri için bazan şemenî (şamanist) kelime­
si kullanılmaktadır. İleride etraflıca temas edeceğimiz gibi, bu keli­
meyi hem şamanist hem budist mânâlarında anlamak mümkündür.
O ğ u z l a r v e b a t ı d a k i d i ğ e r T ü r k l e r : Batıda­
ki Türklere gelince, bunların dinleri hakkında Çin kaynakları hemen
hemen hiçbir sarih bilgi vermemektedirler. Bunlardan Câhiliyet din­
lerine mensup olanlar hakkında en önemli bilgileri îbn Fazlân ver­
mektedir. Diğer kaynaklar tarafından verilen mâlûmat onun verdi­
ği bilgileri tamamlar mahiyettedir. îbn Fazlân Oğuzlardan bahse­
derken «Bunlar yolunu şaşırmış eşekler gibidirler. Bir dine inanmaz­
lar. İşlerinde akıllarına başvururlar. Hiçbir şeye ibâdet etmezler.
Aksine büyüklerine «rabb» derler» der52. Arkasından aralarından
biri zulme uğrarsa veya sevmediği bir şey görürse, başım semâya
kaldırır «Bir Tengri» der» demektedir. Daha sonra Oğuzlardaki su
kültüne ve sihrin ehemmiyetine işâretle «Tüccarlar ve diğer yaban­
cılar onların yanında cünüplükten yıkanamazlar... Zira, onlar böy­
le bir harekette bulunan birini görürlerse kızarlar ve «Bu adam bi­
ze sihir yapmak istiyor» derler» demektedir53. El-Bîrûnî’ye göre,
Oğuzlar yeniden dirilmek için ölünün ruhunun göğe çıkması mak­
sadıyla ateş yerine sudan faydalanırlardı: «Öyle anlaşılıyor ki, Oğuz
Türkleri suya batmada ateşte yanmaya benzer bir özellik görüyor­
lardı. Onlar ölünün cesedini nehrin kıyısında bir somya üzerine ko­
51 Mervezî, s. 101. Ayrıca bk. ‘Avfî, aynı eser, yap. 489*.
52 İbn Fazlân, eî-Risâle (Seyâhatnâme), tere, eden R. Şeşen, İstanbul
1975, s. 30. : Ruslar hakkında aynı ifâde s. 66 da kullanılmaktadır.
53 Aynı eser, s. 32. Moğollarda suyu kirletmek yasaktı Juan-juanlar da
elbiselerini ellerini yıkamazlardı (Eberhard, s. 100).
ESK İ TÜRKLERÎN D İN İ V E ŞAM AN KELİM ESİ
60
yarlar, bacağından bir ip bağlarlar ve ipin bir ucunu, yeniden diril­
mek için ruhunun göğe çıkması düşüncesiyle,, suya atarlardı.»53*
îbn Fazlan bundan sonra, onların hastalık ve ölüm karşısında­
ki tutumlarından bahsederken «Oğuzlardan biri hastalanınca, o kim­
senin câriyeleri ve köleleri kendisine hizmet ederler. Ev halkından,
başka hiçbir kimse ona yaklaşamaz. Çadır evlerinden uzakta onun
için bir çadır kurarlar. Ölünceye veya iyi oluncaya kadar onu çadır­
da bırakırlar. Eğer bu kimse fakir veya köle olursa onu sahraya
atıp giderler» der54. Daha sonra «Aralarından biri ölürse onun için
ev gibi büyük bir çukur kazarlar. Bundan sonra cesedini alıp elbi­
selerini giydirir, kuşağım ve yayını kuşandırırlar. Eline içinde nebîz (şarap) bulunan ağaçtan bir kadeh verip önüne içinde nebîz olan
ağaçtan bir kap koyarlar. Daha sonra ölüyü çukurda oturtup üze­
rini tavanla örterler. Mezarın üzerinde çamurdan kubbe gibi bir
tümsek yaparlar. Bundan sonra ölünün hayvanlarının yanma varıp
miktarına göre, birden yüze veya ikiyüze kadarını kurban olarak
öldürürler. Bunların etlerini yerler. Başlarını, ayaklarını, derilerini
ve kuyruklarını bir tarafa ayırıp bunları kesilmiş ağaçlar üzerinde
kabrinin başına asarlar. «Bunlar onun Cennet’e giderken bineceği
hayvanlardır» derler. Eğer, ölen kimse sağlığında düşman öldür­
müş kahraman biriyse, öldürdüğü insanların sayıları kadar ağaçtan
sûret yontup bunları kabrinin üzerine dikerler. Bunlar onun hiz­
metçileridir. Cennet’te ona hizmet edecekler» derler.
Bazan hayvanları kurban etmeyi bir-iki gün geciktirirler. Bu­
nun üzerine, aralarındaki büyüklerden bir ihtiyar (şeyh şeklindeki
bu kelimenin şaman mânâsına gelmesi kuvvetle muhtemeldir.) on­
ları, kurbanları çabuk öldürmeye teşvik eder. «Ölüyü rüyamda gör­
düm. Bana : Görüyorsun, arkadaşlarım beni geçtiler. Onları takibetmekten ayaklarımın altı yara oldu. Onlara yetişemiyorum. îşte,
tek başıma kaldım,» dedi,» der. Bunun üzerine ölünün hayvanları­
na varıp bir miktarını kurban olarak öldürürler ve kabrinin yanma
asarlar. Bir veya iki gün geçtikten sonra ihtiyar (şeyh= şaman) tek­
rar onlara gelir. «Falam (ölüyü) rüyamda gördüm. Bana «Aileme
ve. arkadaşlarıma haber ver. Beni geçenlere yetiştim. Yorgunluğum
53a Kitab mâ li’l-Hind, Haydarabad 1377/1958, s. 479.
54 Aynı eser, s. 36. Ruslarda aynı şey için bak. s. 44. Hastaya yaklaşma­
mak âdeti eski Hindlilerde ve Moğollarda da vardı.
70
R A M A ZA N ŞEŞEN
geçti dedi,» der55. Bundan sonra, Oğuzlar arasında ölülere yiye­
cek ve eşya takdiminden bahisle «Etrak (Ertuğrul olabilir) ’in ka­
rısını gördüm. Daha önce babasının karısıymış. Bu kadın bir mik­
tar et ve süt ile Etrak’e verdiğimiz hediyelerden bir kısmım alarak
çadır evlerinin bulunduğu yerden çıkarak kıra gitti. Bir çukur ka­
zıp getirdiği şeyleri bu çukura gömdü. Bir şeyler söyledi. Tercü­
mana «Ne diyor?» diye sordum. Tercüman «Bu, Arapların Etrak’in
babası el-Katağan (Alptoğan olabilir)’a verdikleri hediyedir» di­
yor, dedi» ifâdesini ilâve etmektedir56.
Görülüyor ki, îbn Fazlân önce Oğuzların hiçbir şeye inanmadık­
larını söylemesine rağmen, sonra onların, belki de komşuları olan
müslümanların etkisiyle «Bir Tengri» dediklerini, arkasından yeni
müslüman olmuş bir Oğuzun Tanrı’nın karısı olup olmadığını sor­
duğunu kaydediyor. Daha sonra, ölü için kurban ettiklerinden, onun
Cennet’e giderken bu kurbanlara bineceğine inandıklarından bahse­
diyor. Bunlar, Oğuzların kendilerine has bir inanca sahip oldukları­
nı gösteriyor. «Bir Tengri» ifâdesinden ve Tanrı’ya yalvarırken baş­
larını semâya kaldırmalarından, diğer. Türkler gibi, onların bütün
tanrısal güçler üzerinde gökte yüksek bir tanrı kabul ettikleri çıka­
rılabilir. Buradaki kurbanla ilgili metinlerden onların kurban me­
rasimlerini idâre eden bir din adamına da sahip oldukları anlaşıl­
maktadır. Nitekim, Hudûd el-âlemi'de «Oğuzlar kendilerinde ve ya­
bancılarda gördükleri iyi ve güzel şeylere secde ederler. Onlar tabibleri (şamanları) ulularlar. Ve ne zaman onları görürlerse secde
ederler. Bu tabibler onların hayatları ve mallan üzerinde hakimdir­
ler» denmektedir57. îbn Fazlân da verdikleri hediyelere karşılık Kü­
çük Ymal’ın kendilerine secde ettiğini söyledikten sonra, «Bu Türklerin âdetidir. Bir adam diğerine iyilikte bulunursa, iyilik gören
adam iyilik edene secde eder» demektedir58. Biraz sonra, Hazarlar
ve Bulgarlarda göreceğimiz gibi, secde şeklinde tazim ve hürmet
gösterme şekli Türklerde çok yaygın bir âdettir. İhtimal Oğuzların
«rabb-senyör» dedikleri kişiler bahsedilen tabiblerdi. El-Bîrûnî de
55 Aynı eser, s. 36-37. îskitlerin cenaze ve defin törenleri Moğollarmkine
çok benzemekteydi (Herodot, IV, 72; T. Tarhan, îskitlerin dinî inançları, Ta­
rih Dergisi, XXIII, 165-166).
56 Aynı eser, s. 38.
57 jHudûd, s. 101.
58 tbn Fazlân, s. 35.
ESK İ T Ü R K L E ŞİN DİNİ VE ŞAM AN KELİMESİ
71
Oğuzların kutsal şeylere secde ettiklerine imâ ile şöyle der: «... Kimak ülkesinde. Menkûr denen dağda bu göl gibi akmayan bir tatlı
su gözü vardır. Bu gözün miktarı geniş bir kalkan genişliğindedir.
Suyu ağzına kadar doludur. Çoğu defa bu sudan bir ordu içer, fa ­
kat bir parmak dahi eksilmez. Bu gözün yanında b ir .taş üzerinde,
secde eden bir adamın ayaklanmn, parmaklarıyla beraber avuçları- '
nın ve dizlerinin izi, ayrıca bir çocuk ayağının ve hayvan tırnakları­
nın izi vardır. Oğuz Türkleri bunlara secde ederler.»59:
Göçebe bir hayat sürmenin tabiî bir neticesi olarak Oğuzların
mabedlerinden bahsedilmez. Sâdece, Ebû .Dülef yerini belirtmeden
«Onların içinde putlar bulunmayan bir mabedleri...» olduğunu söy­
lemektedir60. Bununla beraber, Oğuzların dini Hazarların dinlerine
benzediğine ve Hazarların dinine putperestlik dendiğine göre, bu
din henüz heykel ve mâbed müesseselerinin gelişmediği iptidâi bir
putperestlik olmalıdır. Nitekim, Reşîdüddîn Oğuz boylarının dam­
gaları için «ongon» tâbirini kullanır8,1. Anlaşılan bu damgalar ve
Oğuzlar arasında isimleri insan adı olarak verilen kuşlar müslüman
olmadan önce onların totemleriydi.
İbn Fazlân doğuda Oğuzlarla Bulgarlar arasındaki sahada ka­
lan Başgırtların' dinleri hakkında da epeyce bilgi verir. Onlardan
İıer birinin erkeğin cinsî uzvunun heykelciliğini üzerinde fetiş ola­
rak taşıdığını söyledikten sonra, «... Bir yolculuğa çıkacak veya bir
düşmanla karşılaşacak olursa onu öper ve önünde secde eder. «Ey
rabbim, benim için şöyle şöyle yap,» der. Tercümana «İçlerinden bi­
rine sor. Bu konudaki delilleri nedir? Niçin onu yaratan tanıyor­
lar?» dedim. Sorulan kimse cevaben, «Zira, ben bunun benzerinden
çıktım. Ondan başka beni yaratan bir şey tanımıyorum,» dedi.
Aralarında bazıları oniki tâne ilâhları olduğunu, kışın, yazm,
yağmurun, rüzgârın, ağaçların, insanların, hayvanların, suyun, ge­
cenin, „ gündüzün, ölümün, hayatın, yerin ayrı ayrı tanrıları oldu­
ğunu söylerler. Gökte olan tanrı ise hepsinin en büyüğüdür. Fakat
o, diğerleriyle anlaşarak hareket eder. Bunlardan her biri diğerinin
yaptığına razı olur... İçlerinde yılanlara tapanları, balıklara tapan59 El-Bîrûnî, el-Âsâr el-bâkiye, nşr. C. Eduard Sachau, s. 264. Ayrıca bk.
Âşâr el-bîlâd, s. 587-588 : yanlış olarak bu Oğuzların1hıristiyan oldukları söy­
lenir.
60 Ebû Dülef, s. 87.
61 Câmi‘ el-tavârîfr, Bakû baskısı, I, 114-124:
72
R A M A ZA N ŞEŞEN
ları gördük. Bir kısmı turna, kuşuna tapıyorlar» der. Turna kuşu­
na tapanların bu kuşların bir muharebe esnasında kendilerine yar­
dım ettiğini söylediklerini kaydeder62. Burada görüldüğü üzere, bir
reis tanrı kabul edilmekle beraber diğer tanrıların varlıkları ve et­
kileri de kabul edilmektedir. İlkel kavimlere göre, yerdeki tanrılar
insanlarla daha çok haşır-neşir oldukları ve onların hayatı üzerin­
de daha etkili Oldukları için daha önemlidirler. Kurbanların çoğu
bu tanrılara yapılır. Tanrı onlardan ne' kadar uzakta olursa o dere­
ce pasifleşir. Erkeklik uzvuna tapmada ise bir bereket tanrısının iz­
leri görülmektedir. Türklerin bir sınıfı olan bu Başgırtlann batıya
gidenlerini teşkil eden Macarların mecûsî oldukları coğrafyacılar ta­
rafından ifâde edilir63. Yukarıda belirtildiği gibi, buradaki mecûsî
kelimesini ateş kültünün ağır bastığı bir çeşit putperestlik olarak
anlamak gerekir. Hıristiyan ve müslüman olmadan önce bu Başgırtlarm (Macarların) dinleri doğuda kalan soydaşlarının dinleriy­
le yakın benzerlik arzetmelidir.
H a z a r l a r : Kasmaklar Hazarların dinlerinden bahsederken
onlar arasında Hâkân ve etrafındaki idareci sınıfın yahudi olduğu­
nu, Hazar Hâkânı’nm Hârûn el-Reşîd devrinde yahudiliği kabul et­
tiğini söylerler. İbn Rusteh «Halkın geri kalan kısmı Türklerin di­
nine benzer bir dindedirler,» der64. Gerdîzî bu ifâdeyi biraz daha
açıklığa kavuşturarak «Geri kalanları Türk Oğuzların dinine ben­
zer bir dindedirler,» demektedir. İbn Fazlân ve îbn el-Falah bu
putperestlerden bahsetmezler. Burada bulunan bir miktar müslü­
man dışındaki Hazarları yahudiymiş gibi gösterirler65. Mes'ûdî ve
ondan sonraki müellifler ise Hazarların başşehri Etil’de müslümanların, yahudilerin, hıristiyanların ve putperestlerin (Câhiliyyet din­
lerine mensup insanların) yaşadığını kaydederler. Bunlar için «veşeniyyûn», « ‘ubbâdu evşân» tabirlerini sık sık kullanırlar. Zikredi­
len dinlerin mensuplarından en kalabalık topluluğu müslümanlarm,
en küçük topluluğu ise yahudilerin teşkil ettiğini söylerler. Bundan
sonra, Etil’deki müslümanlarm, yahudilerin, hıristiyanların ikişer,
62 İbn Fazlân, s. 42-43.
63 İbn Rusteh, s. 144; Gerdîzî, s. 275.
64 İbn Rusteh, s. 139.
65 Zeyn el-abbâr, s. 272.
ESK İ TÜRKLERİN D İN İ V E ŞAM AN KELİM ESİ
73
putperestlerin ise bir kadısı bulunduğunu ve bu cemâatlerin iç iş­
lerine bu kadıların baktığını ifâde ederler. «Câhiliyet ahkâmı aklî
hükümlerdir,» derler66. Bununla beraber, kaynaklar onların üç kitâbî dine aykırı olarak Câhiliyet ahlâk ve âdetlerine göre hareket
ettiklerini belirtmektedirler. Bu konuda İstabrî «Hazarların ahlâ­
kı daha çok putperest ahlâkına benzer. Birbirlerine hürmeten sec­
de ederler. Aralarındaki müslümanların ve yahudilerin kendi din­
lerine uymayan eski törelerine göre hükümleri vardır» der87. îbn
Havkal de «Onların ahlâk ve âdetlerinin çoğu putperest ahlâk ve
âdetleridir. Birbirleriyle karşılaşınca secdeleşirler. İslâmiyet, hıristiyanlık ve yahudiliğe aykırı olan eski örflerine göre hüküm verir­
ler, bunlara göre icrâatta bulunurlar» dedikten sonra Semender
şehrinde de putperestler olduğunu söyler88. Kaynaklar bu putperest­
lerin çocuklarını ve birbirlerini köle olarak satmayı câiz gördükle­
rini, satılan Hazar kölelerinin bu putperestlerden olduğunu, hıristiyanlarm ve yahudilerin müslümanlar gibi birbirlerini ve çocuk­
larını köle olarak satmayı câiz görmediklerini yazarlar69. Nitekim,
Kafkasya ve diğer yerlerdeki putperestlerin de aynı şeyi yaptıkları
anlaşılmaktadır70.
Tuğuzğuzlarda olduğu gibi, Hazar Hâkânı yahudi olmasına rağ­
men, halkın huzuruna nâdir çıkardı. Câhiliyet âdetlerine uygun ola­
rak Hâkân kutsal bir hüviyete sahipti. Onun ülkeye uğur veya uğur­
suzluk getirdiğine inanılırdı71. Halkın huzuruna çıkınca halk ona
secde eder, o uzaklaşıncaya kadar başlarını secdeden kaldırmazlar­
dı. Kabrini görünce de aynı hürmeti gösterirlerdi. Hazarlara kom66 Murûc, n , 8, 9, XI «Câhiliyet ahkâmı akıl ile konulmuş hükümlerdir.»,
12; İstabrî, Mesâlik el-memâlik, nşr. De Goeje, Leyden 1927, s. 220, 221; İbn
Havkal, Şûret el-arz, Beyrut, Dâr Mektebet el-Hayât neşri, s. 330-331; el-Makdisî, Alışan el-telfâsim, fî ma'rifat el-ekâlîm, nşr. De Goeje, Leyden 1877, s. ; za­
manında yahudiliği bırakarak müslüman olduklarını söyler; Hudûd el~câlem :
sâdece müslümanlar ve putperestler; el-îdrîsî, yap. 271“, 309a : müslümanlar,
hıristiyanlar, putperestler, ibn el-Fakîh ise hatalı olarak «Hazarlarm hepsi yahudidir.» der (Kitâb el-buldân, s. 329).
67 istabrî, s. 220.
68 ibn Havkal, s. 331, 333. Ayrıca bk. Yâkût, Hazar mad.
69 istabrî, s. 223; ibn Havkal, s. 334; Yâkût, Hazar mad.
70 Yâkût, el-Lân mad. : demek ki, Alanlar hıristiyan olduktan sonra da
çocuklarını satmışlardır.
71 Murûc, H, 11-12.
74
İlAMAZAN ŞEŞEN
şu putperestler, Hâkân ordusunun başında bulununca ona hürmeten
onunla çarpışmaklardı72. Hâkanlan ve ileri gelenleri Mânî dininde
olan Tuğuzğuzlar arasında da buna benzer bir âdet vardı. Orada da
Hâkân halkın karşısma nâdir hallerde (bazı eserlerde senede bir
kere) çıkar, halk onu görünce secde ederlerdi73. Kucâ halkı da hü­
kümdarlarına secde ederlerdi74. El-Bîrûnî’ye göre, Tibet halkı ilk
hakanlarının güneşin oğlu olduğuna ve gökten zırhlı olarak indiği­
ne inanırlardı. Kâbul halkı Câhiliyet günlerinde Türklerden ilk hü­
kümdarları Bîre-tigîn (Berhem-tigîn) ’in burada Buğra adlı bir ma­
ğarada yaratıldığına, bu mağaradan silâhlı ve kalensüveli olarak
çıktığına inanıyorlardı75.; Göktürklerin Ata Mağarası da aynı şekil­
de olmalıdır. Gerçekten Câhiliyet devirlerindeki ilk büyük hüküm­
darların menşelerinin olağanüstü olaylara dayandığı sık sık rastlanmaktadır.
Öyle anlaşılıyor ki, Hazarlarda bozkırlar halkının tam am ın a ya­
kınım putperestler teşkil ediyordu. Fakat, coğrafyacılar ve diğer
müellifler merkez ve birkaç şehir dışındaki halktan hiç bahsetmemektedirler. Onların putperestliği h akkınd a da başka açıklayıcı bil­
gi verilmez. Yâkût’un bir kaydına göre, Hazarlar Selmân b. Rabî'at
el-Bâhilî’yi şehit edince, nâşmı bir taputa koyarak mâbedlerine gö­
türmüşlerdir76. Onların cenaze merasimleri hakkında îbn Fazlân’m
Hâkân’m gömülmesiyle ilgili olarak verdiği birkaç satırdan başka
bir bilgiye sahip değiliz.' Onunkaydına göre, yahudi olmasına rağ­
men Hâkân E til. nehrinin yatağındayapılan gizli ve çok odalı bir
binada gömülür, cenazeyi defnedenler öldürülür, onun mezarına
«cennet» denirdi77. Mücmel el-tavârib’teki bir kayıtta Hazarlarda
ölüleri yakma âdetinin varlığına imâ edilmektedir78. El-Idrîsî’ye gö­
re Hazar Peçenekleri ölülerini yakarlardı79. Mes'ûdî «Hazar ülkesin­
deki Câhiliyet dinlerine mensup olanlara gelince, bunlar çeşitli ırk­
lara mensupturlar. Bunlar arasında Ruslar ve Slâvlar da bulunur.
72 îstabrî, s. 224; îbn Havkal, s. 335. Ayrıca bk. Âşâr el-büâd, s. 584-585.
73 Gerdîzî’ s. 267; Mervezî, s. 96; Köprülü, nr. 1623, yap. 210*-b.
74 Ebû Dülef, s. 88; Âşâr el-bilâd, s. 58075
76
77
78
79
El-Cemâhir, s. 25; Kitâbu mâ li’l-Hitıd, s. 348 (mağaranın adı
Yâkût, Bâb el-Ebvâb mad.
îbn Fazlan, s. 77.
Mücmel el-tavârif}, s. 101.
Nuzhat el-mii-ştâk, yap. 340».
Jû ).
ESKİ TÜRKLERÎN DİNİ VE ŞAM AN KELİM ESİ
75
Bu putperestler şehrin bir yakasında otururlar. Ruslar ve Slâvlar
ölülerini, ölenin hayvanını, âlet ve mücevherlerini yakarlar. Bir
adam ölünce, karısı sağ ise, kocasının cesediyle beraber yakılır.
Aralarından bekâr biri ölürse, ölümünden sonra evlendirilir. Ka­
dınlar Cennet’e gireceklerine inandıkları için kocalarının cesediyle
beraber yakılmalarını isterler» der80.
Etil vâdisinde yaşayan ve bir Türk kavmi olan Burdaslarm di­
ni «Oğuzların dinine benzer»disı. îbn Rusteh ve Gerdîzî «Burdaslarda, aralarındaki anlaşmazlıklarda ve başlarına gelen hâdiselerde
hakemlik yapan, her mahallede, bir-iki ihtiyar (şaman olmalı, şeyh
kelimesiyle ifâde edilir) bulunur. Bunların dini Oğuzların dinine
benzer» derler62. Bunlardan bir kısmı ölülerini yakar, bir kısmı gö­
merdi83. Hazarların ve Burdaslarm dini Oğuzların dinine benzediği­
ne göre, bunların da tabibleri (şamanları) olması gerekir.
Bulgarlara gelince, bunlardan doğuda kalanların erken devirde
müslüman olduklarının mâlûm olmasına rağmen, aralarında bir
müddet daha putperestlerin varlıklarını devam ettirdikleri anlaşıl­
maktadır. îbn Rusteh ve Gerdîzî bunların çoğunun müslüman oldu­
ğunu söyledikten sonra, «Bulgarlar arasında bir kâfir bir müslümanı tanıdık bilirse ona secde eder» derler84. Bulgarların cenaze me­
rasimleri hakkında îbn Fazlân tarafından anlatılanlar, ölenin çadı­
rının kapısı üzerine bayrak dikilmesi, ölünün silâhlarının kabri üze­
rine konulması, mâtemin iki sene sürmesi, dul kalan kadının bun­
dan sonra evlenebilmesi Câhiüyet (şamanist) âdetlerinden olmalı­
dır85. Yıldırım düşen evi ve bu evdeki eşyayı uğursuz sayarak terketmeleri, hatâ ile birini öldüren şahsı bir sandığın içine koyarak
ağaca asılı olarak bırakmaları, zeki ve bilgili kişileri «Bunun rabbımıza hizmet etmesi gerekir» deyip ağaca, asmaları ve parça parça
olup yere düşünceye kadar bu şekilde kalması hep eski dinlerinin ka­
lıntılarıdır86. Son misalde insan kurbanının izleri görülmektedir. Bü­
80
81
82
fî, yap.
83
84
85
86
Murûc, II, 9.
îbn Rusteh, s. 140; Hudûd, s .162.
îbn Rusteh, aynı yer; Gerdîzî, s. 272. Ayrıca bk. Mervezî, s. 103; ‘Av489b.
îbn Rusteh, s. 141; Mervezî,s. 103.
îbn Rusteh, s. 141; Gerdîzî,s. 274.
îbn Fazlân, s. 63.
Aynı eser, s. 55, 56.
76
R A M A ZA N ŞEŞEN
yük bir ihtimalle bu putperest Bulgarların ve batıya giden Bulgar­
ların hıristiyan olmadan önceki dinlerinin Oğuzlarınkine benzer ol­
ması gerekir.
Kafkas Türklerine gelince, el-Bîrûnî bunlardan el-Lân (Alan)
ve Âs kavimlerinin, daha önceleri, Ceyhun Hazar denizine dökülür­
ken onun mecrası üzerinde Peçeneklerle Oğuzlara komşu olarak ya­
şadıklarım söyler87. Kaynaklar el-Lân ve Serîr (Avar) hükümda­
rının hıristiyan, memleketleri halkının ise putperest olduğunu kay­
dederler88. Mes'ûdî ise «el-Lân hükümdarı İslâmiyet’in çıkışından
sonra, Abbâsî Devleti zamanında, hıristiyan oldu. Onlar daha ön­
celeri Câhiliyet devrindeydiler. Hicrî 320 yılından sonra hıristiyanlıktan döndüler. Bizans hükümdarının gönderdiği papasları ve ra­
hipleri kovdular» der89. Büyük bir ihtimalle hükümdarı hıristiyanlıktan dönmeye zorlayan putperestler, bu putperestlerin dini de
Oğuzlara komşulukları dolayısıyla onların dinine benzer olmalıdır.
R u s l a r : îbn Rusteh ve îbn Fazlân’m verdikleri'bilgilere gö­
re, Rusların diniyle Oğuzların dini arasında büyük benzerlik vardı,
îbn Rusteh «Rusların hükümdarlarına dahi hükmeden tabibleri var­
dır. Bu tabibler birer ilâh gibidir. Ruslara kadm, erkek, mal gibi
şeylerden dilediklerini yaratanlarına kurban etmeyi emrederler. On­
lar tabiblerin emirlerini mutlaka yerine getirirler. Tabib onlardan
bir insanın veya hayvanın boynuna ip geçirir, cam çıkıncaya kadar
onu ağaca asılı olarak bırakır. «Bu Allah’a kurbandır,» der,» de­
mektedir90. Gerdîzî buna ilâve olarak «Tabiblerin rızası olmadıkça
bir tabibe kimse dokunamaz» demektedir91. Bu tabibler şüphesiz,
Oğuzlarınki gibi şamanlardı. Hudûd el-âlem?de ise «Ruslar tabiblerini ulularlar» denmektedir92. Bu bir kudsiyeti ifâde etmektedir.
îbn Fazlân, Ruslar için Oğuzlar için kullandığı ifâdeye benzer
«Onlar âdetâ yolunu şaşırmış eşekler gibidir» ifâdesini kullanmak­
tadır. Daha sonra, onların vücutlarını totemlerinin dövmeleriyle
87 Taljdîdu nihâyât el-etnâkin, nşr. M. Tâvît el-Tancî, Ankara 1962, s. 23.
88 îbn Rusteh, s. 147, 148; Hudûd, s- 161: Alanlar arasında hem hıristiyan hem putperest vardır; Gerdîzî, s. 278.
89 Murûc, H, s. 43. Ayrıca bk. Yâkût, el-Lân mad.
90 İbn Rusteh, s. 146-147.
91 Gerdîzî, s. 277.
92 Hudûd, s. 159.
ESKÎ TÜ R ELER İN DÎN Î V E ŞAM AN KELİM ESİ
77
doldurduklarını söyler93. Etil kıyısında onlara ait açık mâbed gibi
bir yerden bahisle «Gemileri Bulgar şehri iskelesine gelince, her
biri elinde bir miktar ekmek, et, soğan, süt ve nebîz (şarap) ile ge­
miden karaya çıkar. Sonra, insan yüzüne benzeyen kocaman yüzü
olan ve etrafında suretler, bu suretlerin arkasında uzun kütükler bu­
lunan yere dikili uzun bir kütüğün önüne gelir. Bu büyük suretin
önünde secde eder... «Sana hediye getirdim» diyerek yanındaki yi­
yecekleri bu suretin önüne koyar... Malım bu sefer de satamazsa
küçük suretlerden her birine bir hediye takdim eder, onlardan şefâat dilenir. «Bunlar rabbımm karıları, kızları ve oğullandır,» der.
Her suretin önüne gelip ondan şefaat dilenir ve ona yalvarır. Bazan bu halde malını satmak imkânı çıkar ve satar. «Rabbım isteği­
mi yerine getirdi. Onu mükâfatlandırmam lâzım» der. Bir miktar
koyun ve öküz kurban eder. Etlerinin bir kısmmı sadaka olarak da­
ğıtır. Geri kalanını götürüp büyük kütükle etrafındaki kütüklerin
önlerine atar. Öküzlerin ve koyunlarm başlarım yere dikilmiş olan
bu kütükler üzerine asar.../
İçlerinden biri hastalanınca, onun için oturdukları yerden uzak­
ta bir çadır kurarlar. Hastayı bu çadırın içine atarlar. Yanma bi­
raz ekmek ile su bırakırlar. Ona yaklaşmazlar ve onunla konuşmaz­
lar. Hattâ, hasta olduğu bütün günlerde onunla ilgilenmezler. Bil­
hassa, kimsesiz ve köle biri olursa onu tamamıyla kendi haline terkederler. Hasta kendi kendine iyileşip dönerse ne âlâ. İyileşmeyip
ölürse cesedini yakarlar. Ölen kimse köleyse cesedini kendi haline
bırakırlar. Köpekler ve yırtıcı kuşlar gelip leşini yerler,» der94.
Burada Rusların tanrılarına yiyecek takdiminde bulunmala­
rından, onlar için kurban kesmelerinden, onların tanrı telâkkisin­
den, Oğuzlar gibi hastayı tecrit ettiklerinden bahsedilmektedir. Bir
şamanist âdeti olan hastayı tecrit eski Hindlilerde ve Moğollarda
da vardı. Ölünün yakılmasına gelince bu ona karşı dini bir görev
olarak görülüyordu. Köleler yakılmıyor. Ancak sosyal sınıfı yük­
sek olanlar yakılıyordu. Bütün ölülerini yakan kavimlerde daha
çok içtimâi seviyesi yüksek olan kişilerin yakılması daha yaygın
olarak görülmektedir. Eğer ölen kimse çok önemli bir kişi olursa
bu yakma merasimleri daha şaşaalı olarak icrâ edilmekteydi. Öyle
93 îbn Fazlan, s. 65, 66.
94 Aynı eser, s. 67-69.
/
78
R A M A ZA N ŞEŞEN
anlaşılıyor ki, yakma âdeti gömmeye göre daha sonra ihdas edil­
miştir. Burada ölüyü günahlardan ve pisliklerden temizleme gibi
bir kaygu da yer almaktadır. Ruslara da ölüyü yakma âdeti, göm­
meye nisbetle, daha sonra girmiştir. Zira, İbn Rusteh’e göre Ruslar ölülerini Oğuzlar gibi gömerlerdi. îbn Rusteh bu konuda şöyle
der : «Rusların aralarından büyük biri ölünce ona geniş bir ev gibi
bir mezar kazarlar ve cesedini içine koyarlar (Gerdîzî’de «oturtur­
lar») cesediyle beraber mezarına üzerindeki elbiseleri, altın bile­
ziğini, çok miktarda yemek, içki ibrikleri ve paralar koyarlar, Onun­
la beraber kabrine onu seven karısını diri diri koyarlar. Sonra, me­
zarın kapısını kapatırlar. Kadın orada ölür»95. Halbuki, daha yu­
karıda Hazar ülkesindeki Ruslarm ve Slâvların ölülerini yaktıkla­
rını Mes ûdî’ye dayanarak kaydetmiştik. Nitekim, îbn Fazlân da,
biraz önce kaydedildiği üzere, Ruslarm ölülerini yaktıklarını söyle­
mektedir. İbn Fazlân ölen bir Rus büyüğü için Bulgar şehrinin Etil
(Volga) nehri kıyısında yapılan cenâze merasimini trajedik bir ro­
man gibi uzun uzadıya anlatmaktadır. Bu hikâyede ölünün cese­
diyle birlikte câriyelerinden birinin de yakıldığı anlatılmaktadır96.
İbn Rusteh’in kaydı ya îbn Fazlân’m anlattığı cenâze merasiminin
birinci safhasını, yahut da daha eski bir ananeyi anlatm alıdır. Ve­
yahut da Ruslar arasında her iki ananane beraber yaşamış olmalı­
dır.
S l â v l a r ( S a k â l i b e ) : Kaynakların ittifakına göre, Slâvlar putperesttiler, ateşe taparlar, ölülerini yakarlardı97. Bununla be­
raber, İbn Rusteh onlarm gökte yüksek bir tanrıya inandıklarına
imâ eder ve «Onlar... hasad zamanında darı tanelerini bir kepçenin
içine koyup semâya kaldırırlar. «E y rabbimiz, bize sen rızık verdin.
Onu bizim için tamamla» derler» der98. Gerdîzî onların öküze de
taptıklarını söyler99. Hazar ülkesindeki Slâvların ölülerini karıla­
rıyla beraber yaktıklarını yukarıda kaydetmiştik. îbn Rusteh bu
konuda şöyle der : «Slâvlar aralarından biriölünce cesedini ya­
95 İbn Rusteh, s. 146-147; Gerdîzî, s. 278. Ayrıca bk. İbn IJavJçal, s. 336.
96 îbn Fazlân, s. 69-75.
. - ' 97 İbn Rusteh, s. 144; Murûc, ü , 9, Gerdîzî, s. 275 ; putperest; Mervezî,
s. 104; ‘Avfî, yap. 489b.
98 İbn Rusteh, aynı yer; Gerdîzî, s. 276.
99 Aynı yer.
ESKİ TÜRK'LERİN DİNİ VE ŞAM AN KELİM ESİ
79
karlar... Ölünün cesedi yakıldıktan sonra, ertesi günü yakıldığı
yere varıp küllerini alırlar. Bu külleri toprak bir küpece koyarak
bir tepeye (tümülüse) gömerler. Aradan bir sene geçtikten sonra,
20 küp civarmda bal alıp bahsedilen tepeye götürürler. Ölünün ya­
kınları toplanıp bu balı ve getirdikleri yiyecekleri ve içecekleri yer­
ler ve içerler... Ölünün üç karısı varsa ve bunlardan biri kocasını
çok sevdiğini hissediyorsa, ölünün yanında yere iki ağaç diker.
Üçüncü bir «ğacı bunların üstüne koyar. Bu son ağacın ortasına
bir ip bağlar. Bir sandalyenin üzerine çıktıktan sonra ipin sallanan
ucunu boynuna ilmikle geçirir. Sonra, sandalye altından alınır.
Boğuluneaya kadar bu şekilde kalır. Daha sonra ateşe atılıp yakı­
lır»100. Gerdîzî buna «Ölülerini yakarken saz çalarlar. «Biz neşeli
olalım ki anun üzerine rahmet insin» derler» ifâdesini ilâve eder101.
Ibn Rusteh ve Gerdîzî tarafından îslâvların cenâze merasimleri hak­
kında burada anlatılanlar, bazı teferruat dışında, îb n Fazlân tara­
fından anlatılan bir rus büyüğünün cenâze merasimine çök benzer.
Orada da ölü câriyesiyle birlikte yakıldıktan sonra küllerinin bir
mezara gömüldüğü söylenmektedir.
Sonuç:
Buraya kadar verilen izahtan, çıkan neticeye göre, müslüman
müellifler eski Türklerden müşlüman, hıristiyan, yahudi, mazdeist,
mâniheist olmayanlar için, «Câhiliyyet dinlerine mensup», «put­
perest (veşenî)», «mecûsî», «şâbiî», bazan da hem putperest hem
budist mânâlarına gelebilen «şemenî» tabirlerini kullanıyorlardı.
Bunlar, Budizm dışında şeriat, haline gelmemiş dinlerdi. Dayandık­
ları yazılı bir kitap yoktu. Sâdece, el-Makdisî, Türklerin bir kısmı­
nın kendilerine has kitabı olduğunu söylerse de onu destekleyici
başka bir kayda rastlanmaz. O, belki de yerleşik hâle gelmiş put­
perest Türkler arasında: mevcut olan bir âyinler nizâmnâmesinden
bahsetmektedir. Bu Câhiliyet dinlerine mensup Türklerin gök, gü­
neş, ay, yıldızlar, yeryüzü (yer-süb) kuvvetlerinden başta ateş,
su, olmak üzere çeşitli tabiat kuvvetlerine, hayvanlara, ağaçlara,
100
101
İbn Rusteh, s. 143-144.
Gerdîzî, s. 276.
ram azan
80
şeşen
ruhlara (esprilere) taptıkları, bütün ilkel dinlerde olduğu gibi, bu
dinde de büyünün önemli yer tuttuğu anlaşılmaktadır. Bu, ilkel dü­
şünen insanların varlıkların sebeplerini ayrı ayrı mistik güçlere
dayamalarının bir neticesiydi. Gökteki gezegenlere ve yıldızlara
tapmada da mistik güce inanma büyük rol oynuyordu. Onlar sev­
dikleri veya azameti karşısında dehşete düştükleri canlı veya can­
sız şeylere secde ediyorlardı102. Bunların üstünde, gökte bir reis
tanrıya da inanıyorlardı.
Bu Türklerin dinleri için kullanılan tâbirlerden en yaygın olan­
ları «putperest», «mecûsî» tâbirleridir. Macaristan’dan Çin’e kadarki sahadaki Türklerin dini için en çok bu iki tabirin geçerli olduğu
görülmektedir. Bu tâbirlerden birincisiyle henüz heykel ve mâbed
müesseselerinin gelişmediği ilkel putperestlik kastedilmelidir. Me­
cûsî tâbiriyle îran mecûsîliği değil, ateşi mukaddes tanıyanların
yani yine ilkel putperestlerin kastedilmiş olması gerekir. Zira, İslâm
kaynakları sâdece Türkler için değil, eski Normanlar ve Cermenler için de mecûsî tabirini kullanmaktadırlar. Bunlar da ilkel put­
perest yani şamanisttiler. Bu günkü şamanizmde de ateşin Önemli
yeri vardır. Eski îskitlerde de ateşin kutsal bir yeri vardı. Yakın
zamanda, hicri 1254 (m. 1838) yılında Hokand elçilerinin İstan­
bul’u ziyareti münâsebetiyle tertip edilen bir vesikada, Hokand
halkının Çin ve. Mâçîn mecûsileriyle gaza ve cihad halinde oldukları
söylenmektedir103. Bu vesikada sözü edilen mecûsîler büyük bir
ihtimalle Altaylar ve etraflarındaki şamanistlerdir. Ateşin mukaddesliği sâdece şamanizmde değil, eski Şamanizm putperestliğinin
kuvvetli etkisi altında olan Hind dinlerinde, Zerdüştîlikte ve Budizmde de kuvvetli şekilde görülmektedir.
Ayrıca, Türklerin bir kısmının dinle ilişkileri olmadığını söy­
102 Türklerde gök, güneş, ay, yıldızlar, yer, tabiat kuvvetleri, ateş, su,
rüzgâr, ruhlara perestiş ile ügili olarak yukarıda zikredilen yerlerden ayrı ola­
rak bk. Eberhard, s. 17, 19, 22, 23, 48, 56, 80, 100; E. Esin, Kosmoloji, s. 4, 44, 75
Sadettin Buluç, Şaman ve Şamanizm mad., Islâm Ansiklopedisi, XI, 325: gü­
neş, ay ve yıldızlar, 326 : yer tanrı, ve ataların ruhları, 327 : gök gürlemesi,
rüzgâr ve yağmur,. 328 : ateş, orman, su, 329 : yer altı, doğum ruhları. Güneş,
ay, gök, ateş, rüzgâr, su, iyi ve kötü tanrılara Eski İran’da, îskitlerde, Hindlüerde, Çinlilerde de tapüdığı büinmektedir. 103 Başbakanlık Arşivi, hicri 1254 yılı vesikaları, Hâtt-ı Hümâyûn tas­
nifi :
j X J i -lJ *> o jj jl
X ijâ- y
ESK İ TÜ RELERİN DÎNİ VE ŞAM AN KELİM ESİ
81
leyen müelliflerin, din kelimesiyle şeriat mânâsına gelen kitâbî din­
leri kastettikleri de bir gerçektir. Böyle diyenler onların bir dinî
inanca sahip olduklarını, ölümden sonra başka bir hayata inandık­
larını, ölüler için kurban kestiklerini söyleyerek görünüşte ilk ifâ­
deleriyle çelişkiye düşmektedirler. Şu noktaya da dikkat etmek ge­
rekir; bütün ilkel dinlerde olduğu gibi, eski Türklerin dinlerinde de
tam bir birlik göze çarpmamakta, çok tanrı yanında gökte bir reis
tanrı kabul olunmaktadır. Fakat, bu tanrı bize benzer bir hayat sü­
rer, yer, içer, karısı ve çocukları vardır. Bu tanrıyı tevhid dinlerin­
deki kâdir, mutlak hâkim, noksan sıfatlardan münezzeh tanrıyla"
karıştırmamak lâzımdır. Bu tanrı bizim gibi bir hayat sürdüğü gi­
bi, hâkimiyetini de başka ortak tanrılarla anlaşarak kullanır. Hat­
tâ insanların hayatına hâkim olan, bu gökteki tanrıdan ziyade, on­
ların günlük hayatta haşır-neşir oldukları yakındaki (yerdeki),
ölümden sonra karşılaşacakları yeraltındaki tanrılardır. Kurbanla­
rın çoğu bu aşağı tanrılara sunulur. Bu Türklerin dinleriyle Câhiliyet devri Araplarınm dinleri arasmda büyük benzerlik vardır. Câhiliyet devri Araplarınm dinleri de sistemli bir hâle gelmemişti.
Kabileler arasında inanç bakımından farklılıklar vardı. Fakat, put­
ların üzerinde, yeri, gökleri kendilerini yaratanın Allah olduğunu,
yağmuru onun yağdırdığını, otları onun bitirdiğini kabul ediyorlar­
dı104. Hattâ, daha da ileri giderek, putlara kendilerini Allah’a yak­
laştırsınlar diye ibâdet ettiklerini söylüyorlardı105. Bunun yanında
Lât, Menât, Uzzâ’nm ve meleklerin Allah'ın kızları olduğuna da
inanıyorlardı106. Fakat, onların hayatına da hakim olan putlardı.
Ve müşriktiler. Müşrik kelimesinin altmda Allah’ın varlığına itiraf
yatmaktadır. Müşrik Allah’ı inkâr eden değil, ona ortak koşan de­
mektir. Öyle görünüyor ki, eski Türklerin ve Arapların sosyal ha104 Kur’ân, Lukmân suresi, âyet 25, Zümer suresi, âyet 38, Zübruf süresi,
âyet 9, 87, ‘Ankebût suresi, âyet 61, 63. Tiheophylactus, VE, 8 de «Türkler ate­
şi, havayı, suyu, son derece sayarlar, dünyaya İlâhiler okurlar. Fakat, sâdece
gökyüzünü ye yeryüzünü yaratana tanrı derler. Onların din adamları istikbali
söyleme kabiliyeti olanlardı.» demektedir (T. Tarhan, Tarih Dergisi, XXIII,
155). Bundan Türklerin Tanrı kelimesini Araplardaki Allah kelimesinin yerine
kullandıkları anlaşümaktadır.
105 Kur’ân, Zümer suresi, âyet 3.
106 Kur’ân, Necm suresi, âyet 19-22, En‘âm suresi, âyet 100, Nafcl suresi,
âyet 57, Şâffât suresi, âyet 16, Tür suresi, âyet 16.
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 6
82
R A M A ZA N ŞEŞEN
yatlarındaki dağınıklık, kabile ve klân hayatı sürmeleri âdeta inanç*
larma da yansıyordu. Tarih boyunca tanrı inancının sosyal hayat­
la parelel olarak geliştiğini söylemekle hata etmiş olmayız. Eski
putperestlerin ve yakın zamanda dünyanın çeşitli yerlerinde görü­
len ilkel kabilelerin gök tanrısıyla tevhid dinlerinin kabul ettikleri
Tanrı arasında büyük fark vardır. Bu, insan zekâsının gelişmesinin
tabiî bir neticesidir. Allah inancına şeklini veren insan zekâsmm
seviyesidir.
Yukarıda, şaman âyinlerinde çok miktarda saz ve şarkıcı bu­
lunduğu söylenmekte, fakat bu çalgıların mâhiyetleri hakkında bil­
gi verilmemektedir. Rusların ve Slâvların cenaze törenlerinde çal­
gı çaldıkları da açıkça ifâde edilmektedir107. Oğuzların din adam­
larına tabib denmesinde (Ruslar için de durum aynı), hastalık kar­
şısındaki tutumlarında, su ile ilgili inançlarmda, ya da taşıyla yağ­
mur ve dolu yağdırmada kuvvetli sihir izleri görülmektedir108. Türkler sihirle de ilgilenen kâhinlerine «kam» yani şaman diyorlardı.
Yukarıda bahsedildiği üzere, bu taşla kâhinler yağmur ve dolu yağ­
dırıyordu109. Ölüyü gömme şekilleriyle ilgili olarak üç yaygın âdet
görülmektedir: gömme, yakma ve ağaçlar üzerinde teşhir. Her üç
halde sonunda kalıntıların toprağa gömüldüğü anlaşılıyor.
Ş a m a n k e l i m e s i n i n m e n ş e i : Animizm natürizm,
totemizm ve sihir gibi unsurları ihtiva eden eski Türklerin bu put­
perestliğine acaba Şamanizm demek mümkün mü? îlk defa, X V I I .
asrın sonlarında rus elçisi olarak Çin’e giden E. îsbrand’ın yol ar­
kadaşı A. Brand’m intihalarını anlatan Seyâhatnâmesi’nde geçen ve
daha sonra, X I X . asırda Sibirya kavimi erin in dinleri ve etnolojileri
üzerinde araştırma yapan âlimler tarafından Tunguzlarda görülen
sihirbaz din adamına verilen unvan olan «şaman» kelimesinden ge­
len bu kelime acaba aslmda ne anlama geliyordu? Bu kelimenin kar­
şılığı olarak Sibirya kavimlerinde çeşitü kelimeler kullanılmakta­
dır110. Bu kelimenin türkçe karşılığı «kâm» olup zamanımıza kadar
107 Türklerdeki cenaze ve defin törenleriyle ilgili olarak bk. Jean-Paul
Roux, La mort chez les peuples altaiques anciens et Médiévaux, Paris 1963; Buluç, aynı madde, s. 330-331.
108 îbn Fazlân Seyâhatnâmesi sonundaki notlar.
109 Bk. not 28, 29, 30, 31. Ayrıca bk. not 23, 44.
110 Buluç, zikredilen mad., s. 310-311; P. Hajdu (Szeged), (Samoyyed
gamanlarmm klâsifikasyonu), Glaubensvoelt und folklore der Sibirischen Völker,
ESKI TÜRKLERIN DİNÎ VE ŞAM AN KELİM ESİ
83
Altaylarda kullanılagelmiştir. Çin kaynaklarına göre Kırgızlarda,
Bizans kaynaklarına göre Batı Hunlarında din adamlarına unvan
olarak verilen bu kelime Turfan kazılarında da görülmektedir111,
îslâm kaynaklarında önce Kaşgarlı Mahmud’un eserinde, sonra Kudadgû-bilig ve Mücmel el-tavânb-’te «kâhin, sihirbaz» mânâlarına
geçen bu kelimeye Moğollarda da rastlanmaktadır112.
Şaman kelimesinin aslı önceleri bizzat bu kelimenin ilk görül­
düğü Tanguzlarm dilinde, Mançuca’daki «saman» kelimelerinde
aranmıştır. Bunun yanında, bu kelimenin Çin’ceye Cha-men şeklin­
de geçen Pâli dilindeki samana ve Sanskritçe’deki şramana veya çramana (her ikisi de budist rahibi mânâsına) kelimelerinden geldiği­
ne dâir ikinci bir nazariye ortaya atılmıştır. Daha sonra, bunlara,
Suğdçadaki şmn-(şaman), ve Toharca’daki şamana (budist rahibi)
keümeleri ilâve edilmiştir113. Bunların yanında, en az Sanskritçe ka­
dar eski olan Iran dilinden gelip gelmediği hususunda dâima kaça­
maklı bir tutum takınılmış, müslüman müelliflerin eserlerinde ke­
limenin kullanılışı hakkıyla incelenmemiştir.
Budapest 1963, s. 161-190. Bu makalenin tenkidi : K.H. Menges, Oriens, XXIX Xn, 1971, s. 549-560.
111 Batı Hunları için bk. Gy. Németh, Attila és ffunjai, s. 224; İ. Kafesoğlu, Türk milli kültürü, s. 263. Turfan kazıları için bk. Buluç, zikredilen mad­
de, s. 311. Çin kaynaklarına göre, «Kırgızların sihirbazlarına «gân» denir
(Eberhard, s. 69 : VU. asır). Göktürkİer kadın ve erkek «kaımlara inanırlar
(Ost-Türken, s. 42 den naklen Kosmoloji, s. 44 de). İskitlerde rahip yerine sö­
ğüt dallarından fal bakan büyücüler vardı. Herodot, IV, 67-69 da bu büyücüler­
den bahseder (T. Tarhan, İskitlerin dinî inanç ve âdetleri, Tarih Dergisi, X X m ,
156-158). «Şamanizm kuzey kavimlerinin hiç birinde açıkça zikrecülmemiştir
(hatalıdır). Yalnız, Tu-cüe ve H ’yunğ-nularda sihirbazlıktan bahsedilir. Fakat,
bundan hakiki şaman kastedilip edilmediği emniyetle söylenemez. Eski çinliler
kendilerinde bulunup alışılmış olan âdetlere başka kavimlerde rastlanırsa hu­
susî surette belirtmezler.» (Eberhard, s. 42-43).
112 Dîvânu lüğât el-Türk, m , 117 : Kâm-kâhin; Mücmel el-tevârîf) için
yukarıya, s. 2 ye bak. Kam kelimesi IX. asırda Kırgızlarda, Rubruk’un eserin­
de, Codex cumanicus’te, Kudâdgu-büig’te, el-İdrâk li lisân el-Etrâk'tz kâhin ve
sihirbaz din adamları mânâsma geçmektedir (Buluç, zikredüen madde, s. 311).
Kelime Altay şamanları için de kullanılmaktadır. Şamanlar kadın veya erkek
olabilirlerdi. Ayrıca, aşağıdaki ruhlarla uğraşanlara Kara Kam, yukarıdaki
ruhlarla uğraşanlara Ak Kam denirdi. Şamanlarm çoğu her iki vazifeyi görür­
lerdi.
113 Buluç, zikredüen madde, s. 310-311; M. Eliade, Le Chamanisme, Pa­
ris 1968, s. 22, 385; Hajdu ve Menges, zikredüen yerler.
R A M A ZA N ŞEgEN
84
İslâm kaynaklarında bir din mensubu olarak ¿«a (şaman),
cemi ,M-,- veya j j ■■ şekillerinde, bir din adı olarak
(elşemeniyye=şamanizm) veya -çuJI şekillerinde geçen bu kelime
oldukça sık görülmektedir (yukarıda birkaç defa şemenî şeklinde
geçti). El-Makdisî yukarıda, Tuğuzğuzlar asarmda Semeniyye (Şamanîler) olduğunu söylemişti (bk. s. 59). Bundan başka «Çin halkı­
nın yekûnunun şeneviyye (düalist) ve semeniyye oldukları söyle­
nir. Onların putlarının bulunduğu ferhârlan (viharaları) vardır.»,
«... Çin’de fiatlar yükseldi. Çin hükümdarı, bunım üzerine, semeniyye’yi ve putların hizmetkârlarını topladı. Yağmur yağdırmazlarsa
onları öldürmekle tehdit etti.»114, «Kitâb el-m esâlitfte okudum Se­
meniyye iki sınıftır : bir kısmı Buda’nm rasûl olduğunu, bir kısmı
yaratan olduğunu ve insanlara insan şeklinde göründüğünü söy­
ler»115 demektedir. Bu kayıtlardan sonuncusunda Semeniyye keli­
mesiyle'açık olarak Budistler kastedilmektedir.
îbn el-Nedîm ise «Çin halkının çoğu şeneviyye ve Semeniyye’dir.», «Çinlilerin âdeti hükümdarlarına tazim ve ibâdet etmektir.
Halkın çoğu bu inanç üzeredir. Hükümdarın ve ileri gelenlerin dini
ise şeneviyye ve Semeniyye’dir.» der116. Başka bir yerde «Eski de­
virlerdeki Horasan tarihiyle ilgili haberleri te’lif etmiş olan hora­
sanlı bir adamın yazısıyla şunu okudum...: Semeniyye’nin peygam­
beri Bûdâsif’tir. Islâmdan önce ve eskiden Mâverâünnehr h alkının
çoğu bu din üzereydi. Semeniyye’nin mânâsı Sümnî’ye mensup de­
mektir,» der117. Bu son kayıttan İbn el-Nedîm’in bu kelime ile budistleri kastettiği anlaşılıyor.
Bunlara mukabil, el-Bîrûnî bu kelimeyi Şemeniyye şeklinde de­
falarca kullanmaktadır. Onun bu kelimeyi kullanışlarım şu şekilde
sıralayabiliriz : «Ebu’l-'Abbâs el-îrânşehrî... geçmiş ümmetlerden
Mâneviyye (Maniheistler)’nin ve kitaplarının bahsinde aşırılığa
kaçtı. Hind dinlerine ve Şemeniyye’ye gelince oku hedeften sap­
tı.»118, «Şemeniyye denen din mensupları Brahmanlara onlardan da­
ha çok kızarlar. Onlar Hindlilere diğer dinlerin mensuplarından da­
ha yakmdır. Zerdüşt çıkıncaya kadar Horasan, Fârs, Irak ve Mu114
115
116
117
118
El-Bed’ ve’l-târîb, IV, 19, 21.
Aynı eser, IV, 19.
El-Fihrist, Mısır tabı, s. 491, 493.
El-Fihrist, nşr. G. Flugel, s. 345.
Kitâbu mâ li’l-Hind, s. 5.
ESKİ TÜ RKLERİN DİNÎ VE ŞAM AN KELİMESİ
86
sul halkı, Şam hudutlarına kadar onların dinleri üzereydi...»119,
«Sonra Fars ve Irak hükümdarları kendi milletlerine döndüler. Bu­
nun üzerine, Şemeniyye oralardan Belh’in doğusuna çekildi.»120,
«Onun kavmi Şemeniyye’nin Bud-hûdan karşılığında Bud-dehrumseng’i vardır. Sanki o, akıl, din ve cehldir. Bunlardan birincisi kâi­
natın ve semânm var olduğu koku ve ıtrdır. İkincisi yorgunluk ve
meşakkattir.»121, «Zerdüşt’ün, kendilerine göre en şerefli sınıfla şey­
tanları isimlendirdikleri için Şemeniyye’ye kızdığı söylenir.»122,
«Heşt-mâtürîn’in brahmanları, Budd’un Şemeniyye’si vardır...»123,
«Gûrâmen kitabını (yani ğayb ilmi kitabmı) kırmızı giyen Şeme­
niyye’nin kurucusu Budd yazmıştır.»121, «Zira, ne Şemeniyye ne de
onlardan biri için onların itikadlarını iyice inceleyen bir kitap gör­
medim.»123, «îrânşehrî, Şemeniyye hakkında buna benzer hurafeler
nakleder.»126, «Dediler ki : Budd ölülerin cesedlerinin suya atılma­
sını emretti. Bu sebeple onun mensuplan ölülerini nehirlere atar­
lar,»127 der. Bu cümleler Kitâbu mâ Wl-Hind/ten alınmıştır. ElBîrûnî, el-Âşâr el-bâkiye, s. 206’da ise eski putperest dinlerden bah­
sederken şöyle der : «Şeriatlar zuhur etmeden ve Bûdâsif Ortaya
çıkmadan önce yeryüzünün doğüsundaki insanlar Şemeniyyûn
.♦.) idiler. Bunlar putlara tapıyorlardı ( jiyl So.c.1 y ^ )• Bun­
ların kalıntıları bu gün Hindistan, Çin ve Tuğuzğuz ülkelerinde bu­
lunmaktadır. Horasan halkı bunlara şemenân (
j Ua ) derler.
Bunların izleri, putlarının bihârları ve ferharları Horasan'ın Hin­
distan hudutlarında görülmektedir. Bunlar zamanın ebediliğine,
ruhların tenâsühüne, feleğin sonsuz bir boşlukta dönmekte olduğu­
na inanırlar. Bunun için, «Felek dönerek hareket etmektedir. Zira,
yuvarlak bir şey yerinden hareket ettirilirse dönerek iner,» derler.
Bunlardan bazıları âlemin yaratıldığına ve ömrünün 1000 000 sene
olduğuna, bu müddetin dört kısma ayrıldığına, bunlardan birinci
119
120
121
122 123
124
125
126
127
Aynı
Aynı
Aynı
Aynı
Aynı
Aynı
Aynı
Aynı
Aynı
eser, s. 15.
eser, s. 120.
eser, s. 30.
eser, s, 68,
eser, s. 93.
eser, s, 122,
eser, s. 206eser, s. 276.
eser, s. 479.
86
R A M A ZA N ŞEŞEN
devreyi teşkil eden 4 00 000 senenin iyilik ve hayır devri olduğuna
inanırlar».
El-Bîrûnî’nin bu kayıtlarından, Şemeniyye (Şamanizm) dininin
daha Zerdüşt ve Buda çıkmadan önce mevcut olduğu, bu iki din
kurucusunun Şemeniyye dinine karşı reformatör olarak ortaya
çıktıkları anlaşılıyor. Bu sebeple, Zerdüştîlik ve Budizm’de kuvvetli
şamanizm tesirleri görülmektedir. Bazılarının zannettikleri gibi
Şamanizm Budizm ve Zerdüştîliğin tesiri altmda kalmamış, aksine
bu dinler Şamanizm’in büyük etkisi altmda kalmışlardır. Bu din­
lerin menşei Şamanizmdir. Konov, Ruben, Nyberg, Ohlmarks, Nehring ve Eliade gibi dinler tarihçileri çeşitli çalışmalarında eski Iran
dinlerinde, Budizmde, Hind-Avrupalılarm dinlerinde, dünyanın di­
ğer yerlerindeki dinlerde Şamanizm’in kuvvetli etkilerini göster­
mişlerdir. Aslmda dinlerin menşei Şamanizmdir. Bu sebeple her
dinde Şamanizm ile ilgili taraflar bulunmaktadır128. El-Bîrûnî, Kitâbu mâ li’l-Hind’te bazan Şemeniyye kelimesini Budda dini olarak
zikretmektedir. Acaba bu Budda diniyle Budizm mânâsını mı kaste­
diyordu ? Bu taktirde kendi kendine çelişkiye düşmektedir. Öyle an­
laşılıyor ki, o, Budd kelimesiyle yaratıcı hikmet mânâsım kastedi­
yordu. Zerdüşt Budda’dan daha eskidir. O, Şamanizm’in reformisti
olarak ortaya çıkmıştır. Şamanizm eski Çin dinleri üzerinde de
müessir olmuştur. Bu bakımdan İbn el-Nedîm ve el-Makdisî’nin
izahlarını ihtiyatla karşılamak gerekir. Bu karışıklık eski gelişmiş
Şamanizm’de ve Budizm’de bir çok dini terimlerin müşterek olma­
sından da ileri gelmiş olabilir. Zira, lüğat kitaplarında bihâr ve
ferhâr kelimelerinin vihara mânâsına geldiği gibi, puthane, ateşgede mânâsına da geldiği kaydedilmektedir. El-Bîrûnî de son kay­
dında bihâr ve ferhâr kelimelerini putperest mâbedi mânâsında
kullanmaktadır. Şemen kelimesinin ise bu putperestlik dini men­
suplarına verilen bir isim olduğunu söylemektedir. Nitekim, biraz
sonra bahsedileceği üzere, şemen kelimesi İran edebiyatında put­
128 Buluç, zikredilen madde, s. 322-323. M. Eliade eserinin 27. sahifesinde şu mütâlâayı ileri sürer : «Tarihte hiç- bir din tamamiyle yeni değüdir. Hiç
bir dini dâvet tamamiyle geçmişi ortadan kaldırmaz. Daha çok yeniden ele alış,
yenileme, yeniden değerlendirme, esas elemanları bir bütün haline getirmek,
çok eski bir dinî gelenek bahis-konusudur,». Nitekim, Peygamberimiz de İb­
rahim peygamberin, dinini yeniden canlandırdığını söylemiştir (Kur’ân, Bakara
suresi, âyet 130, 135, ‘îmrân suresi, âyet 95, Nisâ, âyet 125, Hacc, âyet 78 ...}.
ESKÎ TÜ RKLERÎN DÎN İ VE ŞAM AN KELİM ESİ
87
perest, bihar ve ferhar kelimeleri de putperest mâbedi mânâsına
kullanılmışlardır. Anlaşılan gerek Budizme gerekse Tunguzlara bu
kelime bahsedilen eski putperestlikten (Şamanizm’den) geçmişler­
dir. Bu kelime Hind menşeli değil, Horasan ve İran menşelidir. Hin­
distan’a bu kelimeyi Âriler götürmüşlerdir. Bize göre, Orta ve Ku­
zey Asya üzerinde kapalı havza olan Hind etkisinden daha çok îranHorasan ve Çin etkileri aranmalıdır.
İbn el-Nedîm’in dışındaki İslâm müellifleri Horasan ve Mâverâünnehr'de Budizm’in varlığından bahsetmezler. Eğer buralarda
Budizm mevcut olaydı, İran dinlerinden sık sık söz edildiği gibi, on­
dan da söz edilmesi gerekirdi. İran’ı, Arabistan’ı, hattâ Roma’yı bi­
le budist göstermeye çalışan Çin kaynakları, Hoten dışındaki hiçbir
yerde Budizm’in kuvvetli varlığını gösterememektedirler. Hattâ,
Hoten’de bile durum karışıktır. Eski Şamanizm putperestliği görül­
mektedir129. Gök, yer ve tabiat kuvvetlerine perestişe dayanan bu
putperestlik hiç şüphesiz ilkel ve göçebe kabilelerdeki Şamanizm’e
göre çok gelişmişti. El-Bîrûnî’nin dediği gibi muazzam mâbedlere
129 Bazı müelliflerin, Doğu İran ve Orta Asya kavimlerinin bir çoğunun
İslâmiyet’ten önce budist oldukları hakkında ileri sürdükleri iddia çok za­
yıftır. Barthold ve Minorsky bu görüşü benimserler. Onları bu kanâate sevkeden Çin kaynaklarındaki bazı kayıtlardır. Eberhard tarafından yazılan Orta ve
Garbi Asya halklarının medeniyeti adlı makalede Batı ve Orta Asya halklarının
bir çoğu arasında budizmin bulunduğuna dâir yuvarlak ifâdeler bulunmakta­
dır (bk. TM, VH, 132, 138, 142, 143, 147, 148, 150, 155).-Hattâ, tuhaf olanı İran,
Roma, Arabistan büe (bk. İran ve Arabistan için s. 140, 143, Roma için s. 153)
budist olarak gösterilmektedir. Bunun yanında Mazdeizm’den de sık sık bah­
sedilir (bk. İran için s. 143, Hoten için s. 136, 166, Keşmir için. s. 137-138 maniheist, Suğdiyana için s. 148-149, Kaşgar için s. 138 mazdeizm). Bunun ya­
nında İranlIların göğe, yere, güneşe, aya, ateşe ye suya kurban kestiklerinden
(bk. s. 143), Suğdluların ve Semerkand halkının Ced mâbedleri olduğundan
(bk. s.1142, 147-148) bahsedilir. Suğd halkı için neticede «Dinleri çok defa
mazdeizm ve budizm olmakla beraber eski âyinler çok kuvvetle duyulur. Me­
selâ, insan kurban edilen yer deliği âyini.., kendisine sayısız koyun kurban edi­
len bir tanrı âyini, diğer av âyinleri, ced âyini...» denmekte ve karışık bir dini
ortam kabul edilmektedir (bk. s. 174-175). Bundan sonra, «ö n Asya halkları­
nın dini çok defa ateş perestliktir.» denmekte (bk. s. 178). Mazdeizm’in de
bulunduğu Hoten tamamiyle budist olarak gösterilmekte (bk. s. 166-167). Bizim
kanâatimize göre yazarları budist olan veya gördüğü budizme benzer dinleri
budizm imiş gibi gösteren Çin kaynaklarının Orta Asya'nın batısındaki halk­
ların dinleri hakkında verdikleri bügüere itimad etmemek gerekir.
R A M A ZA N ŞEŞEN
88
sâhipti. Büyük bir ihtimalle Nevbahâr, Sumnât, Multan mâbedleri
bu dinin mensuplarına aitti130.
Eski Iran edebiyatında da
kelimesine sık sık rastlanmakta ve kelime putperest mânâsına gelmektedir. Şüphesiz bu kelime,
bir putperestlik olan Şemeniyye dini mensuplarmı ifâde etmek için
kullanılmıştır. Ve daha Zerdüşt’ten önce bu dilde mevcut olmuş ol­
malıdır. Rûdekî bir beytinde «Hepimiz putperestiz. Bu cihan put biz
de şaman gibiyiz» der131. Firdevsî de «Eğer Iran tacı bana geçerse,
şamamn putlara taptığı gibi ona taparım» der132. Minûçehrî «Hem
gülüyor hem ağlıyorsun. Bu pek nadirdir. Hem âşık hem maşuk,
hem put hem şamansın» demektedir133. Bu kelime aynı mânâya Emir
Mu'izzî134, Enverî135, Şenâ’î136, Şems-i Faîjrî ve Katrân-ı Tebrîzî’nin137
şiirlerinde geçer. Enverî Divân'ı s. 522 de ¿«.a kelimesiyle bera130 içinde putlar bulunduğu söylenen Sumnât mabedi A y adına, Muttan
mâbedi Güneş adınaydı (Kitâbu mâ li’l-Hind, nşr. E- Sachau, s. 56, 252, 253).
Belh’teki büyük mâbed A y adınaydı (el-Bekrî, el-Mesâlik ve’l-memâlik, Nuruosmaniye, nr. 3034, yap. 81). E. Esin, Islâmiyetten önceki Türk kültür tarihi...,
İstanbul 1978, s. 125 de Şamanizm için «Şamanân» dini veya «Hermetizm»
tabirlerini kullanır. Bunun Mezopotamya dinleriyle budizmin karışımı oldu­
ğunu Ueri sürer. Halbuki, yukarıda defalarca gördüğümüz üzere, ay, güneş ve
yıldızlara ibadet yalnız Mezopotamya’da değil, dünyanın her tarafında yaygın
olan bir ibâdet şeklidir. Şamanizm’in en önemli kısımlarından birini teşkil eder.
Fabruddîn el-Râzî’ye göre putperestliğin menşei seyyârelere ve yüdızlara ibâ­
dettir. insanlar önceleri bunlara taparlardı. Gece veya gündüzleyin bu geze­
genlerin ve yüdızların kaybolması üzerine, onların heykellerini yapmışlar (su­
retlerini yapmışlar), bu suretlere ibâdet etmeye başlamışlar, putperestlik böylece ortaya çıkmıştır (1‘tilfâdâtu firalf el-muslimîn vel-muşrikîn, Murad Buhari,
nr. 171, yap. 319b). Bu itibarla bahsedüen din, daha Budizmden önce mevcut
olan gelişmiş Şamanizm’dir.
131
Sa’îd Nefisi, s. 752; Ferheng-i Şu'ûrî ve Wullers
maddesi.
132 Şahnâme, XXV, 96; ‘Abdulifâdir el-Bağdâdî, Luğatu Şahnâme, nşr.
Salman, s. 143; Wullers, madde; F. Wolff, Glossar su Firdosis Schahnâme,
Berlin 1935, s. 575.
133 Dîvân, nşr. M.-Debîr Siyâkî, s. 14; Kazimirski neşri, n, 2 ve 320 :
budist rahibi mânâsı verir; Ferheng-i Ziyâ madde.
134 Ferheng-i ¡¡¡u'ûrî ve Ferheng-i Ziyâ, madde.
135 Dîvân, nşr. M. Takî, Tahran 1341, I, 8; Ferheng-i Nâşırî, madde.
136 Dîvân, nşr. Müderris-i Razavî, Tahran 1341, s. 487, 522, 526, 543;
Ferheng-i §u‘ûrî, madde.
137 Ferheng-i Nâşirî ve Ferheng-i Şu‘ûrî, madde. Ayrıca bk. Esedî, Lü­
gat el-Fürs, nşr. Hors, s. 104 ve Burhân-ı kâtı madde.
ESKİ TÜ RKLERÎN DİNİ VE ŞAM AN KELİM ESİ
89
ber jU,. kelimesi de geçmektedir. Ferheng-i Nâşirî’ de bu kelime­
nin Arapça’daki ^
(put) mânâsına da geldiği, Ferheng-i Şucurî’ de hem put hem putperest mânâsına geldiği ifâde edilmektedir.
Müsteşrikler bu kelimenin Farsça’ya Suğdça yoluyla Sanskritçe’deki çramana kelimesinden geçmiş olabileceğini, aslının Farsça ol­
madığını iddia etmişlerdir. Bu iddian ın yamnda bir mahallî İran
lehçesinden de gelmiş olabileceği ihtimaline yer vermişlerdir. Ke­
limenin put mânâsına ise yanlış olarak kullanıldığını, hem put hem
de putperest mânâlarına gelemiyeceğini ileri sürmüşlerdir138. Fa­
kat, klâsik İslâm müelliflerinin
^
kelimesinin
kelime­
sinin arapçalaşmışı olduğu hakkmdaki kayıtları son iddianın da
haksızlığını göstermektedir.
Arapça’da put mânâsına iki kelime bulunmaktadır: şanem
(^ )
ve vesen
Jj
Bunlardan İkincisi öz arapça bir kelime
olup çok işlektir. Putperest mânâsına da veşenî, cemi veşeniyyûn
kullanılır. Şanem kelimesinin ism-i mensubu olmadığı gibi fazla iş­
lek değildir. Ve metinlerde az geçer. Bu sebeple, daha bu çalışmamı­
zın başmda bu kelimenin aslının arapça olup olmadığında şüpheye
düştük. Bunun üzerine, arapça klâsik lügatlara başvurduk. Daha
önce lügatçıların
^
kelimesiyle ¿ » i
kelimesi arasındaki iliş­
kinin farkına vardıklarını gördük. Cevheri, el-Şihâh’ta ^
kelime­
sinden bahsederken «Şanem: aşnâm kelimesinin vâhidi (tekili) dir.
Bu kelimenin
kelimesinin mu'arrabı olduğu söylenir. Veşen
(put) mânâsınadır =
^
der. Lisân ve Kâmûs müellifleri de aynı şeyi tekrarlarlar. Tâc
el-carûs müellifi de aynı ifâdeyi tekrarladıktan sonra, «Bu kelime­
nin hangi dilden geldiğini bilmiyorum. Zira, farsçası cj dür,» der.
Asım 'Efendi Kâmûs tercüm esinde bu kelimenin Farsça’daki
kelimesinin arapçalaştırılmışı olduğunu söyler. Cevâd Ali, Târih
el-A rap kabl el-lslâm, VI, 72 de «Lüğat âlimleri ^
kelimesinin
öz arapça olmadığını ^
veya
kelimesinden arapçalaştırılmış olduğunu söylediler. Fakat, hangi dilden arapçalaştırıldığım
belirtmediler,» der. Ve Lisân ile Tâe el-arûs’u kaynak olarak gös138 Encyclopédie de Vlslâm, birinci tabı, IV, 312-313; Buluç, aynı madde,
s. 311.
90
R A M A ZA N ŞEŞEN
terir. Müsteşrikler ve Sâml dilleriyle uğraşanlar ise bu kelimenin
Ibrânice’deki JL» (Selem), Hımyerî kitâbelerindeki ,-..U ve kuzey Arap lehçelerinden Benû İrem lehçesindeki
kelimesinden
gelmiş olabileceğini söylemişlerdir. îbrânîce’de
kelimesi put
mânâsmadır. ¿JL- da put ve heykel mânâlarına,
ise suret
mânâsmadır. Bununla beraber ^
kelimesi en yakın olarak sa­
man (başka bir şekli şaman) kelimesine benzemektedir. Sâdece,
j
ile (. harfleri yer değiştirmişlerdir. Bilindiği üzere, şanem kelimesi
Arapça’da Câhiliyyet devrinde vardı. Kur’ân’da bu kelime 5 yerde
geçmekte, îbrâhim peygamberin kavminin ve Benû İsrâîl’in putları
için kullanılmaktadır (bk. En'âm suresi, âyet 74, A'râf suresi, âyet
138, İbrâhîm suresi, âyet 35, Enbiyâ suresi, âyet 57, Şu'arâ suresi,
âyet 71). Arapların putları için
ı^JÎ ¿ z j
kelimeleri kul­
lanılmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, bu kelime arapçaya daha Zer­
düşt’ten önceki devirde geçmiştir. Arapça’da bu kelimenin put mâ­
nâsında kullanılması eski mânâlarından biri olmalıdır. İbrânîce’deki *JL> ■Himyerîce’deki
ve Benû İrem lehçesindeki
kelimeleri de aynı devirlerden kalma olmalıdır. Yukarıdaki, elBîrûnî’nin kayıtlarından Şemeniyye dininin eskiden Şam’a kadarki
sahada yayılı olduğunu görmüştük. Eski Arapların dinleri ile Türklerin dinleri arasındaki benzerlikler de bu hususu desteklemektedir.
SÎMCÜRÎLER
n
İbrâhîm
b.
Sîmcûr
Erdoğan M erçil
Kirmân olayları :
Sîmcûrî âilesinin ikinci reisi İbrâhîm b. Sîmcûr idi. Onu tarih
sahnesinde ilk olarak Kirmân olayları nedeniyle görüyoruz. Sâmânî
kumandanlarından Muhammed b. îlyâs adı geçen hanedanın taht
mücadelelerine karışmış ve neticede Kirmân’a giderek orada Benû
îlyâs ismiyle anılan sülâleyi kurmuştu (932) \
Sâmânî emîri es-Sa’îd II. Nasr b. Ahmed (914-943) idaresi al­
tındaki toprakları genişletmeğe çalıştı ve bu maksadla da Deylemli
liderlerden Mâkân b. Kâkî’yi Kirmân’a gönderdi (322/934)2. Mu­
hammed b. îlyâs Sâmânî kuvvetlerine karşı koyamayacağmı anlaya­
rak yardım istemek için Istahr’a gitti. Fakat yardım elde edemeden
geri döndü. Muhammed b. îlyâs dönüşünde Mâkân b. Kâkî tarafın­
dan mağlub edildi ve Dinever’e kaçmak zorunda kaldı. Olaylarm
akışından Mâkân b. Kâkî idaresinde Kirmân’a gönderilen Sâmânî
1 Bk. C.E. Bosworth, «The Banü îlyâs of Kirmân (320-57/932-68)», Iran
and İslam, in memory of the late Vladimir Minorsky (ed. C.E. Bosworth), Edinburg 1971, s. 110.; J. Kramers, Kirmân mad., İA. Ancak bu ikinci makalede
Muhammed b. îlyâs’ın Kirmân’a hâkim oluş tarihi 928 olarak verilmiştir.
2 Ahmed Ali Hân Veziri (Tarih-i Kirmân, Tahran hş. 13522, s. 252) ise,
İbrâhîm b. Sîmcûr’un Sâmânî emîri tarafından bu tarihden daha önce 320/932
yılında Kirmân’ı zabt etmekle görevlendirildiğini, onun Râver’e kadar ilerledi­
ğini, fakat Büveyhîler’den Mu’izz ed-Devle (Ahmed)’in Fars’dan Kirmân’a ha­
reket ettiğini öğrendiği zaman Horasan’a geri döndüğünü zikrediyor. Bosworth
(aynı esr., 112), bu bilgiye müphemliği ve 320/932 yılının Mu’izz ed-Devle’nin
seferi için erken bir tarih olması nedeniyle güvenilemeyeceğini ortaya koy­
muştur.
ERDOĞAN M ERÇÎL
92
kuvvetlerinin içinde Ebû Ali İbrâhîm b. Sîmcûr’un da görev aldığı­
nı anlıyoruz. Kirmân’a hâkim olan Mâkân’ın daha sonra başka bir
göreve çağrılarak bölgeden ayrılması, Muhammed b. îlyâs’a dönüş
için bir imkân yaratmıştı (323 sonu-324 başları/935-36). Nitekim o
bıi fırsatı kaçırmadı, Kirmân’daki Sâmânî garnizonları ile uzun sü­
ren bir savaştan sonra orada hâkimiyetini yeniledi. Ancak Muham­
med b. İlyâs nihaî zaferi kazanmadan önce Kirmân’da yeni bir teh­
like başgösterdi.
Yeni kurulan Büveyhî Devleti’nden İmâd ed-Devle Ali b. Buye, Fars bölgesini ele geçirdikten sonra kardeşi Ahmed’i Kirmân’a
gönderdi (324/936). işte bu sırada Mâkân’m Kirmân’dan ayrılırken
Sâmânî kuvvetleri kumandanı olarak bıraktığı Ebû Ali ibrâhîm b.
Sîmcûr H. nâk (? Jlu ) kalesinde Muhammed b. İlyâs’ı muhasara
etmişti, ibrâhîm b. Sîmcûr Kirmân hâkimiyeti için üçüncü bir kuv­
vetin ortaya çıktığını gördüğü zaman, Muhammed b. îlyâs’ı muha­
saradan vazgeçmiş ve Horasan’a dönmüştü3.
ibrâhîm
edilmesi:
b.
S î m c û r ’ un
Cürcân’ a
vâli
tayin
Bir süre sonra Sâmânî emîri n . Nasr’ın Cürcân (Gürgân)’a sahib olmak istediğini görüyoruz. Cürcân bu sırada Mâkân b. Kâkî’nin
idaresinde idi. Emîr n . Nasr, Çağâniyân hükümdar sülâlesinden
Ebû Ali b. Muhtâc4 kumandasında bir orduyu Nîşâbûr’dan Cürcân’a
gönderdi (328 Muharrem/Ekim-Kasım 939). Mâkân b. Kâkî bu Sâ­
mânî ordusuna karşı koyamıyacağını anlayarak Ziyârîler’den Vuşmgîr’den yardım istedi. Vuşmgîr’in gönderdiği yardımcı kuvvete rağ­
men, Ebû Ali b. Muhtâc yedi ay gibi uzun süren bir kuşatmadan son­
ra bölgenin başkenti Cürcân şehrini ele geçirmeğe muvaffak oldu
(328 yılı sonları/Ağustos-Eylül 940). Mâkân b. Kâkî ise Taberis3 Bk. îbn el-Esîr, El-Kâmil fi’t-Tarih, Beyrut 1966, VIII, 278, 304, 324;
îbn Haldûn, Kitâb el-lb er ve Dîvân el-Mübtedâ, Beyrut 1968, IV, 919. Krş,
Bosworth, Ayn. esr., 111.
4 Hayat hikâyesi için bk. W. Barthold, Ahmed (Aba Ali) mad-, t A. Ayrı­
ca Muhtâcîler hakkında. C.E. Bosworth’un «The rulers of Chaghâniyân in early
Islamie Times» adlı yakında İRAN’ da neşrolunacak makalesine bk. Ayrıca bk.
Azizallah Bayat, Âl-i Muhtâc (Ümerây-ı Çagânî), Berresihây-t Tarihî, yıl : 10
sayı : 1 s. 273-290. Tahran hş. 1354/1975.
SÎMCÜRİLER
93
tan’a kaçtı. Ebû Ali Cürcân’da işleri düzene koyduktan sonra îbrâhîm b. Sîmcûr’u oraya vâli tayin etti. îbrâhîm’in bu sırada Cürcân’a
tayîn edilmesi, muhtemelen Ebû. Ali idaresindeki Sâmânî ordusu ile
buraya geldiğini göstermektedir. Ebû Ali 329 yılı Muharrem ayı/
Ekim-Easım 940’da Vuşmgîr üzerine Rey şehrine yürüdü5.
İbrahim b. Sîmcûr 331/942-43 yılına kadar Cürcân valiliğinde
bulundu. Aynı yıl içinde Mâkân’m yeğeni ve Sari vâlisi el-Hasan b.
el-Fîrûzân Vuşmgîr’e isyan etmiş, fakat mağlup olarak Irak’da bu­
lunan Ebû Ali b. Muhtâc’ın yanına kaçmışti. Birbirini izleyen olay­
lardan sonra Ebû Ali b. Muhtâc beraberinde Haşan b. Fîrûzân oldu­
ğu halde Sâmânî başkenti Buhara’ya dönmek üzere Taberistan’dan
yola çıktı. Bu yolculuk sırasında Sâmânî emîri n . Nasr’m ölüm ha­
beri alındı. Haşan b. Fîrûzan bu haberi öğrendiği zaman, yanma sı­
ğınmış olduğu Ebû Ali’ye ihanet ederek ona ve askerlerine karşı
saldırıya geçti. Ebû Ali bu hâince davranıştan kurtuldu ise de as­
kerlerinin mallarının yağmalanmasını önleyemedi. Haşan b. Fîrû­
zân bir mikdar ganimet ele geçirmeğe muvaffak oldu ve daha son­
ra Cürcân’a dönerek burayı işgâl etti. Bu sırada Cürcân’da bulunan
îhrâhîm b. Sîmcûr’un belki de Sâmânî emîri H. Nasr’m ölümü ile
meydana gelen taht değişikliği nedeniyle gerekli yardımı alamaya­
cağı için onunla anlaşmaktan başka yapacak bir şeyi yoktu ve ne­
ticede Cürcân’ı terk etti6.
İbrâhîm b. Sîmcûr Cürcân’dan ayrıldıktan sonra süratle hare­
ket etmiş ve Ebû Ali’ye âit Nîşâbûr şehrini ele geçirmişti. Ebû Ali,
Nîşâbûr’a döndüğü zaman ibrâhîm b. Sîmcûr’un kendisine isyan et­
tiğini gördü. Ancak elçilerin gidip-gelmeleri sonunda iki taraf ara­
sında barış yapıldı7. Muhtemelen bu anlaşmadan sonra Ebû Ali her­
hangi bir mukavemetle karşılaşmadan Nîşâbûr’a girmiş olmalıdır. .
5 Bk. îbn el-Esîr, VIII, 359 ve 369.; Muhammad b. al-Hasan b. Isfandıyâr,
An Abridged Translation of the Bistory of Tabaristân (îng. trc. E.G. Browne),
London 1905, s. 218. Ibn Haldûn, IV, 738-9. Krş. ‘Abbâs ikbâl, Tarih-i Mufassal-t
İran, Ez Sadr-ı İslâm tâ İnkırâz-ı Kacariyye (yeniden gözden geçirerek nşr. Muhammed Debîr Sîyâkî), s. 136.
6 Bk. îbn el-Esîr, VHI, 390.; îbn îsfendiyâr, Ayn. esr., 220.; Krş. ‘Abbâs
îkbâl, Ayh. esr., 136-7.; W. Madelung, «The Minor Dynasties of Northern Iran»,
Cambridge History of Iran, IV, Cambridge 1975, s. 213.
7 îbn el-Esir, VUE, 390.; Krş. Nizâmî ‘Aruzî Semerkandî, Çahâr Makale
(nşr. Dr. M. Mu’în), Tahran hş. 1333, s. 39, 181-2; îbn Haldûn, IV, 1057.
94
ERDOĞAN M ERÇÎL
î b r â h î m b. S î m c û r ’ u n N î ş â b û r v a l i l i ğ i n e t a ­
yini :
Şâmânî emîri el-Hamîd I. Nûb (943-954), tahta geçtikten iki yıl
kadar sonra Merv’den Nîşâbûr’a geldi (Receb 333/Şubat-Mart 945).
Emir I. Nuh bu şehirde elli gün kaldı. Onun buradaki ikameti sıra­
sında halktan bir topluluk huzuruna gelerek Nîşâbûr vâlisi Ebû Ali
b. Muhtâc’m kötü huyundan, onun vekillerinin (halifetân-ı o / nevvâb-t o) hırsızlık ve tecâvüzlerinden şikâyette bulundular. Emîr I.
Nûh bu şikâyetleri kulak arkası etmedi, Sâmâni Devleti kadrosunda
güçlü bir yeri olmasına rağmen Ebû Ali’yi görevinden azl ve yeri­
ne îbrâhîm b. Sîmcûr’u tayin ederek aynı yılın Ramazan ayı/NisanMayıs’da Buhara’ya döndü8.
Ebû Ali ise bu sırada Nîşâbûr’da bulunmuyordu. O Emîr Nûh’un emri ile Cumâdâ I. 333/Oeak-Şubat 945’de Rey şehri üzerine bir
sefere gitmiş ve Ramazan ayı/Nisan-Mayıs’da adı geçen şlatİ vé
civarını zabt etmişti9.
Burada dikkati çeken bir mesele İbrâhîm b. Sîmcûr’un Nîşâbûr
mu yoksa Horasan vâliliğine mi tayin edildiği hususudur. Gerdîzî,
Narşahî ve îbn el-Esîr gibi müelliflere göre10, o Nîşâbûr valiliği veya
emirliğine tayin edilmişti. Sem’ânî11 de onun Nîşâbûr valiliği yaptı­
ğını belirtiyor. Ancak çok daha sonraki bir devrede yaşamış olan
Mirhond ve modern müellifler onun Horasan vâliliğine tayin edildi­
ğini zikrediyorlar12. Bizim tayin olayının olduğu devreye yakın ta­
rihte yazılmış kasmakları tercih ederek-îbrâhîm b. Sîmcûr’u Nîşâ­
bûr vâlisi olarak kabul etmemiz muhakkak ki daha doğrudur.
E b û A l i b. M u h t â c ’ ı n i s y a n ı :
Ebû Ali b. Muhtâc Rey seferine çıkmadan önce Emîr I. Nûh ile
8 Bk. Ebû Bekr Muhammed b. Ca’fer el-Narşahî, Tarih-i Buhara (farsça
tercüme, Ebû Nasr Ahmed b. Muhammed; telhis Muhammed b. Zafer b. Ömer;
tashih Müderris Razavî), Tahran hş. 1317/1939, s. 114.; Gerdizî 155-; îbn el-Esîr,
V iil, 444. Zambaur (Manuel de Généalogie et de Cronologie Pour L’histoire de
L’islam, Berlin 1955.), îbrâhîm b. Sîmeûr’u ilk kez 310/922-3, sonra 334-945-6
yılında Nîşâbûr vâlisi olarak gösteriyor.
9 Bk. îbn el-Esîr, VHL, 444. Krş. K.V. Zetterstéen, Nûh mad., İA., s, 346.
10 Bk. not 8’deki eserler aynı yerler. Ayrıca bk. îbn Haldûn, IV, 743.
11 Bk. Kitâb el-Ensâb (tıpkı basım) nşr. D.S. Margoliouth, G.M.S. London
1912, s. 323.
12 Bk. Ravzat üs-Safâ, IV, 46. îbn el-Esîr de eserinin başka bir yerinde
(el-Kd/mil fi’t-Târih, V iil, 458), Ebû Ali b. Muhtâc’m Horasan’dan azledildiğini
SÎMCÜRİLER
95
arasında sürtüşmeler başlamıştı. Emîr I. Nûh seferden önce bir
‘Ârız göndererek bu orduyu teftiş ettirdi. ‘Ârız kötü bir yönetim tar­
zı gösterdi, ayrıca Ebû Ali ile münakaşa ettiği gibi ona bağlı olan
bazı kişileri de ordudan çıkardı. ‘Â n z’m bu davranışı Ebû Ali’nin
gönlünün kırılmasına sebeb oldu. Rey şehri ve çevresinin zabtından
sonra Emîr I. Nûh, Ebû Ali’nin kırgınlığını arttıracak bir harekette
daha bulunarak dîvân işlerini yürütecek ve o vilâyetin malını zabt
edecek kimseler gönderdi. Ayrıca Ebû Ali’ye vilâyetin malına ka­
rışmamasını bildirdi. Önceki Emîr n . Nasr zamanında bütün bu iş­
ler Ebû Ali’nin uhdesinde idi. Bundan sonra Emîr I. Nüh’un Nîşâbûr vâliliğini îbrâhîm b. Sîmcûr’a vermesi ile Ebû Ali’nin nefreti
daha da artmış ve açıkça isyanına neden olmuştu.
Ebû Ali 334/946 yılında Hemedan şehrinde iken I. Nûh’un am­
cası ve bu sırada Musul’da bulunan îbrâhîm b. Ahmed’e mektub
yazdı ve emîr olarak kendisine biat ede'ceğini bildirdi. îbrâhîm b.
Ahmed 334 yılı Ramazan ayı/Nisan-Mayıs 946’da beraberinde dok­
san atlı ile Hemedana gelerek Ebû Ali ile birleşti. Daha sonra iki
müttefik I. Nûh’a karşı harekete geçtiler. Emîr I. Nûh isyan habe­
rini öğrendiği zaman, bir ordu hazırlayıp Buhara’dan Merv’e doğru
yürüdü. Bu sırada aylıkları muntazam ödenmeyen Sâmânî ordusu
kumandan ve askerleri Sâmânî veziri Ebu’l-Fadl Muhammed b. Ah­
med el-Hakim es-Sulemî’den şikâyetçi oldular. Askerler aylıklarının
ödenmemesine sebeb olarak Vezîri gösteriyor ve onun Ebû Ali ile
anlaşmış olduğunu öne sürüyorlardı. Ayrıca Vezîr kendilerine tes­
lim edilmediği takdirde amcası îbrâhîm’e ve Ebû A li’ye bağlanacak­
larını söylediler. Neticede Emîr I. Nûh, Vezîr Muhammed’i asker­
lere teslim etmek zorunda kaldı. Askerler 335 Cumâdâ I./EkimKasım 946’da Vezîr’i katlettiler13.;
Emîr I. Nûh cephesinde bu olaylar olurken, Ebû Ali b. Muhtâc
ve îbrâhîm b. Ahmed de Nîşâbûr’a vardılar. Bu sırada îbrâhîm b.
Sîmcûr, Mansûr b. Karategin ve kumandanlardan bazıları da Nîşâbûr’da bulunuyordu. Ancak bu noktada ortaya iki rivayet çıkıyor.
Gerdîzî’nin rivayetine göre11, îbrâhîm b. Sîmcûr, Jtîansûr b. Karazikrediyor. Çağdaş müellifler için bk. Frye, Bukhara, -86.; Barthold, Turkestan,
246- Abbâs İkbâl (Tarih-i Mufassdl-ı İran, 232) ise, Ebû Ali Çağanî’yi Sipehsâlar-ı ordu ve hülcümrân-ı Horasan olarak gösteriyor.
13 Gerdîzî, 155.; İbn el-Esîr, V E , 458-9.; Ravzat üs-Safâ, IV, 46-7. Krş.
Barthold, Turkestan, 246-7.; Zettersteen, Nûh mad., İA., 346.
14 Bk. Zeyn ül-Ahbâr, 155.
ERDOĞAN MERÇÎL,
96
tegin ve onun süvarileri oradan ayrılarak Merv’e Emîr Nûh’un ya­
nına gittiler. îbn el-Esîr’e göre ise15, Ebû Ali her ikisinin de (îbrâhîm b. Sîmcûr ve Mansûr b. Karategin) kendisine bağlanmasını is­
tedi. Onlar da bunu kabûl ettiler. Ebû Ali Muharrem 335/Ağustos
946’da Nîşâbûr’a girdi. Ancak daha sonra Mansûr b. Karategin’in
bazı şüpheli hareketlerini sezince onu yakalattı.
Bundan sonra kaynaklarda İbrahim b. Sîmcûr’un Emîr I. Nûh
ile mi yoksa Ebû Ali b. Muhtâc ile mi beraber olduğu hakkın da, bir
bilgiye raslayamadık. Ayrıca Ibrâhîm b. Sîmcûr’un çok geçmeden
ölmesi de bu husûsda herhangi bir yorum yapmamızı engelliyor. An­
cak Müneccimbaşı’nın bir ifadesi belki de onun Nîşâbûr vâliliğini
kaybettikten sonra siyaset sahnesinden çekildiğine işaret ediyor.
Müneccimbaşı16 onun için «Bir kaç defa Horasan vâlisi olup, sonra
333’de serasker olup, bütün eyâlet-i Horasan müsellem-i kabza-i ta­
sarrufu oldu ve Kuhistân kendisinin hâsı idi. Sonra ma’zûl olup
fevt olunca Kuhistân’da mukîm oldu.» demektedir. Ayrıca îbrâhîm
b. Sîmcûr bundan sonraki olaylarda yer almadığı için, Emîr I. Nûh’­
un Buhara ve Semerkand’a kaçışı ve tekrar tahtına sahib olması
konumuz dışında kaldığından burada zikrinde bir fayda görmüyoruz.
îbrâhîm
b.
S î m c û r ’ un
ölümü
ve
şahsiyeti:
Sem’ânî17, îbrâhîm b. Sîmcûr’un 336 yılı Şevvâli/Nisan-Mayıs
948’de öldüğünü zikrediyor. Müneccimbaşı’nm verdiği bilgi doğru
ise Kuhistân’da ölmüş olmalıdır. Yine Sem’ânî18, onun hakkında, şun­
ları yazmıştır: «îbrâhîm b. Sîmcûr edib, âlim ve âdil bir kimse idi.
Onun eserleri Horasan’da ve Rey’den Türk ülkelerine kadar her yer­
de görülmekteydi. Defalarca Buhâra emirliğinde bulundu, orada da
meşhur eserleri vardı. îbrâhîm b. Sîmcûr Merv, Nîşâbûr ve Herât
şehirlerinde vâlilik yapmıştı. Kuhistân dâimâ onun iktâ’ı idi.».
•
-i*
Jj-.J
J.
jt
j
15 Bk. el-Kâmil fi’t-Tarih, V E , 459. Krş. Çahâr Makale, s. 39. îbn Haldûn
(Kitâb el-’îber, IV ,‘ 744), Îbrâhîm b- Sîmcûr’un h. 336 Muharremi’nde/TemmuzAğustos 947’de şehre girdiğini Zikrediyor.
16 Bk. Sahâifii’l-Ahbâr, trk. trc., İstanbul 1258, n , 273.
17 Bk. Kitâb el-Ensâb, 323. Zambaur (Manuel, 205), Îbrâhîm b. Sîmcûr’u
372/982-3’e kadar hayatta gösteriyor, muhtemelen onu oğlu Muhammed ile ka­
rıştırarak bu hususda hataya düşmüştür.
18 Bk. Kitâb el-Ensâb, 323.
ABBASİLER’DE
EMİRÜLÜMERÂLIĞIN ORTAYA ÇIKIŞI
Hakkı Dursun Yıldız
Islâm devletinin idari ve askerî teşkilatıyla ilgili müesseseler
çoğunlukla fetihler neticesinde yeni ihtiyaçlara cevap verebilmek
için kurulmuş ve zamanla bazı değişikliklere uğrayarak devam et­
miştir. îlk zamanlar Bizans ve Sâsânî imparatorluklarından fethe­
dilen bölgelerde İdarî teşkilat, memurlar ve hattâ mahallî diller de­
ğiştirilmeden benimsenmişti. Emevî halifesi Muaviye’nin Suriyeli
bir hrıstiyaıi kâtibi olduğu bilinmektedir. Ancak Halife Abdülmelik tarafından resmî dilin arapça olarak kabul edilmesi ve ilk İslâ­
mî sikkenin bastırılmasıyle devlete yavaş yavaş araplık vasfı ka­
zandırılmaya başlanmıştı. Buna rağmen müesseseler üzerindeki Bi­
zans tesirinin devam ettiği görülmektedir.
iktidarın Emevîler’den Abbasîler’e geçmesiyle Bizans’ın yerini,
Eski Doğu ve özellikle Sâsânî imparatorluğunun tesiri almıştır. Ni­
tekim İslâm devletinde ilk defa ortaya çıkan vezaret müessesesi ve
çeşitli divanlar Sâsânî tesirinin neticeleridir. Böylece Emevîler za­
manında başlıyan devlet teşkilatındaki gelişme yeni müesseselerin
ilavesiyle daha mükemmel hâle gelmişti. Ancak daha sonraki asır­
larda da bazı ihtiyaç ve mecburiyetler zaman zaman yeni müesse­
selerin kurulmasına sebeb oluyordu. Bunlardan birisi de makalemi­
zin konusu olan «Emirülümerâlık» müessesesinin ortaya çıkmasıdır.
Bu devrin çağdaşı ve halife al-Râdî’nin yakım olması sebebiyle
olayları yakından görme ve bilme imkânına sahip bulunan tarihçi
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 7
98
H A K K I DURSUN YILDIZ
ve edîp el-Sûlî, Halife el-Râdî’den naklen aşağıdaki bilgiyi vermekte­
dir1 :
«Halife el-Râdî bir gün bana şöyle söyledi : inanıyorum ki, halk,
halife bir Türk gulâniın bütün devlet işlerini yönetmesine, devlet
hâzinesini istediği gibi kullanmasına ve iktidarın yegâne sahibi ol­
masına nasıl oluyor da ses çıkarmıyor sorusunu sormaktadır. On­
lar bilmezler ki, halifelik otoritesi benim hilâfetimden önce yok ol­
muştu ve ben bu makama istiyerek gelmedim. El-Sâcîye2 ve el-Hucarîye3 ile mücadele ettim. Onlar hergün başıma belâ oluyorlardı.
Günde bir kaç defa gelerek benden çok miktarda para istiyorlardı.
Hayatımdan korktuğum için onlara karşı harekete geçmekten çe­
kiniyordum. Nihayet Allah beni onların şerrinden kurtardı. Sonra
İbn Râ’ik iktidara geldi; ancak o da malî hususlarda ötekiler kadar
küstah davranıyordu. Düşman ordularının ülkemize saldırdığı ha­
beri gelince onlarla savaş için benden para alıyor, fakat cepheye
gitmiyordu. Bir karar verdiğim zaman kimse ona uymuyordu. Ben­
den bir şey istendiğinde reddedemiyordum. Beckem geldiği zaman
ötekiler gibi beni sık sık rahatsız etmiyordu. Aksine onunla daha
kuvvetli oldum. Düşman bir eyâleti istilâya teşebbüs ettiği zaman
süratle cepheye gidiyor ve bunun için benden para istemiyordu. Be­
nim işlerimi öncekilerden daha iyi yapıyordu. Daha önceki halifeler
gibi davranarak iktidarı ben de ona verdim.»
1 Mohammed ben Yahya as-Sûlî, Akhbûr ar-Bâdî bülâh warl-Huttaqî
biUâh, fransızcaya tere. Marius Canard, Alger, 1946, I, 86 vd.
2 Abbasî ordusu içinde bir birlik olup ismini, Azerbaycan’da 889-929 yılla­
rı arasmda hüküm sürmüş olan Sâc oğulları hanedanından almıştır. Bu birlik
Yusuf b. Ebi’s-Sâc’ın Karmatîler’e karşı yaptığı savaş sırasmda esir ve idam
edilmesinden sonra onun maiyetindeki askerlerin halifenin emrine girmesiyle
teşekkül etmiştir. Diğer bir görüşe göre de Yusuf’un babası Ebu’s-Sâc Dîvdâd
tarafından kurulmuş olan birliğe bu ad veriliyordu. Bu hususta bkz. as-Sûlî, aynı
eser, 49, not 3. Ancak bazı valüiklerde bulunan Ebu’s-Sâc Dîvdâd’m böyle bir
birlik kurduğu hakkında kaynaklarda her hangi bir habere rastlıyamadık. Bu
bakımdan birinci görüşün gerçeğe daha yakın olduğunu ifade etmek lazımdır.
3 El-Hucarîye, Gümân el-Hucar yahut Gılman el-Dâr diye isimlendirilen
bu birlik Halife el-Mu’tezid tarafından kurulmuştur. Hassa ordusunun bir kıs­
mını teşkil ediyorlardı, ikâmet ettiklere yere «Hücre» (çoğulu Hucar) dendiği
için büna nisbetle onlara «el-Hucarîye» deniyordu; bkz. as-Sûlî, aynı eser, 49
EMİRÜLÜMERÂLIĞIN O R T A Y A ÇIKIŞI
99
El-Sûlî’nin bizzat halifeden naklettiği bu bilgiler ve bilhassa «ha­
lifelik otoritesinin daha önceki halifeler zamanında yok olması» ve
«hayatımdan korktuğum için onlara karşı harekete geçmekten çe­
kiniyordum» keyfiyeti çok geniş selâhiyetleri hâiz emirülümeralığın
ortaya çıkmasının esas sebepleri olarak düşünülebilir. Bu bakımdan
halifelik müessesesinin bu hâle nasıl geldiği hakkında kısaca dur­
mak faydalı olacaktır.
.
Abbasî âilesinin hilâfet makamını ele geçirmesinde baş rolü
oynayanlardan birisi olan Ebû Müslim’in devlet idaresindeki kud­
ret ve nüfûzu ile Halife Hârûn’ur-Reşîd devrinin meşhur vezir âilesi Bermekîler’in itibarı halifelik otoritesine gölge düşürmeğe baş­
ladığı zaman her ikisi de bertaraf edilmişlerdir. Ancak yarım asır
sonra Halife el-Mütevekkil’in Türk kumandanları tarafından öldü­
rülmesi (861) Abbasî tarihinde yeni bir devrin başlamasma sebep
olmuştur. Halifeler ile kumandanlar arasındaki amansız mücadele
halifelerin siyasî, İdarî ve askerî otoritelerinin zaafa uğraması ne­
ticesini doğurmuştur. Halifeler, kumandanların elinde bir kukladan
farksız değillerdi4.
Sâmerrâ devrinin son halifesi olan el-Mu’temid, kardeşi ve hi­
lâfet nâibi olan el-Muvaffak’ın ölümünden (891) sonra Türk kuman­
danlarının baskısından kurtulmak gayesiyle Türk askerleri için ku­
rulmuş olan Sâmerrâ’yı terkederek hilâfet merkezini tekrar Bağdad’a nakletti (892). El-Muvaffak’m kuvvetli şahsiyeti ve devlet
idaresindeki dirayeti sâyesinde Halife el-Mu’temid’in son yılların­
da Türk nüfûzunun zayıfladığını görmekteyiz.
Hilâfet merkezinin Bağdad’a nakledilmesi ve bundan kısa bir
zaman sonra da el-Mu’temid’in ölümü üzerine yerine el-Muvaffak’m
oğlu Ebu’l-Abbas Ahmed’in el-Mu’tezid ünvanı ile halife olması ha­
lifelik müessesesi lehine önemli gelişmelere imkân vermiştir. Son
yarım asır içindeki Abbasî halifelerinin aksine muktedir bir şahsi­
yete sahip olan el-Mu’tezid içte ve dışta babasının siyasetini takip
etmiştir. Onun zamanında Elcezâre’deki Hâricî isyanı bastırılmış,
Dulefîler hânedanma son verilmiş, Saffâîler’den Amr b. el-Leys esir
4 Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve
Türk'ler, İstanbul 1976, 89-130.
100
H AK K I DURSUN YILDIZ
edilerek Bağdad’da idam edilmiş ve yıllardan beri devam eden re­
kabete son verilerek Tolun-oğullan ile sulh yapılmıştır5. Onun bu
başarıları dahilde de halifeye büyük itibar sağlıyarak kumandan ve
diğer devlet erkânının baskısını kırmıştır. Halife el-Mu‘tezid’in oğlu
ve halefi el-Muktefî zamanında (902-908) Karmatîler’e karşı kazanı­
lan başarılar geçici bir süre için bu tehlikeyi bertaraf etmiştir. Di­
ğer taraftan 905 yılında Tolun-oğullan hanedanına son verilerek
Mısır tekrar merkezî idareye bağlanmıştır. Bu arada yıllardan beri
ilk defa Bizans’a karşı başarılı seferler yapılmıştır. Halifeliğin sa­
yısız düşmanlarına karşı başarı ile mücadele eden el-Muktefî, par­
çalanmakta olan devleti toparlamayı başarmış ve halifelik maka­
mına, eski kuvvet ve kudretini büyük ölçüde kazandırmağa muvaffak
olmuştur. Bilhassa merkezde devlet erkânı ve kumandanların hali­
fe üzerinde bir baskılannın kalmadığı görülmektedir6.
El-Muktedir’in halife olmasıyle (14 Ağustos 908) son iki ha­
lifenin gayretleri sâyesinde düzelmeğe başlamış olan durum yeni­
den bozuldu ve eski haline döndü. El-Muktedir’in hilâfete geçtiği
zaman 13 yaşında' bir çocuk olması sebebiyle devlet işlerinin yürü­
tülmesinde yeniden vezir ve kumandanlar söz sahibi olmaya başla­
dılar7. Nitekim hilâfete getirilmesinden kısa bir süre sonra devlet
erkânı tarafından hal’edilerek, saray entrikalarına karışma yerine
şiir ve edebiyatla uğraşan ve Abbasîler devrinin en büyük şâirlerin­
den birisi olan îbn el-Mu’tez halife ilân edildi (20 Rebîülevvel 296/
17 Aralık 908). Ancak Mûnis el-Hâdım’m duruma müdahalesi ve elMuktedir’in tarafını tutması, bir kaç gün sonra îbn el-Mu’tezz’in
tahttan indirilmesi ve öldürülmesi ile neticelendi. El-Muktedir ye­
niden haüfe oldu8. Bunun tabiî neticesi olarak Mûnis halife üzerin­
de büyük bir nüfûz kurdu.
5 K.V. Zetterstéen, «Mûtazıd» mad., İslâm Ansiklopedisi.
6 K.V. Zetterstéen, «Müktefî» mad., İslâm Ansiklopedisi.
7 Halife el-Muktedir’in çocuk olması sebebiyle annesi, amcası Garîb,
Mûnis el-Hâdım, Hâcib Savsan ve hadımların reisi Safî’den meydana gelen naip­
ler meclisi işleri yürütüyordu; bkz. Dominique Sourdel, Le Vis:irat ‘Abbaside,
Damas 1959-60, H, 387 vd.
8 Taberî, Târih el-Rusul ve’l-Mülûk, nşr. M.J. de Goeje, Leiden, 1879-98,
UT, 2281 vd.; İbn el-Esîr, el-Eâmil fît-Târih, nşr. C.J. Tornberg, Beyrut 1965,
VHI, 200 vd. d.
EM İRÜLÜM ERÂLIĞIN O R TAY A ÇIKIŞI
101
Halife el-Muktedir devri içte ve dışta Abbasî hilâfetinin büyük
sarsıntılar geçirdiği bir devirdir. Çocuk yaşta hilâfete getirilmesi,
bir kaç günlüğüne olsa bile bu makamdan hal’ edilmesi halifelik
otoritesinin büyük ölçüde zaafa uğramasına sebebiyet vermiştir.
Halifenin zayıf bir şahsiyet olması, bu devrin ileri gelenlerinden
Mûnis el-Hâdım, bir kaç defa vezirlik yapmış olan Ali b. îsa, Ibn
Mukla, îbn el-Furat, hassa ordusu kumandanı Muhammed b. Yakut
ve sâhib-i şurta Nâzûk gibi şahsiyetler arasında amansız bir ikti­
dar mücadelesini başlatmıştır9. İçteki bu rekabet yanında, dışta da
başarısızlıklar birbirini takip ediyordu. Fâtımîler Kuzey Afrika’­
da siyasî bir güç olarak ortaya çıkıp doğuya doğru ilerlemeğe baş­
lamışlardı. Karmatîler Irak ve Hicaz’ı tehdit ediyorlardı. Sâc Oğul­
ları Azerbaycan’da bağımsızlıklarını kazanmışlardı. Bunların yarım­
da Bizans’ın akmları gittikçe şiddetini arttırıyor ve müslümanlar
aleyhine gelişme kaydediyordu. Bütün bu iç ve dış gelişmeler Bağdad’da huzursuzluğun artmasına ve 15 Muharrem 317 (28 Şubat
929) tarihinde bir isyanın çıkmasına sebep oldu. Bu isyan sırasın­
da el-Muktedir tekrar halifelikten hal’ edilerek yerine kardeşi Mu­
hammed, el-Kahir ünvanı ile halife seçildi. Onun halifeliği de an­
cak bir kaç gün devam edebildi ve el-Muktedir tekrar hilâfete ge­
çirildi10. Bu gelişmelerde de yine Mûnis’ i ön saflarda görmekteyiz.
Mûnis’in Halife el-Muktedir üzerinde kurmuş olduğu baskı ve
nüfuz, bir taraftan bizzat halifeyi ve diğer taraftan da Mûnis’e kar­
şı cephe almış olan diğer devlet erkânını iyiden iyiye rahatsız etme­
ğe başlamıştı. Başta halife olmak üzere merkezde kendisi aleyhinde
faaliyetlerin başladığını farkeden Mûnis, bir müddet için Bağdad’dan ayrılmayı uygun bularak Musul’a gitti ve burasını ele geçir­
di (Muharrem 320/Ocak-Şubat 9 3 2 ) Mûnis’in merkezden ayrılma­
sını fırsat bilen rakipleri halifeyi iyice onun aleyhine çevirdiler.
Mûnis, bir yıla yakm hazırlık devresinden sonra topladığı kuvvet­
lerle iktidarı elegeçirmek için Bağdad üzerine yürüdü. Halife elMuktedir, Mûnis’in Bağdad’a dönmesinin hayatma mal olacağım
düşünerek onunla savaşmaya karar verdi ve toplayabildiği kuv9 Bu hususta daha geniş bilgi için bkz. D. Sourdel, le Vizirat Abbaside, II,
387 vd. d.
10 Ibn el-Esîr, V E , 200 vd. d.
11 îbn el-Esîr, V E , 237 vd. d.; Kitâb el-TJ’yûn, nşr. Ömer el-Sa’îdî,
Dunaşk 1972, I, 254 vd.
102
H A K K İ DURSUN YILDIZ
vetlerle şehir dışında onu karşıladı. Yapılan savaşta el-Muktedir ha­
yatını kaybetti (27 Şevval 320/1 Kasım 932)12.
Yeni halife için Mûnis, el-Muktedir’in oğlu Ebu’l-Abbas Ahmed’i teklif etti ise de yaşının küçük olması sebebiyle bu teklif ka­
bul edilmedi. Neticede daha önce iki defa bir kaç günlüğüne halife
ilân edilmiş olan el-Kahir’in hilâfete geçirilmesine karar verildi.
Mûnis, el-Kahir’in halifeliğini istemiye istemiye kabul etmek mec­
buriyetinde kalmıştı. Zira, iki seferinde de el-Kahir’in halifelikten
uzaklaştırılmasına kendisi sebep olduğu için ondan çekiniyordu.
Halife el-Muktedir’in öldürülmesi üzerine oğlu Abdulvâhid ve
maktul halifeyi desteklemiş olan Muhammed b. Yakut, Hârûn b.
Garîb, Müflih ve Muhammed b. Râ’ik Medâ’in’e ve oradan da Vâsıt’a kaçtılar. Fakat aralarında anlaşmazlık çıktı ve Mûnis’ten âmân
istediler. Tekliflerinin kabul edilmesi üzerine Bağdad’a döndüler13.
Kendisine karşı daha önce takındığı tavır sebebiyle Mûnis’ten çe­
kindiği anlaşılan el-Kahir, onun nüfûzunu kırmak düşüncesiyle Mu­
hammed b. Yakut’a teveccüh etti; ona idârede geniş selâhiyetler ver­
di. Muhammed b. Yakut’un, kısa zamanda merkezde büyük bir iti­
bar kazanması Mûnis’i rahatsız ediyordu. Çok geçmeden Mûnis ile
vezir İbn Mukla, Muhammed’i her hususta destekliyen Halife elKahir’i hal’e karar verdiler. Çevrilen entrikalardan zamanında ha­
berdar olan el-Kahir, îbn Mukla’yı vezirlikten azlettiği gibi, Mû­
nis’i de yakalıyarak önce haps ve sonra da idam ettirdi14.
Bu badireyi atlatabilen îbn Mukla halife aleyhine kesif bir pro­
pagandaya başladı. Nitekim kısa zamanda etrafına oldukça kala­
balık bir kuvvet toplamayı başaran îbn Mukla el-Sâcîye ve el-Hucarîye’yi de kazanmasını bildi. Böylece kuvvetlerinden iyice emin ol­
duktan sonra saraya hücum ederek halifeyi yakaladı ve halifelikten
çekilmemekte direndiği için gözlerine mil çektirerek hapse attırdı,
îbn Mukla ve taraftarları hapiste bulunan Ebu’l-Abbas Ahmed’i ha­
pisten çıkararak el-Râdî bi’llah ünvanı ile halife ilân ettiler (6 Cemâziyelevvel 322/24 Nisan 934)15. Bu sefer de, tekrar vezirlik ma­
12
13
14
15
îbn
îbn
îbn
İbn
el-Esîr, vm , 241 vd. d.; Kitâb el-ZJ’yûn, 255.
el-Esîr, vm , 248 vd. d.
el-Esîr, vm , 250 vd. d.
el-Esîr, VJLU, 279 vd.; Kitâb el-TJ’yûn, I,275 vd. d.
EMİRÜLÜMERÂLIĞIN O R T A Y A ÇIKIŞI
103
kamına geçen İbn Mukla ile ordu kumandanı Muhammed b. Yakut
arasında rekabet başladı. Muhammed’in devletin yegâne bakimi ol­
ması, İbn Mukla ile halifenin birleşmesine zemin hazırladı. İbn Mukla’nm el-Râdî’ye yaptığı telkinler meyvesini vermekte gecikmedi ve
Muhammed b. Yakut sarayda yakalanarak hapsedildi (5 Cemâziyelevvel 323/12 Nisan 935) ve aynı yıl içinde hapishanede öldü. Mu­
hammed’in kardeşi Muzaffer ise İbn. Mukla’nm araya girmesiyle af­
fedildi. Ancak bu sefer de Muzaffer’in nüfûz kazandığını ve onun
baskıları neticesinde İbn Mukla’nın azl ve hapsedildiğini görmek­
teyiz16.
Verilmeğe çalışılan bu kısa izahatta da görüleceği gibi, Halife
el-Mütevekkil’den itibaren bir-ikisi müstesna Abbasî halifelerinin
idaredeki otoriteleri iyice zayıflamış, başta kumandanlar olmak
üzere devlet erkânının devlet idaresinde tesir ve nüfuzları âdeta ha­
lifeleri gölgede bırakmıştı. Burada şu hususa dikkati çekmek iste­
mekteyim: Sâmerrâ devrinde iktidar mücadelesi kumandanlar ile
halifeler arasında cereyan ederken Halife el-Muktedir’den itibaren
bu mücadele devlet erkânı arasında şiddetlenmiştir. Halifeler bu
son mücadelelerin dışında olmalarına rağmen yine de tahtlarından
ve hattâ canlarından oluyorlardı. Merkezî idarede açık bir şekilde
bir iktidar boşluğu ortaya çıkmıştı. İktidarın kısa fasılalarla el de­
ğiştirmesi içte ve dışta devletin zayıflamasına sebep oluyordu. De­
ğil eyaletlerde Bağdad’da bile devlet otoritesinin varlığından söz
edilemiyordu.
Halife el-Râdî, devlet otoritesinin âdeta hissedilemez bir duru­
ma geldiği sırada el-Sûlî’nin naklettiği kendi ifâdesine göre hilâfet
makamına zorla getirilmiştir. Devlet erkânı arasındaki nüfûz mü­
cadelesinin halifelerin hayatına mal olduğunu bilen ve gören elRâdî, kendi akibetinin ne olacağmdan elbette emin olamazdı. Çün­
kü hilâfette ve hayatta kalabilmesi tamamen kendi iradesi dışında
başkalarının vereceği kararla mümkün olabilecekti. Halife el-Râdî,
hilâfete geçmesinden iki yıl sonra, 324 (936) yılında Basra ve Vâsıt valisi Muhammed b. Râ’ik el-Hazarî’yi Bağdad’a davet ederek
onu E m i r ü l ü m e r â tayin etti17. Bu müessesesinin merkezde­
16 İbn el-Esîr, v m , 305 vd.
17 İbn Miskeveyh, Tecârib el-Ümem, nşr. H.F. Amedroz ve D.S. Marg'o-
İ04
H A K K I DURSUN YILDIZ
ki otorite zaafının bertaraf edilmesi için kurulduğu anlaşılmakta­
dır. Nitekim halife tarafından ona çok geniş selâhiyetler verilmesi
bu fikrimizi teyid eder mahiyettedir.
Halife el-Râdî emirülümerâ’yı büyük selâhiyetlerle teçhiz etti:
Ordunun başkumandanlığı, Divân el-Harâc, Divân el-Ziyâ’ ve Di­
vân el-Ma’âvin’in reisliği, Berîd teşkilatının idaresi, valiler ve yük­
sek dereceli memurların ve hattâ vezirin tayininde bile resmen geniş
selâhiyetlerle teçhiz edilmişti. Diğer bir ifade ile devletin İdarî, as­
kerî ve malî işlerinden tam selâhiyetle emirülümerâ mesul idi. Bu
saydığımız hususlarda halifeye danışmadan karar alma yetkisini
hâizdi. Protokolda halifeden sonra geliyordu. Hutbelerde halifeden
sonra onun isminin de zikredilmesi bizzat halife tarafından bütün
eyalet valilerine bildirilmişti18. Bunların yanında emirülümerânın
Bağdad’da para bastırma hakkına da sahip olduğu anlaşılmakta­
dır. îbn Râ'ik’ten sonra emirülümerâ tayin edilen Beckem el-Türkî
adına 329 (940-941) yılında basılmış dinar mevcuttur19. Diğer taliouth, Bağdad, I, 351; Ebu’l-Hasan Muhammed b. Abdülmelik el-Hemedânî,
Tekmüet Târih el-Tâberî, nşr. A. Yusuf Ken’ân, Beyrut 1958, 99; îbn el-Esîr,
VIH, 322 vd. Muhammed b. Râ’ik, aslen Hazar Türkleri’nden olan kumandan­
lardan Râ’ik el-Hazarî’nin oğludur. (Bkz. Taberî IH, 2262) Halife el-Muktedir
zamanmda sahib-i şurta ve hâciplik vazifelerinde bulunmuştur. El-Muktedir’in
katli üzerine Medâ’in’e kaçtı; ancak bir müddet sonrâ affedilerek Vâsıt ve
Basra valüiğine getirilmiştir. Merdaviç’in katlinde baş rolü oynıyan ve daha
sonra maiyetindeki Türk birlikleri ile Vâsıt’a gelen Becken el-Türkî’nin maiye­
tine girmesiyle îbn Râ’ik oldukça kuvvetlenmişti. Merkezdeki entrikalardan
bir dereceye kadar uzak ve kuvvet bakımından hepsinden üstün olması îbn
Râ’ik’in emirülümerâ tayin edilmesinde esas sebep olmalıdır. Corci Zeydân,
bu ünvanın ilk defa Hamdânî ve Büveyhî emirlerine verildiğini, îbn Râ’ik’in de
Hamdânîler’den olduğunu ve ona «Bağdad padişahı» yahut «Bağdad sultanı»
dendiğini ileri sürmekte ise de bunların gerçekle bir ilgisi yoktur. Kaynaklarda
bu fikirleri destekliyecek hiç bir bügiye rastlanmamıştır; bkz. Corci Zeydân,
Medeniyet-i Islâmîye Tarihi, türkçe tere. Zeki Magamız, İstanbul 1329, I, 133.
18 îbn Miskeveyh, I, 351; îbn el-Esîr, VIH, 322; U’yûn, TV/l, 290; îbn
el-Tiktâka, el-Fahrî, Beyrut 1966, 282; krş. Defrémery, «Mémoire sur les Emirs
al-Oméra», Mémoires présentés par divers savants à VAcademie des Inscrip­
tions et Beïles-Lettres, 1° série, c. H, Paris 1852, 114; Emile Tyan, Institutions
du Droit Public Musulman, Paris 1954, I, 531 vd- d.; Marius Canard, Histoire de
la Dymastie des H’amdanides de Jezîra et de Syrie, Paris 1953, I, 411 vd. d.
19 İbrahim Artuk-Cevriye Artuk, Istanbul Arkeoloji Müzeleri Teşhirde­
ki İslâmî Silikler Katalogu, İstanbul 1971, I, 147.
EMÎRÜDÜMERÂLIĞIN O R T A Y A ÇIKIŞI
105
raftan bu devrin çağdaşlarından tarihçi el-Mes’ûdî’nin kaydetmiş
olduğu bir rivayet, hem emirülümerânın para bastırma hakkına sa­
hip olduğunu ve hem de sahip olduğu kudretini göstermesi bakımın­
dan önem taşımaktadır: Halife el-Râdî’nin lalası Ebu’l-Hasan elArudî, bir gün halifenin yanma gittiği zaman onun yalnız olduğunu
ve elinde bir para tuttuğunu, bu parayı Beckem’in bastırdığım, pa­
ranın üzerinde Beekem’in resminin bulunduğunu ve bu resmin et­
rafında «biliniz ki, iktidar emîrü’l-muazzam Beckem’e âittir, o in­
sanların efendisidir» ibaresinin olduğunu el-Mes’ûdî’ye nakletmiştir20.
Verilen bu bilgilerin de ortaya koyduğu gibi emirülümerâ ha­
lifenin bütün icraî selâhiyetlerini devralmıştır. Abbasî tarihinde,
Ebû Müslim, Bermekî âilesi, Afşîn, İbn el-Furat, Mûriis el-Hâdım
v.s. gibi, devirlerinde çok kudretli şahıslar dahil hiç bir kimseye
bu derecede geniş selâhiyet verildiği görülmemektedir. Bilhassa is­
minin hutbelerde zikredilmesi ve adına para bastırması emirülümerânm durumunu açıkça ortaya koymaktadır. Hutbe ve sikkenin ha­
lifelik alâmetlerinden olduğu dikkate alınınca bu durum daha iyi
anlaşılır. Böyle bir duruma Islâm tarihinde ilk defa rastlamaktayız.
Yukarıda belirtmeğe çalıştığımız gibi halifeler üzerinde kumandan,
vezir ve diğer devlet erkânmdan bazıları büyük bir nüfûz kurmuşlar­
dı, fakat bunların hiç birisi sikke bastırma hakkına sahip değiller­
di. isimlerinin hutbelerde zikredilmesi söz konusu bile olmamıştı.
Kaynaklarda, İbn Râ’ik’dan önce mahiyet itibariyle farklı ol­
makla birlikte emirülümerâ ünvanının kullanıldığını görmekteyiz.
Bu cümleden olarak Halife Ömer zamanında Sâsânî imparatorluğu
ile yapılan Kadisîye savaşında Müslüman ordusunun kumandanı
Sa’d b. Ebî Vakkas’a21 ve Einevî halifesi Yezid’in Abdullah b. elZubeyr üzerine gönderdiği ordunun kumandanı Müslim b. Ukbe elMürrî’ye22 emirülümerâ deniyordu. Diğer taraftan Abbasîler zama20 El-Mes’ûdî, Murûc el-Zeheb, nşr. ve fransızeaya tere. C. Barbier de
Meynard ve Pavet de Courteille, Paris 1861-77, VHI, 340 :
j j ı h‘ l
- i.—s»
-
Ancak elimizdeki Beckem’e âit parada böyle bir ibareye rastlanmamaktadır.
21 Ebû Hanîfe Ahmed b. Dâ’ûd el-Dîneverî, Ahbâr el-Tivâ.1, nşr. V. Guirgass, Leiden 1888, 129.
22 El-Dîneverî, aynı eser, 274.
106
H A K K I DURSUN YILDIZ
nında. da bu ünvan kullanılmıştır. 316 (928) yılında Sâhib el-şurta
Nâzûk ile Halife el-Muktedir’in dayısının oğlu Hârûn b. Garîb ara­
sındaki mücadelede Hârûn’a halife tarafından emirülümerâ ünyanı
verilmişti23. 321 (933)’de Mûnis’in öldürülmesi ile son bulan hâdi­
selerde Halife el-Kahir, Tarif el-Subkerî’ye daha önce Mûnis’e ve­
rilmiş olan Riyâsetü’l-ceyş, imaretü’l-ümerâ ve buyûtü’l-emvâl va­
zifelerini tevdi etmiştir24. Emirülümerâlık müessesesi hak kın da, eski
olmakla beraber ilk araştırmayı yapmış olan Defremery, Halife elMu’tasım’m meşhur kumandanlarından Afşin’in, onun ölümünden
sonra başkumandanlık mevkiine yükselen ve halife tarafından bir
tac verilen Aşnâs’m ve el-Mütevekkil zamanmda ordu kumandanlı­
ğı, beytülmâlm idaresi, hâciplik ve berîd teşkilatı reisliği vazifele­
rini uhdesinde toplıyan Inak’ın emirülümerâ olabileceklerini ileri sür­
mektedir25. Burada şu hususu belirtmek gerekmektedir: Aynı ünvanın îbn Râ’ik’ten önce bazı kumandanlara verildiği açık bir şekilde
görülmektedir. Ancak bu hususta kaynakların verdiği kısa bilgiler- '
den, İbn Râ’ik ile diğerlerinin sahip oldukları hak ve selâhiyetler ba­
kımından aralarmda büyük farklar olduğu neticesine varılabilir. Az
rastlanmakla beraber emirülümerâlık başlangıçta ordu kumandanı
yerine kullanılıyordu. Yukarıda bahsettiğimiz selâhiyetlerin onlara
da verildiğine dair herhangi bir bilgiye rastlayamadık. Afşin, Aşnâs ve Inak’m emirülümerâ oldukları görüşü ise, bunların sahip ol­
dukları kudret ve nüfûz sebebiyle bir tahminden ileri gidememektedir. Her ne kadar gerek bunlar ve gerekse Halife el-Mütevekkil’den
itibaren bazı kumandanlar halifelere hemen her istediklerini kabul
ettiriyor iseler de, bu sadece sahip oldukları kuvvetten ileri gelmek­
te idi. Halifeler tarafından kumandanlığın ötesinde kendilerine bir
selahiyet verilmemişti. İbn Râ’ik ise bunlara karşılık bizzat halife
tarafından büyük selahiyetlerle teçhiz edilmişti. Bu, bakımdan emirülümeralığm, vezirlik, hâciplik, valilik v.s. gibi bir müessese ola­
rak bu şekilde geniş selahiyetlerle ilk defa Halife el-Râdî tarafın­
dan 324 (936) yılında kurulmuş olduğunu kabul edebiliriz.
İbn Râ’ik ile başlıyan emirülümerâlık, kısa süre sonra devlet
erkânı arasında rekabet unsuru olmada gecikmedi. Nitekim iki yıl
23 İbn Miskeveyh, I, 188; İbn'el-Esîr, V U , 188.
24 İbn el-Esîr, V E , 255.
25 Defremery, aynı makale, 106 vd.
EMİRÜLÜMERÂLlĞlISf O R T A Y A ÇIKIŞI
107
sonra maiyetindeki kumandanlardan Beekem el-Türkî, İbn Râ’ik’i
uzaklaştırarak kendisini bu makama tayin ettirdi (938). Diğer ta­
raftan yine siyasî sebeplerle 942 yıbnda Hamdânîler’den Haşan
(Nasır el-Devle)’a emirülümeralık payesi verildi26. Büveyhîler’in
945 yılında Bağdad’ı işgalleri üzerine Halife el-Müstekfî bu hânedândan Ahmed’i Mu’izz el-Devle Unvanı ile emirülümerâ tayin etmek
mecburiyetinde kalmıştır27. Siyasî bakımdan halifeye bağlılıklarından pek söz edilemiyen Hamdânîler ile halifeye tamamen tahakküm
eden Büveyhîler’e bu Unvanın verilmesi bir mecburiyet tahtında ol­
muş ve emirülümerâlık müstakil bir hükümdar karşılığında kulla­
nılmaya başlamıştır.
Bu Unvanın Selçuklular’dan itibaren Osmanlı imparatorluğunun
son yıllarına kadar değişik mahiyetteki memuriyetleri ifade etmek
için kullanıldığı görülmektedir. Selçuklular’da hanedan üyesi olup
bir şehrin veya bölgenin idaresine memur edilenlere emirülümerâ
denmekte idi. Meselâ Sultan Melikşah’m amcası Osman, emirülüme­
râ lâkabını taşıyor ve Toharistan’ın idaresini yürütüyordu28. Diğer
taraftan Selçuklu ordusunun üst seviyedeki kumandanları olan sipehsâlâr, emîr-i emîrân, mukaddem ül-ceyş, nakîb ve serhenk ara­
sında emirülümerâya da rastlamaktayız29. Fatımîler’de, Musul ve
Şâm atabeglerinde ve Memlûkler’de kumandan olarak emirülümerâ
kullanılmaktadır30. îlhanlılar zamanında ordu kumandanına Bey­
lerbeyi (Biglâr Bigi) yahut emirülümerâ veya Mir-i mirân deniyor­
du31. Akkoyunlular’da ise ordu başkumandanı, emirülümerâ veya
melikülümera ünvanmı taşıyordu32. Osmanlı devletinde eyalet teş­
26 Marius Canard, aynı eser, 425 vd.
27' K.V. Zİettersteen, «Büveyhîler» mad., İslâm Ansiklopedisi.
28 İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşâh Devrinde Büyük Selçuklu İmpa­
ratorluğu, İstanbul 1953, 20; Osman Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk İslâm Me­
deniyeti, İstanbul 1969, 153.
29 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, İstan­
bul 1941, 60; İbrahim Kafesoğlu, aynı eser, 163.
30 Emile Tyan, aynı eser, İ, 533, not 1.
31 Bertold Spuler, İran Moğolları, türkçe tere. Cemal Köprülü, Ankara
1957, 436.
32 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, aynı eser, 309.
108
H A K K I D U R S U N Y IL D IZ
kilatı kurulduktan sonra eyalet valileri olan beylerbeyilere aynı za­
manda emirülümerâ da deniyordu33. Bu uzun müddet devam etmiş
ve 1259 (1843-44) yılından itibaren mülkî rütbelerden livalığa kar­
gılık olmak üzere emirülümerâ rütbesi ihdas edilmiştir. Bu durum
Osmanlı devletinin son yıllarına kadar devam etmiştir34.
33 Tursun Bey,Târih-i Ebu’l-Feth, haz. A. Mertol Tulum, İstanbul 1977,
208; ayrıca bkz. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı tarihinde Kapıkulu Ocakları,
Ankara 1944, H, 78; aynı müellif, Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teş­
kilatı, Ankara 1948, 186, 219, 325.
34 Mehmet Zeki Pakalm, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü,
İstanbul 197U, I, 527.
ŞEHÎNŞÂH’IN OĞLU ŞEREFEDDÎN İSHAK
HAKKINDA BİR KİTÂBE
¡Şebabettin Tekindağ
Umûmiyetle Anadolu Selçuklu Sultam I. Rükneddin Mes’ud
(öl. 1156) ’un' oğlu olup, babasının ölümünden sonra Ankara, Çan­
kırı ve Kastamonu vâliliğinde bulunan Şehinşâh ( = Şâhân-Şâh)1
m oğullarına dâir kaynaklarda veya kitâbelerde bir kayıd yoktur.
Kaynaklarda daha ziyâde büyük kardeşi II. İzzeddin Kılıç Arslan
(1156-1192) ’in oğullan bahis konusudur. Halbuki, Şehinşâh’m yedi
oğlu olup, bunlar Kılıç Arslan’m Malatya seferinde esir düşmüşler,
Halep ve Şam Atabeyi Nureddin Mahmud ( = el-Âdil) ’un (öl. 1174)
da delâletiyle geri istenmelerine rağmen, Kılıç Arslan bunlan iâde
etmemiş, hattâ, kararını belirtmek maksadiyle bunlardan birisini
öldürüp Şehinşâh’a göndermiştir2.
Bu çocuklar, muhtemelen, babaları Nizâmeddin- Yağıbasan
(öl. 1164)’m ölümünden sonra Selçukluların hizmetine giren Daniş1 Şehinşâh, önceleri «sevgili bir evlâd gibi» (bk. Urfalı Mateos Vekayinâmesi, 952-1136 ve Papas Gregor’un Zeyli, 1137-1163, trc. H. Andreasyan,
Ankara 1962, s. 313) ağabeyisi Kılıç Arslan’a itaat etti ise de, sonradan onun
ortanca kardeşini öldürmesi üzerine Ankara ve Çangırı kalelerine kaçmış
ve kardeşine bir daha görünmemiştir (bk. Urfalı Mateos, Aynı eser., s. 313).
Bununla beraber, Danişmendli Yağıbasan’ın damadı olan Şehinşâh, Danişmendli Zünnun ile birlikde, önce Nureddin Mahmud’a iltica etmiş, sönra da ağabeyisine karşı yürüyen Manuel Comnöne’in tarafmı tutmuş (1159), Kılıç Arslan
topraklarını zabt edince de Manuel’in yanına sığınmıştır (1175).
2 Bk. O. Turan, Küıg Arslan, İslâm Ansiklopedisi, VI, 691.
110
Ş E H A B E T T İN T E K lN D A Ğ
mendli şehzâdeler gibi3, resmî görevlere atanmışlardır. İşte bunlar­
dan biri olan Şerefeddin İshak’a âid bir kitabe bugün Konya’da
İzzet Koyunoğlu Kütüphânesinin bahçesinde bulunmaktadır. Kon­
ya surlarının tâmiri sırasında bir burcun onarılmasında rol oyna­
yan bu emirin ismi yazılı kitâbenin en üstünde «Sultânî» lâkabı ve
Selçuklu armasının altında da : «Şerefeddin tshak b. Şehinşâh» adı
açıkça okunmaktadır :
3 Nitekim, Selçukluların hizmetine girip Emîrü’l-ümerâ (•= Beylerbeyi)lığa yükselen emirler gibi, bizzat Nizâmeddin Yağıbasan’m Muzafferüddin
Mahmud, Zahîrüddin-üi ve Bedreddin Yusuf adlarmdaki oğıilları da, uç-beyleri
olarak, I. Gıyâseddin Keyhusrev (öl. 1211) ve I. Izzeddin Keykâvus (öl. 1220)
zamanlarında önemli roller oynamışlardır, bk. Ibn Bibi, el-Evâmirü’l-Alâ’iyye,
nşr. A.S. Erzi, Tıbkıbasım, Ankara 1956, s. 76 v.d.; ayn. müel., Muhtasar Selçuknâme, nşr. M. Th. Houtsma, Leiden 1902, m , 62, 65, 99, 100, 106, 171; tre :
Yazıcı-zâde Ali, nşr, M. Th. Houtsma, IV, 24, 40, 44, 75. Ayr. bk. Kerimüddin
Mahmud, Zahîrüddin Keyhusrev (öl. 1211) ve I. Izzeddin Keykâvus (öl. 1220)
(Evlâd-ı Yağîbasân).
XV. YÜZYILIN İLK YARISINDA TİMURLULAR’DA ZİRAÎ VE
TİCARÎ FAALİYETLER
İsmail Aka
Timur’un herkesi dehşetler içinde bırakan seferlerinden sonra,
ülkenin çeşitli bölgelerinde mirzalar ve ileri gelen beglerin hüküm
sürmeleri, geçmişin yaralarının sarılmasını kolaylaştırmıştı. Bun­
lar bulundukları bölgeleri bayındır ve buralarda refahı temin ede­
bilmek için, İktisadî hayatın sağlam temellere dayanması ve istik­
rarın sağlanması gerektiğini idrak ediyorlardı.
Bütün tahripkârlığma rağmen Timur kendisi de ticaretin dev­
let için en büyük gelir kaynağı olduğunun farkında idi. Bu düşünce
iledir ki, 1402 yılında Fransa kralına gönderdiği mektubunda karşı­
lıklı olarak tüccarların gelip-gitmesini, tüccarlara güçlük çıkarıl­
mamasını, zira dünyanın tüccarlar sayesinde bayındır ve müreffeh
bir hal aldığını ifade ediyordu1. Tüccarları koruma siyaseti oğlu
Şahruh zamanında da devam etti. Çünkü bu tarz ifadelere biz onun
birçok hükümdarlara gönderdiği mektuplarında da rastgeliyoruz2.
Abdürrezzak-ı Semerkandî, kendisi ile konuştuğu bir tüccarm de­
falarca Çin’den aldığı kumaşları Mısır ve Anadolu’ya, oradan aldı­
ğı malları da Çin’e götürdüğünü söylediğine işaret ile, Şahruh za­
manında artık Mısır ile Çin arasındaki yolun işlek, aslında çok uzak
olan bu mesafenin ise yakınlaştığını kaydeder3. •
1 Muhammed Kazvinî, Nâme-i Emir Timur Gürgân, Bist Makale-i Kazvinî,
Tahran 1332 h.ş., 41.
2 Meselâ bk. A. Semerkandî, Matla’-ı Sa’deyn, yay. Muhammed Şefi’,
Lahor 1946-1949, 227; Makr'izî, Küabu’s-Sülûk, yay. Sa’id Aşur, Kahire 1972,
IV, 1187. Keza, Şahruh 1414 yılında Hemedan ve Luristan’ı Mirza Baykara’ya
tefviz ettikten sonra, ona tüccarlara iyi davranmasını buyurmuştur (Hafız-i
Abrû, Zubdetü’t-Tevârih-i Baysungurî, Fatih Ktb. nr. 4370/1, 513 b; Matla’-ı
Sa’deyn, 283). Ayrıca bk. Çin’e gönderilen arapça ve farsça mektup (Zubdeiü’tTevârih, 486 a-487 a; M atla’-ı Sa’ deyn, 222-227).
3 Matla’-ı Sa’deyn, 831.
112
İS M A İL A K A
Mogollar’in hıristiyanlar ve yahudiler’e karşı müsamahalı dav­
ranışları, Avrupa ile Moğol hâkimiyetindeki ülkelerin ticarî müna­
sebetlerini daha da geliştirmişti. Ceneviz ve Venedikliler İlhanlIlar
ile devamlı temas halinde bulunuyorlardı. İskenderun limanından
Sivas-Erzincan-Erzurum yolu ile Tebriz’e ulaşan kervan yoluna Ce­
nevizliler ayrı bir değer veriyorlardı. Bundan dolayı 1276 yılında
Sivas’ta ve 1304 yılında ise Tebriz’de Cenevizliler ticaret konsoloslu­
ğu açmışlardı. Ayrıca Trabzon ile Tebriz arasında İktisadî anlaşma
bulunuyordu ki4, «çek» kelimesinin Avrupa dillerine geçişi de yine
bu devirdeki ticarî münasebetler ile ilgilidir5.
Doğuda, Merv, Belh ve Nişabur gibi büyük merkezlerin Moğol
istilâsı sırasmda tahrip edilerek öylece kalmalarından dolayı Çin,
Doğu Türkistan ve Hindistan ile Karadeniz ve Akdeniz’in çıkış nok­
talarında kolonileri bulunan Ceneviz ve Venedikliler arasındaki ti­
caret yollan Tebriz ve Sultaniye’nin uzantısı olarak ister-istemez
Herat üzerinden geçmeye başlamıştı.
Memlûkler’in elinde bulunan Hind deniz ticaretine darbe vur­
mak için Îlhanlılar, Cenevizlilerden faydalanma yoluna gitmişler ve
bu maksatla Argun zamanmda Cenevizli ustalar Bağdad’a gönde­
rilerek, Aden’den'geçen Hind ticaretine engel olmak için gemi in­
şasına memur edilmişlerdi. Bütün bunlardan îlhanlılar’m ticaret
yollarını güneyden kuzeye, yâni Tebriz ve Sultaniye üzerine çekmek
için gayret gösterdikleri anlaşılıyor. Daha sonraları Timurlular dev­
rinde de Tebriz ve Sultaniye’nin ticarî ehemmiyeti eskisi gibi devam
etti. Sultaniye’ye her yıl bilhassa yaz aylarında develerden müteşek­
kil büyük kervanlar geliyordu. Bunlar arasında Hindistan’dan gelen
kervanlar daha çok baharat getirmekte olup, bunlar ticarî rekabet
yüzünden Suriye’ye gönderilmiyordu6.
Hazar Denizi kıyısındaki Gilân ve Şirvan’dan buraya gelen ipek­
ler, İranlı tüccarlardan başka, Ceneviz ve Venedikli tüccarlar eli ile
Suriye, Anadolu ve Kefe’ye götürülüyorlardı. Şiraz havalisinden ge­
len pamuklu, ipekli ve krep kumaşlar ile Horasan havalisinden ge4 Ahmet-Zeki Velidi, «Mogollar Devrinde Anadolu’nun İktisadî Vaziyeti»,
THİT Mecmuası, I, 17.
5 Barthold, Orta Asya Türle Tarihi Hakkında Dersler, Ankara 1975, 176.
6 Clavijo, Embassy to Tamerlane 14OS-14 O6, ing. tere. G.D. Strange, London 1928, 159; türkçe tere. Ömer Rıza Doğrul, Kadis’ten Semerkand’a Seyahat,
I, 121.
T İM U R L U L A R ’ D A Z İR A Î V E T ÎC Â R Î F A A L İY E T L E R
113
len kumaşlar da Sultaniye’de iyi pazar buluyorlardı. Hürmüz’den
ise inci ve sedef gibi kıymetli taşlar Sultaniye ile Tebriz’e getirile­
rek işleniyor, yüzük ve küpe haline getirildikten sonra Kefe ve Trab­
zon gibi hıristiyan şehirleri ile diğer İslâm ülkelerinden gelen tüc­
carlara devrediliyorlardı7..
Ancak güneydeki Hürmüz ve civarındaki adaların beynelmilel
ticaretin merkezi olduğu anlaşılıyor. Hicrî 845 (1441-42) yılında el­
çilikle Hindistan’a gönderilen müverrih Abdürrezzak-ı Semerkandî,
Hürmüz’e de uğramıştı. O, dünyanın her tarafından Mısır, Suriye,
Anadolu, Azerbaycan, Arab ve Acem Irak’ı, Horasan, Maverâünnehr, Türkistan, Deşt-i Kıpçak, Kalmuk ülkesi, Çin ve Deniz ülke­
leri yâni Güneydoğu Asya memleketleri, Habeşistan, Zengibar, Hind
ve Arab yarımadası kıyısındaki şehirlerden ve çeşitli dinlerden tüc­
carların buraya geldiklerini, mal getirip götürdüklerini, ister para,
ister değiş-tokuş yolu ile alış-veriş yapılabildiğini, memurların ge­
lenlere âdil bir şekilde davranıp, altın ve gümüş dışında herşeyden
öşür aldıklarını kaydetmektedir8. Menşei Uygurlar’a kadar uzanan,
ancak Mogollar devrinde canlandırılan, devlet sermayesine dayalı
ortaklık müessesesi9, bu devirde de varlığını sürdürmekte idi. Dev­
let hâzinesinden kredi alan ortaklara büyük imkânlar sağlanıyor,
hatta tarhanlık verilerek, her türlü vergiden muaf tutulup, hiç kim­
senin onları rahatsız etmemesi, rüşvet ve hediye istememesi,. hay­
vanlarına dokunmaması buyuruluyordu10.
Hissedarları arasında hükümdar, mirzalar ve ileri-gelenlerin
bulunduğu bu ortaklıklarda, faizli kredi usûlü de tatbik olunmuş,
bu ise şeriata aykırı sayıldığından zaman zaman hükümdarlar ile
ulemâ arasında anlaşmazlıklara ve ulemânm şiddetli itirazlarma yol
açmıştı. Hvandmir’in naklettiğine göre, Uluğ Beg, alış-verişte bu­
lunup, dönüşünde geri yermek üzere tüccardan birine kıymetli bir
taş vermiş, fakat aradan bir müddet geçip tüccar aldığını geri ve7 Aynı eser, ing. tere., 159; türkçe tere. I, 122 v. dv.
8 Matla’-ı Sa’deyn, 768.
9 Bu müessese hakkında bk. Z.V- Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, İs­
tanbul 1970, 309 v. dv.; A.Y. Yakubovskiy, Altın Ordu ve İnhitatı, İstanbul
1955, 131.
10 Bu gibi tarhanlık beratlarmm suretleri için bk. Gottfried Herrmann,
Der Historische Gehalt des Nama-yi Namî von Handamir, Göttingen 1968, nr.
, .
20 21
Tarih Enstitüsü Dergisi - E. 8
114
Is m a i l a k a
remeden ölünce, mirza şahitler göstererek tüccarın mirasından his­
se almak istemişti. Ancak bunu haber alan Semerkand kadısı Şemseddin Muhammed Miskin, saraydan birisini çağırtarak ona, Uluğ
Beg’e giderek «bu işi şahitler getirerek dava konusu yapmanın hü­
kümdara bir fayda sağlamayacağını, çünkü işin iç yüzünün kendin­
ce bilindiğini, buna rağmen davanın kendi lehine sonuçlanmasını is­
tiyor ise, o vakit havaların iyice soğuk olduğu şu günlerde kendi­
sinin yâni kadının el ve ayaklarını bağlayıp, kendinden geçip bayılmcaya kadar suya batırılıp çıkarıldıktan sonra, kendini bilmez bir
halde mirzanın kaybolan taşı karşılığında tüccarın malından hisse
verilmesine karar verebileceğine» dâir bir haber göndermişti11.
842(1438) yılı başlarında 10 deve yükü mal ile Şiraz’dan çıkıp,
Herat ve Merv üzerinden Harezm’e geçip, Ürgenç ve Saray şehirle­
rine kadar uzanıp, burada alış-verişte bulunduktan sonra Horasan’a
geçen ve Yezd-üzerinden 844(1440) yılı başında 725 gün sonra Şiraz’a dönen tüccar Şemseddin Muhammed'in de Şiraz'da Mirza Ab­
dullah’ın hâzinesinden bir miktar kredi almış olduğu anlaşılıyor.
O, temin ettiği 30.000 dinar ile işe girişip, 21.857 dinar harca­
yarak 2003 aded irili-ufaklı inci, amber, Java ve Kamboçya malı
öd ağacı, ak ve kızıl sandal ağacı, karabiber, zencefil, Hindistan ce­
vizi, karanfil tanesi, abanoz ağacı, çivit boyası satın almıştı. Saray
şehrine kadar yolda develer için ödenen kira, bac ve tamga olarak
2395 dinar ödenince, yekûn 25,253 dinarı bulmuştu. Artan para ise
kervanda bulunan kimselerin günlük ihtiyaçları için harcanmış ol­
malıdır. Yolda, Herat ve Ürgenç’te malların bir kısmı elden çıkarıl­
mış olmakla birlikte, esas alış-veriş Saray’da yapılmıştı. Şemsed­
din Muhammed, Saray’da Çin mamulâtı olan ibrişim, kemha, atlas,
örmek denilen yarı ipekli kumaşlar ile Rus keteni ve yünlü kumaş­
lar alarak 45,900 dinar ödemişti. Bunların bir kısmmı dönüşünde
Herat’ta elden çıkarıp, bazı şeyler alarak Yezd’e gelen tüccar, bu­
rada da Herat’taki gibi alış-verişte bulunmuş ve nihayet elde artan
malları Şiraz’da sattığı zaman, bütün masrafları hariç 158.969 di­
nar eline geçmişti. Bunun 30.000 dinarım aldığı borç karşıhğı olarak
ödediğinde, elinde 128.969 dinar kalıyordu ki, bu ana sermayenin
hemen hemen beş misline yakındı. Sermayeye katılan tüccarlara ve
- 11 Habibü’s-Siyer, yay. Celâleddin-i Humayî, Tahran 1333 h.ş., IV, 37;
Barthold, Uluğ Bey ve Zamanı, İstanbul 1930, 108.
T İM U R L U L A R ’D A Z İR A Î V E T İC Â R Î F A A L İY E T L E R
115
Mirza Abdullah’ın hâzinesi hissesine düşen kâr kararlaştırıldığı
üzere bölündükten sonra, tâcirin kendisine de 38.969 dinar kal­
mıştı12.
Başşehir olması dolayısı ile Herat bütün imparatorluğun gelir­
lerinin toplandığı yerdi. Herat’ın bugün olduğu gibi, o devirde de
derileri meşhurdu13. Şehir ayrıca köle ticaretinin merkezi olarak ta­
nınıyordu. Türkistan ve Kandahar yolu ile Hindistan’dan buraya her
yıl 20.000 köle getirilir ve bunlar ucuzluğu olmadan, gerçek kıyme­
tini her zaman bulurdu11. Herat’m yakacak odunu ile inşaatlarda
kullanılan kereste Badgis’den15, halkın ekserisinin giyeceği ise Kuhistan16 ve Merv’den17 geliyordu. Cam’m yünlü dokumaları o kadar
tanınmış idi ki, burada dokunan kepenekler 200-300 dinara alıcı bu­
luyor ve her tarafa gönderiliyordu18. Semerkand’m ise kırmızı ka­
difeleri meşhurdu19.
Güney İran’daki Yezd şehrinde ise bol miktarda şeker üretil­
diğinden imalâthaneler bulunuyor20, ülkenin en iyi dokumaları bu­
radan her tarafa gönderiliyordu. Yezd’in bilhassa seten ve muslin
kumaşları aranıyordu21. Şahruh tarafından Kâbe’ye gönderilecek
olan örtü bile burada dokunmuştu22. Şehrin dokumacılarının başı ve
ibrişim ile ilgili işleri yürütmekle sorumlu olan Mevlâna Ferec’in
dokuma tezgâhları için 1445’de bir atölye inşa ettirdiğini biliyoruz23.
12 W. Hinz, Ein Orientalisches Handelsunternehmen im 15. Jahrhundert,
Die Welt des Orients (1949), I, metin, 316-324; alm. terc., 327-334.
13 Aynı eser, 332.
14 Muinüddin Muhammed Zemçi-i İsfizarî, Ravzatüt-Cennât fi Evsafı
Medineti Herat, yay. Muhammed Kâzım İmam, Tahran 1338-1339 h.ş., I,
23 v. dv.
15
Aynı eser, I, 133 v. dv.
16
>Aynı eser, I, 327.
17
Aynı eser, I, 173.
18
Aynı eser, I, 242; W. Hinz, Handelsunternehmen, 332.
19 Babur, Vekayî, Babur’un Hatıratı, Ankara 1943, 30.
20 Meselâ Emir Çakmak 830 yılında tamamlanan bir şeker imalâthanesi
inşa ettirdiği gibi (Ahmed b. Hüseyin b. Ali-i Kâtib, Tarih-i Cedid-i Yezd, yay.
İrec-i Afşar, Tahran 1345 h.ş., 99), şehrin üeri gelenlerinden Haee Şehabeddin de
büyük bir şeker imalâthanesi inşa ettirmişti (Aynı eser, 113).
21 W. Hinz, Handelsuntemehmungen, 332.
22 Tarih-i Cedid-i Yezd, 149.
23 Aynı eser, 224. Ayrıca Hazar Denizi’nin güney kıyüarmda da bol mik-
116
Is m a il a k a
Yabancı ülkelere giden elçiler ile gönderilen armağanların ba­
şında firuze geliyordu24. Hocend civarındaki firuze madenlerinin iş­
letildiğini biliyoruz25. Fakat bugün olduğu gibi, o devirlerde de en
iyi firuze taşı Nişabur’da çıkarılıyordu26. Hazar Denizi kıyısında Gilân’da ise elmas bulunuyordu27. Herat yakınmdaki Şaklan dağı ete­
ğindeki Kûruh kasabasında demir ve kurşun madenleri işletilmekte
olup, Herat’ta kullanılan demir buradan geliyordu28.
En canlı ticaret merkezlerinden biri ise Kabil şehri idi. Çünkü
Hind’den gelen kervanlar Kabil ve Belh üzerinden geçiyordu29. Babür’e göre Kabil, Hindistan’ın pazarı olup, Hind’den buraya kumaş,
şeker, baharat ve her yıl 15-20.000 kervan geliyordu. Ayrıca Fergana, Türkistan, Semerkand, Buhara, Belh, Hisar ye Bedehşan’dan da
kervanlar buraya gelirler ve Horasan, Irak, Rum ve Çin mallarını
burada bulabilirlerdi30.
Kuzeyde ise aynı rolü Suğnak şehri oynuyordu. XIV. yüzyılda
Ak Ordu’nun yükselmesi ile kalkınmaya başlayan şehir, Urus Han
ve Toktamış zamanlarında da gelişmesini sürdürdü. 914(1508/9)
yılında Şeybanî Muhammed Han ile birlikte sefere katılan Fazlullah b. Ruzbehan, buraya «Bender-i Deşt-i Kıpçak» adını vererek, estarda ibrişim üretiliyor, kara ve deniz yolu üe gelen tüccarlar vasıtası Ue bun­
lar çeşitli yerlere sevkedüiyordu (Ravzatü’l-Gennat, I, 299, 302).
24 Meselâ 1434 yılında Kahire’ye gelen elçi 1000 tane (Makrizî, IV, 927;
îbn Tagrıbirdi, En-Nücumu’z-Zahire, yay. W. Popper, VI, 722); 1440 yılında
gelen 100 tane (Makrizî, IV, 1208; İbn Tagrıbirdi, VII, 113); 1444 yüında gelen­
ler ise birçok hediyeler arasmda firuze taşları da getirmişlerdi (îbn Tagrıbirdi,
VH, 137). 1422 yılında Çin’e gönderüen ve aralarmda bize gördüklerini anlatan
Gıyaseddin-i Nakkaş’ın da bulunduğu elçilik heyeti Uluğ Beg adına Çin im­
paratoruna ayaklarının dördü de beyaz kara bir at takdim etmişti. O zamanın
saraylarında sungur gibi at da makbul bir hediye olarak kabul edüiyorduÂzerbayean’m atları oldukça meşhurdu ve bu atların şöhreti Çin sarayına ka­
dar ulaşmış olup, Çin hükümdarı Timurlu elçüerine Kara Yusuf’a elçi gönde­
rerek at istemek niyetinde olduğunu, fakat yolların emin olup-olmadığını bil­
mediğini söylemişti (Zubdetü’t-Tevârih, 584 a; M atla’-ı Sa’deyn, 503).
25 Babur, Vekayî, 3.
26 Ravzatül-Cennât, I, 245.
27 Clavijo, ing. tere., 162; türkçe tere., I, 123.
28 Ravzatü’l-Cennât, I, 105; Coğrafya-yi Hafız-i Abrû, kısmet-i Rub’
Horasan : Herat, yay. Mail-i Herevî, Tahran 1349 h.ş., 31.
29 Babur, Vakayı, 139.
30 Gösterilen yerler.
İi
T ÎM U R L U L A R ’D A Z İR A Î V E T İC A R Î F A A L İY E T L E R
117
kiden şehrin pazarlarına her gün 500 baş deve getirildiğini ve bun­
ların aynı gün içinde satıldıklarını, ayrıca Deşt-i Kıpçak’ın çeşitli
yerlerinden ve Ejderhan’dan Suğnak’a samur ve sincap kürkü ile
ipekli kumaşların getirildiğini, Türkistan, Maverâünnehr ve Kaşgar taraflarından gelen tüccarın alış-verişlerini kaydeder31.
Ziraat işlerine gelince, Timur zamanında imar faaliyetlerinden
olarak bağlar ve binalar inşa edilir, yeni şehirler kurulurken, ziraat
da ihmal edilmiş değildi. Şerefeddin Ali-i Yezdî’nin ifadesine göre,
Timur’un ülke dahilinde işlenebilecek hiç bir yerin boş kalmasına
gönlü razı değildi32. Bu maksatla o, ülkenin birçok yerlerinde kanal­
lar açtırmıştı. Beylekan şehri yeniden kurulmakla yetinilmemiş33,
o bölgede oturanların refahını düşünerek bir kanal açılmasını bu­
yurmuş ve Aras suyundan 10 gez genişlik ve 6 fersah uzunluğunda
bir kanal kazdırmıştı34.
1381 yılında Horasan’ın zaptından sonra Timur, buradaki zi­
raatı canlandırmak için devlet ileri gelenleri ve büyük beglere Murgab suyundan kanallar açtırmalarım buyurmuştu. Bu kanalların
adları açtıranların adlarını taşımış olup, Hafız-i Abrû, bunlardan
20 tanesinin adrnı vermiştir35. Bu işe muhtemelen hanımlar da ka­
tılmıştır. Zira kanallardan bir tanesi Kutlug Hatun adını taşımak­
tadır ki, bu Timur’un 1383’de ölen kızkardeşi Kutlug Terken Aga
olacaktır.
Şehirlerin yeniden ihyası ve kanallar açılmasına Mirza Şahruh
zamanmda da devam edildi. Timur’un ölümü ve onun ölümünü ta­
kip eden ilk yıllarda hâkimiyet sahası Horasan’ı pek aşmayan Herat hâkimi, 1409 yılında Badgis’e yönelerek, bu arada bütün Hora­
san’ın imarım buyurmuştu. Önce herşey için lâzım olan suyun tek­
rar akıtılması işine girişilmiş, Murgab ırmağından çıkan Merv su­
yu üzerindeki şeddin onarılmasını buyurarak, Emir Alike Kükeltaş,
Emir Musa ve Ali Şekanî bu işler için görevlendirilmişlerdi. Kısa
zamanda bir Ortaçağ İslâm şehrinde bulunması gereken dinî, ikti­
31 Mihmannâme-i Bulıara, yay. Menuçehr Sutude, Tahran 1341 h.ş., 199200; Altın Ordu ve İnhitatı, 199.
32 Zafemâme, yay. Muhammed Abbasî, Tahran 1336 h.ş., n , 13.
33 Nizameddin-i Şamî, Zafemâme, yay. Felix Tauer, Praha 1937, 289;
Ş. Tezdî, Zafemâme, n , 385.
34 N. Şamî, 291; Ş. Yezdî, II, 387.
35 Ooğrafya-yi Hafız-i Abrû, 34. .
118
İSM AİL, A K A
sadî ve İçtimaî bütün binalar inşa edilmiş, 12 fersah kadar uzunlu­
ğunda bir kanal açtırılmıştı30. Şeddin inşa edilmesi ile 500 evlik bir
topluluk yeni sulanan bu arazi üzerinde ziraata başlamış ise de, şed­
din onarılmış olmasının bölgenin ziraî hayatı üzerinde ne gibi bir
değişiklik meydana getirmiş olduğunu bilemiyoruz37. Ancak bu ye­
ni şehir genişlik bakımından Moğol tahribatı öncesindeki Merv’den
şok daha küçük idi38. Semerkand civarında Soğd-ı Kelân bölgesini
sulamakta olan Mirza Arığı ise mahallî rivayete göre Uluğ Beg ta­
rafından açtırılmıştı39.
Şahruh, 1435 yılında üçüncü ve son defa olarak Kara-koyunlular üzerine sefere çıkıp, Kazvin’e geldiğinde, Türkmenler’in sebebi­
yet verdiği tahribata bir çare olmak üzere, Azerbaycan ve. Acem
Irak’ının imarını buyurmuş, boş kalan toprakların yeniden işlen­
mesi için çağrıda bulunarak, tarla ve bahçesini işleyen reayadan
beş yıl müddetle vergi alınmayacağını ilân ettirmişti40.
Arkların açtırılması ve topraklarm işlenmesine devletin ileri
gelenlerinin de katıldıkları daha önce ifade edilmişti. Şahruh dev­
rinin ileri gelen beglerinden olup, zaman zaman hükümdarın atabe­
ği olmakla övünen Alâaddin Alike Kükeltaş’m imar faaliyetleri ya­
nında ziraî faaliyetlere de çok fazla ilgi gösterdiği, 1000 yükten
fazla tohum ektirdiği, hatta bu gibi faaliyetlerine Mısır’da bile malmülk satın alarak devam ettiği kaydedilmektedir. Şahruh bir de­
fasında Mısır’da arazi satın almasının sebebini sorduğunda o «ben­
den sonra, Şahruh’un bir kölesi olup, Mısır’da mal satın alarak ba­
yındır hale getirmişti» demeleri için bunu yaptığını ifade etmişti41.
Ahmed b. Hüseyin, Yezd ahalisinin mes’ud ve müreffeh bir ha­
yat sürdürdüklerini ve refahın çok yüksek bir seviyeye erişmiş olup,
36 Zubdetü’t-Tevarih, 451b; Matla’-1 Sa’deyn, 158 v. dv.
37 W. Barthold, Âbyari der Türkistan, farsça tere. Kerim Keşaverz, Tah­
ran 1350 h.ş., 84. Ancak Îsfizarî, Murgab boyunca ve Merv civarında yapılan
ziraattan söz ederken pamuk, pirinç ve tahıl ürünlerinden övgü ile söz ederek,
Herat halkının yiyecek ve giyeceğinin buranm ürünlerinden sağlandığını,
tarladan T’e 100 mahsul alındığını, kavununun ise pek meşhur olup, bâzı ilerigelen kimselerin oralardan kavun ısmarladıklarını ifade eder (Bavzatü’l-Cennât,
I, 172 v. d.v.).
38 W. Barthold, Âbyari, A. Yakubovskiy, ÎA.,Merv mad., 776.
39 W. Barthold, Âbyari, 159.
40 Makrizî, IV, 955.
41 Matla’-ı Sa’deyn, 746 v. dv.
T İM U R L U L A R ’D A Z İR A İ V E T İC Â R Î F A A L İY E T L E R
119
köylünün memurlar ile hiçbir meselesi olmadığını, at ve develer ile
tahıl, pamuk ve meyva gibi, ürettikleri mahsulleri çarşılara getirip
sattıklarını, ipekli kumaştan elbiseler giydiklerini, pirinç yiyerek
semirmiş kuşlar yediklerini, gençlerin içki içip, çalıp oynadıklarını,
Şahne ve Ases’den korkuları olmayıp, onlardan çekinmediklerini
kaydeder12. Ziraî mahsul olarak Semerkand’m üzüm ve elması43, Buhara’nm erik ve kavunu41, Kabil’in sıcak iklim meyvası olarak porta­
kal, turunç ve şeker kamışı45, Gazne’nin boya kökü46, Herat yakınında
Siyâvuşân köyünün üzümü47, Badgis’in fıstığı48, Şiburgan’m kavu­
nu49, Murgab boyunun pirinci50, Merv’in tahıl, pamuk ve kavunu51,
Astarâbâd’ın portakal, limon ve turuncu52 ile Ferah havalisinin ta­
hılı53, Yezd’in ise şeker kamışı54 meşhur idi.
Ancak savaşlarda düşmanı mağlûb edebilmek için her türlü
çareye başvurulduğundan, ordunun bir yere gitmesi bazan o bölge­
nin harab olmasına da sebep oluyordu. Şahruh, 1408 yılında Sîstan
Şahları üzerine giderek, bâzı şehirleri ele geçirdikten sonra, Zereh
şehrine geldiğinde, çok eskidenberi buraları sulamakta olan meşhur
üç tane şeddin tahribini buyurmuş, bu ise bölgenin perişan olma­
sına sebep olmuştu55. İsfizarî, 899 (1493/4) yılında eserini yazarken
buraları halâ harab bir halde idi. Halbuki aynı müellif, buraların
eskiden bayındır bir halde olup, sulanan arazide o bölgenin ölçü­
lerine göre 60’a 60 gezlik bir ceriblik arazinin 1000 Kepeki dinarı
kıymetinde olduğunu söylemektedir56.
42 TariJı-i Gedid-i Yezd, 198.
43 Babur, Vekayî, 47.
44 Aynı eser, 51.
45 Aynı eser, 140.
46 Aynı eser, 149.
47 Ravzatü’l-cennât, I, 83.
48 Aynı eser, I, 134. Buranın ovası da bereketli olup l ’e 100 mahsul veri­
yordu (Aynı eser, I, 135).
49 Aynı eser, I, 170-171. Buranm bilhassa kurutulmuş kavunu meşhurdu.
50 Bk. not 37.
51 Aynı eser, I, 173.
52 Aynı eser, I, 302.
. 53 Aynı eser, I, 336.
54 Bk. Not 20.
' 55 Matla’-1 Sa’deyn, 127; B. Finster, «Sistan zur Zeit timuridischer
Herrschaft», AMINF (1976), IX, 212.
56 Ravzatü’l-cennât, I, 329.
120
İS M A İL A K A
Gerek bir din müceddidi ve veli olarak gösterilen Şahruh, ge­
rekse mirzalar ve ileri gelen beglerden söz edilirken, onların adale­
ti ve halka karşı iyi davranışlarından sık sık bahsedilir. Halbuki
bunların her zaman için geçerli olmadığım ifadeye delil teşkil ede­
cek kayıtlar da vardır. Hükümdara iyi öğütler vermek gayesi ile
kaleme alman Zekeriya b. Muhammed’in eserinde tahsildarların rea­
yaya tuzlu su veya nişadır içirmek, vücutlarım dağlamak, boğmak
üzere suya atmak gibi işkencelerinden söz edilmektedir57. Tahsil-'
darların bazan da geçmiş yılların vergisini tekrar topladıkları yine
aynı müellif tarafından kaydedilmektedir58.
Devrin ileri gelen kimselerinden olduğu halde, Tezkire sahibi
Devletşah bile, karşılaştığı olaylar üzerine kendini zaman zaman
şikâyet etmekten alakoyamaz ve eserinde halkın durumu ile ilgili
bazı şiirleri nakleder. 1449 yılında 80 yaşmı aşkın olarak ölen şair
Baba Sevdaî bir şiirinde, Âbıverd şehrini bir değirmene benzeterek
«çarkı ve oluğunun gam, keder olup, darugası köpek, kadısı eşek,
hâkimi deve, tahsildarı öküzdür. Köylünün bunlardan nasibi ise da­
yak yemek ve vergi ödemektir» demektedir59. Yine Devletşah’ın
naklettiği, Şahruh devri şairlerinden ve Maliye Divam’nda tahsil­
darlık işleri ile de uğraşan Hâce Mansur’un bir şiirinde devrin ka­
dılarından biri «yetimlerin başında onların kanını emen bir bit»e
benzetiliyor60.
.Devletşah, hernekadar Mirza Uluğ Beg’in 4 eşek yükü mahsul
çıkaran bir ceriblik yerden 2/3 dirhem bakır veya 1/6 dirhem gü­
müş vergi alındığını ifade ile61, arazi vergisinin en düşük seviyeye
indirildiğini ve bunun köylünün refahını arttırdığını söylüyor ise
de, hakkında kaynaklarda nakledilen bazı olaylara bakarak o da
şeriatın temsilcilerinin nazarında âdil bir hükümdar değildi62.
57 Celâleddin Zekeriya b. Muhammed el-Kainî, Nasaih-i Şahruhî, Nationalbibliothek zu Wien, nr. A.P. 112 (163), 139 a.
58 Aynı eser, 318 a.
59 Devletşah-ı Semerkandî, Tezkiretü’ş-Şuarâ, yay. E. Browne, LeidenLondon 1901, 422; türkçe tere. Necati Lugal, Ankara 1967, n , 127.
60 Tezkire, 455; türkçe tere. H, 171.
'
61 Tezkire, 362; türkçe tere. H, 42; JJluğ Bey Ve Zamanı, 108.
62 Misaller için bk. Uluğ Bey ve Zamanı, 106 v. dv.
VAK’A-NÜVÎS AHMED LÜTFÎ EFENDI
VE
TÂRİHÎ HAKKINDA BÂZI BİLGİLER
M. Münir Aktepe
Ahmed Lütfî Efendi, Hicrî 1232 (1816-17) yılında, İstanbul’un
Eminönü kazasına bağlı Alaca-Hamam mahâllesinde dünyaya gel­
di1. Babası meşhûr nalıncı ustalarından -Mehmed Ağa idi. İlk öğre­
nimini Alaca-Hamam’m mahalle mektebinde yaptı ve Yeni-Câmi
Muvakkiti meşâhir-i kurrâdan Hacı Efendi’nin derslerine devam
ile2 Kurâp-ı kerîmi hıfz ederek hafız oldu. Bu arada Sultan H. Mahmud’un Başimamı Zeynelâbidin Efendi’nin konağında mûsiki dahi
meşk etti. Fakat Ahmed Lütfî Efendi, bir taraftan da babasının
meslek ve san’atma özeniyordu. Babası ise, oğlunun okumasını arzu
ediyordu. Bir gün babasının dükkânında keser ile ağaçları yontar­
ken, babası görmüş ve derhâl keseri elinden alarak «Oğlum sen şim­
di güzel yazı yazmağa çalışıyorsun. Keser ile kalem ayni elde ol­
maz» diye ona nasihatte bulunmuştu3.
Ahmed Lütfî Efendi nihâyet bilim ile tekniği bir arada yürü­
tebilecek bir okula, yâni Hendese-hâne-i Berriye kayd ettirildi. (Hic­
rî 1244 = Milâdî 1828/1829); ancak henüz on iki yaşlarında bulunan
bu çocuk, askerî tâlim ve terbiyeye tahammül gösteremediği içün
1 Cemâleddin Efendi, Âyine-i Zürefâ, İstanbul 1314, s. 121; îbnülemin
Mahmud Kemâl İnal, Son Asır Türk Şâirleri, s. 896/99; Abdurrahman Şeref,
Alımed Lütfî Efendi Târihi mukaddimesi, İstanbul 1328, C. VJLu, sahife 4’de
ise, bu doğum tarihi hicri 1231 senesi olarak gösterilmiştir.
2 Cemâleddin Efendi, A yni eser, s. 121.
3 Cemâleddin Efendi, A yni eser, s. 124-125; İbniilemin Mahmud Kemâl
İnal, Ayni eser, s. 896.
¿22
m
. m ü n ir a k t e p e
bir müddet sonra bu okuldan alındı, ve İstanbul’da,. Saraçhânebaşı’nda olan Amuca-zâde Hüseyin Paşa Medresesi’nde öğretime
başladı. Ahmed Lütfî Efendi’nin âilesi ise, bu tarihlerde Unkapanı
civârmda oturuyordu ve 31 Ağustos 1833 (14 Rebî’ü’l-âhir 1249) ta­
rihine müsadif bir Cum’a günü meydana gelen Cibâli yangınında ev­
leri yanmış olduğundan, âilevî bir sıkıntı geçirmişti4. Fakat buna
rağmen tahsiline ara vermedi. Onun medrese öğrenimi Arabea, Farssa, Tefsir, Hadîs ve Fıkıh sahasında olmak üzere sekiz sene kadar
devam etti. Üstâd-ı ekremim diye bahs ettiği Yerköylü Hoca Ali
Efendi gibi daha bir çok hocalardan ders gördü5.
Ahmed Lütfî Efendi Hicrî 1247 (Miladî 1831-1832) yılında
mülâzemetle tarîk-ı ilmiyye ve Hicrî 1250 (1834-35) yılında da tarîk-ı kazâya dâhil oldu. Bir taraftan da devrin şâirleri arasında yer
almağa başladı. Hicrî 1252 senesi başında, (Milâdî 1836, NisanMayıs,) yeni yıl münâsebetiyle bir çok kimseler târih düşürmüş
ve Bâb-ı âlı’ye takdim etmişlerdi. Bu arada Ahmed Lütfî Efendi da­
hi yazdığı :
«Lâfzile ma’nâdân didi Lütfî iki târîh-i tâm
Bin ikıyüz elli ikidir ahd-i hicretden bü sâl»
beyti ile akrânı arasında sekizinci oldu6 ve ayni sene içinde Şeyhü’lislâm Mekkî-zâde Âsim Molla’nm kalemi ile İstanbul müderrisliği
ru’usunu kazandı7. Bilâhire Hicrî 1253 (1837-38)’de 750 kuruş ma’aş
ile Takvîm-hâne Mukâbeleciliği’ne getirildiği gibi Huzûr-dersleri’ne
dahi başladı.
Ahmed Lütfî Efendi, Vak’a-nüvîs Es’ad Efendi’nin kendisini
Takvîm-hâne’ye almasını şöyle anlatıyor :
«Muharrir-i fakır o tarihlerde medrese-nişîn olarak Fâtih Câmi’ şerifinde te’allüm-i ulûm ile meşgul olduğum hâlde, a’yân-ı kirâmdan Kemâl Paşa hazretlerinin Meclis-i ma’ârif-enîslerine müdâvim idim. Takvîm-hâne Nâzırı Vak’a-nüvîs Es’âd Efendi merhfim
4 Annesini ve kardeşlerini nasıl kurtardığı hakkında bak, Ahmed Lütfî
Efendi, Târih, İstanbul, C. IV, s. 106 ve C. X, vrk. 58/a.
5 Ahmed Lütfî Efendi, Târih, (yazma.: Türk Tarih Kurumu Kitablığı, nr.
y. 531/2), C. IX, vrk. 73/b.
6 Bak, Târih, İstanbul 1302, C. V, s. 42.
7 Bak, Ahmed Lütfî Efendi, Târih, C. V, s. 46 ve İstanbul 1328, C. V E ,
s. 124 ve devamı.
V A K ’A - N Ü V Î S A H M E D L Ü T F Î E F E N D İ
123
ile müşârün-ileyhin ülfeti olmağla «Müntahabât-ı Şu’arâ» nâmında
Es’ad Efendi’nin kaleme almakda olduğu kitâbı hikâye ile Feth Ali
Şâh’m intikâline8 bir târih bulunur ise, birlikde Es’ad Efendi’ye gidilüp, irâ’e edilmesini dermiyân eyledikde, taraf-ı hakırânemden
bi’l-bedâhe;
Gitdi ukbâya Şeh-i îrâniyân
1250
mısra’ı ityân olunarak, lede’l-hisâb tam târih tesâdüf eylediğinden,
birlikde akşamdan sonra Es’ad Efendi’nin konağına gidilüp, nakl-i
mâeerâ ile târîh-i mezkûr takdim olunmuş idi. İşte bu.kaziyye netîce-i feyz ü rif’atimin mukaddeme-i mes’ûdesi olarak iki seneden
sonra müşârün-ileyh Es’ad Efendi fakiri Takvîm-hâne’ye me’mûr
eylemişdir ki, otuz seneden ziyâde devâmla oranın nâzırlığma ka­
dar tereffu’ eylemişimdir»9.
Ahmed Lütfî Efendi, Hicrî 1255 (1839-1840) senesinde, 1250
kuruş ma’âş ve ilmiyye rieâline verilen mücevher nişân ile taltif
olundu. Hicrî 1257 (1841/42) tarihinde, 2000 kuruş ma’âş ile râbi’a derecesine yükseltilerek, Mukâbelecilik üzerinde olduğu hâlde,
muvakkatan Sadâret Mektûbî kalemine ta’yîn edildi. Çok meslek
değiştirmenin fâideli bir şey olmadığını kabûl eden Ahmed Lütfî
Efendi, gençliğinde bu hususu takdîr edemediğini ve 1257 (1841/
42) ’de kibâr-ı müderrisinden olup, Huzûr-ı hümâyûn dersleri verme­
sine rağmen, İmâm Gazâlî’nin Ta’limü’ l-müte’âllim isimli arabca kitâbını, bâzı .bahisler ilâvesiyle türkçeye çevirip Tefhîrnu’l-mu’âllim
adı altında10 devrin pâdişâhı Sultan Abdülmecîd’e takdîm edeceği
sırada, rütbe-i râbi’a ile Sadâret Mektûbî-odası’na getirilmesine ve
bu dâirede dahi akrânma fâik bulunmasına, hattâ ûlâ sınıf-ı evve­
line kgdar yükseltilmesine karşılık, yine yeni görevinden memnûn
kalmadığını, bu def’ada kalben ilmiyye tarîkma dönmeyi, çok arzu­
ladığını, yine kendi târihinde yazmaktadır11.
Ahmed Lütfî Efendi nihâyet Hicrî 1258 (1842/43) yılında Tak8 İran Şahı, Ölümü Cemâziye’l-âhir 1250 - Ekim 1834.
9 Ahmed Lütfî Efendi, Târih, C. TV, s. 164.
10 Abdurrahman Şeref, Ahmed Lütfî Efendi Târihi mukaddimesi, C. V ili,
s. 6.
11
Bak, Ayni eser, C. VIII, s. 184.
124
M. M Ü N İR A K T E P E
vîm-hâne Mukâbeleciliği’nden dahi ayrıldı12 ve iki sene kadar Sadâ­
ret Mektûbî-kalemi mümeyyizliği ile birlikte fârisî mütercimliği gö­
revini bir arada yürüttükden sonra13, Nisan 1845 (Rebî’ü’l-âhir
1261) tarihinde, İstanbul’dan uzaklaşarak, İmâr Meclisi Seyyâr kâtibliği vazifesiyle ve Livâ Alyanak Mustafa Paşa’nın ma’iyyetinde,
Morali Tevfîk Bey ve Mevâliden Sâlih Bey ile beraber, Vidin ve Niş
taraflarına gitti14. 3750 kuruş ma’âş ile bir sene kadar bu görevde
kaldı. Fakat İmâr Meclisi’nin lâğv edilmesi üzerine tekrar İstan­
bul’a döndü. Burada evvelâ Zabtiyye Meclisi Bâş-kâtibliği’ne tâyin
edildi15. Bilâhire yine Takvîm-hâne’ye girdi. Ancak bu def’aki va­
zifesi ise, Takvîm-i Vekâyi’ııin her hafta muntazam şekilde tahrîr
ve neşrine hizmet etmekti.
12 Bu görevde bulunduğu sırada, Hicrî 1258 (1842/43) yılında, Şehzâde
Abdülhamid’in doğumu münâsebetiyle yazıp, Bâb-ı âlî’den Pâdişâh Sultan Abdülmecîd’e takdim ettiği manzûm târih aynen şöyledir :
Kurre-i ayn-i cihân Abdülmecîd Hân'ın Hüdâ
Gün be-gün ikbâl ve ömr ü şevketin etsün mezîd
Sâye-i şâhânesinde ol şehinşâhm hemân
Lûtf-u ihsânmdan olmakda cihân hep müstefîd
înbisât-u zevk-u şâdî ve sürûr-u şevkden
Gîceler kadre müşâbih rûzlar mânend-i id
Ya’ni ol-şâh-ı güzînin sûlb-i pâkinden yine
Pür dürr-i şehvâr-veş şehzâdesi oldu bedîd
öyle bir şehzâdedir kim, mukaddem ferhundesi
Eyledi başdan-başa dünyayı pür-şevk-i cedîd
Mihr ü meh doğdukça rûz-u şeb o şâh-ı âlemin
Sâye-i şâhânesin etsün Hüdâ dâim jnedîd
Pâdişâh-ı âlemi şehzâdegânı üe Hüd
Sbit burc-ı meserret ede ber-vefk-ı ümîd
Nice şehzâde ve sultanlar ile dünyayı hep
Hisse-mend-i sûr-ı ferhat eylesün Rabb-i Mecîd
Aftâb-ı matla’-ı târihi doğdu Lütfî’ye
Nûrdur küdı tulü’ şehzâdemiz Abdülhamîd.
Ahmed Lütfî, Târih, İstanbul 1306, C. VH, s. 54-55.
13 Ahmed Lütfî Efendi, bu görevi esnasmda yeniden düzenlemeye tâbi
tutulan Redîf askeri kayd işlerinde dahi çalıştığını yazmaktadır. Bak, Târih,
C. VH, s. 73 ve 79.
14 Ahmed Lütfî Efendi, Târih, C. VH, s. 12 ve C- v m , s. 16; Cemâleddin
Efendi, Ayni eser, s. 121.
15 Ahmed Lütfî Efendi, Târih, C. VH3, s. 88 ve C. IX (Yazma), vrk. 67/b’de Zabtiyye Meclisi Baş-kâtibi olduğunu yazar.
V A K ’A - N Ü V ÎS A H M E D L Ü T F Î E F E N D İ
125
Ahmed Lütfî Efendi, bu husûsla ilgili olarak, tarihinde şunları
kayd ediyor :
«Kemâfi’s-sâbık Takvim’ in beher hafta neşri hakkında şerefsudûr buyurulan irâde-i seniyye mûcebince Takvîm-hâne’ye ba’zı
me’mûrlar alındığı sırada, Zabtiyye Meclisi Baş-kâtibi bulunduğum
hâlde, ma’lûmât-ı sâbıka-i fakırânem. şevkiyle kader yine Takvîmhâne’ye i’âde-i me’mûriyyetime karar verdi. Umûr-ı takrîriyye fa ­
kir ile beraber Râmiz Paşa-zâde İzzet Bey... me’mûr oldular»10.
Ahmed Lûtfî Efendi, bahis konusu vazifeyi dört sene kadar
îfâ etti ve fırsat düştükçe pâdişâhı medh etmekten de geri durmadı.
Hicrî 1263 (1846/1847) yılının hulûlü dolayısıyla düzenlediği bir
manzûmesinde, devrin pâdişâhı Abdülmecîd içün şöyle diyordu :
Geldikçe eyyâm ü zaman
Şâh-ı cihân-bâna hemân
Târih-i ferah-fâlini
Mes’ûd ide nev-sâlini
Doğdukça mihr-i âsumân
Mes’ûd ola her sâl ü mâh
Nazm eyledi Lütfî kulu
Abdülmecîd Hân’a Allah17
Nihâyet Hicrî 1265 (1848-1849) yılında bakaya vergilerin tahsîli
içün muvakkat olarak Filibe’ye gönderildi18. Ancak bu görevi sıra­
sında, eski me’mûriyyetini, ayni ma’âş ile uhdesinde muhafaza etti­
ğinden, dokuz ay sonra İstanbul’a döndüğünde, yine Takvîm-hâne’­
ye devama başladı19. Bilâhire Anadolu eyâlâtı Teftîş kâtibliği me’mûriyyetiyle ve 6750 kuruş ma’âşla, iki sene kadar tekrar taşrada
hizmet gördü20. Bu görevin lağvı üzerine yine İstanbul’a avdet etti
ve Hicrî 1269 (1852-53) ’da Takvîm-hâne musahhihliğine tâyin olun­
du. Dört sene hitâmında rütbesi sâniye sınıf-ı mütemâyizine yük­
seltildi. 1278 (1861-1862) yılında Takvîm-hâne’deki görevi devam
16 Bak, Târih, C. Vİİ1, s. 119.
17 Bak. Târih, C. VHI, s. 131.
18 Ahmed Lütfî Efendi, Târih, C. V E , s. 187; îbnülemin Mahmud Kemâl
İnal, Ayni eser, s. 897.
19 Cemâleddin Efendi, Ayni eser, s.122.
20 Ahmed Lütfî, Ayni eser, C. IV, s. 167.
126
M. M Ü N İR A K T E P E
etmek şartıyla21, Tıbbiyye Mektebi türkçe inşâ öğretmenliğine, ay­
ni zamanda Tıbbiyye Meclisi üyeliğine getirildi22. Bu esnâda iki gö­
revden aldığı ma’âşm tutarı ise 5000 kuruş idi.
Ahmed Lütfî Efendi, 1280 (1863-64) tarihinde, Takmm-i Vekâyi’ muharrirliği ile birlikte, Matba’a-i Âmire Ser-musahhihliği gö­
revini dahi ifâ ediyordu23. Nihâyet Hicrî 1281 (1864-65) yılında
Matbû’at Nâzırlığı’na nasb olundu; ayni zamanda Takvîm-hâne ve
Tıbbiyye Mektebi’ndeki vazifeleri de uhdesinde bulunuyordu. Bu
sırada rütbesi ise, ûlâ sınıf-ı sânisi derecesine yükseltilmişti. Ken21 Ahmed Lütfî, Ayni eser, (yazma : Türk Tarih Kurumu Kitablığı, nr.
y. 531/3), C. X, vrk., 30/b. Bu tarihde denize indirilen «Peyk-i Nusret» isimli
kalyon içün söylediği manzûm bir târîhde, Ahmed Lütfî Efendi devrin pâdişâ­
hı Abdülaziz’i şöyle medh etmektedir :
Pâdişâh-ı bahr ü berr Abdülazîz Hân'ın hemân
Felek mülkün eylesün ma’mûr âbâdan Allah
Keştî-yi efkârı ol-şâh-ı güzînin sü be-sü
Eylemiş mersâ-yi deryâ-yi inâyâtı penâh
Peyk-i Nusret’lerle tezyîn eyleyüp deryâları
Himmetin i’lân etti ol-şeh-i encüm-sipâh
îş-bu kalyon-ı hümâyûnun nüzûlü sa’d üe
Cûşiş-i deryâ-yi lûtf-ı şâha olmuşdur güvâh
Sâhü-i tab’ımda buldum dürr gibi târihini
Peyk-i Nusret bahre de verdi safâ bî-iştibâh.
Bak, Ayni yer.
22 Bilâhire, Matbû’at Nezâreti’ne kadar yükselmiş bir zâtın bu devirde
Üniversite hakkındaki düşünceleri dikkate şâyân görülmüştür. Lütfî Efendi
tarihinde bu husûsla alâkalı olarak şunları yazmaktadır.
«Nakl-i Hazîne-i Mâliyye
Ayasofya Câmi’ şerîfi karşusunda, Dârü’l-fünûn nâmiyle inşâ olunup, hâlî bulunmakta olan ebniyye-i cesîme Mâliyye Hazînesi’nin ziyâdesiyle harâb ol­
ması ve Dârü’l-fünûn dâiresinin mevkı’ce hazîne ittihâzı münâsib olacağı mütâla’alariyle Mâliyye Hazînesi oraya nakl olundu. Bu münâsebetle Sultan Mahmûd türbesi civârmda köşe başmda kâin Mîrî fırını, mahâlli İstanbul’un va­
satında bulunduğundan, oraya müceddeden muhtasarîce bir Dârü’l-fünûn inşâsiyle ulûm ve fünûn-ı nâfi’anın orada tedrisine karar verildi. Medrese kıtlığı
mı var? Ayasofya, Sultan Ahmed, Köprülü-oğlu gibi civârda bulunan medre
selerdeki dershâneler ne güne duruyor. Mâliyye Hazînesi’ne- bâr olmamak üze­
re bu Dârü’l-fünûnun mesârif-i inşâ’iyyesine kule-i zemîn arsalarından husûle
gelecek paralar, -hûlyâ bu-yâ- karşılık tutuldu. Yapalım derken, koca İstan­
bul’un cihât-ı ma’mûresinin ap-açık kalması içün bir büyük yağma kapusu
açıldı». Bak, Târih, (yazma), C. X, vrk. 67/b.
23 Ahmed Lütfî, Ayni eser, (yazma) C. X, vrk. 56/b.
V A K ’A - N Ü V ÎS A H M E D L Ü T F İ E F E N D İ
127
disi bu yeni me’mûriyyeti hakkında, yine tarihinde şunları yazmak­
tadır :
«Matba’a-i Âmire ile Takvîm-hâne, üdebâdan, ayni zamanda
rütbe ve haysiyyet sâhibi kimselerden bir zâtın nezâreti altında idâre olunuyordu. Bu iki dâire evvelce, Serasker-kapusu’nun arka ta­
rafında iken, bi’l-âhire Yeni-Saray’a (Bugünki Topkapı Sarayı’na)
nakli sırasında, bahis konusu Nezâret lağv olunarak, bu vazife
Ma’ârif Nezâreti’ne ilhak edilmişdi. Fakat sonradan mezkûr nezâ­
retin Matbû’at Nezâreti adı ile tekrar kurulmasına lüzûm görülmüş
ve abd-i âcize TaJcvîm-i Vehâyi’ muharrirliği uhdemde kalmak üze­
re, Meclis-i Ma’ârif a’zâlığı ilâvesiyle ve ûlâ sınıf-ı sânisi rütbesiyle,
ayda 7500 kuruş ma’âş verilerek, bu hizmet tevcih buyurulmuşidi»24.
Ahmed Lütfî Efendi, ayni sene içinde İstanbul'da düzenlenen
nüfûs sayımı işine dahi katıldı ve Boğaziçi’nde Yeniköy’den Rume­
li Feneri ile Kilyos’a kadar olan mahâllerin sayımını yaptı23. Ancak
başında bulunduğu Matbû’at Nezâreti’nih on ay sonra ilga edilmesi
sonucu, 28 Nisan 1865 (Gurre-i Zilhicce 1281) ’de tekâ’üd oldu.
Ma’mafih iki ay hitâmında, yeniden 5000 kuruş ma’âş ile Meclis-i
Ma’ârif a’zâlığma getirildiği gibi, ayni hicri yılın sonlarında Vak’anüvîslik hizmeti dahi kendisine verildi (Evâhir-i Zilhicce 1281 =
Evâhr-i Mayıs 1865)2,!. Beş sene sonra da Meclis-i Ma’ârif a’zâlığmdan ayrıldığı içün yalnızca devletin Vak’a-nüvîslik’ hizmetiyle işti­
gâle başladı.
Ahmed Lütfî Efendi, hicri 1286 (1869-70) senesi olayları meyânında, Meclis-i Ma’ârif a’zâhğmdan ayrılmasına dâir şunları yaz­
maktadır :
«Meclis-i Kebîr-i Ma'ârif, idare ve ilmiyye nâmlarıyla iki dâire’ye .bi’t-taksîm, îdâre dâiresi’ne Münîf Efendi, îlmiyye meclisi’ne
Livâ Tâhir Paşa ta’yîn kılındı. Abd-i fakır ol-vakit Meclis-i Ma’ârif
a’zâsmdan idim. Mezkûr taksim esnâsında hâric-i kısmet bulunarak,
Vak’a-nüvîslik hizmetiyle hâne-i âcizânemde meşgul olmak üzere,
2i Ahmed Lütfî, Ayni eser, (yazma) C. X, vrk. 62/a; îbnülemin Mahmud
Kemâl înal, Ayni eser, s. 897.
25 Ahmed Lütfî, Ayni eser, (yazma) C. X, vrk. 63/a.
26 Ahmed Lütfî, Ayni eser, (yazma) C. X, vrk. 69/a. Baş. Arşivi, İrâdeDâhiliye, nr. 37910.
128
M. M Ü N İR A K T E P E
şehriyye muhasses 5600 kuruş ma’âşım ile bâ-şart-ı kayd-ı hayât tekâ’üd edildim»27.
Bu olay üzerine, ancak hicri 1290 (1873/74) tarihinde ûlâ sı­
nıf-ı evveli rütbesine terfi’ ettirilen28 ve 1292 (1875) ’de tekrar Ma’ârif Meclisi âzâlığı ile birlikde, Vak’a-nüvîslik hizmetini dahi uhde­
sinde bulunduran29 Ahmed Lütfî Efendi, bilâhire yeniden ilmiyye
sımfma geçmeyi arzu ettiği içiin rütbesi, 1293 (1876) senesinde İs­
tanbul Kadılığı pâyesiyle değiştirildi30. Bir sene sonra da Şûrâ-yi
Devlet âzâlığına tâyin olundu. Me’mûriyyet hayâtında bir dönüm
noktası teşkil eden bu görev değişikliği hakkında, Ahmed Lütfî
Efendi yine tarihinde şunları kayd etmektedir :
«Rabbim makamını cennet eylesin, Sultan Abdülazîz Hân haz­
retlerinin evâhir-i saltanatlarında Vak’a-nüvîs bulunduğum hâlde,
rütbe-i fakırânemin mukabili bulunan İstanbul pâyesiyle aslıma
ric’at ettim.
Bana ser-tâc-ı sa’âdetdir imâmem Lütfî
Sarılursam nola dört el ile zeyl-i ilm e...»31.
Hicrî Muharrem 1297 (Aralık-Ocak 1879)’de Anadolu Kazas­
kerliği ve hicri 11 Muharrem 1299 (3 Aralık 1881) tarihinde de Rum­
eli Kazaskerliği pâyelerini ihrâz eden Ahmed Lütfî Efendi, nihâyet 1 Cemâziye’l-evvel 1305 (15 Ocak 1888)’de bilfi’il Rumeli Kazas­
kerliği makamını zabt etti32. Ancak bu me’mûriyeti esnasında, bil­
hassa Kassam dâiresi’nin islâhı husûsunda ihtimam göstermiş ve
devrin Şeyhülislâmı Bodrumlu Ömer Efendi’ye bu iş ile alâkalı
mahremâne bir lâyiha vermişti. Fakat Ömer Efendi’nin bilâhire bu
lâyihayı Kısmet Baş-kâtibi'ne havâle etmesi üzerine, Ahmed Lütfî
Efendi çok müşkil durumda kalmıştı. Kendisinin ifâdesine nazaran,
sonunda «dâire-i mezkûr yine eski hâlde, belki daha berbad kaldı.
27 Ahmed Lütfî, Ayni eser, (yazma : Türk Tarih Kurumu Kütübhânesi,
nr. y. 531/5), C. XII, vrk. 45/b.
28 Cemâleddin Efendi, Âyîne-i Zürefâ, s. 122/23.
29 Ahmed Lütfî, Ayni eser, (yazma: Türk Tarih Kurumu Kitablığı, nr.
y. 531/7), C. XV, s. 67-68.
30 Ahmed Lütfî, Târih, (yazma), C. XV, s. 146.
31 Lütfî Târihi, C. V ili, s. 184; Cemâleddin Efendi, Ayni eser, s. 123.
32 îbnülemin Mahmud Kemâl înal, Ayni eser, s. 897/98.
V A K ’A - N Ü V ÎS A H M E D L Ü T F l E F E N D I
129
Aralıkta, bizim kısmet mahsûlü azaldı. Kazaskerlikten me’mûl olan
semere görülemedi»33.
Ahmed Lütfî Efendi bu esnada birinci rütbeden Osmânî ve Mecîdî nişânları ile Gümüş imtiyaz Madalyası’nı dahi almağa hak ka­
zandığı gibi, gurre-i Şaban 1306 (3 Nisan 1889)’da, Rumeli Kazas­
kerliğinden infisâlinde tekrar Devlet Şûrâsı’na döndü ve ölünceye
kadar Vak’a-nüvîslik ile beraber bu görev dahi uhdesinde kaldı34.
Kendisi, son zamanlarına âit geçimi hakkında şunları yazar :
«O tarihden zamân-ı tebyîz-i kitâb olan iş-bu 1313 senesine de­
ğin, o ma’âşdan münakkah 4250 kuruş ahz ile bi-hamdihi te’âlâ
ta’ayyüş etmekteyim»35.
Ahmed Lütfî Efendi, son zamanlarında Âmedî-i dîvân-ı hümâ­
yûn Baş-mu’âvini Müfîd Bey ile birlikde Mekke-i mükerreme’ye gi­
derek, orada Mekke emîri ile Hicâz vâlisi arasındaki anlaşmazlığın
sebeblerini tahkîka me’mûr edildiği sırada hacı dahi olmuştu36. Böylece hayâtı boyunca durmadan devlet işlerinde hizmet gören Ah­
med Lütfî Efendi, nihâyet 17 Mart 1907 (2 Safer 1325) günü, Bo­
ğaziçi’nde, Boyacı-köyü’ndeki yalısında gözlerinihayata kapattı37.
33 Ahmed Lütfî, Târih, (yazma), C. XV, s. 18-19.
34 Abdurrahman Şeref,Lütfî Târihi, C. V3H mukaddimesi, s. 5.
35 Ahmed Lütfî, Târih, (yazma), C. XH, 45/b.
36 Bu görevin tarihini kendisi hicrî 1304 (1886/87) senesi olarak kayd
ediyor. Bak, Târih, (yazma), C. XI, vrk. 50/b, ve C. XV, s. 24. Abdurrahman
Şeref Bey' dahi, ayni tarihi kabûl etmiştir. Bak, Lütfî Târihi, C. VHE mukaddi­
mesi, s. 5; Fakat îbnülemin Mahmud Kemâl Bey, bu tarihi 11 Muharrem 1314
(22 Haziran 1896) olarak göstermiştir. Bak, Son Asır Türk Şâirleri, s. 897. Ah­
med Lütfî Efendi Mekke’yi ziyâretine dâir şunları yazıyor :
«Cenâb-ı halik yine nasîb buyursun. 1304’de me’mûriyyet he Mekke-i mü­
kerreme’ye azîmet-i fakîrânemde Medîne-i münevvere’ye yüz sürmek müyesser
olamayup, fakat bi-lûtfihi ve keremihi te’âlâ iki ay kadar Mekke-i mükerreme’de mukim olmuş-idim. Bü müddet zarfında Mekke-i mükerreme harem-i şe­
rifine gece gündüz defa’at Ue yüz sürdüm...».
37 Îbnülemin Mahmud Kemâl inal, Ayni eser, s. 898; Ahmed Lütfî Efen­
di, İstanbul’da oturduğu kışlık evi çok rutûbetli ve dar olduğundan, vefâtı sı­
rasında, Mart aymda Boğaziçi’ndeki yazlığında bulunuyordu. Vak’a-nüvîs Efen­
di, târihinin XV. cildini düzenleyip, temize çektikten sonra, 1321 yılında, yâni
ölümünden üç-dört sene önce, pâdişâh H. Abdülhamid’e sunarken, berâberinde
bir de arz-ı hâl vermiş ve Otlukçu-yokuşu’nda boş bulunan bir evin, 40 bin ku­
ruş karşüığmda kendisine alınmasını ricâ etmiş-idi. Ahmed Lütfî Efendi, bu
borcunun ise «tahsîsât-ı ilmiyye meyânmda mütedâhü ma’âşât-ı fakırânesinTarih Enstitüsü Dergisi - E. 9
M. M Ü N İR A K T E P E
130
Sabah Gazetesi, her ne kadar onun vefatı esnasında 110 yaşında ol­
duğunu yazmış ise de, İbnülemin Mahmud Kemâl Bey, «vefâtından
iki sene evvel tashih için verdiğim terceme-i hâline, kendi kalemi
ile doğum tarihini hicri 1232 senesi olarak tesbit etmiştir» diyor38.
Diğer taraftan bu devri yaşamış olan Abdurrahman Şeref Bey, îbnülemin Mahmud Kemâl Bey’e nazaran, ölüm tarihini bir gün fark­
la 3 Safer 1325 (5 Mart 1323) senesi olarak kayd eder39.
Ahmed Lütfî Efendi ölümünde 90 yaşının üzerinde idi. Cenâzesi Aksaray civârmda, Sofular Câmi’i hazîresinde evvelce hazırlat­
tığı kabre defn olundu. Hâlen mevcûd bulunan mezar kitâbesi aynen
şöyledir :
1)
2)
3)
4)
5)
6)
7)
Bir asırlık ömrünü kesb-i kemâle sarf edüp
Her zamanda mazhar olmuş-idi bi-hakkm hürmete
Eylese şâyândır âlem ser-fürû târihine
El çeküp bezm-i fenâdan gitti Lütfî cennete
Sudûr-ı izâmdan Vak’a-nüvîs-i Devlet
Ahmed Lütfî Efendi rûhiçün
Rizâen lillâhi-te’âlâ el-fâtiha
Sene 1325
Kendisi, zayıf, uzun boylu, sarışm, mavi gözlü ve hâfızâsı kuv­
vetli, zeki bir insan; ayni zamanda arab ve fars edebiyâtma vâkıf,
şi’irde ve inşâda muktedir, hoş sohbet, hâtır-nevâz, deryâ-dil, mevlevî tarikatına mensûb40, müstakim, mütevâzi bir ilim adamı idi.
den» ödenerek, bahis konusu hanenin sened-i hâkânîsinin kendi adına tanzimini
rica ediyordu. Târih, (yazma), C. XV, s. 173.
38 İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Ayni yer.
39 Bak, Ahmed Lütfî Târihi, sekizinci cild mukaddimesi, s. 5. Merhûmun
Sofular Câmi’i hazîresinde bulunan mezâr kitabesinde ise, yalnızca 1325 tarihi
vardır.
40 Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1342, c. UT, s.
136-37.
ESERLERİ
Vekayi’-nâmesi :
Ahmed Lütfî Efendi, Sultan Abdülazîz’in irâde-i seniyyesi üze­
rine, Cevdet Paşa’dan sonra 1281 senesi Zilhicce ayı sonlarmda (Ma­
yıs 1865 târihinde) vak’a-nüvîs oldu ve Cevdet Paşa Târihî’nin kal­
dığı hicrî 1241 (1825-1826) senesi olaylarına, başından başlamak
suretiyle, kendi vekâyi’-nâmesini yazmağa başladı41. Genel olarak
Ahmed Lütfî Efendi Târihi adını verdiğimiz bu eserinin, nihâyet
1241-1243 seneleri olaylarını ihtivâ eden birinci cildini, hicrî 1288
târihinde tamamlayarak, Âyîne-i Târih ismiyle saraya, Pâdişâh Abdülazîz’e sundu. Kendisi, târihinin birinci cildi hâtimesinde aynen
şunları yazmaktadır :
«Mebde’-i târih-i cedîd-i devlet ittihâzma şâyân olan bin iki
yüz kırk bir sene-i hicriyyesi şehr-i Muharremi gurresinden tahrîr-i mevâdd-ı târihiyyeye vaz’-ı besmele-i ibtidâ olunarak, şimdi­
lik üç senelik vukü’âtı câmi’ «Âyîne-i Târih» nâmiyle tevsîm kılınan
mecelle-i nüsha-i nefîse ... velî-ni’met-i bî-minnetimiz es-sultân ibnü’s-sultân es-sultân Abdülazîz Hân ... Efendimiz hazretlerinin huzûr-ı hümâyûn-ı ma’ârif-meşhûn-ı cenâb-ı hilâfet-penâhîlerine arz
u takdîm ile manzûr-ı pâdişâhî buyurulmuş ve cânib-i Bâb-ı âlî’den
Ma’ârif-i umûmiyye nezâret-i celîlesine iş’âr buyurulan tezkire-i
mahsûsa mûcibince taraf-ı mîrîden tab’ ve temsîli nâzım-ı menâzım-ı umûr-ı mülk ü millet vezîr-i fazâil-sîret sadr-ı güzîn-i ma’âriftıynet fehâmetlû, devletlû Mehmed Rüşdi Paşa ... hazretlerinin zamân-ı feyz-ünvân-ı sadâret-i uzmâlarında müyesser-gerde-i cenâb-ı
Rabb-i izzet olmuşdur»42.
Bahis konusu eser, yâni Ahmed Lütfî Efendi târihinin birinci
41 Abdurrahman Şeref, Târih-i Lütfî, İstanbul 1328, c. v m , s. 2.
42 Ahmed Lütfî, Târih, İstanbul 1289, c. I, s. 308.
132
M. M Ü N İR A K T E P E
cildi, yazma olarak bugün sâdece İstanbul, Arkeoloji Müzesi Kütübhânesi’nde Nr. y. 1/6,363 numarada bulunmaktadır ve 258 varak
hâlinde olup, matbû nüsha gibi, hicri 1241-1243 senesi olaylarmı
kapsamaktadır. Yukarıda dahi zikr edildiği üzere, bu cild Abdülazîz devrinde ve Mehmed Rüşdi Paşa’nm üçüncü sadâreti zamanın­
da, hicri 1289 yılında devlet tarafından bastırılmıştır.
Ahmed Lütfî Efendi, hicri 1241 (1825/26) senesinden sonra,
Es’ad Efendi’nin Vak’a-i hayriyye’ye dâir yazdığı «Üss-i Zafer»in­
den başka güvenilir bir eser neşr edilmemiş olmasından dolayı, da­
ha ziyâde Hazîne-i evrâk ile Dîvân-ı hümâyûn ve Sadâret mektûbî
kalemi evrâkma mürâca’at etmek, ayrıca bâzı şahıslardan da bilgi
almak sûretiyle bu eserini, yâni vekâyi’nâmesini hazırladığını he­
men hemen her cildinin başında bize bildirmektedir43. Daha sonra­
ki senelere âid olaylar içün de geniş ölçüde Takvîm-i Vekâyi’ den ve
Havâdis-nâme’lerden istifâde ettiği görülmektedir. Ahmed Lütfî
Efendi, diğer taraftan bulduğu evrakın «... icraât-ı âdiyyeyi ve
mes’elelerin sathiyyâtmı beyândan ibâret olmasıyla, esbâb-ı mûcibe ve ahkâm-ı ledüniyyeye dâir bir güne işâret ve delâlete zaferyâb olamadığımdan ve eski vakitlerde evrâk-ı vâride üzerine târih
vaz’ı âdet olmadığından, taklîb ve der-dest edilen evrâkdan senesi
senesine düzgünce bir mes’ele istihrâcı içün epeyce vakitler zâyi’
edilmiştir» diyor ve bu sebeble kitâbmdaki hatâların bir kısmı her
ne kadar kendine âid ise de, bir kısmının da bu yüzden ileri geldiği­
ni beyân ediyor44. Bununla beraber, devrinde onun vücûda getirdiği
eseri takdir edenlerden Sâmi Paşa, Lütfî Târihi içün yazdığı bir
takrizin sonunu şöyle bitirmektedir;
Aferin tab’ma ey Lütfî-yi pâkîze-edâ
Fenn-i târihe muvâfık hüner ettin icrâ
Gösterüp kâ’ide-i zabt-ı vukü’âtı tamam
Bülega ve urefâ mesleğin ettin ihyâ
Lûtf-ı tab’ma delîl olsa sezâdır bu eser
Aferin tab’ma ey Lütfî-yi pâkize-edâ45.
43 Ahmed Lütfî, Târih, İstanbul 1289, c. I, s. 1.
44 Ahmed Lütfî, Ayni eser, c. I, s. 1 ve c. IX (Yazma, Türk Tarih Kurumu
Kütübhânesi, Nr. y. 531/2) vrk. 76/a.
45 Ahmed Lütfî, Ayni eser, c. I, ük sahîfe.
V A K ’A - N Ü V ÎS A H M E D L Ü T F Î E F E N D İ
133
Ahmed Lütfî Efendi hicrî 1282 yılı başından, ölüm târihi olan
hicri 1325 senesine kadar, takriben kırk dört yıl müddetle Osmanlı'
İmparatorluğu’nun vak’a-nüvîsi olarak hizmet gördü ve Boğaziçi’­
nde, Boyacı-köy’deki yalısında, yahut İstanbul’da, darlığından şi­
kâyet ettiği evinde, devletin 1825 senesinden itibâren, Ağustos 1879
(Ramazan 1296) tarihine kadar olan vuku’âtmı kayd etti. Ölümün­
den sonra bir müddet içün yerine kimse tâyin olunmadı. Ancak Sul­
tan Mehmed Reşâd (V )’in Pâdişâh olmasını müteâkib (1909), Abdürrahman Şeref Bey kendisine halef oldu. Abdürrahman Şeref
Bey ise, selefi vak’a-nüvîs Ahmed Lütfî Efendi’nin târihi ve onun
devri hakkında şunları yazmaktadır;
«... 1261 (1845) sene-i hicriyyesinden i’tibâren vekâyi’i tahrîr
ve tedvîn eylemek zimmet-i bendegâneme terettüb etmiş-idi. Ancak
Lütfî Efendi merhûm, altmış târihinde vazifesine hitâm vermeyüp
sinîn-i âhire vukü’âtmı dahi tesvîd ve ol-vaktin sansür usûlünden
ihtirazından mı? yoksa aldığı emre imtisâlinden mi? her neden ise,
tab’ ve neşr ettirmeyerek, müsveddâtı sırasiyle huzûr-ı hâkân-ı sâbıka takdîm eylediği mesmû’-ı âcizânem olmuş idi. Fi’l-vâki’ bu kerre Yıldız Kütübhânesi’nde bi’t-taharrî, sene-i mezkûreden seksen
dört senesi nihâyetine kadar olan vekâyi’-i târihiyyeyi hâvî dört
cildine dest-res oldum. îhtimâlki mâ-ba’dı da vardır»46.
Abdürrahman Şeref Bey’in tahmin ettiği şekilde bu dört, yâni
sekiz, dokuz on ve on birinci cildlerin de mâ-ba’dı vardı. Ahmed
Lütfî Efendi’nin kaleme aldığı vekâyi’nâme, yukarıda dahi bahs
ettiğimiz üzere, bir kısmı basılmış, bir kısmı yazma, fakat temize
çekilerek saraya takdîm edilmiş; diğer bir kısmı da tamâmen müs­
vedde hâlinde olmak üzere Ramazan 1296 (Ağustos 1879) târihine
kadar gelen on altı cild hâlinde bulunuyordu. Bunlardan ilk yedi
cildi, Ahmed Lütfî Efendi’nin kendi zamanında basılmış; sekizinci
cildini Abdürrahman Şeref Bey yayınlamış, geri kalan sekiz cildi
ise, (Dokuzuncu cildi tarafımızdan yayma hazırlanmış durumda)
günümüze kadar yazma olarak kalmıştır.
Ahmed Lütfî Efendi Târihi’nin ikinci cildi de bugün yine yaz46 Ahmed Lütfî, Ayni eser, c. VXEE, Abdürrahman Şeref Bey’e âit ifâde-i
naşir kısmı, s. 1. Abdürrahman Şeref Bey’in burada bahis konusu ettiği dört
cüd, Lütfî târihinin, sekiz (1261-65), dokuz (1266-1277), on (1277-1282) ve on
birinci (1283-84) cildleridir.
İ34
M. M Ü N İR A K T E P E
ma olarak, sâdece İstanbul Arkeolojisi Müzesi Kitâblığı Nr. y. 1/6,
' 364’de bulunmaktadır ve «Târih-i Lütfî» adı altında, 16 Muharrem
1291 tarihinde, Matba’a-i âmire’de basılan bu cild, hicrî 1244-1245
(1828-1830) senesi olaylarını sonuna kadar almaktadır. Ancak mat­
bu’ ikinci cilde nazaran, 165 varakdan müteşekkil bulunan bu yaz­
ma, kısmen noksandır. Meselâ 195-200’ncü sahıfeler arası mezkûr
yazmada olmadığı gibi, cild sonundaki vesikalar kısmı dahi, matbu’
nüsha ile uygunluk göstermemektedir. Eserin üçüncü cildi dahi yal­
nızca Arkeoloji Müzesi Kitablığı’nda, yazmalar kısmı Nr. y. 1/6,
365’de mevcudtur. Esas metin kısmı 226 sahîfe olan bu cild ise, 12461247 (1830-1832) senesi olaylarına âittir ve yarıdan sonrası olduk­
ça müsvedde hâlindedir. Tebyiz edilmiş nüshasının saraya, Sultan
Abdülazîz’e takdim edilmesi lâzım gelen bahis konusu cildin 1292
yılında İstanbul’da Matba’a-i âmire’de «Târîh-i Ahmed Lütfî» adı
altında yayınlanmış olduğu da mâlûmumuzdur.
Lütfî târihinin dördüncü cildine gelince, 112 varak hâlinde
bulunan ve hicrî 1249 ile 1250 (1832-1835) senelerine âit vuku’âtı
ihtivâ eden bu cildin tam bir yazma nüshasını, ancak İstanbul
Üniversitesi Kütübhânesi, Türkçe Yazmalar Kısmı Nr. 5032’de göre­
biliyoruz. Bahis konusu cild sonradan «Târîh-i Devlet-i Aliyye-i
Osmâniyye» adı altında tab’ edilmiş ise de, bunun basıldığı yer ve
tarih eserin üzerine konulmamıştır. Diğer taraftan İstanbul Arke­
oloji Müzesi’nde bulunan «Lütfî Târihi yazmalarının evveliyyât
kısmı müsveddeleri» arasında da, bu cilde âit bâzı bahisleri ihtivâ
eden takriben 35 varaklık bir kısım vardır47. Lütfî Târihi’nin be­
şinci cildi, yine yalnızca Arkeoloji Müzesi Kitablığı’nda Nr. y. 1/6,
366 dadır ve müsvedde hâlinde olup, hicrî 1251-1254 (1835-1838)
seneleri vekâyi’ini kapsamaktadır. 161 sahîfelik bu cild dahi « Târîh-i Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye» adı altında, îstanbulda, Mahmud
Bey matba’asmda 1302 yılında basılmıştır. Hicrî 1255 ve 1256 (18391840) senelerine âit bulunan altıncı cildin tamamı da 120 sahîfelik
bir müsvedde hâlinde, İstanbul Arkeoloji Müzesi Kitâblığı’nda Nr.
y. 3/3, 1341’dedir. Ancak bahis konusu cilde âit diğer eksik bir nüs­
ha, yâni sâdece hicrî 1255 (1839) senesi olaylarını hâin kısım, İs­
tanbul Üniversitesi Kütübhânesi, Türkçe Yazmalar, Nr. 5031’de
bulunuyor. Bu cildin tamamı ise, yine .1302 yılında, İstanbul’da
47 Bak, Nr. y. 3/3, 1340.
V A K ’A - N Ü V İS A H M E D L Ü T F Î E F E N D İ
135
Mahmud Bey matba’asmda «Târih-i Ahmed Lütfî» adı altında ba­
sılmıştır. Lütfî Efendi târihinin yazma hâlinde yedinci cildi dahi
yalnızca İstanbul Üniversitesi Kütübhânesi’nde mevcûttur ve Nr.
Ty. 5034’de bulunan bu nüsha, 1256-1260 (1840-1844) senesi vak’alarmı ihtivâ etmektedir. Hâlbuki hierî 1306 yılında, Mahmud
Bey matba’asmda «Târîh-i. Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye» adı altında
neşr edilen matbû yedinci eild, hicri 1257-1260 (1841-1844) senesi
olaylarını hâin bulunuyor. Öyle anlaşılıyorki, altıncı cilde âit bir
senelik vuku’ât, yâni 1256 yılı olayları, Üniversite yazmasında,
altmcı cildin sonundan, yedinci cildin başına alınmıştır.
Ahmed Lütfî Efendi vekâyi’-nâmesinin değişik bir tarzda ya­
yınlanan ve hicri 1261-1265 (1845-1849) senesi hâdiselerini içine
alan sekizinci cildine gelince, bunun yazma olarak iki nüshası bu­
lunduğunu görmekteyiz. Biri Ankara’da, Türk Tarih Kurumu Kü­
tübhânesi’nde Nr. y. 531/1’de olup, 156 sahîfedir. Diğeri de Mehmed
Zeki Pakalın'm  tıf Efendi Kütübhânesi’ne vakf ettiği kitablar
arasında meveûd bulunup 79 varaktır..Hicrî 1328 senesinde, İstan­
bul’da Sabah matba’asmda, Abdurrahman Şeref Bey tarafından
neşr edilen matbû nüshası ise 582 sahîfedir. Ancak bu matbû nüsha­
nın başından itibaren 191 sahîfesi, Lütfî Efendi târihinin sekizinci
cildine âit olmakla beraber, sahîfe altlarında nâşirin bir hayli notu
bulunmaktadır. 192’nci sahîfeden 560’meı sahîfeye kadar olan ikinci
kısım ise, tamamen Abdurrahman Şeref Bey’in ilâvelerine mahsûs­
tur ve nihâyet hicrî yılları milâdî yıllara çeviren bir cedvel bu cil­
din sonunda yer almaktadır.
Ahmed Lütfî Efendi’nin ölümünden sonra, yerine Pâdişâh Meh­
med Reşâd (V.) tarafından, 1909 yılında Abdurrahman Şeref Bey
vak’a-nüvîs tâyin edilmiş olduğundan, Osmanlı împaratorluğu’nun
olaylarım hicrî 1261 (1845) tarihinden itibâren tahrîr ve tedvine
kendisi me’mûr edilmişti. Bu sebeble, Abdurrahman Şeref Bey’in
vak’a-nüvîsliği zamanında topladığı bir kısım bilgiler ve bilhas­
sa Avrupa olaylarma dâir haberler ile vesikalar, yayınlanan bu
sekizinci cildin içinde yer aldı. Ancak Osmanlı Devleti’nin bu son
vak’a-nüvîsi, Ahmed Lütfî E fendi târihinin matbû sekizinci cil­
dinde ve ifâde-i nâşir kısmında şunları yazmaktadır :
«... Gerçi merhûm, selefi Cevdet Paşa’nm tarz-ı üstâdânesine
peyrev olamamış ve hattâ 1241 senesinden i’tibâren târihimizin
yeniden yazılması hakkında âcizlerine ba’zı ihtârât dahi vukü’
136
M. M Ü N ÎR A K T E P E
bulmuş ise de, meşâgıl-i acizânemin kesretinden nâşi bu emr-i mühimmi ahlâfa terk ile mü’ellifin emekleri hebâ olmamak üzere
sâlifü’z-zikr dört cildin aynen tab’ ve neşrine mübâşeret ettim.
Gerçi bu cildlerin muhteviyâtı da sevâbıkı misillû tetebbu’ât-ı ciddiyye ve tenkîdât-ı fennîyeye müstenid olmıyarak, mü’ellifin i’tirâfı
veçhile Takvîm-i Vekâyi’ nüshaları hulâsasından ve ba’zı evrâk-ı
resmiyye mündericâtmdan ibaret gibi ise de, vekâyi’-i dâhiliyyeyi
câmi’ olmak i’tibâriyle mütâla’ası büsbütün fâidesiz add-olunam az...»48.
• Bu ifâdede dahi görüldüğü üzere, Abdurrahman Şeref Bey, Lütfî Târihi’nin sekizinci cildinden sonra, dokuz ve müteâkib cildlerini yayınlamayı düşünmüş ise de, bu husûs ancak tasavvur hâlinde
kalmış ve bu güne kadar, Abdurrahman Şeref Bey’in sekizinci cil­
de yaptığı ilâvelerden başka, Lütfü Efendi Târihi ile alâkalı, ortaya
yeni bir yazısı çıkmamıştır. Ma’mafih Ankara’da, Türk Tarih Ku­
rumu Kütübhânesi’nde Nr. y. 542’de kayıdlı olup, Türk Tarih En­
cümeni Kitâblığı’nm Nr. 102’sinden intikal eden ve Sultan Mehmed
Reşâd (V) devri olaylarım kısmen içine alan, takriben 210 varaklık
bir yazma vardır ki, bü eserin tamamen vak’a-nüvîs Abdurrahman
Şeref Bey’e âit olduğu kütübhâne kayıdlarından anlaşılmaktadır.
Ahmed Lütfî Efendi Târihinin neşre hazırladığımız ve şimdiye
kadar basılmamış bulunan dokuzuncu cildine gelince, bunun tam ve
temiz bir nüshası Ankara’da, Türk Tarih Kurumu Kitablığı Nr. y.
531/2 de mevcûttur. Daha önce Yıldız evrâkı arasında olup, bilâhire Harbiyye Nezâreti kanalıyla Türk Tarih Encümeni Kitablığı’na
intikal eden bahis konusu nüsha, oradan da diğer bâzı cildler gibi
Türk Tarih Kurumu’na geçmiştir. Hicrî 1266-1276 (Kasım 1849Haziran 1860) ve kısmen 1277 (Temmuz 1860) senesi olaylarını
içine alan mezkûr dokuzuncu cildin, Türk Tarih Kurumu’ndaki
nüshası, ayni zamanda 120 varaktır. Bu cildin 34 varaktan ibâret
bulunan noksan bir nüshası ise İstanbul Arkeoloji Müzesi, (Müze-i
Hümâyûn) Kitâblığı Nr. y. 3/3, 1342’de görülüyor. 154 varaktan
teşekkül eden diğer bir nüshası da, A tıf Efendi Kitâblığı, Mehmed
Zeki Pakaİm’ın yazmaları arasında bulunuyor. Ancak bu nüsha
tam mânasiyle bir müsvedde hâlinde olup, tertîb itibâriyle de çok
48 Ahmed Lütfî Efendi Târihi, Abdurrahman Şeref Bey neşri, c. VTII,
ifâde-i nâşir kısmı, s. 2/3.
V A K ’A - N Ü V İS A H M E D L Ü T F Î E F E N D İ
137
karışık durumda bulunduğundan, istifâde edilmesi çok güç bir hâl
arz ediyor.
Ahmed Lütfî Efendi, Türk Tarih Kürumun’da mevcût ve tebyiz
edilerek, vaktiyle Saraya takdim ettiği dokuzuncu cildin baş tara­
fına şunları yazmıştır :
«Cild-i tâsi’ ez-Târih-i Vak’a-nüvîs Ahmed Lütfî mine’s-sudûr.
... Ammâ ba’de velî-ni’met-i bî-minnetimiz velî-ni’met-i cihân uluvvü’ş-şân Gazi Sultan Abdülhamid Hân-ı sânî Efendimiz haz­
retlerinin sâye-i ma’ârif-pîrâye-i hümâyûn-ı mülûkânelerinde tah­
rîr ve tesvîd ile taklîb-i evrâk-ı mefharet ve tezhîb-i sahâyif-i makderet eylemekte bulunduğum vekâyi’-i resmiyye-i Devlet-i aliyye’lerini şâmil târih-i dâ’îyânemin iş-bu dokuzuncu cildi dahi bu
def’a resîde-i hadd-i hitâm olarak, emsâli misillû mübârek ve mes’ûd
huzûr-ı şevket-nümûd-ı cenâb-ı hilâfet-penâhîlerine arz ve takdim
kılındı. Bu cild dahi Takvîm-i Vekâyi’ nüshalarıyla Hazîne-i evrâk’dan ve hârieden tedârik ve iştirak olunabilen ba’zı ma’lûmât-ı mevsûka ve ilâvât ve mütâla’ât-ı mefhûme ve mantûkayı hâvidir».
Bu cildin vesikalar kısmı hâriç, sonu dahi şöyle hitâm buluyor :
«... Dâmâd Mehmed Ali Paşa Der-sa’âdet’den Kastamonu’ya
teb’îd olundu. Kıbrısh Mehmed Paşa sadrıâzam oldu. Yetmiş birde
Kıbnslı’nm azliyle Reşîd Paşa sadârete geldi. İntihâ.
Temme be-kalem-i câmi’a el-fakîr Vak’a-nüvîs Ahmed Lütfî.
fi gurre-i Rebî’ü’l-evvel 1310»49.
Ahmed Lütfî Efendi Târihi’nin yazma hâlinde bulunan onuncu
cildi ise, Ankara, Türk Tarih Kurumu Kitâbhğı; İstanbul, Arkeo­
loji Müzesi Kütübhânesi ve yine İstanbul, Atıf Efendi Kütübhânesi, Mehmed Zeki Pakalın Kitabları arasında olmak üzere, üç yerde
bulunmaktadır. Bunlardan Türk Tarih Kurumu Kitâblığı’nda olup,
Nr. y'. 531/3’de kayıdlı nüsha, hicri 1277 senesi olaylannm ikinci
yarısı ile 1278-1282 (Temmuz 1861 - Nisan 1866) senesi nihâyetine
kadar gelen vekâyi’i ihtivâ etmektedir ve tamamı 156 sahîfedir. Ar­
keoloji Müzesi’ndeki diğer nüsha da seksen varak hâlindedir. Ancak,
Nr. y. 3/3, 1343 de mevcûd bu nüsha, 1277-1281 (1860-1865) sene­
leri olaylarını hâvi bir müsveddedir. Â tıf Efendi Kütübhânesi’ndeki
49 Ahmed Lütfî Efendi, Târih, (Yazma, Türk Tarih Kurumu kitablıgı,
Nr. y. 531/2), c. IX, vrk. 8/b, ve 89/b.
138
M. M Ü N İR A K T E P E
üçüncü nüsha da yine müsvedde hâlinde olup, 115 varaktır. Diğer
taraftan, Vak’a-nüvîs Ahmed Lütfı Efendi, n . Abdülhamid devrin­
de tamamlayıp, Mart 1894 tarihinde saraya sunduğu vekâyi’-nâmesinin onuncu cildine şu şekilde başlamaktadır :
«... Sultân-ı selâtîn-i cihân mü’ellif-i kulûb-ı âlemiyân es-sultân
ibnü’s-sultân es-sultân al-gâzî Abdülhamîd Hân edâm-Allahu hilâfetehu ilâ-âhirü’d-devrân pâdişâh-ı ma’ârif-ünvân Efendimiz haz­
retlerinin merkez-i devâir-i ilm ü irfân olan mübârek ve mu’allâ
huzûr-ı kerâmet-zuhûr-ı cenâb-ı hilâfet-penâhîlerine arz ve takdimi
ile mazhar-ı kemâl-i şeref ve mafharet olduğum iş-bu nüsha sâye-i
ihsân-vâye-i hazret-i pâdişâhîlerinde cem’ ve tahrîri ile meşgul ol­
duğum târihlerin onuncu cildidir. 1282 senesi nihâyetine (15 Mayıs
1866) kadar beş sene ile on üç günlük havâdisi şâmildir. Abd-i kadîm-i hazret-i pâdişâhî, Vak’a-nüvîs Ahmed Lütfî, Ramazan sene
1311».
Ahmed Lütfî Efendi’ye âit vekâyi’-nâmenin 1283 ve 1284 (Ma­
yıs 1866 - Nisan 1868) seneleri vuku’âtım bir araya toplayan yazma
on birinci cildi de, yine Ankara, Türk Tarih Kurumu Kütübhânesi,
Nr. y. 531/4’de mukayyed olup, 182 sahîfe hâlindedir. Bunun 186
sahîfelik diğer bir nüshası ise, Â tıf Efendi Kütübhânesi Mehmed
Zeki Pakalm kitâbları arasında bulunuyor. Müsvedde hâlindeki bu
nüshanın üzerinde «Temize çekilmiş nüshası huzûr-ı Osmânîye tes­
lim edilmiştir» diye bir kayıd vardır. Tahminimize nazaran, dokuz
ve onuncu ciltler gibi, Tarih Kurumu’ndaki bahis konusu nüsha
dahi, Abdurrahman Şeref Bey’in, Yıldız evrâkı arasında gördüğü
nüshalardan biri olup, sonradan bu cild, Türk Tarih Kurumu’na
intikal etmiş olmalıdır. Arkeoloji Müzesi’nin kitâblığmda, Nr. y.
3/3, 1344’de bulunan diğer bir nüshaya gelince, bu sâdece 1283 se­
nesi olaylarına âit 16 varaklık bir kısımdır.
20 Mart 1895 yılında tebyîzi tamamlanarak, Yıldız Sarayı’na
takdîm edilen ve hâlen Türk Tarih Kurumu Kütübhânesi’nde bulu­
nan on birinci cildin başında ise, Ahmed Lütfî Efendi’ye âit ve pâ­
dişâh II. Abdülhamîd’i medh eden aşağıdaki şi’ir bulunmaktadır.
Hamdilillâh eyledim arz-ı huzur
On birinci cildi de bi’l-iftihâr
V A K ’A - N Ü V ÎS A H M E D L Ü T F Î E F E N D İ
139
Vakt-i pîrîde senin ey şehriyâr
Lûtf u ihsanınla oldum bahtiyâr
K uwe-i kudsiyye-i lûtfun ile
Vasfını tahrîre ettim ibtidâr
Hep senin ihsanının âsârıdır
Hâme-i aczimdeki bu iktidar
îltifâtındır beni gûyân eden
Hizmetin aşkıyle oldum çün hezâr
Âbyârî-yi inâyâtm ile
Vaktim olmuştur benim her dem bahar
Ben nasıl arz-ı teşekkür etmeyim
Her cihetle kâmkârım kâmkâr
Buldu devlet hüsn-i re’yinle hayât
Rûh-ı âlemsin sen ey âlî-tebâr
Gelmemiş zâtın gibi bir pâdişâh
Bir yaratmıştır seni perverdigâr
Cûy-bâr-ı eûdının her katresi
Gülşen-i dünyâya verdi berk ü bâr
Dem-keşân-ı meclis-i âsâyişi
Lûtfunun sahbâsı etti neş’e-dâr
Nahl-i ümîdi umûm milletin
Feyz-i tevfîkınle olmuş meyve-dâr
Nûr-ı adlinle münevverdir cihân
Kalmadı ahdinde bir muzlim nehâr
Cedvel-i vasfında âcizdir kalem
Katre-i Osmânî kâbilmi şümâr
Sâbit oldukça esâsı âlemin
Hakk sana virsün şeririnde karâr
Vak’a-nüvîs Ahmed Lütfî dâ’îleri50
50 Ahmed Lütfî Efendi, Târih, (Yazma, Türk Tarih Kurumu kitablığı,
Nr. y. 531/4), c. XI, vrk, l/a .
140
M. M Ü N İR A K T E P E
Bu cildin sonu da şu şekilde hitâm buluyor :
«Bin iki yüz seksen üç ile seksen dört senelerine müte’allik iki
senelik vekâyi’i şâmil iş-bu on birinci cild dahi velî-ni’met-i bî-minnetimiz velî-ni’met-i âlem pâdişâh-ı ma’ârif-i ilm şehinşâh-ı adâletşiyem es-sultân ibnü’s-sultân es-sultân al-Gâzî Abdülhamîd Hân-ı sânî Efendimiz hazretlerinin sâye-i ihsân-vâye-i cenâb-ı hilâfet-penâhîlerinde resîde-i hadd-i hitâm olarak, diğerleri misillû huzûr-ı inâyet-neşûr-ı pâdişâhîye takdîm kılman nüsha-i mübeyyizedir. Çırâğ-ı mahsûs-ı hazret-i pâdişâhî Vak’a-nüvîs Ahmed Lütfî. Fî gurre-i
Şevvâl 1312».
Ahmed Lütfî Efendi Târihi’nin hicrî 1285-1287 (Mayıs 1868Mart 1871) seneleri olaylarına âit ve 148 sahîfeden müteşekkil bu­
lunan on ikinci cildi de, yine yazma olarak, Ankara’da, Türk Tarih
Kurumu Kitâblığı’nda, Nr. y. 531/5’de bulunmaktadır ve mezkûr
nüshanın sonu dahi, bir evvelki cilde benzer şekilde hitâm bulmak­
tadır. «İş-bu on ikinci cildin dahi diğerleri misillû ... es-sultân Gâzî
Abdülhamîd Hân-ı sânî Efendimiz hazretlerinin mübârek ... ve
mu’allâ huzûr-ı şevket-neşûr-ı cenâb-ı hilâfet-penâhîlerine arz ve
takdîm kılındı. Çırâğ-ı mahsûs-ı hazret-i pâdişâhî Vak’a-nüvîs Ah­
med Lütfî» ifâdesine dikkat edilecek olursa, bu nüshanın da, sara­
ya takdîm edilen yazmalardan biri olduğu anlaşılır. Ahmed Lütfî
Efendi, bir evvelki cildi gurre-i Şevvâl 1312’de hazırlayıp, saraya
vermiş, bunu da hicrî 1313 yılında pâdişâha sunmuştur.
On ikinci cildin, Â tıf Efendi Kütübhânesi’nde, Mehmed Zeki
Pakalın kitâbları arasında bir nüshası daha mevcûttur. Ancak bu
nüshanın, X II’nci cildin zeyli olarak gösterilen son kısmına., Ah­
met Lütfî Efendi târihinin on üçüncü cildi olduğu hakkında bir not
düşülmüştür. Âtıf Efendi Kütübhânesi’ne yeni gelmiş bulunan ve
Mehmed Zeki Bey’in vakf ettiği kitâblar arasında olan Ahmed Lüt­
fî Efendi vekâyi’nâme’sine âit bahis konusu yazmalar muhtelif par­
çalar hâlinde, sene sene yazılarak, ayrı ayrı dosyalanmış ve müs­
vedde vaziyetinde iken, bunlar kütübhâneye geldikten sonra cilde
verilmiştir; ancak Ankara’da, Türk Tarih Kurumu’nda bulunan,
tebyiz edilmiş nüshalardaki cildlerin ihtivâ ettikleri seneler dikka­
te alınmadan yeni bir tertibe tâbi tutulmuştur. Bu sebeble cildler
V A K ’A - N Ü V Î S A H M E D L Ü T F Î E F E N D I
141
arasında, muhteva bakımından bir takım farklar ve ayrılıklar or­
taya çıkmıştır51.
Ahmed Lütfî Efendi’nin hicrî 1288 (1871/72) senesi vekâyi’ine
âit bulunan on üçüncü cildinin tebyiz edilmiş bir nüshası sâdece İs­
tanbul Üniversitesi Kütübbânesi, Ty. Nr. 4812 de olup, tamamı 123
sahîfedir. Türk Tarih Kurumu’nda.mevcûd ve saraya takdim edil­
dikleri anlaşılan, temize çekilmiş cildler arasında, hicrî 1288 yılı
vekâyi’ini içine alan böyle bir kısım bulunmadığına göre, mezkûr
on üçüncü cildin, Yıldız evrâkı arasında, Yıldız Kütübhânesi kana­
lıyla, İstanbul Üniversitesi kitablığına intikal ettiği anlaşılıyor. Bu
cildin baş sahîfesinde ise şunlar yazılıdır;
«Târîh-i Lütfî’nin on ikinci cildinin zeylidir. Bin iki yüz sek­
sen sekiz sene-i hicriyyesi havâdis-i mühimmesini hâvidir.
Rabbenâ yüsrü’l-lenâ vefku’l-lenâ hayrü’l-umûr
Çok şükür bu nüshayı da eyledim arz-ı huzûr
On ikinci cilde iş-bu nüshanın zammı ile
Âcizâne efkarâne ittim ikmâl-i kusûr
Her ne rütbe pir isem de hizmet-i şâhânede
İhtimâli var mıdır gelsün bana asla fütûr
Pâdişâhımdır velî-ni’met-i bi-minnetim
Etmede hayır du’âsı ile'eyyâmım mürûr.»
Ahmed Lütfî Efendi 1288 senesi vekâyi’i içün, on ikinci cildin
zeylidir veyâ ilâvesidir demesine rağmen, on dördüncü cildine 1289
senesi vuku’âtı ile başlamaktadır; yâni on ikinci cildi 1287 senesi
olaylarıyla hitâm bulup, on dördüncü cildi 1289 senesi vekâyi’i ile
başladığına göre, Vak’a-nüvîs Lütfî Efendi, evvelâ, on ikinci cildin
zeyli olarak hazırladığı bu 123 sahîfelik ve 1288 yılma âit vuku’âtı,
sonradan on üçüncü cild şeklinde kabûl etmiş olmalı ki, on dördün­
cü cilde 1289 yılından başlamış bulunuyor. Ayrıca bir on üçüncü
cild bulunmadığına binâen ve 1288 senesi olaylarını ihtivâ eden 123
sahîfelik nüsha müstakilen Üniversite Kütübhânesi’nde yer aldığı­
na nazaran, bunu on üçüncü cild kabûl etmek doğru olur.
51 Mehmed Zeki Pakalm, Ahmed Lütfî Efendi vekâyi’-nâmesine âit müs­
veddeleri, Bâb-ı âlî’deki bir naşirden, te’lîf haklarına karşılık olarak almıştır.
142
M. M Ü N İR A K T E P E
Lütfî Efendi târihinin on dördüncü cildine gelince, bunun dahi
sâdece, Ankara, Türk Tarih Kurumu Kütüphânesi’nde, Nr. y. 531/6
da mevcûd bulunduğunu görüyoruz. Hicrî 1289 ve 1290 (1872-1873)
seneleri olaylarını içine alan bu cildin tamamı ise, 180 sahîfedir ve
kapak altında, birinci sahîfesinde şu ifâde mevcûttur.
«Vak’a-nüvîs Lütfî târihinin on dördüncü nüshasıdır. Nüsha-i
mezkûrenin dahi cem’ ve tahrîri velî-ni’met-i âlem pâdişâh-ı mu’azzam halîfe-i resûl-i ekrem es-sultan ibnü’s-sultan es-sultan al-Gâzî
Abdülhamîd Hân-ı sânî efendimiz hazretlerinin sâye-i ma’ârif-vâye-i
cenâb-ı zıllu’l-lâhîlerinde şirâze-bend-i ihtitâm olarak, mübârek ve
mu’allâ huzûr-ı inâyet-neşûr-ı hazret-i hilâfet-penâhîlerine arz u
takdîm ile miskiyyü’l-hitâm olmuştur».
Daha sonra on dördüncü cilde âit fihrist gelmektedir ve bunu
tâkib eden sahîfelerde, Lütfî târihinin diğer cildlerinde göremedi­
ğimiz, yedi varaklık bir mukaddime bulunmaktadır. Ahmed Lütfî
Efendi bu mukaddimede, Osmanlı împaratorluğu’nun târihi boyun­
ca cereyan eden bâzı olayları özetlemiş, ayni zamanda II. Abdülha­
mîd devrinde yapılan bir kısım işleri medh etmek sûretiyle pâdişâ­
hı öğmüştür. On dördüncü cildin esâs konulara, yâni 1289 senesi
olaylarına giriş kısmındaki başlık da şöyledir.
«Bi-inâyetihi te’âlâ sâye-i ihsân-vâye-i hazret-i pâdişâhîde cem’
ve tahrîri ile meşgul olduğum târih-i dâ’iyânemin iş-bu on dördün­
cü cildi dahi sâbıkları misillû huzûr-ı fâizü’n-nûr-ı cenâb-ı hilâfetpenâhîye takdîm kılınmıştır. Bin iki yüz seksen dokuz senesi vekâyi’idir»52. Bu cildin sonunda ise, ilk Osmanlı İmparatorluğu şeyhül­
islâmı olarak kabul edilen Mollâ Şemseddin Fenârî’den itibâren, hicrî 1312 (1900/İ901) senesindeki Şeyhül-islâm Hâlid Efendi-zâde
Cemâleddin Beyefendi’ye kadar gelen ve 116 şeyhülislâmın isim,
nasb ve vefât târihlerini, me’mûriyyet sürelerini ihtivâ eden bir lis­
te mevcûttur. Nihâyet zeyl olarak bulunan hicrî 1290 (1873) târihli «Mısır’ın ta’dîl-i verâset fermânı» ile bu cild ta.ma.m1a.nmaktadır.
Bu itibârla bahis konusu on dördüncü cild, diğer ciltlerin tertibine
nazaran, biraz farklı bir durum arz etmektedir diyebiliriz.
Ahmed Lütfî Efendi’nin saraya, yâni pâdişâh n . Abdülhamîd’e
52
Bak. Ayni eser, adı geçen cild, sahîfe 24.
V A K ’A - N Ü V ÎS A H M E D L Ü T F Î E F E N D İ
143
sunduğu vekâyi’nâmesinin son kısmını ise, on beşinci cildi teşkil
etmektedir. Bu cildde, hicri 1291 ve 1292 seneleri vuku’âtı ile 1293
senesi olayları, 6 Cemâziyel-evvel târihine yâni Sultan V. Murad’m
cülûsu tarihine kadar geliyor (1874 - 30 Mayıs 1876). Bahis konusu
on beşinci cild dahi sâdece Türk Tarih Kurumu Kütübhânesi’nde,
Nr. y. 531/7’de mevcûttur ve tamamı 175 sahîfedir. Ancak bu cil­
din sonuna âit yâni 1293 (1876) senesi olaylarım içine alan 30 varaklık bir parça yine İstanbul, Arkeoloji Müzesi kitablığı (Müze-i
Hümâyûn), Nr. y. 3/3, 1345’de bulunuyor. Diğer eildleri gibi Ahmed Lütfî Efendi tarafından tertîb ve tanzim olunarak, tebyiz edi­
len Târih Kurumu nüshasının üzerinde ise, müellif tarafından ya­
pılmış düzeltmeler, diğerlerinden biraz daha fazla olarak görülüyor.
Lütfî Efendi, vekâyi'-nâmesinin ilk cildlerini daha dikkatli ve mun­
tazam bir tertîb dâhilinde kaleme almış olmasına rağmen, son cildlerinde, kendisine ve vak’a-nüvîsliğe gereken önem verilmediğinden
dolayı, eserindeki insicâmm da kayb olduğunu söylemektedir. Ni­
tekim bu meselenin yâni yazdığı kısımların dağınıklığının farkına
vardığı içiin târihinin son cildine şöyle bir kısım ilâve etmiştir.
«Böyle seri-bünü yok sözlerle gayet mühim bir mes’eleyi geçivermiş derler ve haklan da vardır. Çünki vak’a-nüvîslik hizmeti­
nin vazifesi, Devlet-i aliyye’nin vukü’ât ve ahvâl-i câriyye-i zamâniyyesinin alâ-vukü’hâ zabt ve tescille âhlâfa mir’ât-i ibret bırak­
maktır. Bu vazifenin icrâsı içün vak’a-nüvîsin devletçe mu’temed
olarak kendüsüne ebvâb-ı devâir-i resmiyyenin küşâde bulunması
lâzımdır. Sâdece Hazîne-i evrâk ve gazetelere mürâca’at ile iş bit­
mez. Mesâil-i mühimmenin sûver-i hakıkıyyesi kulûb-ı erbâb-ı devletde mesturdur. Bu sûretlerin me’ânî-i ledüniyyeleri hazîne-i mezkûreye bırakılan evrâkda gayr-i mestûrdur. El-hâsıl söyleyen bil­
mez; 'bilen söylemez. Kime gidersin kimden ma’lûmât alırsın. Bu­
lunduğum rütbe sadâret-i ilmiyye ki, vezâret rütbesine mu’âdildir.
Zât-ı me’mûriyyetim ise, hüsn-i kabule ve i’timâda şâyân menâsıb-ı
resmiyye ve mühimmeden olduğu hâlde, ayda yılda bir-kerecik ol­
sun isbât-ı vüeûd ile berâber nakdîne-i havâdis der-yüzeliği ile arz-ı
keşkül-niyâz ma’rızmda evliyâ-yi umûrun mevâkı’-i resmiyyelerine
azimetim vukü’unda doğrudan doğruya hüsn-i kabule mazhar olamıyarak ,gâh Âmedci Efendi, gâh Tercüman var gibi sözlerle sa­
144
M. M Ü N İR A K T E P E
vuşturulan ve hiç aranup sorulmayan vak’a-nüvîsin işte elinden bu
kadar gelebilir»53.
Ahmed Lütfî Efendi, nihayet eserini ne şekilde tamamlamış ol­
duğu hakkında, bu cildin hatimesinde de bize şu bilgiyi vermekte­
dir:
«Devlet-i aliyye-i Osmâniyye’nin bir devr-i mahmûd ve mes’ûda
tahavvülü zamanı olan 1241 (1825/26) tarihinden, 1293 senesi Cumâdel-ûlâ’smm altıncı gününe (30 Mayıs 1876) değin, elli üç sene­
lik vekâyi’i sâye-i muvaffakiyyet-pîrâye-i hazret-i hilâfet-penâhîde
bi’l-ikmâl bu on beşinci cildi dahi diğerleri misillü mektûmen ve
mahtûmen huzûr-ı inâyet-neşûr-ı cenâb-ı pâdişâhîye arz ve takdim
eyledim. Bu cildlerin çoğunun sahâyif-i matbû’ası ... rakam-ı dâ’iyânem vâsıtasıyla safahât-ı beyaza çekilmişdir. Bu cem’ ve tesvîd
ve tebyiz ve sahh ve kadh ve ta’rîz ve takriz yolunda sarf olunan
nuküd-ı evkâd ve zaman dahi, otuz senelik ömr-i azizin mahsûl-i
mudahharıdır. Şimdiye kadar bunların arz ve takdimi vesilesiyle da­
hi mazbar olduğum envâ’ eltâf ve a’tâf-ı seniyyeden hiç birisinin
hakkıyla edâ-yi teşekküründe âcizim...»5d.
Ahmed Lütfî Efendi’nin hicri 1321 (1903) senesinde tamamla­
yıp, n . Abdülhamîd’e takdim ettiği on beşinci cildin sonu ise, şöyle
hitâm buluyor.
«Eylesün Sultan Hamîd’in Hakk kitâb-ı zâtmı
Levh-i mahfûza müşâbih nice eyyâm u duhûr
Ol velî-ni’metin pek eski hizmetkârıyım
Nazm u nesrimde şükür Mevlâ’ya, yokdur bir kusûr
Sâyesinde ol şebinşâb-ı ma’ârif-perverin
Hizmet-i şâhânesinde hiç bana gelmez fütûr
Dest-i tesvidimde yokdur zerrece ra’ş u halel
Safha-i kalbimde mestur olmada metn-i sürür
Za’f-ı hâlim bâme-i tebyizimi etti şikest
Çâresiz takdime böyle ihtiyâç etti zuhûr
53 Ayni eser, Türk Tarih Kurumu, Nr. y. 531/7, s. 29.
54 Ayni eser, s. 141.
V A K ’A - N Ü V ÎS A H M E D L Ü T F Î E F E N D I
145
Defter-i a’mâli yazdıkça kirâmen kâtibeyn
Eylesün ol şâhın evkâtı sa’âdetle mürûr
Lütfiyâ târihin bu on beşinci cildidir
Eyledim tevfîk-i hakkla bunu da arz-ı huzur
Târih
Abdülhamîd Hân ulûvv-i makamı
Hakk eylesün sultânların benâmı
Bed’-i du’â târihimin tamâmı
Bu cild ile hatm eyledim kelâmı
1321»55.
Bütün bunlardan sonra, Ahmed Lütfî Efendi vekâyi’-nâmesine
âit bir kısım daha vardır ki, o dahi 12 Şa’ban 1293 ( = 19 Ağustos
1292 = 2 Eylül 1876) târihinden başlayıp, Ramazan 1296 ( = Ağus­
tos 1879) târihine kadar gelen olayları, yâni H. Abdülhamîd’in cülûsundan itibâren, üç senelik vuku’âtı içine alan bir kısım olup, ta­
mamen müsvedde hâlindedir ve İstanbul, Arkeoloji Müzesi kitablığmda, Nr. y. 3/3, 1346 da bulunmaktadır.
Ahmed Lütfî Efendi, böylece 1325 (1907) senesinde vefâtma
kadar, devletin vak’a-nüvîsi olarak hizmet görmüş ve hicri 1241
(1825-1826) yılından, 6 Cemâziyel-evvel 1293 (30 Mayıs 1876) ta­
rihine kadar gelen, takriben elli senelik Osmanlı İmparatorluğu vekâyi’ini kaleme alıp, temize çekdiği ciltleri, on beş kısım hâlinde ve
en sonuncusunu hicri 1321 (1903/4) senesinde olmak üzere, sıra­
sıyla Abdülmecîd, Abdülazîz ve H. Abdülhamîd’e takdim etmek im­
kânını bulmuştur. Abdülhamîd devri vekâyi’i içün hâzırlamakta ol­
duğu on altmcı cild ise, kanaatimizce müsvedde hâünde ve yarım
olarak kalmıştır. Kendisinden sonra yerine vak’a-nüvîs olan Abdurrahman Şeref Bey de, sâdece Lütfî târihinin sekizinci cildini
hâşiyeler ve ilâvelerle neşre muvaffak olmuş, dokuzuncu cild dâhil,
geri kalan kısımları bu güne kadar basılmadan, yukarıda açıkladı­
ğımız şekilde ve hâlen dört kütübhânede, muhtelif parçalar hâlin­
de, zamanımıza kadar devâm edegelmiştir.
Ahmed Lütfî Efendi’nin diğer eserlerine gelince: Bunlardan en
55
Ayni eser, c. XV, s. 175.
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 10
146
M. M Ü N İR A K T E P E
mühimmi, bir kısım manzûmseserlerini ve bilhassa manzum târih­
lerini hâvî bulunan «Dîvânçe-i vak’a-nüvîs Ahmed Lütfî» adlı kita­
bı olup, küçük boyda ve 100 sahîfe halindedir. 1302 yılında İstan­
bul’da basılan nüshalarından bir kısmı, İstanbul Üniversitesi Kütübhânesi ve Belediye Kitablığı’nda görülmektedir56. Ahmed Lütfî
Efendi, bunların hâricinde, İmâm Gazâlî’nin, Ta’limü’ l-müte’allirrı
isimli arabca kitabını, bâzı bahisler ilâvesiyle, TefMmü’ l-mu’aUim
adı altında türkçeye tercüme etti57. Vak’a-nüvîs Âsim Efendi ta­
rafından türkçeye tercüme olunan arabî «Kâmûs-ı Muhît»deki lügat­
leri, harf sırasına göre tertîb ederek, 53.000 lügati ihtivâ eden «Lügat-i Kâmûs»u hazırladı. Orijinal yazmaları, İstanbul Arkeoloji Mü­
zesi (Müze-i hümâyûn) Kütübhânesi’nde bulunan bu eserin, ancak
elif ve be harflerine âit ilk iki fasikülü, (I. Fasikül 1282, n . Fasikül 1286) yıllarında olmak üzere basıldı58. Ayrıca «Hikâye-i Robenson» isimli bir tercüme kitabı, Sultan Abdülazîz devrinde, dilini dü­
zeltmek ve ifâdelerine açıklık getirmek sûretiyle, yeniden kaleme al­
dı. Bu eser dahi, evâsıt-ı Zîlka’de 1294 (Kasım 1877) tarihinde, kü­
çük boyda ve 171 sahîfe hâlinde basıldı59. Nihâyet İmâm Şi’rânî
«
» ’ye âit Ahlâk-ı Mütebevvilî adındaki bir eseri gurre-i Mu­
harrem 1312 (5 Temmuz 1894) târihinde türkçeye tercüme etti. Se­
kiz varak hâlinde bulunan bu risâlenin yazma bir nüshası ise, İs­
tanbul Üniversitesi Kütübhânesi, Ty. nr. 1222 de bulunmaktadır.
56 îbnülemin Malunud Kemâl İnal, Son asır Türk Şâirleri, s. 598/99.
57 Abdurrahman Şeref, Ahmed Lütfî Târihi Mukaddimesi, İstanbul 1328,
c. VXH, s. 6; Cemâleddin Efendi, Âyine-i Zürefâ, İstanbul 1314, s. 125 ve Bur­
salI Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1342, c. HE, s. 137 ile İbrahim
Alaeddin Gövsa, Türk Meşhurları, İstanbul, s. 230. İbnülemin Mahmud Kemâl
İnal, bu tercümenin adını Tefhîmü’l-müte’âllim olarak kayd ediyor, bak. ayni
yer; Fehmi Edhem Karatay ise, Ta’limü’l-müte’âllim isimli arabca bir kitabın,
Burhân ad-Dîn az-Zarnûcî’ye âit olup, 1281 senesinde Mısır’da ve 1292, 1306,
1309 yıllarında da İstanbul’da basıldığını kayd ederek, İstanbul Üniversitesi
Kütübhânesi’nde, muhtelif baskıları bulunduğunu bildiriyor. Bak, İstanbul Üni­
versitesi Kütübhânesi Arabca yazmalar katalogu, İstanbul 1951, Fask. I, s. 189.
58 Cemâleddin Efendi, Âyine-i Zürefâ, s. 125 ve Bursalı Mehmed Tâhir,
Osmanlı Müellifleri, c. HE, s. 138; ayrıca bak, İstanbul Üniversitesi Kütübhânesi,
4927-3=94.35, L. 96 ve Belediye Kütübhânesi, Mu’allim Cevdet kitabları,
Nr. 0/821. Baş. Arş. İrâde, Meclis-i Vâlâ, nr. 24442.
59 Bak, Belediye Kütübhânesi, Nr. K/2746; İbrahim Alaeddin Gövsa
Ayni eser, s. 230.
V A K ’A - N Ü V İS A H M E D L Ü T F l E F E N D İ
Resim 1 — Ahmed Lûtfi Efendi’nin mezarı.
Resim 2 — Ahmed Lûtfi Efendi’nin mezar kitabesi.
147
M . M ÜNİR AKTEPE
B M H‘ ' w
g »
Pİ |
^ ^ ^ * İ 8P i l t ^ ^ ^ ^ ^ ® İ * | B i * i i i İ
P İ P i P lI f ^ » ^ ^
h
*
M
l
*İMrft Jit*
¿ ^ W * -**¿ <* - r
iu'
"f .
.»
: *£mUİ>~*2ç
M
p
B
^
. - r "
<*fcW-4r<y*. - 7 ^I--1^¿f1
<•
~* * •**•& ***
. '• . k i ^ ‘> * J 'A j¿ 'lt< l< ,<úi r > »Ub , , •
¿
Á
*
*
¿
^
r
'«
^*
C
VÄ
f
c
f
t
*
»
.C
4
.- İ
fa
-
*
f" *¡¿»5¿i’ ^ ÿ y * ^ ( V í ? •, '<ü»’
'
'’ ..í. %
“»
-
■
.
' 5* * '’**'
> *
>
-
*
^
¿,4
‘^
íí'u jt
f& -a & # a rta cr'
^
npn ~ ~ ~ & £h + 'frzr^ < * ' 7 " ^ ’ ~ *
>
s
4-**JL,- '
\
• r
*
?<->
■ .„ „ - « i n birinci cildine
‘ ttmfld Lûtfi Efendi'nin kendi kalemi
‘“ '’ *"1 ettiğine
149
1
“ - ‘Â S ' S İ
M . M Ü N İR A.K TEPB
^ *< « #
> j£ * ¿ ¿ ¿ s » '¿ J fy & 'J * * *
j\ & > * & & ! * +
r t f i ' j J V ’n f i ' j f l ~ û * j^ İ 9 J * ~ l£ !r > v ^
jL
fr i' — ' • ^
-
--
"
^
g ^ s £ * * % j4fS **
•- *
$ f*> .
fj r >*{*;* •S’ i f t i j & i b » ! . - * *
'* * $ ? %
-& 2
S
}S Besim
-£ >
-* * * ğ
j ’J 'g 'i / i ( L * g ' p > A * it
u -C r ^ /
»
*
*
5 — Ahmed Lûtfi Efendi’nin târihinin on beşinci cildi hâtimesı.
V A K ’A - N Ü V Î S A H M E D L Ü T F Î E F E N D İ
İ5İ
•4
Resim 6 — Ahmed Lûtfi Efendi tarihinin dokuzuncu cildi bag sâhifesi.
152
M. M Ü N İR A K T E P E
Resim 7 — Ahmed Lûtfi Efendi tarihinin on ikinci cildi baş sâhifesi.
al-MALİK al-MU’AYYAD ŞAYJJ al-MAHMÜDÎ DEVRİNDE
(1412-1421) MISIR’IN MÂLÎ VE ÎKTÎSÂDÎ DURUMUNA
UMTJMÎ BÎR BAKIŞ
Kâzım Yaşar Kopraman
Bir devri, mâlî ve İktisadî bakımdan inceleyerek, kendisinden
önceki ve sonraki devirler ile karşılaştırıp bir bükme varabilmek
için, bu mâhiyette yapılmış çalışmalara öncelikle ihtiyaç vardır. Bu
kabîl çalışmaların henüz yeterli olmaması dolayısiyle, Şayb al-Mahmûdî devrini (1412-1421), İktisâdi açıdan, kendisinden önceki alMalik al-Nâşır Farac (1399-1412) ve sonraki al-Malik al-Zâhir Ta­
tar (1421) ve al-Malik al-Aşraf Barsbây (1422-1437) devirleriyle
karşılaştırmak durumunda olmadığımız gibi; yine aynı sebepten
dolayı, Şayh al-Mahmûdî devrinin umûmî olarak Mısır Memlükleri (1250-1517) ve münhasıran Çerkeş Memlükleri devrindeki (13821517) yerini ve ehemmiyetini kesin olarak tayin ve tesbit etmek de
şimdilik mümkün değildir1. Buna rağmen biz, Şayh al-Mahmûdî dev­
1 20 yıl kadar önce, Sultan Barkûk Devri üzerinde değerli bir araştırma
(Tekindağ, Dr. M. C. Şehabeddin, Barkûk Devrinde Memluk Sultanlığı. XIV,
yüzyil Mısır tarihine dâir araştırmalar. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fa­
kültesi Yayınlarından, no: 887. Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul, 1961)
neşretmiş olan Şehabeddin Tekindağ’m, bu eserinde Barlfûlf devrinin mâlî ve
iktisâdı tarihine dâir yazdığı bahis (s. 163-176) istisnâ edilecek olursa, Memlükler devrinde Mısır'ın İktisâdi durumu hakkında neşredilmiş başka Türkçe
yazı yoktur. Bu yegâne araştırma da Şayb al-Mahmudî’nin tahta çıkmasından
15 yü kadar önce sona ermektedir.
Türkçe’den başka dillerde neşredilmiş araştırmalara gelince, umûmî ola­
rak Memlükler devri (1250-1517) Mısır'ın İktisâdi durumu üe alâkalı olarak
neşredilmiş pek çok araştırma vardır. Ancak bunlar ya çok genel olup Şayb
al-Mahmûdî devrinden birkaç satırla bahsetmekte veya meselelerin sadece
bir yönüne temas edip, büyük bir kısmını ihmâl etmektedirler. Bunlar arasmda
da özellikle Şayb al-Mabmûdî devrini konu edineni yoktur. Doğrudan doğruya
konumuz üe alâkalı olmadıkları için, bütün bu neşriyâtın uzun bir listesini
vermedik.
154
K Â Z IM Y A Ş A R K O P R A M A N
rini siyâsî bakımdan incelerken, muâsır kaynakların mâlî ve İkti­
sâdi tarih, ile alâkalı pek çok malûmât verdiğini görüp bunları de­
ğerlendirmek istedik. Şüphesiz bu sultan devrinin İktisâdi tarihini
yazmak iddiâsmda değiliz. Ancak bizim için yeni olduğu kadar zor
da olan bu çalışmamızın, daha umûmî çalışmalar yapacak olanların
işlerini kolaylaştıracağına da inanıyoruz.
Hicrî 15 Şavvâl 801 (M. 20 Haziran, 1399) tarihinde, Mısır’daki
Çerkeş Memlükleri’nin ilk sultanı olan al-Malik al-Zâhir Barkuk’un
ölümü üzerine, oğlu Farac, babasının vasiyeti gereğince, al-Malik
al-Nâşır lâkabiyle sultan ilân edilmişti. Yeni sultanın o anda he­
nüz bülûğa ermemiş bir çocuk olması dolayısiyle devlet idâresinde tecrübesinin bulunmaması, kendisine dostça öğütlerde bu­
lunup her zorlukta onu sonuna kadar destekleyecek yardımcıları­
nın olmaması ve önde gelen emirlerin birbirlerine düşmeleri, işini
oldukça güçleştirmişti, içeride emirler arasında rekâbetin devâm
ettiği bu esnâda Timur2 bir karabasan gibi devletin Sûriye vilâyet­
lerinin üzerine çökmüş, önce Haleb ve arkasından Dimaşk, tarihle­
rinde şahidi olmadıkları büyük bir yağma ve tahribâta mâruz kal­
mışlardı. Bunun arkasmdan H. 806 (1403/4) yılında başgösteren
yokluk ve pahalılık bütün Memlûk ülkesini kasıp kavurmuştu. Bu­
nun neticesinde altın fiatları yükselmiş, İslâmî Sikke bozularak,
Hristiyanlarm bastırdığı yabancı paralar günlük muâmelelerde ge­
çerlilik kazanmıştı3. Bir zamanlar 20 Dirhem olan 1 Mıskal Altını’mn 240 Dirhem’e1 çıkmasına ilâveten fiatlar ve ücretler Fülûs ile
2 Timur’un bu yıllarda Yakın-Doğu’daki faaliyetleri için bk. Yaşar Yücel,
«Timur Tarihi Hakkında Araştırmalar», Belleten XL (1976), s a y ı: 158, s. 249
285; aynı müel., «Timur Tarihine Dâir Araştırmalar», Belleten XLII (1978),
s a y ı: 166, s. 239-299.
3 Taki al-Dîn Aljmad b. ‘Ali al-Makrîzî, Kitâb al-Sulûk li-Ma’rifat Duval
al-Mulûk, neşr. Sa’îd ‘Abd al-Fattâh ‘Aşûr, C. IV, s. 226.
4 al-Makrîzî, al-Sulûk, gösterilen yer. Gümüş veya gümüş alaşımı para
demek olan dirhem’in ihtiva ettiği gümüş nisbeti ve ağırlığı devirlere göre de­
ğişiklikler gösterirken, altın para (Dinar) umûmiyetle ağırlık ve ayar bakım­
larından istikrarını korumuştur. Burada 20 tanesi 1 Mişkâl Altını’na (dinar)
muâdü olarak zikredüen dirhem, al Malik al-Zâhir Baybars (1260-1277) tara­
fından kestirilen ve 2/3 nisbetinde gümüş ve 1/3 nisbetinde bakır ihtivâ eden
dirhemlerdir (bk. William Popper, Egypt and Syria Under the Circassian
Sultans, 1382-1468 A.D., Systematic Nbtes to Ibn Taghrî Birdî’s Chronicles
of Egypt, University of California Press, Berkeley and Los Angeles, 1957,
M IS IR ’IN M Â L İ V E İK T İS Â D İ D U R U M U
155
tayin ve tesbit edilerek, o zamana kadar olageldiğinin aksine, Fülûs revaç gören para olmuştu. Öte yandan sulu ziraat için bakım
ve onarımı şart olan sed ve kanallar ihmal edilmiş, halk her sene
kendisinden toplanan paralarla onlara bakmağa mecbur bırakıl­
mıştı5.
Bu mâlî ve İktisâdi istikrarsızlığa ek olarak, Mısır ve Suriye’de
ardı arkası kesilmeyen isyânlar olmuş, bu yüzden Farac sık sık Sûriye’ye seferler yapmağa mecbûr kalmıştı. Bu seferlerden her birin­
de silâh, erzak, hayvan vb. dışında, sadece para olarak bir milyon
Dinar’a yakın para sarfediliyordu. Sûriye’ye varıldığında, ora hal­
kından da ayrıca para, erzak, hayvan vb. toplanıyor, köyler ve mah­
suller harap ediliyor ve fakat elle tutulur bir neticeye varılmaksızm geri dönülüyor, arkasından .bir isyân daha çıkıyordu. Hâsılı Fa­
rac, bütün saltanat müddetini, Yakm-Doğu için umûmî bir felâket
getiren Timur olayları istisnâ edilecek olursa, Mısır ve Suriye’de
otoritesini tesis etmek için, âsî emirlerle mücâdele ile geçirmiş ve
neticede yenik düşerek sadece tahtını değil, aynı zamanda hayatını
da kaybetmişti6.
Farac’m ölümü ile, onun bütün saltanatı müddetince taht için
mücâdele edenlerin başında gelen Şayh al-Mahmûdî’nin önündeki en
büyük engel kalkmış oluyordu. Ancak Şayh’ın da saltanatı ele ge­
çirmesi için bir müddet daha zaman geçecekti.
Daha Farac öldürülmeden önce, H. 25 Muharram 815 (M. 7 Ma­
yıs, 1412) tarihinde, o zamana kadar cereyân eden mücâdeleler ess. 51-55; A. S. Ehrenkreutz, «Contributions to the Knowledge of the Fiscal
Administration of Egypt in the Middle Ages», Bulletin of the School of Oriental
and African Studies (BSOAS), X VI/3 (1954), s. 502-514; H. Rabi’, The Finan­
cial System of E g y p t: A.M . 564- 741/ A .D . 1169-1341, Oxford University
Press, London, 1972, s. 187.). Bunun ağırlığı yaklaşık olarak 2-975 gr. olup
âdeta standartlaşmıştı. Ancak XIV. yüzyılın sonu ve XV. yüzyılın başından
itibaren Mısır’da gümüş dirhemler ortadan kaybolmuş ve bunun yerini bakır
para (Fiilûs) almıştı. 1 Miskal Altını’nm 240 dirhem’e ulaştığı ibâresinde
kastedüen dirhem, Baybars’m kestirdiği dirhem ölçüsündeki dirhem değü,
Dirhem Fülûs da denüen bu bakır paradır (bk. Popper, a.g.e., s. 60-64.).
5 al-Makrîzî, al-Sülûk, s. c. IV, 226.
6 Farac, H. 815 yılı Şafar’ın 16’smda (M. 28 Mayıs, 1412) Cumartesi
günü Dimaşk Kalesi burçlarmdan birinde katledilmiştir (Badr al-Dîn Mahmûd
al-‘Aynî ‘Ils.d al-Cumân fî Tâ’rîh Ahi al-Zamdn, Topkapı Sarayı Müzesi, m .
Ahmet Kütüphanesi, nu : 2911/19, s. 241-242; al-Makrîzî, al-Sülûk, s. 223-224.).
156
K Â Z IM Y A Ş A R K Ö P R A M A N
nâsında müsbet veya menfî hiçbir rol oynamayan ve hele kendisi­
nin sultan olması hiç de akla gelmeyen Halife al-Musta’în Billâh,
Şayi} al-Mahmûdî ve Navrûz al-Hâfızî’nin yekdiğerini kıskanmaları
ve birbirlerinden çekinmeleri neticesinde, sultan ilân edilmişti7. Fa­
kat, herkes biliyordu ki Halîfe’nin sultanlığı geçici idi. Nitekim sul­
tan ilân edilmesinden 6 ay sonra, Mısır Memlükleri tarihinde bir
emsâline daha rastlamadığımız, Halife al-Musta’în Billâh’m salta­
natı son bulacak ve hakikî kuvveti elinde bulunduran Şayi), bir müddettenberi fiilî olarak deruhte ettiği sultanlığı resmen de ele geçi­
recektir8. Ancak, onbeş yıldır devâmlı olarak dış ve iç gâilelerle yıp­
ranmış olan ülkenin yeni sultanmı bekleyen meseleler vardı. Bun­
ların başında siyâsî rakîblerin bertaraf edilmesi geliyordu. Rakîbler
arasında da en tehlikeli ve mühim olanı şüphesiz Sûriye nâibi olan
Navrûz al-Hâfızî idi.
Bilindiği gibi Navrûz, Halife (Sultan) al-Musta’în Billâh tara­
fından, daha Dimaşk’ta iken, fevkalâde geniş salâhiyetlerle9, bütün
Sûriye eyâletinin başına getirilmişti. Şayk daha Halife (Sultan) alMusta’în Billâh ile Kahire yolunda iken, Navrûz yıllardır isyânlar
ve askerî seferler sebebiyle siyâsî ve İktisâdi istikrarı oldukça bo­
zulmuş olan Sûriye’de bir taraftan otoritesini tesis etmek için as­
kerî faaliyetlere girişirken, diğer taraftan mâlî tedbirleri de alma­
ğa başlamıştı. Bunların başında onun Dimaşk’ta gümüş para bas­
tırması gelir. H. 813 (M. 1410/11) yılında Dimaşk’ta 1 /4 oranında
gümüş ve 3/4 oranında bakır ihtivâ eden dirhemler basılmış, ancak
bu paranın gümüş nisbeti gittikçe düşürülerek 1/10 a kadar inmiş­
ti. Buna muvâzî olarak 1 dinar bunlardan 25 adedine muâdil iken
55 adedine muâdil olmuştu. Navrûz H. 815 (M. 1412) yılı Rabi’ alAvval ayında yarı-yarıya gümüş ve bakır ihtivâ eden yeni Dirhem­
ler kestirdi10. Halife (Sultan) al-Musta’în Billâh adına basılmış ol­
7 Halife al-Musta’în Billâh’m sultan ilân edilmesi ve kısa süren saltanatı
için bk. al-’Aynî, ‘Ikd, s. 239 v.d.; al-Makrîzî, al-Sülûle, c. IV, s. 214 v.d.
8 Şayt) al-Mahmûdî H. 815 yılı Şa’bân’ın l ’inde (M. 6 Kasım, 1412) sul­
tan olmuştur (bk. al-’Aynî, ‘Ikd, s. 247; aynı müel. al-Sayf al-Muhannad fî
Sirat al-Malik al-Mu’ayyad Say}} al-Mahmûdî, neşr. Fahım Muhammad Şaltût,
Kahire, 1967, s. 305; al-Makrîzî, al-Sülûk, c. IV, s. 242.).
9 al-’Aynî, ‘Ilfd., s. 242; al-Makrîzî, al-Sülûk, c. IV, s. 228-229.
10 al-Makrîzî (al-Sülûk, C. IV, s. 232) Navrûz’un hâlis gümüşten Dirhem­
ler kestirdiği şeklinde bir bilgi daha veriyorsa da buradaki «fızza foâlişa», % 100
M IS IR ’IN M Â L Î V E İK T İS Â D İ D U R U M U
157
makla birlikte, Navrûz’a izafeten «al-Navrûzî» denilen bu yeni dir­
hemlerden herbirisi yarım dirhem ağırlığında gümüş ihtivâ etmek­
te olup, bunlardan 30 adedi 1 dinar’a muâdil olarak kararlaştırıl­
mıştı. H. 813 yılında kesildiği zaman 1 /4 oranmda gümüş ihtivâ et­
mekte iken sonradan gümüş nisbeti 1/10 a kadar düşen eski dirhem­
ler bu al-Navrûzî dirhemlerinin yanında bir müddet daha kullanıl­
mağa devam ettiyse de, aynı yıhn Şa’bân’mm 4’ünde (9 Kasım,
1412), ayan düşe düşe artık eritildiği zaman içinde hiç gümüş çık­
maz olan bu dirhemlerin Dimaşk’ta kullanılması yasaklanarak, sa­
dece al-Navrûzî’lerin kullanılması emredildi. Bununla berâber, halk
arasında eskilerden 5 tanesi al-Navrûzî’lerden bir tanesi gibi muâmele görmekte devam etti11.
Navrûz, Halife (Sultan) al-Musta’în Billah’ı bertaraf ederek
Şayh’m sultan olmasına kadar, Kahire’ye mutî kalmakta devam et­
ti. Ancak en büyük rakibinin sultan olması onun kabul edemeyeceği
bir şeydi. Diğer taraftan Şayh de Dimaşk nâibliğinden tahta yükse­
len birisi olarak, her devirde Kahire için birinci derecede kaygı kay­
nağı olan Sûriye’ye kayıtsız-şartsız hâkim olması gerektiğini her­
kesten iyi biliyordu. Bu sebeplerle rakîbler nihâî bir hesaplaşma için
hazırlandılar. Neticede Şayh galip gelerek Navrûz gailesini de ber­
taraf etti12.
Şayh al-Mahmûdî’nin Sultan olduktan sonra yaptığı ilk mâlî
icraat, Mısır’da yaşayan gayri-müslim teb’adan (Hristiyan ve Ya­
hudi) toptan almagelmekte olan Cizye’nin, devletin gelirini arttır­
mak için, herkesin durumuna göre zenginlerden 4, orta hallilerden
saf gümüşten Dirhem’i ifâde etmekten daha çok, H. 813 yılında darbedümiş
olan dirhemlere nazaran daha fazla nisbette gümüş ihtivâ etmesinden dolayı
kullanümış olmalıdır (bk. Popper, a.g.e., s. 55-56). Nitekim al-Makrîzî’nin
başka bir kaydı da (al-Sülûk, C. IV, s.245) bunu destekler mâhiyettedir.
11 al-Makrîzî, al-SülûTc, C. IV, s. 245.
12 Kaynaklarımız Navrûz al-Hâfızî’nin ölüm tarihini farklı olarak ver­
mektedirler. al-Makrîzî (al-Sülûk, C. IV, s. 283), ve ondan naklen îbn Tagrı
Birdî (al-Nucûm dl-Zâhira fî Mulûk Mışr ve al-Kahira, neşr. al-Duktûr Camâl
Muhammad Muharrız-al-Ustâz Fahîm Muhammad Şaltût, C. XTV, Kahire, 1972,
s. 21) H. 817 Rabî’ al-Ahır’m 21’i günü (M. 10 Temmuz, 1414); al-’Aynı (‘Ikd.,
s. 264; al-Sayf., s. 327) aynı ayın 17’nci günü olarak vermekte; îbn Hacar,
(Iribâ’ al-Ğumrbi-Abnâ’ al-’ TJmr, neşr. Haşan al-Habaşî, C. HE, s. 36) gün
belirtmemektedir.
158
K Â Z IM Y A Ş A R K O P R A M A N
2 ve fakirlerden l ’er dinar13 olmak üzere, şahıslardan ayrı ayrı alın­
masını emretmesi ve böylece bir önceki yıl ancak 1500 dinar olarak
alınmış olan Cizye’nin 10.000 dinar’a ulaşmasıdır14.
al-Mu’ayyad, bir taraftan Cizye’yi arttırarak hâzineyi zengin­
leştirirken diğer taraftan şahsî servetini arttıracak fırsatları da de­
ğerlendiriyordu. H. 815 (1412) yılında, Mısır’da biber fiatları olduk­
ça artmıştı. Müslüman tüccarlar mal almak için İskenderiye’ye ge­
len Avrupa’lı tâcirlerden, her bir yük bibere önce 240 dinar istemiş­
ler, Avrupa’lılar bu fiattan mal almayınca bunu 220 dinar’a düşür­
müşler ve fakat onlar bu fiatı da fazla bularak, mal almadan geri
dönmüşlerdi15. Asrın başlarında bir yükü 60 dinar civarında iken,
yavaş da olsa bir artış göstermesine rağmen yine de düşük kalan
biber fiatlarmm birden yükselmesi üzerine16 Sultan’m harekete geç­
tiğini ve H. 816 (M. 1413/14) yılında, tüccardan Şayh ‘Ali al-Gaylânî’yi 5000 dinarla Mekke’ye kendi adma biber almaya gönderdiği­
ni görüyoruz. Yemen hâkimi bu yıl Mekke’ye pek bol biber gönder­
miş ve biberi götüren adamına da Şayh ‘Ali’nin vereceği fiatı kabul
etmesini emretmişti. Şayh ‘Ali ise bu biberin herbir yüküne 25 di­
nar fiat biçerek al-Mu’ayyad adma çoğunu satın almış; 5 bin dinar­
lık bu biber Kahire’ye getirilince 12.000 dinar’a satılmıştı17.
al-Mu’ayyad Şayh, Navrûz al-Hâfızî’yi yenerek Sûriye işlerini
düzenledikten sonra Kahire’ye döndüğünde, onunla bu sefere katıl­
mış olan askerleri yanlarında bol miktarda gümüş para getirmiş­
lerdi. Bu sebepten H. 817 yılı Ramazân ayında (M. Kasım/Aralık,
1414), 30 yıldan fazla bir zamandır âdeta unutulmuş olan gümüş
para Kahire’de tekrar görülmeğe başlandı18. Askerlerin berâberlerinde getirdikleri gümüş paralar iki çeşit olup, bunlardan bir nev’i
daha önce Navrûz tarafından bastırıldığım söylediğimiz al-Navrûzî
dirhemleri, diğeri ise hâlis gümüşten Venedik dirhemleri idi. Vene-
13 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s .247.
14 al-’Aynî, ‘Ikd., s. 248.
15 Ibn Hacar, Inbâ’ C. n , s. 521.
16 Bk. E. Ashtor, «Spice Prices in the Near East in the 15 th Century»,
Journal of the Royal Asictic Society of Great Britain and Ireland, 1976, s.
28, tablo : I.
17 Ibn Hacar, Inbâ’ , C- H, s. 521.
18 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 287-288; Ibn Hacar, Inbâ’ , C. m , s. 38.
M IS IR ’IN M Â L Î V E ÎK T ÎS Â D Î D U R U M U
159
dik dirhemlerinden herbirisi yarım dirhem gümüşten olup 12 df.’a
muâdil sayılmakta idi19.
Şayh, Venedik ve al-Navrûzî dirhemlerinin Kahire’de çok bü­
yük rağbet görmesi üzerine20 kendi adına gümüş para basılmasını
emretti21. Onun bu emri gereğince hemen işe girişildi ve H. 818 yı­
lı Şafar ayında (M. 1115, Nisan) al-Mu’ayyadî dirhemlerinin kesil­
mesine başlandı22. Fakat al-Mu’ayyad Şayh’m amacı sadece gümüş
para bastırmak değildi. O, al-Nâşır Farac devrinde darbettirilmiş
olan al-Nâşırî dinarlarını toplatıp bunlardan yeni dinarlar bastır­
mak da istiyordu.
Bu sıralarda Mısır’da tedavülde üç nev’i altın para vardı :
Birincisi an’anevî dinar idi. Ağırlığı ve ayarı düşük diğer di­
narlardan ayırdetmek için buna Mışrî, Mişkâl, Mahtûm, Maşkûk,
Herce vb. adlar da veriliyordu. Bunlar hilesiz İslâm altını olup, bir
yüzünde «Kelime-i Şehadet» diğer yüzünde bastıran sultanın adı,
basıldığı şehir (Kahire, İskenderiye veya Dimaşk) ve tarih yazılı
olup, 7 tanesi 10 dirhem (1 dirhem = 3.186 gr.) ağırlığında idi23.
İkinci nev’i altın para al-Ifrantî, al-Iflürî, al-Bundükî veya alDuka denilen ve Frenk ülkelerinden getirilen para idi. Bunların bir
yüzünde kendi yazıları ve dâire içerisinde bir insan resmi, diğer yü­
zünde ise yine bir dâire içinde iki resim bulunuyordu. Bundan do­
layı al-Muşaü&aş (resimli) da denilen ve eskiden Mısır’da kullanıl­
mayan bu para H. 793 (M. 1388) yılında ortaya çıkarak revaç gör­
meğe başlamış ve o zamandanberi çoğalmıştı. Bunlardan her 100 ta­
nesinin ağırlığı 811 miskal (1 miskal = 4.25 gr.) idi. Fakat insan­
lar kazıyarak bunları hafiflettikleri için 100 tanesinin ağırlığı 7 8 .1/3 '
miskale inmişti24. Bazıları da bunu takliden paralar bastırıyorlar ve
muâmelede kullanıyorlardı. Bu yüzden anlaşmazlıklar da çıkıyordu.
Üçüncü çeşit altın para ise al-Nâşır Farac’m bastırdığı altın
para idi. Bunun ağırlığı 19/24 kırat olup25, an’anevî (1 miskal ağır­
lığındaki) dinardan hafif olarak basılan ilk altın paradır26.
19 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 288.
20 İbn Hacar, İribâ’, C. m , s. 38; al-Malsrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 289.
21 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 288, 306; İbn Hacar, înbâ’, C. m , s. 38, 54.
22
»
», s. 304; ibn Ilacar, Inbâ’, C. m , s. 54.
23
»
», s. 304-305.
24
»
» , - » • »
25
»
», s. 306.
26 Popper, a.g.e., s. 48-49.
160
K Â Z IM Y A Ş A R K O P R A M A N
Fülûs’a gelince : Bakır’dan kesilen bu para al-Zâhir Barkûk’un
son zamanlarında tamamen gümüş paranın yerini almış, fiatların
ve ücretlerin tesbit edildiği rayiç para olmuştu27. Önceleri bir ta­
nesi bir dirhem ağırlığında iken, sonradan ağırlık düşmüş ve buna
muvâzi olarak sayı ile değil, tartı ile muâmele görmeğe başlamıştı.
Tik basıldığı zaman her biri 1 dirhem ağırlığında olduğu için Dir­
hem Fülûs (df.) da denilen bu para, ağırlık standardını kaybetme­
sine rağmen aynı adla (Dirhem Fülûs) anılmağa devam etmiştir.
Ancak bu tâbir (df.) sonraları artık 1 dirhem ağırlığında bakır pa­
rayı ifâde etmek yerine, farazi bir para birimini ifâde eder olmuş­
tur28. Fülûs’un çok bol olması ve taşınmasının güçlüğü yüzünden
altın fiyatı yükselmişti29.
al-Mu'ayyad Şayb, yapmayı düşündüğü para reformu hakkında
görüşlerini almak için kadıları ve emirleri toplayarak onları önce
al-Nâşırî dinarını iptal edip, bunlardan an’anevî dinarlar bastırmak
istediğini söyledi. Şâfi’î başkadısı Calâl al-Dîn al-Bulkînî’nin kârlı
bir iş olmayacağı gerekçesiyle buna karşı çıkması üzerine, Sultan
bu meseleyi ona havâle etti30. îşi bir sonuca bağlamak amaciyle, H.
818 yılı Şafar’in 24’ünde (M. 3 Haziran, 1415) Cumartesi günü sar­
raflar ve ileri gelen tüccarlar Başkadı Calâl al-Dîn ile birlikte top­
landılar. Bu toplantıda 1 miskal ağırlığındaki altın paranın (dinar)
250 df., al-Ifrantî’nin 230 df. olması; al-Nâşırî dinarlarının bir mis­
kal ağırlığında olanlarının 250 df. olması ve hafif olanlarının ise
tartılarak ağırlığına göre muâmele görmesi kararlaştırıldı.
Bu toplantıda ayrıca yeni darbedilen al-Mu’ayyadî dirhemleri­
nin fiatları da tesbit edildi. Bütünlerinin 18 df. olması, bunun i , i
ve 1/8 ağırlığında olanlarının da basılıp, büyüklüklerine göre 9 df.,
4,5 df. vb. muâmele görmesi kararlaştırıldı. al-Mu’ayyadî dirhem­
lerinden en çok basılanı yarımlardı31.
27 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV,s. 306.
28 Popper, a.g.e., s. 60-64.
29 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 306.
30 Sultan, al-Nâşırî Dinarlarını kaldırmayı kafasma koyduğu için Şâfi’î
başkadısınm bu cevabını beğenmemiş ve kendisinin sahibolduğu al-Nâsirîlerin
eritilerek bunlardan standart dinar basılmasını emretmişti. Ancak Sultan
bu işten 7000 dinar zarar ettiğini söylemişti (bk. tbn Hacar, hibâ’, C. HE, s. 54;
al-‘Aynî, ‘Ikd-, s. 271).
31 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 307.
M IS IR ’IN M Â L Î V E İK T İS Â D I D U R U M U
161
30 yıldanberi tedâvülden kalkmış olan gümüş paranın yeniden
piyasaya sürülerek, eskidenberi olageldiği üzere, paranın tabiî şek­
li olan altm-gümüş esâsma bağlanması herkes tarafından sevinçle
karşılandı32. Ancak, Sultan’ın yeni al-Mu’ayyadî dirhemleri kestir­
mesi için, hiç kimsenin başkasına gümüş satmaması, elinde külçe
gümüş, kap-kacak ne varsa herkesin getirerek dirhemi 15 df. üze­
rinden Sultan’a satması emredildi33. Keza al-Navrûzî ve Venedik
dirhemleri de toplanarak, bunlardan her bir d irh em in e 15 df. öde­
necek ve toplanan bu dirhemler de eritilerek yeni al-Mu’ayyadî’ler
basılacaktı34. Buna rağmen, Venedik D irh em le rinin 5/8 dirhem ağır­
lığında olanlarının 12 df., daha hafif olanlarının ise bir dirhem ağır­
lığı 15 df. üzerinden hesap edilerek sarf edilmesinin ilân edildiğini
görüyoruz35.
Altın ve gümüş fiatları böylece kararlaştırıldıktan sonra, yeni
basılan al-Mu’ayyadî dinar ve dirhemleri, Kahire’deki darphaneden
Kal’a’ya taşınarak şarkı ve türkülerle karşılandı. Yukarıda karar­
laştırılan miktarlar üzerinden muâmele göreceği ilân edildi. Ancak
bu pek çok insanm da zarar görmesine sebep olmuştu. Çünkü alNâşırî dinarları da toplanarak darphaneye götürülüyor ve orada eri­
tilerek al-Mu’ayyadî dinarları basılıyordu. al-Nâşırî’lerin sahipleri­
ne kalitesi iyi olanlara 180 df. üzerinden karşılıkları ödeniyor, ka­
litesi düşük olanlara ise daha ucuz bir tarife tatbik ediliyordu36.
H. 818 yılı Cumâda’l-Ulâ ayında (M. 1415, Temmuz) al-Nâşırî di­
narı ile muâmele yasaklandı. Ancak bütün yasaklamalara rağmen
al-Nâşırîlerin kullanılmasına devam edilmesi üzerine, bu parayı üze­
rinde bulunduran veya alış-verişte kullananların ellerinde eritileceği ilân edildi37.
Sultan kur ayarlamaları ile piyasaya müdâhale edip, paraya bir
çeki düzen vermeğe çalışırken, H. 818 (M. 1415) yılında Mısır’ı bü­
yük bir1pahalılığın kasıp-kavurduğunu görüyoruz. Kasmaklarımız­
dan çıkardığımız fiat listelerinde de görüleceği üzere, bu yılın ba­
şında oldukça ucuz olan hububât fiatları, yıl sonuna doğru çok art32
33
34
35
36
37
al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 307.
»
»,.
»,
■»,
»
», s. 308»
», s. 311.
»
», s. 312.
»
», s. 318.
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 11
162
K Â Z IM T A Ş A R K O P R A M A N
misti Başta kuraklık olmak üzere, farelerin tahribatı ve Arap aşi­
retlerinin fitne-fesâdı yüzünden yapılan askerî hareketler netice­
sinde mahsul zayi olarak verim düşmüş; buna idarecilerin kötü ted­
bîri ve çıkarcıların daha fiatlı satmak için ellerindeki malı satma­
maları da eklenince, durum çok vahimleşerek ekmek bulunmaz ol­
muş, halk fırınların önünde kalabalıklar halinde toplanmağa başla­
mıştı38. Hubûbat fiatlarınm astronomik rakamlara ulaştığı bu pa­
halılık ve kıtlık sürerken müverrih al-'Aynî Kahire Muhtesipliği gö­
revini yüklenmiş ve pek çok zahmet ve meşakkat çekmiş idi39. Bu
pahalılık ve kıtlık günlerinde al-Mu’ayyad Şayh Kahire’deki cami,
medrese ve zâviyelerdeki görevlilerle buralarda barınanlara pek çok
para dağıtmıştı40. Ancak bu, umûmî yokluk ve pahalılık karşısında
pek büyük birşey ifâde edemezdi. Tahmin edileceği gibi, bunun ar­
kasından başka bir felâket, ölümler, gelmiş ve Kahire’de içine hü­
zün girmeyen hâne kalmamıştı41.
Kıtlık, pahalılık ve ölümlerin ülkeyi kasıp-kavurduğu bu H.
818-819 (M. 1415-1416) yılarında Sultan al-Mu’ayyad Şayh yeni
TTülûş kestirmeğe karar verdi. Bu yüzden Divân al-Mufrad’den
maaşlı olan emirler, memlükîer ve diğerlerinin nafakaları sadece
al-Mu’ayyadî dirhemi ile verildi. Fülûs’un toplanacağı, Sa’îd’den ge­
tirilen buğdayı satın-alan herkesten eski Fülûs’tan başka hiçbir pa­
ra kabul edilmeyeceği ilân edildi42. Bu yüzden Fülûs darlığı hissedil­
meğe başlandı. Diğer taraftan sarraf ve tüccarlara altın fiatlarım
yükseltmeleri ve resmî fiatlara uymamaları dolayısiyle baskı yapı­
lıyordu. al-Mu’ayyad Şayh altın ve gümüş fiatlarınm, üstadı alZâhir Barkûk devrindeki seviyeye indirmek için, devamlı olarak dü­
şürülmesini emrediyordu43. Cedvelimizde de görüleceği üzere, H. 819
(M. 1416) yılında, biri resmî ve diğeri piyasa fiatı olmak üzere, iki
38 al-Malfrîzî, al-Sülûk, s. 330-336; İbn Hacar, Iribâ’, C. m , s. 69-71.
39 al-‘ Aynî’nin muhtesipliği, Mısır’da hüküm sürmekte olan pahalılık,
kendisinin faaliyetleri ve muhtesiplikten azli hakkında bk. 'Ikd., s. 284-286.
40 al-Malcrîzî, al-Sülûk, C. TV, s. 342; al-‘Aynî, ‘Ikd., s. 284; İbn IJacar,
Iribâ‘, C. m , s. 55.
41 al-Makrîzî, al-Sülûk, s. 348-349; al-‘Aynî, ‘Ikd., s. 287; ibn Hacar, Iribâ1
s. 87.
42 al-Malpnzî, al-Sülûk, C. IV, s. 350.
43 İbn Hacar, Iribâ’, C. m , s. 91; al-Makrîzî, al-Sülük, C. IV, s. 349350, 354-355, 360-363; al-‘Aynî, ‘İkd., s. 290.
M IS IR ’IN M Â L Î V E İK T İS A D Î D U R U M U
163
türlü altın fiatı ortaya çıkmıştı. Bu yüzden sarraflar toplanarak
Kal’a’ya çıkarıldılar ve emredilen fiatlara41 uymaları, aksi halde
asılacakları ile tehdit edilerek salıverildiler. Resmî fiatlar, esnaf ve
tüccar herkesin zararına olup, büyük bir memnuniyetsizlik yarat­
mıştı48. Ancak piyasa kendi şartlarım kabul ettirmekte gecikmedi.
Bir ay sonra, dinar 270 df., al-Ifrantî 252 df. olarak kararlaştırılıp;
al-Nâşırî’lerin muamelede kullanılmaması, 1 dinar’m 30 al-Mu’ayyadî dirhemi ve 1 al-Ifrantînin de 28 al-Muayyadî dirhemi olduğu
ilân edildi46.
Ne var ki, paraya dışarıdan yapılan müdâhaleler son bulmadı.
H. 819 yılı ortalarına doğru47 i al-Mu’ayyadî’nin 8 df., 1 rıtl Fülûs’un
da 5,5 df. olduğu, altının ucuzlatılarak dinarın 250 df., al-Ifrantî’nin 230 df. yapılması ve al-Nâşırî dinarlarının kullanılmaması emre­
dildi48. İbn Hacar’e göre altının ucuzlatılmasının sebebi gümüş’ün
çoğalması idi; ancak Fülûs’un ucuzlatılmasının sebebini anlamak
mümkün değildi. 1 Rıtlı 6 df. iken bile ucuz olan Fülûs’iın 5,5 df .’a
indirilmesi, daha da ucuzlatılmasının yanısıra, hesap bilmeyen biri­
si için bununla yapılan alış-verişi de iyice zor bir hâle getirmişti49.
Nitekim, sadece alış-veriş yaparken hesap edilmesinin zorluğu
değil, fiatmın ucuz olması sebebiyle de, halk ve esnafın zarardan
doğan şikâyetleri ağır basmış olmalıdır ki, H. 820 Muharram (M.
1417, Şubat) başlarında, Fülûs’un eskiden olduğu gibi 1 rıtlının 6
df. olduğu ilân edilirken, gümüş ve altın fiatları bir önceki yılda
yapılan düzenlemede kararlaştırıldığı gibi kaldı. Fülûs’un eski du­
rumuna döndürülmesi halkı memnun etti ise de, bu karardan pek.
çok zarar edenler de oldu50.
Yine bu ayda, Sultan her biri 5 ve 10’ar miskal ağırlığında di­
narlar kestirdi. Daha önce Yelboğa al-Sâlimî de bu büyüklükte di­
narlar, basmış; ancak sonradan iptal edilmişti. al-Mu’ayyad Şayb,
memlüklere nafakalarını dağıtırken bu dinarlardan da vermiş idi.
44 Dinar, 250 df., al-Ifrantî, 230 df. al-Nâşırî ile muamele, yasaklanmıştı
(bk. al-Makrîzî, al-Sülûk, s. 356).
45 al-Makrizî, al-Sülûk, C. IV, s. 356.
46
»
» s. 360.
47 bk. al-Malfrîzî, al-Sülûk, s. 363; Ibn Hacar, tnbâ’, C. m , s. 101.
48
»
»,
»; Ibn Hacar, İribâ’, C. m , s. 100.
49 İbn Hacar, Inba’, C. HE, s. 100.
50 al-Malfrîzî, al Sülük, C. IV, s .381.
164
K Â Z IM Y A Ş A R K O P R A M A N
Fakat bunları bozacak sarraf bulunamıyordu. Bu yüzden aşırı de­
recede zengin olanların dışında hiç kimsenin istifade edemediği bu
para da şikâyetlerin artması üzerine iptal edildi51.
Şafar ayında (Mart/Nisan, 1417) Ustadâr Fabr al-Dîn vergi
toplamak için al-Vach al-Bahrî tarafına gitmişti. Mısır’da vergiler,
Memlükler devrinde, umûmiyetle al-Şa’îd’den aynî ve al-Vach alBahrî’den nakdî olarak toplamyordu. Fahr al-Dîn bu yılki vergiyi
sadece altm olarak topladığı için, altın fiatı sun’î olarak yükseldi
ve 1 dinar 260 df.’a ulaştı52 Sultan’m Dimaşk nâibi Akbây’m is­
yanı dolayısiyle Sûriye’de seferde bulunduğu bu yıl içinde, müver­
rih al-Makrîzî’nin Mısır’daki idarecilerin halka karşı olan tutum
ve davranışları hakkında yazdıklarının53, yalnız al-Malik al-Mu’ayyad Şayb devri için değil, bütün Memlükler devri için de doğru ola­
bileceğini kabul edebiliriz.
Sultan’m altm ve gümüş fiatlarını aşağı seviyede tutmak için
devamlı olarak sarraf ve tüccarlara baskı yaptığı bu devirde, yük­
sek dereceli görevlilerin bu fiatları artırıcı hatalı davranışları yü­
zünden ortaya çıkan zararı yine halk çekiyordu. Bu meyânda H.
820 yılı Cumâda’l-Ulâ (M. 1417, Haziran) ayında yapılan müdâhale­
yi gösterebiliriz. Bu ayda, 280 df. a yükselmiş olan dinar 250 df. a,
260 df. a yükselmiş olan al-Ifrantî 230 df. a indirilmiş ve al-Nâşırî
dinarı üe muâmele yapılmaması emredilmişti. Bu karar toplumun
her kesiminde umûmî bir memnûniyetsizlik yaratmış, ahş-veriş âdetâ durmuştu54. Ancak bu karar da 6 ay tatbik edilebilmiş, yılın so­
nuna doğru para fiatları yeniden ayarlanmıştı. Bu yeni karara göre
ise an’anevî dinar 280 df., al-Ifrantî 260 df. üzerinden muâmele gö­
recek, i al-Mu’ayyadî dirhemi 9 df. olacaktı; bu ise 1,5 rıtl Fülûs de­
mekti55.
Daha önce zikrettiğimiz gibi, al-Mu’ayyad Şayb yeni Fülûs darbettirmek istiyordu. O, bu arzusunu tahakkuk ettirmek için, Üstadâr Fabr al-Dîn’e 100.000 dinar, Vezir Ârğunşâh’a 50.000 dinar ve
Nâzır al-Uâş Badr al-Dîn’e de 50.000 dinar vererek, bunların karşı­
sı al-‘Aynî, ‘îkd., s. 296; îbn Hacar, înbâ’, C. m, s. 125; al-Makrîzî,
al-Sülûlf, C. IV, s. 382.
52 al-Makrîzî, al-Sülük, C. IV, s. 385.
- 53 al-Makrîzî, al-Sülük, C. IV, s. 388-394.
54 al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 396-397.
55
»
», s. 427; Ibn Racar, înbâ’ înbâ’, C. m , s. 143.
M ISIR’IN M Â LÎ VE İK TİSA D Î DURUMÜ
165
lığında, eritilerek yeni al-Mu’ayyadî Fülûs’u bastırmak için, eski
Fülûs satın almalarını emretti. Onlar bu dinarları dağıttılar ve ber
bir dinar karşılığında 260 df. talep ettiler. Ayrıca Fülûs’u olan her­
kesin Sultan’m Divân’ma getirip teslim etmesi, onu başka yerlere
götürecek olanların cezalandırılacakları ilân edildi56. Bu sebepten
H. 821 yılı Şafar (M. 1418, Mart) ayı girdiği zaman mevcut Fülûs’un toplanması sebebiyle insanlar dara düşmüşlerdi57. Hattâ öyle
ki, al-Mahalla ahâlisi kendilerinden altın karşılığında Fülûs topla­
mak için gelen vâliyi taşlamışlardı. Günkü vâli, oradaki halka altm
para dağıtarak, her bir al-Ifrantî karşılığında 210 df. üzerinden Fü­
lûs getirmelerini emretmiş, Fülûs az olduğu için 1 dinar 170 df. a
kadar düşmüştü. Ancak, halkın vâliyi taşlaması da kâr etmemiş,
başlarına büyük belâlar gelmişti58.
Diğer taraftan, aynı ayda Sultan altm ve gümüş fiatlarına ye­
niden müdâhale ederek, 280 df. a çıkmış olan dinarı önce 250 df. a
ve bir hafta sonra da 230 df. a; keza 260 df. a çıkmış olan al-Ifrantî’yi önce 230 df. ve arkasından 210 df. a indirip i al-Mu’ayyadî dir­
hemini de 7 df. a indirdi. Bu karar yüzünden Mısır’da zarara uğra­
mayan kimse kalmadı. Herkes üzülüp ileri-geri konuşmağa başladı.
Fakat Sultan bunlara hiç iltifat etmeyerek fiatlar kararlaştırıldığı
üzere devam etti59. Bu karardan bir gün sonra, sarraf, tüccar ve es­
naf toplanarak kendilerine altm ve gümüş fiatlarındaki indirim nisbetinde fiatlarda indirim yapmaları emredildi. Bundan çok zarara
uğramalarına rağmen, onlar kendilerine emredilen bu şeyi kerhen
de olsa kabul etmek mecburiyetinde kaldılar. Mamafih biz, bu ka­
rara pek uyulmaması yüzünden esnafa baskılar yapıldığını da gö­
rüyoruz60. Nitekim H. 821 yılı Rabi‘ al-A w al ayının ortasında (M.
22 Nisan, 1418), Davadâr Çakmâk’m emri ile tüccar ve esnaf topla­
narak Kal’a’ya götürüldüler. Çakmak onlara alışverişte kullanılacak
tek paranın al-Mu’ayyadî dirhemi olduğunu, bunun dışında altm ve
Fülûs ile muâmele edilmemesini, bütün fiatların ve ücretlerin alMu’ayyadî dirhemi ile tesbit ve ilân edilmesini, satılacak eşyalara
%2 den fazla kâr konmamasını emredip, bunlara karşı gelecek olan­
56
57
58
59
60
al-Makrîzî, al-Sülük, s. 427-428; îbn Hacar, Inbâ’ C. m , s. 143.
»
», s. 436.
»
», s. 438.
»
>>, s. 437; Ibn Hacar, îribâ’, C. UT, s. 157.
»
s. 438.
KÂ ZIM Y A Ş A R KOPRAM AN
166
ları doğacak kötü sonuçlarla korkuttu. Ertesi günü Kahire’nin çe­
şitli semtlerinde bu karar mûnâdilerle halka da duyuruldu. O gün­
den itibaren eşya fiatlannın Fülûs ile yapılan tesbît ve ilânı iptal
edildi. Aynı gün i al-Mu’ayyadî dirheminin 7 df. ve 1 dinarın eskisi
gibi 210 df. olduğu ilân edildi. Ancak eski borç ve alacaklarda, em­
lâk ücretlerinde ve hizmetçilerin maaşlarında i al-Mu’ayyadî dir­
hemi eskisi gibi 9 df. üzerinden hesaplanacaktı. Böylece fiatların alMu’ayyadî ile ilân edildiğinden daha yüksek olduğu da resmen ka­
bul edilmiş oluyordu61. Bir taraftan Fülûs’un az bulunması, diğer
taraftan al-Mu’ayyadî dirheminin değerinden eksik olarak tesbit ve
ilânı günlük hayatı etkilemiş, insanlar dara düşmüşlerdi.
Aynı yılın Şa’bân ayında (M. 1418, Eylül) ağırlıkta ve değerde
eksik olan al-Ifrantî ile alış-veriş yapılmaması ilân edildi. Ellerin­
de nâkıs al-İfrantî olanlar bunları darphaneye getirecekler ve ek­
sik olan kadar indirilerek kendilerine karşılığı ödenecek idi. Bunun
sebebi, daha önce de zikretmiş olduğumuz gibi, sarraflar ve tüc­
carlar tarafından çok tutulan bu paranın kazınarak ağırlıklarının
eksiltilmesiydi. Bir müddet buna uyuldu ise de az sonra işler yine
eski hâline döndü62.
Bu yılın sonunda, Nil’in alçalmasına bağlı olarak fiatlar arttı.
İnsanlar ekmek için fırınların önünde toplanmağa başladılar. Bir­
kaç gün içinde ekmek bulunmaz oldu ve hububât fiatları, listemizde
de görüleceği üzere, oldukça yükseldi. Kezâ fiatı artmamasına rağ­
men kuzu eti de bulunmaz olmuştu63.
H.
822 yılı Şafar (M. 1419, Mart) aymda Kahire’de taûn (veba)
başgösterip, gittikçe şiddetlendi. Sadece Kahire’de bir günde ölen­
lerin sayısı 300’e yaklaştı. Pek çok köy boşaldı. Bunun üzerine üç
gün oruç tutulup, taûnun kalkması için, Kahire dışma çıkılarak top­
luca namaz kılındı. Sultan da bizzat halkın arasına katılarak duâ
etti. Kurbanlar kesip sadakalar dağıttı64. Taûnun başladığı Şafar
ayının 20’sinden Rabi‘ al-Aljır’m sonuna kadar, Kahire’de 10.000 ka­
dar insan ölmüştü65. Şa’bân. aymda (M. 1419, Ağustos/Eylül) Nil’in
61
62
63
64
65
al-Makrîzî, al-Sülûk, C. IV, s. 440.
», s. 455.
»
»
», s. 469-470.
■»
», s. 486-489; Ibn Racar,
»
», s. 492.
M ISIR’IN M Â LÎ VE İK TİSA D Î DURUMU
167
suyunun birden azalması sebebiyle fiatlar yeniden yükseldi. Ayrı­
ca mahsulün az alınması, Nil üzerinde eşkiyânm kol gezip hububat
vb. yüklü gemileri zaptetmeleri; Hicaz’daki pahalılık sebebiyle hu­
bubatın oraya götürülmesi; idârecilerin kötü tutumları ve yüksek
fiatla satmak için hububatı depo etmeleri gibi sebepler de fiatlar
üzerinde müessir olmuştu66. Hicaz’daki fiatlar ise Kahire’dekilerle
mukâyese bile edilemezdi. Gerçekten bu yıl Hicaz’da aşırı derecede
kıtlık ve pahalılık olmuş, yenecek kedi ve, köpek kalmadığı için, ye­
nilmekten korkan insanların Mekke dışına çıkamadıkları haberi Kahire’ye ulaşmıştı67.
Zü’l-Ka’da (Kasım/Aralık) aymda hububât fiatlan daha da art­
tı (bk. Cedveller.). Bunun sebebi sonbahar yağmurları yağmadığı
için ekili mahsulün tane tutmaması, haşaratın mahsulü tahrip et­
mesi vb. idi. İhı yüzden çarşılarda alış-verişler durgun olup, gelir
az, şikâyet çok ve hâlinden memnun olan hiç kimse yok idi68.
H.
823 yılı Rabî’al-Ahır (M. 1420, Nisan/Mayıs) aymda, yıllar­
dır hastalık çeken ve son zamanlarda ağrıları iyice şiddetlenmiş
olan Sultan Kahire’de satılan meyvelerden almagelmekte olan mey­
ve vergisi’ni iptal etti. Bununla ilgili karar al-Mu’ayyad Şayb’m yap­
tırdığı câmiin kapısına yazıldı69. . . .
H.
824 (M. 421) yılı başında dinar 230 df., al-Ifrantî 210 df. idi.
al-Mu’ayyadî dirhemlerine gelince : Her bir i al-Mu’ayyadî dirhemi
7 df. olup bol miktarda bulunuyordu. Fakat bazı bozguncular bu alMu’ayyadî’leri kazıyarak, ağırlığını bozup telef ediyorlar; bu yap­
tıkları yetmezmiş gibi, çok az miktarda gümüş ihtivâ eden, sahte alMu’ayyadî’ler basıyorlardı. Fülûs’un herbir rıtlı 6 df. üzerinden
muâmele görmekte idiyse de o da bozulmuştu. Kırık demir çiviler­
den, eskimiş nallardan ve benzeri eşyalar ile bakır ve kurşun par­
çalarından kesilen pek çok Fiilûs iie karıştırılır olmuştu. Öyle ki,
bir kantar Fülûs içinde ancak i nisbetinde hakikî Fülûs bulunup,
geri kalanı kurşun, demir vb. idi79, ileri gelen emirler ve memlûkler
hasta olan Sultan’m her an ölüm haberini bekliyorlardı. Kezâ Ka­
hire ahalisi de endişe ile bu ölümü bekliyordu. Onların endîşesi ise
66 al-Makrîzî,. al-Sülûk, C. IV, s. 503.
67
»
», s. 509.
68
»
», s. 510-511.
69
»
», s. 527.
70
»
», s. 548-559.
İ68
K Â Z IM
ya şa r
köpram a
N
Sultan’m ölümünden sonra çıkabilecek karışıklıkdan kaynaklanıyor­
du. Öte yandan bozguncuların faaliyeti artmış, yol kesiciler çoğal­
mıştı. Çarşılarda işler kesat olup, tüccarın elindeki mal satılmıyor­
du. Alış-veriş durmuş, memnûniyetsizlik yaygınlaşmıştı. îdâreciler
ise zulüm ve tahakkümlerinde berdevâm idiler. Derken H. 824 yılı
Muharram’m 8’inde (M .-13 Ocak, 1421)71 Pazartesi günü al-Malik
al-Mu’ayyad gayb al-Mahmûdî vefat etti. Böylece Mısır’da yeni bir
siyâsî bunalım devri başlamış oluyordu.
Görüldüğü üzere, al-Mu’ayyad Şayb al-Mahmûdî devrinde Mı­
sır’da oldukça tutarsız ve istikrarsız bir mâlî poütika takip edilmiş­
tir. Bizzat Sultan’m emri ile paraya yapılan müdâhaleler piyasa
şartlarına uygun olmayıp, bir zarûrete dayanmaktan daha çok,
Şayh’in çok takdir ettiği ve âdetâ devrini ideal olarak görüp, sade­
ce mâlî bakımdan değil askerî, idârî ve siyâsî bakımlardan da ihyâ
etmek istediği al-Zâhir Barkûk devrine duyduğu özlemin tesiriyle
hissî olmuş ve ümit edilen neticeyi vermemiştir. Buna rağmen zorla
da olsa fiatlarm artmasına mâni olunmuştur. Tabiî ve coğrafî şart­
ların umumiyetle hâkim olduğu ziraî ekonomi, aynı zamanda içti­
mâi hayata da tesir etmiş, kıtlık yıllarım hastalıklar ve ölümler
takip etmiştir. Halkın gelirini yükseltici ve geçim şartlarını kolay­
laştırıcı tedbirler almaktan daha çok, fevkalâde yüksek olan harca­
malara kaynak bulmanm çareleri aranmış ve malesef halk ezilmiş­
tir. Bunu muâsır müelliflerin eserlerinde açıkça görmek mümkün­
dür. Ancak, burada Şayb’ın câmi, medrese ve hastahane yapımı
gibi imar faaliyetleri ile kıtlık ve pahahhk yıllarında ihtiyaç sa­
hiplerine yaptığı yardımları da onun lehine zikretmemiz gerekmek­
tedir.
Makalemizin bundan sonraki kısmında, al-Malik al-Mu’ayyad
Şayb al-Mahmûdî devrinin mâlî ve ekonomik durumu hakkında,
bazıları henüz yazma hâlinde bulunan72 muâsır kaynakların verdiği
bilgileri cedveller hâlinde düzenleyip, bunları topluca gözler önüne
sererek, böylece okuyucuya kaynakları mukâyese etmek imkânını
da vermek istedik.
Görüleceği üzere bu cedvellerin düzenlenmesinde sadece al-’Aynî
71 al-‘Aynî, ‘llfd., s. 341.
72 Meselâ al-'Aynî’nin «Ilfd, ol-Cumdn fî Td’rîh Ahi al-Zamdn» adındaki
dev eseri.
M ISIR’IN M Â LÎ VE İK TİSA D Î DURUMU
169
ve al-Makrîzî’nin verdiği bilgilerden fa.ydala.nı1mıgtır. Bizim bu iki­
sini seçmemiz sebepsiz değildir.
Memlûk tarihinin bilhassa bu yıllarıyla uğraşanlar çok iyi bi­
lirler ki, zamanlarında da olduğu gibi, bu devrin iki büyük tarihçisi
al-’Aynî ve al-Makrîzî’dir73. Bundan başka, bu müelliflerin her ikisi
de başta Muhtesiplik74 olmak üzere, mütedaddid defalar yüksek
görevlerde bulunmuşlardır. Bu sebepten çarşı-pazar ahvâlini, ölçü
ve tartıları, fiatları, esnaf ve halkın olduğu kadar, görevleri münâ­
sebetiyle temasta bulundukları başta Sultan olmak üzere bütün
yüksek dereceli idârecilerin tutum ve davranışlarım da çok iyi bi­
liyorlardı.
Kendi devrine ait değerli bir tarih yazmış olan îbn Hacar’e ge­
lince : Bizzat kendisinin de eserinin başmda belirttiği gibi75 o bu
eserinde al-’Aynî’nin eserinden çok geniş ölçüde istifâde etmiştir.
Bu yüzden fiatlar vb. konusunda al-’Aynî’den fazla birşey verme­
mektedir. Mamafih İbn Hacar’m farklı olarak verdiği bilgiler de
bu makalemizde değerlendirilmiştir.
Memlûk tarih yazıcılığının başında gelenlerden İbn Tağri Birdi
ise, Şayh al-Mahmûdî devrinde henüz çocuk idi76. Eserinde bu sul­
tan devri ile alâkalı olarak verdiği bilgiler, çok husûsî olan bazı­
ları istisnâ edilecek olursa, hemen tamamen al-Makrîzî’den nakildir.
Daha muahhar eserler de yukarıda saydıklarımızdan nakiller
yapmış oldukları için, bu cedvellerin tanziminde göz önüne alın­
mamışlardır.
73 îbn Tağri Birdi, al-Nucûm al-Zähira fl Mulûk Mışr ve al-Kâhira, tabifik : al-Duktûr Cemâl Muhammad Muharriz-al-Ustäz Fahim Muhammad Şaltût,
Kahire, 1971, C. XIV, s. 150.
74 al-‘Aynî ilk def’a H. 801 Zi al-Hicca aymm l ’inde Pazartesi günü
(M. 4 Ağustos, 1398), al-Makrîzî’nin azli ile boşalan Kahire Muhtesipliğine
tayin edildi (‘Ikd., s. 52). al-Makrîzî ise ük def’a H. 801 Racab’in l l ’inde
(M. 19 Mart, 1398) Sultan Barkûk tarafından bu göreve getirilmişti fal-Sülük,
C. IV, s. 930).
75 İnbâ., C. I, s. 1.
76 Bk. îbn Tağri Birdi, al-Nucûm, C. XIV, s. 112.
CEDVELLERDE KULLANILAN KISALTMALAR
I, n , m ,
x n : Sırasiyle Hicrî-Kamerî aylara delâlet et­
mektedir. I : Muharram, II : Şafar, m : Rabi’ al-Avval, ............
X ü : Zî al-Hicca vb.
D : Dinar. İslâm ülkelerinde, en eski asırlardanberi kullanılan
temel para birimi olup, esâsında bir miskal (4.25 gr.) ağırlığında ve
umumiyetle .979 ayarında idi. Zamanla yabancı ve ayarı düşük
yerli altm paralar da bunun yanısıra kullanılmağa başlayınca, di­
ğerlerinden ayırdetmek için Mışrî, Mahtûm, Maşkûk, Mişkâl, Herce
gibi adlarla da anılmıştır1.
M : Mişkâl Altını (bk. Dinar).
b : Batta. Bir hacim ölçüsü olup, 45 İt. dir2.
d : Dirhem. Gümüş veya gümüş alaşımı para demek olup esâ­
sında 2/3 gümüş ve 1/3 oranında bakır ihtivâ etmekte idi. Ağırlığı
yaklaşık olarak 2.975. gr. idi. Ancak bunun yarısı ve dörtte biri ağır­
lığında olanlara da dirhem deniliyordu. Ağırlık ölçüsü birimi olarak
dirhem ise 3.186 gr. dır3.
df : Dirhem Fülüs. XV. yüzyıl başlarında Mısır’da muamelede
kullanılan bakır para ki, hidâyette 24 dirhem ağırlığında olup, yak­
laşık olarak 76.46 gr. dır4. Ancak sonraları bu ağırlığını muhâfaza
edememesine rağmen isim olarak devâm etmiş ve itibâri bir para
birimi hâline gelmiştir.
f : Feddân. Alan ölçüsü birimi olup, o devirde yaklaşık olarak
5464 m2’ye tekabül etmekteydi5.
h : Hıml. Yük demek olup, umumiyetle deve yükü için kullanı­
lırdı. Mısır’da en hafifi 135 kğ., en ağırı 270 kğ. kadardı6.
i : îrdebb. Hacim ölçüsü olup, 180 lt.’ye tekabül etmekteydi7,
k : Kadah. Bir irdebb’in 1/96 i olan hacim ölçüsü8,
r : Rıtl. Çeşitli ülkelerde değişik miktarda ağırlıklara delâlet
eden bir tartı birimidir. Yaklaşık olarak 458.78 gr. idi9.
v : Veybe. Bir irdebb’in 1/6 i olup, 30 lt.’ye tekabül eden bir
hacim ölçüsü birimidir10.
z : Zirâ’. Uzunluk ölçüsü birimi. Ölçülecek nesnenin çeşidine
göre, değişik ülkelerde farklı uzunluklardadır. Kumaş ölçmede kul­
lanılan zirâ’ 28 parmak olup, yaklaşık olarak 54 em. dir11.
FIAT CEDVELLERİ
Yıl : H. 815 (M. 1412)
Maddeler
al-‘Aynî
Mışrî D.
1,250 df12
al-Ifrantî D.
1,220 df
al-Nâşırî D.
Gümüş
Diğer madeni.
Buğday
1,210 df
I,v 2 D13
Arpa
Pirinç
Bakla
Un
Bal
Koyun eti
Sığır eti
Nebatî yağ .
Peynir
Kavun-Karpuz
Bahârât
Keten
Kürk
Elbise
Sabun
Mum
I,r 16 df
Yıl : H. 816 (M. 1413/14)
al-Makrîzî
al-‘Aynî
R240-235 df 14I,240 df15
Vm ,250 df
1,220-215 df 1,230 df
Vm ,235 df
1,210-205 df 1,210 df
I,d 14-15 df16
VTH,r 25 df17
I,i 150 df
I,i 180 df
V m ,i 120 df
1.1 130 df
v m ,i 100 df
I,y 120 df
1.1 150 df
V m ,i 120 df
I,b 60 cif
I,r 14 df
I,r 8 df
I,r 6 df
I,r 8 df
I,r 9 df
al-Makrîzî
1,250 df
1,230 df
1,210 df
I,i 180 df
I,10r 5-7 df
m ,10r 1 df
I,r 120 df
I,r 40 df
X n ,h 220 M I,r 100 df18
I,r 30 df
I,z 25 df
1,2500-3000 df19
1,3500-3700 df20
I,r 10 df
I,r 55-60 df21
I,r 30 df
I, 20 M22
172
KÂZIM Y A Ş A R KOPRAM AN
Yıl: H. 817
Maddeler
Mışrî D.
(M. 1414/15)
al-‘Aynî
23
al-Makrîzî
1,250 df
al-Ifrantî D.
1,230 df
al-Nâşırî D.
1,210 df27
Gümüş
Buğday
I,i 140df28
Pirinç
Bakla
Peynir
İpekli
Elbise
Sabun
Kalem
Kâğıt
Saman
■al-‘Aynî
(M. 1415/16)
al-Makrîzî
vm ,260 df.
XI,280 df
Vm ,240 df
XI,260 df
n ,205-215 df
Vm ,200 df
XI,210 df28
11,250 df
XI,270 df
11,230 df
XI,250 df
11,210 df
XI,200 df
n ,i 100 df
v m ,i 150 df
XI,i 300 df
x n ,i 600 df30
n ,i 90 df
v m ,i 130 df
XI,i 250 df
x n ,i 400 df
XI,k 13 df
n ,i 80 df
v m ,i 160 df
XI,i 300 df
x n sı
n ,r 1 df32
XI,b 130 df
II,r 100 df33
v m ,r 15 df
II,r 13 df
V m ,r 12 df
VUI,r 12 df
VI,i 160 df
IX,i 200 df
XI,i 1000 df
d l 5 df
Arpa
Mercimek
Ekmek
Un
Şeker
Bal
Nebâtî yağ
Y ıl: H. 818
b 50 df
r 15 df
n,r 12 df
VI,i 130 df
XI,i 250 df
XH,i 400 df
XI,k 13 df
XI,i 300 df
XI,b 100 df
n,z50df21
H,r 15 df
n,2000 df34
n,r 17-18 df
n, 10 df25
n, ıooo df26
n ,h 100 df
I,h 40 df
IX,h 300 df
MISIR’IN MÂLÎ VE İKTİSÂDİ DURUMU
Yıl: H. 819
(M. 1416/17)
Y ıl: H. 820
Maddeler
al-‘Aynî
al-Makrîzî
al-‘Aynî
Mışrî D.
1,280 df
XH,230 df
n,270 df35
IV,280 df
XI,280 df
al-Ifrantı D.
1,250 df
XH,210 df
XI,260 df
al-Nâşırî D.
XH,230 df
1,250 df
11,250 df
IV,260 df
1,200 df
11,200 df
Buğday
Arpa
Bakla
Mercimek
Un
Ekmek
Koyun eti
Bersîm (Y. yonca)
Maddeler
Mışrî D.
al-Ifrantî D.
Buğday
m,i250200 df
m ,il55 df
m ,il40 df
I,b200 df
Bal
Koyun eti
Sığır eti
Nebatî yağ
Tereyağ
Peynir
Saman
Bersîm
(M. 1417/18)
al-Makrîzi
1,250 df
XI,280 df38
11,260 df
1,230 df
XI,260 df
.
IV,210 df
I.İ750 df
n,i270 df36
I,i500 df
xn,i240 df
xn ,i 200 df
xn ,i 200 df
I,b250 df
I,r4 df
87
I,f20Ö df
Yıl :H . 821
,, ,
xn,i250 df
Arpa
Bakla
173
xn,i300 df
X n ,h lD
...
(M. 1418)
11,250 df39
U.230 df
XH,İ260 df
Yil: H. 822
(M. 1419)
I,i300 df
XI,i350 df
vn,i250 df
IX,i300 df
XI,i350 df
Vn,il80 df
XI,i250 df
VH,İ170 df
XI,i210 df
XH,i250 df
I,i250 df
XH,İ250300 df
I.İ250 df
I,rl5 df
I,r8 df
I,r6 df
I,r8 df
I,rl5 df
I,r8 df
I,h80 df
I,f2000 df
174
K A ZIM Y A Ş A R KO PRAM AN
Y ıl:H . 823 (M. 1420)
Maddeler
Mışrî D.
al-Ifrantî D.
al-Nâşırî D.
Gümüş
Buğday
Arpa
Bakla
Un
Ekmek
Bal
Koyun eti
Sığır eti
Nebatî yağı
Tereyağ
Peynir
Kâğıt
al-‘Aynî
1,230 df
1,210 df
1,175 df
1,7 df40
I,i400 df
Vm ,i300 df
I,i250 df
V in ,il80 df
I,i250 df
I,bl20 df
I,r2 df
I,rl5 df
I,r7,5 df
I,r5,5 df
I,r9-10 df
I,rl5 df
I,r8 df
Vm ,rlO df
1,30 df41
al-Makrîzî
Yıl: H. 824
(M. 1421)
al-‘ Aynî
al-Makrîzî
1,230 df
1,210 df
I,i280 df
I.İ170 df
I,il60 df
XI,r 9-10 df
I,r9 df
I,r6,5 df
1 William Popper, Egypt and Syria Under th é Circassian Sultans, 1382-lJ/6Jf
AJ3. Systematie Notes to Ibn Taghri Birdi’s Chronicles of Egypt, Volume 16. University of California Press, Berkeley and Los Angeles, 1957, s. 41-45. '
2 Popper,
a.g.e.,s. 38.
3 Popper,
a.g.e.,s. 51-52.
4 Popper,
a.g.e.,s. 60-62.
5 Popper, a.g.e., s. 37. Mamafih bk. Walther Hinz, Islamische Masse und
Gewichte, Leiden, 1955, s. 65.
6 Hinz, a.g.e., s. 13.
7 Popper, a.g.e., s. 38. Diğer çeşitleri için bk. Hinz, a.g.e., s. 39-40.
8 Popper, a.g.e., s. 38. Ayrıca bk. .Hinz, a.g.e., s. 48.
9 Popper,
a.g.e.,s. 39-40; Hinz, a.g.e., s. 27-33.
10 Hinz, a.g.e., s. 52-53.
11 Popper, a.g.e., s. 33-36; Hinz, a.g.e., s. 55-62.
12 Bu yılın üçüncü aymda altm fiatları bir miktar düşmüş idi(al-‘Aynî, ‘'/(cd.,
s. 249).
13 Mekke fiatı. Hubûbât fiatları bu yü Mısır’da ucuz, Hicaz’da oldukça pahalı
idi. Mekke’de 1 veybe arpa 2 D, bir veybe kuru hurma 1,5 D, 1 Rıtl peksimet 10 Gü­
müş Dirheme satılmakta idi (aİ-‘Aynî., ‘/(cd., s. 249).
14 Bu yıl altma, alışverişte ve para bozmada birbirinden farklı fiatlar tatbik
edüdiğini görmekteyiz (al-Makrîzi, al-Suluk, C. IV, s. 204).
15 Para mübâdelesi hâriç, alış-verişte altm 10 df. fazladan işlem görmekte idi
(al-‘Aynî, ‘/(cd., s. 259).
16 Saf külçe gümüş.
17 işlenmiş bakır. Bakır paranın (Fülûs) rıtlı 6 df üzerinden muâmele görmek­
teydi. 1 rıtl kurşun 7 df idi (al-‘Aynî., ‘/(cd., s. 259).
18 Biber. Ayrıca bk. Ibn Hacar, Inbâ’, ' C. n , s. 521. al-‘Aynî’nin burada verdiği
fiat îbn Hacar ve al-Makrîzî’nin verdiği fiatları tutmamaktadır.
19 Dörtlü sincap kürk. Samur kürk 15000 df idi (al-‘Aynî, gösterilen yer).
20 İpek. Ba’labeki kumaşından mamûl elbise 1000 df. ve fazlasma idi (al-‘Aynî,
•Ilcd., s. 259).
21 Beyaz mum.
22 Ba’labek pamuğundan yapılma.
23 Altm fiatları bir önceki yıldaki gibi idi. Ancak M işkâl Altını çok azalmış hat­
tâ ortadan kalkmış idi. Denildiğine göre bunun iki sebebi vardı. Frenklerin toplayarak
bunlardan al-Ifrantî vurmaları; Kahire’de devlet erkânmm yine bunları toplayarak
kâr amacı ile al-Nâşırı vurmaları (al-‘Aynî, ‘İkd., s- 267-268).
24 Çok ince Ba’labeki kumaşı.
’
25 Orta boy.
26 Bir deste Şam (Sûriye) kâğıdın fiatı olup, tamamı 25 yapraktır. Mısır kağı­
dının destesi 50 df, Manşûrî Kâğıdı’nm destesi ise 70 df idi (al-‘Aynî, ‘/(cd., s. 268).
176
KÂZIM Y A Ş A R KOPRAM AN
27 Bu altın en bol bulunanı idi. Ancak ücretler, fiatlar ve sarraflık muâmeleleri
Pülûs ile tâyin edilmekte idi (al-Makrîzî, al-Sulûk, C. IV, s. 280).
28 Kahire fiatı. Köylerde 3 irdebbi 1 al-Nâşırî’ye satılmakta idi (al-Makrîzî alSulûk, C. IV, s. 287).
29 Alış-verişte 220 df.’a kadar ulaşmıştı (al-‘Aynî, îkd., s. 280).
30Kahire dışında ve halk arasında
evlerde satılan buğdayın fiatı 1000 df.’a ka­
dar yükselmişti (al-‘Aynî, ‘İkd., s. 281).
31 Bu ayda hiç bulunmaz oldu.
32 Siyah undan mamûl.
33 Birinci kalite.
34 Birinci kalite «Şemsi Şaş» kumaşından mamûl.înce «Cebel Şaşı»ndan olan­
lar 700 df idi (al-‘Aynî, ‘İkd., s. 281).
35 Bunlar piyasa fiatıdır. Resmî fiatlar daha düşüktü.
36
Buğday alım-satımmda altın ve gümüş para değil, bakır (Fülüs) kabul edi­
liyordu. Bunun sebebi Sultan’ın eski Fülûs’ü toplayıp, bunlardan yeni Fülûs kestir­
mek istemesi idi (al-Makrîzî, al-Sulûk, C. IV, s. 350).
37 Bu yılın Şevvâl’mda Kahire’de
koyun ve
sığır etibulunmazolmuştu(al-M
rîzî, al-Sulûk, TV, 369).
38 Bu yükselişin sebebi, Ustadâr Fabr al-Dîn’in al-Vach al-Bahrî şehirlerinden
topladığı vergiyi sadece altm olarak alması idi (al-Makrîzî, al-Sulûk, TV, 385).
39 Bu resmî fiattır. Serbest piyasada 280 df.; al-Ifrantî, 260 df. idi (al-Makrîzî,
al-Sülûk, C. TV, s. 436).
40 i al-Mu’ayyadî Dirhem’ininyarısı olup, tamı 14 df. idi.
41 25 yapraklık Şam (Sûriye) kâğıdıdestesi.
TÜRKLER’İN BALKANLAR’A GİRİŞİ VE İSLÂMLAŞTIRILMA
Amavud halkının etnik ve millî varlığının korunmasının sebebleri
Haşan Kaleshi
Amavud tarih yazıcılığı yirmi seneden beri, Osmanh İmpara­
torluğu, Balkanlar’daki Osmanlı hakimiyeti ve Şark (Orient) kül­
türü ve Şark ile herhangi bir şekilde münasebette olan hemen hemen
herşeyi tamamen olumsuz bir şekilde değerlendirmede birleşmekte­
dir. Bu sebebten, meselâ Tiran Üniversitesince neşrolunan «Arnavudluk Tarihi»mnx birçok yerlerinde «Vahşi Türkler’den», «Türk
güruhlarından», «Asyalı Türkler’den», «Barbarlardan» vs. den sözedilmektedir ki, bu tip tâbirlerin İlmî terminoloji ile ilgisi bulunma­
dığı muhakkaktır. İskender Bey’in 500. ölüm günü münasebeti ile
12-18 Ocak 1968 tarihinde Tiran’da2 toplanan II. Albanoglar kong­
resinde ve 9-12 Mayıs tarihinde Priştine’deki3 Symposiumda sunu­
lan tebliğlere bir bakmak dahi, bu millî romantizmin, bu ilim dışı
darkafalılığm, bu tarihî gerçekleri ve tarihsel süreci nazar-ı itibara
almayışın nerelere kadar vardığını görmek için yeterlidir. Balkan­
lar’daki Osmanlı hakimiyeti, Osmanlı Imparatorluğu’nun çözülmeye
yüz tuttuğu ve Osmanlı Hükümeti’nin aldığı tedbirlerin çoğunlukla
Arnavud menfaatlerine ters düştüğü XIX. yüzyıla göre yargılan­
maktadır. Bu arada Amavudlar’m maddî ve manevî hayatlannm
her safhâsında iz bırakmış olan kuvvetli şark tesirleri görmemezlik1 Historia e popullit shqiptar I. İkinci baskı. Prishtine 1969. Eserin çeşitli
yerlerinde.
2 Konfererıca e dyte e studimeve dlbanologjîke I. Trane 1969. Aynı şe­
kilde meselâ, Aleks Buda Türk fethinin gaye ve sebeblerini idrâk edememekte
ve bunu Sultan’ın yeni ülkeler, zenginlikler ve köleler edinme ihtirasına irca
etmektedir.
3 Simpozijum o Skenderbegu. Prishtine 1969. Burada da birçok yerlerde
«Asyalı gurûhlar», «Asyalı Ejderha» gibi tâbirler kullanılmıştır.
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 12
178
H A SA N KALESH Î
ten gelinmekte4, Lâtince ve İtalyanca yazmış bulunan Arnavud asıl­
lı yazarlar tebarüz ettirilmekte, çoğunluğu ülke dışında değil, ama
kendi memleketinde, kendi halkı arasında yaşamış ve etkinlik gös­
termiş, gark Dilleri’nde yazmış çok sayıda Arnavud yazarları ise
tamamen unutulmaktadır5. Münferit şahsiyetlerin «Millî Yeniden
Uyanış» devrine ait bazen çok şüphe götüren «Vatanperver» eser­
leri övülmekte, büyük bir liyâkat kazanmış olanlar ise unutulmaya
terk edilmektedirler.
Osmanlılar’m Balkanlar’a harben duhûlünün Sırp, Rum ve Bulgarlar gibi kendi devletlerine, kendi kilise organizasyonlarına, ken­
di kültürlerine sahib olmuş olan Balkan halkları için vahim sonuç­
lar verdiğine şüphe yoktur. Türk fethi bu halkların gelişme sürecini
sekteye uğratmış, onlarm millî ve kültürel gelişmelerini, bir millet
haline gelmelerini, Avrupa kültürüne ve medeniyetine katılmaları­
nı yavaşlatmıştır. Arnavud halkı için ise buna benzer bir şey iddia
edilemez. Arnayudlar, Tıirkler’in gelişinden on dört asır önce ya­
bancı hakimiyeti altına girmişler, yabancı kültürel etkilere maruz
kalmışlar, yalnız kültürel değil, aynı zamanda tam bir etnik temessülleşme (assimilation) ile tehdid edilmişlerdir.
Biz bu kısa incelemede, şimdiye kadar geçerli olan fikirlerle ta­
mamen tenakuz halinde bulunan temel tezimizi kuvvetlendirecek
bazı fikirler serdetmek ve bazı hadiselerden söz etmek istemekteyiz.
Şüphesiz mes’elenin formüle edilişi, bir taslağm çerçevesi içinde ele
alınabilmesi için çok karmaşıktır. Fikrimizee bütün problem şimdi­
ye kadar yanlış görüldüğünden bu inceleme belki bazılarına, özel­
likle tüm tarihsel süreci kendilerinin daha önce hazırladıkları ka­
lıplara basmayı i’tiyad haline getirmiş dogmatiklere mu’tezil gö­
rünecektir. Biz bununla beraber bu mes’elenin bir def’a ortaya atıl­
4 Bunun gibi meselâ, bütün çalışmalarda Arnavud Folklorunda ve Arna­
vud Halk Edebiyatında etkisi çok büyük olan şark tesirlerinden bahsedilmesi
unutulmaktadır. Bu konuda şu çalışmamıza bakınız : «Arnavud Halk Hikâ­
yelerinde Şark Tesiri??. Xn : Südost-Forschungen 31 (1972). S- 267-301.
5 Bunun gibi meselâ Tiran’da neşrolunan «Arnavud Edebiyatı Tarihinde»
(Historia e letersise shqiptar I-H) Lâtince ve İtalyanca yazmış Arnavud hü­
manistleri mükemmel bir şekilde takdir edilirken, Türkçe yazan birçok Arna­
vud müellifleri, Türk Edebiyatında önemli bir yer tutmalarına rağmen anılmamaktadır. Meselâ : Koçi Bey, Lütfi Paşa, Dukakinzâde Yahya, Bey, Mesihî,
Şemseddin Sami Fraşerî, Mehmet Akif v.s. Aynı durum Arnavudcayı arap
harfleri ile yazan müellifler için de varittir.
TÜ RKLER’İN B A L K A N L A R ’A GİRİŞİ
179
masının ve yeni bir bakış açısından mülâhaza ve analiz edilmesinin
zorunlu olduğu kanaatindeyiz. İlerideki çalışmalarımızın birinde bu
tezimize tekrar dönmek ve bunu yeni delillerle takviye etmek niye­
tindeyiz.
Bugünkü Arnavudlâr’ın İlliryalılar’dan geldiklerini -Arnavud
tarih yazıcılığında yerleşmiş, fakat birçok yabancı âlimlerce müna­
kaşa konusu olan bu tezi- kabul etsek bile, böylece Amavudlar’m
en kadîm Balkan halklarından birine irca edilmeleri dışında, bir Ar­
navud devlet an’anesi ve bir Arnavud kültür mirasına ait hiçbir şe­
ye delâlet edilmemiş olur. Zira bugüne kadar İllirya dilinde tek bir
kitâbe veya herhangi bir başka metne tesadüf olunmamıştır. Ayrıca
birçok kadîm halklarda (Yunan, Germen, Hind, Babil) olduğu gibi
bir halk destanı da ele geçmemiştir. îllirya tarihi ve Arnavudlar’m
bu kavimden neş’et ettikleri hakkında bilgi veren efsaneler de mevcud değildir. Milâdî tarihden iki asır evvelinden Türk fethine kadar
bugünkü Arnavud mıntıkası Roma, Bizans, Bulgar, Sırp ve Venedik
- devletlerine ait olmuştur. Arnavud devlet varlığına, müstakil bir
Arnavud kültür ve kilise organizasyonuna dair bu zamandan kalma
hiçbir iz yoktur.
Slavlar’m göç etmeleriyle Arnavud iskân mıntıkasının iki par­
çaya bölünmüş olduğu Shufflay tarafından daha önce teyîd edilmiş­
tir. Bu bölme hattı, kuzeyde Adriyatik boyunca îşkodra (Skutari)
üzerinden Medun civarında Vile Polja’ya (Arn. Valipoj) kadar uza­
nır ve Drim ve Bojana vadilerini ihata eder. Güneyde ise Berat ve
Cernik üzerinden Devoli ve Vijosa nehir yatakları boyunca Glavnica
köyüne kadar uzanır6. Bu Slav kolonizasyonundan yalnızca güneyde­
ki ve Orta ve Kuzey Amavudluk’taki dağlık bölgeler ile Karadağ
smır boyundaki bazı mmtıkalar ma’sûn kalabilmişlerdir. Vm. Yüz­
yılda tamamlanan bu Slav kolonizasyonlarınm sonucu birkaç asır
devam eden Slav-Arnavud ortak yaşamı (Symbiose) olmuştur7. Bu­
nunla beraber Vm. yüzyılda resmî dil Grekçe idi. Müesseselerin ta­
mamı de Grek tesiri altında kalmıştır. Arnavudluk’un Bulgarlar’ca
işgal altında tutulduğu kısa süre dahi (IX. Yüzyıl) bu Bizans te­
sirlerinde hiçbir değişiklik husule getiremedi. Arnavudluk şehirle­
rinde büyük Arnavud halk grupları ve Arnavud kültürü ve medeni­
6 Milan Shufflay, Historia e Shqiptareve te veruit. Prishtine 1968, S. 29.
7 Historia e. popullü shqiptar I, S. 141.
180
H A SAN K ALESH Î
yetine ait en küçük bir iz mevcud değildi. Böylece XII. yüzyılda me­
selâ Durazzo ve Bar (Antivari) ahalisi Venedikliler’den, Yahudi,
Rıım ve Slavlar’dan müteşekkildi. îşkodra’da Venedikliler ve Slavlar, Valona’da ise Rumlar ağır basmaktaydılar. Olan yerlerde ise
Arnavudlar tam bir azınlık halindeydiler.'-Yalnızca Karaca Hisar
(Kruja) Arnavud kalmıştır8. VH .. Yüzyıldan beri Grek-Bizans kül­
türü yanında kuzey-batıda Katolik kilisesi ile Lâtin kilise - kültürü
ve Lâtin yazısı yayılma imkânı bulmaya başlamıştır. Kuzey ve kuzey-doğuda, Sırp Krallığı topraklarından hareketle kısa bir zaman­
da aşağıda Valona’ya kadarki bütün bölgelerde kullanılmaya başla­
yan Sırp yazısı yayılmaktaydı. îşkodra, XI. yüzyıldan beri bir Slav
divanına sahipti. Çar Duşan bütün Arnavudluk’u hakimiyeti altına
soktuğunda (1343-1347) ve Amavudluk’taki 950 senelik Bizans ha­
kimiyeti sona erdikte, Slavca resmî dil olarak yüceltilmiştir. Bu­
nunla beraber bu, Grek tesirinin varoluşunun tamamen sona erdiği
anlamına gelmemekteydi. Bu gayet iyi bilinen gerçekler, milattan
önce I. yüzyıldan XJII. yüzyıla kadar yabancı hakimiyeti altında
olan ve yabancı kültürel tesirlere ma’rûz kalan Amavudluk’ta ken­
dine özgü bir kültür ve devlet an’anesinin ikişâf edemediğini göster­
mektedir9. Böylece bu kültürel ve politik şartlar altında Arnavudlar’ın tamamen asimile edilme tehlikelerinin büyük olduğu ve bu
asimilasyon sürecinin oldukça ilerlemiş bulunduğunun muhakkak
olduğu açıktır. Maalesef bu konuda sarîh bilgiler noksandır.
Asimilasyon, özellikle kilise -Rum Ortodoks, Sırp Ortodoks ve
Katolik kiliseleri- tarafından teşvik edilmiştir. Daha XII. yüzyılda
Amavudluk’ta yirmi piskoposluk bulunmaktaydı. Bunlar Kuzey A rnavudluk’ta Bar Katolik Piskoposluğuna ve Orta Arnavudluk’ta
Durazzo, güneyde Ohri Piskoposluklarına bağlıydılar. Bu son iki
8 Shufflay, S. 92-94.
9 Eistoria e popuTlit shqiptar I, S. 158-159 da Arnavud kahramanlık şarkı­
larının, Arnavud Malisörler’i ile Arnavud otlaklarına el koyan Sırp feodal
beyleri arasındaki mücadeleyi canlandırdığına dair ileri sürülen tezler kat’iyen
müdafaa edilemez. Gerçekte burada mevzubahs olan, tıpkı Boşnak Müslüman­
larının kahramanlık şarkılarında olduğu gibi Hiristiyan ve Müslüman kahra­
manlarının mücadeleleridir. Bu gibi şarküar özellikle Girit savaşından sonra,
Balkanlar’da Hiristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki zıddiyetin derinleştiği
ve Eşkiyalığın (Haydutluğun) çoğaldığı bir devirde meydana gelmiştir. Bu ko­
nuya başka bir yerde tekrar değineceğiz-
TÜ RKLER’ÎN B A L K A N L A R ’A GİRİŞİ
18 1
piskoposluk İstanbul patrikliğine, Bar ise Roma’ya bağlıydı10. XHL
ve XIV. yüzyıllarda Katolik ve Ortodoks kiliseleri okullarında Lâ­
tince ve Grekçe öğretirlerdi. Bütün Arnavudluk bu kilise ve manas­
tır ağı ile örtülüydü. XTV. yüzyılda Arnavudluk’ta yirmi katolik ma­
nastın mevcuttu. Ortodoks manastırlarının sayıları muhakkak ki
daha fazla idi. 1416 senesinden kalma bir İşkodra kadastro defte­
rinden, İşkodra civarındaki köylerin Ortodoks papazlarıyla dolu ol­
duğu, ortalama her yirmi eve bir ortodoks papaz düştüğünü anla­
maktayız11. Ülkün (Ucinij) ve îşkodra’da Ortodoks manastırları bu­
lunmaktaydı. Türkler’in gelişinden kısa bir müddet önce Ortodoks
nufûz sahası Elbasan, Berat ve Valona’ya kadar çoktan ulaşmış bu­
lunuyordu. Rum-Ortodoks ve Sırp-Ortodoks kiliseleri devlet otori­
tesine tabiydiler. Âyinler, Lâtince ve Slavca gibi Amavudlar’a ya­
bancı olan dillerde icra edilmekteydiler. Bu durum, .Arnavudlar’m
Katolik ve Ortodoks mezheplerini sathî olarak kabul etmelerinin -ki
bu birçok kaynaklarda ifâde edilmektedir- ve bunların islâmlaştırılmalarımn diğer Balkan halklarında olduğundan daha kolay geliş­
mesinin nedeni olan sebeblerden biri olarak kabul edilebilinir. Öte
yandan, bu arada Arnavudlar’m önemli bir kısmının yaygınlaşmış
Rum-Arnavud ve Rum-Slav ortak yaşamı yüzünden her iki dile vâ­
kıf oldukları, bunların kilisenin aracılığı ve daha sonra yabancı ida­
re ve kültür ile daha Türkler’in varışlarından çok önce tam anlamıy­
la asimile edildikleri de unutulmamalıdır.
Gelişmek üzere bulunan asimilasyon süreci kadar, yabancı te­
sirler de Stefan Duşan devletinin çözülmesinden sonra güçlenen Arnavud soylularına nüfûz etme imkânım bulmuştur. Grupa, Muz aka,
Thopia, Dukagjin ve daha sonraları Kastriotalar’da dahi, bunların
Amavud feodal beyleri olduklarına delâlet edebilecek herhangi bir
unsur bulamamaktayız12. Bunlarda tipik Amavud isimleri bulmak
10 ' Historia e popullit shqiptar I, S. 74.
11 Shufflay, S. 191.
12 Selami Pulaha bir münazarada tanınmış Türk tarihçisi Halü înalcık’a
1433 lerde Arnavudlar’m çoktan beri bir millet haline geldiklerini ve kendi dev­
let düzenlerini kurduklarını söylemiştir. (Konferencu u dyte e studimeve albanologjike, S. 605). Bu, hiçbir şekilde ispatı kat’iyen mümkün olmayacak bir
iddiadır. İskender Bey’den önce Arnavud feodal beyleri birbirleri ile devamlı
bir mücadele halindeydüer. Bu ise onlarda bir devlet şuûru olmadığını göster­
mektedir. O tarihlerde bir Arnavud politik tarihinden söz edilebileceği ise şüphe
götüren bir mes’eledir.
182
H A S A N KA LESH İ
mümkün değildir. Yabancı kadınlardan doğmuşlardır. Bunların hep-'
si yazışmalarında da bir yabancı lisan kullanmaktadırlar: Muzakalar Grekçe; Thopialar ve Kastriotalar Grekçe, Lâtince ve Slavca;
Balshalar Lâtince.ve Slavca kullanıyorlardı13. İskender Bey’in di­
vanı Grek, Lâtin ve Slav dillerinde yazmakta olup, bu divandan kal­
ma Arnavudca yazılmış tek bir kelime ele geçmemiştir. Üstelik bu
feodal beyler birbirleriyle devamlı mücadele halindeydiler. Bunlar­
da herhangi bir devlet şuûru mevcud değildi, İskender Bey ancak
büyük gayretlerle bunlara kendi iradesini zorla kabul ettirmiş ve
bunlar tarafından en büyük lider olarak tanınabilmiştir.
Bütün bu gerçekler nazar-ı dikkate alınacak olursa, Ülkün’den
İşkodra,. Mati ve Ohri üzerinden Valona’ya kadar uzanan dağlık
bölgeye sıkışmış bulunan11 Arnavudlar’m, yerleştikleri yerlere göre
Slav, Grek veya Roma tarafından mahreç bulan çok şiddetli bir asi­
milasyon süreci altma sokulduğu neticesine zorunlu olarak varılır.
Türkler’in Balkanlar’a gelişine kadar Amavudlar bu çok gayr-ı mü­
sait politik, kültürel ve kiliseye taallûk eden şartlar altmda bulunu­
yorlardı ki, Türkler’in bu gelişi sonradan büyük politik, etnik ve
kültürel değişikliklere sebebiyet vermiştir. Eğer Türkler Balkan­
lar’a harben girmemiş ve Bizans ve Sırp devletleri varolmaya de­
vam etmiş olsalardı, acaba Arnavudlar bu asimilasyon sürecine mu­
kavemet edebilirler miydi, sorusunun sorulması lâzımdır. Bizim fik­
rimize göre buna mukavemet edemezlerdi. XV. yüzyılın ortalarında
Türkler’in cebren ilerlemeleri ve Hıristiyan Balkan devletlerinin yı­
kılmaları bu asimilasyon sürecini yalnız inkıtaya uğratmamış, bu
inkıtaya uğratışla beraber, daha çok ahalisi Arnavud-Slav. ve SırpSlav olan bölgelerdeki etnik görünüm tedricen değişmeye başlamış­
tır. Kuzeye doğru Türk yayılmasının bir Amavud iskân sahası ge­
nişlemesi ile birlikte gittiği söylenebilinir. Biz bunu örneklerle gös­
tereceğiz.
Kosova ile başlayalım : Bu bölge hakkında Brankoviç’in ara­
zilerine ait 1455 senesinden kalma bir kadastro defterinde sahih
13 Arnavud tarih yazıcılığında Balshalar bir Amavud hanedanı olarak
telâkki edilmektedir. Fakat bu arada meselâ m . Balsha’nın bütün gücü ile
Sırp Kilisesi için çalıştığı ve Sırp manastırlarını desteklediği unutulmamakta­
dır. Bkz. Ivan Bozic, Doha Balsica -Zeta u Despotovini- Vlanavma Cmojevica. Istorija Crna Gore. Knj- II, Cilt 2, S. 130 dan ayrı basım.
14 IUyrisch-albanische Forschungen I. Müchen-Leipzig 1916, S. 126.
TÜRKLER’İN B A L K A N L A R ’A GİRİŞİ
183
bilgilere sahibiz15. Bu kadastro kaydı ve aşağıda verilecek olan kayıdlar, Sırp tarih yazıcılığında hâlâ kök salmış bulunan, 1683-1699
Avusturya-Türk savaşma kadar Kosova bölgesinde yaşıyan ahali
arasında Arnavud bulunmadığına dâir ileri sürülen iddiâyı çürüt­
mektedir. Kayıdlardaki aile reisleri isim ve lâkablarma dikkatle ba­
kacak olursak, kaydedilen 646 yerleşmeden seksen kadarında Arna­
vud isimlerinin bulunduğunu görürüz. Djonoğlu Kojica, Radica Arbanas, Gerdaş Arbanas, Arbanasoğlu Boğdan, Mazrekuoğlu Ivan,
Arbanasoğlu Todor,. Dimitrije Arbanas v.s. gibi daha ilgi çekici
olanı, bu Arnavud ahalisini, Kosova içindeki köylerde, Morava na­
hiyesinde, Sırp-Amavud ihtilât bölgesi olarak kabul edilen yerler­
den çok uzaklarda bulmamızdır16. Tamamen buna benzeyen bir du­
ruma 1487 de Batı Makedonya’da Taslamaktayız17.
Sırp-Arnavud sınır bölgesinde vaziyet başka türlüydü. 1482 se­
nesinden-kalma Altun-îli nahiyesine (bugünkü Djakoviea civarında)
ait bir nüfus istatisliğinden, dağlık bölgelerde Slav ahalisi ağır ba­
sarken, ovalık bölgelerde beklenilenin aksine Arnavud unsurunun
sayıca üstün olduğunu öğrenmekteyiz18. Bununla beraber yerleşme
yoğunluğu ve nüfus sayısı incelenecek olursa, Kosova’da Arnavudlar’m sayısının tüm nüfusun % 4-5 ini geçmediği tesbit edilir. Nü­
fusun % 90nım Slavlar oluşturmaktaydı.
Şimdi, Kosova’da Amavudlar’m bu sayısal azlığının tam bir
asimilasyon, dolayısıyla slavlaştırma safhasındaki mevcudiyeti, ko­
numuz için ilgi çekicidir. Bu Arnavudlar’m çoğunluğu eskiden beri
Slav isimleri taşımaktaydılar. Bunlar bir Slav denizinin ortasında
yaşadıklarından ve Sırp devletinin İdarî ve kilise organizasyonuna
tâbi olduklarından, bunda tabiatıyla şaşılacak bir şey yoktur. He­
men hemen kaydı yapılmış her köyde bir veya birden fazla Orto­
doks papaza Taslamaktayız. Bu sebebten, bütün bu Arnavudlar’m
da Ortodoks mezhebinden olduklarına inanmaktayım. Bu slavlaşmış
15 Oblast Brankovica, Opsimi katastarski popus is 1455 godine, Sarajevo
1972.
16 Bkz. Adem Handzic, Nekoliko vijesti o Arbanasima na Kosovu i Metohiji sredinom XV vijeka. In : Simposijum o Skenderbegu. Prishtine 1969,
S. 201-209.
17 Opsiren popisen defter Nr. 4 (1467-68). Skopje 1972.
18 Selami Pulaha, Nahija e Altun-îlise dhe popullsia e saj ne fund te
shekullit XV. In: Gjurmine dlbanologjike (1971) I, S. 193-271.
184
H A ŞA N KALESH İ
Arnavudlar’m isimleri için bazı örnekler : Arbanasoğlu Novak, Peter Arbanasoğlu Bojidar, Djinoğlu Radovan, Raşko Arbanas, Radica Arbanas, Boğdan Arbanasoğlu Vukaşm, Djonoğlu Bojidar,
Djonoğlu Dejan. 1467 senesinden kalma Kiçevo Amavud Mahallesi
(Mahalle-i Arhavudan) nüfus cedvelinin birinde daha karakteristik
bir örnek bulunmaktadır19. Bu semt Arnavud mahallesi olarak kaydedilmiş olmakla beraber, aile reislerinin isimleri, bu Arnavudlar’ın
çoğunluğunun çoktan slavlaştırılmış olduğunu açıklığa çıkarmakta­
dır: Burada Proganoğlu Bogdan, Djonoğlu Stojan, Progonoğlu Mijo,
Dimitrijeoğlu Pejo gibi isimlere Taslamaktayız. Amavudlar’la mes­
kûn diğer mıntıkalarda da durum muhakkak aynı idi. Bu durum bu
bölgelerin kadastrolarının yayınlanmasıyla teyîd edilecektir.
Bu bilgiler göz önünde tutulur ve bunlar daha ileri tarihli bilgilerle mukayese edilecek olunursa, Türk fethinin Arnavudlar’m se- .
rî slavlaştırılma sürecini inkıtaya uğratıp uğratamadığı ve eğer bu
süreç tamam lanmış olsaydı, durumun nasıl bir görünüm kazanacağı sorusu ile karşılaşılmaktadır. Diğer taraftan aynı tarzda bir slavlaştırma süreci aynı mıntıkalarda yaşayan Ulah ve Rumlar arasın­
da da cereyan etmekte idi. Bunu da aynı- şekilde özel isimlerden çıkartmak mümkündür: Bogdan VIah, Velomir VIah, Vlahoğlu Djura,
Boğdan Vlahoğlu Radivoj, Grkoğlu Branko, Pajo Grk, Progrkoğlu
Radislav, Gryoğlu Dimitrije v.s. gibi20.
Aynı zamanda, tipik Arnavud isimleri taşıyan ve fakat nüfusu
çoğunlukla Ortodoks olan ve çeşitli köylerde dağınık olarak yaşa­
yan bu Arnavudlar’m Katolik veya Ortodoks olup olmadıkları soru­
su da ortaya çıkmaktadır. XIV. yüzyılın kaynaklarındaki «Arbanas» tâbirinden yalnızca katolik Amavudlar anlaşılırken21, fikrimize göre XV. yüzyıl kayıtlarının esaslarından da Amavudlar ara­
sında yalnız bir slavlaştırma sürecinin cereyan etmediği, fakat aynı zamanda bir de Katolik mezhebinden Ortodoks mezhebine geçiş
sürecinin mevcud olduğu tesbit edilebilinir.
Yüz senelik Türk hakimiyeti akabinde, Sırp devlet mekanizması ve Sırp Kilisesi’nin üstün durumunun kesin olarak varlığının sona ermesinden sonra, Amavud halkının slavlaştırılması yalnızca in-
!
.
. j
|
.
1
f
i
|
j
!
I
f
j
j
t
j
i
19 Opsiren popisen defter Nr. 4, S. 198-199.
20 Bilgiler Brankovic havalisine ait adı geçen defterden alınmıştır.
21 Jllyrisch-albanische Forschungen I, S. 126.
1
i
t
i
TÜ R K LER ’İN B A L K A N L A R ’A GİRİŞİ
185
kıtaya uğratılmamış, etnik ve mezhepsel durumunda da yavaş ya­
vaş bir değişiklik meydana gelmeye başlamıştı: Tipik Amavud
isimli Amavud ailelerinin sayıları çoğalmakta, münferit yerleşme
bölgelerinde Amavud unsuru üstünlük kazanmakta, bazı köyler
Sırp ahali tarafından terkedilmekteydi. Bu köyler gayr-ı meskûn
kalmışlar ve sonraları Arnavudlar tarafından yeniden iskân edil­
mişlerdir. Aynı anda Arnavudlar’m İslâmlaştırılma süreci de ağır
ağır başlamıştır22. XVII. yüzyıldan beri büyük ölçülere varan bu İs­
lâmlaştırma, kuzeyde slavlaştırmanın, güneyde grekleştirmenin ve
kıyı şehirlerindeki lâtinleştirmenin devamına, en büyük engeli teş­
kil etmekteydi. Bu sebebten 1582 senesinden kalma îşkodra sanca­
ğına âid bir kadastro-defterinde de yukarıda adı geçen Altm-îli na­
hiyesinde İslam’a geçenlerin sayılarındaki azlığa karşılık, tipik Arnavud isimleri taşıyan bir nüfus çoğunluğuna dair bilgilere Tasla­
maktayız. XV. yüzyılın sonlarma doğru büyük bir ekseriyetle Slav
nüfusa sahib olan bir dizi köyler, şimdi çoğunlukla Arnavudlar ta­
rafından iskân edilmişlerdir. Fakat bu defterde başka bir ilgi çekici
olaya da Taslamaktayız : içlerinde XV. yüzyıl sonunda Slav unsu­
runun (Özel isimler nazar-ı dikkate alındığında) ağır bastığı bazı
köyler terk edilmiş olarak gösterilmiştir. Yani Slav ahali bu yer­
leşim bölgelerini terk etmiş olmalıdırlar. 1485 de Slav ve Arnavudlar’dan müteşekkil karışık nüfusu ile küçük bir ticaret yeri olarak
bahsedilen, fakat 1582 de Slavlar’m karşısında Amavudlar’m ço­
ğunluğu teşkil ettiği Djakovica da bu konuda çok öğretici bir mi­
saldir. Slav nüfusundaki bu azalışın esas sebebinin göç hareketleri
olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir23. Arnavud iskân mıntıka­
sı Türk müsamahası ile kuzey ve kuzey-doğu istikametinde ağır
ağır, fakat sebatla yayılmaktaydı. Misyoner Josip Barisha’nın 22
Mayıs 1782 de «Propaganda Fide»*ye yazdığı mektuba inanmak ca­
22 XVII. Yüzyılın sonuna kadar Kosova köylerinde herhangi bir İslâmlaş­
tırma olayma Taşlanmadığına dair iddialar da geri çevrilmelidir. 1482 tarihli
Îşkodra sancağına" ait bir defterden, Rjenice köyünün yetmiş dört hanesinden
sekizinin, Djakovica dolaylarındaki Meja köyünün yirmi sekiz hanesinden
üçünün ve Nivokas köyünün yirmi sekiz hanesinden üçünün Müslüman olduğu
meydana çıkmaktadır.
23
Bu konuda bkz. Selami Pulaha’nın adı geçen eseri.
* Congregatio de propaganda fide : 1612 de Roma’da kurulan ve Katolik
mezhebini yaymayı hedef alan, Papa’ya bağlı bir demek (çevirenin notu).
186
H A SAN K ALESH İ
izse, o zamanlar Djakovica’da Sırpça anlayan hiç kimse kalmamış­
tı. Herkes Amavudea konuşmaktaydı. (Qui poi in Giacovo non vi
sono che sapino la lingua illirica, ma solamente albanese)24. Bu de­
ğişikliğin ise Türk, hakimiyeti olmaksızın meydana gelmiyeceğini
belirtmeye lüzum yoktur.
Arnavudluk’un ve Arnavud an’anesinin muhafazasında Kuzey
Amavudluk’ta kabile yasası çok önemli bir rol oynamaktaydı. XIV.
yüzyılın sonunda ve XV. yüzyılın başmda Bizans ve Sırp devletle­
rindeki haliyle mevcud olan sosyal yapı Türkler tarafmdan yıkılmış
bulunuyordu. Muhtemelen îllirya kabile organizasyonuna irca edil­
mesi gereken Arnavud kabile organizasyonu Bizans ve Sırp hakimi­
yeti altında çökmüştü. Geriye ise giderek önem kazanmaya başla­
yan Arnavud ve Ulah hayvan yetiştiren toplulukları kalmıştı. Sü­
rüleri için devamlı yeni otlaklar arayan bu hayatiyet dolu ve tecavüzkâr hayvan yetiştiricilerine, ovalarda tarımla iştigal eden köy­
ler ve onlarla beraber Bizans ve Slav müesseseleri de kurban olmuş­
lardır. Türkler devrinde bu hayvan yetiştirici topluluklardan, ova­
lara kadar yayılan, kabile organizasyonu ve kan davası müessesesi
ile takviye bulan Arnavud kabileleri gelişip oluşmuşlardır25.
XVH. ve XV3H. yüzyılda bu kabileler «Bayrak» müessesesinin
üstünde, Türk ordu teşkilâtının bir parçasmı teşkil etmekteydiler.
Bu kabileler bayrakdârlannın kumandası altında Türk kıt’alârıyla beraber harbe giderlerdi.
Büyük ölçüde Türk-Amavud zıddiyeti ancak XIX. yüzyılda,
Türk hükümetinin kabile organizasyonunu ve kabile muhtariyetini
merkezî otorite lehine feshetmek istemesi ve reformlara başlaması
ile meydana gelmiştir. Bu noktada yeni vergi sistemi ve Avrupa ör­
neğine göre kurulan yeni Türk ordusuna (Nizâm-ı Cedid) asker te­
mini için alman tedbirler özel bir direnişle karşılaşmıştır. Kabile­
lerin muhtariyetlerini müdafaa etmek için Türk sultanlarından al­
dıkları kadîm imtiyazlara müracaat etmeleri gerçeği ilgi çekicidir26.
Bu durumda tesbit edilmesi gereken, Bizans ve Sırp devirle­
24 Jovan Radovic, Rimska kurija i juznosloverıske zemlje od XVI do XIX
veka. BeogTad 1950, S. 659.
25 Shufflay, S. 60.
26 Bkz. Haşan _Kaleşi, Turski popusaji za revidiranje Zakonika Leke
Dukadjinija autonomije albanaskih plemena u XIX veku. (Basılmakta).
TÜ RKLER'ÎN B A L K A N L A R ’A GİRİŞİ
187
rinde tahribedilen Amavud Kabile-Organizasyonunun Türk haki­
miyeti altında kendini yenilemiş ve Araavudlar’ın etnik yayılma­
sında önemli bir rol oynayabilecek hale gelmiş olmasıdır. Arnavud
kabileleri ,tıpkı Karadağlı kabileler gibi geniş ölçüde kendi muhta­
riyetlerini muhafaza etmişlerdir. Bu onlarin yalnız harbe elverişli
olmalarına ve meskûn oldukları yerlerin coğrafî durumlarına değil,
bilâkis Türk idaresinin Türkmen, Çerkeş, Lâz boyları ve Yürük ve
daha sonra Bedevî-Arap aşiretleri ile olan münasebetlerde çoktan­
dır edindiği tecrübeye dayanabilen hoşgörürlülüğüne de medyundu.
Türk idaresi bu boy ve aşiretlerin organizasyon ve zihniyetlerine
vakıftı ve bunları bir bütün olarak kendi sistemine katmaktaydı.
Hatta mahkemelerde örf ve âdet hukukuna riayet edilir ve aşiretin
en yaşlılarının fikirleri sorulurdu. Bunlardan «haraç» vergisi gö­
türü olarak alınırdı. Bunlar çoğunlukla diğer vergilerden muaftılar.
Söylendiği gibi vaziyet, XIX. yüzyıla, vergilerin arttınlmalan yü­
zünden ve yabancı propagandaların tesiri altında Türk hükümeti­
ne karşı ayaklanmaların meydana gelişine kadar böylece kalmıştır.
Biz daha önce, Türkler’in gelişine kadar kıyı şehirlerdeki -Ül­
kün, îşkodra, Durazzo, Valona v.s.- nüfus içinde yabancı unsurların
ağır bastığını söylemiştik. Bir Arnavud şehir nüfusundan hemen
hemen hiç bahsedilemez. Biz bu şehirlerin Türkler tarafından fethedilmeleriyle beraber, buraların nüfus yapısının değiştiğini ileri sü­
recek kadar yeterli delillere sahibiz.
Türkler’in bir şehri fethettikten sonra, bu şehrin ahalisinin bir
kısmını sürdükleri veya az çok zorlayıcı tedbirlerle başka bir böl­
geye yerleştirdikleri genel olarak bilinmektedir. Ahalinin bir kısmı
ise fetih esnasında hayatlarını kaybederlerdi. Meselâ Türk kronik­
lerinden ve Barletius’dan îşkodra ahalisinin başma neler geldiğini
bilmekteyiz. «Heşt Bihişt»de îşkodra çevresindeki hisarların mu­
kadderatından bahsedilmektedir. Orada Alessio ile ilgili olarak Hı­
ristiyan kıt’alarının kaİeyi müdafaadan vazgeçtikleri, yerli ve ya­
bancı kumandanların aileleri ve malları ile bir gemiye binip denize
açıldıkları ve selâmeti kaçmakta bulduklarından söz edilmektedir.
Aynı kronikte, îşkodra muhasarasında şehir garnizonu kumandan­
larının savaşmadan serbestçe çıkıp gitme şartı ile şehri Türkler’e
teslime meyyal oldukları da kaydedilmiştir. «Böylece bu anlaşma­
ya dayanılarak şehir garnizonunu tahliye etmek için Venedik’ten
beş gemi gönderilmişti. Türk makamları bü anlaşmaya, kaleyi gâ­
188
H A SA N KALESHÎ
vurlardan kurtarmak gayesi ile riayet etmişlerdi»27. Diğer şehir­
lerde de vaziyet şüphesiz bu minval' üzre cereyan etmiştir. Türkler
eskiden beri yerleşmiş bulunan ahali yerine yeni göç edenleri, özel­
likle zanaatkârları koymaktaydılar. Tabiatıyla bu esnada yalnız
Müslümanlar değil, özellikle bir şehrin yaşaması söz konusu ise Hıristiyanlar’ı da iskân etmişlerdir. Şehirde çoğunlukla, N. Todorov’un2S araştırmalarına göre, çevredeki köylerin ahalisi yerleşmektey­
di. Bunun sonucu olarak şehir nüfusu boğucu bir Arnavud karakte­
ri kazanmaktaydı. Arnavud sahil şehirlerindeki amavudlaşma böylece başlamıştır.
XVTH. yüzyılda bu şehirler şark kültürünün merkezi haline
geldiler. Buralarda arap harfleri ile fakat Arnavudca yazılan bir
edebiyat oluştu29. Bu arada çok sayıda Arnavud müellifleri eserlerini
Şark dillerinde telif ettiler30. Eskiden Arnavud ahaliye sahib olma­
yan îşkodra gibi şehirler tamamen yeni bir nüfus yapısı kazandı­
lar. İşkodra’nm nüfus yapısının ne kadar değiştiğini Ahmet Cevdet
Paşa’nın verdiği bilgiler göstermektedir31. İşkodra Müslümanları
kendilerini Malesya’daki kabilelerine göre tesmiye etmekteydiler.
•Arnavudluk’taki ve tüm Balkanlar’daki Türk Tımar Sistemi’nin
anlaşılması bakımından Halil İnalcık tarafından nâşrolunan 1431/
32 yılından kalma Arnavud defteri fevkalâde bir önemi haizdir32.
Zira burada Arnavudluk’taki Türk hakimiyetinin ilk devirleri hak­
kında bilgiler bulunmaktadır. Burada 335 tımar’dan elli altmm yer­
li Hıristiyan sipahiler’e ait olduğu ve fakat Müslüman feodal bey­
lerin Hıristiyan beylerden on kat daha fazla gelire nail oldukları
27 Hemen hemen aynı bilgilere Hoca Sa’dettin’de ve diğer Türk kronik­
lerinde bulmaktayız.
28 N. Todorov, Balkankijot grad XV-XIX vek, socialho-ikonomicesko i demegrafsko razvitie. Sofia 1972, S. 65-71.
29 Bu edebiyat hakkında bkz. Haşan Kaleşi, «Albanska aljamiado knjizevnost». In : Prüozl sa orijentalnu füologiju 16-17 (1970), S. 49-77.
30 Sayıları yaklaşık olarak 100 e varan bu müellifler hakkında bazı bügller Haşan Kaleşi’nin şu çalışmalarında mevcudtur : «Prizren kao kultumi
centar za vreme turskog perioda». In : Gjurmime albanologjike I (1962),
S. 91-118; Kosovo nekad i sad. Beograd 1972, S. 381-388.
Buna rağmen bu her iki çalışmada da yalnız Kosovo’lı müelliflerden bahsolunmaktadır.
31 Cevdet Paşa, Tezâkir. Cilt 2. Ankara 1960, Tezkere Nr. 1832 Hicri 835 tarihli Suret-i Sancak-ı Amavid. Ankara 1954.
TÜ RKLER’ÎN B A L K A N L A R ’A GİRlŞÎ
189
anlaşılmaktadır. Bu, yerli beylerin giderek fakirleşmesinin de bir
delili olarak telâkki edilmektedir. Durumlarını ve maddî imtiyaz­
larını korumak isteyenler böylece Müslüman olmaya ve yeni hâkim
sınıf saflarına geçmeye zorlanmaktaydılar. Arnavud beyleri bu im­
kândan istifade etmekte ve müslümanlığı kabul etmekteydiler. Da­
ha 1432 yılında 335 tımar erbabından 175 ini Müslüman olmuş Arnavudlar teşkil etmekteydi. Diğer bir grup, özellikle küçük sipahi­
ler, Sancak ve Beylerbeyleri hizmetinde bulunan Gûlam-ı Mir’den
addolunmaktaydılar. Bu Gûlam-ı. mirler’e herşeyden önce Arnavud
beylerinin İslâm’ı kabul etmiş olan çocukları dahildiler. Bunların
ve daha sonraları «îçoğlanlar»m yardımıyla Türkler eski feodal sı- .
nıfı yıkmışlar ve aynı anda müslümanlaştırmayı hızlandırmışlardır.
Bu' yerli Müslüman beyler, çevresine tazyik etmekte, etraflarına
Müslüman olmuş akrabalarını toplamakta ve askerî, dinî ve İdarî
hiyerarşinin en üst makamlarına kadar yükselmekteydiler33. İs­
lam'ın kozmopolitik ruhuna tamamen riâyet eden Türkler için bir
Müslümana, sadr-ı âzâmlık makamına kadar varan en yüksek dev­
let mansıbının açık olması gayet tabiî idi. Bu tip Amavudlar bir
def’a iktidar makamına geldikten sonra, bazen Türk kroniklerinde
de hoş karşılanmadığına işaret edilmiş olduğu gibi, kendi kabile
mensublarmı kayırmaktaydılar. Bu şekilde meselâ, beş def’a Sadr-ı
âzâm olan Koca Sinan Paşa, kendi memleketlisi olan Arnavudlar’m
yüksek devlet mansıplarına yükselmelerini sağladığı için tenkid
edilmiştir34. Bu İslâmlaştırma politikası yalnız Türkler için değil,
fakat aynı zamanda Arnavudlar için de faideli olmuştur. Zira Arnavudlar’la meskûn sahaların genişlemesine her türlü desteği gös­
teren, özellikle bu Arnavud asıllı yüce makam sahihleri olmuşlardır.
1630 lardan itibaren Türk hükümetinin Balkanlar’daki ahali­
yi organize bir şekilde İslâmlaştırma faaliyetine giriştiğini tesbit
edebiliriz. XVII. yüzyılın ortalarındaki Türk-Polonya ve Türk-Venedik savaşlarından sonra, Hiristiyan ruhbanın Türk hakimiyetine
karşı ayaklanmalar sahnelemeye gayret gösterdiği bu savaş yılla­
rında, Türk hükümeti Hiristiyan ahaliye ağır vergiler tahmil et­
miştir. İktisadî baskı bunları dinlerini değiştirmeye zorlayacaktı.
33
249.
Bkz. N. Filipovic, Princ Musa i Sejh Bedreddm. Sarajevo 1971, S. 208^
34 Bkz. Tarih-i Pecevî, TL, S. 145.
190
H A SAN KALESH I
Aynı anda Müslüman bir ferdi olan her hâne vergiden muaf tutul­
muştur. Bu tedbirler arzu edilen başarıyı vermiştir. Hıristiyanların
büyük bir kısmı İslam dinine geçmişlerdir. Bu yeni Müslüman olan­
lar ise bundan sonraki İslâmlaştırmanın nüvesini teşkil etmişler­
dir35. Misal olarak otuz beş sene içinde 300 kişilik mevcudu ile son
seksen Katolik hanesinin İslam’a geçmiş olduğu Djakovica gösterilebilinir36.
Bu arada bir husus bizim konumuz için çok önemlidir. Bu da
artık İslam dinine geçmiş olan Slav ahalinin arnavudlaşmaya başla­
masıdır. Bu konuda bir örnek : Arnavud tarih yazıcılığında Kosova,
Makedonya ve Kuzey Sırbistan’ın bütün meskûn yerlerinde Tasla­
nabilecek Katolikler’in Arnavud veya Raguzalı oldukları hakkında
bir görüş yerleşmiş bulunmaktadır. Bununla beraber bu doğru de­
ğildir. Katolik müfettişlerin raporları yeter miktarda Katolik Sırplar’m bulunduğunu açıkça göstermektedir. Marino Bizzi’nin 16İ0 se­
nesinden bildirdiğine göre, Kuçi kabilesinin yansı Ortodoks ve di­
ğer yarısı Katolik mezhebindendi. Paştroviçler’in bir kısmı da Ka­
tolik mezhebindendi. Peter Masarechi 1621 senesinden kalma «Relation»unda, Priştine’deki Katolikler’in Sırpça ve Arnavudca ko­
nuştuklarını yazmaktadır. Başpiskopos Giorgio Bianchi 1637 senesi
sonundan bildirdiğine göre Prokuplje, Novo Brdo, Trepça, Janja,
Skopska Çma Gora ve Üsküp Katolikleri'nin hepsi Sırpça konuş­
maktaydılar. Bianchi, Kratova da Arnavud göçmenlere raslamıştır. (Dalli monti di Albania). Bunlar Katolik Arnavudlar olup, Sırp­
ça ve Türkçe konuşmaktaydılar. Bunların rahipleri Arnavud asıllı
olmakla beraber Sırpça konuşmaktaydılar. Priştine’de, Skopska
Çrna Gora’da, Üsküp’te, Trepça’da Sırpça konuşan bu Katolikler’in
kimler olabileceği sorusu ortaya çıkmaktadır. Bu soruya, bunların
dinlerine sadık kalmış veya İslam dinini kabul etmiş amavudlaşmış
Sırplar olabileceğinden başka bir cevab verilemez. Bunlar, etrafları
Türk makamları yardımı ile o mıntıkalarda yerleşmiş bulunan Ar­
navud nüfus ile çevrilmiş olduğundan, amavudlaşmak zorunda kal­
mışlardır.
.
Diğer taraftan XVII. yüzyılın ortalarına kadar Arnavudca ko­
35 Jovan N. Tomic, O Amautima u Straroj Srbiji i Sandzaku. Beograd
19Î3, S. 23-24.
36 Starine 20 (1888), S- 199.
TÜRKLER’İN B A L K A N L A R ’A GİRİŞİ
191
nuşan Katolik Koçiler, Karadağlı kabilelerle birlikte yaşadıkları
Brda’daki tecrid edilmiş durumlarından ötürii, Ortodoks mezhebine
girmiş ve Sırp dilini kabul etmişlerdir. Arnavudlar’m XII. yüzyılın
sonunda ve XTV. yüzyılın başında Teselya’ya göç ettikleri ve bura­
dan hareketle Attika ve Peloponnes’e gelip yerleştikleri ise ma’lûmdur. 1418 senesinde Peloponnes’te yaşıyan Arnavud ailelerinin sa­
yıları 18.000 olarak tahmin edilmiştir37.
Kendilerinden daha sonraları da bahsedilen bu Arnavudlar’dan
bugüne hiçbir iz kalmamıştır. Ortodoks mezhebdaşı olarak bunla­
rın kısa zamanda asimile olundukları ve grekleştikleri açıktır. Öte
yandan 1878 de Arnavudlar ile meskûn bazı mıntıkalar Sırplar’ın
eline geçtikte, Sırp hükümeti önce Arnavudlar’m asimile edilmesine
teşebbüs etmiştir. Bunun üzerine 30.000 kadar Arnavud Sırbistan’ı
térk etmiş ve Türk topraklarına, genel olarak Kosova’ya gelip yer­
leşmişlerdir38. Bu Arnavudlar’m müslüman olmaları Sırp asimilas­
yon teşebbüsünün başarısızlığa uğramasının esas sebeblerini teşkil
etmiştir. Bunların önce Hiristiyan dinine geçirilmeleri sonra da asi­
mile edilmeleri gerekmekteydi ki, bu mümkün değildi.
En büyük etnik ve mezhebsel değişikliklere XVII. yüzyılın so­
nunda ve X V m . yüzyılın başında Türk-Avusturya savaşlarından
sonra Batı Makedonya, Kosova ve Kuzey Arnavudluk’ta meydana
gelmiştir. Bu savaşlar, dolayısıyla Balkanlar’daki Hiristiyanlar’m
Türkler’e karşı mücadelede yer almaları, Türk hükümetinin Hiris­
tiyan tebeaya karşı tutumunun değişmesine amîl olmuş, Türk hü­
kümeti İslamlaşmayı şuûrlu olarak teşvik etmeye başlamıştır. Zi­
ra İslâmlaştırma tatbik edildiği bölgeler için tatmin olmak demek­
ti. Böylece Arnavudlar ve Sırp nüfusunun büyük bir kısmı kitle ha­
linde Müslümanlığı kabul etmişlerdir. Türkler bu andan itibaren
ovalara gelip yerleşmeği arzu eden Arnavudlar’a, İslam dinini ka­
bul etmiş olmaları şartını ileri sürdüler. Aynı anda Türk makam­
ları, Sırp iskân bölgelerine bundan sonraki ilerlemeleri yalnız Müs­
lümanlığı kabul etmiş Amavudlar’a müsaade ettiler39.
Kurşumlija, Prokuplje v.s. gibi yerlere yerleşmiş bulunan Ka­
37 Bkz. D.A. Zakythanos, Les Despotat grec de Moreé. C. H, 1953.
38 Bkz. Haşan Kaleşi, «Kosovo pod turskom vlascu». In : Kosovo nekad
i sad. S. 170.
39 Tomic, S. 40.
192
H A SA N KALESH İ
tolik Arnavudlar hakkında artık hiçbir kayıd düşürülmemektedir.
Yeni göçmenlerin hepsi Müslümanlar’dan müteşekkildir. Aynı anda
Müslüman Arnavudlar’m Batı Makedonya’ya yerleşmeleri de baş­
lamıştır40. 1467 senesinden kalma bir deftere göre içlerinde tek bir
Müslüman Arnavud’un yaşamadığı Kiçevo, Gostivar, Tetova ve Üsküp civarındaki köylerin büyük bir kısmı şimdi tamamen İslâmlaş­
tırılmış ve amavudlaştırılmıştır. Bu köylerde yaşıyanlar arasında
tek bir Katolik ve Ortodoks’un b u hiTima.ma.si dikkate değerdir.
İslam’a geçişle beraber şimdiye kadar Slavlar ve Arnavudlar’ı
birbirinden ayıran zıddiyet ortadan kalkmış, evlenmeler ve akraba­
lıklar tesisi ile Müslümanlığı kabul etmiş olanların tedricen arnavudlaşması meydana gelmiş ve böylece Arnavudlar kısa bir zamanda
nüfusun çoğunluğunu teşkil etmişlerdir. Amavudlaştırmadan yal­
nızca sonradan İslâmlaştırılmış bazı köyler ve içlerinden Arnavud
bulunmadığından ötürü Makedonya menşeli Müslüman şehir nüfu­
sunun bir kısmı mas’ûn kalabilmiştir. Kiçevo bunun en tipik misa­
lidir. Kiçevo kazasında arnavudlaştırılmanm yüz seneden beri ta­
mamlandığı köyler mevcud olup, Baçişte gibi nüfusun aynı şekilde
Müslüman olduğu diğer köylerde bugün dahi genellikle Makedonyaca konuşulmaktadır. Arnavudlaştırma süreci burada hâlâ sürüp git­
mektedir. Bu sürecin esas sebebi, Baçişte’li Slavlar’la çevrede yaşıyan Arnavudlar’m karışmalarını sağlayan İslam dinine olan müş­
terek inançtır.
Güney Arnavudluk’taki ve Epir’deki ve eski Janya vilayetin­
deki demografik ve etnografik değişiklikler özel bir sorun teşkil et­
mektedirler. Geçen yüzyılın yetmiş senelerinden kalma istatistik
bilgileri bu vilayette Amavudca konuşan yaklaşık olarak 470 bin
kişilik bir nüfusun varhğmı haber vermektedir. Bunun 155 binini
Ortodoks Arnavudlar oluşturmaktaydı41. Buranın Yunanistan’a ilhâk edilmesinden sonra Yunan idaresinin, okul ve kilisesinin tesiri
altında tüm Hiristiyan-Amavud ahali grekleştirilmiştir. Öyle ki,
bugün orada bir Arnavud azınlığından söz edebilmek çok zordur.
B u n u nla, beraber Müslüman Amavudlar’ı grekleştirmek mümkün
40 Bkz. Georglev, In : İsvestija na seminer slavjanskoj filologiji I (1940),
S. 125.
41 Bkz. Meselâ İstanbul gazetelerinden Tercümân-ı ¡Şark. Nr. 91 (17 Tem­
muz 1878).
TÜ RKLER’ÎN B A L K A N L A R ’A GİRİŞİ
193
olamamıştır. Bunlar, ya Arnavudluk’a kaçmışlar veya nüfus müba­
delesi esnasında Türkiye’ye gelmişlerdir. Bunlardan bir k ısm ın a bu­
gün bile İstanbul’da At Meydam semtinde raslamak mümkündür.
Burada yine İslam dinine mensup olmak grekleştirmeye bir sed teş­
kil etmektedir.
Son olarak yakın çağlardaki bazı arnavudlaştırma olaylarına,
hem de Balkanlar’m ve Kosova’daki Türkler’in arnavudlaştırılmalarma işaret etmek istemekteyiz. Bosna ve Hersek, Avusturya-Maearistan tarafından 1878 deki ilhakından sonra M ü slüman nüfusun
bir kısmı memleketlerini terk etmiş ve Türkiye topraklarında ve
kısmen Kosova’da yerleşmiştir. Bu göçmenlerin hepsi amavudlaşmıştır. Yalnız Uroşevaç’ta Yeni Pazar Sancağı’ndan gelen yüz Bosnalı aile kendilerine yeni bir vatan bulmuştur ki, bugün bunların
hepsi Arnavudtur.
1877-78 Türk-Rus savaşmdan sonra altı-yedi bin kadar Çerkeş
Kosova’ya göç etmişlerdir42. Bunların bir kısmı daha sonra Türki­
ye’ye gitmiş, diğerleri ise arnavudlaşmışlardır. Bugün dahi isimleri
kendilerinin Çerkeş asıllarma delâlet eden Amavudlar mevcudtur.
İki Dünya Savaşı arasında Yeni Pazar Sancağı’ndan Kosova’ya ge­
len aileler de bugün arnavudlaşmış ve son nüfus sayımında da bun­
lar kendilerini Arnavud olarak göstermişlerdir. Öte yandan istatis­
tik bilgilerinden de, Kosova’daki Türkler’in sayılarında yıldan yı­
la bir azalma olduğu görülmektedir. Son yıllarda Türkler’in Tür­
kiye’ye göçetmeleri en az bir düzeye indirilmiş olduğuna göre, bu
durum yalnızca Türk nüfusunun tedricî amavudlaşması ile izâh
bulmaktadır.
Buna benzer bir arnavudlaşma sürecine, bugüne kadar Slav di­
nini muhafaza eden Prizren dolaylarındaki Gora ahalisinde Tasla­
maktayız. Bunlar son senelerde, Kosova bölgesindeki şehirlerde yer­
leşmişler ve burada sür’atle arnavudlaşmışlardır. Bunlar Müslüman
olduklarından (evliliklerde ve akrabalık teessüsünde farklı dinlere
mensüp olmak daima bir engeldir) evlilik bağlaşmaları yoluyla arnavudlaşmanın meydana gelmiş olabileceği düşünülemez.
Bu taslak karakterindeki mülâhazaların tabiatıyla yeni belge­
ler ile genişletilmesi gerekmektedir. Bununla beraber biz daha şim­
diden, Balkanlar’a Türkler’in girişimleri ve bunun direk sonucu ola42
Haşan Kaleşi, In : Kosovo nekad i sad. S. 169-170.
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 13
194
H A SAN KALESHİ
rak Arnavud nüfusunun büyük bir kısmının îslamlaştırılmasının,
yalnız Arnavud halkın etnik ve millî varlığının idamesini temin et­
mekle kalmadığını, üstelik Türk hakimiyeti altında Arnavud iskân
sahalarının genişlemesi sonucu vermiş olduğunu iddia edebileceği­
mize inanıyoruz. Bu bakımdan, Türk hakimiyeti ve İslamlaştırılmayı mutlak surette olumsuz olarak yargılayan Arnavud tarih ya­
zıcılığı tashih edilmelidir.
Kemal Beydilli
İSTANBUL’UN ORTADAN KALKAN BAZI TARİHÎ ESERLERİ
ı
m
Papasoğlu mescidi, Ömer Efendi namazgahı, Nevşehirli İbrahim
Paşa mektebi ve sebili
Semavi E yice
1972 ve 1973 yıllarında basılan iki yazımızda, İstanbul’un son
yarım yüzyıl içinde ortadan kalkan eski eserlerinden bazılarına dair
elimize geçen not ve resimleri derlemek suretiyle bu tarih hatıra­
larını hiç değilse yazılı olarak yaşatmayı düşünmüştük1. Birinci ma­
kalemizde beş cami, ikinci makalemizde ise iki cami ve iki hamama
dair elde edebildiğimiz bilgileri bir araya getirerek değerlendirmiş­
tik. Bu yazılarımızda tamamen yok olmuş birer eser olarak tanıtı­
lan Adilşah Kadın camii ile Kasım Ağa mescidi, talihin garip bir
cilvesi olarak sayabileceğimiz bir durum ile, bu arada tamamen ye­
niden yapılarak tekrar kullanılır duruma girdiler2. Böylece «orta­
dan kalkan tarihî eser» olmaktan çıktılar. Üçüncü bir cami, Kambur
1 ■Bu iki yazımız için bkz. «Tarih Dergisi», sayı 26 (1972) s. 129-164 ve
38 resini^ « Tarih Dergisi», sayı 27 (1973) s. İ33-178 ve 40 resim.
2 Son yıllarda tamir edilen esası eski Bizans kilisesi olan bazı camilerde
yapılan iğler tenkit edilmektedir. Bu tenkitlerin bir kısmı, Lâleli’deki Bodrum
(veya Mesih Paşa) camii örneğinde olduğu gibi, haklı olmakla beraber, hemen
hemen ortadan yok olma durumundaki Kasım Ağa mescidi hususunda yer­
sizdir. Görüşümüze göre, bu binanın «... hiçbir vakit sahip olmadığı bir biçim
alacak şeküde...» restore edildiğini iddia etmek ve böylece âdeta bir tarihî ese­
rin ebediyen ortadan kalkmasını arzulamak fazla bir gayretkeşlik olmakta­
dır, bu hususda bkz. A.A. M. Brayer, A camera in Constantinople (Th. F. Mat­
hews, The Byzantine Churches of Istanbul, Pennsylvania 1976, hakkında ta­
nıtma yazısı) «.Times Litterary Supplement» 11 Kasım 1977.
196
SEM AVÎ EYÎCE
Mustafa Paşa camiinin de ihyası için girişimlerde bulunulduğunu
öğrenmiş bulunuyoruz. Bu araştırma dizimize devam ederken, der­
lediğimiz notlar ve resimlerin, eserler ibya edilse de tamamen fay­
dasız olmadığını sanıyoruz.
X
Papasoğlu mescidi
Levha : I-IÎI
Resim ,: 1-6
Unkapamnda, Atatürk köprüsü başından Bozdoğan kemeri Saraçhanebaşı’na çıkan bulvarın yapımı sırasında, bir kaç önemli
eski eser de ortadan kaldırıldı. Bunlardan biri tam köprünün ba­
şındaki arazide olan ve köprünün bağlantısı dışında kalmasına rağ­
men yıkılmasının lüzumu anlaşılamayan Süleyman Subaşı camii3
diğeri ise bulvarın kenarında ve az yukarıda olan Papasoğlu mes­
cididir. Bu mescid, eski şehir rehberine göre Hoca Yakup sokağı üs­
tünde olduğuna göre4, köprünün bitimindeki meydanlığın kenarında
ve bulvarın başladığı yerlerde bulunuyordu. Yeri hemen hemen Mer­
kez Bankası şubesi önüne isabet etmektedir.
Papasoğlu mescidi, İstanbul camileri hakkındaki ana kayna­
ğımız olan Hadikatu’l-cevami’ye göre Unkapanı yakınında olup,
Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır. Minberini ise Kazasker
Mahmud Efendi koydurmuştur. Mahmud Efendi, Kasım Paşa mezafistanmda medfundur. Camiin kapısı üstünde ise Hadika yaza­
rına göre manzum bir tarih bulunmaktadır5.
3 Esası Mimar Sinan tarafından yapılan bu carili, XIX. yüzyılın ikinci yarısmda yeni baştan yapılmıştı. Atatürk köprüsü yerine takıldıktan sonra, 194Ö-larda sağlam bir halde, sadece kadro dışı bırakılmış olarak duruyordu. Altında
dükkânlar olduğundan fevkani ve üstü kiremit örtülü, taştan işlenmiş duvarlı
bir yapı idi. Arsasının bir kısmı meydanlığa katılmak, diğer kısmı yerine dük­
kânlar yapılmak üzere lüzumsuz olarak yıktırüdı. Bu tarihî eserin kurtarılması
için gösterilen gayretlere rağmen yıktırılmasına dair olarak bkz. Türkiye Anıt­
lar- Demeği, İstanbul Şubesi Broşürü, İstanbul 1951, s. 45-51; Neşet Köseoğlu,
İstanbulun ük sübaşısı Karıştıran Süleyman Subaşı, « Türkiye Turing ve Otomobü Kurumu Belleteni» sayı 124 (Mayıs 1952) s. 5-6; Behçet Unsal, İstanbul’­
un iman ve eski eser kaybı, « G-.S.A. Türk Sanatı Tarihi Araştırma ve İncele­
meleri» n (1969) s. 27, no. 45. Bu ikinci makalede Papasoğlu mescidinden bah­
sedilmediği gibi, plânlarda yeri de işaretlenmemiştir.
4 İstanbul Belediyesi, İstanbul şehri rehberi, İstanbul 1934, pafta 5 ve 8.
5 Ayvansaraylı Hafız Hüseyin, Hadikatii’l-cevami, İstanbul 1282, I, s. 60.
İSTANBUL’UN ORTAD AN K A L K A N B A Z I T A R İH Î E SE RLE Rİ
197
Gerçekten, mescidin kapısı üstünde, alt ve yukarı kenarlarında
kabartma süslemeler bulunan bir Içvha üzerinde altı mısradan mey­
dana gelen şu kitabe 1941’e kadar duruyordu :
1. Barekallah bu mabed-i pâki
2. Kılup itmam bâni-i ekrem
3. Şeyhzade Efendi hazreti kim
4. Yani ol mahz-i cüdü himem
5. Hâtemü’l-enbiyaya bahşidecek
6. Oldu tarihi «mescid-i hatem»
7.
1148 ( = 1735/36)
Bu kitabeden açıkça anlaşıldığına göre Papasoğlu mescidi, 1148
( = 1735/36) tarihinde adı verilmeyen, sadece Şeyhzade Efendi ola­
rak gösterilen bir şahıs tarafından ihya edilmiş ve bu ihya, yeniden
yapılış dolayısiyle de kitabe konulmuştur.
Mescidin esas kurucusu Mustafa Paşa’mn tarih içinde yeri hu­
susunda yine Hadika bir dereceye kadar yardımcı olmakta ve aynı
Paşa’nm Bayazıd’da Simkeşhane yakınındaki başka bir hayratı
olan medrese ve mescidinden bahsederken, mezarımn damadı Hoca
Sadeddin Efendi’nin Ëyüb’deki zâviyesinde olduğunu bildirmekte­
dir6. Aynı Mustafa Paşa’nın Unkapanı iç tarafındaki diğer mesci­
dinden başka bir medresesi de Tabakzade medresesi karşısında bu­
lunmakta idi7. Bü duruma göre, Tahsin Öz’ün Papasoğlu mescidin6 Hüseyin Ef., Hadika, I, s .58; Papasoğlu medresesi mescidi maddesinde.
Aynı medrese hakkında ayrıca bkz. Mübahat S. Kütükoğlu, 1869’da faal İstanbul
medreseleri, «Tarih Enstitüsü Dergisi», sayı 7-8 (1977) s. 95, no. 136, Papaszâde Mustafa Çelebi medresesi oiarak kayıtlıdır. Bu medrese geçen yüzyılda
en çok öğrenci barındıranların en başında geliyordu ve 28 höcreye sahipti. Pa­
pasoğlu medresesinin H. 949 ( = 1542/43) tarihli bir vakfiyesi olduğu büinmektedir. İstanbul Üniversite Kütüphanesindeki, İstanbul’da mevcud medreselerin
esâmisi (înv. no. 8869) başlıklı listede, no. 67’de «Darülhadîs-i Papas-zâde Mus­
tafa Çelebi» olarak kayıtlıdır. J. de Hammer, Histoire de l’empire ottoman (çev.
J.J. Hellert), XVIH, Paris 1841’deki medreseler listesinde, s. 115’de no. 66 ve
67’de Papasoğlu Mustafa Paşa’nm iki medresesi IH. Murad yıllarında yapılan­
lar arasmda gösterilir ki yanlıştır. Edebiyat Fakültesinin tam karşısına isabet
eden yapı adasmda olan Koska’daki medrese üe dershane-mescit yerine Koska
İlkokulu yapılmıştır.
7 Mustafa Paşa’nın Tabakzade medresesi karşısında olan ikinci medre­
sesinin mimarisi hakkında hiçbir bügimiz yoktur. Yalnız bu medresenin nere­
de olduğunu öğrenmek mümkün olmaktadır. 1870’lere doğru çizüdiği anlaşı­
lan en etraflı İstanbul şehir plânmda bu medrese Çarşamba caddesinde, Valide
198
SEM AVİ EYİCE
den bahsederken, bu eserin Papasoğlu Mustafa Paşa tarafından H.
1148 de yeniden yapıldığını yazması yanlıştır8. Çünki, Mustafa Pa­
şa Şeyhülislam Höca Sadeddin Efendi’nin kaymbabası olduğuna gö­
re H. 1148’de bir hayrat vakfetmiş olamaz. Hoca Sadeddin Efendi
1599 yılı sonlarında ölmüştür9. Böylece Mustafa Paşa’nm XVI. yüz­
yılda yaşamış olması ve Unkapanı’ndaki camiin H. 1148 ( = 1735/
36) de ancak ihya edilmiş bulunması gerekir ki, zaten kitabesi de
bunu belli etmektedir. Papasoğlu denilen Mustafa Paşa hakkında
kısa bilgi ise Hadika yazarı Ayvansaraylı Hâfız Hüseyin Efendi’nin
diğer eseri V ef ey at’ta. bulunmaktadır. Burada ona dair şu satırlar
okunur : Vüzerâdan iken «U zlet-i cennet» sene 960 târihinde vefât
edüp, dâmâdı Şeyhülislâm Hoca Sa’deddin Efendinin hayr% olan
Yahya Efendi dahilinde defn olunmuşdur. İstahbuVda m escidleri ve
m edreseleri vardır.»10 Ne yazık ki Papasoğlu denilen bu Mustafa
Paşa hakkında daha etraflı bilgiye sahip bulunmuyoruz. H. 960
( = 1552/53) da öldüğüne göre Kanunî Sultan Süleyman devri vezir­
lerinden olması gereken bu şahıs, tarihin karanlıklarında kaybol­
muştur. Nitekim M. Süreyya Bey’in SiciZZJinde de yer almamıştır.
Peçevî’nin her Padişah devri için verdiği ileri gelenler listelerinde
de H. 960 da ölmüş bir Vezir Mustafa Paşa ile karşılaşılmaz11.
camii ve medresesinin hemen yanında bulunuyordu ve oldukça büyük ölçüde
bir bina idi, bkz. Ekrem Hakkı Ayverdi, 19. asırda İstanbul haritası (İst. Fetih
Demeği - İstanbul Enstitüsü Yayınları) İstanbul 1958, pafta D 5.
8 Tahsin Öz, İstanbul camileri (Türk Tarih Kurumu yayınları, VI, 5) An­
kara 1962, I, s. 114.
9 İlmiye Salnâmesi, İstanbul 1334, s. 416-421; Mehmed Süreyya Bey,
Sicill-i Osmanîj İstanbul 1308, m, s. 16; Bursalı Tahir Bey, Osmanlı müellifleri,
İstanbul 1333-42, HE, s. 66-67; yeni baskısı, İstanbul 1975, HE, s. 137-138; Ah­
med Refik, Âlimler ve sanatkârlar, İstanbul 1924, s. 93-128; ay. yazar, Hoca
Sadettin (Millî Kütüphane-Tarih serisi, 23) İstanbul 1933; Şerafeddin Turan,
Sa’d-ed-Din maddesi,. İslâm Ansiklopedisi, X, s. 27-32; Ismaü Hami Danigmend,
Osmanlı tarihi kronolojisi, İstanbul 1950 HE, s. 525-526; Abdülkadir Altunsu,
Osmanlı Şeyhülislâmları, Ankara 1972, s. 47-50; F. Babinger, Die Geschichts­
schreiber der Osmanen und ihre Werke, Leipzig 1927, s. 123 -126 (büyük ta­
rih eseri Tacü’t-tevârih münasebetiyle), Hoca Sadeddin Efendi hakkında basıl­
mamış bir de lisans tezi yapılmıştır, Hikmet Durukal (3113), Şeyhülislâm Ho­
ca Sadettin Efendi ve âilesi, I.Ü. Edebiyat Fak. Tarih bölümü tezi, 1947-1948.
10 Hafız Hüseyin Ayvansarayî, Vefeyat-ı Selâtin ve meşahir-i ricâl (İst.
Üniv. Edebiyat Fak. yayınları, 2241) yay. Fahri Ç. Derin, İstanbul 1978, s. 29.
11 Peçevî İbrahim Efendi, Tarih’inde Iran seferinde büyük gayretleri gö-
İSTANBUL’UN ORTAD AN K A L K A N B A Z I T A R İH Î ESERLERİ
199
Papasoğlu-mescidi H. 1264 ( = 1848)’de Mühendishane öğren­
cileri tarafından düzenlenen İstanbul camileri Tıaritası’nda. işaret­
lenmiştir12. 1875’e doğru hazırlanan büyük İstanbul haritasında ise
bulunmayışı şaşırtıcıdır13. Halbuki 1941’e kadar duran bu eser, klâ­
sik devre işaret eder mimarisi ile hiç bir şüpheye yer vermeyecek
surette eski bir yapı olduğunu belli ediyordu. İstanbul Şehremaneti
tarafından yayınlanan haritalarda ise bu eser Papozzade camii adı
ile harap bir yapı olarak noktalı çizgilerle gösterilmiştir14. Pervititch’in sigorta plânlarında da bu meseid 125 sayılı yapı adasındaki
yerinde işaretlenerek adı verilmeksizin «Cami ruiné» yani Harap
Cami yazısı ile belirtilmiştir15. Böylece Papasoğlu mescidinin, yık­
tırılmasından çok önceleri de harap bir durumda olduğu anlaşıl­
maktadır. Sebah ve Joaillier fotoğrafhanesi tarafından geçen yüz­
yılın sonlarında Galata kulesinden çekilen büyük İstanbul panora­
masında, Unkapanı köprüsü başında Süleyman Subaşı camii harabe
halinde görülür. Onun tam arkasındaki minare ise Papasoğlu mes­
cidine aittir.
Atatürk bulvarının açılması sırasında yıktırılan eski eserlere
dair bir yazı dizisi yayınlayan ve bunda bu eserlerin kaldırılmaları­
nı haklı bulduğu görüşünü de ileri süren İbrahim Hakkı Konyalı,
bu yazıların altmcısmda Papasoğlu mescidinden de bahseder : «Elvanoğlu-Azaplar camiinden Unkapanı köprüsüne doğru ilerlerken,
rülen ve Rıdvan Paşa’nın babası olan bir Karaşahin Mustafa Paşa (Peçevî, Ta­
rih, İstanbul, I, s. 38; yeni baskı, Peçevî tarihi, yay. Murat Uraz, İstanbul 1968,
I, s. 28) ile, n . Selim devri ileri gelenlerinden, Bitpazarı tellâllığından Trablusgarp Beylerbeyliğine yükselen Mirmiran Mustafa Paga’dan bahseder (kşl.
Peçevî, Tarih, I, s. 446; yeni baskı, I, s. 237).
12 İstanbul camileri haritası, H. 1264’de no. 84’de işaretlenen bu meseid
Papaszade camii adı altmda yazılmıştır.
13 Ekrem Hakkı Ayverdi, 19. asırda İstanbul haritası (İst. Fetih Deme­
ği - İst. Enstitüsü yayınları) İstanbul 1958, pafta C 5. Papasoğlu mescidinin
bu haritada Cami sokağı üzerinde olması gerekir. Harita 1875’e doğru çizümigtir.
14 Necip Bey, İstanbul Şehremaneti-İstanbül rehberi, İstanbul 1340, İstanbul-Haliç tarafı paftası.
15 J. Pervititch, İstanbul Sigorta haritası, İstanbul-Unkapanı, 1 :1000,
Nisan 1933, pafta 20 a. Meseid 125. adada gösterilmiştir.
200
SEM AVİ EYİCEİ
sağda dört muhteşem duvarı ile minaresinin küpünden başka ayak­
ta birşey kalmayan bina Papasoğlu mescidi idi. Mabet muntazam
kesme taş ve tuğla ile yapılmış asil bir bina idi. Kıble tarafında
dört, sağında iki ve solunda beş penceresi vardı. Minaresi solda idi.
Mabedin solunda yine, taşla yapılmış han ve dükkânlar vardı. Bun­
lar sonradan başka ellere geçmişti. Mabet saltanat devrinde ihmal
edildiği için çatısı çökmüş ve içi bir mezbele haline gelmişti. Ata­
türk bulvarının güzergâhına rastladığı için ayakta kalan enkaz 15
Ağustos 1941 yıhnda yıkılmıştır». Bu kısa tarif ve açıklamadan son­
ra î. Hakkı Konyalı, camiin kitabesinin bir kopyasım. verirken Hadika’da tarihin 1158 olarak yanlış kaydedildiğine işaretle, bunun
1148 olması gerektiğini belirtir. Arkasından yazdıkları ise tarihî
kronolojiye uymaz. «Papasoğlu mescidinin ikinci bânisi Şeyhzâde
şöhretini taşıyan Mustafa Paşadır. Koska’da Abdüsselâm tekkesi­
nin yanında medresesi ve medresesinin içinde ayrıca bir mescidi
daha vardı. Son zamanlarda bu mescid ve medrese enkazcıya satı­
larak yıkılmıştır. Tabakzade medresesinin karşısında da ikinci bir
medresesi daha vardı. Mustafa Paşa Eyüp’de damadı Hoca Sadettin
Efendinin zâviyesine gömülmüştür. Kıymetli mezar taşmm .müzeye
kaldırılması lâzımdır»16. Bu satırların gerçeğe uymadığına yukarıda
işaret edilmiştir. Mustafa Paşa ikinci kurucu değil, ilk kurucudur.
Kitabedeki Şeyh-zâde ile ilgisi yoktur. Zaten Hoca Sadeddin Efen­
dinin kaymbabası olduğuna göre de EL 1148’de bir cami ihya ettir­
miş olamaz17.
16 İbrahim Hakkı Konvalı, Yeni açılan Unkapanı ve Yenîkapı güzergâhı:
VI, «İstanbul Belediye Mecmuası» sayı 198 (Şubat 1942) s. 5, no. 18.
17 Şeyhülislâm Hoca Sadeddin Efendi’nin «harem-i muhteremleri» olan
Fatma Hatun -ki bu duruma göre eğer ikinci evliliği yok ise Papasoğlu Mus­
tafa Paşa’nın kızı olmaktadır-. Çarşıkapısı ile Mahmud Paşa camii arasında
bir mescid yaptırmıştı. Sonraları XVIII-, yüzyıl ortalarında bu mescidin yerin­
de Nuruosmanî camii inşa edilmiştir, kşl. Hüseyin Efendi, Hadika, I, 22-23; Bina
Kâtibi Aİımed Efendi, Tarih-i camii şerifi Nur-u Osmanî, TOEM eki, İstanbul
İ339, s. 3. Hoca Sadeddin Efendi ile hepsi ülemâdan olan oğulları (Mehmed ve
Esad Efendiler sonra Şeyhülislâm, Abdülaziz ve Sâlih Efendiler Kazasker ol­
muşlardır, beşinci, oğlu Mesut Efendi ise müderris olmuştur ) ’ndan ikisi ve to­
runu Eyüp’de Yahya Efendi tekkesi yanındaki hazireye gömülmüşlerdir. (J. von
Hammer, Constantinopolis und der Bosporos, Pesth 1822, TL, s. 25’de bütün
aüenin babalarının vakfettiği Sıbyan mektebi yanında gömülü olduklarını ya­
zar). Sadeddin Efendi, burada Saçlı Abdülkadir dergâhına komşu bir darülkurra
İSTANBUL’UN ORTAD AN K A L K A N B A ZI T A R İH İ ESE RLE Rİ
20İ
Papasoğlu camii yıktırılmasından az önce İstanbul Eski Eser­
leri Koruma Encümeninde bir dosya hazırlanmakla beraber, bu dos­
yada sadece üç fotoğraf ile 20 ocak 1940 tarihinde o sıralarda mü­
zeler mimarı olan Yük. Mim. A. Sami Ülgen tarafından çizilmiş bir
"iroki konulmuştur18. Böylece dosya tamamlanmadan kalmış ve Konyaptırtmıştır (bkz. Hüseyin Ef., Hadika, I, s. 269 vd.). Mantık bakımından
Hoca Sadeddin Efendi ve ailesinin, kendi hayratı olan darülkurra haziresine
gömülü olmaları gerekir. Gerçekte d e' bugün Hoca Sadeddin Efendi ve oğul­
larının süindir biçimli muhteşem şahideli mezarları, şimdi Saçlı Abdülkadir
camii denilen eserin yanında görülmektedir. Eyüb’de Yahya Efendi tekkesi,
Hoca Saadeddin Efendi darülkurrası ile Saçlı Abdülkadir türbe ve mescidi
(veya camii)’nin biribirlerine girift bir durumları'vardır ve bu konu etraf­
lıca araştırılıp, aydınlatılmağa muhtaçtır. İstanbul Belediye kütüphanesinde
bulunan ve 20. yüzyılın ilk çeyreğine ait olduğu sanılan Derün-ı tslâmbol’da
hankâhlar beyânındadır başlıklı yazma, listede, Eyüp’de Cami-i Kebîr mahal­
lesinde Yahyazâde tekkesinin H. 1082 ( = 1671/72) den itibaren şeyhlerinin
adları ve ölüm tarihleri verilmektedir. Böylece bu tekkenin XVH. yüzyüın
ikinci yarısı içlerinde ortaya- çıktığı anlaşılmaktadır. Genellikle tekkeler, her
devirde, o sıradaki şeyhlerinin adları ile adlandırılmıştır, nitekim Asitâne-i Aliyye ve Bilâd-ı Selâsede kâin el’an mevcut ve muhterik olmuş tekkelerin esamisi’nde Yahya Efendi tekkesi son şeyhinin adı ile Şeyh Hasib Efendi tekkesi ola­
rak da meşhurdur denümektedir. Bandırmalı-zâde Ahmed Münip, Mecmua-1
Tekâya, İstanbul 1307, s. İO’da Yahyazâde tekkesi olarak kayıtlıdır, o sırada
Rüfâî’lere âit olan bu tekkenin şeyhi de Hasip Efendi oldıiğuna göre 1307
( = 1889/90)’de burası faaldir. Bir bölümü H. Abdülhamid’in meşhur «hoca» sı
Ebülhuda tarafından H. 1313 ( = 1895/96)’de kütüphane haline getirilen Ab­
dülkadir tekkesinin birçok kısımları yıkıldıktan sonra kalan türbe ve üstünde­
ki mescid kısmı 1961’de tamir ve ihya edümiştir. Bu mescidin etrafmda oldukça
geniş bir hazire bulunmaktadır. Biz burada Hoca Sadeddin Efendi’nin kayın­
pederi Papasoğlu Mustafa Paşa’nm mezarmı bulamadık. Bugün perişan bir
halde olan bu geniş hazirenin cadde üzerindeki bir k ıs m ının duvarı ile içindeki
mezarların bir kamyonun çarpması sonunda yıkılmış ve parçalanmış olduğunu
gördük. Bunların tamiri hususunda 1979’da hiçbir teşebbüs yapılmamıştı. Bu
mescid ve mezarlar hakkında kısa bilgi için bkz. Receb Akkuş, Eyyüb Sultan
ve Mukaddes Emanetler, İstanbul 1973, s. 221-222; M. Orhan Bayrak, İstan­
bul’da gömülü meşhur adamlar (1453-1978), İstanbul 1979, s. 67, no. 17, s. 67,
no. 19, s. 68, no. 21, s. 68, no. 24. Recep Akkuş, ad.gç. esr. de, Saçlı Abdülkadir
mescidi olan binanın esasmda Hoca Sadeddin Efendi darülkurrası olduğu yazümıştır. Bütün bu çelişkili bügiler, Osmanlı devri Türk tarihinin en önemli
simalarından biri olan Hoca Sadeddin Efendi’nin hayır eserinin doğru yerinin
tesbitinin gerekli olduğunu açıkça belli etmektedir.
18 İstanbul Eski Eserleri Koruma Encümeni, Fiş No. 543. Dikkatle göz­
den geçirdiğimiz bu dosyada Papasoğlu mescidine dair tek satır yazı yoktur.
SEM AVİ EYİCE
yalı’nın da belirttiği gibi, 15 Ağustos 1941’de' de eser tamamen or­
tadan kaldırılmıştır. Papasoğlu mescidinin, A. Sami Ülgen’in çizdi­
ği plândan başka elimizde, binayı henüz sağlam bir halde gösteren
çök eski bir fotoğrafı ile Encümen dosyasındaki üç resmi bulunmak­
tadır19. Bunlara göre bu eski eserin tam bir tarifini yapmak müm­
kün olacaktır. Papasoğlu mescidi, gerek A.S. Ülgen’in çizdiği plân­
dan gerek Pervititch’in krokisinden anlaşıldığına göre, bulunduğu
yerin yapı adası biçimi ile sokak çizgilerine göre yapümış bir bina
olduğundan tam intizamlı bir plâna sahip değildi. Giriş cephesi,
önündeki Hoca Yakub sokağının yaya kaldırımı kenarında bulunu­
yordu. Avlu ve son cemaat yeri olmadığından, binanın içine sokak­
tan doğrudan doğruya günletiliyordu. Mescid, üstü ahşap çatı ve
kiremit örtülü (sakıflı) bir bina olarak yapılmıştı. Mimarî bakımın­
dan en dikkate değer tarafı, sağ duvarının düz değil, şehrin so­
kak düzenine uyması için şevli biçimde oluşu ve sağda olan mina­
resinin, iki duvar araşma, alışılmamış bir biçimde inşa edilmiş ol­
ması idi. Duvar kalınlığı içinde minarenin kürsü kısmı ile gövde­
sinin bir bölümünü gizlemek mümkünken, bu yapılmamış ve iki du­
var bir girinti teşkil edecek surette bağlanarak, gövdenin bir kıs­
mı dışarıdan görülebilir olarak inşa edilmiştir. Böylece bü küçük
ve mütevazi mescidde mimarî bakımdan değişik ve monotonluğu
gideren bir sistemin uygulandığı söylenebilir.
Papasoğlu mescidinin duvarları iki sıra tuğla ve bir sıra mun­
tazam yontulmuş kesme taş dizileri halinde örülmüştü. Böylece renk­
li ve bütün sadeliğine rağmen ahenkli bir düzenlemeye sahip bir
cephesi bulunuyordu. Üstünde kitabenin bulunduğu, mermer söveli
kapının iki yanında yine mermer çerçeveli ve tuğladan boşaltma
Dosyanın içinde sadece üç fotoğraf üe, o yıllarda Müzeler ve Encümen mimarı
olan Ali Saim Ülgen tarafından çizilmiş bir plân.bulunmaktadır ki, bir kopyası
bu yazımızla birlikte yayınlanmıştır. Encümen 1976’da kendisini lağv etmiştir.
19 Mehmed Ziya (îhtifalci), İstanbul ve Boğaziçi, İstanbul 1937, s. 83’de
bu mescidin Unkapanı Papasoğlu mescidi yazısı ile bir fotoğrafı, yayınlanmış­
tır ki, bu bizim bu yazımızla basılan Res. 3’ün aynıdır. M. Ziya’nın for­
ma halinde basüan bu eseri, Uk cüdi 1336’da İkincisi ise 1928’de basılan meş­
hur kitabının, ikinci cüdinin yeni yazı üe tekrarıdır, ikinci cüdin, s. 127’sine
kadar gelebilen bu on forma, 160 sahife tutmaktadır, fakat esas metin korkunç
surette bozularak basümış, dipnotlar esas metne karıştırılmış, bazı yerler
atlanmış ve metinle ügisi olmayan resimler araya sokuşturulmuştur. Nitekim
Papasoğlu mescidi resmi de bunlardan biridir.
İSTANBUL’U N ORTAD AN K A L K A N B A ZI T A R İH İ ESERLERİ
203
(tahfif) kemerli iki pencere açılmıştı. Üstte ise, mermer çerçeveli
ve kemersiz dikdörtgen biçimde dört pencere bulunuyordu. Bütün
bu pencereler demir parmaklıklara sahipdi. Eski fotoğraftan anla­
şıldığına göre, cephenin yukarı kısmında iki dizili kirpi saçak uzanı­
yor ve binanın üstü alaturka kiremit ile örtülü bulunuyordu. İçeride
de mihrabın iki yanında altlı üstlü dörder pencere vardı. Bunlardan
üsttekilerin yuvarlak kemerli oldukları dikkati çeker. Mihrabın için­
de de kalem işi nakışların varlığı görülür. Mimarisine ve bilhassa
duvar örgülerindeki tekniğe göre, bu küçük yapı son şekli ile XVI.
yüzyılın değil X V m . yüzyılın eseri tesirini bırakıyordu. Böylece bu
mescidin H. 1148 ( = 1735/36)’deki ihyası sırasmda son biçimi ile
yapılmış olabileceğini ileri sürebiliriz. .
Harap bir halde olmasına rağmen 1940’larda henüz kolayca ih­
ya edilebilir durumda olan Papasoğlu mescidi artık İstanbul’un ta­
rihî topografyasından silinip kaybolmuştur. Atatürk bulvarı açılır­
ken feda edilmesi ne dereceye kadar gerekirdi sorusuna da artık ce­
vap bulmak lüzumu kalmamıştır. Yalnız şunu belirtmek yerinde ola­
caktır ki, gösterişsiz, basit bir mahalle mescidi olmasına rağmen,
güzel ve itinalı duvar örgüleri, şehrin sokak durumuna uydurulmuş
şekli ve bilhassa minaresinin yerleştirilişi bakımlarından değişik bir
eser olan bu yapının yıktırılması ile İstanbul değerli, küçük anıtla­
rından birini kaybetmiştir20.
20 Osmanlı devri Türk tarihinin önemli bir tarihî şahsiyeti olduğu anlaşüan Papasoğlu Mustafa Paşa’nm İstanbul’daki bir mescid ' ve iki büyük
medreseden meydana gelen üç hayır binası da imar adı altmda yapılan şehir
plânlamasının ve Koska’daki medresesinde olduğu gibi bedavadan arsasından
faydalanmak için «kör kazmanın» kurbanı olmuştur. İstanbul’da Eminönünde
Mısırçarşısı üe Rüstem Paşa camii arasında, Balkapanı hanının Hasırcüar cad­
desi tarafında sokak aşırı karşısında bir Papasoğlu hanı vardır ki, Mustafa
Paşa’nm bu hayır kuruluşlarına evkaf olarak yaptırttığını sanıyoruz. Bugün
han, bütün hanlar gibi oldukça değişikliğe uğramış halde durmaktadır. Yeri
hakkında bkz. Ayverdi, 19. asırda İstanbul haritası, pafta B 4; Pervititch, İs­
tanbul Sigorta haritası - İstanbul Eminönü, Rüstem Paşa Mahallesi, 1 :250, İs­
tanbul 1942, pafta 76c. Kızılhan da denüen bu yapı hakkında kısa açıklama ola­
rak ayrıca bkz. Ceyhan Güran, Türk hanlarının gelişimi ve İstanbul hanları
mimarisi (Vakıflar Genel Md. yayınları) baskı yeri ve tarihi yok (1979 ?), s.
102-103.
SEM AVİ EYtCE
204
XI
Kadıköy’ünde Ömer Efendi namazgahı
Levha : IV -IX
Resim ,: 7-16
İstanbul’un içinde olduğu kadar çevresindeki semtlerde de pek
çok eserin ortadan kaldırıldığı bilinmektedir. En üzücü olan husus,
çok ciddî lüzum olsa bile, bu eserlerden bazılarını kolayca bulunduk­
ları yerlerden kaldırmak ve daha uygun bir yerde yeniden kurmak
mümkün olmasına rağmen, bu yola gidilmeyişidir. Bu hususda en
yakın örnek olarak Kadıköy’ünde Ömer Efendi Namazgâhı göste­
rilebilir. Bu namazgâh, Kadıköyünde Fenerbahçe stadyumunun ar­
kasından geçen Taşköprü caddesi üzerinde bulunuyordu. Bu cadde
1975 yılında genişletilmiş ve tam namazgâhm bulunduğu yerde An­
kara ve Böğazköprüsü yoluna sapan yol ayırımı yapılmıştır.
Ömer Efendi namazgahı Üsküdar’dan Anadolu yönünde uzanan
Bağdat yolu üstündeki hayrat menzillerden ve en önemlilerinden bi­
ri idi21. Küçük bir manzume teşkil eden çeşitü elemanlardan mey­
dana gelen bu namazgâhın ayrı bir özelliği de yanında, içinde yap­
tıran ve ailesi mensuplarının mezarlarının bulunduğu küçük bir hazirenin de yer almasıydı. Namazgâh mihraplı ve ağaçlı bir namaz­
gâh sofası ile çeşmeden, buna bitişik bir bekçi evinden, zarif bir bi­
leziği olan bir kuyudan ve hazireden meydana gelmişti. Çeşmenin
kitabesinde yaptıranın adı ve yapılma tarihi okunuyordu22.
1.
2.
3.
4.
Sâhib
El-hayrât ve’l-hasenât
Kalyonlar Başhalifesi
Elhâc Ömer Efendi
21 Celâl Esad (Arseven), Kadıköy hakkında tetkikat-ı belediyye, İstan­
bul 1329, sondaki haritada yalnız çeşme kelimesi ile buradaki çeşmeye işaret
edilmiştir. Buradaki namazgâh ile hazire belirtilmemiştir. Bu namazgâh ile hazire bir bakıma Karacaahmet kabristanının son bölümü olan Kuşdili-Söğütlüçeşme mezarlığının son ucu idi. Geçtiğimiz yıllarda tamamen ortadan kalkan,
yalnız Mahmud Baba türbesi etrafmda ufak bir parçası kalabüen bu mezarlık
için bkz. Pervititch, İstanbul Sigorta haritası, Kadiköy-Mısırlıoğlu, 1:1000, paf­
ta 11, İstanbul 1939, parsel 253 ve 246.
22 İbrahim HUmi Tanışık, İstanbul çeşmeleri, II, İstanbul 1945, s. 372-374,
no. 293 87, res., s. 373’de. Tanışık namazgâh ve çeşmenin kurucusunu Başkalfa olarak tanıtmaktadır ki, yanlıştır.
İSTANBUL’UN O RTAD AN K A L K A N B A ZI T AR ÎH Î ESERLERİ
5,.
6.
205
Gufire zunûbuhu
sene 1186 ( = 1772/73)
Namazgâhın yanındaki hazirede ise bu küçük vakıf eserin ku­
rucusu Kalyonlar Baş halifesi Hacı Ömer Efendi’nin kabri bulunu­
yordu. Mezar taşında şu kitabe vardı :
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
Hüve’l-baki
Merhum ve mağfur
El-muhtac ila rahmet-i Rabbihi
El-gafur Kalyonlar
Baş halifesi el-hac
Ömer Efendi ruhiçün
El-fatiha
Sene 1191 ( = 1777)
Hacı Ömer Efendi’nin bu iki kitabeden öğrenildiğine göre Tersane’de, donanma kalemi kâtiplerinin başı olduğu anlaşılmaktadır23.
Kendisinin tarihî şahsiyeti hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. An­
cak tesadüfen gözümüze çarpan, 15 Zilhicce 1154 ( = 1742) tarihli
bir vesikada miri kalyonların baş halifesi olan elhâc ömetf Efendi
ibn-ül-hâc Ahmed’den bahsedilmekte ise de24, Kasımpaşa’da evkafı
olan Kalyonlar Baş halifesi Ömer Efendi ile Kadıköyü’ndeki namaz­
gahı yaptıran Ömer Efendi’nin aynı olup olmadığını bilemiyoruz.
Çünki vesikanın H. 1154 ( = 1742) tarihi ile namazgâhın yapılması
tarihi olan H. 1186 ( = 1772/73) ve Ömer Efendi’nin ölümü tarihi
olan H. 1191 ( = 1777) arasmda hayli uzun süre vardır25. Fakat
başka taraftan, namazgâhın kurucusu Ömer Efendi’nin devrinde
tanınmış bir insan olduğu ölümüne yazılmış olan bir tarihten anla­
şılmaktadır. Topkapı Sarayı kütüphanesi’nde bulunan (Hazine kıs­
mı, No. 1565), ve Ayvansaraylı Hafız Hüseyin Efendi tarafından
yazılan, Mecmua-i Tevârih başlıklı, son derecede değerli ve ne ya­
23 Mehmet Zeki Pakalm, OsmanlI Tarih deyimleri ve terimleri sözlüğü,
İstanbul 1946, I, s- 163-164.
24 Mahmut Yazır, Eski yazıları okuma anahtarı (Vakıflar G. Md.lüğü
yaymı) İstanbul 1942, foto no. 43, vesikanın okunuşu .s. 272.
25 Mehmed Süreyya Bey, SiciTl-i Osmanî, İstanbul 1311, m , s. 593-594’de
Kalyonlar Baş halifesi Elhag Ömer Efendi kısaca anılarak, Sultan I. Abdülhamid (1774-1789) devrinde öldüğü büdirilmektedir. Mezartaşı ise ölüm tari­
hini kesin olarak vermektedir.
206
SEM AVİ EYÎCE
zık ki, bugüne kadar basılamadan kalan elyazma eserde (var. 128a)
bu manzum tarih yer almaktadır26 :
Târih-i vefât-ı Halîfe-i kalem-i Tersâne Ömer Efendi, güfte-i
Müstakim-zâde.
Hoca Ömer ki Ser-i defterî-i Tersâne
Niçe dem ol idi tiryâk-i derd-i kalb-i halûk
Tarîk-i hufyede sıddîka çünki peyrev idi
Emîn-perver-i ehl-i derûn sadîk-i sadûk
Varmca erzel-i ömre irişdi da‘vet-i Hakk
İcabet eyledi çün ber güzîde-i mahlûk
İlâhî ola tarîki ricâline makrûn
Muhallefân-ı âlîl-i dilân ola mefrûk
Yazıldı ana du’â birle sâl-i târihi
Ömer Efendi ola yâr ü hemdem-i Fârûk
1191 ( = 1777)
Bu manzum tarihi yazan Müstakim-zâde Süleyman Sadeddin
Efendi (1718-1787) devrinin tanınmış ülemasmdan, şairlerinden, ta­
rihçilerinden ve hattatlarındandır. Başlıca hattatlar hakkında ana
kaynak kitap olan Tuhfetü’ l-Hattatin onun eseridir. Böylece namazgâhı yaptıran kalyonlar Başhalifesi Ömer Efendi’nin devrinin okur
yazarları ile dostluğu olan bir kimse olduğu anlaşılmaktadır. Bu
tarih ile mezar taşmdakinin aynı oluşu hiçbir şüpheye meydan bı­
rakmamaktadır. Fakat nedense mezartaşma Müstakimzâde’nin
manzum ve edebî mahiyetteki tarihi işlenmeyip, çok daha sâde ve
kısa ifadeli bir kitabe yazılmıştır.
Namazgâhm hemen yanında kurucunun ailesi mensuplarınm
mezarları bulunduğuna göre, Ömer Efendi’nin bu çevrede arazisi,
büyük ihtimalle bağ ve bahçesi olduğuna ihtimal verilebilir27. Nite­
26 Bu çok değerli elyazma eserin metni, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Tarih bölümünde, bir lisans tezi olarak işlenmiştir, bkz. Vahit Ça­
buk (6581), Hâfız Hüseyin Ayvânsarâyî’nin Mecmua-i Tevârih’i, 1971. Bu met­
nin basüması için yıllar önce teşebbüse geçilmişse de, bugüne kadar olumlu
bir netice alınamamıştır.
27 Önce F. Kauffer ve J.B. Lechevalier tarafından 1786’da yayınlanan,
sonraları düzeltmelerle pek çok defa yeniden basılan İstanbul haritalarında bu­
rası tamamen boş, kırlık arazi olarak gösterilmektedir. Comte de ChoiseulGouffier, Voyage pittoresque dans l’Empire Ottoman..., Paris 1782-1822, (bir
İSTANBUL’UN ORTAD AN K A L K A N B A ZI T AR ÎH İ ESERLERİ
207
kim Söğütlüçeşme yolu üstündeki Taşköprü ile namazgâh arasmda
kalan 1970’den beri çevre yolu bağlantıları ile apartmanların yapıl­
dığı arazide, evvelce etrafı kuru duvarla çevrili geniş bir bahçe uza­
nıyordu. İçinde büyük bir kuyu ve havuzdan başka altı kagir ve
yüksek bir kule biçiminde ancak üstteki ahşap kısmı bir mesken du­
rumunda olan ilgi çekici bir bağ evi olan bu bahçe «Papazın bağı»
olarak adlandırılmıştı. Tanınmış yazar Ahmet Rasim (1864-1932) ’in
yazılarında bahsi geçen ve kendisinin d e.bazı mevsimlerde akşam­
ları oturmaktan hoşlandığı yer burası idi28. Bu bağ ve bahçenin ev­
velce Ömer Efendiye ait olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak, hazirenin tam arkasında bulunan 1950’lerde yapılmış iki katlı evin sahip­
leri Ömer Efendinin torunları olduklarını söylediklerine göre, bu­
radaki arazinin namazgâhm kurucusu ile bir bağlantısı olduğu ih­
timali kuvvet kazanır. Bu namazgahı 1957 yılında inceleyip ölçüle­
rini alarak resimlerini çektiğimiz sırada gerek namazgâh gerek hazire iyi sayılabilecek durumda idi29.
Ömer Efendi namazgâh ve haziresi bir bakıma Karacaahmet
mezarlığının son ucunu teşkil ediyordu. Gerçekten îbrahimağa’da
Saraçlar çeşmesinden sonra, Ayrılık çeşmesi mezarlığı ile Kızıltoprağa doğru uzanan bu kabristan, Acıbadem yolu kavşağmda tren
yolu üstündeki Üsküdar kumandanı Bedirhanilerden Ali Şamil Pa­
şa (1855-1908) konağı önünden Söğütlüçeşme’ye iniyor, buradan iti­
baren Söğütlüçeşme ve Mahmud Baba mezarlıkları olarak devam
kaç baskısı vardır), Atlas ' kısmı’ndaki haritadan başka, J. von Hammer’in
Constantinopolis und der Bosporos, I. cilt sonunda (Pesth 1822)’de ve yine J.
von Hammer’in Hiştoire de l’empire ottoman atlası’nda (1836) bu haritanın
Barbie de Boccage tarafmdan çizilmiş, düzeltmeli nüshaları bulunmaktadır. C.
Esad, Kadıköy, s. 19’daki resim 1822’de yayınlanan haritanın Kadıköy -Fenerbahçeşi bölümüdür.
28 Mahmut Yesari, İstanbul eski bağçeleri: Kadıköyünde papasın bah­
çesi, «Tarihten Sesler» I, sayı 5 (1943) s. 20-22. Ne yazık ki, bu yazıda bu ün­
lü bahçe hakkında aydınlatıcı bir bilgi verilmemektedir. Yine en iyi tasvirler,
Ahmed Rasim’in kendi yazılarından derlenebilir. 1930’lardaki durumunu gayet
iyi hatırladığımız bu bahçe, 1960’dan sonra parsellenerek yerine büyük apart­
manlar yapümış, arazisinin bir bölümü üstünden de çevre yolu bağlantısı ge­
çirilmiştir.
29 Semavi Eyice, İstanbul-Şam Bağdat yolu üzerindeki mimari eserler :
I - Üsküdar - Bostancıbaşı güzergâhı, «Tarih Dergisi» sayı 13 (1958) s. 94-96;
ayrıca bkz. Muammer özergin, Kitabeler, aynı yerde, s. 123-124, no. XII.
208
SEM AVİ EYİCE
ediyor, bir kaç yıl öncesine kadar oto tamirhaneleri olan Söğütlüçeşme tren istasyonu arkasındaki araziyi kaplayarak, Kurbağalıder
re’yi geçen taşköprüye ulaşıyor, bunu da'aşdıktan sonra seyrekle­
şerek köprünün öteki ucundan sonra Fenerbahçe stadyomu arka­
sında Ömer Efendi haziresinde bitiyordu. Namazgâhdan sonra artık
mezar yoktu. Sadece az ileride Kızıltoprak’da Maarif Nazın Zühtü
Paşa (1833-1902) nın yaptırdığı camie gelmeden30, aynı paşanın uzun
süre ilkokul olarak kullanılan ve 1946’da yıktırılan büyük ahşap
konağının bahçesinin cadde üstündeki köşesinde Zühtü Paşa aile­
sine ait bir kaç mezar yapılmıştır ki, bunlar şimdilik henüz durmak­
tadır. Böylece Ömer Efendi haziresi, İstanbul’un tarihî topografya­
sında önemli bir yeri olan Karacaahmet Kabristanının son ucunu
belirten bir işaret olarak da, şehrin tarihinde değerli bir yere sa­
hipti31.
Bu küçük manzumede ilk değişiklik bilmediğimiz bir tarihde
yapılmış ve namazgah sofasının bitişiğindeki bekçi evinin yalnız
bir duyarı bırakılarak yıkılmış, yerine yeni bir bina inşa olunmuştu.
Bundan sonra gözümüzün önünde cereyan eden tahrib, yurdumuz­
daki tarihî eserlerin yok edilmesindeki sistemin hazin ve ibret veri­
ci bir örneğidir32. Bu bakımdan belirtilmesinde fayda vardır. Bakım­
lı bir halde duran hatta demir parmaklığında kandil ve mum yakı­
lan hazire, tam arkasmda verese tarafından yapılan evin önünü aç­
30 Bu cami hakkında bkz. Mehmed Râif, Mirat-ı İstanbul, İstanbul 1314,
s. 27; Zühtü Paşa camiinin mihrap ve duvarlarındaki kufî yazüann Kirkor
Köçeoğlu tarafından yazüdıklarma dair bir nota da burada işaret etmek is­
teriz, bkz. J.H. Löytved, Konia, Inschriften der seldschukischen Bauten, Berlin
1907, s. 106.
31 İstanbul Eski Eserleri Koruma Encümeni, Fiş no. 945.
32 Uğur Derman, OsmanlI devri şehir ve menzil yollarında istirahat ve
ibadet yerleri (Namazgahlar), «Atatürk Konferansları», V (1971/72) (Türk
Tarihi Kurumu Yayını XVII, 5) Ankara 1975, s. 281-298, s. 288’de ve res. 10’da
Ömer Efendi namazgâhı bulunmaktadır. U. Derman buradan bahsederken hak­
lı olarak bazı şikâyetlerini de ortaya dökmektedir : «... Vakfa tecavüz var.
Arkasına çirkin bir bina gelip yanaşmış. Son zamanlarda mihrap taş’mın yer
rini değiştirmeğe lüzum görmüşler. Kuyusu da var. Banisi Ömer Ağa ve yakın­
larının kabirleri de biraz ötede iken, yeni yapılan evlerde oturanların rahatsız
oluşu sebebiyle, onlar da yok edildi/» Bu cümlelere şunu da eklememiz yerinde
olacaktır : Bahis konusu çirkin evi yaptıranlar ve buradaki mezarlardan ra­
hatsız olarak onları kırdırarak yok edenler, Ömer Efendi soyundan indiklerini
söyleyen torunları idi!
İSTAN BU L’UN O RTAD AN K A L K A N B A Z I T A R ÎH l ESE RLE Rİ
209
mak üzere 1960 yılında tamamen ortadan kaldırıldı. Tarihî eserlere
meraklı bir belediye zabıta memurunun araştırma ve soruşturmala­
rı da bir sonuç vermedi. Kırılan mezar taşları evin yanmda kuru du­
var halinde istiflendi ve hazirenin ne olduğu ev sahiplerinden sorul­
duğunda, ecdadlarma ait bu mezarları «nakl-i kubur» işlemi ile baş­
ka yere götürdüklerini söylediler. Mezartaşları kırılıp yığın halinde
kaldığına göre sadece kemiklerinin -o da var ise- başka yere götü­
rüldüğüne ihtimal verilir. Bu arada namazgâhm kuyusu tahrip edi­
lerek, mermer bileziği bir kenara atılmış, nedendir bilinmez, namaz­
gâhm mihrap taşı bekçi evine bitişik olan esas yerinden sökülerek,
daha beride, iki ağaç arasına yeniden dikilmiştir. 1975 yılı nisan ayı
içinde çevre yolu bağlantısı yapılırken, gerekli ilgili makamlarm izni
alınmaksızın, namazgâha gölge sağlayan asırlık ağaçların ikisi ke­
silip odun yapılmış, sofa tamamen sökülmüş ve yeri düzlenmiş, ge­
rek kitabesinin yazısının hattı, gerek biçimi bakımından çok değer­
li olan mermer çeşme taşı ise bir kaç parçaya bölünerek parçalan­
mıştı. 1975 nisanında durumu fotoğrafla tesbit etmiş ve ayrıca bu
tahrib hakkında Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nun aşağıdaki yazı ile dikkatini çekmiştik;
« Gayrimenkul Eski E serler ve Anıtlar Y. Kurulu Başkanlığına,
Nisan ayının sonuna doğru, Kadıköy’de Fenerbahçe Stadyomunun arka tarafındaki Kalyonlar Baş H alifesi Ömer Efendi namaz­
gahı, mihrap taşı, sofa taşlan, İstanbul’ da başka bir benzeri olma­
yan kitabeli çeşm esi ve yalaklan ile tamamen tahrip edilmiştir. Bu­
radaki asırlık ağaçlar da kesilmiş yalnız bir ta/nesi bırakılmıştır.
Yalaklar ve kitabe taşı ufak parçalara bölünmüştür. Korunması ge­
rekli eski eser olduğunu sa/ndığım bu namazgahın, hakkında hiç bir
işlem yapılmadan ortadan kaldmlması hususunda kurulumuzun ne
düşündüğünü öğrenmek istediğim i arz ederim.
Saygılarımla,
İmza
Semavi E yice
Bu yazımız üzerine yapılan işleme ilgililerce hiçbir inandırıcı
cevap verilemediği gibi, kırılan çeşme parçalarım korumak için de
hiç bir tedbir alınmadı ve böylece iki yüz yıllık bir tarih hatırası
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 14
210
•SEMAVİ EYİCE
ve bir sanat eseri ilgililerin «ilgisiz»liği, hatta kasitli tahrip isteği
yüzünden yok olup gitti. Bugün namazgahın yerine işaret eden sa­
dece bir ağaç kalmıştır.
Namazgah, bir duvarı eski olarak kalmış tek katlı bir bekçi
evine bitişik olarak bir sofa halinde yapılmıştı. Etrafı geniş yassı
taş levhalar ile sınırlanan bu sofaya, kenarında uzanan yoldan dört
basamaklı bir merdivenle çıkılıyordu. Bekçi evinin köşesinden iti­
baren başlayan moloz taş bir duvara mihrap taşı yapıştırılmıştı.
Om. 6 0 x 1 m. 45 ölçüsündeki bu mermer kıble taşı kabartma süs­
lerle bezenmişti. Gül ve karanfiller ile süslü bir başlığın altında tek
satır halinde güzel bir sülüs hatla yazılmış Kuran’dan m . Surenin
37. âyeti okunuyordu. Bunun altında ise aşağıya sarkan uzun bir
kordona asılı bir kandil motifi işlenmişti. Böylece bu mihrap taşı,
namaz seccadelerini andırır bir süslemeyi tekrarlıyordu. Namaz' gâhm 1975’deki tahribinden evvel, kıble duvarı anlaşılmaz bir sebeble yıktırılmış ve mihrap taşı da daha öne alınarak, iki ağacın
arasında toprağa dikilmişti. Üç yaşlı ağacın gölgelediği geniş çi­
menlik bir düzlük halindeki namazgah sofasının yol tarafındaki
duvarının ortasında yükselen kitabeli çeşme, bir mezartaşı gibi ya­
pılmıştı. Barok üslubunda boğumlu bir başlığı olan çeşme taşının
tepeliği kırık olmakla beraber diğer kısımları tamamdı. Dış yüzün­
de 6 satır halinde yukarıda metni verilen kitabe güzel bir sülüs
hatla işlenmişti. Altta 7. satırda bozulmuş bir yazı daha vardı.
Bunun :
Ketebehu Mehmed Keresteci-zdde
olduğunu î. Hilmi Tanışık yazmaktadır33. Böylece çeşme kitabesinin
hattatının adı öğrenilmekte ise de, bu hattat hakkında bir bilgi edin­
mek mümkün olmamıştır. Kitabenin altında su akma deliğinde ise
bir musluk değil, mermerden bir oluk vardı. Bundan da, Ömer Efen­
di namazgâhı çeşmesinin bir kasmaktan beslenen ve devamlı akan bir
çeşme olduğu anlaşılıyordu. Çeşmenin önünde ise ortadaki büyük
hayvanların sulamasma mahsus yanlardakiler daha ufak, üçü de
33 Tanışık, Çeşmeler, göst. yerde, kitabenin altında yazıyı yazan hattatın
adını veren satırı tekrarlamaktadır. Bizim bu incelemeyi yaptığımız sıralarda
bu satır artık okunamayacak derecede bozulmuş ve aşınmıştı.
İSTAN BU L’U N O RTAD AN K A L K A N B A ZI T A R İH İ ESERLERİ
211
yekpare mermerden yontulmuş üç yalak bulunuyordu34.
Namazgâhm mihrap duvarı dışında 0 m. 56 yüksekliğinde ve
ağzında çapı 0 m. 65 olan mermerden bir kuyu bileziği vardı. Bunun
da etrafına dalgalı bir kurdela kabartması işlenmişti. Namazgâhdan 8 m. 50 ölçüsünde bir aralık (şimdi: Ömer Efendi sokağı) ile
ayrılan hazire bulunuyordu. Yol üstündeki cephesi 11 m. 10 kadar
olan bu hazirenin derinliği 8 m. 80 kadardı. Yoldan, alçak bir du­
var üstüne dikilmiş beş baba ve bunların araşma yerleştirilmiş de­
mir parmaklıklar ile ayrılmıştı. Babaların tepeliklerine birer sarık­
lı kavuk biçimi verilmiş olduğu dikkati çekiyordu. Bir kısmı yakın
tarihlerde dikilmiş olan ağaçların gölgelediği hazire de kitabesi
yukarıda verilmiş olan, kurucusu Ömer Efendi’den başka aynı aile­
den bir kaç kişinin daha mezarları bulunuyordu. Bir tanesinin ki­
tabesi hayli uzun olan bu mezartaşlarmın ne yazık ki, kopyalarını
elde etmek mümkün olmadı.
Bugün tamamen ortadan kalkmış olan Ömer Efendi namazga­
hı, yanında kurucusunun mezarını da içine alan bir hazire olan,
kendi türünün başka benzeri az görülen bir örneği idi. Ayrıca Karacaahmet mezarlığının en son ucuna işaret ettikten başka, tarihî
sefer ve kervan yolunun küçük menzillerinden biri olarak tarihî bir
öneme sahipdi. Nihayet bütün bunların üstünde şehir içinde kalabil­
miş ve sanat değerine sahip son namazgâh olarak büyük bir değe­
ri olduktan başka, namazgâh mimarisinde Barok üslûbunun varlı­
ğını gösteren başlıbaşma bir sanat eseri idi. Fazla bir zahmet ve
masrafa lüzum Olmaksızın kurtarılması ve yeniden aynı çevrede uy­
gun bir yerde kurulması mümkün iken, adeta kasıtlı bir hınçla par­
çalanarak yok edilmesi, gerçekten şehir güzelliği ve tarihî bakımın­
dan bir kayıptır.
34 1975 kışında ağaçlar kesilip, namazgâh sofası ortadan kaldırılır ve
bir başka benzeri olmayan güzel çeşme taşı ve yalakları ufak parçalara ay­
rılırken müdahalede bulunmuş ve İstanbul’un Türk devri eserlerini koruyacak
hiçbir makam olmadığından kendi imkânlarımızla birşeyler yapmak istemiştik.
O gün yanımızda olan Öğ. Yzb. Tugan Saraçoğlu’nun gayreti ile çeşme kita­
besinin parçaları Karacaahıriet mezarlığına taşınmıştır.
2 12
SEM AVİ E YlCE
XII
Nevşehirli İbrahim Paşa
mektebi ve sebili
Levha : X -X V I
Besim : 17-29
Tarihimizde merhum Ahmed -Refik Altmay (1880-1937) ’m gü­
zel bir buluşu ile Lâle D evri olarak adlandırılan m . Ahmed (17041730) devrinin Sadrâzamı Damad Nevşehirli İbrahim Paşa’nm Ana­
dolu’nun başta Nevşehir olmak üzere çeşitli yerlerde kurdurduğu
hayır eserlerinden başka İstanbul’da da pek çok vakıf bıraktığı bi­
linir35. Bunların başında gelen Şehzadebaşı’ndaki cami, medrese,
çeşme, sebil ve çarşıdan meydana gelmiş manzumenin dışında, şeh­
rin içinde ve Anadolu yakasında pek çok çeşmesi (yalnız Üsküdar’­
da yedi tane) ile şehrin içinde eski Acımusluk şimdiki Cemal Nadir
sokağında bir mektebi ile medresesi ve hamamı, nihayet Aşir Efen­
di caddesi üstünde de bir sıbyan mektebi ile sebili vardı36. Bu yazı­
mızda işte son yıllarda bütün izleri ortadan kaldırılan bu sonuncu
eserden yani sıbyan mektebi ile sebilden bahsetmek istiyoruz.
Bu küçük eser, Büyük Postahanenin arkasından geçerek Sultanhamamı’nı Ankara caddesine bağlayan Aşir Efendi sokağı ke­
narında ve eski Duyunu-umumiye şimdiki İstanbul Lisesi tarafın­
dan yokuş halinde Postahaneye doğru inen Hoca Kasım köprü so­
kağı köşesinde bulunuyordu37. Bugün aynı arsa üzerinde modem
35 Osmanzâde Taib, Hadikatü’l-vüzera Zeyli, (Dilâver-zâde Ömer Efendi’nin), İstanbul 1271, s. 29-36; İsmail Hami Danışmend, Osmanlı tarihi kronolo­
jisi, IV, İstanbul 1955, s. 475; Münir Aktepe, Nevşehirli İbrahim Paşa, maddesi
İslâm Ansiklopedisi, IX, s. 234-239; ayrıca bkz. Ahmed Refik, Lâle devri, İs­
tanbul 1932, 2. baskı; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı tarihi (Türk Tarih
Kurumu yayını, XTTT, 16) IV, 1 Ankara 1978 (2. baskı), s. 147-171; IV, 2, An­
kara 1959, s. 310-316.
36 Nevşehirli İbrahim Paşa’nm bazı vakfiyeleri için bkz. Münir Aktepe,
Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’ya âid iki vakfiye, «Tarih Dergisi» XI, sayı
15 (1960) s. 149-160, s. 150’de vakıf eserlerinin bir listesi vardır; ay. yazar,
Damad. İbrahim Paşa evkafına dair vesikalar, « Tarih Dergisi» XHI, sayı 17-18
(1963) s. 17-26, s. 18-19’da vakıf eserlerinin bir listesi vardır. Herhalde bu sıbyan mektebi (muaUimhane) üe sebüin de bir vakfiyesi olmalıdır. Belki Anka­
ra’da Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivinde araştırma yapüırsa bu belge bulünabüir37 İstanbul Belediyesi, İstanbul şehri rehberi, İstanbul 1934, yafta 1.
İSTAN BU L’UN O RTAD AN K A L K A N B A Zİ T AR İH İ ESE RLE Rİ
2İ3
bir işhanı bulunmakta olup, içinde İller Bankası I. Bölge Müdürlü­
ğü çalışmakta, evvelce tam sebil ve mektebin olduğu yerde ise alt
kattaki Akbank şubesi yer almaktadır.
Nevşehirli İbrahim Paşa’nm vakfiyelerinde ve kasmaklardaki
bilgiler onun bu sıbyan mektebi ve sebili yaptırmış olduğunu bil­
dirir. Ayrıca, mektebin, yandaki yokuşlu sokağa açılan kapısı üs­
tündeki manzum kitabede de bu husus açık olarak ortaya konul­
muştur38.
Hazret-i Hân Ahmed’in dâmâd u sadr-ı a’zamı
Âsaf-ı zîşânı İbrâhîm Paşa-yı celîl
Mazhar-ı tevfîk destûr-ı mekârim-pîşe kim
Eylemiş tedbîrine takdirini Bârî delil
Eyleyüp ta’mîr lutfiyle gönüller Kâbesin
Kıldı hükm-i ismini icrâ o hem-nâm-ı Halîl
ilme rağbet gösterüp bu mekteb-i ferhundeyi
Kıldı ihlâsiyle ihyâ bî nazîr ü bî adil
Defter-i hayrâtına yazdı kirâmen kâtibin
Mekteb-i zîbâ-yı ibrâhîm Paşa-yı celîl
1138 ( = 1725/26)
\\ry
Bu kitabeden öğrenildiğine göre, mekteb ve dolayısiyle altın­
daki sebil, H. 1138 ( = 1725/26)’de Sadrâzam İbrahim Paşa tara­
fından, büyük ihtimal ile aynı yerdeki daha eski bir mektebin ar­
sası üzerinde, «ihya» gayesiyle yeniden yaptırılmıştır39. Ayrıca
Hadika da Hocapaşa semtinde Acımusluk mescidi’nden bahseder­
ken, yakınında IH. Ahmed’in Sadrâzam İbrahim Paşa’nın bir med­
38 Bu kitabenin transkripsiyonu yapan, Prof. Dr. Nihat Çetin’e teşekkür
ederim.
39 Haluk İpekten ve Muammer Kemal özergin, Sultan Ahmed III devri
hâdiselerine âit tarih manzumeleri, « Tarih Dergisi» IX, sayı 13 (1958) s. 133150 ve 124-146’da derlenmiş tarih manzumeleri arasında bu mektep ve sebil
üe ilgili olan yoktur. Bu manzum tarih’in Nedim’in olduğu söylenmiş ise de,
manzumede Nedim mahlası bulunmadığı gibi, Nedim’in baskı Dîvan’mda da
yoktur, kşl. Nedim Divanı, yay. Abdülbaki Gölpmarlı, İstanbul tz. (2. baskı);
eski harflerle yapılan baskıda da yoktur.
214
SEM AVİ EYİCF
resesi, hamamı, bir muallimhanesi (sıbyan mektebi) ile sebili oldu­
ğunu da yazmaktadır40. Eski Eserleri Koruma Encümeni’nin İstan­
bul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’nün 24 Şubat 1944 tarih ve
35204/234 sayılı yazısı ile Vakıflar Genel Müdürlüğünden sorulma­
sı üzerine Vakıfların 10 Nisan 1944 tarih ve 658 sayı ile verdiği ce­
vapta, «Nevşehirli Damad İbrahim Paşa ve karısı Fatma Sultan Va­
kıflarına ait 38 no.lu Hazine Defterinin 21. sahifesinde kayıtlı Hoca
Paşa nezdinde vakfı muallimhane ve sebilhanenin» kadrosu sureti
bulunmaktadır11. Bu yazıda 29 Şevval 1182 ( = 1769); 14 Rebiülâhır
1195 ( = 1781), 29 Rebiülâhır 1205 ( = 1790), 21 Şaban 1212
( = 1797), 17 Cemaziyülahır 1227 ( = 1812), 10 Şaban 1228
( = 1813) tarihlerinde mektep ve sebil personelinin adları ve ken­
dilerine verilecek ücretler bildirilmektedir. Bu mektebin hangi ta­
rihlere kadar kullanıldığını bilmiyoruz. 1875’e doğru yapılan İstan­
bul plânında mektep ve sebil, yukarı tarafındaki avlusu ile işaret­
lenmiştir42. Necip Bey’in İstanbul haritasında da bu eser bir arsa­
nın köşesinde belirtilmiştir43. Pervititch haritasında ne biçimde işa­
retlendiği ise öğrenilememiştir44. 1933’de yayınlanan İstanbul Belediyesi’nin şehir plânında hiç bir şekilde gösterilm em iştir. Ancak
Cumhuriyet devrinde, bütün benzerleri gibi Vakıflar Genel Müdür­
lüğünün 7 Nisan 1341 ( = 1925) tarih ve 605 sayılı Bütçe Kanunu
ile Vakıflardan Özel İdare (İd a re -i Hususiye)’ye devredildiği sa­
nılır ise de, aşağıda üzerinde durulacak olan, İstanbul Eski Eserleri
Koruma Encümeni’nin 1945 tarihli raporunda, bu eski eserin Va­
kıflar idaresinin elinde kalmış olduğu anlaşılmaktadır. Ali Saim
Ülgen (1914-1963), 1933’de yayınladığı küçük kitabında, Nevşehirli
İbrahim Paşa mektebinin «kapısı üstünde de kitabesi vardır» de­
mek suretiyle anlatmakta daha fazla bir açıklama yapmamakta­
40 Hafız Hüseyin Efendi, Hadika, I, s. 52.
41 Bu yazışmalar, İstanbul Eski Eserleri KorumaEncümeni’nin
Fiş No.
723’de bulunmaktadır.
42 Ekrem Hakkı Ayverdi, 19. asırda ■İstanbul haritası (İst. Fetih Derne­
ği - İstanbul Enst. yayınları) İstanbul 1958, pafta B 4.
43 Necip Bey, İstanbul şehri rehberi, İstanbul 1340, Istanbul-Haliç
ta­
rafı paftası,
44 Pervititch, İstanbul Sigorta haritası, 1:1000, pafta 73’de olması gere­
kirse de, bütün araştırmamıza rağmen hiçbir kütüphanede bu pafta buluna­
mamıştır.
İSTANBUL’UN ORTAD AN K A L K A N B A ZI T AR İH İ ESE RLE Rİ
215
dır45. Herhalde Büyük Postahane yapıldığı sıralarda arka tarafın­
daki Aşir Efendi caddesi de düzeltilirken46, bu caddeye taşan, sebil
de Belediye tarafından yıktırılarak, yalnız temeli, ve alt kısmı kal­
mıştı. Nitekim İzzet Kumbaracılar’ın 1938’de basılan kitabmda, se­
bilin bu yıkık hali ile bir fotoğrafını bulmak kabildir47. Sebilin mer­
mer parçaları, ileride yeniden monte edilmek üzere başlangıçta ko­
runmuş, bunlar İstanbul Arkeoloji Müzesine götürülerek, eskiden
müdüriyetin bulunduğu bölümün, Topkapı Sarayına bakan duvarı
dibindeki hendeğin içine bırakılmış ve burada unutulmuştur. Bu
parçaları 1950’lerde burada kısmen toprağa gömülmüş, dağılmış,
otlarla kaplı olarak bulmuştuk48. Müze ilgilileri bu parçaların ne­
reden geldiği ve nereye ait olduğunu bilmediklerinden ve parçala­
rın müzenin ilgilendiği çağlara ait olmadığını da göz önünde tuta­
rak, kaybolmalarına önem vermemişlerdi. Bu arada muhtemeldir
ki, sütun başlığı gibi işlenmiş parçalar Topkapı Sarayı Müzesine
devredilmiştir. Son yıllarda yeniden aradığımızda sebilin parçala­
rından önemli bir şey bulamadık. Halbuki 1950’lerde sütunlar, ete­
ğin bazı levhaları ile sebilin tablasının parçaları henüz duruyordu.
Bir günlük gazetede, 1938’de İbrahim Hakkı Konyalı tarafın­
dan yayınlanan bir makalede İbrahim Paşa mektebinin perişan du­
rumuna işaret olunuyordu : «... şu baykuş yuvası, işte tarihe ad
veren bir çok büyüklerin yetiştiği İbrahim Paşa mektebidir. Kub­
besinin üstü meyvasız ağaçlar fidanlığına dönmüş, sarmaşıklı ah­
tapot gibi pençelerini narin kubbenin ciğerlerine kadar işletmiş.
Altında vahşi hayvan inini andıran şu kahvehanemsi yer, bakım­
sızlıktan beş on sene evvel üstünde Nedim’in güftesini taşıyan ki­
tabesi yıkılarak paramparça olan sebil ve çeşmenin su deposudur.
Ondan sonra da belediyenin kör kazması -yol açmak bahanesi ile45 Âli Saim Ülgeri, İstanbul ve eski eserleri, İstanbul 1933, s. 81.
46 Burada evvelce Nafia Nezareti bulunuyordu. Sonraları aynı arsada
1908’de mimar Vedat Bey (1873-1942) tarafından şimdiki Büyük Postane bi­
nası yapılmıştır.
47 İzzet Kumbaracılar, İstanbul sebilleri, İstanbul 1938, s. 31, res. 38,
burada sebilin H. 1131 ( = 1718)’de yapıldığı yazılıdır ki, yanlıştır.
48 Bu parçalarm Nevşehirli İbrahim Paşa sebiline ait olduklarını, A r­
keoloji Müzeleri müdürü Aziz Oğan (1888-1956)’dan öğrenmiş ve o sıralarda
aynı müze görevlilerinden olan Nezih Fıratlı ile birlikte bu ücra bahçeye ine­
rek incelemiştik.
216
SEM AVİ EYİCE
bu pırlanta eserleri yok etmiştir. Evkaf idaresi mektebin ittisalin­
deki arsaları paraya çevirdiği halde, bu tarihî kıymeti çok yüksek
dede yadigârını tamir etmek şöyle dursun, kiraya vermek lüzumu­
nu bile hissetmemiştir. Komşular, mektebin duvarlarını delmişler,
içerisini hurda eşya anbarı yapmışlar...». î. Hakkı Konyalı, yazısı­
nın sonunda yapının mimarî düzenine dâir de biraz bilgi verir :
«Mektep sonradan sofa haline konan üç sütunlu bir revak, bir mah­
zen ve bir de dört dılılı, kubbenin örttüğü salondan müteşekkildir.
Salonun kapı tarafında tahtadan bir de şirvan vardır. Altlı üstlü
yirmi pencere bu salona bol ışık dökmektedir. Kapısının üstünde
Nedim’in divanında, geçen on mısramdan, mektebin 1 1 3 8 yılında
yapıldığı anlaşılmaktadır.»49
Şimdi artık mevcut olmayan İstanbul Eski Eserleri Koruma
Encümeni 1945 yılında bu eser üzerinde durmuş ve 723 sıra numa­
rası ile 19 Ağustos 1945’de bir dosya açarak, bu eserin durumu hak­
kında bir rapor hazırlatmıştır. Buna da lüzum gösteren husus, Be­
lediyenin bu eseri yıktırıp ortadan kaldırmak istemesi ve bunun
için İsrarla Vakıflar idaresine başvurmasıdır. Encümen başlangıçda.
bu isteğe karşı çıkmış, fakat yıkılma tehlikesi (mail-i inhidam)’nm
varlığı ileri sürülerek Eminönü Kaymakamlığı, Belediye ve Vakıf­
ların yaptıkları bir müracaat üzerine, Encümen 25 Haziran 1943’deki toplantısında aldığı 131 sayılı kararla, «Vaktiyle tevsii sıra­
sında önündeki sebilin yıkılması suretiyle temelleri de kısmen açıl­
mış olduğundan, halen yıkılmağa mahkûm ve tehlikeli bir durum­
da bulunduğu görülmüş olduğundan (çar ve naçar) yıkılmasına ma­
ni olunamayacağından, hedmi hususunun Bakanlık yüksek maka­
mına arzı «uygun görülmüş ise de, alman cevapta muhafazası emr
olunduğundan, bu karar ilgili makamlara iletilmiştir.
Böylece İbrahim Paşa mektebinin, Eski Eserleri Koruma Eneümeni’nin yıktırılması hususunda olumlu kararma rağmen yıktı­
rılması Millî Eğitim Bakanlığı’nca önlenmiş oluyordu. Fakat Va­
kıflar ve Belediyenin bu kesin tavra rağmen mektebin yıktırılma­
sında direndikleri, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumunun 1945’de
idare heyeti (yönetim kurulu) tutanağından anlaşılmaktadır. Aynı
yılın bir ay sonraki tutanağında ise, 15 Şubat 1945’de Ankara’da
49 İbrahim Hakkı Konyalı, İbrahim Paşa mektebinin bugünkü acıklı hâ­
li, «Tan» gazetesi, yıl 4, no. 1105, 28 Mayıs 1938 tarihli, s. 5’de.
İSTANBUL’UN ORTAD AN K A LK A N B A ZI T A R İH İ E SE RLE Rİ
217
Millî Eğitim Bakanlığı’nda yapılan on günlük bir toplantıda, İstan­
bul’da kurtarılması gerekli eserler arasında «Yenipostahane arka­
sında İbrahim Paşa Mektebi»ne ilk sırada yer verildiği dikkati çek­
mektedir50. Fakat pek az sonra Millî Eğitim Bakanlığı tarafından
1946’da yayınlanan kurtarılması gereken eski eserlerin adlarını gös­
teren listelerde bu mektebe yer verilmemiştir51.
Daha 1943’lerde yıkılma tehlikesi olduğu gerekçesi ile ortadan
kaldırılması istenen bu tarihî eser, en ufak bir tamir görmeksizin
daha yıllarca 1968 yılma kadar kısmen ayakta durabilmiştir. Bu ta­
rihlerde Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu mektebin arkasmda bir işhanı yaptırmak düşüncesiyle bir proje hazırlatmış ve işi ihaleye de
çıkararak, mektebin harabesini yıktırmağa girişmiştir. 18 Aralık
1968’de Arkeoloji Müzesi asistanlarından E. Ataçeri’nin Gayrimen­
kul Eski Eserler ve Anıtlar Kurulu’na ihbarı üzerine, aynı gün Belediye’ye yazılan bir tezkere (sayı 732/1639) ile yıkımın durdurul­
ması istenmiş, ve 15 Ocak 1969’da Belediyenin verdiği cevapta (sa­
yı 10 00 37-9925), Vakıfların burada bir han yapmak istediği ve ça­
lışmaların durdurulduğu haber verilmiştir. Fakat Vakıflar, Yapı
İşleri Şefliği 27 Ocak 1969 tarih ve 36 sayılı yazısı ile,... işhanı ar­
sasındaki eski tonoz kalıntısının yıktırılacağı ve zaten işin de iha­
le edildiğini bildirmiştir. Ancak 4 Şubat 1969’da Vakıflar Genel Mü­
dürlüğü, Âbide ve Yapı İşleri Dairesi (sayı 34 II A o/312),... işhanı
arsasında bulunan tonozlu yapı kalıntılarının muhafazası gerekli es­
ki eserlerden olup olmadıklarını sormuştur. Anıtlar Yüksek Ku­
rulunda bu dosyaya ilâve ettiğimiz bir notta, bu kalıntının Damat
50 «Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni», sayı 39 (1945) s.
6, (f) maddesi; aynı dergi, sayı 40 (1945) s. 4.
51 M.E. Bakanlığı, Eski Eserler ve Müzeler G. Md., Türkiye tarihî anıt­
ları (Öntasarı), İstanbul 1946. 1945 yılında Ankara’da Millî Eğitim Bakanının
başkanlığında toplanan Eski Eserler ve Müzeler Danışma Komisyonu’nün ka­
rarları arasında, gündeme alman dağınık işler arasında (ki bunlar 14 madde­
den ibarettir), «İstanbul’da Yeni Postahane arkasındaki Damat İbrahim Paşa
Mektebinin kurtarümasma imkân görülmediğinden bu binanın rölövelerinin
yaptırılmasına karar verildi» denilmektedir ,bkz. Millî Eğitim Bakanlığı, Eski
Eserler ve Müzeler Birinci Danışma Komisyonu çalışmaları (15. II.-Z8JI.1945)
Ankara 1945, s. 22, madde 5. İstanbul Eski Eserler Encümeni’ndeki dosyasın­
daki bir kayıttan öğrenüdiğine göre, tahsisat yokluğundan bu karar yerine ge­
tirilememiş ve bu küçük binanın bir kaç saatte kolayca çıkarılabilecek rölövesi yaptırüamamıştır.
218
SEM AVİ EYÍCE
İbrahim Paşa mektebi ve sebiline ait olduğu, ve muhakkak korun­
ması gerektiği, parselde bina yapılabilirse de, sebil kalıntısının ye­
ni binanın köşesinde restore edilerek muhafazasının, hatta ihyası­
nın mümkün olduğu yazılmıştır. Kurul, 183. toplantısı (8 Şubat
1969) aldığı karar ile (sayı 4428) sebilin restore edilmesi şartı ile,
Belediye İmar nizamlarının kabul ettiği yükseklikte bir bina yapı­
mına izin vermiştir. Fakat İstanbul Vakıflar Yapı İşleri Şefliği bu
karardan hoşnud olmamış ve 24 Şubat 1969’da yazdığı raporda hâlâ
İsrarla ...harap tonoz bakiyesi...» dediği kalıntıların restore edil­
mesine imkân olmadığı ve bunun «... Esasen Venedik kararlarına
da aykırı bulunduğunu...» bildirmiştir. Bu rapora karşılık olarak
15 Mart 1969’da Anıtlar Yüksek Kuruluna takdim ettiğimiz ikinci
yazımızda önceki düşüncemizde direnmiş ve sebilin yaşatılmasını
teklif etmiştik52. Kurul da 185. toplantısında 12 Nisan 1969’da al­
dığı kararla (sayı 4543) sebilin yapılması şartı ile inşaat iznini ver52 Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’na verdiğimiz
ve aslı Kurul arşivindeki dosyasmda bulunan 15 Mart 1969 tarihli raporumu­
zun bir kopyasmı burayá geçirmeği uygun buluyoruz :
15.111.1969
ANITLAR YÜKSEK KURULU BAŞKANLIĞINA
1— Büyüle Postane arkasında, Aşir éf. caddesi kenarında bulunan Damat
Nevşehirli İbrahim Paşa sebili kalıntısı, tarihimizde önemli bir şahsın kendi
adına yaptırttığı bir hayır eseri olarak korunması gerekli bir tarihî eserdir.
2— Sebilden bugün bir sebilci odası ile, sebüin büyük kemeri ve sebilin
dairevî kısmının temeli kalmıştır. Evvelce Arkeoloji Müzesine nakledilen taş­
larından bir kısmı halen durmaktadır.
3— Sahibinin tarihî hatırasını yaşatmak için sebilin muhafaza edilerek ih­
ya edilmesini ve böylece yapılacak işhanınm köşesinde değerlendirilmesini tek­
lif ederim. Sebüin arka duvarı ile temel kavsi malûm olduğuna göre bir ihya
projesi çizmek zor değildir. Bu hususta devir itibariyle yakını olan, Bayazıd’da
Üniversite Kütüphanesi yanındaki Kaptan Paşa sebüi örnek alınabüir.
Jf— Böyle bir ihya’nm « Venedik Kararları» denilen ve şaşmaz bir kanun
gibi riayet edilmek istenilen esaslar ile münasebeti anlaşılamamıştır. Ölçüsü ve
elemanları büinen bu eser, ihya edildiği bir kitabe ile de durum belirtildiği tak­
dirde, tarihî bir hatıra yaşatılmış olacaktır. «Venedik Kararlan», her devresi,
her eserine bu derecede sert bir kanun halinde tatbik edümiş olsa, İkinci Dün­
ya Harbinde yokolan nice İtalyan, Alman, Ingüiz eski eserlerinin arkeolojik
buluntu gibi bırakılması gerekirdi. Halbuki durum bunun aksinin tatbik edil­
diğini gösterir.
Saygilanmla.
Prof. Semavi Eyice
İSTAN BU L’UN ORTAD AN K A LK A N B A ZI T A R İH İ ESERLERİ
219
miştir. Aradan ikibuçuk yıl geçtikten sonra, Vakıflar 8 Ekim. 1971
tarih ve 3261 sayılı yazısı ile, inşaatın bittiğini, çeşme (!) nin yeri­
nin duvar olarak bırakıldığını, sebilin projesi yapılarak tamamlana­
cağını ancak «... bu geçen zaman içinde binanın kullanılması ve Va­
kıfların gelirinden mahrum kalmaması için, iskân ruhsatı verilme­
si hususunda (çünkü Belediye şart yerine getirilmediği için ruhsat
vermemiştir) Belediyeye yazılmasını...» rica etmektedir. Kurul
Başkanlığının bu isteği olumlu cevaplaması üzerine de Sadrâzam
Nevşehirli İbrahim Paşa mektebi ve sebilinin herhangi bir hatıra­
sının yaşatılması artık bir hayal olmuştur. Böylece bir tarih anıtı­
nın hiç değilse bir parçasının Venedik tüzüğüne aykırı düşeceği ge­
rekçesi ile yeniden yapılması önlenmiştir53. Bugün Sadrâzam Nev­
şehirli İbrahim Paşa mekteb ve sebilinin en ufak bir izi kalmamış,
kitabesinin de ne olduğu öğrenilememiştir. Nitekim İstanbul Sıbyan mektepleri hakkında İstanbul Teknik Üniversite’de bir doktora
tezi yapan Özgönül Aksoy 1968’de yayınlanan bu çalışmasında, bu
eseri bulunamayanlar arasında işaret ederek «BabIali’den Sultan
Hamamı’na doğru giderken Nafia Dairesi’nin karşısmda» olduğunu
ve sadece zemin kata ait bir kaç duvar ve taş parçası kaldığını ki­
tabesinin de olmadığını yazmıştır54.
Aşir Efendi caddesine doğru arazi meyilli olduğundan, bu ta-'
rafta yüksek bir cephesi olan sıbyan mektebinin mimarisi hakkın­
da elimizde bazı bilgiler ile birlikte eski resimleri bulunmakta ve
tamamen yıkılmcaya kadar görüp, tanıdığımız için, kendi müşahe53 «Venedik tüzüğü», eski eserlerin nasü tamir ve ihya edileceği husu­
sunda bazı prensipleri ortaya koymak üzere 1964’de düzenlenmiş bir metindir.
Bkz. Cevat. Erder, « Venedik Tüzüğü» Uluslararası tarihî anıtları onanm ku­
ralları, «Vakıflar Dergisi» VH (1968) s. 111-115; Feridun Akozan, Türkiye’de
tarihî anıtları koruma teşkilâtı ve kanunlar, (G.SA.. Mimarlık Bölümü, Rölöve
ve Restorasyon kürsüsü yaymı, 4
) İstanbul 1977, s. 41-44. Son yıllarda yur­
dumuzda bazı eski eserlerin ihyası bahis konusu olduğunda bu iş herhangi bir
sebeble eğer yapılmak istenmiyorsa, aslında çok değerli ve büyük ölçüdeki sa­
nat eserlerine gelişi güzel müdaheleleri önlemek düşüncesiyle ve iyi niyetle ha­
zırlanmış olan bu tüzük, kayıtsız, şartsız bir «vahiy» gibi inanılmış gözüküle­
rek, destek yapılmakta ve böylece ihyası kolayca mümkün tarihî eserlerin yaşatılmasından kaçınılmaktadır.
54 Özgönül Aksoy, Oşmanlı devri İstanbul Sibyân Mektepleri üzerine bir
inceleme (Doktora tezi-Istanbul Teknik Üniv.-Mimarlık Fakültesi yaymı) İs­
tanbul 1968, s. 80.
220
SEM AVİ E YlC Ë
delerimiz de bunları tamamlamaktadır. Biraz yukarısında olan hep­
si de İbrahim Paşa’nm vakıfları olan Acımusluk mescidi, medresesi
ve hamamı ile küçük bir manzume (com plexe) teşkil eden bu eski
eserin esas girişi yandaki yokuşda idi. Buradaki kemerü bir kapı­
nın üstünde yukarıda metni verilen kitabe bulunuyordu. Mektebin
altında uzun süre perişan bir kahvehane olarak kullanılan bir bod­
rum katı vardı. Burada Aşir Efendi caddesine açılan küçük bir ka­
pıdan sebile geçiliyordu. Herhalde bütün benzerlerinde olduğu gibi
evvelce içeride bir hizmetli odası ile bir de helâ olan bu tonozlu bod­
rumun, caddeye bakan tarafında kemerli iki dükkân bulunuyordu.
Kapının iç tarafında küçük bir avlu vardı. Mektebin girişinde ikisi
yan duvarlara bitişik, dört mermer sütunlu bir revak uzanıyordu.
Kemerlerle dışarı açılan bu revak dehlizinin üç bölümü tuğladan
çapraz tonozlarla örtülmüştü. Revakm mermer sütunlarının sarkıt­
mak stalaktitli ve ikişer ikişer eş olan güzel başlıkları vardı. Revaklı dehlizden kenarda olan mermer çerçeveli bir kapıdan esas me­
kâna geçiliyordu. Bu mekân ayrıca demir parmaklıklı üç pencere­
den revak tarafmdân da ışık alıyordu.
Sıbyan mektebinin esas mekânı ekseriyetle benzerlerinde oldu­
ğu gibi, tek büyük bir salondan ibaretti : İki tarafında altlı üstlü
her cephede açılmış sekizer pencereden ışık alıyordu. Ankara cad­
desi tarafındaki yan duvarda ise ortada bir ocak yer aldığından
burada sadece altlı üstlü dört pencere vardı. Böylece mektebin esas
mekânı yirmi üç pencereden aydınlanıyordu. Pencerelerden alt sı­
rada olanlar taş çerçeveli ve lokma demir parmaklıklı idi; üstte­
kiler ise sivri kemerliydiler. Mekânın üstünü, tuğladan büyük bir
aynalı tonoz örtüyordu. Sebilin bulunduğu köşede toprak seviyesi­
nin aşın derecede indirilmesi yüzünden bu taraf da temel' zayıfladı­
ğından, tonozun bu köşesi çatlamış ve delinmişti. Esas mekânm
içinde, revaka bitişik olan duvar boyunca ahşap bir de şirvan bu­
lunuyordu ki, bunun sonradan yapıldığı anlaşılıyordu. Alttaki bod­
rum katmda olan helâya ve hizmetli odasına, revakdaki bir .mer­
divenden iniliyordu55.
Sıbyan mektebinin köşesinde bulunan sebil, bodrum katının bu­
rada bir pah biçiminde kesilmesi suretiyle elde edilen kemerli bir
55 Bodrum katmda olması gereken helâya iniği sağlayan merdivenin ne­
reden başladığını bilmediğimizden, krokimizde onu işaretleyemedik.
İSTANBUL’UN ORTAD AN K A LK A N B A ZI TAR İH İ ESERLERİ
221
yüzün dış. tarafına eklenmişti. Sebilin bir yarım daire biçiminde ol­
duğu ve ölçüleri gerek 1970’e kadar duran arka duvar kemerinden,
gerek yaya kaldırımı üstündeki temel izlerinden anlaşılıyordu56.
Böylece sıbyan mektebi altında bir sebilin bulunması ile,' Osmanlı
devri Türk sanatının bir geleneği, mektebin bir sebil veya çeşme
ile birleştirilmesi prensibi burada bir defa daha tekrarlanmış olu­
yordu57.
'
Bu yazımızda tanıtmağa çalıştığımız, kaybolmuş üç tarihî eser­
den son ikisi, çok yakın yıllarda, âdeta kasıtlı bir biçimde ve lü­
zumsuz olarak yok edilip gitmiştir58. Temennimiz bu sorumsuzca
56 Sebilin temeli ölçülerde hiçbir şüphe bırakmayacak biçimde durduğu­
na, etek kısmının mermerleri de Arkeoloji Müzesi bahçesinde bulunduğuna ve
aynı Nevşehirli İbrahim Paşa’nm bu sebüden az önce yaptırttığı, Şehzadebaşı’ndaki sebüi de mevcut olduğuna göre, tarihimizde çok önemli bir kişinin ha­
tırasını yaşatacak bir eserin, üzerine süslemeler yapılmaksızın neutre bir bi­
çimde ihyası herhalde büyük bir güçlük yaratmaz ve büyük bir hassasiyetle
üzerine «titrendiği» anlaşılan «Venedik tüzüğünü» de herhalde rencide etmezdi.
57 İstanbul’un hemen hemen belli başlı bütün sıbyan mekteplerinin alt
katlarmda bir sebil veya çeşme hatta bazen her ikisi de bulunmaktadır. Nev­
şehirli mektebinin altmda bir sebüin varlığını kesinlikle büiyoruz. Ayrıca bir
de çeşme olup olmadığı hakkında bir bilgimiz yoktur.
58 Damad İbrahim Paşa’nm zevcesi Fatma Sultan’ın H. 1140 ( = 1727)’da
adma yaptırılan (Bu cami hak. bkz. Hüseyin Efendi, Eadika, I, s. 156), ve İstan­
bul Vüâyeti karşısmda bulunan sağlam durumdaki cami de hiçbir gerekçe ol­
maksızın 1956’da yıktırüıp ortadan kaldırılmıştır. Camiin içini ve kitabesini
gösteren iki fotoğraf elimizde bulunmaktadır. Bu camiin yapımı Ue ilgili Ne­
dim’in bir tarihi vardır, bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, Nedim divanı, 2. baskı, s.
175- Bu tarihde :
Geçerken devlet-ü izzetle bir gün gördü kim olmuş
Serâya muttasü mescid mürûr-ı dehr ile viran
Karîn-i izdivacı âsaf İbrâhîm Pâşâ’ya
Buyurdu kasdim etmektir bunu bir câmi-i-zî-Şân
O sâat emredip bu ma’bed-i zibâyı yaptırdı
Ki olur tarh-ı matbûun temâşâ eyliyen hayran
Bu mısra’la Nedîmâ söyledi târih-i itmamın
Ne a’lâ cami’ ihya etti el-Hak Fâtıma Sultan
1140
denilmektedir ki, bu da Fatma Sultan’m Sadrâzam Nevşehirli İbrahim Paşa
222
SEM AVÎ EYÎCE
davranışlara artık bir son verilmesi ve bu şehrin tarihi anıtlarına
karşı biraz daha saygılı davranılmasmın gerektiğidir.
sarayına komşu olan harap bir mescidi ihya' suretiyle bu camii yaptırtmış ol­
duğunu gösterir. Saraym, şimdi Vilâyet olan Bâb-ı âli yerinde olduğu bilinir.
Böylece gerek İbrahim Paşa’nm gerek zevcesi Fatma Sultan’m hayır yapıları­
nın bu semtte oluşları, İbrahim Paşa sarayının bulunduğu yere de birer işaret
teşkil ediyorlardı. Fakat ne yazık ki bu işaretlerin hepsi de ortadan kaldırıl­
mıştır.
İSTAN BU L’UN ORTAD AN K A L K A N ’ B A ZI T AR İH İ ESERLERİ
Resim 1 — Papasoğlu mescidinin vaziyet plânı
(Pervititch’den).
Resim 2 — Papasoğlu mescidinin plânı
(çizen A. Saim Ülgen).
223
224
SEM AVÎ EYÎCE
Resim 3 — Papasoğlu mescidinin eski bir fotoğrafı.
Resim 4 — Papasoğlu mescidinin harap hali.
İSTANBUL’UN O RTAD AN K A L K A N B A ZI T AR İH İ ESERLERİ
225
Resim 6 — Papasoğlu mescidinin kitabesi.
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 15
22e
V.
İSTANBUL’UN ORTADAN K A LK A N B A ZI T AR İH Î ESERLERİ
Resim 8 — Ömer Efendi namazgâhının 1957’deki halt
Resim 9 — Ömer Efendi namazgahı yanındaki haz ire 1957’de.
227
228
SEM AVİ EYİCE
Resim 10 — Ömer Efendi namazgahı çeşme kitabesi 1957’de.
İSTAN BU L’UN ORTAD AN K A L K A N B A Z I T A R İH İ ESERLERİ
229
Resim 11 — Ömer Efendi namazgâhı mihrap
taşı.
S E M A V Î E Y İC E
Resim 13 — Ömer Efendi namazgâhmm parçalanan çeşme taşı.
Resim 14 — Ömer Efendi namazgâhmm kesilen ağaçlarından biri.
İS T A N B U L ’U N O R T A D A N K A L K A N B A Z I T A R İH İ E S E R L E R İ
23İ
Resim 17 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebinin vaziyet plânı (1875’e doğru
basılan İstanbul plânından).
Resim 18 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebinin takribi krokisi.
232
SEM AVİ EYİCE
p r^ g r
W
O
10
60cm.
Resim 15a, b — Kıble taşı ve kuyu
bileziğinin desenleri.
Resim 16 — Papazın bahçesindeki bağ evinin krokisi (1957).
İSTANBUL’UN ORTAD AN K A L K A N B A ZI T AR İH İ E SE RLE Rİ
233
Resim 19 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebinin Büyük Postahane tarafındaki
cephesi.
234
SEMAVİ EYİCE
Resim 20 — Nevşehirli İbrahim Paşa meletebinin yan cephesi.
Resim 21 :— Nevşehirli İbrahim Paşa mek­
tebi sokaktan girişi.
■
İSTANBUL’UN ORTADAN
KALKAN
BAZI TARİHİ ESERLERİ
Resim 23 — .Nevşehirli İbrahim Paşa mek­
tebi içi ve ocak yeri.
235
Resim 22 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebi revak sütunları.
236
SEM AVİ EYİCE5
Resim 25 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebi dıştan.
İSTANBUL’UN ORTAD AN K A L K A N B A ZI T AR İH İ ESERLERİ
237
Resim 26 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebi revak cephesi ve esas giriş.
Resim 27 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebi içi.
238
SEM AVİ EYİCE
Resim 28 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebi yıkıldıktan sonra bir süre duran
sebü kalıntısı.
Resim 29 — Nevşehirli İbrahim Paşa mektebi altındaki sebilin parçaları.
HAŞAN KÂFÎ EL-AKHİSARÎ VE DEVLET DÜZENİNE
AİT ESERİ
USÛLÜ’L-HİKEM F î NİZÂMİ’L-ÂLEM
Mehmet tpşirli
.
"j '
j-
XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı müesseselerinde ve genel durumda bir gerilemenin ve bozulmanm oluşmaya, baş­
ladığı görülmektedir. Bü olumsuz gelişme daha ilk andan itibaren
dikkati gekmiş, bir taraftan devlet çeşitli yollarla bunun önünü al­
mak için ilgililere fermanlar, adâletnâmeler göndererek veya fev­
kalâde yetkileri hâiz kimseler görevlendirerek tedbirler alırken bir
taraftan da daha erken dönemlerden başlayarak bazı Osmanlı ilim
ve devlet adamları eserlerinde meseleleri bütün açıklığıyle ortaya
koymağa ve ilgilileri uyarmağa gayret etmişlerdir. Lütfi Paşa,
Mustafa Âlî, Haşan Kâfî, Kitâb-ı Müstetâb müellifi ve Koçi Bey’i
bunlar arasında sayabiliriz.
H a ş a n K â f î 1 : XVI. asrın ikinci yarısı ile XVH. asır baş­
larında yaşamış olan müellif çeşitli alanlarda eserler yazmış ve bir
çok ilmiye hizmetlerinde bulunmuştur. Nizâmtâl-ulemâ ilâ hâtemi’ lenbiyâ adlı eserinin sonunda kendi; hayati hakkında bilgi vermek­
tedir2.
1 Hazım Sabanovic, Haşan Kâfi’nin hayatı ve eserleri üzerinde etraflı
bir araştırma yapmıştır. Burada, gerek hayatı gerek eserleri- hususunda bu
araştırmadan faydalanılmıştır. H. Sabanovic, Haşan Kafi Pruscak, Prilozi za
orijentalnu filologiji, XIV-XV, 1964-5, Sarajevo 1969, s. 5-31.
2 Bu eserin bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi, Kılıç Ali Paşa Ktb. Nr.
753/3 de bulunmaktadır. Müellif burada otobiyografisini vermiştir. Ancak
hayatının sonlarına kadar gelmemektedir.
240
MEHMET ÎPŞİRLÎ
Haşan Kâfî b. Turhan b. Dâvûd b. Ya'kûb ez-Zîbî el-Akhisarî
el-Bosnavî, Ramazan 951 (Kasım-Aralık 1544) de Bosna eyâletine
bağlı Akhisar (Prusac, Mittelbosnien) ’da doğmuş, on iki yaşında
iken ilim tahsiline başlamıştır. Memleketinde bir süre okudukdan
sonra tahsilini ilerletmek için 1566 yılında İstanbul’a gelmiştir. Çatalca’da tedris görevinden emekli Ali Efendi’ye intisâb etmiş ayrı­
ca Kadıasker Molla Ahmed el-Ensârî, Mevlânâ Bâlî b. Yûsuf ve Mır
Gazanfer b. Ca'fer el-Hüseynî’den ders okumuştur. 1580 yılından
itibaren Kâfî .mahlasını kullanmağa başlamıştır. ■
İstanbul’da tahsilini tamamladıktan sonra 983/1575’de mem­
leketi Akhisar’a dönerek burada tedris görevine başlamış ve bu sı­
rada çeşitli eserler telif etmiştir. Kendi kaydına göre ilk eseri Ri­
sale fî tahkiki lafzı Çelebi’dir. Daha sonra müderrislikten kadılığa
geçerek 1583’de Akhisar kadısı olmuştur.
İstanbul’a mülâzemet için tekrar gelmiş bir süre kaldıktan son­
ra Sirem kadılığı verilmiştir. Bu arada dersler de veren Haşan Kâ­
fî Kitâbu semtü’l-vusûl ilâ ilmi’ l-usûl adlı eserini yazmıştır.
1000/1591-2 de hacca gitmiş son eserini hacc sırasında Kudüs,
Şâm ve Haremeyn ulemâsına ve dönünce Pâyitaht ulemâsına gös­
termiş, hepsi tarafından beğenilerek buna bir şerh yazması isten­
miştir. Bundan sonra değişik yerlerde kadılık yapmış fakat Erdel’de karışıklık çıkması üzerine Akhisar’a dönerek memleketinin tale­
besine çeşitli dersler okutmuştur.
, 1004/1596’da Kitâbu semtü’ l-vusûl ilâ ilmi’ l-usul i şerh etmiş
ve bu arada meşhur eseri Usûlü’l-hikem fî nizâmi’ l-âlem i yazmıştır.
4.
Muharrem 1005/28 Ağustos 1596 da İH. Mehmed’in Eğri se­
ferine katılmak üzere Akhisar’dan sefere hareket etmiştir. Sefer
sırasında bu eserini ulemâdan ve devlet erkânından bir çok kimse­
ye göstermiş ve çok beğenilerek, kolayca istifâde edilmesi için türkçeye tercüme ve şerh edilmesi istenmiştir. Mükâfat olarak M üellife
Akhisar kazası tekaüd tarîkiyle verilmiş ve bölgenin talebelerine
ders okutması şart koşulmuştur.
1014/1605’de Vezîriâzam Lala Mehmed Paşa’nm Estergon se­
ferine katılmıştır. Bundan sonra Müellif tamamen kendisini ilim ve
tedrise vermiş, daha önce yazmış olduğu bazı eserleri temize çek­
miştir.
Nev‘î-zâde Atâ’î, Haşan Kâfî’nin Nev-âbâd adiyle bir kasaba
vücûda getirdiğini ve burada bir câmi, bir medrese, bir mekteb in-
H A SA N K Â F Î VE E SE Rİ
241
şâ ettiğini bunları yaşatabilmek için bir çok vakıflar tesis ettiğini
ve bina ettiği camiin avlusunda medfûn olduğunu yazmaktadır3.
15 Şa'bân 1025/28 Ağustos 1616 da Akhisar’da vefat etmiştir4.
E s e r l e r i : Haşan Kâfî muhtelif konularda eserler yazmış­
tır, ancak bunların çoğunluğunu fıkhı eşerler teşkil etmektedir.
Konularına göre eserlerini şu şekilde sıralayabiliriz5.
Filoloji
1. Risale fî tahkiki lafzı çelebi
2. TemMsu’ t-telM s fî ilrrıi’ l-belâğa
3. Şerhu temhîsu’t-telhîs
Fıkh
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
Hadîkatü’s-sdlât fî şerhi muhtasarı’s-salât
Risale fî hâşiyeti kitâbu’d-daevâ li Şadrı’ş-şerVa
Beyfü’ l-kuzât fi’ t-taezîr
Risale fî ba'zı mesâlihi’ l-fıkh
Şerhu muhtasarü’ l-Kııdûrî
Semtü’ l-vusûl ilâ ilmi’ l-usul
Şerhu semtü’l-vusûl ilâ ilmi’ l-usûl
Kelâm
11. Ravzâtü’l-cennât fî usüli’ l-i‘ tiködât mm ilrm’l-kelâm
12. Ezhâru’r-tfavzât fî şerhi ravzâtü’ l-cennât
13. Nûrü’ l-yakin fî usûli’ d-dîn
Felsefe
14. Muhtasaru’ l-kâfî mine’l-mantik
3 Nev‘î-zâde Atâ’î, Had&’iku’l-hakâ’ik fî tekmüeti’ş-şak&’ik, İstanbul,
1268, s. 283-4.
4 Hayatı ve eserleri için ayrıca bk. Mehmed Süreyya, .Sicül-i Osmanî, n ,
130; M. Tahir, OsmanlI Müellifleri, I, 277.
5 H. Sabanovic, eserlerini konularına göre ayırmış, her bir eser hakkında
bügi vermiş bulunduğu hütüphaneleri belirtmiştir. Burada onun tasnifi esas
alınmıştır. Geniş bügi için bk. agm.
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 16
MEHMET ÎP ŞİR L İ
242
15. Şerhu muhtasaru’l-kâfî mine’l-mantik
‘
Târih
16. Nizâmu’ l-ulemâ ilâ hâtemv’l-enbiyâ
Siyâset
17. Usûlüfl,-hikem fî nizâmi’ l-âlem
Usûlv/l-hikem fî nizâmi’ l-âlern,: Haşan Kâfî’nin yukarıda ve­
rilen eserleri içinde en tanınmış ve üzerinde durulmuş olan eseridir.
İsminden de anlaşılacağı üzere eser siyâsetnâme tarzında arabça
olarak yazılmıştır. Takdim edildiği kimselerin tavsiyesi üzerine
türkçeye açıklamalı olarak tercüme edilmiş ve 1005 yılında tamam­
lanmıştır.
Müellif esşrini yazmak için pek çok kaynakdan istifâde ettiğini
bunlar içinde iki tanesinden bilhassa faydalandığını yazmaktadır.
Bunlardan birincisi Kâdî Beyzâvî’n in . Envâru’t-tenzîl ve esrâru’ tte’vîl adlı tefsiri6, İkincisi ise Mahmûd ez-Zemahşerî’nin Rebî‘u’ 1ebrâr adlı nasîhatnâme tarzındaki eseridir7.
Usûlü’l-hikem’i aynı asırda yazılmış siyâsetnâme tarzındaki di­
ğer eserlerden ayıran en önemli özellik muhtevasmın daha çok
Kur’ân-ı Kerim, hadisler ve bazı tanınmış kimselerin sözlerinden
yapılan nakillere dayanması, verdiği misallerin de Bosna havalisine
ait bir iki örnek dışında Osmanlı öncesi, hatta sık sık îslâm ön­
cesi eski Yunan ve Sasanî devirlerinden alınmış olmasıdır. Hayat­
larından veya sözlerinden örnekler verdiği şahıslar arasında İsken­
der, Ardeşir, Yezd Cerd, Bustî, Sultân Mansûr, Hazreti Lokman,
6 Beyzâvî’nin (öl. 1291) iki ciltlik bu tefsiri îslâm dünyasında çok meş­
hur olmuş, üzerine pek çok şerh ve haşiyeler yazılmıştır. Dirayet tefsirleri­
nin en güzellerinden olan bu eser Osmanlı medreselerinde tefsir kitabı olarak
devamlı okutulmuştur.
■ -7 Zemahşerî’nin (öl. 1144) Rebî'u’l-ebrâr adlı arabça eserini AmasyalI
Hatîb Kasımoğlu Mühyiddin Mehmed (öl. 1533). kısaltarak Ravzatii’l-alibâr
acüı eseri meydana getirmiştir. Meşâ’irü’ş-şu’arâ müellifi Aşık Çelebi (öl. 1571)
bu eseri arabçâdan türkçeye tercüme ederek H. Selîm’e sunmuştur, (bk. Ta­
rama Sözlüğü, I, LXÜ). Eser elli «Ravza» dan teşekkül etmektedir. Üniver­
site Ktb. TY. nr. 1548 de bir nüshası bulunmaktadır.
H A SA N K Â F Î VE ESERİ
243
Hz. Ali, Hz. Ömer, Afrasiyab, Benî Mühelleb, Sehl oğlu Fazl, Amr
b. Leys, Molla Fevrî vesaire bulunmaktadır. Osmanlı dönemi bü­
yüklerine yer verilmemiştir.
Eserin bir çok yerinde ifâde bozuklukları bulunmaktadır. Bun­
ların büyük kısmı arabça metnin parça parça tercüme edilmesinden
gelmektedir. Devrik cümlelere, cümle içinde tekrarlanan kelimelere
rastlanmaktadır. Baş kısımlarda ifâde karışıklığı sık görülürken
orta ve bilhassa sonlara doğru, düzelmektedir. Bu durum, sonlarına
doğru arabçalarm azalıp geniş ölçüde türkçe açıklamaların yer al­
masına bağlanabilir. Eski kelimelere de yer yer rastlanmaktadır8.
M u h t e v â ' s ı : Eser başlıksız bir girişten sonra bir mukad­
deme, dört asi ve bir hâtime’den teşekkül etmektedir.
Başlıksız girişte Müellif eserin telif sebebini anlatmaktadır.
980/1572-3 yılından beri peşpeşe gelen felâketlerin gittikçe huzu­
ru bozduğunu yerini karışıklıkların aldığını, bunun sebebleri üze­
rinde düşünürken bazı gerçekleri tesbit ettiğini yazmakta ve gö­
rüşlerini üç noktada toplamaktadır : Birincisi, âdâletin tevzii ve ül­
ke yönetiminde yapılan ihmaldir. Bunun sebebi memleketin ve hal­
kın işlerinin ehil olmayan ve dürüstlükten uzak kimselere verilmiş
olmasıdır.
İkincisi, devlet idaresinde temel prensiblerden olan müşavere­
nin ihmal edilmesidir. Bunun sebebi ise devlet adamlarının kendi­
lerinde büyük bir varlık görerek kibir ve gurura kapılmaları, ule­
mânın görüş ve kanaatlarına baş vurmadan, hatta böyle bir müşa­
vereyi zül addederek memleket idare etmeleridir.
Üçüncüsü, askerî alandaki düzensizlik, harb aletlerinin kulla­
nılmasında gösterilen ihmâldir. Bu da askerin kumandanından
korkmaması ve ona itaatsızlığından ileri gelmektedir.
Bütün bunların temelinde ise rüşvet hastalığı ve kadınların
sözlerine uyarak onlara mağlûb olmak bulunmaktadır.
Mukaddeme’de eski sınıflamaya uyularak insanlar dört gruba
ayrılmıştır. Birincisi sınıf, pâdişâhlar, vezirler, beğler, beğlerbeğiler
ve askerler gibi idareci zümredir, ikinci sınıf ulemâdır. Bunların
görevi yazdıkları eserler ve konuşmalar ile emr bi’l-ma‘rûf ve nehy
8 Dirilmek : yaşamak, ömür sürmek; Yürümek : gezmek, dolaşmak;
Eslemek: dinlemek, itaat etmek; B aşk a: ortaksız, müstakü gibi kelimeler
örnek gösterilebilir.
244
MEHMET ÎPŞİRLİ
ani’l-münker yapmalarıdır. Üçüncü sınıf, zirâat erbâbıdır. Onlara
reâyâ da denilmektedir. Dördüncü sınıf, sanat ve ticaret erbabıdır.
Bu sınıfları görevleri ile birlikte saydıktan sonra önemli bir
hususa temas etmektedir. Akıllı ve sâhib-i teklif olduğu halde bu
dört sınıfın dışında kalan kimsenin durumu ne olacaktır? Ona gö­
re bu durumdaki kimseleri diğer insanlara yük olmaktan kurtar­
mak için bu dört sınıftan birine girmeğe zorlamak lazımdır. Bun­
ları kendi hallerine terketmek asla doğru değildir. Hatta daha ileri
giderek işsiz, başkalarına yük olan böyle kimselerin bazı filozoflara
göre katledilmeleri gerektiğini söylemektedir.
Diğer bir yanlış uygulama ise, belirtilen sınıflardan birinin
diğerine geçmesi veya bu konuda zorlama yapılmasının son derece
zararlı olduğudur. Müellif kendi zamanını kasdederek, düzensizliğin
bir sebebinin reâyâ ve sanat erbabmın muharebeye zorlanması,
böylece şehir ve kasaba halkının işini, sanatını terkederek memle­
ketin harab olduğudur. Bir süre önce birer akçeye alman bazı nes­
neler şimdi onar akçeye bulunmaz oldu. Bosna’da bin tarihinden
beri ne zaman sefer olsa, seraskerler vilâyete adamlar göndererek
akin eken reâyayı ve sanat erbabmı zorla sefere sürürler, bu sebeble kasabalar ekinsiz kaldı.
Birinci asi : Devletin nizam ve intizamını sağlayan hususlar,
devlet başkanmda bulunması gereken vasıflar ve devlet başkanının
riâyet etmesi gereken hususları ihtiva etmektedir. Bunların başın­
da devlet başkanının âdil olması, dürüst kimseleri iş başma getir­
mesi, ulemâya ve ehl-i duâya değer vermesi, elinin açık ve vakar sa­
hibi olması, cezâda acele etmemesi gibi hususlar gelmektedir.
ikinci asi : Istişâre, re’y ve tedbîr hakkındadır. Kur’ân’daki istişâre ayetini verdikten sonra bir mukayese yaparak Hz. Peygam­
ber ashabı içinde en bilgili kişi olduğu halde istişare etmesi emredil­
miştir, burada asıl amaç istişârenin Islâm ümmetine sünnet oldu­
ğunun gösterilmesidir demektedir. Devlet adamları istişâreyi ule­
ma ile, akıl ve basiret sahibi kimseler ile yapmalıdır.
Üçüncü asi : Harb aletlerinin kullanılmasının vacib olduğu beyamndadır. Silâha ve gelişmiş harb malzemesine sahib olan tara­
fın üstünlük sağladığını belirttikten sonra yaklaşık olarak elli yıl­
dan beri düşmanm yeni harb aletleri ile galib geldiklerini Hırvat
bölgesinde müşâhade ettiğini söylemektedir. Askerin ihmalkârlı­
H A SA N K Â F İ VE ESERİ
245
ğından, komutanların harbe teşvik etme usulünü bilmediklerinden
yakınmaktadır.
Dördüncü asi : Zafer hakkındadır. Hezimetin sebebleri hakkın­
dadır. Zafer Allah’ın yardımıyle gerçekleşir, ancak komutanlarm
askeri çok iyi yetiştirip, idare etmeleri gerekir. Ulemânm, şeyhle­
rin, ulu kişilerin dualarını almak, manevî desteğini kazanmak çok
şeyi değiştirebilir. Kendi zamanında ise bu zümrenin çok rencide
edildiğini, onlarla alay edildiğini bunu ise genellikle Kapıkulu züm­
resinin yaptığını anlatmaktadır.
Hâtime : Sulh ve ahid hakkındadır. Büyüklerden naklen sava­
şın zor ve acı, barışın ise emniyet ve rahatlık olduğunu, banş iste­
yen bir millet ile savaş yapmanın büyük hata olduğunu yazmakta­
dır. Son olarak ahid üzerinde durmakta, ahdi bozmanın büyük bir
hata ve günah olduğunu belirtmektedir.
Ü z e r i n d e k i ç a l ı ş m a l a r : Usûlu’l-Mkem’in. Türkiye’­
de ve yabancı kütüphanelerde pek çok yazma nüshaları bulunmak­
tadır. Bu durum, eserin Osmanlı toplumunda tanınan ve çok oku­
nan bir eser olduğunu göstermektedir.
Eser, ilk defa taş baskı olarak tab edilmiş, ancak yer ve tarih
belirtilmemiştir9. Daha sonra sadece türkçe metin biraz tâdil edile­
rek Tevfik imzasiyle Asır gazetesinde 1287/1870 de tefrika edilmiş,
sonra bu tefrika yayınlanmıştır. Ayrıca Ahmed Reşîd Paşa tara­
fından eserin ilaveli bir tercümesi yapılmış ve 1331 de Hicaz vilâ­
yet matbaasmda 63 sayfa olarak basılmıştır.
Çok erken tarihlerden itibaren üzerinde durularak fransızca10,
macarca11, almanca12, sırpca13 neşriyat yapılarak inceleme ve kısmî
9 Bu baskı metin hazırlanırken kullanılmıştır. Ancak yer yer imlâ ha­
talarının ve muhtevada eksikliklerin olduğu görülmektedir.
10 Garcin de Tassy, Principes de sagesse, touchant l’art de gouvemer par
Rizwan-benabdoul Ac-hissari, Journal Asiatic, Paris, IV, 1824, 213-226, 283-290.
11 Imre v. Karâczon, A y Eğri Török emlekerat a kormanyzâs mödjârol.
Eger vâra elfoglalâsa alkalmâval az 1596, evban irta Molla Haszân elkajâfi.
Budapest 1909.
12 L. Tallöczy, Eine Denkschrif des bosnischen Mohammedaners Molla
Hasan alkjafi, über die Art und Weise des Regierens. Archiv für slavische
Philologie XXXII, 1911, 139-158.
13 Nizam ul-alem (Uredba svijeta) Historijsko-politicka rasprava Napisao Hasan Cafi Pruscak, preveo Dr. Saffet-beg Basagic. Sarajevo 1919, GZM
XXXI, 1919, 165-181.
MEHMET İPŞÎRLİ
tercümeleri yapılmıştır. Prof. M. Tayyib Okiç Armağanı’ndan14 öğ­
rendiğimize göre merhum Profesör Haşan Kâfi ve eserleri üzerinde
Paris Üniversitesi’nde doktora yapmış ve Nizâmül-ulemâ ilâ Hâtem i’l-enbiyâ adlı eserinin tenkitli metnini ve fransızca tercümesi­
ni vermiştir15.
Ayrıca bir çok araştırmacı tarafından eser kullanılarak ikti­
baslar yapılmıştır. Bilhassa harb aletlerinin kullanılması ve bunun
zarureti üzerindeki görüşleri dikkati çekmiştir.
Haşan Kâfî’nin eserinden başka benzer ismi taşıyan iki ayrı
eser daha bulunmaktadır10. Birincisi Haşan Bey-zâde’ (öl. 1636) nin
usûlü’l-Mkem fî nizâmi’ l-âlem adlı eseri olup, tertib, muhtevâ ve
verdiği misaller bakımından Haşan Kâfî’nin eseri ile büyük benzer­
lik göstermektedir17. Başlangıç kısmından sonra bir mukaddime,
dört asıl ve bir hâtime’den teşekkül etmektedir18.
İkincisi işe İbrahim Müteferrika (öl. 1745)’nm Usûlü’l-Mkem
fî nizâmVl-ümem adlı eseridir19. Eser bir giriş kısmından sonra üç
bâbdan oluşmaktadır20.
Burada verilen metin hakkmda bir iki hususu zikretmek fay­
dalı olacaktır.
Daha önce belirtildiği üzere eser çeşitli tarzlarda basılmıştır.
Ancak bunların zor bulunur olması ve bilhassa tam olan taş baskı
metinde yer yer imlâ ve muhtevâ hatalarının bulunması sebebiyle
bazı yazma nüshaların yardımıyla yeni bir metin hazırlamanın fay­
dalı olacağı düşünülmüştür.
Burada, muteber bir nüsha olarak tesbit edilen Topkapı Sara­
14 Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi yaymı, Ankara 1978.
15 bk. age., s. XXI.
16 bk. Osmanlı Müellifleri, I, s. 277, not 2.
17 Yukarıda dipnot 7 de zikredüen kaynağı Haşan Beğ-zâde de kullan­
mıştır.
18 Eser hakkmda geniş bilgi için bk. Nezihi Aykut, Haşan Bey-zâde Ta­
rihi, İstanbul Edebiyat Fakültesi 1980, C. 1, s. 24-29 (Basılmamış doktora tezi).
19 Eser H. 1144 tarihinde Matbaa-yı Amire’de 48 sayfa olarak basılmıştır.
20 Bâb-ı evvel : Askere vucûb-ı nizâm ve hüsn-i intizâmdan tevellüd eden
menâfi’ beyânmdadır. Bâb-ı sânî : İcmâlen fenn-i coğrafya menâfü beyânındadır. Bâb-ı sâlis : Mülûk-i Nasârâ ve leşkerlerinün esnâfı ve tarz ve tavr ve tertîbleri ve hazar ve seferde ve kıtâl ve cidâlde i’tiyâd eyledükleri kavânîn ve
merâsim-i harbiyeleri beyân olunur.
H A S A N K Â F İ VE E SE Rİ
247
yı Müzesi Kütüphanesi Revan kısmı 419 nolu yazmanın21 (R) varak
numaralan verilmiştir. Matbu metin (M) ve aynı kütüphanedeki
Y. 572 nolu yazmadan22 (Y) istifade edilmiş, yer yer (M) ve (Y) nin
ifadesi (R) ye tercih edilmiştir. Ancak makale ölçüleri içerisinde
kalındığından, bunlar gösterilmemiştir.
Burada eserin tertibi değiştirilmiş, arabça ye türkçe kısımlar
birbirinden aynlmıştır. Daha önce belirtildiği gibi eser müellifi ta­
rafından arabçadan türkçeye çevrilirken bir bütünlük arzedecek şe­
kilde cümle cümle yapılmayıp, ufak parçalar halinde yapılmıştır.
Arabça metinde herhangi bir değişiklik gerekmemekte ancak türk­
çe metinde bütünlük ve anlaşılabilirliği sağlamak için yer yer tak­
dim ve tehirler yapma zarureti olmuştur.
Metinde eski imlâya riayet edilmiş, ancak transkripsiyon harf­
leri kullanılmamıştır. Sadece £
ve j
harfleriyle başlayan uzun
hecelerde ( A) işareti yerine kalın okunuşu sağlamak için «kâdî»
ve «gayet» kelimelerinde olduğu (-) işareti konulmuştur.
USÛLÜ’L-HÎKEM F î NÎZÂMÎ’L-ÂLEM*
Hamd ol Nâsvr u Kahhâr’a ki itdi mansûr
A sker-i dîn-i zafer-rehber, küfri mdkhûr
Hem salât-ile selâm ola Rasülü’Tlâh’ a
Kseyledi muccize-i âliyesi anda zuhûr
Dahi ashabına ve âl-i kirâmma anun
K ’oldı anlar ile bünyân-ı şerVat maemûr
Emmâ ba‘d : şol zamân ki Pâdişâh-ı zıllu’llâh ve Şehinşâh-ı
âlem-pönâh, sultân-ı selâtîn-i Rûm ve Arab ve Acem ve hâkân-ı havâkuı-i mülûk-i rikâb-ı ümem, kâli‘-i kılâ‘-ı kefere-i Üngürüs, kâtı*-ı
21 Tavsifi için bk. F.E- Karatay, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi
Türkçe yazmalar katalogu, X, s. 500.
22 Tavsifi için bk. age., I, s. 622
* Farsça beyitlerin okunuşunda yardımcı olan Prof. Dr. Nazif Hoca’ya
ve metni okuyarak bazı düzeltmeler yapan Dr. îsmaü Erünsal’a teşekkürlerimi
sunarım.
248
MEHMET İPŞİRLİ
nizâ-'-ı fecere-i Erdel ve Rus, hulâsa-i selâtîn-i Âl-i Osmân, di‘âme-i
esâtîn-i zemîn ü zaman, ferîd-i devr-i Osmânî, ebü’l-feth-i sânî, Sul­
tân gâzî Mehmed Hân b. Sultân Murâd Hân b. Sultân Selîm Hân b.
Sultân Süleymân Hân, B e y t:
Sanmanuz kim anı medh idebilür takririm
Belki vasfıyle medh alınıser tahrîrim
—Hallede’llâhu ta'âlâ hilâfetehu ve ebbede saltanatehu ilâ inkızâ’i’zzamân ve intiha’Vd-devrân-— hazretleri izzet ve sa'âdet ile ve şev­
ket ve şecâ'at ile kal‘e-i Eğri seferine azimet buyurdılar. Bu, du‘â-yı
hayrlarında mücidd ü sâ‘î olan dâ'îleri dahi mahzâ ibâdet-i [2a] gazâda, belki mahallinde du'âda bulunmak niyetiyle sefer-i mezbûre
bile varup, ol feth-i mübîn ve nusret-i dînde ve ol vak‘a-i kiibrâ ve
ma'reke-i uzmâda, ol mübârek gazâda, ol ceng ü vegâda hâk âlûde
olup ve. du'âda bile bulundum.
Bundan akdem Akhisar’da zâviye-i uzletle münzevî ve kûşe-i
vahdetde muntavî iken nizâm-ı âleme müte'allık bir risâle-i latife
ve mecelle-i şerife te’lîf ve tertîb ve tasnif itmişdim. Bu sefer-i mü­
bârek ü meymûnda hem-inân ve hem-nkâb-ı hümâyûn olan a‘lâm-ı
ulemâ’-i izâm ve erkân-ı devlet ve a'yân ve vüzerâ’-i kirâm-ı dîvân
hazarâtma arz u iş'âr olundukda cümlesi kabûl ve pesend idüp,
tahsîn-i beliğ ve ihsân-ı bî-dirîğ buyurmağla, lisân-ı Türkî ile ter­
cüme ve şerh olunup arz olunması evlâ idüğine re’y ü işâret buyur­
mağın bi-avni’llâhi’l-Meliki’l-mennân lisân-ı Türkî ile şerh u beyân
ve îzâh u iyân idüp, gâyetde vâzıh u âsân olan ta'bîr ile takrir ü
tahrîr eyledim ki a‘yân-ı aShâb-ı dîvân ve erbâb-ı eyvân-ı sultâna
suhûlet ile istifâde mümkin ü müyesser oldukdan sonra mazmûnıyle amel olunup, bi-izni’llâhi ta'âlâ ‘âlemde âsâr u semerâtı ve envâr-ı
hayr u berekâtı zuhûr eyleye. înşâa’llâh ta'âlâ.
Yâ Ailâh! sana hamd u şükr iderüz. Ey hakîkatde mülkün mâ­
liki olan Ailâh! mülki istedüğine vitirsin, dahi istedüğinden mülki
ayırırsın, ya'nî alursm. Dahi salât ü selâmı senün Rasûl’iin üzerine
iderüz, ol ki enbiyâmın seyyidi olan Muhammed’dür. Dahi âli, dahi
ashâbı üzerine salât ü selâm iderüz, anlarki basar, dahi re’yler sâhibleridür; mâdâme ki yeıyüzi sâbit ola, dahi gökyüzi ya'nî felekler
devr eyleye.
Tahkik Hâlık olan Ailâh hazretlerine muhtâc olan kulı, ol ki
Akhisarlı Kâfî’dür, Ailâh hazretleri ana yardım eylesin, şol umûr-
H A SA N K Â F Î VB E SE Rİ
249
daki andan yardım taleb eyler; dahi ana ayb virür nesnelerden anı
saklasın.
Şol vaktde ki, hicret-i Nebeviyye târîhinün bin dördünci yılın­
da âlemim nizâmında fesâd ve bozgunluk müşâhede eyledim, dahi
Âdem oğlanlarınım halleri intizâmında bozgunluk müşâhede itdim,
husûsâ ki dâr-ı İslâm’da, ya'nî memâlik-i Islâmiyye’de. Hak ta'âlâ
(3a) vâki' olan halel ve züleli ıslâh eylesiin, dahi dâr-ı İslâm mem­
leketlerini kıyâmet gününe değin selâmet üzre eylesiin.
Pes bir gice sünnet ve farz olan ibâdâtı edâ itdükden sonra yer­
leri ve gökleri halk eyleyen Rabbü’l-izzet cânibine kalbimi ve nefsi­
mi döndürdüm. Ya'nî vâki' olan halel ve zülelün hikmeti ve sebebi
olan esrâra vâkıf olmak içün teveccüh-i tâm ile teveccüh eyledim.
Pes Rabbü’l-izzet hazretleri bana lutfile ilhâm eyledi, ya'nî feyz
tarîkiyle hikmetlerden bir mikdâr kalbime inzâl ve ilkâ eyledi. Dahi
kendi fazlı ve kereminden bana fehm eylemeği müyesser eyledi, şol
nesneyi ki ben anı bilür değil idim. Ol ulu hikmetlerden biri budur
ki benim kalbime ilkâ eyledi bu kavl-i şerifini ki buyurmışdur: «Tah­
kik Allâh ta'âlâ hazretleri, bir kavmde olan ni'met ve âfiyeti tağyir
eylemez ve bozmaz, tâ ki ol kavm kendülerinde olan eyü hallerini ve
fi'llerini yaramaz fi'llere ve kem hallere döndürmeyeler.» Ya'nî mâdâme ki bir kavm aralarında hak üzre, adâlet ve istikamet ile mu'âşeret ve mu'âmele eyleyeler. Hak (3b) ta’âlâ hazretleri nizâm ve
intizâmlarında olan ni'met ve âfiyetini tağyir idüp bozmaz. Dahi
benim kalbimi ve zihnimi şerh ve keşf idüp küşâde eyledi, Âdem
oğlanlarımın hallerini fikr idüp, vâki' olan teğayyürlerinün sebeblerini fikr eylemek içün. Pes, şol vaktki Allâh ta'âlâ hazretlerimin
latîf avni ile te’emmül ve fikr eyledim; on yıldan dahi ziyâde vâki'
olan zamândan berüde zuhûr iden umûrda fikr eyledim. Bana bu
husûsda münkeşif oldı, ya'nî tokuz yüz seksen târihinden berü vâ­
ki' olan ihtilâl ve teşevvüş husûsunda ba'zı vechler ve ba'zı sebebler feth ve keşf oldı. Allâh ta'âlâ hazretleri toğrusını yeğ bilür.
Bu tagayyiirât ve tebeddülâtun evvelki vechi, adâletde ihmâl
ve tekâsüldür, dahi hüsn-i siyâset ile zabt olunmakda ihmâl olunduğıdur. Bu ihmâlün sebebi, umûr-ı nâsı ve mühimmât-ı memleketi
ehl olanlara tefviz eylememekdür, ya'nî mesâlih ve menâsıb nâ-ehle
virilmekdendür.
İkinci vechi, müşâverede ve re’y ü tedbîrde terk vâki' olup, ih­
mâl (4a) olunduğıdur. Bu müsâmaha ve ihmâlün sebebi, ekâbir ve
250
MEHMET ÎPŞİRLÎ
a'yânda kendüsin görmeklik ve mütekebbirlikdür, daM ulemâmın
ve ukalâmın musâhabetlerinden arlanduklarıdur. Ya'nî, zamâne ekâbîrinün meclislerine ulemâ ve ukalâdan bir kimse gelse ana haka­
retle nazar idüp, anunla musâhabet ve mükâleme eylemeden âr iderler, kande kaldı ki ekâbir-i selef gibi ulemâ ve ukalâmın ayaklarına
ve meclislerine varup re’y ve tedbîr ve hikmet öğreneler.
Üçüncü vech, asker tedârükinde ve tedbîrinde terk ve ihmâldür, dahi düşmen ile mukâtele ve muhârebe zamânında yat ve ya­
rak kullanmakda ihmâl itdükleridür. Bu ihmâlim sebebi askerün
ümerâdan ve ser-askerlerden korkmaduklandur. Andan sonra bu
zikr olunan vechlerün ve sebeblerün cümlesine sebeb olan, dahi bu
bâbda olanun gayeti ve son ucı, rüşvet alınmak tam'ıdur, dahi nisâ
tâ’ifesine rağbet idüp, sözleriyle amel eylemekdür. (4b)
Pes, bu vücûh ve esbâb bana münkeşif oldukdan sonra Allâh
te'âlâ hazretlerine ağlar iken hayr taleb itdim; dahi zamânun nek­
betlerinden şikâyet ider iken Allâh ta'âlâ hazretlerinden istihâre it­
dim. Pes, Hak ta'âlâ, bu bâbda ya'nî bu nizâm-ı âlem bâbmda ifâ­
de idici bir muhtasar kitâb yazmağı bana hayrlı itdi; eyle muhta­
sar kitâb ki nice kelimeleri müştemil ve câmi' ola. Şunculaym keli­
melerden ki lafzları muhtasar ve tahtlarında ma‘ânî-i kesîre münderic ola; nizâm-ı âlemün ka'idelerini tecdîd itmekde ifâde idici bir
muhtasar ola. Dahi bir muhkem kitâb yazmağı hayrlu gördi ki akl
sâhiplerinün hâlis sözlerini mutazammm bir kitâb ola. Öyle hâlis
sözlerki ma'rifetlerden dahi hikmetlerden ola, ahvâl-i benî' Âdem
intizâmımın binâlarmı muhkem eylemekde müfîd ve muhtasar ola.
Pes, ben bu kitâbı, ya'nî içinde olan hikmetleri ulemâ-i mütekaddimînün kitâblarmdan, dahi ukalâ’ ekâbirinün kitâblarmdan öğretil­
dim; ale’l-husûs «Tefsîr-i Kâzî»daxı ki «Envâru’t-Tenzîl» dirler ve
«Ravzatü’l-ahbâr» (5a) adlu kitâbdan, ki Allâme Zemahşerî hazret­
lerinim «Rebî‘u’ l-ebrâr» adlu kitâbmdan intihâb olunmışdur, «Ravzatü’ l-‘ulemâ» dahi dirler. Bu makûle kütüb-i şerîfeden istihrâc ve
intihâb eyledim. Âlî ve yücerek Allâh ta'âlâ hazretleri bu kitâbı pâ­
dişâhlara, hidâyet ve yardım eylesün, dahi vezirlere, tarîk-ı müs­
takime hidâyet eylesün, dahi âkillere muktedâ vü pîşvâ eylesün, da­
hi fukarâya nusret ve rahmet eylesün. Dahi buna Usûlü’ l-hikem fî
nizâmVl-'âlem diyü ad virdim. Dahi bu kitâbı bir mukaddeme ve
dört asi ve bir hâtime üzre tertîb idüp yazdım. Yardım taleb oluna­
cak Allâh te'âlâ hazretleridür, dahi tevekkül anun üzerinedür.
H A SA N K Â F İ VE E SE Rİ
251
Kitâbun mukaddemesi âlemün nizâmına sebeb olan nesnemin
beyânındadur. Ol sebeb-i nizâm-ı âlem budur ki : tahkik Allâh
hazretleri çünki âlemün bâkl olmasını nev‘-i insânun bâkı olmasıyle takdir eyledi, ya'nî, mâdâme ki nev‘-i inşân bakî ola, âlem dahi
ma'lûm olan vakte değin, ki yevm-i kıyâmetdür, bâkî ola diyü tak­
dir eyledi. Dahi nev‘-i insânun (5b) bakasım evlâd getürmekle tak­
dir eyledi. Bu evlâd ve nesi ise mu‘â§eret ve çiftlenmek ile olur,
bu ise olmaz, illâ mâl ile olur, mâl ise olmaz, illâ te'âmül ile olur :
ya‘nî halk birbiri ile mu'âmele ve alış-viriş itmekle olur. Böyle
olıcak, bir üslûp ve ka'ideye ihtiyâç vâki' oldı, ki ol üslûb ve kâ'ide
ile ahsen ve âsân vech üzre cemi' zamânlarda nev‘-i insânun masâlihi zabt oluna. Pes,-böyle ihtiyâç vaki' olıcak, Allâh ta'âla haz­
retlerinden ilhâm ve tevfîk ile âlimlerim eskileri, dahi eskilerim
âkilleri Âdem oğullarını dört bölük üzre tertîb itdiler. Dört smıfdan
birini kılıç içün ta'yîn itdiler, dahi birini kalem içün, dahi birini
eken ve biçen içün, dahi bir bölüğini san'at ve ticâret içün ta'yîn
itdiler. Dahi, bu cemî‘ s ın ıflarda tasarruf eylemeği pâdişâhlık ve
beğlik itdiler, ya'nî, bu dört bölüği cümle tasarruf idüp, zabt ey­
lemeği pâdişâhlık diyü ta'yîn itdiler.
Emmâ evvelki sınıf ki kılıç içün ta'yîn olunmıgdı, ol sınıfun
ehli (6a) pâdişâhlar ve vezîrlerdür; pâdişâlarun nâ’ibleridür ki
beğler ve beğlerbeğiler ve bunların emsâli zâbitlerdür, dahi sâ’ir
mu'âvin olup, kılıca hidmet iden eskerdür. Yâ bunlara mahsûs olan
amel nedür? beyânı lâzım olmağla eyitdi ki : pes, bunlarım üze­
rine vâcib olan bu dört sınıfun cümlesini zabt itmekdiir; dahi adâlet ile, dahi hüsn-i siyâset ile görüp gözetmekdür, ammâ kendüler
bildüği ve istedüği üzre değil, belki âlimlerim ve âkillerim tedbir­
leri ve re’yleri ile olmak gerekdür ki hatâ’ vâki' olmaya. Dahi bu
sınıf-ı evvele lâzım olan, cümlesinden düşmanı def ve ref itmek içün,
ceng ü cidâl ve harb ü kıtâl itmekdiir; dahi pâdişâhlara ve beylere
sâ’ir lâzım olan nesneler ile amel eylemekdür. Nitekim beyânı ya­
kında gelir, Allâh ta'âlâ müyesser iderse.
Emmâ ikinci sınıf ki kalem içün ta'yîn olunm ıgdı, anlar ulemâ’
ve ukalâdur, dahi sâlihlerden, dahi za'îflerden sâ’ir du'â sâhibleridür ki cenge kadir olmayup ancak ibâdet ve du'âya güçleri yete.
Ya bunlarım işi ne olmak gerekdür dirsen eydür ki : (6b) bunlarun
üzerine lâzım olan Allâh ta'âlânun emr itdüklerin ve nehy itdüklerin gözetmekdür. Ya'nî, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker gözedüp
252
MEHMET İPŞİRLİ
i'lâm eylemekdür : kitâblara yazmağla, dahi dil ile rivâyet itmeğle
gözetmekdür, dahi şerî'at hükümlerini cümle esnaf ehline yetişdirüp diyü-virmekdür. Dahi bunlara lâzım olan, re’y' ve tedbîr ve
müşâveredür, dahi dîn ilmini öğretmek, dahi dîne lâzım nesneleri
ta'lîm itmekdür, dahi halk-ı âlemi ibâdete kandırmakdur, dahi ara­
larında hoşluk üzre dirilmeğe kandırmakdur. Dahi cümle halkun
eyülüğüne hayr ile du‘â itmekdür, dahi pâdişâh olanun eyülüğüne
başka niyyet idüp, hayr ile du‘â itmekdür; a râ pâdişâh olanlar
sâ’ir halk-ı âleme göre bedendeki kalb gibidür, sâ’ir bedene göre
pes her kaçan ki yürek sağ ve sâlih ola, ciimle bedene salâh ve sağ­
lık hâsıl olur.
Emmâ üçünei sınıf ki ekin içün ta'yîn olunmış idi; onlar ekin
ve bağ ve yemiş diken tâ’ifedür. Şimdiki zamânda re‘âyâ ve berâyâ
dimekle ma'rûf olanlardur. Pes, bunlarım üzerine lâzım olan (7a)
dirilmeğe sebeb olan nesnelere, ekin ile ve yemiş ve bâğ dikmek
ile, dahi ma'âş içün lâzım olan hayvânâtı beslemeğe sa‘y eyleyüp
çalışmakdur; cemi' esnâf ehline kifâyet eylesün diyü sa‘y idün çalışmakdur. Bunlarun ameli cümle amellerim efdalidür, ilimden ve
gazâdan sonra.
Emmâ dördüncü sınıf ki san'at ve ticâret içün ta'yîn olunmışdı. Pes, onlar dürlü dürlü san'atlar sâhibleridür, dahi envâ‘-ı ticâret
bilenlerdür. Pes, bunlarun üzerine lâzım olan san'atlara mensûb
olan umûrdan lâzım olan nesnelere çalışmakdur. Dahi ticârete müte'allık olan mallardan, dahi tüccâr ve ehl-i sanâyı'a münâsib olup
halk fâidelenür nesnelere çalışmakdur. Emmâ âkil ve sâhib-i teklîf
iken dört smıfdan hâriç olan kimesne nice olmak gerekdür dirsen :
pes bu makule kimesne ehl-i Islâm hükemâsı katında kendü hâline
konmamak gerekdür, belki ibrâm olunup, cebr ile esnâf-ı erba'adan
birine ilhâk olunmak gerekdür, tâ ki cümle esnâf ehline muzâyaka
olmaya. Emmâ ba‘z-ı felâsife hükemâsı katmda (7b) bu makûle
işsüz ve güçsüz kimesne, ki bî-menfa‘at olup yürüye, kati olunmak
gerekdür dimişler. Zîrâ cemî' esnâf halkına zahmet olup muzâyaka
virir. Selâtîn-ı selef zamânlannda — raMmehümvfUahu ta?âlâ— bu
makûle mu'attal kimesneler her yılda bir kere teftîş olunup, men'
olunurlar imiş. Hattâ bu maküle Arab tâ'ifesinün men'i müte'azzir
olduğı-yçün «Rûmeli’ne geçmesünler» diyü iskelelerde muhkem ya­
sak olunur imiş. Ol sebebden zamân-ı evâ’ilde diyâr-ı Rûm’da hayr
u bereket ziyâde imiş, n’olaydı şimdiki zamânlarda dahi teftîş olu­
H A SA N K A F Î VB ESERİ
253
nup, halk bî-kesb ii bî-kâr olmakdan men1 olunalar idi. Pes böyle
olıcak imdi her bir sınıf ehlinim kendülere mahsûs olan amel üzre
sabit ve ka’im olmaları mülk ve saltanatda nizâmı icâb ve iktizâ
ider. Ammâ. her sınıfım kendüye mahsûs olan amelde ihmâl idüp
tekâsül üzre olması nizâmun hilâfını iktizâ ider, ya'nî mülkde ihti­
lâl îcâb ider. Pes bundan ma'lûm oldı, ya'nî bu takdîr-i ka'ide ve
tefsîr-i zâbıtadan bilindi ki tahkik lâyık ve münâsib değildür ki bir
sınıf ehli kendü amelinden alunup gayri sınıf ehlinün ameli üzerine
cebr ü teklîf oluna. Zîrâ tahkik bu makule cebr ü teklif (8a) ihtilâli
ve teşevvüşi îcâb ider. Nitekim bu bir kaç yılda ihtilâl ve teşevvüş
bu sebeb ile vâki' oldı. Re'âyâ ve kurâ halkı ve ehl-i sanâyi1 ve kasabât halkı serhadlere sürülüp, muhârebe üzre cebr olunmağla as­
ker olan sipâh ve neferât muharebede ihmâl idüp, zâbitler tekâsül
itmeğle esbâb-ı ma'âş mükedder olup, vilâyetde kaht u galâ bir mer­
tebeye vardı ki zamân-ı evvelde birer akçeye alman ba'zı nesne şim­
di onar akçeye bulunmaz oldı. Bu re'âyâ ve kasabât halkı muhârebeye cebr ile sürülmek kadîmden olmayup, bin bir târihinden bu âna
gelince vâki1 oldı. Husûsan serhadd-i Hırvat ve Bosna’da -târîh-i
mezbûrdan berü her yıl sefer zamânı olduğı gibi ser-asker olanlar
vilâyete âdemler salup, ekin eken refâyâ ve berâyâyı ve kasabâtda
olan cemâ'at-ı müslimîn ve ehl-i hirfeti cebr ile sefere sürmekle,
derdmend re'âyâ ekinsiz kalup, kasabât câmi'lerinde cemâ'at ile namâzlar kılmmayüp, du'âlar olunmamak ile vilâyetde kaht u galâ ve
envâ'-ı belâ zuhûr eylediğinden askerün dahi işleri rast gelmeyüp,
firâr ider oldılar.
Mâdâme ki pâdişâhım muhâfazası tertîb-i kadîm üzre ola, ya'nî
muktezâ-yı şer1-i şerîf ile zabt idüp, her sınıf ehlini (8b) kendü
'amelinde sâbit ve ka’im eyleye, mülk ve saltanatı nizâm cihetinden
ziyâde olur, dahi Âdem oğullarımın halleri intizâm cihetinden zi­
yâde olur, dahi pâdişâhlık kuvvet cihetinden ziyâde olur. Ammâ
kaçan ki bu üslûb-ı kadîm ri'âyet olunmakda ihmâl vâki olsa dahi bu
tarîk-i mergüb himâyet olunmakda ihmâl vâki1 olsa mülk ve salta­
nata fesât sirayet ider. Dahi dört cânibden pâdişâhlığa za'f sirâyet
ider; gâh olur ki saltanatım âhara intikali îcâb ider. Yâ Allâh! İs­
lâm memleketlerini ihtilâlden sen sakla. Yâ Râb! vâki1 olan ihtilâ­
li ref1 idüp, şimden sonra sakla; dahi yâ Rab! devlet-i Osmâniyye’yi âhara intikali îcâb ve iktizâ iden nesnelerden siyânet idüp,
254
M EHMET ÎPŞÎRLİ
me’mûn eyle, kabul eyle bu du'âmızı ey celâl ve cemâl sâhibi olan
Allâh.
Dört asıldan evvelki asıl, pâdişâhlığun nizâm ve intizâmma sebeb olan nesneler beyânındadur, dahi pâdişâhtık bir silsile ve bir
nesilde sâbit olup, mümtedd olmağa sebeb olanun (9a) beyânmdadur. Bu hususda baş olan sebeb adâletdür, ya'nî cümleden ziyâde
i'timâd olunacak sebeb adâletdür, dahi hüsn-i siyâsetdür. Allâh
ta'âlâ Kur’ân-ı azimde buyurdı : Tahkik Allâh ta'âlâ hazretleri adi
ile dahi ihsân ile emr ider. Ya'nî adâlet eylemeğe, dahi ihsan eyle­
meğe buyurdı. Bu âyet-i kerîmemin tefsîr-i şerifinde ra'iyyet ve
pâdişâh hakkında hayıriu cemî' umûr münderic olur. Hazret-i Risâlet-penâh — Allâh ta'âlâ hazretlerinim selâmı anım üzerine ola—
buyurdılar : Allâh ta'âlâ hazretleri gök yüzin üç nesne ile müzey­
yen eyledi : güneş ile, dahi ay ile, dahi yıldızlar ile; dahi yer yüzin
üç nesne ne müzeyyen eyledi : ehl-i ilm olanlar ile, dahi yağmur ile,
dahi âdil pâdişâh ile. Rasûl ‘ aleyhi’s-selâm buyurdı : Adâlet itmek
dîndendür, dahi pâdişâhım kuvvetinden olur. Dindi ki bir kimsemin,
ya'nî bir pâdişâhım yâ bir zâbitün ki siyâseti ve gözetmesi hoşça
ola, riyâseti ve pâdişâhlığı sebât üzre olup, dâ’im olur. Ya'nî beğlik
ve pâdişâhlık (9b) tamâm olmaz, ya'nî kemal bulmaz, illâ hüsn-i si­
yâset ile kemâl bulur.
Dinür ki pâdişâhlığun sebâtı adi iledür. Ardeşir Babek adlu bir
pâdişâh dimiş: Kaçan ki bir pâdişâh adi eylemeden yüz çevirse,
ol pâdişâhım taht-ı hükümetinde olan halk ana muti' olmakdan yüz
çevirirler, ya'nî isyâna yüz tutarlar. Ardeşir Babek’den nakl olunur
ki dimiş : Pâdişâhlık ve sultânlık olmaz, illâ erler ile olur, ya'nî as­
ker ile olur, asker ise olmaz, illâ mâl ile olur, mâl ise olmaz, illâ vi­
lâyet ma'mûr olmak ile olur, vilâyet ise ma'mûr olmaz, illâ adâlet
ile dahi hüsn-i siyâset ile ma'mûr olur. Me’âl-i kelâm budur ki pâdişâhlık olmaz, illâ adi ile, dahi hüsn-i siyâset ile olur. Dindi ki :
ma'mûrluk olmaz, illâ şol yerdeki pâdişâh adi eyleye. Dindi ki : pâdişahlarun devlet ve izzeti adi içindedir. Dindi ki : pâdişâhlarım hayırlusı fi'linde ve kasd u niyyetinde hoşça olandur, ya'nî ihsân üzre
olandur. Dahi asker arasında, dahi sâ’ir ra’iyyet arasında adi eyle­
yendim. Yezd Cerd nâm (10a) pâdişâh bir hakîm ve dânâya su’âl
itdi : Pâdişâhlık ve mülk ne ile ıslâh olur. 01 hakîm cevâb idüp eyitdi : Pâdişâhlığun ıslâhı ra'iyyete rıfk eylemekledür. Dahi re'âyâda
H A SAN K Â F Î VE ESERİ
255
olan rüsum ve hukuki cebr eylemeksizin almak iledür. Dahi pâdişâh
ra'iyyete kendüsin adi ile sevdirmekledür. Dahi vilâyetde olan yol­
ları emin dutmak iledür. Dahi zâlimlerden mazlûmlarun haklarm
alıvirmekledür. Abdullâh b. Tâhir nâm pâdişâh meşâyih-i ulemâdan
birine su’âl itdi : «Ne kadar zamân bu devlet ve saltanat bizde kalur, ya'nî bizim silsilemizde eğlenür». Ol şeyh cevâbda eyitdi : «Mâdâme ki siz ve neslimiz adâlet üzre ola, pâdişâhlık devleti ka’im ve
sabit olur», ‘înne’Jlahe Tâ yugayyiru mâ-bi-kavmin hattâ yugayyirû
mâ-bi-enfüsihim’, ya'nî bu âyet-i kerîmeyi okudı, ki ma'nâsı beyân
olundı. Dindi ki her kimse ki gafleti uzana, ya'nî ziyâde ola, ol kim­
semin devleti zâ’il olur. Dindi ki pâdişâhlardan gafil olan şol pâdişâhdur ki anda iki haslet ve huy cem' ola : Bir haslet lezzetlere,
ya'nî zevk ve safâya (10b) düşüp dalmakdur. Dahi ikinci haslet
farzları zâyi ve fevt eylemekdür.
Ukalâdan ba'z dimiş : Akl gibi hâfız ve gözci olmaz, dahi ger­
çeklik ve doğrılık gibi yardım olmaz. Dindi ki adi i'timâd olunacak
bir hisardur ki bir muhkem tağ başında ola. Anı su yıkamaz, dahi
anı mancınık ve top yıkamaz. Muhassıl-ı kelâm budur ki âdil olan
pâdişâha düşmen bir hâl ile zafer bulamaz. Âdil olan pâdişâh Allâh
hazretlerinim avni ve yardımıyle saklıdur, dahi Aİlâh’m nazariyle
hirâset olunmışdur. Dindi ki şol zamânki Nûşirevân öldi, tabutını
cümle taht-ı hükümetinde olan vilâyetinde gezdürüp dolandırdılar.
Ve bir nidâ idici «Her kimin ki üzerimizde bir hakkı var ise gelsün»
diyü nidâ ider iken, pes memleketinden bir kimse bulunmadı ki
Pâdişâh’un üzerinde bir akçe hakkı ola. Geliniz göriniz ne acib kıssadur bu. Tahkik bu kıssada ulu gayret vardur, İslâm pâdişâh­
larına, dahi beğlerine ulu ibret vardır, eğer fikr ider olsalar. Zira,
Nûşirevân âteş-perest bir kâfir iken adâletde bu mertebede olıcak
İslâm pâdişâhlarına nice ulu gayret ve ibret ölmasun ki adi eyleme­
de bit kâfirden ziyâde olmağa heves eylemeyeler acebden acebdür.
Andan sonra, ya'nî pâdişâh olan tamâm adâlet eylemeğe kasd
idüp, mukarrer itdükden sonra evvelâ'nice eylesün dirsen, eydür ki :
Pâdişâh olana, lâbüd ve lâzım olan budur ki, her işi ve maslahatı
ehline tefvîz idüp ısmarlaya. Nitekim Allâh ta'âlâ hazretlerimin
kavl-i şerifleri bu ma'nâya işâret ider ki buyurmışdur : Tahkik
Allâh ta'âlâ size emr ider ki emânetleri ehline teslim idesiz. Yoksa
şöyle ki pâdişâh olan her işi müstahakkma tefvîz eylemeye, müs­
tahak olanlarım pâdişâh üzre kalbleri ve hâtırlan bozulup miinkesir
256
MEHMET ÎPŞİRLÎ
olur. Pes, umur ve mesâlih-i pâdişâhîde olan halel ve teşevvüş menâsıb ehline virilmedüğinden vâki' oldı. Zira bir pâdişâha nice bin
âlim ve nasîh azdur, ammâ bir düşmen çokdur. Fuzâlâ-i selefden
İbn-i Rûmî adlu bir fâzıl nazm idüp dimiş. Nazm : (11b)
Bir âdeme bin dost ve bin yâr çok değildür,
Ammâ bir ydlnuz düşmen çokdur bir âdeme.
[Hazret-i Rasûl buyurdı] : Bir hâkim ki bir kimseyi bir işe ve
bir mansıba mevlâ eylese, hâlbuki taht-ı hükümetinde ol kimseden
evlâ kimse bulunsa, tahkik ol hâkim Allâh ta'âlâ hazretlerine ve
Rasûli’ne ve cemâ‘at-ı Müslimîn’e hıyâmet itmiş olur. Dindi ki :
kaçan le’îm olanlar seyyid olsalar, ya'nî re’îs ve evlâca nasb olun­
salar, asi ve merdüm olanlar helâk olur. Kaçan alçak olan mürtefi'
olsa, ya'nî yüce mertebeye vâsıl olsa, yüce asıllu olan alçağa düşer.
Kaçan, erzel olanlar beğ olsalar, evlâ ve efdal olanlar helâk olurlar.
Şerîr olanların devleti, ya'nî devlete vâsıl olması eyülerün mihnetidür, ya'nî eyülere nikbet olur.
Ekrem olanlarım devlete vâsıl olması ulu ganîmetlerdendür.
Büzr Cumhur nâm hakîme su’âl olundı : «Sencileyin hakîm ve dânâ
Âl-i Sâsân arasmda var iken ne keyfiyet ile ve ne sebeb ile umûr-ı
saltanatları muztarib olup pâdişâhlık ellerinden çıkdı» diyü su’âl
olundı. Büzr Cumhur hakîm eyitdi : «Âl-i Sâsân âmillerinim, ya'nî
beğlerinün ve vezirlerinim küçükleri ile yardımlanur (12a) oldılar,
emellerim ve maslahatlarım büyükleri üzre; ya'nî saltanatım umûr-ı
mu’azzamasmı küçükleri, ya'nî müstahak olmayup kadir olmayan­
lara ısmarlayup i'timâd ider oldılar. Pes Âl-i Sâsân’un umûrı râci'
oldı, bir nesneye ki râci' oldı, ya'nî pâdişâhhkları bozılup elden
çıkdı ve olan oldı». Bu zikr olunan cevâbda şimdiki zamânda azîm
tenbîh ve işâret vardur. Âl-i Osmân hazretlerine — Allâh hazretleri
devlet ve saltanatların mü’ebbed eylesün, zamân dükenince ve dev­
rân münkariz olmca, ya'nî dünyâ turdukça tursunlar.— Âmîn yâ
Rabbe’l-âlemîn. îşâret ve tenbîh budur ki manâsıb-ı âliyyenün ta'yîn
ve taklîdi ve tuğrâ-i garranun takrîr ve tesvidi kadîmden âsitâne-i
sa’adetlerine meşrut ve zât-ı şeriflerine mahsûs iken zuhûr-ı ihtilâl­
den [beri] ulu mansıblar virilüp, tuğrâ yazmağa ruhsat virilüp, menâsıb-ı âliye ve umûr-ı mu'azzama kadir olmayanlara virilür oldı; bu
bir emr-i hatarnâk ve ma‘nâ-yı vehimnâkdur ki mâ-verâsmda hâvf-ı
azîm vardur. Hemân Allâh ta'âlâ hazretleri uslûb-ı kavîm ve kânûn-ı
H A ŞAN K A F Î VE ESERÎ
257
kadîm ile amel olunmağa hidâyet ve inayet eyleyüp sonum hayr
eyleye.
Andan (12b) sonra pâdişâh olana lâbüd ve lâzım olan budur ki :
bir âkil ve dânâ ve her işi ıslâha getürici vezir ibtiyâr ve intihâb
eyleye. Zîrâ tahkik vezir olan kimse kaçan ki sâüh ve eyü olsa pâ­
dişâh veya pâdişâhlık eyülük üzre olup, cemîi-i umûr nizâm ve
intizâm üzre olur. Ammâ kaçan ki vezir olan fâsid olsa, pâdişâh
veya pâdişâhlık fâsid olur, cemî‘-i umûr muhtell olur. Yâ Allâh! sen her bir vezîr-i sâlih ve sâhib-tedbîri salâh üzre sâbit ve kâ’im
eyle.
[Hazret-i Peygamber buyurdı] : Kaçan ki Allâh ta'âlâ hazret­
leri bir pâdişâh hakkında hayr murâd eylese ol pâdişâha bir vezîr-i
sâdık müyesser ider. Eger pâdişâh emr-i mühimmi unudur ise
vezir hâtırma getürüp anar, eğer pâdişâh hâtırına getürüp anar
ise, vezir husûlüne sa‘y idüp mu'âvenet ider. Ammâ kaçar ki Allâh
ta'âlâ hazretleri bir pâdişâh hakkında şunun gayrini murâd eylese,
ya'nî hayr murâd eylemese, ol pâdişâha bir yaramaz vezir virir.
Eğer pâdişâh bir mühimmi unudur ise, vezir anı anmaz ve eğer
pâdişâh anar ise vezir husûlüne sa'y itmez ve mu‘âvin olmaz.
Dindi ki pâdişâhı su’âl idüp sorma ki pâdişâh kimdür, yâ nicedür, belki nazar eyle vezir kimdür ve nicedür. Zira pâdişâh ona gö­
re olur. (13a) İskender’im bir veziri var idi. Çok müddet ana vezir­
lik idüp, lâkin anı bir ayb üzre tenbîh itmiş değil idi. Pes bir gün
İskender ol vezirine didi : Hidmetine, ya'nî vezirliğine ihtiyâcım
yokdur, ya'nî böyle vezirliğin bana gerekmez. Zira tahkik ben insânım, inşân ise hatâ ve nisyândan ve aybdan hâli olmaz. Ya'nî bu ka­
dar zamânda benden ne kadar ise hatâ sâdır olmışdur. Eğer bu ka­
dar zamânda benim hatâ ve nisyânıma vâkıf ve muttali' olmadın
isen, pes câhil ve ahmak imişsin. Eğer höd vâkıf olup setr itdün
isen, pes sen hâ’insin. Zira toğnlık üzre vezirlik itmemişsin. Dinürki vüzerâdan emin olan şol vezîrdür ki-pâdişâhlara nasîhatde sadâ­
kat üzre mukarenet eyleye. Dahi bunlardan hâ’in olan şol vezîrdür
ki pâdişâhlara müdârât ile ve iki yüzlülük ile mukarenet eyleye.
Andan sonra pâdişâh olana vâcib ve lâzım olan budur ki ule­
mâya ve sulehâya ve du'â ehline ta'zîm ve ikrâm eyleye. Dahi bunlarun kalblerini ihsân ve in'âm itmekle kendüye cezb eyleye. (13b)
Dahi bunlarun du'âlârı ile, dahi re’y ve tedbîrleri ile yardımlana,
bunlarım sözlerine ziyâde i'tikâd ve i'timâd eyleye .gayrinün sözleTarih Enstitüsü Dergisi - F. 17
258
MEHMET ÎPŞİRLÎ
rinden. Zîrâ ulemâdan hîle ve hıyânet vâkı‘ olmaz, dahi bu âna ge­
lince pâdişâhlar hakkında ulemâdan bir türlü hıyânet işidilmedi
hergiz. Zîrâ tahkik ulemâ peygamberlerim vârisleridür, dünya ve
âhiretün salâhına sebebdür. Nitekim peygamberler sebeb oldıysa,
ya'nî herhir asrun ulemâsı ol asrun peygamberleri mesâbesinde
olup, umûr-ı dîn ve, dünyâ ve âhireti ıslâh içün gelmişlerdin*. Dinür
ki, tahkik bu dünyâ dört nesne ile turur : Biri ulemâmın ilmiyle,
ikinci pâdişâhlarım adliyle, üçüncü sâlihlerün ibâdeti ve du'âsıyle,
dördüncü cömertlerim ihsâm ile. Hazret-i Risâlet-penâh -aleyhi selâmu’Uâh- buyurdı ki : «Ulemânun yüzlerine nazar idüp bakmak
ibâdetdür». Dahi Peygamber -aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm- buyurdu
ki : «Âlimlerim mürekkebleri kıyâmet gününde şehîd olan gâzîlerün kanlarıyİe vezn olunur, hiç biri birinden ziyâde gelmez». (14a)
Dindi ki pâdişâhlarım hayırlusı şol pâdişâhdur ki âlimlerim meclis­
lerine hâzır ola. Dahi âlimlerim şerlüsi şol âlimdür ki pâdişâhlarun
ve beğlerün meclislerine zarûretsiz hâzır ola. Dinür ki pâdişâhlarım
.hayırlusı şol pâdişâhdur ki taht-ı hükümetinde olan halkun gönül­
lerinde heybeti mukarrer olduğı gibi beş nesne ile muhabbeti kalblerinde mütemekkin ola : Biri şeriflerine ikrâm eylemekdür. İkinci,
za'îf lerine merhamet eylemekdür. Dahi üçünci, düşmanlarinun şerve zararların men' ve def' eylemekdür. Dahi dördünci, mazlumları­
na yardım eyİemekdür. Dahi beşinci, âyende ve revende yollarm
emîn eylemekdür. Bu beş nesne ile mukayyed olan pâdişâhım mu­
habbeti re'âyânun kalbinde mütemekkin olur.
Dahi pâdişâh olana eli açık olmak lâzımdur. Ya'nî ihsân ve
in'âm üzre olmak lâzımdur. Zîrâ tahkik halk ona mütâba’at itmez­
ler, illâ dünyevî garaz ile, ya'nî ihsân ve in'âm ricâsiyle kul olup tâ­
bi' olurlar. Lâkin ihsân ve in'âmı yalnız bir tâ’ifeye mahsûs olma­
mak gerekdür. (14b) Zîrâ pâdişâhlık yalnız bir tâ’ife ile olmaz, bel­
ki askere ve ulemâya ve hükemâya ve bülegâya ve fukaraya ve ehl-i
san'ate mevknfdur. Ya'nî pâdişâhlık cemî' esnâf ile olur. Nitekim
mukaddeme-i kitâbda beyân olundı. Dindi ki Âdem oğlanı ihsânun
kullandur; ya'nî inşân ihsân idemin kulıdur. Ukalâdan ba'zı dimiş :
aceblerüm ol kimesneye ki maliyle kullar satun alur, niçün âzâd ve
hür olanları eyü fi'illeriyle satun almaz, ya'nî niçün ihsân ve lutf
eylemekle halkı kendüye kul eylemeğe sa'y eylemez. Nitekim din­
miş, B eyi :
H A SA N K Â F Î VE ESERİ
259
Kerem pişe kün ki âdemi zâd sayd
Be-ihsân tuvân kerd u vahşî be-kayd
İmâm-ı Şâfi'î hazretleri dimiş, nazm : Hür olanlara ihsan eyle, bo­
yunlara mâlik olursun. Y a‘nî, eğer ihsân idersen sana ihtiyârlarıyle kul olurlar. Kerîm olanlarım hayırlu ticâretleri, hür olanlarım
rikâbmı kesb eylemekdür. Ya'nî ıhsân ile ihtiyâr kulların satun almakdur.
Hazret-i Ali -Allâh ondan râzı ola- buyurmış : «Hazînelerün ahseni ve a'lâsı gönüllerim muhabbetidiir». Şol kinişe ki mâlını saklaya, kendüye yâr olanları zâyi‘ ider. Ya'nî askerden hazîne ve mâlı
saklı olup, memnu' olıcak asker yâr olup cenk eylemez. Nitekim
dinmiş, Beyt : (15a)
Çü dârend gene ez sipahi derîğ
Derîğ âyedeş dest hürden he-tîğ
Hazret-i İskender’e dindi : «Niçin mâh ve hazîneyi çoğaltmazsm
nitekim pâdişâhlar çoğaldurlardı». Pes İskender cevâbda eyitdi :
«Benüm hazînelerüm askerüm yoldaşlarumdur, ben mallarumı as­
kerlim içinde hazîne idüp saklaram, evler içinde koyup saklamazam». Nitekim dinmiş, Beyt :
Hemân bih ki leşker be-câh perverî
Ki sultân be-leşker küned serverî
Bir kimsemin ki ihsânı olmaya anun ihvânı olmaz, ya'nî ona kimse
mu'âvin ve yâr olmaz. Ve hem âdemün şerefi ye izzeti ihsân ve salâh
iledür. Nitekim dinmiş, Beyt :
Şeref-i merd be-cûdest ve kerâmet be-sucûd
Her ki in her du nedâred âdemeş bih zi-vucud
Fudalâdan Ebü’t-Tayyib .adlu bir fâzıl dimiş, :
Kimün içün mâlı ve dünyâyı taleb idersin, ya'nî mâh niye kazanursın, Çünki ol mâl ile, dostun sürûrı, yâ düşmânun yaramazlığı mu­
râdını olmaya.. Yâ'nî mâh neylersin, çünki mâl ile dostlarına bir
iyilik yâ düşmanlarına bir kahr eylemiyesin. Tahkîk güzel dimiş
şol kimse ki dimiş : Sâlsâlden ya'nî âdem oğlanından (15b) murâd
ve maksûd olan ef‘âl-i hasenedür. Âdem oğlanı fi'li sebebi ile mezmûm olur ve fi'li sebebi ile mahmûd ve memdûh olur. Tahkîk inşânı
260
MEHMET ÎPŞİRLİ
dört nesne refi‘ ider, ya'nî yüce mertebeye yetişdürüp makbul eyler :
Biri ilmdür, biri hilmdür, biri f i‘l-i hüsndür, biri cömertlikdür. Büstî nâm fâzıl dimiş : «Kaçan ki bir pâdişâh hîbe sâhibi olmaya, ya'nî
bahşiş virici olmaya sen anı terk eyle. Zîrâ anun devleti gider, ya'nî
devleti çok zaman olmaz zâ’il olur. Ol Büstî dimiş : Her kimse ki
mâl ile cömertlik eyleye, halk ana meyi ider. Mâl ise insânun
şeytânıdur. Her kimse ki hayrı men' idici olup, kimseye bir iyilüği
olmaya ol kimsemin >hakîkatde kardaşları ve dostları olmaz. Ya'nî
kimse ona yâr olmaz. Her kimse ki yüce himmetler pâyelerine çıka,
ya'nî yüce himmetin ola, ümmetlerim gözine azîm olur. Ya'nî halk-ı
âleme azîm görünür. Nitekim dimişler, B e y t:
Himmet-i bülend er pîş-i Hudâ vu halk
Bâşed be-kadr-% himmet-i tû i‘tibâr-ı tû
Kimin ki himmeti yüce ola kıymeti çok olur, ya'nî makbûl-i âlem
olur. Ukalâdan ba'zı dimiş : Sâ’ir halka göre pâdişâh olan, sâ'ir
yere göre tağ gibidür. (16a) Pes, lâzımdur ki pâdişâh ehl-i vakar
ola, dahi halîm olup, gazabnâk olmaya, dahi sabr idici ola, dahi
emîri ola, bir kimsenün ukubetinde acele idici olmaya. Kaçan ki
anun hakkında bir nesne işide, ya'nî bir kımesnenün hakkında bir
yaramaz nesne işitdüği gibi ukübetine acele itmeyüp sabır eyleye.
Yohsa böyle olmaz ise kimse andan emîn olmaz. Ya'nî şöyleki, bir
nesne işitdüği gibi fi'l-hâl ukubetine sa'y eyleye, kimse ana i'timâd
itmeyüp emîn olmaz, belki herkes nefret ider. Pes ra'iyyetün kalbleri fâsid olur anun hakkında. Ya'nî cümle taht-ı hükümetinde olan
halk nefret idüp pâdişâhdan ürkerler.
Kaçan ki, pâdişâh babası yerine geçüp pâdişâh olsa vâcib olan
budur ki babasınun hayrhâhlarmı ve dostlarım mükerrem ve
mu'azzez duta. Zîrâ muhabbet ve adâvet ve buğz tevârüs ider, ya'nî
evlâda intikâl idüp, dostun evlâdı dahi dost olur, düşmanım evlâdı
dahi düşman olur. Zîrâ tahkîk babası dostlan olanlar pâdişâh ile
bir yaramazım arasını hâlî komazlar, ya'nî pâdişâha zarar ve bir
mekrûh nesne lâhık olmakdan sıyânet iderler. Dahi (16b) dost­
lan üzre, hâdis olan kimesneleri takdîm eylemeye, tâki kalbleri
anun üzerine bozulmaya. Belki pâdişâha lâzım budur ki mutlaka
hâdis olup, tazeleriyle hergiz mücâleset eylemeye, ya'nî ihtilât ey­
lemeye. Dindiki hâdis ve tâzeler ile mücâleset dîniin fesâdıdur, bel­
ki kadîmden olan dostlar ile ve pîrler ile ihtilât eyleye.
H A ŞA N K Â F Î VE E SE Rİ
261
Bu fasl pâdişâhlarun devletlerine zarar ve noksan getürecek
nesnelerün beyânındadur.
Pâdişâhun devleti geriye dönmesinün nışânı, ya'nî padişahlığa
zarar ve noksân getürüp zevaline alâmet tazeleri ve hâdis olanları
kendüye verir ve musâhib idinmekdür. Dahi umûrun âkıbetlerine
nazar itmeyüp, i'tibâr ve fikr itmeyenleri verir idinmekdür. Dahi
zevâl-i devlet ve saltanate bir alâmet budurki: Kendü dostlarını in­
citmeğe-başlamakdur. Zîrâ mutlaka halka cefâ ve zulm zevâl-i sal­
tanata sebebdür, kande kaldı ki dostlarına ola. Nitekim dinmiş,
Nazın :
Ne kuned cevr pişe sultanî
K i ne-yayed zi-gurk çûbânî
Pâdişâhı ki tarh-ı zulm efkened
Pây-ı dîvâr-ı müTk-i hîş be-kened
Dahi bir alâmet budur ki vilâyetinim harâc-ı â’idesi pâdişâhluğun me’ûneti, kadrinden eksik gele, (17a) ya‘nî dahli harcına vefâ itmeyüp eksik olmağa başlaya. Dahi bir alâmet budur ki, bir kimesneyi kendüye yakın eylemesi, yahud bir kimesneyi kendiiden
ırak eylemesi kendü havası-içün ola, re’y içün olmaya. Ya'nî azl ve
nasbi ve red ve kabûli bir re’y ve maslahat içün olmayup mücerred
kendü havâsı muktazâsıyle ola. Dahi bir alâmet budur ki kendüye
nasihat iden ulemâya ihânet eyleye, ya'nî ulemâyı tahkir eyleme­
ğe başlaya. Dindi ki pâdişâhlığun tersine dönmesinin nişâm, vilâ­
yetinde tâ'ûn çoğalmak ve ma'mûrluk az olmakdur.
Dinür ki üç nesne pâdişâhlığa helâkliği çeküp getürür: Biri bu­
dur ki lezzetler ve arzular pâdişâhun aklına havâle ve gâlib ola,
ya'nî zevk ve safâ hevâsı aklına gâlib olup, sâ’irin tedârükden kala.
İkinci budur ki vezirler birbirine hased eyleyeler, ki bu re’ylerün
muhâlif olmasın iktizâ ider. Üçünci budur ki, asker düşman ile tokuşmakdan yüz çevirüp i'râz eyleye ve gazâ umûrmda birbirine
itâ'at ve nasihati terk eyleye, ya'nî birbirin eslemeye. Zevâl-i saltanatun ekser zâhir alâmeti şerî‘at-ı şerife ahkâmı ile amel olunmamakdur. (17b) Dahi şerî'at ahkâmını tenfîz ve icrâ itdürmeğe
mukayyed olmayup kayırmamakdur. Dahi zevâl-i saltanate en ya­
kın alâmet budur ki askerden zulm galebe eyleyüp şâyi' ola, ya'nî
asker zulm eylemeğe başlayup zabt olunmakdan kala, dahi kimse bu
asker itdüği zulmi def' eylemeğe kayırmaya.
262
M E H M E T İPŞİRLıî
B.öyİe olıeak.bir pâdişâhım taht-ı hükümetinde bu makule alâ­
metler peyda olup zuhûr eylemeğe başlayıcak nice eylemek gerekdür dirsen eydür ki : Kaçan ki bu makule alâmetlerden bir nesne
pâdişâhdan sâdır olsa, yâhud memleketinde zuhûr eylese, vezirler
dahi ehl-i ilmler üzre vâcib olur ki. f i’l-hâl pâdişâha i'lâm idüp arz
ideler. Yâ pâdişâha ne lâzım olur dirsen eydür ki : Dahi pâdişâh
üzre farz ve vâcib olur, ihmâl itmeyüp def‘ eyleye ve tedârük eyleye. Yohsa el-iyâzü bi’llâh ihmâl eylese, saltanate zevâl ve zarâr te­
veccüh idüp, nikbet hüçûm itdükden sonra, az vâki' olurki def' olup,
bu makûle gussa ve belâ redd olunmak mümkin ola. Ya'nî zevâl-i
saltanat nişânları ki zuhûr eylemeğe başlaya, f i’l-hâl def‘ine sa‘y
idüp çalışmak gerekdür, yohsa mümtedd've müştedd oldukdan son­
ra def‘i güç olur.
Ashâb-ı Rasûlullâh’dan (18a) îbn-i Abbâs hazretlerinden -Allâh râzî ola- hadîs rivâyet olunıir ki : Bu hadîs-i şerifi isnâd ile rivâyet .idüp buyurmış, hazret-i Risâlet-penâh -aleyhi’s-selâm- buyurdı : Tahkik, namâzlarun terk olunup, şehevâte tâbi“ olmak, kıyâmet
alâmetlerindendür. Y a‘nî ehl-i İslâm arasında beş vakt namaz terk
olunup, halk şehevât ve hevâya tâbi* olmak kıyâmet yakm olmamın
mşânlanndandur. Dahi pâdişâhlar hıyânet üzre olup, vezirler fısk
üzre, olmak kıyâmet nışânlarmdandur. Risâlet-penâh böyle buyurdukda pes hazret-i Selmân -Radıya’ llâhu anlı- yerinden sıçradı, da­
hi didi : Babam ve anam sana kurbân olsun yâ Rasûlallâh! bu didüğin haller elbette olacak mıdur? Evet yâ Selmân bu haller olsa
gerekdür. Ol hâller vâkı‘ oldukda mü’min olanun kalbi suda tuz
eridüği gibi erir. Kadir olamaz ki tağyir eyleye; ya’nî bu halleri
def* ve menüne kadir olmaduğmdan gam ve gussadan erir. Tekrâr
hâzret-i Selmân ta'accüb idüp, bu olsa mı gerek didi. Buyurdu ki
Evet yâ Selmân, tahkik ol günlerde halkun hor ve zelîl-reki (18b)
mü’mindür, ya‘nî mü’min olup salâh ve diyânet üzre olan kimesne
aralarında: zelil olsa gerekdür. Aralarında havf ve sükût ile yürür,
eğer söylerse anı yerler, ya‘nî bu hallerinden ötürü halk sözi söy­
lerse anun helâkliğine sa‘y iderler. Eğer hod tınmayup sükût iderse eleminden ölür. Yâ Allâh! sen devlet-i kâhire-i Osmâniyye’den bu
alâmetleri def‘ eyle,.ya'nî' hazret-i Al-i Osmân’un zamân-ı şeriflerin­
de bu makûle alâmât ve hâlât nasîb eyleme. Senün habîbün Muhammed, ki seyyidler. seyyididür, anun hürmetine def ‘ eyle. Kabûl eyle
düâmızı ey hâeetler kabul idici Allâh!
H A SA N K Â F İ VE ESERİ
263
Dört aslun İkincisi, birbiriyle danışmak ve istihare eylemek ve
re’y ve tedbîr eylemek beyânıhdadur. Hak ta'âlâ Kur’an-ı azîminde
Rasûlüne hitâb idüp didi : Yâ Muhammedi müşavere eyle, ashâb ile
her emirde. Hafî değüldür ki hazret-i Risâlet-penâh -aleyhi salevâtu’llâh- ashâbmun cemî'inden umûrda a‘lem idi. Tahkik, Allâh haz­
retleri bunı niçiin buyurdı, ya'nî müşavere eylemeği emr itdi, tâ ki
ümmetine müşâvere sünnet ve tarikat olsun.
îmdi (19a) pâdişâh olana ve vezirlerine lâyık ve lâzım olan budur ki, hiç biri kendü re’yinde müstakil olmaya, belki her emr-i
mu'azzamda ulemâdan ve ukalâdan ve ehl-i tecrübeden ve erkân-ı
devletden nice kimse ile meşveret eyleye, hatâ vâki' olmakdan sakmup müşâvere eyleyeler. Nitekim dinmiş, B e y t:
Rû me-pîç ez m eşveret zîrâ ki erbâb-ı himer
M eşveret râ pîşkâr-ı ehl-i devlet ■gofte end
Hazret-i Risâlet-penâh -aleyhi selâmu'llâh- buyurdı ki «Meşveret
iden yardım olunmışdur». Hazret-i Ömer -Allah ondan râzî ölsundimiş : «Hiç bir kavm müşâvere eylemez, İllâki işlerün en doğrısma
hidâyet olunurlar. Hazret-i Süleymân Peygamber -selâmu’ Tlâhi
aleyh- oğlına hitâb idüp dimiş : «Ey benüm.oğulcuğum!.bir masla­
hatı kat‘ eyleme, tâ ki bir sâhib-i re’y olana danışmayınca. Zîrâ
kaçan ki bir işi müşâvere ile işlesen mahzun olmazsın.» Dindi ki,
bir kimse evvelâ du‘â idüp, hayr taleb eylese, sâniyen müşâvere eylese, lâyıkdur ol kimsenün re’yi hatâ eylemeye.
Hadîs-i şerif ile sâbit olan istihâre budur ki Kitâb-ı Mesâbîh’ de
hazret-i Câbir’den -radıya’ llâhu anh- rivâyet (19b) olundı ki dimiş ;
Hazret-i Risâlet-penâh-aleyhi salevâtu’llâh- cemi' umûrda bize istihâreyi ta'lîm iderdi. Kur’ân-ı azimden sûreyi talîm ider gibi buyu­
rur idi ki, kaçan seferden birinize bir mühim iş vâki' olsa iki rik'at
namaz .kılsun, andan sonra du‘â idüp eyitsün. Mazmûn-ı du‘â-yı şerîfden fehm olunan budur ki eğer ol emr-i mühim ol kimseye hayırlu ise Allâh hazretleri anı müyesser ider, eğer hod hayrlu değil
ise anı men' idüp nasîb itmez.
Bir kimse ki re’yi ile ictihâd eyleye, dahi Rabbü’l-âlemîn’den
istihâre eyleye, dahi dostundan meşveret taleb eyleye, Allâh ta'âlâ
hazretleri ol kimsenün sevdüği işini müyesser eyler. Hazret-i Ha­
şan dimiş : «Âdem oğlanı üç kısımdur, biri bütün erdür, ikinci nısf
erdiir ve üçünci hiç er ola, ya'nî yok mesâbesindedür. Ammâ evvel­
264
MEHMET ÎPŞİRLÎ
ki kısım ki bütün er ola, sâhib-i re’y olup müşâvere eyleyendür.
(20a) Amma ikinci kısm ki msf âdem ola, sâhib-i re’y olup müşâve­
re itmeyendür. Ammâ üçünci kısm ki hiç âdem mesâbesinde olma­
ya, re’yi olmayup, müşâvere eylemiyendiir». Meşveret terk olunmağla iş rast gelmez, ya’nî işde meşveret lâzımdur. Nitekim dimiş,
Kıt'a :
Kârhâ bî-müşâvei'et ne-künî
Tâ derân sûd-ı bîkerân bînî
H erçi ân bî-müşâveret sâzî
Cezm-i meydân k’ezân zebân bînî
Dindi ki yalnız kendi re’yi ile olanda re’y olmaz, ya'nî kişinün kendi
yalnız re’yi yok gibidür. Dinir ki erlerün en âkili akl sâhibleriyle
müşâvereden müstağni olamaz, dahi avratların en zâhidesi ere varmakdan müstağniye olamaz. Ali -radıyd’Tlâhu arih- buyurmış ki
«Güzel mu'âvenetdür müşâvere eylemek, dahi başkalık ne çirkin isti'dâddur. Ya'nî müşâveresiz olmak yaramazdur. Nitekim dinmiş,
Kıt'a :
Der-i m eşveret râ çirâ besten
M eğer mezheb-i akl râ câhidî
Ne erbâb-ı hikmet ganîn gufteend
K i râyân hayr mine’l-vâhidî
Errecânî nâm fâzıl dimiş, nazm : Müşâvere eyle kendimden gay­
riyle, kaçan sana bir gün bir ânza vâki' olsa, (20b) müşâvere eyle
eğerçi kim kendün meşveret ehlinden işen de. Zîrâ göz kendüye ya­
kın olanı ve ırak olanı görebiliir. Ammâ kendü nefsini göremez, il­
lâ âyine ile görür. Nitekim dinmiş, Beyt :
Me-şev magrûr-ı akl u dâniş-i hîş
Bene âyîne-i tedbîr derpiş
Hazret-i Ömer -radıya’ llâhu anh- kaçan ona bir müşkil iş nâzil ve
vâki' olsa tâze yiğitleri da'vet ider idi, dahi anlar ile müşâvere ider
idi. Dahi dir idi ki yiğitlerün kalbleri tîzrekdür. Ya'nî tamâm yiğit
olanlarun akılları keskin olur. Vârid oldı ki koca kimsenün re’yi ge­
dik olmış çakmak gibidür. Ammâ tâze yiğidün re’yi bütün ve sağ
çakmak gibidür, âsânca çakış ile çakar, ya'nî tîz isâbet ider. Bun­
dan ma'lûm oldı ki zamâne ekâbîrinün ba'zı «Müşâvereye elbette
Ha s a n
k â fi ve eserî
265
kocamış kimseler gerekdür» diyüp müşâvereyi gayr-ile terk itdüği
galat imiş. Âkiller dimişler ki «Razını yalnız bir kimseye keşf eyle,
amma meşveretini bin kimse ile eyle. Hakîm-i Hind dimiş: «Re’y ile
yetişilür ana ki kuvvet ve asker ile yetişilür. Y a’nî kuvvet ve asker
ile her ne mikdâr iş eylemek mümkin ise ol kadar re’y ile dahi mümkindiir, belki dahi (21a) ziyâde kabildür. Nitekim dinmiş, Nazm :
Be-tedMr kâri tevân sahten
K i n’ tevân betîg destân sahten
Me-kun tekye her gene u mâl u sipâh
Zi ferzânegân re’y u tedbir hah
Dindi ki muhkem olan re’y güçlü kuvvetlü elden yeg himaye
idüp saklar. Sultân Mansûr oğlma dimiş : «Ey oğul benden iki nes­
ne ahz eyle, ya'nî sana vasiyet olsun. Evvelâ bu ki hergiz fikr itme­
den söz söyleme; sâniyen, sonum tedbîr itmeden bir iş işleme. Din­
di ki ma'kül olan fikr saykallanmış yarakdan ziyâde geçer, ya'nî
ziyâde te’sîr ider. Sehl oğlı Fazl nâm vezîr dimiş : «Kılıç gedük ittüğini re’y sedd ider, ammâ re’y gedük itdüğini kılıç sedd idemez.
Âkiller dimiş: «Bir âkil kimesne cenkde bin atlı cenkçiden yeğdür. Zîrâ bir atlı cenkci nihâyet on kimesneyi, yâ yiğirmi kimesneyi
kati ider, ammâ sâhib-i re’y gâh olur ki cemî' askeri kati ider, re’y
ve tedbîri ile. Nitekim dinmiş, Beyt :
Berâyî leşkeri râ bi-şikenî puşt
Be-şimşîri yeki tâ deh tevân kuşt
Peygamber -aleyhi salevâtu’ Tlâh- buyurdı ki «Cenk (21b) hîle
ve hud'adur». Ya'nî cenkde hîle ve aldaşma câ’izdür. Kaçan ki gâlib olmazsan pes hîle eyle. Âkiller dimiş: Bildüğün hîlene dahi ziyâ­
de i'timâd eyle, şecâ'atinden ve kuvvetinden. Dahi hazer ve tehârrüzüne ziyâde sevinici ol şiddetinden. Mekr ve âl şiddet ve kuvvetden eblâğdur, ya'nî ziyâde iş ider. Nazm olunup dinmiş: Re’y ve ted­
bîr bahâdırlarun şecâ'atmdan evveldür, ya'nî re’y mukaddem gerek­
dür. Re’y evveldür, şecâ'at ikinci mahaldür. Ya'nî re’y mertebe-i
ûlâda ve şecâat mertebe-i sâniyededür. Hazret-i Lokmân oğlma di­
miş : «Ey oğulcuğum umûrı tecrübe idene müşâvere eyle, tahkik
ol kimse sana re’yinden şol nesneyi gösterir ki ona ziyâde bahâ ile
olmış. Sen isen anı müft alursın, zîrâ tecrübe iden zahmet görmişdür, ol re’yi hâsıl idince.
266
MEHMET İPŞİRLİ
Hazret-i İskender dimiş : «Racül-i hakirden sâdır olan ulu re’yi
istihkar eyleme. Ya’nî bir hor kimesneden bir azîm re’y ve tedbîr
sâdır olsa, mücerred ol hor olmağla sen ol azîm re’yi horlama ve
terk eyleme. Zîrâ tahkik eyü inci tahkir olunmaz, om çıkaran talgıç hor olmağla. Bundan ma'lûm oldı ki zamâne a'yânı ba'zı fukarâdan (22a) sâdır olan re’y-i savâbı beğenmeyüp terk itdükleri yan­
lış imiş, zîra hak söz her kimden sâdır, olursa makbûl olmak gerekdür. Nitekim haberde vârid olmış. Ve Molla Fevrî -rahimehü’Tlâhdimiş. Nazm :
Kabul eyle kelâm-ı hakkı kimden sâdır olurca
Eğer Haccâc-ı kötüdür, eğ er îbn-i Mukâtîldür.
Fasl. Bu fasl tedbîri bozan nesnelerim beyânmdadur. Dindi ki
tedbîri üç nesne ifsâd idüp bozar: Biri, tedbîrde ifrâd ile şerîk çokluğıdur, zîrâ tedbîr perîşân olur, ikinci, tedbîrde şerîk olanlarım
birbirine hased eylemesidür, garaz-ı fâsid ile hevâ dâhil olduğı içün.
Üçünci, tedbîr itdükleri maslahata mübâşeret olundukda tedbîre mâ­
lik olan bulunmayup, tedbîre mâük olmayan bulunmakdur, zîrâ
tedbîre mâlik olan gâyib, hâzır olan mübâşire kin tutar ve hased
eyler, pes cümlede tedbîr fâsid olur. Ali -rddıya’Uâhu amh- buyurmış : «Elbetde bahîl olan kimesneyi meşveretine idhâl eyleme, ya'nî
bahîl kimse ile müşâvere eyleme, seni fazlından udûl itdüriir ve
iyilükden döndürür, dahi seni fakrla tahvîf ider. Dahi korkak ki­
mesneyi meşveretine idhâl eyleme, ya'nî korkak kimse ile müşâvere
eyleme, (22b) seni mesâlihe sa'yde zâ'îf ider, ya'nî kalbine za'f virür. Dahi harîs olan kimseyi meşveretine getirme, sana tam'ı hoşça
gösterür, seni ham tam'a sevk ider. Tahkik bu üç nesneyi cem' ey­
lemez, illâ Allâh ta'âlâ hazretlerine sû’-i zan cem ider. İmdi zikr
olunan latîf ve güzel sözler, dahi zikr olunan güzel i'tibârlar delâlet
eyledi ki tahkîkan re’y ile meşveret gayet mühim olan nesnelerim
en gereklüsüdür, dahi muhtâr ve makbûl olan nesnelerim tamâmrekidür. Halbuki bu günlerde, ya'nî şimdiki zamânda ikisi bile ihmâl
olundılar, ya'nî ikisi ile bile amel olunmakda ihmâl olmur oldı.
Dahi ihtimâm ve ikdâm mahallinden iskât olundılar. Pes bu ecilden
umûr-ı nizâma halel teveccüh itdi. Dahi zülel ve fetret vâki' olur
oldı. Allâh hazretleri pâdişâhlarım, dahi vezirlerim, kalb-i şeriflerin,
ulemâ ve ukalâ re’ylerinün en eyüsine döndürsün, ya'nî Allâh ta'âlâ
kulûb-ı selâtîn ve vüzerâyı, ulemâ ve hükemânun re’y-i sevâblarıyle
H A SA N K Â F Î VE ESERİ
267
amele teveccüh itdürüp, anlarun re’yleriyle amel eylemeği kalb-i
şeriflerine (23a) ilkâ eyleye, dahi Allah ta'âlâ kendü rahmetiyle
kalblerin me’lûf eylesün, dahi Allâh ta'âlâ cümlesini umûrda isâbet
eyleyici eylesün Âmîn yâ Erhame’r-râhimîn.
Dört aslım üçüncisi, cenk ü cidâl ve harb ü kıtâl yarakların kul­
lanmak vâcib olduğmun beyânindadur, dahi askerün tedbîri beyânmdadur. Allâh ta'âlâ Kur’ân-ı şerif de buyurdı : «E y mü’min olan­
lar! hızrmuzı alınuz», ya'nî sakmmuz kendinizi, dahi yaraklamnuz.
Dahi Kur’ân-ı şerîfde bir gayrı yerde buyurdı ki «Gaziler alsunlar
giyimlerini ve yaraklarını., Hızr şol esbâb ve âlâtdur ki gaziler anım­
la kendülefin cenkde saklarlar, zırh gibi, dahi cebe ve cevşen ve tol- ga gibi. Dahi re’y ve tedbîr ile sakınmağa sâmildür. Silah ise ma’rûfdur ki gaziler her ne ile cenk iderlerse silahdur.
İmdi bunlarım herbirini idinmek ve isti'mâl eylemek bir farz-ı
mühimdür; ya'nî hem giyimler hem yaraklar kullanmak ikisi de
farzdur. Cenk zamânmda ikisinün bile terk olunması câ’iz değildür.
Halbuki (23b) şimdiki zamânlarda ikisi bile terk olunduğı şâyi'dür.
Bu ecilden, ya'nî giyimler ve yaraklar kullanmak terk olunduğı içün cenk vaktinde kaçmak çok olur oldı. Nitekim Eğri seferin­
de maheke-i uzmâda zâhir oldı. Husûsâ ki diyâr-ı Rûm ve Bosna’­
da târih-i ihtilâlden berü düşmen ile cenk eylemeğe tayanmayup
firâr ider oldılar. Bımun sebebi ser-asker olanlarım kendü nefsleriyle askeri yoklamağa mukayyed olmaduklandur, dahi yoklama husûsında ihmâl ve tekâsül itdükleridür. Halbuki emîr-i asker olan
kimesne kendü nefsiyle askerin yoklamak vâcibdür. Adedlerine na­
zar eyleye, ya'nî askerin mıkdârın göre, dahi yaraklarına nazar ey­
leye, ya'nî cebe ve cevşenlerine ve atlarına ve kılıçlarına ve sâ’ir esbâb-ı kıtâllerine nazar eyleye. Dahi yoklama husûsmda kendüden
gayri kimseye i'timâd eylemeye, nitekim kendü nefsleriyle askerin
yoklamak ilerü zamân pâdişâhlarınım âdeti idi.
Bu hikâyet-i latîfe buna delâlet ider. Hikâyet : Hazret-i İsken­
der kendü nefsiyle askerin yoklar idi. Bir sipâhî bir aksak at üze­
rinde önüne geldi. Hazret-i (24a) İskender buyurdı kim âm iskât
itsünler, ya'nî asker hesâbmdan çıkarsunlar. Pes ol kimse güldi.
Pes, Pâdişâh ol kimsemin ol makamda güldüğini azîm gördi, eyitdi
ki «Seni ne güldürdi, halbuki ben seni asker a'dâdmdan çıkardım.».
Ol kimse eyitdi «E y Pâdişâh sana ta'accüb idüp güldüm». Pâdişâh
MEHMET tPŞİRLİ
eyitdi «Neye acebledün», ol şahs eyitdi «Şuna aceblerüm ki, senün
altinda kaçmak âleti var, ya'nî kaçacak at vardur; benüm altımda
kaçmağa kabil olmayup sabit olacak.at var iken beni ne sebeble iskât itdün». Pes, Pâdişâh sipâhînün sözüne acebleyüp, anı sâbit eyle­
di. Ya'nî nŞözİ nefs-i emrde gerçek idüğine insâf idüp, anı askerden
add eyleyüp sâbit itdi.
Hikâyet : Amr b. Leys adlı pâdişâh kendü askerin yoklar idi.
Pes, bir sipâhî bir arık atun üzerinde yanmdan geçdi. Pâdişâh eyit­
di «Allâh ta'âlâ hazretleri bunlara la'net itsün, bunlar hazîneden
mâl ahırlar avratlarımın ardların semirdürler, ya'nî ulufelerini
(24b) avratlarına sarf idüp, atların beslemezler».. Pes, ol şahs eyit­
di : «Ey pâdişâh eğer avratımun kefline nazar eylesen benüm atl­
ımın sağrısından dahi ziyâde arık görürdün». Pes, pâdişâh güldi,
dahi «Ona mâl ihsân itsünler» diyü buyurdı; dahi buyurdı ki «Al
şu harçlığı, dahi anunla hem atun keflini, hem avratun keflini se­
mir di-vir»..
■ Bu iki latîfeden ma'lûm oldı ki pâdişâhân-ı selef kimseye i'timâd itmeyüp, kendü nefsleriyle yoklamak kadîmden âdetleri-imiş.
Muhassal-ı kelâm tahkik askerin yoklamak, dahi askerin âlât ve
esbâb-ı cenklerin tetebbu' eylemek, dahi âlât ve esbâb-ı harb idinmek, andan sonra isti'mâl eylemek; asl-ı cenkde i'timâd olunacak
bunlardur.
İmdi yoklama husûsında ziyâde ikdâm u ihtimâm lâzımdur,
ale’l-husûs ki bu asırda ve bu zamânlarda. Şöyle zann ideriiz ki bu
târîhde küffâr ile mukavemetden müşâhede itdüğimüz acz olmadı,
illâ bu ulu maslahat ve bu ulu farz (25a) terk olunup ihmâl olunmakdandur.
Tahkik biz elli yıldan berü diyârımizda, ki serhadd-i Hırvatdur, tecrübe itdük. Tahkik ehl-i harbden olan düşmenlerimüz, her
bâr ki yeniden bir dürlü yarak ihdâs idüp kullanmağa başlasalar,
bizüm üzerimüze galebe eylemeğe başlarlar. Andan sonra heman ki
biz dahi oncılaym yarak idinüp kullanmağa başlasak heman Allâh
ta'âlâ hazretlerimin avniyle mel'ûnlar üzre gâlib oluruz, zîrâ dîn-i
İslâm kuvvet üzredür. Ammâ şimdiki zamânda ehl-i harb olan düş­
men ihdâs olunan ba'zı yarakları kullanmakda mübâlağa ider oldılar. Tüfenkler ve toplar gibi, ya'nî nice dürlü tüfenkler ve toplar
ihdâs idüp, ifrât ile kullanur oldılar. Ammâ bizüm askerimüz ol
makule yaraklar idinüp isti'mâl eylemede ihmâl ider oldılar, belki
H A SAN K Â F Î VE .ESERİ
269
kadîmden olan yarakları bile isti'mâl itmede ihmâl ider oldılar. Pes,
bu sebeb ile uğradılar, şol nesneye ki uğradılar, ya'nî cenge tayanmayup firâr ider oldılar. Allah ta'âlâ hazretleri anları hayra hidâ­
yet idüp nusret (25b) müyesser eyleye.
Hazret-i Lokmân buyurmış «Yarak şiddet gününden ötüridür»,
nitekim «Her gün yarak bir gün gerek» dimişler. Dahi hazret-i Lokmân’dan mervîdür ki buyurmış «Şol kimse ki korkulara binmeye,
ya'nî korkulu ve zahmetlü nesneleri irtikâb eylemeye, umduklarına
yetişmez, ya'nî recâ ve arzu itdüği nesneye vâsıl olmaz.»
Andan sonra pâdişâh olana ve ser-asker olana gazileri cenk üz­
re kandırmak vâcibdür. Hazret-i Bârî ta'âlâ Rasûlüne hitâb idüp
buyurmış : «Yâ Muhammedi mü’minleri cenk ve kıtâl üzre kandırıvir.» Nice kim cenge kandırmak vâcib ise, kezâlik cenk olunur iken
sabr idüp, sâbit olmak üzere kandırmak vâcibdür. Hak ta'âlâ
Kur’ân-ı şerifinde buyurmış «Eğer sizden sabr eyleyici yüz mikdârı er cenkde bulunursa, kâfirlerim ikiyüz mikdânna gâlib olurlar;
ve eğer sizden bin mikdârı er cenkde bulunursa kâfirün iki bin mikdârma gâlib olurlar. Allâh hazretlerinim nusret ve fırsatı sabr idenler iledür. Nitekim bu ma‘nâ-yı bâhir, ma‘reke-i kübrâda zâhir oldı ki asker-i küffâr-ı hâkisâr ile tamâm cenk olunur iken İslâm
(26a) askerinim ekseri firâr itdüklerinde izzetlü ve sa'âdetlü Hüdâvendigâr-ı alî-vakâr hazret-i Sultân Mehmed Han Gâzî hünkâr
şecâ'at ve mehâbet ile turduğı yerde sedd-i îskender-vâr sebât u
karâr ve sabr üzre üstüvâr olduğı ecilden inâyet-i Hüdâ-yı kahhâr
ile küffâr-ı hâkisâra bir mertebe inhizâm u inkisâr vâki' oldı ki ilâ
yevmi’l-kıyâm beyne’l-enâm hikâyet ve rivâyet olunur: Hakk subKânehu ve ta'âlâ izzet ve sa'âdetini ve kuvvet ve şecâ'atmı ziyâde
idüp, dâ’imâ mansûr ve muzaffer eyleye. .
Hazret-i Risâlet-penâh -aleyhi salevâtu’Zlâh- buyurdı ki düş­
men ile buluşmağı ricâ ve temennâ eylemeyinüz, belki Allâh ta'âlâ
hazretlerinden emn ü âfiyet taleb eyleyinüz; ammâ kaçan ki düşme­
ne buluşasız, sabr idinüz, dahi bilinüz tahkik cennet cenkde kılıç­
larım gölgeleri altmdadur. Hazret-i Ali buyurmış «Sabr kurtulma­
mın atıdur», ya'nî sabr ile fevz ü necât müyesser olur. Dindi ki
«Mıknatıs didikleri taş demiiri kendüye çekdüği gibi sabr dahi fevz
ü necâtı eyle çeküp getürür». Dindi ki Demür giysiye sabr itmekle,
tâze ve yeni giyside tena'um idersin, ya'nî âlâm ve şedâ’id ve huşûnete sabr itmekle fevz u necât bulup, tâze libâslarda zevk ve hu-
270
MEHMET ÎP Ş İR L l
zûr idersin. (26b) Benî mühelleb dimekle ma'rûf beğlerden ba'zına
sü'âl olundı ki «Ne ile yetigdinüz, gol mertebeye ki yetigmigsiz,
ya'nî ne sebeb ile mansûr ve muzaffer oldunuz». Eyitdiler ki «Bir
sâ'at sabr ile». Dindi ki sabr nerdübân payeleri gibidür, kendüye çı­
kanı gam ve gussadan halâsa yetigdirür. Dindi ki sabr gamdan âzâde olmakluğın anahtarıdur.
1
Türk beğleri ve ululan dimigler: «Cenk eylemeğe çıkan kimesnede ba'zı hayvânâtun huyları mevcûd olmak gerekdiir, horozun
bahadırlığı gerekdiir, ya'nî horoz gibi cenkden usanmaya; dahi arslanun yüreği gerekdiir, ya'nî arslanun kalbi gibi kuvvet-i kalbi ge­
rekdür; dahi hınzırım hamlesi ve hucûmı gerekdiir; dahi dilkiniin
hilesi ve aldatması gerekdür; dahi yaraya kelb gibi sabr eylemek
gerekdiir; dahi turnamın gözciliği gerekdür, ya'nî turna gibi,- gafil
olmayup intibah üzre ola; dahi kargamın sakınması gerekdür; da­
hi kurdun gâreti gerekdiir. Me’âl-i kelâm budur ki cenk iden gaziler­
de bu makule ahlâk gerekdür» dimigler. Dindi ki selâmet ve halâs cenkde ikdâm içindediir; (27a) dahi
ölüm ve helâllik yüz çevirmedediir. Dindi ki gecâ'at ve bahâdırlık
didikleri bir sâ'at sabrdur. Pâdigâhân-ı selefden Afrasiyâb dimig :
«Bahadır olan kimesne düşmenine bile sevgilidür; korkak muhannes kimesne buğz olunmıgdur, hatta anasına bile sevgilü değildiir.»
Bu ma'nâ Rûm serhadlerinde meghûrdur, husûsan serhadd-i Hırvat’da.
Tahkîkan ehl-i harb olan kâfirlerden ba'zı, kaçanki bizim gazi­
lerimizden bir kimsede bahadırlık ve yararlık mügâhede itseler, ö
kimseyi severler ve medh iderler, gâh olur ki ona ba'zı armağan
gönderürler, bahadır olduğı içün. Ammâ kaçan ki bir muhanneslik
his idüp duysalar, ana bugz idüp zemm iderler; gâh olur ki avrat
libâsından ba'zı nesne gönderürler, korkak olduğı içün.
Dindi ki muhârebe idecek kimsenün iğini az görme, zîrâ eğer za­
fer bulup galebe idersen mahmûd olmazssın, ya'nî seni kimse medh
itmez ve âferîn dimez; ammâ eğer (27b) anunla cenkden âciz olur­
san ma'zûr olmazsın.
Andan sonra ser-asker olanlara lâyık olan budur ki askerün
ba'zılannı yine ba'zılarına ısmarlaya. Arab gââlerün ba'zısı dimig :
Asker cemâ'atmdan biz bir cemâ'ata rast gelmedük ki hazret-i Ali
anlarım içinde ola, İllâki hazret-i Ali ba'zılanmızı yine ba'zılarımıza
ısmarladı. Hazret-i Ebû Bekr gol zamânki mürtedd olan tâ’ife üze­
H A SAN K Â F İ VE ESERİ
271
rine hazret-i Hâlid’i gönderdi, Hâlid b. Velîd hazretlerine mektûb
yazdı ve içinde didi : «Bil sen ki tahkîk seni gözedür gözeiler vardur. Cenâb-ı Rabbü’l-izzet’den, seni gözedürler ve görürler. Pes
kaçan ki düşmene buluşasım mevt üzre haris ol, ya'nî ölmeği ihtiyâr
eyle, tâ ki sana hibe olunsun, ya'nî selâmet müyesser olsun.»
Pâdişâhân-ı selef den Sultân Reşîd, Abdülmelik b. Sâlih adlı ser­
askerine vasiyet eyledi eyitdi ki «Sen Allâh hazretlerimin kullarıiçün bâzergânısm. İmdi zeyrek mudârib gibi ol : eğer fâ ’ide bulursa
ticâret ider ve illâ şöyle ki fâ ’ide bulmaya, sermâyeyi saklar, ki
mala bir zarar gelmesün. Dahi toyumluğa tâlib olma, tâki selâmet
kazanasın».'
Andan sonra pâdişâh olana bi’z-zarûre muhârebe lâzım olursa,
kendü nefsiyle ilerü gelmeye, ya'nî kendüsi cenge girmeye, belki
sancağı altında ka’im ve sâbit olup tura, ya'nî yerinden ayrılmaya;
kendü etrâfmı mahsûs yaraklar ile ve kullar ile hisâr eyleyüp ve
üzerinde olan libâsını gâh gâh tebdîl eyleye.
Kaçan ki bir düşmeni mağlûp eyleyûb kahr ile kendüye tâbi'
eyleye, ol düşmen beylerini yine beylikleriyle komıya, zîrâ ta'assub
ve adâvet ve kin kalblerinden çıkmaz, elbette kalblerinde gizlü
adâvet kahır, belki evlâdına bile intikal ider, nitekim geçti. Tahkîk
biz bu ma'nâyı sene selâse ve elf târihinde Bogdan ve Eflâk ve Erdel
vilâyetinim beylerinden müşâhede itdük. Zîrâ tahkîk, ol mel'ûnlar
-Allâh ta'âlâ anları hor ve zelîl eylesün- kalblerinde adâvet ve ta‘assubı izmâr idüp sakladılar, elli yıldan dahi ziyâdeden berü. Andan
sonra vakta ki ümerâ-i îslâmda gaflet duydıîar, fırsatı gânîmet
bildiler, dahi işledüklerini işlediler; ya'nî âsî olup, vilâyetlerine
karîb olan İslâm şehirlerinden ve kasabalarmdan yigirmi yedi
pâre şehr ve kasaba gäret idüp virân eylediler. Ömrüm içün, eger
şimdiden sonra bunların husûsmda ihmâl ve müsâhele vâki' olursa,
ya'nî bunların barışmalarına mağrûr olup yine halleri üzre beğliklerine kahırlar ise elbette yine anlar dönerler mu'tâdlerine; ya'nî
fırsat buldukça isyân idüp ehl-i îslâma zarar getürürler. İmdi bir
tedârük lâzımdur. Hak budur ki memâlik-i îslâmiyye-i Rûm’da
pâdişâhlar tahtı olan İstanbul ve Edime gibi ve ol şehrlere karîb
yerlerde kâfir vilâyeti kâfir beğleriyle alıkonmak re’y-i sevâba
benzemez. Ey bizim Rabbimüz! kalblerimüze şabr eylemeği i'tâ
idüp cenk mahallerinde kademlerimizi sâbit eyle, dahi bize, kavm-i
kâfirin üzre galebe ve nusrat müyesser eyle..
272
MEHMET ÎPŞÎRLİ
Dört asldan dördiinci asi, fevz ü necat ile Cenâb-ı Rabbü’lizzet’den yardım sebeblerinün beyânmdadur, dahi hezimet îcâb iden
nesnelerim beyânmdadur. Allâh hazretleri bizi hezîmetden saklaya.
Bu sebeblerde i'timâd olunacak baş sebeb îslâm eskeri içinde salâh
ile perhîzkârlıkdur. Ya'nî ehl-i asker mâsivâdan sakmup salâh üzre
olmakdur. Kur’ân-ı şerîfde Hakk ta'âlâ buyurdı ki : «Tahkik Allâh
müttakîler iledür». Dahi buyurdı İri : «Tahkik Allâh hazretleri şun­
lar iledür ki mâsivâdan sakmalar, dahi amellerinde iyilik üzre
olalar». Dahi buyurdı ki mâsivâdan sakınmağa sabi* itmeğle yardım
taleb eyleyinüz; dahi ümmüi-ibâdât olan namaz ile yardımlanunuz. Şek ve şübhe yokdur ki zafer Allâh ta'âlâ avniyle olur,
avnu’llâh ise olmaz, illâ şol kavm ile olur ki Allâh hazretleri anla­
nın üzerine hâzır ve nâzır ola.
İmdi pâdişâh ile vezirler üzerine vâcib olan umûrun gayet
mühimmi budur ki asker halkına salâh ve tavkâ üzre olmağı emr
eyleyeler, dahi asker halkını fısk ve isyândan men1 eyleyeler, dahi
kahve-hâneler gibi ba'zı bidatleri ve beyhûde havâlara meyi etme­
den (29b) men1 eyleyeler. Bu men1 hüsn-i siyâset ve zabt ile müm-'
kindür. Bu men1 hemen vâki1 olur, askerün eyülerine ve sâlihlerine
ri'âyet ve iltifât etmekle, dahi yaramazlarına bakmayup yüz çevir­
mekle olur. Zîrâ heman ki zâbıt ve hâkim olanlar mahkûmlarımın
sâlihlerine iltifât idüp, fâsıklarınun ve yaramazlarımın yüzlerine
bakmayup i'râz iderler. Hemân cümle yaramaz olanlar eyü ve sâlih
olmağa heves iderler.
Aiıdan sonra avn ve zafere sebeb olan hayr du’âdur, ya'nî ule­
mâ ve meşâyih ve zu'afâ ve fukarânun hayr du'âlarıdur, dahi ehl-i
du'ânjın himmetleridür. Himmet, bir mühimden ötüri cân u gönül­
den Cenâb-ı Rabbü’l-izzete teveccüh idüp gussalanmakdur. Tahkik
erlerün himmeti tağları yerinden koparur, kelâm-ı mahûfdur. Hazret-i Risâlet-penâh -aleyhi salavâtu’Uâh- buyurdı : Allâh ta1âlânun
kazâsım hiç nesne redd idemez illâ du'â redd ider. Ya'nî illâ yine
Allâh ta'âlâ hazretlerine tazarru1 ile ve yalvarmak ile redd olunur;
dahi ömri ziyâde eylemez illâ sadaka ve ihsân ziyâde ider. Dahi hazret-i Risâlet-penâh -salla’Tlâhu aleyhi ve sellem- buyurdı ki «Siz
za'îflerinüz ile mansûr olursız. Fukarâ ve zu'afânun hayr du'âlarıyle (30a) yardım olunursuz. îmdi bu ehl-i du'â olan tâ’ifeye ni'met
virmegle dahi ihsân ve ikrâm itmegle murâca'at ve iltifât lâzımdur. Tâ ki gönülleri açılup ihlâs ile dahi gökçek niyetler ile hayr
H A SAN K Â F Î VE ESERİ
273
du'âlara kalbleri sıdk ile meyi eyleye. Tahkik bu inkişâf-ı kalble ve
hüsn-i niyet ile hayr du'âlarda cemî‘ nâsa azîm nef‘ vardur. Dahi
bu ehl-i du‘â olan tâ’ifenün incinmelerini îcâb ider nesnelerden ihti­
raz vâcibdür, tâ ki gönülleri tanlup kalbleri münkesir olmaya; zîrâ tahkik ehl-i du'ânun kalbleri münkesir olmakda cemî‘ halka za­
rar vardur. Bu asrda ise ekser halkun arasında görünmeyüp ve müşâhede olunmayup illâ ehl-i du'âdan arlanmak ve i'râz olunmak müşâhede olunuyor, dahi ehl-i du'ânun rencide olunması ve istihkar
olunması müşâhede olunuyor. Husûsâ ki hünkarh olan tâ’ifeden,
ulemâ ve sulehâ ve ehl-i du'âya çok cefâ ve (30b) ezâ ve istihfaf
müşâhede olunur. Allâh hazretleri anları ıslâh eyleye, ilm-i şerifin­
de lâyık olduğı üzre. Şöyle anlanur ki, bu ecilden ekserinim işleri
rast gelmiyor.
Andan sonra dahi nusrat ve zafere sebeb olan pâdişâhım him­
met idüp kast eylemesidür: Galebe iderler ise ihsân ve in'âm eyle­
meğe va'de itmekle, andan sonra ahdine vefâ eylemekle; dahi mu­
harebeden kaçanları da kahr ile, dahi siyâset ile tehdîd eylemeğe
himmet ve azimet itmesidür. Halbuki Rûm serhadlerinde cenkden
kaçmak şuyû' bulmışdur, ale’l-husûski serhadd-i Bosna’da. Pes bu,
kaçmak ma'nâsını def' içün mukayyed olup bir tedârük eylemeğe
ihtimam lâzımdur. İllâ meğer ki ser-asker olanun re’yi olup, bir
maslahat içün kaçalar, ol zamânda eümlenün ittifâkıyle olur, kemîngâhlarda itdükleri gibi, fırsat görmedüklerinde cenge mübâşeret itmedin savuldukları gibi. Nitekim dinmişdür: Vaktinde ve zamânında kaçmak, vakti değil iken sa.br itmeden hayrlidür. Hazret-i
Amr b. Âs, Mu'âviye -radıye’ llâhu anhumâ- hazretlerinden su’âl eyleyüp didi : «Ba'zı zamânlarda senün ikdâmmı görürüm, dahi şecâ'at ve bahâdır lığına hükm iderüm; ba'zı zamânlarda i'râz itdüğüni görürüm, dahi korkaklığına hükm iderüm, aslı nedür?» didi.
Pes hazret-i Mu'âviye cevâbında nazm idüp buyurdı, Nazm :
«Bahadırım ben şol zamânda ki bana fırsat el vire
Amma korkağım şol zamânda ki fırsat el virm eye» didi.
Andan sonra mansûr ve gâlib olmağa dahi sebeb olan askerün
mücerred i‘zâz-ı dîn içün ve kelimetu’llâhı i'lâ içün cenk itmeğe
kast itdükleridür. Yoksa mâl eline girmek içün yahud bir mertebe­
ye yetişmek içün olmaya. Bu niyet üzre cenge kast itdükleri biavni’Ilâh mansûr ve gâlib olmağa kavi sebebdür. Hazret-i RisâletTarih Enstitüsü Dergisi - F. 18
2 74
MEHMET ÎPŞÎRLİ
penâh -aleyhi salevâtu’llâh- buyurdı ki : Üç kimesne vardur ki Hak
ta'âlâ hazretleri kendü üzerine ol kimesnelere yardım eylemeği lâ­
yık ve lâzım görmüşdür : Biri şol kimsedür ki Allâh yolunda mücâhid ve gâzî ola; dahi ikinci gol kimsedür ki mücerred nefsini mâsivâya düşmekden sakınmak içün tezevvüc eyleye; dahi üçünci gol
kuldur ki edâ niyetiyle kendüsin mükâtebeye kese.
Dahi mansûr (31b) ve muzaffer olmamın sebebi askerün ülü’lemre kemâl-i inkıyâdları ve mutî‘ olmalarıdur. Aralarında ittifâk
ve ülfet olup, birbiriyle kardaglagmak ile itâ'at üzre olmalarıdur;
dahi birbirine adâvetden sakmup ve birbirinden ayrı olmakdan sa­
kınmakla. Bu ma‘nâ ya'nî asker arasmda ülfet ve muhabbet ve it­
tifâk olmak umûr-ı askerün gayet mühimmidür. Halbuki bu asrda
bu ma‘nâ zâyi'dür. Zîrâ asker arasında hilâf ve gıkâk çoğaldı, dahi
mâ-beynlerinde inâd ve nifâk guyû' buldı. Pes ittifâk ve ülfet üzre
olmalarına bir tedârük lâzımdur. Bu zikr olunan sebebler bir as­
kerde ri'âyet olundukdan sonra mubâlağa ile hîbe idici olan Allâh
hazretlerine hüsn-i i'tikâd ve tevekkül lâzımdür; dahi toğrı yola kılavuzlayan Resûlü’nün mu‘cizât-ı gerîfelerine i'timâd lâzımdur. Ya'nî
göyle ki bir askerde zikr olunan sebebler ri'âyet olunup, Allâh haz­
retlerine tevekkül ve mu‘cizât-ı Nebeviyye’ye i'tikât ve tevessül
buluna, bi-avni’llâhi ta'âlâ hergiz ol asker münhezim ve mağlûb olmayup, dâ’imâ gâlib ve mansûr ve muzaffer olurlar. (32a)
Ammâ gol sebebler ki inhizâm ve inkisârı ya'nî askerün sınmaklığmı .ve bozulmasını îcâb ve iktizâ ider, dahi gol sebebler ki
kâfirlerim musallat ve havâle olmalarını getürür, ol sebeblerün ba­
ğı gimdiye değin zikr itdüğimiz haberler ile amel olunmakda ihmâl
ve müsâheledür. Kâfirlerim musallat olmalarını ve inhizâm ve inkisârı îcâb eyleyen sebeblerde asi olan sebeb zulmdür ve isyândur.
Askerde ya'nî hemân ki bir askerün halkı zulm ve te'addîye ve isyâna baglasalar hemân mağlûb ve münhezim olmağa bağlarlar. Zîrâ
Allâh ta'âlâ hazretleri ba'zı peygamberlerine vahy ile i'lâm idüp
buyurmıg ki : Kaçan ki beni bilen kulum bana âsî olsa, ben anun
üzerine beni bilmeyen kullarımı musallat ve havâle eylerüm. Dahi
hazret-i Risâlet-penâh buyurdı ki «Zulm ile zafer olmaz, ya'nî zâ­
lim olan muzaffer ve mansûr olmaz. Bu ma'na üzre akl nazarı delâ­
let ider. Zîrâ günâh-ı fâhig ve f i‘l-i münker iglemek dinde hâ’inlikdür; hâ’in olan kimse ise korkak ve muhannes olur, korkak ve muhannes ise inhizâmdan hâlî olmaz. (32b)
H A SA N K Â F Î VE ESERİ
275
Hâl buki diyâr-ı Rûm’da zulm peyda oldı, üç yıldan berü ya'nî
sene erba'a ve elf târihinden mukaddem üç yıldan berü İslâm askeri
arasında zulm ve te'addî zuhûr eyledi. Tahrîkan asker kullarından
çoğı, Müslimânlarun ırzlarmı yıkmakla, dahi malların nehb itmek­
le dahi Müslimânlarun avratlarına, oğlanlarına ta'arruz itmekle,
dahi re'âyânun rızkların gâret ve yağma itmekle, dahi fukarâ ve
zu'afâyı rençîde itmekle-bilâd ve kurâda fesâdı çoğaltdılar, Husûsan bu fi'li iden hünkâr kulı nâmına olan tâ’ifedür. Pes bu sebeb
ile Allâh ta'âla düşmenleri musallat eyledi Rûm serhadleri üzre.
Pes, düşmen hucûm ve ikdâmda mubâlağa itdiler, dahi çok kal'alar
aldılar, ulu ibretler izhâr itdiler. Dahi itdüklerin -itdiler, ammâ
bi-hamdi’llâhi ve bi-inâyetihi yanlarında kalmayup, Pâdişâh-ı sâhibkırân Sultân Gâzî Mehmed Han hazretlerinim himmet-i aliyye ve
nehmet-i kaviyyeleriyle ma‘reke-i ma'hûdede cezâların buldılar.
Cenâb-ı Rabbü’l-izzet’den mercüv ve mutezarrı'durki şimdiden
sonra dahi ziyâde intikam olunalar. Bu asker-i İslâm arasmda
zuhûr iden zulm vâki' olmadı, illâ zâbt (33a) u siyâsetde terk ve
ihmâl sebebi ile vâki' oldı. Dahi askerim vazifeleri ve zahireleri
vaktinde edâ olunmakda taksir olunduğmdan oldı. Ömrüm içün ih­
tilâlden ne ki vâki' oldıysa anun ekseri vâki' olmadı, illâ mâla
tam‘-ı hâm sebebi ile vâki' oldı. Helâl ve harâm fark olunmayup,
tam‘-ı hâm sebebi ile vâki' oldı. Hak subhânehu ve ta'âlâ hazretleri
Pâdişâhlarım dahi vezirlerin kalb-i şeriflerin bü makûle hallerden
habîr ve âgâh eylesün. Tahkik Allâh ta'âlâ hazretleri ulu ve yüce
pâdişâhdur. Cemi' pâdişâhlarım ve vezirlerim ve sâ’ir halkun kalblerinün tasarrufı anun yed-i kudretindedür.
Andan sonra dahi inhizâma sebeb olan fırsat gözetmeyüp,
bî-vakt cenge mübâşeretdür. Andan sonra dahi inhizâma sebeb olan
gurûrdur, dahi düşmanı az ve. hor görmekdür. Heman Allâh hazret­
lerine tevbe ve rucû' lâzımdur, gaflet ve dalâlete düşmeği îcâb ider
nesnelerden, dahi işlerün sonuni tedbîr eylemede ihmâlden sakınmak lâ-büdd ve lâzımdur. Ey cemi' kuvvet ve halleri dönderici ve
tasarruf idici Allâh! (33b) sen bizim hâlimizi ahsen hâİe dönder
ve hüsn-i hâl üzre olmağı müyesser eyle.
Hâtime-i kitâb : sulh ile ahd umûr-ı mühimmeden idüklerinün
beyânmdadur. Kur’ân-ı şerîfde Hak ta'âlâ buyurdı ki : Cemi' hu-
276
MEHMET ÎPŞİRLİ
sûmâtda sulh hayrlıdur. Dindi ki cenk ü cidal ve harb ü kıtal gücdür ve acıdur, sulh ise emînli'kdür ve şâdîlikdür. Pâdişâhân-ı
ukalâdan Keyhüsrev dimiş : «Hatâlarun gâyetde büyüği sulh ve
âmân taleb iden kimesne ile muhârebe eylemekdür», ya'nî şöyle ki,
bir cânib sulh murâd eyleye ve âmân taleb ey ley e ol cânib ile mu­
hârebe gayet yankşdur. Pâdişâh-ı âkil Erdeşîr Bâbek dimiş : «Ben
isyân iden kimse içün kılıç isti'mâl itmezem, şol yerdeki asâ kifâyet
eyleye», ya‘nî asâ ile def’ olunması mümkin olan kimesneye kılıç
çekmem, kaçanki anlara husûmeti fasl idici söz te’sîr eylese.
Ya'nî şöyle ki düşmene ma'kûl söz te’sîr idüp, def* olmağa kabil Ola,
anda yarak ile cenge mübâşeret itmezem» dimiş.
Dindi ki sulh ecellerün bakâsıdur, dahi mallarım haremidür,
ya‘nî sulh ile mallar hıfz olunur, eceller kalur. (34a) Kur’ân-ı şerîfde Hak ta'âlâ buyurmış ki : Tahklkan kıyâmet gününde ahd su’âl
olunur, ya'nî ahdi sımak câ’iz değildür. Sıyan kimesne âhiretde
mes’ûl ve mu'âkab olur. Pes ahdi gözedüp ri‘âyet itmek umûr-ı
mühimmedendür. Nitekim dinmiş :
B eyt
Gam-ı ahd horden zi kâr âgehî est
Vefâdâr âyîn-i şâhınşâhî est
B eyt
D est-i vefâ derkem er-i ahd kun
Tâ ne-şerâ ahd-şiken cehd kun
Ve ahdi sımanun dünyâda dahi zarârı vardur. Nitekim bu hadîs-i şerîfde zikr olunmışdur, ya‘nî hadîs-i Nebevî’de vârid olmış ki
buyurmışdur : Beş nesne vardur ki mukabelesinde beş nesne vâki
olur. Biri budur ki bir kavm ahdlerini sımaz, illâ ki Allâh ta'âlâ
düşmanlarını anlarun üzerine havâle ve musallat ider; ve ikinci
budur ki, dahi bir kavm Hak ta'âlâ inzâl itdüği hükmün hilâfınca
hükm itmezler, illâ ki ol kavm arasında fakr zâhir olur; dahi üçünci budur ki, bir kavm arasında zinâ ve fuhş zuhûr itmez, illâ anlarun
arasında mevt peydâ olur, ya'nî tâ'ûn zuhûr ider; dördünci budur-
Ha ş a n
k âfî ve eserî
277
ki bir kavm kilelerin eksik vezin ile ve kile ile mu'âmele itmez, illâ
ki mukabelede ot bitmek men* olunur, ya'nî ot ve ekin bitmez olup
kaht yıllarıyle mu’âhaze olunurlar, (34b) ya'nî kaht u galâ zuhûr
ider; dahi beşinci budurki bir kavm zekâtların men' itmezler, illâ
ki mukabelede anlardan yağmur bereketi men’ olunur.
Bu zikr olunan beş nesne âhir-i kitâb vâki' oldı. Allâh hazret­
leri cemi' umûrun toğrısmı yeğ bilür. Bu mikdârda, ya'nî bu kitâbda
zikr olunan hikmet ve ma'rifet sözleri mikdârmda te’emmül-i tâm
ile zikr eyleyene kifâyet vardur. Ya'nî âkil ve dânâ ehl-i basiret
olanlara bu kitâbda olan hikmet sözleri yeter. Mufassal ve mutavvel
kitâblar tetebbu' eylemeğe ihtiyâç yokdur. Sözün ise nihâyeti ol­
maz. Ya'nî el-kelâmu yecurru’ l-helâm muktazâsmca söylense söz
tükenmez.
Bundan sonra du'â idüp diriz ki : «Ey matlûb olan cemî' ahvâle
âlim ve habîr olan Allâh! senden fezv ü necat ricâ ve taleb iderüz,
hüznlerden ve gussalardan. Pes halâs i'tâ ve ihsân eyle, cemî' güç
nesnelerden. Dahi kullarına merhamet idüp, bizi zahmet ve ta'bdan
halâs eyle. Ey bizüm Rabbımuz! günahlarımuzı mağfiret ve setr
eyle, dahi işimüzde hadden tecâvüzümüzi afv ve mağfiret eyle.
Dahi düşman ile muharebe vaktinde cenk mahallerinde kademlerimüzi sabr üzre sâbit eyle, (35a) dahi kavm-i kâfirîn üzre.bize
yardım eyle. Yâ Allâh! Müslimânlarun askerine nusret ve fırsat
müyesser eyle. Yâ Râb! seni birleyici ve vahdâniyetine îmân getürici olan askere yardım eyle. Dahi Hacc-ı şerîf seferinde olanlara,
dahi gazilere, dahi sâ’ir müsâfirlere selâmet ve sıhhat mukadder
eyle. Dahi senün Rasûlün Muhammed hazretlerine, dahi cemî' âli
ve ashabı üzre salât ve selâm eyle. Hakîkatde hamd ve şükr âlem­
leri terbiye ve ıslâh eyleyen Allâh hazretlerine mahsûsdur. Cemî'
umûrı kemâliyle bilen Allâh hazretlerinim avni ile te’lîf ve tasnîfün
evveli ve âhiri vâki' oldı.
Hicret-i Nebeviyye’den bin dördünci yılun Zi’l-hicce-i mübârekesinde andan sonra kal‘a-i Eğri seferinden gelinüp, bu tercüme-i
latîfenün tefsîr ve tahrîri kal’e-i Akhisar’da bin beşinci senenün
Recebü’l-müreccebinde vâki' oldı.
278
MEHMET İPŞİRLİ
Hak subhânehu ve ta'âlâ hazretleri cemî‘ hükkâm-ı kiram ve
vulât-ı enama mefhûmiyle tekayyüd ve mazmûniyle amel müyesser
ve mukadder idüp, âsâr-x berekâtmı memâlik-i îslâma ifâza ve
in'âm eyleye. Ümîddür ki manzûr-ı nazar-ı ayn-ı inâyet-i ashâb-x
kerem ve melhûz-x ker§eme-i lutf ve himâye-i erbâb-x hikem oldxxkda içinde vâkx‘ olan sehv ve hatâyx zeyl-i (35b) afvleriyle mestur
ve kerem-i lutflarxyle ma'zûr buyuralar. înşâ’llâh ta'âlâ. Temme
bi-fazli’llâhi’l-Bârî.
RUSYA’NIN ASYA’DA YAYILMASI
Mehmed Saray
Rusya, Asya’yı ve bilhassa Orta Asya’yı istila için XVI. asır, dan XIX. asrın sonlarına kadar devamlı seferler düzenlemiştir.
Acaba Rusya’yı Asya’ya çeken sebepler neler idi? Her emperyalist
yayılmanın motifleri, çeşitli olmakla beraber, Rusya'nın Asya’da
yayılmasının başlıca sebeplerini şöyle sıralamak mümkündür :
1 — Altın Orda Hanlığı ile olan mücadelelerinde Ruslar, önce­
leri, kendi sınırlarında ve daima müdafaada kalan taraf durumunda
idiler. Fakat, Altın Orda’nın yıkılmasından sonra kurulan hanlıklar
(Kırım, Astrahan, Kazan vb .)’m zaafları yüzünden smır boyların­
daki mücadelelerde müdafaadan çıkarak saldırgan taraf durumuna
gelen Ruslar, neticede, hanlıkların aleyhinde genişlemeye ve oralar­
daki nüfusu zorla kendilerine bağlamaya başladılar.
2 — Devamlı harpler Rus hâzinesine büyük malî külfetler ge­
tiriyordu. Ruslar, boşalan hâzinelerini yeni işgal ettikleri yerlerin
ahalisinden aldıkları vergilerle doldurma yolunu tutmuşlardı.
3 — Deli Petro zamanında Ural dağlarında bir maden endüst­
risi kurulmuştu. Bu endüstrinin gelişmesi ve iyi bir malî kaynak
olabilmesi için, Ruslar, güney-doğu’ya doğru yayılmak gerektiğine
inanıyörlardı.
4 — Portekizli, HollandalI ve Ingiliz’lerin yaptıkları gibi Rus­
lar da Iran, Orta Asya, Çin’in ham maddelerini ve Hind’in bahara­
tını satan tüccarlardan biri olmak hayâli içinde idiler. Bu hayâl­
lerini gerçekleştirmek için de güney-Asya’ya doğru yayılmaları ge­
rekiyordu.
Son olarak, bir kısım Rusların hudud bölgelerine göçmeleri
yayılma politikasına hizmet ediyordu. Bu göçmenler, askerî hizmet-
580
MEHMED SAR AY
lerin ve serflik sisteminin ağır şartlarından kaçan başıbozuk kim­
selerdi. Fırsat buldukça sınır bölgelerinde komşu milletlerin arazi
ve mallarına da tecavüz eden bu kaçaklan, Rus makamları, topla­
yıp geri götürecekleri yerde, korumak ve desteklemek yolunu seç­
mişlerdi. Bu durum ise, komşu devletlerle savaş yollarını açmış
ve Rus ordularının adım adım Asya’da ilerlemelerini sağlamıştır.
1480’de son AJtm Orda (Tatar) hâkimiyetinin yıkılmasiyle bir­
likte Rusya’nın Asya’ya doğru yayılması da başlamıştır. Ruslar,
îlk büyük başarılarını, 1552’de, Kazan’m . işgalinde gösterdiler1.
Kendilerine Asya’nın kapılarını sıçan bu bsışarıdan sonra, Hazar
Denizi’ne kadar bütün itil (Volga) havaüsini kontrolleri altma al­
dılar. İtil vâdisini ele geçirmeleri onlara ticarî ve stratejik büyük
avantajlar sağlamıştı. İran, Orta Asya ve hattâ Hindistan ile tica­
retlerini artırmak için hükümetlerinden destek isteyen Rus tüccar­
larının faaliyetleri, Rus hükümetinin yayılma politikasına uygun
geldiği için, derhal tasvip gördü. Zira o devirde İtil (Volga) vâdisi,
İran, Orta Asya ve Hindistan’a açılmak için bir nevi çıkış kapısı
olarak kabul ediliyordu2.
Ruslar 1556’da Astrahan’ı işgal ettiler3. Arkasından Volga ile
Sibirya arasındaki sahayı kontrol etmekte olan Kossak (veya Ko­
zak)’larm4 1570-1580 arasında Rus hâkimiyetini kabûl etmeleri.
Rusların Asya’ya ve bilhassa Orta Asya’ya doğru yayılmalarında en
büyük mukavemeti gösteren Tatar, Başkurt ve Kazak Türkleri ile
Moğol asıllı Kalmuklar karşısında üstün bir duruma gelmelerine
yardım etti5.
Rusların bilhassa Astrahan’a kadar inmeleri, Orta Asya müslürrıanlarının Hazar’ın kuzeyinden İstanbul ile irtibatlarını kesmiş
ve Mekke’ye hac ziyaretlerini tamamiyle imkânsız hale getirmişti.
Diğer taraftan Kossak’larm da desteği ile Rusların Asya’da giriş­
tikleri yeni istila hareketlerinden büyük endişeye kapılan müslü­
1 I. Grey, Ivan the Terrible, London, 1964, s. 107; A. Battal-Taymas,
Kazan Türkleri, Ankara, 1966, s. 29-35.
2 A.S. Donnelly, The Russian conquest of Bashkiria 1552-nJfO, London,
1968, s. 13 vd.
3 B. Pares, A History of Russia, London, 1965, s. 133.
4 Bunlar aslen İslav olan ve sınır muhafızlığı yapan birlikler (Kozak
veya Kossak) dir ve Kazak Türkleri ile hiç bir ügileri yoktur.
5 Grey, s. 122-123.
R U SY A ’NIN A S Y A ’D A Y A Y ILM ASI
281
man ahali, İstanbul’a gönderdikleri mektuplar ve elçiler ile âcil
yardım istemeye başlamışlardı6. Orta Asya müslümanlannm fer­
yatları, Düvel-i Islâmiyye’nin başı olan Osmanlı devletini karşı ted­
birler almaya şevketti.
Osmanlı hükümeti, Kırım’a, Kafkasya’ya ve Orta Asya’ya doğ­
ru Rus ilerleyişini durdurmak maksadiyle Don ve Volga nehirleri­
ni bir kanal ile birleştirmeye karar verdi. Bunun için gerekli hazır­
lıkları yapmak üzere Kırım Han’ı ile Kefe Valisine fermanlar gön­
derildi7. Fakat bu arada Avusturya cephesinde vuku bulan hızlı
gelişmeler yüzünden padişah Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) ’m .dikkatini tekrar batıya çevirmek mecburiyetinde kalışı ve bu se­
bepten çıktığı batı seferi esnasında vefat edişi, Don-Volga kanalı
projesinin geri kalması sonucunu verdi.
Kanunî’nin yerine geçen oğlu H. Selim (1566-1574)’e durumu
tekrar izah eden ve meseleyi tâkip iznini alan devrin muktedir
Vezîr-i A ’zam’ı Sokullu Mehmed Paşa, Don-Volga kanalı için hazır­
lıkları yeniden hızlandırdı. Fakat Osmanlı İmparatorluğunun iç
meseleleri ve bu arada genç Padişah’m gözüne .girerek vezir-i a’zam
olmak isteyenlerin çevirdikleri entrikalar, Sokullu'yu İstanbul’da
kalmaya ve bu mühim projeyi gerçekleştirecek sefere Kefe Valisi
Kasım Paşa’yı göndermeye mecbur bıraktı. Oysa Kefe Valisi, bir
Osmanlı müellifinin dediği gibi, böyle bir seferi başariyle sonuç­
landıracak ehüyet ve yaradılışta değil idi8.
Osmanlı Devletinin hazırlıklarım öğrenen Ruslar derhal karşı
siyasî faaliyete geçtiler. Kırım Han’ı, Volga havalisinin de Osmanlı
hâkimiyetine girmesi halinde, yan-müstakil bir statüde olan ülke­
sinin tamamen Türk kontrolü altına düşeceğinden endişe eden Kırım
Han’ına3, Ruslar, Osmanlı projesine karşı çıkması için, vaadlerle
dolu büyük bir dostluk gösterisine giriştiler.
Bu arada hazırlıklarını tamamlayan Kasım Paşa kumandasm6 H. İnalcık, «Osmanlı-Rus Rekabetinin menşei ve Don-Volga kanalı
teşebbüsü 1569», Belleten, No. 46, Ankara, 1948, s. 351; A.N. Kurat, Türkiye ve
îdü Boyu, Ankara, 1966, s. 86; Ayn. müel., Altın Ordu, Kınm ve Türkistan Han­
larına ait Yarlik ve Bitikler, Ankara, 1940, s. 2-129 arasmda bu hususta ilgüi
belgeleri vermektedir.
7 İnalcık, s. 366.
8 Kâtib Çelebi, Tühfetü’l-Kibar, İstanbul, Mayıs 1329, s. 86.
9 İnalcık, s. 367 ve 384.
282
MEHMED S A R A Y
daki Türk kuvvetleri ve teknisyenleri, 1569 ilkbaharında Don-Volga
havalisine giderek kanal açımı için gerekli çalışmalara başladılar.
Fakat Türk teknisyenler,' çalışma sahasında ümid ettiklerinden de
fazla güçlüklerle karşılaştılar. İki nehir arasında kanal açılması
düşünülen arazi fevkalâde engebeli idi. Ayrıca, İstanbul’un emrine
rağmen Rus entrikalarına kanan Kırım JHan’ı da hiç bir yardımda
bulunmuyordu. Bunun üzerine Kasyn Paşa durumu İstanbul’a ra­
por ederek nasıl hareket etmesi -gerektiği hakkında talîmât istedi10.
İstanbul, Kasım Paşa’ya kanal çalışmalarını öbür baharda yürütme­
si için Kırım’da daha iy i hazırlıklar yapmasını emretti. Bu tâlîmâtta onun, Kırım’ a dönmeden önce, mümkün ise, Rusları Astrahan’dan .atması da emredilmişti. Kısa zamanda bir başan kazanmak hırsıyle hareket eden Kasım Paşa, gerekli topları. yanına almadan,
emrindeki kuvvetlerle Astrahan üzerine yürüyerek şehri kuşattı.
Daha önce Ruslar tarafından da iyi tahkim edildiği için şehrin kı­
sa zamanda zaptedilmesi mümkün değildi11. Bu güçlüklerden başka
kışın yaklaşmakta olduğunu, yiyecek ve mühimmatının sonuna yak­
laştığını gören Kasım Paşa, kuşatmayı kaldırarak Kırım’a dönme­
ye karar verdi. Türk kuvvetleri, binbir güçlük içinde Kırım’a dön­
dü. Kasım Paşa, durumu tekrar İstanbul’a rapor ederek gelecek ba­
har için gerekli hazırlıklara başladı.
Kasım Paşa’nm gönderdiği raporları değerlendiren Osmanlı hü­
kümet erkânı, iki nehir arasındaki o bölgenin kanal inşası bakımın­
dan fevkalâde elverişsiz olduğu, kanaatine vardı, imparatorluk da­
hilinde zuhur eden hâdiseler de, hükümeti bu projenin tatbikini da­
ha müsait bir yerde ve daha uygun bir zamanda gerçekleştirmek
üzere, ertelemeğe mecbur bıraktı. Fakat ne yazık ki, imparatorluk
dahilinde ve haricinde gittikçe artan problemlerin zamanında halledilememesi, Türk makamlarınca Don-Volga kanalı projesinin unu­
tulmasına, Volga müslümanlarımn yardım dileyen mektuplarına
karşı sessiz kalınmasına, dolayısiyle Rusya’ya karşı bir daha ciddî
tepki gösterilmemesine ve önleyici tedbir alınmamasına sebep ol­
muştur12.
10 Kurat, Türkiye ve İdil Boyu, s■ 127.
11 Kurat, Türkiye ve İdil Boyu, s. 127.
12 Osmanlı devlet adamlarının bilhassa Padişahların Don-Volga kanalı
projesine gerekli ehemmiyeti vermemeleri ve bu hususta yapılan çalışmaların
ehliyetsiz ellere teslim edilmesi XVII. asır Osmanlı müelliflerinden Kâtib
R U S Y A ’N IN A S Y A ’D A Y A Y ILM ASI
283
Diğer taraftan, kuvvetli komşuları Türklerin kanal projesin­
den vazgeçtiklerini gören Ruslar, tekrar Asya’da adım adım ilerle­
meye başladılar. Fevkalâde plânlı ve şuurlu hareket ediyorlardı. Ön­
ce bozkırlardaki rakipleri Tatar’ların, Başkurt’ların ve Kazak’ların
durumlarım öğrenmek maksadiyle oralasa bir serî keşif seferleri
yaptılar ve gördüler ki, rakiplerinin en zayıf taraflarından biri, ken­
dilerini çok iptidaî silâhlarla müdafaa etmeleridir. Hakikaten o de­
virlerde (XVJLli. asrın sonlarına kadar) bu Türk toplulukları halâ
zırh, kalkan, kılıç, ok ve yay ile savaşıyorlardı. XVIİL. asrın başla­
rında Başkurt’lar bir kaç top imâl etmeği başarmışlar ise de, bun­
lar, Rus toplarının yanında çok iptidaî kalmıştı13. Rusların ateşli si­
lâhlarına ve bilhassa modern toplarma karşı koymak ve korunmak,
onlar için çok zordu. Üstelik, XVII. asrın ortalarına doğru Moğol
asıllı Kalmuk’ların bozkırları tarümar eden istilaları Türk topluluk­
larından Başkurt’ları ve Kazak’ları zayıflatmıştı14. Kalmuk istilası­
nın açtığı ağır yaralar sonucu, Kazak’lar arasında birlik bozulmuş,
bu ise, Rusların daha kolay hareket etmelerini sağlamıştır.
Her bakımdan üstün durumda olan Ruslar için Asya’da ilerle­
mek ve bilhassa Orta Asya’ya doğru yayılmak, artık kolaylaşmıştı.
Nitekim Ruslar, kısa zamanda, Tatar ve Başkurt ülkelerini ard ar­
da istila ederek, Orta Asya’nın kapısı olan Kazakistan bölgesine
girmişlerdir15.
Çelebi tarafından sert bir şekilde eleştirilmiştir. Kâtib Çelebi bu hususta şöyle
diyor : «Kıssadan hisse budur ki küçük adamla büyük işe mübaşeret câiz de­
ğildir. Maslahatın münasib serkâkı gerek. Zikr olunan hususa bir Padişah
varub zamaniyle mübaşeret etse ancak uhdesinden gelebilir ve bu makule
işler sahib-i himmet Padişah işidir, vüzera ve serdarlar kârı değildir», Tuhfetü’lKibar, s. 86.
13 Materiah po istorii Başkırskoy A. SSR. İH, Moskoyy-Lenmgrad, 193658, s. 486; A. Levşin, Opisanie Ktrgız-Kazak ih ili Kırgız-Kaisatskih ord i stepey,
Petersburg, 1832, m , s. 49-50.
14 ' Tafsüat için bak. İslâm Ansiklopedisi Kalmuk maddesi.
15 Rus istilası üzerine Başkurt’lar İstanbul’a elçi ve mektuplar göndere­
rek memleketlerinin kurtarılması için yardım istemişlerdir. Bir cevap verilme­
yince Başkurt lideri Murad Han 1708’de İstanbul’a gelmiş ve Osmanlı hüküme­
tinden ülkesinin kurtarılması için resmî yardım talebinde bulunmuştur. Buna
karşı da, «Padişah’ın ve Kırım Han’mm Moskof’larla sulh yapmış olduğu» üeri
sürülmüş, fakat Murad Han kendi başına Ruslarla savaşmak isterse gayri resmî
olarak yardım yapılabileceği cevabı verilmiştir. Neticede Murad Han eli boş
olarak memleketine dönmek mecburiyetinde kalmış ve Ruslarla yaptığı mü­
cadeleyi de kaybetmiştir. Bk. Materiah po istorii Başkırskoy A. SSR. I, s. 240.
284
MEHMED S A B A Y
Başlangıçta düşmana karşı müşterek bir cephe kuramayan Ta­
tar’lar, Başkurt’lar ve Kazak’lar, Rus istilasının hızlı gelişmesi üze­
rine birlikte hareket etme yollarını aramaya başlamışlardır. Fakat
Rusların takip ettikleri entrikalarla dolu politika, askerî bir güç
kullanmadan, onların birliğini bozmaya yetmiştir. Bunun en iyi mi­
sali XVİLİ. asrın başlarında Petersburg’dan Rus hudud kumandan­
larına gönderilen şu emirde görülmektedir : «Şayet Kalmuk’lar bi­
ze karşı düşmanca bir tavır takınırlar ise, Kırgız’ları onlara karşı;
şayet Kırgız-Kazak’lar bir şey yaparlar ise, Kalmuk ve Başkurt’ları
onlara karşı kışkırtıp kullanın. Rus ördularmı savaştırmadan, bu
şekilde hareket ederek onlar üzerinde kontrol ve otoritemizi muha­
faza etmemiz daima mümkündür»10.
Bu Rus politikası kısa zamanda neticesini vermiş ve gruplar
arasındaki birlik parçalanarak onların birbirlerine düşmeleri sağ­
lanmıştır. Gruplardan bazıları yardım için yine Ruslara başvurmak
mecburiyetinde kalmışlar ve çok geçmeden Tatar’lar ve Başkurt’lar
kendilerini Rus hâkimiyeti altında bulmuşlardır. Rus politikası tam
manâsiyle bir «Böl ve idare et» prensibine dayanıyordu17. Rus hâ­
kimiyetine düşen bölgeler, kısa zamanda, Rus göçmenleri tarafın­
dan işgal edilmeye başlandı. Bu, bir nevi kolonileştirme idi. Yerli
halk buna büyük bir tepki gösterdi, isyan etti. Ayaklanmalar Rus
birlikleri tarafından kısa zamanda kanlı bir şekilde bastırılarak
göçmen Rusların işgal ettiği topraklarda yerleşmeleri sağlandı.
Burada, entrikacı Rus politikasının mâhir uygulayıcıları olan
iki kişiden bahsetmek gerekiyor. Bunlar, XVTL asrın sonlarmda De­
li Petro’nun Ural’larda kurduğu endüstri tesislerinin başında olan
devlet konseyi üyesi îvan Kirilloviç Kirillov ile Rus hizmetine gi­
ren Ufa’lı Başkurt Prensi Aleksey îvanoviç Tevkelev (Kutlu Mehmed Tevkilev) idi18. Stepleri ve step ahalisini çok iyi tanıyan bu
iki şahıs, çevirdikleri entrikalar ile bu havalide, güneye doğru Rus
yayılmasında çok büyük rol oynamışlardır.
Güneye inme politikasında en önemli girişimlerden biri de biz­
zat Rus çarı Deli Petro (1682-1725) tarafından gerçekleştirilmiştir.
16 A.I. Dobrosmıslov (Ed.), Materialı po istorii Rossi, Orenburg, I960,
I, s. 174’den naklen, bk. Donnelly, The Russian conquest of Bashkiria..., s. 52.
17 Donnelly, s. 52.
18 Donnelly, s. 56.
R U SY A ’NIN A S Y A ’DA Y A Y ILM ASI
285
Petro önce, Osmanlı ordusunun 1683’de Viyana önlerinde yenilme­
sinden istifade ile Kırım’ın mühim bir kısmını işgal ederek güneye
yayılma işinde önemli bir adım atmış, fakat 1711’de Prut’da Türklere yenilince burada işgal ettiği yerlerden geri çekilmek mecburi­
yetinde kalmıştı. Bunun üzerine, Petro yayılma faaliyetini Asya’ya
yöneltti. Orta Asya’daki durumu öğrenmek için 1715’de Albay îvan
Bucholz’u İrtiş’e, 1716’da da Prens Aleksander Bekoviç Çekovski’yi
Hive üzerine gönderdi. Fakat orduları mağlup ve perişan bir şekil­
de geri dönmek mecburiyetinde kaldığından, istediği neticeyi elde
edememişti19. Ancak ona, çok geçmeden, emeline kavuşmak için ye­
ni bir fırsat doğdu. XVİLL. asrın ilk çeyreğinde İran’ın düştüğü keşmekeşden, uğradığı Afgan istilasından ve bu arada Osmanlı devle­
tinin de pasif durumundan istifade eden Rus çarı, 1722-23 yılların­
da cür’etkâr bir şekilde, ordusuyla Kaf kaslar dan aşağı inerek. Azer­
baycan’ın mühim bir kısmını işgal edivermiştir20. Her ne kadar Ruslar Azerbaycan’dan Nadir Şah tarafından kovulmuşlarsa da, Rus
nüfuzu Kafkaslarda, bilhassa hırıstiyan Gürcüler ile Ermeniler ara­
sında, yayılmaya başlamış ve bunun ehemmiyetini anlayan Çarlık
idaresi, bölgeye sahip olmak için gerekli plânlan yapma imkânı bul­
muştu.
Bu arada Ruslar, steplerde yayılma politikalarını kesintisiz de­
vam ettiriyorlardı. Nitekim, steplerin Rus kontrolünde bulunması­
na büyük ehemmiyet veren Petro, Iran seferinden dönerken Astrahan’da A.İ. Tevkelev’e şöyle diyordu : «Her ne kadar Kazaklar ile
Kırgızlara güvenmek mümkün değil ise de, onların memleketini
mutlaka himayemiz altma sokmak zorundayız. Zira Kazak ve Kır­
gız bozkırları, bütün Asya’ya açılan en Önemli kapıdır»21.
Kazakistan’da cereyan eden olaylar Kazak’ların hızla Rus nü­
fuzuna girmelerine sebep olmuştur. Kalmuk istîlasmı Cungar istî19 Ayn. müel., «Peter the Great and Central Asia», Canadian Slavonic
Papers, XVU /2 ve 3, 1975, s. 210-212.
20 Bu hususta tafsilat için bk. M. Aktepe, 1720-1724 Osmarih-lran Mü­
nasebetleri, İstanbul, 1970, s. 1-36; A. Krausse, Russia in A sia : A Record and
A Study, 1558-1899, N e^ İnip. London, 1973, s. 109; B.H. Sumner, Peter the
Great and the Ottoman Etnpire, Hamden, 1965, s. 79.
21 Vremennik İmperatorskago moskovskago obşestva istorii i drevnostey rossiyskih, Kniga XIII, «Smes» (Bumagi Tevkeleva), s. 15’den naklen ve­
ren Donnelly, s. 44-
286
MEHMED SA R A Y
lasının tâkip etmesi Kazak Orda’larını tam manâsiyle perişan et­
miş ve iki müstevli ile birden mücadele etmek mecburiyeti Kazak’­
ları fevkalâde yıpratmıştı.. Neticede Kazak’lar, 1726 ve 1730 sene­
lerinde gönderdikleri elçiler ile Ruslardan Kalmuk ve Cungar isti­
lasına karşı yardım istediler22. Bu, Ruslar için bulunmaz bir fırsat
idi. Derhal, Tevkelev’i fevkalâde elçi olarak Kazak’lara gönderen
Rus makamları yapılacak yardıma karşılık, Or ile Ural nehirlerinin
en çok yaklaştığı noktada bir askerî kale inşasına Kazak'ların karşı
çıkmamalarını temine çalışıyorlardı23. Bu konuda Tevkelev’in Ka­
zak liderleriyle ve bilhassa Ebül-Hayr ile yaptığı görüşmeler başariyle neticelendi. İ.K. Kirillov, alman sonuçları sür’atle Petersburg’a
rapor etti : «Kazak lideri Ebül-Hayr Han’a elçi olarak giden Tevkelev’den ilk sevindirici haberler geldi. Kazak Han’ı ile Karakalpak
Han’ı. Rus hâkimiyetine girmeyi kabul ediyorlar. Böylece Aral Gölü’ne kadar olan yol bize açılmış oluyor. Kazak’lara güvenmek güç
ise de, Ebül-Hayr Han kendi memleketinin yakınında bir Rus kale­
si yapılmasına müsaade ediyor. Bu bizim için büyük kazançtır.
Burayı üs yaparak plânlarımızı gerçekleştirebiliriz. Hattâ, Tanrı’nm yardımı ile, Bedahşan’ın zengin topraklarını İran’a ve Hindis­
tan’a kadar adım adım işgal ederek oraların zengin altınlarına, lâ­
civert ve yakut taşlarına vb. sahip olabiliriz. Böylece, Cungar’larm
daha da kuvvetlenmesini önleyeceğimiz gibi, hâkimiyetimiz altın­
daki Başkurt’lar ve Volga Kalmuk’larımn bize karşı birlikte ayak­
lanma teşebbüslerini de, hiç bir askerî kuvvet kullanmadan, engel­
leyebiliriz»24.
.
Kirillov, askerî kalenin Or nehri ağzında yapılmasını teklif et­
tikten sonra raporunu şöyle tamamlıyordu : «Nasıl Kossak’larm idaremizealmması ile bilinmeyen Sibirya bizim olmuş ve dolayısiyle
Çin’e, hattâ Japonya’ya kadar yayılmamız için yol açılmış ise, Ka­
zak’ları ve Karakalpak’lan kontrolümüze aldıktan sonra, Orta As­
ya’yı ele geçirmemiz güç olmayacaktır»25.
Deli Petro’nun Asya’da yayılma plânlarının sadık takipçileri
Kirillov ile Tevkelev’in bu raporu, Petersburg’da Petro’nun haief22
İstoriya
23
24
25
İstoriya Kazakskoy SSR, Alma-Ata, 1957, I, s.. 236; P. I. Riçkov,
Oreriburgskaya, Orenburg, 1896; s. 5; Levşin, I, s. 95.
Donnelly, s. 54-56.
Dobromislov, s. 18, naklen veren Donnelly, s. 60.
Donnelly, s. 02.
R U SYA ’N IN A S Y A ’D A Y A Y ILM ASI
287
lerinden Çariçe Anna Ivanova (1730-1740) ’a tarafından gayet müs­
pet karşılandı. Çariçe, tam selâhiyet verdiği Kirillov ile Tevkelev’e,
Orta Asya’nın istilasında fevkalâde önemli rol oynayacak müstah­
kem Orenburg kalesinin Or ile Ural nehirlerinin birleştikleri, Ka­
zak topraklarına en hâkim olan yerde yapılmasını emretti26. Oren­
burg kalesinin inşası 1734-1735 arasında ve istenen şekilde tamam­
landı27. Böylece, güneye yayılma faaliyetlerinin, büyük merkezle­
rinden biri daha kurulmuş oldu. Bir modem tarihçinin de dediği
gibi : «Kazan’m işgali Rusların Asya’ya açılmalarını nasıl sağladı
ise, Orenburg’un kuruluşu da Orta Asya’ya Rus yayılmasını temin
edecek olan büyük bir olay idi»28. Gerçekten bu askerî üs’den fay­
dalanarak Ruslar, Aral gölüne doğru adım adım ilerlemeye başla­
mışlardır.
Asya’da Rus yayılması, Avrupa’da X V ILL. asrın ikinci yarısın­
da meydana gelen olaylar ve neticeleri ile yeni bir hız kazandı. 1768’de Avusturya ile Rusya’nın aralarında Lehistan’ı taksim etmek is­
temeleri, bir zamanlar Leh kırallığının istiklâlini garanti etmiş
olan Osmanlı devletini, kendi gücünü tartmadan, bilhassa İngiltere
ve Fransa’nın kışkırtmaları ile, duruma müdahaleye sevk etti. Fa­
kat çok pahalıya malolan bu müdahale Osmanlı devletini 1774’de
Küçük Kaynarca Andlaşması’nı imzalamak mecburiyetinde bırak­
tı29. Uğradığı pek çok maddî ve manevî kayıplar arasında bilhassa
Kırım’ı Rus nüfuzuna terk etmek zorunda kalışı Osmanlı devletini
sarsmıştı30. Osmanlı devleti, Kırım’ı kurtarmak için 1787-1794 yıl­
26 Donnelly, s. 64.
27 Ayn. müel., s. 65-71.
28 W. Kolarz, Russia and B er Colonies, New York, 1967, s. 255-5629 M.S. Anderson, The Eastern Question, London, 1966, s . . 1-5; Ayn.
müel., ,27le Great Powers and the Near East 1714-1923. Documents of Modem
History, London, 1970, s. 9-14.
30 Stratejik ehemmiyeti çok büyük olan Kırım’ın Ruslar tarafından iş­
gali Osmanlı devleti için telâfisi fevkalâde güç bir kayıp olmuştur. Kırım’a
yerleşen Ruslar, Osmanlı imparatorluğunu yalnız Avrupa cephesinden değü,
Kafkaslar cihetinden de tehdid eder duruma girmişlerdir. Devamlı yayılma
politikası takip eden Ruslar için Kafkaslarda ve Balkanlarda harb bahaneleri
yaratmak çok güç olmamış ve neticede de devamlı Osmanlı devleti aleyhine
genişlemeye devam etmişlerdir. Böyle mühim sonuçlar doğuran Kırım'ın kaybı
hakkında henüz bizde ciddî bir araştırma yapılmamıştır. Kırım hakkında, daha
fazla bügi için bk. İslâm Ansiklopedisi, Kırım mad.; E.Z- Karal, Osmanlı Ta-
2?8
MEHMED S A R A Y
ları arasında Rusya ile tekrar mücadeleye girişmiş, bütün gayret­
lere rağmen bu mücadele de başarısızlıkla sonuçlanınca Kırım Rus­
ya tarafından temelli olarak ilhak edilmiştir31. Kırım’a yerleşme­
leri Rusların kolaylıkla Kafkaslara nüfuz etmelerine zemiü hazır­
lamıştır.
Deli Petro’nun 1720’lerde Kafkaslara inmesinden beri o hava­
linin Ermeni ve Gürcü’ler gibi hırıstiyan toplulukları ile temasla­
rı ile temaslarım devam ettiren Ruslar, Osmânlı devletinin Kırım’ı
kurtarma hazırlıklarını haber alınca, 1783’de, Osmanlı devleti ile
İran’a karşı dâima hasmane bir tutum içinde bulunan, hırıstiyan
Gürcü prensleri ile ikili anlaşma imzaladılar32. Buna göre Ruslar,
hırıstiyan Gürcü’lere, Türk ve İran devletlerine karşı her türlü yar­
dımı ve desteği vaadediyorlardı. Fakat, 1787’de başlayan Türk-Rus
savaşının uzaması ve 1789’da patlak veren Fransız ihtilâlinin orta­
ya çıkardığı siyasî meseleler Rusları, Gürcü’lere olan vaadlerini
tutamaz duruma düşürdü. Buna rağmen Rus taraftan Gürcü Prens­
liği Kafkaslarda İran ve Türkiye aleyhtan faaliyetlerine devam
etti. Bu faaliyetler, İran’da yeni başa geçen ve Kafkasları İran
hâkimiyetinde tutmak isteyen Kaçar hanedanının ilk hükümdarı
Aga Muhammed Han tarafından durduruldu. Aga Muhammed Han
1795’de Gürcistan’ı işgal ederek ülkesine ilhak etti33.
Bu durum Ruslar ile İran’ın arasını açtı. 1812’de Napolyon
tehlikesini atlatan Ruslar, 1813 yılında Kafkaslara girerek İran
ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattılar. Mağlûp İranlılar, çok ağır
şartları ihtiva eden, Gülistan andlaşmasını Ruslarla imzalamak
mecburiyetinde kaldılar34. Yenilgi ile çok büyük toprak kayıpla­
rına da uğrayan İranlılar, 1826’da, iyi hazırlanmadan Ruslara kar­
şı yeniden mücadeleye girerek kayıplarını telâfi etmek istediler
is de, tekrar mağlûp olarak, 1828’de, Gülistan muahedesi şartları da
rihi, C. V, Ankara, 1947, s. 15-22; M. Saray, Rusya’nın Türk İllerinde Yayılma­
sı, İstanbul, 1975, s. 83-115; S.M. Çorlu, «Kırım’ı Nasıl Kaybettik», Yeni Türk
Mec., No. 32 Nisan 1935; A.W. Fisher, The Russian Annexation of Crimea, 11181183, Cambridge, 1970.
31 Anderson, The Great Powers..., s. 14-17; ayn. müel., The Eastern
Question..., s. 9-11.
32 D.M. Lang, A History of Georgia, London, 1962, s. 37.
33 Ayn. esr., s. 38.
34 P. Sykes, A History of Persia, London, 1921, C. n , s. 314.
R U SY A ’N IN A S Y A ’D A Y A Y IL M A SI
289
geçerli olmak üzere, yeni ve çok ağır şartlı Türkmençay muahede­
sini imzalamak mecburiyetinde kaldılar35. İraiılılar Aras nehrine
kadar Kafkaslardaki bütün topraklarını Ruslara terk etmek, ağır
bir savaş tazminatı ödemek ve Hazar denizinde hiç bir hak iddiada
bulunmamak mecburiyetinde bırakıldılar.
îranlıları yendikten bir kaç ay sonra Ruslar, Osmanlı devletine
karşı başlattıkları 1828-29 savaşmı, Türklerin Yunan ve Sırb isyan­
ları ile uğraşmalarından faydalanarak, Kafkas cephesinde başariyle
kapattılar36. Neticede Kafkasların büyük bir kısmında hâkim du­
ruma geldiler. Kafkaslardaki Rus hâkimiyeti, bundan böyle, Os­
manlI devleti ile İran’ı devamlı bir baskı ve tehdit altında bırakmış­
tır. Aynı zamanda Kafkaslar, Rusların güneye ve güney-doğuya
yayılma harekâtının bir nevi merkezi üs’sü rolünü oynamıştır.
Nitekim Ruslar, Hazar denizini tam kontrollerinde bulundur­
maktan istifade ederek ve bu arada İranlIlardan alacakları harb
tazminatını da İran üzerinde bir baskı aracı olarak kullanarak,
güneye inme politikaları için yeni plânlar yapmaya başlamışlar ve
bu politikayı şöyle yürütmüşlerdir : Önce, Kafkas ordusu kuman­
danı General Yermolov’un direktifleriyle, Hazar’ın doğusuna, Türkmeh-eli’ne ve Hive’ye elçilik adı altında keşif heyetleri gönderilerek
Türkistan’a bu cihetten nüfuz etme yollan araştırılmıştır37. Her ne
kadar Rus elçilik heyetleri diplomatik bir başarı elde edememişler
ise de o havali hakkında askerî yönden çok kıymetli bilgilerle dön­
müşlerdir. Rusların güneye yayılma politikalarında ikinci teşeb­
büsleri ise, nüfuzları altındaki İran üzerinden yapılmıştır. Tahran’daki Rus elçisi Kont Simoniç, İran hükümet erkânını, İran’ın Hi­
ve, Merv ve Herat istikametinde genişlemesi gerektiğine ikna et­
miş, o takdirde Rus hükümetinin İran’dan alacağı harp tazminatm35 Sykes, n , s. 320; E. Hertslet, Treaties, etc.-l, Concluded between
G- Britain and Persia, and between Persia and other Foreign powers, wholly or
partially in force on the 1st April 1891, London, s. 117-124;.
36 W.E.D. Alien and P. Mur'atoff, Caucasian Battlefields : A History of
the wars on the Turco-Caucasian border 1828-1921, Cambridge, 1953, s. 23-44.:
37 Russko-Turkmenskie Otnoşeniya v XVII-XIX w . (Do prisoedineniya
Turkmenii k Rossii), Sbomik Arhivnih Dokumentov, Akademiya Nauk Tiirkr
menskoy SSR, Aşkabad, 1963, s. 202-205; N.N. Muravyev,' Muretfev’s Journey
to khiva through the Turcoman Country, 1819-1820, Ing. terc. Calcutta, 1871,
s. 1 ve 111.
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 19
290
MEHMED S A R A Y
dan vazgeçeceğini bildiren Simoniç, gerektiğinde İran ordusuna da
bizzat danışmanlık yapabileceğini söylemişti38. Rusların maksadı,
hem üst üste yenilen İranlılara kayıplarını unutturmak, hem de nü­
fuzları altına aldıkları İran’ın, İngiliz hâkimiyetindeki Hindistan’a
doğru yayılmasını sağlamak yolu ile bu yayılmadan ileride fayda­
lanmak idi. Rus savaşlarında büyük toprak kaybına uğrayan Iranlılar, kayıplarmı telâfi imkânı verecek böyle bir yayılma politikası­
nı memnuniyetle benimsediler.
Iran 1833’de, daha önce almak için bir çok kereler AfganlIlar
ile savaştığı güney-doğu istikametlerindeki Herat üzerine yürüdü39.
Fakat İran ordusu kumandanı Prens Abbas Mirza’nm Herat’ı ku­
şatma sırasmda ölmesi bu seferden bir netice elde edilmesini önledi.
Ertesi yıl, yâni 1834’de, ölen Şah Feth Ali’nin yerine geçen Muhammed Şah, Simoniç’in teşviki ile yeni Herat seferi için hazırlıklara
girişti40.
İranlIların Herat için yeni hazırlıkları ve bunun arkasında Rus­
ların bulunması İngilizleri fevkalâde telâşlandırmış idi. Zira, Hin­
distan’a inen yolların kapısı durumundaki Herat’m Rus nüfuzun­
daki Iranlılann eline geçmesi Hindistan’daki İngiliz hâkimiyeti için
büyük bir tehlike teşkil edebilirdi41. Bu sebeple İngilizler, derhal bir
serî tedbirler almaya başladılar. Önce İran hükümetine verdikleri
bir nota ile Herat’tan vazgeçilmesini istediler42. Rus desteğine gü­
venen Muhammed Şah, İngiliz notasmı reddederek, 1838 baharın­
da, ordusu başında Herat üzerine yürüdü ve şehri kuşattı43. Tehli­
38 H.T. Cheshire, «The expansion, of Imperial Russia to the Indian Bor­
der», Slavonic Review, XIII, 1934, s. 90-91; Col. Macdonald to the Chairman
and members of the Secret Committee, Tebriz, No. 4, March 11, 1830, Secret
Letters and Enclosures from, Persia, Political and Secret Memoranda 9/45,
India Office.
.39 Sykes, n , s. 325.
40 Ellis to Palmerston, April 16, 1836, Parliamentary Papers, 1839, XL,
s. 10.
41 Memorandum by Sir Henry Willock, March 6, 1832 ve Memorandum
on the proceedings of the Russians in respect to India, October 29, 1833, Secret
Letters and Enclosures from Persia, Political and Secret Memoranda 9/48,
India Office.
42 Ellis to Palmerston, April 16, 1836, Parliamentary Papers, 1839, XL,
s. 10.
43 W.K. Fraser-Tytler, Afganistan, London, 1950, s. 88.
R U SY A ’N IN A S Y A ’D A YAY ILM ASI
291
kenin büyüklüğünü gören İngiliz elçisi Mc Neill, hükümetinin izni
ile, İranlIlara verdiği bir ültimatomla Herat’ı Rus desteğindeki İran
ordusunun işgalinden ancak kurtarabildi44.
İranlılann Hindistan’a doğru ilerlemelerini durduran İngiİizler,
Herat’tan başka, Türkistan Hanlıklarını da Rus ve İran tehlikesine
karşı korumak için aktif politikalarına devam ettiler. Devrin siyasî
gelişmelerine vakıf, Fars ve Türk dillerini iyi bilen A. Conolly, A.
Burnes, D’Arey Todd, J. Abbott ve Shakespear gibi muktedir su­
bayları Türkistan Hanlıklarına ve Afganistan’a gönderdiler. İngilizlerin maksadı, Türkistan Hanlıklarının ve Afganistan’ın istiklâl­
lerini koruyarak, Rusya ile Hindistan arasında bir tampon bölge
oluşturmak idi45. İngiliz subayları, Türkistan Hanlıklarının Rus kış­
kırtmaları neticesinde aralarında çıkan anlaşmazlıkları giderdikleri
gibi, o devletlerin Ruslar ile olan ihtilaflı meselelerini de büyük bir
maharetle halletmeyi başarmışlardı46. Nitekim, Rusların, Buhara
Emirliğini Hive Hanlığı aleyhine kışkırtmaları sonucu bozulan Hive-Rus münasebetleri İngiliz subaylarından Abbott ve Shakespear’in
büyük gayretleri ile savaşa gitmeden düzeltilebilmişti47.
Ne var ki, îngilizlerin elde ettiği müsbet neticeler Hindistan
Genel Valiliği danışmanlarının dengesiz tutumları yüzünden kısa
zamanda değerini kaybetti. AfganlIlar ile Hindistan'ın kuzeyini
kontrol eden Sih’ler arasında Peşâver vadisi yüzünden büyük bir
anlaşmazlık var idi. Uzun yıllar Afgan hâkimiyetinde kalan Peşâver’in ahalisini sünnî Müslüman AfganlIlar teşkil ediyordu48. Fakat,
bu vâdi XIX. asrın başlarında Hindli Sih’ler. tarafından işgal edil­
mişti. Afgan lideri Dost Muhammed Han, haklı olarak, Peşâver’in
Afganistan’a geri verilmesini ve bunun için de dost bildiği îngiliz­
lerin arabulucu olmalarını istiyordu. Dost Muhammed Han'ın hu ar­
zusu, İngiliz askerî makamları tarafından müsbet karşılanmasına
44 Ayn. esr-, s. 102-104.
45 Macnaghtan to Abbott, Jalalabad, April 15, 1840, ve Bloomfield to
Palmerston, No. 101, Oetober .31, 1840, Secret Home Correspondence, Political
and Secret Memoranda 3/8, India Office.
46 Sheil to Aberdeen,. No. 24, Tahran, July 15, 1842, Secret Letters and
enclosures from Persia, Political and Secret .Memoranda 9/76, I.O.
47 Bloomfield to Palmerston, No. 101, Petersburg, Oetober 31, 1840, Secret
Home Correspondence, Political and Secr. Memoranda 3/8, India Of.
48 Fraser-Tytler, s. 74.
292
MEHMED SA R A Y
rağmen, Sih taraftan Genel Valinin danışmanlarınca reddedilmiş
ve hattâ Afganistan’a karşı Sih’lerle birleşilerek düşmanca bir yol
takibine gidilmişti49. Sonunda, Dost Muhammed Han’ı Peşâver üze­
rindeki iddialarından vaz geçirmek için İngiliz kuvvetleri 1839 ba­
harında Afganistan’ı işgal etmişlerdi. Fakat îngilizler, bir sene son­
ra Afganlılar karşısında tutunamıyarak Afganistan’dan ve Orta
Asya’dan çekilmek mecburiyetinde kalmışlardır50. Sonunda yukarı­
da adları zikredilen subayların büyük maharetle Orta Asya’da yük­
selttikleri İngiliz itibarı sıfıra inmiştir. Ünlü Macar oriyantalisti ve
seyyahı Vambery’nin dediği gibi, «Sütten ağzı yanan çocuğun yo­
ğurdu üfleyerek yemesi» misâli, îngilizler bu Afgan yenilgisin­
den sonra uzun zaman Orta.Asya işlerine karışmak cesaretini gös­
terememişlerdir51. Bu ise, Rusların Orta Asya’yı kontrol etme emel­
lerini yeniden canlandırmıştır.
Nitekim çok geçmeden, Orenburg askerî üssünden hareket
eden Rus orduları, daha önce yapılan andlaşmanın hilafına, 1841’de
Kazak’ların merkezî yerleşme bölgelerinden Turgay’ı ve 1846’da da
Sır-Derya’nm Aral’a döküldüğü yerde kurulan ve stratejik ehemmi­
yeti büyük olan Kazalinsk kalesini sessizce işgal ediverdiler52. Böylece, XIX. asrın ilk çeyreğinde Kafkasların büyük bir kısmını ele
geçiren Ruslar, aynı asrın ortalarına doğru da Aral gölü kıyılarına
ulaşmış oluyorlardı53.
XIX. asrın ilk yarısı Rusların yalnız Asya’ya doğru değil, do­
49 L. Trotter, The Earl of Auckland, London, 1893, s. 46; Cambridge
History of India, C.V., s. 483-496.
50 İngilizlerin Afganistan’ı işgalleri ve mağlûbiyetleri hakkında daha ge­
niş bilgi için bk. W.K. Fraser-Tytler, Afganistan, London, 1950, s. 106-119; L.
Trotter, The Earl of Auckland, London, 1893, s. 46 vd.; J.W. Kaye, History of
the war in Afghanistan, London, 1851; Lady Sale, The First Afghan war, ed. by
P. Macrory, London, 1969; P. M a crory ,Signal Catastrophe. The story of the
Disastrous retreat from Kabul, London, 1966.
51 A. Vambery, Sketches of Central Asia, London, 1868, s. 425.
52 C.C. Valikhanov, The Russians in Central Asia : their occupation of
the Khirgiz Steppe and the line of Syr-Darya: their political relations with
Khiva, Bokhara and Kokan; also description of Chinese Türkistan and Dzhungaria. Ing. terc. London, 1865, s. 320-322; M.A. Terentyev, Istoriya Zavoevaniya
Sredney Azli, Petersburg, 1906, I, s. 88.
53 Correspondence, from 1864 to 1881, respecting the movements of Rus­
sia in Central Asia and her relations with Afghanistan, s. 2, F.O. 65/1150, India
Office.
R U SY A ’NIN A S Y A ’D A Y A Y IL M A SI
293
ğu-Avrupa ve Orta-Doğu’ya doğru da yayılma devirleridir. Çar I.
Nikola (1796-1855) Osmanlı devletinin içine düştüğü buhranlı de­
virden faydalanarak, Orta-Doğu’nun ve doğu-Avrupa’nm Jandar­
ması ‘Gehdarme of Europe» rolünü oynama hayalini beslemekte
idi54. Ruslar, 1828-29 yıllarındaki Sırp ve Yunan isyanlarında A v­
rupalI devletlerden daha çok kışkırtıcılık yaparak Osmanlı iktidarı­
nın yıpranmasına sebep olmuş ve bununla da yetinmiyerek Osman­
lI devletine karşı harp ilân etmişlerdi. Fakat, bu arada, Osmanlı
devletinde yeni bir buhranın başlamasına sebep olan Mehmed Ali
Paşa hadisesine Batılılann, bilhassa Fransızlarla Ingilizlerin des­
tek olduklarını gören Ruslar hemen taktik değiştirerek Osmanlı
devletine dostluk elini uzatmışlardır. Rusların maksadı, Mehmed
Ali Paşa idaresinde kalan ve hırıstiyanlarca «Kutsal Yerler» ola­
rak bilinen Kudüs ve çevresinin Fransız ve İngiliz tesirine girme­
sine mâni olmaktı. Mehmed Ali Paşa krizinden dolayı büyük bir
sarsıntı geçiren Osmanlı devleti «suya düşen yılana sarılır» kabilin­
den ezelî düşmanı Rusya'nın yardım teklifini kabul etmek mecburi­
yetinde kalmıştır55. Hattâ bu Osmanlı-Rus yakınlaşması, Mehmed
Ali Paşa meselesinin hallinden sonra imzalanan ve.Ruslara Boğaz­
lardan serbest geçiş hakkı tanıyan bir dostluk andlaşması ile daha
da ileri götürülmüştü. Bu andlaşma ile Rus nüfuzunun Osmanlı dev­
leti üzerinde artmasından endişelenen Batılı devletler 1841’de Bo­
ğazlar için yeni bir statüko tesbit ederek Türkiye’deki Rus nüfuzu­
nu azaltmak ihtiyacını duydular. Bu müdahaleden hoşlanmayan
Ruslar, Osmanlı devleti üzerindeki emellerini tek başlarına gerçek­
leştirmeye karar verdiler. Ancak daha önce Osmanlı devletini «has­
ta adam» ilân ederek Batılı büyük devletlere bu hasta adamın mi­
rasını paylaşmayı teklif ettiler. Teklif kabul edilmeyince de hare­
kete geçerek, Osmanlı devletine karşı savaş açtılar.
Rusların, Avrupa ile Orta-Doğu’daki cür’etkâr politikalarmdan
memnun olmayan ve. Osmanlı devletinin Rus nüfuzuna düşmesini
kendi menfaatleri için zararlı gören İngiltere ve Fransa, Rusya’ya
karşı Türkiye’nin yanında yer aldılar. 1854’den 1856’ya kadar de­
vam eden ve «Kırım Harbi» olarak tarihe geçen mücadelede Rus54 H. Selton-Watson, The Russian Empire 1801-,917, London, 1967, s. 202.
55 Bu hususta tafsilatlı bilgi için bk. E.Z. Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara,
1947, V, s. 106-145; M. Saray, Rusya’nın Türk İllerinde Yayılması, İstanbul,
1975, s. 122-131.
294
MEHMED S A R A Y
lar büyük bir yenilgiye uğradılar56.. Bu harbin neticesi, bilâhere Ba­
tılı tarihçiler tarafından «Bürokratik ve otokratik Rusya hükü­
metinin Avrupa teknolojisi karşısında yenilgisi» olarak tavsif edil­
miştir57.
Bu arada, Kırım Harbi esnasında Türkiye’nin müttefikleri olan
Fransa ile İngiltere arasındaki rekabet (Orta-Doğu’ya kimin hâ­
kim olacağı düşüncesi) yüzünden ihmal edilen ve bilâhere sonuçlariyle Orta Asya Türk devletlerinin kaderlerini değiştirecek olan
Rus-Kafkas harekâtı üzerinde de kısaca durmak icabediyor.
Ruslar Kırım’da büyük bir darbe yemelerine rağmen, Kafkas
cephesinde, Şeyh Şâmil kuvvetleri hariç, fazla bir dirençle karşılaş­
mamışlardı. Osmanlı kuvvetleri kumandanı Ömer Paşa daha har­
bin başlangıcında Ruslara karşı Kafkas cephesinden de taarruza ge­
çilmesi için İngiliz ve Fransız kumandanlarına teklifte bulunmuş
idi ise de, bu teklif maalesef kabûl edilmemişti. O devrin büyük asker-diplomatlarmdan İngiliz Generali Rawlinson’un da dediği gibi,
şayet müttefikler Ömer Paşa’nm plânmı kabul etmiş olsalardı, hem
Kafkasları Rus istilasından kurtarmak, hem de Orta Asya’ya doğ­
ru Rus ilerlemesini önlemek mümkün olurdu58. Fakat Orta-Doğu
üzerindeki an’anevî İngiliz-Fransız rekabeti böyle mâkul bir plânm
gerçekleşmesine fırsat vermemiştir. Gerçi Ömer Paşa 1856’da Batum üzerinden Ruslara karşı bir harekâta başlamıştı; fakat bir kaç
ay sonra Kırım Harbi’nin sona ermesi ve taraflar arasında sulh ak­
dine karar verilmesi, Türk kuvvetlerinin Kafkaslardan geri çekil­
mesini zarurî kılmıştı.
Rusların, XVHL asrm sonlarında Kafkaslarda başlattıkları is­
tila hareketleri, 1820’lerde İranlılann ve Türklerin yenilgileri üze­
rine daha da gelişerek o havalinin mühim bir kısmını Rusya kont­
rolüne sokmuş idi. Fakat Kafkaslardaki Rus ordusu kumandam Ge­
neral Yermolov’un müslüman ahaliyi tamamiyle sindirmek ve Rus
idaresini sağlamlaştırmak için yürüttüğü zalimane idare büyük hu56 Seton-Watson, s. 319-329.
57 W.L. Blackwell, The Beginnings of Russian Industrialization 1800-1860.
New Jersey, 1968, s. 184-85; A. Skerpan, «The Russian National Economy and
Emancipation», A.D. Ferguson and A. Levin (Eds.), Essays in Russian History,
Hamden, 1964, s. 166-68.
58 H.C. Rawlinson, England and Russia in the East, London, 1875, s. 263265.
R U SY A ’NIN A S Y A ’D A Y A Y ILM ASI
295
zursuzluklar yaratmış ve neticede halk, Ruslara karşı mücadele
için «Müridizm» denilen muazzam bir direnişe girişmiştir. Müslü­
man ahalinin yıllar yılı başariyle sürdürdüğü bu «Müridlik» ha­
rekâtı Şeyh Şâmil’in ortaya çıkışı ile tam bir istiklâl mücadelesi
haline dönüşmüştür59. 1840’lardan Kırım Harbi başlarına kadar Şâ­
mil önderliğindeki müslüman kuvvetler Rus ordularına büyük ka­
yıplar verdirmişlerdir.
Kırım Harbi Kafkas müslümanlarmın istiklâllerini kazanma­
ları için en büyük fırsattı. Ne var ki, Rusların endişelerine rağmen,
Osmanlı kuvvetleriyle birlikte hareket etmeyi plânlayan Şeyh Şâ­
mil bu kritik dönemde hareketsiz kalmıştır. Ömer Paşa plânının
İngiliz ve Fransız kumandanları tarafından reddedilişinden haber­
siz olan Şeyh Şâmil, harbin sonunda Türk hükümetini kendisine za­
manında yardım etmemekle suçlamıştır60.
Diğer taraftan, Kırım Harbi’nden mağlûp çıkan, Avrupa ve Orta-Doğu’da yayılması durdurulan ve prestiji büyük bir darbe yiyen
Rusya, yeni Çar H. Aleksander (1855-1881)’in önderliğinde ekono­
mik, eğitim ve askerî sahalarda köklü reformlara girişti61 ve fakat
Avrupa devletleri ile rekabet edemiyeceğini anlayınca, artık ken­
disi için tek yayılma sahası olarak Asya’yı görmeye başladı. As­
ya’ya kolaylıkla yayılmanın ise her şeyden önce Kafkaslara tamamiyle hâkim olmağa bağlı olduğunu gören Ruslar, işe bu havali­
den giriştiler. H. Aleksander çok yakın arkadaşı ve Çarlik hane­
danı ileri gelenlerinden biri olan Prens Aleksander îvanoviç Baryatinskiy’i tam selâhiyetle Kafkas ordusu komutanlığına tayin et­
ti62. Aynı zamanda askerî ve İdarî alanlarda büyük bir reformcu ve
Rus yayılmasının ateşli bir taraftarı olan Prens Baryatinskiy63,
1857 yazında Kafkaslardaki vazifesine Çar’dan istediği kadar tak­
59 'Allen and Muratoff, Caucasian Battlefields, s. 46-53; Daha fazla bilgi
için bk. J.F. Baddeley, The Russian Conquest of the Caucasus, London, 1908.
60 A.JÎ. Rieber (Ed.), The Politics of Autocracy. Letters of Alexander
II to Prince A I . Bariatinskii 1857-1864, The Hague-Paris, 1966, s. 63.
61 Seton-Watson, s. 334-340; The Industries of Russia. Manufactures and
Trade, by the Department of Trade and Manufactures Ministry of Finance for
the World’s Columbia, Exposition at Chicago. Ed. of the English trans. J.M.
Crawford, US Consul General to Russia, Petersburg, 1893, s. 179-181.
62 Rieber, s. 60.
63 Ayn. müel., s. 67-69.
296
MEHMED S A R A Y
viye kuvvetleri alabilme, emrindeki birlikleri yeni silahlarla teçhiz
ları için en büyük fırsattı. Ne var ki, Rusların endişelerine rağmen,
ve onları yeniden teşkilatlandırma iznini alarak başladı. Barya­
tinskiy, ileride Rusya’ya uzun yıllar Harbiye Bakanı olarak hizmet
edecek olan Albay D.A. Milyutin’in yardımları ile Kafkaslardaki
Rus ordusunda kısaca şu reformları gerçekleştirdi :
a) Yeni değişikliklerle kumanda zincirinin daha iyi çalışır du­
ruma getirilmesi,
b) imparatorlukta yeni kurulan askerî bölgelerin komutanla­
rına geniş yetkiler tanınması,
c) Bütün askerî birliklerde savaş eğitimi yapılması ve eksik­
siz uygulanmasının sağlanması64.
Baryatinskiy’in Kafkas ordusunda yaptığı bu reform Rus or­
dusunun bütün birliklerinde de kısa zamanda tatbike konulmuş­
tur65.
Baryatinskiy, bir taraftan da, Çar II. Aleksander’e yazdığı
mektuplarla Rusya’nm Orta Asya’da yayılmasının fevkalâde zaru­
rî olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Ona göre, Rusya, eninde sonun­
da; Ingiltere ile hesaplaşmak durumunda kalacaktı66. İngilizlerle de­
nizlerde başa çikamıyacaklarmı anlayan Rus liderlerinde, bu kuv­
vetli rakibe karşı başariyle mücadele edebilecekleri tek cephenin
Asya olduğu kanaati hâkim olmaya başlamıştı. Bunun için de, Or­
ta Asya’nın Rus hâkimiyetine alınması gerekiyordu.
H.
Aleksander, Baryatinskiy’e verdiği cevaplarda ,aynı fikirde
olduğunu, fakat «hareket için vaktin henüz gelmediğini» belirtmek­
te idi67. Fakat altı ay sonra fikrini değiştiren II. Aleksander, Bar­
yatinskiy’in yetiştirmelerinden Albay N. îgnatiyev’e Orta Asya hak­
kında bir rapor hazırlattırarak meseleyi etraflıca tetkik etti68. Çar,
kendisine sunulan bu son derece tatmin edici bilgiden sonra, hüküînetine hemen Albay îgnatiyev’in Orta Asya Türk devletlerinin du­
64 Rieber, s. 66.
65 Rieber, s. 68; F.A. Miller,Dmitrii Miliutin and the Reform era in Russia,
Vanderbil University Press, 1968, s. 33-35.
66 Rieber, s. 73.
67 Letters of Alexander n to A.I. Bariatinskii, March 2, May 20, 1857,
Naklen, Rieber, s. 103-105.
68 N. Ignatiyev, Missiya v Khivu i Bukhara v 1858 g., Petersburg, 1897,
s. 2-3.
R U SY A ’NIN A S Y A ’D A Y A Y IL M A SI
297
rumunu yerinde tetkik için kısa zamanda Hive ve Buhara’ya gön­
derilmesini emretti69, Rus Harbiye ve Hariciye Bakanlıklarinea ve­
rilen talimatlara göre Ignatiyev, Hive ve Buhara’nın askerî ve eko­
nomik durumları ile yollarını ve bu arada ticaret hayatına Rus tüc­
carlarının nasıl hâkim olabileceklerini araştıracaktı70.
îgnatiyev, 1858 baharı ve yazında Orta Asya Türk devletleri­
nin durumlarını iyice tetkik ederek Petersburg’a dönmüş ve hazır­
ladığı mufassal raporu hükümetine takdim etmiştir. Raporunda Rus
hükümetinin Hokand’a karşı derhal askerî harekâta girişmesini tav­
siye eden Ignatiyev, Hive ve Buhara’nm da, önce birbirlerine düşü­
rülüp, Rus nüfuzuna sokulmaları ve sonra da fiilen istila edilmele­
ri gerektiğini bildirmiştir71. îgnatiyev’in raporu, başta Kafkasya
Umumî Valisi Prens Baryatinskiy ile Orenburg Genel Valisi Ge­
neral Katenin ve Batı Sibirya Genel Valisi General Gasford olmak
üzere yayılma taraftarı bütün Rus ileri gelenleri tarafından hara­
retle benimsenip destek görmüş bulunuyordu72.
îgnatiyev’in Orta Asya hakkında gösterdiği başarı kısa zaman­
da kendisini Rus hükümetinin en mutemet adamı durumuna getir­
mişti. Nitekim,. 1860 baharında fevkalâde yetkilerle Pekin’e gönde­
rilen Ignatiyev Çinlilere, Orta Asya’daki Rus harekâtından endişe
etmemelerini hükümeti namına bildirdikten sonra, Rusya ile Çin
arasında Rus tüccarlarına büyük avantajlar sağlayan bir ticaret
andlaşmasını imzalamaya muvaffak oldu. Bu andlaşmaya göre Rus
tüccarları mallarını gümrük vergisi ödemeden Çin’e sokma ve ora­
da satma imkânını elde etmiş oluyordu73.
Diğer taraftan Kafkaslar’da, Baryatinskiy’in reformları ile da­
ha müessir hale gelen Rus birlikleri, Şeyh Şâmil önderliğinde is­
tiklâl için çarpışan müslümanlara karşı yaptığı savaşlarda kesin
başarılar elde etmeye başladılar. 1859 ve 1860’larda Şeyh Şâmil
69 A.N. Khalfin, Russia’s Policy in Oentrdl Asia 1857-1868, Ing. tere.,
London, 1964, s. 30.
70 îgnatiyev, s. 30-31; Rieber, s. 80-81.
71 îgnatiyev, s. 274 ve 278; Rieber, s. 81; Khalfin, s. 39.
72 Rieber, s. 81.
73 R.K.Ï. Quësted, The Expansion of Russia in East Asia 1857-1860,
Singapore, 1968, s. 266-73; M.I. Sladkovskii, History of Economie Relations
between Russia and China. Jérusalem, îng.' tere. 1966, s. 84; B. Hayıt, Türkis­
tan, Rusya ile Çin Arasında, İstanbul, 1975, s. 71.
298
MEHMED SAR AY
kuvvetlerine ağır darbeler indiren Ruslar, bunu takip eden iki yıl
içinde de Kafkaslara tamamiyle hâkim oldular74. Böylece Kafkaslar, Orta Asya’daki Rus yayılmasının enSnüessir bir üssü hâline
geldi.
Bu arada Petersbûrg’da, Orta Asya’da genişleme fikrinin en
hararetli taraftarlarından Milyutin Harbiye Bakanlığına, îgnatiyev
de Asya Masası’nm başma getirildiler. Baryatinskiy’in yetiştirme­
leri olan ve Çar H. Aleksander’in de en mutemed adamları haline
gelen Milyutin ile îgnatiyev Rusya’nm, yalnız Orta Asya memle­
ketlerini istilasında değil, aynı zamanda Osmanlı devleti aleyhinde
genişlemesinde de en büyük rolü oynamışlardır73.
Milyutin’in ilk işi, Rusya’nın, Orta Asya devletleriyle sınırdaş
olan bölgelerine Rus imparatorluğunu genişletme ihtirasiyle yanan
generalleri komutan tayin etmek olmuştu. Baryatinskiy’in yaptığı
askerî reformlar neticesinde kendilerine geniş yetkiler verilen bu
hudut bölgesi komutanları cür’etkâr hareketleriyle kısa zamanda
Hive ve Hokand sınırlarında büyük ihtilâflar yarattılar ve kasıtlı
olarak çıkardıkları ihtilâfları müzakereler yoluyla halletmeyi red­
dettikleri gibi, devletler arası hukuk kaidelerini de çiğneyerek Ho­
kand ve Hive arazi ve kalelerini cebren işgal ettiler70. Mağdur olan
ilgili devletler durumu Rusya hükümeti nezdinde protesto ettikleri
zaman ise, bu devletlerin elçileri Rus sınırında aynı komutanlar ta­
rafından tutuklandılar. Yolunu bulup Petersburg’a kadar varabi­
lenlere de Rus hükümet erkânı sadece üzüntülerini bildirerek, bü­
tün suçların hudut bölgesi komutanlarında olduğunu söylemekle ye­
tindiler77 ve bilâhıre de bu komutanları madalyalarla taltif ettiler78.
74 Rieber, s. 81 vd.; Allen and Muratoff, Caucacian Battlefields, s- 106-108.
75 Bu hususta geniş bilgi için bk. A.D. Milyutin, Dnevnik AJD. MOyutina,
ed. by P.A. Zayonchkovskii, Moskow, 1947-50, 4 Cilt; Alexander Onou, «The
Memoirs of Count N. Ignatyev», Slavonic Review, No. 10, 1931-32, s. 387-407,
627-640, ve No. 11, 1932-33, s. 108-125.
76 1863 yazında Evliya-Ata, Türkistan, Kurtka ve Cumgal gibi önemli
Jîokand kaleleri ile Aral kıyüarmdaki Hive toprakları Ruslar tarafından işgal
edildi. D. Mac. Kenzie, The Lion of Tashkent. The Career of General M.G.
Chemiaev. University of Geogia Press, 1974, s. 29-31; Khalfin, s. 51; A.L. Popov,
«tz istorii zavoevaniya Srednei Azii», Istoriçeskiye Zapiski, No. IX, 1940, s. 210211.
77 S.H. Singh, A History of Khokand, Ed. by C.E. Bates, Lahore, 1878,
s. 13; Buchanan to Russell, Petersburg, October 25, 1865, F.O. 65/868, London.
R U SYA ’NIN A S Y A ’D A Y A Y ILM ASI
299
Rusların Orta Asya devletlerine karşı takip ettikleri bu fevka­
lâde enteresan ve milletler arası hukuka aykırı yayılma şeklini
bütün medenî dünyadan devamlı olarak saklamak mümkün olma­
mıştır. Nitekim, kendileri gibi emperyalist bir kuvvet olan îngilizlerin baskısı üzerine79, Rus hükümeti, Rusya’nın Asya’da yayılış
sebeplerini hariciye vekili Prens Gorçakov vasıtasiyle dünya umumi
efkârına 3 Aralık 1864’de şöyle açıklamak ihtiyacını hissetmiştir :
«Rusya’nın Orta Asya’da karşılaştığı durum, hiç bir sosyal or­
ganizasyonu olmayan, yan-vahşi ve göçebe halklar karşısındaki
bütün medenî devletlerin problemleriyle aynıdır. Bu tip durumlar­
da daha medenî olan devletler kendi sınırlarını ve menfaatlerini
müdafaa etmek zorunda kalmışlardır. Hudut bölgesinde huzursuz­
luğu yaratan gruplar cezalandırıldıktan sonra kuvvetlerimizi geri
çekmek mümkün olmamıştır. Verilen ceza çabuk unutulmuş ve. geri
çekilmemiz bir nevi zayıflık addedilmiştir. Çünkü Asyalı’lar, görü­
nür ve hissedilir kaba kuvvetin haricinde hiç bir şeye hürmet gös­
termemişlerdir. Onun içindir ki, biz, şu iki şıkdan birini seçmek
durumunda kaldık : Y a verdiğimiz bütün emekler, elde ettiğimiz
ticarî menfaatleri ve sınır boylarında kurduğumuz emniyet terti­
batlarını unutup herşeyden vazgeçecektik, veya bu vahşi Orta Asya
memleketlerinin derinliklerine yürüyecektik. Rusya bu ikinci şıkkı
tercih mecburiyetinde kaldı, tıpkı Amerika Birleşik Devletlerinin
kuzey Amerika’da, İngiltere’nin Hindistan’da, Fransa'nın Cazayir’de ve Hollanda’nın kolonilerinde yaptıkları gibi»80.
Gorçakov’un bü açıklaması, aslında, yukarıda da izah edildiği
gibi, hiç de hakikatleri aksettirmiyordu. Bundan başka Gorçakov’78 Rawlinson, Èngland and Busşia in the East, s. 268.
79 ‘ İngiliz politikası hakkında daha fazla bilgi için bk. Correspondence,
from 1864 t° 1881, respecting the movements of Russia in Central Asia and
her relations with Afghanistan, F.O. 65/1150; M. Anwar-Khan, England, Rus­
sia and Central Asia, Pashawar, 1963; H. Rawlinson, England and Russia in
the East, London, 1875 ; Cambridge History of British Foreign Policy, TT-TTT,
Cambridge, 1923; W. Habberton, Anglo-Russian Relations Conceming Afghanis­
tan, 1837-1907, University of Illinoi, 1937.
80 Gorçakov’un bu meşhur deklarasyonunun tam metni için bk, Corres­
pondence, from 1864 t° 1881, respecting the movemets of Russia in Central
Asia and her relations with Afghanistan, s. 2-5, F.O. 65/1150.
300
MEHMED SA R A Y
un Orta Asya toplumlar! için söylediği hususlar da fevkalâde yanıl­
tıcı idi. Şöyle ki :
1 — Orta Asya memleketlerinin ahalisini meydana getiren
Özbek, Kazak, Türkmen ve Kırgız Türkleri yarı-vahşî, teşkilâtsız
(organizasyonsuz) ve tamamiyle göçebe hayatı yaşayan topluluk­
lar değildi, onlar Hokand, Buhara, Hive Hanhkları ile Türkmenis­
tan Cumhuriyeti81 gibi kendi millî devletlerine sahip bulunuyorlardı.
2 — Orta Asya halkının yalnız ve yalnız kaba kuvvete boyun
eğdiği veya hürmet ettiği iddiası da elbette yerinde değildir. Rus­
ların, Orta Asya halkına karşı ticarî ve siyasî alanlarda taraflara
eşit fırsatlar verecek yapıcı ve barışçı bir teşebbüste bulundukları­
na dair de kaynaklarda hiç bir delile rastlanmamaktadır82.
3 — Amerika Birleşik Devletlerinin kuzey Amerika kıtasmda,
İngiltere’nin Hindistan’da ve Fransa’nın Cezayir’deki durumları ve
oralarda yaptıkları işgaller, Rusların Orta Asya’yı istîlâ edebilme­
leri için bir kıstas olarak öne sürülemez. Rusların bu misalleri ver­
mekten maksatlarının kendi istilâlarım o devletlere mazur göster­
mek olduğu anlaşılmaktadır.
Ne var ki, Gorçakov’un bu deklârasyonu başta İstanbul, Paris,
Londra ve Berlin olmak üzere büyük devletlerin başkentlerinde Rus
81 Türkmen Cumhuriyeti hakkında daha fazla bilgi için bk. M. Saray,
«1878 Türkmen Cumhuriyeti», Türk Kültürü Araştırmaları, VH-X, 1970-1973,
s. 151-154.
82 1842’de Ruslarm Hive’ye bir delegasyon göndererek Hive Han’ı ile
bir Dostluk ve Ticaret Andlaşması imzaladıklarını görüyoruz. Fakat bu and1aşmanın yürümediği kısa zamanda anlaşılmıştır. Zira, Ruslarm ticaret ker­
vanlarında bulunan tüccarların çoğunluğu asker şahıslardan müteşekkil idi.
Asker şahısların casusluk yapmak maksadiyle ticaret kervanlarına yerleşmeleri
Rus-Hive Dostluk ve Ticaret Andlaşmasını çalışamaz hale getirmişti. Diğer ta­
raftan 1858’de Hive ve Buhara’ya elçüik görevi ile gönderilen Albay îgnatiyev’in
esas vazifesinin askerî casusluk olduğu, daha önce de açıklandığı gibi, herkesçe
bilinmekte idi. îgnatiyev, Missiya v Khivu i Bukharu v 1858 g., s. 30-31; Rieber,
The Politics of Autocracy, s. 80-81. Bu iki olayın haricinde, Ruslarm, Orta
Asya Hanlıklarına karşı ticarî ve siyasî alanlarda taraflara eşit fırsatlar vere­
cek yapıcı ve barışçı bir teşebbüste bulunduklarına dair kaynaklarda hiç bir de­
lile rastlanmamaktadır.
R U SY A ’NIN A S Y A ’D A Y A Y IL M A SI
301
diplomatları tarafından ustaca açıklanarak Orta Asya Rus istilâ­
sına karşı hiç bir ciddî tepkinin gösterilmemesi sağlanmıştır.
Hülâsa, bir taraftan Rus diplomatları Orta Asya memleketle­
rinin işgali için siyasî zemini oluştururken, diğer taraftan da Rus
orduları gerekli hazırlıkları yapıyorlardı. Nihayet, Rus orduları
harekete geçerek 1865-1885 arasında sırasiyle Hokand, Buhara,
Hive ve Türkmen memleketlerini işgal etmişlerdi83. Rusların devlet­
ler arası hukuka aykırı olarak yaptıkları bu istilâ Orta Asya Türk
devletleri tarafından şiddetle protesto edilmiş ve müstevlilerin Tür­
kistan topraklarım terk etmeleri için İngiltere ve Türkiye başta
olmak üzere medenî devletlerden yardım talebinde bulunulmuş ise
de, bu feryatlar .. .müsbet olarak hiç bir karşılık görmemiştir84. Böylece, Rusların, asırlardır Asya’da uyguladıkları adım adım ilerleme
Orta Asya’da sona ermiş ve Rusya yalnız Avrupa’da değil, Asya’da
da en büyük kuvvetlerden biri haline gelmiştir.
Ruslarm, Asya’da ilk istîlâ ettikleri memleketlerde, bilhassa
Kazan, Kırım, Kafkas ülkeleri, Başkurd ili ve Kazakistan’da, yap­
tıkları ilk iş buralardaki idârî sistemi değiştirmek oldu. Bu ülkele­
rin çoğunda idâreciler (Han’lar, Sultan’lar, Beğ’ler v.b.) veraset yo­
luyla başa geçiyorlardı. Ruslar bu sistemi değiştirerek yeni idârecileri kendileri tâyin etmeye başladılar. Fakat yaptıkları bütün tâ­
yinlerde, idârecilerin kendilerine tam bir sadakatle çalışacak ya­
radılışta kişiler olmasına dikkat ettiler.
83 Rusların Orta Asya Türk ülkelerini istilaları hakkında ayrı bir kitap
hazırladığım için konuyu burada kısaca anlatmak mecburiyetini hissettim. Rus­
larm Orta Asya’yı işgalleri hakkında daha fazla tafsüat için, D. I, Romanovskiy,
Zametki po Sredne-Aziatskomu voprosı, Petersburg, 1868; A.I. Makşeyev, Istoriçeskiy obzor Turkistana i nastupatel’nogo dvijeniya v nego Russkih, Peters­
burg 1890; A.I. Dobromıslov, Materialı po istorii Rossii, Orenburg, 1900; M.A.
Terentyev, Istoriya Zavoevaniya Srednei Azii, Petersburg, 1906; A.J. Rieber,
The Politics of Autocracy. The Hague-Paris, 1966; A.N. Khalfin, Russia’s
Policy in Central Asia 1857-1868, îng. tere., London, 1964; S. Becker, Russia’s
Protectorates in Central A s ia : Bukhara and Khiva, 1865-1924, Cambridge
Mass. 1968; B. Hayıt, Türkistan, Rusya ile Çin Arasında, İstanbul, 1975, adlı
eserlere baküabilir.
84 Translation of a letter from the Shah of Bokhara to Her Majesty
the Queen of England and India. Enclocures to Secret Letters from India,
Political and Secret Memoranda 5/60, India Office.
302
MEHMED SA R A Y
Biraz farklı da olsa, Rusların, aynı idâri değişikliği son istilâ
ettikleri Türkistan devletlerinde de yaptıklarını görmekteyiz. Önce,
Taşkent’te kurdukları «Türkistan Genel Vâliliği» vasıtasiyle Hokand, Buhara, Hive ve Türkmenistan’ı umumî bir kontrole tâbi tut­
muşlardır. Bilâhıre de, bu memleketlerin başına kendi siyasetlerini
uygulayacak yaratılışta idâreciler tâyin etmişlerdir. Ruslar, bir ta­
raftan bu idâreciler ve diğer taraftan da bizzat kendileri, koyduk­
ları ağır yergileri yoksul halktan zorla toplayarak, onların kendile­
rine karşı baş kaldıramıyacak derecede. perişan olmalarını sağla­
mışlardır. Böylece Ruslar, Asya ülkelerine medeniyet götürüyoruz
iddialarının aksine, buralarda tam bir dikta rejimi kurmuşlardır.
Türk Edebiyatı Tarihi’nin Arşiv Kaynakları
I.
n . BÂYEZÎD DEVRİNE AİT BİR İN’ÂMÂT DEFTERİ
İsmail Erünsdl
Belediye Kütüphanesinde, Mualüm Cevdet yazmaları 0.71 nu­
marada, n . Bâyezid devrine âit çeşitli kayıtları ihtiva eden bir
in’âmât defteri bulunmaktadır. Defter-i Müsvedâât-ı İrfâmât ve Taşaddukât. ve Teşrifat ve GayriM adını taşıyan bu defterde, II. Bâ­
yezid tarafından Muharrem 909 - Zilhicce 917 tarihleri arasında,
devlet adamlarına, yabancı devletlerin elçilerine, saray mensup­
larına, ulemâya ve meşâyihe, san’atkârlara ve şâ’irlere, devlet teş­
kilâtının çeşitli kademelerinde bulunan vazifelilere muhtelif vesile­
lerle verilen in’âm ve ihsanlar tesbit edilmiştir1.
II. Bâyezid devri’nin kültür hayatı hakkında çok zengin mal­
zemeyi ihtiva eden bu defterde devrin şâirlerinden de sık sık söz
edilmesi dikkati çekmektedir. Şâirler, diğer san’atkârlardan ayrı
olarak ya tek tek, ya da toplu olarak zikredilmişlerdir. II. Bâyezid’in
saltanatının ilk yıllarında yaşayıp da defterde kendisinden bahse­
dilmeyen şâ’ir hemen-hemen yok gibidir. Ayrıca «Cemâ‘at-ı şu‘ârâ»dan olmadıkları halde zaman zaman şi’ir yazıp saraya takdim
eden çeşitli meslek erbabmdan da söz edildiği görülmektedir. Bu
yüzden înfâmât D eften_, bu devirde yaşamış bazı şâirlerin biyogra­
filerini tesbit hususunda olduğu kadar, devrin edebî hayatını aydın­
latmakta da önemli bir kaynak olarak ortaya çıkmaktadır.
In'âmât Defteri1nden, tesbit edebildiğime göre şimdiye kadar
şu araştırıcılar yararlanmışlardır. Muallim Cevdet «Ahiler» hak1 Defterde yer yer farklı kayıtlara da rastlanır. Meselâ 158. sayfada el­
ma getiren bir şahsa, 187. sayfada ise Firengistanda hapsedilen bir yeniçeri ila
çilek getiren zaviye şeyhine verilen ihsanlar bildirilmektedir.
304
İSM AİL ERÜN SAL
kındaki eserinde ilk olarak adından bahsetmeksizin bu defteri kul­
lanmış ve «ehl-i hiref»den bâzı şahısların adlarını tesbit etmiştir2.
R. Melul Meriç, önce Türk Nakış Sanatı Tarihi Araştırmaları adlı
eserinde lneâmât Defterindeki nakkaşlara ait bâzı kayıtları neşret­
miş (Ankara, 1953, sh. 49-51) daha sonra da defterdeki Bâyezid Ca­
mii mimarı ve II. Bayezid devri mimarları ile ilgili kayıtları bir ma­
kale halinde yayınlamıştır28. M. Tayyib Gökbilgin ise D efter’in ilk
81 sayfasını tarayarak önemli gördüğü bâzı kayıtları yayınlamıştır3.
Bu makalenin yazarı da birkaç araştırmasında bu Defter*den yarar­
lanmıştır4. Bunların dışında Mâînât Defterindeki bâzı kayıtları kul­
lanan araştırıcılar arasında M. Şahabeddin Tekindağ5, Halil İnal­
cık6 ve Yücel Ünsal’ı7 anmak gerekir.
ln‘âmât Defterindeki kayıtlar, defteri düzenleyen Ruznâmçeci
Hızır tarafından beİli bir sisteme göre yapılmıştır8. Her kayıttan ön­
ce, genellikle günün tarihi tain olarak verilmektedir. Bâzı hâllerde
ise sâdece ayın kaçıncı günü olduğu belirtilmekte, ve «minhu» keli2 M. Cevdet, Zeyl ‘ala faşli’l-ahiyyeti’l-fityâni’ t-Türkiyye fi nhleti îbni Ba(Ufa (İstanbul, 1932), 380-381.
2» ‘Bâyezid Camii Mimarı, n. Sultan Bâyezid devri mimarları ile bazı bi­
naları, Bâyezid Camii ile alâkalı hususlar, sanatkârlar ve eserleri’ Yıllık Araş­
tırmalar Dergisi n , (Ankara, 1957), 4-77.
3 XV-XVI. Asırlarda Edime ve Başa Livası, Vakıflar-Mülkler-Mukataalar
(İstanbul, 1952), 470-485.
4 Tâcı-zâde Ca‘fer Çelebi hakkındaki doktora çalışmamda (The Life and
Works of Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi,^ with a critical edition of his Dîvân, 2c., Ba­
sılmamış doktora tezi, Edinburgh, 1977) ve bu konuda yayınladığım bir maka­
lede ('Tâcî-zâde Ca'fer Çelebi, as a Poet and Statesman’ Boğaziçi Üniversitesi
Dergisi, Beşerî Bilimler, c. V I (İstanbul, 1978), 123-148) Ca’fer ve Sa’di Çelebi
hakkındaki kayıtları kullandığım gibi, I. Millî Türkoloji Kongresinde okunan
‘Türk Edebiyatı Tarihine Kaynak Olarak Arşivlerin Önemi’ adlı tebliğimde de
bu defterdeki bâzı kayıtların edebiyat tarihimizin doğru olarak- tesbiti hususun­
da ne kadar önemli olduğunu örneklerle göstermeye çalışmıştım (Tebliğin ge­
nişletilmiş olarak neşri için bk. Türkiyat Mecmuası XIX, İstanbul, 1979).
5 İA. İstanbul maddesi.
6 ‘Bursa XV. Asır Sanayi ve Ticaret Tarihine Dâir Vesikalar’, Belleten
XXIV, 93 (Ankara, 1960), 64.
7 Kültür Tarihimizde Okçuluk Sanatı ve Müesseseleri, basılmamış dokto­
ra tezi, (İstanbul) 1971.
8 Defter’de Hızır'ın adı çeşitli yerlerde kendisine in’âm verilmesi dolayısıyle «Hızır, el-fakır, rûznâmçeı» ya da «el-fakîr Hızır» şeklinde geçmektedir
(bk. s. 11, 40, 204, 231, 381, 422).
n . B ÂYEZİD DEVRİNE A İT B ÎR ÎN ’Â M ÂT D EFTERÎ
305
mesiyle daha önce geçen ay ve yıla atıfta bulunulmaktadır9. Tarihden sonra, kendisine in’am ve ihsanda bulunulan şahsın adı zikre­
dilmekte ve çoğu kere de mesleği veya görevi belirtilmektedir. Şâ’irler için bâzen, sâdece isimlerinden sonra «şâ’ir» kaydı konulmakta,
bazen de, eğer saraydan muntazaman aylık alıyorlarsa «der-cemâ‘at-i müşâhere-borân» cümleciği eklenmektedir.
Çoğu hâllerde in’âm ve ihsanın veriliş sebebi belirtilmektedir.
Ta’ziye, kaside, gazel, mersiye ve bir eser takdimi dolayısıyle ve bir
de bayramlarda hediye verildiği görülmektedir. Hiç bir sebep zikret­
meden «in’âm ve tasadduk» başlığı altında yapılan ihsanlar da var­
dır10.
Hediyenin cinsi akçe ise «nakdîye» elbise ise «câme» kayıtlarıy­
la belirtilmekte ve sonra da kaç akçe, ne cins elbise ve kumaş veril­
diği bildirilmektedir11. Bazen verilen akçenin mikdarı «nakdiye»
kaydı konulmadan doğrudan yazılmaktadır.
Hediyeler eğer verilmeyip de gönderiliyorsa «be-ma‘rifeti» kay­
dı konulmakta ve bu kayıttan sonra kimin vasıtasıyla gönderildiği
belirtilmektedir.
Bu makalede, bütün defter taranarak edebiyat tarihimizi ilgi­
lendiren kayıtlar tarih sırasına göre verilmiştir12. Kayıtlar verilir­
ken defterin sayfa numaralarına atıfta bulunulduğu gibi, ayrıca her
kayıt müstakilen numaralandırılmış ve böylece indeks’den yararla­
nılarak bazı isimlerin bulunması kolaylaştırılmaya çalışılmıştır.
9 Bu gibi durumlarda tarih, parantez içinde ay ve yıl belirtilerek tarafım­
dan tamamlanmıştır.
10 Genellikle bayramlarda kumaş ve elbise, diğer zamanlarda ise akçe ve
elbise, bazen de kumaş verildiği görülmektedir.
11 Defterde geçen elbise ve kumaş isimlerinin okunuşunda Fahri Dalsar’ın
Bursada İpekçilik (İstanbul, 1960), Tahsin Öz’ün Türk Kumaş ve Kadifeleri
(2c., İstanbul, 1946-1951) adlı eserlerinden ve Halil İnalcık’ın ‘Bursa XV. Asır
Sanayi ve Ticareti Tarihine dâir Vesikalar’ Belleten XXIV, 93, (Ankara, 1960),
45-102, adlı makalesinden faydalanılmıştır.
12 Sadece Tâcî-zâde Ca'fer Çelebi üe ilgili kayıtlar, daha önce, yukarıda
anılan makalede verildiğinden tekrardan kaçınmak için bu makaleye alınma­
mıştır.
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 20
İSM AİL E RÜN SAL
306
s.
5
1. în'âm be-mezkürm, fi ‘âşiri Müharremi’l-haram, sene 909
Mevlânâ Ruhî, Şâ'ir
Nakdiye Câme
2 000
munakka§-ı Bursa
s. lJf
2. în'âm be-mezkürîn, fi 3 Reb. n . minhü (909)
Tâli‘î, merdüm-i hazret-i Mahmüd Beg, tâle bekâbu, ki
kasîde âverd.
Nakdiye
Câme
2000
Benek
s. 15
3. Tasadduk be-mezkürîn, fi ‘âşiri Reb. II. sene 909.
Nöker-i Hazret-i Mahmüd Beg, tâle bekâlıu, be-nâm-ı
Töli‘1, müteferrika-i hod.
Nakdiye
Câme
1000
Benek-i Bursa, sevb.
s. 11
4. în'âm be-mezkürîn, fi sânî minhü (Cem. I., 909)
Mevlânâ Safdİ, müderris-i medrese-i ‘Ali Paşa, ki kasîde
âverd.
Nakdiye
Cübbe
3 000
‘an murabba'ba-çuka, sevb.
s. 21
5. în'âm be-Mehmed, şâ'ir, kâsıd-ı Sultân-x Mısr ki kasîde
âverd. fi 6 Cem. II. sene 909. 3 000
s. 25
6. Ta‘ziye-i Mevlânâ Rühl, şâ'ir ki veled-eş müteveffa şüd.
fi 23 Cem. II. sene 909.
Câme
Benek-i Bursa, sevb.
n . B ÂYEZÎD DEVRİN E A İT B İR ÎN ’ÂM ÂT D E FTE R Î
307
27
7. în'âm be-mezkürîn, fi 5 Receb, sene 909.
‘Altfaddin, şâ‘ir-i bayyât ki kaside âverd. 1500
Sa'ili, §â‘ir ki kitâb âverd. 2 000
8. Ta‘ziye-i Mevlânâ İdrîs, miinşî ki der-vilâyet-i ‘Acem peder-e§ müteveffa şüd. fi 13 Şaban, sene 909.
Câme
Çatma-i Bursa, sevb.
36
9. Tasadduk be-mezkürîn, fi 27 Şaban, sene 909.
Keşfi, şâ'ir ki kasîde dâde. 500
42
10. Tasadduk be-mezkürîn, fi 25 Ramazan 909.
Safâyî, şâ'ir
Sabâyı, şâ'ir
1000
2 000
11. ‘Idâne-i mezkürîn fi 8 Şevval, sene 909.
‘Azizi, şâ'ir
Câme: Benek-i
Bursa, sevb
Ma*ili, şâ'ir
•Ruhî, şâ'ir
Câme: Munakkaş-ı Câme: Munakkaş,
Bursa, sevb
sevb
Kâtibi, şâ'ir
Sâ’ill, şâ'ir
Şehdî, şâ'ir
Câme: Mirahorî an
Câme: Mirahorî an
Câme: mislehu
kemlıa-i kırmızı, sevb kemba-i kırmızı, sevb
Hamdı, şâ'ir
Büri (?)
1
Sa‘yl, şâ'ir
Büri
1
Sabayı, şâ'ir
Büri
Keşfi, şâ'ir
Büri
LâTı, şâ'ir
Büri
1
İSM AİL ERÜN SAL
308
Jf9
12. în'âm be-mezkürîn, fi 22 Şevval 909.
‘Ömer Çelebi, kâtib-i tevkil
ki kaside âverd.
Nakdiye
Câme
3 000
Münakkaş
Mâ’ilî, şâ'ir ki
kaside âverd.
3 000
Ahmed Çelebi bin Rarışdıran, kitâb-ı te’lîf-i hod averd.
Nakdiye
5 000
Câme
Çatma
s. 55
13. în'âm be-mezkürîn, fi 29 Zi’l-ka‘de 909.
Mevlânâ Ruhî, şâ'ir, be-ma‘rifet-i Mevlânâ
Anadolu.
Nakdiye
Câme
3 000
Benek, sevb
Kazasker-i
58
14. In'âm be-mezkurîn, fi 3 minhü (Zi’l-hicce 909)
Kâtibi, şâ'ir ki kaside âverd. 2 000
s. 60
15. ‘îdâne-i mezkûrîn, fi 12 minhü (Zi’l-hicce 909)
eAzizi, şâ'ir
Ma’ilî, şâ'ir
Câme: Benek Câme: Munakkaş
Ruhî, şâ'ir
Câme: Munakkaş
Kâtibi, şâ'ir
Câme: Mirahorî
‘an kemha-i kır­
mızı, sevb.
Şehdi, şa'ir
Câme : mislehu
Sâ’ilî, şâ'ir
Câme : mislehu
Hamdı, şâ'ir
Büri
1
Sa‘yî, şâ'ir
Büri
1
n . B ÂYEZİD DEVRİN E A İT BİR ÎN ’ÂM ÂT DEFTERİ
Lalı, şâ'ir
Büri
Sabayı, şa'ir
Büri
1
1
Keşfi, şa'ir
Büri
309
Refiki, şâ'ir
Kadife-i rişte
1
1
s. 67
16. în'âm be-mezkürîn, fi 9 minlıü (Muharrem 910)
Ruhî, şâ'ir, der-cemâ‘at-i müşâhere-horân
Nakdiye
Câme
2 000
Munakkaş-ı Bursa, sevb
Nöker-i Mahmûd Beg, tâbe bekâhu, be-nâm-ı Necati, tevkı‘i-i hod ki be-hizmet-i hod âmed, fi 9 Muharrem, sene
910.
Nakdiye
3 000
s. 70
Câme
Benek-i Bursa, sevb
.
17. în'âm be-mezkürîn, fi 14 Safer 910.
Mevlânâ İdrîs, münşi
Nakdiye
Câme
10 000
Çatma-i Bursa, sevb
s. 76
18. Tasadduk be-mezkürîn, fi 28 Reb. I. sene 910.
Sabâyî, şâ‘ir
2 000
s. 82
19. Tasaddukât be-mezkürîn, f i 3 minhu (Cem. İL, 910)
V
'V'
Ni§ânî, §â‘ir
2 000
s. 85
20. İn‘âm he-Mehmed Çelebi Gevheri ki kasîde âverd fi 11
minhu (Cem. İL, 910)
Nakdiye
Câme
3 000
Benek-i Bursa, sevb
İSM AİL ERÜN SAL
S.
21. în'âm be-mezkürîn fi 15 minhu (Şaban 910)
Şelıdi, şâ'ir ki mersiye-i Rühi
Mehmed Beg güft.
Nakdiye
1500
2 000
Mâtili, şâ'ir
2 000
Revani; şâ'ir
2 000
şâ'ir
Câme
Munakkaş-ı
Bursa, sevb
Mehmed Çelebi Cevheri
3 000
Sâ’iU, şâ'ir
Câme: Mirahorî ‘an kemha-i kırmızı, sevb.
22. în'âm be-mezkürîn, fi 19 minhu (Şaban 910)
‘ Ömer Beg, kâtib-i tevkî'i ki mersiye güft.
nakdiye
Câme
3 000
Munakkaş-ı Bursa, sevb
s. n
23. în'âm be-mezkürîn, fi 20 Şaban, sene 910.
Mevlânâ Refiki, ‘an kâtibân-ı
tevkî'i ki mersiye-i Mehmed Beg
güft.
500
Kâtibi, şâ'ir ki mersiye-i Mehmed Çelebi
âverd.
2 000
Mihri Hatun, duhter-i Mevlânâ Haşan Amasyaî, be-ma‘rifet-i ağa, der-takrîr-i İsmail, hâzin, fi 20 Şaban 910.
3 000
s. 97
24. în'âm be-mezkürîn, f i 4 minhu (Ramazan 910)
Mevlânâ Îdrîs, münşî
Câme : Mirahorî an kadife-i kırmızı, firengî sâde, sevb.
s. 101
25. Tasadduk be- mezkürîn, fi 24 Ramazan, sene 910.
Mevlânâ Sabâyı, şâ'ir
1500
Mevlânâ SafâyJ, şâ'ir
1500
A
n . B ÂYEZÎD DEVRİNE A İT BİR İN ’Â M Â T D E FTE R İ
31İ
S. 104
28. ‘îdâne-i mezkûrîn, fi 12 Şevval, sene 910.
‘Azizi, şâ'ir
Câme : Benek-i
Bursa, sevb
M ¿filî, şâ'ir
Rühı, şâ'ir
Câme : Munakkaş-ı Câme : Munakkaş-ı
Bursa
Bursa
0
Kâtibi, şâ'ir
Câme : Mirahorı an kemha-i
kırmızı, sevb
Safyî, şâ'ir Lalî, şâ'ir
Büri
Büri
İ
Sabâyı, şâ'ir
Büri
1
Hvânl, şâ'ir
Büri
1
Sâ’ill, şâ'ir
Câme : mislehu
Keşfi, şâ'ir
Büri
1
Refiki, şâ'ir
Kadife-i Bursa
1
Şehdî, şâ'ir
Câme : mislehu
s. 108
27. İn'âm be-mezkürîn, fi. 2 Zi’l-ka'de, sene 910.
Mâli, şâ'ir ki kaside âverd.
3 000
s. 111
28. İn'âm be-mezkürîn, fi 21 Zi’l-ka'de, sene 910.
Kâtibi, şâ'ir
Der-cemâ‘it-i müşâhere-horân
2 000
s. 119
29. ‘îdâne-i mezkûrîn, fi 19 Zi’l-hicce, sene 910.
‘Azizi, şâ'ir
Câme-: Benek-i
Bursa, sevb.
Rühl, şâ'ir
Mâ’ilî, şâ'ir
Câme: Munakkaş-ı Câme: munakkaş-ı
Bursa, sevb.
Bursa, sevb.
İSM AİL ERtİNSAL
312
Kâtibi, şâ'ir
Şehdi, §â‘ir
Câme : Mirahorî ‘an Câme : mislehu
kemha-i kırmızı, sevb
Refiki, şâ'ir
Kadife-i rişte-i
Bursa, tak
Hamdı, §â‘ir
Büri
tak
'
Lâll, şâ'ir
Büri
tak
Safyl, şâ'ir
Büri
tak
Sâ’ilî, şâ'ir
Câme : mislehu
Sabâyl, şâ'ir
Büri
tak
Keşfi, şâ'ir
Büri
tak
Hvânl, şâir
Büri
tak
s. 137
30. în'âm be-Rühl, şâ'ir, der-cemâ‘at-i müşâhere-horân, fi 4
Safer, sene 911.
Nakdiye
2 000
Câme
Munakkaş-ı Bursa
sevb.
s. 149
31. Tasaddukât be-mezkürîn fi 23 Reb. I. sene 911.
Edibi, şâ‘ir-i ‘Acem ki Mekke-i şerife, şerrefehâllâhu,
hTâhed reft.
2 000
s. 152
32. Tasadduk be-mezkürîn, fi 17 minhu (Reb. n . 911)
Mevlânâ Hadidl, şâ'ir ki kitâb-ı te’lîf-i hod âverd.
2 000
s. 153
3. Tasadduk be-mezkürîn, fi 24 minhu (Reb. n . 911)
Baslrl, şâ'ir
2 000
s. 158
34. în'âm be-mezkürîn fi 14 minhu (Cem. II. 911)
Mevlânâ Ahmed Çelebi, müderris-i Üsküb ki Kıssa-i
Yûsuf, tercüme-i hod âverd.
Nakdiye
Câme
5 000
‘an murabba, sevb
II. B Â Y E Z İD D E V R İN E A İ T B İR İN ’Â M Â T D E F T E R İ
313
m
35. în'âm be-mezkürîn fi 4 minhu (Şaban 911)
Mevlânâ Safdi Çelebi, birâder-i tevkii ki kaside âverd.
3 000
166
36. Tasadduk be-mezkürîn fi 25 minhu (Şaban 911)
Keşfi, §a‘ir
500
Safili, şâ'ir
Be-ma‘rifet-i ser-hâzin
1500
179
37. ‘Idâne-i mezkürîn, fi 7 Şevval 911.
Ruhi, şâ'ir
Câme : Munakkaş-ı
Bursa, sevb
‘Azizi, şâ'ir
Câme : Benek-i
Bursa, sevb
Kâtibi, şâ'ir
Câme : Mirahorî ‘an
kemha-i kırmızı, sevb.
Refiki, şâ'ir
Kadife-i rişte
1
Safili, şâ'ir
Câme : mislehu
Sa'yi, şa'ir
Büri
1
Keşfi, şâ'ir
Büri
1
Lâli, şâ'ir
Büri
1
Mâ’ili, şâ'ir
Câme : Munakkaş-ı
Bursa, sevb
Şehdi, şâ'ir
Câme : mislehu
Sabâyi, şâ'ir
Büri
1
H vâni, şâ'ir
Büri
1
181ı
38. în'âm be-mezkürın fi 8 Zi’l-hicce, sene 911.
Mevlânâ Refiki, kâtib-i tevkî'î ki kaside âverd.
39. ‘Idâne-i mezkurîn fi 16 Zi’l-hicce, sene 911.
‘Azizi, şâ'ir
Câme : Benek-i Bursa,
sevb
Ruhi, şâ'ir
Câme : Munakkaş-ı Bursa,
sevb
Mâfili, şâ'ir
Câme : Munakkaş-ı
Bursa, sevb
İSM AİL ERÜN SAL
314
Kâtibi, şâ'ir
Safili, şâ'ir
Câme : Mirahorî an
Câme : mislehu
kemha-i kırmızı, sevb
Şehdî, şâ'ir
Câme : mislehu
Refiki, şâ'ir
Kadife-i rişte
1
Keşfi, şâ'ir
Kadife-i rişte
1
Safyi, şâ'ir
Biiri
1
Lâlî, şâ'ir
Büri
1
Sabâyı, şâ'ir
Biiri
i
1
H'âni, şâ'ir
Büri
1
s. 185
40. İn'âm be-inezkürın fi 16 Zi’l-hicce, sene 911.
Mevlânâ İdris, münşî ki tarîh-i âl-i Osman güft.
Nakdiye
50 000
Câme
Çatma-i Bursa, sevb.
s. 187
41. în‘âm-ı ‘Ömer Çelebi, kâtib-i tevkı'î ki kasîde âverd, fi
9 minhu (Muharrem 912)
Nakdiye
3 000
Câme
‘an murahbba ba-çuka, sevb
Tasadduk be-mezkürîn fi ‘âşiri minhu (Muharrem 912)
Sabâyı, şâ'ir
1500
s. 190
42. în‘âm-ı Ruhi, şâ'ir, der-cemâ‘at-ı müşâhere-horân, fi 14
Safer, sene 912.
Nakdiye
2 000
Câme
Munakkaş-ı Bursa
II. B ÂYEZİD DEVRİNE A İT BİR İN ’ÂM ÂT DEFTERİ
315
197
43. Tasadduk be-mezkürîn fi 20 Cem. II., sene 912.
Firdevsî, şâ'ir, müellif-i
Süleymân-nâme
3 000
Kâtibi, §â‘ir
‘an cemâat-i
horan
müşâhere-
2 000
202
44. Tasadduk be-mezkürîn fi 18 minhu (Şaban 912)
§efil, şâ'ir
2 000
207
45. Tasadduk be mezkürîn fi 17 Ramazan 912.
Sabâyı, şâ'ir
1500
46. Tasadduk be-mezkürîn fi 23 minhu (Ramazan 912)
Safâyl, şâ'ir
Keşfi, şâ'ir
1500
500
209
47. ‘îdâne-i mezkürîn, fi 8 minhu (Şevval 912)
‘Azizi, şâ'ir
Câme : Benek
Ruhi, şâ'ir
Câme : Munakkaş
Şehdî, şâ'ir
Câme : Mirahorî kemha,
sevb.
Refiki, şâ'ir
Kadife-i rişte
Metili, şâ'ir
Câme : mişlehu
Kâtibi, şâ'ir
Câme : mislehu
Sa‘yl, şâ'ir
Büri
1
Lâlî, şâ'ir
Büri
1
Keşfi, şâ'ir
Kadife-i rişte
SabâyI,
şâ'ir
Büri
1
211
48. İn‘âm-ı Firdevsî, müellif-i Süleymân-nâme, fi .9 minhu
(Zi’l-ka'de 912)
Nakdiye
3 000
Câme
Benek-i Bursa
İSM AİL ERÜN SAL
S. 213
49. în'âm be-mezkürîn fi selhi Zi’l-ka'de, sene 912.
Mevlânâ Zamiri ki kaside âverd.
Nakdiye
3 000
Câme
‘an murabba ba çuka, sevb
50. îdâne-i mezkürîn fi 14 minhu (Zi’l-hicce 912)
'Azizi, şâ'ir
Câme : Benek-i
Bursa, sevb
Rühi, şâ'ir
Mâ’ili, şâ'ir
Câme : Munakkaş-ı Câme : mislehu
Bursa, sevb
Kâtibi, şâ'ir
Sâ’ili, şâ'ir
Câme : Mirahorı ‘an Câme : mislehu
kemha-i kırmızı, sevb
Şehdi, şâ'ir
Câme : mislehu
Refiki, şâ'ir
Kadife-i rişte-i
Bursa
Sa‘yi, şâ'ir
Büri
1
Keşfi, şâ‘ir
Kadife-i rişte-i
Bursa
Sabâyi, şâ'ir
Büri
1
s. 221
51. în'âm be-mezkürîn fi 8 minhu (Safer 913)
"Mâ’ili, şâ'ir ki kaside âverd. Kâtibi, şâ'ir ki kâsıde âverd
3 000
2 000
s. 224
52. în'âm be-mezkürın fi 6 minhu (Reb. I. 913)
Rühi, şâ'ir, ‘an cemâ‘at-i müşâhare-horân
Nakdiye
2 000
Câme
Munakkaş-ı Bursa, sevb
53. în'âm be-mezkürîn, fi 9 Reb. II. , 913.
‘Ömer, kâtib-i tevkı'i ki kasîde dâde.
Nakdiye
Câme
3 000
‘an murabba ba-çuka, sevb
n . B ÂYEZtD DEVRİNE A İT BÎR ÎN ’Â M ÂT DEFTERÎ
229
54. Tetimme-i in'âm be-mezkürîn fi 8 Reb. İL, sene 913.
Mevlânâ tdrîs, münşi
5 000
231
55. În'âm be-mezkürîn fi 26 minhu (Reb. İL, sene 913)
Firdevsî, şâ'ir
Nakdiye
3 000
Câme
Benek-i Bursa, sevb
239
56. Tasadduk be-mezkürîn fi 3 minhu (Cem. İL, 913)
Sabâyı, şâ'ir ki mersiye-i
vefât-ı Mahmüd Beg tabe serahu
(âverd)
1500
Edibi, şâ'ir ki
mersiye âverd.
2 000
Keşfi, şâ'ir ki mersiye
âverd.
500
Kâtibi, şâ'ir ki mersiye
âverd.
2 000
Sâ’ili, şâ'ir ki mersiye âverd.
Nakdiye
2 000
Câme
Mirahorî ‘an kemha-i kırmızı,
sevb
Ruhi, şa'ir ki mersiye
âverd.
Mâ’ilî, şâ'ir ki
mersiye âverd.
Nakdiye
2 000
N
Nakdiye
2 000
Came
Munakkaş
Câme
Mislehu
Mevlânâ ‘ Ömer, kâtib-i tevkî'i
[‘i
ki mersiye âverd.
Refiki, şâ'ir ki
mersiye âverd.
Nakdiye
3 000
500
Came
‘an murabba, sevb
İSM AİL ERÜN SAL
318
Şehdî, şâ'ir ki mersiye
mersiye âverd.
-£500
Mehmed Çelebi bin Nişancı Paşa
ki mersiye âverd.
Nakdiye Câme
3 000
‘an murabba, sevb
Mehmed Çelebi bin Mevlânâ Kazasker-i köhne ki 'mer­
siye âverd.
Nakdiye
2 000
Câme
‘an murabba, sevb
s. 239
57. Tasadduk be-mezkürîn, fi 5 minhu (Cem. ü ., 913).
Bâyezld Çelebi, birâder-zâde-i Mevlânâ Akşemseddin ki
tarib-i vefât-ı Sultan Mahmüd güft.
Nakdiye
2 000
Câme
‘an murabba ba-çuka, sevb.
s. 250
58. Tasadduk be-mezkürîn fi gurre-i minhu (Ramazan 913)
Sabâyı, §â‘ir
2 000
Kâtibi, §â‘ir
2 000
s. 252
59. Tasadduk be-mezkürîn, fi 19 Ramazan, sene 913.
Safâyl, §â‘ir
1500
s. 25Jf
60. în‘âm be-mezkürîn fi 27 minhu (Ramazan, 913)
Mevlânâ Saedi, müderris-i medrese-i hazret-i Ali Paşa ki
kaside âverd.
Nakdiye
3 000
Câme
‘an murabba ba-çuka, sevb.
n . BÂYEZİD DEVRİN E A lT BÎR ÎN ’ÂM ÂT DEFTERİ
319
256
61. ‘Idâne-i mezkürîn fi 6 Şevval, sene 913.
‘Azizi, şâ‘ir
Ruhî, şâ'ir
Câme: Benek-i Bursa Câme: Munakkaş-ı
sevb
Bursa, sevb.
Md’ili, şâ'ir
Câme: mislehu
Kâtibi, şâ'ir
Sâ’ili, şâ'ir
Câme: Mirahorî ‘an
Câme: mislehu
kemha-i kırmızı, sevb.
§ehdi, şâ'ir
Câme: mislehu
ŞefFi, şâ'ir
Câme: mislehu
Refiki, şâ'ir
400
Sabâyî,' şâ'ir
Kadife-i rişte
1
Keşfi, şâ'ir
Kadife-i rişte
1
.. Sa‘yî, şâ'ir
Büri
1
Hvâni, şâ'ir
Büri
1
258
Lâlî, şâ'ir
Büri
1
Edibi, şâ'ir
Kadife-i rişte-i
Bursa
'
62. İn'âm be-mezkürîn, fi 18 minhu (Şevval, 913).
Mevlânâ Vasfı, kâdı-yı cedıd-i Malkara ki kaside âverd.
Nakdiye
2 000
Câme
‘an murabba ba-çuka, sevb
265
63. ‘Idâne-i mezkürîn, fi 15 minhu (Ramazan, 913)
‘Azizi, şâ'ir
Câme : Benek-i
Bursa, sevb.
Ruhî, şâ'ir
Mâ’ilî, şâ'ir
Câme : Munakkaş-ı Câme : mislehu
Bursa
Kâtibi, şâ'ir
Câme : Mirahorî an
kemha-i kırmızı, sevb.
Şehdi, şâ'ir
Câme : mislehu
Sâ’ili, şâ'ir
Câme : mislehu
İSM AİL E RÜN SAL
320
ŞefFi, şâ'ir
Câme : mislehu
Keşfi, şa'ir
Kadife-i rişte
1
Refiki, şâ'ir
400
Sabâyı, şâ'ir
Kadife-i rişte
1
Edibi, şâ'ir
Kadife-i rişte
1
Söfyî, şâ'ir
Büri
1
Hvânî, şâ'ir
Büri
1
Lâli, şâ'ir
Büri
1
s. 273
64. Tasadduk be-mezkürîn, fi 6 minhu (Muharrem, 914).
Safâyi, şâ'ir ki kitâb-ı te’lîf-i hod âverd.
3 000
s. 274
66. İn'âm be-mezkürîn, fi 13 Muharrem sene 914.
Mâ’ilî, şâ'ir, der cemâ'at-i müşâhere-horân ki kasîde âverd.
Nakdiye
3 000
Câme
Munakkaş-ı Bursa, sevb.
s. 275
66. İn'âm be-mezkürîn, fi 13 Muharrem sene 914.
Revâni, şâ'ir, ‘an ebnâ-i sipâhiyân ki kasîde âverd.
2 000
s. 275
67. Tasadduk be-mezkürîn fi 15 minhu (Muharrem, 914).
Lâli, şâ'ir ki kasîde âverd.
1 500
s: 276
68. İn'âm be-mezkürîn fi 20 minhu (Muharrem, 914)
Mevlânâ îdris, münşî
4 000
II. BÂY EZtD DEVRİN E A İT B tR IN ’A M A T D EFTERİ
321
69. İn'âm be-mezkürîn fi 22 minhu (Muharrem, 914).
Kâtibi, şâ'ir ki kasîde âverd.
2 000
70. İn'âm be-mezkürîn, fi 29 minhu (Muharrem, 914).
'Ali Çelebi bin Mehmed Beg, der cemâ‘at-i müşâherehorân, ki kasîde âverd.
Nakdiye
2 000
Câme
Benek-i Bursa, sevb.
s. 277
71. İn'am be-mezkürîn, fi 5 minhu (Safer, 914).
Nöker-i Hazret-i Sultan Korkud Beg, tale bekâhu, benâm-ı Haydar ki kitâb-ı te’lîf-i Hazret-i Sultan Korkud,
tâle bekâhu, âverd.
Nakdiye
5 000
Câme
‘an murabba ba-çuka,
sevb.
Câme
Mirahorî ‘an
murabba, sevb.
s. 279
72. İn'âm be-mezkürîn, fi 14 Safer 914.
Ruhi, şâ'ir
Nakdiye
Câme
2 000
Munakkaş-ı
sevb.
Basîrî, şâ'ir ki kasîde âverd
2 000
Bursa,
73. İn‘âm be-mezkürîn, fi 18 minhu (Safer, 914).
Mevlânâ Necati ki kasîde âverd.
Nakdiye
2 000
Câme
Benek
Tarih Enstitüsü Dergisi -.E . 21
İSM AİL E R tîN SA L
322
s. 280
74. İn'âm be-mezkürın, fi 21 Safer, sene 914.
Haydar Çelebi} defterdâr-ı köhne-i Şahinşâh Beg tâle
bekâhu, ki kaside âverd.
Nakdiye
5 000
Câme
Çatma-i Bursa, sevb.
s. 288
75. Tasadduk be-mezkürın, fi 2 minbu (Cem. I., 914).
Mihrl Hatun, şâire ‘an Amasya ki Dîvân-1 bod feristâd.
3 000
s. 291
76. în‘âm be-mezkürîn, fi 21 minhu (Cem. I., 914).
Haydar Çelebi, defterdâr-ı köhne-i §ahinşah Beg tâle
bekâhu, ki kasîde âverd.
Nakdiye
Câme
5 000
Çatma
s. 294
77. Tasadduk be-mezkürîn, fi 12 minhu (Cem. II., 914).
Sabâyı, şâir
300
s. 296
78. Tasadduk be-mezkürîn, fi 21 Cem. İL, sene 914.
Nâtıkî, şâir ki kasîre âverd.
1500
s. 298
79. In'âm be-mezkürîn, fi 28 Cem. İL, sene 914.
Mevlânâ İdrîs, münşî
4 000
n . B ÂYEZİD DEVRİNE A İT BİR ÎN ’Â M ÂT D EFTERİ
323
SOS
80. İn'âm be-mezkürîn, fi 13 minbi (Receb, 914).
Firdevst, miiellif-i Süleymân-nâme
Nakdiye
3 000
Câme
Benek-i Bursa,
sevb.
S04
81. In'âm be-mezkürîn, fi 25 Receb, sene 914r.
Mevlânâ İdrîs, münşî ki kitâb dâde.
Nakdiye
10 000
Câme
‘an murabbaba-post-ı semur, sevb.
307
82. İn‘âm be-mezkürîn fi 12 Şaban 914.
‘Ömer Beg, kâtib-i dîvân ki kasîde âverd.
Nakdiye
3 000
Câme
Benek
309
83. în‘âm-ı Kâtibi, şâ‘ir, der-cemâ‘at-i müşâhere-horân fi 19
minhiı (Şaban, 914).
2 000
Sabâyı, şâ'ir
300
SU
84. Tasadduk be-mezkürîn, fi 3 Ramazan 914.
Mustafa, şâ'ir ki kasîde âverd.
2000
312
85. Tasadduk be-mezkürîn, fi 17 minhu (Ramazan, 914).
Sabâyı, şâ'ir
2 000
İSM AİL ERÜN SAL
324
s. 313
86. Tassadduk be-mezkürîn, fi 22 Ramazan, sene 914.
Safâyî, şâ'ir
1500
Keşfi, şâ'ir
500
s. 314
87. Tasadduk be-mezkürîn, fi 24 Ramazan, sene 914.
Sa‘yî, şâ'ir
500
‘Ali bin Seyyid
/Ömer ki kaside
âverd.
Nakdiye Câme
2 000
Benek
Safdi Çelebi, müderris-i
medrese-i Semâniye ki kaside
âverd.
Nakdiye
Câme
3 000
Murabba-ı çuka-ı
kırmızı sıkarlata
‘Ali bin Mehmed Paşa
Karamanı ki kasîde
âverd.
Nakdiye Câme
3 000
Murabba çuka-ı kırmızı
sıkarlata.
Kâtibi, şâ'ir ki
kasîde âverd.
Nakdiye
Câme
Benek
3 000
88. İn'âm be-mezkürîn, fi 6 Şevval, sene 914.
Safili, şâ'ir ki kasîde âverd.
Nakdiye
4 000
Câme
mislehu
s. 315
89. ‘îdâne-i mezkürîn, fi 8 Şevval, sene 914.
‘Azizi, şâ‘ir
Came: Benek-i
Bursa, sevb.
Ruhi, şâfir
Câme: Munakkaş-ı
Bursa, sevb.
Revani, şâ'ir
mislehu
Mafili, şâir
câme: mislehu
Kâtibi, şâ'ir
Câme : Mirahorî ‘an
kemha-i kırmızı, sevb.
Şehdî, şâ'ir
Câme: mislehu
Safili, şâ'ir
Câme: mislehu
II. B ÂYEZİD DEVRİN E A İT B İR İN ’Â M Â T DEFTERİ
Nâtıkî, §â‘ir
Câme: mislehu
§efı% şâcir
Câme: mislehu
Sdbâyl, şâ'ir
Kadife-i alaca-i
Bursa
1
Keşfi, şâ'ir
Kadife-i rişte-i
Bursa
1
Edibi, şâ'ir
Kadife-i rişte-i
Bursa
1
Refiki, şâ'ir
400
Safyl, şâ'ir
Büri
1
Lalı, şâ'ir
Büri
1
90. în'âm be-mezkürîn, fi 8 Şevval, sene 914.
Firdevsi, şâ'ir
Nakdiye
Câme
3 000
Benek-i Bursa, sevb.
s. 318
91. în'âm be-mezkürîn, fi 15 Şevval, sene 914.
Refiki, şâ'ir ki kasîde âverd.
1500
s. 321
92. în'âm be-mezkürîn, fi 29 Şevval, sene 914.
‘ Ömer, kâtib-i tevkî'i ki kasîde-i sitâyiş âverd.
Murabba
1
Postbâ-ı semur
Mevlânâ İdrls, münşî ki kitâb âverd.
Nakdiye
7 000
Câme
an murabbaba-çuka, sevb.
s. 322
93. în'am be-mezkürîn, fi 7 Zi’l-ka’de, sene 914.
Derviş Mahmud hin Abdulkadir
ki kitab-ı te’lif-i bod âverd.
Nakdiye Câme
3 000
Benek-i Bursa, sevb.
Hazret-i Korkud Çelebi
tâle bekâhu ki kitab-ı
te’lif-i hod feristâde
bude.
Hasene-i efrenciye
2 000 sikke
325
İSM AİL E RÜN SAL
326
94. Tasadduk be-mezkurîn, fi 7 minhu (Zi’l-ka’de, 914)
Şerifi, şâ'ir ki gazel âverd.
400
95. în'âm be-mezkürın, fi 20 minhu (Zi’l-ka’de, 914)
Kâtibi, şâ'ir, der-cemâ‘at-i müşâhere-horân
2 000
s.
96. Tasadduk be mezkurîn, fi 28 minhu (Zi’l-ka’de, 914)
Mevlânâ Lalı, şâ'ir ki
kaside âverd.
1500
Sabâyı, şâ'ir ki kaside
âverd.
500
s. 324
97. Tasadduk be-mezkürın, fi 4 minhu (Zi’l-hicce, 914)
Müşteri, şâ'ir ki kitâb-ı te’lîf-i hod âverd.
2 000
s. 326
98. Tasadduk be-mezkürîn, fi 18 minhu (Zi’l-hicce, 914)
Visali, şâ'ir ki kaside âverd.
2 000
99. ‘İdâne-i mezkurîn, fi 18 Zilhicce, sene 914
‘Azizi, şâ'ir
Câme: Benek-i
Bursa, sevb.
Ralil, şâ'ir
Câme: Munakkaş-ı
Bursa, sevb.
RevânI, şâ'ir
Câme: mislehu
Mâilî, şâ'ir
Câme : mislehu
Meslhî, şâir
Câme: mislehu
Kâtibi, şâ'ir
Câme: Mirahorî an
kemha-i kırmızı,
sevb.
Şefti, şâ'ir
Câme: mislehu
§ehdl, şa'ir
Câme: mislehu
Nâtıkl, şâ'ir
Câme: mislehu
H. B ÂYEZİD DEVRİNE A İT BİR İN ’Â M Â T DEFTERİ
Edibi, şâ'ir
Kadife-i rişte-i
Bursa.
1
S¿filî, şâ'ir
Sabâyı, şâ'ir
Câme; an murabba Kadife-i alaca
ba-çuka, sevb.
1
Keşfi, şâ'ir
Kadife-i alaca
Refiki, şâ'ir
400
Lâli, şâ'ir
Büri
1
H'âni, şâ'ir
Büri
1
327
Sacyi, şâ'ir
Büri
1
Basiri, şâ'ir
Kemha-i gifteri-i
Bursa
327
100. Tasadduk be-mezkürîn, fi 27 minhu (Zil-hicce, 914)
Şerifi, şâ'ir
400
101. İn'âm be-mezkürîn, fi 27 minbu (Zi’l-bieee, 914)
Merdüm-i Mevlânâ îdris, münşi, be-hidmet-i hassa feristâde.
2 000
102. în‘âm-ı Mciili, şâ'ir, der-cemâ‘at-i müşâhere-horân ki ka­
side âverd. fi 23 minhu (Zi’l-hicce, 914)
Nakdiye
3 000
Câme .
Munakkaş-ı Bursa, sevb.
331
103. İn'âm be-mezkürîn fi 7 minhu (Safer, 915)
Rühi, şâ'ir
Nakdiye
Câme
2 000
Münakkaş
331f
104. İn'âm be-mezkürüı fi 8 minhu (Reb. I., 915)
Kâtibi, şâ'ir ki kaside âverd.
2 000
%
İSM AİL E RÜN SAL
328
s. 336
105. Tasadduk be-mezkürîn, fi 27 Reb. I., 915.
Baslrl, şâ'ir ki kaside âverd.
2 000
s. 337
106. Ta’ziye-i Mevlânâ îdrls, münşi ki veled-eş müteveffa şüd,
fi 4 minhu (Reb. II., 915)
Câme
Çatma-i Bursa, sevb
s. 340
107. Tasadduk be-mezkürîn fi 2 minhu (Cem. I., 915)
Şerifi, şâ'ir
300
s. 344
108. Tasadduk be-mezkürîn fi 3 Cem. II., sene 915.
Sabâyı, şâ'ir
2 000
s. 346
109. Tasadduk be-mezkürîn, fi 8 Cem. II., sene 915.
Keşfi, şâ'ir
800
s. 352
110. Tasadduk be-mezkürm, fi 28 minhu (Cem. II., 915)
Safâyl, şâ'ir
1500
Firdevsl, müellif-i Süleymân-nörne, be-marifet-i ser-hazin.
Nakdiye
3 000
Câme
Benek
II. B ÂYEZİD DEVRİNE A İT B İR İN ’ÂM ÂT D EFTERİ
329
353
111. Fi şehr-i Recebi’l-mürecceb, sene 915.
İrsaliye be-Mevlânâ Bedreddin, hatib-i İmâret-i Hazret-i
hailede mülkehü ki der Mekke-i mu'azzama mücavir şüd,
an yed-i Revanı, an ebnâ-i sipâhiyân, fi gurre-i minhu.
Eşrefiye
500 sikke
351f
112. Tasadduk be-mezkürîn, fi 5 Receb, sene 915.
Revanı, ki bâ mehbül-i evkaf-ı Mekke ve Medine-i şerife,
şerrefehâ’llâhu, feristâde.
5 000
355
113. İrsaliye be-mezkürîn be-nakl-i Revani ve Haşan an ebnâ-i
sipâhiyân fi 8 minhu (Receb, 915)
359
114. Tasadduk be-mezkürîn fi 11 minhıı (Ramazan, 915)
Mahbüb Çelebi bin Şeyh Hübân ki kaside dâde.
3 000
360
115. Tasadduk be-mezkürîn, fi 18 minhu (Ramazan, 915)
Sabâyı, şâ'ir
2 000
fi 24 minhu
Keşfi, şâ'ir
800
361
116. Tasadduk be-mezkürîn, fi 27 minhu (Ramazan, 915)
Mevlânâ Sa‘yi, şâ'ir
500
İSM AİL E RÜN SAL
330
s. 363
117. ‘îdâne-i mezkürîn fi 15 minhu (Şevval, 915)
Ruhî, şâ'ir
Sabâyı, şâ'ir
Câme : Munakka§-ı Câme : Munakkaş-ı
Bursa, sevb.
Bursa, sevb.
Basîrî, şâ'ir
Kemha-i güfteri-i
Bursa
1
Refiki, şâ'ir
600
Keşfi, şa'ir
Kadife-i alaca
1
Azizi, şâ'ir
Câme : Benek-i
Bursa, sevb.
Mâ’îtî, şâ'ir
Şeffî, şâ'ir
Câme : Munakkaş-ı Câme : Mirahorı an
Bursa, sevb.
kemha-i kırmızı, sevb
Edibi, şâ'ir
Kadife-i rişte
1
Mesîhî, şâ'ir
Nâtıkî, şâ'ir
Câme : Münakkaş, Câme : Mirahorı an
sevb.
kemha-i kırmızı,
sevb.
Şehdi, şâ'ir
Câme : mislehu
s. 366
118. Tasadduk be-mezkurîn, fi 3 minhu (Zi’l-ka'de, 915)
Mihrî Hatun, şâ‘ire-i Amasyaî, ân yed-i Mahbüb Çelebi
bin Şeyh Hübân.
3 000
s. 371
119. Tetimme-i in'am be-mezkurîn, fi 6 Zi’l?hicce, sene 915.
Kâtibi, şâ'ir ki kaside âverd be-cihet-i vakfiyet.
4 000
s. 373
120. Tasadduk be-mezkürîn, fi 15 Zi’l-hicce, sene 915.
Sabâyı, şâ'ir ki kaside âverd be-cihet-i vakfiyet.
1000
s. 37İt
121. Tasadduk be-mezkurîn, fi 20 minhu (Zi’l-hicce, 915)
Şerifî, şâ'ir
400
-
II. B ÂY EZÎD DEVRİNE A İT BİR İN ’Â M ÂT D EFTERİ
331
122. ‘îdâne-i mezkürîn, fi 20 minhu.
Azizi, şa'ir
Câme : Benek
Ruhî, şa'ir
Câme : Münakkaş
Meslhl, şâ'ir
Câme : mislehu
Kâtibi, şâ'ir
Şeffî, şâ'ir
Şehdî, şâ'ir
Câme : Mirahorî an
kemha-i kırmızı, sevb
Câme : mislehu
Câme : mislehu
Nâtıkî, şâ'ir
Câme : mislehu
Sabâyı, şâ'ir
Kadife-i alaca-i
Bursa
1
Baslrı, şâ'ir
Kemha-i gifteri-i
Bursa
1
Edibi, şâ'ir
Kadife-i rişte
1
Refiki, şâ'ir
600
H'ânî, şâ'ir
Büri
1
Sinânl, şâ'ir
Büri
1
Sa‘yî, şâ'ir
Büri
1
Sâ’ill, şâir
Câme : an mu­
rabba, sevb.
Keşfi, şâ'ir
Kadife-i alaca-i Bursa
tak
s. 375
123. Tetimme-i in'âm, fi 20 minhu (Zi’l-hicce, 915)
Mevlânâ Sa‘dî Çelebi, an müderrisân-ı Semâniye, birader-i tevkl'i ki kaside feristâd.
Nakdiye
3 000
Câme
an murabba ba-çuka, sevb.
s. 381
124. Tasadduk be-mezkürîn, fi 12 minhu (Muharrem, 916)
Basîrî, şâ'ir ki kaside âverd.
2 000
s. 382
125. Tasadduk be-mezkürîn, fi 21 minhu (Muharrem, 916)
Ala’addln, şâ'ir el-ma’rüf hi-Şehdi
1500
İSM AİL ERÜN SAL
332
S. 388
126. İn'âm be-mezkürîn, fi sâmin minhu (Reb. I., 916)
Kâtibi, şâ'ir ki kaside âverd
2 000
s. 392
127. İn'âm be-mezkürîn fi sabi’ minhu (Reb. II., 916)
Refiki, an kâtibân-ı Dıvân-ı âlî ki kasîde âverd.
1500
s. 393
128. în‘âm be-mezkürîn, fi 13 Reb. İL, sene 916.
RüTul, şâ'ir
Nakdiye
2 000
Câme
Munakkaş-ı Bursa, sevb.
s. 39Jf
129. Tasadduk be-mezkürîn, fi 21 Reb. II., sene 916.
Zâti, şâ'ir ki kasîde âverd.
2 000
s. 396
130. İn'âm be-mezkürîn, fi 21 Cem. I., sene 916.
Mâ’iti, şâ'ir
Nakdiye
Câme
3 000
Munakkaş
s. 397
131. İn'âm be-mezkürîn, fi Cem. I., sene 916.
Şeffl, şâ'ir an eemâ‘at-i müşâhere-horân
1000
s. 399
132. Tasadduk be-mezkürîn, fi 9 minhu (Cem. II., 916)
Safâyl, şâ'ir
1500
H . B Â Y E Z ÎD D E V R İN E A İT B İR ÎN 'Â M Â T D E F T E R Î
S. JfOO
133. İn'âm be-Mevlânâ Idrîs, miinşî, fi 8 Receb 916.
Nakdiye
7 000
Câme
an murabbaba-çuka
s. 402
134. Fi 29 Reeeb 916.
Vâlide-i Mevlânâ Idrîs
Nakdiye
Câme
4 000
Kemha-isürmâî fireng-i sâde,
be-zirâ‘-i Bursa
47
s. IfOl
135. Tasadduk be-mezkürîn, fi 16 minhu (Şaban, 916)
Sabâyı, şâ'ir
500,
s. m
136. İn'âm be-mezkürîn, fi 16 Şaban, sene 916.
Mevlânâ Idrîs, münşî
7 000
s. Jf11
137. Tasadduk be-mezkürîn, fi 5 minhu (Ramazan, 916)
Keşfi, şâ'ir
500
Veled-i Mevlânâ Idrîs ki kasîde âverd.
Nakdiye
2 000
Câme
an murabba ba-çuka, sevb.
s. 413
138. Tasadduk be-mezkürîn, fi 19 Ramazan, sene 916.
Lâli, şâ'ir
1500
333
ISM AIL E RÜN SAL
334
S.
Jfl5
139. Tasadduk be-mezkürîn, fi 26 Ramazan 916.
Sa‘yl, şâ'ir
500
s. W
140. ‘îdane-i mezkürîn fi 5 Şevval, sene 916.
'Azizi, şâ'ir
Came : Benek-i
Bursa, sevb.
Ruhi, şâ'ir
Meslhl, şâ'ir
Câme : Munakkaş-ı Câme : mislehu
Bursa, sevb.
Nasibi, şâ'ir
Câme : mislehu
Kâtibi, şâ'ir
Câme : Mirahorî an
kemha-i kırmızı, sevb
Ş effl, şâ'ir
Câme : mislehu
Sabâyı, şâ'ir
Kadife-i alaca-i
Bursa
S&ilî, şa'ir
Câme : mislehu
1
‘Iyänl, şâ'ir
500
Nâtıkl, şâ'ir
Câme : mislehu
Keşfi, şâ'ir
Kadife-i alaca-i Bursa
1
Refiki, şâ'ir
600
fi 5 zilkade 916 200
yekun 800
Baslrl, şâ'ir
Kemha-i gifteri-i
Bursa
1
Edibi, şâ'ir
Kadife-i rişte
1
s. U 7
141. Tasadduk be-mezkürîn fi ‘aşir minhu (Şevval 916)
Mihrl Hatun, şâ'ire ki kaside feristâd.
3 000
s. 418
142. în'âm be-mezkurîn, fi 17 Şevval, sene 916.
Veled-i Mevlânâ Yarhisarl ki kaside âverd.
2 000
Kâtibi, şâ'ir, der-cemâ‘at-i müşâhere-horân.
2 000
n . B ÂYEZİD DEVRİN E A İT B İR İN ’ÂM ÂT D EFTERİ
335
143. Tasadduk be-mezkurîn, fi 24 Şevval, sene 916.
Sabâyı, şa'ir
2 000
s. 419
144. Mevlânâ Muzaffer, müderris-i medrese-i Semâniye ki
kitâb-ı te’lif-i hod âverd.
Nakdiye
10 000
Câme
an murabba ba-çuka,
sevb
Câme
Mirahorî an murabba,
sevb.
s. 428
145. ‘îdâne-i mezkûrîn fi 17 Zi’l-hicce, sene 916.
‘Azizi, şâ'ir
Câme : Mirahorî an kadife-i
müzehheb-i benek-i Bursa, sevb.
Meslhl, şâ'ir
Câme : mislehu
Ruhî, şâ'ir
Câme : Mirahorî an kadife-i
alaca-i Bursa, sevb.
Kâtibi, şâ'ir
Câme : Mirahorî an kemha-i
kırmızı, sevb.
Nâtıkl, şâ'ir
an cemâ‘at-i?
câme i mislehu
Keşfi, şâ'ir
Kadife-i alaca
tak
Başîrî, şâ'ir
Kemha-i gifteri
Edibi, şâ'ir
Kadife-i rişte
1
Refiki, şâ'ir
500
Sâ’ili, şâ'ir
Câme: an murabba
ba-çuka, sevb.
Zâti, şâ'ir
Câme: mislehu
‘lyânî, şâ'ir
500
Sabâyı, şâ'ir
Kadife-i alaca
tak
Kelâmı, şa'ir
Büri
1
Nasibi, şâ'ir
Lalı, şâ'ir
Câme: Mirahorî kadife-i
Büri
alaca, sevb.
1
Şeffl, şâ'ir
Câme: Mirahorî an kemha-i
kırmızı, sevb.
İSM AİL E RÜN SAL
336
s. m
146. Tasadduk be-mezkürîn, fi 25 minim (Zi’l-hicce, 916)
Sabâyı, şâ'ir ki kasîde-i
Nevrüzı âverd
500
Sâkl, şâ'ir ki kasîde
âverd.
1000
s. 433
147. Tasadduk be-mezkürîn, fi 16 minhu (Muharrem, 917)
Basırî, şâ'ir ki kasîde âverd.
2 000
s. 437
148. Sabâyı, şâ'ir ki kasîde âverd.
2 000
s. 438
149. .İn'âm be-mezkürîn, fi 22 minhu (Safer, 917)
Refiki, an kâtibân-ı tevkî'î ki kasîde âverd.
2 000
150. Tasadduk be-mezkürîn, fi 22 minhu (Safer, 917)
Zâti, şâ'ir ki kasîde ve ğazel-hâ âverd.
2 000
s. 441
151. Tetimme-i in'âm be-mezkürîn, fi ‘âşir minhu (Reb. I. 917)
Kâtibi, şâ'ir ki kasîde âverd.
2 000
s. 452
152. în'âm be-mezkürîn, fi 24 minhu (Reb. İL, 917)
Refiki, kâtib-i tevkî'i ki mersiye-i Şâhinşâh Beg âverd.
2 000
s. 454
153. Tasadduk be-mezkürîn, fi 6 minhu (Cem. I., 917)
‘lyânl, şâ'ir ki tarih-i inhizâm-ı Selim Beg âverd.
1000
H. B ÂYEZÎD DEVRİNE A İT BİR ÎN ’Â M ÂT D E FTE R İ
337
s. 458
154. Tasadduk be-mezkürîn, fi selhi minhu (Cem. I., 917)
Baslrî; şâ'ir ki
tarih âverd.
1000
Keşfi, şâ'ir ki
tarih âverd.
1000
s. 462
155. İn'âm be-mezkürîn, fi 6 minhu (Cem. İL, 917)
Şehdî, şâ'ir ki mersiye-i Şâhinşâh Beg âverd.
1000
s. 463
156. İn'âm be-mezkürîn fi 12 minhu (Cem. İL, 917)
Şehri, şâ'ir
1000
s. 464
157. İn'âm be-mezkürîn, fi 13 minhu (Cem. İL, 917)
Kâtibi, şâ'ir ki mersiye-i Şâhinşâh Beg âverd.
2 000
s. 468
158. İn'âm be-mezkürîn, fi 29 minhu (Cem. İL, 917)
Şefti şâ'ir
1000
s. 410
159. İn'âm be-mezkürîn, fi 11 minhu (Receb, 917)
. Ruhi, şâ'ir
Nakdiye
Câme
2 000
Munakkaş, sevb
s. 471
160. İn'âm be-mezkürîn, fi 17 minhu (Receb, 917)
Defterdâr-ı Süleyman Çelebi bin Sultan Ahmed, tâle
bekâhum, ki kitâb-ı te’lîf-i hod âverd.
3 000
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 22
İs m a i l , e r ü n s a l
338
s. m
161. Tasadduk be-mezkürın, fi 3 minhu (Şaban, 917)
Sabâyı, şâ'ir be-cihet-i
vakfiyet.
3 000
s. m
162. Tasadduk be-mezkürın, fi 15 minhu (Ramazan, 917)
Keşfi, şâ'ir
1500
s. m
163. ‘Idâne-i mezkürın (9 Şevval 917)
Sabâyı, şâ'ir
400
1Azizi, şâ'ir
Câme : Mirahorl an kadife-i
müzehheb-i benek-i Bursa,
sevb.
Mâ’iti, şâ'ir
Câme : Mirahorî an kadife-i
alaca-i Bursa, sevb.
Meşîhi, şâ'ir
Câme : Mirahorî an kadife-i ala­
ca-i Bursa, sevb.
Kâtibi, şâ'ir
Câme : Mirahorî an kemha-i
kırmızı, sevb.
ŞeffV şâ'ir
Câme : an murabba ba çuka,
sevb.
Sâ’ilı, şâ'ir
Câme : an murabba baçuka, sevb.
Basiri, şâ'ir
Kemhâ-i gifteri
1
Nasibi, şâ'ir
Câme : Mirahorî an
kadife-i alaca-i
Bursa, sevb.
Şehdî, şâ'ir
Câme : Mirahorî an
kemha-i kırmızı, sevb.
Zâti, şâ'ir
Edibi, şâ'ir
Câme : an murabba ba- Câme : Mirahorî an
çuka, sevb.kadife-i alaca-i
Bursa, sevb.
Keşfi, şâ'ir
Kadife-i alaca-i
Bursa
1
Lâli, şâ'ir
Büri
1
Sinâni, şâ'ir
Kadife-i rişte
tak
n . B ÂYEZİD DEVRİN E A İT BİR IN ’ÂM AT D E FTE R İ
339
164. Tetimme, ‘îdâne-i mezkürîn (14 Şevval 917)
Refiki, şâ'ir
800
‘Iyâni, şâ'ir
500
Sücüdi, şâ'ir
'
Câme : an murabba baçuka, sevb..
Nâtıki, şâ'ir
500
Diliri, şâ'ir (?)
Büri
. 1
m
165. în'âm be-mezkürîn (14 Şevval 917)
Ma’iti, şâ'ir, an cemâ‘at-i müşâhere-horân
Nakdiye
3 000
Câme
Mirahorî an kadife-ialaca-i Bursa,
sevb.
489
166. Tasadduk be-mezkürîn (14 Şevval 917)
Sabâyi, şâ'ir
.
2 000
492
167. Tetimme fi 23 minhu (Şevval, 917)
Firdevsi, şâ'ir, be-ma‘rifet-i ser-hâzin
Nakdiye
3 000
Câme
Mirahorî an kadife-i
Bursa, sevb.
müzehheb-i benek-i
498
168. Tasadduk be-mezkürîn (20 Zi’l-hicce, 917)
Mes’ud bin Muhyiddin bin (?) ki der ‘îd kasîde âverd.
Nakdiye
500
Kadife-i rişte
tak
499
169. Tetimme fi 27 minhu (Zi’l-hicce, 917)
Tasadduk
Mihri Hatun, şâ‘ire-i Amasyaî ki kasîde feristâd.
1000
İNDEKS
Ahmed Çelebi (Kemalpaşa-zâde), 34
Aluned Çelebi b- Karıgdıran, 12
Ala’addin, 7
Ala’addin el-ma’ruf bi-Şehdî, bk.
Şehdi
Ali b. Mehmed Paşa Karaman!, 87
Ali b. Seyyid Ömer, 87
Ali Çelebi b. Mehmed Beg, 70
Azızî, 11, 15, 26, 29, 37, 39, 47, 50,
61, 63, 89, 99, 117, 122, 140, 145,
163.
Basîrı, 33, 72, 99, 105, 117, 122, 124,
140, 145, 147, 154, 163.
Bayezîd Çelebi, birader-zâde-i Mevlânâ Akşemseddin, 57.
Bedreddîn, 111.
Dillrî ( ? ) , 164
Edlbî, 31, 56, 61, 63, 89, 99, 117, 122,
140, 145, 163.
Firdevsî, 43, 48, 55, 80, 90, 167.
Hadîdî, 32.
Hamdî, 11, 29.
Hvânî, 26, 29, 37, 39, 61, 63, 99, 122.
Haşan, 113.
Haydar, 71.
Haydar Çelebi, Defterdâr-ı köhne-i
Şahinşâh Beg, 74, 76.
îdrls (-i Bidesi), 8, 17, 24, 40, 54,
68, 79, 81, 92, 101, 106, 133, 134,
136, 137.
Kâtibi, 11, 14, 23, 26, 28, 29, 37, 39,
47, 50, 51, 56, 61, 63, 69, 83, 87,
89, 95, 99, 104, 119, 122, 126, 140,
142, 145, 151, 157, 163.
Kelâmı, 145.
Keşfi, 9, 11, 15, 26, 29, 36, 37, 39,
46, 47, 50, 56, 61, 63, 86, 89, 99,
109, 115, 117, 122, 137, 140, 145,
162, 163.
Kıssa-i Yûsuf, 34.
Korkud Beg, 71, 93.
Lâlî, 11, 15, 26, 29, 37, 39, 47, 61, 63,
67, 89, 96, 99, 138, 145, 163.
Mahbub Çelebi b. Şeyh Hübân, 114,
118.
Mahmüd b. Abdulkadir, 93.
Mâ’ilj, 11, 12, 15, 21, 26, 27, 29, 37,
39, 47, 50, 51, 56, 61, 63, 65, 89,
99, 102, 117, 130, 163, 165.
Mehmed, 5.
Mehmed Çelebi, Cevher!, 20, 21.
Mehmed Çelebi b. Kazasker-i köh­
ne, 56.
Mehmed Çelebi b. Nişancı Paşa,.56MesOıî, 99, 117, 122, 140, 145, 163.
Mesûd b. Muhyiddin, 168.
Mihrî Hatun, 23, 75, 118, 141, 169.
Mustafa, 84.
'Iyânî, 140, 145, 153, 164.
Not : Indeksdeki rakamlar, kayıd sıra numaralarını göstermektedir.
Ö. B ÂYEZİD DEVRİNE A İT BİR İN ’Â M Â T DEFTERİ
Muzaffer, 144.
Müşteri, 97.
Nasîbî, 140, 145, 163.
Nâtikî, 78, 89, 99, 117, 122, 140, 145,
164.
Necatı, 16, 73.
Niş anî, 19.
Ömer Beg, kâtib-i dîvân, 82.
Ömer Çelebi, kâtib-i tevkî'i, 12, 22,
41, 53, 56, 92.
Refîlfî, 23, 26, 29, 37, 38, 47, 50, 56,
61, 63, 89, 91, 99, 117, 122, 127,
140, 145, 149, 152, 164.
Revânî, 21, 66, 89, 99, 111, 112, 113.
Ruhî, 1, 6, 11, 13, 15, 16, 21, .26, 29,
30, 37,39, 42, 47, 50, 52, 56, 61,
63, 72, 89, 99, 103, 117, 122, 128,
140, 145, 159.
Sabâyî, 11,15, 18, 25, 26, 29, 37, 39,
41, 45,47, 50, 56, 58, 61, 63, 77,
83, 85, 89, 96, 99, 108, 115, 117,
120, 122, 135, 140, 143, 145, 146,
148, 161, 163, 166.
Sa’di Çelebi, 4, 35, 60, 87, 123.
Safâyî, 10, 25, 46, 59, 64, 86, 110, 132.
Sâ’ilî, 11, 15, 21, 26, 29, 36, 37, 39,
34İ
50, 56, 61, 63, 88, 89, 99, 122, 140,
145, 163.
Sâifî, 146.
Sa'yî, 11, 15, 26, 29, 37, 39, 47, 50,
61, 63, 87, 89, 99, 116, 122, 139.
Sinânî, 122, 163.
Sücüdî, 164.
Süleyman Çelebi b. Sultan Ahmed,
160.
Süleymân-nâme, 43, 48, 80.
Şefîl, 44, 61, 63, 89, 99, 117, 122, 131,
140, 145, 158, 163.
Şehdî, 11, 15, 21, 26, 29, 37, 47, 50,
56, 61, 63, 89, 99, 117, 122, 125,
155, 163.
Şehrî, 156.
Şerîfî, 94, 100, 107, 121.
Tali'î, merdüm-i Mahmüd Beg, 2, 3.
Vâlide-i Mevlânâ Îdrîs, 134.
Vasfî, kâdî-yı cedîd-i Malkara, 62.
Veled-i Mevlânâ Îdrîs, 137.
Visali, 98.
Yarhisarî, 142.
Zamîrî, 49.
Zâtî, 129, 145, 150, 163.
i
İSM AİL ERÜN SAL
w
t*Ü•V/Üi « • . WJ ~Jsj^Jjİ£i uULjU
■; 1.M/4U- v İliş .(¿o itu»*
-1
*IMi'dİJİV i^ ¡T Z İ .
•■•'■o
.
W*
. *Xu
:
v 5 -s '
> -b
Jz£
^ jJ u^ & wöu/C i;.r
-TJ1-.
-b '
X
.¿Z
- i j t j O V _____
„„
*35S3l!:
-
vjU
j 4yıU;
^¡¿—g - ;W|^
, '-S *
*uilu
^A-3jw»A.UU%U, «jui j£^j;vjJ
t<*1 «f* ir^-f* irf-f
.
-u'^JvÎ
•
■
<T
'- •<":-:^cr
.
> — ■■
» — «
Ui
■,•■„«11
< flj>
.,•. <! • ^Zöy»
■■
i
1 V— - J « -
>'İX
'ıy&
¿V
u
i ¿01
r j j
|v
-
•■■■/I■.,
İJ U y u _
« n lU O --
'* y
1* 1r ijuıtiuj t-jj,
-c rj j
f e s i r . r . - > " - 1 .- ,,iîojj
®
İİjİ
3
|
i
İ^Uj.
-r—*>
x~*u- t V . ! ^
,>3Z=£ •- p . | ,tj|. ^ .. *•»•-
Spifi
- JL.
>
^,
iiri.UujT.jj, ı
. .
•tV ^
Jt:v -*<** » p-fala^r-
- T I A .-J ) - } j ş ı^ > S l t j « U t j l j
<
5 ' i r n i . j W jl j
W;
üWT7
*v*U f
♦ '¿ v x\
.J j,
\*
^
’ bt* >irV
»J*
u
A**»
.
j
V .T
V
.
. v j <
3!ğn .fe-7r' V
WUÎ ' **WÎîi
>.
^ rz 3 < î
■
’$ } a ü
*•* t %
^ ^
-¿z
2
i
—
I İ&İM '.
,<.*>. ird/j- 1"«İ>U İ-Aru’’ I
î, V ;
•'
•. •1-Jı
;f «5 r *“> ’*SLv krîîf ■¿•j'^5’ - *5*1 ¿ ¿ i j ' A ,
y^TTtâ !
-r-JU —
■(___Uj. 5
J0ji> ' I r - 1/lj|- ll t Ul?
. I > w ¿J T ^
I - 11 "i
*1.
' ■,"
I
•.^ •...; L-?v'*;-
•,"•
■»»
' ■■
,'
î
,
.
M»
ı ,
t.
* ~~£<t, “ c ^
.
—
— •%$>
—
'•-*j» '• ifS •_u£T ■ x£i r
1
. 1. •
„ b-¿~
nic.
|
■".; 1
1
• * ^ *'j*-'/ıe î
—rftT1' —
Tu
■•vv.^
/U
İTC
• % I «S
V1j<
-~Ai>
i
1
<u5s' &rr* îx_ c
|ir.
JfJ
-ir 2’ •fjjt*
•lf Î>.-W -TJI -.Vütji vitit tfp*-'
^Çj'■O^
^ uf <
u
v
x
isi*,’?I-tj'jLuw»j*- .- wAb^ıiÎ1; -‘'rj
.'i .. -Cj>> :
'(T *_rjjf
v v i 'f ::. ' ■t, -
r^C
u
»V..UA1. İn‘amat Defteri, sh. 46-47.
^ r c ;iİ ^ r .
' :» ■ :
■
KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMASININ
YENİDEN TENKİDİ*
Roderic H. Dwûison
İki yüzyılı aşkın bir süre evvel 21 Haziran 1774’de Rusya ile
Türkiye arasında Küçük Kaynarca1 köyünde imzalanan barış ant*
laşması sadece tarihin devlet münasebetlerindeki büyük gelişme­
lerinden biri değil, aynı zamanda devlet adamları ve bilim adamları
arasında devamlı bir ihtilâf kaynağı olmuştur. Altı yıl sürmüş bir
savaşı sona erdiren antlaşmada yer alan maddelerin çoğu sarih,
hülâsası kolay ve tesirleri itibariyle açıktır2. Fakat Osmanlı İmpa­
ratorluğundaki hıristiyanlarm himayesi ve Rusya tarafından İs­
tanbul’da bir Ortodoks kilisesi kurulabilmesi ile ilgili olan 7. ve 14.
maddeleri bir hayli değişik yorumlara konu olmuştur. Esas mesele
Rusya’nın, bu maddeler ile Osmanlı topraklarmda bulunan hıristiyanların hâmisi olarak hareket etme hakkını elde edip etmediğidir.
Birçok tarihçi Küçük Kaynarca antlaşmasının Rusya’ya böyle bir
gardiyanhk rolü verdiğini iddia etmiş ve bazıları da antlaşmanın,
* Aslı Slavic Review, cilt 35, no : 3 (Eylül 1976)’de «Russian Skill and
Turkish İmbecüity» : -The Treaty of Kuchuk Kainardji Reconsidered- adı ile
yayınlanmış, Erol Aköğretmen tarafından türkçeye tercüme edilmiştir. '
1 Günümüzde Bulgaristan sınırları içinde, Tuna’nm sağmda, Süistre’nin
güneyinde bir köy.
2 10 Mart 1779 Aynalı Kavak antlaşmasmda yer alan, özellikle Kırım Tatarlariyle ilgili bazı maddelerin anlamları üzerine Rus-Türk anlaşmazlığı;
Gabriel Norodounghian’ın metni, Recueil d’actes internationaux de l’Empire
ottoman, 4 cilt (Paris, 1897-1903), 1 : 338-44. 1774 ve 1779 arasındaki bu ve
diğer Kırım meseleleri için bak. Alan W. Fisher, The Russian Annexation of
the Crimea, 1772-1783 (Cambridge, 1970), s. 55-111.
344
R O D E R IC H . D A V IS O N
bilhassa bu açıdan, «Rus hüneri ve Türk beceriksizliğine bir örnek
olduğu fikrini benimsemişlerdir. Diğer bazı tarihçiler ise antlaşma­
da böyle bir hakkın açıklıkla belli olmadığı iddiasında bulunmuş­
lardır. Kimileri de bunun mevcut olmadığım söylemişlerdir. Bu ta­
rihî vesikanın yeniden tetkiki ise çoktan yapılmış olmalıydı.
Şüphesiz yapılması gereken ilk iş, 7. ve 14. maddelerin hıristiyanlarm himayesi ile ilgili olarak ne belirttiğini anlamak için Kü<
çük Kaynarca antlaşma metnini gözden geçirmektir. Bu itibarla
Rusya'nın İstanbul’da kurabileceği kilisenin -ister mutad bir Rum
Ortodoks, ister Rus Ortodoks kilisesi olsun- esas mahiyetindeki
amaç önemlidir. Daha sonra antlaşma şartlarım veya Ruslar’ı,
Osmanlı topraklarındaki hıristiyanlarm hâmisi olma iddiasına sevkeden o zamanki olayları mütalâa etmek gerekir. Son olarak da «Rus
hüneri ve Türk başarısızlığı» hükmünün nasıl ortaya çıktığı ve
bunun tarih yazıcılığım nasıl etkilediği gösterilmeye çalışılacaktır.
Burada Küçük Kaynarca antlaşması bir bütün olarak bahis
konusu olmamakla beraber kısa bir hülâsası faydalı olacaktır. İki
yıl sonraki Amerikan bağımsızlık ilânı Atlantik dünyası için ne
derece önem taşımış ise bu antlaşma da Yakın-Doğu için o derece
önemli bir dönüm noktasını belirlemiştir. Maddeleri gereğince Rus­
ya, Karadeniz’in kuzey sahilinde stratejik bir dayanak sağlamıştır.
Aynı zamanda Tatar’ların bağımsızlıklarını da kabul ettirmek su­
retiyle, Kırım’ı kendisine bağlamak için önemli bir adım atmış oldu.
Osmanlı hükümranlığında kalmış olan Eflâk ve Boğdan’da dahi
özel bir mevki kazandı. Osmanlı idaresi altındaki ülkelerde olduğu
kadar Karadeniz’de ve Boğazlar yolu ile Akdeniz’de serbestçe ha­
reket etmek suretiyle geniş ticârî imtiyazlar elde etti. Başkent
İstanbul’da sürekli diplomatik temsil ve Osmanlı împaratorluğu’nda istediği yerde konsolosluk kurma hakkını tasdik ettirdi.
Bütün bunlar sadece Rusya’nm milletlerarası alanda yapmış ol­
duğu önemli atılımı değil, aynı zamanda heybetli Türk gücünün
ters orantılı bir şekilde zayıflamasını ifade ediyordu. Askerî bir
zafer neticesi de olsa, Rusya’nm elde ettiği büyük kazançlar, bu
kadarmı akimın köşesinden bile geçirmeyen II. Katerina’yı pek
m em nun kılmıştı. Etrafındakilere ve misafirlerine memnuniyetini
belli ediyordu. Antlaşmayı imzalayan mareşali Kont Peter Aleksandroviç Rumiantsov’a bir şükran borcu olarak bahçesinden yeni
olgunlaşmış 30 adet ananas göndermiş ve kendisine «Rusya şimdiye
KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI
345
kadar böyle bir anlaşma yapmamıştı»3 diye yazmıştı. Rusya'nın
kazançları ve Türkiye’nin kayıpları 1774 de ve bu iki imparatorlu­
ğun daha sonraki münasebetlerinde o kadar açıktı ki hadisenin
manâsı ve ehemmiyeti hususunda tarihçiler arasmda hiçbir görüş
ayrılığı yoktur. 200. yıl dönümünde antlaşmanın bir bütün olarak
yeniden değerlendirmesini yapmak yersizdir. Ancak bu Rusya’nm,
1955’ten önce Yakm-Doğu istikametinde attığı büyük, belki de tek
ve en büyük adım olarak nitelendirilmelidir.
Sürekli ihtilâf konusu olan bir husus da Rusya’nm Küçük Kay­
narca antlaşması hükmü altında Osmanlı împaratorluğu’ndaki
Yunan Ortodoks halkı ile olan münasebetlerini ilgilendirmektedir.
Bazan bu ihtilâf konusu, bilhassa 1853’te Rusya'nın Türkiye’deki
Ortodoks kardeşlerini himaye hakkmı talep etmesi ve Türkiye’nin
de böyle bir talebi reddetmesinden dolayı Kırım savaşının patlak
vermesi sıralarında devletlerarası boyutlara ulaşmıştı4. Fakat ta­
rihçiler arasmda bir Rus hamiliği hususundaki farklı görüşler
Kırım savaşının menşeileri meselesinden ayrı tutulmuştur. Bu
farklı görüşlerin hülâsası, antlaşma metninin yeniden mütalâa edil­
mesine neden ihtiyaç duyulduğunu göstermeye kâfi gelecektir.
Değişik görüşlerin bir yanında, Küçük Kaynarca’nın Rusya’ya
Rum mezhebini ve Osmanlı imparatorluğu dahilindeki Rum Or­
todoks kilisesini himaye hakkını verdiğini açıkça iddia eden tarih­
çiler Vardır. Bu görüş Paul Miliukov’un geçenlerde Fransızca ori­
jinalinden İngilizce’ye tercümesi yayınlanan tarihinde, en açık bir
şekilde ifade edilmiştir : «Onlara (Ruslar’a) Türkiye’nin iç işlerine
müdahale hakkmı veren ve önemli olaylara gebe olan son madde
ile Rusya, sultanının hıristiyan tebasının din hürriyetini müdafaa
ve bunları, vergi tahsildarlarının zorla para almalarına karşı ko­
ruma görevini üzerine almıştır»5. En aşırı deyimle ifade edilmiş
3 Rumiantsov’a yazılmış bir mektup müsveddesi, tarihi yok (ca. Tem­
muz 29 dan Ağustos 3’e kadar, 1774, O.S.) Sbomık im/peratorskago mssleago
istoricheskago obshchestva (üeride SIRIO olarak gösterildi), 13 (1874) : 429.
4 Bak. Osmanlı hükümetinin Rusya’ya savaş üân etmesiyle Ugili tebliği,
Ekim 4, 1853, Rusya’nm Küçük Kaynarca antlaşmasında bir madde üe koy­
maya çalıştığı kabulü imkânsız teklifleriyle ügili, G.F. de Martens, Nouveau
recueil général 'des traites... 20 eût (Gottingen 1843-75), 15 : 548.
5 Paul Müiukov, Charles Seignobos ve L. Eisenmann, History of Russia,
tercümesi Charles Lam Markmann, 3 eût (New York, 1968-69), 2 :111. Aynı
ifadenin Fransızca- orijinali, Histoire de Russie, 3 cüt (Paris, 1932-33), 2 : 580.
346
RODERIC H. DAVISON
olsa da diğer hiçbir tarihçi Türkiye’nin, Rusya’nın hıristiyanları
himaye görevini tasdik ettiğini yazmaz -Miliukov’un görüşünü da­
ha önceleri de paylaşanlar olmuştur. Edward Driault buna benzer
şeyler söyler : Küçük Kaynarca antlaşmasında «Rusya’nın ‘Hıris­
tiyan dinini devamlı himaye’ etmesine Bâbıâli’nin ‘razı olduğu’nu
gösteren formüller vardır (Madde 7 )...» 6. Bu görüş, Bâbıâli’nin
Rusya’ya «Türk împaratorluğu’nun tüm topraklarında Ortodoks
kilisesini himaye hakkı» verildiğini söyleyen ve Rusya «doğu­
daki hıristiyan halkı müdafaa etmek maksadı ile tek taraflı olarak
Türkiye’nin iç işlerine müdahale etme hakkını bu antlaşma ile elde
etti»7 iddiasında bulunan Viladimir Ulyanitski’nin fikirlerini be­
nimseyen ve iktibas eden Sergei Zhigarev ile aynı paraleldedir.
Albert Sorel Rus diplomat ve yazarların fikirlerini kabul eder
ve «Eastern Question» adlı klâsik eserinde şöyle bir netice çıka­
rır: «Bu antlaşma... Rusya’yı Türkiye’deki hıristiyanlarm din hür­
riyetlerinin koruyucusu yaptı»8. Avrupa’lı iki meşhur Osmanlı im­
paratorluğu tarihçisi aynı görüşü benimserler : Nikolas Jorga,
«Rusya bütün dindaşları üzerinde kendisine himaye etme hakkı te­
min etti» derken Josef von Hammer-Purgstall daha 1832’de «Kü­
çük Kaynarca, Bâbıâli’ye en büyük düşman olan hıristiyan devletini,
hıristiyan dininin ve kiliselerinin koruyucusu ...olarak tamdı»9 der.
Diğer tarihçiler, bu antlaşmanın Rusya’ya katî bir himaye hak
ve selâhiyeti verildiğini düşünmeyebilirlerse de Osmanlı hüküme­
tinde hıristiyan tebaya temsil hakkı tanıdığına inanırlar. Hatırı
sayılır bir ders kitabında bulunan tipik bir beyanında, Sidney Harcave şöyle bir iddiada bulunur: antlaşma şartları dahilinde Osmanlı İmparatorluğu, «Rusya’nın Türk hıristiyanlar adına her zaman
6 Edouard Driault ve Michel Dhéritiér, Histoire diplomatique de la
Grèce, 5 cilt (Paris, 1925-26), 1:143.
7 Sergei Zhigarev, Russkaia politika v vostochnom voprose (Moskova,
1896), s. 199-200.
8 Albert Sorel, La Question d’ Orient au XVIII' siècle, 4. baskı (Paris,
1902 (1. baskısı 1878)), s. 262.
9 Nicholas Jorga, Geschichte des Osmanischen Reiches, 5 cilt (Gotha,
1908-13), 4:511-12; Joseph von Hammer-PurgstaU, Geshichte des Osmanis­
chen Reiches, 10 cilt (Pest, 1827-35), 8 :447. Buna benzer fikirleri değişik şe­
kilde gizleyerek ifade eden diğer tarihçiler arasında Emile Bourgeois, Sergei
Goriainov, Bernard Lewis, Alfred Rambaud, L.S. Stavrianos ve Nicholas
Zerno’da vardır.
KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLA ŞM ASI
347
Sultan’a başvurabileceğini kabul etti»10. George Vernadski az bir
farkla durumu şöyle vurgular: «Rus elçilere Ortodoks kilisesi ile
ilgili işleri Sultan’la müzakere etme selâhiyeti verildi»11. Ders ki­
tapları umumî olarak kabul edilen kanaatlerini yansıtmaktadır ve
bu bakımdan aralarmda önemü ölçüde geniş bir fikir birliği mev­
cuttur12.
Bazı tarihçilerin aynı konu ile ilgili fakat daha az doğmatik
olan görüşlerine göre Küçük Kaynarca, çarlara Osmanlı hıristiyanlarını himaye iddiasında bulunmalarına veya temsil etmelerine mü­
saade etmişti, zira antlaşmada müphem ve gevşek ifade edilmiş
şartlar mevcut idi. Michael Florinsk ve Hugh Seton-Watson Rusya’­
nın antlaşma gereğince Osmanlı hıristiyanlarını himaye için «iyice
belirlenmemiş» hakkma işaret ederler13. Charles ve Barbara Jelaviç
antlaşmada «muğlak», Akdes Nimet Kurat ise 7. maddede «belirsiz
veya yanıltıcı» ifade görürler. M.S. Anderson, Rusya’ya İstanbul’da­
ki kilise ve mensupları namına temsil etmesine müsaade eden aynı
madde için «müphem ve muhtemelen tehlikeli ifade»yi işaret ederler.
Tarihçiler arasında oldukça yaygın bu muğlak durum ile ilgili daha
10 Sidney Hareave, Russia : A History, 6. baskı (Philadelphia, 1968 (1.
baskısı 1952)), s. 157.
11 George Vernadsky, A. History of Russia, 6. baskı (New Haven, 1969
(3. baskı 1971)), s. 167. Birinci baskısı 1929.
12 L.S. Stavrianos, The Balkans Since' 1^53, (New York, 1958), s. 192
ve Barbara Jelavich, A Century of Russian Foreign Policy; 1814-1914 (Philadelp­
hia, 1964), s. 20-21, Rusya’nın temsilcilik hakkı üzerine hemen hemen aynı id­
dialarda bulunur, 7. maddenin de bir kısmı yer alır. Jelavich’in genişletilmiş
tercümesi, St. Petersburg arid Moscow : Tsarist and Soviet Foreign Policiy
18H-19TJf (Bloomington, Ind., 1974), s. 20-21, 7. madde daha fazla iktibas
eder ve iddiayı daraltır. Geniş bir bakışla Sidney N. Fisher, The Middle E a s t:
A History, 2. baskı (New York, 1968 (1. baskı 1959)), s. 251, madde 12 ve 14’ü
kaynak olarak gösteriyor fakat 7. ve 14. maddeleri kastediyor. Rusya'nın tem­
silcilik hakkıyle ilgüi aynı görüşü ileri sürenler arasmda, Cemal Tukin, «Kü­
çük Kaynarca», İslâm, Ansiklopedisi (İstanbul, 1940) 6. cilt s. 1069; Enver
Ziya Karal, Nizam-1 cedit ve Tanzimat devirleri (Ankara 1970 (3. baskı);
birincisi 1947’de basıldı) s. 109; Norman E. Saul, Russia and the Mediterrane­
an, 1797-1807 (Chicago,. 1970) s. 8-9 bulunur.
13 Michael T. Florinsky, Russia : A History and an Interpretation, 2 cUt
(New York, 1953; 1960’ta yeniden basıldı), 1 : 526; Hugh Seton-Watson, The
Russian Empire, 1801-1917 (Oxford, 1967), s. 46.
348
RODERIC H. DAVISON
birçok örnek verilebilir14.
Antlaşmada Rusya’nın Osmanlı hıristiyanları namına müda­
hale etme hakkım -ister maddelerde sarih olarak, ister müphemlik
sonucu- gören bazı tarihçiler bunun, renkli ifadeleriyle, Rus «hü­
neri» ve Türk «beceriksizliğinin bir ürünü olduğunu tekrar eder­
ler. Bu görüş aslında, bir tarihçi tarafından değil, 1774’de elçi
olarak Habsburg hükümdarlığını temsilen İstanbul’da bulunan
çağdaş bir gözlemci Avusturya’lı diplomat Franz Thugut tarafın­
dan ortaya çıkarılmıştır. Thugut’un bu görüşü, yakın bir geçmişte
A ides Nimet Kurat’m T ü rk -R us münasebetleri üzerine yazdığı
muazzam eserinde ve L.S. Stavriyanos’un «.Balkan Tarihi» kitabında
iktibas edilmiştir15. Aynı görüş Reşat Ekrem Koçu (1934) Edward
Driault ve Michel Lhéritier (1925) J.A. R. Marriot (1917), çok
daha önceleri Driault (1898) ve Zhigarev (1896) tarafından da
iktibas edilmiştir16. Bu tarihçilerin çoğu Thugut'un görüşünü, ant­
laşmada yer alan, Rusya’nın Osmanlı împaratorluğu’ndaki Rum
Ortodoks kilisesi ile ilgili maddelere bağlarlar. Bunların hemen
hemen hepsi iktibas ettikleri söze kaynak olarak sadece Albert
Sorel’i gösterdiklerine göre Sorel’in Şark Meselesi ile ilgili bu yay­
gın eserinde Thugut’tan ne aktardığını görmek yerinde oliır. :
Thugut «Kaynarca antlaşmasının maddeleri üzerinde kurulan
iskele (échafaudage) Rus diplomatlar açısmdan bir hüner örneği
14 Charles ve Barbara Jelavich, The Balkans, (Englewood Cliffs, N.J.,
1970), s. 35; Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, XVIII. yüzyıl sonundan
Kurtuluş Savaşma kadar Türk-Rus ilişkileri (1798-1919) (Ankara, 1970),
s. 28-30; M.S. Anderson, The Eastern Question, 1774-1923 (Londra, 1966)
s. xi. Bak. ayrıca Vahya Armajani, The Middle East, Past and Present
(Englewood Cliffs N.J., 1970), s. 196.
15 Kurat, Türkiye ve'Rusya, s. 31; Stavrianos, The Balkans Since 1453,
s. 192.
16 Reşat Ekrem Koçu, Osmanlı Muahedeler ve Kapitülasyonlar, 13001920 (İstanbul, 1934), s. 102; A.R. Marriot, The Eastern Question, 4. baskı
(Oxford, 1940 (1. baskı 1917)), s. 153; Driault ve Lhéritier, Histoire diploma­
tique, 1 : 24; Edouard Driault, La Question d’ Orient, 8. baskı (Paris, 1921 (1.
baskı 1898)), s. 55; Zhigarev, Russkaia politika, s. 198. Marriot 152. sayfada
12. ve 14. maddeleri kaynak göstermiş fakat açıkça 7. ve 14. maddeleri ima
etmiştir. Zhigarev, Driault ve Lhéritier, «Thugut’un görüşü biraz mübalâalı
olabilir fakat Rus hüneri ve Türk beceriksizliğini yansıtmakla Küçük Kaynar­
ca üe Ugili umumi takdirine uyuyor» diyorlar.
KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI
349
ve Türk temsilciler açısından da eşi görülmemiş bir beceriksizlik
örneğidir» diye yazar; ona göre «Bu antlaşma maddelerinin ustaca
birleşimi, Osmanlı împaratorluğu’nu bugünden itibaren bir nevi
Rus eyaleti yapmaktadır. İstikbalde Rusya anlaşma ile ilgili hü­
kümler ileri sürebilecek durumda olduğuna göre, belki birkaç yıl
daha Sultan (Grand Seigneur)’m ismi altındaki hükümranlığı hoş
görecek, kendisine uygun bir zamanda da kat’i müdahalede bulu­
nacaktır»17. Sorel, Thugut’dan aldığı 17 Ağustos ve 3 Eylül 1774 ta­
rihli raporları nereden elde ettiğini belirtmeden kaynak olarak gös­
termiştir. Bu noktaya biraz sonra döneceğiz.
Konuya tam zıt bir görüşle bakan tarihçiler antlaşmanın Rus­
ya’ya çok mahdut haklar -daha sonra Rusya’nın, çok geniş talepler
ile yararlanmağa kalkıştığı haklar- verdiğini benimserler. Yakm
zamanm Rus tarihçilerinden Nikolas Riasanovski, bu görüşü en
iyi şekilde temsil eder : «Türkler hıristiyan kiliselerini korumayı
taahhüt edip başkentte kurulacak yeni bir kilise için Rus temsil­
cilerini kabule razı olurken Rusya, İstanbul’da bir Ortodoks kili­
sesi kurma hakkını elde etti. Hıristiyanlar ve hıristiyan inançları
ile ilgili antlaşma şartları Rusya’nın Türkiye üzerinde daha son­
raki birçok taleplerine temel teşkil etti»18. Bu görüş aşağı yukarı
Teodor Schieman, Bernard Pares ve B.H. Sumner tarafından da be­
nimsendi -antlaşma Rusya’ya «bahane» olabilecek (Schieman) ve­
ya «talepler için bir temel» teşkil edebilecek (Sumner) veyahut da
daha sonra bazıları tarafından «Rusyamn hamiliği olarak tefsir
edilebilecek» (Pares) mahdut haklar vermiştir19. Birçok siyaset ve
17 Sorel, Question d’ Orient, s. 263-64. Sorel, buna ilâveten burada lüzum­
lu olmayan bir cümle daha vermiştir. Yukarıdaki tercüme Sorel’in Fransızcasına F.C. Bramwell’inkinden biraz daha yakındır. F.C. Bramwell, The Eas­
tern Qyestion in the Eighteenth Century, (New York, 1969 (1. baskı Londra,
1898)), s. 250. Yusuf Ziya (özer)nm Türkçe tercümesinde görülür: On seki­
zinci asırda Mesele-i Şarkiye ve Kaynarca Muahedesi (İstanbul, 1911), lehçe
tercümesi Marya Gomolinska, Kwestya Wschodnia vow- XVIII (Varşova, 1905).
18 Nicholas V. Riasanovsky, A History of Russia, 2: baskı (New York,
1969 (1. baskı 1963)) s. 294.
19 Theodor Schiemann, Geschichte Russlands unter Kaiser Nikolaus I,
4. cilt. (Berlin, 1904-19), 1 : 257-58; Bernard Pares, A History of Russia,
4. baskı (New York, 1946 (1. baskı 1926)), s. 266; B.H. Sumner, Survey of
Russian History (Londra, 1944), s. 238. Hans Uebersberger, Russlands Orientpolitik in den letzten zwei Jahrhunderten, 2. cUt (Stuttgart, 1913), 1 : 335-37,
350
RODERIC H. DAVISON
Yakın-Doğu tarihçisi buna benzer ihtiyatlı bir görüşe sahiptiler20.
Bütün bu görüşler doğru olamaz. En iyi yol anlaşma metnini
yeniden incelemektir. Acaba orada neler var?
Tarihçilerin çoğu, özellikle Batı’lılar, Küçük Kaynarca antlaş­
masının, ya Fransızca ya da İngilizce tercümelerine dayanmışlar­
dır. Fakat ne Fransızca, ne de İngilizce, antlaşmanm orijinali veya
resmî lisanı değildi. 1774’de Rusça, Türkçe ve İtalyanca olmak
üzere üç resmî dil kullanıldı. Antlaşmanın 28.. maddesinde belirtil­
diği üzere, Osmanlı sadrazamı Muhsinzade Mehmed Paşa Türkçe ve
İtalyancasını imzalarken Mareşal Rumiantsov da Rusça ve İtalyancasmı imzaladı. Hiçbir tarihçi üç metni birbirleriyle kıyaslama
girişiminde bulunmamıştır21. Bu üç-dil durumunda Türkçe ve Rusça
metinler herhangi bir hususta uyuşmadığı takdirde İtalyanca ile
kontrol etmek mümkündür22. Özellikle 7. ve 14. maddeler yukarıda
Sergei Pushgarev ile aynı görüşü paylaşır, The Emergence of Modem Russia,
1801-1917 (New York, 1963 (1. baskı Rusça, New York, 1956)), s- 344; bak.
aynı zamanda Charles ve Barbara Jelavich, The Balkans, s. 35.
20 A.J.P. Taylor, meselâ, Harold Temperley’in izinden giderek şöyle der,
«Rusya'nın koruma hususunda sarih bir şekilde hiçbir umumî hakkı yok­
tur». The Struggle for Mastery in Europe 1848-1918 (Oxford, 1954 (New York
1971)), s. 52 n. 1. Temperley’in hükmü, England and the Near East : The Cri­
mea (Londra, 1936), s. 467-69, kitabindadir. J.C- Hurewitz’in Rusya'nın koru­
yuculuk hakkı iddiası ile ilgili 7. ve 14. maddelerin tefsiri, Diplomacy in the
Near and Middle East, 2 cilt, (Princeton, 1956), 1 : 54. Aynı görüşler için bak.
Alfred Ş. Stern, Geschichte Europas... 1815... 1871, 10 cilt (Stuttgart, 18941924), 8 :3 5 ; A. Debidour, Histoire diplomatique de l’Europe... (1814-1878),
2 cüt (Paris, 1931 (1. baskı 1891)), 1 :101 ve 2 :86; Stanford J. Shaw, Between
Old and New : The Ottoman Empire under Sultan Selim III, 1789-1807
(Cambridge, Mass. 1971), s. 10; Armajani, The Middle East, s. 196.
21 Kurat, Türkiye ve Rusya, s. 29, 7- maddenin Türkçe ve Rusça metin­
lerinin mukayesesi; Türkçe transkripsiyonunda yersiz hatalar vardır. Alan
W. Fisher, The Russian Annexation, s. 55, n. 2 Kırım’la ilgili maddelerin Rusça
ve Türkçe metinlerinin mukayesesi hiçbir zıtlık göstermez diyor. Josef
L. Wieczynski, «The Myth of Kuchuk Kainardji in American Histories of
Russia», Middle Eastern Studies, 4, no 4 (Temmuz 1968) : 276 : 79, tarihçüerin
beyanlarını değerlendirirken sadece îngüizce metni kullanır.
22 Rusça metinler şunlann içindedir, Polnoe sobraine zakonov rossiiskoi
imperii (ileride PSZ olarak gösterildi), 134 cüt (St. Petersburg, 1830-1916),
1. seri, 19. cüt, no. 14164, s. 957-67 ; Dogovory Rossii s Vostokom, T. Iuzefovich
(St. Petersburg, 1869) s. 24-41; ve Sbomik gremot i dogovorov o prisoedinenii
tsarstv i oblastei k Gosudarstvu Rossiiskomu v XVII-XIX vekakh (Petersburg,
KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI
351
belirtilen görüşlere esas olduğuna göre, orijinal lisanlarından yeni­
den tetkik edilmeleri gerekir.
7. maddede Rusça ve Türkçe metinler arasmda sadece basit
farklılıklar bulunmaktadır. En önemli fark şudur: Rusça metinde
Bâbıâli, hıristiyan mezhebini «himaye» veya «koruma» (zashchita)
taahhüdünde bulunurken Türkçe metinde kullanılan (siyanet) keli1922) s- 383-406. Küçük imlâ değişiklikleri dışında hepsi aynıdır. Sonuncusunun
bir kopyesi «Türkiye 1774» adı altında Dışişleri Bakanlığı arşivinde mevcuttur.
E.I. Druzhinina, Kiuchuk-Kainardshiiskii mir 1774 goda (ego podgotovka i
zakliuchenie) (Moskova, 1955) metni üâve kısım olarak yayınlar, sayfa 349’da,
PSZ metni ile çağdaş bir kopya arasmda, antlaşmanın ifade ve manasını etki­
lemeyen birkaç farklılığa işaret eder. Kendisi birçok arşivlerden faydalandığı
halde Küçük Kaynarca’da imzalanan Rusça orijinal kopyeye bakmamıştır.
Halen mevcut olup olmadığını bümiyorum. PSZ metnine dayandım.
İstanbul’da bulunan Başbakanlık Arşiv’inde ne Türkçe, ne de İtalyanca
orijinalini bulamadım, Fakat eski ve muhtemelen çağdaş bir kopyası, burada
kayıtlıdır, Ecnebi Defterler No. 83/1, s. 139-49, ve ben buna dayandım. Bu,
Mu’ahedat mecmuası’nda yayınlanan resmî metnin kaynağı olabilir. Mu’âhedat
Mecmuası, 5 cilt (İstanbul, Hicrî 1294-98 (Müâdî 1877/8-1880/1)), 3:254-75;
iki metin hemen hemen aynıdır. Ahmed Cevdet, Tarih-i Cevdet, tertib-i cedit,
12 cüt, (İstanbul, Hicrî 1301-9 (Müâdî 1883/4-1891/2)), 1:285-95, bu da
metni, önceki iki taneden az değişikliklerle verir. Yeni Türkçe harflerle yazümış tam metni bulamadım. Reşat Ekrem (Koçu), Osmanlı Muahedeleri,
s. 102-4, çıkartümış sonuçla birlikte sadece kısa bir hülâsadan ibarettir.
İtalyanca metin, G.F. de Martens’in yazdığı Recueil des principaux traités...
de l’Europe, 7 cüt (Gottingen, 1791-1801), 4 : 606-38, ve gene Martens’in
Recueil, 2. baskı, 8 cüt (Gottingen, 1817-35), 2:286-322, herbiri, Storia del
Anno’ daa alınmıştır. Başka İtalyanca tam metin göremedim. Druzhinina,
Kiuchuk-Kainardzhiiskii mir, s. 274-75’te Arkhiv Vneshnei Politiki Rossn’de
bulunan İtalyanca orijinal metnin ilk ve son sayfalarının suretini basmıştır.
İtalyanca tercümenin suretiyle Martens’inki arasmda bazı imlâ, kelime hatta
ifade farklılıkları olduğu halde anlam etküenmemiştir. Şayet İtalyanca tam
metnin sureti ve Rusça orijinali Moskova’da yayınlanmış olsa idi bu büyük bir
hizmet olurdu. Aynı şeküde şayet bir Türk büim adamı, İstanbul’da orijinal
İtalyanca ve Türkçe kopyelerini bulabüseydi bunun yayınlanması da memnu­
niyet verici olacaktı.
Martens, Recueil, 1. baskı, 1 : 507-22, antlaşmanın muhtemelen İtalyanca
Storia del Anno'dan Fransızca’ya tercümesini verir. Noradounghian, Recu­
eil, 1 :319-34, Türkçe ve İtalyanca’dan farklı bir tercümedir. George Ver­
nadsky, A Source Book for Russian History..., 3 cüt, (New Haven, 1972),
2 :406-7, PSZ’den jhgUizce’ye tercüme. Fransızca ve jhgüizce’ye tercüme­
ler için bakınız 36 ve 37.
352
RODERIC H. DAVISON
mesi «koruma» anlamına geleceği gibi «himaye» manası da taşır
ve «himaye»nin daha kuvvetli ifadesi olan bir kelime değildir. Bu
yüzden 7. maddeyi İtalyanca metinden incelemek ye mümkün ol­
duğu kadar açık bir şekilde çevirmek en iyi yoldur.
7. Maddeye göre :
«Bâbıâli, hıristiyan dini ve kiliselerinin tam bir himayesini
taahhüt eder; ayrıca Rus saray bakanlarının, İstanbul’da inşa edi­
len ve aşağıda belirtilen (madde 14’te de gösterilen) en azmdan ona
hizmet edenler kadar, kilise lehine her hususta temsilciliğini yap­
malarına izin verir ve komşu, samimi dost bir devletin saygıdeğer
bir kişisi tarafından yapılan bu serzenişleri dikkate almayı da
taahhüt eder».
İtalyanca metin Rusça’yı teyit etmektedir. — Osmanlı hükü­
metinin taahhüt ettiği sadece «himaye»dir, «koruma» değil. Rusça
metin ayrıca «Bâbıâli, Rus bakanlarının temsilciliklerini göz önü­
ne alacaktır» der, Türkçe metin ise sadece «BabIâli’nin temsilcileri
«kabul» edeceği» şeklinde anlaşılır. İtalyanca metin «dikkate al­
mak» şeklinde Rusça'yı teyit etmektedir.
Fakat 7. madde daha önce ileri sürülen hükümlerle birlikte bü­
tünüyle göz önüne alındığında birçok bilim adamı tarafından benim­
senmiş durum ciddi bir şekilde araştırılmalıdır. 7. madde aslında
Osmanlı hıristiyanlan üzerindeki hamiliği tanımaktadır ancak bu
sadece Osmanlı hükümetinin hamiliğidir. Bu husustaki madde müp­
hem değil sarihtir. Gerçekte, bu şartın kesinliği, bilhassa Türki­
ye’ye tanınan geniş himaye selâhiyeti ile Rusya’ya verilen dar selâhiyetin yanyana konmasıyle vurgulanmıştır. Bu selâhiyet de ke­
sin olarak açıklanmıştı. Rusya’nın İstanbul’daki vekilleri tek bir
kilise binası ve mahiyeti adına temsil hakkına sahiptir. Şayet «ma­
hiyeti» kelimesi Rusça ve Türkçe metinlerde belirtildiği üzere sa­
dece rahip ve bekçileri anlamında ise Rusya’nm temsilciliğini ya­
pabileceği dindarların sayısı az demektir23. İtalyanca ifade, her ne
kadar biraz zorlanmış gibi görünecekse de belki yüzlerce üyeyi bu­
lan tüm cemaatı kapsayacak şekilde genişletilebilir. Fakat ilgili
maddenin Rusya’ya bütün Ortodoks kiliseleri namına veya Osman­
lI İmparatorluğu’ndaki tüm Ortodoks’ları, hatta birçok kilise veya
23 Rusça terim burada «elçileri», Türkçe ise «memurları» kastediyor,
îtalyancası biraz daha genig görünüyor.
KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI
353
mensupları adına temsil hakkı verdiğini beyan etmek hayaldir.
Rusya’nın mümessilliği ile ilgili madde kat’i, anlam ı açıktır; yanlış
anlaşılma tehlikesine yol açacak hiçbir müphemliği yoktur. Rusya’­
nın temsilcilik yapma hakkının, BabIâli’nin hıristiyan mezhebini hi­
maye taahhüdünü de ihtiva ettiğini söylemek açıkça vesikaya yan­
lış manâ vermektir.
Rusya’mn Osmanlı hükümeti nezdinde temsilci bulundurma
selâhiyeti 14. maddede özellikle 'açıklanan bir kilise ile ilgilidir.
Maddenin Rusça ve Türkçe metinleri anlam yönünden hiçbir fark
arzetmemekle beraber Türkçe metnin Rusça’dan daha çok kelime­
den ibaret olması sebebi ile burada da İtalyanca’sı en iyi rehber du­
rumundadır. İtalyancası şöyledir: Rus Yüksek Mahkemesi Beyoğlu
caddesinde, herhangi bir tecavüz ve fena muamele ile zarar veril­
meyecek, daima bu İmparatorluğun vekilinin himayesi altında mu­
hafaza edilecek, mahallî kiliseden ayrı, diğer devletlerinki gibi hal­
ka açık bir Rus-Grek adı altında kilise kurabilecektir24.
Rus vekilinin himaye edebileceği ve temsilciliğini yapabileceği
kilise böylelikle alelade bir Rus Ortodoks kilisesi değil, Rumca dinî
merasimlerin yapıldığı bir Rus kilisesi olacaktı25.
Bu, hiçbir özelliği' olmayan bir fark olarak mütalâa edilebilir.
Ne de olsa Rus ve Rum kiliseleri temelde birdir. Menşei itibariyle
aynı geleneğe sahibdirler. Normal olarak her ikisi de ibadetlerinde
St. John Chrysostom’un ayin kitabını kullanır. Fakat bu farklılık
OsmanlI’larla ilgili kısımda bilhassa önem kazanmaktadır. Yeni ki­
lise İstanbul’daki diğer Ortodoks kiliseleri gibi, İstanbul Rum Or­
todoks Patriğine değil de Rus himayesi altında, ayrı bir statüde ola­
caktı. İstanbul’daki Rumlar, kendilerine Moskovah Ruslara gelebile­
ceğinden daha fazla yabancı gelebilecek Eski Slavca’yı kullanacak­
lardı26.
24 Galata, İstanbul’da, Galata köprüsünün kuzeyinde, yeril gayrimüs­
limler kadar birçok Avrupa’lının yaşadığı bir bölgedir. Bugün genellikle tek
caddeden ziyade tüm semtin adı olan Beyoğlu’nda yabancı elçilikler bulunur­
du. Pera, Beyoğlu’nun Avrupa’lılar tarafmdan kullanılan Grek menşeili adıdır.
25 «Rus-Grek isimli» cümlesi İtalyanca’da «chiamata Russo-Greca»dır.
Antlaşmanın 11. maddesinde kullanıldığı gibi chiamata sadece «isme haiz» an­
lamında değü «esaslı mahiyete haiz» anlamındadır.
26 Isabel Florence Hapgood, Service Booh of the Holy Orthodox-Catholic
Apostolic (Creco-Russian) Church, Compiled, Translated, and Arranged from
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 23
354
RODERIC H. DAVISON
Ayrıca 14. maddedeki ifade göz önüne alınırsa, Rus ve Rum
kiliseleri arasındaki fark maksatlı görünmektedir. «Mahallî kilise­
nin yanmda «yeni bir kilise, vekili bulunduğu ülkenin millî kilise­
sini (bu durumda Rus kilisesini) temsil edecekti. Ayrıca yeni kilise
«diğer devletlerdekine benzer» olacaktı. Diğer devletler Fransa ile
Avusturya (Katolik) ve ïngiltére ile Prusya (Protestan) idi. Pro­
testan devletlerin himaye ettikleri kiliseler olmadığı halde, Fransa
ve Avusturya, elçilik kilisesinden ayrı olarak, Beyoğlu’nda bulunan
bir Roman Katolik kilisesinin hamisi durumunda idiler. Bu kilise­
ler Avrupai dinî usullerle yönetilirdi ve ibadet edenleri de ekseri­
yetle yabancı vatandaşlardı27. Şüphesiz, 14. madde Rus kilisesinin
esasta yabancılar için olacağını tam olarak belirtmektedir; ant­
laşmanın müphemliği de buradan ileri gelmektedir. Aslmda bu kı­
sım 1774’de belki de hiç müphem değildi. Uzun süre İstanbul’da
kalmış, ülkesinde Türk hükümeti ve Avrupa diplomatik temsilci­
likleri muhitinde bulunmuş, çağdaş bir diplomatm Küçük Kay­
narca antlaşmasının Rus vekiline, «kendi vatandaşlarının kullan­
ması için Beyoğlu semtinde bir kilise kurma hürriyeti tanıdığını»
yazması ikna edici olmasa bile manâlıdır28. Bu vatandaşlar belki de
the Old Church-Slavonic Service Boohs of the Russian Church, and Collated
with the Service Boohs of the Greeh Church (Boston, 1906) Bak. aynı za­
manda John Glen King, The Rites and Ceremonies of the Greeh Church, in
Russia (Londra, 1772 (yeniden basım New York, 1970)), s. vii, 5, 47, 133.
27 OsmanlI împaratorluğu’ndaki yerli Katoliklerden büyük bir kısmı
Suriye, Lübnan, Sırbistan ve Arnavutluk’ta yaşıyordu. İstanbul’da Lâtin Katoliklerinin çoğu muhtemelen yabancı idi. Joseph von Hammer-Purgstall,
Costantinopolis und der Bosporos, 2 cilt (Osnabrück, 1967 (orijinal baskı,
1822)), 2 :126-27, Beyoğlu’nda himaye edüen kiliseleri belirtir; Robert Mantran,
İstanbul dans le second moitié du XVII siècle (Paris, 1962), s. 73, 561-62, eski
devirde Fransız himayesi altındaki kiliseler hakkında bilgi verir. Osmanlı
İmparatorluğu’nda çok az Protestan vardı; hemen hemen hepsi yabancı idi.
28 Ignatius Mouradgea d’Ohsson, Tableau générale de l’Empire Ottoman,
2. baskı, 7 eût (Paris, 1788-1824), 7 : 463-64. isveçli bir baş tercüman ve daha
sonra sefir olan d’Ohsson bazı yerlerde hatalar yapar ve bunlardan biri daha
önce bu pasajda Rusya’nın Osmanlı devletine başvurarak Eflâk ve Boğdan
eyaletlerinde kazandığı hakları açıklamasıdır. Fakat kilise hakkında söyledik­
leri basittir ve muhtemelen 1774 antlaşmasını kapsamaktadır. Önceden de
belirttiğimiz gibi, Avrupa’lılar «Beyoğlu» için genellikle «Pera» derlerdi.
J.W. Zinkeisen, Geschichte des Osmanischen Reiches in Europa, 7 cüt (Ham­
burg, 1840-63), 5 ; 3, Galata’da inşa edüecek Rum küisesi Rus teba içindi der.
KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI
355
tüccarlar ve hacılar idi. Küçük Kaynarca antlaşması Rus tüccar­
larına Osmanlı İmparatorluğu’nda kara ve deniz ticareti için ge­
niş imtiyazlar vermişti. İstanbul'un kendilerine açık olduğu özellikle
belirtilmişti (Madde 11). Antlaşma ayrıca Ruslar’a, ruhanî sınıf­
tan olsun veya olmasın, Kudüs veya diğer merkezlere serbestçe
hacca gidebilme hakkı da tanımıştı (Madde 8). Bugün Galata’da
eskiden geniş hacı gruplarına ve şüphesiz tüccarlara hizmet etmiş
olan iki veya üç Rus kilisesi hâlâ mevcuttur29.
Yeni kilisenin Rum değil de Rus kilisesi olduğunu kanıtlaya­
cak iki delil daha vardır. Bunlardan biri, eskiden İstanbul’da elçi
olarak görev yapmış A.M. Obreskov adh Rus temsilcinin bir kilise
için 1772-73’te Bükreş’te yapılan beyhude -barış görüşmelerinde
sunduğu orijinal tekliftir. Bu teklif müzakere ile ilgili diğer vesika­
larla birlikte, Rus bilini adamı E. I. Druzhinina tarafından arşiv­
lerden ortaya çıkarılmıştır. Bayan Druzhinina Obreskov’un kendi
insiyatifi ile İstanbul’da bir kilise inşa etme teklifinde bulunduğu­
nu; bunun sebebinin de bazı Rum Ortodoks dindarların, Rusları ikâ­
metgâhındaki mabede gelip, Beyoğlu’nda çevrede bir kilise isteme­
leri olduğunu belirtmektedir. Birçoğu kendisinden Rus himayesi
altında bir kilise kurmak için Rus nüfuzundan yararlanması rica-,
sında bulunmuşlar, Obreskov da Rus nüfuzunu bunlar arasında ar­
tırmak için bunun iyi bir fırsat olacağım düşünmüştü. Fakat Beyoğlu’ndaki Rumlar Osmanlı hükümetinin herhangi bir bahane ile
Rus himayesi altında resmî bir kiliseye izin vermeyeceği düşünce­
siyle bunun Rus tüccarları için olmasını teklif ettiler. Obreskov
Bükreş’te Türk temsilcileri ile konuyu ele aldığında «Grek-Rus
itikatma mensup rahipler» yâni, şüphesiz Kudüs’e giden hacılar
için bir kilise ifade etmişti. Bunun üzerine Türk temsilcileri bu
yeni nokta üzerine direktif almadıkları için-itiraz ettiler, Obreskov’- .
da konuyu gündemden düşürdü. Fakat Obreskov’un böyle bir ki­
lise üzerine olan bir madde taslağı Küçük Kaynarca’da görüşmele­
rin tekrar başlaması ile yeniden ele alınmış ve anlaşmaya 14. madde
olarak kelimesi kelimesine eklenmişti30. Böylece 14. madde, ant29 Bu kiliseler aynı zamanda Birinci Dünya Savağı sonunda İstanbul’a
akın eden Rus mülteci toplumununda hizmetindeydi. Bu toplum şimdi önemini
kaybetmiştir.
30 Druzhinina, KiuchuTc-KainardzhiisMi mir, s. 220-24, 296, 348 ve madde
taslağı (burada 23. madde) s. 346.
356
RODERIC H. DAVISON
laşmamn Türk ve Rus temsilcileri açısından, Rus rahipleri ve muh­
temelen diğer hacılar ve tüccarlar için bir Rus kilisesinin tesis edil­
mesi anlamına gelmektedir.
Delilin ikinci kısmı, antlaşmanın üç metninin dikkatle muka­
yesesi neticesinde meydana çıkar. Herbir metin 14. maddede Beyoğlu’nda bir Rus-Grek kilisesini öngörmektedir31. Eğer temsil­
ciler sıradan bir Rum Ortodoks kilisesi ima etmiş olsalardı, sadece
‘Rum’ diyerek bunu belirtebilirlerdi. Bu da 16. maddede; Osmanlı
tebasmın Rum Ortodoks mezhebini tarif ederken «Grek» sıfatı
kullanmları ile açıklık kazanmıştır. Burada Türkçe terim olan
«Rum» en vazıh durumdadır32. Bu, Grek karşılığı olan Türkçe bir
keümedir. «Grek» kelimesi Türkler tarafından pek bilinmezdi;
tıpkı Türkçe metnin 14. maddesinde kurulmasından bahsedilen
«Rus-Grek» kilisesi gibi yabancı bir terimdir. Şayet Osmanlı împaratorluğu’ndaki Rum Ortodoks halk için bir Rum Ortodoks kilise­
sinin kurulması düşünülseydi Türkçe metinde 14. maddede de şüp­
hesiz «Rum» kelimesi kullanılırdı.
Bu uzun uzadıya izah, ve metinlerin eleştirileri fuzuli bir iş ola­
rak görünebilir, fakat yukarıda iktibas edilen anlaşmanın genel
_ yorumlarının ışığı altmda Rus elçilerinin Bâbıâli nezdinde temsil­
ciliğini yapabileceği tek kilise, Rum değil bir Rus kilisesi idi -şüp­
hesiz Rum ayinlerine ait fakat aslında Ruslar için yapılmış ya­
bancı bir ithalât. Rusya’nın Küçük Kaynarca antlaşması ile Os­
manlI împaratorluğu’ndaki Rum Ortodoks kiliseleri ve mensupları­
nın temsilciliğini yapma hakkını -temin ettiği neticesine varmak
büyük bir samimiyetsizliktir.
Ne 7. madde ne de 14. madde, Rusya’nm umumî bir temsilcilik
veya himaye ya da müdahale hakkma sahip olduğu hükmüne her­
hangi bir temel teşkil etmediğine göre bu gibi görüşler nereden
geliyordu? Buna verilebilecek muhtemel cevaplardan üçü anlaş­
31 Hakikaten İtalyanca’sının Türkçe metindeki «Rus-Grek» deyimini
desteklerken Rusça metnin «Grek-Rus» deyimini kullanması dikkati çekmek­
tedir ama aradaki fark önemli değüdir.
32 16. maddenin 9. paragrafında Küçük Kaynarca antlaşmasının Eflâk
ve Boğdan prensliklerine, Bâbıâli’de «Rum mezhebinden» Hıristiyanları temsü etmek için İstanbul’da sefir bulundurmalarına müsaade edilmiştir - İtal­
yanca «della Religiona Greca», Rusça «Greeheskago zakona» fakat Türkçe
«Rum mezhebinden».
KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI
357
manın metni ve Küçük Kaynarca’da, imzalanmasını müteakip ilk
sene içindeki yorumla ilgilidir.
Birincisi, antlaşmanın 7. ve 14. maddeleri dışında üç maddede,
Bâbıâli tarafından verilmiş, kilise yapmak ve tamir etmek gibi
hıristiyanlar lebine spesifik taahhütler vardır. Bu maddelerin herbiri Rus kuvvetlerinin 1768-1774 savaşı sırasında tamamen ya da
kısmen işgal ettiği bölgelerin -Eflâk ve Boğdan (madde 16), Ege
Adaları (madde 17) ve Gürcistan ve Mingreli (madde 23)- ve ba­
rış antlaşması gereği Osmanlı idaresine iade edilmesi gereken böl­
gelerin ahalisi ile ilgilidir. Gürcistan ve Mingreli ile ilgili madde
ayrıca, Rusya’nın bu bölgelerin iç işlerine müdahale etmeye hiçbir
hakkı olmadığını da belirtmektedir. Adalarla ilgili maddede bu
konuya değinilmekte ise •de Eflâk ve Boğdan ile ilgili maddede
Rusya’ya, bu eyaletler namına sarih bir temsilcilik hakkı verilmek­
te ve Bâbıâli’de bunları göz önüne alacağmı taahhüt etmektedir.
Bu eyaletlerin temsilciüğini yapma hakkı görüldüğü üzere kat’i
ve sadece iki eyalet içindir, ama bir kilisenin temsilciliğini yapma
hakkından çok daha önemlidir. 16. madde ile Osmanlı împaratorluğu’nda Rusya’ya verilmiş umumî hiçbir hak yoktur, ancak sonra­
dan şartların bulamk şekle sokulması ve kasıtlı olarak yanlış de­
ğerlendirilmesi tabi’i ki muhtemel idi ve oldu da.
İkincisi, antlaşma sona erdirildikten sonra, gerek Katerina
ve gerekse bazı yakm danışmanları, Osmanlı împaratorluğu’ndaki
hıristiyanlarm haklarmı ön plâna alarak antlaşmaya yeni bir yön
verme fırsatı sezdiler. Gerçi Rusya savaş sırasında Osmanlı hıristiyanlarına cesaret verme ve Türk ordulannm gerisinde onların
desteğini sağlamayı denemiş ise de, hıristiyan haklan banş görüş­
melerinde, Tatarların bağımsızlığı, toprak kazancı veya denizlerde
seyir imtiyazları gibi meselelere kıyasla daha önemsiz bir rol oyna­
mıştı. n . Katerina’nm antlaşma şartlan için öne sürdüğü orijinal
tekliflerde hıristiyanlara az yer verilmişti33. Bu konuda tekliflerin
çoğunu Obreskov sonradan eklemişti. Antlaşma son şeklini aldığın­
da Katerina, antlaşmayı 7. ve 14. maddelerden dolayı değil, politik,
toprak ve ticarî şartlardan dolayı tabiatiyle memnunlukla karşı­
33 Druzhinina, Kiuchulc-KainardzhiisTcii, s. 111 ve 295; «Exposd confiden­
tial au Pr. Lobkowitz, Mayıs 16, 1771, SIRIO, 97 (1896): 286-302; Lord Cathcart’tan Halifax Asilzadesine, Şubat 18/Mart 1, 1771, SIRIO, 19 (1876): 190-91.
358
RODERIC H. DAVISON
lamıştır34. Daha 1775 Mart’mda yani karşılıklı tasdiklerin hemen
ardından, Katerina, Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hıristiyanlarm lehine Rusya’nın elde ettiği avantajları vurgulayan bir
tebliğ yayınladı. Şöyle bir beyanda bulunuyordu : «Ortodoks mez­
hebimiz filizlenmeğe başladığı yerlerde bundan böyle İmparator­
luğumuzun Yüksek Himayesi altında, bütün şiddet ve zulümden ko­
runmuştur»35. Tebliğ esasında belki yerh ahaliye dindarlıkla ken­
dini sevdirmek için plânlanmıştı, ama bu himaye iddiası zımnen
Rusya’nın Türkiye’ye karşı siyasetine gelecek için bir zemindi.
Bu da Rus makamlarının Küçük Kaynarca antlaşmasını yanlış tef­
sir etme yolunda ilk hareketi oldu. Bu yanlış manâ verme 1853
yılında doruk noktasına vardı.
Üçüncü olarak yine 1775’te diğer bir Rus manevrası; himaye
hak iddiasını meşrulaştırmaya yardımcı oldu. St. Petersburg’daki
hükümet Küçük Kaynarca antlaşmasmm resmî bir Fransızca ter­
cümesini yayınladı30. Tercümenin 14. maddesinde Rusya'nın Beyoğlu’nda «une église publique du-rit Grec» kurabileceğinden bahsedi­
yordu.' Bu gerçekte bir yalan’ değil, ancak antlaşma metninin yan­
lış şekilde tercümesiydi. Rus kilisesi bir anda Rum kilisesi haline
sokuldu. Şayet İstanbul’daki Rus vekiline bir Rum kilisesinin tem­
silciliğini yapma izni verilse idi kendisinin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Rum kilisesinin temsilciliğini yapabileceği iddiasında
bulunmak fazla mübalâğalı olmazdı. Bu hile Avrupa’ya kolayca
yutturuldu, çünkü Rus yapımı Fransızca tercüme 18. ve 19. yüzyıl­
34 Sir R. Gunning’den Suffolk Asilzadesine, Temmuz 24/Ağustos 4, 1774,
SIRIO, 19 :423-24. William Tooke, Life of Catherine II, 5. baskı, 3 cilt (Dublin,
1800) 2 :116-18, antlaşmayı aynı şekilde değerlendirir; bak. aynı zamanda Nor­
man Itzkowitz ve Max Mote, Mübadele : An Ottoman-Russian Exchange of
Ambassadors (Chicago, 1970), s. 37-39.
35 PSZ’de Mart 17, 1775 manifestosu, seri 1, cilt 20, no. 14274, s. 80-81.
Druzhinina, Kiuchuk-Kainardzhiiskii mir, s. 316 ve Kurat, Türkiye ve Rusya,
s. 30, Mart 19 verirler ki yanlıştır. «Yayıldığı yerler» terimi Filistin anlamında
tefsir edilebilir fakat bu, İstanbul ve şimdi Osmanlı împaratorluğu’na dahil
olan umumiyetle Bizans imparatorluğu (Filistin ve diğer kısımlarla birlikte)
topraklan, demek değildir. 36 G.F. de Martens Fransızca'sını iki yayınla verir ; Recueil, 1. baskı
4 :607-38, s. 606 ve 607 sde yazılanlar bunun 1775’de St. Petersburg’da yayın­
lanmış Rusya malı Fransızca tercümeyi teyit ettiği iddiasındadırlar, ve Recueü,
2. baskı, 2 : 286-321, aynı yazılarla.
KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI
359
lar Avrupa diplomatik dünyasında geçerli olan antlaşma metni,
Fransızca da en çok kullanılan dil idi. Yapılan hata günümüze ka­
dar sürdü ve yalnız Fransızca’da değil İngilizce’de de aynı hata
tekrarlandı, çünkü İngiliz hükümeti St. Petersburg malı Fransızca
metinden İngilizce’ye çevirmişti ve Foreign Office’in İngilizce ter­
cümesi çağdaş tarihçiler tarafından kullanılageldi37. Göründüğü
kadarı ile yanlış tercüme -muhtemel olmasa bile- masumane ola­
bilirdi, ama antlaşmanın yanlış tefsirinden doğan neticeler çok bü­
yüktü.
Rus devletinin antlaşma ile kazandığı yanlış hükümlerin nasıl
benimsendiğini gösteren diğer bir açıklama, Sorel’in 1878’de yayın­
ladığı «La Question d’ Orient au 18 siècle»e, oradan da Josef von
Hammer-Purgstall (1832) a ve son olarak Avusturya’lı diplomat
Franz Thugut (1774) a kadar uzanmaktadır.
Gözlendiği üzere Sorel, antlaşmanın Rusya’yı tüm Osmanlı
İmparatorluğu üzerindeki hıristiyanların hamisi yaptığı sonucuna
varmıştır ve bunu da Thugut’un meşhur cümlesi, «Rus diplomatla­
rın hüneri ve Türk temsilcilerin beceriksizliği»ni de ihtiva eden
anlaşma hükmünü aktararak dramatize etmiştir. Sorel, Avusturya’lı diplomatın mektupları için hiçbir kaynak göstermemiştir.
Maamafih aynı mektuplarm daha uzun hülâsaları Viyana arşivle­
rinden alınıp, 1832’de Hammer’in «Geschichte des Osmanischen
Reiches» adlı eserinin son cildinde ilâveler kısmında basılmış ve
37 .St. Petersburg’da yazılan Fransızca tercüme ile İngilizce tercüme
«Rusya ile Türkiye arasındaki Antlaşmalar (Politik ve Toprak) 1774-1849»,,
adı altında, İngiltere, House of Commons, Sessional Papers, 1854, 72. cilt. Bu
Ingüizce tercüme Hurewitz’in Diplomacy in the Near and Middle East’ta ye­
niden çıkarılmıştır, 1 :54-61, ve de gözden geçirilmiş, genişletilmiş 2. baskı­
sında, J.C. Hurewitz, The Middle East and the North Africa in World Politics :
A Documentary Record (New Haven, Conn., 1975- ), 1 : 92-101. M.S. Ander­
son, The Great Powers and the Near East 1774-1923 (Londra, 1970 (New York,
1971)), s, 9-14, aynı İngilizce tercümeyi kullanır. Daha sonraları yapılmış
farklı bir Ingüizce tercüme, Fred L, Israel, Major Peace Treaties of Modem
History, 1645-1967, 4 cilt (New York, 1967), 1 : 913-29. Tercümenin yapıldığı
kaynak belirtilmemekle beraber Fransızca metinden alındığı belirtilmiştir,
(yani antlaşmanın resmî dillerinden hiçbiri). Fakat 14. maddedeki kilise «RusGrek» adiyle geçtiği müddetçe St. Petersburg’daki Fransızca metin bir kaynak
olamaz. Noradounghian hemen hemen en iyi kaynaktır. Bu yeni İngilizce ter­
cümede ise çok az hatalar vardır. Israel, Fransızca’dan tercüme etmesinin se­
bebini, hiçbir resmî tercümesi olmamasma bağlıyor, (s.v.).
360
RODERIC H. DAVISON
daha sonra 1839’da J.J. Hellert tarafından yapılmış olan (ve bazı
kusurları bulunan) Fransızca tercümesinde yer almıştır38. Şüphesiz
bu sonuncusu Sorel’in kaynağıdır39. Fakat Thugut’tan bir asır
sonra yazan Sorel, diplomatın orijinal mektubunda Rusya’nın
Osmanlı hıristiyanlarını «himaye» hakkını vurgulayan kelimelerini
ondan daha fazla abartarak kullanmıştır. «Antlaşmanın esası, din
ile ilgili maddelerinde temerküz ediyordu», demektedir Sorel40.
Thugut’un aksine Sorel Kırım savaşının başlangıç sebeplerini ha­
tırına getirebiliyor ve bu şartların önemini biliyordu. Thugut da
antlaşma maddelerinin çok önemli olduğuna inanıyordu, ama onun
asıl ilgilendiği husus Osmanlı İmparatorluğu ve bilhassa İstan­
bul yönünde Rusya’nın büyüyen askerî tehdidi idi. Tüm Osmanlı
hıristiyanları üzerinde Rusya'nın söz konusu hamilik hakkı ile
sözde Rus hüneri ve Türk temsilcilerinin beceriksizliği arasında di­
rek bağlantı kuran Sorel olmuştur.
Fakat Sorel’in en büyük hatası, Thugut’tan faydalanırken
Thugut’un, Küçük Kaynarca antlaşmasını yazarken antlaşma met­
nini görmemiş olduğunu gizlemesidir. Thugut, muhteva hakkında
sadece tahminde bulunuyordu. 3 Eylül 1774 tarihli mektubunda
da yakındığı üzere Bâbıâli henüz antlaşma şartlarını açıklamamıştı.
38 Hammer, Geschichte, 8 : 577-84; Hammer, Histoire de l’Empire Otto­
man, 17 cilt (Paris, 1835-41), 16 :494-503. Bak. aşağıda n. 46.
39 Sorel, Question d’ Orient'in iv. sahifesinde müracaat ettiği eserlerin
listesini yapmıştı. Bunların arasmda Hammer’in Fransızca baskısı da vardır.
Thugut’un Sorel’den yaptığı ve yukarıda iktibas edildiği ifade (s. 263-64)
Hammer’inkilerle aynıdır, Histoire, 16. cilt, s. 500 ve 503. Fakat Sorel, Thugut’unkinde olmayan bazı sözler ekler, Thugut’tan yaptığı iktibaslardaki hatalarını
belirtmez, ve iktibas ettiği iki mektubun tarihlerini değiştirir. Aynı zamanda
kopye ederken de yersiz bir hata yapar.
Sorel’in kusurlarından önce araştırma metodu ve doğruluğu açısından
eleştirilmiş olduğu söylenebilir. En çok eleştiri konusu ise onun L’Europe et
la Révolution française’nin son 4 cildidir; 8 cilt (Paris, 1895-1904); özellikle
bak. Raymond Guyot ve Pierre Muret, «Etude critique sur “Bonaparte et le
Directoire’ par M. Albert Sorel», Revue d’histoire moderne et contemporaine,
5, no. 4 (Ocak 15, 1904) : 241-64, ve no. 5 (Şubat 15, 1904) : 313-39. Maamafih
Sorel halâ büyük bir ünden hoşlanır. Onun Question d’ Orient kitabı çıktığından
yaklaşık bir asır sonra bölgenin en son monografları olan iki yazar tarafından
«faydalı» denildi : Anderson, Eastern Question, s. 400 ve Saul, Russia and the
Mediterranean, s. 231.
40 Sorel, Question d’Orient, s. 260.
KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLA ŞM ASI
361
Thugut gecikmenin, muhtemel sebepleri üzerinde fikir yürütmüş
ve şöyle demişti :
Ne olursa olsun, Antlaşma hakkında az bilinen umumi bilgi
çerçevesinde şöyle bir netice çıkarmak mümkündür : şartların ağır­
lık noktası Rus diplomatları açısından bir hüner modeli ve Türk
temsilcileri açısından ise nadir görülen bir beceriksizlik örneğidir....
Paragraf, daha sonra Sorel’in de belirttiği gibi, Osmanlı împaratorluğu’nun artık Rusya'nın bir çeşit eyaleti haline geldiğinden
bahseder41. Nasıl olur da selâhiyetli bir diplomat antlaşmayı oku­
madan böyle kat’i hükümler çıkarabilir?
Thugut’un tek haklı yanı, tahmininin verilen malûmata da­
yandığına işaret etmesidir. Rus-Türk barış görüşmeleri 1772’den
beri aralıklı olarak devam etmişti. Thugut, Fokşani’deki ilk barış
görüşmelerinde bizzat bulunmuş ve 1772-73’te Bükreş’te yapılan
Rus- Türk barış görüşmelerinin ikinci raundu sıralarında Obreskov’la muhaberede bulunmuştu42. Osmanlı başkentinde hakim olan
ruh haletini biliyordu. Rus taleplerini ve Türk’lerin bunlar üze­
rindeki tavrını da biliyordu. Fakat en son neticeyi bilmiyordu. Me­
selâ Thugut Osmanlı hıristiyanlarınm Rus himayesi hususunda
Obreskov’un Bükreş’te «hıristiyan kiliseleri namına Rus vekilleri­
nin ılımlı temsillerinin iltifat görmesini» talep ettiğini biliyordu43.
Türk temsilciler «kiliseler» diye çoğul şekilde ele alınmasından
haklı olarak şüphelendiler. Türk kayıtlarında bu teklif, Rusya’mn
tüm Ortodoks mensupları üzerinde bir hamilik hakkı için yapıl­
mış bir teklif olarak göze çarpar44. Obreskov,daha sonramesele­
nin antlaşmadan çıkartılabileceğini ve sadece görüşme protokolle­
rinde yer alabileceğini söyleyerek yumuşamıştı ve talebi azar azar
eksiltilmiş sonunda Rusya’ya İstanbul’da bir Rus kilisesini tem­
sil etme hakkı verilmişti45. Thugut muhtemelen bunların hepsini bi­
liyordu, fakat korkuyordu ve Küçük Kaynarca antlaşması şartla­
rını tam öğrenemediğinden en kötüsünü tahmin etmişti. Böylece
3 Eylül tarihli mektubunda şöyle demişti: «umumi teminata güve­
41 Hammer, Histoire, 16 : 500.
42 Hammer, Geschichte, 8 :401-3, 415 n.c.
43 Druzhinina, KiuchuTc-Kainardzhiiskii mir, s. 221.
44 Hammer, Geschichte, 8 : 412.
45 Druzhinina,Kiuchuk-Kainardzhiiskii mir, s. 346, Obreskov’un 24. mad­
de müsveddesini verir.
362
RODERIC H. DAVISON
nerek antlaşmada Rusya’ya mezhep ayrılığı gözeten bir dinî hami­
lik hakkı resmî bir madde ile teslim edilmiştir»46. Kendisinin hatalı
olduğu açıktır.
Açıkçası Thugut haksızdı. Çünkü Rusya’nın Türkiye’yi mağlûp
etmesinden sonraki Avusturya’nın vaziyetinden korkuyordu. Rus­
ya’ya verilen haklar göz önünde tutulursa, Avusturya'nın YakmDoğu’da önemli bir rakiple karşı karşıya kalması sebebiyle korkusu
anlaşılır. Fakat Hammer, Sorel ve daha sonraki birçok tarihçinin
de dayandığı bu mektupta, Thugut’un hadiseler karşısında tepkisi
tamamen isteriktir. Rusya'nın «hizipçi» Ortodoksluğun müdafii
olduğunu görüp o da, karşı konulmadığı sürece Doğu Akdeniz’de
- Katolik mezhebinin baskı altma alınıp imha edileceğini seziyordu.
Zihninde şöyle bir fikir uyandırıyordu. Ruslar Karadeniz’in kuzey
sahilinde, herhangi bir Avrupa devleti farkına varmadan 36-48 saat
içinde İstanbul surlarına 20.000 kişilik bir ordu ile gelip içerideki
Ortodoks sempatizanlarının da yardımı ile şehri kuşatabilecek bir
güce sahipti. Sultan Asya’ya kaçmak zorunda kalacak, böylece
«üretim ve zenginlik bakımından dünyanın başka hiçbir bölgesi ile
mukayese edilemeyecek kadar mamur olan» Batı Anadolu, Ege
Adaları ve Adriyatik’in batısındaki Yunanistan hizipçilik yolu ile
Rusya’nm eline geçecekti. Sonra da Rusya, eski çağların en büyük
monarşilerinden daha üstün bir süper devlet haline gelecekti. Ve
dahası da var. Bu büyüleyici ve ürkütücü bir mektup olması yanın­
da hiç de iyi bir rapor değildir47.
Thugut’un kâhin gibi tavsiyenamelerinin şüphe uyandıran ya­
nı yalnız bu görüşle değil, aynı zamanda söz konusu mektubunda :
Rusya böylece hızla denizden harekete geçeceğinden şüphesiz gele­
cekte Tuna nehri boyunca hiçbir Rus-Türk savaşı olamayacağı
kehanetinde de ortaya çıkmıştı. Aslmda bir asır içinde buna benzer
beş kara savaşı oldu48. Bazı yönlerden Thugut 1774’le kendi keha­
46 Hammer, Geschichte, 8 : 578. Hammer’in Fransızca tercümesi, Histoire,
16 :495 lüzumlu olan «umumi teminata dayanarak» ibaresini yazmamıştır.
Neden tercüme bu kadar dökük saçık? Histoire’nin 1. cildinin başlık sayfası­
na göre J-J.,Hellert, tercümeyi, Hammer’in kendi yönünde yapmıştır.
47 Hammer, Geschichte, 8 : 577-82.
48 1787-92, 1806-12, 1828-29, 1853-54 ve 1877-78 de Rus-Türk savaşları ol­
muştu. Philip E. Moseley’e göre Rus donanması Küçük Kaynarca’dan 60 yıl
KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI
363
netlerinin esiri oldu. O ve İstanbul’daki Prusya’lı diplomatik mes­
lektaşı, Türkiye üzerinde daha sonra taleplerini artıran Ruslar ta­
rafından, 1772’deki Rus-Türk barış görüşmelerinde arabuluculuk
rollerinden saptırılmışlardır. Nitekim 1773 ilkbaharında görüşme­
ler kesilince ve Türklerin durumunda bir gelişme olmaması üzerine
Thugut, Rusların hünerinin Osmanlı İmparatorluğu üzerinde et­
kili hakimiyete yol açacağı kehanetinde bulunmağa başladı49. So­
nunda bir anlaşma için görüşmelerin yapıldığından haberdar ol­
mazdan önce bile, Rus hünerinin antlaşmaya bir yoluyle Rum
Ortodoks mezhebinin hamiliği hakkını sokacağını ve bu da Katolikler için Yakın-Doğu’da üzücü neticeler doğuracağını haber ve­
riyordu; Osmanlı hükümetinin zayıflığına ve beceriksizliğine de
üzülüyordu50. Antlaşma hakkındaki 3 Eylül 1774 tarihli hükmü
kısmen de olsa kendi kendine yaptığı bir kehanet görünümündedir.
Şayet Josef von Hammer-Purgstall, Thugut’un görüşlerini benimseseydi ve «Geschichte des Osmanischen ReicJıes» adlı eserinde
bazı mektuplarım yayınlamamış olsaydı, bazı tarihçilerin Rusya'nın
Osmanlı împaratorluğu’ndaki Ortodoks’ları himaye hakkının k a f­
ilik derecesi çok az olurdu. Hammer, Thugut’un tüm beyanlarım ka­
bul etmiyor, fakat bilhassa iddia edilen Rus hamiliği ile ilgili kısmı
tasdik ediyordu. Nedeni şaşılacak şey, ama tatmin edici cevabı da
yok. Açıkçası Hammer, genel bir anlamda, Küçük Kaynarea’nın
Türk’ler için bir felâket olduğunu görüyordu. Kendisinin Rus hükü­
metinin gerçekten zaman zaman Osmanlı hıristiyanlannm hamisi
olma iddiaları hakkında daha sonra edindiği bilgilerin de etkisinde
kalmış olduğu düşünülebilir.
Hammer ayrıca Thugut’la olan dostluğunun etkisinde de kal­
mış olabilir, zira her ikisi de Habsburg devletinin görevlisi idiler.
Kendileri, Viyanadaki Yeni Şarkiyat Akademisi’nde çalışan eski
ve en' zeki Avusturya’lı şarkiyatçılardandı. Daha yaşlı olan Thugut
(1739-1818) dışişleri bakanı olduğunda Hammer’i (1774-1856) ilk
görev olarak Türkçe’sini ilerletmesi için 1799’da İstanbul’daki
sonra Boğazlardan halâ 36 saatlik mesafede idi, Russian Diplomacy and the
Opening of the Eastern Question in 1838 and 1839 (Cambridge, Mass., 1934),
s. 7.
49 Thugut’un 3 Mayıs 1773 tarihli mektubu Hammer’in Geschichte kita­
bında kısmen iktibas edilmiştir, 8 :412, n.a. ve 446, n.b.
50 Thugut’un 18 Temmuz 1774 tarihli mektubu aynı kitapta s. 582-83.
364
RODERIC H. DAVISON
Habsburg maslahatgüzarlığına «Sprachknabe» olarak gönderdi.
1802 ile 1816 yılları arasında Hammer Viyana’da Thugut’un sof­
rasında sık görülen bir misafir idi ve ikisi sık sık uzun uzadıya
görüşme fırsatı elde etmişlerdi. Hammer bir şarkiyatçı olarak
Thugut’u gölgede bıraktı ama Thugut, ölünceye kadar onu hamisi
olarak gördü51. Hammer, her ne şekilde olursa olsun, Thugut’un
hıristiyanlar üzerindeki Rus himayesi hususundaki görüşünü Ka­
bul etmişti.
Böylece de zinciri meydana getiren halkalar ortaya çıkmış
oldu. Thugut, maddeleri tam olarak bilmeksizin hüküm yürüttü,
Hammer tasdik edip bunları yayınladı, Hellert bazı hatalarla bun­
ları tercüme etti, Sorel, Hellert’in tercümesini mühim kusurlar
ve farklı vurgularla iktibas etti ve geçen yüzyılda birçok tarihçi
Sorel’e itimat etti. Bu tahrif edilmiş intikal zincirine son bir not
olarak Hammer’in Almanca orijinal baskısmda iktibas edilen
Thugut’un cümlesine işaret etmek gerek, «Rus hünerinin ve Türk
beceriksizliğinin nadir bir örneği». Bu ifadede Rus diplomatları
ve Türk temsilcileri ise belirtilmemişti!52
Thugut’un Küçük Kaynarca antlaşmasını yanlış tefsirine kar­
şı en iyi tekzib belki de, kendisinden sonra en yetenekli Habsburg
dışişleri bakanı olan Prens Meternih’in hükmüdür. 1821’de Osmanlı idaresine karşı Yunan isyanından sonra Şark meselesi yeni­
51 Joseph Freiherr von Hammer-Purgstall, Fontes Berum Austriacarum,
2. bölüm. 70. cilt (Viyana, 1940), s. 35-38, 132,174-76, 209, 233, 245’te «Errinerungen aus meinem Leben, 1774-1852». Hammer hakkında bak. aynı zamanda,
Constant von Würzbach, Biographisches Lexikon des Kaiserthums Oesterre­
ich, 60 eüt (Viyana, 1856-91), 7 : 267-89. Franz Maria Freiherr üzerine bak.
aynı eser, 45 :1-6. Thugut’u herkes gibi Hammer de eleştirir fakat Geschichte’de 8 : 577, ilâve kısmında Thugut’un «diplomatik hüner ve doğru görüş» hük­
münün ispatı niteliğindeki raporların hülâsalarını iktibas etmiştir. Hammer,
hülâsaların «politika okuyucuları» tarafından hoşnutlukla karşılanmayacak­
larını da belirtmektedir.
52 Hammer, Geschichte, 8 :582. Türkçe beyanatlar Küçük Kaynarca’daki ikinci Türk temsilcisinin «alıklığı» ve «aptallığını» ehle getirir, fakat
bunun sebebi kendisine, antlaşma tamamlanıp karara bağlandıktan sonra
Rusya’ya ödenecek tezminat meselesini görüşmeye çıkarması söylenmişti,
böylece Türklere 15.000 kese akçeye (4.500.000 ruble) maloldu. Bir rivayete
göre delegenin dirseğine dayalı uykudan uyanıp uyukladığını gizlemek için
kefaleten meselesini ortaya atması büyük bir aptallık idi. Î.H. Danişmend,
İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, 4. cilt (İstanbul, 1947-55), 4 : 58.
KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI
365
den ortaya çıkmış, Rusya Osmanlı împaratorluğu’nun Balkan eya­
letlerinin iç işlerine müdahale hakkı isteklerinde ileri gitmişti.
Metemih, Rus taleplerinin ne gibi bir kanunî temele dayandığını
anlamak için Rus-Türk antlaşmalarının bir analizini yaptı ki
bu antlaşmaların en önemlisi Küçük Kaynarca’dır. Halen Viyana
arşivlerinde bulunan bu antlaşma maddelerinin tam hülâsası,
Bâbıâli’nin hıristiyan haklarını sadece belirli bölgelerde -Ege Ada­
ları ve Tuna eyaletlerinde- taahhüt ettiğini ve Rusya'nın sadece
buralarda temsilcilik etme hakkı olduğunu göstermiştir. Ayrıca
7. maddede Bâbıâli genel bir taahhütte de bulunmuştu : «Hıristi­
yan dinini ve kiliselerini daima himaye etmek». Metemih’in bu
analizi, «14. maddede yetki verilen İstanbul’da yeni bir kilisenin
kurulmasiyle ilgili olan» bu maddeyi ters yorumlamış, geri kalan
kısmını almamıştır. Bununla ilgili olarak umumî hiçbir şey yoktu53.
Meternih’in antlaşma ile ilgili tahlili, Osmanlı hıristiyanlannm
hamisinin, tüm Rusların imparatoru değil, Bâbıâli olduğunu gös­
termiştir.
Şayet genel bir anlamda Osmanh hıristiyanları ile ilgili Rus
hakları üzerine başka herhangi bir tartışma gerekiyorsa bu sadece
Türk hükümetinin verdiği genel taahhüt ile belirli olabilir. Şüp­
hesiz Osmanlı devleti hıristiyanların, hamisiydi54. Rusya bu mad­
de ile ne bir temsilcilik ne himaye ve ne de müdahale hakkı elde
etmemiştir. Ancak BabIâli’nin taahhütü Rusya ile ikili bir antlaş­
mada verilmiştir. Bu, Osmanlı hıristiyanları açısından Rusya’nın
bazı özel menfaatlerini elde etmesi manasına mı geliyordu? Kı­
rım savaşma yol açan 1853 krizinde Osmanh hükümeti antlaşma­
53 Meternih’ten Prens Esterhazy’ye (Londra), Mart 17, 1822, «Disposi­
tions des Traités entre la Russie et la Porte, relativement aux Chrétiens/ :
Grecs :/habitans des Provinces Européennes de l’Empire Ottoman, «in HausHof-und Staatsarchiv (Viyana), Staatskanzlei, England, Kart. 166, Korr
Weisungen. Meternih’in analizi OsmanlIların Asya topraklan hakkında hiçbir
şey ihtiva etmemiş ama Bükreş antlaşmasının (1812) şartlarına yer vermiştirPaul Schroeder, Mettemich’s Diplomacy at its Zenith (New York, 1969), s. 188,
n. 80, Meternih’in analizine danışır fakat mektup tarihini Nisan 24, 1822 diye
hatalı olarak verir.
54 Zinkeisen, Geschichte, 5 :3, Osmanlı împâratorluğu’nun Rus tebanın
din hürriyetini taahhüt etmesiyle ügili bu maddeyi tercüme eder. Doğruluğu is­
pat edilemeyecek kadar dar bir yorumdur.
366
RODERIC H. DAVISON
nın böyle bir hususi menfaat tanımadığım söylemişti55. Rus başve­
kili Kont Nesselrode ise verdiğini söylemişti50. Nesselrode ve çar
1853’ün ilk altı ayında bu iddiayı daha da ileri götürmüşlerdi. Fa­
kat Nesselrode Rus-Türk antlaşmalarının maddelerini iyi bilmiyor­
du ve savaş başladıktan sonra çar da kendisine iyi malûmat veril­
mediğini itiraf etmişti. I. Nikolas «Küçük Kaynarca antlaşması
ile ilgili haklar hakkmda kendisine yanlış bilgi verildiğini...
aksi halde tavrının başka türlü olacağmı... ama gösterilen yolun
yanlış» olduğunu demiştir” . Burada ayııı yıl Rus-Türk savaşma
yol açan 1853 ihtilâfının yeniden tetkikine girmek yersiz olur.
Aslında çarın beyanatı, 1853’teki Rus iddialarının kaale alınma­
yacağını açıklığiyle gösterir. Bunun yerine antlaşma maddelerine
dönüp ve bilhassa BabIâli’nin ikili bir antlaşma ile verdiği' «hıristiyan mezhebi ve kiliselerinin tam olarak himayesi» taahhütünden dolayı Rusya’ya intikal eden herhangi bir himaye hakkının
mütalâası ele alınmalıdır58.
Rusya, belirtilmiş olduğu gibi, antlaşma.uyarınca Osmanlı İm55 Reşid’den Musurus’a (Londra), Ağustos 25; 1853, Dışişleri Bakanlığı
Hazine-i Evrak (Dışişleri Bakanlığı Arşivi, İstanbul), dosya 609.
56 A.M. Zaionchkovskii, Vostochnaia voina 1853-1856 gg
4 cilt (St. Pe­
tersburg, 1908-13), Prilozheniia, 1 : 449-50, yuvarlak olarak Mayıs 30/Haziran
11, 1853.
57 Nesselrode, Rusya’nın özellikle Edirne antlaşmasına dayanarak elde
ettiği haklar hakkında düpedüz hata yapıyor. Çar’ın Kont Orlov’u kabulü, Sir
Hamilton Seymour (St. Petersburg) tarafından Clarendon’a rapor edüdi, =j= 176
Şubat 21, 1854, Secret and Confidential, Public Record Office (Londra), FO
65/445, G.B. Henderson, Crimean War Diplomacy (Glasgow, 1947) s. 10, bu
mektubu arzeder. (ilk olarak History, Ekim 1933’teki makalesinde belirtilen);
Temperley, England and the Near East, s. 469, da buna isnat eder58 Şu kabul edüebilir ki Rusya'nın, Osmanlı hıristiyanlarının koruyucusu
gibi hareket etmesine dair hiçbir antlaşma temeline ihtiyacı yoktu. Burada
üzerinde durmayacağımız bu muhakeme 1853’e ait bazı Rus beyanlariyle dile
getirildi. Çar’ın Londra elçisi olan Baron Brunnow, Prens Mençikof ve Kont
Nesselrode’a özel olarak şöyle yazm ıştı: «Rusya kuvvetli, Türkiye zayıftır,
işte bütün antlaşmalarda önsözümüz budur». F.F. Martens, Recueü des traites
et conventions conclus par la Russie, 15 cilt (St. Petersburg, 1874-1909),
12 : 311, Mart 21/Nisan 2, 1853 tarihli mektup. Nesselrode daha sonra kendi­
si şöyle y a za r: «Rusya’nm hakları şu inkâr edilmez gerçeğe dayanır : 50
milyon Rus Ortodoks, Sultan’ın 12 milyon Ortodoks tebasmm kaderine kayıtsız
kalamaz». Nesselrode’dan Brunnow’a Nisan 20 (belki eski takvimdir, o zaman
Mayıs 2), 1853, aynı eser, s. 318.
KÜÇÜK K A Y N A R C A AN TLAŞM ASI
367
paratorluğu’nda hıristiyanlar namına hareket etmek için gerçek­
ten bazı sarih haklar elde etmişti. Bû haklar üç tane idi, İstanbul’­
da bir Rus-Grek kilisesi inşa etmek, bu tek kilise ve mensupları­
nın diplomatik alanda temsilciliğini yapmak ve Eflâk ve Boğdan’daki hıristiyanlarm da aynı alanda temsilciliğini yapmak. Olduk­
ça dar olan bu şartnameler daha geniş anlamda temsil, himaye ve
müdahale şartları talep etmeye vesile olabilirdi. Fakat bunlar
fazlalaştırdıkları istekleri için sağlam temel değildirler. Küçük
Kaynarca antlaşmasının Rusya'ya himaye ve temsilcilik için ge­
niş haklar verdiği yolunda eski iddiayı yıllar boyunca tekrarlayan
tarihçiler açıkça hatalıdırlar. Rus haklarının dahi sınırlı olduğunu
söyleyenler gerçeğe daha yakındır.
Küçük Kaynarca antlaşmasının Rus hünerini ve Osmanlı be­
ceriksizliğini göstermiş olduğu hükmü, aynı zamanda sağduyunun
yokluğunu temsil etmektedir. Aslmda iddia edildiği kadar olmasa
bile Rus hüneri vardı. Sorel ve diğerleri, ilgili maddelerin ustaca
serpiştirilmelerinin farkına vardıklarına işaret etmişlerdi -özellikle,
güya aralarındaki bağlantıyı Türk’lerden ve dünyadan saklamak
için bilhassa İstanbul’da bir kilise ile ilgili 7. ve 14. maddelerin
ayrılması. Fakat Rusça orijinal antlaşma teklifinde iki madde
yanyana konmuştu. Druzhinina her iki tarafın müzakereler sıra­
sında «maddeleri nizamsız bir biçimde biraraya getirerek» birbirini
aldatmaya çalışmasına bir delil bulamamakta 7. ve 14. maddeleri,
yapmak zorunda kaldıkları feragatlerin İstanbul’daki umumi
tesirini azaltmak için muhtemelen Türk’lerin ayırmış olduğunu
söylemektedir59. Ruslar’ın bile bâzı aptallıkları vardı : meselâ Osmanlı Sultan’ını, yeni bağımsız Kırım Hanlığı’nın meşru halifesi
olarak tanımışlardı. Bu durum büyük anlaşmazlıklara sebep ol­
muş daha sonra 1779’da Aynalı-Kavak antlaşması ile düzeltilmişti60.
Osmanlı beceriksizliğinden de örnek vardı. Bu da -Küçük Kaynarca’daki son barış görüşmelerindeki tutumlarından ziyade daha
iyi bir uzlaşma yapabileceği savaşın ilk safhalarında barışa ya­
naşma cesaretini gösterememeleridir. 1772-73’te ve gene 1774 yı­
lında yapılan barış görüşmeleri sırasında OsmanlI’lar yukarıda be­
59 Druzhinina, Kiuchuk-Kainardzhiislcü mir, s. 278 ve 346.
60 G.F. de Martens’in Recueil’mdeki metin, 2. baskı, 2 : 653-61; Noradounghian Recueil, 1 : 338-44.
368
RODERIC H. DAVISON
lirtilen yalnızca üç hak dışında Rusya’ya verilmiş genel anlam­
da herhangi bir temsil veya himaye hakkı görmüyorlardı. Asıl Os­
manlI beceriksizliği Polonya meselesi üzerine savaşa girmesi ve
dönüşü olmayan bu savaştan mağlûp çıkması idi.
Thugut’un Küçük Kaynarca hususunda arzettiği Rus hüneri
ve Türk beceriksizliği şeklindeki hükmü iki asırdan beri hoş bir
hikâye olarak süregelmiş, Sorel’in tasviri ise geçen doksan sekiz
yılda bu hikâyeyi pekiştirmiş olduğundan artık gerekli değişikliği
yapma zamanı gelmiştir.
Erol Aköğretmen
1865 TARİHÎNDE GÜNEY-DOĞU ANADOLU’NUN ISLÂHI*
Paul Dumont
Bugün Kilikya, İktisadî başarı açısından değerlendirildiğinde,
Türkiye’nin en sağlıklı bölgelerinden birisidir. Pamuk, tahıl ve tu­
runçgiller tarımı, besin ve tekstil sanayileri, bölge ve memleket
çapında bir ticaret, kara, demir ve deniz yolları trafiğinin yoğunlu­
ğu, bu bölgede kuvvetli bir burjuvazinin elinde sağlam bir zenginli­
ğin unsurlarını teşkil etmektedirler. Benim, niyetim, bu makalede,
Güney-Doğu Anadolu tarihinin nisbeten az tanman bir safhasının
bu İktisadî gelişmeye katkısını göstermekten ibârettir.
Kilikya’da, ıslâh teşebbüsleri, XIX. asrın ilk yarısı boyunca,
hiçbir zaman bir neticeye ulaşmaksızm, birbirini tâkip etmektedir­
ler. Bu devir hakkında ancak yaklaşık bir bilgiye sahibiz; bu bilgi­
ler esas itibariyle bağımsız iki derebey ailesinin, yâni Payaslı
Küçük Alioğullarmın ve Kozan-dağh Kozanoğullarının tarihî çer­
çevesi içinde kalmaktadır1.
* Türk sosyal tarihi açısından ehemmiyetli olan bu araştırmanın aslı,
«La paeification du Sud-Est Anatolien en 1865» adı altında Turcica (ParisStrasbourg, 1975, t. V, s. 108-130)’da yayınlanmıştır. Bu konuda, 1973 yılında,
Yusuf Halaçoğlu da «Fırka-i İslâhiye ve Yapmış Olduğu İskân» (İ.ÜJH.F. Ta­
rih Dergisi, İstanbul, 1973, sayı 27, s. 1-20) adlı bir makale neşretmiştir. Kay­
naklarına bakılırsa, Paul Dumont’un, kendisininkinden daha önce yayınlanmış
olmasına rağmen, Y. Halaçoğlu’nun makalesini görmediği anlaşılmaktadır. An­
cak bu iki incelemeden birincisi diğerini tamamlar niteliktedir. Bu sebeple
Türkçeye tercüme edilmesi faydalı görülmüştür. 11 Ocak 1978 tarihli mektup­
larıyla bu makalenin türkçe tercümesini yayınlamamıza müsaade eden Sayın
Paul Dumont’a teşekkür ederim (Mütercim).
1 Küçük Alioğulları hakkında birçok eser vardır. Meselâ, krş., Princesse
de Belgiojoso, Asie Mineure et Syrie, Paris, 1858, ve bilhassa W.B. Barker,
Lares and Penates, or Cilicia and its Governors, Londres, 1853- Kozanoğulları
hakkında başlıca kaynağı, Cevdet Paşa’mn hatıraları teşkü etmektedir; fakat
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 24
370
PA U L DUMONT
Küçük Alioğulları, asnn başında, Bâb-ı Âlî tarafından kendile­
rine karşı gönderilen Yozgatlı Çapanoğullannı püskürtmüş ve 1817’ye kadar Adana valisinin birlikleriyle çarpışmıştı2. 1817’de dağıtı­
lan Küçük Alioğulları, on sene sonra Payas’da iktidarı yeniden ele
geçirmektedirler. Aynı devreye doğru, Közan-oğullan hâkimiyetle­
rini yavaş yavaş Sis ve Haçin arasında bulunan bütün bölgelere
yaymaktadırlar. Mısır'ın Kilikya’yı işgali sırasmda (1832-184:0),
İbrahim Paşa Payas ve Kozandağı’nda nizamın düzenlenmesi hu­
susunda O sm a n lIlardan daha üstün bir başarı gösteremez ve neti­
cede derebeylere belli bir muhtariyet tanımak zorunda.kalır. 1840’tan sonra, İmparatorluk Hükümeti, tekrarlanan askerî başarısız­
lıklar sonunda, aynı tutumu benimsemek mecburiyetinde kalmıştır.
O halde, 1850’ye doğru, Kilikya ovası ve dağlık çevreleri daima
Bâb-ı Alî’nin kontrolü dışında kalmaktadır. Ovanın göçebeleri ve
dağlılar, askerlik hizmetini ve vergiyi bilmez gözükmekten gurur
duymaktadırlar. Victor Langlois’ya göre, Adana Paşalık’ı 1852
yılında imparatorluk hâzinesine on milyon kuruş borçludur3, şüp­
hesiz bunun sebebi yukarıda zikrettiğimiz husustur. Her yerde
eşkiyahk, ortalığı kırıp geçirmektedir. Türkmen aşiretleri, sâhil
ve Sivas’ın güneyinde bulunan yazlık otlakları Uzunyayla arasın­
daki göçleri sırasmda, yol boyunca ele geçirebildikleri her şeyi silip
süpürmektedirler. Silahlı çeteler, yollardaki stratejik .noktalan iş­
gal etmekte ve geçiş hakkı almaktadırlar. Gâvur-dağı’nın geçit nok­
tası olan Payas’da, Mekke hacılannın utamlmaksızm soyuldukları­
na şâhit olunmaktadır. Kısacası, kargaşalik ve anarşi imparatorlu­
ğun en verimli eyâletlerinden birini harâbetmektedir.
Neticede hükümet harekete geçmiş; 1865’te, Derviş Paşa ve
Cevdet Paşa’nm komutasında bir ıslâh tümeni (fırka-i İslâhiye) Kilikya’ya gönderilmiştir.
Bu askerî seferin düzenlenmesi birçok gayeye yöneliktir. Herşeyden evvel, Kınm harbinin akabinde, Osmanlı ordusuna yeni «asdağmık bâzı bilgiler için Kotschy’nin seyâhat anılarına da başvurulabilir, Reise
in den Ctticischen Taurus, Gotha, 1858, ve Reise nach Cypern und Kieinasien,
Gotha, 1862-63; V. Langlois, Voyage â Sis, Paris, 1855, ve Voyage dans la
Gilicie et dans les montagnes du Taurus, Paris, 1861; P. Tchihatcheff, Reisen
in Kieinasien und, Armenien, Gotha, 1867.
2 W.B. Barker, Lares and Penates, s. 85-87.
3 Voyage dans la Cüicie, s. 48.
GÜNEY-DOĞU ANADOLU’NUN ISLÂH I
371
ker kaynakları» temin etmek; ikinci olarak, verginin intizamlı bir
şekilde toplanmasını sağlamak; nihâyet, eşkiyalığa son vermek, mal
ve insan ulaşımını emniyet altına almak, mevsimlik göç hareket­
leri sayısız karışıklıklara sebep olan göçebeleri yerleşik hayata ge­
çirmek söz konusudur.
Bu ilk hedefler dışında, bu askerî seferin geniş muhtevalı bir
proje olduğu sezilmektedir: Kilikya ovasının iskânı (colonisation) ;
bilhassa pamuk ve tahıl gibi ticâret tarımlarının bölgeye sokulma­
sı yoluyla bölge ekonomisinin canlandırılması ve karayollarıyla il­
gili bir alt-yapmm inşası. Kısaca söz konusu olan, henüz derebeyler çağında yaşayan Kilikya’nm kapitalist devreye sıçrayışını sağ­
lamaktan ibârettir. Islâh faaliyetlerinin hemen sonunda, teknokratik ve otoriter bir bürokrasinin yerleştirilmesi, ilerde görüleceği gi­
bi, bu tekâmülün belli başlı faktörlerinden biridir.
Bu önemli dönemin tarihi iyi tanınmamaktadır. Yirmi sene ka­
dar önce, W. Eberhard belli sayıdaki anâneleri yerinde toplayabil­
miş ve sözlü şehâdetlerden hareketle bir kaç türkmen aşiretinin Güney-Doğu Anadolu bölgesine yerleşmesinin tarihini yeniden yazabilmiştir1. Eberhard tarafından ortaya konan bu bilgiler, -E.J. Da­
vis ve H. Grothe ve diğerleri5- gibi çeşitli seyyahların eserlerinden
ve Venedikli bir «mékhithariste»* Alishan’m derleme kitabından el­
de edilebilen mâlumatlara eklenmiştir. 1899’da Venedik’te yayın­
lanan Sissouan ou l’Arméno-Cïlicie çok zengin bir eserdir, fakat ih­
tiyatla kullanılması gerekmektedir. Almanların coğrafya çalışma­
ları da bir takım bilgiler ortaya koymaktadırlar6. Diğer yandan, Kilikya’mn Fransız işgali neticesinde yapılan belli sayıda incelemeler
vardır7. Türkçe olarak, bu bölgeden yetişen bir mütebahhir olan Ka­
sım Ener’in çalışmalarını haber vermek gerekmektedir; K. Ener,
Adana ovasının umumî tarihi hakkında yazdığı eserde8, Menemen4 «Nomads and* Farmers in South-eastem Turkey. Problems of Seule­
ment», Oriens, VI, 1953, s. 32-49; Minstrel Taîes from South-eastem Turkey,
1955’de de bir takım bilgiler vardır.
5 E.J. Davis, IAfe in Asiatic Turkey, Londres, 1879; H. Grothe, Meine
Vorderasien-expedition, 2 cilt, Leipzig, 1911-1912.
* Sivas doğumlu Ermeni bilgin Mékhitar (1670-1749) tarafından kurulan
bir dinî tarikata mensup olan kigi, ermeni katolik din adamı (mütercim).
6 Bilhassa krş-, FJX. Schaffer, CUvcia, Gotha, 1903.
7 Meselâ, P. Redan, La Cïlicie et le problème ottoman, Paris, 1921.
8 Tarih Boyunca Adana Ovasına Bir Bakış, İstanbul, 1964.
372
PAUL, DUMONT
cioğulları ailesi vakayî-namesinden geniş ölçüde yararlanmıştır.
A.R. Yalgm’m düzensiz araştırmaları da ilgi gösterilmeye değer9.
Fakat, genel olarak, Kilikya tarihinin türkçe bibliyografyası açık
bir şekilde yetersiz gözükmektedir. 1933’ten itibaren, Anadolu’da
tarih araştırmalarını teşvik etmek için Halk Evleri tarafmdan gi­
rişilen faaliyete rağmen, mahallî arşivler, ancak çok mütevazı bir
şekilde kullanılabilmiş ve ancak kısmî ve dağınık, yararlanılması
güç bir takım neşriyatlara imkân vermişlerdir.
Farklı değerlere sahip olan bu malzemeler karşısında, Fvrka-i
İslâhiye’nin komutanlarından biri olan Cevdet Paşa’nm hatıraları
temel bir kaynak teşkil etmektedir. Bilindiği , gibi Cevdet Paşa
(1822-1895), XIX. asır Osmanlı imparatorluğu tarihinde önemli bir
yer işgal etmektedir. Cevdet Paşa, birçok kere bakan olmuş ve Bos­
na’nın ve Güney-Doğu Anadolu’nun islâhmda (pacification) büyük
bir rol oynamıştır. Osmanlı Hukukunun modernleşmesinde başlıca
etkën olan Cevdet Paşa, tarih (Tarih-i Cevdet) ve sözlük (lexico­
graphie) çalışmalarıyla da şöhret bulmuştur10. Hatıralarının iki
versiyonu tanınmaktadır. Ma’ruzât adını taşıyan (Ma’ruzât deyimi
özellikle sultanın faydalanması için kaleme alman belgeleri belirt­
mektedir) ve Sultan H. Abdülhamid’e tahsis edilen birinci versiyo­
nun en önemli kısımları 1924 ve 1926 yılları arasında Ahmet Refik
tarafından Türk Tarih Encümeni Mecmuasv’nda. yayınlanmıştır11.
Başka bir metin Cevdet Paşa tarafından tarihçi Lütfi Efendi’ye
gönderilmiştir, bu metin Tezâkir adını taşımaktadır. Bu iki metin
biribirine çok yakındır, ve ancak (en azından Kilikya seferiyle il­
gili hususlarda) çok küçük teferruatlârla biribirinden ayrılmakta­
dır. O halde, onları farksız bir şekilde kullanmak mümkündür. Tezâkir’ e gelince, onun Cavit Baysun tarafından hazırlanan yeni bir
baskısı vardır; bu baskı sayesinde Tezâkir daha kullanışlı bir hâle
gelmiştir12.
«
9 Cenupta Türkmen Oymakları, 5 fasik., 1931-1939.
10 P. Babinger, Die Geschichtsschreiber der Osmanen und ihre Werke,
(Leipzig, 1927, s. 376 vd.) adlı eserinde Cevdet Paşa’yı kısaca tanıtmaktadır.
Ayrıca krş., A. ölmezoğlu, «Cevdet Paşa», İslâm Ansiklopedisi, ve C. Baysun,
«Cevdet Paşa. Şahsiyetine ve İlim Sahasındaki Faaliyetine Dair», Türkiyat
Mecmuası, XI, 1954, s. 213-230.
11 Bizi ilgilendiren bölümler için, krş., no : 10-13 '(yeni seri), 1925-1926.
12 4 cilt, T.T.K., Ankara, 1953-1967.
GÜNEY-DOĞÜ ANADOLU 'N UN ISLÂHI
37â
Tezâkir1i meydana getiren kırk tezkire, Cevdet Paşa’mn hizmet
yıllarının çeşitli devrelerine aittir. Burada bizi sadece Fırka-i İslâ­
hiye’nin gönderilmesine ve Hşlep vilayetinin yeniden teşkilâtlandı­
rılmasına hasredilmiş 27-39 numaralı bölümler ilgilendirmektedir.
Bu kısımlar, XIX. asırda Kilikya’ya nüfus yerleştirilmesi hakkında
oldukça geniş bilgi vermekte ve bu bölgenin islâh tarihi üzerine ışık
tutmaktadır13.
Bu tezkireler, her birinin sonunda bulunan tarihe inanmak ge­
rekirse, 1862 yılında, yâni nakledilen olaylardan onbeş sene kadar
sonra kaleme alınmıştır. Bununla beraber, öyle bir açıklığa sahip­
tirler ki, sanki olay sırasında yazılmış gibidirler. O halde, Cevdet
Paşa’nm, hatıralarını vesikalara dayandırmak için, önemli malzeme­
lere sahip olduğunu farzetmek uygun olacaktır. Cavit Baysun haklı
olarak şahsî notlar varsayımını ileri sürmektedir. Ayrıca, şüphesiz
bizzat Cevdet Paşa’nın başkanlığında, FvrkaA İslâhiye’nin resmî bir
sefer günlüğünün mevcudiyeti de düşünülebilir. Her halükârda,
Tezkireler kendileriyle ilgili olaylar sırasında yazılan raporlardan,
mektuplardan, notlardan, vs. geniş ölçüde yararlanmaktadır. îslâb
devrinde yapılmış istatistik vesikalar gibi bu metinler de çoğu kez
tam olarak zikredilmiştir. Böylece Tezâkir1de, Karataş ve Ayas li­
manları hakkmdaki Ahmet Muhtar Bey’in raporunu11 veya İsken­
derun ve Halep arasında bulunan ticâret ve ulaşım yolları hakkm­
daki Mes’ud Bey’in raporunu13 okumak mümkün olmaktadır)' yine
bu sâyede, Halep vilâyetinin askerî seferden hemen sonra tesbit edi­
len nüfus sayımı hakkında bilgi sahibi olunabilmektedir16. Kısacası,
Cevdet Paşa sadece şâhit olarak değil, fakat tarihçi olarak da çalış­
mıştır; arşivlerde araştırma yapmış, vakayî-nameleri incelemiş, is­
tatistikleri karıştırmıştır. Şüphesiz, hatıralarının zenginliği ve gü­
venilirliği buradan gelmektedir.
Cevdet Paşa sayesinde, seyyahların eksik ve bâzan karışık şehadetleri nisbeten tanzim olunabilmekte ve XIX. asrın ortalarına
doğru, Güney-Doğu Anadolu’da belli başlı üç anarşi yuvası farkedilebilmektedir: İlk olarak, Kilikya ovasının kuzeyinde, Kozanoğul13 Baysun baskısının üçüncü cildi, Ankara, 1963, s. 107-240. Bundan böy­
le, Ts. kısaltması bu cilde atıf yapacak ve onu sayfa numarası takip edecektir.
14 (Ts., s. 191-195).
15 (Ts., s. 228-234).
16 (Ts., s. 220-225).
374
paül, du
Mon t
¡arının hâkimiyeti altında bulunan ve bundan dolayı da Kozan-dağı
adını taşıyan dağlar; ikinci olarak, Sis’ten Gâvur-dağı (Amanus)’na
kadar, kürt ve türkmen göçebe aşiretler elinde bulunan Kilikya ova­
sının kendisi; üçüncü olarak, Payas sancağı ve Keferdiz nâhiyesi17
arasında, belli miktarda asî derebeylerin şiddet faaliyetleri göster­
diği Gâvur-dağı ve Kürd-dağı.
KozanoğuTlan :
Güneyde Sis, kuzeyde Aziziye nâhiyesi, batıda Zamantı çayı,
doğuca Sunbas vâdisi Kozanoğullarmm nüfuz bölgesinin sınırla­
rını çizmektedir. Söz konusu olan, Kilikya toroslanmn göbeğinde,
2000-2700 metre yüksekliğe ulaşan, güç nüfuz edilebilir bir dağlar
silsilesidir. Bu dağlar, Ermenilerle (Sis, Haçin, Zeytun) ve Türkmenlerden müteşekkil bir azınlıkla, bilhassa Selçuklular devrinde
buraya gelen Varsaklarlaıs meskûndur. Kozanoğulları, XVIII. asır­
da mâzisi karanlık bir aşiretten meydana gelmekte ve o zamanlar
Göksu vâdisine yerleşmiş olan ArikTılar’d&n müteşekkil küçük bir
aşiretin başmda bulunmaktadırlar19. 1800’e doğru, Anklilar’m beyi,.
Topal adıyla tanınmaktadır. Kardeşi Hacı adını taşımaktadır. On­
lardan itibaren, Cevdet Paşa’mn topladığı bilgiler20 ve Türk folklor
araştırıcısı T. Toros’un bize gösterdiği bir arşiv vesikası sayesinde,
Kozanoğullarmm soy kütüğü ve tarihi yeniden tanzim edilebilmek­
tedir21. XIX. asrın başmda, Topal’ın -veya belki de Hacı’nm- oğlu
17 Sancak’tan çok daha küçük bir idârî birim olan nâhiye, köyler toplu­
luğundan ibarettir.
18 Bu Kilikya Vorsafcları hakkında Faruk Sümer’in eserinde bir takım
dağınık bilgiler bulunmaktadır, Oğuzlar, 2. baskı, Ankara, 1972. Alishan (Sissouan, s. 176 vd.) bunları A f şarlar aşiretine bağlamaktadır.
19 Cevdet Paşa’ya göre (Tz., s. 109), Kozanoğullarmm Antep yakınların­
daki Kozan köyünden olmaları ihtimali vardır. Alishan, (aynı eser, s. 176) da,
«bu aşiretin Kozan adındaki kurucusunun bu yerlere altı arkadaşı ve Osmanlüarm atasıyla birlikte yerleştiğini» tahmin etmektedir.
20 (Tz., s. 109-119).
21 T. Toros’un ortaya çıkardığı vesika, Meclis-i Valâ sicillerinin özetidir
(Dosya 4, no: 23861). Ts-’lerdeki bilgilerden pek azmi teyit etmektedir. Temel
fark, Yusuf’un soykütüğü konusundadır; resmî kaynağa göre, Yusuf’un baba­
sının Topal değü, Hacı olması gerekmektedir. Diğer farklüıklar, kız çocuklar
ve küçük oğullardan ayrılan soy kolları silsilesiyle ilgilidir.
GÜNEY-DOĞÜ AN AD OLU ’NUN ISLÂHÎ
375
Yusuf, adamlarını Sis’te hükümran olan ve Kozandağı’nın her yöre­
sinde iktidarını hissettiren Divanoğulları’na karşı harekete geçir­
mektedir. Daha sonra, Orta Anadolu’daki Çapanoğulları Adana eyâ­
letini zaptetme teşebbüsüne giriştiği vakit, Yusuf bölgesini kıyası­
ya müdafaa edecek ve felâketten büyümüş olarak çıkacaktır.
Kozan, XIX. asrın ortalarında, mîras oyunlarıyla ikiye bölün­
müştür : Batı Kozan ve Doğu Kozan. Batıda Zamantı çayı ile sınır­
lanan Batı Kozan, kuzeyde -ağanın kışlağı olan- Belenköy bölgesi­
ni ve Rum nâhiyesini, doğuda Göksu vâdisini, güneyde Sis bölge­
sini ihtiva etmektedir. Çeşitli aşiretler, bn geniş bölgeye yayılmış­
lardır. Rum nâhiyesi ve Belenköy arasında Oruçlulara, rastlanmaktadır; Karacalar Göksu’nun iki kıyısını işgal etmektedirler; Sis
bölgesi Ermeniler ve Kürtlerle meskûndur. (Aslında kuzey-doğuda
bulunan) Doğu Kozan kuzeyde Aziziye’den batıda Rum nâhiyesine
kadar uzanmaktadır. Bu bölgede esas itibariyle Ermeniler ve Varsaklar oturmaktadır. Doğu Kozan, Mağara bölgesini, ermeni şehri
olan Haçin’i ve biraz daha güneyde, ağanm oturduğu Gürleşen kö­
yünü ihtiva etmektedir. Gürleşen ve Belenköy arasındaki yol orta­
sında bulunan Feke, her iki Kozan’a da hâkimdir ve âile toplantı­
ları burada yapılmaktadır.
Batılı seyyahlardan birçokları, 1850’ye doğru, Doğu Kozan’m
ağası Çadırcı Mehmed’den söz etmektedirler. Cevdet Paşa, Çadırcı
Mehmed’in «çok yararlı» birisi olduğunu yazmaktadır. Korkunç bir
eşkiya olan Çadırcı Mehmed, Kilikya’mn Mısır işgali devrinde
(1832-1840), İbrahim Paşa’nın birliklerine karşı bir çete gurubu
(gerilla) kurmayı başarabilmiştir. Doğu. Kozan’m aşiret reisi Sa­
mur Ağa’nın Mısırlılara teslim olmasına rağmen, Doğu Kozan bu
devrede, Çadırcı Mehmed sayesinde, Mısırlı valinin kontrolünden
kurtulmuştur. Yine Çadırcı Mehmed, 1850’den sonra, Arabistan ordusunuh komutanı Kıbrıslı Mehmed Paşa’nın kendisine karşı gön­
derdiği tümene başarılı bir şekilde karşı koyabilmiştir.
376
P A U L DU^IÖÎ'ÎT
KozanoğuTları’nm soykütüğü :
.
.
Langlois’ya göre, Çadırcı ihtiyarladığında işi boyun eğmekle
bitirmiş olmalıdır22. Tezâkir’e bakılırsa, aksine onun resmî bir un­
van kılığı altında, yâni Kozan kaymakamı unvanıyla bağımsızlığı­
nı tasdik ettirdiği ortaya çıkmaktadır. Aynı anda, Doğu Kozan ağa­
sı da müdîr unvanını almaktadır23.
«
1850 yıllarında, Çadırcı öldüğü zaman, kardeşi Ömer onun ye­
rine Batı Kozan’ın başına geçer; sonra öz oğlu Ahmed tarafından
o da makamından uzaklaştırılır. Aynı devreye doğru, Doğu Kozan’da, Samur’un oğulları sırasiyle müdîrlik görevine gelirler. (Cevdet
Paşa’ya göre) «tembel bir. mîzaca sahip olan» büyük oğul Ahmed
Varsak?ların vergilerinden ayrılan yıllık bir gelir ile iktifa eder.
Mehmed müdîr olur, fakat dokuz ay sonra ölür; yerine Yusuf ge­
çer24.
Islâh harekâtı arefesinde, resmî Unvanlarına rağmen, Bâb-ı
Âlî’nin hâkimiyetini, ne Batı Kozan’da Ahmed ne de Doğu Kozan’da Yusuf kabul etmektedir. Tam aksine, vergileri kendilerinde alı­
koymakta, silâhlı çeteler beslemekte ve dağlarına sultanın temsil­
cilerinin girişini yasaklamaktadırlar25. Din kanunlarını önemsemeksizin, arzularına göre, idâreleri altında bulunan kişilerin hayat ve
ölüm hakkını ellerinde bulundurmakta, kendi menfaâtlan için mi­
rasların bir kısmını müsâdere etmekte, bir kelimeyle hoşlarına gi­
den her şeyi yapmaktadırlar. Sis’teki Ermeni Patrik’i, Kozanoğulları’na ağır bir haraç ödemek zorundadır20.
Toprak bakımmdan, Kozanoğulları’nın iktidarı, geniş ölçüde
Toroslara yayılmaktadır; hattâ nüfuzları, kendilerine tabî göçebe
aşiretler vasıtasiyle, Kilikya ovası istikâmetine doğru taşmaktadır.
Gerçekten, aşiretler onlara, mevsimlik göçleri sırasında Kozan-dağı
22 Voyage dans la CUicie, s. 82.
23 Ts., s. 112. Bu devirde, kaymakam,sancak yöneticisini ve müdîr, sancak’ın bir bölümü olan kazanın yöneticisini ifâdeetmekteydi.
24 (T z s. 111-112).
25 Langlois, Voyage â Sis, s. 10; Tz., s. 114.
26 Langlois, Aynı eser., s. 45.
ĞÜNEY-DOĞU A N AD O LU ’NUN ISLÂHI
377
vadilerinden (özellikle Göksu) geçebilmek için keyfî geçiş hakla­
rından başka, çaldıkları mallardan (at, sığır, vs.) bir yüzde ve bil­
hassa askerlik hizmeti borçludurlar. Dağlarda, sadece -Ermenilerin
oturduğu-, Haçin ve Zeytun şehirleri belli bir muhtariyete sahiptir­
ler. İdarî bakımdan Doğu Kozan müdîr’ine bağlı bulunan Haçin as­
lında müdir’e haraç ödemekle yetinmektedir. İncelememizin konu­
sunu teşkil eden devrede tam bir hareketlilik içinde bulunan Zeytun’a gelince, o, kendisininkinden başka hiç bir egemenlik tanıma­
maktadır27. Bu şehir dışında, ağalarm hâkimiyetine hiçbir yerde
itiraz edilmemektedir.
Kozan’m yayılma politikası karşısındaki engeller Kozan-dağı’mn haricinde bulunmaktadır: Doğuda Sunbaslı Kökülü-oğullan ve
Yağbasan aşireti; batıda KaraisalI Menemenci-oğulları. Burada sözkonusu edilenler, Kozanoğulları’nın eskiden beri mevcut olan hasımlarıdır: Menemenciler, Kozanoğulları’na saldırmak için Mısır istilâ­
sından faydalanmışlardı28; Yağbasanlar da, Mısırlıların çekilişinden
sonra Osmanlılar Kilikya’yı yeniden ele geçirmek istedikleri zaman,
Osmanlı birlikleriyle ittifak kurarak saldırganlıklarını açığa vur­
muşlardı. Fakat bu kötü komşulara rağmen, Kozanoğullan sarsıl­
maz bir üstünlüğe sâhip gibi gözükmektedirler.
Böyle olmakla birlikte, Kozanoğullan hakkında, çok mübalâğa­
lı bir fikre kapılmamak gerekmektedir. Gerçekten, XDC. asrm or­
talarında, Kozanoğullan büyük bir itibardan faydalanmaktadırlar;
fakat aslında bu itibarı çok daha önce kendileri hakkında oluşan
bir efsâneye borçludurlar. Tezakir okunduğunda, Kozanoğullan ger­
çekten, hayvancılık ve az miktarda ziraatla ve kalan ihtiyaçlanm
tamamlamak için de haydutluk yaparak sefil bir şekilde yaşayan
bir avuç yarı-göçebe29 aşiretlerin başmda, büyük serveti olmayan,
27 ' Tz., s. 120-122. Ayrıca krş., Alishan, Aynı eser., s. 202 vd. Umumî
olarak, bu devrede Kilikya’ daki Ermeni cemaatlar inin tarihiyle ilgili her hu­
sus için bu esere atıf yapmaktayım. Zeytun hakkında, bk., Aghassi, Zeitoun
depuis les origines jusqu’à Vinsurection de 1897, Paris, 1897.
28 Kasım Ener, Tarih Boyunca Adana..., s. 298-299.
29 Tz., s. 113. Langlois (Voyage dans la Cilicie, s. 21) Varsaklarm 800 ça­
dırdan ve Kozanoğullarının 500 haneden müteşekkil olduğunu yazmaktadır.
Cevdet Paşa da (Tz., s. 223-224) Sis’te 3956, Belenköy'de 1895, Haçin’de 1584
müslüman aile saymaktadır. Oysa Alishan (Aynı eser) bu istatistikleri ermeni
halkm sayı bakımından üstünlüğünü gösterecek tarzda yalanlamaktadır.
37S
p a ú l d u Mo n t
okuma yazma bilmeyen ve oldukça köylü tavırlı zorba köy soylu­
ları olarak gözükmektedirler. Bununla birlikte, merkezî iktidarın
ihmali kargısında tehlikeli olmaktadırlar; zira, dağlarmda anarşi­
nin sürüp gitmesinden hiç de memnun olmamaları sebebiyle, bölge­
nin temèl ulaşım yollarmı tıkamakta ve netice itibariyle, ovanın İk­
tisadî gelişmesine engel teşkil etmektedirler. Şehir ticaretinin bü­
yümesi ve verimli bir ta r ımın uygulama alanına sokulması için, Kozanoğulları’yla kesin bir çözüm yolu üzerinde anlaşmaya varmak
mecburiyeti buradan gelmektedir.
Ova Aşiretleri :
Güvensizlik ve kargaşalık hususunda söz konusu olan, sadece
Kozanoğullan değildir. Adana’rnn doğusunda, Ovada bulunan geniş
ekilmemiş araziler, kışın oraya gelen göçebelere bırakılmıştır. Vic­
tor Langlois’ya göre, «Eylülde, Karamanlılar, Türkmenler, Yürük­
ler dağlarından Tarsus ve Adana ovalarına inmekte, oralara çadır­
larını kurmakta ve sürülerinin muhafazasını hamımlarına ve çocuk­
larına emanet ettikten sonra, devecilik yapmaktadırlar. Mayıs aja­
na doğru koyunlarını kırkmakta, onların jûinünü satmakta, kendi­
leri için lüzumlu eşyaları satın almakta, sonra hanımlarıyla buluşmakta, bagajlarmı almakta ve dağlarma dönmektedirler»30. Sis
bölgesinde Hacılar, Leh, Karnitili kürt aşiretleri, Ceyhan’ın sağ ko­
lu üzerinde, Adana ve Sis arasında Sırhmtılı ve Avşar türkmen aşi­
retleri; daha doğuda Bozdoğanlar; nihayet nehrin sol kolu üzerinde
Tecirliler ve Ceridler bulunmaktadır31. Bu göçebeler on bin çadır­
dan daha fazla bir nüfusu temsil etmektedirler32, ve tartışmasız bir
30 Aynı eser, s. 34.
31 Aşiretlerin isim listesi yazarlara göre değişmektedir. Langlois (Aynı
eser,- s. 21-23) T z ’de adı geçmeyen önemli bir aşiret grubu olan Kerim-oğullannı zikretmektedir. (Bu aşiret muhtemelen Bozdoğanların bir koludur: krş., P.
Sümer, Oğuzlar, s. 196). Ayrıca,-Langlois Afşarl&rı kürd aşiretleri grubu içine
yerleştirmektedir ki, bu bir hatadır, ancak kürtleşmiş Avşarlar söz konusu edilebüir. Bu aşiretler hakkında, krş., İslâm, Ansiklopedisi «Avşar» ve «Lek» mad­
deleri, ve bilhassa P. Sümer’in çalışmaları; fransızca olarak, X. de Planhol,
Les fondements géographiques de l’histoire de l’Islam, Paris, 1968.
32 Langlois, Aynı eser, aynı yer. Ts.’in yerleşik halklarla ügüi verileri
aynı ölçüdedir.
GÜ NEY-DOöU AN AD OLU ’NUN ISLÂH I
379
şekilde, yüzbinlerce baş hayvanlarıyla, Kilikya ovasının ziraî kal­
kınmasına ehemmiyetli bir engel teşkil etmektedirler.
Bu göçebe aşiretler sadece, çobanlık faaliyetleriyle, eyâletin
ziraat açısmdan iskânını engellemekle değil, fakat ayrıca bu böl­
gede sürekli kargaşalıklara sebep olmakla da suçlandırılmaktadır­
lar. Langlois’ya inanmak gerekirse, 1850’ye doğru, Adana’dan Sis’e
gitmek için, bir komutanın yönettiği onbeş jandarmalık bir muha­
fız kıtasıyla birlikte yola çıkmak ve aşiret şeflerine yazılmış tavsiye
mektuplarına sahip olmak gerekmektedir33. Bu tedbirlere rağmen,
yolcuların soyulduğu ve devlet temsilcilerinin bozguna uğratıldığı
da görülmektedir.
Adana’dan yaya bir-buçuk saat mesafede bile anarşi hüküm
sürmekte ve frensiz bir şekilde Kozan-dağı ve Gâvur-dağı istikâme­
tinde yayılmaktadır. Ceyhan’ın sağ kıyısı üzerindeki kürt aşiret­
leri ve az bir ölçüde Avşar ve Sırkmtılı türkmenler ganimet elde
etmek için silâhlı çete grupları teşkil etmektedirler. Bunlar, -Kırım
harbi neticesinde Kilikya’ya gelen ve Ceyhan'ın iki kıyısı üzerine
yerleşen34- KafkasyalI Kuzey-Doğu Nogay göçmenlerine ve sol kı­
yıdaki anânevi düşmanları Tecir’ler- ve Cerid’lere saldırmaktadırlar.
Kozanoğulları’nın metbûları olan bu çete gruplan Kozanoğulları
yararına Adana’nın yakın çevrelerini yakıp yıkmakta ve en âdî kö­
tülükler yapmaktadırlar.
Kontrol altına alınmamış bu çetelerin yıkımlarına maruz ka­
lan sadece Kilikya ovası değildir. Maraş sakinleri, tarlalarında T e­
cir’ler, Cerid’ler ve diğer aşiretler tarafından yapılan zararlardan
şikâyet etmektedirler; ancak sadece bu şehrin tüccarları, yaptık­
ları soygunlar neticesinde elde ettiklerini uygun fiyatla kendilerine
terkeden ve yerli zanaat maddelerini yüksek fiyatla kendilerinden
satın alan bu müşterilerin hepsinden memnundurlar35. Maraş’ın öte­
sinde, Uzunyayla’da Avşarlar, eskiden beri sahip oldukları bölgele­
re yakm zamanlarda yerleşen Çerkezler’le çatışmaktadırlar36. Niha­
33 Voyage â Sis, s. 5.
34 Kilikya’daki KafkasyalI göçmenler için, krş., P. Redan, Aynı eser.
35 (Tz., s. 127).
36 H. Grothe (Metne Ver derasien-exped.ition, s .138 vd.), Türkmenlerle
Çerkezler arasındaki münasebetleri mükemmel bir şekilde tahlü etmiştir. A y­
rıca bk., Tz., s. 157.
PAU L DUMONT
380
yet Kayseri bölgesi, Sis’e bağlı ve her yaz Kozan-dağı vâdilerine çı­
kan kürd aşiretlerinin yağma hareketleri tehlikesi altındadır.
İdarî bakımdan çok daha ciddî bir husus vardır : Bu göçebeler
hareketlilikleri sayesinde askerlik hizmetinden kaçmakta ve yü­
kümlü oldukları sayısız vergi ve resimlere (öşür, hayvanlar, deve­
ler ve çadırlar üzerinden alman vergiler, vs.) ancak istemiyerek
razı olmaktadırlar. Bütün bunlardan, bu göçebelerin Bâb-ı A lî’nin
temsilcileriyle münâsebetlerinin son derece gerginleşmiş olduğu
ortaya çıkmaktadır. 1865’te, göçebelere açıkça Kilikya ovasmı
terketmeleri yasaklanacak ve askerlik hizmetine katılma ve mâlî
formaliteleri yerine getirme teahhütlerini ifâya mecbur edilecek­
lerdir.
Gâvur-dağı ve Kürd-dağı:
Ciddî kargaşalıkların meydana geldiği üçüncü bölge Kilikya
ovasının doğusunda bulunan Gâvur-dağı ve Kürd-dağı’dır. Bu dağ­
lar, halkın askerlik hizmetinden ve vergi yükümlülüğünden kurtul­
ması için yeterli değildir; halk itaâtsizüği daha da ileri götürmek­
tedir : Büyük yol hatları üzerinde tertibat alarak, hiç bir endişeye
kapılmaksızın, İmparatorluk postalarının ve kervanların yolunu
kesmekte, Mekke’ye giden hacıları soymakta, hattâ düzenli askerî
birliklerin geçişine engel olmaktadırlar. Buradan şu netice çık­
maktadır ki, XIX. asrın ortalarına doğru, (İskenderun veya Bula­
nık’tan geçen) Adana-Halep ve Adana-Maraş yollarındaki trafik
hemen hemen tamamen kesilmiştir.
Kürd-dağı’nm ve Kuzey Gâvur-dağı’mn önemli bir kısmı (Eğintili, îlhamanlu, Çerçili, Kerkütlü), Okçu İzzeddinlü, Şıklar veA m îkî31 aşiretlerine mensup ve Ömer’in oğlu Deli Halil’e bağlı küf dlerle meskûndur. Bu kürdler, Keferdiz bölgesini ve Bulanık yakın­
larında Gâvur-dağı’ndan geçen yolu kontrol altında bulundur­
maktadırlar. Cevdet Paşa’ya göre, Çerçili, hırsızlıklarının hasılatı­
nı, bilhassa çaldıkları hayvanları satmak için oraya gelen bütün
bölge serserilerine merkez vazifesi görmektedir33.
Bu malikânelerin güneyinde, Gâvur-dağı’nın doğu yakası üze­
37
38
(Tz., s. 114).
(Tz., s. 125).
GÜNEY-DOĞU ANAD OLU ’NUN ISLÂHI
381
rinde bulunan Ekbez, Tiyek ve Hacılar nahiyelerinin nüfusunu, nisbeten itaâtkâr, fakat askerlik hizmetine ve vergiye karşı koyan
Türkler oluşturmaktadır. Bereket versin, bu açıdan, Maraş yolu
üzerinde bir siper meydana getiren Deli Halil’e bağlı kürd çeteler,
idareye karşı etkili bir müdafaa unsuru teşkil etmektedirler.
Maraş’ı Amik ovasına bağlayan ve hemen hemen seyyahlara
yasaklanan vadi bu sırada ancak göçebe aşiretlere geçit vermekte­
dir. Bu aşiretler arasmda, Kürd-dağı’nın kuzeyinde Dumdum ova­
sını işgal eden DeliTmnlular’ ı ve Çelilmnlular’ı, ve bilhassa, kışın
Amik ovasında konaklayan Reyhâniye aşiretini zikretmek gerek­
mektedir39. Sadece bu ReyhâniyeMler hükümete karşı teveccühle­
riyle ayırd edilmektedirler. Aşiretin şefi Mustafa Bey şahsen, Belen
boğazı yoluyla İskenderun’dan Halep’e giden imparatorluk posta­
larının emniyetini sağlamakla görevlendirilmiştir ve bu görevde o,
büyük bir sadâkat örneği göstermiştir.
Gâvur-dağı’nm batı yakasında bulunan Payas Sancak?! serbest
mal ve insan ulaşımına başlıca engeli teşkil etmektedir. Deniz ve
dağ arasına sıkışmış «Payas yolu» Payas kaymakamlarının, yâni
Küçük Alioğullannm esas geçim kaynağını meydana getirmektedir;
bunlar 1800’den beri, yolcular ve ticâret malları üzerinden önemli
ölçüde «geçit hakları» almaktadırlar. Nisbeten bol bir literatürü
özetleyen Alishân, bu ailenin tarihini şöyle anlatmaktadır : «Geçen
asrın sonlarma doğru.ve asrımızın başında, Küçük Ali veya Halil
Bey şiddet faaliyetleriyle ve yağmalariyle dikkati çekti; Payas ve
çevrelerini itaât âltma aldı ve orada otuz-kırk sene müddetle hü­
küm sürdü. Önceleri sadece basit bir çete reisiydi (...). Sonra ikiyüz
kişilik bir birlik meydana getirdi ve sadece Payas’tan haraç almakla
kalmadı, fakat ayrıca bölgeden geçmek zorunda olan hac kervanını
kendisine bir geçit hakkı ödemeye mecbur kılma cesâretini gösterdi
( . . . ) . ’ 1800’de öldü (...). Yerine büyük oğlu geçti (...). Ancak
o, 1817’de, ihânete uğrayarak yakalandı ve [Adana vâlisi Beylanlı]
Mustafa’nın emriyle boynu vuruldu. O zaman oniki yaşında olan
kardeşi Mesdek Bey Maraş’a kaçtı. On sene sonra, Karaca aşiretin­
den Hacı Ali Bey’in Kilikya’nın en büyük kısmı üzerinde gaddarca
hüküm sürdüğü sırada Payas’a döndü (...).
Mısır işgali sırasında (1832-184:0), İbrahim Paşa’ya tâbi oldu
39
Tz., s. 126-127. Ayrıca krg., Eberhard, «Nomads and farmers...».
382
PA U L DUMONT
ve kargılığında çevrenin otuz derebeyi üzerinde kaza yetkisi elde
etti. Adana valisi Ahmed îzzet Paga onu itaat altına almak istedi
ancak kendisini hileyle yakalamaya muvaffak olamadığından, Payas’m yağma edilmesi ve Mesdek ailesinin gaddarca kılıçtan geçiril­
mesi emrini verdi. Mesdek önce Maraş’a kaçtı (...). Bir sene
sonra Kilikya’ya döndü ve kendisini kâh bir Osmanh tebaası kâh
hür bir egkiya ilan ederek yavaş yavaş ilk gücünü tekrar kazandı»40.
Cevdet Paşa’ya göre, Mesdek 1862’de asî ilân edilmiş ve yakalana­
rak İstanbul’a sürgüne gönderilmiştir. Fakat büyük oğlu Dede Bey
Gâvur-dağı’na kaçmayı başarmıştır41.
Payas’taki durum aynı ölçüde- tasfiye edilememiştir ve Küçük
Ali-oğulları’nın hezimeti, işleri düzenlemekten çok öte, onları alev­
lendirmektedir. Gerçekten, Bulamk’m iç kesiminde mâlum Alibekiroğlu’nun yanma sığman Dede Bey, oradan sahil yoluna karşı
seferler tertiplemeye devam etmektedir, aynı sırada bizzat Payas’ta,
hükümetin yeni temsilcisi İmam Bey42, tüccarlara ve hacılara huzur
sağlayacak yerde,. «hizmet»lerine kargılık onlardan cebren keyfî
bahşişler almakta tereddüt etmemektedir. Kısaca, islâh harekâ­
tının arefesinde, durum Gâvur-dağı’nda ve Kürd-dağı’nda çok daha
acıklı gözükmektedir. Böyle olunca, Fvrka-i İslâhiye’miı öncelikle
İskenderun körfezine doğru yelken açma kararı anlaşılmaktadır.
1865 mayısmda, söz konusu olan, Kozandağı’nda nizamı yeniden
tesis etmeyi düşünmekten daha evvel, bütün ulaşım yolları şebeke­
sini felce uğratan Deli Halil’leri, Alibekiroğulları’nı, Dede Beyler’i
yok etmektir; zira, tekrar edelim ki, bölge ekonomisinin gelişme
yoluna girmesi büyük ölçüde bu şebekeye bağlıdır.
Cevdet Paşa sayesinde, Fvrka-i İslâhiye’nin mevcudu bilin­
mektedir. Cesaretleri ve dağ harplerindeki kaabiliyetleriyle şöhret
bulmuş Zeybek ve Arnavutlar’dan yedi tabur doğrudan doğruya
Derviş Paşa43’nın komutası altına yerleştirilmiştir. Bunlar 1865
40 Sis&ouan, s. 48341 {Tz., s. 132).
42 İmam Bey (Tz.’e göre, s. 132) Küçük Alioğulları’nın irsî düşmanların'
dan bir aileye mensuptur.
43 Derviş Paşa (1812-1896), birçok kere mühim komutanlıklarda bulun­
du ve Osmanlı hiyerarşisinde en yüksek mevkileri işgal etti (millî müdafaa
veküi, erkân-ı harbiye reisi, vs...). Krş., İslâm Ansiklopedisi’nûe kendisine tah­
sis edüen biyografik not.
GÜNEY-DOĞU ANAD OLU ’NUN ISLÂHI
383
mayıs sonunda İstanbul’da gemiye binmekte ve İskenderun’a doğru
yola çıkmaktadırlar. Daha sonra bu ilk nüveye, mirliva Kurt İsmail
Paşa komutasındaki dört piyade taburu ve bir süvari alayı; Arslan
Paşa tarafmdan idare edilen iki yüz gürcü ve çerkez süvari; Aleşkirdli Mehmed Bey tarafından idare edilen üç yüz kürd süvari ka­
tılacaktır. Ayrıca, Maraş, Adana, Halep ve Girit’ten çıkan dört
düzenü tabur İskenderun’a doğru yolalmak mecburiyetindedir. O
halde, toplam olarak, Ftrka-i İslahiye onbeş piyade taburu, iki sü­
vari alayı ve beş-altı yüz gürcü, çerkez ve kürd süvari ihtiva edecek­
tir.
Derviş Paşa’nm yedi taburu, 1283 Muharreminin ikinci cumar­
tesi günü (3 haziran 1865) İskenderun’da karaya çıkarlar. Ordu ka­
rargâhını derhal Belen istikâmetinde şehre hâkim olan tepeler üze­
rine yerleştirir. Bu ilk el koyma, islâh harekâtının başlangıcım
tayin etmektedir44.
Haziranın ilk günlerinden itibaren, belli sayıdaki aşiret reisle­
ri, İskenderun ordugâhına bağlılıklarını bildirmeye gelmektedirler :
Bunlar, Reyhaniye aşireti reisi Mehmed Bey; Hacılar nahiyesi reisi
Paşa Bey, Hacılar ayanı ve Tiyek ve Ekbez’in reisi Mehmed Bey’dir.
Bu sırada, Cevdet Paşa’nm yaveri bir beyanname ile Közan-dağı’na
gönderilmiştir. Onun görevi, bir umıımî af karşılığında iki Kozan’m
ağalarının itaâtini sağlamaktan ibârettir.
10 Hazirana doğru, Fırka-i İslâhiye Amik ovası istikâmetinde
harekete geçer ve Gâvur-dağı ile Kürd-dağı arasındaki Maraş yo­
luna girerler. Derviş Paşa’nın birlikleri, belli sayıdaki hafif çar­
pışmalar pahasına, bu bölgeyi islâh etmek için iki ay zaman harca­
yacaktır. Bu başarı bizzat harp meydanında iki yeni şehrin, yâni
Hassa ve İslâhiye’nin kuruluşuyla müşahhaslaşan belli başlı iki saf­
hada gerçekleşmiştir.
12 Haziranda, askerler karargâhlarım Tiyek’ten uzak olmayan,
İskenderun’a yaya iki günlük mesafede bulunan bir yere kurarlar.
Cevdet Paşa ve Derviş Paşa, buraya Hassa şehrini kurma kararı
ahrlar; bu yeni şehir böyle adlandırılmıştır, «çünkü oraya ilk ayak
basanlar, (hükümdarın muhafız alaymı teşkil eden) hassa birlikleri
44 Islâh hareketinin hikâyesi Cevdet Paşa’nın hatıralarında elli sayfa­
dan daha fazla yer tutmaktadır (Tezkire, no: 28, s. 136-190). Burada en mânidar safhaları belirtilmekle yetinilmiştir.
P A U L DUMONT
384
olmuştur»45. Söz konusu olan, ovanın Adumanlt Kürdlerine ve Ha­
cılar, Ekbez ve Tiyek dağlılarına tahsis edilen bir yerleştirme
merkezidir. Aynı şekilde, Hacılar’ıri geri kesimlerinde bulunan
Karafakılilar özellikle hedef alınmıştır. Yerleşme merkezi yüz­
lerce eve (halk vergi borçlarına karşılık ağaç tedârik etmekle
yükümlü tutulmuştur), bir okula ve tabiatiyle bir kışlaya sahip
olacaktır. Dört kişilik bir belediye meclisi kurulmuştur.
13 Hazirandan itibaren, asker yazma ve malî sayım muâmeleleri Hassa’nm müstakbel yeri üzerinde başlamaktadır. Gâvur-dağı’nm Karafakılılar’ı ve Kürd-dağı’nın belli başlı aşiretleri bağlılık­
larım bildirmektedirler. Bölgenin eşrafı mükâfatlar alarak oradan
uzaklaşmıştır (Hacılar’m Paşa Beyi ikibin kuruş ve Elbistan mü­
dürlüğünü elde etmektedir; Tiyekli Mehmed Bey bin kuruşla An­
takya’ya gönderilmiştir).
Bir ay kadar daha sonra, Hassa’dan kuzeye doğru iki günlük
mesafede, Niğbolu şa.tosunun yakınında aynı gelişmeyle karşılaşıl­
maktadır. Burada Derviş Paşa’nın askerlerinin geçişini belirleyen
İslâhiye, önemli yol hatlarının kesişme noktasında (Maraş-İskenderun yolu, Gâvur-dağı’ndan geçen Adana-Halep yolu) ve kuzey Gâvur-dağı’nın kürd bölgeleri bitişiğinde stratejik esaslı bir mevkî
işgal etmektedir. Yeni şehir böylece sadece Deli Halil’e bağlı dağlı
aşiretleri değil, fakat Bulanık’m iç kesimlerindeki halkları (Kara- '
yiğit-oğlu, Kayyak-oğlu, Çend-oğlu) ve doğuda, Dumdum ovasınm
Çelikânlular’ va.ı ve Delikârilular’ mı da kontrol altında bulundurmak­
tadır. Bu şehir bölgenin başlıca yerleşme yeri (iki bin hâne) ve Has­
sa, îzziye ve Bulanık kazalarının kendisine bağlanacağı bir liva’nm
idâre merkezi olma yolundadır.
Hassa’da olduğu gibi, asker toplama ve vergi sicillerinin teş­
kili hiç bir zorluğa uğramaksızın yapılmaktadır. Sadece Gâvurdağı’na sığınmış bir kaç eşkiya -kürd Deli Halil, Payaslı Dede Bey
ve onların misafiri Alibekiroğlu- hâlâ bir tehlike unsuru olmaya de­
vam etmektedir. Bununla beraber, onlar da neticede, tahripkâr sal­
dırılar sonunda teslim olacaklardır.
Ağustos başında, Fırka-i- İslâhiye Kilikya ovası istikâmetinde
Gâvur-dağı’nı geçmektedir. 20 Ağustosda, Bulanık’m iç kısımları­
nı islâh ettikten sonra, Cevdet Paşa ve Derviş Paşa karargâhlarını
45
(Ts., s. 142).
GÜNEY-DOÖU A N AD O LU ’NUN ISLÂH I '
385
Çukurova’nın doğu ucunda bulunan Hacı Osmanlı’ya yerleştirirler,
iskân politikalarına devam ederek, orada Osmaniye kasabasmı kur­
ma kararı alırlar; ovali- Tetirleri ve Ceridleri ve Gâvurdağlı Çendoğullarv’m buraya bağlarlar.
Nihayet, Eylül başında, Osmaniye’yi terketmekte ve Sis’e doğ­
ru yönelmektedirler. Başlangıçta, Kozan-dağı’nm islâhı, Gâvur-dağı
ve Kürd-dağı’nınkinden çok daha güç gözükecektir; zira halk, alı­
nan emirlere kulak asmaksızm, vadileri boşaltmışlar ve yaylalara
sığınmışlardır. Sis sakinleri bile, yerleşik oldukları halde, ortalık­
ta yoktur.
Bu durum karşısında, Fırka-i İslâhiye komutanları, yorgun bir­
liklerle bir yıpratma harbine girişmekten çekinecek, bir yatıştırma
politikasını faydalı bulmuşlardır, iki Kozan’m ağalarına ve onların
akrabalarına haberciler gönderirler. Sürgünü kabul etmeleri karşı­
lığında, her türlü yetkilerine istinaden onlara makamlar ve beylik
gelirleri vaadinde bulunurlar. Bir yandan da, aşiretin aşağı taba­
kasını şiddetli bir dinî propagandaya mâruz bırakırlar. Sis’e gel­
diklerinde, ilk işleri orada Cuma namazını kıldırmak olmuştur (Cev­
det Paşa’nm yazdığına göre46, bu namaz Kozan-dağı’nı yerinden oy­
natmıştır). Uğradıkları her yerde, iyi bir ücretle maaşa bağlanan
ve Osmanlı nizamı lehinde çalışmakla görevli bir imam tayin et­
mektedirler. Nihayet -başka bir planda- sonuncu bir delil olarak
malî genel af ilân etmektedirler.
Şiddetli pazarlıklar birbirini takip etmektedir. Netice itibariyle,
Batı Kozan ağası Ahmed, Paşa unvanını ve makamına, uygun sene­
lik ikibin beşyüz kuruşluk bir gelirle Kütahya kayamakamlığını el­
de etmektedir; kardeşi Ali, bin kuruş almaktadır; babası Ömer Ağa
ise dörtbin kuruşa ve Konya tarafında bir çiftliğe sahip olmakta­
dır. Doğu Kozan’da, Yusuf Ağa, ikibin beşyüz kuruş elde eder, fa ­
kat Sivas’a sürgün gitmek zorunda kalır; Kayseri’ye göz hapsine
gönderilen kardeşleri Hacı Bey ve Musdik Bey’den ilki ikibin beş­
yüz ve İkincisi bin kuruş almaktadırlar. Kozandağlı muhtelif asiller
de, Kozanoğlu’na tevcih edilenlerden daha az olmasına rağmen, ha­
tırı sayılır gelirler elde etmektedirler47.
46 {Ta., s. 172).
47 Kozanoğullarının itaât edişlerinin hikâyesi {Tz., s. 172 vd.), ermeni
kaynaklarını kullanan Alishan (Aynı eser, s. 178) tarafından dogrulanmaktadır.
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 25
PAUL, DUMONT
386
Netice itibariyle, Ekim ayının ortalarına doğru, Kozan-dağı,
silâha el atılmaksızm, barışa kavuşturulmuş gözükmektedir. FırTca-i
İslâhiye’nin komutanları, haberi Bâb-ı Âlî’ye telgrafla bildirirler ve
hemen vergi listelerinin yapılmasına ve askere alınacakların kur’ a
çekim işlemlerine başlarlar.
Tam bu sırada, evvelden bilinemeyen bir felâket her şeyi yeni­
den altüst etme tehlikesi doğurmaktadır: Kolera. Salgın hastalık
Ftrka-i İslâhiye arasında yayılmakta ve birçok insanın ölümüne se­
bep olmaktadır. Henüz Sivas’a taşınmamış olan Doğu Kozan Ağası
Yusuf, Feke’nin kuzeyinde bulunan dağlardaki askerleri âniden terketmekte ve dağlılardan müteşekkil ehemmiyetli bir çetenin başı­
na geçmektedir48. Bununla beraber, Kurt İsmail Paşa, Karacalar’ m
yardımıyla, bu beklenmedik, isyanı bastırmaya muvaffak olmakta
ve Gürleşen sâkinleri tarafından ihânete uğrayan Yusuf hapse
girmek mecburiyetinde kalmaktadır. Yusuf, birkaç gün sonra he­
nüz aydınlığa kavuşturulmamış bir şekilde öldürülecektir. Cevdet
Paşa, Yusuf’un kaçmaya teşebbüs ettiği bir sırada vurulduğunu
yazmaktadır49. Fakat sözlü an’âne onun idam edildiğini ve hattâ
askerlerin öz oğluna babasını öldürmek için baskı yapmak istedik­
lerini nakletmektedir. Bu ihtimâl doğru olabilir, çünkü Kozanoğulları’nda baba katli yaygındır.
Bu trajik olay, şüphesiz dağlı ahâliyi son derece sarsmıştır,
çünkü hâlâ bugün Kilikya’da Yusuf’un mâtem ağıtı hatırlanmakta­
dır50. Her halükârda, Kozan-dağı’ndaki askerî harekâtların sonunu
belirleyen olay, onun ölümü olmuştur. Daha önce Konya’ya sürülen
bütün Kozanoğulları Samsun’a sevkedildiler ve oradan İstanbul’a
gönderildiler; ayrıca galip gelenler onların mallarına el konulma­
sını ve satılmasını emrettiler. Kütahya kaymakamı tayin edilen,
48
(Tz., s. 183).
49 (Tz., s. 188).
50 Kilikya’da çok geniş bir alana yayılmış olan bu ağıtın birçok varyantı
bilinmektedir. Meselâ krş., K.S. Göğçeli, Ağıtlar, Adana, 1943, s. 14-15; C. Öztelli, Köroğlu, ve Dadaloğlu, İstanbul, 1953, s. 91-92; O.G. Aydemir, «Dadaloğlu’nun bilinmeyen yedi şiiri», Türk Folklor Araştırmaları, 195, ekim 1965. W.
Eberhard, Minstrel Tales from South-eastem Turkey (1955) adlı eserinde bu
ağıtı İngilizceye tercüme etmiştir.
GÜNEY-DOĞU AN AD OLU ’NUN ISLÂHI
387
Batı Kozan’m eski ağası Ahmed Paşa’nın makamını koruduğu sa­
nılmaktadır51.
Cevdet Paşa ve Derviş Paşa, söz konusu derebeyler kesin ola­
rak bertaraf edildiğinden, gayretlerini bundan böyle tamamen Kir
likya’mn İdarî teşkilâtlanmasına ve iskânma hasredebilmektedirler.
Gâvur-dağı’nda olduğu gibi, yeni bir şehrin, yâni Kars-ı Zülkadriye’nin kuruluşuna karar vermekle işe başlarlar, bu şehre Bozdoğan
aşiretini ve Tatarlıları bağlarlar : Bozdoğanlar daha çok Hemite et­
rafında yerleşeceklerdir52. Tehlikeli tutumları sebebiyle Sunbas
bölgesini terketmeye mecbur edilen Tutarlılar ovada, Kars-ı Zülkadriye’nin hemen yanında bulunan Pazaryeri’ne yerleşmek zo­
runda kalırlar53. Cevdet ve Derviş Paşalar, Karinti ve Sarkıntı aşi­
retlerini de yerleştirme kararı alırlar: Karinti sâkinleri, Sunbas böl­
gesinde, Yusuf Ağa’nm ayaklanmasına katılmışlardı; ceza olarak,
köyleri yakıldı ve yerleri değiştirilerek Kars-ı Zülkadriye’ye yer­
leştirildiler54; önemli bir Türkmen aşireti olan Sarkmtılılar Sis ve
Adana arasmda, kışlık konak yerleri olan mevkîye iskân edildiler55.
Nihayet, dört kazaya ayırdıkları (Sis, Belenköy, Haçin ve Kars-ı
Zülkadriye) ve bir asker olan mirliva Hüsni Paşa’ya emanet ettik­
leri Kozan sancak’mın idârî yapısını yeni bir teşkilâta kavuştur­
dular.
Kasım ayı ortalarında, seferden altı ay sonra, islâh hareketi
yolunda gözükmektedir. Dört yeni şehir (bunlara Amik ovasının
doğusunda bulunan Reyhaniye de ilâve edilecektir) inşâ halindedir.
Gâvur-dağı ve Kürd-dağı kürdleri teslim olmuşlar, Kozandağı’ndaki
belli başlı elebaşılar ölmüş veya sürülmüşlerdir. Ayaklanan aşiret­
ler Osmanlı ordusuna rehineler teslim etmek zorunda kalmıştır.
Kuvvet denemesi ötesinde, şimdi Kilikya ovasının iskânı ve bölge
ekonomisinin canlandırılması uğrunda, uzun zaman isteyen bir ça­
lışmaya girişmek söz konusudur.
51 Ahmed Paşa, 1878’de, Kozandağı’nda bir ayaklanmanın başında gö­
rülecek (Tezkere, no : 40, Baysun baskısı, Ankara, 1967, s. 174-175), fakat ya­
kalanarak Trablus’a sürülecektir («Ma’ruzat», Türk Tarih Encümeni Mec­
muası, yeni seri, 10, 1925, s. 280).
52 (Tz., s. 204).
53 (Ts., s. 180).
54 (Tz., s. 187).
55 (Tz., s. 189).
388
P A U L DUMONT
Kilikya ovası, daha bizi ilgilendiren asırda yer yer bilhassa ba­
tıda Tarsus çevresinde tarıma elverişli hâle getirilmiştir. Orada
buğday, arpa, susam ve tütün tarımı yapılmaktadır. Mısır’ın mü­
dahalesi, 1830 yıllarında bu bölgede şeker kamışı ve bilhassa pa­
muk ekim ini yaygmlaştırmıştır. Arıcılık başarılı bir durumdadır.
W.B. Baıker’e göre, Adana Paşalık’ı, 1840’a doğru, 18.000 balya pa­
muk, 100.000 okka yün, 15.000 okka balmumu, 520.000 kile (1 kile
180 okka) hububat, 30.000 kile (1 kile 125 okka) susam, 1.000 kan­
tar tütün ve belli bir miktar orman ürünü üretmektedir56.
Hiç şüphesiz bunlar inanılmayacak rakamlar değildir, fakat
inkâr edilemeyen ziraî bir hamleye şehâdet etmektedirler. Kilikya’nm gelişmesinden sorumlu olanlar, bu durumu bildiklerinden, çok
tabiî olarak, islâh hareketinden sonra, şüphesiz tarımı yayma po­
litikasını güdeceklerdir.
İlk hedef, yeni topraklar fethidir. Adana’nm güneyinde ve do-'
ğusunda, bahçeler bölgesinin ötesinde, otlarla örtülü işlenmemiş ge­
niş sahalar gözükmektedir. Seyhan ve Ceyhan nehirleri, denize yak­
laştıklarında, bir bataklıklar ağı içinde kaybolmaktadırlar. Kuzey­
doğuda diğer bataklıklar, Anavarza şatosunu çevrelemektedirler. İş­
te Fvrka-i İslahiye tarafından görevlendirilen yetkililer, bu ekilme­
miş boş alanlarda işe başlayacaklardır.
1866’dan itibaren, o zaman Halep57 valisi bulunan Cevdet Pa­
şa, ilk neticeleri gözleyebilecek durumdadır. Bir teftiş gezisi sıra­
sında geçtiği Kilikya ovası pamuk tarlalarıyla ve meskenlerle ör­
tülüdür. Hiç şüphesiz bu meskenler, şimdilik ancak M ’lardan, yâni
hasır ve kamışlardan yapılmış hafif tesislerden ibârettir; bununla
beraber iskân yolunda ilk adım atılmışa benzemektedir. Aslında bâ­
zı aşiretler, sert malzemeden yapılmış yapılar inşâ etmeye başla­
mışlardır bile: arkeolojik maden yataklarının taşlarım kullanan
56 Lares and Penates, s. 380;, ayrıca krş., Langlois, Voyage dans la Cilicie, s. 37 vd. Bölgenin türkçe toplu bir tasviri için, Kasım Ener’in daha önce
zikredilen eseri.
57 Halep, Payas, Adana, Kozan, Maraş ve Urfa sancaklarını ihtiva eden
bu geniş vilâyet, 1866’da Cevdet Paşa’nın şerefine kurulmuştur. Bâb-ı âlî’nin,
Cevdet Paşa’ya bu makamı tevdi ederek, Kilikya’nın islâh edicisini şereflendirmekten daha çok, onu bir gözden düşüş devresi yaşadığı İstanbul’dan uzak­
laştırmayı hedef aldığı düşünülebilir {Tz-, s. 195-199).
ĞÜNEY-DOĞU ANADOLU’NUN ISLÂH I
389
Kars-ı Zülkadriye sâkinleri ve Hemite’li Bozdoğanlılar bunlardan­
dır38.
Göçebeliğin dirilmesini engellemek için, belli ölçüde sert ted­
birler alınmıştır: aşiretlere vadiler ve Kozan-dağı ve Gâvur-dağı ge­
çitleri yasaklanmıştır, bu aşiretlerin çadırları yırtılmış ve yakılmış­
tır. Gâvur-dağı’ndaki karışıklıklar neticesinde, dağlı ahâlî, ya Payas yakınında ya da Hassa çevresinde, ovaya yerleşme emrini al­
maktadırlar. Aynı şekilde, Kozandağlı bâzı aşiretler, daha önce gö­
rüldüğü gibi, Zülkadriye bölgesine yerleşmek zorundadırlar.
Başka bir baskı tedbiri de, Uzunyayla’nm, kısa bir zaman ön­
ce, KafkasyalI göçmenlerle iskân edilmesidir. Bunlar geçitleri kont­
rol altında bulundurmakta, aşiret göçlerini, özellikle Avşarlar’m göç­
lerini yasaklayacak tarzda, topraklarını sert bir şekilde müdafaa
etmektedirler. H. Grothe’nin yazdığına göre, «Çerkezlere, bilhassa
geçitlerin yakınında, köyler kurabilecekleri yerler gösterilmiştir
ve onlara Avşarlar1m her türlü yer değiştirmelerine kuvvetle karşı
koyma görevi verilmiştir. Böylece, Avşarlar ve Çerkezler arasında
ekseriya kanlı çarpışmalar meydana gelmiştir. Bu sebeple, Avşar­
lar Çerkezler’i bugün bile en kötü düşmanları olarak telakki etmek­
tedirler»59. Bir isyan teşebbüsünden sonra60, Türkmen aşiretleri an­
cak yaylalarının kaybına ve kendilerine zorla kabul ettirilen, Kilikya ovasına, Dumdum ovasına veya başka yerlere iskâna boyun eğe­
ceklerdir. Fakat göçebe hayat özlemleri, folklorda, meselâ halk şairi
Dadaloğlu’na atfedilen şiirlerde ifâdesini bularak, günümüze kadar
devam edecektir.
Daha sonra, Kilikya’mn iskânı farklı şekiller altmda sürdürü­
lecektir : mevsimlik işlerin cezbettiği kürdlerin sürekli sızmaları ve
tedricen orada alıkonulmaları; 1873-74 kıtlığı neticesinde Anadolu’lularm yoğun muhâcereti; XIX. asrın ikinci yarısında Osmanlı împaratorluğu’nu komşularıyla karşı karşıya getiren harplerin akı­
şına uygun olarak Gürcüler’in, Rumelililerin, vs... göçü. Misâl ola­
rak, P. Redan, Kilikya’ya yerleşmiş Çerkezlerin sayısını 250.000,
58
(Tut., s. 204).
59 Meine.Vonderasien-expedition, s. 138; E.J. Davis (Life in Asiatic TurTcey, s. 72), Kilikya ovasında aynı zıtlıkları mügahade etmektedir.
60 (Tz., s. 203).
390
PAU L DUMONT
Kürdlerin 30.000 ve Arapların 120.000 olarak tahmin etmektedir61.
Bu iskân gayreti karşısında, göçebe hayat şüphesiz kısa zamanda
kaybolmayacaktır. Daha 1874’de, E.J. Davis, Kilikya ovasını sü­
rüler ve çadırlarla örtülü olarak tasvir etmektedir62. Gerçekten,
(mahallî yetkililerin gayretli tedbirlerine rağmen) yerleşik hayata
geçiş yavaş yavaş gerçekleşecek ve ardarda göçebelerin yeni fet­
hedilen topraklar dışında uzun bir sürülme tekâmülü geçirecek­
tir. Zâten, kısa mesafeli göçler ve çok yaygın bir yarı-göçebelik,
Kilikya’da XX. asrın ortasında devam edip gidecektir; romancı
Yaşar Kemal’in çok dikkatli tasvirleri buna şâhit olmaktadırlar.
Fakat iskân siyasetlerine paralel olarak Kilikya’nm yenilen­
mesinden sorumlu olanlar, gerçek bir İktisadî hareketin ihtiyaç­
larına uygun bir alt-yapı zaruretini farkedeceklerdir : yollar, li­
manlar, binalar,vs... Sorumluların Bâb-ı Âlî’ye gönderdikleri ra­
porlar, resmî binaların (idare merkezleri, zâbıta karakolları, hapishâneler, vs...), okulların, câmîlerin ve bilhassa hanların inşası için
tahsis edilen kredilerin yetersizliği üzerinde ısrarla durmaktadır.
Cevdet Paşa, hanların yokluğu sebebiyle, tüccarların yer değiştire­
mediklerine ve ticarî işlerin durgunlaştığına dikkati çekmektedir.
Cevdet Paşa ve ekibi ulaşım meselelerine önemli bir yer ayır­
maktadırlar. 1867’den itibaren, Sis üzerinden Adana-Kayseri ve,
Osmaniye ve Bulanık üzerinden Adana-Halep (veya Maraş) yolla­
rı tam bir emniyet içinde kullanılabilmektedir. Kervanlar, Halep
ve Bilecik arasmda bir araba yoluna bile sâhiptirler. Diğer yandan,
Payas yolu hacıların ve tüccarların hizmetine sokulmuştur. Aynı
devrede, Mes’ud Bey adında biri ,bir demiryolları yapımı programı
teklif etmektedir. Fakat Mersin-Adana hattı ancak 1886’da açıla­
caktır.
Ayrıca liman tesislerinin yenilenmesi zarureti üzerinde durul­
maktadır. Gayretler bilhassa, bölgenin en önemli limanı olan Mer­
sin’de ve İskenderun’da faaliyete geçirilecektir; fakat yepyeni çö­
züm yolları da geliştirilmiştir : Meselâ, (FvrhaA İslâhiye’nin subay­
larından biri olan ve 1887’de Anadolu ordusunun başkomutanlığına
terfî eden) Ahmed Muhtar, Karataş ve Ayas iskelelerini yeniden
61 P. Redan, Aynı eser; bu göç hareketleri hakkında, kr§., G. Tsalapos
ve P. Walter, Rapport sur le domaine impérial de Tchoucour Ova, Paris, 1911-12.
62 E.J. Davis, Aynı eser, s. 151.
GÜNEY-DOĞU ANADOLU’NUN ISLÂH I
39İ
canlandırmayı teklif etmekte, ve Ceyhan üzerinden gemi taşımacı­
lığı projesine muhalif gözükmektedir63.
Bundan başka, ele alman sadece alt-yapı meşguliyetleri değil­
dir. Islâh hareketinden hemen sonra Kilikya’daki hamle zihniyet
meselelerini de içine almaktadır : Yerleşik hayata geçirilmiş ahâli­
ye tarımcılıktaki kâr zevkini aşılamak söz konusudur. Bu açıdan,
yetkililer tarım ürünlerini değerlendirmek (ve belki de normal de­
ğerinden daha pahalı bir hâle getirmek) için sistemli bir politika
takip etmektedirler, piyasaya bölge için çok fazla miktarda para
sürmektedirler64. Zâten yetkililerin elinde çok daha büyük bir koz
vardır: Pamuk. Bu sanayi bitkisinin sağladığı gelirler kısa zaman­
da yeni çiftçiler üzerinde etkili olacaktır. Fakat yukarıda da söyle­
nildiği gibi, pamuğun verimliliği aşikâr olmasına rağmen, çobanhk
hayatmdan köy hayatma geçiş tek bir hamlede gerçekleşmeyecek­
tir. Aksine, yerleşik hayata geçiş, 1865’ten sonra, sayısız isyanlara
eşlik edecektir. Şüphesiz kargaşalığın büyük bir kısmı dağlar üze­
rinde cereyan etmektedir: İslâh hareketinin hemen akabinde, Gâvur-dağı’nda ve Kozandağı’nda ayaklanmalar patlak vermektedir.
Aiishan bütün 1870 yılları boyunca Toros’taki mukâvemet hareket­
lerine dikkati çekmektedir. Fakat ovanın da bunalımlarından kur­
tulması mümkün değildir : Bir yanda, aşiretler eski yaylalarına dön­
mek için mahsûllerini terketmektedirler63; diğer yanda, Çerkezler’i
soymakta ve katletmekte, veya kendilerini öldürmektedirler; başka
tarafta, değişik idari kontrollerden kurtulmayı denemektedirler.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu eski göçebeler için, asırlar
boyu süren çobanlık hayatından sonra, bütün bir ekolojik münase­
betler sistemi çökmektedir; yeni bir coğrafî ve İktisadî ortam içine
girme, onlara tabiata karşı, ve isyana teşvik edici gözükmektedir,
bunda şaşılacak bir şey yoktur. Zâten .Kilikya ortamında yayla
hasreti sadece aşiret ayaklanmalarını ifâde etmemektedir. Başka,
faktörleri de nazarı dikkate almak gerekmektedir : ovanın çok kötü
iklimi, orada kol gezen hastalıklar (sıtma, dizanteri, v s ...); Türkmenler, Çerkezler ve Ermeniler arasında etnik kavgalar; nihâyet
1870 yıllarından itibâren, çeşitli halk tabakaları arasındaki gerilimleri artıran nüfus baskısı.
63
64
65
{Tz., s. 191-195).
(Tz., s. 154-155 ve 208).
(Tz., s. 208).
392
PATİL DUMONT
Her ne olursa olsun, 1865’ten sonra Kilikya’nın iskânı artık
hakikaten tehlikeden kurtulmuştur. Aşiret reislerinden büyük bir
kısmı pamuğun cazibesine kapılmaktadırlar : çok geniş alanları
tekelleri altma almakta, kendine bağlı fakir halkı arazilerinde ça­
lıştırmakta, birkaç senede olağanüstü servetler yığmaktadırlar.
Eski bataklıklar üzerinde tarım imparatorlukları yaratılmaktadır66.
Bu aşiret aristokrasisine, XIX. asrın sonundan itibaren, kapitalle­
rini toprağa yatıracak olan yüksek memurlar ve âmirler, tüccarlar,
vs... eklenecektir.
Böylece, yavaş yavaş, Kilikya ovası, tek parçalık hektarlardan
binlercesinin -bu bölgede tarım kapitalizminin tırmanışını damga­
layan haksız müsâderelere ve gasbetmelere rağmen- Osmanlı ısla­
hatçılarının inkâr edilemeyen başarısmı yansıttığı bugünkü çehre­
sini kazanacaktır.
Bahattin Yediyıldız
66 Kilikya’da, mülk toprakların ortaya çıkışı hakkında teferruatlı bir in­
celeme için, W. Eberhard’ın daha önce zikredüen makalesine müracaat edümelidir. Ayrıca, krş., M- Kıray ve J. Hinderink, Social stratification as an
obstacle to development, New York, 1970.
GÜNEY-DOĞU ANAD OLU ’NUN ISLÂHI
3Ö3
KOZANOĞULLARI’NIN SOYKÜTÜĞÜ*
r—A li.
Samur.
Çadırcı Mehmed
•Ömer
•■Yusuf
•Ahmed
•Mehmed
•Yusuf
•Hacı
Ömer
«Halil
_ Ahmed
- Yusuf
- Mehmed
m
. Mehmed
•Mısdık
r ~İ8mail
‘L Ali
•Enbiya
Ahmed
pYU SU F-
usuf
smaü
— Derviş ___ r s
•Ahmed
“Topal
— Hüseyin ——Mehmed
P Mehmed
AU
•Hacı
■Halil
J
■Ali i .. i I. Osman
-Hacı
•-Hasıl '
“ Hacı ■
Osman
t~lbrahim
i— Mehmed
Mehrr —i_M ehmed.
■Hamsa
. Mustafa
L—Hacı
İtalik harflerle yazılan isimler, islâh devrinde hayatta olan Kozanoğu
larmı göstermektedir.
PAU L DUMONT
LA PACIFICATION- B C SUD-EST ANATOMİMİ EN ISOs'
.
-
,-‘V r 1 - .
-
LA PtAINE CILICfEN'NE . '
jeuses
eşme
o f tfle f r n n n o c
d « ir»fcol.(eym ck) :
■:•
l £ i i iy iv^ i '.nem Îc.ülbu {o f if « ) *
^
->r .
#® çcJısat(Ofl d e s q u o r t i r t i
fy*
.yds «32313 « Aziziye
.
pacta) y J '■■.■■'-
(Çukur Ova Bölgesi Haritası).
109
••
,>
-
:
YEMEN VÂLİSÎ OSMAN NURİ PAŞA’NIN YOLSUZLUKLARINA
DÂİR İMZASIZ BİR LAYİHA*
İhsan Süreyya Sırma
Osmanlı Devleti’ni senelerce meşgul ^den Yemen isyanlarının
bir çok sebebi yanında, oraya gönderilen idarecilerin beceriksiz­
liği ve şahsi tasarruflarını da zikr etmek lazımdır. Yemen Valisi
Osman Nuri Paşa da bunlardan biridir.
Adı geçen vali, Yemen’e varır varmaz, kendi başına buyruk
olmuş, ve Osmanlı siyasetine tamamen zıt olan bir idare sistemi
kurmuştur. 1305-1306 tarihleri arasında Yemen valiliğinde bulu­
nan Osman Nuri Paşa, haksız tutuklamalar, kanunsuz tayin ve na­
killer ve yerli şeyhlere yaptığı zulümle halkın nefretini kazanmış
ve adeta halkı isyana davet etmiştir.
Aşağıda sunduğumuz belge, bu hadiseleri anlatmaktadır. Os­
manlI Devleti’nin dış siyasetine bir nebze ışık tutacak olan bu gibi
belgelerin yayınlanmasında fayda, ve belki de zaruret vardır.
Lâyîha/nm metni :
Yèmen Vilayeti iki, iki buçuk milyon nüfûslu şâmil ve vilâyât-ı
sâireye nisbetle üç vilayete muadil bir vilayet ve Devletçe İslah ah­
valine ve vilâyât-ı şâire gibi bir an evvel tamamiyle medeniyyete
idhaline ve her cihetten terakkisine sa‘i olunmakta olduğu halde
vilayu’l ahakki Devletlu Osman Nuri Paşa hazretlerinin zamanında
pek çok tedenni etmiş ve Yemen ahvali, cihât-ı sâireden muzmahill
* Başbakanlık Devlet Arşivi, Yıldız tasnifi, Kısmı no. 18, Evrak no.
553/217. Zarf no. 93, Karton no. 35.
396
İHSAN SÜ R EY Y A SIRM A
bir hale gelmiş ve ağleb esbabı, gerek mürevvic-i efkârı bulunma­
larından nâşi, livalara mutasarrıf ta'yin ettiği zatların ve nasb. et­
tiği kaymakamların sû-i idaresiyle mu‘amelât-ı nâbecâsı ve gerek
kendisinin müteneffizan ve ahali hakkında şiddeti ve menafi‘-i
zatiyesi uğrunda hârekât-ı müstebidanesi gibi muamelattan ileru
gelmiş ve bu gibi mu‘amel âttan dolayı ahalice bir nefret-i ‘azime
hâsıl olmuş olduğundan ve kendisinin batş ve şiddetinden ihtirazen, değil ahali, ümera-ı askeriyyeden ve erkan-ı vilayetten bile
hiç bir kimse şakk-ı şuffeye ictisar idemiyeceğinden ve her türlü
İslahata kabil ve ahalisi muti' bulunan vilayet-i mezkûrenin meza­
lim ve ittibdadla muzmahil olması tecviz buyurulmayacağım bil­
diğimden hasbe’l hamiyye vali-i müşarûn ileyhin ahvali ve mu'amelât-ı müstebidane ve mezalimkârâne ve kanun şikestanesinden ka­
lemle arzı kabil olabilenlerden bazılarını ber vech-i âti maddeten ve
mufassalan arz ve ihbân cür’etyâb oldum.
Birinci madde : Ehl-i servetten bulunan meşayihi getirerek
habs ve tazayyuk itmeğe alışmış olan vali-yi müşarûn ileyh Zeranik
nâm mahallin Şeyhini dahi Beytu’l Fakih’de bulunduğu sırada ge­
tirerek hod be hod habs ve ihtilattan men' gibi muamelatla tazyik
itmesiyle aşiretinin efradı derhal vadi-i isyana saparak, telgraf
tellerini kat' ve telgraf çavuşunu dahi tuttukları gibi otuz develik
bir kafileyi urarak nehb ve vali-yi müşârûn ileyhin bulunduğu Bey­
tu’l Fakih etrafına toplandıklarında, bunları def' itmek içun asakir-i mevcûdeye verilmek üzre vukubulan talebiyle gönderilmiş olan
cephane mahsûr kalmış ve bir rivayete nazaran zabt edilmiştir. Bu­
nun üzerine vali-yi müşarûn ileyh bi’l meeburiyye Hiraz’dan iki ta­
bur asakir-i şahane taleb etmiştir.
İkinci madde : Edyan ve mezahibin hürriyeti Devlet-i Aliyyece
muttahaz usûl-i iktizasından olduğu halde, vali-yi müşarûn ileyh
Yemen ve bi’l husûs San'a ahalisinin ekserisi Mezheb-i Zeydi’den
bulunmaları mülabesesiyle ezanda «Hayyi ‘ala hayru’l ‘amel» keli­
melerini kıraat itmeleri ve Hz. Ali ile bazı sahabe-i kiramı «Sallallahu aleyhi vesellem» ile yâd itmeleri, mezhebleri iktizasından iken
vali-yi müşarûn ileyh, bu adet-i kadimeyi ref‘ itmek tasavvuruyla
bir takım evamir i'tasiyle ahalice bir heyecan-ı azîm hasıl olarak
San'a etrafında bulunan nevahi kabailinden yedi sekiz bin nüfusu
tecemmu' ve cuma günü adetlerinin men' olacağı sırada ihtilal icra
YEM EN V À L ÎSÎ OSMAN N U RÎ P A Ş A
397
idecekleri şuyu' bularak, bunun üzerine, San'a’da bulmıan asakirin
esliha ve mühimmatı istihzar idilmiş ise de San'a’nın müteneffizanından bulunan Reisu’l ulema Seyyid Ahmed el-Keysî Efendi vali­
nin yanma azimet idup, işin bilahare fena olacağını ihtar ve ikdamatiyle, ezhan-ı ahali bir dereceye kadar sükûnet bulmuş ve bu ha­
lin vali-yi miişarûn ileyhin istibdad ve ( ? ) 1ni ne dereceye kadar ile­
ri götürdüğünü ve bu istibdatın devamı.
Üçüncü madde : Yemen vilayetinin varidatça ve Aden ile vilayet-i mezkûre beyninde vaki* Nevahi-yi tıs'a’nm nezaket-i idare­
leri cihetiyle diğer sancaklara nisbetle Aden hududunda bulunmasiyle seyahatça en ehemmiyetli bulunan Taiz sancağı mutasarrıf­
lığına henüz bir rütbeye nail olmamış ve vüllat-ı sabıka zamanların­
da bir müddet-i cüz’iyye bulunduğu iki üç kaymakamlık vekaletle­
rinde, hiç birinden berâ’et-i zimmet mazbatası almağa muvaffak
olmamış olup, Kahtaba’ca tahsilattan. Ve Anis kaymakamlığında
zabtiye-i muvakkat maaşından ve hükümet konağı ianesinden dahi
‘inde’l istintak sabit olup bir müddet dahi vali-yi esbak Saadetlu
Feyzi Paşa hazretlerinin zamanında taht-ı tevkife alındığı halde,
berâ’et veya men‘-i muhakemesi henüz verilmemiş olan Mustafa
Bey namında birisini yeniden mir-i miran rütbe-i refi'ası ile tayin
etmiş ve mahall-i memuriyyetine varır varmaz nüfuz-ı memuriyyet
ve rütbesini mensûbinin efkarına hasr iderek sinin-i sabıkada ma­
hallî masanfmdan ma‘da, merkez-i vilayete her ayda otuz bin ri­
yal gönderilir iken, şimdi dört beş mah zarfında yani zilkadenin nısfmdan rebi'ul evvele kadar ancak yirmi sekiz bin riyal gönderilip
bundan dolayı vilayetin idaresi ‘azîm bir buhrana düçar olmuş ol­
duğu gibi mumaileyhin mezalim ve ef‘alinden vali-yi müşarûn ileyhe
olan mensubiyyet ve istibdadından ihtirazen kimse şakk-ı şefeye
muktedir olamamaktadır. Ve böyle bir ad am ın, saneak-ı mezkûr
gibi bir sancağa mutasarrıf tayini, vali-yi müşarûn ileyhin derece-i
idaresini tayin ideceği bedihidir.
Dördüncü madde : Vali-yi müşarün ileyhin Taiz mutasarrıf lığı­
na tayin etmesinden dolayı kendisinin efkarına hizmet etmekte
olan mumaileyh Mustafa Bey dahi Mukbine nâm karyeye giderek
meşhur zengin-i meşayihten bulunan karye-i mezkûre Şeyhi Ab1
( ? ) işareti konan yerde bir kelime okunamamıştır.
398
İHSAN SÜ R EY Y A SIRM A
dulvaris b. Yasin’in hanesine hücum ve bi’l cümle eşcarmı kat' ve
ahalinin hanelerini harab etmiş ve binaen aleyh şeyh-i merkûm
Aden hududuna firara mecbur olarak kabaili kat‘-ı tarika sülûkla
Hudeyde yolu kat‘ olunarak Rimade’nin hududundan Hissî nâm ma­
hallin hududuna kadar yollar kapanmıştır. Nefs-i Taiz kasabası ahali-yi merkûmenin hücumundan korkarak orada bulunan Müfti Yah­
ya el-Mücahid Efendi oraya yakın bulunan Cebelu Sabr ahalisinden
her gece otuz kırk kişi getirterek memleket içinde muhafaza içun
gezmekte bulunmuşlardır.
Beşinci madde : Vali-yi sabık Devletlu Aziz Paşa hazretleri­
nin valilikte bulunduğu bir sene zarfında tahsilat içun hiç bir mamalle asakir-i nizamiyye. taburları sevk etmeksizin, umum asakir
ve mumurin-i mülkiyyeye dokuz maaş i‘ta ve sarf ettiği halde vali­
yi müşarûn ileyh tahsilat içun her tarafa fevc fevc taburlar sevk
etmişken, dokuz mah zarfında bazılarına ancak maaş i'ta ettiği
halde, bazı yerlerde daha henüz hiç bir maaş verilmemiştir. Maiyyetlerinde tevabir-i müteaddide bulunduğu halde, güya tahsilat
içun sevk edilmekte olan memurinin ne gibi muamelatla iştiğal
etmekte bulundukları Yemen’e gidenlerin malumu olabilir.
AlUmct madde : Vali-yi müşarûn ileyh bunca muamelat ve
mezalim-i müstebidane ile dahi iktifa etmiyerek, edata kavanin-i
Devleti hiç hükmünde konmuşçasma bir takım muamelat icra et­
mektedir ki, ez cümle hükm vermek selahiyyetini haiz komisyonlar
teşkilini kavanin-i Devlet katiyyen men' etmişken, vali-yi müşarûn
ileyh masalih-i ‘arabân namiyle maiyyeti mürevvie-i efkarı bulu­
nan adamlardan mürekkeb komisyon teşkil ederek mehakim-i adliyede arzusu vecihle fasl olunmayacak mevadd-ı einaiyyeyi komis­
yonu mezkûra havale ederek orada Tceyfe mâ yeşâ istediğini tahliye
ve istediğini habs ve tevkif ettirmektedir.
Yedinci madde : Cidde’de bulunduğu vakt, meşhur olan mesaviyi ahvalinden dolayı adem-i istihdamı hakkında makamat-ı âliyeden evamir-i adide vürud etmiş ve fakat vali-yi müşarûn ileyhin tâ
Hicaz’da bulunduğu zamandan beri mürevvic-i efkarı bulunmuş olan
ve okumak ve yazmak bile bilmeyen Kayserili Mustafa Efendi
nâm zatı vali-yi müşarûn ileyh Yemen’e muvasalatiyle beraber
belediye riyasetine tayin etmiş ve mumaileyhin mensubi bulundu­
YEM EN VÂLıîSİ OSMAN NU Rİ P A Ş A
399
ğu valinin efkarına hizmet arzusuyla vuku'bulan muamelaat-ı nâlâyıkası haric-i ta dad bulunmuştur ki, ez cümle daire-i belediye bir
mahkeme şeklini alarak, mehakim-i adliyede davasmı kaybeden
eşhası oraya müracaatiyle mahkemenin hükmü hiç mesabesine ko­
nularak istediği gibi muamele ve hükm edilmekte ve darb ve cerh
maddelerinden ceza-ı nakdî alınmaktadır.
Sekizinci madde : Vali-yi müşarûn ileyhin mürevvic-i efkarı
bulunan Taiz mutasarrıfı mumaileyh Mustafa Bey her ne efkara
mebni ise Aden Şeyhi’ni dahi birdenbire habs ve tevkif etmesi üze­
rine istida‘a-yı ma'delet ve merhamet zımnında merkez-i vilayete
gelmiş olan Şeyh-i merkumun mahdumlarının ifadelerine vali-yi
müşarun ileyh evvel emirde ‘atf-ı nazar etmekten başka kendilerini
dahi habs etmişken ba'dehu her birine birer hil'at iksâ ettirerek
ve pederlerinin tahliyesine emir vererek kendilerini tahliye etmiş­
tir. Şeyh-i merkûmun evvela oğullarıyla beraber hod be hod habs
ve merkez-i vilayette oğullarının hepsinden sonra her birinin bir
hil'atla ve pederlerinin tahliyesi emriyle beraber tahliyeleri ne
hikmete müstenid bulunduğu şayan-ı dikkattir.
Dokuzuncu madde : San’a belediye reisi Ali Bulbulî Efendi’yi
vali-yi müşarûn ileyh San'a’ya muvasalatıyla beraber hemen azl
ederek, yerine beraberce getirdiği mumaileyh Mustafa Efendi’yi
tayin ederek, reis-i sabıkı habs ve tevkif etmiş iken ba'dehu anı
meclis-i idare azalığma tayin etmiştir. Reis-i mumaileyhin azli, bir
sebeb-i kanuniye müstenid ise, beraat etmeksizin diğer memuriyyete tayini, ve müstenid değil ise hod be hod azli ve ba'dehu tazyik
ve habs ne esbab ve hikmete mebni bulunduğu şayan-ı tefekkürdür.
Onuncu madde : Hudeyde müftisi Muhammedi Efendi, bir çok
zamandan beri müftilik makamında bulunarak, hüsn-i hali hase­
biyle vülât-ı sabıkanın tahsinine mazhar olduğu halde, vali-yi müşârûn ileyh Beytu’l Fakih’de bulunduğu sırada, nezdine gelmiş olan
ve müfti-yi mumaileyhle nefsaniyyeti bulunan birisinin arzusu
vechiyle müfti-yi mumaileyhi hod be hod azl ederek, yerine diğer
bir adam tayin etmiştir. Halbuki, bir müftinin azli ve diğerinin
nasbi, ahalinin taleb ve intihabı ve Makam-ı Ceül-i Meşihat’m tas­
dik ve tensibi üzerine vuku'bulması lazimeden iken vali-yi müşarûn
ileyh hod be hod kendi kendine azl ve tayin etmiş ve bu hal dahi
derece-i istibdadını göstermeğe delil-i kâfi bulunmuştur.
400
IH SAN SÜ R EY Y A SIRM A
On birinci madde : Yerim kazası kaymakamı Haşan Fenni
Efendi kaymakamlık-ı mezkûre tayininden henüz dört beş mah
murûr etmeksizin kaza-yı mezkûrun ağniya ve en büyük meşayihinden bulunan Ahmed Salah nâm kimesne kaymakam-ı mu­
maileyh emval-ı mîrî içun kendisini sıkıştırmış olmasından naşi,
merkez-i vilayete gelip suret-i zahirede vali-yi müşarûn ileyhin
daire müdiri bulunan Hüsni Efendi ile bi’l mu'arefe bir kaç gün
sonra kaymakam-ı mumaileyh azl edilmiştir.
On ikinci madde : Rida‘ kazası kaymakamı Haşan Efendi aley­
hinde li ecli’t-teşekki kaza-ı mezkûrun meşayihinden Et-Tayrî
nâm şahs merkez-i vilayete gelmiş ise de evvel emirde kendisine
ve şikâyâtma havale-i sem' ve i'tibar itmekten başka şeyh-i mer­
kumun sû-i ahval ve mezalimle müştehir bulunduğunu vali-yi mü­
şarûn ileyh bile kaymakam-ı mumaileyh’e iş'ar ettiği halde şeyh-i
merkûm vali-yi müşarûn ileyhin marru’z-zikr daire müdiri Hüsni
Efendi ile mu'arefe peyda eder etmez, kaymakam-ı mumaileyhi
‘azl ettirerek, yeniden tayin olunan, kaymakamı dahi beraberce ala­
rak götürmüş olup, bu muamelatın hikmet-i hükümete muvafık
olup olmadığının tefriki evliya-yı umura aiddir.
On üçüncü madde : Vali-yi müşarûn ileyh, mehakim-i adliyeden taleb olunan eşhasın mehakime gönderilmemesini dahi emr
etmekte olup, Hudeyde’nin en büyük eğniyasmdan bulunan Dahman Efendi aleyhine Hudeyde kumandaniyle sair bazı taraflardan
ikame olunan davalar içun mahkeme-i bidayetten bâcelbname ta­
leb edildiğinde derhal vali-yi müşarûn ileyhe müracaat etmesi
üzerine müşarûn ileyh dahi merkûmun mahkemeye gönderilme­
mesini Hudeyde mutasarrıflığına telgrafla emir vermiştir.
On dördüncü m adde: Anis kaymakamı Ziya Bey, kararname
mucibince vali-yi sabık zamanında müttehim iken, vali-yi müşarûn
ileyh, itham-ı mezkûra itibar etmeyip, iki mah mukaddem Zebid
Kaymakamlığına Dersaadet’ten gelmiş olan Şihab Bey’i bi’l ‘azl
müttehim-i mumaileyhi yerine tayin etmiş ve Şihab Bey Dersaadet’e avdetinde, intihab-ı memurin komisyonu tarafından iade-i
memuriyeti emr olunmuş iken vali-yi müşarûn ileyhin istibdad ve
mezaliminden bi’t-tehaşi iade-i memuriyeti kabul etmemiştir. Mu­
maileyh Ziya Bey’i müttehim iken vali-yi müşarûn ileyh diğer kay­
makamlığa tayin etmesi celib-i nazar-ı dikkattir.
YEM EN V A L İS İ OSMAN N U Rİ P A Ş A
401
On beşinci madde : Yemen rüsumat nezaretine mülhak Hudeyde rüsûmât müdiriyyetinden bazısı muharref ve bazısı musanna*
olarak Hudeyde tüccarından on nefer kesane verilmiş olan imrariye
tezkerelerinden dolayı mezkûr Hudeyde rüsûmât müdiri Abdülkadir Efendi ve saire... aleyhinde ikame olunan dava neticesin­
de tüccar-ı merkumeden rüsûmât sandığının zâyi’ etmiş olduğu
180.000 kuruşun tahsil ve istifasına ve müdir-i mumaileyhin ‘azline
ve rüfekasımn dahi birer suretle mahkûmiy etlerin e meclis-i
idare-i vilayetçe hükm olunmuş ise de hazine dava vekaleti tara­
fından vukubulan temiz istidası üzerine Şüra-yı Devlet’ce hükm-i
vaki* nakz ile zayiat-i rüsumiyyenin cezaen bir mislinin daha tah­
sili ve tücçar-ı merkumenin •de kanun-ı cezaya tevkif en tahdid-i
mücazatları lüzumu emr u izbar ve evrak takımiyle iade ve tesyar
olunmuş iken vali-yi müşarûn ileyh tüccar-ı merkûmeyi cezadan
ve vermiş oldukları yüz seksen bu kadar bin kuruşun bir mislini
daha verdirmemek emeliyle evrak-ı mebhuseyi mevki-i muameleye
koymamakta ve bu yüzden hazine-i celilenin hakk-ı sarihi olan
bu kadar mebaliğ-i cesimenin izaasma sebebiyyet vermekte bu­
lunduktan başka, rüsûmât müdir-i sabıkı mumaileyh Abdülkadir
Efendi’yi San‘a gümrüğü müdiriyyetinde istihdam etmesi ayrıca
şayan-ı dikkattir.
On altıncı madde : Hiraz kaymakamı ifa-yı hac zım n ın da, me’zunen canib-i Hicaz’a gittiği zaman, mahkûm olarak zimmetinde
600 riyal bulunan Abdurrahman Efendi n a m ın da, istihdam selahiyyetinden mahrûm bir ademi her ne esbaba mebni ise kaymakam-ı
mezkûr vekaletine tayin ederek mumaileyh de kazaya varır var­
maz zimmetini kapatmak içim mahallî meşayihi yedinde bulu­
nan (?) mühürlü senedlerini meşayih-i merkûma yedinden nez*
ve istirdâd zumunda habs etmiş ve Mefhak nahiyesinin dört ne­
fer meşayihinden Şeyh Rezek Medyûr (?) isminde birisi habishanede vefat bile etmiş iken, vali-yi müşârûn ileyh, esbabını bile tah­
kik ettirmemiştir.
On yedinci madde : Yemen vilayetinde bulunan ve ğmaca şöh­
retli olan meşayih ve a'yanı birer vesile ile evvel emirde ihâfe et­
tikten sonra bunlardan istihsâl-ı emniyyet ve selamet içun vali-yi
müşârûn ileyhin lede’l müraca'a rızasını: birer takrib-i istihsal
idenlsr tahlis-i nefs edebilmekte olduğu dahi Hudeyde .tüccarından
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 26
402
İH SAN SÜ R EY Y A SIRM A
olup, servet ve ğina ile meşhur bulunan ve meclis-i idare-i liva
azasından olan Dahman Efendi gûya israfla mevsûf imiş ki malı­
nın lüzum-ı haczi hakkında vali-yi müşarûn ileyh naîbu’ş-şar* ta­
rafından bir i ‘lâm-ı şer‘i bi’l istihsâl, gûya hükmünü tenfiz etmekte
iken mumaileyh Dahman Efendi tarafından merkez-i vilayete gön­
derilen bir adem-i mahsûsun vürudu üzerine mezkûr i'lâmı tenfize
mahal kalmamıştır.
On sekizinci madde : Vali-yi müşarûn ileyh San’a polisi ser
komiseri Fayi* Efendi’yi bilâ. istintak ve isticvâb hod be hod habs
ve tevkif ettirmiş ve bir kaç gün sonra tahliye etmiştir. Kavanin-i
Devlet her bir memurun bilâ sebeb tevkif gibi haysiyet-i memuriyyetinin ihlâlini mucib bir muameleyi men* etmiş iken vali-yi
müşarûn ileyh bu kavaninin ahkamına ‘atf-ı nazar bile etmek­
sizin mumaileyhi hod be hod habs ve ba'dehu birden bire tahliye
etmesi dai-yi hayrettir.
On dokuzuncu madde : Vali-yi müşarûn ileyh miralay izzetlu
Ahmed Rüşti Bey namında bir zatı tahsilat ve İslahat nâm memuriyyetle maiyyetine iki tabur asker i‘ta ederek Yerim, Zimar,
Anis, Rida nâm kazalara göndermiş ve rivayete nazaran mîr-i mu­
maileyh meşayihi celb ve kendilerini tehdid ve tahvif etmekte bu­
lunmuş olduğu gibi efkarına inkiyad etmiyen nice meşayihi zencirlerle topların arkasma takarak teşhir etmiş olmasından nâşî
ahalice bir nefret hasıl olmuştur. Mezkûr kazalar vilayet dahilin­
deki kazaların en ziyade muti‘1erinden iken İslahat namiyle bu ka. dar askerle mumaileyhi göndermesi, hikmetinin o tarafa gidenlerin
ma'lumu bulunmuştur.
Yirminci madde : Vâli-yi müşarûn ileyhin cümle istibdadından
olarak ötekini berikini Kumran adasına nefi etmekte olduğu gibi,
Yemen vilayeti dahilinde bir kaç kaza kaymakamlığında bulun­
duğu halde ba'dehu 2000 kuruş maaşla mektubî kalemine alınmış
ve hazine dava vekaletine tayin edilmiş olan rif'atlu İlmî Efendi
namında birisini hiç bir sebeb-i ma'lûm bulunmadığı halde vali-yi
müşarûn ileyh Beytu’l Fakih’de bulunduğu sırada mumaileyhin
ya kendisinin istifa etmesi ve etmediği surette tard edilerek Dersaadet’e irsâl edilmesini vali muavinine emr ve iş*ar etmişiyle
mumaileyh de terk-i memuriyyetle Dersaadet’e gelmeğe mecbur
olmuştur. Bir memurun tardı ancak bir mahkemenin hükmüne
YEM EN V Â L İS İ OSMAN NU Rİ P A Ş A
403
müstenid olması lazimeden iken öyle bir şey bulunmaksızın, tar­
dına emr vermesi ve bir şahsın bilâ hükm nefyi her halde Zat-ı
Hazret-i Padişahi’nin makdesetine mahsûs olduğu halde vali-yi
müşarûn ileyh nefye dahi emr vermesi ve bâ husûs mahall-ı menfanın Dersaadet bulunması akıllara hayret verecek muamelat-ı
müstebidanedendir.
Hülasa ve Hatime
Ma‘ruzat-ı mebsûta mütalaasından muhat ilm-i ‘âli buyurulacağı üzre vali-yi müşarûn ileyhin ehl-i servetten bulunan meşayihi
getirterek habs ve tazyik etmesi ve Zeranik nâm mahallin şeyhini
dahi hod be hod habs ve ihtilattan men' etmesiyle aşiretinin ef­
radı vadi-yi isyana saparak kafile-i nehb etmeleriyle iki asakir
çelb etmesi ve edyan ve mezahibin hürriyeti Devlet’ce müttehaz-ı
usûl icabından iken San'a ahalisinin mezhebleri iktizasından bu­
lunan bazı adetlerini ref‘ etmek tasavvuruyla evamir-i müstebidane i‘ta ederek ahaliyi müteneffir etmesi ve Yemen vilayetinin
varidatça ve Aden hududunda bulunmasıyla siyasetçe en ehem­
miyetli bulunan Taiz mutasarrıflığına henüz bir rütbeye nail ol­
mamış ve tahsilattan ve i'ane ve zabtiye muvakkat maaşından zim­
meti hasebiyle mukaddema habs edilmiş olduğu halde henüz be­
raat veya men'-i muhakemesi verilmemiş olan Mustafa Bey na­
ramda birisini yeniden mir-i mirân rütbe-i refi'asıyla tayin ede­
rek sinn-i sabıkada her ay merkez-i vilayete otuz bin riyal gön­
derilmekte iken, şimdi dört beş mah zarfında ancak yirmi sekiz
bin riyali gönderip bundan dolayı vilayetin idaresini azîm bir buh­
rana düçar etmesi ve kendisinin efkarına hizmet etmekte olan mu­
maileyh Mustafa Bey Muknibe nâm karyeye giderek meşhur zengin-i meşayihten bulunan Şeyh Abdulvaris’in hanesine hücum ve (?)
ahalinih hanelerini harab etmesi ve şeyh-i merkûmu Aden hudu­
duna firara mecbur ederek ve kabaili kat‘-ı tarikle bir çok yollar
kapanmaşı. Vali-yi sabık Aziz Paşa tahsilat içun hiç âsakir-i hizamiyye taburları sevk etmeksizin bir sene zarfında umum asa­
kir ve memurin-i mülkiyyeye dokuz maaş i‘ta ve sarf ettiği halde
vali-yi müşarûn ileyh her tarafa asakir nizamiyye taburları sevk
etmiş iken dokuz mah zarfında bazılarına ancak iki maaş i‘ta
ederek bazılarına henüz bir maaş vermemesi ve Yemen vilayetin­
de ğmaca şöhretli bulunan meşayih ve a'yanı birer vesile ile evvel
404
İHSAN SÜ R EYYA SIRM A
emirde ihâfe ettikten sonra bunlardan istihsal-ı emniyyet içun
rızasını istihsal edenler tahlis-i nefs etmesi ve hatta Hudeyde
tüccarında ve servet ve ğma ile meşhur liva meclis-i idare azasın­
dan Dahman Efendi israfla mevsûf imiş gibi malının lüzum-ı hac­
zi . hakkında naib tarafından istihsal eylediği i'lâm-ı mumaileyh
tarafından merkez-i vilayete gönderilen bir adem-i. mahsûsun
vürudu üzerine tenfiz etmemesi ve bunca muamelât ve mezaüm-i
müstebidane ile dahi iktifa etmiyerek kavanin-i Devlet’in ahkamı
hilafında maiyyeti adamlarından mürekkeb komisyon teşkil ede­
rek mevadd-ı cinaiyyeyi orada rü’yet ettirerek istediğini tahliye
ve istediğini habs ve tevkif etmesi ve Ciddede bulunduğu vakit
mesavi-yi ahvalinden dolayı adem-i istihdamı hakkında evamir
vürûd etmiş olan Mustafa Efendi namında okumak yazmak bil­
meyen birisini belediye riyasetine tayin ederek daire-i belediyyeyi bir mahkeme şekline koyması ve mehakim-i adliyyede dava­
sını ğaib edenlere, oraya bi’l müraca'at istediği gibi muamele ve
hükm vermesi ve Taiz mutasarrıfı olup, miirevvic-i efkarı bulunan
Mustafa Bey’in habs ve tevkif ettiği Aden şeyhinin istid'a-yı
ma'delet ve merhamet zımnında merkez-i vilayete gelmiş olan
oğullarını dahi vali-yi müşarûn ileyh evvel emirde habs ettikten
sonra ba'dehu her birine bir hil'at iksa ettirerek ve pederlerinin
tahlis emriyle beraber kendilerini tahliye etmesi ve Yerim kay­
makamı Haşan Fenni Efendi’yi azl etmek içun merkez-i vilayete
gelmiş olan Şeyh Ahmed Salah namında birisi kendisinin daire
müdiriyle bi’l mu'arefe (?) azl etmesi ve mehakim-i adliyyeden
taleb edilmiş ve fakat kendisine müracaat eylemiş bulunan eş­
hasın mehakime gönderilmemesine emr vermesi ve Rida‘ kayma­
kamı aleyhinde li ecli-t-teşekki merkez-i vilayete gelmiş olan EtTayrî nâm şahsın evvel emirde şikâyâtma havale-i sem' ve i'tibar
etmediği halde ba'dehu mezkûr daire müdiriyle mu'arefe peyda
eylemesi üzerine kaymakam-ı mumaileyhi dahi azl eylemesi ve
Miralay Ahmed Rüşdi Bey namında birisini tahsilat v© İslahat
nâm memuriyyetle maiyyetine iki tabur asker i'ta ve dört kazaya
göndererek mumaileyh de meşayıhi zencirlsrle topfaûrm atricasma
bağlayarak teşhir etmiş olmasından naşi ahalice bir nefret ve
heyecan hasıl etmesi v e . San'a belediye reisi Ali Büleyli Efendi’­
yi hod be hod azl ve yerine beraberince getirdiği Mustafa Efendi
nâm zatı tayin ederek mumaileyhi habs etmiş iken ba'dehu am mec­
YEM EN V Â L İS Î OSMAN N U R İ P A Ş A
405
lis-i idare azalığma tayin etmesi ve Hudeyde Müftisini kendisi
Beytu’l Fakih’de bulunduğu sırada nezdine gelmiş olan birisinin ar­
zusu veçhile anı dahi hod be hod azl eylemesi ve Anis kaymakamı
Ziya Bey’i müttehem iken Zebid kaymakamlığına tayin etmesi ve
San‘a polisi komiserini hod be hod habs ve tahliye eylemesi ve rüsûmat nezaretinin bir davasından dolayı tahsili lâzım olan yüz sek­
sen bin kuruşun maddesine dair olan evrakı mevki-i muameleye koy­
mayarak Hazine-i celilenin hakkı olan mebaliğ-i mezkûrenin iza'asına sebebiyyet vermesi ve madde-i mezkûreden azl ile mahkûm olan
rüsûmat müdirini San'a gümrüğü müdiriyyetinde istihdam ve Hiraz kaymakamlığına altı yüz riyal zimmeti olan Abdurrahman Efendi’yi tayin ederek mumaileyh de zimmetini kapatmak içim meşayihin yedinde bulunan yek mühürlü senedlerini nez‘ ve istirdad zım­
nında anları habs ve habs edilen meşayihten birisi hapishanede ve­
fat etmiş iken vali-yi müşarûn ileyh esbab-ı vefatmı bile tahkik et­
memesi ve cümle istibdadından olarak bir takım adamları Kumran
adasına nefy ettiği gibi bilâ hükm İlmî Efendi nammda bir memu­
ru hod be hod tard ve yine bilâ hükm Dersaadet’e nefyine emr ver­
mesi gibi muamelat-ı müstebidane ve kanun şikestanesinden tah­
riren ve kalemen arz ve ihbarı kabil olabilenlerin bazısı şimdilik
bâlâda bast ve tafsil edilmiş olmağla ol babda emr u ferman Hazret-i men lehu’l emrindir.
İÖ 6
İHSAN SÜ R EY Y A SIRMA
Yemen Valisi Osman Nuri Paşa’nm yolsuzluklarına dâir, imza­
sız olarak verilen lâyihanın aynen metni.
4Ô7
yem en
V İ I İ S t OSMAN NOBt PAŞA
İh s a n
s Ür e y y a
s ir m a
Ye m e n
v â l îs î o sm an
nur! p a
§a
İH SAN SÜ R EY Y A SIRM A
YEM EN V A L İS İ OSMAN
N U R İ
-P A Ş A
412
İH SAN SÜ R EY Y A SIRM A
K -ÎTABîYAT
Barbara von- Palombini, Bündnis­
werben Ausländischer Mächte um Perr
sien, 1453-1600 (Avrupa Devletlerinin
İran'la ittifak teşebbüsleri) Franz Stei­
ner Verlag, Wiesbaden •1968, V-138 s.
(Büyük boy basım).
İstanbul’un düşüşü Ue daha da
etkin bir halde kendini hissettiren
«Türk Tehlikesi», artık tesirlerini A v­
rupa’da uzun zaman duyurabilecek ka­
lıcı bir etkinliğe kavuşmuş bulunu­
yordu. Bu Türk tehlikesini karşılamakta büyük bir güçlük çeken Avrupa
Devletleri, Türk İmparatorluğunu ar­
kadan vurmak amacı üe İran’la sıkı
bir işbirliği ve ittifak ilişkileri tesis
etme emeline kapılmışlardı. 1450 den
sonra Uzun Haşan ve 1500 den sonra
Safaviler’in hakimiyetine giren İran,
Osmanlı Devleti için mezhepsel çe­
kişmelerden ötürü zaman zaman bi­
rinci derecede önem kazanan bir düş­
man olma karakterini bürünmüştü.
Özellikle Şah I. İsmail’in yükselişi Av­
rupa’da büyük bir helecan fırtınası ve
sonsuz ümitler yaratmış ve Osmanlı
Devleti’nin arkasında güçlenen bu ye­
ni kuvvetin Türkler aleyhinde kullanı­
labilmesi için, daha o zamanlarda bir­
çok plânlar yapılmış, Şiî-lran ve Hırıstiyan-Avrupa Devletleri ittifakı ile
Türkler’in iki cebheli bir savaşa zor­
lanmalarından Hıristiyan âlemi için
büyük faide ve başarılar umulmuştu.
1500-1510 seneleri. arasında Avrupa’da
Şah I. Ismaü hakkında çok sayıda
ve çeşitli büdirUer, politik tehzüât ya­
zıları ve hatta «yeni peygamber Sophi» hakkında 1508 de ilk defa bir ta­
rihî eser dahi kaleme alınmış ve kısa
zamanda bir çok dillere çevrilerek ya­
yınlanmıştı. (Giovanni Ratta, La Vita
del Sophi, re die Persia e de Media...
Venedik 1508. Almanca tere. 1515,
Franz. 1517 ve 1522, îtal. 2. bask.
1520). Böylece Avrupa’da Şn-îran’m
Osmanhlar’ın can düşmanı olduğu kısa
zamanda yaygınlaşmış bulunuyordu:
İtalya’da özellikle Venedik’te bu ger­
çek Venedik elçüeri Zeno, Barbaro ve
Contarini’nin İran’a yaptıkları seyahat­
lerle gün ışığına çıkmıştır. Bu elçi­
lerin Uzun Hasan’a dair «Relation»ları
daha 16. yüzyılda basümışlardır. Ve­
nedik’te ise bu «Relation»lar elçilerin
hemen avdetlerini müteakip politik
âlemce tanınma imkânı bulmuşlardır.
Zaten 1500 den evvel, 1450 den sonra­
ki Venedik-Iran münasebetleri ile ilgi­
li olarak iki mufassal tarih kaleme
almmış bulunmaktaydı. Bununla bera­
ber Uzun Haşan zamanında İran’la Os­
manlI Devleti arasmda daha çok poli­
tik zıddiyetten haberdar' olan Avrupa,
dinî yönden olgunlaşacak köklü bir
düşmanlığı ancak Şah I. îsmaü’ in or­
taya çıkması Ue birlikte müşahade
edebümiştir. Islâm’daki sünnî ve Şiî
bölünmesi bir noktada Hıristiyanlığın
Katolik ve Protestan ayrılığı üe belir­
li bir parelellik halindedir. Bu durum­
da bu benzerliğin o zamanlar Avru­
pa’da keşfedümiş olup olmadığını ve
414
KEM AL BEYDÎLLÎ
Avrupa’da Reformatörlerin Şiîlerle bu
yüzden herhangi bir işbirliğini müsait
karşılayıp karşüamadıkları meselesi
büyük bir önem kazanmaktadir. Zira
Renaissance devrinin Ütopik literatü­
ründe Şiîlik ile Protestanlık arasmda
bazı mukayeselere yer veren ve her
ikisini de «yenüeyici» ve «eski dinden»
ayrılmış mezhebler olarak gören yo­
rumlamalara
Taşlanmaktadır.
Böyle
bir paralelliğe değinen ilk eser ise
Campanella’nın 1602 de yayınlanan
«Güneş Ülkesi» (Cittâ del Sole)dir. Bu
konuda herhangi bir açıklık henüz ye­
terli ölçüde getirilememiş olmakla be­
raber Sünnî Osmanlı Devleti’nin Re­
formation hareketinin başarıya ulaş­
masında ve Almanya’da Protestanlığın
yerleşmesinde, yayılıp, anayasal ga­
rantilere . bağlanmasında en önemli
faktörlerden biri olduğu da bir ger­
çektir. (Stephan A. Fischer Galati, Ot­
toman imperialism and German protestantism
1521-1555.
Cambridge,
Mass. 1959).
Türkler aleyhine onlarm doğudaki
düşmanları ile bir ittifak yapmak fik­
rinden 13. ve 14. yüzyıllardan beri
bahsolunmaktadır. Yine Memluklar’a
karşı Avrupa'nın Moğollarla irtibat
kurma gayretleri bu yüzyıllarda olduk­
ça önemli diplomatik münasebetlerin
gelişmesine sebebiyet vermiştir. Ancak
direk Türk tehlikesi karşısında, •Türkler’in arkasmda Hıristiyanlık âlemi için
müttefikler edinme ve Türkler’i iki ateş
arasmda kıskaca alma tam anlamıyla
16. yüzyU boyunca keşfedümiştir. Bu
keşfediş Ue Avrupa diplomasisi İran’la
ittifak teşebbüslerini arttırmış ve Türk
tehlikesini ve Türk tazyikini böylece ha­
fifletmek veya durdurmak istemiştir.
Iran Ue bir ittifaka öncelikle Venedik,
imparator, Papalık ve Ispanya yalandan
Ugüenmekteydüer. Venedik her şeyden
evvel Doğu Akdeniz’de hâlâ elinde ka­
lan topraklarını ve ekonomik çıkarları­
nı ve hatta bazen kendi öz beldesinin
müdafaasmda Türkler’e karşı koyabümek için İran’la bir işbirliğine yakın
ve ük ügiyi duyan bir devlet olurken,
imparator V. Kari ve n . Rodolf da im ­
paratorluğun doğu sınırındaki devamlı
Türk baskısını hafifletip durdurabilmek
içini Türkleri arkadan vuracak tedbirle­
re rağbet etmişlerdir. Ispanya ise, özel­
likle H. PhUipp’in idaresinde Batı Ak­
deniz’deki nüfûz bölgesinde tutunabümenin gayreti ile İran’la böyle bir işbir­
liğinin çaresinin bulunmasına taraftar­
dı. Aynı şeküde Hind Okyanusun’daki
ve Arap sularındaki faaliyetleri açısın­
dan Türkler’i buralarda yalnız karşüamama kayguları Portekiz için de bu
yöndeki çalışmaları önemli kılmaktaydı.
Papalık için konu, Hıristiyan Küisesi
başkanı olmak sıfatıyla ayrı bir ma’nâ
taşımaktaydı. Dinî bir gayret içinde bü­
tün Hıristiyan hükümdârları Türkler.
aleyhine harakete geçirmek ve bu hü­
kümdarların aralarındaki anlaşmazlık­
ları gidermek yönünde Papalık, Iran Ue
olan münasebetlerin geliştirümesinde
çok yönde tesir icra edebüen önemli bir
etken olmuştur. Fransa ve Ingütere ise
bu blokun siyasetine aykırı bir politik
tutum içinde karşımıza çıkmaktadır.
Bu iki devlet Iran Ue diğer Hıristiyan
devletler gibi bir yakınlaşmadan ve
Türk aleyhtarı tertipler içinde görün­
mekten çok, İktisadî ve politik menfeatleri doğrultusunda Türkler Ue bir an­
laşma ve uyuşma ve hattâ bir ittifak
yakınlığı içinde bulunmayı tercih et.inektedirler. Zira Fransa Habsburglar’la
tarihsel çekişmesini sürdürürken,- Is­
panya ve Alman âlemi arasındaki sıkı­
şık durumunu Osmanlı imparatorluğu­
na dayanmakla dengelemek istemekte,
Ingütere de Ispanya’ya karşı yine Türk-
K İTÂ B İY A T
ler’e dayanmakla bir denge tesisinde
faide görmekteydi. 16. yüzyılda henüz
büyük devletler politikasına karışma­
yan Rusya ve Osmanlı Devleti tarafın­
dan kontrol altında tutulan ve dış po­
litikada Türkler’e' karşı bir tutumda bu­
lunması önlenen Polonya-Litvanya ile
îran arasmda herhangi bir ittifak te­
şebbüsü plânı 16. yüzyıl boyunca henüz
tam anlamıyla mevcut değildir. Rusya’­
yı da içine alan böyle bir plân ancak
1600 den az evvel politik görüşmelere
konu olabilmiştir. Böylece Osmanlı Dev­
leti, Habsburglar ve Venedik (İtalyan
Devletleri) arkasında ^Fransa’yı, İspan­
ya arkasmda da İngiltere’yi elde tutup
siyasî dengeyi kurmaya çalışırken, Rus­
ya üe Alman âlemi arasmda .PolonyaLitvanya’nın tarafsız bir «tampon»
devleti olma özelliğine itina göstererek
kendi blokunu teşekkül ettirmiş, yuka­
rıda adı geçen devletler de Osmanlı Dev­
leti arkasındaki İran ile işbirliği yapıp,
Türkler’i kıskaç altma almaya çalışmış­
lardır. Buna karşılık Osmanlı Devleti
de doğu sınırındaki bu hassas noktayı
dengeliyebilmek için İran’ı arkasından
vurabilecek sünnî müslüman devletleri
(Özbek Hanlığı gibi) ile münasebetleri­
ni geliştirmiş ve İran’ı, tıpkı kendisine
yapılmak istendiği gibi iki cebhede sı­
kıştırma politikasını izlemeye çalışmış­
tır.
Bu anlamdaki İran-Avrupa müna­
sebetlerinin muhtelif yanlarını işleyen
ve genel' olarak arşiv malzemeleri ile
değer kazanmış bulunan eserler mevcudtur. Bunlar içinde V. Minorsky’in
«The Middle East in Western Poîitics in
the İS1", 15th and 17,h Centuries-», Jour­
nal of Royal Central Asian Soc. XXVH,
' London 1940, S. 427-461), Ali Akbar
Siassi’nin {La Perse àu contact de l’ oc­
cident, étude historique et sociale, Pa­
ris 1931), Khanbaba Bayani’nin (Les
415
relations de l’îran avec l’Europe occi­
dentale à l’époque safawide, Paris
1937), Chickel’in (History of the Car­
mélites in Persia, London 1939), G. Berchet’nin (La República di Venezia e
la Persia, Turin 1865), W. Hinz’in
(Irans Aufstieg zum Nationalstaat im
15. Jahrhundert, 1936), R .Neck’in
(«Diplomatische Beziehungen zum Vor­
deren Orient unter Karl V.», Mitt. des
österr. Staatsarchivs, 5, 1952, S. 63-86)
çalışmaları özellikle zikredilmelidir. Palombini’nin bu çalışması ise bu değerde­
ki matbû eserler dışında, o devre ait bel­
gelere sahib bulunan en önemli arşivle­
ri (Roma’da Vatikan Arşivi ve Kütübhânesi, Venedik’de Archivio di Stato,
Biblioteca Marciana, Biblioteca di Mu­
seo Correr, Viyana’da Haus-, Hof-, und
Staatsarchiv, Florensa’da Archivio di
Stato)' ve o devre ait önemli ve vaz ge­
çilmez kaynaklar arasmda sayılan se­
faret raporları ve günlükleri (meselâ,
Marino Sanuto’nun Diarii’si) ve haber­
leri kapsamaktadır. Bu yönü ile çalış­
ma, konusunun ilgi çekiciliği yanında
dayandığı malzemenin değerliliği ile de
ayrı bir kıymet kazanmaktadır.
Eserin 1. Bölümü «Uzun Haşan ile
ittifak» konusunu .işlemektedir. 14531470 arasmdaki ilk temasa geçişler ile
gelişen bu bölümde, Venedik önderliğin­
de Türkler’i arkadan vurma gayretleri,
İran, Gürcistan ve Osmanlılar’ın Ana­
dolu’daki düşmanlarını harekete geçir­
me çalışmaları, ve İran ile Venedik ara­
smda ilk elçilerin gelişleri 1463 de Lazzaro Querini’nin Karaman ve - Üzün
Hasan’a yollanışı ve 13 Mart 1464 de
Uzun Hasan’m elçisinin Venedik’e ge­
lişi ve Uzun Hasan’m ittifak teklifi,
1470-1490 arası Uzun Hasan-Venedik
münasebetleri, Caterino Zeno’nun Uzun
Haşan nezdine yollanışı (1471), Giosafat Barbaros (1473), Paolo Ognibene
416
KEM AL BEYDÎLLÎ
ve Ambrogio Contarini’nin (1473/74)
paylaşması ve Çaldıran sonrası Iranelçilikleri, bunların yolladıkları haber­
Avrupa münasebetleri, I. îsmaü’in V.
ler ve raporları, Venedik-Papalık-Napoli
Karl’a yolladığı elçi (1523) ve Şah I.
müşterek kuvvetlerinin Uzun Hasan’m Ismaü-’in ölümüne kadar (1524) gelişen
yardımına koşmaları ve böylece fiilî it­
işbirliği ve münasebetler bu bölümün
tifakın gerçekleşmesi (1473), Uzun Ha­
konuları arasmda ilgi Ue takib edilmek­
tedir.
san’m mağlubiyeti, son Uzun HasanVenedik münasebetleri, Venedik’in Rus3. Bölümde Şah I. Ismaü’den son­
raki münasebetler konu edilmekte
lar’ı ve Tatarlar’ı Türkler aleyhine ha­
rekete giçirme çalışmaları hakkında
(1524-1571) ve Şah Tahmasp ile tek­
rar hararetlenen Iran-Avrupa işbirliği
salahiyetle bügi verümektedir. (S. 8-37)
çalışmalarmda bu sefer Venedik yanın­
2.
Bölümde Şah I. îsmaü ile geli­
da Habsburg’larm da aynı değerde bir
şen münasebetlere ayrılmış olup, aynı
gayret ile ' yer aldıklarını görmekteyiz.
zamanda çalışmanın ağırlık noktasmı
Özellikle Osmanlı-îran ve Osmanlıteşkü etmektedir. Türklerin 1480 de
Avusturya savaşlarmda bu devletlerin
Otranto’ya çıkmaları ve Uzun Hasan’m
İran’la olan münasebetlerinde bu açıkça
ölümüyle Venedik-îran ittifakının sona
izlenmektedir. Bu esnalarda İran’a yol­
ermesi, Hıristiyan âlemini İran’la bu
ük işbirliğinden edinilen tecrübeyi daha lanan elçiler, yapılan görüşme ve tasar­
lanan plânlar, Preveze arifelerinde Iran
faideli sonuçlara sevkedecek gelişmele­
ittifakı, Leponta’ya kadar uzanan elçi
re hazırlamıştır. İran’la Türkler aley­
teatileri ve Türkler’e karşı müşterek
hine oluşturulacak bir ittifakta en bü­
cebhe; teessüsü çalışmaları, Polanya’nm
yük rol bu sefer de yine Venedik tara­
fından üslenmekteydi. Bu amaçla 1502 ve Rusya'nın böyle bir cebheye idhali
gayretleri sistematik bir anlatım içinde
de Constantino Lascari Venedik elçisi
sunulmuş ve belgelenmiş bulunmaktadır.
olarak Karaman ve İran’a yollanmış
(S. 65-96)
ve Uzun Haşan zamanında tatbikine
4. Bölüm özellikle Papalık-îran itti­
çalışılmış olan plânlar tekrar ortaya
fak teşebbüslerini Lepanto’dan 16. yüzatılmıştır. Böylece tekrar o zamanın
yüm sonuna kadarki bir zaman süresi
şartlarma göre kesif addolunması ge­
içinde genel Avrupa-îran münasebetleri
reken bir elçi teatisine şahit olmak­
çizgisinde anlatılmaktadır. İran'ın 1570/
tayız. Bu arada özellikle Lascarı’nin
71 ‘Kutsal ittifak’ m teessüsündeki rolü­
raporlar ile Iran ve Osmânlı Devleti
nün araştırılmasıyla başlayan bu bö­
arasındaki ŞU-Siinnî çatışması ilk defa
lüm, Papa V. Pius’un Şah Tahmasp’a
ve bütün çıplaklığı ile Avrupa tarafın­
mektubu, Papalığın Iran ve Rusya’yı bu
dan tanınmaya başlanmış ve bu mezhebittifaka dahil etme faaliyetleri, Polon­
sel mücadelenin ve siyasî zıdlaşmanm
Hıristiyan âlemine yararlı olabüeceği ya'nın aynı cepheye çekümek istenmesi,
1583/84 senesi ittifak plânlan,- Giovan­
tamamen ortaya çıkmıştır. . Papa H.
ni Battiste Vecchietti’nin Papa adına
Julius’ım Iran ittifakı karşısındaki tu­
tumu, X. Leo’nun Çaldıran Savaşma İran’a yollanışi, İran’la ittifak hususun­
da Papa ve H. Philipp’in ortak çalışma­
gösterdiği tepki, Mısır'ın Osmanlı haki­
miyetine geçişi ve Papa’nın Türkler’e ları, yüzyıl sonuna doğru Papalık, im ­
parator H. Rudolf ve Ispanya'nın aynı
karşı Haçlı Seferi’ projesi (1518), Şah
gaye ile. gösterdikleri gayretlerin anla­
I. İsmail'in de Uzun Hasan’m akibetini
K ÎTÂ B İY A T
tımıyla sona ermektedir. (S. 97-117)
16.
Yüzyıl boyunca devam eden
ittifak teşebbüsleri, karşüıklı elçi teatüeri, mükerrer görüşme ve yazışmalar,
Türkler’i arkadan vurmak amacı ile
Şiî-Iran faktörüne ne kadar önem veril­
diğini keza İran'ın da Türkler’e karşı
böyle bir desteği ne kadar gerçekçi bir
tarzda yorumlamış olduğunu göster­
mektedir. Şü-İran’m Hıristiyan âlemi
tarafından Türkler’le mücadelede «Tanrı’nın bir lütfü» olarak telâkki edilmiş
olduğuna tanık olmak meselenin öne­
mini ortaya koymaya yeterlidir. Bir
yüzyıla yakın bir süre devam eden bu
yöndeki çalışmaların büyük ve tam bir
işbirliği üe sonuçlanmamasında herşeyden evvel iki uzak dünya arasındaki
mesafenin büyüklüğünün ve elçüerin
o zamanın zor şartları içinde uzun süren
gidip gelmeleri ile geçen zamanın, plân­
lanan girişimlerin güncelliğini, tasarla­
nan politik tedbirlerin geçerlüiğini kay­
bettirmiş olmasındaki etki ve payı bü­
yük olmuştur. Çoğu zaman yollanan
elçinin daha gideceği yere varmadan
mevcud siyasî durumun değişmesi, ken­
di aralarında anlaşan güçlerin kısa bir
zaman sonra tekrar bozuşmaları, hatta
Iran ile yapılacak ittifakın Türkler’e
karşı kazanılacak zaferden sonra eşit
avantajlar getirmiyeceği, bir elçinin
bazen seneler süren gidip gelmesi esna­
sında Papa’nm veya diğer bir hüküm­
darın ölmesi bu tip teşebbüslerin başa­
rıya ulaşmasına mani olmuştur, ittifak
ve müşterek harb şevki gibi devamlı ve
seri haberleşme şartını elzem kılan
bir girişimin Ortaçağlarm her devrinde
başarı şansmı azaltan mahzurların, bu
tip plânların akamete uğradıkları her
417
örnekte rahatlıkla takib etmek müm­
bu
kündür. Diğer taraftan 16. yüzyü usta
Türk politikasının geniş ve çok iyi işle­
yen haber alma teşkilâtı ile Hıristiyan
Devletlerinin Şiî-Iran Ue aynı cebhede
bütünleşmelerine yerinde yapüan diplo­
matik müdahalelerle, siyasî tavizler ve­
ya anî saldırılarla pek imkân tanıma­
mış olduğu da gözden kaçırılmaması
gereken bir nokta olarak durmaktadır.
Eserin ek kısmında yer alan ve
1453. den sonra canlı bir ilgi Ue gittikçe
artıp zaman zaman bütün Avrupa’yı
saran ve «Türk Haberleri» kadar hele­
can yaratan Iran ittifakı Ue Ugüi bUdiriler, broşürler ve politik tehzüât yayın­
larına yer verilmiş ve bunların önemli
bulunanları çalışmaya örneklerle Uâve
edilmiş bulunmaktadır. (S. 120-129)
özeUikle Şah I. IsmaU üe bütün Avru­
pa’da tanınmaya başlayan ve Türkler’e
karşı mücadelede büyük ümitlerin doğ­
masına sebebiyet veren Sünnî-Şiî çe­
kişmesi hakkında' bu kısımda gerçekten
çok ügi çekiçi belgelere Taşlanmaktadır.
Osma'nlı Devleti’nin Avrupa-Iran
ittifak teşebbüsleri karşısında nasU bir
politika izlediğinin açığa çıkartılması,
Osmanlı-Venedik, Avusturya ve Iran
savaşlarının ve Sünnî-ŞU çekişmesinin
bu yönde ne derecelerde etküendiği ve
Osmanlı diplomasisinin karşı cebhe oluş­
turma faaliyetleri ve Hıristiyan âlemin­
de müttefikler edinme girişimleri, Palombini’nin bu çalışmasının ışığı altmda
Türk tarihçüiği bakımından ortaya çı­
kan bir eksiklik olarak belirmektedir.
Tanıtmaya çalıştığımız eser bize bu ek­
sikliği hissettirmek açısından dahi, ba­
sımından on yU sonra kendisinden söz
edümesine değecek niteliktedir.
Kemal BeydUli
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 87
418
KEMAL, BEYDILLÎ
Jehuda L. Wallach, Anatomie einer
Militärhilfe. Die preussisch-deutschen
Militärmissionen in der Türkei 18851919 (Bir Askerî Yardımın Anatomisi..
Türkiye’de Prusya-Alman Askerî He­
yetleri 1835-1919). Schriftenreihe des
Institus für Deutsche Geschichte. Uni­
versität Tel Aviv. Droste Verlag Düs­
seldorf. 1976, 284 s.
1880 den-sonraki Prusya-Alman-Osmanlı münasebetleri içinde, Osmanlı
Ordusunun islâh ve yeniden teşkilât­
landırılması için girişilmek istenen ça-lısmalar özel bir ilgiyi gerektirici ni­
teliktedir. Osmanlı Ordusunun 93 Har­
binden sonra yeniden düzenlenmesi ihti­
yacının duyulması, devrin gelişen şart­
ları ve harbin umulmaz felaket getirici
sonuçları muvacehesinde kaçınümaz
olduğuna şüphe yoktur. Ancak böyle
bir vazife için Prusya-Alman yeteneği­
nin seçilmiş olması da tesadüfi değüdir.
Bunda değişen siyasî durum kadar,
Prusya-Alman silahlarının son zafer­
lerindeki parlak başarısı da önemli bir
rol oynamıştır. H. Friedrich (1740-1786)
devrinden beri «hayranlık» duyulduğu­
na s^hit olduğumuz Prusya militarizmi
giderek konuya, politik bir tercihin öte­
sinde çok daha anlamlı bazı sübjektif
boyutlar kazandıracaktır.
Gelişmiş bir sanayi toplumunun,
geri kalmış ve çağın emperyalist poli­
tikasının devletler arası mücadele saha­
sında «oyun topu» gibi elden ele atılan
bir devlet ile olan münasebetlerinde,
karşılıklı bağımlüığın daima gelişmiş
olan devletin lehine isleyeceği- aşikâr
olduğu kadar, bügiinün dünyasında da
güncelliğini korumaya devam eden- bir
olgudur. Böyle bir ilişki içindeki zayif
tarafın davranışındaki direniş sınırı,
çoğu kez devrin politik durumunun tanı­
dığı manevra sahası içinde sınırlıdır ve
geçen yüzyılda tarihin bize öğrettiği bu
manevra sahasının, içinde dönülen «fa­
sit daire»nin parçalanmasına genel ola­
rak yeterli, olmadığıdır.
Askerî yardım -bütün diğer yar­
dımlar gibi- bugün olduğu kadar geçmişde de az çok politik bir programın
önemli bir parçasını teşkü etmektedir.
Çünkü askerî yardımı kabul eden taraf,
çoğunlukla politik, ekonomik ve -bazen
de- sosyal bazı yükümlülüklere de kat­
lanmak zorundadır. Bu sebebten böyle
bir yardımı yalnızca objektif bir üişki
olarak kabul -edip basite indirgemek,
konuyu fazlaca önemsememek demek­
tir. Bir devletin ordusunu isLâh-için ge­
lenler, ister istemez kendi ordularındaki
yöntemleri de beraberlerinde getirmek
durumundadırlar. Bu arada geldikleri
ülkenin kendine has özellikleri genel
olarak tam anlamıyla nazar-ı dikkate
alınmaz. Reformcuların körü körüne,
mekanik olarak aktarmak istedikleri
önlemler, çoğu kez islâh edilecek ordu
tarafmdan hiç anlaşılmayan şeyler ola­
rak, hiçbir fayda vermeden kalmaya
mahkûm olur ve giderek her türlü ça­
tışmanın meydana gelmesi de kaçınıl­
mazdır. Askerî yardım ve orduyu islâh
için gelen heyetler ile beraber yavaş ya­
vaş ekonomik menfaatler de belirgin
bir hale gelmeye başlar. Askerî yardım
yapan ülke politik çıkarlar da sağlamak
peşinde olduğundan, yardım yapılan ül­
kenin dış ve -hele Osmanlı imparatorlu­
ğu gibi her türlü yabancı müdaheleye
müsait devletlerde- iç politikasında
ağırlığını koyması kaçınılmazdır. Bü
yardımm etkenliği ve gönderilen heyet­
lerin, «uzmanların», verüen süah ve si­
lah sistemlerinin sayıları arttıkça, yar­
dım kabul edilen ülkenin de bağımlılığı­
nın artacağı açıktır. Bu gelişmede «re­
organize» edilen ordunun silalilandırılmasmda, yardıma gelen tarafm kendi
k ît
silah ve silah sistemlerini tercih etme­
lerinin de önemli katkıları olacağı do­
ğaldır. Anlaşmazlık halinde yenideD
«donatılmış» olan bir ordunun, silah sis­
teminin kısa bir zamanda değiştirilme­
si ve ordunun takrar harbî vazifesinde
üstün bir duruma sokulması, askerî he­
yetlerin vazifelerine son verip, bunları
geriye yollamak kadar kolay bir iş değüdir. Vazifesine son verilen heyetin ye-,
rine -devletler arası her türlü rekabet­
ten istifade edüerek- yenüerinin bulun­
ması kolay bir iş olduğu halde, «dona­
tılmış» bir ordunun yeniden donatılma­
sındaki çeşitli güçlükler ve zaman kay­
bının doğurabileceği tehlikeler, böyle
bir münasebet içinde bulunan iki «den­
gesiz» devletin arasındaki bağımlüığı
zayıf taraf aleyhine perçinleştirir. As­
kerlerin peşinden teknisyenlerin, çeşitli
«uzmanlarm». gelmiş olacağı ve yardı­
mın artık askerî alanlardan, bu alanla­
rı tamamlayan diğer sahalara d a .sıçra­
mış olduğu düşünülecek olunursa, böy­
le bir ilişki içinde bulunan zayıf devlet
için durumun ne kadar -zorunlu bir ter­
cih içinde- ümitsiz olabüeceği kendiliğin­
den ortaya çıkar. 1882 de dört kişilik
bir heyet üe başlayıp 1918 de Türkiye’­
den .ayrılmak zorunda kaldıklarında sa­
yıları 25000’e kadar varan bir askergeneral-uzman ordusu, yukarıdaki. •ge­
lişme karakteristliği çizgisi içinde -fa­
kat muhakkak ki genel dünya politika­
sında bir çağın kapanışını simgeliyen
gelişmelerin de tesiriyle- Alman askerî
heyetlerinin genel tablosunu da ortaya
çıkartmaktadır.
«Bir askerî yardımın anatomisi» bi­
ze son devirlerini yaşayan bir impara­
torluğun da anatomisini vermektedir.
Bu anatomide; reform için gelen fakat
reform yapma imkânını bulamayan re­
formcuları, askerine silahlı-fişekli tâ­
lim ve manevra yaptırmaktan çekinen
Ab
îy a t
419
bir padişahı, «Donanmanın celladı» ünvanı üe anılma şerefine nail olan bir
Bahriye Nazırını, çürümeye terk edilen
bir «imparatorluk» donanmasını, getiri­
len silah ve silah sistemleri üzerinden,
komisyon alan reformcuları, silah fab-.
rikatörlerinden silah siparişlerinde et­
ken olmak üzere rüşvetler alan Osman­
lI paşalarını, kullanılmış ve modası geç-:
miş silahları vermede-almada bugünü,
dünden yaşamış politikacıları, uzmanlı­
ğı bol maaş ve rütbe almak sayanlarla
azimle bir şeyler için çırpınanları,
maaşları ödenemiyen «yerli» ile maaş­
ları gecikmeksizin ödenen «yabancı» su­
baylar arasındaki sürtüşmeleri, iç ve dış
politikada yapılmak istenen ve yapılan
müdaheleleri, politik, askerî ve ekono­
mik menfeatlerin nasıl bütünleştiğini,
en mahrem askerî bilgilerin nasü yalnız,
kendi aramızda birbirimizden gizlediği­
miz birer «sır» olduğunu, sonun arefesinde bir- «hayranlık» duygusu uğruna
nelerin feda edildiğini, askerî heyet ül­
kesi askerî menfeatleri açısından girişi­
len askerî harakâtları, v.s. teşrih edil­
miş olarak bulmak mümkündür.
Eser, Türkiye’nin I. Dünya, savaşı’na girişine kadarki I. Bölümünde (13-,
163), Moltke’nin gelişi üe başlayan ge­
lişmelere değinmekte ve Prusya askerî
heyeti hakkında bügi verdikten sonra
(1- kısım, 15-34), «H. Abdülhamid dev­
rinde Kaehler Heyeti’nin gelişi» (2. kı­
sım, 34-64), «Von der Goltz Dönemi».
(3. kısım, 64-108), «Reformcu Alman
Subayları ve Balkan Harbi» (4. Kısım,
108-126), «Türkiye’nin harbe girmesine
kadar Liman von Sanders Heyeti» (5.
kısım, 126-163), «I. Dünya Harbinde»
(H. Bölüm, 163-241), «Harbin ilk yıl­
ları» (6 kısım, 165 208), «Yüdırım» (.7.
kısım, 208-241), «Kıymet Günü» (8. kı­
sım, 241-256) «Son söz. ve «Öğretmen
olarak. Türk .hizmetine geçen -subayla?
420
KEM AL BEYDÎLLÎ
ra öğütler» ve «1918 Sonbaharında Tür­
kiye’nin çöküş nedenleri» unvanlı iki
önemli ek halinde tertip edilmiştir.
Çalışma, yazarın belirli bir hedefi,
Alman askerî heyetlerinin Türkiye’deki
faaliyetlerinin incelenmesinden çıkartı­
lacak neticelerin, Mısır’daki Rus askerî
heyetlerinin çalışmalarında ne gibi du­
rumların doğmuş olabileceğinin kestiril­
mesini ve bundan genel ve evrensel so­
nuçlar çıkartılmasını esas hareket nok­
tası olarak almış olduğundan, belgelerin
incelenmesi ve konunun çeşitli yönleriy­
le derinlemesine aydınlatılması, takib
edilen bu gaye ve metot yüzünden ikin­
ci dereceye itilmiş bulunmaktadır ve Al­
man askerî heyetlerinin Osmanh İmpa­
ratorluğundaki faaliyetleri ayrıntılı ola­
rak " verilememektedir. Ancak eserde
kullanılan veya değinilen ve İngiliz ve
Avusturya belgeleri ile de kontrol edi­
len geniş Alman arşiv vesikaları, bu ko­
nuda çok daha teferruatlı ve bizim için
cevablandırılması gerekli birçok önem­
li meselelerde geniş bügi verebilecek ni­
teliktedir. Yazarın Türkçe bilmediği öz­
rü karşısında, belgelerdeki bu «hedefli» değerlendirmenin, konunun işlenişi­
ni daha da «anahatlara değinme» ve
«karakteristikleri tesbit» çizgisinde bı­
rakmaktadır. Bununla beraber eser, bu
haliyle büe üerideki daha geniş ve Türk
belgeleriyle tamamlanması elzem çalış­
malara yön ve anlam verici boyutta ol­
ma vasfmdan hiçbirşey kaybetmemek­
tedir. Bilakis geniş arşiv ve bibliyograf­
ya göstergesi üe eser böyle bir çalışma­
ya büyük katkıda bulunabilecek değer­
dedir.
Eserin, Prusya-Osmanlı Uk üişküeri
hakkında bazı değinmelerde bulunan 1.
kısmında (s. 15), HI. Mustafa’nm ordu­
sunu «reorganize» etmek için H. Friedrich’ten «üç müneccim» istemiş olduğu­
na dair kayıt, H. Friedrich’in «Yedi Se­
ne Harbleri» esnasmda (1756-63) ve
1760 senesi içinde Osmanlı Devletine it­
tifak anlaşması sunduğu, 1798 senesin­
de m . Selim’in arzusu ile albay von
Götze’nin Türk ordu birliklerini denetle­
miş olduğu kayıtları tashihe muhtaçtır.
«Müneccim» hikâyesinde ordunun
«reorganizasyonu» meselesi yakıştırma­
dan öteye gidemez. HL Mustafa’nm
böyle bir teklifte bulunmasının sebebi,
n . Friedrich’in askerî başarılarının isa­
betli «eşref saati» tesbitinden üeri gel­
diği görüşünden neş’et bulmaktaydı, n .
Friedrich’in 1760 senesinden çok evvel
Osmanlı Devleti üe bir ittifak yapma
peşinde olduğu ise bUinmektedir. An­
cak bu gaye için bir elçinin. (Rexin) res­
men yollanması ve ittifak teklifi daha
evvel ve 1755 senesi içindedir. (Rexin
1755 senesindeki ük gönderilişinde Mart
sonu ve 16 Haziran arası İstanbul’da
bulunmuştur). 1798 senesinde Albay
Götze’nin m . Selim’in arzusu üzerine
Osmanlı ordu birliklerini teftiş ettiği de
gerçeklere uymamaktadır.
Herşeyden
evvel 1798 tarihi -muhtemelen bir bas­
kı hatası olacak- 1789 olarak düzeltümelidir. Götze, Ağustos 1788 de İstan­
bul’a gelmiş, Ordu-yu Hümayûn’a git­
mesi ve durumu yalandan takibetmesi
Berlin’de kendisine tenbih edümiş oldu­
ğundan, İstanbul’daki Prusya elçisi olan
Friedrich von Diez üe birlikte yaptıkla­
rı girişimler, iki devlet arasındaki itti­
fak görüşmelerine rağmen uzun zaman
başarısız kalmış, ancak kendisine 1790
Nisan’mda Vidin’de bulunan orduya git­
me izni verüebümiştir. Götze, aynı .se­
nenin Temmuz ayında «gözlemci» ola­
rak Vidin’e gitmiş olmakla beraber, ora­
da kısa bir zaman kalmış ve ordu bir­
liklerini de teftiş etmemiştir.
Profesör Waüach’m bu çalışması,
Genel Kurmay Harb Tarihi Başkanlığı
Stratejik Etütler Yayınları arasmda
K İT Â B fY A T
Türkçe’ye çevrilmiş ve yayınlanmış bu­
lunmaktadır. (Ankara, 1977. Genel Kur­
may Basımevi). Onbeş liralık nominal
fiatı ile rentabüite kaygusu taşımadığı
anlaşılan bu tercüme-basımın, real de­
ğer üzerinden piyasaya arzedüip, geniş
bir kitleye sunulmuş olması, eserin kıy­
meti yönünden sevindirici olurdu. Ba­
sımda, eserin Almanca aslmda yer alan
geniş arşiv kaynaklarının ve bibliyog­
rafyasının mevcud bulunmaması ayrıca
büyük bir eksiklik olarak kendisini his­
settirmektedir. Bu tip tercüme-basımlarda artık -maalesef- alışkanlık haline
gelen bu eksikliği gidermiş olarak ve
basıma bir index ekleyerek, mükemmel
bir halde okuyucunun istifadesine sun­
mak, girişilmiş külfetli tercüme işi ya­
nında herhalde küçük bir çalışma gay­
retini icabettirirdi. Genel olarak başa­
rdı bir tercüme olarak kabul edilmesi
gereken bu basımda, düzeltilmesi gerek­
li önemli bir çeviri hatası, eserin A l­
manca aslının 74. sahifesinde yer alan
(«Schichtwechsel» unter den deutschen
421
Reformoffizieren) başlık-cümlesinde gö­
ze batmaktadır. Türkçeye (Alman Re­
form Subayları arasmda «Sınıf Farkı»)
olarak aktarılan bu cümlede (s. 65),
«Sınıf Farkı» «Schichtwechsel» kelime­
sinin karşılığı olarak verilmiştir ki,
«Schichtwechsel» teknik bir tabir oldu­
ğundan zaten tırnak içinde yazümıştır
ve «vardiya değişimi» anlamına gel­
mektedir. «Sınıf farkı» (Klassenun­
terschied) üe zaten bu kısımda anlatı­
lanların da bir ilgisi yoktur. Zira bu kı­
sımda, ölümler veya başka nedenlerle
şimdiye kadar hizmet gören subaylarm
yerlerine yenilerinin tayinlerine değinil­
miş bulunmaktadır. Bu sebebten bu
cümlenin (Alman Reform Subayları
arasmda «vardiya değişimi») olarak dü­
zeltilmesi gerekmektedir.
Günümüz olaylarma da ışık tutabi­
lecek olan bu çalışmasından ötürü Pro­
fesör Wallach’in ve Türk okuyucuları
adma eseri düimize kazandıranları kut­
lamak isteriz.
Kemal Beydilli
Muzaffer Gökman, Tarihi Sevdiren
Adam, Ahmed Refik Altmay, Hayatı ve
Eserleri, .İstanbul 1978, 436 sayfa, Tür­
kiye îş Bankası Kültür Yayınları, Ge­
nel No : 186, Ünlü Kişüer Dizisi : 8.
Her ilim dalı için mevcut çalışma ve
araştırmaları bir arada toplayan bib­
liyografyaların, konuyla ügilenenlerin
işini kolaylaştırma gayesini gütdüğü
bir gerçektir. Bilhassa matbaanın, ya-:
yılması ve neşredilen' eserlerin günden
güne çoğalması, bibliyografya kitapları­
nın ehemmiyetini bir kat daha artırmış
bulunmaktadır. Bu bakımdan bibliyog­
rafya, çeşitli ilim dallarında olduğu gi­
bi, târih ilmi için de çok önemli bir yer
tutmaktadır.
Bugün, çeşitli memleketlerin târi­
hine âit yerli ve yabancı yayınları bir
arada toplayan bibliyografya eserleri­
nin yanı sıra, târihî bir olay ile târihî
şahsiyetler üzerinde yapılmış araştır­
maları da bir arada toplayan bibliyog­
rafya eserleri vardır. Kezâ târih ilmi
üzerinde çalışan muhtelif ilim adamla-
422
İl h a n ş a h i n
rmm, araştırma ve yayınlarını ihtivâ
eden bibliyografik eserler de bulunmak­
tadır.
- İşte bu nevi bibliyografik eserler­
den. biri de, Sayın Muzaffer Gökman
tarafından yayınlanmıştır. Yayınlanan
bu eser, Türk tarihçiliğinin seçkin si­
malarından Ahmed Refik. Altınay’m
araştırma ve yayınlarını muhtevidir.
Eserin ilk k ıs m ında (s. 1 -1 3 4 ), Ah­
med Refik Altınay’ın hayatı .hakkında
malûmat veren. Gökman, burada Altınay’ı kişisel olarak tanımadığını belirt­
mesine rağmen, Altmşy’ı tanıyanların
izlenimlerini derleyerek esere başlamakda ve bu arada tarihçimizin ölümünü iz­
leyen günlerde, Haşan Âlî Yücel,. Peyami Safa,. M. Turhan ...Tan, Kadircan
Kafh, Falih Rıfkı Atay ve İbrahim Alâeddin Gövsa gibi kimselerin tarihçimiz
hakkında çeşitli gazetelerde yazdıkları
yazılara yer vermektedir. Müteâkıben
Ahmed Refik’in Türk Tarih’ Encümeni
Başkanlığı’na seçilişi münâsebetiyle,
O’nu yakından tanıyan merhum Ord,
Prof. Mükrimin Halil Ymanç’m 1925
yüındâ yazdığı bir yazı bulunmaktadır
(s. 1 5 -1 8 ). Sonraki satırlarda, Mükrimin
Halü Ymanç’m imkân buldukça, tarih­
çimizin mezârına uğradığı kişisel ola­
rak anlatılmaktadır. Büâhire, Ahmed
Refik Altınay hakkında, 1937 târihli
Akşam Gazetesinde yer alan imzâsız
bir yazı üe Ereümend Ekrem Talu’nun
Son-Posta Gazetesinde, Nizamettin Na­
zif Tepedelenlioğlu’nun Haber Gazete­
sinde, Nurullah Ataç’m yine aynı gaze­
tede, Sadri Ertem’in Kurun Gazete­
sinde, Vâlâ Nureddin’in Haber (Akşam
Postası) Gazetesinde yayınlanan yazı­
ları ve Feridun Kandemir’in 1936 yılın­
daki bir yazısı ile müellifimizin haya­
tı ve eserlerinden bahseden, Mehmed
Hâlid Bayrı’nm makalesine yer veriL
mektedir. Ayrıca eserde, Altmay’la
Ugili olarak Nevsâl-i Millideki bir yazı
üe Hâlid Fahri Ozansoy’un Son Posta
Gazetesindeki ve Münir Süleyman Çapanoğlu’nun bir yazısı; yine tarihçi­
mizle alâkalı olarak, Elif Naci ve Münif Fehim Özarman’m hâtıraları, bun­
dan sonraki satırlarda bulunmaktadır
(s. 1 9 -8 0 ). 1921 yümda bir gazetenin,
milletimizin gelecekteki saâdeti hakkın­
da, . Altmay’la yapmış olduğu bir rö­
portajı, bugünkü düe sadeleştirerek ve­
ren Gökman (s. 8 0 -8 3 ), müteâkıben,
1931 târihinde, İstanbul’da»Sürp Agop
mezârlığı davâsmda, tarihçimizin H.
Bâyezid •vakfiyyesinden istifâde ederek,
çok geniş bir arâziyi' devlete ve dolayısiyle İstanbul Belediyesi’ne nasü ka­
zandırdığım, gazete haberleriyle bahis
mevzûu etmiştir (s. 8 5 -9 1 ). Bundan
sonra, müellifimizin biyografisi ve 1936
târihinde Büyükada’daki Anadolu Kulübü’nde, merhûm üe Atatürk arasında
geçen bir konuşma yer aldığı gibi, Altmay’ı çok y a k ın d a n tanıyan Reşad
Ekrem Koçu’nun Göman üe Mart 1971’ de yaptığı bir görüşmede, târihçimiz
hakkında söylediği bâzı sözler de yer al­
maktadır (s. 9 1 -1 2 2 ). Târihçimizin bâzı
siyâsî görüşleri ve adı karıştığı bir olay
yüzünden Ankara istiklâl Mahkeme­
sindeki yargüanması, eserin bundan
sonraki kısmında bulunmaktadır.
Eserin daha sonraki bölümleri, Ah­
med Refik Altınay’ın bibliyografyasına
ayrümıştır. tik olarak târihçimizin çe­
şitli gazete ve dergilerdeki yazüarını,
ayrı bir bölüm hâlinde ve alfabetik bir
sıra dâhüinde veren Gökman (s. 1353 4 0 ), okuyucuların ve araştırıcüarın
eserden faydalanmalarına daha da fay­
dalı olmak düşüncesiyle, her yazının
özetini vermek yoluna gitmiştir. Bu
özetlerden anlaşüdığma göre, Altmay’m
çeşitli gazete ve dergüerde yayınladığı
yazılarının büyük bir kısmı, Osmanlı
K İTÂ B İY A T
târihine âit araştırma, târihî hikâye ve
târihî tefrika dizileridir.
Bilâhire tarihçimizin, çeşitli gaze­
te ve dergüerdeki taşlama, eleştirme,
sataşma ve tartışmalarına âit yazıları
bulunmaktadır (s.' 343-354). Burada,
yayınlandığı târih sırasma göre verilen
yazılarm büyük bir kısmı, Osmanlı tâ­
rihi üzerinde incelemeler yapan araştı­
rıcıların, bâzı konularda yazmış olduk­
ları yazılara cevap mahiyetindedir.
Târihçüiği yanında, aynı zamanda
şâir de olan Altmay’m şiirleri, eserin
355-358. sahifelerini teşkil etmektedir.
Ahmed Refik’in şürlerinin tamamı Gö­
nül «Şiirler» (İstanbul 1932) isimli bir
kitapda yayınlanmış olduğundan, bura­
da, kitabında yer almayan üç şiiri mev­
cuttur.
Daha sonra, târihçimizin hayatın­
da ve ölümünden sonra, muhtelif gaze­
te ve dergüerde hakkında yazüan yazı­
lara yer verilmektedir (s. 359-369). Bu
bölümde,
Altmay’m
fotoğraflarının,
hangi gazete ve dergilerde bulunduğu
dahi Sayın Göman tarafmdan kaydedümiştir.
Ahmed Refik’in târih ve târihle
alâkalı eserleri, kitâbın 371-391. sahifeierinde bulunmaktadır. Buradaki eser­
lerin büyük bir 'kısmını, târihçimizin
Başbakanlık Arşivi’ndeki vesikalardan
faydalanarak meydana getirdiği eser­
ler he çeşitli müelliflere âit olup, yayın­
lanmasını sağladığı târihler teşkil et­
mektedir. '
423
Altmay’m okul kitapları ile ügili
eserlerinin yer aldığı bölümden sonra
(s. 393-398), şiirlerinin, yabancı dilden
yaptığı tercümelerinin ve değişik konu­
lara âit eserlerinin yer aldığı bölüm,
eserin 399-403. sahifeleri arasındadır.
Eserin en sonunda ise, eserden fayda­
lanmayı kolaylaştırmak gayesiyle yapı­
lan index yer almaktadır.
Çeşitli gazete ve dergüerde, araş­
tırma dizisi, târihî hikâye Ue tarihî tef­
rika yazan Ahmed Refik Altmay, türkçeyi çok iyi kullanması ve okuyucuyu
yormayan akıcı üslûbu üe aradan yıl­
lar geçmesine rağmen unutulmamış ve
günümüze kadar Ugiyle izlenmiştir. Bu­
nun yanı sıra, Türk târihinin birinci el­
den kaynaklarından, Osmanlı arşiv ve­
sikalarına ilk el atanlardan birisi olan
ve bu vesikalara dayanarak, birçok
eser yayınlamakdan da geri kalmayan
Altmay’m târihimizin, sâdece kronik­
lerle değü, belgelerde de saklı bulunan
kayıtlardan öğrenümesine dikkati çe­
kenlerin başmda geldiği bir gerçektir.
Yayınlanan
eserde, târihçimizin
eserlerinin sâdece isminin verilmesiyle
iktifâ edümeyip, özetlerinin de verilmiş
olması, eserden faydalanmayı," daha ya­
rarlı bir hâle getirmiştir. Bu bakımdan,
eserlerini elimize almakdan hiç bir za­
man
vazgeçemiyeceğimiz
târihçimiz
hakkında, böyle yararlı bir kitap hazır­
layan Sayın Muzaffer Gökman’ı kut­
larız.
İlhan Şahin
424
HÜ SEYİN SALM AN
Nizamı Aruzi, Les Quatre Discours
(Çahar Makala), Fransızcaya çeviren
Isabelle de Gastines, Bibliothèque des
Oeuvres Classiques Persanes, No: I,- Pa­
ris 1968, 162 s.
Orta çağ İran edebiyatmm seçkin
simalarından biri olan Nizamı Aruzi’nin
«Çahar Makala»si ilk defa Iranlı filolog
Mirza Muhammed Qazvini tarafından
1910 yılında neşredilmişti (Nizamı Aru­
zi, Çahar Makala, Leiden-London 1910.
Gibb Memorial Series vol. X L). Qazvini
edisyonundan 11 yıl sonra İngiliz şarki­
yatçısı E.G. Brown, Qazvini neşrini tek­
rar gözden geçirip notlar da ilâve ede­
rek 1921 yılında İngilizceye tercüme et­
mişti (Gibb Memorial Series, vol XI, 2,
London 1921). Aradan uzun bir süre
geçtikten sonra Fransız oriantilisti Isa­
belle de Gastines, UNESCO ve L’Institut Royal de Traduction et de Publica­
tion de L’İran (İran kraliyet tercüme ve
neşriyat enstitüsü) cemiyetinin yardımı
üe 3. defa olarak neşretti.
Muhtemel olarak 1155-1157 'yılları
arasmda yazılan eserin yazarı hakkında
geniş bir bilgiye, sahip bulunamamakta­
yız.-Çahar Makala’nin bazı pasajlarına
göre Nizamı Aruzi’nin 1106 dan az ön­
ce doğduğu ve 1156 ya kadar yaşadığı
ortaya çıkarılabüir. Kendi ifadesine gö­
re Nizami 1110-11 de Semerkand’da şa­
ir Rûdaki ile görüşüyor, 1112 de Umar
Khayyâm üe karşüaşıyor ve 1115-16 yülarmda Heratta ikamet ediyor. Herat
civarmda bulunurken 1117 de Tus’da or­
dusu üe kamp yapan Selçuklu sultanı
Sencer’in teveccühünü kazanmak ümidi
üe bu şehre hareket ediyor. Orada şair
Muizzi’yi ziyaret ediyor, şiirlerini ona
sunuyor ve ondan hüsn-ü kabul görü­
yor. Tus’daki ikameti boyunca şair Firdevsi’nin mezarmı ziyaret ediyor. Ayni
sene Nişapur’da ikamet# başlayan ya­
zar 1120 de şâir Mü’izzi’den Gazneli
Mahmud üe Firdevsi’nin hikâyesini öğ­
reniyor. 1135-36 da Khayyam’ın mezarı­
nı ziyaret ediyor ve bu şairin kehanet­
lerinin doğruluğunu anlıyor. Gur sulta­
nının 1152-53 teki bozgunundan sonra o,
bir süre Herat’ta gizli olarak yaşamak
zorunda kalıyor. Sonuncu ' anekdotunun
son bölümünde de eşi ve çocukları hak­
kında kısa bügi vererek yazar bize- ken­
di biografisini çizmiş oluyor.
Asü ismi Abul Haşan Nizam-al-Din
Ahmad ibn Ümar ibn Ali Samarqandi
olan yazar, edebiyat alanında kendisini
büyük şair Genceli Nizami’den ayırdetmek için «Nesirci» Nizamı Aruzi ismi
üe tanınır. Gerçekten XH. asrm büyük
nesircüeri arasmda yer alan Nizami gü­
nümüze ancak kırıntı halinde intikal
eden şiirleri üe beraber edebî kabiliyeti­
nin dışında Tabiblik ve Astrologie (Mü­
neccimlik) alanlarmda da temayüz eder.
Eserini Gur sarayı prenslerinden Abu’lHasan Husam al-Din Ali’yye ithaf eder­
ken yazar kendi ifadesine göre bu ha­
nedana hizmette de 45. yümı dolduru­
yordu.
Büindiği gibi eserin üç yazma nüs­
hası vardır. Birincisi British Muséum
nr. 3.507 de olup, bu nüshanm istinsah
tarüıi 1608-09 yüıdır. İkincisi yine
British Muséum nr. 2.955 de olup, bu­
nun da yazma tarihleri 1857-58 dir. So­
nuncu yazma ise İstanbul’da olup Aşir
Efendi Kütüphanesi nr. 285 de bulun­
maktadır. Bu4 sonuncu nüsha tarih ve
bulunuş yeri itibariyle önceküerden da­
ha önemlidir. Zira İstanbul yazması
1431-32 gibi eski bir yazım tarihi ve
Herat gibi bir şehirde bulunuşu, bah­
settiği olaylara yakınlığı itibarı üe iki
ayrı özelliğe sahiptir.
Tanıtmasmı yapmaya çalıştığımız
bu yeni neşir 1- Yayınevinin önsözü
2- Giriş 3- Yazarm önsözü 4- Başlangıç
K İTÂ B İY A T
5- Yaratıcı ve Kâinat -6- Bitki ve hay­
van hakimiyetinin gelişimi 7- Beş dış
duyu ve hayvan hakimiyeti (Du Regne
animal et des cinq sens externes) 8- Beş
iç duyu 9- Vahşi insan ve insanın tekâ­
mülü 10- Birinci Makale, Kâtipler. 11îkinci Makale, Şâirler 12- Üçüncü Ma­
kale, Müneccimler 13- Dördüncü Maka­
le, Tabibler 14- Sonuç bölümlerinden
ibarettir. Yayınevinin önsözü ve tercü­
me edenin girişinden sonra asü yazarm
önsözü üe. başlayan eserin ilk bölümleri
tamamen dinî ve felsefî fikirleri ihtiva
etmekte olup, bir çok yönleri ile üâhiyatçıları ve din sosyologlarmı ügüendirmektedir. Burada klasik orta çağ- İslam
yazarlarmda gördüğümüz havayı Niza­
mimde de görmekteyiz. Mesela Allah ve
Kâinat üe ügili fikirlerinde olduğu gribi
(s. 22-24). Yanlız beş iç duyu (Cinq
sens internes) bölümünün sonuna Uâve
ettiği anekdotta (s. 30-34) Nizami, Nişapurda 1116-17 de Abu Rida ibn Abd
al Salam al Nişapuri’nin Karahanlüar
üe ügüi bir rivayetini nakleder.
Yazarm kitabmda ağırlık verdiği
makalelerinden birincisi (s. 35-57) dinî
kıssalar üe başlamakta, Abbasi halifesi
Mamun’un izdivacı hikâye edilmekte ve
Karahıtay Gürhan üe Selçuklu sultanı
Sencer arasmda vukubulan savaşa ge­
niş yer verilmekte ayrıca Gaznelüer üe
Karahanlüar arasındaki elçüer üe ilgüi
haberler sıralanmaktadır. İkinci maka­
le (s. 60-102) şairleri anlatmakta ve şiir
sanatı üe ügüi olarak yazarın görüşle­
rini yansıtmaktadır. Çağdaş şairler üe
yakmen ügüi haberler arasmda bu bö­
425
lümün en dikkat çekici pasajı yazarm
şair Mu’izzi’den dinlediği sultan Mahmud üe şair Firdevsi ihtüafıdır. Münec­
cimleri ele alan üçüncü makalede (s.
103-127) yazar, büyük türk bügini alBiruni ve sultan Mahmut üişkisi üe ügüi olarak hikâye tarzında naküde bu­
lunmakta, bunun yanında Nişapur mü­
neccimi üe büyük vezir Nizam-al-Muluk’e ait duyduklarını yazmaktadır. Ki­
tabın son bölümünü teşkü eden 4. bö­
lümde (s. 129-160) yazar tabibler üe ügüi olarak bügiler vermekte, tavsiye­
lerde bulunmakta ve îbn Sina (Avicenne) üe ügüi hemen hemen hiç duyulma­
mış tıbbî vakalar anlatmaktadır.
Tarihçi olmadığı için, olayları de­
rinlemesine incelemeyen Nizami, haliy­
le duyduklarını yazmakla bir çok yan­
lışlıklara düşmektedir. Fransızcaya ter­
cümesinde îsabelle de Gastines verdiği
dip notlarla bu kusurları hemen hemen
gidermiş olarak karşımıza sıhhatli bir
eser çıkarmaktadır. Dolaylı olarak da
olsa Sultan Sencer, Gazneli Mahmud ve
Karahanlı hakanları üe ügüi naküleriyle Nizami’nin eseri Türk tarihi bakımın­
dan bir öneme haizdir. İngilizce tercü­
mesinden sonra Fransızcaya tercüme­
siyle ve her iki tercüme üe ümî yönden
vaki olan boşlukların ve eksikliklerin
doldurulması üe türkologlar sağlam bir
orta çağ kaynağına sahip olmuş sayüabüirler. Düeğimiz, anadüinden başka
ikinci defa olarak yabancı düe çevrüen
eserin, üçüncü yabancı dü olarak türkçeye de çevrümesidir.
Hüseyin Salman
426
ali
Ih s a n g e n ç e r
Dr. Rifat Uçarol, 1878 Kıbrıs Soru­
nu ve Osmanlı-İngüiz Anlaşması (Ada’nın İngiltere’ye Devri) ; İstanbul Üni­
versitesi Edebiyat Fakültesi yayınları
No : 2434, İstanbul 1978, 152.
Yakınçağ Türk 'v e Avrupa tarihle­
riyle ilgili eser ve makaleleri üe yalan­
dan tanıdığımız Dr. Rifat Uçarol, bü
eseriyle, hâlen Türk Dış Siyâsetinin
ağırlık noktasını teşkil eden «Kıbrıs
Sorumumu resmî belgelere dayanarak
açıklamağa çalışmış genç bir ilim ada­
mımızdır.
Sonçağ Tarihi Kürsüsü Başkanı
merhum, Prof. Dr. Ahmet Cevat Eren
Hocamızın aziz hatırasına ithaf edüen
eserin, önsözünde, (s. 7-9), ezcümle
konunun ehemniyeti belirtilmiş ve bu
sorunun ne zaman başladığı zaman ve
sebep gösterilerek açıklanmış, ayrıca,
eserin tertibi ve çalışma plânı hakkında
da ayrıntılı bilgi verilmiştir.
Kıbrıs'ın fetih tarihi olan 1570 se­
nesinden 1878 senesine, yâni, Ada’nın
Ingiltere’ye geçici olarak devrine ka­
dar geçen zaman eserin girişini teşkü
etmektedir (s. 11-17). Burada, Kıbrıs'
m Türkler tarafından fethi ve fetihten
sonra gelişen olaylardan kısaca bahse­
dilmiş, netice olarak, üçyüzsekiz sene­
lik bu devirde, siyâsî, kültürel etnik ve
coğrafî yönlerden Ada’ya tam bir Türk
damgasının vurulduğuna işâret edilmiş­
tir (s. 17).
Kıbrıs sorununun başlangıç bölü­
münü, yâni, 1878 yılını konu alan eser,
üç ana bölüm üzerinde ele alınarak in­
celenmiştir.
Birinci bölüm (s. 19-31), Kıbrıs so­
rununu hazırlayan siyasî gelişmeler ve
1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı ve orta­
ya çıkardığı yeni statü, konuları altmda
ele alınarak, Ingiltere’nin Ada’yı ele
geçirmek için, Osmanlı Imparatorluğu’-
nun ve Avrupa büyük devletlerinin^ Ber­
lin Kongresi arefesinde içinde bulun­
dukları siyâsî durumlarından, ne denli
faydalandığı, özellikle Rusya'nın ezeli
politikası olan «güneye inme» politika­
sına mâni olmak için Kıbrıs’ı Osmanlı
topraklarından koparmak, dolayısıyle,
Doğu Akdenize hâkim olmak yolunda
çabaları izâh edilmiştir.
Bilindiği gibi Ingiltere, Kıbrıs ile,
daha, 19. yüzyılın başlarından itibaren
yalandan ilgüenmeğe başlamış, ve bura­
nın askerî, siyasî, ekonomik yönlerden
sağlayacağı çıkarları göz önünde tuta­
rak Ada’nm mutlak suretle kendi idâresine geçmesini arzulamıştı. Nitekim, bu
fikrini gerçekleştirmek için en elverişli
ortamı, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı­
nın yarattığı siyasî bunalımda bulmuş
ve duruma müdahele ederek Rusya’ya
karşı Osmanlı împaratorluğu’nun, söz­
de hâmisi sıfatıyle, yanında yer almıştı.
Aslında ise düşündüğü sadece kendi çı­
karlarıydı.
Ingiltere’nin Ada’yı ele geçirmek
ve oraya yerleşmek istemesi eserin
ikinci bölümünü (s. 31-39) teşkü etmek­
tedir. Bu bölüm; îngütere’nin ön-Asya
ve Akdeniz politikası (s. 31) ve bü po­
litikada Kıbrıs'ın yeri ve önemi (s. 34),
Ingiltere’nin Kıbrıs’a yerleşmek için
yaptığı girişimler ve Kıbrıs’a yerleşme­
ğe karar vermesi (s. 37), bu hususta
giriştiği diplomatik faaliyetler (s. 42)
ve neticede îngütere’nin Kıbrıs’a yer­
leşmesini sağlayan 4 Haziran 1878 am
laşması (s. 65) ve ekleri ve bunların
her iki Devlet tarafmdan onaylanmaları,
gibi konuları ihtiva etmektedir.
Osmanlı' Devleti üe İngiltere ara­
sında Kıbrıs hususunda olaylar şöyle
bir seyir takip ederek gelişmiştir : 25
Mayıs 1878 günü Ingiltere’nin Osmanlı
Devletinden Ada’yı istemesi ve bir sa­
vunma anlaşması yapümasmı teklif et­
K İTÂ B İY A T
mesiyle, Kıbrıs sorunu resmen başla­
mış, 4 Haziran 1878 tarihinde Osmanlıİngiliz anlaşması yapılmış; 1 Temmuz’da «Ek» anlaşma imzalanarak 7 Temmuz’da Ada’nın yönetimini Ingiltere’ye
devreden ferman imzalanmış (s. 81 vd.);
12 Temmuz 1878’de anlaşma onaylan­
mıştır (s. 84).
Yukarıda da değinildiği gibi, Kıb­
rıs'ın Ingiltere’ye devir ve teslimi ve bu
arada Ingiliz askerlerinin Ada’ya res­
men çıkarak yönetimi devir almaları ve
bu yeni yönetime karşı Ada halkının
gösterdiği tepki ve Osmanlı-Ingiliz an­
laşmasının uygulamasından doğan ilk
anlaşmazlık gibi konuları ihtiva eden
bölüm eserin üçüncü ve son bölümünü
(s. 93-113) teşkil etmektedir.
îngütere’nin Kıbrıs'ın yönetimine
el koyması, Ada halkı arasında farklı
tepkilere yol açmış, Türk halkı, bunu
Devletinin bir emri olarak karşüarken,
Rum halkı, Ada’nın Yunanistan ile bir­
leştirilmesi için ileri bir adım saymış­
lardır. Esâsmda Kıbrıs hukuk yönünden
Osmanlı imparatorluğuna bağlı kalmak­
ta devam etmiş, Ingiliz işgali; son Osmanlı-Rus savaşı esnasında Ruslar ta-rafmdan işgal edilen Doğu Anadolu’daki
topraklarımızın, Anavatan’a iadesi ile
sınırlandırılmış fakat fiilî kullanma
hakkı Ingütere’ye devredilmiştir.
Eser, sonuç (s. 113-117), bibliyog­
rafya (s. 117-121), onsekiz klişeden olu­
şan belgeler (s. 121-147) ve bir indeks
(s. 147-l152) ile son bulmaktadır.
Eser, arşiv belgelerinin bol ve ye­
rinde kullanüması ile dikkati çekmek­
tedir. Aynı zamanda belgelerin yanı sı­
ra, yerli ve yabancı eser ve makaleler­
den de büyük bir titizlikle faydalanılmıştir. özellikle yazarın konuya bakış
açısı ve ortaya koyuşu, meseleye haki­
miyetini göstermesi bakımından, eserin
değerini bir kat daha artırmaktadır. Bu
42t
cümleden- olarak, genç ilim adamımız
Kıbrıs sorununu şu cümleler ile sonuç­
landırmaktadır (s. 116) :
« ...Osmanlı Devleti’nin maddî ve
manevî yetersîzliklerinin tir sonucu
olarak, Kıbrıs Adasının elden dolaylı
olarak da olsa gitmesi, İmparatorlu­
ğun emniyeti ve bütünlüğü bakımın­
dan aleyhte bir gelişme olmuştur.
Osmanlı Devleti 1683 yılından beri
sürekli olarak, Avrupa Devletleri ta­
rafından batıdan zorlanmıştı. Nite­
kim, bu tarihe kadar kaybedilen top­
rakların hemen hepsi Osmanlı Avrupası’ndan olmuştu. Kıbrıs’ın kaybı
ile bu balkının yönü Doğuya da kay­
mış oldu. Böylece Türkiye bir çem­
ber içerisine düşürülmüş bulunuyor­
du. Denizcilik yönünden ise, daha
önce Yedi Ada ve Mora’nm kaybe­
dilmesi île adeta Türk'ler, denizler­
den uzaklaştırılmaya başlanmıştı.
Şimdi, Yedi Ada-Mora -Kıbrıs çizgi­
si ile bu, daha belirgin hale gelmiş­
tir. Bu «çizgi» üzerinde bulunan Gi­
rit Adasl ise, zaten bir süreden beri
kaynamaktaydı. Ancak Girit’in Ege
Denizinin ağzında bulunması, Bo­
ğazlarla doğrudan ilgisi yâni jeopo­
litik durumu, bu ada üzerindeki he­
sapların çok daha değişik şekilde
dengelenmesini gerektiriyordu. Bu­
nunla beraber, 19. yüzyılın başların­
dan beri Ingütere’nin gayreti ile
meydana getirilmiş bulunan Yedi
Ada-Mora-Kibrıs çizgisi Osmanlı İm­
paratorluğunu Güney-Kuzey doğrul­
tusunda ikiye bölmüş oluyordu. Özel­
likle, İmparatorluğun merkezi ile
Kuzey Afrika toprakları arasında
meydana getirilen bu perde, Devlet1in parçalan arasındaki ilişkileri engelliyecek şekilde idi. Yine bu «çiz­
gi» ile Boğazlan kontrol altına al­
mak mümkün olduğu gibi, Osmanlı
428
A L I İEİSAN GENÇER
denizciliği de Ege Denizi’ne ve Mar­
mara’ya hapsedilmekle karşı karşıya
bırakılmıştır.
Bu bakımlardan, Kıbrıs’ın elden
gitmesi, bundan sonra sıranın diğer
adalara ve özellikle Osmanlı Kuzey
Afrikası’na geldiği anlamını taşı­
makta olduğundan, ayrı bir öneme
sahiptir. Böylece, Şark Sorunu’ndan
doğan tehlike çok yönlü bir duruma
gelerek, Osmanlı İmparatorluğu’nun
tamamını tehdit etmeğe başlamış­
tır...»
Ali Ihsan Gençer
Atillâ Çetin, Başbakanlık Arşivi
Kılavuzu, Enderun Kitabevi, İstanbul
1979, X V I+ 171.
Arşiv ve arşivcilik üzerine çeşitli
yaynıları bulunan Atillâ Çetin*, bu - de­
fa Osmanlı imparatorluğu’nun ana ar­
şivi kabul edilen Başbakanlık Arşivi
hakkında hazırlamış olduğu kılavuz ile,
bu sahada uzmanlaşmış olduğunu gös­
termiştir. Elimizdeki kılavuz, sadece
Başbakanlık Arşivi hakkında olmayıp,
* Arşiv Notlan, Başbakanlık Ar­
şivi Genel Müdürlüğü yaymı, Ankara
1976, 69 s.; I. Kurumlararası EvrakDosya ve Arşiv Kursu Notlan, Ankara
1976, 76 s.; Arşiv Belgeleri Restorasyo­
nu, Kültür Bakanlığı yaymı, Ankara
1977, X + 6 1 s.; Başbakanlık Arşivi’nde
uygulanan tasnif sistemi ve kullanılan
kotlar, TD, sayı 31, İstanbul 1978;
Fransa’da arşivler ve arşivcilik, «Türk
Kütüphâneciler Demeği Bülteni», eXXVI, sayı 3, Ankara 1977; Yıldız A r­
şivine dâir, TD, sayı 32, İstanbul 1979;
Millî tarih ve kültür araştırmalan kay­
naklarından biri olarak arşivlerimiz ve
önemi, «Türk Dünyası Araştırmalan
Dergisi», c. I, sayı 3, Ankara 1979.
Türkiye’de mevcut imparatorluk devri­
ne âit arşivleri de ihtiva etmektedir.
Yerli ve yabancı araştırıcılar için bir
el kitabı mahiyetinde olan bu eser, bü­
yük bir ihtiyaca cevap verebilecek çap­
tadır. Nitekim, 100 milyonu aşan arşiv
malzemesi Ue Başbakanlık Arşivi,, im­
paratorluğun yayıldığı ülkelerdeki araş­
tırıcılar için ne kadar önemli ise elimiz­
deki kılavuz o derecede lüzumludur.
Eser, bir giriş üe yedi bölüm ve so.nuçtan ibarettir. Girişte arşiv hakkın­
da genel bilgüer verilmiştir. Bü meyanda verilen tarihçe çok faydalıdır. Bura­
dan, imparatorlukda daha ilk devirler­
den itibaren arşiv fikrinin mevcut oldu­
ğunu belgelerin sandık ve torbalarda ti­
tizlikle saklandığını öğreniyoruz. Mo­
dern manada bir arşiv binasının yapüışı ise, Mustafa Reşid Paşa’nın gayreti
ile olduğunu ve önemine binaen «Hazîne-i Evrak Nezâreti»nin kurulduğunu
görüyoruz (1846). Müteakip yıllarda ar­
şiv çalışmaları hızlanmış ve hatta böl­
ge ve vüâyet arşivlerinin kurulması
hakkında teşebbüsler olmuştur. Arşiv
hakkında daha köklü tedbirlerin cum­
huriyet devrinde alındığını görüyoruz.
Bugün arşiv, «Başbakanlık Arşiv Genel
Müdürlüğü» olarak Başbakanlık merkez
K Î T Â B lY A T
429
teşkilâtı içinde yer almaktadır.
gurubunda ise buyruldu ve ilm ü haber
Arşiv tasnif çalışmaları, Tarih-i Osdefterleri en önemli sırayı almaktadır.
manî Encümenl’nin teşkili ile başlamış,
Bâb-ı Defterîye âit defterlerin bir dökü­
Ali Emîrî Efendi’nin ve daha sonra îbmü daha önce yapıldığı için (bk. Midhat
nülemin Mahmud Kemal Inal’in başkan­
Sertoğlu, Muhteva Bakımından Başve­
kâlet Arşivi, Ankara 1955, s. 62-7) teklıklarında 1925 yılma kadar devam et­
rarlanmamıştır. Osmanlı imparatorlu­
miştir. Modem manada tasnif çalışma­
ğu mâliyesine âit bu defterlerin büyük
ları ise, Dr. Lajos Fekete’nin nezâretin­
çoğunluğu Kepeci Tasnifi ve Mâliyeden
de başlamıştır (1937).
Müdevver Tasnifler içinde dağümış bu­
Atillâ Çetin, Birinci Bölümde, tas­
nifleri ele almış olup, arşiv belgelerinin lunmaktadır. Başbakanlık Arşivinin en
önemli kayıtlarından biri olan Tapudağılışı, sınıfları, hazırlanış şekilleri, ha­
Tahrir defterleri bu bölümde tanıtümış
zırlayanlar hakkında yararlı bilgiler ve­
ve tam bir dökümü verilmiştir, impara­
rerek tanıtmaktadır. Bu tasnifler sıratorluğun toprak idâresinde gerek mâlî
siyle şöyledir : Ali Emîrî, îbnülemin,
gerekse istatistikî bakımdan uyguladığı
Cevdet, Fekete, Hatt-ı Hümâyûn, îrâde,
sisteme ışık tutan bu defterler, zengin
Kâmil Kepeci, Mâliyeden Müdevver
kolleksiyonu ile de dikkati çekmektedir.
Defterler, Yıldız (veya arşivi), Vakfi­
Üçüncü Bölüm,
imparatorluğun
yeler, Mâliyeden Müdevver Vesikalar,
merkez teşkUâtının üç büyük dâiresine
Müzehheb Fermanlar, Millî Emlâkden
âit belgelere ayrılmıştır. Bunlar, Dîdevr alman defterler ve vesikalar, Sivân-ı Hümâyûna âit belgeler, Bâb-ı âsacül-i umûmî defterleri, Hazîne-i hassa
fîye âit belgeler ve Bâb-ı defterîye âit
memur ve müstahdemlerinin sicil ve
belgeler olarak kılavuzda tanıtılmakta­
künyeleri ile maaş defterleri.
dır.
İkinci Bölüm, araştırmalara açık
Dördüncü Bölüm ise, arşivdeki di­
olan defter serilerine ayrılmıştır. Beyğer bölüm ve malzemelere ayrılmış
likci kisedârı Haşan Ziver Efendi tara­
olup, bunlar sırasiyle Mülgâ Şûrâ-yi
fından hazırlanmış bulunan envanter
Devlet Arşivi, emniyet evrakı, 1908 son­
defteri, bü bölüme başlıca kaynak teş­
kil etmiştir. Osmanlı împaratorluğu’nun rası Meclis-i Mebusân ve ayân zabıtları,
merkez teşkilâtının üç büyük dâiresi vüâyet defteri serisi, gazete koleksiyon­
ları (bazıları), mikrofilm koleksiyonları
olan Dîvân-ı Hümâyûn, Bâb-ı âsafî ve
ve mühür ve damgalardır.
Bâb-ı Defterî’nin çeşitli kalemlerine âit
Kılavuzun Beşinci Bölümü, hâlen
defterler bu bölümde verilmiştir. Bu üç
devam etmekte olan tasnif çalışmaları­
büyük merkez teşküâtmdan en önemli
nın tanıtılmasına ayrılmıştır. Atillâ Çe­
dâire Dîvân-ı Hümâyûn olup, bu dâire­
tin, bu bölümde 1956 dan beri modern
ye bağlı çeşitli kalemlerin tanıtılması va
tasnif sistemi provönans sistemine göre,
defterlerin dökümü burada yapılmıştır.
arşiv malzemelerinin tasnifi anlatümakKısaca devletin siyâsî, idârî, askerî ve
tadır. Ocak 1979 dan itibaren bu tasnif­
malî işleri Dîvân-ı Hümâyûn kalemin­
lerin araştırmalara açılması amaciyle
den geçtiğine göre bu kalemlerde tutu­
fişleme ve kataloklama çalışmalarının
lan defterler arşivin başlıca kaynağıdır.
da başladığı haberi sevindiricidir. Tas­
Nitekim, başta Mühimme Defterleri ol­
nif çalışmalarında arşiv malzemelerinin
mak üzere bu defterler 36 gurupta sıra­
temizlenmesi, tamiri, tarihsizlerin tah­
lanmıştır. Bâb-ı âsafî’ye âit defterler
MÜCTEBA İLGÜREL
minî tarihlerinin bulunması, kaydı an--,
latıldıktan sonra arşiv tasnif ve kotla­
ma heyetine gidişi anlatılmaktadır. Tas­
nif ve kotlama heyetinde arşiv malze­
meleri ay ay ele alınarak, Osmanlı bü­
rokrasi sistemine göre önceden tesbit
edilmiş kot sistemi içinde uygulanmaya
konuşu, dosyalanışı ve katalog ve in­
deksin yapılacak duruma gelişi belirtil­
mektedir. Bu bölümün diğer kısmı kot­
lama işaretlerine ayrılmıştır.
Elimizdeki küavuzun önemini bir
kat daha artıran Altıncı Bölümdür. Bu
bölüm, «Türkiye’de Osmanlı İmparator­
luğu devrine âit arşiv malzemesi ihti­
va eden diğer önemli arşivler ve mües­
seseler» başlığını taşımaktadır. Bu bö­
lümün müstakil arşivler kısmında Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi ve halen de­
vam etmekte olan tasnif çalışmaları ve
ayrıca bağış yoluyla intikal etmiş ar­
şivler tanıtılmaktadır. Bu sırayı Vakıf­
lar Genel Müdürlüğü Arşivi,. Şer’î Mah­
keme Sicilleri takip etmektedir. Bura­
da, bazı Türkiye müzelerinde mevcut
Şer’iyye Sicillerinin yer ve mikdarları
bildirilmektedir. Esas . olarak üç çeşit
malzemeyi ihtiva eden bu arşivin bö­
lümleri şöyledir: 1) İstanbul Şer’iyye Si­
cilleri Bölümü 2) Mülgâ Meşihat Arşivi
Bölümü 3) Mülgâ Meşihat Kütüphânesi Bölümü. Bundan sonra Mülgâ Maarif
Nezareti Arşivi, Tapu ve Kadastro Ge­
nel Müdürlüğü Arşivi (Kuyûd-ı Kadî­
me), Deniz Arşivi, Dışişleri Bakanlığı
Hazîne-i Evrakı, Harb Tarihi Dâiresi
Arşivi, Mülgâ Sıhhiye Nezâreti Arşivi,
Mülgâ Harbiye ve Tophâne Nezâretleri
Arşivi, İstanbul Belediyesi Arşivi yer
almaktadır. Bu bölümün arşiv malzeme­
si bulunan müesseseler kısmında kütüp-
hâneler, müzeler, diğer müesseseler, şa­
hıslarda bulunan malzemeler hakkında
bilgi verilmiştir.
Yedinci Bölümde, Başbakanlık Ar­
şivinde araştırma yapacak yerli ve ya­
bancı araştırıcılar için . müracaat şekli
ve dikkat olunacak bazı hususlar anlatüdıktan sonra sonuç ve bazı görüş­
ler kısmına geçilmiştir. Burada arşiv
ve arşivcüik hakkında son birkaç söz
söyleyen Atillâ Çetin,- arşiv meseleleri
ve çözüm yollarmı ana hatları üe ifade
ederek en önemli hususa temas etmek-,
tedir. Bu cümleden olarak Atillâ Çetin,
Arşiv malzemelerinin her türlü tahrip­
lere karşı hassas davranüması hakkında'
Sorumlu yöneticilerin dikkatlerini de
çekmiş bulunuyor. Hatta, koruma işinin,
tasnif işinden daha da önemli olduğunu
belirtmektedir. Arşivcüik metod ve tek­
niklerini büen ihtisas erbabı kişüerin
yetişmesi için . Edebiyat Fakültelerinde
arşivcüik kürsüsünün kurulması veya
arşivcüik enstitüsünün gerçekleşmesi
fikrinde burada önemle müdafaa edümektedir.
Atülâ Çetin, arşiv ve arşivcüik ko­
nusunda hazırlanan makale ve kitaplar­
dan da faydalanarak hazırladığı bu kı­
lavuzu üe Başbakanlık Arşivi üe birlik­
te diğer arşivleri de bize tanıtmakla bü­
yük bir hizmette bulunmuştur. Bu meyanda, tarihimizin beüi-başlı kaynakla­
rından olan Şer’iyye Sicülerine de kı­
lavuzda yer vermesi' ayrıca bir hizmet
olmuştur. Başbakanlık Arşivi gibi muh­
teviyatı zengin bir arşivi mümkün ol­
duğu kadar teferruatına inüerek hazır­
lanmış bu küavuz, yerli ve yabancı araştırıcüara çok yararlı olacaktır.
Mücteba İlgürel
K lT À B ÎY A T
«Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik
Tarihi' (1071-1920», nâşirler: Osman Okyar-HaliI İnalcık, Ankara. 1980, X V I+
396 s.
18-14 Temmuz . 1977 tarihlerinde
kutlanan
Hacettepe
Üniversitesi’nin
onuncu kuruluş yılında, bir de kongre
toplanmıştı. «Türkiye’nin Sosyal - veEkonomik Tarihi (1071-1920)»ni incele­
meyi amaç edinen kongre, 11-13 tem­
muz tarihlerinde toplanmış, ' kongreye
katüanların Ürgüp dolaylarma yaptık­
ları bir gezi üe sona ermişti. Elimizde­
ki eser, işte bü kongrenin çalışmaları­
nın' önemli bir kısmım ihtiva: etmekte­
dir. Herşeyden önce nefis baskısı üe
dikkati çeken bu eser, ülkemizdeki ba­
sım sanayiinin ulaştığı yeri göstermesi
bakımından da kıvahç vericidir.
Saym Osman Okyar üe Halü înal-.
cık’ın editör, Ö. îzgi üe Ü. Nalbantoğlu’nun da yardımcı oldukları bu yayım,
O. Okyar’m bir «preface»ı üe başlamak­
tadır. Bunu, Hacettepe Üniversitesi’nin,.
1977 deki rektörü Doğan Karan üe
«Türkiye ve Ortadoğu Sosyal ve Eko­
nomik Araştırma Enstitüsü» başkanı
Emel Doğramacı’nın konuşmalarının
türkçe ve ingüizce metinleri takib- et­
mektedir. Halü înalcık’ın Osmanlı içti­
mâi ve iktisâdı tarihine dair araştırma­
ları bir «resm-i geçit» hâlinde inceleyen
yazısı üe tebliğler başlamaktadır: s. 18. Eserde 15 türk ve 25 yabancı araştı­
rıcının 38 makalesi bulunmaktadır ki,
birisi müşterekdir. Bunların sadece İ l i
türkçe olup, kalan 27 makalenin 19 u ingüizce, 7 si fransızca, sadece birisi' almancadır. Bu makaleler aralarında kro­
nolojik olarak sıralanmışlardır. Bunları
sıra üe göstermek istiyoruz::
1. Muhterem Emel Esin, : Türkiye
Türklüğünün Ortaasya menşelerine
temas etmektedir :. «Türklerin. Iç
431
Asya'dan getirdiği;, üniversalist dev­
let mefhûmu ve bunun «Ordu» (hü­
kümdar şehri) mimârîsindeki, tèzâhürleri», s. 9-25. .
2. Türkiye’mizin ünlü nümizmâtı. !..
Artuk, Osmanlüarın kurucusu Os­
man Gazi’ye âit bir sikkeyi tanıtı­
yor: «Osmanlı Beyliğinin kurucusu
Osman Gazi’ye âit sikke», s. 27.-33.
3. W. Hütteroth, «The demographic
and economic organization of the
southern Syrian Sancaks in the late
16th century», adındaki çalışmasın­
da daha ziyâde şimdiki îsraü’i içi­
ne alan yörenin XVI. yüzyüdaki. du­
rumunu tahrir defterlerine dayana­
rak ortaya koyuyor, s. 35-47.
4. A. Bennigsen - G. Veinstein, «La
-Grande Horde Nogay et le commer­
ce des steppes Pontiques (fin XVè
siè c le -1560); burada özellikle Kı­
rım Hanları üe Rusya arasındaki ti­
câretin elçüik faaliyeti üe birlikte
yürütülmesi ve at .ticâreti dikkati
çekiyor, s. 49-63.
5- M.-M. Alexandrescu-Dersca Bulga. ru’nun çalışması Tamışvar eyâleti
üe ügüidir: «Les charges économi­
ques et financières des reayas de
l’eyâlet de Temeşvar et leurs reper.. eussions sociales (1552-1718)», s.
65-73.
6. J.-L. Bacqué-Grâmmont, «Divâne
Hüsrev Paşa’nın su-î istimâllerine
dair bir rapor»unda Diyarbekir eyâ­
letinin XVI. yüzyü başlarındaki du­
rumuna ait dikkate değer kayıtlar
ortaya koyuyor: s. 75-93.
7. G. Bäer, «Ottoman guüds : a reas­
sessment», s. 95-102.
8. ö . Ergenç, «Osmanlı şehrinde esnaf
örgütlerinin, fizik, yapıya etküeri»n: de Ankara ve Konya’yı inceliyor: s.
103-109.
9. O- Okyar,
«Ottoman. economic
432
TTJNCER B A Y K A R A
growth during the 16th century»
adlı makalesinde XVI. yüzyıldaki
Osmanlı iktisadi gelişmesini hulâsa
ediyor : s. 111-116.
10. I. Wallerstein, «The Ottoman Empi­
re and the capitalist world-economy:
some questions for research», s. 117122.
11. R. Mantran, «Politique, économie et
monnaie dans l’Empire Ottoman au
XVIIème siècle», s. 123-125.
12. W.H. McNeill, «Hypotheses concer­
ning possible. ethnie role changes in
the Ottoman Empire in the seven­
teenth century», s. 127-129.
13. A.Ö. Evin, «The Tulip age and de­
finitions of «westernization», s. 131145.
14. H.G. Majer, «Die Kritik an den ule­
ma en den Osmanischen politischen
trakten des 16.-18. Jahrhunderts»,
. s. 147-155.
15. B. Yediyildiz, «Vakıf müessesesinin
XVHI. asırda kültür üzerindeki etküeri» çalışmasında, vakıf gelirleri­
nin ibâdet hizmetlerinden sonra
(% 30,75) en çok eğitim ve öğretim
hizmetlerine ayrıldığına dikkat et­
miş: % 28, 16. Bu oranlarla ilgüi he­
saplar, sona doğru, daha yuvarlak
rakamlar halinde, bizce daha doğ­
ru, veriliyor.
16. R. Murphey, «The construction of a
fortress at Mosul in 1631 :. a case
study of an important facet of Ot­
toman military expenditure», s. 163178.
.
17. C.J. Heyvood, «The Ottoman Menzühâne and ulak system in Rumeli in
the eighteenth century», 179-186.
18. A. Cohen, «Some conventional con­
cepts of Ottoman administration in
. the light of a more detailed study :
the case of 18 th century Palestine»,
s. 187-192.
19. Hemşehrimiz H.A. Reed, Osmanlı
reformunun «Eşkinci» lâyihasını ko­
nu edinmiştir: «Ottoman reform and
the Janissaries : the eşkenci lâyiha­
sı of- 1826», s. 193-198. .
20. R. Haddad, «Attitude des chrétiens
dü Mont-Liban à l’égard des Otto­
mans au X V n i' siècle», s. 199-203.
21. M. Ma’oz, «Intercommunal relations
in Ottoman Syria during the Tanzi­
mat era : social and economic fac.tors», s. 205-210.
22. A.I. Bağış, «Rusların Karadeniz’de
yayılması karşısında Ingiltere'nin
ticârî endişeleri», s. 211-214.
23. Türkiye’nin 18301ardaki durumuna
dâir en önemli kaynaklardan olan
Ingiliz seyyahı, müşâviri A. Slade’in yazdıklarını B. Lewis incelemiş­
tir : «Slade on Turkey», s. 215-226.
24. C.V. Findley, «Patrimonial house­
hold organization and factional ac­
tivity in the Ottoman ruling class»,
s. 227-235.
25. M. Çadırcı, «H. Mahmud döneminde
(1808-1839) Avrupa ve Hayriye tüc­
carları», s. 237-241.
26. R.H. Davison, «The first Ottoman
experiment with paper money», s.
243-251.
27. N. Todorov, «La revolution industri­
elle et l’Empire Ottoman», s. 253261 : daha ziyâde Rumeli kısmında­
ki gelişmeler söz konusu edilmiştir.
28. Ch. Issawi, «Wages in Turkey :
1850-1914», s. 263-270.
29. T. Güran, «Tanzimat döneminde ta­
rım politikası (1839-1876), s. 271277.
30. T. Baykara, «XIX. yüzyılda Urla
yarımadasında nüfus hareketleri»,
s. 279-286.
31. B. Kodaman, «Tanzimat’tan H.
Meşrutiyet’e kadar sanayi mektep­
leri», s .. 287-296.
I
KlTÂBlYAT
.433
32. Z.Y. Hershlag-, «The late Ottoman
finances, a case-study in guild and pu­
nishment», s. 297-310.
33. J. Thobie, «Finance et politique exteriençe : l’administration de la det­
te publique Ottoman 1881-1914», s.
311-322.
34. Ç. Keyder, «Ottoman economy and
finances (1881-1918)», s. 323-328.
35. F. Ahmad, «Vanguard of a nascent
bourgeoisie : the social and econo­
mic policy of the Young Turks 19081918», s. 329-350.
36. î. Tekeli - S. İlkin, «ittihat ve Te­
rakki hareketinin oluşumunda Selânik’in toplumsal yapısının belirleyi­
ciliği», s. 351-382.
37. P. Dumont, «Sources inédites pour
l’histoire du mouvement ouvrier et
des courants socialistes dans l’Em­
pire Ottoman au début du X X e sièc­
le», s. 383-396.
Burada sayılan ve H. İnalcık’ınki
ile birlikte 38 araştırmanın bir kısmı
gerçekten önemli hususlara temas eden,
mühim çalışmadır. Bunlar arasmda E.
Esin, I. Artuk, A. Benningsen - G. Veinstein, J.-L. Bacqué - Grammont, A .ö.
Evin, B. Yediyıldız, B. Lewis, Ch. Issavi’yi tekrar - belirtmek istiyoruz. Kong­
reyi düzenliyenlerle, tebliğlerin baskısı­
nı gerçekleştirenlere de teşekkür ederiz.
Prof. Dr. Neşet Çağatay, Mustafa
Nuri Paşa, NATÂYÎC ÜL-VUKUAT, c.
I-II, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
XXII. dizi, Sa. 1, Ankara 1919.
rahmetli Paşasının ruhunu şad edebil­
miştir.
Ben, her sayfada bize saldıran yan­
lışları göğüsleyerek bu kitabı okumaya
başladım. Ancak n . Selim’in tahta çı­
kışma kadar olan 107. sayfanın sonuna
gelince sabrım tükendi, kitabı bir yana
atıp kalktım. Dörtyüzden artık türlü
soydan yanlışlardan seçtiklerimi aşağı­
da sıralamak istiyorum. Verüen rakam­
lardan üki sadeleştirmenin, İkincisi asıl
metnin sayfasını gösterecektir. Okuyu­
cu yanlışları daha iyi görebilsin diye
bunlar ayrı punto ile dizilmiştir.
Eseri sadeleştirmeye girişen Neşet
Çağatay, hernekadar önsözünde (s. XV,
V.d.) tuttuğu yolu açıklamaya çalışmış­
sa da bu sözünü yerine getiremediğini
daha ilk sayfalarda görmeye başlıyo­
ruz. Okudukça bu sadeleştirmenin, aşa­
ğıda örneklerini verdiğimiz daha nice
tutarsızlıklar,
metinden
ayrılmalar,
Türkçe bakımından sayısız yanhşlar, dil
ve ifade bozuklukları, tarih ve coğrafya
hatâları, atlamalar, gereksiz ilâveler,
anlamdan sapmalarla yüklü olduğu gö­
rülecektir. Bunları gördükten sonra,
Kültür Bakanlığının bu sadeleştirmeyi
haklı olarak geri çevirdiğini açıkça söyleyebüiriz. Bu yüzden de sadeleştirici ne
okuyuculara yararb olabilmiştir, ne de
Tuncer Baykara
I. D i l .
a)
TÜRKÇE Yİ YANLIŞ KULLAN­
IMA. ‘Tekmile’ yerine ,bütün kitap bo­
yunca tümleç denilmiştir (1/2; 2/3; 11/
11). Bu karşılık bugüne değin hiç bir
yerde, bu anlamda kullanılmış değildir
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 88
434=
O R H A N Ş A ÎK G Ö K Y A Y
(Bkz. Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu
yayınlarından). Yüzünden gösterdiği ba­
şarılar. Türkçede sebep ifade eden, be­
nim bildiğim, dokuz kadar karşılık var­
dır, bunlardan biri de budur. Fakat an­
cak olumsuzluk anlatır. «Şemsiyemi al­
dırmadın, senin yüzünden yağmurda ıs­
landım» denir; fakat başarılar yüzün­
den yükselmeler elde etti, denmez.
A ‘mâr-ı düvel, devletlerin yaşantısı de­
ğil (1/2), devletlerin ömürleri, demek­
tir. Yaşantı, Alamancadaki ‘Erlebniss’
gibi hayatta karşılaşılan herhangi bir
tecrübe anlamını verir. Kâh İçendi eliy­
le, kâh komutanlardan biri yollanarak...
ele geçirildi (7/8). Metinde ise doğru
olarak ‘kâh kendüleri giderek’ denilmek­
tedir. Metindeki ‘maddî ve manevî bir­
takım vesâil ve esbâbın’ ibaresinin kar­
şılığı bir sürü yöntemlerin ve nedenlerin
diye verilmiştir, ilkin metindeki birta­
kımın. yerine niçin bir sürü denmiş çın­
lamak güçtür. Bu karşüığın yakışıksız
düştüğü bir yana, birtakım, bir sürü de­
mek değildir. Daha aşağıda da yine bir­
takım yerine birçok karşılığı konmuş
(15/15) ve okuyucunun anlayamayacağı
nedenle oradaki ‘ümerâ ve erkân’ın sa­
yısı çoğaltılmıştır. Nitekim yöntemler
de vesâiti karşılamaz, esbâbı da burada
nedenlerin karşılamayacağı gibi. Çünkü
sebep “bir nesneye ulaşmaya vesile ve
alet olan şey’ demektir. Sadeleştiren ‘se­
bep’ kelimesini birteviye 'neden’Ie kar­
şılamıştır. Türkçeyl bilen biri Türkçede
bunu karşılıyacak dokuz kelimeye bir
onuncusunu ekleyebilecektir. Yer yer
komutanlar yönetiminde ordular yolla­
narak (38/35) deniyor. Metinde ise ‘ta­
raf taraf ümerâ ve sipâh irsaliyle’dir.
Hiçbir ordu komutansız düşünülemeye­
ceğine göre ‘ komutanlar yönetiminde‘
gereksiz bir sözdür.
daha yerinde olacaktı, ama yine de im­
lâ ile de ilgüidir. Bu
kelimesidir.
Bu kelimenin imlâsı yerine göre gerçi
değişik olmak gerektir, ama buradaki
böyle bir sebebe dayanmıyor ve o yüz­
den kitapta buna dikkat edilmeyerek
türlü biçimlerde ve yanlış yazılmıştır.
Hadım Süleyman Paşa, Hâdim Süley­
man Paşa (49/46); Sâdim Ali Paşa
(49/52); Hadim Sinan Paşa (82/74).
Doğrusu Hâdimü’l-Haremeyn (metinde
Hâdim-i Haremeyn) olan yerde ise Hâdım ül-Haremeyn (84/76) olmuştur,
‘Eyalet’ kelimesi ise düzara hep Ayalet
biçiminde yazılmıştır.
c) YAKIŞIKSIZ VE YADIRGA­
NACAK
KARŞILIKLAR.
Metinde
‘sinn-i şeyhûhete vasıl olmasıyla’ yeri­
ne kocama çağma varmış olmasıyla
(3/4)• deniyor, oysa ‘yaşlandığı için’ de­
nebilirdi. Bu bir sadeleştirme değil, oku­
yucunun yadırgayacağı bir çevirmedir.
Anadolu beylerinin en kabadayısı (13/
13), metinde ise ‘Tavâif-i mülûkün serferâzı’ geçiyor. ‘Serferâz, başı-yukarıda
olan, ulu, seçme, seçkin’ demektir. Pîr
Ahmet Bey Uzun Hasan’ın başma ço­
rap ördükten sonra (48/45). Metinde
Karaman-oğlu Pîr Ahmet Bey Hasan-ı
Tavilin başma belâ . . olduktan sonra.
Bu pohpohlamadan yedi yıl sonra. Onun
pohpohlama dediği de n . Sultan Murad’m ocakluya yarımşar akça terakkî
va’detmesidir. “Bir takrib ile’ yerine bir
punduna getirip (76/70). Osmanlı or­
dusundan sopa yemişti. Metin : ‘Cüyûş-i
Osmaniyenin sademâtma giriftâr.’ Kızgısmdan, metin : Kemâl-i gazabmdan
(80/71). Kahırlı azarlama (83/75), me­
tin : Cevâb-ı kahr itâbiyle. Kızgilı sul­
tan. (89/81) Metin : Sultan-ı gazûb.
Kıbrıs Adasında sıkı bir nüfûs sayımı
yapıldı (111/100). Metin : Cezîre-i Kıb­
rıs sükkânı umûmen tahrir ettirilüp.
b)
İMLÂ. Burada vereceğim tanı­
ç) Olur-olmaz yerlerde, bir bölüğü­
ğı, belki de tarih bilmemeye bağlamak
k ît Ab îy a t
nü kendi uydurduğu ve Türkçe sandığı
kargılıklar koymaya özenen sadeleştiri­
ci, kimi yerlerde de eskilerine yer ver­
mekten geri durmuyor. Tarihî terimler
(s. XVI), hicrî tarihler (s. XVI), müâdî
(s. X VI), mülkî, askerî (s. 2), Abbasî,
Emevî, Fatımî (s. 2). Ahvâl-i Hariciye
yerine doğru olarak dış işleri diyor ama,
ahvâl-i maliye yerine yanlış olarak eko­
nomik durum diyor, kaldı ki, maliye
başka, ekonomi bambaşkadır.
n . METNE . UYGUNSUZLUKLAR,
ANLAMDAN SAPMALAR, ATLAMA­
LAR, İ l â v e l e r .
435
met-i mevki ıttüâ-ı hakikat-i hâle mey­
dan vermediğinden (34/31) atlanmış­
tır. Metinde ‘Selanik kalesi... bir ay­
dan mütevaciviz muhasaradan sonra unveten teshir kılındı’ cümlesinde (38/35)
unceten atlanmıştır. Oysa bir şehrin sa­
vaşla mı, barış yoluyla mı, ya da vire
ile mi alındığı bir hukuk sorunu-olarak
önem taşımaktadır. İstanbul’un fethinin
de ‘unveten’ olduğu metinde söylenmişse
de bu da atlanmıştır (44/41). İtdlyanlar Otrantoyu geri aldilır (50/47) deye
kesip atüan cümlede de atlamalar var­
dır. Metinde îtalyanlar memâlik-i mezbûrenin istirdadına destres oldular’ derüldiğine göre yalnız Otranto’yu değü,
Otranto şehrini ve civarında olan ka­
leleri de geri almışlardır. Metinde ‘dev­
let sahipsiz gibi kaldığından’ sadeleştir­
mede devlet sahipsiz kaldığından biçi­
minde verümiştir (55/51). İkisinin ara­
sındaki fark açıktır. Mora yarımadasın­
daki kaleleri almıştı deye verilen yer,
metnin aslında ‘Mora cihetine atf-ı him­
metle henüz teshir olunamayan kilâmın
zaptını istihsal eylemiş ise de (61/56)
şeklindedir. Metinde bâde-zaman, Mah­
mut Paşa-yı veli, Rumeli beylerbeyi’ de­
ye başlayan paragrafta bâde-zaman ve
veli atlanmıştır (62/57). ‘O zaman uyul­
ması gerek olan ibaresinin başmda, me­
a) METNE UYGUNSUZLUKLAR.
Tutsaklığının sekizinci ayında (11/11).
Metinde yedi, sekiz ay mürûrunda. Kır­
ka yakm yara almıştır (33/30). Metin­
deki Tcırka yakm yara yimiştir’in yeri­
ne yara almıştır koymak sadeleştirme
mi sanılıyor?
c) ANLAMDAN SAPMALAR. Me­
tinde ‘Ertuğrul Gazi, Söğüt sahrasında
sakin olup, devlet-i selçukiyye ümerâ­
sından ve bulunduğu mevkiin rumlar ile
hem hudut olmak hasebiyle uç yani
müntehâ-yı hudût beylerinden olma­
ğın...’ ifadesi ‘Ertuğrul Gazi Söğüt sah­
rasında oturmakta iken uç yani sınır
beylerinden ohvp, Selçuklu devleti emir­
lerinden sayılması... (4/4). Görüleceği tinde ki lede’t-tefahhus - araştırıldıktan
gibi metin âdeta ters çevirilmiştir ve
sonra, (tahkik edüdikten sonra) -ki
Ertuğrul Gazi uç-beyi olduğu için Sel­ önemlidir- atlanmıştır (62/57). Burada
çuklu beylerinden sayılıyor anlamı çı­ metnin düzeltümesi gerektiğine de işa­
karılmıştır.
ret edelim. Gerçi metinde 'eyyâm-ı mâc)
ATLAMALAR. "Hâlâ Sırp Sın­
tem tam am. olduktan sonra' deniyorsa
dığı’ ibaresindeki hâlâ (bugün de) 7 /7 );
da doğrusu ‘tamam olmadan’ olmalıdır.
metinde ‘yirmi bin kadar’ sözü yirmi bin Çünkü Mahmut Paşa, yas giyeceğini pa­
kişilik yapılmıştır (8/9). Metindeki ‘otu­ dişahtan ve askerden önce çıkarıp be­
rur oturmaz’ atlandığı. gibi ‘ümerâ’ da yazlar giymiştir (Bkz. Tacü’t-tevarîh,
atlanmıştır ve ‘taraf taraf’ yerine bölük I, 552). Işkodra kuşatmasında kullanıl­
bölük elenmiştir (9/9). Metindeki “bir
dığı söylenir. Metinde ise ‘rivayet-kerde-i
hamlede’ sözü nedense sadeleştirmede süifâttır’ denmektedir (67/62). Demek
yoktur ve ‘mehâbet-i hümâyûn ile zul­
ki bu, şöyle, böyle bir rivayet değildir,
436
O R H A N Ş A İK G Ö K Y A Y
sözüne inanılır, güvenilir kimselerin rivâyetidir. (75/69) da ‘Osmanlı orduları
Mora'ya ve Bosna bölgelerine... deye
bağlayan paragraf hem eksik, hem de
cümle düşüktür.... ve İskender Paşa,
kadıasker Tac-zade Cafer Çelebi gibi ki­
şilerin üçü de asıldı dendiği halde metin­
deki Sekbanbaşı atlandığı için sadeleş­
tirmede üç değü iki kişi kalmıştır, ilâve
edilen gibi ise bunların üçten de fazla
olduğunu anlatır ki metinde bu yoktur.
ç) İLÂVELER. Metindeki ‘Ankara
sahrasına’ Ankara’nın Çübukovasmda
deye (11/11) bir ekleme yapılmıştır. Me­
tindeki ‘cihaz tarikıyla’ evlenme nede­
niyle gelin cihazı olarak deye (13/13)
gûya açıklanmıştır. Toplar ve başka
aletler ve silâhlar deyerek metindeki
‘toplar vaz’ıyla’ ibaresi uzatılmıştır
(36/34). Metindeki (46/43) ‘mesmû-ı
hümâyûn oldukta’ atlanmıştır. Metinde
Fatih son derece kızmıştı sözü olmadığı
gibi hadlerini büdirmek için deye de bir
§ey yok, bunlar eklenmiştir (51/47).
Osmanlı sultanları Mısır kölemenlerine
diş büiyordu (53/47) metinde yok. Diş
bilemek de burada yakışıksız düşmüştür.
Metindeki “fasl-ı dâvâ olundu’ ibaresi
uyuşmazlık sözde tatlıya bağlandı biçi­
mini almıştır (58/53). Hattâ OsmanlI­
larla savaşa giriştiğine bile pişman
olup (84/76). Halk bu cinayetin tertipçisi olarak bildikleri Rüstem Paşayı
çok kınadılar. Bu hissiyyat içinde bulu­
nan halkı biraz memnun etmek (103/
93).
UT. DİL VE İFADE BOZUKLUK­
LARI. Metinde ‘saniyen metbûları bulu­
nan devlet-i Selçukiyye...’ diye başla­
yan cümlede, özne, doğrudan Hak ve
Sübhanehu ve Taâlâ olduğu halde, sa­
deleştirmede, yanlış anlaşüdığı, daha
doğrusu anlaşılmadığı için buna bir de
‘Osmanlı devleti’ eklenmiştir (11/12).
Oysa Osmanhları bol bol mükâfatlan­
dıran ve devlet-i Osmaniye üzerine va­
kit vakit ayaklananları bozup kahreden
de Hak Sübhanehi ve Taâlâdır. Metinde
‘İzmir limanı Anadolu'nun mersâ-yı müvaredesi olduğundan başka...’ ibaresi
İzmir limanı Anadolunun gemi yanaş­
ma yeri olduktan başka (26/24) biçi­
mine konmuştur. Bunun ne demek oldu­
ğunu hangi okuyucu anlayacak deye
sormak istiyorum. Bunun ‘İzmir, Ana­
dolunun ithalât ve ihracât limanıdır’
demek olduğu apaçıktır. Hutbe ve sik­
keyi Mehmed Han adına söyletmesi
(30/28). Hutbe okunur ve okutulur ama
'sikkeyi söyletmek' nasıl olacak? Ken­
disine hakaret ve rahatsız etmiş (30/28).
Bayazıt Paşa’nın eyaletine de vezirlik
rütbesi ekledi (31/29). Metinde ‘Bayazıt Paşa’nın eyaletine mansıb-ı vezâret
ilhak buyuruldu’ var. ‘Eyalete vezirlik
verilmediğini’ bilmezsek bu yanlış kale­
mimize yapışır. Bayazıt Paşa zaten
Anadolu beylerbeyisidir, demek ki ken­
disine bir de vezirlik unvanı verümiştir.
Metinde ‘tehdidini ıkâa kâdir’ sözü ak­
lına koyduğu şeyi gerçekleştiren deye
verümiştir (33/30). Tehdidin karşüığı
‘akima koymak’ mıdır? Yoksa korkut­
mak, korku vermek’ midir? Hükümdar­
lığını ilân ve Anadoluya geçmek üzere
yola çıktı (34/32). Peki, ilan kelimesinin
fiüi nerede? Toplulukları perişan, taht
iddiacısı Düzme Mustafa da Rumeli ya­
kasına kaçtı (35/33). Toplulukların
fiüi nerede ?
Şu yazacağımı, sıkılmadan okuyabüirmisiniz ve anlayabüirmisiniz ? Papa
da, Osmanlı devletinden çıkar elde et­
mek için Sultan Cem’i alet edüp vakit
geçirirken Cem’in annesi, Burbon ha­
nedanından olan Fransa kiralının kızkardeşi olup Bizans imperatoru.ile ev­
lendirilmek üzere yollandığı halde ge­
linin gelişi, İstanbul’un alınışına denk
K İT Â B İY A T
gelerek Fatih Sultan Mehmet ile evlen­
miş ve hu evlenmeden Cem sultan doğ­
muştu (52/48). Bırakın da bunu okuyu­
cu aslından okusun.
Her sayfada karşılaştığımız örnek­
lerden bir başkası da şu : Bu sırada
Macar kıralı ölüp arkasında, nikâhsız
bir karıdan doğma bir oğlundan başka
kimsesi kalmadığından, bu çocuğun,
ya da Polanya kiralının oğlunun tahta
çıkarılması hususunda Engürüs (Macar)
muhafızı, Sultan Bayezidin kendisi
oraya gelirse Belgradı teslim edeceğine
dair haber yolladığından H. 897/M. lJf92
yılında Padişah, ordusu ile Safya’ya var­
dığında Engürüs ileri gelenlerinin, Le­
histan kiralının oğlunu Macar tahtına
oturtup adı geçen muhafızı değiştirdik­
leri haber alınınca Arnavutluk bölge­
sine gidildi. (54/49).
Devletin denge merkezi İstanbul ne
demektir ? Metindeki Fatih Hazretleri
dahi merkez-i istikrar-ı devlet olan İs­
tanbul’un karşılığı burnudur? ‘İstikrar’
bir yerde sabit ve sakin olmak, demek
olduğuna göre anlaşılan ‘devletin bun­
dan böyle hükümet merkezi İstanbul’
oldu diyor ve Fatih’in aldıktan sonra
İstanbul’u paytaht yaptığım söylüyor.
Yoksa denge merkezi de ne demek olu­
yor? Metindeki ‘Selâtîn-i Osmaniye cânibinden zapt kılman...’ sadeleştirmede
Osmanlı sultanlarınca eline
geçen
(61/55) deniyor. Kitapta bunun benzer­
lerinin dopdolu olduğunu gören herhangi
bir okuyucunun bunun bir dizgi yanlışı
olduğunu elbette düşünmeyecektir, bu
zavallı yanlış da onlardan biridir. Me­
tinde ‘Âbâ ve ecdadı müritlerinin’ sözü
belki de sözlüğe bakarak ve gereksiz
yerde ve ekleyerek -baba, dede ve mü­
ritlerinin biçimine sokulmuştur (73/67).
Oysa kısaca ‘atalarının müritlerinin’ de­
mek yeterdi. Belki de sözlüğe bakarak
dedik, çünkü ‘ecdâd’m ‘dedeler’ karşılı­
43?
ğı orada vardır, ama burada gitmez.
Elden çıkardıkları topraklarmm doğru­
su metinde olduğu gibi ‘gaib ettiği memâliki’dir (75/69). Elden çıkarmakta
irade kişinin elindedir, ama kaybedilen
memleketlerde bu irade düşmandadır.
IV.
COĞRAFYA VE TARÎH BİL­
MEMEKTEN ÎLERÎ GELEN YANLIŞ­
LAR. Selçuk Sultanları sefere çıktıkça
a'vûn ve ansarıiye ibaresindeki
jly ıl
kelimesi görünüşe
bakılırsa
(agavan) diye okunmuş, bu yüzden de
ağalarıyla
diye çevrilmiştir.
Oysa
A cvan
ca.ım
sözünün ço­
ğulu olup, bu da ‘ensâr’ gibi ‘yardımcüar’ demektir. Metindeki ‘meskeninde
bulundukça kendi kendisine otururken
diye verilmiştir. Bu ise ‘Selçukluların
seferi olmadıkça’ demektir (4/4 ). “Merkez-i emâret’ karşılığı emirlik merkezi
değildir, çünkü tarihlerimizde ‘emâret
( = beylik) geçerse de ‘emirlik’ pek geç­
mez, benim büdiğim kadar. Onun için
doğrusu ‘beylik merkezi’ dir (6/6). Eristiyan emirleri sözü burada tutmaz.
Çünkü ‘iimerâ’nun teküi olan ‘emir’
yalnız müslüman beyleri için kullanılır,
onun için doğrusu Hristiyan beyleri’dir
(8/9 ). Metindeki Erzincan, Azerbaycan
okunmuştur (10/11). Dizinde de böyledir. Bu yüzden Yıldırım Bayazıt tâ
Azerbaycan’a dek gönderilmiştir. Tek
başına bu yanlış büe, metni sadeleştirenin, bir yandan yaptığı işe hiç bir özen
duymadığını, bir yandan da tarihte ge­
çen olaylardan habersiz olduğunu gös­
termeye yeter. Cizye-i şer'iyye ve emvâl-i ganâim hums-i şer’ isinden, çok ge­
rekli olduğu halde nedense notlar ve
açıklamalar bölümünde yoktur (19/19).
Metindeki ‘şürefâ’ kelimesi ulu kişiler
diye karşılanmış ■(20/20). Oysa bu bir
terimdir, ‘şerifler’ demektir. ‘Şerif’ Pey­
gamberimizin kızı Hazret-i Fâtıma üe
438
O R H A N Ş A İK G Ö K Y A Y
damadı Hazret-i Ali’nin oğullan Haşan
ve Hüseyin’in neslinden gelenlere veri­
len bir sıfat ise de Peygamberimizin to­
runu Hasan’ın soyundan gelenlere' ‘şe­
rif’ ; Hüseyin’in soyundan gelenlere de
‘seyyid’ denilmektedir.
Metindeki dizgi yanlışları, fark edi­
lemediği için Hermenşad olduğu gibi
alınmış, dizine de öyle geçmiştir. Oysa
bu Hermenşad değü, Transilvanya =
Erdel’de ve aynı addaki vilâyetin mer­
kezi olan Hermanstadt şehridir. Sahipzuhurluk davasında bulunan ifadesi
melıdüik davasında bulunan diye karşı­
lanmıştır (60/55). Uzun Hasan’m böyle
bir davâda bulunduğunu bilmediğimiz
gibi sahip-zuhur da bu .anlamda değil­
dir. Bu, bir hükümdür sülâlesinden gel­
mediği halde, idare başında bulıınan hü­
kümdara karşı ayaklanarak padişahlı­
ğını ilân eden türedi, demektir. Sipeydar değü, metinde olduğu gibi doğrusu
süahdardır. Ortama, orta bölüklerin ve
yeniçeri ortalarmm birer tarih terimi ol­
duğundan haberimiz yoksa o zaman on
ya da yirmi orta üe yeniçerinin araşma,
bu" ikisi başka başka imiş gibi bir virgül
koyarız, burada olduğu gibi. OsmanlI
idare teşküatmda ‘sancak beyliği’ bilin­
mediği için metindeki ‘sancak emareti’
sancak komutanlığı diye karşüanmıştır
(64/59). Metindeki hums-i §er‘înin ne
olduğu açıklanmamış ve beştebir diye
geçiştirilmiştir (69/63). Çölbahamn doğ­
rusu çulbahadır (73/67).
Metinde ‘ . . . selâtîn-i Mısrıyye an­
lardan tekallüd-i saltanat ederlerdi’
cümlesi Mısır sultanları tahta geçtikle­
rinde onların eliyle kilıç kuşanırlardı di­
ye verilmiştir (73/67). Bu yanlış hem
takatlüd kelimesinin anlamını bilme­
mekten, hem de tarih bilmemekten, hem
de metni anlamamaktan üeri gelmiştir.
Bu üçünden biri bilinmiş olsaydı, böylesine büyük bir yanlışa düşülmeyecekti.
‘Takallüd’ sözlükte ‘buyurma ve hüküm
yürütme işini boynuna almak’ demek­
tir. Zaten metihde de açıkça ‘takallüd-i
saltanat’ denilmekte, kılıçtan ve onu ku­
şanmaktan söz edilmemektedir. Metni
anlasaydık, Mısır sultanlarının, salta­
natlarını, Abbas-oğullarmdan Mısır’da
halife seçüen kimseden aldıklarını, ya­
ni onların bu saltanatı onayladıklarını
da anlayacaktık. Bunu anladıktan sonra
da bunun kendi eliyle bir makama ge­
çirdiği kimseye kılıç kuşatmayacağını
teyakkün ederdik.
Tarihlerimizde Eflak emareti diye
geçerse de ‘Eflak emirliği’ geçmemek­
tedir (67/70). Eğer doğru bir karşılık
arıyorsak ‘Eflak voyvodalığı’ demek ge­
rekirdi. Memleketeyn yani Bosna ve
Hersek diyerek (76/70) sadeleştiren
hem coğrafya, hem de'tarih bügisi ol­
madığını bir kez daha göstermiş olmak­
tadır. Memleketeyn (İki memleket) ta­
birinin ‘Eflak ve Boğdan’ demek oldu­
ğunu, tarih okuyup da bilmeyen olma­
sa gerek. Kaldı ki Avrupa haritasmı
göz önüne getirebüsek bu ‘memleke­
teyn’ kelimesinden hemen önceki Bender ve Akkirman kalelerinin Bosna ve
Hersek’ten çok uzaklarda olduğunu gö­
rüp uyanacaktık. Başkaları yolu ile ta­
hakküme ve düşmanlığa cüret etmeye
başladılar, deniyor (85/76). Kim bu
başkaları? Oysa metinde böyle kimse­
cikler yok. Metinde suret-i tavassutta
ızhâr-ı tehakküm ve adâvete mücaseret
eylemeğe başladüar, denmektedir. Bun­
dan çıkan anlam da, eğer okuduğumu­
zu anlıyorsak, şudur : Şah İsmaü, Sul­
tan Gavri’ye nâme yazıp ondan Sultan
Selim’in çaresine bakılmasını istemişti.
Sultan Gavri de ara-buluculuk ediyor­
muş gibi görünerek Yavuz Sultan Selim’e karşı yukarıdan almaya ve düş­
manlığa başlamıştı. Ne vardı bunda anlaşümayacak? Ya da anlamayacak?
K İT Â B İY A T
Hüsameddin Paşa Mısır’a kara yol­
culuğunun zorluklarından bahsetmesi
üzerine (86/77) diye sadeleştirmesinin
doğrusu çölün güçlüklerindenâir. Çün­
kü sadeleştirenin berriyye diye okuduğu
sözcük burada beriyye diye okunacak­
tır. Bu iki sözcüğün imlâları bir ise de
okunuşları, ve bundan dolayı da anlam­
ları ayrıdır. Beriyye, su ve bitki eseri
olmayan kır, çöl demektir. Bu yanlış da,
Prof. Dr. Neşet Çağatay'ın, düini ağır
bulup da, bugünkü kuşaklara sunduğu
bu eseri sadeleştirirken, düz bir yolda
yürür gibi davrandığının, hiç bir kay­
nağa, hiç bir sözlüğe başvurmak gere­
ğini duymadığının bir başka tanığıdır.
Yavuz’un Mısır’a seferinin söz konusu
olduğu yerde, yani Şamlda, ilk akla ge­
lecek olan güçlük, karayolculuğunun
zorluğu değü, geçüecek çöldür. Bunun
hemen arkasmdan -gelen başka bir ta­
nık da, doğrusu ‘Birketü’l-Hâcc’ olan
adın Bereketüü-Hac okunmasıdır, üste­
lik imlâsı da yanlıştır. Bir çöl geçilirken
en önemli kaygının su olduğunu söyle­
mek gerekmez. Onun için Birkeler (su­
yun irkilip göllendiği yerler) büyük bir
yer tutar. Netekim bu adla anılan bir­
çok yer vardır (Bkz. Mu‘cemü’l-büldân). Batı Cezayir de neresidir? Metin­
de ‘Akıbetü’l-emr Cezayir-i garbı zapt
üe’ denilmektedir (98/89; bir de 110/
100). Demek ki bizim ne Cezâyir-i
Bahr-i Sefîd’den, ne de Cezâyir-i Garb’dan haberimiz yok. Akdenizin doğusun­
daki irüi-ufaklı adaların bulunduğu böl­
ge, Osmanlı imparatorluğunda nasü Ce­
zâyir-i Bahr-i Sefîd Vilâyeti ise, Akde­
nizin batısındaki irili-ııfaklı adalar (Balear Adaları, Korsika, Sardunya, Malta
v.b.) dolayısıyla bu bölgeye de Cezâyir-i
Garp denmiştir. Bugünkü Cezâyir ülke­
sinin batısı, doğusu varsa da, Osmanlı
tarihinden ve Barbaros Hayreddin Pa­
şadan söz ederken bir Batı Cezayir kim­
439
senin akima gelmiş değildir.
Metindeki ‘mâl-i harâc’ı fharaç ma­
lı’ diye karşüamak yanlıştır, çünkü bu­
rada ve başka yerlerde mal para, nakid
demektir.
Kanunî Sultan Süleyman Han şid­
detli ağrılar yüzünden... öldü deniyor
(106/97). Metinde ise ‘Sultan Süleyman
Hazretleri illet-i zahirden... mürtehil-i
dâr-ı âhıret olmakla...’ denilmiştir. Bü­
tün ağrılar, bir belli hastalığa bağlıdır;
kişi ağrıdan ölmez, bu ağrıyı doğuran
hastalıklardan birinden ölür. Nedir o
hastalık? Sonra, bir tarih kitabını sade­
leştirmeye kalkan kişiden, hiç olmazsa
Kanuni gibi büyük, muhteşem bir Türk
hükümdarının neden, hangi hastalıktan
öldüğünü merak etmesi istenmez mi?
Kaldı ki, bu hastalığın ne olduğu da ora­
da yazılı. Ona düşen sadece bir sözlüğü
açıp bakmaktı, bu büe yapılmamıştır.
Onun yerine biz Kamus Tercümesini
açıp okuyalım : Zahir, ishal nevinden
bir illet ismidir ki şiddet üzere bağırsak
sızıntısı ve göbek buruntusu ile ârız
olup, içi geçüp ve karnı bükülüp misterâha (halaya) varmca kan gelir, türkide iç ağrısı tabir olunur (H, 356). Emir­
ler ve levend gemileri de toplanarak donanma-yi hümâyûn... sadesi, metinde
‘ümerâ ve levend gemileri tecemmü et­
mekle (110/1007) diye geçiyor. Burada
Osmanlı donanmasını meydana getiren
unsurlar söz konusudur. Sadeleştirenin
emirler demesinden bunun farkmda ol­
madığı anlaşümaktadır. Ümerâ gemüeri, bey gemüeridir, deniz sancak beyle­
rinin buyruğunda olan ve bir savaş çık­
tığında, donanma-yı hümâyûna katılan
gelinlerdir, bunlar. Levend gemüeri ise,
gerekince donanmaya katüan Türk
korsan gemüeridir. Nedense Prof. Dr.
Neşet Çağatay, bunlara dokunmadan
şöylece yan sıyırıp geçmiştir.
440
O R H A N Ş Â İK G Ö K Y A Y
V.— YANLIŞ ANLAMALAR. Tufuliyet’ gençlik değil, çocukluktur (1 /
2). Resâil (risaleler) dergi demek değil­
dir (1/2). Netekim, Mustafa Nuri Paşa
kendi eseri için bu risale-i müstmendanemi, diyor. Müstmendane için sadeleştirenin verdiği hiçbir saman içe yarama­
yacağını sandığım diye koyduğu kargı­
lık burada geçerli değildir, çünkü hiç­
bir yazar daha bastan “hiç bir işe yara­
mayacağını sandığı’ bir eseri meydana
çıkarmaz. ‘Kuyûdât-ı atîka’ eski yazılar
demek değildir. Metindeki ‘dâmen-i afv
ü safh’. yanlışlıkların affı ve görmemez­
likten gelme eteği diye karşılanmış. Bu
ifade metinde, bir başka deyişle Osmanlıcada geçerli ise de, sadeleştirmede ge­
çerli değüdir, çünkü Türkçede böyle bir
söz, ya da deyim yoktur. Bu, sadeleştir­
me değil, bir çevirme olur. Bununla bir­
likte, Prof. Dr. Neşet Çağatay, kitabın­
da yer yer, metni olduğu gibi Tiirkçeye
çevirmek yolunda başarısız denemelerde
bulunmaktan geri durmamıştır. Yardım
Tanrıdandırm metindeki doğrusu “Başa­
rı Allahtan’dır (2/3). Hernekadar Sel­
çuk devleti, Bizans imparatorları üe ba­
rış içinde ise de yanlıştır (4/4). Metin­
de Selçukluların BizanslIlarla her za­
man barış içinde olmadıkları söylendiği
halde sadeleştiren buna, burada da, dik­
kat etmemiştir. Doğrusu metinde oldu­
ğu gibi “hernekadar devlet-i Selçukiyenin Rum imparatorları üe musalahaları vaki olur idiyse de dir.
Metindeki ‘muahharen’ karşüığı üs­
telik değü ‘sonradan’dır (5/5). Metinde­
ki ‘Misivri’ nasü olmuş da sadeleştirme­
de Lüleburgaz olmuştur (6/7). Yoksa,
Bulgaristanda, Karadenize girmiş bir
dü üzerinde, Ahyolu’nun kuzeyinde ve
Burgaz’m 38 km. kuzeydoğusunda bir
liman olan Misivri’nin sadeleşmesi ‘Lüleburgaz’mıdır. Metindeki ‘Sırp kıralı...
yüzbinden ziyade asker ve müteaddit
hükümdar üe ‘ibaresi yüzbinden çok as­
kerin başına geçen birçok hükümdar ile
diye anlaşümış (8/9). Oysa bunların
hepsinin başmda tek bir hükümdar, ya­
ni Sırp kıralı vardır. Metindeki ‘mütegallibe-i Etrâk’ Türk sahipleri diye karşüanmış ise de bu terkibin buradaki an­
lamı büsbütiin başkadır, böylesine düz
değüdir. Divriği, Kemah, Behisni’yi zor­
la ele geçirip, buralara sahip olan Türk
aşiret beyleri, derebeyleri demektir (10/
11). Metindeki ‘şeriat-i adalet-i nebeviyye-yi, sadeleştiren, adalet ve isledikleri
peygamber yolu diye anlamıştır (11/
12). Doğrusu ‘Peygamberin şeriatindeki
adalet, ya da Peygamber şeriatinin adaleti’dir. Daha açık söylemek gerekirse,
metinde ‘şeriate uygun davrandıkları...’
demek istenmektedir.
‘Osman Gazi göçebe çadırlarını şe­
hir saraylarına çevirip, onarıp yeni ya­
pılar yaptığı Yenişehir’e götürdü’ karşüığında kaç yanlış ve eksik var? (12/
12). Doğrusu ‘Osman Gazi, beyliğe ulaş­
tıktan sonra göçebe çadırım yerleşik sa­
raya çevirdi ve hükümet merkezini şen­
lendirip bayındırlaştırdığı Yenişehir’e
götürdü’dür. Verüen karşüıkta imar
j[j\
kelimesi ‘onarmak’ diye alınmış­
tır. Oysa ‘onarma’ tamir karşüığıdır.
î'mar ise, düde ‘yeniden kurmak’ de­
mektir.
Metindeki “Hüdavendigâr Gazinin,
Mısır’a gönderdiği elçi vesatatiyle Mı­
sır’da bulunan halife-i Abbasi tarafın­
dan tenfîz-i hükümet-i şer'iyye içün
icazetname (13/13), Prof. Dr. Neşet
Çağatay tarafmdan ‘özellikle Murat Hü­
davendigâr Gazinin, Mısır’a gönderdiği
elçi aracüığı üe Mısır’da oturan Abbasi
halifesi tarafmdan hükümetinin şer'î
yani islamî kuraüara uygun olduğuna
dair icazetname’ diye metinle hiç bir ügisi olmayan şeküde anlaşümıştır. Da­
ha doğrusu anlaşümamıştır. Metindeki
K İT Â B İY A T
hükümet-i şer’iyye de ‘şeriat ahkâmı’
demek olduğu için, söylenmek istenen
aslında şöyledir : I. Sultan Murat, Mı­
sır’a elçi göndererek orada bulunan Ab­
basi halifesinden, Osmanlı ülkesinde şe­
riat kanunlarım yürürlüğe koymak için
müsaade (icâzetnâme) ve Sultan-ı Rum
unvanı geldiğinden.:.
Metinde ‘Livâ-yı Osm anînin sernügûn olmasmı müstelzim oldu’ cümlesi
Osmanlı bayrağının baş eğmesi sonucu­
nu doğurdu şeklinde garip bir Türkçe
üe karşüanmıştır.'Oysa söylenmek iste­
nen sadece ‘Osmanlüarın yenilmesine
yol açtı’dır. ‘Bayrağın sernügûn olma­
sı’ bayrağm baş eğmesi değil, başaşağı
çevrilmesidir. Yenilmiş orduların bay­
raklarının yenilgi alâmeti olarak baş­
aşağı çevrildikleri büinmektedir. İşte
Mustafa Nuri Paşa da ,mecaz yolu ile,
OsmanlIların Timur karşısında yenüdiğini söylüyor.
Metinde ‘ibrâm ve ilhâh üe Alaeddin Paşa’yı makam-ı vezârete ıs‘âd et­
mekle’ dendiği halde sadeleştirmede bu,
vezirlik görevini yaymasını rica etti
denmektedir (15/15). Metindeki ‘ibrâm’
bir adamı bir nesne zımnında sıklet ve­
rerek melûl edüp usandırmak (Kamus
tercümesi, IV, 183), ilhâh ise ‘pek ibram
eylemek (I, 965) anlamınadır. İkisinin
de rica üe ügisi yoktur ve rica üe ara­
larında büyük anlam farkı vardır. Bir
tarih metninde, yazarın söylediklerin­
den sapmak, en azından, yazarm kanaa­
tini tahrif etmek demek olduğunu, işi
ciddiye alanlar bilmektedirler.
En önemli bağımsızlık alâmeti diye
verüen ibarenin metindeki doğru karşı­
lığından, çıkan anlam ‘istiklâl alâmetle­
rinin en büyüğü’dür (17/17).
Metindeki ‘Itnâb-ı makal kılındı
( = söz uzatüdı) yerine bu hususu bura­
ya yazdım karşüığı verilmiştir ki, ügi­
si yoktur (27/26). Metindeki ‘size gadr
441
etmek üzeredir deyü mugalatalar’ ifa­
desindeki ‘mugalatalar’ karşüığı ifade­
ler denmiştir (35/32) ki, hem tutarsız,
hem de metni, yani tarihi tahriftir. Ka­
lenin girmeye elverişli olan yerlerini di­
ye verüen karşüık metinde ‘kalenin hü­
cuma kabü olan mahallini’ diye geçmek­
tedir (36/34). Yani kaleyi almak için
yapüacak saldırının başardı olması için,
hücuma elverişli zayıf noktalarım’ de­
mektir ki, bu büsbütün başkadır. Doğ­
rusu metinde olduğu gibi ‘mağdurdur
(gadre uğramıştır)’ olan yer Hüseyin
Bey’e mazur olmuştur, derler cKye karşüanmıştır, büsbütün yanlıştır (47/44).
Türk askerlerinde hayal kırıklığı yarat­
mış deniyor; metin ise öyle demiyor,
metin ‘mühâcimînin rû-gerdanlıklarma
bâdi oldu’ diyor, yani kaleye saldıran­
ların yüz çevirmelerine ,geri dönmeleri­
ne sebep oldu, demektir.
Metinde ‘devlet-i Çerakisenin Zülkadriye ve Ramazan-oğuüarı hükümet­
lerine tegallübü’ denmekte ise de sade­
leştirmede bu ‘tegaüüb’ karşı davranışı
diye alınmıştır (!). ‘Tegaüüb’ bir kimse
üzerine yeğin olmak, zûr ve kuvvetle ve
tâb ü kudretle ânı makhûr eylemekten
ibarettir, yiğitlik vechüe tasallut ve istüâ eylemek manasınadır ki, istüâ
vech-i hak üzere olmaya (Kamus tercü­
mesi, I, 410). Ahmet Paşa’nm öldürül­
mesine karar verüp, metinde ise ‘müşarünüeyhi katletmeğe mecburiyet hasü
ederek (68/62) dir.
‘Kılı kırk yararcasına’ demek olan
‘Mûşikâfâne’ ayrıntılı diye karşüanmıştır (68/62). Metindeki ‘heyetlerinde kes­
ret ve asabiyet hasü olup...’ ifadesi git­
tikçe sayüarı çoğalıp sınıflar birbirleri
ile yarışa başladıklarından diye metinle
hiç ügisi olmayan şeküde karşüanmıştır (69/64). ‘Asabiyyet’ kelimesinin söz­
lüklerdeki türlü anlamlarından burada
tek yakışanı ‘kavm ve akrabasına ya­
442
O R H A N Ş A İK G Ö K Y A Y
hut bir haksızlığa uğramış olana yar ve
yaverlik kaydında olmaktan ibarettir
(Kamus tercümesi, I, 388) karşılığıdır.
Asabiyyete Prof. Dr. Neşet Çağatay'ın
koyduğu yarış anlamı ise hiç yoktur.
Metnin demek istediği, yeniçerilerin
haklı, haksız birbirlerini tuttuklarıdır.
Yarımşar akça katkı yapmaya ye­
rine metinde ‘yarımşar akça terakki
va’dedüdiğinden’ denilmektedir (69/64). ■
Terakki kelimesinin bir tarih terimi ol­
duğunu bir yana bıraksak bile, bunun
katkı ile ilgisi nerede?
Metindeki ‘câzim oldular’ın karşılı­
ğı sezdiler değildir (69/64). Bu cümle
‘şartsız, ayrıcalıksız, sağlam ve kesin
bildiler’ demektir. Sezmek de nedir?
Metindeki ‘darb-ı tâziyane’ için sopa ile
cezalandırma (70/64) denmiştir, doğru­
su ‘kırbaçla cezalandırma’dır. Uzun Hasan’m sıkıntılı davranışları sona erdi de­
niyorsa da, metin büsbütün başkadır,
orada ‘livâ-yı istıdrâcı semügûn olarak
gaüesi bertaraf oldu’ denmektedir (72/
66). Metindeki ‘istidrac’ı, sadeleştiren
okumazdan gelmiştir. Bunun anlamı ve
burada yakışanı ‘bir kimseyi yavaş ya­
vaş bir dereceden başka bir dereceye
yükseltmek’ olduğuna göre, söylenmek
* istenen, Uzun Hasan’ın o güne değin
yavaş yavaş yükselen bayrağı tersine
dönüp bu belânın ortadan kalktığıdır.<=Yavuz Sultan Selim mersiyesinde
(91 v.d./83) 8. beyt, rezm işinde ve
bezm işinde diye yanlış verilmiştir, doğ­
rusu ‘Rezm işinde ve besim ayşında’
olacaktır. 2. beytteki ‘müşir’ kelimesi
‘yöneticiye çevrilmiş, doğrusu ise ‘danışman’dır; Yavuz Sultan Selim, yapa­
cağı işlere kendisi karar verir; yapayım
mı, yapmayayım mı diye başkalarına
danışmaz; onun tek başına savaşa da,
devlet idaresine de gücü yeterdi, deni­
yor. 5. beytteki şems-i asr dizenin birin­
ci bölümünde ‘ikindi güneşi’ demek değüdir. Şair, asrın buradaki birinci anla­
mı üe ‘çağının, zamanının güneşi idi,
ama bir ikindi güneşi gibi idi’ diyor ve
asr kelimesinin iki anlamıyla oynuyor.
Yavuz’un hayatmı büenler için, beyti
böyle açıklamak güç olmasa gerek.
SONUÇ.— Yukarıda sıralanan ve
sadeleştirmeyi baştan başa kaplayan bu
yanlışları gördükten sonra, okuyucu bu­
nun Netâyicü’l-Vukuat’m ashyla bir il­
gisi olmadığını kesin olarak görecektir
ve eserin yazarı Mustafa Nuri Paşa’nın
ruhunun neden şad olamayacağım anla­
yacaktır. Ne türden olursa olsun, eski
bir metni bugünün düine getirmeye kal­
kışan herhangi bir kimse önce a) eline
aldığı kitabın konusunu bilecektir. Bu
sadeleştirmede öylesine bir bilginin izi
yoktur, b) Kitabın düini büecektir, o di­
li gereği gibi anlayacaktır, bu da yok­
tur. c) Türkçeyi bilecektir, tanıklar gös­
termektedir ki bu, hiç yoktur. Şimdi sadeleştirenin giriş bölümünde yaptığı t a ­
rizi kendisine, iade etmenin yeri gelmiş­
tir. Bu türden eserlerin sadeleştirilme­
si, öyle şuna, buna havale edilemez. Edi­
lirse, sonuç böyle olur. O sonuç ise kâ­
ğıt ziyanlığıdır; zaman ziyanlığıdır;
emek ziyanlığıdır.
Kur’an-ı Kerîm’in bir uyarısı üe sö­
zümüzü bitirelim: Ey görecek gözü
olanlar, ibret alm!
Orhan Şaik Gökyay
K İT Â B İY A T
BUREAUCRATIC REFORM IN
THE OTTOMAN EMPIRE: The Sub­
lime Porte 1789-1922. Carter V. Find­
ley, Princeton University Press, Prince­
ton, New Jersey, 1980, s. 455.
Princeton Yakın Doğu Etüdleri se­
risinden olan bu eser, başlığından anla­
şılacağı veçhile 1789-1922 yılları arasın­
da Osmanlı bürokrasisindeki reformla­
rı incelemektedir. Bu konuda pekçok
belge halâ tetkik edilmemiş olup, mese­
leyi bütünü Ue ele alan kitaplar da son
derece azdır. Bu sebepten bahis konusu
eser, büyük bir boşluğu dolduran bir ki­
taptır.
Yazar,- haklı olarak, incelediği ça­
ğı izah edebilmek için Osmanlı idâre
sistemini baştan itibaren ele almış ve
çalışmasını, Türk ve yabancı arşivlerle,
neşredilmiş kaynaklara dayandırmış­
tır. Önsözü çağdaş tarihçüerden de is­
tifade ettiğini gösteriyor.
Asıl gâye 1789-1922 bürokrasi re­
formlarım anlatmaksa da bir bakıma
kitap, Osmanlı bürokrasisinin tarihidir.
Osmanlı reformlarının kendi başlarına
olduğu kadar, Balkanlar ve Orta Doğu­
ya olan etküeri dolayısıyla, taşıdıkları
öneme işaret eden Prof. Findley re­
formları tarif etmeden evvel neyin ve
neden düzeltümek istendiğini açıkla­
makta, Orta Doğu Islâm kültür mirâsı
üe Osmanlı üişküerini, ortaya çıkan
sentezi geniş olarak incelemektedir.
Yalnız sentezin bir harman yerine çeşit­
li elemanlarm bir sıralaması olduğuna
ve bunun milliyetçüik cereyanlarından
önce de hücumlara imkân verdiğine işâret ediyor.
Osmanlı devleti içinde dünyevî kül­
türü ön plâna alan Saray mektebi kal­
kınca bu geleneği ( a d a b ) kalemiye
( s c r i b a l ) sınıfı sürdürdü. Ulemanın
itirazına rağmen zengin bir gelenek:
443
ansiklopedik, arapça, farsça, devlet ka­
nunları Ue coğrafya ve târih bügisine
dayanıyor. Başlangıcı pek belli olmıyan
kalemiye sınıfı genellikle askerî ve dinî
sistemlerin tetkiki üe uğraşan âlimlerin
uzun süre dikkatini çekmedi. Zamanla
Saraydan ayrılıp 17. yüzyüın ikinci ya­
rısında Bâb-ı Âlî’ye geçti ve yeni bir
kuvvet dengesi ortaya çıktı. Geleneksel
din tahsüinin imparatorluğun karşısın­
da bulunduğu problemleri çözmeğe yet­
memesi ulema sınıfının önem kaybet­
mesine sebep oldu.
Findley, Selim m . devrinde Ende­
run’u kalemiye sınıfıyla rekabet hâlin­
de görüyor: denge kuvvetli padişahlar­
da Enderun, zayıf padişahlarda mülki­
ye (kalemiye) lehinde bozulmakta. Me­
selâ, Mahmud n .’un 1830’lardaki re­
formlarıyla Enderun bürokrasisi geliş­
tirilip idare padişahın elinde toplanmak
isteniyor. Tanzimat devrinde kuvvetli
paşalar ve genişlemiş bir bürokrasi
önem kazanıyor (19. yüzyıl sonlarında
mensupları 100.000 civarında) ; impara­
torluğun gittikçe zayıf düşmesi dahi bu
büyümeyi engelliyemiyor.
Çeşitli yabancı kaynaklara göre
Osmanlı bürokrasisi isterse son derece
süratle, istemezse inanılmaz derecede
yavaş çalışıyor. Üslûp ve ifâde düzgün­
lüğü bakımından ise Avrupa’daküere
örnek olacak kalitede, fakat mesuliyet
süsüesi inisiyatifi baltalıyor. Yabancı
dü büen müslümanlar olmasına rağmen
mütercimlik işini gayrimüslimler görü­
yor: bilhassa Fener Rumları hem ken­
di kültürlerini yaşatıyor, hem bu fonk­
siyonu yerine getiriyordu.
Yazarın Osmanlı devletinin 18. yüz­
yılda aksama sebepleri ve aranan çâre­
ler hakkında söyledikleri yeni olmayıp
yabancı ve Türk araştırıcılar tarafın­
dan müşâhade edümiş noktalardır: Os­
manlI devlet adamları da reform ihti-
444
S E N C E R TO N G U Ç
yacmm farkında. Askerî yenilgiler bir­
birini tâkip ediyor. Bunların asıl sebe­
bi anlaşılmamakla beraber, o sırada Os­
manlI ıslahatçılarının baş endişesini teş­
kil ediyorlar. Nizâm-ı Cedid’in hedefi
askerî ıslahat olmakla beraber, Osman­
lI hayatının pek çok yönünü etkiledi.
Yapısı bakımından dezavantajlara sahip
bir bürokrasinin, zamana ayak uydura­
mamış çok milletli bir imparatorluğu
kurtaramamış olmasına şaşmamak lâ­
zım; fakat 19. yüzyüda başardığı re­
formları da unutmamak gerekir. Diğer
taraftan mülkiye önem kazanırken, kıs­
men de ekonomi uzmanlarının yoklu­
ğundan ötürü Hazine branşı geride kal­
dı. Yenügüer Avrupa müdahalesini art­
tırırken Osmanlı mülkiye teşkilâtının da
genişletilmesi gerekti.
Avrupa’ya karşı takınılan tutum
paradoksal bir manzara arzetmektedir:
Avrupa hem Osmanlı devletine tevcih
edilmiş tehditlerin, hem de memleketi
kurtarabilecek yeni fikirlerin kaynağı
olarak görülmekte. Bu arada zikredil­
mesi gereken bir nokta da Mahmud
H.’un Avrupaya yolladığı diplomatların
temsilci olmaktan ziyade birer aracı ve
dıştaki tecrübelerinin aktarıcısı, Osmanlüara Batıyı tanıtan kimseler ola­
rak önem taşıdıkları. Osmanlı toplumunun modernleşmeye karşı tek bir tutum
içinde olduğu söylenemez. Bazüarının
hararetle bunu savunmalarına mukâbü
aleyhte, olanlar da az değil. Ayrıca leh­
te olanlar da ,genel anlamda değil,
kontrol edebilecekleri sahalarda sınırlı
bir modernleşme istiyorlar. Bu tabi’i ki
kolay değil. Zaman da geleneksel düze­
nin tamamen ölmediğini gösterecek.
1839’da Mahmud IL’un ölümünden
sonra bürokraside devamlı tâyinlerin
yavaşlaması randımanlı çalışmayı art­
tırdı ve hem İstanbul’da hem de taşra­
da devlet nüfuzu genişledi; Bâb-ı Âlî
gerçek hükümet merkezi oldu. Bu yıl­
larda yeni hariciye teşküâtının da nü­
fuzu arttı. Gerçi hem bürokraside, hem
orduda buna karşı koyanlar çıktı; fa­
kat bu mukavemetin başları en kaliteli
bürokratların çapmda değil. Ayrıca Reşid, Âli ve Fuad paşaların sadrazamlık
dışında içişleri ve dışişlerine de bakma­
ları tesirlerini arttırdı.
Durumun bir muhasebesi yapıldı­
ğında bir kültürden başkasına aktarma­
da mevcut problemlerin ve çağın tarihî
şartlarının, en iyi plânlanan reformlara
dahi bâzen taklitçi bir sathîlik ve Os­
manlI toplumuna uyamama hâli verdiği
ve dahilî tartışmalar yarattığı görülü­
yor. Zaten zor olan şartlar dış müdâha­
le ve iç mukavemetle daha da zorlaştı.
Buna insan ve ekonomi, kaynaklarının
yetersizliğini de katmak lâzım. Netice­
de nazariyat her zaman tatbikat hali­
ne konamıyor.
Reformların karşısındaki bir başka
engel de eski geleneklerle çatışma du­
rumuna gelmeleri idi. Reform inisiyati­
fi padişahtan geldikçe ve geleneksel
düzenle çatışmadıkça genellikle mesele
yoktu, fakat 1839’dan sonra bu gerçek­
leşmedi. Findley Tanzimatın kısa bilan­
çosunu şöyle çıkarıyor :
Müsbet : Bürokrasinin
organize
edümesi ve reform fikrinin yayılması.
Menfi : Mâliyenin perişanlığı ve re­
form taraftarlarının biraz keyfî dav­
ranmaları. Hele Mahmud Nedim Paşa’nm vezir olunca bürokraside yaptığı
değişikliklerle onu âdeta felce uğratma­
sı.
Yıllar geçtikçe Osmanlı aydınları­
nın Batıdaki siyasî fikirleri tanımaları
ve Avrupa devletlerinin sağlıyacakları
destek karşılığı reformlarda ısrarları
meşrutî idare yönündeki hareketi hız­
landırdı. Nihayet meşrutiyet geldiği za­
man ise padişah otoritesinin smırlana-
KİTÂBlYAT
maması Abdülhamid’in meşrutî idareyi
ilgası ve bürokrasinin Saraym kontrolü
altına girmesiyle sonuçlandı- Abdülhamid’in hedefi Bâb-ı Âlî bürokrasisini
bertaraf edip bütün kudreti eline geçir­
mekti. Yazar, 'Abdülhamid despotizmi
Ue 20. yüzyıl totaliter rejimleri arasın­
da şaşılacak bir benzerlik buluyor. .Pa­
dişahın eline geçirdiği bürokrasi pira­
midinde gene de vekillerin kanun çıkar­
mada rol oynıyabilmeleri dikkat edümesi gereken bir noktadır. Hariciye, te­
siri azalmasma rağmen, halâ Bâb-ı Âli’­
nin en gelişmiş bürokrasisi ve bugünkü­
nü hatırlatan genel müdürlüklere ayrıl­
mış. Fakat gerçekte birçok misyon şef­
leri bakanlık-temsücisi olmaktan ziya­
de Saraym adamı, hattâ jurnalcisi.
1871-1908 arasmda Bâb-ı Âlî’de gö­
ze çarpan şey, geliştirilen organizasyon­
la belgelere dayanan ve nazariyatla tat­
bikat arasmda farkı gittikçe azaltan bir
sistemin ortaya çıkmakta olması. Bu
arada reformları .mümkün kılacak pek
çok kanun çıkarıldı, ancak tatbikatçı­
ların kötü niyeti veya aczi, bazen de Sa­
raym müdâhalesi netice alınmasını sı­
nırladı.
özetle, 1871-1908 yıllarında Osman­
lI bürokrasisinin
rasyonal bir sistem
benimsemek yolunda olduğu söylenebi­
lir. Fakat Abdülhamid’in kurduğu me­
kanizma işlediği sürece reformlar askı­
da kaldı ve imparatorluk sistemindeki
problemler daha da giriftleşti. Diğer ta­
raftan, Abdülhamid’in kurduğu sistem
o kadar başarılı oldu ki, bünyesine al­
dığı artan sayıdaki memurlarm hem
tahsilli olmalarmı hem de Namık Kemal
veya Ziya Paşa gibi kimselerin fikirle­
rinden etküenmemelerini beklemek faz­
la olurdu. Doğan muhâlefetin kaynak­
ları muhtelif : askerî okullar, Mülkiye
İİ5
mektebi, bürokrasi. Nihayet, 1908 ihti­
lâli askerlerden kaynaklandı. Batıdan
gelen fikirlerin yayılması lâik bir at­
mosfer yarattığından her reformu îslâmm dinî-kanunî geleneklerine uydurma
teşebbüsünden vazgeçüdi.
1911’den itibaren savaşlar liberal
prensiplerin benimsenmesinde ileri gidüdiği kanaatini yaygınlaştırdı ise de,
1908 ihtilâlinin heyecanı tamamen kay­
bolmadığı gibi, bürokrasi gelişmeye de­
vam ediyor.
1917’den sonra ortaya yeni bir fak­
tör çıkıyor : Parlâmento içinde veya dı­
şında hareket edip Sadrazamlar üzerin­
de bürokratik etkinin yerini alan siyasî
güçler beliriyor; Talât Paşa bürokrat­
tan ziyade politikacı olan ilk sadrazam.
İstanbul’un işgali ve Anadolu’da
millî mücâdelenin başlaması ile Osman­
l I bürokrasisi tamamen çözüldü ve bir­
çok mensubu Anadolu’ya geçti. Bunla­
rın tecrübeleri ve temsilcisi oldukları
idâre geleneği eski sentezi değiştirip
sonraki kültür devrimine yol açarak
Türklerin işinin bittiğini sananları hay­
rete düşüren bir mülî başarıda rol oy­
nadı.
Profesör Carter V. Findley Osman­
l I devlet teşküâtmıh gelişmesine genel
bir bakış atfetmek ve 1789-1922 yılları
arasmda geçirdiği istihâleler hakkında
tafsüâtlı bügi almak isteyenlerin istifa­
de edebüecekleri bir kitap yazmış; bazı
eserlerde halâ rastlanan ve her özelliği­
mizi ve başarımızı çeşitli yabancı tesir­
lere atfetmek eğüiminden uzap olup,
OsmanlI imparatorluğunun doğu ve ba­
tı komşuları üzerinde önemli ve uzun
vadeli tesirler icrâ ettiğinin farkında
oluşu ve bu perspektifi kaybetmeyişi de
kitabın değerini ayrıca arttırıyor.
Sencer Tonguç
446
N E JA T GÖYÜNÇ
Klaus SCHWARZ, Der Vordere
Orient in den Hochschulschriften Deut­
schlands, Österreichs und der Schweiz.
Eine Bibliographie von Dissertationen
und Habilitationsschriften (1885-1978).
(Almanya, Avusturya ve İsviçre üni­
versite ve yüksek okullarında YakınDoğu ile ilgili tezler. Doktora ve doçent­
lik' tezleri bibliyografyası, 1885-1978,
Freiburg im Breisgau 1980, X X m + 7 2 1
sahife.
İkinci Dünya Harbi’nin sona eriğin­
den sonra, günümüze yakınlaştıkça A v­
rupa’da ve dünyanın bir çok ülkesinde
Yakm-Doğu ve Afrika ülkeleri ile ilgili
araştırmaların büyük bir yoğunluk ka­
zandığına, bunun tabiî bir neticesi ola­
rak da bu alanlardaki bibliyografya ça­
lışmalarının arttığına daha önceleri işa­
ret ecülmiştii. 1958’den beri önceleri be­
şer senelik aralıklarla, daha sonra ise
aylık bültenler halinde yayınlanmağa
başlayan J.D. Pearson’un Index Islamicus’n ve bunun eksiklerini tamamla­
mak amacı ile kaleme alman Hans
Georg Majer’in Osmanische Nachträge
zum INDEX ISDAMICUS' 1906-19652
adlı makalesi Joséph Matuz’un A pro­
pos d’une contribution bibliographique
pour servir les études ottomanes histo­
riques* isimli çalışması ve daha başka­
ları4 bu sahada ük öncüler oldular. Ken­
di adına kurduğu yayınevi (Klaus Sch­
warz Verlag)’nde her biri diğerinden
kıymetli Orientalistik vadisindeki pekçok araştırmayı yayınlayarak ilime bü­
yük hizmetlerde bulunan Klaus Sch­
warz da 1971’de Verzeichnis deutsch1 Nejat Göyünç,
Turkologischer
Anzeiger, Türk Kültürü Araştırmaları,
XV/1-2, 1976, s. 343-346.
2 Südost-Forschungen, 27. cüd,
1968, s. 242-291.
3 Orientalische Literatur Zeitung,
sprachiger Hochschulschriften zum isla­
mischen Orient (1885-1970), Deutsch­
land-Österreich-Schweiz* adlı bir bibli­
yografya yayınlamıştı. Hemen kapışı­
lan ve kısa zamanda mevcudu kalma­
yan bu kitapta Almanya, Avusturya ve
İsviçre’de öğretim dili Almanca olan
üniversite ve yüksek okullarda yapüan
araştırmalar ve bunların sonucu olan
yazüı çalışmaların, yani tezlerin (Sch­
rift) bibliyografyası veriliyordu. Klaus
Schwarz’in bu bibliyografyası yayınlan­
dığı zaman daha önce aynı türde derle­
meler de yapılmamış değildi: Anton
Scherer,
Südosteuropa-Dissertationen,
1918-1960, Eine Bibliographie deutscher,
österreichischer und schweizerischer
Hochschulschriften (Graz, Wien, Köln:
Böhlau 1968) ve Peter T. Suzuki,
French, German and Swiss University
Dissertationen on Twentieth Century
Turkey. A Bibliography of 593 Titles,
with English Translations (Wiesbaden
1970).
Klaus Schwarz’in kısa zamanda pi­
yasada bulunamayan eserini üçer yazarlı iki başka araştırma ve derleme ta­
kip etti: Petra Kappert, Barbara Kell­
ner, Heidrun Wurm, Dissertationen zu
Geschichte und Kultur des Osmanischen
Reiches, angenommen an deutschen, ös­
terreichischen und schweizerischen Uni­
versitäten seit 191)5, Der Islam, 49. cild
(1973), s. 110-119; Detlev Finke, Gerta
Hansen, Rolf-Dieter Preisberg, Deut­
sche Hochschulschriften über den mo­
dernen islamischen Orient, Hamburg
1973.
Hans-Jürgen
Kornrumpf’un
eşi
68. cild, 1973, s. 449-451.
4 J.D. Pearson, Index Islamicus,
IV, önsöz.
5 Freiburg im Breisgau 1971, 280
sahife.
K ÎT Â B ÎY A T
Jutta Kornrumpf’un da yardımı ile
Handbuch der Orientalistik’in VHL Ek
cildi olarak yaymlanan Osmanische
Bibliographie mit besonderer Berück­
sichtigung der Türkei in Europa*, 1975’den sonra Andreas Tietze ve Georg- Hazai’ın çeşitli ülkelerden meslekdaşlarınin da yardımları ile her sene munta­
zaman yayınladıkları Türkeilogischer
Anzeiger bu bibliyografya çalışmaları
akımının diğer önemli unsurları oldu.
Turcica da bu kervana çeşitli ülkelerde­
ki çalışmalara ait çok faydalı makale­
lerle katıldı: Barbara Flemming, Neu­
ere wissenschaftliche Arbeiten und
Forschungsvorhaben zur Sprache, Ges­
chichte und Kultur der vorosmanischen
und osmanischen Türkei in der Bundes­
republik Deutschland seit 1968, Turci­
ca, V, 1975, 131-147; Alexandre Popovic, Etude de l’Empire Ottoman et l’ orientalisme dans les pays balkaniques,
Turcica, V, 154-159; Bistra Cvetkova,
Bibliographie de travaux turcologiques
en Bulgarie, Turcica, VI, 219-253; Bernt
Brendemoen, Lars Johanson, Biblio­
graphy of current Scandinavian turcological studies, Turcica, VI, 254-264;
Jean-Louis Bacqué-Grammont, Biblio­
graphie de travaux turcologiques fran­
çais, Turcica, VU (1975), 264-303; Su­
san A. Skilliter, List of Works toward
a Bibliography of Current British Turcological Studies, Turcica, 1X/1, 252263; Jacob M. Landau, Bibliographie de
travaux turcologiques parus en Israel,
Turcica, IX/2-X, 196-219; Masami Hamada, Bibliographie de travaux turco­
logiques japonais, Turcica, IX /2 -X, 220235; Mihail H. Svanidzé, Point des étu­
des sur Vhistoire de la Turquie et la
Géorgie, Turcica, IX/2-X, 236-246.
Klaus Schwarz’in yeni bibliyograf­
yası Doğu ve Batı Almanya, Avusturya
ve İsviçre’deki üniversite ve yüksek
447
okullarda yapüan doktora ve doçentlik
tezi çalışmalarını kapsamaktadır. Kita­
bın önsözünde son zamanlarda YakınDoğu araştırmaları için bibliyografya
çalışmalarının büyük bir üerleme kayd
ettiği belirtilmekte, daha önce yayınlan­
mış bu tür kitapları ve kaçar isim ihti­
va ettiklerini, Rusya’da, Avusturya’da,
İran, Fas, Lübnan (Amerikan Üniversi­
tesi), Irak ve Mısır’da yayınlanan ken­
di cinsinden bibliyografyaları haber
vermektedir. Sehwarz’ın bu gerçekten
*•
çok büyük bir dikkat, sabır ve çalışma
isteyen bibliyografyası hem biyoloji,
matematik, astronomi, jeoloji, mineroloji gibi fen bilimleri sahasmdaki çalış­
malardan da bizi malûmattar kılması,
kaynakları hakkmda bizleri aydınlat­
ması, hem de kitabın bibliyografya kıs­
mının sonuna konulara göre hayli ayrmtüı listeler vermesi bakımından tak­
dir ve tebrike şâyândır. Söyleşine on
binlerce fişten derlenen büyük bir bib­
liyografyada bazı gözden kaçan hatala­
rın olması da tabiîdir. Meselâ bazı ki­
tap isimleri iki ayrı yerde geçtiği halde
dizinde bir defa yer gösterilmiştir: ö r ­
nek olarak bk. 1828 ve 2035, 1777 ve
2001, 1616 ve 2009 numaralılar. Tezler­
den yayınlananlar, hatta bunlarm ter­
cümeleri de kısmen belirtilmiştir. Lâkin
bu konuda da ufak gözden kaçmalar
olmamış değildir, örnek : Boris Christoff Nedkoff’un Die Cizye (Kopfsteuer)
im Osmanischen Reich. Mit besondererer Berücksichtigung von Bülgarien,
Leipzig 1942 (no. 2120)’un Şinasi Altundağ tarafmdan yapılan kısmî bir
Türkçe çevirisi vardır : Osmanlı İmpa­
ratorluğunda cizye (Baş vergisi). (Bul­
garistan hususî bir surette nazar-ı iti­
bara alınmıştır), Belleten, V1L/32,
1944, 599-652.
6 Leiden, Köln, 1973.
4:48
NEJAT GÖYÜNÇ
Bu bibliyografya bize bir çok ünlü­
nün de tezleri hakkında fikir vermek­
tedir. Bu arada en çok dikkatimizi çe­
keni 1961’de Nobel Edebiyat Mükâfatı­
nı kazanan Ivo Andric’in Die Entwick­
lung des geistigen Lebens in Bosnien
unter der Einwirkung der türkischen
' Herrschaft (Graz 1924) adlı doktora te­
zi olmuştur. Bu da edebiyat alanmda
dünyaca üne kavuşan bir yazarm eser­
lerinde tarihî malzemeden nasıl fayda­
landığının bir başka delili olmaktadır.
Bibliyografya, kanaatimizce, Türk Eği­
tim Tarihi ile uğraşanlar için de vaz­
geçilmez bir eser olacaktır- Hemen he­
men bir yüzyıllık süre içerisinde Türk
öğrencüerin Almanya, Avusturya ve İs­
viçre gibi üç Batı ülkesindeki ürünlerini
bulmak bakımından faydalı olacakt“ '.
Klaus Schvvarz’ı bu çok ciddî ve el­
zem çalışmasından dolayı tebrik etmek,
her bilim mensubu için, kaçınılmaz ve
zevkli bir borçtur.
Nejât Göyünç
Andreas Tietze, Mustafâ ‘Ali’s
Counsel for Sultans of 1581. Edition,
Translation, Österreichische Akademie
der Wissenschaften. PhüosophischischHistorische Klasse. Denkschriften, 187
Band.
Uzun müddet Türkiye’de kalmış ve
İstanbul’da edebî, târihî metinler üze­
rinde İlmî çalışmalar yapmış bulunan
Andreas Tietze, bu def’a, OsmanlIların
XVI. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış
olan (1541-1600), en meşhûr ilim adam­
larından Gelibolulu Mustafa Alî’nin
Nushatü’s-selâtin
adlı
bâr olmak üzere Menâkıb-ı hünerverân,
Nushatü’s-selâtin, Mirkâtü’l-cihâd, Fursat-nâme, Nusret-nâme, Mir’âtü’l-avâlim, Nâdirü’l-mehârib, Nevâdirü’l-hikem, Kavâ’idü’l-mecâlis gibi mensûr ve
manzûm daha bir hayli eseri bulun­
maktadır ki, . îbnülemin Mahmud Ke­
mal İnal, yayınladığı «Menâkıb-ı Hü­
nerverân» adlı kitâbının mukaddimesin­
de bunların tümü hakkında çok mufas­
sal bilgi vermiştir. Kezâ Bekir Kütükoğlu’nun Küçük Türk-İslâm Ansiklope­
disine yazdığı Âlî Mustafa maddesinde
dahi, bu husûsla alâkalı malûmat var­
dır.
eserini ele alarak, onu bilhassa batı
üim dünyasına, anlayabüecekleri bir dil
ile çok iyi şeküde tanıtmış ve kazandır­
mıştır. Andreas Tietze, daha önce de,
1975 yüında, Viyana’da, yine Mustafa
Âlî’nin «El-hâlâtü’l-Kâhire mine’l-âdati’z-zâhire» adlı eserini, kısa bir önsöz­
le birlikde ingüizceye tercüme ederek,
tenkidi metin ve tıbkı basım hâlinde yayınlamışdı.
Mustafa Âlî’nin, başda Künhü’l-ah-
Ândreas Tietze’nin bahis konusu ■
eserlerden bu def’a yayımını hazırladı­
ğı kitab ise, yine Mustafa Âlî’nin devlet
düzenine ve kendi hayâtma âit bulunan,
ayni zamanda bir mukaddime, dört bâb
ile bir hâtimeden oluşan «Nüshatü’sselâtin» isimli eseridir. Her ne kadar
Âlî’nin Haleb’de bulunduğu sırada,
1581’de kaleme aldığı bu kitâbın adı bâ­
zı yazarlarımız tarafmdan araştırmala­
rında ve kütüphâne kataloklarmda
K ÎT Â B İY A T
cnL^-I I <İ9e^d>
= Nasihatü’s-selâtin»
şeklinde kabûl edilmiş ise de, bizzat A.
Tietze tarafından yayınlanan metnin
21/a varağında (Hüsrev Paşa Kütüp­
hanesi, No. 311), Âlî bu eserinin adını
ve mâhiyetini bize: «...b u risaleye
nâm-ı güzîn NusJıatü’s-selâtin ta’yîn
olunub, ihtidasında bir mukaddime ve
intihasında bir hatime ile dört babının
tafsiline mübaşeret olundu...» şeklinde
büdirmektedir. Kanâatimizce bu farklı
isim mes’elesi Naimâ’dan gelmektedir.
Çünkü Vak’a-nüvis Naimâ, Âlî’nin ba­
his konusu eserinin admı, birinci cildi­
nin *44 üncü sahifesinde «Nasîhatü’sselâtin» olarak kayd etmiştir.
Andreas Tietze’nin bu neşriyâtı ile
eserin ismi aydınlığa kavuşdukdan son­
ra, Kitâbın diğer özellikleri hakkında
da şunları söyliyebüiriz. Âlî’nin Nushatü’s-selâtin isimli eserinin, sekizi İstan­
bul kütüphânelerinde ve biri Kahire'de
olmak üzere hâlen dokuz nüshası mev­
cuttur. Fakat bu nüshalardan hiç biri
müellif hattı üe yazılmış değüdir. An­
cak Süleymaniye, Hüsrev Paşa Kitablığı numara 311’de bulunan nüsha, so­
nundaki ifâdeden de anlaşılacağı veç­
hile, Mustafa Âlî içün istinsâh edilmiş
bir nüshadır. Bu sebeple Andreas Tiet­
ze, Hüsrev Paşa nüshasmı esâs alarak,
Topkapı Sarayı, Revan Kitablığı’nda,
406 numarada bulunan minyatürlü di­
ğer bir nüsha ile mukayese yaparak,
çalışmalarına devam etmiştir. Üniversi­
te, Yeni Câmi’, Nûr-ı Osmaniye, Fâtih
ve Topkapı-Sarayı Hazine kitablıkları
ile Kahire Kütübhânesi’nde mevcud nüs­
halar üzerinde pek fazla durmamıştır.
Andreas
Tietze’nin
yayınladığı
metnin başmda evvelâ, bu metnin için­
de t ^ 4 £ 6 j c ¿f" { ¿ f gibi harflerin
449
yerine, hangi harfleri kullandığını gös­
terir bir liste veriyor. Daha sonra önsöz
kısmmda, Mustafa Âlî’nin hayâtı ve ese­
ri Nushatü’s-selâtin üe bunun nüshala­
rının bulunduğu kütübhâneler hakkında
bügi veriyor. BUâhire gelen kısa ve öz­
lü bir bibliyografyayı müteâkıb, bahis
konusu eserin, ük iki bâbmı metne sâ­
dık kalmak suretiyle ve 261 dip notu
koyarak, ingüizceye tercüme ediyor,
(Transiation: 17-86).
89-188 inci sahifeler arasmda ise,
eski harflerle yazüı türkçe metnin, ye­
ni harflerle okunuşu, transkripsiyonlu
olarak verilmiştir (Transliteration). Nihâyet Nushatü’s-selâtin’in, mukaddime
üe birlikde, Uk iki bâbı, Hüsrev Paşa
Kütübhânesi nüshasından alınarak, 72
varak hâlinde ve tıbkı basım olarak ki­
tabın sonuna konulmuştur.
Tümü itibâriyle, hükümdârlar içün
gerekli vasıf ve şartların neler olması
lâzım geldiğini belirten bu kitab aslında
bir siyâsetnâmedir. Mukaddimede Os­
manlI pâdişâhlarının meziyetlerinden;
birinci bâbda, Sultanlara lâzım olan
hasletlerden; ikinci bâbda kânûn hüâfı
karışıklıklardan; üçüncü bâbda da dev­
lete zarar veren hâllerden bahs edüdikden sonra, Âlî, son bölümde tamamen
kendi hayâtmı ve zamanı olaylarmı an­
latmaktadır. Eserin hâtime kısmı ise
türlü tavsiyye ve temennüeri ihtivâ edi­
yor.
Bu itibârla tarihçileri ve bilhassa
Türk târihi üe meşgul olanları yalan­
dan alâkadar eden bu-kitabın A. Tietze
gibi bir araştırıcı sâyesinde ortaya çıkarüıp üim âleminin râhatca istifâde
edebüeceği hâle getirilmesi, şüphesiz
takdire lâyık bir hizmettir diyebüiriz.
M. Münir Aktepe
Tarih Enstitüsü Dergisi - F. 29
450
M Ü C T E B A ÎL G Ü R E L
Karl K. Barbir, Ottoman Buie in
Damascus, 1708-1758, 1980, Princeton
University Press, X IX +216.
Şam, en eski zamanlardan beri
önemli bir kültür ve san’at merkezi ola­
rak dikkatleri üzerine çekmiş bir mer­
kez olarak görülmektedir. Memluk or­
dusunun Mere Dâbık’da kesin hezimeti­
ni müteakip Şam, hiç mukavemet gös­
termeden Osmanlı sultanı I. Selim’e tes­
lim olduktan sonra (28 Eylül 1516), ge­
rek askerî ve gerek dinî yönden önem
kazanmıgtır. Şehrin, Mısır ve Hicaz'
kıt’aşmı devlet merkezine bağlayan yol
üzerinde olması, ve ayrıca Osmanlı hü­
kümdarlarının mukaddes mahallerin ha­
dimi sıfatiyle hac yoluna önem verme­
leri burayı koruma altma almalarına
sebep olmuştur. Bundan başka, büyük
hac kervanları şehir ve civarının geli­
şip inkişaf etmesini sağlamıştır.
Osmanlı devri Şam tarihi incelenir­
ken, burada uzun yillar basarıyla va­
lilik yapmış Azm-zâde âüesi karsımıza
çıkmaktadır. Bu âüenin menşe itibariy­
le Türk olduğu şüphe götürmez (s. 58,
not 133). İmparatorluğun çeşitli eyâlet­
lerinde dahi _valilik görevlerini ifâ et­
miş bulunan bu âilenin bazı fertlerinin
Türkçe eserler verdikleri de unutulma­
malıdır. Bu âilenin bakiyyesinin XX.
asır başlarında İstanbul’a yerleşmiş bu­
lundukları da tesbit edilmiş bulunmak­
tadır. (Bu ifadeyi müdafaa eder mahi­
yette bk. Sieill-i Osmanî, c. I, s. 362;
Falih Rıfkı Atay, Zeytin Dağı, s. 2526).
Şam şehrinin önemine binaen yapı­
lan ciddî bir çalışma, Abdülkerim Refik
tarafından hazırlanmış (The Province
of Damascus, 1723-1783, Beyrut 1966),
ancak Osmanlı arşivleri ihmal olunmuş­
tu. Bu defaki telif mezkûr arşivlere ge­
niş yer vermekle büyük bir eksikliği te­
lâfi etmiştir. Nitekim, Kari K. Barbir,
Şam’da Osmanlı idaresinin işleyişini,
imparatorluğun inkırazı sırasında Şam’­
daki durumu arşivlerden elde ettiği bil­
gilerle izah etmeğe çalışmıştır. Böylece müellifin esas hedefi Osmanlı idare­
sinin Şam’daki yerini tesbit olmuştur.
Bu çalışma Nasuh Paşa’nın valiliği sı­
rasında (1708-14) şehirde başladığı ıs­
lahat çalışmalarıyla başlayıp, bedevile­
rin hac kervanına hücumları ile sınır­
landırılmıştır.
Eser, başlıca giriş, üç bölüm ve bir
ilâve bölümden teşekkül etmektedir.' Bi­
rinci bölümde, Şam valüerinin tayinleri,
takip edilen usuller, yapılan değişiklik­
ler ve vezirlerin durumları kaynak ve
vesikalara müracaatla anlatılmaktadır.
Müellif, bu kısımda eyalet valilerinin
fonksiyonlarına da genel mahiyette te­
mas ederek bizi aydınlatmaktadır. Bun­
dan başka, Şam valilerinin imparator­
luk ordusuna seferler esnasındaki insan
ve para yardımları vesikalarla açıklan­
maya çalışılmıştır. Bu bölüm, Azm-zâde
âilesinin menşei hakkında çeşitli fikir­
lerin öne sürülmesi üe son bulmaktadır.
İkinci bölüm, Osmanlı Devleti’nin
kendisine muhalif güçler olarak Şam’­
da görülen mahallî kuvvetler (yerli kul­
ları) ve müteakiben imparatorluğun ka­
pı kullarını buraya yerleştirmesi konu
edilmiştir. Şam’m imparatorluk merke­
zinden uzaklığı ve devlet "otoritesinin
giderek zayıflamasiyle bu şehirde baş
gösteren yeni bir kuvvet de ayanlık
müessesesi olmuştur. Yazar bu müesse­
se hakkında tanıtıcı mahiyette bilgiler
vererek okuyucuları bu konuda aydın­
latarak da faydalı olmuştur. Yeniçerile­
rin durumu incelenirken, Suriye’deki ye­
ni güçler ve zaman zaman Anadolu’da
zuhur eden celâlilere yardımlar konu
K ÎT Â B İY A T
edilmiştir. Bu bölüm, yapılmış etüdler
yarımda, arşiv kaynaklarından da isti­
fade edüerek tatminkâr bilgiler ver­
mektedir. Bu bölüm çeşitli göçebe ka­
bilelerin (Arap, Kür d ve Türkmen) du­
rumlarını inceliyerek son bulmaktadır.
Üçüncü ve son bölüm, hac yolu için
Şam ve civarına düşen görevler tefer­
ruatlı bir şekilde tasvir edilmektedir.
Hacıların emniyet içinde gidip-gelmeleri bilhassa Suriye’de selâmetle yol ala­
bilmeleri Osmanlı Devleti’nin ve sulta­
nın itibarı addediliyordu. Bu sebeple
Şam eyâleti ve eyâlet idarecileri mer­
kezden özel bir alâka görmüşlerdir. An­
cak, devletin bu güveninin sarsıldığı
451
devrelerde çeşitli tedbirlerin alındığını
da eserden görmekteyiz. Devletin hac
yolunun açık ve emniyet içinde bulun­
durulması için hiç bir fedakârlıktan ka­
çınmadığını menzillerin ve kervansa­
rayların yapıldığını görüyoruz. Bu meyanda cerdecilik müessesesinin de eser­
de yer aldığı görülmektedir. Müellif so­
nuç kısmını bağladıktan sonra arşiv
kaynakları kullanarak çeşitli tablolarla
eserini zenginleştirmiştir.
Eser, bütünüyle sadece bir Şam ta­
rihi olmayıp Suriye’nin bu devirdeki du­
rumu ile hac yolunun ve ticarî münase­
betlerin tarihine ışık tutacak mahiyette
olup, takdire şayandır.
Mücteba İl gürel

Benzer belgeler