Kötülüğü adaletle, iyiliği de iyilikle karşıla.
Transkript
Kötülüğü adaletle, iyiliği de iyilikle karşıla.
DEĞER Eylül 2015 Sayı:21 Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır Kötülüğü adaletle, iyiliği de iyilikle karşıla. ÜCRETSİZDİR BÜTÜN DÜNYAYI VERSELER VE BUNA KARŞILIK BİR KARINCANIN AĞZINDAKİ TANEYİ ALMAMI İSTESELER BU ZULMÜ YAPAMAM HZ. ALİ (r.a.) Değer Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi Yıl: 2 Sayı: 21 Eylül 2015 Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır YAYIN KURULU Ali YILDIZ (Yayın Kurulu Başkanı) Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdür Yardımcısı Çelebi YILMAZ (Eğitim Daire Başkanı) Faruk KARCI (Tetkik Hâkimi) Ramazan GÜNŞAN (Şube Müdürü) Habil KANOĞLU (Şube Müdürü) Elçin Çakar TERZİOĞLU (Eğitim Uzmanı) Irmak ŞENEL (Sosyal Çalışmacı) Zümrüt ÖZKAN (Psikolog) İlhan GÜLER (Öğretmen) İslam AZAKLI (Sosyal Çalışmacı) Emrullah ÖZGER (Sosyal Çalışmacı) Hakan ERDEM (Memur) Editör İlhan GÜLER Sahibi Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Adına Necmi ACUN (Kurum Müdürü) Katkı Sağlayanlar Abdullah Tutgun - Ali Oktay - Ali Yavuz Aydın Keçeci - Burcu Kurt - Cevdet Tekin Ejder Topal - Evren Tanrıkulu- Ferhat Çeliker Mehmet Gökçe - Said Şener - Bayram Ural Ömer Gökduman - Ramazan Sağır Recep Güngör - Sema Gök -Tuncay Karaca Mustafa M. Ünlü - Bahattin Benli Matbaa-Baskı Şefi Salim KILIÇ Grafik Tasarım 0312 441 00 40 0533 616 23 18 Baskı Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası İstanbul Yolu 15.Km Hava Müzesi Karşısı Şaşmaz / Ankara Tel: (0312) 278 7610 Faks: 278 25 68 Yayın Türü Yerel Süreli Yayın Basım Tarihi: 15/09/2015 İletişim Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Konya Yolu No:70 06330 Beşevler/ANKARA Tel: 0312 204 1661 Faks: 223 43 91 e-posta: [email protected] Web: www.cte.adalet.gov.tr Sesleniş Gazetesinin ekidir EDİTÖRDEN Adalet kavram olarak eşit davranma, hakkaniyetli olma, kimseyi kayırmama anlamlarını taşır. Bu ilkelerle hareket eden birey sayısı arttıkça, adaletli bir düzen toplumda hakim olmaya başlar. Herkes kendinden sorumlu olduğu kadar, hayata bakış açısı ve karakteriyle yaşadığı topluma karşı da sorumludur. Bu çerçevede adalet bir toplumun ana temasını oluştururken diğer kavramlar bu ana temanın etrafından bulunan birleşenler gibidir. Bileşenler birbirleriyle ne kadar uyumlu olurlarsa işleyiş o kadar düzenli olur. Bireyler birbirleri hakkındaki kararları kendi adalet anlayışıyla verirse kaos meydana gelir. Hiç kimse gerçek adaletten bağımsız hareket etme hakkına sahip değildir. Gerçek adaletin, yalnızca hukukun üstünlüğü ile sağlanacağını unutmamak gerekir. Hukuk, adaleti sağlayan yapının kontrol merkezini oluşturur. Bu temel yapıda bireylere de hayati görevler düşmektedir. Adaletin sağlanmasında özne koltuğunda oturan bireyler, adaletin sağlanmasına yardımcı olmalıdır. Bireylere düşen başlıca sorumluluklar arasında; haksızlık yapmamak, haksızlıklara göz yummamak, emek sarf eden birinin emeğine saygı duymak, güçsüz ve mağdur olanı ezmemek, insanlara karşı adaletsiz davranmamak, çıkar uğruna insanların zaaflarından faydalanmamak, ceza verirken adil olmak, haksız bir nedenle kişiler arasında ayrımcılık yapmamak şeklinde sıralayabiliriz. Şüphesiz ki, adaleti yanıltmak ve hukukun kararlarını bu yönde şekillendirmek insanların adalete olan inancının sarsılmasına yol açacaktır. Bu çerçevede herkes üzerine düşeni yapmalıdır. Bizler de bu sayımızda siz “Değer”li okuyucularımız için, bir toplumun gelişmesinde en önemli etken olan ADALET temasını seçtik. Bu sayımızın kapak yazısında; adaletin suça bir ceza öngörme, herkese hak ettiğini taksim etme olduğuna ve adaletin insan ruhunu iyi tahlil etmeyi zorunlu kıldığına değinilmekte, adaletin insan hayatındaki yerinin doldurulamayacak kadar önemli olduğu vurgusu yapılmaktadır. Sağlık sayfamızda; parmak çıtlatmanın alışkanlık haline gelebileceğini, parmak çıtlatmanın zararlarını ve tedavi yöntemlerini aktaran hoş bir yazıyla karşılacaksınız. Gezi sayfamızda siz değerli okuyucularımızı Ülkemizin güzel şehirlerini gezdirmeye devam ediyoruz. Bu ay ki sayımızda sizleri, tabiat harikası Trabzon ilimize götürüyoruz. Sümela Manastırından tarihi yapılara, yöresel yemeklerden geçim kaynaklarına kadar birçok konuya değindiğimiz yazımızı siz değerli okuyucularımızın istifadesine sunduk. Dergimizin diğer bölümlerinde; bilimden sanata, kitap tanıtımından tarihi olaylara, canlılar aleminden eğlenceye kadar birçok zengin içerik sizleri bekliyor. Dergimizde okuduklarınızı hayatınıza yansıtmasınız dileğiyle adaletle ve sağlıcakla kalın... İlhan GÜLER ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR 08 14 DEĞERLERLE YAŞAMAK 20 AİLENİN ÇOCUKLAR ARASINDA AYRIM SEVDA FIRTINASI TRABZON 28 YAPMASI 36 İNSAN EĞİTİME MUHTAÇTIR 45 EBRU’NUN YAŞAYAN EN BÜYÜK USTASI içindekiler Eylül2015 Enis Yavuz YILDIRIM Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Hayatın Vazgeçilmez Öğesi: Adalet Değerli Okurlarım, Adalet kavramı için günümüze kadar birçok tanım yapıldı ve birçok söz söylendi. Kimisi adalet için savaş çıkardı. Kimisi isekendi öz evladını bile ateşe attı. Bununla kalmadı elbette kimi milletler bu kavram için yüzyıllarca savaştılar, adalet uğrunda kendi canlarından insanlara bile kıydılar. Suç, dizilmiş domino taşlar gibidir biri onu durdurmadığı sürece akıp gider ve en korkunç olanı da kişileri bundan zevk alacak boyuta kadar getirebilecek olmasıdır. Bu açıdan caydırıcı yöntemlerin yanında suçu sabit görülmüş kişiler için topluma kazandırma projeleri hızla artmakta ve uygulanmaktadır. Tabi ki suçu yok etmek asıl hedef olmalıdır fakat suçun ardındaki nedenleri irdelemek ve bu yönde çalışmak daha etkili olacaktır. Evrenin dört büyük kitabından tutunda bütün yasal eğitim birimleri adaleti sağlayabilmek için insanlar yetiştirdi. Toplumlara aşılamaya çalıştığı adaleti koruyabilmek için de önlemler aldı. Yasalar düzenlendi, mahkemeler kuruldu, ceza infaz kurumları açıldı. Milyonlarca insan bu sistemde adaletle yaşamanın yollarını aradı. Günümüzde adaletin sağlanması için gerekli adımlar atılmakla beraber ideal adalet anlayışına ulaşmak için çalışmalar devam etmektedir. Adaleti sağlanmanın bir başka boyutu olan eğitim ve ihtiyaçlarımız, toplumların yapısını belirlemekte iki büyük güç olan ahlak ve yasalarımızda bunları sağlayabilmek için bir kalkan olmaktadır. Biliyoruz ki hiçbir bebek konuşarak doğmaz ve doğar doğmaz yürümez yani bütün insanlardan dünyanın gidişatına da bakarsak eşit düzeyde âlim olmasını bekleyemeyiz. Bunun için adalet kavramı kadar adaleti sağlayabilmek ve korumak da en temel ihtiyacımızdır. Öncelikle adaleti koruyabilmenin bir insana korkunç gibi gelen yanını ele almak istiyorum. Adaletin ana mekanizması kişinin vicdanıdır. Bireylerin kendi vicdan muhakemesi adaleti savunan koruyan ve de yargılayan üçüncü dördüncü kişilerin gücünden daha büyüktür. Zaten vicdanıyla hesaplaşmak zorunda kalan bir birey ona verilecek olan ceza ile ıslah etme yöntemine gidilmezse daha fena suçlar işlemeye an ve an daha açık bir hale gelecektir. Cezalar bu yönden bakıldığında daha anlaşılabilir ve suçlu gördüğümüz bireylerin vicdanlarını olgunlaştırabilmek için daha sağlıklı görülebilir. Adalet kavramı çok büyük ve yüce bir kavramdır. Çünkü adaletin en büyük düşmanı aklın kötüye kullanılması, en büyük silahı ise vicdandır. Adaletin kırıldığı yerde akıl savunmaya geçecek aklını kaybetmek üzere olan vicdan ise hiçbir şekilde sessiz kalamayacaktır. Umarım bütün adalet kavramı bütün ülke toplumlarının merkezini oluşturur. Bizler de bu ülkenin vatandaşı ve bir dünya insanı olarak üstümüze düşen görevi yaparız. Adaletli bir yaşam dilerim. KAPAK KONUSU 4 ONLAR ADİLDİ “Düşmanlarımıza bir tek borcumuz var: Adalet” Aliya İzzetbegoviç “Suç” olgusu kadar kadime giden bir diğer olgu, adalet arayışıdır. İnsanoğlu adalete aşerdiği kadar başka hiçbir arzu karşısında bu denli yanıp tutuşmamıştır. Elbette ki bu arayış aynı zamanda insanın kendi benliğindeki savaşı da ortaya koymaktadır. İnsanın sadece bir et yığını olmadığı, bir ruhu taşıdığı, daha doğru bir ifade ile ruhun cesedi taşıdığı artık su götürmez bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Suça bir ceza öngörme, herkese hak ettiğini taksim etme manasına gelen “adalet”, insanı iyi tanımayı gerektirmektedir. Her şeyden önce insan ruhunu, psikolojisini iyi tahlil etmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu okumalar gerçek hayatta olduğu kadar sanatsal eserlerde de varlığını bütün cesameti ile göstermektedir. Dostoyevski “Suç ve Ceza” isimli ünlü romanında Raskolnikov karakteriyle bir anlamda bizim de elimizden tutar, suç ve psikoloji arasındaki karanlık dehlizlerde dolaştırır. Dostoyevski sıradan bir yazar, bir kurgu ustası değildir. Bazen kendisi de bizzat buhranlar geçiren, oluşturduğu roman karakterleriyle özdeşleşen bir insandır. O kadar özdeşleşir ki, romanda ölen karakterleri için oturup ağlayan bir hissiyata sahiptir. Dostoyevski’nin bu baş yapıtında anlatılanın bu kadar ilgi çekmesindeki temel sebep; insanı bütün çıplaklığı ile anlatması ve adeta insan ruhunun röntgenini çekmesi, suç motivasyonuna dair gerçekçi tespitlerde bulunmasıdır. Romanında bize döner ve o gür sesi ile “Ne gülüyorsun, anlattığım senin hikâyen” der. Yine en az Dostoyevski kadar büyük bir başka üstattan bahsetmek isterim. Hukuk eğitimi, günümüzde de önemli bir alan olmakla birlikte geçmişte daha da ilgi çekici ve itibarlı idi. Hukuk öğrencilerine, hukuk teknisyenliğinin yanı sıra “hukuk felsefesi” de öğretiliyordu. Daha önceki hukuk âlimleri ve suç okulları bu felsefeyi anlatmada büyük bir yer tutuyordu. Günümüzde maalesef, bu husus ceza hukuku kitaplarında ihmal edilen ve tamamen ayrıntı gibi görülen bir konuma düşürülmüştür. İşte hukuk eğitiminin bu denli önemli ve zahmetli olduğu bir dönemde, 1948 yılında ülkemizden Muhittin Göklü isimli bir genç hukukçu; hukuk doktorası eğitimi için Fransa’ya, Paris Hukuk Fakültesi’ne gider. Gelin bundan sonrasını Muhittin Göklü’den dinleyelim: 1948 yılının karlı bir kış akşamı idi. Dersimiz bittiği halde, birkaç arkadaş Paris Hukuk Fakültesi Kriminoloji Enstitüsünün sıcak dershanesinden daha rahat bir yer bulamayacağımızdan çıkmamıştık. Konuştuğumuz mevzu ceza hukukuna dairdi. Fas’lı bir hukukçu birden söze karışarak: “Ben, Rabbin en adil, en cesur ve alicenap kulu olan Hazreti Ömer’den sonra bir kişiyi seviyor ve koyduğu mukaddes hukuk esaslarını beğeniyorum” dedi. Biz telaşlandık; o hemen çantasından pek eski, çok yıpranmış küçük hacimli bir kitap çıkararak önümüze koydu: “Bir kere okursanız, bana hak verirsiniz” diye ilave etti. Kitabı aldım ve birinci sahifeyi okur okumaz, kendi soğuk inzivagahımı dershanenin sıcaklığına tercih ederek çıktım. İtiraf ederim ki, Fransız diline hakkı ile vakıf olanlara dahi, ancak büyük bir ısrar, sebat ve tetkikatla gülümseyebilecek bu felsefi ve hukuki eseri anlayabilmek için çok zahmet çektim. Lakin bir kere nüfuz etmeye başlayınca, ihtişamı, ulviyeti karşısında öyle heyecanlar ve saadetler hissediyordum ki, gözlerime sevinç yaşları doluyordu. 5 KAPAK KONUSU Ahmet Cevdet Paşa’yı büyük bir hukukçu yapan, bir medeni kanun olan Mecelle’yi adeta bir insan hakları manifestosuna çeviren adalete ve insan onuruna olan inançtır. Mecellenin girişindeki temel kaideleri, birçok insan hakları belgesinde bulamazsınız. Evet değerli okuyucular, Fas’lı hukukçunun Muhittin Göklü’ye, Göklü’nün ise muhteşem bir tercüme ile bize hediye ettiği bu isim; büyük İtalyan ceza hukukçusu Beccaria’dan başkası değildir. 1764 yılında henüz 26 yaşında iken “Suçlar ve Cezalar Üzerine” isimli büyük kitabını yazdı ve insanlığa adeta bir hediye olarak sundu. Bahsettiğimiz yıllar karanlık işkence odalarında “ikrar” peşinde koşulan bir dönemdir. İşte bu genç hukukçu, 20’li yaşlarında iken kimsenin söylemeye cesaret edemediği şeyleri söyledi. Bir infaz usulü olan işkencenin karşısında hayatını ortaya koydu: “Kişiyi suç işlemekten alıkoyacak olan cezaların ağırlığı değil, failde cezadan kaçamama duygusunu oluşturmaktır” dedi. Ceza hukukçusu rahmetli Baha Kantar, Beccaria için şöyle der: “Beccaria, devrinde çamura atılmış beşeriyetin haysiyet ve şerefini müdafaa etti”. Dostoyevski’ye, Beccaria’ya bakın. Mecelle’nin mimarı olan Ahmet Cevdet Paşa’ya bakın. Bunlar aynı iklimin, aynı mahallenin çocuklarıdır. Devirleri, inançları, coğrafyaları farklıdır ama ortak bir noktaları vardır. Kendi devirlerindeki doğrular ile yetinmezler, ufkun arkasını tararlar. Bu öyle bir irtifadır ki 10 sene, 20 sene, 50 sene sonrası değildir. 100 yıl, 200 yıl önden giderler. Bu büyük insanların bir diğer özelliği ise insanlık onuruna, adalete inanmalarıdır. Bütün insan haklarının odağı da işte bu olgudur. İşte Ahmet Cevdet Paşa’yı büyük bir hukukçu yapan, bir medeni kanun olan Mecelle’yi adeta bir insan hakları manifestosuna çeviren adalete ve insan onuruna olan bu inançtır. Mecellenin girişindeki temel kaideleri, birçok insan hakları belgesinde bulamazsınız. Mütefekkir Cemil Meriç, bu sözü İbn-i Haldun için kullanır ama müsaadenizle ben bu bahsettiğim insanlar için sarfetmek istiyorum: “Kendi semasında tek yıldız!” Bizler, yetki sahibi kişiler olarak bir tasarrufta bulunurken bu ortak mirastan faydalanmak ve feyz almak zorundayız. Bunlar sırf entelektüel renklilik olsun diye bilinmesi gereken bilgiler değildir. Gerek kendi medeniyetimiz, gerekse insanlığın ortak ve kadim doğruları bize bir vazife, bir misyon yüklemektedir. Bizim hukuk anlayışımızda intikam yoktur, adalet vardır. Aynı zamanda ilahi bir buyruk olan emri, Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç şöyle ifade eder: “Düşmanlarımıza bir tek borcumuz var: Adalet” Bu veciz ifade bu medeniyetin özetidir. Gelin son sözü ben değil de Dostoyevski söylesin: “Her insan, herkes karşısında her şeyden sorumludur” Hüseyin ŞIK Tetkik Hâkimi, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Dışilişkiler Daire Başkanlığı KÜLTÜR YAŞAM Huzurevi Olmayan Tek Şehir ! Mardin’de yaşayan aileler yaşlı yakınlarını yanlarından ayırmıyor. Mardin’de hiç huzurevi yok, çünkü güçlü aile bağları sayesinde insanlar, yaşlı yakınlarını huzurevlerine göndermek yerine kendileri bakıyor. Mardin’de yaşlılara hürmet ve ilgi o kadar fazla ki bu şehirde huzur evi yok. Mardinliler kendi yaşlısına sahip çıkıyor. Büyüklere hürmeti kutsal kabul eden aileler yakınlarına bakmayı bir iyilik olarak değil bir vazife olarak görüyor. Sümela Manastırı 1 yıl kapatılacak Türkiye’nin en önemli simgelerinden biri olan ve çok sayıda turist çeken tarihi Sümela Manastırı 1 yıl süreyle ziyarete kapatılacak. Trabzon İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, tarihi Sümela Manastırı’nda yapılacak çalışmalar nedeniyle manastırın 22 Eylül tarihinden itibaren bir yıl ziyarete kapatılacağını bildirdi. Kültür ve tabiat varlığı açısından Sümela Manastırı’nın dünyaya mal olduğu, manastırda kaya ıslahlandırma projesi yapılacağı ve ziyaretçiler için olası tehlikelerin önlenmesi amaçlanıyor. Mutfaktaki Tatlı Sır: l a B Osmanlı mutfağının baş tatlandırıcısı bal, günümüz mutfağında da hâlâ yerini korumakta ve şifa kaynağı olarak kullanılmaktadır. Gastronomi dünyasında doğal tatlandırıcı olarak kullanılan bal, kusursuz görünümü, çiçeklerin izlerini taşıyan lezzeti ve besleyici özelliği ile insanlık tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Her şeyden önce, bal şifadır. Peygamber Efendimiz’in bala bereket ile dua etmeleri ne derece mühim bir gıda olduğunu gösterir. Bal, asırlardır insan hayatının ve ekonomisinin bir parçası olmuştur. İspanya Valencia’da bir mağarada bulunan milattan önce 6 bin yılına ait bir duvar resminde, bal yapan arılar ve o balı toplayan tarih öncesi bir insanın resmedilmiş olması balın tarihçesinin ne kadar eskilere dayandığının işaretidir. Belli ki devrin insanları, hayatlarını büyük bir tehlikeye atarak, ağaçlara tırmanıp arı kovanlarındaki balları bir besin olarak kullanmışlardı. Öyle ki o zamanları arılardan korunmak için günümüz teknolojisi söz konusu değil. Bal; insanların ilk besin kaynaklarından biridir. Sadece bu kadar uzun süredir kullanılan bir besin olması bile balın hayatımıza renk katan ne kadar değerli ve zengin bir doğal ürün olduğunun bir ispatıdır. Balın içinde ne var? Bal tamamen doğal bir üründür. Yaklaşık %80’i şekerlerden oluşur. Baldaki şekerin ise yaklaşık % 80’ni fruktoz ve glukoz oluşturur. Balda bulunan diğer şekerler sakaroz, maltoz gibi disakkaritlerin yanı sıra diğer yüksek şekerlerdir. Balın nem oranı yaklaşık olarak %17’dir. Balın diğer bileşenleri ise proteinler, vitaminler ve minerallerdir. SAĞLIK 25 dakika yürü 7 yıl fazla yaşa... Almanya’daki Saarland Üniversitesi’nde yapılan araştırma kapsamında sigara kullanmayan ancak düzenli egzersiz de yapmayan 30-60 yaş arası kişileri inceleyen uzmanlar, deneklere 6 ay düzenli egzersiz yaptırdı ve kan testlerinde büyük bir iyileşme belirledi. Egzersiz sayesinde yaşlanan DNA’ların iyileşme ibareleri gösterdiğini belirleyen uzmanlar, “Egzersiz insan ömrüne 3 ila 7 yıl ekliyor”sonucuna eriştiler. Osmanlı mutfağının baş tacı Osmanlı mutfağının baş tatlandırıcısı bal, günümüz mutfağında da hâlâ yerini korumakta ve şifa kaynağı olarak kullanılmaktadır. Günümüz gastronomisinde toz şeker kullanımı azalmakta, bunun yerine doğal tatlandırıcılar bal, pekmez gibi ürünler tercih edilmektedir. Tatlandırıcı bal Osmanlı mutfağı yemekleri, uluslararası yemek soslarının ağdalaştırılması, pandispanya kekinin yumuşatılması, tatlılar gibi yerlerde kullanılmaktadır. Tabi ki balın nasıl ve nerede kullanılacağı aşçının insiyatifinde ve maharetindedir. Gastronomi dünyasında kahvaltı büfeleri ve menülerinin dışında, daha çok süzme bal tercih edilmektedir. Bal iyi muhafaza edildiğinde bozulmadığından, mutfak çalışanlarına kolaylık sağlamaktadır. Dünya mutfağında bal Günümüz şekerlemecilik alanında yüksek kaliteli şarküteri ürünlerinin olmazsa olmazı baldır. Almanya, ABD ve Çin mutfağında bal eksik olmaz. ABD’de bal ile yapılan Virginia Jambonu ile Çin’de yapılan fırında ördek dünya çapına marka olmuştur. Çörekler, bisküviler, pastalar, nugatlar, şekerler ve meyve ezmeleri balla yapılır. Kuzey Afrika ülkelerinde ise bunun dışında kuskus, dondurulmuş güvercin, kuzu çevirme, erik kurulu piliç türlüsüne de bal kullanılır. Mutfakta bal için bilmeniz gerekenler Elinizin altında bir laboratuvar bulundurmanız zordur. Balın kalitesinin anlaşılması için aşağıdaki pratiklerden faydalanabilirsiniz. Balın yoğunluğu çok, akışkanlığı sürekli olmalıdır. BİLİM Unutkanlık tarih olacak... RbAp48 isimli protein sayesinde hafıza kaybı önlenebilecek. Columbia Üniversitesi’nde yaşları 33 ila 86 arasında olan 8 kişi üzerinde yapılan araştırma unutkanlığın, Alzheimer hastalığından farklı olduğunu gösterdi. Yani genç yaşta görülen unutkanlığın Alzheimer hastalığı ile bağlantısı olmayabilir. Yapılan araştırmada RbAp48 proteinin eksik olduğu deneklerin nesneleri tanıma ve yönleri bulmada zorlandıkları görüldü. Hakiki bal, kaşıkla alındığı zaman akışkanlığı kesintisizdir. Soğuk havada donmaz ise balın katkı oranı fazla ya da sahtedir. Zeytinyağının donması gibi kavanozun alt kısımları donarsa hakiki baldır. Sahte balın rengi biraz daha açıktır, hakiki balın kokusu yoktur. Hakiki balın kıvamı biraz daha katıdır. Balı kaşıkla alıp yere döktüğünüzde sahte bal uzar, örümcek ağı gibi havada uçar. Balın şekerlenmesi durumunda ise, eski hâlini alması için güneşe çıkarılması veya kabıyla birlikte sıcak suya konulması kâfidir. ÖMER DEMİR KİŞİSEL GELİŞİM 8 DEĞERLERLE YAŞAMAK Değerleri; insani, toplumsal, manevi, evrensel, temel ve kişisel değerler şeklinde adlandırabiliriz. Her ne ad verilirse verilsin, her nereye gidilirse gidilsin değerler hep aynı sonucu verir. İnsan bir akıl varlığıdır ve diğer canlı türlerinden, hayvandan ayrılır. İnsan salt doğal türü devam ettiren canlı değildir sadece. Yaşadığı dünyayı anlamlı kılmaya çalışan bir yaratılışa sahiptir. Varlığının fiziksel, biyolojik yanları yaşaması için yeterli değildir. Kendi iç dünyası ve çevresiyle sürekli bağ halindedir. Çoğu kere sözcüklere, kelimelere dökülen bu bağlar önemlidir. Çünkü anlaşmayı, anlaşılmayı ya da anlaşmazlıkları mümkün kılan bu sözcüklerdir. Sözcüklerin değişmeyen, sabit anlamları vardır. Öyle bazı sözcükler, kelimeler vardır ki insan hayatında anlamı olan değerlerin dile gelmiş halidir. Bu değerler ki hiçbir kimsenin inkar etmeyeceği, edemeyeceği değerlerdir. Değerleri; insani, toplumsal, manevi, evrensel, temel ve kişisel değerler şeklinde adlandırabiliriz. Her ne ad verilirse verilsin, her nereye gidilirse gidilsin değerler hep aynı sonucu verir. Değersiz yaşayan bir fert yahut bir millet görmek mümkün değildir. Örneğin; Hayal edin anavatanınızdan başka bir ülkeye yolculuk yaptınız. Yolda yanınızdan tesadüfen geçen birinin ayağı takılarak düştüğünü gördünüz. Hiç aldırmaz yürür gider misiniz? Yoksa bir yerine bir şey olmuş mu diye ilgilenip kaldırmaya mı çabalarsınız? Cevabınız evet ise “merhamet ve iyilik” duygularınızın harekete geçtiğini ve dolayısıyla değerlerinizin düzgün yürüdüğünü gösterir. Tam aksi bir tutum ve düşünce var ise bir kez daha dönüp içinize bakma zamanıdır. İçerilerde bir yerlerde sıkışmış, nötrleştirilememiş negatif değerler ya da başka bir ifadeyle değersizlikler vardır. Yaptığınız bu yolculukta aynı şey sizin başınıza gelse muhtemeldir ki size de yardım edilecektir. Demek oluyor ki insanın var olduğu her köşe bucak değerlerle doludur. Kaç kere hayatımızda kendimize sorduk, kaç kere tefekkür ettik. Bazen mi, sık sık mı, hiç mi? Neden şu an yaşadığınız yerdesiniz? Neden şu an birlikte olduğunuz kişiyi seçtiniz? Neden şu an hayatınız istediğiniz gibi ya da istemediğiniz gibi? Birçok soru çıkartabilirsiniz hayatınıza dair, ancak o birçok sorunun tek cevabı vardır. Değerleriniz “sizi siz yapan değerleriniz” ile bugün bu durumdasınız. Değerlerin mana yönü aynı olmakla birlikte uygulama sınırı ve çerçevesi kişiden kişiye farklılık arz eder. İç dünyanızın ne kadar düzgün, entelektüel yapınızın ne kadar geniş olması ile alakalı bir şeydir değerleri yerinde ve yerlice uygulamanız. Şimdi durup bir kez daha düşünmek lazım bu değerlerden hangileri sizin için öncelikli? Adalet, denge, güç, nezaket, şefkat, aile, disiplin, güven, olgunluk, anlamlılık, doğa, güzellik, onur, tatmin, arkadaşlık, doğallık, ilham, özgürlük, tevazu, aşk/sevgi, dürüstlük, istikrar, tolerans, bağlantı, eğlence, kararlılık, para, tutku, barış, empati, katılım, rahatlık, umut, başarı, en iyi olmak, kontrol, rekabet, uyum, bereket, enerji, macera, sadelik, varlık, bilgi, esneklik, maneviyat, sağlık, yaratıcılık, bütünlük, etkinlik, merak, sakinlik, yardımseverlik, canlılık, eylem, mutluluk, samimiyet, zeka, cesaret, farkındalık, mükemmele yakın, saygı, zindelik, çoşku, gelenek, neşe sorumluluk, statü, dayanıklılık, gerçek, netlik. Değerlerinizin ne olduğunun farkında olmanız, karakterinizin ne olduğunu bilmeniz demektir. Ya da karakterinizi iyi biliyorsanız değerlerinizin farkındasınızdır demektir. Değerler insanı insan yapan ana belirleyicilerdir. Bu değerlerin dışında da değerler oluşturulabilir elbet, önemli olan bu değerlerden hangileri sizin vazgeçilmeziniz. Hayatınızdaki basamakları çıkmadan önce kendinizi değerleriniz konusunda tanımanız gerekir. Kişisel değerleriniz hayatınızdaki her adımınızı, kararınızı etkiler. Değerler çocukluk dönemlerinde şekillenmeye başlayıp, ilerideki yaşlarda gelişir. Hayatınızda bir şeylerin gerçekten yanlış mı gittiğini düşünüyorsunuz? O halde değerlerinizde bir uygulama hatası vardır. Değerlerinizin farkında olmak size pek çok fayda sağlayacaktır. Değerlerinizin ne olduğunu düşünürken mutlaka hiyerarşik sıralamaya tabi tutmalısınız ve bir karar alırken değerler sisteminizi gözden geçirmelisiniz. En kestirmesinden mantıklı kararlar alabilmek için güçlü değerlerinizin neler olduğunu bilmeniz hayatınızda yol gösterici olarak kullanabilme farkındalığınızı artırabilir. Negatif değerlerinizin farkına varabilirsiniz, böylece uzak durmanız gereken ve sizi yanlışlara, yok etmeye, başarısızlıklara götüren şeylerden uzak durabilirsiniz. Ve Jean –Paul Sartre der ki “insan kendisinden ne yaratırsa ondan ibarettir.” O halde insanın değerleri ne ise kendi de odur” demek yanlış olmayacaktır. Değerlerinizin ne olduğunun farkında olmanız, karakterinizin ne olduğunu bilmeniz demektir. Ya da karakterinizi iyi biliyorsanız, değerlerinizi biliyorsunuz demektir. Değerlerin insanı insan yapan şeyler olduğunu söylemek yerinde olsa gerek. Kişisel Gelişim Uzmanı & Eğitmen Tuğba BAYTUR İnsan salt doğal türü devam ettiren canlı değildir sadece. Yaşadığı dünyayı anlamlı kılmaya çalışan bir yaratılışa sahiptir. Varlığının fiziksel, biyolojik yanları yaşaması için yeterli değildir. TOPLUM 10 ADALET; İnsanın Doğuştan Talebi İnsan, kendisini anlamaya başladığı andan itibaren; iyi olanı, güzel olanı, çok olanı ister. İhtiyaçlarını giderirken; kolay yoldan, az emek ve az değer karşılığında almayı tercih eder. Hayatı boyunca hep güven içinde olmayı, hep sevilmeyi, tercih edilmeyi ve çokça sahip olmayı diler. Kendisine karşı yapılacak olan muamelede ise hakkının korunmasını bekler. İnsanın bu dilek ve temennileri ile haklarının korunması adalet duygusu içinde bir beklentiye dönüşür. Bu adalet beklentisi, aynı zamanda içinde eşit ve dengeli muameleyi de barındırır. Birey, kendisi için eşit ve dengeli bir muamele beklerken, kendisinin de eşit ve dengeli davranma sorumluluğu taşıması gerektiğini unutmamalıdır. Bu noktada toplum hayatının huzur ve sükuneti adalet beklentisi ve sorumluluğunun karşılanmasına bağlıdır. Adalet kelimesi sözlükte: “doğru olmak, doğru davranmak, adaletle hükmetmek, eşitlemek anlamlarında kullanılmakta olan ‘adl’ fiilinden türetilmiştir.” Kavram olarak “hukuk ve muamelatta”, toplum ve birey ilişkilerinde aranır. Tarihi ve kültürel köklerimizin üzerinde yeşerdiği değer dünyamıza göre ise adalet; her şeyin yerli yerinde olmasıdır. Yani, insanın gerek yaratılış tabiatı itibariyle doğuştan getirdiği, gerek sonradan kazandığı hakların korunmasıdır. Adalet, insanlık ailesinin sahip olduğu en önemli ilkelerden biridir. İnsan, her nerede yaşarsa yaşasın bir toplumsal yapı içinde olmak zorundadır. İçinde yaşadığı toplumda hakları olduğu gibi yerine getirmesi gereken sorumlulukları da vardır. Toplumsal yapılarda bireysel hak ve sorumlulukların korunması ve yerine getirilmesi, toplum adına görev ve yetki verilmiş kurumlar eliyle yine o toplum tarafından kabul görmüş hukuk metinleriyle sağlanır. Böyle bir tertip ve düzen içerisinde yürütülmez ise herkes kendi adaletini kendi eliyle sağlamaya çalışır ki, bu da güçlü olanın zayıf olanı mağdur etmesi etmesi anlamına gelir. Böylesi bir yapıda ise dengeli ve eşit bir hak tayin ve tanziminden bahsedilemez. Bireylere dengeli ve ölçülü bir hayat sunma ve bunun sürekliliğini sağlamak, iyi organize olmuş, yani devlet haline gelmiş toplumlarda kurumların görevidir. Bu aynı zamanda bireye de sorumluluklar yüklemektedir. Sahip olduğumuz hakları talep ederken sorumluluklarımızı da hatırlamamız gerekir. Adalet; hak talebindeki hassasiyetin, toplumun kurum ve kuruluşları ile diğer bireylerine karşı yerine getirmemiz gereken görevlerimizi yerine getirirken de gösterilmesiyle mümkündür. Sorumluluklarımızın yerine getirilmesi de adil bir yapının parçasıdır. Haklarımızın korunması nasıl ki adalet adına bir talebimiz ise, içinde yaşadığımız topluma karşı olan sorumluluklarımızı yerine getirmek de adaletin korunması adına bir o kadar zaruridir. Devlet kurumları bireyin; can güvenliği, özel hayatın gizliliği, hane dokunulmazlığı, din ve vicdan özgürlüğü, haberleşme ve düşünce özgürlüğü, ailenin korunması, eğitim-öğretim, çalışma, sağlığının korunması, sosyal güvenlik ve mülkiyet, seçme, seçilme ve siyasal etkinliklerde bulunma, kamu hizmetine girme, dilekçe ve vatandaşlık hakkını korumakla mükellef iken, bireyler de tabi olduğu topluma ve devlete karşı ödevlerini yerine getirmekle mükelleftirler. Devlet ve toplum hayatının huzur ve sükunet içinde yürüyebilmesi için her bireyin görevi olan kurallar vardır. Bunların en önemlisi, sevgi ve birbirimize karşı haklarımıza saygıdır. Yanı başımızda yaşayan insanlarla iyilikte yardımlaşmak, muhtaçların ihtiyaçlarını karşılamak, kötü ve olumsuz davranışlara sebep olmamak ve bu fiillerde yardımlaşmamak, insanlar arasında kin ve husumet oluşturacak söz ve davranışlardan kaçınmak, çalışmak, üretmek, aynı zamanda kendimize, ailemize ve topluma karşı olan yükümlülüklerimizdir. Daha da sayabileceğimiz bu ve benzeri yükümlülüklerimizi yerine getirmek, insanın sahip olduğu hakları çiğnemekten kaçınmak, âdil bir insanın sahip olduğu temel değerlerdir. Günlük hayat içinde adalet kavramı, genelde birey hak talebinde bulunurken hatırlanmaktadır. Oysa, içinde yaşadığımız topluma yükümlülüklerimiz de vardır. Nasıl ki otomobil kullanmaya kendi hür iradesiyle karar veren sürücü direksiyona geçtiği andan itibaren; o aracın teknik özelliklerine (çalışma ve yürüme özellikleri) uymak, harekete geçtikten sonra da yol ve trafik şartlarına riayet etmek zorunda ise birey de ait olduğu toplumun kurallarına uymak ve üzerine düşeni yerine getirmek zorundadır. Bir de, sosyal sorumluluklarımız vardır. Dar günde, zor zamanda elimizi tutan birine karşı minnet duygusu sarar bizi. Sevincimizi paylaşanlarla kucaklaşırız. Derdimize deva olana sonsuz vefa duygusu besleriz. Düşkün olduğumuz zamanlarda ihtiyacımızı giderenlerin kadir – kıymetini daha çok bilir sadakat gösteririz. Acılarımızı paylaşanların acısını kendimize dert ediniriz. Bütün bu haller, bu paylaşımlar bireyleri birbirine bağlar, birlikte yaşamalarını kolaylaştırır. Karşılıklı sevgi ve saygıyı arttırır. Güven duygusu gelişir. Güven içinde olan bireyler endişelerinden kurtulur ve huzur duyar. Şayet bir toplumda bireyler haklarını talep ederken gösterdikleri titizlik kadar, sorumluluklarını yerine getirirken de hassasiyet göstermiyorlarsa, orada adaletin tesisi imkansız hale gelmiş olur. Adalet; hak talebindeki hassasiyetin, toplumun kurum ve kuruluşları ile diğer bireylerine karşı yerine getirmemiz gereken görevlerimizi yerine getirirken de gösterilmesiyle mümkündür. Sorumluluklarımızın yerine getirilmesi de adil bir yapının parçasıdır. Devlet ve toplum hayatında adalet; bir kefesinde haklarımızın, diğerinde ise sorumluluklarımızın olduğu bir terazidir. Kefelerden biri diğeri adına feragat edemez. Sorumlulukların yerine getirilmediği yerde adalet, adaletin olmadığı yerde hak, hakkın olmadığı yerde huzur, huzurun olmadığı yerde dirlik ve düzen olmaz. Özcan GÜLTEKİN Kartal H Tipi C.İ.K Öğretmeni Hayata Işıltı Katan İşleme: Sim Sırma Osmanlı’dan bu yana çeyizlerdeki en nadide parçalar arasında her zaman sim sırma işleme ürünleri yer aldı. Yaygın olarak Maraş işi olarak bilinen sim sırma işlemeciliği Anadolu’nun en eski el nakışlarından biri. Anadolu’da evlenen her genç kızın çeyizi büyük bir özenle hazırlanır. Yeni hayatında kullanacağı pek çok eşya annesinin, ablasının ve ailedeki diğer kadınların el emeği, göz nuruyla ortaya çıkarılır. Yorganlar, yatak örtüleri, seccadeler, masa örtüleri hep yeni gelinin sevdiklerinden izler taşır. Genç kızların çeyizinde böylesi değerli eşyaların yanında bir de yaşadıkları yörenin en değerli el işlemeleri bulunur. Osmanlı’dan bu yana çeyizlerdeki en nadide parçalar arasında her zaman sim sırma işleme ürünleri yer alır. Yaygın olarak Maraş işi olarak bilinen sim sırma işlemeciliği Anadolu’nun en eski el nakışlarından biri. Anlatıldığına göre Fatih Sultan Mehmet’e gelin giden Dulkadiroğlu Beyi’nin kızı Sıddi Mükrime Hatun’un çeyizleri arasında 40 katır yükü sırma işi bulunuyordu. Böylelikle ünü Dersaadet’e ulaşan sim sırma işlemeciliğinin örnekleri daha sonraları Rumeli’ye kadar taşındı. Maraş işinin Arap Yarımadası’ndan geldiğine dair iddialar da var ancak sim sırma motifleri Anadolu’daki geleneksel nakış motiflerinden hiçbir farklılık göstermiyor. Osmanlı sarayında büyük ilgi gören bu işlemeler zaman içinde zengin bir çeyizin olmazsa olmazı haline gelir. Öyle ki bir dönem geline sırma işlemeli fes takma âdeti başlık parası kadar önem arzetmeye başlar. Bugün sim sırma denilince ilk akla gelen ‘’bindallı’’ adı verilen nişan ve kına gecesine özel giysiler olsa da bu göz dolduran el nakışının kullanım alanı kıyafetlerle sınırlı değil. Maraş işi ilk zamanlarda Çukurova beylerinin binici takım ve başlıklarına gümüş sırmalarla işlenirmiş. Daha sonraları Maraş’ta, Antep ve Kilis’te erkeklerin kullandıkları fesleri süslediği biliniyor. 18. yüzyılda silah kılıflarında, palaskalarda, kemer ve erkek yeleklerinde de sim sırma işlemelere rastlamak mümkün.Ancak çeyiz olarak değer bulmaya başladığı’nda yastık ve perdelere, yatak örtüsü, sedir örtüsü, seccade, bohça ve gelinliklere de sim sırma işlemeler yapılmaya başlanmış. Osmanlı hat sanatında da kendine yer bulmuş Maraş işi. Sim-sırma ile işlenen hat levhaları geçmişten bugüne taşınan en değerli miraslar arasında. Günümüzde kadın giyim eşyaları, sabahlık, gece kıyafetleri, çanta, masa örtüleri, bayan ayakkabıları, terlik, küpe, broş, seccade, Kuran-ı Kerim mahfazası, gözlük kılıfı, para kesesi, yatak örtüsü ve oda takımı gibi eşyaları süsleyen Maraş işi, erkek giysileri arasında da Maraş abası, palaska, cepken, şalvar ve zıbınlara işleniyor. EN MEŞAKKATLİ EL NAKIŞI Maraş işinin işleme tekniği, araç ve gereçleri diğer işlemelerden oldukça farklı. Sim sırma için kullanılan araç gereçler de iplik ve iğneden ibaret değil. Tezgâh (Cülde), makaralık, askı, makas, biz, Sim Sırma işi kumaşın ön yüzünden yürütülen, arka yüzünden görünmeyen, diğeri kumaşın arka yüzünden yürütülen ön yüzünden görünmeyen sim ve sırma kullanılan iki yüzlü işlenen bir nakıştır. Sim Sırma işinde deriyi desene göre kesme, oyma önemli bir yer tutar. möhlüke (keski), sim, sırma, çamaşır ipeği, balmumu, çiriş, solüsyon, uhu, tırtıl, kurt, kumaş, astar kumaş, nakış ipliği, beyaz karton, gri karton, çimento kâğıdı (graft kâğıdı), sarı karton, beyaz sabun, çeşitli pul ve boncuklar, silgi, çıkrık ve çekiç sim sırma yapabilmek için ihtiyaç duyulan malzemeler. Yüzü ve tersi birbirinden farklı ve tek yüzlü bir işleme olan sim sırma sire saten, kadife, organze, şifon ve çeşitli ipekli kumaşlar üzerine uygulanabiliyor. İnce kumaşlar üzerine işlenirken altı organze veya astarlı kumaşlarla destekleniyor. GEÇMİŞİ Selçuklulardan bu yana yapılagelen sim sırma işçiliği Dulkadiroğulları Beyliği’nden Osmanlı Sarayı’na gelin giden Emine Hatun ve Sıddi Mükrime Hatun’un çeyizleriyle İstanbul’a getirilir. İpek Tanır Tezgâha sıkıştırılan kumaş, Maraş işi yapıldıktan sonra bir dizi teknik işlemden geçiriliyor. Kabartma kartonu hazırlama, Maraş işinin pesent iğnesini yapma, Maraş işinin verev pesent iğnesini yapma, Maraş işinin hasır iğnesini yapma şeklinde adlandırılan özel teknikler tamamlandığında sim sırma da bütün albenisiyle ortaya çıkar. Maraş işi sarı ve gümüş rengi sırma, sim ile işlendiği gibi motiflerin tamamı veya bir kısmı pamuk ve ipliklerle de işlenir. Maraş işinin bir özelliği de nakış işlenirken alt ipliğin üstten, üst ipliğin alttan görünmemesidir. Kahramanmaraş’ın en önemli kültürel değerlerinden biri olan ve şehrin adıyla anılan sim sırma bazen eski zamanlara ait bir güzellik gibi hatırlansa da yeni kullanım alanları ve tasarımlarla bundan sonra da estetik bir el sanatı olarak varlığını sürdürmeye devam edecek gibi görünüyor. NASIL YAPILIYOR? Hazırlanan desen kâğıtları seçilen kumaşa teyellenerek sim sırmaya başlanıyor. Ardından desen oyma işlemi uygulanıyor ve desen kumaşa yapıştırılarak sim sırma işlemeye hazırlanmış oluyor. BAZI TEKNİKLER Mukavva işi, bastırma işi, dival işi gibi adlandırmaları olsa da sim sırma ve Maraş işi en çok bilinen isimleri. Sim-sırmanın özel bir sanat dalı haline gelmesinden sonra günümüzde kadın giyim eşyaları, bindallı, sabahlık, gece kıyafetleri, çantalar, masa örtüleri, bayan ayakkabıları, terlik, küpe, broş, seccade, Kuran-ı Kerim kabı, gözlük kılıfları, para keseleri, panolar, yatak örtüleri ve oda takımları yapılmaktadır. Erkek giysileri arasında Maraş abası, palaska, cepken, şalvar ve zıbınlara işlenmektedir. ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR Bir yerde adalet varsa öteki haklar da var demektir. Yoksa bile, var olan adalet sayesinde öteki haklar da gelecektir. Bir yerde adalet yoksa öteki haklar da yok demektir. Olsa bile adaletsizlik yüzünden öteki haklar da yok olmaya mahkûm demektir. Adalet, tanımlara sığmayan ve daha çok uygulamayla anlaşılabilecek bir kavramdır. Ancak genel anlamda, “bireysel ve toplumsal yaşamda dirlik, düzen, hakkaniyet, eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlâki erdem” olduğu şeklinde tarif edilebilir. Eşitlik ve hakkaniyetin temin edilmesi, bütün düzenlemelerin, kanunların ortaya çıkmasının temel ve nihai sebebidir. Çünkü insanlar arasında malların, hakların, görevlerin, dengeli ve ölçülü bir şekilde bölüşülmesi; insan şeref, onur ve haysiyetinin korunması, adaletin uygulanması ile gerçekleşir. Bu anlamıyla adalet; varlık, fıtrat ve toplumsal hayatı ayakta tutan en önemli husustur. Sadece eşitlik prensibi ile hareket etmek her zaman adaleti sağlamayabilir. Çünkü insanlar fiziksel ve zihinsel yetenekleri, kültürel birikimleri bakımından birbirlerinden çok farklı durumlarda oldukları için çok katı eşitlikçi davranmak bazen adaletin zıttı olan zulmün ortaya çıkmasına sebep olabilecektir. Maddi durumu aynı olmayan, beden sağlığı eşit olmayan, yaşam koşulları farklı olan insanlara Adalet adına aynı muamele yapıldığında bu durum en büyük adaletsizlik örneği olacaktır. Adaletin eşitlikle uygulanması, hukuk önünde eşitlik ve her bireyin eşit haklara ve imkânlara sahip olması ile ilgilidir. Peygamber Efendimizin vefatına yakın bir zamanda verdiği şu mesaj çok anlamlıdır: “Ey insanlar! Şunu iyi biliniz ki Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, be- yaz tenlinin siyaha, siyah tenlinin de beyaza bir üstünlüğü yoktur.” İslâm düşüncesinde bütün insanlar tarağın dişleri gibi eşit kabul edilir. Bütün insanlar etnik köken, ırk, aile, kabile, sosyal sınıf, renk, din ve dil gibi özelliklerine bakılmaksızın hukuk önünde eşittir. Bazı kişilerin sahip oldukları güç ve kuvvet, bu eşitliği güçlüden yana değiştiremez. Hatta İslâm, insanlar arasında sadece adaletin tesis edilmesini yeterli görmemekte, daha ötesinin yani ihsan, fedakârlık, îsâr derecesinde bir düzenin oluşmasını hedeflemektedir. Bir yerde adalet varsa öteki haklar da var demektir. Yoksa bile, var olan adalet sayesinde öteki haklar da gelecektir. Bir yerde adalet yoksa öteki haklar da yok demektir. Olsa bile adaletsizlik yüzünden öteki haklar da yok olmaya mahkûm demektir. Bundan dolayı hadis kitaplarında adaletin mülkün temeli olduğu yolundaki şu orijinal ifadeyi takdir ve tefekkürle okumaktayız: El adlü esasül-mülk! Adalet mülkün temelidir! İslam’ın ilk günlerinde yaşananlar, Adaletin en iyi nasıl uygulanabileceğine dair en güzel örneklerdir. Siyer ve İslâm tarihi kitaplarında geçen şu evrensel adalet örneği bize kesin bilgi vermektedir. Bir Yahudi ile Müslümanların dördüncü halifesi Hazreti Ali arasında geçen adalet örneği şöyle cereyan eder. Hazreti Ali Efendimiz, Sıffîn’e giderken yolda devesi üzerindeki heybede bulunan zırhını düşürür. Arkasından gelen bir Yahudi ise zırhı bulup alır; ama kimselere söylemez. Aradan zaman geçer, Yüce Allah,vicdan denilen temiz, muhafaza edildiği müddetçe kişiye doğru ve yanlışı fısıldayan bir içgüdü yaratmıştır. Yapacağı davranışlarında ve işlerinde vicdanına, inancına, değerlerine hassas davranan bir insanın adaletten ayrılması mümkün olmayacaktır. Hz. Ali zırhı Yahudi’nin elinde Kûfe’de görünce hemen tanır ve sahip çıkarak ister: Yahudi inkâr eder: – Zırh benim elimdedir, öyle ise benimdir. Hazreti Ali imkânı olduğu halde zırhını zorla almak yerine şu teklifi yapar: – Ben zırh benimdir diyorum, sen ise değil diye diretiyorsun, bunun çaresi adalete gitmektir. Buyurun birlikte gidelim mahkemeye. Ve Müslümanların halifesi Hazreti Ali, Yahudi kökenli bir insanla yan yana mahkemeye çıkar, adalet önünde eşit şekilde ifade verir. Davayı meşhur hukukçu Kadı Şüreyh görmektedir. Sorar: – Ya Ali, bu zırhın senin olduğuna şahidin var mıdır? – Var efendim oğlum Hasan’la yardımcım Kanber şahidimdir. Kadı Şüreyh hiç beklemeden cevap verir: – Oğlunla yardımcın senin yakınlarındırlar, senin hakkında şahitlikleri geçerli değildir. Başka şahidin var mı? - Yok efendim. – Öyle ise zırhın sana ait olduğunu ispat edemediğinden, davayı kaybetmiş oluyorsun. Zırh kimin elinde ise sahibi odur. Hayret ki hayret! Müslümanların halifesi Müslümanların mahkemesinde Yahudi aleyhine açtığı davayı kaybediyor; Yahudi kazanırken halife adalete boyun eğerek itiraza yönelmiyor, rıza gösteriyor. Manzarayı ibret ve hayretle seyreden Yahudi nihayet insafa geliyor ve gerçeği itiraf ederek şunları anlatıyor: – Ey müminlerin emiri, bu zırh gerçekten de sizindir. Ben sizin arkanızdan giderken yolda rastladım. Sizin düşürdüğünüz kesin. Gördüğüm bu adalet karşısında daha fazla direnemiyor, ben de Müslüman oluyorum. Allah Teâla hazretleri her insanı birbirinden çok farklı imtihanlara tabi tutar. Bu sınavlar esnasında insana yardımcı olacak peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Bir de her insanın fıtratına inanma ihtiyacı ve vicdan denilen temiz, muhafaza edildiği müddetçe kişiye doğru ve yanlışı fısıldayan bir içgüdü yaratmıştır. Yapacağı davranışlarında ve işlerinde vicdanına, inancına, değerlerine hassas davranan bir insanın adaletten ayrılması mümkün olmayacaktır. Yüce Allah, hayatın bazı dönemlerinde insana güç, kuvvet verip adalet içinde kalıp kalmayacağını imtihan eder. Bazen de güçsüz ve imkânsız bırakıp, insanın helal dairesi içinde kalıp kalmayacağını, bu zor durumdan kurtulmak için haram yollara başvurup başvurmayacağını sınar. Bu imtihanlar bazen söylediğimiz bir söz, bir şahitlik ya da kuvvetimizi hak ve doğruluk lehine kullanmak olarak çeşitli şekillerde karşımıza çıkar. Unutmayalım ki, Allah(c.c.) adil olanları sever. Ne mutlu adil olanlara, adaleti şiar edinip, şaşmaz bir mizanın kurulacağı hesap gününe iman edenlere! Ömer Aydın, Diyanet İşleri Başkanlığı, Cezaevi Vaizi 1- (HM23885 İbn Hanbel, V, 411) 2-(MB195 Kudâî, Müsnedü’ş-şihâb, 1/145) 3- (Âl-i İmrân, 3/92; Nahl, 16/90; Haşr, 59/9) 4- Maide 5/42. TÜRK EİNSTEİN’I: PROF.DR. OKTAY SİNANOĞLU 1975 yılında özel kanunla ilk ve tek Türkiye Cumhuriyeti Profesörü ünvanı, 1962 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi mütevelli heyeti tarafından yalnız kendisine mahsus Danışman Profesör ünvanı, Yale Üniversitesi’nde ikinci bir kürsü profesörü, 1973’de Almanya’nın en yüksek “Aleksander Von Humboldt Bilim Ödülü”nü ilk kazanan kişi, 1975’de Japonya’nın “Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülü” Amerikan Bilim ve Sanat Akademisinin ilk ve tek Türk üyesi, Meksika hükümeti tarafından verilen yüksek Bilim Ödülü “Elena Moshinsky” sahibi... “İnsanlık karanlık çağlara doğru hızla götürülüyor. Sınırlar kalkıyor, ulus devletler yok ediliyor, yüzlerce etnik küçük bölünmeler yaşanıyor. Bilim ve teknoloji hiç olmadığı kadar küresel sermayenin elinde. Birkaç küresel şirket enerji kaynakları yanında gıda ve su kaynaklarına da hâkim olmaya başladı. Dünya nüfusu etnik ve mezhep bölünmeleriyle birbirine kırdırılıyor. Diğer yandan da sağlıkla ilgili ilaçlar, aşılar ve serumlarla, gen araştırmalarıyla insanlık büyük bir tehdit altında. Dünya nüfusunun azaltılması, tek bir dünya hâkimiyeti, tek bir dil (köle dili) ve tek bir sahte dinî düzen kurulmak isteniyor. Basın-yayın tekeli insanların gerçekleri görmesini engelliyor. Etrafımızı saran yalan perdelerini nasıl yırtıp gerçekleri görebiliriz? Mutlaka dünyada karanlık çağlara doğru gidişle mücadele edenler var ve her zaman olacaktır. Önümüzdeki yıllarda koltuğunuzda rahatça oturup keyfinizin bozulmamasını sakın beklemeyin. Çünkü insanlığın geleceği tehlikede!” Türk Einstein’ı Oktay SİNANOĞLU günümüzdeki yaşananları ve durumumuzu böyle özetliyor “Göçmen Hamamı” isimli kitabında. Yine de söylediklerinin üzerine umutsuzluğa kapılmamamızı tembihleyerek çözümün anahtarını da veriyor bizlere, “Ne Yapmalı” isimli kitabıyla: “Büyük sorunlar küçük adımlarla çözülür. Durup dinlenmeden çalışacağız; aldatılmışları aydınlatacak, gafiller uykusundakileri uyandırmaya devam edeceğiz. Allaha şükürler olsun ki yıllardır süren, sahte ayrımcılıkların sahteliğini yıllar önce görüp milletimizin her kesimini, sağcısı, solcusu, dindarı demeden iki temel dava uğrunda tek vücut olma davetimizin boşa gitmediğini gördük. Bu çığ büyüyecek; iki temel dava uğrunda herkes birleşecek: Birincisi, Bu vatan Türk’ün vatanıdır. Bir karış toprağı bile kimseye verilemez; eşdeğerde ikincisi ise: Bu ülkenin dili, çoğunluğunun anadili olan büyük ve birleştirici resmî dil, eğitim dili Türkçedir, Vatanımıza ve manevî vatanımız Türkçeye sımsıkı sarılacağız. Halkımızın maddî ve manevî refahı da o yoldan geçecek…” 19 Nisan 2015 tarihinde sessizce aramızdan ayrıldı. Ardında çoğumuzun hayal bile edemeyeceği bir öz geçmiş bırakarak. Sağlığındayken, dizi filmlerden, magazin programları ve yarışmalardan yer kalmadığı için yayınlarda göremediğimiz, gazetelerde yazdıklarına ve araştırmalarına yer verilmeyen, hayatını kaybedene kadar ismini çoğumuzun bilmediği bir değerimizi yitirdik. Öyle ya bizim için önem arzeden ve değerli olan, bir bilim ve fikir insanının eserleri ve düşünceleri değil, magazin dünyasının önde gelenlerinin, gece kulüplerinin çıkışındaki, çakırkeyif söylemleri ile sosyal medyada verdiği pozların altına yazdıkları yorumlarıydı! Tam da bunların oluşturacağı tahribat ve yıkımdan bahsediyordu Oktay Hoca; hem de yıllar öncesinden olacakları biliyormuşçasına. Onu anladığımızda çok geç olmaması temennisiyle, saygıyla ve hürmetle anıyoruz kendisini… Kitapları • Göçmen Hamamı • 2050’ye 5 Kala Dünyanın 105 Yıllık Tarihi • İlerisi için • Türkçe Giderse Türkiye Gider • Bye Bye Türkçe / Bir New-York Rüyası • Büyük Uyanış • Hedef Türkiye • Ne Yapmalı / Yeniden Diriliş ve Kurtuluş İçin • Yeni Bilim Ufukları I - 2 - 3 • Açıklamalı Fizik, Kimya, Matematik Ana Terimleri Sözlüğü 17 OKTAY SİNANOĞLU KİMDİR? Babasının (Nüzhet Haşim Sinanoğlu) Türkiye Başkonsolosluğunda görev yapmakta olduğu Bari’de doğdu. 1939 yılında İtalya’da II. Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından ailesiyle Türkiye’ye döndü. Oktay Sinanoğlu, sonradan TED Koleji olan Ankara Yenişehir Lisesi’ne 1953 yılında burslu öğrenci olarak girdi ve okulu birincilikle bitirdi. Okulun bursuyla Kimya Mühendisliği bölümünde okumak üzere ABD’ye gitti. 1956’da ABD Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kimya Mühendisliği’ni birincilikle bitirdi. 1957’de Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nü sekiz ayda bitirerek yüksek kimya mühendisi oldu. “Alfred Sloan” ödülünü aldı. 1959’da Kaliforniya Üniversitesi Berkeley’de kuramsal kimya doktorasını tamamladı. 1960’ta Yale Üniversitesi’nde öğretim üyesi (asistan profesör) oldu. 1960-1961 yıllarında atom ve moleküllerin çok-elektronlu kuramı ile “Doçent” oldu. 1963’te 50 yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını bilim dünyasına kazandırarak 28 yaşında “tam profesör” unvanını aldı. 20. yüzyılda Yale Üniversitesi’nde bu ünvanı kazanan en genç öğretim üyesidir. 1962 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi mütevelli heyeti yalnız Oktay Sinanoğlu’na mahsus olmak üzere kendisine Danışman Profesör unvanını verdi. Yale Üniversitesi’nde ikinci bir kürsüye daha profesör olarak atandı. 1973’de Almanya’nın en yüksek “Aleksander von Humboldt Bilim Ödülü”nü ilk kazanan kişi oldu. 1975’de Japonya’nın “Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülü”nü kazandı; yine 1975 yılında özel kanunla Oktay Sinanoğlu’na ilk ve tek Türkiye Cumhuriyeti Profesörü ünvanı verildi. 1976’da Japonya’ya Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak gönderildi. Kendisi Türk-Japon kültür, bilim ve eğitim ilişkilerinin temellerini atmıştır. Amerikan Bilim ve Sanat Akademisinin ilk ve tek Türk üyesidir. Meksika hükümeti tarafından yüksek Bilim Ödülü “Elena Moshinsky” ile ödüllendirildi. Dünyada yeni kurulmaya başlayan moleküler biyoloji dalının ilk profesörlerinden biri oldu. DNA sarmalının çözelti içinde o biçimde nasıl durduğuna açıklama getirdi. Dünyanın pek çok yerinde buluşları ve kuramları ile ilgili konferanslar verdi. 1980’li yıllarda çalışmalarını kimya biliminin basit bir şekilde öğretilmesine yönelik bir kuramsal çerçeve üzerinde yoğunlaştırdı. Ancak 1988’de yayımlanan çalışmaları akademik dünyada ilgi görmedi. 1993’te Yale Üniversitesi’ndeki profesörlük görevlerinden erken sayılabilecek bir yaşta emekliye ayrıldı. Aynı yıl Türkiye’ye dönerek Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü’nde profesörlüğe atandı. 2002 yılında bu görevden de emekliye ayrıldı. ÖRNEK HAYATLAR Türkiye’de bulunduğu dönemde çalışmalarını daha çok Türk ulusal kimliği ve Türk diliyle ilgili milliyetçi görüşlerini yaymaya adadı. Eğitim dilinin resmi dil olması gerektiğini ve yabancı dilin takviyeli olarak öğretilmesinin gerektiğini savunmaktadır. Matematiksel yapısından dolayı Türkçe’nin en iyi bilim dili olduğunu söylemektedir. Yaşamı boyunca Kuantum Mekaniği’ne birçok katkıda bulunmuş bir bilim adamıdır. P.A.M. Dirac’in de üzerinde uğraştığı ancak çözümleyemediği bir problemi, “Kuantum mekaniği”nde, Hilbert uzayının topolojisi ve içerdiği yüksek simetrileri çözdü. Böylece Kimya bilimini bu topolojik inceleme ile sağlam bir temele oturttu. İki defa Nobel Adaylığı olan Oktay Sinanoğlu 19 Nisan 2015 tarihinde aramızdan ayrılmıştır. En önemli 5 kuramı: Many Electron Theory of Atoms and Molecules (1961) Atom ve moleküllerin çok elektronlu kuramı Solvophobic Theory (1964) Çözgeniter kuramı Network Theory (1974) – Kimyasal tepkime mekanizmaları kuramı Microthermodynamics (1981) Mikrotermodinamik Valency Interaction Formula Theory (1983) Değerlik kabuğu etkileşim kuramı. Türkçe karşılığını önerdiği yabancı sözcükler Türkçe Örütbağ Evrenkent Hızlı Katar Dirilbilim Teknikbilim Tezyemek Çay Evi Neft Basın-yayın Gezim Ruhbilim Orta Okul Yabancı Karşılığı İnternet Üniversite - Bölümce Fakülte Tren Biyoloji Teknoloji Fast Food Cafe Petrol- Yakıt yağ Fuel oil Medya Turizm - - Gezgin Turist Psikoloji - - Hekim Doktor Rüştiye www.sinanoglu.net, www.oktaysinanoglu.com.tr BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ? Çinlilerin Soyadları 1.35 milyarlık Çin’de 100 tane soyadı kullanılıyor.Dünyanın en büyük nüfusuna sahip olan Çin Halk Cumhuriyeti’nde 1.35 milyar kişi, sadece 100 soyadı kullanıyor. Çin’de Vang (Kral) soyadına ait 93 milyon nüfus kaydı var. Soyadının esas addan önce yazıldığı ülkede, Vang’ı 92 milyonla “Li” ve 88 milyon kişiyle “Zhang” yani Türkçe ve özgün telaffuzuyla “Cang” izliyor. Nüfusun büyük bölümünün sadece 100 soyadı kullandığı Çin’de isimlerin kökeni binlerce yıl geriye kadar gidiyor. Akciğer’in görevi... Akciğer havadan aldığımız oksijeni kanla karıştırarak, dolaşımdaki karbondioksiti dışarı atmakla görevledir. Akciğerdeki bu görevi yapan, bol miktarda bulunan hava kesecikleridir. Kalpten gelen kirli kan akciğerlere girer. Buradaki hava keseciklerine geçerek “alviol’’ denilen bölmede temiz oksijenle birleşerek gaz değişimi yapılır ve kalptenden de aort atardamarı sayesinde tüm vücuda yayılır. Akciğerin yapısına gelince, akciğer vücudumuzda iki adet bulunur, Sağ akciğer sol akciğerden biraz büyükçedir. Ağırlık olarak erkeklerde sağ akciğer yaklaşık 700 gram iken sol akciğer bundan yaklaşık olarak 100 gram daha hafiftir. Vücudumuzdaki ağırlığın 1250-1300 gram civarını akciğerler oluşturmaktadır. Kadınlarda ise akciğerler vücutla orantılı olarak erkeklere nazaran biraz daha küçüktür. Toplam iki akciğerin ağırlığı yaklaşık olarak 1100 gram civarındadır. Babüsselam CD-ROM NEDİR? “Kompakt Disk-Salt Okunur Bellek” anlamına gelen İngilizce “Compact Disc Read-Only Memory” sözcüklerinin baş harfleriyle oluşturulmuş terim. CD-ROM’lar CD’lerle aynı yapıdadır. Ancak, bunlar bilgisayar ortamına aktarılabilecek bilgileri içerirler. CD-ROM’larda bilgiler, sayısal veriler olarak optik bir disk üzerine minik çukurlar şeklinde kaydedilir. Kaydedilen veriler düşük güçlü bir lâzer demetince okunur. Sayısal veriler kullanıldığından CD-ROM üzerine metin dışında ses ve görüntü de kaydedilebilir. Bu nedenle CD-ROM’lar, ses ve görüntü aygıtlarında müzik, grafik ve film kaydetmek içinde kullanılır. Horlama Sesi Topkapı Sarayının Ortakapı’da denilen ikinci kapısıdır. Babüsselam’ın biri dışa, öteki iç avluya açılan iki büyük kapısı arasındaki bölümüne “kapı arası” denirdi. Kapıyı Kapıcıbaşı Ağanın idaresindeki “Bevvaban-ı Dergah-ı Ali” denilen kapıcılar korurdu. Babüsselam bugün Topkapı Sarayı Müzesinin giriş kapısı olarak kullanılmaktadır. Suçlu devlet adamları ve sürgünler, padişah fermanının çıkışına dek burada hapsedilirlerdi. Padişah makamının başladığı yer olarak kabul edilen Babüsselâmdan içeri girmek kurallara bağlıydı. Padişahtan başka hiç kimse buradan at üstünde geçemez. Başta sadrazam olmak üzere bütün yöneticiler buraya adım attıkları andan itibaren yetkilerini kullanamazlardı. Topkapı Sarayının inşa edildiği 15. yüzyılda yapılmıştır. Kuleleriyle 15 yüzyıl yapılarına benzemektedir. Kapı üzerinde Kelime-i Tevhid altında Sultan II. Mahmud Tuğrası, yanlarda da 1758 yılı onarımını belgeleyen kitabeler ve Sultan III. Mustafa’nın Tuğraları vardır. Kapının II. Avluya bakan cephesinde rokoko üslubu süslemeleriyle dekore ettirilen geniş bir revak bulunur. Bu kapıdan sedece Padişahlar atla geçerdi, diğerlerinin attan inmesi gerekiyordu.İkinci Avluda vezirlerin divanı vardı. Bu divan sadrazam yönetimindeki teşkilata bağlıdır.Bevvaban-ı Dergah-ı Ali denilen görevlilerce korunurdu. Amirlerine Kapıcı Başı denirdi.Kapının sağında konferans ve geçici sergi salonu, solunda müze çıkışı bulunur. m i y De EŞREF SAAT İşe başlamanın uğurlu ve uygun zamanını tanımlarken “eşref saatini bekle” telkininde bulunur yahut yapılan bir işin hayırlı sonuç vermesi durumunda “eşref saate rastladı” deriz. Bir kimseye bir işi yaptırmanın en uygun zamanını bildirmek üzere kullandığımız bu deyimin aslı eşref-i saat (zamanın şereflisi, muvafık zaman, denk gelme) şeklinde ifadelendirilen bir astroloji terimidir. Tarihte gök bilimleriyle ilgilenen ilk medeniyetler, Sümerler ile Keldanîlerdir. Mezopotamya’nın bu eski kavimleri, gök cisimlerine tapar ve yıldızların hareketleri ile aldıkları değişik konumlardan bazı hükümler çıkarırlarmış. Şimdi astroloji dediğimiz ilm-i ahkâm-ı nücum’un esası işte buraya dayanır. Astrolojiye göre, insanların ve kâinatın hareket ve tavırlarında burçların etkisi, daima hissedilmektedir. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler ve madenlerden her biri bir burcun ve gezegenin etkisi altında hareket eder. Duygular, ahlâk, huylar, sağlık, rakımlardan burçlar, değişik zamanlarda değişik etkiler gösterir ve bazen olumlu, bazen olumsuz sonuçlara sebep olurlar. Astroloji sisteminde yer alan her bir yıldız ve gezegenin etkisi altındaki insan da yıldızına uygun olarak iyi veya kötü cimri veya cömert, neşeli veya üzgün, kısaca talihli veya talihsiz dönemler yaşarlar. Eskiler, gezegenlerin kutlu ve kutsuz zamanlarını tespit etmişlerdir ve bir gezegenin ilk hareket noktasına dönüşünü, onun kutlu zamanı kabul edip buna zaman-ı şeref (veya şeref-i şems, şeref-i kamer) demişlerdir. Yıldızların burçlar sistemindeki konumları, uğurlu (sa’d) veya uğursuz (nahs) dönüşümlerle doludur. Gezegenlerin on iki burcu sınırlayan zaman dilimlerine girişleri (yükselen burç) ve duruşları, o burcun güneşe göre konumu içerisinde bazen uğurlu, bazen de uğursuz zamana denk gelir. Bu yüzden, her burç için aylık veya günlük dilimdeki kutlu ve kutsuz saatler değişebilir ve bazen ayın başında olan kutlu saat (sa’d), bir sonrakinde sonuna; birinde gün ortasına rastlayan kutsuzluk (nahs), ertesi gün akşam veya sabaha rastlayabilir. Bunu ancak astroloji ile yakından ilgilenenler takip edebilirler. İşte, uğurlu olduğu tespit edilen veya zannedilen böyle bir zamanda başlanılacak işlerin insana uğur getireceğine inanılır ve buna eşref-i saat denilir. Eskiler eşref saate çok önem vermişler ve yıldız ilminin bu şubesini ayrıca ele alıp ihtiyarat (Ast- rolojide yıldızlara göre herhangi bir işin yapılacağı ve yapılmayacağını gösteren bâtıl hükümler.) adıyla özelleştirmişlerdir. Emevîler ve Abbasilerden başlayarak hemen bütün İslâm saraylarında mevcut olan müneccimlerin uğraştıkları işlerden birisi de eşref saati tespit etmek ve onları belli dönemlere ait listeler hâlinde sultana sunmak olmuştur. Osmanlı sarayında da müneccimbaşılık müessesesi bulunur. Padişahın tahta çıkması, şehzadelerin doğumu ve isimlerinin konulması, savaş ilânı, ordunun hareketi, önemli bir devlet işine başlanılması, sadrazama mühür verilmesi, bina inşaatına temel konulması, denize gemi indirilmesi, sultanların düğünlerinin yapılması, vs. pek çok konunun zamanını tespitte müneccimbaşı, son sözü söylemiş ve işler ona göre yürütülmüştür. O kadar ki eşref saati bir dakika bile tehir edilmeyerek bütün teşrifat ve protokolü ona göre düzenlettiren padişahlar olmuştur. Sultan II. Mehmet’in, İstanbul’un fethi için müneccimlerin belirlediği eşref saatte sefere çıktığı rivayeti bunlardandır. Günümüzde, açılış merasimlerinde kurban kesilmesi, bir işe başlanılacağı gün sadaka verilmesi, uğur getirsin diye bazı günlerde özel davranışların tercih edilmesi, uğur sözlerinin tekrarlanması, vb. pek çok âdette biraz da bu eşref saat anlayışının etkisinin bulunduğu düşünülebilir. Eski şairlerin eşref saatlerinin, sevgiliye vuslat ânı olduğunu Enderunlu Fazıl’ın şu beytinden anlıyoruz: Bir gün elbet ola eşref saati Bu dil-i şikestemi ben sağlarım (Bir gün elbet sevgilinin eşref saatine rastlarım da şu kırık gönlüm yapılır.) Bakînin şu beytinden de eski cinci hocaların, eşref saatte muska yazdıklarını anlıyoruz: Rûyundalâ’liüzrehatt-ı müşg-bâr-ı yâr Şîrînlik yazar şeref-i âfitâbda (Sevgilinin yüzündeki misk damlası ben, dudağının üzerinde öyle durur ki; görenler, güneş burcunun, şeref saatinde şirinlik muskası yazdığını zannederler.) İskender Pala (İki Dirhem Bir Çekirdek) 20 AİLE Ailenin Çocuklar Arasında Ayrım ve Kıyas Yapması Ailenin çocuklar arasında ayrım ve kıyas yapması, çocukta telafisi güç sonuçlar doğurur. “Ayrım yapıldığı hissine kapılan çocuk dışlandığını, ailesinin artık kendisini sevmediğini düşünüyor. Bu da minik dünyalarında korkunç fırtınalar estiriyor. Çocuk yapayalnız kaldığını düşünüyor. Depresyona giriyor, içine kapanıyor. Ruh dünyası allak bullak oluyor. Kendine güveni azalıyor. Arkasında ailesinin desteği olmadığını düşünerek bocalıyor. Evde mutsuz bir görüntü sergilerken, okulda da başarısız oluyor.” Genelde ayrım, kız ve erkek çocuklar arasında yapılıyor. Bu hem insanlık hem de inandığımız değerler açısından son derece olumsuz bir davranıştır. “Anne babada ayrım yapma davranışına neden olan durum, genellikle her çocuğun farklı kişileğe sahip olmasındandır”. Kimi çocuğu anne babalar ‘iyi çocuk’ olarak görüyorlar. Daha az problem getiren yani. Hâlbuki diğer kardeş bunu ‘iyi çocuk’ olmak şeklinde değerlendirmiyor. Anne babasının tamamıyla haksız yere iki kardeş arasında ayırım yaptığını düşünebiliyor. Anne babanın çocuğa davranışını belirleyen en önemli etkenlerden birisi de çocuğun kişilik yapısı. Yani, çocuğun sinirli, aksi, veya yumuşak, duygusal oluşu. 1- Aynı evi, aynı anne babayı paylaşan çocuklar farklı tecrübeler ediniyorlar. Çünkü çocuklar, sadece görünüşte aynı ortamı tecrübe ediyorlar. Çocuklar yaşları, algılamaları, duygusallıkları, anne ve babanın kendilerine olan davranışlarından dolayı aynı ev ortamını farklı şekillerde algılıyorlar. Yapılan araştırmalar çoğunlukla çok çocuklu aile ortamlarında ebeveynlerin kardeşler arasında herhangi bir şekilde ayrım yaptığını gösteriyor. Bu ayırım maddi veya manevi olabiliyor. Çünkü anne baba kendi bakış açılarına göre çocukta diğer kardeşe göre daha uysal, ılımlı bir kişilik yapısını’ görüyor. Anne baba evde huzur istiyor. Kolay, sıkıntı vermeyen çocuklar tercih sebebi! Tercih edilmeyen hareketli, hırçın olan kardeş kendisi ile kardeşinin arasındaki kişilik farkını bilemediği için anne babasının ona bakışının dokunuşunun, ses tonunun sert ve agresif olduğunu hissedebiliyor. Anne ve baba çocukları arasındaki bu istem dışı yaptıkları ayrımcılığa rağmen çocuklarının birbirlerine yakın ve sevgi dolu olmalarını bekliyorlar. Ebeveynler, kendilerinin çocukları arasındaki gerginliğe yol açtıklarını kabullenmek istemiyorlar, çünkü hiçbir anne baba kendi doğurup büyüttüğü çocuğuna haksızlık etmiş olduğu düşüncesi veya duygusuyla yaşamak istemez. Ebeveynlerin, kendini korumaya almanın en kolay yolu da çocuklarına eşit davrandıklarını söylemek olabiliyor. Çocukların isteklerini açık ve net bir şekilde dile getirmelerine yardımcı olun. Onlara ilgi gösterin. Çocuklarınızı sık sık kucaklayın, sevin. Bütün şikayet ve duygularını objektif ve sevecen bir kulakla dinleyin. AİLE 2- Kardeşlik ilişkisi yakın bir ilişki. Çocukluktaki ilk sosyal tecrübelerimizi kardeş ilişkilerimizden ediniyoruz. Sosyal dünyayı onlar sayesinde tanıyoruz ve daha da önemlisi kendimizi onlar sayesinde keşfediyoruz. Çocuklar ilk sosyal yarışlarını da kardeşleriyle tecrübe ediyorlar. Kim anne babanın dikkatini daha çok çekebilir, bunun sınırlarını denemeye başlıyorlar. Çocuklar yaşından önce son derece gelişmiş bir sosyal bilinç sergiliyorlar. Küçük yaşlardan itibaren çocuklar anne babaların sevgi, sıcaklık, gurur duyma, koruma gözetme, disiplin gibi sosyal iletişim stratejilerinde kardeşler arasında eşit davranıp davranmadıklarını çok iyi fark ediyorlar. Özellikle anne sevgisinin kardeşler arasında eşit dağıtılmadığı durumlarda haksızlığa uğradığını düşünen çocuklar, endişe, anksiyete, depresyon gibi sorunlarla karşı karşıya kalabiliyorlar. Ve kendilerini değerlendirdiklerinde hissettikleri eksiklik duygusu kaçınılmaz oluyor. Sevgi eşitsizliği ne kadar büyükse veya çocuk tarafından ne kadar büyük algılanıyorsa, öfke büyür. Evde mümkün olduğunca çocuklar arasında eşit ilgi ve sevgi ayarı yapılmalı, aksi halde kardeşlerin birbirlerine nefretle bakmalarına sebep olunabilir. Ayrım ve kıyaslama çocukta duygu karmaşasına da neden olabiliyor: “Ailenin duyarlı olmaması durumunda kardeşler arasındaki nefret, birbirlerine zarar vermeye kadar uzanabilir. Hatta ayrım yapıldığı hissine kapılan çocuk, anne ve babadan da nefret etmeye başlar. Çocuk hep gergin ve stresli olur. Kavgacı bir yapıya bürünür. Kendini sürekli mutsuz ve boşlukta hisseder. Çevreye karşı ilgisi ve neşesi azalır. Önceden zevk aldığı şeyleri bile yapmak istemez. Oyun bile oynayamaz hale gelir. Bu depresyon halidir.” Bu aşamada mutlaka çocuğun durumu dikkatle takip edilmelidir. 21 Sevgi dağıtımında eşitlik gözetmeyen ailelerde büyüyen çocuklar ister sevgiyi daha fazla alan olsun ister de daha az, durum hiç fark etmiyor. Bu çocuklar hayatları boyunca uyum sağlamada ciddi problemler yaşıyorlar. Özellikle yetişkinlik çağında kurdukları ilişkilerde zorluklar çekiyorlar. 3-Erkek ve kız çocukları, ya da büyük ile küçük çocuklar arasında ailelerin farkına bile varmadan ayrım yapmalarının, ayrım yapıldığı hissine kapılan çocukta büyük yaralar açtığını biliyoruz. “Ayrım yapıldığı hissine kapılan çocuk dışlandığını, ailesinin artık kendisini sevmediğini düşünüyor. Bu da minik dünyalarında korkunç fırtınalar estiriyor. Yapayalnız kaldığını düşünüyor. Depresyona giriyor, içine kapanıyor. Ruh dünyası allak bullak oluyor. Kendine güveni azalıyor. Aile desteği olmadığını düşünerek bocalıyor. Evde mutsuz bir görüntü sergilerken, okulda da başarısız oluyor.” Anne, baba sevgisinin, çocuğun öğrenim hayatını olumlu etkilemesinin yanında istikrarlı arkadaşlıklar ve dostluklar kurma, mutlu olacağı mesleği seçme, mesleğinde başarılı olma, hayattan zevk alma, mutlu bir yuva kurma gibi yaşamın ilerideki süreçlerinde de etkili olduğu bilinmeli.’’ Kardeşler arasında ayrım yapılması, başarısızlık nedenleri arasında yer alır.Çocukların başarısızlığını etkileyen ailevi faktörler arasında, anne, babaların çocukları arasında ayrım yapmasının, sevgi, şefkat ve ilgilerini eşit göstermemesinin çok önemli rolü var. www.sabah.com.tr Fatih Sultan Mehmet MAHKEMEDE HİKAYE 23 Fatih Sultan Mehmet’in yargılanıp elinin kesilmesine karar verilen dava, Üsküdar Gülfem Hatun Mahallesi’ndeki 11 numaralı kırmızı taş binada görülmüştü. 1941’den sonra ofis, terzi, kuaför ve halı dükkanı olarak kullanılan binanın izine yıllar sonra ulaşıldı. İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey, Fatih Sultan Mehmet’in ellerinin kesilmesini istemişti… Evliya Çelebi’nin ‘’Seyahatnamesi’’nde bir olay aktarılır. Olayın başrollerinde Fatih Sultan Mehmet, Atik Sinan ve Hızır Bey var… Padişahlığının yanında şehrin imarıyla uğraşan Fatih Sultan Mehmet, ilk İstanbul kadısının atanmasını da sağladı. Buradan Bursa Müderrisi Hızır Bey, şehrin ilk kadısı olarak atandı. Geçimlik olarak da kendisine Kadıköy bölgesi verildi. Zaten bölgenin isim hikayelerinden bir tanesi de buradan gelmektedir. İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet, fethin üzerinden yaklaşık on sene sonra cami inşasında kullanılacak iki mermer sütunu Sinan Atik isimli Rum mimara (bazı kaynaklarda bu mimarın ismi Khristodoulos olarak geçer) teslim eder. Tarihi olayın hikâyesi ise şöyle: Fatih Sultan Mehmet, fetihten on yıl sonra da Mimar Atik Sinan’a, kubbesi Ayasofya’dan daha büyük bir cami yapması için emreder. Atik Sinan her ne kadar bu işe “Emrin başım üstüne” diyerek başlasa da malzemeler arasında bulunan yüksek mermer sütunları kendi hesabına göre ölçüp biçip “üç arşın” kestirdikten sonra yaptığı cami Fatih’in istediği ölçüde heybetli olmaz. Fatih Sultan Mehmet, yeni yapılan camiyi görünce “Kubbesi Ayasofya’dan daha büyük olsun.” emrine neden uyulmadığını sorar. Mimar, büyük bir depremde caminin yıkılacağından korktuğu için kubbesini Ayasofya’dan daha küçük yapmak zorunda kaldığını ve bu yüzden sütunları kestirdiğini söyler. Fatih, mimarın hem Ayasofya’yı (emrine rağmen) özellikle kayırdığını düşündüğü için hem de kendinden izin alınmadan böyle bir işe kalkıştığı için “Mermer sütunları kesen ellerin kesilmesi” emrini verir. Mimar Atik Sinan bunu özellikle yapmadığını “Hesaplarına göre Ayasofya’nın kubbesinden daha büyük bir kubbenin, ilk depremde yıkılacağını” düşündüğünü söyler ama emir büyük yerdendir ve geri dönüşü yoktur. Fakat çevresindekilerin de cesaretlendirmesiyle, mimar haklılığına olan güvenini daha da bir pekiştirir ve “İstanbul’u fetheden, fatihler fatihi, Padişah Fatih Sultan Mehmet”i mahkemeye verip hakkını aramak için Kadı Hızır Bey’e şikâyet eder. Bizzat Fatih Sultan Mehmet tarafından atanmış, Osmanlı adaletini simgeleyen Kadı Hızır Bey, mimarı dinleyip dava açılması için haklı sebep olduğuna kanaat getirir ve Fatih Sultan Mehmet’in mahkeme edilmesine karar verir. Fatih mahkemeye gelir ve duruşma başlar; Fatih Sultan Mehmet çok büyük bir insan olabilir ama emrindeki birini mahkeme etmeden cezalandırmıştır. Karşı taraf savunmasını yapar, mimar gerekçelerini açıklar ve kadı kararını verir: Fatih Sultan Mehmet suçlu bulunur ve kendisi de mimara uyguladığı cezayla yani elleri kesilerek cezalandırılacaktır. Bunu duyan Mimar Atik Sinan kulaklarına inanamaz ve kadıya yalvararak şikâyetini geri çeker. Kadı, bunu göz önünde bulundurarak cezayı maddi tazminata çevirir ve mimara yüklü bir miktarda para verilmesine karar verir. Evliya Çelebi`nin aktardığına göre, karardan sonra Fatih, çıkardığı demir sopayı kadıya göstererek: “Eğer sen Allah`ın hükmünü uygulamayıp, elimi kesmeye beni mahkum etmeseydin bununla başını paramparça ederdim” der. Kadı Hızır Bey de sakladığı kamayı çıkararak cevap verir: “Sen de benim hükmümü kabul etmeseydin, ben de bununla seni delik deşik ederdim” der. Vicdan Neye Yarar? Sözlük anlamıyla vicdan: yanlış ve doğrunun ne olduğunu bildiren duygu, içsel ses anlamına gelmektedir. Davranışlarımızın ahlakça değerli olup olmadığı hakkında öznel şuur. Bu şuur yapmayı ya da yapmamayı öğütleyerek, uyararak, suçlayarak, kınayarak, yargılayarak, onaylayarak kendine özgü bir biçimde yaşam ve eylemlerimize etki eder. Ruhsal bilgiye göre vicdan ruhun öz malı olan bir yetenektir, kudrettir ve tekâmül oranında gelişir. Vicdan; insan ruhunun en mümtaz hususiyeti, en ileri bilgi kaynağı… O, bir şeye “evet” dedi mi, onu ne akıl yalanlayabilir, ne de duyu organları… Vicdan, akıl ve beş duyu… Hepsi de insana bir şeyler takdim ederler, ayrı ayrı hakikatlere kapı açarlar. Üstünlük daima vicdandadır; onu akıl takip eder, beş duyu arkasından gelir. Gerçek akıl bir hakikati buldu mu, onun duyu organlarına ters düşmesi hiçbir mana ifade etmez. Bunun en güzel örneği, dünyanın döndüğünü aklın emretmesine karşılık hissin reddetmesidir. Neticede akıl galip gelmiş, hüküm ona göre verilmiştir. Hissin akıl karşısındaki durumu ne ise, aklın vicdan karşısındaki durumu da odur. Vicdana ters düşen bir akılla amel edilmez. Bir hakikati vicdanen biliyorsak, onun olmadığına dair getirilen bütün akli deliller demagojiden ileri gitmez. Mesela, yaptığımız bir haksızlık için vicdanımız bizi rahatsız ediyorsa, aklın ileri süreceği hiçbir özür, derdimize deva olmaz. İnsan birçok hakikati vicdanen bilir. Görme, işitmeden ne kadar farklı ise vicdanen bilme de aklen kavramadan o kadar ayrıdır. Vicdanda kıyas, mantık, fikir yürütme, hipotezler kurma yoktur. O, bütün bunlara muhtaç olmaksızın hakikatleri doğrudan bilir. Maviyi yeşilden gözümüzle ayırt ettiğimiz halde, “şefkatin sevgiden” yahut “korkunun endişeden” farkını vicdanen biliriz. İnsan kendi varlığını da vicdanen bilir. Bunun için düşünüp taşınmasına, “acaba ben var mıyım, yok muyum?” diye bir soru ortaya atmasına ve sonunda “mademki düşünüyorum, o halde varım” gibi manasız deliller getirmesine ihtiyaç yoktur. İnsan kendi varlığı gibi, kendi sıfatlarını da yine vicdanen bilir. Hayatta olduğunu, ilmi, iradesi bulunduğunu, görmeye işitmeye sahip olduğunu hep vicdanen bilir. Bunlardan şüphe ettiği olmaz. İnsan, gözüne inanmayabilir; “acaba yanlış mı görüyorum?” diye gözlerini ovuşturup yeniden bakabilir. Keza, aklına da inanmayabilir: “yanlış mı anladım?” diye yeniden okuyabilir ama, vicdanı hususunda, onun bildirdikleri hakkında böyle bir tereddütte düştüğü olmaz. www.e-psikoloji.com 25 TOPLUM Hakkına razı olmak Haklı olup herkes haklılığının gereğini yapsa herkes hakkını ve haddini bilse hukuksuzluk diye bir şey söz konusu olmaz. Hakkına razı olmanın enayilik olarak görüldüğü bir dünyada, insan haklarının çiğnenmesi sıradan bir olay haline gelir. Hakkına razı olmanın saflık olarak algılandığı bir dünyada yaşıyoruz. Konuşurken haktan hukuktan bahsederiz fakat iş bizim başımıza gelince ne hak tanırız ne hukuk. İnsanca yaşamayı içimize sindiremediğimiz sürece bu hep böyle olacak. Konuştuğumuzda doğrucu, yaptığımızda çıkarcı davrandığımızda aynı paradokslar yaşanacak. Toplum olarak kurallarla yaşamanın enayilik, saflık olmadığını anlarsak bu sorun yaşanmaz herhalde. Bu konuda örnek vereceğimiz bir sürü olay yaşamışızdır. Mesela hastaneye gidiyorsunuz hastanede acil durumunuz var ama sıra bekliyorsunuz. Kurallara uyuyorsunuz. Karşınızdakileri kendiniz gibi zannedip dakikalarca hatta saatlerce bekliyorsunuz. Sonunda bakıyorsunuz ki sizi unutmuşlar, başkaları alıp başını gitmiş. O zaman kendinizi itilmiş, dışlanmış hissediyorsunuz ve kendinizi sorguluyorsunuz yaşananların hangisi doğru diye? Otobüs kuyruğunda sıra bekliyorsunuz. Kalabalık almış başını gidiyor. İşinize yetişmek için çaba gösteriyorsunuz. Her azalan kişi size yol açmak demek ancak bir külhanbeyi paldır küldür sanırsınız doğal olarak sıranın başına geçiyor ve hakkınıza saygı göstermiyor. Bütün duygularınız ve inancınız sarsılarak beklemeye devam ediyorsunuz. Düşünün o duygularla işe gitmiş ve işe başlamışsınız. İş veriminiz ve ruh haliniz ne hale gelir. Çok acıktınız yemek için kuyruktasınız kantinde ya da yemekhanede. Sıranın size gelmesini her geçen zamanın sizi daha acıktırdığını düşünerek istiyorsunuz. Kimseye bir şey demeden haline razı bir şekilde sırada bekliyorsunuz. Kantinciyle ahbap çavuş misali sıraya giren birisi sizi daha da geride bırakabiliyor. Olaya müdahale ediyorsunuz. Yanlışını anlatıyorsunuz ama kimseden çıt çıkmıyor. Kala kala yalnız kalıyorsunuz. Biraz önce uğultusu yükselenler şimdi çıt çıkarmıyorlar. Yine siz hakkına razı olmanın cezasını çekiyorsunuz. Öfkeniz daha da artsa insanların iki yüzlülüğü midenizi bulandırıyor. Bankadasınız diyorsunuz burada elektronik sistem var. Artık hakkıma razıyım kimse hakkımı gasp edemez. Rahatsınız ve diğer işlerinizi ona göre planlıyorsunuz. Bu sistemde beklenmedik bir şekilde cebinde banknotlarla gelen müşteriye kadar devam ediyor. Sizde bir kez daha sûkûtu hayale uğruyorsunuz. Kızarsınız, sinirlenirsiniz, kimseye bir şey anlatamamanın verdiği sıkıntıyla soğuk terler dökersiniz. Sonra kendinize dönersiniz bütün bu ve bunun gibi bir sürü yaşanmış yaşanması muhtemel olayların sebeplerini düşünürsünüz. Karşımızdakinin yerine kendimizi koyamadıktan sonra zaman ne kadar değişse de mekan ne kadar gelişse de aynı sonuçları yaşayacağız. Herkes hakkına razı olmayı bilse sonuçta bir gün eleştirdiği duruma düştüğünde hayal kırıklığına uğramamış olur. Güçle var olmak daha büyük gücün varlığının ortaya çıkmasına kadardır. Bu sefer sizde mağdur durumuna düşersiniz. Hâlbuki haklı olup herkes haklılığının gereğini yapsa herkes hakkını ve haddini bilse hukuksuzluk diye bir şey söz konusu olmaz. Hakkına razı olmanın enayilik olarak görüldüğü bir dünyada, bir ülkede insan haklarının çiğnenmesi sıradan bir olay olarak görülür. Çuvaldızı kendimize batırdığımızda canımızın yandığını göreceğiz. Başkalarının canının yandığını anlamak bakımından bu bir vicdani muhasebe yaptırır insana. Elbette ki böyle bakana göre. İzzet KELEŞ Türkiye’de çok eşli evliliğin kaldırıldığı ve tek eşliliğin zorunlu hale getirildiği medeni kanun düzenlemesinin yapılması üzerinden 88 sene geçti. (1 Eylül 1927) Yüzücü Erdal Acet, Manş Denizi’ni 9 saat 2 dakikada geçerek Dünya rekorunu kırması üzerinden 39 sene geçti. (1 Eylül 1976) Tekke, zaviyelerin kapatılması ve memurların şapka giymesine karar verilmesinin üzerinden 90 sene geçti. (2 Eylül 1925) Mustafa Kemal Paşa’nın, Kurtuluş Savaşı’nın rotasının çizildiği Sivas Kongresini açmasının üzerinden 96 sene geçti. (4 Eylül 1919) Latrobe’nin Jeanette’yi 12-0 yenmesiyle sonuçlanan ilk profesyonel futbol maçının yapılmasının üzerinden 120 sene geçti. (3 Eylül 1895) Birleşmiş Milletler’de Köleliğin, Köle Ticaretinin ve Köleliğe Benzer Kurum ve Uygulamaların Kaldırılması Ek Sözleşmesinin kabul edilmesi üzerinden 59 sene geçti. (7 Eylül 1956) Dumlupınar Meydan Muharebesi’nin kazanılmasının ardından Yunan Ordusunu önüne katan Türk Ordusunun işgal altında bulunan İzmir’i işgalden kurtarması üzerinden 93 sene geçti. (9 Eylül 1922) 13000 kişinin yaşamını yitirdiği ve tarihte “Küçük Kıyamet” adıyla yerini alan Büyük İstanbul Depreminin gerçekleşmesi üzerinden 506 sene geçti. (10 Eylül 1509) Kurtuluş Savaşımızın dönüm noktalarından biri olan Sakarya Meydan Muharebesi’nin zaferle sonuçlanmasının üzerinden 94 sene geçti. (13 Eylül 1921) Galileo Galilei, İspanyol engizisyon mahkemesinde, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söylediği için yargılanması üzerinden 382 sene geçti. (20 Eylül 1633) Cep Herkülü’ Naim Süleymanoğlu’nun 6 dünya rekora kırarak, Seul Olimpiyat Oyunlarında şampiyon olmasının üzerinden 27 sene geçti. (20 Eylül 1988) Kanuni Sultan Süleyman komutasındaki Osmanlı Ordusu’nun Viyana’yı kuşatma altına almasının üzerinden 486 sene geçti. (27 Eylül 1529) GEZİ 28 SEVDA FIRTINASI: TRABZON 29 Trabzonum doludur, tarihin şerefle şanla Özde de sözde de birsin dinle, imanla Tabiatın doludur, yeşille sisle dumanla Özde de sözde de tarihsin sen Trabzon GEZİ GEZİ 30 Havası serin, insanları sıcacık bir sevdadır Trabzon... Hayatınızda ilk defa gördüğünüz insanları sanki yıllardır tanıyorsunuz hissinin içinize işlediği, selam verdiğiniz zaman sohbetlerinden ve ikramlarından hiçbir zaman mahrum kalmayacağınız, misafirperverliğin zirvesi Trabzon... UZUNGÖL Kartpostallara yansımış bir düşün fotoğrafı, belgesellere yansıyan kısa bir hayal. Bazen gidip görenlerin anlatımı ile bir masal diyarı. Anlatılanı dinlemekle, görmek arasındaki farkı yaşamak için Uzungöl’e mutlaka bir yolculuk yapmak gerekir. Suya düşmüş bir minare silüetinin düşüne takılıp, Of’un sisli sabahını dağıtırken güneş, çay bahçelerinin üzerine düşerken ışığın yansıması, erkenden çay kesmeye çıkmış kadınları gayreti ile uyanmak... Karadeniz’e paralel uzanan dağların, geçit vermez yükseklikleri arasına sığınmış suların ve vadilerin derinliğinde aralanmış yolların arasında sanki cennetten bir parçadır Uzungöl. Anlatıldığına göre Haldizen deresinin önünü kapayan heyelan neticesinde su birikintisi büyüyerek göl oluşmasına sebep olmuş. Anlayacağınız doğanın felaketi bir güzelliğe dönüşmüş. Hayat böyle sürprizlerle karşılıyor bazen bizi. Bazen üzerimize gelen bir felaket neticesinde ümitsizliğe kapılıp sonucu beklemeden homurdanıyoruz. Biraz sabredince o felaketin bize yeni bir kapı araladığını, bizi yeni başlangıçlara çağırdığını anlayabiliyoruz. Uzungöl’ün güzelliğini görünce iyi ki heyelan olmuş diyesi geliyor insanın! Burada güneş doğmasına rağmen dağ yamaçlarında sisler hala kalkmamış yer yer yeşil ağaçların üzerinde seyri sefer ediyor. Göl ve vadi dağlar tarafından kuşatılmış. Dağlarda yeşilin her tonuna rastlamak mümkün. Kaya yamaçlarındaki mor dağ gülleri ise yeşilin içerisinde kendi güzelliklerini daha rahat sergiliyor. Yeşillik, dağ güllerine güzel bir fon oluşturuyor. Yaban ördeklerinin göldeki su ile dansı gölün güzelliğine başka bir güzellik katıyor. Güneş netleştikçe yağmurla yıkanmış dağ yeşilleri daha da parlıyor. ZÜMRÜT YEŞİLİ: MAÇKA Trabzon’un yamaçlarını örten yemyeşil ormanlarla çevrili Maçka, serin yaylalardan görkemli mabetlere, yerel lezzetlerden renkli festivallere her adımda yeni bir sürpriz sunuyor. Trabzon’dan Zigana Dağları’na ağaç kokuları eşliğinde uzanan yol, 29 kilometrede Maçka’ya ulaşıyor. Şehir merkezinden itibaren çok katlı binalar, yerini irili ufaklı köylere, mısır ve fasulye bahçelerine bırakıyor. Maçka yakınlarında ise yol bambaşka bir dünyaya açılıyor: Yıldızlı oteller, renk renk pazar tezgâhları, şık lokantalar ve kır kahveleri… Yöreye hayat veren Coşandere’nin gürül gürül çağlayan suları, bölgenin hazinelerinden biri olan Sümela Manastırı’nı işaret ediyor. Yol üzerinde sıralanan kır lokantaları yerel lezzetler sunan birer ziyafet mekânı. KARADENİZ’İN ÇATISINDA Gökyüzüne asılan bulutların arasından belli belirsiz seçilen Sümela Manastırı, Karadağ’ın içine oyulmuş gerçek üstü bir şatoyu andırıyor. 5. yüzyılda iki rahibin Meryem Ana’nın mezarının bulunduğuna inandıkları Altındere Vadisi’ne inşa ettirdiği manastır, bin küsur yıl boyunca büyütülerek bugünkü haline kavuşmuş. Önde peş peşe sıralanmış beş büyük bina ile arkasına gizlenmiş yüz kadar irili ufaklı konuttan oluşan manastır, göz kararı birkaç bin kişinin yaşayabileceği büyüklükte. Kiliseler, şapeller, kütüphaneler, çeşmeler, mutfaklar ile keşiş, misafir ve inziva odalarından oluşan manastırın bazı hücreleri, rengârenk fresklerle süslü. 31 31 Arka bahçedeki havuzlu çeşmenin suyu yüzyıllardır kutsal kabul ediliyor. Yöre halkına göre ağustos - eylül ayları arası Maçka’ya gitmek için en ideal dönem. Maçka’yı merkez alarak Trabzon’u gezmek de elinizde. Zağnos Paşa Köprüsü, Kanuni Evi, Ayasofya Kilisesi, Taşhan, Atatürk Köşkü, Tarihi Cephanelik ve Roma surlarının her biri bir saat mesafede. Canlı alabalık, mısır çorbası, mıhlama, kuymak, hamsili kaygana, turşu kavurması, lahana sarması, minci peyniri, fikoki denilen böğürtlen şurubu ve güveçte köy sütlacı gibi yöresel yemeklerin tadına baktıysanız size bir önerimiz daha var. Tarihi evleriyle ünlü Akçaabat’ın sahiline kadar uzanıp yörenin meşhur köftesini mutlaka denemelisiniz. KARADENİZ EVLERİ Çam, köknar, kayın, kızılağaç ve kestane ormanlarıyla kaplı Zigana Vadisi’ne doğru gittikçe güzelleşip dağların içine sokulan yol, iki binli rakımlarda yoğun bir sis tabakasının içinde ilerliyor. Maçka - Torul yolu üzerinde birbirinden güzel Karadeniz evleriyle karşılaşmak mümkün. Zigana Dağı’nın eteklerindeki bin 700 rakımlı Hamsiköy’ün sütlacı dillere destan. Trabzon’un doğal sınırını oluşturan Zigana Dağı’nı aşmak için önümüzde iki seçenek var. Soldaki eski yol, inişli çıkışlı tepelerin kıvrımlarını izleyen keyifli bir dağ yolu. Sağdaki Zigana Tüneli, bin 700 küsur metre ile Türkiye’nin en uzun tünellerinden biri. Dağı aştığınızda, farklı bir iklime hazırlıklı olmalısınız. Nitekim geçidin Trabzon’a bakan ucu ılıman Karadeniz, Doğu Anadolu’ya bakan ucu ise karasal iklim özellikleri taşıyor. Geçidin çıkışındaki Torul’da bulunan Karaca Mağarası, esrarengiz dehlizleri, ışıklandırılmış dev sarkıt ve dikitleriyle sıra dışı bir gezi parkuru. Yolun buradan sonraki bölümü, Doğu Karadeniz’in keşfedilmemiş hazinelerine açılıyor. Torul - Gümüşhane - Yayladere rotasını izleyip 2 bin 280 metrelik Salmankeş Geçidi’ni aşarak varılan Yağmurdere Vadisi, Karadeniz Dağ- GEZİ GEZİ ları’nın en ulaşılmaz noktalarından biri. Yanbolu Çayı’nın kıyısına kurulan Dumanlı kasabası, tarihte yedi eski köyün merkezi olmuş. Bin 500 ile bin 800 metre yüksekliğindeki dar vadi çanaklarının içine oturan köylerin yapıları hâlâ ayakta. Sabah saatleri dışında, hemen her gün sislere gömülen köylere, kış aylarında gitmekse riskli olabiliyor. Maçka, çevresine yeşil birer zümrüt tanesi gibi dağılmış yirmiden fazla yaylaya ev sahipliği yapıyor. Kiraz, Lapazan, Çakırgöl, Çatma Oba, Düzköy, Hıdırnebi, Kuruçam ve Sis Dağı bunlardan sadece birkaçı. Yörenin yüzlerce yıllık geleneksel kültürünü yansıtan taş ve ahşap evleri, dağ gölleri ve coşkun dereleriyle bölgenin karakterini yansıtan yaylaları mutlaka keşfetmek gerek. Oksijen yüklü tertemiz bir havaya sahip yaylalar yazın horon sesleriyle şenleniyor. Maçka’da yaşayacağınız bunca güzellikten sonra, dönüşte köy çarşılarından rengârenk dokumalar, yerel peynirler, taze çay ve fındık almayı unutmayın. Çünkü bu cennet coğrafyayı çok özleyeceksiniz! YOLA ÇIKMADAN ÖNCE Yayla gezilerinde uzun yürüyüşlere hazırlıklı olmalısınız. Burkulmalara karşı ayağınızı koruyabilecek, su geçirmeyen botlar, yağmurluk ve rahat bir pantolon bulundurmanız çok önemli. Soğuk algınlıklarına ve mide bozukluklarına karşı ise ilaç bulundurmanızda yarar var. KÜLTÜREL BİRİKİMİ Trabzon bölgesinde giyim, batı ve doğu bölgesi olarak ikiye ayrılabilir. Batı bölgesi genelde daha çok Türkmen özelliği gösterirken doğu bölgesi daha çok Kuman-Kıpçak ve Transkafkas giyim özelliği gösterir. Kadınlarda fistanlar daha çok büyük çiçeklerle süslü, renkli ve bolca işlemelidir. Erkekler ise bölgenin yerel giysisi olan zıpka, kukula, körüklü üçlüsünü kullanmaktadır. GEZİ 32 Geçmişi Antik Çağlara uzanan, tarihi ve kültürel eserleriyle görenleri büyüleyen ve benzersiz doğal güzelliklere sahip olan Trabzon, Fatih’in fethettiği, Yavuz’un yönettiği, Kanunin doğduğu, Atatürk’ün üç kez ziyaret edip vasiyetini yazdığı, Tarihi İpek Yolunun başlangıcı olan 5000 Yıllık Tarih ve Kültür şehri... hamsi olup, bu üçlünün çorbasından ekmeğine dek sayısız kombinasyonu bulunmaktadır. Bölgeye özgü yemeklerden en karakteristik olanları, yağlaş, haçapur, hamsili ekmek, lamesli ekbek, karalahana çorbası ve sarması, kabak tatlısı, kabak pilavı, buğulama, hoholli hamsi, kaygana, lobya kavurma ve korkottur. Erkeklerde, başta iki ucu üzerinden sarık gibi dolanarak uzun kulaklı bir düğümle bağlanan ve kukula adı verilen siyah başlık vardır. Üstte beyaz mintan ve üzerine siyah aba yelek vardır. Altta bacak arası körüklü bacak kısmı dar zipka adı verilen siyah şalvar vardır. Kadınlarda ise içte kamis adı verilen yakasız Trabzon bezinden gömlek, başta keşan peştemal, altta etek veya üçe tek elbise (zibun) ve rengi yöreden yöreye değişen peştemal vardır. Üstte fermene veya kadife adı verilen yelek vardır. Ayrıca başta tepelik, Tapla, Koursi, hotoz adı verilen gümüş ya da altın sırmalı yuvarlak tepelik. İçte kamis, üzerine zibun (üçe tek) belde peştemal, lahor veya trablus. Köylü ya da şehirli olsun Trabzon kadını (Rize ve Artvin sahilinde yaşayan Lazlar gibi) kesinlikle şalvar giymemektedir. Tek istisna Şalpazarı bölgesinde olup Çepni kadınları şalvar giymekte ve ucu püsküllü kırmızı ya da pembe bel bağı takmaktadır. Trabzon bölgesinin geleneksel çalgıları şimşir kaval, kemençe, davul zurna ve yörede zimpona, dankiyo adlarıyla da bilinen tulumdur. Sayısız çeşidi olup kadın ve erkekler tarafından toplu oynanılan geleneksel dansların adı ise horondur. Kolbastı oyunu 1930 yılında Trabzon’un Faroz mahallesinde başlamıştır. Farozlu balıkçıların kendi aralarında oynadığı bir oyundur. Trabzon mutfağının ayırıcı temel besinleri karalahana, mısır ve TARİHİ YERLER Roma İmparatorluğu ve Osmanlı döneminde eyalet merkezi olmuş, Ortaçağ’da bir Rum imparatorluğuna başkentlik yapmış kent doğal güzelliklerinin yanı sıra pek çok tarihi yapıyı barındırmaktadır. Bunların en önemlileri: Camiler, Kiliseler, Manastırlar: Sümela Manastırı, Ayasofya müzesi,Kaymaklı Manastırı(Amenapırgiç Ermeni Kilisesi), Kızlar (Panagia Theoskepastos) Manastırı, Gregorios Peristera (Hızır İlyas)Manastırı, Kızlar (Panagia Kerameste) Manastırı, Vazelon Manastırı, Hagaios Savas (Maşatlık) Kaya Kiliseleri, Hagia Anna (Küçük Ayvasil), Sotha (St. John)K, Hagios Theodoros, Hagios Konstantinos, Hagios Khristophoras, Hagios Kiryaki, Santa Maria, Hagios Mikhail, Panagia Tzita, Fatih (Panagia Khrysokephalos), Yeni Cuma (Hagios Eugenios), Nakip (Hagios Andreas Kilisesi), Hüsnü Köktuğ (Hagios Eleutherios), İskender Paşa Camii, Semerciler, Çarşı Camii, Gülbahar Hatun Camii. Düzenleyen: Mehmet Varnalı (İzmir 3 Nolu T Tipi Kapalı C.İ.K Öğretmeni) Ayasofya müzesi Sümela manastırı Ayasofya müzesi Atatürk Köşkü Akçaabat Köfte Trabzon Kalesi Bir Türkü Bir Hikaye Kolbastı Kolbastı, Faroz Kesmesi ya da Hoptek Trabzon il merkezinde oynanılan bir halk dansının adıdır. Horon olarak adlandırılan geleneksel Karadeniz oyunlarından birisi değildir. Kolbastının popülerleşmesiyle birçok kolbastı ekibi kurulmaya başlanmıştır. Trabzon, oyunun patentini almıştır. Bir anlatıya göre 1930’lu yıllarda ağaların ve dayıların olduğu bir dönemde ortaya çıkmıştır. O dönemde Trabzon’un ilçesi Faroz, Değirmendere, Arafil ve Boztepe’de mağaralar bulunurmuş. O mağaralarda ağalar, dayılar alem yaparlarmış. O dönemde askerlerin kolluk kuvvetleri varmış. Kolluk kuvvetleri bu alemlere baskın yaparmış. Alemcilerde basılmayalım diye kapıya erketeler (gözcüler) koyarlarmış. Erketeler kolluk kuvvetlerini gördüğü an içeri haber getirirlermiş. İçeridekilerde haberi aldıklarında seslerini kısarlarmış. Başlamışlar söylemeye kısık sesle “Geldiler, Bastılar, Vurdular”. Kol kuvvetleri böyle baskınlar yaptığı için oyuna ‘’kolbastı’’ denildiği iddia edilmektedir. Bununla birlikte Anadolu’nun neredeyse her yerinde Kol oyunu, Kol horonu, Kol havası adlarıyla oynanılan halk oyunlarının varlığı bu tezin bir yakıştırma olduğunu düşündürmektedir. Bir diğer anlatı ise, Faroz’lu balıkçıların bereketli avlardan sonra düzenledikleri eğlencelerde hoptek adıyla oynanılan sonradan Faroz kesmesi adı verilen oyunun 1970’lerde Erkan Ocaklı’nın okuduğu Kolbastı türküsünden sonra popüler olması üzerinedir. Oyunun en eski adı olan Hoptek kelimesinin kökeni bilinmemekte Slav dilleriyle ilişkili olduğu ileri sürülmektedir. Kolbastı adlı ezgi Nejat Buhara tarafından Trabzon’da derlenmiş ve müzik repertuarına Trabzon ezgisi olarak geçmiştir. İlk kolbastı kaydı ise taş plağa Trabzon havalarını da okuyan Osman Gökçe tarafından 1943 yılında yapılmış olup, bugün bilinen ezgilerin tümünden farklıdır ve hoptek oyununun orijinal versiyonu olması muhtemeldir. Horon Bununla birlikte Karadeniz’de 9/8 lik kol oyunu havaları, 7/8lik kol horonları, Trabzon’da Kolbastı Hoptek, Giresun’da metelik, dere boyu kavaklar olarak adlandırılan müziklerin tümüyle kolbastı oynanılabilmektedir. Bugün kolbastı adıyla oynanılan oyun Anadolu’da kol oyunu olarak bilinen oyunlardan hem çok daha hızlı hem de figürsel ve adımlama tekniği açısından farklıdır. Kolbastıda yöreye uygun kürek çekme, yüzme, ağ atma, olta atma, ağ çekme, balık tutma gibi yerli insanların uğraşlarını simgelediği iddia edilen gelişi güzel hareketler vardır. Son yıllarda oyunun popülerlik kazanmasıyla daha da hareketli bir hal almıştır. Özellikle Avrupa Türkleri bu oyunu, oyuna yeni hareketler ekleyerek geliştirmişlerdir. “KOLBASTI” Dere boyu kavaklar Açtı yeşil yapraklar Ben yare doyamadım Ben o yare doyamadım Doysun kara topraklar Asmadan gel asmadan/Fistan giymiş basmadan Kalk gidelim sevdiğim/Devriyeler basmadan Acem kızı çeçen kızı Sen allar giy ben kırmızı Çıkalım şu dağın başına Sen gül topla ben nergisi Hadi gülüm yandan yandan yandan Biz korkmayız ondan bundan Hadi gülüm yandan yandan yandan Oy kul ancak Bu işler nasıl olacak Biz Erkeklerin Günahı Kız sizlerden sorulacak Acem kızı çeçen kızı Sen allar giy ben kırmızı Çıkalım şu dağın başına Sen gül topla ben nergisi Hadi gülüm yandan yandan yandan Biz korkmayız ondan bundan BİLİM-TEKNOLOJİ 34 Güneş Sistemi ve Bilinmeyenler Güneş, sisteminin en büyük gezegenidir. Orta büyüklükte olduğunu kabul edebiliriz. Güneşten yayılan ışınları gün ışığı olarak düşünürsek, bu ışınlar Dünya üzerinde fotosentez sayesinde yaşamın var olmasını sağlamaktadır. Dünyanın iklimi ve hava durumu üzerinde en önemli etkilerde bulunan gezegendir. Samanyolu’nda 200 milyar yıldızın bulunduğunu ve bunlardan bir tanesinin de güneş olduğunu biliyor muydunuz? Güneşin 3 günde yaydığı enerjinin, Dünyadaki tüm petrol, doğalgaz vb. yakıtların yanması sonucu açığa çıkan enerjiye eşit olduğunu biliyor muydunuz? ÖGüneş, tüm solar sistemin toplam kütlesinin yaklaşık %99,86’sını oluşturmaktadır. ÖDünyanın çekirdeği, en az güneş kadar sıcaktır ÖGüneş, Ay’dan 400 kat daha büyüktür ve Ay’a göre Dünya’dan 400 kat daha uzaktadır. Bu nedenlerden dolayı gökyüzüne baktığımızda Güneş ve Ay aynı büyüklüktedir. ÖGüneş, her 1 saniyede Dünya’daki insan sayısının 10 katı kadar nötrino ışınları göndermektedir. Ö1.3 Milyon adet Dünya , Güneş içine sığdırılabilir. ÖGüneş üzerinde 1.200.000. 000.000.000.000. 000 kilogram altın bulunmaktadır. ÖPlüton’un güneş etrafındaki turu yaklaşık 248 yıl sürmektedir. ÖGüneşin kendi etrafında bütün ömrü boyunca 20 defa döneceği tahmin edilmektedir. GÜNEŞ SİSTEMİ NASIL OLUŞMUŞTUR? Güneş Sistemi 4,6 milyar yıl önce dev bir toz ve gaz bulutunun kendi ağırlığı ve yerçekimi ile çökmesi sonucu meydana gelmiştir. Bunun sonucunda buluttaki maddeler dev bir halka halinde dönmeye başladılar. Bunu küveti doldurup gideri açtığınızda suyun dönerek gitmesine benzetebilirsiniz. Dönmekte olan bulutun merkezinde küçük bir yıldız oluşmaya başladı. Yıldız etrafında dönen buluttan toz ve gazlar almaya devam ettikçe giderek büyüdü. Merkezdeki bu kütlenin uzağında daha küçük kütleler toplaştı ve onlar da kendi içlerine çökmeye başladılar. Merkezdeki yıldız nihayetinde Güneş oldu ve merkezden uzakta toplanan kütleler de gezegenler, cüce gezegenler ve Güneş Sistemi’ndeki diğer gök cisimleri oldu. GÜNEŞ SİSTEMİ’NİN ENLERİ Güneş Sistemi’nin toplam kütlesinin %99.86’sını oluşturan ve çekim kuvveti ile sistemi bir arada tutan gök cismi tabi ki bir sarı cüce olarak sınıflandırılan G2V tipi bir yıldız olan Güneş’tir. Kalan kütlenin (0.14) %90’dan fazlasını ise Güneş Sistemi’nin büyük iki gök cismi Jüpiter ve Satürn oluşturur. 35 Güneş Sistemi’nin en büyük gezegeni Jüpiter’dir. Sistemdeki tüm gezegenleri Jüpiter’in içine sığdırabilirsiniz. Venüs gezegeni Güneş Sistemi’nin en uzun yılına sahiptir. Venüs’ün bir yılı (Güneş’in etrafında döndüğü süre) Dünya’da 248.5 yıla karşılık geliyor. Sistemin en kısa yılı ise Güneş’e en yakın gezegen olan Merkür’e ait. 1 Merkür yılı Dünya’da 88 güne karşılık geliyor. En uzun gün de Venüs’te yaşanıyor. Venüs’ün kendi etrafında dönmesi dünya zamanına göre 243 gün sürüyor. Kendi etrafında en hızlı dönen gezegen ise Güneş Sistemi’nin en büyük gezegeni Jüpiter. Jüpiter’in 1 günü Dünya zamanına göre sadece 9.8 saat sürüyor. Güneş Sistemi’nin en yoğun gezegeni Dünya’dır. Yoğunluğu en az gezegen ise Satürn’dür. Hatta Satürn gezegeni suda yüzebilir. Güneş Sistemi’nin en büyük uydusu Jüpiter’in Ganimede adlı uydusudur. Bu uydu Merkür gezegeninden daha büyüktür ve çapı Dünya’nınkinin üçte biridir. Güneş Sistemi’nde en büyük fırtına Jüpiter’deki 28 bin kilometre uzunluğunda ve 14 bin kilometre genişliğindedir. Dünya’yı içine alabilecek kadar büyük olan bu fırtına yüzlerce yıldır devam etmektedir. En hızlı rüzgârlar Neptün’ün yüzeyinde esmektedir. Bu gezegendeki rüzgârların hıza saatte 2,400 km’ye ulaşmaktadır. Güneş Sistemi’nin en büyük volkanı Olympus Mons, Mars’ta bulunmaktadır. 27 km yükseklikteki bu volkanın 20-200 milyon yıl önce patladığı tahmin ediliyor. BİLİM VE TEKNOLOJİ En büyük krater Valhala, Jüpiter’in uydusu Callisto’da yer alıyor. Kraterin merkezi 600 km uzunluğunda ve etrafındaki halkalar (çarpmanın etkisiyle oluşan) neredeyse 3000 km’ye kadar yayılıyor. Güneş Sistemi’nin en sıcak gezegeni 480 derece ile Venüs’tür. Sistemdeki en soğuk gök cismi ise Neptüne’ün Triton adlı uydusudur. Güneş Sistemi’nin en pürüzsüz gök cismi Jüpiter’in Europa adlı büyük uydusudur. Bu uydunun yüzeyi buzullarla kaplıdır. Güneşimizin etrafında olan gezegenler ve uydularının olduğu topluluğa güneş sistemi denilmektedir. Güneş sistemi etrafında bulunan tüm gezegenler ve gök cisimleri güneşin çekim kütlesi nedeni ile belirli bir yörüngede dönmektedirler. Güneş sistemimizde 10 gezegen vardır. Güneş sistemimizde olan 10 gezegen güneşe olan uzaklığına göre, Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün’dür. Aslında Plüton’da bu gezegenler arasındadır fakat küçüklüğü nedeni ile cüce gezegen olarak bilinir. Güneşin özellikleri nelerdir? 5 milyar yaşında olduğu düşünülen Güneş, Hidrojen ve Helyum gazlarından oluşmuştur. Dünyanın kütlesinin 332.000 katıdır. Dünyamıza uzaklığı, 149.500.000 kilometredir. Kendi etrafında dönüşünü, 25 günde tamamlayan güneş, büyük bir enerji kaynağıdır. Saniyede 600 milyon hidrojen, helyuma dönüştüğünden 6.000 C sıcaklık oluşturur. Merkezinde olan sıcaklığın 1.5 milyon C olduğu düşünülüyor. Yaklaşık olarak 8 dakikada güneş ışınları dünyaya ulaşmaktadır. www.bilimgenc.tubitak.gov.tr EĞİTİM 36 İNSAN EĞİTİME MUHTAÇTIR Eğitim, “bireyleri bir yandan topluma rahat ve mutlu şekilde uyacak davranışlar kazandırmaya, bir yandan da yarınların toplumuna hazır esneklikte düşünme gücü ve becerisine sahip davranışlar edindirmeye yarar. Ayrıca planlı ve kasıtlı öğretim faaliyetlerinin tümünü içeren bir süreçtir”. İnsan, varlıklar arasında eğitime ve öğretime en çok muhtaç olanıdır. Oysa hayvanlar, içgüdüleriyle doğduklarından, kısa bir süre sonra çevreye uyum sağlarlar. O yüzden de eğitime ihtiyaçları yoktur. Bir at yavrusu doğduktan kısa süre sonra ayağa kalkabilmekte, yaşamı boyunca herhangi bir bakıma muhtaç olmadan hayatını devam ettirebilmektedir. Fakat yeni doğan çocuk, aciz, bakıma ve korunmaya muhtaçtır. Kendi başına hayatını sürdürmesi, çevreye uyum sağlaması imkânsızdır. Uzun süre, hatta hayat boyu bakıma, yardıma ve eğitilmeye muhtaçtır. Aynı zamanda, şaşılacak kadar da öğrenme yeteneğine sahiptir. İnsanın bu muhtaçlığı ve eğitilmeye temayüllü olması, bilgi, beceri ve tutumlarla donanmasını zorunlu kılmaktadır. Çağlar boyu, insanın nasıl eğitilmesi gerektiği hususunda eğitim bilimcilerin farklı düşünceleri ve geliştirdikleri ekolleri olmuştur. Klasik eğitimciler, davranışçılığı temel alarak ödül ve ceza ile davranış değiştirmeyi kabul ederken, çağdaş eğitimciler insanın ihtiyaçlarından hareketle, benlik algısını bozmadan eğitilmesini savunmuşlardır. - Modern çağın ge rektirdiği demokratikleşme anlayışı, eğitime yeni boyut ve sorumluluklar yüklemiştir. “Daha çok demokrasi” gerekçesi ile otoriter yönetimlerden kaçış, eğitime, “temel hak ve özgürlükler” kavramını taşımıştır. Disiplin ve cezanın yerini, sevgi, saygı, hoşgörü, öz denetim, katılımcılık, ekip ruhu gibi kavramlar almıştır. Günümüzün çağdaş eğitim anlayışı da budur. Bu eksende eğitim; “gerekli davranışları istendik biçimde oluşturma, geliştirme ve uygulamalar için yapılan kasıtlı ve planlı öğrenme faaliyetleridir.” Eğitim, “bireyleri bir yandan topluma rahat ve mutlu şekilde uyacak davranışlar kazandırmaya, bir yandan da yarınların toplumuna hazır esneklikte düşünme gücü ve becerisine sahip davranışlar edindirmeye yarayan planlı ve kasıtlı öğretim faaliyetlerinin tümünü içeren bir süreçtir”. Ertürk de eğitimi, “bireyin davranışında kendi yaşantısı yoluyla, kasıtlı olarak istendik değişme meydana getirme süreci” olarak tanımlamaktadır. Bireyin, insan onuruna yakışır davranışlar kazanması, kendisini değerli, güçlü ve sevilen biri olarak görmesi, olumlu duyguların etkili olduğu ortamlarda bilgi ve sevgi ile donatılması ile mümkündür. Bunu sağlayacak olan ilk ve en önemli eğitim ortamı ailedir. Mutlu ve olumlu aile ortamlarında yetişen bireylerin daha başarılı ve sağlıklı oldukları bir gerçektir. Okulların da öğrencileri çağdaş anlayışla yetiştirmeleri beklenmektedir. Öğrenmeyi sağlayan insan beyni, birey olumlu duyguların etkisindeyken daha iyi çalışmakta, öğrenilenler daha kalıcı olmaktadır. Diğer yandan, modern çağın gereksinmeleri de ezber bilginin yersizliğine vurgu yapmaktadır. “Öğrenmeyi öğrenmek” le bilgiye erişim yollarını kazanan birey, kendi sorunlarını daha kolay ve daha pratik bir şekilde çözebilmektedir. Artık gereksiz bir yığın bilgi yerine, beyni çalıştıracak kadar yeterli bilgi ve eleştirel düşünme becerisi önemsenmektedir. Bilgiyi sevmeyi, bilgiye ulaşmayı ve bilgiyi paylaşmayı öğretebilirsek, bireyin kendi kendine öğrenebileceğini unutmamalıyız. Eski eğitim anlayışındaki ön kabullere göre; insan doğuştan kötüydü. Kaytarma, istismar etme, zarar verme eğilimi güçlüydü. Bu yüzden bireyleri sıkı denetlemek, hatalarını cezalandırmak, boş bırakmamak, haşin davranmak gerekiyordu. Evde, okulda, aşırı baskıcı ve sert tutum bu anlayışın ürünüydü. Yapılan araştırmalar, çalışanlara değer verildiğinde, güvenildiğinde ve temel hakları gözetildiğinde güdülendiklerini, mutlu olduklarını, iş veriminin yükseldiğini göstermektedir. Çağdaş eğitim, çocukların benlik algılarını sağlıklı kılmayı ve kendileriyle barışık olmalarını amaçlamaktadır . 37 EĞİTİM Eğiticiler eğittiklerini sevgi dünyasında gezdirerek eğitmelidirler. Gönül kapılarını onlara açık bırakmalıdırlar. Onlar bu kapıdan girerler ve eğiticilerinin sevgi bahçelerinden istedikleri bilgi çiçeklerini dererek kolayca öğrenirler. Böylelikle, çocukların doğuştan getirdikleri saflık, temizlik duyguları korunmaya çalışılmakta, cezanın yerine uygun geri bildirimler ve sonuçlarına katlanma iradesi önemsenmektedir. Eğitimin en üst amacı, bireyin kendini gerçekleştirmesidir. Kendini gerçekleştiren birey, yeteneklerini ve gizil güçlerini içinde yaşadığı ortama göre sonuna kadar kullanabilen kimsedir. Çağdaş eğitim sistemleri bireyin zihinsel, bedensel, sosyal ve duygusal yönden bir bütün olarak gelişimini hedefleyen eğitimde bütünlük ilkesini benimsemektedir. Yanlış anne, baba ve öğretmen tutumları, yeni neslin kişilik gelişimini olumsuz yönde etkilemekte ve ruh sağlığını tehdit etmektedir. Bu bağlamda insan doğasına ilişkin yeni ön kabuller, yönetim ve eğitim anlayışının giderek daha demokratikleşmesine yol açmıştır. Yeni eğitim yaklaşımları, klasik okulun çocukların öğrenmekten ve okula gitmekten nefret etmelerine yol açan yanlışlarını düzeltmek üzere harekete geçmiştir. Dünyaya biyolojik anlamda insan olarak gelmekle insan olunmuyor. Bireylerin, anne karnında teşekkül etmesinden itibaren beden ve ruh sağlığının korunması gerekmektedir. Bebeklikte sağlıklı aile ortamında yetiştirilmesi, gelişiminin bütün alanlarında, kapasitesi ölçüsünde ve doğrultusunda çağdaş eğitimden yararlanmaları, başarılı ve mutlu olmaları için elzemdir. Böyle olduğu takdirde saldırgan eğilimlerden, olumsuz duygu düşünce ve davranışlardan kurtularak insanlaşmaları mümkündür. Çocuklarımızın sevgi ortamlarında, bilimsel bilgi ile donanmaları, kendilerini gerçekleştirmenin anahtarı, insanlaşmalarının ön koşuludur. Bunu sağlayacak olan yetişkinlerin de, bu anlayışta kendilerini yenilemeleri ve yetiştirmeleri bir zorunluluktur. için sevgi eğitiminin işe koşulması gerekir. Sadece eğitimde değil toplumsal her ortamda, sevginin bir zayıflık değil, insan olmanın getirdiği bir güç olduğu kavratılmalı ve önemi vurgulanmalıdır. Eğitimin mayası sevgi ve şefkattir. Eğitim sevgiyle öğretmeli ve sevgiyle yapılmalıdır. Çocuklar için sevgi çok önemlidir. Çocukların sevgiye daha çok ihtiyacı vardır. Onlar sevgiyle büyür ve sevgiyle eğitilirler. Çocuk sevgi gördüğü kişiye bağlanır, onu dinler, onun gibi yaşamaya çalışır. Eğitimin vitamini sevgidir. Sevgiye dayalı eğitim verilen çocuk sudaki balık gibidir. Bulunduğu ortamı terk etmek istemez. Sevgiden yoksun öğrenci ise kafesteki kuş gibidir. Kulağı kaçış zilindedir. Sevgi, eğitim verimliliğinde önemli bir faktördür. Sevgisiz, eğitim düşünülemez. Eğiticiler eğittiklerini sevgi dünyasında gezdirerek eğitmelidirler. Gönül kapılarını onlara açık bırakmalıdırlar. Onlar bu kapıdan girerler ve eğiticilerinin sevgi bahçelerinden istedikleri bilgi çiçeklerini dererek kolayca öğrenirler. Bizi başkalarıyla iletişime açık kılan, bir başkasını özveri ile sevmenin önündeki engelleri ortadan kaldırarak; bunun en iyi biçimde gerçekleştiği alan bir insan- kültür etkinliği olan eğitimdir. Sevgiye dayalı bir eğitim ortamının çocukta saklı olan güçleri, duyarlılığı ve potansiyeli ortaya çıkarmada daha etkili olacağı savından yola çıkılmalıdır. “Bilmediğini bilmek en iyisidir. Bilmeyip de bildiğini sanmak tehlikeli bir hastalıktır.” Lao-Tzu “Sadece bir iyi vardır, bilgi; ve sadece bir kötü vardır, cehalet.” Sokrates EĞİTİMİN MAYASI SEVGİDİR İnsan olarak hepimizin gereksinim duyduğu sevginin yeterince yaşama geçirilebilmesi, dinamik, özgüvenli, duyarlı, sağlıklı nesiller yetiştirilebilmesi kaynak: Edebiyat defteri kültür ve sanat platformu YAŞAM 38 Kralların Oyunu: Satranç Kralların oyunu olarak da bilinen satrancın M.Ö. 2000’li yıllarda oynandığına dair bulgular Mısır’da piramitlerdeki kabartmalarda vardır. Satranç M.S 10. yüzyıla gelindiğinde tüm Asya, Ortadoğu ve Avrupa’ya yayılmıştı. En geç 15. Yüzyıldan itibaren de Avrupa da soylular arasında çok popüler bir oyun haline geldi. Kurallar ve dizilişler zaman içerisinde çeşitli değişiklikler gösterdi ve 19. yüzyılda bugünkü standart halini aldı. 20. yüzyıl Avrupası’nda toplumun entelektüel üst tabakaları arasında yayıldı ve dünyanın en popüler oyunlarından biri haline geldi. Oyunun icadı konusunda birkaç efsane mevcuttur. Bunlardan biri Sissa İbn Dahi buğday tanesi efsanesidir. 19. yüzyılın ortasından bugüne kadar düzenli satranç turnuvaları yapılmaktadır.1924’te Dünya Satranç Federasyonu (FIDE) kurulmuştur. Satrancın geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması için sürekli araştırmalar yapılmaktadır. Yapılan bu araştırmalardan birinde Satranç Turnuvaları sırasında satranç oynayanlar üzerinde yapılan bir araştırmaya göre aşağıdaki özellikleri nedeniyle başarılı oldukları gözlenmiştir. 1- İyi sağlık durumu, 2- Kuvvetli sinirler, 3-Kendine hakim olma, 4-Dikkatini sürekli ve düzenli bir şekilde kullanmak, 5-Dinamik ilişkileri kullanma yeteneği, 6-Ruhi ve zihni bakımdan huzurlu ve ölçülü olmak, 7-Yüksek derecede zihni gelişme 8-Somut düşünce yeteneği 9-Objektif düşünme yeteneği 10-İyi bir satranç belleği 11-Birleştirici düşünce ve hayal gücü 12-Kombinezon yeteneği 13-İrade disiplini 14- Zihni süratini intikal 15-Kendine güvenmek. Bunun yanında satranç bir güçler savaşıdır. Güç kendini çeşitli şekillerde hissettirir. Maddi üstünlük bir güç göstergesi olduğu gibi tek başına maddi üstünlüğe sahip olmak her zaman üstün olduğu anlamına gelmez ve oyunu kazandırmaya yetmez. Bu nokta da dikkatin ve öngörünün şekle dönüşü Satrancın tahtada ki dizilimi, yerleşimi ve koordinasyonu ön plana çıkar. Satranç geniş bir birikim müthiş bir zeka kıvraklığı ve azimli bir çalışma isteyen bir spor dalı olarak karşımıza çıkar. Yukarıda bahsettiğimiz gibi yapılan araştırma da araştırmacılar tarafından gözlemlenen durumların satranç oyununu kazanma da püf noktaları olduğunu ifade eder. satranç turnuvalarında gözlemlediklerimiz de yapılan araştırmayı doğrular niteliktedir. Oyuncuların her durumda soğukkanlı davranması ve hamlelerin aleyhine olduğu bir zamanda bile tedirgin olduğunu rakibine hissettirmemesi sağlam bir irade ve nakış nakış örülmüş bir hamleler bütününü gösterir. Satranç Hakkında İlginç Bilgiler 1. Dünyanın en genç büyük ustası olma başarısını 12.5 yaşında Sergej Karjakin elde etmiştir ve de hala bu rekoru elinde tutmaktadır. 2. Oxford 1845 yılında satranç kulübünü kuran ilk üniversite idi. 3. George Kaltanovski 1960 yılında arka arkaya 56 körleme oyun oynadı. 50 tanesini kazandı, diğer 6’sı berabere kaldı. 4. Jose Capablanca Cleveland’da 103 oyuncuya karşı aynı anda oynadı. 39 Sadece 1 tanesini berabere yaparak hepsini kazandı.. 5. Koyu ve açık renklere sahip ilk satranç tahtası 11. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıktı. 6. Star Trek’in televizyon serisinde Kaptan Kirk ve Mr.Spock üç kez satranç oynadılar. Kirk tüm oyunları kazandı. 7. İlk cep satrancı 1845 yılında Roget’s Thesaurus’un yazarı Peter Mark Roget tarafından icad edildi. 8. Sürrealist ressam Salvador Dali klasik taşların yerini gümüş parmakların aldığı bir satranç takımı dizayn etti. 9. Napoleon öldüğünde kalbinin çıkartılıp bir satranç masası içine yerleştirilmesini vasiyet etti. 10. Garip gözükebilir ama Brooke Shields (evet, o Brooke Shields) 1990 Dünya Satranç Şampiyonası’nın organizasyon komitesinin bir üyesiydi. 11. Gazetede ilk satranç köşesi 1813 yılında Livepool Mercury’de basıldı. 12. Usta bir satrançcı olmamasına rağmen Lenin yazışmalı satrançla o kadar çok ilgilenirdi ki sık olarak uykusunda bunun hakkında konuşurdu. 13. “Nasıl Satranç Ustası Olunur” konulu kitap yazan Franz Gutmayer Almanya satranç turnuvasını hiçbir zaman kazanamadığı gibi ustalık konusunda da bir gelişme elde edemedi. 14. Philidor hiçbir zaman kendi adını taşıyan Philidor savunması yapmadı. 15. Bir satranç oyunu iki hamlede kazanılabilir. YAŞAM 16. 40 yıl deneyimli ve satrançla ilgili 20 kadar kitap yazmış olan büyük usta Tartakower bir keresinde 11 hamlede mat olmuş. İşte Tartakower’in silkelendiği oyunun hamleleri. 17. Ustalar düzeyinde turnuvalarda kayıtlara geçen en kısa oyun yalnızca dört hamle sürmüş. Bu oyun, Gibaud ve Lazard arasında 1924 yılındaki Paris Şampiyonluğu Turnuvası’nda oynanmış. 18. 11. yüzyılda Avrupa’ da Kilise, satrancı İslam Kültürünün bir parçası olarak ilan ederek, oynayanları afaroz etmiştir(dinden atmıştır) Bu yasak yaklaşık 400 yıl sürmüştür. 19. 15. yüzyılda Satranç oyunundaki figürlerin adları değiştirilerek yasak kaldırılmıştır.Buna göre; Vezir – Kraliçe, Fil – Papaz olarak adlandırılmıştır. 20. Halife Muttasım Billah tarafından ilk satranç problemi 534-542 yılları arasında hazırlandı. 21. Safevi Devleti’nin hükümdarı Şah İsmail satranç maçında kendisini yenene 1000 altın vereceğini söylüyordu.O sırada Tebriz’de bulunan şehzade Selim(Yavuz Sultan Selim) saraya gidip Şah İsmail’i yendi. Yavuz Sultan Selim padişah olunca 1514 Çaldıran Savaşı’nda da Şah İsmail’i yendi.Elde edilen ganimetler arasında 8000 adet satranç takımı da vardı. 22. Bir ara İngiltere’de satranç sevgisi o kadar ilerlemişti ki mektupla bile satranç maçı yapılıyordu. Mektupla oynanan ilk maç 2 yıl sürmüştü. 23. 1916 yılında Almanya’da düzenlenen satranç turnuvasında ödüller arasında yarım kilo tereyağı vardı.Çünkü o sırada birinci dünya savaşı sürüyordu. Tereyağı bulmak çok zordu. www.webleebi.tr. Ey Seçilmiş Her duygunun bir dili vardır. Bana ‘’Sevgi’’ derler... İstediğime giderim, karşılığım yoktur. Tüm dünyayı önüme serseniz yine de bana sahip olamazsınız. Görünmezimdir ama geldiğimde herkes hisseder. Hayvanlar dile gelir. Köpeğin sadakati, kuşların şarkıları hep banadır. Doğayı canlandırır tüm dünyayı ancak ben doyurabilirim. Bana “Saygı’’ derler... Sevginin hemen yanı başında ikamet ederim. En iyi matematikçi bile en ince detayları benim gibi hesaplayamaz. Hataları ve kusurları istesem de göremem ama en küçük iyilik benden kaçamaz. Benim olduğum yerde kolay kolay bir sorun barınamaz. Bana “Dürüstlük’’ derler... Tüm ilişkilerin kapısı benimle açılmaya başlar. Her şey ortadadır. Dokuz köyden kovulsam da bildiğimden şaşmam. Her defasında kazanan ben olurum. Herkes bana güvenir. Nefret dahil... Bana “Tutku’’ derler... Gören gözleri köreltir. Doğruları ve yanlışları altüst etmekle beraber tüm bildiklerinizi talan edip yıkar geçerim. Engel tanımaksızın yalnızca hedefime giderim. Hiç kimse yolumun üstünde duramaz. Düştüğüm her içi yakar kavururum. Yani kısaca bana “AŞK’’ derler. Ötekilerin her biri sadece parçacıklarımdır. Her ne kadar insanlar benden bahsedip dursalar da tam anlamıyla bir bütün olarak beni göremezler ve tanıyamazlar. Çünkü ben yüzyılda bir uğrarım. O da yalnızca SEÇTİĞİM KİŞİYE! Adnan Bozuk Sincan 2 No’lu F Tipi Ceza İnfaz Kurumu - Hükümlü Bana “Nefret’’ derler... Saygının olmadığı yerler benden sorulur. Kendime ve sevdiklerime zarar vermekte üstüme yoktur. Kaybetmekten, rakip takımlardan, ve özellikle karşıt görüşlerden haz etmem. Düşüncesizliği, gamsızlığı bir de çıkarımı her şeyin üstünde tutarım. Umudum Karışık d uy Yüreğim gular savrulur in son Yaprağım baharında dökülür Umutsu , z bir sev da yolun da Umudum var özgü Sevgiye rlük yolu h a nda s retim bu Hayaller k ö i r m k u k y a uda y bo Bilmem güneş do ldu bir cahillik u ğar mı g önlümü ğruna n toprağ ına Sinan A KBUCAK Giresun E Tipi Kapalı C İK - Hük ümlü Duyguların Resmi: Adalet Adaletli davranışımızın karşılaştığı en büyük güçlük çevremizdeki herkesi mutlu edememesidir. Oysa bizim tasarlamamız gereken küçük mutlulukları mümkün olduğu kadar genele yayma mücadelesi olmalıdır. Herkes için geçerli olabilecek bir adalet tanımı bulmak güç bir uğraştır. İnsanların duygusal olarak bağlı bulunduğu birtakım değerleri vardır. Bu değerler kimilerine göre ahlak, kimilerine göre vicdandır. Başarmamız gereken aslında ahlak ve vicdan ilişkisini adalet nikahıyla birleştirmektir. Bu nikahı adaletin teorisinden çıkarıp, ahlak ve vicdanı standartlarda geleceğe pozitif bir olgu halinde sergileyip, toplum nezdinde hayatımızı adalet duygusuna büründürmeliyiz. Davranışlarımızın özünün belirleyiciliğini aklımızın yattığı saplantılardan dezenfekte edip gerçekleşmesini istediğimiz arzularımızı bencil iç güdülerimizle ulaşamayacağımızı bilmeliyiz. Adaletsizliğin Arim (Mekke’yi basan sel) gibi yıkıp geçtiğini, yıkmasa bile boğup geçeceğini veya temelini çürüteceğini nazarımızdan çıkarmamalıyız. Bu nazarda göstereceğiniz her türlü zaaflar bizleri çıkarcılık kavramına iter. Ezme veya ezilme bu teori yanlıştır. Unutmamalıyız ki ezende ezilen kadar darbe alır. Bu nedenle insan ne ezmeli, ne de ezilmemelidir. İnsanlığın bekasının medeniyet ile ayakta durabilmesi adaletle olur. İnsanın özü temelde ahlak olmakla beraber bizler bu temelde ahlakımızı topluma adaletli olarak yansıtabiliyormuyuz? Asıl çözmemiz gereken soru budur. Bu çerçevede sömürgeciler tarafından yeni dünya düzeni adı altında ortaya atılan yaklaşım, toplumla kaynaşmayı değil, toplumları yok edip değerlerinden ve maneviyatlarından uzaklaştırmayı amaçlamaktadır. Bu tür yaklaşımlara karşı uyanık olmak zorundayız. Onlar gibi bireyselliği değil, toplumsal bütünlüğü esas almalıyız. Bizler kendimizi toparlamazsak yaşayacağımız ömür hep dağınık ve karmaşık olur. Dikkatimizi toplumun içinde kendimizde oluşturduğumuz fayda sağlayıcı, adalete inanan ve güvenen bir yapıda kurmalıyız. Adalet duygusuna aldırış etmeden değişimin etkisinden sıyrılıp, verimli duygu güdülerini harekete geçirmemiz olanaksızdır. Kültürlerin ortak özelliği değişimdir. Bu değişimin enerjisi adalettir. Adaletin toplum açısından önemli yansımaları ise hem empati hem de fedakarlığın gelişmesini sağlamasıdır. Toplumumuzda sonuç doğurabilecek bu tür ahlaki seçimlerimizle yaşam standartlarımızda paylaşımın öneminin ortaya çıkacağını görebiliriz. Hz. Ali’nin de söylediği gibi “Öyle bir hayat yaşayın ki Allah’ın sizi yarattığına değsin’’ ... Ejder ÖZKAYA İzmir 1 No’lu F Tipi Ceza İnfaz Kurumu - Hükümlü CANLILAR ALEMİ 42 MUHABBET CANLILARI Muhabbet kuşları fiziksel olarak bir serçeyle hemen hemen aynı boyuttadırlar. Ancak içlerinde bazı türler biraz daha iri olabilmektedir. Papağan ailesinden olmaları itibariyle kuyrukları normal kuşlara nazaran daha uzun olan muhabbet kuşlarının renkleri de son derece göze hoş gelecek ve dikkat çekecek şekildedir. Muhabbet kuşları ana renk olarak yeşil, sarı, mavi renkler’inde bulunmaktadır. Ancak bu ana renkler üzerine siyah ve diğer renklerden farklı desen ve kombinasyonlarla karşımıza çıkabilmektedirler. Muhabbet kuşlarının boyu ortalama 18 santimetre ve kiloları da ortalama olarak 40 gramdır. Muhabbet kuşlarının ana renkleri genellikle karın ve but bölgesidir. Geri kalan kısımları desenli ve farklı renklerdedir. Muhabbet kuşlarının büyük bir kısmının kuyruk tüyünün uçları mavi renklidir. Gagaları da zeytin yeşili rengindedir. Muhabbet kuşlarının renkleri yaşadıkları ortama, kalıtsal bozukluk ve değişikliklere göre farklılaşabilmektedir. Kuşların gagası üst ve alt gaga olmak üzere iki kısımdan oluşur. Boynuzu andıran sertlikteki üst gaga, üst çene ve burun kemikleri ile yine ucu boynuzumsu maddeden yapılı alt gaga alt çene kemiklerinin birleşmesinden meydana gelir. Gaga kafatası ve alt çene ile bağlantılı olduğundan eklemli ve oynaktır. Burundan itibaren devam eden bir sırt kısmı olan üst gagayı kuşun beslenme şekline göre az veya çok eğik olan bir uç ve keskin kenarlara sahip olarak yaratılmıştır. Kuşların dişleri yoktur fakat üst gagada testere gibi girintili çıkıntılı bir özellikte yaratılmıştır. Bu girinti ve çıkıntılar kuşun besinleri kesme ve parçalama işlemi sırasında büyük kolaylık sağlar. Birçok kuşun üst gaga dibinde yumuşak ve genellikle sarı renkte bir deri bulunur. Bu deri bazı bataklık ve su kuşlarında ise bütün gagayı örter ve zengin sinir uçları ile dokunma organı görevini üstlenir. Alt gaga ise üst gagadan daha farklıdır ve Allah’ın üstün aklının kusursuz detaylarına sahiptir. Muhabbet Kuşlarının Üremesi Muhabbet kuşları doğal ortamlarında genellikle Haziran ile Eylül ayları arasında üremektedir. Ancak bu zamanlar Kuzey ve Güney Avustralya’ya göre değişebilmektedir. Kuzey Avustralya’ya göre olan bu zaman aralığı güneyde Ağustos, Ocak ayları arasındadır. Ancak bu tarihler dışında istisnai olarak çiftleşmeler de olabilmektedir. Bu muhabbet kuşlarının iyi beslenmesiyle alakalıdır. Muhabbet kuşları eşlerine karşı son derece ilgili olan kuşlardır. Eşlerinin tüylerini gagalarıyla düzenleyip, yedikleri tohumları eşlerinin ağzına kusarak onları besleyebilmektedirler. Muhabbet kuşları yuvalarını genellikle ağaç kovuklarına ya da yerlerde bulunan kütüklere yapmaktadırlar. Bu yuvalarda muhabbet kuşları ortalama olarak 20 günlük bir kuluçka süresi geçirirler. 43 CANLILAR ALEMİ Bu süre sonunda dünyaya 4 - 5 yavru gelmektedir. Bu yavrular bir ay sonunda yuvayı terk etmektedirler. Bu süre içerisinde yavru muhabbet kuşları erkek tarafından yuva ağzında beslenmektedir. Kuluçka ve büyüme süresi içerisinde anne muhabbet kuşları yuvayı çok nadir olarak terk etmektedir. Saniyede 150 Resim Muhabbet kuşları, objeleri, tıpkı insanlar gibi renkli algılarlar. Kafalarının her iki yanındaki gözleri sayesinde çok geniş bir alanı görebilirler. Gözleri birbirinden bağımsız hareket edebilir ve arkalarını yukarıda olup bitenleri görebilir. Saniyede 150 resmi algılar. Buna karşılık insanların 16 resmi algılayabildiklerine dikkat çekmek isteriz. Bu kuşların hızlı uçması nedeniyle görmeleri hayati önem taşır. Teyp Gibi İyi duymak kuşlar için hayati öneme haizdir. Çağırma ve ötüş kuşların iletişim kurmada en önemli aracıdır. Örneğin 400-20000 arasındaki ses frekansını algılayabilirler. Tıpkı teyp gibi, belirli sesleri hafızaya alırlar. Onları tekrar kullanabilirler. Bizim dilimizdeki kelimeleri kullanabildikleri gibi doğadaki kendi aralarındaki iletişimde de bu duyu özellikleri önem taşır. Titreşime Duyarlı Muhabbet kuşları iyi bir dokunma duyusuna sahiptirler. Kuluçkadaki dişi kuş yumurtadaki yavru kuşun hareketlerini karnı ile hissedebilmektedir. Şüphesiz muhabbet kuşunun en iyi dokunma duyusu titreşim duyusudur. Bu da ayaklarının titreşimi algılamasıdır. Bu duyu organı ile yem arayışında bir yılanın tehlikesine karşı uyarılmış olur. Evcil kuşların kendilerini bazı seslere alıştırması gerekir. Örneğin ağır vasıtaların geçiş seslerine ve son zamanların korkusu deprem gibi seslere alıştırılabilir. Bu sesler gece panik yaratır. Sık sık kuşlar korkutulmamalıdır. Örneğin titreşim gösteren araçlardan buzdolabı üstü gibi yerlerden uzak tutulmalıdır. Bazıları Tatlı Sever Kuşların tat alma duyusu insanlarınkine eşdeğer değildir. Yine de farklı tat alma duyusuna sahiptirler. Bazıları tatlı algılarlar ve her şeyi tuzlu severler. Hatta tuz tanelerini gagalarlar. Bazı muhabbet kuşları tatlı yiyeceklere saldırırlar. Ancak muhabbet kuşları tatlı ve tuzlu yiyeceklerden uzak tutulmalıdır. Fakat yine de bazı tatlı yiyecekler mesela bir kek parçacığı tabaktan dökülen tuz tanelerinin bir bölümünün yenilmesine izin verilebilir. Muhabbet Kuşlarının Renklenmesi Muhabbet kuşları genel anlamda iki ana renk üzerinden kalıtsal olarak oluşmaktadırlar. Bunlar beyaz renge bağlı olarak mavi, gri ve beyaz, diğeri de sarı renge bağlı olarak yeşil ve sarıdır. Şu anda dünya üzerinde 32 farklı renk çeşidinde muhabbet kuşları bulunmaktadır. Bu farklı mutasyonlar da bu ana renkleri kalıtsal özellikleri sayesinde olmaktadır. Bu da yüzlerce farklı kombinasyon anlamına gelmektedir. Muhabbet Kuşlarının cinsiyeti nasıl anlaşılır? Muhabbet kuşlarının erkek yada dişi olduğunu anlayabilmek için kullanılan en basit yöntem şudur: Muhabbet kuşunun gagasının üzerindeki etli kısım koyu renkli (mavi ya da benzeri renkli) ise erkek, renk yok ise dişidir diyebiliriz. Muhabbet Kuşları kaç yıl yaşar? Muhabbet kuşları 1 yaşından sonra erişkin sayılırlar. Dişi muhabbet kuşları 4, erkekler ise 6 yaşından sonra yaşlanmaya başlarlar. Muhabbet kuşlarının ortalama ömrü 8 ila 10 yıl arasında değişir. Bununla birlikte, yaşadığı ortam, beslenme gibi noktalara dikkat edildiğinde muhabbet kuşlarının ömrünün 15 yıla kadar uzayabildiği hatta bazı istisnai durumlarda bu rakamın üzerine çıkıldığı görülmüştür. www.kuslar.gen.tr Türk-İslam sanatı ebrunun yaşayan en büyük ustası Alparslan Babaoğlu Ebru sanatının insan üzerindeki etkisinden bahseder misiniz? Ebrunun insan üzerindeki etkileri çok tartışıldı ve üzerinde çok konuşuldu. İnsanı rahatlattığı, sorunlarından uzaklaştırdığı kesin. Ben yöneticilik yaptığım yıllarda akşam işten gelip de ebru teknesinin başına geçtiğimde bütün problemlerimi unutur, ertesi güne taptaze ve zinde başlardım. Ebrû sanatının gelenekleri nelerdir? Gelenekler bireylerde o geleneklerin çıktığı toplumlara aidiyet duygusunu güçlendirir. İngiliz geleneklerini yaşarsanız, kendinizi İngiliz hissedersiniz. Türk İslam geleneklerini yaşarsanız da kendinizi bu topraklara ve bu topluma ait hissedersiniz. O nedenle gelenekler önemli. Şüphesiz ebrunun da kendine has birtakım gelenekleri var. Bunların başında öğrenme yöntemi gelir. Ebru, usta çırak münasebeti ve meşk usulüyle öğrenilir. Kendi kendine ebrucu olunmaz. Bunun dışında ustaya tam teslimiyet, ışıktan etkilenmeyen, suda erimeyen ve kağıda zarar vermeyen doğal boyalar kullanılması, fırçaların atın kuyruk kıllarından ebrucunun kendisi tarafından sarılması, cilt ve hat sanatçılarının ihtiyaç duydukları ebru türlerinin üretilmesi sayılabilir. Bir çok ceza evinde hükümlülerimiz ebru sanatıyla tanışma fırsatı buluyor. okurlarımızdan ebrû sanatı ile uğraşmak isteyenlere ne tavsiye edersiniz? Ebruda başarılı olabilmek için en önemli unsur sabırdır. Ben ebruyla uğraşmayı düşünen herkese sabır tavsiye ediyorum. Çünkü güzel ve doğru ebrular üretme süreci çok uzun. Uzun ve sabır isteyen bir sanat dalıdır Ebru. Siz ne kadar sürede icazet aldınız? Doğrudur öğrenme süreci çok uzun. Ben 1984 senesinde kendi kendime ebru çalışmaya başladım. 1985’de ustam Mustafa Düzgünman ile tanıştım ve 1989 senesinde de kendisinden ebru sanatının icrası ve öğretilmesi hususunda icazet aldım. Hala ustam gibi ebru yapmaya çalışıyorum. Ebru dışında hat, tezhip ve minyatür dersleri aldınız. Diğer sanatlarla kıyasladığınızda Ebru sanatını nereye konumlandırıyorsunuz? Diğer sanatlarımızın kuralları açık olarak belli hatta yazılı olarak tespit edilmiş. Mesela hat sanatında elfin boyunun ne kadar olacağı, “sin” harfinin dişleri arasındaki mesafenin ne kadar olacağı belli. Aynı şekilde tezhipte de motiflerin spiraller üzerine yerleştirilmesinden tutun da hatayı ve rumilerin bu spirallere nasıl yerleştirileceklerine kadar bir çok kriter belli ama ebru için maalesef bundan söz edemiyoruz. 45 RÖPÖRTAJ O; işini gönlüyle yapan, sanatının zirvesini görmüş, bir çok eser vermenin yanı sıra bir çok da öğrenci yetiştirmiş olmasına rağmen ebrularındaki laleler kadar mütevazi bir ebruzen Elimizde sadece ustalarımızın ebruları var kriter belirleyebileceğimiz. Bu ebru için önemli bir handikap aslında. Kuralın olmadığı yerde sanat yapıyorum diye eline fırçayı alan yeni bir ebru türü icad ediyor. Diğer geleneksel sanatlarda bir takım ekoller ve kurallar var. Ebru diğer sanatlara göre daha bağımsız görünüyor bunun sebebi nedir? Fırçayı tekneye doğru vurduğunuzda hangi damlanın nereye ve ne büyüklükte düşeceğini kestiremiyorsunuz. Bu belirsizlik bazı ebru yapanlarca özgürlük olarak algılanınca sözünü ettiğiniz bağımsızlık ortaya çıkıyor. Mesela iyi ve doğru bir battal ebrunun nasıl olması gerektiği konusu bana göre belli. Bu durumda renk seçimleri ve bunların birbirlerine göre nispetleri dışında size hareket edebileceğiniz fazla bir alan kalmıyor ama amacınız güzel ve doğru yapmak değilse elbette istediğiniz boyayı istediğiniz gibi sermek ya da yaptığınız çiçeğe “ben de bu çiçeği böyle yorumluyorum” diyerek istediğiniz gibi şekil vermek mümkün. Bu da ebrunun bağımsız ve kuralsızmış gibi algılanmasına sebep oluyor. Ebrûnun günümüzdeki kullanım alanlarından bahsedebilir misiniz? Ebrunun doğru kullanım alanları bundan yüz sene önce neyse bugün de aynı hisn-i hat levhaların pervazları ve kitap ciltleri. Bugün bence tamamen ticari endişelerle ebru seramiğe, kumaşa hatta keçeye uygulanıyor ve bunlardan kravat eşarp hatta iç çamaşırı üretiliyor. Bunlar yapılmaması gereken şeyler ama insanlar bundan gelir elde ettikleri sürece yani müşterisi olduğu sürece bunlar yapılacak. Bu durumu düzeltmenin tek yolu, toplumu bu konuda bilinçlendirerek bunların sanat değerinin olmadığının ve itibar edilmemesi gerektiğinin anlatılması ancak bu da pek mümkün görünmüyor. Ebrunun size kattığı en önemli değer nedir? Ebru kişinin kendisini tanıması, enaniyetten kurtulması ve sabrı öğrenmesi için çok önemli bir vasıta bence. Alparslan Babaoğlu Kimdir? 1957 yılında Ankara’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ankara ve Erzurum’da tamamladı. Devlet bursuyla gönderildiği İngiltere’de Elektronik Mühendisliği eğitimini 1979 yılında, aynı dalda yüksek lisans eğitimini 1980 yılında tamamlayarak yurda döndü. Mühendislik mesleğini bir kamu kurumunda yönetici olarak sürdürmektedir. 1984 yılında Topkapı Sarayı Nakışhanesi’ne devam ederken başladığı ebru yapımını o tarihten bu yana aralıksız sürdürmektedir. 1985 yılında ustası Mustafa Düzgünman ile tanıştı. 1989 yılında kendisinden ebru sanatının icrası ve öğretilmesi konusunda icazet aldı. İlk kişisel sergisini 1990 yılında Topkapı Sarayı’nda açan Babaoğlu sayısız karma sergiye katıldı. Ebru sanatının ustası, Mustafa Düzgünman’la kemal noktasına ulaştığına inanan Babaoğlu, ustasının ebrularının benzerlerini yapmaya çalışmanın yanı sıra, “boya olarak ezilmiş varak altın kullanılma” gibi özgün çalışmalar yapmaktadır. Eskiden yaygın olmasa da kullanıldığı bilinen “aynı kağıdın her seferinde farklı bir bölgesini ebrulamak suretiyle minyatürler yapılması” ve “katı’ tekniği ile kalıbı çıkartılan hüsn-i hat örneklerinin ebru ile yapılması” gibi çalışmalar da yapmaktadır. “EBRU İSTANBUL” isimli bir ebru kitabı hazırlamış ve bu kitap, İstanbul Belediyesi Kültür A.Ş. tarafından 2008 yılında yayınlanmıştır. Neyzen Sadreddin Özçimi’ye ve İsmail Tirkeş’e icazet vermiştir. Bir dönem Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk Süsleme Sanatları Bölümü’nde ebru dersleri vermiştir. KİTAP ÖNERİLERİ Kitap okumak beyni güçlendirmekle birlikte anlama ve algılamayı kuvvetlendirir. Kadılar Kitabı Prof. Dr. İskender Pala Kadılar Kitabı, bilimsel bir iddiadan öte, kültürel bir gaye taşır. Kadılarla ilgili birtakım anektodlar, epizotlar, uydurma da olsa tarihe yansımış öyküler ve fıkralar kenarda köşede kalmasın, derlenip iki kapak arasına girsin ve böylece okuyucu tarih boyunca hukuk serüvenimizle alâkalı fikirlerini kendisi oluştursun, eğer hukuk ile yakından ilgiliyse tavırlarını ona göre düzenlesin, eski meslektaşlarının hayatlarından kesitler görerek kendisini yeniden formatlayabilsin. Eyvallah Hikmet Anıl Öztekin Herkesin bir derdi vardır. Bazıları geçer, bazıları geçmez. Bazıları anlatılır bazıları da anlatılmaz. Bazen de anlatmak istersin ama dinleyecek kimseyi bulamazsın. Bilirsin, muhabbettir ihtiyacın ama edecek kimse yoktur. İşte bu kitap bunun için, dertleşmek için yazıldı. Yalnız olmadığını bil diye yazıldı. Muhabbet için, muhabbetle yazıldı. Biraz yağmurun, biraz da hüznün düştüğü gecelerde bu kitabı okurken şunu hissedeceksiniz; “Hâlâ dertleşebilecek birileri varmış bir yerlerde...” Hz. Ömer Bir Adalet Savaşçısı Ahmet Necip Tarihin yetiştirdiği büyük insanlardan biri de Hz. Ömer dir. Hz.Peygamberin bağlılarından biri olarak, halifeliği de göz önünde bulundurulursa İslam tarihindeki yeri daha iyi anlaşılabilir. Sert ve mert duruşu ile bulunduğu ortamda kendini belli eden karizmatik liderliğinin yanında Hz. Ömer aynı zamanda dini metinleri yorumlarken birçok sahabiden de ayrılır. Aynı zamanda O, bir yenilikçidir. Geleneğin özünü değişen şartlara göre uyarlamasını bilmiş bir öncüdür. Bir kahramandır aynı zamanda Hz. Ömer gerek İslamdan önceki yaşamında gerekse Müslüman olduktan sonraki tavırlarıyla çevresindeki en cesur insanlardan biridir. Leyla’nın Evi Zülfü Livaneli Boğaziçi’nde Bosnalılar Yalısı’nda doğup büyümüş paşa torunu Leyla Hanım, yalının yeni sahibi Ömer Cevheroğlu tarafından sokağa atılır ve mahallenin çocuklarından gazeteci Yusuf’un Cihangir’deki bekâr evine sığınmak zorunda kalır. Yusuf’un sevgilisi Rukiye (“sahne adı”yla Roxy), Almanya’da peep show’larda modellik yapmış, hip-hop tarzı müzik yaparak “yırtmaya” uğraşan bir Almancı kızıdır. KİTAP ÖNERİLERİ Okuyanın düşüncesi ve konuşması çok farklı olup toplumda kabul görülür bir kişiliğe sahiptir. Adalet Kitabı Prof. Dr. Halil İnalcık Adâlet Kitabı, Türklerin, adâlet anlayışını, idare geleneklerinde bu anlayışın yerini, tarihî süreçte yaşanan değişim ve dönüşümleri, yüzyıllar içinde teşekkül eden önemli hukuk ve adâlet kurumlarını inceleyen araştırmalardan bir demet sunmak amacıyla hazırlanmıştır. Eserlerin seçiminde, kronolojik bir bütünlük sağlanmaya çalışılmış, hukuk ve adâlet tarihimizin önemli meselelerinin incelendiği çalışmalara özellikle yer verilmiştir. Son Dünya Düzeni Erhan Afyoncu Osmanlı İmparatorluğu, tarihin gördüğü en büyük imparatorluklardan birisiydi. Ancak tarihi tam olarak yazılamadığı gibi, eksik ve yanlış yazılmıştır. Bu yüzden Osmanlı tarihi hakkında birçok şeyi bilmeyiz. Günümüzde, özellikle son 20-25 yılda Afrika’da, Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da kaldırılan her taşın altından Osmanlı İmparatorluğu’nun izleri çıkıyor. Osmanlı İmparatorluğu, tarihin gördüğü en büyük iki imparatorluktan birisiydi. Sahalin Adası Anton Çehov Anton Çehov, 1890 yılında Rusya’nın en doğu ucuna doğru zahmetli bir yolculuğa girişti. Sonrasında bir nüfus sayımı için Japonya’nın kuzeyindeki Sahalin Adası’nda binlerce tutuklu ve yerleşimciye söyleşiler yaparak üç ay geçirdi. Sahalin Adası’nda tanık olduğu şeyler -kırbaç cezaları, erzak ve ikmal malzemelerinin zimmete geçirilmesi, kadınların fuhşa zorlanması- Çehov’u hem son derece şaşırtmış hem de öfkelendirmiştir. Osmanlı’nın Büyüme Sırları Yavuz Bahadıroğlu Tarihteki insanımız insana saygılıydı, çünkü insan olmanın ne anlama geldiğini biliyordu. Birbirimizin hakkını, hukukunu bu anlayış içinde gözetiyor, bizimle aynı dini, aynı inancı, aynı milliyeti, aynı siyaseti, aynı kıyafeti paylaşmayanlara karşı, yine bu anlayış içinde müsamahakâr olabiliyorduk. Çünkü kul olduğumuzu biliyorduk. Bizi efendilik makamına yücelten işte bu kulluk şuuruydu. Osmanlı’yı yönetenler de aynı şuurun insanlarıydılar. Yanlarında, her türlü yanlıştan onları ikazlarıyla koruyan hocaları vardı. PARMAK ÇITLATMAK KAVRAMA GÜCÜNÜ ZAYIFLATIYOR MU? Siz de parmaklarınızı çıtlatıyor musunuz? Peki parmak nasıl çıtlar ve bu hareketin zararları nelerdir? Birçok kişi stresli anlarda, sinirlen diğinde, panik içerisindeyken ya da ortada hiçbir şey yokken parmakla- rını çıtlatır. Bu eylem parmağını çıt- latan kişiyi rahatlatırken etrafında- kileri rahatsız edebilir ya da parmak çıtlatmanın bazı yan etkileri olabilir. Çıtlatma eylemi esnasında eklem bağlarına bir baskı uygulanır ve bu baskı kapsüllere etki eder. Basıncın etkisiyle kapsüllerin içeriğinde yer alan sıvı basıncında değişiklik meydana gelir ve gaz kabarcıkları serbest kalır. Yani patlar. Patlama esnasında da alışkın olduğumuz çıt sesleri meydana gelir. Bu yazımızda sizlerle parmak çıtlatmanın zararlarını, parmak çıtlatmayı nasıl bırakabileceğinizi ve parmak çıtlatmanın arkasında yatan nedenleri paylaşacağız. Parmak Çıtlatmak Zararlı mı? Her ne kadar bazı kaynaklar parmak çıtlatmanın ciddi bir probleme yol açmayacağını söylese de, ihtimal dahilinde olabilecek bazı zararları belirtmekte fayda var diye düşünüyoruz. İşte parmağınızı çıtlattığınızda oluşabilecek problemler: 4 Parmak çıtlatmak, kişide kavrama gücünde zayıflığa neden olabiliyor. 4Parmaklarınızı çıtlatmak bağlarınızın zarar görmesine neden olabilir. 4Uzun yıllar boyunca parmak çıtlatmak parmaklarınızın zayıflamasına ve ellerinizin gücünün azalmasına yol açabilir. 4Yapılan bir araştırmaya göre parmaklarınızı çıtlatmak eklemlerde şişliğe neden olabilir. 4Eklem kapsüllerinde yumuşak doku hasarı oluşabilir. 4Kemikleri birbirine bağlayan yumuşak dokularda hasar meydana gelebilir. 4Parmak çıtlatan kişilerin kavrama yeteneği parmak çıtlatmayan kişilere göre daha düşük olabilir. Parmaklarımızı Neden Çıtlatırız? 4Çok uzun süre yazı yazan insanlar yazıcı krampı denen sorun sonucu parmaklarını rahatlatmak için parmaklarını çıtlatabilirler. 4Stresli olduğumuz anlarda, önemli bir sınav öncesi ya da uzun süre ellerimizi kullandıktan sonra ellerimizdeki ağrıyı hafifletmek için parmaklarımızı çıtlatabiliriz. 4Bazen de belirgin hiçbir neden yokken sadece edindiğimiz bir alışkanlık olduğu için ya da gevşeyip rahatlamak için parmaklarımızı çıtlatabiliriz. Parmak Çıtlatmayı Nasıl Bırakabilirsiniz? 4Ellerinizi başka bir şeyle meşgul edin. Mesela elinizle kalem ya da bozuk para çevirmeyi öğrenin. Böylelikle hem kendinize zarar vermeyecek bir alışkanlık kazanmış olursunuz hem de parmaklarınızın gücünü ve koordinasyonunu arttırmış olursunuz. 4Hem parmaklarınızı hem de zihninizi meşgul edecek bir hobi edinin. Mesela resim yapın, yazı yazın, boyama yapın ya da yeni bir puzzle’a başlayın. 4Çantanızda el kremi bulundurun ve parmağınızı çıtlatmak istediğinizde hemen çantanızda kremi çıkarın ve ellerinize sürün. Böylelikle hem elleriniz meşgul olacak hem de yumuşak ve nemli ellere sahip olacaksınız. 4Yakın arkadaşınızdan ya da aile bireylerinden parmağınızı çıtlatmanız durumunda sizi uyarmalarını isteyin. Genellikle etrafınızdakiler parmağınızı çıtlattığınızın daha fazla farkında olurlar. 4Stres topu kullanmayı deneyin. Parmak çıtlatmanın size vereceği rahatlamayı stres topu ile sağlayabilirsiniz. 4Parmakları çıtlatma pozisyonuna getirip çıtlatmadan hafifçe esnetebilirsiniz. 4Parmak germe egzersizleri uygulayabilirsiniz. 49 SAĞLIK Eğer parmak çıtlatmalar bir alışkanlık haline geldiyse çok erken yaşlarda eklemlerde kireçlenme, yıpranmalar meydana gelebiliyor. Uzmanlar, parmak çıtlatmaların alışkanlık haline geldiğinde erken yaşlarda kireçlenmeye sebep olabileceğini belirterek, parmakları çıtlatmak yerine esnetmeyi öneriyor. Eklemin etrafındaki bağlarda zorlanmalar sonrası bağlarda iltihaplanmalar, bazen liflerde yırtıklar da meydana gelebiliyor. ÇITLATMA YERİNE ESNETME HAREKETLERİ Parmak çıtlatmalarının birçok sebebi var, bazen romatizmal bir hastalıktan kaynaklanabilir. Özellikle erken yaşlarda başlıyorsa altında hormonal ya da metabolik bir problem ya da erken yaşlarda başlayan romatizmal bir rahatsızlık var mı bunun araştırılması gerekiyor. Bazen psikolojik durumlarda da olabilir. İnsan gergin olduğu zaman özellikle duygusal olarak değişik travmalar ya da yoğun yük yaşadığı zaman özellikle parmak çıtlatma ihtiyacı olabilir. Fiziksel ve zihinsel olarak esnek olunursa sağlık durumunun da daha iyi olacağını vurgulayan uzmanlar, “Ellerimizdeki eklemlerin sağlığı için özellikle esnetme hareketleri yapabiliriz. Çıtlatma meydana gelmeden ellerimizi yavaş yavaş, acı vermeyecek şekilde her eklemi hareket ettirerek esnetme hareketlerini yaparsak kaslardaki gerginliği önleyebilir, eklemlerin arasındaki beslenmeyi daha kolay bir hale getirebilir ve tedavisi konusunda bir yol alabiliriz” diyorlar. ÇITLAMA SESİNİN SEBEPLERİ KİŞİYE GÖRE TEDAVİ YAPILMALI Fizik Tedavi Rehabilitasyon olarak eklemlerin yapısını bozan durumlarda çıtlama sesleriyle daha sık karşılaşılıyor. Eklem arasındaki boşlukta normalde bir gaz birikimi olur. Buna bağlı olarak ses meydana gelebilir. Bazen de eklem aralarındaki darlıklardan bu problemler kaynaklanabilir. Özellikle bazı vitamin eksiklikleri, romatizmal hastalıklar bunun sebebi olabilir. Parmak çıtlatmaların nedeni araştırılarak kişiye göre tedavi programı yapılması gerekiyor. Bu durumlarda önemli olan parmak çıtlatmaya sebep olan patolojik bir durum var mı? Bunu tespit etmek. Çünkü erken dönemde başlayan bazı iltihaplı hastalıklar, travmatik durumlar bunun bir sebebi olabiliyor. PARMAK ÇITLATMA ALIŞKANLIK HALİNE GELDİYSE ERKEN YAŞTA KİREÇLENME OLABİLİR Eğer parmak çıtlatmalar bir alışkanlık haline geldiyse çok erken yaşlarda eklemlerde kireçlenme, yıpranmalar meydana gelebiliyor. www.makaleler.com ÇOCUK 52 Bizim Adaletimiz Çok şerefli bir geçmişe sahip olan Türk milleti adaletli, hoşgörülü ve dürüst yönetimiyle tarihe geçmiş ender topluluklardan biridir. Bu gerçeği, Batılı pek çok tarihçi teyit etmektedir. Ayrıca bu gerçek, geçmişte Türklerin yönetiminde asırlarca yaşamış halklara mensup araştırmacılar tarafından da samimiyetle dile getirilmektedir. İki büyük Türk imparatorluğu olan Büyük Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu bu konuda akla gelen ilk örneklerdir. Bu imparatorlukların yönetimi altında asırlar boyunca yaşayan çeşitli halklar arasında gerçek adalet sağlanmış, toplumda barış ve hoşgörü hâkim olmuştur. SELÇUKLU’DA ADALETLE HÜKMEDEN HAKANLAR Türklerin İslamiyeti kabulüyle birlikte hakanların, padişahların yönetimi de İslam ahlakına göre olmuştur. Kuran’da Allah’ın bildirdiği adaleti uygulayan yöneticiler, bu tutumları neticesinde çok büyük başarılar elde etmiş, büyük fetihler gerçekleştirmiş ve İslam’ın yayılmasına önemli katkılarda bulunmuşlardır. İngiliz araştırmacı Sir Thomas Arnold, ‘The Preaching of Islam’ (İslamda Vaaz) adlı kitabında Hıristiyanların, Selçukluların bu tutumlarından dolayı, nasıl onların idaresi altına girmek istediklerini şöyle anlatmıştır: “İslam idaresi altında dini hayatın emniyette olduğu hakkındaki bu hisler, yine o devirlerde Küçükasya (Anadolu) Hıristiyanlarının, Selçuk Türklerini bir kurtarıcı sıfatı ile karşılamalarına vesile olmuştu... Hatta VIII. Mihail (1261-1282) devrinde, Küçükasya içerisindeki ufak kasabaların halkı, Bizans İmparatorluğu’nun istibdadından kurtulmak ümidi ile Türkleri kasabalarının işgali için davet etmişlerdi. Hatta bu halk arasında zengin veya fakir birçok kimseler, o zamanki Türk Milli sınırları içerisinde göç etmeyi bile göze almışlardır.” Bu büyük Türk İmparatorluğu’nun en parlak devrinde yönetimde olan Melikşah, Kuran’ın hükümlerini uygulama konusunda oldukça hassas davranmıştır. Ele geçirdiği topraklardaki halka karşı büyük bir hoşgörü ve merhametle yaklaşmış, bunun neticesinde de fethettiği ülkelerin halkları tarafından büyük bir sevgi ve saygıyla anılmıştır. Ermeni tarihçisi Urfalı Mathiu, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu şu şekilde anlatır: “Melikşah’ın saltanatı Allah’ın lütfuna mazhar oldu. Hâkimiyeti uzak ülkelere kadar yayıldı ve Ermenilere huzur verdi. Kalbi Hıristiyanlara karşı şefkatle dolu idi. Geçtiği ülkelerin halklarına karşı bir baba gibi davrandı. Birçok şehir ve vilayetler kendi arzuları ile onun idaresine girdi; bütün Rum ve Ermeni beldeleri onun kanunlarını tanıdı.” TÜRK-İSLAM ADALET VE HOŞGÖRÜSÜ Tüm tarafsız tarihçiler Melikşah’ın adaletini ve hoşgörülü tavrını içtenlikle dile getirmektedirler. Onun hoşgörüsü kitap ehlinin kalbinde de kendisine karşı bir yumuşama oluşmasına vesile olmuştur. Hatta bu nedenle tarihte eşine az rastlanır şekilde, birçok şehir kendi isteğiyle Melikşah’ın idaresi altına girmeyi kabul etmiştir. Sir Thomas Arnold’ın yine aynı kitabında yer alan, 2. Haçlı seferine VII. Louis’in özel kâtibi olarak katılan St. Denis Manastırı mensubu Odo de Diogilo adlı rahibin anılarında, Müslümanların hangi din mensubu olursa olsun herkese karşı nasıl adaletli davrandıkları tüm şeffaflığıyla şöyle anlatılmaktadır: “Eğer Müslüman Türklerin kalplerine, o sefaleti ve felaketi görerek, bir acıma duygusu gelmemiş olsaydı, geri kalan Haçlı kafilesinin durumu çok feci olurdu. Türkler, bu biçarelerin yaralılarına baktılar, fakirlerini cömertlikle beslediler ve sıkıntıdan kurtardılar. Hatta bazı Müslümanlar, Rumların tehdit ve hile ile hacılardan koparmış olduğu Fransız paralarını satın alarak ihtiyacı olan hacılara verdiler. Aynı dinden olmayanların bu koruyucu muameleleri ile dindaşları olan ve kendilerini ağır işlerde kullanan, döven, dolandıran Rumların hareketleri, Hıristiyan hacıları arasında, öyle bir karşılaştırma vesilesi oldu ki, bunlardan pek çoğu kendi istekleri ile kendilerini kurtaran Müslümanların dinini kabul ettiler.” 2. Haçlı Seferi sırasında yaşananları anlatan Odo de Diogilo, Müslümanların gösterdiği hoşgörülü, şefkatli ve adil tutumun nasıl güzel sonuçlara vesile olduğunu da şu satırlarla aktarmıştır: “Kendilerine karşı zalimce davranan dindaşlarından sakınarak, imansız telakki olunan, fakat haklarında gayet yumuşak ve şefkatle muamele edenlerin arasına emniyetle girdiler. Ve işittiğimize göre, Türkler çekilirken 3 bin kadarı da onlara katılmıştır… Gerçekte Müslümanlar, ifa ettikleri hizmetle yetinerek, bunlardan hiçbirisini dinlerini terk etmeye zorlamamışlardı.” Tarihçiler tarafından yazılan bu satırlar İslam ahlakının savaş ya da zorluk döneminde de adaleti emrettiğini göstermektedir. Türklerin -tüm dünyanın zorba imparatorlarla yönetildiği, zulmün hüküm sürdüğü bir dönemde- gösterdiği bu üstün ahlak, Kuran’a olan bağlılıklarının ve yüksek karakterlerinin bir göstergesidir. Bu nedenle de, Türklerin karşısındaki millet ya da topluluk her ne kadar İslam’a karşı önyargılı da olsa, bu güzel Müslüman ahlakına şahit olduktan sonra aynı Haçlı Ordusu’ndaki Hıristiyanlar gibi kalplerinde İslam’a karşı bir yumuşama, sevgi oluşacaktır. Fatih Sultan Mehmet döneminde yapılan fetihlerle imparatorluk üç kıtaya yayılmış, İstanbul’un fethi ise bir çağın kapanıp, yeni bir çağın açılmasına neden olmuştur. Bu fetih Osmanlı’da olduğu gibi, Avrupa tarihinde de bir dönüm noktasıdır. İstanbul’u olağanüstü bir askeri deha ile fetheden ve böylelikle dünyada bir çağı değiştiren Fatih, gittiği her yeni ülkeye İslam’ın adaletini ve hoşgörüsünü götürmüştür. Fatih Sultan Mehmet’in kitap ehline karşı olan hoşgörüsü günümüze kalan birçok anlaşmalarla da belgelenmiştir. Onun İslam ahlakından kaynaklanan hoşgörüsünden Hıristiyan, Yahudi, Ermeni, Süryani her dine mensup insan payını alıyordu. Bu nedenle Fatih’in padişah olduğu süre boyunca birçok yabancı millet onun yönetimi altına girmekten büyük bir memnuniyet duymuştu. Bizanslı yönetici Büyük Düka Notaras’ın “Bizans’ta Latin şapkası görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederim” şeklindeki sözü de bu gerçeği teyit eder niteliktedir. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi, ilk başlarda gayrimüslim halk arasında büyük bir korkuya neden olmuştur. Baskılara ve saldırılara maruz kalacaklarını düşünen bu kişilerin büyük bir bölümü ya firar etmiş ya da Ayasofya’da toplanmıştır. Ancak Fatih Sultan Mehmet onlara hoşgörü ve adaletle yaklaşmış, her türlü korkudan uzak olarak evlerine dönmelerini ve işleriyle rahat bir şekilde uğraşmalarını istemiştir. Onlara dinleri konusuda hiçbir baskı yapmamış, aksine birçok din mensubunu büyük bir hoşgörüyle karşılayarak, dinlerini rahatça yaşayabilecekleri bir ortam hazırlamıştır. Sarayda Müslüman ve Hıristiyan bilginler yan yana yaşamış ve her türlü ilmi konuyu büyük bir müsamaha ile tartışmışlardır. Fatih Sultan Mehmet, Hıristiyanlığı bir Hıristiyan aracılığıyla tanımaya çalışmış ve Patrik’e İsa cemaatine bir “temin-i hukuk” (modus-vivendi) tesis ettiğini belirten bir ferman vermiştir. Fatih, Patrikhane’ye çok geniş imkanlar tanımış, böylece Patrikhane ilk defa Türkler zamanında bir muhtariyete kavuşmuştu. Batı ve Doğu kaynaklarından yararlanarak fermanın bir örneğini yayınlayan tarihçi Hammer, Padişah’ın, Patrik’e gönderdiği beratta şunların yazılı olduğunu belirtmektedir: TARİH 52 Osmanlı devletinin hükümranlığı zamanında fethedilen tüm bu topraklarda her dinden ve her görüşten insan barış ve hoşgörü içinde yaşamış, hiç kimseye dininden, dilinden ya da ırkından dolayı zulmedilmemiştir. “Kimse Patrik’e tahakküm etmesin: kim olursa olsun, hiçbir kimse kendisine ilişmesin: Patrik ve maiyetinde bulunan büyük rahipler, her türlü genel hizmetlerden süresiz olarak affedilmiş olsunlar.” Fatih Sultan Mehmet fethin ardından hemen gayrimüslim azınlıkların hukuki haklarıyla ilgilenmiş ve Rum-Ortodoks Patrikliğine Gennadius’u getirerek, onlarla bir anlaşma yapmıştır. Galata’da yaşayan kitap ehliyle yaptığı anlaşmada ise, Galata kiliselerine el konulmayacağı, mescid haline getirilmeyeceği, ibadetlerine karışılmayacağı ve hiçbir gayrimüslimin zorla Müslüman yapılmayacağı teyit edilmektedir. Aynı döneme ait bir başka anlaşmada ise ruhani reislerin bundan önce nasıl “metropolit” sıfatı taşıyorlarsa, öylece devam etmelerine izin verildiği görülmektedir. Fatih Sultan Mehmet, Hıristiyanlığın yanısıra Yahudilerin haklarına da sahip çıkmıştır. Onlara da Hahambaşıları liderliğinde kendi havralarına sahip olma ve dini hizmetlerini serbestçe yürütme hakkı tanımıştır. Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı döneminin ilk Hahambaşısı olan Moşe Kapsali’yi huzuruna davet ederek, kendisine iltifatta bulunmuş ve Yahudilere ait davaları görmek için bir ferman vermiştir. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethiyle başlayan bu ilerleme, Fatih’ten sonra gelen padişahlar tarafından da devam ettirilmiştir. Osmanlı orduları iki kez Viyana kapılarına dayanmış, Sırbistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Eflak, Boğdan başta olmak üzere Balkanlar baştan sona fethedilmiş, Macaristan Osmanlı himayesine girmiş, Osmanlı denizlere açılmış, Karadeniz Türk gölü haline getirilmiş, Mora yarımadası, Rodos, Girit, Sakız gibi birçok Ege adası alınmış, Kafkasya ele geçirilmiş, Bağdat, Tebriz, Yemen, Suriye, Irak, Lübnan, Mısır, Filistin, Kudüs, Fas, Tunus, Cezayir, Doğu Anadolu, Baharat Yolu, Lehistan gibi daha pek çok yer Türk toprağı haline gelmiştir. Fethedilen tüm bu topraklarda her dinden ve her görüşten insan barış ve hoşgörü içinde yaşamış, hiçkimseye dininden, dilinden ya da ırkından dolayı zulmedilmemiştir. Aksine farklı inançlara, geleneklere, törelere sahip insanlar, aralarında hiçbir anlaşmazlık olmadan, Osmanlı’nın adil yönetimi altında huzur içinde senelerce birarada yaşamışlardır. www.osmanli.com.tr GAZİLER Başlarında kalpağı Onbaşısı albayı Seviyorlar bayrağı Buralıdır gaziler Uhut, Hendek, Bedir’de Antep gibi şehirde Bakın Seddülbahirde Korelidir gaziler Paşasıyla eratı Kazanmışlar beratı Hiçe sayarlar hayatı Berelidir gaziler Beşparmak Dağlar’ında Gabar’ın yollarında Gurbetin illerinde Oralıdır gaziler Altmış yetmiş olsa yaş Kalmaz taş üstünde taş Şehitlerle arkadaş Törelidir gaziler Osman ŞİŞİK Bolvadin Ceza İnfaz Kurumu İzleme Kurulu Başkan Yardımcısı Göğsünde madalyası Sıralıdır gaziler Memleket sevdalısı Yaralıdır gaziler T..... 54 Çocukların Eğlencesi Oyuncaklar Oyuncak, çocuklar ve içindeki çocuğu öldürmemiş olan yetişkinler için oldukça önemli bir eğlence, öğrenme ve gelişim aracıdır. Peki oyuncak nedir? Nasıl dünyamıza girdi? Oyuncak, oyun aracı olarak kullanılan her türlü nesneye denir. Bu tanıma göre, minyatür bir elektrikli tren ya da elektronik bir uzay aracı kadar, mısır koçanından yapılma bir bebek ya da iple çekilen bir teneke kutu da oyuncak sayılır. At başı takılmış sopalar ortaçağda çocukların sevdiği oyuncaklar arasındaydı. Bunlara zamanla dört tekerlek ve eyer eklendi. Çocuklar, tekerlekli ya da sallanan atlara karşı günümüzde de ilgi göstermektedir. Oyuncağın Tarihçesi Osmanlılar döneminde İstanbul’un Eyüp semti oyuncak yapım merkeziydi. Eyüp, çemberleri, tahta arabaları, topraktan testi biçimindeki düdükleriyle ünlüydü. Sus, Lagaş ve Pompei gibi eski kentlerde yapılan kazılarda bulunan bebekler, pişirilmiş topraktan minyatür ev eşyaları, çeşitli hayvancıklar, tekerlekli küçük arabalar ve askerler, oyuncağın binlerce yıllık bir geçmişi olduğunu gösterir. Eski Yunan’da çocuklar, iple çekildiğinde kuyruk sallayan ya da ağzını açıp kapayabilen tahtadan hayvanlarla oynamaktan çok hoşlanırdı. Kolları, bacakları hareket edebilen, boyanmış kilden bebekleri de vardı. Eski Mısırlı çocukların yassı tahtadan bebeklerinin başını saç yerine boncuk dizileri süslerdi. Bugün de olduğu gibi çocukların yüzyıllardan beri sevgiyle oynadıkları bebekler onlar için hem arkadaş, hem oyun aracıdır. Kilden, avuçta biçimlendirilerek yapılan ilk toplar zıplamıyordu. Çocuklar bu topları yerde yuvarlayarak oynardı. Fırlatılan toplar ise ya yünden ya da sazdan yapılırdı. Bebekleri eğlendirici saplı çıngırakların da tarihi çok eskidir. Yeni yürüyen çocuklar bugün olduğu gibi eskiden de çıngıraklı çemberlerden ve iple çekilen arabalardan hoşlanırdı. Bilye ve aşık ise küçüklerin olduğu kadar büyüklerin de sevdiği oyun araçlarıydı. Eski Çin’de demir bilyeler vardı. Daha sonra Hollanda, Almanya, İngiltere ve ABD’de akik, taş, mermer, kil ve renkli cam bilyeler yapıldı. 18. yüzyıldan başlayarak dans eden, şarkı söyleyen hatta yazıp çizen kurmalı oyuncaklar yaygınlaşmaya başladı. “Genç Yazar” olarak adlandınlan mekanik bir oyuncak 50 sözcük kullanarak mektup yazabiliyordu. Kurmalı palyaço, balerin ve maymunlar, kurmalar tükeninceye kadar tüm hünerlerini ortaya döküyordu. Bundan başka, kurulunca öten, başını sağa sola çeviren ve kanatlarını çırpan küçük kuşlar da yapılmıştı. 18. yüzyılda Avrupa’da tahta, fildişi ve gümüşten minyatür süs eşyalarını sergilemek amacıyla oyuncak evler yapıldı. Bunların en güzel örnekleri Hollanda’da üretiliyordu. Bir tarafı açık, kutu şeklindeki bu evlerdeki oyuncak mutfak ve odalar çocukların da ilgisini çekmekte gecikmedi. Özellikle oyuncak yapımında önde gelen Alman kentlerinden Nürnberg’de üretilen oyuncak mutfaklarda tabak, çanak, tencere, çaydanlık gibi her çeşit mutfak eşyası vardı. Osmanlılar döneminde İstanbul’un Eyüp semti oyuncak yapım merkeziydi. Eyüp, çemberleri, tahta arabaları, topraktan testi biçimindeki düdükleriyle ünlüydü. Oyuncak beşikler ve karyolalar daha önceleri de yapılırdı. 18. yüzyılda kullanılmaya başlayan bebek arabalarının hemen ardından oyuncak bebek arabaları ortaya çıktı. Kilden ve sırlanmış taştan yapılmış oyuncak askerler yüzyıllar öncesinin oyuncaklarıdandır. 18. yüzyıldan sonra ise kurşun askerler yapıldı. Önceleri Prusya Kralı Friedrich’in zaferlerini kutlamak amacıyla Nürnberg’de boyalı ve boyasız kurşun askerler yapılmıştı. Sonraları günümüzün kurşun askerlerine benzeyen oyuncaklar ortaya çıktı. Gerçek savaşlar oyuncak askerlerin üniforma ve silahlarına da yansıdı. İlk oyuncak silahın 10. yüzyılda yapılmış olan mancınık olduğu söylenir. Yapı temelleri ve metro için tüneller kazılırken Paris’teki Sen ve Londra’ daki Thames ırmaklarının yataklarında 16.yüzyıldan kalma oyuncak silahlar bulundu. Mantar tabancalan ise 19. yüzyılda ortaya çıktı. Anayurdu Çin ve Japonya olan uçurtma, bu ülkelerde hâlâ batıda olduğundan daha yaygındır. İlk balonlar Avrupa’da yapıldı. Shakespeare çağında bile çocuklar hayvan bağırsağından yapılma balonlarla oynuyordu. 19. yüzyılda gerçekleşen bilim alanındaki yeni buluşlar ilginç oyuncakların ortaya çıkmasına yol açtı. Bunlardan renkli küçük cam parçalarını simetrik bir geometrik desen halinde yansıtan aynalardan oluşan kaleydoskop 1816’da bulundu. 19. yüzyıla kadar elle ya da kalıplara dökülerek yapılan oyuncaklar, bu tarihten sonra makineler aracılığıyla üretilmeye başladı. Böylece oyuncak yapımı hızlandı. Daha çok sayıda ve ucuz oyuncak üretildi. Gündelik yaşamdan esinlenen oyuncak yapımı 20. yüzyılda büyük bir çeşitlilik ve gelişme göstererek başlıca sanayi kolları arasına girdi. 1900’e kadar zemberekli mekanizmalarla ve buharla çalıştırılan mekanik oyuncaklar bu tarihten sonra elektrikle çalıştırılmaya başlandı. Rayları, tünelleri, uyarı ışıkları, lokomotifleri ve vagonlarıyla gerçek trenin tıpkısı minyatür elektrikli trenler çocuklar kadar büyüklerin de ilgisini çekti. 20. yüzyılın sonuna doğru, uzay araştırmaları alanındaki gelişmelere paralel olarak uzay gemisi ve astronot türünden elektronik oyuncaklar yapıldı. Elektromagnetik komutlarla işleyen oyuncaklar çocukların ilgi odağı durumuna geldi. www.kisiselbasari.com am nm a l ş o H dan Şaka Biraz tebessüm.. . Nasreddin Hoca çarşamba pazarında gezintiye çıkmış. Dolaşırken birden ensesinde bir tokat hissetmiş ve kendini yerde bulmuş. Hemen kalkmış arkasına bakmış, bide ne görsün iri yarı bir adam. Nasreddin Hoca: Bana sen mi vurdun? Adam: Evet ben vurdum.. Nasreddin Hoca: Şakamı yaptın yoksa gerçek mi vurdun? Adam: Gerçek vurdum ne olacak..? Nasreddin Hoca: Haa… iyi öyleyse, ben şakadan hiç hoşlanmam da..! Etki tepki olayı Klasik tepki: “Sıraya geç kardeşim.” Neoklasik tepki: “Şeker kardeşim sıraya geçiver.” Realist tepki: “Sıra var.” Sürrealist tepki: “Sallandıracaksın bunlardan ikisini Kızılay’da bak bir daha yapabiliyorlar mı?” Romantik tepki: “Beyefendi galiba sırayı görmediniz.” Modern tepki: “Efendim insanımız eğitimsiz. Halbuki Avrupa’da...” Postmodern tepki: “Sırana geçsene birader!” Uzlaşımcı tepki: “Acelesi olmasa öne geçmezdi, üzmeyin garibi...” Devrimci tepki: “Altyapı sorunları çözülmeden halkımız sıraya geçmez. Devrim olunca herkes hizaya gelecek.” Kaderci tepki: “İki dakika fazla beklesek kıyamet mi kopar? Kısmetse hepimizin işi görülür.” Felsefeci (septik kuşkucu) tepki: “Ön ve arka kavramları görecelidir. O tarafın ön taraf olduğuna kim karar verdi? Öne geçtiğini zanneden, aslında arkaya geçmiş olabilir.” Kantçı tepki: “Efendim, algılanmayan şeyler yok demektir. Bakmayın o tarafa, adam yok olur.” Kötümser varoluşçu tepki: “Herkes bir gün ölecek. Onurlu bir şekilde bekleyin. Bir gün o adam da ölecek.” İyimser varoluşcu tepki: “Sıkmayın canınızı, şu anın tadını çıkarmaya çalışın. Bakın ne güzel hayattasınız ve birileri önünüze geçebiliyor.” Hümanist tepki: “İnsanlık bir bütündür. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için. Dolayısıyla birimiz öne geçince, aslında hepimiz öne geçmiş oluyoruz.” Ayı Beni Yedi Teyo Pehlüvan kahvehanede oturmuş, Zafer Pehlüvanın de kahvede olduğundan habersiz böbürlenerek anlatmaktadır. -Ola gardaş birgün dağda gezirem, tamda böyük bir kayanın dibinde garşıma bir ayi çıhmasın! Ayi benim kibi üç var, ama heç isdifimi bozmadım. Ola Teyo dedim gendi gendime bir ayıdan mi gorhacağsan. Başladık ayiyinan güleşmiye.... O beni alir yere vurir, sonra ben oni yerden yere vuriram, ne ayi pes edir, ne de ben pes diyirem. Aradan iki gün geçti, hele daha birbirimizin sırtını yere deydirmiş deyilih. Herkes işin sonunu merakla beklerken Zafer Pehlivan sert bir şekilde çıkışır. -Ola Teyo, sora ne oldu? Zaferi gören Teyo lafı dolaştırır, ne dediğini, nerede kaldığını unutur ve noktayı koyar: -Ne olacah ayi beni yedi! “İyi olmak kolaydır; zor olan adil olmaktır. En mükemmel adalet ise vicdandır.” Victor Hugo D E ĞERSİ Z İ NS A N YO K T UR D E ĞERİ N İ D ÜŞÜREN İ NS A N VARDI R