09.05.2014

Transkript

09.05.2014
1
SÖYLEŞİ
SAYI 3 • 9 MAYIS-16 MAYIS 2014 • WWW.BASNEWS.COM
HAFTALIK HABER GAZETESİ • FİYATI 2.5 TL
İran da petrol denklemine girdi
Enerji Bakanı Taner Yıldız
BasHaber’e konuştu:
Üçlü mekanizma
kurabiliriz
Kerkük-Yumurtalık ham
petrol boru hattının tamamı
kullanılıyor olsa bir yıl
boyunca oradan 1 milyar
TL’ye yakın gelir elde
edeceğiz. Bir milyar TL.
Türkiye için yaklaşık 500
milyon US dolar ve önemli
bir rakam.
➜ 11
T
ürkiye ve Kürdistan petrollerinin
dünya pazarına taşınması
konusunda sıcak gelişmeler yaşanırken
İran ile Kürdistan Bölgesi arasında
enerji anlaşması imzalandığı bildirildi.
➜ 10
FAYSAL DAĞLI
Petrolde yeni denklemler
Kürdistan yönetimi, İran ile yaptığı petrol anlaşmasını Bağdat’ın Erbil
üzerindeki baskı ve blokajını hafifletmek için kullanacaktır.
➜ 11
Rojava’da seçim hazırlıkları
S
eçime girmek için herhangi bir ön şart konmazken, hazırlanan
seçim evrakında, 18 yaşını dolduran herkesin sandığa gidebileceği
belirtiliyor. Adaylık konusunda ise 22 yaşını doldurmuş olmak ve
herhangi bir yüz kızartıcı suç işlememiş olma şartı getirildi.
➜ 14
Nilüfer Akbal
“Müzik Kürd
kimliğimin
ifadesidir”
➜ 16
Roman halkının
tarihsiz yolculuğu
Ayrımcı uygulamalara maruz kalan Romanlar, tarihlerinin kaydını umursamadan yolculuklarına
➜6
devam ediyor.
FERHAT KENTEL
HAMİYET ÇELEBİ
MİTHAT SANCAR
Erdoğancılık
Kadınların tarımsal miras
hakkı tehlikede
Avrupa’da ve Türkiye’de
demokrasi imtihanı
Muktedir kavramı bu yasa ile “ehil”
biçiminde yeniden hortlatılıyor.
Üyelik sürecine ve hedefine destek, hükümete eleştiri ve basınç.
Ne Atatürk Osmanlı padişahlarından
tam olarak kopmuş bir şahsiyet idi;
ne de Erdoğan Atatürk’ten...
➜9
➜8
➜ 10
SÖYLEŞİ
Barzani’nin hayatı
animasyon filmi oldu
BasNews (Haber Merkezi) –
Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesud
Barzani’nin yazdığı ve Doz Yayınevi tarafından iki cilt halinde Türkçe yayınlanan ‘Barzani ve Kürt Ulusal Özgürlük
Hareketi’ adlı kitaptan uyarlanan filmin
senaryosu Emrah Koyuncu’ya ait.
Kalabalık bir animatör grubu ve çok
sayıda teknik personelin yer aldığı projenin yönetmenliğini yapan Özgür Cengiz-Serkan Karakaş ve filmin yapımcısı
Rengin Elçi’yle, animasyon dizisine nasıl başladıklarını ve projenin ne aşamada olduğunu konuştuk.
Gazetemiz için filmin iki yönetmeniyle
röportaj yapan BasNews Türkçe Editörü Osman Mehmed de projenin seslendirilmesinde dublaj yönetmeni olarak
görev alıyor.
BasHaber - Mele Mistefa Barzani’nin
hayatını anlatan bir animasyon filmi
yapıyorsunuz. Öncelikle senaryo kime
ait, senaryo oluşumunda hangi kaynaklardan yararlanıldı? Bize yazma sürecinden söz edebilir misiniz?
Özgür Cengiz - Senaryomuzu Mesut
Barzani tarafından yazılan “Barzani ve
Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi” adlı,
iki ciltlik kitaptan yola çıkarak Emrah
Koyuncu yazdı. Bize yazılı halde geldi.
G
üney Kürdistan ulusal direnişinin lideri Mele
Mistefa Barzani’nin hayatı bir animasyon filmine konu oldu. Yapımı devam eden film, yakında
animasyon dizisi halinde yayınlanacak.
Bu anlamda kaynakları karşılaştırma
olanağımız olmadı. Animasyon, Mistefa
Barzani’nin hayatını ve mücadelesini anlatan 39 bölümlük bir dizi olarak tasarlandı. Daha sonra 26 bölüme indirdik.
Barzani’nin animasyonda işlediğiniz görüntüleri hangi dönemini
ve hangi yaşlarını kapsıyor?
Özgür Cengiz - Bütün animasyon
onun hayatı üzerine olduğu için filmimizin ilk bölümü Barzani’nin 3 yaşındaki haliyle başlıyor.
O görüntü de mevcut mu?
Özgür Cengiz - Evet. Aslında onunla
ilgili olaylardan ziyade o zamanın genel
problemleri; o dönemde ve Osmanlılar
2
döneminde Kürt halkının genel problemleriyle ilgili konuları işledik. Üç
yaşında bir çocukla ilgili anlatacağımız
fazla bir şey yok. Ama annesiyle birlikte
zindana atıldığı bir yer var, o kısımda
anlatımın etkili olduğunu düşünüyorum. Daha sonraki aşamalarda olaylar ve zaman atlayarak gidiyor. Kritik
anlara odaklandık. Özellikle abisi Şêx
Abdulselam’ın asılmasından sonraki
zamanlara. Böylece 10 yaşındaki halinden sonra ikinci bölümde 16 yaşından
başlattık. Çünkü 16 yaşında artık Barzani Aşireti içinde savaşçı olarak rüştünü
ispatlıyor.
Bu dizi Barzani’nin hayatının kaç
yılını kapsıyor?
Özgür Cengiz - İlk sezon 45 yaşına
kadar, ikinci sezon 45 yaşından ölümüne kadar geçen zamanı kapsıyor. Zaten
şu an ilk sezonun sonuna yaklaştık.
Fikirsel olarak veya teknik anlamda bu projede esinlendiğiniz animasyonlar oldu mu?
Özgür Cengiz - Animasyon işinde
konsepti oluştururken önce karakterlerinizin neye benzeyeceğine dair bir
yaklaşımla başlamanız gerekiyor. Her
şey elle çizildiği için önümüzde birkaç
alternatif vardı. Ya çizgi film şeklinde
yapacaktık örneğin Sinbad vesaire gibi,
ya gerçeğe biraz daha yakın yapacaktık veya tamamen gerçekçi yapacaktık. Türkiye şartlarında zaten gerçekçi
yapmak için gereken teçhizatımız yok.
Dolayısıyla ikinci seçeneği yani olabildiğince gerçeğe benzetme ve yaklaştırma yolunu tercih ettik. Bunu yaparken
özellikle Star Wars, Clone Wars seri-
3
SÖYLEŞİ
sindeki karakterlerin stilizasyonlarını
aldık.
Animasyonu kısaca anlatabilir
misiniz?
Serkan Karakaş - İlk olarak konseptler çiziliyor ve gösterim kabul ettiriliyor. Beğenildiği takdirde karakterler
yaratılıyor. Sonra modelci arkadaşlar
modelliyor. Üç boyutlu ortamda karakterleri var ediyorlar. Sonrasında animatör arkadaşlar tarafından dik dediğimiz
aşama gerçekleştiriliyor. Vücudun hareketleri, kemiklerin hareketleri, derinin kemiğin üzerinde oluşan hareketlerini yapan ayrı bir birim var. Son olarak
her şeyin bir araya getirildiği rander
(ışıklar, sahnedeki diğer efektler, arka
plan, ön plan) dediğimiz ve en çok zaman alan kısım başlıyor.
Mesela sizin en çok model çizimlerinde zorlandığınız karakter
hangisi?
ÖZGÜR CENGİZ - Mele Mistefa Barzani. Çünkü elimizde referans fotoğraflar olmasına karşın bu fotoğraflar
siydi. Şu an 13 bölümlük ilk sezonun sonuna geldik. Ancak bittikten sonra bazı
değişiklikler yapmamız gerekiyor. Bu
değişikliklerin ardından yayına hazır
hale gelmiş olacak.
Animasyon filminizi Kürtçe’nin
Kurmancî lehçesiyle yapıyorsunuz. Sanırım Kürtçe bilmiyorsunuz. Bu konuda sıkıntı çektiniz
mi?
Özgür Cengiz - Kürtçe yapılan seslendirmeleri kaydediyoruz. Animatörler sonradan ağızları kaydedilmiş bu
seslere uygun görüntü yapıyor. Tabi
anlamadığımız için bazı detaylarda
zaman zaman sıkıntı yaşayabiliyoruz.
Ama aramızda Kürtçe bilen arkadaşlar
olduğu için yardımcı oluyorlar. Ve biz
de yavaş yavaş öğreniyoruz.
Serkan Karakaş - Bizim de gözümüzden kaçıyor bazı şeyler. Tabii zor
bir iş. Bilmediğiniz bir dilde önemli,
tarihi bir konuyu işliyorsunuz. Aslında
çok kritik. Ama bir yandan yavaş yavaş
biz de öğrenmeye başladık. Hem Türk-
Barzani’nin belli yaşlarını kapsıyor.
Gençlik fotoğrafını bulmak çok zordu
bizim için. Bir de tabi tek bir fotoğrafını
bulmak yetmiyor. Üzerindeki elbisenin
dokusu, sarığını nasıl bağladığı, hangi
kumaştan olduğu, hareketleri ve bunun
yanında O’nun bir konuşma sırasında
ne tip mimik ve jestler yaptığı, nasıl
yürüdüğü… Tüm bunları da bilmek gerekiyor. Bu nedenle çok fazla referans
toplamaya çalıştık. Fotoğraflar, daha
önce yapılmış belgesel prodüksiyonlarından yola çıktık. Ve hepsini bir araya
getirerek tekrar can vermeye çalıştık..
Şöyle söyleyeyim sadece sarığını bağlama şekli için 15 gün uğraştık.
Peki animasyon ekibinde toplam
kaç kişi çalıştı? Bunlardan kaçı
modelci, kaçı konseptçi?
Özgür Cengiz - On kişi çalıştı. Bu on
kişiden üçü karakter modeli, ikisi kişi
entity (animasyonda mekanların, binaların, mimari yapıların, araç-gereçlerin
yapılmasından sorumlu kişi) olmak
üzere beşi model. Bir artist, bir konseptçi arkadaşımız çalışıyor.
Animasyon ne zaman yayınlanacak?
Özgür Cengiz - Bizim planımız ilk
sekiz bölümün ardından yayına girme-
çe hem Kürtçe metinleri takip ederek ve
diğer arkadaşlarımızın yardımıyla yapmaya çalışıyoruz.
Yani sesleri, konuşmaları, ağız
hareketleri Kürtçe diksiyona göre
yapılıyor?
Özgür Cengiz - Tabi aslına bakarsanız animasyonu yaparken hangi dil
olursa olsun ağzın hareketleri, hecelerin ağızdan çıkış şekilleri önemli. Dolayısıyla Türkçe olmuş Kürtçe olmuş pek
bir şey farketmiyor. Örneğin siz a dediğinizde her dilde ağzınızın şekli aynı
şekle bürünecektir. Yazılış farkı olabilir
ama o yüzden animatör arkadaşlarımız
o dilin, tabii burada kullanılan dil Kürtçe olduğun için Kürtçenin hecelerini
analiz ettiler. Ve bu hecelere uygun ağız
hareketlerini bulup kaydettiler
Serkan Karakaş - Ya da o dönem
kullanılan ama şu anda kullanılmayan
bazı sözcükler…
Özgür Cengiz - Haritasından eşyasına kadar her şeyi o dönemden almamız gerekiyor. Örneğin bir evin içini
dizayn ederken evin içinde ne olması
gerektiği danışmanlara sorularak belirleniyor… Ayrıca Dizimizin müzikleri
de orijinal. Sadece bu dizi için yapılmış
besteler var. Özellikle Barzani’nin ana
tema müziği. Ve her bölümde karşılaştığımız dramatik-trajik öğeler, heyecan,
aksiyon gerektiren öğelerin her biri için
farklı tema müzikleri bestelendi.
Barzani’nin hayatını animasyon
dizi yapma fikri kimden ve ne
zaman çıktı? Bu proje ne zaman
olgunlaşmaya başladı? Senaryo
süreci nasıl gelişti? Bu süreci bize
anlatabilir misiniz?
Rengin Elçi (Yapımcı) - Kürdistan Bölgesi Başkanı Sayın Mesud
Barzani’nin, Kürt Hareketi ve Barzanilerle ilgili kitabını okuduğumda bunun
mutlaka diğer parçalardaki Kürtlere,
özellikle de yeni nesle, çocuklara bir
şekilde anlatılması gerektiğine inandım. Ve bunun hikayesini çıkardım. O
iki ciltlik kitaptan önce de Mele Mistefa
Barzani’nin hayatına dair bilgim vardı.
Kökleri eskiye dayanan bir aile Barzaniler. “Barzanicilik” diye bir olgu var.
Rahmetli babam da peşmergeydi. Ben
açıkçası bu mücadelenin bilinmesi gerektiğine inandım. Bu konu üzerinde
çalışırken o iki ciltlik kitapta anlatılanların da öncesine gittim. Daha sonra
en etkili şekilde nasıl yapabilirim diye
düşünürken aklıma 3D animasyon, çizgi film, belgesel ve dizi şeklinde fikirler
oluştu. Sonra üçünü birleştirmeye karar verdim.
Ne zaman oluştu bu fikir?
Rengin Elçi - Yaklaşık dört sene
önce olgunlaşmaya başladı zihnimde.
Hikâyesini çıkardım. Birkaç arkadaşımla görüştüm. Yapılabilir mi yapılmaz mı, nasıl yapılır… Yukarıda bahsettiğim üç tekniği birleştirmek ciddi
anlamda bir finansman gerektiriyordu.
Onun haricinde ciddi bir araştırma ve
ekibe ihtiyaç vardı. Açıkçası Türkiye’de
bunu üstlenecek bir ekibin olabileceğini düşündüm. Ama bulamadım. Onun
haricinde Meksika ile irtibata geçtim.
Meksika’dan konuyu anlatan bir iki
adet demo istedim. Onlardan da memnun kalmadım.
Niçin memnun kalmadınız?
Rengin Elçi - Çünkü benim istediğim
şekilde yapamıyorlardı. Öncelikle buna
dair daha önce yapılmış, Kürt kültürünü yansıtan bir çizgi film projesi örneği
yoktu. Kürt yöresel kıyafetleri hakkında
bilgileri yoktu. Bir ara Çin’de yapabileceğimi düşündüm. Fakat sonra vazgeçtim, çünkü kültür farkı var. Bir de çekik
modeller de yapabilirlerdi bana. Tabi
bunun öncesinde Güney Kürdistan’da
birkaç yere danıştım. En sonunda bir
parlamenter ve Sınır Tanımayan Gazeteciler Derneği’nin Kürdistan temsilcisi vasıtasıyla sayın Sirwan Barzani
ile irtibata geçtim. Beni Sirwan Barzani
ile tanıştırdılar. Kendisi de bu projeye
sıcak baktı. Bir görelim dedi. Emrah
Koyuncu ve ben başta olmak üzere bir
ekip kurup senaryoyu hazırladık. Senaryo hazırlandıktan sonra bir demo
yaptık. Demoya onay gelince başladık.
Sözleşmeler yapıldı.
Senaryo veya proje aşamasında
bu projeyi Türkiye’de gerçekleştiriyor olmaktan kaynaklanan sıkıntılar oldu mu?
Rengin Elçi - Evet, önce biz bir ekiple
anlaşmaya gittik. Ekibi kurduk, bir şeyler hazırladık. Yalnız senaryonun özüne
indiklerinde bir çok kişi çekildi. Ben bu
çekilmeyi ırkçı bakış açılarına yordum.
Bir çok yer bizi reddetti, biz böyle bir
projeye imza atmayız diye. Bu tür sorunlar oldu. Onun haricinde biz kendi
halimizde çalışıp durduğumuz için hiç
bir yere zararımız yok. Yalnız ekip içinde şöyle bir gelişme de oldu. Çalıştığım
kişilerin çoğu Türk. Ama İranlı, Kürt ve
Rus da var. Bir çok yerden Amerikalı,
Meksikalı insanlarla ortaklaşa çalıştığımız insanlar var. Bu insanlar Mustafa
Barzani’yi tandıkça, hayranlık duymaya başladılar.
GÜNDEM
SÖYLEŞİ
Artık Kürdleri
susturamazsınız
RONYA ŞERAN
Yerel seçimlerin sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? BDP ne
durumda Kürdler ne durumda?
Çok açık ve dürüst söylemek gerekir ki,
şahsen beklentim daha yüksekti. Aldığımız sonuçların çok başarılı bir sonuç
olduğunu söyleyemem. Belki partinin bu yönde bir açıklaması olmasa
da, yıllardan beri siyasetin içindeyiz.
Oyumuzun artışında farklı bir şey yok.
Ama belediye artışı açısından önemli bir kazanım var. Büyük şehir olan
yerlerde beldeler çoğu ortadan kalktı. Beldeler olsaydı bu gün yirmi otuz
belediyemiz daha olacaktı. Mardin,
Diyarbakır ve Van büyük şehir olduğu
için beldeler ortadan kalktı. Burada
Mardin’in hemen hemen birçok beldesini alabilecek güce sahiptik. Ama
Türkiye genelinde ve Kürdistan’da
aldığımız oylara baktığımızda bir fark
olmadığını görüyoruz. Bizim için süreç daha önemliydi. Kürtlerin birliğinin oluşması, Ortadoğu’da Rojava’da
gelişen olaylar artık Kürdlerin bir halk
olarak, yönetim anlayışına uygun bir
çıkışı yapması gerektiğini gösteriyordu. Çok başarısız olmasak da çok başarılı olduğumuzu söyleyemeyiz.
Sonuçlarla ilgili parti olarak müzakere yaptınız mı?
Tabi ki eksiklerimizi gözden geçirmemiz lazım; parti olarak halk olarak,
yönetimler olarak. Bütün bu eksiklerin
nedenini araştırmamız lazım. Niye beklediğimiz oyu alamadık? Bunun tartışmasını çok ciddi yapmamız lazım. Eğer
biz geçiştirirsek, nedenlerini açık bir
şekilde önümüze koymasak, doğru bir
anlayış geliştiremeyiz. Eksiklikleri tartıştığımızda yeni bir dönemi yani Kürd
halkının birlikteliğini sağlayacağız. İnanıyorum ki partimiz bütün bu eksiklikleri, yüksek oy bekleyip almadığımız
yerlerin nedenlerini her halde masaya
yatıracaklar. Bundan kuşkum yok ki
mutlaka yapılması lazım. Bu konuda da
bir hazırlığın yapıldığını görüyoruz.
Sizce eksik neydi? Neden böyle
bir sonuç çıktı?
Ben şöyle düşünüyorum; ikna olmayacak insanımız yok, yeter ki ona gidelim
yeter ki onun fikrini alalım. Bir seçim
yaptığımız zaman, bir görevlendirme
yaptığımız zaman halkımız ona nasıl
bakıyor? Bunu çok ciddi bir şekilde
halkla paylaşarak siyaseti yürütmemiz
lazım. Ama bizim birçok komisyonun
halkla çoğu şeyi paylaşmadığını inanıyorum. Yani burada eksikliklerimiz var,
eğer gerçekten bu işi yapacak veyahut
emek vermiş insanları birikimiyle toplum içinde ki konumuyla biz değerlendirirsek halkımız bunu kabullenir. Ama
“Ben yaparım. Ben biliyorum. Ben istediğimi getiririm. İstediğimi encümen
yaparım.” mantığıyla yaklaşırsanız burada ister istemez halkın düşüncesine
halkın isteğine başvurmadığınız için
4
M
ardin Büyükşehir Belediyesi Eş başkanı Ahmet Türk ile
30 Mart yerel seçimlerinin Kürd siyasetindeki yansımasını konuştuk. BDP ve HDP’nin 30 Mart seçimlerinde
aldığı oyun beklentilerinin altında olduğunu ifade eden
Türk, “seçimlerde çok başarılı olduğumuzu söyleyemeyiz” diyor.
halk burada bir tepki gösterir ve bir kırılma yaşanır. Nusaybin ve Kızıltepe’de
seçime katılım oranının yüzde yetmişin
altında olduğunu biliyoruz. Bunların
nedenini araştırmasanız doğru bir cevap bulamasınız. Burada bir kırılma var
burada bir hoşnutsuzluk var. Mardin’de
en az kişinin kullanıldığı yerde yüzde
seksene yakın kulanım oranı var ama
Nusaybin, Kızıltepe gibi politize olmuş
büyük ilçelerimizde yüzde altmış beş
oy kullanma oranı var. Bunun nedenini çok iyi araştırmak lazım. Ama burada polemiğe de girmek istemem. Basın
önünde de konuşmak istemiyorum.
Ama partimizde bilmeli ki eksiklikler
var. Bunları gidermek için de hemen
halkla diyaloğa geçmek lazım.
Bundan sonra nasıl bir yol haritası izlenilecek?
Ben bir belediye başkanıyım, hizmet
alnında görev yapıyorum. Merkezimiz
var parti meclisimiz var milletvekillerimiz var. İnanıyorum ki kongre süreçlerinde bunlar değerlendirilecek,
düşüncelerimizi söyleyeceğiz. Ama
şimdi bir belediye başkanı olarak onların yerine geçip bir şey söyleme hakkını kendimde görmüyorum. Hepimizin mücadelesi özgür demokratik bir
gelecek. Nasıl bir yol olacağını merkez
ürütme kurulumuz belirleyecek.
Mardin’de nasıl bir tablo var, ne
umut ediyorsunuz?
Mardin sadece Türkiye’nin değil
Ortadoğu’nun en kadim şehri. Bir çok
kültürün inancın birlikte yaşadığı bir
kent. Bir taraftan Rojava’ya bir taraftan Kürdistan’a komşu. Hem stratejik
yapısıyla hem de çok kültürlü yapısıyla önemli bir kent. Bu farklılıkları
güvence altına alan farklılıkları fırsat
gören bir yaklaşımla hareket edeceğiz.
Bu gün Suriye de bir savaş var, sonuçta Suriye yeniden yapılamayacak. Ama
burada Mardin’in önemi çok büyüktür. Sanayi ticaret şehri yapabilirsek
Suriye’nin yeniden yapılanmasından
önemli bir rol alacağız. Stratejik konumuyla Mardin’i bu olaylara öncülük
edecek konumlara getireceğiz.
Belediye binası konusunda bir
sıkıntı yaşadığınızı gördük. Başka nasıl sorunlarınız var?
Sıkıntı sadece bu değil. Mardin belediyesi büyük şehire dönüştü. Ama bizim
kazanacağımızı gördüklerinden, belediye binamızı bile Artuklu’ya devretmişler. Özel idarenin binası var hazine arazisi üzerine bina yapılmış tamam ama
milyonlarca para harcanmış. Bunların
bir çoğunu hazineye dönüştürülmüş.
Biz bu gün bu haksızlığı ortadan kaldırmaya yönelik çalışma yapıyoruz. Biz bu
sorunları valilikle bir uzlaşmayla çözmek isteriz. Ama bu halkın malını da
kolay kolay kimseye yedirmeyiz.
5
SÖYLEŞİ
KÜLTÜR
Shakespeare varsa Xanî de var
İLYAS ENGİN - DİYARBAKIR
Ehmedê Xanî’nin 17. Yüzyılda kaleme aldığı Mem û Zîn destanı,
Diyarbakır’da Müzikal olarak tiyatro severlerle buluşacak. Cemilpaşa
konağında ilk defa mekan tiyatrosu
formunda sahnelenecek olan oyunun
yazarı Kawa Nemir, “İngiliz edebiyatında Shakespeare neyse, Kürd edebiyatında “Mem û Zîn” odur” diyerek
destanın önemine vurgu yaptı. Oyunun sanat yönetmeni Rüknettin Gün
ise, Mem û Zîn’in Ehmedê Xanî’nin
Kürdistan aşkı olduğunu söyeldi.
Diyarbakır Büyükşehir Belediye Tiyatrosu, Ehmedê Xanî’nin Mem û Zîn destanını sahneye taşıyor. Müzikal olarak
tiyatro severlerle buluşacak olan Mem
İngiliz edebiyatında Shakespeare neyse, genelinde doğu, özelde ise Kürd
edebiyatında Mem û Zîn odur diyor.
Sadece metnin çevrisinin 10 aylık zaman diliminde gerçekleştirildiğini belirten Nemir, “Metinleri işlerken 70
tablo çıktı karşımıza. Her tabloya bir
sahne düşünüldüğünde çok muazzam
bir eser karşımıza çıkıyor. Zengin bir
hikaye, hem Kürdler, hem de dünya
edebiyatı için çok önemli bir eser” ifadelerini kullandı.
Xanî’nin politik derdi vardı
Dünya tarihinde edebiyat destanlarının toplumların uluslaşma açısında
önemli bir yere sahip olduğunu hatır-
mekan tiyatro formunda sahneleneceğini söyledi. Oyunda toplam 45
karakterin bulunduğu anlatan Gün,
müzikalde 7 kişilik orkestranın görev
alacağını söyledi. Oyunun sahneleneceği tarihi Cemilpaşa konağının tümünün sahne olarak kullanılacağını
belirten Gün, “Tiyatro genellikle seyir
edilen ve seyir eden şeklinde düzenlenirdi. Bu defa farklı olacak. Seyircide
oyunun içinde, oyunu yaşayacaklar.
Mekanın tümünü kullanacağız” diye
konuştu.
Destanın bugüne kadar böyle bir form
ile izleyici karşısına çıkmadığını söyleyen Gün, büyükşehir belediyesi olarak 2 müzikal tiyatro hazırladıklarını
biridir. Geçmişte Evdalê Zeynikê, Binewşa
Narîn gibi hikâyeleri sahneye taşımıştık.
Bu yıl ise Mem û Zîn’i müzikal formatta
ve mekan tiyatrosu formunda düşündük.
Hikayenin diğer bir özelliği güncelliğini
koruyor olması. Metnin kendisi politik bir
metin. Ehmedi Xanî’nin kendi söylemi bu.
17. Yüzyılda Xanî bir Kürd edebiyatçı olarak, Mem û Zîn’i, Kürdlerin tarihsel olarak
o günkü konumunu, durumunu göz önünde bulundurup kaleme aldığını anlatıyor.
Xanî, Mem û Zîn’den kendisinin Kürdistan aşkını anlattığını belirtiyor. Mem û Zîn
aşkı, aslında Ehmedi Xanî’nin Kürdistan
aşkıdır” dedi.
FOTO RAMAZAN YAVUZ
û Zîn destanı, ilk defa mekan tiyatrosu
formatında sahnelenecek. Mem û Zîn
oyununuzda staranbêjlerin yanı sıra,
hikaye anlatıcıları da olacak. Kawa
Nemir’in metin yazarlığını yaptığı oyunun sanat yönetmenliğini Rüknettin
Gün yapıyor. Ehmedê Xanî’nin Mem û
Zîn destanının uyarlandığı tiyatro sahnesinde Mem’i Ali Tekbaş, Zîn’i ise Zelal Gökçe canlandırıyor. Sahnede Kürd
kültüründe önemli bir yere sahip olan
stranları Dengbejler yerine oyuncuların kendileri seslendirecek. Cumartesi
günü sahnelenecek oyun öncesi perdesini mahalle sakinlerine açan ekip,
vatandaşın beğenisini kazandı. Oyun
cumartesi günü, sayısı sınırlı tutulan
davetlilere perdesini açacak.
Metinin oyun yazarlığını yapan Kawa
Nemir, Ehmedê Xanî’nin Mem û Zîn’i
latan Nemir, “Ehmedê
Xanî’nin kaleminden
çıktığı biliniyor. Xanî
Mem û Zîn’i politik
dertle ele aldığını söylüyor. Sadece bir aşk
hikâyesi değil. İçinde
ulusal vurgular bulmak mümkün. Kürdler
polisit olarak bu eser
üzerinde edebiyatlarını kurabilir. Mem û
Zîn, üzerinde bir ulusun edebiyatının kurulabileceği kadar güçlü
bir eserdir” dedi.
Seyirci sahnede hissedecek
Oyunun sanat yönetmeni Rüknettin
Gün, Mem û Zîn destanının ilk defa
ve bu iki tecrübeden
sonra bir klasiği müzikal olarak seyircilerin önüne çıkaracaklarını söyledi.
Mem û Zîn’i sahneye
koymak ağır görevdir”
diyen Gün, restorasyonu biten Cemilpaşa konağının kendilerine çok
iyi imkan sağladığını
söyledi. büyükşehir belediyesi olarak toplam
20 yetişkin ve çocuk
oyunu sahnelediklerini
belirten Gün, “Birkaç
yıldır Kürd klasiği yapama fikri vardı ve bu tartışılıyordu. Bu yıl
yapmak kısmet oldu. Mem û Zîn bildiğiniz
gibi Kürd edebiyatının başyapıtlarından
Sırada turne var
Diyarbakır’dan sonra turneye çıkacaklarını belirten Gün, “Bu oyun için burası tam aradığımız yer. Diyarbakır’dan
sonra oyunu, Kürdistan’daki bir çok tarihsel mekana uyarlayıp, sahnelemeyi
düşünüyoruz. Hedefimizde Avrupa da
var. Bu oyun daha önce Türkçe sahnelendi, devlet tiyatrolarında sahnelendi.
Dans formunda 2004’te dans topluluğu
tarafından sahnelenmişti. Filmi çekildi.
Birçok kişi Mem û Zîn’i filmden biliyor.
Ama unutmamak gerekir ki, film de
gerçek destandan uyarlanmış. Bu metnin müzikal olarak sahneliyor olması
önemlidir” diye konuştu.
DOSYA
6
Roman halkının
tarihsiz yolculuğu
T
arihleri ve coğrafyaları konusunda kesin hiçbir kanıt
olmaksızın, Hindistan’ın Pencap-Sind (Karaçi) bölgesinden bütün dünyaya yayılan ve uğradıkları hemen her
yerde ayrımcı ve ırkçı uygulamalara maruz kalan Romanlar, tarihlerinin kaydını umursamadan yolculuklarına devam ediyor.
R
omanlar üzerine yaptıkları çalışmalarla bilinen Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim
Üyesi Doç. Dr. Suat Kolukırık ve Avrupa Konseyi’nin, İsveçli diplomat Raul Wallenberg adına verdiği insani yardım
ödülünün sahibi, Roman Yönetmen Elmas Arus ile ‘buçuk’
halkın bu bilinmezliğini BasHaber okuyucuları için konuştuk.
RONYA ŞERAN
BasHaber - Roman kimliği günümüzde nasıl temsil ediliyor?
Doç. Dr. Suat Kolukırık - Roman
aslında daha yumuşak olan, konuşulabilen, zararsız olan,
“bizden biri” olarak
temsil ediliyor. Çünkü roman kelimesinin olumsuz bir
anlamı yok. Roman
dediğimiz
zaman
daha çok müzik, görsel sanatlar, neşeli insanlar, içimizden
bir şeklinde algılayabildiğimiz durum
çok. Roman kelimesinde sıkıntı yok.
Asıl sıkıntı olan “Çingene” kelimesidir.
Çünkü “Çingene” dediğimizde daha çok
“hırsız, yalan söyleyen, pis olan” gibi bir
algı var. Bizden olmayan biri gibi algılanıyor Roman kavramı içerdiği muhteva açısından. Son dönemde romanlara
yönelik hoşgörünün arttığı fikrindeyim.
Geçmişte de hoşgörü vardı. Ancak bu
siyasi konjonktürün değişmesi ile birlikte milliyetçiliğin arttığı dönemlerde
yanlışlıklar yapılmış olabilir. Son dönemlerde özellikle yoksullukla mücadele içinde romanları görmek lazım.
Kentsel mekanlarda sıkışmışlıkları ve
ihtiyaç duydukları o demokratikleşme
ya da daha iyi yaşam koşulları noktasında bir takım göstergeler çıktı ortaya.
Bu göstergeler Roman toplumunun öne
çıkmasına neden oldu diyebiliriz.
Roman açılımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye siyaseti
romanları bu ülkenin asli unsuru
olarak görüyor mu sizce?
Bence görüyor. Türkiye demokrasisi
ilerleme açısından sorun yaşasa da bu
yönde bir irade ortaya koyuyor. Demokratikleşme noktasında toplumun
tüm kesimlerinin aynı düzeyde olabilmesi gerekiyor. Bu noktada Türkiye’nin
önünde çok ciddi ekonomik, toplumsal
bilinç ve hukuki sorunlar var. Ancak bu
bir takım grupların haklarının geri plana atıldığı anlamını kesin olarak taşımıyor. Beğenelim ya da beğenmeyelim
hükümetin son dönemde bazı gruplara karşı, mesela Kürdlere ve Alevilere
karşı yürüttüğü açılımı ben olumlu bir
süreç olarak değerlendiriyorum. Ama
şöyle bir tehlike de var. Bunu dezavantajlı gruplar, Türkiye’de yardıma muhtaç ya da sosyal desteğe ihtiyaç duyan
kesimler değerlendirmenin veya etnik
bir kimlik üzerinden değerlendirmenin
yanlış olduğunu düşünüyorum. Çünkü
bu şekilde açılım politikaları da ötekilikleri sergilemiş oluyor. Herkesi tek
ve bütün görebilmek, insan merkezli
ve vatandaşlık hukuku çerçevesinde
değerlendirmek gerekiyor. Roman politikalarını da takip eden biri olarak açı-
lımın ciddi şekilde karşılık bulduğunu
söyleyebilirim.
AB’nin konuya yaklaşımını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Dünyada en çok roman nüfusuna sahip
iki ülke Romanya ve Bulgaristan’dır.
Avrupa’nın ırkçı bir tutuma sahip olması ve bu iki ülkenin AB üyesi olması
Avrupa’nın faşist kaygılarından kaynaklı bir takım sorunları beraberinde
getiriyor. Özellikle Fransa, Almanya
ve İngiltere’nin bu noktada kaygıları
var. Bunlar Roman nüfusunun kendi
yaşam standartlarına uymasını bekliyorlar. Romanların yaşam koşullarının
iyileştirilmesi yönünde beklentileri var.
Ancak öbür taraftan yaşadıkları bölgeye sıkıştırılmaları gibi bir sorunla karşı
karşıyalar. Sarkozy’nin bu yöndeki politikaları geçen yıl çok tartışılmıştı. AB
üyesi oldukları halde serbest dolaşım ve
çalışma hakları yönünde engellendiler.
AB bu yöndeki önyargılarını henüz atmış değil. Avrupa genişlemeyi ve göçü
güvenli hale getirmeye çalışıyor. Ancak
bu noktada diğer mülteci ya da azınlıklara yaptığı gibi kullanabileceği kesimini kullanıyor. Diğer kesimi de “hastalıklı” gibi tanımlamalar yapıyor. Açıkçası
Avrupa’nın ırkçı tutumunu sürdüreceği
yönünde kaygılarım var.
7
DOSYA
R
oman halkının yakın zamana kadar Türkiye’de
yok sayıldığını, Avrupa’da ise politik olarak
ötekileştirildiğini ifade eden Yönetmen Elmas Arus
ise medyanın da ayrımcılığa uğrayan kesimlere
karşı siyasetin ötekileştiren tutumunu destekleyen,
popülist bir yaklaşım içinde olduğunu ifade ediyor.
Medya Romanlar konusunda ikiyüzlü
BasHaber - Türkiye sosyolojik anlamda çok renkli bir ülke. Sizce
bu renkliliğin yanında tüm etnik,
politik, kültürel gruplara karşı
gerçekten hoşgörülü bir ülkede
mi yaşıyoruz?
Elmas Arus - Hoşgörü aslında tartışılması gereken bir kavramdır. Neye göre
hoşgörü? İnsanlar kendileri gibi düşünmeyen etnik politik kültürel grupların
değerlerine düşüncelerine yaşam şekline saygı göstermeyi becerebiliyorsa
onları anlayabiliyorsa budur hoşgörü.
Şu anda sizce böyle bir ortam var mı?
Yani öyle pembe bir tablo çizmek çok
mümkün değil. Sahiden hoşgörülüysek
bu toplumun çatışma hali neden?
Romanların Türkiye şartlarında
yaşadığı tüm sorunları göz önünde bulundurduğumuzda karşımıza uzun bir liste çıkıyor. Sizce
Romanların en büyük problemi
nedir ve nasıl çözülür?
Aslında romanların çok fazla birbirine
bağlı, çok fazla iç içe geçmiş sorunları
var. Yani en çok istihdam, eğitim, ayrımcılık, kentsel dönüşümün yarattığı
mağduriyeti temel vatandaşlık haklarına erişimde sıkıntılarla karşı karşıyalar.
Bu saydığımız sorunların öncelik sırası
bölgesel olarak değişiklik gösterse de
sorunların en başını istihdam sorunu ve
sonucu olarak derin yoksulluk çekiyor.
Bu sorun büyük çoğunluğun sorunu.
Bütün sorunlarla paralel giden sosyal
ayrımcılık ise sorunların derinleşmesindeki en büyük etken sayılabilir.
Romanlar uluslararası arenada
da çeşitli ayrımcı politikalara maruz kalıyor. Bu ayrımcılığa neden
olan şey nedir?
Türkiye’de de Avrupa’da da ayrımcılık
sorunu var. Avrupa’da daha çok devlet
politikalarında ayrımcılık görünüyor.
Devletin politikasında ayrımcı bir tavır varsa halkında kendisinden farklı
olana tahammülü olmaz tabi. Birçok
Avrupa ülkesi bu durumla henüz yeni
yüzleşiyor. Ama Romanlara gelince bu
demokrasinin adaletin terazisi yanlış
işliyor. Türkiye topraklarına baktığımız zaman daha çok sosyal, sınıfsal bir
ayrımcılık göze çarpıyor. Toplumun
Roman toplumuna uyguladığı, farklı
yaşam tarzından kaynaklı ötekileştiren bir ayrımcılık tablosu var. Türkiye
coğrafyasındaki Romanların hoşgörülü
bir ortamda, Türkiye devletinin, Türkiye toplumunun hoşgörüsü içerisinde
yaşadığı iddia ediliyor. Hoşgörü beklemek için kötü bir davranış sergilemek
gerekiyor. Farklı olmak kötülük mü?
Sürekli Romanlara da iyi davranıldığını dillendirmek ayrımcılığın, ötekileş-
la eksik taraf, çok fazla önyargı var. Avrupa ülkelerinin birçoğunda bu sorun
mevcut. Macaristan’da çok fazla ayrımcılık var. İsveç daha yeni “Beyaz kitap”
yani Romanlara uyguladığı ayrımcılık
ve şiddetle yüzleşmek için yazılmış bir
kitap yayınladı. Bu yüzleşme anlamında
çok önemli. Ancak bunlar yeterli değil.
Somut olarak ortaya bir şeyler koymak
gerekiyor. Bu anlamda AB’nin fonlarıyla bir şeyler yapılıyor. Ama yeterli değil.
Romanların durumunu iyileştirilmesi
için ülkelerin samimi bir tavır sergileyip ulusal politikalarında bu duruma
yer vermeleri gerekiyor.
Romanlar 2010 yılında 500 yıldır yaşadıkları Sulukule’den Kentsel Dönüşüm
kapsamında uzaklaştırıldılar.
tirmenin ta kendisidir. Türkiye’de Romanlar daha çok görünmeyen kesimin
içinde yer alıyor. Son dönemde görünmeye başladı. Görünmemek, yok sayılmak ayrımcılığın en şiddetli hali bence.
Yani o kadar yoksun ki sana şiddet bile
uygulanamıyor.
AB’nin bu yöndeki politikalarını
nasıl değerlendiriyorsunuz?
AB’den ziyade AB’ye üye ülkelerin politikalarını göz önünde bulundurmak
gerekiyor. Bir taraftan romanların gördüğü ayrımcı şiddeti gördüğün zaman
samimiyeti sorgulaman lazım. Çok faz-
Bundan dört yıl önce hükümet tarafından “Roman Açılımı” adıyla
başlayan bir süreç söz konusu. Bu
girişim Romanlar açısından ne
ifade ediyor? Sizce bu açılım uygulama anlamında ne durumda?
Biz Roman dernekleri veya sürecin
takipçileri olarak açılımı destekledik. Çünkü görünmeyen bir sorunun
görünür hale gelmesi bizim için çok
önemliydi. Bu Romanlarda STK’ların
sayısında artışa neden oldu. Romanların kendisinde, toplumda ve medyada
farkındalık yarattı. Bu önemliydi ama
salt görünür kılmak yeterli değil. Eğer
bu kadar zamanda bunu destekleyecek
sosyal politikalar yoksa ortada bir eksiklik vardır. Eğer eğitimde, istihdamda eksiklikler olduğunu söylüyorsanız,
bunu çözüme kavuşturmak için derhal
somut adımlar atılmalı. Atılan her adım
büyüktür. Ama ortada çok büyük bir
sorun var. Bu sorunu görünür kılanlar,
çözüm için de somut işler yapmalıdır.
Açılımı destekliyoruz. Ama acilen altının doldurulması gerekiyor.
Bu yıl Roul Wallenberg insani yardım ödülünü aldınız. Ancak birçok
medya sizin çalışmalarınızdan çok
Roman kimliğinizi ön plana çıkarttı. Medyanın bu yaklaşımını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Medya’nın popülist, ayrımcı yapısı
burada kendini gösteriyor. Yaptığınız
işten ziyade kimliğinizin görünmesi,
size yönelik ön yargıyı çok net ortaya
koyuyor. “Bir Roman da ödül almış. Bir
Roman de bunu yapmış” söylemi medyanın ayrıştırıcı tutumunun göstergesi
zaten. Medyanın iki yüzlülüğü burada
kendini gösteriyor. Yani ne olursan ol.
Ne yaparsan yap. O zihinlerdeki ayrımcı tablonun dışına çıkamıyorsun.
Bunlar seni popülizme de kurban eder.
Yaptıklarını da değersizleştirir.
Bir söyleşinizde “ Roman kelimesinin altındaki önyargıların ve ayrımcı politikaların ortadan kaldırılması gerekiyor.” demiştiniz. Bu
nasıl olacak?
Bu kavramın altını temiz söylemlerle doldurmak gerekiyor. Yani Roman
kelimesine hakettiği anlamı yüklemek
gerekiyor. O kelime bir topluluğu, bir
kimliği, bir yaşamı simgeliyorsa o şekilde kullanmak, kelimenin altındaki
ayrımcı söylemleri ortadan kaldırmak
gerekiyor. Bunun içinde ayrımcılıkla
mücadele eden, nefret söylemini cezalandıran bir politikaya ihtiyacımız var.
Zihinlerdeki ayrımcılığı yok etmek için
belki yüzyıllara ihtiyacımız var. Ama bir
yerden başlamak gerekiyor.
SÖYLEŞİ
HABER
8
Kürd öğrencilere INEPO’da gümüş madalya
A
zarbaycan’ın
Başkenti Bakü’de
yapılan INEPO
Avrasya Çevre Proje
Olimpiyatları’na
Kürdistan Bölgesinden
katılan iki Kürd
öğrenci gümüş
madalya aldı.
BasHaber (Baku) – Erbil Işık Lisesi
öğrencileri Ahmet Abdülmecid ve İbrahim Saran’ın olimpiyatlarda gümüş
madalya alması okullarında büyük sevinç ile karşılandı.
Azerbaycan’da 51 ülkeden 500’e yakın
öğrencinin katıldığı INEPO Avrasya
Çevre Proje Olimpiyatları yapılan kapanış programıyla sona erdi. Olimpiyatla-
rın kapanış programına milletvekilleri,
akademisyenler, iş adamları,sivil toplum kuruluşu temsilcileri, öğrenciler ve
binlerce davetli katıldı.
Bakü Serhatçı Spor kompleksinde yapılan kapanış programı Azerbaycan Milli
Marşının okunması ve çevre ile ilgili
sine vizyon gösterisi ile başladı. Daha
sonra bu yıl 8’incisinin gerçekleştirilen
olimpiyatlara katılan 51 ülke takımları,
sırasıyla salona davet edildi. Ellerinde
kendi ülkelerinin bayraklarını taşıyan
öğrencileri izleyiciler uzun süre alkışladı.
Olimpiyatların organizasyonunda yer
alan Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi
(SOCAR) Başkan Yardımcısı ve Olimpiyat Organizasyon Komitesi Başkanı
Refika Hüseyinzade söz konusu olimpiyatların 17 ülke ile başladığını aradan
geçen sürede olimpiyatlara ilginin artarak devam ettiğinin ve bu yıl artık 51
ülkeye ulaştığını ifade etti. Hüseyinzade, ‘’Bu yıl INEPO Avrasya Çevre Proje
Olimpiyatlarına 51 ülkeden 500
öğrenci 182 projeyle katıldı’’
dedi. Hüseyinzade dünyanın
değişik ülkelerinden gelen öğrencilerin olimpiyat ruhu içerisinde dost olduklarını belirtti.
Daha sonra dereceye giren öğrenciler gruplar halinde sahneye davet edilerek madalyaları
verildi.
Törende konuşan Azerbaycan Uluslararası Tahsil Merkezi (AUTM) Yönetim
Kurulu Başkanı Halik Memmedov da
Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in petrol
kapitalinin yetişmiş insani kapitaline dönüştürülmesi gerektiği ifadesine
atıfta bulundu. Memmedov, ‘’AUTM ve
SOCAR’ın ortak projesi olan bu çalışma
Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in petrol gelirlerinin gelecek nesillerin çağın
gereksinimlerine ayak uydurabilecek
donanımda yetiştirilmesi için atılan bir
adımdır’’ dedi.
Türkiye dışında Azerbaycan’dan 3
ayrı takım altın madalya alırken Hong
Kong, Endonezya, Makedonya, Somali ve Güney Afrika temsilcileri de altın
madalya sevinci yaşadılar.
Azerice sahne performansı coşturdu
Olimpiyatların kapanış programını
sunan Mozambik’ten öğrenci Şakira
İsufu hem mükemmele yakın sunumu
hem de sahne performansı ile adeta
salonu coşturdu. Ayrıca yarışmalara
Somali’den katılan Abdullah Muhammet ile Mahat Adami’nin birlikte seslendirdikleri Azerice şarkı salondan
uzun süre alkış aldı. Pakistanlı öğrenci
Mustafa Nuru’nun performansı ise salon tarafından ayakta alkışlandı. Program öğrencilerden oluşan çeşitli folklor
gruplarının gösterileri ve organizasyona emeği geçenlere verilen plaketler ile
son buldu.
İNEPO olimpiyatları, Gülen Cemaati’ne
yakın okulların çatı kuruluşu Azerbaycan Uluslararası Tahsil Merkezi, Azerbaycan Milli Eğitim Bakanlığı, SOCAR
ve çevre sivil toplum örgütü IDEA tarafından organize edildi.
başkanı tarafından da onanıp yürürlüğe
girerse tarım arazilerinin mirasla intikali konusunda 2002 öncesine döneceğiz.
Meclisten geçen 564 sayılı tasarı ile iki
kanunda değişiklik getiriyor. İlki Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu,
diğeri Türk Medeni Kanunu. Birbirini
destekleyecek şekilde her iki kanunda da
yapılan değişiklikler özet olarak miras
hakkını sınırlayarak, tarım arazisinin tek
bir kişiye, o da “ehil kişiye” verileceği hükümlerini içeriyor. Yasanın detayları bu
hükmün nasıl uygulanacağını düzenleyerek, miras kapsamındaki tarım arazisinin
mirasçılardan ehil olana hasredileceğini,
mirasçılar aralarında anlaşamıyorlarsa
mahkeme yoluna gidebileceklerini, mahkemeye gitme halinde hakimin “ehil”
olan mirasçıyı tespit edeceğini, bu yollar
olmuyorsa taşınmazın bir bütün olarak
satılabileceğini zorunlu kılıyor.
Özellikle eski Medeni Kanun’da tartışma konusu olan “muktedir” olma kavramının bu yasa ile “ehil” biçiminde yeniden hortlatılması özellikle dikkatlerin
yoğunlaşması gereken bir husus.
Geleneksel olarak kadınların miras dışı
bırakılmasının üzerine böyle bir yasal
düzenlemeyi de ekleyince, kadınların
tarımsal arazilerde mirasçı olabilme
şansları ellerinden alınıyor. Mahkemenin arayacağı “ehil” olma özelliğinin kadınlar için gözetilmeyeceği de muamma
değil. Eski kanun uygulamasında kadınların tarım arazilerinin işletilmesi konusunda ehil olarak görülmediği sayısız
örnek dava söz konusu.
Bir an için yasanın uygulandığını düşünelim. Kadın öncelikle mirasa konu
taşınmazı almak için öncelikle diğer
mirasçıları ikna etmek zorunda kalacak.
Akabinde taşınmazı alabilmek için diğer
taraflara taşınmazın değerini, eğer parayı bulabilirse, nakden ödeyecek.
Diyelim ki taraflar hiçbir şekilde anlaşmadı ve mahkeme yoluna gitti. O zaman
da hakim “kimin toprak ekip biçmekten
anladığını, kimin tarım aletlerine hakim
olduğunu, bir zirai işletmeyi yönetecek
yeteneğin kimde olup olmadığını” kendisi değerlendirerek, karar verecek. Bu
seçim sürecinde kadın mirasçıların sıralamaya bile giremeyeceği aşikar. Nitekim “ehil” denilen kavram gerek kararı
verecek olan hakimin kafasında, gerekse
de kanunun lafzı ve yorumunda erkeğe
gönderme yapmakta. Dün yürürlükte
olan eski Medeni Kanun uygulayıcılar
tarafından bu şekilde yorumlanmıştı, bu
gün de değişen bir şey olmayacaktır.
HAMİYET ÇELEBİ
Kadınların tarımsal
miras hakkı tehlikede
1 Ocak 2002 yılında, yürürlükten kalkan eski Türk Medeni Kanunu tarım
arazilerinin miras yoluyla intikalini
düzenleyen bir madde içeriyordu. Bu
maddeye göre mirasta yer alan ve iktisadi bütün halinde işletilen zirai mallar,
ancak işletmeye “muktedir” olduğu anlaşılan talibe tahsis edilirdi. Daha açık
bir ifadeyle tarım arazisini de kapsayan
zirai mallar, işletmeye uygun niteliklere
sahip olduğu düşünülen kişiye verilirdi.
Zamanında çokça tartışılan bu madde en
çok Kadın Hareketinin oklarını üzerine
çekmişti. Kadınlar bu madde karşısında
geliştirdikleri refleksleri nedeniyle hiç
de haksız değildiler. Çünkü yasanın aradığı “tarım arazisini işletmeye muktedir
olma” niteliği doğrudan erkeği işaret
ediyordu. Yasa ile gelenekler bu konuda bir paralellik de arz ediyordu. Toprak mülkiyeti ve üzerindeki tüm tarım
araçları ile birlikte miras olarak erkeğe
geçerdi. Türkiye bundan muzdarip iken
Kürdistan’da durum daha da vahimdi.
AB Müktesebatına uyum zorunluluğu
ve kuşkusuz ki kadınların da mücadelesinin etkisiyle bahse konu kanun, 2002
yılında yürürlükten kaldırılarak ölü kanunların tozlu raflarına taşınmış, yerine
bu gün yürürlükte olan Türk Medeni
Kanunu gelmişti. Yeni kanunda böyle
ucube hükümler yoktu, tüm toplumun
ve özellikle kadınların yaşamını olumlu
yönde etkilemişti. Hala tartışmalı maddelerinin varlığına rağmen yeni Medeni
Kanun görece de olsa, çağımıza uygun
bir çerçeve çizmektedir. Örneğin mirasta
eşitlik sağlanmış, kadın ve erkek arasındaki adaletsizlik asgariye indirilmiştir.
Ancak geçtiğimiz Cuma günü, kaşla göz
arasında geçmiştekini aratmayacak yeni
bir düzenleme geçti meclisten. 564 sıra
sayılı tasarı ile “5578 sayılı Toprak
Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu ve
Türk Medeni Kanunu’nda değişiklik
yapılmasına dair kanun” eğer Cumhur-
9
SÖYLEŞİ
HABER
Çocuklara işkence
BasHaber - Bitlis’in Tatvan ilçesinde kısa bir süre önce çıkan olaylarda
gözaltına alınan 4’ü çocuk, 5 kişiye
emniyette zorla Türk bayrağı öptürüldüğü ortaya çıktı. Çocukların mahkeme tutanaklarına da yansıyan bayrak
öptürme meselesi 90’lı yıllardaki JİTEM uygulamalarını hatırlattı.
Tatvan’da 30 Nisan günü 7 kişinin tutuklanmasını protesto etmek
üzere düzenlenen gösteriye polisin
müdahale etmesinin ardından 5
kişi gözaltına alınmıştı. Gözaltında
işkenceye maruz kaldıkları ve zorla
Türk bayrağı öptürüldüğünü açıklayan 4 çocuk ve bir yetişkinin açıklamaları ve avukatlarının beyanları,
‘işkenceye sıfır tolerans’ söyleminin
işlevsiz kaldığına işaret ediyor. Zira
mağdurların avukatları ise ciddi iddialarda bulundu.
Çocuklara ciddi şekilde işkence yapıldığının vücutlarında net şekilde
görülebildiğini ifade eden Av. Seval
Karaçelik ise daha vahim iddialarda bulundu. Olay akşamı hastanede
bulunduğu bir sırada çocukların da
kontrol için hastaneye getirildiğini
belirten Karaçelik, tesadüfen meseleye tanık olduğunu ve müdahale
ettiğini söyledi.
BAYILANA KADAR DÖVMÜŞLER
Karaçelik, “Bir yakınımı ziyarete gitmiştim hastaneye. Durumu görünce
müdahale etmek zorunda kaldım.
Zira yüzleri mosmor durumdaydı
HDP Bitlis Milletvekili Zenderlioğlu, çocuklara işkenceyi meclise taşıyacak
beyanlara göre çocuklara 90’lı yıllarda gündemden düşmeyen işkence yöntemleri uygulandı. Avukatlar
olayı adli mercilere taşımaya hazırlanırken, HDP Bitlis Milletvekili Zenderlioğlu da meseleyi meclis
gündemine taşıyacağını açıkladı.
Gözaltına alınanlardan Bitlis Eren
Üniversitesi Kadastro Bölümü Öğrencisi Nihat Tarhan (21), B.Ö. (17),
S.D. (16), B.K. ve Ü.B. adlı çocuklar, ara sokaklarda gözaltına alındı.
Emniyete getirilmeleriyle birlikte
başlarına zorla puşi bağlanarak dövülmeye başlandıkları öğrenilen
ve kelepçeler o kadar sıkılmıştı ki
çocuklar ellerini oynatamıyorlardı.
Kollarının uyuştuğunu söylediler.
Ben müdahale ettikten sonra kelepçeleri kısmen gevşettiler ancak çocuklar ayakta durmakta zorlanıyordu. Ertesi gün ifadelerine de girdim.
İki saat boyunca aralıksız dövüldüklerini söylediler. Emniyet’e getirildikten sonra yüzlerinin duvara
yaslanarak, sürekli dövüldüklerini
söylediler. Özellikle bir tanesini çok
dövmüşlerdi ki her halinden de belliydi. Bayılana kadar dövüldüğünü
söylediler” diye konuştu.
İmtiyaz sahibi: Botan Tahsin
Yayın Yönetmeni: Faysal Dağlı
İdare Müdürü: Yeter Polat
Haber Merkezi: Ronya Esra Şaran, Özlem Dağdeviren, Leyla Denli, Aziz Tekin,
Yunus Demir
Grafik: BasNews Grafik Servisi
Hukuk Danışmanı: Hamiyet Çelebi
FERHAT KENTEL
“Erdoğancılık”
Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğundan beri
başarıdan başarıya koşuyor. Bütün bu
süre boyunca hapse girmeler, partisini kapatma davaları, “Ergenekon”lar,
“Balyoz”lar, bugün etrafında fır dönen
jöleli aparaçiklerin de dahil olduğu kesimler tarafından kendisine ve partisine
yönelik yıpratma kampanyaları ve daha
başka türlü çeşitli badireler atlattı.
Bütün bu değişik fırsatlarda gösterdiği
gibi Başbakan hep “tecrübeli, sağlam
politikacı” olarak dikkat çekti. Ne yaparsa, nasıl etki yaratacağını biliyordu.
“Hizmet etmek” üzere yola çıktığı zamanlardan bu yana, parti içi ve partiler
arası pazarlıklarda çok tecrübe kazandı. “Siyaset” onun o kadar iyi bildiği
bir meslek ki, rakiplerini bazen tam da
bu hattan aşağılıyor, dalgasını geçiyor;
“siyasetten anlamadıkları” için... Kendisi ya da etrafında dönen bazıları da
mesela rakiplerini kastederek “Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda belli
olmaz ters köşeye yatırırız” gibi ya da
23 Nisan Ermenilere taziye mesajı için
“Erdoğan diasporaya gol attı” gibi futbol terimleriyle “siyasetten ne anladıklarını” gösteriyorlar.
Dolayısıyla, siyasete girdiğinden beri
hep “yenen”; ailesi, çevresi ve kendisini tutan aparaçiklerle birlikte hep “kazanan” Erdoğan, son yerel seçimlerde
çok daha net görüldüğü üzere, bugün
AKP’yi gölgede bırakan ve onu neredeyse tek başına taşıyan bir karakter olarak
belirginleşiyor.
Kuşkusuz, Erdoğan’ı Türkiye’deki gerçek bir toplumsal hareket olarak İslami
hareketten, bu hareketin şimdiye kadar gelmiş en güçlü türevlerinden biri
olan AKP’den, AKP’nin yarattığı yeni
güç dengelerinden bağımsız düşünmek
mümkün değil. Ancak zaman içinde
AKP’nin tabanının orta sınıflaşması ve
İslami hareketin yoğun kimlik özelliğini yitirmesiyle birlikte, farklı bileşenleri bir arada tutan şey, partinin ideolojisi
değil; Erdoğan’ın bizzat kişiliği oldu.
Son seçimlerde de bunu net olarak gördük. Seçmenler bir yanda “Erdoğan’ı
yedirmeyizciler”, diğer yanda bütün
kötülüklerin kaynağı olarak Erdoğan’ı
görenler şeklinde bölündü.
Erdoğan’dan nefret edenler onu “diktatörlükle” özdeşleştirdiler. Öte yandan
onun gücüne adeta tapan, onu eleştirmekten ve ondan fırça yemekten korkan parti içi kurmayları, danışmanları,
seçim kampanyası yürüten reklamcıları
Erdoğan’ın kişiliğini alabildiğine öne
çıkardılar. Ve Erdoğan’ın buna uygun
kişiliği hiçbir sorun çıkarmadı. Bütün
mesajları Erdoğan verdi; bütün okları
Erdoğan karşıladı. Erdoğan adeta savaş
meydanında en önde savaşan, yaralar
alan, ama yaralarını eliyle bastırıp düşmanla çala kılıç savaşmaya devam eden
bir kahraman olarak inşa edildi.
Geçen yüzyılın gerilimlerini, travmalarını, bastırılmışlıklarını gırtlağına kadar yaşayan, şimdiye kadar Atatürk’le
yatıp kalkmış toplumun büyük kesimi
için, güven veren böylesine bir kahramanla özdeşleşmek; Atatürk için yanıp
tutuşan ağlayan kitlelerin yaşadığı topraklarda Erdoğan için yanıp tutuşmak
çok zor olmadı.
Erdoğan diktatör değil; faşist de değil;
ama etrafında oluşmuş olan muhteşem
bir “kutsallık”, hatta memleketimiz
topraklarında bol miktarda rastlanabileceği gibi “mehdilik” yakıştırmaları
bile var.
Parti merkezinden dış halkalara doğru
geçildikçe, organik aydınlar aracılığıyla
da güçlendirilen, “bu kutsal kişi ne yaparsa doğru yapar” ya da “yaptığı her
şeyin bir hikmeti vardır” gibi meşrulaştırıcı söylemlerle, Erdoğan bir “kişi kültü” olarak Türk siyasetinde 2. Atatürk
konumuna yerleşti.
Dolayısıyla bir zamanlar “eskiyen” Osmanlı rejimini yıkma adına yeni totaliter travmatik Türkiye’yi kuran bir “devrimci hareket” ve o hareketi temsil eden
kişi kültü olarak Atatürkçülük gibi,
bugün artık, eskimiş “yeni Türkiye”yi
yıkma iddiasında yeni bir kutsal siyasi
akımımız var: “Erdoğancılık”...
Ama bu “yenilik” getirenlerin ortak yönünü unutmamak gerekiyor: ne Atatürk
Osmanlı padişahlarından tam olarak
kopmuş bir şahsiyet idi; ne de Erdoğan
Atatürk’ten...
Adres: Meşelik Sokak, No: 22, D: 3, Beyoğlu, İstanbul
Tlf: 0 212 243 27 79
Faks: 0 212 243 27 60
E-mail: [email protected]
[email protected]
Web: basnews.com
Baskı: Mürekkep Matbaası, Tevfikbey Mh. Tahsin Tekeoğlu Caddesi, No: 2, Sefaköy-İstanbul
BasHaber / BasNûçe gazetesinde yayınlanan haber, yazı, fotoğraf ve her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketine aittir.
SÖYLEŞİ
MANŞET
İran’ın petrol atağı
CESİM İLHAN
Türkiye ve Kürdistan petrollerinin dünya pazarına taşınması konusunda sıcak
gelişmeler yaşanırken İran ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) arasında
enerji anlaşması imzalandığı bildirildi.
Yıllık 4 milyarlık ciro ile Erbil’in bölgedeki en büyük ikinci ticari partneri olduğu bilinen İran ile böyle bir anlaşma
imzalamasının petrol piyasalarında ve
uluslararası ilişkilerde yeni bir süreç
başlatabileceği ifade ediliyor. Bir yandan ABD-Bağdat ve ABD-Erbil arasın-
daki işbirliği anlaşmaları, öbür yandan
ABD’nin İran ambargosu dikkate alındığında bu gelişmenin yeni bir konjonktür yaratacağı dikkat çekiyor.
Edinilen bilgilere göre anlaşmada,
Kürdistan’dan İran’a ham petrol taşıyan iki boru hattı döşenecek. Bu borulardan biri İran’da ham petrol taşırken
diğeri Kürdistan’a doğal gaz sevkedecek. İki hattı da İran’ın inşa edeceği belirtilen projenin hayata geçirilmesi için
heyetlerin Erbil ile Tahran arasında
karşılıklı ziyaretleri de devam ediyor.
TANKERLER YERİNE BORU
HATLARI
Kürdistan’dan İran’a petrol ihracatı
Hac Ümran, Başmak ve Perwizxan sınır kapılarından tankerlerle yapılıyor.
Günlük 25 ton kapasiteye sahip 5 bin
tanker, Kelek sahasından aldıkları ham
petrolü, İran’daki Piranşehir rafinerisine taşıyor. Burada işlenen petrol, Afganistan ve Ermenistan’a satılıyor. Söz
konusu anlaşma ile aktarılacak ham
petrol İran’ın Kermanşa, Sine ve Urmiye’deki rafinerilerine akacak.
Öte yandan, Erbil ile Tahran arasında
imzalanan enerji anlaşması hakkında
AA’ya konuşan İran’ın Erbil ile İlişkiler Sorumlusu Abdullah Akreyi, boru
projesi için görüşmelerin 2013 yılında
başlandığını belirterek, İran’ın Kürdistan ile Ticareti Geliştirme Sorumlusu
Rüstem Kasimi’nin başkanlığındaki
heyetle Erbil’de bir araya geldiklerini
bildirdi. Akreyi, Kürdistan Bölgesi Doğal Kaynaklar Bakanı Aşti Hawrami’nin
de katıldığı toplantıda önemli bir enerji anlaşmasının imzalandığını söyledi.
Akreyi, İran ile Kürdistan bölgesi arasında iki boru hattı döşenmesi noktasında tarafların anlaştığını, KBY’nin,
İran’a vereceği ham petrol karşılığında
10
K
ürdistan’ da 4045 milyar varil
petrol, 6-7 trilyon
metreküp gaz rezervi
olduğu tahmin edilirken, petrol rezervinin
ekonomik değeri ise
varil başına ortalama
120 dolardan, 5 trilyon olarak hesaplanıyor. 2019 yılına kadar
Kürdistan’ın Ceyhan
üzerinden günlük 2
milyon varil petrol
ve yıllık 20-30 milyar
metreküp
doğalgaz
ihracına başlaması hedefleniyor. Bu da yıllık
90-100 milyar dolarlık
bir ciroya tekabül ediyor. Türkiye isteğini
kabul ettirirse, enerjinin para trafiğinde
ABD ve İngiltere’nin
ardından, üçüncü aktör haline gelecek.
MİTHAT SANCAR
Avrupa’da ve Türkiye’de
demokrasi imtihanı
Bu haftanın birkaç gününü Almanya’nın
güneyinde, Bavyera Eyaleti’nin önemli
merkezlerinde geçirdim. Münih, Augsburg ve Nürnberg’te panellere katıldım,
konferanslar verdim. Davet, Alman Yeşiller Partisi’nden gelmişti. Amaç, 25
Mayıs’ta yapılacak Avrupa Parlamentosu
seçimleri öncesi Türkiye’deki gelişmeleri ve AB – Türkiye ilişkilerinin güncel
durumunu masaya yatırmaktı. Avrupa
Parlamentosu seçimleri dolayısıyla, bu
iki konu doğal olarak iç içe geçmiş durumda.
Almanya’dan Türkiye’ye bakıldığında,
en fazla sorulan soru, Erdoğan ve AKP
yönetiminde Türkiye’nin nereye gitmekte olduğu. Gezi olaylarından beri,
Erdoğan’ın belirgin bir şekilde otoriterleştiği ve AKP hükümetinin giderek
daha keyfi bir yönetim sergilediği yargısı Alman kamuoyunun kahir ekseriyetinde yerleşmiş görünüyor. Toplantı ve
gösteri yürüyüşlerinde polisin sergilediği acımasız ve kesintisiz şiddet, başta
sosyal medya yasakları olmak üzere düşünce ve basın özgürlüğüne yönelik baskılar, hükümetin yargıya müdahaleleri,
Erdoğan’ın tehditkâr tavırları, üzerinde
en çok durulan meseleler.
Kamuoyunun demokrat kesimleri, bu
gelişmeleri hem öfkeyle karışık bir kaygıyla izliyorlar, hem de bir ikilem yaşıyorlar. Mesela Türkiye’nin AB üyeliğini
başından beri destekleyen Yeşiller, hükümetin icraatını ve Erdoğan’ın tutumunu net ve sert bir şekilde eleştiriyorlar.
Ancak, merkez ve aşırı sağın, bunları
Türkiye’ye yönelik kategorik dışlayıcı politikalara malzeme etmesinden de
rahatsızlık duyuyorlar. Bu atmosferde,
Türkiye’nin AB üyeliğini savunmakta
zorlanıyorlar.
Almanya’nın ve AB’nin en önemli siyasal odağı olan merkez sağ partiler, CDU
ve CSU, Türkiye’yle müzakerelerin durdurulmasından yana olduklarını ve tam
üyelik hedefinden artık vazgeçilmesi
gerektiğini açıkça belirtiyorlar. Bunu
yaparken de, Türkiye’nin demokrasi ve
insan hakları gibi “Avrupa değerleri”nin
dışında yer aldığı gerekçesini kullanıyorlar. Aynı partilerin, başka şartlarda
“Avrupa değerleri”ni özcü/kültürcü anlamda kullandıkları bilindiği için, “demokrasi ve insan hakları” vurgusu, haklı olarak inandırıcı bulunmuyor. Lakin
Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları
sicilinin sürekli kötüleştiği gerçeği, demokrat çevrelerin sıkışmasına yol açıyor.
Aslında bu mesele yeni değil. Türkiye’nin
tam üyelik süreci başladığından bu yana
farklı tonlarda ve görünümlerde hep
karşımıza çıkan bu “sıkışma”yı aşmak
için yeni keşiflere de ihtiyaç yok. Kısaca, “eleştirel destek” diye formüle edilen bir yaklaşım var zaten. Yani üyelik
sürecine ve hedefine destek, hükümete
eleştiri ve basınç.
Bu yaklaşım, AB’ye ve üyelik sürecine
demokrasi ve özgürlükler penceresinden bakmayı öneriyor ya da gerektiriyor.
Özeti şu: Avrupa’yı sermayenin sınırsız
sömürü alanı ve aracı değil, halkların
ortak mekanı olarak tasavvur etmek,
AB’yi de bürokrasinin hakimiyetindeki
kurumlar toplamı değil, özgürlükçü değerlerin ve demokratik yönetimin geliş-
tirileceği bir imkân olarak savunmak.
Ne var ki, birkaç yıl öncesine kadar çok
daha güçlü bir sese sahip olan bu yaklaşım, AB içindeki krizler ve çeşitli Avrupa ülkelerindeki gelişmeler yüzünden,
ciddi anlamda zemin kaybediyor. Aşırı
ve popülist sağ, başta Fransa, Hollanda,
Avusturya ve Macaristan olmak üzere
AB üyesi birçok ülkede bariz bir yükseliş içinde. Bu durum, Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesi, demokrat çevrelerde büyük endişe yaratıyor. Bizatihi
AB’ye karşı olduklarını açık açık dile
getiren ve kendi ülkelerinde yabancı/
göçmen karşıtı politikaları savunan bu
akımların seçimlerde başarı kazanacakları neredeyse kesin gibi. Bunun hem
Avrupa, hem Türkiye üzerinde ve hatta
dünya çapında önemli sonuçları olacağını öngörmek zor değil.
Uzun sözün kıssası: Gerek Avrupa’da
gerekse Türkiye’de, demokrasi ve özgürlük mücadelesi, kritik imtihanlar
kavşağında bulunuyor. Bu imtihanlar,
önümüzdeki uzun yılların siyasal panoramasını derinden etkileyecektir.
11
SÖYLEŞİ
MANŞET
günlük 3-4 milyon litre rafine edilmiş
mazot ile doğalgaz alacağını söyledi.
TRANSFER MAYISTA
Kürdistan petrolünün transferi üzerinden Ankara ile Erbil arasında yeni
bir ilişkiler iklimi yaşanırken, Orta
Doğu’da yeni denklemler kuruluyor.
Türkiye’nin son dönemdeki önemli ekonomik hamlelerinden olan Kürdistan
Bölgesi ile enerji işbirliğinde ilk adım
atıldı. KBY, 5 Mayıs 2014 tarihinden itibarıyla Türkiye’ye petrol ihracatına başladı. İlk etapta petrolün günlük 400 bin
varile ulaşması bekleniyor. Kürdistan
bölgesindeki petrol Aralık ayından bu
yana Ceyhan’a taşınıyordu. Ceyhan’daki
depoda yaklaşık 1.6 milyon varil petrol
birikti. Bu miktarın 2 milyon varile çıkması bekleniyor. Yetkililer, petrol satışını Kürdistan’ın yöneteceğini, ilk etapta
hedefin uluslararası piyasalar olduğunu vurguladı. Türk ve Kürd bakanları,
terminalin doluluk kapasitesine yaklaşması nedeniyle bu ay ilk petrol satışını gerçekleştirmeyi amaçladıklarını
söylemişlerdi. KBY Başbakanı Neçirvan
Barzani, geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye
gönderilen petrol satışını Mayıs’ta başlayacağını duyurmuştu.
Ankara ile Erbil enerji anlaşmasından
sonra, günlük 300-400 bin varillik
petrol gelecek ve toplam kapasitenin
2 milyon varile çıkması öngörülüyor.
Ancak Türkiye ile Kürdistan’ın yakınlaşması ve artan ekonomik faaliyetler
ABD ve Bağdat’ı huzursuz ediyor.
Taner Yıldız:
Bağdat-Erbil-Ankara olarak üçlü
mekanizmayı kurabiliriz
YILDIZ ÇELİK
Irak Hükümeti ile Kürdistan Bölge Yönetimi arasında petrol konusunda tartışmalar devam ederken
BasHaber’in sorularını yanıtlayan
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız ‘Arabulucuya ihtiyaçları
olursa hepimiz bir araya gelerek,
üçlü mekanizmayı Bağdat-Erbil-Ankara olarak kurabiliriz’dedi…
Irak ile Kürdistan Bölgesi sözleşmeler konusunda henüz antlaşamadılar. Arabulucuya ihtiyaçları olursa
Türkiye olarak ne yaparsınız?
Irak Petrol Bakanı Abdul Kareem Luabi yakın zamanda Türkiye’ye geldi,
kendisi ile konuştuk. Petrol konusunun, öncelikle Iraklı kardeşlerimizin
problemi olduğunu ve kendi aralarında çözebileceklerini söylediler.
Konu olan Irak’ın petrolüne kendileri
karar vereceklerdir. Türkiye olumlu
tutumunu devam ettiriyor.
Arabulucuya ihtiyaçları olursa hepimiz bir araya gelerek, üçlü mekanizmayı Bağdat-Erbil ve Ankara ola-
rak kurabiliriz, buna biz her zaman
açığız. Bu konu da bir sıkıntı yok,
şimdi de hem Bağdat’tan, hem de
Erbil’den cevap bekliyoruz.
Erbil ve Bağdat bir antlaşmaya vardıktan sonra Türkiye’nin bu petrolde nasıl bir kârı olacak?
Irak’tan gelecek ham petrolü dünya
piyasalarına dağıtılacak petrol için
he zaman gayret ediyoruz. Amacımız
Irak’ın normalleşmesi. Irak halkı burada gelirlerini artırmak durumundadır. Türkiye’de katkısını koyacaktır.
Ben hem gıda, hem gayrimenkul,
hem ulaşım, hem enerji ve pek çok
sektörde bu vesile ile çok sağlam firmalarımızla, Türkiye’nin hak ettiği
yatırımı bu vesile ile alacağına inanıyorum. Artık aile şirketlerini aşan
kurumsallaşan ve Türkiye sınırları
dışında iş yapabilecek bir kabiliyet
ve kapasite oluştu. Artık, yerli sermaye, hem uluslararası sermaye diye
bir şey yok, yeter ki doğru işler doğru paralar olsun.
Kerkük’den Yumurtalık’a akan petrol Türkiye’nin enerji bakımından
dışa bağımlılığını azaltır mı?
Dışa bağımlılığımız oradaki kazancımızı karşılaştırdığımızda çok mütevazi rakamlar değil. Ama biz, her bir
noktadan oluşacak gelirleri önemsiyoruz. Kerkük-Yumurtalık ham petrol boru hattının tamamı kullanılıyor
olsa bir yıl boyunca oradan 1 milyar
TL’ye yakın gelir elde edeceğiz. Bir
milyar TL. Türkiye için yaklaşık 500
milyon US dolar ve önemli bir rakam.
Biz boru hatlarından gelen gelirleri,
doğalgaz ile alakalı, maliyet masraflarımızın dengelenmesinde kullandığımız için son derece önemsiyoruz.
Bu söylediklerim sadece Türkiye’nin
boru görevinden elde edilecek gelir
içindir. Petrol işleme işlemi ise ayrıdır.
Her zaman söylüyoruz, bir ülkede
üretilebiliyorsa, her türlü antlaşmasını yaparak Türkiye bunu iletebilir.
“reel”in devam olan “politik” uzantıya
yoğunlaşmak gerekiyor.
İran, Türkiye ile ilişkilerini engelleyemediği, Bağdat’ın baskısı ile ürkütemediği, aralarına çomak sokarak hükümetin kurulmasını engellemesine rağmen
sonuç alamadığı Kürd siyasetinden bu
kez petrol anlaşması ile rol çalmaya,
dış siyasetinde de sıklet merkezi olmaya çalışıyor.
Öte yandan Kürd yönetimi, İran ile
yaptığı petrol anlaşmasını Bağdat’ın
Erbil üzerindeki baskı ve blokajını
hafifletmek için kullanacaktır. Çok
seçenekli petrol sevkiyatı politikası,
Kürd siyasetinin kıvrak bir manevrası
olarak petrol sevkiyatında Türkiye’ye
mahkumiyeti de hafifletecektir. İran’a
açılan yeni petrol boru hatı, ABD baskısına boyun eğmeyen Tahran’ı Ankara
karşısında avantajlı kılacak, ABD’yi de
Kürdlere baskıyı yumuşatmak ya da
İran’a daha fazla itmek gibi bir ikilem
ile karşı karşıya getirecektir. Kürdlerin
İran’a boru hattı döşemesi konusunda
konuşan ABD diplomatlarından Michael Lavali, Kürdlerin İran üzerinden
petrol satışına tahdit koyup sakıncalı
bulduğunu söylemesine rağmen dikkate alınmaması, Erbil’in ABD’yı artık
“en çok” dikkate aldığı pozisyondan
çıkardığı da anlaşılıyor.
Rusya’ya alternatif olarak uzun süredir
Kürdistan’ın gazını almayı düşleyen
AB’nin bir süre sonra sürece müdahil
olarak, ABD’ye baskı yapması ve petrol sevkiyatı konusunda Barzani ile
Erdoğan’a karşı sert tavrını sürdürmeye son vermesini isteyecektir.
Yeni durum Türkiye ile İran arasında
yeni bir rekabet alanı da yaratacak, Ankara ile Tahran arasında Kürdistan’ın
zenginliklerine hakim olma konusunda
yeni bir didişmeye neden olacaktır. Irak
işgali sonrası bölgeyi dengede tutmak
için ateşlenen mezhepler savaşının düşük yoğunluklu bir profili ile seyrilen
Tahran-Ankara ilişkilerinde OsmanlıSafevi ilişkilerinin yeni bir varyantını
görmemiz kaçınılmaz olacaktır. ABD,
Erdoğan’ın daha fazla güçlenmemesi
için Kürd petrolünü yakıt olarak kullanmasını engellemek adına Kürdlerin
Bağdat’a mecburiyetine kayıtsız kalırken, Bağdat’ın siyasi patronajı Tahran’ın
mollalarına
davetiye
çıkaracaktır.
İran’da doğru açılan yeni boru hatları
Kürd siyasetinde yeni bir seçenek olacak, Kürdistan’ın Irak’tan ayrılması konusunda Tahran’ın da kaygılarını yumuşatacaktır.
FAYSAL DAĞLI
Petrolde yeni denklemler
Türkiye ile Kürdistan Bölgesi arasındaki petrol ve doğal gaz taşınması anlaşmasının yapılması ardından, İran’ın da
denklem dışı kalmamak için, Erbil yönetimi ile petrol ve gaz takası anlaşması yaptığı bildiriliyor. Bu girişimin akla
getirdiği ilk sonuç; Maliki rejiminin
blokajları üzerinden Kürdlerin petrol
ihracını engellemeyen Tahran’ın doğrudan sahneye çıktığıdır.
İran’ın bölgede yürüttüğü siyasetin temel önceliği Kürdistan Bölgesi’ni Şii
Irak’ın egemenliği ve toprak bütünlüğü dahilinde tutmaktır. Tahran, bu
nedenle Kürd siyasetinin iç ilişkilerini torpillemek, Süleymaniye bölgesindeki Kürd siyasi elitini etkilemek
ve Erbil’de istikrarlı bir koalisyon kurulmasını engellemek istemektedir.
Kürdistan’da seçimlerin üzerinden
aylar geçmesine rağmen yeni bir kabine kurulamaması sadece YNK-GoranPDK ilişkilerindeki gerilime bağlanamaz. Koalisyon pazarlıkları yapan
kimi partilerin bu işi Tahran’da kotar-
dığı dikkate alınınca İran’ın Kürdistan
ile etkisinin ve ilgisinin boyutuda anlaşılabilir.
Tahran heyetlerinin geçtiğimiz haftalarda Erbil’de “İran gazına karşılık
Kürd ham petrolü” için görüşmeler
yaptığı ve ardından Kürdistan Hükümeti Doğal Kaynaklar Bakanı Aşti
Hawrami başkanlığındaki bir heyetin
Tahran’a giderek konuya dair bir anlaşma yaptığı bildiriliyor.
Şimdi akla gelen soruları soralım:
-Dünyanın en büyük ham petrol üreticilerinden olan İran’ın Kürdistan’dan
ham petrol ithal etmeye ne ihtiyacı var?
-Doğal gaz kullanımı için altyapısı olmayan ve devasa oranda gaz rezervi
olan Kürdistan Bölgesi’nin İran’dan gaz
ithal etmeye ne ihtiyacı var?
Bu sorulara verilecek “mantıklı” yanıtlar olmadığını, dolayısı ile konunun ticari olmadığını dahil ve ehil kesimler
bilir. O halde kurulan yeni denkleme
makul “reel” yanıtlar vermek için bu
alışverişin ticari boyutunu elemek ve
SÖYLEŞİ
HABER
MESUT YEĞEN
Kutuplaşmanın kurbanları
Türkiye siyasetinin son on senesini iyiden iyiye esir alan sekülerlik-muhafazarlık eksenli siyasi kutuplaşma ülke siyasetinin öyle çok da kuvvetli olmayan pek
çok ‘meziyetini’ iyiden iyiye zayıflattı.
Memleket siyasetinde zaten çok revaçta
değildi ama ‘siyasi muhalifini düşman
değil de meşru muarız görmek’, ‘muarızla müzakere etmek’, ‘muarıza edebince
mukabele etmek’ meziyetleri iyiden iyiye
yok oldu gitti.
Siyasi kutuplaşmanın kurbanları siyasi meziyetlerle sınırlı değil. Entelektüel
alana has pek çok meziyet de sözünü ettiğim kutuplaşmanın kurbanı oldu. ‘Olgulara sadakat’ meziyeti Türkiye entelektüel alanında epeydir zayıflamıştı ama
daha yakın bir kurban ‘toplumsal olguların hemen her zaman birden çok veçhesi
olduğunu görebilmek’ meziyeti oldu. Gazeteler, TV programları, siyasetçi söylevleri artık kutuplaşmanın hangi tarafında
olunduğuna bağlı olarak olguların bazı
veçhelerini aşırı vurgulayan, başka bazı
veçhelerini de görmezden gelen ‘tespitler’, ‘analizler’, kanaatlerle dolup taşıyor.
Bu minvaldeki en taze örnek Freedom
House raporuyla bir kez daha gündeme
gelen Türkiye’de basının (medyanın) durumu meselesi oldu. Freedom House’un
pek de yenir yutulur olmayan raporunun
ardından gazeteciler, TV yorumcuları,
siyaset erbabı ikiye bölündü ve ‘ya ülke
basınının nefes alamayacak denli baskı
altında olduğunu’, ‘ya da matbuat işlerinde her şeyin güllük gülistanlık olduğunu’
göstermeye koyuldu.
Oysa olgulara birazcık sadakat tabii ki
şunu gösteriyor: Türkiye basınının durumu ne Suriye, Çin, Kore vb. diktatörlüklerle kıyaslanabilir ama ne de Avrupa’daki gelişmiş demokrasilerle. “Başbakanın,
Ak Parti’nin korkusundan kimse gık çıkaramıyor” diyenler de pek ala biliyor ve
görüyor ki, Ak Parti’nin en şedit muhalifleri her gün yüzlerce köşede, programda
değerli analizlerini, yorumlarını ‘taraftarlarıyla’ paylaşıyor. Ak Parti’ye, Erdoğan’a
dair en sakil değerlendirmeler, en banal
yorumlar her gün okunabilir, her saat duyulabilir durumda. Nihayetinde, Sözcü
gazetesinin en çok satan 3. gazete olduğu bir ülkenin basınından, medyasından
söz ediyoruz. Bu hal Türkiye’de basının
üzerinde yasadan ya da uygulamadan
kaynaklanan genel bir baskı olduğu şeklindeki kanaati pek de doğrulamıyor.
Öte yandan, bu durum, Türkiye basınının öyle aman aman özgür olduğunu
filan da göstermiyor. Ak Parti’nin ya da
Erdoğan’ın ilgi alanında olmayan yurttaşlara dönük yayın yapan medya baskı
altında değil ama Ak Parti’den sırt çevirmesi muhtemel yurttaşlara dönük yayın
yapan medya üzerinde hem dolaylı hem
dolaysız bir baskının olduğu da ortada.
17 Aralık operasyonu esnasında yayımlanan ‘tapeler’ hem Erdoğan’ın medyayı
kontrol etmek istediğini ama hem de
medya sahiplerinin ve yöneticilerinin de
kontrol edilmekten hiç de rahatsız olma-
dığını ayan beyan gösterdi.
Keza, pek çok Ak Parti muhalifi köşe
yazarının ya da TV programcısının son
birkaç senede işinden olmasının ve bir
daha iş bulamamasının sebebi herhalde
bunların işlerine devam edebilenlerden
daha az kabiliyetli olduklarının anlaşılması olmadı. Belli ki medya sahipleri ve
yöneticileri Ak Parti muhalifi etkili isimlere yer vermekten çekiniyor, korkuyor.
Elbette başları yasayla ya da otoriteyle
belaya gireceğinden değil; tıkırında giden işleri bozulacağından. ‘İşimiz bozulur’ fikriyle yaşamaya maruz bırakılmak
dolaylı da olsa medya üzerindeki bir baskı haline işaret ediyor, buna şüphe yok;
lakin, medyanın bozulabilecek işlere
sahip birilerinin sahipliğinde olması da
başka bir sorun, bunu da görmek lazım.
Ancak medya üzerindeki baskının ‘açılan
telefonlara’ ya da ‘hissettirilen risklere’
sınırlı kalmayan, daha dolaysız biçimleri
de var. 17 Aralık operasyonunun ardından gelen Twitter ve YouTube’a erişim
yasakları medyanın kimi durumlarda
siyasi otoriteden kaynaklanan dolaysız
bir baskının altında olduğunu da gösterdi. Keza, yasa ya da uygulama, genel bir
sindirme durumuna kapı aralamamakla birlikte, hem yasa hem de uygulama
kimi hallerde mevzi sindirmelere kapıyı
ardına kadar açık bırakıyor. Basın özgürlüğünün yerli ve yabancı sevdalılarının
çok uzun zaman görmekten imtina ettiği
Kürt basını üzerindeki sindirme tam da
böyle mevzi bir sindirme oldu, hem de
neredeyse doksanlardan bugüne.
Uzatmak lüzumsuz: Siyasi kutuplaşmanın entelektüel alandaki muharipleri
kabul etmek istemeyebilir ama basının,
medyanın hali tek bir fotoğrafla anlatılabilir gibi değil. Belli ki ne ‘diktatörlüklere benzedik’ diye feveran edilecek bir
durum söz konusu ama ne de ‘herkes
sözünü sakınmadan söyleyebiliyor’ hali.
Memleketteki başka pek çok şeyin olduğu gibi basının halinin de tek bir yüzü
yok.
Medyanın hali, ‘ne öyle, ne böyle’ ya da
‘hem öyle, hem böyle’ gibi bir müphemlik arz etse de zannımca şu konunun
şüphe kaldırır bir tarafı yok: Ak Parti
iktidarı, “memleket Çin’e, Kuzey Kore’ye
benzedi, benzeyecek” diye yakınanların
zannettiği ya da zannedilmesini istediği
gibi, Türkiye’de basın özgür olmadığından, rejim her gün bir öncekinden daha
otoriter hale geldiğinden devam etmiyor.
Ortada, Ak Parti iktidarını değiştirmek
isteyen kuvvetli bir söz, bir siyaset var
da, Ak Parti otoriterliği bu sözü, bu siyaseti engelliyor değil. Ak Parti’nin otorite
iktidarı devam ediyor çünkü Ak Parti’nin
sözünden daha kuvvetli, daha cazip bir
söz üretilmiş değil. O söz üretildiğinde
ne Ak Parti’nin otoriterliği para edecek
ne de basın üzerindeki kısıtlamaları. Lakin, kabul etmek lazım: Türkiye siyasetinin ufkunda henüz bu türden bir söz
görünmüyor.
12
Kaçak sigaranın 30 milyar
dolarlık dayanılmaz hafifliği!
T
RAWÎN
STÊRK
ürkiye’de yıllık 35,4 milyar liralık
sigara tüketilirken, yıllık tüketimin
4,5 milyar paketlik kısmı yasal yollardan
alınan markalardan tüketilmekte ve bunun
piyasa değeri 32,1 milyar TL. 1,1 milyar
paketlik kısmı ise kaçak, yasadışı sigara
markalarından oluşuyor ve piyasa değeri de
yılda 3,3 milyar TL tutarında.
Ortadoğu, Balkanlar, Türkiye ve
Avrupa’da giderek büyüyen “kaçak
sigara” piyasası, kayıt dışı ekonomi
konusunda alınan önlemler ve yasal
düzenlemelere karşı sıradışı yöntemler denenen bir alana dönüştü.
Dünyada kaçak sigara tüketme oranının vergi sistemleri ve legal ticaret
açısından baş ağrıtıcı noktaya geldiği
ülkelerin başında Yunanistan, Bulgaristan, Gürcistan, İran, Irak ve Türkiye geliyor. Bu da hem kaçak sigara piyasasına büyük baronların girmesine,
hem de daha çok sigara çeşidi ve türünün piyasaya girmesine neden oluyor.
Türkiye’de TEKEL bandrolü ile piyasada satılan sigara çeşidi sayısı, kaçak
sigara piyasasında bulunan ürünlerin yarısı kadar. Türkiye’de bandrolü
bulunmayan sigara tekellerinin bile
korsan şekilde kaçakçılık piyasasında
dolaşımda olduğu söyleniyor.
Bütün bunlarla birlikte Yeni Gümrük
ve Ticaret Müfettişleri Derneği verilerine göre kaçak sigaranın Türkiye piyasasındaki pazar payı yüzde 15. Avrupa Konseyi’nin 2000 yılı tahminlerine
göre, Avrupa’da en büyük kaçakçılık
sigarada yapılmaktadır. Bu kaçakçılığın yıllık boyutunun 90 milyar Euroya
ulaştığı ve İngiltere’de sigara pazarının yüzde 15-20’sinin kaçak olduğu
belirtilmektedir.
Dünya Gümrük Örgütü verilerine
göre, sahte ve kaçak sigaranın tüm
dünyadaki vergi kaybı 30 milyar dolar
civarında. Emniyet Genel Müdürlüğü verilerine göre ise son 6 yıl içinde
Türkiye’de 12 milyon paket kaçak sigara yakalandı.
TÜRKİYE’DE 3,3 MİLYAR TL
KAÇAK
Konuya dair yapılan araştırmalara
göre ise Türkiye’de yıllık 35,4 milyar
liralık sigara tüketilirken, yıllık tüketimin 4,5 milyar paketlik kısmı yasal
yollardan alınan markalardan tüketilmekte ve bunun piyasa değeri 32,1
milyar TL. 1,1 milyar paketlik kısmı ise
kaçak, yasadışı sigara markalarından
oluşuyor ve piyasa değeri de yılda 3,3
milyar TL tutarında.
Yine aynı araştırma sonuçlarına göre
2012 yılının son çeyreğinde Türkiye
pazarındaki kaçak sigara oranı yüzde
13,4 iken, bu rakam 2013 yılının ilk 6
ayında yüzde 19,9’a ulaşmış durumda.
Kaçak sigaranın karmaşık yolculuğu
Türkiye’ye giren kaçak sigaranın yüzde 80’lik bir kısmı Bulgaristan’daki
fabrikalarda üretilip, İstanbul ve Mersin’deki Serbest Bölge’lere geliyor.
Piyasanın bu etabındaki büyük baronlar, sigarayı buradan alıp, gümrük ile
uğraşmadan ve aynı zamanda ülkeye
de sokmadan Irak ya da İran’a götürüyor. Daha sonra ise Şırnak Hakkari ve
Van illerindeki sınır hattından kaçak
ya da anlaşmalı yöntemlerle ülkeye
yeniden sokuluyor.
Bu kısımdaki anlaşmalı bölüm ise şu
şekilde gerçekleşiyor; sınır bölgesindeki geçiş güzergahlarına yakın karakollardaki rütbeli birine yüklü miktarda rüşvet verilerek, güvenlik bypas
ediliyor. Buna benzer değişik ve çokça
örnek, bizzat bu baronların beyanlarından alınmıştır.
SİGARANIN İÇ YOLCULUĞU
Piyasanın bu etabında ise farklı il ve
ilçelerdeki güvenlik önlemleri devreye gireceği için, anlaşmalı yöntemler
otomatikmen devre dışı kalıyor ve zihin jimnastiği devreye giriyor. Daha
önce emekli bir polisi ya da emekli bir
askeri eskort olarak çalıştırıp sigarayı
başta İstanbul olmak üzere batıya taşıyanların yöntemi de bir süre sonra
deşifre olunca, değişik yöntemler deneniyor.
Örneğin ambulans olarak dizayn edilen bir minibüse zula yapılıyor. Yaklaşık 3 bin karton sigara araca zulalandıktan sonra, eşi de hasta rolü ile
ambulansa yatırılıyor. Önlükleriyle
sağlıkçı ve doktor görünümlü elemanlarla sigara yola çıkarılıyor. Uzun bir
süre bu yolla taşıma yapıldıktan sonra
bir gün Erzincan’da bir denetimde bu
yöntem de ortaya çıkarılıyor.
Ardından yeni bir yöntem olarak beton mikseri kullanılmaya başlanıyor.
Mikser, döne döne sigarayı İstanbul’a
ulaştırıyor. Bu yöntem de ömrünü tamamladıktan sonra yeni yola başlanıyor!
13
SÖYLEŞİ
HABER
A
vrupa Konseyi’nin 2000 yılı tahminlerine göre, Avrupa’da en büyük kaçakçılık sigarada yapılmaktadır.
Bu kaçakçılığın yıllık boyutunun 90 milyar Euroya ulaştığı ve İngiltere’de sigara pazarının yüzde
15-20’sinin kaçak olduğu belirtilmektedir.
Daha küçük ölçekli esnafın sigara sevkiyatı ise doblo tarzı araçlarla sağlanıyor. İstanbul’a getirmek üzere Van
merkezden alınan bin karton sigara,
önde boş bir binek aracın eskortluğunda Malatya’ya kadar getiriliyor. Eskort
ile yüklü araç arasında sürekli telefon
açık olacak şekilde, yolculuk başlıyor.
Belirlenen şifrelerle yolda kontrol ya
da şüpheli bir durum var ise, arkadaki
araca, örneğin “çayı koy biz geliyoruz”
denerek bildiriliyor. İhbar olmadıkça bu yöntem iyi işliyor. Malatya’dan
sonra ise yola otobüs şirketleri ve kargolarla devam ediliyor.
LAHANA İÇİNDE EROİN
Sigara kaçakçılığı konusunda bunlar
yaşanırken, Yüksekovalı bir baron tarafından denenen yöntem ise akıllara
ziyan. İlk baharda bir tarlaya lahana
eken vatandaş, lahanalar yumruk büyüklüğüne geldiğinde, yaprakları tek
tek ve kırmadan açarak, her lahananın
içine bir topak eroin konur ve yaprakları eski haline getirilir. Lahanalar büyüyüp olgunlaştığında ise iyice etrafı
sarmalanmıştır malın. Olgunlaşma
döneminde lahanaları toplayarak bir
kamyona yükler. Kontrol noktalarının birçoğunu atlatıp, iddiaya göre
Balaban’a geldiğinde durdurulur. Çadır açılır ve lahanadan başka bir şey
olmadığı kanaatine varılır. Lahananın
tersten bir yolculuğa çıktığından huylanan kontrol noktasındaki rütbeli,
“Ver lan bir lahana, bari akşam sarma
yiyelim” der.
Kamyonun yükünden bir lahana alarak, eve bırakıp görev yerine geri döner. İki saat sonra lahanayı kesen eşi
garip bir şeyle karşılaşınca kendisini
arar. Eve giden görevli, uyuşturucu
olduğunu anlar ve kamyonun plakası
tüm yol güzergahlarına bildirilerek,
Kayseri yakınlarında yakalanması sağlanır.
TÜKETİCİYE ULAŞMA
AŞAMASI
Benzer çok sayıda yöntem denendikten sonra kaçak sigara götürüleceği
yere ulaştığında ise satış başlar. Örneğin İstanbul’da kaçak sigaranın bir
borsası söz konusudur. Emniyet dahil
tüm kurumların haberdar olmayışının
imkansız olacağı, turistik ve vitrin sayılabilecek bir semtteki bu borsa da,
sigarayı bizzat tüketiciye ulaştıracak
esnaf, ihtiyacını tedarik eder.
Neredeyse Türkiye’nin tüm illerinde olduğu gibi, İstanbul’da köşe başı küçük
sigara tezgahlarıyla karşılaşmak mümkün. Örneğin İstanbul’un kalbi, vitrini
olan Beyoğlu’nda, sadece Taksim çevresinde yaklaşık 60 tezgah bulunuyor.
Öte yandan piyasanın iştah kabartan
kar payı, TEKEL bandrollü ürün satan
birçok tekel büfesinde de tezgah altında kaçak sigara satıldığını söylemek
kanıt gerektirmeyecek kadar gerçek
bir durum haline gelmiştir.
KAR MARJI NE KADAR?
Peki bütün bu maceralardan sonra
kaçak sigaradan bunca el değişikliğine rağmen kar payı nedir? Yaptığımız
uzun süreli çalışma ve değişik ilişkiler üzerinden aldığımız sonuçlar şu
şekilde: Piyasada en çok tüketilen ve
Kürdlerin Parlamenti olarak da bilinen Prestij isimli sigaranın paket fiyatı
Van ve çevresinde 1.5 lira. Kartonu ise
11 tl. İstanbul’da ise bahsi geçen bor-
sadaki fiyatı karton başı 25 lira. Küçük
tezgahlarda 3 ile 3,5 lira arasında fiyatla satılan sigaradan dolayısıyla herkes kazanmaktadır.
Prestij şu an piyasanın amiral gemisi konumunda. Öyle ki kaçak olan bu
sigaranın da çakması üretilmektedir.
2013 başında Silivri’de yakalanan bir
‘amatör’ fabrikada ele geçirilen Prestigen isimli sigara, bütün tasarımı ile bu
sigaranın çakması idi. Fabrika yakalanmış olmasına rağmen, Prestij isimli sigaranın Prestigen isimli çakmasını
da piyasada bulmak hala mümkün. Bu
markanın şu sıralar Türkiye’de sahip
olduğu piyasa payı Marlboro ile yarışır
noktada.
gündem
SÖYLEŞİ 1414
SENNUR BAYBUĞA
sizin cumhurbaşkanı adayınız
Siyasetten pek anlamıyorum. kitle denen soyut insanlar topluluğunun nasıl
ve nelerden etkilendiği üzerine bir fikrim olduğunu söyleyemeyeceğim. bu
gerçeklikten kopuk, nerede yaşadıklarını, ne yiyip ne içtiklerini nasıl üreyip
nasıl yaşadıklarını bilmediğim insanlar
topluluğu için yıllardır sürgit devam
eden sayfalar dolusu yazıları nasıl döktürü döktürü verdiğimizi bilmiyorum.
uzun cümleleri okusam da manasını
çözemiyor, sürekli kendimi aptal gibi
hissediyorum hem bu yazıları okurken
ve hem de bu konuşmacıları dinlerken
oturduğum yerden. bu konuda samimiyim, itiraf zamanı artık geldi.
anlamıyorum derken bir yandan da ömrümün bu oyuna anlamak için uğraşmakla geçtiğini inkar edecek değilim.
kendimi sosyal bir varlık olarak—bayılıyorum bu lafa da—tanımlamaya
başladığım andan itibaren dışarıdan
‘politik’ denen tiplerden oldum. neden
böyle dendiğini bile anlamıyorum. hayat ve kendim dışındaki insanlara ilgi
duymamla, bu insanların yaşamlarını
zindan eden o dünyayla tanışmamla sanırım politik biri olup çıkıverdim. ama
ne denklemlerini ve ne de bilinmeyenlerini hala da kavrayamadığım bir oyunun içinde figüranım hala.
nasıl bir dünya istiyorsam öyle bir parti
istiyorum diye düşünüp uzun yıllardan
sonra bir partiye üye oldum. nüfus cüzdanı şeyleri, ikametgah, temiz kağıdı
derken zaten bir dolu devlete yamanmış
ben, siyasi partiler yasasının izin verdiği ölçülerde nasıl bir dünya istiyorsam
öyle bir parti inşasının mümkün olabileceğini düşündüm. baştan büyük hata.
ikametgahımın ve temiz olup olmadığımın sorulduğu özgür siyaset dünyasından kime ne bana ne. oluyor işte. al
sana siyaset.
şimdi; yeni ve çok caf caflı bir seçim
döneminden çıkmış, kendimi hala yediğim ve beni sersemleten, küçücük
ellerden çıkma tokatların etkisinden
kurtaramamış ve hala ne olduğunu anlayamamışken, yeni bir seçim sathı mahalline girmeye çalıştığımızın farkına
varıyorum.
cumhurbaşkanımızı seçecekmişiz. kim,
biz. neyle oylarımızla. özgür bir seçim
mi hayır, adayları biz mi belirleyeceğiz
hayır. karşımıza en son iki aday mı çıkacak, ya onu ya bunu mu denecek evet.
buna demokrasi mi deniyor evet. işte
benim politikadan anladığım ve anlamadığım bu kadar. adayımı kendimin
belirlemediği bir seçimde, benim seçmediğim adamların—kadınlar demiyorum dikkat-belirlediği birtakım olası ki
adamlara oy verecek ya da verilmesini
teşvik için çalışma yürüteceğim. buna
matematikte açmaz, hukukta da taksirle işlenen kabahat deniyor. daha bir ay
evvel birbirimizi yediğimiz yerel seçimlerden sonra kimle yeni ittifaklar içine
gireceğimizi konuşuyoruz, of yaa, insan
sevmezse ömür boyu da sevmesin istiyorum, bu ittifak ne demek ola ki…
her gün gazetelerde onlarca köşe yazısı
boca ediliyor üstüme üstüme, olasılık
hesapları, sözüm ona, yapılırken, aslında hiç de belirleyicisi olamayacağımız
bir denklemi hem kurmamız ve hem de
çözmemiz isteniyor. daha yetkilerinin
bile ne olacağını bilmediğimiz birini
cumhurbaşkanı seçmemiz beklenecek
bizden. bir oyum olsa sorumlu olduğum hadi vereyim kurtulayım diyeceğim ama, siyasetin matematiğini hala
çözemeyen bana bir de oyları için insanları etkilemem söylenecek. muhtemeldir ki ben de bu işi yapacağım. ama
peşinen ve şimdiden söylüyorum hakikaten anlamıyorum ben ne yapacağız ve
ne anlatacağımızı.
bana nasıl bir cumhurbaşkanı istediğim
sorulursa cevap veremem gerçekten bu
mesele üzerine kafa yormuş değilim.
neye hizmet edecek bir cumhurbaşkanı istediğim sorulursa biraz zorlanarak
ve düşünerek —hiç hazetmiyorum bu
işi de—biraz cevap verebilirim, bana
kim olmasın istersin diye sorulursa çok
şıklı çok şıklı yüzlerce cevap veririm,
ama onlardan en az ikisinin aday olacağını da biliyor olurum. bu durumda
benim seçimimin ne öneminin olduğunu anlayamamış durumdayım, yani
seçmediğim birini sayısal nedenlerle
seçmek zorunda kalacağım. e ben siyasetten anlasam ne olur anlamasam ne
olur bu durumda sevgili zahmet edip
yazıma bakanlarım. yazıp duralım aylarca bu mesele üstüne, olasılık hesapları yapalım. en fazla vereceğiniz cevap
benim ikinci soruda sorduğum soruya
cevap aramak değil midir. bu kadar yazıyı hergün neden okumak zorundayım
ben. bana, hayatıma dokunmayan bir
sorunun cevabının benim için anlamı
ne olabilir. işte siyaset dediğiniz şey bu
ve ben bu eyleyiş biçiminden fena halde
sıkılmış fena halde bıkmış biri olarak,
siyasetten anlamadığımı söylemekte hiçbir beis görmüyorum. buyurun
ağustosa kadar konuşacak bir sözümüz
olsun. nasıl bir dünya değil kimin yönettiği bir dünya. hepinize iyi geceler
dilerim. siyaset büyümüş kötü çocukların hala oynadıkları bir oyun mu ki
acaba…
Rojava seçime hazırlanıyor
BasHaber - Suriye’de yaklaşık iki
yıldır devam eden iç karışıklığın
gölgesinde seçime hazırlanan Batı
Kürdistan’da, Kürd partileri arasındaki ilişkiler gündemi oluşturuyor.
Seçimlerde 15 partiden 3’ü PYD’yi
destekliyor.
Rojava’da 7 Ocak 2013’de PYD öncülüğünde “Geçici Yönetim” ilan edilmesi ardından; anayasa, yeni yönetim modeli ve seçim yasası açıklandı.
Bölge Cizire, Kabone ve Efrin olarak
üç kantona ayrılırken, demokratik bir
sisteme geçilmesi halinde Suriye’nin
bir parçası olarak kalınacağı deklere
edildi. YPG ise özerk yönetimin savunma gücü olarak düzenlendi. Ekonomi, altyapı ve sosyal sorunların
özerk yönetimin işini ciddi anlamda
zorluyor. Cezîre kantonunda güvenlik sıkıntıları bertaraf edilmiş olsa
da Efrîn ve Kobanê kantonlarında
seçimlerin savaş halinden kaynaklı
ertelenebileceği konuşuluyor.
KÜRDLERİN İLİŞKİLERİ
Konuya ilişkin BasHaber’e açıklamada bulunan PYD’nin siyasi danışmanı Sehanok Dibo, Rojava’daKürd
partileri arasında herhangi bir sorun
olmadığına dikkat çekerek, 57 ku-
rum içerisinde 11 siyasi partinin demokratik özerkliğe PYD ile birlikte
imza attığını ve bu partilerden Geçici
Yönetim’de yer alanların da olduğunu belirtti. Bugün itibariyle Rojava’daki gelişmelerde diğer partilerle
bir konsensüs olduğunu belirten
Dibo, PYD’nin Baas rejimiyle ilişki
içerisinde dolduğu yönündeki iddianın yanlış olduğu, kendilerinin bunu
kabul etmediklerini, rejimle birlikte
çalışmadıklarını söyledi.
GÜNDEM SEÇİM DEĞİL
Suriye’de yaşanan iç savaş ve yıkım
haline dikkat çekerek, rejimin silahlı
çözümden başka bir seçenek sunmadığını ifade eden Suriye Kürd
İlerici Demokratik Partisi Yüksek
Konseyi Üyesi Salih Derwêş ise, “Şu
an Rojava’da bir seçim yapılırsa çok
büyük olayların yaşanması tehlikesi
söz konusu. Suriye gündemi seçim
gündemi değildir şu durumda.
Suriye halkı dağılmış, dışarıya göç
etmiştir. Bu rejim silahlı çözümden
başka bir şey istemiyor, seçim için
karar vermek için çok erken. Ayrıca
PYD’nin iddia ettiği gibi bölgedeki
Kürd partileri arasında bir birlik ya
da konsensüs söz konusu değildir.
Rojava’daki 15 partiden sadece 3’ü
PYD’ye destek vermektedir” dedi.
HALKLAR SEÇİME GİDİYOR
Kanton yönetimleri oluşturulurken
bölgede yaşayan Kürdler dışındaki etnik ve inanç gruplarına dönük de bazı
düzenlemeler yapılmıştı. İlk aşamada
oluşturulan 80’i aşkın üyeye sahip
Kurucu Meclis seçime gidilmesi yönünde bir düzenlemeye gitmişti. Her
üç kantonda yaşayan grupların kendi
iradeleri ile seçime gitmesi sağlanmaya çalışılsa da, yerel partiler arasında yaşanan uyuşmazlıklar dikkat
çekiyor. Seçime girmek için herhangi
bir ön şart konmazken, hazırlanan
seçim evrakında, 18 yaşını dolduran
herkesin sandığa gidebileceği belirtiliyor. Adaylık konusunda ise 22 yaşını doldurmuş olmak ve herhangi bir
yüz kızartıcı suç işlememiş olma şartı
getirildi. Seçimler sonunda Meclisa
Zagonsaz’ın (Kurucu Meclis) 101
sandalyeli ve her 15 bin kişi için bir
temsil hakkı öngörülüyor. Bu noktada Cezîre Kantonu için ayrı bir
madde konularak Kürd vekillerin
oranı yüzde 20, Süryanilerin yüzde
10, Arapların ise yüzde 10’dan aşağı
olmayacağı şeklinde düzenlendi. Yasaya göre teknokratlar ve diğer oluşumların oranı da yüzde 5’in altına
düşmeyecek.
15
SÖYLEŞİ
gündem
Kürdler Kobanê’de
ortak savunmada
BasHaber (Kobanê) – Rojava’da
Kürd yerleşim bölgelerine saldırı ve kuşatmasını sürdüren radikal Irak-Şam
İslam Devleti (IŞİD) güçlerine karşı
YPG’nin yaptığı seferberlik çağrısı üzerine, Kuzey’den giden çok sayıda gencin
çatışmalara katıldığı bildiriliyor. Rojavalı Kürd güçlerin siyasi rekabetlerine
rağmen Kobanê de saldırılara karşı ortak hareket ettiği bildiriliyor.
İŞİD’in güney ve Batı yönünden kuşattığı Kobane kenti yakınlarında süren çatışmalarda, geçtiğimiz hafta
Diyarbakır’ın Sur İlçesi Eş Belediye
Başkanı BDP’li Seyit Narin’in oğlu ‘Dilşat Ahmet’ kod adlı Ali Narin yaşamını
yitirmişti. Narin Ailesi’nin taziyesi devam ederken, aynı bölgedeki çatışmalarda Çermik İlçesi’nin BDP İlçe Örgütü Eş Başkanı Haşim Demirkol’un kızı
‘Helin Amed’ kod adlı Helin Demirkol
da ölüm haberi geldi. Çarşamba günü
de Kobani kentinin 20 kilometere güneyindeki Girê Sêwê bölgesindeki çatışmalarda yaşamını yitiren YPJ’li Kinem Çiçek’in (Ruken Kobani) cenazesi,
Mürşitpınar Sınır Kapısı’nda ailesi tarafından teslim alındı.
Batı Kürdistan’ın Kobanê’nin Girê
Sêvê bölgesinde 3 Mayıs günü başlayan çatışmalarda, 7 YPG savaşçısı ile
seferberlik çağrısına uyararak silah
alan ve cepheye giden 4 Rojavalı hayatını kaybetmişti.
IŞİD’in Kobanê’de binlerce kişilik güç
ve tank desteğiyle 3 Mayıs günü bölgenin güneyindeki Girê Sevê’ye yaptığı
saldırıda 4’ü kadın 11 Kürd savaşçı hayatını kaybetmişti.
YPG, IŞİD saldırısına 4-5 Mayıs gecesi
karşı yapılan misillemelerde 36 İslamcı militanın öldürüldüğü, birinin sağ
yakalandığı ve 4’ünün de cenazesinin
ele geçirildiğini açıklamıştı.
IŞİD’e karşı YPG’ye yoğun katılımların
olduğunu bildiren Kobanê muhabirimiz
Ferhad Hemo, Kobanê’nin çevresindeki
kent ve köylerin YPG kontrolünde olduğunu ve Kürd güçlerin gerekli tedbirleri
aldığını bildirdi.
Kobanê’nin Türkiye sınırının kapatıldığını, Arapların yaşadığı bölgelerin İŞİD
kontrolünde olduğunu ve radikal İslamcıların asıl hedeflerinin Kobanê’nin
ele geçirilmesi olduğunu belirten
Hemo, “Bu şekilde kendilerine coğrafik bir harita çizmek istiyorlar. Ancak
Kobanê’deki bütün etnik gruplar YPG
ile birlikte hareket ederek bunlara karşı
mücadele veriyor. Bütün Kürd partileri
bir bildiri ile YPG’nin yanında olacaklarını açıkladı. Hemo, “Burada kimi Kürd
“Kürdistan Bölgesi bize destek vermeli”
Öte yandan PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, IŞİD’in saldırılarına karşı Rojava’yı
korumak için Kürdistan Bölgesi’nden yardım talep etti.
“Rojava’nın savunulması ve yeniden yapılanması için Kürdistan Bölgesi,
Rojava’ya manevi, ekonomik ve askeri destek vermeli” diyen Müslim, rejimle ilişkileri olduğu iddasını reddetti. Müslim, gerginliğe neden olan hendek kazma çalışmaları içinse, “Bunun sorumlusu PDK’dir” dedi.
Hendek kazılan bölgelerden kimsenin Kürdistan Bölgesi’ne zaten geçemeyeceğini vurgulayan Müslim, PYD’nin diğer siyasi kesimleri sindirdiğine ilişkin yorumlara sert çıktı. Müslim, “Rojava’da olmayan, durumu iyi analiz
edemeyen ve halkın arasına karışmayanlar, Rojava’nın dertleriyle ilgilenmesin. Dışardan müdahalelerle çözüm üretilemez” diye konuştu.
Salih, El-Monitor Plus haber sitesine verdiği demeçte bazı radikal grupların
rejim tarafından Kürdlere karşı kullanıldığına dikkat çekerek, başta IŞİD
olmak üzere birçok örgüt tarafından hedef haline getirildiklerini söyledi.
IŞİD’in başta Suudi Arabistan olmak üzere bazı körfez ülkeleri tarafından
desteklendiğine ve Kürdlere karşı kullanıldığına dikkat çeken Müslim, “IŞİD,
Kürdlerin ve Türklerin ortak düşmanıdır” dedi.
partileri siyasi olarak birbirlerine karşı
rekabet içinde olabilir ancak savunma
konusunda hepsi birlikte hareket edi-
yor. İŞİD güçlerine; Türkiye, İran, S.
Arabistan ve başka birçok ülke destek
veriyor” şeklinde konuştu.
dayatması ile kimliği unutulan ve unutturulan, son 3-5 yıldır 24 Nisan dışında
hiç hatırlanmayan, “Kadim halkı, Ermeni’’ leriyiz. Fransız Kültür Merkezi’nde
“Berfo Ana” belgeselini izlerken geçmişim hesap sorarcasına yakama yapıştı.
Berfo Ana’nın dayanamadığım acısını
izlerken bu defa o vicdan; sosyalist olmak adına haksızlık edip yok sayarak,
korkudan susarak sahip çıkmadığımız,
çıkamadığımız için yok edilenler bir
bir utançla boğazımda düğümlendi.
Çözülmüştüm. Acı, gözlerimden akarken göğsüme çöreklendi. Her ne kadar
mama’mın (Mama=anne) “Kendi başını
bağlayamayan düğün evinde gelin başını
bağlarmış’’ sözünün eleştirel doğruluğunu kabul edip, kendi geçmişimin izinden
yürümeyi doğru buluyorsam da, dönemimde yaşanan insanlık suçlarına susarak ortak olup geleceğime utançlı miras
bırakmamak için durduğum yeri aklım ve
vicdanımla seçiyorum.
Neredeyse kanlı tarihimizin her bir gününe düşen katliamlarından, bugün 4
Mayıs 1938 Dersim katliamının 76. Yılı.
Dersim katliamını yaşayanların çoğunluğunun Ermeni’ler gibi savruldukları
yerde sessizliği tercih etmeleri, yaşanmışlıkların tarihe gömülmesi için bir
fırsattı. Ancak, iz sürenlerin mücadelesi sonucu Başbakan, 23 Kasım 2011’de
Dersim katliamı adına CHP kalesine gol
atmak için “özür” diledi. Samimiyetsiz-
di çünkü, sonrasında hiçbir iyileştirmeye
gidilmedi. Şimdi, Ermeni’ler için “taziye”
dileğinin acıyı yaşayanları biraz cesaretlendirip dile getirmek dışında hiç bir anlamı yok! Buna ek olarak, her hükümeti
yaptığı katliam ve soykırımlardan manevralarla aklamaya çalışması da çabası.
Buna rağmen, 2014 yılında geri dönülmez bir yüzleşmenin kapısını araladığı
da bir gerçektir. Başka bir gerçek de; 11
yıllık tek adamlık iktidarı süresince, ortada bir mezarları bile olmayan binlerce,
milyonlarca kefensiz yatan Ermeni, Süryani, Alevi, Kürt ve Sosyalist vatandaşın
kanı üzerine bizzahati kendisi tarafından
eklenen 34 Roboski kurbanları var. Hal
böyle iken; bu toprakların altında kefensiz yatan bunca ölülerimiz varken “özür
ve taziye’’ ile sorumluların bu vebalden
böyle kurtulması mümkün değil.
Şimdi “özür ve taziye“nin muhatapları
olarak söz sırası bizde. Suskunluklarımıza son verip acıları dile getirme zamanıdır. Bu geçmiş hepimizin. Herkesin
mutlak bir acısı, bir sözü var. Susanlar,
konuş(a)mayanlar ve hatta bu acıları yok
sayanlara ısrarla “Berfo Ana’’ların öyküleri anlatılmalı, izletilmeli. Bu sağır eden
sessizlik son bulmalı ki toprak artık kanamasın...
Zira, özümsenmeyen her şey hazımsızlık
getirir. Gerçek; ağrılar sancılar eşliğinde
kan kusturmadan söze, sözler eyleme dökülerek gereği yapılmalı...
FLORİTA ULUK BENLİ
“Özümsenmeyen her şey hazımsızlıktır”
Kaybın ve eksilenin farkında olanlar, tüm
varlığı ile ya içe kapanır ya arayışa girer.
Bu içe kapanma ve arama halleri, hayatın
bir döneminde mutlaka insanı kavgalar
eşliğinde kayıplarla yüzleştirir. Kolay
gibi görünse de zor olandır aslında çaresizliği kabul edip kaderinizi başkalarının
aklına, vicdanına terk edip teslim olmak.
Sığınarak başkalarının ağzına, gözüne,
eline, yoluna bakarak bir iç çatışmayla yitip gitmek. Yitikliği/ni arayanların
nasibine düşense; sadece “iz“lere bakarak ilerlemektir. Aklın ve vicdanın eşlik
ettiği bu yolculukta izleri takip ettikçe
kendinizi amansız, çetrefilli bir kavganın
ortasında bulursunuz. Bu somut kavga
çoklukla Kürdistan ve Kürtlere has bir
durum gibi olsa da sadece onlara has bir
tercih değildir. Kendi kaderini tayin etmek isteyen, kendi aklına ve vicdanına
danışarak tarihin izini süren her insan
kendini bu kavganın ortasında bulur.
Sonuçları başından özümsenen bir ön kabul ile, cesaretli ve adil olmayı gerektiren
“yüzleşme”yi kaçınılmaz olarak dayatır.
Aralıksız 471 defadır Galatasaray’da
her hafta kayıplarını arayan “Cumartesi
Anneleri ‘’ yle birlikte elimde, kemikleri
bile bulunmayan bir faili meçhul fotoğrafla zaman zaman acıların/ın önünde
ben de diz çöktüm. Bu defa elimde 24
Aralık 1994’te gözaltında kaybedilen İhsan Karan’ın fotoğrafı var. Bir erkek sesi
;“Bu nasıl bir vicdansızlıktır ki, yıllardır
devlet tarafından akıbetinin ne olduğunu
bilmediğimiz yakınlarımızın kemiklerini
bulmaktan umut diye söz ediyoruz ‘’diye
feryad ediyor. Sessizlikte dokunduğu
vicdanlar, ılık ılık acı ve çaresizlik dolu
gözlerden akıyor. Sebep olanlara günahı
ve utancı daim olsun! Sevdiğim birinin
yokluğu üzerine kapanıp ağlayamadığım
bir mezarı olmamasını hayal etmeye çalışıp beceremedim. Bu ihtimale sımsıkı
kapattım gözlerimi. Zihnimde Berfo Ana
ile, buğulu gözlerimi açtığımda karşılaştığım bir fotoğraf yavaş yavaş netleşti.
İsmi okudum sessizce; “Keğam Parseğyan’’ Hayal bile etmeye cesaret edemediğim acı, bu fotoğraftaki adamın, babamın
gençliğine benzerliği ile tüm bedenime
yayıldı.
Ne acıdır; biz kendi vatanımızın siyaset
hengamesinde sosyalist mücadelenin bir
SÖYLEŞİ
MÜZİK
16
16
‘Klasîken Kurdî’ ile içimdeki ustayı çıkarmaya başladım!
M
îro isimli
çalışmasıyla
müzik
LEYLA
piyasasına
DENLİ
giriş
yaptığında,
gerek ses ve yorum
kalitesi ve gerekse de
etno müzikteki otantik
ustalığı icra etmesiyle
dikkatleri üzerine
çeken Nilüfer Akbal, son
albümü ‘Klasîkên Kurdî’
ile, kendisi hakkındaki
tali tartışmaları bertaraf
ederek, dikkatleri
yeniden müzik
kalitesine çekiyor.
Mîro’nun ardından Revingî, Rayê, Sewa
ve Herîre albümleriyle müzikal çıtasını
hep daha yukarıya taşıyan Akbal, kendi kalitesini, birlikte çalıştığı işinin ehli
isimlerin de katkısıyla tartışmasız bir
noktaya taşıyor. Albümde Kürdçenin
lehçelerinin yanı sıra iki tane de Türkçe
eser bulunuyor. Bir süre önce müziği dışında TRT6’de yaptığı programla çokça
tartışılan Akbal ile NAM Müzik’ten çıkan
albümü ve müzikal yaşamı üzerine konuştuk.
BasHaber - Uzun bir aradan sonra
yeni bir albümle dinleyicilerinizin
karşısına çıktınız. Şarkı seçiminde nasıl bir yöntem izlediniz?
Nilüfer Akbal - Repertuar seçimim
hem ustalarıma saygı hem de müzikal
yolculuğumda bende iz bırakmış şarkıları, kilamları okumaktı amacım. Tabi
bunlar bir kısmı, sonrası da gelecek.
Son albümünüzde nasıl bir konsept planladınız ve önceki çalışmalarınızdan sonra bu albümü
kendi müziğiniz açısından nereye
koyuyorsunuz?
Önceki çalışmalarımla kendime ve
müziğime mümkün olduğunca yeniyi
eklemek ve kendimi beslemek istedim.
‘Klasiken Kurdi’ ile içimdeki ustayı çıkarmaya başladım.
Klasikleri yorumlarken zengin
bir enstrüman ve müzikal alt yapı
kullanıyorsunuz. Çok sesli enstrüman bileşkesi, klasiklerle sarmalanırken en çok nelere dikkat
ettiniz, ya da önceliğiniz ne oldu?
‘’Ben giderim sazım kalır dünyada’’
diyor üstad Aşık Veysel. Bu albümler
bizden sonraya da kalacak ve dinlenecek. Dolayısıyla mümkün olduğunca
en iyisini yapmaya çalıştık, aranjelerde sevgili Engin Arslan ve Kemal Sahir
Güler’in emeğini ve katkılarını unutmamak gerekir. Kendilerine teşekkür ediyorum, beni doğru anladıkları ve ifade
ettikleri için.
Kürd müziğinde modern yorum
ya da batı müziği ile harman konusu sıkça gündeme gelen bir durum. Bu modernleştirme aşamasında piyasada çokça örnek var.
Durum klasikler üzerinde nasıl
tahribatlara yol açıyor?
Sizce batı müziği ile buluşma noktasında nelere dikkat edilmesi lazım?
Müzik bir deryadır, sınırlamak
doğru değil. Müziğe namus meselesi olarak bakmak ve değerlendirmek haksızlık olur. Tabi ki
deneysel çalışmalar olacak ve yeni
gelecek olan gençliğe ulaştırmada
önemli bir katkı sağlar modern
soundlar. Günümüz gelişmelerini
de eklemek lazım. Dolayısıyla ben
olumlu bakıyorum gelişmekten ve
değişimden yana olduğumu belirtmek isterim.
Uzun bir süre asli işiniz
olan müzik dışındaki mevzularla gündeme geldiniz.
TRT6’de program yapmanız eleştirildi ve hatta saldırı boyutunda
yaklaşımlarla karşılaştınız. Oysa
şimdi yeni bir albümle dinleyicinizin karşısındasınız. Nasıl bir
duygu yaşıyorsunuz?
Tabii bu meselelere politik baktığımızda siyasi tarafın tepkileri anlaşılır
şeylerdi, fakat mesele eğer Kürd müziğini geliştirmek, daha çok dinleyiciye
ulaştırmak ise sınırlamak doğru değil
ve müziği, hele de Kürd müziğini siyasete boğmak haksızlık olur. Bir dönem
TC‘nin yasak ve baskılarıyla zorluklar
yaşamış olan bizim kuşak aynı tavrı
kendi siyasi çevrelerinden görünce insanın aklına başka şeyler geliyor. Acaba düşmanım mı? Dostlarım mı? Ben
empati kurarak baktığımda benim için
yeter ki Kürd müziğine katkı ve değer
katsın, kim bunu nerde nasıl yapıyor ise
yapsın bunlar dostlarımızdır, müttefiklerimizdir diye bakarım. Dolayısıyla bu
eleştiriler ancak demoralize eder, ama
diğer taraftan kamçılar da. Ben geçtim
bunları. Müzik benim var oluşum, yoluma devam edeceğim. Çünkü Kürd’üm
ve bu benim kimliğimin ifadesidir, kimsenin tekelinde veya lütfuyla olan şey
değil, kendi tercihimdir.
Önceki albümleriniz modern ve
deneysel zeminli iken şimdi akustik ağırlıklı bir çalışmaya imza attınız. Hangi ihtiyaçtan yola çıkarak işe koyuldunuz?
Önceki çalışmalarım deneysel ve modern soundlardı ve çok kaliteli, nitelikli
albümlerdi, eminim zamanı geldiğinde
anlaşılacaklardır. Gençliğimde tabii bu
tür heyecanlı farklı şeyler yapmak beni
motive etti ve katkı sağladı farklı kimlikten müzisyenlerle çalışmak stüdyolarda çalışmak beni, hem teknik hem de
müzikal olarak zenginleştirdi, geliştirdi. Gelinen aşamada yaş kemale erdi ve
artık tüm bu deneyim ve tecrübelerimle
gerek albüm bazında, gerekse sahnede,
yelpazesi geniş bir müzikal birikimle
daha bütünsel bir anlayışla tüm kitleleri kucaklayan bir sanatçı olarak devam
etmek, dileğim ve isteğimdir.
Seçtiğiniz şarkıların büyük bölümünün çok değişik tarzlarda
yorumlanmış olması, sizin bu
eserleri seçmenizde ve yorumlamanızda size ne tür zorluklar ya
da kriterler getirdi?
Ben yorumcuyum her tarz şarkı okuyabilme yeteneğine sahibim, yeter ki
seçtiğim şarkılar sesime, ruhuma hitap
etsin. Kürdçe’nin diğer lehçelerinde
okuyor olmam zenginliğimdir. Ben hiç
bir zaman kendi içimizde ayrım yapmadım tüm lehçe ve müziklerimize aynı
duyarlılıkla yaklaştım, aynı hissiyatla
sevdim. Benim için önemli olan şarkının, söz ve müziğin derinliği ve ne anlattığıdır, hikayesinin olmasıdır. Hangi
dil veya lehçede olursa olsun fark etmez
ve bunun içindir ki müziğin dili yoktur.
‘Klasîken Kurdî’ albümün ismi
ancak; Türkçe şarkılar da var,
ustalara saygı diye nitelendirdiğiniz. Bir çelişki oluşturur mu bu
durum müzik açısından ya da sizin açınızdan?
Ben inançsal olarak Alevi geleneğinden
geliyorum ve müziğe başlangıç noktam
alevi deyişleridir, bunun bilinmesini isterim ve hatırlanmasını da. Albüm on
beş Kürtçe şarkıyla çıkacaktı, fakat seçtiğim diğer parçaların telif haklarıyla ilgili
sorunlar çıkınca üç şarkıyı çıkarmamız
gerekti. Yerine kendi bestelediğim Mahsuni Şerif’e ait ‘Bana Bana’ deyişini ve
‘Antep’in Kalesine’ türküsünü koydum ki
bu türkü kadınları anlatır, namus cinayetlerine bir eleştiridir. Bu nedenledir ki,
iki Türkçe türkü var dediğim gibi, dilin ne
söylediği önemlidir hangi dil olduğu değil. Bir noktadan sonra insan olaya daha
çok müzikal olarak bakıyor içsel olarak
bana o türküler, Kürtçe gibi geliyor. Dilerim dinleyicilerim ve izleyicilerim bu konuda beni anlarlar. Bana gönül koymuş
olanlar varsa kendilerinden özür dilemek
isterim, samimiyetime inanmalarını ve
yaptığım her şey de mutlaka ki haklı sebeplerimin olduğunu bilmelerini isterim.

Benzer belgeler

Öcalan`a Nobel`in perde arkası

Öcalan`a Nobel`in perde arkası sağlayan Kürdistan Bölgesi Ana Muhalefet Partisi, Goran Hareketi milletvekili Heval Kwêstanî, iddialı: Öcalan’ın Ödülü alması için gerekli

Detaylı

13.09.2014

13.09.2014 HAFTALIK HABER GAZETESİ • FİYATI 2.5 TL

Detaylı