Yalnız ve Endişeli Ülke: Türkiye

Transkript

Yalnız ve Endişeli Ülke: Türkiye
YALNIZ
VE ENDİ
ŞELİ ÜLKE: TÜR
KİYE
Yalnız ve
Endişeli Ülke:
Türkiye
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
Gökçe Tüylüoğlu
Türkiye’nin Yalnızlığı: Karşılaştırmalı
Kamuoyu Araştırmalarının Özet
Değerlendirmesi
Dr. Emre Erdoğan
Ders kitaplarının mesajı: “Ülke tehdit
altında… savunma için hazırlıklı, diğer
ülkelere karşı uyanık ol!”
Doç. Dr. Kenan Çayır
"Ötekiler" ve Popüler Kültür Anlatıları
Prof. Dr. Orhan Tekelioğlu
Türkiye’de Uluslararası İlişkiler Eğitimi ve
Yabancı Düşmanlığı
Prof. Dr. Gencer Özcan
Yalnız ve Endişeli Ülke:
Türkiye
Açık Toplum Vakfı
Elektronik Yayın
Ekim 2013, İstanbul
İLETİŞİM
Cevdet Paşa Cad. Mercan Apt.
No. 85/11, Bebek, 34342, İstanbul-TÜRKİYE
Tel: +90 212 287 99 86 / +90 212 287 99 75
www.aciktoplumvakfi.org.tr
info @aciktoplumvakfi.org.tr
EDİTÖR
Hakan Altınay
YAYINA HAZIRLAYANLAR
Özlem Yalçınkaya ve Elif Al
TASARIM
Yavuz Selim Can, pompaa
Bu kitapta yer alan görüşler yazarlara aittir.
Yalnız ve Endişeli Ülke
Türkiye
Gökçe Tüylüoğlu
Genel Sekreter
Açık Toplum Vakfı
Türkiye’nin dünyadaki varlığı gittikçe artıyor. 2009-2010 yıllarında Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi üyesiydik ve yakında zamanda tekrar aday olacağız. Bu yıl Türk Hava Yolları dünyada
en çok ülkeye uçan havayolu niteliğine kavuştu. 2023’e kadar en yaygın diplomatik temsil ağına
sahip beş ülkeden birisi olma iddiamız var. 2015’de G20 Başkanlığı Türkiye’de olacak. Ülkemizin
resmi uluslararası yardım bütçesi 1 milyar doları aştı. Daha da ilginci, İnsani Yardım Vakfı ve Hizmet Hareketi gibi sivil toplum girişimleri her yıl binlerce küçük bağışçıdan topladığı 100 milyon
dolarları aşan kaynaklar ile doksanı aşkın ülkede proje yapıyor.
Buna karşın uluslararası karşılaştırmalı araştırmalar Türkiye’nin dünyaya en olumsuz ve endişeli
gözlerle bakan ülkeler arasında olduğunu gösteriyor. 2003’de ABD’nin Irak’a saldırma kararı ve
şekli Türkiye’de haklı ve güçlü eleştirilere maruz kaldı. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye gösterdiği
hakkaniyetsiz tavır da benzer şekilde olumsuz bir algı oluşturdu. Türkiye’deki olumsuzluk algısı
sadece bu iki coğrafyaya dönük olsa anlaşılır ve kabul edilebilir bir tepki olabilirdi. Lakin biz
sadece Amerika ve Avrupa’ya karşı değil, dünyadaki tüm ülkelere karşı en olumsuz yargılara
sahip ülkelerden birisiyiz. Elinizdeki bu yayının kapsadığı ilk çalışma olan Emre Erdoğan’ın yazısı,
bu olguyu çeşitli arastırmalardan yararlanarak etraflıca bir şekilde belgeliyor. Dr. Erdoğan’ın
derlediği karşılaştırmalı araştırmalardan çıkan sonuç, Türkiye’nin dünyadaki çok farklı ülkelere
karşı güçlü olumsuz yargıları olan, uluslararası hukuka en az inanan, dünyanın kalanının sırtını
döndüğü savaş odaklı jeostrateji paradigmalarına hala bağlı olan az sayıda ülkeden birisi olarak
genel eğilimden ayrıldığı.
Türkiye’nin dünyaya bu kadar olumsuz gözlüklerle bakmasının çeşitli nedenleri olabilir. Doç. Dr.
Kenan Çayır temel eğitime egemen olan mantığa ve kullanılan kitaplara baktığında ruh halimizin ipuçlarını buluyor. Hepimize temel eğitim boyunca etrafımızın düşmanlarla çevrili olduğu,
bizim dışımızda herkesin kötü niyetli ve düşük nitelikli olduğu bir dünya anlatılıyor. Bu ruh halimizin bir başka olası bileşeni olan popüler kültür alanına ise Prof. Dr. Orhan Tekelioğlu bakıyor
ve orada da ana akım ile uyumlu, onu besleyen ve artıran bir tarihsel desen buluyor. Aldığımız
eğitim yoluyla edindiğimiz ve güncel popüler kültür ürünleriyle yeniden üretilen dünyanın kurtlar
sofrası olduğuna dair genel kabulümüzün belki üniversitelerin uluslararası ilişkiler bölümlerince yapılan çalışmalarla çatlayabileceği, nüanslanabileceği düşünülebilir. Lakin Prof. Dr. Gencer
Özcan’ın yazısında da gördüğümüz gibi, Türkiye’de yapıldığı şekliyle uluslarası ilişkiler biliminin
ana gövdesi bu varsayımları sınamaya değil yeniden üretmeye yarıyor.
Dünyada egemen olan uluslararası ilişkiler paradigması güç ve çıkar analizi üzerine kurulu.
Lakin güç ve çıkar merkezli analizler normatif kaygılarla yapılan işleri görmemezlikten gelmeyi
içermez. Eğer elimizdeki tek açıklama aracı güç ve çıkar ise, 19. yüzyılda köle ticaretinin nasıl
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
03
yasaklandığını, 20. Yüzyılda onlarca ülke tarafından mayın kullanımına karşı nasıl bir işbirliği
yapıldığını, 21. yüzyılda Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin neden kurulduğunu ve buna benzer
önemli birçok gelişmeyi açıklayamayız. Aynı şekilde Osmanlı’nın son döneminde bu coğrafya
Batı kaynaklı ırkçı söylemlere ve vahşi saldırılara şahit olmuştur ve bunlar tabii ki kınanmalıdır.
Lakin bugünkü Batı’nın yüzyıl önceki Batı ile aynı olduğu varsayımı üzerine kurulu anlatılar bizi
yanıltır. Bu anlatılar aynı zamanda gelecek nesillerin de karşılıklı bağımlılığın arttığı, güç farklılıklarının azaldığı bir dünyanın potansiyellerini görmelerini ve başarılı olmaları için gerekli donamınları edinmelerini engeller.
Bu noktada hepimize sorumlulukların düştüğü aşikâr. Öncelikle “Batı bize ve dünyanın
kalanına uzak ve yakın geçmişte kötü davrandı ve biz buna haklı bir tepki duyuyoruz”
açıklamasıyla yetinemeyeceğimizi kabul etmemiz gerekiyor. Batı’nın geçmiş politikalarının
pek çok sorunun nedeni olduğunu hatırlamalı, belgelemeli ve eleştirmeliyiz. Fakat bunu
yaparken şunu da hatırımızda tutmalıyız ki; ne Batı bu olumsuzluklardan ibaret, ne de tüm
olumsuzluklar Batı’nın politikalarından kaynaklanıyor. Yüzyıllardır Batı ile yoğun ilişki içerisinde iken bu konuyu bu kadar nüanssız tartışmak; hem geçmişi okumamızı hem de yeni
ve sağlam politikalar üretmemizi engelliyor. Üstelik araştırmalara göre Türkiye’de sadece
Batı’ya değil, Brezilya ve Hindistan da dâhil olmak üzere birçok ülkeye yönelik olumsuz algı
mevcut. Ayrıca ortada bir sorun olduğunu tespit etmek, çözüme doğru yol almanın ilk adımını oluşturacaktır. Bunun yanında dünyada çeşitli sömürü, baskı ve zorbalıklar olmasına
rağmen, bu eşitsizliklerle mücadele edenler olduğunun ve bu çabalarının önemli sonuçlar
verdiğinin de ayrımında olmamız elzem. Bu ayrımı görmemek “bizden başka” olanı yekpare
“iyi” ve/veya “kötü” olarak algılamamıza ve toplum olarak dışa kapalı ve savunmacı refleksler geliştirmemize neden oluyor. Son olarak da daha nüanslı bir dünya algısının, sadece
hakkaniyet açısından değil; dünyada daha etkin bir aktör olmanın da temel koşulu olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bu üç kulvarda da hepimize düşen sorumluluklar var.
04
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
Türkiye’nin Yalnızlığı:
Karşılaştırmalı Kamuoyu Araştırmalarının
Özet Değerlendirmesi
Dr. Emre ERDOĞAN
İstanbul Bilgi Üniversitesi
Sosyal bilimciler açısından Türkiye üzerine çalışmak konusundaki en büyük engellerden biri,
Türkiye’nin neredeyse istinai sayılmasına yol açabilecek çok sayıda faktörün bulunmasıdır. Geçmişteki emperyal deneyim, coğrafi konumun benzersizliği, nüfusunun çoğunluğu
Müslüman bir ülke olarak demokrasi deneyimi ve Batı paktının uzun süreli bir üyesi olması
gibi nedenlerle Türkiye’nin diğer ulus devletler arasında istisnai bir yeri olduğuna dair bir
algı bulunmaktadır. Bu istisnailik Nuri Bilge Ceylan’ın sözleriyle “yalnızlık” olarak da ifade
edilebilir*. Bu algıya göre, Türkiye kendisine özgü geçmişi nedeniyle o kadar istisnaidir ki,
uluslararası alanda yalnız kalması kaçınılmazdır.
Türkiye’nin yalnızlığı argümanını destekleyecek çok sayıda örnek bulmak mümkündür. Ülkenin elitleri–yöneticileri, kamuoyu oluşturucuları, politikacıları vb.- bu yalnızlık/istisnailik
metaforuna sıklıkla başvurmaktadır.
Sadece yüzeysel bir analiz ile, Türkiye’nin uluslararası alandaki rolünü tarif ederken kullanılan
“köprü” ya da “ağ bağlantısı” metaforlarının bir “içindelik” içermediğini; aksine Batı’nın da Doğu’nun
da dışındalık iddiasını taşıdığını söyleyebiliriz.
Öte yandan, bu görüşün sadece elitlerle sınırlı olmadığını gösteren çok sayıda kamuoyu
araştırması bulunmaktadır. Son dönemde sayıları artan karşılaştırmalı kamuoyu araştırmaları, Türkiye’yi temsil eden örneklemlerin hemen hepsinin uluslararası düzen, uluslararası hukuk, diğer ülkelere bakış ve benzeri konularda araştırmaya katılan diğer ülke ortalamalarından farklı bir yerde durduğunu göstermektedir. Bu farklı duruşun altında yatan
nedenler çok sayıda olmakla birlikte dikkatli bir sosyal bilim öğrencisini şaşırtacak kadar
farklı değildir.
Bu çalışma, Türkiye kamuoyunu oluşturan bireylerin her birinin “dünya düzeni” hakkındaki
algısını belirleyen faktörleri keşfetmeyi amaçlamıyor. Başlı başına bir araştırma gündemi
oluşturan bu soru çalışmanın kısıtlarını aşacaktır. Ancak bu sorunun da üzerinde durulmaya
değer olduğunu hatırlatmakta yarar bulunmaktadır.
Çalışmanın amacı, “Türkiye’nin Yalnızlığı” olarak kabaca formüle ettiğimiz dünya görüşünün varlığına dair birden fazla delil sunmaktır. Yapılan karşılaştırmalı kamuoyu araştırmalarının verilerinden yola çıkarak Türkiye kamuoyunun diğer ülkelerden ne derece farklı bir du-
* 61. Cannes Film Festivalin’de en iyi yönetmen ödülünü alan Nuri Bilge Ceylan’ın “Benim yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum” sözleri ulusal basında
büyük bir yankı bulmuş ve tartışmaya neden olmuştur.
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
05
ruşu olduğunu göstermek bir başlangıç adımı olarak algılanmalıdır. Daha sonraki çalışmalar
bu çabayı bütünleyecek ve belki de yanlışlayacaktır.
Elinizdeki çalışmada kamuya açık olan Dünya Değerler Araştırması, Pew Global Attitudes,
GMF Transatlantic Trends, WPON-PIPA, BBC Globescan gibi veri tabanları kullanılmış ve
Türkiye kamuoyunun “dünya düzeni” hakkındaki algısı karşılaştırmalı olarak sunulmuştur.
Seçilen göstergelerin durumu en iyi temsil eden göstergeler olduğu iddiasında bulunmayacağız. Ancak, “iyi bir şekilde” gösterdiğini söyleyebiliriz.
Öte yandan karşılaştırmalarda, Türkiye’yi ülkelerin her biriyle karşılaştırmak yerine, ülke
gruplarıyla karşılaştırmanın da akılcı bir kısa yol olduğunu düşünmekteyiz. Her göstergede
araştırmaya katılanların genel ortalaması ve ülkelerin ortalaması Türkiye’nin dünyanın geri
kalanına kıyasla nerede durduğunu gösterecektir. Öte yandan İnsani Gelişmişlik Endeksi
gruplamalarıyla, Avrupa Birliği üyesi ülkelerle, müslüman ülkelerle ve bir kıyas noktası
olarak Brezilya’yla yapılacak karşılaştırmalar da Türkiye’nin ne kadar farklı durduğunu sergileyecektir. Birazdan görüleceği üzere öyle göstergeler vardır ki, Türkiye bütünüyle kümenin
dışında bir ayrık değer olarak durmaktadır.
Sunulan verileri değerlendirirken iki konuyu akılda tutmak gerekmektedir. Bunlardan birincisi sunulan istatistiklerin Türkiye ortalamasını verdiği ancak kamuoyunu oluşturan her bir
birey hakkında çıkarım yapma konusunda sınırlı kalacağıdır. Türkiye kamuoyunun bu yönde
eğilim taşıması, bu kamuoyunun parçası her bireyin aynı yönde eğilim taşıdığını göstermeyecektir. Ortalama değerlerin ötesinde kamuoyu içerisinde kayda değer bir varyans mutlaka
bulunmaktadır ve bu varyansın belirleyicileri başlı başına bir araştırma konusudur.
İkinci olarak çalışmanın herhangi bir nedensel açıklama iddiası taşımadığı da akılda tutulmalıdır. Çalışma, ikincil verileri kullanarak bir betimleme yapmaktadır ve her betimsel
çalışma gibi nedenselliklere dair herhangi bir şey söylememektedir. Nedensellikler umarız
bu çalışmanın açacağı tartışma ortamında daha net belirlenecektir.
Ülkeler Hakkında Şüpheci Algılar
Şekil 1. Ülkeler Hakkında Olumlu Algılar
Araştırma kapsamındaki değerlendirmemizde, önemli bir göstergenin de yabancı ülkeler hakkındaki algılar olduğu kanısındayız. Bireyler eğer diğer ülkeler hakkında beklenenin de üzerinde
negatif algılara sahiplerse bunu genel bir şüpheciliğin göstergesi olarak yorumlayabiliriz.
Pakistan
İran
Çin
Rusya
ABD
%0
06
OLUMLU
%5
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
%10
%15
%20
%25
%30
%35
Yukarıda yer alan grafik, PEW Global (2010) çalışmasında Türkiye’yi temsil eden bir örneklemin gözünde farklı ülkelerin ne kadar olumlu bir imaja sahip olduklarını göstermektedir.*
Görüldüğü üzere hiç bir ülkenin popülerliği yüzde 35’in üzerinde değildir. Birinci sırada yüzde
35 ile Pakistan, ikinci sırada yüzde 30 ile İran gelirken; ABD hakkında olumlu görüşe sahip
olanların oranı sadece yüzde 19’dur.
Türkiye ABD’ye Karşı En Olumsuz Algı Besleyen İkinci Ülke
Şekil 2. ABD’ye Karşı Olumlu Algılar
Kenya
Nijerya
G. Kore
Polonya
İngiltere
Fransa
Hindistan
İspanya
Japonya
Brezilya
Almanya
Endonezya
Rusya
Meksika
Çin
Lübnan
Arjantin
Ürdün
Pakistan
ABD OLUMLU
Türkiye
Mısır
0
20
40
60
80
100
Yukarıdaki şekilde de görülebileceği gibi, ABD’ye karşı olumsuz algının en yüksek olduğu ülkeler
sırasıyla Mısır, Türkiye, Pakistan ve Ürdün’dür. Türkiye’yle beraber Ürdün, Pakistan ve Mısır’ın da
yüzde 20 ve altında olumlu algıya sahip ülkeler olması üzerinde durulmaya değer bir unsurdur ve
* Pew Global Attitudes sonuçlarına şu adresten ulaşılabilir: http://www.pewglobal.org/
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
07
bahsettiğimiz olumsuz algının ABD’nin dış politikalarından kaynaklandığına işaret etmektedir.
Türkiye’nin dış politika algısındaki “yalnızlık” duygusunun sadece diğer ülkelerin dış politikalarından kaynaklanmadığını gösterebilmek için, Türkiye’nin diğer ülkeler hakkındaki olumsuz
algılarının, araştırma kapsamında yer alan başka ülkelerden daha yüksek olduğunu gösterebilmemiz gerekmektedir. Bu amaçla yine PEW Global (2010) veri seti kullanılarak, her ülkenin
sayılan ülke seti arasından kaç tanesi hakkında olumsuz algıya sahip olduğu sorgulanmıştır.
Diğer Ülkelere Karşı En Olumsuz Algı Besleyen Ülkeler Arasındayız
Şekil 3. Olumsuz Algı Sahibi Ülke Sayısı-Ortalama
Türkiye
Ürdün
Endonezya
Almanya
Japonya
Fransa
Lübnan
İspanya
Brezilya
İngiltere
Hindistan
G. Kore
Polonya
Çin
ABD
Pakistan
Arjantin
Endonezya
Meksika
Rusya
OLUMSUZ ÜLKE SAYISI
Nijerya
Kenya
0.0
0.5
1.0
1.5
2.0
2.5
3.0
3.5
PEW Global (2010) çalışmasında görüşülen kişilerden ABD, Çin, İran, Rusya ve Avrupa
Birliği hakkında olumlu veya olumsuz görüş belirtmeleri istenmiştir. Yukarıda da görüldüğü gibi, Türkiye’de görüşülen kişiler sayılan beş ülkeden ortalama 3,1’i hakkında olumsuz
görüş belirtmiştir. Bu rakam Ürdün ve Mısır’da 3, Almanya’da 2,6, Fransa ve Japonya’da
2,5’tir. En düşük ortlamaya sahip ülkelerse Nijerya, Kenya ve Rusya’dır. Bu açıdan değer-
08
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
lendirildiğinde, Türkiye’de bireylerin diğer ülkeler hakkında daha olumsuz görüşlere sahip
olduğunu söyleyebiliriz.
Hakkında En Olumlu Algıya Sahip Olduğumuz Ülkeler:
Japonya, Pakistan ve Almanya
Tablo 1. Ülkeler Hakkındaki Net Olumlu Algı Skorları
Japonya
Pakistan
Almanya
Brezilya
G. Kore
Hindistan
AB
Güney Afrika
Kanada
İngiltere
Fransa
Rusya
İran
ABD
Çin
Kuzey Kore
İsrail
Ortalama
TÜRKİYE
43
36
25
21
20
17
17
14
9
1
-3
-6
-9
-14
-14
-30
-68
3,47
KÜRESEL
37
-39
47
29
4
13
39
15
45
41
33
-4
-43
18
6
-39
-28
10,24
Türkiye’nin diğer ülkeler hakkındaki
algısını ölçen çalışmalardan biri de BBC
GlobeScan çalışmasıdır.* 2007 yılından
itibaren düzenli olarak yürütülen çalışma,
20’den fazla ülkede görüşülen kişilerin
sayılan ülkelerin dünya üzerindeki etkisi
hakkında olumlu ya da olumsuz algılarını
sormaktadır. Olumlu algı sahibi olanların
oranından olumsuz algı sahibi olanların
oranı çıkarıldığında elde edilen rakam net
algı olarak kullanılmaktadır.
Hesaplanan rakamlar üzerinden bakıldığında 2011 yılında Türkiye’de insanların
hakkında en olumlu algıya sahip ülkelerin
sırasıyla Japonya (43), Pakistan (36) ve
Almanya (25) olduğunu görmekteyiz.
Brezilya, G. Kore Hindistan, AB ve Güney
Afrika da 14 ile 21 puan arasında olumlu
skora sahip ülkelerdir. En düşük olumlu
skora İsrail (-68) ve K.Kore (-30) sahiptir. Son dönemdeki gelişmeler göz önünde tutulduğunda bu durum şaşırtıcı sayılmamalıdır.
Araştırmanın yapıldığı diğer ülkelerde en fazla olumlu algıya sahip olunan ülkenin Almanya (47),
Kanada (45) ve İngiltere (41) olduğunu görmekteyiz. İran (-43), K. Kore ve Pakistan (-39) ve İsrail
(-28) ankete katılanların en olumsuz algıya sahip oldukları ülkeler olarak ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’den araştırmaya katılanlar ortalama olarak 17 ülkenin 10’u hakkında olumlu algıya
sahipken, küresel ortalamada sadece 5 ülke negatif algı skorlarına sahiptir. Türkiye’de ülkelerin ortalama pozitif algı puanı sadece 4’ken; diğer ülkelerin ortalaması bunun 2 katından
fazladır ve 10 puan civarındadır. Ayrıca ülke bazında bakıldığında algı uçurumları olduğu
görülmektedir. Türkiye’den araştırmaya katılanların Pakistan’la ilgili olumlu algısı genel
ortalamanın 75 puan, İran’la ilgili olumlu algısı ise yine genel ortalamanın 32 puan üstündedir. İran’da 32 puan daha fazladır. Öte yandan olumsuz algılar söz konusu olduğunda Kanada
için 36, İngiltere ve İsrail için 40 puanlık farklardan bahsedebiliriz. Bu rakamlarla Türkiye’nin
araştırma çalışmasındaki ülkelerden farklı bir duruşa sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz.
* BBC Globe Scan verilerine ulaşma adresi : http://www.globescan.com/news_archives/bbc2011_countries/
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
09
Tablo 2. Ülkeler Hakkındaki Net Olumlu Algı Skorları
(2007-2010)
Japonya
Pakistan
Almanya
Brezilya
G. Kore
Hindistan
AB
Güney Afrika
Kanada
İngiltere
Fransa
Rusya
İran
ABD
Çin
Kuzey Kore
İsrail
Ortalama
2010 2009 2008 2007
-1
-17
27
34
-31
-33
-23
-25
8
-10
-15
-12
-10
-18
-25
-29
-12
-1
-16
-10
4
-2
-22
-22
-19
-29
-35
-35
-12
-33
-41
-38
-44
-60
-34
-45
-11
-33
-41
-40
-24
-33
-57
-42
-53
-62
-26
-46
-28
-8
-34
-32
-25
9
-71
-60
-64
-74
-30,06 -30,13 -20,36 -23,91
BBC GlobeScan verisinde Türkiye’nin
sonuçlarının incelenmesi, araştırmaya
katılanların diğer ülkeler hakkındaki algılarının zaman içerisinde nasıl
dalgalandığını göstermektedir. Sadece
olumlu algıların ortalamasına bakıldığında rakamlar -20 ile -30 arasında
dalgalanmaktadır bu oranlar küresel
ortalamanın altında kalmaktadır.
2007 yılında 11 ülkenin 9’u olumsuz
ortalamalara sahiptir ve en yüksek
rakam 34 ile Japonya’ya aittir. 2008’de
bu oran 14’te 12, 2009’da 16’da 15,
2010’da 17’de 17 olmuştur. Dolayısıyla Türkiye’de “dünya üzerinde etkisi
olumlu olarak algılanan” bir ülkenin
neredeyse olmadığını söyleyebiliriz.
Şekil 4. Ülkeler Hakkındaki Ortalama Net Olumlu
Algı Skorları
10.00
5.00
0.00
-5.00
2007
2008
2009
2010
KÜRESEL
TÜRKİYE
-10.00
-15.00
-20.00
-25.00
-30.00
-35.00
BBC GlobeScan verisinin zaman içerisindeki dalgalanmasına baktığımızda, Türkiye’yle diğer
ülkeler arasında kayda değer bir uçurum olduğunu görmekteyiz. Diğer ülkelerde ortalama
olumlu algı skoru 5 civarındadır. Oysa Türkiye’de bu rakam daha önce de görüldüğü üzere
-20 ile -30 arasında dalgalanmıştır. Bu açıdan Türkiye’nin diğer ülkeleri değerlendirirken çok
daha negatif bir algı temelinde değerlendirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
10
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
Küresel Yoksulluk Hakkında Kaygılar
Türkiye’nin Önceliği: Ulusal Sorunlar
Tablo 3. Hükümetin Önceliği:
Ulusal Sorunlar-Küresel Yoksulluk
ÖNCELİK ULUSAL SORUNLAR
Genel Ortalama
Ülkeler Ortalaması
Türkiye
Türkiye Sıralaması (49)
İGE-1
İGE-2
İGE-3
İGE-4
AB Üyeleri
Müslüman Ülkeler
Brezilya
%65,6
%64,5
%72,8
17
%57,7
%68,9
%73,8
%59,1
%58,0
%67,4
%63,7
Dünya Değerler Araştırması‘nın
son aşamasında katılımcılara
“Ülkemizin sorunlarını düşünecek olursanız, ülkemiz liderleri
tüm dünyada yoksulluğun
azaltılmasına mı, yoksa ülkenin
sorunlarına mı öncelik vermeli?”
sorusu yöneltilmiştir. 10’un “öncelik tamamen ulusal sorunlara
verilmelidir” anlamına geldiği
bu cetveldeki ortalamalar
yukarıda sergilenmiştir. Kolayca
yorumlanabilmesi amacıyla 1-10
arasındaki değerlerin 8-10 arası
“öncelik ulusal sorunlara verilmelidir” olarak kodlanmıştır.
Ülkelerin ve katılanların ortalama skorları yüzde 66’dır, bunun anlamı üçte ikilik bir kesimin önceliğin küresel yoksulluktan çok ulusal sorunlara verilmesi kanısını taşıdığıdır.
Türkiye’de bu değerleri verenlerin oranıysa yüzde 73’tür ve Türkiye bu skoruyla ortalamanın üzerindedir.
İnsani gelişmişlik skorları yüksek olan ülkelerde ulusal sorunlara öncelik verilmesini
yeğleyenlerin oranı daha düşüktür ve yüzde 58’dir. Türkiye’nin içinde bulunduğu ikinci
grup ortalaması yüzde 69’dur ve Türkiye kendi içinde bulunduğu gruptan daha yüksek
bir ortalamaya sahiptir.
AB üyeleri ortalaması yüzde 58, Müslüman ülkelerin ortalaması yüzde 67, Brezilya’nın
skoru ise yüzde 64 civarındadır. Türkiye bu üç grubun da üstünde bir skora sahiptir.
Bu değerler incelendiğinde Türkiye kamuoyunun önceliğinin küresel yoksullukla mücadele etmek yerine ulusal sorunlara yönelme konusunda diğer ülkelerden daha farklı bir
yerde konumlandığını söyleyebiliriz.
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
11
Uluslarası Hukuka Saygıda Sondan Üçüncü Sıradayız
Şekil 5. Uluslarararası Hukuka Saygı
Çin
Ukrayna
Almanya
Tayvan
ABD
Polonya
Kenya
Nijerya
Şili
Azerbaycan
Fransa
Mısır
Rusya
Endonezya
Irak
Makao
G. Kore
İngiltere
Hong Kong
Hindistan
Filistin
Türkiye
ULUSLARARASI HUKUKA SAYGI
Meksika
Pakistan
-20
-10
0
10
20
30
40
50
60
PIPA-WPON tarafından yürütülen küresel ölçekte bir kamuoyu araştırmasında görüşmelere
katılanlara ülkelerinin dış politikası ve uluslararası hukuka saygı konusunda bir soru sorulmuştur*. Görüşülen kişilerden hükümetlerinin ne pahasına olursa olsun uluslararası hukuka
uyması mı yoksa ülkenin çıkarına olmadığı durumlarda uluslararası hukuk kurallarını yok
sayması mı gerektiği konsunda fikir belirtmeleri istenmiştir. Yukarıdaki grafik “uluslararası
hukuka uyulmalı” yanıtlarıyla “uyulmasa da olur” yanıtları arasındaki farkları göstermektedir. Aradaki farkın pozitif olması uluslararası hukuka uyma yönünde daha fazla eğilim
olduğunu gösterecektir.
* http://www.cfr.org/thinktank/iigg/pop/index.html
12
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
Araştırma kapsamındaki 24 ülkenin ortalaması artı 21 puandır, yani ortalama olarak kamuoyları uluslararası hukuka uyma yönünde eğilim taşımaktadır. En yüksek skora 56 ile Çin,
48 ile Ukrayna, 44 ile Almanya ve Tayvan sahiptir. ABD’de bu fark 40 puandır. En düşük
skorlara baktığımızdaysa -18 ile Pakistan’ın geldiğini görmekteyiz. Meksika -9’dur. Türkiye,
24 ülke arasında 0 puan ile sondan üçüncü sırada gelmektedir. Bu rakamlar da Türkiye’nin
uluslararası hukuk hakkındaki neredeyse istisnasi tavrının bir başka göstergesidir.
Şekil 6. “Savaş Bazen Gereklidir”
20.00
10.00
0.00
-10.00
-20.00
2007
2008
2009
2010
2011
TÜRKİYE
AB’11
-30.00
-40.00
-50.00
-60.00
Türkiye kamuoyunun uluslararası düzen hakkındaki görüşlerini özetleyebilecek başka bir
gösterge de German Marshall Fund tarafından derlenmekte olan Transatlantic Trends verisidir.* Bu araştırmada bireylere dış politikanın işleyişi hakkında bir dizi soru sorulmaktadır.
Bu sorulardan biri de uluslararası ilişkilerde savaşın gerekli olup olmadığına dairdir.
Yukarıdaki grafik 2011 yılı sonuçlarından yola çıkarak savaşın gerekli olduğunu düşünenler
ve düşünmeyenler arasındaki farkı göstermektedir. Bu grafiğe göre 2007 yılında Türkiye’de
savaşın gerekli olduğunu düşünenler gereksiz olduğunu düşünenlerden 8 puan kadar
fazlayken, bu fark gittikçe barış yanlılarının lehine azalmıştır. 2011 yılında savaşın gerekli
olmadığını düşünenlerin oranı 32 puan daha fazladır. Öte yandan araştırma kapsamındaki 11
ülkenin ortalaması kayda değer oranda bir savaş karşıtı eğilim göstermektedir ve bu açıdan
AB ortalaması çok daha farklıdır. Aradaki fark ancak 2011 yılında azalmıştır.
Şekil 7. “Ekonomik Güç Askeri Güçten Daha Önemlidir”
90.00
80.00
70.00
60.00
50.00
40.00
30.00
20.00
10.00
0.00
TÜRKİYE
AB’11
2007
2008
2009
2010
2011
* GMF Transatlantic Trends sonuçlarına ulaşmak için: http://trends.gmfus.org/transatlantic-trends/topline-data/
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
13
Yine aynı araştırma veri tabanından yola çıkarak Türkiye’nin uluslararası ilişkiler algısı
konusundaki duruşunun farklılığı konusunda başka bir gösterge de sunabiliriz. Araştırma
kapsamındaki ülkelerde görüşülenlere “ekonomik gücün askeri güçten daha önemli olup
olmadığı” sorulmuştur.
Yukarıda görüldüğü üzere araştırma kapsamındaki AB üyesi ülkelerde bu konuda neredeyse
bir uzlaşma vardır ve zaman içerisinde bu uzlaşma değişmemektedir. Oysa Türkiye’den elde
edilen rakamlar 2007 yılında bu görüşe katılanların oranının katılmayanlardan 60 puana
yakın bir oranda daha fazla olduğunu gösterirken, bu fark 2009 yılından itibaren azalmış ve
30 puana inmiştir. En son araştırma çalışması da farkın 30 puan olduğunu göstermektedir.
Bu rakamlar Türkiye’de ekonomik gücün üstünlüğüne inananların oranının hala daha fazla
olduğuna işaret ederken; bu fark son dönemde azalmıştır. Bu değişimin nedenleri üzerinde
durulmaya değer bir tartışma alanı yaratmaktadır.
Uluslararası Kurumlara Güven(sizlik)
Çalışmanın bir parçası olarak farklı ülkelerdeki kişilerin uluslararası kurumlara güven
derecelerine de odaklanılmıştır. Dünya Değerler Araştırması çalışmasında bireylere bir dizi
siyasal kurum sayılmakta ve bu kurumların her birine ne kadar güvenip güvenmedikleri
sorulmaktadır. Katılımcılardan belirtilen her kurum için “tamamen güvenirim”, “biraz güvenirim”, “pek güvenmem” ve “hiç güvenmem” seçeneklerinden birisini seçmeleri istenmiştir.
Katılımcıların dört üzerinden not verebildikleri ve dördün en fazla güven derecesini gösterdiği bu soruda ölçeğin ilk iki yanıtı “güveniyorum”, son iki yanıtıysa “güvenmiyorum” olarak
kodlanmış ve güveniyorum yanıtı oranlarından güvenmiyorum yanıtı oranları çıkartılarak
uluslararası kurumlara net güven skoru hesaplanmıştır.
Çalışmamız çerçevesinde sadece iki uluslarararası kuruma, AB’ye ve Birleşmiş Milletler’e
(BM) güven sorularına odaklanılmıştır.
Uluslarası Kurumlara Duyduğumuz İstisnai Güvensizlik
Tablo 4. Uluslarararası Kurumlara Güven
AB
Genel Ortalama
Ülkeler Ortalaması
Türkiye
Türkiye Sıralaması
İGE-1
İGE-2
İGE-3
İGE-4
AB Üyeleri
Müslüman Ülkeler
Brezilya
BM
-%8,7 -%3,5
-%8,8 -%1,9
-%37,9 -%36,9
26/32 49/56
-%16,2 %1,1
-%1,0 -%7,9
-%6,2 -%2,0
%3,6 %10,6
-%7,6
%7,9
-%5,2 -%17,1
-%1,2
Konu AB’ye güven olduğunda araştırma kapsamındaki 32 ülkenin vatandaşlarının genel ortalaması
eksi yüzde 9 gibi bir rakamdır ve nötr olarak tanımlanabilir. Türkiye’nin AB’ye net güven skoru eksi
yüzde 38’dir. Yani güvenmeyenler güvenenlerden
38 puan daha fazladır ve bu oran ortalamanın çok
üzerindedir. Bu rakamla Türkiye 32 ülke arasında
26. sırada gelmektedir.
Yüksek insani gelişme skoruna sahip ülkeler grubunda AB’ye karşı düşük de olsa olumsuz bir tavır
olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’nin içinde bulunduğu
ikinci grupta ortalama neredeyse 0 iken; Türkiye bu
konuda aynı gruptaki diğer ülkelerden daha olumsuz bir duruş sergilemektedir.
14
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
AB üyesi ülkelerin ortalaması eksi yüzde 8 ve müslüman ülkelerin ortalaması da eksi yüzde
5’tir. Türkiye bütün bu ortalamaların çok üzerinde bir güvensizlik skoruna sahiptir.
BM’ye güven söz konusu olduğunda araştırma kapsamındaki ülkelerin ortamalası neredeyse nötr olarak nitelendirilebilecek eksi yüzde 3,5’tur. Türkiye eksi yüzde 37’lik skoruyla
güvensizlik açısından ortalamadan çok daha yüksek bir skora sahiptir. Bu sorunun yöneltildiği 56 ülke arasında Türkiye 39. sırada yer almaktadır.
BM’ye duyulan güven açısından İnsani Gelişmişlik Endeksi gruplamaları arasında kayda
değer fark yokken; Türkiye kendi içinde bulunduğu ikinci grubun eksi yüzde 8’lik ortalamasının 4 katından fazla bir güvensizlik skoruna sahip olarak ayrı bir yer edinmektedir. AB
üyesi ülkelerde düşük de olsa BM’ye yönelik bir güven varken, Türkiye bu iki grubun da çok
dışında bir güvensizlik derecesi sergilemektedir. Keza, Türkiye, araştırma kapsamındaki
Müslüman ülkelerin ortalamasının iki katından fazla bir güvensizlik ortalamasına sahiptir.
Brezilya’da nötr bir tutum varken, Türkiye’deki yüksek negatif skor üzerinde durulmaya değerdir.
Araştırma çalışmasından elde edilen veriler, Türkiye’nin iki uluslararası kuruluş olan
AB ve BM’ye karşı ortalamanın çok üzerinde bir güvensizlik taşıdığını göstermektedir.
Türkiye, dahil olduğu ve olacağı ülke gruplarının ortalamasını da aşmaktadır. Bu veriler
doğrultusunda Türkiye’nin uluslararası kurumlara güvensizlik konusunda istisnai bir yere
sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Sonuç
Türkiye’de yaşayan bireylerin uluslararası düzen hakkındaki görüşlerini keşfetmeyi amaçlayan farklı kamuoyu araştırmalarının sonuçlarını derlediğimiz bu çalışmada nedensellikleri
çok fazla sorgulamadan bir bütün olarak Türkiye’nin uluslararası düzen algısı açısından
diğer ülkelerden ne derece farklı olduğunu göstermeye çalıştık.
Çalışmamız tekrarlanabilmesi açısından kamuoyuna açık veri tabanları olan Dünya Değerler
Araştırması, Pew Global Attitudes Project, GMF Transatlantic Trends, BBC Globescan gibi
küresel düzeyde yürütülen ve karşılaştırmalı analizlere izin veren çalışmaların bulgularını
sunmakla sınırlıdır. Okuyucu açısından yorucu olabilecek ileri istatistik tekniklerini ya da çok
değişkenli analizleri kullanmadan yaptığımız analizler büyük olasılıkla betimleyici kalmıştır,
ancak altı çizilen durumun benzersizliği konusunda fikir verici olduğu kanısındayız.
Bahsettiğimiz verilerin kısa bir taraması karşılaştırmalı kamuoyu araştırmalarının Türkiye
kamuoyunun uluslararası düzen hakkında ne kadar şüpheci olduğunu göstermiştir.
Türkiye kamuoyu uluslararası barışın korunması, gelişmekte olan ülkelere yardım ya da
mültecilerle ilgilenmek gibi konuların Birleşmiş Milletler gibi uluslararası ya da bölgesel
kurumların değil; ulusal hükümetlerin işi olduğu görüşüne sahip çıkmaktadır ve bu konuda diğer ülkelerin ortalamalarından çok daha ulusalcıdır.
Keza, Dünya Değerler Araştırması’nda sorulan bir soruya verilen yanıtlar Türkiye kamuoyunun küresel yoksulluktan çok ulusal sorunlarla mücadeleye öncelik verdiğini ve bu açıdan da
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
15
içinde bulunduğu ya da bulunmak istediği ülke gruplarından çok daha farklı bir profile sahip
olduğunu göstermiştir.
PIPA-WPON tarafından yürütülen küresel araştırma sonuçları, Türkiye kamuoyunun uluslararası hukuka saygı gösterilmesi ya da ulusal çıkarların gözetilmesi ikileminde nötr bir
tutuma sahip olduğunu göstermiştir. Bu soru bazında karşılaştırma yapıldığında 24 ülke
arasında Türkiye’nin en az uluslararasıcı olan üç ülkeden biri olduğunu görmekteyiz. Diğer
ülkeler Pakistan ve Meksika’dır.
Transatlantic Trends araştırma çalışmasına göre Türk kamuoyunda uluslararası ilişkilerde
savaşın bazen gerekli olduğu kanısında olanların oranı aynı çalışma kapsamındaki Avrupa
Birliği üyesi 11 ülkeden çok daha fazladır. Keza, Türkiye’de “ekonomik gücün askeri güçten
daha önemli” olduğunu düşünenlerin oranı da aynı referans grubuna göre daha azdır.
Dünya Değerler Araştırması küresel olarak Avrupa Birliği ya da Birleşmiş Milletler’e güvenin
düşük olduğunu göstermiştir. Araştırma kapsamındaki ülkelerin AB’ye güven ortalaması
eksi yüzde 8’dir. Oysa Türkiye’de bu oran eksi yüzde 37 civarındadır ve ortalamanın beş katı
bir güvensizliğe işaret etmektedir. Araştırmaya katılanlar Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler arasında bir fark görmemektedir. Türkiye BM’ye güven açısından da 56 ülke arasında 49.
sıradadır.
Türkiye’nin kendine özgülüğü diğer ülkeler hakkındaki algılarında da görülmüştür. Pew
Global Attitudes çalışmasına göre Türkiye kamuoyu nezdinde hiç bir ülkenin popülerliği
yüzde 35’ten fazla değildir. Türkiye’nin ABD hakkındaki olumsuz algısı bilinmektedir ancak
Türkiye’nin araştırma kapsamında sayılan 5 ülkenin 3’ü hakkında olumsuz algıya sahip
olması; olumsuz algıların sadeca ABD ile sınırlı kalmadığının bir göstergesidir.
BBC GlobeScan çalışması da Türkiye’nin diğer ülkeler hakkındaki olumsuz algısının derecesini göstermektedir. 2007 yılından itibaren yapılan araştırmalar değerlendirildiğinde Türkiye
kamuoyunun diğer ülkeler hakkındaki olumlu algısının eksi yüzde 20 ile 30 civarında bir
ortalamaya sahip olduğu; ancak 2011 çalışmasında 3,5 gibi neredeyse nötr bir skora gelindiği görülmektedir. Bu dönemde araştırmaya katılan diğer ülkelerin ortalama algı skoru 5 ile
10 arasında değişmektedir, başka bir deyişle Türkiye ortalamasıyla 40 puana ulaşan farklar
bulunmaktadır.
Türkiye’nin diğer ülkeler hakkındaki olumsuz algısı küresel yönetişim konusunda da görülmektedir. GMF Transatlantic Trends çalışması kapsamındaki 11 AB üyesi ülkede ABD’nin
dünya liderliği konusunda aktif rol oynaması konusunda kayda değer bir destek bulunurken, Türkiye’de bu desteğe rastlanmamaktadır. Benzer şekilde AB’nin Dünya liderliği de
Türk kamuoyu tarafından teveccüh görmemektedir.
Bütün bu rakamları bir arada incelediğimizde, Türkiye kamuoyunun uluslararası düzen ve kurumlar hakkında yüksek derecede bir şüphecilik duyduğunu söyleyebiliriz. Bu şüphecilik sadece kurumlarla sınırlı kalmamakta, uluslararası hukuk düzeninden de şüphe duyulmasıyla eş anlı olarak
görülmektedir. Ayrıca diğer ülkeler hakkında da kayda değer bir olumsuz algı bulunmaktadır.
“Türkiye’nin Yalnızlığı” olarak tarif edebileceğimiz bu algının Türkiye toplumunun tamamında türdeş şekilde dağılmadığı kesindir. Bazıları bu algıya daha fazla sahipken, bazıları
16
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
daha az şüphecilik ve yalnızlık hissi taşıyacaklardır. Bu farklılaşmanın eğitim ya da sosyal
statü gibi dışşal nedenleri olabileceği gibi, sosyalleşme ya da eğitim gibi içsel nedenleri de
bulunabilir. Bu nedenlerin keşfedilmesi bu kısa çalışmanın sorularının ötesinde olmakla
birlikte, üzerinde durulmaya ve tartışılmaya değerdir.
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
17
Ders kitaplarının mesajı:
“Ülke tehdit altında… savunma için
hazırlıklı, diğer ülkelere karşı uyanık ol!”
Doç. Dr. Kenan Çayır
İstanbul Bilgi Üniversitesi
Son yıllardaki siyasal ve toplumsal gelişmeler sonucu Türkiye’nin uluslararası sistemle ve diğer ülkelerle ilişkilerinin arttığı söylenebilir. Zira Türkiye, süreç tıkanmış görünse de, Avrupa
Birliği ile üyelik müzakerelerini yürüten bir ülke. Öte yanda Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin proaktif dış politika anlayışı sonucu son yıllarda Latin Amerika, Afrika ve özelikle
Ortadoğu ülkeleriyle yeni ilişkiler kurulmaya çalışılıyor. Türkiye ayrıca son yıllarda NATO ve
BM gibi kuruluşlarda da daha aktif bir rol oynamaya çalışıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin uluslararasılaşma olarak nitelendirilebilecek bir süreçten geçtiği ileri sürülebilir.
Bir yanda bu süreç yaşanırken öte yanda istatistiksel veriler, Türkiye’de insanların uluslararası sisteme ve diğer ülkelere karşı yüksek oranda güvensizlik ve şüphecilik duygularına
sahip olduğunu gösteriyor. Şunu hemen belirtmek gerekir ki, uluslararası yakınlaşmalar
kolaylıkla toplumlar arası dostluk ve dayanışma duygularını doğurmaz. Hatta küreselleşen dünyada “farklı olan”ın yakınlaşması yüzünden mevcut konumlarının ve kimliklerinin
tehlike altında olduğunu düşünen toplumlar ve gruplar arasındaki gerilimler de artabilmektedir. Ancak yine de, bu derlemede Emre Erdoğan’ın çeşitli veri tabanlarına dayanarak
dile getirdiği gibi diğer ülkelere karşı şüphecilik bakımından Türkiye’nin kendine özgü bir
konumu olduğu görülüyor.
Emre Erdoğan’ın sözkonusu çalışmasında gördüğümüz üzere, Türkiye’de gerek uluslararası düzen
gerekse diğer ülkelere karşı çok yüksek düzeyde olumsuz bir algı var.
Mevcut haliyle uluslararası düzenin ve hukukun eleştirilecek birçok yönü olduğu söylenebilir. Ancak sorun, Avrupa ve dünya şüpheciliğinin evrensel değerlerden kopuk, içe kapalı bir
Türkiyecilik, ulusalcılık ve tikelci bakış açısını beslemesi ihtimalidir.
Sonuçta ortaya çıkan, her ne kadar uluslararası düzen ile ilişkileri artsa da, çevresine sürekli tehdit
algısı ile bakan, güvensizlik ve aşırı güven duyguları arasında salınan ve evrensel değerlerin oluşturulma sürecine katkısı sınırlı bir Türkiye olacaktır.
Türkiye’de insanların ülkelerini ve ulusal tarihlerini öğrendikleri ve diğer ülkelerle ilgili bilgileri edindikleri kaynaklardan biri de ders kitaplarıdır. Ders kitapları bir ülkenin anayasasıyla
birlikte resmi söylemi yansıtan ve o ülkedeki “meşru bilgi”yi gösteren metinlerdir. Ders kitapları “kültürümüz” veya “ortak değerlerimiz” gibi başlıklar altında kolektif kimliğin ya da
“Biz”in sınırlarını çizerler; kimin bu sınırın içinde, kimin dışında olduğunu belirtirler. Eğitim
yoluyla vatandaşlar, Türkiye’nin tarihini, siyasal ve kültürel konumunu, diğer ülkelerle ne
18
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
tür ilişkilerinin olduğunu, hatta olması gerektiğini öğrenirler. Bu çerçevede, araştırmalarda
ortaya çıkan, diğer ülkelere karşı olumsuz algılara kaynaklık eden unsurlardan biri de ders
kitapları olabilir. Dolayısıyla bu yazı, mevcut ders kitaplarında Türkiye ve diğer ülkelerin nasıl
resmedildiğini inceleyecektir.
Ders Kitaplarında Türkiye:
Sürekli Tehdit Altında Olan Ülke
Mevcut ders kitapları 2005 müfredat reformu sonucunda yeni bir anlayışla yazılmış olan metinlerdir. Bu reform Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) gerçekleştirmiş olduğu en kapsamlı dönüşümlerden biridir. Zira MEB’e göre bu reform ile öğretmeni sınıfta tek hakim kılan ve didaktik
bir şekilde kaleme alınmış olan ders kitaplarıyla yürütülen davranışçı yaklaşım terk edildi;
öğrenci merkezli yeni yapılandırmacı eğitim anlayışı benimsendi. Bu yeni yaklaşım, öğretmenlerden tek yönlü olarak bilgiyi aktaran değil, kitaplardaki etkinlikler aracılığıyla öğrencilerin
eleştirel düşünmelerini ve bilgiyi inşa etmelerini sağlayan bir rol üstlenmelerini istemektedir.
Sonuçta reform sürecinde ders kitapları, bu yeni anlayışa göre yeniden yazıldı. Ders kitaplarının yanında ilk kez öğrenci çalışma kitapları ve öğretmen kılavuz kitapları hazırlandı.
MEB’e göre bu reformun amacı, “Türkiye’yi 21. yüzyıla hazırlamak” ve “Avrupa Birliği normlarına uyum sağlamak”tı. Bu hedeflere ulaşmayı sağlayacak yeni programlarda “evrensel
kültüre öz kültürümüzden ve değerlerimizden yola çıkarak katkıda bulunma”nın da öneminden bahsedilmekteydi (TTKB, 2009; Çayır, 2009). MEB, mevcut kitapların 20. yüzyılın sanayi toplumunun mantığıyla hazırlandığını ve teknolojinin hakim olduğu günümüz dünyasının
ihtiyaçlarına cevap vermediğini dile getirmişti. 2005 öncesi ders kitapları hakkında yapılan
çalışmalar da bu kitapların ivedilikle yenilenmesi gerektiğini göstermişti.
Örneğin, Tarih Vakfı’nın yürüttüğü Ders Kitaplarında İnsan Hakları Projesi’ne göre kitaplarda
birçok hak ihlali ve ayrımcılık içeren ifade bulunmakta; Türkiye düşmanlarla çevrili bir ülke
olarak gösterilmekte ve birçok ders militarist perspektifle savaşı ve ölümü yücelten bir içerikle
sunulmaktaydı (Çotuksöken vd., 2003).
Reform öncesi zorunlu olarak okutulan 8. sınıf Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi dersinin
içeriğinde dahi vatandaşlık teması “iç ve dış tehditler” çerçevesinde kurgulanmıştı (Gök,
2003; Çayır ve Gürkaynak, 2008). Tarih derslerinin konuları 1940’lar ile son bulmaktaydı.
Güncel konuların ele alındığı tek ders ise Milli Güvenlik dersiydi. Bu ders ise isminden de
anlaşılacağı gibi konuları, dost-düşman ve tehditler bağlamında ele almaktaydı. Bu açıdan
yakın zamanda Milli Güvenlik dersinin kaldırılması kararını da son zamanlardaki önemli
değişikliliklerden biri olarak zikretmek gerekir.
Bu çalışma, Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı (TTKB)’nin ifadesiyle (2009) “Dünyada ve
Türkiye’de yaşanan gelişmeler doğrultusunda” yenilendiği söylenen ders kitaplarında bir
iyileşme olup olmadığını; ders kitaplarının Türkiye’yi 21. yüzyıla ne şekilde hazırladığını; bu
kitaplarda nasıl bir Türkiye ve dünya resmi çizildiğini incelemektedir. Son yıllarda yapılan
çalışmalar yeni kitaplarda bazı kısmi iyileşmelerin olduğunu göstermektedir. Örneğin bazı
kitaplarda didaktik anlatım yönteminin terk edildiği ve öğrencilerin eleştirel düşünme bece-
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
19
rilerini geliştirecek etkinlikler sunulduğu görülmektedir (Tüzün, 2009). 8. sınıf müfredatına
dahil edilen ve seneye kaldırılacak olan Vatandaşlık ve Demokrasi Eğitimi ders kitabında,
daha önceki derste bulunan “iç ve dış tehdit unsurları”ndan bahsedilen bölümler çıkarılmış,
öğrencileri ayrımcılık konusunda bilgilendiren birçok yeni pasaja yer verilmiştir (Özpolat,
2011). Yakın zamanda yapılan bir çalışmada, 1-7. sınıflar Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler kitaplarında toplumsal cinsiyet eşitliliği konusunda birçok olumlu örneğe yer verildiği görülmüştür (SEÇBİR, 2012).
Bu kısmi iyileşme örneklerine rağmen, Türkiye’nin tarihsel ve güncel olarak konumlandırılması
açısından ders kitaplarındaki sorunlar devam etmektedir. Türkiye tarihsel olarak öncelikle işgale
uğramış ve diğer ülkelerle savaşarak kurulmuş bir ülke olarak konumlandırılmaktadır.
Bir başka araştırmaya göre de, her sınıf düzeyinde öğrenciler tarihi “Yurdumuz İngilizler,
Fransızlar, İtalyanlar ve Yunanlılar tarafından paylaşılarak…” veya “…güzel yurdumuzu işgale
başladılar” ifadeleriyle öğrenmektedirler ( Tüysüz, 2011, s.55 ve 191). Hatta bazı yazarlar öğrencileri aktif kılan yeni yapılandırmacı yaklaşımı, diğer ülkelere karşı daha keskin bir tarih
bilinci yaratmak için kullanmaktadır. Örneğin, 7. Sınıf Sosyal Bilgiler kitabı “20. Yüzyıl başında Avrupa Ülkeleri ve Osmanlı Devleti’nin durumunu şimdi devletlerin dilinden dinleyelim”
dedikten sonra “sınıfta her bir devleti bir öğrencinin canlandırmasını” ve bu öğrencilerden
aşağıdaki sözleri söylemesini istemektedir:
İngiltere: “Ben İngiltere, biliyorsunuz Sanayi İnkılabını ben başlattım. Bu nedenle sömürge yarışının
öncüsüyüm…”
Fransa: “Ben Fransa, İngiltere’den sonra Hollanda, Belçika sanayileşti ve ben de sanayileştim. Hep birlikte
sömürgecilik yarışına başladık. Dünyadaki yoksul, güçsüz devletleri kendi aramızda paylaştık…”
Rusya: “Ben Rusya, ekonomim güçlü ve çok geniş topraklara sahibim. Fakat topraklarımın sıcak denizlere kolayca bağlantısı yok… Komşum Osmanlı Devleti’nin topraklarını alsam Akdeniz’e ineceğim…”
İtalya: “Ben İtalya, ben de siyasi birliğimi geç sağladım. O yüzden Almanya ile birlikte hareket ediyoruz. Bunun
yanında ben Osmanlı topraklarında sömürgeler elde etmek istiyordum, bu amaçla Trablusgarp’ı işgal ettim…”
Bulgaristan-Romanya-Yunanistan: “Biz Osmanlı Devleti’nden ayrılarak bağımsızlığımızı kazanmış devletleriz.
Biz Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da kalan topraklarını almak istiyoruz…” ( Arslan, 2011, s.189)
Eski eğitim anlayışında belki sadece okunarak ya da anlatılarak geçilen bu bilgilerin, etkinlikteki
canlandırma ile birlikte daha etkili şekilde inşa edilen bilgilere dönüşebileceğini söylemek yanlış
olmaz. Dolayısıyla reformda hedeflendiği gibi öğrencileri aktif kılma amacı yerine gelmiştir.
Ancak bilginin inşa ediliş tarzının diğer ülkelere karşı olumsuz kalıpyargı oluşturma potansiyeli taşıdığı da açıktır. Bu yoruma karşı “ama bunlar tarihsel gerçekler, dolayısıyla öğrencilere
aktarılmalıdır” itirazı yapılabilir. Ancak burada önemli olan, bu tarihsel anlatının hangi dil ve
ifadelerle kurulduğu ve kitaplarda başka hangi bilgilerle birleştiğidir. Çünkü kitaplara göre diğer
ülkelerin Türkiye’ye bakışı ve Türkiye üzerindeki emelleri bugün de devam etmektedir. Dolayısıyla ülkelerin tarihte oynadığı rollerin bugün de devam ettiği bazen açıkça bazen ima yoluyla
dile getirilmektedir. Türkiye güncel olarak da düşmanlarla çevrili ve tehdit altında bir ülke olarak
resmedilmektedir. Örneğin MEB’in yayımladığı 5. sınıf Sosyal Bilgiler kitabına göre (Ek 1);
20
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
“Türkiye, sahip olduğu ortak değerlerle ve dünya üzerindeki konumu nedeniyle bölgesinde güçlü bir ülkedir…
Türkiye Asya ve Avrupa kıtalarının birleştiği bölgede köprü oluşturur. Akdeniz ve Karadeniz’i birbirine bağlayan
boğazlara sahiptir. Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler diğer denizlere açılırken boğazları kullanır. Ülkemiz petrol kaynaklarına sahip olan ülkelere komşudur… Genç ve dinamik bir nüfusa sahip olan Türkiye, gelişmekte olan büyük
bir ekonomik güce sahiptir. Türkiye’yi bazı devletler kendileri için tehlikeli bulmaktadır. Bu ülkeler, kendi topraklarını genişletmek ve denizlerde egemenlik elde etmek amacıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin zayıflaması için
çaba harcamaktadır” (Başol vd., 2011a, s.163).
Bu pasaj müfredattan kaldırılan Milli Güvenlik dersinin ruhunun diğer kitaplarda yaşadığının bir örneğidir. Bu cümlelerden sonra sınıfta tartışılması için öğrencilere verilen soru
şudur: “Ülkemizi kendileri için tehlikeli bulan devletler karşısında vatandaşlara düşen
görev ve sorumluluklar neler olabilir? Tartışınız”. Bu soruyu öğretmenlerin sınıfta tartıştırıp tartıştırmadığı, öğrencilerin ne cevap verdiklerini bilmiyoruz. Bunun için ayrı saha çalışmasına ihtiyaç var. Ancak bu anlatı ve sorudan sonra 11, 12 yaşlarındaki çocuklardan istenen
cevabın, “diğer ülkelere karşı uyanık olmak, onlardan şüphe duymak ve ülkemizin her daim
tehlikede olduğunun bilincine varmak” olduğu açıktır.
Hatta MEB’in 6. sınıf Sosyal Bilgiler kitabına göre Türkiye o kadar tehdit altındadır ki,
“ülkemizin savunmasında her zaman görev” yapabilmeleri için kadınların da askere
alınmaları gerektiği dile getirilir. “Türkiye Cumhuriyeti’nin Etkin ve Sosyal Vatandaşıyım” başlığı altında yazılmış olan diyaloglar bu duruma örnek gösterilebilir (Ek 2).
Yazarlar, “etkin vatandaşlığın” unsurlarını birkaç öğrencinin aralarında geçen diyalogla
sunmaktadır. Altıncı sınıfa giden Zeynep önce kendini tanıtır. Zeynep, “Sosyal Bilgiler
dersinde öğrendiğimiz bilgileri, günlük hayatımızda ne kadar kullanacağımızdan emin
değilim. Bunu anlamak için arkadaşlarım Ece ve Okan’a önceden hazırladığım birkaç
soruyu sormaya karar verdim” der. Buna göre Ece okuluna devam etmekte ve Sosyal
Bilgiler dersini çok sevmektedir, Okan ise ilköğretimden sonra okulu bırakmıştır. Birçok
açıdan sorunlu olan bu metinde mesajlar, olumlu karakterler Ece ve Zeynep aracılığıyla
iletilir. Vergi ve çevre kirliliği ile ilgili mesajlardan sonra sıra “bayanların askerliğine”
gelir. Diyalog şöyle gelişir:
ZEYNEP: Ülkemizde erkekler, 20 yaşına geldiğinde askere gidiyor. Yasalara göre bayanlar askere alınmıyor. Ama
Kurtuluş Savaşı’nda bu vatanı birlikte kurtardık. Askerlik bu yüzden çok kutsal bir vatan borcu. Bence bayanlar
da askere gitmeli.
OKAN: Bence bayanların askerlik yapmasına gerek yok. Zaten bayanlar erkekler kadar kuvvetli olmadığı için
askerlik yapamazlar.
ECE: Buna katılmak mümkün değil. Çünkü Kurtuluş Savaşı’nda kadın erkek hep birlikte mücadele ederek bu
vatanı kurtardı. Ülkemizin savunma için daima hazırlıklı olması gerekiyor. Bunun için de askerlik eğitimini
bayanların da mutlaka alması gerekir. Ancak bu eğitim sayesinde ülkemizin savunulmasında her zaman
görev yapabilir hale gelebiliriz.
ZEYNEP: Sosyal Bilgiler dersini çok seven arkadaşım Ece’nin ne kadar etkili ve akıllı cevaplar veren bir insan olduğunu
görmüş olduk. Eğer Sosyal Bilgiler dersi olmasaydı, o da Okan gibi cevaplar verebilirdi (Genç vd., 2010a, s.26).
Metin açıkça “bayanların askerlik yapmaları” gerektiği mesajını verir. Türkiye’nin gündeminde olmasa da kadınların askerlik yapmaları gerekliliğinin vurgulanması sebebi ne
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
21
olabilir? Metne bakılırsa, çünkü “ülkemizin savunma için daima hazır bulunması gerekiyor”. Bunun için meşrulaştırıcı zemin de Kurtuluş Savaşı’ndaki durumdur. O dönemde
kadın erkek birlikte mücadele ettiklerine göre, bugün de kadınlar savaşa hazırlanmalıdırlar.
Dolayısıyla yine karşımıza sürekli gündemde tutulan tehdit algısı çıkar. Bu metin için uzun
yorumlar yapılabilir. Ancak kadınların askerlik yapmaları gerekliliğinin “etkin vatandaşlık”
vasıfları arasında sayılmasının altını çizmek gerekir. Dolayısıyla vatandaşlık, militarist
temelde kurgulanmakta ve bu çerçevede kadınların aslında “tam vatandaş” olamadıkları
dile getirilmektedir. Her militarist yaklaşımda olduğu gibi, burada da militarist değerlerle
erkeklik ve savaş vurgusu birleşmektedir.
Bu şekilde resmedilen bir ülkenin İstiklal Marşı’nın Müzik dersinde öğretiliş şekli de yine
top tüfek sesleri arasında olur. Müzik dersi Öğretmen Kılavuz Kitabı’na göre İstiklal Marşı’nı
öğretmek için gerekli araç ve gereçler şunlardır: “CD (silah, top, tüfek vb. ses efektleri), ve
Kurtuluş Savaşı’nı yansıtan görsel materyaller” (Ek 3). Milli mücadele ruhunu uyandırmak
için öğretmenlerden, sınıfa girdiklerinde “CD çalara savaş efekti olan bir CD yerleştirmesi
ve sesini hafifçe açması” istenir. Bu sırada öğrencilerden Kurtuluş Savaşı’nı hayal etmeleri
istenir ve öğretmen şu sözleri okur:
“Ülkenizde barış ve dostluk içerisinde özgürce yaşama hakkına sahipsiniz. Ancak farklı sebeplerle ülkenizin toprakları
yavaş yavaş düşman kuvvetlerince işgal edilmeye ve özgürlüğünüz elinizden alınmaya başlanıyor. Artık ülkenizde
eskisi kadar özgür değilsiniz … sınırların dışına çıkmanız yasaklanmış durumda … Düşman askerleri ülkenizi bütünüyle
ele geçirmek için tekrar acımasız bir saldırıya geçer … Artık bu baskında bunaldınız ve kurtarıcı bir umut ışığı, size yol
gösterecek birilerini arıyorsunuz…”
İşte tam bu sırada öğretmenin daha önceden gizlice görevlendirdiği öğrenciler, İstiklal Marşı’nı okumaya başlarlar ve göğüste saklanan bayrağı da yukarıya doğru kaldırırlar. Kılavuza
göre işte “bu an milli mücadele bilincinin uyanması ve düşmanı yenerek özgürlüğe kavuşmanın simgesi olarak kullanılır” (Özdemir ve Koç, 2011, s.10).
Bu etkinliğin Kurtuluş Savaşı’nı hayal etmekle sınırlı olduğu, dolayısıyla İstiklal Marşı’nı
bu şekilde öğretmenin sakıncalı olmadığı dile getirilebilir. Ancak buradaki tekil örneği yine
kitaplardaki genel yaklaşımın içine oturtmak gerekir. Bir önceki Sosyal Bilgiler örneğindeki
kadınların askerlik yapmaları gerektiği vurgusunu düşünecek olursak, öğretmenin metinde
okuduğu tehdit algısı bugüne taşınır, çünkü “ülkemizin savunma için daima hazır bulunması” gerekmektedir. Bu perspektifle Müzik dersinde öğretilen şarkıların ve türkülerin büyük
bölümü savaşılan düşmanlarla ilgilidir. “Yaşayan Türkülerimiz” başlığı altında öğretilen Antep Türküsü buna bir örnek: “Fransızlar her taraftan yürüdü/Yağ kalmadı yüreklerde eridi/
Nice yiğitler istihkamlarda çürüdü” (Koç, 2011, s.99).
Bu bakış açısının ders kitaplarında ister istemez ulaştığı son nokta ise ölümün yüceltilmesidir. Örneğin bir İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük ders kitabında (Ek 4), ölümle ilgili mesajlardan
biri, Maraş’ın işgali sırasında şehrin ileri gelenlerinden Aşıkoğlu Hüseyin ile Fransız komutan arasında geçtiği ileri sürülen diyalogla iletilir. Fransız komutan şöyle konuşturulur: “Bir
bez parçasından başka bir şey olmayan bayrak için dün bu kadar gürültü yaptınız. İstesem
hepinizi yok edebilirdim, yapmadım. Yarın top tüfek kullanacak olursam ne yaparsınız?
Çoluk çocuğunuza acımıyor musunuz?”. Bu sözlerin karşısında Aşıkoğlu Hüseyin şu cevabı verir: “Her gün ölmektense bir gün ölmeyi yeğlerim. Bayrak için ölmek her Türk için
22
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
şereftir” (Başol vd., 2011b, s.63). Bu örnek bir yandan belirli bir tarih bilincini aktarmak için
verilir. Ancak verilen mesajın geçmişle sınırlı kalması istenmez. Bu amaçla öğrencilere bu
diyalogdan sonra şu soru yöneltilir: “Maraşlı Aşıkoğlu Hüseyin’in yerinde siz olsaydınız,
nasıl bir cevap verirdiniz?”. İstenen cevap bellidir. Dolayısıyla bayrak için ölmenin şeref
olduğu mesajı bugüne de taşınır. Fransız komutanın bayrağı aşağılaması sağlanarak, verilen mesajın duygu boyutu da güçlendirilir. Sonuçta sürekli tehdit altında olarak resmedilen
Türkiye’de öncelikli olarak yaşam hakkından ziyade, vatan için ölümün gerekliliği vurgulanır. Yazarlar “vatanı sevmekten”, “vatan için ölmeye” doğrudan ve hızlı bir geçiş yaparlar.
Diğer bir deyişle, tehdit algısının dayandığı zihniyet, “vatanımızı severiz, onu daha yaşanılır,
huzur ve barış dolu kılmak için çalışırız” şeklindeki bir anlayışı geliştirmekten çok ölümü
yücelten mesajlar iletir. Ölümün yüceltildiği bir ortamda ise demokrasinin çoğulcu, eleştiriye açık ve sorun çözmeye yarayan esnek vizyonu daralır.
Çocuklar şüphesiz ders kitaplarındaki bu mesajları birebir almazlar; hayatlarındaki birçok
değişkenle birlikte yorumlarlar. Bu noktada çocukların bu konularda nasıl düşündüklerine
örnek olması açısından bir meslektaşımla 7. ve 8. sınıf öğrencilerinin vatandaşlık ve insan
hakları ders temalarını nasıl algıladıklarını tespit etmek amacıyla yürüttüğümüz bir araştırmadan bahsetmek yerinde olabilir (Çayır ve Bağlı, 2011).
2007-2008 yıllarında İstanbul ve Ankara’daki devlet okullarında odak grup tartışması yöntemiyle yaptığımız çalışmanın bulgularından biri, çocuklarda şiddet dolu bir Türkiye ve dünya algısının olduğuydu. Bu ortamda çocuklar haklarını bilmenin evrensel barış için değil “ezilmemek
için önemli olduğunu” düşünüyorlardı.
Bazıları Amerika’nın Irak’tan sonra Türkiye’yi işgal edeceğini dile getiriyorlardı. Çocukların
söyledikleri, mevcut Türkiye ve dünya düzeninde kendilerini oldukça güvensiz ve güçsüz
hissettiklerini gösteriyordu. Bu çalışmada ulaştığımız sonuçlardan biri de, eğitim sürecinin
çocukları sorunlar karşısında donanımlı hale getirmekten ve evrensel değerlere inanan
vatandaşlara dönüştürmekten uzak olduğuydu. Bu bulguda Türkiye’yi tehdit altında sunan
eğitim anlayışının payının olmadığını söylemek imkansızdır.
Sınırlarımızın dışı:
“Türk Cumhuriyetleri” ve “Uzaktaki arkadaşlar”
Türkiye’yi tehdit altında olarak konumlandıran ders kitaplarında diğer ülkelerin resmedilme
biçimleri de, az önce ifade edilen tezleri destekler niteliktedir. Kitaplar, “Ülkeler ve Çocukları” (Hayat Bilgisi 2), “Ülkeleri Tanıyalım” (Sosyal Bilgiler 4) veya “Ülkemiz ve Dünya” (Sosyal
Bilgiler 6) gibi başlıklar altında farklı ülkeler hakkında bilgiler aktarırlar. Ele alınış biçimlerine
göre bu ülkeleri iki gruba ayırmak mümkün: “Türk Cumhuriyetleri” ve Finlandiya, Almanya,
Meksika, Brezilya gibi ülkeler (bir kitaptaki ifadeyle “Uzaktaki Arkadaşlar”).
Farklı ülkeler hakkında bilgiler verilen ünitelerin önemli bir bölümü kitaplardaki ifadeyle
“Türk Cumhuriyetleri”ne ayrılır. Kitapların arkasında verilen Türk Dünyası Haritası’na (Ek 5)
göre Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve KKTC bağımsız devletler olarak Türk Dünyası’nın içindedir. Ayrıca bu dünyanın içinde birçok özerk cumhuriyetin
de olduğu belirtilir. “Milli dış politikamız ve uluslararası ilişkilerimiz” başlığı altında yer alan,
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
23
“Türk Cumhuriyetleri, ülkemizin dış politikasında neden önceliklidir?” (Altun vd., 2011, s.126)
sorusuyla bu ülkelerin önemi vurgulanır. “Ortak Kültürümüzü Keşfedelim” (Kaya vd., 2011,
s.108) başlığıyla öğrencilere Türkiye’nin bu ülkelerle benzerlikleri sunulur. Bu benzerlik, bazen
örnekte olduğu gibi bayrakların benzerliği (Ek 6) üzerinden kurulur (Eren ve Doğan 2011,
s.154). Bir kitaba göre “Türk toplumları birbirinden uzun yıllar kültür, tarih, coğrafi konum ve
birtakım sebepler yüzünden ayrı ve uzak olmalarına rağmen atasözleri ve deyimlerinde ortak
yönlerini korumuşlardır” (Genç vd., 2010b, s.108). Bu ortaklığı göstermek için bazen Türkmenistan’da söylenen atasözlerinin Türkiye’deki karşılıkları sorulur, bazen bir maninin Uygur
Türkçesi ve Türkiye Türkçesi yan yana verilir. Ortaklığın bir başka göstergesi ise Nevruz
Bayramı’dır. “Türk Cumhuriyetleri”nden bahseden her kitapta muhakkak Nevruz Bayramı’na
vurgu yapılır ve bu bayramın “Tüm Türk dünyasında ortak kutlanan bayram” olduğunun altı
çizilir (Altun vd., 2011, s.126). Bazen de kültürümüzdeki ortaklık çocuk karakterler ağzıyla
dillendirilir. Örneğin Özbekistan’ın tanıtıldığı bir ünitede Aycihan adlı bir Özbek çocuk şöyle
konuşturulur: “Sizlerle Özbek Türkleri’nin o kadar çok ortak noktası var ki! Evimizde kendinizi evinizde gibi hissedersiniz. Geleneklerimiz, yemeklerimiz birbirine çok benzer. Özbek Türkleri de tıpkı sizin gibi misafirperverlikleriyle ünlüdür.” (Kaya vd., 2011, s.180). Bu ortak kültür
vurgusuyla, Türkiye’nin dış dünyada yalnız olmadığı, tarihsel sebeplerle birbirinden uzak
kalmış büyük bir Türk dünyası olduğu dile getirilir. Özbekistan, Türkmenistan gibi ülkeler de,
bağımsız statüleriyle değil, etnik temelde kurgulanan ortaklığın parçası olarak sunulur.
Öte yanda etnik ortaklığın bulunmadığı ülkeler hakkındaki bilgiler de, o ülkeyi temsil ettiği
düşünülen çocukların diliyle aktarılır. Örneğin Hayat Bilgisi 2 kitabında (Ek 7) geleneksel olduğu düşünülen kıyafetler giydirilmiş Suudi Arabistanlı, Alman ve Yunan çocuklar konuşma
balonlarıyla kendilerini tanıtırlar (Özdemir ve Çınar, 2011, s.143). 4. Sınıf kitabında ise Japonya’dan Miyoshi ve Finlandiya’dan Mikko isimli çocuklar kendi ülkelerinin yemek kültürleri,
giyim tarzları ve bayramları hakkında bilgi aktarırlar (Tüysüz, 2011). “Uzaktaki Arkadaşlarım”
başlığı altında ise Almanya, Japonya, Meksika, Avustralya, Nijer’den çocuklar kendi ülkelerinde ne yiyip içtiklerinden ve ülkelerinin ön plana çıkan özelliklerinden bahsederler.
Farklı ülkeleri ve kültürleri öğrencilere erken yaşlarda tanıtmanın birçok önemli işlevi vardır.
Bu yolla çocuklara kendi kültürlerinin biricik ve tekil olmadığı mesajı verilebilir ve küreselleşen dünyada farklı kültürlerin etkileşim içinde olduğu vurgulanabilir. Böylece öğrencilerin
zengin ve çoğulcu bir kimlik geliştirmeleri sağlanabilir. Zira bugün artan göçler ve hızla
gelişen kitle iletişim araçları sebebiyle kültürler yakınlaşmış, insanlar kendilerini birden fazla kültürel aidiyetle tanımlamaya başlamışlardır. Başka bir deyişle insanları tek bir kültüre
indirgemek, tek kültürün yemekleri ve giysileriyle resmetmek gittikçe güçleşmektedir.
Ders kitaplarındaki farklı ülke ve kültürlerin tanıtımına bu açıdan bakıldığında birçok sorun
olduğu görülür. Öncelikle neredeyse tüm görseller ve anlatımlar o ülke hakkındaki kalıpyargıları
güçlendirmekte ve kültürleri yemek/giyim-kuşam basitliğine indirgemektedir.
Bir ülke ile ilgili kalıpyargıyı, o ülkenin adı geçtiğinde zihnimizde uyanan imaj olarak
tanımlayabiliriz. Bu kalıpyargıların ülkeler karşı tutumları belirlediği de bilinmektedir.
Kalıpyargılar kısmen doğruluk payı taşırlar, ancak sözkonusu ülke ya da grup ile ilgili
aşırı genellemeler içerir ve farklılıkların üzerini örterler. Bu açıdan 2. sınıf düzeyinde
çocuklar, tam da Türkiye’deki kalıpyargılara uygun adlandırmalarla geleneksel kıyafetler içinde resmedilen Alman Hans ve Yunan Katina ile tanışırlar. Başka bir sayfada
24
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
da çocuklar Çinlilerin üçgen şapka giyen, Kenyalıların bedenlerine sardıkları bir elbise
giyen insanlar olduklarını öğrenirler. Bu konunun çalışma kitabındaki etkinliğinde de
öğrencilerden giysileri uygun isimlerle ve bedenlerle eşleştirmeleri istenir. Bu kalıpyargı oluşturucu tavır ileriki sınıflarda da devam eder. Sosyal Bilgiler 4 kitabında “Hangi
Ülke?” başlıklı etkinlikte bazı fotoğraflar verilir ve öğrencilerden ülkeleri tahmin etmeleri ve açıklamaları istenir: Etek giyen erkeklerin olduğu resmin altına İskoçya yazmak
ve açıklamak gibi. Başka bir kitabın “Toplumları Tanıyalım” (Ek 8) başlıklı etkinliğinde
de ülkelere ait görseller verilir ve görselleri o ülkelerle ilgili birer cümlelik bilgilerle eşleştirmeleri istenir. Buna göre “Brezilyalılar futbol oynamayı severler”; “Çinliler yaygın
olarak pirinç yetiştiriciliği yaparlar”; “İngilizler şehir içi ulaşımında çift katlı otobüsü
kullanırlar” (Tüysüz, 2011, s.121).
Bu tür etkinlikler toplumları tanıtmaktan çok mevcut kalıpyargıları yeniden üretir
niteliktedir. Kalıpyargıların erken yaşta geliştiği düşünüldüğünde ders kitaplarındaki
bilgilerin önemi daha da açığa çıkar. Kitapların Türkiye’yi ve “Türk Cumhuriyetleri”ni
tanıtırken kullandığı yaklaşım burada pek görülmez. Buna göre “Uzaktaki Arkadaşlar”
gerçekten uzaktadır, “Türk Cumhuriyetleri”nden çocukların dile getirdikleri gibi bu
arkadaşlarla ortaklıklarımız pek yoktur. Kültürler birbirinden tamamen farklı adacıklar
halindedir.
Dolayısıyla kitaplar, küreselleşen dünyada kültürler arası etkileşimi vurgulamak yerine, kültürlerin duvarlarını biraz daha tahkim eder.
Sonuç
Sonuç olarak 2005 yılında “Dünyada ve Türkiye’de yaşanan gelişmeler doğrultusunda”
(TTKB, 2009) yenilendiği ileri sürülen ders kitaplarında Türkiye’nin ve diğer ülkelerin
resmedilme biçimi birçok açıdan sorunludur.
Öncelikle kitaplar Türkiye’nin sürekli tehdit altında olduğunu vurgulamakta ve güvensizlik duyguları aşılamaktadır. Bu çerçevede birçok kitapta “ülkemizin savunma için daima hazır bulunmasının” gerekliliği dile getirilir.
Bu amaçla kadınların askerlik yapmalarının, bayrak için ölmenin, Türkiye’ye tehdit oluşturan ülkelere karşı uyanık olmanın önemi vurgulanır. Türkiye’nin bu şekilde resmediliş
tarzı, diğer ülkelere karşı şüpheciliği besler niteliktedir.
Sınırların dışında ortaklığımızın olduğu tek kültür de “Türk Cumhuriyetleri”dir. Büyük Türk dünyası vurgusu, öğrencilere Türklükle sınırlı bir dünya vizyonu sunar.
Kitaplar iddia edildiği gibi dünyada yaşanan gelişmeleri de yansıtmamaktadır. Çünkü dünya
çokkültürlü hale gelirken ve kültürel etkileşimler artarken; ders kitaplarında ülkeler hala
homojen ve izole adacıklar olarak resmedilmektedir.
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
25
Ulus-devletlerin artık tek kültürlü olmadığını biliyoruz. Ayrıca son elli yılda artan ülkelerarası göçler sebebiyle birçok ülke daha da çokkültürlü hale geldi. Ancak kitaplara göre Japonya’da sadece Japonlar, İngiltere’de sadece İngilizler yaşar. Bu kültürlerin yemekleri, oyunları,
giyimleri vs. birbirinden tamamen farklıdır. Dolayısıyla kitaplar, küreselleşen dünyada artan
kültürlerarası etkileşimden pek bahsetmez, bunun yerine ulusal kültürlerin farklılıklarının
altını çizer. Sunulan bilgiler, gittikçe karmaşıklaşan toplumsal yapıları yansıtmaktan çok, bu
ülkeler hakkındaki hakim kalıpyargıları yeniden üretir niteliktedir.
Sunduğu Türkiye ve dünya vizyonuyla ders kitapları, insanlığın ortak çabalarıyla geliştirilebilecek dünya barışını sağlamaktan çok, kendi dışındaki her yapı ve kültürden şüphe duymaya
neden olan bir içeriktedir.
26
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
Kaynakça
Çayır, K., Bağlı, M.T. (2011) ‘No-one respects them anyway: Secondary students’
perceptions of human rights education in Turkey. Intercultural Education, vol.22, no.1, 1-14.
Çayır, K. (2009). ‘Avrupalı Olmadan Önce Biz Olmalıyız’: Yeni Öğretim Programları ve Ders
Kitapları Işığında Türkiye Modernleşmesine Dair Bir Okuma. Kuram ve Uygulamada Eğitim
Bilimleri, 9 (4), 1659-1690.
Çayır, K., Gürkaynak, İ. (2008). ‘The state of citizenship education in Turkey: Past and
Present’. Journal of Social Science Education, 6(2), 50-58.
Çotuksöken B. ve diğ. (der.) (2003) Ders Kitaplarında İnsan Hakları: Tarama Sonuçları içinde,
İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
Gök, F. (2003). Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi Ders Kitapları, B. Çotuksöken vd. (der.),
Ders Kitaplarında İnsan Hakları: Tarama Sonuçları içinde, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
SEÇBİR (2012) Sosyoloji ve Eğitim Çalışmaları Birimi Ders Kitaplarında http://www.secbir.
org/wp-content/uploads/2012/03/DEKIG-Toplumsal-Cinsiyet-Raporu.pdf (20 Haziran 2012).
TTKB (2009) MEB müfredat geliştirme süreci. http://ttkb.meb.gov.tr/programlar/prog_giris/prog_giris_1.html (Ağustos 2009).
Tüzün, G. (ed.). (2009). Ders kitaplarında insan hakları tarama sonuçları II. İstanbul: Tarih
Vakfı Yayınları.
Ders Kitapları
Altun, A. ve diğ. (2011) İlköğretim 6. Sınıf Sosyal Bilgiler, İstanbul: Altın Kitaplar.
Arslan, M. (2011) İlköğretim 7. Sınıf Sosyal Bilgiler, Ankara: Anıttepe Yayıncılık.
Başol, S. ve diğ. (2011a) İlköğretim 5. Sınıf Sosyal Bilgiler, Ankara: MEB Yayınları.
Başol, S. ve diğ. (2011b) TC İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, Ankara: MEB Yayınları.
Eren, E. Ö. ve N. Doğan (2011) İlköğretim 3. Sınıf Hayat Bilgisi, Ankara: MEB Yayınları
Genç, E. ve diğ. (2010a) Sosyal Bilgiler 6, Ankara: MEB Yayınları.
Genç,M. ve diğ. (2010b) İlköğretim 6. Sınıf Sosyal Bilgiler Öğrenci Çalışma Kitabı, Ankara:
MEB Yayınları.
Kaya, M. K. ve diğ. (2011) İlköğretim 4. Sınıf Sosyal Bilgiler, Ankara: MEB Yayınları.
Koç, Y. (2011) Müzik 7 Öğrenci Çalışma Kitabı, Ankara: MEB Yayınları.
Özdemir, A. ve F. Çınar (2011) İlköğretim 2. Sınıf Hayat Bilgisi, Ankara: MEB Yayınları.
N. Özdemir ve Y. Koç (2011) Müzik 6-7-8 Öğretmen Kılavuz Kitabı, Ankara: MEB Yayınları.
Özpolat, V. (ed.) (2011) İlköğretim 8. Sınıf Vatandaşlık ve Demokrasi Eğitimi, Ankara: MEB Yayınları.
Tüysüz, S. (2011) İlköğretim 4. Sınıf Sosyal Bilgiler, Ankara: Tuna Matbaacılık.
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
27
Ek 1 – Sosyal Bilgiler 5, MEB Yay.
28
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
Ek 2 - Sosyal Bilgiler 6, MEB. Yay.
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
29
Ek 3 - Müzik 6-7-8 Öğretmen Kılavuz Kitabı
30
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
Ek 4 - TC İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
31
Ek 5 - Türk Dünyası Haritası
32
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
Ek 6 – Hayat Bilgisi 3, MEB Yay.
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
33
Ek 7 - Hayat Bilgisi 2, MEB Yay.
34
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
Ek 8 – Sosyal Bilgiler 4, Tuna Yay.
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
35
“Ötekiler” ve Popüler Kültür Anlatıları
Prof. Dr. Orhan Tekelioğlu
Bahçeşehir Üniversitesi
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren siyasal iktidarın gözünde Türkiye toplumunun kitle
iletişim araçlarıyla ilişkisi her zaman öncelikli ve ayrıcalıklı bir mesele olmuştur. Örneğin,
evlerde kullanılan telefonlara dair altyapıya Turgut Özal’lı, 1980’li yıllara kadar öncelik
verilmemiş, öte yandan mütevazı bütçelerle “yedi düvele” karşı ayakta durulmaya çalışılan
1930’lu yıllarda, radyo vericilerinin kurulması ve yayınların dinleyiciye ulaştırılabilmesi için
ciddi çabalar gösterilmiştir. Tam tarih vermek gerekirse, ilk Türkçe radyo yayını 6 Mayıs
1926 tarihinde İstanbul’da yapılmıştır. Deneme yayınlarının ardından, 6 Ocak 1927’de, radyo
yayıncılığı başta olmak üzere tüm iletişim araçlarının kontrolü için devletin yayın tekeli
oluşturulmuş ve Telsiz Telefon Türk Anonim Şirketi kurulmuştur. Kısa bir süre sonra, Ekim
1927’de, Ankara Radyosu düzenli yayına geçmiştir.
Resmî verilere göre, 1927 yılında, ülkenin her yerinde hızla örgütlenerek açılmaya başlanan
Halkevlerinde (yeni rejimin “kültür merkezleri”) ve özel kişilerce işletilen kahvehanelerde
toplam 1.178 radyo alıcısı vardır. Çok sıkı ithalat rejimi uygulanan bir dönemde radyo ithalatına izin verilmesi önemlidir. Tüm bu veriler, devletin radyo yayıncılığına (ve daha sonra,
TV yayıncılığına) bu denli önem vermesinin sebebinin 1930’larda birbiri ardına uygulamaya
sokulan sosyo-kültürel alandaki “inkılâplar”, yani, yeni rejimin en önemli ideolojik programı
olan ve “yukarıdan aşağıya” bir örgütlenme modeliyle icra edilen, vatandaşın kamusal alandaki hayatını kapsamaya yönelik “reformlar” olduğunu düşündürmektedir.
Bu çerçevede, radyo gibi kitlesel erişimi çok yüksek olan bir mecranın kullanımı, rejim açısından akılcı bir çözüm olarak öne çıkar. Nitekim, canlı (“emisyon”) yayınlanan konserlerden
haber bültenlerine (“ajans”), tarım ve hayvancılık programlarından din sohbetlerine kadar
dikkatle hazırlanan bir “kamu yayıncılığı planı” doğrultusunda “halkı aydınlatmaya” yönelik
bir program paketi, içeriğin esasını oluşturmuştur. 1942 yılına gelindiğinde Türkiye’deki radyo sayısı 10.000’in üstüne çıkmıştır. Savaş süresince önemli bir haber aracı olarak etkinliğini
sürdürüren radyo, film ithalatının olmadığı bu yıllarda Anadolu’nun çeşitli köşelerinde defalarca gösterilen Mısır sineması örnekleri (sadece diyalogları değil, şarkıları da “dublajlanan”
bu filmlerde şekillenen “kültürel beğeninin” 1960’lı yılların ikinci yarısında ortaya çıkacak
arabeske bir öncül olduğu unutulmamalıdır) ile beraber halkın popüler kültürel ürünlere
erişiminde neredeyse temel mecralar olarak konumlarını tescillemiştir.
Şarkıların sözlerinin “Türkçelenmesi” birazdan sözünü edeceğimiz, susturarak ya da duyulmaz
kılınarak “ötekileştirmenin” ilk ve önemli örneklerindendir. Arapça’nın işaret ettiği anlam evreninde benzemeye çalıştığımız “batı medeniyeti”nin aksine dönüşmek ve kurtulmak istediğimiz
bir önceki siyasal düzen olan Osmanlı döneminin hatırlanması ihtimali vardır. Keza, radyoda
Osmanlı dönemini hatırlatığı için Osmanlı sanat müziğinin örnekleri (ismini Türk Sanat Müziği
olarak sonradan “düzelttiğimiz” şarkılar) olabildiğince az çalınır, yani duyulmaz kılınmaya çalışılır.
Osmanlı müziğini dinleyenler “ötekileştirilir”, “kozmopolit” ya da “yoz” ilân edilir.
36
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
II. Dünya Savaşı Sonrası Bir Siyasal Ötekileştirme
Aracı Olarak Radyo
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin yaptığı siyasal seçimin (NATO üyeliği çerçevesinde eklemlenilen “batı ittifakı”) hiç kuşkusuz popüler kültüre dair dönüştürücü etkileri
olmuştur. Özellikle, çok partili düzene geçiş ve Demokrat Parti’nin “beklenmedik” zaferinin
önemli sonuçlarından biri de radyo mecrasında olmuştur. Bu sefer farklı bir suskun kılma
dönemi ve dinleyiciler için farklı bir ötekileştirme düzeni inşa edilir. Radyo programlarında
içerik kayması olmuş, klasik batı müziği yerine batı pop müziğinin (“alafranga”) ve türkülerin yanısıra daha önceki dönemlerde kısıtlanan Osmanlı kökenli şarkı formunun (ismi
ulusallaştırıldıktan ve Türk sanat müziği olarak değiştirildikten sonra) öne çıkarıldığı yeni
bir düzen gelmiştir. Ayrıca aynı dönemde, Hollywood filmleri ithal edilmeye başlanmış,
global popüler kültürün “star” sistemi varolan eğlence kültürüne eklemlenmiş, gazino
tipi eğlence yaygınlaşmış, hem müzik dünyasında hem de yerli sinema sektöründe “yerli
starlar” dönemi başlamıştır. Eğlence kültürünün kapitalist düzenle uyuşarak sektörleşmesi,
“alafranga” ve “alaturka” olarak iki ayrı kolda ilerlemeye başlamasının da başlangıcı 1950’li
yıllardır. Alafranga ve alaturka şehir insanının kültürel beğenisini temsil etmeye başlar.
Unutmayalım ki, 1950’ler aynı zamanda büyük iç göç dalgasının başladığı zamanlardır ve
henüz nüfusun sadece yüzde otuz kadarı şehirlerde yaşamaktadır. Alafranga ve alaturkayı
dinlemeyenler, yani köyden şehre göçenlerin “kültürel” ve “sınıfsal” ötekileştirmesi böylece
iyice netleşir. Elitler şehirlilerdir ve onların kültürel beğenisinin iktidarı da bir ötekileştirme
sürecini içerir. Radyo, CHP döneminin aksine, şehrin seslerini daha duyulur kılar, köyün ve
göçerlerin sesi iyice duyulmaz olur.
Siyasal ötekileştirmenin açık bir örneği de bu dönemde yine radyo mecrasında kullanıma
sokulmuştur. Demokrat Parti tarafından kurulan Vatan Cephesi’ne üye olanların isimleri,
CHP muhalefetinin yükseldiği yıllarda radyodan sürekli olarak anons edilmekte, “bizimkiler”
ile “ötekiler” bu sefer siyasal alanda pervasızca ayrıştırılmaya çalışılmaktadır. Bu noktadan
sonra, kitle iletişim mecrasının siyasetle ilişkisi iyice yakınlaşmıştır. 1960 darbesi ve ne
yazık ki daha sonraki yıllarda tekrarlanacak olan “darbelerin” ilk duyurulduğu, bildirilerin
kitlelere aktarıldığı mecra hep radyo (daha sonraki yıllarda TV de) olacaktır. 1960 darbesinin bir diğer önemiyse, radyo yayıncılığında “il radyolarının”, daha doğrusu yerel yayın ve
haberciliğin başlamasıdır. İlk elde, Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Antalya, Gazientep ve
Kars olmak üzere yedi adet “il radyosu” kurulur ve bu istasyonlarda çalışacak yeni kadrolar
için bütçe sağlanır. Ayrıca, bu yapılandırmanın merkezi organizasyonu olarak 1964 yılında
Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT), devletin gözetimi altında ve Avrupa’daki kamu
yayıncılığı modelinden ilham alınarak, kısmî özerk bir yapıda kurumsal kimliğine kavuşur.
Yeni anayasadan kaynaklanan özerk yayıncılık (siyasal müdahale ve ötekileştirici etkiyi
azaltan kurumsal kimlik) özellikle iktidara yakın çevrelerin hoşuna gitmez ve sadece sekiz
yıl sürer. “Özerklik”, Türkiye kamu yayıncılığında bugün bile tasvip görmeyen bir anlayış
olarak 1970’lerin başında bizzat iktidar tarafından lavedilmiştir. 1971 “darbesinin” yaptığı
ilk müdahalelerden biri bu noktada olmuş, sadece TRT’nin kısmî özerkliği kaldırılmamış,
daha sonra “ortaya çıkabilecek” sorunlara karşı, 1972 yılının Eylül ayında yayın içeriklerinin
planlanması ve koordinasyonu için yeni bir idari birimin (TRT Program Bürosu) kurulmasına karar verilmiştir. RTÜK kararlarındaki otoriter vurgu ve “refleksleri” anlamak için bu ve
benzeri kurumsal örgütlenmelerin tarihine bakmak yararlı olabilir.
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
37
1970 Darbesi Sonrası TRT’nin Yayın Tekeli Altında
TV’nin Yaygınlaşması
1970 darbesinin devamındaki dönem, TV’nin yaygınlaşmasına da işaret eder. İlginç bir
şekilde, her darbeden sonra, radyo ve TV gibi iletişim araçlarına yatırımlar artmış ve kitlesel
erişimdeki artış, bu dönemleri şekillendiren askerler ve güdümlerindeki hükümetler tarafından her zaman bir övünç vesilesi olmuştur. Ayrıca, özellikle 1970’lerin ortasından itibaren
artan terör olayları ve sokaklardaki güvensizlik hissi, gelişen ve yayın saatleri artan TV’nin
izlenme oranlarını ciddi bir şekilde artırmıştır. Teroristler (TRT dilinde, “anarşist”), yatakçıları ve “potansiyel” teroristler ötekileştirme ve korku salmanın tipik “aktörleri” olarak
haber bültenlerini işgal ederler. Kökü dışardadır tabii ki bu vatan evlatlarını yoldan çıkaran
ideolojilerin. Bir içe kapanma, düşmanı dışarda arama ve bulma dönemidir 1970’lerin soğuk
savaş dünyası.
Özellikle sol (“komünistler”) ve bir ölçüde de “irtica” popüler kültür anlatılarında “ötekiler”
olarak yer alır; onları kışkırttıkları için “dış mihraklar” söylemi iyice geliştirilir. Özellikle Kıbrıs
Harekatı’ndan sonra, “Rumlar” da bu resmin bir parçası olur.
Genel olarak, TV yayıncılığının Türkiye’ye bir hayli geç geldiği söylenebilir. TRT, 1968 yılında
ilk kez Ankara’daki küçük bir stüdyodan yayına başladığında, zayıf verici nedeniyle yayınlar
şehrin sadece küçük bir kısmında izlenebiliyordu. Keza, o günün TRT’sinin program üretebilme kapasitesi de çok sınırlıydı. Gün içinde 6-7 saat ve haftanın sadece belirli günlerinde
yayınlar gerçekleşebiliyordu. TV yayınlarının kapsama alanı 1977 yılına gelindiğinde ülke
nüfusunun ancak yüzde 60’ına ulaşacak duruma gelmişti.
1970’lerin ortaları özellikle TV mecrasında, ilginç gelişmelerin olduğu bir dönemdir. Görece çok
kısa bir döneme tekabül de etse, İsmail Cem dönemi TRT yayıncılığı, hem yayın çeşitlendirmesi,
hem de popüler kültüre yakın bir anlayışın benimsemesi açısından daha sonra özel yayıncılık
döneminde göreceğimiz “popüler kültürü temel alan” bir modele öncülük etmiştir.
1980 darbesi öncesi dönem, ötekileştirme anlamında tipik bir geçiş dönemine tekabül
eder. Özellikle iç siyasetteki siyasal çalkantılar ve dış siyasetteki izolâsyon, yayınları bir
dizi ötekileştirici aktörle doldurmuş olsa da; dönemin nispeten demokratik şartları, sendikal haklar ve iş güvenceleri gibi konular TRT yayın siyasetinde ikili bir yapının oluşmasına
neden olmuştur. Dönemin hemen her kurumunda görülen siyasal ayrışma, TRT personelini
de farklılaştırmış; her türlü program farklı hükümet dönemlerinde gösterime girebilmiştir. Ayrıca, aynı yıllar TV’nin halkın tek eğlencesine dönüştüğü yıllardır. 1980 darbesinin ilk
hedeflerinden biri TRT olmuş; iş güvencelerinin de askıya alındığı ilk dönemde kurumdaki
istenmeyen (çoğunluğu “solcu” olmak üzere) personelin işine son verilmiştir.
1970 Darbesi Sonrası TRT’nin Yayın Tekeli Altında
TV’nin Yaygınlaşması
Program içeriğindeki çeşitlilik bakımından, İsmail Cem’den sonraki “atılım döneminin”
mimarı, başta Turgut Özal hükümetleri olmak üzere 1980 darbesi sonrası dönemin iktidar-
38
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
larıdır. Turgut Özal döneminde hem renkli TV yayını başlar, hem de “tek kanallı” yayıncılık
sona erer. TRT, 1984 yılında bazı programlarında renkli yayına başlar; 1986 yılında merkezi
İstanbul’da olacak şekilde TRT 2, yeni bir kanal olarak kurulur. Program çeşitliliği ve kanal
sayısı artmış da olsa, siyasal ötekileştirmenin zirve noktasına eriştiği yıllardır darbeden
sonraki yıllar. 1970’lerden farklı olarak “iç düşmanlar” kategorisine “Güneydoğu’daki bölücüler” (henüz “Kürt realitesinden” söz edilememektedir) eklemlenir. Güneydoğu Anadolu’da
yoğunlaşan “düşük yoğunluklu” savaşın ideolojik cephesinde kullanılmak üzere “bölgeye
özel” bir TV kanalı kurulmasına karar verilir. Sorun, bir etnik meseleden çok bir iktisadi mesele olarak tarif edildiğinden, bölgede tamamlanmaya çalışılan barajlar ve sulama projesi
GAP’tan ilham alınarak, 1989 yılında GAP-TV kurulur. Aynı yıl, tematik bir kanal olarak TRT 3
de kurulur.
ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher tarafından hararetle desteklenen neo-liberalizmin Türkiye siyasetindeki temsilcisi olarak Turgut Özal, Avrupa’daki benzer gelişmelerden
de etkilenerek, kamu yayıncılığının yayın tekelinin kaldırılmasını açıkça ifade eder. Turgut
Özal’ın 1980’li yıllarda bir gereklilik olarak sözünü ettiği iktisadî liberalleşme ve özelleştirme
siyasetleri ancak 1990’larda radyo ve TV yayıncılığı konusunda bir netice vermiş, TRT’nin
yayın tekeli ateşli tartışmalar ve bir çok yasal sorunla beraber son bulmuştur. Gerekli yasal
düzenlemeler olmamasına rağmen, özel radyo ve TV yayınları de facto olarak 1990’larda
başlar. İlk özel TV yayınını gerçekleştiren Magic Box, yasadaki boşluktan faydalanarak yayını
Monako’dan, Avrupa üzerindeki bir uyduya link çıkışı yaparak gerçekleştirir. Diğer radyo ve
TV kanalları da, aynı yöntemle uydular üzerinden özel yayıncılığa başlarlar. Ancak, özel radyoların sayılarının denetimsiz olarak artması, özellikle frekans planlaması yapılmamış olan
büyük şehirlerde ciddi teknik sorunlara yol açar. Yayınlar, başta hava ulaşımı olmak üzere
kamu iletişimini imkansız hâle sokunca, zaten mahkeme kararıyla yasadışı olan de facto
yayıncılığa yasak gelir ve 1993 yılının Mart ayında özel radyo yayınları durdurulur.
Türkiye yayıncılık tarihinde hiç bir zaman görülmemiş bir “sivil direnişin” özel radyo yayıncılığının durdurulmasından sonra ortaya çıkması, popüler kültürün siyasetle ilişkisini göstermesi bakımından çok önemlidir. Yayın yasağından sonraki tepkilere dönersek, mahkeme
kararından sonra, özellikle büyük şehirlerde bir protesto dalgası başlamış, araba antenlerine
takılan siyah kurdeleler ve “radyomu geri istiyorum” sloganıyla kampanya genişleyerek
sürmüştür. Dönemin ana muhalefet partisi olan Doğru Yol Partisi’nin lideri Tansu Çiller
de antenine kurdeleyi asar ve kampanyaya bizzat destek verir. Çok değil bir kaç ay sonra, Haziran 1993’te, kamuoyu baskısı neticesini verir ve yasak askıya alınır; özel radyolar
yeniden yayın yapmaya başlar. Nisan 1994’te, özel radyo ve TV kanallarının kurulması ve
yayın yapmasıyla ilgili gereken yasal düzenlemeler tamamlanır. Yasanın uygulanabilmesi
için “olmazsa olmaz” olan “frekans planlaması” şartı hazırlanmış olmasına rağmen bir türlü
uygulanamaz. Radyolara ilişkin “plansızlık” durumu hâlen aynı vaziyettedir. Aslında, içeriğin
tamamen ticarî kaygılarla (herhangi bir denetime uğramadan yayınlanan popüler müzikler
ve reklamlar) oluşturulduğu (“apolitik”) özel radyo yayıncılığının şehir mekânında aniden
“siyasallaşmasının”, bir özgürlük meselesi olarak görülmesinin ve “direnişe” yol açmasının
nedenlerinin ciddi bir analize ihtiyaç duyduğu açıktır. “Apolitik” olarak görülse bile özel
yayıncılık, o güne kadar uygulanan kültür siyasetlerine “aldırmaması” anlamında siyasaldır.
Böylece, o güne kadar duyulmayan sesler, şarkılar ve aksanlar duyulur olmuş ve çok önemli
bir “hakikat” işitilir hâle gelmiştir. Halk, TRT’deki gibi konuşmamakta, bu kadar yıl TRT dinlemiş olmasına rağmen yerel ağızlar şehir ortamında bile muhafaza edilmektedir. Üstelik,
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
39
bu radyoların dinleyici isteklerinden anladığımız kadarıyla, TRT’nin sıkı bir “denetimden”
sonra oluşturduğu repertuvarındaki müzikler pek de rağbet görmemektedir. Dahası, gündelik dili bozduklarına dair bir kaç cılız eleştiri dışında, özel radyolara dair ciddî tepkiler de ortaya çıkmamıştır. Yine de hatırlamak gerekir ki, özel yayıncılığın “denetimsiz” dönemi RTÜK
kurulduktan sonra sona erecek, TRT’nin yayın tekelinde olduğu yıllardaki gibi olmasa da,
özellikle siyasal içeriğe “yukardan müdahalenin” (bazı seslerin, aksanların susturulmasına
yönelik) yasal şartları sağlanacaktır. Dolayısıyla “nöbetleşe ötekileştirmenin” sona ermesi
pek mümkün değildir.
Özel TV’lerin Yayıncılık “Başarısı”
Özel yayıncılığın kitle iletişim mecrasında çok önemli ve geriye dönülemeyecek değişimlere
yol açtığı aşikârdır. Bu yayıncılık “başarısının” (izleyicinin alıştıkları TRT yayınlarından kısa sürede uzaklaşması) nedenleri, derin analiz yapmadan, bir kaç noktada toplanabilir. İlk olarak,
gerek özel radyo, gerekse özel TV yayıncılığında TRT’nin standartlaştırdığı “haber ilkelerine”
uyulmadığı kolayca fark edilebilir. Örneğin, TRT haber bültenlerinde standart olan “protokol
haberciliği” akışı ve spikerin soğuk ve mesafeli sunumu yerine güzel kadın spikerlerin (kameranın yüze odaklandığı) “heyecanlı” sunumunun tercih edildiği gözlemlenebilir. Keza, haber
kadrosundaki muhabir eksikliğinden dolayı, görseli bulunabilen bir-iki sansasyonel haber
“dramatik” şekilde (arkaplanda müzikler eşiliğinde) öne çıkarılır ve bültenin tamamını da bu
“haberler” kaplar. Haber merkezleri biraz daha güçlendikten sonra ise “enkırmenler” dönemi
başlar. Habere yorum yaparak öne çıkan bu dönemin “habercilik” anlamında en önemli ismi
kuşkusuz Reha Muhtar’dır. Muhtar, haberi eğlence ve popüler kültürle birleştirmenin (infotainment) Türkiye TV’sinde nasıl yapılacağına dair “yerel” bir “standart” oluşturur ve ne yazık
ki bu “standart” hâlen geçerli olan kalıcı bir formata dönüşür. Özetle, anaakım kanallar, TRT
yayıncılığıyla kıyaslandığında, daha canlı, dramatik ve magazin temelli bir “âlemi” ekranda
resmederken, haber dilinde otoriter ve bürokratik bir tavırdan özellikle uzak durulur.
Döneme damgasını vuran bir başka “yenilik”, geçmiş sezonun yabancı sinema örnekleri ve
gecenin geç saatlerinde “kırmızı nokta” ile sunulan “erotik” içerikli filmler olur. Ayrıca, Yeşilçam sinemasını neredeyse tüm külliyatı ekranda gösterilmeye başlanır; örneğin, Kemal Sunal’ın yeniden doğuşundan söz edebiliriz. Buna ilaveten, ancak para ödenerek izlenebilen,
maçları ya da vizyondaki filmleri gösteren Cine 5 gibi özel ve paralı TV yayıncılığı da başlar.
Çok yüksek meblâğlar ödenerek izlenebilen bu kanalların izleyicisi, yayınlar kahvehane ya
da birahane gibi kamusal alanda yer alan mekanlarda da yayına başlayınca artar, zamanla
orta ve üst gelir grupları bu yayın platformlarını evlerine satın almaya başlar. Özetlersek,
TRT’nin yapamadığı birçok teknolojik yeniliği getirdiği, gösteremediği yerli ve yabancı filmleri yayınlayabildiği, içeriği ve katılımcıları farklı eğlence programları sunabildiği ve TRT’nin
asla yapamayacağı tarzda (sabahlara kadar sürebilen, izleyicilerin de söz alıp tartışmaya
doğrudan katılabildiği, farklı kimlik ve fikirlerin sunulabildiği Siyaset Meydanı gibi tartışma
programları ya da farklı mezheplerin ya da dinî cemaatlerin görüşlerinin ekranlarda ilk kez
duyulabildiği programlar gibi) siyasal tartışmalara yer verebildiği için özel yayıncılık büyük
bir beğeniyle karşılanır ve hızla benimsenir.
Özel yayıncılığın hızla benimsenmesi, Cumhuriyetin uygulamaya soktuğu kültür siyasetlerinin neden eskidiğine ve tabu addettiği konuların nasıl bir bıkkınlığa yol açtığına dair bir fikir
de verebilir. Tekrar başa döner ve 1930’lu yıllarda şekillenmeye başlayan yayıncılık esaslarına
40
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
ve program içeriklerine bakarsak, biri siyasal, bir diğeriyse kültürel olmak üzere iki önemli
meselenin (siyasal ve kültürel uluslaşmanın) öne çıkarıldığını fark ederiz. Ulus-devlet inşa
sürecinde “muasır” medeniyetler model olarak benimsenir ve bu modelin “esaslarının”
kitlelere aktarımında radyo öncelikli bir araç olarak kurgulanır. Bu bağlamda bir uluslaşma
ve yerelleşme siyaseti olarak devreye sokulan kültürel reformlar (özellikle, musıkî ve dil
inkılâpları) programların üslûbunu “hegemonlaştırır”. Dönemin global siyasal ikliminden
(özellikle, İtalya ve Almanya’daki “milliyetçi cereyanlardan”) etkilenen popülist (“halkçı”)
bir söylemin, “üstten” ve “doğrucu” bir dil benimsemesi hiç de şaşırtıcı değildir. Bir yandan
“muasır” ülkelerin medeni kültürüne kavuşmaya mecbur da olsa, anti-emperyal bir siyasal
amaçtan da uzaklaşmamız lazımdır.
Bu ilginç karışımın ürettiği popülist dilin iki temel vurgusu vardır; hem “korumacıdır” (Misak-ı
Millî hudutlarının korunması, bir daha asla toprak kaybedilmemesi “ülküsünü” benimser), hem
de yeni bir ulusal kimlik inşaasında homojenleştirici “ulusalcıdır”. Ulusalcılığın vurgusu homojenleştirici olunca popülist anlatıları da “ötekileştirici” ve korumacı (dıştaki ve içteki ötekilerden
korunarak, zenofobik bir refleksle) bir karakter alacaktır.
Tüm tarihi Türkler kurmuştur, tüm diller Türkçe’den gelmektedir, Orta Asya da tüm uygarlıkların yurdudur. Özetle, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur. Osmanlı bakiyesinden olup
Anadolu’ya göç edenlerin yeni ortak kimliği de “Türklükten” başka bir şey olamayacaktır.
“Ne Mutlu Türküm Diyene”nin içine gireceği bir üst kimlik inşası ister istemez bunu kabul
etmeyenleri hem ötekileştirir, hem de “biz” yerine, “onların” safına yerleştirir.
İlginçtir, aynı eğilim, bu kadar yıl sonra, siyasî ve hukukî sistemin çok daha demokratlaştığı
günümüzde bile, anaakım TV anlatılarının temel anlatısına dönüşecek; bu sefer “popülist”
bir söylemin değil, “popüler” bir söylemin taşıyıcı temaları olarak varlığını sürdürecektir. Tabii ki, popüler kültürün söylemi artık “buyurgan” değilse de hâlen “hegemoniktir”, anlatılar
çok daha rafine ve iknâ esaslıdır. Yine de, Cumhuriyetin kurucu yıllarındaki içe kapanmaya
ve kendini korumaya eğilimli temalar asla tam anlamıyla kaybolmamış, varlığını farklı düzey ve yoğunlukta sürdürmektedir.
Eskinin “Populist” Söyleminin Günümüz “Popüler”
Söylemi Üzerindeki Etkisi
1930’lu yıllardaki sorunsalları anlamak, aynı zamanda bugün de devam eden bazı yapısal
davranışlar ile siyasal ve kültürel refleksleri anlamamıza yardımcı olacaktır. Belki anlatılar
görünürde tersine dönmüştür (yok edilemeye çalışılan Osmanlı kültürünün geri dönmesi,
yükselmesi gibi) ama, dönüşenin nasıl anlatıldığı ve kurulduğu pek değişmemiştir. Dönemi
hatırlamaya devam edersek radyonun bir başka işleviyle, bir “yetişkin eğitimi” aracı kullanımıyla karşılaşırız. Neticede, henüz yüzde on seviyesine bile ulaşamamış bir okuryazarlık
durumu ve tamamıyla değişen bir alfabe vardır. Eldeki en önemli eğitim aracı olarak devletin yaygın olarak dağıttığı dergiler ve radyo öne çıkarken, program içerikleri de “didaktik”
bir üslûpta şekillenecektir. Tabii ki “bizimkileri” ve “ötekileriyle”. Tarımdan örnek vermek
gerekirse, dönemi çalışanların iyi bildiği nedenlerle yeni rejimin halkı (“efendi” olarak tarif
edilen) köylülerdir ve onların tarımdaki performansı ülke halkının beslenebilmesi bakımın-
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
41
dan çok önemli bir hâle gelmiştir. Bu nedenle, Halkevlerinin yayın organı olan ve temelde
siyasî makalelerin yayınlandığı Ülkü’de bile, inkılâplara ilişkin yazıların yanısıra dönemin
yeni (“muasır”) ziraat tekniklerine dair makaleler yayınlanır.
Keza, radyoda da, 1970’li yıllara kadar benzer içerikte programlar yapılmaya devam eder ve
bu programlarda sadece “doğru” tarım teknikleri anlatılmaz, “doğru” Türkçe kullanılarak
yeni ulusun tercih ettiği İstanbul ağzı da öğretilir. Öte yandan, arasıra saz âşıklarının (“mahallî sanatçılar”) yöresel türküleri (kayıtlı program sıkıntısı olduğundan, çoğunlukla stüdyodan canlı yayın yapılıyordu) yayınlansa da, esas uygulama bir başka “normalleştirme” işlemi
olur. Türküler, coğrafî bölgeler esas alınarak tasnif edilir; sözleri elden geçirilir (gerekliyse
“değiştirilir”) ve koro hâlinde, aynı melodiyi çalan onlarca saz ve onları yöneten bir “şef”
eşliğinde İstanbul aksanıyla icra edilir. Batı klasik müziği icrasını “hatırlatan” bu “normalleştirici” icra tarzı sadece Cumhuriyetin ilk döneminde değil, özel yayıncılığın başlamasına
kadar “Yurttan Sesler” ismiyle radyoda, daha sonra ise TV’de yıllarca yayınlanmıştır. Aşık
geleneğini yok etmeye çalışan, otantik hâlinde yöresel müzikleri dinleyenleri “ötekileştirmeye” çabalayan TRT, daha makro planda, “denetim kurulları” yoluyla halkın neyi, nasıl
dinleyeceğine karar vermeye de çalışır. Halkın özellikle tercih ettiği bazı müzikleri (arabesk
gibi) uzun yıllar yasaklı hâle getirerek yok edeceğini sanır.
Bu siyasetlerin hiçbir işe yaramadığı, özel radyoların yayınladıkları müziklerle anlaşılır. Özel
yayıncılık dönemi aynı zamanda arabesk ve icracılarının yükseldiği dönemdir. Demek ki,
özel yayıncılığa gösterilen teveccühün ardında bir altmış yıl kadar süren “denetleme” mekanizmalarına olan tepkinin izleri de bulunabilir. Susturulanlar, ötekileştirilenler geri gelir,
tekrar uyanır. Ama ne yazık ki, bu sefer daha önce duyulanların susturulması başlayacaktır.
Bir zenginleşme ve çeşitlenme süreci başlamış da olsa, eski dönemin reflekslerinin kaybolduğundan da söz edemeyiz. Eski elitlerin iktidardan düşmeleri elitizmi yok edememiş,
aksine yeni elitlerin oluşmasına ve güçlenmesine olanak sağlamıştır.
“Türk’ün Türk’ten Başka Dostu Yoktur” Yayın
Anlayışının Program Formatlarına Yansıması
Türkiye’de özel yayıncılığın “pazar ekonomisini” ya da “rekabetçiliği” söylemsel olarak
benimsenmesinin siyasal ya da kültürel uzanımları (global dünyaya açık, “çok-sesli” ve
“özgürlükçü” bir yayın panoraması) beklentilerin tersine çok güdük kalmıştır. Aksine, kurucu
cumhuriyet ideolojisinin benimsediği “defansif”, “Türkün Türkten Başka Dostu Yoktur”
bakış açısıyla özetlenebilecek “korumacı” ve “ötekileştirici” siyasal ve kültürel eğilim, özel
yayıncılık döneminde de varlığını derinleştirerek (örneğin, Kurtlar Vadisi gibi “derin devleti”
anlatan bir dizi TRT’de yayınlanamazdı) sürdürür.
Bu nedenle, bu noktadan itibaren daha somut olarak bazı program formatlarına (özellikle,
kültürel anlatılarla kesiştiklerinden popüler dizilere) bakmamız ve alt-metinlerini analiz
etmemiz gerekiyor.
Bu bağlamda ilk olarak ithal edilen global program formatlarına bakmak, geldikleri toplumsal formasyondaki “bireylik” durumuyla (“beklentisiyle”), “yerel” uygulamalardaki bireyliği
karşılaştırmak zihin açıcı olabilir. Çünkü, özellikle ABD ve batı toplumlarından gelen bu
42
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
programlarda (özellikle reality şovlarda), olmazsa olmaz bir özellik olarak, “bireysel” rekabet
ve çatışmanın öne çıkması programın “dramatik çatısını” kurar, bireylerin çatışması beklenir. Tam bu noktada teorik bir parantez açarak, Türkiye’de hiçbir zaman, siyasal bir hareket
olarak liberalizmin oluşamadığını hatırlamak yararlı olabilir. “Bireyi” ve “haklarını” önceleyen
bir siyasal akıma Türkiye seçmeni hiçbir zaman ilgi göstermemiştir. Aksine, haklarından
çok “sorumluluklarıyla” tarif bulan, sosyolojik cemaatlerine (aileden tuttuğu takıma kadar)
karşı sorumlulukları öne çıkarılan bir “üyelik” (community membership) durumu, “bireylik”
durumuna karşı konumlandırılır. Bu nedenle, bireyliğin ortaya çıktığı durumlarda hemen
törpülenmesi toplumcu bir kültürel refleks olarak benimsenir. Özel yayıncılığın ilk dönemlerinde (yasal zemin oluşmadığından yayınların “denetimsiz” yapılabildiği) ekranlarda
dile getirilen farklı görüşler hiç de hoş karşılanmamış, tepki görmüş ve bizzat programa
katılanlar ya da sunucular tarafından hızla “susturulmuş” ya da duyulmaz/görünmez kılınmıştır. Örneğin, ilk zamanlarda seslerini kolayca duyurabilen ve “İkinci Cumhuriyetçi” olarak
isimlendirilen liberaller, tartışma programlarında artık çok daha az yer bulabilmektedir;
bireyci liberal söyleme karşı, grup dayanışmasının öne çıkarıldığı bir “anti-liberal söylemin”
kolayca taraftar bulabildiği bir reaksiyonerlikten bile söz edilebilir. Yine benzer bir şekilde,
gelir dağılımındaki eşitsizliğin ve yoksulluğun sürdüğü Türkiye gibi bir ülkede dezavantajlı
gruplara mensup olanların temsilcileri, çıktıkları programlarda haklar (sendikal örgütlenme
ya da grev gibi) ya da kamusal yardım mekanizmalarından (daha iyi bir işsizlik sigortası
gibi) söz etmek yerine, bölgesel, dinî ya da etnik aidiyetleri önceleyen, bireylikten çok “üye
kimliklerini” öne çıkaran “dayanışmacı” söylemleri tercih edebilmektedir.
Benzeri tutumlar, popüler TV yarışmalarında da kolayca gözlemlenebilir. Örneğin, “Çarkıfelek” gibi bir global program (basit soruların sorulduğu tipik bir eğlence-yarışma) kısa bir
süre içinde yoksullar için bir tür “armağan törenine” dönüşmüştür. Keza, yeteneğin öne
çıktığı reality şovlarda (popstar ve türevi yarışmalar), SMS desteğinin gerektiği durumlarda,
yarışmacılar yeteneklerinden çok aidiyetlerini/kimliklerini öne çıkarmakta, hatta yarışmanın
sunucuları da yarışmacılar için bu minvalde (“Karadenizliler, kardeşimize oylarınızla destek
verin!”) yardım isteyebilmektedir. Öte yandan, global formatında bireylik hâli ve kişisel
rekabetin ortaya çıkması için tasarlanan bir çok programın yerel versiyonunda “bireysel”
davranış egoizm olarak değerlendirilip (jüri ya da SMS gönderenler tarafından) cezalandırılabilmektedir. Sosyolojik cemaat kimliğini öne çıkaranlar, daha da iyisi, onu “ulusal kimlikle”
bağdaştıranlar (“Amacım, iyi bir Türk gencinin nasıl olması gerektiğini izleyicilere göstermek, onu ekranda temsil etmektir”) ise çoğunlukla ödüllendirilir.
Böyle bir çerçeveden bakınca, anaakım kanallardaki popüler programlarının “halkın” bakış
açısı ve “zevkini” öne çıkaran “karakterlerle” dolup taşmakta olduğu kolayca söylenebilir.
Yeni medya düzeninde, toplumsal statü ile medyada yer alma arasındaki ilişki bir “yukarıya
doğru toplumsal hareketlilik” (upward social mobility) meselesiyle bağlantılı olarak sunulmaktadır. Yeni magazin anlayışında, ünlü olmakla ekranda görünmek neredeyse eşdeğerdir.
Bu gelişmeyle bağlantılı olarak, “ün” ve “sosyete” sözcükleri de dönüşüme uğramış, medyada ünlenmenin (görünür olmanın) “cemiyet hayatına” girmekle eş tutulduğu bir dünyanın
özellikle çevre kültüründe rağbet gördüğü anlaşılmaktadır. Zaten magazin programlarına
bakıldığında, daha önceki dönemlerde, çoğunlukla çevre kültüründe olanların “meşguliyeti”
olarak düşünülebilecek bazı “işlerin” (futbolculardan mankenlere, oyuncularından ekrandaki yarışmalarla tanınanlara kadar) yeni “ünlülerin” de tipik işleri olduğu anlaşılmaktadır.
Üstelik, böyle işlerle meşgul olmak için, örneğin iyi bir eğitime, ayrıcalıklı bir aile çevresine
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
43
ya da iyi bir gelir grubuna mensubiyete hiç gerek yoktur. Yeter ki, ekranda böylesi programlarda yer alındığında “sorun” çıkarılmasın, “büyüklerin” sözü dinlensin, otoriteye biat edilsin. Nitekim, izleyicilerin SMS-oylarıyla sonucu belirleyebildiği reality şovlarda belirgin bir
yarışmacı tipinin “kazanan” olarak öne çıktığı söylenebilir. Kazanmaya çalışan yarışmacılar,
SMS desteğinin gerektiği durumlarda “izleyiciler”, jürinin son kararı verdiği durumlardaysa
“jüri üyeleriyle” özellikli bir iletişim tarzını benimser, Adorno sosyolojisinden ödünç alınan
bir deyimle, “otoriteryen” bir kişilik davranışı göstermeye başlarlar. Benzer bir eğilimi jüri
üyelerinde de gözlemleyebiliriz. Jüriler genel olarak “eşitlikçi” bir tutum benimsememekte,
yarışmacıların jürinin görüşlerini kabul etmesini beklemektedir. Aslında, asıl “yarışın” jüri
üyeleri arasında geçtiği bile söylenebilir. Öte yandan, eğer yarışmacılardan birisiyle bir jüri
üyesi arasında “uyum” bir türlü kurulamazsa, yarışmacı, SMS desteğiyle yarışmada kalmak
için izleyicilerden yardım isteyebilir. Örneğin, bir yarışmacının geldiği bölgeden oy istemesi
çok olağandır. Başta “hemşehrilik” ilişkileri olmak üzere sosyolojik cemaatlerden yardım
talepleri, bu “ağların” modern Türkiye toplumunda çok önemli bir güce sahip olduklarını
gösterir. Toplumsal ağların geleneksel dayanışmacı rolünü sürdürebilmesinin nedenleri, modern Türkiye devletindeki “sosyal devlet” örgütlenmeleri ve kurumlarının (işsizlik
sigortasından örgütlü yaşama kadar) yeterince gelişmemiş olmasında aranabilir. Tekrar
yarışmalara (reality şovlara) dönersek, demek ki esas “yarış”, yarışmacıların arasında değil,
onların temsil ettiği ağlar ve toplulukların arasında geçmektedir. Böylesi durumlarda, sadece “bireylik” törpülenip bir gruba mensubiyet önem kazanmamakta; aynı zamanda, “biz”
ve “onlar” arasında bir fark ve çatışma hâli ortaya çıkmakta ve özellikle bazı gruplar sürekli
olarak “kaybeder” duruma düşürülmektedir. Örneğin izdivaç şovlarda, yabancı ülkelerden
gelen gelin adaylarından stüdyodaki (belki ekranın başındakiler de) diğer kadınlar pek hoşlanmamakta, en ufak bir “falsolarında” (örneğin, kendilerinden genç erkeklerle de evlenebileceklerini söylediklerinde) erkeklerimizi almaya gelen “ecnebiler” olarak kolayca suçlanabilmektedir. Keza benzer bir ötekileştirme, yine izdivaç şovlarında, evlenmek amacıyla şova
katılan bazı adaylar onlar için gelecek adaylarda olması gerekenleri sayarken “doğulular” ile
evlenmek istemediklerini söyleyebilmektedir.
Bir Ötekileştirme Türü Olarak Diziler
Ötekileştirme açısından en önemli program türü olarak kuşkusuz diziler öne çıkar. Özel TV
yayıncılığının ilk başlarında, daha önce işaret ettiğimiz gibi, daha çok bir iki sezon öncesinin yabancı sinema örnekleri ve global pazarda çok başarılı olmuş yabancı diziler (tam bir
soap-opera örneği olan Yalan Rüzgarı gibi) izleyiciye sunuluyordu. Böylece, bedava izlenebilen TV kanallarının asıl getirisi olan reklamlar en önemli kaynak olarak TV’yi ticarî sinema
ve TRT’nin gösterdiği ucuz Brezilya dizilerine karşı konumlandırıyor, avantajlı kılıyordu. Yine,
daha önce işaret edilen, Yeşilçam sinemasının neredeyse tüm külliyatı boşta kalan saatleri
doldurmak için kullanılmaya başlandı. Bir süre sonra, reyting sisteminin ürettiği veriler
yardımıyla, Yeşilçam sinemasından bazı örneklerin (Kemal Sunal filmleri, aile dramaları
ve bazı melodramların) çok ciddi bir izleyici potansiyeli olduğu fark edildi. Yabancı sinema
ve dizilerde resmedilen “hayatlarla” ekran başında izleyicilerinkinin kesişmediği fikrinden
hareketle döneminde salonları dolduran Yeşilçam’ın “temel” anlatılarına dönüldü, sinema
filmlerine benzer uzunluklarda “memleket hikayeleri” dizileştirilerek ekranlara gelmeye
başladı. Türk sinemasının özellikle 1950’li yıllardan başlayarak geliştiği ve bu yılların aynı
zamanda büyük göç dalgalarının başladığı yıllara tekabül ettiği de düşünülürse, Yeşilçam’ın
temel anlatılarındaki göçer-yerleşik karşıtlıklarının neden ve nasıl şekillediği de anlaşılabilir.
44
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
Tabii ki, 1950’li yıllardan itibaren kapitalist ekonomiyi destekleyen iktidarların bir kaç kısa
kesinti dönemleri hariç sürekli olarak iktidarda oldukları da bu resme eklenince, sınıfsal
bir dille anlatılmasa da (soğuk dönem global siyasetlerinin gölgesinde şekillenen Türkiye
siyasetinde sol hareketler ve sendikalar üstünde çok ciddî yasaklar ve kısıtlar olduğu unutulmamalı) zengin-fakir karşıtlığının neden aynı zamanda göçerlik-yerleşiklik durumuyla
ilişkili olarak kurgulandığı daha net olarak ortaya çıkar. Bu karşıtlıkların yarattığı ötekileştirici mekanizmaların başında göçerlerle ilişkili küçümsemeler gelir, “köyden şehre gelen
kezban” gibi tiplemelerde yerleşiklerin göçmenlere üstten ve ötekileştirici bakışının izleri
bulunabilir. Yine benzer bir şekilde, modern-geleneksel ayrımı da Yeşilçam filmlerinin yoğun
olarak kullandığı bir temadır, böylece “geleneksel” olan çoğunlukla “gericilikle” ilişkilendirilebilir, “gerici” olan da bir çok örnekte dinsel bir kimlikle, “yobazla” örtüştürülür. Eğitim de,
bir başka ötekileştirici tema olarak sık sık ortaya çıkar, özellikle bazı meslekler (doktorluk,
öğretmenlik, subaylık, mühendislik gibi) toplumsal faydasıyla önemsenir, “cehalet” hem
ötekileştirilir, hem de fakirlik ve göçerlikle bağlantılandırılır.
Özellikle “tarihi avantür” denen filmlerde, dış düşmanlar “tarihsel” bir perspektive oturtularak
milliyetçi bir söylemde yeniden tanımlanır. Bizans temalı filmlerde “Türkün” tarihî “düşmanları
(hristiyanlar ve etnik bazda özellikle Rumlar) popüler anlatılara eklemlenir.
Yeşilçam mirasından faydalansa da günümüz popüler anlatılarında ötekileştirici mekanizmalar günümüz koşullarına uyarlanmış, bir çok yönden değişmiş de olsa, bazı kalıcı
özelliklerini de korumuştur. Şimdi, günümüz dizilerindeki anlatılara daha yakından bakarak
dizilerdeki ayrımcı temalara ve ötekileştirici mekanizmalara yeniden bakabiliriz.
İlk olarak, Türkiye TV’lerinde yer alan dizilerdeki çeşitliliğin ve tematik yapılanmanın global
dizi kurgularından bir çok yönden ayrıldığının altını çizmek gerekiyor. Batıda, “arkası yarın”
(“soap opera”) tarzında, ucu açık hikayelere sahip, genellikle her bölümde bir hikayenin
anlatıldığı ama genel olarak aynı karakterler arasında geçen dizler ya da “durum komedileri”
(sit-com) öne çıkarken, bizdeki diziler sündürülmüş bir film hikayesi gibi başlar ve çok azı
hariç bir kaç sezondan fazla sürmez. Belli ki, Yeşilçam’dan gelen, sinema filmi gibi hikaye
etme şekli izleyicilerin beklentileyle de örtüşmektedir. Öte yandan, Yeşilçam döneminde
olmayan, günümüzün siyasi koşullarından ilham alınarak yazıldığı anlaşılan “siyasal diziler”
global formatlarda pek karşılaşılmayan yoğunlukta Türkiye TV’lerinde gösterilir. Örneğin
yaklaşık on yıldır yayınlanmakta olan Kurtlar Vadisi’nin ana hikayesini “susurluk” davası,
devam bölümlerini ise “ergenekon” davasıyla ilişkilendirmeden anlamak pek mümkün
değildir. Keza, STV’nin, özellikle C ve altındaki gruplar tarafından yaygın olarak izlenen
dizisiyle Güneydoğudaki terörün doğrudan bir bağlantısı vardır. Sözü edilen iki dizide de,
ötekileştirme ile milliyetçi söylem içiçedir. Kısaca, “örgüt” olarak tanımlanan PKK mensuplarının grup kimliği aksanlı Türkçeleri, şiddet dolu hâl ve hareketleri, kaba saba görünümleri
ve yerli yersiz kullandıkları Marksçı söylemden alındığı açık terminolojilerin de yardımıyla
“güçlendirilir”. Örneğin, Kurtlar Vadisi’ndeki “muro” karakteri, hem aksanıyla, hem kullandığı terimlerle, hem de hâl ve hareketleriyle gülünçleştirilir. Tek Türkiye’de ise, domuz
eti yemeleri, dağa çıkan “gerilla kızlara” cinsel tasallutlarıyla örgüt mensuplarının “solcu
ideolojisi” ateizmle ilişkilendirilir, Kürtlerle Türklerin kardeşliği islami bir ümmet üzerinden
çözümlenmeye çalışılır. Ayrıca, her iki dizide de, çok ciddi bir dış düşman vurgusu, yabancılara karşı zenofobik bir duruş vardır.
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
45
Örneğin Tek Türkiye’de, kurgusal bir “dış güçler konseyinin” bireyleri, “ecnebi aksanlı” Türkçeleriyle Türkiye’nin kaderine dair kötülüklerle dolu düşüncelerini (yüzleri görülmeden, illiminati ayinlere benzeyen) “toplantılarında” dile getirirler. Benzer bir konsey, Kurtlar Vadisi’nin ilk bölümlerinde varken, daha sonraki bölümlerde yok olmuş, onun yerine, Polat Alemdar’ın günlük siyasi
analizlerinde (Ruslar, Amerikalılar, Avrupa Birliği, İsrail gibi) dış düşmanlar olarak isimlendirilerek kullanılmaya başlanmıştır.
Tabii ki, bu düşmanların yerli işbirlikçileri de vardır, bu gruba mensup olanlar da “çok zengin”
ve “batıcı” hayat tarzlarıyla tarif edilir.
Öte yandan, siyasal olaylarla ilişkilili olmayan bir çok dizide de sosyolojik ötekileştirme
açıkça yapılmaktadır. Örneğin, İstanbul’da yaşayan “doğulu” ve zengin ailelerin mensupları (ya da bir kısmı) uyuşturucu işiyle iştigal eder! Keza, zengin, fakir fark etmez,
doğuluların hayatlarına “çağdışı” gelenekler (berdel gibi), töreler yön verir. Ayrıca,
“doğuluları” kolayca aksanlarından ayırt edebiliriz. Aksan, bizzat “ecnebi”, yani kültürümüze yabancı (aksanlı “kötü kadınlar” klişesi gibi) olmanın bir işareti gibi çalışır
bir çok yerli dizide. Son iki yılın hit dizisi Muhteşem Yüzyıl’ın yapısal olarak Yeşilçam
sinemasından yararlanırken, güncel “yeni-Osmanlıcı” tarih algısını da hikayesine ekleyen, eski ve yeni ötekileştirme tekniklerinin yanyana kullanıldığı bir anlatıya sahiptir.
Erken Cumhuriyet döneminin yeni Türk devletiyle tarihsel bağını kopartmaya çalıştığı
Osmanlı (kozmopolit Osmanlının Türk olmadığı iddiası ile) bağlantısı, bu dizide yeniden
kurulmakta, “cihanşümul” bir imparatorluk olarak Osmanlı’nın zaferleri Türk’ün dünyaya karşı zaferi olarak tekrar “milliyetçi” bir söyleme eklenmektedir. Ama bu yapılırken,
birçok ötekileştirici klişe tekrar kullanıma sokulur. Hareme cariye olarak getirtilen ve
genellikle Osmanlı topraklarının ötesinden köle olarak alınan “yabancı” kadınlar Osmanlıca da öğrenseler, müslüman da olsalar bir türlü düzelmeyen “aksanlarından” Türk
olmayan “özlerini” kolayca ele verirler. Üstelik, kadın olarak da öyle bir resmedilirler ki,
sadece hislerinin emrinde olan akıllarıyla herşeye karışan, müsrif ve devleti tehlikeye
sokan bir toplumsal cinsiyet ayrımcılığıyla ötekileştirilirler. Osmanlı bürokratik sisteminin en önemli yapıtaşlarından olan devşirmelik de ayrımcılıktan nasibini alır. Devletin
ikinci adamı statüsünde olan Pargalı’nın bir devşirme, yani özünde bir Türk olmadığı
her daim hatırlatılır. Ayrıca, seferlere çıkıldığında, savaşılan halkların, müslüman olmayan (kefere) özelliklerinden ötürü ve ilaveten, yalancı ya da sinsi karakter özelliklerinden ötürü yenilmelerinin kaçınılmaz olacağı padişahın ağzından sık sık anlatılır. Tabii
ki, neticede kurgusal bir anlatıdan söz ediyoruz ama, Muhteşem Yüzyıl’ın ötekileştirme
temaları tipik bir eski-yeni melezleşmesine tekabül ettiğinden dizinin ekran başındakiler için neden çekici olduğuna dair önemli ipuçları sağlar. Çünkü, “yabancılara” karşı zenofobik bu tutumun bir çok dizide ortaya çıktığını şaşırarak fark ederiz. Örneğin, geçen
sezonun oldukça sevilen komedisi Yahşi Cazibe, konu itibariyle çok ilginç bir mesele ile,
evlendirme odaklı reality şovlarda sıkça sözü edilen “yabancı gelinler” ile ilgilidir. Bu tür
evlilikler, yabancılar açısından Türkiye’de yaşamak için bir araç olarak mı kullanılmaktadır sorusu sezon finalinde cevap bulur. Azerî gelinin bir “yalancı” olduğunu anlarız.
Yine, yakınlarda Star TV’de başlayan Hayatımın Rolü’nde, evde çocuklara bakmak için
tutulan “yabancı” hizmetçilerin kötü muamelesinden, hatta hırsızlığından sıkça söz
edilir, çalıştıkları esnada pasaportlarına el konması (tamamıyla yasadışı bir uygulama)
normal bir işlem olarak anlatılır.
46
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
Ötekileştirmenin bir başka mekanizmasının ekranda temsiliyetlerine izin vermeme, yani
yok sayma ya da göstermeme olduğundan daha önce söz etmiştik. Yıllarca, sokaktaki insanın kültürel beğenisinde güçlü bir yer edinmiş, kasetleri, plakları binlerce satan, filmleri çok
iyi gişe yapan arabesk, devletin kitle iletişim mecralarında duyulmaz, gösterilmez kılınarak
yok edilmeye, “susturulmaya” çalışılmıştı. Benzer bir durum, günümüzdeki dizilerde farklı
şekillerde ortaya çıkmaktadır. Örneğin, milyonlarla ifade edilen Alevilerin hikayelerinden
dizilerde neredeyse hiç söz edilmez. Kurtlar Vadisinin son sezonlarında yer alan ve Polat’la
birlikte hareket eden Zülfikar karakteri dinî hasletleriyle değil, “örgüte” (PKK’ya) karşı savaşması bakımından dizide yer alır. Sadece, iki sezon önce gösterime giren Kasaba dizisindeki göçerlerin Alevi olduğu kolayca anlaşılıyordu; hatta, açık alanda yapılan bir cem ayinini
göstererek Türkiye TV’sinde bir ilki de gerçekleştirmişti Kasaba. Ama, bu konuda yazılar
yayınlamaya başladıktan çok kısa bir süre sonra, yayınlandığı kanal diziyi apar topar bitirdi.
Son olarak, çok yakınlarda başlayan ve Diyarbakır’da geçen Sultan dizisinde hiç bir şekilde
(örneğin, bir türkü söylettirilerek) Kürtçe kullanılmamakta, şehir insanının yerelliği Türkçedeki şiveyle fark ettirilmeye çalışılmaktadır. Susturularak “ötekileştirmenin” bir başka
grubu olarak Türkiye’de yaşayan gayrimüslimlerden de söz edilebilir, çok nadir olarak dizilerde (örneğin, Kapalıçarşı, Hayat Devam Ediyor) ve ancak önemsiz yan karakterler olarak yer
alabilirler. Türbanlı karakterler de anaakım kanallardaki dizilerde bulunmaz. Dinine bağlı kişilerin temsiliyeti bakımından, anaakım kanallar ile dinî hassasiyetleri yüksek muhafazakâr
kanallar tamamıyla ayrışmışlardır. Bu konudaki tek istisna, anaakım bir kanalda yayınlanmasına rağmen türbanlı bir karakterin de bir süre yer aldığı Behzat Ç. dizisidir. Behzat Ç.,
bir çok susturulan, anaakım medyada asla yer bulamayan konuyu (travesti cinayetlerinden
Hrant Dink’in öldürülmesine) ekrana taşıdığı için hem çok farklı bir dizi olarak ayrışmakta,
hem de RTÜK tarafından çok yakından izlenmekte, farklı gerekçelerle (ana karakterlerin
sürekli içki içmesi, küfürlü konuşulması gibi) sık sık ceza almaktadır.
Özetle, ekranlardaki güncel popüler TV anlatılarında ötekileştirici, ayrımcı ve zenofobik söylem
anlatıların önemli bir parçası olarak sadece yer bulmaz, çok da fazla tepki toplamadığından,
kalıcı bir tutum olarak devam eder, dışlayıcı söylemleri sürekli olarak yeniden üretir, canlı tutar.
Özellikle, siyasal odaklı dizilerde, nefret suçlarını teşvik edebilecek dil kullanımları ve
cinsiyetçilik, hiç bir hassasiyet gösterilmeden, özensiz senaryo yazımıyla gündeme gelebilmektedir. Dış düşmanlar, onların içerdeki yardımcılar, iç düşmanlar gibi sürüp giden “iyi biz”
ve “kötü onlar” ayrımı, ötekileştirici söylemi bir çok dizi anlatısının “bilinçdışına” farkında
olunmadan yerleşir ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinden kalan zenofobik korkular popüler
kültür anlatılarından sürekli olarak, düşmanların isimleri ve konumları yer değiştirse de,
varlığını sürdürür. Bu işin sosyolojisini kuran ve besleyen ise göçler ve göç kültürleridir, bu
nedenle popüler görsel tüketimin ana mecrası olarak yaygınlaştığı yıllardan itibaren Türk sinemasında benzer eğilimler göçerlerle de ilişkilendirilerek gündeme gelmiş, aynı tutum, dizi
anlatılarında da sürmüştür. Neticede ortaya çıkan resim ne yazık ki, ötekileştirici, ayrımcı ve
zenofobik özellikler taşır.
Yazıyı sonlandırırken, popüler kültür ve anlatılarıyla muhafazakâr çevreler arasında son yıllarda
iyice artan bir gerilime dikkat çekmek istiyorum. Aslında, siyasal iktidardaki değişime paralel
olarak anaakım kanallar, zaman içerisinde program içeriklerini ve dizi anlatılarını, biraz da RTÜK
korkusuyla, oldukça muhafazakârlaştırmışsa da, “kültürel anlatılar” düzeyinde kalan bu “ayarlamalardan” siyasal iktidara yakın çevrelerin tatmin olduğu (yeterli bulduğu) pek söylenemez.
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
47
Son yıllarda iyice belirginleşen bir başka eğilimden, RTÜK müdahaleleriyle iyice belirginleşen kültürel muhafazakârlık tutumundan söz etmeliyiz. Bir çok muhafazakâr yorumcu,
anaakım kanallardaki popüler kültür anlatılarını genel toplumsal ahlâka yönelik bir tehdit
olarak görüyor. Keza, birçok muhafazakâr siyasetçi böyle bir noktadan hareket ederek, toplumsal çürümenin belirtileri olarak gördükleri söz konusu “kültüre” tamamıyla karşı çıkıyorlar. Benzer bir bakışı sol çevrelerde de gözlemlemek mümkündür. Bu çevrelerde de popüler
kültür ürünlerinin ciddiye alındığını gösteren bir destek hâlinin olmadığı aşikârdır. Aslında,
RTÜK gibi kamu kurumlarının müdahalesi dışında, spontan (“kendiliğinden”) ve kârlılık
esaslı bir çizgide gelişen, güncel gelişmelerden anında etkilenen, temelde meta tüketimini
teşvik eden popüler kültür endüstrisine bakmamak, analiz etmemek de bir başka siyasal
tutuma ve “körlüğe” işaret ediyor olabilir. Çünkü, siyasal yelpazenin farklı parçalarında da
bulunsalar, entellektüellerin popüler kültür karşısında toplu olarak gösterdikleri “kayıtsızlık”
hâli, Cumhuriyet başlangıcından itibaren varolan elitler ve elit olmayanlar (“aydınlar” ve
“halk”) arasındaki kopukluğun devam ettiğini, hatta daha da derinleştirdiğini göstermekten başka bir işe yaramaz. Toplum, popüler kültüre teslim edilince, örneğin zenofobinin de
kolayca ortaya çıkmasının önüne geçilemez.
Yazı boyunca örneklerle anlatmaya çalıştığım, popüler kültürün en önemli araçları olan radyo ve TV’lerdeki “kendiliğinden” ortaya çıkan “kültürel reflekslerin” bedelini bir süre sonra
hem siyaseten, hem de kültürel olarak ödemek durumunda kalabiliriz. Özellikle, ülkemizde karmaşık ilişkiler içinde varlıklarını sürdüren sosyolojik cemaatler arasındaki ilişkilerin
“güvenliği” ve “huzuru” bakımından popüler kültürün önemi ve etki alanları ortadır. Bazı
bölgelerin insanlarını olumlu ya da olumsuz anlamda ayırma, etnik ve homofobik nefret
suçlarını kışkırtma, dinî cemaat ve kimliklere hakaret, cinsiyetçilik, kadını aşağılama ve
benzeri konularda popüler kültür anlatılarının göstermesi gereken hassasiyetler olduğu
ortadadır. Bunlara ilaveten, Türkiye’nin yakın coğrafyası ve batı ile ilişkilerin ne olduğuna
dair hikayeler ve ne olması gerektiğine dair cevaplar da popüler kültür anlatılarının olmazsa
olmazı olarak her zaman yer alır. Şu anda aldığı biçiminde “dışımızdakilerin” ülkemize pek
de iyi gözle baktığına dair bir algı ne yazık ki ortaya çıkmamaktadır. Bu hâliyle, kendi içine
kapanan, ancak mensup olduğu aidiyetlere (dinî, kültürel ve sosyolojik) güvenebilen, zorunlu göçlerle toplumsal değişimi yaşamak zorunda kalan, zenginliğin mümkün ama devam
ettirmenin çok güç olduğu, fakirliğin ise her an gelebileceği korkusunu anlatan ve bunlara
ilaveten, bir sürü iç ve dış düşmanla yaşamak zorunda kaldığımız bir dünyayı resmediyor
popüler ekran anlatıları. Sonuçlarını, anlatılarda ortaya çıkan ve modern bir ülkede asla
olmaması gereken, “ayrımcılık”, “zenofobi” ve “ötekileştirme” söylemlerinin giderek güçlenmesi gerçeğinde gözlemliyoruz.
48
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
Türkiye’de Uluslararası İlişkiler Eğitimi
ve Yabancı Düşmanlığı*
Prof. Dr. Gencer Özcan
İstanbul Bilgi Üniversitesi
*
Bu
çalışma, Türkiye’de Uluslararası İlişkiler eğitiminde yabancı düşmanlığı olgusunun izlerini
sürmeyi amaçlamaktadır. Türkiye’de yaşayan, ancak Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı bulunmayan insanlara karşı ayrımcılık olarak tanımlandığında, özellikle
Uluslararası İlişkiler eğitiminde, en azından açık ve dolaysız biçimleriyle, yaygın bir yabancı
düşmanlığı olgusuyla karşılaşılmaz. Ancak, yabancılık, dar tanımının ötesinde, bir kimlik
olarak, içeriği siyasal iktidarların önceliklerini yansıtacak biçimde değişen bir konum olarak
anlaşıldığında, durum değişmektedir. Ulus devletlerin kuruluş sürecinde ulusun ortak özelliklerini taşımayan azınlıkların, vatandaş olsalar bile yabancı sayılmaktan kurtulamadığı görülür. Yabancılar, bilinemezlik, belirsizlik, açık/örtük korkulara kaynaklık eden bir güvensizlik
kaynağı olarak algılanır (Özkan Kerestecioğlu, 2012, s.30-42). Ayrıca, yabancılık yakıştırmasının siyasal iktidara muhalefet eden çevrelerin ötekileştirilmesi amacıyla kullanılması da
sık rastlanılan bir durumdur. Böyle bakıldığında, herkes bir gün yabancı olabilir. Bu anlamlarıyla, yabancı düşmanlığı, demokratik olmayan gündelik siyasal pratiklerin yeniden ürettiği,
dolayısıyla herkese karşı uygulanabilecek bir ayrımcılık türü olarak karşımıza çıkar.
Türkiye’de Uluslararası İlişkiler eğitiminde yabancı düşmanlığı olgusuna bu açıdan yaklaşıldığında ilk akla gelen soru, gelişim aşamalarında disiplinin uluslararası ilişkilere nasıl yaklaştığına
ilişkindir. Disiplininin kurucu kuşağının bu soruya verdiği yanıt, kısaca, güç mücadelesidir. İlk
Milletlerarası Münasebetler derslerinde, “kuvvet muvazenesi” en fazla irdelenen kavramlardan birisidir. Türkiye’nin sadece “güçlü devletlerin ayakta kalabileceği bir coğrafyada yaşadığı”
saptaması veri olarak alındığında, bu kabulün doğal sonuçları askeri olarak devletin kuvvetlendirilmesi, toplumsal yapının savaşa hazır bir durumda bulundurulması, siyasal rejimin de bu
gereksinimleri karşılayacak biçimde yapılandırılması ve muhafaza edilmesi olmaktadır (Bilgin,
2010, s.453-474). Kuruluş yıllarından başlayarak Türkiye’nin ulusal güvenlik politikalarında
siyasal ittifakların kilit rol oynamasına ve dış politikanın uluslararası meşruiyet ilkesi uyarınca
yürütülmeye çalışılmasına karşın, başta Türkiye’nin ittifak içinde olduğu ülkeler ve BM gibi örgütler olmak üzere, dış dünyaya duyulan genel güvensizlik, Uluslararası İlişkiler yazınının genel
eğilimlerinden birisi olarak karşımıza çıkar.
Gündelik dilde karşılığını, “dört tarafımız düşmanlarla sarılı” ifadesinde bulan bu yaklaşım, sürekli
bir güvensizlik durumu öngörerek sıradan vatandaşları da yabancılara karşı uyanık olmaya çağırır.
Korunmacı içgüdüleri harekete geçiren bu çağrılar, insanlara güvencesiz bir dünyada yaşadıklarını yeniden hatırlatır ve bildik “günahkar keçiler”in düzmece düşmanlara dönüştürülmesini kolaylaştırır (Yıldırmaz, 2012, s.48-49). Böyle bakıldığında, Türkiye’de Uluslararası
* Önerdikleri görüşler ve paylaştıkları kaynaklar için Sinem Akgül Açıkmeşe, Boğaç Erozan, Ulaş Karan ve Burcu Yeşiladalı’ya teşekkür borçluyum.
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
49
İlişkiler eğitiminde yabancı düşmanlığı olgusunun izlerini disiplinin genel çerçevesi içinde
aramanın daha doğru bir yaklaşım olduğu ileri sürülebilir. Bu nedenle çalışma, Uluslararası
İlişkiler disiplininin Türkiye’deki gelişimini kısaca irdelendikten sonra bu alanda, egemen
olan yaklaşımın yabancı düşmanlığı yaratmaya yatkın bakış açısını tartışmakta, Uluslararası
İlişkiler bölümlerinde kaynak olarak kullanılan bazı kitaplarda karşılaşılan yabancı düşmanlığı örnekleri üzerinde durmaktadır.*
Yabancı düşmanlığı bir ırkçılık ve ayrımcılık türü olarak kendinden olmayana, dili, dini,
kültürü ve bazen de görüntüsü ile farklı olana gösterilen olumsuz tutumları kapsar. Ancak,
yabancı düşmanlığı, ayrımcılık gibi, pek çok uluslararası sözleşme ve yayında anılmakla
birlikte, genel kabul gören bir tanıma kavuşturulamamıştır (Gül ve Karan, 2011, s.9). Batı
dillerindeki karşılığı olan xenophobia’ya bakıldığında, yabancı düşmanlığı kavramının söz
konusu olguyu daha iyi yansıttığı görülür. “Yabancıdan korku” gibi çevrildiğinde, bir bakıma
tedaviye muhtaç bir hastalık gibi anlaşılabilen xenophobia, yabancıyı korkunun kaynağı
olarak göstererek olumsuzlamaktadır. Oysa yabancı düşmanlığı, insanca bir duygu olan korkunun ötesinde, yabancılara karşı sergilenen olumsuz bir tutumun varlığına işaret etmektedir. Bu nedenlerle, kavramın Türkçe’deki karşılığının tanıttığı olguyu daha iyi karşıladığı
söylenebilir. Öte yandan, bir kimlik olarak yabancılık, başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de
de içeriği değişebilen, toplumsal-siyasal bir kurgu olarak anlaşılmalıdır. Türkiye’de resmi
yurttaşlık anlayışının tanımı ve sınırları, dolayısıyla, ana-akım milliyetçiliğin “büyük ötekisi”
zaman içerisinde değişmiştir (Yeğen, 2006, s.142-143).
Türkiye’de Uluslararası İlişkiler eğitiminin temelleri, daha sonra Ankara Üniversitesi’ne
bağlanarak, adı Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne [AÜ SBF] dönüşecek olan,
Mekteb-i Mülkiye’de atılmıştır. Günümüzde Uluslararası İlişkiler eğitiminde temel ders
olarak okutulan, Siyasal Tarih, Devletlerarası Hukuk gibi dersler, 20. yüzyılın ilk yıllarında,
Mekteb-i Mülkiye’nin yanısıra, İstanbul Darülfünu’na bağlı olan Mekteb-i Hukuk, Yüksek Ticaret Mektebi, Erkan-ı Harbiye Mektebi gibi okullarda da okutulmakla birlikte, bu konularda
en kapsamlı eğitimin Mülkiye’de yürütüldüğü görülür (Ülman, 2006, s.23-30).** Bu gelişim
sürecinde önemli bir dönüm noktası, 1955’te Mülkiye’nin Siyasi Şube olarak adlandırılan
bölümünde “Milletlerarası Münasebetler” dersinin ders programına alınmasıdır. Türkiye’de
Uluslararası İlişkiler eğitiminin kurumsallaşması için ilk girişimler de AÜ SBF’de başlatılmıştır. Dışişleri Bakanlığı’nın öneri ve desteği ile dış politika konusunda araştırmalar yapmak,
Türkiye’nin tutumunu yurtdışına anlatabilmek amacı ile Fakülte bünyesinde Dış Münasebetler Enstitüsü [DME] kurulur. Enstitü, Uluslararası İlişkiler eğitiminin nasıl yapılacağı sorusuna yanıt aramak üzere arama konferansları düzenlemiştir. İlk toplantı, 8-9 Mayıs 1959
tarihlerinde düzenlenen “Devletler Hukuku Öğretimi Symposium” olmuştur (Meray, 1962).
DME, 1960’dan başlayarak Milletlerarası Münasebetler Türk Yıllığı’nı yayınlanmaya başlamış,
çalışmalarını Bakanlık ile yakın işbirliği içinde yürütmüştür. Bu sürecin ABD tarafından da
desteklendiği, fakülte bünyesinde Ortadoğu üzerine bölgesel araştırmalar yürütmek üzere
* Uluslararası İlişkiler eğitimi denildiğinde iki ayrı durum anlaşılabilir: Önce, Uluslararası İlişkiler adıyla açılan bölümlerde verilen eğitim ve İktisadi ve
İdari Bilimler Fakültelerinde bulunan Siyaset Bilimi, Kamu Yönetimi, İktisat vb. bölümlerde açılmış Uluslararası İlişkiler, Dış Politika, Uluslar arası Güncel
Sorunlar gibi derslerle verilen eğitim. Dolayısıyla, Uluslararası İlişkiler eğitiminde yabancı düşmanlığı olgusuna yönelik bir çalışmanın her iki durumu
da kapsayacak biçimde tasarlanması gerekir. Böyle bir çalışmanın, bu derslerde okutulan kaynakları, dersleri veren öğretim elemanlarının yayınlarını
incelemesi gerekmektedir.
** Ahmet Şükrü Esmer’in 1930’lu yıllarda İstanbul’da Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu tarafından bastırılan Siyasi Tarih Ders Notları, gerek bu okulda gerekse
Mülkiye’de ve Harp Akademisi’nde okutulur. Esmer, Kitabın 1944 yılında yapılan genişletilmiş baskısının önsözünde “Siyasal Bilgiler Okulu ile diğer okullardaki
talebenin ihtiyacını karşılamak için hazırlanmış” olduğunu söyleyerek, bu durumun Mülkiye Ankara’ya taşındıktan sonra da sürdüğünü belirtmektedir.
50
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
bir araştırma merkezinin kurulması için ABD’den yardım alındığı anlaşılmaktadır (Örnek,
2010, s.179). Gelgelelim, Dışişleri Bakanlığı tarafından desteklenen Enstitünün dokümantasyon merkezine bazı yabancı yayınların getirilmesine İçişleri Bakanlığı tarafından izin
verilmemiştir. Suat Bilge, çıkardığı zorluklar yüzünden, İçişleri Bakanlığı’nı Dışişleri Bakanlığı’na şikayet edecektir:
Enstitüde ilk olarak bir dokümantasyon merkezi yaparak ve bir ayrı ders koyarak Rusya hakkındaki incelemeleri
geliştirmek istiyoruz. Burada karşılaştığımız zorluk daha evvel açıkca arzedememiştim, mali ve mâddi imkanlarda
değil, müsaade alamamak. Meselâ, Pravda ve İzvestia gibi gazetelere abone olmak istediğimiz zaman müsaade
verilmedi. Vaktiyle Hariciye Vekâleti bu gazeteleri bize vermeyi taahhüt etmişti. Ona da müsaade verilmedi. Vaktiyle Hariciye vekaleti abone olacaktı, bize verecekti, buna dahi müsaade verilmemiştir (Milletlerarası Politika Öğretim
Symposiumu, 1962,
s.89). *
DME, 31 Mart –1 Nisan 1961 tarihleri arasında Milletlerarası Politika Öğretim Symposium’u
(a.g.e) başlıklı ikinci bir toplantı düzenleyerek, Uluslararası İlişkiler eğitiminin nasıl yapılacağı sorusuna yanıt aramıştır. Uluslararası İlişkiler eğitiminin nasıl verilmesi gerektiği, içeriği
ve ders işlenirken izlenilmesi gereken yöntemler ile dersin amacı gibi konuların tartışıldığı
sempozyumun tutanakları 1962’de yayınlanmıştır. Sempozyuma Dışişleri Bakanlığı Siyaset
Planlama Grubu Başkanı Ümit Halûk Bayülken ve NATO Dairesi Genel Müdürü Osman Olcay
da katılmıştır. Tartışmalar sonrasında bu alanda okutulacak dersin adının “Milletlerarası
Politika” olarak konulması ve dersin “başlıca konusu[nun], kuvvet politikasının milletlerarası
camiada oynadığı rol” olması kararlaştırılmıştır (a.g.e., s.129). Bu yıllarda üç kürsüden-Devletlerarası Umumi Hukuku, Devletlerarası Özel Hukuk ve Siyasi Tarih- oluşan Siyasi Şube içinde
gelişmeye başlayan bu nüve on yıl içinde ayrı bir şubeye dönüşmüştür (Sezer, 2006, s.24).
İlk yıllar boyunca Uluslararası İlişkiler eğitiminin gelişimi iki ayrı damardan beslenir: Devletlerarası Hukuk ve Siyasi Tarih. Kurumsal gelişmeleri yönlendiren kurucu kuşak içinde
hukukçu öğretim üyelerinin ağırlığı üzerinde durulması gereken bir konudur. Mehmet Gönlübol, Seha Meray, Suat Bilge ve İlhan Unat; Devletlerarası Hukuk, Devletler Özel Hukuku ve
İnsan Hakları alanında çalışan öğretim üyeleri olarak kurucular arasında yer alır. Bu kuşağa
izleyen yıllarda katılacak olan Gündüz Ökçün ve Cem Sar’ın uzmanlık alanları da Devletlerarası Hukuk olacaktır. Kurucu kuşağın kritik kütlesinin hukukçulardan oluşması, bu kuşağın
oluşturduğu yazını da doğrudan etkilemiştir. Uluslararası İlişkiler alanına hukuki açıdan yaklaşan bu kuşağın yazdıklarında genel çizgileriyle evrensel insan hakları anlayışı egemendir.
Bu bakış açısıyla yazılmış kitaplarda ayrımcılık ve yabancı düşmanlığının açık örnekleriyle
karşılaşmak, olanaksız değilse bile çok zordur.
Öte yandan Siyasal Tarih derslerinin, zamanın ruhuna uygun bir biçimde, devlet odaklı bir
bakış açısıyla görülmüş ve okutulmuş olduğunu, devletin uluslararası ilişkilerin tek öznesi
olarak gördüğünü belirtmekle yetinelim. Kurucu kuşak arasında milletlerarası münasebetleri anlamak için devletler hukukunun artık yetersiz kaldığını, kuvvet dengesi ve jeopolitik
gibi kuramlara duyulan gereksinimler konusunda bir oydaşma bulunur. Mehmet Gönlübol, Milletlerarası Politika Öğretim Symposiumu sırasında,“Milletlerarası Politika dersinin
ana bahisleri” olarak şu konuları sıralar: “Siyasi kuvvet, kuvvet mücadelesi, emperyalizm,
milletlerarası ideoloji, milli kuvvetin unsurları, kuvvet dengesi ve milli politikanın tayini ve
* Halûk Ülman, Suat Bilge’nin şikayetine başka bir anekdotla katılır: “Fahir Armaoğlu bir makalesinde Documentation Française’den alıp Pravda’yı mehaz
verdi diye Milli Emniyetin takibatına maruz kalmıştı”.
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
51
hedefleri”(Milletlerarası Politika Öğretim Symposiumu, 1962, s.41). Gönlübol, anılan sempozyumda, Milletlerarası Münasebetler dersinin temel yaklaşımının “kuvvet muvazenesi”
olduğunu belirtecektir:
Kuvvet politikasının öneminin belirtilmesi daha ziyade İkinci Dünya Harbinden sonra ve bilhassa Morgenthau’nun
çalışmalarıyla ortaya konmuştur. Türkiye’de milletlerarası münasebetlerin kuvvet mücadelesi yönünü belirtmekte
ben fayda görüyorum. Hatta, öğrenci arkadaşlarım da burada, bazan mübalağa ediyorum. Bunun sebebi var. Çünkü
bizim memlekette umumiyetle herşeyin hukukla çözüleceği düşünülür. Meselâ, herhangi bir meselemiz olur, derhal bir
kanun yaparız ve işin bununla halledileceğini zannederiz. Değil. Sonra bizim üniversitelerimizde milletlerarası münasebetlerde yaptığımız öğretim, umumiyetle öğrencilerimize devletlerin milletlerarası hukukun kaidelerine göre hareket
ettikleri intibaını veriyordu. Halbuki işin başka tarafları, başka realiteleri var. Bunları da görmeleri için bizim belki şu
devrede yaptığımız öğretimin hatta biraz mübalağa edilmesi lâzımdır (a.g.e., s.51-52).
Toplantıya Dışişleri Bakanlığı adına katılan Ümit Halûk Bayülken ise Miletlerarası Politika derslerinde öğrencilere sadece realist bir perspektifi öğretmenin yeterli olmayacağını,
realizmin yanı sıra hukuk prensiplerin de öğretilmesi gerektiğini belirtir. Ancak önemli
olan milletlerarası politikanın “hodbin ve egoist” esaslarıdır: “Yani, bu öğrenim sonunda,
kuvvetler mücadelesi, jeopolitik nedir? Milli dış politika nasıl taayyün edilir [belirlenir], milli
menfaatler nelerdir?’ dendiği zaman, gayet hodbin ve egoist esaslar üzerinde kalmalı ve
esasların ne olduğunu bilmeli, fakat idealizm tarafıyla da bağdaştırılabilecek fikri seviyede bulunmalıdır (a.g.e., s.71).” Bu arayış toplantılarının yayın biçimindeki somut sonuçları
Altmışlı yılların ortasından başlayarak ortaya konulmaya başlamış, yayın çalışmalarında
ders kitaplarına öncelik verilmiştir. Bu durum, devlet eliyle yapılan yabancı düşmanlığı ve
ayrımcılık uygulamalarının ders kitaplarında en azından yeterince yer bulamamasına neden
olmuştur. Bu suskunluğun AÜ SBF’de verilen Uluslararası İlişkiler eğitiminin niteliğiyle
yakından ilintili olduğu ileri sürülebilir. İlhan Uzgel’in belirttiği gibi, bu kurumda verilmeye
başlayan ve kurumsallaşan eğitim, yalnızca devlet merkezli olmakla kalmamış; ayrıca devlet için yapılmıştır (Uzgel, 2007, s.116). Bu yaklaşım, gerek uluslararası gelişmelere, gerekse
Türkiye dış politikasına devletin öncelikleri doğrultusunda, milli menfaatler ve milli güvenlik
açısından bakılmasını gerektirmiş, resmi politikaların yabancı düşmanlığına varan netameli
uygulamalarından sarf-ı nazar edilmiştir.
İlk ders kitaplarının arasında uzun süre alanın tek başvuru kaynağı olarak kalması nedeniyle, Olaylarla Türk Dış Politikası’nın yeri başkadır. Disiplinin kurucuları tarafından hazırlanan
kitabın yazımına 1965’te başlanmış, ilk kez 1967’de yayınlanmış, izleyen yıllarda genişletilerek, çok sayıda baskısı yapılmıştır. Kitap, Dışişleri Bakanlığı tarafından gerek belge
paylaşımı, gerekse mali yardım verilmek suretiyle desteklenmiştir (Ülman, 1986, s.270). Bu
nedenle de ilk baskısından başlayarak, Duygu Bazoğlu Sezer’in belirttiği gibi, “ ‘devlet ağzı’
ile yazıldığı ithamlarından kurtulamamıştır (Sezer, 2006, s.24).” 1960 ‘lı yılların ortasında
yükselen anti-Amerikan eğilimlere karşın, Olaylarla Türk Dış Politikası ABD düşmanlığı da
yapmaz. Ancak, yabancı düşmanlığı olarak değerlendirilebilecek örnekler de yok değildir.
Bu konuda verilebilecek en belirgin örnek, Olaylarla Türk Dış Politikası’nda azınlıklara karşı
yapılan olumsuz uygulamalardan herhangi bir biçimde söz edilmemiş olmasıdır. AÜ SBF’nin
yanı sıra başka okullarda da kaynak kitap olarak kullanılan bu kitapta, 1915 Tehciri, 1934
Trakya Hadiseleri, 1936 Beyannamesi, Varlık Vergisi, Struma Faciası, 4 Aralık 1945 Tan Matbaası Baskını gibi gelişmelerden tek bir satırla olsun söz edilmez. Yazarları arasında önde
gelen Devletlerarası Hukuk hocalarının bulunduğu bir ders kitabının uluslararası gelişmeler-
52
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
le yakından ilintili ve insan hakları boyutu da bulunan bu olayları görmezden gelmesi dikkat
çekicidir. Olaylarla Türk Dış Politikası’nın 6-7 Eylül Olayları ile 1964 Kararnamesi anlatısı, bir
dolaylı yabancı düşmanlığı söylem örneği olarak tartışılabilir.
Yunanistan ve Kıbrıs’ta Türkiye ve Türklere karşı girişilen tahrik, gösteri ve hakaretler Türk halkoyunda büyük
bir sinirlilik yarattığı sırada Selânik’te Başkonsolosluk binamıza bomba atıldığı haberinin yayılması 6 Eylül
1955’de bir anda İstanbul, İzmir ve Ankara’da Rumlar aleyhine gösteriler yapılmasına sebep olmuş ve sonra da bu
gösteriler taşkınlıklara ve mal tahribine yol açmıştır. Türk Hükümeti bu olaylar üzerine sıkıyönetim ilân etmiştir.
Sıkıyönetimin onaylanması için Büyük Millet Meclisi’nde yapılan görüşmelerde başbakan Adnan Menderes olayların gösteriden taşkınlığa dönüşmesinin sorumluluğunu komünistlere atfetmiş ve taşkınlıklarda bulunanlar ve
bu arada Kıbrıs Türktür Derneği’nin yöneticileri hakkında takibata geçildiğini bildirmiştir. Büyük Millet Meclisi ilân
edilen 6 aylık sıkıyönetimi onaylamıştır.
Türkiye, 6-7 Eylül olayları ile ilgili olarak Yunanistan’a tarziye vermiş ve zarar görenlerin tazmin edileceği ve ilerde
diğer benzer olayların önleneceği hakkında vaatte bulunmuştur (Olaylarla Türk Dış Politikası, s. 360-361).
Anlatıya bakılırsa, olaylar tahrik, gösteri ve hakaretlere tepki olarak başlamış, gösteriler
Rumları –bütün gayrimüslim yurttaşları değil- hedef almıştır. Gösteriler, Başbakan Menderes’in açıklamalarına itibar edilecek olursa, komünistler tarafından kışkırtılarak taşkınlıklara
dönüştürülmüş, taşkınlıklar sadece mal kaybına yol açmış, bu arada, her nedense, Kıbrıs
Türktür Derneği yöneticileri de takibata alınmıştır.
Olaylarla Türk Dış Politikası, 1964 Kararnamesi’ni, insani boyutta yol açtığı sıkıntılara değinmeksizin, sadece İstanbul’da yaşayan Yunan uyrukluları ilgilendiren teknik bir uygulama
olduğu izlenimi yaratarak, Yunanistan’ın Kıbrıs konusunda izlediği politikalara, Türkiye’nin
neden kendi yurttaşlarını da cezalandıran bir misillemeyle karşılık verdiği sorusunu irdelemeden anlatır. Sürgün, kayıtsız bir ifadeyle, adeta başka bir ülkenin insanlarından söz
edercesine geçiştirilir:
Yunanistan’ın 1964 yılı ortasında general Grivas’ı Kıbrıs’a göndermesi ve adaya Yunan askeri ve subayı yollaması ve
oniki adalarda tahkimata başlaması ve nihayet Washington görüşmelerinden sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin
aracılığıyla yapılan müzakere tekliflerine yanaşmaması veya müzakereleri açıklamak suretiyle baltalaması Kıbrıs
uyuşmazlığını mahalli bir uyuşmazlıktan Türkiye ve Yunanistan arasında bölgesel bir uyuşmazlık şeklinde genişletmiştir. Türkiye bu yeni gelişme karşısında Yunanistan ile İkamet ve Ticaret andlaşmalarını sona erdirmiş ve İstanbul’daki Yunan vatandaşlarını tard etmeye başlamıştır (a.g.e., s.400).
Olaylarla Türk Dış Politikası’nda karşılaşılan ve yabancı düşmanlığı iması içerdiği ileri sürülebilecek bir başka uygulama ise Kıbrıs Sorunundan söz edilirken bazı bölümlerde Kıbrıs Türkleri biçimindeki yazımın, Rumlar söz konusu olduğunda, yaygın olarak Kıbrıs rumları biçimini almasıdır.
1959 Londra Konferansı kararlarından bahseden bölümden bazı örnekler verelim: “Yürütme organının başı Cumhurbaşkanı rum, muavini Türk olacak..”(a.g.e., s.382), “Kıbrıs rum
cemaati de kendi işlerini görmek ve Türklerin haklarına saygı göstermek şartı ile adayı
yönetmek hakkını elde ediyordu”(a.g.e., s.401) Ancak, “Kıbrıs Türk ve rum cemaatleri
arasında görüşmede Anayasanın uygulanmasından çıkan anlaşmazlıklar devam etmiş[tir]”(a.g.e., s.388). Bu yazım, kitabın izleyen baskılarında olduğu gibi bırakılmış, genişletilen bölümlerde doğru yazım kullanılmıştır. Olaylarla Türk Dış Politikası’nın genişletilmiş
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
53
6.baskısında 1973-1983 yıllarını kapsayan bölümlerde yanlışlık düzeltilmiştir. Bir örnek
vermek gerekirse, artık, “Kıbrıs Rumları toplumlararası görüşmelerin başlatılmasına
yanaşmış[tır]”(a.g.e., s.571).
Bu gelişmelere ilişkin değerlendirmelerin Uluslararası İlişkiler yazınında, devletin resmi
politikalarını destekleyen ya da en azından zarar vermeyecek ifadelerle geçiştirilmiş olması
da dikkat çekicidir. Örneğin, Milletlerarası Münasebetler Türk Yıllığı’nda yayınlanan ve Türkiye’de yıkıcı faaliyetleri konu alan bir makalesinde Yavuz Abadan, 1950’li yılların sol çevrelerine karşı yürütülen -1945 Tan Matbaası Baskını gibi açık saldırı ölçüsüne varan- koğuşturmaları, Sovyetler Birliği tarafından yönlendirilen yıkıcı güçlere karşı öğrencilerin kendiliğinden
tepkisi gibi geçiştirilmiştir. “Zincirli Hürriyet” isimli dergi ve Sertel çiftinin yönettiği “Tan”
gibi gazeteler öğrenciler tarafından yıkıldı (Abadan, 1961, s.102).
Altmışlı yıllarda çeşitli toplumsal kesimlerin hızla siyasallaşması sonucunda, Türkiye’de
bir yabancı düşmanlığı türü olarak anti-Semitizm de yaygınlık kazanmıştır. Özellikle
1967 Savaşı sırasında Kudüs’ün işgal edilmesi, 1969’da Mescid-i Aksa’nın yakılması gibi
gelişmeler sonrasında İslamcı çevrelerce, “Mecid-i Aksa ve Yahudiye Lanet Haftası”
gibi anti-semit kampanyalar düzenlenmiştir. Bu kampanyalara sol çevrelerin de destek
vermesi üzerine, Uluslararası İlişkiler okutmamakla birlikte, AÜ SBF öğretim üyelerinden
Mete Tunçay (2009) sol çevrelerin bu konudaki tutumunu yabancı düşmanlığı yapıldığı
gerekçesiyle eleştirir: “Toplumsal adalet mücadelesi çoğunluk kitlelerinin ilkel yabancı düşmanlığı duyguları kışkırtılarak yürütülmemelidir. Solun görevi Türkiye’de âdil bir
toplum düzenini savunmaktır. O düzenin kuralları Türkler için de gayrı Türkler için de hep
aynı olacaktır.”(Tunçay, 2009, s.132). Bu gibi uyarılara karşın, Ortadoğu savaşları, Müslüman-Yahudi çatışması olarak görülmüş, böylelikle, Müslüman bir ülke olarak Türkiye’nin
de Yahudilere karşı savaşması önerilmiştir.
1970’li yıllarda Uluslararası İlişkiler eğitimi İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi
bünyesinde oluşturulan Milletlerarası Münasebetler kürsüsü ile birlikte İstanbul’da da
kurumsallaşmaya başlar. İstanbul’daki kurumsallaşma, AÜ SBF deneyimi ile önemli
benzerlikler taşımakla birlikte, bazı farklılıklar da sergiler. Ankara’da Devletler Hukuku
ve Siyasal Tarih öne çıkarken, İstanbul Üniversitesi’ndeki kurucular arasında Siyaset
Bilimi ve İktisat Bilimi kökenli bilim insanlarının ağırlığı dikkat çeker. Ankara’da disiplinin kurumsallaşmasında Dışişleri Bakanlığı’nın öne çıkmasına karşılık, İstanbul’da Harp
Akademileri ile işbirliğinin dikkat çeken bir düzeyde olduğu görülür. Bu farklılıkların
izleriyle yayınlarda da karşılaşılır. Ankara’da yazılan ders kitapları dış politika çalışmalarına ağırlık verirken, İstanbul’da yapılan çalışmalar güvenlik ve devlet konusuna
odaklanır. Bu kurumsallaşma öykülerinin ortak noktalarından birisi, ABD’nin Ankara’da
olduğu gibi, İstanbul’daki kurumsallaşmaya da yoğun katkı sağlamasıdır. Cangül Örnek’in doktora tezinden, İstanbul’daki kurumsallaşma sürecinin Tarık Zafer Tunaya’nın
USIS’e yazdığı bir mektupla başladığı anlaşılmaktadır. İzleyen yıllarda ABD üniversitelerinin değişim programları ve burslar aracılığıyla bu gelişim sürecine yoğun bir biçimde
katkıda bulunduğu görülür. Bu katkı açısından üzerinde durulması gereken noktalardan
birisi de ABD’nin AÜ SBF’ye verdiği katkıyı yetmişli yılların ortasından başlayarak azaltmış olmasıdır. Bu durum akla, yetmişli yıllarda Mülkiyeli öğretim üyelerinin eleştirel
çalışmalara yönelmesi ve sol eğilimli görüşlere kayması ABD’nin bu kararını etkilemiş
midir sorusunu getirmektedir.
54
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
Bu dönemde İstanbul’da yapılan çalışmalarda Hans Morgenthau’nun yaklaşımı egemendir.
Feridun Ergin’in çalışmalarından bazı örnekler verelim. Ergin (1974), ulusların kutsal egoizminin uluslararası bütünleşmeye engel olacağı inancındadır.
Bütünleşme egemenlik ve iktidardan feragattir. Oysa ki, iktidar özlemi bütün bağımsız politik birimlerin karakter özelliğidir ve insan karakterinin zamanla değişmediğini birkaç müellifler ileri sürmektedirler. Nitekim
hükümetler, şimdiye kadar ulusal güvenlikleri ve menfaatleri bakımından yararlı gördükleri ölçüde uluslararası işbirliğini desteklemişlerdir. Ulusların kutsal egoizm’i günümüzde de uluslararası politikanın hâkim
realitesini teşkil etmektedir.
Uluslararası işbirliği, genellikle yüksek konjonktür ve refah dönemlerinde önemli gelişmeler arz etmektedir.
Ekonomik krizlerde ve uzun süren depresyonlarda, menfaatler ayrıldığı vakit, hükümetlerin işbirliğinden ayrılmak ve ulusal ekonomiyi tek yanlı tedbirlerle korumak eğilimini besledikleri dikkate çarpmaktadır (Ergin,
1974, s.205).
Ergin’in 1974 Kıbrıs müdahalesine ilişkin anlatısı, özel olarak BM’in, genel olarak uluslararası
örgütlerin işlevlerine bakışı yansıtmaktadır.
Birleşmiş Milletler barış kuvvetinin bir utanç kuvveti gibi hareket ettiği yer, Kıbrıs’tır. Güvenlik Konseyi’nin 1964’te adaya yolladığı barış kuvveti, burada uzun süre kalmıştır. Görev süresinin uzaması, finansman güçlüklerine yol açmıştır. Birleşmiş Milletler Organizasyonu ve asker veren devletler, masrafların
tümünü karşılamamıştır. Bunun üzerine Makarios para vermeyi kabul etmiştir. Ekmeğini Makarios
rejimine borçlu duruma düşen Birleşmiş Milletler Barış Gücü, görünür bir partizanlığa sapmıştır. 20
Temmuz 1974 de yapılan çıkartmadan sonra, Rum Muhafız Gücü ve Eoka B mensupları, Birleşmiş Miletler
Muhafız gücünden istihbarat işlerinde yararlanmışlar ve hatta barış gücünün üniformalarını giymişlerdir. Türk köylerine yapılan zulme ve girişilen katliama seyirci kalarak yedikleri ekmeğin borcunu Rumlara
ödemeye çalışmışlardır. 19 Ağustos 1974’te Amerika Büyükelçisi’nin katledilmesini de aynı kayıtsızlıkla
izlemişlerdir (a.g.e., s.205).
12 Eylül Darbesinden sonra, 6 Kasım 1982’de kurulan Yüksek Öğrenim Kurumu ile birlikte,
üniversitelerde İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi [İİBF] adı altında tek tip bir yapılanmaya gidilmiştir. Bu yapılanma içinde, İktisat, İşletme ve Kamu Yönetimi Bölümlerinin
yanısıra, Uluslararası İlişkiler Bölümlerinin de kurulması öngörülmüştür. Bu uygulama
sonrasında, AÜ SBF’nin diplomatik şubesi, Uluslararası İlişkiler Bölümüne dönüşmüş,
önce Marmara Üniversitesi olmak üzere, çeşitli üniversitelerde Uluslararası İlişkiler
Bölümleri kurulmuş, bunları başka şehirlerde ve başka üniversitelerde kurulan bölümler
izlemiştir. Ayrıca, pek çok İİBF’de bulunan Siyaset Bilimi, Kamu Yönetimi bölümlerinde
verilmeye başlayan derslerle, Uluslararası İlişkiler eğitimi yaygınlık kazanmıştır. Bu dönüşümle birlikte, Türkiye’de Uluslararası İlişkiler eğitimi Ankara ve İstanbul üniversiteleri
dışında da kurumsallaşmaya başlamıştır.
Bu gelişmenin, 1985’ten başlayarak ivme kazanan küreselleşme süreciyle yakından ilgili
olduğunu belirtmekle yetinelim. Bu süreç Türkiye ekonomisinin ihracata yönelik sanayileşme modelini benimsemesine yol açarken, yabancı pazarlara, yabancı sermayeye, yabancı
yatırımcılara duyulan gereksinimi artırmış, böylelikle, siyasal kültürün yabancılık durumuna
yüklediği olumsuz anlamlar, ekonomik gelişmelerin etkisiyle bir ölçüde dengelenebilmiştir
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
55
(Dış Ticaret Mevzuatı, 2012, s.31-32).* Böylelikle 1990’lı yıllara gelindiğinde, en azından bazı
yabancılıklar aranır, beklenir durumlar olarak algılanmaya başlamıştır.
Doksanlı yıllara gelindiğinde, çok sayıda vakıf üniversitesinin de açılması ile birlikte Türkiye’de Uluslararası İlişkiler eğitimi verilen bölümlerin, derslerin ve öğretim üyelerinin sayısı
geometrik olarak artmıştır (Kut, 2005, s.89). Bu artış ile birlikte, söz konusu bölümlerde
izlenen müfredat da büyük bir değişim geçirmiştir (Ülman, 2012). Bu değişimin konumuzu
ilgilendiren ve ilk bakışta çelişkili gibi gözüken iki boyutunun bulunduğu ileri sürülebilir:
Öncelikle, ders kitaplarında yukarıda değinilen yabancı düşmanlığı çerçevesinde ele alınabilecek gelişmelere karşı gösterilen kayıtsızlık yerini, yakın ilgiye bırakmıştır. Yeni Uluslararası
İlişkiler ders kitapları yukarıda ele alınan örnekleri eleştirel bir bakış açısıyla öğrencilerin
dikkatine getirmiştir. İkinci olarak, Uluslararası İlişkiler bölümlerinde öne çıkan ulusal/uluslararası güvenlik çalışmaları, toplumsal-siyasal sorunları güvenlikleştirmek yoluyla yabancı
düşmanlığı yapılmasına zemin hazırlamıştır.
İlk boyutu sergileyen değişimi bir örnekle açıklayalım: Daha sonra Dışişleri Bakanlığı yapacak olan AÜ SBF öğretim üyelerinden Şükrü Sina Gürel’in 1993’te yayınlanan Türk-Yunan
İlişkileri başlıklı çalışmasında 6-7 Eylül Olayları için “Türk hükümetinin düzenlediği utanılacak bir olay” tabiri kullanılır.
Yine 1955’de Türk hükümetinin düzenlediği utanılacak bir olay, Türkiye’deki Rumlar üzerinde silinmeyecek
olumsuz izler yaratıyordu. 1955 Eylül’ünde Londra’da İngiliz ve Yunanlı yetkililerle Londra Konferansı diye anılan
toplantıda Kıbrıs konusunu görüşmekte olan Türk Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun gönderdiği “buradaki
duruma biraz faaliyet göstererek yardımcı olabilirisiniz” mesajının ardından İstanbul’da “6-7 Eylül Olayları” diye
anılan yağmacılık yaşandı. Önce Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evde bir bomba patladı, ardından da “tahrik
olan” kalabalıklar, İstanbul’da Rumlara ve Rum işyerlerine karşı saldırıya geçti. Daha sonra, 1960’ların başlarındaki Yassıada Mahkemesinde, 6-7 Eylül Olaylarının, Selanik’te patlayan bomba dahil olmak üzere, Demokrat Parti
Hükümeti’nin bilgisi içinde gerçekleştiği ortaya çıkacaktı (Gürel, 1993, s.61).
2000’li yılların hemen başında, yine AÜ SBF öğretim üyelerince hazırlanan ve aynı fakülte
öğretim üyelerinden Baskın Oran’ın editörlüğünü yaptığı Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar başlıklı çalışma, içerik ve yaklaşımı bakımından
Olaylarla Türk Dış Politikası’nı pek çok açıdan aşar.** Ayrımcılık, azınlık hakları ve yabancı
düşmanlığı konularına yaklaşımı açısından kitap öncüllerinden ayrılır. Kısa bir süre içinde
onlarca baskı yaparak pek çok üniversitenin Türk Dış Politikası derslerinde temel okuma ve
başvuru kaynağı konumuna erişen çalışmada ayrımcılık örnekleri ele alınarak eleştirel bir
bakış açısıyla sorgulanmaktadır.
Değişimin ikinci boyutu, uluslararası gelişmeler ve bu gelişmelerin Türkiye’ye yansıması
ile ilgilidir. Öncelikle, Türkiye’de 2000’li yıllarda yeniden hortlayan yabancı düşmanlığını bir
* Türkiye’ye yabancı sermaye getirilmesini teşvik etmek üzere yapılan ilk yasal düzenleme, 18 Ocak 1954 tarih ve 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu’dur.
Kanunun öngördüğü teşvikler, 24 Ocak 1980 Kararlarına kadar kayda değer bir sermaye girişi sağlayamamıştır. 2001 ekonomik bunalımından sonra yabancı sermaye
girişini kısıtlayan bürokratik formalitelerin ayıklanması ile birlikte Türkiye’ye yönelik yabancı sermaye girişinde artışlar yaşanmıştır. Türkiye’de yabancı sermayenin
girişini kolaylaştırmak için hazırlanan ve halen yürürlükte bulunan yasal düzenleme, 5 Haziran 2003 tarih ve 4875 sayılı kanundur. 1. Madde, Kanunun “doğrudan
yabancı yatırımların özendirilmesine, yabancı yatırımcıların haklarının korunması[na], … doğrudan yabancı yatırımların artırılmasına ilişkin esasları düzenlemektedir.”
** Baskın Oran, der. Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, İstanbul: İletişim 2001. Kitabın girişinde, “Bu yapıt,
Başbakanlık Tanıtma Fonu ve Kültür Bakanlığı’nın ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun 700. Yılı Kutlama Etkinlikleri’ bağlamında tarafından sağlanan maddi
katkılarla gerçekleştirilmiştir” ifadesi bulunmaktadır.
56
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
ölçüde başta AB üyesi ülkelerde olmak üzere, tüm dünyada tırmanışa geçen yabancı düşmanlığı olgusundan ayırarak değerlendirmek olanaksızdır. Bunun yanı sıra, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte hız kazanan gelişmeler, Türkiye’de Uluslararası İlişkiler yazınının
gelişimi ve dönüşümü üzerinde etkili olmuştur (Kaya, 2011). 1990’lı yıllarda Kürt ayrılıkçılığının ivme kazanması, Ankara’da yaşanan siyasal parçalanmışlık, uluslararası gelişmelere
de güvenlik perspektifinden bakılmasına, Türkiye’de Uluslararası İlişkiler yazınında güvenlik
sorunlarının öne çıkmasına, bölünme/parçalanma söyleminin yazına egemen olmasına
neden olmuştur.
Bu yıllarda, “Sevr Sendromu” olarak adlandırılan ve Batılı güçlerin Türkiye’yi parçalama planlarını yeniden gündeme aldıkları varsayımına dayanan “komplocu” paradigma çok sayıda çalışma tarafından gündeme getirilmiştir.
Bu bakış açısıyla yapılan çalışmaların önemli bir bölümü emekli askerler tarafından yazılırken, disiplin dışından, tıp doktorlarından deprem uzmanlarına, coğrafyacılara, ilahiyatçılara
ya da ekonomistlere kadar uzanan geniş bir meslek yelpazesinden gelen amatör araştırmacılar adeta “alternatif” bir uluslararası ilişkiler yazını oluşturmuşlardır (Uzgel, 2007, s.122).
Türkiye’nin parçalanması için uygulamaya konulan planları açığa çıkarmak iddiası ile yapılan bu türden
çalışmalar, bazı üniversitelerin Uluslararası İlişkiler bölümlerinde okuma listelerine alınabilmiştir.
Bu çalışmalar, dışarıdan olduğu kadar içeriden de Türkiye’nin bütünlüğüne yönelen tehditleri
konu almakta, Megali İdea, Pontus Devleti, Ekümenik Patrikhane, Büyük Kürdistan, Büyük
İsrail gibi, başarıya ulaşması ancak Türkiye’nin parçalanmasına bağlı olan “gizli” projeleri
açığa çıkarmak iddiasındadır.“Yabancılar toprak alıyor!”, “Patrikhane Vatikanlaşıyor!”, “GAP’ı
İsrail kapattı!” türünden efsaneleri veri olarak kabul eden bu yayınlar sansasyonel iddialarla, öğrencilerin ötesinde geniş bir okur kitlesine de ulaşabilmiştir. Bu yayınlarda, Azınlık
vakıflarının statüsüne ilişkin talepler, misyonerlik faaliyetleri, Heybeliada Ruhban Okulu’nun
yeniden açılması istekleri, Ermeni Soykırım tasarılarının çeşitli ülke parlamentolarında
gündeme alınması gibi konu ya da gelişmeler Türkiye’nin parçalanmasını öngören projelerin
gerçekliğini gösteren kanıtlar olarak sunulabilmiştir. Herhangi bir bilimsel kanıtlama kaygısı
olmaksızın yapılan bu yayınlarda örtük ve açık yabancılaştırma örnekleri ile karşılaşılmıştır.
Söz konusu projelerin Yunanistan, Ermenistan ya da İsrail ile ilişkilendirilmesi, Türkiye’de
yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudi kökenli yurttaşları “olağan şüpheli” haline getirerek, “dahili
düşman” statüsüne indirgemektedir.
Uluslararası İlişkiler eğitiminde artan bir ağırlığa sahip olan güvenlik derslerinin giderek genişleyen
kapsamı, bazı toplumsal/siyasal konuların güvenlik sorunu olarak değerlendirilmesine yol açmakta, bu sorunlara taraf olan toplumsal kesimleri güvenlik öznesi, zaman zaman da tehdit kaynağı
olarak göstererek yabancılaştırma/düşmanlaştırma sürecinin kurbanı haline getirilmektedir.
Bu türden bir yabancı düşmanlığı olgusunun en açık biçimleriyle uluslararası göç olgusunu
inceleyen yayınlarda karşılaşılmaktadır. Göç olgusu, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de
yabancı düşmanlığının gerekçesi olarak ileri sürülmektedir. Göçmenleri potansiyel suçlular olarak gören/gösteren bu bakış açısı, korunmaya muhtaç konumdaki insanları yabancı
düşmanı grupların ve partilerin boy hedefi haline sokmakta, düşmanlaştırmaktadır. Bu bakış
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
57
açısı uyarınca, göç bir güvenlik sorunu olarak algılanırken, göçmenlik olgusu da kriminal bir
durum olarak çerçevelenmektedir. Uludağ Üniversitesi İİBF tarafından çıkarılan aynı adlı
dergide,“Mülteciler ve Ulusal/Uluslararası Güvenlik” başlığıyla yayınlanan bir makalenin
yaklaşımı bu konuda örnek verilebilir. Çalışma, uluslararası göçü bir güvenlik sorunu olarak
tanımlamakta, “mültecilerin ve göçmenlerin gittikleri ülkelerde silah, insan ve uyuşturucu
kaçakçılığı suçlarına karış[tığını]”, dolayısıyla, “gittikleri ülkelerde hem toplum yapısı için
hem de ülkenin güvenliği için tehdit oluştur[duklarını] genel geçer bir gerçek olarak sunmaktadır (Türkoğlu, 2011, s.109-110). Güvenlik yazınına egemen olan bu yaklaşımı paylaşmayan,
istisnai nitelikte ders kitapları da hazırlanmaktadır. Bu konuda örnek olarak gösterilebilecek
bir kitap, bir grup öğretim üyesi tarafından Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi için
hazırlanan Strateji ve Güvenlik başlıklı ders kitabıdır. Kitap, içeriği ve tartışmaları ile güvenlik
çalışmalarında tek bir yaklaşımın geçerli olduğunu yineleyen realist çevrelerin yazdıklarından
ayrılır (Aydın vd., 2011).
Bu dönemin yazınında etkili olan milliyetçi muhafazakâr eğilimli öğretim üyeleri savunmacı
bir anlayışla, AB uyum sürecini Türkiye’yi bölmeye yönelik uluslararası bir gizli planın parçası
olarak görerek demokratikleşmeye yönelik reformları eleştirmişlerdir.
Bu çevrelerin çeşitli gelişmeleri ele alma biçimleri Türkiye’ye yönelik planları açığa çıkarmak
için yazılı ve görsel medyada ileri sürdükleri argümanları derslerinde de tekrar ettikleri varsayılabilir. Uluslararası Güncel Sorunlar gibi derslerin okuma listelerinde yer verilen bazı yayınlarda, ekümenik statüsü sorgulanan Patrikhane, tarihten bu yana yabancı güçlerle işbirliği
içinde bulunan, adeta ne idüğü belirsiz bir kurum olduğu imasıyla anlatılmakta, böylelikle,
bu kurumla dini ilişkisi olan yurttaşlar da yabancı güçlerle işbirliği içinde bulunan kimselere dönüştürülerek, bir kez daha yabancılaştırılmakta, iç düşman konumuna indirgenmiş
olmaktadır. Yabancı düşmanlığı, “gizli Hıristiyanlık”, “gizli Yahudilik”, “gizli Ermenilik” gibi
biçimler altında da yapılabilmektedir. Bu görüşe göre, içimizdeki yabancılar, açıktan sahiplenemedikleri, ancak özünde bağlı kaldıkları kimliklerinin gerektirdiği işleri gizlice yürütmekte,
Pontusçuluk yapmakta, Büyük Ermenistan ya da Arz-ı Mevut gibi idealleri gerçekleştirebilmek için çalışmaktadırlar. Bu iç düşmanların gizli çalışmaları, “Türkiye’yi misyonerin yürüttüğü Hıristiyanlaştırma faaliyetlerinin pençesinden kurtarmak” için açılan medyatik kampanyaların hedefi haline gelebilmektedir. Üstelik en azından yakın zamanlara değin, “devletin
ve Türkiye Cumhuriyeti’nin birliğine zarar verme gayesiyle yazılmış bir propoganda” olduğu
gerekçesiyle yasal kovuşturmalara da konu olabilmiştir (Bilici, 2010, s.152-153). Misyonerlik
faaliyetlerinin milli güvenlik sorunu olarak tanımlandığı bir dönemde, çeşitli üniversitelerin Uluslararası İlişkiler derslerinde, sözgelimi, Şubat 2006’da Trabzon’daki Rahip Andrea
Santoro, Nisan 2007’de Malatya Zirve Yayınevi cinayetleri gibi kıyımların neden gerçekleştiği
gibi konuların nasıl ele alındığı sorusu üzerinde durulmalıdır.
58
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
Referanslar
Abadan, Y. (1961). Les Activities Subversives en Turquie. Milletlerarası Münasebetler Türk
Yıllığı, C. II, s.102.
Aydın, M., Akgül Açıkmeşe, S., Ereker F. & Dizdaroğlu, C. (2011). Strateji ve Güvenlik, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları
Aydınlı, E., Kurubaş, E. & Özdemir, H. (2009). Yöntem, Kuram, Komplo Türk Uluslararası
İlişkiler Disiplininde Vizyon Arayışları, Ankara: Asi Yayın.
Bali, R.N., (2009). Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri: Devlet’in Örnek Yurttaşları (19502003). İstanbul: Kitabevi Yayınları.
Bilgin, P. (2010). ‘Türkiye Coğrafyasında Sadece Güçlü Devletler Ayakta Kalabilir’: Jeopolitik
Gerçeklerin Türkiye’deki Kullanımları. Balta Paker, E. & Akça, İ. (der), Türkiye’de Ordu, Devlet
ve Güvenlik Siyaseti içinde (s.223-280). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Bilici, F. (2010). Karadeniz’in Türkiye Kıyılarında Yunan Dili ve Kültürünün Kalıntıları. Çağla,
C. & Gülalp, H. (haz.), Avrupa Birliği Demokrasi ve Laiklik: Semih Vaner Anısına içinde (s.152153). İstanbul: Metis.
Bora, T. (1996). Komplo Zihniyetinin Örnek Ülkesi Türkiye. Birikim, No.90.
Dış Ticaret Mevzuatı (Güncelleştirilmiş ve genişletilmiş 5. Baskı). (2012). Ankara: Türk Dış
Ticaret Vakfı Yayını.
Ergin, F. (1974). Uluslararası Politika Stratejileri. İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayını.
Esmer, A., (1994). Siyasi Tarih. İstanbul: Maarif Matbaası.
Gül, I. & Karan, U. (2011). Ayrımcılık Yasağı: Kavram, Hukuk, İzleme ve Belgeleme. İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Gürel, Ş.S., (1993). Tarihsel Boyut İçinde Türk-Yunan İlişkileri. Ankara: Ümit.
Kaya, A. (2011). Migration and Integration: The Age of Securitization. London: Palgrave.
Özkan Kerestecioğlu, İ. (2012). Korku ve Siyaset: Türk Sağının Ezberlerini Çözmek. Özkan
Kerestecioğlu, İ. & Öztan, G.G. (der), Türk Sağı: Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri içinde (s.3042). İstanbul: İletişim.
Kut, Ş. (2005). Türkiye’de Uluslararası İlişkiler Eğitiminin Geleceği. Uluslararası İlişkiler, C.II, no.6.
Meray, S. (1962). Devletler Hukukuna Giriş. Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Yayınları.
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye
59
Milletlerarası Politika Öğretim Symposiumu: 31 Mart –1 Nisan 1961. (1962). Ankara: Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları.
Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1965). (1967). Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Yayınları.
Olaylarla Türk Dış Politikası. (6. Baskı) (1983). Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Yayınları.
Örnek, C. (2010). 1950’li Yıllarda ABD ile Buluşma: Anti-Komünizm, Modernleşmecilik ve
Maneviyatçılık. (yayınlanmamış doktora tezi). Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Bazoğlu Sezer, D. (2006). Türkiye’de Uluslararası İlişkiler Çalışmalarının Bilim Dalı Olarak
Gelişmesine Güncel ve Tarihsel Bir Bakış. Uluslararası İlişkiler, C.II, (Bahar 2006) s. 24.
Tekeli, İ. (2010). Tarihsel Bağlamı İçinde Türkiye’de Yükseköğretimin ve YÖK’ün Tarihi. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Tunçay, M. (1974). Azınlıklar. Yeni Halkçı.
Türkoğlu, O. (2011). Mülteciler ve Ulusal/Uluslararası Güvenlik. Uludağ Üniversitesi İktisadi
ve İdari Bilimler Fakültesi Degisi, c.XXX., no. 2.
Uzgel, İ. (2007). Türk Dış Politika Yazımında Siyaset, Ayrışma ve Dönüşüm. Uluslararası
İlişkiler, c..IV., no. 13.
Ülman, B. (2012). Türkiye’de Uluslararası İlişkiler Bölümlerinin Ders Programları ve Sorunları.
Özcan, G., Özdoğan, G.G., Kut, Ş. (der.), Türk Dış Politikasını Düşünmek.. A. Halûk Ülman’a
Armağan. İstanbul: Der Yayınları
Ülman, A.H. (1968). Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968), I. Siyasal Bilgiler
Fakültesi Dergisi, c. XXIII., no. 3.
Ülman, A.H. (2006). Türkiye’de Siyasi Tarih Yazıcılığı ve Siyasi Tarihçilerimiz. Erdem, G.
(haz.), Prof. Dr. Oral Sander’in Anısına: Türkiye’de Siyasi Tarihin Gelişimi ve Sorunları Sempozyumu (Bildiriler ve Tartışmalar) içinde (s.23-30). Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi.
Yeğen, M. (2006). Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa: Cumhuriyet ve Kürtler. İstanbul:
İletişim, 2006.
Yıldırmaz, S. (2012). Nefretin ve Korkunun Rengi: “Kızıl”. Özkan Kerestecioğlu, İ. & Öztan,
G.G. (der), Türk Sağı: Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri içinde (s.48-49). İstanbul: İletişim.
60
Yalnız ve Endişeli Ülke Türkiye