III. Uluslararası Osmanlı İstanbulu Sempozyumu Bildirileri

Transkript

III. Uluslararası Osmanlı İstanbulu Sempozyumu Bildirileri
O S M A N LI İ S TA N B U LU
III
e d i tö r l e r
Feridun M. Emecen
Ali Akyıldız
Emrah Safa Gürkan
İstanbul 29 May ıs Üniversitesi Yay ınlar ı
O S M A N LI İ S TA N B U LU
III
I I I. U l u s l a r a r a s ı O s m a n l ı İ s t a n b u l u S e m p o z y u mu B i l d i r i l e r i
25-26 May ıs 2015, İstanbul 29 May ıs Üniversitesi
e d i tö r l e r
Feridun M. Emecen
Ali Akyıldız
Emrah Safa Gürkan
OSM ANLI İSTAN BU LU
III. Uluslararası Osmanlı İstanbulu Sempozyumu, Bildiriler
proje yönetimi
İbrahim Kâfi Dönmez
düzenleme kurulu
Feridun M. Emecen (başkan), Ali Akyıldız (başkan yardımcısı),
Emrah Safa Gürkan (akademik sekreter), Cengiz Yolcu (akademik sekreter)
Mehmet Yılmaz (idari sekreter), Alphan Akgül, Ertuğrul Ökten,
Mehmet Ş. Yılmaz, Özlem Çaykent
editörler
Feridun M. Emecen
Ali Akyıldız
Emrah Safa Gürkan
yayın koordinasyonu
Mehmet Yılmaz
grafik tasarım
Ender Boztürk
kapak tasarımı
Ümit Ünal
basım tarihi
2015
ISBN 978-605-65277-4-6
Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San.Tic. Ltd. Şti.
Tevfik Bey Mah. Halkalı Cad. No. 162/7 Sefaköy / Küçükçekmece-İstanbul
Sertifika No. 33157
Emecen, Feridun M. (ed.)
Osmanlı İstanbulu-III / Feridun M. Emecen, Ali Akyıldız, Emrah Safa Gürkan (ed.). İstanbul : İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi; İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 2015.
840 s. ; res. ; 24 cm.
ISBN 978-605-65277-4-6
1. İstanbul (Türkiye)_Tarihçe 2. Osmanlı İmparatorluğu_Tarihçe
956.21 DC 20
İçindekiler
9-11
Tak d im
13-14
Kadir Topbaş, İBB Başkanı
15-17
İbrahim Kâfi Dönmez, Rektör
19-52
Hans-Georg Majer
Bavyera ve İstanbul’da İzleri Olan Bir Osmanlı Sadrıazamı:
Sarı Süleyman Paşa
53-90
Sadık Müfit Bilge
15.-18. Yüzyıllarda İstanbul ve Kafkasya İskeleleri Arasında
Deniz Ticareti: Tâcirler, Gemiciler, Köylüler
91-132
Margarita Dobreva
Sofya’ya Vagonlardan: 1820’li - 1870’li Yıllarda İstanbul’da Açılan
Osmanlı Okullarıyla İlgili Belgeler
133-162
Zekeriya Türkmen
XIX. Yüzyıl Askerî Yenileşme Devri Eğitim-Öğretim
Kurumlarından Mekteb-i Harbiye-i Şahane (Sultan II.
Mahmut ve Sultan Abdülmecit Dönemleri)
163-182
Orlin Sabev
Boğaziçi Kıyılarında Hayata Hazırlanmak: Osmanlı
İstanbulu’nda Okumuş Bulgarlar Üzerine Bazı Gözlemler
5
183-194
Oleksandr Sereda
Odessa Bilim Kütüphanelerindeki 18. ve 19. Yüzyıllara Ait
İstanbul Tasvirleri
195-210
Dorina Arapi
Visual Representations of Constantinople/Istanbul and Other
Images in Mural Paintings and Artifacts of the Late Ottoman
Centuries in Albania
211-218
Gayane Ayvazyan
The Perception of the City in Topographic Works of
Yeremia Chelebi Qyomurtchyan
219-242
Kemalettin Kuzucu
Macarların 1892 Yılındaki İstanbul Ziyaretleri
243-288
Cengiz Yolcu
Bulgar Çarı “Çarlar Kenti”nde
289-330 Ümran Ay
15-16. Yüzyıllar Tarihî-Menkıbevî Mesnevîlerde
İstanbul’a Dair Ayrıntılar
331-352
Yalçın Gezer
Yazma Eserler Işığında Patrona Halil İsyanı Hakkında
Yeni Bir Değerlendirme
353-364
Klara VolariĆ
“Diplomatic Memories” of Alka Nestoroff
365-370
Hakan Özoğlu
Living Conditions of Ottoman Istanbul under Occupation at
the End of World War I
371-378
Jean-Louis Bacqué-Grammont
Evliyâ Çelebi Seyâhatnâmesi’ne Göre İstanbul’un Kuruluşunda
Yerleştirilmiş Olan Atmeydanı Tılsımları
379-442 Murat Yıldız
Bahçeden Kışlaya Üsküdar Bahçesi
443-476 Yüksel Çelik
Mit ve Gerçek Arasında: Taksim Topçu Kışlası (Beyoğlu Kışla-i
Hümâyûnu)
6
477-494 Sabit Duman
Paris Barış Konferansında İstanbul
495-520
Özde Çeliktemel-Thomen
Hayal Hakikat Olursa: Osmanlı İstanbulu’nda Filmler,
Gösterimler, İzlenimler (1896-1909)
521-534
M. Sinan Genim
İstanbul’da Kayık
535-546
Murat Uluskan
İstanbul Balıkhanesi ve Balıkhane Mukataası (1550-1735)
547-566
Feray Coşkun
Osmanlı İstanbulu’nda Müstesnâ bir Ziyâretgâh:
Eyüp Sultân Türbesi
567-582
Mustafa L. Bilge
Topkapı Sarayı’nda İç Güvenlik Kuralları: III. Ahmed Dönemi
(1115-1143/1703-1730)
583-596
Ali Akyıldız
II. Abdülhamid’in İlginç Bir Girişimi:
Hanedan Teavün Sandığı
597-622
Tuğba Yalçın Aydeniz
Osmanlı’da İlk Vaiz Yüksek Okulu: Medresetü’l-Vâizîn
623-650
Marloes Cornelissen
The Trials and Tribulations of a Dutch Merchant in Istanbul:
Auctions at the Dutch Embassy in the Eighteenth-Century
Ottoman Capital
651-666
Milena Koleva-Zvancharova
To the History of Guilds in Istanbul According to a
19th-century Register
667-706 Fahri Maden
Büyük Abdullah Baba Tekkesi ve Vakfiyesi
707-748
Muharrem Varol
Oryantalist İmgelemin İnşasında İstanbullu Bir Tekke:
Rifâi Âsitânesi
7
749-760 Ziver Huseynli
Osmanlı İstanbulu’nda Safevi Edipleri
761-768
Olena Bachynska
XVII. Yüzyılın Başlarında Ukrayna Kazaklarının “İstanbul”
Seferleri (XIX. Yüzyıl Sonu – XX. Yüzyıl Başlangıcına Ait
Bilimsel Yayınlar Üzerine)
769-779 Alaaddin Tok
İmparatorluğun Son Döneminde İstanbul’da Tuğla Üretimi
ve Ticareti (1839-1914)
781-805
Nurettin Gemici
Mehmed Atıf Bey’in Hatırâtı Işığında İstanbul
807-840 E d e b i y a t ç ı l a r ı n G ö z ü y l e İ s t a n b u l
İskender Pala (oturum başkanı)
Ahmet Ümit
Beşir Ayvazoğlu
Mario Levi
Selim İleri
8
Takdim
Feridun M. Emecen
Ali Akyıldız
Emrah Safa Gürkan
Editörler
İçinde yaşadığımız bu güzide şehrin özellikle Osmanlı dönemindeki tarihini ve kültürünü incelemeyi kendisine misyon edinmiş
olan İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi, bu amaçla bilimsel sempozyum,
panel ve seminerler düzenlemektedir. Bu faaliyetlerin motivasyon ve
gerekçesini, antik çağlara kadar uzanan uzun bir tarihsel arka plana sahip bulunan İstanbul’un bir Türk-İslam şehri haline geldikten
sonraki dönemi üzerine yapılan çalışmaların görece az ve bu şehrin Osmanlılar tarafından fethi sonrasında Türk ve İslami motiflerle
bezenerek geçirdiği değişimin yeterince incelenmemiş olması teşkil
etmektedir. Öte yandan şehrin 19. yüzyılda geçirdiği sancılı Batılılaşma ve modernleşme süreçleri de tarihçilerin dikkatli araştırmalarına muhtaç olduğu açıktır.
Üniversitemiz, bu alanlardaki boşluğu doldurmak amacıyla
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sponsorluğunda 2013 yılından
itibaren periyodik olarak uluslararası bir sempozyum düzenlemektedir. İlki 29 Mayıs – 1 Haziran 2013 tarihleri arasında gerçekleşen
ve İstanbul’un beş asırlık Osmanlı dönemi üzerine yoğunlaşan bu
9
OSMANLI İSTANBULU III
sempozyumlarda sunulan tebliğlerden seçilen bir kısmı makale formatında yayına hazırlanmaktadır. İlk iki sempozyumun tebliğleri
Osmanlı İstanbulu I ve Osmanlı İstanbulu II başlıklarıyla İstanbul 29
Mayıs Üniversitesi tarafından 2014 yılında yayımlanmış ve araştırmacıların istifadesine sunulmuştur.
Elinizdeki kitap Türkiye ve dünyanın önde gelen üniversitelerinden bilim adamlarının katılımıyla 25-26 Mayıs 2015 tarihlerinde
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Altunizade kampüsünde düzenlenen
üçüncü sempozyumda sunulan bildiriler arasından seçilmiş 32 makaleden oluşmaktadır. Ünlü Alman oryantalist Hans-Georg Majer’in Sadrazam Sarı Süleyman Paşa’nın Bavyera ve İstanbul arasında
geçen kariyeri üzerine Türkçe yaptığı açılış konuşmasının metnini,
İngilizce ve Türkçe olarak kaleme alınan makaleler takip etmektedir.
Makaleler okunduğunda da görüleceği üzere, çok çeşitli tarihsel kaynaklar ve metodolojik araçlar kullanılarak İstanbul’un siyasi, iktisadi,
idari, sosyal ve kültürel tarihiyle ilgili elde edilen en son veriler, akademisyen, entelektüel ve tarih severlerin hizmetine sunulmaktadır.
Makalelerde Osmanlı İstanbulu’ndaki pek çok tarihi yapı ele
alınmış; Topkapı Sarayı ve Topçu Kışlası (Beyoğlu Kışla-i Hümayunu) gibi devlet binalarının yanı sıra tekke ve türbe gibi dini yapılar
ve Üsküdar Bahçesi ile At Meydanı gibi şehrin yaşamsal alanları da
çeşitli yönleriyle incelenmiş; şehrin sosyal ve ekonomik hayatı üzerine yazılan makalelerde ise tacirler, gemiciler, köylüler gibi meslek
grupları, İstanbul Balıkhanesi ve Mukataası, 19. yüzyılda İstanbul
loncaları, Hanedan Teavün Sandığı gibi çeşitli iktisadi kurum ve uygulamalar, işgal İstanbulu’nda yaşam şartları ve 18. yüzyılda yaşayan
Hollandalı tüccarların lüks ve tüketim alışkanlıkları gibi konular değerlendirilmiş; Patrona Halil İsyanı ve Ukrayna Kazaklarının İstanbul seferlerinin yanı sıra, modernleşme sürecinde askeri, idari ve dini
amaçlarla kurulan çeşitli okullar ve bu okullarda okuyan Müslim ve
gayrimüslim öğrenciler incelenmiştir. Kültür ve sanat alanında ise ilk
film gösterimleri ve yeniçağ İstanbulu’nda yaşayan Safevi edipleri ele
alınmıştır.
Kitapta Osmanlı başkentinin çeşitli kültür ve sanat eserlerindeki yansımaları üzerine de beş makale bulunmaktadır. Odessa
10
AÇILIŞ OTURUMU
Bilim Kütüphanesindeki eserler, Arnavutluk’taki duvar resimleri, XV.
ve XVI. yüzyıllarda yazılmış tarihî-menkıbevî Mesnevîler ve Yeremia
Kömürcüyan’ın yapıtlarında İstanbul’un nasıl lanse edildiğini inceleyen bu makalelere ek olarak, şehri ziyaret eden yabancı hükümdar,
diplomat ve seyyahların gözlem ve tecrübeleri de incelenmektedir.
Artık sempozyumla bütünleşen ve hayli ilgi çeken sempozyumun son
oturumu ise ilk iki sempozyumda olduğu gibi, yaşayanların gözüyle
İstanbul değerlendirmelerine ayrılmış; İskender Pala’nın moderatörlüğünde gerçekleşen bu oturumda, değerli yazarlarımız Ahmet Ümit,
Beşir Ayvazoğlu, Mario Levi ve Selim İleri’nin bakış açısıyla İstanbul değerlendirilmiştir.
Her biri yeni bilgileri ve İstanbul’un uzun tarihine önemli katkıları ihtiva eden bu yazılar kitapta konu bütünlüklerine göre
sıralanmıştır. Ufak tashihlerin dışında yazarlardan gelen metinlere
herhangi bir müdahalede bulunulmamıştır. İstanbul’un Osmanlı
dönemi tarihine yeni katkılar sunacağını düşündüğümüz bu kitabın
hazırlanmasında emeği geçen İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi’nden
Mehmet Yılmaz, Alphan Akgül, Özlem Çaykent, Mehmet Şakir
Yılmaz, Ertuğrul Ökten, Cem Keskin, Davut Erkan, Abdullah Güllüoğlu, Fatma Nur Zağralı, Cengiz Yolcu’ya ve sempozyumun gerçekleşmesinde cömert katkılarını esirgemeyen İstanbul Büyükşehir
Belediyesi yetkililerine teşekkür ederiz.
11
Kadir Topbaş
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
Üç büyük imparatorluğa başkentlik yapan ve medeniyetlerin
çeyiz sandığı konumunda olan İstanbulu’muzun kadim geçmişini,
gelecek nesillere aktarma yolunda çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Bu
kültürel mirasın, bilimsel incelemelerle gün yüzüne çıkarılması konusunda daima özveri gösteriyor ve gereken desteği veriyoruz. Bu
kapsamda; bu güzide şehrin bugüne kadar ihmal edilmiş Osmanlı
kimliği hususunda gösterdiğimiz hassasiyetin bir nişanesi olarak
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi ile birlikte her sene düzenlendiğimiz Uluslararası Osmanlı İstanbulu Sempozyumu’nun üçüncüsünü
gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşıyoruz.
İstanbul’un Osmanlı egemenliğindeki tarihine ışık tutmayı
amaçlayan elinizdeki kitap, 25-26 Mayıs 2015 tarihlerinde düzenlediğimiz III. Uluslararası Osmanlı İstanbulu Sempozyumu’nda
sunulan 56 adet bildiri arasından seçilen makalelerden oluşuyor.
Dünyanın çeşitli üniversitelerinden birçok akademisyenin Türkçe
ve İngilizce olarak kaleme aldığı bu makalelerde, İstanbul’un tarihi
başta siyasi, iktisadi, ticari ve kültürel olmak üzere birçok açıdan
inceleniyor.
13
OSMANLI İSTANBULU III
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Yayınları tarafından yayınlanan Osmanlı İstanbulu I ve Osmanlı İstanbulu II kitabının devamı
niteliğindeki bu nadide kültür eserini İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak hemşehrilerimize sunmaktan gurur duyuyoruz. Dünyada
çok az şehre nasip olan bir kültürel zenginliğe sahip İstanbul’umuzun tarihini, bilimsel bir ciddiyetle gün ışığına çıkarmaya çalışan ve
artık süreklilik kazandığına inandığımız bu uluslararası sempozyumun gerçekleştirilmesinde ve elinizdeki kitabın hazırlanmasında
emeği geçenlere teşekkür ediyorum.
14
İbrahim Kâfi Dönmez
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Rektörü
Aziz konuklar, saygıdeğer akademisyenler, hanımefendiler, beyefendiler!
Üniversitemizin İstanbul Büyükşehir Belediyesi işbirliğiyle
düzenlediği III. Uluslararası Osmanlı İstanbulu Sempozyumu’na
hoş geldiniz, şeref verdiniz.
Yaklaşık 4 yıl önce üniversitemiz öğretim üyeleri arasında bir
istişare başlatmıştık. Gündem, ihtiyaç duyulan konularda Üniversite
olarak ulusal ve uluslararası bazı bilimsel toplantıların düzenlenmesi
meselesiydi. Belirli aralıklarla süren bu görüşmeler sonunda, uluslararası düzeyde olmak üzere “Osmanlı İstanbulu” odaklı toplantılar ve
etkinlikler yapmaya ihtiyaç bulunduğu kanaati pekişti.
Bu toplantının amacı, kapsamı vb. hususlarda üniversitemiz
Edebiyat Fakültesi Dekanı Sayın Feridun Emecen doyurucu açıklamalar yapmış bulunuyor. Ben sadece o görüşmeler sırasında öncelikli
olarak şu iki husus üzerinde durulduğunu belirtmekle yetineceğim:
Tarihin dönüm noktalarından biri kabul edilen Konstantiniyye şehrinin fethini takiben gerçekleşen sosyal-kültürel değişimle
burası bir Osmanlı şehrine dönüşmüştü. Bu dönüşümün nasıllığı ve
15
OSMANLI İSTANBULU III
asırlar boyu süren etkileri üzerinde nitelikli çalışmalara ihtiyaç vardı
ve bu yöndeki araştırma ortamlarının geliştirilmesi kaçınılmaz bir
gereklilikti.
Alanın uzmanlarına göre, Bizans dönemi İstanbuluyla ilgili
çalışmalara nazaran Osmanlı İstanbulu hakkındaki araştırma ve yayınların yeterli düzeyde olmadığı açık bir hakikatti.
Yapılan istişareler sonunda, bu konunun tek bir bilimsel toplantıda ele alınmasının yeterli olmayacağı, dünyanın değişik ülkelerinde bulunan Osmanlı araştırmacılarına açık uluslararası toplantılar
dizisine ihtiyaç bulunduğu kanaatine varıldı. Bu düşüncenin oluşumunda ve hayata geçirilmesinde emeği geçen herkese müteşekkiriz.
Bu bağlamda, ana fikrin sahibi ve konunun sürekli takipçisi olan güzide tarihçi Prof. Dr. Feridun Emecen’i, bu içerikte bir toplantılar dizisini desteklemekten memnuniyet duyacaklarını ifade eden Büyükşehir Belediye Başkanımız Sayın Mimar Dr. Kadir Topbaş’ı ve üç yılı
aşkın bir süredir yakın ilgisini hiç esirgemeyen Başkan Danışmanı
Sayın Sabri Dereli’yi özellikle anmam gerekir.
Her konuda olduğu gibi, genelde Osmanlıyı ve özelde Osmanlı İstanbulunu doğru tanımak, anlamak ve yorumlamak için
ciddi bilimsel araştırmalara muhtacız. Bu konuda sağlıklı analizler
yapabilmek ve sonuçlar çıkarabilmek için, bir çok meselenin alanın
uzmanlarınca mercek altına alınıp ayrıntılara inilmesi, yapılan tespitlerin ve çıkarılan sonuçların uygun bilimsel ortamlarda tartışmaya
açılması gerekiyor. Fakat bu faaliyetin düzenli olarak ve sağlam kriterlere bağlı biçimde yürütülmesi kolay olmuyor. Bu işin önemine
inanmış, özverili kişilerden oluşan ekip çalışması gerekiyor. Gerek
toplantı düzenin oluşturulmasında gerekse Sempozyum kitabının
neşir aşamasına getirilmesinde, tebliğlerle tek tek ilgilenip titiz çalışmalar yapmak gerekiyor.
Bu noktada, emeği geçen herkese teşekkür borcumuz var.
Sempozyum Bilim Kurulu ve Düzenleme Kurulu üyelerine, akademik ve idari sekreteryayı üstlenen arkadaşlara, yurtdışından ve
yurt içinden tebliğ sunan akademisyenlere, oturum başkanlarına,
oturumları büyük ilgiyle takip eden değerli izleyicilere, toplantının en iyi koşullarda gerçekleşmesi için canla başla çalışan İstanbul
16
AÇILIŞ KONUŞMASI
Büyükşehir Belediyesi görevlileri ile üniversitemiz akademik ve idari personeline, aynı ortamı paylaştığımız İSAM yönetimine ve mensuplarına, toplantının kamuoyuna duyurulmasında olumlu katkılar
sağlayan basın mensuplarına ayrı ayrı teşekkür etmek isterim. Onların izniyle ve hepsini temsilen, hemen bütün yıl boyunca emeğini
esirgemeyip titiz ilgisini sürdüren Sempozyum Düzenleme Kurulu
Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ali Akyıldız’a şükranlarımı ifade etmekle yetineceğim.
Osmanlının son döneminde üst düzey idari görevlerde bulunmuş ve İslam hukuk nazariyatına dair değerli eserler kaleme almış
olan Sava Paşa, sosyal davranış kuralları bağlamında bir uygulamanın gelenek (örf ) haline gelmesi için en az üç nesil tekrar edilmesi
gerektiğini belirtir. Amacı, içeriği vb. hususlarda kendi içinde tutarlı
ve istikrarlı biçimde sürdürülen bilimsel toplantılar bağlamında bir
uygulamadan bahsediliyorsa, herhalde “nesil” yerine “tekerrür sayısı”
esas alınabilir. Allah’a şükür, bu yıl üçüncüsü gerçekleştiğine göre bu
sempozyumun artık gelenekselleştiğini söyleyebiliriz.
Bu noktadan hareketle ve son olarak şu hususa değinmek istiyorum: Bu bilimsel toplantılar dizisinin ilkiyle ilgili planlama sırasında şöyle bir fikir benimsenmişti: Başlangıçta Osmanlı İstanbuluna
genel bakış yapan bir çerçeve esas alınır, ileride tematik ve dönemsel
incelemeleri öne çıkaran sınırlamalar yapılabilir, toplantılar sergi vb.
etkinliklerle zenginleştirilebilir.
İlk üç toplantıda, başta benimsenen genel bakış esası üzerinden yüründü. Öyle umuyorum ki, bu toplantıdan itibaren Sempozyum kurulları sizlerin değerli fikir ve önerilerinden de yararlanarak
gelecek yıllarla ilgili planlamalara daha yoğun biçimde eğilecektir.
III. Uluslararası Osmanlı İstanbulu Sempozyumu’nun başarılı ve verimli geçmesini diler, teşriflerinizden dolayı şükranlarımı
sunarım.
17
Bavyera ve İstanbul’da İzleri Olan
Bir Osmanlı Sadrıazamı: Sarı Süleyman Paşa
Hans-Georg Majer
(E) Ludwig - Maximilians-Universität München, Almanya
Münih’te bir bulgu1
Münih’teki Bavyera Devlet Arşivinde “Bavyeralı askerler tarafından farklı zamanlarda ele geçirilmiş Türkçe yazılar” olarak tasnif edilmiş, bir fasikül Osmanlıca belgeler bulunmaktadır.2 Bunlar,
21 yaşlarındaki hırslı ve şöhret düşkünü Bavyera Elektörü II. Max
Emanuel’in katıldığı ve Osmanlı İmparatorluğu’na karşı 1683’de
Viyana’nın kurtuluşundan 1688’de Belgrad’ın alınmasına kadar sürdürdüğü (Resim 1) savaşlarda Bavyeralıların eline geçmiştir.3 Bu
1 Makalenin Türkçe’ye aktarılmasına yardım eden Abdullah Güllüoğlu, Dr.
Özgür Savaşçı ve Prof. Dr. Mehmet Hacısalihoğlu’na teşekkür ederim. Bavyera Devlet Tablo Koleksiyonları (Bayerische Staatsgemäldesammlungen)‘nda
konservatör olan Dr. Andreas Schumacher’e Schleissheim Sarayı’nda bulunan
savaş tablolarının fotoğraflarını çekmeme izin verdiği için; Gérard Maizou’ya
mükemmel çekimleri için; Ingolstadt’ta bulunan Bavyera Askeri Müzesi
(Bayerisches Armeemuseum) Müdürü Dr. Ansgar Reiss’a ise orada bulunan
çadırın fotoğrafını kullanmama izin verdiği için teşekkür borçluyum.
2 Bayerisches Hauptstaatsarchiv (BHSTA), Kasten schwarz 8028.
3 Hayatı ve yaşadığı dönem hakkındaki sergi kataloğu için bkz. Hubert Glaser
(Ed.), Kurfürst Max Emanuel. Bayern und Europa um 1700. 2 cilt. München
19
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 1:
Bavyera
Elektörü Max
Emanuel
Belgrad Önünde. Ressam:
Henry Gascar,
Viyana 1689.
Bayerische
Staatsgemäldesammlungen
Inv. Nr. 3318. ©
Blauel/Gnamm
–ARTOTHEK.
1976. Ayrıca bkz. Ludwig Hüttl, Max Emanuel der blaue Kurfürst 1679-1726.
Eine politische Biographie. München 1976; seferleri hakkında bkz. Karl Staudinger, Geschichte des kurbayerischen Heeres unter Kurfürst Max II. Emanuel
1680-1726. = Geschichte des Bayerischen Heeres, Zweiter Band, Erster Halbband. München 1904.
20
BAVYERA VE İSTANBUL’DA İZLERİ OLAN
BİR OSMANLI SADRIAZAMI: SARI SÜLEYMAN PAŞA
Resim 2:
Sarı
Süleyman
Paşa’nın
Mektubu.
Bayerisches
Hauptstaatsarchiv München,
Kasten schwarz
8028, fol. 608.
belgeler geçen yüz yılın başında Osmanlı diplomatikasının Almanya’da öncüsü kabul edilen Georg Jacobs’un (1862-1937) dikkatini
çekti. Bu belgelerden ikisini Jacobs o zamanlar yayınladı.4
Bir diğer belge Jacobs tarafından, belki dikkatini çeken, yüksek
rütbeli bir Osmanlı’nın yazısı olduğu ilk bakışta anlaşılan iki belgeden farklı olduğu için pek de fazla önemsenmemiştir (Resim 2).5
Metin dokuz satırı ihtiva eder, ayrıca yaprağın kenarı başka bir el
tarafından çapraz ve başaşağı yazılmış sekiz satır ile doldurulmuştur.
Arka sayfada imza yerinde Süleyman adını içeren, zor okunan küçük
bir mühür yer alır.
Şeklî olarak metin bazı özellikler gösterir: Evvela satır üzerine
yazılmış hitaptaki paşa kelimesi. Genellikle mektuplarda bu yerde
4 Georg Jacobs’ta XI. parça olarak yayınlandı, Türkische Urkunden aus Ungarn.
(= Veröffentlichungen der Doktor-Hermann-Thorning-Gedächtnis-Stiftung
Heft 1). Kiel 1917.
5 Bayerisches Hauptstaatsarchiv (BHSTA), Kasten schwarz 8028, fol. 608.
21
OSMANLI İSTANBULU III
sultanım kelimesi görülür, özellikle de hitap edilen sultan değilse.
Çünkü gerçekten sultana yazılan yazılarda padişahım diye hitap edilir. Belgede ayrıca paşanın alışılmadık şekilde kısa hitabı dikkat çeker.
Son olarak rütbe ve ünvan ihtiva etmeyen ve yine bende veya fakir
gibi tevazu ifadeleri bulunmayan imza dikkat çeker. Gönderen sadece min el-muhlis Süleyman diye imza atar.
Bu detaylardan anlaşılıyor ki gönderen Süleyman hitap edilen
paşa’ya göre daha alt rütbede değildir. Buna göre kendisi de bir paşa
olmalı. Yayınlanan paşa-yazıları kolayca, mektubun sağ kenarında
ve metnin çaprazında bulunan pençe’sinden, büyük mühür ve sahh
(doğru) notundan fark edilir, tıpkı Yeğen Osman Paşa’nın Bavyera
Elektörü Max Emanuel’e yazdığı mektuptaki gibi.6 Bu tür mektuplar
genellikle yabancı, gayrimüslim muhataplara gönderilmiştir. Ancak
Osmanlı paşalarının yine Osmanlı paşalarına yazdıkları mektuplar
nasıl görünüyordu?
Aynı fasikülde yer alan, bir sancakbeyinin bir beylerbeyine
mektubu örnek teşkil edebilir. Burada hitap daha uzun, daha resmi
ve sultanım kelimesi satırın üzerindedir: Devletlü, sa’adetlü, atifetlü,
merhametlü Efendim Sultanım Hazretleri (...). Gönderen kendisini Bende Ali, mirliva-i Hatvan hâla diye isimlendirir. Yani geleneğe
göre yazı yüksek rütbeli bir makam sahibine gibi görünüyor. Ama bir
paşaya kısa ve teklifsiz hitapta bulunan kimse, imzası bunu hemen
ortaya koymasa da, ancak aynı ya da daha yüksek rütbeli olmalı.
“Bosnalı Osman Paşa’nın Arşivi”7 min al-muhlis veya min
al-muhibb al-muhlis tertibi ve Ahmed veya Mustafa isimleriyle imzalanmış birkaç yazıyı ihtiva eder. Bu yazılar sadrıazamlar Köprülüzade Ahmed Paşa ve Kara Mustafa Paşa’nın mektupları olarak
6 Hans Georg Majer, „Ein Brief des Serdar Yeğen Osman Pascha an den
Kurfürsten Max Emanuel von Bayern aus dem Jahre 1688 und seine Übersetzungen“ içinde Islamkundliche Abhandlungen aus dem Institut für Geschichte und
Kultur des Nahen Orients an der Universität München. Hans Joachim Kissling
zum 60. Geburtstag gewidmet von seinen Schülern. München 1974, s. 130-145.
7 Das Archiv des Bosniaken Osman Pascha. Nach den Beständen der Badischen
Landesbibliothek zu Karlsruhe herausgegeben und erläutert von Franz Babinger. Berlin 1931. Maalesef orijinal belgeler İkinci Dünya Savaşı esnasında
kayboldular.
22
BAVYERA VE İSTANBUL’DA İZLERİ OLAN
BİR OSMANLI SADRIAZAMI: SARI SÜLEYMAN PAŞA
teşhis edilmişlerdir. Böylece Bavyera Devlet Arşivindeki bu belgenin, Süleyman isimli bir sadrıazamın mektubu olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu sadrıazamlar muhataplarına çoğunlukla izzetlü ve saadetlü karındaşım Paşa-yı muhterem (-i celil ül-kadr) hazretleri diye hitap eder. Paşa ünvanı burada da satırın üzerinde bulunur. Muhatap
bostancıbaşı olduğunda Köprülüzade Ahmed Paşa ona kısaca İzzetlü Ağa Hazretleri veya Benim ruhum Bostancıbaşı Hazretleri diye
hitap eder. Bu kısa ifade biçimleri bir rütbe düşüşüne delalet eder
ve bizim örnekteki basit İzzetlü Ruhum Paşa Hazretleri veya Benim
Ruhum terkiplerine denk düşer. Bu durum belki de hitap edilen
paşanın sadrıazama yakınlığını ama aynı rütbede olmadığını ifade
eder.
Bavyera Harp Arşivi evrakları yardımıyla mektubun muhatabına biraz daha yaklaşılmaktadır. Çünkü 23 Haziran 1687’de Ösek
(Essek)’ten (bu gün Hırvatistan’daki Osijek) gönderilen Türkçe bir
mektup ve bunu yanlarında taşıyan bir Türk ve iki çiftçi yakalanarak
ordugâhta Elektöre teslim edilir.8 24 Hazirandaki Diarium, yani sefer
günlüğü kaydında mektubun muhtevası verilir. Bunun bir sadrıazam
mektubu olduğu anlaşılmış, belki esirlerin de sorgulanmasıyla onun
“Bassa zu Siget”’e [Zigetvar paşasına] gönderildiği fark edilmiştir.9
Zigetvar önemli bir sınır kalesiydi. (Resim 3). Başbakanlık Osmanlı
Arşivi’nde bulunan bir “Şikayet Defteri”nde bu kaleyle ilgili birkaç
ferman vardır. Bu fermanlar Süleyman Paşa’nın selefleri dönemine,
kendi dönemine ve halefleri dönemine aittir. Bu fermanların muhatabı yıllar boyunca hep aynı kişidir: Zigetvar Muhafızı Mir-i miran
Mehmed Paşa. Kendisinin Münih’teki vezir mektubunun gönderildiği kişi olduğu anlaşılmaktadır.10 Bu (genç?) beylerbeyinin kariyeri
ve şahsı yine de şimdilik karanlıkta kalıyor.
Buna karşın sadrıazamın kimliği arşiv bağlantısıyla ve daha
açık ve sarih olarak mektuptaki bir tarihle ortaya çıkar.
8 BHSTA Kriegsarchiv B 8c, Günlüğe eklenmiş gelen mektupların defteri.
9 BHSTA Kriegsarchiv B 8c, Diarium.
10 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), İstanbul, Şikayet Defteri Nr. 10, s. 64, 73,
108, 111, 238.
23
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 3:
Sigetvar Kalesi.
Der Neu-eröffneten Ottomanischen Pforten
Fortsetzung.
Augsburg 1701.
Bayerische Staatsbibliothek
ESlg/ 2 Turc.
39-2, s. 483.
Bu sadrıazam Mürüvvet oğlu Sarı Süleyman’dır.11 Hersek’te
(bu gün Sırbistan’da) bulunan Prijepol’dandır. Bir Raguza elçilik
heyeti ile İstanbul’a geldiği ve burada Köprülü vezir ailesinin hizmetine girdiği belirtilmektedir.12 IV. Mehmed’in ilk yıllarında Yeni
Sarayda helvacı olarak hizmet etmiş, daha sonra bir dilsiz olan Musahib Bizaban Tavşan Ağa’nın13 hizmetine girmiş ve onun kethüdalığına kadar yükselmiştir. Ağustos 1669’da çavuşbaşı olarak görünür.
1672’de saray hizmetindeki kariyeri geçici olarak sona erer, çünkü
Sadrıazam Köprülüzade Ahmed Paşa onu kendi hizmetine alır ve
kendi Sadaret Kethüdası tayin eder.14 Her iki hamisini de şükranla
11 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi. II/2, 2. Baskı, Ankara 1977, s. 425:
Vakfiyeye göre. Bu isim o dönem için alışılmamış bir isimdi ve yaygın dini
isimlerden değildi. Demetrius Cantemir onun anne-babasının Hıristiyan
olduğunu, fakat küçük yaşlardan itibaren Müslüman olarak yetiştirildiğini
yazmaktadır. Bkz. The History of the Growth and Decay of the Othman Empire.
London 1734, s. 317, not 70.
12 Giambattista Donado, “Relazione” (1684) içinde Niccolò Barozzi e Giulielmo
Berchet, Relazioni degli Ambasciatori e Baili Venetia Costantinopoli. Volume
unico, Parte II. Venezia 1873, s. 316.
13 Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmani, İstanbul 1311/ 1893-94, III, 69.
14 Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekayiât. Tahlil ve Metin (10661116/1656-1704). Hazırlayan Abdülkadir Özcan. Ankara 1995, s. 35; Mehmed
Raşid, Tarih, İstanbul 1282/1865, I, 292.
24
BAVYERA VE İSTANBUL’DA İZLERİ OLAN
BİR OSMANLI SADRIAZAMI: SARI SÜLEYMAN PAŞA
yad etmiştir.15 Ahmed Paşa’nın ölümünden sonra saraya Mirahor-i
evvel 16 olarak atanmış ve böylece Sultanın hizmetine geri dönmüştür. Fakat yeni sadrıazam Kara Mustafa Paşa ile ilişkisi uzun süreden
beri oldukça gergindi. Onu Sultan’dan uzak tutmak için kendisine
Mekke’deki sel hasarlarının giderilmesi ve hasarlı su yollarının tamiri görevi verildi.17 Başarılı bir şekilde geri dönen Sarı Süleyman o
zamana kadar olduğu gibi yine Sultan’ın teveccühüne mazhar oldu;
fakat Musahip, Kızlar Ağası ve Haseki ile sadrıazama karşı birlik
oldu.18 Viyana bozgunu ve Kara Mustafa Paşa’nın idamından sonra
Ocak 1684’te sadrıazamın nakit servetini ve diğer mirasını tespit
etme, kaydetme ve el koyma vazifesini üstlendi. Vazifesini sultanı
memnun edecek şekilde yerine getirdiği için, önceden kendisine
vaat edildiği şekilde, üçüncü vezir ve kaymakam olarak atandı.19
Kara Mustafa Paşa’nın yerine Kara İbrahim Paşa sadrıazam tayin
edildi. Fakat bu, Balyos Giambattista Donado’nun belirttiği gibi
halkın tepkisine yol açtı. Ona göre Sultan’a bir arzuhal gönderilerek bu makama Musahib Mustafa Paşa, Köprülüzade Mustafa Paşa
veya Süleyman Paşa’nın yükseltilmesi rica edilmiş.20 Giambattista
Donado’ya göre, artık Kaymakam olan Süleyman Paşa sakin tavırlarıyla genel olarak saygı görmekteydi ve Sultan tarafından seviliyordu, ve eğer hayatta kalırsa şüphesiz sadrıazam olacaktı.21
Kutsal ittifak çerçevesinde Polonya Kralı Jan Sobieski’nin kuzeyden saldırısı beklenmekte olduğu ve bu yüzden Karadeniz bölgesinde yetenekli birine ve güçlü bir orduya ihtiyaç duyulduğu için
divan toplantısı sonrasında Boşnak Sarı Süleyman Paşa serdar olarak
15 Mehmet Nermi Haskan, Yüzyıllar Boyunca Üsküdar, Üsküdar 2001, I, 346:
Nâbî Efendi’nin şiiri.
16 Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa, Tarih, İstanbul 1928, I, 653; Defterdar, Zübde,
78; Raşid, Tarih, I, 334.
17 Silahdar, Tarih, II, 124; Defterdar, Zübde, 121; Raşid, Tarih, I, 369; Donado,
“Relazione”, 316.
18 Donado, “Relazione”, 316-317.
19 Silahdar, Tarih, II, 124; Defterdar, Zübde, 167,171; Raşid, Tarih, I, 437; Donado,
“Relazione”, 311-312.
20 Donado, “Relazione”, 312.
21 Donado, “Relazione”, 317.
25
OSMANLI İSTANBULU III
atandı. Yola çıkmadan önce orduyla sultan’ın önünde geçit töreni
yaptı, sultan tarafından Alay Köşkü’nde kabul edildi ve bir seraserli
kürkle taltif edildi.22 Seferi başarılı bir şekilde yürüttü ve kendisine
sultan tarafından bir hatt-ı hümayun, bir kürk ve mücevherlerle süslü
bir kılıç gönderildi.23
Kara Mustafa Paşa’nın halefi Sadrıazam Kara İbrahim Paşa
(1683-1685) selefinin örneği ve akıbeti gözü önünde olduğundan
imparatora karşı gönderilen ordunun başına geçmek için en ufak bir
meyil göstermemişti. O artık dört cephede yürütülen seferleri başkentten idare etmeye kalkışmış ve 1684 ve 1685 yıllarında sadece
komutanlarını imparatora karşı göndermiş, böylece bunlar arasındaki muhtemel rakiplerini de merkezden uzaklaştırmış oldu. Birçok
Osmanlının fikrine göre bir seferin verimli ve umut verici olabilmesi
için bizzat sultan veya geniş yetki ve otorite ile donatılmış sadrıazam tarafından şahsen yürütülmesi gerekli idi. Ama sadrıazam inatla kendi bakış açısını savunuyor, ayrıca hasta oluyor veya hastaymış
gibi görünüyordu. Bu durumda sultan tanıdığı ve itimat ettiği Sarı
Süleyman Paşa’yı derhal Edirne’ye getirtti ve resmi işleri büyük ölçüde yürütemeyen sadrıazam Kara İbrahim Paşa’ya vekâlet etmekle
görevlendirdi.24 Ama ardından sadece Engürüs serdarı olarak görevlendirilip uzaklaştırılmak istemeyen ve bunu padişaha da ifade eden
Süleyman Paşa, harem-i hümayunda sultanın elinden sadaret mührü
ve Macar seferi serdarlığını aldı.25
Bir raporda onun akıllı ve zeki oluşu nedeniyle bu makama ve
mertebeye gelmiş olduğu belirtiliyordu.26 Belli ki kendisi Osmanlı
menfaatlerine sadece askerî alanda hizmet edemeyeceğini kavramıştı.
Daha kaymakamlığı sırasında Venedik Balyosu Giambattista Donado ile çok iyi ilişkiler kurmuştu.27 Sadrıazam olarak da sıradan olmayan diplomatik düşünceler ve girişimler de onun siyasetinin bir par22 Silahdar, Tarih, II, 127; daha kısa olarak Defterdar, Zübde, 174.
23 Silahdar, Tarih, II, 204-209 sefer hakkında; Defterdar, Zübde, 190.
24 Silahdar, Tarih, II, 210-211.
25 Silahdar, Tarih, II, 225-226.
26 Der Neu-eröffneten Ottomanischen Pforten Fortsetzung. Augsburg 1700, s. 321.
27 Der Neu-eröffneten Ottomanischen Pforten Fortsetzung, 368; Donado,“Relazione“, 311-317.
26
BAVYERA VE İSTANBUL’DA İZLERİ OLAN
BİR OSMANLI SADRIAZAMI: SARI SÜLEYMAN PAŞA
çasıydı. Lehistan’ı İmparator Leopold ile ittifakından koparmak için
padişaha Kamaniçe kalesini yerle bir etmeyi önermişse de padişah bu
öneriyi kabul etmemişti.28 İmparatorun Moskova’yla görüşmelerini
bozmak ve İmparatoru kazanmak için General Caraffa’ya gönderdiği bir yazıda barıştan söz etmiş, isyankâr Tököly’nin kendisine teslim
edilebileceğini önermiş ve gerekirse başka tavizler de verilebileceğini
ima etmişti.29 Saray Harp Meclisi Başkanı (Hofkriegsratspräsident)
Markgraf Hermann von Baden ve Bavyera Elektörü Max Emanuel
ve Lothringen Dükü Karl ile de yazışmalarda bulunmuştur.30 Payitahttaki açlıkla baş edebilmek için İngiliz ve Hollandalı tacirlerin
yardım etmelerini sağlamıştı.31
Onun 1686 seferi Budin’in düşmanlar tarafından alınmasını
engelleyemedi, yine de ordusu bozulmadan kalabildi. Bu konuya tekrar değinilecek.
Ancak sultanın sarayında son yıllardaki savaşlarda geri çekilmeler ve başarısızlıklardan dolayı ordunun huzursuzluğundan
endişe ediliyordu. Bunun üzerine sadrıazama kışı orduyla birlikte
Belgrad’da geçirmesi emredildi. Sadrıazamın düşmanla müzakere
girişimleri başarısız oldu.32 Sarı Süleyman Paşa Belgrad’ın Osmanlı
28 Der Neu-eröffneten Ottomanischen Pforten Fortsetzung, 321.
29 Der Neu-eröffneten Ottomanischen Pforten Fortsetzung, 385.
30 Sir Roger Manley, “The History of the Turkish Empire Continued, From the
Year One thousand and Six hundred Seventy six, to the Year One thousand
Six hundred Eighty six” içinde Sir Paul Rycaut, The History of the Turkish Empire, From the Year 1623, to the Year 1677. London 1687, s. 335; Der Neu-eröffneten
Ottomanischen Pforten Fortsetzung, 367-368, 421-423. Abdullah Güllüoğlu
beni bu mektuplardan birinin İngilizce baskısı hakkında bilgilendirdi: A
Letter sent by the Grand Visier to the Duke of Lorrain, In His Camp at Zaluock,
On the Eighteenth of September 1687. In which He earnestly Entreats for Peace.
London 1687.
31 Der Neu-eröffneten Ottomanischen Pforten Fortsetzung, 321.
32 Manley, The History, 335; Staudinger, Geschichte des kurbayerischen Heeres,
II/I, 227; Onun İmparatorluk Harp Meclisi Başkanı Markgraf Herrman
von Baden’e ve Yukarı Macaristan’da (Orta Macar) İmparatorluk kumandanı
(ceneral) Graf Antonio Caraffa’ya yazdığı yazıların metinleri 1687’de Osmanlı karargahında bırakılan Name Defteri’nde kayıtlıdır: Cod. turc. 30, fol.
106a—107a, Staats- und Universitätsbibliothek Göttingen (Göttingen Devlet
27
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 4:
Belgrad Kalesi.
Der Neu-eröffneten Ottomanischen Pforten
Fortsetzung.
Augsburg 1701.
Bayerische
Staatsbibliothek ESlg/ 2
Turc. 39-2, s.
468.
İmparatorluğu için ne kadar önemli olduğunu görmüştü (Resim 4).
İleri görüşü sayesinde şehrin tahkimat tesislerini tamir ve kalıcı bir
şekilde tahkim ettirmişti. Ayrıca Ösek üzerine bir saldırı beklediğinden bu şehri de iyi bir şekilde tahkim ettirdi.33
1687 seferi bu yüzden iyi bir şekilde hazırlandı. Süleyman Paşa
ordusuyla Belgrad’dan Drava (Drau)’daki Ösek (Essek)’e kadar ilerledi ve orada Dük Karl von Lothringen ve Bavyera Elektörü Max
Emanuel komutasındaki imparatorluk ordusunu beklemeye başladı. Sonraki sahneyi Bavyeralıların gözünden aktarıyorum: “Sürekli
devam eden çatışmalar altında iki gün sonra bin bir meşakkatle 18
ve Üniversite Kütüphanesi); daha önceki barış teşebbüsleri için bkz. Abdullah
Güllüoğlu, „Büyük Bozgun’un İlk Senelerinde Osmanlı Diplomasisi (16831685)“ içinde Hedda Reindl-Kiel – Seyfi Kenan (Ed.), Deutsch-türkische
Begegnungen/Alman Türk Tesadüfleri. Festschrift für Kemal Beydilli/Kemal
Beydilli’ye Armağan (=Bonner Islamstudien, herausgegeben von Stephan
Conermann, Band 30), Berlin 2013, s. 88-105.
33 Der Neu-eröffneten Ottomanischen Pforten Fortsetzung, 385; ilgili fermanlar için
bkz. BOA, Şikayet Defteri, Nr. 10.
28
BAVYERA VE İSTANBUL’DA İZLERİ OLAN
BİR OSMANLI SADRIAZAMI: SARI SÜLEYMAN PAŞA
Temmuzda Essek çevresine erişildi; ancak orman bölgesinden çıkınca beklenildiği gibi düşman ordusuyla sahrada karşı karşıya gelinmedi; aksine Fransız mühendislerin yardımıyla sanatın tüm kurallarına
göre istihkâm edilmiş bir karargâhla karşılaşıldı.”34
Takip eden iki gün boyunca iki taraftan da ağır top ateşleri
devam ediyordu, Osmanlı süvarileri şiddetli savunmayla karşılaşıyordu. Ama Sadrazam ve birlikleri güvenli yerlerinde duruyorlardı.
Saldıranlar ise bombardımana maruz kalmışlar ve 1000 kişinin üzerinde kayıp vermişlerdi. Bunun üzerine imparatorluk harp meclisi
Osmanlı mevzisine saldırmanın mümkün olmadığını beyan etti ve
geri çekilme kararı aldı.
Hemen o akşam veya ertesi gün Sadrıazam Süleyman Paşa
vakit ayırıp olup bitenlerin tesiriyle daha sonra Bavyeralı askerlerin
eline geçen bu mektubu yazdı.
Tamamen zafer sevinciyle Zigetvar Muhafızı Mehmed Paşa’ya düşmanın Ösek’e saldırdığını, ama üç günlük muharebeden
sonra geri püskürtülüp çekildiğini bildirdi. Düşman onun bölgesine
gelecek olursa akıllı ve cesurca hareket etmelidir. O da aynı muhtevalı bir mektubu Kanije’ye göndermeli ki, oradakiler de düşmanın
mağlubiyetinden haberdar olsun ve kendilerini düşmandan öç almaya hazırlasınlar. Sadrıazam bunu katibine yazdırmıştır. Kendi eliyle
de kenara şunu eklemiştir:
Benim ruhum, bihamdillâh Taalâ Hırvat yirmi beş katana35
der sağ konulmuşdur. Hakk Taalâ dahi ziyade kahr eyliye. Zayıf askerdir. Biz dahi akiblerince hareket etmek üzereyüz. Cenab-ı Bari
Taalâ’nın inayetile her ne tarafa giderlerse akiblerince gidülür. Hemen göreyim, gaziyan ile hazır bulunasız. Hakk Taalâ Asker-i İslamı
mansur muzaffer eyliye! Amin. 11 [Ramaza]N sene 98 [21 Temmuz
1687].
34 Staudinger, Geschichte des kurbayerischen Heeres, II/I, 232; Der Neu-eröffneten
Ottomanischen Pforten Fortsetzung, 392.
35 Der Neu-eröffneten Ottomanischen Pforten Fortsetzung, 393: Ösek’ten geri
çekilirken Piccolomini kumandasındaki 26 Macar ve Hırvat bölüğü düşman
saldırılarına karşı ordunun ağırlığını korumakla görevliydi.
29
OSMANLI İSTANBULU III
İmparatorluk ordusunun çekilişinden sadrıazam büyük bir sevinçle, rakibin kendini mağlup edilmiş ve zayıflatılmış hissettiği sonucunu çıkartıyordu. Böylece onu takip etmeye karar verdi. Sonunda
12 Ağustos 1687’de Mohaç yakınında Harsan Dağı’nın önünde savaş
başladı.36 Savaş çok çetin geçip uzun zaman ortada idiyse de sonunda Osmanlıların ağır kayıpları ve imparatorluk ordusunun zaferiyle
sona erdi. Süleyman Paşa ordusunun geri kalanıyla Ösek’e çekildi. O
mektubunun da gösterdiği gibi başta elde ettiği başarıyı olduğundan
daha yüksek değerlendirmiş, atılgan genç rakip kumandanların zafer arzusunu, askeri dehasını ve ordularının kalitesini küçümsemişti.
Nitekim bu çatışmada Bavyeralı Elektör Max Emanuel büyük bir
zafer kazanmıştı. Bu çatışmada yer alan diğer iki genç komutandan
Badenli Markgraf Ludwig Wilhelm 1692 yılında başkomutan olarak
Köprülüzade Mustafa Paşa’yı yenecek ve Savoyenli Prens Eugen de
1697’de Padişah II. Mustafa’ya karşı galip gelecekti.
Bavyera’daki başka izler
Bu savaş sebebiyle Süleyman Paşa’dan başka yadigârlar da
Bavyera’ya gelmiştir. Zîra elektör zaferden sonra kendi payına
düşen Sadrazamın muhteşem çadırına37 sahip olmuş ve geceyi
orada geçirmiştir. 1688 yılından kalma bir Fransız gravürü Max
Emanuel’i savaş hazinesiyle birlikte sadrıazamın çadırı önünde
göstermektedir.38 Bu çadır Bavyera tarih yazımında ifade edildiği gibi “...inanılmaz geniş odalarında en değerli eşyaları ve çok
önemli evraklardan oluşan bir hazine” barındırıyordu.39 Silahdar
Osmanlıların kayıpları arasında hazine ve defterhaneyi de sıralıyor.40 Başbakanlık Osmanlı Arşivi envanterindeki eksikler de bunu
36 Konu hakkında bilgi için bkz. Horst Glassl, „Max Emanuel und die Schlacht
am Harsán im Jahre 1687“, içinde: Serta Balcanica-Orientalia Monacensia,
in Honorem Rudolphi Trofenik Septuagenarii. Ediderunt H. J. Kissling – L.
Kretzenbacher – P. Bartl. München 1981, s. 199-218.
37 Resmi için bkz. Ernst Aichner (Ed.), Führer durch das Bayerisches Armeemuseum
Ingolstadt. I: Neues Schloss. Ingolstadt 1998, s. 76-77.
38 Glaser (Ed.), Kurfürst Max Emanuel, II, 83.
39 Staudinger, Geschichte des kurbayerischen Heeres, II/I, 240.
40 Silahdar, Tarih, II, 276; Silahdar çadırdaki ziyaretten de haberdardır.
30
BAVYERA VE İSTANBUL’DA İZLERİ OLAN
BİR OSMANLI SADRIAZAMI: SARI SÜLEYMAN PAŞA
Resim 5:
Sarı Süleyman
Paşa’nın
Çadırı.
Fotoğraf:
Bayerisches
Armeemuseum
Ingolstadt.
doğruluyor.41 Bir İngiliz seyyah ise aynı yıl içinde çadırı Münih’te
görmüştü (Resim 5). Bu gün bu çadır masraflı bir şekilde restore
edilmiş ve Ingolstadt’da Bavyera Askeri Müzesi’nde Süleyman Paşa’nın çadırı olarak sergilenmektedir. Bu tek direkli yuvarlak çadır
hakkında Nurhan Atasoy bize şu bilgileri vermektedir: “bugüne
kadar incelediğim çadırların içinde özellikleri bakımından tektir.”
Onun tasvirinden alıntı yapıyorum:
Bu çadırın dışı kırmızı çuha, içi kırmızı bogazidendir. Şemseli süsleme
şemasında sütun ve şemse zeminleri atlastandır. Beş kata varan kıvırma
oturtma işlemelidir… Çadırın [oniki] hazineleri üçer üçer gruplanarak
programlanmıştır… Bu üçlü gruplarda ortadakiler hariç iki yandaki
hazinelerde ayrıca pencereler vardır. Bunlar yukarıya toplandıklarında
pencereler de toplanırlar. Çadır böylelikle istenildiğinde iki yandan yarı
yarıya açılma olanağına sahiptir. Büyüklüğüyle olmasa da çok renkli
ihtişamıyla, enfes el sanatı ustalığıyla etkileyicidir.42
41 Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi. Ankara 1992, s. 85’e göre 1681 ve 1688 arasındaki bütün Mühimme Defterleri ve s. 96’ya göre 1699 öncesine ait Name
Defterlerinin tamamı yoktur.
42 Bu çadır hakkında daha fazla bilgi için bkz. Nurhan Atasoy, Otağ-ı Hümayun.
Osmanlı Çadırları. İstanbul 2000, s. 262-263.
31
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 6:
Kara Mustafa
Paşa’nın Viyana
Önünde
Bıraktığı
Çadırının
Gravürü.
Ressam: Nicolò
Pilly. Copyright
Wien Museum.
O oturma çadırı olarak adlandırılmıştır, gerçekten de sadrıazamın ordugâhta bırakmış olduğu çadır kompleksinin merkezi ve
en şahsi bölümüdür. Müze deposunda bulunan, sadrıazamın çadırına
ait olan ikinci bir çadır henüz restore edilmemiştir ve ziyarete açık
değildir. Kara Mustafa Paşa’nın Viyana önündeki çadır sarayının bir
gravürü43 ele geçirilen bu çadırda bulunan “inanılmaz geniş odaları”
tahayyül etmemize yardım edebilir (Resim 6). Aynı şekilde Krakovi’de bulunan bu tekstil sarayın orijinal kısımlarına bakış da bir fikir
verebilir.44
Ancak “çok önemli evraklardan oluşan hazine” Bavyera devlet kurumlarının envanterlerinde maalesef yoktur. Başka bir rivayete
göre bunlar Lothringen Dükü’nün payına düşmüştür.45 Ama Bavyera’da bir iz gene de vardır. Elektörün Türkçe tercümanı Lucas Michaelowiz ordugâhta ele geçirdiği bazı “Türkçe Maliye Defterlerinin”
43 Die Türken vor Wien 1683. Wien 1983, s. 112, 113.
44 Magdalena Piwocka, “Turkish tents in Poland” içinde War and Peace. Ottoman-Polish Relations in the 15th-19th Centuries. İstanbul 1999, s. 53-61 özellikle
s. 58’deki resim.
45 Joseph von Hammer-Purgstall, Geschichte des Osmanischen Reiches, Pest 1830,
VI, 480.
32
BAVYERA VE İSTANBUL’DA İZLERİ OLAN
BİR OSMANLI SADRIAZAMI: SARI SÜLEYMAN PAŞA
(Türkische Oekonomie-Bücher) elektörün emriyle kendisinden
alındığından şikâyet eder.46 Ben bu defterleri maalesef bu güne kadar bulamadım ve teşhis edemedim. Fakat Osmanlı karargahından
alınmış ve kısmen Bavyera dışında olan üç başka defterin izini buldum: Bir Bursa Mukataa Defteri günümüzde Erlangen’de, Ruznamçe Defterlerinden oluşturulmuş bir Masraf Defteri ise Zittau’da. Bu
defter sadrıazam tarafından talep edilmiş olmalı.47 İki adet Name
Defteri Göttingen’de olup bunlar sadrıazamanın bürosuna ait daha
somut izler taşımaktadır.48 Yabancı hükümdarlarla yazışmaları içermektedirler. Bunların kesinlikle doğrudan Süleyman Paşa’nın çadır
sarayından olduğu anlaşılmaktadır. Silahdar’ın verdiği bir bilgiye
göre ele geçirilen defterhane Osmanlı elinde esir olarak bulunan
Avusturya’lı bir subayla değiştokuş edilmiştir.49 Bunun büyük ihtimalle Defterhane’nin ancak bir kısmı için geçerli olduğu anlaşılıyor.
Nitekim bütün sefer boyunca kayıt tutulmuş bir defter İstanbul’da
muhafaza edilmiştir. Bu defter Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde Şikayet Defteri olarak tasnif edilmiş olan bir Ordu Mühimmesi’dir.50
Defterde Süleyman Paşa zamanından, onun selefi zamanından ve
birkaç tane de halefi Siyavuş Paşa zamanından olmak üzere savaşla
ilgili ferman kayıtları vardır. Fakat bu defterin her hangi bir zamanda
düşman eline düşmüş olabileceğine dair hiçbir işaret yoktur. Bununla birlikte bu ilginç meselenin daha ayrıntılı bir arşiv çalışmasıyla
teyit edilmesi gerekir.
Bu defterler Süleyman Paşanın kançılaryasından çıkmıştır. Fakat onlar onun elinden çıkmış belgeler değildir. Burada keşfettiğimiz
Zigetvar Paşasına gönderdiği mektup ise çok farklıdır. O Süleyman
Paşanın şahsi imzasını, mührünün baskısını ve kendine has imlasıyla
46 Hans Georg Majer (Ed.), Das osmanische Registerbuch der Beschwerden (Şikâyet
Defteri) vom Jahre 1675, Wien 1984, Einleitung s. 16.
47 Bu defterler hakkında daha fazla bilgi Almanya’daki Osmanlı belgeleri ve
defterleri hakkındaki kataloğumda yer alacaktır.
48 Niedersächsische Staats- und Universitätsbibliothek Göttingen: Cod. turc.
29 (1054/1644 – 1087/1676 yılları için) ve 30 (1087/1676 – 1098/1687 yılları
için).
49 Silahdar, Tarih, II, 276.
50 BOA, Şikayet Defteri, 10.
33
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 7:
Yeni
Schleissheim
Sarayı.
Fotoğraf:
© Bayerische
Schlösserverwaltung.
Scherf/Gruber.
yazmış olduğu derkenarı ihtiva eder. Bu tarz sade bir üslupla yazılan
sadrıazam mektupları çok nadir bulunur. Bunlarda sultan fermanlarında ya da sadrazam buyruldularında bulunan yaptırım gücü bilindiği gibi yoktur. Bu yüzden de alıcıları tarafından muhafaza edilmeleri
için herhangi bir lüzum görülmez. Bunların merkeze ulaşmaları çok
ender ve istisnai bir durumdur. Osmanlı diplomatika literatüründe
bunlar kendine has bir tür olarak şimdiye kadar ele alınmış değildir.51
Şu anki bilgime göre Süleyman Paşanın bu mektubu Almanya’da bu
tür içerisinde özgün olarak korunmuş tek mektuptur ve belki de ondan kalmış tek özgün belgedir.
Ama Sarı Süleyman Paşa Bavyera’da hala bu güne değin çok
farklı bir şekilde mevcuttur. Elektör Max Emanuel büyük ölçüde komutan olarak şöhretini göstermeye matuf temsilî Yeni Schleissheim
Sarayını yaptırırken (Resim 7), saray ressamı Franz Joachim Beich’a52 1702-1704 yılları arasında tören salonu için beş metre yüksek51 Mübahat Kütükoğlu, Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatik). İstanbul 1994, s.
227’de muhtemelen bir İnşa’dan yola çıkarak, min al-muhlis’in en üst düzeyde
bir selam olduğunu belirtmektedir. Sayfa 507’de geç 18. yüzyıla ait bu türden
bir belgeyi faksimile olarak vermektedir.
52 Onun hakkında bkz. Heidi Bürklin, Franz Joachim Beich (1685-1748) ein
Landschafts- und Schlachtenmaler am Hofe Max Emanuels. München 1971;
34
BAVYERA VE İSTANBUL’DA İZLERİ OLAN
BİR OSMANLI SADRIAZAMI: SARI SÜLEYMAN PAŞA
liğinde, dokuz metre genişliğinde iki devasa savaş tablosu yaptırır.53
Birincisi 1683’de Viyana’nın muhasaradan kurtulmasını, yani askeri kariyerinin başlangıcını temsil eder. Diğeri ise son başarısı olan
1688’deki Belgrad’ın fethini değil de Mohaç yakınlarında Harsan
Dağındaki Sarı Süleyman Paşa’ya karşı savaşını gösterir (Resim 8).
Böylece Max Emanuel sadrıazam komutasındaki Osmanlı ordusuna
karşı meydan savaşında elde ettiği zaferini, uzun zaman arzu ettiği
tek başına başkumandanlığı döneminde Sava ve Tuna’daki stratejik
kalenin yani Belgrad’ın alınmasından daha değerli bulur.
Bu devasa tabloda sağ tarafta ormanla kaplı Harsan dağının
karşısındaki dağ görülmektedir; Elektör Osmanlı birlikleri tarafından saldırıya uğradığında bu dağ, Lothringen Dükü birliklerinin
duruma müdahale etmesini engelliyordu. Sağ taraftaki ovada karşı
saldırıya geçmiş olan ve sıra sıra düzenli olarak ilerleyen Elektör’ün
birlikleri görülmektedir. Ön tarafta iki sıralı olarak süvari birlikleri,
sonra dragonlar, yani hafif süvari birlikleri ve arkada da piyade birlikleri... Ortada, tabyalarla tahkim edilmiş ve yeniçeriler tarafından müdafaa edilen karargahın önünden Osmanlı atlıları panik halinde sol
tarafa kaçmaktadır. Burada karargaha ait birkaç çadır olduğu görülebiliyor. Ön planda, üzerine ışık vurulan Osmanlı atlıları parlak olarak vurgulanıyor. Darmadağın ve alaca renklerle yığın halinde kaçış
halindeler ve son güçleriyle üzerlerine gelen süvarilere karşı koymaya
çalışıyorlar. Özellikle kıratlı süvari etkileyici bir şekilde tasvir edilmiş:
okçulara özgü duruşuyla direnç gösteriyor. Sağ taraftaki karanlıktan
İmparatorun birlikleri bunların peşini bırakmıyor. Bunlar, öyle anlaşılıyor ki elektörün kurmaylarıdır. Elektör bunların ortasında parlak
ve ışıklı bir şekilde tasvir edilmiş ve kırmızı renkli silahlı uniformasıyla ordu komutanı olarak vurgulanmış, karşı saldırıyı yönetiyor. Bu
Barocke Weltbilder. Franz Joachim Beich. Hofmaler des bayerischen Kurfürsten
Max Emanuel (Ausstellung im Zeppelinmuseum Friedrichshafen 1998/99).
Friedrichshafen 1998.
53 Wolfgang Meighörner, „Bilder des Krieges? Schlachtengemälde von Franz
Joachim Beich“ içinde: Barocke Weltbilder, 153-160. Beich, çizdiği savaş tabloları için harp zamanında yapılan çizimlerdan (Gumpp), planlardan (Hallert),
ve ayrıca Michael Wenig’in gravürlerinden ve Yüzbaşı Diani’nin raporlarından yararlanabilmiştir.
35
Resim 8:
Mohaç Meydan Savaşı 1687.
Ressam: Franz Joachim Beich 1704.
Yeni Schleissheim Sarayı.
Bayerische Staatsgemäldesammlungen.
Fotoğraf: Gérard Maizou.
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 9:
1688 Yılında
Osmanlı
Elçilerini Kabul
Eden Bavyera
Elektörü Max
Emanuel.
Ressam:
Jacobo Amigoni 1723-1725.
Bayerische
Staatsgemäldesammlungen.
Fotoğraf:
Gérard
Maizou.
Schleissheim’da bulunan savaş tabloları arasında elektörü kişi olarak
gösteren tek tablodur. Bununla Sarı Süleyman Paşa’ya karşı verilen
muharebenin Elektör Max Emanuel için ne kadar önemli olduğu bir
kez daha ifade edilmektedir.
Yıllar sonra (1723-1725), uzun süren sürgünden olgunlaşmış olarak geri döndüğünde, sarayın büyük salonunun bitişiğindeki
Viktoriensaal’i [Zaferler Salonu] yeniden düzenletirken duvarlarını
Osmanlılara karşı en önemli faaliyetlerini hafızalarda canlı tutacak
on savaş resmiyle donatmıştır. Ama merkezde, Jacopo Amigoni’nin
(1682-1752) elektörü bir diplomat ve devlet adamı olarak tasvir ettiği,
1688’de Belgrad önündeki ordugâhta iki Osmanlı elçisini, Zülfikar
Efendi ve Alessandro Maurocordato (İskerletzade İskender), kabulünü gösteren tablosu vardır (Resim 9). Mavi renkli üniforma giydiği
için Osmanlılar tarafından Mavi Kral olarak isimlendirilen elektör,54
54 Hans Georg Majer, “Der blaue ‘König’”, Zeitschrift für bayerische
Landesgeschichte 38 (1975), s. 730-738.
38
BAVYERA VE İSTANBUL’DA İZLERİ OLAN
BİR OSMANLI SADRIAZAMI: SARI SÜLEYMAN PAŞA
Resim 10:
Buda’nın
Fethi 1686.
Ressam:
Franz Joachim
Beich 1723-1725.
Yeni
Schleissheim
Sarayı.
Bayerische
Staatsgemäldesammlungen.
Fotoğraf:
Gérard Maizou.
zarafetli duruşuyla ve haşmetli bakışıyla koltukta oturmaktadır. Onun
arkasında isimleri bilinen beş Bavyera asilzadesi durmaktadır. Bu grubun karşısında minder üzerinde oturan iki Osmanlı sefiri ve bunların
arkasında da bu ikisinin mahiyetindekiler. Bunların içinde özellikle
belirgini olan Zülfikâr Efendi inceleyici gözlerle elektöre bakmaktadır. Bunun sağ yanında elleriyle konuşmakta olan Maurocordato.
Bunların üstünde bir bulut üzerinde elektörün şöhretine ait bir alegori süzülmektedir.
Zaferler Salonu’ndaki on tablodan üçü Sarı Süleyman Paşa’ya
karşı yürütülen seferlerdeki diğer olayları resmeder: Birinci tablo
Buda’nın 1686 yılındaki başarılı bir şekilde kuşatılmasını göstermektedir (Resim 10). Tuna kıyısında bulunan bu şehir, haftalar süren top
ateşi ve infilak eden cephanelik nedeniyle neredeyse viraneye dönmüş vaziyettedir. Ayakta kalan ancak birkaç minaredir. Elektörün
yönettiği birlikler şehri tahkim edilmiş kalenin bulunduğu tarafından kuşatmaktadır. Resmin sol kenarındaki barut dumanı, Lothringen Dükü’nün saldırısının başladığını haber veriyor.
Sadrıazamın ordusu tabloda görülmese de kuşatmanın sekizinci haftasından beri yakınlarda bulunuyor. Sarı Süleyman Paşa
39
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 11:
Şikloş Yakınlarında Drava
Nehri Üzerinden Geçiş.
Ressam:
Franz
Joachim Beich
1723-1725.
Yeni Schleissheim Sarayı.
Bayerische
Staatsgemäldesammlungen.
Fotoğraf:
Gérard
Maizou.
nihai bir son çatışmaya yanaşmıyor.55 Herhalde kuşatan ordunun
çok güçlü olduğunu düşünüyor; bu yüzden üçlü bir taktik izliyor:
İlkin, tam başaramasa da şehri savunanları asker ve mühimmat ile
takviye etmeyi planlıyor. İkinci taktik olarak sürekli ataklarla hasmını
yıldırmayı düşünüyor, böylece yılmış bir orduyla savaşmayı amaçlıyor. Üçüncü taktik olarak ise, asıl Osmanlı ordusunu imparatorluğun
koruma kalkanı olarak muhafaza etmek, başarı, yani galibiyet vaat
eden bir ortamda savaşa sürmek niyetini gütmekte. Sarı Süleyman
Paşa Budin’i kurtaramamıştır. Tablo saldırıların yoğunluğunu izleyene hissettirmektedir. Bavyera topçuları üç batarya halinde topları
doldurup şehre ateş ederken hücum birlikleri Schlossberg’e saldırmaktadır. Arka taraftan Bavyera armalı bir cephane arabasıyla takviye gelmektedir.
55 Manley, “The History”, 330: “They [prisoners] added, that the Seraskier had
express orders not to hazard a battle with the Christians, for fear of loosing
the City and the Army at once, but to endeavour to put Supplies of Troops
in the besieged Town one way or other...”.
40
BAVYERA VE İSTANBUL’DA İZLERİ OLAN
BİR OSMANLI SADRIAZAMI: SARI SÜLEYMAN PAŞA
Resim 12:
Ösek’ten Geri
Çekilme.
Ressam: Franz
Joachim Beich
1723-1725.
Yeni Schleissheim Sarayı.
Bayerische
Staatsgemäldesammlungen.
Fotoğraf:
Gérard Maizou.
Şehrin 2 Eylül’de düşmesinden sonra bir araya getirilen şehir
insanlarına korkunç bir katliam uygulanmıştır. Bildirildiğine göre öldürmeleri elektör durdurmuştur. Innsbruck’taki Hofburg’da bulunan
bir tablosunda Charles Herbel bu katliamı tasvir etmiştir.56
İkinci tablo Bavyera ordularının 14 Temmuz 1687’de Ösek’e
giderken Siklos yakınındaki Drava üzerinden geçirilişini tasvir etmektedir (Resim 11). Nehir geçişleri çok tehlikeli ve hassas harekâtlar olarak görülüyordu. Bunların başarılması büyük başarı olarak
görülüyordu. Yoğun yağmur yağışı geçişi engelliyordu. Drava ırmağı
kabarmıştı, arazi bataklığa dönüşmüştü. Bir subayın komutasındaki
birlikler, bayraktarlarını izleyerek ırmağı ahşap bir köprüden geçmişti. Irmağın öteki tarafında bir grup asker kamp yapmıştı. Emre uyarak bayraklarını davulların üzerine koymuşlardı. Başka askerler de,
çamurda kısmen dizlerine kadar bata çıka, ağır yükleriyle sol tarafa
doğru ilerlemekteydi. Sol tarafın arka planında minareleriyle Osmanlı şehri Valpovo görülmektedir. Ön planda seyirciler, bir köpek
56 Glaser (Ed.) Kurfürst Max Emanuel, II, 78-79.
41
OSMANLI İSTANBULU III
ve inatçı bir kıratı suya sürmek isteyen bir süvari tabloyu tamamlayan
unsurlar olarak resmedilmiştir. Valpovo’da Lothringen dükü birlikleriyle buluşuluyor, Ösek’te de Osmanlı karargâhı üzerine gidiliyor.
Üçüncü tablo imparatorluk ordusunun Ösek’den geri çekilişini gösterir (Resim 12). Hiç alışılmadık şekilde bu tablo düşman
karşısında başarısızlığı, yani Sarı Süleyman Paşa’nın başarısını göstermektedir. Bu, bahsedildiği üzere onun mektubunda sevindiği başarısıdır. Ama elektör neden sarayına düşmanın başarısının bir tablosunu yaptırır? Çünkü bu, Latince bir açıklamadan da anlaşılacağı
gibi daha sonraki zaferinin bir hazırlığı ve basamağı olmuştur.
Arka planda Süleyman Paşa’nın Ösek şehrini çevreleyen tahkim edilmiş tabyası ve Osmanlı çadırları. Önde elektörün sıradüzenli
saldırıya geçmiş birlikleri. Her iki taraf da birbirine ateş etmektedir.
Ön planda kırata binmiş bir subayı izleyen süvari birlikleri, ki bunlar
olay yerinden uzaklaşmaktadır: geri çekilişin başlangıcı. Ön tarafta
solda, sadrıazamın mektubunda sözünü ettiği Hırvat piyade birliği.
Sarı Süleyman Paşa böylece Schleissheim Sarayında mevcuttur, şahsen görülmese de, kendisinin yüksek mevkii elektörün şöhretine en ziyade parlaklığı sağlayan bir düşman olarak kesinlikle vazgeçilmezdir.
Sadrıazamın sonu
Sarı Süleyman Paşa’nın seferinin askeri mağlubiyeti aşan sonuçları olacaktır. Askerlerin homurdanmaları sürekli arttı. Çünkü
bunlar oldukça büyük kayıplar vermişti. Tehlikede bulunan Eğri
[Erlau, Eger] kalesine mühimmatlı takviye ile bir kıta göndermek
niyetine karşı çıkmışlardı. Çünkü bu onları bile bile ölüme yollamak
anlamına geliyordu. Sinirleri geren bir başka husus da tabyalarının
düşman eline geçmesinden sonra çadırsız ve mühimmatsız kalmış
olmalarıydı. Süleyman Paşa’ya karşı isyan tehlikesi görünür hale geldi. O da sancak-ı şerifi aldı, orduyu terk etti ve birkaç arkadaşıyla birlikte başkente doğru hareket etti. Orada sultana mühr-ü hümayunu
ve sancak-ı şerifi teslim ettirdi. Kendisi ise gizlendi.57
57 Cantemir, The History of the Growth and Decay, 342’de bunun başka haberleri
beklemek için Sultan’ın bilgisi dahilinde olduğunu yazmaktadır.
42
BAVYERA VE İSTANBUL’DA İZLERİ OLAN
BİR OSMANLI SADRIAZAMI: SARI SÜLEYMAN PAŞA
Resim 13:
Sarı Süleyman
Paşa’nın Kesik
Başı Halefi Siyavuş Paşa’nın
Önünde. Der
Neu-eröffneten
Ottomanischen Pforten
Fortsetzung.
Augsburg 1701.
Bayerische Staatsbibliothek
ESlg/ 2 Turc.
39-2, s. 432.
Askerler bu arada yeni bir sadrıazam belirlediler ve Sarı Süleyman Paşa’nın kellesini istediler. Sonunda sultan isteklerine cevap vermek zorunda kaldı. Süleyman Paşa’nın izi Kuruçeşme’de,
Silahdar’ın rivayetine göre yalısının yakınındaki bir evde bir Rum
kadınla sohbet ederken bulundu.58 Kısa bir süre sonra İstanbul’a
gelen Dimitri Kantemir (Demetrius Cantemir) onun zengin Rum
Manolaki’nin evinde bulunduğunu yazar.59 Bu durum Rum kadınıyla sohbeti (Urum avratıyle sohbet ederken) anlaşılır kılıyor. Daha
sonra 1718’de Osmanzade Ta’ib Ahmed, Süleyman Paşa’nın yakalanışını çok olumsuz ifadelerle kaleme almıştır ve bununla paşayı
aşağılamak istediği aşikârdır. Burada o paşa’nın Yahudi Salamon’un
evine sığındığını iddia eder.60 Onu daha sonraki bazı yazarlar da
takip etmiştir.61 Nihayet İsmail Hâmi Danişmend 1971’de her iki
58 Silahdar, Tarih, II, 283.
59 Cantemir, The History of the Growth and Decay, 342.
60 Osmanzade Tâ’ib Ahmed, Hadikat ül-Vüzera. İstanbul 1271/1854-55, yeni baskı:
Freiburg 1969, s. 112.
61 İbrahim Hakkı Konyalı, Üsküdar Tarihi, İstanbul 1976, I, 279; Şemseddin
43
OSMANLI İSTANBULU III
rivayetten hareketle bir kadınlar hikayesi oluşturur, onu bir Rum
kızıyle keyfederken bir Yahudi’nin evinde yakalatır.62 Saray hapishanesine (kapı arasına) getirilir ve bir kaç gün sonra orada boğdurulur. Bir çavuş kesik başını yaklaşmakta olan orduya Filibe’de
ulaştırır. Nerdeyse çağdaşı olan Augsburg’lu bir ressam, dehşet
içindeki halefine başın getirilişini resmeder ve bu sahneyi gravürleştirir (Resim 13).63
Kısa süre sonra askerler Sultan IV. Mehmed’i de tahttan feragate zorladılar. Biraz sonra yeni sultanın Edirne’den İstanbul’a
gidişinde tahttan indirilmiş sultan ve oğulları bir arabada resmedilmektedir (Resim 14). Osmanlı baş şehrinde kargaşalar devam
etti. Son derece sorunlu olan Yeğen Osman Paşa’nın64 Macaristan
serdarlığı ertesi yıl 1688’de Elektör Max Emanuel’e Belgrad fatihi olarak övünme imkânı sağladı. Max Emanuel, Osmanlılara karşı şahsen katılmış olduğu savaşları böyle bir şöhretle sona erdirmiş
oldu. Bavyera’ya yıllık vergi gelirlerinin on katı olan 15.000.000
altın ve 30.000 kişiye mal olsa da, Max Emanuel’in daha sonraki
askeri mağlubiyetleri ve yıllarca sürgün olması dahi bu yıllardaki
askeri başarılarını gölgeleyemedi.65
İstanbul’daki izler
Sarı Süleyman Paşa’nın Davutpaşa’daki çiftliğinin, Kuruçeşme’deki yalısının ve Doğancılar’daki sarayının izleri kaybolmuştur,
sadece yazılı kaynaklar bunlardan bahseder.66 Onun Üsküdar’da bulunan, yontulmuş taşlarla örülmüş kare şeklindeki Cami’i Doğancılar’da olup, Şehit Süleyman Camii adı verilmiş ve bu gün hala onu
Sami. Kamus ul-A‘lâm, IV, 2619.
62 İsmail Hâmi Danişmend, Osmanlı Devlet Erkânı, İstanbul 1971, s. 45.
63 Der Neu-eröffneten Ottomanischen Pforten Fortsetzung, 432.
64 Onun hakkında bilgi için bkz. Srdjan Katić, ЈЕГЕН ОСМАН-ПАША, Belgrad 2001.
65 Hüttl, Max Emanuel, 188, 602 not 491.
66 Silahdar, Tarih, II, 279 (Davutpaşaya karib çiftliği), 283 (Kuruçeşme’deki yalısı);
Konyalı, Üsküdar Tarihi, I, 278 ve Haskan, Yüzyıllar Boyunca Üsküdar, I, 343
(Doğancılar’daki sarayı kakkında bilgiler).
44
BAVYERA VE İSTANBUL’DA İZLERİ OLAN
BİR OSMANLI SADRIAZAMI: SARI SÜLEYMAN PAŞA
Resim 14:
Tahttan İndirilmiş Olan IV.
Mehmed’in
ve Oğullarının
İstanbul’a Gönderilmesi. Der
Neu-eröffneten
Ottomanischen Pforten
Fortsetzung.
Augsburg 1701.
Bayerische Staatsbibliothek
ESlg/ 2 Turc.
39-2, s. 560.
hatırlatmaktadır (Resim 15).67 Daha 1924 yılında bile muhtac-ı tâmir olarak nitelenen cami 1957-58 yıllarında halk tarafından tamir
edilerek yıkılması önlenmiş. Mehmet Nermi Haskan camiyi geniş
kapsamlı eseri Tarih Boyunca Üsküdar’a dahil etmiştir. Haskan caminin süsleme bakımından kesinlikle basit bir cami olmadığını söylüyor, ancak şunu da tespit ediyor: “Son tamir sırasında eski hususiyetlerini kaybetmiştir.” Şehit Süleyman Paşa Camii, kubbeli vezir
camilerinin muhteşem olanlarından değildir. Bu camiyi, sadrıazam
olarak ölümünden on yıl önce, henüz mirahor iken, 1677’de bir çeşmeyle birlikte yalısının yanına inşa ettirmiştir. Şair Nabi’nin bir şiiri
Vakıf sahibini ve eseri över. Yapıyı bir sıbyan mektebi tamamlar. Bu
Sıbyan mektebi 1924 tarihli bir kayıtta “harabe” olarak gösterilmektedir. Caminin bahçesinde kısa bir yazıyla kabri yer alır: Merhum
ve mağfur lehu vezir-i a’zam Süleyman Paşa ruhuna el-fatiha. (Resim
16) Muhtemelen kaybolan türbesinden, bu gün caminin haziresinin
67 Cami kompleksi için bkz. Ayvansarayî Hafız Hüseyin, Hadikat ül-Cevami,
İstanbul 1271/1865, II, 229-230; Tahsin Öz, İstanbul Camileri, 2. Baskı, Ankara
1987, II, 61-62; Konyalı, Üsküdar Tarihi, I, 277-280; özellikle bkz.: Haskan,
Yüzyıllar Boyunca Üsküdar, I, 343-346.
45
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 15:
Üsküdar’daki
Sarı Süleyman
Paşa Camii.
Fotoğraf:
Abdullah
Güllüoğlu.
yanındaki sokakta bulunan duvara monte edilmiş, çok güzel bir hatla
yazılmış, üç sütunlu bir kitabenin bulunduğu bir taş levha kalmıştır
(Resim 17).68
68 Haskan, Yüzyıllar boyunca Üsküdar, I, 344; Konyalı, Üsküdar Tarihi I, 278; Ayvansarayî, Hadikat ül-Cevami, II, 229; Ayvansarayî Hafız Hüseyin, Mecmuâ-i
Tevârih. Hazırlayanlar Fahri Ç. Derin – Vâhid Çabuk, İstanbul 1985, s. 137-138.
46
BAVYERA VE İSTANBUL’DA İZLERİ OLAN
BİR OSMANLI SADRIAZAMI: SARI SÜLEYMAN PAŞA
Resim 16:
Sarı Süleyman
Paşa’nın
Mezartaşı.
Fotoğraf:
Abdullah
Güllüoğlu.
Süleyman Paşa hakkında birçok kısa biyografi vardır. Bir kısmı
onun hayatını basit bir kaç tarihten ibaret vermiştir. Diğerleri onun
kişiliğini tasvir etmeye ve değerlendirmeye çalışmışlardır. Bununla
beraber görüşler birbirinden çok farklıdır. Osmanzade Ta’ib Ahmed
uzun zaman etkili olacak en olumsuz tabloyu çizer. Onu buna sevk
47
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 17:
Sarı Süleyman
Paşa’ya Ait
Kitabe.
Fotoğraf:
Abdullah
Güllüoğlu.
edenin ne olduğu hala açık değildir. Süleyman Paşa’nın faaliyetlerinin kurnazca, davranışlarının düşüncesizce, konuşmasının iki yüzlü,
eylemlerinin kışkırtıcı, hile ve yalanda eşsiz, aldatmada zamanının
Musaylime’si olduğunu yazar.69 Danişmend bu cümleyi alır ve onun
korkak ve ahlaksız olduğunu ekler.70 Şemseddin Sami onu korkak
ve ehliyetsiz, yalancı ve hileci bir adam71 diye niteler, İbrahim Hakkı
Konyalı da onun sözlerini tekrar eder.72 Burada bir adam açıkça tarihi akıbetine bakılarak sorgusuz sualsiz yargılanmaktadır.
1682-1684 yılları arasında Osmanlı başkentinde bulunan Balyos Giambattista Donado’nun görüşü ise farklıdır. Kendisi görevinin
bitiş raporunda Osmanlı sarayında bulunan önde gelen devlet adamlarını tasvir ederek Venedik Senatosu’na tanıtıyordu. Tam o dönemde
ve henüz Süleyman Paşa’nın acı sonunu bilmeden 20 Ağustos 1684’te
Meclis’in önünde şöyle diyordu: “Bu Süleyman halk tarafından, askerler tarafından ve ulema tarafından, bütün dünya tarafından olduğu
gibi olağanüstü derecede sevilmektedir.” Ve her ne kadar asker olarak
olmasa da, onun Bosnalı doğası ve hoşgörüsü, onun yüce ruhlu oluşu ve diğer iyi yönleri övülmekte; son derece sabırlı ve çalışkan olup
yönetme yeteneğinin olduğu belirtilmektedir. Süleyman Paşa’nın
69 Osmanzade, Hadikat ül-vüzera, 112: Evzâ’ı rûbehâne, etvârı eblehâne, güftârı
nifâk-âmiz, reftârı fitne-engiz, ve gadr-ü-hilede yegâne ve kizb-ü dâruğ ile
Müseyleme-i zamâne.
70 Danişmend, Osmanlı Devlet Erkânı, 45.
71 Şemseddin Sami, Kamus ul-A‘lâm, IV, 2619.
72 Konyalı, Üsküdar Tarihi, I, 279-280.
48
BAVYERA VE İSTANBUL’DA İZLERİ OLAN
BİR OSMANLI SADRIAZAMI: SARI SÜLEYMAN PAŞA
Sultanın yanında Venedik’le ilgili meselelerde sadrıazam Kara Mustafa Paşa’ya karşı kendisine destek verdiğini de söylemektedir.73
Paşa’nın sonunu bilen Silahdar ise onu farklı yönleriyle ele alır.
Onun kurnazlığıyla meşhur, ilaveten açgözlü ve pinti olduğunu, hile
ve aldatmayla sadrıazamlığa geldiğini ifade eder.74 Defterdar tarihinde Süleyman Paşa’nın mirahorluk zamanından bir hikâye anlatılmaktadır. Bu hikaye Sülayman Paşa’nın malî tavrı ve tutumu hakkında bize biraz fikir vermektedir.75 Uşakizade de76 onu kurnaz ve zeki
olarak tanımlar, Cantemir onu bu açıdan kurnaz Odysseus’a77 benzetir. Kurnazlık ve hile onun tabiatının belirgin özellikleri olmuştur.
Berlin’de bulunan anonim bir Osmanlı tarihinin müellifi onu
çok yakınından tanıyan biri olarak tasvir eder. O bu kişinin şahsi
özelliklerini tanır, onu Boşnakça konuşmaya meyilli, kati-vafir mala
na’il ve mütelaşi biri olarak görür. Çoğu zamanlarını mektuplara
derkenar yazmakla geçirir.78 Münih’te bulunan mektup bu tespitleri
teyit eden bir örnektir.
Ailesinin ve yakınlarının bakış açısını bahsettiğimiz kitabe
yansıtır. Bunlar onun düşüşünün tek nedenini iyi düşüncelerle Eğri
(bu gün Eger, Macaristan) kalesini asker ve malzemeyle güçlendirme
niyetine karşı gelen ordu olarak görürler. Onu haklı bulurlar ve şöyle
değerlendirirler: Bu müşfik, hilim ve insafıyle bilinen vezir bî-güneh
gitdi cihandan.79
73 Donado, “Relazione”, 317.
74 Silahdar, Tarih, II, 294.
75 Defterdar, Zübde, 120.
76 ‘Ušâqîzâde’s Lebensbeschreibungen berühmter Gelehrter und Gottesmänner des
Osmanischen Reiches im 17. Jahrhundert (Zeyl-i Šaqâ’iq). Herausgegeben und
eingeleitet von Hans Joachim Kissling. Wiesbaden 1965, s. 617-618.
77 Cantemir, The History of the Growth and Decay, 317 not 70 [doğrusu 66].
78 Anonim Osmanlı Tarihi (1099-1116/1688-1704). Hazırlayan Abdülkadir Özcan.
Ankara 2000, s. 1, Faksimile fol. 1b: ekser evkâtı mektub kenarı yazmağla geçüb,
bir maddeyi kâtibi tafsîl üzere yazdıkdan sonra kendüsü dahi fenâca yazusiyle
bir dahi der-kenâr ve bir kîseye on onbir mektûb kâime vaz’ olunduğu manzûr-ı
sıgâr ü kibâr olurdu.
79 Haskan, Yüzyıllar Boyunca Üsküdar, I, 344; Ayvansarayî, Mecmuâ-i Tevârih,
137-138.
49
OSMANLI İSTANBULU III
Sarı Süleyman Paşa’nın kişisel çevresi hakkında pek bilgi sahibi değiliz. Kızı Fatma’nın onun camisi haziresinde medfun olduğunu
biliyoruz. Mehmed Süreyya onun bir oğlundan söz ediyor. Bu kişi
1706’da vakfın “evlad-ı vâkıfdan meşrutiyet üzere mütevelli”si olan
Yusuf Bey olsa gerektir.80 Ayrıca kızı Fatma’nın cami avlusunda bulunan 1708 tarihli mezar taşı kitabesinde “Süleymanpaşazade Yusuf
Bey” anılmaktadır.81 Süleyman Paşa’nın camisinin avlusunda başka
Süleymanpaşazade’ler ve bunların çocukları da medfundur; bunlar
muhtemelen Sarı Süleyman Paşa’nın torunları ve torunlarının çocuklarıdır. Mirasçılarını gösteren bir tereke defteri bizi bu konuda
aydınlatabilirdi, ancak böyle bir tereke defteri henüz bulunamamıştır.
Köprülü ailesiyle ilişkisi olduğunu biliyoruz. Amcazade Hüseyin Paşa’nın zevcesi Emine’nin ve [iki?] kızının camideki mezar taşlarından
anlaşıldığı kadarıyla aile ilişkileri hamisi Köprülü Ahmed Paşa’nın
vefatından sonra da devam etmiştir. Hersekli hemşehrisi Kaymakam
Recep Paşa da onun yakın çevresindendir ve onunla birlikte gözden
düşüp idam edilerek bu caminin haziresine defnedilmiştir. Süleyman
Paşa, başka bir Boşnağı Kamaniçe Muhafızlağına getirmiştir; başka
bir Köprülü olan Mustafa Paşa›yı Boğaz Hisar Muhafızı yapmıştır.
Bu yerlerin ikisi de güvenilir kişilerle emniyet altına alınması gereken, nevraljik hassas noktalardı. Öyle görünüyor ki, Boşnaklarla
Köprülüler arasında iyi bağ(lantı)lar bulunmaktaydı.
Sarı Süleyman Paşa, büyük sadrıazamlardan değildi. İki yıla
yaklaşan görev süresi, onun büyük bir sadrıazam olmasına yetemezdi. Yeteneksiz biri değildi, yoksa Köprülüzade Ahmed Paşa onu asla
kethüdası yapmazdı. IV. Mehmed’in güvenini kazandı ve onun tarafından destekleniyordu. Dostları olduğu gibi, kendisini kıskananlar
da vardı. Tamahkârane bir şekilde edindiği servetinin bir kısmıyla
bir vakıf kurmuştur. Vakıf şartları onun niyeti hakkında bize ipuçları verebilirdi. Fakat vakfiyeyi şimdiye kadar inceleme imkânı bulamadım. Polonya Kralına karşı serdar olarak başarılı oldu. Sadrıazam
olarak yürüttüğü sıkı sefer hazırlıkları övülmekte. Askeri kabiliyeti
rakibi tarafından da kabul edilir. Ama nihayetinde iç siyaset ve askeri
80 BOA, D. 04550.0001.00 [T.K.S. Müzesi No. 4550]
81 Haskan, Yüzyıllar Boyunca Üsküdar, I, 346.
50
BAVYERA VE İSTANBUL’DA İZLERİ OLAN
BİR OSMANLI SADRIAZAMI: SARI SÜLEYMAN PAŞA
bakımdan son derece kritik bir zamanda bizzat kendisinin büyüttüğü ümitleri sadrıazam ve serdar olarak boşa çıkardı.
Savaş, zafer veya mağlubiyet artık hiçbiri önem taşımamaktadır. Bu gün, üç yüz yıl sonra, İstanbul’da olduğu gibi Bavyera’da
da Sarı Süleyman Paşa’dan ve faaliyetlerinden kısmen başarısız olması sebebiyle de hala somut izler bulunmaktadır. Onun dışında 19.
Yüzyıla kadar bu şekilde izler bırakmış başka bir Osmanlı sadrazamı
yoktur. Geriye bizlere hitap eden, barışçıl ve kültürel izler kalmıştır:
Bir mektup, birkaç defter, bir çadır, dört tablo, bir camii, bir kitabe
ve bir mezar taşı.
51
15.-18. Yüzyıllarda İstanbul
ve Kafkasya İskeleleri Arasında Deniz Ticareti:
Tâcirler, Gemiciler, Köylüler
Sadık Müfit Bilge
Araştırmacı
I. Giriş
Bugün tarihçiler genellikle Osmanlı iktisadî dünya görüşünün
ilk defa Mehmet Genç’in ortaya attığı şekilde “fiskalizm”, “gelenekçilik” ve “iaşecilik” olmak üzere üç ilkeye dayandığını kabul ederler.
İaşecilik en genel anlamı ile “devletin ve toplumun ihtiyacı olan malları olabildiğince ucuz, kaliteli ve bol temin etmektir.”1
Eski Konstantinopolis’in denize bakan ucunda yer alan Topkapı Sarayı’nda oturan, Osmanlı topraklarının 15. ve 16. yüzyıllarda
genişlemesi ile Sultânü’l-Berreyn ve’l Hakânü’l-Bahreyn (İki karanın
-Anadolu, Rumeli- sultanı ve iki denizin- Akdeniz, Karadeniz- hakanı) olarak anılmaya başlayan padişahların ve Osmanlı idarecilerinin
yüzyıllar boyunca en önemli öncelikleri; 16. yüzyılda 400.000 ile 18.
yüzyılda 700.000 arasında nüfusun yaşadığı, bir Fransız tarihçinin
“şişkin göbekli başkent” (capital-ventre) olarak tanımladığı2 payitahtın
1 Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi, İstanbul 2010,
s. 47, 69.
2 Robert Mantran, Istanbul dans la seconde moitié du XVIIe siècle. Essai d’histoire
53
OSMANLI İSTANBULU III
beslenmesi, köylü açlıktan kıvranırken her gün yüzlerce kile buğday
ve un kullanan (17. yüzyılın ilk çeyreğinde İstanbul’un toplam ihtiyacının % 2,3’ü3), yüzlerce koyun (İstanbul’da tüketilen koyunun %
3,3’ü4) ve binlerce tavuk yutan, fıçılarla tereyağı ve bal, yüklerle meyve
ve sebze tüketen, mangalına bir avuç kömür, ocağına iki dal odun
koymaktan aciz bir halk karakıştan titrerken,5 büyük kazanların altına yüzlerce araba yakacak döken sarayın doymak bilmez taleplerini
karşılamak ve o çağda dünyanın en büyük askerî gücü olan ordunun
ve donanmanın beslenmesiydi.
institutionelle économique et sociale. Paris 1962, Türkçe çeviride “mide-kent”. 17.
Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul (çev. Mehmet Ali Kılıçbay-Enver Özcan),
C. 1, Ankara 1986, s. 173.
3 Arif Bilgin, Osmanlı Saray Mutfağı (1453-650), İstanbul 2004, s. 181.
4 Mantran, a.g.e., s. 182.
5 Halkın yaşadığı sıkıntılara ilişkin kaynaklara geçmiş çok sayıda örnekten
bazıları: 1560 yılında Karadeniz’in kuzeyinde şiddetli kuraklıktan dolayı Azak,
Eflâk, Özi ve Boğdan’da zahire kıtlığı ve açlık yaşanmıştı. 1564 yılında Anadolu’da büyük kıtlık olmuş, Çeşme’den İstanbul’a yollanan bir arzda belirtildiği
üzere halkın açlıktan “ot otladıkları” ifade edilmişti. “Seferler zuhurundan ve
inkıta-i matardan (yağmursuzluktan) ekin ekilmeyip ve ekilen dahi bitmeyip..
cümle memâliki İslam’da kath-ı azim vâki olup… Anadolu’nun bazı yerlerinde
mazı ve ayrık kökü ve ceviz kabuğu öğütüp yemekle ekserî helak olduğu hadd-i
tevâtüre vardığı” [Silahdar Tarihi, II, İstanbul 1928, s. 243]; “Hatta Bolu tarafında iki aya ziyade etmeksiz geçinip ot otladıkları menkûldür” [Solakzâde Tarihi,
İstanbul 1297, s. 318]. Osmanzâde Tâib Ahmed, odun, kömür, arpa, ekmek, yağ
gibi ihtiyaç maddelerinin kıtlığını ve pahalılığını abartılı ancak gerçeğe uygun
anlatır.
Etme ahvâl-i halkı istifsâr/Nakl idersem keder verir zirâ,
Çıkdı âteş bahâsına heyzüm/Satılur dirhem ile ‘ûd- âsâ,
Cilveger micmer-i tesâvide/Kara günlükle amber-i sarâ,
Yâ kömür şöyle kim gubârı dahi/Tûtya oldu dîdeye hâlâ,
Revgan-ı dil erimede şeb ü rûz/Mum deyu şem’a-veş yanup fukarâ,
Revgan-ı sâde iştirâsı muhal/Ki bahasına etmez akça vefâ,
Ser-i dervişde bir külah görse/Bal kabağı sanup kapar gurebâ,
Cümle eşya bahâdadır şimdi/ Sirkeden gayrı yok rahîz aslâ,
Koltuğunda somun sanup sevinir/Bir fakir olsa müptelâ-yı vebâ,
Her taraftan zahire gelmekde/Pür sefâin ile leb-i deryâ,
Yok mahâzinde yer ayak basacak/Öyle memlû zehâyir ü eşyâ.
54
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
Resim 1.
Karadeniz
haritası
(17. Yüzyıl)
Bin yıl boyunca Πόντος Εύξεινος/Pontos Euxeinos (Karadeniz)
bölgesinin kaynaklarını doymak bilmez başkenti Konstantinopolis’in
iâşesinin temini için kullanan Bizans, Karadeniz’i 12. yüzyıla kadar
yabancı gemilere ve tâcirlere açmamış, Karadeniz’de ticaret ve ulaşım
Bizanslı gemici ve tâcirler tarafından gerçekleştirilmişti. Bu durum
1204’teki Latin işgali ile son bulmuş, Konstantinopolis’in 1261’de Latin işgalinden kurtarılmasından sonra da Karadeniz’de ticaret yapma
imtiyazı Venedik ve Ceneviz’e verilmişti. 1453’ten sonra Bizans’ın
emperyal siyasetlerini devralan Osmanlılar Karadeniz’in yabancı
gemilere ve tâcirlere kapalılığı uygulamasını6 18. yüzyılın sonlarına
kadar devam ettirdiler.7 Karadeniz’de (Resim 1) ticaret 1774 yılına
kadar sadece Osmanlı tekneleri ile yapıldı.
6 Karadeniz’in kapalı statüsü hakkında bkz. Halil İnalcık, “The Question of
the Closing of the Black Sea under the Ottomans”, Arkheion Pontou, Vol. 35
(1979), s. 74-110.
7 Konu hakkında en önemli çağdaş değerlendirmeler; Claude C. Peyssonel,
Traité sur le commerce dans la Mer Noire, s. Vol. I-II, Paris 1755-1787; J. Jepson
Oddy, European Commerce, Shewing New and Secure Channels of Trade with
the Continent of Europe, Philadelphia 1807; Henry A.S. Dearborn, A Memoir
on the Commerce and Navigation of the Black Sea, and the Trade and Maritime
Geography of Turkey and Egypt, Vol. I-II, Boston 1819.
55
OSMANLI İSTANBULU III
Bir başka Fransız tarihçi Karadeniz’i “İstanbul’un özel avlanma
sahası” ve “önemli bir ekonomik alan” olarak tanımlar.8 Karadeniz ve
civarındaki bölgeler, nehirler ve kervan yollarıyla Asya bozkırlarına
ve Orta Avrupa’ya irtibatlıydı. Karadeniz’in civarındaki bölgeler; Balkanlar (Batı), Kırım ve Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlar (Kuzey),
Anadolu (Güney) ve Kafkasya (Doğu) idi.9 Hem payitahtın hem
de Osmanlı sarayı ve ordusunun ihtiyaç duyduğu köleler, halkın temel gıdası ekmeğin hammaddesi olan tahıl, tereyağı, iç yağı, bal, bal
mumu, kereste, odun, yün, deri, post ve kürkler, tuzlanmış et, tuzlanmış ve kurutulmuş balık ve havyar bu bölgelerden temin ediliyordu.
II. Deniz Taşımacılığının Avantaj ve Zorlukları
Deniz taşımacılığının en büyük avantajı karada yapılan kervan
taşımacılığa göre çok daha ucuz ve çok daha hızlı olmasıydı. 16.–18.
yüzyıllarda İstanbul’dan deniz yoluyla Trabzon’a 7–8, Azak’a 15–25,10
Kefe’ye 10–15,11 Soğucak’a 20 günde12 gidilir, Azak’tan Trabzon’a
deniz yolculuğu 10 gün,13 Samsun’dan Anapa’ya yolculuk 20 gün sürerdi.14
Deniz taşımacılığı yerel mübadele için de önemliydi. Tekneleri yapanların aynı zamanda malları teknelere yüklediği, onlarla
seyrettiği ve malların mübadelesini yaptığı mikro-ölçekli bir kıyı
8 Fernand Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası (çev. Mehmet Ali Kılıçbay),
İstanbul 1989, I, 59.
9 Carl Max Kortepeter, “Ottoman Imperial Policy and Economy of the Black
Sea Region in the Sixteenth Century”, The Ottoman Turks: Nomad Kingdom
to World Empire, İstanbul 1991 içinde, s. 80.
10 Alexandre Benningsen-Chantal Lemercier-Quelquejay, “Les marchands de
la cour ottomane et le commerce des fourrures moscovites dans la seconde
moitie du XVIe siécle”, Cahiers du monde russe et sovietique, Vol. 11/3 (1970), s.
372.
11 Alan Fisher, “Muscovy and the Black Sea Slave Trade”, A Precarious Balance:
Conflict, Trade and Diplomacy on the Russian-Ottoman Frontier, İstanbul 1999, 36.
12 BOA. D.BŞM No. 6851/54.
13 BOA. MAD No. 10314, 382.
14 BOA. D.BŞM No. 7108/133.
56
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
taşımacılığının eskiçağlardan itibaren mevcut olduğu Karadeniz,
Osmanlı döneminde kıyısındaki limanların birbirinin ihtiyaçlarını
karşıladığı bir iç ticaret bölgesi ve iç ticaret merkezi oldu. Şehirleri
tanımayan Kuzeybatı Kafkasya’da yüzlerce yerel tekne ve çok sayıda
kıyı denizcisi ile Osmanlı topraklarından gelerek buralara yerleşen
kimseler sahip oldukları teknelerle kırsalda yetişen ürünleri İstanbul
ve Anadolu’daki iskelelere, Osmanlı ülkesinden aldıkları malları ise
Kuzeybatı Kafkasya’daki iskelelere taşıyorlardı. Bu kişilerin bazıları
bölgenin en zengin insanları idiler.15 Denizde hem yatırılan paralar
hem de elde edilen kazançlar yüksekti.
Ancak deniz taşımacılığı tabiat şartlarına fazlasıyla bağlıydı.
Karadeniz’in dalgalı, hırçın ve karanlık suları yılın her ayında ulaşıma müsait değildi. Karadeniz Aralık’tan Mart’a kadar süren kış
mevsiminde denizciliğe kapalıydı. Ticaret gemileri “deryânın vakti
ve mevsimi geldiğinde yelken açmak üzere” kış aylarında limanlara
çekilirlerdi. Mevsim-i Deryâ nevrûzda (21 Mart) başlar, rûz-ı kasıma
(25 Kasım) kadar sürerdi. Ticarî gemiler Aya Yorgi günü (23 Nisan)
sonrası denize açılırlar, Aya Dimitri günü (8 Kasım) limana dönerlerdi.16 Kıyı denizciliğine de yılın birkaç ayında elverişli olan Karadeniz’de, gemilerin baharda bile olumsuz hava şartları nedeni ile iskelelere sığındıkları17 ya da kimi yaz günlerinde rüzgârsızlık yüzünden
iskelelerde uygun rüzgârı bekledikleri olurdu.
Her mevsim ortaya çıkan ve sık tekrarlanan fırtınalar, kısa
aralıklı ve ardı ardına gelen sert dalgalar ve sarp kıyılarla, bunların
neden olduğu deniz kazaları, Çerkes, Abaza ve Megrelli korsanların
saldırıları da denizci ve tâcirlerin mâruz kaldığı tehlikelerdi.18 Deniz
kazalarının birçoğu da denizin yeterince tanınmaması ve denizcilerin
yetersizliğinden kaynaklanıyordu.19
15 James S. Bell, Çerkesya’dan Savaş Mektupları (çev. Sedat Özden), İstanbul
1998, 245.
16 Jean Chardin, Chardin Seyahatnamesi İstanbul, Osmanlı Toprakları, Gürcistan,
Ermenistan, İran 1671-1673 (çev. Ayşe Meral), İstanbul 2014, 93-95.
17 BOA. Cevdet Bahriye No. 4887.
18 Örnek olarak bkz. BOA. Cevdet Bahriye No.4887.
19 Wolfgang Müller-Wiener, Bizans’tan Osmanlı’ya İstanbul Limanı (çev. Erol
Özbek), İstanbul 1998, 56.
57
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 2.
Sohum
Kalesi’nin
planı
(18. Yüzyıl)
III. Deniz Taşımacılığı ve Ticaretinin Organizasyonu
(İskeleler ve Gümrükler)
15.–18. yüzyıllarda uluslararası ve bölgesel deniz ticaretinin
kavşak noktalarından, Osmanlı Devleti’nin en kalabalık şehri, en büyük tüketim ve ticaret merkezi olan İstanbul ile Kafkasya’daki iskeleler arsında önemli bir deniz trafiği ve ticarî faaliyet mevcuttu.20 Os20 İstanbul’dan Kafkasya’ya yönelik deniz ticareti ve taşımacılığı hakkında bkz.
Braudel, a.g.e.; Alan Fisher, “Ottoman Sources for a Study of Kefe Vilayet:
The Maliyeden Műdevver Fond in the Başbakanlık Arşivi”, Between Russians,
Ottomans and Turks: Crimea and Crimean Tatars, İstanbul 1998 içinde; Halil
İnalcık, The Ottoman Empire, The Classical Age (1300–1600), London 1973;
Aynı yazar. Sources and Studies on the Ottoman Black Sea I. The Customs Register
of Caffa, 1487–1490, Harvard 1995; Aynı yazar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi I. Cilt: 1300–1600 (çev. Halil Berktay), İstanbul 2000;
Carl Max Kortepeter, “Ottoman Imperial Policy and Economy of the Black
Sea Region in the Sixteenth Century”, The Ottoman Turks: Nomad Kingdom
to World Empire, İstanbul 1991 içinde; Yücel Öztürk, Osmanlı Hâkimiyetinde
Kefe (1475-1600), Ankara 2000; Peyssonel, a.g.e.; Gilles Veinstein, “From the
58
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
manlılar mal tedarikine yönelik kurdukları sistemler (iskele, gümrük)
ve deniz taşımacılığının imkânlarını kullanarak, hem Kafkasya’nın
kaynaklarını hem de bu işlerde faaliyet gösteren tâcirleri, gemicileri
ve üretici köylüleri iâşecilik ilkesi ve imparatorluk amaçları doğrultusunda yönlendirmişlerdi.
III. 1. Kafkasya Kıyısındaki İskeleler
Trabzon Eyâleti’ne bağlı, bugün Gürcistan’da yer alan, birer
Osmanlı garnizonu bulunan Gönye ve Batum, Kafkasya’daki ilk iskelelerdi. Gönye ve Batum iskelelerinde dalgakıranlar ve ambarlar yoktu.
Megrel topraklarında Çako, Handere, Suri, Yavısa ve Zapçe iskeleleri
vardı. Faş (Rion) nehrinin Karadeniz’e döküldüğü yerde bulunan ve
bir Osmanlı garnizonunun da görev yaptığı Faş (günümüzde Poti) iskelesi de Trabzon Eyâleti’ne dâhildi. Bu iskeleden içerilere doğru Faş
nehri üzerinde teknelerin yüzmesine uygun olan yere kadar ulaşım
yapılırdı.21 Faş’ın 20 km. kuzeyindeki İskorya/ İskurça iskelesi 17. ve
18. yüzyıllarda önem kazandı.
İngur nehrinin Karadeniz’e döküldüğü yerden itibaren Abaza
iskeleleri başlardı. İskurça’nın 45 km. kuzeyinde bulunan stratejik öneme sahip Sohum’dan (Resim 2) Anapa’ya kadar Karadeniz sahilinde
Abaza iskelesi olarak 22 iskele vardı.22
Sohum bölgenin en önemli limanıydı. Sadece Abhazya’da değil
bütün Güney Kafkasya ve Kafkasya’nın Karadeniz kıyılarındaki en
güçlü Osmanlı müstahkem mevkilerinden olan Sohum Kalesi’nin
önünde yer alan liman, keşişleme, kıble ve lodos rüzgârlarının içeriye girmesi nedeniyle gemilerin kışın yatmasına uygun değildi. Hem
Abaza ve Megrelli hem de Türk, Rum ve Ermeni tâcirlere ait çok
sayıda dükkân, depo ve ticarethâne bulunan Sohum’da Abazalar, Çerkesler ve Megrellere yönelik deniz ticareti çok yoğun ve kârlıydı. Dar
Italians to the Ottomans: The Case of the Northern Black Sea Coast in the
Sixteenth Century”, Mediterranean Historical Review, Vol. 1/2 (December
1986).
21 Hayri Çapraz, Rusya Dış Ticaret Politikasında Güney Kafkasya (19. Yüzyıl),
Isparta 2012, 95.
22 BOA. HH No. 33888/A.
59
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 3.
19. yüzyılın
başlarında
Sohum
İskelesi
bir sokağın etrafında bulunan pazar yeri kalenin dışında yer alıyordu.
Burada meyhâneler de vardı.23
16. ve 17. yüzyıllarda Sohum limanı (Resim 3) üzerinden Abhazya ile ticaret yapan Osmanlı tüccarı ve limana sefer yapan gemiciler çok iyi örgütlenmişlerdi. Abazalarla yapılan ticarete dair fermânlar
doğrudan tâcirlere ve gemicilere yazılıyordu.24
Sohum’un 80 km. kuzeyinde Soğuksu iskelesi, buradan 30 km.
uzakta Bucunda iskelesi ve buradan 30 km. kuzeydeki Gagra iskelesi
küçük birer Osmanlı garnizonu bulunan, Osmanlı gümrük memurlarının görev yaptığı iskelelerdi. Abaza iskelelerinin en önemlileri
Trabzon’a 300 mil uzaklıkta, büyük ve işlek bir iskele olan, ancak
kıble ve gündoğusu rüzgârlarının çok sert esmesi nedeni ile gemilerin
kışlayamadığı Lakırba, gemilerin yaz kış kalabildiği işlek bir iskele
olan Laçığa, bağlı bahçeli bir köyün eteğinde kurulmuş gemilerin kışlayamadığı Çanda, gemilerin kış günleri de kalabildiği Keç, gemilerin
kışlayamadığı Arıt ve Layoş, Çerkeslerin de gelip ticaret yaptıkları
Sadşe, bir mescid ve iskele başında bir pazar yeri bulunan, ancak fazla
23 Feodor Feodoroviç Tornau, Bir Rus Subayının Kafkasya Anıları (çev. Keriman
Vurdem), Ankara 1999, 25–29; Minas Bıjiskyan, Karadeniz Kıyıları Tarih ve
Coğrafyası (1817–1819) (haz. Hrand Andreasyan), İstanbul 1969.
24 Faroqhi, a.g.e. 110.
60
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
işlek olmayan Kamış, işlek bir iskele olan Suça, köle ticareti yapılan
Cembe, Kefe, Kerç ve Taman’dan gemilerin geldiği, rüzgârlara açık
olduğundan dolayı gemilerin kışın yatamadığı Aşkalı, gemilerin yaz
kış kalabildiği Hardine/Soğuksu, Kefe ve Taman gemilerinin geldiği,
tahtadan yapılmış hasır örtülü mahzenler bulunan Kotası idi.25
Abhazya’daki iskelelere “yılda bir kere (Temmuz) her diyârın
gemileri, barut, kurşun, tüfenk, fişenk, ok ve yay, kılıç, kalkan, mızrak
ve gayrı alât-ı silah, eski pabuç, çuka-kenârı, gömleklik bez, boğası, ocak
demirleri, kazan, ocak içine kazan asacak demir zincir, tuz ve sabun” getirirler, karşılığında “değiş tokuş” ile “bâkireler ve gılmanlar, rûgân-ı şem,
asel-i şem, zerdevâ ve asel”,26 deri ve postlar, keten ve şimşir ağacı27
alırlardı.
Merkezi Sohum olmakla birlikte bütün Abhazya iskelelerinde
yapılan esir ticareti tavad-aamısta (= Abaza soyluları) sınıfının elindeydi. Hem Abazalar hem de Megrellerle yapılan ticaret en azından
16. yüzyılın son çeyreğinde önemli ölçüde kaçakçılığa dayanıyordu.28
Anapa’dan sonra Çerkes iskeleleri başlıyordu. Bu iskelelerin en
önemlileri her üçünde de Osmanlı kalelerinin bulunduğu; limanın
boğazı 5 mil olan, burunda keşişlemeden rüzgâr esmesine karşılık
2 mil boyunca çok derin olmayan, dibi kumlu, dört tarafını çevreleyen dağlarda tatlı su kaynakları ve kereste bulunan, yaz kış demir atmaya elverişli Soğucak, Temrük, Taman iskeleleri ve Venedik
döneminden kalma iskele, rıhtımlar, ambarlar, gümrük binası gibi
büyük ve iyi düzenlemiş ticarî yapılara sahip olan Azak liman ile
Öcereg, Açimsa, Gelincik, Pşat, Tuapse, Ahye, Gaş, Saşe (Soçi) ve
Hamış iskeleleri idi.
Azak, Taman ve Temrük elden çıkıncaya kadar (1737, 1774)
Kırım Yarımadası’ndaki Kefe ile birlikte Kuzey Kafkasya ve Karadeniz’in kuzeyindeki stepleri Karadeniz yoluyla İstanbul’a bağlayan en
25 Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme (Yay. Yücel Dağlı-Seyit Ali Kahraman, Robert
Dankoff ), İstanbul 2002, II, 59-60.
26 Evliyâ Çelebi, a.g.e. II, 60.
27 Chardin, a.g.e.108.
28 Suraiya Faroqhi, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler (çev. Neyyir Kalaycıoğlu),
İstanbul 1993, 108.
61
OSMANLI İSTANBULU III
önemli ticarî merkezlerdi.29 1774’ten sonra Osmanlıların Çerkeslerle
ticaretinde hayatî önem kazanan Anapa 1780’lerde sonra bölgedeki
en önemli liman ve ticaret merkezi hâline geldi. Bâb-ı Âli, İstanbul’dan giden gemiler ve tâcirlerin Soğucak ve Abaza iskelelerine çıkmayıp Anapa’ya çıkmalarını istiyordu.30 Çerkesler dış dünya ile ilişki
ve ticaretlerini sağlayan Anapa limanı üzerinden Osmanlı Devleti,
Rusya, İran ve Avrupa ile ticaret yaparlardı.31 18. yüzyılın son çeyreğinde Anapa’da 20 kereste deposu, 16 tahıl ambarı vardı. Kerestecilerin dükkânları ve depoları iskelenin yakınındaydı.
Soğucak’ın bir mil yakınındaki Gelincik Burnu denilen yerde
1782–1783’te Gelincik limanı yapıldı.32 Limanın inşâ edildiği yerin
konumu keşifle görevli Osmanlı memurlarının işlerini bildiklerini
ve bölgeyi iyi tanıdıklarını göstermektedir.33 Kuzeydoğusu ağaçsız
bir tepeler grubuyla, güneyi uçurum gibi dik kayalarla çevrili olan
Gelincik Koyu boyunca suyun dibi kumsal ve çamurlu olup, derinlik
koyun girişinden kıyıya yaklaştıkça azalırdı. Dağlardan denize esen
kuzey- doğu rüzgârı dışındaki rüzgârlar bu limana zarar veremezdi.
19. yüzyılda bölgeye gelen bir İngiliz, Çerkezistan kıyılarında Gelincik’ten daha iyi konuma sahip bir yer olmadığını yazar.34
Çerkesler, iskelelere gelen gemilerden pamuklu, ipekli ve yünlü kumaş, battaniye, keten bezi, boya, çivi, orak, tırpan, at koşumları, kılıç ve tüfek satın alırlar, Osmanlı tâcirleri de verilen ürünlerin
karşılığında her cinsten ve yaştan birbirine zincirlenmiş ya da ikişer
ikişer bağlanmış köleler, bal, balmumu, kereste, keçe, yün, deri, kürk
ve postlar ve at alırlardı.35
Megrel, Abhazya ve Çerkezistan’daki iskele-pazarların çoğu
kıyıdaki dar düzlüklere ve denize bakan dağlık arazilere ve dere
29 Öztürk, a.g.e. 509.
30 BOA. Cevdet Dâhiliye No. 1375.
31 Peyssonel, a.g.e. Vol. I, 275–289.
32 BOA. Cevdet Askeriye No.14677.
33 BOA. HH No. 1011/C.
34 Edmund Spencer, Türkiye, Rusya, Karadeniz ve Çerkezistan (çev. Dilek Cenkçiler), Ankara 2014, 267.
35 Chardin, a.g.e.106, 108, 135; Peyssonel, a.g.e. Vol. I-II, muhtelif yerler.
62
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
boylarına kurulu birkaç evden oluşan köylerdi. Bazı iskelelerin etrafında ise tek bir ev bile yoktu. Düzlükte birkaç dükkân, pazar yeri ve
küçük bir iskele bulunurdu. Her iskelenin belirli fonksiyonları vardı.
Kimi iskeleler gemilerin ihtiyacı olan hizmet ve ürünleri sağlar, kimi
iskeleler de bölgesel ve yerel ticarete hizmet ederlerdi. Pazar yeri, sazlardan ya da her iki tarafında birbirine bağlı dallardan inşâ edilmiş
küçük kulübelerin yer aldığı bir sokaktı. Tâcirler bu kulübelerde yatıp
kalkarlar, mallarını iki üç gün içinde buralarda satarlar, değiş-tokuş
ederler, köle tâcirleri ya da satıcılar tarafından getirilen köleler de bu
kulübelerde bir ateşin çevresinde otururlardı. Kara fazla emniyetli
olmadığından satın alınan mallar ve kölelerle, satılmayacak mallar
gemide bırakılırdı.36
Güvenliğin iyi olmadığı Çerkes iskelelerinde değiş-tokuş şöyle
yapılırdı. Geminin sandalı içindekiler silahlı şekilde kıyıya yakın bir
yere gider, sandalın durduğu yere kendilerine eşit sayıda Çerkes’in
yaklaşmasına izin verilir, iki taraf iyice yaklaştıktan sonra değiş-tokuş
yapmak istedikleri ürünleri birbirlerine gösterir, değiş tokuşun miktarına karar verir ve takası yaparlardı.
Kuzey Kafkasya, Dağıstan, Nogay ve Kalmuk toprakları, Kazan,
Astarhan ve Türkistan’dan çok sayıda kişi Osmanlı gemileri ile hacca
gitmek için iskelelere gelirler,37 gemiler ticaret yapmak, mevsimlik
ve sürekli bir iş aramak, yakınlarını ziyaret etmek isteyen insanları
Osmanlı limanlarına taşırdı. 18. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin ilgisi
İran ve Kafkasya’ya yönelince Sohum ve Anapa limanları ile diğer
iskelelerin önemi çok artmıştı.
Faş, Sohum ve Anapa dışındaki iskeleler yetersiz, ambarları bulunmayan, çoğu rüzgâra dalgakıranları olmadığından Karadeniz’in
fırtınalarına karşı gemilere yeterli ve tam bir koruma sağlamayan, hemen tamamen ahşaptan yapılmış iskelelerdi. İskelelerde ne yanaşılabilecek rıhtımlar, ne de yükleme boşaltma tesisleri vardı. Gemiler, bazı
36 Chardin, a.g.e., 134; Arthur Fonvill, Çerkesya Bağımsızlık Savaşı (çev. Murat
Papşu), İstanbul 2010, 29, 73.
37 Edouard Taitbout de Marigny, Şövalye Taitbout de Marigny’nin Çerkesya
Seyahatnamesi (1818-1823-1824) (çev. Aydın Osman Erkan), İstanbul 1996,
s. 110.
63
OSMANLI İSTANBULU III
iskelelerde doğrudan karaya yanaşarak yük ve yolcularını indirir, bazı
iskelelerde ise açığa demirler, yolcular ve yükler kayık ve mavnalarla
sahile taşınırdı.38 Pek çok iskelede mahzen denilen depolar ve gümrük vardı. İskeleleri hizmet sundukları iç bölgelere bağlayan yollar da
iyi durumda değildi. Daha kötüsü iskelelerin çoğunda böyle bir yol
yoktu. Bâb-ı Âli, yol ve liman gibi alt yapıların inşâsı ve onarımı ile
19. yüzyıla kadar hemen hiç ilgilenmedi.
III. 2. Kafkasya Kıyısındaki Gümrükler
ve Vergilendirme
Halefi oldukları Bizans İmparatorluğu gibi Osmanlılar da kıyı
ve sınır bölgelerini etraflarındaki yerleşimlerle birlikte büyük gümrük
bölgeleri hâlinde örgütlemişlerdi.39 Gümrüklerde tahsil edilen vergiler de mukâtaa hâline getirilmişti. Kırım Yarımadası ve Kafkasya’nın
Karadeniz kıyılarındaki Kefe, Kerç, Azak, Taman, Temrük, Anapa
gibi iskeleler, Karadeniz’deki dört gümrük bölgesinden biri olan Kefe
Gümrüğü’ne dâhildi.40 Kefe Gümrüğü de Kefe eyâletindeki tüm gelirleri bünyesinde toplayan ve bir nâzır tarafından idare edilen Kefe
Mukâtaası’na bağlıydı.41
Kefe Mukâtaası’nın gelirinden bölgedeki kale ve şehirlerde görevli askerlerle, imam, hatip, müezzin, müderris ve cami personelinin
maaşları, kale, köprü, cami ve diğer mirî binaların inşaat, bakım ve
tâmir masrafları, Kırım hanları, kalgayları ve Çerkes beylerinin salyâneleri gibi çeşitli masraflar karşılanıyordu.42 Faş, Batum ve Tevabii
İskeleleri Gümrüğü ise bazen malikâne olarak verilen ayrı bir gümrük
bölgesiydi.43
38 Mübahat S. Kütükoğlu, “Osmanlı İktisadî Yapısı”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi (ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), İstanbul 1994, s. 597.
39 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi: 1300–1600
(çev. Halil Berktay), İstanbul 2000, I, 244.
40 İnalcık, a.g.e., s. 246; Öztürk, a.g.e. 289.
41 Öztürk, a.g.e., s. 341.
42 Öztürk, a.g.e., s. 338.
43 BOA. Cevdet Maliye No. 26783.
64
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
Bâb-ı Âli, 1736–1739 arasında Rusya ile yapılan savaşın ardından İstanbul’un iâşe ihtiyacını karşılayabilmek için Kefe Gümrüğü’ne
bağlı iskelelerden başkente yönelik deniz ticaretini yeniden düzenledi.
Anılan iskelelerden İstanbul’a gönderilen tereyağı ve zahirenin alım
satımında narha uyulmasını ve malların kayıtlarının düzenli tutulmasını emretti.44
1780’lerde Anapa’da yeni bir iskele ve bir gümrükhâne inşâ
edilerek Anapa Gümrüğü Mukâtaası kuruldu. H. 1201 (1786/1787)
yılında 18.554 kuruşa ulaşan45 mukâtaanın gelirinden Anapa ve
Soğucak kalelerinde görevli askerlerle, imam, hatip, müezzin, müderris ve cami personelinin maaşları, anılan kalelerin inşaat, bakım
ve tâmir masrafları ile Çerkes beylerine yapılan ödemeler karşılanıyordu.
Gümrük teşkilâtı bulunan iskelelere İstanbul’dan bir iskele
gümrük emîni tayin edilir,46 onun emrinde gümrük kâtibi ve gümrük
hüddâmı görev yapar, iskelelerde resm-i gümrük ve diğer vergiler emîn,
mültezim, almacı denilen görevlilerce tahsil edilir, emîn ve mültezimlerin yanında kâtib ve teknelere binerek malları arayan ve gözden geçiren hizmetliler47 bulunurlardı. Vergiye tâbi olan malların bedelinin
% 1’i gümrük personeline aitti. Yakındaki kalenin dizdârı ve kethudâsı da iskelenin günlük işlerine bakarlardı. Bazı iskelelerde yeniçeri
birlikleri içerisinde bir liman reisi ağası vardı.48
Kefe Gümrüğü’ne dâhil iskelelerde resm-i gümrük 15. yüzyıl
sonlarından itibaren Müslüman ve gayrimüslim tüccardan malın
değeri üzerinden % 4,2 oranında alınırdı. İskelelere gelen gemiler
âdet-i liman adı altında 6–12 Kefevî akça vergi verir,49 16. yüzyılda
Azak, Taman ve Anapa iskelelerinde buğdayın çuvalından 3-4, arpa
44 BOA. MD No. 147, Hk., s. 882.
45 BOA. D.BŞM No. 6963/82.
46 BOA. MAD No. 10066, 48 [Anapa’ya bir gümrük emîni atandığı hakkında].
47 Chardin, a.g.e., s. 181.
48 BOA. Cevdet Askeriye No. 38557 [ Faş Kalesi yeniçerileri içindeki liman reisi
ağa hakkında].
49 Kefe Kanunnâmesi, Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki
Tahlilleri, İstanbul 1994, VI, 574.
65
OSMANLI İSTANBULU III
ve darının çuvalından 2–3,50 bir mofça dolusu undan 13, bir araba
dolusu bal, yağ ve peynirden 12 Kefevî akça, iskelelere gelen çeşitli
kumaşlar, darı, pirinç, nohut ve mercimekten 1000 Kefevî akçada 2
Kefevî akça, gemi ile gelen koyun başına 6, kuzu başına 3 Kefevî
akça tamga resmi, her attan bâc-ı esb adı altında 8 Kefevî akça vergi
alınırdı.51 İskelelerde tartılan balık ve havyardan kantar başına 2 Kefevî akça resm-i kantariye, satılan balık ve havyardan % 4,2 gümrük
vergisi alınıyordu.52 Azak iskelesine gelen gemilerden 40–100 Kefevî
akça, sandal diye geçen küçük teknelerden 20–25 Kefevî akça âdet-i
göke denilen bir vergi alınırdı.53 Şarabın fıçısından 332 akça (32 akça
alandan, 300 akça satandan) resm-i hamr, şarap taşıyan gemilerden
de büyüklüklerine göre 12–100 Kefevî akça arasında vergi alınır, aynı
gemi yıl içinde tekrar gelirse bu vergiyi ödemezdi. 54
1790’larda Anapa iskelesine gelen Müslüman tüccardan % 4
gayrimüslim tüccardan % 5 gümrük resmi,55 Anapa iskelesine yük
getiren gemilerden yükün miktarına göre 100–150 kuruş, İstanbul’a
yük götüren büyük gemilerden ise 300 kuruşa kadar vergi alınıyordu.56
Gümrük teşkilatı olmayan Abaza ve Çerkes iskelelerine gelen
ticaret gemilerinden alınan % 5 oranında vergiyi Abaza ve Çerkes
beyleri adına adamları toplarlardı. Bu verginin yarısı beylere aitti, diğer yarısı ise pazaryeri ve depo kurmak için çalışan görevlilere verilirdi.57 Megrel iskelelerinde vergileri ellerinde yay ve oklar tutan ‘vergi
memurları’ dadyan (= Megrel hükümdarı) adına tahsil ederlerdi.58
50 1750’lerde bir çuval un, 4 bessere (Kırım kilesi) ya da 85-90 okkaya eşitti. [Peyssonel, a.g.e. Muhtelif yerler.]
51 Kefe Kanunnâmesi, Akgündüz, a.g.e. VI, 574, 586, 589.
52 Kefe Kanunnâmesi, Akgündüz, a.g.e. VI, 588; Öztürk, a.g.e., s. 300-301.
53 Mihnea Berindei -Gilles Veinstein,“La présence ottomane au sud de la
Crimée et en mer d’Azov dans la première moitié du XVIe siècle”, Cahiers
du monde russe et sovietique, Vol. 20/3-4 (1979), 463, not 140.
54 Kefe Kanunnâmesi, Akgündüz, a.g.e., VI, 588.
55 BOA. Cevdet Maliye No. 2200.
56 BOA. HH No. 6715.
57 Marigny, a.g.e., s. 34.
58 Chardin, a.g.e., s. 134.
66
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
Çerkes iskelelerine tuz getiren her gemi taşıdığı miktarın %
3’ünü vermek zorundaydı. Bu tuz iskele yakında yaşayan ailelere, gemiyi kıyıya çekmek ve alış veriş için gelen insanları ağırlamak için
yaptıkları masrafların karşılığı olarak dağıtılırdı.59
III. 3. İstanbul
Haliç’in her iki yakasında, Sur içi İstanbul’un kuzeyinde Sarayburnu’ndan Balat’a kadar uzanan sahilde ve Galata’da birçok iskele
vardı.60 Gemiler Haliç’e akıntı sayesinde küreğe ve yelkene ihtiyaç
duymadan kolaylıkla girebilir, iskelelere rahatça baştan yanaşabilir
ve karaya atılan bir kalasla kolayca yükleme boşaltma yapabilirlerdi.61 Ülke içi deniz taşımacılığı yapan Müslüman ve Rum gemiciler
tarafından kullanılan, İstanbul ve Galata tepeleri tarafından çevrelendiklerinden dolayı kuzey ve güney rüzgârlarından korunan, şehrin
tam ortasında ve sarayın çok yakınında yer alan söz konusu iskelelere
Karadeniz’den her türlü yiyecek ve ham madde ulaşmaktaydı.
Meydan iskelesi ve Eminönü iskelesi trafiğin en büyük bölümüne sahipti. İstanbul gümrüğü, gümrük ambarları, devlete ve
tâcirlere ait depolar Eminönü’nde Gümrük Meydanı’nda eski deniz surlarının önündeydi. Mallar burada gemilerden boşaltılır veya
gemilere yüklenir, gümrük emîni (Resim 4) ve pençik emini burada
oturur, ilki mal, ikincisi esir ticaretine nezâret ederdi. Kurutulmuş ve
tuzlanmış balık, havyar, tereyağı ve bal fıçıları, kumaş topları, deri ve
post yığınları ile dolu Eminönü meydanı, tâcirler, simsarlar, görevliler,
59 Bell, a.g.e., s. 344.
60 İstanbul limanı hakkında bkz. Wolfgang Müller-Wiener, Bizans’tan Osmanlı’ya İstanbul Limanı (çev. Erol Özbek), İstanbul 1998. İstanbul’daki iskelelerin
17. yüzyıla ait bir anlatımı için bkz. Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul
Tarihi, XVII, Asırda İstanbul (çev. Hrand D. Andreasyan) (Yeni notlarla yayıma hazırlayan: Kevork Pamukciyan), İstanbul 1988, 14 vd. 18 yüzyıla ait bir
anlatımı için bkz. Sarkis Sarraf Hovhannesyan, Payitaht İstanbul’un Tarihçesi
(çev. Elmon Hançer), İstanbul 1996, s. 15 vd.
61 Philippe du Fresne-Canaye, Fresne-Canaye Seyahatnamesi 1573 (çev. Teoman
Tunçdoğan), İstanbul 2007, 74; Petrus Gyllius, İstanbul Boğazı (çev. Erendiz
Özbayoğlu), İstanbul 2000, s. 54.
67
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 4.
Yahudi
Gümrük
Emîni
(18. Yüzyıl)
gemiciler ve gelen-geçenlerle çok kalabalıktı. Saraya getirilen odun
ve kereste Meydan iskelesine boşaltılır ve depolanır, bu işle odun emini ilgilenirdi. Odun iskelesi/Odunkapısı iskelesi, Tersane-i âmire ve
inşaatlarda kullanılmak üzere getirilmiş ağaçlar, kütükler ve tahta istifleriyle dolu olurdu.
Yaz kış İstanbul’a gelen buğday yüklü gemilerin yükleri, gemilerin 3-4 sıra hâlinde dizildiği Unkapanı (Kapan-ı dakīk) iskelesine
boşaltılır, buğday unkapanı naibi ve ekmekçiler kethüdâsı nezâretinde
saraya, imaretlere, fırıncılara ve değirmencilere dağıtılırdı. Arpa yüklü
gemiler İhtisab iskelesine yanaşmak ve yüklerini buraya boşaltmak
zorundaydılar. Arpanın dağıtımı ile arpa emini ilgilenirdi. Hububatın
68
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
bakkallara dağıtılmasına muhtesib nezâret ederdi. Saray ve ordu için
getirilen buğday, arpa ve un ise Bahçekapı ve Galata iskelelerindeki
mirî depolara konulurdu.
Galata’daki Yağkapanı iskelesi veya Yağ iskelesi isminden de
anlaşılacağı üzere İstanbul’a getirilen yağların indirilmek ve tartılmak
zorunda olduğu iskeleydi.62 Karadeniz’den İstanbul’a gelen sadeyağ,
tereyağı, don yağı, peynir, bal, balmumu ve keten yüklü gemiler yüklerini Yağkapanı iskelesine, bal fıçılarının çokluğundan yolları güçlükle
geçilebilen63 Eminönü’ndeki Balkapanı iskelesine, etrafında keresteci
depoları ve dükkânlarının sıralandığı Odunkapısı iskelesi ile Mumhane iskelesine boşaltırlardı. Sarayda yenilen yiyeceklerin hazırlandığı
matbah-ı âmire için satın alınan gıda maddelerinin temin edildiği
yerlerin başında da Balkapanı, Yağkapanı, Unkapanı gibi limandaki
kapanlar gelirdi.
İstanbul’a gelen tuzlu balık, balık yağı ve havyar yüklü gemiler
yüklerini Unkapanı yakınında, balıkhânenin de bulunduğu İstanbul
Balıkpazarı/Eski Balıkpazarı ve 17. yüzyılda yeni bir balıkhâne inşa
edilen -ki bu balıkhâne 1735’ten sonra İstanbul›un tek balıkhanesi
oldu- Galata Balıkpazarı iskelelerine boşaltırlar, bu ürünler burada
oturan ve genellikle Yahudi olan balıkhâne emîni ile balıkçılar bölükbaşısı, İstanbul ve Galata havyarcılar kethüdası nezâretinde çoğu
Rum olan esnafa dağıtılır, deri, kürk ve post yüklü gemilerin yükleri
Yağkapanı ve Kürkçükapısı iskelelerine boşaltılır, kürkler kürkçübaşı
nezâretinde kürkçü esnafına dağıtılır, Karadeniz’den gelen gön, 16.
yüzyılın ortalarından itibaren Rüstem Paşa Vakfı’na ait kervansarayda
(Kurşunlu Han) yer alan mahzenlerde toplanır ve esnafa dağıtılırdı.64
İskelelere gelen bütün mallardan gümrük emini emrindeki hizmetliler tarafından gümrük resmi, iskelelerde tartılan mallardan kantariye resmi, muhtesib tarafından ihtisab resmi ve malların gemilerden
indirilmesi ve taşınmasını yapan hamalların sorumlusu olan hamallar
kethüdâsı tarafından hamaliye resmi tahsil edilirdi.
62 Galata Şeriyye Sicili No. 21, 170/4’ten Kerim İlker Bulunur, Osmanlı Galatası
(1453-1699), İstanbul 2014, s. 84.
63 Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme (Yay. Orhan Şaik Gökyay), İstanbul 1995, I, 262.
64 Galata Şeriyye Sicili No. 11, 229/2’den Bulunur, a.g.e., s. 99, not. 166.
69
OSMANLI İSTANBULU III
IV. Deniz Taşımacılığında Kullanılan Gemiler
ve Gemiciler
IV. 1. Gemiler
Kafkasya’daki iskelelere yük taşımacılığında kalite, kalyon, yarım
güverteli, üç yelkenli gemiler olan karamürsel, brik, üstü açık, kayık,
volik, üç direkli, mavna, filika, küçük ve hızlı bir gemi olan kırlangıç,
yük gemisi olan çekeleve gibi büyükleri 13-22 metre, orta boyları 9-16
metre, küçükleri 6-12 metre boyunda olan kürekli (çekdiri) ya da
hem kürekli hem yelkenli, tek ya da iki direkli gemilerle, nehirlerde
de kullanılan altı düz ve enli şayka denilen tekneler yer alıyorlardı. 18.
yüzyıl sonlarında ve 19. yüzyılın ilk çeyreğinde brik türünden olan,
iki-üç direkli şehtiye (Resim 5) denilen gemiler Karadeniz ticaretinde
daha fazla yer aldılar.
Bâb-ı Âli’nin gemiciler ve tâcirler tarafından inşa ettirilen ticaret gemileri üzerinde sıkı denetimi bulunmaktaydı. Donanma için
gemi yapılması gereken savaş dönemlerinde gemi inşâ malzemesi ile
personelinin yalnız savaş gemileri için kullanılmasını sağlamak amacıyla ticaret gemilerinin inşâsını yasaklayan devlet,65 yapılacak ticaret
gemilerinin tür ve boyutlarına ilişkin emirler çıkartarak, üç direkli,
şayka, beş çifte, çektirme gibi gövdeleri ve aletleri Karadeniz’in şiddetli rüzgârlarına ve sık kopan fırtınalarına mukavemet edemeyecek
kadar dayanıksız ya da tonajı küçük gemi türlerinin inşa edilmesini
yasaklar ve bu emirlerin uygulanmasını takip ederdi.66
Karadeniz’de gemi inşâ teknolojisinde Ortaçağ’dan 19. yüzyıla
kadar önemli bir değişiklik olmadığını söylemek mümkündür. Türk,
Rum, Abaza, Laz ve Megrelli gemiciler, iskeleler arasında melekse ve
65 Mehmet Ali Ünal, “XVI.-XVIII. Yüzyıllarda Sinop Tersanesi”, XIV. Türk
Tarih Kongresi, Ankara 2005, 921.
66 BOA. Cevdet Bahriye, No. 11496; No. 3842; No.850; No.12065; BOA. Cevdet
Belediye, No.3103. Bu referanslar Şenay Özdemir Gümüş,“Osmanlı Devleti’nin Karadeniz’de Ticaret Gemisi İnşa Politikası (1783-1824)”, Kafkas
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 9 (Bahar 2012), 68, 70,
not. 18, 20, 29, 30’dan alınmıştır. Yusuf Alperen Aydın, Sultanın Kalyonları,
Osmanlı Donanmasının Yelkenli Savaş Gemileri (1701-1770), İstanbul 2011,
s. 140-141.
70
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
Resim 5.
Rum
tüccarlara ait
Karadeniz’de
hububat
taşıyan 400
tonluk bir
şehtiye
(1806)
kayık denen Karadeniz’e has 100 tonu nadiren aşan küçük tekneler
kullanırlardı.
Belgelerde meleksile, meneksile diye de geçen melekse, küçük
yelkenli gemilerdendi. Çoruh nehri kıyısında yetişen kaba kavak
ağaçlarından yapılan ve özellikle kış aylarında kullanılan melekseler,
üç parçadan oluşur, etrafı kalın kamış ve hasır sazla örülürdü. Kamış
ve hasır sazların dalgaların içine girmesini engellediği bu tekneler
Karadeniz’in fırtınalarına dayanıklıydılar.67 Melekselerin bir görevi
de kıyıya yanaşamayıp açıkta demirleyen gemilerdeki malların kıyıya
taşınmasıydı.68 Belgelerde sefine olarak geçen 20 arşından (= 13,6
m.) büyük melekseler 334 kantar, kayık olarak söz edilen 20 arşından
daha küçük olan melekseler 1800 kile hububat taşıyabilirdi.69 Kayık
tabir olunan melekselerde bir dümenci, dört kürekçi ve 10 çekenci
olmak üzere 15 mürettebat görev yapardı.70
67 Evliyâ Çelebi, a.g.e., II, 56.
68 Necmettin Aygün, Onsekizinci Yüzyılda Trabzon’da Ticaret, Trabzon 2005, 132, 254.
69 Öztürk, a.g.m., s. 89.
70 TŞS No. 1867-53, 89’dan Temel Öztürk, “Karadeniz’de Kullanılan Melekse
Türü Gemiler”, Tarih İncelemeleri Dergisi, (Aralık 2009), s. 89.
71
OSMANLI İSTANBULU III
Bizans ve Trabzon imparatorlukları döneminde 13.–15. yüzyıllarda Karadeniz’de balıkçılık ve sahil ticaretinde kullanılan griparion,
gryparion, griparia denilen orta boyda, tek direkli teknelerin71 benzeri
olan kayık, dört kürekli, tek direkli, yalnız iyi havalarda açılan, rüzgâr
dindiğinde indirilen kare biçiminde yelkeni bulunan bir tekneydi.72
Kayıkların özelliği kıçının yapısından gelmektedir. Kıç bodoslaması, su altında kıyıya önce kıçı yaklaşabilecek biçimde yuvarlaktır, kıç
yatırması açıktır, bir yandan öte yana düz döşenmiştir. Yükler, kıçtan
uzanan iskele tahtasından sahile indirilir.73 Megrel kayıklarının yelken direkleri çıkarılabilirdi.74 Rum gemiciler, Karadeniz’e göre daha
sığ olan Azak Denizi’nde de kayıklarla mal taşıyorlardı.75 Kullanması
kolay olan bu tekneler, bu fırtınalı denizde sıklıkla batmalarına karşılık, en hafif rüzgârdan bile yararlanıp yol alır, bütün iskelelere ve
koylara girebilir, birkaç saatte ya da birkaç günde yükleme yapabilirdi.
Melekse, kayık gibi küçük ve askerî olmayan tekneleri Abaza, Çerkes
ve Kozak korsanların saldırılarından kancabaş, işkampoye türü gemiler koruyorlardı.76
15.–16. yüzyıllarda bir kadırga kürekle gün boyu 2–3 knot (60–
90 mil) hızla gidebilirdi. Gemiler kürekçilerine çok yüklenildiğinde
20 dakikalık kısa süreler için 7–10 knot hızlara ulaşabilir, ancak gece
kürekçiler dinleneceği için bu hız ortalama 1,5 knota (45 mil) düşerdi.
Yelken genellikle gemi rüzgârı kıçtan aldığı zamanlarda açılır, elverişli
şartlarda kadırgaların yelkenle hızı 8,5 knota çıksa da ters rüzgârlardan ötürü hız ortalama 2–3 knota düşerdi. Dolayısıyla bir geminin
ortalama hızı günde 2–3 knotu (60–90 mil) geçmezdi.77
71 Anthony Bryer, “Trabzon İmparatorluğu’nda Gemicilik” (çev. Kudret Emiroğlu), Bir Tutkudur Trabzon (Ed. İ. G. Kayaoğlu, Ö. Ciravoğlu, C. Akalın),
İstanbul 1997 içinde, 99.
72 Joseph de Tournefort, Tournefort Seyahatnamesi (çev. Ali Berktay), İstanbul
2005, II, 101.
73 Bryer, a.g.m., s. 177.
74 Evliyâ Çelebi, a.g.e., II, 177.
75 Evliyâ Çelebi, a.g.e., VII, 342.
76 Trabzon Şeriye Sicili No. 1874-60, 155’ten Öztürk, a.g.m., s. 92.
77 John H. Pryor, Akdeniz’de Coğrafya, Teknoloji ve Savaş: Araplar, Bizanslılar,
Batılılar ve Türkler (çev. Füsun Tayanç-Tunç Tayanç), İstanbul 2004, s. 82-85.
72
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
Kafkasya kıyılarında ticaretle uğraşan, taşıma kapasiteleri genellikle 30 ile 350 ton arasında değişen78 gemilerin büyüklüğü, donanımı
ve tonajına dair arşivlerimizdeki belgelerde çok az bilgi vardır. 1586’da
Sohum yakınlarında uğradığı kazada batan, esir taşıyan bir gemide
500 kadar insan vardı.79 Gemiye çok fazla esir yüklendiği düşünülse
bile gemi oldukça büyüktü. 17. yüzyılda Karadeniz’den İstanbul’a buğday taşıyan volik türü gemiler 6000–7000 İstanbul kilesi (153,6–179,2
ton) yük taşıyorlardı.80 Kayık denilen daha küçük tonajlı gemilerin
taşıma kapasiteleri ise 800-2000 İstanbul kilesi (20,5–51,2 ton) idi.81
Özellikle tahıl ve kereste taşıyan 2–3 direkli büyük gemilerin hamulesini yüklemek veya indirmek için günler ve haftalar harcanırdı. Bu
gemilerin mürettebatı da kalabalıktı. Çünkü çoğu zaman bu gemilerin
karadan çekilmesi, kereste yükleyecek gemilerin mürettebatının karaya
çıkarak ağaç kesmesi gerekirdi.82 1803’te yapılan bir düzenleme ile
Karadeniz’de işleyecek ticaret gemilerinin en az 6000 kile (153,6 ton)
ve fazlasını taşıyabilecek büyüklükte olması emredildi.83
Gemilere taşıdıkları yüke ve mesafeye göre navlun ücreti ödenirdi. 1727’de Trabzon’dan Faş Kalesi’ne taşınan buğday, darı ve dakik
(un) için kile başına 2 para,84 Bergos’tan Soğucak’a gönderilen erzak
için kile başına 3 kuruş,85 Rumeli’deki iskelelerden Kuzey Kafkasya’daki kalelere taşınan erzak için kile başına 9,5–10 akça,86 Karadeniz’in batı ve güney kıyılarındaki iskelelerden kalelere taşınan askerler
için kişi başı yarım akça ödenmişti.87
78 Fehmi Yılmaz, “İstanbul’un İaşesinde Kırım-İstanbul Deniz Taşımacılık
Sektörünün Yeri 1777-1779 Yılları Örneği”, Profesör Dr. Özer Ergenç’e Armağan
(ed. Ümit Tekin), İstanbul 2013, s. 481-482.
79 BOA. MD No. 61, Hk. s. 118, 119.
80 Eremya Çelebi Kömürciyan, a.g.e., s. 17
81 BOA. Cevdet Belediye, No.475. Bu referans Salih Aynural, İstanbul Değirmenleri
ve Fırınları. Zahire Ticareti (1740-1840), İstanbul 2001, s. 24, not. 94’ten alınmıştır.
82 Greenville, a.g.e., s. 53.
83 Gümüş, a.g.m., s. 70, not. 30.
84 TŞS 1890, s. 50-173, 50-175
85 BOA. D.BŞM No.6785/56.
86 BOA. İbnülemin Maliye No. 11846; BOA. Cevdet Askeriye No. 29228.
87 BOA. İbnülemin Bahriye No. 843.
73
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 6.
Osmanlı
gemicileri
(1790’lar)
IV. 2. Gemiciler
Kafkasya’daki iskelelere yük taşımacılığında kullanılan gemilerin sahipleri- ki bunlar birden fazla kişi olabilirdi-, reis de denilen
kaptan ve tayfaları, İstanbul ve Anadolu’nun Karadeniz kıyısındaki
şehirlerle (Trabzon, Samsun, Sinop, Gerze, Ünye, Amasra, Bartın,
İnebolu, Rize), Ege adalarından Müslüman ve Rum denizcilerdi (Resim 6). Kefeli, Tamanlı, Anapalı, Gönyeli gemi sahipleri ve kaptanlar
da Karadeniz taşımacılığında faaliyet gösteriyorlardı.88 1487-1490
arasında düzenlenmiş bir gümrük bakaya defterine göre İstanbul’dan
Kefe’ye gelen gemi kaptanlarının 2/3’ü Müslüman, 1/3’ü Osmanlı
tebaası gayrimüslimlerdi.89 16., 17. ve 18. yüzyıllarda da Karadeniz
gemiciliğinde Müslüman kaptan ve gemicilerin sayısı gayrı müslimlerden fazlaydı. Ancak 18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Rum
kaptan ve gemicilerin sayısı Müslümanları geçecekti (Resim 7). Rum
gemi sahipleri 1779 yılında gemilerine Rus bayrağı çekme ve Rus
konsoloslarının himâyesinden yararlanma imtiyâzı elde ettiler. Güney
Rusya ve Kafkasya’dan İngiltere’ye kadar uzanan ticaret ağları kuran,
İngiltere’ye ihraç edilen buğday, ipek, keten, keten tohumu gibi ürünlerin ticaretini tamamen ellerine geçiren Rumlar 1816’da bu ticarette
kullandıkları 600 kadar yelkenli gemiye sahiptiler.90
88 BOA. İbnülemin Bahriye No. 1206.
89 Halil İnalcık, Sources and Studies on the Ottoman Black Sea Vol I: The Customs
Register of Caffa, 1487-1490, Cambridge 1995, s. 114-116.
90 Konu hakkında bkz. Gelina Harlaftis, “The Role of the Greeks in the Black
74
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
Resim 7.
Rum
gemici-tüccar
(1780’ler)
Osmanlı ve yerel seçkinler de deniz taşımacılığı ve ticaretiyle
uğraşırlardı. Karadeniz kıyısındaki Osmanlı valilerinin ticaret gemileri vardı.91 1820’lerde Şefâke kabîlesi beyi Mehmed Geriy, Karadeniz’de gemileri işleyen zengin bir gemi sahibi-tâcirdi.
Taşımacılığın tümü sermayenin denetimi altında değildi. Tekneleri yapanların, aynı zamanda malları teknelere yüklediği, onlarla
seyrettiği ve malların mübadelesini yaptığı mikro-ölçekli bir kıyı taşımacılığının eskiçağlardan itibaren mevcut olduğu bölgede Türk, Rum,
Abaza, Laz ve Megrelli yüzlerce yerel gemici, iskeleler arasında çok
sayıda melekse ve kayık gibi bölgeye has, Karadeniz’in fırtınalarına dayanıklı, küçük, yelkenli tekneler kullanıyorlardı. Gemi reisleri kefalete
bağlanır ve izn-i sefine verilerek Karadeniz’e açılırlardı.
Türk, Rum, Abaza, Laz, Megrelli gemiciler, pusulayı bilirler,
deniz haritaları kullanmazlar, kıble-nümâ denilen pusuladaki yön işaretleri yardımıyla rüzgârı hesaplamayı genellikle bilmezlerdi. Gemilerin bir bölümü gemi sahipleri tarafından kullanılmaktaydı. Kaptanlar
Sea Trade”, Shipping and Trade, 1750-1950:Essays in International Maritime
Economic History,(Ed. Lewis Fischer-Helge Nordvik), West Yorkshire, 1990,
63-95.V. Kardasis, Diaspora Merchants in the Black Sea: The Greeks in Southern
Russia, 1775-1861, Lanham, 2001, 86-87, 147, 174-75; I. Pepelasis Minoglou, “The
Greek Merchant House of the Russian Black Sea: A Nineteenth-Century
Example of a Trader’s Coalition”, International Journal of Maritime History,
No 1 (1998), X, 61-104.
91 BOA. Cevdet Maliye, No. 7401; BOA. DBŞM, MHF, No. 13284.
75
OSMANLI İSTANBULU III
rüzgârın yönünü ölçmek istediklerinde çubuklarını güvertede havaya
kaldırır ve rüzgârın yönünü, dumanın yönüne göre tâyin ederlerdi.
Rüzgâr kesildiğinde esmesini sağlamak için geminin direğine veya
kıçına ayetler ya da bir Kur’an asılırdı.92 Gemilerde kaptan dışındaki
mürettebatın uyuyabileceği bir kamara yoktu. Tayfalar güvertede ya
da ambarda uyurlardı. Esir ve köleler de kürekçi olarak kullanılırdı.
Kürek çekerken şarkılar söyleyen93 rüzgârın tersten estiği, gökyüzünün karardığı, denizin kabardığı ve yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı zamanlarda Allah kuvvet versin! Allah kuvvet versin!
biçiminde ritmik dualarla ve hızı ikiye katlayarak bazen 12 saat kürek
çeken94 mürettebatın yemeği, ekmek, kurutulmuş et, peksimet, soğan, sarımsak ve zeytindi. Gemiciler sığ kıyılarda kayıklarını kumsala
çeker, burada yemeklerini yer ve uyurlardı. Yılın büyük bölümünde
bulutlarla kaplı ve dalgalı olan bu öfkeli denizde seyrüsefer yapan
teknelerin çoğu eksik safralıydı. Kışın Kafkas Dağlarından denize
doğru her ay, bir-iki defa inen rüzgârlar birkaç gün eser, Karadeniz’in
özellikleri konusunda çok tecrübeli olan kaptanlar bu rüzgârlardan
yararlanırlardı. Gemiler eteklerini dalgaların dövdüğü, tepelerinde
ihtişamlı ağaçların ve koyu yeşil çayırların yetiştiği devasa kayalıkların yanından karaya paralel gittiklerinden açık havalarda tepeler de
kılavuz görevi yapardı.
Kaptan ve denizcilerin ücretleri ya onları ortaklığa kabul ederek
ya da onlara piyasa tarafından belirlenen ücret oranlarına göre ödeme
yapılarak verilirdi.95 Üstüaçık türü gemilerde aylık ücreti 30–35 kuruş
olan bir dümenci, aylık ücretleri 25–30 kuruş olan güçlü kuvvetli sekiz
kürekçi görev yapardı.96 Gemilerde mürettebat arasında en çok maaş
alan kişi sıradan bir tayfanın iki katı ücret alan kâtibdi. Marangoz ve
yelken bezi yapımcısı gibi uzman personel yüksek ücret alabilirlerdi.97
92 Bell, a.g.e., s. 27.
93 Bell, a.g.e., s. 38.
94 Jakop Philip Fallmerayer, Doğu’dan Fragmanlar (çev. Hüseyin Salihoğlu),
Ankara 2002, s. 143.
95 Murat Çizakça, İslâm Dünyasında ve Batı’da İş Ortaklıkları Tarihi, İstanbul
1999, s. 79.
96 BOA. MAD No. 4066.
97 Çizakça, a.g.e., s. 80.
76
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
V. Tâcirler ve Ticareti Yapılan Mallar
V. 1. Tâcirler
Latifî İstanbul’da dünyanın tüm alıcı ve satıcılarının bir araya
geldiğini,98 Evliya Çelebi, İstanbul’da 2000 dükkânda “Karadeniz
Bazārgan Esnafı” olarak adlandırdığı 7000 kişinin Karadeniz ticaretiyle, Türkler ve Rumlar’dan müteşekkil 2000 kişinin de Karadeniz’de
deniz taşımacılığı ile uğraştığını söylerler.99
Robert Mantran, 17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul isimli
kitabında “Evliyâ Çelebi’nin verdiği rakamın açıkça abartılı olduğunu
ancak Karadeniz ticaretinin İstanbul ticareti içindeki önemini vurguladığını” ifade eder.100
Ancak, Evliyâ Çelebi’nin rakamları abartılı değildir. Jean Chardin’e bakılırsa 1670’lerde Karadeniz’de işleyen 1500 gemi vardı.101
Osmanlı Devleti’ndeki ilk Rusya daimi elçisi Pyotr A. Tolstoy 1703
tarihli bir raporunda “Karadeniz kıyılarından buğday, arpa, yulaf, tereyağı, iç yağ, kenevir, bal, peynir, tuzlanmış et, deri, bal mumu, yün
ve yün mamulleri gelmekte ve Türk ülkesine dağılmaktadır. Karadeniz’den bunlar gelmeyecek olursa en geç bir yıl içinde İstanbul aç
kalır” diye yazar.102 İngiltere Elçisi Henry Greenville’in Mart 1765’te
hükümetine verdiği rapora göre Karadeniz ticaretinde 1000’den fazla
gemi 20.000 tayfa ile faaliyet gösteriyordu.103
Karadeniz’in kuzeyindeki steplerde üretilen hububat (buğday,
arpa, darı, çavdar) gemilerle İstanbul’a ulaştırılıyor, 18. yüzyılda bu
ticarette 150 gemi faaliyet gösteriyordu.104 Hâlinden memnun bir
Latifî, Evsâf-ı İstanbul (Yay. Nermin Suner Pekin), İstanbul 1977, s. 42.
Evliyâ Çelebi, a.g.e., I, 237.
Mantran, a.g.e., s. 2, 41.
Chardin, a.g.e., s. 95.
Tolstoy’un Gizli Raporlarında Osmanlı İmparatorluğu. İstanbul’daki Rus Büyükelçi Pyotr Andreyeviç Tolstoy ve Onun Osmanlı İmparatorluğu’na Dair
Hatıraları (XVIII. Yüzyılın İlk Çeyreği) (Notlandıran ve önsöz. M. R. Artunova-F.S.Oreşkova) (çev. İbrahim Allahverdi), İstanbul 2009, s. 106.
103 Henry Greenville, Observations sur l’état actuel de’l Empire Ottoman (Ed.
Andrew S. Ehrenkreutz), Ann Arbor 1965, s. 53.
104 İnalcık, a.g.e., s. 338.
98
99
100
101
102
77
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 8.
Yahudi
tüccar
(17. Yüzyıl)
nüfusun temel şartı zâhire tedarikinin teminat altına alınmasıydı. Ekmek, İstanbul halkının temel gıdası idi. Ekmek kıtlığı kalabalıkların
huzursuz olmasına hatta ayaklanmasına neden olabilirdi. İstanbul’un
iâşesini temin etmek Osmanlı Devleti’nin en önemli önceliği olduğundan özellikle zahire ticaretine düzenlemeler getirilmişti.105 İstanbul’a hububat taşınmasında kullanılan bir kısmı zahire tâcirlerine, bir
kısmı gemicilere ait tezkireli sefine, defterli sefine, kapan sefinesi denilen
gemiler Karadeniz’e yılda 5–6 “zâhire seferi” yaparlardı.106 Buğday
yüklü gemilere arpa ya da başka cins hububat yüklenmez,107 kış aylarında yapılan nakliyat sırasında zahirenin zarar görmemesi için güvertelere zahire konulmasına izin verilmezdi.108
105 Lütfi Güçer, “XVIII. Yüzyılın Ortalarında İstanbul’un İaşesi için Lüzumlu
Hububatın Temini Meselesi”, İÜ İFM, C. XI, No. 1-4 (1952), s. 399.
106 Aynural, a.g.e., s. 17, 21.
107 Aynural, a.g.e., s. 24.
108 Aynural, a.g.e., s. 22.
78
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
İstanbul’un hububat ihtiyacının büyük kısmını Unkapanı’na
kayıtlı ve kapan naibi tarafından tezkire verilmiş olan unkapanı tüccarı
ya da madrabaz denilen, 17. yüzyılda sayıları 400 kadar olan dükkânda faaliyet gösteren 1005 kişi olan109 buğday ve arpa toptancıları
temin ediyorlardı. Bu tâcirler, arpa, buğday ve darı yığınları ile dolu
olan Unkapanı iskelesi civarında oturuyorlardı.110
Sadeyağ, tereyağı, donyağı, bal ve balmumu ticaretini yapan,
17. yüzyılda sayıları 1000 kadar111 ve bir bölümü Yahudi olan tüccar
(Resim 8), Galata Yağ kapanı ve İstanbul Bal kapanına kayıtlı tezkireli
ve fermânlı tâcirlerdi. Tâcirler kadının huzurunda getirebilecekleri
malın miktarını taahhüt ederler, yağ tüccarı bal, bal tüccarı da yağ
ticareti yapamazlardı.
Azak Denizi mersin ve morina balıklarının en bol olduğu
denizlerdendi. Anılan balıkların avlanması, et ve yumurtalarının
ayrılması, parçalanması ve kurutulması kanunla düzenlenmişti.112
Azak, Taman ve Temrük iskelelerinden yüzlerce gemiye büyük fıçılar içinde kantarına 50 akça vergi (âdet-i havyar) ödedikleri113
havyar ve tuzlu balıkları yükleyen tâcirler, Osmanlı sarayında da çok
aranan ve tüketilen bu malları İstanbul ve diğer Osmanlı şehirlerine
ulaştırırlardı.114 İstanbul ve Galata’daki genellikle Rum olan havyarcı esnafı, “kadîmü’l eyyâmdan berü” Karadeniz’den fıçılarla gelen
“kara havyar ve morina balığı bastırması” ticaretini yapıyorlardı. Bu
tâcirlerin kimisi 40–50.000 kuruş (yaklaşık 4.000.000 akça) servete
sahiptiler ki bu çok yüksek bir miktardı.115
109 Evliyâ Çelebi, a.g.e., I, 237.
110 Mantran, a.g.e. I, 183-184; Thomas Thornton, Bir İngiliz Tacirin İzlenimleriyle Osmanlıda Siyaset, Toplum, Din, Yönetim (1793-1807) (çev. Ercan Ertürk),
İstanbul 2015, s. 217.
111 Evliyâ Çelebi, a.g.e., I, 256.
112 Kefe Kanunnâmesi, Akgündüz, a.g.e., VI, 587.
113 Kefe Kanunnâmesi, Akgündüz, a.g.e., VI, 588.
114 Timur Kuran, Mahkeme Kayıtları Işığında 17. Yüzyıl İstanbul’unda Sosyo-Ekonomik Yaşam, İstanbul 2010, C. 2, 44, 507; Evliyâ Çelebi, a.g.e. C. VI, 268.
115 Marianna Yerasimos, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nde Yemek Kültürü. Yorumlar ve Sistematik Dizin, İstanbul 2011, s. 167-168, Not. 100, 104-105.
79
OSMANLI İSTANBULU III
İstanbul’da çok aranan kürk, post ve derilerin ticareti Ermeni
tâcirlerin elindeydi.116 1754/ 1755’te Karadeniz yoluyla İstanbul’a kürk
getiren 28 tüccarın 3’ü Müslüman 3’ü Yahudi diğerleri Rum ve Ermeniydi.117 Kürk ticareti ve kürkçülük çok önemli bir işkoluydu. Rus
elçisi Obreskov, 1752’de İstanbul’da 7000 kadar kürkçü esnaf ve zanaatkârı olduğunu belirtir.118 Ermeni tâcirler (Resim 9) Kafkasya’nın
içlerine kadar giderek parayla veya gümüş çubuklar karşılığında kürk ve
post satın alırlardı. Tüccar 19. yüzyılın ilk çeyreğinde tavşan kürkünü
15–20 paraya, kurt postunu 11–12 kuruşa, tilki postunu 9–12 kuruşa,
çakal postunu 1,5–2 kuruşa, yaban kedisi postunu 1–1,5 kuruşa, zardava kürkünü 10–12 kuruşa, kırmızı zardava kürkünü 9-10 kuruşa satın
alıyorlardı.119 58 tanesinden bir kürk palto yapılan zardava kürklerinin
tanesi, 18. yüzyılın ortalarında İstanbul’da 80–100 kuruşa satılıyordu.120
Müslüman, Ermeni, Rum ve Yahudi tâcirler, bir tarafın sermayesi diğer tarafın emeği ile katıldığı genellikle uzun mesafe ticareti
yapan mudârebe121 ve ortakların her açıdan eşit olduğu, tüm ticarî
116 Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde bulunan 1599 tarihli bir muhallefat defterine göre; Haçatur isimli Kefeli Ermeni tâcirin muhallefatı içinde 25.173
akça nakitle birlikte 10 adet sincap kürkü, 2 adet kakum kürk, 1 adet zardava
kürk, 1 adet semmûr nâfesi kürk, 7 adet sincap nâfesi kürk ve 2 adet kunduzlu sincap nâfesi vardı. Yani isimli İstanbullu Rum tâcirin 21.606 akçası
ile birlikte 47 adet sincap kürkü, 18 adet sincap nâfesi, 4 adet eblak sincap
kürkü, 1 adet kakum kürkü, 1 adet kuyruk kürkü, 5 adet tavşan kürkü, 6 deste
zardava kürkü, 1 adet cild-i kafa kürkü vardı [TSMA, D. 2923, s. 1-2].
117 Zeki Tekin, “Osmanlı Devletinde Kürk Ticareti”, Türkler, Ankara 2002, X,
758-759.
118 Nikolay G. Kireev, “XVIII. Yüzyıl Ortalarında Karadeniz’de Rus-Türk
Ticaret İlişkilerinin Kurulması”, Türk Rus İlişkilerinde 500 Yıl 1491–1992,
Ankara 1999, s. 117.
119 Marigny, a.g.e., s. 249-250.
120 Halil Sahillioğlu, “Hicrî 1167 (M. 1754) Kürk Fiyatı ve Kürkçü Nizamı”, Prof.
Dr. Mübahat S. Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 2006 içinde, s. 610-611.
121 Mudârebe hakkında bkz. Fethi Gedikli, Osmanlı Şirket Kültürü XVI. XVII.
Yüzyıllarda Mudârebe Uygulaması, İstanbul 1998, s. 66-67. Çizakça, a.g.e.
60-69. Galata Şeriyye Sicili No. 17, 35/6, Galata Şeriyye Sicili No. 19, s. 47/2.
Bu iki referans Kerim İlker Bulunur, Osmanlı Galatası (1453-1699), İstanbul
2014, s. 279, not 272, 273’ten alınmıştır.
80
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
Resim 9.
Ermeni
tüccar
(18. Yüzyıl)
faaliyetlerin ortaklık kapsamında yapıldığı, karşılıklı aracı ve kefil
olan ortakların kâr ve zararı eşit olarak paylaştıkları müfâvaza denilen
ortaklıklar kurarak ticaret yaparlardı.122 Ortaklığa emeği ile katılan ve
genellikle gemi kaptanları (reis) olan mudâribler hem ticaretin hem
de ulaştırmanın içinde yer alıyor ve kârdan pay alıyorlardı. Gemi sahibi olmayan kişiler de kaptana % 20 civarında faizle borç mudârebe
borcu vererek geminin yapacağı sefere ortak olabilirlerdi.123 Söz konusu ortaklıklarda yer alan Rum gemicilerin İslamî ortaklık hukuku
hakkında geniş bilgi sahibi oldukları ve ortaklar arasında anlaşmazlık
yaşanması hâline şer’î mahkemelerde haklarını aradıkları bilinmektedir.124 Osmanlı coğrafyasının her tarafından tâcirler bu ortaklıklarda
yer alıyordu. Örnek olarak 1808’de İstanbullu Ali Reis, Kefeli Seyid
122 Müfâvaza hakkında bkz. Çizakça, a.g.e., s. 69-71.
123 Faroqhi, a.g.e., s. 116.
124 Çizakça, a.g.e., s. 70.
81
OSMANLI İSTANBULU III
Osman Ağa ve Tunuslu Ömer Ağa Kafkasya’dan İstanbul’a toplam
değeri 2735 kuruş 12 para, toplam ağırlığı 2714 kantar olan “revgân-ı
sade” getirmişlerdi.125 Belgelerden anlaşıldığına göre saray görevlileri,
yeniçeri subayları ve Kafkasya’da bulunan kalelerde görevli yeniçerilerle, diğer sınıflara mensup askerler de esir ticareti ile uğraşıyor ve
bu ticaretten önemli servetler kazanıyorlardı.126
Osmanlı tâcirleri, mal satmak için bahar ve yaz mevsiminde
Kuzey Kafkasya’nın içlerine kadar giderlerdi. Hepsinin konakları, bazı
tâcirlerin Çerkezistan’ın iç kesimlerinde küçük depoları vardı. Bazı
tâcirler mallarını Çerkes soylularının evlerine depolar, konak olan
soylu ve kabîlesi, o tâcirin mallarından sorumlu olurdu. Çok yüksek
dağlardan, bazen bir atın bile geçmesinin çok zor olduğu dar patikalardan geçilmesi gerektiğinden bu malların nakli zahmetli ve çok
zordu. Tâcirler, Çeçen ve İnguş topraklarına da giderek alış veriş yapar,
özellikle kumaş getirirlerdi.127 Kuban nehrinde yük, özellikle zâhire
nakli ateş kayığı denilen teknelerle sağlanırdı.
Bjeduğ, Hatukhay ve Temirgoy kabilelerinin köylerinde oturan,
onlar gibi giyinen ve yaşayan dükkâncı denilen Ermeni tâcirler bölgedeki pşıların (Çerkes prensleri) himâyesinde ve onlarla bir tür iş ve
sermaye ortaklığı (zixelha) tesis ederek tuz ve diğer ihtiyaç maddelerinin ticaretini yapıyorlardı. Öküzü olan pşı hisse (aha) olarak öküzünü
ve arabasını koyar, parası olan tâcir ise parasını koyar ortak olarak tuz
getirirler ve ticaretini yaparlardı.128 Bu Ermeniler Çerkesler gibi giyinir ve yaşarlardı, sadece dinleri Hıristiyan’dı.129 Bu dönemin hatırası
olarak dükkân kelimesi, tuçan şeklinde Çerkesceye ve tüken şeklinde
Karaçay-Malkar diline geçti.
125 Çizakça, a.g.e., s. 98.
126 64 Cemaatinden Trabzonlu Mustafa Beşe b. Ahmed adlı yeniçeri 1726 yılında Gürcü ve Çerkes asıllı birer köle, Gürcü asıllı bir cariye ve Gürcü asıllı
bir çocuk cariye olmak üzere dört kölesini 37.000 akçaya satmıştı [Kırım
Kadı Sicilleri No. 54/14a-7].
127 Yavus Ahmadov, Çeçen-İnguşya Halkıyla Rusya Arasındaki İlişkiler (çev. Tarık
Cemal Kutlu), İstanbul 2000, s. 28.
128 Rahmi Tuna, Adıge Xabze “Adığe Etiği ve Etiketi”, İstanbul 2014, s. 243.
129 Marigny, a.g.e., s. 113-114.
82
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
Kuzey Kafkasya’da para fazla bilinmediği için ticaret 1740’lara
kadar büyük ölçüde takasla yapılıyordu.130 Çerkesler mallarını takas
(zaxojınığa) ederlerdi. Aralarında bölme denilen bir hesap vardı. 40
akçalık bir mala bir bölme, bir kuruşluk mala üç bölme denirdi.131
Takasta ölçü birimleri, Türkçe baş da denilen şha, tsü ve top’tu. Şha
kelimesi baş anlamına gelir. At, sığır ve küçükbaş hayvanlar baş olarak adlandırılır, erkek ve kız köleler, iyi bir at, iyi bir zırh, 8-16 öküz,
60 koyun bir baş olarak hesap edilirdi. Tsü öküz demekti. Bu ödeme
tarım ve süt ürünleri ya da evlerde imâl edilen mallarla yapılabilirdi.
Bir tüfek 16 öküz değerindeydi. Bir tsü, altı topa eşitti. Top, bir kadın
ya da erkek elbisesi çıkacak kadar parça kumaş demekti.132 Kuzey
Kafkasya’da kumaş ödeme birimi yerine geçer, malların bedeli kumaşa
göre ayarlanırdı.133
Osmanlı tâcirleri, alıcılara bir yıl, hatta daha uzun vadeli veresiye satışlar yapıyorlardı. Paranın fazla bilinmediği Kuzey Kafkasya’da
faiz de bilinmiyordu. Ticarette ve gündelik hayatta borç (j’ıhua) ilişkileri 18. yüzyılın sonlarından itibaren görülmeye başlandı. Çerkeslerde
okuma yazma olmadığından bütün anlaşmalar sözlü olarak yapılır ve
yemin edilirdi.134 Veresiye satışlarda alıcıya ya da onun adına bir başka
şahide yemin ettirilirdi.
V. 2. İstanbul’dan Kafkasya’ya Gönderilen Mallar
16.-18. yüzyıllarda İstanbul ve Anadolu limanlarından Kafkasya’nın Karadeniz sahilindeki iskelelere, Müslüman, Rum, Ermeni ve
Yahudi Osmanlı tâcirleri tarafından tuz, sabun (Halep, Girit ve Ege
130 “içlerinde bir gümüş sikke görmüş olanı yok gibidir, altın sikke ise daha nadirdir..
ticaretin yalnız trampa şekline alışkındırlar.” (Baron G. von Busbecq, Türk
Mektupları (çev. Hüseyin Cahit), İstanbul 1939, 65) “bu diyarda aslâ ve katâ
altun ve guruş olmaz, bey ü şirâları değiş tokuş iledür” (Evliyâ Çelebi, a.g.e., II,
104).
131 Evliyâ Çelebi, a.g.e., VI, 285.
132 Leonti Lyulye, Çerkesya (çev. Murat Papşu), İstanbul 1998, s. 90-91.
133 J.A. Longworth, Kafkas Halklarının Özgürlük Savaşı (çev. Sedat Özden),
Kayseri 1997, s. 283.
134 Lyulye, a.g.e., s. 86.
83
OSMANLI İSTANBULU III
bölgesi), 1000 Kefevî akçalık maldan 42 Kefevî akça vergi alınan
kuru üzüm, kuru incir ve zeytin (her üçü de Ege bölgesi), zeytinyağı
(Ege adaları), halı ve kilim, 1000 Kefevî akçalık maldan 42 Kefevî
akça vergi alınan ham ipek, top135 hâlinde pamuklu ve basma (Tokat, Amasya, Kastamonu, Ankara, Kayseri, Diyarbakır, Musul, Halep,
Şam136), ipekli (Amasya, Bursa’dan), yünlü (Ankara, Tosya’dan) ve
keten (Denizli, Trabzon ve Samsun’dan) kumaşlar, kök boya, Avrupa
menşeli pamuklu, keten, muslin ve patiska kumaşlar, giyim eşyası, silah (kılıç, tüfek), barut, demir ev ve mutfak eşyaları, fıçı, sandık, bakır
eşya (Tokat, Küre, Trabzon’dan), deri ürünleri (Tokat’tan), meşin, at
koşumları, halı ve kilimler, battaniye, şeker (Mısır’dan), limon ve portakal (Ege bölgesi ve Ege adalarından), fuçılar137 içinde, bir fuçısından
12 Kefevî akça vergi alınan şarap (Ege adalarından),138 fındık (Trabzon’dan) 1000 Kefevî akçalık maldan 42 Kefevî akça vergi alınan rakı,
sirke, kuruyemiş ve kahve (dördü de İstanbul’dan), tütün (Ege bölgesi
ve Samsun’dan), boya, çivi, orak, tırpan ihraç ediliyordu.139
Çerkeslerin balık tuzlamak ve besin koruma bakımından çok
ihtiyaç duyduğu bir madde olan tuz, hem Anadolu, hem de Rumeli’den gönderilirdi. Tuz için sapo denilen 16 keylçe = 410,49 kg. tutan
bir ölçü birimi kullanılır, devlet, satılan her sapo tuzdan 11,5 Kefevî
akça vergi alırdı. Taman’da satılan tuzun dört keylçesinden bir Kefevî
akça vergi alınırdı.140
135 1750’lerde topta 300-400 okka keten kumaş ya da 56-58 parça bez vardı
[Peyssonel, a.g.e., I, 49].
136 BOA. Cevdet Maliye No.1678 [Şam, Haleb ve Diyarbekir’den Karadeniz
iskelelerine getirilip Anapa ve Kırım’a götürülecek alaca vesair kumaşlara
dair].
137 1750’lerde bir fıçı şarap 450 okkaya eşitti [Peyssonel, a.g.e., I, 89].
138 BOA. Cevdet Bahriye No.11254 [Kostantin Reis’in gemisine sirke ve kuruyemiş yükleyerek Azak İskelesi’ne gideceğine dair].
139 Greenville, a.g.e., 3, s. 50; Peyssonel, a.g.e., I, 47; Mehmet Genç, “17-19 Yüzyıllarda Sanayi ve Ticaret Merkezi Olarak Tokat”, TrAD, (1987), III, 46. 18.
Yüzyılda Karadeniz’de ticarete konu mallar, fiyatları, ölçüleri hakkında bkz.
Oddy, a.g.e., s. 159-182.
140 Kefe Kanunnâmesi, Akgündüz, a.g.e., VI, 574, 586; Berindei-Veinstein, a.g.m.,
s. 74.
84
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
V. 3. Kafkasya’dan İstanbul’a Gönderilen Mallar
15.-18. Yüzyıllarda Müslüman, Ermeni, Rum ve Yahudi Osmanlı tâcirleri, Kafkasya’nın Karadeniz kıyılarındaki iskelelerden köle,
tahıl (buğday, arpa, darı, çavdar), çeşitli biçimlerde kesilmiş, evlerde,
inşaatlarda ve marangozluk işleri ile Tersane-i Âmire’de gemi yapımında kullanılan odun, tahta ve kereste,141 keten, kenevir, sığır, koyun,
Abhazya ve Kuzey Kafkasya’da yetiştirilen iyi cins atlar, kurutulmuş
veya tuzlanmış sığır eti, kümes hayvanları, manda derisinden tulumlar
içinde tereyağı142 -ki bu tereyağı koyun içyağı ile karışık bir yağdır-,
mum imalatında kullanılan içyağı, peynir, bal (Batum, Gönye ve Sohum balları İstanbul’da çok aranırdı), balmumu, çuval lar143 içinde
Gönye ve Sohum pirinci, fuçılar içinde144 kurutulmuş ve tuzlu balık
ile havyar,145 denk146 ve balya hâlinde deri (sığır, koyun, at, keçi, geyik, yaban domuzu),147 keten, kenevir, bakır, demir (Megrel’den), ham
ipek (Sohum’dan), yün, kürk ve postlar (tilki, sansar, kurt, yaban kedisi,
tavşan),148 at ve hayvan koşumlarıyla, Tatar ok ve yayları alıyorlar149
ve gemilerle İstanbul’a ulaştırıyorlardı.
Çerkezistan topraklarının büyük kısmının işlenmemesi ve
üretimin halkın ihtiyacını karşılamaya yönelik olması nedeni ile bu
141 BOA. MD No. 22, Hk. 190; BOA. KK No.67, 170; BOA. MAD No. 7534, 301.
Son iki referans Bulunur, a.g.e. 246, not 81’den alınmıştır.
142 BOA. MD No. 3, Hk. 1364, 1368, 1575; BOA. MD No. 6, Hk. 483. Mantran,
a.g.e., I, 193-194; Galata Şeriyye Sicili, No. 21, 199/6 bu referans Bulunur, a.g.e.
246, not 83’ten alınmıştır
143 1750’lerde bir çuval pirinç 18 kile = 180 okkaya eşitti.
144 Koba (Temrük) kânunnâmesine göre 16. yüzyılda bir fıçı havyar 7,5-15 kantar
= 423,06-846,12 kg.a eşitti.
145 Galata Şeriyye Sicili, No. 21, 233/7 bu referans Bulunur, a.g.e., s. 246, not 84’ten
alınmıştır.
146 1750’lerde bir denkte altı adet deri vardı [Peyssonel, a.g.e., I, 279].
147 Galata Şeriyye Sicili, No. 11, 119/2 bu referans Bulunur, a.g.e., s. 246, not 82’den
alınmıştır.
148 Çizakça, a.g.e., s. 94-95.
149 Fernand Braudel, Maddi Uygarlık Ekonomi ve Kapitalizm XV-XVIII. Yüzyıllar. Dünyanın Zamanı (çev. Mehmet Ali Kılıçbay), Ankara 1993, s. 411;
Çizakça, a.g.e., s. 94-95.
85
OSMANLI İSTANBULU III
bölgeden tarım ürünleri ihracatı önemsizdi. Hasadın yapıldığı Ağustos ayı hububat nakliyatının en fazla olduğu dönemdi. Hamalların
sırıklarla taşıdıkları hububatın nakli ve gemilere yüklenmesi kadıların ve iskele emînlerinin nezâretinde olur, emirsiz kimseye hububat
verilmezdi. Buğday, arpa, darı ve çavdar kayıtları dikkatle tutularak
ambarlara konulurdu. Sancakbeyi ve muhafız gibi yerel yöneticiler
gemilere hububat yüklenmesini kendi uhdelerine almak isterler ve
bu durum merkezle yazışmalara konu olurdu.150
Çerkesler sığır derisinden yapılmış tulumlar içinde (28–32 kg.)
Anapa’ya hububat getirirler ve karşılığında tuz alırlardı.151 Bir ölçü
buğday iki ölçü tuzla, iki ölçü çavdar ya da arpa bir ölçü tuzla takas
edilirdi.152 Tuzun ölçülmesinde en küçük ölçü birimleri ebjıb, bjıb,
emıç (= avuç, bir avuç tuz) ve emıçezegotl (= iki avuç) idi.
Nisan, ağustos ve ekim aylarında Çerkezistan ve Kuzey Kafkasya’nın içlerinden Karadeniz kıyısındaki iskelelere öküz, deri ve
manda derileri, kürk ve postlar, donyağı, tulum153 ve çiten154 (büyük
sepet) içinde peynir, bal ve balmumu, havyar, kurutulmuş ve tuzlu
balık taşıyan kervanlar gelirdi. Çerkesler ürettikleri malları at üstünde
ya da küçük arabalarla iskelelere getirerek burada satarlar veya ihtiyaç
duydukları mallarla takas ederlerdi.155 Çeçenler ve İnguşlar sığırlarını
Osmanlı topraklarına sürer, Çeçen tâcirler Taman’a gelip ticaret yaparlardı.156 Kalmukların da mallarını getirdikleri, alıcıların Rum, Ermeni ve Yahudi tâcirler olduğu Taman’ın varoşu “Varoş-ı Kâfir Bâzârı” ismini taşıyordu.157 Kalmuklar ve Nogaylar koyunlarını, sığırlarını,
atlarını, yağlarını ve esirlerini nisan ayında Azak, Taman, Temrük ve
Anapa iskelelerine getirir satarlar, bunları alan tüccar da iskeleden
gemilerle İstanbul’a götürürdü. Bu ticaret, Kefe Gümrüğü’nün gelir150
151
152
153
154
155
156
157
BOA. İbnülemin Dâhiliye No. 3052.
BOA. Cevdet Maliye No. 15064.
Marigny, a.g.e., s. 249.
1750’lerde bir tulum peynir 35-40 okkaya, bir fıçı peynir 400-500 okkaya
eşitti [Peyssonel, a.g.e., I, 90, 189].
Çiten 7-8 okka = 8,5-10,2 kg. hacme sahipti.
Marigny, a.g.e., s. 105.
Ahmadov, a.g.e., s. 28, not. 52, 53.
Evliyâ Çelebi, a.g.e., VII, 267.
86
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
Resim 10.
Megrel
köylüleri
ve malların
naklinde
kullanılan
öküz arabası
lerini azalttığı için istenmeyen bir durumdu. Bâb-ı Âlî, “hâdis bâzâr u
iskele olduğuna rızâm yokdur” 158 diyerek, ürünlerin Taman’dan Kefe’ye
getirilmesini ve burada gümrük alınmasını emrederdi.
Ürünler, ovalarda, sahil kesimlerinde ve biraz daha geniş güzergâhlarda sığırların ya da mandaların çektiği iki tekerlekli ve yüksek, 1500 okka kadar mal taşıyan çumak, öküzlerin çektiği 500–600
okka mal taşıyan iki tekerlekli araba-i kav, öküz arabası, camus arabası,
kağnı ve Tatar arabası denilen arabalarla, iki deve tarafından çekilen,
600–700 okka yük taşıyan, dört tekerlekli macar arabası ve 500–600
okka mal taşıyan, atların çektiği mofça adı verilen arabalarla ya da atlar
ve eşeklerin sırtında iskelelere taşınıyordu (Resim 10). Kağnı, dört
kantar (176 okka = 225 kg.) yük taşırken, at yükü 90 okka (115 kg.),
eşek yükü 70 okka (90 kg.) idi. İki tekerlekli araba küçük, dört tekerlekli araba büyük olarak kabul edilirdi. Peyssonel’e göre, Azak ve Taman civarında genellikle dört tekerlekli arabalar tercih ediliyordu.159
158 DA.G.M. (Yay.), 83 Numaralı Mühimme Defteri (1036-1037/1626-1628)
Özet-Transkripsiyon-İndeks ve Tıpkıbasım, Ankara 2002, Hk. 107.
159 Peyssonel, a.g.e., II, 130, 144.
87
OSMANLI İSTANBULU III
19. yüzyılın ilk çeyreğinde Anapa’dan İstanbul’a ihraç edilen
buğdayın okkası 4, çavdar ve arpanın okkası 2 kuruş, tereyağın okkası
50–60 para (1,25–1,50 kuruş), balın okkası 40–50 para (1–1,25 kuruş), donyağının okkası 50–60 para (1,25–1,50 kuruş), balmumunun
okkası 4 kuruştu.160
V. 4. Köle Ticareti
İstanbul ile Kafkasya iskeleleri arasında ticareti yapılan en kârlı
metâ ve Kafkasya iskelelerinin zenginliğinin gerçek kaynağı köle ticaretiydi. Karadeniz’in kuzeyindeki steplerin ve Kafkasya’nın ekonomisi
büyük ölçüde köle ticaretine dayanıyordu.161
Karadeniz’in kuzeyindeki steplerde Tatar, Kafkasya’da Abaza
veya Çerkes köle tâcirleri ve esirciler köle ticareti ile uğraşıyorlardı.162
Kafkasya’da esir ticaretinin yaygın olmasında kabîlelerin birbirleri ile
devamlı çatışmalarının etkisi vardı. Çerkes ve Abazalar iç çatışma
ve savaşlarda ele geçirdikleri esirleri, suç işlemiş kişileri köle olarak
satıyordu. Mülklerinde çalışan köylü kızlarının ticaretini yapma hakkına sahip olan Çerkes, Abaza, Gürcü beyleri kızları, Anapa ve Faş
iskelelerine götürerek Osmanlı köle tâcirlerine satarlardı.163 Çeçenler
de baskınlarda kaçırdıkları veya savaşta elde ettikleri esirleri Osmanlı
tâcirlerine satmak için 18. yüzyılda Anapa’ya götürüyorlardı.164
Çok sayıda gemi köle ticaretinde yer alıyor, Kafkasya iskelelerinde büyük bir köle ticareti faaliyeti yürütülüyordu. 15. yüzyılda ve
16. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı köle tâcirlerinin çoğu Rum, Ermeni ve Yahudi gibi gayrı müslimlerdi.165 1559 ile 1714 arasında
160 Marigny, a.g.e., s. 247.
161 Charles King, Karadeniz (çev. Zülal Kılıç), İstanbul 2008, s. 140, 142.
162 Aygün, a.g.e. 180, 231-232; Bıjiskyan, a.g.e. 118, 123, Evliyâ Çelebi, a.g.e., II,
54. Suraiya Faroqhi, Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafındaki Dünya (çev. Ayşe
Berktay), İstanbul 2007, s. 215.
163 Alexandre Grigoriantz, Kafkasya Halkları Tarihî ve Etnografik Bir Sentez
(çev. Doğan Yurdakul), İstanbul 1999, s. 119.
164 Grigoriantz, a.g.e., s. 172.
165 Alan Fisher, “Ottoman Crimea in the Sixteenth Century”, Between Russians,
Ottomans and Turks: Crimea and Crimean Tatars, İstanbul 1998, s. 39.
88
15.-18. YÜZYILLARDA İSTANBUL VE KAFKASYA İSKELELERİ
ARASINDA DENİZ TİCARETİ: TÂCİRLER, GEMİCİLER, KÖYLÜLER
çıkarılan emirlere göre166 resmî olarak köle tâcirlerinin Müslüman
olması şart koşulduysa da Rumlar ve Yahudiler köle ticareti yapmaya
devam ettiler.
17. yüzyılda İstanbul’da “Gürcistan, Mekrilistan, Abhazistan ve
Çerkezistan’dan gelen” kölelerin ticaretini yapan, esirciler loncasına
kayıtlı 2000 kadar köle tâciri vardı.167
Osmanlı tâcirleri Kafkasyalı kölelerin ticaretini yapmak amacıyla şirketler kurmuşlardı. Köle ticareti için Kafkasya’nın içlerine
kadar giden tâcirler yanlarında kaldıkları ailelere bir ödeme yapar,
aileler de tüccara ve kölelerine yatacak yer, yiyecek ve malları için
depo temin ederlerdi.168 Abaza tâcirler, Kafkasya’dan aldıkları köleleri Kefeli kaptanlara ait gemilerle İstanbul’a taşırdı.169 19. yüzyıl
başlarında İstanbul’a köle getiren bazı Abaza tâcirler, köleleri Esir
Pazarı’na götürmeden kendi yaşadıkları Tophâne semtine götürür
ve evlerinden satışa çıkarırlardı.170 Osmanlı arşiv belgelerinden
anlaşıldığına göre saray görevlileri,171 yeniçeri zabitleri ve Kafkasya’daki kalelerde görevli yeniçerilerle,172 diğer sınıflara mensup askerler de esir ticaretiyle uğraşıyor ve bu ticaretten önemli servetler
kazanıyorlardı.
Köle ticaretinden alınan vergi (tamga-yı üserâ) ve gümrük resimleri, Osmanlı hazînesinin Kafkasya’daki iskelelerden sağladığı en
önemli gelirdi. Kefe Gümrüğü’ne dâhil olan iskelelerde köle ticaretinden alınan pençik resmi köle başına 256 Kefevî akçaydı. Kefe
Mukâtaası’nın 1529’da toplam 2.759.4999 akça olan gelirinin %
166 Ahmet Refik, On Altıncı Asırda İstanbul Hayatı 1553-1591, s. 43, 44; aynı yazar,
Hicri On Birinci Asırda İstanbul Hayatı 1000-1100, s. 25, 26, 50.
167 Evliyâ Çelebi, a.g.e., I, 257.
168 Bell, a.g.e., s. 346.
169 BOA. MD No.100, Hk. 201, 358.
170 BOA. Cevdet Belediye No. 1978.
171 BOA. MD No.72, Hk. 198.
172 Mesela, 64 Cemaatinden Trabzonlu Mustafa Beşe b. Ahmed adlı yeniçeri,
1726 yılında Gürcü ve Çerkes asıllı birer köle, Gürcü asıllı bir cariye ve Gürcü asıllı bir çocuk cariye olmak üzere dört kölesini 37.000 akçaya satmıştı
[Kırım Kadı Sicilleri No. 54/14a-7].
89
OSMANLI İSTANBULU III
24’ünü (650.000 akça) esir vergisi teşkil ediyordu.173 Köle ticaretinin
en önemli merkezleri Azak, Taman, Temrük, Anapa ve Sohum’du.
Bu iskelelerden Osmanlı hazînesine ulaşan gelirin 1/3’ü köle ticaretinden alınan vergilerden elde ediliyordu. 1735 yılında “mal olmadığı”
için Kırımdaki köle pazarlarının kapanmasının174 ve 1739’da Azak’ın
elden çıkmasının ardından Kafkasya’nın Karadeniz kıyılarındaki iskelelerin önemi daha da arttı.
18. yüzyılda Anapa gümrüğünde yetişkin esir başına 4,5 buçuk
kuruş gümrük, 6 para harc-ı pencik olmak üzere toplam 4,5 kuruş altı
para, dört-beş yaşındaki esirden yarım esir vergisi (iki kuruş 10 para
gümrük, 3 para harcı-ı pencik) olmak üzere toplam iki kuruş on üç
para, kucaktakiler için toplam bir kuruş yedi para vergi alınıyordu.175
İstanbul’a getirilen köleler Esir pazarlarında satılır, köle ticareti
satıcı ile alıcı arasında pazarlık usulü ile ya da dellâl tarafından müzayede usulü ile yapılırdı. Dellal satışlarında köle çarşıda satışa çıkarılır
ve açık artırma ile en yüksek fiyatı verene satılırdı.
173 Alan Fisher, “Between Russians, Ottomans and Turks: Crimea and Crimean Tatars”, A Precarious Balance: Conflict, Trade, and Diplomacy on the
Russian-Ottoman Frontier, İstanbul 1999, s. 39.
174 Çizakça, a.g.e., s. 88.
175 BOA. Cevdet Maliye No. 3.
90
Sofya’ya Vagonlardan:
1820’li-1870’li Yıllarda İstanbul’da Açılan
Osmanlı Okullarıyla İlgili Belgeler
Margarita Dobreva
Balkanlar Araştırma Enstitüsü, Bulgaristan
Maria Mihaylova Mrıvkarova 1967’de “Milli Kütüphane Cyril ve Methodius’un Oryantal Bölümünde Bulunan Belgelerde XIX.
yüzyıl Osmanlı Devletinde Maarif Meselesi” makalesini yayımlar1.
Öncelikle Osmanlı eğitimi ve basınıyla ilgili ve hemen hemen anahtar kelimeyle tanıtılan belgeler 1931’de hurda kağıt olarak satılıp2
İstanbul’dan Sofya’ya aktarılan arşiv malzemelerindendir. Sunulan belgelerin bir kısmı 1940’lı ve 1950’li yıllarda Oryantal Arşiv
1 Maria Mihaylova-Mrıvkarova, “Dokumenti za prosvetnoto delo prez XIX
vek v Osmanskata imperiya, sıhranyavani v Orientalskiya otdel na Narodnata
biblioteka “Kiril i Metodiy”, İzvestiya na Narodnata biblioteka “Kiril i Metodiy”
i na bibliotekata na Sofiyskiya universitet “Kliment Ohridski”, VII (XIII), 1967,
s. 306-351.
2 1845’te Maliye Nazırı Safvetî Paşa 1931 yılındaki vagon olayına benzer bir
girişimde bakanlığındaki katipleri görevlendirerek Enderun’daki defterleri
kalemlere göre tasnif ettirdi. Yeniçeri Ocağı’na ait birtakım evrak ve defterlerin
saklanmasına lüzum görülmeyip saray fırınlarında yaktı (Belgelerle Arşivçilik
Tarihimiz (Osmanlı Dönemi). Proje Yöneticisi: Necati Aktaş, Ankara, 2000,
s. 11).
91
OSMANLI İSTANBULU III
Koleksiyonu, Yeni Gelen Türk Arşiv Belgeleri ve İstanbul, Tulça,
Rusçuk, Vidin, Lom, Tırnova, Şumnu, Varna, Silistre, Sofya, Niğbolu, Kula, Makedonya önfonları3 gibi koleksiyonlarda yer alıp numaralarla birlikte kısa özetlerle tasnif edilmiştir. Diğerleri 1 numaralı
İstanbul fonu başta olmak üzere önemli idarî merkezler esas alınarak
oluşturulan fonlara ait ve el yazmalı kataloglarda tek bir anahtar kelimeyle tanıtılan belgelerdir.
Makale basılır basılmaz, tasnif edilmeyen çok sayıda belgelerin
yeniden taranması, değerlendirilmeye değer vesikaların 1950’li yıllarda
kabul ettirilen şemaya göre yine tek bir anahtar kelimeyle tasnif edilmesi ve 1A numaralı İstanbul fonu başta olmak üzere ayrı ayrı 328
fona ek koleksiyonlar olarak ilave edilmesi kararı alındı. Çalışmalar
ilerledikçe söz ettiğim makalede yer alan belgelerin yanısıra 19. yüzyıl
Osmanlı İstanbulu’nun eğitim kurumlarına ışık tutan arşiv malzemelerinin sayısı da önemli boyutta arttı. Ama, arşivçiler eğitimle ilgili birçok evraka sadece “Okullar” anahtar kelimesini değil, “İnşaat”, “Sağlık
işlemleri”, “Deniz kuvvetleri” ya da “Dış İşleri” gibi başlıkları da tercih
etmişlerdir. Dolayısıyla, 1 ve 1A numaralı İstanbul fonundaki “Okullar”
konulu 9 dosyayı taramak yerine 50’e kadar dosya, 6000’e kadar gömlek çabukça gözden geçirdim. Tabii, Milli Kütüphane Birinci okuma
salonu elemanı olmasaydı, bu çalışmamı gerçekleştiremezdim.
•
Tespit ettiğim belgeleri ayrı ayrı okullara göre ya da değindikleri eğitim öğretim problemlerine göre gruplara ayırarak sunmak
mümkündür. İki yaklaşım da amaçlarıma uygun düşen özelliklere
sahiptir. Bir okula ışık tutan belgelerin sırasıyla anlatılması bu mektebin olağan gelişmesinden bahsetmek demektir. Bu yaklaşım okuyucuların aradıkları detayları kolayca bulmalarına elverişlidir. Ancak
3 Önfonlar denilen koleksiyon hakkında bakınız: Margarita Dobreva, “Aya
Kiril ve Metodiy” Milli Kütüphanesine Bağlı Oryantal Bölümü’ndeki “Vidin”
Önfonu Defterleri”, Davut Güney (ed.), International Congress “The Ottoman
Geopolitics Management of Cultural Archive Heritage and Role of the Land
Registry Archives”, 21-23 November 2012, İstanbul, Bildiriler (Ankara: 2013), I,
183-219 (www.tkgm.gov.tr/sites/default/files/icerik/ekleri/5-kongre_bildirileri.
pdf ).
92
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
birçok belge bizi aynı araştırma problemleri hakkında bilgilendirmektir. Bu sorunların ortaya konulması, en önemli eğilimlerin tespit
edilmesi, sonuçlarla tahminlerin meydana atılması araştırmacıların
esas görevleri arasındadır. Bu makalede ise iki yaklaşıma başvurmaktayım. Belgelerin bazıları ise ek kısımda çağdaş Türkçe özetleriyle
verilmektedir.
Şimdilik Nur-i Osmaniye Camisi’nde açılan “Usul-i Cedid”
sıbyan mektebine4 ve kız rüşdiyelerine5 ait birer belge elimizde
bulunmaktadır. Darülfünun’a6, Mekteb-i Mülkiye’ye, Darülmuallimin’e, Darülmuallimat’a Mahrec-i Aklam’a7 ve Ziraat Mektebi’ne8
ait belgeler ayrı ayrı dönemlerde geçen olayları aydınlatmaktadır. Bu
belgeler öğretmenlerin maaşlarıyla atanması, ders kitaplarıyla haritaların tedarikiyle maliyeti, okul binalarının kiralanması ya da inşaatı
ve onarım işlemleri gibi olaylara ışık tutmaktadır. Bu belgelere arşivçi
gözüyle yaklaşarak eşsiz kültür mirasımız olarak değerlendirmekteyim. Aynı zamanda bunları bir tarihçi olarak değerlendirirsem sözü
geçen okulların gelişmeleri hakkında ek bilgiler sunan malzemeler
niteliğinde olduklarını ileri sürmekteyim.
Belgelerin çoğu Osmanlı İstanbulu’nda açılan Mekteb-i Tıbbiye, askeri okullar ve rüşdiyelere ışık tutup şu araştırma gruplarına
ayrılmaktadır: okul binaları, okulların günlük harcamaları, öğretmenler, öğrenciler, ders programı, kitaplar ve aletler.
İnşaat ve onarımı anlatan belgeler gerekli meblağlar ya da
malzemeler hakkında bilgiler vermektedir. Ama, bazı dokümanlarda sadece inşaatların ya da tamiratların toplam maliyetleri belirtilmiştir9. Gerek Osmanlı, gerek Avrupa eğitim tarihinin yazılmasında
4 Bulgaristan Milli Kütüphanesi (BMK), Oryantal bölümü (Or. b.), Fon (F.)
1A, gömlek 53416.
5 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53383
6 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 35858; 35982; 36115; 53206; 53217; 53226; 53298; 53313;
53319; 53334; 53361; 53381-53382.
7 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 5695; 36072; 36160; 53505; 53322; 53348; 53376; 53379;
8 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53252; 53276.
9 Mekteb-i Tıbbiye ile ilgili belgeler: BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53154; 53213;
53292; 53302; 53568; 53669; 53712; Askeri okullarla ilgili belgeler: BMK, Or. b.,
F. 1A, gömlek 9637; 35802; 63666 s. 26b.
93
OSMANLI İSTANBULU III
inşaatlara ve onarımlara ait belgeler sıradan nedenlerle araştırmacıların ilgilerini ender hallerde çekmektedir. Elimizde inşaat ve onarım
malzemelerinin ayrıntılı bir listesi bulunuyorsa da, bütün bunların
hangi yerlerde kullanıldıklarını, hangi kapılarla pencerelerin tamirat
görüldüklerini net olarak yanıtlayamamaktayız.
4-8 Aralık 1850 ve Ağustos-Kasım 1860 tarihli belgelere göre
Mekteb-i Tıbbiye’de girişilen onarım işlemleri için boya ve boya
kağıdı, kireç, tuğla, cam, horasan, saman, kalburlar, fırçalar, bir kaç
okka karfiçe, halkalar, anahtarlar, menteşeler tedarik edilmiştir. Aynı
zamanda su yolu, çekmeceler ve kilitler de tamirattan geçirilmiştir10.
Bazı ayrıntılı onarım bütçeleri ise ayrı ayrı okullardaki odaların
sayısı ve iç döşemeleri hakkında bize bilgiler vermektedir. Onarım
bütçesine göre Haziran 1852’de Ticarethanenin 9 odası Mekteb-i
Maarif-i Adliye’ye aittir. Büyük ve orta ders odalarında, 4 dershanede, yazı, istirahat ve koğuş odalarında minderlerin ve perdelerin, makatların ve yastıkların yenilenmesi gerekmekteydi. Çeşitli kumaşlarla
gaytanlar, yün, keten ve iplik gibi malzemelere ayrılan masrafların
yanısıra gereçlerin taşınması, yorgancılarla terzilerin ücretlerine ve
günlük yemeklerine belli bir meblağ harcanmıştır (Tablo 1-2)11.
Tablo 1
Misko kumaşı
Yastıklar
Minderler
+
+
+
+
+
Çuha kumaşı
Astar kumaşı
+
Amerikan kumaşı
Keten
Yün
Perdeler
+
+
+
Gaytanlar
+
10 BMK, Or. b., Fon İstanbul 20/33; F. 1A, gömlek 53249.
11 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53267.
94
Makatlar
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
Tablo 2
Çatma
yastıkları
Duvar
yastıkları
Minderler
Perdeler
Makatlar
3
32
28
20
1
Orta ders odası
4
6
8
Dershane (1)
7
1
4
3
3
4
4
1
4
6
1
7
1
Büyük ders odası
Dershane (2)
Dershane (3)
22
Dershane (4)
Yazı odası
5
İstirahat odası
Koğus odası
6
3
1
+
Ocak 1857’de Mekteb-i Maarif-i Adliye’de, Üsküdar, Kasımpaşa, Sultan Beyazıt ve Beşiktaş rüşdiyelerindeki yıpranmış iç döşemelerin yenilenmesi için ayrı ayrı bütçeler hazırlanmıştır. Kasımpaşa
ve Üsküdar rüşdiyelerindeki minderlerle yastıklar ve perdelerin bir
kısmı mütalaa odasında, diğerleri ise dershanelerde bulunmaktaydı
(Tablo 3-4)12.
Tablo 3
Misko kumaşı
Yastıklar
Minderler
+
+
Çuha kumaşı
Minder
kalıfları
Makatlar
+
+
Amerikan kumaşı
+
Çeşitli kumaşlar
+
Basma kumaşı
+
+
Astar kumaşı
+
Keten
+
Yün
Perdeler
+
+
12 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53291, 53293.
95
+
OSMANLI İSTANBULU III
Tablo 4
Minderler
Mekteb-i
Maarif-i
Adliye
Üsküdar
Rüşdiyesi
Kasım Paşa
Rüşdiyesi
Sultan
Beyazıt
Rüşdiyesi
Beşiktaş
Rüşdiyesi
25
9
11
12
15
+
+
Minder kalıfları
+
Makatlar
+
1
8
9
+
+
Perdeler
16
13
13
7
Keçeler
+
2
1
+
Yastıklar
+
Kapıda çuha
perdeleri
Değenekli kapı
perdeleri
+
+
2
2
Yenileme faaliyeti esnasında kullanılan eşyalar ve diğer malzemeler tüm rüşdiyelerin aynı tarzda döşenmesine dair bir eğilimin
ortada olduğunu ispatlamaktadır. Minderler misko ya da çuha kumaşı ile kaplanmış da olsa yünle doludur. Bazen çuha kumaşı sadece
hocaların minderleri için kullanılmaktadır. Perdeler astarla Amerikan ve basma kumaşlardan ya da başka bir kumaştan diktirilmiştir.
Bazen astarlı olan yastıklar ise genellikle ketenle doludur ve çatma
ya da misko gibi kumaşlardan yapılmıştır. Perdelerin, minderlerin ve
yastıkların tam sayısını ve büyüklüklerini bilmezsek de ayrı ayrı odaların iç döşemelerine özgü bazı ufak tefek farkların da ortada olduğu
şüphesizdir. Ama, dershanelerde iskemleler, masalar ya da banklar
var mıydı? Belki de 1850’lerde rüşdiyelerde bu mobilyalar kullanılmamaktaydı. Öğrenciler minderler üzerine bağdaş kurarak duvarlar
boyunca sıralanan büyük yastıklara yaslanmaktaydı.
Bazı belgeler ise okulun iç ya da dış ortamı ile ilgili bilgiler
vermekte, böylece kaybedilen onarım krokilerinin ve inşaat planlarının yerine geçmektedir. Ocak 1847’de Mekteb-i Tıbbiye’nin kütüphanesinde Sultana özel bir yer ayrılmış ve yapımında Schneider
adlı bir tüccardan alınan 107 zira ipek kumaşı, 247 zira beyaz ve
yeşil canfes kumaşı, 11½ zira çuha, bir örtü, 8 zira perde, gaytanlar
96
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
ve bir rüzgar feneri kullanılmıştır13. Mayıs 1854’te Humbarahane
kışlasında bulunan Mekteb-i Tıbbiye’nin avlusundan geçen tatlı su
boruları ve Nisan 1864’te askeri idadiyenin yerleştirileceği Gülhane
hastahanesinin avlusundan geçen başka bir takım tatlı su boruları
tamir edilmiştir14.
İnşaat ve onarım problemlerinin araştırılmasında en çok “Tedarik edilen malzemeler yeterli miydi ya da bu girişimlerde tasarruflu
bir politika takip edildi mi” sorusu sorulmuştur.
Ekim 1856 – Şubat 1857 döneminde Maliye Nezareti’ne bağlı
olan Beytülmal ile Meclis-i Maarif arasında geçen yazışma yorgancılarla hasırcıların Mekteb-i Maarif-i Adliye’de, Sultan Beyazıt ve
Beşiktaş rüşdiyelerindeki yıpranmış döşek, keçe, minder, makat ve
hasırların yenilenmesini düşük masraflarla gerçekleştirme çabalarına
bir örnektir. Sözü geçen okulların müdürleriyle öğretmenlerinin görüşleri göz önünde alınarak 91.813½ guruşluk bir onarım bütçesi hazırlandı. Bu yüksek masraflara karşı çıkan Maliye Nezareti harcanacak meblağın azaltılmasını tavsiye edip onarım işlemlerinin yeniden
araştırılmasına ısrar etti. Ocak 1857’de sunulan onarım bütçesine
göre hasırlarla hasırcılara 7.090 guruş, yorgancılarla başka malzemelere 21.818½ guruş gerekliydi15.
Bazen Maliye Nezareti onarım ve inşaat masrafları için sıradan Osmanlı tebaalarının ödedikleri vergilerden faydalanmayıp çeşitli gelir kaynaklarına başvurmaktaydı. Eğitimin geliştirilmesi modernleştirme sürecinin öncelikleri arasında önemli yer tuttuysa da
1840’lı ve 1850’li yıllar arasında Osmanlılar okul binalarının inşaatıyla tamiratları için gerekli meblağların temin edilmesinde zorluklar
çekmekteydi. Temmuz 1845’te Küçük Taksim civarındaki Mekteb-i
Harbiye’nin inşaatı için Bakubogos adlı bir tüccardan 40.000 guruşluk borç alındı. Kasım 1845’te ise Torozoğlu Bagdasyan’ın hazineye
yatırdığı 25.000 guruşluk borç taksidi Maçka’daki askeri idadiyenin
tamirine harcandı16. Nisan 1849’da tuz fabrikalarını işleten Anadolu
13
14
15
16
BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53203.
BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53638, 63666 s. 1-9.
BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 65599, 53290.
BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 35842, 53193.
97
OSMANLI İSTANBULU III
Kumpanyası’nın hazineye yatırdığı bir meblağ Mekteb-i Tıbbiye’nin
onarımı için kullanıldı.
Mart 1851’de aynı okulda girişilen başka bir tamirat duhan
gümrüğü gelirlerinden kullanılan bir miktar parayla gerçekleştirildi17. Mayıs 1850’de Maliye Nezareti sarraf Cezayirlioğlu Mıgırdiç’ten 50.000 guruşluk borç alarak Mekteb-i Bahriye’nin onarımına
katılan işçilerin ücretlerini ödedi18. Haziran 1852’de ise Mekteb-i
Maarif-i Adliye’deki iç döşemenin yenilenmesi için gerekli 8.922 guruşluk meblağ Beytülmal tarafından karşılandı19.
Bazen okulların günlük masrafları ve öğretmen maaşlarının
ödenmesinde de Maliye Nezareti aynı yöntemlere başvurmaktaydı.
Aralık 1844’te Mekteb-i Tıbbiye’nin 300.000 guruşluk masrafları
ve günlük yiyecekleri Baltacı adlı bir tüccarın malî yardımıyla karşılandı20. Mart 1851’de Mekteb-i Tıbbiye nazırının maaşı Kaplacıoğlu’nun hazineye yatırdığı tutarın bir kısmıyla ödendi21. Kasım
1870’te Beytülmal Üsküdar Rüşdiyesi’ne 2.500 okka kömürün tedarikini sağladı22. Bu uygulama okul bütçelerine gerekli paraların önceden değil, aktüel malî imkanlara göre araştırılıp temin edildikleri
tahminini ortaya koymaktadır.
Bazı senetlerde ise sadece aylık masrafların toplamı verilmişBazılarında kullanılan malî kaynaklara ışık tutulmayarak harcamaların hazinece karşılandıkları kaydedilmiştir. Aylık masraflar çeşitlidir. Aralık 1860’ta bazı rüşdiyelerde biriktiren çöplerin belli alanlara
taşınmasıyla birlikte ders kitapların ciltlenmesi, küre ve haritaların
yenilenmesi, saatlerin tamirine de para harcanmıştır (Tablo 5)24.
tir23.
17 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 35954, 66319.
18 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53244.
19 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53267.
20 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53183.
21 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53256.
22 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53389.
23 Mekteb-i Maarif-i Adliye ile ilgili belgeler:BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53142,
53151, 53288, 53307, 55389; Mekteb-i Tıbbiye ile ilgili belgeler: BMK, Or. b., F.
1A, gömlek 53150, 53242, 53742, 53756.
24 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53471.
98
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
1838’in 20 Ekim – 17 Kasım günlerinde Mekteb-i Tıbbiye
için kimya tahtası, küp, süpürge, kırtasiye malzameleri alındı. Fıçı
ve tulumbalar onarıldı. Maaşlar okula taşındı. Bütün bu harcamalar
“aylık masraflar” kalemine geçirildi25.
Temmuz-Ağustos 1841, Ocak ve Eylül 1843 tahirli belgelerde
kırtasiye masrafları olarak geçen meblağla Mekteb-i Maarif-i Adliye
için İstanbul, battal, elvan gibi kağıt çeşitleri, karalama kağıdı, hokkalar, kalemler, mürekkep alındı. Bununla birlikte hasırlar, kömür,
su testileri, süpürgeler, kahve de tedarik edildi. Ekim 1843’te 26 cilt
Molla Cami, 100 cilt Şerh-i İzhar, 55 cilt İzhar, 55 cilt Nahv, 65 cilt
Sarf, 60 cilt Pend-i Attar ve 25 cilt Gülistan adlı kitaplar da sağlandı26.
Tablo 5
Rüşdiye
Masraflar
Beyazıt
Süpürge
+
Kilit tamiri
+
Su kovası
+
Toprak
testiler
Toprak
ibrikler
+
Üsküdar
Eyüp
Davut
Paşa
+
+
+
Galata
+
+
Kaplar
+
+
+
+
+
+
+
+
Su yolunun
tamiri
Beyler
beyi
+
+
+
+
+
+
+
+
+
+
+
+
+
+
+
Sakalar
Ciltlenme
Rumeli
Hisarı
+
+
+
Beşik
taş
+
+
Bardaklar
Kahve
Şeh
zadebaşı
+
+
+
+
+
+
+
+
+
Çöp atılması
+
Saatin tamiri
+
Küre ve
haritaların
tamiri
+
+
25 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53129.
26 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53165, 53181, 53175.
99
+
+
+
+
+
+
+
+
+
OSMANLI İSTANBULU III
1850’li ve 1870’li yıllar arasında Eczacı Anbar-i Amiresi Mekteb-i Tıbbiye’ye çeşitli araç gereçler tedarik etmekteydi. Bazıları botanik, fizik, kimya dersleri sırasında kullanılmaktaydı. Diğerleri ise
özel bir salonda sergilenmekteydi. Bütün ilaçlar ve madenler, kaplarla şişeler, teraziler, makaslar, ağaç maşalar, fincanların maliyeti okulun bütçesinde önemli bir masraf kalemi oluşturmaktaydı. Bununla birlikte Eczacı Anbar-i Amiresi Mekteb-i Tıbbiye ve Mekteb-i
Harbiye’deki hastahanelere gerekli ilaçları ve gereçleri devamlı olarak
yollamaktaydı. Aralarında meyan kökü, sinameki, ayrık otu, ıhlamur
çiçeği, gelencik çiceği, afyon, acı badem, karanfil, keten tohumu, tarçin, öksürük habı, uyuz habı, gül sirkesi, güherçile, nişadır ruhu, klor,
kurum, cehennem taşı, amonyak, kükürt, çeşitli melhemler, limon
tozu ve başka malzemelerle ilaçlar yer almaktaydı27.
Eylül 1849’da ve Kasım 1850’de Paris’teki Osmanlı elçiliği aracılığıyla tedarik edilen tıp kitapları ve büyük sarkaç, terazi, barometre,
manometre gibi kimya ve fizik aletlerinin bedeli Maliye Nezareti tarafından karşılandı. Mekteb-i Tıbbiye’ye yollanan “kolilerinde” Emil
Vidal’in Al-Emraz Risalesi (Emraz-ı Ayniye), Richard’ın Tarih-i Tabii
ve Fen-i Nebatat, Hıfz al-Emraz, Mufretat-i Tıbbiye, Teşrih Risalesi,
Emraz-ı Dahiliye, Emraz-ı Umumiye, Kimya, Hikmet-i Tabii başlıklı önemli eserler bulunmaktaydı. Maliye Nezareti, Mekteb-i Harbiye
için sipariş edilen kimya ve fizik aletlerini Elyon adlı tüccardan poliçeyle aldığı meblağla ödedi28. Ama, esas sorun bu iki okulun geçici malî
kaynakların yanısıra belli aralıklarla Batı Avrupa’dan ders kitaplarıyla
aletlerin tedarikini temin edecek bir bütçeye sahip olup olmadıklarıdır.
Bununla birlikte Maliye Nezareti Mekteb-i Tıbbiye ve askeri
okullardaki öğrenciler, öğretmenler ve memurların günlük iaşelerini
ödemekteydi. Aralık 1838’de Sultan II. Mahmud’un daveti üzerine
İstanbul’a gelen Avusturyalı Dr. Bernard öğrencilerin Mart 1839’un
ilk günlerinde tüketecekleri 60 okka penir ve 36 okka zeytin yağı
sipariş etti. Ekmek ısmarlamadıysa da Dr. Bernard ileride öğrenci
porsiyonlarını zenginleştiren mevsimlik sebzeleri ve meyveleri de isteyeceğini bildirdi29.
27 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53594, 53624, 53662-53663, 53674, 53715, 53732, 53744.
28 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53231, 53250.
29 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53133.
100
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
Ocak 1840’ta Mekteb-i Harbiye ve Mühendishane’de30 ve 5
Mart – 3 Nisan 1840 günlerinde Mekteb-i Tıbbiye’de31 tüketilecek
gıdalar ekmek, et, pirinç, yağ, soğan ve tuz gibi çeşitleri kapsamaktadır. Askeri okullar ise zeytinyağı ve nohut da istemişlerdir. Belgelerde bu gıdaların tam miktarları belirtilmiştir. Ancak bazı memurlar
günde birden fazla porsiyon aldıklarından32 sözü geçen dönemlerde kaç kişinin bu okullarda bulundukları tahmin edilememektedir.
Mekteb-i Tıbbiye için sağlanacak gıda miktarlarının yanında günlük
porsiyonun büyüklüğü da verilmiştir. Bir porsiyon 960 gram ekmek,
250 gram pirinç, 320 gram et, 80 gram yağ, 32 gram soğan ve 35
gram tuz içermekteydi. 1863’de Vidin’de çalışan mektep ve rüşdiye
öğretmenlerinin tüketim imkanlarını tespit etmek amacıyla oluşturduğum optimal beslenme modeline göre herkesin bir gün içinde 570
gram ekmek, 120 gram pirinç, 28 gram yağ, 170 gram et ve peynir
geçirdiğini tahmin etmekteyim (Tablo 6)33. Bu iki model karşılaştırıldığında aralarında önemli farkların oldukları görülmektedir. Belki
de, Mekteb-i Tıbbiye, Sultanın himayesi altında olduğundan günlük
porsiyonlar da daha büyüktü. Ama, gerek İstanbul’da, gerekse taşradaki sıradan insanlar ve başka öğretmenlerle öğrenciler söz ettiğim gıda
miktarları arasında değişen bir ortalama porsiyonla beslenmekteydi.
Tablo 6
Gıdalar
Oluşturduğum beslenme modeli
Mekteb-i Tıbbiye’deki beslenme modeli
Ekmek
570 gram
960 gram
Pirinç
120 gram
256 gram
Yağ
28 gram
80 gram
Et
115 gram
320 gram
Peynir
55 gram
Soğan
32 gram
30 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53145.
31 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53146.
32 BMK, Or. b., OAK 105/6; F. 1A, gömlek 5689, 13610, 59334.
33 Bakınız: Margarita Dobreva, “Material Provision of Ottoman Teachers in
Mektebs and Rüshdiyes in the Danube Vilayet during the Tanzimat”, Etudes
balkaniques, vol. 46, no. 3, 2010, s. 108–145.
101
OSMANLI İSTANBULU III
Aylık ücretlerin okul memurlarıyla öğretmenlere kesintisiz
ödenmesi eğitimin önemli problemleri arasındaydı. Mekteb-i Maarif-i Adliye’deki memur ve öğretmen maaşlarının toplam aylık bedelleri hakkında bizi bilgilendiren belgelerin yanısıra34 Mekteb-i
Tıbbiye’de35, askeri okullarda36 ve rüşdiyelerde37 çalışanların aylık
ücretlerini bildiren dokümanlar epeyce dağınık bilgiler vermektedir.
Yine de, ücretlerin ödendikleri dönemlerde İstanbul’da geçerli gıda
ve kira fiyatlarıyla ilgili veriler elimizde bulunmadığından “Bu maaşlar neye yetip neye yetmezdi?” sorusu yanıtlanamamaktadır.
Mart-Nisan 1839, Kasım-Aralık 1839, Mart 1840’ta hazırlanan maaş senetleri tıp öğrencilerinin sayısı ve aylık maaşları hakkında
veriler sunmaktadır38. Aralık 1839’da cerrahi sınıfı 18 öğrenciyle 2
halifeden oluşmaktaydı. Ama, 1839’un ilk aylarında düzenlenen sınavdan sonra 57 öğrencinin cerrahi sınıfa katılmaları önerilmekteydi39. Öğrencilerin sayısında belirlenen önemli fark göz önünde alınarak “Başka öğrencilerle ne oldu?” sorusu ortaya çıkmaktadır. Ne yazık
ki, bu sorunun cevabı da net değil. Bu 3 belge bir yıl içinde değişen
öğrencilerin sayısını da aydınlatmaktadır. Ama, belli bir eğilim tespit etmek için “Eğitim öğretim ve nizam açısından bazı düzenlemelerden sonra 17 Mart 1839’da yeniden açılan Mekteb-i Tıbbiye’nin
ikinci ders yılı ne zaman başladı?” problemini çözmeliyiz. Mekteb-i
Tıbbiye’deki dersler medreselere benzer bir şekilde Şevval ayında başlamaktaysa40 da yıllık sınavlar en geç Ramazan’ın sonunda düzenlenmekteydi. Böylece Mart 1840’taki sınıflar yeni alınan öğrencileri ve
yıllık imtihanlarda başarılı olan öğrencileri kapsamaktaydı.
Ama, kurulan 3 sınıfın yanında 17 Mart – 8 Kasım 1839 döneminde dördüncü bir sınıf daha meydana getirilmiştir. Bu husus şu
tahminlere yol açmaktadır: Sözü geçen dönemde bir sınav daha dü34 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53176, 53189, 53200, 53198-53199, 53239,
35 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53125, 53138, 53144, 53551, 53725.
36 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 5661, 60901, 16660, 53609.
37 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 13634, 53350, 53368,
38 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 53125, 53138, 53146, 53551.
39 BMK, Or. b., Fon İstanbul 37/3.
40 George Makdisi, The Rise of Colleges, Institutions of Learning in Islam and the
West. Edinburgh, 1981, p. 95.
102
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
zenlenmiş olmalı. 8 Kasım – 7 Aralık 1839 günlerinde “yeni başlayan”
öğrencilerle birlikte Mart-Mayıs aylarında sayısı 97 ile 107 arasında
değişen öğrencilerden 46’sı ikinci sınıfa geçtiler. Mart 1839’da ikinci
sınıfa katılan 48 öğrenciden 28 kişi üçüncü sınıfa yazıldı. Belki, azalan
öğrenci sayısı bilgi yetersizliğinden değil, ya bazı öğrencilerin doğrudan doğruya dördüncü sınıfa katılmalarından ya ayrı ayrı hastahanelere yardımcı olarak atanmalarından kaynaklanmaktadır (Tablo 7).
Tablo 7
Yıl
17 Mart - 15
Nisan 1839
(Muharrem
1255)
öğrenci
halife
16 Nisan –
14 Mayıs 1839
(Safer 1255)
8 Kasım 1839 7 Aralık 1839
(1 Ramazan (30 Ramazan
1255)
1255)
5 Mart –
3 Nisan 1840
(Muharrem
1256)
halife
öğrenci halife öğrenci halife
öğrenci
öğrenci
4.
25
3
25
3
47
3.
19
6
19
6
28
3
28
3
31
2.
48
8
48
8
46
8
40
4
44
1.
97
11
107
11
135
11
85
8
100
Tahminlerime göre Kasım 1839 – Mart 1840 dönemi aynı
ders yılına aittir. Ama, yıl boyunca yeni başlayanların sayısı çok çabuk değişmiştir. Bir ay içinde 50’ye kadar öğrenci okulu terk ettikten
sonra Mart 1840’tan önce birkaç yeni öğrenci alınmıştır. Mart 1840
maaş senedinde öğrenci ve halifelerin sayısı ayrı olarak kaydedilmemiştir. Dolayısıyla Mart 1840’ta ikinci ve üçüncü yıl öğrencilerinin
sayısı 8 Kasım – 7 Aralık 1839 dönemininkilerine eşit olarak kabul
etmekteyim. İlgimi çeken iki detay “Dördüncü yıl öğrencilerinin sayısı neden arttı?” ve “Dördüncü yıl derslerine katılan öğrenciler önceden nerede okudular?” sorularıdır. Ancak, şimdilik bu sorular yanıtlanamamaktadır.
Şu ana dek taradığım dosyalarda İstanbul rüşdiye öğrencilerinin sayısı ya da seçtikleri yüksek okullar ve mesleklerle ilgili bir belge
bulamadım. Askeri okullardaki öğrencilerin sayısı ile ilgili veriler ise
dağınık ve karşılaştırmaya elverişli değil41.
41 BMK, Or. b., OAK 105/6; F. 1A, gömlek 13599, 13610, 59334.
103
OSMANLI İSTANBULU III
Mekteb-i Tıbbiye’yi ve askeri okulları bitiren öğrencilerden
bazıları Tophane’de çalışmaya başlarken bazısı da rüşdiyelere resim
öğretmeni olarak atanmıştır. Bir kısmı ise katip olmuştur. Haziran
1872’de 12 kişi Mekteb-i Harbiye’ye bağlı olan baytarlık sınıfını başarıyla bitirdi. Aynı baytarlık sınıfı mezunları olan Erzurumlu İsmail
Efendi, Kaşif Efendi, Giritli Mehmet Efendi Erzurum, Erzincan ve
Kesriye’de atanmıştır42. Bazı öğrenciler tıp, matematik ya da askeriye alanlarında bilgilerini zenginleştirmek için İsviçre, Paris ya da Viyana’ya gönderilmiştir43. Tecrübe edinmek amacıyla Mayıs 1840’ta
Mekteb-i Tıbbiye’yi bitiren İsmail ve Nuri Efendiler 100 guruşluk
aylık maaşla Tophane Hastahanesi’ne atanmıştır. Temmuz 1847’den
önce Mekteb-i Tıbbiye mezunu, Trabzonlu Raşid Efendi birinci
süvari livasına bağlı birinci alay cerrahı olarak tayin edilmiştir. Bazı
tıbbiye mezunları ise Kuleli hastahanesinde, İstanbul ya da Basra karantinalarında işe başladılar ya da Akka ve İşkodra’ya gönderilmiştir44.
Ders programı, ayrı ayrı okullara tedarik edilen kitaplar ve
aletler hakkında bize bilgi veren belgelerin sayısı kalabalık da olsa ve
dokümanların sundukları detaylar faydalı da görünse İstanbul’daki
Osmanlı eğitiminin gelişmesini önleyen ya da teşvik eden bilimsel
etkenlerin hiçbirine ışık tutmamaktadır. Ancak Mekteb-i Tıbbiye ve
askeri okullardaki eğitim öğretime ait olan belgelerde uygulamalı ve
teorik bilgilerine önem verilmiştir. Ama, tıp ve askeriye alanında olan
bu bilgiler tarihçilere epeyce zorluklar çektirmektedir. Dolayısıyla bu
türdeki dokümanlar hem doktorlar ya da ordu mensupları, hem tarihçiler tarafından ortakça araştırılmalıdır.
•
Belki de, 1931’da Türkiye’den Sofya’ya vagonlarla giden ve iki
farklı metotla tasnif edilen Osmanlıca belgelerin eğitim alanında
sundukları detaylar çoktan bilinmektedir. Ama, Bulgaristan Milli
Kütüphanesi’ne bağlı olan Oryantal bölümünde yıllarca muhafaza
edilen bu kültür mirasımızın tanıtılması Osmanlı Arşivi’nin kısmen
parçalanmış bütünlüğüne yeniden kavuşturulmasına yönelik önemli
42 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 13588, 13634, 53152, 53419, 53745.
43 BMK, Or. b., OAK 105/15; F. 1A, gömlek 5687, 13584, 13625, 35984.
44 BMK, Or. b., F. 1A, gömlek 5666, 5678, 53593, 53609, 53614, 53647, 53659.
104
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
bir adımdır. “Okullar”, “İnşaat”, “Sağlık”, “Deniz kuvvetleri”, “Dış İşleri” başlıklı, 1 ve 1A numaralı İstanbul fonuna ait dosyalarla birlikte
1820’li ve 1870’li yıllar arasında İstanbul’da açılan Osmanlı okullarıyla ilgili birçok belgenin “Giderler”, “Bilanço”, “Siyasî ve Malî İdare”, “Diğer İdarî Problemler” başlıklı dosyalarda da bulunduklarını
tahmin etmekteyim. Bu 4 başlık altında on binlerce evrak tasnif edildiklerinden Osmanlı okullarıyla ilgili belgelerin tespiti en az 2 buçuk
yıllık bir dönem içinde tamamlanmak mümkündür.
105
OSMANLI İSTANBULU III
EK:
BAZI BELGELERİN ÇAĞDAŞ TÜRKÇE ÖZETLERİ
Usul-i Cedid Sıbyan Mektebi
Fon 1A, gömlek 53416, 14 Şubat 1874 (26 Zilhicce 1290), Maliye Nezareti’nin buyruğu
Osmaniye Camisi’ne bağlı olan kargir mektep binasında Usul-i
Cedid metodunun ilk defa uygulanacağı ve okuma yazma alıştırmalarına ağırlık veren bir sıbyan mektebi açıldı. Çocukların ödeyecekleri haftalık ücretler kesinleştirilinceye kadar 1 Şubat 1874’ten itibaren
400 guruşluk öğretmenlik maaşı hazinece karşılanacak. Darülmuallinin mezunu, Malatyalı Osman Efendi, bu mektepte öğretmenliğe
atandı. Kapıcı Mehmet Ağa, 100 guruşluk bir maaş alacak.
Kız Rüşdiyeleri
Fon 1A, gömlek 53383, 15 Mayıs 1869 (3 Safer 1286), Maliye
Nezareti’nin buyruğu
İstanbul’da Sultan Ahmet Camisi civarında, Beşiktaş, Üsküdar
ve Mahmud Paşa semtlerinde, Hani Hatun mektebi (eski Ali Paşa
Rüşdiyesi), İbrahim Sarım Paşa Mektebi’yle Yusuf Paşa Mektebi
ve At Pazarındaki Valide Sultan Mektebi’nde birer kız rüşdiyesinin
açılması, seçilen binaların tamir ettirilmesi planlanmaktır. Şimdiye
kadar orada çalışan yaşlı öğretmenler 250 guruşluk maaşla kız rüşdiyelerin müdürlüğüne, halifeler ise 100 guruşluk maaşla kapıcılığa
tayin edilecek. Birer baş öğretmen, yardımcısı ve nakış öğretmeni de
atanacak. Baş öğretmenin maaşı 500 guruş, yardımcınınki 300 guruş,
nakış öğretmenininki ise 100 guruştur. Kız çocuklarına Arapça, Farsça, matematik, yazı ve nakış gibi dersler okutulacaktır.
Ayrıca Zeyrek Camisi’nde açılacak erkek rüşdiyesinde maaşı 666 guruş olan baş öğretmen ve 333 guruşluk maaşa sahip olan
yardımcısı, aylık ücreti 250 guruş olan matematik öğretmeni, 150
guruşluk bir aylık ücrete sahip olan resim öğretmeni ve maaşları yüzer guruş olan rika ve sulüs hocaları ve bir kapıcı atanacak. Sultan
106
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
Beyazıt Erkek Rüşdiyesi’yle Beşiktaş erkek rüşdiyesinin idadiye
mekteplerine dönüştürülmesine ve Davut Paşa mektebinin 57.900
guruşluk onarımına izin verildi. Belgede alınacak minderler, perdeler,
keten ve yorgancıların günlük ücretleri hakkında da bilgiler verilmektedir.
Darülfünun
Fon 1A, gömlek 35858, 21 Mayıs 1847 (5 Cemaziyelahir 1263)
Sultan buyruğuna göre Hazine-i Nafia’ya bir miktar para aktarılacak. 1847’den itibaren yeni yapısı olan Maliye Nezareti masraf bütçesini hazırlayarak şunu göz önünde bulundurdu: Hazine-i
Nafia’ya 10.000 kese, Darülfünün’ün inşaatına 12.500 kese ayrılmalı.
Mart 1847’den sonra Darülfünun için sacede 8.000 kese temin edildi.
Bu tutar Meclis-i Vala-yi Ahkam-i Adliye’nin izniyle harcanacak.
Fon 1A, gömlek 53206, 25 Temmuz 1847 (11 Şaban 1263)
Ebniye-i Hassa müdürü Abdulhalim Efendi keresteler dışında
kireç ve başka malzemelerin alınmasına ve işçi ücretlerinin ödenmesine gerekli 2.837 keselik tutarın sağlanmasını Maliye Nezareti’nden
rica etti. Bu meblağın ödenmesine Sultandan izin almak üzere olan
Maliye Nezareti şu açıklamalarda bulundu: İki yıl içinde 8.506 keselik bir meblağ tahsis edildi. Bu tutarın 2.500 kesesi bazı eyaletlerin
gelir fazlasına, başka 2.500 kese ise eski Şeyhülislamın mirasına aittir. Şimdilik inşaatın 5.669 keselik masrafları karşılandıysa da kalan
2.837 keselik harcamalar ödenmeli.
Not: Belge parça halinde olduğundan başka 3.606 kesenin
hangi yollarla sağlandığı anlaşılamamaktadır.
Fon 1A, gömlek 53298, 8 Ekim 1858 (25 Safer 1275)
Reşid Paşa’nın kethüdasına tezkere müsveddesi
Darülfünun’un inşaatı için gerekli keresteler ve başka malzemeler alınınca 3 Eylül ve 10 Ekim 1858 tarihli iki tezkere hazineye
107
OSMANLI İSTANBULU III
gönderildi. Ama, şimdilik ne bir cevap, ne bir guruş geldi. Hazinece
ödenecek 11.250 guruşluk borç bir an önce kapatılmalı. Bu tezkerenin Zimemat komisyonuna sunulması rica edilmektedir.
Fon 1A, gömlek 53361, 2 Eylül 1867 (21 Ağustos 1283), Maliye
Nezareti’ne
Maarif Nezareti, Nafia Nezareti’yle haberleştikten sonra şunu
bildirdi: Çemberlitaş çivarındaki Darülfünun binasının yarım kalması uygun değil. Tamamlanmasına gerekli tutarın tespiti için izin
istenmektedir.
Mekteb-i Mülkiye, Mahrec-i Aklam, Darülmuallimin,
Darülmuallimat
Fon 1A, gömlek 53305, 21 Mayıs 1861 (11 Zilkade 1277), Maliye Nezareti’ne
Ticarethane-i Vezine, Mekteb-i Mülkiye öğrencilerine 20 adet
Ticaret Kanunu ve zeylini de içeren daha 80 adet kanun nüshasını ulaştırdı. Tüm 100 kopyanın 900 guruşluk maliyetinin hazinece
ödenmesi rica edildi. 26 Mayıs 1861’de Maliye Nezareti bu masrafın
karşılanması olumlu olarak onayladı.
Fon 1A, gömlek 53322, 28 Nisan 1864 (16 Nisan 1280), Maliye
Nezareti’ne
Hassa-i Vekalet’e ve Nafia Meclisi’ne şu bildirildi: Ticarethanede bulunan Mekteb-i Mülkiye ve Darülmuallimin ve Mahrec-i
Aklam öğrencileri kalabalık bir gruptur. Özellikle Mekteb-i Mülkiye
öğrencilerinin sayısı çok arttı. Okula dönüştürülmesine elverişli ve
45.000 guruşluk maliyette olan Nuri Efendi Konağı’nın satın alınması kararlaştırıldı. Odaların teftiş edilmesi için Meclis-i Vala-yi
Ahkam-i Adliye’ye yazıldı. Sözü geçen meblağın iki taksitle ödenmesi için hazinece izin istendi.
108
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
Fon 1A, gömlek 53348, 28 Mart 1866 (16 Mart 1282),
Bab-i Ali’ye
Mekteb-i Mülkiye, Darülmuallimin ve rüşdiyeler için yapılan
Türkçe haritalar “Büyük yangın” diye anılan felakete mal oldular. Şimdi Belçika’da olup yakınlarda Paris’e uğrayarak izninizle gerekli Türkçe harita, atlas ve küreleri sipariş ederim. Maliyeti 10.000 franktır.
Fon 1A, gömlek 53376, 6 Temmuz 1868 (24 Haziran 1284),
Maliye Nezareti’ne
Mekteb-i Mülkiye, Darülmuallimin ve Mahrec-i Aklam’da
okutulmak için Tarih-i Umumî eserinin birinci ve ikinci cildi gereklidir. Tabhane-i Amire kağıt, baskı ve başka işlemler için 15.000 guruşluk bir meblağ istedi. Bu tutarın hazinece karşılanması rica edildi.
Fon 1A, gömlek 53379, 4 Kasım 1869 (23 Ekim 1285)
Sıbyan ve rüşdiye şubeleri olan ve kız mektepleriyle rüşdiyelerin öğretmen yetiştirecek Darülmuallimat açıldı. Her şube biri
Gayrimüslim, diğeri Müslüman kızlara ayrılan toplam iki sınıftan
oluşmaktadır. Maarif Nizamnamesi’nde belirtildiği gibi bütün masraflar hazinece karşılanacak. 15 Ekim 1869 - Şubat 1870 dönemine
ait olan 12 yük 45.260 guruşluk okul masrafı binanın onarımı ve kira
taksidi için temin edildi.
Fon 1A, gömlek 36160, 24 Kasım 1869 (12 Kasım 1285), Maliye
ve Maarif Nezaretleri’ne
Darülmuallimatın açılması hakkında karar alındı. Rahmetli
sadırazam Ali Tahir Efendi’nin mektupçusunun eşi, Emine Hanım,
Aya Sofya civarında, Yerebatan Caddesi’nde bir eve sahiptir. İmzalanan antlaşmaya göre 15 Ekim 1869’dan itibaren bu ev eğitim öğretim amaçlarıyla kiralanmaktadır. İki taksitle ödenecek yıllık kira
14.440 guruştur. Ev acil olarak tamir edilmeli.
109
OSMANLI İSTANBULU III
Fon 1A, gömlek 5695, 5 Mayıs 1873 (10 Cemaziyelahir 1290)
Vezir-i Azam Seyyid Mehmed Rüşdi’den Maliye Nezareti’ne
bağlı olan Masraf Dairesi’ne
Darülmuallimin-i Sıbyan programının bazı derslerle zenginleştirildiğinden ötürü bir öğretmen daha gereklidir. Mülkiye Mektebi’ni bitiren Abdullah Efendi okula atandı. Sultandan ve Maarif
Nezareti’nden gerekli izin de alındı. Maaşı 400 guruştur. Aynı zamanda müdür yardımcısı görevini de yerine getirecek. Aylık maaşı
1289 bütçesine ilave edilmeli.
Rüşdiyeler
F 1A, gömlek 53130, 29 Kasım 1838 (12 Ramazan 1254), Maliye Nezareti’ne
Mekteb-i Rüşdiye Nazırı Esad Efendi’nin maaşı 8.000 guruştur. Yardımcısı olan Mehmet Latif Efendi’ninki ise 1000 guruştur.
Bir zaman önce Mehmet Latif Efendi Ceride Odası baş kâtibi muavini olarak çalışmıştır. İkinci katip, Hüseyin Efendi 500 guruşluk
bir maaşa sahiptir. Defterler kağıt ve başka malzemelere her ay beşer
yüz guruş ayrılmaktadır. Sultan II. Mahmud’un fermanı göz önünde
bulundurularak 28 Kasım 1838’den itibaren toplam 10.000 guruşluk
bu masrafın devamlı olarak Emtiya Gümrüğü gelirlerinden karşılanması buyurulmalı. Ayrı ayrı malî dairelere bildirilmeli.
Fon 1A, gömlek 5663, 22 Ekim 1839 (13 Şaban 1255), Tezkere
müsveddesi
Bir zaman önce Sultan Mahmud türbesi ve kütüphanesi yakınlarında 300 öğrencinin okuyacakları Mekteb-i Maarif-i Adliye
açıldı. Hazırlanan onarım bütçesine göre türbedar odası, sebil ve
başka yerlerin tamirine 8.135 keselik bir meblağ gereklidir. Kütüphanenin onarımı ise 222 kese tutmaktadır. Mektebin yarısı kargir,
yarısı ahşap yapılırsa inşaat bütçesi 1.592 keseye kadardır. Ahşapsa
1.192 keselik bir tutar sağlanmalı. Sultan, kütüphanenin onarımıyla
birlikte yarısı kargir, yarısı ahşap olacak bu mektep binasının inşaat
edilmesi görüşündedir.
110
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
Fon 1A, gömlek 5718, tarihsiz, (tahminen 1846’nın ikinci yarısı),
Tezkere müsveddesi
Mektepleri denetlemek için Meclis-i Maarif-i Umumiye üyesi, Esad efendi, Mekâtib-i Umumiye nazırlığına atandı. Yardımcısı,
Mektub-i Senaveri Odası mümeyyizi olan Kemal Efendi’dir. Esad
Efendi nazırlık görevlerini yerine getirmeye özen gösterirse de,
ödevlerini açıklayan bir talimat hazırlanmalı. Cehaleti gideren etkili
önlemlerin öncelikle alınması ve Latif Vahip Efendi’nin bu dairesine
tayin edilmesi de önerilmektedir. Bu konudaki karar Meclis-i Maarif-i Umumiye ve Sultanca onaylandıktan sonra Takvim-i Vekayi
gazetesinde yayımlanacak.
Fon 1A, gömlek 53198-53199; Ağustos ve Ekim 1846, Maliye
Nezareti senedi
Nezaret-i Mekâtib-i Rüşdiye görevlilerinin toplam 10.700
guruşluk aylık maaşları Anadolu kumpanyasının hazineye yatırdığı
meblağdan faydalandırılarak bir poliçeyle ödendi. Tutar Esad Efendi’ye verildi.
Fon 1A, gömlek 53210, 16 Ocak 1848 (9 Safer 1264) Sergi Muhasebesi’nin ilmühaberi
Verilen fermana göre Kemal Efendi Mekâtib-i Umumiye Nezareti Müdürlüğüne atandı. Yardımcısı ise Hafız Vehbi Efendi’dir.
İkisi mekteplerle rüşdiyeleri denetlemektedir. Dolayısıyla Kemal
Efendi’nin 3000 guruşluk maaşı 2000 guruşla, Vehbi Efendi’nin
1500 guruşluk maaşı 1000 guruşla artırıldı.
Fon 1A, gömlek 53227, 20 Mayıs 1849 (27 Cemaziyelahir 1265)
Yazarı Hayrullah Efendi olan ve rüşdiyelerde okutulacak Mesail-i Hikmet risalesinden 615 nüsha basıldı. Mekâtib Nazırı Kemal
Efendi rüşdiye öğrencilerine gerekli 600 nüshayı aldı. Her nüsha 4
buçuk guruştur. 2.905 guruşluk baskı masraflarının tesviyesi Maliye
Nezateri’ne rica edilmektedir.
111
OSMANLI İSTANBULU III
Maliye Nezareti’nin açıklaması: Bu risaleden 15 nüsha fazla
basıldı. Öğrencilere dağıtılacak nüshaların bedeli 2.692 guruştur.
Fon 1A, gömlek 53233, 16 Ekim 1849 (14 Cemaziyelevvel 1265)
Mekteb-i Maarif-i Adliye öğretmeni Tahir Efendi rahatsızlığından ötürü görevlerini yerine getirememektedir. 17 Eylül 1849’dan
itibaren maaşı kesilmiştir.
Not: 1A İstanbul fonuna ait 53269 numaralı gömlekteki ve
12 Ekim 1852 tarihli senet Tahir Efendi’ye Eylül 1852’de ödenen
maaşının 1.500 guruş olduğunu belirtmektedir.
Fon 1A, gömlek 53251, 1 Ocak 1851 (27 Safer 1267)
Meclis-i Maarif-i Umumiye’den Maliye Nezareti’ne Mektup
Mekteb-i Tıbbiye Nazırı okuldaki matbaanın Avrupa kıtası
tercümesini yayınladığını tezkereyle bildirdi. Rüşdiye öğrencilerinin
bilgilerini zengileştirecek bu tercüme Meclis-i Maarif-i Umumiye’ye
gönderildi. Meclis kitabı gözden geçirmiş ve yararlı olduğu düşüncesindedir. Öğrencilere dağıtılmak için fiyatı 15 guruş olan tercümeden 100 nüsha alınacak. Bu tutarın Meclis-i Maarif-i Umumiye
tarafından ödenmesi için izin istendi.
Fon 1A, gömlek 53267, 13 Haziran 1852 (24 Şaban 1268), Maliye Nezareti’ne
Meclis-i Maarif-i Umumiye’nin gönderdiği mazbata şunu belirtmektedir:
İki seneden beri Mekteb-i Maarif-i Adliye’deki hasırlar ve
mobilyalar gittikçe yıpranmıştır. Bunlar onarılmalı. Müdürün yardımıyla durumu araştırmak için yorgancılar ve hasırcılar gönderildi. Beytülmal müdürünün onayladığı onarım bütçesi 8.922 guruştur.
Fazla harcamaların karşılanmaması ve onarımın daha düşük masraflarla gerçekleştirilmesi şartıyla Maliye Nezareti’nden izin istendi.
Not: 1A İstanbul fonuna ait, 53266 numaralı gömlekte Maliye
112
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
Nezareti’ne sunulan onarım bütcesinin 27 Mayıs 1852 (7 Şaban
1268) tarihli bir kopyası bulunmaktadır. Dokuz odada bulunan minderler, makatlar, yastıklar ve pendeler için çatma, misko, amerikan,
çuha, astar gibi kumaşlar, gaytanlar, iplik, birkaç okka keten ve yün
alındı. Ayrıca 1.236 zira yeni hasırlar tedarik edilip, diğerleri tamir
edildi. Günlük ücreti on beşer guruş ve iaşesi birer guruş olan toplam
41 yorgancı ve terzi çalıştırıldı.
Fon 1A, gömlek 65599, 31 Eylül 1856 (2 Rebiülevvel 1273)
Mekteb-i Maarif-i Adliye’de, Sultan Beyazıt ve Beşiktaş Rüşdiyelerinde döşekler, minderler, keçeler ve hasırlar çok yıpranmıştır.
Bunlar yenilenmelidir. Sultan buyruğuna göre bu üç okula bir yongancı gönderilerek bütçe defteri hazırlandı. Ancak toplam 91.813
buçuk guruş tutan onarım masraflarının çok yüksek oldukları görüşü
ileri sürüldü. Dolayısıyla ikinci bir bütçenin hazırlanması istendi.
5 Kasım 1856 (7 Rebiülevvel 1273) tarihli açıklama: Sözü geçen 91813 buçuk guruşluk onarım bütçesi rüşdiye müdürleriyle öğretmenlerinin isteklerini yansıtmaktadır. Tahminlere göre 9-10 000
guruşluk bir meblağ iç döşemelerin yenilenmesine yeterli olacak.
Dolayısıyla Mekâtib-i Nezaret Dairesine bağlı olan bir kaç memur
rüşdiyelere gönderilip yeni bütçeyi Beytülmal müdürüne sunacaklar.
Fon 1A, gömlek 53290, 23 Kasım 1856 (25 Rebiülevvel 1273),
Maliye Nezareti’nin Mektubu
Mekteb-i Maarif-i Adliye nazırı şunu bildirdi: Sultan Beyazıt
ve Beşiktaş Rüşdiyeleri ve Mekteb-i Maarif-i Adliye için hazinece
ödenecek çeşitli eşyalar alındı. Ayrıca eskimiş minder, makat, keçe
ve hasırlar çabuk yenilenip onarılmalı. Okullara gönderilen yorgancılarla hasırcıların hazırladıkları onarım bütçesine göre toplam
91.813 buçuk guruşluk bir tutar gereklidir. Mekteb-i Maarif-i Adliye’ye alınacak malzemeler için 44.302 buçuk guruş, günlük ücretler
için 2.990 guruş istenmektedir. Sultan Beyazıt Rüşdiyesi’nde kullanılacak malzemeler için 14.401 guruşluk, ücretler için 1.100 guruşluk bir tutarın harcanması planlanmaktadır. Beşiktaş Rüşdiyesi’ne
113
OSMANLI İSTANBULU III
gerekli malzemeler 20.580 guruş, ücretler 1.350 guruştur. Beytülmal müdürü bu meblağın mümkün oluncaya kadar azaltılması görüşündedir.
Fon 1A, gömlek 53291, 29 Aralık 1856 - 5 Ocak 1857 (2-9 Cemaziyelevvel 1273)
Sultan Beyazıt ve Beşiktaş Rüşdiyeleri ve Mekteb-i Maarif-i
Adliye’de gerçekleştirilecek onarım işlemlerine 91.813 buçuk guruşluk bir tutar temin edilmeli. Öğretmenlerle müdürlerin isteklerini
yansıtan bu maliyetin çok yüksek olması görüşü ileri sürüldü. Onarım bütçesini yeniden hazırlayan memur harcamaları 21.818 guruşa indirdi. Bunun yanısıra yenilenecek ve tamir edilecek hasırların
maliyeti 7.090 guruş civarındadır. Ticarethanedeki Mekteb-i Maarif-i Adliye’ye alınacak malzemeler için 6.970 guruş, günlük ücretler
için 1.200 guruş istendi. Sultan Beyazıt Rüşdiyesi’nde kullanılacak
malzemeler için 6.036 guruşluk, ücretler için 875 guruşluk bir tutarın harcanması planlandı. Beşiktaş Rüşdiyesi’ne gerekli malzemeler
5.937 buçuk guruş, ücretler 800 guruştur. Maliye Nezaretinin onayladığı ikinci onarım bütçesine göre kullanılacak malzemeler misko,
çuha, astar ve amerikan gibi kumaşlar, perdelik kumaş, iplik ve çiviler
kapsamaktadır. Tüm 75 yorgancı, terzi, keçeci ve hallaça 25er guruşluk bir günlük ücret ve yemek temin edildi.
Fon 1A, gömlek 53293
sayfa 1, 25 Ocak 1857 (29 Cemaziyelevvel 1273), Maliye Nezareti’ne
Meclis-i Maarif-i Umumiye Üsküdar ve Kasımpaşa Rüşdiyelerindeki hasırlar ve döşemelik eşyaların çok eskimiş olduklarını
bildirmektedir. Yorgancıların hazırladıkları onarım bütçesine göre
10.765 buçuk guruşluk bir tutar sağlanmalı. Fazla harcamaların
ödenmemesi ve onarımın daha düşük masraflarla gerçekleştirilmesi
şartıyla Maliye Nezareti’nden izin istenmektedir.
sayfa 3, 10 Ocak 1857 (14 Cemaziyelevvel 1273), Onarım
defterine göre dershaneler ve mütalaa odalarındaki yastık, makat,
114
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
minder, perdeler için misko, basma, astar ve Amerikan gibi kumaşlar, kalıflık kumaş, keçe, yün ve çiviler alındı. Tüm 52 yorgancı, terzi,
keçeci ve hallaça 25er guruşluk günlük ücret ve yemek temin edildi.
Fon 1A, gömlek 13634, 5 Şubat 1857 (10 Cemaziyelahir 1273)
Maliye Nezareti’nin açıklaması: Bir zamandır Mekteb-i Harbiye ressam sınıfı mezunlarından biri Mekteb-i Maarif-i Adliye, Darülmaarif ve Sultan Beyazıt Rüşdiyesi’nde düzenlenen resim derslerinden sorumludur. Gayretlerine karşılık olsun diye her bir okulda
verdiği dersler için 250şer guruşluk aylık maaşın tahsisi rica olunmaktadır.
Fon 1A, gömlek 53350, 23 Nisan 1866 (7 Zilhicce 1282), Senet
Beşiktaş Rüşdiyesi yardımcı öğretmeninin aylık maaşı 400 guruştur. Aynı rüşdiyede verdiği matematik dersleri için 200 guruşluk
aylık ücret de almaktadır. Ekim 1865 – Mart 1866 dönemine ait
3000 guruşluk meblağ hazinece karşılanacaktır.
Fon 1A, gömlek 53368, 30 Ekim 1867 (2 Recep 1284), Maliye
Nezareti’ne
Arapça ve matematik derslerinde görevli olan Beşiktaş Rüşdiyesi yardımcı öğretmeni Ankara Rüşdiyesi başöğretmenliğine atandı.
Esnaflara borçlarından dolayı kendisi Nisan - Eylül donemine ait
maaşın hazinede biriktirilmesini istemektedir. Kış mevsimi basmadan önce Ankara’ya gidecektir.
Fon 1A, gömlek 53363, 21 Aralık 1867 (24 Şaban 1284)
Maarif Nezareti 25 Eylül 1867 tarihli tezkeresiyle şunu açıkladı: Üsküdar’daki kargir müzik talimhanesi rüşdiyeye dönüştürülecek.
Tamiratına 21.000 guruşluk bir tutarın gerekli olduğu tespit edildi.
Onarımı için bu kadar para harcanması uygun olmadığından hazinece 17.500 guruşluk bir meblağ onaylandı.
115
OSMANLI İSTANBULU III
Mekteb-i Tıbbiye
Fon 1A, gömlek 13575, 4 Nisan 1827 (6 Ramazan 1242), Senet
Barış ya da savaş zamanlarında Asakir-i Mansure askerlerinin ve başka askeri sınıflara mensup olan askerlerinin tedavi edilmesi
amacıyla Sultan fermanıyla Tıphane-i Amire’de tıp okutulmaya başlandı. Hocalarla öğrencilerin aylık maaşları da kesinleştirildi. Alınan
izne göre Şaban 1242 maaşları (28 Şubat – 28 Mart 1827) hazinece ödenecek. Dördüncü sınıf öğrencilerine toplam 625 guruşluk bir
tutar, üçüncü sınıf öğrencilerine 462 guruşluk bir meblağ, cerrahlık
öğrencilerine 850 guruşluk bir miktar, bekçiye ise 50 guruş ayrıldı.
Fon 1A, gömlek 53547, 2 Ocak 1839 (16 Şevval 1254), Maliye
Nezareti’ne müsvedde
Antlaşmaya göre Sultan iradesiyle Tıp Mektebi öğretmenliğine Viyana’dan davet edilen Dr. Bernard için Beyoğlu mahallesinde
bir ev kiralandı. 4.500 guruşluk ve 18 Aralık 1838 – 7 Aralık 1839
dönemi kirası peşin ödenmelidir. Dr. Bernard’ın ev eşyalarına harcamaları 6.860 buçuk guruştur. Böylece kira ile birlikte toplam 10.360
buçuk guruş hazinece ayrılmalı.
Fon 1A, gömlek 53543, 9 Ocak 1839 (23 Şevval 1254), Bab-i
Ali’ye müsveddesi
Viyana’dan gelen Dr. Bernard ve Mekteb-i Tıbbiye müdürü
Osman Efendi okul düzenini ele alan öneriyi ve gerekli araç gereçleri belirten defteri mühürleyip sundular. Sultanın öneriyi ve defteri
gözden geçirmesi için bir kopyası Mabeyin-i Hümayun’a gönderildi.
Sonra bunlar Meclis-i Umur-i Nafia ve Meclis-i Vala Ahkam-i Adliye’ye takdim edilecek.
Fon 1, gömlek 6761, 26 Ocak 1839 (20 Zilkade 1254), Mabeyn-i
Hümayun’a
Mekteb-i Tıbbiye için yataklar ve başka araç gereçler gereklidir. Dr. Bernard’ın ve müdür Osman Efendi’nin hazırladıkları öneri
116
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
gözden geçirildikten sonra alınmalarına izin verilmesi rica edilmektedir. Aynı öneri Meclis-i Umur-i Nafia’ya sunulmaktadır. Osman
efendi okul düzeninin bütünlenmesiyle uğraşmaktadır. Ahmet
Efendi ise ders nezaretine atandı.
Fon 1A, gömlek 64775, 17 Mart 1839 (1 Muharrem 1255), Mabeyn-i Hümayun’a müsveddesi
Dr. Bernard şunu önermektedir: Mekteb-i Tıbbiye’deki bazı
öğrenciler bir şey öğrenmediyse de okulu terk etmeleriyle tüm eğitim
öğretim masrafları boşuna olacak. Alaylarda atanırsa bir işe yaramamaktadır. Cerrahlık tıptan daha kolay olduğundan 1-2 yıl içinde gerekli beceri edinecekler. Tedavi görmek amacıyla okula bağlı olan bir
odaya hastalar yerleştirilecek. Dr. Bernard cerrahlık alanında uzmanlaşan öğrencileri gözetecek. Sonra onlar da ayrı ayrı askeri birliklerde
cerrah görevine atanacak.
Fon İstanbul 37/3, Tarihsiz, Belge parçası
Mekteb-i Tıbbiye’nin düzenini ele alan öneri 4 ay önce
(1838’in son günlerinde ya da 9 Ocak 1839’dan önce) ders nazırı
Dr. Bernard’ın yardımıyla hazırlanıp Dr. Bernard’ın kaleme aldığı
bir nizamname, ders programı ve okula gerekli araç gereçleri bildiren
bir defterle birlikte Sultana sunuldu. Sultana göre bazı yöntemlerle
öneriler kabul edilebilmektedir. Ama, bazıları okulun düzeniyle metotlarına zıt düşmektedir. Nizamnamede, ders programında ve yürürlükte olan yöntemler ve eğitimin uygulamalı özellikleri göz önünde bulundurulup Dr. Bernard’a danışılarak yeni bir proje hazırlanıp
Seraskerliğine sunulmalı.
Gündüz okulda bulunan ve 40 guruşluk aylık maaş alan tüm
200 öğrenci sınavdan geçirildi. Aralarından 97 kişi birinci sınıfa, 27
kişi ikinci sınıfa, 13 kişi üçüncü sınıfa kaydedildi. Hazırlanan deftere
göre tıp okumaya meraklı olmayan 57 öğrenci 4 ay boyunca Dr. Bernard tarafından okutularak cerrahlık alanında uzmanlaşacak.
Şimdiye kadar adaylar yaş ve anlayış gibi özelliklere göre elendiyse de ileride rüşdiye mezunları kabul edilecek. Okulda geceleyen
117
OSMANLI İSTANBULU III
öğrenciler izin alarak gündüz şehre çıkabilmektedir. Görevlerini
özenle yerine getiren öğretmenlerle memurlara ve derslerine devamlıca çalışan öğrencilere rütbe ve iftihar ya da imtiyaz nişanları verilmektedir.
Mekteb-i Tıbbiyye’nin idaresi iki önemli noktayı kapsamaktadır: malî sorunlar ve öğrencilerin masrafları; öğretmenlerle öğrencilerin özeni, uygulama alanları ve eğitim öğretim.
Dr. Bernard dördüncü sınıf öğrencilerine tıp okutacak. Birinci
ve ikinci sınıf öğrencilerine Arapça okutmak için müderris Trabzonlu
İsmail Efendi atandı. Kendisi, Sultanın ders memurlarına ve dersiamlarına mensup olan Vidinli Efendi’nin öğrencisidir. İleride tayin edilecek öğretmen yardımcıları şu derslerden sorumlu olacaklar: Latince,
fizyoloji, zooloji, botanik, fizik, kimya, matematik, jeoloji, eczacılık,
hijyen, tıp nizamnameleri, cerrahlık, pansuman, çeşitli tıp dalları.
Fon 1A, gömlek 5664, Tarihsiz
Mekteb-i Tıbbiye’deki düzenin ve eğitim öğretim metotlarının bütünlenmesiyle ilgili ve 3 ay süren müzakerelerin Dr. Bernard
ve Osman Efendi tarafından mühürlenmiş özeti.
Sultanın buyruğuna göre Mekteb-i Tıbbiye’de doktor, cerrah
ve eczacı elemanı 4 yıllık bir süre içinde yetiştirilmektedir. Mezunlar
ayrı ayrı askeri birliklerde atanıp askeri rütbe almaktadır. Dolayısıyla
bu okul Seraskerliğe bağlanmalı.
Geçenlerde okuldaki botanik bahçenin temizlenmesi ve çeşitli
ağaçlarla bitkilerin diktirilmesi için 7.000 guruşluk bir tutar harcandı. Okul nezaretinin değiştirilmesiyle bahçıvan işten çıkarıldı. Bahçe ise güzelliğiyle düzenini kaybetti ve sözü geçen meblağ boşuna
harcanmış oldu. Dolayısıyla iyi maaşa sahip olacak bir bahçıvanın
atanması rica edilmektedir. Sınavla tayin edilen Latince öğretmeni
botanik alanında geniş bilgilere sahip olduğundan botanik bahçesiyle de ilgilenebilmektedir.
Yataklar, koğuşlar ve yemekhane her gün silinip süpürülmeli. Yemekler vaktiyle alınıp yemekhaneye konularak herkese ayrı bir
tabakta verilmeli. Zamanı yemekhanede boşuna geçirip emellerine
118
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
kavuşamadıklarından tüm öğrenciler mutfak işlerinden serbest tutulmalı. Mutfakla yemekleri bakacak bir sofracı atanmalı.
Cerrahlık alanında uzmanlaşacak öğrenciler okul hastahanesine alınan hasta askerleri tedavi etmeli. Seraskerlik Maltepe Hastahanesi’nden birkaç yaralı askerin oraya aktarılmasını buyurmuştu. Onları 2 ay boyunca tedavi ederek öğrenciler önemli tecrübe edindiler.
Ama, son günlerde hastaların sayısı yeterli olmadığından öğretim de
aksatılmış oldu. Dolayısıyla birer ikişer hasta da olsa devamlıca okul
hastahanesinde bulunmalı.
Nizamnameye göre öğrencilerin maaşları çok iyidir. Ama
mektep nazarı şu görüşünü ortaya attı: Bu yüksek maaşlar servet biriktirme isteğini uyandırarak öğrencileri kötüye etkileyecek. Dolayısıyla bu maaşların amacıyla kullanışı nizamnamede belirtilmeli.
Fon 1A, gömlek 53144, 29 Şubat 1840 (6 Zilhicce 1255) Senet
Mekteb-i Tıbbiye ders nazırı Hayrullah Efendi’nin 8 Kasım
1839 – 4 Şubat 1840 dönemine ait 3 aylık maaşı toplam 3.750 guruştur.
Fon 1A, gömlek 53603, 19 Mayıs 1847 (3 Cemaziyelahir 1263)
Mekteb-i Tıbbiye’deki Sultan dairesine ve yıllık sınavların düzenlendikleri salona giden merdivenlerin onarılması ile ilgili bütçe
hazırlanıp yetkili kurumlara sunuldu. Ama, şimdilik bir cevap gelmedi. Geçen sınavda merdivenlerin tamiri hakkında sözlü bir buyruk
verilmişti. İmtihan dönemi yaklaştığından gerek merdivenler gerek
diğer yerler acil olarak tamirat görmeli. Gerekli tutarın temini doğrultusunda bir emir rica olunmaktadır.
Fon 1A, gömlek 53602, 7 Temmuz 1847 (23 Recep 1263)
Saruhan sancağı kaymakamı ile mal müdürünün mektubu
Mekteb-i Tıbbiye’deki sergi salonunda sergilemek için okulca gönderilen Avusturyalı doktor Astor Zahnbach ve birkaç tıp
119
OSMANLI İSTANBULU III
öğrencisi bitkiler topladılar. Yolculuk sırasında kiralanan atların
1.796 guruşluk ücreti hangi gelir kaleminden ödenmeli.
Açıklama: Raporlarına göre doktorla öğrenciler Biga, Manisa,
Papazlı, Alibeyli, Sırt ve Turgutlu kazalarını dolaşıp bitkilerin toplanmasıyla birlikte çiçek aşısını çocuklara aşıladı. Dolayısıyla sözü
geçen masraf Manisa kazası vergi gelirlerinden karşılanmalı.
Fon 1A, gömlek 35914, 27 Kasım 1850 (22 Muharrem 1267)
Mehmet Halit’in Maliye Nezareti’ne raporu
Mekteb-i Tıbbiye nazırı Ticaret Nezareti’ne de sunduğu
mektubunda şunu belirtti: Mekteb-i Tıbbiye geçici olarak Humbarahane kışlasında yerleştirildi. Bir çok yerde (hastahane, eczahane, Yahudilerin yemekhanesi, diğer bir yemekhane, teşrih odası,
cerrah, hekim, nöbetçi ve ameliyat odaları, dershaneler, öğrencilerle
hastaların ve mühendisin koğuşlarında) sobalar, çerçeveler, kırılmış
pencereler, tuğlalı ve ahşap kirişli döşemeler, dolaplar, kapılar, kilitler ya da zincirler onarılmalı. Duvarlar boyanmalı. Mektup gözden
geçirildikten sonra 20.306 guruşluk ve 22 Eylül 1850 tarihli onarım bütçesini ayrıntılı olarak araştıracak Ebniye Meclisi’ne ulaştırılmalı.
Ticaret muavini ise şunu vurguladı: Hazine, belirtilen tutarı
aşan bir masraf karşılamayacağından onarım tamirat müdürünün
kontrolu altında ve daha düşük masrafla gerçekleştirilmeli. Bu göz
önünde alınarak sözü geçen meblağın temini rica olunmaktadır.
Maliye Nezareti 1 Aralık 1850 tarihli açıklamasıyla izin verdi.
Fon 1A, gömlek 13766, 12 Ağustos 1863 (26 Safer 1280)
Mart - Temmuz 1863 döneminde eczacılardan alınan ruhsat
ücretleri 8.115 guruş civarındadır. Bu meblağ hazineye yatırılmalı.
Ama, aynı zamanda Mekteb-i Tıbbiye’nin onarıma gereklidir. Okulda saklanıp hazineye borç olarak kaydedilmesi rica olunmaktadır.
120
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
Fon 1A, gömlek 53684, 12 Aralık 1866 (4 Şaban 1283)
(Dr.) Andronik’in raporuna göre Mekteb-i Tıbbiye öğrencileri için Richard’ın yazdığı Botanik eserinden 40 nüsha, aynı bilim
adamının Zooloji eserinden 20 nüsha ve İzzet Bekir’in eserinden 40
nüsha tedarik edilmeli.
Fon 1A, gömlek 53692, 27 Şubat 1867 (22 Şevval 1283), Maliye
Nezareti’ne
Mekteb-i Tıbbiye’de sergilenmeleri amacıyla Mısır hıdivi
7.500 guruşluk bir maliyette olan çeşitli hayvan iskeletlerini tedarik
etti.
Fon 1A, gömlek 53739, 3 Şubat 1873 (5 Zilhicce 1289), Belge
parçası
Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye öğrencilerine uygulamalı öğretimin sağlanması amacıyla bir hastahane inşa edilecek. İnşaatı tamamlanıncaya kadar okul içinde 30 yataklı bir hastahane geçici olarak
açılacak. Yatak takımları, bakır bardaklar ve başka gereçlere 34 405
guruşluk bir tutar gerekli. Hastalarla hizmetçilerin elbiseleri ve günlük iaşeleri, odaların ısıtılması ve başka malzemeler 78.154 guruşluk
maliyettedir. Hizmetçilerin maaşları ise 15.840 guruştur. Toplam
128.399 guruşluk bu meblağ hazinece temin edilmeli. Sultan buyruğuyla bu meblağ 1287 senesi bütçesine (Mart 1871-Şubat 1872)
ilave edildiyse de o dönemde harcanmayıp 1288 yılı bütçesine (Mart
1872-Şubat 1873) aktarılmadı. Şimdi bu meblağın 1289 bütçesine (Mart 1873-Şubat 1874) kaydedilmesi için hazineden ve Bab-i
Ali’den izin istendi.
Not: 1A İstanbul fonuna ait, 53795 numaralı gömlekteki ve
14/26 Ocak 1873 tarihli belge şu detayı vurgulamaktadır: Bu hastahanenin gerekliliğine ve Sultan tarafından verilen izne rağmen 4
Kasım 1871 tarihli mektuba eklenen bütçe defterindeki araç gereçlerden hiçbir şey sağlanmadı. Bu hastahanenin açılmasıyla yoksullara
önemli bir hizmet gerçekleştirilmiş olacak.
121
OSMANLI İSTANBULU III
Askeri Okullar
Fon 1A, gömlek 53459, Tarihsiz
Bab-i Ali’nin Mühendishane-i Bahriye ile ilgili bazı önerileri
16. madde: Sultan Tophane-i Amire’ye bağlı Hendesehane’de
gerekli düzenlemelerin gerçekleştirilmesiyle halifelerle şakirdanların
eğitim öğretim yoluyla bilgilerle becerikliliklere kavuşturulmasını ve
kaptan, mimar ve mühendisler gibi kaliteli teknik elemanın yetiştirilmesini buyurdu. Buna rağmen eğitim öğretimlerine dikkat verilmedi.
Bazıları bir bahane bulup Mühendishane-i Berriye’ye geçtiler. Diğerleri geçimlerini sağlamak bahanesiyle başka meslek alanlarını seçtiler.
Mühendishane’deki eğitim öğretimin devam edilmesi öğretmenlerle
memurların gayretlerine bağlıdır. Maaşlarına zam uygulanmalı.
Mühendishanede hoca olan Gelenbevi Mehmet efendi hastalığından ötürü görevlerini yerine getirememektedir. Halife Halil
Efendi’nin bilgili biri olmasına rağmen öğrencileri okutamayacağı
haberi verildi. Dolayısıyla Mehmet efendi’nin okuldan ayrılması ve
yetenekli bir öğretmenin atanması gereklidir.
Tercüman Yahya Efendizade’nin oğlu ve Mühendishane-i Berriye’de öğretmen yardımcısı olan Mehmet Ruhiddin Efendi hendese
alanında diplomaya sahiptir. Mühendishane-i Bahriye öğretmenliğine
tayini için izin istenmektedir. Dördüncü sınıf öğrencilerine yazı, resim,
Fransızca, hesap ve hendeseye giriş, üçüncü sınıf öğrencilerine ise haritacılık talim ettirip ikinci sınıf öğrencilerine hesap ve hendese, coğrafya, düz trigonometri ve deniz topografya, birinci sınıf öğrencilerine
tahlili hendese, heyet, kürevî trigonometri ve mekanik öğretebilmektedir. Sonraki yıllarda bir yardımcısı alınacak. Ruhiddin Efendi’nin 600
guruşluk aylık maaşı Tersane-i Amire hazinesi tarafından karşılanacak.
Aylık iaşesi Zahire Anbarından sağlanacak 60 okka pirinç ve 30 okka
sade yağ, Tersaneye bağlı olan kasapların tedarik edecekleri 2 okka et
ve kalyoncu fırınından alınacak 14 ekmekten oluşmaktadır.
Dülgerzade Hankahî Şeyhi Hakkı Efendi’nin oğlu Tevhid
Efendi Arapça derslerini üstlenmektedir. Aylık maaşı 150 guruştur.
Şimdi, haritacılık öğrencileri üç sınıfa ayrılmaktadır. Birinci
sınıftaki 20 öğrenci 45 guruşluk aylık maaş almaktadır. Aylık maaşı
122
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
30 guruş olan 15 kişi ikinci sınıf öğrencileridir. Üçüncü sınıf öğrencileri ise 10 kişi olup aylık maaşları 15 guruşluktur. Ama, haritacılık öğrencilerinin sayısı Sultan filosuna atanacak kaliteli kaptan ve
mühendislerin yetiştirilmesine yeterli değildir. En az 68 kişi olup 4
sınıfa ayrılmalı. Birinci sınıftaki 8 öğrenci 80 guruşluk aylık maaş
alacak. İkinci sınıfta aylık maaşı 65 guruş olan 10 kişi olacak. Ücüncü
sınıf öğrencileri 20 kişi olup aylık maaşları 45 guruşluk olmalı. Aylık
maaşı 30 guruş olan dördüncü sınıf öğrencileri 30 kişi olmalı. Eğitim
öğretimlerini desteklemek için maaşları 300 ve 150 guruş olacak iki
öğretmen yardımcısı tayin edilmeli.
İnşaat öğrencileri 28 kişi olmalı. Birinci sınıftaki 8 öğrenci 80
guruşluk aylık maaş almaktadır. Aylık maaşı 65 guruş olan 10 kişi
ikinci sınıf öğrencileridir. Üçüncü sınıf öğrencileri ise 10 kişi olup
aylık maaşları 30 guruşluk olmalı. Bu bölümde de maaşları 300 ve
150 guruş olacak iki öğretmen yardımcısı tayin edilmeli.
17. madde: Hattat Mahmud efendi de yaşlı ve hastalığından
ötürü görevlerini yerine getirememektedir. Birkaç ay önce Kepecizade Vasfi Efendi’nin öğrencisi hattat Ali Efendi, yerine alındı. Şimdi
Ali Efendi’nin resmi olarak atanması, Mahmud Efendi’nin emekliğine ayrılması önerilmektedir.
18. madde: Kış mevsiminden sonra denize açılan Sultan filosunda çalışan bazı hocalar haritacılık sınıfındandır. Kaptan olmak
imkanı olan bu hocalar donanmaya bağlı kalarak kaptanlığa gerekli
bilgiler edinememektedir. Ama, bundan sonra tüm kaptanlar birinci
sınıf öğrencilerinden olmalı. Dolayısıyla askeri donanma tersanedeyken bu hocalar gün boyunca ders görecekler. Donanma hazırlanırken gemi kaptanlarının gözetimi altında gemilerin armaları hakkında bilgiler edinecekler. Donanma denize açıldıktan sonra belli bir
maaşla kaptan yardımcısı ve mühendis olarak çalışıp deniz kıyılarını
gözleyecek. Böylece yabancı dil, deniz bilimleriyle kanunlar ve gemilerin özelliklerini bilip pratik yeteneklere ve kaptanlık tezkeresine
sahip olacaklar. Tüm bu hocalar sınava tabii tutulup bir kaç yıl daha
gemilerde tecrübe edinecekler. Bu gemilerin baş kaptanları yetenekleri hakkında bilgi verecekler. Sonra bu hocalar kaptanlığa atanacak.
Bu planın gerçekleştirilmesi için bir Sultan kanunnamesi gereklidir.
123
OSMANLI İSTANBULU III
19. madde: Sınavda başarılı olmayan haritacılık sınıfı öğrencileri geçim zorlukları çekmemek için gemilerde çırak olabileceklerdir.
(20. madde): Bir baş halife baş öğretmenliğe gerekli bilgilere
sahipse bu mevkiye atanabilmektedir. Halife yardımcısı bilgili biriyse
yerine geçebilmektedir. Halife yardımcısı birinci sınıf öğrencilerinden biri sınavla seçilerek yerine ikinci sınıf öğrencilerinden biri geçecektir. Kaptanların oğulları ve başka çocuklar maaşsız mülazımlık
yerlerine başvurabilmektedir. Sonra dördüncü sınıfa layık olanlar 30
guruşluk aylık maaş ve günde iki ekmek alacak. 12 yaşını doldurmayan çocuklara her gün ikişer ekmek ve 10 guruşluk aylık maaş temin
edebilen kaptanlar sözü geçen yaşına gelince onları Mühendishane-i
Bahriye’ye yazdırmalı. Bütün çocuklar bir deftere kaydedilip aralarında hiçbir ayrım yapılmadan beraber eğitim öğretim görülecek.
Fon 1A, gömlek 53127, 17 Nisan 1837 – 26 Mart 1838 (1253),
Seraskerin mektubu
Fransızca okutulması için Mekteb-i Harbiye öğrencilerine için
Diyalog başlıklı eserinden 100 nüsha tedarik edildi. Her nüsha yirmişer guruştur. Baş öğretmen mühendis Ali Bey bu kitapları almalı.
Fon 1A, gömlek 5661, 15 Ocak 1839 (29 Şevval 1254), Mabeyn-i Hümayun’e
Divan-i Hümayun Kalem-i Mühimme’de çalışan katiplerden
Rıza Efendi’nin ve aynı kalemde defterci yardımcılarından Nasuh
Efendi’nin hüsn-i hat öğretmenliğine adaylıkları gözden geçirmeli.
Şimdilik maaşları 700-800 guruştur. İkisinin rika ve divanî yazı örnekleriyle birlikte yaşları, tam adları ve babaların adlarını gösteren
belgeler sunulmaktadır.
Mekteb-i Harbiye’deki hüsn-i hat derslerini üstlenecek aday
ile ilgili karar beklenmektedir.
Not: 1A İstanbul fonuna ait, 5660 numaralı gömlekteki ve 16
Aralık 1838 tarihli bir belgede Bab-i Ali memurlarından birinin aynı
göreve atanması buyrulmaktadır.
124
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
Fon 1A, gömlek 6254, 9 Mayıs 1839 (24 Safer 1255), Tezkere
parçası
... Bu Cumartesi günü Meclis-i Umumiye’de ve sonra Meclis-i
Hassa’da şu tezkere ilan edildi: Mühendishane-i Bahriye öğrencileri
deniz bilimleri alanındaki teorik bilgilerin yanında gemilerde çalışarak tecrübe edinmeli. Geçici eleman olarak Mirat-i Zafer gemisinde
Eğe denizde 6 aylık görev görmeleri için izin istendi.
Fon 1A, gömlek 13588, 20 Mayıs 1839 (6 Rebiülevvel 1255)
Mekteb-i Harbiye ikinci sınıf öğrencisi, mühendis Latif Efendi, okuldan 200 guruşluk maaş almaktadır. Yakınlarda Tophane’ye
tayin edilen Latif Efendi atanma tarihi itibariyle okuldan aldığı maaştan vazgeçmeli. Bu maaş başka bir öğrenciye verilecektir.
Fon 1A, gömlek 5668, 8 Aralık 1840 (13 Şevval 1256)
Mekteb-i Harbiye Nazırı Selim Paşa’dan Bab-i Ali’ye
Arapça ve Farsça derslerini bitiren Mekteb-i Harbiye öğrencileri Fransızca derslerine başlamalı. Tıp alanında geniş bilgilere sahip
ve Mekteb-i Tıbbiye’de öğretmen olan Argiros 3.000 guruşluk aylık
maaşla Fransızca öğretmenliğine tayın edilip Mekteb-i Harbiye’de
sağlık işlemlerini de bakacak. Görevine özgü nişanın gönderilmesi
rica olunmaktadır.
Fon 1A, gömlek 13597, 23 Mayıs – 17 Eylül 1841 (Rebiülahir –
Receb 1257)
Mühendishane Mirlivası Ali Paşa’ya
Mekteb-i Harbiye’deki ikinci sınıf kara mühendislerine mensup ve 200 guruşluk maaşa sahip olan Osman Efendi 15 yaşını doldurdu. Daha çocukken haritacılık alanında uzmanlaşmaya başladı.
Ama, dört yıl önce sol gözü yaralandı. Tedaviye rağmen iyileşmedi.
Osman Efendi işlerine devam etti ve hastalık sağ gözüne dokundu.
Şimdi tamamen çalışamamaktadır. Yoksulluğa düşmemesi için aynı
125
OSMANLI İSTANBULU III
maaşla emekliğe ayrılması rica olunmaktadır.
Açıklama: Şimdiye kadar Mühendishane öğrencilerinin aldığı
çırak maaşıyla emekliğe ayrılması gibi bir durum olmadı. Ama, orduya mensup iki halife savaşta yaralananlara özel maaşla emekli oldu.
İkisinin durumu örnek olarak verilerek Sultanın buyurduğu bir görevini yerine getirirken sakatlanıp özürlü duruma gelmiş bahanesiyle
emekliğe ayrılması için izin istenecek.
24 Aralık 1841 tarihli Maliye Nezareti’nin açıklaması: 100 guruşluk emeklik maaşına sahip olan iki halife gibi Osman Efendi’ye
150 guruşluk maaş tahsis edilerek emekliğine izin verildi.
Fon. 1A, gömlek 60901, 22 Eylül 1841 (5 Şaban 1257), Maliye
Nezareti’ne
Bir zaman önce Mühendishane-i Bahriye nazırı Halil efendi
ders nazırlığına da atandı. Ama, yaşlarıyla hastalıklarından dolayı iki
görev yerine getirmeyip 1500 guruşluk maaşla sadece eski görevini
bakacak. Aylık iaşesi ise 60 okka pirinç, 30 okka sade yağ, 14 çift
ekmek ve 2 okka koyun etidir. 15 Aralık 1841 tarihi itibariyle eski liman reisi Raşid Mehmet Bey 500 guruşluk maaşına 500 guruşluk bir
zamla ders nazırlığına atandı. Aylık iaşesi 20 çift ekmektir. Kapudan
Paşadan izin alınarak Tersane-i Amire’ye bildirildi.
6 Ekim 1841 tarihli açıklaması: Fermana göre iki görev ayrıdır.
Raşid Bey’in maaşına zam onaylandı. 5 Ağustos 1841’de Tersane-i
Amire defterlerine kaydedildi.
Fon 1A, gömlek 13594, 4 Ekim 1841 (17 Şaban 1257), Muhasebe Dairesi’ne
Tophane-i Amire Feriki Reşid Paşa zamanında Tophane yakınlarında Mekteb-i Harbiye’nin inşaatı başlandı. İşlemlerini durduran Sultan buyruğundan dolayı Ebniye-i Hassa müdürünün halifesi
inşaat aşamasını ve harcanan meblağları araştırıp bir defter hazırladı. Şimdiye kadar yapılan masraflar 254 kese 60 guruştur. İnşaat
yerindeki kerestelerin maliyeti 107 buçuk kese 65 guruştur. Böylece
126
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
inşaat maliyeti 361 kese 125 guruştur. Sapcı İsmail’in hazırladığı ilk
bütçeye göre binanın maliyeti 536 kese 200 guruştur. Sapcı İsmail
bu tutarı senetle aldı. İki bütçe arasındaki fark 174 kese 75 guruştur
ve maliyetin fazlası İsmail’in borcudur. Sergi Muhasebesi ve Varidat
Muhasebesine haber verilerek bu borç ödenmeli. İleride okul inşaatlarına para ayrılırken dikkatli olup Tophane-i Amire ve Sergi Muhasebesi’ne bildirerek Maliye Nezareti’nden izin alınmalı.
Fon 1A, gömlek 13596, 15 Aralık 1841 (1 Zilkade 1257), Sultana gönderilecek tezkere
Mekteb-i Harbiye öğrencilerinden bazıları Vaziye, İzhar, İzzi
adlı eserleri tamamlayıp sınava tabi tutulmalı. Yıllık imtihanlarda
hazır bulunacak Darüşşura-yı Askeriye müfettişleri askeri alanda
bilgilere sahiptir. Dolayısyla 2 dersiam da sınava katılmalı.
Fon 1A, gömlek 35844, 1 Ocak 1845 (1 Zilkade 1261), Halife
Abdülhalim’in raporu
Mühendishane’nin alt katındaki dershanelerde ve depoda sıva
çok yıpranmış ve duvarlar badana edilmeli. Kütüphanenin çatı kısmı dışında düşmek üzere olan diğer kiremitler aktarılmalı. Dış kapı,
abdesthane ve kahve ocağı da tamirat görmeli. Üst kattaki kahve
ocağında 20 arşınlık bir alan boyanmalı. Üçüncü sınıf öğrencilerini
okutan öğretmenlerin odası için 30 arşınlık dolap parçalar hazırlanmalı. Dershanede 10 arşınlık döşeme ve abdesthanede kurşun tahtalar yenilenmeli ve 20 tane çerçeve onarılmalı.
Not: Bütçe defterinde gerekli malzemeler ayrıntılı olarak gösterilmektedir.
OAK 28/27, 7 Mart 1845 (27 Safar 1261), Belge parçası
Darüşşura-yı Askeriye ve Seraskerin mektubunu özetleyen
Hariciye Nazareti’nin Paris ve Berlin’deki Osmanlı elçiliklerine gönderdiği müsvedde
127
OSMANLI İSTANBULU III
Nizamnameye göre Mekteb-i Harbiye Hassa-i Askeriye’nin
yapısına uygun olarak piyade, süvari, topçu ve istihkam bölüklerine gerekli komutanları yetiştirmeli. İlk yıllarda tüm öğrenciler hesap, cebir ve hendese, topografya, asker çıkarma yöntemleri ve taktik
hakkında bilgiler edindikten sonra sınıflara ayrılıp pratik ve teorik
eğitim öğretim yardımıyla belli bir alanda uzmanlaşacak. Dolayısıyla
sözü geçen bilimlerin teorik ve uygulamalı özelliklerine hakim olan
öğretmenler gereklidir. Bunun yanısıra atanacak subay baş öğretmenlik ve okul nazırlığı gibi görevleri de üstlenecektir.
Piyade ve süvari birlikleri Fransız modeline göre kurulduklarından piyade için yüzbaşı rütbeli, Hendesehane’ye benzer bir okulu bitiren Fransız bir subay gerekli. Süvari komutanlarını okutmak
için binbaşı rütbeli, topografya, asker çıkarma ve taktik bilen ikinci
bir Fransız subay aranmaktadır. Topçu ve istihkam birlikleri Prusya
modeline göre şekillendirildikleriden Berlin’deki Osmanlı elçisi bu
konudan sorumludur.
Resmi yollarla öğretmenler istersek herkese duyurulacak. Bu
eğitim öğretime elverişli bir ortam yaratmaz, çünkü geçenlerde şu
özellik belirginleşti: adaylar disiplinlerin teorik temellerini ya da uygulamalı açılarını bilmekteler, ama ikisine hakim değiller. İstanbul’a
gelirseler de eğitim öğretime faydalı değil. Bunu göz önünde bulundurarak sorunu araştırıp elverişli bir adaya rastlarsanız maaş ve
antlaşma koşullarını bildiriniz.
Bildirdiklerimiz Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye tarafından
da onaylandı.
Fon 1A, gömlek 5195, 11 Mayıs 1845 (4-7 Cemaziyelevvel 1261),
Maliye Nezareti’ne
Darüşşura-i Askeriye şunu bildirdi: Mekteb-i Harbiye kaymakamı Ali Bey’in raporunda öğrencilerin Usul-i Hendese kitabından 500 nüsha gerektikleri belirtildi. Mekteb-i Harbiye’nin gereksinimleri öncelikle sağlanmasına rağmen şimdilik bu kitap depolarda
bulunmamaktadır. Tabhane-i Amire tarafından yeniden basılması için Seraskerliğe rapor sunuldu. Tüm 500 nüsha 1.450 guruşluk
128
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
maliyettedir. İki cilt tezhip edilecek. Maliye Nezareti yeni baskıyı
onaylarsa Tabhane-i Amire’ye 7.500 guruşluk tutar peşin olarak aktarılmalı. Mühendishane-i Berriye için 5613 guruşa kadar olan hendese takımlarıyla kitaplar alınmalı.
Maliye Nezareti’nin 17 Nisan 1845 tarihli açıklaması: Mühendishane-i Berriye’nin gerektiği kitaplarla takımların maliyeti
onaylandı, ama Usul-i Hendese kitabının yeni baskısına yönelik bir
izin hala verilmedi.
Fon 1A, gömlek 5681, 19 Mayıs 1845 (12 Cemaziyelevvel 1261),
Maliye Nezareti’ne
Beş ordunun odak merkezlerinde birer askeri idadiyenin, bölge komutanlıklarında ise birer hastahanenin açılması buyruldu. Asakir-i Hassa’ya ait olan idadiyenin Maçka’daki eski askeri mektebe
yerleştirilmesi kararı alındı. Ebniye-i Hassa müdürü Maçka’daki binayı araştırıp 169 kese 243 guruşluk maliyette olan onarım bütçesini
hazırladı. Başka merkezlerde araştırılan binalar için toplam 500 kese
gereklidir. Dolayısyla Maçka’daki idadiyenin onarım masrafları sözü
geçen tutarı aşmamalı. Mümkün ise onarım işlemleri daha düşük bir
masrafla gerçekleştirilmeli.
Fon 1A, gömlek 4848, 4 Kasım 1845 (4 Zilkade 1261)
Bir süre önce Rusya’da yayınlanan Karadeniz atlasına ek olarak
Marmara Denizi haritasının hazırlanması Rusya tarafından istendi.
Mekteb-i Bahriye birinci sınıfındaki 10 öğrenci, Tersane-i Amire
memurları, Muhammediye Kalyonu elemanı ve 10 nefer bu girişime
katıldı. Yolculuk ve günlük masrafları Tersane-i Amire hazinesi tarafından karşılanmaktadır.
Fon Istanbul 19/10, 17 Ocak 1847 (7 Zilkade 1263)
Serasker Paşa’nın tezkeresine göre Maçka idadiyesindeki büyük salonun çatısı haraptır. Serasker halifesi, Abdulhalim zarar gören
tüm yerleri araştırıp onarım bütçesini hazırladı. Sözü geçen dershane
129
OSMANLI İSTANBULU III
çatısı iki yerde çöktüğünden kiremitler eksik, dershanenin ahşap duvarlarındaki sıvalar da düştü. Dershane ve iki yemekhane üzerindeki
kiremitlerin aktarılmasıyla birlikte çeşitli yerlerde bulunan basamaklar yeniden inşa edilmeli. Hamamdaki tuvalet, soğuk bölümü ve dinlenme bölümündeki duvarlar ve kubeler sıvanıp temizlenmeli. Cehennemlik kısmındaki basamaklar yenilenmeli, mermer döşeme ise
tamir edilmeli. Hamam, yemekhaneler ve çamaşırhane üzerindeki
çatılar ve oraya giden kaldırımlar onarılmalı. Tamir görülecek bütün
yerlerin ölçümleri verilmiştir.
Fon 1A, gömlek 5689, 29 Ocak 1847 (11 Safer 1263)
Askeri İdadî Feriki Rifat Paşa sunduğu raporda şunu belirtmiştir: Askeri İdadî yeni bir binaya taşınmakdır. İnşaatı tamamlanıncaya kadar öğrenciler vakitlerini boşuna kaybetmemelidir. Dolayısıyla yeni başlayan öğrenciler doğrudan doğruya 3. sınıfa aktarılıp aylık
maaşların yükseltilmesiyle 40 guruş yerine 60 guruş alacaklar. Yeni
binaya yerleştirilen bazı öğrenciler mülazım ve başçavuş rütbelerine
de sahiptir.
Darüşşura-yı Askeriye şunu bildirdi: Hazırlanan defterine
göre aktarılan öğrenciler 91 kişidir. Aralarında 17 kişi mülazım ve 15
kişi çavuştur. Mülazımların maaşı 120 guruş, çavuşlarınki 60 guruştur. Okula yeni başlayanlar 59 kişidir. Aralarında 10 kişi serçavuş ve
maaşları 50 guruştur. Kalan 49 kişi 40 guruşluk aylık maaşa sahiptir.
Not: Belge hamamcılar, berberler, hizmetçiler, çamaşırhane
memurlarının günlük iaşeleri ve aylık maaşları hakkında bilgiler vermektedir.
Fon 1A, gömlek 60903, 17 Mayıs 1847 (1 Cemaziyelahir 1263)
Kapudan Paşa şunu bildirdi: Bir zamandır Tersane-i Amire’deki
atölyelerde çalışan ve Mekteb-i Bahriye ve Asker-i Bahriye’ye mensup olan 23 kişi sınava tabi tutuldu. Kasımpaşa mahallesinde oturan
Aziz Efendi, Şehzade mahallesinde oturan Aziz Efendi ve İstanbullu
Arif Efendi binbaşı rütbesine layık görülüp ikinci sınıfa kaydedildi.
Bilgilerine göre başka 20 kişi Tersanenin çeşitli yerlerine atandı.
130
SOFYA’YA VAGONLARDAN: 1820’Lİ - 1870’Lİ YILLARDA
İSTANBUL’DA AÇILAN OSMANLI OKULLARIYLA İLGİLİ BELGELER
Fon 1A, gömlek 16660, 8 Mart 1847 (20 Rebiülevvel 1263)
Mekteb-i Harbiye camisinde namaz kılınması ve hutbe okunması için günlük iaşesi 4 kişilik ve aylık maaşı 750 guruşluk olan
imam atanmalı. Barış ve savaş günlerinde bir miktar yem de verilecek. Asakir-i Hassa beşinci alay imamı Mustafa Efendi bu görev için
gerekli bilgilere sahiptir. Darüşşura-yı Askeriye ve okul nazırına ayrı
ayrı mektup gönderildi.
Fon 1A, gömlek 63666 s. 26b, 20 Ekim 1863 (24 Receb 1279),
Belge parçası
Şimdi Topkapı Sarayı’nda bulunan Mekteb-i Harbiye Taşkışla’ya yerleştirilmek üzeredir. Koğuşlardaki çerçeveler ve başka yerlerin onarılması, kereste ve işçi ücretleri için 12.477 guruşluk meblağ
gereklidir.
Fon 1A, gömlek 63666 s. 1-9, 5 Nisan 1864 (24 Mart 1280),
Belge parçası
Askeri İdadî binası olarak seçilen Gülhane Hastahanesi ve avlusundan geçen tatlı su boruları tamir edilmeli. Binanın onarımına
126.926 guruşluk meblağ, su boruları için 800.000 guruşluk tutar
gereklidir, yani toplam 206.926 guruş hazinece sağlanmalı. 180.000
guruşluk masrafı karşılayan Maliye Nezareti onarım bütçesinin yeniden hazırlanmasını istedi. Dolayısıyla Ebniye halifesi İsmail Efendi,
Erkân-ı Harbiye zabiti Hasan Efendi ve Dahiliye İdaresi yüzbaşılarından Ahmet Efendi bu ödevi üstlendi. Yeni bütçeye göre onarım
183.065 guruşluk maliyettedir. Böylece Maliye Nezareti sadece 3.065
guruşluk masraf fazlasını ödemek durumundadır.
131
XIX. Yüzyıl Askerî Yenileşme Devri
Eğitim-Öğretim Kurumlarından
Mekteb-i Harbiye-i Şahane
(Sultan II. Mahmut
ve Sultan Abdülmecit Dönemleri)
Zekeriya Türkmen
Harp Akademileri Komutanlığı
a. Sultan II. Mahmut Döneminde Harbiye Mektebi
(1) Yeniçeri Ocağı’nın Kaldırılması ve Asakir-i Mansure-i
Muhammediye Ordusuna Geçiş Sürecinde Yaşanan Gelişmeler ve
Zabitanın Yetiştirilmesi
Sultan II. Mahmut, amcası III. Selim’in başlattığı askerî alanda yenileşme hareketlerine XIX. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra daha
ciddi anlamda el atarak, 1826 başında “Eşkinci Ocağı”nı kurarak
her ortadan 150’er neferin kaydedilerek yeni sisteme uygun eğitime
başlanmasını istemiştir. Bu konuda Yeniçeri Ağası Mehmet Celaleddin Ağa’ya gerekli emirler verilmiş; konuyla ilgili devlet idarecilerinin katılımıyla 28 Mayıs 1826’da yapılan geniş katılımlı toplantıda
yeni kurulacak askerî sisteme dair hazırlanan yasa tasarıları gözden
133
OSMANLI İSTANBULU III
geçirildikten sonra kabul edilmiştir.1 Eşkinci Ocağının kurulması
kararlaştırıldıktan sonra, İstanbul’daki kışlalarda bulunan 51 Yeniçeri Ortasından toplam 7.650 neferin eşkinci olarak yazılması planlanmıştır. Alınan karar gereği, neferler kışlalarında kalacaklar ancak
talimleri düzenli olarak Et Meydanında (Aksaray-Laleli) yapılacak,
tüfenk talimleri ve atışlar ise Kağıthane veya Davut Paşa Kışlasında
yapılacaktı.2 Planlandığı şekilde Eşkinci Ocağına kayıtlara hemen
başlanmış, ancak personel mevcudu ancak 5.000’e ulaşabilmiştir.
Sultan II. Mahmut’un da hazır bulunduğu bir törenle 12 Haziran
1826’da Et Meydanındaki talimhanede eğitimlere başlanmıştır.3 Ancak, yeniçeriler bu yeni eğitim sistemine karşı olduklarını söyleyerek
iki gün sonra kazan kaldırarak tepki göstermiştir. Tepki gösteren yeniçerilerin sayısı kısa sürede 20.000’i geçmiştir. Bunun üzerine devlet erkânı bir araya gelerek yapılması gerekenleri tartışmış, ulema ve
medreseliler de bu sırada iktidarın yanında yer almıştır. Yeni sisteme
tepki gösteren yeniçeriler, başta Yeniçeri Ağası olmak üzere ileri gelen devlet adamlarının konaklarına saldırı düzenlemişlerdir. Sultan
II. Mahmut, isyancı askere karşı kuvvet kullanılacağını belirtmiş ve
16 Haziran 1826’da yapılan toplantıda Yeniçeri Ocağının kaldırılması
kararlaştırılmıştır. Bu yönde hazırlanan ferman ertesi günü 17 Haziran 1826’da Sultan Ahmet Camiinde okunarak kamuoyuna duyurulmuş ve Yeniçeri Ocağı lağvedilmiştir.4 Bu fermanda yeniçeri ocağının
neden kaldırıldığı konusu üzerinde ayrıntılı olarak durulduktan sonra yeni kurulacak olan ordunun “Asakir-i Mansure-i Muhammediye
Ordusu” adını alacağı ve başına da Ağa Hüseyin Paşa’nın getirileceği
belirtilmiştir. Çıkarılan kanuna göre yeni ordunun sayısı 12.000 kişi1 Ahmet Cevdet, Tarih-i Cevdet, Dersaadet 1309, XII, 148; ayrıca bk. Mehmet
Esat, Üss-i Zafer, İstanbul 1293, s.15.
2 Ahmet Yaramış, “II. Mahmut Döneminde Asakir-i Mansure-i Muhammediye
(1826-1839)”, A.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi,
Ankara 2002, s.19.
3 Ahmet Cevdet, Tarih-i Cevdet, XII, 151; ayrıca bkz., Ahmet Yaramış, Aynı eser,
s.19.
4 Mehmet Esat, Üss-i Zafer, s. 99 vd., ayrıca bk. Ahmet Cevdet, Tarih-i Cevdet,
XII, 167-168. Ayrıca bk. Ayşe Can Tunalı, “Tanzimat Döneminde Osmanlı
Kara Ordusunda Yapılanma (1839-1876)”, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 2003, s. XVI-XVII.
134
XIX. YÜZYIL ASKERÎ YENİLEŞME DEVRİ EĞİTİM-ÖĞRETİM
KURUMLARINDAN MEKTEB-İ HARBİYE-İ ŞAHANE
den oluşacaktı. Buna göre ordu, alaya denk tertip denilen birliklerden,
tabura eşit kollardan ve her biri yüz mevcutlu saflardan kuruludur.
Yapılan planlamaya göre tertiplerin personel mevcudu 1.200 kişiden
meydana gelecekti.5
1828’de Asakir-i Mansûre-i Muhammediye teşkilâtında bazı
düzenlemeler yapıldı. “Tertip” yerine “Alay”, “Kol” yerine “Tabur”,
“Saf ” yerine “Bölük” tabirleri kabul edildi. Ayrıca her alayın 500’er
mevcutlu üç taburdan oluşması kararlaştırıldı. Alay Komutanlıgı,
“Başbinbaşı” yerine “Miralay” adı verilen yüksek rütbeli subaylara verildi. Tabur Komutanları ise “Binbaşı” ünvanını aldılar. İki alay bir
liva sayılarak “Mirliva” komutasına konuldu.6 Muvazzaf ordu, “Asakir-i Muntazama-i Muvazzafa-i Hassa” ve “Asakir-i Muntazama-i
Muvazzafa-i Mansûre” olarak iki sınıfa ayrıldı. Başlarına da “Ferik”
rütbesine sahip bir üst subay atanmıştır.1832’de Hassa Ferikliği “müşir”liğe yükseltildi. Rütbelerle ilgili yapılan düzenlemeler7, Osmanlı
Devleti’nin yıkılışına kadar pek değişmedi.
Yeni teşkil edilen ordunun yazışma işlerini yürütecek personeli
yetiştirmek üzere bir okul açma çalışmaları, Asakir-i Mansure ordusunun kuruluşundan itibaren gündemi işgal etmiştir. Bunun için
öncelikle taşradan gelen erler arasında yaşları onbeşten küçük olanları
eğitmek üzere Şehzadebaşı’ndaki Yeniçeri Kışlasında bir okul açılmışsa da bu talimhane niteliğinde eğitim veren bir yerdir. Nitekim
bu ilk teşkil edilen talimhaneyle ilgili ayrıntılar rivayetlerle sınırlı
5 Mehmet Esat, Üss-i Zafer, s. 118; ayrıca bk. Avigdor, Levy, “The Officer Corps
in Sultan Mahmud II’s New Ottoman Army, 1826-1839”, International Journal
Middle East Studies, ( JMES), Sy: 2, (1971), pp. 21-39.
6 Hayrullah Gök, “Arşiv Belgelerinin Işığında Kara Harp Okulu Tarihi (18341883)”, Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü,
Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 2005, s.73-74.
7 Asakir-i Mansure-i Muhammediye Ordusunda rütbeler şu şekilde
belirlenmiştir: Nefer, Onbaşı, Bölük Emini, Çavuş, Başçavuş, Mülâzım,
Yüzbaşı, Tabur Kâtibi, Sol kolağası, Sağ kolağası, Alay Emini, Binbaşı,
Kaymakam, Miralay, Ferik, Müşir. Bk. Musa Çadırcı, “Anadolu’da Redif
Askeri Teşkilâtının Kuruluşu”, Tarih Araştırmaları Dergisi 1970-1974,
c.VIII-XII, sayı 14-23, A.Ü. DTCF. Tarih Araştırmaları Enstitüsü, Ankara
1975, s. 65.
135
OSMANLI İSTANBULU III
kalmıştır.8 Asakir-i Mansure-i Muhammediye Ordusu, Avrupa’daki
ordu kuruluş ve teşkilatı dikkate alınarak oluşturulmuştu ve bu orduda birliklere düzenli bir şekilde eğitim verilmekte idi. Yeni kurulan
ordunun melbusât ve teçhizâtı da modern orduların kuruluşunda yer
alan sisteme uygun hale getirilmiş, silahlar yenilenmiş, uygulamalı
eğitime önem verilmiştir. Bu ordunun komuta kadrosunun iyi yetişmiş olması çok önemli idi. İşte bu aşamada ordunun komuta kadrosunu yetiştirecek okulların açılması gündeme gelmiş ve bu düşünceden
hareketle Mekteb-i Harbiye’nin kuruluşuna uzanan bir dizi çalışma
yapılmıştır.
Sultan II. Mahmut, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’dan açmak
istediği askerî mektepte görevlendirilmek üzere subay göndermesini
istemiş, ancak paşa o sırada Osmanlı Devleti ile arası açık olduğundan bu talebe olumsuz cevap vermiştir.9 Bir taraftan Rusya ile ilişkilerin gerginleştiği, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa ile de savaş arifesine
gelindiği bir dönemde açılması düşünülen Harbiye Mektebiyle ilgili
hazırlıklara devam edilememiş10; bir başka ifadeyle iç ve dış sorunlar
1831’de açılması düşünülen okulun bir süreliğine ertelenmesine yol
açmıştır.11 1833 Hünkar İskelesi Antlaşmasının imzalanmasından
sonra devlet yetkilileri Harbiye mektebi açılması yönünde yeniden
çalışmalara hız vermişlerdir. Hatta bu sırada Osmanlı Devleti’nde
sayıları giderek artan yabancı okulların, devlet yetkililerinde öteden
beri var olan Harbiye Mektebi açma fikrini daha güçlendirdiği gerçeği dönemin resmi kayıtlarında da genişçe yer almaktadır.12
II. Mahmut, 25 Aralık 1831 tarihli iradeyle Hassa Ordusu
Müşiri (Firarî) Ahmed Fevzi Paşa’ya13 Selimiye’de bir askerî okul
8 Cemalettin Taşkıran, Yüzyıllardır Harbiye, Doğan Kitap, İstanbul 2009, s. 44.
9 Cemalettin Taşkıran, Aynı eser, s. 45.
10 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA.), Hatt-ı Hümâyûn Tasnifi (HH.), nu:
23997.
11 İsrafil Kurtcephe- Mustafa Balcıoğlu, Kara Harp Okulu Tarihi, s . 48.
12 BOA., HH., nr: 46425-A, BOA., Cevdet Maarif, nr: 3457.
13 (Firarî) Ahmet Fevzi Paşa, Girit adasına bağlı Suda limanı köyünde
doğmuştur. İstanbul’a gelip Çengelköy’de yaşayan hemşehrisi İbrahim
Ağa’nın yanına yerleşmiştir. Vefatında ise onun kardeşi Silahtar Ali Ağa’ya
hizmetkâr olmuştur. Yeniçeri Ocağına kayd olup tebdil hasekisi olmuştur.
136
XIX. YÜZYIL ASKERÎ YENİLEŞME DEVRİ EĞİTİM-ÖĞRETİM
KURUMLARINDAN MEKTEB-İ HARBİYE-İ ŞAHANE
açmasını emretmiş, Ahmet Fevzi Paşa da Selimiye’deki “Hassa Ordusu” Dördüncü Alay İkinci Tabur erleri arasından 19-21 yaşları
arasındaki zeki, gösterişli ve terbiyeli olanları seçerek Selimiye Kışlası’nda birkaç yüz kişiden oluşan”Sıbyan Bölükleri”ni kurmuştur.14
Sultan II. Mahmut, bunların eğitimi için Mısır valisi Mehmet Ali
Paşa’dan öğretmen göndermesini istemiş ancak bu istek vali tarafından uygun bulunmamıştır.15 Bunlar, bir taraftan teorik bilgiler
alırken, diğer taraftan askerî eğitim görüyorlardı. Oldukça basit olan
bu dersleri, tabur imamları ile okuma yazma bilen subaylar veriyordu.
Subay adayı bu öğrencilere on ay gibi kısa bir süre içerisinde okuma,
yazma, hesap, hendese, coğrafya, askerlik yöntem ve ödevleri dersleri
okutulmuştur.16 Bir şeyler öğrenenler mezun olmuş sayılıyor, bilgilerine göre “onbaşı”, “çavuş”, “teğmen” gibi rütbeler alıyorlardı.17 Daha
sonra bunlara daha yüksek rütbelere yükselme hakkı da verilmiştir. Ahmet Fevzi Paşa’nın gayretleriyle Selimiye Kışlası’nda açılan
Vak’a-i Hayriye’de (1241/1826) devletin yanında yer almış Bostancıbaşı Osman
Paşa’ya ve sonra Serasker Husrev Paşa’ya bağlanmıştır. Bunlar aracılığıyla
Enderun’dan Asakir-i Mansure Ordusuna kayd olup sırasıyla rütbeleri aşıp
Miralay olmuştur. 1246’da (1830/1831) hassa feriki, 26 Muharrrem 1248’de
(25 Haziran 1832) vezir ve ilk hassa müşiri olmuştur. 1833’te (1249) Rusya
donanmasının yardım için çağrılması ve Beykoz açıklarına gelişinde fevkalâde
elçilikle Cemaziyelâhir’de (Ekim-Kasım 1833) Rusya’ya görevlendirilmiştir.
Dönüşünde Tâhir Paşa’nın Akdeniz’e gidişi üzerine iki defa kaptanlık
vekâletinde bulunmuştur. 1Şa’bân 1252’de (11 Kasım 1836) Kaptan-ı Deryalığa
ek olarak da Bursa valiliğine de atanmıştır. 1255 (1839) başlarında Mısır
üzerine memur donanma ile Akdeniz’e açılmıştır. O sırada II. Mahmut
vefat edip Abdülmecit tahta çıkmıştır. Padişahın kendisine gücenmiş
olduğu düşüncesiyle donanma ile İskenderiye’ye gidip Mehmet Ali Paşa’ya
sığınmış ve bir daha Mısır’dan dönmemiştir. 1257 (1841) sonlarında yanında
bulunan odalıklarından bir iki cariye aracılığıyla öldürülmüştür. Ayrıntı için
bk. Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî Osmanlı Ünlüleri, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul 1996, c.1, s. 190-191.
14 Hayrullah Gök, Aynı tez, s. 76.
15 BOA, Hatt-ı Hümayûn (HH) , nu: 23997.
16 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yay. haz. Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi
Yay., İstanbul 2006, s. 193.
17 İsrafil Kurtcephe-Mustafa Balcıoğlu, Kara Harp Okulu Tarihi, KHO Matbaası,
Ankara 1991, s. 47-48.
137
OSMANLI İSTANBULU III
“Sıbyan Bölükleri”, Mekteb-i Harbiye’nin ilk çekirdeğini oluşturmuştur.18 Sıbyan bölükleri ve Mekteb-i Harbiye eğitiminin ilk yıllarında
Lancaster eğitim metodu denilen yöntem uygulanmış, öğrencilerin
etkileşimli olarak kendi kendilerini yetiştirmesi ilkesi benimsenerek
seçilen en zeki çocukların kısa sürede eğitilerek mesleğe atılmaları
istenmiştir.19
Bu arada Sultan II. Mahmut’un emriyle 1834 yılı Ağustos ayı
başlarında Redif Askerî Teşkilâtı’nın kurulmasına karar verilmiştir.
Buna göre Osmanlı Devleti dahilinde bulunan bütün sancakların
kapsadığı kazalarda subayları ile birlikte 1400’er kişilik birer tabur
teşkil edilecek; kur’a ile 23-32 yaşlarındaki erkeklerden redif askeri
seçilecekti. Bunların başına ise o beldenin ayan ve eşrafından hatırı
sayılır kişiler subay olarak atanacaklardı. Ancak, bu durum ileriki yıllarda çeşitli sakıncalar doğurmuştur.20
18 Alaaddin Avcı, Türkiye’de Askerî Yüksek Okullar Tarihçesi (Cumhuriyet Devrine
Kadar), MSB ARGE Daire Başkanlığı Yay., Ankara 1977, s.12-13.
19 Lancaster eğitim sistemi İskoçyalı Anglikan din adamı Dr. Andrew Bell’in
(1753-1832) Hindistan’da Madras Yetimhanesi’nin başına getirildikten sonra
(1789) yaptığı ıslahatlar sırasında eğitim kalitesini yükseltme gayesiyle
geliştirilen bir metottur. Bu sistem, öğrencilerin kendi kendilerini
yetiştirmeleri esasına dayanır. Bell, zeki çocukları seçerek onlara, alfabenin
kum üzerine yazılarak diğer çocuklara nasıl öğretileceğini anlatır. Böylece
öğretmenin yetiştirdiği bu küçük öğretmenler, karşılıklı eğitim (mutual
instruction) denilen bu metodla birbirlerine bilgi aktararak öğrenme
gerçekleştirilir. Bkz. Ayşe Aksu, “İngiltere-Amerika-Osmanlı Hattında
Lancaster Öğretim Sistemi,” Değerler Eğitimi Dergisi, Cilt 6, No. 16, Aralık
2008, s. 33-34. Bu eğitim sisteminin fikir babası, her ne kadar Dr. Andrew
Bell olsa da bu sistemi daha da geliştirerek uygulayan Joseph Lancaster
(1778-1838) olmuştur. Bundan dolayı da “Lancaster Sistemi” adıyla anılmıştır.
Bk. Gülşah Eser, “Türkiye’de Modern Bilimlerin Eğitiminde Mekteb-i
Harbiye Örneği”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, c.XIII/2, İstanbul 2012,
s. 100-101.
20 Takvim-i Vekayi, Sy: 87, sene 1250; Musa Çadırcı, “Anadolu’da Redif Askeri
Teşkilâtının Kuruluşu”, Tarih Araştırmaları Dergisi, s. 66-67. Ayrıca bk.
Hayrullah Gök, Aynı tez, s. 77.
138
XIX. YÜZYIL ASKERÎ YENİLEŞME DEVRİ EĞİTİM-ÖĞRETİM
KURUMLARINDAN MEKTEB-İ HARBİYE-İ ŞAHANE
(2) Mekteb-i Harbiye-i Şâhâne’nin Kuruluşu ve Çalışması
Sultan I. Mahmut zamanında Avrupa ölçüsünde ilk askerî
okul olarak kabul edebileceğimiz “Hendesehane”21 ve “Humbarahane” 25 Ocak 1737 tarihli fermanla Üsküdar’da Doğancılar semtinde
bulunan Ayazma Sarayı’nda eğitim-öğretime açıldıysa da bunların
Yeniçerilerin diretme ve ayaklanmasıyla pek fazla bir başarı sağlayamadan üç yıl içinde kapatıldığı bilinmektedir.22 Sultan III. Mustafa
döneminde Baron de Tott’un çalışmalarıyla 1772’de kurulan Topçu
Mektebinde sürdürülen eğitim “Sür’at Topçuları Ocağı”nın kuruluşuna uzanan süreci de başlatmıştır.23 XVIII. yüzyıl boyunca devam
eden bütün bu arayışlar, III. Selim dönemine (1789-1808) kadar
münferit ve dar kapsamlı faaliyetler olarak kalmış, askerî mekteplerin kuruluşu konusunda kalıcı bir çözüm üretilememiştir. Osmanlı
ordusunda geniş çaplı ve kalıcı yenileşme faaliyetleri ancak, XVIII.
yüzyıl sonlarında kurulan Nizam-ı Cedid ordusu ile uygulamaya konulabilmiş; Mühendishane ve Humbaracı Ocağı 27 Eylül 1792’de
çıkarılan kanunname ile yeni baştan düzenlemeye tabi tutularak yeni
kışlaların inşasına başlanmıştır.24 1795’te III. Selim’in emriyle Hasköy’de Mühendishane-i Berri-yi Hümâyun kurulmuş; Osmanlı kara
ordusunun istihkâm ve topçu sınıfı subayları buradan yetiştirilmeye başlanmıştır.25 Eğitimin dört yıl sürdüğü bu okulda, Üçüncü ve
dördüncü sınıflarda Askerî Tarih,Topografya, Trigonometri, Balistik,
İstihkâm, Astronomi ve Yüksek Matematik dersleri ağırlıklı olarak
okutuluyordu. Harbiye Mektebi açılana kadar kara ordusunun teknik
21 Mustafa Kaçar, Tuncay Zorlu vd.leri, İstanbul Teknik Üniversitesi ve
Mühendislik Tarihimiz, Ed., Mehmet Karaca, İstanbul 2012, s. 44.
22 Şemdanîzâde Fındıklılı Süleyman Efendi, Mür’i’t-tevarih, Yay. Hz. Münir
Aktepe, İstanbul 1976, I, 35; ayrıca bk. Enver Ziya Karal, Harp Okulu Tarihçesi,
Ankara, 1946, s.71.
23 Sür’at Topçuları Ocağı 17 Ocak 1774’de Sultan III. Mustafa’nın hatt-ı
hümayunu ile teşkil edilip kamuoyuna duyurulmuştur. Bilgi için bk. BOA.,
MD, nr: 4844, s. 9.
24 Kemal Beydilli, Türk Bilim ve Matbaacılık Tarihinde Mühendishane,
Mühendishane Matbaası ve Kütüphanesi, (1776-1826), Eren Yay., İstanbul 1995,
s. 39.
25 Mehmet Esat, Mir’at-ı Mühendishane-i Berri-yi Hümâyûn, İstanbul 1312, s. 8.
139
OSMANLI İSTANBULU III
donanımlı subay -yani mütefennin zabit- ihtiyacı Mühendishane-i
Berri-i Hümayun’dan karşılanmıştır.26
Sultan II. Mahmut, yeni kurulan ordunun zabit ihtiyacının
karşılanması için Avrupai tarzda eğitimi verecek “Ecole Militaire”
benzeri bir askerî okulun teşkili yönünde 1831 yılında Doğancılar
Kışlasında çalışmalara başlanmış ise de bir sonuç alınamamıştır. Bu
konuda kararlı davranan Sultan II. Mahmut, askerî erkân ile diğer
devlet yöneticilerine askerî eğitim kurumu açılması yönünde talimatlar vermiş; 7 Temmuz 1826 tarihinde yayımlanan bir kanunnâme
ile ordunun güçlendirilmesi ve subay ihtiyacının karşılanması için
acilen subay yetiştiren bir okulun kurulması gündeme gelmiştir. Asakir-i Mansure-i Muhammediye Ordusunun kuruluşundan sonraki
tarihlerde Serasker Hüsrev Paşa sadrazama sunduğu arizada “Ecole
Militaire” tabir olunan okulun açılmasını teklif etmiştir.27 Öteden beri
böyle bir teşebbüsü bekleyen Sultan II. Mahmut bu teklife olumlu
bakmış ve 1834 (H.1250) tarihinde Serasker Hüsrev Paşa’ya verdiği
emirde gerekli hazırlıklara hemen başlanmasını istemiştir.28 Hüsrev
Paşa aldığı emir üzerine Mekteb-i Harbiye’nin bir an önce kurulması
konusunda çalışmalara katılmak durumunda kalmıştır.
Aslında gelişmelere bakılırsa mektep, her ne kadar Hüsrev Paşa’nın seraskerliği zamanında kurulmuş olsa da, onun doğrudan bir
etkisi ve gayreti söz konusu değildir. Yüksel Çelik tarafından konuyla
ilgili yapılmış bir araştırmaya göre; “Yetiştirdiği köleleri, subay olarak
ordunun çeşitli sınıflarına yerleştirmek suretiyle kadrolaşan serasker
paşanın, sunulan bu teklife karşı çıkması doğaldı. Zira, Avrupa’daki
benzerleri gibi modern subay yetiştirecek Mekteb-i Harbiye’nin kurulması halinde, Hüsrev Paşa’nın alaylı subaylarının yerini, mektepli
subaylar alacak ve ordudaki mutlak nüfuz ve hakimiyeti zayıflayacaktı”. Hüsrev Paşa, bundan dolayı, Namık Paşa ile olan görüşmelerinde, böyle bir okulun maliyetinin bir hayli yüksek olacağını, zaten
ordunun ekonomik sıkıntıları olduğunu bahane ederek bu girişime
başlangıçta karşı çıkmıştır. Bununla birlikte padişah, Namık Paşa ile
26 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1984,
s.303–304.
27 BOA, Hatt-ı Hümayûn , nr: 17700-A.
28 BOA., Hatt-ı Hümayûn , nr: 17474.
140
XIX. YÜZYIL ASKERÎ YENİLEŞME DEVRİ EĞİTİM-ÖĞRETİM
KURUMLARINDAN MEKTEB-İ HARBİYE-İ ŞAHANE
bir kez daha görüştükten sonra onun teklifini yerinde bularak bu askerî mektebin açılmasına karar vermiş, Hüsrev Paşa’nın muhalefetini
de dikkate alarak, mektebin fazla bir masraf gerektirmeyecek şekilde
Maçka’daki atıl durumdaki barakaların tamamlanıp okul binası haline dönüştürülmesini irade emretmiştir. “Serasker Hüsrev Paşa’nın
müdahalesine meydan verilmemek için yeni müessese hassa müşirliğine
bağlanarak, tamamen Namık Paşa’nın yetki ve sorumluluğuna devredilmiştir.”29 Namık Paşa, sultana gönderdiği raporunda ayrıca eğitimsiz
subayların kendi emrindeki askerleri kesinlikle terbiye edemeyeceklerini belirterek Bahriye Mektebi için İngiltere’den, Harbiye Mektebi
için de Fransa’dan kabiliyetli öğretmenlerin getirilmesini önermiştir.30
Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusunun öncelikle talim-terbiye bilen subaylarını yetiştirmek üzere kurulan, ancak okuma-yazma öğretmenin dışında çok yüzeysel askerî bilgilerin verildiği
Sıbyan Bölüklerindeki eğitimden hedeflenen ve istenilen sonucun
alınmayacağını anlayan Sultan II. Mahmut, Batı ülkelerinde açılmış
olan ve modern eğitim veren askerî okullar ayarında bir okul açmanın şart olduğunu görerek vakit kaybetmeksizin harekete geçilmesini istemiştir. Bu düşünceden hareketle Paris’teki Askerî Akademide
(Saint Cyr’de) eğitim görmüş, bu eğitimden etkilenmiş, Fransızca
ve İngilizce dillerine vakıf olan eski Hassa Ordusu Alay Komutanlarından fahri yaveri Mirliva Mehmet Namık Paşa’nın görüşlerine
başvurmuştur.31 Dış kamuoyuna karşı Osmanlı ülkesini korumak, iç
kamuoyunda da huzuru sağlamak için güçlü bir ordunun kurulmasının gerekliliğine inanan padişah, çağın ihtiyaçlarına cevap verebilecek
muharip subay adaylarının modern eğitim veren okullardan yetişeceği kanaatine sahiptir. Bu sırada Namık Paşa Padişah’a sunduğu arizada; “…bundan önce açılan Talimhane olsun, Sıbyan Bölükleri olsun
mektep değildir. Yarım tedbirlerle gayelere varılmaz. Zabitin, çağımızın
29 Yüksel Çelik, “Hüsrev Paşa, Siyasi Hayatı ve Askeri Faaliyetleri (1756-1855)”,
İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim ve Yakınçağ
Tarihi Bilim Dalı, Doktora Tezi, s. 324-326.
30 Hayrullah Gök, Aynı tez, s. 79.
31 Ahmet Nuri Sinaplı, Devlete, Millete Beş Padişah Devrinde Kıymetli
Hizmetlerde Bulunan Şeyhü’l-vüzera, Serasker Mehmed Namık Paşa, Yenilik
Basımevi, İstanbul 1987, s. 8.
141
OSMANLI İSTANBULU III
ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yetişmesi önemlidir. İyi zabit yetiştirmek için ayrı bir binada tedrisatın tanzimine, en iyi muallim ve idarecileri buraya tayin edilmesine, ders aletlerinin teminine büyük ihtiyaç ve
zaruret vardır.”32 mealinde görüşlerini bildirmiştir. Namık Paşa’ya bu
sırada Hassa Ordusu komutanı Müşir Ahmet Fevzi Paşa da gerekli
desteği sağlayarak yardımcı olmuştur.
Sultan II. Mahmut, çağdaş anlamda bir askerî okulun açılması
hususunda gerekli hazırlıkların yapılmasından sonra Ahmet Fevzi Paşa’yı Harbiye Mektebi’nin inşaatıyla Namık Paşa’yı da eğitim-öğretim
programlarının düzenlenmesi, ders aletleri, sınıfların şekli, öğretmen
ve subay atamalarının düzenlenmesi konusunda görevlendirmiştir.33
Görevi alan her iki paşa öncelikle Maçka Kışlası’nı Harbiye Mektebi
olacak şekilde yeni baştan bir onarımdan geçirmişler34; kışlaya bir kütüphane, bir cami, bir hastahane, eczane, hamam, mutfak, matbaa ve
dört yüz öğrenciyi barındırabilecek dershaneler kurmuşlardır. İngiltere ve Fransa’da eğitim görmek üzere öğrenciler gönderildiği gibi35, bu
ülkelerden okulda kullanılacak olan ders aletleri getirilmiş, her sınıfa
kara tahta ve haritalar konulmuş, sınıflar anfi şeklinde düzenlenmiştir.
Ancak, bu sırada İstanbul’da görevli Rus elçisi Telemegue Babıali’ye
gelerek Fransa’ya gönderilen subayların cumhuriyetçi fikirlerle yetiştirileceklerini belirterek, burada eğitim görecek olan öğrencilerin dönüşlerinde ülkeye faydadan çok zarar verecekleri yolundaki ihtarları
Osmanlı devlet erkânını da etkilemiştir.36 Avusturya elçisi Baron Stürmer’in de benzer açıklamalarda bulunması üzerine Sultan II. Mahmut Avusturya ve Prusya’dan destek aramıştır. Bu gelişmelerden sonra
Prusya’dan Yüzbaşı Helmuth von Moltke ile Teğmen Von Berg adlı iki
subay 1835’te İstanbul’a gelerek Osmanlı ordusu hizmetine alınmıştır.37
Kolağası Mehmet Esad, Mir‘ât-ı Mekâtib-i Harbiyye, İstanbul 1310, s.11-12.
Takvim-i Vekayi, sy: 99, R.1255 (1834).
BOA., Cevdet Askeriye, nr: 54466.
Harbiye Mektebi’nin açıldığı ve henüz öğretime başlamadığı 1834 yılında 14
öğrenci eğitim görmek üzere Fransa ve Londra’ya gönderilmiştir. Bk. BOA.,
Hatt-ı Hümayun, nu: 46582.
36 Yüksel Çelik, “Hüsrev Paşa, Siyasi Hayatı ve Askeri Faaliyetleri (1756-1855)”, s. 345.
37 Kemal Turan, “Başlangıçtan Günümüze Türk-Alman Eğitim İlişkileri”,
Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, XIV, 201.
32
33
34
35
142
XIX. YÜZYIL ASKERÎ YENİLEŞME DEVRİ EĞİTİM-ÖĞRETİM
KURUMLARINDAN MEKTEB-İ HARBİYE-İ ŞAHANE
Yüzbaşı Moltke ve beraberinde gelen Prusyalı küçük bir askerî ekibin
temellerini attığı Alman-Türk yakınlaşması yüzyılın sonlarına doğru
askerî sahanın dışına da taşarak iktisadî-siyasî çok yönlü ikili ilişkilerin
gelişmesine de fırsat hazırlamıştır.38
Maçka kışlasındaki onarım faaliyetleri 1834 yılında bitirilerek
Selimiye Kışlası’nda eğitim gören Sıbyan Bölükleri buraya nakledilmiştir.39 Mekteb-i Harbiye’nin inşasıyla ilgili olarak zamanın şairlerinden Takvim-i Vekayi’in yazı işleri müdürü olan Es’âd Efendi, yazdığı bir dörtlükte ebced hesabıyla tarih düşmüştür. Bu manzumenin
son dizesinde Maçka kışlasındaki okulun inşa tarihi olan 1250 rakamı
çıkmaktadır ki bu rakamın miladî olarak karşılığı 1834’te tekabül etmektedir.40 Bu manzume, okulun girişindeki mermer kitabeye kazınmıştır. Okul 1834’te geniş çaplı onarımdan geçirilmiş, ancak eğitim
öğretime bir yıl sonra 1835’te başlanabilmiştir.
1835 yılı başında Selimiye’deki Sıbyan Bölüklerinin taşınmasından sonra Sultan II. Mahmut, 1 Temmuz 1835 (5 Rebiülevvel
1251) tarihinde Mekteb-i Harbiye’nin resmî açılış törenine katılmış,
törenden sonra da dershanelerde ders gören öğrencileri denetlemiş,
öğrencilere derslerle ilgili sorular sorup cevap almış, okul revirinde
hasta yatan öğrencileri de ziyaret ederek sağlık ve afiyet dileklerinde bulunduktan sonra öğrencilere kürsüden hitap ederek gözlerinin
daima onlar üzerinde yani Harbiye Mektebi’nde olduğunu ifade etmiştir.41 Sultan II. Mahmut, öğretmen ve öğrencilere hitabında bek38 Jehuda L.Wallach, Bir Askerî Yardımın Anatomisi, Çev. Fahri Çeliker, Gnkur.
Basımevi, Ankara 1977, s. 7-117.
39 Kolağası Mehmet Esad, Aynı eser, s. 11-12.
40 Maçka Kışlasında yeniden onarılarak Harbiye Mektebi olarak açılan binanın
girişindeki mermer kitabeye Es’at Efendi tarafından kaleme alınmış olan şu
dörtlük kazınmıştır:
“İktizâ-yı ‘ilm ü ‘irfân ile hâkân-ı zamân
Askerine kıldı tebyîn matlab-ı Harbiyeyi
Yek-kalemde çıktı Es’âd işbu târîh-i metîn
Yaptı Şah Mahmûd-ı ‘Adlî Mekteb-i Harbiyeyi” (1251-1:1250) yazılıdır. Bk.
Takvim-i Vekayi’, sy: 107, R. 1251 (1835). Ayrıca bk. Muharrem Giray, Şanlı
Harbiye’nin Tarihi, Hilmi Kitabevi, İstanbul 1961, s. 6.
41 Gülşah Eser, “Mekteb-i Harbiye’nin Türkiye’de Modern Bilimlerin
143
OSMANLI İSTANBULU III
lentilerini açıkladıktan sonra, Harbiye öğrencilerinin harcanan bunca
emeğe karşılık çok çalışmalarını ve askerliğin gereklerine uymalarını istemiştir.42 Bu dönemde yeni açılan okula, “Ecole Militaire”43,
“Mekteb-i Harbiye-i Mansure”44, “Mekteb-i Hassa”, “Mekteb-i Ulûm-ı
Harbiye” ve “Mekteb-i Fünûn-ı Harbiye”45 gibi çeşitli adlar verilmişse
de, orada okuyan öğrencilere “Mekteb-i Harbiye Talebesi” ya da hep
söylene geldiği şekliyle “Harbiyeli” denilmiştir.46
Harbiye Mektebinin ilk komutanı, Serezli Yusuf Paşa’nın oğlu
Kaymakam (Yarbay) Mustafa Mazhar Bey’dir. Mustafa Mazhar Bey,
bir üst rütbeye terfi ettirilerek miralay rütbesiyle Mekteb-i Harbiye
nazırlığına (komutanlığı) atanmıştır. Mazhar Bey, 1834-1836 yıllarında Mekteb-i Harbiye nazırlığı yapmıştır. Harbiye’nin öğretmen
ihtiyacını karşılamak üzere Sultan II. Mahmut, Avusturya’dan yeni
usul askerî eğitim sistemini öğretmek üzere subay istemiş; Topçu Albayı Havzlap bu maksatla İstanbul’a gönderilmiştir. Padişahın huzuruna kabul edilen Albay Havzlap, Avrupa’ya öğretmen subay olarak
Gelişmesindeki Yeri (1834-1876)”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enst.,
Felsefe Bl Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2005, s. 15-16.
42 Sultan II. Mahmut, Harbiye Mektebi’nde yaptığı konuşmada; “Sizler ki,
Mekteb-i Harbiye’nin idarecileri ve hocalarısınız. Sizler ki Mekteb-i Harbiye’nin
talebelerisiniz. Nazarlarım daima sizlerin üzerindedir, ümitlerim sizlersiniz.
Tekmil fünûn-ı harbiyeyi ve tekmil askerliğin icaplarını öğretmeye ve öğrenmeye
çalışınız. sizler için sarf olunacak bunca maddi ve manevi para ve emekleri daima
hatırınızda tutarak din ve devlete bilerek ve sadakatle hizmet eyleyebilmek için
sizlerden himmet ve gayret beklerim” demiştir. Bk. Takvim-i Vekayi, Sene 1251,
Sayı:107. Ayrıca bk. Tahsin Ünal, Harp Okulu Tarihi, Berikan Yay., Ankara
2001, s. 19-20.
43 BOA., Cevdet Askeriye, nr: 11039; 52259.
44 BOA., Ali Emiri Tasnifi, II. Mahmut, nr: 10003.
45 Abdülkadir Özcan, “Harbiye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
İstanbul 1997, XVI, 115-116. Ayrıca bk. Cemalettin Taşkıran, Aynı eser,
s. 47.
46 Kara Harp Okulu Tarihî Arşivi, Mekteb-i Cedid-i Harbiye-i Şahane’nin
İdare-i Dahiliyesi’ne Dair 1253 (1837) Tarihli Kanunname, s. 5. Tahsin Ünal,
Harp Okulu Tarihi, Berikan Yay., Ankara 2000, s. 20. Ayrıca bk. Hülya Yarar,
Osmanlı Döneminde Askerî Okullarda Eğitim, MSB Yayınları, Ankara 2000,
s. 253.
144
XIX. YÜZYIL ASKERÎ YENİLEŞME DEVRİ EĞİTİM-ÖĞRETİM
KURUMLARINDAN MEKTEB-İ HARBİYE-İ ŞAHANE
yetiştirilmek üzere gönderilecek zabitanın seçiminde de bulunmuş47;
Viyana, Berlin, Paris ve Londra’ya eğitim görmek üzere personel
gönderilmiştir.48 Yurt dışında okuyan öğrencilerin harcırahları aylık
1000 kuruş civarında hesaplanmış ancak bu yetmeyince maaşlarının
200’er Frank’a, cep harçlıklarının da 100 kuruşa çıkarılıp, 300 Frank
da avans verilmesi kararlaştırılmıştır.49 1836-1837 yıllarında Harbiye
Mektebi nazırlığında bulunan Azmi Bey’den sonra Harbiye Mektebi
nazırlığına atanan Selim Sati Paşa (1837-1841) zamanında okulun
öğretim kadrosunda düzenlemeler yapılmış; Arapça ve Farsça derslerinin yanında, yazı ve resim derslerine de büyük önem verilmiş, ayrıca
askerlikle ilgili olarak piyade talimi dersleri de konulmuştur. Başarılı öğrenciler onbaşı/sınıfbaşı rütbesiyle ders müzakerecisi olarak
öğretmenlere yardımcı olmaya başlamışlardır. Bunun yanında eski
askerî ünvanlardan çavuş ve başçavuş rütbeleri de verilerek, Harbiye
Mektebindeki hiyerarşik yapı güçlendirilmeye çalışılmıştır.50 Selim
Satı Paşa’nın Harbiye Mektebi Nazırlığı döneminde okuldaki tabur
teşkilatı kaldırılmış, öğrencilere er değil, “talebe” denilmeye başlanmış; ordudan bir bölük kadar hizmet erleri getirtilerek yemek yapma, taşıma, süpürme vs. ayak işlerine bunların bakması sağlanmıştır.
Bu sırada Harbiye’nin öğretmen kadrosu güçlendirilmiş, öğrenciler
47 Mehmet Esat, Mir’at-ı Mekteb-i Harbiye adlı eserinde Albay Havzlab’ın
gelişinden şöyle bahseder: “...Viyana’ya gönderilecek zabitan için Sultan Mahmud Han Hazretlerinin Avusturya imparatoru hazretlerini haberdar etmesi
üzerine Viyana’dan Topçu Miralaylarından “Havzlab” celb olunmus ve padişahın
huzuruna kabul edilerek Padişah tarafından kendisine güzel sözler söylenmiş
ve mumaileyh öğrencileri Viyana’ya beraberce götürülmeleri ve tahsil-i ulûm
ve fünûn ettirmeleri hususunda ayrıca tavsiye ve tenbih buyurulmuştur...” Bk.
Mehmet Esat, Mir’at-ı Mekteb-i Harbiye, s. 20.
48 1835 yılında Avrupa gönderilen subaylar şunlardır: Teğmen Abdi Efendi
(Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa), Teğmen İbrahim Efendi (Ferik İbrahim
Paşa), Üsküdarlı Çavuş Ahmet Efendi (Suriye valisi Ahmet Paşa), Rüstem
Efendi (Ferik Rüstem Paşa) Viyana’ya; Yüzbaşı Mehmet Efendi (Sadrazam
Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa) Berlin’e; Enderunlu Tevfik Efendi (Kurmay
Başkanı Ressam Tevfik Paşa) Paris’e; Humbarahane Alay Emini Emin Bey
(5. Ordu müşiri Emin Paşa, Kolağası Selim Efendi (Ferik Selim Paşa) Londra’ya gönderilmişlerdir. Bk. Muharrem Giray, Şanlı Harbiye’nin Tarihi, s. 8.
49 BOA., İrade Hariciye, nu: 4764.
50 Muharrem Giray, Şanlı Harbiye’nin Tarihi, s. 10.
145
OSMANLI İSTANBULU III
dört bölüme ayrılmış, her bölüm bir mektep sayılmış; askerî bilgileri
artırma kapsamında piyadecilik ve istihkâm derslerine büyük önem
verilmeye başlanarak muharip subay yetiştirilmesi yönündeki gayretler artırılmıştır.51
1834’te açılan Mekteb-i Harbiye’nin öğrencileri Selimiye’deki
Sıbyan Bölükleri’nden ayrı olarak, diğer askerlerden farklı bir üniforma giyiyorlardı. Açık kahverengi çuhadan ceket ve pantolonları,
bellerinde siyah kemer ve kemere asılı bir meçleri vardı. Ceketlerin
yakaları dik olarak yapıldığından öğrencilerin başlarının her zaman
dik durmaları istenmiştir. Başlarında püsküllü fes (sonraları kalpak),
ayaklarına ise siyah potin giyiyorlardı. Harici elbiseler daha gösterişli
olarak dikilmiştir. Ceketlerin üzerinde altı çift düğme bulunur, ceket
boyu diz kapağından 15 cm. kadar yukarıda olurdu. Mir’at-ı Mekteb-i Harbiye’de bu durum ayrıntılı olarak anlatılmıştır.52 Harbiye öğrencilerinin yiyecek tayınları er tayınlarının bir buçuk katı nispetinde
olup ayrıca her öğrenciye yılda altı kat iç çamaşırı, iki kat elbise, iki
çift ayakkabı istihkak olarak verilmiştir.53 Harbiye Mektebi öğrencileri bu dönemde kemerlerine meç, kimi zaman da subaylarda olduğu
gibi kılıç takmışlardır.54
Harbiye Mektebi’nde öğrencilerin zamana bağlı olarak icra
edilen bütün faaliyetlerinde trampet veya borazan sesiyle işler görülürdü. Bu uygulama bugün de hemen hemen aynı şekilde boru sesi
ile yapılmaktadır. Mekteb-i Harbiye, Sıbyan Bölükleri’nden daha
gelişmiş bir kurum olmasına rağmen, ilk yıllarda hala bir okul havasında değildir. Bu sırada öğrencilere “er” denilmekte idi. Harbiye
Mektebi erleri bir tabur sayılmış ve bu tabur, sekiz kısma ayrılmıştır.
Koğuşlarda gece nöbet beklemek, mutfakta yemek pişirmek, pişirilen
yemeği taşımak, karavana silmek; yatacağı, oturacağı yerleri süpürmek
gibi hizmetler münavebe ile erlere yaptırılırdı. Erler, kır renkli çuhadan yeknesak bir elbise giyerler; meç takarlar ve cuma günleri tüfek,
51 Kolağası Mehmet Esad, Mir‘ât-ı Mekâtib-i Harbiyye, s., 29.
52 Kolağası Mehmet Esad, Mir‘ât-ı Mekâtib-i Harbiyye, İstanbul 1310, s. 11-15.
Ayrıca bk. Hayrullah Gök, Aynı tez, s. 85.
53 Muharrem Giray, Şanlı Harbiye’nin Tarihi, s. 7. Hayrullah Gök, Aynı tez, s. 87.
54 Tahsin Ünal, Harp Okulu Tarihi, s. 35.
146
XIX. YÜZYIL ASKERÎ YENİLEŞME DEVRİ EĞİTİM-ÖĞRETİM
KURUMLARINDAN MEKTEB-İ HARBİYE-İ ŞAHANE
palaska takarak, kısa mintan giyerek, selamlığa giderlerdi.55 Mektebe
alınan erler ilk olarak birinci kısımda (müptediler) alfabe öğrenirler,
ikinci ve üçüncü kısımlarda da “Amme cüzü” okurlar. Dördüncü ve
beşinci kısımlarda ise “İlmihal” bilgilerini taş tahtalar, kimi zaman
da kara tahta üzerine üzerine yazmak suretiyle öğrenirlerdi. Beşinci
kısmı bitiren öğrenci az çok okumayı öğrenir, altıncı kısımda “Askerî
Talimnâme ve Kanunnâme”, yedinci ve sekizinci sınıfta “Tuhfe”, “Nuhbe”, (Sümbülzade Vehbi tarafından yazılmış olan Arapça ve Farsça
grameri), “Sarf-ı Arabî” ile rik’a yazısı öğretilir ve müsvedde kaleme
aldırılırdı. Harbiye Mektebi öğretmenlerinden Kütahyalı Abdurrahman Fevzi Efendi’nin yazdığı “Emsile-i Cedide”56 ve “Mikyasü’l-lisan,
kıstasü’l-beyan”57 adlı ders kitaplarını okurlardı. Sekizinci kısımda
dersleri bitirenler arasından istidat ve kabiliyeti görülenler arasından
yüz öğrenci seçilerek, “İkinci Mekteb”e gönderilir; orada “İlm-i Hesap”, “Mecmuatü’l Mühendisîn”, “Hendese”, “Harita Tersimi” gibi dersler
öğretilir, topografya ve hendese uygulaması yaptırılırdı ki, bu sınıfta
verilen eğitim tamamen zabitlik mesleğine yönelik idi.58 Bu taburlardan ilk sekiz kısım, bugünkü ilköğretim; İkinci Mektep denilen ve tek
kısım olanı ise bugünkü lise 1. sınıf düzeyindedir. Görüldüğü üzere
açıldığı ilk yıllarda Mekteb-i Harbiye’de verilen eğitimin istenilen
düzeyde olmadığı anlaşılmaktadır.59
Harbiye Mektebi’nde 1835-1851 yılları arasında uygulanan
eğitim programlarına bakıldığında, devrin klâsik “medrese” öğreniminden çok farklı bir öğrenim sergileyemediği anlaşılmaktadır. Harbiye’de dinî içerikli dersler ön planda tutulmuş; Arapça ve Farsça,
en çok önem verilen dersler arasında yer almıştır.60 Yalnızca 6., 7.,
8., ve 9. sınıflarda piyadecilik eğitiminin temeli sayılan yanaşık dü55 Nevzat Ayas, Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitimi, (Kuruluşlar ve Tarihçeler),
Ankara, 1948. s. 496. İzzet Akça ve diğerleri, Dünden Bugüne Kuleli Askerî
Lisesi, İstanbul 2007, s. 28.
56 Yeni Arapça Grameri.
57 Konuşmanın ve Dilin Ölçüleri, Grameri kitabı.
58 Kolağası Mehmet Esad, Mir‘ât-ı Mekâtib-i Harbiyye, s.15.
59 İzzet Akça ve diğerleri, Dünden Bugüne Kuleli Askerî Lisesi, İstanbul 2007,
s. 28.
60 İsrafil Kurtcephe- Mustafa Balcıoğlu, Kara Harp Okulu Tarihi, s. 53.
147
OSMANLI İSTANBULU III
zen eğitimi seviyesinde askerî bilgiler verilmiştir. Okulun hedefi ile
eğitim sistemi arasında, tam bir uyum sağlanamamıştır. Bu dönemde
Harbiye Mektebi’nde eğitim-öğretim alanında köklü yenilikler yapılamamış, klasik medrese eğitiminden ayrılan tarafı okulun son sınıflarına verilmekte olan askerlikle ilgili derslerden ibaret kalmıştır. 1835
yılında Harbiye Mektebi’nin altı yıllık “Birinci Mektep” bölümünü
bitirenler 1841 yılında bir sınava tabi tutularak çeşitli rütbelerle kıtalara sevk edilirken bir kısmı “İkinci Mektep”i okumuşlardır. Harbiye
Mektebi komutanlarından Mirliva Emin Paşa (1841-1846) verilen
eğitimin yeterli olmadığını, Harbiye’ye hazırlık olması babından idadilerin açılmasının gerekli olduğuna dikkat çekmiştir.61 Emin Paşa
daha da ileriye giderek Harbiye Mektebi’nin ıslahı, eğitim sisteminin
yeniden belirlenmesi konularında bir çalışma da başlatmıştır. Harbiye
Mektebi açıldığı tarihten itibaren öğrenciler için gerekli laboratuar malzemeleri ile yardımcı ders araç-gereçleri de Fransa, İngiltere,
Avusturya ve Prusya gibi ülkelerden getirtilmiştir. Harbiye matbaası
tesis edilerek talebelerin ihtiyaçları, her türlü baskı faaliyeti de buradan temin edilmeye başlanmıştır.62
Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi adlı eserinde63, 1836’da
(R.1252) Miss Julia Pardoe adlı bir İngiliz kadının Harbiye Mektebi’ni ziyaret edip gezdiğini ve seyahatnamesinin 17 sayfasını bu okula
ayırdığını bahsetmektedir. O sırada Harbiye Mektebi komutanı bulunan Azmi Bey (1836-1837), İngiltere’de eğitim görmüş, İngilizcesi
çok iyi düzeyde olan bir subaydır. Miss Pardoe, Azmi Bey tarafından
çok iyi karşılanıp ağırlandığından bahsettikten sonra okulun eğitim
durumu, kütüphanesi, camisi, derslerin işlenişinden, öğrencilerin tutum ve davranışlarından söz etmiştir. Seyyah gezi notlarında eğitim
için para ve ihtimamın esirgenmediğinden, öğrencilerin okumaya
hevesli olduklarından, Sultan’ın da aynı şekilde hevesli tutumundan
bahsetmiştir. Mis Pardoe notlarında; “….Bizim anladığımıza göre
maarif Türkiye’de yeni doğmuş bir çocuğa benziyor… Bununla beraber
İngiltere hariç olmak üzere dünyada Türkiye kadar okuyan bir memleket yoktur. Şarklıların en derin cehalet içerisine gömülmüş olduklarına
61 Cemalettin Taşkıran, Aynı eser, s. 50-51.
62 Tahsin Ünal, Harp Okulu Tarihi, s. 41-46.
63 Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul 1977, I-II, 354-436.
148
XIX. YÜZYIL ASKERÎ YENİLEŞME DEVRİ EĞİTİM-ÖĞRETİM
KURUMLARINDAN MEKTEB-İ HARBİYE-İ ŞAHANE
inandırılmış olan Avrupalıları eminim ki bu iddiam şaşırtacaktır. Şu da
bir hakikattir ki imparatorluğun içerisinde hemen herkes okuyup yazma
bilir ve bu tarihte payitahtın muhtelif mekteplerine dağılmış sekiz binden
fazla talebe vardır. (muhtemelen medreseleri kasdediyor)”64 Mis Pardoe
seyahatnamesinin devamında Ruslara karşı İngiltere’nin Türkleri
desteklemesinden, İngiliz dostluğundan ve Türkiye’yi ancak İngiltere’nin diriltip ayaklandırabileceğinden bahsetmiştir. Miss Pardoe
seyahatnamesinde 1835’lerde ilk açıldığı günlerden itibaren Harbiye
Mektebinde Rus etkisinin bariz olarak görüldüğe işaret etmiştir.65
Miss Pardoe seyahatnamesinde ayrıca, Yüzbaşı Sadık Ağa adıyla anılan Osmanlı ordu hizmetindeki bir dönmeden bahseder ki bu Yüzbaşı
Helmuth von Moltke’den başkası değildir. Molkte’nin çok iyi derecede Fransızca, İtalyanca, Türkçe ve İngilizce bildiğini de yazmaktadır.66
Harbiye Mektebi komutanı Miralay Azmi Bey’in iyi niyetli
gayretlerine rağmen, okulda eğitim-öğretim bakımından istenilen
düzeye ulaşılamadı. Harbiye Mektebi’nin genel görünümü, tertip ve
düzeni, öğrencilere sunulan imkânlar çok iyi olmasına rağmen askerî
hiyerarşinin en önemli özelliklerinden sayılan sınıf geçme ve rütbe
terfi sistemi belirli ölçülere göre değil de, idareye bağlılık gösteren,
idarecilerin gözüne giren öğrencilerin ödüllendirilmesine yönelikti.
Bu da öğrenciler arasında husumetin ve çekememezliğin artmasına
yol açıyordu. Öğrenciler kendi fikirlerini disiplinsizlik olarak algılanabilir düşüncesiyle açıktan açığa ortaya koyamıyorlar; düşünceler
bilime, arzu ve istek kabiliyete dönüşemiyor; araştırmacı kişilik geliştirilemediğinden bilgili, birikimli, çağdaş, batı ülkelerindeki gibi subaylar yetiştirilemiyor; idarecilerin hedefledikleri tipte bir subay tipi
ortaya çıkmıyordu.67 Osmanlı idarecileri bir türlü Mısır’da Kavalalı
64 Miss Julia Pardoe, tarafından yazılan bu seyahatname 1836 yılında İstanbul
panoramasını ayrıntılı olarak vermektedir. Miss Pardoe, seyahatnamesinin 17
sayfasında Harbiye Mektebinden ayrıntılı olarak bahsetmiştir. Bk. The city of
the Sultan, and, Domestic manners of the Turks in 1836, London, Henry Colburn
Pullisher, 1837, p. 184. Türkçesi için bk. Banu Büyükkal, Sultanlar Şehri İstanbul,
İşbankası Kültür Yay., İstanbul 2010.
65 Miss Pardoe, Aynı eser, s. 210-211.
66 Miss Pardoe, Aynı eser, s. 117.
67 Hayrullah Gök, Aynı tez, s. 93-95.
149
OSMANLI İSTANBULU III
Mehmet Ali Paşa’nın kurduğu sisteme göre subay yetiştiren bir okul
vücuda getiremediler. Harbiye’deki sistemin düzeltilmesi için Mısır’da bulunmuş, oradaki askerî sistemi yakından bilen birisi olarak
Selim Satı Paşa (1837-1841) bu defa Harbiye Mektebi komutanlığına atanmıştır.68 Selim Satı Paşa ilk iş olarak Harbiye Mektebi’nde yürütülen eğitim-öğretim faaliyetlerinden sorumlu “Ders Nazırı”
adıyla “Öğretim Başkanı” atamasını gerçekleştirmiş ve Mühendishane öğretmenlerinden Binbaşı Kamil Bey’in, Miralay rütbesiyle okula
atanmasını sağlamıştır.69 Bu sırada hazırlanan “Mekteb-i Cedid-i Harbiye-i Şahanenin İdare-i Dahiliyesine Dair 1253 (1837) Kanunname”
ile Harbiye Mektebi’nde görev yapacak öğretmenlerin özellikleri ile
alınacak öğrencilerin hangi şartlara haiz olmaları gerektiği hususu,
sekiz bölüm altında ayrıntılı olarak belirlenmiştir.70 Bu arada okulun
öğretmenleri arasından bir baş hoca, eğiticilerin (talimciler) arasından da bir baş talimci atanarak eğitim-öğretim konusunda önemli
düzenlemeler 1837 yılından itibaren uygulamaya konmuştur. Harbiye
Mektebi’ne öğrenci bulmakta da zorluklar çekilmiştir. Uzun süren
savaşlar yüzünden ve batı tarzı eğitim vermesinden dolayı Müslüman ahalinin ilk başlarda çocuklarını Harbiye Mektebi’ne vermekte
çekingen davranmış, padişahın okulda bir cami açtırması dahi bu
68 Mehmet Esat, Mir’at-ı Mekteb-i Harbiye, s. 21-23.
69 Mehmet Esat, Mir’at-ı Mekteb-i Harbiye, s. 25.
70 Öğretmen olacak subaylarda aranan şartlar şöyle sıralanmıştır: Müslim ve
Mü’min olmak. Mezhep ve mesleği kitaba ve sünnete uygun olmak; yaşı
25’ten az ve 45’ten yukarı olmamak; cihadı ve askerliği sevmek, miskinlik
ve tembellikten uzak olmak; ortaya çıkan olayları akıcı bir yazı ve düzgün
bir ifadeyle anlatmaya, karşılaşılan zorlukları örnekler ve kanıtlar getirerek
ortadan kaldırmaya muktedir olmak; huyca iyi, cana yakın olup gösterişten ve
erkeğe yakışmayan davranışlardan uzak olmak; ayrıca ağırbaşlı ve ciddi olmak,
ögrenciler arasında saygı ve hürmet uyandırmak, bir baba gibi öğrencilere
sevgi göstermek; iffet eksikliğinden, ayıp ve hoş karşılanmayan şeylerden
uzak kalarak özellikle eğitmekle yükümlü oldukları öğrencilere örnek olmak.
Öğrencilerden aranan şartlar ise yaşı 15-20 arasında olmak, müslüman olmak,
meramını anlatacak düzeyde okuma yazma bilmek, Arapça ve Farsça ibareleri
bilmek, vücut azaları tam ve noksansız olmak, çiçek çıkarmış ve aşılanmış
olmak, ahlâken namuslu olmak, ayak takımından olmamak, dini ibadetlerini
yapmak, şer-i şerife uygun hareket etmek vb. Bk. Mekteb-i Cedid-i Harbiye-i
Şahanenin İdare-i Dahiliyesine Dair 1253 (1837) Tarihli Kanunname, Kısım 1, 3.
150
XIX. YÜZYIL ASKERÎ YENİLEŞME DEVRİ EĞİTİM-ÖĞRETİM
KURUMLARINDAN MEKTEB-İ HARBİYE-İ ŞAHANE
saplantıyı ortadan kaldıramamıştır.71 Harbiye Mektebi’ne öğrenci
bulmakta sıkıntı çeken idareciler yeni çözüm yolları aramışlar; bu da
Sultan II. Mahmut’un 1837’de yetim çocukların mektebe alınmasına
yönelik iradeyi yayımlamasına yol açmıştır.72
Harbiye Mektebinde sıkı bir disiplin hakimdi. Öğrenciler bütün faaliyetlere topluca giderler, namaz toplu olarak kılınırdı. Bütün
öğrencilerin beş vakit namaza katılmaları şart idi. Öğrencilerin bağırıp çağırmaları, ıslık çalmaları, türkü söylemeleri, uygunsuz davranışlarda bulunmaları cezayı gerektiren hallerdi.73 1837 Kanunnamesinde, Harp Okulunda gerek yaz ve gerekse kış yirmi dört saatin sekizi
uykuyla, geri kalan on altı saatlik zaman diliminde eğitim-öğretim
işleriyle ilgilenmek durumundaydılar.74 Harbiye Mektebinde eğitim
gören öğrenciler her daim denetlemeye tabi tutulur, dönem sonunda
da sınava tabi tutulurlardı.75
Sultan II. Mahmut’un emriyle ordudaki teşkilat ve eğitimi
denetlemek ve yönetimle ilgili hususları düzenlemek üzere “Dâr-ı
Şûrâ-yı Askerî” teşkil edilmiş; üst düzey askerî erkân buranın tabii
üyesi kabul edilmiştir. Mekteb-i Harbiye’deki eğitim-öğretimle ilgili
hususlar bahse konu şûrânın en önemli konuları arasında yer almıştır.
b. Sultan Abdülmecit Döneminde Mekteb-i Harbiye ve
Eğitim Durumu
Babası Sultan II. Mahmut’un genç denecek bir yaşta vefatından sonra yerine geçen 16 yaşındaki Sultan Abdülmecit, daha önce
başlatılmış olan yenilik hareketlerini büyük bir sürat ve kararlılıkla devam ettirmiştir. Bu sırada Harbiye Mektebi idarecileri okulu
Avrupa harp okulları seviyesine çıkarabilmek için üç temel çareye
71 Gülşah Eser, Aynı makale, s. 106-107.
72 BOA , Hatt-ı Hümayûn, nr. 33563.
73 Mekteb-i Cedid-i Harbiye-i Şahanenin İdare-i Dahiliyesine Dair 1253 (1837)
Tarihli Kanunname, Kısım 6.
74 Mekteb-i Cedid-i Harbiye-i Şahanenin İdare-i Dahiliyesine Dair 1253 (1837)
Tarihli Kanunname, Kısım 7.
75 Hayrullah Gök, Aynı tez, s. 101-102.
151
OSMANLI İSTANBULU III
başvurmuşlardır: Avrupa’ya öğrenci göndermek,76 Fransızca’yı ders
olarak okutmak,77 Avrupa’dan öğretmen getirtmek. Bahsedilen bu
ıslah projelerinin pek çoğu Mekteb-i Harbiye’nin üçüncü komutanı
olan ve kendisi de Avrupa’da eğitim almış bulunan Mirliva Emin
Paşa (1841-1846) zamanında gerçekleştirilmiştir.78 Emin Paşa, Harbiye’deki fen derslerinin sayısını artırmış, fen ağırlıklı bir program
geliştirmiştir. Eğitimde teorik bilgi yanında pratik uygulamaya yönelik bilgiler de verilmeye başlanmıştır. 1835’de Harbiye Mektebi’nde
eğitime başlayan öğrenciler 1841’de “Birinci Mektep” bölümünden
mezun olmuşlar, bir sınava tabi tutulduktan sonra başarılı bulunanlardan 24 Harbiyeli’den 6’sı üsteğmen, 18’i teğmen rütbesiyle orduya
atamaları yapılmıştır.79 Ancak kıtaya çıkan zabitanın yeterli donanım
ve bilgiye sahip olmadıkları tespit edilince mevcut öğrencilerin eğitimine daha da önem verilmiş; “İkinci Mektep” bölümünde sürdürülen
yoğun eğitimden sonra 1844 yılında yapılan imtihanları başaran 41
talebe üsteğmen, 29 talebe de teğmen olarak mezun olmaya hak kazanmıştır. Bunlardan 3 üsteğmen padişah iradesiyle yüzbaşılığa terfi ettirilmiştir.80 Harbiye Mektebinde verilen bu eğitim, bu konuda
eserler kaleme almış Dr. Tahsin Ünal’a göre günümüz lise düzeyine
tekabül edebilecek ölçüde olduğu değerlendirilmektedir.81 Derslerden geçme bugünkü anlamda değil, okunan kitaplara göre bir kitap
bitince diğerine geçme şeklinde talebeler bir üst sınıfa devam etmişlerdir. Bu yönüyle bakıldığında tamamen klasik dönem medrese tarzı
bir eğitimin olduğu anlaşılmaktadır. Öğrenciler kabiliyet ve becerileri ölçüsünde kitabı bitirip ders öğretmenince planlanan imtihanı
geçtikten sonra diğer dersin kitabına başlayabiliyorlardı. Bu yönüyle
bakıldığında ders programlarında sınıf diye bir şey yok, bitirilmesi
gerekli ilim/kitap vardı. Bir nevi ders geçme yöntemiyle öğrencilerin
76 1834 yılında Londra’ya beş; 1835 yılında Viyana’ya beş; 1836 yılında Paris’e bir,
Viyana’ya dört, Londra’ya bir; 1838 yılında Viyana’ya on olmak üzere toplam
yirmi altı öğrenci gönderilmiştir.
77 1840’da Harbiye programına Fransızca dersi konulmuştur.
78 Kenan Sayacı, “Kuleli Askerî Lisesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi,
İstanbul 1994, I, 115-116.
79 BOA., İrade Dahiliye, nu: 2292.
80 Tahsin Ünal, Harp Okulu Tarihi, s. 38.
81 Tahsin Ünal, Harp Okulu Tarihi, s. 22-23.
152
XIX. YÜZYIL ASKERÎ YENİLEŞME DEVRİ EĞİTİM-ÖĞRETİM
KURUMLARINDAN MEKTEB-İ HARBİYE-İ ŞAHANE
sınıf atladığı tespit edilmektedir. İşte bundan dolayı da Harbiye Mektebi’nin bu ilk dönemiyle ilgili dersler ve sınıfta okuyan öğrenci miktarlarını tespit etmek şimdilik zor görünmektedir.82 Bu eğitimden
sonra kıtalara atanmaları gündeme gelen Harbiye mezunları, okul
komutanı Emin Paşa’ya göre hala yeterli bilgi ve donanıma kavuşturulamamışlardı.83 Kıtalara mülazım rütbesiyle atananların tahsiline
dört yıl daha ilave edilerek eğitim seviyesi üst düzeye çıkarılmaya
çalışılmış; -daha önceki yıllarda ihtiyaca binaen sınavlarda başarı gösterip de orduya görevlendirilenler bir yana- Harbiye’nin ilk diplomalı
mezunları 1848’de “ Yüzbaşı” rütbesiyle okuldan çıkmışlardır.84 Önce
dokuz sene üzerinden tahsile başlayan Harbiye Mektebi, sonra dört
yıl daha ilave edilerek 13 yıla çıkarılmıştır. Böylece Harbiye Mektebi
yüksek tahsil düzeyine kavuşturulmuştur.85 Yukarıdan aşağıya doğru
gerçekleştirilen bu eğitim reformu sırasında yaşanan gelişmeler, Harbiye Mektebi öncesinde öğrencilerin yetiştirilmeleri için “idadiler”in
açılması meselesini gündeme getirmiştir.
Nitekim 1841 yılında toplanan Meclis-i Muvakkat’ta alınan
karar gereği, daha önceden kurulmuş olan “Topçu Mekteb-i Harbiyesi”
(Mühendishâne-i Berri-yi Hümâyûn), “Mekteb-i Harbiye” ile birleştirilmiştir. Aslında 1841 yılında sistemin geliştirilmesini sağlayan yeni
birtakım kararlar alınmıştır. Bu kararlara göre, dokuz yıl süren ön
eğitimin ardından Harbiye’nin dört yıl süreli olması ve eğitimin bu
süreyle dengeli bir programa kavuşturulması esas alınmış ve derslerin
düzenli bir programa göre işlenmesi yoluna gidilmiştir.86 Bu sırada
okula yerli ve yabancı öğretmenler atanmış, yeni dersler konularak
sınıfların programları düzenlenmiştir. Buna göre ders programlarına
başlangıç ve yüksek cebir, kürevî ve müstevî müsellesat, cebrin hen82 Tahsin Ünal, Harp Okulu Tarihi, s. 27.
83 Cemalettin Taşkıran, Aynı eser, s. 50.
84 Kolağası Mehmet Esad, Mir‘ât-ı Mekâtib-i Harbiye, s. 53.
85 Harp Okulu Tarihi konusunda ayrıntılı çalışma yapana rahmetli Tahsin Ünal,
13 senelik eğitimin 1., 2., 3., 4., ve 5. senesi ilk okul, 6., 7., ve 8. senesi orta okul,
9., 10., ve 11. senesi lise, 12. ve 13. senesi de yüksek öğretime tekabül ediyordu
yorumunda bulunmaktadır. Bk. Tahsin Ünal, Harp Okulu Tarihi, s. 23.
86 Kenan Sayacı, “Kuleli Askerî Lisesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi,
İstanbul 1994, V, 115-116.
153
OSMANLI İSTANBULU III
deseye tatbiki, tarama, hendese, cebir ve hesap dersleri ile coğrafya
ilave edilmiştir.87
1845 yılı, eğitim sisteminde bir dönüm noktası olmuştur. Sultan Abdülmecit, 1845 yılında Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’de
(Babıâli) Sadrazam ve diğer devlet büyüklerine maarif konusunda geniş çaplı ıslahat yapılması, özellikle de Harbiye Mektebinin daha da
genişletilerek ıslah edilmesi yönünde bir irade yayımlamıştır.88 Emin
Paşa’nın Mekteb-i Harbiye’ye öğrenci yetiştirecek idadîler açılması
konusundaki isteği, bu çerçevede Abdülmecid tarafından uygun görülünce, “Mekteb-i Harbiye”nin genişletilmesi ve ıslahı için bir irade-i
seniyye (karar) çıkartılarak, Meclis-i Muvakkat kurulmuştur. 9 Nisan 1845 (1 Rebiyülahir 1261) günü toplanan Meclis-i Muvakkat’ta
(geçici kurulda) Takvim-i Vekayi’de belirtildiği üzere şu kişiler yer
almaktadır89: Başkan: Emin Paşa (Mekteb-i Harbiye Nazırı) Üyeler: Arif Hikmet Bey (sonradan Şeyhülislam olmuştur), Fuat Paşadır
(sonradan Sadrazam olan Keçecizade Fuat Paşa).
Meclis-i Muvakkat’ta alınan kararlar, sırasıyla Dar-ı Şura-yı
Askerî ve Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye ve Meclis-i Alâ-yı Umumi’de ayrı ayrı gözden geçirildikten sonra padişaha sunulmuştur. Kararlar Sultan Abdülmecit tarafından onaylandıktan sonra uygulamaya
geçilmesi konusunda “Meclis-i Muvakkat”a yetki verilmiştir.90 Bu çalışmaların sonunda askerî okullarla ilgili şu kararlar alınmıştır: “Evvela tevsi ve tecdid olunacak Mekteb-i Fünûn-i Harbiye’nin şakirdânı
dört sınıf üzere müretteb olmak ve düvel-i mutemeddine de olduğu gibi
Devlet-i Aliye’de dahi erkan-ı harbiye zabıtanı çıkarılmak ve Harbiye’de
müstakil Fünûn-i Cihadiye okutturulup anın iptidası olan ufak derslerin
tedrisi için diğer askerî mektepleri (on iki yerde) açılarak, onlara Mekteb-i Fünun-ı İdadîye namları verilmek ve bir idadîye dahi Dersaadet’te
açılmak ve taşra vilayet ordu merkezlerinde açılacak olan idadîye ordu
müşirlikleri idaresinde bulunmak ve ümera-yı askerîye ve taşra hanedanı mahdumlarından istek edenler kaydolunmak ve fakat müstakilen
87 Tahsin Ünal, Harp Okulu Tarihi, s. 28.
88 BOA., İrade Dahiliye, nu: 4972. Ayrıca bk. Hayrullah Gök, Aynı tez, s. 112.
89 Kolağası Mehmet Esat, Mir‘ât-ı Mekâtib-i Harbiye, s. 39.
90 İsrafil Kurtcephe-Mustafa Balcıoğlu, Kara Harp Okulu Tarihi, s. 55.
154
XIX. YÜZYIL ASKERÎ YENİLEŞME DEVRİ EĞİTİM-ÖĞRETİM
KURUMLARINDAN MEKTEB-İ HARBİYE-İ ŞAHANE
hanedan ve askerî-zâdelere münhasır olmayıp aslı ve nesli belli ahali
evladından dahi mektebe yazılmak ve indü’n-nas bazı mer-mumü’l-edvâr olanlardan mektebe alınmamak usullerine karar verildi. Ve müddet-i
tahsiliyesi beş sene olan idadîyede mikdar-ı kifaye Arabî ve Farisî ve yazı
tahsil edenler bi’l-imtihan Harbiye’ye naklolunmak ve hariçte tahsil
edenlerden Arabî ve Farisî’den imtihan verebilenler olur ise o misillüler
idadîye alınmayup, doğrudan doğruya Harbiye’ye alınmak ve şakirdane
resm-i mergûb üzre elbise ve maaş tayinat verilmek keyfiyetleri dahi cümle mukarrerattan idi. Taşra idadîlerine yazılup da bi’limtihan Harbiye’ye
nakleden ve ba’dehü zabit çıkan efendilerin birden bire bilâd-ı ba’ideye
sevk olunmayıp yine kendi memleketleri dâhilindeki ordulara gönderilerek
efkâr-ı ahaliyi meziyet-i askerîyeye ısındırmak hususu dahi ayrıca şart
ittihaz kılındı. 1261 (1845) tarihinde alınan işbu karar-ı âli, icabeden
Ordu-yı Hümâyûn Müşirânına bildirilerek, ordu merkezlerinde birer
Bâb-ı Mekteb-i Fünun-ı İdadîye inşasına emir verildi. Bir taraftan da
Edirne, Bursa, Manastır vilayetlerine mekteb tesisi için yüzbaşı ve kolağası rütbelerinde birer memur izam buyruldu.”91 Meclis-i Muvakkat’ın
aldığı bu karar layihası, önce “Darü’ş-şura-yı Askerî”, sonra “Meclis-i
Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye” ve daha sonra da “Meclis-i Alâ-yı Umumî’de
gözden geçirilip uygun görüldükten sonra, Sadrazam tarafından Padişaha sunulmuştur. Padişahın uygun görmesiyle hemen faaliyete
geçilmiştir.92 Emin Paşa, 1845’te yapılan bu düzenleme ile Harbiye
Mektebini iki kısma ayırmıştır: Bunlardan Mekteb-i Ulûm-ı İdadiye
talebeleri, Harbiye Mektebinde bulundukları halde subay olmayan
talebelerdir. Diğeri de Mekteb-i Ulûm-ı Harbiye, bunun talebeleri
subaylığa terfi edenlerin eğitildiği kurum idi. Özetle belirtmek gerekirse, Nisan 1845’te askerî okullarla ilgili alınan kararlar; Harbiye
Mektebinin dört yıl olması, Erkân-ı Harbiye (kurmay) sınıfı için yeni
bir okulun kurulması93, Harbiye’de askerî derslere ve konulara ağırlık
verilmesi, subay adaylarına uygun kıyafet giydirilmesi, öğrenci maaşı
verilmesi94, Harbiye’ye hazırlık olması için 12 yerde (ordu merkezleri) “Mekteb-i Fünûn-ı İdadiye” adıyla okullar açılması, idadilerdeki
91 Takvim-i Vekayi, Sy: 284, Sene: 1261 (1845).
92 Kolağası Mehmet Esat, Mir‘ât-ı Mekâtib-i Harbiye, s. 38.
93 BOA., İrade Dahiliye, nu: 6572.
94 BOA., İrade Dahiliye, nu: 8137.
155
OSMANLI İSTANBULU III
eğitimin 5 yıl olması, öğrencilere üniforma, maaş ve tayın verilmesi
kararları alınmıştır.95
Sultan Abdülmecit’in 20 Mayıs 1845 (13 Cemaziyelevvel
1261) tarihli iradesiyle Harbiye Mektebinin Tophane Hastahanesine, İstanbul’da açılacak olan Dersaadet Askerî İdadisinin de Maçka
Kışlasına yani Harbiye’nin eski binasına taşınması planlanmıştır.96
Ancak her iki binanın da tamir ve bakıma muhtaç olmasından dolayı
her iki askeri okulun Dolmabahçe’deki Çinili Köşke taşınması kararlaştırılmış, yaklaşık bir yıl kadar burada eğitim-öğretime devam
edilmiştir.97 Bu arada Harbiye Mektebinde okutulacak dersler yeniden düzenlenmiştir. Buna göre 1. sınıfta Cebr-i Alâ, Müsellesat-ı
Müsteviyye ve Kürreviyye, Cerr-i Eskâl ve Mahrutiyyat, Hendese-i
Resmiyye ve Menâzır, Tarama, Hikmet-i Tabiiye, Fransızca, Piyade
Ta’limi, Envâ-ı Makine ve Alât dersleri; 2. sınıfta istihkâmat-ı Hafife,
İlm-i Heyet, Fenn-i Menâzır-ı Hattiye, Tahdid-i Arazi Nazariyyâtı
ve Ameliyyâtı, Taksim-i Arazi, Kimya, Fransızca, Piyade Bölüğü Talimi Nazariyyâtı ve Ameliyyâtı, Süvari Bölüğü Talimi Nazariyyâtı ve
Ameliyyâtı dersleri; 3. sınıfta Tabur Ta’limi, Tabur Ta’limi Ameliyyâtı,
Piyade Dahiliye Kanunnâmesi, Tahdid-i Arazi Ameliyyâtı, Harita
inşası, Fenn-i Mimari-i Askerî, Fürusiyet, Fransızca, Meç ve Kılıç
Ta’limi dersleri; 4. sınıfta ise Fenn-i Harp, Fenn-i Baytariye, Fransızca, Topçuluk Fenni, Topçuluk Ameliyyâtı, Tahdid-i Arazi Ameliyyâtı,
Harita Tersimi, Meç ve Kılıç Talimi ve Müzik dersleri okutulmaya
başlanmıştır.98 1845’de tespit edilen bu dersler, hemen hemen küçük
bir takım değişikliklerle 1883 yılına kadar uygulandığı ifade edilmektedir.99 1845 yılındaki düzenlemelerde ele alınan konulardan bir diğeri de, kurmay subay (erkân-ı harp) yetiştirmek üzere Harbiye Mektebi’nin devamı niteliğinde olan ve 5. ve 6. sınıfları teşkil eden Erkân-ı
Harbiye Mektebinin kuruluşuyla ilgili çalışmaların başlatılmasıdır. 25
95 İsrafil Kurtcephe-Mustafa Balcıoğlu, Kara Harp Okulu Tarihi, s. 55-56.
96 BOA., İrade Dahiliye, nu: 6572.
97 İsrafil Kurtcephe-Feridun Yıldız, Kuleli Askerî Lisesi Tarihi, İstanbul 1985, s.
30-31.
98 Hayrullah Gök, Aynı tez, s. 112-113.
99 Tahsin Unal, “Harp Okulu Tarihi”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sy: 12, Eylül
1968, s. 24.
156
XIX. YÜZYIL ASKERÎ YENİLEŞME DEVRİ EĞİTİM-ÖĞRETİM
KURUMLARINDAN MEKTEB-İ HARBİYE-İ ŞAHANE
Haziran 1845 (19 Cemaziyelahir 1261) tarihinde çıkarılan ve Takvim-i Vekayî’de de yayımlanan bir irade ile Harbiye Mektebi bünyesinde bir “Erkân-ı Harbiye Sınıfı” teşkil edilmiş,100 komutanlığına
da üç yıl sonra yapılan atamayla Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa
getirilmiştir.101 İlk mezunlarını da 1849’da vermiştir..
Harbiye’yi besleyecek öğrenci kaynakları olan ve temeli Nisan
1845’te (Rebiülâhir 1261) atılıp 21 Eylül 1845’te (18 Ramazan 1261
Pazar) öğrenime başlayan Mekteb-i Fünûn-ı İdadîye ile birlikte bir süre
sonra açılacak askerî rüşdiyeler geliştikçe, Harbiye’nin temel bilgilerle
ilgili yükü azalmış, eğitim süresi üç yıla indirilerek askerî konuların
oranı giderek arttırılmıştır. Rıf ’at Paşa’nın (1846-1848) mektep nazırı olmasından sonra Sultan Abdülmecit, 10 Ekim 1846 tarihinde
yapılan davet üzerine Harbiye Mektebine gelerek sabah saat 09.00’da
yapılan törenden sonra yeni eğitim yılını açmıştır. Yapılan törende
öğrenciler padişahın huzurunda ayrıca imtihan edilmişlerdir.102 18461847 eğitim-öğretim döneminde Harbiye Mektebinde baytar sınıfı da
açılmış, bu sınıf daha sonra Tıbbiye Mektebine dahil edilmiştir. Harbiye mektebi, 23 Temmuz 1847’de Dolmabahçe’deki Çinili Köşk’ten
Pangaltı veya Küçük Taksim denilen yerdeki yeni binasına taşınmıştır.
Okul bu tarihte 3 sınıfa indirilmiş, her bir sınıfta 26’ar öğrenci olmak
üzere toplam 72 öğrencinin eğitim gördüğü bir kurum niteliğindedir.103 Keza 1847’de “Mekteb-i Harbiyye-i Şahanenin İdare-i Dahiliyesine Dair Kanunname” yayımlanmıştır. Bu kanunname ile Harbiye
Mektebinde görev yapacak öğretmen ve idarecilerin durumları, yetkileri yeniden belirlenmiştir.104 Harbiye Mektebi Sultan Abdülmecid’in
de katıldığı bir törenle 10 Ekim 1847 tarihinde Pangaltı’daki binasında eğitim-öğretime başlamıştır.105 Açılış günü padişahın huzurunda
icra edilen imtihanda başarılı bulunan öğrenciler ödüllendirilmiştir.106
Takvim-i Vekayi, Sy: 289, Sene 1261.
Hayrullah Gök, Aynı tez, s. 122.
Takvim-i Vekayi, Sy: 306, Sene 1262.
Mehmet Esat, Mir’at-ı Mekteb-i Harbiye, s. 48-49.
Mekteb-i Harbiye-i Şahanenin İdare-i Dahiliyesine Dair Kanunname (Sene
1263) (1847),
105 BOA , İrade Dahiliye, nu: 6572.
106 Takvim-i Vekayi, Sy: 306, Sene 1262.
100
101
102
103
104
157
OSMANLI İSTANBULU III
Sultan Abdülmecit döneminde Harbiye Mektebinde görev yapacak öğretmen subayların yetiştirilmesi konusuna büyük önem verildiği gibi, yurt dışında eğitim görmek üzere seçilen personel üzerinde
titizlikle durulmuştur. 1848’de Paris Elçiliğinden Seraskerliğe gönderilen raporda, Harbiye öğrencilerinin devlete çok pahalıya mal oldukları ve iyi yetişemedikleri belirtilerek bunların Mısır Hidivi Mehmet
Ali Paşa’nın Paris’te açtığı mektebe gitmelerinin maddî-manevî bakımdan daha faydalı olacağı değerlendirilmiştir. Bu değerlendirme
üzerine öğrenciler bahsedilen okula aktarılmışlardır.107
Sultan Abdülmecit, bir yandan da İstanbul’daki Harbiye Mektebinde verilen eğitimin kalitesini artırmak maksadıyla 1850 yılında Fransa Kralı Lui Filip ile Prusya Kralı IV. Frederik Wilhelm’e
mektuplar yazarak Harbiye Mektebi için öğretmen gönderilmesi
talebinde bulunmuştur. Fransa’dan Kurmay Binbaşı Maniac, Yüzbaşı
Majino ve Teğmen Dubruvil; Prusya’dan da Topçu Yüzbaşı Malnifes
gönderilmiştir. Tercüman aracılığıyla dersler işlenmiş ancak tercümanlar anlatılanları tam tercüme edemediklerinden istenilen hedefe
ulaşılamamış; bu kez öğretmenlerin Türkçe öğrenmelerine yönelik
kurslar düzenlenmiştir.108 Yaklaşık bir buçuk yıllık bir Türkçe eğitiminden sonra Yüzbaşı Maniac’a Topografya, fenn-i harb-i piyade,
dahiliye kanunnamesi, piyade ameliyatı ve nazariyatı dersleri, Yüzbaşı
Majino’ya hendese-i resmiye, menazır, gölge, makine fenni, hey’et,
arazi taksimi, mimari dersleri, Teğmen Dubruvil’e süvari ameliyatı
ve nazariyatı ve dahiliye kanunnamesi, Yüzbaşı Malnifes hafif ve ağır
istihkam, taarruz ve müdafaa, top ameliyatı ve nazariyatı derslerini
vermek üzere görevlendirilmiştir. Ayrıca Fransızca dersine Tıbbiye
öğretmenlerinden Mahmut Bey, Paris’te eğitim görüp dönen Derviş
Bey kimya öğretmenliğine, İspanyol ressam Kes ise resim öğretmenliğine atanmıştır. Böylece Harbiye Mektebi’ndeki eğitim, yeni tedrisatla muasır eğitim sistemine uydurulmuş; medrese metodu tedrisat
terk edilmeye başlanmıştır. Yabancı öğretmen subayların yanına iyi
derecede Türkçe ve Fransızca bilen yardımcılar “muavin” olarak atanmıştır. 1849’da Harbiye Mektebi bünyesinde bir de baytar sınıfı teşkil
107 BOA., İrade Hariciye, nu: 2161.
108 Kolağası Mehmet Esat, Mir‘ât-ı Mekâtib-i Harbiye, s. 43-44.
158
XIX. YÜZYIL ASKERÎ YENİLEŞME DEVRİ EĞİTİM-ÖĞRETİM
KURUMLARINDAN MEKTEB-İ HARBİYE-İ ŞAHANE
edilmiş; bu sınıf 1906’da Askerî Tıbbiye Mektebi’ne dahil edilmiştir.109 1851’de gerçekleştirilen düzenlemeyle Harbiye’deki eğitim dört
yıl olarak belirlenmiş ve bu usûl 1866 yılına kadar sürdürülmüştür. 110
Sultan Abdülmecit’in de onayı ile Harbiye Mektebi batılı usullere göre eğitim-öğretime başlamış; daha bilgili, donanımlı subaylar
okuldan mezun olmuştur. Kabul edilen yeni sisteme göre Harbiye
Mektebi’nde,
1. Sınıfta, Cebr-i âlâ, müsellesat-ı müsteviye ve küreviye, cerr-i
eskal ve mahrutiyat, hendese-i resmiye, sath-ı rakım, gölge
ve fenn-i menazır, hikmet-i tabiiye, Fransızca, piyade er talimi dersleri,
2. Sınıfta, Hafif istihkâm, makine fenni ve eşkali, tahdid-i arazi,
kimya, Fransızca, piyade bölük talimi dersleri,
3. Sınıfta, Tabur talimi ve nazariyatı, hizmet-i seferiye kanunnamesi, piyade hizmeti dahiliye kanunnamesi, tahdid-i arazi
ameliyatı, harita inşası, Fransızca, meç ve kılıç talimi dersleri,
4. Sınıfta, Fenn-i harp, Fransızca, piyade alay talimi ve ameliyatı, topçuluk ameliyatı ve nazariyatı, tahdid-i arazi, meç ve
kılıç talimi dersleri okutulmuştur. 3. ve 4. sınıf öğrencileri
ayrıca süvari, binicilik ameliyat ve nazariyatı derslerini de
görmüşlerdir. Bunların yanında Arapça ve Farsça ile birlikte
Din ve Ahlâk dersleri de programda yer almıştır.111
Harbiye Mektebinde eğitim gören öğrenci sayıları da yeni eğitim sistemine geçildikten sonra net olarak görülmeye başlanmıştır. Bu
yeni düzenlemelerin yapıldığı dönemde Harbiye Mektebi komutanı
bulunan Ahmet Paşa’nın idareciliği döneminde (1848-1853) birinci
sınıfta 25, ikinci sınıfta 35, üçüncü sınıfta 14, dördüncü sınıfta 19
olmak üzere toplam 93 öğrenci eğitim görmektedir.112 Bu rakamlara
göre okul tabur teşkilatına göre tanzim edilmiş durumdadır. Başlan109 Kolağası Mehmet Esat, Mir‘ât-ı Mekâtib-i Harbiye, s. 57.
110 Tahsin Ünal, Harp Okulu Tarihi, s. 29-30.
111 Takvim-i Vekayi, Sy: 529, Sene 1268 (1851); ayrıca bk. Tahsin Ünal, Harp
Okulu Tarihi, s. 30-31.
112 Kolağası Mehmet Esat, Mir‘ât-ı Mekâtib-i Harbiye, s. 58.
159
OSMANLI İSTANBULU III
gıçta 400 öğrenci kapasiteli bir okul düşünülmüşken anlaşılan o ki bu
hedeflenen rakama henüz ulaşılamamıştır.
Harbiye Mektebi ilk açılışından 1843 yılına kadar Maçka Kışlasındaki binada eğitimini sürdürmüş, Pangaltı’daki hastahane binası
onarılıp yeni odalar ilave olunup da 1847’de buraya taşınana kadar da
Çinili Köşkte eğitimini sürdürmüştür. Mekteb-i Harbiye, 23 Temmuz
1847’de yeni binasına taşındıktan sonra yayımlanan “Mekteb-i Cedid-i
Harbiyye-i Şahanenin İdare-i Dahiliyesine Dair Kanunname”ye göre,
okulun idarî personelinin, öğretmenlerin ve diğer eğitim yardımcıları
ve memurların görev ve sorumlulukları açıkça belirtilmiştir. Bunların
yanında nöbetçi zabitinin görev ve yetkileri, mektepteki disiplin anlayışı, maliye, öğrenci kıyafeti, hastahane ve kışla hizmetlerine dair ayrıntılar da izah edilmiştir. Kanunnamede ayrıca, okulun iç hizmetiyle
sorumlu tüfekçi, kapıcı, trampetçi, borazancı gibi neferlerin görev
ve sorumlulukları da belirtilmiş; şikayetlerle ilgili yapılacak işlemler
ve günlük raporların nasıl hazırlanacağı hakkında bilgiler verilmiştir. 1847 yılında okula yapılan atamalar bu kanunnameye dayanarak
gerçekleştirilmiştir.113
Kırım Harbi başlayınca hasta Fransız askerlerinin tedavi ve bakımı için Harbiye binası hastahaneye dönüştürülmüştür.114 Bundan
dolayı 1853 yılında Harbiye Mektebi Taşkışla’ya taşınmıştır. Pangaltı’daki bina Fransız askerleri tarafından bir dikkatsizlik sonucu çıkan
yangında tamamen kül olmuş, pek çok değerli kitap ve sair malzeme
yok olmuştur.115 Savaş sonrası Pangaltı’daki Harbiye binası 6.551.229
kuruş harcanarak onarılmış ve 14 Ekim 1854’de inşaatı tamamlanarak Harbiye’nin buraya taşınması kararlaştırılmıştır. 1857 yılında
Harbiye Mektebi Komutanlığına, Erkân-ı Harbiye Mektebinin ilk
kurmay mezunlarından olan Albay Hüseyin Avni (Paşa) Bey (18571862) atanmıştır.116 Taşkışla’da 1858’e kadar kalan Harbiye, oradan
113 “Mekteb-i Harbiye-i Şahanenin İdare-i Dahiliyesine Dair Kanunname (Sene
1263) (1847)” hakkında ayrıntı için bk. Hayrullah Gök, Aynı Tez, s. 117 vd.
114 Tahsin Ünal, Harp Okulu Tarihi, s. 46-47.
115 Kolağası Mehmet Esat, Mir‘ât-ı Mekâtib-i Harbiye, s. 61-62.
116 İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar,
Dergah Yay., c.1, İstanbul 1982, s.486; ayrıca bk. “Hüseyin Avni Paşa”, İslâm
Ansiklopedisi, İstanbul 1964, V, 645.
160
XIX. YÜZYIL ASKERÎ YENİLEŞME DEVRİ EĞİTİM-ÖĞRETİM
KURUMLARINDAN MEKTEB-İ HARBİYE-İ ŞAHANE
da Gülhane’deki Tıbbiye Mektebine taşınmış ve 1862 yılına kadar
burada eğitimini sürdürmüştür.
Sultan Abdülaziz, Harbiye Mektebi ve Çengelköy’deki Süvari
Kışlasını yeni baştan inşa ettirerek 1863 yılında Harbiye Mektebi
Pangaltı’daki binasına, Dersaadet Askerî İdadisi ile 1872 senesinde
Kuleli Kışlasına taşınmıştır.117 Harbiye Mektebi, başlangıçta 54.000
m2 lik bir alana inşa edilmiş, ancak günümüzde 18.600 m2.lik alanı
kaplayan binası mevcuttur. 1887’de Sultan II. Abdülhamit tarafından
büyük bir yemekhane binası ile jimnastikhane binası ilave edilmiştir.
Öte yandan öğretmen sınıfını yetiştirmek üzere yurt dışına
eğitim için gönderilenlere büyük masraflar yapıldığından bunlar Osmanlı ülkesine döndükten sonra hemen Harbiye Mektebinde görevlendirilmişler ve azami istifade sağlanmaya çalışılmıştır.118 1846 yılından itibaren Harbiye Mektebinde bir padişah dairesi teşkil edilmiş,
padişahın okula geldiği dönemlerde talebelere “huzur imtihanı” icra
edilmiştir. Viyana Harp Okulu mezunu Galip Paşa’nın komutanlığı (1863, 1871-1875) döneminde yapılan düzenlemelerle Harbiye
Mektebi, tamamen Avrupa’da çağdaş okullar düzeyinde eğitim veren
bir kuruma dönüştürülmüş, sözlü sınav sistemi terk edilip yazılı sınav
sistemine geçilmiştir.119
Sonuç
Sultan II. Mahmut, Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra
kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye Ordusunun subay ihtiyacının karşılanması için 1826 yılı Temmuz ayından itibaren bir çalışma başlatmış; ancak devletin iç ve dışta büyük sorunlarla karşı karşıya
kalması çağdaş anlamda bir askerî eğitim kurumunun kurulmasını
geciktirmiştir. 1830’lu yıllardan sonra devlet erkânı daha ciddi olarak
bu konuya eğilmiştir. 1834 yılı bu anlamda bir dönüm noktası olmuştur. 1834 yılında alınan bir kararla Maçka Kışlası’nın onarımdan
geçirilerek Osmanlı Devleti’nin çağdaşı batı ülkelerinde olduğu gibi
117 İsrafil Kurtcephe-Mustafa Balcıoğlu, Kara Harp Okulu Tarihi, s. 58.
118 Tahsin Ünal, Harp Okulu Tarihi, s. 48-49.
119 BOA., İrade Mesail-i Mühimme, nu: 386.
161
OSMANLI İSTANBULU III
“Ecole Militaire” tarzı bir askerî okulun açılması kararlaştırılmış, “Mekteb-i Harbiye” adı verilen bu okul 1 Temmuz 1835 tarihinde Sultan
II. Mahmut’un da katıldığı bir törenle eğitim-öğretime başlamıştır.
Harbiye Mektebi’nin açılışıyla birlikte öğrenci temini konusu
da ayrı bir sorun olmuştur. Aslında Osmanlı ordusuna çağdaş bilgilerle donanmış, iyi eğitilmiş subay adayları kazandırmak amacıyla
açılmış bulunan Harbiye Mektebi, ilk zamanlar kamuoyu tarafından
pek anlaşılamamıştır. Başlangıçta imparatorluk sınırları içerisinde kalan farklı coğrafî mekanlardan öğrenci gönderilmesi istenmiş, böylece
her bölgenin Harbiye Mektebi bünyesinde temsil edilmesi düşünülmüştür. Osmanlı idarecilerinin bu gayretlerine bağlı eyaletlerden yeterli karşılık gelmemiş ve böylece yıllarca devam eden savaşlardan
bıkan ve korkan ahali çocuklarını çağdaş eğitim veren bu kuruma
vermek istememiştir.
Harbiye Mektebi ilk açıldığı yıllarda klasik medrese eğitiminden bir üst düzey eğitim veren bir kurum hüviyetinde iken, kısa zamanda kendini yenileyerek fen dersleri ve askerlikle ilgili derslerin
ağırlıklı olarak okutulduğu bir eğitim kurumuna dönüşmüştür. Eğitim-öğretimi desteklemek amacıyla açılan matbaasında telif ve çeviri
eserler basılarak öğrencilerin istifadesine sunulmuştur. Harbiye Mektebi başlattığı çağdaş eğitim anlayışı ile bir süre sonra açılacak olan
askerî idadiler ve sivil idadilerle mülkiye mektebinde de uygulamaya
konularak eğitimde çağdaşlaşma hamlesinin ilk tetikleyicisi, diğer bir
ifadeyle Türkiye’de modernizmin gelişmesinde ilk öncü olmuştur.
162
Boğaziçi Kıyılarında Hayata Hazırlanmak:
Osmanlı İstanbulu’nda Okumuş Bulgarlar
Üzerine Bazı Gözlemler
Orlin Sabev (Orhan Salih)
Bulgaristan Bilimler Akademisi
Giriş
Galatasaray Lisesi’nden 1898 yılında mezun olan Bulgar aydını ve siyaset adamı Simeon Radev, lisede geçirdiği yılları anlattığı
anı kitabında Bulgaristan Emareti’nin kurulduğu 1878’den önce yaşamış olan Bulgar aydınlarının birçoğunun İstanbul’daki okullarda
eğitim almış olduğunu vurgulamaktadır.1 Bu durumun -Simeon
Radev örneğinden anlaşıldığı gibi- sonraki dönemlerde de devam
ettiği şüphesizdir. 1870’li yıllarda Osmanlı İstanbulu’nun başka
bir eğitim önderi olan, Robert Kolej’de okumak istemişse de ancak
maddî sıkıntılardan dolayı Bulgarların Çarlar kenti (Tsarigrad) olarak vasıflandırdıkları İstanbul’da kalamayan Nikola Naçov ise 1925
yılında “Bulgarların Kültür Merkezi Olarak Tsarigrad” gibi oldukça
anlamlı bir başlık taşıyan uzunca bir yazı yayımlamış ve bu yazısında İstanbul’da yaşayan ya da geçici olarak kalan Bulgarların dinî
hayatını, kültür ve eğitim faaliyetlerini, matbaacılık ve gazetecilik
1 Simeon Radev, Ranni spomeni [Gençlik Anıları] (Sofya: İztok-Zapad Yayınevi,
2013), s. 236.
163
OSMANLI İSTANBULU III
aktivitelerini ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır.2 İstanbul Bulgarları, Osmanlı’nın payıtahtı olan ve tâ 1880’li yıllara kadar nüfusun
çoğunluğunu gayrimüslimlerin teşkil ettiği3 bu muazzam kentin
çok kültürlü ortamının doğal bir parçası idi. Bir yandan çok sayıda varlıklı Bulgar tüccarları başta Balkapanı ve Çorapçıhan olmak
üzere İstanbul hanlarında kalıyor, birçok Bulgar bahçıvan Boğaziçi
kıyılarındaki bahçeleri işleyip İstanbul pazarlarında zerzevat satıyorlardı (Simeon Radev’in iki dedesi de İstanbul’da bahçıvanlıkla
varlıklı olmuşlardı4), öte yandan Bulgar milleti yüzyıllarca Rum Patrikhanesi’ne bağlı olduğundan başta Fener olmak üzere İstanbul’un
Ortodoks halkının yoğun olarak yaşadığı semtlerinde birçok Bulgar
din adamı da bulunuyordu. Bunların dışında Aleksandır Ekzarh ve
Stefan Bogoridi gibi Osmanlı bürokrasisinde görevlerde bulunan iyi
eğitimli Bulgarlar da İstanbul’da oturuyorlardı. Aleksandır Ekzarh,
eğitim almak için Osmanlı devleti tarafından Paris’e gönderilmiş,
1848-1862 tarihleri arasında İstanbul’da Tsarigradski Vestnik (İstanbul Gazetesi) adı altında dönemin en çok okunan Bulgar gazetelerinin birini yayımlamış, Bulgar topraklarında birçok Bulgar okulu
açmış, 1866-1878 tarihleri arasında ise Paris’te Osmanlı ataşesi
olarak görev yapmıştır.5 Yine bir Osmanlı diplomatı ve 1834-1850
tarihleri arasında Sisam adasının Osmanlı’dan atanan idarecisi olan
ancak görevini İstanbul’da kalarak yerine getiren Stefan Bogoridi ise
Fener’deki evini Bulgar kilisesi olarak kullanılması için bağışlamıştır.6
2 Nikola Naçov, “Tsarigrad kato kulturen tsentır na bılgarite do 1877,” [1877’ye
Kadar Bulgarların Kültür Merkezi Olarak Tsarigrad],” Sbornik na BAN-Klon
istoriko-filologiçen i filosofsko-obştestven 19/12 (1925), s. 1-206.
3 Kemal H. Karpat, Ottoman Population 1830-1914. Demographic and Social
Characteristics (Madison: The University of Wisconsin Press, 1985), 86, 102-105;
Orhan Sakin, Osmanlı’da Etnik Yapı ve 1914 Nüfusu (İstanbul: Bizimkitaplar,
t.y.), s. 241-242.
4 Radev, s. 9-10, 19.
5 Bkz. Pierre Voillery, Alexandre Exarh: un destin Bulgare (Istanbul: Isis Press,
2012); Selçuk Akşin Somel, “Aleksandır Ekzarh ve 19.-20. Yüzyıllarda
Avrupa’ya Giden “Bulgar Yolları,” Tarih ve Toplum, Yeni Yaklaşımlar 2 (2005),
s. 209-217.
6 Bkz. Christine M. Philliou, Biography of an Empire: Governing Ottomans in an
Age of Revolution (Berkeley-Los Angeles-London: University of California
Press, 2011).
164
BOĞAZİÇİ KIYILARINDA HAYATA HAZIRLANMAK: OSMANLI
İSTANBULU’NDA OKUMUŞ BULGARLAR ÜZERİNE BAZI GÖZLEMLER
Bir siyasî platform olarak milliyetçiliğin geliştiği XIX. yüzyılda Bulgar milletinin Rum Patrikhanesi’nden bağımsız bir millet statüsünü
kazanmak için başlattığı siyasi mücadelenin başında doğal olarak İstanbul Bulgarları vardı. Mücadele 27 Şubat 1870 tarihinde sultanın
verdiği ferman üzerine Bulgar Ekzarhhanesi’nin kurulması ile büyük
bir başarı elde edip İstanbul’un Bulgar camiasının topluluk hisslerini
derinleştirmiş ve güçlendirmiştir. Milletin ihtiyaçlarına hassasiyet
gösteren esas olarak tüccar, din adamları ve Osmanlı bürokrasisinde
görev yapan memurlardan oluşan bu topuluğun önemli faaliyetlerden biri yetenekli genç Bulgarlara iyi kalitede eğitim olanakları sağlamaktı. Bir yandan İstanbul’da Bulgar okulları açılırken, öte yandan
gerek Osmanlı’nın açtığı yüksek seviyeli devlet okullarında, gerekse
yerel halka batılı tarzda eğitim imkanları sunmak için yabancıların
(genelde misyonerlerin) İstanbul’da kurdukları okullarda bu gençlerin eğitim görmeleri zengin tüccarlar ya da Ekzarhhane tarafından
verilen burslarla teşvik ediliyordu. Çünkü milliyetçilik mefhumu
bağlamında güçlü millet iyi eğitilmiş bir millet demekti ve o dönemde bölgede iyi eğitim ancak İstanbul’da alınabiliyordu.
Osmanlı idaresi altında bulundukları yıllarda Bulgarlarda yüksek seviyeli okullar eksikti. Bulgaristan topraklarında 1500 civarında Bulgar orta okulu açılmış olmasına rağmen Filibe’de (1868) ve
Gabrova’da (1873) olmak üzere lise seviyesinde sadece iki okul mevcuttu.7 Dolayısıyla varlıklı Bulgarlar, çocuklarını esas olarak yabancı
okullara gönderiyorlardı. XIX. yüzyılın ortalarına kadar bu gibi çocuk
ve gençler genelde İstanbul’daki Rum okullarında (Kuruçeşme/Fener
Rum Erkek Lisesi ve Heybeliada’daki Rum ruhban ve ticaret okulları),
daha az sayıda ise gerek Atina’da ve Bükreş’te, gerekse Batı ve Orta
Avrupa’da eğitim alıyorlardı. 1850’lere gelindiğinde ise İstanbul’da
Osmanlı hükümeti tarafından kurulan veya yabancılar tarafından açılan okullara karşı ilgi giderek artmıştır. Bu yeni süreç 1856 tarihli Islahat Fermanı ile başlamıştır. Çünkü bu fermanla Osmanlı hükümeti
tarafından gayrimüslimlere dinî özerklik, can ve mal güvenliği sağlanacağı konusunda vaatler verildiği gibi gayrimüslimlerin de devlet
7 Nikolay Gençev, Bılgarska vızrojdenska inteligentsiya [Aydınlanma Çağında
Bulgar Aydınlar Sınıfı] (Sofya: Sofya Üniversitesi Yayınevi, 1991), s. 79-80.
165
OSMANLI İSTANBULU III
okullarında okuyabilecekleri ve devlet memuru olarak çalışabilecekleri gibi haklar da tanınmıştır.
Osmanlı hükümeti gayrimüslimleri ve özellikle Bulgarları
devlet okullarına celbetmesinde bir yandan Rusya’nın öte yandan
Osmanlı topraklarında ve özellikle Katolik ve Protestan misyonerleri tarafından İstanbul’da açılan okulların rekabetini hissediyordu.
Bulgarlar lise eğitimini genelde ya Rusya’da ya da Osmanlı İstanbulu’nda alıyorlardı. Rusya’nın eğitim alanında Bulgarlar üzerindeki
tesiri Kırım Savaşı’ndan (1853-1856) sonra ağırlaşmış olup,8 18561878 tarihleri arasında lise veya üniversite eğitimi almış Bulgarların
üçte ikisi Rusya’da okumuştur.9 Diğer kısmı ise genellikle Osmanlı
İstanbulu’nda okumayı tercih etmiştir. İstanbul’un Fener (1857),
Aynalıçeşme (1870), Langa (1871), Topkapı (1872), Ortaköy (1874),
Kumkapı (1875) ve Beyoğlu (1897) semtlerinde ilk ve orta seviyede
Bulgar okulları mevcuttu.10 1894 yılında Hürriyet Tepesi’nde Bulgar ruhban okulu açıldı.11 Lise ve yüksek seviyeli okullara gelince
yapılan istatistikî araştırmalara göre 93 Harbi öncesi Galatasaray
Lisesi’nde 93, Robert Kolej’de 82 (aslında 146), Bebek Fransız
Katolik Lisesi’nde 49 Bulgar okumuştur.12 Hekim olmak isteyen
8 Dobrinka Paruşeva, Pravitelstveniyat elit na Rumıniya i Bılgaria, vtorata polovina
na XIX i naçaloto na XX vek. Sotsialna istoriya [XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında ve
XX. Yüzyılın Başlarında Romanya ile Bulgaristan’ın İdareci Eliti. Toplumsal Tarih]
(Sofya: Balkan Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, 2008), s. 114-120.
9 Nikolay Gençev ve Krasimira Daskalova, Bılgarska vızrojdenska inteligentsiya.
Entsiklopediya [Aydınlanma Dönemi Bulgar Entelektüelleri. Ansiklopedi] (Sofya:
Dr. Petır Beron Yayınevi, 1988), s. 6.
10 Naçov, 88-113; Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Ankara, Fon 180 900, Kutu
24, Dosya 6.126, sıra 1 (17 Mayıs 1927-18 Mart 1928). Beyoğlu’ndaki orta okul
1897 yılında Ekzarh I. Yosif tarafından açılıp 1932 yılına kadar ortaokul olarak
faaliyette bulundu. Fener semtindeki Metoh binasında faal olan ilk okulla
(1857’de açılmıştır) Langa ve Kumkapı’daki ilkokulları bitirenler öğrenimlerine
Beyoğlu ortaokulunda devam ederlerdi. 1932 yılında ise bu okul ilkokula
dönüşmüştür. Bkz. Georgi P. Konstandov, İstanbullu Bulgarlar ve Eski İstanbul,
Geçmişten Günümüze Osmanlı Bakiyesi Bulgarlar Üzerine Bir Araştırma 18002000 (İstanbul: Kreatif, 2011), s. 99-100.
11 Konstandov, s. 93-94.
12 Gençev, s. 84.
166
BOĞAZİÇİ KIYILARINDA HAYATA HAZIRLANMAK: OSMANLI
İSTANBULU’NDA OKUMUŞ BULGARLAR ÜZERİNE BAZI GÖZLEMLER
Bulgarlarların tercih ettikleri başka bir okul ise Mekteb-i Tıbbiye-i
Şahane olup 1878 yılına kadar burada en az 139 Bulgar’ın okuduğu tespit edilmiştir. 93 Harbi’nin neticesinde Bulgaristan Emareti
kurulmuşsa da Bulgarlar yabancı liselere gitmeye devam etmişlerdir. Bu durum Bulgaristan’da 1880’li yıllarda büyük sayıda liselerin
açılmasına kadar az çok devam etmiştir. Ancak bundan sonra da
birçok Bulgar özellikle İstanbul’da okumayı tercih etmiştir. Bulgarların 93 Harbi’nden sonra da İstanbul’un önde gelen okullarında okumaya özen göstermiş oldukları pratikte bağımsız bir devlet
haline gelen Bulgaristan’da iyi eğitim almış uzmanlara ve devlet
adamlarına ihtiyaç duyulduğundan kaynaklanıyordu. Bunun dışında Bulgar vatandaşı olan birçok Türk öğrenci de yüksek tahsilini
İstanbul’da görmüştür. Örneğin Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye ve Mekteb-i Hukuk-ı Şahane gibi okullar Bulgaristan’dan önemli sayıda öğrenci almıştır. 1870-1890 arasında 1867
yılında kurulan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye’den birkaç kişi Bulgar ve memleketi Bulgaristan olan 20 Türk genci mezun olmuşken,
1880’li ve 1890’lı yıllarda yaklaşık 50 Bulgaristan Türkü 1859’da açılan Mekteb-i Mülkiye’yi ve 20’den fazla Bulgaristanlı Türk 1880’de
faaliyete geçen13 Mekteb-i Hukuk-ı Şahane’yi bitirmiştir.14 Bundan
dolayı 1893 yılında “Mekteb-i Mülkiye-i Şahane’de ihtiyarî olarak
tedris edilmekde olan Rum ve Ermeni lisanlarına Arab ve Bulgar
lisanlarının dahi ilavesi” ile ilgili “mekteb nizamnamesine bir bend-i
mahsus ilave edilmiş.”15
Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane
1827 yılında Osmanlı devleti tarafından kurulan ve Fransızca dilinde eğitim veren Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de 1856 tarihli
13 Mekteb-i Hukuk-ı Şahane’nin açılış tarihi için bkz. Fethi Gedikli, “İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi ne Zaman Kuruldu?” İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Mecmuası 1-2 (2011), s. 91-104 (s. 101).
14 İsimleri, memleketleti ve bulundukları görevi için bkz. Salname-i Nezaret-i
Maarif-i Umumiye (Dersaadet: Matbaa-i amire, 1317), s. 555-581, 589-625, 629651.
15 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İstanbul (BOA), MF.MKT, Dosya 172, Gömlek
53.
167
OSMANLI İSTANBULU III
Islahat Fermanı’ndan önce de gayrimüslimler okumuşlardır. Örneğin 1846 yılında buradan 17 Müslüman, 12 Rum ve 3 Ermeni
öğrenci ödüllü olarak mezun olmuştur.16 1808/9-1878/79 yılları arasında toplam 363 Bulgar tıp okumuş ve bunlardan 211 kişi
mezun olmuştur. Mezun olanlardan 71 kişi (yüzde 32’si) Mekteb-i
Tıbbiye-i Şahane’yi bitirmiştir. 1827-1878 yılları arasında Mekteb-i
Tıbbiye-i Şahane’de eğitim gören 139 Bulgarın yarısı, yani 71 kişinin mezun olması gibi burada okumuş Bulgarların mezuniyet oranı
dönemin şartlarına göre oldukça yüksek ve dikkate değerdir. Hatta
1846-1857 yılları arasında burada eğitim alan 11 Bulgarın yüzde
72’i mezun olmuştur. İstanbul Bulgarlarının Sadrazam Mustafa Reşid Paşa’dan talep etmeleri üzerine 10 Eylül 1858 tarihinde sultan
tarafından verilen iradenin doğrultusunda Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de Bulgarlara özel bir kontenjan ayrılmış ve 23 Eylül 1858’de
15 kişi “Bulgar milleti” olarak okula kaydedilmiştir. Bunların okul
masrafları Osmanlı devleti tarafından karşılanmıştır.17 Aynı şekilde 1867 yılı başlarında verilen başka bir irade ile 40 kişi adaydan
20 Bulgar öğrenci okula alınmıştır. Mart ayında ise bu öğrenciler
sadrazam Mehmed Emin Âli Paşa’ya hitaben bir şükran mektubu
yazmışlardır.18 Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin Bulgar mezunları genelde İstanbul’da veya Osmanlı ordusunda hekim olarak çalışmışlardır. Bunların arasında Hristo Stambolski (yani İstanbullu Hristo) bu
okulda 1869 yılından sonra hoca olarak şöhret kazanmıştır. Anatomi
hocası olan Stambolski ilk defa anatomi terimlerini Fransızca’dan
Türkçe’ye çevirmiştir.19 Okuldan mezun olan bazı Bulgarlar ise 93
Harbi sonucunda bağımsız bir ülke haline gelen Bulgaristan’da hekim olarak çalışmaya devam etmişlerdir.20
16 Lüboslovie, 2/19 (Temmuz 1846), s. 102.
17 Naçov, 140-141; Tsarigradski Vestnik 9/398 (27 Eylül 1858), 9/402 (25 Ekim 1858).
18 Naçov, 144; Turtsiya 3/30 (21 Ocak 1867); Makedoniya 1/16 (18 Mart 1867).
19 Radev, s. 157.
20 Naçov, 147-148; Ekaterina Mihaylova, “The Imperial Military School of
Medicine in Istanbul (Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane) and Its Bulgarian
Students (1827-1878),” Annuaire de L’Universite de Sofia “St. Kliment Ohridski”
Faculte d’istoire 101 (2008), s. 91-122.
168
BOĞAZİÇİ KIYILARINDA HAYATA HAZIRLANMAK: OSMANLI
İSTANBULU’NDA OKUMUŞ BULGARLAR ÜZERİNE BAZI GÖZLEMLER
Kuruçeşme/Fener Rum Erkek Lisesi
Kuruçeşme’deki Rum Erkek Lisesi 1830’lu ve 1840’lı yıllarda, aralarında Georgi Rakovski, Gavril Krısteviç, Sava Dobroplodni,
Vasil Beron, İvan Bogorov, Sava Filaretov, Krıstü Pişurka gibi anılmış Bulgar eğitimci, gazeteci, edebiyatçı ve siyasetçilerin bulunduğu
birçok Bulgar gence iyi seviyede eğitim vermiştir. 1878 yılına kadar
isimleri tespit olunan 40’dan fazla Bulgar bu okulda eğitim görmüştür.
1878’den sonra ise 1860’lı yıllarda meydana gelen yangından dolayı
Fener’e taşınan okulda kayıtlı olan Bulgarların memleketi genelde
Osmanlı idaresi altında kalan Makedonya idi.21 Burada okumuş Bulgarların bazıları daha sonraları devlet ve din adamları da olmuştur:
yukarıda bahsettiğimiz Stefan Bogoridi’nin oğlu Aleksandır Bogoridi
(Aleko Paşa) 1879 yılında kurulan Şarkî Rumeli’nin valisi, İlarion
Makariopolski (doğuştan adı Stoyan Mihaylovski idi) Ekzarhhane’nin önde gelen isimlerden biri, I. Yosif (doğuştan adı Lazar Yovçev
idi) ise Bulgar Ekzarhı olarak seçilmişti (1877-1915).
Bebek Fransız Katolik Lisesi
Kuruçeşme Rum Erkek Lisesi’nde kısa bir süre okuyan müstakbel Bulgar Ekzarhı I. Yosif, 1862-1863 ders yılında Fransız Katolik Lisesi’nde de okumuştur.22 Bebek’te Kırım Savaşı (1853-1856)
öncesinde Fransız Lazarit rahipleri tarafından daha çok dinî nitelikli bir okul olarak kurulan bu liseye ilk Bulgarlar 1854-1855 ders
yılında kabul edilmiştir. Aslında okulun Katolik olduğundan dolayı
Ortodoks olan Bulgar halkı okula olumsuz olarak bakıyordu. Buna
rağmen bu okulda 1850’li ve 1860’lı yıllarda okumuş olan ve isimleri
tespit edilen Bulgar öğrencilerin sayısı 40 civarında idi. Çünkü varlıklı olan Bulgarlar o dönemde revaçta olan Fransızca’yı iyi öğrenmek
için çocuklarını bu okula göndermeyi tercih ediyorlardı. Okul aynı
zaman müstakbel devlet adamları da yetiştirmiştir. Okulun iki Bulgar
öğrencisi daha sonraları Bulgaristan Emareti’nde bakanlık görevinde
bulunmuştur (bkz. Tablo 2 ve 3).23 Daha sonraları okul Galata’ya
21 Naçov, s. 133-135.
22 Naçov, s. 136.
23 Naçov, s. 135-136.
169
OSMANLI İSTANBULU III
taşınmış ancak Bulgarlar artık Fransızca eğitimi alınması için 1868
yılında kurulan Galatasaray Lisesi’ni tercih etmişlerdir.
Galatasaray Lisesi (Mekteb-i Sultanî)
Osmanlı İstanbulu’nda okumuş olan Bulgarların büyük kısmı 1868 yılında Osmanlı Devleti tarafından kurulan Galatasaray
Lisesi’nde eğitim almışlardır. Bulgar öğrencilerin tümünün sayısı ve
isimleri bilinmemekle beraber mükafat ve mezuniyet listeleri dahil
değişik kaynaklardan edinen bilgilere göre bu lisede en az 184 Bulgar
genci okumuştur. Bunların yarısı 1868-1878 yılları arasında burada
eğitim görmüştür. 1868-1869 ve 1869-1870 ders yıllarına ait en erken kaynaklara göre burada okuyan Bulgarlar en başarılı öğrencilerin
arasında yer alıyorlardı.24 Ancak 1878 yılında Bulgaristan Emareti
kurulunca Galatasaray Lisesi’nde okuyan Bulgarların sayısında büyük
bir düşüş yaşanmıştır. Bulgar öğrenci Simeon Radev, 1893-1894 ders
yılında okula girdiğinde sadece üç Bulgar öğrencinin bulunduğunu
yazmaktadır.25 Simeon Radev dahil 1890’lı yılların ortalarında lisede
okuyan birkaç Bulgarın memleketi henüz Osmanlı idaresinde bulunan Makedonya toprakları idi. Simeon Radev’e göre Makedonyalı
Bulgarların Galatasaray Lisesi’ne girmesi Bulgar Ekzarhhanesi’nin
24 Bkz. Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye (Dersaadet: Matbaa-i Âmire,
1316), 608-610, 612, 626, 628-630; Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye
(Dersaadet: Matbaa-i Âmire, 1317), 684-685; Salname-i Nezaret-i Maarif-i
Umumiye (Dersaadet: Matbaa-i Âmire, 1318), 735; Salname-i Nezaret-i
Maarif-i Umumiye (Dersaadet: Matbaa-i amire, 1321), 121; Vahdettin Engin,
1868’den 1923’e Mekteb-i Sultanî (İstanbul: Galatasaraylılar Derneği, 2003);
Tahsin Berküren ve Celalettin Kişmir, Galatasaray Lisesi Mezunları 18681908 Yılları Arası. Yıllara, İsimlere (Fihrist) ve Numaralara Göre Dökümü
(İstanbul: 2009); Tahsin Berküren, Galatasaray Lisesi Mezunları 1871-2006.
Yıllara, Sınıflara, Okul Numaralarına ve Soyadlarına Göre Dökümü (y.y., t.y.);
Stefka Slavova ve Tsvetana Doinova, “Dokumenti ot natsionalnia arhiv na
Frantsiya za otkrivaneto na imperatorskiya osmanski litsey v Galata saray
i za pırvite bılgarski uçenitsi v nego [Mekteb-i Osmani’nin Açılışı ve İlk
Bulgar Öğrencileri İle İlgili Fransa Millî Arşivi’nden Belgeler],” Izvestiya
na Dırjavnite arhivi 19 (1970), s. 205-244.
25 Radev, s. 160.
170
BOĞAZİÇİ KIYILARINDA HAYATA HAZIRLANMAK: OSMANLI
İSTANBULU’NDA OKUMUŞ BULGARLAR ÜZERİNE BAZI GÖZLEMLER
bir girişimi olup Ekzarhhane tarafından bu öğrencilere burs sağlanıyordu. Çünkü iyi eğitim görmüş ve Fransızca’ya vakıf olan kadroya
ihtiyacı vardı.26 Ancak 1900’lü ve 1910’lı yıllarda Bulgarların sayısında ciddi bir artış gözlemlenmektedir. Şöyle ki Galatasaray Lisesi’nde
okumuş oldukları tespit edilen yaklaşık 200 Bulgarın diğer yarısı bu
dönemde burada eğitim görmüştür. Özellikle Jön Türk hükümetinin kurulduğu 1908 yılında bu artış daha da carpıcıdır. Bulgarların
birçoğu ya Bulgar hükümetinden ya da Bulgar Ekzarhhanesi’nden
burs ve maddî destek almışlardır.27 Bulgar Ekzarhhanesi’nden Bulgar
Dışişleri ve Diyanet Bakanlığı’na hitaben 27 Ağustos 1910 tarihinde
gönderilen bir mektuba göre ise Bulgar öğrencilerin bazıları Osmanlı
hükümeti tarafından da burs almışlardır.28 Bu öğrencilerin Osmanlı
hükümeti tarafından burs almalarının sebeplerini Sadrazam Mehmed Ferid Paşa’nın 24 Haziran 1904 tarihinde Maarif Nezareti’ne
yazdığı bir mektuptan öğrenmekteyiz. Söz konusu mektupta “Bulgar
tebaa-i şahane etfalinin mekâtib-i aliye ve mekâtib-i sultaniye kabullerine ibka-i müşkilat edilmekde olduğu cihetle bunlar mekâtib-i
ecnebiyyede tahsile mecbur olarak bu suretle memleketlerine karşı
gözlerinde sahıf bir nazar ... olmakda bulunduğu beyanıyla Bulgar
tebaa-i şahane etfalinin dahi diğerleri gibi mekâtib-i mezkûreye kabulleri istida olunmuş ve Rum ve Ermeni ve saire gibi tebaa-i şahane
etfali hakkında ne muamele edilir ise tebaa-i devlet-i aliyyeden olan
Bulgar etfali için dahi aynı vechile muamele olunması şerefsudur buyurulan irade-i seniyye-i hazret-i padişahî icab-ı celilinden bulunmuş idüğü mabeyn-i hümayun-ı mülukâne baş kitabet-i celilesinden
ba-tezkire-i hususa tebliğ ve inba olunmağla ber-mantuk emr ü ferman-ı hümayun-ı mülukâne iktizasının icrat-ı himmet buyurulması
siyakında tezkire-i senaverî terkim kıldım efendim,” denmektedir.29
1908-1909 öğrenim yılında burada ücretsiz olarak okuyan 120
Müslüman, 41 Rum, 56 Bulgar ve 10 Ermeni öğrenci vardı.30 5 Kasım
1913 tarihinde Bulgar Dışişleri ve Diyanet Bakanlığı’ndan İstanbul
26 Radev, s. 151-152, 168.
27 Merkez Devlet Arşivi, Sofya (CDA), Fon 321 К, Dosya 3, Gömlek 1.
28 CDA, Fon 321 К, Dosya 3, Gömlek 1, var. 52, 53.
29 BOA, MF.MKT, Dosya 787, Gömlek 74.
30 BOA, MF.MKT, Dosya 1138, Gömlek 41.
171
OSMANLI İSTANBULU III
Bulgar Elçiliği’ne gönderilen bir mektuptan önceden Galatasary Lisesi’nde öğrenci olan 17 kişi Bulgarın 1913-1914 öğrenim yılında
eğitimini Filibe’de Fransız Koleji’nde devam ettikleri anlaşılmaktadır.
Mektupta bu öğrencilerin Galatasaray Lisesi’nden eğitim durumları
hakkında belge temin edilmesi istenilmektedir.31 Öğrencilerin birinin (İliya Kovaçev) avukat olan babasının (Hristo Kovaçev) Bulgar
devlet makamlarına yazdığı mektuplardan bunların 1911 yılının
ilkbaharında Galatasaray Lisesi’nden ihraç edildikleri anlaşılmaktadır.32 Mekteb-i Sultanî müdürü tarafından 16 Şubat 1911 tarihinde
Maarif Nezareti’ne gönderilen bir mektup söz konusu öğrencilerin
ihraç edilmesinin sebepleri konusunda fikir vermektedir. Mektuptan
“Bulgaristan tebaasından bulunan dört Bulgar şakird cimnastikhanede daima Bulgar marşını çalarak cimnastik muallimi bulunan bir
Osmanlı zabıtına karşı hareketsizlik etmeği itibar edinmişlerken ahiren cüret ve cesaretlerini artırarak diğer Türk arkadaşlarına bir lisan-ı
istihza ile “Türkiye adam olacak! Terakki ediyor!” gibi tahkirâmiz sözler söylemekde oldukları ve her gün bir vesile ile Osmanlı talebesini
iğzab içun Türk milletini ve Osmanlı devletini istihfafa kalkışdıkları”
anlaşılmaktadır.33 Müdüre göre “bu gibi tahkirata cüretleri katiyen
tecviz olunamayacağı” ve “diğer Bulgar tebaasından bulunan talebeye bir ibret-i müessire olmak üzere bu dört şakirdin kayıdları terkin”
edilmiştir. Aslında Galatasaray Lisesi’nden mezun olan son Bulgarları Balkan Savaşları’nın patlak verdiği 1912 yılında görüyoruz. Belli ki
bu dönemde Bulgaristan ile Osmanlı devleti arasında siyasî ilişkilerin
kötüye gitmesi bu lisedeki Bulgar öğrencilerin mevcudiyetini olumsuz olarak etkilemiştir.
Kuruluşundan bu yana Galatasaray Lisesi daima Robert Kolej’in rekabetini hissetmiş olup, liseye giren bazı Bulgar öğrenciler
sonradan Robert Kolej’e geçmeyi tercih etmişlerdir. Örneğin Stoyan
Mihaylovski, Petır Dimitrov ve Dimitır Popov, açılış senesinde Galatasaray Lisesi’ne girmişken daha sonra eğitimini Robert Kolej’de
devam etmişlerdir. Aynı şekilde Atanas Hadjistoyanov 1870-1871
ders yılında Galatasaray Lisesi’nde okumuş olup bir sonraki yıllarda
31 CDA, Fon 321 К, Dosya 1, Gömlek 2259, var. 7.
32 CDA, Fon 321 К, Dosya 3, Gömlek 1, var. 12-15.
33 BOA, MF.MKT, Dosya 1167, Gömlek 28.
172
BOĞAZİÇİ KIYILARINDA HAYATA HAZIRLANMAK: OSMANLI
İSTANBULU’NDA OKUMUŞ BULGARLAR ÜZERİNE BAZI GÖZLEMLER
Robert Kolej’e geçmiştir. Ancak Dimitır Popov sadece bir yıl (18731874) Robert Kolej’de kalmış ve 1874-1875 ve 1875-1876 yıllarında
tekrar Galatasaray Lisesi’nde başarılı öğrencilerden biri olarak okumaya devam etmiştir. Şöyle ki Dimitır Popov 1875’te yeni bir geometri formülünü keşfetmiş ve bu formül onun adını taşımakta olup
(Théorème de Popoff) Fransız Akademisi Bülteni’nde yayınlanmıştır.34
Robert Kolej
Osmanlı İstanbulu’nda okumuş olan Bulgarların neredeyse ezici derecedeki büyük birçoğunluğu Amerikan Protestan misyonerleri
tarafından 1863 yılında ilk önce Bebek’te 1871 yılında ise Rumelihisarı’nda açılan Robert Kolej’de eğitim almışlardır. Elimizde bulunan
istatistiklere göre Osmanlı döneminde 700’den fazla Bulgar öğrenci
burada okumuştur. 1871 yılında kurulan Amerikan Kız Koleji’ne ise
yaklaşık 200 Bulgar kız öğrenci kabul edilmiştir.35 1877-1889 yılları arasında Robert Kolej öğrencilerinin arasında Bulgarlar çoğunluk
teşkil etmekte idi. Hatta kolej idaresi bu dönemi “Bulgar dönemi” olarak adlandırıyordu. Çünkü kolejin genel istatistiklerine göre öğrencilerden altıda biri mezun olabilmişken bu dönemde kolejde okumuş
Bulgarların neredeyse yarısı mezun olmuştur.36 Bu bağlamda Robert
Kolej’in Bulgarların arasındaki şöhreti çok büyüktü. Çünkü sadece iyi
ve çağdaş eğitim veren bir kurum olarak değil, aynı zamanda Bulgarların bağımsızlık mücadelesine önemli katkılarda bulunan bir kurum
olarak da kabul ediliyordu. Kolej idaresinin 1876 tarihli Nisan ayaklanması esnasında meydana gelen kargaşayı dünya kamuoyuna yüksek
34 Naçov, s. 152; Radev, s. 235-236.
35 Robert Kolej ile Amerikan Kız Koleji’nde okumuş Bulgarların isimlerini
gösteren listeler için bkz. Orlin Sabev, Robırt Kolej i Bılgarite [Robert Kolej
ve Bulgarlar] (Sofya: İztok-Zapad Yayınevi, 2015), s. 359-407; 416-428.
36 Robert Kolej’in “Bulgar dönemi” hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz.
Orlin Sabev, Spiritus Roberti: Shaping New Minds and Robert College in Late
Ottoman Society (İstanbul: Boğaziçi University Press, 2014), s. 200-229; Orlin
Sabev, “An Awakening at the Bosphorus: Robert College of Constantinople’s
Bulgarian Students and Graduates (1864-1967),” New Europe College Black
Sea Link Program Yearbook 2010-2011, 2011-2012, ed. Irina Vainovski-Mihai
(Bucharest: New Europe College, 2014), s. 107-144.
173
OSMANLI İSTANBULU III
sesle tanıtmış ve neticesinde Büyük Güçler yeniden alevlenen Şark
Meselesi’ni çözmek için devreye girmişlerdir. Aslında Robert Kolej’in
takip ettiği eğitim modeli gayrimüslimlerin millî hisslerini uyandırıyordu. Bulgar öğrenciler her yılın 11 Mayıs’ında Kiril alfabesini icat
edenler Kiril ve Metodiy kardeşlerin anma gününü Boğaziçi’nde düzenledikleri piknikle kutluyorlardı. Bu kutlamalara Robert Kolej’in
müdürleri ve öğretmenlerinin dışında Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de
ve Galatasaray Lisesi’nde okuyan Bulgarlar da katılıyordu.37
İstanbul’da okuyan Bulgarlar okudukları okullarda gizli ya da
resmi olarak Bulgar dernekleri kurmuşlardır. 1868 yılında Robert Kolej’de 11 Bulgar öğrenci tarafından bir dernek kurulmuştur.38 1869
yılında 10-12 öğrenci Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de “Napred” (“İleri”) adı altında gizli bir Bulgar derneği kurmuş ve el yazması olarak
“Balkan” adı altında bir gazete yayımlamışlardır. Gazete ancak sadece
beş sayı çıkarılabilmiş çünkü okul müdürlüğünce durdurulmuştur.39
1875’te Galatasaray Lisesi’nde okuyan Bulgarlar da “İstina” (“Hakikat”) adı altında bir dernek kurmuşlardır.40 Bu derneklerin düzenledikleri toplantılarda bilim, tarih ve kültür konularında tebliğler sunulmuş ve tartışılmıştır. Bu dernekler ayrıca bağışlar dağıtıp hayıseverlik
de yapmışlardır. Robert Kolej’deki Bulgar derneğinin üyeleri ise Pazar günlerinde İstanbul’da abacı esnafının Bulgar çırak ve kalfalarına
ders vermişlerdir.41 Bu şekilde Robert Kolej ile Galatasaray Lisesi’nde
okumuş olan Bulgar öğrencilerin milliyetçilik duyguları oldukça gelişmiş olup bazıları ya 1876 Nisan Ayaklanması’na ya da 93 Harbi’ne
katılmışlardır. Örneğin Galatasaray Lisesi’nde 1868-1871 yıllarında
okumuş olan Todor Kableşkov ve liseden 1874’te mezun olan Konstantin Veliçkov42 Nisan ayaklanmasında iştirak etmişlerdir.
37 Naçov, s. 159.
38 Ulusal Kütüphane Bulgar Tarihsel Arşivi, Sofya (NBKM-BIA), Fon 605,
Gömlek 1, var. 9a, 300a; Naçov, s. 160-162.
39 Naçov, s. 147; Mihaylova, s. 117.
40 Naçov, s. 152.
41 NBKM-BIA, Fon 512, Gömlek 1, var. 67b.
42 Konstantin Veliçkov hakkında bkz. Hüseyin Mevsim, “Konstantin Veliçkov
(1855-1907) ve İstanbul Soneleri,” Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Dergisi 45/2 (2005), s. 95-107.
174
BOĞAZİÇİ KIYILARINDA HAYATA HAZIRLANMAK: OSMANLI
İSTANBULU’NDA OKUMUŞ BULGARLAR ÜZERİNE BAZI GÖZLEMLER
Genel Değerlendirme
Osmanlı döneminde İstanbul’da okumuş olan Bulgarların
çoğu Robert Kolej’den mezun olmuşken Bulgar asıllı mezun veren
okullardan ikinci ve üçüncü sırada Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ve
Galatasaray Lisesi yer almaktadırlar (bkz. Tablo 1). Osmanlı İstanbulu’nda okumuş olan Bulgarlar genelde bir yandan Sopot, Kalofer,
Koprivştitsa, Kotel, Kazanlık, Elena, İslimiye gibi Balkan dağının
güney eteklerinde, öte yandan Kuzey Bulgaristan’daki Rusçuk ve
Tırnova gibi gelişmiş ticaret ve zanaat merkezlerinde dünyaya gelip
büyümüşlerdir. Bunların babaları genelde varlıklı olan tüccarlardı.43
XIX. yüzyılın sonlarında doğru gerek Galatasaray Lisesi’nde gerekse
Robert Kolej’de okumuş olan Bulgarların çoğu o zaman Bulgaristan
başkenti olarak hızlı gelişme gösteren Sofya doğumlu idi.
Osmanlı İstanbulu’nda iyi eğitim almış olan Bulgarların çoğu
Avrupa’da ve ABD’de değişik üniversitelerde eğitimini tamamladıktan sonra Bulgaristan’da başarılı bir kariyere sahip olmuşlardır. Birçoğu siyasetçi ve devlet adamları olmuştur. 1879-1915 tarihleri arasında
başbakan ve bakan makamlarında bulunmuş olan 108 kişiden 25 kişi
Bulgar lisesi bitirmişken 24 kişi İstanbul liselerinden mezun, 18 kişi
ise Rus okullarının mezunu idi. Bu 108 kişinin arasında en çok Robert
Kolej mezunu vardı (12 kişi). Ayrıca Galatasaraylı 6 kişi ve Mekteb-i
Tıbbiye mezunu olan 4 kişi daha vardı (bkz. Tablo 2). İstanbul’da
eğitim gören üç Bulgar başbakan da vardı: Robert Kolej mezunları
olan Konstantin Stoilov (1871)44 ile Todor İvançov (1875)45 ve yine
Robert Kolej mezunu düşünülen ancak 1912’de Kadıköy’de Fransız
Enstitüsü’nden (Institut d’Études supérieures) mezun olan Konstantin Muraviev46 (bkz. Tablo 3). Bunların dışında 1887-1894 tarihleri
arasında başbakan olan Stefan Stambolov’un da Galatasaray Lisesi’ni
1872’de harici (extern) öğrenci olarak bitirdiği mevcut mezunlar listelerinden anlaşılmaktadır.47 İstanbul’da okumuş olan Bulgarlardan
43 Mihaylova, s. 111-112; Sabev, Spiritus Roberti, s. 207.
44 Paruşeva, s. 342-343.
45 Paruşeva, s. 313-314.
46 CDA, Fon 935 К, Dosya 4, Gömlek 1.
47 Berküren, s. 12; Berküren ve Kişmir, s. 13; Engin, s. 79. Resmî Bulgar
kaynaklarında bu husus belirtilmemektedir.
175
OSMANLI İSTANBULU III
birçok kişi gerek Osmanlı İstanbulu’nda, gerekse cumhuriyet döneminde Ankara’da sefir olarak görev yapmışlardır. Bu görevde genelde
Galatasaray Lisesi’ni bitirenlerin bulunması dikkate değerdir. 1871
yılında Robert Kolej’den mezun olan İvan Stefanov Geşov, 19011903, 1906-1909 ve 1914-1919 yıllarında üç defa İstanbul’da Bulgaristan devletinin temsilcisi olmuştur.48 Bulgar hükümetininn 22 Eylül
1908 tarihinde ilan ettiği Bulgaristan devletinin bağımsızlığının arefesinde İvan Geşov diplomatik skandalına neden olmuştur. Sultan II.
Abdülhamid’in doğumgünü vesilesiyle 30 Ağustos 1908’de düzenlenen resmî resepsiyona bağımsız bir devletin sefiri olmadığından davet
edilmeyen Geşov Bulgaristan hükümetine şikayette bulunmuş49 ve
itibarsızlık sayılan bu tutuma karşı tepki olarak Geşov İstanbul’dan
Sofya’ya çağırılmış ve Osmanlı devleti ile Bulgaristan arasında adeta
diplomatik bir kriz yaşanmıştır. 1898’de Galatasaray Lisesi’ni bitiren
Simeon Radev ise 1923-1925 yılları arasında elçi olarak atanmıştır.
Radev, elçi görevine geçince lisedeki Türk sınıf arkadaşları ziyaretine
gelmişlerdir.50 1906 yılında Galatasaray Lisesi’nden mezun olan Nikola Antonov 1933 ve 1945-1946 yıllarında iki defa Ankara’da Bulgar
büyükelçisi olarak görev yapmıştır.51 1898’de bu liseyi bitiren Vladimir Robev Bulgaristan Sefareti’nde başkatip, Jivko Gılıbov ise baş
tercüman olarak çalışmışlardır.52 1906’da buradan mezun olan Rad
Petrov da sefarette tercümanlık yapmıştır.53 1912 yılında yine aynı liseden mezun olan Nikola Vançev ise 1942 yılında Ankara Bulgaristan
Büyükelçiliği’nde müsteşarlık görevinde bulunmuştur.54 Ayrıca gerek
Robert Kolej’de gerekse Galatasaray Lisesi’nde İngilizce ve Fransızca gibi yabancı dilleri iyi seviyede öğrendikleri için Bulgar öğrenciler birçok çevirilere de imza atmışlardır. Galatasaray Lisesi’nde kısa
48 Gençev ve Daskalova, s. 156.
49 CDA, Fon 176 К, Dosya 2, Gömlek 2, var. 7.
50 Radev, s. 170.
51 Bılgariya 20. vek [XX. Yüzyıl Bulgaristan’ı] (Sofya: Trud Yayınevi ve ABV Koop
2000 Yaynınevi), 1001; http://bg.wikipedia.org/w/index.php?title=Никола_
Антонов&oldid=6495797.
52 Berküren, s. 28.
53 Berküren, s. 36.
54 CDA, Fon 176 К, Dosya 18, Gömlek 1244, var. 3, 88, 190.
176
BOĞAZİÇİ KIYILARINDA HAYATA HAZIRLANMAK: OSMANLI
İSTANBULU’NDA OKUMUŞ BULGARLAR ÜZERİNE BAZI GÖZLEMLER
aynı bir süre okumuş olan mütercim ve gazeteci Hariton Genadiev,
Jules Verne’in ve Victor Hugo’nun romanlarını Fransızca’dan Bulgarca’ya çevirmiş ayrıca da Fransızca-Bulgarca sözlük hazırlamıştır.55
Konstantin Veliçkov ve Simeon Radev henüz Galatasaray Lisesi’nde öğrenci iken Fransızca’dan Bulgarca’ya tercümeler yapmışlardır.56
Veliçkov 1891-1894 yılları arasında İstanbul’da yaşamayı tercih edip,
1899 yılında bu şehre ithaf edilen İstanbul Soneleri başlıklı kitabını yayımlamıştır.57 Radev ise, Bulgaristan’a döndükten sonra Bulgar prensi
Ferdinand’a özel olarak Fransızca dersleri vermiştir.58 1840’lı yıllarda
Mekteb-i Tıbbiye’de okumuş olan Atanas Granitski de, Fransızca’dan
Bulgarca’ya çevirdiği bazı tıp konulu kitapların dışında Hekimbaşı
İsmail Efendi’nin kolera salgını hakkındaki kitabının Bulgarca tercümesini 1849 yılında İstanbul’da sultanın izni ile yayımlamıştır (bkz.
Resim 1). Ayrıca İstanbul’da eğitim aldıktan sonra Bulgaristan’a dönen Robert Kolej’li ve Galatasaray’lı öğrencilerin bazıları ilk Bulgar
futbol kulüplerini kurmuşlardır (bkz. Resim 2).59
Sonuç
XIX. yüzyılda gerek Osmanlı devleti, gerekse özel kişiler tarafından İstanbul’da açılan yüksek seviyeli okullar Osmanlı başkentini
dönemin bölgedeki ileri gelen eğitim merkezlerinin biri haline getirmişlerdir. Bu vesile ile çok kültürlü bir yapıya sahip olan Osmanlı
İstanbulu çok sayıda genci celp etmiştir. Bulgar gençlerinin çoğu da
İstanbul’daki iyi seviyeli okullarda eğitim almayı tercih etmiş, en başarılı öğrencilerden birileri olup mezun olmuşlardır. O dönemde iyi
eğitim almak sadece bir kişisel ve ailevî sorumluluk değil, toplumsal
bir sorumluluk olup gerek İstanbul’daki Bulgar camiası, gerekse Bulgar topraklarındaki yerel topluluklar yetenekli gençlerin eğitimi ile
yakından ilgilenmiş ve burslar sağalayarak eğitim almalarını teşvik
55
56
57
58
59
Radev, s. 235.
Mevsim, s. 98; Radev, s. 188.
Mevsim, s. 98.
http://www.monitor.bg/article?id=247851.
http://www.24chasa.bg/Article.asp?ArticleId=258839; http://clubs.dir.bg/
showflat.php?Board=slavia&Number=1951170459&part=all.
177
OSMANLI İSTANBULU III
etmişlerdir. Burada aldıkları kaliteli eğitimin sayesinde üniversitelere
devam edip mezun olduktan sonra başbakanlık ve bakanlık görevleri
dahil başarılı kariyerlere imza atmışlardır. Ayrıca bazıları yıllar sonra
sefir ve sefaret görevlisi olarak yine İstanbul’a dönmüş, Konstantin
Veliçkov ise İstanbul Soneleri’ni yazmıştır. Bu şekilde Osmanlı İstanbulu, artık sadece Bulgar bahçıvan ve tüccarların değil (Simeon Radev’in anı kitabında belirttiği gibi60), burada eğitim alan Bulgarların
da ikinci vatanı olmuştur.
Tablo 1. Osmanlı İstanbulu’nda Okumuş Bulgarların
Mezuniyet Oranı
Mekteb-i Tıbbiye
Robert Kolej
Galatasaray Lisesi
Toplam
Mezun
Olan
Toplam
Mezun
Olan
Toplam
Mezun
Olan
139
71
736
258
184
47
Tablo 2. Bulgar Bakanlarının Lise Eğitimi (1879-1915)
Şehir/Lise
Toplam
Bulgar
Filibe
9
Gabrova
4
Osmanlı
İstanbulu
Robert
Kolej
12
Mekteb-i Mekteb-i
Sultanî
Tıbbiye
6
4
Odesa
7
Prag
3
Nıkolaev
6
Diğer
3
Rus
Çek
Bolgrad
4
Kiev
5
Romanyalı
Sofya Selanik Diğer
2
2
2
25
24
18
6
Yunan
Avusturyalı
Tırnova
2
Fransız
Katolik
Lisesi
2
5
Viyana
3
Bükreş
1
3
Iaşi
1
Kişineu
1
60 Radev, s. 15.
178
3
BOĞAZİÇİ KIYILARINDA HAYATA HAZIRLANMAK: OSMANLI
İSTANBULU’NDA OKUMUŞ BULGARLAR ÜZERİNE BAZI GÖZLEMLER
Şehir/Lise
Hırvat
Sırp
Fransalı
Toplam
Zagreb
2
Belgrad
1
Paris
1
2
1
1
Alman
1
Maltalı
1
Tablo 3. Bulgar Bakanları (1879-1915)
Başbakanlık
Görevi
Okul
Öğrenci
Robert
Kolej
1
Başbakan
Konstantin Stoilov
(1887, 1894, 1894(1871)
1899)
Dışişleri ve Diyanet
İçişleri
Adalet
Maliye
2
İvan Slaveykov
(1871)
Millî Eğitim
3
Dimitır Popov
(1873-1874)
Bayındırlık ve Ulaştırma
Ticaret ve Tarım
4
Todor İvançov
(1875)
5
Aleksandır
Lüdskanov
(1875)
Ticaret ve Tarım
Bayındırlık ve Ulaştırma
İçişleri
Tarım ve Devlet Malları
6
İvan Belinov
(1876)
Bayındırlık ve Ulaştırma
7
Mihail Macarov
(1877)
Bayındırlık ve Ulaştırma
İçişleri
Savunma
Dışişleri ve Diyanet
8
İvan Fiçev
(1876-1877)
Savunma
9
Dimitır Minçoviç
(1881)
Adalet
Başbakan
(1899-1900, 19001901)
179
Bakanlık Görevi
Millî Eğitim
Dışişleri ve Diyanet
Maliye
OSMANLI İSTANBULU III
Okul
Galatasaray
Lisesi
Mekteb-i
Tıbbiye
Bebek
Fransız
Katolik
Lisesi
Kadıköy
Institut
d’Études
supérieures
Öğrenci
Başbakanlık
Görevi
Bakanlık Görevi
10
Hristo Todorov
(1881)
Millî Eğitim
Adalet
Ticaret
11
İvan Peev-Plaçkov
(1882)
Millî Eğitim
12
Lazar Payakov
(1881-1884)
Maliye
Millî Eğitim
1
Anton Frangya
(1866-1871)
Bayındırlık ve Ulaştırma
Posta ve Telgraf
2
Stefan Stambolov
(1872)
3
Konstantin
Veliçkov (1874)
Millî Eğitim
Bayındırlık ve Ulaştırma
Ticaret ve Tarım
4
Dimitır Popov
(1868-1876)
Bayındırlık ve Ulaştırma
Ticaret ve Tarım
5
Mihail Savov
(1876)
Savunma
6
Nikola İvanov
(1875-1877)
Savunma
1
Georgi Vılkoviç
(1857)
Dışişleri ve Diyanet
Bayındırlık ve Ulaştırma
2
Georgi Jivkov
(1862)
Millî Eğitim
Maliye
3
Sava Mutkurov
(1868)
Savunma
4
Stefan Bobçev
(1868-1876)
Millî Eğitim
1
Grigor Naçoviç
(1859-1860)
Maliye
Dışişleri ve Diyanet
İçişleri
Bayındırlık ve Ulaştırma
Ticaret ve Tarım
2
Todor İkonomov
İçişleri
Bayındırlık ve Ulaştırma
1
Konstantin
Muraviev (1912)
Başbakan (18871894)
Başbakan (1944)
180
Dışişleri
Millî Eğitim
Savunma
Millî Eğitim
Dışişleri ve Diyanet
BOĞAZİÇİ KIYILARINDA HAYATA HAZIRLANMAK: OSMANLI
İSTANBULU’NDA OKUMUŞ BULGARLAR ÜZERİNE BAZI GÖZLEMLER
Resim 1. Hekimbaşı İsmail
Efendi’nin kolera salgını
hakkındaki kitabının Mekteb-i
Tıbbiye-i Şahane Bulgar
öğrencilerinden Atanas
Granitski’nin Türkçe’den
Bulgarca’ya yaptığı çevirisinin
1849 İstanbul baskısı (kaynak:
Sofya Ulusal Kütüphanesi).
Resim 2. 19081909 ders yılında
Galatasaray Lisesi’nde
Bulgar futbol takımı
(kaynak: http://
www.24chasa.bg/
Article.asp? ArticleId=
258839).
181
Odessa Bilim Kütüphanelerindeki 18. ve 19.
Yüzyıllara Ait İstanbul Tasvirleri
Oleksandr Sereda
Ukrayna Ulusal Bilimler Akademisi
Her ciddi bilimsel araştırmaların temelinde kaynakların aranmasına önem vermek bulunmaktadır. Farklı kaynakların spesifik ve
tipolojik sınıflandırmalarında, “anlatı” kaynakları grubunda en popüler olanlar: anılar, notlar, anı, günlük seyahatnameleri ve diğerleridir. Odessa’daki bilim kütüphanelerinde en büyük koleksiyonlar
“Meçnikov” Odessa Milli Üniversitesi’nin Bilim Kütüphanesinde ve
“Maksim Gorki” Odessa Milli Bilim Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. “Meçnikov” Odessa Milli Üniversitesi’nin Bilim Kütüphanesi
1817 yılında kurulduktan şu ana kadar 3,6 milyon cilt kitaba sahiptir.
“Maksim Gorki” Odessa Milli Bilim Kütüphanesi ise 1829 yılında
kurulduktan şu ana kadar 5 milyon ciltten fazla kitaba sahiptir. Koleksiyonlarda bugüne kadar birçok şehirlerin anlatıları bulunmaktadır. Bunların arasında Osmanlı İstanbulu hakkında üç farklı tür
grupta kaynakları bulunabiliriz. 1. Sivillere ait seyahatnameler, 2. Askeri-Topografik tasvirler, 3. Hacılara ait seyahatnameler.
Birinci grupta genel olarak bilim adamları, tarihçiler, diplomatlar, tüccarlar ve sıradan gezginlere ait seyahatnameler bulunmaktadır. Bu tür yayınların yazarlarından örnek verecek olursak:
183
OSMANLI İSTANBULU III
Nikolay Sergeyeviç Vsevolojskiy (1772-1857) – Yarbaylıktan
emekli olduğu zaman birkaç seyahate çıkıyor. 1836-1837 yıllarında
güney Ukrayna ve Kırım’dan geçerek İstanbul ve Anadolu üzerinden
Kuzey Afrika ve Malta’ya geçerek Fransa’ya doğru uzun bir seyahate
çıkıyor. Vsevolojskiy, Rusya’ya döndüğünde kendisine ait matbaada
seyahatini “1836 ve 1837 Yıllarındaki İstanbul, Anadolu, Kuzey Afrika, Malta, Sicilya, İtalya, Güney Fransa ve Paris Seyahatnamesi” başlığı
ile iki ciltlik bir kitapta yayımlamış. Seyahatnamede çok ayrıntılı bir
şekilde şehrin eski tarihi ve farklı milletlerin oluşturduğu şehir kültüründen bahsedilerek, 19 yüzyıl başındaki İstanbul durumu anlatılmaktadır.
Elizabeth Lady Craven, 1786 yılında Kırım’da uzun bir seyahat yaptıktan sonra İstanbul’a geçiyor. 1789 yılında Londra’da kendi
mektuplarını toplayıp “Kırım’dan ve İstanbul’a Yolculuk” başlığıyla kitap halinde bastırıyor. Kitap, 1795 yılında aynı isimle Rusça’ya çevrilmiş. Leydi Kraven seyahatnamesinde daha çok natüralist bir şekilde
Türkler, Tatarlar ile Kırım’da ve İstanbul’da yaşayan diğer topluluklar
hakkında açıklamalarda bulunuyor. Bilhassa etnografik özelliklerin,
geleneksel yaşam, giyim ve sanatların üzerinde durmaktadır.
Konstantin Mihayloviç Bazili, Zengin bir Rum ailesinin
uşağıdır. Kendisi daha genç yaştayken ailesi İstanbul’dan Odesa’ya
göç etmiştir. Nejin şehrinde Yunan gymnasiumu bitirdikten Odesa’daki Reşilye Lisesi’nde eğitimine devam etmiştir. Devlet hizmetinde bulunduğu süre içinde Beyrut’taki Rus diplomatik misyonunda
yer almıştır. Başkonsolos olarak İstanbul’a defalarca ziyaret etmiştir.
Mutlu geçen ilk gençlik yıllarını hatırlayarak İstanbul hakkında nostaljik birkaç kitap yazmıştır. En ünlü eserleri, 1835 yılında basılan
İstanbul Yazıları ve 1836 yılında yayımlanan Boğaziçi ve Yeni İstanbul
Yazıları’dır.
“Yazılar”ın teması Yeniçeri Ocağı’nın Sultan II. Mahmud tarafından ilgası; idari, dini ve askeri reformların Rus okuyucuya anlatılmasıdır. Fakat devlet katındaki olaylar hakkında yazarken, aslında
Osmanlı Devleti’nde yaşayan halkların tarihini de anlatmıştır. Yani,
Bazili kitabı okuyanlara şarkın renklerini, padişahların başkentini,
İstanbul’un saraylarını, çarşılarını ve minarelerini kendisinin nasıl
184
18.
VE
ODESSA BİLİM KÜTÜPHANELERİNDEKİ
19. YÜZYILLARA AİT İSTANBUL TASVİRLERİ
etkilendiyse o şekilde anlatmaya çalışmış ve farklı bir dünyayı tanıtmak istemiştir.
Edward Daniel Clarke (1769-1822). Ünlü bir bilim adamı,
yazar, seyyah ve öğretmendir. 1792 yılından itibaren yaklaşık on yıl
boyunca Batı Avrupa, Orta Doğu, Anadolu, Kuzey Afrika ve İskandinavya’ya seyahatlerde bulundu. 1803 yılında Cambridge Üniversitesi’nde profesör olarak çalışmaya başladı. Uzun süreli seyahatini Avrupa, Asya ve Afrika’nın Çeşitli Ülkelerinde Seyahatler başlığıyla 11 ciltte
yayımlamıştır. Birinci ciltte 1800 yılında Kırım’a ve İstanbul’a yaptığı
seyahatleri açıklamakta ve Kırım’daki yeni Rus idaresini anlatmaktadır. İstanbul hakkında ise siyasetten, devletin genel durumundan
şehirdeki yaşayışa kadar çok farklı hususlarda açıklamalar yapılmıştır.
Thomas Macgill. İskoç asıllı bir İngiliz tüccardır. 1803-1806
yıllarında Akdeniz ve Karadeniz seyahati yapmıştır. 1808 yılında seyahat notları Londra’da kitap halinde basılmıştır. Seyahatname’nin
başında limanların ekonomik potansiyeli, devletlerin özellikleri ve
tüccarların durumları belirtilmektedir. Tomas Macgill ilk notları
1804 yılına aittir. Notlarında Venedik’in genel durumunu ve Campo
Formio Antlaşması’ndan sonraki dönüşümünü anlatmaktadır. Aynı
yıl Venedik’ten İzmir’e geçerek Ege adalarını dolaşmış, 1805 yılında
İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’un şehir yapısı, binaları, nüfusu hakkında detaylı bilgiler vermektedir. Boğaziçi’ndeki ve Haliç’teki limanlar
ve Karadeniz’de nerelerde gemi taşımacılığı yapılabileceği ayrıntılı
bir şekilde anlatılmaktadır. Eski Antik ve Bizans heykelleri araştırmada tarihsel notları veriyor.
Thomas Macgill, İstanbul’dan sonra Azak Denizi’ndeki Taganrog Limanı’na ve Karadeniz’in kuzey kıyısında yer alan Odesa
(Hocabey) limanına bir ziyaret yapmış, anlatısını orada bırakmıştır.
Ogüsten deLagard, bir Fransız aristokratıdır. 1801 yılında
Napolyon rejiminden kaçıp Rusya’ya göç etmiştir. İsmi Rusça olarak Avgust Osipoviç Delagard şeklinde kaydedilmiştir. Rusya’dayken
orduda subay olarak Fransızlara karışı savaşmıştır. Napolyon rejimi
düştükten sonra Delagard Fransa’ya dönmüştür. 1816 yılına gelindiğinde artık Fransa’da bir bakan olmuş ve 1822 yılında ise İspanya’ya
büyükelçi olarak gönderilmiştir.
185
OSMANLI İSTANBULU III
Fransa’ya gelmeden önce 1811 yılında Moskova’dan İstanbul’a
ulaşmış, oradan da Viyana’ya geçmiştir. Delagard seyahatleri sırasında Jülü Griffit’e yazdığı mektuplar 1824 yılında Paris’te bir kitap
olarak yayınlamanıyor. İstanbul hakkındaki mektuplarını 1811 yılının Ekim ayından yazmaya başlamıştır. Mektuplarında, Odessa’dan
gelirken Karadeniz ve Boğaziçi’nde gördüklerini anlatır. İstanbul’a
geldiğinde önce Tarabya’ya yerleşmiş, sonrasında Büyükdere’ye taşınmıştır. Boğaziçi’nden bahsettiği mektuplarında limanları, nüfus dağılımını ve gayri Müslümlerin yaşadığı mahalleleri ve Prens
Adalarını anlatıyor. Aralık ayında Delagard artık mektuplarında İğneada’dan başlayarak İstanbul-Varna arasındaki yolu tasvir etmeye
başlamıştır. Daha sonra Viyana yolculuğu sırasında da İstanbul’dan
bahsetmeye devam etmiştir.
İkinci gruptaki kitaplarda İstanbul’a giden yolların askeri-topografik tasvirleri bulunmaktadır. Bu tasvirlerde ilk olarak yollar
ve güzergah üzerindeki yerleşim yerleri, nüfus ve toprak özellikleri
açıklanmaktadır. Bu tasvirlerde İstanbul’a yaklaştıkça çok zengin ve
detaylı şekilde şehre yakın mahaller ve varoşlar gösterilmektedir.
Karadeniz üzerinde yolların Askeri-topografik tasvirleri
“Meçnikov” Odesa Milli Üniversitesi’nin Bilim Kütüphanesi “Stroganov” özel fonunda bulunmaktadır. Genel olarak bu tasvirler XVIII.
ve XIX. yüzyıllardaki Osmanlı-Rus savaşları döneminde askeri incelemeler için Rus ordusu genelkurmayının siparişine göre yapılmıştır.
Stroganov fonunun koleksiyonunda bulunan askeri bilimler
hakkındaki bölümün zengin olması oldukça doğaldır. Çünkü Aleksandr Stroganov istihkam mühendisi diploması ile Askeri Okuldan
mezun olmuştur. İlk askerlik stajını 1812 yılındaki Fransız-Rus savaşında yapmıştır. Askeri bilimin diğer alanlarıyla da ilgilenmiştir. XIX.
yüzyılda savaş taktikleri değiştiği için topografik bilgiler haritalarda
yer almamaya başlar.
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Rusya daha çok Osmanlı Devleti
ile savaştığından dolayı Balkan Yarımadası’ndan İstanbul’a ulaşan
yolların askeri-topografik tasvirleri derlenmeye başlamıştır. Tasvirler
hazırlanırken sadece yol bilgileri değil, ayırca daha geniş olarak Osmanlı coğrafyası, ekonomisi, idari yapısı, etnik grupları, toplulukların
186
18.
VE
ODESSA BİLİM KÜTÜPHANELERİNDEKİ
19. YÜZYILLARA AİT İSTANBUL TASVİRLERİ
gelenekleri ve dinleri yer almaktadır. Bu tür bilgiler genellikle askeri
çatışmalardan önce hazırlanmıştır. Fakat 1818 yılında Rus genelkurmayına hem de XVIII. yüzyıldaki Osmanlı-Rus savaşları hakkında
hem gelecekte olması muhtemel savaşlar için gerekli bilgileri detaylı
şekilde araştırmaları için emir verilmiştir
Bu araştırmaların sonucunda Rusya ve Osmanlı Devleti’ne ait
Karadeniz bölgeleri hakkında coğrafi ve askeri-topografik çalışmaları içeren bir dizi yayınlar yapıldı.
Bu tür yayınlar dahilinde Galatz şehrinden başlayıp Provadı’dan Geçerek Edirne-İstanbul Hattında Bulunan Lüle-Burgaz’a
(Araba-Burgaz) Ulaşan Yolun Askeri-Topografik tasviri ve Curcu ve
Rusçuk’tan Başlayan ve Şumlu’dan Geçerek İstanbul’a Ulaşan Yolun
Askeri-Topografik Tasviri. Bu iki tasvir 1793 yılında Rus genelkurmayından Peter Len isimli levazım subayı tarafından hazırlanmıştır.
Yaş Antlaşması imzalandıktan sonra Peter Len İstanbul’daki Rusya
Büyükelçiliği’ne gönderilmiştir. İstanbul’da onun asıl görevi şehir ve
civarı hakkında topografik haritalar ve tasvirler hazırlamaktır.
Stroganov Kütüphanesi’nde zikredilmiş tasvirler arasında
ayrıca Peter Len’in editörü olduğu gravürlü iki atlas da vardır. Galatz-LüleBurgaz Güzergahı başlıklı atlas 24 harita içermektedir. Rusçuk-San-Stefano Güzergahı başlıklı atlas ise 22 haritadan oluşmaktadır. Atlasların haritalarında Peter Len’in tasvirleri kullanılmış; atlaslar Askeri-Topografya Deposu tarafından yayımlanmıştır.
Tulça kalesinden başlayan Babadağ, Mangaliya, Varna, Burgas ve
Midiya’dan Geçerek İstanbul’a Giden Karadeniz Sahil Yolunun Askeri-Topografik Tasviri başlıklı kitap ise tarihçilerin çok büyük merakla
inceleme yapabilecekleri bir eserdir. Tasviri hazırlayan genelkurmay
levazım dairesinden Yarbay Fedor Berg’dir. Fedor Berg, 1820-1828
yılları arasında uzun süre Münih’te, Roma’da ve Napoli’de büyükelçiliklerde çalışmıştır. 1828 yılında Osmanlı-Rus savaşında general
olmuştur.
Fedor Berg savaştan önce 1819 yılında İstanbul’dan bugün
Ukrayna’daki İsmail şehrine kadar uzanan bir seyahata çıkar. Yoldan
detaylıca yazılmış notları Karadeniz Sahil Yolunun Askeri-Topografik Tasvir” temelinde oluşmuştur. Ayrıca kendi tasvirini hazırlarken,
187
OSMANLI İSTANBULU III
Fransız mühendisler Lafite-Klave ve Kauffer tarafından toplanmış
bilgileri de kullanmıştır.
Fransuva Kauffer 1784 yılından itibaren İstanbul’da Fransız
Büyükelçiliği’nde çalışmıştır. Daha sonra Osmanlı hükümetinin daveti ile mühendis olarak araştırmalarına İstanbul’da devam etmiştir.
Aynı dönemde 1783 yılında beri kale-hisarlarının rekonstrüksiyonu için Fransa’dan mühendis Lafite Klave gelmiştir.
Stroganov Kütüphanesi’nde Lafite Klave’nin Rusça’ya da çevrilen İstanbul-Oçakov (Özi) Yolunun Tasviri başlıklı bir kitap bulunmaktadır. Lafite Klave 1784 yılının Nisan-Eylül aylarını seyahatte
geçirmiştir. İstanbul’dan çıkarken Davut Paşa Sarayı, Küçük Çekmece ve Büyük Çekmece’den geçerek Çorlu, Lüleburgaz, Hacıoğlu Pazarcık, Mangaliya, Akkerman, Özi kalesine kadar uzanan yolu
detaylı olarak anlatmıştır. Lafitte Klave ayrıca yol boyunca gördüğü
insanların yaşama şekillerine meraklıymış. Her köy veya kasabada
yaşayan toplulukların etnik özellikleri, gelenekleri, evleri, yapı özellikleri, mutfakları, tarlalardaki hasat şekilleri hakkında açıklamalar
yapmaktadır.
Güney Ukrayna tarihini araştıran tarihçiler için Lafitte Klave’nin seyahatnamesi çok zengin bir kaynaktır. Evliya Çelebi gibi
Lafitte Klave’nin açıklamalarında Akkerman kalesi, Hocabey kalesi
(Odesa) ve Özi kalesi (Oçakov) yapı özellikleri hakkında detaylar ve
onların genişleme potansiyeli üzerine bilgiler vermektedir.
Stroganov Kitap Koleksiyonu’nda daha bir önemli kaynak olarak 12 haritalı bir atlas olan İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının ve
Karadeniz Sahilleri Üzerindeki Önemli Yerlerin Çizimleri ve Tasvirleri.
1807 Yılında Majesteleri Çarın Haritacılık Deposunda Bulunan Orijinal Çizimlerin ve El Yazmalarının Gravürlü Derlemesi söylenebilir.
Bu atlas hazırlanırken daha çok Lafitte Klave, Fransua Kauffer, astronom Tondü, deniz subayları Trüge ve Düvertom tarafından toplanmış bilgiler ve araştırmalar kullanılmıştır.
Ayrıca, kütüphanede Stroganov’un el yazması kataloguna göre,
büyük miktarda topografik haritalar varmış. İkinci Dünya Savaşı döneminde kütüphane bombaladığından dolayı ondan çok az bir şey
kalmıştır.
188
18.
VE
ODESSA BİLİM KÜTÜPHANELERİNDEKİ
19. YÜZYILLARA AİT İSTANBUL TASVİRLERİ
Topografı tasvirleri ve haritaları sadece özel bir hazırlıkla ve
uzmanlar tarafından yapılabilirdi. Onların da bu bilgileri toplarken
azami hassasiyet göstermeleri gerekmektedir. Kaynakları araştırırken
entegre bir yaklaşım ile fiziksel, coğrafi, etnografik ve ekonomik tanımı notlar ve zaman zaman tarihsel pasajlar ile bilgileri toplayabilirmiş. Bundan dolayı XVIII. ve XIX. yüzyıllardaki İstanbul üzerine
araştırma yapanlara askeri-topografik kaynakları kullanmalarını vurgulamak gerekir.
Üçüncü grupta Hacılara ait seyahatnameler bulunmaktadır.
Bu tür yayınlardan ilki: XII. Yüzyılda Novgorod Başpiskoposu Antoni’nin Çargrad (İstanbul) Seyahatnamesi’dir. Seyahatnameyi yayımlayan editör olarak Pavel Savvantov 1872 yılında yazdığı giriş kısmında ortalama okurlar için Osmanlı İstanbul’un durumu hakkında
açıklamalarda bulunmuştur.
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda hacılık yapmak popüler bir hale
gelmiştir. Bunlara ait yazmalar 1705 yılında Aynoroz’a ve Çargrad’a
Hac Yolculuğu, 1721 yılında Çargorod’dan Geçerek Kudüs’e Hac Yolculuğu ve diğer notlar kitap olarak yayımlanmış. Fakat bolşeviklerin
iktidara gelmesinden sonra Odessa bilim kütüphanelerindeki bu
yazmalara kaybolmuştur.
189
OSMANLI İSTANBULU III
Notlar:
1. В литературе имеются разночтения относительно имени
автора: в электронном каталоге Российской государственной
библиотеки он фигурирует как Петр, Глиноецкий Н. П. в
«Истории Генерального штаба» называет его Федором, а в
«Списке воинскому департаменту, и находящихся в штате при
войске, в полках, гвардии, в артиллерии и штаб-офицерам… 1789
года» есть упоминание о секундант-майоре Квартирмейстерской
части Иване Лене. В «Сводном каталоге русской книги. 18011825» упоминается только фамилия Лена, как составителя.
2. Шарль Рене Фуркруа де Рамекур (Charles Rene Fourcroy de Ramecourt, 1715-1791) генерал-майор, директор Корпуса
королевских военных инженеров, был другом Лафитта-Клаве и
поддерживал с ним активную переписку на протяжении всего
пребывания, последнего, в Турции.
3. Вероятнее всего, имеется ввиду лейтенант Дюверн,
сопровождавший Лафитта-Клаве во время путешествия в
Очаков в 1784 г.
Referanslar:
1. Arakcheev Aleksey Andreevich – «vsesilnyiy vremenschik».
[Arakcheev Aleksey Andreevich – «almighty favourite» ] Uzantısı
verilen şu adresten erişmek mümkündür: http://articles.excelion.ru/
science/history/world/46187334.html (erişim tarihi: 2010).
2. Berg. Entsiklopedicheskiy slovar. [Encyclopedic dictionary].
T. 6 . Saint Petersburg, 1891. P. 487-488.
3. Glinoyetskiy N. P. Istoriya russkogo generalnogo shtaba
[The history of Russian General Staff ]. T. 1, Saint Petersburg, 1883.
VII, 427 p.
4. Dantsig B. M. Blizhniy vostok [The Near East]. Moscow,
1976, 360 p.
5. Zapiski voenno-topograficheskogo depo … izdannyie direktorom onogo depo general-leytenantom Shubertom [Reports
of military topographical depot … published by director of the
190
18.
VE
ODESSA BİLİM KÜTÜPHANELERİNDEKİ
19. YÜZYILLARA AİT İSTANBUL TASVİRLERİ
mentioned depot lieutenant-general Shubert]. Ch. 1. Saint Petersburg, 1837. XV, 362 p., 1 f. kart.
6. Istoriya otechestvennogo vostokovedeniya do seredinyi XIX
veka [The history of domestic oriental studies to the middle of 19th
century]. Moscow, 1990, 435 p.
7. Sapozhnikov I. V. Opisanie Odessy i Severnogo Prichernomorya 1780 godov [The description of Odesa and the Nothern
Black Sea costal territories of 1780s]. Ilichevsk, 1999. 80 p.
8. Sobranie vseh pomeschennykh v vedomostyakh obeikh stolits s 1787 po 1791 god vklyuchitelno, relyatsii o voennykh deystviyah protiv nepriyateley rossiyskoy imperii … [Collection of all
relations about hostilities against the Russian empire published in
gazettes of both capitals]. Ch. 1. Moscow, 1791. [2], 212 p.
9. Spisok voinskomu departamentu, i nakhodyaschimsya v shtate pri voyske, v polkah, gvardii, v artillerii i pri drugih dolzhnostyah
generalitetu i shtab-ofitseram, takzhe kavaleram voennago ordena i
starshinam v irregulyarnykh voyskakh 1789 goda [The list of military department being on the strength not only in army, regiments,
guards, artillery but on other posts, generals and field-officers as well
as awarded the order and officers in regular army]. Saint Petersburg,
[1789]. 340 p.
10. Feldman V. S. Fond A. G. Stroganova v Nauchnoy biblioteke Odesskogo natsionalnogo universiteta im. I. I. Mechnikova [A.
G. Stroganov special collection in the Scientific Library of the Odesa
I. I. Mechnikov National University] Visnik Odeskoho natsionalnoho universytetu. Ser. Bibliotekoznvstvo, bibliografoznavstvo, knigoznavstvo [Odesa National University Herald. Series: library studies,
bibliography, bibliology]. Odesa, 2007, t. 12. № 4, pp. 144-152.
11. Marie-Gabriel-Florent-Auguste de Choiseul-Gouffier.
Available at: http://www.nlr.ru/ar/staff/shuaz.htm. – (accessed 2010).
12. Fonlogue de. Un officier du génie en mission a Constantinople au XVIII siecle : le major Lafitte-Claver. Revue du genie
militaire paraissant tous les mois trente-troisiиme année. Nancy-Paris-Strasbourg, 1935, t. 57, l-re livraison Juillet, pp. 393-438.
191
OSMANLI İSTANBULU III
13. Hitzel F. Les relations franco-turques а la veille de l’expédition. La campagne d’Egypte 1798-1801. Mythes et réalité. Paris,
1998, pp. 43-58.
14. Tholin, G. E. Les papiers du général Lafitte-Clavé. Bulletin historique et philologique du comité des travaux historiques et
scientifiques. Paris, 1893, année 1893, № 1, pp. 61-63.
Приложение / Ek:
1. Военно-топографическое описание береговой дороги
Черного моря, от крепости Тульчи чрез Бабадаг, Мангалию,
Варну, Бургас и Мидию в Константинополь / Составленное
в канцелярии генерал-квартирмейстера Главного штаба
Его императорского величества из сведений собранных
Квартирместерской части полковником Берхом в 1819 году, и
записок французских инженеров Лафита в 1788 и Кауфера в 1796
годах. – Санктпетербург: печатано в типографии Генерального
штаба, 1822. – 78 с.; 8°
2. [Лафитт-Клаве Ж.] Описание пути от Константинополя
до Очакова / [Ж. Лафит-Клаве]. – Санктпетербург: печатано в
типографии Генерального Штаба, 1821. – 92 с.
3. Лен. Военно-топографическое описание дороги из
города Галаца чрез Правади в Люле-Бургас (тож Араба-Бургас)
лежащий по дороге из Адрианополя в Константинополь / Лен.
– Санктпетербург: печатано в типографии Генеральнаго штаба,
1822. – 45, [1] с.; 8°.
4. Лен. Военно-топографическое описание дороги от
Журжи и Рущука чрез Шумлу в Константинополь / Лен. –
Санктпетербург: печатано в типографии Генеральнаго штаба,
1821. – 42 с.; 8°.
5. Маршрут от Рущука до Саман-Стефана / черченый
кантонистами 3-го отделения Военно-топографического депо.
– [Спб. : Военно-топографическое депо, 18…]. – [4] c., 24 л.
карт.; 8°.
192
18.
VE
ODESSA BİLİM KÜTÜPHANELERİNDEKİ
19. YÜZYILLARA AİT İSTANBUL TASVİRLERİ
6. Маршрут от Галаца до Арабабургаса / черченый
кантонистами 3-го отделения Военно-топографического депо.
– [Спб. : Военно-топографическое депо, 18…]. – [4] c, 22 л.
карт.; 8°.
7. Маршруты по главным направлениям в Бессарабии,
Молдавии и Валахии… / из сведений собранных офицерами
квартирмейстерской части в последнюю турецкую войну с 1806
по 1812 год. – Санктпетербург: типография Генерального штаба,
1822. – [24] л.; 8°.
8. Чертежи и описания проливам Константинопольскому,
Дарданельскому и главным местам турецкого владения по
берегам Черного моря лежащим / собраны и гравированы 1807
года при Его императорского величества Депо карт из разных
оригинальных чертежей и рукописей в оном Депо хранящимся.
– [СПб., 1807]. – 12 л. карт.
193
Visual Representations of
Constantinople/Istanbul and other
Images in Mural Paintings and Artifacts
of the Late Ottoman Centuries in Albania
Dorina Arapi
Ulusal Tarih Müzesi Arnavutluk
Due to its geographical position, historical events and social
circumstances, Albania has served as a crossroad to great empires.
For centuries different cultural influences were encountered and a
network of ideas, perceptions and concepts created interesting strata of imaginary boundaries, proximity and remoteness. Albania was
strategically located; via Egnatia that led from Dyrrhachium (modern Durrës, Albania) to Constantinople served as a east-west route
and for a long time was known as “the main artery of the byzantine
heart”.1 Over the centuries, the Byzantine Constantinople and the
Ottoman Istanbul were perceived as the main cultural centers to be
linked and related to. Constantinople spread its influence on Byzantine culture in Albania over the many centuries. Following the
downfall of the Eastern Roman Empire in 1453, the tradition of
1 Pëllumb Xhufi, “Ndarja e Shqipërisë nga Bizanti”, in Studime historike,
Akademia e Shkencave e Republikës së Shqipërisë, Instituti i Historisë,
Tiranë, 1-2 (1999), p. 24.
195
OSMANLI İSTANBULU III
Haremlik
Kaplan Paşa
making icons by following the rules of the Christian orthodox art
still prevailed.2 This period, known as the era of Post Byzantine art,
entered into a new phase. Innovation in iconography was enriched
with new artistic elements. The Ottoman Empire conquered Albania in the fifteenth century and its cultural influence affected many
aspects of Albanian cultural life. Despite local traditions, Ottoman
visual culture had an impact on local culture, especially in introducing
models of visual representation, new themes in mural paintings and
new patterns of decorations. Therefore, during the eighteenth and
nineteenth centuries, decorative elements, urban and architectonic
landscapes, picturesque scenes of Istanbul were incorporated into the
composition of the mosques and houses.
Byzantine Constantinople and Ottoman Istanbul was the “super-city”3 which embodied major changes. The two empires attempt2 Lyn Rodley, “The Byzantine Context”, Angeliki Lymberopoulou and
Rembrandt Duits (eds.), Byzantine Art and Reinnassance Europe (Ashgate,
2013), p. 34.
3 Speros Vryonis, Jr., “Byzantine Constantinople and Ottoman Istanbul.
196
VISUAL REPRESENTATIONS OF CONSTANTINOPLE
ed to bring the city into the spotlight of their policies; it is therefore
quite understandable that the city occupied a special place in the
wall decoration of the feudal houses, and wealthy houses. During
the eighteenth and nineteenth century, the visual representation of
Istanbul turned to be the most used iconographic theme, becoming
a symbol of affiliation. The origin of this visual expression should
be traced back to the eighteenth century when Istanbul underwent
major changes. Following the stay of the imperial family in Edirne
for 40 years, Sultan Ahmed III settled in Istanbul and re-inaugurated
it as the capital of the empire. As a period marked by reformation,
the “Ottoman rule forged a new image for itself, based on visibility”.4
The transformetre of the city took place not only in its layout, but
also in the establishment of many architectural buildings as kiosks,
summer palaces, gardens and fountains.5 The reign of Ahmed III as
a period of revitalization of the public life and the city itself, returned
“Istanbul to its central position as capital of the empire”.6
The image of Istanbul should not be sought only in architectural landscapes; it appears in symbols and figurations that remind
of its power and enchantment. In the accounts of many scholars, the
iconographic theme of Istanbul in wall paintings was firstly displayed
in the mansions of the sultan since the early seventeenth century.7
Studies conducted in Albania, generally stepilate that the images
present in the mosques are usually imitations of those in Istanbul,
4
5
6
7
Evolution in a Millenial Imperial Iconography”, eds. Irene A. Bierman, Rifa‘at
Ali Abou-El-Haj, Donald Preziosi, The Ottoman City and its Parts: Urban
Structure and Social Order, Aristide D. Caratzas (New York, 1991), p. 13-52.
Ipek Tureli, “Istanbul”, in Sandy Isenstadt, Margaret Maile Petty, Dietrich
Neumann (eds.) Cities of Light: Two Centuries of Urban Illumination, (Taylor
and Francis, New York, 2015), p. 3.
Shirine Hamadeh, “Splash and Spectacle: The Obsession with Fountains in
Eighteenth-century Istanbul”, Muqarnas: An Annual on the Visual Culture of
the Islamic World, Vol. 19 (2002): pp. 123-148.
Ebru Boyar and Kate Fleet, A Social History of Ottoman Istanbul, (Cambridge,
New York, 2010), p. 3.
Carel Bertram, Imagining the Turkish House: Collective Visions of Home, (Austin,
Texas, 2008), p. 43.
197
OSMANLI İSTANBULU III
İstanbul,
Haremlik
Kaplan Paşa
and commonly found in the houses of central Albania.8 Mosques in
Albania were financed by wealthy landlords or merchants, following
the example of sultans and viziers in Istanbul.9
8 Pirro Thomo, “Aspekte të njësisë dhe ndryshueshmërisë në trashëgiminë
ndërtimore të vendeve fqinje”, Albanohellenica, 5 (2013), p. 283.
9 Koço Miho, “Kontributi i traditës vendëse në arkitekturën e xhamise tipike
të Tiranës”, Monumentet, 11 (1976), p. 192.
198
VISUAL REPRESENTATIONS OF CONSTANTINOPLE
One of the earliest mural painting dates back to the eighteenth
century, precisely 1764, the year that also marks the construction of
the house.10 The fresco is depicted in the haremlik of Kaplan Pasa
Toptan (today the Ethnographic museum of Krujë), which is located
in the city of Krujë. The Toptan family was a well-known feudal
family in Albania in the eighteenth and nineteenth centuries. They
had extensive territories in Krujë and performed different functions
in the feudal administration and in the imperial court of Istanbul.11
The Toptans were described as a important family, and their relations
with influential people in the Sultan’s court aided in maintaining
their dominance as well as solving their conflicts with the Bargjinoll
family, a feudal family of Tiranë.
In the haremlik, mural paintings decorate the bride’s room’s
upper part walls. Here, there is what appear to be the visual representation of a wrestling match, an urban landscape, two lions and
an emblem. Istanbul usually appears as surrounded by the sea, and
other figures on mural paintings display vessels on the banks, mansions along the coast and cypress trees. The city that appears on the
mural painting might be the city of Istanbul. This might be for two
reasons: the first, this iconographic theme was ubiquitous during that
period; and the second is related to the close ties that the Toptan
family had with Istanbul, with the Sultan’s court; the representation
of Istanbul on the mural painting was a further proof of the family’s
power. The urban landscape shows the city walls and various houses
with çardak. This might be a scene from the Golden Horn and the
depiction of the ships reinforces this idea. As the main entrance to
the city, until the nineteenth century, Golden Horn served as a shipyard, used for building ships, and as a port where different goods
from various countries and the Balkans arrived.12 What attracts the
attention in this painting is the portrayal of a steam boat. Presuming
10 Emin Riza, “Studim për restaurimin e një banese me çardak në qytetin e
Krujës”, Monumentet, Tiranë, 9 (1975), pp. 107-126.
11 For the family of Toptans and Bargjinoll, see : Kristo Frashëri, “Historia e
Tiranës”, Tiranë, (2004), pp. 104-116.
12 Dikmen Bezmez, The Politics of Urban Regeneration: The Case of the Golden
Horn, Istanbul, (United States, 2008), p. 125.
199
OSMANLI İSTANBULU III
Suleymaniye,
in Et’hem
Beu mosque,
Tirana
that it was sterted to be used in the Ottoman Empire in 1827,13 the
illustration of the steam boat invalidates the idea that the painting
was done in 1764, thus leading us to think that it was done years later.
Another represented scene is the wrestling match, the game of
pehlivans. This activity was performed during the wedding events (still
present in Macedonia and Gora),14 therefore it is understandable why
it appears in the bride’s room. Near the scene of pehlivans are depicted
two lions. According to the oral tradition, the two images of lions are
related to the Toptan family, representing the family’s coat of arms.15
13 Selcuk Aksin Somel, The A to Z of the Ottoman Empire, (UK, 2003), p. IX.
14 Parim Kosova, Gora dhe veshja tradicionale e saj gjatë shekullit XX, (Prishtinë,
2007), p. 18; Goranco Angelov, “The Function of the Zurla Players in the
Pehlivan Wrestling in some parts of the Republic of Macedonia”, in Fourth
Symposium of the ICTM study group for music and dance in Southeastern Europe,
(Serbia, 2014).
15 The portrayal of lions is present in many mural paintings of Gjirokastër
houses, and Konitsa houses (Greece), which makes us think that the traveler
painters preferred certain figurations, and therefore in some houses appear
the same elements.
200
VISUAL REPRESENTATIONS OF CONSTANTINOPLE
The last scene is the representation of an emblem, which is very
simple in its symbolic organization. The placement of the emblem on
mural paintings of Toptan haremlik coincides with the new measures
that were taken by the Ottoman Empire in the late eighteenth century; the renewal of the military system is associated with the military
image as the emblem. It is not clear when exactly the first official
coat of arms was designed for the Ottoman Empire;16 however, this
image indicates the importance of this family and it represents one
of the initial forms of the Ottoman emblems that appear on mural
paintings in Albania. Given the close relations that the Toptan family
had with the Sultan’s court, it would be acceptable to think that this
emblem suggests the high esteem and prestige this house held in the
eyes of the Ottoman state.17 There are depicted zurlas, drums (local
musical instruments), flags and weapons. Their way of organization
makes us think that it is a combination of local and military elements,
and an indicator of this family status.
Among many mosques built in Tiranë, the most beautiful
one (still located in the center of the city), is the Haci Et’hem Beu
mosque. Its construction was started in 1793/94 by Molla Bey and
it was finished by his son Haci Et’hem Bey in 1822/23.18 The mural
paintings date 1822/23.19
In the prayer hall, walls and domes are covered with mural
paintings.20 Exterior walls of the mosque’s portico and the mural
painting of the façade portray Istanbul. According to Kristo Frashëri,
in the painting of the mosque’s portico it is portrayed an island
with a river that flows through it where the boats sail. In one of the
16 http://www.obarsiv.com/english/Ottoman_Orders_and_Decorations.html
17 See and compare Tarkan Okcuoğlu, “Between Tradition and Modernity: The
Kayserili Ahmed Pasha Mansion and its Wall Paintings”, Synergies Turquie
no 2, Regards Sur une Langue–Culture, Istanbul, (2009): pp. 41-50.
18 Koço Miho, “Kontributi i traditës vendëse në arkitekturën e xhamisë tipike
të Tiranës”, Monumentet, 11 (1976), p. 193.
19 Machiel Kiel, Arkitektura osmane në Shqipëri 1385-1912, (Tiranë, 2012), p. 319.
20 Stilian Adhami, Monumente të kulturës në Shqipëri, (Tiranë, 1958), p. 160;
Apollon Baçe, Aleksandër Meksi, Gjerak Karaiskaj, Pirro Thomo, Historia
e arkitekturës shqiptare. Nga fillimet deri ne 1912, Tiranë, 1979-1980, p. 351.
201
OSMANLI İSTANBULU III
chronograms in the mosque, it is written that “the mosque has given
eternal beauty to the city, as Hagia Sophia has given to Istanbul”.
The author of the verses recalls the idea of Hagia Sophia, which does
not appear on mural paintings. The identification of Süleymaniye
mosque with Hagia Sophia is almost understandable. The Süleymaniye mosque, positioned on the third hill, dominated the skyline
of the city of Istanbul. Under the image of the glorious former Byzantine basilica of Hagia Sophia, the Süleymaniye mosque was seen as
a “progeny of the Hagia Sophia”.21 In this context, the Süleymaniye
seems to stand out in Istanbul’s skyline silhouette.
An element that serves as a determining factor in the identification of the mosques is the number of minarets.22 The juxtaposition
of comprehensive elements of the city and the depiction of cypress
trees and stone buildings with çardak, which appear in the same order
and repeated in the same manner, creates an aesthetically pleasing
effect. In the interior part of the Et’hem Bey mosque, on the eastern
side of the prayer hall and in the prayer area of women, Süleymaniye
mosque is shown among other landscapes, with its four minarets
as it appears in the Bachelors’ mosque in Berat.23 The Süleymaniye
mosque was a distinctive landmark and the most representantive subject of the city.24 Most of the scenes that appear in mural paintings
21 See: Fairchild D Ruggles, “Süleymaniye Mosque,” ed. Joseph W. Meri, in
Medieval Islamic Civilization. An Encyclopedia, New York and London:
Routledge Vol. I, (2006): pp. 778-780.
22 Carel Bertram, Imagining the Turkish House: Collective Visions of Home, Austin,
(Texas, 2008), p. 44.
23 This mosque was built in 1827 and its construction was ordered by Suleyman
Pasa Vlora. Since it served guild single city, the mosque is known as
mosque named Bachelors. The wall painting date 1827/1828. See: Machiel
Kiel, Arkitektura osmane në Shqipëri 1385–1912, (Tiranë, 2012); On the mural
paintings of the eastern façade of the Bachelors Mosque in Berat it is
depicted a landscape showing the Süleymaniye Mosque in Istanbul city.
See: Dorina Arapi, Uji në arte dhe zejtari në rajonin e Beratit, nga shek. IV para
Krishtit deri në shek.XIX pas Krishtit, (University of New York, Tirana, 2015).
(Forthcomming).
24 See: Carel Bertram, Imagining the Turkish House: Collective Visions of Home,
(Austin, Texas, 2008), p. 44.
202
VISUAL REPRESENTATIONS OF CONSTANTINOPLE
are not realistic paintings, but imaginary scenes that recall scenes and
architectonic landscapes, such as the Süleymaniye mosque, the tower
of Beyazid, the Bosphorus and the Golden Horn.25 The account of
the Italian architect Baglioni (around the 40’s), describes that on the
west wall of the Suleyman Pasa mosque in Tiranë (destroyed during
the WWII) it is depicted “Constantinople in details as the Saray, the
mosques, and the Theodosius Column”.26 It seems that important
monuments of the city were the subject of the wall paintings.
Given the similarity of the paintings in the prayer hall of the
mosque of Et’hem Bey with those in the prayer hall of the Bachelors
mosque in Berat, it can be supposed that not only they may have been
painted by the same master, but also common templates might have
been used.27 Unlike the prayer hall, numerous landscapes decorate
the portico of Et’hem Bey Mosque, but the mural paintings style
is not the same with these of the prayer hall’s muals of the prayer
hall. It is clearly evident that they are not the same group of artists
that worked in the prayer hall. The mural paintings in the portico
represent a higher level of painting. There might have been artists
with a certain artistic background, using the perspective despite being
limited. Painters somehow follow the rules of perspective, but in most
cases they avoided it. The distinctive pictorial style, the interpretation
of paintings and drawings and the treatment of shape and volume
suggest that there might have been two different groups of painters
with a certain artistic background. It is argued that similar interior
stylistic features of old Turkish buildings (preserved in Veroia, Kastoria, Smolyan, and Anatolia) indicate that the same group of artists,
25 Bertren, Imaging the Turkish Horse, p. 43; Carel Bertram, Imagining the
Turkish House: Collective Visions of Home, Austin, Texas, 2008, p. 43.
26 E. Baglioni, Tirana e dintorni in Albania-Guida della consociazione turistica
italiana, (Milano, 1940), p. 151.
27 See: Helmut Buschhausen, Chary Chotzakoglou, “La posizione della pittura
Albanese nell’arte bizantina e postbizantina”, Mustafa Arapi, Karoline
Czerwenka-Papadopoulos (eds.), Icone di Albania. Arte Sacra dal XIV al XIX
Secolo. Albania tra la Mezzaluna e la Croce, Catalogo della Mosta, Aprile
– Giugnio 2002, Mole Vanvitelliana di Ancona, 106-7 (No. 69) Ancona:
Provincia di Ancona, 2002, pp. 29-48.
203
OSMANLI İSTANBULU III
The emblem
who had been in Macedonia and Northern Greece, painted them.28
Inside the mosque there is a naive depiction, and in the portico of the
mosque were a group of painters, who had a well-rounded knowledge
of the art of painting, although an empirical knowledge in the usage
of perspective.
Since it was not possible to follow the rules of the perspective,
the visual expression of Istanbul was imaginary rather than being
captured en plein air. There were frequent attempts to represent a
part of the city in the form of an island as it appeared in the portico
of the Et’hem bey mosque. The artist was oriented toward the idea of
the city on seven hills where every hill had its monument. Depictions
always recall important monuments that serve as points of reference
for the viewer. The foundation of Constantinople as the New Rome
inspired the idea of city the with seven hills. Because of the city’s
topography and the artistic aspect, the city resembles island-like hills,
as it appears in the portico Et’hem bey mosque.
28 Machiel Kiel, Arkitektura osmane në Shqipëri 1385-1912, (Tiranë, 2012), p. 319.
204
VISUAL REPRESENTATIONS OF CONSTANTINOPLE
The way Istanbul appears in the mural paintings of Et’hem
bey Mosque is pertico reminds us of the engravings of eighteenth
and nineteenth cultures, such as for example, the engravings of Martin Sturtzenbecher, Ludwig McFarlane and Charles Wrangel.29 We
do not know if/how these engravings ended up in the hands of the
artists, but if we take into consideration that most of the paintings
were executed by travel painters, we can assume that they came into
contact with such engravings.
For the post byzantine art it was somehow different. The icons,
as holy images, had a spiritual function. They could make the believer assimilate the contents of religious texts through image. So
the artist had to follow the idea and not the reality. The canonic
rules of Byzantine art helped the believer to understand the scenes
from holy texts through the depiction of saints, portraits and nature.
Everything was painted far from reality, not a materialistic referring
to world, it was “indifferent towards the faithful depiction of the
sensible world and that it favored the reproduction of established
iconographies types”.30
A particular iconographic theme of the later Orthodox Christian art in Albania shows in the background of the icon the city of
Constantinople with its transformation. The former Constantinople
is depreted; but signifirent elements from the Islamic mosques are
inceperated, such as of the Islamic mosques, as the minarets31 that
rise high above in Constantinople’s skylme.
29 For a comparison and analysis see the engravings: Martin Sturtzenbecher,
Vue de Constantinople prise du palais de suède à Pera 1791; Charles Mac Farlane,
Constantinople in 1828. A residence of sixteenth months in the turkish capital
and privinces: with an account of the present state of the naval and military power,
and of the resources of the Ottoman Empire, (London, 1829); Ludwig Wrangel,
Flüchtige skizzen aus ost und süd, gesammelt auf einer reise nach wosnesensk,
(Odessa, Constantinopel, Smyrna, Athen und Corfu, 1839).
30 Maria G. Parani, Reconstructing the Reality of Images. Byzantine Material
Culture and Religious Iconography (11th-15th Centuries), (Brill, Leiden, Boston,
2003), p. 2.
31 Myslim Hotova, Besimi dhe Qytetërimi. Bashkëudhëtarë, (Tiranë, 2011, U.F.O
Press), pp. 180-182.
205
OSMANLI İSTANBULU III
The Icon “The Life-Giving Spring” is painted in the workshop of Joan Çetiri.32 The iconographic theme of “The Life-Giving Spring” (Zoodochos Pighi) is related to the church that bears
the same name with that in Constantinople. During the Ottoman
period it seemed as if there were fish in the pond and the entire
neighborhood was named Balukli or Balıklı, meaning “fish pond” in
Turkish.33 The fish are related to a legend about a monk in the Balıklı
monastery. The legend tells that the monk was frying the fish when
he heard the news that Constantinople was captured by the Turks;
he said that he would believe it only if those fish stared to swim in
the life-giving spring, something that actually happened.34 Several
later icons of “The Life-Giving Spring” depicted fish in the pond.
The monastery was revived after two reconstructions, respectively in
1727 and 1835,35 and the fame of the icon spread to those places with
healing sites.36 Based on the rules that define the Byzantine art, in
the icon’s background appear buildings that portray Constantinople
32 The story about a soldier named Leo, which goes back around the year 450
AD, outside the Byzantine city walls of Constantinople. Suddenly Leo sees
before him a blind guy, who was asking water to quench his thirst. A woman’s
voice spoke to him saying that the water is near you. Leo followed her advice
and came just as he heard the voice; the blind regained sight and he beat thirst.
Years later Leo would become King her as Leo I, and to honor the name
of Holy Mother Theotokos, built a church on the name of the life-giving
spring. On the icon is depicted the Virgin holding the Christ Child placed
on a fountain. All the figures are gathered around her and the fountain which
she approached to be headed in the miroculas water.
33 Jens Fleischer, The Mother of God –The Life-Giving Fountain, in Søren
Kaspersen, Ulla Haastrup (eds.), Images of Cult and Devotion Function and
Reception of Christian Images in Medieval and Post-Medieval Europe, (Museum
Tusculanum Press and the authors, Copenhagen, 2004), pp. 255-264.
34 Alfredo Tradigo, Icone e Santi d’Oriente, Mondadori Electa, (Milano, 2004), p.
193.
35 Moutafov Emmanuel, “Monastery of the Zoodochos Pege at Balıklı, extra
muros”, Encyclopaedia of the Hellenic World, Constantinople, URL: <http://
kassiani.fhw.gr/l.aspx?id=11780>
36 Andreas Andreopoulos, Gazing on God: Trinity, Church and Salvation in
Orthodox Thought and Iconography, (Cambridge, United Kingdom, 2013), p. 96.
206
VISUAL REPRESENTATIONS OF CONSTANTINOPLE
in a simple way. The depiction of the mosques minarets in this icon
is a rare representation of this iconographic theme.37
The representation of Constantinople in this icon might be
related to the changes in image, the architectural landscape of Constantinople and the monastery itself, which might be linked to the
changes that the city encountered during the eighteenth century. In
that century, the fountains were a central feature of visual and literary representations of Istanbul, and the proliferation of fountains
and elegant architectural embellishment of watering places in the
eighteenth century was widespread.38 This change found resonance
also in the Orthodox Christian world. The representation of Islamic
elements in objects of devotion among Orthodox Christians implres
that this scene was permitted in Constantinople. From 1703 until
1809, around 370 fountains and 250 çesmes were built in different
areas of the city.39 The large number of constructions that featured
these architectonic elements had either an aesthetic function or a
spiritual one. During the eighteenth century, there was a revaluation
of the pagan elements, as it was believed that the water had an mystical aspect. The idea of the water as a mystical element was used as
a religious triumph as well.40 This led to the construction of many
fountains and a desire to decorate with architectonic elements the
places with healing water.41 This trend was reflected in the Christian
37 Myslim Hotova, Besimi dhe Qytetërimi. Bashkëudhëtarë, (Tiranë, 2011), U.F.O
Press, pp. 180-182. According to Hotova, this icon represents the religious
tolerance in Albania. Another icon, dating the first half of nineteenth century,
is “The life-giving spring” of Mihal Anagnosti. The central figure is the
Holy Mother and the Christ child who stand on a marble fountain. On the
background of the icon is depicted the city of Constantinople with the city
walls. The depiction of Constantinople seems to be more related to a “realistic”
depiction of the walls. As the legend says, the history takes place near the
Golden Gate in Constantinople.
38 Bradley, Water, p. 125.
39 Shirine Hamadeh, “Splash and Spectacle: The Obsession with Fountains in
Eighteenth-century Istanbul”, Muqarnas: An Annual on the Visual Culture of
the Islamic World, Vol. 19 (2002), pp. 123-148.
40 Bradley, Water, p. 126.
41 Bradley, Water, p. 125.
207
OSMANLI İSTANBULU III
Orthodox icons as well as in the fountains and çesmes. The placement
of the high minarets on the architectonic landscape of Constantinopole shows that the monastery with healing spring was a destination for not only Christians pilgrimage, but also for Muslims.42 The
spread of this iconography and the idea of the water as a religious
triumph is strongly connected to the idea of the revival of the church
during the eighteenth century which considers the water as a political triumph as well.43 The idea of the universal church is reflected
in the rare iconographic theme of “The First Ecumenical Council
the Battle of Mulvian Bridge”.44 Also the appearance in the post
Byzantine iconography of Saint Constantine with the scepter seem
42 Basilius J. Groen, “Wash your sins, not only your face”: Therapeutic Water
and the Evolution of the Small Water Blessing in the Greek-Byzantine
Tradition, in Eds Diliana Atanassova,” in Tinatin Chronz (Hg.) Beiträge zu
Gottesdienst und Geschichte der fünf altkirchlichen Patriarchate für Heinzgerd
Brakmannzum 70, Geburtstag Orientalia–Patristica–Oecumenica Vol.6, 2,
(Lit Verlag GMbH and Co. KG, Wien, 2014), p. 259.
43 Bradley, Water, p. 126.
44 The icon was painted by Joan Athanasi in 1765.
208
VISUAL REPRESENTATIONS OF CONSTANTINOPLE
to be related to the spiritual awaking of the church in the eighteenth
century.45 After the abolishment of the autocephalous archdioceses in
the eighteenth century, the ecumenical ideology was seen as an idea
to raise the religious spiritual awakening of the church and the restoration of the Byzantine Empire.46 As a result, the transmission of this
idea was translated into symbolic figures such as Saint Constantine.
The dynamism of Constantinople is embodied in all the artistic
changes of the time, as well as the relationship and cultural exchanges
between them. In one way or another, the city had been a meeting
point, the beating heart for both empires. Due to its geographical
position, political importance, the city was the perfect matrix for “the
imperial iconography”,47 as Vryonis would say.
45 For an iconography of Saint Constantine see: Ioannis P. Chouliarás, “The
Depiction of Saint Constantine in Postbyzantine Monumental Art in Epirus
and Macedonia. Iconographical Particularities,” in Miša Rakocija (ed.) in Niš
and Byzantium, (Nis, 2014), pp. 433-442.
46 Eleonora Naxidou, “The Transition from Ecumenical Tradition to a
Multinational Perspective: The Historical Evolution of the Orthodox Church
in the Ottoman Empire” Plamen Mitev, Ivan Parvev, Maria Baramova, Vania
Racheva (eds.), Empires and Peninsulas: Southeastern Europe between Karlowitz
and the Peace of Adrianople, 1699-1829, Lit Verlag Dr. W. Hopf, Berlin, 2010,
pp. 149-152.
47 Speros Vryonis, Jr., “Byzantine Constantinpole and Ottoman Istanbul.
Evolution in a Millenial Imperial Iconography,” Irene A. Bierman, Rifa‘at
Ali Abou-El-Haj, Donald Preziosi (eds.), The Ottoman City and its Parts:
Urban Structure and Social Order, (Aristide D. Caratzas, New York, 1991), pp.
13-52.
209
The Perception of the City in Topographic Works
of Yeremia Chelebi Qyomurtchyan
Gayane Ayvazyan
The Mesrop Mashtots Institute of Ancient Manuscripts, Ermenistan
The literary merit of Yeremia Chelebi Qyomurtchyan (16371695) contains an extensive experience of cultural multi-layer interpenetrations and relations. One of Qyomurtchyan’s original features
consists in his ability to combine Armenian self-consciousness and,
on the other hand, the Ottoman civil consciousness of the 17th century. He was born and spent his life in the Ottoman capital, becoming the bearer of the city culture and a competent citizen. This fact
is clearly differentiated within all the historical heritage of Yeremia
Qyomurtchyan. However, his topographical works have not only
crystallized the author’s historical perspectives and preferences, they
also represent a firm and harmonious combination of the city and
its citizen.
In addition to the structural approaches, the works encompass
the great passion of the author towards the city. While describing
the city, the author’s egocentrism steps back, he makes the city speak
for itself and move forward solely in Qyomurtchyan’s works. Among
the literary rich and voluminous heritage of Qyomurtchyan, we
would like to mention his topographies, which are created in a vivid,
211
OSMANLI İSTANBULU III
unconstrained and fascinating style and in a lively rate. The author
has paid tribute as much as possible to his creative imagination, using
a variety of allegoric images, stories, conversations, songs (mainly
used the art of Qaafiyaa), some of which he work himself and some
of which he related from ofhers.
The topographies dedicated to Constantinople / Istanbul (we
use both names of the city in accordance with the principles applied
by the author) are the following: “The brief description of Constantinople’s strait” (“Hamarōt storagrut’iwn K. Polsi neğutsi”), “History
of Constantinople’s fire” (“Patmut’iwn hrakizman Kostandnupolsoy”) and “History of Istanbul” (“Stampōloy patmut’iwn”). We can
definitely assume that the last two works have been ordered by the
Armenian political elite of that period. As to the “Brief description
of Constantinople’s strait”, it is a composition in verse, which provides us with some information concerning the villages and other
settlements situated in Bosphorus (in Turkish - Boğaziçi) (in Turkish Boğaziçi, note that the author lists both the ancient and contemporary noues) both their ancient and contemporary names. The
current place of this work is unknown, but there are other traces
closely connected to it. The grandchild of Komitas Qyomurtchyan
- Kozmas Qyomurtchyan (Cosimo de Carpognano), who was the
translator of the Spanish Embassy in Constantinople, wrote a book
in Italian1 devoted to the topographical description of the city. There,
he also describes the strait, and in the words of Ghukas Intchitchyan,
“mentions only the names of important villages, using also both their
ancient and contemporary names.”2 V. Torgomyan, who had the opportunity to compare the two above mentioned works of Yeremia
and Kozmas Qyomurtchyans, shows that Kozmas used his forefather’s work: in some places he just quoted him, adding only his own
1 Cosimo Comidas de Carbognano, Descrizione topografica dello stato presente
di Constantinopoli, Bassano, 1794, see Turkish translation: Cosimo Comidas
de Carbognano, 18. Yüzyılın Sonunda İstanbul, (çev. Erendiz Özbayoğlu)
(Istanbul, 1993).
2 Ł. Inčičean, Amaranots biwzandean, see Yarajabanut’iwn, (Venice-S. Lazzaro,
1794), p. 6. Ašģarhagrut’iwn chorits masants ašģarhi, volume V, (Venice-S.
Lazzaro, 1804), p. 156.
212
THE PERCEPTION OF THE CITY IN TOPOGRAPHIC WORKS
OF YEREMIA CHELEBI QYOMURTCHYAN
comments.3 In addition, as shown in works of T. Palyan4 and Gh.
Intchitchyan, the two Qyomurtchyans applied the same principle
while describing the topography of Bosphorus strait. There is no
doubt that Kozmas Qyomurtchyan was familiar with the work of
his grandparent, and in fact, this is the translation that Trdat Palyan
writes about. It is unclear whether Kozmas Qyomurtchyan made the
literal translation of this work or simply transmitted it, in accordance
with the traditions of the time. We think that even if the original is
never to be found, it can be restored (at least semantically) on the
basis of the translation.
The next work entitled «History of Constantinople’s fire»5 is
based on the description of the fire, which occurred on July 14, 1660
in Constantinople and destroyed almost the half of the Ottoman
capital. The title of the work doesn’t belong to the author: Yeremia
Qyomurtchyan calls his book «Book of Fire», «The Large Fire» or
just «The Large». The author divided the book into six parts. We
would like to draw attention especially to the auther’s approach
author concerning the question of chronology. He dates the fire
according to the Armenian, Arabic, and Persian chronological calendars, he also associates the dates with the years in office of a
series of contemporary preeminent leaders and Armenian, Greek
and Catholic religious leaders. Generally, all the fires occurred in
Constantinople won Qyomurtchyan’s attention. Thus, he writes
about the fires that occurred from 1565 to 1694 in another book
entitled «Annalistic History». But the above mentioned fire of 1660
was perhaps the largest and the most destructive of all the fires that
Qyomurtchyan witnessed. It turns out that Qyomurtchyan had the
idea to write down this story while writing his «Annalistic history»;
however he considered the description of the fire too complicated
3 Eremia Chēlēpi K’eomiwrčean, Stampōloy patmut’iwn, ašģatasirut’eamb V.
Torgomeani, volume II, (Vienna, 1932), p. 475 (see also-ibid vol. I, III, Vienna,
1913, 1938). V. Torgomyan mentions that it was a very singular exemplar of the
book and belonged only to the library of Antonyan congregation of Ortaköy.
4 “Biwrakn”, (K. Pōlis, 1898), N 34-35, p. 612.
5 Eremia Chēlēpi K‘ēōmiwrčean, Patmut‘iwn hrakizman Kostandnuwpōlsoy,
hrat. G. Bampuk‘čean, (Stanpul, 1991), 184 p.
213
OSMANLI İSTANBULU III
to include in that work and decided to devote another to that natural disaster. The author chese certain principles to present the fire:
although he succeded in his endevar to reveal the whole panic and
the chaotic situation caused by the fire, are can ecsily understand by
a careful reading that his focus was mainly on specific topographical
areas. The author outlined the fre’s noute as it spread from northsouth, east-west, guided mainly by city wall gates: according to this
the fire begen in Ayazma gapı and then spread two directions: in
the western part it reached Unkapanı and stopped there. The fire
also spread mainly to the east, southeast and south, and, the fates
numbered between twelve and two 2 were destroyed by the fire to a
lage extent. After burning the city walls, the fire perelrated into the
city (from Unkapanı until Samatyakapı). As a result, exactly half of
the 26 fates, which included also half of the urban areas, were burnt.
In addition, this topographic work describes architectural designs
in various public places in Constantinople/ Istanbul of the second
half of the 17th century, and contains valuable information concerning the city’s economy and infrastructure. These information
are of is of statistical nature and sometimes represent concrete data
about the damage caused by the fire. It claimed the lives of 3,000
people, burnt 1070 large and small mosques, 36 synagogues, 9 and
churches damaged more than 200 wells, 90 bath-houses, 45 bakeries, 18 bazaars, and so on. The author confesses that he was not
able to mention all the data concerning numerous palaces, houses,
schools, shops, pools, parks and other attractions destroyed by the
fire. Based on the number of witnesses and victims’ testimonies,
Yeremia Qyomurtchyan also preyides the overall picture of the psychological pressure on the Istanbul, within the context of material
losses of individuals or groups the author provides some important
data concerning the ethnic and social composition of the city, as
well as their occupations.
While writing about destructions caused by the fire, Yeremia
Qyomurtchyan mentiones even the exact time of the day and the
total duration of the fire, it started on Saturday, lasted 7 hours, then
continued on Sunday. It was put out on Monday at 11 pm, in other
words, it lasted 42 hours.
214
THE PERCEPTION OF THE CITY IN TOPOGRAPHIC WORKS
OF YEREMIA CHELEBI QYOMURTCHYAN
The author found original and creative solutions in his «History of Istanbul». In both topographies he used an interesting feat by
representing the city both from literary and documentary positions.
So, the text is attractive and easy to read and one can find there real
and imaginary figures, which were put in motion by the imagination
of the author. As to the core of the work, it is composed of a well-designed and very pragmatic text that is structured around a certain
geographical axis and is developing with a certain logical precision.
It should also be mentioned that although the above-mentioned fire
was too rapid and lasted only two days, It took Yeremia Qyomurtchyan eleven years (1661-1672) to describe these two later days. He
spent 20 years (1661-1682) to represent the pleasant and interesting
walk of a foreigner with a citizen of Istanbul. Of course we do not
contend that he spent this period of time working only on these two
topographies, he pened many other works during this period and
he was engaged in political and economic activities. Still, we can
assume that the apparent lightness of the work has a more profound
and reasonable basis. According to Qyomurtchyan, the «History of
Istanbul» (that was also called «The Walk» by the author), has a «concise» statement and contains only the description of the gates of the
city walls: the description of intramures is missing, as it belongs to
another «style of writing», (according to the author). However, some
of the city’s interior is described anyways. The author begins his tour
from the gates of Constantinople’s walls, consistently describing all
26 of then door names, such as Odun Kapı, Balat Kapı, Eğri Kapı are
not listed. After the description of the gates of Istanbul, the author
comes out of the 26th gate and goes by a boat to Ayvansaray, on the
left shoe of the Golden Han towards the left shore of The Golden
Horn. From there, he cresses to Kağıthane, on the other side, and
then moves south towards Sütlüce and finally Galata, at the Junctren of the Golden Han and the Bosphorus. The Golden Horn and
appears on the right shore called Kağıthane, then he moves to the
south, where was situated the settlement called Sidliche. The walk
in The Golden Horn continues to the south, taking the reader to
a settlement called Galata, which was situated exactly where The
Golden Horn and the Bosphorus are dividing: First, he describes
the 9 gates of Galata walls, and then talks about the settlement. After
215
OSMANLI İSTANBULU III
Galata his route continues along the Bosphorus, more specifically,
along its right shore towards north part - Dolmabahçe, Beşiktaş, Ortaköy, Defterdar Burnu, Kuruçeşme Burnu, Arnavutköy, Akıntıburnu,
Bebek Bahçe, Rumelihisarı, Yeniköy, Tarabiye, Kefeliköy, Kırkağaç,
finally reading Fener, on the southen share of the Black Sea. He then
crosses to the Anadolu side which he does not describe in datel. Only
the half of the eastern part of the strait is described topographically,
beginning with Anadolu Hisarı. The account then the topographic
history gradually unfolds to the south, (Gülbahçe, Çengelköy, Üsküdar, Kadıköy, Fenerbahçe) as well as their nearby settlements and
architectural monuments. Thus, we can find in topography the walls
of Constantinople, some parts of the city, two shores of The Golden
Horn, western bank of the Bosporus, some locations in the southern
of the Black Sea, then the eastern shore of the Strait.
The work is based on a traditional allegoric symbol of a city
(personification): the author endowed the city with human physical
characteristics. He believes that the head of the city is the East, his
feet are located in the western part, his face is turned towards Scythia
and so on. This image is repeated many times in different parts of
the work. In addition to the topographical data, the work also contains valuable information concerning the demographic image of the
city. Even though the precise statistical data is missing the numerous
layers of the source allow us to imagine the urban population’s ethnic composition, religious belonging, occupations, lifestyle, cuisine,
transportation and other issues. «History of Istanbul» is a particularly valuable source of data concerning non-Muslim communities
(millets) in the Ottoman Empire. The vast majority of non-Muslim
population of Constantinople were Greeks, Jews and Armenians,
which are represented in the work (we can even find some statistical date). Yeremia Qyomurtchyan’s testimonies concerning shedding
light on other elements of perticulerines of Istanbulnotes are also very
informative and detailed: Europeans were also in the center of the
author’s attention: he called them “Frank” although he was diversifying European countries.
The other set of questions that Ire at the core of the account
is concenol with refers to the properties of communities, churches,
216
THE PERCEPTION OF THE CITY IN TOPOGRAPHIC WORKS
OF YEREMIA CHELEBI QYOMURTCHYAN
springs and ponds, parks, cemeteries. The work depictures in detail
the activities of these peoples: to, Greeks were in a leading position
in shipbuilding industry, many of them were captains, others owned
large ships. They were sailing along the Danube River, and their main
direction was towards the Crimea. Trade was also a quite common
and popular occupation among the Greeks. They were dealing mainly
with wheat, wood, millet and barley trade. Jewish men’s occupation
was butchery, fishing, grocery and candle making. Qyomurtchyan’s
data on Gypsy life style is also notable.
At different times, Constantinople appeared in the spotlight
of different authors and researchers, so we do not pretend to present
Yeremia Qyomurtchyan as the only source of the history of Constantinople, but his work is undoubtedly of great value to conceptualize
correctly the image of the city in the seventeth century.
217
Macarların 1892 Yılındaki
İstanbul Ziyaretleri
Kemalettin Kuzucu
Marmara Üniversitesi
Macarların 1848-1849’daki özgürlük mücadelesinin Avusturya-Rusya ittifakıyla kanlı biçimde bastırılması üzerine Osmanlı Devleti’nin topraklarını bu millete açmasıyla birlikte, öteden beri olumlu
seyreden Türk-Macar ilişkileri yeni bir safhaya girmiştir. Türklerin
göstermiş olduğu yakınlık ve misafirperverlik sayısız Macar’ın İslam dinine girmesiyle sonuçlanmış, mühtedi Macarlardan bir kısmı Osmanlı bürokrasisinde hizmet verirken, bir kısmı da Rusya ile
yapılan 1853-1855 ve 1877-1878 harpleri sırasında Türk askeriyle
omuz omuza savaşmıştır. Kendi ülkesinde ve Avrupa’da itfaiye konusundaki yeteneğini ispatlayan Kont Ödön Széchenyi, birikimini
İstanbul’da değerlendirmek üzere 48 yıl kalacağı bu şehre yerleşmiştir. Macaristan kamuoyunun 93 Harbi sırasında düşünce ve eylemler
yoluyla Osmanlı kardeşleri lehinde aldıkları açık tavır önemlidir. İki
halk arasındaki ilişkiler 1870’lerden itibaren kültürel boyuta taşınmış, Türk tarihini ve folklorunu araştıran pek çok Macar Türkolog
ortaya çıkmıştır. Türk-Macar dostluğunun güçlendirilmesi ve güncel
kalması için karşılıklı ziyaretler düzenlenmiş, her yıl değişen sayılarda Macar topluluğu İstanbul’a gelirken, belli dönemlerde Osmanlı
heyetleri de Budapeşte’yi ziyaret etmişlerdir. Macarların Nisan ve
219
OSMANLI İSTANBULU III
Mayıs aylarında yaptıkları İstanbul seyahatleri gelenekselleşerek Balkan savaşları yıllarına kadar sürmüştür.
Bu anlamdaki ilk Macar ziyareti, Sultan II. Abdülhamid’in
tahta çıkmasından kısa süre önce başlayan Sırp isyanının başarılı
biçimde bastırılması üzerine gerçekleşmiş, Bâbıâli’yi kutlamak ve
Serdar Abdülkerim Paşa’ya kılıç hediye etmek üzere on altı Macar
genci İstanbul’a gelmiştir.1 Heyeti kabulü sırasında Sultan Abdülhamid, Kanuni dönemindeki savaşlar sırasında Türklerin eline geçmiş
olan Macar kodeksleri ile corvina denilen paha biçilemez elyazması
eserleri onlara geri vermişti. Padişah ayrıca iade-i ziyaret için bir grup
Türk münevverini 1877 Nisan’ında Macaristan’a gönderdi.2 93 Harbi’nin başladığı tarihlerde gerçekleşen bu seyahat Cemil Öztürk ve
Bayram Nazır tarafından Macar kaynakları ve Osmanlı arşiv belgeleri
ışığında değerlendirilmiştir.3 Bizim bildirimiz ise, 1892’nin Nisan ve
Temmuz aylarında farklı iki Macar grubunun İstanbul’a yaptıkları
iki ziyaret üzerinedir. Ziyaretlerden birincisi geleneksel bahar gezisi
kapsamında Nisan ayında yapılmış olup, daha öncekiler gibi mutadında seyretmiştir. Olağan dışı diyebileceğimiz ikinci ziyaret ise özel
1 Bir Macar kadını tarafından işlenmiş sırmalı ve püsküllü yastık üzerinde
takdim edilen kılıcın teslimi sırasında uzun bir konuşma yapan heyet başkanı
Gyula Szücs, bu sembolik hediyenin, iki milleti birleştirecek mukaddes bir
bağ ve iki milletin de asla korkmadığı Şark Meselesi düğümünü kesecek bir
alet olması temennisinde bulunmuştur. Gazetenin haberine göre bu kılıç, 145
yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalan Budin’in son Osmanlı valisi Abdurrahman
Abdi Paşa’nındı (Sadâkat, nr. 47, 29 Zilhicce 1293/3 Ocak 1877).
2 Ahmed Sâib, Abdülhamid’in Evâil-i Saltanatı, Kahire 1326, s. 62; György
Hazai, Tarih Boyunca Türk-Macar Bağları, Budapest 1963, s. 37.
3 Cemil Öztürk, “113 Yıl Önceki Bir Türk Heyetinin Macaristan Gezisi”, Tarih ve Toplum, Sayı 83, Kasım 1990, s. 52-54; Bayram Nazır, “II. Abdülhamid
Dönemi Osmanlı-Macar Dostluk İlişkileri”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı 43, Erzurum 2010, s. 309-317. Seyahatle
ilgili intibalar Mehmed Tevfik’in yazdığı Nişân-ı İttihâd Yadigâr-ı Macaristan
Asr-ı Abdülhamid Han adlı armağan kitabıyla ölümsüzleştirilmiştir. Eser hakkında bir değerlendirme için bkz. Muharrem Varol, “Türk-Macar Dostluğunu
Simgeleyen Bir Gezi ve Bir Eser: Yadigâr-ı Macaristan-Asr-ı Abdülhamid
Han”, Türk-Macar Tarihi İlişkilerinden Kesitler, haz. T. C. Göncü, İstanbul
2009, s. 113-117.
220
MACARLARIN 1892 YILINDAKİ İSTANBUL ZİYARETLERİ
bir amaç ve anlam taşımaktaydı. Bu ziyaret, modern Türk itfaiyesinin
kurucusu kabul edilen ve 1922 yılındaki ölümüne kadar İstanbul itfaiye alaylarını yönetmiş olan Ödön Széchenyi’nin, Türkiye’ye gelmeden
on iki yıl önce, yani 1862 yılında Macaristan itfaiyesini kuruşunun
30. yıldönümü münasebetiyle düzenlenmişti. Dolayısıyla bildiride bu
ziyarete ağırlık verilecektir.
Nisan Ayındaki Bahar Ziyareti
Osmanlı Devleti’nin Peşte Başşehbenderi Mehmed Asım,
Bâbıâli’ye gönderdiği 6 Nisan 1892 tarihli yazısında, bir grup Macar’ın birkaç gün boyunca İstanbul’u ziyaret edip döneceklerini bildirmiş ve geziye katılacak olan 89 kişinin listesini de yazısına eklemişti.4
Macar Seyyahîninin Esâmîsini Mübeyyin Defterdir başlıklı olup, yazımızın sonunda tablo halinde sunulan listede görüleceği üzere, ziyaretçi grubu çok farklı sınıf, mevki ve mesleklerden oluşmaktaydı.
Meslek ve unvanlarına göre sıralandığında şöyle bir istatistik ortaya
çıkmaktadır: 17 işadamı, 8 fabrikatör, 6 avukat, 2 hâkim, 5 memur, 4
tabip, 4 tüccar, 2’si idareci ve 4’ü memur olmak üzere 6 demiryolcu, 4
gazeteci, 3 milletvekili, 3 yüksekokul öğretmeni, 2 öğrenci, 2 banka
memuru, 2 mühendis, 1 kimyager, 1 müzisyen, 1 eczacı, 1 banker, 1
ashâb-ı emlâk, 1 direktör, 1 rahip, 2 şövalye, 1 baron, 1 yüzbaşı ve 1
subay. Ziyaretçilerden 10’u ise doktor unvanını taşımaktaydı. Ziyaretçilerin 73’ü erkek, 16’sı kadın olup; 4’ü eşiyle, birisi de eşi ve kızıyla
birlikte gelmişti.
Kafileyi taşıyan özel tenezzüh treni 8 Nisan’da Peşte’den hareket ederek,5 üç günlük yolculuktan sonra 11 Nisan günü saat 19.30’da
Sirkeci garına ulaştı. Zaptiye Nazırı Hüseyin Nazım Paşa, aynı tarihli
jurnalinde, ziyaretçilerin sayısı hakkında 66’sı erkek 17’si kadın olmak üzere toplam 93 kişi şeklinde çelişkili rakam sunmuştur.6 Nazım
4 BOA, Y. PRK. EŞA, nr. 15/71.
5 BOA, Y. A. HUS, nr. 258/37.
6 “Dersaâdet’e gelecekleri 28 Mart 1308 tarihli jurnal-i âcizânemle arz olunan
seyyahînden ve Macar ahalisinden altmış altı zükûr ve on yedi inâs ki cem‘an
doksan üç kişi…” (13 N 1309/11 Nisan 1892, BOA, DH. EO, nr. 187/8; 187/10).
221
OSMANLI İSTANBULU III
Paşa’nın da belirttiği üzere misafirler buradan arabalarla İngiltere,
Peşte, Bizans ve Emperial otellerine nakledildiler.7
Macarların bu ziyareti Ramazan ayının ortalarına tesadüf etmişti. Kafile, kutsal ayın on beşinci gününde düzenlenmekte olan
Hırka-i Şerîf Alayı’nı seyretmiş ve bundan büyük bir haz almıştı. Bazı
ülkelerin İstanbul sefirleri de eşleriyle birlikte onlara refakat etmişlerdi.8 Ertesi gün Cuma selamlığını izleyen Macarlar, Sultan Abdülhamid’i “Yaşa!” anlamına gelen “Eljén!” tezahüratlarıyla alkışlamışlar,
padişah da kurenadan Emin Bey vasıtasıyla onlara iltifatta bulunmuştur. Aynı günün akşamı padişah Tepebaşı’ndaki tiyatro salonunda
Macarlara mutantan ve mükellef bir ziyafet verdi. Misafirleri Altıncı
Daire-i Belediyye Müdürü Macid Bey ile Şehremaneti Sermüfettişi
Mümtaz Bey kabul ettiler. Rengârenk süslenmiş bahçede maytaplar ve fişekler patlatılırken, bando takımı Hamidiye Marşı’nı çaldı.9
Yemek esnasında, Türk heyeti adına Macid Bey, Macarlar adına ise
1849 yılında Türk ordusunda hizmet görmüş ve hâlen Macaristan’da
tabiplik etmekte bulunan Csatári konuşma yaptılar. Macid Bey konuşmasını Fransızca yaparken, başındaki fesiyle dikkat çeken Csatári
Türkçe hitap etmişti. Csatári, Osmanlı-Macar ilişkilerinin tarihsel
kökenini vurguladığı konuşmasını, konukseverliğinden ötürü II. Abdülhamid’e teşekkür ederek tamamlamıştı. Yemeğin sonunda fişekler
patlatılırken, misafirler Macid Bey tarafından otellerine uğurlandılar.
Misafirlerden bir kısmı o gün ülkelerine döndükleri için, yemeğe 73
kişi katılmıştı. Şehremini Rıdvan Paşa, konuyla ilgili maruzatında,
bunlardan 28’inin yarın Bursa’ya, kalanlarının da hafta içerisinde vapurla Mısır ve Kudüs’e gideceklerini yazmıştır.10 Nitekim kafileden
7 Sabah, nr. 948; Tercümân-ı Hakikat, nr. 4130, 15 Ramazan 1309/13 Nisan 1892.
8 Tercümân-ı Hakikat, nr. 4131, 16 Ramazan 1309/13 Nisan 1892.
9 Tercümân-ı Hakikat, nr. 4134; Servet, nr. 39, 19 Ramazan 1309/16 Nisan 1892.
10 “Demincek sûret-i tertîb ve itâsı arz u huzûr-ı âlî kılınan ziyafet-i mahsûsada
Macar seyyahîninden yetmiş üç nüfus hazır bulunmuş ve mütebâkîsi bugün Macaristan’a avdet ettikleri cihetle mevcûd bulunamamıştır. Esnâ-yı ziyafette levâzım-ı ihtiram-kârî icrâ olunduğu gibi Daire-i Sâdise Müdürü Macid Beyefendi
hazretleri tarafından Fransızca irâd olunan nutka bin sekiz yüz kırk dokuz tarih-i
milâdîsinde Devlet-i Osmâniyye’nin süvari alaylarının birinde zabitlik etmiş ve
şimdi Macaristan hükümeti doktorluğunda bulunmuş olan Mösyö Csatári başında
fesi olduğu halde Türkçe olarak cevap vermiş ve mahâmid-i seniyye-i hazret-i
222
MACARLARIN 1892 YILINDAKİ İSTANBUL ZİYARETLERİ
24’ü Stefanos adlı özel römorkör vapuruyla 16 Nisan Cumartesi günü
Bursa’ya hareket ettiler.11 Ziyaretçilerin son grubu ise iki gün sonra,
yine gezmek amacıyla İstanbul’da bulunan Amerikalı turistlerle birlikte Peşte ve Paris’e gitmek üzere Orient Ekspres’le Sirkeci’den yola
çıktılar.12
Temmuz Ayındaki Ziyaret
Başşehbender Mehmed Asım, birincisinden üç ay sonra gerçekleşen bu gezinin amaç ve kapsamını Mabeyn’e gönderdiği 18 Haziran 1893 tarihli yazısında açık ve geniş biçimde ortaya koymuştu.
Buna göre gezi, hâlen İstanbul İtfaiye Alayı Kumandanı bulunan Széchenyi Paşa’nın Macaristan itfaiyesini örgütlemesinin 30. yıldönümü münasebetiyle düzenleniyordu. Yüz kişiden oluşan topluluk, vefa
gereği Széchenyi Paşa’ya bir araba ve bir çift araba atı ile gümüş bir
korona (taç) hediye edip teşekkürname sunacaklardı. Kafileden birkaçının padişahla görüşmek istediklerini belirten Mehmed Asım, trenin
9 Temmuz’da Peşte’den hareket edeceğini yazmış; ziyaret programını
içeren Macarca kitapçık ile bunun Türkçe tercümesini de eklemişti.13
Geziyle ilgili haberler Haziran’ın sonlarından itibaren İstanbul basınında yer almaya başlamıştır.14
Macar itfaiye yöneticileri ile toplumun çeşitli tabakalarına
mensup kişilerden oluşan kafile, planlandığı üzere 9 Temmuz’da trenle yola çıktılar. 11 Temmuz’da Çerkezköy’de aktarma yaparak farklı
11
12
13
14
hilâfet-penâhî bi’d-defeât tekrar kılınmıştır. Burada kalmış olan sâlif ’üz-zikr
yetmiş üç seyyahtan yirmi sekizinin yarınki gün Bursa’ya ve kusuru da bu hafta
içinde hareket edecek vapurla Mısır ve Kudüs-i Şerîf ’e hareket edecekleri vesâit-i
mahsûsa ile tahkik kılınmış olmakla ol bâbda emr u ferman hazret-i veliyy’ül-emrindir.” (BOA, Y. PRK. ŞH, nr. 3/114). Yemekli toplantı için ayrıca bkz. Sabah,
nr. 952, 19 Ramazan 1309/16 Nisan 1892.
BOA, DH. EO, nr. 187/45; nr. 187/46. Sabah gazetesi Bursa’ya gidenlerin
sayısını 28 olarak yazmıştır (nr. 953, 20 Ramazan 1309/17 Nisan 1892).
Sabah, nr. 955, 22 Ramazan 1309/19 Nisan 1892.
BOA, Y. PRK. ZB, nr. 11/77.
Sabah, nr. 1027, 5 Zilhicce 1309/30 Haziran 1892; nr. 1034, 12 Zilhicce 1309/6
Temmuz 1892.
223
OSMANLI İSTANBULU III
bir trenle aynı gün saat 12’de İstanbul’a ulaştılar.15 Kafileyi Sirkeci
istasyonunda Szechenyi Paşa karşıladı. Paşa’ya altı itfaiye komutanı
refakat etmişti.16 Ziyaretçi sayısı hakkında gazeteler değişik rakamlar
verirken, Zaptiye Nezareti belgelerinde 63 kişi oldukları kayıtlıdır.
Üzerlerinde resmî kıyafetleri bulunan ziyaretçiler arabalarla Beyoğlu’ndaki İngiltere, Peşte ve Emperial otellerine nakledildiler. Heyet
bir süre dinlendikten sonra saat 17.00’de Széchenyi Paşa tarafından
Peşte Oteli’nde kabul edildi.17 Bir rastlantı olarak, bu otel, söz konusu
ziyaretten 18 gün önce, Széchenyi Paşa’nın da yaralandığı bir kazaya
sahne olmuştu. 24 Haziran günü otel işçilerinden birisinin gaz lambasını devirmesi sonucu çıkan yangında, tesadüfen orada bulunan
Paşa müdahale etmiş, bu sırada sağ eli ağır, diğer eliyle yüzünün bir
bölümü hafif derecede yanmıştı. Sultan Abdülhamid’in özel doktorlarını görevlendirmesi neticesinde yaraları iyileşen Széchenyi Paşa,18
misafirlerinin karşısına sağlıklı biçimde çıkabilmişti.
Ziyaret programı için 8 sayfalık bir kitapçık hazırlanmıştı.19
Kitapçığın kapağında, “Macaristan’daki İtfaiye Alayları Heyetinin İstanbul Ziyaretleri” başlığının altında büyük puntolarla “Kont Ödön
Széchenyi Paşa Hazretleri” yazılmış, bunun altında ise “Osmanlı padişahı hazretlerinin yaverlerinden Ferik ve imparatorluk itfaiye alaylarının ve Bahriye itfaiye alayının komutanının 30. yıldönümü itfaiye
hizmeti hatırası” şeklinde kitapçığın basım gerekçesi açıklanmıştır. En
15 Dénes Kovács, “Magyar tűzoltók Konstantinápolyban”, Vasárnapy Ujsáğ,
Szám 39/32, 7 Augusztus 1892, ol. 550.
16 Sabah, nr. 1039, 18 Zilhicce 1309/12 Temmuz 1892. Tercümân-ı Hakikat ilk
günkü haberinde ziyaretçi sayısını 42, bir gün sonra ise 52 olarak kaydetmiştir
(nr. 4199-4200). Tarik ise, resmî elbiseleriyle gelmiş olan Macar itfaiyecilerinin
sayısını 60 olarak vermiştir (nr. 2977, 18 Zilhicce 1309/12 Temmuz 1892).
17 BOA, Y. PRK. ZB, nr. 11/77, lef 2; “Altmış üç nefer Macarlı Peşte İtfaiye Miralayı Mösyö Alajos’un taht-i idaresinde olarak elbise-i resmiyyelerini dahi lâbis
bulundukları halde bugün saat yedide Peşte’den gelen trenle Dersaadet’e muvâsalat
ve arabalara râkiben Beyoğlu’nda kâin İngiltere ve Peşte ve Emperial otellerine
azimet eyledikleri…” (BOA, DH. EO, nr. 194/2).
18 Sabah, nr. 1023, 1 Zilhicce 1309/26 Haziran 1892.
19 Macar dilinde yazılmış belgelerin çevirisi için Macaristan Szeged Üniversitesi
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sándor Papp ile Kırklareli Üniversitesi Öğretim
Üyesi Yrd. Doç. Dr. H. Ş. Çağatay Çapraz’a müteşekkirim.
224
MACARLARIN 1892 YILINDAKİ İSTANBUL ZİYARETLERİ
alt kısımda ise basıldığı yer ve tarih bulunmaktadır. Kapağın arkasında seyahat güzergâhı, istasyon isimleri ve mola süreleri ile hareket
saatleri gibi bilgileri içeren çizelge yer almaktadır. Üçüncü sayfada
Budapeşte Gönüllü İtfaiye Teşkilatı Başkomutanlığı’nın “Yoldaşlık
Selamıyla” başlıklı yazısında seyahatin anlamı ve muhtevası açıklanmıştır: “… Vatanımızdaki itfaiye örgütünü kuran ve yurt dışında üne
kavuşmasını sağlayan beyefendi hakkında dikkatlerinizi çekmek ister
ve desteğinizi esirgememenizi bekleriz. Ödön Széchenyi Paşa Macar itfaiyecisinin idolüdür. O, yabancı bir ülkede Macar itfaiyeciliğini
onurla temsil etmektedir. Bu bakımdan ona saygı göstermek kendimize saygı göstermekle eşdeğerdir. Ezcümle, onun doğuştan sahip
olduğu şöhreti bir yana, iki ülkenin kardeşliği konusundaki hizmetinden dolayı boynumuzun borcu olan takdirimizi daha çok kişinin
katılımıyla sunmamız gerekir. Az bir masrafla Yeni Çağ’ın tarihî ve
politik sahalardaki en ünlü ülkelerini gezmekteyiz ve o ülkelerin asil
milletleriyle tanışmaktayız. Dünyanın en güzel mevkiine sahip ve
ilgi çekici vasıflarıyla tüm dünya şehirlerini geride bırakan Türk başkentine seyahat düzenliyoruz. Saygıdeğer yoldaşlarım! Bu fırsatı iyi
değerlendirelim. Erdemli beyefendiye takdir sunup tecrübelerimizi
genişletelim ve muhtemel en iyi anlarımızı yaşayalım. Türk başkentinden yurdumuza getireceğimiz kanı, asla solmayacak tatlı bir hatıra
olacaktır. Dost selamıyla.”
Kitapçığın 4-7. sayfalarında sekiz günlük gezi programı ayrıntılı biçimde sıralanmıştır. Arka kapakta ise konaklama, yemek ve gidiş-dönüş yol ücretleri bilgileri yer almaktadır. 11-19 Temmuz 1892
tarihleri arasını kapsayan gezi programı şöyleydi:
11 Temmuz: Saat 12.42’de trenden inilecek, istasyonda bekleyen arabalarla Peşte Oteli’ne gidilecektir. Saat 14.00’de öğlen yemeğinden sonra bir süre dinlenilip saat 17.00’de bir heyet Széchenyi
Paşa ile buluşacak, saat 19.00’da ise akşam yemeği yenilecektir.
12 Temmuz: Saat 08.00’de Peşte Oteli’nde kahvaltı yapıldıktan
sonra şehir turuna çıkılacak, Ayasofya ve Sultanahmet camileri, Atmeydanı, Binbirdirek Sarnıcı, Sultan Mahmud ve Sultan Abdülaziz
türbeleri, Beyazıt Camii gezilip Seraskerlik Meydanı’ndan geçilerek
Süleymaniye Camii de ziyaret edildikten sonra otele dönülecektir.
225
OSMANLI İSTANBULU III
Yemekten sonra Mısır Çarşısı, Müzehâne-i Osmanî ve Kapalıçarşı
ziyaret edilecek ve akşam saat 19.00’da yemek için otele dönülecektir.
13 Temmuz: Kahvaltıdan sonra Tünel’den geçilip Köprü’ye ve
oradan Üsküdar’a gidilecek; Karacaahmet Mezarlığı ile 1848 Macar
mültecilerinden Guyon’un20 mezarının bulunduğu İngiliz Kabristanı
ziyaret edilecek; Haydarpaşa Garı da görüldükten sonra vapurla Köprü’ye dönülecek ve yine Tünel yoluyla otele gidilecektir.
14 Temmuz: Kahvaltıdan sonra kafile ikiye ayrılacak; birinci
grup Hazine’yi, Mermer Köşk’ü, Kütüphane’yi, Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarını gezdikten sonra Adalar’a gidecekti. Diğer grup ise
bunun tersine olarak öğleden önce Adalar’ı, öğleden sonra ise belirtilen mekânları dolaşacaklardır.
15 Temmuz: Galata Kulesi’ne çıkılarak İstanbul temaşa edilecek, saat 09.00’da bir miktar yemek yenilecek, saat 10.00’da Cuma
Selamlığını izlemek üzere Yıldız’a gidilecektir. Burada devlet erkânı
ve askerî taburlar görülecek, ardından Mevlevî dervişleri ve Üsküdar’daki Rufaî dergâhı ziyaret edilecektir. Daha sonra kayıklarla Kâğıthane’ye gidilerek Türk cemiyeti müntahaplarıyla görüşüldükten
sonra akşam 20.00’ye doğru otele avdet edilecektir.
16 Temmuz: Kahvaltıdan sonra müzelere gidilecek, öğle üzeri
otele dönülecektir.
20 İngiliz asıllı Macar milliyetçisi Kont Richard Guyon Macar Özgürlük Savaşı
sırasında büyük kahramanlık göstermiş, Manswörth’ün ele geçirilişi sırasında
bindiği at kurşunlandığı için birliğini yürüyerek yönetmiş, herkesin umudunu
kestiği Branyizska savaşını zaferle nihayetlendirmiş ve kamuoyunda bu olay
mucize olarak nitelendirilmişti. Ancak diğer cephelerde savaş kaybedilip
Macarlar topraklarını terk etmek zorunda kalınca Guyon da Macarlarla birlikte Türkiye’ye sığınmıştır. Kendi isteğiyle Müslüman olarak Hurşid ismini
almıştır (Bayram Nazır, Macar ve Polonyalı Mülteciler: Osmanlı’ya Sığınanlar,
Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2006, s. 28-29, n. 27). Hurşid Paşa Kırım Harbi’ne
katılmış ve 11 Ekim 1856’da şehit olunca Üsküdar’daki İngiliz kabristanına defnedilmiştir. Mezar taşında “Türk paşası, Fransa’nın çocuğu, İngiltere
doğumlu, fakat Macar milliyetçisi” yazmaktadır (Edit Tasnádi, Türk-Macar
İlişkileri Üzerine Seçme Yazılar, haz. A. Atıcı, Paradigma Akademi Yayınları,
Edirne 2013, s. 287).
226
MACARLARIN 1892 YILINDAKİ İSTANBUL ZİYARETLERİ
17 Temmuz: Bursa’ya gitmek üzere özel bir vapurla sabah
08.00’de hareket edilip öğleyin Mudanya’ya ve oradan da araba ile
saat 15.00’te Bursa’ya ulaşılacaktır. Bursa’da Kale ve Top meydanları
başta olmak üzere şehrin her tarafı gezilecek, akşam saat 19.00’da
otelde yemek yenilecektir. Bursa’da Hotel Bellevue ve Anadolu Oteli’nde kalınacaktır.
18 Temmuz: Sabah 08.00’de kahvaltı yapıldıktan sonra kükürtlü hamamlar, ardından Sultan Murad Camii ve Türbesi, Şehzade
Mustafa Türbesi, Osman Gazi ve Orhan Gazi türbeleri ile hastane
gezilecek; oteldeki öğle yemeğinden sonra Memâlik-i Şâhâne’nin en
büyük camilerinden birisi olan 20 kubbeli Ulu Cami, Yeşil Cami ve
Yeşil Türbe, Sultan Abdülaziz Köşkü ve ipek fabrikaları ziyaret edilecek, saat 19.00’da yemek için otele dönülecektir.
19 Temmuz: Erkenden yemek yenilip saat 08.00’de arabalarla
hareket edilip 11.00’de Mudanya’ya, oradan İstanbul’a gelinecektir.
İstanbul basınındaki haber ve yorumlar, Macar ziyaretçilerin
günlük temaslarını ve faaliyetlerini adım adım izlemeye imkân tanımaktadır. Gazeteler kafilenin tamamının itfaiye subay ve komutanlarından oluştuğunu, ayrıca 4’ü kadın, 2’si ruhani ve diğerleri de
sivil olmak üzere 17 kişi daha bulunduğunu yazmışlardır. Aşağıda
belirtileceği üzere, padişahın, can kurtarma konusundaki başarılarından dolayı tahlisiye madalyasıyla ödüllendirdiği 32 kişi, Peşte itfaiyesi
komuta heyetine mensup kişilerin sayısını göstermektedir. Ancak diğerleri de bir şekilde itfaiye örgütüyle ilişkili kimselerdir. Ekteki tabloda görüldüğü üzere kafilede yer alan ve 2’si sonradan kurşunkalemle
eklenen 63 kişiden 62’sinin ismi tespit edilebilmektedir. Buna göre
kafilede 21 itfaiye komutanı, 2 itfaiyeci, 1 itfaiyeci doktor, 4 fabrikatör, 1 rahip, 1 yardımcı rahip, 1 hâkim, 1 hukuk öğrencisi, 4 avukat, 5
öğretmen, 2 demiryolu görevlisi, 1 vahşi hayvan tüccarı, 1 memur, 1
editör, 1 gazeteci ve editör, 1 mimar, 1 doktor, 1 kraliyet danışmanı, 1
kraliyet hâkimi ve 1 serbest meslek sahibi bulunuyordu. Ziyaretçilerden 2’si eşiyle birlikte gelmişken, 8’i de doktor unvanını taşımaktaydı.
Heyetin önemli simaları arasında Başrahip Ferencz Várady ile tarihçi
ve Türkolog Imre Karácson da bulunuyordu.21
21 Macaristan tarihinin Osmanlı dönemine ilgi duyan Karácson, Türkçeyi öğrendikten sonra 1902 yılında İstanbul’a gelerek Türk dili ve edebiyatı üzerine
227
OSMANLI İSTANBULU III
Misafirlerin ilk resmî görüşmeleri 11 Temmuz günü Peşte
Oteli’nde Széchenyi Paşa ile oldu. Széchenyi Paşa, otelin özel olarak
tefriş ve tanzim edilmiş kabul salonuna bir grup itfaiye komutanı
ile birlikte geldi. Toplantıya Abdülhamid’in Sertabibi Mavroyani ile
Bahriye feriklerinden Woods ve Blunt paşalar da katılmıştı. Széchenyi Paşa’yı, kendisinin 1874’te Türkiye’ye gelişi sırasında yardımcılığını
yapan ve hâlen Peşte Gönüllü İtfaiye Alayı’nın başkumandanı bulunan N. Ernő Bárány karşıladı. Bárány, Széchenyi Paşa’nın kişiliğini ve
başarılarını ön plana çıkardığı konuşmasında, iki ülkenin itfaiyesine
hizmetlerinden dolayı Paşa’ya, onu istihdam etmesinden dolayı da
Osmanlı Devleti’ne şükranlarını ifade etti. Széchenyi Paşa’nın kısa
süren teşekkür konuşmasından sonra, Macar İtfaiye Alayı Genel
Meclisi Başkan Yardımcısı Follmann katılımcılara hitap etti. Ardından Mavroyani Paşa padişahın selamını ve mesajını içeren birkaç
cümle söyledi. Heyetteki ruhani reislerden birisinin, herkesi şaşırtan
fasih Türkçesi ile yaptığı konuşmanın ardından, padişah için “Yaşasın!”
ve “Eljén!” nidaları yükseldi. Divan-ı Hümâyûn Tercümanı ve Teşrifât-ı Umûmiyye Nazırı Münir Paşa’nın, misafirlerin Osmanlı sarayını ve hazinesini gezebileceklerine dair iradenin çıktığını bildirmesi
ve bununla ilgili tezkereyi Széchenyi Paşa’ya vermesi üzerine misafirler heyecanlarını “Eljén!” nidalarıyla ifade ettiler. Kafileden daha önce,
özel davetle İstanbul’a gelmiş olan Dr. Lajos Csatári, üzerinde Macar
İtfaiye Alayları komutanları ile Nemzeti Kazsinó22 üyelerinin imzalarının bulunduğu bir teşekkür belgesini Széchenyi Paşa’ya takdim
etti. Macar ve Türk heyetleri daha sonra, Széchenyi Paşa tarafından
verilen akşam yemeği için Tepebaşı bahçesine gittiler.
Kafile 12 Temmuz günü Avusturya-Macaristan Sefareti’ni ziyaret etti. Heyet saat 10.00’da sefaret bahçesinde toplandı. Sefarethane
araştırmalarda bulunmuş, kütüphanelerdeki Türkçe yazmaları incelemiş, Topkapı Sarayı Arşivi ile Bâbıâli Hazine-i Evrakı’ndaki belge ve defterlerin
tasnifinde çalışmıştır. Tarih-i Osmânî Encümeni’nin kuruluşunda da bulunan
Karácson, Türk arşivleri hakkında makaleler yazmıştır (Atilla Çetin, “Imre
(Emeric) Karácson”, DİA, İstanbul 2001, XXIV, 379).
22 Macar ulusal düşüncesinin geliştirilmesi amacıyla István Széchenyi başkanlığında 1827 yılında kurulmuş sivil toplum birliğidir (Alexander Maxwell-Alexander Campbell, “István Széchenyi, the Casino Movement, and Hungarian Nationalism, 1827-1848”, Nationalities Papers, vol. 42, no. 1, 2014, p. 1).
228
MACARLARIN 1892 YILINDAKİ İSTANBUL ZİYARETLERİ
kilisesinde yapılan ayinin ardından Széchenyi Paşa, misafirleri Büyükelçi Baron Henri de Calice ve eşine tek tek tanıttı. Calice, Sultan
Abdülhamid ile François Joseph’in dostluklarına ve iki ülke ilişkilerinin önemine dair kısa bir konuşma yaptı. Ardından misafirlerin Macaristan’dan getirmiş oldukları iki at ile Viktorya arabası Széchenyi
Paşa’ya takdim edildi. Buna mukabil Széchenyi Paşa da Peşte İtfaiye
Alayları Kumandanı Bárány’ye bir bayrak hediye etti. Sefarethanedeki törenden sonra Macar heyeti otele döndü. Heyetten 5 kişi ile
Széchenyi Paşa Bâbıâli’ye giderek Sadrazam Cevad Paşa ile görüştüler.23 Macar kafilesi, önceden belirlenen program gereği, aynı gün
Ayasofya ve Sultanahmet camileriyle, Müze-i Hümâyûn’u ve Sanayi-i
Nefîse Mektebi’ni ziyaret ettiler.24 Gezi sırasında Macarların bazısı
resmî ve bir kısmı da sivil giyinmişti. Onlara İstanbul itfaiyesinden
üç subay rehberlik yapılar.25 Macarlardan komutan düzeyindeki 5 kişi,
İstanbul itfaiyesinden 3 mülazım refakatinde Serasker Mehmed Rıza
Paşa’yı da makamında ziyaret ettiler.26 Akşamleyin Peşte Oteli’nde
küçük bir tören gerçekleştirildi. Mehmed ve Osman paşaların da iştirak ettikleri buluşmada Széchenyi Paşa’ya birtakım hediyeler verildi.
Ernő Bárány, Macar İtfaiye Alayları adına diploma ile gümüş bir taç;
Follmann, Macaristan İtfaiye Cemiyeti adına bir albüm, Başkomutan
yardımcısı Pál Vida ise nefis ciltli bir edebî kitap hediye ederken, diğerleri de yine fotoğraf ve albüm gibi armağanlar sundular. Ardından
özel olarak getirtilmiş incesaz takımı musiki ziyafeti verdi.27
Macarlar 13 Temmuz Çarşamba günü Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarını gezdiler. Akşam saatlerinde Bahriye İtfaiye Taburu’nun yangın tatbikatlarını seyretmek üzere Kasımpaşa Kışlası’na
23 Sabah, nr. 1040; Tercümân-ı Hakikat, nr. 4200; Tarik, nr. 2978, 19 Zilhicce
1309/13 Temmuz 1892. Sabah ve Tercümân-ı Hakikat, haberlerin devamında
Széchenyi Paşa’nın biyografisini yayınlamışlardır.
24 Tercümân-ı Hakikat, nr. 4200, 19 Zilhicce 1309.
25 BOA, DH. EO, nr. 194/31; Tercümân-ı Hakikat, nr. 4201, 20 Zilhicce 1309/14
Temmuz 1892. Gazete, ziyaretçilere bir itfaiye zabitinin refakat ettiğini yazmıştır.
26 BOA, A. AMD, nr. 522/34; Tercümân-ı Hakikat, nr. 4202, 21 Zilhicce 1309/15
Temmuz 1892.
27 Sabah, nr. 1041, 20 Zilhicce 1309/14 Temmuz 1892.
229
OSMANLI İSTANBULU III
gittiler. Onları tabur kumandanı Mirliva Mehmed Paşa karşıladı.
Mehmed Paşa’nın altı yaşındaki oğlu da denizci kıyafetiyle babasının
yanında yer almıştı. Ayrıca Ermeni Patriği Horen Aşıkyan da gelmişti. Askerlerin manevralarına ve yeteneklerine hayran olan Macarlar,
Tersane-i Âmire mamulü tulumbaların Peşte’de imal edilenlerden
farksız olduğunu takdirle karşıladılar. Kafilede bulunan ve geziyi kaleme alan Kovács, deniz itfaiyecilerinin profesyonel eğitimli, enerjik
ve becerikli gençlerden müteşekkil bulunduğuna dikkat çekmiştir.28
Perşembe günü yaverân-ı kiramdan Necib Efendi’nin rehberliğinde
İstanbul’un turistik yerlerini gezmeye devam eden Macarlar, akşamleyin Sultan Abdülhamid’in Taksim’deki belediye bahçesinde verdiği
ziyafete katıldılar. Ev sahipliğini Şehremini Rıdvan Paşa’nın yaptığı
yemeğe Altıncı Daire-i Belediye Reisi Macid Bey ile Şehremaneti
Meclisi Reisi Halil Bey de iştirak ettiler. İki tarafın temsilcilerinin
yaptıkları konuşmalarda iyi dilekler ve imparatorlara övgüler ortaya
konuldu. Üç buçuk saat süren ziyafette pastalar, kurabiyeler, şekerlemeler ve dondurmalar ikram edildi. Ziyafetin ardından misafirlerden
bir kısmı, ülkelerine gitmek üzere Avrupa treniyle Sirkeci’den hareket
ettiler.29
Macar ziyaretçilerin en önemli ve yoğun temasları 12 Temmuz
Cuma gerçekleşti. Önce Yıldız Sarayı’nda Cuma selamlığını izlediler.
Mabeyn’in yanındaki kasırda, Avusturya Sefiri Henri de Calice, Sefaret Baştercümanı Baron de Call, Sefaret Ataşemiliteri Nikola de Yanko, Avusturyalı Miralay Komphoevener Paşa, Papa’nın mabeyincilerinden Váradi, Peşte İtfaiye Alayı Başkumandanı Ernő Bárány, aynı
alayın komutanlarından Follmann, Martinengo ve Csatári, Hazine-i
Hassa Nazırı Mikael Portakal Paşa’nın eşi ve kızı, Alman girişimci ve
Siemens&Halske’nin Türkiye temsilcisi Mösyö Raiser ve eşi, Hollanda Sefiri Guderian ile sefaret baştercümanı Gustav Gune, Macaristan
Demiryolları direktörü Shuimur, Bulgaristan Kapu Kethüdası, Bulgaristan Maliye Müdürü, Duyûn-ı Umumiye Fransızlar Dâin Vekili
Leon Berger, Kâğıthane Poligonu Mühendisi Bernie, Amerika Sefareti Baştercümanı Alexander Gargiulo, İstanbul Konsolosu Solomon
Hirsch ve eşi, Peşte itfaiyecileri yerlerini aldılar. Selamlık resminden
28 D. Kovács, Magyar tűzoltók Konstantinápolyban, s. 550.
29 Sabah, nr. 1044, 23 Zilhicce 1309/17 Temmuz 1892.
230
MACARLARIN 1892 YILINDAKİ İSTANBUL ZİYARETLERİ
sonra Avusturya-Macaristan sefiri Baron de Calice Sultan Abdülhamid’in huzuruna çıkarak Macar misafirlerinden beşini padişaha
arz etti.30 Henri de Calice, öğleden sonra sefaretin Büyükdere’deki
yazlığında Macar kafilesine ziyafet verdi. Széchenyi Paşa’nın da bulunduğu yemeğin ardından, sefarethane bahçesinde davetlilere çay
ikramı yapıldı. Davetliler gece yarısı sefaretin istimbotuyla Tophane’ye döndüler.31
Büyükdere buluşmasının en önemli sürprizi, Macar piyanistler Hegyei ile Székács’ın, hemşerileri için verdikleri konser olmuştu.
Gazeteci Kovács’ın ifadesine bakılırsa, Macarlar Büyükdere’nin manzarasından ve burada geçirdikleri zamandan ziyadece etkilenmişlerdi. İstanbul’un en büyük alışveriş merkezi olan Orosdi-Back’ı gezen
Macarlar, kendileri gibi Macar olan Back ve arkadaşlarının dükkânlarında hem alışveriş yapmış hem de sohbet etmişlerdi. Onları etkileyen anlamlı etkinliklerden birisi de Galata’daki St. Benoit manastırı
ziyaretiydi. Zira Imre Thöküly’nin karısı Ilona Zrinyi ile, Zrinyi’nin
önceki eşinden olan ve 1735’te ölen oğlu II. Ferencz Rákóczi’nin
mezarları bu manastırın şapelinde bulunuyordu.32
Macar misafirler Bursa’ya gitmeden önceki Cumartesi akşamı
Széchenyi Paşa, Otel Emperial’de bir veda yemeği verdi. Ziyafetten
sonra ziyaretçilerden çoğu Peşte’ye dönmek üzere İstanbul’dan ayrıldılar. Széchenyi Paşa ve birkaç maiyeti, onları Sirkeci istasyonundan
uğurladılar. Zaptiye Nazırı Nâzım Paşa’nın jurnaline göre, ziyaretçiler
tren hareket ettiği esnada yüksek sesle üç defa “Yaşa Sultan Hamid!”
diye slogan atmışlardı.33 Macar ziyaretçilerden en son grup, 18 Temmuz günü İstanbul’dan ayrıldı. Alajos Follman ile sekiz kişilik maiyetinden oluşan grubu Sirkeci garından yine Széchenyi Paşa uğurladı.34
30 Tarik, nr. 2981, 22 Zilhicce 1309/16 Temmuz 1892; Tercümân-ı Hakikat, nr. 4203,
23 Zilhicce 1309.
31 Sabah, nr. 1043, 22 Zilhicce 1309; Tarik, nr. 2981, 22 Zilhicce 1309; Tercümân-ı
Hakikat, nr. 4203, 23 Zilhicce 1309.
32 D. Kovács, Magyar tűzoltók Konstantinápolyban, s. 551.
33 BOA, DH. EO, nr 194/81; Tarik, nr. 2984, 25 Zilhicce 1309/19 Temmuz 1892.
Gazete, ziyaretçilerin “Padişahım çok yaşa!” diye bağırdıklarını yazmıştır.
34 23 Z 1309 (19 Temmuz 1892), BOA, DH. EO, nr. 194/111; Tercümân-ı Hakikat,
nr. 4206, 26 Zilhicce 1309.
231
OSMANLI İSTANBULU III
Osmanlı hükümeti Macar ziyaretçileri çeşitli nişan ve madalyalarla ödüllendirmişti. Macaristan İtfaiye Heyeti Reis-i Sânîsi Alajos
Follmann, Peşte İtfaiye Kumandanı N. Ernő Bárány ve Tabip Lajos
Csatári ikinci, Petersburg İtfaiye Kumandanı Ferdinand Martinengo
üçüncü derece mecidî nişanı ile, Başrahip Ferencz Várady ise üçüncü
derece Osmanî nişanı ile taltif edildiler. Bunlarla birlikte kafilede yer
alan László Horváth, Dr. József Szily, Pál Vida, Ferencz Major, Dr.
Bertalan Pásztor, János Foghtüy, János Farkas, Károly Felmayer, Sándor Gyürky, Ödön Hérmán, Zsigmond Hevesy, Károly Kopumovits,
Gyula Karlberger, Miklós Chiristo, Dr. Károly Nagy, József Rupp,
Jakab Náthán, Béla Mihalik, István Radvány, János Suda, Gyula Szikszay, István Szeghő, Dr. L. Tihanyi, Lörincz Varga, Ferencz Walser,
József Weigmann, Dr. Imre Karácson, Gyula Hamvay, Dr. Dénes
Kovács, Tóthfalussy Béla35 ve Aron Feoris36 adlı 32 itfaiyeciye tahlisiye madalyası verildi. Hükümet İstanbul itfaiyesinden pek çok kişiyi
de taltif etmiş, ödülünü almamış olan Ali, İsmail ve Reşad beylerin
madalya ve beratları iki yıl sonra kendilerine teslim edilmiştir.37
Macarların İade-i Ziyaret Daveti ve Bunun Reddedilmesi
Sultan Abdülhamid tarafından -gazeteci Kovács’ın ifadesiylebir akraba gibi karşılanmış olan Macarların Türklerden gördükleri
dostane ilgi Budapeşte’de günlerce konuşuldu. Başşehbender Mehmed Asım, Mabeyn’e gönderdiği 31 Temmuz 1308 tarihli yazıda, “bu
âna kadar her sene evvelbaharda berây-ı tenezzüh Dersaâdet’e azîmet
etmekte olan” Macarların, İstanbul’da nâil olageldikleri sonsuz inayete
minnet duygularını ifade için bir Türk grubunu Peşte’de ağırlamak
istediklerini yazmıştı. Bunun için Osmanlı Sarayı’na gönderilmek
üzere, çok sayıda bürokrat ve eşrafın imzasını taşıyan ve kitap şeklinde tasarlanmış bir davetiye bastırılmıştı. Türklerin Peşte gezisi için
35 21 Z 1309 (15 Temmuz 1892), BOA, İ. DH. nr. 1283/100955; BEO, nr. 61/4545;
Sabah, nr. 1043, Servet, nr. 63; Tercümân-ı Hakikat, nr. 4203, 22 Zilhicce 1309/16
Temmuz 1892.
36 2 M 1310 (28 Temmuz 1892), BOA, İ. TAL, nr. 2/57; D. Kovács, Magyar tűzoltók Konstantinápolyban, s. 551.
37 19 ZA 1311 (24 Mayıs 1894), BOA, Y. PRK. BŞK, nr. 36/37.
232
MACARLARIN 1892 YILINDAKİ İSTANBUL ZİYARETLERİ
hazırlanan kapsamlı program Ujsáğ gazetesinde yayımlanmıştı. “Peşte’de Osmanlı Misafirleri” başlıklı habere göre, İstanbul’dan gelecek
misafirlerle ilgili programı yürütmek üzere özel bir komite kurulacak, misafirler sokakları dolduran binlerce kişinin alkışları arasında
Peşte’ye gireceklerdi. Türk misafirler vapurlarla Tuna’da gezdirilecek,
akşamları tiyatrolara götürülecek, onurlarına balolar tertip edilecekti.
Peşte sokakları lambalarla aydınlatılacak, fişekler patlatılacak, mihmandarlığın en mükemmeli gösterilecekti. Öte yandan bu seyahatin
anısına Türk misafirlere hediye edilmek amacıyla, üzerinde dostluğu
simgeleyen birbirini tutmuş iki el resminin bulunduğu gümüş madalyalar bastırılacak, daha büyük olarak imal edilecek altın madalya
ise Padişah’a sunulacaktı. Mehmed Asım, adı geçen gazete haberini
tercümesiyle birlikte yazısına eklemişti.38
Peşte tertip komitesinin davetiyesi İstanbul’a gelince Sultan
Abdülhamid, Sadrazam Ahmed Cevad Paşa’nın görüşünü sorarak,
heyet gönderilmesine karar verildiği takdirde, bunların “şân-ı âli-i
devleti muhill hâl ve harekette bulunmayacak” kimselerden seçilmesini istedi.39 Cevad Paşa, İstanbul’a gelen Macar ziyaretçilerin müsteşar,
gazeteci ve itfaiye subayı olduklarını belirterek, Türk heyetinin de
buna muadil biçimde, biri Şûrâ-yı Devlet azası, biri itfaiye komutanı
ve diğerleri de “evsâf-ı matlûbeyi hâiz” gazetecilerden olmak üzere
azami 12 kişinin gönderilebileceğini, bunların Macaristan’da geçirecekleri iki gün için her birine 50 lira harcırah verilebileceğini belirtti.
Masraftan kaçınmak için heyetin sayısı sınırlı tutulmuştu.40
Fakat Osmanlı hükümetinin Avusturya-Macaristan devleti ile
ilişkilerin zarar görmemesi için Peşte’ye Türk heyeti gönderilmesinden vazgeçildi. Sultan Abdülhamid, Avusturya’nın Macaristan’daki konumunun, Osmanlı Devleti’nin bazı vilayât-ı mümtâzedeki
durumu gibi müşkül olduğunu belirtmiş ve adı geçen devletin bu
38 31 Temmuz 1308/12 Ağustos 1892, BOA, Y. MTV, nr. 65/71. Mehmed Asım’ın
belirttiği gazete kupürü mevcut olmamakla birlikte, belirtilen gazete haberinde İstanbul ve Selanik’ten gelecek Türklerin 5 Eylül’de Budapeşte’de olacakları,
valinin başkanlığında özel bir karşılama heyeti oluşturulduğu kaydedilmiştir
(Vasárnapy Ujsáğ, Szám 39/33, 14 Augusztus 1892, ol. 772).
39 28 M 1310 (21 Ağustos 1892), BOA, İ. HUS, nr. 2/81.
40 29 M 1319 (22 Ağustos 1892), BOA, Y. A. HUS, nr. 263/120.
233
OSMANLI İSTANBULU III
ziyaretten memnun kalmayacağını ifade etmişti. Padişaha göre, Macar ziyaretçilerin İstanbul’da ağırlanmasından dolayı Avusturya’nın
İstanbul sefirinin memnuniyet bildirmesi görüntüden ibaretti ve aslında sefirin bu ziyaretlerden hoşnut olmadığı tavırlarından kolaylıkla anlaşılmaktaydı. Macar misafirlerin Yıldız Sarayı’nı ziyaretleri
esnasında refakatlerine elçilik memurları takılması da bu rahatsızlıktan ileri gelmekteydi. Şimdi Peşte’ye bir heyet gönderilmesi Avusturya-Macaristan hükümetini kuşkuya sevk edebilecekti. Bu nedenle
Sultan Abdülhamid, Macarların davetinin teşekkürle geçiştirilmesini
ve iade-i ziyaretin ileri bir tarihe ertelenmesini istedi. Böylelikle öngörülen 600 liralık masraftan da tasarruf edilmiş olacağını hesaplayan
padişah, Ahmed Cevad Paşa’nın Hariciye Nazırı Ahmed Tevfik Paşa
ile görüşerek son kararı bildirmelerini istedi.41 Sadrazam Cevad Paşa,
padişahın, Avusturya elçisinin durumuyla ilgili kaygısını onaylamış;
bununla birlikte, Avusturya’nın 1878’de Bosna-Hersek’i işgalinin de
o tarihte Türk sefirini güç durumda bıraktığını hatırlatarak, söz konusu davetin kabulünü bu açıdan önemsediğini ifade etmiştir.42 Cevad Paşa’nın düşüncesi tasavvurdan öte gitmemiş, padişahın talebi
41 “Avusturya devletinin Macaristan’daki mevkii Devlet-i Aliyye’nin bazı vilayât-ı
mümtâze-i şâhâneye karşı olan mevkii gibi müşkil olduğu malum olup vâkıâ Dersaadet’e Macar seyyahîni geldikçe haklarında gösterilen hüsn-i muameleden dolayı
Avusturya sefiri beyan-ı memnuniyet etmekte ve işbu seyyahîn haklarında taraf-ı
müctemi‘u’l-mecd-i hazret-i padişahîden ibrâz buyurulan muamele-i bîtarafâne
hasebiyle bunların hüsn-i kabullerinden mütevahhiş olmamakta ise de Avusturya
devletinin ve sefirinin bunda pek de memnun olmamakta oldukları sefirin hâl u
tavrından ve seyyahînin Saray-ı hümâyûn-ı mülûkâneye hîn-i azimetlerinde
refakatlerinde sefaret memurlarından bazılarının bulunması gibi muamelâtdan
istidlâl edilmekte olduğu cihetle şimdi buradan Macaristan’a bir heyet gönderilmesi
Avusturya devletinin büsbütün nazar-ı dikkatini câlib olacağı ve binâenaleyh
mümkün olduğu halde keyfiyetin âtiye bi’t-ta‘lîk şimdilik yalnız gösterilen şu
arzudan dolayı beyân-ı mahzûziyyet olunmak suretiyle geçiştirilmesi ve beyhude
altı yüz lira kadar bir masraf ihtiyar edilmemesi vârid-i hâtır-ı ilhâm-mazâhir-i
cenâb-ı tâcdârî olmakta idüğünden Hariciye Nazırı Paşa hazretleriyle müzâkere-i
madde ile ne yapılmak lazım geleceğinin bi’t-tekrar südde-i seniyye-i mülûkâneye
arz ve iş‘ârı şeref-sâdır olan irade-i seniyye-i cenâb-ı hilafet-penâhî icâb-ı âlisinden bulunmuş olmakla ol babda emr u ferman hazret-i men lehu’l-emrindir.”
(2 Safer 1310/25 Ağustos 1892, BOA, İ. HUS, nr. 3/10).
42 3 S 1310 (26 Ağustos 1892), BOA, Y. A. HUS, nr. 264/28.
234
MACARLARIN 1892 YILINDAKİ İSTANBUL ZİYARETLERİ
doğrultusunda, iki ülke ilişkilerinin yeni bir krize sürüklenmemesi
düşüncesiyle ziyaretten şimdilik vazgeçilmiştir.43
Bununla birlikte Türk-Macar ilişkileri siyasi ve kültürel alanda
gelişerek devam etmiştir. 1891 sonlarında Macaristan Ziraat Bakanlığı’nın seçkin bir heyetle İstanbul’a gönderdiği tohumlar Bursa’daki
Hamidiye Ziraat Mektebi’nin numune tarlasında ekilmiş ve alınan
sonuçlar Sultan Abdülhamid’i hayli memnun edince bunların ithalinin devamına karar verilmiştir.44 At ithalatı da sürdürülmüş ve
1892 yılında 160 Macar atı satın alınmıştır.45 Macaristan Demiryolları Direktörü Mösyö Shuimur, aynı yıl içerisinde İstanbul’da bir
acente açmıştır. Peşte Oteli’nde açılan ve Avrupa’daki tüm demir ve
deniz yolu şirketlerinin biletlerini satmaya ve kalabalık gruplar için
turlar düzenlemeye yetkili olan acente, ilk turunu da 3 Eylül 1892
tarihinde Edirne-Sofya-Belgrad üzerinden Peşte’ye düzenlemiştir.46
Yine aynı tarihlerde, Macar sigorta şirketinin İstanbul temsilcisi
43 Bâbıâli’nin 1876 Ekim’inde Sırp isyanını bastırması üzerine Peşte’deki Türk
Konsolosu Sermed Efendi’yi tebrik etmek isteyen Macar üniversiteliler, Başbakan Tisza Kálmán’ın iznine rağmen, Rusya’nın tepkisini çekmek istemeyen
Avusturya polisinin engeliyle karşılaşmışlar, ama yine de fener alayı yapıp,
Gül Baba Türbesi’ne çelenk koymayı başarmışlardı (Melek Çolak, “Macar
Kaynaklarına Göre Gyula Andrássy ve Osmanlı-Macar İlişkileri (1875-1878)”,
Tarih İncelemeleri Dergisi, c. XXVI, Sayı 1, Temmuz 2011, s. 54). Türk heyetinin
1877 yılındaki Peşte ziyareti esnasında da, Avusturya hükümetinin baskısı
nedeniyle Macarlar Türk dostlarını karşılamaktan çekinmişler, fakat daha
sonra Bâbıâli’nin Kânûn-ı Esâsî’nin kişisel özgürlükler konusundaki güvencesini öne sürerek, yola çıkmış olan heyeti geri çağıramayacağını ve ziyaretin
resmî bir sıfatı olmadığını temin etmesi üzerine kriz çözülmüştü (B. Nazır,
Osmanlı-Macar Dostluk İlişkileri, s. 311).
44 27 Ca 1309 (28 Aralık 1891), BOA, Y. MTV, nr. 57/68. Otuz üç çeşit tohum
arasında çeşitli cinslerde fasulye, buğday, mısır ve arpa bunuyordu. Mektep
müdürü raporunda, fasulyelerin yerli fasulyelerden daha üstün, mısırların ise
hem yerli hem de Amerika mısırlarından daha lezzetli ve bereketli olduğunu
belirterek, bunların tarımının yaygınlaştırılmasının istikbalde sağlayacağı
faydalara işaret etmiştir (BOA, Y. MTV, nr. 58/1).
45 29 Z 1309 (24 Temmuz 1892), BOA, Y. MTV, 64/120; Tarik, nr. 2999, 15 Muharrem 1310/8 Ağustos 1892.
46 Tarik, nr. 2999, 10 Muharrem 1310/3 Ağustos 1892.
235
OSMANLI İSTANBULU III
Öjen Rapaport’a iftihar madalyası verilmiştir.47 Öte yandan, Avusturya-Macaristan İmparatoru I. Ferenc József ’in tahta çıkışının 25.
yıldönümü için Mayıs ayında şenlik düzenlenmek48 suretiyle siyasi
ve diplomatik nezaket gösterilmiştir.
İki halk arasındaki dostluk temeline dayalı ilişkilerin Macaristan cephesinde Türk edebiyatına karşı ilgi artarken Türk şairlerinin
şiirleri edebî dergileri süsleyecek; 1899 ve 1910 yıllarında Imre Karácson ve Gyula Mészáros tarafından Türk şiirleri antolojisi yayımlanacaktır. Türk folklorunun en değerli eserleri ve bu arada Nasreddin
Hoca fıkralarının dünya edebiyatına tanıtılmasında Ignacz Kunos
gibi Macarlar büyük rol oynayacaklardır. Türk halk yaşantısını ve
İstanbul’u anlatan seyahat notları yayımlandıkça Macarların Türkiye’ye ilgisi artacak; 20. yüzyıldaki Macar seyahatleri bilimsel hüviyete
bürünecek; Macar Türkologlar Türk tarihini, dilini, folklorunu ve etnografyasını incelerken, iki halkın akrabalık ilişkilerini ortaya koyan
tezler üretilecektir.49 Yaygın adıyla Macar Turancıları olarak bilinen
şarkiyatçılar, çalışmalarını örgütlü biçimde yürütmek amacıyla 1910
yılında Turáni Társasóg (Turan Cemiyeti) adını verdikleri birliğin çatısı altında toplanacaklar; cemiyet 1912 yılından başlamak üzere ilki
Ankara ve Konya çevresine, üçüncüsü Konya-Kayseri bölgesine olmak üzere Anadolu-Kafkasya-Orta Asya bölgesine beş bilimsel gezi
düzenleyecektir.50 Macarların geleneksel bahar ziyaretleri ise Balkan
savaşları yıllarına kadar aksamadan sürecektir.
47 11 M 1309 (16 Ağustos 1891), BOA, İ. DH, nr. 1239/97027.
48 BOA, İ. DH, nr. 1278/100581; Sabah, nr. 1006, 14 Zilkade 1309/9 Haziran 1892.
49 G. Hazai, Tarih Boyunca Türk-Macar Bağları, s. 24-37.
50 Tarık Demirkan, Macar Turancıları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2000,
s. 37; Nizam Önen, İki Turan: Macaristan ve Türkiye’de Turancılık, İletişim
Yayınları İstanbul 2005, s. 58-62.
236
MACARLARIN 1892 YILINDAKİ İSTANBUL ZİYARETLERİ
EK 1: Nisan Ayındaki Macar Seyyahların Listesi51
Adı
Mesleği / Unvanı
1
Fransuva Alberti
Tüccardan
2
Doktor Arthur
Ashâb-ı servetten
3
Albert Bordacsi
Eczacı
4
Nikola Bonça
Meclis-i Mebusân azasından
5
Ferdinand Blogh
Tüccardan
6
Viktor Bezerdi
Ashâb-ı servetten
7
Madam Viktor Bezerdi
Ashâb-ı servetten
8
Madam Aman Brahzili
Dava vekili
9
Milan Tuku Dubayşa
Meclis-i Mebusân azasından
10
Doktor Pier
Dava vekili
11
Doktor Lajos Csatári
Tabip
12
Sarl Csaba
Dava vekili
13
Tibor Duvics
Talebe
14
Andre Duvics
Ashâb-ı Servetten
15
Norbert Dunkel
Muzıka-i Ticaretten
16
Doktor Zola Angel
Tabip
17
Özön Taller
Demiryolu memurininden
18
Madam Özön
Demiryolu memurininden
19
Michael Tisher
Darülfünun memurininden
20
Şarl Ferniah
Ashâb-ı servetten
21
Giyom Galia
Demiryolu idaresi memurîninden
22
Madam Galia
Haremi
23
Maksimilyan Gutmann
Memurînden
24
Bonova Gumper
Bankiye
25
Doktor Louis Guriks
Dava vekili
26
Géza Gusztavni
Ashâb-ı servetten
27
Doktor Emanuel Hassenfeld
Tabip
51 Kaynak: BOA, Y. PRK. EŞA, nr. 15/71, lef 2.
237
OSMANLI İSTANBULU III
28
Sarl Duhemhaise
Ashâb-ı servetten
29
Alekszander Horváth
Mühendishane muallimlerinden
30
[Horváth’ın] Madamesi
31
Herz
Fabrikacı
32
Viktor Bian Hermeli
Muallim
33
Antuant Hempel
Ashâb-ı servetten
34
Michael Haliko
Ashâb-ı servetten
35
Viktor Herz
Fabrikacı
36
Dimitriyev Yankovics
Ashâb-ı emlâkden
37
Doktor Alekszander Karsai
Dava vekili
38
Doktor Ignácz Kunosi
Encümen-i Dâniş muallimlerinden
39
Gabriel Kovács
Ashâb-ı servetten
40
Madam Kovács
Ashâb-ı servetten
41
Doktor József Kelan
Tabip
42
I. Fransua Gilcz
Şimendifer idaresi nazırlarından
43
Fransua Klinfer
Fabrikacı
44
Madam Ernest Latinevics
Ashâb-ı servetten
45
Emanuel Lakf
Şimendifer idaresi kâtiplerinden
46
Özön Mutely
Memur
47
Zola Mutely
(Kezâ) Memur
48
Doktor Jul Monor
Dava vekili
49
Ernest Goldschmidt
Tüccardan
50
Fransua Gabez
Direktör
51
Ö. R. Viç
Fabrikacı
52
Ernesto Neszi
Banka memurlarından
53
Fransua Óvari
Meclis-i Mebusân azasından
54
Emil Ukrovics
Rahip
55
Doktor Jul Padhuzanics
Hâkim
56
Louis Brobal
Banka memurlarından
57
Jever Peyser [?]
Tüccardan
58
Russo V. Patrak
Fabrikacı
-
238
MACARLARIN 1892 YILINDAKİ İSTANBUL ZİYARETLERİ
59
Robert Prád
Fabrikacı
60
Baron Géza
Erbâb-ı haysiyetten ve mâbeyincilik
rütbesini hâiz
61
Şarl Roth John
Ashâb-ı servetten
62
Madam Hanri kızıyla beraber -
63
Cornelius Szokolai
Nemzet gazetesinin muharriri
64
Madamesi Szokolai
Nemzet gazetesinin muharriri
65
Golyom Sternhalte [?]
Memur
66
Jan Szamariai
Ashâb-ı servetten
67
Madamesi Szamariai
Ashâb-ı servetten
68
Henry Szaifer
Fabrikacı
69
Madamesi Szaifer
Fabrikacı
70
Ignacz Suvárc
Ashâb-ı servetten
71
[Ignacz Suvárc’ın] Madamesi -
72
Ló Şövalye Louis Sihalorka
Yüzbaşı
73
Madam Louis Sihalorka
-
74
Emmanuel Shilefan
Mühendis
75
Nikola Setrin
Hukuk Mektebi talebesinden
76
Jan Shirsh
Ashâb-ı servetten
77
Iol Shuimur
Peşte’de şimendifer bilet idare müdürü
78
Doktor Jan Teliz
Kimyager
79
[ Jan Teliz’in] Madamesi
-
80
Michael Ikasi
Ashâb-ı servetten
81
Javer Shilinfer
Gazeteci
82
Atise Toruk
Zabitândan
83
[Atise Toruk’un] Madamesi
-
84
Şövalye Albert Val
-
85
Julian
Muharrir
86
Doktor Jul Zasar
Hâkim
87
N. Fransua
Mühendis
88
M. Ber
-
239
OSMANLI İSTANBULU III
EK 2: Temmuz Ayındaki Macar Ziyaretçilerin Listesi52
Adı
Mesleği ve Unvanı
1
Alajos Follmann
Hâkim, Rus İtfaiye Teşkilatı Yardımcı
Başkanı
2
N. Ernő Bárány
Budapeşte Gönüllüler Teşkilatı
Başkomutanı
3
Kálmán Birkás
Özel davetli
4
Miklós Christo
Başkomutan
5
Zsigmond Deutsch
Hukuk öğrencisi
6
János Farkas
Başkomutan
7
Károly Felmayer
Fabrika başkomutanı
8
János Foghtüy
Başkomutan
9
N. Fogd
Avukat
10
Aron Feoris
Öğretmen
11
Ferencz Zéczy
Vahşi hayvan tüccarı
12
Sándor Gyürky
Yardımcı memur
13
Gyula Hamvay
Editör
14
Sándor Stanber
Tasarruf işleri idarecisi
15
Endre Hlatky
Avukat
16-17 Ödön Hérmán ve Eşi
Birim Komutanı
18
Zsigmond Hevesy
Uzman başkomutan
19
György Hamser
Başkomutan
20
László Horváth
21
Károly Kopumovits
Birim komutanı
22
Dr. Dénes Kovács
Gazete yazarı ve editör
23
Gyula Karlberger
Başkomutan
24
Ho. Kádár jr.
Komutan
25
Dr. Imre Karácson
Öğretmen
26
Alajos Benczés Linoz
Öğretmen
27
Nándor Tellinek
Fabrika sahibi
28
Béla Mihalik
Başkomutan
29
Nándor Martinengo
Başkomutan
52 Kaynak: BOA, Y. PRK. ZB, nr. 11/77, lef 5; Y. PRK. ŞH, nr. 4/52.
240
MACARLARIN 1892 YILINDAKİ İSTANBUL ZİYARETLERİ
30
Dr. Ferencz Major
İtfaiyeci doktor
31
János Nagy
Avukat
32
Dr. Károly Nagy
Doktor, komutan
33
Jakab Náthán
Başkomutan
34
János Oheroly
Öğretmen
35
Dr. Bertalan Pásztor
Başkomutan
36
Kálmán Rimanóczy
Mimar
37
József Rupp
Yardımcı komutan
38
István Radvány
Krallık danışmanı
39
Ágost Singhoffer
Ev sahibi
40
János Suda
Avukat ve danışmanlık başkanı
Dr. József Szily ve Eşi
Başkomutan
43
Lajos Seidl
Başkomutan
44
Gyula Szikszay
Başkomutan
45
Dr. Lipót Szein
46
András Sohlesak
Ekmek fabrikası ve ev sahibi
47
Dul Klára Slezák
Serbest meslek sahibi
48
István Szeghő
Krallık hâkimi
49
Tóthfalussy Béla
Yardımcı rahip
50
Dr. Samu Tihanyi
İtfaiyeci doktor, başhekim
51
Lajos Vinkler
Öğretmen
52
Ferencz Várady
Rahip
53
Lörincz Varga
Başkomutan
54
Ferencz Walser
Fabrika sahibi
55
Pál Vida
Yardımcı başkomutan
56
József Weigmann
Zellerin fabrikası temsilcileri başkomutanı
57
Pál Schwimmer
Macar Krallığı Devlet Demiryolları bilet
ofisi müdürü
58
József Déchy
Macar Krallığı Devlet Demiryolları bilet
ofisi sekreteri
István Bárdy ve eşi
Avukat
41-42
59-60
61
Magyar Irma
62
Henrik Kádár
62
[Okunamadı]
Komutan
241
Bulgar Çarı “Çarlar Kenti”nde
Cengiz Yolcu
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi
“Meşrutiyet-i Osmâniye’nin ilk meşrutiyetperver padişahına gelen ilk misafir, ilk Bulgar Kralı Ferdinand
hazretleri oldu ki İstanbul’a ilkbahar ile birlikte girdi.
O gece Saray-ı Hümâyun’da verilen ziyâfette yedikleri
tatlıyı biz Nevrûziye addeder ve Bulgaristan’la olan
münâsebetimizin şekerrîz olacağını tefe’ül eyleriz.”1
On dokuzuncu yüzyıl ve hemen akabinde yirminci yüzyılın ilk
çeyreği, o zamana kadar var olan her şeyde olduğu gibi uluslararası
ilişkilerde ve diplomasi alanlarında da yeni gelişmelerin ortaya çıktığı
bir dönem olur. Bu tarihten önce, devletler arasındaki ilişkiler, ağırlıkla muhatapların birbirlerine gönderdikleri elçiler vasıtasıyla yürütülürken; artık meslekten diplomatlar, özel temsilciler hatta bizzat
hükümdarlar yeni aktörler olarak meydana çıkarlar.
*
Metni okuyarak kıymetli görüş ve tavsiyelerini benimle paylaşan sayın hocam
Prof. Dr. Kemal Beydilli’ye ve bu metnin önce bir tebliğ, ardından makale
olmasına fırsat veren ve yazım sürecinde beni yönlendiren sayın hocam Prof.
Dr. Ali Akyıldız’a şükranlarımı sunarım.
1 “Haftalık Dedikodu”, Kalem, No: 79, 11 Mart 1326/ 24 Mart 1910, Perşembe,
s. 2.
243
OSMANLI İSTANBULU III
İmparatorların, kralların, prenslerin kalabalık maiyetleri, şatafatlı alayları eşliğinde yaptıkları seyahatler ve ziyaretler –görkemi ve
şaşaası azalmakla birlikte- günümüzde de devam eden bir diplomatik geleneği başlatır. Özellikle Avrupalı hükümdarların birbirlerine
yaptıkları bu ziyaretler diplomasinin devlet başkanları arasında şahsî
ilişkiler ve dostluklara dayanan bir boyutunu teşkil eder.
Elbette, Osmanlı Devleti de bu yeni gelişen ilişki tarzının dışında kalmaz. Ancak, ortaya çıkmaya başlayan yeni ilişkiler göz önünde
bulundurulduğunda, diğerlerinden farklı olarak Sultan Abdülaziz’in
1867 senesinde önce Fransa’ya ardından İngiltere, Belçika, Prusya ve
Avusturya’ya yaptığı ziyaretler dışında Osmanlı sultanlarının hep ev
sahipliği yaptıkları görülmektedir.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti’nin dağılışına değin geçen sürede İstanbul’daki saraylar
Fransa İmparatoriçesi Eugénie, Avusturya-Macaristan İmparatoru
Franz-Joseph ve Alman İmparatoru II. Wilhelm’den, İran Şahı Muzafferüddin’e, Bulgar Çarı2 I. Ferdinand’dan, Sırp Kralı Petar Karacorceviç’e garbın ve şarkın hükümdarlarını ve prenseslerini misafir
etmiştir.3 Osmanlı başkentine gelen misafirlerin her birinin ziyaretlerinin ayrı nedenleri olmakla birlikte, karşılanmalarında ve ağırlanmalarında yapılan hazırlıklar, düzenlenen törenler hem idarecilerin
ve saray mensuplarının hem de Osmanlı ahalisinin yeni tecrübeler
edinmesiyle neticelenmiştir. Avrupa’dan gelen misafirlerin konaklayacakları yapılardan, sarayların yeniden tefrişine, ziyafet adabına ve
tertibatına ve nihayet varıncaya dek yeni bir kültür ve alışkanlıklar
İstanbul’da yerleşmeye başlamıştır.
Osmanlı başkentine, Bulgarların adlandırmasıyla Tsarigrad’a
1910 yılının 21 Mart tarihinde başlayan ve bir hafta devam eden ziyaret gerçekleştiren Bulgaristan Çarı Ferdinand Sakskoburgotski’nin
2 Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan belgelerde ve Osmanlı matbuatında
Bulgaristan hükümdarı I. Ferdinand’ın unvanı kral şeklinde kullanılmaktadır.
Ancak ben kendisinin Bulgarca resmî unvanı Tsar’ın [Цар] Türkçe’ye yerleşmiş hali olan Çar’ı tercih edeceğim.
3 Kemal Beydilli, “İmparatorluğun Son Yüzyılında İstanbul”, II. Uluslararası
Osmanlı İstanbulu Sempozyumu Bildirileri içinde (İstanbul: İstanbul 29 Mayıs
Üniversitesi Yayınları, 2014), s. 48-49.
244
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
(Saxe-Coburg-Gotha) aslında İstanbul’a ilk seyahatini 1896 yılında
yine bir Mart ayında (26 Mart) yapmıştı. 2 Ağustos 1887’de Veliko Tırnovo’da Bulgaristan knyazı [prens] ilan edilen Ferdinand’ın bu
yeni makamının resmiyet kazanabilmesi için Berlin Antlaşması’nın
üçüncü bendi uyarınca devletlerin muvafakati ve Bâb-ı Âlî’nin tasdiki gerektiğinden4 bu gereklilikleri yerine getirmeden Sofya’ya gelen
prens, Rusya ve Bâb-ı Âlî tarafından resmen tanınmamıştır. Knyaz
Ferdinand, kendisi Katolik olmasına rağmen 1894’te doğan ilk oğlu ve
Bulgaristan tahtının veliahdı Boris’in Ortodoks adeti ve usulünce vaftiz edilmesi için 1896 yılında St. Petersburg’a yaptığı seyahatte Çar II.
Nikola, Boris’in vaftiz babası olurrken, Knyaz Ferdinand da 2 Şubat’ta
prensliğini Çar’a tasdik ettirmiştir. Ferdinand, St. Petersburg’tan sonra
26 Mart 1896’da İstanbul’a gelmiş ve Sultan Abdülhamid tarafından
kabul edilmiştir. Kendisinin en yüksek nişanla taltif edildiği bu ziyarette sultan da Ferdinand’ın prensliğini tasdik etmiştir.5
Bulgaristan hükümdarının ilk İstanbul ziyaretinin üzerinden
geçen yıllar içinde hem Bulgaristan’da hem de Osmanlı Devleti oldukça önemli sosyal ve siyasal dönüşümler yaşamışlardır. Bulgaristan
Mart 1896’da
İstanbul’u ilk
defa ziyaret
eden Knyaz
Ferdinand
Sv. Sv. Kiril ve
Metodiy Ulusal
Kütüphanesi,
Sofya, C III
1565
4 Nihat Erim, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri: Osmanlı İmparatorluğu Andlaşmaları (Ankara: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 1953),
s. 407.
5 Stephen Constant, Foxy Ferdinand Tsar of Bulgaria, (New York: Franklin
Watts, 1980), s.180.
245
OSMANLI İSTANBULU III
5 Ekim 1908 tarihinde tam bağımsızlığını ilan ederken, Osmanlı
Devleti’nde 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında askıya alınan meşrutiyet idaresi yeniden tesis edilmiştir. 1896’da Knyaz Ferdinand’ı ağırlayan II. Abdülhamid, 27 Nisan 1909’da tahttan ayrılmış,
Şehzade Reşad Efendi, V. Mehmed Reşad adıyla yeni Osmanlı Sultanı olmuştur. Knyaz Ferdinand ise Çar unvanıyla Bulgaristan tahtına çıkmıştır. Zaman zaman iki devletin sınırları etrafında askerler
arasında yaşanan ufak çaplı çatışmaların ötesinde diplomatik alanda
durağan ilişkilerin sürdüğü bir dönemde ansızın Çar Ferdinand’ın
İstanbul’u ziyaret etmek istediği öğrenilir. İstanbul seyahati gündeme gelmezden önce, St. Petersburg’da Çar II. Nikola’yla görüşen
Ferdinand, Sofya’ya dönüşünün ardından, İstanbul’a gelmek üzere
eşi Çariçe Eleonore, Bulgaristan başvekili ve hariciye nazırı gibi üst
düzey idarecilerin de yer aldığı maiyetiyle yola çıkar.6
Sofya’dan Ayrılış
Sofya’dan kendilerine tahsis edilen özel bir trenle ayrılan
Çar Ferdinand, Çariçe Eleonore ve maiyetlerindekiler güzergahları üzerindeki Cisr-i Mustafa Paşa’dan7 itibaren Osmanlı Devleti
sınırlarına girmişlerdir. Misafirler Osmanlı-Bulgar sınırında yer
alan bu kasabada bir süre duraklamak zorunda kalmışlar, Sofya’da
6 Çar Ferdinand ve maiyeti 9 Mart 1910 günü St. Petersburg’dan Sofya’ya geri
dönerler. Sabah gazetesinin 7346 numaralı 20 Şubat 1325 (5 Mart 1910) tarihli
sayısı İstanbul’a yapılacak bir seyahatin gündemde olduğunu yazar; ancak
haberde ziyaretin tarihi Mayıs ayı olarak ifade edilir, fakat seyahat Mart
ayında gerçekleşecektir. Çar Ferdinand’ın İstanbul ziyareti üzerine daha önce
şu çalışmalar da yapılmıştır: Fatmagül Demirel, “Eski Efendilerin Topraklarında” Dolmabahçe ve Yıldız Saraylarında Son Ziyaretler Son Ziyafetler içinde
(İstanbul: Doğan Kitap, 2007), s. 111-119; Kansu Şarman, “Ferdinand Sultanın
Doğu Rumeli Valisiydi Savaştan Önce Bulgar Kralı Oldu: Harpten İki Yıl
Önce İtinayla Ağırlandı”, Atlas Tarih, Sayı: 16, 2012, s. 24-29.
7 Cisr-i Mustafa Paşa ya da Mustafa Paşa günümüzde 1918 yılında yapılan isim
değişikliği dolayısıyla Svilengrad olarak bilinmektedir. Haskovo [Hasköy]
şehri dahilinde yer alan bu sınır kasabasında Sofya-İstanbul tren hattının
sınır istasyonu bulunmaktadır. Kasaba Balkan Savaşları sırasında Bulgaristan idaresine geçmiştir. M. Türker Acaroğlu, Bulgaristan’da Türkçe Yer Adları
Kılavuzu (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2006), s. 749.
246
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
binmiş oldukları tren bu noktadan itibaren Rumeli Şimendiferleri8 tarafından ihzâr edilen lokomotife bağlanmıştır.9 Bir sonraki
durak olan Edirne’de, misafirler Bulgar Marşı’yla10 karşılanmıştır.
Çatalca’da ise İstanbul’dan hareket eden, aralarında Osmanlı Devleti’nin Sofya Sefiri Asım Bey’in ve Bulgaristan’ın İstanbul Sefiri
Sarafov’un da bulundukları istikbal heyeti11 konukları taşıyan treni
karşılamışlar ve Sirkeci’ye kadar birlikte seyahat etmişlerdir. Yapılan yazışmalarda misafirlerin geçtikleri istasyonlarda onları selamlamak üzere hazır bulunan askerî birliklere mensup tüm neferlerin
8 Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki belgelerde söz konusu şirketin ismi yazılırken –benim bu seyahat özelinde kullandığım belgeler çoğunlukla Dahiliye
Nezareti Emniyet-i Umumiye Tahrirat Kalemi fonuna ait olsa da farklı katiplerin- farklı kullanımlarda bulunduğu dikkati çekmektedir. Şark Şimendiferleri Kumpanyası, Şark Demiryolu Şirketi aynı kuruluşu işaret etseler de
farklı belgeler arasında bir tutarlılık mevcut değildir.
9 Bulgaristan’dan gelen misafirlere tahsis edilen tren, Rumeli Şimendiferleri
Kumpanyası’ndan kiralanmıştır. Seyahat sonunda şirket Osmanlı Hükümeti’nden kiralama bedeli olarak 1000 lira talep eder, fakat Ticaret ve Nafia Nezareti sadece “iki üç vagon” kiralanmış olduğunu ileri sürerek şirketle yeniden
müzakere edeceğini belirtmektedir (BOA, BEO 3757/281770 20 Ca 328).
10 Heyetin karşılanma merasiminde çalınan ve Osmanlıca kaynaklarda yalnızca
Bulgar Marşı olarak adlandırılan marş 1886 yılında Wenn die Soldaten durch
die Stadt marschieren (Askerler Şehrin İçinden Geçtiklerinde) isimli bir Alman halk ezgisinden uyarlanan, sözlerini eğitimci Nikola Jivkov’un yazdığı
Şumi Maritsa’dır (Шуми Марица) (Meriç Nehri Çağlıyor). Bu marş 1944’e
kadar Bulgaristan Millî Marşı olarak çalınmıştır. Пряпорец [Pryaporets],
No: 66, 10/23 Mart 1910, Çarşamba, s. 1. Görüldüğü üzere Bulgarca gazetelerin yayım tarihlerinde Julyen ve Gregoryen takvimlerinin arasında mevcut
olan on üç günlük fark bulunmaktadır. Söz konusu gün farkı Birinci Dünya
Savaşı devam ederken Bulgar Çarlığı’nın Julyen Takvimi’nden Gregoryen
Takvimi’ne geçme kararı üzerine ortadan kalkacaktır. Bulgaristan’daki resmî
takvim değişikliği 31 Mart 1916 tarihinde yapılmış ve bir sonraki günün 14
Nisan 1916 olacağı ilan edilmiştir.
11 Karşılama heyetinde iki devletin sefirlerinden başka misafirlerin mihmandarlıklarına tayin edilen Ferik Ahmed Fevzi Paşa, Mirliva Salih Paşaların Hariciye
Kalem-i Mahsûs Müdürü Salih Bey ve Miralay Ziya Bey de yer almıştır. Mirliva
Salih Paşa Çariçe’nin mihmandarı olarak görevlendirilmiştir (Tanin, No: 552, 4
Mart 1326/ 17 Mart 1910, Perşembe, s. 1 ve BOA HR. SFR (04) 844/55 Lef 15-1).
247
OSMANLI İSTANBULU III
üniformalarının temiz ve nizamî olması gerektiği özellikle vurgulanmıştır.12
Misafirleri taşıyan tren İstanbul sınırlarına girdikten sonra
alınan tedbirlerin arttırılması günler öncesinden kararlaştırılmıştır.
Trenin güzergâhında yer alan ve özellikle Vilâyât-ı Selâse’de (Makedonya) devam eden kilise ve mektepler sorunu nedeniyle Bulgar
cemaatiyle tartışmalar yaşayan Rum nüfusun yoğun olduğu Samatya
ve Kumkapı semtlerinde ve istasyonlarında herhangi bir taşkınlık ve
fillî saldırı olmaması için bu istasyonlarda polis ve jandarma neferleri
konuşlandırılmıştır.13
I. Gün – 21 Mart 1910, Pazartesi
Nihâyet hem beklenen gün hem de misafirler İstanbul’a milâdî
21 Mart 1910 sabahı saat dokuzu çeyrek geçe varırlar. Tren Sirkeci’ye,
geçtiği duraklarda üzerine konulan defne yaprakları ve gene trenin
her iki tarafında eşit olarak sıralanmış Osmanlı ve Bulgar bayrakları
olduğu hâlde giriş yapmıştır.
Tren Sirkeci İstasyonu’na gelmeden evvel istasyonun çevresine
ve sahil şeridine Emniyet-i Umûmîye Müdürü Miralay Galib Bey’in
komutasındaki üniformalı ve sivil inzibât memurları yerleştirilmiştir.
Güvenliği sağlamanın yanı sıra Dersaadet Jandarma Alay Kumandanı
Kaymakam İbrahim Bey komutasında bulunan üç yüz jandarma ve
elli süvari polisi ile bisikletli zabıta memurları Bulgar heyetini selamlamak amacıyla istasyonda yerlerini almışlardır.
Sultan Reşad’ın misafirlerini karşılayacağı ve kabul edeceği
Otağ-ı Hümâyûn Sirkeci tren istasyonundan otuz metre kadar içeriye
kurulmuştur. Bulgar heyeti istasyona gelmeden evvel Serkarîn (Baş mabeynci) Lütfi Bey [Simavi] sultanın konuğu olacak ilk yabancı hükümdarın ve maiyetinin karşılanmaları esnasında takip edilmesi gereken
12 BOA, DH.MUİ 76-1/1, 7 Mart 326 tarihli Çatalca Mutasarrıflığı’na gönderilen telgrafname. Aynı gömlekte yer alan bir telgrafta Edirne Valisi İstanbul’dan gelen tüm resmî görevlilerin üniforma giymesini isteyen talimata,
kendisinin üniformasının olmadığı cevabını verir. Bunun üzerine valiye tören
esnasında redingot giymesinde bir sakınca olmadığı bildirilir.
13 BOA, DH.EUM.THR 95/86 ve BOA, DH.MUİ 76-1/1.
248
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
teşrifat usulünü, yani merasim kıtasının selamlanmasını, sultanın çariçeye kolunu uzatarak kendisine eşlik etmesini ve iki ülke heyetlerinin
birbirlerine takdim edilmesi lüzumunu padişaha hatırlatmıştır.14
Dâhiliye Nâzırı Talat Bey, Teşrifat Nâzırı Galib Paşa, Teşrifatçı
Behçet, Teşrifat Memuru Memduh ve Saadeddin Beyler15 ile davetli
bulunan yerli ve yabancı gazete muhabirleri ve Bulgar Sefarethanesi erkânı da konukları karşılamak üzere Sirkeci Garı’na gelmişlerdir.
Mekteb-i Sultânî’de okuyan Bulgar öğrenciler ve İngiliz Mektebi’nde
okuyan yirmi kız öğrenci de misafirlere çiçek demetleri sunmuşlardır.16
Zât-ı Hazret-i Pâdişâhî, Veliahd-ı Saltanat Yusuf İzzeddin
Efendi, Sadrazam Hakkı Paşa, Hâriciye Nâzırı Mehmed Rıfat Paşa,
Serkarîn Lütfi ve Başkâtib Halid Ziya Beyler ve Seryâver-i Şehriyârî
Hurşid Paşa Dolmabahçe Sarayı rıhtımından Söğütlü Vapuruna binerek Sirkeci Garı’na gelirler. Harbiye Nâzırı Mahmud Şevket Paşa,
Erkân-ı Harbiye Reisi İzzet Paşa ve diğer üst düzey komutanlar da
tören mahallindeki yerlerini almışlardır.17
Beklenen misafirleri taşıyan trenin istasyona girişi ve iki hükümdarın ilk karşılaşmaları Yeni İkdam gazetesinde şu satırlarla duyurulur:
Kral Ferdinand hazretlerinin zâtına mahsûs olan armalı vagon muvâcehe-i şâhânede durduğu sırada Bulgaristan Kralı Ferdinand hazretleri
vagonun penceresinden zât-ı hazret-i pâdişâhîyi selâmlamışlardır. Zât-ı
şâhâne de mütebessimâne bir sûretde Kral hazretlerine i’âde-i selâm eylemişlerdir.18
14 Başmabeyinci Lütfi Bey, Osmanlı Sarayı’nın Son Günleri (İstanbul: Hürriyet
Yayınları), s. 127-128.
15 BOA, BEO 3720/278969. Hariciye Nazırı Rıfat Paşa’nın yazdığı 7 Mart 326/
20 Mart 1910 tarihli bir tezkerede Çar’ı İstanbul’da bulunacağı süre zarfında
gerekli teşrifatın eksiksiz bir şekilde yerine getirilmesi için masarıf-ı gayr-i
melhuz tertibinden 3000 kuruş kullanmaları talimatı verilmektedir.
16 Tanin, No: 557, 9 Mart 1326/ 22 Mart 1910, Salı, s. 2.
17 BOA HR. SFR (04) 844/55 Lef 15-2.
18 “Misafir-i Hass-ı Hazret-i Padişâhî Bulgaristan Kral ve Kraliçesi Hazerâtının Dersaadet’e Muvâsalatları”, Yeni İkdam, No: 9, 9 Mart 1326/ 22 Mart 1910,
Salı, s. 1.
249
OSMANLI İSTANBULU III
Üzerinde general üniforması ve beyaz kalpağı olan Çar19 ve
Çariçe vagonlarından indikten sonra iki heyet karşılıklı olarak birbirleriyle tanışmaya ve maiyetlerinde bulunanları takdim etmeye
başlamıştır. Bu merasimde Çar Ferdinand’ın tercümanlığını Teşrifat
Nâzırı Galib Paşa yapar.20 Sultan Reşad ilk önce Veliahd Yusuf İzzeddin Efendi’yi ardından da nâzırlarını konuklarına takdim eder.
Tanışma merasiminden sonra Sultan Reşad Çariçe Eleonore’a
kolunu uzatır ve Çariçe Sultanın koluna girmiş olduğu halde Otağ-ı
Hümâyûn’a geçerler. Sultan Reşad’ın Çariçe’ye yaptığı kavalyelik jesti
ya da koltuklama eylemi pek aşina olunan bir tavır olmamakla birlikte
son dönem Osmanlı Sarayı mensupları için bir sürpriz mahiyetinde
de değildir. İlk defa Sultan Abdülaziz’in İmparatoriçe Eugénie’ye
İstanbul’u ziyareti esnasında yaptığı bu incelik,21 yaklaşık yarım asır
sonra birçok Avrupalı diplomat ve muhabirin de takip ettiği böyle bir
merasimde Sultanın yaptığı jest aslında on yıllardır Saray’da devam
eden Avrupaî adab-ı muaşeretin ve davranışların artık iyice görünür
hale gelmesidir. Zira bu jest sadece Sirkeci’deki karşılamayla sınırlı
kalmamış, heyetlerin birlikte bulundukları Hürriyet-i Ebediye tepesindeki merasim sırasında ve misafirlerin yolcu edilmeleri sırasında
da tekrarlanmıştır. Sultan’ın Çariçe’ye olan jesti hem Bulgar basınında yer almış22 hem de Tanin gazetesinde özellikle vurgulanmıştır:
Kral hazretleri kraliçeyi zât-ı hazret-i padişâhîye takdim etmişler ve
zât-ı hazret-i padişâhî ellerini evvelâ kraliçeye ve sonra krala uzatmışlardır. Badehu kral ve kraliçe refâkat-i padişâhîde bulunan veliahd-ı saltanat Yusuf İzzeddin Efendi hazretlerine takdim olunmuşlardır. Zât-ı
şahâne kraliçeye kollarını vermişler, çadıra gelmişlerdir.23
19 Пряпорец [Pryaporets], No: 66, 10/23 Mart 1910, Çarşamba, s. 1.
20 “Kral Ferdinand’ın Muvâsalatı”, Yeni Tasvîr-i Efkâr, No: 291, 9 Mart 1326/ 22
Mart 1910, Salı, s. 2.
21 Mehmet Yıldız, “Türk Resmî Ziyafet Kültüründe Zirve: Fransa İmparatoriçesi Eugénie Onuruna Verilen Muhteşem Ziyafetler (1869)”, Millî Folklor,
Yıl: 2014, Sayı: 102, s. 131.
22 Пряпорец [Pryaporets], No: 65, 9/22 Mart 1910, Salı, s. 2.
23 Tanin, No: 557, 9 Mart 1326/ 22 Mart 1910, Salı, s. 1.
250
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
Sultan V.
Mehmed
Reşad, Çariçe
Eleonore’a
karşılama
merasiminde
eşlik ederken
İBB Atatürk
Kitaplığı ALB.
145/4
Heyetler Otağ-ı Hümâyûn’da bir süre kaldıktan sonra Söğütlü
vapuruna binerek Dolmabahçe Sarayı’na giderler.24 Saray’daki kısa
bir dinlenme ve Hâriciye Nâzırı Rıfat Paşa’nın tercümanlığıyla gerçekleşen kısa bir sohbetten sonra Sultan Reşad ve Çar Ferdinand
birinci saltanat arabasına, Veliahd Yusuf İzzeddin Efendi ile Çariçe
Eleonore da ikinci saltanat arabasına binerek maiyetleriyle birlikte
Dolmabahçe Sarayı’ndan ayrılırlar. Konvoy konukların İstanbul’da
bulunacakları zaman zarfında konaklayacakları Yıldız Sarayı Şale
Köşkü’ne25 doğru hareket eder. Çar ve Çariçe kendilerine tahsis edilen Merasim Dairesi’nde, misafir heyetin diğer kısmı ise Pera Palas
Hoteli’nde kalacaktır.26
24 BOA HR. SFR (04) 844/55 Lef 15-2.
25 Yıllar önce bir diğer hükümdarın, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in ilk
ziyaretinde (1889) konaklaması için inşa edilen ve Fransızca Dağ Evi (Chalet)
manasına gelen Şale Köşkü, farklı zamanlarda yapılan iki binadan meydana
gelmiştir. Köşkün ikinci kısmı olarak nitelendirilebilecek Merasim Dairesi
de yine Kayzer Wilhelm’in İstanbul’a 1898 yılındaki ikinci ziyaretinde eşi
Augusta Victoria ile birlikte konaklamaları için inşa ettirilmiştir.
26 Tanin, No: 557, 9 Mart 1326/ 22 Mart 1910, Salı, s. 2.
251
OSMANLI İSTANBULU III
İstanbul’daki
Bulgar ve
Osmanlı
heyetlerini bir
arada gösteren
fotoğraf.
İBB Atatürk
Kitaplığı ALB.
145/2
Ziyaretin birinci gününün akşamında ise Sultan Reşad misafirleri şerefine Dolmabahçe Sarayı’nda otuz kişilik bir ziyafet verir.27
Ferdinand ve maiyeti yemekten önce Dolmabahçe Sarayı’nın ikinci kat salonunda karşılanırlar. Burada Çar, Sultan Reşad’a kordonlu
Aziz Aleksandır Nişanı’nı28 takdim eder. Veliahd Yusuf İzzeddin
Efendi’ye, Sadrazam Hakkı Paşa’ya, Hariciye Nazırı Rıfat Paşa’ya da
Büyük Haçlı Aziz Aleksandır Nişanı hediye edilir. Mahmud Şevket Paşa’ya ise Elmas İşlemeli Askerî Liyakat Nişanı verilmiştir.29
27 BOA HR. SFR (04) 844/55 Lef 15-4.
28 Aziz Aleksandır Nişanı [Орден Свети Александър] 1881 yılında Bulgaristan Prensi [Knyaz] Aleksander Battenberg tarafından Rus prensi [knyaz] ve
komutanı Aleksander Nevski onuruna ihdas edilmiştir. 1946 senesinde ilga
edilene değin Bulgaristan Çarlığı’nın en yüksek ikinci dereceli nişanı olmuştur.
29 Пряпорец [Pryaporets], No: 66, 10/23 Mart 1910, Çarşamba, s. 3.
252
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
Sultan ise Çar’a Hanedân-Âl-i Osman Nişanı’nı30 Çariçe’ye de Murassa’ Mecidî Nişanı’nı31 hediye etmiştir. Bulgaristan’da yayımlanan
Пряпорец [Pryaporets] gazetesi padişahın bu armağanının daha önce
yalnızca Kraliçe Victoria’ya sunulmuş olduğunu vurgulamıştır.32
Nişan takdimi merasiminden sonra ziyafet salonuna geçilir.
Sultan Reşad eski geleneğe uygun olarak misafirine atfettiği itibarı
daha çok belirtmek amacıyla Çar Ferdinand’ı sol tarafında, Çariçe’yi
de sağ tarafında ağırlamıştır. Karşısında ise veliahd Yusuf İzzeddin
Efendi hazretleri bulunur.
Tanin’in yayımladığı listeye göre ilk akşam yemeğinde ziyafete
katılanlar masada karşılıklı alarak şu şekilde oturmuşlardır:33
30 Hanedân-Âl-i Osman Nişanı 31 Ağustos 1893 tarihinde ihdas edilmiş; öncelikle uygun görülecek Osmanlı hanedânı mensuplarına, Osmanlı Devleti’ne
fiilî ve manevî yardımları olan yabancı hükümdarlara ve yüksek memurlara verilmesi kararlaştırılmıştır. Edhem Eldem, İftihar ve İmtiyaz: Osmanlı
Nişan ve Madalyaları Tarihi (İstanbul: Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma
Merkezi, 2004), s. 348-350; ayrıca bkz. Metin Erüreten, Osmanlı Madalyaları
ve Nişanları: Belgelerle Tarihi, Çev. Erhan Uzsay (İstanbul: DMC, 2001), s.
297-299. Kaiser Wilhelm eşi Kaiserin Augusta Victoria ile birlikte aldığı
Hanedân-Âl-i Osman Nişanı’na sahip olan ilk yabancı hükümdar olmuştur.
Eldem, İftihar ve İmtiyaz, s. 357.
31 Sultan Abdülmecid saltanatında 13 Zilkade 1268 (29 Ağustos 1852) tarihinde yayımlanan bir nizamname ile ihdas edilen Mecidî Nişan, Osmanlı
Devleti’nin son yıllarında dek diğer padişahlar tarafından da yaptırılmıştır.
Nişanın ortasında yer alan bombeli kısımda padişahın tuğrası bulunmakta,
tuğranın etrafını “Gayret”, “Hamiyet” ve “Sadakat” sözcükleri çevrelemektedir. Mecidî Nişanı’nın beş derecesi vardır ve yalnızca birinci derecesinin
murassa’ı yani mücevherlisi mevcuttur. Kayd-ı hayat şartıyla verilen Mecidî
Nişanı’nın tek istisnası da yine murassa’ nitelikteki nişandır. Çariçe’ye de
hediye edilen Murassa’ Mecidî Nişanı padişah hediyesi olduğundan dolayı
sahibinin vefatından sonra iade zorunluluğu bulunmamaktadır. Erüreten,
Osmanlı Madalyaları ve Nişanları, s. 208, 214; Eldem, İftihar ve İmtiyaz,
s. 176-201.
32 Пряпорец [Pryaporets], No: 66, 10/23 Mart 1910, Çarşamba, s. 3.
33 Tanin, No: 557, 9 Mart 1326/ 22 Mart 1910, Salı, s. 2 ve Yeni İkdam, No: 9, 9
Mart 1326/ 22 Mart 1910, Salı, s. 2.
253
OSMANLI İSTANBULU III
Salih Paşa
Yaver Paşa
Başkâtib Halid Ziya Bey
General Markov
Mahmud Şevket Paşa
Bulgaristan Hariciye Nazırı Paprikov
Veliahd Yusuf İzzedin Efendi
Başvekil Malinov
Saray Nâzırası
Ahmed Muhtar Paşa
General Botev
Mihmandar İzzet Paşa
Hurşid Paşa
Pertev Bey
Müsteşar Fuad Paşa
Müşir Fuad Paşa
Ticaret Nazırı Liyapçev
Hariciye Nazırı Rıfat Paşa
Çariçe Hazretleri
Sultan V. Mehmed Reşad
Çar Hazretleri
Sadrazam Hakkı Paşa
Sefir Sarafov
Serkarîn Lütfi Bey
General Savov
Mihmandar Ahmed Fevzi Paşa
Mirliva Salih Paşa
İki komşu devletin hükümdarlarının ve üst düzey idarecilerinin
katıldığı ilk akşam yemeğinde (dîner de gala) konuklara gayet zengin
bir menü servis edilmiştir:34
Çorba – Consomme d’Orléans
Börek – Beurecks
Barbunya Balığı – Rogets de la Marmara en caissettes
Sığır filetosu – Filet de boeuf Godard
Kuzu külbastısı – Côtes d’agneau Catalane
Punç35 – Punch very dry
Tavuk kızartması – Chapons rôtis
Salata – Salade cressonnière
34 Tanin, No: 557, 9 Mart 1326/ 22 Mart 1910, Salı, s. 1 ve Пряпорец [Pryaporets],
No: 67 11/ 24 Mart 1910, Perşembe, s. 3.
35 Punç (Punch): Alkollü ya da alkolsüz olarak tüketilebilen bu içecek Hindistan menşeilidir ve İngiliz Doğu Hindistan Kumpanyası’na (British East
India Company) hizmet eden denizciler ve memurlar aracılığıyla on yedinci
yüzyıldan itibaren önce Britanya’da sonrasında ise tüm dünyada yaygınlık kazanmıştır. İçkiye adını veren punch kelimesi Sansktritçe’de beş sayısı anlamına
gelmekte ve içkinin muhtevasında bulunan alkol, şeker, limon, su ile çay ya
da baharat gibi maddeleri işaret etmektedir.
254
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
Bezelye – Petits pois primeurs à la française
Pilav – Pilaf
Dondurma – Charlotte plombière
Peynirli bisküvit – Pailles pannesanes
Meyve şekerleme – Dessert
Ziyafetin ardından misafirler için tertip edilen klasik müzik
konseri başlamıştır.36
II. Gün – 22 Mart 1910, Salı
Çariçe Eleonore, ziyaretin ikinci günü yanında Bulgaristan’ın
İstanbul Sefiri Sarafov’un hanımı ve kızı olduğu halde Harem-i
Hümâyûn’u ziyaret eder.37 Kendisine mihmandarlık ve tercümanlık
yapmak üzere serkarîn (baş mabeynci) Lütfi Bey’in yeğeni ve aynı zamanda eski sadrazamlardan Halil Rıfat Paşa’nın yeğeni Fatma Şükriye Hanım ve serkâtib Halid Ziya Bey’in kızı Hatice Bihin Hanım eşlik eder.38 Çariçe’nin hareme yaptığı ziyaret bir anlamda da Çar’ın ilk
gün akşamı Dolmabahçe Sarayı’na gitmesinin zeyli olarak görülebilir.
Zira Çariçe de haremde kendi mevkidaşını görmek istemiştir. Fakat
kendisinin bu arzusu üzerine böyle bir ziyarette padişahın kadınlarından hangisinin protokolde yer alacağı daha önceden tayin edilmemiş
olduğundan sarayda kısa süreli bir telaş yaşanır. Nihayetinde Sultan
Reşad’ın 1872’de nikah kıymış olduğu39 ve şehzadelerden Mehmed
Ziyaeddin ile Mehmed Necmeddin Efendilerin annesi Başkadınefendi Kâmures Hanım’ın Çariçe ile bir araya gelmesi kararlaştırılır.
Kâmures Kadınefendi’nin Harem’de ikamet ettiği dairenin pek sade
döşenmiş bulunması gerekçesiyle yabancı bir saray mensubunu ağırlamaya müsait görülmemesi üzerine Harem-i Hümâyûn’un üst katında ve kara tarafındaki bir daire saraydan getirilen eşyalarla yeniden
36 Konserde icra edilen eserlerin isimleri ve bestecileri Ek II’de verilmiştir.
37 Пряпорец [Pryaporets], No: 66, 10/23 Mart 1910, Çarşamba, s. 3.
38 Halid Ziya Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, Yay. Haz. Nur Özmel Akın (İstanbul:
Özgür Yayınları, 2012), s. 363.
39 Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları (İstanbul: Oğlak Yayıncılık, 2012), s.
542.
255
OSMANLI İSTANBULU III
düzenlenir.40 Harem Dairesi’ndeki buluşmanın sonunda Çariçe’ye
armağan olarak bir ıtriyat kutusu verilmiştir.41 Misafirlerin İstanbul’dan ayrılmalarından önce Çar’ın Hereke ve Bilecik’e seyahate
çıktığı gün Başkâtib Halid Ziya Bey Çariçe’ye Hereke tezgahlarında
işlenmiş İran tarzı bir halı hediye etmek üzere Merasim Köşkü’ne
gitmiştir. Çariçe Eleonere ise, Halid Ziya Bey’e, ziyaretlerinin ikinci
gününde Harem-i Hümâyun’da gördüğü misafirperverliğin karşılığı
olarak Kâmures Kadınefendi’ye verilmek üzere müzeyyen bir çerçeve
içindeki kendi portresini ve zümrüt işlemeli bir broş teslim etmiştir.42
Ayrıca yine Halid Ziya Bey’in aracılığıyla Harem’de kendisine mihmandarlık yapan Fatma ve Bihin Hanımlara isminin baş harfinin
işlendiği bir broş göndermiştir.43
Çar Ferdinand’ın programında ise Veliahd Yusuf İzzeddin Efendi’yi ziyaret etmek vardır.44 Seryâveri General Markov ve mihmandarları Ahmed Fevzi Paşa eşliğinde kendisine tahsis edilen dört atlı
saltanat arabası ile Yıldız Sarayı’ndan ayrılarak Yusuf İzzeddin Efendi’nin Ihlamur Kasrı’ndaki ikametgâhına giderek veliahda bir nezaket
ziyaretinde bulunmuştur. Bu ziyarette Şura-yı Devlet başkâtibi Fuad
Bey tercümanlık yapmış ve bu hizmeti karşılığında Çar Ferdinand tarafından kendisine birinci rütbeden sivil liyâkat nişanı verilmiştir.45
Ihlamur Kasrı’ndan Sadrazam Hakkı Paşa’nın Nişantaşı’ndaki konağına geçen Çar Ferdinand, Çariçe ve maiyetleri ile birlikte
Şişli’de bulunan Bulgar Eksarhhânesi’ni ziyaret ederler. Eksarhhâne
görevlilerince bahçede karşılanan Çar, Ruhban Okulu öğrencilerin
kendisi için tertip etmiş oldukları beste ile uğurlanır.
Çar, Eksarhhâne’deki ziyaretini tamamlayıp Merasim Köşkü’ne
döndükten sonra sadrazam, hariciye, dahiliye ve harbiye nazırlarıyla
40 Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, s. 362-363.
41 Tanin, No: 558, 10 Mart 1326/ 23 Mart 1910, Çarşamba, s. 3.
42 Пряпорец [Pryaporets], No: 71, 15/28 Mart 1910, Pazartesi, s. 2.
43 Tanin, No: 562, 14 Mart 1326/ 27 Mart 1910, Pazar, s. 2.
44 BOA HR. SFR (04) 844/55 Lef 15-4.
45 BOA, BEO 3826/286895 18 Za 328, 25 Teşrinievvel/ 7 Kasım 1910. Bulgaristan
Sivil Liyakat Nişanı, 1891 yılında ihdas edilmiş, 1946’da yürürlükten kaldırılmıştır. Hükümdar tarafından verilen nişanın altı derecesi vardır.
256
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
Çar Ferdinand
ve Veliahd
Yusuf İzzeddin
Efendi’yi
maiyetleri ile
birlikte Ihlamur
Kasrı önünde
gösteren
kartpostal
Sv. Sv. Kiril ve
Metodiy Ulusal
Kütüphanesi,
Sofya, C I 949.
görüştükten sonra46 yine Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen akşam
yemeğine katılır.47 22 Mart akşamı tertip edilen bu yemek ziyaret
programının en görkemli daveti olur. Aralarında İstanbul’da bulunan
elçiler ve eşlerinin de bulunduğu yüzden fazla davetlinin katıldığı bu
yemeğe hem Bulgar heyeti eşleriyle birlikte katılmıştır, hem de Osmanlı Hükümeti’nin Hıristiyan nazırlarının eşlerinin de katılmasına
izin verilmiştir.48 Bir istisna olarak Hariciye Nazırı Rıfat Paşa’nın
aslen Rus asilzâdegânından bir aileye mensup olan eşi49 de hassaten bu yemeğe davet edilmiştir. Yemek masası Avrupa’daki teşrifat
usulünce ve devletin ihtişamını göstermek amacıyla altın şamdanlar, beyaz örtüler ve çiçeklerle süslenir. Nitekim, Osmanlı sarayında
büyük kalabalıklara yemek daveti vermek adeti ve alışkanlığı bulunmadığından dolayı Dolmabahçe Sarayı’ndaki ziyafet esnasında misafirlerin tamamının oturtulabileceği nispette bir sofra yoktur. Londra’dan sipariş edilen portatif masaların da henüz İstanbul’a gelmemiş
46 “Bulgaristan Kral ve Kraliçesi”, Yeni İkdam, No: 10, 10 Mart 1326/ 23 Mart
1910, Çarşamba, s. 2.
47 22 Mart 1910 akşamı Dolmabahçe Sarayı’nda tertip edilen akşam yemeğinde
sunulan yiyeceklerin listesi Ek III’te verilmiştir.
48 BOA HR. SFR (04) 844/55 Lef 15-5.
49 Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, s. 358.
257
OSMANLI İSTANBULU III
olması nedeniyle tespit edilen bu eksikliği telafi etmek üzere birçok
marangozun çalışmaları neticesinde beyaz tahtadan iskele halinde bir
masa tertip edilebilmiştir. Sofraya serilen örtüler, yerleştirilen yemek
takımları, şamdanlar ve içki kadehleri sarayın bu yeni mobilyasını
zengin ve Avrupaî bir masa haline getirmiştir.50
Bu denli kapsamlı bir yemek davetine hazırlıksız olan sarayda
kullanılmayan hurda ibrikler, mangallar ve tepsiler gibi bazı gümüş
eşya eritilerek sarayda mevcut olan yemek takımlarının aynıları yeniden imal edilmiş ve böylece eksik parçalar tamamlanabilmiştir. Yemekte servis edilecek şaraplar Hariciye Nazırı Rıfat Paşa tarafından
seçilmiş, Yıldız Sarayı’nın depolarından temin edilmiştir.51 Ziyafetin
ardından ilk akşam yemeğinin sonunda olduğu gibi misafirlere iki
bölümden oluşan bir klasik müzik konseri verilmiştir.52
III. Gün – 23 Mart 1910, Çarşamba
Seyahatin üçüncü gününün programında ilk olarak Fener’deki
Sveti Stefan Bulgar Kilisesi’ni ziyaret etmek vardır.53 Maiyetleriyle
beraber öncelikle Dolmabahçe Sarayı’na gelen Çar ve Çariçe, erkânıyla beraber sarayın rıhtımından Söğütlü vapuruna binerler.54
Söğütlü vapuru Haliç’e girdiğinde ise Donanma-yı Osmanî
tarafından selamlanır, bu esnada Mesudiye zırhlısında bulunan orkestra Bulgar Marşı’nı çalmaktadır. Sultan’ın misafirlerini görmek
isteyenler de hususî istimbotları ve sandallarıyla Haliç’i hıncahınç
doldurmuşlardır.
Bu coşkulu yolculuktan sonra Balat’ta bulunan, Osmanlı ve
Bulgar bayraklarıyla süslenmiş kiliseye ulaşan Çar ve Çariçe kilise
ruhbânı tarafından karşılanırlar. Konukları taşıyan vapurun yanaşabilmesi için hususî ve geçici surette inşa edilen iskeleden55 kilisenin
50 Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, s. 372.
51 Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, s. 372-375.
52 22 Mart 1910 akşamı Dolmabahçe Sarayı’nda verilen konserde icra edilen
eserlerin isimleri ve bestecileri Ek IV’te verilmiştir
53 BOA HR. SFR (04) 844/55 Lef 15-6.
54 BOA, DH. MUİ 77-1/1 09 Ra 328.
55 Пряпорец [Pryaporets], No: 68, 12/25 Mart 1910, Cuma, s. 2.
258
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
girişine kadar olan yola halı döşenmiş ve bir bölük jandarma ile Eyüp
istihkâm taburu kilise ve etrafına yerleştirilmiştir.
Kilise’de Metropolit Avksentiy’in yönettiği Te Deum [Te Deum
laudamus – Tanrı’ya Şükürler Olsun] duasına katıldıktan sonra iskele
etrafında kendilerini takip eden ahalinin tezahüratları ile tekrar Söğütlü vapuruyla Dolmabahçe Sarayı’na ve oradan da mihmandarları
Ahmed Fevzi Paşa’yı alarak Saltanat arabalarına binerek Fındıklı’daki
Meclis-i Mebûsân-ı Osmanî’yi ziyaret etmek üzere hareket ederler.56
Çar ve Çariçe kiliseden ayrıldıkları esnada Radost [Радост] isimli
kadın hayır cemiyeti mensupları Çariçe’ye bir buket sunmuş, Çar Ferdinand da cemiyete 500 Leva bağışta bulunmuştur. Ayinin ardından
Metropolit Avksentiy’e de birinci dereceden Aziz Aleksandır Nişanı
hediye edilmiştir.57
Bulgar heyeti Meclis-i Mebûsân’a vardığında kendilerini reis
Ahmed Rıza Bey58 ile reis-i sanî Mustafa Asım Efendi ile bazı mebûslar karşılarlar. Ahmed Rıza Bey karşılama ve tanışma merasimi
sonrasında Çariçeye kolunu takdim eder ve Çar ile Mustafa Asım
56 Başmabeyinci Lütfi Bey, Osmanlı Sarayı’nın Son Günleri, s. 129.
57 Пряпорец [Pryaporets], No: 68, 12/25 Mart 1910, Cuma, s. 2.
58 Meclis-i Mebusan’ı ziyaretlerinin ve gördükleri hüsn-i kabulün bir anısı
olmak üzere Çar Ferdinand İstanbul’dan ayrılışları esnasında kendilerine
eşlik eden heyette bulunan Bulgaristan’ın Dersaadet Sefiri Sarafov’a Ahmed
Rıza Bey’e iletilmek üzere “altûndan ma’mûl, pırlantalı gâyet kıymetdâr bir
tütün kutusu” vermiştir. Hediyeyi alan sefir ertesi gün Ahmed Rıza Bey’in
evine giderek hediyeyi bizzat takdim eder. “Kral Ferdinand’ın Hediyesi”,
Yeni İkdam, No: 18, 18 Mart 1326/ 31 Mart 1910, Perşembe, s. 1; ayrıca Meclis-i
Mebusan ve Ayân Reisi Ahmed Rıza Bey’in Anıları (İstanbul: Arba Yayınları,
1988), s. 27. Diğer birçok yüksek Osmanlı bürokratına nişanlar ve madalyalar
hediye edilmişken, Ahmed Rıza Bey’e böyle bir hediye verilmesinin dikkate
değer bir sebebi vardır. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra II. Abdülhamid hala
tahtta bulunuyorken Meclis başkanlığına seçilen Ahmed Rıza Bey padişahın
kendisine ihsan ettiği birinci rütbeden Osmanî ve Mecidî nişanlarını, mülkî
rütbelerin kaldırılması taraftarı olduğu gerekçesiyle reddetmiştir. İlkelerine
sadık bir Jön Türk olan Ahmed Rıza Bey’in bu tavrını bilen Çar Ferdinand
ve Sırbistan Kralı Petar, kendisine yadigar olarak bir tütün kutusu ve imzalı,
çerçeveli bir fotoğraf vermişlerdir. Ahmed Rıza Bey’in Anıları, s. 48. Eldem,
İftihar ve İmtiyaz, s. 384.
259
OSMANLI İSTANBULU III
Bey de yan yana olmak üzere Meclis’te sultana ait olan dinlenme
odasına geçilir. Daha sonra heyetler genel kurul salonuna gitmişler;
Çar, Çariçe ve mihmandarları Ahmed Fevzi Paşa Sultana ait locadan
müzâkereleri izlemişlerdir. Heyetteki diğer memurlar da sefirlere ait
localara yerleşirler.59
Çar ve beraberindekiler oturumu yarım saat kadar takip ettikten sonra ayrılmak istediklerini reis Ahmed Rıza Bey’e iletirler ve
Ahmed Rıza Bey yanında ikinci ve üçüncü reislerle birlikte kendilerini Saltanat arabalarına kadar uğurlar.
Öğleden önceki vakitlerini sur içi İstanbul’da ve Fındıklı’da geçiren Bulgar heyeti Şale Köşkü’ne dönerek, Çar Ferdinand’ın Sultan
Reşad onuruna Merasim Dairesi’nde düzenlediği yemek davetine katılırlar. Padişah V. Mehmed Reşad ve Yusuf İzzeddin Efendi’nin yanı
sıra Sadrazam Hakkı Paşa, Ayân reisi Said Paşa, Meclis-i Mebûsân
reisi Ahmed Rıza Bey, Hâriciye Nâzırı Rıfat Paşa, Dâhiliye Nâzırı Talat Bey ve Mâliye Nâzırı Câvid Bey, Harbiye Nâzırı Mahmud
Şevket Paşa gibi üst düzey Osmanlı idarecileri de bu öğle yemeğinin
davetlileri arasındadırlar.60
Muzika-i Hümâyûn’un Marş-ı Sultânî’yi, Bulgar Marşı’nı ve
dönemin popüler parçalarını icra ettikleri yemeğin ardından istirahat
salonunda yarım saat kadar vakit geçiren iki hükümdar ve maiyetleri,
belki de ziyaretin en görkemli ve ilgiyle beklenen anlarından biri olan
Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nde düzenlenen resm-i geçidi takip etmek
için saraydan ayrılırlar.61
Saraydan saltanat arabalarına binmiş olarak ayrılan kafile Beyoğlu, Taksim, Şişli güzergâhını takiben Hürriyet-i Ebediye Tepesi’ne
59 Tanin, No: 559, 11 Mart 1326/ 24 Mart 1910, Perşembe, s. 2.
60 Yemekte ayrıca Bahriye Nâzırı Halil Paşa, Adliye Nâzırı Necmeddin Bey,
Orman ve Mâden ve Zirâat Nâzırı Mavrokordato Efendi ve madaması, Ticâret ve Nâfia Nâzırı Hallacyan Efendi, Madam Rıfat Paşa, Âyan reis-i sânîsi
Ahmed Muhtar Paşa, Birinci Ordu Kumandanı Yâver Paşa, Sofya Sefîri Asım
Bey ve madaması, âyândan Müşîr Fuad Paşa ve Keçecizâde İzzet Fuad Paşa
da bulunmuştur. (“Bulgaristan Kral ve Kraliçesi Hazerâtı”, Yeni İkdam, No:11,
11 Mart 1326/ 24 Mart 1910, Perşembe, s. 1).
61 BOA HR. SFR (04) 844/55 Lef 15-6.
260
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
giderlerken halkın heyecanlı tezahüratlarıyla karşılanırlar.62 Geçtikleri her yerde coşku hâkimdir. Şişli’deki Eksarhhâne binası süslenmiş,
Şişli muhiti bayraklara donatılmıştır.
Hürriyet-i Ebediye Tepesi’ne varıldığında tüm davetliler, daha
önce hazırlanmış ve her davetliye mensup oldukları gruba göre tahsis
edilmiş çadırlardaki iskemlelere yerleşeceklerdir.
Mekteb-i Harbiye ve Mühendishâne-i Berr-i Hümâyûn talebeleri ile piyade ve topçu birliklerinden askerler de hem hükümdarlar
ile heyetlerini selamlamak hem de alanın güvenliğini sağlamak için
Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nde yerlerini almışlardır.
Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nde Otağ-ı Hümâyûn ve çadırların
bulunduğu yerlerin arasına birbirlerine teller ile bağlanmış sütunlar
dikilmiştir. Bu sütunlardan bir tanesi Osmanlı sancağının renklerini taşıyan kırmızı beyaz kurdelelerle süslenirken, bir diğer sütun ise
Bulgar bayrağının renklerini taşıyan beyaz, yeşil ve kırmızı renkli kurdeleler ile süslenmiştir.
Sultan ve misafiri alana geldiklerinde kendilerini bekleyen her
kıtanın önünden geçerken durup kıtaları selamlarlar. Hükümdarlar
Otağ-ı Hümâyûn’daki yerlerini alınca da birliklere resm-i geçit emri
verilir. Sultan Reşad sağında Veliahd Yusuf İzzeddin Efendi ve solunda hussar üniformasını giymiş ve kendisine takdim edilen Hânedân-ı Âl-i Osman ve Murassa Osmanî63 nişanlarını takmış olan
62 Yeni İkdam gazetesi Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nde yapılacak törene halktan
yoğun ilgi olduğunu, o gün “en çok iş gören ve para kazanan kumpanyalardan
biri de Tünel idaresi idi. Sık sık hareket ettirilen vagonlar, balık istifi ta’bîrinin
de fevkinde idi. Vagonlarda muhadderâta tahsîs edilen iki perdeli mahal İslâm
hanımlara gayr-i kâfî geliyordu.” satırlarıyla duyuruyordu. Ayrıca aynı gün,
tramvayların da olağandan daha da sık işledikleri ama buna rağmen yine de
araç bulunamadığından şikâyet edildiğini yazmaktadır (Yeni İkdam, No:11, 11
Mart 1326/ 24 Mart 1910, Perşembe, s. 2).
63 Osmanî Nişanı, Sultan Abdülaziz tarafından 9 Aralık 1861tarihinde buyurulan bir irade ile ihdas olunmuştur. Mevcut olan Mecidî Nişanı’ndan farklı
olarak Osmanî Nişanı’nın dört rütbesi bulunan nişanın yalnızca birinci rütbesinin murassa’ı vardır. Kayd-ı hayat şartıyla verilen Osmanî Nişanlarının
yalnızca irade-i seniye ile armağan edilen murassa olanları vereselere intikal
ettirilmiştir. Sultan Reşad zamanın çıkarılan bir nizamname ile Osmanî
261
OSMANLI İSTANBULU III
Hürriyet-i
Ebediye
Tepesi’nde
Sultan V.
Mehmed
Reşad, Çar
Ferdinand,
Çariçe
Eleonore
ve Veliahd
Yusuf İzzettin
Efendi’nin
geçit törenini
izleyecekleri
Otağ-ı
Hümâyûn
İBB Atatürk
Kitaplığı ALB.
145/11
Çar Ferdinand olmak üzere Otağ-ı Hümâyûn’da resm-i geçidi takip
etmeye başlarlar.
Evvela Harbiye Mektebi talebeleri resm-i geçide başlarlar, onları Topçu Mektebi Taburu izler. Endaht Mektebi, Birinci Fırka askerleri ve Hareket Ordusu’ndan bir tabur askerin resm-i geçidinden
sonra İstanbul’da bulunan askerî birliklerin temsilcileri de hükümdarları selamlarlar.
Daha bir müddet Otağ-ı Hümâyûn’da kalarak Hariciye Nâzırı ile
sohbet ettikten sonra müsaade isteyerek eşi ile birlikte kendilerine tahsis
edilen arabaya binerek alandan ayrılırlar. Gece ise Bulgaristan Sefâreti’nde Çar ve Çarice onuruna tertip edilen ziyafete katılırlar. Bu ziyafetle
birlikte misafirlerin seyahatlerinin resmi programı tamamlanır.64
İstanbul’un ve imparatorluğun tarihindeki birçok olaya ev
sahipliği yapmış, yine birçok tasarının gerçekleştirileceği mekan
Nişanı’na da diğer bazı nişan ve madalyalarda olduğu gibi askerî başarısı
olanlara verilmek üzere çifte kılıç monte edilmiştir. Eldem, İftihar ve İmtiyaz,
s. 216, Erüreten, Osmanlı Madalyaları ve Nişanları, s. 235. Osmanî Nişanı
hakkında detaylı bilgi için bkz. Erüreten, Osmanlı Madalyaları ve Nişanları,
s. 232-241 ve Eldem, İftihar ve İmtiyaz, 216-237.
64 BOA HR. SFR (04) 844/55 Lef 15-6.
262
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
olarak düşünülmüş bugün Şişli ilçesi sınırlarında bulunan Hürriyet-i
Ebediye Tepesi’nde,1896 yılında, Osmanlı tarım ve sanayi ürünleri
büyük sergisinin açılması ve daha sonra bakteriyoloji enstitüsünün
kurulması planlanır.65 Ancak bu alan 1909 yılı Nisan ayından sonra
yeni bir önem kazanmıştır. Zira İkinci Meşrutiyetin ilanı mücadelesinde ve 31 Mart Vakası’nda meşrutiyet rejimini savunmak üzere
hayatını kaybeden Hareket Ordusu mensupları için bu tepe üzerinde
bir anıt mezar yapılması kararlaştırılmıştır. Meşrutiyet uğruna verilen kayıpların anısını yaşatmak amacıyla 1909’da açılan yarışmayı
Mimar Muzaffer Bey kazanmış, böylece İlan-ı Hürriyet’in üçüncü
sene-i devriyesinde, 23 Temmuz 1911’de açılacak olan anıt-mezarın
yapım çalışmalarına başlanmıştır. Meşrutiyet idaresinin ilk yabancı
misafirini ağırlarken yeni rejime ilişkin sembolik mahiyeti öne çıkan
böyle bir mekanın geçit töreni için tercih edilmesi Osmanlı hükümdarının ve hükümetinin meşrutiyete bağlılıklarını vurgulamaları bakımından dikkate değerdir. Aynı zamanda Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nin bulunduğu mevkinin Bulgar Cemaati’ne ait Evlogi Georgiev
Hastahanesi’ne, bugün Şişli Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi’nin
inşa edildiği alanda yer alan Bulgar Ruhban Mektebi’ne yakınlığı66
ve İstanbul Bulgar Cemaati’nin yoğun yerleşimi açısından da tercih
edilmiş olması mümkündür.
Osmanlı matbuatında Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nde yapılan
törenin ayrıntılarından müspet bir tarzda coşkuyla bahsedilmiş olmasına karşın, Serkâtib Halid Ziya Bey ilk defa 1940 yılında, Saray
ve Ötesi ismiyle yayımlanan hatıratında matbuatta kendine yer bulamayan birtakım ayrıntılara değinir. Tören mahallinde geçit resmi
öncesinde ve esnasında tasviri mümkün olmayan bir kargaşa yaşanmıştır. Hem izleyiciler hem de misafirleri selamlayan askerlerin bir
bölümü bulunmaları gereken yerleri kaybetmişlerdir. Askerî birlikler
geçişlerinin tamamlayıp, izleyiciler dağılmaya başladıklarında bu kere
65 Afife Batur, “Abide-i Hürriyet”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları; Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları), I, 58.
66 Georgi P. Kostandov, İstanbullu Bulgarlar ve Eski İstanbul: Geçmişten
Günümüze Osmanlı Bakiyesi Bulgarlar Üzerine Bir Araştırma 1800-2000
(İstanbul: Kreatif, 2011), s. 286, 289.
263
OSMANLI İSTANBULU III
birbirleriyle karışan, yolu tıkayan arabalar ise Halid Ziya Bey’in işaret
ettiği kargaşayı daha fazla artırmıştır.67
Bulgaristan hükümdarı geçit töreninin ardında Bulgar sefarethanesinde Sefir Sarafov tarafından onuruna düzenlenen akşam
yemeğine katılmış, ziyaretinin üçüncü günü ve resmî programı bu
suretle sona ermiştir.
IV. Gün – 24 Mart 1910, Perşembe
Çar Ferdinand’ın ziyaretinin dördüncü günü Mevlid Kandili’ne denk gelir. Bu suretle Sultan Reşad, Sultanahmed Camii’ndeki
mevlide katılırken, Çar sivil giyinmiş olarak kendisine tahsis edilen
bir arabayla Fransız sefarethânesinde [Maison de France] (Fransız
Sarayı) Sefir Maurice Bompard ile buluşur ve sefarethâne yanında
inşa edilmiş, Pera’nın ilk Latin Katolik mabedi olan Saint-Louis Kilisesi’nde kendisi onuruna düzenlenen ayine katıldıktan sonra Misk
[bugünkü Mis Sokağı] Sokak’taki Bulgar sefarethânesine geçer.
Çariçe Eleonore ise sabahleyin kendisine tahsis edilen arabayla
ikametgâhlarından ayrılarak Şişli’deki Evlogi Georgiev Bulgar Hastahânesi’ni68 ziyarete gitmiştir.69 Hastahâneden ayrılan Çariçe de
Bulgar sefarethânesine gider ve burada Çar Ferdinand’la buluşur.
Çar ve Çariçe İstanbul’da resmî program dışındaki gezintilerinde bir sonraki adımlarında İmrahor Camii’ni ziyarete giderler. Çar,
kendilerine camiiyi gezdiren İmrahor Camii’nin imamına bir madalya hediye etmiş; İstanbul’a ilk gelişinde camiinin çatısının sağlam olduğunu söylemiş, şimdi ise kısmen çökmüş bulunduğunu belirtmiştir.
67 Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, s. 367-369. Halid Ziya Uşaklıgil hatıratında Hürriyet-i Ebediye Tepesi’ndeki merasimin Cuma günü gerçekleştiğini ve geçit
töreninin ardından padişahın Teşvikiye Camii’ne Cuma namazını kılmak
üzere gittiğini yazmaktadır. Ancak geçit resmi 23 Mart 1910 Çarşamba günü
yapılmıştır (Tanin, No: 559, 11 Mart 1326/ 24 Mart 1910, Perşembe, s. 2-3. Ve
BOA HR. SFR (04) 844/55 lef 15-6).
68 Bugün aynı hastahane Türkiye Gazetesi Hastanesi adı altında hizmet vermektedir.
69 Пряпорец [Pryaporets], No: 66, 10/23 Mart 1910, Çarşamba, s. 3.
264
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
Buradan sonraki durakları ise Kariye Camii olur. Kariye Camii’nin
sermüezzini ve serkayyumu Hafız Mustafa Efendi ile sohbet eden
Çar Ferdinand kendisiyle 1896 yılında, İstanbul’u ilk ziyaretinde de
karşılaştıklarını söyler. Burada bir saat kadar kalıp Tekfur Sarayı’na
geçerler. Bu saraydaki âsâr-ı atikayı da dikkatle inceleyen Çar ve Çariçe buradan çıktıktan sonra Fatih Camii’ne gitmişler, Çar akşam
namazının eda edilmesini camii içinde izlemiştir.70
V. Gün – 25 Mart 1910, Cuma
İstanbul seyahatlerinin beşinci gününde Çar’ın hususî kâtibi
Dobroviç ile birlikte yine Fransız sefarethânesine gitmişler ve Saint-Louis Kilisesi’ndeki ayine katılmışlardır. Ayin sonrasında Cadde-i Kebir’de bir süre dolaşan Çar, Bulgar sefarethânesinde, Aynalı
Çeşme Caddesi’nde bulunan Protestan kilisesindeki ayinden gelen
Çariçe Eleonore ile buluşarak mihmandarları Ahmed Fevzi Paşa’nın
da kendilerine katılmasıyla Ayasofya Camii’ne giderler. Camii’de
uzun süre kalan ve yapıyı inceleyen misafirler Hazine-i Hümâyûn’a
gitmek üzere camiden ayrılırlar. Çar’ın camiiye girerken siperli kasketini çıkarıp takkeye benzer bir başlık takması heyeti takip eden
Müslüman ahalinin dikkatini çekmiş ve bu nezaket karşısında tezahüratta bulunmuşlardır.71 Çar Ferdinand, Hazine-i Hümâyûn’da
en çok Nadir Şah’ın (ö. 1747) hediyesi, Hindkârî incili ve murassa’
tahttan etkilenmiştir. Buradan çıkan misafirler yürüyerek Esliha Müzesine gelmişlerdir. İstanbul’un fethi esnasında Haliç’e gerilen zincir
Çar’ın özellikle dikkatini çekmiştir.
VI. Gün – 26 Mart 1910, Cumartesi
Çar Ferdinand İstanbul ziyaretinin sonuna yaklaşırken bir günlüğüne şehirden ayrılmış ve doğu Marmara kıyılarında bir geziye çıkmıştır. Sabaha karşı kendisini Beşiktaş’tan alan vapurla Haydarpaşa’ya
geçen Çar, maiyeti, mihmandarları Ahmed Fevzi Paşa ve Hereke
70 Tanin, No: 560, 12 Mart 1326/ 25 Mart 1910, Cuma, s. 2 ve Yeni İkdam, No: 12,
12 Mart 1326/ 25 Mart 1910, Cuma, s. 3.
71 Yeni İkdam, No: 13, 13 Mart 1326/ 26 Mart 1910, Cumartesi, s. 1.
265
OSMANLI İSTANBULU III
Fabrikası Müdürü Akif Bey’le beraber Haydarpaşa Garı’ndan hareketle önce Hereke’ye orada kısa bir dinlenmenin ardında da Bilecik’e gitmiştir. Bilecik’te bulundukları süre içerisinde şehri ve civarını
gezmişler, bu kısa gezintinin ardından geldikleri gibi yine Anadolu
Demiryolu Şirketi’nin treniyle Haydarpaşa’ya dönmüşlerdir.72 Çariçe
Eleonore ise gününü İstanbul’da geçirmiş, bugün İstanbul Arkeoloji
Müzesi adını alan, Müze-i Hümâyûn’u ziyaret etmiştir. Çariçe müzeye geldiğinde müze müdürü Halil Edhem Bey tarafından karşılanır. Halil Edhem Bey’in rehberliğinde Müze-i Hümâyûn’u ve Çinili
Köşkü gezen Çariçe, ardından Sultanahmed Meydanı’nda bulunan
Obelisk’i, Örme Dikilitaş’ı ve Yılanlı Sütun’u incelemiştir.73
VII. Gün – 27 Mart 1910, Pazar
Bulgaristan hükümdarının İstanbul ziyaretinin son günü Paskalya bayramına denk gelir. Çar Ferdinand Paskalya ayinine katılmak
için Saint-Louis Katolik Kilisesi’ne, Çariçe Eleonore ise Aynalı Çeşme’deki Protestan kilisesine gitmiştir. Ayinden sonra Bulgar sefarethânesine uğrayan hükümdar ve eşi burada bir müddet kaldıktan sonra
Fransız sefarethânesinde tertiplenen ziyafete katılmak üzere Fransız
Sarayı’na giderler. Ziyafet sonrasında ise maiyetindekilerle birlikte
Söğütlü vapuruyla Boğaz’da bir gezinti yapmışlardır.74
VIII. Gün – 28 mart 1910 Ayrılık Vakti
“Bulgar Kralı memleketine İstanbul’dan ne götürdü?
Güneşli mâî semâlı, âsûde geçen, bir haftalık hâtıra,
Sakarya Vadisi’nde toplanmış demet demet bahar çiçekleri, memûlünün gayri bir resm-i geçid ve bunların
fevkinde bir kıymeti hâiz olan saf ve sağlam bir Osmanlı muhabbeti.”75
72
73
74
75
Tanin, No: 562, 14 Mart 1326/ 27 Mart 1910, Pazar, s. 2.
Yeni İkdam, No: 14, 14 Mart 1326/ 27 Mart 1910,Pazar, s. 1.
Yeni İkdam, Sayı: 15, 15 Mart 1326/ 28 Mart 1910, Pazartesi, s. 1.
“Haftalık Dedikodu”, Kalem, No: 80, 18 Mart 1326, Perşembe, s. 2.
266
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
Çar Ferdinand
ve Çariçe
Eleonore
İBB Atatürk
Kitaplığı ALB.
145/1
Çar Ferdinand İstanbul’dan ayrılmadan önceki son saatlerinde
Müze-i Hümâyûn’u ziyaret etmek ister. Kendisini müzede, müzenin
kurucusu Osman Hamdi Bey’in kardeşi Halil Edhem Bey karşılar.
Çar önce müzeyi gezdikten sonra, Çinili Köşke giderek buradaki çiniler hakkında da bilgi alır. Halil Edhem Bey’in misafirperverliği
Çar’ın kendisine verdiği birinci rütbeden sivil liyâkat nişanıyla ödüllendirilirken, müze başkâtibi Nikolaki Efendi de aynı nişanın üçüncü
rütbesine layık görülmüştür.76
Çar buradan çıktıktan sonra Sultanahmed Meydanı’nda bulunan taşları inceler ve meydandan ayrıldıktan sonra sırasıyla önce
Bulgar sefarethânesine, sonrasında ise Sadrazam Hakkı Paşa ile buluşmak üzere Merasim Köşkü’ne gider. Sultan Reşad da Çar’a veda
etmek üzere Merasim Köşkü’ne gelmiştir. İki hükümdar araasındaki
bu son merasimin ardından Çar, Çariçe ve maiyetleri de Dolmabahçe Sarayı’na giderler ve rıhtımdan Söğütlü vapuruna binerek dönüş
yolculuklarına başlarlar.
76 BOA, BEO 3814/286005 16 L 1328. Aynı belgede Halil Edhem Bey’in Çar
Ferdinand’dan hemen sonra İstanbul’a gelen Sırp Kralı Petar Karacorceviç
tarafından birinci rütbeden Aziz Sava nişanıyla taltif edildiği belirtilmektedir.
267
OSMANLI İSTANBULU III
Vapur Sirkeci’ye geldikten sonra misafirlerin karşılandığı sıradaki tertibata benzer bir şekilde uğurlanmaları gerçekleştirilmiştir.
Zabitler, vükelâ, askerler, sefirler, Harbiye Nâzırı ve en son olarak da
Sultan Reşad’ın gelmesiyle uğurlama merasimi başlar. Sultan Reşad
misafirlerine iskeleye kadar eşlik eder.
Misafirler kendilerine eşlik eden teşyi heyeti ve mihmandarlarıyla birlikte önce Çatalca sonrasında da Edirne istasyonları yoluyla
Bulgaristan’a geri dönüş yolculuğuna başlarlar. Çar ve Çariçeyi yolcu
etmekle görevli heyet Çatalca’da gerekli merasimi yerine getirip Dersaadet’e döneceklerdir.77
Çar Ferdinand, eşi Çariçe Eleonore ve maiyetlerinin ilk üç
günü resmî programlara tahsis edilmiş olan toplamda yedi gün süren
İstanbul ziyaretleri Osmanlı saraylarında, Harem’de ve hatta İstanbul
sakinleri arasında birçok ilke ve yeniliğe tanık olunmasına sebebiyet
vermiştir. Meşrutiyet idaresinin ilk yabancı misafiri İstanbul başta olmak üzere heyetin geçtiği ve ziyaret ettiği Edirne, Çatalca, Hereke ve
Bilecik gibi birçok kasaba ve şehirde de coşku yaratmıştır. Sarayda ve
şehirde yarattığı heyecanın ötesinde bir anda gündeme gelen bu ziyaretin nedenleri ve hangi saikler üzerine gerçekleştiği düşünülmelidir.
Osmanlı basınında Çar Ferdinand’ın İstanbul’a gelişine Tanin’in başyazarı Hüseyin Cahid Bey gibi pek de müspet bakmayan
ve bu ziyareti Rus Çarı’nın yönlendirdiğini düşünen Ahmed Şükrü
Bey de Muhacir gazetesinde şöyle yazmaktadır:78
Bundan bir iki hafta mukaddem Balkan âfâk-ı siyâsiyâtı tehlikeli birtakım bulutlar ile muhât idi. Balkan hükümât-ı sagîresi hükümdâranından kimisi âmâlının masdarı olan Petersburg’a koşuyor, kimi de koşmağa vesîle arıyordu.79 Avusturya- Rusya devletlerinin Balkan umûru
77 BOA, BEO 3723/279188 16 Ra 328.
78 Ahmed Şükrü, “Bulgaristan Kralı’nın İstanbul’u Ziyâreti”, Muhacir, No: 26,
6 Mart 1326/ 19 Mart 1910, Cumartesi, s. 3.
79 Ferdinand’dan sonra Sırbistan Kralı Petar da II. Nikola’yı ziyaret etmek için
St. Petersburg’a gidecek, Çar Ferdinand’ın İstanbul’dan ayrılmasından sonra
Nisan ayının başında da İstanbul’a gelecektir (Fatmagül Demirel, Dolmabahçe
ve Yıldız Saraylarında Son Ziyaretler Son Ziyafetler (İstanbul: Doğan Kitap,
2007), s. 120-123).
268
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
hakkında itilâfları müzâkere eder iken bu koşmaların Avusturya’yı itilâfa mecbûr kılmak üzere Rusya tarafından kurulmuş bir dolâb olduğu
revş-i hâlden anlaşılmakda idi. (…) İşte Bulgar Kralı’nın yakında pâyitahtımıza gelmesi diğerlerinin de gelmeğe karar vermesi bundan tevellüd etdi. Peşrevlik vazîfesini bu bâbda Bulgar Kralı ifâ ediyor.
Bu seyahat Avrupa’da ve Bulgaristan’da ise oldukça olumlu
karşılanmıştır. Hariciye Nezareti’ne gönderilen 30 Mart ve 5 Nisan
1910 arasındaki tarihleri kapsayan matbuat özetlerinde Politische Korrespondenz gazetesine atıfla Ferdinand’ın İstanbul’a yaptığı ziyaretin Balkanlarda barışın garanti altına alınması ve sürdürülmesi için
önemli bir adım olduğuna işaret edildiği belirtilmektedir.80
Bulgaristan hükümdarının İstanbul’a gerçekleştireceği seyahatin kesinleşmesi üzerine hem Osmanlı hem de Bulgar basınında bu
bir ziyaretin muhtemel sebepleri hakkında çeşitli haberler ve yazılar
yayımlanmaya başlar. Muhtemel sebepler nitelendirmesi üzerinde
durmak istiyorum, zira iki ülke basını da, özellikle Çar Ferdinand’ın
bir önceki ziyaret mahallinin St. Petersburg olması ve Çar II. Nikola ile görüşmesi hasebiyle İstanbul seyahatinin Osmanlı Devleti
ve Bulgaristan arasındaki münasebetlerden ziyade tüm bölgeyi ilgilendiren politikalara ilişkin olduğu varsayımında bulunmuşlardır.
Osmanlı basınında ihtimal verilen en kuvvetli gerekçe Çar Ferdinand’ın Sultan Reşad’a Sırbistan ve Karadağ’ın da dahil olacakları
Balkan İttihadı’na katılmasını teklif edeceğidir. Gazetelerde çıkan
haberler St. Petersburg’da Çar Nikola ve Rusya Hariciye Nazırı
İzvolski ile görüşen Çar Ferdinand’a Osmanlı Devleti aleyhindeki
toprak taleplerinden vazgeçmesi gerektiği ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun doğudaki, Rusya’yı tehdit eder mahiyetteki
ilerlemesine karşı Osmanlılarla ittifak yapması gerektiği tavsiyesi
verilmiştir.81 Babanzâde İsmail Hakkı Bey de Tanin’deki yazısında
Rusya’yı Balkan politikasının kuzey kutbu, Osmanlı Devleti’ni de
güney kutbu olarak nitelemiş, müteakiben bu iki devletin başkentini de ziyaret edecek olan Çar Ferdinand’ın Osmanlı-Bulgaristan
80 BOA, HR.SYS 200/38 22.04.1910 ve BOA, DH.MUİ 87-1/31.
81 Tanin, No: 549, 1 Mart 1326/ 14 Mart 1910, Pazartesi, s. 2; No: 550, 2 Mart 1326/
15 Mart 1910, Salı, s. 3.
269
OSMANLI İSTANBULU III
sınırında yaşanan bazı çatışmaları da sona erdirerek gelecekteki bir
savaş riskini ortadan kaldıracağını ve Osmanlılarla ittifak gerçekleştireceğini belirtmiştir.82 Ferdinand İstanbul ziyaretinden önce Sırbistan’a Şubat ayının son haftasında da II. Nikola ile görüşmelerde
bulunmak üzere St. Petersburg’a gider. Görüşmelerin odaklandığı
konu Balkanlarda ve Makedonya’da statükonun muhafazasıdır. Ferdinand’ın bu ziyaretten hemen bir ay sonra İstanbul’a gelmesi ve
aynı rotayı izleyen Sırp Kralı Petar Karacorceviç’in de St. Petersburg ve akabinde İstanbul seyahati birlikte düşünüldüğünde 1910
yılında kurulması muhtemel Balkan Ligi’ne Osmanlı Devleti’nin
de dahil edilmek istendiği, II. Nikola’nın bu hususta müzakerelerde
bulunmaları için bu iki Balkan devleti liderini eski başkentlerine
gönderdiği muhtemel görülmektedir.83
Seyahat öncesinde üzerinde durulan bir diğer ihtimal, heyetlerin Makedonya meselesini görüşmek maksadıyla bir araya gelecekleridir. Bulgaristan tarafının isteği ve teklifi Makedonya’ya idarî
özerklik verilmesidir. Bölgeye bu yeni statü verildiği takdirde, Bulgaristan tıpkı çeyrek asır önce, 6 Eylül 1885 tarihinde Şarkî Rumeli
Vilayeti’ne karşı takip ettiği siyasetin başarıya ulaştığı gibi gelecekteki
özerk Makedonya’yı da ilhak edebilecektir.
Üçüncü ve son ihtimal ise bu ziyaretten iki yıl önce siyasî bir
kriz sonucu bağımsızlığını ilan eden Bulgaristan’ın sınır komşusu
Osmanlı Devleti ile süregelen anlaşmazlıkları ve çatışmaları sona erdirmek, yeniden iyi ve karşılıklı güven telkin eden ilişkiler tesis etmek
amacı taşıdığı iddiasıdır.
Arada hoşnutsuz yorumlar ve değerlendirmeler olsa da Ferdinand’ın İstanbul ziyaretinin hem Osmanlı matbuatında hem de
kamuoyunda ilgi uyandırdığı anlaşılıyor. Çar’ın hayatına ve gündelik
işlerine dair gazetelerde çıkan yazılar bu varsayımı destekler niteliktedir. Sabah gazetesinin 19 Mart 1910 tarihli sayısında oldukça detaylı
82 Tanin, No: 551, 3 Mart 1326/ 16 Mart 1910, Çarşamba, s. 1.
83 Sacit Kutlu, “Balkan Savaşı Öncesi Büyük Güçlerin ve Bölge Devletlerinin İttifak Hesapları”, Mustafa Türkeş (ed.) 100. Yılında Balkan Savaşları
(1912-1913): İhtilaflı Duruşlar (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014),
I, 191.
270
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
bir Ferdinand biyografisi neşredilir,84 benzer bir ilgiyi gösteren bir
diğer örnek ise Yeni İkdam gazetesinde ziyaretin ikinci günü olan 22
Mart 1910 tarihinde çıkan ve Çar’ın gündelik hayatında neler yaptığı
ile ilgili bir yazıdır.85
Nitekim, ziyaret öncesi üzerinde durulan ihtimallerin gerçekleşmediği seyahatin ardından yaşanan gelişmelerin ve olayların seyrine bakıldığında kolaylıkla görülecektir. Zira söz konusu Balkan İttifakı kurulmasına karşın bu birlikte Osmanlı Devleti’ne yer verilmemiş,
Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan’ın dahil olduğu ittifak
Makedonya’yı kendi idareleri altına alabilmek için iki yıl sonra, neticesinde Osmanlı Devleti’nin Rumeli topraklarını kaybedeceği Balkan
Savaşı’nı başlatmıştır.
Basında tartışılan ihtimallerin ötesinde Bulgaristan heyetinin
İstanbul’da bulundukları süre zarfında Hariciye Nazırı Rıfat Paşa ve
hariciye bürokratlarıyla yaptıkları görüşmeler ziyaretin somut gerekçesi olarak addedilmelidir. Bulgaristan ile sınır komşusu ve eski
hakimi Osmanlı Devleti arasındaki 1908 yılındaki tam bağımsızlık
ilanının ardından zuhur eden diplomatik ve medeni hukuk alanına
ilişkin meselelerin çözümü amacıyla Osmanlı ve Bulgar diplomatları
bir araya gelmişlerdir. Bulgaristan Başvekili Malinov ve Hariciye Nazırı Liyapçev’in başında bulunduğu Bulgar heyetinin Osmanlı diplomatlarıyla Hariciye Nazırı Rıfat Paşa’nın konağında gerçekleşen
toplantılarında alınan kararların ana hatları basına bildirilmiş;86 30
Mart tarihini taşıyan Rıfat Paşa imzalı detaylı bir genelge [circulaire]
halinde de Osmanlı sefaretlerine gönderilmiştir.87
84 “Ferdinand Hazretleri- Hayat-ı Hususiye ve Siyasîyesinden Bir Nebze”,
Sabah, No: 7360, 6 Mart 1326/ 19 Mart 1910, Cumartesi, s. 2.
85 “ ‘Ferdinand’ Hazretlerinin Hayat-ı Hususîyesi”, Yeni İkdam, No: 9, 9 Mart
1326/ 22 Mart 1910, Salı, s. 2.
86 Tanin, Sayı: 562, 14 Mart 1326/27 Mart 1910, s. 1
87 BOA HR. SFR (04) 844/55 Lef 16, koduyla metinde referans verdiğim genelgeyi baştan sona dek okuyarak Türkçe’ye aktarılmasında yardımlarını
esirgemeyen Sayın Selami Varlık’a içten teşekkürlerimi sunarım. Genelge,
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde varak şeklinde numaralandırılmıştır. Bu
nedenle belgeye referans verirken bu noktayı dikkate alarak sayfalara a ve b
ifadelerini ilave ettim
271
OSMANLI İSTANBULU III
Rıfat Paşa’nın tertip ettiği Fransızca genelgede Çar’ın İstanbul’a gelişinden evvel iki devlet arasındaki ilişkilerin mahiyetine
işaret edildikten sonra, heyetlerin toplantısında Osmanlı Devleti ve Bulgaristan’ın iç siyasetlerine dair kati suretle değinilmediği,
yalnızca Bulgaristan’ın bağımsızlığının ardından ortaya çıkan bazı
sorunların çözümü üzerinde durulduğu belirtilmiştir. Bu suretle iki
seneden beri gergin devam ilişkilerin makul bir seviyeye getirilmesi
amaçlanmıştır. Heyetlerin toplantı gündeminde beş temel mesele
müzakere edilmiştir.
Müzakerelerin ilk gündem maddesini iki devlet arasında yürürlükte olan ticaret antlaşması teşkil etmiştir. Osmanlı heyeti, Bulgaristan ile bağımsızlığını kazanmadan evvel düzenlenmiş olan ticaret
muahedesi Bulgaristan’a bazı ticarî ve iktisadî kolaylıklar sağlamakta
olduğundan, devletin yeni hukukî statüsüne uygun olarak diğer tüm
yabancı devletlerle yürütülen düzenlemelere koşut yeni bir antlaşma
yapılması gerekliliği misafir heyete bildirilmiştir. Bulgar diplomatlar
ileri sürülen bu şarttan hoşnut olmasalar da yeni bir muahede için
gereken hazırlığı yapmayı kabul etmişlerdir.88
Yine Bulgaristan’ın bağımsızlığıyla ilgili olan bir diğer gündem
maddesi tabiiyet sorununa ilişkindir. Aynı zamanda mülkiyet sorunu
ile doğrudan bağlantılı olan tabiiyet meselesinin halli için ivedilikle
ve tarafların eşit katılımla temsil edilecekleri bir komisyon kurulması kararlaştırılmıştır. Teşkil edilecek komisyonun görevlerinden ilki
kimlerin Bulgar tebaası kimlerin Osmanlı tebaası addedileceklerinin
tespit edilmesidir. Zira Osmanlı tarafı Yunanistan’la uzun yıllardan
beri devam eden tabiiyet sorununun bir benzerini Bulgaristan’la da
yaşamak istememektedir.89 Osmanlı heyeti, tabiiyet tespitinin ardından Bulgaristan vatandaşlığında olanlara devletlerarası hukuk ilkelerine uygun olarak muamele edileceğini bildirmiştir. Buna göre Bulgar
tebaasının Osmanlı Devleti’nde de mülkiyet edinmesine izin verilecektir. Osmanlı Devleti tabiiyet ve mülkiyet konusunda mütekabiliyet
esasının geçerli olması gerektiğini savunmaktadır.90
88 BOA HR. SFR (04) 844/55 Lef 16, vr. 2b ve 2a.
89 Tanin, No: 562, 14 Mart 1326/ 27 Mart 1910, Pazar, s. 1.
90 BOA HR. SFR (04) 844/55 Lef 16, vr. 2a ve 3b.
272
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
Rıfat Paşa’nın tamiminde yer alan üçüncü gündem maddesi iki
devlet arasındaki hudut tahdidi meselesine ilişkindir. Genel olarak
sınır anlaşmazlığı meselesinin taraflar arasındaki kara hududun ortak
kullanılan dağ yollarından geçmesi ve dolayısıyla sınır civarında yaşayanların bu yolları kestirme olarak kullanırlarken gayri ihtiyari sınır
ihlali yapmaları nedeniyle ortaya çıkıldığı tespit edilmiştir. Hudut
sorununun çözümü için bir heyet teşkil edilmesine karar verilmekle
birlikte, heyetin karara varırken kesinlikle toprak terki konusunun
söz konusu olamayacağı vurgulanmıştır. Hâlihazırda geçici bir çözüm olmak üzere sorun yaşanan bölgelere sınır polisleri yerleştirilmesi, polislerin yetki ve görevlerini belirtmek üzere ve sınır bölgesinde
yaşayan ahali için bir talimatnâme hazırlanması kararlaştırılmıştır.91
Genelgede yer alan dördüncü mesele ise muhtemelen heyetlerin
en az anlaşmazlık yaşadıkları madde olmuştur. Köstendil-Kumanovo
arasında inşa edilmek istenen demiryolu hattının projesi halihazırda
Üsküp’ün kuzeyinden geçecek şekilde hazırlanmıştır. Ancak inşaatın
güzergahında yapılacak bir tadilatın, yani yolun Köstendil-Kratova
istikametinde, Üsküp’ün güneyine inşa edilmesi Osmanlı iktisadî çıkarları bakımından daha yararlı olacağı ifade edilmiştir. Aynı zamanda Bulgaristan’ın da çıkarlarıyla örtüşen böyle bir durum üzerinde
kolaylıkla mutabakat sağlanmıştır.92
Rıfat Paşa’nın Osmanlı ve Bulgar heyetleri arasındaki görüşmenin ardından kaleme aldığı genelgede son olarak değindiği, temsilciler arasında en şiddetli fikir ayrılıklarının yaşandığını belirttiği
mesele Bulgar Eksarhlığı hakkında yapılan tartışmalar olmuştur.
Bulgar diplomatlar Fener Ortodoks Patrikhanesi’ne karşı Bulgarların yürüttükleri siyasî ve ruhanî mücadelede önemli bir aktör olan
Eksarhhane’nin mevcut gücünün muhafazası için İstanbul’da kalması arzusunda olduklarını belirtmişler, Rıfat Paşa da bu talebe itiraz
edilmeyeceğini açıklamıştır. Ancak temel anlaşmazlık Eksarhlık seçimleri ve bu seçimlere kimlerin, hangi tabiiyette olanların katılabileceği noktasında yaşanmıştır. Osmanlı heyeti, yıllardır takip edilen
devlet politikası doğrultusunda Bulgar Eksarhı’nın ve onu seçme
91 BOA HR. SFR (04) 844/55 Lef 16, vr. 3b ve 3a.
92 BOA HR. SFR (04) 844/55 Lef 16, vr. 3a ve 4a.
273
OSMANLI İSTANBULU III
yetkisine sahip ruhanîlerin Osmanlı tebaası olması gerektiği şartını
hatırlatmış ve bu hususta ısrar etmiştir. Bulgar temsilciler kiliselerin
ve ruhanîlerin devletler, sınırlar üstü yetkileri olduğundan hareketle
Rıfat Paşa’nın ısrarına karşı çıkmışlar; Erksarhlık meselesi de nihaî bir
çözüme kavuşturulamamış, ileride tekrar bir araya gelecek heyetlerin
müzakerelerine tevdi edilmiştir.93
Sonuç
Çar Ferdinand Osmanlı Sarayı’na misafir olan ne ilk ne de
son hükümdardır. Üstelik Ferdinand’ın, Osmanlı başkentine gelen
en görkemli hükümdar olduğunu iddia etmek de kolaylıkla kabul
edilebilecek bir beyan değildir. Zira kendi ülkesinden daha büyük
devletlerin imparatorları da Osmanlı saraylarında ağırlanmıştır. Osmanlı Devleti’nden kopmuş ve bağımsızlığını elde etmiş bir devletin hükümdarının Genç Türkler’in yeniden ihya etmeye çalıştıkları
meşrutiyet Türkiyesi’ne misafir olması bu ziyaretin özellikle Osmanlı
matbuatında en çok vurgulanan veçhesi olmuştur.
Bulgaristan’dan gelen kafilenin İstanbul’da bulundukları süre
boyunca ve sonrasında dikkati çeken önemli anekdotlardan bir tanesi, gazetelere yansıyan haberlerde ve daha sonra bu ziyaretin anısına hazırlanan fotoğraf albümünde de görülebileceği üzere, Sultan
Reşad’ın Çariçe Eleonore’u birçok defa koltuklaması ve bu suretle
Çariçe’ye kavalyelik yapmasıdır. Osmanlı toplumunda, özellikle de
Müslümanlar arasında kamusal alanda kadın ve erkeğin bu şekilde
bir arada bulunabilmesinin pek de mümkün olmadığı bir dönemde
Müslümanların Halifesi ve Osmanlı padişahı olan Sultan Reşad tüm
kamuoyunun önünde, yabancı ajansların da takip ettiği törenlerde
Çariçe’ye bu şekilde eşlik etmesi oldukça heyecan yaratmıştır. Üstelik
bu hareketi, bilinçli bir tercih olduğunu belirtecek şekilde, bir defa
değil, hem Çar ile Çariçeyi taşıyan tren Sirkeci İstasyonu’na geldiğinde tanışma töreninin yapılacağı hünkâr çadırını giderlerken, hem
ziyaretin en görkemli anlarından olan Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nde
yapılan tören sırasında hem de Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen
yemekler esnasında yapmıştır.
93 BOA HR. SFR (04) 844/55 Lef 16, vr. 4b ve 5b.
274
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
Sultan Reşad’ın yanında Çar ve Çariçe Meclis-i Mebusân’ı
ziyaret ettiklerinde bu sefer Meclis başkanı Ahmed Rıza Bey Çariçe’nin koluna girerek kendisine eşlik eder. Kuşkusuz bu hareket bir
nezaket gösterisinin yanında Avrupa’ya verilen bir mesaj olsa gerektir.
Sultan Reşad’ın ve Ahmed Rıza Bey’in jestleri Osmanlı tarihinde
bir ilk olmamakla beraber dikkate değer bir harekettir. Kalabalıklar önünde yabancı bir kadına kavalyelik yapan ilk Osmanlı Sultanı
1869’da İstanbul’a gelen Fransa İmparatoriçesi Eugenie’yi eşlik eden
Sultan Abdülaziz olsa da benzer bir jestin tekrarlanması için yarım
asra yakın bir sürenin geçmesi gerekecektir.94
Ziyaret süresince öne çıkan ve dikkati çeken bir diğer nokta Osmanlı ve Bulgar heyetlerinin bir araya geldikleri, hatta Avrupa
devletleri sefirlerinin de davet edildikleri görkemli akşam yemekleri
için yapılan hazırlıklardır. İkisi Sultan Reşad tarafından misafirlerinin onuruna Dolmabahçe Sarayı’nda verilmiş, biri de ev sahibine
teşekkürlerini sunmak isteyen Çar Ferdinand tarafından düzenlenen
toplamda üç ziyafetin menüleri ve yemek esnasında yapılan iyi niyet beyanlarının detayları, nişan tevdileri, orkestranın ne tarz müzik
icra ettiği gibi detayları da gazetelerde yayımlanmıştır. Bu menülerde
özellikle fark edilmesi gereken nokta, ziyafetlerde servis edilen yemeklerde otantik olma kaygısının bulunmamasıdır. Fransız, İngiliz
ya da Avrupa’nın herhangi bir sarayında da karşılaşılabilecek yemekler –en azından- Sarayın kendisini ait gördüğü dünyayla ortaklığını
yalnızca bir tören gibi gerçekleştirilen yemeklerle şeklen değil içerik
olarak da ispat etmeye çalışması gibidir. Son derece “Avrupaî” olarak
gerçekleştirilen bu yemeklerin ardından yine müzik türü olarak klasik
batı müziği tercih edilmiştir.
Bulgaristan hükümdarının eski başkentinde bir hafta süren
ziyaretinin sebepleri hakkında hem Osmanlı matbuatında hem de
Bulgar ve Avrupa basınlarında çeşitli varsayımlarda bulunulmuş, ziyaretin gerçekleşmesindeki en kuvvetli ihtimalin Osmanlı Devleti’nin
de kurulması düşünülen Balkan İttihadı’na dahil olması için davet
edilmesi olduğu ifade edilmiştir. Ancak Çar Ferdinand’ın misafirliğinin sonuna doğru ortaya çıkan haberler ve bilhassa Hariciye Nazırı
94 Beydilli, “İmparatorluğun Son Yüzyılında İstanbul”, s. 49.
275
OSMANLI İSTANBULU III
Rıfat Paşa’nın tanzim ettiği genelge iki devletin heyetleri arasında
hangi meselelerin gündeme geldiğini ve müzakere edildiğini açıkça
ortaya koymaktadır. Nitekim Osmanlı Devleti’nin de dahil olacağı düşünülen Balkan İttihadı, yeni devletlerin de katılmasıyla nihaî
şeklini 1912 yılında alacaktır. Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve
Karadağ’dan müteşekkil olan birlik, Çar Ferdinand’ın ziyaretinden
iki yıl sonra, Balkan Harbi’nde Osmanlı Devleti’ne çok ağır mağlubiyetler yaşatmış, imparatorluğun adeta can damarı olan Rumeli
topraklarının kaybına neden olmuştur.
276
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
Ek I
[Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde bulunan Çar Ferdinand ve
Çariçe Eleonore’un ziyaretlerinin resmî mahiyette olan ilk üç günlük
programının günümüz harflerine aktarılmış halidir.]95
Zât-ı Hazret-i Padişâhîye Mülâki Olmak Üzere
Mart-ı Rûmî’nin Sekizinci Pazar Ertesi günü Dersaadet’e
Muvâsalat Edecek Olan Bulgar Kral ve Kraliçesi Hazerâtı
Haklarında İcrâ Olunacak Merâsim-i Teşrifâtiye Programıdır
Müşârünileyhimâ hazerâtının Dersaadet’te bulundukları müddetçe mihmandarlıklarına tayin buyurulan Ferîk Ahmed Fevzi Paşa
ve Mirlivâ Salih Paşa ve Hariciye Kalem-i Mahsus Müdürü Salih
Bey ve Miralay Ziya Bey tren-i mahsus ile Çatalca’ya kadar azimet
edecekler ve işbu trende Bulgar sefiri dahi maiyeti ile beraber bulunacaktır[.] Sofya sefiri Asım Bey dahi Çatalca’ya kadar gidecektir[.]
Kral ve Kraliçe hazerâtının râkib oldukları tren Cisr-i Mustafa
Paşa’ya muvâsalat eyledikte kaymakam-ı kaza ile mahallî kumandanı
ve cihet-i askeriyeden tertip olunacak miktar asâkir-i Osmaniye istasyonda bulunup râsime-i istikbali ifâ edecek fakat vaktin geç olması
hasebiyle müşârünileyhimâ hazerâtının uykuda bulunacakları muhtemel olmakla musika terennümsâz olmayacaktır[.]
İkinci Ordu-yı Hümâyûn kumandanı ve Edirne valisi ile kumandan ve vali taraflarından intihâb edilecek erkânın büyük üniformalarıyla ve tensîb olunacak miktar asâkir-i Osmaniye musikasıyla
Edirne İstasyonu’nda bulunarak Kral ve Kraliçe hazerâtının râkib
oldukları trenin muvâsalatında haklarında merâsim-i ihtirâmiye ifâ
ve musika Bulgar Marşı’nı terennüm eyleyecektir.
[2] Pazar ertesi günü Kral ve Kraliçe hazerâtının râkib oldukları tren alafranga saat üç buçukta96 Sirkeci sahiline muvâsalat
edeceğinden ândan evvel Zât-ı Hazret-i Şehriyâri maiyet-i şahânelerinde Veliahd-ı Saltanat Efendi hazretleriyle Sadr-ı âzâm[,] Hâriciye[,] Dâhiliye[,] Harbiye[,] Bahriye ve Nâfia Nâzırları ve Teşrifât-ı
95 BOA HR. SFR (04) 844/55 Lef 15. Toplam altı sayfa olan programın kendi
sayfa numaraları metinde köşeli parantez içinde [] gösterilmektedir.
96 Belgenin aynı gömlekte bulunun Fransızca nüshasında saat üç (3) yazılmıştır.
277
OSMANLI İSTANBULU III
Umûmiye Nâzırı ve Saray-ı Hümâyûn erkânından Ser-kurena[,] Serkâtib ve Ser-yâver ve Birinci Ordu Kumandanı ve Erkânı-ı Harbiye-i
Umûmiye Reisi ve Birinci Fırka Kumandanı[,] Şehremini Vekili[,]
Birinci Daire-i Belediye Reisi[,] Emniyet-i Umûmiye Müdürü[,]
İstanbul Vali Vekili[,] Polis Müdürü bulunacaklardır[.] Tam nizam
maa-musika bir bölük asker sancak ile mensup oldukları alay kumandanının kumandasında bulunacak[,] Kral ve Kraliçe hazerâtının
muvâsalatlarında Zât-ı Hazret-i Padişâhî müşârünileyhimânın râkib
oldukları vagonun önünde kendilerine râsime-i hoş âmedîyi ifâ buyuracaklardır[.] O esnada musika Bulgar Marşı’nı terennüm eyleyecektir[.] Vagondan inildikte Kral ve Kraliçe hazerâtı maiyetleri erkânını
takdim edecekleri gibi Zât-ı Hazret-i Padişâhî dahi maiyetlerinde
bulunan zevâtı müşârünileyhimâya takdim buyuracaklardır[.] Bâdehu bölüğün önünden geçilerek Söğüdlü Vapur-ı Hümâyunu’na rükûb
buyurulacak ve maiyet memurlarının bir kısmı dahi diğer istimbotlara râkib olacaklardır[.] Oradan Dolmabahçe’ye müteveccihen hareket edildikte güzergâhta bulunan süfun-i şâhâne taraflarından top
endahtı ile beraber merâsim-i sâire-i bahriye ifâ edilecektir.
[3] Dolmabahçe Saray-ı Hümâyûnu’nda maiyet-i seniyye bölüğü ve mabeyn-i hümâyûn erkânının diğer kısmı ve memurini büyük
üniformalarıyla hazır bulunacaktır[.] Musika-i Hümâyûn dahi orada
bulunacaktır.
Sahil Saray-ı Âliye’ye muvâsalat olundukta resm-i selâm-ı ihtirâm icrâ ve musika tarafından Bulgar Marşı terennüm olduğu halde
hükümdârân hazerâtı ve maiyetleri Saray-ı Hümâyûn dâhilinde bir
müddet ârâm buyurduktan sonra Zât-ı Hazret-i Padişâhî Kral hazretleriyle karşılarında Teşrifât-ı Umûmiye Nâzırı ve Kraliçe hazretleriyle veliahd-ı saltanat efendi hazretleri karşılarında Ahmed Fevzi
Paşa bulunduğu halde dörder atlı saltanat arabalarına rükûb buyuracaklar[.] Müşârünileyhimânın maiyet memurları ikişer atlı saray-ı
hümâyûn arabalarına alâ-merâtibihim râkib olacaklar ve işbu arabalarda mihmandarlar ve teşrifât memurininden alâ-derecâtihim birer zât
bulunacaklardır[.] Müşârünileyhimâ hazerâtının ikametlerine tahsis
buyurulan Merâsim Dairesi’ne bu veçhile muvâsalat olundukta daire pişgâhında maa-sancak bir miralay kumandasında olarak bir bölük
bulunacak ve bir askerî musikası dahi hazır bulunarak Bulgar Marşı
terennümsâz olacaktır[.] Dolmabahçe Sahil Saray-ı Hümâyûnu’ndan
278
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
Merâsim Dairesi’ne kadar güzergâhta sunuf-i muhtelifeye mensup asâkir-i Osmâniye bulunup resm-i selâmı ifâ edecekler ve saltanat arabalarının önünde [4] ve arkasında birer miktar süvârî asâkir-i Osmâniye
bulunacaktır[.] Bir müddet Merâsim Köşkü’nde ârâm edildikten sonra
Zât-ı Hazret-i Pâdişâhî ile Veliahd-ı Saltanat Hazretleri avdet buyuracaklardır[.] Yevm-i mezkûr akşamı Saray-ı Hümâyûn’da bir ziyâfet-i
hususiye tertip olunarak bunda Kral hazretlerinin maiyetleri erkânının
ileri gelenleri hazır bulunup diğer kısmı Merâsim Dairesi’nde ta’am
eyleyeceklerdir[.] Ziyâfet-i seniyye esnasında Musika-i Hümâyûn terennümsâz olacağı gibi bade’t-ta’am bir konser verilecektir[.] İşbu ziyâfette bulunmak üzere Kral ve Kraliçe hazerâtının Dolmabahçe Sahil
Saray-ı Hümâyûnu’na muvâsalatlarında Sadr-ı Âzâm ve Hariciye Nâzırı paşalar ve Saray-ı Hümâyûn erkân ve memurini müşârünileyhimâyı
binek taşından ve Zât-ı Hazret-i Şehriyârî ile Veliahd hazretleri yukarı
kat nerdübân başından istikbâl eyleyeceklerdir[.] Müşârünileyhimânın
esnâ-yı avdetlerinde yine bu veçhile teşyî’ olunacaklardır[.]
Ertesi Salı günü Kral hazretleri veliahd-ı saltanat hazretlerine
iade-i ziyâret eyleyecek ve orada lüzumu miktar asâkir-i Osmâniye
tarafından resm-i selâm ifâ olunacak ve müşârünileyhi hazretlerinin
maiyetlerine tayin olunacak yâverler tarafından istikbâl edilecektir[.] Sâir şehzâdegân hazerâtına kartvizit bırakacaklardır[.] Yevm-i
mezkûrda Kral hazretleri tarafından tayin olunacak [5] saatte Heyet-i
Vükelâ ve Âyân ve Mebusân Reis-i Evvel ve Sânileriyle bilcümle süferâ-yı düvel-i ecnebiyeyi arzu edecekleri surette ikametgâhlarında
kabul eyleyeceklerdir[.] Gerek taraf-ı şâhâneden ve gerek Kral hazretleri tarafından verilecek nişanların te’âtisi salı günü vukû’ bulacaktır.
(Salı günü Kral hazretleri Eksarhhâne’yi ziyâret edecektir 31/2
alafranga)97
O akşam Saray-ı Hümâyûn-i Mülûkâne’de misâfirîn-i kirâm
şereflerine bir ziyâfet-i seniyye-i resmiye keşide buyurularak işbu
ziyâfet-i seniyyeye nezd-i Devlet-i Aliyye’de mukim bi’l-cümle süferâ
zevceleriyle beraber davet edilecektir[.] Ziyâfet-i seniyye için tayin
buyurulacak saatten yarım saat evvel med’uvîn Saray-ı Hümâyûn’a
gelerek yukarı katta tertib olunacak salona alınacaklardır[.] Muayyen
97 Bu kısım metne sonradan kurşun kalemle ilâve edilmiştir.
279
OSMANLI İSTANBULU III
olan saatte Kral ve Kraliçe hazerâtının vürûdlarında bir gün evvelki
tertib veçhile istikbâl ve teşyî’ olunacaklardır[.] Kral ve Kraliçe hazerâtı oda-i âlide bir müddet ârâm ve Zât-ı Hazret-i Şehriyârî ile
mülâkat eyledikten sonra dışarıdaki salonda bir daire teşkil eylemiş
olan bi’l-cümle süferâ-yı düvel-i ecnebiye ve zevceleri ile görüşülerek
ta’âm salonunu teşrif buyuracaklardır[.] Ta’âmdan sonra yine büyük
salonda süferâ ve zevceleri ve kral hazretlerinin maiyetleriyle biraz
görüşülüp misâfirîn-i kirâm avdet eyleyeceklerdir[.]
[6] (Çarşamba Bulgar Kilisesi’ne gidecek –sabahleyin [saat]8-)98
Ertesi Çarşamba günü Merâsim Köşkü’nde Zât-ı Hazret-i
Padişâhî’nin şeref-i hümâyûnlarına Kral ve Kraliçe hazretleri tarafından bir kuşluk ta’âmı verilecek ve bade’t-ta’âm saat sekiz buçukta
Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nde icrâ edilecek resm-i geçide azimet
buyurulacaktır[.] Dört atlı bir arabaya Zât-ı Hazret-i Şehriyârî ile
Kral hazretleri ve muvâcehelerinde mihmandar paşa ve ikinci dört atlı
arabaya Kraliçe hazretleri veliahd-ı hazretleri muvâcehelerinde diğer
mihmandar paşa bulunduğu halde teşrif buyurulacaktır[.] Birinci
dört atlı arabanın önünde maiyet-i seniyye süvârîsinden bir bölük ve
ikinci dört atlı arabanın arkasında mezkûr süvârîden bir bölük bulunacağı gibi her iki arabanın ciheteyninde esb süvâr oldukları halde
ser-yâver[,] İstabl-ı Âmire müdürü[,] maiyet-i seniyye kumandanı
ve yâverân-ı Hazret-i Şehriyârî bulunacaklardır[.] Diğer arabalara
maiyet memurini ve mihmandarlar ve teşrifât memurîni râkib olacaklardır[.] resm-i geçitten sonra bu tertip veçhile avdet buyurularak Dolmabahçe Saray-ı Hümâyûnu’na muvâsalat edilecek badehû
Kral ve Kraliçe hazretleri Merâsim Köşkü’ne avdet eyleyeceklerdir[.]
O akşamdan itibaren ziyâret-i kralînin kısm-ı resmîsi hitam bulup
müşârünileyhimâ dört gün suret-i hususiyede misâfir kalacak[...]99
Bu dört gün zarfında tertibata aid program Kral hazretleri tarafından
beyân buyurulacak arzu veçhile tanzim edilecektir[.]
Müşârünileyhimâ hazerâtının Dersaâdet’ten avdet ve hareket
edecekleri gün muvâsalatlarında icrâ edilmiş olan merâsimin aynı
tatbik olunacaktır.
98 Bu açıklama metne sonradan kurşun kalemle ilâve edilmiştir.
99 Metnin burasında yaklaşık bir satırlık bir yer jiletle kesilerek çıkartılmıştır.
280
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
Ek II
21 Mart 1910 Pazartesi günü akşamı Dolmabahçe Sarayı’nda
tertip edilen akşam yemeği sonrasında Bulgaristan Çarı ve maiyeti
onuruna verilen konserde çalınan eserler ve bestecilerinin listesi:100
Birinci kısım – Orkestra Konseri:
I. Richard Wagner – Tannhäuser, Marche
II. Georges Bizet – L’Arlesienne (suite)
III. Oscar Straus – Walzertraum, Valse
IV. Sebastian Bensen Schlesinger – Marche Nuptiale
V. Pietro Mascagni – Cavalleria Rusticana, Fantaisie
VI. Carl Maria von Weber – Invitation à la Valse
VII. Paul Lacome – La Feria, Suite Espagnole
VIII. Richard Wagner – Rienzi, Ouverture
İkinci kısım – Oda Müziği:
I.Franz [Ferenc] Liszt – Ballade No: 2, (Piyano ile)
II. a) Henryk Wieniawski – Souvenir de Moscou, (Keman ile)
b) Pablo de Sarasate – Danse Espagnole, (Keman ile)
III. Anton Rubinstein – Trio op. 15
a) Andante b) Final (Piyano, Keman ve Viyolonsel için)
IV. Richard Wagner – Duo d’amour Tristan et Isolde (Piyano ile)
V. a) Henri Rabaud – Romance sans paroles (Viyolonsel ile)
100 Osmanlı matbuatına yansımayan ilk akşam icra edilen bu konserden haberdar olmamı sağlayan ve şahsî arşivinde bulunan bu konserin resmî programını benimle paylaşma nezaketini ve cömertliğini gösteren sayın Emre
Aracı’ya samimî şükranlarımı sunarım. Ayrıca bkz. Emre Aracı, “Wagner’in
İstanbul Rüyası”, Andante (Nisan 2013), s. 32-35.
281
OSMANLI İSTANBULU III
b) Robert Schumann – Rêverie (Viyolonsel ile)
VI. Michał Bergsan [Bergson] – Scène et Air (Klarnet ile)
VII. a) Ede Poldini – Marche mignonne (Piyano ile)
b) Franz [Ferenc] Liszt – Rhapsodie Hongroise No: 11
(Piyano ile)
21 Mart 1910 Akşamı Düzenlenen Konserin Fransızca ve Osmanlıca Programı
Emre Aracı Arşivi
282
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
Ek III
22 Mart 1910 Salı günü akşamı Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen akşam yemeğinde misafirlere ve davetlilere sunulan yiyeceklerin listesi Osmanlı basınında –Tanin ve Yeni İkdam’da- aynı olmakla birlikte, Bulgaristan’da yayımlanan Pryaporets gazetesinde bazı
farklılıklar bulunmaktadır. Bu sebepten dolayı hem Türkçe hem de
Bulgaristan’da neşredildiği haliyle Fransızca listeyi ard arda vereceğim.
Tanin ve Yeni İkdam’ın yayımladıkları yemek listesi:101
- Çorba
- Fransız Böreği
- Levrek Balığı
- Sebzeli dana eti
- Salçalı tavuk
- Punç
- Kuzu eti kızartması
- Mantarlı enginar
- Pilav
- Dondurma
- Peynirli bisküvit
- Meyve şekerleme
Bulgaristan’da yayımlanan Pryaporets [Пряпорец] gazetesini
okuyucularına sunduğu yemek listesi:102
– Potage Souveraine
– Bouchées Chantecler
101 Tanin, No: 558, 10 Mart 1326/ 23 Mart 1910, Çarşamba, s. 2; Yeni İkdam No:
10, 10 Mart 1326/ 23 Mart 1910, Çarşamba, s. 3.
102 Пряпорец [Pryaporets] No: 68, 12/25 Mart 1910, Cuma, s. 2.
283
OSMANLI İSTANBULU III
– Bar du Bosphore, Sauce Dalrac
– Noix de veau de lait
– Maraichete
– Poularde Motmorency
– Granité d’ananas frais
– Double d’agneau rôti
– Salade
– Artichauts forestiers
– Bequets de glace
– Condés au fromage
– Desserts
284
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
Ek IV
22 Mart 1910 Salı günü akşamı Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen akşam yemeği sonrasında verilen konserde çalınan eserler
ve bestecilerinin listesi:103
Birinci kısım:
I. Felix Mendelssohn – Marche
II. Wolfgang Amadeus Mozart – Le nozze di Figaro
[Figaro’nun Düğünü]
III. Luigi Boccherini – Menuet
IV. Michael William Balfe – Die Zigeunerin
(The Bohemian Girl)
V. Moritz Moszkowski – Malagueña
VI. Friedrich von Flotow – Martha
VII. Carl Otto Nicolai – Les Joyeuses Commères de Windsor
(The Merry Wives of Windsor) (Die lustigen Weiber
von Windsor)
VIII. Camille Saint-Saëns – Danse Macabre
İkinci kısım:
(Piyano takımının konseri)
I. Carl Maria von Weber - Allegro Moderato104 (Piyano ile)
II. Henri Vieuxtemps – Fantasia (Keman ile)
III. Giuseppe Verdi – Il trovatore (Klarnet ile)
103 Tanin, No: 558, 10 Mart 1326/ 23 Mart 1910, Çarşamba, s. 2; Yeni İkdam No:
10, 10 Mart 1326/ 23 Mart 1910, s. 3.
104 Allegro Moderato esasında bir eser ismi değil, yalnızca eserin temposunu
belirten bir terimdir. Ancak konserde icra edilen eserlerin isimlerini alıntıladığım hem Tanin hem de Yeni İkdam’daki haberlerde parçanın adı kısmında
sadece allegro moderato yazılmıştır.
285
OSMANLI İSTANBULU III
IV. Frédéric Chopin – Prelude, Nocturne, Étude, Ballade
(Piyano ile)
V. Benjamin Godard – Berceuse [de Jocelyn] (Viyolonsel ile)
VI. Pablo de Sarasate – Zigeunerweisen (Keman ile)
VII. Niccolò van Westerhout – Chansonette (Piyano ile)
VIII. Moritz Moszkowski – Anton Notenquetscher (Piyano ile)
IX. Franz [Ferenc] Liszt – Rapsodi [Magyar rapszódiák]
(Piyano ile)
286
BULGAR ÇARI “ÇARLAR KENTİ”NDE
Ek V
Bulgaristan Çarının İstanbul ziyareti boyunca iki devlet hükümdarları karşılıklı olarak birçok nişan ve madalya tevdi etmişlerdir.
Sultan V. Mehmed Reşad’ın İstanbul’a gelen Bulgar heyetinde bulunanlara verdiği nişan ve madalyaları listesi:105
- Hanedân-ı Âl-i Osman – Haşmetlû Bulgaristan Kralı
Hazretleri
- Ekâbir Nisvâna Mahsus Murassa’ Mecidî – Haşmetlû
Kraliçe Hazretleri
- Murassa’ Nişân-ı Osmânî – Kral Hazretlerinin Seryâveri
General Markov Cenâbları
- Murassa’ Nişân-ı Osmânî – Başkâtibi Mösyö Dobroviç
Cenâbları
- Birinci Osmânî – Saray Nâzırı General Botev Hazretleri
- İkinci Mecidî – Yâverlerinden Erkân-ı Harb Kaymakamı
Jostov
- İkinci Mecidî – Yâverlerinden Kaymakam Stoyanov
- İkinci Osmânî Kâtiblerinden Mösyö Çapraşikov
- İkinci Mecidî – Kâtiblerinden Mösyö Düşe vermon
- Üçüncü Osmânî – Mirahor Vekili Binbaşı Voyçek
- Üçüncü Mecidî – Yâverlerinden Yüzbaşı Stanev
- Üçüncü Mecidî – Yâverlerinden Süvârî Yüzbaşısı Bogdanov
- Üçüncü Mecidî – Maiyet Memurlarından Mösyö
Bernestorev
- Dördüncü Osmânî – Yâverlerinden Mülâzim Tapçileştov
[Tıpçileştov]
- Üçüncü Mecidî – Saray Müdürü Mösyö Ankov
- Üçüncü Mecidî – Hayvanat Bahçesi Müdürü Mösyö
Kurzius
105 BOA HR.SFR.04 578/29 Lef 2. Okunuşlarından emin olunamayan isimler
italik yazılmıştır.
287
OSMANLI İSTANBULU III
- Dördüncü Mecidî – Maiyet Memurlarından Weich
- Dördüncü Mecidî – Maiyet Memurlarından Evrak
Mukayyedi Mösyö Higiş
- Beşinci Mecidî – Müze Memurlarından Mösyö İlçev
- Birinci Şefkat106 – Saray Nâzırası Madam Petrov Çomakova
- İkinci Osmânî – Maiyet Erkânından Baron Aglokştayn
- İkinci Şefkat – Kraliçe Hazretlerinin Dame
d’Honneur’larından [Nedimelerinden] Matmazel Hakanova
- İkinci Şefkat - Kraliçe Hazretlerinin Dame
d’Honneur’larından [Nedimelerinden] Matmazel Markova
- İkinci Osmânî - Kraliçe Hazretlerinin Yâverlerinden
Miralay Savov
- İkinci Mecidî – Şimendiferler Müdürü Mösyö Morkov
- Dördüncü Osmânî – Şimendiferler Müfettişi Mösyö
Karakaşev
- Murassa’ Osmânî – Başvekil Mösyö Malinov Cenâbları
- Murassa’ Osmânî – Hariciye Nâzırı Ceneral Paprikof
Cenâbları
- Birinci Osmânî – Ticaret ve Ziraat Nâzırı Mösyö Liyapçev
Cenâbları
- İkinci Mecidî – Teşrifât Müdürü Mösyö Milçev
- İkinci Mecidî – Hariciye Kalem-i Mahsus Müdürü Mösyö
Stançev
- Altın ve Gümüş İmtiyaz – Kral Hazretlerinin Tabibi Doktor
Graetzer
14 Rebiü’l-evvel 1328 [26 Mart 1910]
106 Şefkat Nişanı yalnızca kadınlara mahsusen II. Abdülhamid tarafından 27
Eylül 1878 tarihinde üç rütbe olarak ihdas edilmiştir. Devletin, vatanın ve
milletin menfaatine, insaniyete, savaş ve herhangi bir felaketin kurbanlarına yardım eden her tabiiyetten bütün kadınların bu nişana sahip olabilecekleri belirtilmiştir. Edhem Eldem, İftihar ve İmtiyaz: Osmanlı Nişan ve
Madalyaları Tarihi (İstanbul: Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi,
2004), s. 260-261 ve Metin Erüreten, Osmanlı Madalyaları ve Nişanları:
Belgelerle Tarihi, Çev. Erhan Uzsay (İstanbul: DMC, 2001), s. 286-292.
288
15-16. Yüzyıllar Tarihî-Menkıbevî Mesnevîlerde
İstanbul’a Dair Ayrıntılar
Ümran Ay
Marmara Üniversitesi
Yıldırım Bayezid (1389-1402)’in saltanatıyla 15. yy’a giren
Osmanlı Devleti bu asırda ve takip eden 16. asırda dokuz padişah
dönemini1 idrak etmiştir. Doğuya ve batıya yapılan akınlarla devletin en geniş sınırlarına ulaştığı bu yüzyıllara ait seferler, savaş ve
zaferler tarihi ve edebî eserlerle de kayıt altına alınmıştır. Devletin
resmî vakanüvisleri tarafından genellikle mensur olarak yazılan Osmanlı tarihlerinin yanında fetihnâme, gazavatnâme, şahnâme, Süleymannâme, Selimnâme, Düsturnâme vs. gibi isimlerle mesnevi nazım
şekliyle kaleme alınan Osmanlı tarihleri vücuda gelmiştir. Bu eserler
bazen birkaç padişahın saltanat yıllarını kapsarken bazen de sadece
bir padişahın sefer ve zaferlerini, bir kalenin (Eğri, Cerbe, vs.), şehrin
(Bağdad, Belgrad vs.), adanın (Rodos, Kıbrıs vs.), ülkenin (Yemen,
Macaristan vs.) fethini konu almışlardır.
Fatih Sultan Mehmet döneminde saray Edirne’den İstanbul’a,
taşınmış, böylece genişleme devrinin başkenti, devlet idare merkezi
1 II. Murat (1421-1451), Fatih Sultan Mehmet (1451-1481), II. Bayezid (14811512), Yavuz Sultan Selim (1512-1520), Kanûnî Sultan Süleymân (1520-1566),
II. Selim (1566-1574), III. Murad (1574-1595), III. Mehmet (1595-1603).
289
OSMANLI İSTANBULU III
olan İstanbul Osmanlının çöküşüne kadar birçok olaya ev sahipliği
yapmıştır. Bizans Konstantinapol’ü kalıntılarının üstüne kurulan yeni
İstanbul’un Fatih döneminde imar faaliyetleri başlamış ve çok kısa
sürede önce sur içinde daha sonra sur dışına taşarak kurulan yeni
mahalle ve semtleri, mesire yerleri, meydanları ve buralarda yükselen
mimarî eserler manzum tarihlerde bazen ayrı bir başlık altında bazen
de konunun akışı içinde dile getirilmiştir. Şairler zaman zaman kurgunun imkânlarından ve şiirin mecazlar dünyasından faydalanarak
tarihi gerçekliği olmayan ifadelere de yer vermişlerdir.
15.ve 16. yy’lar manzum, mensur yahut manzum-mensur fetihnâme türü eserlerin en çok kaleme alındığı dönemlerdir. Çalışmamızı sınırlandırmak açısından dönemin manzum-mensur eserleri
araştırma dışında bırakılmış sadece manzum eserler çalışmaya dahil
edilmiş, İstanbul’la ilgili ayrıntılar eser bazında beyit beyit taranmıştır.
Bu taramalarımız neticesinde; Abdülvâsî Çelebi’nin Halilnâme’sinde2,
Ahmed-i Rıdvan’ın İskendername’sinde3, Firdevsî Rumî’nin Kutubnâme’sinde4, Kâşifî’nin Gazanâme-i Rum’unda5, Sûzî Çelebi’nin Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavatnâmesi’nde6, Gelibolulu Zaifî’nin Gazavât-ı
Sultan Murad Han isimli eserinde7, Sinoplu Safâyî’nin Feth-i İnebahtı
2 817/1414’te tamamlanmıştır.
3 Eser, Yıldırım Bayezid döneminden II. Bayezid döneminde Moton ve Koron’un alınmasına kadar geçen olayları anlatır, 8304 beyittir.
4 Uzun Firdevsî’nin (d.837/1433) II. Bayezid devrinde 907/1501’de Midilli adasına sataşan düşmanla yapılan cengi tasvir eden eser 2500 beyittir (Firdevsî-i
Rûmî, Kutbnâme, Haz. İbrahim Olgun, İsmet Parmaksızoğlu, TTK Basımevi,
Ankara 2011).
5 Eser Farsça olup 1139 beyittir. 1456?’da telif edilmiştir (Kaşifî, “Gazanâme-i
Rûm”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Haz. M. Ebrahim Esmail, İstanbul
2006).
6 Mihaloğlu Ali Bey’in Rumeli’deki akınlarını ve girdiği savaşları anlatır, 1795
beyittir (Agah Sırrı Levend, Gazavatnameler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavatnamesi, TTK, Ankara 1956).
7 850-855/1446-1451?’de telif edilmiştir. Şair, Sultan II. Murat (1421-1451) ile
birçok savaşa katılmıştır. II.Murad dönemiyle ilgili önemli bir tarihi kaynak
değeri olan eserin eldeki nüshası 2566 beyittir (Mehmet Sarı, Gelibolulu Zaifî
Muhammed, “Gazavât-ı Sultan Murad Han”, Yayınlanmamış Doktora Tezi,
İstanbul 1994).
290
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
ve Moton’unda8, Abdî Çelebi’nin Zafernâme-i Kal’a-i Üstüvar yahut
Yanık Kale Fetihnâmesi’nde9, Ârifî’nin Vekâyî-i Sultan Bayezid (Bayezidnâme)’inde10, Ârifî Fethullah Çelebi’nin Fütûhât-ı Cemîle’sinde11,
Bahârî’nin Fetihnâme-i Üngürüs’ünde12, Gubârî’nin Gazavatnâme-i
Midilli’sinde13, Hâkî Efendi’nin Süleymannâme’sinde14, Levhî’nin
Cihâdu’l-Mücâhidîn’inde15, Senâyî’nin Kitâb-ı Fütûhât-ı Sultan Süleyman (Süleymaniye)’ında16, Şîrî’nin Târîh-i Feth-i Mısır’ında17, İs8 Kemal Reis’in 905 / 1499’daki İnebahtı fethi ile 906 / 1500’deki Moton fethini
anlatır. 3500 beyit civarındadır. Eserin bir nüshası Topkapı, Revan, nr. 1271’de
kayıtlıdır (Harekeli nesih hat, çift sütun, 15 satır, 131 varak, eser sondan eksiktir).
9 317 beyitlik eser Sinan Paşa’nın 1002/1593’teki Avusturya seferini anlatır (Millet Kütüphanesi, Ali Emirî Kısmı, nr. 1328).
10 Farsça, 1080 beyit hacmindeki eser, Şehzade Selim ile Sultan Bayezid arasındaki çekişmeleri anlatır (Topkapı Sarayı Kütüphanesi, Revan Kitaplığı, nr.
1540’da kayıtlıdır (Başlık yok, talik hat, çift sütun, 12 satır, 50 varak).
11 Sokollu Mehmed Paşa ile Ahmed Paşa’nın Peç, Lipva, Tımışvar ve Eğri kalelerini kuşatmalarını ve fetihlerini anlatan 1200 beyit hacmindeki eserin dili
Farsçadır. Davut Ebrahimi, “Ârifi Fethullah Çelebi ve Fütûhât-ı Cemîle’sinin
Tenkitli Metni", İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Ens. Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1991.
12 932/1526’daki Macaristan seferini anlatan eser 306 beyittir.
13 1499 yahut 1512’de yazıldığı tahmin edilen eser 1428 beyittir. II. Bayezid’in
asker ve gazilerinin kahramanlıkları konu edinilir (Derviş Gubârî, Gazavatnâme-i Midilli, Haz. Ömer Özkan, Alp Yayınevi, Ankara 2007).
14 Niğde kadısı Hâkî Efendi tarafından Kanûnî’nin emriyle 964/1556-57 tarihinde kaleme alınan eser, padişahın Revan, Nahcivan, Şirvan ve Van seferlerini
anlatır. Eserin 5275 beyitten oluşan eldeki tek nüshası Topkapı, Sarayı Revan
Kitaplığında 1289 numarada kayıtlıdır (Talik hat, çift sütün, 12 satır, 171 varak).
15 Belgrad fethinden başlayarak 938/1531 tarihinde Kanûnî’nin şehzadelerin
sünnet düğününe kadar geçen olaylar anlatan eser 3260 beyittir (Ayşe Tuba
Tokay, “Levhî’nin Gazavatnâme-i Sultan Süleyman’ı”, Fatih Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi İstanbul 2008).
16 H. 947’de kaleme alınmıştır, Kanûnî’nin doğu ve batı seferlerini konu alır.
3500 beyit civarındaki eserin bir nüshası Topkapı Sarayı, Revan Kitaplığı, nr.
1288’de kayıtlıdır (Çift sütun, harekeli nesih, 19 satır, 95 varak).
17 Yavuz Sultan Selim’in tahta çıkışından vefatına kadar olan hadiselerin anlatıldığı eser 1430 beyit civarındadır. Topkapı Sarayı Kütüphanesi, Emanet
Hazinesi, nr. 1433/2’de 218b-267b yaprakları arasındadır. (Harekeli nesih, çift
291
OSMANLI İSTANBULU III
tanbul’a dair bilgiye ya hiç rastlanmamış yahut kırıntı mesabesinde
ifadeler tespit edilmiştir. Yine aynı yüzyıllara ait Edirneli Sabayî Hayreddin’in Gazavatnâme18, Seyfî’nin Sultan II. Murad’ın Fütûhâtına
Dair Mesnevisi19, Şehdî’nin Farsça Tevârih-i Âl-i Osman20, Yetim Ali
Çelebi’nin Lüccetü’l-Ahyâr21, İznikli Derûnî’nin Muhâberât-ı Selîm-i
Evvel bâ Şah İsmâil u Gavrî22, Âşık Çelebi’nin Sigetvarnâme23 isimli
eserlerinin de kaynaklarda kayıp olduğu belirtilmektedir.
Agah Sırrı Levend’de adı geçen Sinoplu Safayî’nin Kemal
Reis’in gazalarını tasvir eden 10.000 beyitlik eseri Gazavatnâme’si24, Muhyî Çelebi’nin Selimnâme’si25, Nigarî Haydar Çelebi’nin
Sinan Paşa’nın Gazavât’ı26 Şuhûdî’nin Şahnâme’si27, Gubârî’nin
sütun, 15 satır, tarihsiz). Yazmanın ilk eseri Âşıkî’nin Tevârih-i Âl-i Osman
isimli manzum-mensur eseri olup 1b-217b yaprakları arasındadır.
18 15.yy sonu 16.yy başında yaşayan şairin doğum ve ölüm tarihi bilinmemektedir.
Arnavud Koca Davud Paşa’nın Bosna Beylerbeyliği döneminde (885/1480)
yaptığı savaşları anlatan yaklaşık 15000 beyit olduğu söylenen eser kayıptır.
19 Aşık Çelebi Tezkiresi’nde bahsedilen eser kayıptır.
20 Fatih’in emriyle yazımına başlanan eserin ancak 4000 beyitlik bölümü tamamlanabilmiştir.
21 Yetimî ya da Yetim Ali Çelebi ismiyle tanınan şair (ö.960/1552) in Barbaros Hayreddin Paşa ile Oruç Reis’in gazalarını tasvir eden yaklaşık 2000
beyitlik eseri bugün elimizde yoktur. Âşık Çelebi Tezkiresi’nde, Gelibolulu
Ali’nin Künhü’l-Ahbar isimli eserinde ve Seydi Ali Reis’in Mirâtü’l-Memâlik
isimli eserlerinde örnek birkaç beyit aktarılmıştır. Zehra Göre, Yetîmî ve Şiir
Dünyası”, http://turkoloji.cu.edu.tr/ESKI%20TURK%20%20EDEBIYATI/
gore_01.pdf, s.261 (253-269)
22 Yavuz Sultan Selim’in Arap, Acem, Gavrî ve Şah İsmail ile olan cenklerinin
anlatıldığı eser, remel bahrinde nazmedilmiştir “Agah Sırrı Levend, age, s.33).
23 Agah Sırrı Levend, age, s.63.
24 Agah Sırrı Levend, age, s.21-22.
25 I. Selim’in fetihlerinden bahseden manzum eseridir. Agah Sırrı Levend, eseri
görmediğini Konya İzzet Koyunoğlu Kütüphanesi’nde bulunduğunu bildirir
(Agah Sırrı Levend, age, s.30).
26 Galatalı Nakkaş Nigârî Haydar Çelebi’nin, ö.980/1573 Sinan Paşa’nın Trablusgarb’ı fethi ve İspanyol donanmasına karşı kazanılan zaferi (960/1553-54)
anlattığı 999 beyitlik manzum eseridir. Levend, eserin bir nüshasının British
Museum Add.7921’de olduğunu söyler (Agah Sırrı Levend, age, 76-77).
27 Muhtemelen I. Selim dönemini anlatan 4000 beyitlik mesnevidir. Levend,
age, 31.
292
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
Şehnâme’si28 tarafımızdan görülemediği için incelemeye dahil edilememiştir.
Çalışmanın bundan sonraki bölümünde sırasıyla 15. yy ve 16.yy
manzum tarihlerinden incelemesi yapılan eserler hakkında kısaca bilgi verilecek, metinde İstanbul’a dair elde edilen bilgiler ayrıntılı bir
şekilde ele alınacaktır.
15. Yüzyıl Tarihî-Menkıbevî Mesnevilerde İstanbul
Enverî, Düsturnâme (Osmanlı Tarihi Kısmı)29:
Eser 15.yy ortalarında yaşamış şair ve tarihçi Enverî’nindir.
Düsturnâme mesnevi tarzında yazılmış 3730 beyitten ibarettir. Üç
kısım ve yirmi iki kitap halinde düzenlenen eserin ilk on yedi kitabı İslam tarihi, 18. kitap Aydınoğulları tarihini, 19-22. kitaplar ise
Osmanlı tarihini anlatır. Zilhicce 869 (Ağustos 1465) tarihinde tamamlanmıştır.
Eserde İstabul’a dair ayrıntılar fetih hazırlıklarının anlatılmasıyla başlar. Fatih, İstanbul Boğazı’nı kontrol altına almak üzere hisar
yapmaya karar verir. Daha sonra ismi Boğazkesen olan bu hisarın
içine şâhî topları yerleştirilir, bölgede izinsiz sinek dahi uçurtulmaz.
Rum iline çünki geldi pâdişâh - Dinle ne tedbîr ider zıll-i İlâh
Didi İstanbul bogâzını kesem - Ol adûvullâha yel gibi esem
Çün sekizyüz elli altı oldı sal - Buldılar ol yörede birkaç cibâl
Kara deryâdan yana bir kal’a sarp - Yapdı andan urdı İstanbul’a darp
Nice kal’a ancılayın bir hisâr - Görmedi âlem içinde rûzgâr
28 Süleymannâme adıyla da bilinen eser, Kanûnî’nin isteği üzerine 959/1551’de
Farsça manzum olarak kaleme alınmıştır. Süleymaniye Ktp. (Hekimoğlu Ali
Paşa, nr. 764) ve Manisa İl Halk Kütüphanesi’nde (Muradiye, nr.1346) birer
nüshası bulunmaktadır (Ali Alpaslan, “Gubârî Abdurrahman”, DİA, C.14,
167-169). Şehdî’nin başlayıp Arifî Çelebi’nin devam ettiği 60.000 beyitlik
Şehnâme-i Al-i Osman’ın Kanûnî dönemine ait kısmıdır (Erhan Afyoncu,
Tanzimat Öncesi Osmanlı Tarihi Araştırma Rehberi, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2014, s.17, 20).
29 Enverî, Düsturnâme-i Enverî, Osmanlı Tarihi Kısmı (1299-1466), Haz. Necdet
Öztürk, Kitabevi Yay., İstanbul 2003. s. 49.
293
OSMANLI İSTANBULU III
Husrevanî top gibi çok toplar - Atılur kuhlara andan kûplar
Ne gemi geçemez andan kelebek - Kim ururlar top ile geçse sinek (
b.528-534)
Mülk-i Osmanda ne kim varsa gemi - Geldi İstanbul’a bile âdemi
Kal’aya karşu konar şâh-ı guzât - Toldı sahrâ vü kuh leşker her
cihat (b.540-541)
Fetih’ten sonra şehirde imar faaliyetleri başlar. Yapılan imaretlerde halka ve İslam askerine daima yemek dağıtılır, Cuma günleri ise
özellikle ilim ve faziet ehli sofralara davet edilir.
Bir imâret kıldı İstanbul’da ol - Nimeti her hânkâhdan anda bol
Edrene’de yapdı bir zîbâ saray - Misl-i cennetdür havâsı cân fezây
Yapdı İstanbul içinde iki kasr - Âlem içre mislini görmedi asr
Gelibolı’dan aşağa bir hisâr - Yapdurur görmedi mislin rûzgâr
Yapdı İstanbulda bir hısn-ı azîm - Âlem içinde anun misl-i adîm
(b.684-688)
Kemal, Selâtin-nâme30:
Kemal II. Bayezid devri şairlerindendir, eser II. Bayezid adına
kaleme alınmıştır. Selâtin-nâme yahut Tevârih-i Âl-i Osman adı verilen eser 3029 beyittir.
Eserde İstanbul’un fethi, fetihten sonra padişahın yağma emrini buyurması, Fatih’in yaptırdığı eski saray ayrı başlıklar halinde
nazmedilmiştir. Oldukça genel hatlarıyla anlatılan fetih bahsinde Fatih, dört ay süren bir kuşatmadan sonra şehri alır ve beyleri bir araya
toplayarak ertesi gün yağma yapılacağını yoksul zengin herkese haber
verilmesini emreder:
Gelüp İstanbul’un üstüne düşdi - Hemân leşker göz açdurmadı üşdi
Hisâra urdı toplar bî-nihâyet - Yıkuban iylediler anı gâret (b.19231924)
30 Kemal, Selâtinnâme, (1299-1490) Haz. Necdet Öztürk, TTK, Ankara 2001.
294
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
Tamâm dört ay mikdârı şehinşâh - İderdi cengi ol şâm u sehergâh
(b.1927)
Didi yârın iderem bunı yağma - Getürüp kâfirün başına gavga
Haber eylen bugün yohsul u bâya - Dirilsün cümlesi hep bir araya
(b.1929-1930)
Kale savaşında küffara göz açtırılmaz, kadınlar esir alınır, kral
bir gemiyle oradan kaçar, Frengistan İstanbul’un elden gittiğini duyunca üç yıl yas tutar, papazlar çanlarını çalmaz olur, ve İstanbul’un
mümin eline geçtiğini duyan Müslümanlar da şâd olurlar:
Firengistân işitdi bu haberden - Ki İslâmbol alındı gitdi elden
(b.1948)
…
Her iklîmde olan banlar papaslar - Tutar yasını İstanbul’un anlar
(b.1954)
Medh-i Kasr başlığı altında büyük bir bağ içinde yüce bir kasrın tavsifi yapılır. Çeşitli ağaçlar, çiçekler ve kuşlarla bezenmiş adeta
cennet bahçesini andıran bu bahçede padişah, camdan ikinci bir saray
daha yaptırır. Bu sarayın da çevresini servi, şimşad, erguvan ağaçlarıyla; lale, nesrin, sünbül çiçekleriyle donatır. Aynı bölgede kubbesi gayet yüksek bir camii yaptırıp31, caminin sağ ve solunda sekizer
tane medrese kurdurur. Bu medreselere tayin ettiği otuz hafız gece
gündüz Kuran okurlar. Caminin yanında yolcuların misafir edilmesi
için günde bin ekmek 500 çanak aş çıkarılan bir imaret, hastalar için
bimarhâne yaptırır. Ve çevre köyleri bu imarete vakfeder, İstanbul’un
hiçbir yerinde viran bir yapı kalmaz. (b.1957-1996)
Yapar bâğun içinde bir dahı hûb - Mücellâ kasr-ı âlî katı mahbûb
(b.1970)
Sekiz medrese yapar sağ yanında - Sekiz dahı anun yapar solında
Otuz hâfız dahı anda temâmet - Kodı dün gün kıla Kur’ân tilâvet
(b.1979-80)
31 Tasviri yapılan câmii Fatih Câmii olmalıdır.
295
OSMANLI İSTANBULU III
Muâlî, Hünkarnâme32:
Farsça, manzum bir eserdir. Aslen Tus’lu olan yazarın,
851/1447-48) den 879 (1474)’a kadar seyahatini ve yaşadığı olayları
anlatan eseridir. Eser, Akkoyunlular, Karakoyunlular ve Timurlular
tarihi hakkında verdiği bilgiler bakımından önemlidir.
Kostantiniyye’yi fetheden Sultan Mehmed Handan söz ederek eserine başlayan müellif, İstanbul’un fethine çok kısa değindikten
sonra Ayasofya’dan övgü ile bahseder ve padişahın Kostantiniyye’ye
birçok imaretler yapılmasını emrettiğini belirtir. Bunların başında
Mahmut Paşa imareti gelmektedir:
‫در אن آ א‬
‫אم‬
‫א‬
‫א‬
‫אر‬
/ ‫אم‬
‫وز א‬
‫د د مآא‬
‫ ز‬/ ‫אر‬
‫אرش‬
‫و‬
....
‫אه‬
‫אد و א‬
‫ א‬/ ‫אرت אه‬
‫م אدش ا ا‬
‫אر א‬
‫و א אم‬
‫א‬
/
‫و‬
‫آ‬
/
‫د آ‬
/ ‫آن ز אن‬
‫ درون‬/
‫אن‬
‫ز‬
‫وی אی‬
‫ا אن ز‬
‫ا‬
‫و‬
‫را ز‬
‫אه ّ ی‬
‫ א‬/ ‫אم‬
‫د‬
‫م را אرا‬
s.10‫אم‬
‫ی ا ا‬
‫ אورد آ‬/
‫אم‬
‫در ز אن‬
‫אه‬
‫א‬
‫ز‬
‫زا‬/
‫زو‬
‫از‬
‫אد‬
‫زا‬
‫אل‬
‫ز אش و ا‬
‫א ر אی‬
‫ אر‬/ ‫אم‬
Mısır sultanı el-Eşref Seyfeddin Kayıtbay (1468-1492) Şehzade Mustafa’nın ölüm haberini duyunca Esma-yı Cündî adındaki
elçisiyle birlikte kırk saf kan arap atını, meşhur boz atı, kırk deve
yükü Hindistan’dan gelme çok değerli hediyeleri 17 Muharrem’de
süratle yola çıkarır. Esma-yı Cündî Kudüs, Şam, Halep yolu ile
32 Muâlî, “Hünkârnâme”, Haz. Refet Yalçın Balata, Yayınlanmamış Doktora
Tezi, İstanbul 1992.
296
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
Rum’a varır. Şehzade Bayezid elçilik heyetinin geldiğini haber alınca adamlarını yollar ve onları Amasya (Harşene)’da alıkoyar. Durumu Sam adlı bir elçi ile babasına bildirir. Fatih’ten gelen cevap
üzerine Esma-yı Cündî şehzade Bayezid ile birlikte Amasya’dan
İstanbul’a doğru yola koyulur on sekiz gün sonra sahile (Üsküdar)
ulaşırlar. Boğazda top tüfek atışlarıyla elçinin gelişinden bütün İstanbul halkı haberdar edilir. Elçi, sultandan getirdiği taziye mektubunu Sultan’a takdim eder ve maiyetiyle birlikte bir ay süreyle
İstanbul’da ağırlanırlar.
Muâlî, 21 yıldır yerleşmiş olduğu bu şehrin (İstanbul) artık
yabancısı olmadığını ve padişahın lutfuna mazhar olmak zamanının
geldiğini söyleyerek eserini tamamlar (s.67-68).
‫ق‬
‫ا‬
‫وان‬
‫دا‬
‫ رو‬/ ‫אب‬
‫א اه ا ر آ‬
‫ א وان‬/ ‫در א زد‬
‫ل‬
‫ل‬
‫از ان ا‬
‫اب‬
‫روز و‬
(s.234) ‫زد‬
....
‫آ‬
‫אر و‬
‫אن א‬
‫از‬
‫روز‬
‫و‬
/ ‫אم‬
‫و ا ر ود در آ‬
‫داوود אز‬
‫ف از‬
‫ددش ا ال‬
/ ‫אر‬
‫אرا‬
‫אه א‬
‫אس و אم‬
‫رאا رآ‬
/
‫אط‬
‫و‬
‫ א‬/ ‫در אن‬
‫א را ا‬
‫از آن‬
‫از אر‬
‫ا ر אدی و‬
‫ا‬
‫ا‬
‫از ان‬
‫אن‬
(s. 234)
....
‫א‬
‫خ اوج‬
‫آورد از‬
‫ر אی אط ا ا‬
‫او ه‬
/‫א‬
/
‫ ان אن‬/ ‫ون‬
297
‫א‬
‫زر‬
ّ ‫אر‬
‫אن‬
‫آ‬
‫ک‬
‫روزی د‬
‫א‬
‫ۀ ب از درون‬
(s.235) ‫ن‬
OSMANLI İSTANBULU III
Tacizâde Cafer Çelebi, Hevesnâme33:
1493’te yazılan Hevesnâme 3810 beyitlik bir mesnevidir. Aslında sergüzeştname türü içinde değerlendirilen eser, İstanbul’un tabii
güzelliklerini; saray, kasır, hamam, şifahane, imarethane ve medreselerini, kabirlerini, Fatih’in 31 yıllık saltanatının İstanbul’unu anlatması
bakımından tarihî mesnevi hüviyeti arz eden edebî bir vesika sayılır.
Şair, münacat ve na’ttan sonra 104. beyitten itibaren Vasf-Hıtta-ı İslambol başlığıyla İstanbul bahsine başlar, Sıfat-ı Kağıdhane
bölümüyle de bitirir (b.685-704). Hz. Peygamber’in ashabından
Hz. Eyüb’ün İstanbul’u fethe gelen arap ordularıyla İstanbul’a gelişi,
şehrin Fatih tarafından fethi, Hz. Eyüb’ün mezarının Akşemseddin
tarafından bulunuşu, buraya camii ve türbe yapılması, fetihten sonraki ilk mimarî eserler Câmi-i Kebîr, Semâniye Medresesi, imâret,
dârüşşifa, hamam ve devletin ileri gelenlerin köşk ve kasırları çeşitli
özellikleriyle övülür. İstanbul’un fetih sonrası imar faaliyetlerinden
bahsedildiği gibi fetih öncesinden de bahsedilir. Galata’nın yüksek
binaları, dükkânları, ağaçlar ve bahçelerle çevrili Kâğıthane, Ayasofya
bunlardan bazılarıdır.34
Şair genel bir İstanbul tasvirinden sonra detaylara iner. Bu kısımlarda iskele, Galata, Eski Saray, hamam ve kasırlar tasvir edilir.
Şehrin binaları Zuhal yıldızına ulaşacak kadar yüksek, dükkânları süs
ve altınlarla bezeli, meyhaneleri güzellerle doludur. Denize nazır sarayını, avlusunu gören gönül verir. Sarayın kubbeleri, camları ve odalarının tasvir edildiği kısımlar oldukça renklidir. Çinli nakkaş Mânî’nin
nakışlarıyla süslü padişah odasının tavanı tezhipli, zemini rengarek
mermerle, duvarları da saray perdeleriyle döşelidir (s.110-111).
Saray hamamının yapımı için ağırlığınca altın gitmiştir. Toprağı anber, suyu Kevser, sıvası safran ve güzel kokulu misk gibidir. Hamamından gece gündüz çıkan duman merhametsiz bir güzeli seven
aşığa benzetilir.
33 Necati Sungur, Tacizâde Cafer Çelebi, Hevesnâme (İnceleme – Tenkitli Metin),
TDK, Ankara 2006.
34 Necati Sungur, age, s.107-109.
298
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
Padişah kasrının zemini altın işlemeli, sofaları dört köşeli,
kapı ve duvarları nakışlıdır. Ortada güzel bir taht, önünde şadırvan
bulunur. Ayasofya’nın tasvirlerinin yapıldığı dizelerde camiinin büyüklüğü ve eskiliği, sütunlarının çokluğundan bahsedilir. Minberin
önündeki mahfil Cuma günleri hafızların durağı olur. Şair, Câmi-i
Kebîr’in 62 beyitle tavsifini yapar. Pencerelerin camları hatayî ve
rûmî tarzında çiçek motifleriyle süslüdür. Pencere ve kapı kanatları
sedef işlidir. Mihrab Mekke perdesiyle örtülüdür, üzerinde kavisli
takı vardır. Minberi ak mermerdendir. Minareler sanki yaşlanmış
gökyüzünü ayakta tutan iki âsâ gibidir. Semaniye Medreseleri’nin
her biri cennet gibidir, imaretlerinde yedi yüz derya tuz olsa yine
de yetmeyecek kadar çok yemek pişirilmektedir. Mutfakçılar felek
yeşilliğini yemeklerine sebze diye katarlar, kilerinde basılmış turşu
küpleri dizi dizidir. Mübarek gecelerde pişirilen helvaların bademleri yıldızlardır. Fatih, Hz. Eyüp Sultan Türbesi’nin yanında camii,
medrese ve zaviye de yapılması için emir verir. Fatih’in vefatından
sonra oğlu II. Bayezid de babasının camiinin önünde onun için bir
türbe yaptırır. Kandillerle süslü bu türbenin dört yanı bahçedir. Kabri
güzelleştirmek için sandukanın üzeri kırmızı ipek bezle kaplanmıştır.
Diğer yandan devlet büyükleri de yaptırdıkları imaret, kasır ve saraylarla İstanbul’da adeta mimarî bir hamle yapmışlardır. Eserde son
olarak devrin önemli mesire ve gezinti mekânı olan Kağıthâne tasviri yapılır. Çevresi dağlık, geniş bir sahrada yer alan Kağıthâne’nin
ortasından bir ırmak akmaktadır, nehrin iki yanı laleler ve güllerle
donanmıştır (s. 111-120).
İskele tasviri:
Kenâr-ı bahr bendergâh u ma’ber - Ki enmûzecdür andan rûz-ı
mahşer
Olur her gün muhâsib anda ammâl – İderler porsiş-i evzâ u ahvâl
Sehergehden gelüp ammâl-ı şâhî – Kılurlar hız u zabt-ı mâl-i şâhı
(b.122-124)
Galata Beldesi’nin Tasviri: İstanbul’un yüceliği karşısında hasetlenip, kibirlenen Galata’ya deniz bir ders vermiş, İstanbul’la arasına
girerek yolunu kesmiştir.
299
OSMANLI İSTANBULU III
Sitanbul’un görüp şân-ı şerîfin – Uluvv-i rütbetin kadr-i münîfin
Hased idüp dimiş itme tehayyur – İgen ‘arz eyleme kibr u tekebbür
(b.129-130)
Ana sen karşu düşmek böyle her gâh – Ne haddündür diyü kesmiş
deniz râh (b. 135)
Bir köşesine yedi iklim sığacak kadar geniş olan İstanbul’un
kalabalığından o günlerde de şikâyet edilmesi ilginçtir. Şair kat kat
binayla dolu bu şehrin içinde bir lale ortası kadar boş yerin olmadığından yakınır:
İder rüchânını Firdevs teslîm – Sığar bir kûşesine yidi iklîm
İçi kat kat binâdur gonce-âsâ – Miyân-ı lâle denlü yok tehî câ
(b.140-141)
Sarây-ı Humâyûn tasviri:
Benüm şi’rüm gibi her beyti rengîn – Der ü dîvârı nakş-ı Mâni-i
Çîn (b.152)
Müzehheb sakfı vü ferşi mülevven – Serâ-perdeyle dîvârı müzeyyen (b.160)
Hamam tasviri:
Musannâ ferşi gûne gûne mermer – Ki veznü denlü gitmiş harcına
zer (b.171)
Yakılan külhanında sandal u ûd – Hıtâ müşgine ta’n eyler çıkan
dûd (b.173)
Depesinden çıkar dün (ü) gün duhânı – Sever benzer ki bir nâ-mihribânı (b.181)
Ayasofya tasviri:
Müşeyyed sahnı vü muhkem esâsı – Mutallâ hurde-mînâdan sıvası
(b.214)
Mülevven câ-be-câ âmâd u tâkı – Yaşıl mermer kimi kimi sumâkî
(b.217)
İmâret olmamışken rub-ı meskûn – Bu âlî kubbe vaz olmış
humâyûn (b.222)
300
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
Yedi Kule Tasviri:
Yapılmış heft âlî-kadr kule – Ki pest andan devazdeh burc-ı kal’a
(b.231)
Fatih Câmii Tasviri:
Binâsınun idüp muhkem nihâdın – Kapunun revzenün her bir
kanâdın
Ser-â-ser eylemişler kündekârî – Bırakmışlar ‘aceb nakş u nigârî
(b.250-251)
Ser-i mihrâb bir tâk-ı mukavves – İçi taşı girih kâr-ı mukarnes
(b.258)
Çü eskimiş bu sakf-ı pür-sitâre – İki sengîn sütun urmış menâre
(b.293)
Semaniye Tasviri: Semaniye Medreseleri’nde ders okutan hocalar arasında Hatiboğlu, Kastalanî, Arap, Hacı Hasanzâde Vâhidî
isimli dört âlimin adı zikredilir. Hocaların bizzat mı ders okuttuğu
yoksa sadece kitaplarının mı okutulduğu belirtilmez:
Hatiboğlı biri ol merd-i dânâ – K’anunla idemez bahs ibn-i Sînâ
Biri dahı ‘Arab meşhûr-ı âlem – Sütûde kavli f î’li dini muhkem
(b.302-303)
Biri deryâ-yı dâniş Kastalânî – K’odur hikmetde Eflâtun-ı sânî
Biri Hacı Hasan-zâde vahîdî – Zamânun muktedâsı vü ferîdî
(b.306-307)
Hakîkatde bu dört üstâd-ı mâhir – Düşüpdür ‘âlem-i fazla ‘anâsır
(b.310)
Kağıthâne Tasviri: Kağıthâne’ye dair verilen bilgiler bize bölgenin saray, kasır ve köşkler yapılmadan evvel, ırmak kenarında yeşillik,
bağ ve bahçeler içinde geniş bir mesire yeri olduğunu gösterir.
Geniş sahrâsı çevre yanı kuhsâr – Dırahtistân u sebzistân u gülzâr
(b.685)
Aralık yirde bir ırmak revâne – Çemenler der-kenârı bî-kerâne
(b.692)
301
OSMANLI İSTANBULU III
16. Yüzyıl Tarihî-Menkıbevî Mesnevilerde İstanbul
Adâyi-i Şirâzî, Selimnâme35:
İranlı şair Adâ’i-yi Şirâzî (öl.928/1521)’nin Yavuz Sultan Selim’in Trabzon’daki valiliği zamanından (h.915/m.1509) başlayarak
1512-1520 yılları arasındaki olayları (babası ve kardeşlerine karşı giriştiği taht mücadelelerini, Anadolu’daki Şii ayaklanmaları bastırmasını, Safeviler ve Memluklerle savaşlarını) anlatan Farsça manzum
eseridir, 2670 beyittir.
Eserde İstanbul’la ilgili bölüm, II. Bayezid’in oğlu Şehzade
Ahmet’in taht hevesiyle Amasya’dan Üsküdar sahiline kadar gelmesiyle başlar. Burada bir müddet kalan şehzade istediğini elde edemeyeceğini anlayınca geri döner:
‫אی ر د و אج و‬
/
(b.446-447)‫אر‬
‫אن د‬
‫ ان א‬/ ‫وار‬
‫ر‬
‫در آ‬
‫א‬
Şehzade Korkud da aynı hevesle gizlice şehir halkının yardımıyla Hisar tarafına gelir, artık iyice yaşlanmış olan babasından tac
ve tahtı almak ister. Ancak hayal deryasında yüzdüğünü anlayıp babasına bağlılığını bildirerek geri dönmeye niyetlenir:
‫د אن ر‬
(b. 491-492) ‫אر‬
‫ی‬
‫ روان‬/
‫د ر آن‬
‫ א در آ‬/ ‫د אن د אر‬
‫ادۀ‬
‫ا‬
Bayezid’in Dimetoka yolundayken vefat ettiği haberi alınır.
Yavuz, kafileye yoldan geri dönmesini buyruk verir. Cenazenin şehre
gelişi ve cenaze töreni canlı tasvirlerle anlatılır. Büyük küçük ülkenin
bütün ileri gelenleri siyahlara bürünmüş bir halde tabutu arkadan
takip ederler. Köleler başlıklarını çıkartıp, boyunlarına siyah kumaşlar bağlamışlardır. Tabutun önü ve arkası renkli çiçeklerle süslenmiş
olduğu halde adım adım ilerlerken tabutun üstüne halk çiçekler atar.
Cenaze namazı büyük bir kalabalığın katılmasıyla kılınır ve padişah
defnedilir. Töre gereği Yavuz Sultan Selim bir hafta babasının yasını
tutar ve tahta oturmaz (b.648-669).
35 Abdüsselam Bilgen, Adâ’î-yi Şirâzî ve Selimnâmesi, TTK Yayınları Ankara
2007.
302
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
‫ر א‬
‫ه אر‬
b.649-651 ‫אه‬
‫ن‬
‫از دود د א‬
/
‫אن‬
/
‫אن‬
/ ‫אد و آه‬
‫دۀ אه‬
‫אن‬
‫از راه د‬
‫آن‬
‫آ ز‬
Yavuz Sultan Selim bir hafta sonra orduyu toplayarak Kızılbaş
üstüne sefere çıkmaya niyetlenir. Kostantiniye Denizi’nden geçerek
sahilde büyük bir çadır kurdurur, bir hafta boyunca açılan sofralarda
halka yemekler ikram edilir, üç gün üç gece bahşişler dağıtılıp, hayır
duaları alınır (b.772-787).
Yavuz, Tebriz’e ikinci seferine Edirne’den çıkar ve İstanbul’a
yakın Filçayır mevkiinde konaklar (b.1403). Bir hafta sonra kayıklarını denize indirir ve Üsküdar’a geçer. Çadırların ve gölgeliklerin
çokluğundan yeryüzü gelininin yüzü görünmez olur, örtülerle gizlenir
(b.1501-1516). Cennetmekân Yavuz Sultan Selim, son İran seferinden dönüşünde İstanbullular yolunun toprağına altınlar dökerek padişahı karşılarlar, saçılar atarlar:
‫אر‬
(b.2564-2566)
‫د‬
‫و אن‬
‫آ‬
‫زر و אک א‬
‫ر‬
‫از אه‬
/ ‫אر‬
‫زن و د در אم‬
‫رب אک ره ر‬
‫زر‬
‫ز‬
‫ ا و‬/ ‫د‬
Âsafî Mehmed Paşa (Koca Defterdar), Şecâat-nâme36:
Sadrazam Özdemiroğlu Osman Paşa’nın(öl.993/1585) hayatının menkıbevî bir dille anlatıldığı eserde, Paşa’nın Şirvan, Dağıstan
muharebeleri, Kırım Hanı Mehmet Giray’la mücadelesi ve Tebriz
seferi detaylı olarak kaleme alınmıştır. 994/1586 tarihinde III. Murad’ın isteği üzerine yazılan eser, 6982 beyittir.
Kırım’da Muhammed Giray Han vefat ettikten sonra İslam
Giray Sultan han olur ve Osman Paşa da İstanbul’a dönmek için
izin ister. Benefşe renkli bayraklar çekilmiş ve donatılmış gemiler İstanbul’a doğru yola çıkarlar. Denizciler Beşiktaş’a ayak bastıklarında
36 Asafî Dal Mehmed Çelebi, Şecâ’atnâme, Haz. Mustafa Eravcı, Mvt Yayıncılık,
İstanbul 2009.
303
OSMANLI İSTANBULU III
şükür secdesine gidip Allah’a dua ederler. Padişahtan İstanbul’a geçmek için izin çıktığında bütün donanmanın İstanbul’a geçişini görmek, askerleri karşılamak üzere halk, her sokaktan deniz kenarına
doğru adeta nehir gibi akarak koşar. Gemiler Beşiktaş’a demir attıklarında Paşa’nın kadırgasından inişine top atışları eşlik eder, kulları iki
kol halinde selama dururlar, Küçük büyük herkes bu muzaffer paşayı
görmek için yollara dizilir.
Basdılar çün Beşiktâş’a kadem - Doğdu güyâ herkes anadan o dem
Ayagın herkes ki karaya kodu - Düştü hâke sanki sınmış ödü (s.210)
Osman Paşa İstanbul’a çıktıktan sonra izzet ve ikram ile Eski
Saray önünden geçerek Hünkâr’ın yanına gider. Sonra Vefa Meydanı’ndaki sarayına iner ve hemen akabinde Vezir-i âzâm Hazretlerini
de ziyarete gider (s.212).
Osman Paşa bir müddet sonra Tatar üzerine yeniden gitmekle
görevlendirilir. Paşa sefer hazırlığı için Üsküdar’a geçer ve Üsküdar’da
bir altınlı (zer-beft) otağ kurulur.
İtdiler yine sefer içün yarâk - Üsküdâra kurdular zer-betf otâk
Osman Paşa’nın sadrazam olarak çıktığı bu seferde Üsküdar’da
bir ay sefer hazırlığı yapılır, yedi bin tüfek atımcısı hazırlanır. Deniz
kenarında kadırgalar sefere hazırlanırken kırmızı ve benefşe renkli
bayraklarla donatılır. Paşa kadırgasına da yine top tüfek atışları eşliğinde biner, Üsküdar’a gelir, orada kendisi için hazırlanan sahra otağına geçer.
Üsküdâra geçdi çün kim ol müşîr - Bârgâhında oturdu ol dilîr
Tutmuş idi anda sahrâ-yı hıyâm - Her birisi bir sütûn üzre kıyâm
Şöyle şehr oldu ki yoğ idi kusûr - Hâsıl oldu anda çok bâç-ı ubûr
Her ne maksûd eylesen mevcûd idi - Bulunurdu her ne kim maksûd idi
Etdiler bir ay mikdârı karâr - Cem’ ola tâ leşker encüm şumâr
(s.217)
304
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
Eyyubî, Menâkıb-ı Sultan Süleyman Han
(Risâle-i Padişahnâme)37:
1495 beyit hacmindeki eser, Kanûnî’nin Belgrad, Rodos, Budun, Peç, Alman, Bağdad, Van Kalesi fetihlerini, Körfez (Avlona kıyıları), Boğdan, Istabor, Üstünî Belgrad (Usturgon), Nahcıvan seferini
anlatır. Şair padişahın hükümde adaletinden, sözünde fesahat ve belağatinden söz ettikten sonra Kâbe, Medine, Kudüs, Şam ve diğer sair
memleketlerde yaptığı hayırlardan bahseder ve sözü İstanbul’da yaptırdığı imar faaliyetlerine özellikle de su yollarının yapılmasına getirir.
Sitânbul şehrinin budur beyânı - Anun az idi hem âb-ı revânı
Şitâ mevsimi geçse yaz olurdı - Giderek suy anun az olurdı
Katı kaht olur idi suya hakkâ - Alınmazdı beş on akçaya sakkâ
Misâfirün darılır kuşca cânı - Kalur tâ subha dek teşne zebânı
Yarılur başları hiç anma desti - Ki anda gördiler dest ü be-desti
Ağustos kurbağâsı gibi yârân - Ağız açmış kalurdı teşne hayrân
(b.208-213)
Süleymaniye Camii hakkında:
Anun mihrâbı içre Ka’be hâzır - Anunçün cümle ‘âlem ana nâzır
(b.750)
Çekip minberine rengîn kalemler - Dikilmiş ana Abbâsî ‘alemler
(b.753)
Müselsel oldı tâkından gira-gîr - Kanâdil asmağiçün bunca zincîr
(b.760)
Süleymaniye medreseleri hakkında:
İrişür anlara Hakdan inâye - Okırlar anda şevkile Hidâye
Olırlar sırr-ı Kur’ân’a çü vâkıf - Okırlar cân u dilden çün Mevâkıf38 (b.774-775)
37 Mehmet Akkuş, Eyyubî Menâkıb-ı Sultan Süleymân, Kültür Bakanlığı Yay.,
Ankara 1991.
38 Hidâye, Hanefî âlimlerinden Şeyhülislam Burhaneddin Ali b.Ebî Bekr
el-Merginânî (ö.593/ 1197)’nin fıkha dair eseridir. Mevâkıf ise Adududdin
el-Îcî’nin (öl. 765/1357) ‘in kelâma dair eseridir.
305
OSMANLI İSTANBULU III
Dahı sahnında yapmış bir imâret - Misâfirün ider gönlüni gâret
Çekilür her gün anun hem taâmı - Ziyâfet eyler anda hâs u âmı
(b.781-782)
Dahı merzâ içün Dârüşşifâyı - Binâ itmiş bulur haste şifâyı
Etıbbâ içün itdi niçe hucûrât - Müretteb hem müzeyyen kât-berkât (b. 788-789)39
Su yolları hakkında:
Ulu hakan İstanbul’a su yollarını açtırmak için hususi bir mimar görevlendirir. Gece gündüz nice çaba ve gayretten sonra su yolu
tam İstanbul’a ulaşmak üzereyken bir büyük bir sel afeti yaşanır ve
yapılan setler yıkılır.
Murâd-ı tîri irmişken nişâna - Sitânbul içre olmışken revâna
Kazâ-ı kudretullâh ile nâ-çâr - Havâdis seyli yıkdı anı ey yâr
(b. 812-813)
Su kemerinin harap oluşu hakkında:
Şiddetli rüzgârların ardından gelen ve uzun süren şiddetli yağmurlar birçok köyü harabeye döndürür, sağlam yapılan krallara layık
binalar bile bu sele dayanamaz, su kemerleri de yıkılınca İstanbulluyu
derin bir üzüntü kaplar:
Yıkıldı sedd-i âbı pür-letâfet - Sitânbul kavmi çekdiler kasâvet
(b.831)
Göğüs germiş iken ehl-i cihâna - Anı dest-i kader atdı yabâna
(b.832)
Sultan Süleyman bu hadiseleri haber alınca “Bunun Allah’tan
gelen bir şey olduğunu, üzüntüye mahal olmadığını söyleyerek gayet
serinkanlılıkla takdire boyun eğer ve yıkılan yerleri görmek amacıyla
kemerlere gider. İncelemeleri tamamladıktan sonra daha önce birçok
işi başarıyla neticelendirmiş yeniçeri ağası Ali’ye tamir işini havale
eder.
39 1. mısrada vezin aksamaktadır.
306
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
Yeniçeri agası kim ‘Alidür - Diyânetde emânetde velîdür (b.854)
Sınadın sen anı niçe kez ey hân - Bulımadın sen anda zerre noksân
(b. 857)
Bilürsin kim akıtdum şehre bir âb - Yıkılmışdur anı durma sen
yap (b.871)40
Su yolunun tamirinin oldukça müşkül olduğunu ve sadece taşlarının taşınmasının bile çok uzun zaman alacağını gören padişah
Kaptân-ı Derya Piyale Paşa’yı da bu işe yetkili kılar, Uzun Kemer’in
yapım ve tamirini ona, Moğlava Kemeri’nin yapımını da Yeniçeri
Ağası Ali’ye ısmarlar.
Ağa, hemen o mahalde bir otağ kurdurarak askerleriyle birlikte
işe girişir. Yıkılan kemerin temellerinde sular kovalarla boşaltılır. Sular tamamen boşaltıldıktan sonra padişah durumu yerinde incelemeye
gider, yapılan bu güzel işten dolayı askerlerine övgülü sözler söyler,
hediyeler aldırır. Bur’dan Uzunkemer’in inşaatını ve leventleri görmek üzere Kaptan Paşa’nın yanına gider. Deniz askerlerinin karada
o kadar başarılı olamadığını görür. Tekrar bu köprünün yapımını da
Ali Ağa ve askerlerine verir. Ağa Moğlava kemerlerinin yapımına da
askerleriyle birlikte başlar, temelin atılmasını müteakip ziyafetlerle
bütün çalışanların karnını doyurur. Yerin altında lağım su giderinin
inşasını tamamlayınca akarsuyun yönünü değiştirmeye çalışırlar, beden gücü yetmeyince suyun üstüne dolaplar ve tulumbalar kurarak
geceleri de fenerlerle aydınlatma yaparak temeli iyice temizlerler. Taşlarla temeli doldurup kireçle karıştırılmış horasanî harcı ile taşların
birbirine sağlamca tutmasını sağlarlar. Ağa da yeniçerilerle birlikte
çalışır. Bu sırada yine büyük bir sel olur ve temel yeniden suyla dolar.
Sabaha kadar durmaksızın oluk gibi yağan yağmur kimseye göz açtırmaz. Sabah yine her biri ellerinde kovalarla işe girişirler:
Salâ oldı yeniçeriye yek-bâr – ‘Acemî oğlanına dahi tekrâr
Ki her biri birer kerdel alalar - İşin üstüne hep cümle geleler
(b.1063-1064)
40 2. mısrada vezin aksamaktadır.
307
OSMANLI İSTANBULU III
Sultan Süleyman bu sırada askere zulmettiği için şikâyet konusu olan yeniçeri emini Balıkzâde ismiyle meşhur Defterdar Ali Paşa’yı
görevden alır ve Hasan Çelebi’yi onun yerine atar.
Mimarağa buraya büyük bir rıhtım inşa ettirerek suyun yeniden ayak temellerini doldurmasını engeller.
Buyurdı itdiler rıhtım-ı a’lâ - Kirecle taşı dökdiler ser-â-pâ
(b.1179)
Taşları yukarı taşınması için dolaplar kurulur. Taşlar tamamlanınca üstüne kovalarla kurşun dökülerek bina iyice sağlamlaştırılır.
Ve bundan sonra kemerlerin yapımına geçilir. En son olarak uzun
kemer bitirilir ve İstanbullu kesintisiz suya kavuşur. Bundan sonra
mahallelerde hızla su çeşmeleri boy göstermeye başlar. Adeta gökteki
yıldızlar gibi İstanbul mahalleleri çeşmelerle donatılır:
Şu denlü gark-ı âb oldı Sitânbul - Serâb iken sir-âb oldı Sitânbul
Sitânbul oldı gûyâ şehr-i Bursa - Var idi her kişide mihr-i Bursa
(b.1288-1289)
Nücûm-ı âsmâna virdi pâyân - Yoğıdı çeşmeler saymaya imkân
(b.1309)
Âb içün çeşmeler olup bünyâd - Dağlar kesdi nitekim Ferhâd
İnce yollardan anı rindâne - Getürübdür Sitanbul’a üstâd
Akıdup anı kûşe-ber-kûşe - Eylediler cihânda bir eyü ad
(b.1354-1356)
Kemerin yapıldığı tarih de şöyle belirtilmektedir:
Şehr-i İstanbul’da yapdı câ-be-câ ol çeşmeler - Ola makbûl-ı Hudâ
vü hem Rasûl-i mu’teber
Hâtif-i gâib didi böyle anun târihin - Pâdişeh su yolına yabdı yine
âlî kemer41 (b.1375-1376)
Şair padişaha duadan sonra kendi mahlasını da İstanbul’da medfun Eyyub el-Ensârî’den aldığını belirterek eserini tamamlar.
41 Kemerin yapıldığı tarih 972/1564 senesine tesadüf etmektedir.
308
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
Firakî Abdurrahman Çelebi, Saâdetnâme42:
Tamamı manzum olan eser 862 beyitten ibarettir, Yavuz Sultan
Selim Han ve Kanûnî Sultan Sülayman’ın gazalarını hikâye eder.
Eserde, İbrahim Paşa’nın At Meydanı’nda43 yapılan düğün
şenlikleri tasvir edilir. Meydana bir padişah çadırı kurulur, süslü
tahtların önüne içecek dolu sürahiler konulup, etrafına güller saçılır.
Padişah için kurulan taht meydana bakar. Düğün salâsı okunur, hass
u âm yedi gün yedi gece yapılan düğüne katılır. Çeng, kanun, kudüm
sazlarıyla muganniler nevâdan başlarlar. Altun tabaklar, gümüş siniler,
kulah-ı kâbilî ve çini içinde yemekler gelir. Yeşil kıyafetli ve siyah takyeli, semur kürklü yüz melek yüzlü süvari, şahın önünde iki sıra dizilip
çevgan oyunu oynarlar. Çevganları altın ve cevahirle süslüdür. Kabak
atma, ok atma ve at çatmak oyunu, naleyn giyip ayak üzre durma
oyunu, silahşörlerin kılıç oyunları, gürz, remh (süngü ile vurma) ve
çevganla gün devam eder. Büyük bir ateş yakılır herkes başına çiçekler
42 Kütahyalı Firâkî Abdurrahman Çelebi, Saadetnâme, Haz. Şaban Er, Kutup
Yıldızı Yayınları, İstanbul 2013.
Eserin müellif nüshası bulunamadığından ne zaman ve nerede yazıldığı belli
değildir, Sultan II. Bayezid’in tahtını oğlu Şehzade Selim’e teslim etmesi ve
918/1512 de vefatı ile başlayan ve Kanûnî’nin Mohaç zaferini kazanmasından
(1526) Budin’i (932/1526) ve birkaç yeri fethetmesinden sonraki günlerde İstanbul’a dönüşüne kadarki 14 senelik zamanın en mühim hadiselerini bildiren
Saadetname’nin yazıldığı tarih 1527’den sonradır.
43 Bizans döneminde eğlence ve sportif olayların düzenlendiği ve halkın nabzının attığı yer olan Atmeydanı’nda çok sayıda da ayaklanma ve kanlı çatışma
yaşanmıştı. Bu açıdan meydanın İstanbul halkının yaşamında oynadığı rol
Osmanlı döneminde de hiç değişmedi. Özellikle cirit oyunlarının düzenlendiği Atmeydanı büyük şenliklerin sahnelendiği yer oldu. Harabe halindeki
Atmeydanı’nın Kanûnî zamanında yeniden düzenlendiği ve etrafına birçok
bina yapıldığı anlaşılmaktadır. Sultanahmet Camii’nin bulunduğu yerde
vezir sarayları vardı. Kanûnî tarafından inşa edilmiş Tımarhane bugün Marmara Üniversitesi Rektörlük binasının yanı ve arkasında olup hala ayaktadır.
Meydandaki Hipodrom’un kalıntıları üzerine inşa edilen saraya ait en eski
belge 1520 yılına aittir. Sarayın II. Bayezid devrinde onarım geçirdiği tahmin
edilmektedir. Saray daha sonra Kanûnî tarafından bütünüyle tamir edilip
genişletilerek İbrahim Paşa’ya tahsis edilmiş, o günden beridir de İbrahim
Paşa Sarayı adıyla anılmıştır (Nurhan Atasoy, 1582 Surnâme-i Humâyûn Düğün Kitabı, Koçbank 1997, s.21).
309
OSMANLI İSTANBULU III
takar, can-bazlar ip üzerinde oynarlar, denizde yüzme ve dalma yarışları yapılır, en son gelene su testisi hediye edilir. Çeyizler yüz süslü
deveye yüklenir, gelinin taht-ı revanını iki deve taşır etrafında iki yüz
kız vardır bunlar da ud ve anber kokuları yakarlar. Ve gelin sarayına
götürülür (s. 339-346; b.303-417).
Var idi bir kazâ-yı Hürrem-âbâd
Kim Atmeydanı denirdi ana ad
Ki Konstantîn’in ol eyvânı imiş
Temâmet milk-i Rûm’un hânı imiş (b.320-321)
Hadidî, Tevârih-i Âl-i Osman44:
Eser, 930/1523-1524’te yazılmıştır, 6646 beyittir. II. Bayezid
ve Yavuz devirleri ile Kanûnî’nin ilk yıllarını bizzat yaşamış olan Hadidî’nin eserinde İstanbul bahsi, fetih hazırlıklarının anlatılmasıyla
başlar.
Boğazkesen Hisarı’nın yapılması ve İstanbul’un fethedilmesi
hakkında: Galata’dan İstanbul’a değin zincir uzatılarak Haliç yolu
başka gemilerin girişine kapatılır, daha sonra Beşiktaş’tan Galata’ya
gemilerek karadan kaydırılarak denize indirilir, elli gün süren kuşatmadan sonra şehir zaptedilir, elli birinci gün yağma başlar ve ilk
Cuma namazı Ayasofya’da kılınır.
Revân olup erişdi bir seherden - Kuşatdurdı hisârı bahr u berrden
Kalata köşesinden tâ Sitanbul - Kesilmişdi temür zincir ile yol
Beşiktâşdan yire ağaç döşerler – Kalatadan aşup bahra irerler45
Düzedüp korkuluklar iki yana - Oluk-veş idüp urlar yağı ana
Münâsib rûzgâr irişdi nâ-gâh - Geminün halkı deyüp Allah Allah
Çözüp sancakların yelken açarlar – Biribirinün ardınca uçarlar
44 Hadîdî, Tevârîh-i Âl-i Osman (1299-1523), Haz. Necdet Öztürk, Edebiyat
Fakültesi Basımevi, İstanbul 1991.
45 Mısradaki “Kalata ardından” ifadesi vezin gereği “Kalatadan” şeklinde
düzeltilmiştir.
310
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
Karakuş ak kanad açdı ve uçdı - Kalatadan inüp ü bahra düşdi46
Degül müdür bu küffârı şaşırmak - Gemiye yelken ile tağ aşurmak
Gemiler üstine köprü kurarlar - Suhûletle geçe kasd itse leşker
Tamâm elli gün oldı hoş döğüşler - Nice kere acâyib yüriyüşler
Buyurdı elli birincide yağma - Gel imdi gör nice oldı temâşâ
Biribirin basup burcı çıkardı - Dime kim ata oğula bakardı
(b.3243-3254)
…
Kumaşı cevheri üç gün daşırlar - Filori üsküf ile üleşürler
Hemân dördünci gün idüp yasağı - Ururlar leşger ehline çomağı
Kapucı kadı vü subaşı dizdâr - Hemân emr itdi tertîb ile hünkâr
Ayasofyada ön Cum’a namâzı - Kılup hünkârla itdiler niyâzı
(b. 3259-3262)
İstanbul’un tamir edilmesi hakkında:
İstanbul Hisarı diye adlandırılan sur içinin surlarının tavsif
edildiği bu beyitlerde hisarlar içine Mısır, Şam ve Haleb şehirleri
girse dolmayacak kadar geniş tasvir edilir. Üç taraftan denizle çevrili
bu hisarın sade bir yüzü karaya bakmaktadır. Karadan tarafı üç katlı
olan hisarın içinde üç yüz tane kilise bulunmaktadır ama hepsinden
büyüğü Ayasofyadır, içine on beş bin kişi girse birbirini kaybedecek
kadar büyüktür.
Ayasofya’nın detaylı tarifinin yapıldığı bu kısımda mermerlerinin, sütunlarının Kudüs’ten geldiği rivayeti anlatılır. Rivayete göre Süleyman Peygamber Kudüs’ü cinlere emrederek getirttiği mermerlerle
kurmuş, Hıristiyanlar Kudüs’ü alınca şehri yakıp yıkmışlar, İstanbul
Tekürü de gemiler gönderip bütün mermerleri İstanbul’a getirtmiş ve
onlarla Ayosofya’yı yaptırmıştır:
Anun mermerler ile Ayasofya - Yapıldı vü müzeyyen oldı zîbâ
Menâre-veş direkler, yeşil ezrâk - Somakı vü sarı vü ag u eblâk
46 “Kalata ardından inüp bahra düşdi” mısraı vezin gereği “Kalatadan inüp ü
bahra düşdi” şeklinde düzeltilmiştir.
311
OSMANLI İSTANBULU III
Ya ol mevvâc-rengîn mermer-zâr - Müzeyyen anlarunla çâr-dîvâr47
Ya ferşi mermeri pür-nakş-ı rengîn - Ki bilmez ad ile erjeng rengîn
Biçüp açup döşemişler muvâfık - Gehî on, geh sekiz mevc-i mutâbık
Gören ferşin sanur mevvâc-ı deryâ - Dil ile vasf olunmaz Ayasofya
(b. 3289-3294)
Bundan sonra başka bir başlık altında Sultan Mehmet’in câmi,
imaret ve medreselerle İstanbul’u imarı anlatılır. Fatih Câmii’nin binası
yontma taş, bütün direkleri mermer Süleymanî direklerdendir. Avlusunda büyük bir şadırvanı, odaların içinde sütun gibi altın ve gümüşten şamdanları vardır. Camiinin cennet bülbülü gibi hafızından başka
otuz kişilik hafız heyeti vardır ki bunlar her gün Kuran’ı hatmederler.
Bunlardan başka kırk kişi Enam okumakta, her gün sultana dua etmektedirler. Camiinin iki tarafında sekiz medrese bulunmaktadır. Medreselerin kubbeleri lacivert kurşunla kaplıdır. Padişahın bina ettirdiği diğer
bir yapı imarettir. Bu imarette her gün iki öğünde bin kişiye ziyafet
verilmektedir. Bu imarete yakın bir yere bimarhâne inşa edilir. Yatan
her hastaya yatak ve yastık verilmekte ve gereğince tedavi edilmektedir.
Şehrin iskan faaliyetiyle ilgili bir bilgi de şöyledir. Karaman’dan
birçok şehirli İstanbul’a getirilir, bunların köylü değil şehirli oldukları özellikle belirtilir. İstanbul’a yerleştirilen Karamanlılara bağlar ve
bahçeler verilir, bahçelere büyük konaklar yapılır. Bu tarafa Müslüman halk yerleştirilir karşıda ise Galata bulunmaktadır ve içi Frenkle
doludur.
Sürüp çok mâldârı memleketden – Urundı eyleyüp cümle cihetden
Virüp İstanbul’un hûb evlerini – Tesellî eyledi cümle varını
Karaman’dan sürüp nice şehrî - Degül rustâyî biri cümle şehrî48
Bulara bâğ u bâğçe virürler - Yaparlar her birisi âlî evler
Kalata karşuda bir sûr-ı a’zam - Firengistân tolu şehr-i mu’azzam
Mutabbak her evi bir burca benzer - Beşer evdür hisâr ile berâber
Serâser seyr idenler bu cihânı – Der İstanbûl’a benzer şehr kanı
(b. 3324-3330)
47 I. mısrada vezin aksamaktadır.
48 I. mısrada vezin aksamaktadır.
312
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
İshak Paşa Karaman’ı zaptetmesi için gönderilir. Paşa Aksaray’ı
ele geçirdikten sonra Aksaray’ın sanat, hüner sahiplerini ve zenginlerini kayda geçirerek yanına alır ve Nârende, İçel üzerinden İstanbul’a
getirir. Getirilen Aksaraylılara da bağlık arsalar verilir, çarşı, pazar ve
evler inşa edilir. Şair “Ana şimdi Ak-saray Bazarı dirler” mısraı ile
bugünkü Aksaray’ın iskan şekline işaret eder:
Gelüp Paşa Şeh emrile Ak-sarây’un – Sanâyi’ ehlin a’lâsını bâyun49
Yazup İstanbul’a sürdi çok evler - Bölük bölük koşup kullar sürerler
Getürüp Hünkâr’ı itdiler âgâh - Olara bâğlar virdi Şehinşâh
Yaparlar çâr-sû bazar u evler - Ana şimdi Ak-sarây Bazarı dirler50
(b.4036-4039)
Şehzade Korkud, babasının yerine tahta oturmak hevesiyle
tebdîl-i kıyafet edip İstanbul’a yönelir, şehre yaklaştığında Yeniçeri
odalarından birinde, bir mescidi mesken tutar. Şehzade’nin geldiği Sultan’a haber verilir. Bayezid huzuruna çağırdığı oğlu Şehzade
Korkud’u taht hevesinden vazgeçmesi için iknâ eder, nasihatler edip
gönlünü alır. Şehzade Korkud bu sırada tahta geçmek üzere İstanbul’a yaklaşmış bulunan Şehzade Selim’i hisarların dışında karşılar,
at üstünde görüşürler, daha sonra şehre dönüp konaklarına geçerler. Şehzade Korkud birkaç gün sonra gemi ile sancağına geri döner
(b.5381-5398).
II. Bayezid Dimetoka’ya giderken yolda vefat eder, cenaze bir
taht-ı revanla İstanbul’a getirilir ve İstanbul’da yaptırdığı imarete yatırılır. İmaret günde dört-beş yüz kişiye iki öğün yemek verilen bir
yerdir. İmarete gelen misafirlere atlarıyla beraber üç gün üç gece ziyafet verilir, hafızlar günlük hatim indirirler, yirmi kişi enam okur, elli
kişilik bir müsebbih heyeti tesbih ve tehliller çekerler (b. 5403-5432).
Tatavlalı Mahremî, Şehnâme:
II. Bayezid, I. Selim ve I. Süleyman’ın saltanatının ilk iki yılındaki olaylar ile Belgrad ve Rodos fethini anlatan eser üç ciltten
49 1. mısrada vezin aksamaktadır.
50 2. mısrada vezin aksamaktadır.
313
OSMANLI İSTANBULU III
oluşmaktadır ve tamamı 12.280 beyittir51. Eserin birinci cildinde 80
beyitle, üçüncü cildinde ise 369 beyitle İstanbul tasviri yer alır. Üçüncü ciltte yer alan tasvirlerde İstanbul’un binaları, fiziksel görünüşleri
ve güzelliği anlatılır, Galata, Yenihisar ve Eyüp semtlerinden bahsedilir. Mahremî (öl.942/1535)’ye göre İstanbul, İskender’in bile benzerini görmediği bir güzelliğe sahiptir; kaleleri, surları, binaları sağlam
malzemeden yapılmıştır. Ayasofya, Yeni Camii külliyesi ve II. Bayezid
külliyesi ayrı ayrı övgülerle zikredilir. Eyüp ve Yenihisar kirazı, doğal
güzellikleriyle, Galata da havası, suyu, insanları ve eğlence hayatı gibi
yönleriyle İstanbullular için seyirlik bir beldedir52.
Mehmed Subhi Çelebi Tâlikizâde, Şehnâme
(Eğri Fethi Tarihi)53:
Tâlikîzâde (ö. 1008/1599)’nin Sultan III. Mehmed’in maiyetinde ve Şehnameci Lokman ile birlikte katıldığı Eğri Seferi’ni konu
alır, 2042 beyittir. İki bölümden oluşan eserin birinci bölümünde Eğri
Kalesi’nin fethi, ikinci bölümde de Haçova (Tabur) Meydan savaşı
anlatılır.
III. Mehmed (1595-1603)’in Eğri Seferi dönüşü Edirne’den
İstanbul’a hareket etmesi, Davud Paşa Çiftliği’ne gelişi54, annesi Safiye Sultan tarafından karşılanması buradan iki gün dinlendikten sonra İstanbul’a geçişi, İstanbul kaymakamı Vezir Hadım Hasan Paşa
(öl.1006/1598)’nın İstanbul’u güzel tedbirlerle yönetmiş bulunması,
51 Eserin birinci bölümünün bilinen tek yazma nüshası Türk Tarih Kurumu
Kütüphanesi’nde Y-I-1’de, ikinci ve üçüncü bölümlerinin bilinen tek yazma
nüshası Topkapı Sarayı Kütüphanesi Revan-1287 numarada kayıtlıdır (Hatice
Aynur, “Tatavlalı Mahremî’nin Şehnâmesinde Şehirler”, M. Ali Tanyeri’nin
Anısına Makaleler, Haz. Hatice Aynur, Hanife Koncu, Fatma M. Şen, Ülke
Armağan, İstanbul 2015, s.202).
52 Hatice Aynur, agm, s.208-210.
53 Vahid Çabuk, “Talikizâde Mehmed Suphi Efendi’nin Eğri Seferi Şehnâmesi”,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Yeniçağ Tarihi Anabilim
Dalı, İstanbul 1986.
54 Ek-1 Eğri seferinden dönen III. Mehmed’in İstanbul’da karşılanmasını anlatan minyatür (Topkapı Sarayı Hazine Kitaplığı no: 1609, v. 68b-69a).
314
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
Padişah şehre girerken dükkânların kapatılıp halkın karşılamaya çıkışı, subaşıların düzeni sağlamaları ve Padişah’ın şehre girip sarayına
geçmesi eserin İstanbulla ilgili bölümleridir.
Padişahın Edirne’den çıkıp İstanbul’a yönelmesi ve Davudpaşa’da konaklamasına dair:
Buradan dahı itdi Şâh-ı cihân – Sitanbûl savbine sarf-ı inân
Vusûline azm-i cihangir idüp – Şitâbân iki menzili bir idüp
Şeb u rûzı bir eyleyüp çün bahâr – Revân ay u gün gibi leyl u nehâr
…
Çıkup Hazret-i Mâder-i mihribân - Ki olmış devlet ile şehribân55
Çıkup şehriden Şehriyârî içün – Du’âda bile Şehriyârî içün (s.233)
Davutpaşa Çiftliği’nde ordu için güzel bir yer hazırlatılır, içine otağlar kurulur, etraf çiçeklerle donatılıp güzel bir bostan haline
getirilir.
Nüzûl-ı Şeh içün kılup ihtiyâr – Serâlar binâ itdi ol bahtiyâr
O menzil olup bir güzel bûstân – Ne bûstan ki her beyti bir gülsitân
Akar su-be-su âbı Kevser gibi – Mezâkı asel ta’mı şeker gibi
(s. 233-234)
Adeta cennet gibi olan bu menzil cana can bağışlamakta, ruhlara safa vermektedir.
Padişah alayının Davudpaşa Çiftliği’ne yaklaştığı müjdelenir,
Valide Sultan ve beraberindekiler Sultan’ı karşılarlar, iki gün burada
oturak yapılır.
Varup müjdeciyle beşâret kılup – Beşâretle doldı beşâret kulûb
Davûdpaşa Çiftliği’ne şâdumân – İrişdi Süleymân-ı devr-i zamân
(s.234)
Çıkup karşı Sultân u Sâhib-kırân – Şerefde kılup mihr ü mâh iktirân
55 2. mısrada vezin aksamaktadır.
315
OSMANLI İSTANBULU III
3316
16
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
317
331
17
OSMANLI İSTANBULU III
Sanasın kıran itdi mihr ile mâh – Buluşdukda Sultân ile Pâdişâh
Kılup Şâha Sultân-ı devlet-disâr - Niçe sim ü zer nakd-i cânın
nisâr (s.236)
Valide Sultan oğlunun bu kutlu dönüşü için altın ve gümüşler
saçar. Sultan sofraları kurularak her kim varsa sofralara davet edilir.
Sayısız nimetlerle donatılmış sofralarda misafirlik tamamlanırken
diğer yandan Padişah’ın Davudpaşa’ya geldiğini haber alan İstanbullular onun mübarek yüzünü görmek üzere yollara dökülürler.
Sitanbûla hüsn ü hisâlî ile - Muzîf ola hûn u visâlî ile
Sitanbûllu dil-teşne-i iftirâk - Yakup cânların âteş-i iştiyâk
İverler mübârek yüzin görmege – Süm-i esbine yüzlerin sürmege
(s.237)
Payitahtın emanet bırakıldığı Hasan Paşa, güzel tedbirler ile
İstanbul’un bütün işlerini görmüş, sağlam ve doğru hükümlerle halka eziyet etmeden yönetmiştir. Eğer o olmasaydı şehirde karşıklıklar
olacağını dile getirir.
Sitanbûlda olan Vezîr-i müşîr – Hasan Paşa mânend-i şerze-şîr
Eğer olmasa ‘ömri olsun mezîd – Çıkardı Hüseynî’ye her bir Yezîd
Sitanbûl’u bir hüsn-i tedbîr ile – Kirâm-ı kerem hulkı tedmîr ile
Cemî’-i umûrını zabt eyledi – Afârını zincîre rabt eyledi (s.238)
..
Bu nevbet Sitanbûlı ol bekledi – Hemân kendü ırzı gibi sakladı
Paşa kimsenin haksız yere kan dökmesine izin vermemiş, kendi
namusunu da işveli güzellerden korumasını bilmiş, subaşıların zulme
meyletmesine fırsat vermemiştir. Bolluk ve bereketle dükkânlar dolup
taşmıştır (s.239).
Bu saadetli Vezir münâdilere emir verir, şehrin her köşesine
buyruğunun duyurulmasını ister. Bütün halk çoluk çocuk en güzel
elbiselerini giyinip, dükkânlarını kapatıp adeta bayram havası içinde
Padişah’ı karşılayacaklar, subaşılar aseslerle şehri dolaşıp güvenliği ve
tertip düzeni temin edeceklerdir.
318
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
Dükanlar açılmaya tâ berkidüp – Miyâne ‘azîm dâmenin berk idüp
Semen gibi terlikde nesrîn-beri – Geyüp sâde yektâ olup her biri
Subaşı ‘aseslerle şehre girüp – Kamû rehgüzârı kılup ferd u rûb
Sübül gıll u gîş kalmayup oldı pâk – Çü rûy-ı safâ çün dil-i tâbnâk
(s.240-241)
Padişah önünde sipahiler, yanında vezirleri, mirler atlarında,
ellerinde kollarında ok ve yaylarla yeniçeriler, ağalar altın ve gümüş
koşu takımlarıyla süslü atlara binmiş olduğu halde şehre girerler. Yolların iki yanında dizilen şehir halkı devletin bekası ve izzeti için dua
ederler, karşı çıkanların kıyafetleri al, yeşil, kırmızı atlastan kumaşlardan dikilmiştir. Kıyafet renkleri içinde kırmızı birkaç defa zikredilir, bu da halk içinde de dış kıyafette kırmızın tercih edildiğinin bir
göstergesi olarak düşünülebilir. Onları seyre çıkan temâşâcı halk, yüz
zekâtını verip hayır eyler (s.247).
Mustafa, Tevârih-i İstanbul 56:
979/1571-72 tarihinde Mustafa adlı biri tarafından mesnevi
nazım şekliyle kaleme alınan eser, 1084 beyittir. Eserde, İstanbul’un
Yanko bin Medyân tarafından kuruluşu, İstanbul’un tılsımları, Şeddad’ın kılıcı hikâyesi, İstanbul imparatorlarının yoldan sapmaları,
İstanbul’un yıkılması ve yeniden yapılması, Ayasofya’nın inşası ve
efsaneleri, Araplar’ın seferleri, Fatih tarafından alınışı, II. Bayezid-Şehzade Cem kavgaları, Yavuz’un tahta geçişi konuları ele alınmıştır. Eserin bitiş kısmından sonra II. Bayezid dönemindeki taht
mücadeleleri anlatılmıştır.
Fatih, Ayasofya’ya girerek ruhbanları da çağırtır ve Ayasofya’nın tarihini anlatmalarını ister. Onlar da Yanko bin Medyan’dan
başlayarak İstanbul’un kuruluşunu anlatırlar. Hendekler kazılırken
40 arşın57 boyunda bir kubbenin ortaya çıkması, içindeki yedi akbaba heykeli, balıklı yılan hikâyesi, yanlışlıkla uğursuz bir günde
İstanbul’un sütünlarının yapımına başlanması ve binanın yıkılması,
56 Hatice Aynur, Tevârih-i İstanbul, İstanbul 2004.
57 1 arşın: 68cm.
319
OSMANLI İSTANBULU III
yeniden inşaata devam edilerek 30 sarnıç, 60 kapı, 1000 kilise, 1000
hamam, 100 han, 60.000 ev yapılarak şehir inşa edilir. Şehrin etrafına
100.000 askerin konulacağı 360 kale dikilir. Rukiya adlı kimya, simya
vs. ilimlerden anlayan biri zeytin şeklinde bir elması tasarlayarak onu,
yaptığı sığırcık kuşu heykelinin ağzına koyar ve bunu da zeytin vakti
kilisenin kubbesine konulmasını ister. Rukiya gibi hikmet sahibi olan
Erkanus da denizde balık olması için tılsım yapar, Yanko doğru yoldan sapınca helak edilir, Nevruz günü çok büyük bir deprem yaşanır,
şiddetli batı rüzgârları eser. Buzantin İstanbul’u yeniden imar faaliyetlerine başlar. Şehir boş kaldığı zaman içini yılanlar ve ejderhalar
doldurduğundan halk çok sıkıntı çekmektedir. Marko adında tılsım
yapmada usta birisi bakırdan tunç yüzlü bir ejder şekli yapar ve At
Meydanı’na diker, bunun üzerine şehrin yılanı yok olur. Ayasofya’nın
kubbesi yeniden yapılır.
Eserde şehrin kurulmasına dair verilen bu bilgilerden sonra İslam ordularının İstanbul’a hücumlarına geçilir. Beşir bin Artal (h.43),
Ebû Eyyub el-Ensârî (h.52), Muhammed bin Abdülaziz (h.93),
Ömer bin Abdülaziz (h.97), Abbasi halifelerinin gazası, Fatih’in İstanbul’u fethi, Ebû Eyyub el-Ensârî’nin mezarının ortaya çıkarılması,
İstanbul’un başkent olması ve Sultan Selim devrine ait birkaç olayla
konu tamamlanır.
Balıklı Yılan Hikâyesi ve İstanbul’un Yıkılması
Müneccim kavli bir sâat olurmış – Kim otuz yılda ol bir kez
gelürmiş
Muvâfık imiş anun iktizâsı – K’ola azîm binâlar ibtidâsı
Yakın imiş meger anun kudûmı – Suturlâb içre görmüşler nücûmı
(b.204-206)
..
O sâat tâ gele çanlar çalına – Şürû ola binânun evveline
Suturlâb elde dutardı müneccim – O sâat geldügini bile tâ kim
(b.209-210)
..
Meger bir gün ki bu da elbet idi – Dem-i mirrîh hatarlu vakt idi
Urup bir laklak ağzına yılanı – Yuvasına alıp giderken anı
320
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
Yılan [nâ-çâr] [hem] cân acısına – Tokındı nâgehân çânın birine58
Öter ol çân gayrında ururlar – Meger ol sâat geldi sanurlar
Hemân dem hâzır olan kırk bin üstâd – İkiyüz bin dahi ma’dûd
ırgad (b.212-216)
…
Hz. Peygamber doğduğunda Ayasofya’nın kubbesinin
yıkılması:
Medâyin’de o dem Nûşîrevân’un – Yıkıldı tâk-ı Kisrîsi pes anun
Acem’de âteş-i âteşgedeler – Söyündi kalmadı anda ziyâlar
O vakt idi kim Ayasofiyâ’nun – Yıkıldı kubbesinden dahi anun
O kubbe yiri şimdi âşikâren – Görinür sonra yapılduğu şeklen
(b.528-531)
Eserin Osmanlı tarihiyle ilgili kısmından bazı bölümler şunlardır: Sultan Selim babası II. Bayezid’in vefatını öğrenince naşının
İstanbul’a getirilmesini emreder.
Binüp Sultân o dem taht-ı revâna – Sitanbuldan çıkup oldı revâne
Şeh-i âlem Dimetoka’ya mukîm – Olınca vara anda öle te kim
(b.1044-45)
Degüldür iy ogul hicrân âsân – Ecelden saydı hecri ehl-i irfân
Elün kaldurdı kim Sultân-ı teng-dil – Şeh’ün boynuna saldı çün
hamâyil (b.1050-1051)
Mübârek ellerini öpdi nâ-çâr – Vedâ itdi hemîn Şâh-ı cihândâr
(b.1053)
Varup oturmadı Dimetoka’ya – Hemân rıhlet ider dârü’l-bekâya
(b.1060)
Buyurdı ol zamânda Şâh-ı âlem – Sitanbul’a gele meyyit hemândem (b.1062)
58 1. mısrada hazırlayan tarafından nâ-çâr kelimesi eklenerek metin tamiri yapılmıştır. Ancak bu haliyle de eksik olan mısra kapalı bir heceye daha ihtiyaç
duymaktadır. “Hem” kelimesi de tarafımızdan eklenerek vezin aksaklığı giderilmiştir.
321
OSMANLI İSTANBULU III
Geyüp ol demde libâs-ı güvârı – Dem-â-dem eyler idi âh u zârı
Sitanbûl’a yakın geldikde na’şı – Siyâh idi ser-â-ser şâh-ı vahşî
Çıkup ol na’şa karşu Şâh-ı vâlâ – Getürürdi anı tâ Şâh musallâ
(b. 1063-1065)
Nidâî, Fetihnâme-i Kal’a-i Cerbe59:
Ankaralı hekim Nidâî tarafından 969/1562’de kaleme alınan
eser, 967/1560 yılında Cerbe Kalesi’nin Piyale Paşa tarafndan fethini
anlatır, 978 beyittir.
Eserde, Nisan ayında 120 civarında kadırganın muhteşem bir
devlet töreniyle İstanbul boğazından uğurlanması, aynı yılın Eylül’ünde karşılanması ve İstanbul halkının bu coşkuya ortak olması
canlı tasvirlerle anlatılır.
Gemiler Eyüp’ten Beşiktaş’a adeta bir yıldız geçidi gibi akarlar.
Küçüklü büyüklü kayıklar, kalitalar ve kadırgalarla beraber denizin
üstünde iğne atacak yer kalmaz. Donanmayı uğurlamak üzere bütün
İstanbul halkı deniz kenarına iner. Kadırgalar Padişah’ın kutlu saatte
hareket emrini almak üzere Galata’dan Üsküdar’a doğru sıralanır.
Gemiler Hazreti Eyyûbden tâ – Beşiktaş’ı geçince encüm-âsâ
Dizilmiş şöyle kim deryâ görinmez - Bir igne bıragacak yir bulunmaz
Deniz yüzinde sandallar yol itdi - Masâlıhlı kişiler geldi gitdi
(b.278-280)
Ne denlü var Sitânbûl içre âdem - Leb-i deryâya cem oldı hem ol
dem
Temâşâcıya sandallar bulunmaz - Dil ile bu edâ ta‘bîr olunmaz
Agalar begler u cümle paşalar - Kayıklara girür heb âşinâlar
Ekâbir cümle istikbâle geldi - Gazâ erkânın istikmâle geldi
Du‘âlar itdiler Paşa’ya dilden - Senâlar itdiler cân u gönülden
Kadırgalar dakınup perr ü bâlı - Dilerler kim uça ‘ankâ misâli
59 Ümran Ay, Nidâî-Fetihnâme-i Kal’a-i Cerbe, KOCAV Yayınları, İstanbul 2015.
322
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
Kalata’dan dizildi Üsküdâr’a - Çekilmek dilesen yir yok kenâra
Şu denlü cem‘ olur deryâya insan - Didiler olmadı bu kesret iy cân
(b.285-292)
Padişah Sultan Süleyman, donanmanın İstanbul Boğazı’ndan
ayrılışında uğurlamak ve dönüşünde muzaffer orduyu karşılamak
üzere bu törenler esnasında deniz kenarındaki köşküne iner. Eserde
köşkün sadece deniz kenarında olduğu belirtilmiş, mimarî özelliklerinden bahsedilmemiştir. Padişah köşküne indiğinde mübarek saatin
geldiğini, hareket edilmesini emir buyurur. Piyale Paşa iki rekat namaz kılıp kadırgasına geçer ve reislerine hareket emrini verir. Donanma gidişte ve dönüşte hünkar sarayının önünden selamlama geçişi
yapar.
Pes ol gün pâdişâh-ı heft-kişver - Süleymān saltanat ol şems-i
enver
Nüzûl itdi leb-i deryāda köşke - San irdi cennetü’l-mevâda köşke
(b.293-294)
O dem tobhâneden toblar atıldı - Gemiler birbirisine çatıldı
Sadâ-yı tobdan oldı zelâzil - Kulak dondı ‘akıllar oldı zâyil
O dem tekbîr ile çözüldi sancak - Kanat açup uçardı sanki bayrak
Kürekler oynadı yelken açıldı - Gelüp Kalata öninden geçildi
Akındı önine geldükde paşa - İderken Pâdişeh bunı temâşâ
Gemiden atdılar tob u tüfekler - Safâ ile yüridi cümle leşker
(b.304-309)
Donanma-yı Humayun Gelibolu önlerinden geçerek bir seher
vakti İstanbul’a varır. İstanbul, Galata ve Üsküdar’da ne kadar insan
varsa büyük küçük herkes donanmanın gelişinden haberdar olur, seyir
için yollara dökülür. Boğaz seyirci kayıklarıyla dolup taşar, bu kayıkların hepsi çiçeklerle süslenmiş, şenliğe hazırlanmışlardır. Bayram
havası yaşanan sokaklarda dükkân sahipleri de dükkânlarını açmamışlardır.
Bu aradan göçüp bâ-‘izz ü devlet - Revân oldı Sitânbûl’a selâmet
‘Ubûr itdi Gelibolı öninden - Du‘â itdi kamu ‘âlem sonından
323
OSMANLI İSTANBULU III
Tonanmâ-yı hümâyûn bir seherden – Sitânbûl’a irişdi bu seferden
Haber oldı kamu mîr ü gedâya - Dahı bildürdiler zıll-ı Hüdâya
Pes ol gün ehl-i sûk açmadı dükkân - Temâşâya çıkar heb cinn ü
insân
Paşalar, agalar, begler ne kim var - Çıkarlar cümle istikbâle iy yâr
Şeh-i ‘âdil Süleymân ibn-i ‘Osmân - Leb-i deryâda köşke indi ol ân
Deniz yüzi temâşâcıyla toldı - Bogaziçi tolu sandallar oldı
Ne denlü var ise mahbûb-ı ‘âlem - Tolu sandallar ile şâd u hurrem
Şükûfe reng-i elvân ile gûyâ - Sifâl içre gülistân sahn-ı deryâ
Musâhibli musâhib ile herkes - Kabâ-yı gül benefş u lâle nerkes
Gülistân oldı ol gün sahn-ı deryâ - Şükûfeyle tonandı sanki deryâ
Sitânbûl u Kalata, Üsküderde - Ne denlü âdem olsa bahr u berde
Bakardı merd u zen deryâya karşu - Tonanmâya nazar salmışdı
kamu
Çıkupdur birbiri üstine evler - Açup manzarlarını seyr iderler
Kapular agız açup kaldı hayrân - Kasırlar yüceden eylerdi seyrân
Hisâr üzre çıkup cümle bedenler - Dizilüp seyr içün tururdı bunlar
Hisârun kulleleri kaldurıp baş - İderdi Hazret-i Paşaya şâbâş
(b.912-929)
Paşa’nın emriyle gemi alayları Boğaz’a giriş için saf saf dizilirler,
bayraklar açılıp sancaklar çekilir, tüfekler doldurulup baş toplar dizilir,
donanmacı donanıp süslenir. Donanmanın en sonunda kafirlerden
ele geçirilen gemiler yer alır. Sancaklarını ters çevirip, baş aşağı diken
bu gemiler yüzü, başı, ayağı, saçı kara, kendi kara giyimli yas tutan
insanlara benzetilir. Donanma bu düzen ile Yedikule önlerine gelir,
kuledekiler top atışlarıyla donanmanın şenliğine ortak olurlar (b.930938).
Paşa, Akıntı Burnu’na geldiğinde gemisinden toplar atılmasını buyurur, donanmanın ilerleyişi sırasında bütün İstanbul halkı da
temaşa için yollara dökülmüştür. İslam ve kafir donanması art arda
padişahın sarayı önünden geçip top atışlarıyla selamlarlar. İkinci gün
de şenlik devam eder, Hünkar Paşa’ya ve askerine dualar edip, aferinler çeker (b.939-946).
324
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
Şemsi Ahmed Paşa, Şehnâme-i Sultan Murad60:
Doğum tarihi bilinmeyen Şemsi Ahmet Paşa, çocukluğunda
Enderun’a alınmış, Yavuz Sultan Selim’in hizmetinde bulunmuş ve
988/1580-81’de vefat etmiştir. Tamamı mesnevi şekliyle yazılmış olan
eser 2416 beyittir. III. Murad adına yazılan eser, bazı İslam devletleri,
Osmanlı’nın kuruluşu, padişahların tahta geçişleri, seferleri, fetihleri
ve vefatlarıyla ilgili bilgiler içerir. Sebeb-i telif ve hâtime kısımlarında
sadece III. Murat’la ilgili kimi hadiselere yer verilmiştir. Eser, daha
ziyade Kanûnî dönemine yer veren manzum bir Osmanoğulları şehnamesi hüviyetindedir61.
Eserde, Fatih Sultan Mehmet’le ilgili bölümde İstanbul’a yer
verilir. İstanbul’un tarihini bilen Hükümdar’ın ilk işlerinden biri Yesrib’den gelip burada şehit olmuş Eyyub-i Ensârî’nin mezar yerini tespit ettirmek olmuştur. Akşemseddin Hazretleri’nin hümâ kuşu gibi
ruhu İstanbul üstünde pervaz eylemiş, Hz. Eyüb’ün makamı kalbinde
zuhur edince de Şah’a bildirmiştir. Sultan buraya hemen bir türbe
yaptırıp, etrafına da imaretler yaptırmış ve halkın ziyaretgahı ve hacetgahı olsun temennisiyle bir imaret vakfetmiştir (b.419-440).
Sultan Süleyman’ın Rodos fethine gidişi: Sultan Süleyman, evvel baharda Üsküdar’dan Çeşme adı verilen deniz kenarına geçerek
burada kadırgaları hazırlatır, at gemilerine atlar bindirilir. Yolculukla
ilgili başka bir ayrıntı verilmez, şahın adaya geçtiği söylenerek yolculuk bahsi tamamlanır:
Görürler fethine olmadı çâre – Haber gönderdiler tiz Şehriyâr’e
Heman katlanmayup evvel bahârda – Geçer Sultan Süleyman
Üsküdâr’a
Yanında var idi şol denlü asker – Bulınmazdı çadırla konacak yer
Varıldı Çeşme dirler bir kenâra- Geçilüp iskelesinden hisâra
Kadırgalar bulundı anda hâzır – Olurlarmış meger sultâna nâzır
Kadırgaya koyup şâh-ı cihânı – Dümen tutmaga geçdi kapudânı
60 Günay Kut, Nimet Bayraktar, Şehnâme-i Sultân Murâd, Harvard Üniversitesi
Yakındoğu Dilleri ve Medeniyetleri Bölümü, 2003.
61 Günay Kut, Nimet Bayraktar, age, s.29.
325
OSMANLI İSTANBULU III
Koyuldı at gemisi içre çok at – Takıldı yirlü yirine hep âlât
Varup şâh-ı cihân geçdi adaya – Güneş tutdı bulıtdan ana sâye (b.
551-562’den seçmeler)
Şükrî-i Bitlisî, Fütühatu’s- Selimiyye yahut Fütûhât-ı Selim
Han (Selimnâme)62:
Şükrî-i Bitlisî’nin, Yavuz Sultan Selim’in fetihlerini anlattığı
eseridir. Yavuz Sultan Selim’in İran ve Mısır Seferleri’nde yanında
bulunan Şehsüvaroğlu Ali Bey, hocası Şükrî-i Bitlisî’den İskendernâme gibi bir eser vücuda getirmesini ister. Şair bu sebeple h.927/
m.1521’de Selimnâme’sini kaleme alır ve h.930/m.1523-24’te yeniden
nazma çeker. Tamamı mesnevi olarak yazılan eser, 5827 beyittir.
Üngürüs (Macaristan)’e sefere niyetlenen Yavuz Sultan Selim
babası II. Bayezid’ın rızası olmayınca İstanbul’a yürür. Yolda Şehzâde
için büyük bir çadır kurulur ve dergahında nefir çalınır. II. Bayezid
oğlu Sultan Ahmed’e haberci yollayarak Selim’in karşısına çıkmasını
ister ve ona taht sözü verir. İki ordu Çorlu’da karşılaşırlar. Sultan
Bayezid’in ordusu galip gelince Selim hezimetle geri döner. Sultan
Ahmed bu zafer sonrası babasının huzuruna çıkmayı ve tahta geçme
isteğini bildirerek Üsküdar’da konaklar. Bayezid’den red cevabı gelince eşkiyalarla işbirliği yaparak tahta saldırmanın yollarını ararsa da
yeniçeriler bundan vazgeçirirler ve Üsküdar’dan geri döner.
Böyle diyüp göçdi İstanbûl’a şâh – Şâh içün yolda tutuldı bârgâh
Şâh dergâhında çalındı nef îr – Ata bindi leşker u şâh u vezîr
Göçdi İstanbûl’a doğru tâcdâr – At ayağından hevâ oldı gubâr
Böyle takrîr itdiler kim ol ferîd – Oğlu Sultan Ahmed’e salmış berîd
Kim budur leşker çeküp geldi Selîm – Mülk da’vâsın ider bî-ters ü
bîm (b.868-872)
…
İtme bir sâ’at ta’allül gel dimiş – Kıssa tafsîl itmemiş mücmel dimiş
62 Şükrî-i Bitlisî, Selîm-nâme, Haz. Mustafa Argunşah, Erciyes Üniversitesi
Yayınları, Kayseri 1997.
326
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
Hem ulu oğlumsın u hem dûr-bîn – Tahta erzânî seni gördüm
hemîn (b.875-876)
….
Çün bu sûret irdi kudretten bedîd – Girdi İstanbûl’a Sultân Bayezîd
Fer-i devlet birle çıkdı tahtına – Gark oldı kendü taht u bahtına
(b.908-909)
…
Geldi Sultân Ahmed ol esnâda cüst – Üsküdar’da münzevî oldı nohost
İstedi şehden icâzetle huzûr – Ne icâzet virdi Şâh u ne ubûr
(b.911-912)
…
Koymadılar evvel âhir içeri – Katline kasd eyledi yengiçeri
Gördi çün kim dest virmezdür murâd – Üsküdar’dan girü döndi
şâhzâd (b.961-962)
Selim bu hezimeti kendine yediremez ve kış ortasında tekrar
bir ordu hazırlayıp Silistre mevkiine gelir. Bölgedeki beylerle kuvvetlerini birleştirir. Diğer yandan artık yaşlanmış olan Sultan Bayezid’e
vezirleri aklı başındayken, iyice hastalanıp yatağa düşmeden Selim’i
tahta geçirmesini salık verirler. O da Şehzade Selim’i tahta çağırır.
Selim daha İstanbul’a gelmeden Şehzâde Korkut İstanbul’a gelerek
bir grup yeniçeriyle görüşür. Yeniçerilerden Selim taraftarları onun
tac ve taht için geldiğini zannedip Selim lehinde konuşurlar. O tac
ve taht sevdasında olmadığını, Selim’in tahta çıkması için babasıyla
konuşmaya geldiğini belirtir. Ve Sultan Selim tahta çıkmak üzere
ordusuyla İstanbul’a gelir. Asker ve Şehzade Korkut onu karşılamaya
çıkarlar. Şehzade Korkut Selim ile bir saat konuşur, tekrar iyi niyet
dileklerini belirtir ve denizi geçip İstabul’dan ayrılarak Manisa’ya geri
döner. Selim’in İstanbul’a gelişi çok şaşalı olur. Geçtiği yerlerde bütün halk yollara dökülür, ayağına altın ve gümüşler saçarlar. Yenibağ
mevkiinde birkaç gün konaklar. İstanbul’a saraya gelişinde hâcib ve
bevvâblar onu karşılarlar, Bayezid’in pay-ı tahtın öper, Bayezid tahtı
ve tacı oğluna bırakır (s.94-105).
327
OSMANLI İSTANBULU III
Bayezid, Dimetoka seferinde vefat edince cenazesi İstanbul’a
getirilir. Selim onu karşılamak üzere atıyla yola çıkar, bütün İstanbul
halkı, cenazeye katılan ayân-ı Rum karalar giyinir. Halkın matemine
havada kuşlar denizde balıklar, çeşme ve deryalar eşlik eder. Cenaze
İstanbul’a girdiğinde matem en son noktasına varır. Bayezid’in cenaze
namazına ilim, hüner ehli din alimleri ve medrese hocaları, beyler paşalar vs. bütün halk iştirak eder. Sağlığında iken yaptırdığı külliyenin
içindeki Yenicamii’nin bahçesine defn edilir.
Kara giydi ser-be-ser a’yân-ı Rûm – Nevha âgâz itdi şehr ü merz
u bûm
Ol musîbetden siyeh-pûş oldı halk – Ağlamakdan mest u medhûş
oldı halk (b.1259-1260)
..
Girdi İstanbûl’a mağfûr-i şehîd – Bir kıyâmet kopdı haşr oldı pedîd
Çıkdı şehrün şeyh u şâbı sîne-çâk – Gözde su gönülde kaygu başda
hâk (b.1269-1270)
..
Kondı rahmetle bekâ serhaddine – Yenicâmî merkad oldı kaddine
Toldı ehl-i ‘ilm ile ol dâyire – Ehl-i Kur’ân koymadı yir sâyire
Şâh u a’yân u ekâbir bi’t-tamâm – Ehl-i İstanbûl ya’nî hâs u âm
Nâleden sonra namâzın kıldılar – Dîdeden hûnâbe-i gam sildiler
(b.1276-1279)
Yavuz Sultan Selim Han Tebriz’e gitmek üzere Edirne’den yola
çıkar, yerine tahtta oturmak üzere Manisa sancağında bulunan şehzade Süleyman’ı çağırır. Bu tedbirden sonra h. 920’de Muharrem’in
22. gününde Edirne’den ayrılır. On ayrı yerde konaklayarak İstanbul’a
yaklaşır ancak şehre girmez. Şehre yakın Fil Çayırı üstünde yirmi
iki gün konaklar. Burada kadı, müftü, müderris, ehl-i fazıl kimseleri
toplar ve onlarla meşverette bulunur. Şah İsmail’in din ve diyanet
adına her şeyi mahvettiğini, fesad ve bozgunculuk başlattığını anlatarak katline ve malının ganimet olarak alınmasına fetva ister, eğer
düşüncesinde haksız ise de yolundan geri döndürülmesini ister. İlim
ehli ve ayan bu sefere izin verince mehteran bölüğü Fil Çayırı’nı adeta
328
15-16. YÜZYILLAR TARİHÎ-MENKIBEVÎ MESNEVÎLERDE
İSTANBUL’A DAİR AYRINTILAR
zafer meydanı haline getirir. Bütün hazırlıklar tamamlanır ve Beşiktaş’a geçilir. Safer ayının 24.günü Beşiktaş yoluyla Üsküdar’a oradan
da Maltepe ve Tekirçayır’ı tarafına doğru ordu yoluna devam eder.
Ol ayun yigirmi ikinci güni – İtdi âğâz-ı sefer dinlen bunı
On konakda geldi İstanbul’a şâh – Lîk şehre girmedi şâh u sipâh
Kondı Fil Çâyırı üzre şehriyâr – İtdi yigirm’iki gün anda karâr
Bunda cem’ itdi mevâlî fırkasın – Rum ahâlisin u sâhib-hırkasın
Kadı vü müftî müderris bi’t-tamâm – Geldi dirildi efâzıl hep
be-nâm
Uş bu âlî zümreden itdi suâl – Husrev-i gâzî şeh-i ferhunde-fâl
(b.2011-2016 )
Toldı Fil çâyırı ceng âlât ile – Haşr kopdı at u er esvât ile
Çün mükemmel oldı esbâb-ı sipâh – Göçdi andan kondı
Beşiktâş’a şâh
Çün safer ayı irişdi iy hakîm – Geçdi deryâyı revân sultân Selîm
(b.2036-2038)
..
Sancakın çözdürdi dârâ-yı zemîn – Üsküdar kurbına kondı dûrbîn
Leşker ile şâha yurd oldı tamâm – Maldepe andan Tekirçayır benâm (b.2040-2041)
Sonuçlar
15-16. yy Osmanlı tarihine dair tarihi-menkıbevî manzum
eserler genellikle mesnevî şeklinde kaleme alınmıştır. Eserlerde savaş
ve kahramanlıkların, fetih hadiselerinin anlatımı esas amaç olduğundan sanatlı bir dil kullanılmamış, sade, akıcı anlatım tercih edilmiştir.
Fetihnâme-gazavatnâme hüviyetindeki bu eserlerden bir kısmı
şehrin kuruluşundan 1453’te fethine kadar geçirdiği dönem ve sonrası
hakkında bilgi verdiği için şehir tarihi kaynakları arasında yer alırlar.
Eserler, İstanbul’un imar ve iskan faaliyetleri, ticaret hayatı,
şehrin yerleşim merkezleri hakkında çeşitli bilgiler barındırmaktadır.
329
OSMANLI İSTANBULU III
İmar faaliyetleri içinde öncelikli yapıların medrese, hastane ve imârethane ve su kemerlerinin olması halkın eğitim, sağlık, barınma, beslenme ve temizlik ihtiyacını gidermeye yönelik bir uygulama olarak
dikkatimizi çekmektedir.
Bazı eserlerde fetihten sonra İstanbul’a Anadolu’dan getirilen
halkın sanat ve meslek erbabı şehirlilerden seçilmiş olduğu özellikle
vurgulanır. İstanbul halkının öncelikle bu gruplardan seçilmesi, şehrin
sadece bir devlet idare merkezi değil aynı zamanda kültür ve sanat
merkezi olarak da planlandığını gösterir.
Şenliklerin ana mekanı At Meydanı’dır. Bilhassa Kanûnî’nin
kızkardeşi Hatice Sultan ve eşi İbrahim Paşa için yaptırılan İbrahim
Paşa Sarayı meydandaki eğlence ve merasimlerin ev sahibidir.
Batıya doğru çıkılan seferlerde Davutpaşa Çiftliği, doğuya doğru çıkılan seferlerde Üsküdar, Çeşme, Fil Çayırı ve Maltepesi konaklama menzilleridir.
Donanmanın sefere çıkışı ve seferden dönüşünde dükkânların
kapatılması ve halkın deniz kenarında toplanması adeta bir gelenek
halini almıştır, top atışlarıyla şehirde milli bayram coşkusu yaşanır.
Gaza ve fetih hadiselerine yer veren manzum eserlerde şairlerin zikrettikleri şahıslardan genellikle övgüyle bahsettikleri,
olayların ve kişilerin tarihî gerçekliğini ikinci plana attıkları dikkat çekmektedir. Örneğin Tâlikîzâde III. Mehmed’in Eğri Seferini
anlattığı Şehnâme’sinde Hadım Hasan Paşa’dan övgüyle söz etmiş
onu adil ve başarılı bir sadrazam olarak tanıtmıştır. Halbuki tarihi kaynaklar Paşa hakkında daima rüşvet söylentileri olduğunu,
şikayetler üzerine bir müddet Yedikule zindanında hapsedildiğini,
devlet görevlerini müzayede usulüyle satıp, aldığı paraları valide
sultana verdiğini söyler.63
63 Abdülkadir Özcan, “Hadım Hasan Paşa”, DİA, XV, 5.
330
Yazma Eserler Işığında
Patrona Halil İsyanı Hakkında
Yeni Bir Değerlendirme
Yalçın Gezer
Hitit Üniversitesi
Giriş
İsyanlar, sebep ve sonuç itibariyle tarih araştırmalarında önemli
bir yer edinmiştir. Osmanlı Devleti’nde meydana gelen isyanlar kimi
zaman padişahları tahtlarından kimi zamanda canlarından etmiştir.
1730 Patrona Halil İsyanı da sonuç itibariyle kanlı biten olaylardandır.
Ne gariptir ki 1703 isyanı sonrası tahta geçen III. Ahmed bu isyanın neticesinde yerini, daha sonra asileri cezalandıracak olan, Sultan
I. Mahmud’u bırakarak tahtından feragat etmiştir. Başta damadı ve
sadrazamı olan İbrahim Paşa ve onun kâhyası Mehmed Kethüda ve
Kaymakam Kaymak Mustafa Paşa’nın canlarına mal olan bu isyan
diğer isyanlarla mukayese edildiğinde halkın da isyana iştirak etmesinden dolayı kimi tarihçiler tarafından halk ayaklanması olarak da
değerlendirilmiştir.
İsyanın gerekçesi üzerinde kısaca duracak olursak yeniçeri ocağı
mensuplarından Arnavut asıllı Patrona Halil, Muslu Beşe ve Kahveci
Emir Ali’nin öncülük ettiği bu isyana, çeşitli mağduriyetlerden dolayı “hoşnutsuzların” da katılmasıyla etkisini kısa sürede hissettirmiştir.
331
OSMANLI İSTANBULU III
Yani Sadrazam İbrahim Paşa’nın kendi adamlarını önemli mevkilere
getirdiğini iddia eden ve görevlerinden bir sebeple alınmış olan İstanbul Kadısı Arnavut Zülali Hasan Efendi ve Ayasofya Vaizi İspiri-zade gibi “memnuniyetsizler grubu” da alttan alta isyanı desteklemişlerdir. İran ile uzun süren savaş da ekonomik anlamda devleti yıpratmış
ve devlet yeniçerilere uzun süredir maaşlarını dahi ödeyememişti. Bir
taraftan maaşını alamayan kişiler ve Anadolu’dan İstanbul’a göç etmiş
mali sıkıntılar içinde yaşayan insanlar varken diğer taraftan maliyetine bakılmaksızın yapılan saraylar insanları huzursuz ettiğinden isyan
kısa zamanda halk kitlelerinin de desteğini almıştı.
Patrona Halil isyanı sebep ve sonuç itibariyle Osmanlı tarihinde önemli bir yere sahip olduğundan isyan hakkında yazılan 18. ve
19. yüzyıllara ait Türkçe kaynaklarla birlikte birçok akademik çalışma,
kaynak ve arşiv belgesi mevcuttur. Birçok araştırmacı da bu isyanın
sebep ve sonuçlarını çeşitli arşiv kaynaklarına dayandırarak değerlendirmiştir. Öncelikle 1730 İsyanı hakkında yazılmış olan kroniklerden
bahsedecek olursak 1735’ten sonraki olayları kaydetmekle görevli
olan Suphi Mehmed Efendi’nin notları, Patrona ayaklanmasını da
içerdiği için Patrona araştırmalarında önemli bir yere sahiptir. Hammer ve Ahmet Refik gibi birçok kişinin istifade ettiği bu kıymetli
eser Mesut Aydıner tarafından incelenmiş ve değerlendirilmiştir.1
Diğer bir kaynak ise Bekir Sıtkı Baykal tarafından yayımlanan Destari
Salih Tarihi’dir.2 Olayları yakından gören ve saray hakkında yeterli
malumata sahip olan bir kişi tarafından yazıldığı için eserin önemi
oldukça büyüktür. Abdi Tarihi de bu ayaklanmayla alakalı Faik Reşit
Unat tarafından yayınlanmış bir diğer mühim eserdir.3 Bu eserin yazarı hakkında pek bilgi olmamakla birlikte yazarın olayları dışardan
gözlemlediği bilinmektedir. M. Münir Aktepe’nin yayınlamış olduğu Şemdani-zade Fındıklı Süleyman Efendi Tarihi Mür’i’it-Tevarih
adlı kaynak Katip Çelebi’ye ait olan Takvimü’t-tevarih adlı eserin
1 Vak’anüvis Subhi Mehmed Efendi, Subhi Tarihi; Sami ve Şakir Tarihleri
ile Birlikte 1730-1744, (inceleme ve karşılaştırmalı metin), Mesut Aydıner,
Kitapevi (İstanbul 2007).
2 Bekir Sıtkı Baykal, Destari Salih Tarihi, TTK, (Ankara 1962).
3 Faik Reşit Unat, 1730 Patrona İhtilali Hakkında Bir Eser Abdi Tarihi, TTK,
(Ankara 2014).
332
YAZMA ESERLER IŞIĞINDA PATRONA HALİL İSYANI
HAKKINDA YENİ BİR DEĞERLENDİRME
genişletilerek 1730-1755 yılları arasındaki olayları da içeren bir tarih
kitabıdır.4 Akademik çalışmalardan bahsedecek olursak İsyanın kaynaklarına yönelik yapılan ilk akademik çalışma 1952 yılında Bekir
Sıtkı Baykal’ın “Patrona Halil Ayaklanması ile İlgili Kaynaklar Hakkında” adlı bildirisi olmuştur5. Bu bildiride isyan ile alakalı yerli ve
yabancı kaynaklar hakkında bilgi verilerek bildirinin sunulduğu tarihe kadar yapılan çalışmaların kısa bir değerlendirmesi yapılmıştır.
1958 yılında isyanın sebeplerini çeşitli belgelerle açıklayan M. Münir
Aktepe’nin kaleminden çıkan “Patrona İsyanı (1730)” adlı çalışması
bu konuda yapılan geniş çaplı araştırmalar arasında ilk sıralarda yer
alır6. Aktepe 1730 İsyanının sebeplerini ve sonuçlarını çeşitli yazma eserler kullanarak izah etmeye çalışmıştır. Aynı zamanda Ahmet
Refik’in Patrona isyanını içeren çalışmaları vardır. Bunlardan 1911
yılında Şehbal dergisinde “Tarihi Simalar” konu başlığı altında çıkan yazısında direk olarak Patrona Halil isyanını anlatmıştır.7 Ayrıca edebi bir dille yazdığı Lale Devri adlı kitabında yerli ve yabancı
birçok kaynak kullanmak suretiyle isyana ait bulguları ortaya koymuştur. İstifade ettiği ve ismini de verdiği Şam hazinesi Ruznamecisi
Mehmedinin Defteri adlı esere birçok araştırmacı gibi biz de yapılan
tüm araştırmalara rağmen ulaşamadık. Ancak kesin olan bir şey var
ki o da maktul Sadrazam İbrahim Paşa’nın terekesinin “defterdar
efendi ve ruznamçe-i evvel Mehmed Efendi ve sergulam baki Ahmed
Ağa kulları yedlerinden” çıktığı kaynaklardan anlaşılmaktadır.8 Ahmet
Refik, Sultan III. Ahmet’i israftan kaçınır, parayı harcamak istemezdi
ve yönetimde de çekingen olduğundan Sadrazam İbrahim Paşa’nın
yönetimde daha aktif rol aldığını ifade eder. Bu sebepten İbrahim
Paşa’nın mevkiini kuvvetlendirmek ve daha fazla yönetimde etkin
olmak için en mühim makamlara kendi adamlarını yerleştirdiğini
4 M. Münir Aktepe, Şem’dani-zade Fındıklı Süleyman Efendi Tarihi Mür’i’itTevarih I, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fak. Yay., no: 2088, (İstanbul 1976).
5 Bekir Sıtkı Baykal, “Patrona Halil Ayaklanması İle İlgili Kaynaklar Hakkında”,
TTK Bildiriler, , IV (1952), s. 177-182.
6 M. Münir Aktepe, Patrona İsyanı (1730), İstanbul: Edebiyat Fakültesi
Basımevi, 1958.
7 Ahmet Refik, “Tarihi Simalar: Patrona Halil”, Şehbal, Büyük Ada, 30 Mart
1328, s. 4-6.
8 BOA, TS.MA.d, No: 2210
333
OSMANLI İSTANBULU III
ifade etmektedir.9 Abdulkadir Özcan “Patrona İsyanı” başlığı altında
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ndeki maddede isyan öncesi ve sonrası devlet otoritesi tarafından azledilenler, katledilenler
ve tayin edilenleri ortaya koymuştur.10 Bu konu ile alakalı en güncel
çalışmalar ise Selim Karahasanoğlu’na aittir. Karahasanoğlu dönemin
önemli simalarından Ayasofya Camii Vaizi İspirizade Ahmed Efendi
hakkında yaptığı araştırma ile döneme ışık tutmaktadır11.
1730 isyanından bahseden yazma eserler olayın akabinde ya da
kısa bir süre sonra yazıldığı için Patrona İsyanı’nın iç yüzünü anlamamız yardımcı olmaktadırlar. Bunlardan yabancı ve yerli kaynakların
birlikte değerlendirilmesi çalışmanın evrenselliği açısından önemli
olacağından, daha önce yapılmamış bir şekilde üç tane yerli üç tane
yabancı yazma aynı başlık altında birleştirilerek ayaklanma daha sağlıklı bir şekilde değerlendirilecektir. Öncelikle çalışmamızda kullanacağımız yerli kaynaklar hakkında bilgi verecek olursak, bunlardan
Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde bulunan bir mecmuada 1730-1754
yılları arasını detaylı bir şekilde anlatan ruzname vardır. Bu ruznamenin Sultan I. Mahmut dönemi ile ilgili sır kâtipleri tarafından
tutulduğu bilinmektedir. Ruznamenin başında Sır Kâtibi Hıfzı Ağa
tarafından yazılmaya başlanan ve “Ruzname-i Sultan Mahmud Han”
diye bilinen günlük 15 Rebiyülevvel 1143 ile 27 Safer 1144 tarihleri
arasındaki olayları anlatır.12 Bu mecmua isyanın meydana geldiği günleri de düzenli bir şekilde anlatmaktadır. Yani içerik olarak mecmuada
1143(1730) da İstanbul’da meydana gelen Patrona ihtilalini ve onu
takip eden günlerdeki olayları anlatan bir risale vardır.13 Hıfzı Ağa
tarafından yazılan bu günlüğün çevirisi 1974 yılında Şükran Çınar
9 Ahmet Refik Altınay, Lale Devri, Milli Eğitim Basımevi (Ankara 1973),
s. 11-12.
10 Abdulkadir Özcan, “Patrona İsyanı”, DİA (Ankara 2007), XXXIV, 189-192.
11 Selim Karahasanoğlu, “Osmanlı İmparatorluğu’nda 1730 İsyanına Dair Yeni
Bulgular: İsyanın Organizatörlerinden Ayasofya Vaizi İspirîzâde Ahmed
Efendi ve Terekesi”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve
Uygulama Merkezi Dergisi, XXIV, 97-128.
12 Uğur Kurtaran, Bir Zamanlar Osmanlı: Sultan I. Mahmud ve Dönemi, Atıf
Yay., (Ankara 2014), s. 5.
13 Mecmua, R. 1977, Topkapı Sarayı Müzesi Türkçe Yazmaları, İstanbul.
334
YAZMA ESERLER IŞIĞINDA PATRONA HALİL İSYANI
HAKKINDA YENİ BİR DEĞERLENDİRME
tarafından lisans bitirme tezi olarak transkripsiyon edilmiştir.14 İkincisi, Vak’a-i Patrona Halil olarak Milli Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu’nda kayıtlı olan ve yazarın “Paturona” olarak ifade ettiği bu yazma
eserin 308b -311a sayfaları isyan hakkındadır.15 Diğer eserlerle karşılaştırmalı olarak kullanacağımız bu nadide eserin de transkripsiyonu
Hakan Yılmaz tarafından yapılmış ve Hakikat Aylık İslam Dergisi’nde
yayınlanmıştır.16 Değerlendirmemizde kullanacağımız son yerli yazma
ise Diyarbakır Ziya Gökalp Yazma Eserler İhtisas Kütüphanesi’nde,
1479/1 numarası ile mecmuanın 1b-7b varakları arasında kayıtlı olan
bir yazmadır. Bu yazma da kısa olmasına rağmen olayın geçtiği günleri herkesin anlayabileceği basit ve etkili bir dille anlatmaktadır.17 Bu
yazma eserin ilgili kısmı M. Mehdi İlhan tarafından 7. Uluslararası
Türk Kültürü Kongresinde “Patrona Halil İsyanı: Yayımlanmamış Bir
Yazmanın Değerlendirilmesi” başlığı altında bildiri olarak sunulmuştur18. Selim Karahasanoğlu’nun makale olarak yayınladığı ve Fransa’da
bulunan Osmanlıca “Vâkıa Takrîri Bin Yüz Kırk Üç’de Terkîb Olunmuşdur” adlı yazma da kıymetli olsa da değerlendireceğimiz yazma
sayısının fazla olması ve elimizde orijinalinin olmaması sebebiyle bu
çalışmamızda yer almayacaktır.19 Ayrıca bu isyan yabancılar tarafından
da takip edilmiştir. Bu yüzden çalışmamızda üç farklı yabancı kaynak
da bildirimizde değerlendirme amaçlı kullanılacaktır. Örneğin 1730
14 Şükran Çınar, “Patrona Halil İsyanına ve I. Mahmud Devrine Ait Bir Tarihçe”,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Basılmamış Lisans
Bitirme Tezi, (İstanbul 1974).
15 Vak’a-i Patrona Halil, Yz. A 1902/3, Milli Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu,
Milli Kütüphane, Ankara.
16 Hakan Yılmaz, “ “Patrona Halil Vak’ası” Hakkında Yeni Bir Kaynak”, Hakikat
Aylık İslam Dergisi, Yıl 16, Sayı 189, (Haziran 2009).
17 Ahmed, Patrona Halil İsyanı, Diyarbakır Ziya Gökâlp Yazma Eserler İhtisas
Kütüphanesi, (İstinsah Tarihi 1828) 1479/1, 1b-7b.
18 M. Mehdi İlhan, “Patrona Halil İsyanı Yayınlanmamış Bir Yazmanın
Değerlendirmesi”, 7. Uluslararası Türk Kültürü Kongresi Bildiriler I İstanbul
Tarihi: Medeniyetlerin Buluşma Noktası Olarak İstanbul, Atatürk Kültür
Merkezi, (2011), s. 603-622.
19 Selim Karahasanoğlu, “Osmanlı İmparatorluğu’nda 1730 İsyanı Üzerine Yeni
Bir Eser: Vâkıa Takrîri Bin Yüz Kırk Üç’de Terkîb Olunmuşdur”, Ankara
Üniversitesi Tarih Araştırmaları Dergisi, (2009), s. 179-187.
335
OSMANLI İSTANBULU III
isyanı üzerine bilinen yabancı en önemli kayaklardan birisi Fransızca bir yazma olan Relation des deux rebellion arrive a Constantinople
en 1730 et 1731 dans deposition a Ahmet III. et relevation au trone de
Mahomed V., compose sur des memories originaux reçu de Costantinople
a la Haye, 1737 isimli eserdir.20 Bu yazma isyan ile alakalı nadide bir
kaynak olması hasebiyle Johann Wilhelm Zeinkeisen tarafından da
değerlendirilmiştir.21 Aynı zamanda Hammer’in de bu eserden istifade ettiği muhakkaktır.22 Çağdaş birçok tarihçinin de istifade ettiği bu
kaynak olayı bir yabancı gözüyle anlattığı için kıymetini korumakta ve
yabancıların Osmanlı’da vuku bulan bir isyan hakkında ne düşündüğü
hakkında bilgi vermektedir. Patrona İsyanı hakkında yazılmış yabancı
kaynaklardan birisi İngiltere’de bulunan İngilizce yazmadır. Charles
Perry tarafından “A view of the Levant: particularly of Constantinople,
Syria, Egypt, and Greece. In which their antiquities, government, politics,
... are attempted to ... on. In four parts” olarak değerlendirilen yazmanın
64-113 sayfaları Patrona İsyanı ile ilgilidir.23 Bu çalışmamızda kullanacağımız yabancı kaynaklardan biri de Patrona isyanı hakkında, Kelemen Mikes’in Türkiye Mektuplarıdır.24 Sadrettin Karatay tarafından
tercüme edilen bu eser 207 mektuptan oluşmakta ve 1717-1758 yılları
arasında meydana gelen olaylar hakkında malumat vermektedir. İsyanı
ablasına yazdığı varsayılan mektupta ayrıntılı bir şekilde ortaya koyan
Mikes dönemi anlamamız ve değerlendirmemizde fayda sağlayacak
bilgiler ortaya koymuştur.
Kaynaklarda göze çarpan bir ayrıntı da patrona hakkındaki
görüşlerdir. Diyarbakır yazması ve Mikes’ın mektubunda Patrona
20 Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople en 1730 et 1731 dans la
déposition d’Achmet III et l’élévation au trône de Mahomet V, composée sur des
mémorires originaux reçus de Constantinople, (La Haye, 1737).
21 Johann Wilhelm Zinkeisen, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (1669-1774), çev.
Nilüfer Epçeli, Yeditepe (İstanbul 2011), V, 443-446.
22 Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, Üçdal Hikmet Neşriyat, XIV, 131-136.
23 Charles Perry, A view of the Levant: particularly of Constantinople, Syria, Egypt,
and Greece. In which their antiquities, government, politics, ... are attempted to ...
on. In four parts. (Londra 2010), s. 64-113.
24 Kelemen Mikes, Türkiye Mektupları, terc., Sadrettin Karatay, TTK (Ankara
2014).
336
YAZMA ESERLER IŞIĞINDA PATRONA HALİL İSYANI
HAKKINDA YENİ BİR DEĞERLENDİRME
Halil’in şahsı daha yumuşak bir üslupla anlatılırken diğer nüshalarda
sert bir üslubun olduğu dikkatten kaçmamaktadır. Mesela Topkapı’da
bulunan mecmuada “melun” olarak anılan25 Patrona Halil’in İngilizce
yazmada çirkin ve kötü hareketlerinden ötürü ölümü defalarca hak
ettiği hatta Muslu ile Emir Ali’nin ona kıyasla daha normal oldukları
ifade edilmektedir.26
İsyan Öncesi Son Durum ve İsyanın Başlangıcı:
Osmanlı topraklarına İran tarafından saldırı haberleri halk ve
asker tarafından hoş karşılanmadı. Bu rahatsızlığı telafi etmek için,
isyan öncesinde Osmanlı idarecilerinin özellikle Sadrazam İbrahim
Paşa’nın hummalı bir çalışması vardı. Yani İran üzerine yapılacak
sefer için gerekli hazırlıklar yapılmış ve asker teçhizatıyla birlikte
bekletilmektedir. Ancak seferin sürekli ertelenmesi, padişahın ve
sadrazamın kararsız halleri evlerinden zorla ayrılan ve savaşa hazırlanmak maksatlıyla yaptıkları masraflardan dolayı askerlerin hoşuna
gitmemiş ve onları öfkelendirmişti.27
Bu savaş telaşı ve hazırlıkları kaynaklara da yansımıştır. Kaynaklar patrona isyanına yer verirken genel anlamda ağız birliği yapmışçasına aynı şeyleri ortaya koymaktadır. Özellikle isyanın başlangıcından bitimine kadar devam eden süreç günü gününe bir ruzname
örneği gibi ele alınarak aktarılmıştır. Olayları saatini dahi vererek
günü gününe aktarma tarih yazımı anlamında o dönemde uygulanan yöntemlerden biriydi. Elimizdeki yazmalardan Diyarbakır ve
Ankara’da olanı Patrona vakasına başlamadan önceki İstanbul’daki
durumdan bahsederken şu şekilde bir başlangıç yapmışlardır: “iş bu
bin yüz kırk üç senesi mah-ı muharremü’l-haramın gurresinde Şevketlü
Sultan Ahmed Han Acem üzerine giderüm deyü ferman-ı hümayunları
oldu”. Diğer kaynaklar ise isyanın bir ay öncesi hakkında fazla malumat vermemektedir. İki mühim kaynaktan anlaşılacağı üzere isyandan yaklaşık iki ay öncesinde İran üzerine sefer planlanmaktadır.
Bu sebeple Sultan III. Ahmet, İbrahim Paşa ve ulemadan bazıları
25 Mecmua, vr. 43b.
26 View of the Levant, s. 64.
27 Zinkeisen, s. 438.
337
OSMANLI İSTANBULU III
merkezden uzakta yani Üsküdar’da bulunmaktaydı.28 Kimi zaman
istirahat ve hoş vakit geçirmek için gittikleri Üsküdar’a bu sefer savaş
hazırlığı için gitmişlerdi. Bu zamanda şehirde Yeniçeri Ağası ve vezirin kâhyası dışında asilere karşı gelecek kimse yoktu.29 Aylarca isyan
hazırlığı yapan Patrona Halil ve arkadaşları 25 Eylül 1730’da ihtilal
çıkarmak istediler ama ortamın uygun olmaması sebebiyle bunu erteleme kararı aldılar.30 İngilizce kaynak isyanın başlangıç tarihini 25
Eylül Salı günü vermiş olsa da Salı günleri geleneksel divan-ı hümayun toplantı günü olma ihtimali çok yüksek olduğundan31 bu tarihte
isyanın başlama ihtimali çok düşüktür. Osmanlı’da bu gibi isyanlar
genelde merkezde devlet adamlarının ve askerlerin olmadığı bir zamanda yapılmıştır. Aynı şekilde 28 Eylül Perşembe merkezde kimsenin olmamasını fırsat bilen Patrona Halil ve arkadaşlarının isyanı
için uygun bir zamandı. Birçok yazma isyanın başlangıç tarihi gün
olarak hatta saatine kadar kaynaklarda farklı olarak olsa da verilmiştir.
Örneğin, Topkapı, Diyarbakır, Milli Kütüphane ve Fransa’da bulunan
yazmalarla birlikte Mikes’in mektubunda isyanın başlangıç tarihini
15 Rebiyülevvel 1143 (28 Eylül 1730) Perşembe günü ayrıca Diyarbakır nüshasında da saat 4:30 olarak Milli Kütüphane nüshasında ise
saat üç olarak verilirken İngilizce nüshasında olayın başlangıç tarihini
26 Eylül 1730’da Salı günü saat sabah dokuz olarak verilmektedir.
Saat olarak farklılıklar olsa da 28 Eylül 1730 Perşembe günü isyanın patlak verdiği anlaşılmaktadır. Patrona Halil ihtilali gibi birçok
isyana “ev sahipliği” yapan Etmeydanı da, yeniçerilerin Yeni Odalar
diye anılan kışlalarının bulunduğu meydan, başlı başına ayrı bir araştırma konusunu teşkil etmektedir. Okuduğumuz kaynaklar özellikle
mecmuada bu mekânın adı “Meydan’ül-Lahm”32 olarak bahsettiği için
biz de burada Etmeydanı olarak isimlendireceğiz. Yeniçeriler isyan
çıkaracakları zaman toplanarak kazan kaldırdıkları Etmeydanı’na
28 Mecmua, R. 1977, vr. 38a; Ahmed, Patrona Halil İsyanı, 21 Hk 479/1, s. 2b.
29 A View of the Levant, s. 65.
30 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, IV/1, TTK, (Ankara 2011), s. 204.
31 Fikret Sarıcaoğlu, “Divan-ı Hümayun’un Kronolojik Toplanma ve Merasim
Günleri (1153-1210/1740-1795)”, Osmanlı Araştırmaları (İstanbul 2007), XXX,
87-143; Aydın Yetkin, “Divan-ı Hümayun”, The Journal of Academic Social
Science Studies, V/5, (2007), p. 353-390.
32 Mecmua, vr. 41a.
338
YAZMA ESERLER IŞIĞINDA PATRONA HALİL İSYANI
HAKKINDA YENİ BİR DEĞERLENDİRME
gelmeden önce kaynaklardan zikredildiği üzere Bitpazarında, Tellak
Patrona Halil33, Manav Muslu Beşe ve Kahveci Emir Kara Ali önderliğinde isyan için toplanan çok sayıda kimse yoktu. İlk etapta Patrona
ve Kara Ali isminde iki yeniçeri neferi kılıçlarını havaya kaldırarak
“ümmet-i Muhammet’ten olan bayrak altına, davamız İslam davasıdır,
Müslümanlara bir zararımız yoktur” diyerek Allah Allah nidalarıyla
Bezestan’a doğru yol alarak ilerledikleri kaynaklardan aktarılmaktadır.
İsyan başladıktan hemen sonra kendilerine dört kişinin daha katıldığı kısa süre içinde sayılarının katlanarak arttığı ifade edilmektedir.34
Mikes’e göre kalyoncu Muslu ve Patrona isminde iki yeniçeri neferi35
arkadaşlarını meydana toplamada zorlanmadılar kısa sürede sayıları
yaklaşık olarak elli kişiyi buldu.36 Toplanan gruplar dört kısma ayrılarak belirli güzergâhlardan Etmeydanı’na doğru hareket etmişlerdir.37
Ellerinde kılıçlarla sokaklardan nizami bir şekilde geçen gruplar tüm
halkı isyana ortak olmaları için Etmeydanı’na davet etmişlerdir.38 Paniğe kapılan Müslüman, Hristiyan ve Yahudiler’le birlikte esnaf da
dükkânlarını kapatarak Etmeydanı yerine kendilerini daha güvende
hissedecekleri evlerine kaçmışlardır. Ancak karışıklıktan korkarak
kaçanların olduğu gibi isyana destek de giderek artmıştır. Etmeydanı’na gelene kadar sayıları bin, iki bin civarında olmuştu.39 Mikes
haklı olarak isyana anından neden müdahale edilmediğini sorar. Az
sayıda asi olmasına karşın bir kısmı Üsküdar’da savaş hazırlığında
olsa da şehirde binlerce asker mevcuttu. Ama birkaç kişinin önderliğinde başlayan isyana bir gün içerisinde binlerce kişiye ulaşılmasına
rağmen Yeniçeri Ağası Hasan Ağa dışında kimse müdahalede dahi
bulunmamıştır. Hasan Ağa’da yaşına hürmet edilen bir zat olarak
korumalarıyla birlikte Patrona ile buluşmaya ve isyancıları dağıtmaya
gitti. Ancak oradakiler yeniçeri ağasını dahi bu isyana katılmaya davet
33 İngilizce olan yazmada bu isim Ali Patrona olarak geçmektedir.
34 Diyarbakır Yazması, 2b.
35 Diyarbakır yazmasında Patrona Halil’in yeniçerilerin 46. ortasından ve Kara
Ali’nin de 41. ortasından olduğu ifade edilir. Bkz., 2b.
36 Türkiye Mektupları, s. 140.
37 Diyarbakır Yz., vr. 3a; View of the Levant, s. 64.
38 View of the Levant, s. 65.
39 Relation, s. 24; Diyarbakır yz., vr. 3a.
339
OSMANLI İSTANBULU III
ettiler. Ancak Hasan Ağa oradan ayrıldıktan sonra tebdili kıyafet kayıkla Üsküdar’a gitti.40 Elimizdeki yazmaların Diyarbakır nüshası
Hasanpaşa’nın firar ettiğini yazarken41 Milli Kütüphane’deki nüsha
padişaha durumu haber vermek üzere gittiğini söyler.42 Bu hadiseye
bağlı olarak burada iki şey akla gelebilir; isyan ya çok küçük görülerek
önemsenmedi, ya da şehirde geriye kalan askerlerin çoğu alttan alta
böyle bir isyanı idareye karşı desteklemekteydi. Zinkeisen’e göre kibar
ve yumuşak huylu bir karakter sahibi olan Sultan III. Ahmet bu tür
ihtilallerde kararlı adımlar atabilecek vasıfta biri değildi.43 Bu yüzden
isyanı kanlı bir şekilde bastırma yerine asilerle müzakere yolunu tercih ettiğinden başarılı olamadı.
İsyanın Gelişimi ve İdamlarla Birlikte Taht Değişikliği
İhtilalcilerin isyan esnasında nasıl hareket ettikleri, insanlara ve dükkânlara ne derece zarar verdikleri hususunda kaynaklarda
farklı görüşler mevcuttur. Örneğin Diyarbakır nüshası kılıç ve tüfek
dükkânlarında ne varsa hepsini yağmaladıkları ayrıca bazı ayakkabı dükkânlarını da kepenklerini kırarak yağmaladıkları belirtilmiştir.44 Daha sonraki günlerde de karmaşadan istifade edenler geceleri
yağmalamaya devam ettiği yine aynı yazmada kayıtlıdır. Mikes bu
dükkan kapatma sonucu sarayda ekmek ve su kıtlığı oluştuğunu belirtir.45 İngilizce nüsha isyan başlangıcında herhangi bir yağmadan
bahsedilmezken asilerin Etmeydanı’na giderken yol boyunca Türker’i
isyana ortak etmek için çaba gösterdiklerini ve kendilerine katılmak
istemeyenleri ölümle tehdit ettiklerini anlatmaktadır. Fakat bu tehdit karşısında kendine katılmak istemeyenlerin birçoğunun vatan
haini olarak yaşamaktansa hükümdara bağlı olarak ölmeyi tercih
ederim tepkilerinin ardından onlara karşı acımasızca davrandıklarını
40 A View of the Levant, s. 65.
41 Diyarbakır, Yz., vr. 3b.
42 Vak’a-i Patrona, vr. 309b.
43 Zinkeisen, s. 439.
44 Diyarbakır Yazması, vr. 2b.
45 Türkiye Mektupları, s. 141.
340
YAZMA ESERLER IŞIĞINDA PATRONA HALİL İSYANI
HAKKINDA YENİ BİR DEĞERLENDİRME
bu yazma ifade eder.46 Ancak yağmalama ifadesi diğer kaynaklarda
sadece silahlarla sınırlı olduğu ve mümkün oldukça diğer insanlara
zarar vermekten kaçınıldığı ifade edilmektedir. Zinkeisen silahların
sipahi kışlaların yağmalanması ile elde edildiğini ve bunun dışında
isyan başlarının disiplinli olunması ve her türlü zorbalıklardan kaçınılması gerektiği hususunda arkadaşlarını uyardıklarını ifade eder.47
Mikes de olayı anlatırken isyanın intizam içinde olduğunu ve isyan
esnasında çevreye çok az zarar verildiğini ifade etmekle birlikte isyan
zamanlarında genellikle dükkânlar yağmalanırken ilginç bir şekilde
bu isyan da padişah hazinesinin veya dükkânların yağmalanmadığını
söyler.48 Dükkânları kapattırdıktan sonra Etmeydanı’na giderken asilerden destek bulmak maksadıyla zindanın kapılarını kırılarak orada
ne kadar mahkûm varsa onları serbest bırakarak kendi saflarına kattığı anlaşılmaktadır. Hammer ise Patrona Halil’in yeniçeri ağasının
kapısına giderek hapiste bulunan ne kadar kötülük erbabı varsa salınmasını talep etmesi karşısında korkan Yeniçeri Ağası Hasan Paşa’nın
bu isteği yerine getirdiğini söyler.49
“Ümmet-i Muhammet’ten olan bayrak altına, davamız İslam
davasıdır” diyerek Patrona Halil ve ekibi aslında hareketlerini meşrulaştırmak istemişlerdir. Çünkü bayrak açtıkları kişiler de en nihayetinde Müslüman ve yıllarca devlet idaresinde bulunmuş kimselerdir.
Akla takılan bir soru da burada, acaba isyanın amacı direkt padişahı
indirmeye yönelik bir hareket miydi yoksa yıllarca çeşitli mevkilere
kendi adamlarını yerleştirdiği iddia edilerek ve başka değişik sebeplerden dolayı da halkın tepkisini çeken Sadrazam İbrahim Paşa ile
birlikte bazı devlet adamları mıydı hedef ? Elimizdeki kaynaklar bu
konu hakkında farklı görüşler ortaya koymuştur. Mesela Relations ve
Türkiye Mektupları’ndaki bilgiye göre Patrona Halil ve arkadaşlarının
padişahla bir dertleri yoktu, hatta ona iyi dileklerde bile bulunuyorlardı.50 Üsküdar’a gelen Yeniçeri Ağası Hasan Paşa İstanbul’daki durumu veziriazama haber verdiyse de İbrahim Paşa birkaç eşkıya ortalığı
46 View of the Levant, s. 65-66.
47 Zinkeisen, s. 439.
48 Türkiye Mektupları, s. 142.
49 Hammer, s. 131.
50 Relation, s. 24; Türkiye Mektupları, s. 141.
341
OSMANLI İSTANBULU III
karıştırmış gidip icabına bakayım diyerek olayı küçümseyerek padişaha da bu şekilde izah etmiştir. Ancak olayın vahametini anlayan
Padişah alelacele veziriazam, şeyhülislam ve diğer padişahlarla birlikte Topkapı’ya gelmişlerdir. Durumun hiçte birkaç kişinin başkaldırması şeklinde olmadığını gören padişah ve diğer idareciler çeşitli
istişarelerde bulunarak isyanın neden çıktığını araştırmakla birlikte
nasıl bertaraf edileceği hususunda da görüşler ortaya koymaktaydılar. Diyarbakır yazması Sultan III. Ahmet’in dokuz kadar mollaya
danışarak bu asilerin kırdırılması hakkında fetva aldığı ve bu yönde
girişimlerde bulunduğu ifade edilmektedir.51 Ancak asilere karşı mücadele için sarayın kapılarında açılan sancak-ı şerifin altında birleşmek için bütün müminlere çağrı yapıldıysa da başarılı olunamadı.52
Kaynaklara göre padişah merkeze gelmeden bir gün önce neredeyse
yeniçeri ocağının tamamı isyana iştirak etmiştir ve hatta o gün Mehmed Ağa’yı hanesinden getirerek yeniçeri ağası dahi seçmişlerdir.53
Veziriazamın isyanı bastırmak için sancak-ı şerif altında toplanacak
olan askerlere para teklifini “biz para istemeyiz” diyerek reddetmişlerdir. İsyanın sebebini sormak ve anlaşma yollarını aramak üzere
padişah Etmeydanı’na kendi adamlarını göndermiştir. Patrona Halil, Vezir İbrahim Paşa’yı, onun kethüdası Mehmet Ağa’yı, Kaptan-ı
derya Paşayı, İbrahim Paşa’nın damadı Kaymakam Mustafa Paşa’yı,
Şeyhülislam Abdullah Efendi’yi, Mehmed Emin’i, Kaplani-zade’yi
ve rical-i devletten on sekiz kişiyi Uzunçarşılı’ya göre de otuz yedi
kişiyi54 daha Etmeydanı’na sağ olarak istediklerini padişaha bildirmiştir.55 Ancak Vak’a-ı Patrona adlı yazma da ihtilal esnasında asilerin sokaklarda gezerken “…ba ‘de’l-yevm Sultan Ahmed’i ve ne vezir-i
a ‘zamı isterüz cülus ider de bu kadar hazır amadan sefer müheyyatiyle
Sultan Mustafa’nın oğlu Sultan Mahmud ile giderüz…” diye nida ettikleri belirtilir.56 İsyanın, Sultan III. Ahmed’in tahttan indirilmesiyle
yatışmasından da anlaşılacağı gibi asiler ne sultandan ne de vezirden
51
52
53
54
55
56
Diyarbakır Yz., vr. 3b.
Zinkeisen, s. 439.
Vak’a-ı Patrona, s. 310a; Türkiye Mektupları, s. 141.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Bl. I, TTK, (Ankara 2011), IV, 206.
Diyarbakır Yz., s. 3b.
Vak’a-ı Patrona, s. 309a.
342
YAZMA ESERLER IŞIĞINDA PATRONA HALİL İSYANI
HAKKINDA YENİ BİR DEĞERLENDİRME
razıdırlar. Ayrıca asiler talepleri yerine getirilinceye kadar da devletin
iyiliği için sarıldıklarını iddia ettikleri silahlarını bırakamayacaklarını
padişaha bildirmişlerdi.57
Saray-ı hümayunda asilerin isteklerini öğrenen padişahın izlediği yol yine elimizdeki yazmalarda detaylı bir şekilde anlatılmaktadır.
İstişare sonucunda ulema padişaha canını seviyorsan asilerin isteklerini
yerine getirmesini yani istedikleri kişileri teslim etmesini istemişlerdir.58
Buna binaen Müftü Abdullah Efendi Bozca Adası’na sürgün edilmiştir.59 Yazmalardan anlaşılacağı üzere manevi değeri olduğu için ulema
müftülünün asilere teslimini istememişlerdir. Patronanın işaret ettiği
isimler Topkapı’da bulunan mecmua da “devlet-i ‘aliyyeye hıyanetlerine
binaen mahnukan katl” diye geçer.60 Mecmuadaki bir derkenarda da
Sadrazam İbrahim Paşa, kethüdası Mehmed Ağa ve ve Kaymakam
Mustafa Paşa aynı şekilde asilerce de hain-i din devlet olarak ifade
edilmiştir.61 Buradaki kaynaktan anlaşılacağı üzere Patrona’nın talebi
haklı olarak gösterilmektedir. Eğer İbrahim Paşa ve adamları “hain” idi
ise isyanın meşru olması gerek. Yoğun ısrarlar sonucu padişah, İbrahim
Paşa’yı, kethüdası Mehmed Efendi ve Kapudan Kaymakam Mustafa Paşa’yı en azından canlı canlı asilere teslim etmektense Anadolu
kadıaskeri aracılığıyla onları yakalatarak boğdurdu. Cansız bedenleri
ertesi gün bir ordu arabasıyla asilere teslim edilmek üzere Etmeydanı’na gönderildi. Patrona ve arkadaşlarının talep ettiği diğer isimlerinde
canlı teslim edilmeyerek aynı şekilde boğduruldukları yine kaynaklarda
geçmektedir. Ama elimizde bulunan bütün kaynaklar sadece üç kişinin
cesetleri hakkında bilgi vermektedir. Mikes’in aktardığına göre asiler
Kapudan Paşa’ya acıdıkları için ölüsünü gömsün diye anasına yollarlar.
Diyarbakır yazması ise cesedini parçalayarak bir sebil başına bıraktılar
diye anlatır. Kâhyanın cesedini de parçalara ayırarak köpeklere atarlar.
İbrahim Paşa’nın cesedini ise “Bu İbrahim Paşa değildir, bu sünnetsizdir. Dirisini isteriz.” diyerek tekrar saraya gönderirler.62 Diyarbakır
57 Zinkeisen, s. 439.
58 Türkiye Mektupları, s. 141.
59 Mecmua, vr. 38b.
60 Mecmua, vr. 39a.
61 Mecmua, vr. 38b.
62 Türkiye Mektupları, s. 142; Diyarbakır Yz., vr. 5a; Vak’a-i Patrona, vr. 310b.
343
OSMANLI İSTANBULU III
nüshası olayı biraz daha dramatik şekilde anlatır. Yani İbrahim Paşa’ya
ait olmadığını iddia ettikleri cesedi arabanın arkasına bağlayarak sürüye
sürüye her yeri açık halde birçok kılıç yarasıyla saray meydanına bıraktılar.63 Daha sonra vezirin köpeklerden geriye kalan kemikleri parça
parça olduğu herhangi bir yere defnedilmediği ya da denize atılmadığı
ancak her bir kemiği bir yerde kaybolup gittiği aynı kaynakta ifade
edilmiştir.64 Bu infaz sonucunda Mikes şakınlığını şöyle aktarır: “…
Sadrazam ki hem servet hem de kudret bakımından krallar gibiydi. On iki
yıldır bu makamda idi ve padişahın da damadı idi. Cesedini köpekler yedi.
Halbuki kendisine binlerce kuruşluk mezar yaptırabilirdi…”.65 Ayrıca İbrahim Paşa’nın hazin sonuyla alakalı on üç yıldır vezaret ettiği ve bu
esnada vakıflar yaptırdığı için hakarete maruz kalmayı hak etmediğini
ifade eden destanlar bile yazılmıştır.66
Burada asiler İbrahim paşa diye kendilerine gönderilen cesedin
Kürkçü başı Manol’a ait olduğunu iddia ederler. Hâlbuki Manol isyan
vuku bulduğunda Boğdan’a kaçmıştır. Ahmet Refik de kitabında bu
olayla alakalı Bender muhafızı Vezir Osman Paşa’ya ve asitane-i saadetimde Boğdan memleketine gönderilen hükme yer vermiştir.67 Bu
hüküm de firar eden Manol Rum taifesinden, sarı bıyık ve gök gözlü
olarak tarif edilmektedir. Yazmadan anlaşılan o ki asiler daha sonra
cesedin İbrahim Paşa’ya ait olduğunu iki dişi altın tel ile sarılmasından ve kolundaki yakılardan anlamışlardır. Buradan anlaşılacağı üzere
ceset İbrahim Paşa’ya ait olmakla birlikte asilerin istekleri aslında
daha farklıdır. Anlaşılan o ki sadrazamın ve adamlarının idamı isyanı
durdurmaya yetmemişti. Gece olayları ve yağmalar Diyarbakır yazmasına göre devam etti. Gece dışarı çıkma yasağı getirildi ve hırsızlar
için her mahalleye bekçiler konuldu. Sultan Ahmet asilerin istediklerini yaptığını düşünerek isyanın dinmemesine bir anlam veremez
ve ulemayı tekrar toplayarak bu asilerin ne istediklerini öğrenmek
ister. Ayasofya camiinin vaizi İspiri-zade Ahmet Efendi’yi - Fransızca
63 Diyarbakır Yz., vr. 5a.
64 Diyarbakır Yz., vr. 6b.
65 Türkiye Mektupları, s. 143.
66 Ahmet Refik, Lale Devri, s. 154.
67 Ahmet Refik, On İkinci Asr-ı Hicri’de İstanbul Hayatı (1689-1785), Enderun
Kitabevi, (İstanbul 1988), s. 109.
344
YAZMA ESERLER IŞIĞINDA PATRONA HALİL İSYANI
HAKKINDA YENİ BİR DEĞERLENDİRME
nüsha İspiri-zade’yi sadakatsiz olarak tarif etmiştir68 -Etmeydanı’na
gönderip Patrona Halil’in talebini sordurur. Cevaben onlar “ba ‘de’lyevm Sultan Ahmed’ün hilafetini tutmazuz Sultan Mahmud Han
Hazretleri’ni isterüz” demişlerdir.69 Toplanan son Divan-ı hümayunda Sultan III. Ahmet “bu asiler benim padişahlıkta kaldıımı da istemezler, benim yüzümden kimsenin tehlikeye girmesini istemem, tahtımı
kendi rızamla abimin oğlu Mahmud’a bırakıyorum” diyerek 1 Ekimi
1730 gecesi saat 4:00- 6:00 sularında tahtan iner ve Sultan Mahmut
Han Hazretleri’nin odasına giderek “ gel birader-zadem, ba ‘de’l-yevm
hükm-ı hükümet ve çah-ı saltanat senündür” diyerek kendisine tahtını
devretmiştir.70 Yazmalarda dikkat çeken diğer önemli şey de III. Ahmet’in tahtını devrederken Sultan Mahmut’a söylediği iddia edilen
yönetimle alakalı nasihatlerdir. Buna göre III. Ahmet “aklını başına
cem’ ve her kim ki vezirin olursa ol şahsa benü gibi zebün ve sakalını eline virme” diyerek Sultan Mahmut’u vezirleri konusunda uyarmıştır.71
Buradan aslında III. Ahmet’in çoğu işi vezirine bıraktığı onun eliyle
işleri yürüttüğü anlaşılabilir. Yani bir nevi kontrol aslında İbrahim
Paşa’nın tekelindeydi. Bu da İbrahim Paşa’nın iyi ya da kötü bir takım kararları rahatlıkla kendi başına alabildiğini gösterebilir. Bu da
İbrahim Paşa’ya ve III. Ahmet’e karşı memnuniyetsizler gurubu bu
şekilde artmış olabilir. Sonuç olarak Mikes hayretini mektubunda da
ifade ettiği gibi “… böyle koca bir devletin padişahını iki yeniçeri neferi indirebiliyor”. Daha sonra iç odalara yerleştirilen sabık Sultan III.
Ahmet’in kendisine verilen zehirle 1736’da yaşamının son bulduğunu
Fransızca yazma ifade etmiştir.
İsyan Sonrası I. Mahmut ve Asilerin Bertaraf Edilmesi
Devlette adet olduğu üzere taht değişikliği sonrası her padişahın bütün yeniçerilere ulufe vermesi gibi Sultan Mahmut da bu görevi
yerine getirerek askerlerin maaşlarını ve ulufelerini ödedi. Ödenen
68 Relation, s. 36-40.
69 Vak’a-i Patrona, vr. 310b.
70 Vak’a-i Patrona, vr. 310a; Türkiye Mektupları, s. 142; Diyarbakır Yz., vr. 5b;
Relation, vr. 36-40; A View of Levant, s. 72.
71 Vak’a-i Patrona, s. 310a; Türkiye Mektupları, s. 142; Relation, s. 36-40.
345
OSMANLI İSTANBULU III
paranın miktarı hakkında kaynaklar farklı farklı rakamlar ortaya koymuşlardır. Örneğin Diyarbakır yazmasında yeniçerilere 6 bin kese
verildiği söylenirken Mikes’in aktardığına göre de her yeniçeriye ayrıca verilen ulufeler 5 bin keseyi bulmuştur. Yani bir kesenin 500
kuruş olduğunu mektupta izah edilmiştir ki burada ödenen miktarın
toplamda 2.500.000 kuruş olduğunu hesaplayabiliriz.72 Fransızca
kaynakta ise cülus bahşişinin hazineye masrafı o dönemde her bir
kese 1.500.000 akçe olarak hesaplandığından toplamda 11.250.000
akçe idi.73 Üstüne üstelik birlikler cülus bahşişini ve ulufelerinin
yükseltilmesini şiddetle talep ediyorlardı. Onların hesabına göre en
azından maktul vezirlerin ve sadrazamların el konulan hazineleri
bu talepleri doğrudan karşılayabiliyordu. Sadece sadrazamın hazine
odasında her biri 60 bin Venedik altını dolu 18 çuvaldan oluşan üç
sandık bulunmuştur. 3.240.000 Venedik altını (bir Venedik altını 10
akçe olduğundan 3.240.000 akçelik meblağ ortaya çıkar) olduğu ve
kethüdanın da en az üç bin kese hazinesinin ki o da 4.500.000 akçe
değerinde hazineleri olduğu bu kaynakta ifade edilmektedir.74 Buradan da anlaşılacağı üzere iktisadi şartları öne sürerek isyana kalkışan
asilerin devlete ayrıca bir külfeti olmuştur. Bu ihtilalin devlete ne
kadara mal olduğu başlı başına bir araştırma konusudur ve hala araştırılmayı beklemektedir.
İsyanların hala şehirde devam ediyor olması taht değişikliğinin de asileri durdurmaya yetmediğini göstermektedir. Kaynaklardan
anlaşılacağı üzere İstanbul’da günlerce dükkan yağmalamalar, yalı ve
konak baskınları, adam kayırmalar ve cinayetler bir şekilde devam etmekte ve ticaret erbabı da bu konuda oldukça rahatsızlık duymaktadır.
Ulema dâhil şehirde herkes tedirgin durumdaydı. Âsiler, önceleri hiçbir resmî görev ve unvan almadan hükümetin icraatını denetlemeyi
denedi.75 Patrona Halil, I. Mahmut’tan halka yüklenen aşırı vergilerin
ve malikâne usulünün kaldırılmasını istedi.76 Bunun üzerine Sultan
Mahmut bir hatt-ı hümayun yayınlayarak her ne kadar malikâne
72 Türkiye Mektupları, s. 143.
73 Relation, s. 49 ve 58.
74 Relation, s.46.
75 Abdulkadir Özcan, “Patrona İsyanı”, DİA, XXXIV, 191.
76 Relation, s. 41.
346
YAZMA ESERLER IŞIĞINDA PATRONA HALİL İSYANI
HAKKINDA YENİ BİR DEĞERLENDİRME
varsa hepsi kaldırılması ve fukaraya zülüm olmaması gerektiğini ilan
etmiştir.77 Muslu yeniçeri ağasının kethüdası olurken Patrona da yaya
beyliğine atandı.78 İsyan ateşi sönmüş gözükse de Patronanın alttan
alta bu yangını körüklediği kaynaklarda geçmektedir. Zinkeisen’in de
dediği gibi sadece vatanın kurtarıcı sıfatıyla yetinmek isteyen Patrona
Halil bile gücü arttıkça talepleri de artıyordu. Verdiği hizmetlerine
ödül olarak kaptan-ı deryalık makamı istiyordu.79 Mikes’in mektubunda anlaşılan o ki İstanbul kadısı Deli İbrahim Efendi dahi her
fırsatta zengin olmaya çalışmakta ve kendi istediklerini yaptırmaya
gayret göstermektedir.80 Örneğin onun teşvikiyle Sadabad’daki yüz
yirmiden fazla köşk ve kasrın yakılması söz konusu edildi. Fakat I.
Mahmut’un çıkardığı fermanla buradaki köşklerin yakılmasını değil
sahiplerince yıkılmasını emrederek âsileri sakinleştirmek istediyse de
isyancılar daha önce davranıp köşkleri yıkmakla yetinmedi, buradaki
ağaçları da kesti.81
Padişah ve sadrazam isyanın yeniden başlamasından korkuyorlardı. Çünkü Patrona Halil’in etrafında hala yaklaşık on iki bin
Arnavut vardı.82 Bu yüzden Sultan Mahmut tahta geçtiği ertesi günü
Patrona Halil’i saraya çağırarak Patrona’dan atalarına ve kendisine
karşı bir şey yapmayacağına dair söz istemiştir.83 Ayrıca Patrona’nın
bitmek bilmeyen istekleri de bir şekilde yerine getirilmeye çalışılmıştır. Bu sebeple Patrona Halil kendisini daha güçlü hissetmiş ve taviz
üzerine taviz koparmaya çalışmıştır. Örneğin bir süre sonra Patrona
Halil, devlet gelirlerini ve görev yerlerini kendi adamlarına verdirerek İbrâhim Paşa’nın yerine sadrazamlığa getirilen III. Ahmed’in
damadı Silâhdar Mehmed Paşa’yı makamında bıraktırdı, şeyhülislâmlığa Mirza-zâde Şeyh Mehmet Efendi’yi, kazaskerliklere de Paşmakçı-zâde Abdullah ile Zülali Hasan efendileri tayin ettirdi.84 Bu
77 Diyarbakır yz., vr. 6a.
78 Diyarbakır Yz., vr. 7a.
79 Zinkeisen, s. 442.
80 Türkiye Mektupları, s. 143.
81 Özcan, s. 191.
82 Relation, s. 83.
83 Relation, s. 41.
84 Özcan, s. 191.
347
OSMANLI İSTANBULU III
tayin işlerinde Patronanın iş bilmezliği, adam kayırması ve bu iş için
rüşvet alması anlatılır.85 Tüm kaynaklarda anlatılana göre Rum asıllı
gayr-i Müslim bir kasabı Boğdan voyvodalığına atanması için vezire talimat vermiştir.86 Vezir ise bunun kanunlara aykırı olduğunu
Boğdan’a Bey olanların belirli bir kaide çerçevesinde olduğunu söyleyerek karara itiraz etmiştir. Bunun üzerine vezir-i azamı bizler yine
Etmeydanı’na gideriz ve seni İbrahim Paşa’dan dahi beter ederiz diye
tehdit etmeleri karşısında o kasabın Boğdan beyi olduğu Diyarbakır
yazmasında ifade edilir. Çeşitli memuriyetlere kendi adamlarının getirilmesini sağlayan asilerden Patrona kaptan-ı deryalığa, Muslu’nun
yeniçeri ağalığına ve Kara Ali’nin de kulkethüdalığına tayinini istemekteydiler.87 Bu ve benzeri istekler ocak efradını rahatsız etmiştir.
Bu sebeple asiler arasında ki bölünme de bir taraftan büyüyordu. Yani
Patrona Halil’in isyan sonrası I. Mahmut zamanında devam eden
tavrı sultan ve devlet erbabının yanında arkadaşlarının da tepkisini almaya başlamıştı. Özellikle yeniçeri ocağında Patrona aleyhinde
ve padişah lehinde gruplaşmalar artıyordu. Çünkü isyana sebep olan
adam kayırma, rüşvet gibi tasvip edilmeyen davranışlar şimdi Patrona
tarafından gösterilmekteydi. Yeniçeri ocağı ileri gelenleri ve ihtiyarları
bu durumdan rahatsızlıklarını şu şekilde ortaya koymuşlardır:
“… bizler Yeniçeri ocağının ihtiyarlarıyuz ve ocak dimek ihtiyar dimekdür ve neferat bizim kuzularımızdur ve kuzu anasından ayrılmaz
ve sen ocağımıza muhalefet hareket eyledin ve ümmet-i Muhammedi rencide etmeye başladın ve padişah mansubuna karıştın ve dürlü
dürlü hesaplar işledin ve bu senin ittüğün zorbalığa yedi ocağın rızası
yokdur ve padişah-ı alem penah hazretlerinin rızası yokdur ve şer’i
şerif dahi buna rızası olmaz…”88
Patrona Halil, Muslu ve Emir Ali divan-ı hümayun kararlarına
etki etmekte ve istediklerini genellikle yaptırmaktaydılar. Eğer istekleri yerine getirilmezse isyan edeceklerini bu defa İstanbul’ yetmiş
85 N. Jorga, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (trc. Nilüfer Epçeli), (İstanbul 2005),
s. 340; Türkiye Mektupları, s. 144; Diyarbakır Yz., vr. 7b.
86 Diyarbakır Yz., s. 7b.
87 Relation, vr. 83-84; Diyarbakır Yz., vr. 8a.
88 Diyarbakır Yz., vr. 7b.
348
YAZMA ESERLER IŞIĞINDA PATRONA HALİL İSYANI
HAKKINDA YENİ BİR DEĞERLENDİRME
seksen yerden yürüyerek devlet-i Osmaniye’ye ve İstanbul’a sahip
oluruz demekle padişaha gözdağı vermekteydiler.89 Diyarbakır yazmasında ifade edildiği gibi bu zalimlerin ve eşkıyaların bu ihanet
planları Sultan Mahmut, vezir-i azam ve Tatar Hanı Kaplan Giray’ın
da dikkatini çekmiştir. Hatta asiler zaman zaman Kaplan Giray’a gelerek vezir-i azamın görevden alınması için padişahtan rica etmesini
istemişlerdir.90
Asilerin bitmek bilmeyen istekleri ve tehditleri karşısında padişahın bir şeyler yapması gerektiği tartışılmış ve çeşitli toplantılar
yapılmıştır bu konu hususunda. Nihayetinde asileri ortadan kaldırmak için bir plan ortaya konmuştur. Sultan asilerin hakkından gelmek için Mahmut Kaptan-ı Derya Canım Hoca’yı (Mehmet Paşa),
İzmir’den Muhsin-zade Abdullah Paşa’yı, Kırım Hanı Kaplan Giray’ı
Kabakulak İbrahim Paşa’yı ve bir yeniçeri ocağı başı olan Pehlivan
Mustafa Ağayı çeşitli bahaneler sunarak gizlice İstanbul’a davet etti.91
Davet edilenler de İstanbul’a geldikten sonra padişahı asilere karşı
gelmesi hususunda cesaretlendirdiler. Bunun üzerine padişah Bağdat
valisinden posta gelmiş ve mektubunda Acemler’le Araplar’ın güya
büyük zararlar verdiklerini biliyormuş gibi yaparak dinini sevenlerin
oraya yardıma koşmalarını ilan eder. Bu maksatla sadrazam divan
kurarak bütün ulema ve askeri erkânla meşveret yapacağını duyurur.92
Mikes’in mektubuna göre Patrona, Muslu ve serdengeçti ağalarını
yanına alarak divana gider. Divanda postacı da getirdiği mektuptan
birçok uydurma haberi okur. Bunun üzerine sadrazam Bağdat seferine gitsin diye Patrona’ya da üç tuğlu vezirlik yani paşalık, serdengeçti
ağalara da başka rütbeler vermek ister. Fakat hiç biri buna yanaşmaz.
O gün iş olmayacağı anlaşılınca sadrazam, padişah huzurunda yeniden bir divan olacağını ve herkesin katılması gerektiğini duyurur.93 25
Kasım 1730 da sözde savaş meselesi hususunda toplantı tertiplendi.
Bu defa suikast ile alakalı tüm planlar yapılmıştı. Bostancılar gizlendi.
89 Diyarbakır Yz., vr. 8a.
90 Diyarbakır Yz, vr. 8a.
91 Relation, s. 97-98; Diyarbakır Yz., vr. 8b; Türkiye Mektupları, s. 144, Mecmua,
s. 44a.
92 Türkiye Mektupları, s. 144; Diyarbakır Yz., vr. 8b.
93 Türkiye Mektupları, s. 145.
349
OSMANLI İSTANBULU III
Padişahın kendilerine kürk giydireceklerini ve makam vereceklerini
zanneden asilerden Patrona Halil, Muslu ve Emir Ali her şeyden
habersiz yirmi altı kişilik zayıf bir ekibiyle gelmesi sağlandı.94 Sarayın üç avlusu bulunduğundan her birine ayrı toplantı oluyormuş gibi
her birine birer divan odası hazırlandı.95 Mikes’in mektubuna göre
birinci divanda Giray Han, Şeyhülislam, yeniçeri ağası, Patrona Halil
ve diğer ele başları vardı. İkinci divanda Canım Hoca, serdengeçti
ağaları ve Patronanın diğer arkadaşları vardı. Üçüncü divanda ise Niş
Paşası ve diğer birçok sınıf zabitleri vardı.96 Sarayın bütün kapıları
kapatıldı ve önlerine nöbetçiler dikildi. Sadrazam İbrahim paşa ve
adamlarının başına gelen olayın daha fecisi şimdi bu asilerin başına
gelmişti. Pehlivan Mustafa Ağa’nıın “padişah ve devletin düşmanlarını öldürün” diye bağırmasıyla birlikte bostancılar saklandıkları yerden
çıkarak asileri orada öldürdüler.97 Sadece en dış avluda bulunan ve
durumu hissedenlerden bazıları kaçmayı başarabildi. Fransızca yazmaya göre üç gün içinde yedi bin kişi yakalandı ve idam edildi. Bu
kanlı mahkemeyi icra edenler ise ödüllendirildi. Yani Muhsin-zade
Abdullah Paşa yeniçeri ağası olurken Kapudan Paşa Canım Hoca üç
tuğ ile vezir, Pehlivan Mustafa Ağa yeniçeri kethüdası ve Kabakulak
İbrahim Paşa ise Halep Beylerbeyi oldu. Patronanın üç bin keseden
oluşan hazinesi ise dağıtıldı. Yazmalardan anlaşılacağı üzere Patrona
isyanı kanlı bir şekilde neticelendirilse de irili ufaklı isyanlar ertesi yıla
kadar devam etmiştir. Zamanla bu isyanlar bastırılmıştır.
Sonuç olarak, kaynaklarda isyan anlatısı genel olarak aynı olmakla birlikte içerikleri açısından çeşitli farklılıklar ve yorumlar müelliflerin saraya mı yoksa isyancılara mı daha yakın bir perspektiften
yazdıklarına dair ışık tutmaktadır. Sultan III. Ahmet, İbrahim Paşa
ve diğer devlet ekâbirleri hakkında bazı eleştiriler isyanı meşrulaştırmaya çalışır niteliktedir. Buna mukabil saray çevresinin görüşünü
yansıtan kaynaklarda durum bunun tam aksini ispatlar niteliktedir.
Üzerine fazla araştırılma yapılmamış bir konu ise isyanın devlete
maliyeti konusu olmuştur. İsyanın ekonomik sebepleri Bekir Sıtkı
94 Zinkeisen, s. 444.
95 Türkiye Mektupları, s. 145.
96 Türkiye Mektupları, s. 145.
97 Relation, s. 115-123.
350
YAZMA ESERLER IŞIĞINDA PATRONA HALİL İSYANI
HAKKINDA YENİ BİR DEĞERLENDİRME
Baykal tarafından yazılmış olsa da isyanın iktisadi sonuçları hakkında fazla bir çalışma mevcut değildir. İsyanın bastırılması için, insan
gücü ve zaman kaybı dışında yapılan harcamalar da isyanın boyutu
hakkında bilgi vermektedir. Kaynaklar doğrudan veya dolaylı olarak
mali konulara da değinmişlerdir. Örneğin, Diyarbakır yazması yeniçerilere altı bin kese verildiğini söylerken, Kelemen beş bin kese
bahşiş verildiğini iddia eder. Yani bir kesenin beş yüz kuruş olduğunu
yine kaynaklardan biliyoruz. Bu bağlamda yaklaşık olarak 2.500.000
kuruş ödendiği bildirilmektedir. Fransızca kaynak ise cülus olarak
bahşişin maliyetini 11.250.000 akçe olduğunu bildirir.
351
“Diplomatic Memories” of Alka Nestoroff
Klara Volarić
Araştırmacı
Letters are always written because of absence and are destined to
create presence.
Letters permit us to gain access to a domestic or intimate sphere,
include emotions and perceptions, reflect representations and underlying ideologies, always revealing information about the time in
which they were written and about their writers and readers.1
Alka Mažuranić Nestoroff was the wife of the Bulgarian diplomat Dimitri Minčo Nestoroff who served as First Secretary of the
Bulgarian embassy in Belgrade, Istanbul, and Berlin from 1904 until
1914. During Nestoroff ’s diplomatic service, Alka regularly sent letters to her family in Croatia where she was describing the various
events and impressions of the cities she was living in. These letters
formed part of a collection assembled under the title “Diplomatic
Memories” and were published for the first time in the first volume
1 “Introduction” in Reading, Interpreting and Historicizing: Letters as Historical
Sources (Regina Schulte, Xenia von Tippelskirch, eds.). http://webdoc.sub.
gwdg.de/ebook/p/2005/european_univ_inst/HEC04-02.pdf, 6
353
OSMANLI İSTANBULU III
of the Istanbul Memories research project conducted by the Orient
Institute in Istanbul. In this paper I will briefly introduce Nestoroffs
and the “Diplomatic Memories” letters. To this I add parts of several
letters that refer to the everyday Ottoman Istanbul at the turn of the
20th century, seen through the eyes of Alka Nestoroff.
Alka was part of the distinguished Croatian family Mažuranić.
Her grandfather Ivan Mažuranić was ban of Croatia in the Austro-Hungarian Empire, and author of The Death of Smail-aga Čengić,
where he described the death of Turkish notable in Herzegovina.
Her sister Ivana Brlić Mažuranić is still considered to be the best
Croatian children’s writer, four times nominated for the Noble prize
in literature. In addition, their father Vladimir Mažuranić was a distinguished Croatian lawyer and politician, a member and President
of the Yugoslav Academy of Sciences and Arts.
Alka met Minčo Nestoroff in Belgrade in 1905 where he obtained his diplomatic service. They married in 1906 in Zagreb and
next year moved to Istanbul. Beside diplomatic service in Istanbul,
Minčo Nestoroff was tied to this city through his education at the
Robert College. Being of Greek origin and born in Kazanlak in Bulgaria, he played a significant role as the secretary of the Bulgarian
tsar Ferdinand, after which he pursued a successful diplomatic career.
After the First World War he continued his work in Zagreb until his
death in 1943. The couple had two children, Hristo who spent his
earliest childhood in Istanbul and Thea who was born during their
diplomatic service in Berlin.
As mentioned, above during Nestoroff ’s diplomatic service,
Alka sent letters to her family. The letters were written in Croatian,
with French and German phrases interspersed as was characteristic
of the Croatian elite. The letters have been preserved as 70 pages of
type-written text. Thirteen letters have survived, of which nine were
sent from Istanbul where Nestoroff served from 1907 until 1911;
three letters from 1907, five from 1908, and one from 1909. The letters are generally five to seven pages long. They are kept as part of the
family heritage in Villa Ružić in Rijeka, Croatia. In addition to letters,
the family collection, which today is open to the public, consists of
354
“DIPLOMATIC MEMORIES” OF ALKA NESTOROFF
thousands of books which Ivan Mažuranić and his brothers collected,
their personal effects as well as belongings of the other persons who
were connected to this family, including Minčo Nestoroff. The collection includes his diploma and transcript from Robert College in
Istanbul, various medals as well as documents and photographs from
his diplomatic career and service at the Bulgarian court.
In these letters Alka Mažuranić experiences Istanbul from
what Edward Said would have termed an Orientalist perspective.
Alka, as a member of senior diplomatic circles, approaches the city
and its inhabitants from a superior position, reproducing the stereotypes of the era’s mainstream European travel literature and printed
tour guides. Alka’s main concern before entering Istanbul was lack of
electricity, phones and poor water supply. For her, Istanbul was amazing and breathtaking, but dirty and backward with strange houses
and countless street dogs, which spread disease and were the only
real cleaners of the city. Kurds, as cheap manpower, were portrayed as
savages and the Turks were not significantly different. Sultan Abdul
Hamid II is described as a cruel despot responsible for the Armenian
massacres. Alka had a few Armenian acquaintances who survived
those massacres and she described their experiences in these letters.
As a wife of a diplomat, she attended the Sultan’s Muslim Friday Prayers which she illustrated in detail, portraying the Sultan and
his ministers. In addition to this, Alka vividly and extensively described the life of the diplomatic circles in Istanbul, the foreign diplomats and their wives, the ceremonies, and the many formal dinners.
She occasionally refers to political topics, but generally is more interested in the everyday life of Istanbul than in the political situation.
However, from the beginning of 1908 she starts to mention
the Young Turk movement and comments on Enver, the later Enver
Pasha, as a “good looking and elegant young man” whom she met in
Belgrade. She does not refer much to the Young Turk revolution, but
instead to the counter–revolution and deposition of Abdul Hamid
in 1909, which she describes in the greatest detail. The house of
the Nestoroff family was situated in Nişantaşı, close to the military
academy and overlooking the palace and Bosporus so Alka directly
witnessed the events there.
355
OSMANLI İSTANBULU III
These only recently published letters are a valuable historical
source, which can be mined for insights into numerous fields, including diplomatic, cultural and everyday life, urban or woman’s history,
just to mention a few. They vividly portray Istanbul and its inhabitants at the beginning of the 20th century. Nevertheless, they are not
just interesting from this aspect; the fact that they were written from
the perspective of a young Croatian woman pertaining to the elite
circles makes them an even more unique source. Because of this I add
to appendix few selected passages from her letters that can best provide eye-witness account on Istanbul at the turn of the 20th century.2
2 The Istanbul Letters of Alka Nestoroff (Klara Volarić, ed.) Bonn: Max Weber
Stiftung, 2015, pp. 7-88
356
“DIPLOMATIC MEMORIES” OF ALKA NESTOROFF
APPENDIX
Carigrad, 20 VIII 1907
Still, let me return to the tragi-comical intermezzo, which is
so typical of this country where I am going to live. It all happened
at that very Carigrad train station, where I took my very first step on
Turkish soil. As you know, I packed my three huge suitcases to the
brim with clothes and dresses. Following Tinka’s advice, I added all
my jewelry to one of them – you know, with the biggest yellow one
with two levels. In Sofia, I handed over all three suitcases as checked
luggage. The guards went with the luggage tickets to pick them up
and place them into the carriage which waited for us in front of the
station and which was supposed to depart after us. Shortly thereafter,
one of these guards returned with two carriers, i.e. Kurds upon whose
shoulders my two heavy suitcases rested with incredible ease - as if
they were empty or made of aluminum! I never saw such frightful
faces like those of these two Kurds! I instantly remembered that they
were guilty of the horrible slaughters of Armenians. They did it – one
is told- by the decree of the Padishah. And, judging from their faces,
it looks like they cannot wait to do it again. Instinctively, I stood before Tereza and my son to protect them, but Tereza was emotionless
as always and the little one waved happily to the Kurds!
At that moment I heard terrible noise and quarrel in loud guttural tones with two even more terrifying carriers pulling and carrying away some huge dirty package in an old shabby carpet. They
were sweating and cursing and calling on some ragged fellow for help.
This ragged fellow, who had a huge wound on his forehead, stood
aside serenely, chewing his tobacco and not responding to the commotion and cursing of the Kurds. I will never forget how vehemently
Minčo yelled at the carriers in Carigrad’s Turkish jargon and was
explaining something to the guard and the Kurds with his hands and
legs. Nonetheless, they continued to quarrel, although I had no idea
why. Even the station officers came, whom the guard was obviously
sought, and they all produced an incredible clamor while turning and
looking at this package, full of poor dishes, tatters and bags. Suddenly,
357
OSMANLI İSTANBULU III
one of the officers pointed to the writing on the package. It was the
same as the writing on my luggage ticket from Sofia. [What a] scene!
To make things even more mysterious, none of the station officers knew who actually took my suitcase or were it went. Imagine,
this suitcase contained my finest dresses and jewelry! Minčo and the
officers were running across the station, while I was placing Tereza
and the little one in the carriage and witnessing my first disaster on
Turkish soil. I have to admit, I was in a fatalistic mood. In my heart I
had only one wish: to go to my new place and remove myself, Tereza
and the child from this horrible experience caused by the dreadful
carriers.
A short time later, full of shock, I again heard terrible noise and
maniacal crying. I noticed someone who was even more dreadful than
the carriers. I will never be able to forget the appearance of this person ran to the shabby package while yelling, moving hands, putting
the Kurds aside and finally sitting on the package, screaming even
louder. The scene was so fantastical and incomprehensible. Later I
saw officers coming, guards and – my lost luggage. Minčo took out
his valet and gave the Kurds a reward. Luckily there was no Sultan’s
decree for the slaughtering of Europeans. I now noticed for the first
time that even Kurds can smile – all completely relaxed and at ease,
just like back home.
I have to say that I did not understand anything. Only when
we were home did Minčo tell me exactly what had happened. That
ragged giant Turk with the dirty fez on his head took my suitcase
because of a mistake made by a clerk in Sofia. When he noticed the
mix-up at the train station in Carigrad he alarmed everyone, screaming that he wanted his baggage back even if he needed to go to the
Sultan himself, and that the devil could take my baggage because he
does not care about it.
So you see, I encountered my first miracle when taking my first
step in this land of wonders – and horrors. A poor looking Asian did
not want infidel’s treasure but instead he sought to recover his poverty. No matter what it looks like, his poverty is his and he did not
want to give it away. Minčo has convinced me that I will encounter
358
“DIPLOMATIC MEMORIES” OF ALKA NESTOROFF
all sorts of wonders on Carigrad’s streets. One Thousand and One
Night indeed!3
Now let me tell you few things about my apartment. This is
also special issue. It may not be great, but it is clearly at least as good
as living in Carigrad allows for. We live in the house of some Greek
man who built it in one of the most beautiful parts of Carigrad, far
away from foul-smelling and unappealing Pera. You can see the room
organization on the card, but still this description alone does not
allow to imagine what the apartment needs in order to be appropriate. As I wrote to you already, we took the rooms without a furnace
and the kitchen without an oven; the floors were soft so we had to
use 146 meters of parquetry just to cover them. The wash room is
without bath and the toilet is – alla turca! We have spent a lot on
paraffin lamps and candles for the chandelier– but the furnaces, bath,
oven etc. can all be easily sold upon our leaving. The furnaces are
charming, white on enameled plates and tastefully decorated. The
biggest problem is the furniture, because you do not know where
to put it. There are practically no walls! It is a sort of a glass house
with a beautiful view on the Sultan’s palace - and the sea! Across the
street, military cadets train under the supervision of German officers.
This is very interesting for our little one because he enjoys soldiers,
commanders and the dogs that are driven off by a Turk specifically
hired for this occasion.4
As you see, Šišli is also full of dirty and poor dogs as in the
other parts of Carigrad. My small hope that there would be no dogs
at Nišantaš allready proved futile on our way from the station to the
apartment. Hundreds of dogs were laying in the streets and enjoying
the sun from from Pera all the way to Šišli. It is not exactly an attractive sight. These mangy dogs who often exhibit wounds inflicted
by their co-sufferers neither move for pedestrians nor for carriages
or trams. People usually just step over them; coachmen try to drive
around them, while officials are posted along the tram lines with a
3 Ibid, 28-31. Toponyms are not translated to English in these letters but are
kept in original form. Thus author uses ‘Carigrad’, Slavic name for Istanbul.
4 Ibid, 31-32.
359
OSMANLI İSTANBULU III
stick in their hands to shoo away the dogs, but often without success.
When one group of dogs goes away, the other instantly reappears!
Still, I can forgive Carigrad for the dogs. But I cannot forgive
the slaughtering of sheep in the middle of the streets! Once slaughtered, they are placed on the walls of the shops, like “the women of the
scary Oncle Bleue”. Every day, my little one walks par la Promenade
des Ambassadeurs to the sea with Tereza, without the stroller, just
on her strong hands. Strolling along the promenade in a baby stroller
would be cruel given the state of road. The two of them, clean and
tidy as they are, are the only white spots in all of Nišantaš and Šišli.
Muslim ladies in their dark veils and resembling dark ghosts stick
out in an eerier way among all the dogs and turbans on the streets.5
Carigrad, [no day or month] 1907
Believe it or not, but I had an amazing experience in my own
apartment. It happened so suddenly that Anuška, our Hungarian
cook, almost fainted. As for me, I could barely keep the dignity of
a diplomat’s wife when I personally managed to accompany a leper
through the stairs to the way out.
Believe me, the view on this miserable one was more dreadful
than you can imagine anywhere in Europe. I had previously met them
on the bridge in Stamboul in passing and gave them charity while
taking all possible precautions, that is, without closer contact with
them. But now there was a man standing in my home who was approaching me on disfigured legs and whose face no longer resembled
a human face. He offered me his leprous hand, whispering words in a
low voice, which I could not understand – God knows what language
that was! I have no idea how I managed to find the strength to put
into his arms some alms and to accompany him down the eighteen
stairs on the way out! My legs were shaking as I entered the bath in
order to protect the household and myself from this terrible disease.
(…)6
5 Ibid, 32.
6 Ibid, 33.
360
“DIPLOMATIC MEMORIES” OF ALKA NESTOROFF
Luckily our Armenian doctor Hekimian, a fine gentleman,
convinced Minčo that his wife will not become leprous because leprosy is not as contagious as people think it is. There are colonies of
lepers in Stamboul who eat food scraps together with the dogs, which
the people of Carigrad throw out their windows onto the street. I
saw with my own eyes a leper who fought over a dirty slice of bread
with a dog! These scenes are especially frequent at the big Stamboul
Bridge. Aside from Galata, this is a central gathering place for all
kind of beggars.
Galata is indeed so dirty, suffocating and foul-smelling that
there is no force in the world that could make me go there again. It is
the Jewish – Greek – Turkish part of the city. There are lots of shops
with specialties, but God forbid that your survival depends on what
they offer you to eat! Jews are living like in a ghetto. Three families
live in one smelly room divided by dirty rags. Here, you cook, eat,
sleep, kiss, hate and die. God save us!
It is all One Thousand and One Night, although this does not
exactly resemble the most beautiful stories that Scheherazade had
told. I would also add that at the Grand Bazaar where you buy fruits,
vegetables, poultry, fish and eggs, and sometimes even clothes, shoes,
fezzes and all this jumble, you wonder how we and they stay alive
given this horrific insanitary lack of hygiene. Besides, cholera actually
never ends in Carigrad. Last month, on the upper floor of our building, a man was allegedly taken to hospital with all the symptoms of
Asian cholera. When we mentioned it to others in our circle, no-one
was surprised or upset.
Let it be consolation for you at home that we foreigners have
the possibility to avoid the Grand Bazaar. We are able to supply
ourselves with much healthier food products from a more hygienic
facility. We do not drink water at all, only tea, tisane or lemon water.
We have a watter supply line, but it has everything but clean water!
There are days when we distil it even for the kitchen.7
I still have not gotten used to the never-ending fires in Carigrad.
The way they announce them is just terrible. In the middle of the
7 Ibid, 34-35.
361
OSMANLI İSTANBULU III
night you are woken by the stereotypical howling of the dogs and the
similar howling from the night guards, who announce the fire in the
respective neighborhood. The dogs then just go mad! We keep one
ear to the ground to assure ourselves that fire is far from us. As soon
as we hear “jangonvar Galata seraj [There is a fire in Galata seraj]” or
some other part, we turn around in our bed, close our ears and try to
sleep. We keep rocks, which is our war ammunition, by our windows.
If the barking does not stop after the night guards leave, then Minčo
and I nastily throw stones at the dogs. They become still for a second,
but then their concert starts again before you even manage to return
to your bed. Usually our war finishes at dawn, when the dogs calm
down.8
Carigrad, March 1908
I always intend to describe to you impressions from my lonely
walks through Carigrad. I am not the bravest person, so when I go
out by myself, I keep to the more civilized parts of the city. Except
for the stereotypical dirty, poor and wooden houses in the suburbs
of the city, everything is just as it has been described by hundreds
and hundreds of travellers and tourists. I have nothing further to
add or describe, this is not appealing, but it’s the Orient! It seems
like everything fell asleep in this town – there is little construction
and what has been built is so tasteless that it spoils the uniqueness of
the Orient. Usually the Greeks are the ones doing the building. The
Turks, however, do not value their luxurious, mostly wooden-made
castles, so the facade is often neglected and ruined. Gardens are all
walled-up, making it hard to take a look inside. The most troubling
flaw of the city is its lack of electric illumination, an electric tram, and
in all, lack of any modern comfort.
It is terrible when one must deal with these paraffin lamps. It’s
as if they have a devil inside them. You clean, you sweat, you cut and
are nice to this miserable circle-shaped burner. But just when you
think you have done everything perfectly, there comes the stereotypical syringe, in which smoke and nasty soot are spewed out and the
8 Ibid, 37.
362
“DIPLOMATIC MEMORIES” OF ALKA NESTOROFF
cylinder goes to hell. The most horrible moments are when guests
are arriving and your lamp simply will not work. It blows out smoke,
dirties the furniture, blackens hands and nostrils, and it smells of
everything but perfume. (…) You can experience such adventures
with paraffin lamps in all homes, whether the modest ones or the
house of grand vizier, unless they have replaced the lamps with candles. God only knows how many thousands of candles burn in Yildiz
Palace.
It is also hard not having a telephone because distances are
great. After the death of Abdul-Hamid, Carigrad will lose its current design. The dogs will vanish and skyscrapers will show off their
hollow Americanized domes. Thank God that this will not happen
here so soon. Although no one knows for sure, we all feel that these
poor dogs will meet their end. There are more dogs in Carigrad than
fezzes. Just imagine how hard it is for me to even contemplate it,
especially the visible modernization of the town. But, it cannot be
avoided – punctum pausa. It’s inevitable, just as it is inevitable that
Minčo and I will get old and our Hristo will have to shave his moustaches and beard.9
9 Ibid, 56-57.
363
Living Conditions of Ottoman Istanbul under
Occupation at the End of World War I
Hakan Özoğlu
University of Central Florida, ABD
At the end of World War I, the defeated Ottoman Empire was
forced to sign the Mudros Armistice on 30 October 1918, which
enabled the Allied forces to send troops to any Ottoman territory as
they deemed necessary. Taking the full advantage of, if not manipulating this armistice, the Allied Powers landed sizable military forces.
Only 13 days after the signing of the armistice, France and Great
Britain unofficially occupied the imperial capital. However, officially
Istanbul was declared occupied on 16 March 1920. When the officers
and diplomats came to the city, Allied embassies were forced to assess
the living conditions in the city to guide their citizens who would
take residence in the capital of the Ottoman Empire. These reports
prepared by the diplomats already living in Istanbul are quite descriptive and reveal plainly the desperation of the city and its inhabitants.
The report I would like to focus on today is numbered 867.50/1
describing the living conditions in Constantinople. The report, dated
December 26, 1918, was transmitted by American Commissioner
Lewis Heck to the Secretary of State; however, the author of the
report is Luther R. Fowle, a member of the ABCFM in Istanbul.
365
OSMANLI İSTANBULU III
Living Conditions in Constantinople
For adults in good health, the question of living conditions in Constantinople is merely a question of money. Foods of most kinds can be had
in abundance by those who can pay for them—but the mass of the people
are suffering much. The charge for board in the American Colleges, that
used to be $200 per annum before the war is now $1.000 and at this rate
the College suffers a loss.
Pension for a single person costs from $150 to $200 per month
and is found with difficulty. American families already established in
Constantinople and keeping house for themselves most modestly expend
over $100 per month per head. To live in a good hotel costs about $450
per month for board and lodging.
Cost in cents of certain staples are as follows: per pound
Sugar $1.75, rice .90, white beans .45, kerosene 1.00, tabutter [butter?] 5.00, cheese 1.20, cooking butter 3.50, meat 1.60, flour .50, wheat
.35, potatoes .25, milk .50.
Eggs .18 a piece, rubber galoshes $30.00, shoes $75.00, spool of
thread $1.50, man’s suit of clothes $200.
In February 1918 the Ottoman Minister of Finance stated in Parliament that prices had increased since the beginning of the war two thousand [2000%] percent for food-stuffs, and this still holds true. The ration
of gold to paper currency is four to one. Hence, if gold can be imported,
increased cost of living drops from 2000 percent to 500 percent.
No serious epidemic exists at the present time but the city is very
dirty and the service of various public utilities—water, lights, trams,
etc.—is most irregular and often cut off owing to the lack of fuel. It is
to be expected that the entry of the Entente Forces will make possible an
improvement in this regard.
The above is the situation, as it existed on December 7th, five weeks
after the signing of the Armistice. There is no prospect of improvement
in the immediate future. The Entente Forces are importing all their own
foodstuffs, thus avoiding local prices almost entirely.
Children and adults without a definite work to do should not go
nearer to Constantinople than Egypt or Italy until after May 1919.
366
LIVING CONDITIONS OF OTTOMAN ISTANBUL UNDER
OCCUPATION AT THE END OF WORLD WAR I
The same folder contains more detailed information about the
daily life in Constantinople. This report (867.50/1) was penned by
Lewis Heck on January 30, 1919.
Lewis Heck points out the great increase in cost of living in
Constantinople and concludes that the 1000 percent increase in July
1917 was a combination of the following: (1) scarcity of supplies; (2)
difficulties of transportation; (3) inflation of the currency and (4)
inability to replenish stocks of imported goods due to the blockade.
The main special cause was the action of political and even governmental agencies concerning the market in certain staple lines and in
charging very high bribes for means of transportation…. The bread is the
only foodstuff which has been rationed with a degree of success. During the
summer of 1917 the ‘vessika’ or ration bread was extremely poor consisting
of corn meal mud (?) for days at a time. In the autumn of 1917 the control
of rations was taken over by the military authorities and conditions were
at once improved owing partly to the new crop and to the better organization affected under military control. This improvement did not last for
a long time and by the summer of 1918 the quality of bread was almost as
poor as in the previous year.
Apart from bread there are distributions of sugar, cheese, matches, olives, and potatoes, but these articles were never given out with any
regularity or in any considerable [quantity]. Three quarters of a pound of
sugar per head used to be distributed about one piasters in three months at
a charge of the 20 piasters an oke. (…)
In order to maintain the local water, electric light, tram and ferry
services, the city of Constantinople requires about 1200 tons of coal a day.
The Germans used to send here from Germany an average of about three
hundred tons of coal and coke a day. After the Armistice these supplies
from Germany were not only cut off and local stocks exhausted, but owing
to the disorganization of the Turkish military department, most of the
workmen, who were under military discipline stopped work at the mines of
Zongouldak. It is also reported that German officers stationed there caused
much damage to the machinery of the mines before they left. As a result,
there was a period of about three weeks without electric light. It was at
this time that public order was at its worst when the disorderly elements
367
OSMANLI İSTANBULU III
were encouraged by the darkness of the streets. There was much shooting in
the streets at night, and often several men were killed in one night. There
were a number of political murders at the same time. This situation is now
much better; the authorities have decided to disarm the population of the
city but this measure will not be carried out with any degree of efficiency
in the prevailing circumstances. (…)
Since the latter part of December, it has been possible to maintain
the electric light service more regularly so that now it does not go out for a
very long period. The electric tram service has stopped running since the
beginning of December chiefly from lack of coal and also because the company does not wish to resume operations until the Municipal authorities
permit a decided increase in its tariffs (as much as 400 per cent.)
The water service was poor all through 1918, as the pumping apparatus at Lake Dercos was out of order and the water flowed for only a few
days each week. Now there is water for several hours each day, but only a
small supply and none can be used for street cleaning.
The Bosphorus and other boat services are limited by lack of coal,
and boats are always dangerously overcrowded, although so far there have
been no accidents. The service of the railways in both Asiatic and European Turkey is also limited because of short supplies of fuel. (…)
Persons returning to Constantinople are very much increased by the
great number of people in the street who seem to have no occupation. This
is due first to the fact that everybody must go on foot and also to the fact
that trade and industry are almost at a complete standstill. (…)
During the war and especially the last two years some very great
fortunes have been made in this country by people who were either in the
government or who had the right sort of connections with men in authority. The figures of the amounts made by many persons are fantastic when
one considers the utter misery and destitution of 95 per cent of the whole
population. [They keep their money in Germany and Austria]. (…)
The ordinary Municipal services of the city, such as the removal of
garbage, cleaning the streets etc., are very poor and the city is generally
in a filthy condition, both the street and the people themselves, who have
been obliged to keep on wearing the same clothes for several years due to
lack of textiles. (…)
368
LIVING CONDITIONS OF OTTOMAN ISTANBUL UNDER
OCCUPATION AT THE END OF WORLD WAR I
With all the poverty prevailing in Constantinople, it is nevertheless
in certain ways one of the best stocked cities in the world for those who have
money to pay high prices. There are very few commodities, which cannot
be obtained here if a sufficient amount is paid.
I believe this report of Constantinople vividly describes the
desperation of people in Constantinople, the capital city of the dying Ottoman Empire. Comparisons can only be imagined for other
non-prominent Ottoman towns. It is during these troubled periods
that Ottoman citizens awaited the signing of a peace treaty to normalize their lives, at least to a degree.
I have not seen any other report that describes the post war
realities in a city as prominently as the report above. These reports
are significant for it reveals the details of the daily life immediately
after the World War I. There is significant amount of information
in these reports that allow scholars to produce not only a case study,
but also, more importantly, to examine the destruction of the World
War I in terms of civilian life. One can compare these reports with the
living conditions of other capitals in the world during and after the
Great War. Historians can also compare and contrast these reports
with local memoirs to see how they differ and analyze why they do.
Regardless, I believe that the information contained in these reports
are very useful for historians.
369
Evliyâ Çelebi Seyâhatnâmesi’ne Göre
İstanbul’un Kuruluşunda Yerleştirilmiş
Olan Atmeydanı Tılsımları
Jean-Louis Bacqué-Grammont
CNRS, Fransa
Bilinen kuralların dışında kalarak olağanüstü olarak görülen
ve bundan dolayı da hayranlık uyandıran bir şeyin tanımlaması için
sözlük yazarı Littré’ye başvurursak eğer, bu şeyin harika olarak tanımlanmış olduğunu görürüz, birçok başka şeyin yanında, tılsımların da bu tanımlamanın kapsamında yer alabileceği kabul edilebilir.
Yine Littré’ye dönecek olursak, tılsımla ilgili şu tanımlamayla karşılaşmaktayız: “bir araya getirilmiş oldukları dizilime göre, yıldızlarla ilişkileri olduğu atfedilen ve olağanüstü niteliklere sahip olduğu
düşünülen, taşın veya metalin üzerine kazınmış olan belirli şekiller
veya harfler“.1 Evliyâ Çelebî’nin de, çok farklı nitelik ve biçimlerdeki
bu nesnelerden seyahatnamesinde birçok defa bahsetmiş olduğunu
1 Bu tanımlamayı neredeyse aynı şekliyle, J. Kuska, B. Carra de Vaux, C. E.
Bosworth’da, “Tılsam”başlığında bulmaktayız, Encyclopaedia of Islam, 2000,
X, 500: “an inscription with astrological and other magic signs or an object
covered with such inscriptions especially also with figures from the zodiacal
circle or the constellations and animals which were used as magic charms to
protect and avert the evil eye.”
371
OSMANLI İSTANBULU III
gördüğümüz için, bunların arasında en dikkate değer olanların araştırılmasının ilginç olacağını düşündük.
Seyâhat-nâme’nin bütününde, tılısm ve mutalsamânât kelimelerini kapsayan 42 adet belirgin olayı tespit ettik. Bunlara bazı tekrarlar eklenmektedir ve şüphesiz birçok olay da bizim dikkatimizden
kaçmıştır. Her ne olursa olsun, 17. yüzyılın ortasında, göreceli olarak kültürlü diyeceğimiz bir Osmanlının bu tılsımlar hakkında ne
düşündüğünün ve onlara yüklemiş olduğu güçlerin daha yakından
incelenebilmesi için bu çekirdek derleme bize yeterli gözüktü.
Her şeyden önce, Evliyâ’ya göre bir tılsım nedir? Neye benzemektedir? Yazarımızın bu konu hakkında vermiş olduğu ender açıklamalar oldukça belirsiz görünmektedirler. Bazen “sihirli kare” (vekf )
sözkonusu olmaktadır ama sıklıkla, bir parça kağıdın veya kumaşın
ve hatta bir büyü veya yazı taşıyan bir muskanın ama aynı zamanda
da, kötü güçleri yok edecek bir koruyuculuğun şekli temsilinin söz
konusu olmuş olması gerektiğini tahmin etmekteyiz. Böylece, Evliyâ’nın vermiş olduğu örneklerde, sıklıkla Hz. Muhammed’in doğduğu geceyi çevreleyen mucizelerden, özellikle de, diğer dinlerin ibadet yerlerinin çöküşü ve birçok eski tılsımın güçlerinin yok edilmesinden bahsedilmektedir. Bununla birlikte, 570 yılının bu pazartesi
gecesinden sonra bunların çoğu güçlerini devam ettirmiş olduklarından, bunlar düzenli bir biçimde İslam’ın ilkelerini ihlal ediyormuş
gibi gözükmemektedirler.
Burada söz konusu olan 42 olaydan 24’ü yani neredeyse yarısı
İstanbul hakkındadır ve biz de burada özellikle bunlarla ilgilenmekteyiz. Bunların arasında dört tanesi, nitelikleri ve etkileriyle, sıklıkla Osmanlı başkentinden oldukça uzaktaki yerlerde bulunan birçok
başka tılsımlara denk düşmektedir. Böylece, bütünüyle Evliyâ’nın
hayal gücünün ürünü olan mitsel bir kralın kızının mezarı, bir tılsımın sayesinde kızın bedenini karıncalardan ve diğer böceklerden
koruyabilmek için Saraçhane’den çok uzakta olmayan bir sütunun
tepesinde karşımıza çıkmaktadır. Oysa başka bir yerde de, Evliyâ,
aynı nitelikleri kapsayan bir kral mezarından bahsetmektedir ama
bu mezar Mora Yarımadası’nın güney ucunda yer alan Methone’de
bulunmaktadır. Şimdi ne düşünmeliyiz? Şüphesiz antik döneme ait
372
EVLİYÂ ÇELEBİ SEYÂHATNÂMESİ’NE GÖRE İSTANBUL’UN
KURULUŞUNDA YERLEŞTİRİLMİŞ OLAN ATMEYDANI TILSIMLARI
bu tarz mezarlar halen Likya’da görülebilmektedir ama Osmanlı
başkentinde görülebilirler mi? Sıklıkla bu tılsımlar, kendilerine karşı
korunma istenen zararlı yaratıkların biçimini almaktadırlar: sineklere karşı bir sinek resmi, sivrisineklere karşı bir sivrisinek resmi vb...
Başka bir araştırmanın kapsamında bu çeşitli vakaları daha
yakından inceleyeceğiz2 ve burada ise bu kongrenin konusunu kapsayan ve Osmanlı dünyasının simgesel merkezleri olan Ayasofya’yı
ve İstanbul At Meydanı’nı içeren üç vakayı inceleme altına alacağız.
Öncelikle, bizzat Ayasofya’nın içinde bulunan ve Evliyâ’nın tılsım
olarak kabul ettiği şeyin iki ayrı yazımına bakacağız: kubbenin bingilerine yerleştirilmiş olan ve altı kanadın yüzleri çevrelediği kerubilerin
devasa temsilleri. Kerubilerin bu tarz temsilleri Bizans ikonografisinde ve daha genel olarak da Ortodokslarda gelenekseldir. Evliyâ
burada İslam’ın kabul ettiği dört başmeleği dört temel noktada yer
almış olarak görmektedir. Ona göre, iyi ya da kötü alametlerin ortaya
çıkabileceği bir biçimde bu melekler bazen kanatlarıyla çarpışacaktır. Bununla birlikte, bu yerleri tanımayanlar için yazarımızın verdiği
konumlar yanıltıcı olabilir ve bu temsillerin, yapının dışında yer alan
birçok sütunun zirvesine yerleştirilmiş oldukları düşünülebilir.
“On dördüncü tılısmât-ı acîbe: Ayasofya deyrinin cenûbunda dörd aded
amûd-ı müntehâ beyâz mermerler üzre bilâ-teşbîh Cebrâ’îl ve İsrâfîl ve
Mîkâ’îl ve Azrâ’îl kerrûblarının timsâlleri var idi. Biri cânib-i şarka, biri
garba, biri şimâle, biri cenûba müteveccih dururlardı. Yılda bir kerre
Cebrâ’îl sûreti kanat kakup sayha ursa şark cânibi ganîmet olur derlerdi. İsrâfîl sûreti kanat ursa garbda kaht [u] galâ olur derlerdi. Mîkâ’îl
sayha ursa şimâl cânibinde bir sâhib-hurûc zuhûr eder derlerdi. Azrâ’îl
sayha ursa cemî‘i dünyâda tâ‘ûn olur deyü havf ederlerdi.3 Bu timsâller
Hazret-i Fahr-i âlem vücûda gel[dik]de ser-nigûn olup hâlâ mezkûr
amûdlar Ayasofya Çukurçeşmeleri kurbünde dörd aded mermer amûdlar râyegân temâşâgâhdır.”4
2 [TM] “ Talismans et merveilles dans la relation de voyage d’Evliyâ Çelebî “
[Evliyâ Çelebî seyahatnamesinde tılsımlar ve harikalar], hazırlık aşamasında.
3 Çığlıklar atan ve kanatlarıyla çarpışan tılsımlı yaratıkların tasviri Evliyâ’da
oldukça sık karşımıza çıkmaktadır, TM’de görüleceği gibi.
4 [EÇS] Evliya Çelebi b. Derviş Muhmmed Zılli. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi. Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat 304. Numaralı Yazmanın
373
OSMANLI İSTANBULU III
Evliyâ anlatısının bir başka bir yerinde, yeniden dört “kerubi”den bahsetmektedir ama bu sefer daha doğru bir biçimde, onları bugün halen görebildiğimiz gibi Ayasofya’nın kubbesinin bingilerinin
içine yerleştirmiştir.
“[…] [K]ubbe-i azîmin dörd pâye-i azîmlerinin tabaka-i âlîsi nihâyetinde dörd köşede birer melek sûreti vardır. Bilâ-teşbîh biri Cebrâ’îl ve
biri Mîkâ’îl ve biri İsrâfîl ve biri Azrâ’îl sûretleridir kim hâlâ kanatların
küşâde edüp dururlar kim kadd [ü] kâmetleri perr ü bâlleri ile ellişer
zirâ‘ timsâl-i acîbelerdir, tâ Hazret-i Risâlet vücûda gelince bu ferişte
sûretleri göbeğinde olan ağızlarından kelimât edüp Cebrâ’îl tasvîri cânib-i şarkda olup olacak alâ’imât ü vakâyi‘âtları ayân edermiş. Ve Mîkâ’îl
sûreti cânib-i garbdan düşmen zuhûr eder ve kaht [u] galâ olur deyü haber verirmiş. Ve İsrâfîl sûreti cânib-i şimâlde olacak vakâyi‘âtdan haber
verirmiş. Ve Azrâ’îl timsâli cemî‘i dünyâda müte‘ad[did] pâdişâhların
mevti haberin verirmiş. Hâlâ ol zikr olunan dörd sûret-i mehîb râyegândır. Ammâ Hazret’den berü tılısmâtları bâtıl olmuşdur.”5
Bakışlarını bir kez daha efsanevi öğelere ve kendisinin dahi inanıyor olduğundan şüphe duyacağımız, güçlü hayal gücünün saf ürünlerine doğru çeviren Evliyâ, bizim de görüşümüzü zenginleştirerek,
bu sefer bizi Ayasofya’dan At Meydanı’na getirir. Eğer çevreye göre
konumunu belirtmemiş olsaydı, bahsetmiş olduğu ilk yapıyı tespit
etmekte zorlanırdık. Aslında, gerçekte söz konusu olan, aynı zaman
da ”Konstantinos VII Porfirogennetos” da denen “Örme Dikilitaş”tır,
tam bilinemeyen bir dönemde inşa edilmiştir ama bu isimdeki imparator tarafından onarımı yapılmıştır (905-959) ve o dönemde kısa
bir süre sonra kaybolacak olan tunç plakalarla kaplanmıştır. Bunlar
kabaca yontulmuş, belirgin taş bloklardır. Sayıları, Evliyâ’yı baş döndürücü sayıların içine düşürecek derecede şaşırtmıştır ve bu yapıyı
“Milyôn-pâr nâm/ Milyonlarca Parça” olarak adlandırmıştır. Burada,
dikilitaşın içindeki tılsımın niteliği ve gücü oldukça belirsiz kalmaktadır ama manyetik demir çubuğa yapılan gönderme, seyyahımızın,
özerk bir Ermeni kilisesi olan Üç Kilise’de tanıklık etmiş olduğunu
söylediği yakın bir olguyu hatırlatmaktadır.
Transkripsyonu-Dizini 1. cilt, yayınlayanlar Robert Dankoff, Seyit Ali Kahraman ve Yücel Dağlı, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2006, s. 28.
5 EÇS, I, 56-57.
374
EVLİYÂ ÇELEBİ SEYÂHATNÂMESİ’NE GÖRE İSTANBUL’UN
KURULUŞUNDA YERLEŞTİRİLMİŞ OLAN ATMEYDANI TILSIMLARI
“On beşinci tılısmât: Atmeydânı’nda Milyonpar nâm amelî bir sütûn-ı
âlîdir kim zirâ‘-ı bennâ ile kaddi yüz elli arşındır. Kostantîn zamân-ı
hükûmetinde kabza-i tasarrufunda olan pâdişâhların dest-i hükûmetlerinde olan kılâ‘ların ve şehr-i azîmlerin adedince her pâdişâh-ı hâkimden ol kadar makbûl [u] mu‘teber reng-â-reng ahcâr-ı zî-kıymet taleb
edüp geldikde Atmeydânı sahrâsında dağlar gibi yığılup tamâm oldukda
hisâb [u] kitâb etdiler üç kerre yüz bin seng-i gûnâ-gûn gelmiş. Andan
bildiler kim Kostantîn üç kerre yüz bin kal‘a ve şehre mâlik kıral imiş.
Ba‘dehu bir üstâd-ı kâmil bu taşlar inkırâzu’d-devrân mü’ebbed durmak
içün Atmeydânı’nda merkûm taşlardan kılâ‘ [u] büldânın nizâmı intizâmıyçün bir mîl minâre tılısm edüp mîlin tâ ortasında bir kalın demir mîl
diküp cânib-i erba‘asına mezkûr taşları hendese üzre inşâ edüp mîlin
tâ zirve-i a‘lâsında hammâm kubbesi kadar bir mıknatîs taşı koyup ol
mîlin ortasına vaz‘ olunan hadîd mîli seng-i mıknatîs cezb edüp cümle
seng-i gûnâ-gûnlar dahi birbiri üzre metânet buldu. Ve ol mîlin cemî‘i
taşları ekâlîm-i seb‘a şehirlerinin herbirinden gelüp binâ olunduğıyçün
milyonpar derler. Hâlâ sâbit dâ’im bir ibret-nümâ hezârân-pâre bir alâmetdir. Ve mi‘mârbaşı mîlin dibinde medfûndur kim Uryarin nâm bir
üstâd-ı kâmildir. Ayasofya’yı binâ eden Ağnados mi‘mârın oğludur.”6
Bir sonraki yapı, sahip olduğu özellikler sayesinde daha kolayca tanınmaktadır: Burada söz konusu olan, Mısır Firavunu III. Tutmosis tarafından M.Ö. 15. yüzyılda yaptırılmış dikilitaştır. Karnak
tapınağından getirilmiştir ve bir kaide üzerine yerleştirilmiştir, dört
bir tarafı İmparator I. Theodosius’u (347-395) ailesi ve saray erkânı
ile çevrelenmiş olarak temsil eden kabartmalarla bezenmiştir. Evliyâ’nın önemli bir detaydan bahsetmemiş olduğunu saptamaktayız:
Bin beş yüz yıldan beri, dikilitaşın konmuş olduğu dört tunç takoz,
depremin etkileri altında yapının devrilmemesi için gereken esnekliğe sahiptirler. Ama, yanlış bir biçimde yorumlamış olsa da, yazarımız kabartmalar hakkında oldukça kesin tanımlamalar vermektedir.
Tabiki, Thedosis’i kendisine göre İstanbul’un mitsel kurucusu olan
Yankô ibn Mâdyân olarak almaktadır. Şüphesiz onun muhafız subayları bize tanıttığı gibi rüşvetçi memurlar değildiler. Ama sütunların Nil kıyılarından Bizans başkentine taşınmasını anlatan görsellere yapmış olduğu mükemmel yorumlar dikkate değerdir. Bununla
birlikte, bir kez daha yeniden Evliyâ’nın, bu yapının içinde yer alan
6 EÇS, I, 28-29.
375
OSMANLI İSTANBULU III
tılsımın ne nitelikleri, ne de ona atfedilen etkileri hakkında hiçbir belirgin açıklama vermemiş olduğunu görmekteyiz.
“On altıncı tılısmât: Yine Atmeydânı’nda yekpâre ve çâr-kûşe ahmer-gûn
seng-i zenbûrî nakş-ı bûkalemûn mîldir kim Yanko ibn Mâdyân zamânında bir üstâd-ı kâmil kehene âlim-i âmil İslâmbol içre inkırâzu’d-devrân havâdisâtdan ne zuhûr edeceğin ve her pâdişâh asrında ne alâ’imât
zâhir olacağın ilm-i nücûm kuvvetiyle mezkûr seng-i hârânın çâr-kûşesine rumûz [u] [17b] künûz ile cemî‘i ecnâs-ı mahlûkâtın tasâvîrlerin
resm edüp bir âdem başına çizme geymiş yazılmışdır, ana işâretdir kim
bir devlet gele, ayakda olan pespâye âdemlere söz değüp baş ola. Ve mücevvezeli âdemler sûreti var ve bostâncı külâhlı ve yeniçeri keçeli âdemler var, bunlar mutasarrıf olalar işâretin etmiş. Ve baykuşlar sûretin edüp
harâb ola, alâmetin göstermiş. Ve niçe bin alâ’imât-ı acâyibâtlar dahi
vardır kim diller ile ta‘bîr ü tavsîf olunmazdır.
Ve Yanko ibn Mâdyân’ı tasvîr edüp serîr-i âlî üzre elinde bir müdevver
halka ile timsâl etmiş kim meselâ cihângîr olup dünyâyı feth edüp halka-misâl elime aldım remzin etmiş ve yüzün cânib-i şarka nâzır etmiş.
Ve ardında cânib-i garba nâzır, elinde kas‘aları ile niçe dilenci sûretinde
pâdişâhlar etmiş kim kullarından, vüzerâ ve re‘âyâsından rüşvet isteyen
hâkimler rumûzun etmiş.
Ve bu mîlin bir cânibinde dahi bu kadd [ü] kâmetde yüz zirâ‘ seng-i
âlîyi ilm-i cerr-i eskâl ile üç yüz nefer âdem ile kâ’im etdüğinin âlât
sûretleri ve bocı ırgatları ve felenkleri tasvîrin etmiş. Ve hâlâ evce ser
çekmiş on âdem dirâgûş edemez, çâr-kûşe bir amûd-ı müntehâdır kim
çâr-kûşesinde birer tuç kürsî üzre sâbitdir kim ilm-i mi‘mârîden haberdâr olan gördükde âdem engüşt ber-dehen eder. Hâlâ temâşâgâh-ı
ünâs-ı cihândır.»7
Bir zamanlar Bizans döneminde, At Meydanı’nı süsleyen
üçüncü dikkate değer kalıntı ise “Yılanlı Sütun”dur. Evliyâ bu sütunun
yapımını kendi yarattığı bir kral olan Pozântîn’e atfetmiştir, bu isim
büyük olasılıkla “Bizans” kelimesinden türemiştir. Aslında, bilindiği üzere, bu adak eseri M.Ö. 479 yılında Yunanlıların Perslere karşı
yaptıkları Platea Savaşı’nı kazanmalarının ertesinde yapılmıştır. Bu
sütun önce Delfi’deki Apollo mabedinin önüne dikilmiştir. Onun
Konstantin tarafından At Meydanı’na taşınması ve ardından yaşadığı
7 EÇS, I, 29.
376
EVLİYÂ ÇELEBİ SEYÂHATNÂMESİ’NE GÖRE İSTANBUL’UN
KURULUŞUNDA YERLEŞTİRİLMİŞ OLAN ATMEYDANI TILSIMLARI
hasarlar çok iyi bilinmektedir. Aslında, bir Osmanlı efsanesi, bu sütunun, şehirden yılanları ve diğer zararlı hayvanları uzaklaştırmak
olan tılsımlı gücünü de yok etme pahasına Fatih Sultan Mehmed
tarafından başının kestirilmiş olmasını istemektedir. Oysaki burada,
Evliyâ’nın bu eylemi mest-i fânî olarak nitelendirilen II. Selim’e atfetmiş olduğu görülmektedir. Yazarımızın kaleminde, Osmanlı Hanedanlığına mensup olanlar hakkında böyle küçültücü değerlendirmeler yaptığını görmek oldukça ender rastlanan bir durumdur.
“On yedinci tılısmât-ı ibret-nümâ: Yine At-meydânı’nda Pozantin Kıral’ın zamân-ı dalâletinde Sürende nâm hekîm şehrin yılan ve çıyan ve
akreb haşerâtları misilli zehir-nâk hayvânât helâkiyçün tuçdan üç başlı
bir ejdehâ timsâli binâ etdi kim Makdonya içinde aslâ zehir-nâk ve mûhiş hayvânâtlar yoğ idi. Hâlâ kaddi on zirâ‘ burma bir ejder sûretidir. Ve
on zirâ‘ dahi zemînde Sultân Ahmed câmi‘i binâ etdükde tîn-i türâb
içinde kalmışdır. Hattâ Selîm-i Sânî ve mest-i fânî at üzre ubûr ederken
eğer hânesinden bozdağan mücevher topuz ile mezkûr ejder sûretine bir
topuz urunca ejderin garb cânibine nâzır kellesinin alt çenesine isâbet
edüp ol ân İslâmbol’un garb cânibinde yılan zâhir olup ol asırdan berü
yılan İslâmbol içre şâyi‘ oldu derler. Allâhümme afvenâ ejder eğer öbür
kellelerine bir zarar olursa İslâmbol’u mâr [u] mûr berbâd eder. Hâsıl-ı
kelâm tılısmı hâlâ müte’essir bir temâşâgâhdır.”8
Evliyâ kendi çeşitli ‘acâ’ib ve garâ’ib’lerinden yola çıktığında,
anlatısına sıklıkla gerçeğe yakın bir olgudan başlamaktadır, ardından
kökenleri ve nedenleri teyit edilemeyecek olgulara dalarak hızlıca bu
gerçeklikten uzaklaşıp, duruma göre okuyucuyu hayranlıkla, korkuyla,
şaşkınlıkla dolduracak alanlara kaymaktadır. Ama bütün bunlar seyahatnamesinin geniş bölümlerinin, yavaş yavaş önemini keşfettiğimiz
gibi, bizlere belge niteliğinde anlatılar sunmasını engellememektedir.9 Bununla birlikte, birçok başka alıntıda olduğu gibi, burada görmüş olduklarımız, bu konuda temel bir soruyu ortaya çıkartmaktadır:
eğer Evliyâ onun için sıradışı olsa da, Konstantin’in gerçekten kim
olduğunu veya Platea Savaşı’nın ne olmuş olduğunu doğrulamak
için güvenilir kaynaklara başvurmak isteseydi, hangi kütüphanede
8 EÇS, I, 29.
9 Robert Dankoff, An Ottoman Mentality. The World of Evliyâ Çelebi, Leiden-Boston, 2004, s. 153 vd.
377
OSMANLI İSTANBULU III
Batı Avrupa dillerinde yazılmış eserleri bulabilirdi? Ayrıca, onları
okuyabilecek ya da kendisi için çevirttirtecek donanıma sahip miydi?
Ya da, çağdaşları Hüseyin Hezâr-fenn’in ve Kâtib Çelebi’nin yapmış
olduğu gibi o dönem İstanbul’da yaşayan yabancılarla irtibat kurmak
aklına gelmiş miydi?
378
Bahçeden Kışlaya Üsküdar Bahçesi
Murat Yıldız
Namık Kemal Üniversitesi
Giriş
Bizans İmparatorluğu döneminden beri yazlık bir yerleşim yeri
olarak bilinen Üsküdar1, bu vasfını Osmanlı Devleti döneminde de
korumuştur. Başkent İstanbul’a yakın, Boğaziçi ve Marmara’ya hâkim bir konumda ve havasının güzel olması gibi faktörlerden dolayı2
burası üst düzey idarecilerin gözde sayfiye mekânlarından biri hâline
gelmiş; başta padişahlar olmak üzere, hanım sultanlar, veziriazamlar,
vezirler, şeyhülislamlar ile diğer devlet ve din büyüklerinin saray, yalı,
köşk, kasır, tekke ve bahçelerine ev sahipliği yapmıştır. Bu yapılardan
bahçeler, tarihî süreçte Üsküdar’ın siluetini şekillendiren en önemli
mimari unsurlar biri olmuştur. Burada gerek halka gerekse devlet
görevlilerine ait birçok bahçe bulunmaktaydı3.
1 Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul Tarihi: XVII. Asırda İstanbul, Eren Yayıncılık,
s. İstanbul 1988, s. 284; Gönül Aslanoğlu Evyapan, Eski Türk Bahçeleri ve Özellikle
Eski İstanbul Bahçeleri, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Ankara 1972, s. 45, 46.
2 G.V. İnciciyan, Boğaziçi Sayfiyeleri, çev. Orhan Duru, Eren Yayıncılık, İstanbul
2000, s. 79; Murat Yıldız, “Geçmişten Bugüne Üsküdar Ayazma Mahallesi’nde
Yapı-Mekan İlişkisi”, History Studies, Prof. Dr. Halil İnalcık Armağanı, 5/2
(Mart 2013), s. 568.
3 Nurhan Atasoy, Hasbahçe Osmanlı Kültüründe Bahçe ve Çiçek, Koç Kültür Sanat
ve Tanıtım Hizmetleri A.Ş., İstanbul 2002, s. 309, 313.
379
OSMANLI İSTANBULU III
Evliya Çelebi’nin kendi dönemindeki Üsküdar’ı tasvir sadedinde sarf ettiği “tokuz bin kat-ender-kat bâğlı ve bâğçeli ve yalılı ve sarây-ı
âlîler ve gayri büyûtlar ile ârâste”4 ifadeleri, buranın tam bir “bahçeler
şehri” olduğunu açıkça göstermektedir5. Gerek onun6 gerek Eremya
Çelebi7 gerekse İnciciyan’ın8 verdiği bilgilere göre kazanın başlıca
büyük bahçeleri şunlardı: Göksu’dan itibaren Defterdar Halıcızade,
Defterdar Mustafa Paşa, Hoca Çelebi, Göksu-Gümüş Servi, Kandilli,
Papaz, Kuleli-Narlıbahçe, Maanoğlu, Beylerbeyi, İstavroz, Çamlıca,
Gevherhan Sultan, Nakkaş Hasan Paşa, İbrahim Hanzade, Hacıpaşa,
Öküz Limanı, Kaya Sultan, Doğancılar, Şemsipaşa, Ayazma, Ayşe
Sultan, Fatma Sultan, Üsküdar, Haydarpaşa, Fener bahçeleri.
Belgelerin verdiği bilgiler ışığında Üsküdar’daki devlete ait bahçeler baktığımızda bahçe sayısının fazlalığı bakımından durum yukarıdakinden farksızdı. Bugünkü Üsküdar sınırları dikkate alındığında
burada yukarıdaki yapıların birer parçası olarak XVI. yüzyılda beş (Üsküdar, Göksu, Kuleli, Haydar Paşa, Miri Mandıra)9, XVII. yüzyılda on
dört (Üsküdar, Sultan Bayezid [Göksu’da], Kuleli, Rüstem Paşa, Haydar
Paşa, Kandilli, Miri Mandıra, Şeyh Efendi (Küplüce’de), Kaptan Paşa,
Müsahip Mustafa Paşa [Salacak’ta], Sokullu Mehmed Paşa [İstavroz’da],
Mirimiran, Hasan Paşa ve Nakkaş Paşa bahçeleri)10 ve XVIII. yüzyılda
ise on iki (Üsküdar, Kuleli, Rüstem Paşa, Haydar Paşa, Kandilli, Miri
Mandıra, Gafurî Efendi, Kuzguncuk, Müsahip Mustafa Paşa [Salacak’ta],
Mirimiran, Hasan Paşa ve Yemişli bahçeleri)11 bahçe bulunmaktaydı.
4 Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, haz. Orhan Şaik Gökyay, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul, 1996, I, 202.
5 Üsküdar’ın sadece çok sayıda bahçeye değil, bahçelerle benzer işleve sahip
çok sayıda bostana da sahipti. Mesela 1734’te Üsküdar Kazası’nda 28 bostan
bulunmaktaydı (Arif Bilgin, “Osmanlı Dönemi İstanbul Bostanları (Bir Giriş
Denemesi)”, Yemek ve Kültür, sayı 20 (İlkbahar 2010), s. 90).
6 Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, haz. Orhan Şaik Gökyay, I, 199-204.
7 Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul Tarihi XVII. Asırda İstanbul, s. 46-49,
274-287.
8 P.Ğ.İnciciyan, XVIII. Asırda İstanbul, çev. Hrand D. Andreasyan, İstanbul
Fethi Derneği İstanbul Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1956, s. 104-112.
9 BOA, MAD.d, nr. 17256, s. 21-30, 1564 (971).
10 BOA, MAD.d, nr. 6965, s. 92-122, 1676 (1087).
11 BOA, MAD.d, nr. 724, s. 97-124, 1707 (1119).
380
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
Tablo 1: XVI. Yüzyılda Üsküdar’daki Bahçeler12
Bahçeler
* Üsküdar
* Göksu
* Kuleli
Tarih
1564/971
BOA, MAD.d, nr. 17256, s. 21-30; nr. 6425, s. 79-88
1572/980
BOA, MAD.d, nr. 16260, s. 958-968; nr. 2345, s. 5969, 137-147.
1576/984
BOA, MAD.d, nr. 16258, s. 79-93
1577/985
BOA, MAD.d, nr. 6365, s. 184-198, 284-298, 396410.
Mart-Eylül 1578/
Masar-Recec 986
BOA, MAD.d, nr. 16260, s. 697-711; nr. 6139, s. 1227, 212-226, 324-338.
Aralık 1578-Şubat
1579/Lezez 986
BOA, MAD.d, nr. 16260, s. 291-305, 339-353, 441455
1583/991
BOA, MAD.d, nr. 6559, s. 81-97, 182-197, 280295, 392-407, 492-507, 582-607, 804-827, 912-927,
1024-1040, 1132-1147.
*Haydar Paşa
*Miri Mandıra
TOPLAM: 5
Kaynak
1584/992
BOA, MAD.d, nr. 16741, s. 1-110.
1586/994
BOA, MAD.d, nr. 6342, s.86-101, 186-201, 286-301,
396-411, 496-511, 591-611.
1592/1000
BOA, MAD.d, nr. 16296, s. 13-39, 161-177, 323339; nr. 6297, s. 14-40; nr. 16296, s. 117-133, 149165, 185-201, 219-235, 289-315, 603-619.
1593/1001
BOA, MAD.d, nr. 6953, s. 170-186, 832-848, 970988, 1110-1128.
1596/1004
BOA, MAD.d, nr. 16285, s. 133-151, 183-201.
1597/1005
BOA, MAD.d, nr. 7165, s. 588-606.
1599/1008
BOA, MAD.d, nr. 6911, s. 114-132, 258-277.
12 Rakam kalabalığını engellemek için hicrî tarihlerin çevirisinde şöyle bir
yol izlenmiştir: Sadece ay veya mevacib dönemi olan yılların çevrilmesinde, söz konusu tarihin hicrî ilk günü, miladî karşılığı olan ay ya da ayların
15’inden önceye denk gelmişse o aya, sonraya denk gelmişse sonraki aya;
çevrilen yılın yarısından fazlası hangi yıldaysa (30 Haziran’dan önceyse
o yıla, 30 Haziran’dan sonraysa bir sonraki yıla) denkliği kabul edilmiştir.
Kısaltması verilen hicri ay ve mevacib dönemlerinin açılımı şöyledir: M.:
Muharrem, S.: Safer, Ra.: Rebiülevvel, R.: Rebiülahir., Ca.: Cemaziyelevvel,
C.: Cemaziyelahir, B.: Receb, Ş.: Şaban, N.:Ramazan, L.: Şevval, Za.: Zilkade,
Z.: Zilhicce. Masar: Muharrem-Safer-Rebiülevvel, Recec: RebiülahirCemaziyelevvel-Cemaziyelahir, Reşen: Receb-Şaban-Ramazan, Lezez:
Şevval-Zilkade-Zilhicce.
381
OSMANLI İSTANBULU III
Tablo 2: XVII. Yüzyılda Üsküdar’daki Bahçeler
Bahçeler
Tarih
Kaynak
1610/1019
BOA, MAD.d, 6347, s.90-110.
1620/1029
BOA, MAD.d, nr. 6987, s.110-133.
* Rüstem Paşa-Ayazma
1629/1038
BOA, MAD.d, nr. 6580, s. 54-80.
* Haydarpaşa
1640/1050
BOA, MAD.d, nr. 5190, s. 76-106.
1646/1056
BOA, MAD.d, nr. 6146, s. 90-121.
* Şeyh Efendi
1659/1069
BOA, MAD.d, nr. 4691, s. 430-469.
* Kaptanpaşa
NMH 1676/Masar 1087
BOA, MAD.d, nr. 6965, s. 92-122.
* Sokullu Mehmed Paşa
Temmuz-Aralık 1676/
Recec-Reşen 1087
BOA, MAD.d, nr. 6965, s. 247-268.
* Mirimiran
1677/1088
BOA, MAD.d, nr. 6757, s. 369-391.
1680/1091
BOA, MAD.d, nr. 16727, s. 24-43.
1681/1092
BOA, MAD.d, nr. 5721, s. 617-636.
1684/1095
BOA, MAD.d, nr. 16754, s. 25-44.
1097/1686
BOA, MAD.d, nr. 5976, s. 569-589.
1687/1098
BOA, MAD.d, nr. 1730, s.535-555.
1688/1099
BOA, MAD.d, nr. 5347, s. 435-455.
1690/1101
BOA, MAD.d, nr. 4311, s. 576-597.
1694/1105
BOA, MAD.d, nr. 3951, s. 723-743.
1697/1108
BOA, MAD.d, nr. 720, s. 399-431.
1698/1109
BOA, MAD.d, nr. 1714, s. 727-750.
* Üsküdar
* Sultan Bayezid
* Kuleli
* Kandilli
* Miri Mandıra
* Müsahip Mustafa Paşa
* Hasan Paşa
*Nakkaş Paşa
TOPLAM: 14
382
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
Tablo 3: XVIII. Yüzyılda Üsküdar’daki Bahçeler
Bahçeler
* Üsküdar
Tarih
Kaynak
1700/1112
BOA, MAD.d, nr. 1729, s. 675-708.
1707/1119
BOA, MAD.d, nr. 724, s. 97-124.
1717/1129
BOA, MAD.d, nr. 4297, s. 665-694.
1729/1141
BOA, MAD.d, nr. 4063, s. 909-937.
1747/1160
BOA, MAD.d, nr. 804, s. 727-758.
1758/1171
BOA, MAD.d, nr. 5724, s.717-748.
1775/1189
BOA, MAD.d, nr. 17426, s.90-122.
1784/1198
BOA, MAD.d, nr. 6821, s. 1079-1110.
1795/1209
BOA, MAD.d, nr. 17635, s. 28-59.
* Kuleli
* Rüstem Paşa-Ayazma
* Haydarpaşa
* Kandilli
* Miri Mandıra
* Gafurî Efendi
* Kuzguncuk
* Müsahip Mustafa Paşa
* Mirimiran
* Hasan Paşa
* Yemişli
TOPLAM: 12
1. Üsküdar Bahçesi’nin İnşası
Tebliğimizin konusunu oluşturan Üsküdar Bahçesi, üzerinde
bulunan Üsküdar Sarayı ile birlikte Kanuni Sultan Süleyman tarafından inşa edilmiştir. Dolayısıyla konuya, bahçenin yapım tarihi
bakımından önem arz eden, sarayın inşa tarihini ele almak suretiyle
başlamak yerinde olacaktır.
Kaynaklar, Üsküdar Sarayı’nın inşa tarihi için iki farklı tarih
vermektedir. Bu kaynaklardan ilki ve Saî Çelebi tarafından Mimar
Sinan’ın hayat ve eserlerini anlatmak için kaleme alınmış olan Tuhfetü’l-mimarîn’dir. Eserde, Üsküdar Sarayı’nın inşa tarihiyle ilgili şu
kayıt yer almaktadır: “Sarây-ı Üsküdar, ahd-ı Süleymân Hân’da binâ
olmuşdur, fi sene 958”13. Buna göre sarayın bitim tarihi 1551’dir.
Ancak en az bu kaynak kadar sağlam ve güvenilir olan diğer iki
kaynağın birbirini teyiden verdiği tarih ise Hicri 962 (Miladî 1555)
yılıdır. Bunlardan ilki 20 Ocak 1555 (26 S. 962) tarihli bir mühimme
13 Rıfki Melûl Meriç, Mimar Sinan Hayatı, Eseri, Mimar Sinanın Hayatına,
Eserlerine Dair Metinler, TTK, Ankara 1965, [Tuhfetü’l-mimarîn], I, 40.
383
OSMANLI İSTANBULU III
kaydıdır14. Bu hükümde yer alan bilgiye göre 1555 yılının kışında
sarayın inşaatı devam etmekteydi. Bu bilgiyi teyit eden diğer kaynak
ise Celalzade’nin Tabakâtü’l-memâlik ve Derecâtü’l-mesâlik adlı eseridir. Eserin verdiği bilgiye göre İran’ın yaptığı barış teklifinden dolayı
planladığı seferi yapmaktan vaz geçen Kanuni, İstanbul’a planlanan
vakitten daha erken dönmüştür. 1555 yılının Temmuzunun son günü
İstanbul’a vardığında, Üsküdar Sarayı bitirilmiş ve onun burada konaklanması için hazır hâldeydi15.
Sarayın yapımı hususunda her iki kaynak grubunun verdiği inşa
tarihleri arasında dört yıllık zaman farkı olmakla birlikte her iki tarihin de doğru olduğu söylenebilir. Bu iki tarihten ilki olan 1551 (958)
yılı sarayın nüvesini teşkil eden ana yapıların bitim tarihi, ikinci olan
1555 (962) yılı ise, sarayın bahçe, sur ve suyolları dâhil diğer yardımcı
yapıları gibi bütün müştemilatıyla bitim tarihi olması muhtemeldir.
Nitekim Osmanlı mimari tarihinde yapıların inşa hususunda iki farklı tarihlendirmeye örnek olabilecek başka yapılar da vardır. Mesela
bunların başında Yeni Saray gelmektedir. Kaynaklar Yenisaray’ın ana
binalarının bitim tarihi olarak genellikle 1462 (867) yılını16 verirken; surunun bitim tarihi olarak da 1476 (881) yılını17 vermektedir.
14 BOA, A.DVN.MHM.d, nr. 1, s. 204, h. 1168. Hükmün içerdiği “Üsküdar’da
binâ olunan sarây-ı âmire” ifadesi ile söz konusu tarihte devlete ait tek saray
olan Üsküdar Sarayı’nın kastedildiği açıktır. Zira “Sarây-ı cedîd-i âmire”;
tophane-i âmire, matbah-ı âmire, darbhane-i âmire örneklerinde de (Mehmet
Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB Yayınları,
İstanbul 1983, III, 60) görüldüğü üzere “âmire” kelimesi sadece devlete ait
kurumları ifade etmek için kullanılmaktaydı.
15 “Celâl-zâde Mustafa Çelebi, Tabakâtü’l-memâlik ve Derecâtü’l-mesâlik”, haz.
Funda Demirtaş, Yayımlanmamış Doktora Tezi (YDT), Erciyes Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri 2009, s. 691. Yine bk. İOTK, 1971, II, 296-297.
16 “XVI. Yüzyıla Ait Anonim Osmanlı Tarihi”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi (YYLT), haz. Uğur Gürsu, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2005, s.155; Tevkî’î Mehmed Paşa’ya Göre “Osmanlı Tarihi”, haz.
Zafer Karakuş, YYLT, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya
1992, s. 64. Yine bk. İbn Kemal, Tevârih-i Âl-i Osman, VII. Defter, haz. Şerafettin Turan, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1957, s. 103-105; Kitâb-ı Cihan-nümâ
Neşri Tarihi, haz. Unat-Köymen, 1995, II, 711.
17 “(Anonim) Tevârîh-i Âl-i Osman”, YYLT, haz. Ahmet Akgün, Marmara
384
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
Ancak bu ayrımı fark etmeyen, edemeyen ya da önemsemeyen bir
Anonim Kronik müellifi18 surun bitim tarihini sarayın yapım tarihi
olarak vermek suretiyle, tarihlendirmede bazen ana binaların bazen
de tüm müştemilatıyla yapı kompleksinin bitim tarihlerinin esas alınabileceğini göstermektedir
Toparlayacak olursak, Üsküdar Bahçesi, Üsküdar Sarayı ile birlikte büyük bir ihtimalle 1555 (962) yılında ya da buna çok yakın bir
tarihte yapıldığı var sayılabilir. Saray ve ona bağlı olan bahçesinin
mimarı, gerek Saî Çelebi’nin gerekse Evliya Çelebi’nin ifade ettiği
gibi19 Kanunî Sultan Süleyman’dır. Ancak bahçenin imar ve gelişiminde onun dışında II. Selim, III. Murad, I. Ahmed ve IV. Murad’ın
da önemli katkıları olmuştur20.
Devlete ait bahçeler mülkiyet bakımından (inşası, kullanım
hakkı) kaba olarak ikiye ayrılabilir. Bunlardan ilki devlet imkânlarıyla padişahlar için inşa edilenler, diğerleriyse çeşitli statüdeki devlet
adamlarının kendileri için yaptıkları bahçeler olup, onların ölüm ya
da azilleri üzerine müsadere edilmek suretiyle devletin mülkiyetine geçen bahçeler. Saray bahçeleri (Tersane, Davudpaşa, Karaağaç,
Üsküdar, Beşiktaş) ile genellikle kuruldukları yerlerin adlarını alan
bahçeler (Fener, Tokat, Kandilli, Haramidere, Büyükdere, Kuleli vb)
birinci gruba, kişi adları taşıyan bahçeler ise ikinci guruba girmektedir.
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1988 s. 56; “(Anonim) Zikr-i
Mülük-i Al-i Osman”, YYLT, haz. Meral Pekmezci, Marmara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1988, s. 140; “Muhyiddin Cemâlî’nin
Tevârih-i Âl-i Osman’ı”, YYLT, haz. Hasan Hüseyin Adalıoğlu, Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1990, s. 110; “Lütfi Paşa ve
Tevârih-i Âl-i Osman”, haz. Kayhan Atik, YDT, Erciyes Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Kayseri 1996, s. 160.
18 “Anonim Tevârîh-i Âl-i Osmân (Kuruluştan 892/1487’ye Kadar)”, YYLT,
haz. Cihan Çimen, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü,
İstanbul 2006, s. 124.
19 Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, haz. Orhan Şaik Gökyay, I, 205-206.
20 Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century Istanbul
As A Mirros of Clasiccal Ottoman Garden Culture”, Gardens In The Time Of
The Great Muslims Empires, Theory And Design, edited by Atillio Petruccioli,
Brill, Leiden-Newyork-Köln 1997, s. 35.
385
OSMANLI İSTANBULU III
Bir saray bahçesi olan Üsküdar Bahçesi, devlet imkânlarıyla
padişah için inşa edilen bahçelerden birisidir. Bahçeye arşival kaynaklarda -şu an itibariyle- en erken 1563/971 tarihinde “Bâğça-i Sarây-ı
Cedîd” adıyla rastlamaktayız. Bostancı ocağına bağlı olarak “Bostanhâ-i Sâ’ire” başlığı altında yer verilen bahçe, Haydarpaşa Bahçesi’nden
sonra, Mandıra-i Mirî’den önce on altıncı sırada yer almaktaydı21.
Bahçelerin en sonunda yer verilmiş olması bahçenin yeni açıldığına
işaret etmektedir. Zira Bostancı Ocağı teşkilatında, yeni açılan bahçeler “Bostanhâ-i Sâ’ire” başlığı altında yer verilen taşra bahçelerinin
en sona yazılırdı. Bahçenin Mart 1578 (M. 986)’den itibaren “bâğça-i
Sarây-ı Üsküdar”22 ve 1583 (991)’ten23 itibaren ise artık sadece “Bâğça-ı Üsküdar” 24 olarak anılmaya başlanmıştır.
Öte yandan Bostancı Ocağına bağlı taşra bahçeleri arasında
Üsküdar adını taşıyan bir başka bahçeye daha rastlamaktayız. İlk
olarak Aralık 1577 (L. 985)’de25 “bâğça-i Sarây-ı Cedîd der-i Üsküdar” adıyla taşra bahçelerinin yirmi dördüncüsü olarak gördüğümüz
bu bahçe, ilginç bir ad değişikliği serüveni yaşamaktadır. Mart 1578
(M. 986)’de “Bâğça-i Sarây-ı Cedîd ve Sarây-ı Bâb-ı Nev”e26 dönüşen bahçe, Şubat 1583 (M. 991)’te “Bağça-ı Cedîd ve Bâb-ı Nev”e27
ve daha sonra Haziran 1591 (Ş. 999)’de ise “Bağça-ı Bâb-ı Nev”e28
dönüşmüştür. Kurulduktan yaklaşık 43 sene sonra yani 1620 (1029)
yılında ise kaldırılmıştır29. “Bâb-ı Nev”in çevirisi Yenikapı olup, İstanbul’da bazen Bâb-ı Nev bazen Bâb-ı Cedîd adıyla üç tane Yenikapı
adını taşıyan kapı bulunmakta idi. Bunların birisi Marmara’ya, birisi
Haliçe açılmakta ve diğeriyse surun kara tarafında Topkapı ile Silivrikapı arasında yer almaktaydı30. Dolayısıyla üçü de karşı yakada olan
21 BOA, MAD.d, nr. 17256, s. 29.
22 BOA, MAD.d, nr. 16260, s. 706.
23 989 ve 990 yıllarına ait mevacib kayıtlarını henüz tespit edemedik.
24 BOA, MAD.d, nr. 6559, s. 90.
25 BOA, MAD.d, nr. 6365, s. 409.
26 BOA, MAD.d, nr. 16260, s. 710.
27 BOA, MAD.d, nr. 6559, s. 94.
28 BOA, MAD.d, nr. 6352, s. 186.
29 BOA, MAD.d, nr. 6987, s.122.
30 Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul Tarihi XVII. Asırda İstanbul, s. 18, 22;
386
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
bir mıntıka adıyla anılan bu bahçenin Üsküdar ile bir ilgisi var mıydı
yok muydu, var ise nasıl bir ilgi olduğu hususu hâlâ izaha muhtaç bir
noktada durmaktadır.
Üsküdar’da yer alan yukarıdaki bahçelerden konumuz olan
Üsküdar Bahçesi, Selimiye Kışlası ve Camisi’nin bulunduğu yerde
idi31. Taşra bahçelerden biri olmasına karşın Üsküdar Bahçesi, sayıları
zamanla 60’ı geçen diğer taşra bahçelerinin en önemlilerinden birisiydi32. Asya’ya açılan kapıda yer alması, üzerinde bir sarayı bulunduruyor olması ve bünyesinde padişaha ait atların barındığı bir ahırın
bulunması bahçenin önemini artıran faktörlerdi33. Has ahıra sahip
olmasından dolayı bahçe “küçük hâs bâğçe” olarak anılırdı34. BahçeP.Ğ.İnciciyan, XVIII. Asırda İstanbul, s. 10-12; Gülru Necipoğlu, Sinan Çağı:
Osmanlı İmparatorluğu’nda Mimarî Kültür, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2013, s. 143’teki Piri Reis Haritası.
31 Mustafa Cezar, “Sanatta Batı’ya Açılışta Saray Yapıları ve Kültürünün Yeri”,
TBMM: Millî Saraylar Sempozyumu Bildiriler, İstanbul 1984, s. 55; Wolfgang
Müller, “Das Kacak Sarayı-Ein Verlorenes Baudenkmal Istanbuls”, IX. Türk
Tarih Kongresi (Ankara: 21-25 Eylül 1981), Kongreye Sunulan Bildiriler, Türk
Tarih Kurumu, Ankara 1989, III, 1249.
32 Muzaffer Erdoğan, “Osmanlı Devrinde İstanbul Bahçeleri”, Vakıflar Dergisi
(1958), IV, 171.
33 Ahmed Akgündüz, I. Ahmed, I. Mustafa ve II. Osman Devirleri Kanunnâmeleri
(1012/1603-1031/1622), Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1996, IX, 162.
Eserin müellifi her ne kadar bu öneminden dolayı, diğer bütün taşra bahçelerine alınan yeni neferlere 1,5 akça yevmiye verildiği hâlde, Üsküdar, Büyükdere
(İlk bahçelerden biri olduğu için) ve Kuleli (Kanuni Sultan Süleyman’ın
çocukluğunda burada belli bir süre kalmış olmasından dolayı) bahçelerine
alınan yeni neferlere tıpkı Hasbahçeye alınan neferlere verildiği gibi 2 akça
yevmiye verildiğini söylese de, Kuleli hariç diğer iki bahçede bu kurala riayet
edilmediği görülmektedir. Bazı örnekler için bk. BOA, MAD.d, nr. 16260, s.
333, 697-698, 706; BOA, MAD.d, nr. 6139, s. 324-325.
34 Bu özelliğinden dolayı atların çayırlara salınması etkinliği çoğunlukla burada yapılmaktaydı. Bir şenlik havasında yapılan atların baharda çayırlara
salıverilmesi etkinliği kapsamında padişaha ait atlar Üsküdar’daki İbrahim
Ağa Çayırı ile Çatalca ve Kâğıthane (P.Ğ.İnciciyan, XVIII. Asırda İstanbul,
s. 78) çayırlarına; vezirlere ait atlar Beykoz çayırlarına, diğer görevlilere ait
olanlarsa kendilerine tahsis edilen bahçelere salıverilirdi. Bu şenlikler esnasında padişah Üsküdar’da ise bostancıbaşı, Kâğıthâne’de ise Büyük Mirahur
387
OSMANLI İSTANBULU III
nin, Hasbahçe’den sonra en kalabalık bostancı grubuna sahip bahçe
olması da önemli olduğu hususunu teyit etmektedir. Bahçede çalışan
bostancı sayısı bakımından Üsküdar Bahçesi XVI. yüzyılın en kalabalık ilk üç bahçeden birisi, XVII. yüzyılın ise en kalabalık bahçesi
olmuştur. Yine bahçe kurulduğu tarihte Bostancı Ocağı teşkilatında
taşra bahçelerinin on altıncısı olarak kayıtlara geçmişken, 1630’dan35
itibaren birinci bahçe olarak kaydedilmiştir. İlk olarak, bostancılar
hakkında en ayrıntılı bilgiyi veren ilk defterlerden biri olan 971/1564
tarihli Maliyeden Müdevver Defteri’nde rastlanılan Üsküdar Bahçesi’nin bu yüzyıldaki bostancı sayısı 33 ile 92 arasında değişmiştir.
Tablo 4: XVI. Yüzyılda Üsküdar Bahçesindeki Bostancılar
Bostancı
Toplam
Yevmiye (akça)
Mart 1564/Ş. 971
92
162,5
BOA, MAD.d, nr. 17256, s. 29.
Haziran 1564/ Za. 971
91
161
BOA, MAD.d, nr. 6425, s. 87.
Ekim 1572/C. 980
50
98,5
BOA, MAD.d, nr. 16260, s. 965
Aralık 1572/Ş. 980
54
104,5
BOA, MAD.d, nr. 2345, s. 144.
Ocak 1573/N. 980
54
104,5
BOA, MAD.d, nr. 2345, s. 66.
Ekim 1576/ B. 984
64
182,5
BOA, MAD.d, nr. 16258, s. 86, 89.
Eylül 1577/B. 985
65
178,5
BOA, MAD.d, nr. 6365, s. 93.
Ekim-Aralık 1577/Ş.L. 985
65
178,5
BOA, MAD.d, nr. 6365, s. 193, 293,
405
Mart 1578/M. 986
66
147
BOA, MAD.d, nr. 16260, s. 697.
Mayıs 1578/Ra. 986
64
163
BOA, MAD.d, nr. 16260, s. 855.
Temmuz 1578/Ca. 986
66
167
BOA, MAD.d, nr. 6139, s. 21.
Ağustos 1578/C. 986
66
167
BOA, MAD.d, nr. 6139, s. 121.
Eylül 1578/ B. 986
66
167
BOA, MAD.d, nr. 6139, s. 333.
Tarih
Kaynak
Ağa kendisine ziyafet verirdi (Mesela bk. Topçular Kâtibi Abdulkādir (Kadrî
Efendi) Tarihi, haz. Ziya Yılmazer, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2003, II, 1076;
Mür’i’t-Tevârih, haz. Münir Aktepe, İÜ Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1976,
I, 172). Üsküdar Bahçesi’ndeki hasahırda bulunan atlara bostancılar bakardı
(BOA, AE.SMMD.IV, nr. 8329, 1671 (1082); Akgündüz, I. Ahmed, I. Mustafa
ve II. Osman Devirleri Kanunnâmeleri, IX, 162).
35 BOA, MAD.d, nr. 6953, s. 44.
388
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
Haziran 1580/Ca. 988
37
88
BOA, MAD.d, nr. 6153, s. 205.
Ocak 1581/Z. 988
40
79,5
BOA, MAD.d, nr. 6153, s. 839.
Şubat 1583/M. 991
60
107
BOA, MAD.d, nr. 6559, s. 90.
Mart 1583/S. 991
57
106
BOA, MAD.d, nr. 6559, s. 190.
Nisan 1583/Ra. 991
56
104
BOA, MAD.d, nr. 6559, s. 288.
Mayıs 1583/R. 991
56
108,5
BOA, MAD.d, nr. 6559, s. 400.
Haziran 1583/Ca. 991
58
109
BOA, MAD.d, nr. 6559, s. 500.
Temmuz 1583/C. 991
58
103
BOA, MAD.d, nr. 6559, s. 600.
Ağustos 1583/B. 991
59
109
BOA, MAD.d, nr. 6559, s. 712.
Eylül 1583/Ş. 991
59
105
BOA, MAD.d, nr. 6559, s. 820.
Ekim 1583/N. 991
58
106,5
BOA, MAD.d, nr. 6559, s. 920.
Kasım 1583/L. 991
60
105
BOA, MAD.d, nr. 6559, s. 1032.
Aralık 1583/Za. 991
56
106,5
BOA, MAD.d, nr. 6559, s. 1140.
Ocak 1586/M. 994
62
135
BOA, MAD.d, nr. 6342, s. 94.
Şubat 1586/S. 994
64
140,5
BOA, MAD.d, nr. 6342, s. 194.
Mart 1586/Ra. 994
68
140,5
BOA, MAD.d, nr. 6342, s. 294.
Nisan 1586/R. 994
68
132
BOA, MAD.d, nr. 6342, s. 404.
Mayıs 1586/Ca. 994
63
128,5
BOA, MAD.d, nr. 6342, s. 504.
Haziran 1586/C. 994
63
133
BOA, MAD.d, nr. 6342, s. 604.
Haziran 1591/Ş.999
43
114
BOA, MAD.d, nr. 6352, s. 182.
Şubat 1592/R. 1000
43
117
BOA, MAD.d, nr. 6297, s. 22;
nr. 16296, s. 612.
Ekim 1592/M. 1001
37
112
BOA, MAD.d, nr. 6953, s. 178.
Mayıs 1593/Ş. 1001
39
117
BOA, MAD.d, nr. 6953, s. 840.
Temmuz 1593/L. 1001
35
103
BOA, MAD.d, nr. 6953, s. 978.
Eylül 1593/Z. 1001
33
110
BOA, MAD.d, nr. 6953, s. 1118.
Aralık 1595/R. 1004
34
140
BOA, MAD.d, nr. 16285, s. 142.
Mart 1596/B. 1004
46
165
BOA, MAD.d, nr. 16285, s. 190.
Haziran 1597/L. 1005
53
176,5
BOA, MAD.d, nr. 7165, s. 596.
Şubat-Nisan 1599/
Reşen 1007
72
215
BOA, MAD.d, nr. 6911, s. 122.
Ağustos-Ekim 1599/
Masar 1008
60
188
BOA, MAD.d, nr. 6911, s. 266.
389
OSMANLI İSTANBULU III
Tablo 5: XVII. Yüzyılda Üsküdar Bahçesindeki Bostancılar
Bostancı
Toplam
Yevmiye
(akça)
Nisan-Haziran 1610/Masar 1019
56
203,5
BOA, MAD.d, nr. 6347, s. 98.
Aralık 1619-Şubat 1620/Masar 1029
74
424,5
BOA, MAD.d, nr. 6987, s.118.
Eylül-Kasım 1628/Masar 1038
49
259,5
BOA, MAD.d, nr. 6580, s. 62.
Ağustos-Ekim 1631/Masar 1041
70
288,5
BOA, MAD.d, nr. 6953, s. 44.
Mayıs-Temmuz 1640/Masar 1050
86
248,5
BOA, MAD.d, nr. 5190, s. 76.
Mart-Mayıs 1646/Masar 1056
88
385
BOA, MAD.d, nr. 6146, s. 90.
Temmuz-Eylül 1659/Lezez 106936
78
598,5
BAO, MAD.d, nr. 4691, s. 432.
Nisan-Haziran 1676/Masar 1087
118
495
BOA, MAD.d, nr. 6965, s. 92.
Eylül 1676-Şubat 1677/RececReşen 1087
115
489
BOA, MAD.d, nr. 6965, s. 247.
Aralık 1677-Şubat 1678/Lezez 1088
144
622
BOA, MAD.d, nr. 6757, s. 369.
Şubat-Nisan 1680/Masar 1091
122
521
BOA, MAD.d, nr. 16727, s. 24.
Ekim-Aralık 1681/Lezez 1092
118
537
BOA, MAD.d, nr. 5721, s. 617.
Ocak-Mart 1684/Masar 1095
105
521,5
BOA, MAD.d, nr. 16754, s. 25.
Mart-Mayıs 1686/Recec 1097
120
525
BOA, MAD.d, nr. 5976, s. 569.
Şubat-Nisan 1687/Recec 1098
137
Kasım 1687-Ocak 1688/Masar 1099
122
563,5
BOA, MAD.d, nr. 5347, s. 435.
Nisan-Haziran 1690/Reşen 1101
111
527,5
BOA, MAD.d, nr. 4311, s. 576.
Eylül-Kasım 1693/Masar 1105
98
480
BOA, MAD.d, nr. 3951, s. 723.
Ağustos-Ekim 1696/Masar 1108
144
648,5
BOA, MAD.d, nr. 720, s. 399.
Ağustos-Ekim 1697/Masar 1109
115
553
Tarih
Kaynak
BOA, MAD.d, nr. 1730, s. 535.
BOA, MAD.d, nr. 731.
36 Bu dönemden itibaren, her bahçenin emeklilerinin kendi bünyelerinde
yer verilmesi uygulaması gereği, Üsküdar Bahçesi’nin emeklileri de bahçe
neferlerine dâhil edilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla bu tarihten itibaren verilen
bostancı sayısına emekliler de dâhildir.
390
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
Tablo 6: XVIII. Yüzyılda Üsküdar Bahçesindeki Bostancılar
Bostancı
Toplam
Yevmiye
(akça)
Aralık 1700-Şubat 1701/Reşen 1112
98
545,5
BOA, MAD.d, nr.
1729, s. 675.
Ocak-Mart 1707/Lezez 1119
53
385,5
BOA, MAD.d, nr.
724, s. 97.
Ocak-Mart 1717/Masar 1129
67
496,5
BOA, MAD.d, nr.
4297, s. 665.
Aralık 1725-Şubat 1726/Recec 1138
72
594
BOA, MAD.d, nr.
16997, s. 28.
Kasım 1728-Ocak 1729/Recec 1141
79
741,5
BOA, MAD.d, nr.
4063, s. 909.
Ekim-Aralık 1747/Lezez 1160
84
679,5
BOA, MAD.d, nr.
804, s. 727.
Haziran-Ağustos 1758/Lezez 1171
79
613
BOA, MAD.d, nr.
5724, s.717.
Mart-Mayıs 1775/Masar 1189
73
475
BOA, MAD.d, nr.
17426, s. 90.
Haziran-Ağustos 1784/Reşen 1198
73
532,5
BOA, MAD.d, nr.
6821, s. 1079.
Şubat-Nisan 1795/Reşen 1209
76
651,5
BOA, MAD.d, nr.
17635, s. 28.
Tarih
Kaynak
2. Üsküdar, Kavak ve Ayazma Bahçeleri Arasındaki İlişki
Üsküdar, çok sayıda saray ve bahçeye sahip olmasından dolayı
bunların adlandırılmasına bazen karışıklıklar yaşanmış; bu hususta
birbirinden farklı görüşlerin öne sürülmesi söz konusu olmuştur. Biz
burada konunun sadece Üsküdar Sarayı/Bahçesi ile ilgili kısmı ele
alacağız. Üsküdar tarihi hususunda en önemli eserlerden birini yazmış olan İ. Hakkı Konyalı, Üsküdar Sarayı’nın Kavak Sarayı ile aynı
saray olmadığını, bilinenin aksine Üsküdar Sarayı’nın Ayazma Sarayı
ile aynı saray olduğunu ileri sürmektedir37. Tülay Artan da, Kavak
Bahçesi’nin Ayazma Bahçesi ile ilişkisinin “tam olarak anlaşılamadı37 İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitâbeleriyle Üsküdar Tarihi, Ahmet Sait
Matbaası, İstanbul 1977, II, 265-272.
391
OSMANLI İSTANBULU III
ğını”38 belirtmek suretiyle bu husustaki tereddütlerini dile getirmektedir. Yine A.S. Ünver39, Necla Arslan40 ve M. Gözde Ramazanoğlu41
ise, Kavak ve Üsküdar saraylarının “aynı sınırlar içerisinde farklı yapı
gruplarının adı” olduğunu belirtmektedirler.
Evvela bunlardan İ. Hakkı Konyalı’nın ileri sürdüğü Ayazma
Bahçesi ile Üsküdar Bahçesi’nin aynı olduğuna dair görüşünü ele
alalım. Hemen belirtelim ki, bugün elde ettiğimiz bilgi ve belgeler
Ayazma Sarayı/Bahçesi ile Üsküdar Sarayı/Bahçesi’nin birbirinden
tamamen farklı yapılar olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Özellikle Bostancı Ocağı’na ait tüm mevacib kayıtlarında bu husus açıkça
görülmektedir. Bu kayıtlarda sık geçen “bağça-i Rüstem Paşa eş-şehr
Ayazma” ibaresinden de anlaşılacağı üzere Ayazma Sarayı/Bahçesi ile
burada yer alan Rüstem Paşa Sarayı/Bahçesi ile aynıdır42. Bostancı
Ocağı neferlerinin maaşlarını konu alan tüm mevacib defterlerinin
yanı sıra bahçelerdeki yapılar ve bunların içindeki eşyaların sayımını
konu alan defterler de43 Üsküdar Bahçesi ile Ayazma Bahçesi’nin
birbirinden tamamen farklı mekânlar olduğu hiçbir tereddüde mahal
bırakmayacak kesinlikte ispatlamaktadır. Bu hususta zikredeceğimiz
bir diğer kaynak ise bostancıbaşı defterleridir. Bu defterlerin verdiği
38 Tülay Artan, “Kavak Bahçesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Türkiye
Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul 1994, IV, 495.
39 A. S. Ünver, “Üsküdar Kavak Sarayı Hakkında Vesikaları Sıralama ve Bir
Deneme I”, Yücel, sayı 29 (1937), s. 175; A. S. Ünver, “Üsküdar Kavak Sarayı
Hakkında Vesikaları Sıralama ve Bir Deneme II”, Yücel, sayı 30 (1937), s.
211. Yine aynı müellifin iddia ettiğinin aksine (s. 177-178) Kavak Bahçesi ile
Haydarpaşa Bahçesi, başta ocağa ait mevacib defterleri olmak üzere diğer
belgelerle de ispatlandığı gibi, aynı bahçeler değildir.
40 Necla Arslan, Gravür ve Seyahatnamelerde İstanbul (18. Yüzyıl Sonu ve 19.
Yüzyıl), İBB Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul 1992, s. 102.
41 M. Gözde Ramazanoğlu, Osmanlı Yenileşme Hareketleri İçerisinde Selimiye
Kışlası Ve Yerleşim Alanı, YDT, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul 2003, s. 53-54.
42 Mevacib kayıtlarında sıklıkla kullanılan bu ibarenin XVIII. yüzyılın ikinci
yarısında da kullanıldığına dair bk. BOA, MAD.d, nr. 17345, s. 24, 13 Mart 1774
(29 Z. 1187).
43 BOA, MAD.d, nr. 4763, 29 Eylül 1705 (10 C. 1117); BOA, C.SM, nr. 2351, 7
Mart 1724 (11 C. 1136).
392
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
bilgiye göre XIX. yüzyılın başında (1802, 1814-1815) her iki sarayın
arasında, sadece sahil şeridini esas aldığımızda elliyi aşkın bahçeli
ev ve yalı bulunduğuna44 göre, her ikisinin aynı mekân olması söz
konusu değildir45.
Her iki sarayın yapım tarihlerinin birbirinden farklı olması da,
bu iki sarayın aynı saray olamayacağını ortaya koymaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz üzere Üsküdar Sarayı 1555 yılının yazında tamamlanmıştı. Oysa Rüstem Paşa Sarayı yani Ayazma Sarayı ise bundan
önceki bir tarihte yapılmış olmalıydı. Zira Rüstem Paşa, ilk sadaret
görevinde 1553’te azledildiğinde bu burada oturmaktaydı46 ve hiçbir
resmi sıfatı olmamasına rağmen kendisini ziyarete gelen elçileri burada kabul etmekteydi47.
Konyalı’nın Üsküdar Sarayı ile Kavak Sarayı’nın aynı saray olmadığı yönündeki görüşünün de artık geçerliliğini yitirdiğini söyleyebiliriz. Arşiv belgeleri ve kroniklerin verdiği bilgilerden, bu iki farklı
adın aynı mekânı tanımlamak için kullanıldığı, dolayısıyla her iki sarayın-bahçenin aynı yerler olduğu anlaşılmaktadır. Farklı vesikalarda
bahçe üzerinde yer alan yapıların bir kısmı bazen Üsküdar Sarayı/
Bahçesi’ne bazen de Kavak Sarayı/Bahçesi’ne ait yapılar olarak ifade
edilmiş olması bu hususu teyit etmektedir. Mesela yukarıda da bahsettiğimiz gibi II. Selim döneminde Üsküdar Bahçesi’nde yaptırılan ve
bu bahçede olduğu daha birçok vesikaca da ispatlanan Mehmed Paşa
Köşkü, XVIII. yüzyıla ait birçok belgede Kavak Sarayı’nın bir yapısı
olarak zikredilmiştir: “Kavak-sarâyı’nda vâki‘ Mehemmed Paşa Kasrı”48;
44 Şevket Rado, “Bostancıbaşı Defteri: 1802 Yılında Boğaziçi ve Haliç Kıyılarında Kimler Otururdu?”, Hayat Tarih Mecmuası (İlavesi), I/6 (1972), s. 23-24;
Reşad Ekrem Koçu, “Bostancıbaşı Defterleri”, İstanbul Enstitüsü Dergisi, sayı
4 (1958), s. 89-90.
45 Daha fazla bilgi için bk. Murat Yıldız, “Geçmişten Bugüne Üsküdar Ayazma
Mahallesi’nde Yapı-Mekan İlişkisi”, History Studies, Prof. Dr. Halil İnalcık
Armağanı, 5/2 (Mart 2013), s. 569-570.
46 Erhan Afyoncu, “Rüstem Paşa”, TDVİA, İstanbul 2008, XXXV, 289.
47 Ogier Augerius De Busbecq, Türk Mektupları, çev. Hüseyin Cahit Yalçın,
Remzi Kitabevi, İstanbul 1939, s. 41-42.
48 “Mehmed Emin Edîb Efendi’nin Hayatı ve Târihi”, haz. Ali Osman Çınar,
Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul 1999, s. 328.
393
OSMANLI İSTANBULU III
“Kavak Sarâyı’nda Mehmed Paşa Kasrı”49; “Üsküdar’da Kavak hadîka-i
hümâyûnda vâki‘ Mehmed Paşa Kasrı”50; “Üsküdar’da Kavak Saray-ı
hümâyûnu ittisâlinde vâki‘ Mehmed Paşa kasr-ı hümayununa”51; “Üsküdar’da Kavak Sarâyı’nda vâki‘ Mehmed Paşa Kasrı’na”52, “Üsküdar Kavak
Sarayı’ndaki tazıcılar ocağının ve diğer yapıların yıktırılması, Mehmed
Paşa Kasrı’nın bırakılması”53; “Üsküdar Kavak Saray-ı hümâyûnunda
vâki‘ Mehmed Paşa Köşkü” ve “Üsküdar Kavak sarây-ı hümâyûnu derûnunda Mehmed Paşa köşkü”54 gibi. Bu örneklerde de görüldüğü üzere,
aynı yapılara sahip her iki bahçenin doğal olarak aynı olması gerektiği
kendiliğinden anlaşılmaktadır55.
Öte yandan konuyla ilgili mevcut belgelerin, bahçeyi tarif sadedinde kullanılan Üsküdar ve Kavak isimlerini tarihlendirmemize sundukları katkı, meseleyi özetler niteliktedir. Belgelerden ilk iki yüzyıla
(1555-1750) ait olanların neredeyse tamamında bahçenin Üsküdar
Bahçesi, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından sonrakilerinde ise daha çok
Kavak Bahçesi56 olarak bahsedildiği görülmektedir. Buradan hareket49 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, TTK, Ankara 1993, s. 165.
50 BOA, C.SM, nr. 60/3009, 24 Mayıs 1737 (24 M. 1150).
51 BOA, C.AS, nr. 645/27154, 8 Ocak 1760 (19 Ca. 1173).
52 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 335.
53 Câbî Ömer Efendi, Câbî Târihi (Târîh-i Sultân Selîm-i Sâlis ve Mahmûd-i
Sânî), Tahlîl ve Tenkidli Metin, haz. Mehmet Ali Beyhan, TTK, Ankara 2003,
I, 34-35.
54 BOA, C.AS, nr. 143/6338, 31 Temmuz 1800 (9 Ra. 1215).
55 Nitekim Mustafa Cezar da, her iki adın aynı saray-bahçe için kullanıldığını
ifade etmektedir (Mustafa Cezar, “Sanatta Batı’ya Açılışta Saray Yapıları ve
Kültürünün Yeri”, s. 55).
56 BOA, C.SM, nr. 60/3009, 24 Mayıs 1737 (24 M. 1150); C.AS, nr. 645/27154,
8 Ocak 1760 (19 Ca. 1173); C.AS, nr. 692/29034, 20 Şubat 1776 (29 Z. 1189) ;
C.SM, nr. 57/2897, 7 Nisan 1779 (20 Ra. 1193); C.SM, nr. 8513, 24 Ekim 1780
(25 L. 1194); TS.MA.d, nr. 2251, vr. 7b, 9b, 26 Temmuz 1788 (22 L. 1202); MAD.d,
nr. 10415, s.1, 21 Haziran 1790 (8 L. 1204); C.DH, nr. 99/4949, 31 Mayıs 1792 (9
L. 1206); C.SM, nr. 175/8765, 9 Aralık 1800 (22 B. 1215); C.AS, nr. 773/32689, 31
Temmuz 1800 (9 Ra. 1215); C.AS, nr. 143/6338, 31 Temmuz 1800 (9 Ra. 1215);
D.BŞM.BNE.d., nr. 16488, 2 Mayıs 1802 (29 Z. 1216); C.AS, nr. 1167/51941, 10
394
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
le Üsküdar Sarayı/Bahçesi ile Kavak Sarayı/Bahçesi’nin birbirinden
farklı yapılar ya da “aynı sınırlar içerisinde farklı yapı grupları” olmadığı; sadece aynı yapının zaman içinde yaşadığı isim değişikliğinden
ibaret olduğu söylenebilir. Tarihsel süreçte yaşanan bu isim değişikliği,
bahçenin bitişiğindeki Kavak İskelesi’nden57 kaynaklanmış olabilir.
Zira Osmanlılarda yapıların adlandırılmasında bazen komplekse
ait bir yapının isminin zamanla bütün kompleksi tanımlamak için
kullanıldığı vakidir. Bu hususa en tipik örneği Topkapı Sarayı teşkil
etmektedir. Yapıldığı tarihten XVIII. yüzyılın ortalarına kadar Yenisaray (Sarây-ı cedîd) olarak anılan saray, bu yüzyılda yapılan Topkapı
Sahilsarayı’nın adıyla anılmaya başlanmış; söz konusu sahil sarayı bir
yangınla yok olmasına rağmen zamanla Topkapı ismi, Yenisaray’ın
tamamını ifade eder hale gelmiştir58. Üsküdar Sarayı/Bahçesi için de
aynı durumun söz konusu olduğu söylenebilir.
3. Üsküdar Bahçesi ve Padişahlar
Padişahların bahçeleri kullanma durumlarına göre genel bir
tasnif yapmak gerekirse İstanbul’un fethinde kadar Osmanlı padişahlarının eğlenme ve dinlenme mekânları olarak Bursa ve Edirne’deki
koru ve bahçeler, II. Mehmed - IV. Mehmed arasındaki dönemlerde
Ekim 1803 (23 C. 1218); C..SM.. 23/1164, 10 Temmuz 1803 (20 Ra. 1218); D.BŞM.
BNE.d., nr. 16108, Eylül 1804 (C. 1219); C.BLD, nr. 110/5466, 20 Mart 1806 (29
Z. 1220); HAT, nr. 1498/43, 26 Nisan 1807 (17 S. 1222); C.BLD, nr. 149/7446, 2
Mayıs 1850 (19 C. 1266); ŞD, nr. 587/15, 4 Nisan 1898 (13 Za. 1315); “Mehmed
Emin Edîb Efendi’nin Hayatı ve Târihi”, haz. Ali Osman Çınar, s. 328; Mehmed Hasib Rüznâmesi (H. 1182-1195 / M. 1768-1781), haz. Süleyman Göksu,
Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştımaları Enstitüsü, YYLT, İstanbul 1993,
s. 52; III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 141, 165, 229, 250; Câbî Târihi (Târîh-i Sultân Selîm-i Sâlis ve
Mahmûd-i Sânî) haz. Mehmet Ali Beyhan, TTK, Ankara 2003, I, 34-35.
57 Piri Reis haritası (Gülru Necipoğlu, The Age Of Sinan: Architectural Culture in
The Ottoman Empire, Reaktion Books, London 2005, s. 298; Gülru Necipoğlu,
Sinan Çağı: Osmanlı İmparatorluğu’nda Mimarî Kültür, Bilgi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul 2013, s. 402).
58 Zeynep Tarım Ertuğ, “Topkapı Sarayı”, TDVDİA, İstanbul 2012, XLI (41),
256.
395
OSMANLI İSTANBULU III
İstanbul ve Edirne’deki bahçeler, 1687-1703 yılları arasında neredeyse sâdece Edirne’deki bahçeler, 1703 Edirne Vak’ası’ndan sonra
XVIII.. yüzyılda tahta geçen ilk beş padişah döneminde Haliç ve
Kâğıthane’deki bahçeler ve III. Selim döneminden itibaren ise Boğaziçi’ndeki bahçe ve koruların ön plâna çıktığını görüyoruz. Konumuz
olan Üsküdar Bahçesi’nin de, padişahların dinlenme-eğlenme mekânı
tercihlerindeki bu genel eğilime uygun olarak, kurulduğu tarihten itibaren padişahların gözde bahçeleri arasında yer almıştır. Bahçeye olan
ilginin zirveye çıktığı dönem ise XVII. yüzyıl olmuştur. Bunun nedeni
bahçede en çok kalan padişahlar olma özelliği taşıyan üç padişahın, I.
Ahmed, IV. Murad ve IV. Mehmed bu yüzyılda yaşamış olmalarıdır.
Hiç şüphesiz bahçede vakit geçiren padişahlar yukarıda sayılanlarla sınırlı değildir. Kurulduğu tarihten dönüşüm yaşadığı XVIII.
yüzyılın sonuna kadar bahçe neredeyse bütün padişahlar tarafından
tercih edilen bir mekân olmuştur. Başta banisi I. Süleyman olmaz
üzere II. Selim, III. Murad, III. Mehmed, I. Ahmed, IV. Murad, I.
İbrahim, IV. Mehmed, II. Mustafa, I. Mahmud, III. Mustafa, I. Abdülhamid ve III. Selim, farklı amaçlar için bahçeyi kullanmışlardır.
XVII. yüzyılın sonuna kadar padişahların bahçeye yaptıkları
seyahatler genellikle göç-i hümayun (yani uzun bir süre ve kalabalık
bir maiyetle gitme) şeklinde; bu tarihten sonra ise itibarense neredeyse tamamına yakını biniş-i hümayun (az bir maiyetle ve günübirlik)
şeklinde gerçekleşmiştir59. Seyahat tipindeki bu değişiklik bile bahçenin “gözde mekân”dan “gözden düşmüş” bir mekâna doğru dönüşen
tarihsel sürecini yansıtan somut bir göstergedir. kurulduğu tarihten
işlevini yitirdiği tarihe kadar Üsküdar Bahçesi padişahların şu faaliyetlere sahne olmuştur:
3.1. Tebdîl-i Hava, Kesb-i Safâ, Zevk ü Safâ
“Tebdîl-i Hevâ, Kesb-i Sefâ, Zevk ü Sefâ” ifadeleri, kroniklerde Osmanlı padişahlarının bahçelere gitme veya oralarda kalma
59 Yine İnciciyan da, kendi dönemlerinde (XVIII. yüzyılın ortaları) Kavak
Sarayı’na artık göç yapılmadığını zikretmektedir (G.V. İnciciyan, Boğaziçi
Sayfiyeleri, çev. Orhan Duru, İstanbul 2000, s. 85).
396
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
gerekçeleri bağlamında kullanılan en genel ve yaygın ifadeler olarak
göze çarpmaktadır. Birer eğlenme ve dinlenme mekânı olan söz konusu yerlerin çağrıştırdıkları ile, yukarıdaki ifadelerle anlatılmak istenenlerin farksız olması tabiidir. Esasında bu ifadelerin çağrıştırdığı
etkinlikler, aşağıda 17 başlık altında verdiğimiz faaliyetlerin önemli
bir kısmını kapsamaktadır. Ancak biz bu başlık altında sadece diğer
başlıkların herhangi birisine dâhil edemediğimiz padişah etkinliklerini derç ettik.
Üsküdar Bahçesi “tebdîl-i hevâ, kesb-i safâ, zevk ü safâ” için
birçok padişah tarafından ziyaret edilmiştir. Seferlerden fırsat buldukça Kanuni’nin tercih ettiği bahçelerden birisi bu bahçe olmuştur60.
Yaz mevsiminde neredeyse her gün uğrayacak kadar buraya düşkün
olan II. Selim61 ile bahçeye düşkünlüğü, adına bir köşk yaptırmakla
gösteren III. Murad62, XVI. yüzyılın bahçeden söz konusu gerekçeyle
en çok istifade eden padişahlarıydı. Bahçedeki iç sarayda olan yastık,
minder, yorgan gibi eşyalarla mutfak eşyasının sayımını içeren bir
defterdeki bilgilere bakılırsa, III. Mehmed de, dinlenmek için bahçede kalmıştır63.
Bahçeden en çok istifade eden padişahların başında gelen I.
Ahmed, yıllık programı gereği64 bahçeye, baharın başlamasıyla birlikte gelirdi. Bu gelişlerinde birinde darüssaade ağası, nedimleri, harem
60 Mesela bk. Dündar Alikılıç, “Üsküdar Hasbahçeleri”, Üsküdar Sempozyumu
IV, I, 427’deki minyatür.
61 Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century
Istanbul…”, s. 36.
62 Bk. Nurhan Atasoy, Hasbahçe Osmanlı Kültüründe Bahçe ve Çiçek, s. 310’teki
minyatür.
63 TS.MA.d, nr. 6734, 31 Aralık 1599 (13 C. 1008).
64 Mustafa Safi’ye göre padişahın yıllık programı şöyle idi: Kış mevsiminde
Yenisaray’da kalır, bu mevsimde avlanmak için Davudpaşa Bahçesi’ne giderdi.
Bahar mevsimi gelince önce Beşiktaş Bahçesi’ne göç eder, burada belli bir
müddet kaldıktan sonra Üsküdar Bahçesi’ne göç ederdi. Burada da bir süre
kaldıktan sonra önce İstavroz, sonra civardaki diğer bahçelere, yaz mevsiminin
sonlarına doğru Davudpaşa Bahçesi’ne göç ederdi. Orada kaldığı müddet
zarfında bazen Haramidere Bahçesi’ne yarım göç ya da binişle gider, bazen
de etraf bahçelere aynı şekilde uğrardı (Mustafa Sâfî’nin Zübdetü’t-tevârîh’i,
haz. İbrahim Hakkı Çuhadar, I, 133-134).
397
OSMANLI İSTANBULU III
ağalarından at binen ve harp aletlerini kullanabilenleri, doğancıbaşı,
av kuşlarından sorumlu birkaç görevli ile birlikte başta Üsküdar bahçesi olmak üzere bu tarafta olan bahçelerde “tebdîl-i hevâ ve kesb-i
safâ üzere” olmuştur65.
Şehzadelik döneminde uzun süren hapishane hayatında yaşadığı can korkusu, hafakan, stres, endişeden dolayı sağlığı bozulmuş
olan Sultan İbrahim’in66 bahçelere yaptığı gezintilere genellikle bu
hafakanlarından kurtulma isteği idi. Bu yüzden İstanbul’un etrafındaki bahçelere sık sık gezintiye çıkan padişahın uğradığı bahçelerden
birisi de Üsküdar Bahçesi idi. Padişah, Aralık 1641 (Ca. 1051) ve
Aralık 1642 (Ca. 1052)’de başta Üsküdar Bahçesi olmak üzere etraf
bahçelerde “zevk ü şâdîde” idi67.
Osmanlı Devleti tarihi boyunca saray bahçelerinden en çok
istifade eden padişahların başında IV. Mehmed gelmektedir. Gerek
uzun bir saltanat dönemi yaşamış olması gerek devlet idaresinin güçlü vezirlerin elinde olması gerekse kendisinin tabiat olarak eğlenmeye,
gezmeye, avlanmaya düşkün olmasından dolayı bahçeler onun en çok
vakit geçirdiği mekânlar olmuştur. Onun sık sık kaldığı bahçelerden
birisi de Üsküdar Bahçesi idi. Bir ödeme makbuzunda edindiğimiz
bilgiye göre IV. Mehmed, 1654’te kalabalık bir maiyetle Üsküdar
Bahçesi’nde dinlenmiştir68. 1656 yılında ise IV. Mehmed, “kesb-i
hevâ ve tebdîl-i neşv ü nemâ için havâss-ı mukarrebîn ile” 1 Ağustos
1656 günü Üsküdar Bağçesi’ne geçmiştir69. Padişah bahçede zevk ü
sefâ sürerken halk ise korku ve endişe içerisindeydi. Zira Çanakkale
Boğazı’nı kapatan, ardından Bozcaada ve Limni’yi alan Venedikliler’in her an İstanbul’a saldırıda bulunabilecekleri şayiası yayılmıştı.
65 “Mustafa Sâfî’nin Zübdetü’t-tevârîh’i”, haz. İbrahim Hakkı Çuhadar, I, 152;
II, 137; “Peçevî Tarihi Edisyon Kritiği Bağdat Nüshası (284-317 Metin, Dizin,
Özel Adlar Sözlüğü)” haz. Melek Metin, YYLT, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul 2006, s.115-116.
66 Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet İpşirli, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2007,
III, 973.
67 Topçular Kâtibi Abdulkādir Tarihi, haz. Ziya Yılmazer, II, 1157, 1167.
68 Bu gezi esnasında matbah-ı amire, harem ve ağaların masrafı için 19 M.
1064’te, 55.200 akçalık bir ödeme yapılmıştır (BOA, İE.SM, nr. 9/863).
69 Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet İpşirli, VI, 1690.
398
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
Bu şayiaya karşı yaşlı sadrazamın tek icraatı olan surların üzerindeki
evleri yıktırıp daha heybetli görünmesi için surları beyaza badana
ettirmek, halktaki endişeyi artırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Bu
faaliyeti düşmanın İstanbul’a saldıracağının kesin işareti olarak algılayan halktan bazıları hac veya diğer bahanelerle Üsküdar’a taşınmaya
başlamış; emlakini satıp karşıya yakaya taşınma furyasından dolayı
10 kise değerindeki gayrimenkuller 1.000 kuruşa kadar inmişti. Bir
panik, korku, huzursuzluk havasının hâkim olduğu başkentte idarecilerin acziyeti halkı isyan noktasına getirmişti. Bu karmaşa ve keşmekeşlik bile IV. Mehmed’in Üsküdar Bahçesi’nde sürdüğü zevk ü
sefayı bölmeye yetmemişti. Ne halkın artık açıkça kendisini eleştirisi
ne de idarecilerin duruma vaziyet etmesi için bir kaç defa yazıp gönderdiği mufassal arzıhaller onun bu kayıtsız tutumunu değiştirmeye
yetmemiştir. Nihayet isyan emarelerinin görülmeye başlanması üzerine padişah bahçedeki programını kesip 2 Eylül 1656 günü İstanbul’a
dönmüştür70.
IV. Mehmed 1071 yılının yaz mevsiminin bir kısmını Üsküdar Bahçesi’nde geçirmiştir71. Ister şehir içi ister şehir dışı gezileri
dönüşlerinde olsun IV. Mehmed’in Yenisaray’da pek kalmadığı görülmektedir. Dönüşlerde sarayda bir kaç gün ancak kalabilen padişah,
bulduğu ilk fırsatta bahçelerden birine göç ederdi. 1072 yılındaki
Edirne dönüşünde de aynı şekilde davranan padişah, 10 Nisan 1662
(20 Ş. 1072)’de İstanbul’a varır varmaz iki gün sonra ayağının tozuyla
denilebilecek bir aculiyetle ziyadesiyle özlediği Üsküdar Bahçesi’ne
geçmiştir72. IV. Mehmed 1676 (1087) yılında da, “âb u havâ-yı ‹âfi70 Mehmed Halife, “Târîh-i Gılmanî”, haz. Ertuğrul Oral, YDT, Marmara
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul 2000, s. 51; Târih-i
Na‘îmâ, haz. Mehmet İpşirli, IV, 1694-1696; Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa,
“Zeyl-i Fezleke (1065-22 Cemaziyelevvel 1106 / 1654-7 Şubat 1695), (Tahlil Ve
Metin)”, haz. Nazire Karaçay Türkal, YDT, Marmara Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul 2012, s. 67.
71 Burada kalındığı süre zarfında mutfak, harem ve ağalar tayinatı olarak toplam
445.900 akçalık ödeme yapılmıştır (BOA, İE.SM, nr. 4/268, 7, 8, 10, 11, 12, 13,
14 ve 17 numaralı belgeler).
72 Abdurrahman Abdi Paşa Vekâyi’-nâmesi [Osmanlı Tarihi (1648-1682)], haz. Fahri Ç. Derin, Çamlıca, İstanbul 2008, s. 154; Zeyl-i Fezleke, haz. Nazire Karaçay
Türkal, s. 254-255. Bahçedeki kasırların masrafları, harem mutfağının masrafı
399
OSMANLI İSTANBULU III
yet-efzâsı dil-pesend-i Şehriyâr-ı kişver-güşâ olan” Üsküdar Bahçesi ile birlikte İstavroz Bahçesi ve Haliç’teki bahçelerin her birisinde
“tefrîc-i kalb-i mülûkâneleri içün” birkaç gün kalmıştır73. 1677 (1088)
yılının yaz mevsiminin başında Üsküdar Bahçesi’nde geçiren IV.
Mehmed, buradan önce İstavroz’a, sonra Kandilli’ye göç etmiştir74.
IV. Mehmed, 29 Mayıs 1679 (18 R. 1090)’da Karadeniz ve
Akdeniz’e gönderilecek donanmalar için yapılan tören biter bitmez
padişah vakit kaybetmeden Üsküdar Bahçesi’ne geçmiştir75. Bahçede
padişah için yapılan hazırlıklar bağlamında bazı yapılar onarılmış76;
bahçe ekilen çiçeklerle donatılmış77 ve önemli miktarda mefruşat eşyası alınmıştır78.
1680 (1091) yılında Üsküdar Bahçesi’nde eğlenen IV. Mehmed79, daha buraya gelmeden bahçenin hazırlanması için hummave ağaların tayinatı olarak olan 22 Z. 1072’de ödenen 17.860 akça için bk. BOA,
İE.SM, nr. 1393, 7 M. 1073, 4 nolu belge. Yine bu göç esnasında sadrazamın
mutfağının masrafı için 22 Z. 1072’de yapılan 6.680 akçalık ödeme için bk.
BOA, İE.SM, nr. 4/268, 1 numaralı belge.
73 Bakkālzâde Defterdâr Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekayiât, Tahlil ve Metin
(1066-1116/1656-1704), haz. Abdülkadir Özcan, Ankara 1995, s. 73. Bahçede,
kalınan süre zarfında, 26 Haziran-24 Temmuz 1676 tarihleri arasında harem-i
hümayun mühimmatı için yapılan masrafa dair bk. BOA, MAD.d, nr. 7370, s.
4, 12 Eylül 1676 (4 B. 1087).
74 Bu gezilere esnasında Üsküdar Bahçesi’nden önce İstavroz, sonra da Kandilli
bahçelerine taşınan çadır ve döşemelerin nakliye masrafı olarak 6.540 akça
ödenmiştir (BOA, AE.SMMD.IV, nr. 3984, 8 Ağustos 1677/8 C. 1088). Yine
bu yılki geziye bahçedeki yapıların hazırlanması için yapılan tamirata dair
bk. BOA, MAD.d, nr. 316, s. 14, 18, 22, 24, 1677 (1088).
75 Zeyl-i Fezleke, haz. Nazire Karaçay Türkal, s. 754-755. Bu gezi esnasında padişahla birlikle sırasıyla Üsküdar, İstavroz, Mirimiran ve Kandilli bahçelerine
taşınan mehterhane eşyasının taşınma masrafı olarak 9.000 akça ödenmiştir
(BOA, AE.SMMDIV, nr. 5155, 12 Eylül 1679/6 Ş. 1090).
76 BOA, İE.SM, nr. 10/945, 26 Nisan 1679 (15 Ra. 1090); BOA, KK.d, nr. 7110,s.
8, 9, 10-12.
77 BOA, AE.SMMD.IV, nr. 8531, 10 Mart 1679 (27 M. 1090).
78 BOA, İE.SM, nr. 13/1270, 23 Ekim 1679 (18 N. 1090).
79 Bu yıl Tersane, Davudpaşa, Karaağaç, İstavroz, Kandilli ve Üsküdar bahçelerinin başta mutfak masrafı olmak üzere harem ve ağaların masrafı olarak 26
400
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
lı bir çalışma başlatılmıştır. Belli bir müddet burada kalan padişah, 10
Ağustos 1680 (14 B. 1091’’de tamiri yeni bitmiş olan Beşiktaş Bahçesi’ne geçer80. IV. Mehmed’in aynı yıl tekrar bahçeye döndüğü, Mehmed Paşa Köşkü’ndeki eşyaların yenilenmesinden anlaşılmaktadır81.
Yaklaşık bir sene sonra (Temmuz 1681/C. 1092) padişah kalabalık
bir maiyetle tekrar Üsküdar Bahçesi’ne gelmiştir82. Haremdeki odaların Mısır hasırlarıyla döşenmesi, küçük sultan için de oyuncakların
yapılması83 yapılan hazırlıklardan sadece birkaçı idi. Bir sonraki yıl da
bahçede ailesiyle bulunan IV. Mehmed şehzadesi için yapılan araba
masrafı olarak 9 Temmuz 1682 (4 B. 1093)’de 20.885 akçalık ödeme
yapılmıştır84. Padişah burada kaldığı süre zarfında bahçenin bakımı
özenle yapılmış, bu meyanda lale bahçeleri ile taht meydanındaki
kuru otlar temizlenmiştir85.
Kasım 1679 (22 L. 1090)’da 1.200.000, 19 Kasım 1680 (26 L. 1091)’de 1.429.600,
29 Kasım 1680 (7 Za. 1091)’de 1.300.000, 9 Temmuz 1680 (11 C. 1091)’de
200.000, 20 Ekim 1680 (26 N. 1091)’de 780.000, 4 Ocak 1681 (13 Z. 1091)’de
1.095.040 ve 28 Aralık 1681 (17 Z. 1092)’de 1.000.000 akçalık ödeme yapılmıştır.
(BOA, KK.d, nr. 7110, s. 117, 118).
80 “Zeyl-i Fezleke”, haz. Nazire Karaçay Türkal, s. 759.
81 Bu yılın Zilhicce ayında Sultan Ahmed Kasrı’nın döşenmesi için satın alınan
mutalla çiçekli kadife, sade çiçekli kadife, Bursa yastıkları, kırmızı kirpas,
beyaz ve taraklı keçe, Uşak kaliçesi, Acem keçesi, Selanik hasırı, kaba hasır,
Mısır hasırı, ham penbe ve diğer malzemelerle bunların taşınma ücreti olarak
toplam 250.920 akça ödenmiştir (BOA, AE.SMMD.IV, nr. 5337, 11 Ağustos
1680/15 B. 1091).
82 BOA, D.BŞM.d., nr. 409, s. 2-3, Temmuz 1681 (C. 1092). Göç esnasında
kullanılan yük hayvanlarının masrafı olarak 14 Eylül 1681 (1 N. 1092)’de
120.000 akçalık ödeme yapılmıştır. Yine padişah Üsküdar-Beşiktaş bahçelerindeki bu gezisi esnasında yapılan masrafların bir kısmı için 27 Kasım
1681 (16 Za. 1092)’de 1.000.000 akçalık ödeme yapılmıştır (BOA, KK.d, nr.
7110, s. 118).
83 BOA, C.SM, nr. 77/3900, Temmuz 1681 (C. 1092).
84 BOA, İE.ENB, nr. 2/159, 5 Temmuz 1682 (29 C. 1093).
85 Bu iş için toplam 1.640 akça harcanmıştır (BOA, C.SM, nr. 1936, 24 Ocak
1683/25 M. 1094). Bir sene sonra da birkaç bahçe ile birlikte Üsküdar Bahçesi’nin de kuru otlardan temizlenmesi masrafı olarak toplam 21.660 akça
ödenmiştir (BOA, İE.SM, nr. 5/355, 26 Kasım 1684/18 Z. 1095).
401
OSMANLI İSTANBULU III
Üsküdar Bahçesi’ne hiç iltifat etmeyen padişahlar da vardı.
Bunlar I. Mustafa, II. Osman, II. Süleyman, II. Ahmed, II. Mustafa, III. Osman idi. Bunlardan I. Mustafa, gerek sağlık durumunun
elverişsizliği gerekse tahtta çok kısa süre kalmış olması, bahçeye
hiç uğramamasında etkili olmuştur. II. Süleyman ve II. Ahmed’in
saltanatlarının bitmeyen sefer yıllarına denk gelmesi ve kısa sürmesi; II. Mustafa’nın da saltanatının önemli bir kısmının sonuçsuz
kalan seferlere ya iştiraki ya da ilgilenmek için sürekli olarak Edirne’de kalmasından kaynaklanmıştır. Devam eden savaşlar esnasında
tahta geçen ve bitmek bilmeyen seferlerden dolayı Edirne’de kalmak zorunda kalan II. Mustafa, ancak Karlofça Antlaşması sonrası İstanbul’a gelebilme imkânı bulmuştur. Ancak hocası ve aynı
zamanda şeyhülislam olan Feyzullah Efendi’nin telkinleri üzerine
kısa bir süre kaldıktan sonra başkentten ayrılan padişahın bu kısa
süre zarfında uğradığı nadir bahçelerden birisi de Üsküdar Bahçesi
olmuştur86.
Bu padişahlar arasında Üsküdar Bahçesi’ne ilgisizliği hayret
uyandıranı, hiç şüphesiz adı, çiçek, bahçe, eğlenme ile en çok anılan
padişahlardan biri olan III. Ahmed’di. Onun bu ilgisizliğinin sebebini
tam olarak tespit ve teşhis edemesek, İnciciyan’ın iddia ettiği üzere
deniz korkusu olması muhtemeldir. İnciciyan onun bu korkusundan
dolayı Boğaziçi’nde gezmeye pek çıkamadığını, kapandığı Haliç ve
Kâğıthane havzasının bu yüzden hızla geliştiğini ifade etmektedir87.
Onun Üsküdar Bahçesi’ne yaptığı ender gezilerinden birisi 16 Mayıs
1710 (17 Ra. 1122)’da gerçekleşmiş, Cuma namazından sonra uğradığı sarayda biraz eğlenebilmiştir88. Bir diğer gezisi de 1724 yılında
gerçekleşmiştir89.
86 Üsküdar Bahçesi’nde belli bir süre kalan II. Mustafa, buradan Tersane Bahçesi’ne göç etmiştir. Padişah gelmeden evvel Tersane Bahçesi’nde Haziran-Temmuz 1700 (Ra. 1112)’de gereken onarım yapılarak bahçe padişahın kullanımına
hazır hale getirilmiştir (BOA, MAD.d, nr. 3992, s. 336, 17 Mayıs 1701/9 Z. 1112).
87 G.V. İnciciyan, Boğaziçi Sayfiyeleri, çev. Orhan Duru, Eren Yayıncılık, İstanbul
2000, s. 80.
88 Uşşâkîzâde es-Seyyid İbrâhîm Hasîb Efendi, Uşşâkîzâde Târihi, haz. Raşit
Gündoğdu, Çamlıca, İstanbul 2005, II, 1018.
89 BOA, C.SM, nr. 2351, 7 Mart 1724 (11 C. 1136).
402
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
Bahçede kesb-i sefâ katagorisine konulabilecek bir etkinlik de
kiraz sefâsı idi. Mayıs ayında kiraz sefası yapmakla ismi özdeş hale
gelen IV. Mehmed’in90 bu bahçede de aynı etkinlikte bulunduğu görülmektedir. Mayıs 1652’de bu bahçeye gelen padişah “kiras faslında
anda” eğlenir91. Kiraz mevsiminde bahçede eğlenen bir diğer padişah
ise I. Mahmud’dur. Haziran 1731 (Z. 1143)’de buradaki atış talimlerini seyreden ve kendisi de bizzat tüfek atışı yapan padişah daha sonra
buradaki kiraz bağlarından toplanan kirazları yemiştir92.
3.2. Avlanma
Padişahların bahçelerde yaptıkları etkinlerin başında hiç şüphesiz avlanmak da gelirdi. Avlanmak kuruluş döneminden itibaren
Osmanlı padişahlarının rağbet ettiği bir etkinlik olup, genellikle
Bursa, Edirne, İstanbul, Filibe, Yanbolu, Gümülcine, Ferecik, Dimetoka, Uzuncaova gibi yerlerdeki koru, kır ve bahçelerde yapılırdı93. Padişahların İstanbul’da av için tercih ettikleri bahçelerden olan
90 Mesela 13 Haziran 1668 (3 M. 1079)’de Kırkilise’de (Abdurrahman Abdi Paşa
Vekâyi’-nâmesi [Osmanlı Tarihi (1648-1682)], haz. Fahri Ç. Derin, Çamlıca,
İstanbul 2008, s. 293), 1678 (1089) Çehrin Seferi’ne gidiş esnasında Balçık’ta
(“Zeyl-i Fezleke”, haz. Nazire Karaçay Türkal, s. 741), 27 Mayıs 1681 (9 Ca.
1092)’de Haliç’te (“Zeyl-i Fezleke”, haz. Nazire Karaçay Türkal, s. 768) ve
1687 yılının Mayıs ayında ise İstavroz ve Çengelköy’de (“Zeyl-i Fezleke”, haz.
Nazire Karaçay Türkal, s.1037) sahiplerinden satın aldığı kiraz bahçelerinde
kiraz sefası yapmıştır. Devrindeki idarecilerin de bu hususta kendinden geri
kalmadığı görülmektedir. Başkenti adeta nefes alamaz hâle getiren Çanakkale
Boğazı ablukasını kaldırmak için Venediklilerle mücadele etmeye gönderilen “a‘yân u erkân” başarısız olmalarına rağmen kiraz mevsiminden istifade
etmeyi ihmal etmemişlerdir. Onların böyle ciddi bir mesele karşısındaki bu
rahat tavırlarını Kâtip Çelebi, “boğaz muhâsarası kaydını unudup boğaz derdine
düşdiler” şeklinde eleştirmiştir (Kâtib Çelebi, “Fezleke (Tahlil ve Metin)”, haz.
Zeynep Aycibin, YDT, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2007, s. 1067).
91 Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet İpşirli, III, 1395.
92 “1730 Patrona Halil İsyanına ve I. Mahmud Devrine Ait Tarihçe”, haz. Şükran
Çınar, İÜ Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Mezuniyet Tezi, İstanbul 1974, s. 56.
93 Şenol Çelik, “Osmanlı Padişahlarının Av Geleneğinde Edirne’nin Yeri ve
Edirne Kazasındaki Av Alanları (Hassa Şikâr-Gâhı)”, XIII. Türk Tarih
403
OSMANLI İSTANBULU III
İstanbul’un Anadolu tarafındaki Tokat (Beykoz), Göksu, Kandilli ve
Üsküdar ile Rumeli tarafındaki Haramidere, Halkalı, Davutpaşa, Kağıthane, Karaağaç, Feridun, Ayazağa ve Büyükdere94 gibi bahçelerin
her birisi bir orman, koru, vadi veya kıra komşu olduklarından av
hayvanlarının mebzul miktarda bulunmasına imkân sağlayan yerlerdi.
Ancak padişahların bizzat bu bahçelerden ziyade bahçelerin eklentisi
niteliğindeki söz konusu yerlerde avlandığını söylemek daha doğru
olur. Nitekim bunlardan konumuz olan Üsküdar Bahçesi de, Kayışdağı’ndan Alemdağı’na, oradan da Alibahadır köyü ve Riva’ya kadar
uzanan geniş av sahalarına yakın olmasından dolayı padişahlarca
av için tercih edilen bir bahçe idi. Bünyesinde bir tazıcılar ocağının
bulunmuş olması, bahçenin av organizasyonlarındaki rolünü ortaya
koyan önemli bir detay olarak karşımıza çıkmaktadır.
Tespit ettiğimiz kayıtlar çerçevesinde avlanma ve avcılık için
bahçenin en çok I. Ahmed, IV. Murad ve IV. Mehmed tarafından
tercih edildiğini görmekteyiz. Bunlardan I. Ahmed maiyetindeki az
sayıda görevli ile Üsküdar Bahçesi’nde “bahâne-i şikâr ile” Fenerbahçe’ye kadar gezmiştir95. Sarıgazi’ye kadar uzanan bir başka av
organizasyonunda ise yanında bu sefer darüssaade ağası, nedimleri,
harem ağalarından at binen, çevik, harp aletlerini kullanabilenler, doğancıbaşı, av kuşlarından sorumlu birkaç görevli bulunmaktaydı. Av
esnasında padişah Sarıgazi türbesini ziyaret etmiş ve tertip edilen
ziyafete katılmıştır96.
I. Ahmed, Eylül 1612 tarihinde İstavroz, Tersâne, Davudpaşa,
Çatalca ve Halkalı bahçelerinin yanı sıra Üsküdar Bahçesi’nde de avlanmıştır97. 14 Mayıs 1613 (24 Ra. 1022)’te Edirne gezisinden döner
dönmez, bir hafta sonra yani 21 Mayıs 1613 (1 R. 1022)’te eğlenmek
ve avlanmak için Üsküdar Bahçesi’ne gitmiştir98. Haziran-Temmuz
Kongresi (Ankara, 4-8 Ekim 1999) Kongreye Sunulan Bildiriler, III/3, TTK,
Ankara 2002, s. 2.
94 Şenol Çelik, “Osmanlı Padişahlarının Av Geleneğinde Edirne’nin Yeri…”, s. 2.
95 Mustafa Safinin Zübdetü’t-tevârihi, I, 38-39.
96 Mustafa Safinin Zübdetü’t-tevârihi, I, 152.
97 Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet İpşirli, II, 399-400.
98 Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet İpşirli, II, 397. Gerek padişah gelmeden
gerekse buraya yerleştikten sonra 1613 (1022) yılında bahçedeki yapılar için
404
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
1615 tarihleri arasındaki mutfak ve helvahane giderleriyle ilgili kayıtları ihtiva eden bir masraf defterindeki bilgilere göre I. Ahmed 1616
yılında başta Üsküdar olmak üzere Tersane, Davudpaşa, Haramidere,
İskender Çelebi, İstavroz, Kandilli, Tuzla vadisi ve İzmit’te avlanmıştır99. Haziran-Temmuz 1615 tarihleri arasında mutfak ve helvahane
giderlerini konu alan bir başka defterden de padişahın 1617 yılında
avlandığı bahçeler arasında Üsküdar Bahçesi de yer almaktaydı100.
Avlanmak için Üsküdar Bahçesi’ni tercih eden bir diğer XVII.
yüzyıl padişahı ise IV. Murad idi. 1624 yılındaki padişah mutfak ve
helvahanesinin harcamalarını ihtiva eden bir masraf defterinde padişahn bahsedilen tarih aralıklarında İstavroz ve Beşiktaş bahçelerinin
yanısıra Üsküdar Bahçesi’nde de avlandığından bahsedilmektedir101.
Yine aynı amaca yönelik olarak tutulan üç ayrı deftere göre padişah
1626 (1035)102, 1627 (1036)103 ve 1632 (1041)104 yıllarında bu bahçede de avlanmıştır. 1633-1634 (1043)’teki Doğu seferi esnasında
Üsküdar’a geçip İzmit’e kadar orduya eşlik eden padişah, yol boyunca
avlandığı gibi, dönüşde de avlanmıştır105. Aynı padişah 1637 (1047)
yılında İstavroz ve Üsküdar bahçelerinde106, 1639 (1049) yılında ise
Üsküdar Bahçesi’nnde avlandığı görülmektedir107.
yapılan tamirat faaliyetleri belki bahçe tarihindeki en yoğun inşaî faaliyet yılı
olmuştur. Zira yılın yedi ayında (S.-Ş.) irili ufaklı yaklaşık 50’ye yakın onarım
işi gerçekleştirilmiş ve bunun için toplam 111.823 akçalık masraf yapılmıştır
(BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 127, 129, 140, 142, 144, 146-152, 155, 156, 161, 164, 165,
178, 183, 191).
99 TS.MA.d, nr. 9102, vr. 1b.
100 BOA, MAD.d, nr. 6099, s. 2.
101 BOA, MAD.d, nr. 3979, s. 14, 18 Aralık 1625 (18 Ra. 1035).
102 BOA, MAD.d, nr. 958, s. 12.
103 BOA, MAD.d, nr. 3043, s. 2.
104 BOA, MAD.d, nr. 4803, s. 22.
105 “Fezleke”, haz. Zeynep Aycibin, s. 841; Topçular Kâtibi Abdulkādir (Kadrî
Efendi) Tarihi, haz. Ziya Yılmazer, II, 983-986.
106 Topçular Kâtibi Abdülkādir (Kadrî) Efendi Tarihi, haz. Ziya Yılmazer, II, 1063.
107 Bu yılki av organizasyonu için yapılan masraflar için 4 Eylül 1639 (6 C. 1049)
ve 29 Kasım 1639 (3 Ş. 1049) tarihlerinde ödemeler yapılmıştır (TS.MA.d, nr.
2031, vr. 3b, 4b).
405
OSMANLI İSTANBULU III
Adı avcılıkla birlikte anılan bir padişah olan IV. Mehmed, her
ne kadar daha çok İstanbul-Edirne arasındaki bahçelerle Edirne ve
civarındaki bahçe ve korularda avlanmayı tercih etmişse de, av için
Üsküdar Bahçesi’ni kullanmayı da ihmal etmemiştir. Onun zamanında Üsküdar Bahçesi’nde av kuşlarından sorumlu doğancı ve çakırcı gibi görevlilerin kalmış olması108, bahçedeki av etkinliklerinin
derecesi hususunda bilgi vermektedir. Mutfak ve helvahanenin 15
Haziran-4 Eylül 1646 (1 Ca.-23 B. 1056) tarihleri arasındaki masraf
kalemlerinden birisini, padişahın birkaç bahçenin yanı sıra Üsküdar
Bahçesi’ndeki av organizasyonları esnasında yapılan masrafların oluşturduğu109 nazar-ı itibara alınırsa, IV. Mehmed’in bu tarihler arasında Üsküdar Bahçesi’nde de avlandığı anlaşılmaktadır.
3.3. Ziyafet Tertip Edilmesi
Bahçelerde tertip edilen en önemli etkinliklerden birisi de ziyafetlerdi. Buralarda hem sınırlı sayıdaki seçkin insanlara hem de
çok sayıdaki görevlilere ve bazen de halka verilmiştir. Geniş katılımlı
ziyafetlerin bahçelerde tertip edilmesi, tören, şenlik ve gösteriler gibi
çok sayıda seyirciyi çeken etkinliklerin burada yapılmasının bir neticesiydi. Zira kalabalık kitleleri ancak her birisi geniş birer mekân olan
bahçelerde ağırlamak mümkün olabilmekteydi.
Üsküdar Bahçesi’nde ziyafet verilmesi ile ilgili tespit ettiğimiz
ilk kayıt, III. Murad döneminde devlet erkânına verilen ziyafetle ilgilidir. Eski sadrazam Sinan Paşa’nın Şam Beylerbeyliğine atanması
üzerine Sadrazam Siyavuş Paşa kendisini tebrik için, 7 Aralık 1586
(25 Z. 994) tarihinde, padişahın izniyle ona ve bütün vezirlere bahçede büyük bir ziyafet vermiştir110. Bu ziyafetten yaklaşık olarak 10
ay sonra bahçe yine padişahsız bir büyük ziyafete sahne olmuştur.
Ziyafetin gerekçesi Ejderhan fethi için III. Murad’ın devlet erkânına
bir araya gelip konuyu istişare etmesini isteğiydi. Bunun üzerine, Sadrazam Siyavuş Paşa 21 Eylül 1587 (18 Şevvâl 995) tarihinde, vezirleri,
108 1677 (1087) yılında doğancı ve çakırcıların kaldıkları odalar, 105.596 akçalık
masrafla onarılmıştır (BOA, MAD.d, nr. 316, s. 18, 4 Mart 1677/29 Z. 1087).
109 BOA, MAD.d, nr. 5055, s. 16.
110 Selanikî Mustafa Efendi, Târîh-i Selânikî, haz. Mehmet İpşirli, Edebiyat
Fakültesi Basımevi, İstanbul 1989, I, 177.
406
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
Padişah hocası Sadi Efendi bahçeye davet edip, konuyu görüşmüş,
görüşme sonrası divan üyelerine ziyafet vermiştir111.
Temmuz 1731 (M. 1144) tarihinde Üsküdar Bahçesi’ne biniş-i
hümayunla yani günü birlik giden I. Mahmud’a, burada yapılan çeşitli etkinliklerden sonra önce ziyafet verilmiş, ardından kahve ikram
edilmiştir112. Aynı padişaha 5 Haziran 1742 (1 R. 1155)113, 31 Mayıs
1745 (29 R. 1158)114 ve Eylül 1745 (Ş. 1158)115 tarihlerinde verilen
ziyafetler de yine birtakım etkinliklerden sonrası olmuştur.
Sıcak bir mayıs ayına denk gelen 1747’deki bahçe gezintisi esnasında I. Mahmud’a 15 Mayıs 1747 (5 Ca. 1160)’de116 bahçe yakınındaki Yemişçi Bahçesi’nde, iki gün sonra da bahçe yakınındaki
miri koruda117, Nisan 1749 (R. 1162) tarihinde ise bu sefer Üsküdar
Bahçesi’nde ziyafet verilmiştir. Günübirlik geldiği bahçedeki Mehmed Paşa Kasrı’nda ikindiye kadar dinlenen padişah, verilen ziyafete
iştirak ettikten sonra filikayla geri dönmüştür118. Nisan 1753’te ise
bahçeye yakın mirî mandırada (İbrahim Paşa çayırında) I. Mahmud’a
bostancıbaşı tarafından ziyafet verilmiştir119.
111 Târîh-i Selânikî, haz. Mehmet İpşirli, I, 191.
112 “1730 Patrona Halil İsyanına ve I. Mahmud Devrine Ait Tarihçe”, haz.
Şükran Çınar, 1974, s. 60-61.
113 Kadı Ömer Efendi, “Mahmud I. Hakkında 1157/1744-1160/1747 Arası Ruznâme”, haz. Özcan Özcan, Mezuniyet Tezi, İÜ Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü, İstanbul 1965, s. 45. Bu gezisinde padişaha eşlik eden Eski Saray
baltacıları kethüdasına tahsis edilen kayıkla ilgili işlemler için bk. BOA,
C.SM, nr. 44/2230, 28 Temmuz 1742 (25 Ca. 1155).
114 “Mahmud I. Hakkında 1157/1744-1160/1747 Arası Ruznâme”, haz. Özcan
Özcan, s. 49-50
115 “Mahmud I. Hakkında 1157/1744-1160/1747 Arası Ruznâme”, haz. Özcan
Özcan, s. 63.
116 Kadı Ömer Efendi, “Rûznâme-i Sultân Mahmûd Hân I (1160/17471163/1750)”, haz. Kâmuran Bayrak, Mezuniyet Tezi, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, İstanbul 1972, s. 12:
117 “Rûznâme-i Sultân Mahmûd Hân I (1160/1747-1163/1750)”, haz. Kâmuran
Bayrak, s. 12-13
118 “Rûznâme-i Sultân Mahmûd Hân I (1160/1747-1163/1750)”, haz. Kâmuran
Bayrak, s. 66.
119 Mür’i’t-Tevârih, haz. Münir Aktepe, I, 172.
407
OSMANLI İSTANBULU III
Bahçeyi biniş-i hümayunla ziyaret eden bir diğer padişah ise
III. Mustafa idi. 8 Mayıs 1758 (29 Ş. 1171)’de bahçeye gelen padişah
önce Mehmed Paşa köşkünde biraz dinlenmiş, ardından bütün bahçeyi gezmiş, bahçeden sorumlu usta ve bostancılara altın ihsan etmiş,
daha sonra kendisine verilen ziyafete iştirak etmiş ve ziyafetten sonra
Kadıköy’e gitmiştir120. Padişaha bundan sonraki ziyafet, yaklaşık bir
yıl sonra 9 Nisan 1759 (11 Ş. 1172) tarihinde bahçedeki Mehmed
Paşa köşkünde verilmiştir121.
Bahçede III. Selim’e 14 Nisan 1791 (10 Ş. 1205)122, 21 Mayıs 1793 (10 L. 1207)123, Ağustos 1796 (S. 1211)124, Ağustos 1800
(R. 1215)125, 20 Eylül 1800 (1 Ca. 1215)126, 3 Temmuz 1801 (21
S. 1216)127, 23 Eylül 1801 (15 Ca. 1216)128 ve 6 Mayıs 1802 (3 M.
1217129 tarihlerinde verilen ziyafetler, bir takım etkinliklerden sonra
gerçekleşmiştir. 15 Nisan 1792 (22 Ş. 1206)’de verilen ziyafet padişahın bu yakada yaptığı gezi sonrası verilmiştir. O gün Üsküdar yakasına
geçen padişah buradan Haydarpaşa’ya, oradan ata binip Çamlıca’ya
gitmiş, oradaki Melek Mehmed Paşa-zâde Sâlih Bey’in Köşkü’nde
dinlenmiş, kahvaltı yaptıktan sonra Küçük Çamlıca’ya, oradan da
120 III. Mustafa Ruznamesi (H. 1171-1177/M. 1757-1763), haz. Yunus Irmak, YYLT,
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1991, s. 19-20.
121 III. Mustafa Ruznamesi (H. 1171-1177/M. 1757-1763), haz. Yunus Irmak, s. 42.
122 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 7.
123 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 127.
124 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 229.
125 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 335.
126 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 337.
127 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 353
128 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 358.
129 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 373-374.
408
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
Merdiven Köye gitmiştir. Buradaki Tekye civarında yer alan çeşmede
öğle namazını eda ettikten sonra mandıra üzerinden Üsküdar Bahçesi’ne gelmiştir. Buradaki ziyafete iştirak ettikten sonra Şemsi Paşa
üzerinden İstanbul’a dönmüştür130. Aynı padişah bu sefer 4 Mayıs
1792 (12 N. 1206)’de iftarını buradaki Mehmed Paşa Köşkü’nde açmıştır131. 24 Mayıs 1797 (27 Za. 1211)’de de düzenlenen ziyafete
katılan III. Selim, ziyafetten sonra atla etrafı gezdikten sonra Beylerbeyi üzerinden Beşiktaş’a gitmiştir132. III. Selim’in 23 Eylül 1801 (15
Ca. 1216)’de artık askerî bir mıntıkaya dönüşen bu bahçedeki Kışla
Köşkü’ne geldiği, yaptıkları etkinlikleri seyrettikten sonra kendisi için
hazırlanan yemeği yedikten sonra Büyük İskele üzerinden İstanbul’a
döndüğü sır kâtibi tarafından kayda geçilmiştir133.
3.4. Tertip Edilen Etkinlikleri Seyretme
Üsküdar Bahçesi’nde tertip edilen başlıca eğlence ve etkinlikler
tomak, güreş, testiye kurşun atma, hedefleri okla vurma, cirit, atış
talimi, canbaz oyunları, musiki fasılları icra ettirme vb. etkinlikler idi.
Bu etkinliklere dair tespit edilen kayıtlar genellikle XVIII. yüzyıla ait
olup, çoğunlukla I. Mahmud ve III. Selim döneminde yoğunlaşmaktadır. Genellikle öğle üzeri bahçeye gelen padişahlar, tüfek atışlarını
Mehmed Paşa Köşkü’nde, diğer etkinlikleri de kendileri için bahçeye
kurulan sayebanlarda izlemişlerdir.
Bahçede yapılan etkinlikleri seyreden padişahlardan biri olan
I. Mahmud’un, Üsküdar Bahçesi’ne ilk gezilerinde biri (muhtemelen ilki) olan 10 Haziran 1731 (4 Z. 1143) tarihli gezisi esnasında,
bahşiş verilenler listesinde sayebancıların da yer almış olması, onun
dışarıda bir takım etkinlikler izlediğine yorulabilir134. Onun 5 Ha130 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 69-70.
131 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 73.
132 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 250.
133 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 358.
134 TS.MA.d, nr. 1073, vr. 21b.
409
OSMANLI İSTANBULU III
ziran 1742 (1 R. 1155)’deki ziyareti esnasında birçok eğlence tertip
edilmiştir. Kendisinin, eğlenceleri izlemesi için tahsis edilen Mehmed
Paşa Köşkü’ne gelmesinden sonra başlayan eğlencelerin ilki, testilere
kurşun atma talimiydi. Hedeflerini isabetle vuranlara bahşiş veren
padişah ardından tomak oyununu seyreder. İkindiye kadar eğlenceleri
seyreden padişah hazırlanan ziyafete de iştirak ettikten sonra sandalla
İstanbul’a döner135. I. Mahmud 31 Mayıs 1745 (29 R. 1158)’teki ziyaretinde de tertip edilen testilere kurşun atma etkinliğini Mehmed
Paşa Kasrı’nda seyretmiş, başarılı olanlara bahşiş vermiş, Akdeniz’e
giden donanmayı seyretmiş, ardından ata binip etrafta gezinti yapmış, hizmetlilere bahşiş dağıtmış, ikindi namazını kıldıktan sonra
kendisine verilen ziyafete iştirak etmiş ve ardından Kadıköy’e gitmiş,
buradan da sandalla İstanbul’a dönmüştür136.
I. Mahmud’un Eylül 1745 (Ş. 1158) tarihinde bahçeye önceki
gezilerine nazaran daha erken gelmiştir. Bahçeye gelir gelmez ata binip etraftaki koru ve kırlarda gezinti yapan padişah, uğradığı Yemişçibaşı Bahçesi’nde öğle namazını kılar. Ardından döndüğü Üsküdar
Bahçesi’nde süvarilerin tertip ettiği cirit oyununu seyreden padişah,
ikindi namazından sonra hazırlanan ziyafete katılır ve ardından sandalla sarayına döner137.
Bahçede padişah için 1747 yılında tertip edilen etkinliklerin
sıcaklardan dolayı ertelendiği anlaşılmaktadır. 13 Mayıs 1747 (3 Ca.
1160)’de bahçeye gelen padişah, nuhtemelen yapılacak etkinlikleri
seyretmek için, geniş bir alan olan Haydar Paşa tarafına kurulan sayebana oturur. Ancak “hevâda ziyâde germiyyet olmağla” daha fazla
dayanamayan padişah, Mehmed Paşa Kasrı’na geçer. Onun alanı terk
etmesi nedeniyle olmalı ki herhangi bir etkinlik tertip edilmemiştir138.
135 “Mahmud I. Hakkında 1157/1744-1160/1747 Arası Ruznâme”, haz. Özcan
Özcan, s. 45.
136 “Mahmud I. Hakkında 1157/1744-1160/1747 Arası Ruznâme”, haz. Özcan
Özcan, s. 49-50.
137 “Mahmud I. Hakkında 1157/1744-1160/1747 Arası Ruznâme”, haz. Özcan
Özcan, s. 63.
138 “Rûznâme-i Sultân Mahmûd Hân I (1160/1747-1163/1750)”, haz. Kâmuran
Bayrak, s. 12.
410
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
I. Mahmud bahçeye geldikten birkaç gün sonra (7 Ca. 1160/17
Mayıs 1747’de) bostancıbaşı tarafından, bahçenin yakınındaki mirî
mandıraya davet edilir. Koyunların sayıldığı yerde bulunan kasra gelen padişah, burada yapılan koyun sayımlarını izledikten sonra yakında kurulan sayebana geçer. İkindiye kadar görevliler tarafından
tertip edilen çeşitli eğlence ve oyunları seyreden ve musiki dinleyen
padişah, kendisine verilen ziyafete katılır ve bu etkinliklerden dolayı
bostancıbaşıyı tebriken kendisine erkân samur kürk giydirir139.
Daha çok Haliç havzasındaki bahçelere düşkün olan III. Mustafa, Üsküdar Bahçesi’ne yaptığı nadir gezilerinden biri olan 23 Z.
1171 tarihli gezisinde tertip edilen tüfek atışlarını Mehmed Paşa
Köşkü’nde seyretmiştir140. 11 Ş. 1172 tarihindeki gezisi esnasında
ise yapılan kurşun atışlarını ve düzenlenen tomak oyunu seyretmiş,
görevlilere altın dağıttıktan sonra kendisi için hazırlanan ziyafete iştirak etmiş, ardından kıldığı ikindi namazından sonra dönmüştür141.
Etkinliklerinin çeşitliliğiyle Üsküdar Bahçesi’ni şenlendiren
padişah hiç şüphesiz bahçeyi en çok ziyaret eden padişahların başında gelen III. Selim olmuştur. Başta tüfek talimi, cirit, güreş, mehter
konseri, çengi, atış talimi ve benzeri eğlencelerinin yanı sıra kışlanın
temelini atma, kışla inşaatını yapımını kontrol etme, kışlayı hizmete
açma, caminin temelini atma, camiyi hizmete açma gibi etkinlikler
de tertip ettirmiştir.
III. Selim’in 14 Nisan 1791 (10 Ş. 1205)’deki ziyareti esnasında birçok etkinlik düzenlenmiştir. Önce Mehmed Paşa Kasrı’nda
tüfenkçilerin tüfek atışlarını seyreden padişah, daha sonra bizzat kendisi de testilere kurşun atar. Dışarıdaki otağına geçen padişah ağaların
cirit oyununu, pehlivanların güreşlerini seyredip, hepsine bahşiş verir.
Ardından yemek yer ve kayıkla İstanbul’a döner142.
139 “Rûznâme-i Sultân Mahmûd Hân I (1160/1747-1163/1750)”, haz. Kâmuran
Bayrak, s. 12-13.
140 “III. Mustafa Ruznamesi (H. 1171-1177/M. 1757-1763)”, haz. Yunus Irmak, s. 28.
141 “III. Mustafa Ruznamesi (H. 1171-1177/M. 1757-1763)”, haz. Yunus Irmak, s. 42.
142 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 7.
411
OSMANLI İSTANBULU III
III. Selim’in Üsküdar Bahçesi’ne 12 Temmuz 1792 (22 Za.
1206) tarihindeki gezisinde de benzer etkinlikler yapılır. Yine Mehmed Paşa Kasrı’nda tüfenkçilerin silah atışlarını seyreden padişah,
bizzat kendisi de testilere atış yapar. Öğle namazını eda ettikten sonra
dışarıdaki sayebanda oturur. Kemankeşlere piştov attırır, pehlivanları
güreştirir, musiki fasılları dinler. Saat on bire kadar eğlenen III. Selim,
filikasıyla İstanbul’a döner143.
Yaklaşık bir sene sonraki 21 Mayıs 1793 (10 L. 1207)’teki gezisinde Mehmed Paşa Kasrı’nda ağaların tüfek atışlarını seyreden
padişah bizzat kendisi de testilere kurşun atar ve sır kâtibinin rivayetine göre “herkesden ezyed sebûlar şikest” eder. Daha sonra dışarıda
kurulan sayebena geçen III. Selim kemankeşlerin ok atışlarını ve oynadıkları menzil ciridini seyreder. Ardından pehlivanların güreşlerini
seyreden padişah, düzenlenen ziyafete iştirak eder, musiki fasıllarını
dinler, ikindi namazını kıldıktan sonra bahar mevsimi olması sebebiyle boğaz turu yaparak Topkapı Sarayı’na döner144. Bir sene sonraki
ziyaret de (10 Mayıs 1794/9 L. 1208) benzer etkinliklere sahne olur.
Tüfek atışlarını Mehmed Paşa Kasrı’nda seyreden padişah, ardından
taşrada kurulmuş olan sayebanda sade nekkare eşliğinde pehlivanların
güreşlerini seyreder. İkindi sonrası sandalıyla Ortaköy’e gider145.
Karşı yakaya gezmek kastıyla Üsküdar tarafına geçen III. Selim, bir şekilde yolunu Üsküdar Bahçesi’ne düşürmeyi ihmal etmezdi.
Onun 13 Mayıs 1795 (23 L. 1209) tarihindeki gezisi bu hususa tipik
bir örnek teşkil etmektedir. “Tebdîl binişi tarîkiyle ve tenezzüh kasdıyle”
Haydar Paşa Bahçesi’ne geçen III. Selim, buradan da Merdivenköy’e
kadar gezintiye çıkar ve Kadıköy üzerinden Üsküdar Bahçesi’ne uğramayı ihmal etmez. Mehmed Paşa Köşkü’nde ikindiye kadar tüfek
atışlarını seyreder146. İki hafta sonra tekrar bahçeye uğrayan padişah
143 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, s. 82. Bu
gezi esnasında sadrazam için kurulan çadırların Bahçekapısı’ndan buraya 25
mavna ile taşınmıştır (BOA, C.DH, nr. 99/4949, 31 Mayıs 1792/9 L. 1206).
144 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 127.
145 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 165.
146 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s.191.
412
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
için birçok eğlenceyi seyretme imkânı sunulmuştu. Önce, Mehmed
Paşa Kasrı’nda oturup tüfek atışları seyreden padişah, atışlar bittikten
sonra dışarıda hazırlanan otağa geçer. Önce namdar pehlivanların
güreşlerini seyreder, ardından saz fasılları dinler147.
III. Selim’in Ağustos 1796 (S. 1211) tarihli gezisi, eğlence bakımından yoğun bir programa sahipti. Öğleden önce bahçeye gelen padişah, bir müddet dinlendikten sonra tüfek atışları seyreder ve bizzat
kendisi de testilere kurşun atar. Ardından otağına geçen padişah, pehlivan güreşlerini seyreder, saz fasılları dinler, ziyafete iştirak eder148.
III. Selim’in R. 1215’deki ziyareti bahçenin işlev bakımından
yaşadığı dönüşüme denk gelmiştir. Üsküdar Bahçesi’nde de tıpkı Levent Bahçesi’nde olduğu gibi “ta’lîmlû tüfengci Bostâni neferâtı”ndan
oluşan yeni bir ordu ve onun barınacağı yeni bir kışlanın yapılması
kararlaştırılınca, padişah 25 Ağustos 1800 (4 R. 1215)’te Üsküdar
Bahçesine gelir. III. Selim, kışlanın temelini atar, yeni yazılan nefere
top ve tüfek atışları yaptırır, başarılı olanlara bahşişler verir. Daha
sonra kendisi testilere kurşun atışı yapar, verilen ziyafete iştirak
eder149.
Bu tarihten sonra III. Selim için bahçede tertip edilen etkinliklerin kurulan yeni orduyla da ilintili olmasına özen gösterilir. Mesela atış talimleri artık kurulan yeni ordunun neferlerine yaptırılmaya
başlanmıştır. Bunu padişahın hemen bir ay sonraki gezisinde gözlemlemek mümkündür. 20 Eylül 1800 (1 Ca. 1215)’de gerçekleşen gezisi esnasında yeni ordunun ilk öncüleri olan bostanî tüfenkçilerinin
talimlerini seyreden padişah, ardından musiki fasılları dinlemiş ve
yemek yedikten sonra atla Çamlıca’ya, oradan da beylerbeyine gitmiştir150. Yapımına başlanan bu kışlaya padişah yakın ilgi göstermiş ve
147 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s.192.
148 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 229.
149 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 335.
150 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 337.
413
OSMANLI İSTANBULU III
çalışmaları yerinde gözlemlemek için fırsat buldukça bahçeye gelmiştir. Meselâ 11 Ocak 1801 (25 Ş. 1215)’de yaptığı gezisi sadece inşaatın
yapımını kontrol etmek içindi151. 3 Temmuz 1801 (21 S. 1216)’deki
gezi ise, kompleksin biten bir yapısını, Kışla Köşkü’nü görmeye yönelikti. Köşkte belli bir süre oturan III. Selim, talimli bostanî neferlerinin talimini seyreder, ağalara hedef atışları yaptırır, pehlivanların
güreşlerini izler ve ardından saz fasılları eşliğinde yemek yer152. 23
Eylül 1801 (15 Ca. 1216) tarihindeki gezide III. Selim’in izlediği
etkinlik için kullanılan “ber-mu‘tâd temâşâlar”153 ifadesinden atış talimleri, güreş müsabakaları, fasıl olduğu tahmin edilebilir.
Kışlanın bitip hizmete girmesinden sonra umulan nitelikte
neferler yetiştirilmeye başlanır. Belli bir süre sonra kışlada eğitilen
asker artık sefere gidebilecek seviyeye gelir. Nitekim yeni ordunun
kurucusu ve kışlanın banisi olan III. Selim’in 6 Mayıs 1802 (3 M.
1217) tarihindeki ziyareti, kışlada yetişip sefere memur edilen askerin
çıkış merasimini seyretmekti. Öğleden önce gibi erken denilebilecek
bir vakitte bahçeye gelen padişah, öğleye kadar kasırda dinlenir. Öğle
namazından sonra sefere gidecek talimli süvari ve piyade neferin yeni
düzen üzere yaptıkları idman ve talimleri seyreden ve bundan ziyadesiyle memnun kalan padişah, 20 kese para bahşiş gönderir. Ardından
pehlivanların güreş müsabakalarını ve ağaların atış talimini seyreden
III. Selim, kendisi için hazırlanan yemeği yer ve ikindi namazını eda
ettikten sonra Üsküdar üzerinden İstanbul’a döner154. III. Selim 5
Ekim 1802 (7 C. 1217)’de ise yaptırdığı caminin inşaat faaliyetlerini
kontrol için bahçeye gelir155.
151 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 343
152 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 353
153 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 358.
154 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 373-374.
155 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 385.
414
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
3.5. Devlet İşlerinin Görüşülmesi
Üsküdar Bahçesi bir eğlenme ve dinlenme mekanı olmasının
yanı sıra devlet ile ilgili işlerin görüşülüp karara bağlandığı bir yer de
olmuştur. Meselâ 18 Şevvâl 995’te burada toplanan sadrazam, vezirler,
padişah hocası ve diğer bazı görevliler Ejderhan Seferi için görüşmeler yapmıştır156.
Bahçede devlet işlerinin görüşülmesi en çok I. Ahmed ve IV.
Mehmed döneminde yaşanmıştır. Bunlardan I. Ahmed’in, genelde
bahçelere özelde Üsküdar Bahçesi’ne düşkünlüğü, onu neredeyse bir
devlet geleneğine aykırı davranmaya sevk edecekti. Çok itimat ettiği
Veziriazam Kuyucu Murad Paşa’nın eşkıyayı temizleme hususunda
gösterdiği maharet karşısında ziyadesiyle memnun olan padişah, belki
de yaşlı veziriazamının işini kolaylaştıracağı düşüncesiyle divan toplantılarının artık Üsküdar Bahçesi’nde yapılmasını ister. Ancak güngörmüş veziriazam devlet geleneğine aykırı bir tasarrufun nelere mal
olacağını kestirebildiği için münasip bir dille bunun geleneğe aykırı
olduğunu dolayısıyla uygun olamayacağını beyan edince padişah bu
düşüncesinden vaz geçer157.
Üsküdar Bahçesi, 1609 (1018) yılında I. Ahmed ile veziriazamı Kuyucu Murad Paşa arasında ilginç bir görüşmeye sahne olmuştur. Kuyucu Murad Paşa, vaktiyle kendisini fakirliği ve makamının
düşüklüğünden dolayı tahkir eden Defterdar Etmekçizâde Ahmed
Paşa’ya kin bağlamış, veziriazam olur olmaz, bir bahaneyle onu idam
etmeye teşebbüs etmiştir. Ortadan kaldıracağı kişiye son ana kadar iyi
davranarak amacını gerçekleştirme tarzıyla iş yapan Kuyucu Murad
Paşa’ya karşı hep tedirgin ve müteyakkız olan Defterdar, onun, hakkında planını öğrenince, padişahtan kendisini kurtarması için yalvarır.
Neticede I. Ahmed, Üsküdar Bahçesi’ne çağırdığı Kuyucu Murad
Paşa’dan Ahmed Paşa’yı kendisine bağışlamasını “rica etmesi” üzerine,
bu ricayı kıramayan Kuyucu kendisini affeder158.
156 Târîh-i Selânikî, haz. Mehmet İpşirli, I, 191.
157 Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet İpşirli, II, s. 368-369.
158 “Fezleke”, haz. Zeynep Aycibin, s. 566-568; Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet
İpşirli, II, 373-375.
415
OSMANLI İSTANBULU III
Ekim 1654 (Z. 1064)’te IV. Mehmed isteği üzerine, başta müftü ve kadıaskeler olmak üzere diğer üst düzey idareciler hakkındaki,
mansıpları rüşvetle verme ve mansıplara haksız yere el koyma şikâyetinin görüşülmesi için devlet erkânı Üsküdar Bahçesi’ne çağrılmıştır. Şikâyet, şaşılacak şekilde hiçbir makama takılmadan doğrudan
padişaha ulaşan imzasız bir mektupla dile getirilmişti. Mektupta
başta müftü olmak üzere gerek görevden alınan Anadolu ve Rumeli
kadıaskeleri gerekse mevcut kadıaskerlerin, mansıpları rüşvetle verdikleri, bir mansıbı rüşvet karşılığı birden fazla görevliye verdikleri,
veziriazamla müftünün olup bitenlere göz yumdukları; diğer üst düzey idarecilerle harem mensupları arasında rüşvetin sıradan bir uygulamaya dönüştüğü ve bunun gibi idarecileri itham eden suçlamaları
ihtiva ediyordu. İthamların doğru olup olmadığının anlaşılması için
taşradan çağrılan kadıların müftü ve sadrazamın ustaca bir oyunuyla padişah huzuruna çıkartılmaması ve üst düzey idarecilerin ağız
birliği edip, ithamların iftira olduğunu söylemeleri üzerine, görüşme,
eski kadıaskerlerin sürgün edilmesi kararı dışında herhangi bir netice vermeden sona ermiştir159. Aynı ay içerisinde Sadrazam Derviş
Mehmed Paşa, sadrazam olarak padişahla son görüşmelerinden birini
Üsküdar Bahçesi’nde yapmıştır160.
Seferde olan ordunun başarısız olması üzerine devlet erkânı
padişah huzurunda 1659 (1069)’da Üsküdar Bahçesi’nde görüşme yapar. Görüşme sonrası yaklaşan kıştan dolayı takviye birliklerin sonraki
yılın bahar ayında gönderilmesi, ordu komutanı Vezîr Murtazâ Paşa’nın azledilip yerine Vezîr Köse Ali Paşa’nın atanması ve Üsküdar’da
bekleyen kapıkullarının veziriazamla birlikte İstanbul’a geçmesi kararlaştırılır161. 20 Temmuz 1671 (13 Ra. 1082)’de Yeni Darussaade
159 Abdurrahman Abdi Paşa Vekâyi’-nâmesi [Osmanlı Tarihi (1648-1682)], haz.
Fahri Ç. Derin, Çamlıca, İstanbul 2008, s. 63; Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet İpşirli, III, 1539-1547.
160 Şikayetleri içeren bir ruk’anın padişahın huzurunda okunup uzun süre
mütalaa edilirken ayakta kalan veziriazam, toplantı bitiminde ziyadesiyle
yorgun düşer. Dışarı çıkar çıkmaz kendisini mermer sofanın üzerine
atan ve burada yarım saate yakın oturan vezir soğuk alır. Diğer bedeni
hastalıklarının da tesiriyle felç geçiren sadrazam daha sonra görevden alınır
(Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet İpşirli, III, 1548-1550).
161 “Zeyl-i Fezleke”, haz. Nazire Karaçay Türkal, s. 173.
416
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
Ağası Yusuf Ağa, IV. Mehmed’in eski darüssaade ağası Abbas Ağa ile
Valide Sultana gönderdiği hatları, Üsküdar Bahçesi’nde kendilerine
takdim eder162.
3.6. Elçi Kabulü
Bir saraya sahip olmasından dolayı Üsküdar Bahçesi’nde elçi
kabulleri de yapılmıştır. Bahçede ilk elçi kabulünü, bahçenin banisi
olan Kanuni Sultan Süleyman yapmıştır. İran’a gönderilen Türk elçilik heyetinin reis Kapıcıbaşı Hasan Ağa, dönüşte Üsküdar Bahçesi’nde padişahın huzuruna kabul edilmiştir163.
III. Murad’ın Üsküdar Bahçesi’nde bulunduğu bir sırada, “Lüterân kâfirinden haber getüren Frenk” 6 Temmuz 1578 (Ca. 986)’de
huzuruna çıkarıldığı padişahın elini öpüp dönüş için izin almıştır164.
1613 (1022) yılında ise Flemenk elçisi I. Ahmed tarafından bahçede
kabul edilmiştir. Bir ticaret filosu ile gelmiş olması, ziyaretin ticarî
amaçlı olduğunu göstermektedir. Elçi huzura kabul edildiği gün beraberinde getirdiği hediyeleri padişaha takdim etmiş, beraberindeki
tüccarla ülkesine dönüş için izin almıştır165.
21-31 Ağustos 1656 (Evail-i Za. 1066)’da ise bu sefer Babür
elçisi Kaim Bey memleketine dönmeye izin verilmesi talebiyle IV.
Mehmed tarafından Üsküdar Bahçesi’nde Mehmed Paşa Köşkü’nde kabul edilmiştir. Ziyaret esnasında padişah tarafından kendisine
hil’at giydirilmiştir166. Ardından padişahın cevabını içeren mek162 Abbas Ağa’ya gönderilen hat, ağanın zimmetinde kalan paranın iadesinin
talep edilmesini yanı sıra, yaşanan son gelişmelerden dolayı padişahın ilkbaharda Lehistan’a sefer yapmaktan vaz geçtiğini ve Arabistan’a sefer yapacağı
bilgisini de içermekteydi (TS.MA.d, nr. 1219/0001).
163 A. S. Ünver, “Üsküdar Kavak Sarayı Hakkında Vesikaları Sıralama ve Bir
Deneme I”, s. 176-177 arasındaki minyatür.
164 Bu bilgi Durmuş Kandıra’nın İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Yeniçağ Tarihi
Bilim Dalı’nda doktora tezi olarak hazırlanan ve henüz bitirilmemiş çalışmasından alınmıştır (Seyyid Lokmân, “Zübdetü’t-Tevârîh (Tahlil-Metin)”,
s. 506 [v. 93]).
165 “Fezleke (Tahlil ve Metin)”, haz. Zeynep Aycibin, s. 593-594.
166 Abdurrahman Abdi Paşa Vekâyi’-nâmesi [Osmanlı Tarihi (1648-1682)], haz.
417
OSMANLI İSTANBULU III
tup ile hediyelerini götüren Türk elçilik heyeti de burada padişah
huzuruna çıkarılmıştır. Dergâh-ı âlî kapıcıbaşılarından Manzade Hüseyin Ağa’ya padişah huzurunda hil’at giydirildikten sonra kendisine
mektup ile Babür hükümdarı Şah Cihan’a takdim edilecek hediyeler
teslim edilmiştir167. Hindistan’a giden Türk elçilik heyeti kendisini
bir kargaşanın içinde bulur. Zira gönderildikleri Babür hükümdarı
Şah Cihan vefat etmiş, oğulları arasında taht mücadelesi başlamıştı.
Elçilik heyeti o bölgeye hâkim olan Sultan Murad-bahş tarafından
kabul edildikten sonra mektup ve hediyelerle birlikte geri gönderilmişlerdi. Elçilik heyeti Üsküdar’a ulaştığında, IV. Mehmed, Üsküdar
Bahçesi’nde bulunmaktaydı. Elçilik heyeti sadrazam tarafından bahçedeki Mehmed Paşa Köşkü’nde padişahın huzuruna çıkarılır, beraberinde getirdikleri mektup ve hediyeleri padişaha takdim ederler168.
Mart 1722 (Ca. 1134)’de ise İran elçisi, Boğaziçi’ndeki bazı
bahçe ve mesirelerin yanı sıra Üsküdar Bahçesi’nde de ağırlanmıştır169.
Elçiler dışında bağlı devletlerin hanları ve üst düzey devlet görevlileri de Üsküdar Bahçesi’nde kabul edilmiştir. Bunlardan biri olan
ve Rodos’ta ikamete mecbur bırakılmış olan Mehmed Giray’dı. Kırım
Hanı İslam Giray’ın ölmesi üzerine kendisi İstanbul getirtilmiş, 26
Ağustos 1654 (12 L. 1064)’te Üsküdar Bahçesi’nde sadrazam tarafından padişahın huzuruna çıkarılmış; kendisine hanlık tevcih edilmiştir170.
Fahri Ç. Derin, Çamlıca, İstanbul 2008, s. 96-97; Târih-i Na‘îmâ, haz.
Mehmet İpşirli, IV, 1691; Zeyl-i Fezleke, haz. Nazire Karaçay Türkal, s. 65.
167 “Abdurrahman Abdi Paşa Vekâyinâme’si Tahlil ve Metin Tenkidi”, haz.
Fahri Çetin Derin, YDT, İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1993, s. 82;
“Zeyl-i Fezleke”, haz. Nazire Karaçay Türkal, s. 65.
168 “Abdurrahman Abdi Paşa Vekâyi’-nâmesi [Osmanlı Tarihi (1648-1682)]”,
haz. Fahri Ç. Derin, Çamlıca, İstanbul 2008, s. 136-137; Târih-i Na‘îmâ,
haz. Mehmet İpşirli, IV, 1833-1834.
169 Târîh-i Râşid ve Zeyli, haz. Abdülkadir Özcan, Yunus Uğur, Baki Çakır,
Ahmet Zeki İzgöer, Klasik, İstanbul 2013, II, 1282.
170 “Abdurrahman Abdi Paşa Vekâyi’-nâmesi [Osmanlı Tarihi (1648-1682)]”,
haz. Fahri Ç. Derin, Çamlıca, İstanbul 2008, s. 63.
418
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
Sultan İbrahim, kaptanpaşa olarak atanan Silahdar Yusuf Paşa’yı Temmuz 1644 tarihinde Üsküdar Bahçesi’nde kabul etmiştir171.
1654’te Akdeniz’e sefere giden donanma için Yalı Köşkü’nde yapılan
törenden hemen sonra Üsküdar Bahçesi giden IV. Mehmed, ertesi
gün kaptan paşayı burada kabul etmiştir172.
3.7. Sefere Gidiş ve Dönüşlerde Konaklama
Üsküdar, Osmanlı Devleti’nin Asya topraklarına açılan kapısı
mesabesinde olup, Anadolu tarafına karadan yapılacak seyahatlerin
başlangıç noktasını teşkil etmekteydi. Seferlerde de aynı fonksiyonu
icra eden Üsküdar, İstanbul’dan gidecek ordunun toplanma, hazırlıklarını ikmal etme mekânıydı173. Ordu sefer için gereken hazırlıkları
yaparken, padişahlar da karşı yakaya geçerek Üsküdar Bahçesi’nde
konaklarlardı. Ordunun hareket gününe kadar burada kalan padişahlar sefer hakkında devlet erkânıyla istişare eder, sefer günü ise ya
orduyla birlikte sefere gider ya da orduyu uğurlarlardı. Dönüşlerde
de padişahlar İstanbul’a geçmeden önce burada bir ya da birkaç gün
kaldıktan sonra karşı yakaya geçerlerdi.
Bahçenin banisi olan Kanuni Sultan Süleyman’ın 1555 Amasya Antlaşması ile biten sefer dönüşü burada konaklamıştır174. Ondan
sonra, uzun bir süre herhangi bir padişah kumandasında Anadolu’ya
sefer yapılmadığından, padişahlar bahçeyi bu amaçla kullanmamışlardır. Üsküdar Bahçesi ancak IV. Murad zamanında tekrar bu amaç
için kullanılmıştır. Revan Seferine giden IV. Murad’ın otağı 21 Şubat
1635 (4 N. 1044)’te Üsküdar Haydarpaşa çayırına kurulmuştur. Revan
seferi dönüşünde İzmit ve Fenerbahçe bahçelerinde kalan padişahın
İstanbul öncesi son durağı Aralık 1635 (B. 1045)’te geldiği Üsküdar
171 Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet İpşirli, III, 1001.
172 Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet İpşirli, III, 1520-1521.
173 XVIII. yüzyılın sonunda İstanbul’a gelmiş olan Carbognano da bahçenin
bu vasfına atıfta bulunmuştur (C.C.Carbognanano, 18. Yüzyılın Sonunda
İstanbul, çev. Erendiz Özbayoğlu, Eren Yayıncılık, İstanbul 1993, s. 90).
174 “Tabakâtü’l-memâlik ve Derecâtü’l-mesâlik”, haz. Funda Demirtaş, s. 691.
Yine bk. İOTK, 1971, II, 296-297.
419
OSMANLI İSTANBULU III
Bahçesi olmuştur175. IV. Murad, burada kaldığı süre zarfında her gün
avlanmış, bahçeye getirttiği Kantemir’i idam ettirmiştir176.
1047’de Bağdat Seferine çıkan IV. Murad 8 Nisan 1638 (23 Za.
1047)’de Üsküdar Bahçesi’ne geçmiş ve 29 gün burada kalmış; Nisanın sonlarına doğru harekete geçmiştir177. Sefer dönüşünde de kendisinin kalması için Üsküdar Bahçesi’ndeki saray hazırlanmıştır178.
10 Haziran 1639 (8 S. 1049) tarihinde buraya ulaşan179 IV. Murad,
üç gün burada kaldıktan sonra İstanbul’a geçmiştir180. Sefer sonrası
dinlenme için padişahın tercih ettiği bahçelerden birisi de Kandilli ve
İstavroz bahçeleriyle birlikte Üsküdar Bahçesi olmuştur181.
3.8. Şehzadelerin Konaklamaları
Şehzadelerin, gerek tahta geçmek gerekse diğer gerekçelerle
İstanbul’a davet edilmeleri durumunda, İstanbul’a geçmeden önce
kendileri burada konaklanır; dinlenip gereken hazırlıklarını yaptıktan
sonra karşıya geçerlerdi. Meselâ babasının ölümü üzerine tahta geçmek için İstanbul’a gelen Şehzade Selim de burada konaklamıştır182.
175 Topçular Kâtibi Abdulkādir (Kadrî Efendi) Tarihi, haz. Ziya Yılmazer, II, 1011,
1039; Fezleke, haz. Zeynep Aycibin, s. 849-850.
176 Topçular Kâtibi Abdulkādir (Kadrî Efendi) Tarihi, II, 1046, 1051; Zafernâme
(Tarihçe-i Feth-i Revan ve Bağdad), haz. Ömer Kucak, YYLT, Afyonkarahisar Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Afyonkarahisar 2007,
s. 23.
177 “Fezleke”, haz. Zeynep Aycibin, s. 880; Topçular Kâtibi Abdulkādir (Kadrî
Efendi) Tarihi, haz. Ziya Yılmazer, II, 1069, 1073.
178 Topçular Kâtibi Abdulkādir (Kadrî Efendi) Tarihi, haz. Ziya Yılmazer, II,
1118.
179 Topçular Kâtibi Abdulkādir (Kadrî Efendi) Tarihi, haz. Ziya Yılmazer, II,
1121-1122.
180 “Peçevî Tarihi (355b-364b, Zeyl 365a-393a Metin, Dizin, Özel Adlar Sözlüğü)”, haz. Hamdi Şimşek, YYLT, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul 2005, s. 45.
181 Topçular Kâtibi Abdulkādir (Kadrî Efendi) Tarihi, haz. Ziya Yılmazer, II,
1126-1127.
182 Târîh-i Selânikî, haz. Mehmet İpşirli, I, 41-43.
420
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
Yine, III. Murad’ın Manisa’dan gelen şehzadeleri de İstanbul’a geçmeden önce burada konaklamışlardır183.
3.9. Orduyu Uğurlama
Üsküdar Bahçesi’nde orduyu uğurlayan padişahların sefere katılmayan padişahlardı. Tespit ettiğimiz kayıtların tamamı da I.
Ahmed ile ilgilidir. Padişah Anadolu tarafına yapılan her sefer esnasında Üsküdar Bahçesi’nden orduyu uğurlamıştır. Bu bağlamda
Ferhad Paşa’nın serdarlığında sefere giden ordunun Haziran 1606 (S.
1015) tarihinde Haydarpaşa ile iskele arasındaki çayırda yapılan alay-ı
hümayun törenini Üsküdar Bahçesi’nde seyretmiştir184. Yine 1607
(1016)’de Veziriazam Kuyucu Murad Paşa’nın komutasında Anadolu’ya Celaliler üzerine sefere giden orduyu uğurlamak için Üsküdar
Bahçesi’ne geçmiş, ordu hareket edinceye kadar hem seferle ilgili görüşmeleri yapmış hem de kırlarda dolaşıp avlanmıştır185. 1609 (1018)
ve 1610 yıllarında yine Kuyucu Murad Paşa’nın serdar-ı ekremliğinde
çıkılması planlanan seferler esnasında da I. Ahmed Üsküdar‘a geçmiş,
hareket gününe kadar seferle ilgili görüşmeleri burada yapmıştır186.
3.10. Karargâh Olarak Kullanma
Üsküdar Bahçesi, sadece dinlenme ve eğlenme faaliyetlerine
sahne olmamış, şartların zorlamasıyla bu işlevleriyle pek de bağdaştırılamayacak askerî amaçlar için de kullanılmıştır. Farklı tarihlerde yaşanan üç gelişmeden dolayı Üsküdar Bahçesi’nin bazen bir
183 Seyyid Lokmân, “Zübdetü’t-Tevârîh”, s. 472-473 (v. 89b).
184 Topçular Kâtibi Abdulkādir (Kadrî Efendi) Tarihi, haz. Ziya Yılmazer, I, 462;
“Mehmed b. Mehmed er-Rûmî (Edirneli)’nin Nuhbetü’t-Tevârih ve’l-Ahbâr’ı ve Târîh-i Âl-i Osmân’ı (Metinleri, Tahlilleri)”, YDT, haz. Abdurrahman Sağırlı, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim
Dalı, İstanbul 2000, s. 595n.
185 Topçular Kâtibi Abdulkādir (Kadrî Efendi) Tarihi, haz. Ziya Yılmazer, I, 488489.
186 Topçular Kâtibi Abdulkādir (Kadrî Efendi) Tarihi, haz. Ziya Yılmazer, I,
552-553; “Fezleke”, haz. Zeynep Aycibin, s. 563; “Mustafa Sâfî’nin Zübdetü’t-tevârîh’i”, haz. İbrahim Hakkı Çuhadar, I, s. 97.
421
OSMANLI İSTANBULU III
savunma hattı bazen de ordugâh olarak kullanılmıştır. Bu olayların
ilki olan Mayıs-Haziran 1643’teki Telâşî-i Hüseyin Paşa Vak’asında,
isyan edip Üsküdar’a kadar gelen Hüseyin Paşa’nın tedibi için ordu
Üsküdar’a geçirilmiştir. Sultan İbrahim de mücadeleyi takip etmek
için Üsküdar Bahçesi’ne geçmiş ve gailenin def ’ine kadar orada kalmıştır187.
Anadolu’da 1059’da ayaklanıp Üsküdar doğru hareket eden
Gürcü Nebi olayında da bahçe savunma hattı olarak kullanılmıştır.
Seferle memur edilen askerler Kadıköy, Kayışdağı, Bulgurlu, Çamlıca
hatlarına konuşlandırılırken, silahlı bostancılar da 4 Temmuz 1649
(23 C. 1059) tarihinde Üsküdar Bahçesi’ne konuşlandırılmış, tehlikenin sonra ermesine kadar burada kalmışlardır188.
1658’de ordunun Abaza Hasan Paşa ile yaptığı savaşta yenildiği
haberinin gelmesi üzerine IV. Mehmed, mücadeleyi yürütmek için
Üsküdar Bahçesi’ne geçmiştir. Ancak, devlet erkânı onun bizzat sefere iştirak etmesinin ve Üsküdar’da bulunmasının sakıncalı olduğunu
söylemesi üzerine kendisi tekrar İstanbul’a dönmüştür189.
3.11. Ceza İnfazları
Üsküdar Bahçesi, tarihsel süreçte değişik sosyal statülere sahip
kişilerin idam veya sürgün gibi cezalandırmalara maruz kaldıkları bir
yer de olmuştur. Bu cezalardan idamlar daha çok IV. Murad ve IV.
Mehmed döneminde gerçekleşmiştir. IV. Murad tarafından bahçede
katledilen ilk devlet görevlilerden birisi 1635 (1045) yılında idam
edilen koyun kâtibi Sarı Mehmed Efendi’dir. Yetenekli, ancak mala ve
187 “Fezleke”, haz. Zeynep Aycibin, s. 922; Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet
İpşirli, III, s. 966-967; “Tarih-i Nihâdî (80b-152a) (Transkripsiyon ve
Değerlendirme)”, haz. Satiye Büşra Uysal, YYLT, Marmara Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul 2004, s. 48-50.
188 “Fezleke”, haz. Zeynep Aycibin, s. 1055-1057; Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet
İpşirli, III, 1225.
189 Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet İpşirli, IV, 1810-1811; Behcetî Seyyid İbrahim Efendi, “Târîh-i Sülâle-i Köprülü” (Transkripsiyon ve Tahlil), haz.
Mehmet Fatih Gökçek, YYLT, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul 2006, s. 92.
422
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
makama düşkün, hırslı birisi olan Mehmed Efendi, hırsından dolayı
daha önce iki kez ölümden dönmüştü. Bunlardan ilkinde malının
müsadere edilmesi, ikincisinde de Rodos’a sürülmekle kurtulmuştu.
Ancak defterdarın ihmalkârlığını öne sürüp, padişahtan defterdarlık
makamını talep etmesi, padişah tarafından küstahlık olarak görülmüş ve kendisi Üsküdar Bahçesi’nde bulunan padişahın huzurunda
katledilmiştir190.
1635 (1045) yılında katledilen bir diğer görevli ise Kantemir’dir.
Revan Seferi sonrası kaldığı Üsküdar Bahçesi’ne Kantemir’i getirten
padişah, karışıklığa neden olduğu gerekçesiyle burada idam ettirmiştir191. Bahçede idamı infaz edilen bir diğer görevli ise İstanbul
Kaymakamı Tabanıyassı Mehmed Paşa idi. Aslında o bir bakıma, iki
üst düzey devlet idareci arasındaki ölümcül rekabette taraf tutmakla
feci akıbetini hazırlamıştır. 1639 (1049)’da, padişah mukarriplerinden
Silahdar ile Veziriazam arasında, düşmanlıktan kaynaklanan bir rekabet vardı. Silahdar, sadrazamı ortadan kaldırmak için türlü hilelere
başvurmuş ve hatta bir seferinde onun görevden alınıp idam edilmesine padişahı ikna etmişti. Ancak kaymakam, kendisi gibi Arnavut olan dostu sadrazamın aleyhine olan bu oyunu bozmuştur. Buna
rağmen sadrazamın rakiplerinin pes etmeye pek de niyetleri yoktu.
Sadrazamla birlikte kaymakamı da hedef tahtasına koyarlar. Önce bir
hile ile onu ortadan kaldırmaya karar verirler. Neticede Eflak Beyini haksız yere azlettirme hususunda kendisini yanılttığı gerekçesiyle
padişahın kaymakama gazap duymasını sağlarlar. Kaymakam her ne
kadar silahtarın talebiyle böyle bir teşebbüste bulunduğunu söylese
de sözünü dinletemez, önce Yedikule’de hapsedilir, ardından Üsküdar Bahçesi’nde padişahın huzurunda boğdurulmak suretiyle idam
edilir192.
Üsküdar Bahçesi’nde 31 Temmuz 1656 (9 L. 1066) tarihinde
IV. Mehmed’in emriyle üç önemli sanık idam edilmiştir. Bunlardan
190 Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet İpşirli, II, 828.
191 Topçular Kâtibi Abdulkādir (Kadrî Efendi) Tarihi, haz. Ziya Yılmazer, II, 1046,
1051; “Zafernâme (Tarihçe-i Feth-i Revan ve Bağdad)”, haz. Ömer Kucak,
YYLT, Afyonkarahisar Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Afyonkarahisar 2007, s. 23.
192 Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet İpşirli, II, 922-926.
423
OSMANLI İSTANBULU III
Tersane Emini Hısım Mehmed Ağa, bozguna uğrayan donanmanın mühimmatını tedarikte ihmalkâr davrandığı ve kusurlu olduğu;
tazıcıbaşı Çınar Vak’ası’nda üzerine vazife olmadığı halde saklanan
ağaları asilere ihbar ettiği ve Hacı Ahmed-oğlı ise isyan ettiği gerekçesiyle bu feci akıbete düçar olmuşlardır193. Nisan 1659’da Anadolu’da yakalanan Celalîler, Üsküdar Kavak iskelesinde yetmiş, seksen,
yüz kişilik gruplar hâlinde IV. Mehmed’in huzurunda idam edilip
cesetleri denize atılmıştır194. Yine Mısır ümerasından asi Circe Bey’in
kesik başı 1 Mayıs 1659 (8 Ş. 1069)’da Üsküdar Bahçesi’nde IV. Mehmed’e takdim edilmiştir195.
Bahçede gerçekleşen bir diğer cezalandırma şekli ise azil ve
sürgünlerdi. 26 Haziran 1676 (14 R. 1087) tarihinde IV. Mehmed’in
Üsküdar Bahçesi’ne göçü esnasında hassa Şatırların şikâyeti üzerine Şâtırbaşı Halil Ağa’nın azledilir ve yerine Hasoda ağalarından
Dülbend Ağası Bosnevî Sâlih Ağa tayin edilmiştir196. Yine Bursa’ya
sürülen Şeyh Mehmed Mısrî, yine uygunsuz sözler söylemesinden
dolayı Limni’ye sürülme emrini IV. Mehmed Üsküdar Bahçesi’ndeyken verilmiştir197. 5 Temmuz 1774 (25 R. 1188) tarihinde ise I.
Abdülhamid azlettiği kaymakam Kavak Sarayı’nda tutulmuştur198.
3.12. Üst Düzey Devlet Adamlarının Karşılanması
veya Ağırlanması
Bahçede üst düzey devlet adamlarının karşılanması veya ağırlanması özellikle XVIII. yüzyıldan itibaren görülen bir uygulamaydı.
193 “Abdurrahman Abdi Paşa Vekâyinâme’si Tahlil ve Metin Tenkidi”, haz.
Fahri Çetin Derin, YDT, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
İstanbul 1993, s. 81; “Zeyl-i Fezleke”, haz. Nazire Karaçay Türkal, s. 64.
194 Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi, V, 138. Yine bk. Zübdetü’t-Tevârihi, I, 28.
195 “Abdurrahman Abdi Paşa Vekâyi’-nâmesi [Osmanlı Tarihi (1648-1682)]”,
haz. Fahri Ç. Derin, Çamlıca, İstanbul 2008, s. 135; “Zeyl-i Fezleke”, haz.
Nazire Karaçay Türkal, s. 185, 187.
196 “Zeyl-i Fezleke”, haz. Nazire Karaçay Türkal, s. 675-676.
197 “Zeyl-i Fezleke”, haz. Nazire Karaçay Türkal, s. 685-686.
198 “Mehmed Hasib Rüznâmesi”, haz. Süleyman Göksu, s. 52.
424
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
Bunda, bahçenin artık göç-i hümayunlar için kullanılmamış olmasının etkisi vardı.
I. Mahmud zamanında İstanbul’a davet edilen sadrazam adayı Ali Paşa Nisan 1732’de Üsküdar Bahçesi’nde devlet erkânı (şeyhülislam, kadıaskerler ve diğer divan erbabı) tarafından karşılanmış,
kendisine verilen ziyafetten sonra iştirak ettikten sonra hep birlikte
İstanbul’a dönmüşlerdir199.
Davet üzerine Haziran 1792’de İstanbul’a dönen sadrazam
adayı Melek Mehmed Paşa da, Haydarpaşa Bahçesi’nde şeyhülislam,
kadıaskerler, kaymakam, nakibüleşraf, İstanbul kadısı, rical-i devlet,
erkân-ı saltanat, bilcümle ocaklı ve zâbitan tarafından karşılanmış,
Üsküdar Bahçesi’nde de ağırlanmıştır. Kendisine verilen ziyafetten
sonra sadrazam İstanbul’a geçmiştir200. Tıpkı onun gibi sadrazamlığa
atanan halefi İzzet Mehmed Paşa, gizlice gönderilen haber üzerine
İstanbul’a hareket etmiş ve 19 Ekim 1794 (24 Ra. 1209) tarihinde
Üsküdar Bahçesi’ne varmış, daha sonra silahtar ağa kendisini üç çifte
kayıkla padişahın huzuruna götürmüştür201. 25 Ekim 1798 (15 Ca.
1213)’de Üsküdar’a gelen sadrazamı şeyhülislam, üst düzey idareciler
kendisini Üsküdar Bahçesi’nde karşılamışlardır202. Yine Rumeli tarafına sefere memur edilen Serasker ve aynı zamanda Karaman Valisi
Vezir Abdurrahman Paşa ile diğer görevliler de burada ağırlanmışlardır203.
3.13. Hastalık Döneminde Dinlenme
Hastalık döneminde dinlenme, padişahların bahçelerde kalma
gerekçeleri bakımından pek de yaygın olmayan bir gerekçeydi. Bu
199 Mür’i’t-Tevârih, haz. Münir Aktepe, I, s. 28.
200 “Mehmed Emin Edîb Efendi’nin Hayatı ve Târihi”, haz. Ali Osman Çınar,
s. 327-328.
201 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 179.
202 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 290.
203 Onlar için gerekli olan çadırlar Bahçekapı ve Ahırkapıdan yirmi ateş kayığı
ile taşınmıştır (BOA, C.AS, 992/43376, 29 Ra. 1221).
425
OSMANLI İSTANBULU III
gerekçeyle bahçede kalan nadir padişahlardan birisi IV. Murad’dır.
Bağdat Seferi dönüşü Kasım 1639 (B. 1049)’da Beykoz Bahçesi’nde
avlanırken, aniden rahatsızlanan padişah, İstanbul’a değil de Üsküdar Bahçesi’ne dönmüştür. Padişahın on gün kadar süren rahatsızlığı
devlet erkânını endişeye sevk edecek kadar ağır geçmiş, ardından şifa
bulmuştur204.
3.14. Ulemayı İmtihana Tabi Tutma
IV. Murad döneminde bahçelerde rastlanan ender durumlardan
biri de ulemayı imtihana tabi tutma idi. Kâtip Çelebi’nin verdiği bilgiye bakılırsa, bu uygulamasının padişahın, toplum ve devlet için büyük
önem arz eden ulemanın “ehli, nâ-ehli teşhîs ü temyîz” arzusundan
kaynaklandığını anlaşılmaktadır. Bunun için 1637 (1047)’de önemli ilmiye makamlarına atanacak kadıları, Üsküdar Bahçesi’nde iken
huzurunda imtihana tabi tutar; aralarında liyakatli olmayanları ayırır.
Onun bu tür uygulamalarıyla ülkede “‘ilm ü hüner”in tekrar revaç bulmasına zemin hazırladığı aynı tarihçi tarafından ifade edilmiştir205.
3.15. Hediye Kabul Törenleri
Bahçelerde elçilerin padişahlara hediye takdim ettikleri gibi
diğer devlet erkânı da hediyeler takdim etmişlerdi. Bunlardan konumuz olan Üsküdar Bahçesi’nde Temmuz 1639 (Ra. 1049)’da böyle
bir tören yaşanmıştır. Beşir Ağa, Mahmud Ağa ve Anadolu Beylerbeyi Hüseyin Paşa hediyelerini burada padişaha takdim etmişlerdir206.
Yine bu yılın Kasım ayında da (B. 1049)’da Sivas Beylerbeyi İbrahim
Paşa, Diyarbakır Beylerbeyi Ahmed Paşa ve Kefe Beylerbeyi Yusuf
Paşa, IV. Murad’a çeşitli hediyeler takdim etmişlerdir207.
204 “Fezleke”, haz. Zeynep Aycibin, s. 908; Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet
İpşirli, II, 922; Zafernâme (Tarihçe-i Feth-i Revan ve Bağdad), haz. Ömer
Kucak, YYLT, Afyonkarahisar Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Afyonkarahisar 2007, s. 53.
205 “Fezleke”, haz. Zeynep Aycibin, s. 882-883.
206 TS.MA.d, nr. 10034, vr. 2b, 3a.
207 TS.MA.d, nr. 2154, vr. 1b-2a.
426
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
3.16. Kutsal Emanetlerin Karşılanması, Surre Törenleri
I. Ahmed zamanında Kabe ’yi tahkim etmek için yapılan kuşaklar Üsküdar Bahçesi’nde yapılmış, değiştirilen parçalarının bir kısmı buraya getirilmiştir208. IV. Mehmed döneminde 1092 ve 1097’de
gönderilen sürrelerin törenleri Üsküdar Bahçesi’nde yapılmıştır209.
3.17. Fetih Müjdesi
Halkulvâd’in fetih müjdesini getiren müjdeci padişah tarafından burada kabul edilmiştir210.
4. Üsküdar Bahçesi’nde Tarımsal Faaliyetler
Birer eğlenme ve dinlenme mekânı olmakla birlikte her bir
bahçe aynı zamanda tarımsal faaliyetlerin yapıldığı birer mekândı.
Bir saray bahçesi ve taşra bahçelerinin de en önemlilerinden biri olan
Üsküdar Bahçesi’nin bahçelik vasfının mı yoksa bostanlık vasfının
mı ön plânda olduğu hususunda seyyahların verdiği bilgiler birbirini
teyit etmemektedir. Mesela 27 Mart 1576 tarihinde bahçeyi gezen
Gerlach bahçede “güzel kokulu bitkileri, çiçekleri ve düzenli bir biçimde dikilmiş meyve ağaçları” süslü bir cenneti andırdığını, “kırmızı,
beyaz, sarı ve sarı-beyaz menevişli çiçekleri olan soğanlı bitkilerin”
dikkat çekici211 olduğunu ifade etmektedir. XVII. yüzyılın ortalarında bahçeyi gören Jean De Thevenot da Üsküdar Bahçesi’nin “gayet
şirin ve lâtif bahçeleri” olduğunu nakletmektedir212. Öte yandan XVII.
asırda bahçeyi gezmiş olan Fransız seyyah Du Loir’un verdiği bilgiler,
Gerlach ve Thevenot’ın anlattıklarının aksine, bahçenin süs bitkilerini içeren bir mekândan ziyade bostanlık vasfının ön plâna çıktığı213
bir mekân olduğu anlaşılmaktadır.
208 “Nuhbetü’t-Tevârih”, haz. Abdurrahman Sağırlı, s. 622-624, 639-640, 11-13.
209 “Zeyl-i Fezleke”, haz. Nazire Karaçay Türkal, s. 772, 776, 1037.
210 Seyyid Lokmân, “Zübdetü’t-Tevârîh”, haz. Durmuş Kandıra, s. 455-456 (vr. 86b).
211 Stephan Gerlach, Türkiye Günlüğü 1573-1576, çev. Türkis Noyan, Kitap Yayınevi, İstanbul 2007, I, s. 304.
212 Jean De Thevenot, 1655-1656’da İstanbul ve Türkiye, Çev. Reşad Ekrem Koçu,
Çığır Kitabevi, İstanbul 1939, s. 21.
213 Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul Tarihi XVII. Asırda İstanbul, s. 284-285.
427
OSMANLI İSTANBULU III
Seyyahların verdiği bilgiler birbirinden farklı olsa da, bir bahçe
olması ve en kalabalık nefere sahip olmasından dolayı Üsküdar Bahçesi’nde tarım da yapıldığı, diğer bahçe ve bostanlarda olduğu gibi
burada da devrin en çok tüketilen sebze ve meyvelerinin yetiştirildiği
düşünülebilir. Bahçede tam olarak nelerin ekildiği ile ilgili detaylı
bilgilere sahip değilsek de sınırlı bazı bilgilere sahibiz. Mesela tespit
ettiğimiz kayıtlara göre Üsküdar Bahçesi’nde en çok yetiştirilen bitkilerden birinin kırmızı gül olduğu anlaşılmaktadır214 Yine IV. Mehmed215 ve I. Mahmud’un216 kiraz mevsiminde burada toplanan kirazları yemiş olmaları; III. Selim’in üzüm mevsiminde buraya gelmiş
olması217 bahçede kiraz ve üzümün yetiştirildiğine işaret etmektedir.
Hasbahçe dâhil devlete ait bahçelerin her birinde az veya çok
tarım yapılmaktaydı. Bunlardan kesime tabi olan bahçelerde üretilen
ürünlerde elde edilen gelir ne kadar olursa olsun, sadece buralar için
tayin edilen meblağ ödenirdi. Kesime tabi olmayanlardansa genellikle padişahların kaldığı bahçeler olup, elde edilen tüm ürünler sebzehaneye gönderilirdi218. Üsküdar Bahçesi ikinci gruba giren bahçe
idi. Ancak XVII. yüzyılın sonundan itibaren bu uygulamadan vaz
geçilmiştir219. Bu tarihten itibaren ürünün değerlendirilmesi bakımından kesime tabi bahçe statüsüne kavuşan Üsküdar Bahçesi’nden
214
215
216
217
218
219
Yine bk. Muzaffer Erdoğan, “Osmanlı Devrinde İstanbul Bahçeleri”, s. 171;
Nurhan Atasoy, Hasbahçe Osmanlı Kültüründe Bahçe ve Çiçek, s. 312.
31 Aralık 1599 tarihli bir belgenin (TS.MA.d, nr. 10605, s. 1) verdiği bilgiye
göre bu yıl helvahaneye ve helvacılara teslim edilen 6.770 vukıyye kırmızı
gülün 1.597 vukiyyesi bu bahçeden alınmıştır. (Hasbahçe: 1.556, Göksu: 105,
Çubuklu: 99, Sultaniye: 1.356, Beykoz: 420, İskender Paşa: 110, Kiremitlik:
1.150, Haydarpaşa: 31, Fenar: 336 vukıyye).
Târih-i Na‘îmâ, haz. Mehmet İpşirli, III, 1395; Zeyl-i Fezleke, haz. Nazire
Karaçay Türkal, s. 1037.
“1730 Patrona Halil İsyanına ve I. Mahmud Devrine Ait Tarihçe”, haz.
Şükran Çınar, 1974, s. 56.
III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 229.
Eyyubi Efendi Kanunnamesi: Tahlil ve Metin, haz. Abdülkadir Özcan, Eren
Yayıncılık, İstanbul 1994, s. 27.
Daha ayrıntılı bilgi için bk. Murat Yıldız, “Osmanlı Hasbahçelerinin Sultanı: Sultaniye Hasbahçesi”, s. 567-568.
428
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
elde edilen gelir 1092220, 1687221, 1688222, 1698223, 12 Ocak 1706224,
12 Kasım 1711225, 14 Ekim 1714226, 18 Ağustos 1751227, 28 Mayıs
1753228, Aralık 1766229, 27 Kasım 1774230, 6 Ekim 1779231, 24 Eylül 1780232, 18 Temmuz 1786233, 26 Ağustos 1787234, 21 Haziran
1790235, 27 Mayıs 1791236, 14 Nisan 1794237, 31 Mart 1796238, Şubat
1802239 tarihinde 4.000 akça idi. Ancak 17 Aralık 1805240 tarihinden
itibaren bahçeden kesim miktarı alınmamaya başlanmıştır. Bunun iki
nedeni vardı. Birincisi üzerine yapılan kışladan dolayı artık bahçesinin işlevinin değişmesi, ikincisi ise bahçeden geriye kalan arazi, bağ,
bahçe, bostan ve tarlanın hizmete giren Selimiye Camisi için emlak-ı
humayundan çıkartılıp Selimiye Camii Vakfı’na bağlanmış olmasıydı241. Nitekim bu tarihten sonraki tarihlerde, mesela 27 Eylül 1812242,
220 TS.MA.d, nr. 7263, vr. 1b (1 L. 1092).
221 BOA, Ali Emiri Mehmed IV (AE.SMMD.IV), nr. 807, Temmuz 1687
(N. 1098)
222 BOA, KK.d, nr. 7114, vr. 2b, 1688 (1099).
223 BOA, MAD.d, nr. 16687, s. 6.
224 BOA, MAD.d, nr. 10306, s. 26, 12 Ocak 1706 (27 N. 1117).
225 BOA, MAD.d, nr. 7054, s. 4.
226 BOA, MAD.d, nr. 10156, s. 23 (5 L. 1126)
227 BOA, MAD.d, nr. 10193, s. 18, 18 Ağustos 1751 (26 N. 1164).
228 BOA, MAD.d, nr. 10195, s. 11, 28 Mayıs 1753 (25 B. 1166).
229 BOA, MAD.d, nr. 3363, s. 19, 30 Aralık 1766 (28 B. 1180).
230 BOA, C.SM, nr. 4404, 27 Kasım 1774 (23 N. 1188).
231 BOA, MAD.d, nr. 10222, s. 18.
232 BOA, C.SM, nr. 2976, 24 Eylül 1780 (25 N. 1194).
233 BOA, C.SM, nr. 8292, 18 Temmuz 1786 (21 N. 1200).
234 BOA, MAD.d, nr. 10229, s. 7, 6 Ağustos 1787 (12 Za. 1201).
235 BOA, MAD.d, nr. 10415, s. 1, 21 Haziran 1790 (8 L. 1204).
236 BOA, MAD.d, nr. 3254, s. 2, 27 Mayıs 1791 (24 N. 1205).
237 BOA, MAD.d, nr. 10237, s. 35, 14 Nisan 1794 (13 N. 1208).
238 BOA, MAD.d, nr. 10239, 31 Mart 1796 (22 N. 1210), s. 27.
239 BOA, C.SM, nr. 1744 (12 L. 1216)
240 BOA, MAD.d, nr. 10250, s. 20, 17 Aralık 1805 (25 N. 1220); C.SM, nr. 158/7918,
17 Aralık 1805 (25 N. 1220).
241 BOA, HAT, nr. 1498/43, 26 Nisan 1807 (17 S. 1222).
242 BOA, MAD.d, nr. 10259, s. 22, 27 Eylül 1812 (20 N. 1227).
429
OSMANLI İSTANBULU III
Eylül 1813243, 29 Ağustos 1815244, 18 Ağustos 1817245 ve 13 Mayıs
1826’da 246 bahçe gelirleri arasında Üsküdar Bahçesi’ne ait herhangi
bir gelir mevcut değildir.
5. Bahçedeki Yapılar
Kanuni Sultan Süleyman tarafından inşa edilen bahçede saray
ve saraya ait yapılar yer almaktaydı. Üsküdar Bahçesi’nde bulunan
yapılar tek seferde yapılmamış, duyulan ihtiyaca bağlı olarak farklı zamanlarda yapılmıştır. Başta bahçenin banisi I. Süleyman olmak üzere
II. Selim, III. Murad, I. Ahmed, IV. Murad ve III. Selim yaptıkları
çeşitli binalarla bahçenin imarında pay sahibi olmuşlardır247.
Bahçedeki ilk yapılar yukarıda ifade ettiğimiz gibi bahçenin
kurucusu I. Süleyman tarafından yapılmıştır. 972 (1565) tarihli bir tamir ve masraf defterinden bu yapıların tamamı değilse bile önemli bir
kısmının neler olduğunu öğrenebilmekteyiz. Kurulduktan yaklaşık on
sene sonra bahçede yer alan yapılar arasında saray, mutfak, yoğurtçular havlusu, dışardaki büyük havlu, tazıcılar odası, karlık, bostancılar
odaları bulunmaktaydı248. Bahçedeki Sultan Selim ve Sultan Murad
köşkleri Mimar Sinan tarafından yapılmıştır249.
Bostancıbaşının 12 Aralık 1571 (17 Z. 978) tarihli arzından bahçede bir köşk ve bir hamamın yapıldığı anlaşılmaktadır250.
243
244
245
246
247
BOA, C.SM, nr. 1460, Eylül 1813 (N. 1228).
BOA, C.SM, nr. 116, 29 Ağustos 1815 (23 N 1230)
BOA, D.BŞM.d, nr. 8402, s. 4, (5 L. 1232).
BOA, C.SM, nr. 2306, 13 Mayıs 1826 (5 L. 1241).
Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century
Istanbul…”, s. 35; Dündar Alikılıç, “Üsküdar Hasbahçeleri”, Üsküdar
Sempozyumu IV, I, 426.
248 Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century
Istanbul…”, s. 35, 49. (Necipoğlu’nun verdiği bilgiler, atıfta bulunduğu
TSMA.d, nr. 9626’nin 2a varakında yer almaktadır).
249 Rıfki Melûl Meriç, Mimar Sinan Hayatı, Eseri I, Mimar Sinanın Hayatına,
Eserlerine Dair Metinler, TTK, Ankara 1965, [Tuhfetü’l-mimarîn], s. 44.
250 BOA, KK, Divan-i Hümayun Ruus Kaydı, no: 223, s. 286, 12 Aralık 1571 (17
Z. 978). Yine bk. Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century Istanbul...”, s. 49 (n22).
430
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
Sokullu Mehmed Paşa’nın sadaret döneminde yapıldığına göre bu
köşkün Mehmed Paşa Köşkü olması muhtemeldir251. 984 (1576)
tarihinde III. Murad da buraya bir köşk yaptırmıştır252. Bahçeye sonraki tarihlerde de yeni yapılar ilave edilmeye devam edilmiştir. Meselâ
I. Ahmed buraya bir mescit yaptırmışken253, IV. Murad Ocak 1634
(B. 1043)’te bir köşk254, darüssaade ağası 1202’de bir çeşme255, III.
Selim de kışla256 ve camii257 yaptırmıştır
XVIII. yüzyılın hemen başında ait bir vesika burada bulunan
önemli yapıların nelerden müteşekkil olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. 29 Eylül 1705 (10 C. 1117) tarihli bir sayım defterine
göre258 bahçenin üzerine Mehmed Paşa Kasrı, denize nazır kasır,
Kırmızı Kasır, leb-i deryadaki kasır, Bülbül Kasrı, Sultan Ahmed
Kasrı, Sivri Köşk, Revan Köşkü, Alay Köşkü, Kafesli Köşk, haremdeki hasoda, valide sultanın kış odası, soba odası, denize nâzır kâşîli
şâhinşeyn oda, Valide Sultanın kâşîli odası, kadın efendiler odası,
251 Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century
Istanbul…”, s. 36.
252 Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century
Istanbul…”, s. 35, 49. (Necipoğlu’nun verdiği bilgiler, atıfta bulunduğu
TSMA.d, nr. 9626’nın 2a varakında yer almaktadır).
253 Mustafa Sâf î’nin Zübdetü’t-tevârîh’i, haz. İbrahim Hakkı Çuhadar, TTK,
Ankara 2003, I, 124.
254 “Fezleke”, haz. Zeynep Aycibin, s. 845-846; Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, haz.
Orhan Şaik Gökyay, I, 91.
255 TS.MA.d 2251, vr. 7b, 9b, 26 Temmuz 1788 (22 L. 1202).
256 BOA, C.AS, nr. 773/32689, 31 Temmuz 1800 (9 Ra. 1215); nr. 143/6338, 31
Temmuz 1800 (9 Ra. 1215); BOA, C.SM, nr. 175/8765, 9 Aralık 1800 (22 B.
1215); M. Gözde Ramazanoğlu, “Osmanlı Yenileşme Hareketleri İçerisinde
Selimiye Kışlası”, s. 70.
257 “1220 Senesi Vekāyi‘i” Adlı Eserin Transkripsiyonu ve Değerlendirilmesi”,
haz. Beyhan Kıran, YYLT, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü, İstanbul 1993, s. 1, 7. Yine bk. BOA, HAT, nr. 1498/43, 26 Nisan
1807 (17 S. 1222); BOA, C.BLD, nr. 110/5466, 20 Mart 1806 (29 Z. 1220).
258 BOA, MAD.d, nr. 4763, s. 17-23, 29 Eylül 1705 (10 C. 1117); Muzaffer Erdoğan, “Osmanlı Devrinde İstanbul Bahçeleri”, s. 171; Volkan Ertürk, XVIII.
Yüzyılda Sultanların Mekânları, Saray ve Köşklerdeki Eşyaya Dair Bir Sayım
Defteri (Metin Değerlendirme), Ati Yayınları, İstanbul 2013, s. 91-113.
431
OSMANLI İSTANBULU III
kethüda kadın odası, misafir odası, darüssaadede ağası odası, taşradaki has oda, horande odaları, büyük divanhane, valide Sultan divanhanesi, çilehane, şadırvan, padişah hamamı, büyük havuz, küçük
havuz, meydan ve çok sayıdaki dehliz olmak üzere irili ufaklı onlarca yapı bulunmaktaydı259. Elbette bahçedeki yapılar sadece bunlarla
sınırlı değildi. İhtiyaçlar göz önünde bulundurduğunda burada bazı
yapıların daha bulunması gerektiği kendiliğinden anlaşılmaktadır.
1570-1850 (978-1266) tarihleri arasındaki 25 farklı tarihlere ait
tamir ve inşaatla ilgili defter ve belgelerde tespit ettiğimiz, inşa veya
tamir edilen ya da onarımı önerilen bahçedeki başlıca yapılar şunlardı260:
Köşkler, camiler ve kışla: Mehmed Paşa Köşkü261, Sultan
Ahmed Kasrı262, Sultan Murad Kasrı263, Sultan Süleyman Kasrı264,
Alay Kasrı265,
259 Yine bu yapılardan bazılarına dair verilen detaylı bilgi için bk. BOA, C.SM,
nr. 136/6823, s. 1-3, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093)
260 Listesini verdiğimiz bu yapılardan aynı olup farklı ad taşıyanların olması
kuvvetle muhtemeldir. Yine bahçede bu yapıların dışında kuyu, mahzen,
kenef ve diğer yapıların daha bulunduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
261 BOA, KK.d, nr. 7110, s. 10-12; BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2-3, 7 Nisan
1682 (29 Ra. 1093); nr. 43/2184, Ocak 1736 (Ş. 1148); BOA, AE.SMHD.I., nr.
107/7657, 7 Mart 1742 (29 Z. 1154); BOA, İE.SM, nr. 1444, 8 Ağustos 1690
(3 Za. 1101); “Zeyl-i Fezleke”, haz. Nazire Karaçay Türkal, s. 1299; Gülru
Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century Istanbul …”,
s. 36.
262 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093); nr. 43/2184, Ocak
1736 (Ş. 1148); BOA, AE.SMHD.I., nr. 107/7657, 7 Mart 1742 (29 Z. 1154);
Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century Istanbul
…”, s. 36.
263 BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 127, 1613 (1022); BOA, C.SM, nr. 43/2184, Ocak 1736
(Ş. 1148); Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century
Istanbul …”, s. 36.
264 BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 127, 1613 (1022); BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7
Nisan 1682 (29 Ra. 1093); BOA, AE.SMHD.I., nr. 107/7657, 7 Mart 1742 (29
Z. 1154); Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century
Istanbul …”, s. 36.
265 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093).
432
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
Sivri Kasır266, Ayineli Kasır267, Revan Kasrı268, Bağdad Kasrı269, Kızıl
Kasır270, Küçük Kasır271, Mermer köşkü272, I. Ahmed Camii273, Selimiye Cami274, akağalar mescidi275, kışla276.
Oda ve daireler: Hasoda277, haseki sultan odası278, valide sultan
dairesi279, harem-i hümayun daireleri280, kadın efendiler odası281, kız266 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093); nr. 43/2184, Ocak
1736 (Ş. 1148); BOA, AE.SMHD.I., nr. 107/7657, 7 Mart 1742 (29 Z. 1154);
Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century Istanbul…”, s. 36.
267 BOA, AE.SMHD.I., nr. 107/7657, 7 Mart 1742 (29 Z. 1154).
268 BOA, C.SM, nr. 43/2184, Ocak 1736 (Ş. 1148); BOA, AE.SMHD.I., nr.
107/7657, 7 Mart 1742 (29 Z. 1154); Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century Istanbul …”, s. 36.
269 BOA, AE.SMHD.I., nr. 107/7657, 7 Mart 1742 (29 Z. 1154).
270 TS.MA.d, nr. 10130/0010, Şubat 1685 (Ra. 1096), vr. 1b; BOA, AE.SMHD.I.,
nr. 107/7657, 7 Mart 1742 (29 Z. 1154).
271 BOA, C.SM, nr. 43/2184, Ocak 1736 (Ş. 1148).
272 BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 127, 150, 152, 1612 (1021).
273 Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century
Istanbul…”, s. 36.
274 “1220 Senesi Vekāyi‘i” Adlı Eserin Transkripsiyonu ve Değerlendirilmesi, haz.
Beyhan Kıran, s. 1, 7. Yine bk. BOA, HAT, nr. 1498/43, 26 Nisan 1807 (17 S.
1222); BOA, C.BLD, nr. 110/5466, 20 Mart 1806 (29 Z. 1220).
275 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093).
276 BOA, C.AS, nr. 773/32689, 31 Temmuz 1800 (9 Ra. 1215); nr. 143/6338, 31
Temmuz 1800 (9 Ra. 1215); BOA, C.SM, nr. 175/8765, 9 Aralık 1800 (22 B.
1215); M. Gözde Ramazanoğlu, “Osmanlı Yenileşme Hareketleri İçerisinde
Selimiye Kışlası”, s. 70.
277 BOA, MAD.d, nr. 316, (1088), s. 14, 24, 1677 (1088); TS.MA.d, nr. 10130/0010,
Şubat 1685 (Ra. 1096), vr. 1b; BOA, C.SM, nr. 43/2184, Ocak 1736 (Ş. 1148).
278 BOA, MAD.d, nr. 316, s. 14, 18, 24, 1677 (1088); BOA, C.SM, nr. 136/6823, s.
1, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093).
279 BOA, KK.d, nr. 7110, s. 116, 1678 (1089); TS.MA.d, nr. 10130/0010, Şubat
1685 (Ra. 1096), vr. 1b; BOA, C.SM, nr. 43/2184, Ocak 1736 (Ş. 1148); BOA,
AE.SMHD.I., nr. 107/7657, 7 Mart 1742 (29 Z. 1154).
280 BOA, İE.SM, nr. 10/945, 26 Nisan 1679 (15 Ra. 1090); BOA, D.BŞM.d., nr. 409,
Temmuz 1681 (C. 1092), s. 2-3; BOA, İE.NF, nr. 71, 18 Nisan 1682 (10 R. 1093).
281 TS.MA.d, nr. 10130/0010, Şubat 1685 (Ra. 1096), vr. 1b.
433
OSMANLI İSTANBULU III
lar (duhterân) odaları282, kethüda kadın odası283, Afife Kadın kahve
odası284, Bahri Kadın Odası285, darüssaade ağası odası286, haseki ağa
odası287, ağalar daireleri/koğuşları288, akağalar odası289, horandeler odaları290, kilerli ağalar odası291, başkapı ağa odası292, çukadar ağa odaları293, efendiler odası294, gılmanan-ı enderun odaları295, harem ağası
odası296, müsahib paşa odası297, hazinedar ağa odası298, hazineli ağalar
odası299, hazinedar kadın odası300, saray ağası odası301, seferli ağalar
282 BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 129, 1613 (1022).
283 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093); TS.MA.d, nr.
10130/0010, Şubat 1685 (Ra. 1096), vr. 1b.
284 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 1, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093).
285 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 1, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093); TS.MA.d, nr.
10130/0010, vr. 1b, Şubat 1685 (Ra. 1096).
286 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093).
287 BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 142, 156, 1613 (1022).
288 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093); nr. 43/2184, Ocak
1736 (Ş. 1148); TS.MA.d 2251, vr. 7b, 9b, 26 Temmuz 1788 (22 L. 1202); Gülru
Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century Istanbul …”,
s. 36.
289 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093).
290 TS.MA.d, nr. 10130/0010, vr. 1b, Şubat 1685 (Ra. 1096).
291 TS.MA.d, nr. 10130/0010, vr. 1b, Şubat 1685 (Ra. 1096); BOA, MAD.d, nr.
2126, 29.Ca. 1100, s. 132.
292 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093).
293 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093).
294 BOA, AE.SMHD.I., nr. 107/7657, 7 Mart 1742 (29 Z. 1154).
295 BOA, D.BŞM.d., nr. 409, s. 2-3, Temmuz 1681 (C. 1092).
296 BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 129, 1613 (1022).
297 TS.MA.d, nr. 10130/0010, vr. 1b, Şubat 1685 (Ra. 1096).
298 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093); TS.MA.d, nr.
10130/0010, vr. 1b, Şubat 1685 (Ra. 1096).
299 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093); TS.MA.d, nr.
10130/0010, vr. 1b, Şubat 1685 (Ra. 1096).
300 TS.MA.d 2251, vr. 7b, 9b, 26 Temmuz 1788 (22 L. 1202).
301 BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 146-147, 1613 (1022).
434
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
odası302, taşra ağalar daireleri303, hizmetli odaları304, horende odaları305,
misafir odası306.
Mutfak, kiler, fırın, karlık ve buzluklar: Padişah mutfağı307,
harem mutfakları308, valide sultan mutfak ve kileri309, kadınlar mutfağı310, hazinedar mutfağı311, babüssaade ağası mutfağı312, kethüda
kadın mutfağı313, külhan mutfağı314, padişaha ait kiler315, başbakı ağa
buzluğu316, karlık317, saray mutfağı318 ve fırınlar319.
Hamam ve camekânlar: Padişah hamamı320, sultan ve şehzadelere mahsus hamam321, valide sultan hamamı322, darüssaade ağası
302 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093); TS.MA.d, nr.
10130/0010, vr. 1b, Şubat 1685 (Ra. 1096).
303 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093); TS.MA.d 2251, vr.
7b, 9b, 26 Temmuz 1788 (22 L. 1202) .
304 TS.MA.d, nr. 10142, vr. 1b, 25 Aralık 1639 (29 Ş. 1049).
305 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 1, 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093); BOA, İE.NF,
nr. 71, 18 Nisan 1682 (10 R. 1093).
306 TS.MA.d, nr. 10130/0010, vr. 1b, Şubat 1685 (Ra. 1096).
307 BOA, KK.d, nr. 7110, s. 116, 1678 (1089); BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 1, 7
Nisan 1682 (29 Ra. 1093).
308 BOA, KK.d, nr. 7110, s. 116, 1678 (1089); Gülru Necipoğlu, “The Suburban
Landscape of Sixteenth-Century Istanbul …”, s. 36.
309 TS.MA.d, nr. 10130/0010, vr. 1b, Şubat 1685 (Ra. 1096).
310 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 1, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093).
311 TS.MA.d, nr. 10130/0010, vr. 1b, Şubat 1685 (Ra. 1096).
312 BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 56, 66, 1612 (1021).
313 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093).
314 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 1-3, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093).
315 TS.MA.d, nr. 10130/0010, vr. 1b, Şubat 1685 (Ra. 1096).
316 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093).
317 Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century Istanbul
…”, s. 36.
318 BOA, İE.SM, nr. 5/448, 4 numaralı belge, 13 Şubat 1655 (6 Rebiülahir 1065).
319 BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 142, 183, 1613 (1022); nr. 316, s. 18, 1677 (1088).
320 BOA, KK, Divan-i Hümayun Ruus Kaydı, no: 223, s. 286, 12 Aralık 1571 (17
Z. 978); BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 129, 1613 (1022); BOA, C.SM, nr. 136/6823,
s. 1, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093); nr. 43/2184, Ocak 1736 (Ş. 1148).
321 BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 129, 1613 (1022).
322 BOA, C.SM, nr. 43/2184, Ocak 1736 (Ş. 1148).
OSMANLI İSTANBULU III
hamamı323, haseki ağa hamamı324, ağalar hamamı325, kilarlı ağalar
camekanı326, camekânlar327, hamamlar328, çamaşırhane329.
Su yapıları: Şadırvan330, havuzlar331, çeşmeler332, harem ağaları
çeşmeleri333, su yolları334.
Hizmetli birimleri: Bostancı koğuşları335, tazıcı koğuşları336,
323
324
325
326
327
328
BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093).
BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 144, 1613 (1022).
BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 3, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093).
BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093).
BOA, MAD.d, nr. 316, s. 18, 1677 (1088); nr. 43/2184, Ocak 1736 (Ş. 1148).
BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 16, 50, 144, 127, 1612 (1021); BOA, MAD.d, nr. 316,
s. 18, 1677 (1088); Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century Istanbul …”, s. 36.
329 TS.MA.d, nr. 10130/0010, vr. 1b, Şubat 1685 (Ra. 1096).
330 BOA, KK.d, nr. 7110, s. 11, 1679 (1090).
331 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093); BOA, MAD.d, nr.
316, s. 14, 18, 24, 1677 (1088); BOA, AE.SMHD.I., nr. 107/7657, 7 Mart 1742 (29
Z. 1154); Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century
Istanbul …”, s. 36.
332 BOA, MAD.d, nr. 316, s. 14, 24, 1677 (1088); Gülru Necipoğlu, “The Suburban
Landscape of Sixteenth-Century Istanbul …”, s. 36.
333 BOA, MAD.d, nr. 316, s. 18, 1677 (1088).
334 BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 50, 144, 165 1613 (1022); nr. 316, s. 14, 18, 24, 1677
(1088); BOA, KK.d, nr. 7110, s. 9, 1679 (1090); BOA, İE.SM, nr. 27/2886, 12
Haziran 1710 (14 Rebbiülahir 1122); BOA, C..SM, nr. 101/5060, 28 Temmuz
1801 (17 Ra. 1216); BOA, DH.İ.UM, nr. 7/7/1/53, 10 Kasım 1921 (9 Ra. 1340);
Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century Istanbul
…”, s. 36; M. Gözde Ramazanoğlu, Osmanlı Yenileşme Hareketleri İçerisinde
Selimiye Kışlası, s. 61-62.
335 BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 164, 1613 (1022); Bostancı koğuşları için bk. Şevket
Rado, “Bostancıbaşı Defteri: 1802 Yılında Boğaziçi ve Haliç Kıyılarında
Kimler Otururdu?”, Hayat Tarih Mecmuası (İlavesi), I/6 (1972), s. 23-24;
Reşad Ekrem Koçu, “Bostancıbaşı Defterleri”, İstanbul Enstitüsü Dergisi,
sayı 4 (1958), s. 89-90; Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of
Sixteenth-Century Istanbul …”, s. 36.
336 Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century Istanbul
…”, s. 36.
436
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
çakırcılar odası337, doğancılar odası338, yoğurtçular havlusu339, has
ahır340 ve ağa ahırı341.
Diğer yapılar: İskele342, harem iskelesi343, kule kapısı344, kaldırımlar345, yollar346, çiçek setleri347, Mehmed Paşa Köşkü’nün çiçeklikleri348, taş duvarlar349, bahçe duvarları350, bahçe kapıları351, bahçe
parmaklıkları352, divanlar353, sundurma354, taşra büyük havlu355, havuz sofası356, padişah sayebânı357.
337 BOA, MAD.d, nr. 316, s. 14, 18, 24, 1677 (1088).
338 BOA, MAD.d, nr. 316, s. 14, 18, 24, 1677 (1088).
339 Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century Istanbul
…”, s. 36.
340 BOA, KK.d, nr. 7110, s. 11; Ahmed Akgündüz, I. Ahmed, I. Mustafa ve II.
Osman Devirleri Kanunnâmeleri, IX, 162
341 BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 161.
342 BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 147, 148, 152, 1613 (1022); Gülru Necipoğlu, “The
Suburban Landscape of Sixteenth-Century Istanbul …”, s. 36.
343 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093); nr. 51/2552, 22 Eylül
1741 (11 B. 1154).
344 BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 146, 1613 (1022).
345 BOA, C.BLD, nr. 149/7446, 2 Mayıs 1850 (19 C. 1266).
346 BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 144, 1613 (1022).
347 BOA, KK.d, nr. 7110, s. 65, 30 Temmuz 1683 (5 Ş. 1094).
348 BOA, AE.SMMD.IV, nr. 5385, 21 Ocak 1681 (1 M. 1092).
349 BOA, KK.d, nr. 7110, s. 65, 30 Temmuz 1683 (5 Ş. 1094).
350 BOA, MAD.d, nr. 316, s. 14, 18, 24, 1677 (1088); BOA, C.SM, nr. 51/2552, 22
Eylül 1741 (11 B. 1154).
351 BOA, MAD.d, nr. 316, s. 18, 1677 (1088).
352 BOA, MAD.d, nr. 316, s. 18, 1677 (1088).
353 BOA, C.SM, nr. 136/6823, s. 2, 7 Nisan 1682 (29 Ra. 1093); TS.MA.d, nr.
10130/0010, vr. 1b, Şubat 1685 (Ra. 1096).
354 BOA, KK.d, nr. 7110, s. 11, 1679 (1090).
355 Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century Istanbul
…”, s. 36.
356 Gülru Necipoğlu, “The Suburban Landscape of Sixteenth-Century Istanbul
…”, s. 36.
357 BOA, MAD.d, nr. 3780, s. 144, 178, 1613 (1022).
437
OSMANLI İSTANBULU III
6. Bahçenin Kışlaya Dönüşmesi
Saray bahçeleri, zamanla nüfusu hızla artan şehirde yaşanan yoğun yapılaşmalar ortasında geniş birer arazi haline gelmiştir. Bunlardan bazılarının eski işlevselliklerini yitirmeleri üzerine, sahip oldukları
araziler devlete ait yeni tesislerin inşasına sahne olmuştur. XVIII. yüzyıldan itibaren bu arazilerin üzerine baruthane, mühendishane, kışla,
hastane, saray gibi yapıların inşa edilmeye başlandığı görülmektedir358.
Üsküdar Bahçesi de bu genel uygulamanın dışında kalmamıştır. Bahçenin kışlaya dönüşmesi süreci, III. Selim’in kurmayı düşündüğü modern ordunun tarihiyle yakından ilgilidir. XVIII. yüzyılın sonlarına
kadar padişahların sık olarak kullandıkları Üsküdar Bahçesi, III. Selim
tarafından kurulmasına teşebbüs edilen modern ordunun iki merkezinden biri (diğeri Levent kışlası) olmuştur359. Yeni ordunun kışlası
için bahçenin bir kısmı üzerinde devrin en büyük askeri kışlalarından
biri olan Selimiye Kışlası, daha sonra da camii inşa edilmiştir360.
358 Sedad H. Eldem, Türk Bahçeleri, Kültür Bakanlığı, Ankara 1976, s. 369. Mesela İskeder Çelebi Bahçesi üzerinde baruthane (Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa, “Nusretname”, haz. Mehmet Topal, YDT, Marmara Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul, 2001, s. 380; Uşşâkîzâde Târihi,
haz. Raşit Gündoğdu, Çamlıca, İstanbul 2005, II, 908-909; Târîh-i Râşid ve
Zeyli, Abdülkadir Özcan, Yunus Uğur, Baki Çakır, Ahmet Zeki İzgöer, Klasik,
İstanbul 2013, I, 561-562); Tersane Bahçesi üzerinde tersane, karakol, kışla,
fabrika (Volkan Ertürk, “XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Osmanlı Sultanlarının
Bir Eğlenme ve Dinlenme Mekânı Olarak Tersane Bahçesi”, Tarih Okulu
Dergisi (TOD), sayı XV (Eylül 2013), s. 118-119); Sultaniye Bahçesi üzerinde
kiremit-tuğla fabrikası (Murat Yıldız, “Osmanlı Hasbahçelerinin Sultanı:
Sultaniye Hasbahçesi”, Belleten, LXXVIII/282, (Ağustos 2014), s. 588).
359 Artan-Neumann, “Kavak Sarayı”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, IV, 495.
Daha ayrıntılı bilgi için bk. Adil Şen, “III. Selim, Hayatı ve Dönemindeki Islahat Hareketleri”, YDT, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri
1996, s. 213-219; Sema Yeli, “III. Selim Dönemi Askeri Ve Eğitim Alanındaki
Islahat Hareketleri”, YYLT, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Elazığ
2005, s. 34-42; Ali Rıza Şimşek, “Osmanlı Ordusunda 18. ve 19. Yüzyıllarda
Yapılan Islahat Çalışmaları ve Bu Çalışmalarda Yabancı Uzmanların Rolü”,
YYLT, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya 2006, s. 114-118.
360 Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul Tarihi XVII. Asırda İstanbul, s. 285;
Mustafa Cezar, Osmanlı Başkenti İstanbul, Erol Kerim Aksoy Kültür, Eğitim,
Spor ve Sağlık Vakfı Yayını, İstanbul 2002, s. 474, 475.
438
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
Bahçe tarihi için önem arz eden bu gelişmenin süreci hakkında
fazla detaya girmeden, konunun sadece Üsküdar Bahçesi’ne bakan
yönüyle ilgili kısa bir özet vermek yerinde olacaktır.
III. Selim, askerî alandaki her yeniliğe karşı alerjik ve ölçüsüz tepki veren yeniçerilerden dolayı361 kurulacak yeni talimli-silahlı
askerleri kamufle etmek için, padişahlara sadakati tartışmasız olan
Bostancı Ocağı’nı kullanmıştır. Ancak kamuflaj için bu yöntemin
tek başına yeterli bir tedbir olamadığı açıktı. Bu teşebbüsten kısa
sürede haberdar olması muhtemel olan yeniçerileri ikna, hiç olmazsa
teskin edecek bir gerekçe daha bulunmalıydı. Neticede devlet erkânı,
yeni teşebbüsün güvenlik endişelerinden kaynakladığını ileri sürdü
ve asıl nedenin gittikçe büyüyen Rus tehlikesi olduğu tezini ustaca
işledi. Rusya’nın her an İstanbul’a saldırabileceği, şehrin suyunu kesip,
payitahtı kolayca işgal edebileceği, asker toplanıncaya kadar şehrin
elden çıkabileceğini, bunu engellemenin yolunun boğazın kuzeyinin
tahkim edilmesi gerektiği, bunun için inşa veya onarılacak yeni kale
ve tabyalara yerleştirmek üzere talimli askeri birliklerin kurulmasının
kaçınılmaz olduğu tezi işlenmiştir362.
Nitekim Eylül Kasım 1792 (Masar 1207)’de bu anlayış çerçevesinde Bostancı Ocağı’nda birtakım değişiklikler yapılmış; ocağa
bağlı Rumelihisarı ve Anadoluhisarı bölüklerinde yeni düzenlemelere
gidilmiştir. Daha önceleri bahçe, kale topçuları ve bazen de mütekaitlerden oluşan neferlerin hem sayıları artırılmış; hem de eski teşkilatlanmalarının yerine, aralarında çok sayıda yeni humbaracı, topçu,
cebecilerin de yar aldığı bölükler çok sayıda “cemâ‘at” ve “tertîb”lere
ayrılmıştır363. Aynı şekilde Yuşa Tabyası364, Telli Tabyası365 da teşkilatlandırılmıştır. Padişahın bu teşkilatlanmayı yakından takip ettiği
361 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi (Nizâm-ı Cedîd ve Tanzimat Devirleri),
4. Baskı, TTK, Ankara 1983, s. 65-66; Adil Şen, “III. Selim, Hayatı ve Dönemindeki Islahat Hareketleri”, s. 214; M. Gözde Ramazanoğlu, “Osmanlı
Yenileşme Hareketleri İçerisinde Selimiye Kışlası”, s. 58.
362 Sema Yeli, “III. Selim Dönemi Askeri ve Eğitim Alanındaki Islahat Hareketleri”, s. 36.
363 BOA, BOA, MAD.d., nr. 17611, s. 53-86; nr. 17607, s. 4-18.
364 BOA, MAD.d., nr. 17611, s. 70-86.
365 BOA, MAD.d., nr. 17607, s. 19-29.
439
OSMANLI İSTANBULU III
19 Eylül 1794 (23. S. 1209), 26 Haziran 1795 (8 Z. 1209) ve 13
Haziran 1796 (7 Z. 1210) tarihlerinde tabyalara yaptığı gezilerde, “neferât-ı muallemin meşk ü idmanlarını dikkat”le izleyip onlara bahşişler
vermesinden anlaşılmaktadır366.
Boğaz ilgili yukarıdaki teşkilatlanmasının bitmesi üzerine sıra
asıl ordunun kurulmasına gelir. Ekim-Aralık 1796 (Recec 1211)’da,
Bostancı Ocağı’nın bünyesinde yer alan “Tüfenkciyân-ı cedîd-i serbostânî” bölüğü, bu ordunun ilk nüvesi kabul edilebilir. Levent Çiftliği
ve Üsküdar ocağında yer alan toplam 2.182 neferle birlikte ocağın
nefer sayısı tarihinde belki hiç olmayacak kadar, 6.037367 gibi büyük bir rakama ulaşmıştır. Bu tarihten itibaren “Tüfenkciyân-ı cedîd-i ser-bostânî” neferlerinin sayısı düzenli olarak artmaya başlamış,
Ocak-Mart 1798 (Reşen 1212) mevacibi döneminde 2.819368, Temmuz-Eylül 1798 (Masar 1213)’de 3.248369; Haziran-Ağustos 1799
(Masar 1214)’da 4.317370; Aralık 1799-Şubat 1800 (Reşen 1214)’de
6.029371 ve Eylül-Kasım 1800 (Recec 1215)’de 8613372 nefere yükselmiştir.
Ocaktaki bu değişim, yukarıda da ifade edildiği gibi Üsküdar
Bahçesi’ni yakından ilgilendirmekteydi. Üsküdar Bahçesi’nde de
tıpkı Levent Bahçesi’nde olduğu gibi “ta’lîmlû tüfengci Bostâni neferâtı”ndan oluşan yeni bir ordu ve onun barınacağı yeni bir kışlanın
yapılması kararlaştırılınca373, bahçeye gelen III. Selim 25 Ağustos
1800 (4 R. 1215)’de kışlanın temelini atar374. III. Selim, yeni ordu
366 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 174, 193-194, 221.
367 BOA, MAD.d., nr. 17609, s. 67.
368 BOA, MAD.d., nr. 17609, s. 83.
369 BOA, MAD.d., nr. 17609, s. 87.
370 BOA, MAD.d., nr. 17609, s. 99.
371 BOA, MAD.d., nr. 17609, s. 107.
372 BOA, MAD.d., nr. 17609, s. 113.
373 BOA, C.AS, nr. 773/32689, 31 Temmuz 1800 (9 Ra. 1215); BOA, C.AS, nr.
143/6338, 31 Temmuz 1800 (9 Ra. 1215); M. Gözde Ramazanoğlu, “Osmanlı
Yenileşme Hareketleri İçerisinde Selimiye Kışlası”, s. 70.
374 Kışlaya dair daha ayrıntılı bilgi için bk. M. Gözde Ramazanoğlu, “Osmanlı
Yenileşme Hareketleri İçerisinde Selimiye Kışlası”, s. 58-174.
440
BAHÇEDEN KIŞLAYA ÜSKÜDAR BAHÇESİ
için inşasına karar verilen yapıların inşaatını sıkı sık kontrol için,
20 Eylül 1800 (1 Ca. 1215)375, 11 Ocak 1801 (25 Ş. 1215)376 ve 3
Temmuz 1801 (21 S. 1216)377 tarihlerinde bahçeye gelir. Kışlanın
inşaatı bitirilip, hizmete girmesinden sonra, III. Selim kışlada yetişen askerin 6 Mayıs 1802 (3 M. 1217) tarihindeki sefere uğurlama
törenine katılır378.
Kışla inşaatının başlamasından yaklaşık 20 ay sonra kışlanın
yakınında yeni bir caminin yapımına başlanmıştır. Yapının temeli
III. Selim’in bahçeye 26 Nisan 1802 (23 Z. 1216) tarihinde yaptığı
gezide atılmıştır379. Hâcegân-ı Dîvân-ı Hümâyûn ve Eyüb Sultan
Camisi’nin bina emini olan Hüseyin Efendi’nin bina eminliği yaptığı cami üç senede yaptırılır. 5 Nisan 1805’te hizmete açılan caminin açılışına havaların müsait olmamasından dolayı katılamayan
padişah380, ancak 14 Mayıstaki Cuma namazında inşa ettiği camiye
gelir381.
Kabakçı İsyanı’nda tahrip edilmesi üzerine II. Mahmud döneminde tamir edilen kışla, Abdülmecid döneminde de bir takım
onarım faaliyetlerine sahne olmuştur382.
375 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 337.
376 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 343.
377 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 353.
378 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 373-374.
379 III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme, haz. V.
Sema Arıkan, s. 373.
380 “1220 Senesi Vekāyi‘i Adlı Eserin Transkripsiyonu ve Değerlendirilmesi”,
haz. Beyhan Kıran, s. 1.
381 “1220 Senesi Vekāyi‘i Adlı Eserin Transkripsiyonu ve Değerlendirilmesi”,
haz. Beyhan Kıran, s. 7.
382 Mustafa Cezar, Osmanlı Başkenti İstanbul, s. 476-478.
441
OSMANLI İSTANBULU III
Sonuç
İstanbul’un karşısında, Boğaziçi ve Marmara’ya hâkim bir konumda bulunan Üsküdar, bir sayfiye mekânı özelliği taşımaktaydı.
Her biri saray, yalı ve köşklerin ayrılmaz birer parçası olan çok sayıda
bahçesi bulunan kaza, Osmanlı idarecilerinin gözde dinlenme mekânıydı. Burada sadece devlete ait XVI. yüzyılda 5, XVIII. yüzyılda 14
ve XVIII. yüzyılda ise 12 bahçe bulunmaktaydı.
Konumuz olan Üsküdar Bahçesi, 1555’te Üsküdar Sarayı ile
birlikte yapılmıştır. Devletin kadrolu personeli olan bostancıların çalıştığı bahçe, bağlı olduğu Bostancı Ocağı teşkilatında taşra bahçesi
olarak yer almaktaydı. Gözde bir bahçe olması sebebiyle padişahlar
tarafından sık sık ziyaret edildiğinden, burada hizmet eden bostancı
sayısı diğer bahçelerdekinden da fazlaydı. XVII. yüzyılda en çok bostancıya sahip bahçe, ocak teşkilatına bağlı 60’ı aşkın taşra bahçesinin
ilk bahçesi olarak kayda geçmiştir. Sahip olduğu has ahırdan dolayı
bahçe aynı zamanda Küçük Hasbahçe olarak da anılırdı. Başta I. Süleyman olmak üzere II. Selim, III. Murad, I. Ahmed ve IV. Murad
yaptıkları çeşitli binalarla bahçeyi imar etmişlerdir.
Bahçe eğlenme, dinlenme, ziyafet tertip edilmesi, devlet işlerinin görüşülmesi, elçi kabulü, sefere gidiş ve dönüşlerde konaklama,
şehzadelerin konaklamaları, orduyu uğurlama, karargâh olarak kullanılma, ceza infazları, üst düzey devlet adamlarının karşılanması veya
ağırlanması, hastalık döneminde dinlenme, ulemayı imtihana tabi
tutma, hediye kabul törenleri, kutsal emanetlerin karşılanması, surre
törenleri ve fetih müjdesi gibi etkinliklere sahne olmuştur.
Bahçe, kurulduğu tarihten XVIII. yüzyılın yarsında kadar Üsküdar Bahçesi, bu tarihten sonra da Kavak Bahçesi olarak anılmıştır.
III. Selim döneminde üzerinde yapılan kışladan dolayı nitelik değiştirmiş, padişahların yüzyıllar boyu tercih ettiği bir eğlenme ve dinlenme mekânından askerî bir mıntıkaya dönüşmüştür.
442
Mit ve Gerçek Arasında:
Taksim Topçu Kışlası
(Beyoğlu Kışla-i Hümâyûnu)
Yüksel Çelik
Marmara Üniversitesi
Taksim Topçu Kışlası, İstanbul’un Beyoğlu ilçesinde bugün
Taksim/İnönü Gezisi’nin ya da son dönemde meşhur olan adıyla
söylersek Gezi Parkı’nın bulunduğu mevkide, XIX. yüzyılın hemen
başında Osmanlı ordusunun topçu sınıfı için inşa edilmiş büyük
bir askeri kompleksti. 1935’te ülkemize davet edilen ve Haziran
1936’dan itibaren imzalanan sözleşme çerçevesinde resmen işe koyulan dönemin ünlü şehir planlamacılarından Fransız Henri Prost’un
koordinatörlüğünde başlatılan İstanbul’un imar planını oluşturma
çalışmaları1 kapsamında kışlanın bulunduğu saha yeşil alan olarak
teklif edilmiştir. Belediye tarafından bu plan raporunun onaylanmasının ardından 1940 yılından itibaren harap vaziyetteki kışla yapıları
tedricen yıkılmış, ortaya çıkan arazi İnönü Gezisi adıyla yeşil alan
1 İmparatorluk Başkentinden Cumhuriyet’in Modern Kentine: Henri Prost’un
İstanbul planlaması (1936-1951)-From the Imperial Capitol to the Republican
Modern City: Henri Prost’s Planning of Istanbul (1936-1951)- ed. F. C. Bilsel-P.
Pinon, İstanbul 2010, s.15-165; Semavi Eyice “İstanbul’un İmar Planı
Raporları”, İstanbul, XLIII (Ekim 2002), 20-24.
443
OSMANLI İSTANBULU III
olarak düzenlenmiş ve 4 Eylül 1942 tarihinde halkın istifadesine sunulmuştur.2
Dönemin kroniklerinde ve arşiv kaynaklarında; Dergâh-ı âli
Topçu Neferâtı Kışla-ı Hümâyunu, Beyoğlu Kışla-i Hümâyunu, Asâkir-i Mansûre Topçuları Kışlağı, Topçu Numûne Kışla-i Hümâyunu,
geç dönemde ise İtfaiye Kışlası, Talimhâne Kışlası, Taksim Topçu
Kışlası ve daha pratik olduğu için Taksim Kışlası olarak adlandırılan
bu büyük askeri kompleksin, III. Selim devrinde Galata kadılığına
bağlı Beyoğlu mahallesinde 1804 yılı sonunda inşası yönünde karar
alınmış ve 1805-1807 yılları arasında inşaat neredeyse bitme aşamasına gelmiştir. Ancak Mayıs 1807’de patlak veren Kabakçı İsyanı ve
sonrasında yaşanan siyasi kriz nedeniyle kışlanın tali işleri tamamlanamamıştır. Tam manasıyla bitirilmesi ve fiilen hizmete açılması IV.
Mustafa devrinde (29 Mayıs 1807-28 Temmuz 1808) gerçekleşmiştir. Literatürde Pars Tuğlacı ve ondan zincirleme olarak nakledilen,
“1806’da tamamlandığına” dair mevcut yanlış bilgi3 düzeltilmelidir,
zira arşiv belgeleri 25 Aralık 1806 itibarıyla kışlanın henüz tamamlanamadığını, mali sorunların çözümü konusunda yoğun çaba sarf edildiğini4 ve IV. Mustafa devrinde ikmal edildiğini göstermektedir. Zira
ilgili belgelerden anlaşıldığı kadarıyla muhtemelen 1808 yılı yazında
kışlanın dış mekânlarındaki ufak tefek işler ve çevre düzenlemesi tamamlanmış ve ardından on bir topçu bölüğü kışlaya yerleştirilmiştir.5
2 Son Telgraf (4 Eylül 1942 Cuma); Çelik Gülersoy, Taksim: Bir Meydanın
Hikâyesi, İstanbul 1986, s.43.
3 Pars Tuğlacı, Osmanlı Mimarlığında Balyan Ailesi’nin Rolü, İstanbul 1993, s.65,
685; Mustafa Cezar, 19. Yüzyıl Beyoğlu’su, İstanbul 1991, s.58; Necla Arslan, Gravür
ve Seyahatnamelerde İstanbul (18. Yüzyıl Sonu ve 19. Yüzyıl), İstanbul 1992, s.206.
4 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), C. AS, nr. 26236 (11 Şevval 1221/22 Aralık
1806); nr. 10163 (14 Şevval 1221/25 Aralık 1806).
5 BOA, HAT, nr.1354/52942, nr.1354/52907. Tarih içermeyen bu belgelerdeki
hatt-ı hümayunlar IV. Mustafa’ya aittir, söz konusu hatt-ı hümayunlar
devasa boyutlardaki yazı karakteriyle hattat padişahlardan olan selefi III.
Selim ve halefi II. Mahmud’dan kolaylıkla temyiz edilebilmektedir. Yukarıda
“muhtemelen 1808 yılında ikmal edildiğini” ifade etmemizin nedeni, vesayet
altında tahta çıkan IV. Mustafa’nın asilerin ve muhaliflerin katlettiği III. Selim
devrinde büyük oranda tamamlanan kışlayı o hengâmede ve istikrarsızlık
ortamında ikmale kalkışmasının mümkün olmadığına hükmettiğimizdendir.
444
MİT VE GERÇEK ARASINDA: TAKSİM TOPÇU KIŞLASI
(BEYOĞLU KIŞLA-I HÜMÂYÛNU)
Keza yapımına III. Selim devrinde başlanan ve kışlada tali bir
unsur olarak değerlendirilen cami yapısı da siyasi istikrarsızlıktan
kaynaklanan sorunlar nedeniyle ancak Haziran 1808’de IV. Mustafa devrinde tamamlanabilmiştir. Kışla camii; kubbeli, tek minareli,
minberli ve hünkâr mahfili olan küçük bir cami idi. Bu cami; tefriş,
tamir, aydınlatma vb. olağan giderleri ile din görevlilerinin maaş giderlerinin karşılanması için 2 Haziran 1808’de III. Selim’in validesi
Mihrişah Valide Sultan vakfına bağlanmıştır. 6
Daha sonra Sultan II. Mahmud, Abdülmecid ve Abdülaziz
devirlerinde yapılan kapsamlı tamiratlar ve özellikle de ek inşaatlar
sonucunda, kışla yapıları büyük bir değişim geçirmiştir. İlki II. Mahmud devrinde 1812-15 ve 1827-31 arasında, ikincisi ise 1861-62 ve
1869’da Sultan Abdülaziz devrinde, dönemin sanat anlayışına uygun
bir şekilde Oryantalist ve eklektik anlayışın etkisiyle, başta anıtsal
girişi olmak üzere kışlanın fiziksel görünümü, aksamı ve müştemilatı
büyük oranda değişim ve dönüşüm geçirmiştir. Bazı sanat tarihçileri
sonraki ilavelerle kışlanın kazandığı bu eklektik ve egzotik üslubu
“Style Sarrazin” (Endülüs ve Mağrib usulü) ya da “Mağrip bileşenli Oryantalizm modasının en Batılı temsilcisi” olarak nitelendirmiş,7
soğan başlı kubbeleri ve yine daha sonra inşa edilen yoğun bezemeli
anıtsal girişi nedeniyle Rus ve hatta Hint mimarisinden esintiler taşıdığı ileri sürülmüştür. 8
III. Selim devrinin karakteristik özelliği olan ve Nizam-ı Cedid olarak adlandırılan ıslahat programı çerçevesinde ivme kazanan
askeri reformlara paralel olarak yeni ordunun nefer sayısının giderek
artması, yeni kışlaların süratle inşasını da zorunlu kılmıştı.9 Bu nedenle XIX. yüzyılın hemen başında ana karargâha (Tophane-i Âmire)
6 BOA, HAT, nr.1506/11.
7 Turgut Saner, 19. Yüzyıl İstanbul Mimarlığında “Oryantalizm”, İstanbul 1998,
s.79-81.
8 Gülersoy, Taksim Bir Meydanın Hikâyesi, s.78.
9 Stanford J. Shaw, “The Established Ottoman Army Corps under Sultan
Selim III (1789-1807), der Islam, Berlin 1965, 142-184; Shaw, “The Nizam-ı
Cedit Army under Sultan Selim III (1789-1807), Oriens, Leiden 1967, vol.
XVII-XIX, 168-184; Kemal Beydilli, “Nizâm-ı Cedid”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi (TDVİA), XXXIII, 175-178.
445
OSMANLI İSTANBULU III
yakınlık hususu da göz önünde bulundurularak Beyoğlu’nda Taksim
semtinde yeni bir kışla inşası gündeme gelmiştir. Müzakere ve hazırlık sürecinin ardından Taksim’de, daha sonra Talimhâne Meydanı
olarak adlandırılacak araziyi10 de içine alan mevkide, 1804 yılı Ekim
ayının son haftasında yeni kışlanın inşaatına başlanması yönünde irade sadır olmuş ve 1805 Martında başlatılan süreç sonunda 1807 yılı
baharında büyük ölçüde tamamlanmıştır. Kışlanın, statüsü ve vazifesi
açıkça belirtilmeyen Halil Paşa’nın ısrar ve gayretleriyle 1780’lerde
ya da Sultan Abdülmecid devrinde Tophane Müşiri Halil Paşa’nın
çabaları sonucunda inşa edildiğine dair görüş,11 yanlış bilgiden ve ilmi
süzgeçten geçirilmeden şehir efsanesinin hakikatmiş gibi nakledilmesinden kaynaklanmaktadır.
Son dönem mimarlık tarihi çalışmalarında sıkça referans verilen Pars Tuğlacı’nın yangın sonrasında kullanılamaz hale gelen
Taksim Topçu Kışlası’nın 1794’te yeniden inşa edildiğine dair iddiası,12 Tophanede yanan kışla yapılarının Beyoğlu/Taksim Topçu
Kışlası zannedilmesinden kaynaklanmış olmalıdır. Zira Tuğlacı’nın
iddiasına dayanak teşkil eden arşiv belgesinde13 Beyoğlu Kışla-i Hümayunu, Talimhane Kışlası, Taksim’deki kışla vb. belirleyici herhangi
bir ibare bulunmamaktadır. Öte yandan 1794 yangınının Taksim’de
değil Galata Kulesi civarında meydana gelmiş olması ve dolayısıyla
daha ziyade bu bölgeleri etkilemiş olması14 altı çizilmesi gereken bir
başka husustur. Gerçekten de kaynaklarda 1794 yılında Beyoğlu-Taksim’de kayıtlara geçecek büyüklükte bir yangın olduğuna dair bir bilgi mevcut değildir; bilakis kayıtlara geçen tek büyük yangın, Galata
10 Otuz dönümlük bu alan II. Bayezid evkafına bağlı bir arazi olup, sonradan
ihtiyaç hasıl oldukça istimlak suretiyle genişletilmiştir, bkz. BOA, A.MKT.
NZD, nr.108/87; MVL, nr.1032/115; BEO, nr. 1069/80173; İ.EV, nr.19/1316.
11 Edmondo de Amicis, İstanbul (1874), çev. B. Akyavaş, Ankara 1993, s.62;
Salah Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, İstanbul 1976, s.13; Gülersoy, Taksim
Bir Meydanın Hikâyesi, s.78-79; Vedia Dökmeci-Hale Çıracı, Tarihsel Gelişim
Süreci’nde Beyoğlu, İstanbul 1990, s.28. Söz konusu yanlış bilginin tashih ve
tenkidi için bkz. Mustafa Cezar, “Beyoğlu Kışlası”, İstanbul, XXII (1997), 41.
12 Tuğlacı, Osmanlı Mimarlığında Balyan Ailesinin Rolü, s.65, 685.
13 BOA, C.AS, nr.3519.
14 Cezar, “Beyoğlu Kışlası”, İstanbul, XXII (1997), 41.
446
MİT VE GERÇEK ARASINDA: TAKSİM TOPÇU KIŞLASI
(BEYOĞLU KIŞLA-I HÜMÂYÛNU)
Kulesi’ne ve çevresine zarar veren ve 28 Zilhicce 1208’de (27 Temmuz
1794) vuku bulan yangındır.15
Taksim Topçu Kışlası’nın inşa tarihine dair literatürdeki mevcut bilgi de hatalıdır. Arşiv belgelerinden; kışlanın inşaatı konusunda
ilk keşif işleminin 15 Receb 1219/20 Ekim 1804’te daha önce yanmış olan Tophane semtindeki kışlalarla birlikte yapıldığını, yeniden
inşası kararlaştırılan Tophane’deki kışlaların daha geniş bir alanda
inşası için istimlak yapılmak istendiğini, ancak çevrede sınırlı istimlak imkânı bulunduğundan bunun imkansız olduğunun anlaşıldığını,
ilave masraf getirse de Tophane’deki topçu kışlalarını tamamlayıcı
bir unsur olarak Taksim’de yeni bir kışlanın inşasının da bir seçenek
olarak değerlendirildiğini öğrenmekteyiz. Son tahlilde tercih Sultan
III. Selim’e bırakılmış, padişah da: “İşbu sûret güzel, Tophâne’ye resmi mûcebince on iki kışla yapılup, bâkîsi resmi üzre Taksim’e yapılsun.
Gayet ihtimâm ü dikkatle hemân mübâşeret oluna. Hakk Te‘âlâ teshîl
eyleyüp muvaffak eylesün” şeklinde yeni inşa edilecek kışla yapılarının
Tophane’ye sıkıştırılmamasını, 12 koğuşlu bir kışlanın Tophane’de,
30 koğuşlu yeni bir kışlanın da taksim mahallinde (suyun taksim
edildiği yerde) inşasının isabetli olacağını bildirmiş ve Ekim 1804
sonu itibarıyla derhal işe başlanmasını ferman etmiştir.16 Dolayısıyla Beyoğlu-Taksim’de yaptırılan kışla, Tuğlacı’nın iddiasının aksine
daha önce yanan herhangi bir askeri-sivil yapının yerine değil, sıfırdan boş arazi üzerine yaptırılmıştır. Mali tahsisat, teknik hazırlık ve
bürokratik süreçlerin tamamlanmasının ardından 25 Mart 1805’te
ilkbaharda, diğer bir ifadeyle inşaat mevsiminin girmesiyle birlikte
işe başlanmıştır.17
Yukarıda değinildiği üzere Pars Tuğlacı, fahiş bir hata ile sonradan Talimhane olarak anılacak arazinin yanı başında 1794’te yanan
askeri yapıların yerine Taksim Topçu Kışlası’nın inşa edildiğini öne
sürmüştür. İddiasına dayanak olarak numarasını verdiği arşiv belgesinde bu yönde bir bilgi bulunmadığına yukarıda değinilmişti. Öte yandan Tuğlacı’nın, ilgili arşiv belgesinin hicri tarihini on yıl gibi mazur
15 Semavi Eyice, “Galata Kulesi”, TDVİA, XIII, 315.
16 BOA, D.BŞM.BNE, nr.16110.
17 BOA, D.BŞM.BNE, nr.16110.
447
OSMANLI İSTANBULU III
görülemeyecek bir farkla miladi tarihe çevirdiği ve bundan hareketle
Taksim Topçu Kışlası’nın inşaat tarihini 1794’e çektiği tespit edilmiştir.
Şöyle ki; Tuğlacı’nın kullandığı arşiv belgesinin tarihi 15 Cemaziyülahir 1219’dur ve ilmühaberi dört gün sonra 19 Cemâziyülahir 1219’da
verilmiştir. Tuğlacı bu belgeyi 26 Aralık 1794 şeklinde miladi tarihe
çevirmiştir,18 hâlbuki belgenin miladi tarih karşılığı 21 Eylül 1804’tür.
Neticede Tuğlacı bu fahiş hatadan hareketle 1794’te eski kışla yanınca
yerine Taksim Topçu Kışlası’nın inşa ettirildiğini ifade ederek19 zincirleme bir hata yapmıştır. Hataları bunlarla da sınırlı değildir; Tuğlacı 1806’da kışla inşaatının tamamlandığını, bir başka arşiv belgesine istinaden iddia ediyor, halbuki belgedeki ibareler bunun tam aksi
istikamettedir ve aynen şöyledir: “…el hâletü hâzihi ebniye mezkûre
hitâma resîde olmamış ise dahî…”20 Bu ibare, kışla inşaatının Aralık
1806 sonu itibarıyla tamamlanmamış olduğunu açıkça gösteriyor. Hal
böyle iken ya Tuğlacı okuduğunu anlamaktan aciz ve arşiv belgelerini
değerlendirme ve tarihlendirme konusunda tamamen yetersizdir, ya
da belgeleri bilerek tahrif etmiştir. Netice olarak, söz konusu eserin
ciddiyetini ve ilmi değerini akademik camianın, özellikle de mimarlık
ve sanat tarihçilerinin takdirine havale ediyorum.
Bu noktada Mustafa Cezar’a da bir parantez açmak gerekiyor;
Cezar da çalışmalarında kışla inşaatının 1806’da tamamlandığını iddia etmekte ve yine bir arşiv vesikasını referans göstermektedir.21 Ancak Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde, belirtilen fon ve numarada öyle
18 Tuğlacı, Osmanlı Mimarlığında Balyan Ailesi’nin Rolü, s.685.
19 Tuğlacı, aynı yer.
20 BOA, C. AS, nr. 26236.
21 Mustafa Cezar, XIX. Yüzyıl Beyoğlu’su, s.58. Cezar bu bilginin kaynağı olarak
s.68’de Başbakanlık Osmanlı Arşivi Cevdet Askeri, nr.6236’yı vermiştir.
Cezar’ın referans olarak verdiği bu belge Pars Tuğlacı’nın kullandığı belgenin
aynıdır, aradaki fark sadece Cezar’ın belgenin numarasını yanlış vermiş
olmasıdır. Bu durum baskı veya mürettip hatası olarak değerlendirilebilir,
ancak aynen Tuğlacı gibi muhtevasını da yanlış aktarmış olması, belge
referansını Tuğlacı’dan devşirdiği izlenimi vermektedir. Şayet belge görülmüş
ve içeriğinde kışlanın tamamlanmadığı: (“…el hâletü hazihi ebniye-i mezkûre
hitâma resîde olmamış ise dahî…) şeklindeki ifadelerle net bir biçimde
belirtildiği halde, Cezar belgenin muhtevasını anlayamamış ise durum daha
da vahim demektir.
448
MİT VE GERÇEK ARASINDA: TAKSİM TOPÇU KIŞLASI
(BEYOĞLU KIŞLA-I HÜMÂYÛNU)
bir belgenin mevcut olmadığını tespit etmiş bulunmaktayız. Yaptığımız araştırmada, bu belgenin aslında Pars Tuğlacı’nın da kullandığı
belgeyle aynı olduğunu, ancak Cezar tarafından numarasının yanlış
verildiğini belirledik. Cezar’ın hatası bununla sınırlı kalsa, durumu
baskı ya da tertip hatasıyla izah etmek mümkün olabilir, ancak söz
konusu belgede kışlanın Aralık 1806 itibarıyla tamamlandığı değil,
bilakis tamamlanamadığı açıkça belirtildiğinden,22 söz konusu hatayı bu tür hafifletici sebeplere bağlamak imkânsız hale gelmektedir.
Son dönem mimarlık tarihi çalışmalarında en sık başvurulan bu tür
eserlerdeki yanlışları ve bu isimlerin, arşiv belgelerini üç beş adet gibi
oldukça sınırlı sayıda kullandıkları halde bu tür fahiş hatalar yapmış
olmalarını, yine akademik camianın takdirine havale ediyorum.
Dönem dönem farklı isimlerle anılan Taksim Topçu Kışlası’nın,
1807’de III. Selim’in başlattığı reformlara muhalif çevrelerin işbirliğinden doğan Kabakçı İsyanı esnasında tahrip edildiği,23 bununla birlikte şehir merkezine uzaklık ve ordunun teknik bir sınıfına aidiyeti
gibi nedenlerden ötürü Nizam-ı Cedid’in diğer kışlalarına nispetle
söz konusu tahribatın daha düşük kaldığı ileri sürülmüştür.24 1808’de
tahta çıkan Sultan II. Mahmud devrinde, reform karşıtı dalganın
nispeten etkisini kaybetmesi ve siyasi atmosferin normalleşmesiyle 1812’de dönemin hassa mimarbaşı Hafız Mehmed Emin Efendi’nin nezaretinde yapılan keşif doğrultusunda ve Hacegân-ı Divân-ı
Hümâyun’dan Edhem Efendi’nin bina eminliğinde kışla yapıları yenilendi.25 Söz konusu tamirat esnasında kışla planında küçük değişiklikler yapılmış ve bazı ek binalar inşa edilmiştir.26 Taksim Topçu
22 BOA, C.AS, nr.26236.
23 Mustafa Cezar, XIX. Yüzyıl Beyoğlu’su, s.58-59; Arslan, Gravür ve
Seyahatnamelerde İstanbul, s.206 (Kubilay, a.g.md, DBİA, VII, 274).
24 Ebru Karakaya, “Kışlalar”, Geçmişten Günümüze Beyoğlu, ed. M. Sinan Genim
vd, İstanbul 2004, s.561.
25 Cezar, 19. Yüzyıl Beyoğlu’su, s.58; Arslan, Gravür ve Seyahatnamelerde İstanbul,
s.206-208. Ampir üslubunda yapılan kışla 1819’da Edhem Efendi’min
nezaretinde tamir edilmiştir (Zühal Çetiner Doğdu, “Kışla Mimarisi”, s.181).
26 Kubilay, a.g.md, DBİA, VII, 274, Cezar, Osmanlı Başkent İstanbul, s.480; Cezar,
XIX. Yüzyıl Beyoğlu’su, s.58; Ebru Karakaya, “Kışlalar”, s.563; Arslan, Gravür
ve Seyahatnamelerde İstanbul, s.206; Tuğlacı, a.g.e, s. 686.
449
OSMANLI İSTANBULU III
Kışlası’na ait en eski görsel malzeme, Charles de Pertusier’in 1817’de
basılan albümünde27 yer alan ve aşağıda verilen Michael François
Préault’un litografisidir.28
Söz konusu gravür kışlanın 1812’de gerçekleştirilen inşaat ve
tamiratlardan sonraki halini göstermesi bakımından önemlidir.29
Fransız askeri ataşesi Charles Pertusier, o vakit kışlayı şu şekilde tasvir
etmiştir: “Büyük Beyoğlu Kışlası’nda bütün imkânlar bulunmaktadır…
orada asaleti zarafetle kaynaştırmak zordur. Diğer birçokları gibi Sultan
Selim tarafından temelleri atılmış olan ve fakat yeniçerilerin harabeye
çevirdikleri bu bina mimari değerler arasında mümtaz bir yere sahiptir…
Dört simetrik cepheden meydana gelen bina Boğaziçi’ne ve sınırlarını teşkil ettiği Beyoğlu’nun dış mahallelerine bakmaktadır. İç kısmında revaklar ile çevrilmiş ve güzel bir camii ile süslenmiş bir avlu bulunmaktadır.
27 Atlas des Promenades Pittoresques dans Constantinople et sur les Rives du Bosphore
künyesiyle 1817’de Paris’te basılan bu eserin metin kısımları 1811’de İstanbul’da
göreve başlayan Fransız elçiliğinin askeri ataşesi Charles Pertusier tarafından
kaleme alınmış ve yine Fransız ressam Michel-François Préault tarafından
resimlenmiştir.
28 Gravür için bkz. Arslan, Gravür ve Seyahatnamelerde İstanbul, s.207.
29 Arslan, Gravür ve Seyahatnamelerde İstanbul, s.208; Ebru Karakaya, “Kışlalar”,
s.563.
450
MİT VE GERÇEK ARASINDA: TAKSİM TOPÇU KIŞLASI
(BEYOĞLU KIŞLA-I HÜMÂYÛNU)
Carl Gustaf
Löwenhielm’ın
fırçasından
1820’lerde
Taksim Topçu Kışlası.
Mükemmellik ve hak ettiği şekilde ifade etmek için binanın tek eksiği dış
görünüşüdür”.30
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda İstanbul’da inşa edilmiş olan kışla
yapıları genel hatlarıyla değerlendirildiğinde: İlk olarak I. Abdülhamid devrinde (1774-1789) Kaptan-ı derya Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın gayretleriyle inşa edilen Kalyoncu Kışlası’nda tatbik edilen iki
ya da üç katlı koğuşların meydana getirdiği yapı kanatlarından oluşan
dikdörtgen avlulu plan şemasının, boyutları ne olursa olsun kendisinden sonra inşa edilen kışlalara model teşkil ettiği görülür. Keza
kışlaların tamamının avlusunda ya da hemen yanı başında tek minareli ve kubbeli bir cami de mevcuttu. Taksim Topçu Kışlası da söz konusu klasik plan şemasına sahipti. Ancak aşağıda ayrıntılarına temas
edileceği üzere, farklı dönemlerde gerçekleştirilen dar ve kapsamlı
tamiratlar ya da ek inşaatlar nedeniyle kışlanın başta abidevi girişi ve
ön cephesi olmak üzere, dış görünüşünde önemli fiziksel değişimler
yaşanmıştır. Söz konusu değişimi plan ve fiziki görünüm olarak, XIX.
yüzyıl başından itibaren kışlanın çizilmiş gravürleri (Michel-François
Préault, Carl Güstaf Löwenhielm31 vd. gravürleri), keza farklı dö30 Cezar, “Beyoğlu Kışlası”, s.39-40.
31 Bir Zamanlar Türkiye: Carl Gustaf Löwenhielm-Bir İsveç Elçisi’nin 1820’lerdeki
451
OSMANLI İSTANBULU III
nemlere ait İstanbul haritaları (1819 tarihli Kauffer Haritası, 185152 Moltke, 1913 Alman Sendika, 1918 Necip Bey ve 1925 Jacques
Pervititch haritaları)’ndan takip ve tespit etmek mümkündür.
Taksim Topçu Kışlası’nın mimarının kimliği konusu da henüz
netleştirilebilmiş değildir. Bu belirsizlik sadece bahis konusu kışla için
değil, diğer tüm Osmanlı kışlaları hatta dini ve kamuya ait yapıların
büyük çoğunluğu için de geçerlidir. Bu alandaki bilgi zafiyetini ve söz
konusu belirsizliği son haddine kadar zorlayan Pars Tuğlacı, hiçbir
bilimsel dayanak/referans göstermeden kışlanın mimarı olarak Kirkor
Balyan’ı takdim eder ve bu işte Hacı Mıgırdıç Kalfa (Çarkyan)’nın
ikinci kalfa ve resimcibaşı sıfatıyla kendisine yardımcı olduğunu iddia
eder.32 Mimarlık ve sanat tarihi çalışmalarında, ilmi hiç bir tenkitten
geçirilmeden tekrarlana gelen ve kıymeti kendinden menkul bu yanlış
bilgi, maalesef tevatür niteliği kazanmıştır. Hâlbuki kışlanın ilk defa
inşa edildiği döneme ait arşiv belgelerinde, sadece Hassa Mimarbaşı İbrahim Kâmi Efendi ile selefi Ârif Efendi’nin isimleri zikredilir.
Kışlanın bina eminliği ise Abdülhayy Efendi’ye havale edilmiştir. Kışlanın plan ve projelerini hazırlayan ekip içinde bir de Foti Kalfa’nın
adı zikredilmektedir. Kışlanın ilk keşfi, isimlerini zikrettiğimiz grup
ve onlara eşlik eden diğer kalfalar (mütefennin kalfalar) tarafından
gerçekleştirilmiştir.33 İddia edilenin aksine Kirkor Balyan veya Hacı
Mıgırdıç Kalfa (Çarkyan)’nın isimlerine tek bir kez olsun arşiv evrakında rastlanmaz.34 Hâlbuki hazırlanan keşif defterlerinde, keza başta
Türkiye Albümü- Turkey, As it was (Carl Gustaf Löwenhielm a Swedish
Diplomat’s Turkish Portfolio in the 1820’s-, ed. Engin Yenal-Pınar Çelikel, çev.
R. Bragner, İstanbul 2003, s.40-41 .
32 Tuğlacı, a.g.e, s.65.
33 BOA, D.BŞM, BNE,d, nr.16110. Cezar da kışlanın inşaatına başlandığı esnada
İbrahim Kâmi Ağa’nın başmimar olmasından hareketle, kışla yapılarının
onun eseri olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu kaydeder (Cezar,
“Beyoğlu Kışlası”, s.41; a. mlf, Osmanlı Başkenti İstanbul, s.480). Kışlanın
XIX. yüzyıl boyunca geçirdiği değişim ve dönüşümlerden hareketle Kirkor
Balyan tarafından tasarlandığı yönündeki görüş, özellikle Oryantalist üslupta
bezemelere sahip oluşu, bu üsluptaki yapıların İstanbul’da ancak 19. yüzyılın
ikinci yarısında yapılmaya başladığından gözden geçirilmelidir (Kubilay,
DBİA, VII, 274).
34 Balyan Ailesi’nin son dönem mimarlığımızda konumu, etkisi ve bunların
452
MİT VE GERÇEK ARASINDA: TAKSİM TOPÇU KIŞLASI
(BEYOĞLU KIŞLA-I HÜMÂYÛNU)
maliye ve başmuhasebe evrakı olmak üzere konuyla ilgili sair müteferrik evrakta Balyanların ismine mutlaka rastlanması icap ederdi. Sonuç
olarak Taksim Topçu Kışlası’nın planları ve inşaat sürecinin en önemli
unsurları olan projelendirme, plan (tersim) ve keşif (fizibilite ve muhammen bedel tespiti) defterlerinin İbrahim Kâmi Efendi, selefi Ârif
Efendi ve Foti Kalfa tarafından hazırlandığını söylemek mümkündür.
XV. yüzyıl sonlarından itibaren tedricen gelişen Tophâne-i
Âmire, XVIII. yüzyıl sonlarında top ve gülle dökümhaneleri, araba
imalathaneleri, malzeme depoları, kışla yapıları, talim meydanları, cami, çeşmeler, hünkâr kasrı, hamam, fırın, mutfaklar ve ahırları bünyesinde barındıran devasa bir askeri-sınai kompleks hüviyeti
kazanmıştı. Malum olduğu üzere; erken dönemlerde Osmanlılarda
Halıcıoğlu-Sütlüce-Hasköy üçgeni; Davudpaşa-Maltepe (Bayrampaşa)-Râmi üçgeni ve Tophane koridoru askeri yapılaşmanın yoğun
olduğu bölgelerdi. XIX. yüzyıl başında Beyoğlu’nda Taksim Kışlası’nın inşası söz konusu askeri yapılaşmanın Dolmabahçe, Gümüşsuyu, Harbiye ve Maçka istikametlerine doğru yayılmasının da ilk
adımı olmuştur.35
Beyoğlu mıntıkası, XVIII. yüzyılda İstanbul halkının hafta
sonlarında hava almak için gittikleri bir nevi mesire yeri hükmündeydi. Bu bölgede iskân alanının özellikle Taksim ve civarında yoğunlaşmasında en önemli faktör ise Taksim Topçu Kışlası olmuştur.
I. Mahmud devrinde 1732’de Bahçeköy’de inşa edilen su tesisleri ve
dağıtım şebekesi sayesinde Beyoğlu civarında suyun bollaşmasıyla
birlikte iskân hareketleri ivme kazanmış, Mihrişah Valide Sultan ve
II. Mahmud’un himmetiyle yaptırılan Valide Bendi ve Bend-i Cedid
sayesinde bölgenin suyu bollaştığından meskûn mahaller zamanla
kışla yakınlarına dek genişlemiştir.36 Yine I. Mahmud devrinde yapmimar mı müteahhit mi oldukları konusunda benzer eleştiriler için bkz.
Selman Can, Bilinmeyen Aktörleri ve Olayları ile Son Dönem Osmanlı Mimarlığı,
İstanbul 2010, s.87-116; a. mlf, “XIX. Yüzyıl Mimarları ve Ermeniler”, Türk
Dünyası Araştırmaları, 167 (Mart-Nisan 2007), 39-47.
35 Cezar, 19. Yüzyıl Beyoğlu’su, s.55-68; a. mlf, Osmanlı Başkenti İstanbul, s.480.
36 Mustafa Cezar, “Ondokuzuncu Yüzyılda Beyoğlu Neden ve Nasıl Gelişti”, XI.
Türk Tarih Kongresi (5-9 Eylül 1990 Ankara) Bildiriler, VI, 2675-2690; Cezar,
Osmanlı Başkenti İstanbul, s.480).
453
OSMANLI İSTANBULU III
tırılan meydan çeşmesi ve yanı başındaki su tevziatının yapıldığı ve
semte Taksim adını kazandıracak Maksem’in yakınına III. Selim devrinde inşa edilecek kışla, boyutları itibarıyla şehrin siluetini değiştiren görkemli yapılardan biri oldu. Taksim Topçu Kışlası’nın inşası,
zamanla bölgenin ticari ve sosyal bakımdan yeni bir cazibe merkezi
haline gelmesini sağlamıştır. Zira kışla demek, binlerce neferin ulaşımı, alışverişi ve izin zamanlarında vakit geçirecekleri yeni mekânların
inşa ve işletilmesi anlamına gelmekteydi.37
I. Kışlanın Aksamı, Geçirdiği Onarımlar ve
Mimari Özellikleri
A. Ana Kışla Yapısı
Taksim Topçu Kışlası, klasik kışla plan şemasına göre geniş
bir orta avlunun dört yanını çevreleyen yapı kanatlarından oluşmaktaydı. Metraj ve iç bölümlerini bilmediğimiz 30 adet büyük koğuştan (bâb, kışlak) ibaret olarak, dikdörtgen şeklinde ve ortası avlulu
olarak inşa edilmiştir. Pervititch haritasına göre, yaklaşık 146x176
m., orta avlu ise 110x140 m. boyutlarındadır. Yapının kanatları diğer
dönem kışlalarında olduğu gibi iki katlı, köşe bölümleri ise kule görünümü kazandırmak amacıyla üç katlı ve dışarıya taşırılmış olarak
inşa edilmiştir. Kışlanın dört ana giriş kapısı mevcut olup bunların
da üstlerinde çıkmalı odalar mevcuttu. Talimhâne Meydanı’na bakan ana girişin bulunduğu batı kanadının orta aksında, sütunlar
üzerinde inşa edilmiş olan bölümün üst katı hünkâr dairesi (kasr-ı
hümayun) olarak düzenlenmişti. Kanatların orta aksındaki diğer giriş bölümleri de dışarı taşırılmıştır. Orta avlunun köşelerinde yapıya
bitişik olarak inşa edilen iki katlı bölümlerde tuvaletlere (memşa)
yer verilmiştir.38
37 Beyoğlu semtinin 19. yüzyıldaki sınırları mahalleleri ve büyük caddeleri
durumu hakkında bkz. Mirat-ı İstanbul, II, 395 vd.
38 Sigorta Haritalarında İstanbul-Istanbul in the Insurance Maps of Jacques
Pervititch, yay.haz. Seden Ersoy, Çağatay Anadol, İstanbul ty, s. 81; Aynur
Çiftçi, “19. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde Askeri Mimari ve İstanbul’da İnşa
Edilen Askeri Yapılar”, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü,
doktora tezi, İstanbul 2004, I, 134.
454
MİT VE GERÇEK ARASINDA: TAKSİM TOPÇU KIŞLASI
(BEYOĞLU KIŞLA-I HÜMÂYÛNU)
Arşiv belgelerindeki bilgilere göre XIX. yüzyıl sonları itibarıyla
Taksim/Beyoğlu Topçu Kışlası: Ana kışla yapısında yer alan kasr-ı
hümayun ve koğuşlar, subay/kumandan daireleri, cephanelik, hastane/şifahane (revir), mutfaklar, çamaşırhaneler (câmeşuyhâne), hamamlar, abdesthaneler ve tuvaletler (memşâlar), tek minareli bir cami,
ahırlar (süvarilerin atları ve topçeker yük hayvanları için ayrı ayrı),
büyük-küçük samanlıklar, arpa ambarları, mağazalar (depolar), top
ve top arabalarının konulduğu büyük sundurmalar, mühimmat ambarları, marangozhane, su hazneleri (hazne-i âb), meydan çeşmeleri,
sarnıçlar, nalbanthane, harbend (seyis), saka ve saraç odaları, demirhane (haddehâne), yangın söndürmekle yükümlü tulumbacı koğuşları
ve bunların malzemelerini koydukları depolar vb. bir takım tamirat
ve bakım atölyeleri ile son dönem evrakına yansıdığı kadarıyla askerlerin ufak tefek ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri kantin hükmündeki
bir bakkal dükkanından oluşan39 bir askeri kompleks olarak düz bir
alanda inşa edilmiş yapılardan oluşmaktaydı. Ayrıca Gümüşsuyu istikametinde Ağaçdibi olarak anılan setin alt ve üst tarafında ihtiyat
alayının sorumluluğunda, kışlaya gelir sağlayan kiraya verilmiş dükkânlar da mevcuttu.40
XX. yüzyılda Cumhuriyet devrinde askeri fonksiyonunu tamamen kaybetmiş olan kışla yapılarının kullanımına ve çevresine dair
Pervititch Haritası’ndan bir takım bilgiler edinilmesi mümkündür.
Haritaya göre, kışlanın orta avlusu stadyum olarak kullanılmaktaydı.
Kuzey, güney ve doğu kanatlarının üzerindeki “aile inoccupe” (oturulmayan kanat) yazısı 1925 yılı itibarıyla kışlanın bir bölümünün
işlevsiz olduğunu göstermektedir. Kışlanın zemin katında “atelier de
carroserie mazett” (karoser imalathanesi), “atelier mecaique pour autos” (makine teknik atölyesi), “brasserie” (birahane), “depot chaises”
(sandalye deposu), “ecole de cahuffeurs” (sürücü okulu), “pasteuris
laits” (süt üretimi), “cafe” (kahvehane) ve “garage” (garaj) gibi askerlikle ilgisi olmayan bir takım farklı amaçlarla kullanıldığını göstermektedir.41
39 BOA, BEO, nr.412/30879.
40 BOA, İ.ŞD, nr.23/1029.
41 Pervititch Sigorta Haritalarında İstanbul, s.81; Çiftçi, a.g.t, I, 133.
455
OSMANLI İSTANBULU III
Jacques
Pervititch
Sigorta
Haritalarında
İstanbul,
s.81.
Kâgir bir yapı olan kışlada, neferlerin kaldıkları koğuşların iç
mekânlarında taban ve tavanların ahşap olduğu anlaşılmaktadır. Yine
tamirat ve inşaatlarda yoğun olarak kullanılan ahşap malzemeden hareketle, kışlanın iç merdivenlerinin de ahşaptan yapıldığını söylemek
mümkündür. Aşağıda değinileceği üzere kışlanın hünkâr dairesinin
tabanları mermer, açıklık alanlarındaki gezinti yerlerinin ise Trieste Taşı’yla kaplandığı bilinmektedir; keza çamaşırhane, hamamlar,
mutfaklar, abdesthaneler ve tuvaletler (memşâlar) de ıslak mekânlar
olduklarından zeminleri taşla kaplanmıştı.
Yukarıda temas edildiği üzere, 1807’de III. Selim’in tahtan
indirilmesiyle sonuçlanacak Kabakçı İsyanı sırasında Taksim Topçu Kışlası da tahrip edilmişti. 1808’de tahta çıkan II. Mahmud devrinde reform karşıtı dalganın nispeten etkisini kaybetmesi ve siyasi
atmosferin normalleşmesiyle, 1812’de dönemin hassa mimarbaşı Hafız Mehmed Emin Efendi’nin nezaretinde Nikola Kalfa’yla birlikte
yapılan keşif doğrultusunda ve Hacegân-ı Divan-ı Hümayun’dan
Seyyid Edhem Efendi’nin bina eminliğinde kışlanın çatısı, sıvaları,
zemin kaplamaları, pencereleri, kurşun kaplamaları, boya-badanası
ve demir parmaklıkları kapsamlı bir biçimde yenilendi. Ocak 1812’de
456
MİT VE GERÇEK ARASINDA: TAKSİM TOPÇU KIŞLASI
(BEYOĞLU KIŞLA-I HÜMÂYÛNU)
alınan karar doğrultusunda başlatılan bu süreçte, II. Mahmud tebdil-i
kıyafet kışlanın tamirat sürecini defalarca denetlemiş, Temmuz 1812
itibarıyla başta kasr-ı hümayun ve saçaklar olmak üzere, beğenmediği kısımların talebi doğrultusunda değiştirilmesini irade etmiştir.
Kışlada Temmuz 1812 itibarıyla hız kazanan ve o yılın kışına dek
süren tamirat kapsamında; ana kışla yapısı, cami ve sair müştemilatı
yenilenmiştir.42 Şubat 1813’te, kışlanın tamiratı esnasında daha önce
öngörülmeyen sıva, boya ve ilave bazı odaların yapımı gibi işlerin ilave
edildiği görülmektedir.43
1814 yılı sonbaharına gelindiğinde bu defa Topçubaşı Mehmed
Ağa’nın ikaz ve talebi doğrultusunda, yine Hassa Mimarbaşı Hafız
Mehmed Emin Efendi nezaretinde, yağmurlar başlamadan kışlanın
bazı bölümlerindeki kırık kiremitlerin aktarılması, derz dolguların tazelenmesi, yer yer dökülmüş sıvaların yenilenmesi, saçaklarda sorunlu
kısımların tamiri ve rüzgâr vb. faktörlerle kırılmış olan camların değiştirilmesi işlerine başlanmıştır. Ekim 1814’teki tamirat kapsamında
söz konusu işler dışında mutfak, su hazneleri ve kısmen koğuşların
zemin döşemeleri de elden geçirilmiş, bazı yeni bölmeler ilave edilmiş,
kışla iç avlusunda zemin tesviyesi, bazı tuvalet giderlerinin tamiri ve
atık su kanallarının temizlenmesi gibi işlere başlanmıştır.44
Yukarıda ana hatlarıyla değinildiği üzere, 1812-15 arasında
gerçekleştirilen ve adeta baştan aşağı yenilenen kışlanın iç mekânlarında da bir takım değişiklikler yapılmıştır. 1818’de Hassa Mimarbaşı
Ali Rıza Efendi’nin görev döneminde ve yine Edhem Efendi’nin bina
eminliğinde, Komyanos Nikola ve Marki kalfaların gerçekleştirdiği keşif doğrultusunda; kışlanın kiremit aktarılması, iç mekânlarda
yeni bölmeler yapılması, duvar, tavan tamiri gibi koğuşlardaki bazı
eksikliklerin giderilmesi, tırabzan, musluklar ve kurşun kaplamaların yenilenmesi, kapı, pencere ve kilit aksamının tamiri, bazı yerlere
musandıra yapılması, boya-badana, sıva tamiri, ıslak mekanlarda derz
dolguların tazelenmesi ile lökün kalayla izolasyon gibi tamir ve yenileme işleri yapılmıştır.45
42 BOA, C.AS, nr.7070.
43 BOA, C.AS, nr.26891.
44 BOA, C.AS, nr.1126.
45 BOA, C.AS, nr.321.
457
OSMANLI İSTANBULU III
1826’da Vak’a-i Hayriyye olarak anılan ve Yeniçeri Ocağı’nın
kaldırılmasıyla sonuçlanan isyan sonrasında, Asâkir-i Mansûre-i
Muhammediyye adıyla yeni bir ordu kurulmuştu. Daha önce 181215 arasında ve akabinde 1818’de onarılmış olan kışlanın Mansûre
Ordusu’nun topçu sınıfına tahsisi gündeme gelmiştir. Müzakere
sürecinde kapasitesi yetersiz olan kışla yapısının ya yıkılıp sıfırdan
inşası veya sekiz-dokuz bin neferin ikametine cevap verecek şekilde genişletilmesi şıkları değerlendirilmiştir. Sonuçta ikinci şık
daha pratik ve maliyeti düşük bulunduğu için, 1827’de yapılan keşif
sonucunda Tekfurdağı Âyanı Çelebi Süleyman Ağa’nın bina eminliğinde, karkas yapıya kadar duvar ve bölmelerin yıkılıp kışlanın iç
mekânının yeniden bölümlendirilmesi ve genişletilmesi çalışmalarına başlandı.46
1827’de başlatılan ve kışlanın plan ve fonksiyon açısından büyük oranda değişim ve dönüşüm geçirdiği söz konusu dönem, 182829 Osmanlı Rus Savaşı’nın idari, siyasi ve ekonomik açıdan yarattığı
olağanüstü şartlar nedeniyle, ancak Aralık 1831’de ufak tefek işler
hariç tamamlanma aşamasına gelmiştir. Bina eminliği görevini sürdüren Kapıcıbaşı Çelebi Süleyman Ağa’nın yazılarından, sürecin yavaş
ilerlemesinde mali sorunların da önemli rolü olduğu anlaşılmaktadır.47 Sürecin tamamlanmasına yakın topların ve top arabalarının
konulduğu büyük depo (ambar-ı kebir), topçeker hayvanların ahırları,
malzeme ambarı ve süvari ahırlarının tamiratı gibi bir takım tali işler
ikmal edilmiştir.48
1836 sonbaharında ise kışladaki Kasr-ı hümayun, kışlanın ahırlarının kapıları ve saraçlara mahsus odaların tamirine başlanmıştır.49
Bir yıl sonra Eylül 1837’de Asâkir-i Mansure Nazırı Saib Efendi’nin
yaptığı başvuru, kışlada rutin ve kısmi tamirat ihtiyaçlarının devam
ettiğini göstermektedir.50 Ekim 1841’de kışlanın kısmen tamiratı ve
yanı başında mühimmat ve levazımat muhafazası için büyük bir depo
46 BOA, HAT, nr.297/17658; nr.298/17689; nr.302/17929.
47 BOA, C.AS, nr.45107; nr.10224.
48 BOA, C.AS, nr.18596; nr.35200 lef 2.
49 BOA, C.AS, nr.18321.
50 BOA, C.AS, nr.54693; nr.54210.
458
MİT VE GERÇEK ARASINDA: TAKSİM TOPÇU KIŞLASI
(BEYOĞLU KIŞLA-I HÜMÂYÛNU)
yapılması gündeme gelmiştir. Taksim Kışlası aynı zamanda askerin
tüfek ve top atış talimleri yaptığı bir yer olduğundan, yüklü miktarda
mühimmat ve baruta ihtiyaç duyulmaktaydı. Bu arada söz konusu
ek yapılarla birlikte kışlanın da tamir edilmesi teklif edildi ve gerekli keşfi yapıldı. 85.947 kuruşluk muhammen bedelle inşa ve tamiratı öngörülen kışlanın yanında depo/cephaneliklerin yapımının
mali sıkıntılar nedeniyle ertelenmesi düşünülmüştür.51 Ancak askeri
makamların işin ehemmiyeti nedeniyle ısrarı neticesinde kışlanın tamiratıyla birlikte büyük bir mühimmat-levazımat deposunun yapılması kararlaştırılırken, mali yükü hafifletmek amacıyla sadece süvari
sınıfına ait hayvanların barındığı ahırlardaki su haznesi ile teknelerin
yenilenmesi ve neferlerin çamaşırlarını yıkamaları için küçük bir çamaşırhane inşası gibi tali inşaatlar askıya alınmıştır.52
Daha ziyade kalitesiz malzeme kullanımı, maliyeti düşürme
endişesiyle malzemeden çalma, kötü işçilik ve çevresel faktörlerden
kaynaklanan sık kısmi tamiratlar sonraki dönemlerde de tekrarlanmıştır, örneğin 1846-48 yıllarında kışlanın sıvaları tamir edilmiş, cephe ile iç mekânlarının boya ve badanaları yenilenmiş, kışlanın çatı
ve kiremitleri aktarılmıştır.53 Keza Beyoğlu Kışla-i Hümayunu’nu
tamamlayıcı bir unsur olarak yakınında bulunan ve daha önce yanmış olan Fişenghane’nin54 onarımı konusunda Şubat 1848’te karar
alınmıştır.55 Yine aynı yıl kışla civarında vuku bulan yangının kışlaya sıçramasını engellemek amacıyla neferler çatıda soğutma yapmış,
maksat hasıl olmuş ancak bu arada kiremitlerin çoğu kırıldığından 17
Aralık 1848’de kapsamlı bir çatı onarımı kaçınılmaz hale gelmiştir.56
1853-56 Osmanlı-Rus Savaşı (Kırım Harbi) nedeniyle müttefik sıfatıyla İstanbul’a gelen İngiliz, Fransız ve Sardunya birlikleri ve
özellikle müttefik ordularındaki süvarilere ait at ve topçeker beygirler
için Beyoğlu Kışlası’nın tahsis edilmesi, ahırların elden geçirilmesini
51
52
53
54
55
56
BOA, C.AS, nr. 23524.
BOA, İ.DH, nr.48/2384.
BOA, İ.MSM, nr.25/662; İ.DH, nr.165/8645.
BOA, İ.DH, nr.167/8813.
BOA, A.AMD, nr.3/73.
BOA, İ.DH, nr. 185/10250.
459
OSMANLI İSTANBULU III
ve genişletilmesini zorunlu kılmıştır.57 Kışla civarındaki alanlara
yerleştirilen Fransız birliklerinin ihtiyaçlarını karşılamak için maksemden yeni su borusu hatları çekilmiştir.58 Savaşın sona ermesi ve
müttefiklerin ülkelerine dönmesinden sonra 1858’de Taksim Topçu
Kışlası’nın asıl kışla yapıları ve ahırları kapsamlı bir biçimde tamir
edilmiştir. Söz konusu tamiratların, yapılan açık eksiltmede (munakasa) en düşük fiyatı veren müteahhit Kalos Kalfa tarafından gerçekleştirilmesi yönünde karar çıkmıştır. Müteahhidin inşaat-tamirat
işlerinde aşırı maliyet çıkarması ve muhammen bedeli aşması üzerine tahkikat başlatılmış ve alacakları uzun süre ödenmemiştir. Bunun
üzerine kışlanın 1862 yılında yapılacak tamirat işleri de Kalos Kalfa’ya verilmiş ve kısmen mahsuplaşma cihetine gidilmiştir.59 Bu arada Kalos Kalfa’nın çalıştırdığı amele ve malzeme satın aldığı esnafa
ödeme yapamaması bir başka sıkıntı oluşturmuştur.60
1860’lı yıllarda hız kazanan, başkent İstanbul’u Batı başkentlerine benzer modern bir kent haline getirme çalışmaları kapsamında
Beyoğlu/Taksim Meydanı’nın yarıdan fazlasının, Sıraserviler zemini
seviyesine getirilmesi, bağlantı yollarının düzenlenerek tesviye edilmesi ve kışla önünden geçen şose yol ile meydan bağlantısının sağlanması yönünde Altıncı Daire-i Belediyye’ye (Beyoğlu Belediyesi)
Ağustos 1863’te talimat verilmiştir.61 Ocak 1864’te ise kışla önünden
Maçka’daki idadiye kadar uzanan son derece bozuk yolun şose yol
şeklinde yeniden yapılması için ihaleye çıkılmış ve İngiliz asıllı Mühendis Hutchinson işi üstlenmiştir.62
Diğer bazı askeri yapılarla birlikte, Ocak 1866’da Taksim Topçu
Kışlası’nın etrafını çevreleyen tuğladan mamul duvarların yıkılıp yenilenmesi, çatıların, koğuşların, ahırların, samanlık ve arpa ambarlarının
57 BOA, HR.MKT, nr.74/4; nr.104/16.
58 BOA, HR.MKT, nr.116/47; nr.117/83.
59 BOA, İ.MVL, nr.394/17144 lef 1-2; nr.340/14667 lef 3; A.MKT.MHM,
nr.199/75; A. MKT.NZD, nr.328/18; nr.300/801; MVL, nr.848/66; İ.MVL,
nr.471/21324 lef 1.
60 BOA, MVL, nr.423/20 lef 1-2-3.
61 BOA, A.MKT.MHM, nr.273/85.
62 BOA, İ.DH, nr.521/35491; A.MKT.MHM, nr.292/34.
460
MİT VE GERÇEK ARASINDA: TAKSİM TOPÇU KIŞLASI
(BEYOĞLU KIŞLA-I HÜMÂYÛNU)
tamiri yönünde karar alınmış63 ve ihaleyi alan Hacı Dimitri Kalfa
hantal bürokrasi, hazinenin sıkıntılı durumu ve kurumlar arası yetki
karmaşası nedeniyle ancak Nisan 1867’de işe başlayabilmiştir.64 Öte
yandan işe başlandığında, kışlada önceki keşif haricinde kalan bazı
bölümlere müdahalenin kaçınılmaz hale geldiği görülünce, bu defa
ilave bir keşifle söz konusu onarımlar da işe dâhil edilmiştir.65
Temmuz 1869’da ise iskeleti çürümüş olan kışla çatısındaki
sorunların, kiremitlerin aktarılması suretiyle geçiştirilemeyecek kadar ciddi hale geldiği ve çökmesi halinde can güvenliği açısından
tehlike yaratabileceği arz edilince, mimar ve kalfalar marifetiyle keşfi
yapılmıştır. Bu arada kışla içine aşırı derecede pis koku yayan helâlar,
bunun başlıca nedeni olan havalandırma sorunları, zeminler, çamaşırhane ve hayli yıpranmış olan ve yangın riski oluşturan mutfakların
da tamiratı yönünde karar alınmıştır.66
Sultan Abdülaziz devrinde 1869 yılında kışlanın ön cephesinin yeniden düzenlendiği bilinmektedir. Bu amaçla devrin tanınmış
mimarları avan projeler sunmuşlardır. Bu esnada İngiliz asıllı Mimar
William James Smith tarafından sunulan 25 Ağustos 1869 tarihli
proje teklifi, gerçekten de kışlanın klasik yapısına ve mimari üslubuna
uygundur. Ancak aşağıda görüntüsü verilen bu avan proje, muhtemelen sade bulunup beğenilmediğinden uygulanmamıştır;67 zira yerine
yapılan ve binanın mimari nitelikleri ve üslubu ile uyuşmayan Oryantalist üsluptaki mutantan ana giriş bu ihtimali güçlendirmektedir.
Sonuçta Taksim Topçu Kışlası’nın ana girişi, Oryantalist üslupta sekizgen köşelikler, yuvarlak pencereler, at nalı kemerler ve yapının
üzerini örten soğan biçimli süs kubbelerinin bulunduğu anıtsal bir
giriş eklenmek suretiyle yeniden düzenlenmiştir. Hint ve Kremlin mimarisini de andıran bu ön cephe düzenlemesi, üslup itibarıyla Aksaray
63 BOA, İ.DH, nr.556/38704; A.MKT.MHM, nr.369/13.
64 BOA, İ.DH, nr.562/39174.
65 BOA, A.MKT.MHM, nr.382/55; İ.DH, nr.562/39174. Hacı Dimitri Kalfa’nın
hesap işlerinin ve kendisine ödeme yapılması bahsinin Ekim 1869 itibarıyla
henüz halledilemediği görülmektedir, bkz. BOA, İ. DH, nr.600/41844.
66 BOA, İ.DH, nr.595/41461.
67 BOA, PLK.p, nr.89.
461
OSMANLI İSTANBULU III
Başbakanlık
Osmanlı
Arşivi,
PLK.p,
nr.89.
Valide Camii ile büyük benzerlikler gösterir. Bu benzerlikten hareketle
söz konusu anıtsal girişin, Valide Camii’nin mimarları Agop Balyan ve
özellikle Serkis Balyan’ın eseri olabileceği öne sürülmüştür.68
Mevcut literatürde belirtildiğinin aksine, kışla sadece son dönemde önemli hale gelmemiş ve sadece Sultan Abdülaziz tarafından
ziyaret edilmemiştir. Yukarıda işaret edildiği gibi kışlada inşaat sürecinin başlatılmasından itibaren III. Selim, II. Mahmud ve kışlanın
tam tekmil faaliyete açıldığı dönem olan IV. Mustafa döneminde,
gerek tebdil-i kıyafet gerekse merasim eşliğinde padişahlar tarafından denetlenmiş veya ziyaret edilmiştir. Bu bağlamda 14 Temmuz
1849’da Sultan Abdülmecid gösterişli bir törenle ve yanında Valide
Sultan da bulunduğu halde kalabalık maiyetiyle kışlayı ziyaret etmiş,
halka kendisi ve validesi tarafından para dağıtılmış ve arzuhallerini
takdim etmelerine müsaade edilmiştir.69 Sultan Abdülaziz döneminde kapsamlı bir biçimde yenilenen kışla, padişahın önem verdiği
ve ziyaret ettiği askeri merkezlerin başında gelmekteydi. Sultan’ın
Mısır seyahatinden dönüşünde büyük şenlikler yapılmış, padişah da
68 Cezar, “Beyoğlu Kışlası”, İstanbul, XXII (1997), 42; a. mlf, Osmanlı Başkenti
İstanbul, s.481.
69 BOA, İ.DH, nr.200/11395; A.MKT.DV, nr.17/21; İ. DH, nr.206/11906.
462
MİT VE GERÇEK ARASINDA: TAKSİM TOPÇU KIŞLASI
(BEYOĞLU KIŞLA-I HÜMÂYÛNU)
Taksim
Topçu
Kışlası’nın
Anıtsal Girişi
(IRCICA
Fotoğraf
Arşivi, nr.
90475-025).
bu şenliklerin birinci gününde Babıâli, ikinci gününde Bâbıseraskerî,
üçüncü gününde ise Taksim Topçu Kışlası’ndaki ziyafete katılarak
buraya verdiği önemi göstermiştir.70 Beyoğlu Kışla-i Hümayunu’nu
Sultan II. Abdülhamid de ziyaret etmiştir, padişahın 2 Nisan 1893’te
kışlayı ziyaret etme kararı alması üzerine, süratle bir takım tamirat
işlerine girişilmiş ve çevresi düzenlenmiştir.71
Sultan Abdülaziz döneminde 1861-62 ve 1869’daki kapsamlı
tamirat ve inşaat işlerinden sonra Taksim Topçu Kışlası II. Mahmud
ve Abdülmecid devirlerindeki görünümünü kaybetmiş, ancak klasik
plan şemasını korumuştur. Kışlanın Abdülaziz devrinde Şair Nevres
Bey tarafından kaleme alınan ancak günümüzde mevcut olmayan tamirat kitabesi72 şöyledir:
70 Cevdet Paşa, Tezâkir 13-20, yay. Cavid Baysun, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara 1991, s.265.
71 BOA, İ.TPH, nr. 1/1310.N-01.
72 Mehmed Râif, Mir’ât-ı İstanbul, İstanbul 1314, II, 442.
463
OSMANLI İSTANBULU III
Pâdişâh-ı bahr u berr kehf-i emân Abdülazîz
Sâye-i Yezdân şehinşâh-ı cihân Abdülazîz
Nice yerler yapmağa kılsun muvaffak Hakk ânı
Yaşasun durdukça dursun âsmân Abdülazîz
Himmetin âsâr-ı hayr ibkâsına hasr eylemiş
Ola dehr oldukça zılli müste‘ân Abdülazîz
Şevket ü iclâl ile tahta cülûsundan berû
Cism-i mülk ü millete bahş itdi Hân Abdülazîz
İşbu topçu kışla-yı dîlcûsunu inşâ içün
Eyledi deryâ-yı ihsânın revân Abdülazîz
Söyledi Nevres kulu târîh-i cevherdârını
Kışla yaptı cündüne eltâf-ı Hân Abdülazîz
Kışlanın tamirat işleri, rutin bir biçimde sonraki dönemlerde
de sürmüştür; 1880 Haziranında samanlıklar, arpa ambarları ve ahırlarının kapsamlı bir biçimde tamir edilmesi kararlaştırılmış ve 20
Temmuz 1880’de işe başlanması yönünde irade sadır olmuştur.73 1881
yazında ise yine ahırları, arpa ambarı bitişiğindeki saraç, harbend (seyis), saka ve nalbant odalarının çatılarıyla birlikte tamir edilmesi kararlaştırılmıştır.74 Kasım 1884’te ise bazı koğuşların bırakma ve gezinti kirişlerinde ve kolonlarında güçlendirme yapılması, çürüyen demir
kiriş takviyelerinin değiştirilmesi, üzerlerinin küfeki taşla kaplanması
ve çatı tamiratının gerçekleştirilmesi kararlaştırılmıştır.75 Ardından
Aralık 1884’te numune alaylarının ikamet ettikleri koğuşlardaki çürümüş çerçevelerin (ahşap doğramalar) yenilenmesine onay verilmiştir.76
Temmuz 1885’te ise daha önce Talimhane önünde bulunan ve 1883’te
yıkıldıktan sonra yenisi yapılmayan samanlığın yeniden inşa edilmesi
gerektiği bildirilmiş ve 31 Temmuz 1885’te, topçeker hayvanların bir
yıllık samanını alacak kapasitede yenisinin yapılması yönündeki karar
çıkmıştır.77
73 BOA, İ.DH, nr.810/65443.
74 BOA, İ.DH, nr.831/66927; nr.834/67105.
75 BOA, İ.DH, nr.933/73939.
76 BOA, İ.DH, nr.74/116.
77 BOA, İ.DH, nr.957/75669.
464
MİT VE GERÇEK ARASINDA: TAKSİM TOPÇU KIŞLASI
(BEYOĞLU KIŞLA-I HÜMÂYÛNU)
Daha önce itfaiye ve numune topçu alayları ile süvari taburlarının ikamet ettikleri bölümlerine taş döşenen kışlanın, Şubat 1887’de
henüz taş döşenmemiş piyade taburu koğuşları ve kışlanın gezinti
yerleri ile ortak kullanım alanlarına, sıhhat ve temizlik şartlarına riayet ve toz toprağı engellemek için Trieste Taşı döşenmesi kararlaştırılmıştır. Aynı yılın ilkbahar ve yazında, kışlanın ikinci katındaki
abdesthaneler ile tuvaletlerin elden geçirilmesi, bazılarının taşlarının
değiştirilmesi, adı geçen yerler ile subay odalarından çatıları akanların
kiremitlerinin aktarılması yönünde talimat verilmiştir. Keza 24 Aralık
1887’de alay depolarının daha güvenli olması için yedi penceresine
demir parmaklıklar yaptırılmasına onay verilmiştir78 Haziran 1888’de
ise kışlanın Talimhâne Caddesi’ne bakan cephesindeki dökülmüş sıvaların onarılması ve boya-badanaların tazelenmesi yönünde karar
alınmıştır.79 Aynı yılın Aralık ayı sonlarında, süvari hayvanlarının
ahırının bitişiğinde yer alan nalbanthane ile çatısı, şifahane (revir)
ve arpa ambarının tamirinin kaçınılmaz hale geldiği belirtilmiş ve 3
Ocak 1890’da işe başlanması yönünde irade sadır olmuştur.80
Ocak 1890’da ise kışlanın iç mekânlarında ve gezinti yerlerindeki demir kapıların değiştirilmesi ve boyanması işine başlanmıştır.81
Kapıların tamir ve yenilenmesi sürerken, koğuşlarda neferlerin elbise
ve eşyalarını koydukları dolapların kullanılamayacak hale geldiği tespit
edildiğinden, 6 Mayıs 1890’da bunların da yenilenmesi talimatı verilmiş,82 yine aynı yılın kışında saçaklar ve pencerelerin elden geçirilmesi
işine başlanmıştır.83 1891 yılı Aralık ayında ise istihkâm alayının subay ve neferlerinin ikamet ettiği kısımlar, gezinti yerleri ve kumandan
dairesinin onarımına,84 Ocak 1892’de ise mutfaklar, ocakların bacaları
ve diğer bazı kısımların tamiratına başlanması istenmiştir.85 Kasım
1892’de ise kulelerinin ve numune alaylarına mahsus bazı koğuşların
78 BOA, İ.DH, nr.1021/80505; nr.1027/80999; nr.1043/82021; nr.1063/83394.
79 BOA, İ.DH, nr.1088/85329.
80 BOA, İ.DH, nr.1166/91208.
81 BOA, İ.DH, nr.1167/91215.
82 BOA, İ.DH, nr.1179/92176.
83 BOA, İ.DH, nr.1204/94280.
84 BOA, İ.DH, nr.1209/94663.
85 BOA, İ.DH, nr.1259/98897.
465
OSMANLI İSTANBULU III
ve subaylara ait iki odanın tamiratı gündeme alınmıştır.86 Çok sert
geçen kış nedeniyle Mart-Haziran 1893 arasında çatlamış sıvalar, bazıları artık kapanmayan kışla kapıları ve marangozhanenin tamiratının
gerçekleştirilmesi ve yer yer kışlanın yıpranmış boyalarının tazelenmesi
yönünde irade sadır olmuştur.87 Nisan 1894’te ise kışlanın başta gezinti
yerleri ve ortak kullanım alanları olmak üzere, bazı bölümlerine taş
döşenmesi talimatı verilmiştir.88 1894-95 yıllarında bazı koğuşlarda,
keza topçeker ve süvari hayvanlarının ahırlarında kapsamlı tamiratlar
gerçekleştirilmiştir.891898’de ise Kasr-ı hümayun, bazı koğuşlar, çatılar,
kumandan daireleri, itfaiye ve nakliye taburlarının mutfağı, 9. alaya ait
abdesthaneler ve lağım giderleri, kapı ve pencere doğramaları, parke ve
granit taş döşenmek suretiyle kışlanın içindeki ve dışındaki kaldırımlarının tamiri ve kısmen yenilenmesi işlemlerine başlanmıştır.90
Ocak 1900’da ise topçeker hayvanlarının su yalaklarının yenilenmesi yönünde karar çıkmış,91 Ekim-Aralık 1903’te kışlanın çatılarının kısmen Marsilya kiremitleri kullanılarak aktarılması, yağmur
suyu derelerinin çinkodan yenilenmesi, ahırların çatıları, mutfak
ocakları, mutfak menfezleri ve atık su ve kışla lağım suyu (çirkâb, çirkef) giderlerinin temizlenerek onarılması işlerine başlanması yönünde
karar alınmıştır.92 1904-1905’te ise kışlanın bazı koridorları, top ambarları, yer yer akan çatılar, sızıntı ve koku yapan tuvaletler, abdesthaneler, bazı kapılar ve ahırlar tamir edilmiştir.93 1907 Haziranında bu
defa kışlanın kapı girişleri ile sair bölümlerinde bulunan kaldırımların
tamiri yönünde karar alınmış ve sunulan keşif defteri doğrultusunda
işe başlanmıştır.94
86 BOA, BEO, nr.100/7475; nr.122/9141.
87 BOA, İ.TPH, nr.1/1310.N-01; BEO, nr. 180/13500; nr.220/16495.
88 BOA, BEO, nr.380/28447.
89 BOA, BEO, nr.481/36062; nr.684/51246.
90 BOA, BEO, nr.1131/84784; nr.1216/91194; nr.1183/88703; nr.1130/92183;
nr.1235/92598; nr.1186/88902.
91 BOA, BEO, nr.1428/107034.
92 BOA, İ.TPH, nr. 12/1321.N-02.
93 BOA, İ.TPH, nr.13/1322.B-03; BEO, nr.2401/180034; nr.2469/185146;
nr.2514/188533; nr. 2590/194186; nr.2707/202960.
94 BOA, BEO, nr.3086/231418.
466
MİT VE GERÇEK ARASINDA: TAKSİM TOPÇU KIŞLASI
(BEYOĞLU KIŞLA-I HÜMÂYÛNU)
B. Kasr-ı Hümayun
Taksim Topçu Kışlası’nın batı yönündeki ana girişinin üst kısmında, sütunlar üzerinde çıkmalı olarak inşa edilmiş olan ve padişahın ikametine mahsus bulunan Kasr-ı hümayun (daire-i hümayun)’un
üzerindeki kurşun kaplamaların yenilenmesi ve kiremitlerin aktarılması izni Şubat-Mart 1820’de çıkmış, ardından başlatılan tamirat
sürecinde Kasr-ı hümayun üzerinde bulunan ve rüzgar nedeniyle
kopmuş olan bakır alem de değiştirilmiştir.95 Eylül-Ekim 1849’da ise
Kasr-ı hümayunun mefruşatı ve eskimiş bir takım eşyaları değiştirilmiştir.96 Mayıs 1856’da kasrın üzerindeki kurşun kaplamaların yenilenmesi ve kiremitlerin aktarılması işine başlanması talimatı verilmiş,
aynı yılın yaz aylarında devam eden tamirat sürecinde, sızan yağmur
suları nedeniyle mefruşat ve döşemeleri perişan olan kasr-ı hümayundaki eşyalar da mecburen yenilenmiştir.97 Haziran 1887’de bu
defa kasrın kapısındaki tuğra ve arma ile yer yer dökülmüş sıvaların
yenilenmesi talimatı verilmiş,98 Mayıs-Haziran 1889’da ise kışlanın
caddeye bakan cephelerindeki sıvalar, set duvarındaki bazı dökülmeler onarılmış ve kasr-ı hümayununun sıva ve boyaları tazelenmiştir.99
C. Kışla Camii (Mihrişah Valide Sultan Camii)
XIX. yüzyılın ilk yarısına ait gravür ve resimlerde açıkça görülen kubbe ve minare, kışlada bir cami olduğunun delilidir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde yer alan, 1808-1922 tarihleri arasını
kapsayan ve kışladaki camiyle ilgili olan belgelerden çıkan sonuç
şudur: Yapımına III. Selim devrinde başlanan kışlada tali bir unsur
olarak değerlendirilen cami yapısı, çıkan isyan nedeniyle ancak Haziran 1808’de IV. Mustafa devrinde tamamlanabilmiştir. Kışla camii;
kubbeli, tek minareli, fevkâni, minberli ve hünkâr mahfili olan küçük bir cami idi. Camii; tefriş, tamir, aydınlatma vb. olağan giderleri
95 BOA, C.AS, nr. 10104.
96 BOA, İ.MVL, nr. 152/4319 lef 1; İ.DH, nr. 203/11622.
97 BOA, İ.MVL, nr. 356/15594; BOA, İ.DH, nr. 354/23355; A. MKT.MHM,
nr.97/42.
98 BOA, İ.DH, nr. 1038/81704.
99 BOA, İ.DH, nr. 1141/89004.
467
OSMANLI İSTANBULU III
ile din görevlilerinin maaş giderlerinin karşılanması için 2 Haziran
1808’de III. Selim’in validesi Mihrişah Valide Sultan Vakfı’na bağlanmıştır. 100
Çoğunluğu görevlilerin atama, maaş, mefruşat giderleri ile ilgili
bu belgeler101 yanında, caminin değişik tarihlerde geçirdiği tamiratların ayrıntılarını içeren belgeler de mevcuttur. Buna göre Sultan Abdülmecid devrinde Şubat 1847 sonlarında, şiddetli fırtına nedeniyle
tuğladan yapılmış minaresi yıkılmış ve ana yapı da zarar görmüştür.
Daha önce de birkaç kez yıkılmış olan minarenin tekrar yıkılmasını
engellemek amacıyla, kesme taştan ve temelli olarak inşasında karar
kılınmış, kubbenin kurşunları ve sair aksamının da ayrıntılı olarak
elden geçirilerek yenilenmesi yönünde karar alınmıştır.102
Kışla camii Sultan Abdülaziz devrinde 1863-66 arasında, yine
oldukça kapsamlı bir tamirattan geçirilmiştir.103 II. Abdülhamid devrinde Şubat 1880’de kışla camiinin hayli harap halde olduğu, tamir
edilmediği takdirde yıkılarak can ve mal kaybına yol açacağı ilgili
makamlara bildirilmiştir.104 1893-95 yılları arasında hayli harap halde bulunan ve yüzeysel tamiratlarla ömrü uzatılamayacak durumdaki
caminin “adeta yeniden inşa” edilmek suretiyle ihya edildiği ve bu
sürecin 1895 yılı Ağustos ayının son on gününde tamamlanarak tefriş
işlerine geçildiği görülmektedir.105
Önemli mimarlık tarihçilerimizden Mustafa Cezar, 1910’larda
kışla avlusunun stadyum olarak kullanılmaya başlanmasıyla bu mescidin yıkıldığını öne sürer. Bu bağlamda 1918 tarihli Necip Bey Haritası ile 1925/6 tarihli Pervititch’in kadastral haritasında camiin bulunmadığını delil olarak sunar. Ancak Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde
bulunan 5 Mart 1922 tarihli bir belgede:106 Sanayi, Ziraat ve Ticaret
100 BOA, HAT, nr.1506/11.
101 BOA, HAT, nr.1532/03; İ.MVL, nr. 99/2140; A.AMD, nr.57/9; A.MKT.NZD,
nr.305/94; nr.341/55; HR.MKT, nr.366/31; A.MKT.NZD, nr.342/9.
102 BOA, İ.DH, nr.139/7164.
103 BOA, EV.d., nr. 19841.
104 BOA, Y.PRK.KOM, nr. 2/27.
105 BOA, İ.EV, nr.4/1311.M-13; BEO, nr.256/19144; Y.Mtv, nr.127/88; İ.EV,
nr.1313.R-10.
106 BOA, MV, 223/70, H. 6 Receb 1340/R. 5 Mart 1338 (M. 5 Mart 1922).
468
MİT VE GERÇEK ARASINDA: TAKSİM TOPÇU KIŞLASI
(BEYOĞLU KIŞLA-I HÜMÂYÛNU)
Şirket-i Milliyye-i Osmaniyyesi’ne hazine tarafından satışı gerçekleştirilen, ancak bir takım ihtilaflar nedeniyle teslim edilemeyen kışla
yapısı, Talimhâne meydanındaki su haznesi ve kışladaki camii konusundaki anlaşmazlığın sulh yoluyla çözümünden bahsedildiği, kışla
içindeki caminin orada kalmasının uygun olmayacağı ve masraflarının hazine tarafından karşılanarak bir başka yere nakledilmesi yönünde Meclis-i Vükelâ’da karar alındığı görülmektedir. Bu durumda
Mart 1922 tarihi itibarıyla kışlada bir camii bulunduğu ve naklinden
söz edildiğine göre, söz konusu yapının harap bir vaziyette olmadığı
da açıktır. Haritalarda mevkii gösterilmeyen caminin kışla içindeki
konumu ve mimari özellikleri hakkında kesin olarak bilgi edinmek
mümkün olmamışsa da gravürler ve belgelerdeki bazı ipuçlarından
hareketle, kışlanın iç avlusunda yapının güneydoğu köşesinde bulunduğunu söylenebilir.
D. Sarnıç, Su Hazneleri ve Suyolları
Kışlada, mermer kaplamalı üç büyük su haznesi mevcuttu. Bunlardan biri terazi üzerinde, diğer ikisi ise kışla meydanında idi. Keza
kışlanın iç avlusunda askerlerin su ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılmış sekiz çeşme mevcuttu. Kışlanın suyollarında 1815, 1839, 1864,
1897 yıllarında kapsamlı tamiratlar gerçekleştirilmiştir. Öte yandan
Beyoğlu civarındaki su sıkıntısı ve özellikle kaçaklar ve tazyikin düşük
olması nedeniyle kışlada neferlerin sorun yaşamaması için 1863-1864
yıllarında büyük bir sarnıç inşa edilmiştir. II. Abdülhamid devrinde basınçlı Terkos Suyu’nun semte ve dolayısıyla kışlaya ulaşmasıyla
birlikte, su miktarı ve tazyik konusunda yaşanan sorunlar da büyük
ölçüde aşılmıştır.107
E. Ahırlar
Kışladaki süvari birliklerine mahsus atlar ile topçeker büyükbaş hayvanların barındığı ahırlar 1819 tarihli Kauffer Haritası’nda,
107 BOA, C.AS, nr.26367; C.BLD, nr.3540; HAT, nr.589/28951; A.MKT.
MHM, nr.288/29; A.MKT. MHM, nr.288/97; nr.302/32; nr.306/25; BEO,
nr.1008/75576.
469
OSMANLI İSTANBULU III
1268/1851-52 tarihli Moltke Haritası’nda ve 1925 tarihli Jacques
Pervititch Haritası’nda, net bir biçimde kışlanın güney yönünde
ana kışla yapısından ayrı birimler olarak gösterilmiştir. Kışla yıkılırken çekilen fotoğraflardan ahırların tek katlı ve kâgir olarak
inşa edilmiş, dikdörtgen şeklinde üzeri kiremit kaplı kırma çatıyla
örtülmüş yapılar olduğu anlaşılmaktadır. Yukarıda kışlanın ana yapısı başlığı altındaki tamiratlara ilişkin belgelerden hareketle ahırlarda yapılan inşaat ve onarımlara değinildiğinden burada tekrar
edilmedi.
II. 1894 Depremi ve Kışla Yapıları
10 Temmuz 1894’te vuku bulan ve İstanbul’da da şiddetli bir
biçimde hissedilen deprem,108 kent genelinde önemli bir hasara yol
açmasa da yarattığı panik hayli büyük olmuştu. Depremden hemen sonra aynı gün içinde Erkân-ı Harbiyye Feriki Mehmed Şakir
Bey’in ferdi olarak gerçekleştirdiği teftişten sonra, yine kendisinin
başkanlığında yabancı uzmanlar; Mimar Mösyö Kare, Alexandre
Valluary ve Raimond d’Aronco’dan oluşan heyet tarafından kışlada
23 Temmuzda yapılan teftiş sonucunda, giriş kapılarının üzerinde
yer alan ve düşerek nöbetçi askerin vefatına yol açan mermer süslemelerin onarılması gerektiği, bir takım bölümlerde duvarlar ile koğuş
tavanlarında çatlaklar ve yarıklar meydana geldiği, yerinden oynayan
kiremitlerin aktarılması ve bozulan suyollarının tamiratının gerektiği tespit edilmiştir. Teftiş heyeti raporunda; kışla yapılarında tespit
edilen çatlak ve yarıkların yıkım riski ve hayati tehlike yaratacak boyutta olmadığı, bunların tamiratı gerçekleştirildiği takdirde kışlanın
eskisi gibi kullanılmasında bir mahsur bulunmadığı yönünde görüş
bildirmiştir.109
108 Sema Küçükalioğlu, “1894 Depreminin İstanbul Üzerindeki Etkileri
ve Deprem Sonrası İmar Faaliyetleri”, Marmara Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü, yayımlanmamış doktora tezi, İstanbul 2011; Fatma
Ürekli, İstanbul’da 1894 Depremi, İletişim Yayınları, İstanbul 1999.
109 BOA, Y.PRK.MYD, nr.16/8; Y.PRK.ASK, nr.99/35; Y.PRK.MYD, nr.16/14.
470
MİT VE GERÇEK ARASINDA: TAKSİM TOPÇU KIŞLASI
(BEYOĞLU KIŞLA-I HÜMÂYÛNU)
III. Kışla ve Talimhanenin Farklı Amaçlarla
Kullanılmasına Dair Projeler
XX. yüzyıl başlarında, nüfus yoğunluğuna paralel bir biçimde
iskân hareketlerinin de artmasıyla, Taksim Topçu Kışlası adeta şehrin ortasında kalmıştı. Askeri açıdan bu durumun yarattığı sakıncalar bir yana, kışla mevkii ve ölçütleri itibarıyla kendilerine merkez
arayışında olan birçok yabancı şirketin ve müteşebbisin ilgi alanına
girmişti. Bu sebeple Paris ve Belçika merkezli şirketler kışla yapılarına ve Talimhâne Meydanı’na kiralama veya satın alma teklifleriyle
1903 yılından itibaren talip olmuşlardır. Öte yandan bu tür tekliflere,
hazineye sağlayacağı ek gelir nedeniyle hükümet tarafından da sıcak
bakıldığı görülmektedir.110 Mart 1909’da ise kışla ve Talimhane’ye B.
Hoffmann adlı bir müteşebbisin teklif verdiği,111 keza Mayıs ayında
Talimhane’de Osmanlı-İtalyan sanayi ve zirai ürünlerinin teşhirini
öngören ortak bir sergi açılması yönünde bir başka teklif dosyasının
sunulduğu görülmektedir.112
Teklifler bunlarla sınırlı kalmamıştır; Belçikalı bir şirket, Ekim
1909’da sanayi ve ticaret ürünlerinden oluşacak bir uluslararası serginin açılması için kışla yapılarını kiralamak istemiştir.113 Yine Ekim
ayı içerisinde Montagu Semiris adlı bir İngiliz müteşebbis Osmanlı-İngiliz ortak sergisi için kışlanın, Talimhanenin ve Taksim Bahçesi’nin kendilerine iki yıl süreyle kiralanması talebinde bulunmuştur.114 Ocak 1911’de bu defa Paris merkezli bir başka şirket 500.000
Osmanlı lirası karşılığında kışlanın ve karşısındaki Talimhâne Meydanı’nın kendilerine satılması yönünde teklif sunmuş, müzakerelere
başlanmışsa da bazı nedenlerden ötürü süreç akamete uğramıştır.115
Mayıs 1911’de ise bu defa kışla ve talimgâhına, İstanbul’da
kurulmuş olan Sanayi ve Ziraat Şirket-i Milliyye-i Osmaniyye talip
110
111
112
113
114
BOA, BEO, nr.4166/312385.
BOA, BEO, nr.35487266084.
BOA, BEO, nr.3509/263142.
BOA, BEO, nr.3676/275689.
BOA, BEO, nr.3660/274444; nr.3665/274845; nr.3672/275538; DH.MUİ,
nr.29-2/19.
115 BOA, BEO, nr.3848/288556; nr. 3849/288661.
471
OSMANLI İSTANBULU III
olmuş, taraflar arasındaki müzakereler 1914 yılı sonlarına dek sürmüştür.116 1915 yılında kışla ve Talimhâne Meydanı’na İstanbul Emlak Şirket-i Osmaniyyesi talip olmuştur. Ardından maliye ile şirket
temsilcileri arasında yapılan satış mukavelesindeki bazı maddelere
ve arazinin ifrazına dair hususlara şehremaneti itiraz edince, satış ve
kışlanın devir süreci sekteye uğramıştır; bu arada süren Birinci Dünya
Harbi ve onun yarattığı olağanüstü şartlar kışlanın adı geçen şirkete
devrini de geciktirmiştir. Şirket bu süreçte kışla arazisine küçük ölçekli bir takım binalar inşa etmiştir. 1922’ye dek, yukarıda değinilen
sorunlardan ötürü şirket tarafından talimhane arazisinde ve kışlanın
güneyindeki ahırların bulunduğu mevkide büyük ölçekli binalar inşa
edilememiştir. 117
Bu arada Eylül 1919’da İstanbul Polis Müdüriyeti, daha önce
yürürlüğe girmiş bir kanun maddesine istinaden, kışla arazisinden
Taksim Polis Merkezi için uygun bir parselin tahsis edilmesi gerektiği iddiasıyla, İstanbul Emlak Şirket-i Osmaniyyesi ve devlet kurumları arasındaki çekişmeye müdahil olmuştur.118 Öte yandan kışla
ve Talimhâne arazisini satın almış olan şirketin bu alandaki inşaat
girişimleri sadece büyükşehir belediyesi (şehremaneti)nin değil, ilçe
belediyesi (Altıncı Daire-i Belediye/Beyoğlu Belediyesi) ile şirketi
karşı karşıya getirmiş ve aradaki anlaşmazlıklar bir türlü halledilememiştir. Bu durum, Cumhuriyet’in ilanından sonra kışla yapılarının
ve meydanın (Talimhane’nin) Türkiye Cumhuriyeti’nin malı olarak
tasdikiyle son bulacaktır.
XX. yüzyılın başlarında Taksim Topçu Kışlası’nın ve Talimhâne
Meydanı’nın, askeri amaçlı balon denemeleri ve tayyare gösterilerine
sahne olduğu görülmektedir. Örneğin Haziran Mart 1909’da Fransız
uyruklu Baron Hanri Dolorme adlı bir müteşebbis, Osmanlı ordusuna askeri alanda kullanılacak balonları satmak amacıyla deneme
uçuşları için Talimhane’nin ücretsiz olarak tahsis edilmesini talep etmiştir. Dolorme ve arkadaşı Ernest Barbut daha sonra da ticari maksatlı ancak gelirinden Hareket Ordusu’nun şehit olmuş neferlerinin
116 BOA, BEO, nr.3893/291957; İ.MMS, nr.1331.RA-47; nr.162/1331.R-22;
HR.HMŞ.İŞO, nr.121/22; İ.MMS, nr.177/RA-19.
117 BOA, BEO, nr.4380/328455; DH.UMVM, nr.100/43.
118 BOA, DH. UMVM, nr.100/57.
472
MİT VE GERÇEK ARASINDA: TAKSİM TOPÇU KIŞLASI
(BEYOĞLU KIŞLA-I HÜMÂYÛNU)
ailelerine bağışta bulunma vaadiyle balon uçuş gösterileri için izin
talep etmişlerdir. 119
Kışla tarihinin heyecanlı sayfalarından biri de Talimhane’de yapılan uçuş gösterileridir. Devrin ünlü pilotlarından Belçikalı Pierre de
Catters ve Fransız Louis Blériot, uçaklarıyla Kasım-Aralık 1909’da
İstanbul’a gelmişlerdi. Catters’in denemeleri ve kısa uçuş gösterisi
hasarlı bir kaza ile sonuçlandı. Bu tatsız gelişmeye karşın gazetelere verilen çarpıcı ilanlar, keza Blériot’nun bizzat verdiği konferans,
kendisine şöhret kazandıran Manş Denizi’ni geçişini gösteren filmin
izletilmesi ve uçağının Taksim Meydanı’nda sergilenmesi, gösteriye
ilgiyi arttırmaya yönelik hamlelerdi. Gerekli hazırlıkların tamamlanmasının ardından Blériot, 12 Aralık 1909 Pazar günü Taksim Talimhane’de toplanan yaklaşık on bin seyirciye bir gösteri uçuşu yaptıysa
da şiddetli rüzgârın etkisiyle Pangaltı’da bir evin çatısına çarparak
bahçesine düştü. Böylece fiyaskoyla sonuçlanmış olsa da İstanbul
halkı Talimhane’de ilk kez bir uçuş gösterisine tanıklık etmiş oldu.120
Taksim Topçu Kışlası aynı zamanda yakın dönem siyasi tarihimiz açısından da önemli bir mekândır. Şöyle ki; II. Meşrutiyet’in
ilanını (24 Temmuz 1908) müteakip Avcı Taburları olarak anılan ve
Selanik’ten İstanbul’a gönderilen birlikler, Meşrutiyet idaresinin muhafazası misyonuyla Taşkışla’ya (Mecidiye Kışlası) yerleştirilmişlerdi.
Ancak İstanbul’da neferler arasında etkili olan güçlü siyasi muhalefet
ve muhafazakâr propagandanın etkisiyle IV. Avcı Taburu’na mensup
askerler subaylarını esir alarak 12 Nisan 1909 gecesi isyan etmişlerdir. Kısa süre sonra bu gruba Taksim Topçu Kışlası’ndaki birlikler de
destek verince ve iş çığırından çıkınca, Selanik’ten Hareket Ordusu
adıyla İstanbul’a yeni birlikler sevk edilmiştir. Hareket Ordusu isyanı
bitirmek amacıyla Taksim Meydanı’na ağır silahlar, topçu ve piyade
birlikleri konuşlandırmıştır. Bu esnada yaşanan çatışmalar esnasında
atılan top ve kurşun mermileri nedeniyle Taşkışla ağır hasar almış,
keza Taksim Topçu Kışlası’nın bazı bölümleri ve özellikle ön cephesi
de kısmen hasar görmüştür.
119 BOA, BEO, nr.3556/266696; nr. 3558/266820.
120 Ekmeleddin İhsanoğlu, “Osmanlı Havacılığına Genel Bir Bakış”, Çağını
Yakalayan Osmanlı! Osmanlı Devleti’nde Modern Haberleşme ve Ulaştırma
Teknikleri, ed. E. İhsanoğlu-M. Kaçar, IRCICA yay, İstanbul 1995, s.497-596.
473
OSMANLI İSTANBULU III
Harry
Griswold
Dwight,
Constantinople
Old and New,
London
1915,
s. 441.
Hadiseye tanıklık eden İngiliz müellif Harry Griswold Dwight’ın tespitleri ve çektiği fotoğraflar bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.121 Ancak yaygın iddianın/kanaatin aksine Taksim Topçu
Kışlası isyanın asıl üssü değildi, isyancı askerlerin merkezi Taşkışla
olduğu gibi, isyanın asıl meydanı da Taksim Meydanı/Talimhane
değil Sultanahmet Meydanı’ydı.122
Taksim Topçu Kışlası’nın akıbetine ilişkin ilginç bir proje olarak 20 Mayıs 1911’de “Şehir Müzesi”ne, talimhânesinin ise İstanbul
halkı için bir gezi alanına (nüzhetgâh) dönüştürülmesi gündeme gelmiş,123 muhtemelen Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Harbi’nin
121 Harry Griswold Dwight, Constantinople Old and New, London 1915, s. 439442.
122 Marcelle Tinayre, Bir Kadın Gezgin Tinayre’nin Günlüğü-Osmanlı İzlenimleri
ve 31 Mart Olayı, çev. Engin Sunar, İstanbul 1998, s.1-54; Mustafa Turan,
Taşkışla’da 31 Mart Faciası, İstanbul 1964, s.60-88; İsmail Hami Danişmend,
31 Mart Vak’ası, İstanbul 1961, s.18-33, 103-104, 106-107; Cezar, Osmanlı
Başkenti İstanbul, 482.
123 BOA, DH. İD, nr.38-1/31.
474
MİT VE GERÇEK ARASINDA: TAKSİM TOPÇU KIŞLASI
(BEYOĞLU KIŞLA-I HÜMÂYÛNU)
yarattığı olağanüstü şartlar nedeniyle bu proje atıl kalmıştır. Boş ve
âtıl kalan kışlanın orta avlusu XX. yüzyılın başlarında stadyum olarak
kullanılmaya başlanmış,124 o vakit haftanın tatil günleri olan Cuma ve
Pazar günleri heyecanlı futbol müsabakaları ile diğer sportif aktivitelere ev sahipliği yapmıştır. Daha sonra kışlanın iç mekânlarına sinema ve tiyatro sahneleri de kurulunca, burası askeri fonksiyonlarından
tamamen sıyrılarak İstanbul halkının önemli eğlence merkezlerinden
birine dönüşmüştür.
Kışlanın önündeki Talimhâne Meydanı da 1921’den itibaren
futbol, boks, hokey ve güreş benzeri spor müsabakalarının en önemli
mekânı olacaktır. Kışlanın avlusu Spor Alemi Mecmuası’nı da çıkaran
Çelebizade Said Bey’e kiralanmış, ancak bu işi yürütemeyen Said Bey
burayı Maltalı bir işadamına devretmiş, kışla avlusu futbol, at yarışları ve atletizm müsabakalarına sahne olmuştur. 29 Haziran 1923’te
düzenlenen General Harrington Kupası kapsamında Fenerbahçe ile
İngiliz işgal birlikleri karması burada karşılaşmış; keza Türk Milli
Futbol Takımı ilk maçını 26 Ekim 1923’te Romanya’ya karşı yine bu
stadyumda oynamış, maç 2-2 beraberlikle sonuçlanmıştır. Bundan
başka İstanbul’a gelen sirkler ve benzeri sahne sanatları icra eden
kumpanyalar çadırlarını bu alana kurmuşlar ve gösterilerini sunmuşlardır. Cumhuriyetin ilk yıllarında 19 Mayıs kutlamaları da bir süre
kışla avlusunda gerçekleştirilmiştir.125
Cumhuriyet döneminde, birbirine yakın üç yapıdan Taksim
Topçu Kışlası (Beyoğlu Kışla-i Hümayunu), Taşkışla (Mecidiye
Kışlası) ve Gümüşsuyu Kışlası’nın askeri amaçlı kullanımı tercih
edilmemiştir. Taşkışla ile Gümüşsuyu kışlaları İstanbul Teknik Üniversitesi’ne tahsis edilirken, Taksim Topçu Kışlası kendi haline terk
edilmiştir. Kışla avlusunun stadyum, keza ana yapının bir takım bölümlerinin ticari amaçlı kullanımı, doğal olarak yıpranma sürecini
hızlandırmıştır. 1928’de Taksim Cumhuriyet Anıtı yapılırken meydan
düzenlemesi esnasında kışlanın güneyindeki ahır ve depo binaları
124 Cezar, Osmanlı Başkenti İstanbul, 483.
125 Tuğlacı, a.g.e, s.73-76; Cezar, “Beyoğlu Kışlası”, s.43; Bilsel, a.g.e, s.13; Mehmet
Yüce, Osmanlı Melekleri-Futbol Tarihimizin Kadim Devreleri-, İstanbul 2014,
s.378 vd. Eserden, Taksim Stadyumu’nda yapılan karşılaşmaların listesini
çıkarmak da mümkündür.
475
OSMANLI İSTANBULU III
yıkılmış, bu suretle Taksim Meydanı yavaş yavaş şekillenmeye başlamıştır. Bu düzenlemeler esnasında Dolmabahçe Sarayı’na ait has
ahırların bulunduğu alana yeni bir stadyum (İnönü Stadı) inşa edilince, Taksim Kışlası’nın avlusu da zamanla sportif müsabakalara ev
sahipliği yapmaktan kurtulmuştur.126
Yukarıda giriş kısmında temas edildiği üzere, 1936’da dönemin
ünlü şehir planlamacılarından Fransız Henri Prost’un koordinatörlüğünde başlatılan İstanbul’un imar planını oluşturma çalışmaları kapsamındaki faaliyetler esnasında, kışlanın bulunduğu sahanın yeşil alan
olarak teklifi ve belediye tarafından bu plan raporunun onaylanması
üzerine, 1940 yılında Lütfi Kırdar’ın belediye başkanlığı esnasında
kışla yapıları tedricen yıkılarak ortadan kaldırılmıştır.
126 Cezar, Osmanlı Başkenti İstanbul, 484; Cezar, “Beyoğlu Kışlası”, s.43.
476
Paris Barış Konferansı’nda İstanbul
Sabit Duman
İnönü Üniversitesi
Birinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra sıra kalıcı barış anlaşması yapılmasına gelmişti. İngiliz Başbakanı Lloyd George barış
görüşmelerinin iki haftada tamamlanacağını söylemesine rağmen anlaşmanın tamamlanıp imza edilmesi yaklaşık iki yıl sürdü.1 Osmanlı
İmparatorluğu hakkında kararların çoğu 1920 Şubatında Londra’da
yapılan konferansta ele alınıp daha sonra İtalya’nın San Remo kentinde son şekli verildi. Antlaşma metni 10 Ağustos 1920’de Paris’in
banliyösü Sevr’de Osmanlı Devleti temsilcilerine verilmesi ile ülkenin kaderi çizilmek istendi.
Konferans başlamadan önce İtilaf Devletleri arasında görüş ayrılığı iyice ortaya çıkmıştı. 1918 Aralık ayına gelindiğinde İtilaf devletleri aralarında tam bir anlaşma sağlayamadılar. 1915 yapılan gizli
anlaşmaya göre Anadolu’da Fransız ve İtalyan iddiaları çakışıyordu.
İtalyanlar, Mersin ve Adana bölgesinde ısrar ederken Fransızlar buna
karşı çıktı. İngiltere de İzmir’in İtalyan etkisinde olduğunu düşünmüyordu. Fransa’ya bırakılan yerler Afyon, Konya ve oradan doğuya
doğru uzanarak Ulukışla’ya oradan da Akdeniz’deki Anamur’a kadar
genişlemekte idi. 1917’de St Jean Maurienne anlaşmasında yeni bir
1 David Fromkin, Barışa Son Veren Barış, İstanbul, s. 1994, s.401
477
OSMANLI İSTANBULU III
plan Lloyd George tarafından yapılarak İtalyanlar’a İzmir’den Edremit’e kadar uzanan bir bölgenin verilmesi öngörüldü.2 Ayrıca Bağdat
demiryolunun geçtiği hat onların etki sahasında kalırken Kütahya,
Konya, Mersin de İtalyan etkisinde kalıyordu. Bu İtalyan talepleri
ile tam uyum içinde idi. İngiltere, Fransa ve ABD’nin ilgisi daha çok
Ermeniler, Yunanlılar üzerinde odaklaştı. Emperyalist güçler Mezopotamya ve Suriye ile daha fazla ilgilenerek kendi paylarını artırmaya
çalıştılar.
İngiliz politikasında uzun süredir devam eden anti Türklük
duyguları hakim idi. Türkler’e karşı olumsuz yargılar 1870’lerden sonra batıda yazılan kitaplarda görülmeye başlandı. Türkler’in Hristiyanları öldürdüğü gibi asılsız haberler Batı basınında sıkça çıktı. Osmanlı
Devleti, Almanya yanında savaşa girdiğinde Avrupa’da Türkler aleyhine bir önyargı çoktan oluşmuştu. Arnold Toynbee’nin 1916 yılında
savaş sırasında yazdığı “The Murderous Tyranny of Turks” başlıklı
propaganda kitabı Türk karşıtlığını daha da körükledi.3 Lloyd George,
5 Ocak 1918’de verdiği demeçte, “Türkler’in olduğu Trakya’da dahil
olmak üzere Arabistan, Ermenistan, Mezopotamya, Suriye ve Filistin ayrı milli birer bağımsız varlık haline getirilecektir. Burada eskiyi
tekrar restore etmek imkansız” demişti.4 Bazı İngiliz yetkililer 1919
yılında Türkleri Avrupa’dan atmak için çok büyük istek duyup İstanbul’un Türkler’in elinde alınıp, İtalya’daki Vatikan gibi bir konuma
getirme planları yapılmaktaydı. Türkler yalnızca Türkler’in çoğunlukta olduğu yerleri idare edebilecekleri yönünde ortak bir düşünceleri
vardı. Anadolu’da nasıl bir düzenleme yapacakları konusunda düşünceleri ise net değildi.
Lloyd George, İstanbul’un kesinlikle Türkler’den alınmasından yanaydı. Diğerlerine göre Sultan, İstanbul’da kalırsa Osmanlı
2 St. Jean Maurienne anlaşması Rusya’nın onayından geçmesi gerekmekteydi.
Rusya’da Çarlık rejimin devrilmesi üzerine bu anlaşma resmen onaylanmadığı
için hükümsüz kaldı. Arnold Toynbee, Türkiye, Bir Milletin Yeniden Doğuşu,
İstanbul, 1971, s. 89.
3 Ed. Michal Dockrill-Jhon Fisher, The Paris Peace Conference 1919: Peace
Without Victory, New York, 2001, s. 145.
4 Aneurin Williams, “Armenia, British Pledges and The Near East”, Contemporary Review, No.121, January/June 1922, s. 420.
478
PARİS BARIŞ KONFERANSI’NDA İSTANBUL
hükümeti de orada olup Türkiye’yi buradan yönetebilirdi. Sultanın
korunması için düşünülen yabancılardan oluşan bir muhafız birliği
ise Müslümanlar arasında hoş karşılanmayabilirdi.5 Sultanı Hristiyan
askerlerin koruması İslam dünyası halifenin esir konumunda olduğu
algısına varması kaçınılmaz olacaktı. Bu durum sömürgelerde batı
karşıtlığını daha da artırmasından başka bir işe yaramayacağı aşikar
idi. Diğer taraftan Fransa, Sultan üzerinde etkili olmaya çalıştığında
bu yeni uluslararası anlaşmazlıklara yol açabilirdi. Rusya’nın savaştan
çekilmesi İngilizler’in İstanbul konusunda ne yapacaklarını bilemez
hale getirdi.
Türkler, ABD başkanı Wilson’un kendi kaderini tayin ilkesine uygun bir barış üzerinde görüşmeye hazırdı. İngiltere’de Osmanlı
Devleti’ndeki Ermeniler, Araplar gibi Türkler’in de kendi kaderlerini
tayin etme hakkını tanıyordu. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon,
bağımsız bir Arabistan ve Ermenistan’ın kurulmasından yana olurken
Anadolu’da da bir Türk devletinin kurulmasına karşı değildi. Ancak
Lloyd George’un daha farklı planları vardı. İngiltere, Birinci Dünya Savaşı’nda müttefikleri ile birçok gizli anlaşma yapmıştı. Savaştan mağlup çıkan Osmanlı Devleti’nin topraklarını İtilaf Devletleri
gizli anlaşmalarla kendi aralarında paylaşmışlardı. İlkinde İstanbul,
Doğu Trakya ve Boğazlar Rusya’ya bırakılmıştı. Çarlık Rusya’sında
Bolşevikler’in iktidara gelmesi ile bu anlaşma işlerliğini kaybetti. Sykes-Picot anlaşması ile Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’daki toprakları
İngiltere ile Fransa arasında paylaşıldı. 1917’deki St. Jean De Maurienne anlaşması İtalyanlar’la Fransızlar’a Anadolu’da büyük topraklar sağlıyor, Türler ise Anadolu’da küçük toprak parçasında yaşamaya
mahkum ediliyordu.
Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri de olumsuz etkilediği için barış koşullarının çok fazla ağır olacağını beklemiyordu. 18 Ocak 1919’da Paris’te toplanan Barış Konferansı’nda galiplerin planları ise Türkler’in beklentilerinden çok farklı idi. Konferans
başlamadan önce ele alacağı konular arasında Türkiye’nin Avrupa ve
Asya’daki topraklarının geleceği de belirlenip İstanbul’un statüsü de
5 Ed. Michal Dockrill-Jhon Fisher, The Paris Peace Conference 1919: Peace
Without Victory, s. 146.
479
OSMANLI İSTANBULU III
gözden geçirilecekti.6 30 Ocak 1919’da müttefikler kendi aralarında
yaptığı toplantıda Osmanlı Devleti için ne gibi bir düzenleme planladıklarını net bir şekilde ortaya koydular.7 Türkler kötü yönettiği için
Ermenistan, Suriye, Mezopotamya, Filistin ve Arabistan tamamen
Türk egemenliğinden ayrılması konusunda hemfikirdiler.8 Türkler’in
çoğunlukta olduğu yerler Türkler’e bırakılacaktı. İtilaf devletleri ülkeyi parçalama kararı almayı düşünürken, Osmanlı Devleti hala adil
bir barış beklentisi ümidini taşıyordu. Müttefiklerin zaferi Osmanlı
Devleti’ndeki çok farklı etnik ve dini unsurları yavaş yavaş harekete
geçirmeye başlamıştı. Osmanlı Devleti’nin topraklarının geleceğinin
belirlenmesi ülkedeki çeşitli etnik toplulukların çakışan talepleri nedeniyle konferansın başından itibaren sorun çıkarmaya başladı. Rusya’nın savaş dışı kalması İstanbul’un hangi statüde olması gerektiği
konusunda da bir belirsizliğe yol açtı.
Konferanstaki temel sorunlardan birisi İstanbul’un hangi statüye konulacağı idi. Akdeniz’de Atina, Roma, İstanbul ve Kudüs dini
ve politik hareketlerin merkezi olmuştu. İstanbul son dönemlerde
ticari bir merkez olarak önemli bir konuma sahipti. İstanbul’daki
Türkler, ABD mandaterliği üstlenmediği takdirde İşgal kuvvetleri tarafından cezalandırılacağına dair bir korku duyuyordu.9 Ancak ABD, Osmanlı Devleti ile savaş halinde olmadığından böyle
bir karar olması çok zordu. Amerikan istihbarat komisyonunca 21
Ocak 1919’da Türkiye ile ilgili hazırlanan raporda, Boğazlarda Milletler Cemiyeti’nin nezaretinde bir uluslar arası devlet kurulmasını
6 Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, Vol.1,
Washington 1942, s.17; Türklerle barış anlaşması yapılması gecikmesine
rağmen anlaştıkları ortak nokta Türkler’in Hristiyanları yönetmesine izin
verilmemesiydi (Talcott Williams, Turkey A World Problem to-Day, USA, 1921,
s. 10).
7 Filistin, Suriye, Arap ülkeleri, Mesopotamya, Ermenistan, Çukurova ve
Anadolu’nun bazı bölgelerini Türkler’den ayrılması konusunda görüş birliğine
vardılar. Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919,
Washington, 1947, XII. 745-746.
8 Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, Vol.3,
s. 795.
9 Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, XII,
s. 803.
480
PARİS BARIŞ KONFERANSI’NDA İSTANBUL
savunuyordu. Buna göre Boğazların ve Marmara Denizi’nin bütün
kıyı kesimleri ile Asya yakasında Bandırma ve Bursa bu devletin
sınırları içinde kalacaktı.10 Lloyd George’nin ise Türk düşmanlığı
depreştiği için İstanbul konusunda farklı planları vardı. Diğer yandan Amerikalı uzmanlar Türkiye üzerine birçok rapor hazırlayarak
ne gibi bir çözüm bulabilecekleri yönünde planlar yaptılar. Türkler’in
Hristiyanlara karşı daha önce katliam yaptıkları ileri sürülerek kesinlikle cezalandırılacakları Paris Konferansında çok açık bir şekilde ortaya kondu. İlk akla gelen çözüm Türkler’in egemenliğindeki
halkların ve özgürlüğünün ve güvenliğinin sağlanması, Hristiyan
halkların Türk egemenliğinden ayrılması ve bu ülkelerin Milletler
Cemiyeti gözetiminde ilerlemelerinin sağlanması idi.11 Kurulacak
mandater sistemler Milletler Cemiyeti prensiplerine göre oluşturulacaktı. Wilson ile L. George arasındaki görüş ayrılığı Anadolu’da
oluşturulacak Türk devletinin büyüklüğü üzerine idi. 1919 Mayısında Lloyd George, Anadolu’nun paylaşılması konusundaki sorunları
dile getirerek Anadolu’yu bir kaç parçaya bölünmesi gerektiğini, yeni
oluşacak yerlerde mandater yönetimlerin kurulması önerdi. Yapılacak düzeleme için büyük askeri güce ihtiyaç duyulmakta idi. Lloyd
George, müttefiklerin yardımı olmadan İtalyanlar’ın Türkler’e karşı
başarılı olacağına inanmıyordu. İngiltere’nin 300 bin askeri Selanik ve Türkiye’de bulunmaktaydı. O daha çok Filistin’de, Türkler’e
karşı kuvvetlerini güçlendirmek niyetindeydi. Bu nedenle İtalyan
kuvvetlerinin Selanik’e getirilerek İngiliz askerlerinin yerini alması
düşünüldü Ancak İtalyanlar bu öneriye yanaşmadı. L. George’nun
bu teklifi İtalya tarafından kabul edilmeyince çok kızdı.12 Savaş sonunda konuyla diğer devletlerinde rıza göstereceği bir çözüm geçerli
olacaktı. İngiltere’nin yeni planına göre İzmir, Mersin İtalyanlara bırakılırken Türkler’in İstanbul’da kalmasını istemeyen Lloyd George,
Konya’yı Türkler’in yeni başkenti olarak uygun görmekteydi.13 İtalyanlar bu düzenlemeye itiraz ettiyse de İngilizler onları dinlemediler.
10 Paul C. Helmreich, Sevr Entrikaları, İstanbul, 1996, s. 15.
11 Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, XII,
805-806.
12 Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, I, 468.
13 Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, 1, 469.
481
OSMANLI İSTANBULU III
Diğer yandan İngiltere en fazla Müslüman nüfuza sahip bir ülke
konumunda olduğundan İstanbul konusunda alacakları bir karar hiç
kuşkusuz kendilerini olumlu veya olumsuz etkileyecekti.14 Hindistan’daki Müslümanların tepkisinden çekindiği için yeni bir düzenlemeye gidemedi.
“Şark Sorunu” batılı devletleri uzun süre meşgul etmişti. Boğazlar büyük bir stratejik öneme sahip olduğundan burayı ele geçirmek
için özellikle Rusya büyük çaba göstermişti. Böylesine önemli bir
coğrafyada bulunan İstanbul’un statüsünü belirlemek çok zordu. Her
hangi bir devletin burada tek başına üstün konuma gelmesine diğer
devletlerin karşı koyacağı açıktı.15 Savaş biter bitmez Türkleri Avrupa’dan tamamen Asya’ya gönderip Amerikan mandası altına koymak
en iyi çözüm olarak görülüyordu. Herkes Türkler’in Avrupa’dan atılmasını bekliyordu. İstanbul’u Türkler’in elinden alıp Halife’yi buradan göndermek Müslümanların tepkisini çekecekti. İngiltere bunu
istemiyordu.16 Müttefikler ayrı bir İstanbul devleti yaratmanın zor
olduğunu belki Milletler Cemiyeti gözetiminde mandater statüde
bir İstanbul oluşturmasını en iyi çözüm gördüler. Bu Türkler’in kabul
edeceği bir şey değildi ama karşı koyabilecek güçleri de yoktu. Ayrıca İstanbul’daki azınlıklar mevcut hükümeti tanımayarak vergilerini
de ödememeye başladılar. İstanbul’daki işgal güçleri kendilerine yardım edecek hazır bir kesim bulmakta gecikmedi. Bunlar Ermenilerle
Rumlardı.17 Bu nedenle var güçleriyle her biri kendi bağımsızlıklarının peşine düşerken Türkleri İstanbul’dan atmayı da kafalarına
14 1919 Ocak ayında İngiltere’de yaşayan Güney Asyalı Müslümanlar İngiliz
hükümetine bir dilekçe vererek İstanbul’un Müslümanların elinde
kalmasını istedi. İstanbul’unda Müslümanların elinde kalacağını belirterek
Müslümanların tepkilerini önlemek istedi (Mim Kemal Öke, The Turkish
War of Independence and the Independence Struggle of South Asian Muslims “The
Khilafat Movement”, Ankara, 1991, s. 58-59).
15 Bu uluslararası dengelerin bozulması demek olup yeni çatışmaların olması
kaçınılmazdı. Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference,
1919, XII, 818.
16 Charles Homer Haskıngs-Robert Howard Lord, Some Problems of The Peace
Problems, U.S.A., 1920, s. 285.
17 Cavid Bey, Felaket Günleri Mütareke Devrinin Feci Tarihi, İstanbul, 2000, I,
146-147.
482
PARİS BARIŞ KONFERANSI’NDA İSTANBUL
koymuşlardı. Ermeni, Rum gazeteleri serbestçe çıkarken Türk gazetelerine sansür sıkı bir şekilde uygulandı.18 Türkler’e baskı uygulayarak
yıldırılmaya çalışıldı.
Paris Konferansında Müttefikler İstanbul’un uluslararası bir
yönetim altına konmasını konusunda görüş birliği içinde idi. Venizelos, İstanbul’un kendilerine verilme ihtimalinin az olduğunu hesap
ederek Anadolu’da başka topraklar elde edebilme peşindeydi. İtalyanlar, Barış konferansında sürekli İtilaf devletlerine sorun çıkarttı.
Diğer taraftan Yunanlılar’ın savaşa katılması oldukça sorunlu olmuştu. Savaşın başında Yunanistan tarafsız kalmış, 1917 Haziranında
kral aleyhindeki bir ayaklanma sonucunda savaşa katılmıştı. Fransa
ve İngiltere, Selanik’e askerlerini sokarak Venizelos ve yandaşlarının
yardımı ile krallığa son vermişti. Savaş sona erdikten sonra Yunan
beklentilerinin tatmin edilmesi gerekmekteydi. Lloyd George, Venizelos’a hayran olduğu için bu devletin isteklerine daha fazla sempati
besledi. İngiltere’nin desteklediği Venizelos, Yunan emellerini kolayca gerçekleştireceğini düşündü.19 Yunalılar, İtalyanlar’ın idaresindeki
12 adayı hem stratejik hem de nüfus açısından istiyordu. İtalyanlar
Yunan talepleri karşısında rahatsızlık duymaları normaldi. Diğer yandan Kıbrıs ve Trakya’yı da Yunalılar istedi.20 Yunan istekleri diğer
İtilaf Devletlerininki ile çatışsa bile Venizelos Büyük Helen Devleti
kurma emelinden vazgeçmedi.21 Diğer taraftan Batı Trakya’da Türk
nüfusu fazla olmasına rağmen Yunanlılar bu bölgeleri de istemekten
geri kalmadı. Bölgenin idaresi Türkler’e bırakılmadığı takdirde burada
yaşayan Türkler’in Bulgarlardan çok Yunan idaresi isteyeceklerini savundu. Venizelos, Bulgaristan’ın Almanya yanında savaşa katıldığının
da altını çizdi. Edirne’nin kendilerine verilmesini isteyen Venizelos,
18 K. Şükrü, Mütareke Acıları, s. 96-97.
19 Konferansa katılan Harold Nicolson, babasına yazdığı bir mektupta
Venizelos ve Lenin Avrupa’daki en büyük iki şahisyet olduğunu yazdı (Paul
C. Helmreich, Sevr Entrikaları, İstanbul, 1996, s. 28).
20 Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, III,
861.
21 1915 yılında Yunanlılar İstanbul’un kendilerine verilmediği taktirde savaşa
katılmayacaklarını belirttiler. Burası ise Rusya’ya verilmişti (C. Price, The
Rebirth of Turkey, s. 71).
483
OSMANLI İSTANBULU III
bu kentte Türk nüfusu kadar Yunanlılar’ın olduğunu ileri sürdü. Venizelos, İstanbul’da yaşayan Türkler’in Hristiyanlardan az olduğunu
dolayısıyla İstanbul’un bir Müslüman kenti sayılamayacağını Türkler
tarafından fethedilmeden önce Yunan İmparatorluğunun başkenti
olduğunu Paris Barış Konferansına gönderdiği bir memorandumda belirtti.22 Gerçekte Türkler nüfus olarak fazla olmasına rağmen
buranın idaresini Türkler’e vermeyecekleri çok açıktı.23 Venizelos, İstanbul’un Milletler Cemiyeti kontrolü altında uluslar arası bir statüde
olmasını istedi.
Venizelos’a göre İstanbul’da Rum nüfusu var olmasına rağmen
büyük güçlerin burayı kendisine vereceğini hiç düşünmedi. Venizelos, İstanbul üzerinde hak iddia etse de burasının kendisine bırakılmayacağını çok iyi bilmekte idi. İstanbul’da verdiği tavize karşılık
Lloyd George elbette kendisi için bir şey düşünürdü. Lloyd George
İstanbul’un Türkler’in elinden alınıp özel bir rejime sahip olmasından
yanaydı. Türk Sultanı buradan ayrılacak ve Osmanlının yeni başkenti Konya veya Bursa olabilecekti. Diğer yandan bir olasılıkta sultan
halife ünvanını kullanmaksızın burada oturabilir. Diğer türlü halife
ünvanını kullanması Müslüman dünyasında çok etkili olabilir bu da
Fransa ile İngiltere için sorun çıkartabilirdi. Galip devletlere göre
İstanbul’da Müslümanlar Hristiyanlara göre azınlık durumunda idi.
Wilson prensibi burada uygulanırsa kesinlikle Hristiyanlar çoğunlukta olacaktır. Bunun sonucu olarak küçük Türk devleti Asya’ya taşınması kaçınılmaz olacaktır. Yeni başkentleri de Asya da olacaktır.
İtalyanlar 29 Nisan 1919’da Antalya’ya çıktıktan sonra İzmir üzerindeki haklarını dile getirdiler. İtalya kendisine verilen sözlerin yerine
getirilmesini istedi.
7 Mart 1919’da Lloyd George, Amerika’nın İstanbul, Boğazlar
ve Ermenistan mandalarının yanı sıra Anadolu’da genel bir nezaretçilik yaklaşımını kabul edeceğini bildirdi. Bunun nedeni Wilson’un
22 Eleutherios Venizelos, Greece Before the Peace Congress of 1919, New York, 1919,
s.19. Venizelos kentin nüfusunun 1 173 670 kişi olduğunu bunun yalnızca 449
114’dünün Türk olduğunu iddia etmekte idi. Rumların sayısı 364 459 olarak
belirtti.
23 Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, III,
863.
484
PARİS BARIŞ KONFERANSI’NDA İSTANBUL
hem Anadolu hem de İstanbul’da mandaterlik statüsü kurulmasını
önerisinden kaynaklanıyordu. Ancak Wilson mandater devlet olarak
A.B.D. diye belirtmemişti. L. George’nun bu sözü Wilson tarafından kabul edilmedi. Hemen arkasından Yunanlılar’ın İzmir’e çıkması İngilizler arasındaki görüş ayrılığını derinleştirdi. Dışişleri Bakanı
Balfour Türkler’in İstanbul’dan çıkartılmasından yanayken, Anadolu’nun parçalanmasına karşı çıkmakta idi. Balfour’a göre Türkiye’nin
başkenti Konya veya Bursa olsun ama tek, bölünmemiş mandasız bir
Türk devleti olmasını savunuyordu. Bu aşamada sonra İngiliz hükümeti içinde İstanbul’un Türk devletinden kopartılmasına karşı ciddi
itirazlar yükselmeye başladı. Bu arada Yunanlılar da İstanbul üzerinde
hak iddia ediyordu.24 ABD Başkanı Wilson Anadolu’da İtalyan isteklerine karşı çıkarken onların idari tecrübesinin az olduğunu vurguladı.
Ayrıca İtalyanlar’ın Anadolu’da etnik olarak bir bağı olmadığını ileri
sürdü. Buna karşılık Yunanlılar’ın etnik olarak hem İstanbul’da hem
de Anadolu’da bağları olduğunu savundu.25 İngiltere’de Yunan tezine olumlu yaklaşıyordu. İstanbul’un Yunanlılara verilip verilmeyeceği
konusunda L. George’un görüşleri net değildi. Ancak o Venizelos’a
büyük hayranlık duyuyordu.
Paris Konferansı devam ederken Hintliler Osmanlı Devleti’nin
ve İstanbul’un geleceği konusunda İngilizlere sorular iletmekte idi.
İstanbul’un geleceği hakkındaki endişelerini L. George’ye bildirdiler.
Wilson, Anadolu’nun Kuzeyinde bir Türk devleti oluşturabileceğini
savundu. L. George ise Anadolu’nun bölünmesinin büyük br tartışmaya neden olacağını belirtti. Wilson, Güneydoğu Anadolu’yu da
kapsayacak politik bir birliğin başkentinin Konya olabileceğini ileri sürdü.26 L. George, Halife’nin İstanbul’da kalıp bütün Türkiye’de
etkili olabileceğini belirtti. Diğer bir proje ise Anadolu’nun birkaç
parçaya bölünüp mandaterlik altına konulması ve ABD’nin, Sultan’ı
denetim altında tutması öngörüldü. Bursa’da Fransız mandaterliği
24 Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, II,
282.
25 Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, V,
107.
26 Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, V,
619.
485
OSMANLI İSTANBULU III
olur, Sultan bütün Anadolu’yu buradan idare ederse İtalyanlar için
uygun olmayan bir durum olabileceği ileri sürüldü. Wilson, Güney
Anadolu’nun ayrılması önerdi. L. George burada halifeliğin büyük
zorluklara neden olacağını belirtti. Sonuçta müttefikler halife konusunda ortak noktada birleşemedi. Yunanlılar İzmir’e çıkmadan önce
İstanbul, Boğazlar, Marmara Denizi ve Avrupa Türkiye’sindeki Türk
egemenliğinin sona ereceği konusunda anlaştılar.
Balfour’un hazırladığı rapora göre Türkiye, küçük bir ülkeye
dönüşüp başkenti Konya veya Bursa olmalıydı. Müttefikler İstanbul’un Türkler’in elinde kalmaması konusunda görüş birliği içinde
oldukları anlaşılmakta idi. Kongre devem ederken Hint heyeti L.
George ile görüştü. Bu görüşmeden sonra L. George’nin İstanbul
konusunda görüş değiştirdi. Ona göre Halife’nin İstanbul’dan çıkartılması Müs1üman dünyasında büyük bir rahatsızlığa neden olacaktı.
Sultan’ın Bursa’ya gitmesi kabul edilmeyecek, bu durum daima bir soruna neden olacaktı. Kendisi Halife’nin İstanbul’da olmasından yana
olduğunu açıkladı. Ayrıca İngiliz uzmanlarda Halife’nin İstanbul’da
kalması gerektiğini söylemişti.27
17 Mayıs günü Dörtler Konseyi Hindistan’dan gelen delegasyonu dinledi. Bu heyet Anadolu, İstanbul ve Trakya dahil olmak ve
Milletler Cemiyetine kabul edilmek üzere bağımsız bir Türkiye’den
yana olduklarını dile getirdiler. Konseyde konuşan Hint delegasyonundan Aga Han İstanbul’un Türkler’in elinde kalması gerektiğini
söyledi. Diğer yenilen devletlerin başkentleri onlardan alınmazken
neden Türkler’in başkenti alınmak isteniyor diye sordu.28 Hint delegasyonundan diğerleri de bu hususu dile getirdi. Türkler, İstanbul’dan
çıkartılamayacağını, İstanbul’un Müslümanların elinde olması gerektiği vurgulandı. Trakya ve İstanbul’daki nüfusun çoğunluğunun Türk
olduğu vurgulanarak 14 ilkenin uygulanmasını gerektiği belirtildi.
Müslüman olmayan Hintliler’in de Müslümanların yanında olduğunu,
Türkler’e yapılacak bir haksızlığın rahatsızlık yaratacağı dile getirildi.
Bir anlamda İstanbul’un Türkler’den alınması İngiltere’ye karşı bir direnişin başlayacağını haber veriyordu. İngiltere, Hintliler’in İstanbul
27 Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, V, 688.
28 Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, V, 692.
486
PARİS BARIŞ KONFERANSI’NDA İSTANBUL
ve Halife konusunda kararlı tutumları İngiltere’nin geri adım atmasına neden oldu. Hitliler İngiltere’yi açıkça tehdit etmekten çekinmedi.
Yunanlılar’ın İzmir’deki emelleri İtalyanlar’la çakışıyordu. İtalyanlar Antalya’yı isterken 12 ada konusunda İngilizlerle karşı karşıya
geldi. Ermeniler, kendi bölgelerinin sınırlandırılmasını isterken Kürtler’in istekleri ile çatışıyordu. Diğer yandan bağımsız bir Ermenistan
kurulduğunda bu devletin ekonomik problemleri nasıl yeneceği ayrı
bir konu idi. Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’daki topraklarının geleceği de belirsizdi. Müttefikler Filistin’de bir Yahudi devleti projesi
varken Suriye ayrı bir konuydu. Bağdat demiryolunun paylaşımı, Kürt,
Nasrani ve Arap iddiaları birbirleriyle çelişmekte idi. Diğer yandan
İngiltere’de bölgeden çıkmak istemiyordu.29 Osmanlı Devleti’ni sorun çıkarmadan paylaştırmak oldukça zordu. Ayrıca Müttefiklerin
elinde sağlıklı istatistiki bilgi olmadığından ne tür bir yol izleyecekleri
belirsizdi. Temel istekleri, ortak hedefleri ise Türkleri küçük bir güç
haline getirip, İstanbul’u uluslararası bir kent konumuna getirmekti.
Türkler’e kabul ettirilmek istenen aslında savaş sırasında yapılan gizli
anlaşmaların yürürlüğe konulmasından başka bir şey değildi.
21 Mayıs 1919’daki oturumda Amerikalılar Türkler’in Anadolu’da tam bağımsız olabileceklerini, Sultanın ise İstanbul’da mandater rejimin gösterdiği bir bölgede ikamet edebileceğini önerdi. L.
George ise ABD, Anadolu’da mandaterliği kabul etmediği takdirde
Sultan’ın İstanbul’dan gönderilmesi gerekir diye belirtti. Padişahın
muhafızlarının çok olması mandater rejim için sorun olacağını söyledi. ABD’nin 1919 Mayısında İstanbul ve Boğazlar’da mandater bir
rejim altına konulması yönündeki görüşünden vazgeçmemişti. Padişah’ın İstanbul’da kalabileceği belirtirken Halifeliğin Müslümanlara
ait bir konu olduğunun altını çizdi. 23 Haziran ve onu takip eden
toplantılarda Wilson, İstanbul’un uluslararası bir konumda olmasını
ve Avrupa’dan Türkler’in çıkartılması konusunda görüşlerinde ısrarcı
idi. Wilson ayrıca İstanbul’un bir Türk kenti olmadığını kentte yaşayan Türk unsuru olmayanların çoğunlukta olduğunu ileri sürdü.30
İstanbul’un Türkler’in elinde kalmaması konusunda A.B.D., Fransa
29 Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, 1, 69.
30 Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, VI,
711.
487
OSMANLI İSTANBULU III
ve İngiltere görüş birliği içinde idi. Ancak İstanbul konusunda Fransa
ve İngiltere sorunun bu kadar basit olmadığını anlıyordu. 1919 yazında İstanbul’un ayrı bir devlet şeklinde ele alındığı anlaşılmaktadır.
1919 Kasımında İstanbul konusu daha sonraya bırakılmaya başlandı.
Wilson’un Nisan sonlarına doğru ABD’ye dönmüş olması önemli bir
etken olarak göze çarpmaktadır.
İngilizler’in 4 Kasım 1919’da hazırladıkları raporda İstanbul’un
İslam’ın kutsal bir kenti olmadığını, Ayasofya’nın kentin Yunanlılar’dan alınmasının bir sembolü olduğunu, bunun bir hac yeri olmadığı, Müslümanlar arasında da özel bir anlamının olmadığı belirtildi.
İstanbul’un önemi sahabelerden Hz. Eyüb’ün mezarının olduğu ve
muhteşem camilerden kaynaklandığı ileri sürüldü. Padişahın Bursa’ya
gönderilmesi mümkün olduğu, Bursa’nın Osmanlının eski başkentlerinden biri olduğu rapor edildi. Ancak Padişah’ın buraya gönderilmesi İngilizler için büyük bir risk oluşturacağı, İngilizler’e Müslüman
dünyasından sert direnişler başlayabileceği belirtildi.31
1919 Aralık ayına gelindiğinde Türkler İstanbul’da mı kalacak
yoksa Bursa’da kurulacak başkente gönderilip Avrupa’dan tamamen
çıkarılacak mıydı? Bu belirsizdi. ABD, mandaterlik fikrine olumlu
bakmaması nedeni ile görüşler değişse de L. George Türk hükümetinin Boğazın iki yakasında hiçbir siyasi gücünün olmaması konusunda
ısrar ediyordu. İstanbul’daki İngiliz yetkililer Türkler’in İstanbul’dan
çıkartılmasını isterken onların barbarlıklarına vurgu yapıyorlardı.
Ayasofya’nın Yunanlılar’a verilmesi talebinde de bulunmuşlardı. Türkler aleyhine yapılan kampanyalar, mitingler, yayınlar Batı dünyasında
İstanbul’un Türkler’den alınması konusunda bir eğilim oluşturmuştu.10 Aralık 1919 günü yapılan toplantıda L. George, Curzon ve Balfour, Türkler’in İstanbul’dan çıkartılmasını istemekte idi. L. George
padişahın halife sıfatı ile İstanbul’da kalacağını, Vatikan’daki Papa ile
aynı konuma gelebileceğini ileri sürdü. İngiltere, İstanbul’un uluslar
arası bir gücün elinde olmadıkça Boğazlar’da tam denetim sağlanamayacağını ileri sürdü. Boğazlar kendine yeter duruma getirilmeli
ama İstanbul olmadan bunu yapmak oldukça zordu.
31 Documnets on British Foreign Policy 1919-1939, IV, 853-855.
488
PARİS BARIŞ KONFERANSI’NDA İSTANBUL
Clemenceau, İstanbul’un Müttefikler arası bir Avrupa idaresi
altında Çanakkale ve İstanbul boğazlarına bağlamak en iyi çözüm
görüyordu. Fransızlar bir anlamda İngiliz görüşüne yanaşmış oldu.
İstanbul’un Türkler tarafından alınması ortaçağın sonunu getirmişken, İstanbul’un Türkler’den alınması yeni bir dönemin başlangıcını
simgelemiş olacaktı. İstanbul ve Boğazlar Türkler’den alınacak, uluslararası ayrı bir komisyon tarafından idare edilen ayrı bir siyasi ve
bölgesel birim haline getirilecekti.
Konferansın ilk başlarında İstanbul’dan Türkler’i tamamen çıkartmaya niyetli olan Lloyd George, 1920 Şubatında bu niyetinden
vaaz geçtiğini açıklamak zorunda kaldı. Wilson Ülkesine döndüğü için
İstanbul konusunda Müslüman dünyasından gelen tepkilerden çekinen
L. George daha ılımlı çözüm aramaya başladı. Müslüman dünyasından
gelen tepkilere karşı koyamayan İngiltere, Türkler’i İstanbul’dan çıkartmayacağını açıkladı.32 Sultan ve Hükümetinin İstanbul’da kalmasına
İngiltere izin verdi. Osmanlı Hükümeti tamamen İngiliz yanlısı doğrultusunda bir politika izlese de İstanbul’un bir başka devlete verilmesi
tehlikesi ortadan kalkmış oldu. Bu arada içeride İngiliz yanlısı bir politika izleyen Damat Ferit Paşa, Mustafa Kemal önderliğinde gelişen
milli hareketi önlemek içinde gayret sarf etmekten geri durmadı.33
İtalyan ihtiraslarına set çekmek için bütün batı Anadolu’yu Yunanlara verme amacını güden bu davranış Türkiye’de birbirini izleyen
zincirleme tepkiye yol açtı. Yüksek Müttefik Konseyin, Anadolu’da
Yunan idaresi altında bir bölge kurulması kararı, büyük devletlerin
uygulamaya koydukları amaçların en ihtiraslısı oldu. Yunan çıkartması Türkler’i derin bir uykudan uyanmasına vesile oldu. Bu milli
harekete güç vererek Mustafa Kemal Paşa gibi bir lideri hareketin
başına geçirmiştir. Yunanlılar İzmir’de Yunanlılar’ın çoğunluk olduğu iddiasına bulundu. Diğer taraftan Aydın’ı da işgal etmelerine de
Müttefikler göz yumdu. Aydın’ın o dönemde batılı kaynaklara göre
nüfusu 30.000’di. Bunun yalnızca 8 000’ni Rum idi.34
32 The Times, 21 February 1920.
33 Damat Ferit Paşa, bir İngiliz yetkili ile yaptığı görüşmede yalnız Allah’a ve
İngiltere’ye güvendiğini söylemiştir (B. N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk
(1919-1938), I, 66).
34 T. Williams, Turkey A World Problem to-Day, s.12.
489
OSMANLI İSTANBULU III
Yunan iddiaları, istekleri yalnızca İzmir’le sınırlı değildi. Fransızlar da Yunanlılar’ın İzmir’deki taleplerine olumlu yaklaştı. Fransızlar İtalyanlara karşı Yunanlılar’ın bir denge oluşturacağını düşündü.
Bu durumda Türkler’e yaşabilecekleri bir yer nerdeyse bırakılmıyordu.
Türkler’in çoğunlukta olduğu yerler hariç diğer yerlerdeki egemenliklerine kesinlikle son vermek istediler. Marmara’da Rum nüfus çok
olduğu ileri sürülerek burasının Türkler’den alınarak Yunanistan’a verilmesi gerektiği ileri sürüldü. Çanakkale Boğazı da uluslararası statü
de olmalı idi. Ülkenin batı bölgeleri Osmanlı Devleti’nden ayrılıp
Yunanistan’a verilerek Asya ile bağlantı kesilmeli. Yalnızca etnik bakımdan değil coğrafi ve tarihi açıdan da Avrupa ile Anadolu ayrılarak
Türkler’in Avrupa ile bağlantısına son verilmek istendi.35 4 Haziran
1919’da İngiliz uzmanlar Yunanistan’ın Türkiye’de büyük zorluklarla
karşılaşacağını belirtmelerine rağmen Lloyd George, ne olursa olsun
Türkler için son derece kötü de olsa bu barış şartlarını kabul ettirebileceklerini belirtti. Türk direncinin artması Müttefikleri Türkiye’ye
karşı harekete geçmesini zorlaştırdı. 1920 Martında L. George ve
Fransız Başbakanı M. Millerand yaptığı açıklamada Türkiye’deki düzensizliğe son vermek için kendilerinin asker göndermeyeceklerini
açıkladılar.36
İtalyanlar ve Yunalılar kendi işgal bölgelerini kolayca genişletemediler. İngilizler Irak ile Ermenistan arasında Kürdistan’ı oluşturarak Türklerle aralarında tampon bir bölge yaratmak istediler.37
Yunanlılar Aydın’ı yakıp yıkarken L. George, bu konuda bir soruşturma komisyonun kurulmasına engel olurken gerekçe olarak dünya kamuoyu önünde Yunanlılar’ın olumsuz bir imaja sahip olmasını
önlemeyi istedi. Diğer taraftan Türkler Anadolu’da büyük çoğunluğu
teşkil etmesine rağmen kendi kaderlerini belirleme hakkının verilmesinden de kaçınıldı. İtalyanlar, Lloyd George’ye kızarak Anadolu’da daha fazla riske girmeden Mustafa Kemal yanlısı milliyetçileri
35 Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919, III,
869.
36 T. Williams, Turkey A World Problem to-Day, s. 19.
37 İngilizler Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurmaya sıcak bakmaya başlarken
bölgedeki denetimi daha kolay sağlayacaklarını planladı (P. C. Helmreich,
Sevr Entrikaları, s. 19).
490
PARİS BARIŞ KONFERANSI’NDA İSTANBUL
desteklemeye başladı. İtilaf Devletleri arasındaki çatlak oldukça büyüktü. Hint Müslümanları da İngiltere’nin Türkiye’ye karşı izlediği
politikaya karşı idi.38
Mondros Mütarekesi’nden sonra İstanbul Patriği hemen siyasi
faaliyetlere başlayarak İstanbul’un Yunanistana verilmesi için çaba
göstermeye başladı. İstanbul Patriği olan Dorotheos Mammelis, İstanbul’un Yunanistan’a verilmesi konusunda çaba göstermeye başladı.
İstanbul Rumları Patriğin direktifi ile Osmanlı hükümeti ile bağlarını
koparmaya başladı. Yunan basını Türkler’in çok etnik yapılı bir devleti
idare etme konusunda yetersiz olduğunu iddia ederek İtilaf devletleri
ile aynı tezi savunuyordu. Bu nedenle Yunanlılar İstanbul’da etnik kökene dayalı bir çözümü şiddetle savunmaya başladılar. Bu görüşlerini
basın dışında çeşitli toplantılarda, yaptıkları gösterilerde sık sık dile
getiriyorlardı.39 Taksim meydanına Yunan bayrakları ile büyük bir
Venizelos posteri asıldı. Dorotheos, Paris’e giderek İngiliz kilisenin
desteğini almayı amaçladığını belirtmekten kaçınmadı. Ancak Boğazlarla ilgili düzenleme ile bir anlamda Patriğin itirazlarının önüne
geçilmek istendi.
Paris Konferansı’nda İstanbul’un geleceği konusunda yapılan
tartışmalar Türkleri oldukça rahatsız etti. Savaş sonunda İstanbul
bir geçiş süreci yaşamakta olup çeşitli etnik unsurların kurduğu cemiyetler, İşgal güçlerini etkilemek için bir birleriyle yarış içerisinde
idi. Payitahtın politik gücü azalırken, Anadolu’da başlayan milliyetçi hareket güçlenmekteydi. Anadolu’da kurulan Müdafaa-i Hukuk
örgütleri İstanbul ile ters düşmeye başlayacaktır. İstanbul’da savaşın
sorumlusu olarak gördükleri İttihatçıları yakalayıp cezalandırmaya
çalışmaktadır. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri selameti ülkeden
kaçmakta bulacaktır. Kentte umutsuzluk hakim olurken kurtuluşu
Amerikan mandacılığında arayan insanlar oldukça fazla idi.40 Kentteki insanların bir kısmı kendi çıkarları peşinde koşup ülkenin içinde
38 L. Marashlian, The Armenian Question from Sevres to Lausanne: Economics
and Morality in American and British Policies, 1920-1923, s. 25.
39 Alex Alexandres, The Greek Minority of İstanbul and Greek-Turkish Relations
1918-1974, s. 58.
40 Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları, İstanbul, 2011, s. 32.
491
OSMANLI İSTANBULU III
bulunduğu durumu önemsemektedir.41 İzmir’e Yunanlılar’ın çıkması
İstanbul’da Türk milliyetçiliğini uyandırdı. İşgallere karşı büyük mitingler düzenlenirken Rum ve Ermeni mallarına boykot uygulandı.
Bu durum İstanbul’da etnik ayrıma gidişi hızlandırdı. İstanbul’daki
Rumlar, Venizelos’a sempati beslemesine rağmen, Yunan ordusuna
İstanbul Rumları arasından 3 000 yakın gönüllü katılımı oldu. İstanbul’daki Rumlar’ın Yunan ordusuna katılımı sınırlı sayıda kaldı.
Venizelos, İstanbul Rumlarından istediği desteği alamadı.
San Remo’daki kararlar basında yer almaya başlayınca Türkler’in tepkisine gecikmedi. Nitekim çok geçmeden Mustafa Kemal
Paşa önderliğinde yabancı güçlere karşı direniş haberleri batı basınında görülmeye başlandı.42 Ankara’daki Milliyetçiler üzerine gönderilen
Hilafet ordusu başarısız olunca Venizelos, Yunan askerlerini Türkler’e
karşı kullanılmasını istedi.43 Bu teklifte İngiltere ve Fransa tarafından
kabul görünce Yunanistan’ın Anadolu macerası başlamış oldu.
Sevr Anlaşması’nın içeriği belli olduktan sonra Lord Curzon,
Yunanlılar’a verilen Osmanlı topraklarını açık bir şekilde savunarak
bu durumun bir savaşa yol açmayacağını söyledi.44 Sevr anlaşmasının
imzalanması çok fazla bir şeyi değiştirmedi. San Remo’da İstanbul’da
uluslar arası bir komisyon kurulması bir bakıma Patriğin isteklerini
dolaylı ara bir çözüm olarak gerçekleşti.
İstanbul’un Türkler’den kopartılıp ayrı bir devlet şekline dönüşmemesi ABD Başkanı Wilson’un Paris Konferansı’ndan erken
ayrılması nedeniyledir. Wilson İstanbul konusunda İstanbul’un ayrı
bir mandater devlet statüsünde olmasını savunurken Fransa ve İngiltere bu görüşe istemeyerek de olsa destek verdi. Wilson’un ABD’ye
dönmesi İngiltere’nin hareket alanını artırdı. Ancak bu kez Yunan
istekleri ile İstanbul patriğinin talepleri ile uğraşmak zorunda kaldı.
41 Yukardaki eser, s.171.
42 The Times, 9 June 1920.
43 The Times, 10 June 1920; Böylelikle Venizelos’a göre yeterli güce sahip olmayan
Mustafa Kemal Paşa’nın yenilmesi kaçınılmazdı. Yunanlılar için bu büyük bir
fırsat idi.
44 İstanbul konusunda ise Müslümanların hislerini dikkate aldığını, Türkler’e
adil bir barış anlaşması sunduğunu belirtti (The Times, 4 Agust 1920).
492
PARİS BARIŞ KONFERANSI’NDA İSTANBUL
İzmir’in Yunanlılar’a verilmesi ile İstanbul konusunda İngiltere’nin
karşılaştığı baskılar azaldı. Özellikle Hindistan’dan gelen tepkileri İngiltere dikkate almak zorunda kaldı. Padişahın İstanbul’da kalmasına
izin verilirken İstanbul Osmanlı Devletinden ayrılmadı. Ancak Patriğin taleplerini karşılamak için Boğazlar’da uluslararası bir yönetim
kuruldu. Böylelikle kendisine gelebilecek tepkileri en aza indirmeyi
başarmış oldu.
493
Hayal Hakikat Olursa:
Osmanlı İstanbulu’nda Filmler,
Gösterimler, İzlenimler (1896-1909)
Özde Çeliktemel-Thomen
University College London
Bir hayli senelerden beri Ramazan gecelerinde bulunamadığım Şehzadebaşı’na
birkaç ay evvel bir refikimle gitmiştik [...] Çaycı dükkânları karşılarında
“sirk”!..Zuhurî kolu! Beş-on adım ilerde “fonograf ”!.. Karagöz! Yanı başında
“Sinematograf”!.. Edison Zuhurî kolunu seyrediyor, Karagöz Edison’u dinliyordu. Edison! Bu hârika-i hilkatin, bu yeni dünyanın, kadîm Asya ile bir
iskemlede oturması bir garip tezat değil midir? 1
1898’de bir Ramazan gecesinde, Şehzadebaşı’nda karnaval
havasındaki sokakları tarif eden Sami Paşazade Sezai (1860-1936),
Karagöz ve sinematograf ilanının yana yana olmasını bir “tezat” olarak nitelemektedir. Görünen o ki 1898’den sonra yurt dışından gelen
filmlerin artmasıyla sinema İstanbul’daki Ramazan lû’biyyâtının bir
1 Sami Paşazade Sezai, “Musâhabe”, Sami Paşazade Sezai, Zeynep Kerman
(Haz.), İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1986 [1898], s. 86.
[Orijinal eser: İkdâm, 1441, 16 Temmuz 1898.] Zuhurî kolu ortaoyununda
taklitçi anlamındadır.; Thomas Alva Edison (1847-1931), kinetograph,
kinetoscope ve vitascope gibi sinematik aletleri icat eden, 1908’de Motion
Pictures firmasıyla film stüdyo sistemini başlatan ABD’li mucit ve iş adamıdır.
495
OSMANLI İSTANBULU III
parçası haline gelmişti. Bu durumu bir nebze Batı Doğu karşıtlığı
yaratarak tasvir eden Sami Paşazade Sezai, sinemayı Batı’dan, yani
“yeni dünya”dan, “kadîm Asya”ya getirtilen bir “hârika-ı hilkat” olarak
değerlendirmişti.2 Ressam Salih Erimez ise bir Ramazan gecesini
betimlediği çiziminde sinematograftan Karagöz’e envâ’-i temâşa ilanının İstanbul sokaklarını doldurduğunu gösterir (Figür 1). Erimez
adeta yıllar sonra, Sami Paşazade Sezai’nin Şehzadebaşı’ndaki deneyimini resmetmiştir.
Geç ondokuzuncu yüzyıl Osmanlı İstanbul’u imparatorluğun
siyasi ve ticari merkezi olmakla beraber bir kültür ve eğlence başkentiydi. Yabancı tiyatro gruplarının önemli bir durağı olan İstanbul
aynı zamanda Karagöz’den meddaha ve ortaoyununa kadar pek çok
performans sanatına ev sahipliği yapmaktaydı. Öncelikle saray ve İstanbullu elit 1896’da sinemayla tanıştı. Başlangıçta Beyoğlu (Pera),
Şehzadebaşı ve Yıldız Sarayı’nda gerçekleşen gösterimler zamanla
kentin diğer muhitlerine de yayıldı. Lumière Kardeşlerin operatörlerinin (Alexander Promio & François Doublier) 1896 ve 1899’da
geldiği İstanbul, sessiz filmlerin konusu da olmaya başlamıştı.3 Haliç, Boğaziçi ve benzeri panoramik manzaralar ve İstanbullular, Batılı
firmaların (Lumière, Charles Urban ve British Pathè ve diğerleri)
objektifine yakalanmaktaydı. Bu çalışmada, erken sinema döneminde
henüz oluşum aşamasındaki sinemanın, İstanbul’daki 13 yıllık tarihi
film gösterimleri, yapımları ve izlenimleri bağlamında ele alınacaktır.4
2 Sami Paşazade Sezai, “Musâhabe”, s. 86.
3 G.-Michel Coissac, Histoire du cinématographe De ses origines à nos jours, Paris:
Gauthier-Villars, 1925, s. 196-197.; Jacques Rittaud-Hutinet, Le Cinéma des
Origines: Les Frères Lumière et Leurs Opérateurs, Seyssel: Champ Vallon, 1985,
s. 141-147; 158, 230.
4 II. Abdülhamid’in saltanatının son döneminde, İstanbul’a sinemanın geldiği 1896
senesi bu çalışmanın çıkış noktasıdır. Jön Türk Devrimiyle parlamenter rejimin
başladığı yeni devir, 1909, ise araştırmanın sonlandığı dönemdir. Bu tarihsel
ayrım, her iki siyasal dönemdeki sosyal, ekonomik ve kültürel farklılıkların
sinemayı etkilemesinden dolayı tercih edilmiştir. II. Meşrutiyet döneminde
(1909-1918) denetimden filmlerin gösterim, yapım ve dağıtım koşullarına kadar
gerçekleşen pek çok değişiklik bir evvelki siyasal yapıdan, bazı benzerlikler
olmasına rağmen, önemli farklarla devam etmiştir. Sinema alanındaki yeni yasal
düzenlemeler bilhassa İstanbul seyir kültürünü direkt etkilemiştir.
496
HAYAL HAKİKAT OLURSA: OSMANLI İSTANBULU’NDA
FİLMLER, GÖSTERİMLER, İZLENİMLER (1896-1909)
Figür 1– Ressam Salih Erimez’in “Şehzadebaşı’nda Direklerarasında Piyasa”
adlı çizimi Ramazan gecelerini tasvir eder. Resimde bayrakların altında bir sinematograf ilanı görülürken en solda Karagöz, sağdaysa Hasan Efendi’nin Komik
Şehir adlı oyununun ilanı vardır. 1941’de yayımlanan bu çizim, Sami Paşazade
Sezai’nin 1898’de Şehzadebaşı’ndaki Ramazan gecesi tasvirindeki envâ’-i temâşanın bir aradalığıyla paralellik taşır.5
Merkezi hükümetin bulunduğu liman kenti İstanbul, imparatorluğa gelen filmlerin önemli duraklarından biriydi. Ordu mensuplarından çeşitli kademelerdeki bürokratlara, diplomatik görevlilerden
tüccarlara kadar nüfusun eğitimli ve elit tabakasının yoğunlaştığı başkent, imparatorluğun sinema merkezi haline gelmekteydi. Erken sinema döneminde, bilhassa elit nüfusun erişebildiği filmler hâlihazırda varolan temâşa kültürüne eklemlenmeye çalışmaktaydı. Başka bir
deyişle İstanbul’da sinema henüz yaygın bir kitle seyrine dönüşmemişti. Bilhassa 1896’dan 1900’lara kadar, filmler temâşanın bir parçası
olarak münferit ve kısa gösterimlerle ahâlîyle buluşmuştu. 1900’lerin
5 Salih Erimez, Tarihten Çizgiler, İstanbul: Cumhuriyet Matbaası, 1941.
497
OSMANLI İSTANBULU III
ilk çeyreğindeyse sinema, bilhassa birkaç saati aşan programlarla, İstanbul’daki temâşa hayatının önemli bir kısmını oluşturmaktaydı.
Yıldız Sarayı’ndaki hokkabaz Bertand, saray ahâlîsine vâkıf
olduğu sanatları sergilemek dışında Avrupa’daki yenilikleri takdim
etmekle mesuldu. Sultan II. Abdülhamid’in6 kızı Ayşe Osmanoğlu,
Bertand’ın saraya sinemayı getiren ilk kişi olduğunu anılarında yazmıştı.7 Saray dışında, İstanbul’da “basın mensupları ve birkaç davetli”
için düzenlenen ilk hususî film gösterimi, 11 Aralık 1896’da Beyoğlu’nda Sponek Birahanesinde gerçekleşmişti.8 Bu yıllardaki film gösterimlerini düzenleyenler ise İstanbullu sanatkârlardan dönemin son
teknolojilerini takip eden Osmanlı tüccar ve işletmecileriyle yurt dışından gelen iş adamlarından oluşmaktaydı: Tüccar Sigmund Weinberg, ressam Henri Delavallée, müzikhol ve sirk işletmecisi Ramirez,
saray hokkabazı Bertrand, mühendis ve film ekipman üreticisi Pierre-Victor Continsouza, Bay Aleksan, Yıldız Sarayı tercümanı Sabuncuzade Louis Alberi ve niceleri, Osmanlıların sinemayla tanışmasına
vesile olmuştu. Doğrusu Nezih Erdoğan’ın önerdiği gibi başlangıçta
sinemayı İstanbul’da tanıtanlar gayr-i Müslim nüfus, başka bir deyişle cihânîlerdi.9 Bu yeni icadı duyan tüccar ve saray yetkilileri, Batı
6 Ölüm/Doğum: 1842-1918 ve Saltanatı: 1876-1909.
7 Ayşe Osmanoğlu, Babam Abdülhamit, İstanbul: Güven, 1960, s. 68.
8 “Théâtres”, Stamboul, 12 Aralık 1896. Dönemin çeşitli günlük gazeteleri
tarandığında ilk gösterim için daha erken bir tarihle karşılaşma ihtimali
olabilir. Stamboul gazetesinin 1896 tarihindeki nüshalarında ilk sinematograf
gösterim bahsi 12 Aralık 1896 tarihine aittir. Haberde bir evvelki gün, 11
Aralık 1896, basın mensupları ve özel davetliler için gerçekleştirilen gösterim
değerlendirilir. Bu konudaki ilk ayrıntılı saptamayı Mustafa Özen yapmıştır.
Bkz. Mustafa Özen “Travelling Cinema in Istanbul”, Travelling Cinema in
Europe: Sources and Perspectives, Martin Loiperdinger (Der.), Kintop Schriften,
2008, s. 47-54.; İlk gösterimler hakkında farklı bir çalışma için Bkz. Ali Özuyar,
“Türkiye’de Gösterilen İlk Filmler”, Çevrimiçi Türk Sineması Arşivleri: http://
www.tsa.org.tr/yazi/yazidetay/12/turkiye%E2%80%99de-gosterilen-ilkfilmler (Erişim 10 Temmuz 2015).
9 Nezih Erdoğan, “The Spectator in the Making: Modernity and Cinema in
Istanbul, 1896-1928”, Orienting Istanbul Cultural Capital of Europe?, Deniz
Göktürk, Levent Soysal & İpek Türeli (Yay. Haz.), Londra: Routledge, 2010,
s. 131.
498
HAYAL HAKİKAT OLURSA: OSMANLI İSTANBULU’NDA
FİLMLER, GÖSTERİMLER, İZLENİMLER (1896-1909)
Avrupa ve ABD’deki film ekipman firmaları ve elçilik temsilcileriyle
iletişime geçerek sinema hakkında bilgi edinmeye başlamıştı.10
Seyircisini hayretten hayrete sürükleyen,11 biraz merak uyandıran biraz oyalayan, bazen korkutan, heyecanlandıran veya alay konusu
olan bu kısa filmler, tıpkı meddah, Karagöz, tiyatro, opera, laterna ve
temâşa hayatının diğer öğeleri gibi İstanbullulara yavaş yavaş sirayet etmişti. Ayşe Osmanoğlu’nun belirttiği gibi, filmler “çok yeni bir
şey olduğundan” seyircilerin ilgisini çekmiş olabilirdi. Bu “yeni” olma
hali aynı zamanda, bilimsel ilerlemeyi ve dönemin pek çok icadında
olduğu gibi, “Batı teknolojisini ve modernitesini” zihinlerde somutlaştırmayı sağlıyordu. 12 Aralık 1896’da, Stamboul gazetesi, bir tanıtım yazısıyla, sinemanın yeni teknolojisini okurlarına tanıtmakta geç
kalmamıştı. Gazetede “Merak uyandırıcı fotoğraflar” başlığıyla bu
yenı icadın teknik içeriği, filmlerin süratli hareketi ve illüzyon etkisi
anlatılmaktaydı.12 Belki de bu sebeple, Sami Paşazade Sezai’nin dile
getirdiği gibi, tüm karmaşık teknik donanımıyla sinemanın, köklü
temâşa geleneğinin simgesi olan Karagöz’le birlikte Şehzadebaşı’nda,
İstanbullulara sunulması şaşırtıcıydı.
10 Örneğin, fotoğrafçı O. Diradaur ve Theodore Vafiadis Lumière Kardeşler
ile iletişime geçerek cinématographe hakkında bilgi edinmeye çalışmışlar. Bkz.
Jacques Rittaud-Hutinet & Yvelise Dentzer (Yay. Haz.), Letters: Auguste
and Louis Lumière Correspondances, Pierre Hodgson (Çev.), Londra: Faber
and Faber, 1995, s. 24.; Nijat Özön, Sinema El Kitabı, İstanbul: Elif, 1964,
s. 113. Berlin Sefareti ve Yıldız Sarayı arasındaki yazışmalardan Sultan
II. Abdülhamid’in Çin’deki son durumla ilgili olarak “sinematograf aleti
vasıtasıyla saha’i temâşa-ı vaz’ olan resmlerin getirilmesinin” istendiği görülür.
Çin hakkında herhangi bir film bulunamadığını belirten elçilik yetkilileri
saraya başka filmler göndermiştir. Bkz. BOA.Y.PRK.EŞA. 40/1, (3/M/1320),
[12 Nisan 1902].
11 Cemal Kafadar, bilhassa onyedinci yüzyıl Osmanlı görsel kültüründe seyircinin
hayranlıkla seyrettiği görüntü karşısındaki halini “hayret parmağını ısırmak”
şeklinde tarif edildiğini belirtir. Aynı durumun geç ondokuzuncu yüzyılın
yeni icadı sinemayla da devam ettiği ve seyircinin sinemayı alımlarken
hayret içinde kalabileceği vurgulanır. Cemal Kafadar, Agâh Özgüç, Giovanni
Scognamillo & Deniz Bayrakdar, “Sinema ve Tarih”, (Panel Tartışması), Türk
Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler 5, Deniz Bayrakdar (Der.), İstanbul:
Bağlam Yayınları, 2006, s. 18-21.
12 “Une Curiosité photographique”, Stamboul, 12 Aralık 1896.
499
OSMANLI İSTANBULU III
Figür 2 Haliç
Panoraması
(Alexander
Promio,
Panorama de
la Corne
d’Or,
No 416,
1897).
Türkler’in, Ermeniler’in, Rumlar’ın, Kürtler’in, Yahudiler’in,
Levantenler’in ve diğer Osmanlılar’ın; öğrencilerin, askerlerin ve
bürokratların; belki de Sponek Birahanesinin, Kristal Palasın, Lebon’un, Odéon’un, Concordia’nın, Pera Sirkinin, Fevziye Kıraathanesinin, Haydarpaşa Gazinosunun, Weiss Kitabevinin müdavimleri
ve Abdullah Biraderler’de portlerini aldıran İstanbullular, asrın nev-i
lû’biyyâtını kısa sürede keşfedeceklerdi. Aynen Karagöz gibi filmler
de karanlık bir salonda perdeye aksederken, seyircilerin dimâğında
ya bir illüzyon ya hakikatin ta kendisi ya da bilinmeyen âlemin hayal
perdesine dönüşecekti.
Filmler
Kamera, Haliç’te arkasında bıraktığı dalgalar boyunca Cisr-i
Cedîd’i takip etmektedir.13 Bir vapur ve küreğine sıkıca asılan bir sandalcı objektife yakalanmaktadır. Yaklaşık 1 dakika 19 saniye süren bu
görüntüler, Alexandre Promio’nun Haliç Panoraması adlı filmine aittir
13 Bu köprü pek çok kez restore edilmiş ve tarih boyunca farklı isimlerle
anılmıştır: Büyük Köprü, Valide Köprüsü, Karaköy Köprüsü, Yenicami
Köprüsü ve Yeni Galata Köprüsü olarak.
500
HAYAL HAKİKAT OLURSA: OSMANLI İSTANBULU’NDA
FİLMLER, GÖSTERİMLER, İZLENİMLER (1896-1909)
(Panorama de la Corne d’Or, No 416, 1897) (Figür 2). Haliç Panoraması dönemin diğer seyahat filmleri gibi kısa, sessiz ve siyah beyazdır.
İstanbul’un gözde manzaralarından biri olan Haliç turistik bir gözle
filme alınmıştır. Lumière Kardeşler’in operatörlerinden Promio’nun,
Osmanlı toprakları dışında Avrupa ve ABD’de çeşitli turlar düzenlediği bilinmektedir. Lumièreler, bu turlar aracılığıyla cinématographe’ı
tanıtmak ve değişik coğrafyalarda film çekerken aynı zamanda kendi
yapımlarını farklı seyircilere göstermeyi hedeflemiştir.
1850’lerde imparatorluğun farklı kentlerini ve halklarını resmeden Fransız ressam Jules Laurens gibi, Promio da, İstanbul’un ilgi çeken panoramik bölgelerini ve insanlarını filme almıştır.14 Promio’nun
imparatorluğa gelirken Osmanlı gümrüğünde karşılaştığı bürokratik
zorluklar sinema tarihi literatüründe farklı yorumlara neden olmuşsa
da,15 Fransız operatör İstanbul dışında Şam, Yafa, Kudüs ve Beyrut’a
gitmiştir. Promio, bu kentlerde film çekmiş ve gösterimler düzenlemiştir.16 İstanbul’da Haliç Panoraması dışında, Boğaziçi Panoraması’nı
(Panorama des rives du Bosphore, No 417, 1897) (Figür 3) ve Türk
Piyade Alayının Geçit Töreni’ni (Défilé de l’infanterie turque, No 414,
1897) çekmiştir.17 Bugün, Promio’nun çektiği filmler, Fransız Film
Arşivi Kütüphanesi’nde (Bibliothèque des Archives Françaises du
film, Bois d’Arcy) ve Fransa François Mitterrand Milli Kütüphanesi’nde (François Mitterrand Bibliothèque nationale de France) bulunmaktadır. İmparatorlukta çekilen bu filmler dönemin diğer seyahat filmleriyle de örtüşmektedir. Değişen seyirci kitlesine göre farklı
coğrafyalarda “egzotik” veya “sıradışı” addedilen manzaralar çekmek
bu dönemde firmaların ticari bir pazarlama tercihiydi.
14 Erol Makzume & Esra Kocabaşoğlu, “Jules Lauren (1825-1901) Doğu’da
Batı’yı Unutmayan Oryantalist”, Toplumsal Tarih, 113, (Kasım 2013), s. 59.
15 Nijat Özön, Türk Sineması Tarihi (Dünden Bugüne) 1896-1960, Ankara: Antalya
Kültür Sanat Vakfı, 1962, s. 18; Özde Çeliktemel-Thomen, “Denetimden
Sansüre II. Abdülhamid Döneminde Sinema”, Toplumsal Tarih, 255, (Mart
2015), s. 73-74.
16 Jacques Rittaud-Hutinet, Le Cinéma des Origines, s. 141-147.
17 Rittaud-Hutinet, Le Cinéma, s. 145, 146, 158, 231. Promio’nun imparatorlukta
çektiği diğer filmler şunlardır: Bir Sokak (Une Rue, No 406, 1897), Yafa Limanı,
Doğu Kıyıları (Porte de Jaffa: côté oust, No 402, 1897), Souk-el-Fakhra (No
413, 1897), Canons Meydanı (Place des Canons, No 410, 1897) ve diğerleri.
501
OSMANLI İSTANBULU III
Figür 3Boğaziçi
Panoraması
(Alexander
Promio,
Panorama
des rives du
Bosphore,
No 417, 1897).
İlerleyen yıllarda İstanbul, Charles Urban ve Pathé gibi firmaların odak noktası haline geldiğinde şehrin farklı veçheleri objektife
yakalanmaya devam etmişti.18 İstanbul konulu filmlerin gündelik
yaşamdan kesitler sunduğu da söylenebilir. Örneğin, Said N. Duhanî anılarında, Beyoğlu Halep Çarşısı’ndaki bir film gösteriminden
bahsederken İstanbul ile ilgili Prinkipo (Büyükada) Yat Yarışları ve
Bir Cuma Günü Kağıthane’de adlı filmlerin gösterildiğini yazmıştır
(Figür 4).19
18 Hollanda Film Müzesi ve Avusturya Film Arşivi’nden derlenen görüntülerle
İstanbul’un farklı dönemlerini yansıtan bir film için Bkz. İstanbul Do/Redo/
Undo: Sular, Sokaklar, Suratlar, Nezih Erdoğan (Yön.), Türkiye, 2010, 16 dakika.
19 Said N. Duhanî, filmlerin yapım bilgilerini paylaşmaz. Bkz. Said N. Duhanî,
Beyoğlu’nun Adı Pera İken, İstanbul: Çelik Gülersoy Vakfı İstanbul Kütüphanesi
Yayınları, 1990, s. 76. Le Moniteur Oriental’deki 22 Nisan 1913’teki ilana göre
bu filmlerin Sigmund Weinberg tarafından çekilmiş olma ihtimali yüksektir.
Cinéma Edison’da gösterileceği ilan edilen filmler şu şekilde listelenmiştir:
Chasse á courre á Djendéreé (Kiathane), par le Hunting Club de Constantinople,
film S. Weinberg. “Spectacles et Concerts”, Le Moniteur Oriental, 22 Nisan
1913.
502
HAYAL HAKİKAT OLURSA: OSMANLI İSTANBULU’NDA
FİLMLER, GÖSTERİMLER, İZLENİMLER (1896-1909)
Figür 4 - Prinkipo (Büyükada) Yat Yarışları’ndan bir fotoğraf. 20
İstanbullular ve popüler yerler dışında, Sultan II. Abdülhamid
de kameranın objektifine yakalanmıştır. Selim Sırrı Tarcan’a göre
padişahın filmi ilk kez 1905’te Yıldız Cami’sinde çekilmiştir. Sultan
II. Abdülhamid, ikinci defa 1908’de Hamidiye Cami’sinde Pathé’nin
kamerasıyla görüntülenmiştir.21 Hamidiye Cami’sinde Cuma Selamlığı
(Pathé Frères, No 2465, 90 metre, 1908) adlı bu film Pathé kayıtlarına “Le Salamalick public à la mosquée hamidié” adıyla geçmiştir.
Filmin Rusça ara-başlıklı versiyonunda, Yıldız Sarayı’ndan Hamidiye
Cami’sine giden yolda toplanan İstanbullular ve askerler görülür. Askerler geçit töreni için hazırlanmaktadır. Ardından faytonuyla gelen
Sultan II. Abdülhamid belirir, etrafı askerlerle çevrili olan padişah
eliyle hafifçe halkı selamlar. Diğer saray ahâlîsi arabalarıyla geçerken görüntüleri kameraya yansımaktadır. Filmin sonunda Hamidiye
Cami’si cepheden yakın planda gösterilir. Bu kayıttaki tüm çekim,
yaklaşık 2 dakika 20 saniye sürer (Figür 5).
1903 Sinematograf İmtiyazı’na göre imparatorluk hakkında
yapılacak filmlerin tarafsız ve ölçülü olması, padişahın halkı için
20 Sermet Muhtar Alus, Masal Olanlar, Nuri Akbayar (Yay. Haz.), İstanbul:
İletişim, 1997, s. 168.
21 Burçak Evren, Türkiye’ye Sinemayı Getiren Adam Sigmund Weinberg, İstanbul:
Milliyet Yayınları, 1995, s. 123.; İbrahim Yıldıran, “Selim Sırrı Tarcan ve Türk
Sinemasının Erken Dönem Tartışmalarına Katkı”, Kebikeç, 27, 2009, s. 223-228.
503
OSMANLI İSTANBULU III
Figür 5 Hamidiye
Cami’sinde
Cuma
Selamlığı
(Pathé Frères,
No 2465, 90
metre,
1908).
yaptığı iyiliklerin ve hizmetlerin gösterilmesi kaidesi bulunmaktadır.22
II. Abdülhamid, sinema aracılığıyla siyasal meşruiyetini vurgulayabileceğinin farkındaydı. “Her resim bir fikirdir. Bir resim yüz sahifelik
yazı ile ifade olunmayacak siyasi ve hissi mânâları telkin eder”23 sözlerini beyân eden Sultan II. Abdülhamid, görsel medyayı takip etmesine rağmen, diğer padişahlar gibi portre fotoğrafını kamusal alanda
paylaşmaya pek hevesli olmamıştı. Aynı zamanda Hamidiye Cami’sinde Cuma Selamlığı, 1908 Jön Türk Devrimi sonrasında çekildiği için
saltanatının sonuna yaklaşan padişahın gündeminin, oldukça yüklü
olduğu tahmin edilebilir. Eğer uygulansaydı, Sinematograf İmtiyazı’nın 2. maddesine göre, filmin gösterimi ancak padişahın onayıyla
mümkün olabilirdi.24 Neticede, bu flmin gösterime girip girmediği
halen bilinmemektedir.
22 1903 Sinematograf İmtiyazı’nın Osmanlıca adı “Memâlik-i Şâhânede
Sinematograf Temâşa Ettirilmesinin Şerâit-i İmtiyâziyyesi” dir. BOA.Y.PRK.
AZJ, 46/16, (29/Z/1320), [29 Mart 1903], 2. madde.
23 Tahsin Paşa, Sultan Abdülhamid, Tahsin Paşa’nın Yıldız Hatıraları, İstanbul:
Boğaziçi Yayınları, 1990, s. 356-357.
24 BOA, Y.PRK.AZJ, 46/16, (29/Z/1320), [29 Mart 1903], 2. madde.
504
HAYAL HAKİKAT OLURSA: OSMANLI İSTANBULU’NDA
FİLMLER, GÖSTERİMLER, İZLENİMLER (1896-1909)
Sinema teknolojisiyle birlikte, değişik coğrafyaları ve halkları kaydetmek ve bu manzaraları dünyanın dört bir yanındaki farklı
seyircilere sunmak mümkün olmuştu. Bu durum görsel kültürdeki
çeşitliliğin ve zenginliğin artması anlamına gelmekteydi. İşte bu yüzden Osmanlı İstanbul’u pek çok filmin konusu olmuştu. Nezih Erdoğan’ın söylediği gibi, yirminci yüzyıl boyunca “dünyayı sinematografik
olarak kataloglamaya çalışan çılgın sinemacılar” gitgide çoğalacaktı ve
sıklıkla uğradıkları kentlerden biri de Osmanlılar’ın başkenti İstanbul
olacaktı.25 İstanbul konulu filmler, siyasi durumla ilgili kayıtlardan
Boğaziçi’ndeki panoramik manzaralara ve İstanbullular’ın gündelik
hayattan kesitlerine kadar uzanmaktaydı.
Gösterimler
Bu muazzam hareket içindeki hakikat bilhassa şaşırtıcıdır: Orada acele eden,
hızla geçen insanlar, birbirleriyle karşılaşan, selamlaşan, tokalaşan, çene çalan
flaneurler [aylaklar] görürüz, tıpkı penceresinden bakarmışız gibi son hızlarıyla geçen at arabaları, hususî arabalar, omnibüsler [atlı otobüsler] görürüz.
Paris’te Opera Meydanı filmi (Place de l’Opéra à Paris).26
Stamboul gazetesi 11 Aralık 1896’da, Beyoğlu’nda Sponek
Birahanesinde, “basın mensupları ve birkaç davetli” için hususî bir
fotoğraf projeksiyonun (film) gösterildiğini duyurmuştur.27 Yıldız Sarayı’ndaki ilk gösterimin kesin tarihi bilinmemektedir; fakat, onun da, yine 1896 yılında gerçekleşmiş olma ihtimali oldukça
kuvvetlidir. 11 Aralık’taki gösterimin ise tanıtım amaçlı, hususî bir
gösterim olduğu ve ahâlîye açık olmadığı Stamboul ’da 12 Aralık’ta
25 Nezih Erdoğan, “Basın Dilinde ‘Canlı Fotoğraf ve Hakikilik’”, Çevrimiçi Türk
Sineması Arşivleri: http://www.tsa.org.tr/yazi/yazidetay/32/basinin-dilinde%E2%80%9Ccanli-fotograf%E2%80%9D-ve-%E2%80%9Chakikilik%
E2%80%9D, Yayın tarihi 15 Nisan 2015. (Erişim 12 Temmuz 2015).
26 “Théatres et Concerts”, Le Moniteur Oriental, 29 Mart 1897. Bu paragraf
Paris’te Opera Meydanı (Place de l’Opéra) filminin tanıtımının yapıldığı
ilandan alınmıştır. 1897 tarihli ilanda Edison’un filmlerinin gösterileceği
duyurulur, fakat piyasada bu yıllarda aynı isimde birkaç film vardır. Keza
Edison’un Place de l’Opéra’sı 1900’de çekilmiştir. Film hakkında detaylı bilgi
için Bkz. https://www.loc.gov/item/00694270/ . (Erişim 10 Temmuz 2015).
27 “Une Curiosité photographique”, Stamboul, 12 Aralık 1896.
505
OSMANLI İSTANBULU III
basılan tanıtım yazısıyla kesinleşmekte.28 12 Aralık 1896’daki ilana
göre İstanbul ahâlîsi için bu tarihten itibaren film gösterimlerinin
başladığı takip edilebilir (Figür 6).29 25/26 Aralık 1896’daki ilanda ise Sponek’teki gösterimin ressam Henri Delavallée tarafindan
yapılacağı bilgisine yer verilmiş (Figür 7).30 Müteakip yıllarda operatörler ve gösterimleri düzenleyen kişiler değişmekteydi. Örneğin,
17 Nisan 1897’de Petit-Champs (Tepebaşı) Tiyatrosu’nda tüccar
Sigmund Weinberg eşliğinde Edison’un cinématographe’ı seyirciyle
buluşmuştu.31
Figür 6 – Stamboul, 12 Aralık 1896. 32
28 “Une Curiosité photographique”, Stamboul, 12 Aralık 1896.
29 “Une Curiosité photographique”, Stamboul, 12 Aralık 1896.
30 “Théatres”, Stamboul, 30 Aralık 1896.
31 “Théatres”, Stamboul, 17 Nisan Aralık 1897. İstanbul’da sinemanın gelişiminde
önemli rolü olan Weinberg, 1899’da imparatorluk hakkında film çekmek için
izin istediği dilekçesini ve sinematografı tanıtan bir kataloğu Yıldız Sarayı’na
yollamıştır. İstanbul’daki ilk hususî sinema salonu ise, Pathé Sineması, 1908’de
Weinberg tarafından açılacaktı. BOA.Y.PRK.MYD. 22/60, (17/ C/1317), [23
Ekim 1899].
32 Figür 7 – Sponeck Salonunda: İlk kat. Canlı Fotoğraflar. Kendi doğal
boyutunda hareketli projeksiyon. Temsiller her akşam saat 17.30, 18.30, 20.30
ve 21.30’da. Cuma ve Pazar günleri matine. Stamboul, 12 Aralık 1896.
506
HAYAL HAKİKAT OLURSA: OSMANLI İSTANBULU’NDA
FİLMLER, GÖSTERİMLER, İZLENİMLER (1896-1909)
Figür 7 – Stamboul, 25/26 Aralık 1896. 33
Asrın nev-i lû’biyyâtı, kâh “sinema kurdelası” kâh “canlı fotoğraf ”
olarak adlandırılırken yerel gazeteler ilanlarında bu yeni icadın ismi
konusundaki kafa karışıklığını da yansıtmaktaydı. Stamboul gazetesi,
photographie vivante/canlı fotoğraf, cinévitagraph ya da cinématographe/sinematograf olarak adlandırılan bu aygıtın tanıtımını 1896 Aralık
ayından itibaren yapmaya başlamıştı (Figür 6 & 8).34 Örneğin, 12
Aralık 1896’daki Stamboul’da, “Merak uyandırıcı fotoğraflar” başlıklı
33 Figür 8 – Sponek Salonunda: Merak uyandıran seanslarıyla M. Henri
Delavallée’nin fotoğraf projeksiyonları her akşam pek çok insanın ilgisini
çekmekte. Duyuru, geçen Perşembe günü, kavas zaptiyesi korumasındaki
Yunan bakan S. E. ve temsilcileri de gösterimde bulunmuştu. Siz değerli
okuyucularımıza son derece muazzam bir yenilik sunan M. Delavallée’in
bu pahalı olmayan ve eğlenceli temâşasına katılmanızı tavsiye ettiğimizi
söylemiştik. Temsiller her akşam 17.30, 18.30, 20.30 ve 21.30’da. Giriş ücreti 5
piastres. Stamboul, 25/26 Aralık 1896.
34 “Théâtres”, Stamboul, 12 Aralık 1896.; “Théatres”, Stamboul, 17 Mart 1897.; Le
Moniteur Oriental’de de benzeri kullanımlar göze çarpar, Bkz. “Théatres et
Concerts”, Le Moniteur Oriental, 23 Ocak 1897.
507
OSMANLI İSTANBULU III
tanıtım yazısında, sinema teknolojisi hakkında ayrıntılı bilgi verilmiştir. Yazıda, “oxyhydrique” denilen bir ışıkla aydınlatılan, 800’den
1000’e kadar hareketsiz fotoğrafın iki dayanıklı lensin arasından geçerek hareketli manzaralara dönüştüğü belirtilmekteydi.35 Yine, Le
Moniteur Oriental, 26 Ocak 1897’de Odéon’daki film gösterimi için
yanlışlıkla cinévitagraphe tabirini kullandıklarını, fakat temsilin doğru
adının cinématographe olduğunu okurlarına duyurmaktaydı.36 Görünen o ki dünya çapında patent ve isim konusunda yarışan firmalar, sinema aygıtlarının adlandırılması konusunda yarışırken İstanbul’daki
yerel gazeteler bu konuda tercüme sorunları yaşamaktaydı. Refik Halid [Karay] (1888-1965), İstanbul’daki ilk film gösteriminde “Canlı
fotoğraf ” tabirini kullanan kişilerin abisi ve dayısı olduğunu iddia
eder. 37 Refik Halid, alaycı bir tonla “Sarı ve solgun, silik ve sönük
şeyler” olarak tarif ettiği filmlerin, can bulduğu aygıtın ismi konusundaki kavram kargaşasını vurgulamaktaydı. Keza Refik Halid, “Canlı
fotoğraf ta ne ola?” sorusuyla, sinemanın ilk yıllarında halen oluşum
evresinden geçtiğini bir kez daha hatırlatmaktadır.38
Figür 8 – Stamboul, 17 Mart 1897.39
35 “Une Curiosité photographique”, Stamboul, 12 Aralık 1896.
36 “Théatres et Concerts”, Le Moniteur Oriental, 26 Ocak 1897.
37 Refik Halid [Karay] “Sinema”, Deli, İstanbul: Semih Lûtfî Kitabevi, 1939, s.
82-83.
38 Refik Halid [Karay] “Sinema”, s. 82.
39 Figür 8 – Sponek Salonunda Cinevitagraph: Yeni projeksiyon, komik
manzaralar. Renkli ve hareketli Serpentine Dansı filmi. Muazzam hakikîlikteki
fotoğraflar. Temsiller her akşam saat 18.00, 20.30 ve 21.30’da. Pazar günleri
saat 15.00, 16.00 ve 17.00’de matine. Stamboul, 17 Mart 1897.
508
HAYAL HAKİKAT OLURSA: OSMANLI İSTANBULU’NDA
FİLMLER, GÖSTERİMLER, İZLENİMLER (1896-1909)
İstanbul gazeteleri ise Karay’ın ifadelerinin tersine sinemayı tüm görkemi ve parıltısıyla tanıtmaktaydı. “Pera’da günün olayını”
okurlarına ileten Le Moniteur Oriental, Petits-Champs (Tepebaşı) Belediye Tiyatro’sunun büyük fuayesinde Yeni Edison Cinématographe’ının faaliyete geçeceğini duyurur. Ayrıca gösterimdeki 3 önemli film
ayrıntılarıyla tanıtılır: Paris’te Opera Meydanı (Place de l’Opéra à Paris),
Trenin Gara Gelişi (L’arrivée du train) ve St Petersbourg’da Trenin Gara
Gelişi (L’arrivée du train à St Petersbourg, 1897, Thomas Alva Edison).
Seçkide aynen canlılar kadar hakiki ve doğal boyuttaki “fotoğraflar”
Odéon’da İstanbullular ile buluşacaktır. Yazıda cinématographe’ın büyüleyici tesirini az da olsa hissettirebilecek başka hiçbir şeyin olmadığı
savunulur. Yeni Edison Cinématographe’ı harikulâdedir!40
Dünyanın dört bir yanından imparatorluğa gelen operatörler,
Osmanlı girişimcileriyle işbirliği yapmaktaydı. Bu operatörler, getirdikleri filmler, projektör, fonograf ve diğer teknik aygıtla, şehir
şehir mekân mekân gezerek Osmanlılar’a asrın yeni icadını tanıtmaktaydı. İstanbul’da tiyatro binaları, kahvehane, birahane, müze,
okul, bahçe ve benzeri yerlerde filmler gösterilmişti. Hatta operatörler Boğaz vapurlarında, aynen trenler de olduğu gibi, gezici sinemayı ahâlîye ulaştırmayı hedeflemişti. Arşiv kayıtlarına göre, iki
Fransız operatör “Şirket-i Hayriye’nin tedavül olan onsekiz numaralı
vapuruyla Boğaziçi, Adalar, Bakırköy ve İzmit Körfezi sahillerinde römarkörler çekerek içine sinematograf makinesi koyarak güya
ahâlîye sinematograf resimleri temâşa ettirmek için istîcâra teşebbüs”
etmişti.41 Durumu öğrenen yetkiler ise “mahâzîre mebnî” kararıyla
sinematograf gösterimine müsaade etmemişti. “Sakıncalı görülen”
bu girişim muhtemelen yangın tehlikesinden dolayı durdurulmuş
olabilir. Yürürlüğe girip girmediği bilinmeyen 1903 Sinematograf
İmtiyazının’nın 13. maddesinde, büyük şehirlerdeki gösterimlerin
ancak özel binalarda “husûsî mebânî”, yani sinema salonu ya da tiyatroda yapılacağı; kasaba ve köylerde ise panayır çadırlarında film
gösterilebileceği belirtilir.42 İstanbul’da ilk yerleşik sinemanın, Pathé
40 “Théatres et Concerts”, Le Moniteur Oriental, 29 Mart 1897.
41 BOA, İ.HUS.167, (95/CA/1326), [1908/1909].
42 Özde Çeliktemel-Thomen, “1903 Sinematograf İmtiyazı”, Toplumsal Tarih,
229, (Ocak 2013), s. 29.
509
OSMANLI İSTANBULU III
Sineması, 1908’de açılmasıyla gezici sinema zamanla yerini sinema
salonlarına bırakacaktı.
Sinema, başlangıçta İstanbul’daki merkezî muhitlerde varolan
temâşa türleriyle birlikte adeta ek program gibi sunulmaktaydı. Dolayısıyla filmler genel bir programın parçası gibi Karagöz, meddah,
tiyatro, varyete türlerine eşlik etmekteydi. Örneğin, 11 Aralık 1901’de
Concordia Tiyatrosu’nun Ramazan Bayramı dolayısıyla oldukça geniş bir programı olduğu duyurulmaktaydı. Programda Türkçe şarkı ve
danslarla oryantal şovu, oyuncu Hasan Efendi’nin skeçleri, Türkçe bir
komedi oyunu, sinematograf, pandomim ve diğer skeçler yer almıştı.43
Kimi zaman sadece filmlere yer veren gösterimler de düzenlenmekteydi, muhtemelen Sponek Birahanesi‘ndeki gösterimler bu şekilde
gerçekleşmişti.
Sultan II. Abdülhamid’in 27 Nisan 1909’da tahtan alınmasının
ardından, 6-7-8 Ağustos 1909’da Yıldız Festivali düzenlenmiştir. Üç
gün üç gece boyunca parkın ve sarayın çeşitli bölümlerindeki temâşâgâh ile tam bir karnaval havası yaratılmıştır. İlk gün, 6 Ağustos Cuma
günü Yıldız Sarayı Tiyatrosu’ndaki 2 saatlik cinématographe şovu dışında, pehlivan güreşi, jimnastik gösterisi, Bahriye Korosu, İncesaz
Korosu, ortaoyunu, varyeteler, çeşitli piyesler ve Napolitan serenadı
seyircilerle buluşmuştur. 7 Ağustos Cumartesi günü, Yıldız Sarayı
Tiyatrosu’nda saat 13.00-20.00 arasında, gün boyu, cinématographe
gösterimi yapılacağı duyurulmuştur. Aynı zamanda diğer konser ve
benzeri etkinlikler, parkta, Çadır Köşkü’nde ve Büyük Mabeyn Köşkü’nde devam etmekteydi. Festivalin son günü, 8 Ağustos Pazar, ise
yine tiyatroda saat 13.30-18.00’de, yaklaşık 5,5 saatlik, cinématographe
gösteriminin yapılacağı belirtilmişti.44 Yıldız Festivali tam manâsıyla
bir karnavaldı. Adeta 1900 Paris Universal Exposition’daki gibi ana
etkinliğin büyük bir bölümünü sinema oluşturmuştur.45 Bilhassa 5,5
saatlik film gösterimi, dönem filmlerinin kısalığı göz önüne alınırsa,
programın oldukça zengin olduğunu düşündürür.
43 “Spectacles et Concerts”, Le Moniteur Oriental, 11 Aralık 1901.
44 Maalesef Le Moniteur Oriental festival ilanında ayrıntılı olarak film seçkisinin
bilgisini paylaşmamakta. “Le Gala de Yildiz”, Le Moniteur Oriental, 4 Ağustos
1909.
45 Emmanuelle Toulet, Birth of the Motion Picture, Harry N. Abrams, 1995, s. 43.
510
HAYAL HAKİKAT OLURSA: OSMANLI İSTANBULU’NDA
FİLMLER, GÖSTERİMLER, İZLENİMLER (1896-1909)
İstanbul’un Beyoğlu ve Şehzadebaşı muhitlerinin cezbedici birer eğlence merkezi olarak sinemaya ev sahipliği yaptığı bilinmektedir.
İkdâm gazetesindeki 1906-1908 yıllarındaki ilanlardan, aynı zamanda
Kadıköy’de Kuşdili, Haydarpaşa, Söğütlüçeşme ve İcadiye’de; Avrupa
yakasında Bakırköy, Çemberlitaş ve Aksaray’da çeşitli bahçe, gazino
ve belediye işletmelerinde de film gösterildiği anlaşılıyor.46 Bir başka
deyişle, sinema 1900’lerin ilk çeyreğinden itibaren Asya ve Avrupa
yakasındaki İstanbullular için artık daha erişilebilir hale gelmiştir.
Ulusötesi film yapımının yaygın olduğu erken sinema döneminde, belli başlı birkaç film türü bulunmaktaydı: seyahat, haber ve
aktüalite filmleri, etnografik filmler, komedi, melodram, erotik filmler
ve diğerleri.47 Aşağıdaki tabloda (Tablo 1), konu ve tür ayrımı olmaksızın, 1896-1909 senelerinde İstanbul’da gösterime giren veya çekilen
bazı filmler görülebilir:
İstanbul’da Gösterilen veya Çekilen Filmler
Afrika Nehirlerinde Timsahlar
Paris, Bois de Boulogne
Altmış Saniyede On Şapka
Paris’te Opera Meydanı
Amerika’da Niagara Şelalesi
Paris’te Opera Tiyatrosu
Bir Alpinistin Başlangıcı
Petrolle Müteharrik Arabalar Müsabakası
Bir Parisli’nin Soyunması
Roma’da Saint Peter Kilisesi
Bomba
Salzburg’da Donanma Talimi
46 “Sinematograf ve Pandomima”, İkdâm, 4686, 19 Haziran 1907/1325, s. 4.;
“Sinematograf ”, İkdâm, 4676, 9 Haziran 1907/1325, s. 4.; “Sinematograf ”, İkdâm,
4678, 11 Haziran 1907/1325, s. 4.; “Sinematograf ”, İkdâm, 4711, 14 Temmuz
1907/1325, s. 4; “Sinematograf ”, İkdâm, 5045, 12 Haziran 1908/1326, s. 4.;
“Sinematograf ”, İkdâm, 5481, 22 Kânunuevvel 1909/1325, s. 6.
47 Detaylı bilgi için Bkz. Richard Abel, Encyclopedia of Early Cinema, New
York: Routledge, 2005, s. xxvi. Örneğin, bu dönemdeki melodramlar da
kendi arasında farklı türlere ayrılır: Heyecana dayalı melodramlar yahut
yerel melodramlar (melodrama domestic) gibi. Aksiyona ve hıza dayalı ve
olağanüstü anları yansıtan filmler de bu türe dahil edilmekteydi. Örneğin
volkan patlaması, sel, deprem gibi doğa olayları, şelale, lokomotifli tren
görüntüleri, batan gemiler ve diğerleri. Bkz. Ben Singer, “Melodrama,
Sensational”, Encyclopedia of Early Cinema, Richard Abel (Der.), New York:
Routledge, 2005, s. 423.
511
OSMANLI İSTANBULU III
Concordia Meydanı
Çar Hazretlerinin Paris’e
Vürûdu
Deniz Hamamı
Belgica
Teuileries Sahilinde Bir Sabah
Endülüs’te Boğa Güreşi
Üçlü Randevu
Eyfel Kulesine Çıkış
Tomson’da Gece Yürüyüşü
Genç Kız Mektebi
Serpentine Dansı
Haliç Panoraması
Hindistan’da Fillerle Kaplan
Avı
Hipnotize Olan Polis
Manoel’in İntikamı
Yaşlı Kıskanç Kız
İlân Yapıştırmak Yasaktır
Yıldız Efsanesi
Kıyıya Vuran Dalgalar
St Petersbourg’da Trenin Gara Gelişi
Korsan Morgan’ın Maceraları
Gelinin Yatağı
Kraliçe Victoria’nın Cenaze
Merasimi
İyi Çocuklar
Londra’nın Asma Köprüsü
Çin’e Yolculuk
Marsilya Rıhtımları
Salomé
Trenin Gara Gelişi
Zavallı İhtiyar
Avusturya İmparatoru Haşmetli
Franz Joseph Hazretlerinin
Berlin’e Gelişi
Haşmetli Almanya İmparatoru
Hazretlerinin Meteor Yatı
Stockholm’de Buz Üstünde
Gemicilik
Süvarinin Yüzme Talimi
Seine Nehrinde Bir Vapur
Kahire ve Piramitler
Tablo 1- Bu film örneklemi 1896-1909 senelerini yansıtan gazete ilanları, arşiv belgesi ve anılardan derlenmiştir. Filmler sadece
isimlere göre temsili olarak listelenmiştir. Film türü, yapımı, gösterimi, tarihi ve benzeri bilgiler dahil edilmemiştir.48
48 Bu listede çeşitli kaynaklar kullanılmıştır: Said N. Duhanî, Beyoğlu’nun Adı
Pera İken, s 76.; Stamboul, 12 Aralık 1896.; Refik Halid [Karay], “Sinema”,
s. 86. ; BOA, Y.PRK.EŞA. 40/1, (3/ M/1320), [12 Nisan 1902]; “Théatres
et Concerts”, Le Moniteur Oriental, 20 Mart 1901.; “Théatres et Concerts”,
Le Moniteur Oriental, 12 Ekim 1909.; “Théatres et Concerts”, Le Moniteur
512
HAYAL HAKİKAT OLURSA: OSMANLI İSTANBULU’NDA
FİLMLER, GÖSTERİMLER, İZLENİMLER (1896-1909)
İzlenimler
Biraz önce ıssız olan garın aniden inanılmaz bir şekilde kalabalıklaşır: tren
gelir, görevliler kapıları açar, insanlar iner, vedalaşır, vagonlara biner. Tüm
bunlar hiçbir şeyin tasvir edemeyeceği bir tesir bırakır. Bir kez daha, bu harikulâde temâşayı görün, kesinlikle buna değer. Trenin Gara Girişi filmi
(L’arrivée du train).49
Projektörden yansıyan ışıkla aydınlanan perdede, rayların
üzerinde ilerleyen bir tren görülür. Operatör ayakta, hemen projektör ile fonografın arkasındadır. Fransız Pathé Kardeşler’in amblemi
olan horoz ise perdenin üstünde görülür. Salondaki hilâl ve yıldızla
bezeli bayraklar dikkati çeker. Duvarlardaki Osmanlıca levhalar da
bu manzaranın tanıdık bir yere ait olabileceğini çağrıştırır. Karanlık
mekân genç yaşlı, fesli erkeklerle doludur. Bir tanesi heyecanlı gözlerle arkasına dönmüş projektöre bakmaktadır. Bu sahne, Ressam Salih
Erimez’in İstanbul’daki film gösteriminin tasvirindendir. Ercüment
Ekrem Talu’nun (1886-1956), Beyoğlu’nda Sponek Birahanesinde
ilk kez film seyredişini anlattığı yazısına, Erimez aşağıdaki çizimle
eşlik etmişti (Figür 9).50
Talu, “Asrın harikası” betimlemesiyle sunulan “canlı fotoğrafın”
kendisini başlangıçta korkuttuğunu dile getirmiştir. O zamanlar ergenlik çağında olan Talu’nun korkusunun sebebi salonun “zifîri karanlık” içinde kalmasıymış. Hatta filmde, gardan çıkan trenin neredeyse salona doğru gelecekmiş gibi olması seyirciler arasında şaşkınlık
yaratmıştır. Neticede, Talu’nun merakı korkuya üstün gelmiş ve bir
rıhtımda adeta “sar’a nöbetine tutulmuş” gibi “telaş” içinde yürüyen
insanları izlemeye koyulmuştur. Talu, okulda (Galatasaray Lisesi) bu
gösterim hakkında uzun uzun konuşulduğunu yazmaktadır. Talu’nun
satırları seyircilerin görüşlerini çarpıcı bir biçimde özetlemektedir:
Oriental, 16 Ekim 1909.; “Théatres et Concerts”, Le Moniteur Oriental, 23
Ekim 1909.; Ercüment Ekrem Talu, “İstanbul’da İlk Sinema ve İlk Gramafon”,
Perde ve Sahne, 7, (1943), s. 5. Ali Özuyar, “Türkiye’de Gösterilen İlk Filmler”.;
Stamboul, 17 Mart 1897.
49 “Théatres et Concerts”, Le Moniteur Oriental, 29 Mart 1897.
50 Ercüment Ekrem Talu, “İstanbul’da İlk Sinema ve İlk Gramafon”, Perde
ve Sahne, 7, (1943), s. 5-14. Talu Sponek’teki bu gösterimin 1896 veya 1897’de
olduğunu yazmıştır.
513
OSMANLI İSTANBULU III
Figür 9 – Ressam Salih Erimez, Ercüment Ekrem Talu’nun ilk film
gösterimine katılımını 1943’te Perde ve Sahne için resmetmişti.
Kimi, bu sihirli icadı gidip görmeyi günah sayıyor, kimi gidip gördüğünden
dolayı tevbe, istiğfar ediyor, ileri fikirliler ise bir medeniyet unsurunun daha
yurda girmiş olduğuna seviniyorlardı.51
Hiç şüphesiz seyirciler sinemayı farklı biçimlerde yorumlamaktaydı.52 Hayret, merak, şaşkınlık, heyecan, korku ve ilgi uyandıran filmler, bazen bir illüzyon bazen de hakikat olarak varsayılmıştı.
Talu’nun belirttiği gibi, çelişkili ruh haline bürünen bazı seyirciler,
filmlerin günah sayılabileceğinden dahi korkmuştur. Hatta Sermet
Muhtar Alus (1887-1952), sinema hakkındaki ihtilaflı durumu tasvir
etmek için bir fıkra anlatmaktadır. Bilhassa yaşlıların “canlı fotoğraf ”
51 Ercüment Ekrem Talu, “İstanbul’da İlk Sinema ve İlk Gramafon”, s. 14.
52 Seyirci izlenimlerini erken sinema döneminde edebiyatçılar aracılığıyla
inceleyen bir çalışma için Bkz. Meltem Gündem Öktem, “Türk
Sinema Tarihinin Erken Dönemini Aydınlatma Çabalarına Bir Katkı:
Edebiyatçılarımızın Sinema Hatıraları”, Civilacademy Sosyal Bilimler Dergisi,
7, 2, (Yaz 2009), s. 65-81.
514
HAYAL HAKİKAT OLURSA: OSMANLI İSTANBULU’NDA
FİLMLER, GÖSTERİMLER, İZLENİMLER (1896-1909)
tabirini duyunca şahâdet getirdiklerini ve salâvat çektiklerini iddia
eden Alus şöyle yazar:
O senelerde bir Salı günü, kırk yıllık ahbaplardan kul cinsi bir hatuneyi
Şevki’nin Zamboğlu Bahçesi’ndeki tiyatrosuna götürdük. Uyanıkça kafalı,
her şeye meraklıydı. Kapılar, bacalar, pencereler kapanıp, şanoya (sahneye)
çekilen perde aydınlanıp insanlar belirmeye, koşuşmaya başlayınca kadıncağız:
-“Estağfırullah, estağfırullah, Celle şanuhu!...” diyerek kendini locadan dışarı
atmaya kalkışmasın mı? Üstelik safrası da kabarmış, “Aman bana bir yudum
gazoz!” diye, avucu ağzında dört dönüyor. Ortalık zindan, yol nerede?...Naçar
(çaresiz) gözlerini yumdu. Makinelerin çatırtıları duruncaya kadar okudu,
üfledi. Ertesi günden itibaren üç gün oruç.53
Alus’un karikatürize ettiği bu ilk seyir deneyimi, İstanbul’daki
sinema seyircilerinin tek tip olmadığını gösterir. Her seyirci, sinema
hakkında muhtelif yorumlar yapabilirdi, fakat filmlerdeki hakikatın
sorgulanması ortak bir nokta olarak ön plana çıkmaktadır. Yukarıdaki satırlarda Alus, perdeye yansıyanları şaşkınlık ve hayret içinde
seyreden seyirciyi alaycı bir tonla anlatır. Esasen seyircilerin illüzyon
hissiyâtı film yapımcılarının bilinçli olarak yaratmaya çalıştığı bir etkiydi. Dönemin gazetelerinde, filmlerle seyircinin adeta hakikate “baş
döndürecek kadar yakın” oldukları iddia edilmekteydi.54 Örneğin, Le
Moniteur Oriental, St Petersbourg’da Trenin Gara Gelişi (L’arrivée du
train à St Petersbourg, 1897, Thomas Alva Edison) adlı filmi tanıtırken illüzyon etkisi üzerinde durmaktaydı:
Seansta seyirciler arasında ilk sırada bulunan bir Rus askeri; trenin geldiği
sahnede, yolcular arasında vagondan inip karşısında beliren albayını görür
ve tanır: illüzyon öylesine güçlüdür ki cesur er ayağa kalkar ve albayına asker
selamı verir.55
Alus, hayal ile hakikat arasında adeta bir illüzyon içindeki
seyirciyi tarif ederken Trenin Gara Gelişi filminin tanıtımında da
benzeri bir etki vurgulanmaktaydı. Belki de “canlı fotoğraf ” tabirinin
yorumlanması, perdedeki hayal ile hakikatın arasındaki ince ayrımda
53 Sermet Muhtar Alus, “Sinemalar: Meşhur Filmleri, Yıldızları”, Eski Günlerde,
Faruk Ilıkan (Yay. Haz.), İstanbul: İletişim, 2001, s. 61.
54 “Théatres et Concerts”, Le Moniteur Oriental, 29 Mart 1897.
55 “Théatres et Concerts”, Le Moniteur Oriental, 29 Mart 1897.
515
OSMANLI İSTANBULU III
gizliydi. Alus’un fıkrasına göre perdedeki hayal hakikat olmuştu. Kimi
seyirciler ise sinemanın hilebaz olduğunu savunmaktaydı.56 Neticede,
filmler hayret, heyecan, merak, şaşkınlık, korku ve ilgi uyandırırken
çoğunlukla seyirciyi büyülemekteydi; keza aşağıdaki satırlar bu durumu kanıtlar niteliktedir.
Sermet Muhtar Alus, Yıldız Sarayı ikinci mabeyncisi Arap
İzzet Paşa’yı konfora düşkün bir paşa olarak tarif etmektedir. Paşanın Beşiktaş’taki konağı Avrupa’dan getirtilen guguklu saatler, sofra
takımları, gümüş setler ve mobilyalarla doludur. Arap İzzet Paşa, her
türlü yeniliği İstanbul’a getirmeye çalışmıştır. Alus’a göre paşa, İstanbul’da kendi konağında film seyreden ilk paşadır:
İstanbul’da sinemayı ilk seyreden bahtiyar kimdir biliyor musunuz? Karin-i
sani, Arap İzzet Paşa. Kimden duyduysa duymuş yahut resmini nerede gördüyse
görmüş. Ayıp değil a, merak bu. Derhal Avrupa’ya sipariş etmiş ve konağına
getirtmiş. Koca kâşane, film parlaması yüzünden kül olup gitmişti.57
Arap İzzet Paşa’nın ilk film seyri yangın gibi vahîm bir sonla
bitmiştir. Fakat, yangın İstanbullular’a kötü örnek olmamış gibidir.58
Yıldız Sarayı tercümanı Sabuncuzade Louis Alberi, 9 Eylül 1902’de
seyrettiği bir filmin aniden durduğunu yazmıştır. Louis Alberi, filmin
durmasını elektrik kesintisine bağlamaktadır. Fakat “Seyirciler makinede bir infilâk vuku bulduğunu” sandıkları için “Birbirlerini çiğniyerek kaçışmaya” başlamışlardı.59 Bu hadiseye rağmen, Louis Alberi
1904’te, Sultan II. Abdülhamid’in tahta cülusunun yirmi sekizinci yıl
56 Nezih Erdoğan, “Basın Dilinde ‘Canlı Fotoğraf ve Hakikilik’”.
57 Sermet Muhtar Alus, “Eski Paşaların bazı merakları, garip tabiatları ve
hususiyetleri”, Masal Olanlar, Nuri Akbayar (Yay. Haz.), İstanbul: İletişim,
1997, s. 277-278. Sinema ve yangın konusunda Bkz. Nezih Erdoğan, “Erken
Sinemanın Kazası Nitrat Yangınları ve Önlemler”, Toplumsal Tarih, 255, (Mart
2015), s. 56-60.
58 Nitrat film yapısından kaynaklı veya kullanılan enerji türüne bağlı olarak
(elektrik, kömür, gaz, petrol ve diğerleri) oluşan yangınlar film yapımı,
dağıtımı ve gösterim koşullarını etkilemekteydi.
59 Erken sinema döneminde, elektrik veya kullanılan diğer enerji türlerinden
kaynaklı sıkıntılar dışında, filmin kopması sıkça yaşanan sorunlardan biriydi.
Sabuncuzade Louis Alberi, Yıldız Sarayı’nda Bir Papaz, Mehmet Kuzu (Yay.
Haz.), İstanbul: Selis Yayınları, 2007, s. 252.
516
HAYAL HAKİKAT OLURSA: OSMANLI İSTANBULU’NDA
FİLMLER, GÖSTERİMLER, İZLENİMLER (1896-1909)
dönümü münasebetiyle, Büyükada’daki evinde ahâlîye bir film gösterimi düzenler. Fonograf ve projektörün kullanımını bizzat öğrenen
Louis Alberi anılarında geceyi şöyle tarif eder:
1 Eylül – Bugün Zât-ı Şâhanenin tahta cülûsunun yirmi sekizinci yıl dönümüdür. Bu münasebetle evimin elektrik tezyinat hazırlamakla meşgul oldum.
Güneş battıktan sonra fenerleri ve elektrik lambalarını yaptık. Asetalin ışığı
ve sinema makinesiyle halka manzaralar seyrettirdik.60
Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944), babasıyla Şehzadebaşı’nda sinemaya giden bir çocuğun başına gelenleri anlattığı Çocuklara Yasak (1908) adlı öyküsünde, çocuk ve sinema konusunu betimler. Gürpınar, öyküsünü kurgularken Müslüman İstanbullular’ın
film seyretmeyle ilgili çekincelerinin olduğunu gözlemlemiş gibidir.
Ondokuzuncu yüzyıldan itibaren İstanbul’da zoetrope, büyülü fener,
fotoğraf ve kartpostalllar aracılığıyla erotizmin (çıplaklık ve pornografi) temâşasının yaygın olduğu bilinmektedir.61 Nezih Erdoğan’a
göre ise filmler “bedenleri metalaştırarak” seyirciye vadettiği “hakikatı” sunmaktaydı.62 Acaba bu yıllarda mahrem konuları içeren filmler
gösterilmiş miydi? “Mavi suaraler” veya “siyah geceler” tabirleriyle
adlandırılan gösterimler pornografinin İstanbul’da boy göstermeye
başladığını ima etmektedir. 63
Çocuklara Yasak adlı öyküde çocuk karakter, annesine sinemada
“ayıp şeyler gösteriyorlarmış” diyerek eve dönüş sebebini anlatır. Buna
rağmen anne, çocuğun açıklamasının “yalan” olabileceğini düşünmektedir. Sinemadan eve dönen babanın eşiyle olan diyaloğu ise çok daha
ilginçtir:
60 Sabuncuzade Louis Alberi, Yıldız Sarayı’nda Bir Papaz, s. 306-307, 315.
61 Edhem Eldem, “Görüntülerin Gücü – Fotoğrafın Osmanlı İmparatorluğu’nda
Yayılması ve Etkisi”, Camera Ottomana Osmanlı İmparatorluğu’nda Fotoğraf
ve Modernite 1840-1914, Zeynep Çelik & Edhem Eldem (Der.), Ayşen Gür
(Çev.), İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2015, s. 109-110.; Paolo Cherchi
Usai, “Pornography”, Encyclopedia of Early Cinema, Richard Abel (Der.), New
York: Routledge, 2005, s. 525-526.
62 Nezih Erdoğan, “Basın Dilinde ‘Canlı Fotoğraf ve Hakikilik’”.
63 Nezih Erdoğan, “Basın Dilinde ‘Canlı Fotoğraf ve Hakikilik’”.
517
OSMANLI İSTANBULU III
Hanım – Çocuğu niçin oyuna koymadınız? Recep – Bu akşam oyun çocuklara
yasakmış...Hanım – Neden? Recep – Neden olduğunu pek bildiğim yok. Hanım
–Hiç bir şey duymadın mı? Recep – ... Hanım – Söylesene. Recep – Herkes bir
güna lâf söylüyor da... Hanım – Ne diyorlar? Recep – İçeride pehlivan karılar
varmış da, birbirinin imuğunu sıkıyorlarmış da... Hanım – Karıdan pehlivan
olur mu? Recep – Olur hanımefendi, olur...Âhır zamana geldik. Artık her şey
oluyor. Hanım – Sen hiç içeri girip ne olduğunu seyrettin mi? Recep – Hayır,
girmedim. Komşunun uşağı girmiş de o anlattı. Hanım – Ey, ne varmış içerde? Recep – Pehlivan kadınlar dolaşıyormuş da efendim... Hanım – Daha?
Recep – Dahası efendim, girenin abdesti bozuluyormuş....64
Bu diyalogdan sonra, öyküdeki komşu evde, sinemaya giden
bir başka erkeğin eşiyle olan konuşması başlar. Bu sefer erkek karakter, çocukların sinemaya alınmadığı akşam, filmlerde “Saçma sapan
şeyler…Kırlar, denizler, memleketler…” gösterildiğini söyler.65 Fakat
evin hanımı “kadına anlatılmayan, çocuğa gösterilmeyen” bu görüntülerin pek de masum olmayacağını bildiğinden üstemeleye devam
eder. Sonunda erkek itiraf eder:
Perdede bir kadın soyundu. Banyoya girdi. Bir erkek de paravanın üstünden
seyretti…Hanım bayılır gibi bir halde: –Siz de seyrettiniz mi? –Tabiî…66
Bu öyküde tarif edilen mahremiyetin korunmaması ve erkeklerin filmler aracılığıyla erotizm arayışına girmesi, bilhassa kadın karakterleri hayal kırıklığına uğratmış gibi gösterilmekte. Erkek karakterler
ise, röntgenciliğin gölgesinde kalmayı, gönüllü olarak gerçekleştirmiş
gibidir. Çocuklara Yasak’ta, sinema hayata öylesine sirayet etmiştir ki
artık ahâlî filmlerin dedikodusunu yapmaktadır. Bir başka deyişle,
İstanbul’da gösterilen filmlerin mahrem dünyası, dışarıda binbir çehresiyle evlere kadar sızar. Gürpınar’ın kurguladığı öyküde anne, “ayıp
filmlere” giden oğluna kızarken erkeklerin seyirci olduğu ve müstehcen seyirlerin yaşandığı bir mecra olarak sinema aile içi gerilimlerin
kaynağı oluverir.
64 Hüseyin Rahmi Gürpınar, “Çocuklara Yasak”, Eti Senin Kemiği Benim,
İstanbul: Atlas Kitabevi, 1973, s. 29.
65 Hüseyin Rahmi Gürpınar, “Çocuklara Yasak”, s. 31.
66 Hüseyin Rahmi Gürpınar, “Çocuklara Yasak”, s. 32.
518
HAYAL HAKİKAT OLURSA: OSMANLI İSTANBULU’NDA
FİLMLER, GÖSTERİMLER, İZLENİMLER (1896-1909)
İstanbul’daki 13 yıllık sinema tarihinin aktarıldığı bu çalışmada,
oluşum evresindeki sinemanın hâlihazırda diğer temâşa türleriyle bir
arada gösterildiği iddia edilmektedir. Gezici sinemanın yaygın olduğu bu dönemde, film yapım, dağıtım ve gösterim pratiklerinin standartlaşmış bir yasal denetim olmaksızın işlediğini hatırlamakta fayda
var. Sinema bazı seyirciler nezdinde, Karagöz’ün hayal perdesinden
öte, hayalin hakikate dönüşebileceği bir temâşaydı. Bazen sinemanın
hakikîliği sorgulanmakta ve bu “hilebaz aygıtın sahtekârlığı” da tartışılmaktaydı.67 Teknolojinin cazibesi, İstanbullu seyirciler arasında
merak uyandırmış; kimini şaşırtmış kimini hayretler içinde bırakmıştı.
“Erotizm” yüklü bazı filmler ise “tehlikeli” bulunmuştu. Abdülhamid
devri 1909’da sona ererken, II. Meşrutiyet ile birlikte sinema giderek
daha erişilebilir hale gelecek, film seyreden kadınların sayısı artacak,
hususî sinema salonları açılacak ve Osmanlılar’ın çektiği filmler başka
diyarlara ulaşacaktı.
67 Nezih Erdoğan, “Basın Dilinde ‘Canlı Fotoğraf ve Hakikilik’”.
519
İstanbul’da Kayık
M. Sinan Genim
TAÇ Vakfı
Türkçe’de qayaq1 (kaymak) fiilinden geldiği düşünülen kayık
sözcüğünü son dönemlerde hatırlayan kalmadı dersek haksızlık etmiş olmayız. Sözlüklerde kürek veya yelkenle yürütülen ufak tekne
olarak açıklanan kayığın yerini Yunanca sandalion’dan türetilen sandal aldı.2
Geriye dönüp baktığımızda bildiğimiz kadarıyla kayık, dünyada iki şehrin vazgeçilmez ulaşım vasıtası olmuştur. Venedik’in gondolu ne ise İstanbul’un kayığı da odur. Venedik denince akla pek çok
şey gelir ama olmazsa olmazı gondoldur. Büyük bir denizin gerisinde,
bataklıklardan oluşan bir bölgede kanallarla ulaşımın sağlandığı Venedik’te yüzyıllarca şehir içi ulaşımı için hizmet veren gondollar, günümüzde de şehrin en önemli turistik öğelerinden biri olup pek çok
insanın geçim kaynağıdır. Ya İstanbul, ortasından deniz geçen, ortasından geçmekle kalmayıp, ta içine kadar giren İstanbul… Bugün
geleneksel ulaşım araçlarını unutmuş, adını bile hatırlamaz olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu döneminin İstanbul’u çok sayıda kayık çeşidine sahiptir. Yelken kullanmaksızın, yalnızca kürekle yani
1 Kâşgarlı Mahmûd 2005, 417.
2 Ayverdi 2005, III, 2667.
521
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 1.
Andrea
Vavassore
İstanbul 1500
insan gücüyle hareket eden kayıklar, saltanat kayığı, elçi kayığı, ateş
kayığı, çöp kayığı, su kayığı, alamana gibi çok özel isimlerle anılmakla birlikte genelde dört tip olarak bilinir.3 Erken dönemlerde yük ve
yolcu taşımacılığı yapılan pereme4, aynı nitelikte hizmet veren, fakat
daha geç dönemlerde kullanılmaya başlanan pazar kayığı5, balık avı
3 Gülersoy 1983.
4 ay. es. 124-173.
5 ay. es. 152-156.
522
İSTANBUL’DA KAYIK
için kullanılan kancabaş6 ve bir nevi özel ulaşım aracı olan, günümüzde özel araç veya taksi yerine kullanılan piyade7. Ahmet Hamdi
Tanpınar piyadeyi şöyle tarif eder: “Her biri yirmi, otuz altına giydirilen genç ve erkek güzeli kayıkçıların kürek çektiği masal kuşu misali zarif
piyadeler”.
İstanbul’a dair ilk çizili belgelerden biri olan Giovanni Andrea
Vavassore’nin 1500’lerin başına ait gravüründe Haliç’in iki sahili arasında hareket eden küçük kayıklar görülmektedir. Bu kayıkların tıpkı
Venedik’teki gondollar gibi teknenin kıçında duran bir kişi tarafından pala denilen kürekle yol aldığı anlaşılmaktadır. Bu durum çizerin
bir Venedikli olmasından mı, yoksa gerçekten ilk dönem teknelerin
bu şekilde yönetildiğinden mi kaynaklanmaktadır araştırılması gerekir. (Resim: 1)
Sultan III. Murad dönemine ait 25 Recep 995/1 Temmuz 1587
tarihli bir fermanda İstanbul yerleşmeleri arasında çalışan kayıklarla
ilgili kurallar belirlenmektedir.8 Bu fermandaki açıklamalarda kayık
sözcüğü geçmemekte, deniz taşıtları için iki, dört ve altı kürekçili
olarak perme terimi kullanılmaktadır. Fermanda çeşitli iskeleler arasındaki gidişlerde özel olarak tutulan permeler için alınacak ücret
tarifesinin yanı sıra dolmuş usulü çalışan permelerin yolcu başına
alacakları ücret de belirlenmiştir. Bu arada permelerin eski üslubundan çıkarak uzun ve dar yapıldıklarına ve yelken taktıklarına dikkat
çekilip bu teknelere mani olunması istenmektedir.
Fermandan anlaşılacağı üzere XVI. yüzyıl sonlarına doğru kayık sözcüğü kullanılmamakta, insan taşımacılığında kullanılan tüm
kürekli tekneler, perme adıyla anılmaktadır. Perme, VI. yüzyılda
Constantinopolis ile Galata arasında işleyen teknelerden beri kullanılan bir isimdir. Bu dönemde her iki iskele arasında sefer yapan
kayıklar, Transitus Sycarum ya da Galata bölgesini yeniden düzenleyen ve bu bölgedeki iskanın gelişmesini sağlayan İmparator İustinianos’a atfen Transitus Justinianorum olarak bilinmektedir.9 Rumca6
7
8
9
Kademoğlu 2000, 15-24.
Gülersoy 1983, 75-123; Kademoğlu 2000, 28; Sonman 2003, 58-59.
Ahmet Refik 1935, 75-76.
Kuban 1996, 57.
523
OSMANLI İSTANBULU III
dan dilimize aktarılan pereme sözcüğünün nereden geldiği bilinmez;
muhtemelen aynı dönemde Peramatos (Perama Kapısı) olarak bilinen ve daha sonra Yemiş İskelesi adıyla ünlenecek noktadan hareket
ettikleri için perme sözcüğüyle anılıyor olabilirler.
Perme veya pereme adı verilen teknenin kesin bir tarifi bulunmamaktadır. Ancak dönemin gravürlerinde görüldüğü kadarıyla
başında ve kıçında birer yükseltinin yer aldığı bu teknelerin aynı zamanda birer yekesi ve dümencisi bulunmaktadır. (Resim: 2)
İstanbul’u diğer semtlere bağlayacak tarzda faaliyet gösteren
kayıkçı esnafı, tüm esnaf grupları arasında en fazla sayıda ve dikkat
çekici grubu oluşturmakta ve diğerleri arasında yoğun hizmet sunan
bir grup olarak ayrılmaktadır. XVII. yüzyıl ortalarına doğru İstanbul’un kayıkçı esnafı hakkında bilgi veren Evliya Çelebi, deniz esnafını mavunacılar, kayıkçılar, peremeciler ve çırnıkçılar olarak dört
gruba ayırmaktadır. Evliya Çelebi İstanbul’dan Galata’ya kayık, pereme veya mavunalar ile geçildiğinden10, şehirde 800 mavunacı, 2000
kayıkçı, 8000 peremeci ve 200 çırnıkçı olduğundan söz eder.11 Kayık
ve pereme gibi yalnız kürekle hareket eden teknelerin yanı sıra daha
uzak bölgelere ulaşmak veya yük taşımak için mavuna ve çırnık gibi
aşırma yelkenli teknelerin de kullanıldığı anlaşılmaktadır. (Resim: 3)
1640 tarihli Es’ar defterinde peremeler, altı kürek kaba pereme; altı kürek pereme; altı kürek yılandili pereme; dört kürek kaba
pereme; dört kürek pereme; dört kürek yılandili pereme ve yalnız
kürek pereme olarak altı gruba ayrılmaktadır.12 1890’ların başında
Büyükdere’de çekilen bir kare belki de bu teknelerden esinlenerek
yapılan bir başka bir tekneyi günümüze taşımaktadır. (Resim: 4)
Muhtemelen XVIII. yüzyılın sonlarına doğru yeni bir tekne tipi
İstanbul’un gündemine girer: pazar kayığı. Bir dönem gondol örnek
alınarak yapılan peremeler artık ömürlerini tamamlamış ve tarihin
eskiyen yaprakların arasına karışmışlardır.13 Mehmet Zeki Pakalın
10 Evliya 2003, 387.
11 Evliya 2003, 509.
12 Yücel1992, 226.
13 Sonman 2003, 60.
524
İSTANBUL’DA KAYIK
Resim 2.
Pereme /
Gülersoy 1983,
125
Resim 3.
Mavna /
M. Sinan
Genim
Arşivi
pazar kayığını, beş ve yedi çifte büyük kayıklar olarak açıklar.14 Pazar
kayığı için fotoğraf dahil pek çok görüntüye sahibiz. (Resim: 5) Ancak
bu tip kayığın geliştirilerek günümüz İstanbul’u için örnek bir taşıt
aracı olarak kullanılması estetik özellikleri ve hantallığı göz önüne
alındığında mümkün değildir.
14 Pakalın 1983, II, 765.
525
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 4.
Kayık /
M. Sinan
Genim Arşivi
Resim 5.
Pazar Kayığı
/ M. Sinan
Genim Arşivi
Geriye tekten üç çifte kadar kürekçili ve yaygın olarak kullanılan, beş çiftesi elçi kayığı, daha büyükleri saltanat kayığı olarak
hizmet veren piyadeler kalır. Uzun mesafelere daha çabuk ulaşmak
için yapılan büyüklerine zangoç, özel olanlarına yalı piyadesi, kiralık
olanlarına da iskele piyadesi adı verilen, kıç tarafı şişkince bir mekik
formunda olan bu tekneler, hafif olmaları için ıhlamur kerestesinden yapılırlar. (Resim: 6-7) 1885-1887 arasında İstanbul’da görev
yapan ilk Amerikan Elçisi Samuel Sullivan Cox’un tespiti şöyledir:
526
İSTANBUL’DA KAYIK
Resim 6.
Piyade /
Melling /
M. Sinan
Genim Arşivi
Resim 7.
Piyade /
Pascal Sebah /
M. Sinan Genim
Arşivi
“Yolcuların arkada, bir Türk halısı veya fes rengi minder üzerinde oturması gerekir. Kayıklar bir bakıma bizim kanolara benzer. Uzun ve çok
ince, yolcunun her hareketine duyarlıdırlar. Sinirli insanların bunlara
hiç binmemesi gerekir. Ama Türk hanımefendisi adımını ihtiyatlı atar
ve oturduğu zaman, kayığın adabına tastamam yakışır şekilde, hareketsiz kalır”.15 Cox aynı dönemde Amerikan Elçiliği’ne ait piyadenin
sadece 10 metre boyunda olmasına rağmen 150 kilo ağırlığında olduğunu da belirtir.
15 Cox 2010, 418.
527
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 8.
Elçi Kayığı /
M. Sinan Genim
Arşivi
Resim 9.
Elçi Kayığı /
Anonim /
M. Sinan
Genim Arşivi
Piyade formunda yapılan ve elçi kayığı adıyla bilinen tekneler
önceleri en fazla beş çifte olarak yapılabilir. Daha sonraları teknelerin yedi çifte kadar yapılmalarına izin verilmiştir.16 (Resim: 8-9)
16 Pardoe 2009, 433.
528
İSTANBUL’DA KAYIK
1699-1711 tarihleri arasında Osmanlı İmparatorluğu nezdinde Fransız elçisi olarak bulunan Marquis Charles de Ferriol d’Argental’in padişahın teknesine benzer süslemeleri ve tefrişi olan bir
elçilik kayığı yaptırmış ve Boğaz sefalarına çıkmaya başlamıştır. Ancak Ferriol bu had bilmezliğinin bedelini ağır öder. İstanbul’da elçi
bulunduğu dönem boyunca kayığa binmesi yasaklanır ve Tarabya’daki yazlığına Kağıthane üzerinden at sırtında gitmeye mecbur kalır.17
Sultan III. Selim döneminde elçi kayıklarına bayrak takılmasına
izin çıkar. Ancak dümen yekesinin hareketini kısıtlaması nedeniyle kayığın arka bölümüne takılamayan bayrak, ön tarafa takılır. Bu
kayıkların bir diğer ayrıcalığı ise tıpkı saltanat kayıklarında olduğu
gibi burun üstlerine devletlerinin sembolü olan kuş figürünü takabilmeleridir.
Hiç şüphesiz piyadelerin en güzel ve en ihtişamlıları saltanat
kayıkları ola gelmiştir. En eskisi günümüzde Deniz Müzesi’nde bulunan Sultan IV. Mehmet’e ait olan piyade, 40 metre uzunluğunda,
5.70 metre genişliğindedir. Su kesimi ise 2.4 metredir. 24 sırada 48
oturağı olan piyadenin toplamda 144 kürekçi olmak üzere her küreğini üç kürekçi çekmektedir.
12 Şubat 1836 tarihli mektubunda Moltke saltanat kayığını
şu sözlerle tarif etmektedir: “Dün bir yerde otururken padişahın büyük
kayığı hızla yaklaştı. Üzerinde alâmet olarak bir martı bulunan uzun,
gayet zengin bir tarzda süslenmiş burnu ok gibi dalgaları yarıyor, on dört
çift kürek, koyu mavi sular üzerine kar gibi beyaz bir şeritle, saltanat
kayığının geçtiği yolu çiziyordu. Kayığın arka tarafında sayeban bulunuyor, bunun altında müminlerin hükümdarı kırmızı kadifeden minderler
üzerinde oturuyordu. Önünde hassa hademeleri diz üstü duruyor, arkasında reis dümen tutuyordu. Yine böyle bir kayık, boş olarak az uzaktan
bunun arkasından geliyordu, çünkü gelenek, padişahın geldiği vasıtayı
dönüşte asla kullanmamasını emrediyor.”18
Sultan II. Mahmut’un cuma selamlığına ikisi büyük, toplam
altı kayıkla gittiğini bilmekteyiz. Melling’in bir çiziminde Sultan
II. Mahmut’un da içinde bulunduğu bu teknelerin resmi geçidini
17 Gülersoy 1983, 141.
18 Moltke 1960, 33.
529
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 10.
Saltanat Kayığı /
Luigi Mayer /
Pera Müzesi
Resim 11.
Saltanat Kayığı /
Melling 1819,
planj: 7
izlememiz mümkün oluyor.19 Daha sonraları bu teknelerdeki kürek
sayısı on iki veya on üç olarak belirlenmiştir. (Resim: 10-12)
Sadrazam, şeyhülislam, vezirler, kazaskerler gibi devletin üst
kademelerinde görev yapanların kayıklarından da söz etmek gerekir.
19 Melling 1819, Planj: 7.
530
İSTANBUL’DA KAYIK
Resim 12.
Saltanat Kayığı /
Anonim /
M. Sinan Genim
Arşivi
Dokuz çiften başlayan bu kayıklar, beş çifte kadar çeşitli boylarda
yapılır.
İstanbul için bilinen en mükemmel kayık şüphesiz “piyade”dir.
Tek kürekçiden, üç kürekçiye kadar olan bu kayıklar günlük kullanım
araçlarıdır. Bu arada özellikle Bartlett ve Melling’in gravürlerinde
görülmekte olan, fakat hiç bir şekilde fotoğraf dönemine yetişmeyen
burun bölümü kalkık, arka bölümünde ise geriye katlanmış kuyruk
benzeri süsleme elamanları olan piyadelerin varlığı da bir gerçektir.
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Şirketi- Hayriye ve Seyri Sefain İdaresi’nin gerek Boğaziçi, gerekse Kadıköy bölgesi ve Adalar
arasında düzenli vapur seferlerine başlamasını takiben piyadeler ortadan çekilmeye başlar.20 Artık piyadenin yerini daha çok gezi amacıyla kullanılan, piyade gibi profesyonel kayıkçıların değil, hemen
herkesin kürek çekebildiği sandallar almaya başlar. Kısa süre içinde piyadeler tamamen yok olur, günümüze kalmış ve kullanılmakta
olan piyade yoktur. Ne yazık ki yüzyıllar boyu İstanbul sularını ve
Boğaziçi’nin süsleyen bu teknelerden Deniz Müzesi’nde sergilenen
20 Tutel 1997a; Tutel 1997b.
531
OSMANLI İSTANBULU III
Resim 13.
Piyade Maketi /
Erdoğan
Demirören
Koleksiyonu
Resim 14.
Kancabaş /
Anonim /
M. Sinan
Genim Arşivi
Sait Halim Paşa’nın 10.15 metre uzunluğundaki teknesinden başka
nerede ise örnek kalmamıştır.21 Gerek Sait Halim Paşa’nın piyadesi
gerekse muhtemelen XIX. yüzyılın başlarında yapıldığını sandığımız
bir piyade maketi bu teknenin zarif görünümü ve yapısı hakkında
bize bilgi vermektedir. (Resim: 13)
21 Sonman 2003, 59.
532
İSTANBUL’DA KAYIK
Yüzyıllar içinde giderek gelişen ve kancabaş adıyla bilinen balıkçı kayıklarını da unutmamak gerekir. Her ne kadar balık tutmak
gibi özel bir amaç için kullanılıyor olsalar da zaman zaman Boğaziçi’nin uzak yerleşmeleri arasında yük ve yolcu taşıyan bu teknelerin
son zamanlara kadar kullanıldığı bilinmektedir. Günümüzde kancabaş bir grup nostalji meraklısının hobisi olarak kullanılmakta ve
zaman zaman özellikle Tuzla koyunda kancabaş yarışları ve gezileri
yapılmaktadır. (Resim: 14)
Piyade ve benzeri deniz ulaşım araçları düşünüldüğünde köklü ve uzun bir geçmişe sahip olan ülkemizde, kültürümüze ait bu
araçların geliştirilmiş ve günümüz şartlarına uyarlanmış örneklerinin kullanılması yerine Venedik’e öykünerek hemen her turistik yöremizde gezi amaçlı gondol tipi tekneler kullanılmaya başlanmıştır.
Eskişehir Porsuk’ta, Kapadokya Kızılırmak’ta, Adana Seyhan’da yüzmekte olan gondolları gördükçe geçmişinden bihaber bir toplumun
geleceğe nasıl hazırlanacağı konusunda endişe duyuyorum. Boğaziçi’nin ve Haliç’in sakin sularında geçmişteki görkemlerini yansıtarak
süzülen teknelerle dolaşmak varken kendi kültürel zenginliğini göz
ardı ederek dünya markası haline getirilen başka bir kültüre öykünerek yapılanlar da maalesef samimi olamıyor.
Bu bildiri kültürümüze has tekne tiplerinin yok olması üzerinedir. Kültürümüzün pek çok ince dalı zaman içinde kırıldı. Onların
yeniden filiz vermesi, gelişmesi ve çiçek açması gerekiyor. Bu alanda
yapılacak araştırmalar dünya denizcilik tarihine ve deniz kültürüne
büyük katkı sağlayacaktır. Bir gün dilerim çektirme, baştarda, çekeleve, kırlangıç gibi hem kürek hem yelkenle hareket eden teknelerimizin benzerlerini yapmak mümkün olur. Öncelikle bu teknelerle
ilgili araştırmalar desteklenmelidir. Daha sonra seyirlik de olsa bir
kaç teknenin üretimini gerçekleştirerek o güzel eski günleri hürmetle
yâd edebiliriz.
533
OSMANLI İSTANBULU III
Kısaltmalar Listesi
Ahmet Refik 1935 Ahmet Refik, On Altıncı Asırda İstanbul Hayatı
(1553-1591), İstanbul, 1935.
Ayverdi 2005
İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük,
İstanbul, 2005.
Cox 2010
Samuel Sullivan Cox, Bir Amerikan Diplomatının
İstanbul Anıları 1885-1887, Çev: Gül Çağalı Güven,
İstanbul, 2010.
Evliya 2003
Evliya Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi
Seyahatnamesi: İstanbul, Haz. Seyit Ali KahramanYücel Dağlı, İstanbul, 2003.
Gülersoy 1983
Çelik Gülersoy, Kayıklar, İstanbul, 1983.
Kademoğlu 2000
Osman Kademoğlu, Denizlerin Güzelleri, İstanbul, 2000.
Kâşgarlı Mahmûd 2005 Kâşgarlı Mahmûd, Dîvânü Lugâti’t-Türk,
Haz. Seçkin Erdi-Serap Tuğba Yureser, İstanbul, 2005.
Kuban 1996
Doğan Kuban, İstanbul Bir Kent Tarihi, İstanbul, 1996.
Lewis 1837
John F. Lewis, Lewis’s Illustrations of Constantinople
1835-36, London, 1837.
Melling 1819
Antoine Ignace Melling, Voyage pittoresque de
Constantinople et des rives du Bosphore –aprés les dessins
de M. Melling, Londra,1819.
Moltke 1960
Helmuth Von Moltke, Türkiye’deki Durum ve Olaylar
Üzerine Mektuplar, Çev: Hayrullah Örs, Ankara, 1960.
Orhonlu 1966
Cengiz Orhonlu, “Osmanlı Türkleri Devrinde
İstanbul’da Kayıkçılık ve Kayık İşletmeciliği”,
İ.Ü. Tarih Dergisi, Sayı: 21, İstanbul, 1966, s. 109-134.
Pakalın 1983
Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri
ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1983.
Pardoe 2009
Julia Pardoe, Sultanlar Şehri İstanbul,
Çev: Banu Büyükkal, İstanbul, 2009.
Sonman 2003
Terry Sonman, Su Yolu’nun Dilberleri, İstanbul, 2003.
Tutel 1997a
Eser Tutel, Şirket-i Hayriye, İstanbul, 1997.
Tutel 1997b
Eser Tutel, Seyr-i Sefain, İstanbul, 1997.
Yücel 1992
Yaşar Yücel, Es’ar Defteri (1640), Ankara, 1992.
534
İstanbul Balıkhanesi
ve Balıkhane Mukataası (1550-1735)
Murat Uluskan
Marmara Üniversitesi
Türkiye’nin en büyük balık hali olan ve 1983 yılından bu yana
Kumkapı’da faaliyet gösteren İstanbul Balık Hali, fiziki altyapısının
yetersiz oluşu ve artan ihtiyacı karşılayamaması nedeniyle 24 Ağustos 2015 tarihinden itibaren Beylikdüzü Gürpınar’da inşa edilen
yeni balık halinde İstanbullulara hizmet vermeye başladı. Kumkapı’dan önce 1964 yılında Azapkapı’da, daha öncesinde ise 1957’de
taşındığı Eminönü’nde mevcut meyve ve sebze halinin yanındaki
eski bir binada faaliyet gösteren balık hali, bu tarihe kadar da 1902
yılında Düyûn-ı Umûmiye İdaresi tarafından açılışı yapılan ve yine
Eminönü sahilinde yer alan Rali Hanı’nda hizmet verdi. Bu çalışmanın konusunu, geçen yüzyılda değişen mekânlarını hızlıca özetlediğimiz İstanbul Balık Halinin Osmanlı döneminde bulunduğu
mahaller ile işletme ve idaresi hakkında kaynakların verdiği bilgiler
oluşturmaktadır.
İstanbul Balıkhanesi
Fetih sonrası İstanbul’unda balıkhane mahallinden bahsetmeden önce Balıkhane Kapısı hakkında kısa bir bilgi vermenin
535
OSMANLI İSTANBULU III
yerinde olacağını düşünüyoruz. Bilindiği üzere Balıkhane Kapısı, Topkapı Sarayı’nın Marmara’ya bakan sahil surları üzerindeki kapılardan Ahırkapı ile kara tarafındaki Otluk Kapısı arasında
bulunuyordu. Bu adla anılması, Osmanlı sarayının önemli hizmet
birimlerinden olan bostancılara bağlı Balıkhane Ocağının surların
bu kesiminde hizmet vermesiyle ilgiliydi. Ocak mensubu balıkçıbaşı ve bostancılar, Balıkhane Kapısı’nın karşısındaki denize gerilmiş
dalyanlarda balık avcılığıyla meşgul olup Ahırkapı’ya kadar olan
bölgenin kontrolünü sağlarlardı. Kapının dışında, deniz kıyısında
ise Balıkçıbaşı Köşkü bulunuyordu. Balıkçıbaşı, saraya giriş çıkışlarında bu köşkü kullanırdı.1 “Balıkhane Kapısı” adı, ilk anda burada
bir balıkhanenin mevcut olduğu düşüncesini akla getirse de kaynaklarda bu yönde bir bilgiye rastlanmamaktadır. Burası daha çok
idam ve sürgün cezasına çarptırılanların saraydan çıkartıldığı veya
hapsedildiği bir yer olarak, genellikle de sadece “balıkhane” adıyla anılmaktaydı.2 Aslında konum olarak da Boğaziçi’nde avlanan
1 Eremya Çelebi Kömürcüyan, İstanbul Tarihi, XVII. Asırda İstanbul, trc.
Hrand D. Andreasyan, haz. Kevork Pamukciyan, İstanbul 1988, s. 5; Sarkis
Sarraf Hovhannesyan, Payitaht İstanbul’un Tarihçesi, çev. Elmon Hançer,
İstanbul 2006, s. 11; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Saray
Teşkilâtı, Ankara 1988, s. 471. Doğan Kuban, bu bölgedeki dalyanların varlığının Bizans dönemine kadar gidebileceğini belirtmektedir (Doğan Kuban,
“Ahırkapı”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1994, I, 101-102).
Balıkhane Kapısı ocağı hakkında ise bk. Murat Yıldız, Bahçıvanlıktan Saray
Muhafızlığına Bostancı Ocağı, İstanbul 2011, s. 237-238.
2 Veziriazam Yeğen Mehmed Paşa 1739 yılında azledildiğinde Balıkhane
kapısından bir çekdiriye bindirilerek Sakız’a sürgün edilmişti (İsmail Hakkı
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1998, IV/1, 285). 1767 yılında Kapdan-ı deryâ Tosun Mehmed Paşa azledilerek önce balıkhanede hapsedilmiş, ardından da buradan sürgüne yollanmıştı (Şem’dâni-zâde Fındıklılı
Süleyman Efendi Târihi, Mür’i’t-Tevârih, haz. M. Münir Aktepe, İstanbul
1978, II.A, 95). Sadrazam Hamid Halil Paşa da 1785 yılında azledildiğinde
balıkhaneden çıkartılarak Gelibolu’ya gönderilmişti (Ahmed Vâsıf Efendi,
Mehâsinü’l-Âsar ve Hakaikü’l-Ahbâr, haz. Mücteba İlgürel, Ankara 1994, s.
231). 1808 yılında Dârussaâde Ağası Mercan Ağa balıkhanede katledilmiş,
1809 yılı başında ise Sadrazam Memiş Paşa azledilerek balıkhaneden Kadıköy’e oradan da Bursa’ya gönderilmişti [Câbî Ömer Efendi, Câbî Tarihi
(Târîh-i Sultan Selîm-i Sâlis ve Mahmud-ı Sânî), Tahlil ve Tenkidli Metin,
536
İSTANBUL BALIKHANESİ VE BALIKHANE MUKATAASI
(1550-1735)
balıkların esnafa dağıtımının yapılabileceği ne uygun bir sahile ne
de ticarî sirkülâsyona sahipti.
Evliya Çelebi, seyahatnamesinde 17. yüzyıl İstanbul esnafını
tanıtırken balıkhaneden de bahseder. İstanbul Balıkhanesinin, Unkapanı’ndaki Eski Balık Pazarında deniz kenarında büyük bir bina
olduğunu, balık emininin burada bulunduğunu, kethüdası, kâtibi,
çavuşları ve yetmiş adet kolcuları ile birlikte balıkçılardan sorumlu
olduğunu belirtir.3 Aynı dönemde yaşamış Kömürcüyan da 1684 yılında tamamladığı eserinde, deniz gümrüğüne nezaret etmek üzere
balık emininin Unkapanı’nda ikamet ettiğini yazar.4 Her iki yazarın
verdiği bilgiler, kendilerinden bir asır sonra yaşamış Sarraf Hovhannesyan tarafından da teyit edilmektedir. Hovhannesyan, 1800 yılında
tamamladığı eserinde, yüz sene önce balık emininin Unkapanı’nda
oturduğunu, avlanan her türlü balığın buraya getirilip vergisi tahsil
edildikten sonra balıkçı dükkânlarına dağıtıldığını zikretmektedir.5
Kaynakların verdiği bu bilgiler, balıkhane mahallinin 18. yüzyıl öncesinde Unkapanı’nda bulunduğunu ortaya koymaktadır. II. Mahmud devri (1808-1839) bostancıbaşı sicillerinden 1815 tarihli sicilde
ise Unkapanı ile Cibali iskeleleri arasında “Balıkhane İskelesi” kaydı
mevcuttur.6 Fakat bu kayıt, balıkhanenin bu tarihte orada mevcut olduğunu değil, taşınmasının ardından yüz yıl geçmesine rağmen “balıkhane” adının, ismen de olsa iskelesinde kullanılmaya devam ettiğini
göstermektedir.
Fetih sonrasında yeniden inşa sürecine giren İstanbul’daki ticarî merkez ve kurumlar, genel olarak Bizans dönemindeki işlevlerini
sürdürmekteydi. Örneğin, şehrin merkezi ve ticaretin en canlı olduğu
Haliç liman bölgesi ve Kapalı Çarşının bulunduğu pazar bölgesinde
Bizans döneminde de aynı hizmetler görülmekteydi. Un hali olarak
3
4
5
6
haz. Mehmet Ali Beyhan, Ankara 2003, I, 181, 361]. Bu örnekleri çoğaltmak
mümkündür.
Evliya Çelebi b. Derviş Muhammed Zıllî, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 1.
Kitap: İstanbul, haz. Orhan Şaik Gökyay, İstanbul 1996, s. 253.
Kömürcüyan, a.g.e, s. 17.
Hovhannesyan, a.g.e, s. 22-23.
Cahit Kayra-Erol Üyepazarcı, İkinci Mahmut’un İstanbul’u, Bostancıbaşı
Sicilleri, İstanbul 1992, s. 96.
537
OSMANLI İSTANBULU III
kullanılan Unkapanı, önceden de unların tartıldığı ve dağıtıldığı yerdi.7 Dolayısıyla, Osmanlı dönemine ait kaynaklarda Unkapanı’nda
olduğu belirtilen balıkhanenin, fetih öncesinde de aynı yerde bulunması kuvvetle muhtemeldi.
Evliya Çelebi’nin, balıkhanenin Unkapanı’ndaki “eski” balık
pazarında bulunduğuna dair verdiği bilgi, önceleri aynı yerde bir de
balık pazarının mevcut olduğunu ve bu pazarın muhtemelen 17. yüzyılda taşınarak burayı sadece balıkhanenin kullanımına terk ettiğini
ortaya koymaktadır. Nitekim 1573-1578 yılları arasında Avusturya
elçilik heyetiyle birlikte İstanbul’da bulunan Stephan Gerlach, balık
pazarını gezerken, Padişah’tan balık ticaretinin imtiyazını almış Türk
ya da Yahudilerin bir kulübede oturarak balık vergisini tahsil ettiklerini eserinde bildirmektedir.8 Bu da, 17. yüzyıl öncesinde balıkhane ve
balık pazarının aynı mahalde olduğuna dair Evliya’nın vermiş olduğu
bilgiyi doğrulamaktadır.
1702 yılında, Unkapanı’ndaki balıkhaneye alternatif olarak
Galata’da yeni bir balıkhane inşasına karar verildi. Binanın yapılacağı arsa, Galata sur kapılarından Balıkpazarı Kapısı’nın dışındaki
balık pazarı sokağındaydı. Gerekçe, İstanbul’da bostancıbaşının sorumluluğu altındaki dalyanlarda avlanan balıkların Unkapanı’ndaki
balıkhaneye getirilmesinin hassa balıkçı reisleri için büyük zorluk ve
sıkıntı yaratmasıydı.9 Balık avcılığıyla meşgul bostancılar, dalyanlarda avladıkları balıklardan vergi talep eden balıkhane eminleriyle sorun yaşamaktaydılar. Galata’da, kendilerine mahsus inşa edilen yeni
balıkhane ile eminlerin vergi baskısından kurtulmayı ve avladıkları
balıkları rahatça satmayı amaçlıyorlardı.
Her iki balıkhanenin ne kadar süre birlikte faaliyet gösterdiğini bilemiyoruz. Ancak, muhtemelen kısa bir süre sonra ya da
7 Halil İnalcık, “1455 Osmanlı İstanbul Tahriri”, 1453 İstanbul Kültür ve Sanat
Dergisi, Sayı 3, İstanbul 2008, s. 25.
8 Stephan Gerlach, Türkiye Günlüğü 1573-1578, ed. Kemal Beydilli, çev. Türkis
Noyan, İstanbul 2007, II, 731.
9 Galata’da balıkhane inşasıyla ilgili Galata kadısının hücceti ve ardından verilen emir ile ilgili bk. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Maliyeden Müdevver Defterler Tasnifi (MAD.d), nr. 7650, s. 5, 22 Za 1113 (20 Nisan 1702); nr.
7650, s. 6 ve nr. 7617, s. 96/2, 8 Z 1113 (6 Mayıs 1702).
538
İSTANBUL BALIKHANESİ VE BALIKHANE MUKATAASI
(1550-1735)
en geç 1735 yılında balıkhane idaresinin bostancı ocağına devriyle
birlikte Unkapanı Balıkhanesi de işlevini yitirmiştir. Bu tarihten
itibaren Galata Balıkhanesi, yaklaşık iki yüz yıl boyunca İstanbul’un
tek balıkhanesi olarak hizmet vermiştir.10 1902 yılında, Düyûn-ı
Umûmiye İdaresi tarafından Eminönü balık pazarı sahilindeki Rali
Hanı’nın balıkhaneye dönüştürülmesiyle burası da ortadan kalkmıştır.11
Balıkhane Mukataası
İstanbul sularında avlanan balıklar kanun gereği önce balıkhaneye getirilerek satışa sunulur, satış fiyatı üzerinden tespit edilen verginin tahsili de balıkhane emini tarafından gerçekleştirilirdi.
Balıkhane emini, bu yetkiyi balıkhane mukataası ya da daha yaygın
kullanımıyla dalyan-ı mâhi mukataası olarak adlandırılan devlete ait
gelir kaynağını iltizam yoluyla tasarrufuna alarak kullanırdı. Sultan II.
Mehmed (Fâtih) tarafından İstanbul’un fethinden sonra uygulanmaya başlandığı görülen mukataa sistemi, devlete ait gelir kaynaklarının
en verimli şekilde kullanılarak hazinenin gelirlerini artırmayı ve düzenli olmasını sağlamayı amaçlayan bir uygulama idi.12 Bunun için
izlenen yöntemlerin başında gelen iltizam, sistem içerisindeki gelir
kaynaklarını devletin yıllık bir bedel karşılığında ve sınırlı bir süre ile
kâr ve zararı kendisine ait olmak üzere bir mültezime devretmesiydi.
Devlete daha az yük getirip daha fazla gelir sağladığından dolayı bu
yöntem özellikle tercih edilirdi.13
Balıkhane mukataası da devlete önemli miktarda gelir getiren vergi kalemlerinden biriydi ve ber-vech-i iltizâm yani iltizam
yöntemiyle eminler tarafından idare edilirdi. Mukataaya “tahvil” adı
10 Hovhannesyan, Galata’ya nakledilen balıkhanenin sahilde Eski Yağkapanı
denilen kapının yanında olduğunu belirtir (Hovhannesyan, a.g.e, s. 22-23).
11 Reşat Ekrem Koçu, “Balıkhane”, İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1958, IV,
2012.
12 Baki Çakır, Osmanlı Mukataa Sistemi (XVI-XVIII. Yüzyıl), İstanbul 2003, s.
35.
13 Mehmet Genç, “İltizam”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA),
XXII, 154-156.
539
OSMANLI İSTANBULU III
verilen ve genellikle üç yıllık bir süre için talip olan mültezimler,
devletin balık avcılığından elde ettiği vergi gelirinin tahsilâtını,
taahhüt ettiği iltizam bedeli üzerinden “emin” sıfatıyla üstlenirdi.
Örneğin 1542-1544 yılları arasında dalyan-ı mâhi mukataası emini
Ekisnos, üç yıllığına devlete 1.350.000 akçe ödemişti. Tasarruf süresi bittiğinde ise mukataaya, iltizam bedelini 250.000 akçe artırarak
üç yıllığına 1.600.000 akçe ödemeyi taahhüt eden yeni bir mültezim
adayı talip olmuştu.14 Birden fazla kişi müşterek olarak da mukataayı işletebilirdi. 1593 yılında İsak ve Musa adlı Yahudiler, balıkhane
mukataasını altı yıllığına yüz yük yani 10.000.000 akçe teklif ederek uhdelerine almışlardı.15 Dört yıl sonra ise mültezimlerden İsak,
sürenin dolmasını beklemeden 1597 yılında mukataaya tek başına
talip oldu. İltizam bedelinde artışa gitti ve yine altı yıllığına yüz
on dokuz yük yani 11.900.000 akçe ödemeyi taahhüt ederek mukataanın idaresini üzerine aldı.16 Taahhüt ettikleri iltizam bedelini
ödeyemeyen mültezimler hapsedilerek malları müsadere edilirdi.17
İltizam sisteminin yoğun olarak uygulandığı 16. yüzyılda, balıkhane
mukataası mültezimleri genellikle gayrimüslim ve çoğunlukla da
Yahudi idi.18
Balık eminleri, balıkhane bünyesinde görev yapan kâtip, dîdeban ve yasakçı gibi görevlileri iltizam sözleşmeleri gereğince diledikleri gibi değiştirebilir ve yerlerine kendi istedikleri kişilerin atanmasını
14 BOA, Kâmil Kepeci Tasnifi Defterleri (KK.d), nr. 62, s. 99, 29 M 951 (22 Nisan
1544).
15 BOA, MAD.d, nr. 7101, s. 10, Gurre-i N 1001 (1 Haziran 1593).
16 BOA, Ali Emirî Tasnifi Sultan III. Mehmed Evrakı (AE.SMMD.III), nr.
195, 7 N 1005 (24 Nisan 1597).
17 Geniş bilgi için bk. Rıfat Günalan, “İstanbul’da Balıkçılık: XVI. Yüzyılda
Dalyan Mukataaları”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi,
S. 48 (2008/2), İstanbul 2009, s. 21-23.
18 Örnekler için bk. BOA, KK.d, nr. 62, s. 365, 23 R 951 (14 Temmuz 1544);
Üsküdar Kadılığı 20 Numaralı Şeriye Sicili, s. 190, h. 882, Evâsıt-ı B 966
(19-28 Nisan 1559); MAD.d, nr. 7101, s. 10, Gurre-i N 1001 (1 Haziran 1593);
AE.SMMD.III, nr. 195, 7 N 1005 (24 Nisan 1597). 1553 yılında Avusturya elçilik
heyetiyle İstanbul’a gelen Hans Dernschwam da balık vergisi tahsilâtının
Yahudilerin elinde olduğunu belirtmektedir (Hans Dernschwam, İstanbul
ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, çev. Yaşar Önen, Ankara 1987, s. 172).
540
İSTANBUL BALIKHANESİ VE BALIKHANE MUKATAASI
(1550-1735)
önerebilirlerdi. Kâtip, balıkhaneye giren balığın cinsini, miktarını ve
elde edilen gelirin hesabını tutar, dîdeban ise balıkhane bekçisi olarak
gece gündüz orada bulunurdu. Bu vazifeliler arasında en önemlisi yasakçı olup askerî zümreler içerisinden özellikle yeniçeri ve sipahiler bu
görevde istihdam edilirlerdi.19 Ulufeleri mukataa gelirinden ödenen,
izinsiz balık avcılığı ve satışına engel olma yetkisine sahip yasakçıların
vazifelerine dair kanun ve verilen salahiyetin ayrıntıları beratlarında
açıkça belirtilirdi.20
Dalyan-ı mâhi mukataası, 17. yüzyıl başlarında İstanbul Gümrüğüne bağlı mukataalardan biri haline getirildi ve gümrük eminleri
de mukataadan sorumlu emin yani balıkhane emini olarak tayin edilmeye başlandı. Bünyesine başka gelir kalemleri de dâhil edilen mukataa, grup halinde tek elden işletilmeye başlandı. 1615 yılı itibariyle
dalyan-ı mâhi mukataasına bağlı mukataalar şunlardı:
- Tahmis-i kahve ve Rüsûm-ı kahve
- Beytülmâl-ı Âmme-i İstanbul, Galata ve Eyüp
- İstanbul hasları
- Bâc-pazar-ı esb
- Kapan-ı asel ve dakîk
- Pençik-i İskele-i İstanbul
Divân-ı hümâyun müteferrikalarından Murad Ağa, yukarıda
zikredilen mukataalarla birlikte dalyan-ı mâhi mukataasını 5 Mayıs
1615 tarihinden itibaren üç tahvil yani dokuz yıllık bir süre mukabilinde 45.223.020 akçe bedelle iltizamına almıştı. Fakat üzerinden
bir yıl bile geçmeden, Galata’da avlanan balıktan elde edilen gelirin
Sultan Ahmed Camii Vakfı’na tahsis edilmesi üzerine, mukataa gelirinde yaşanacak ciddi kayıp göz önünde bulundurularak iltizam bedelinde yıllık bir milyon akçeden toplam dokuz milyon akçelik indirime
19 Balıkhane yasakçılığına yapılan tayinler için bk. BOA, Bâb-ı Defterî İstanbul
Mukataası Kalemi Evrakı (D.İSM), nr. 1/9, 22 S 995 (1 Şubat 1587); MAD.d,
nr. 7101, s. 8, 20 Ra 1002 (14 Aralık 1593); BOA, Ali Emirî Tasnifi Sultan I.
Ahmed Evrakı (AE.SAMD.I), nr. 24, 17 N 1014 (26 Ocak 1606).
20 BOA, KK.d, nr. 61, s. 281/1, 21 Ca 927 (29 Nisan 1521).
541
OSMANLI İSTANBULU III
(fürû-nihâde) gidildi.21 Bunun anlamı, yıllık 5.024.780 akçeye denk
düşen iltizam bedelinin bir milyon akçe eksiltmeyle 4.024.780 akçe
olarak yeniden belirlenmesiydi. Nitekim üç yıl sonra, 9 Aralık 1618
tarihinde Divân-ı hümâyun müteferrikalarından Mehmed Ağa, yıllık
4.024.720 akçe bedelle mukataayı üç yıllığına uhdesine aldı. Düşülen sabit giderlerin ardından Hazine’ye teslimi icap eden rakam ise
3.459.095 akçe idi.22
Mukataanın bağlı bulunduğu, elde edilen gelir ve giderlerin
muhasebesinin tutulduğu ve ilgili yazışmaların kaydedilerek muhafaza edildiği maliye bürosu ise İstanbul Mukataası Kalemi idi.
Aşağıdaki tablo, söz konusu kalem tarafından tutulan ve 1668-1682
yılları arasındaki 14 yıllık sürede dalyan-ı mâhi mukataasını iltizamlarına alan İstanbul gümrük eminlerinin isimlerini ve iltizam
bedellerini göstermektedir.23 Bu bilgiler, mukataanın yıllık iltizam
bedelinin yaklaşık dört milyon akçe olduğunu ve 17. yüzyıl süresince değişmeyerek büyük oranda sabit kaldığını ortaya koymaktadır. Ancak bu rakam, sadece balık avcılığından elde edilen gelirin
bir yansıması olarak görülmemeli, dalyan-ı mâhi mukataasına tâbi
yukarıda zikredilen diğer gelir kalemleriyle birlikte değerlendirilmelidir.
21 BOA, MAD.d, nr. 4357, s. 372, 6 R 1024 (5 Mayıs 1615).
22 BOA, MAD.d, nr. 4357, s. 106, 21 Z 1027 (9 Aralık 1618).
23 BOA, Bâb-ı Defterî İstanbul Mukataası Kalemi Defterleri (D.İSM.d), nr. 25382,
s. 2-15, 1079-1093 (1668-1682). Bu muhasebe kaydının 1670-1677 yıllarına ait
bir diğer sureti için bk. MAD.d, nr. 1241, s. 4-7.
542
İSTANBUL BALIKHANESİ VE BALIKHANE MUKATAASI
(1550-1735)
İstanbul Dalyan-ı Mâhi Mukataası
1668-1682
Süre
Balıkhane Emini
İltizam
Bedeli
(Akçe)
1 Ra 1079-15 Ra 1081 /
9 Ağustos 16682 Ağustos 1670
2 yıl
Sâbık Gümrük Emini
Mustafa Ağa
8.020.224
15 Ra 1081-10 M 1083 /
2 Ağustos 1670-8 Mayıs 1672
21 ay
Gümrük Emini Mehmed
Efendi
6.934.190
10 M 1083-21 M 1084 /
8 Mayıs 1672-8 Mayıs 1673
1 yıl
Gümrük Emini Hüseyin
Ağa
3.934.720
21 M 1084-2 S 1085 /
8 Mayıs 1673-8 Mayıs 1674
1 yıl
2 S 1085-13 S 1086 /
8 Mayıs 1674-9 Mayıs 1675
1 yıl
13 S 1086-4 Ş 1086 /
9 Mayıs 1675-24 Ekim 1675
5,5
ay
5 Ş 1086-16 Ş 1087 /
25 Ekim 1675-24 Ekim 1676
1 yıl
16 Ş 1087-14 Ca 1088 /
24 Ekim 167615 Temmuz 1677
9 ay
14 Ca 1088-28 C 1092 /
15 Temmuz-167715 Temmuz 1681
4 yıl
28 C 1092-9 B 1093 /
15 Temmuz 168114 Temmuz 1682
1 yıl
Tarih
”
”
”
Gümrük Emini
Şaban Ağa
”
Gümrük Emini
Hüseyin Ağa
”
3.934.720
3.934.720
1.875.740
3.934.720
2.845.940
15.738.880
3.934.720
İstanbul Gümrüğü Mukataası, bünyesinde pek çok mukataa
grubunu barındıran ve tüm hesapları Maden Mukataası Kalemi tarafından denetlenen büyük bir mukataaydı. Dalyan-ı mâhi mukataası
ise 17. yüzyılda İstanbul Gümrüğüne bağlı ve gümrük emini tarafından işletilen bir mukataa olmasına rağmen, muhasebesi diğer bir
maliye bürosu olan İstanbul Mukataası Kalemince denetlenmekte ve
muhafaza edilmekteydi. 1681 yılında, Defterdar Hasan Efendi zamanında yapılan bir değişiklik ile dalyan-ı mâhi mukataası da Maden
543
OSMANLI İSTANBULU III
Mukataası Kaleminin sorumluluk alanına dâhil edildi.24 Bu tarihten
itibaren balık vergisi, balık avcıları ve balık emini ile ilgili tüm kanun,
düzenleme ve yazışmalar bu kalemde tutulmaya başlandı.
1706 yılına gelindiğinde, dalyan-ı mâhi mukataasının idaresinde önemli bir değişiklik daha gerçekleştirildi. Yine İstanbul
Gümrüğüne bağlı kalmakla birlikte, gümrük emininin tasarrufu altından çıkartılarak malikâne usulüyle işletilmeye başlandı.25 İltizam
sisteminin özel bir türü olan ve 1695 yılından itibaren uygulanmaya
başlanan malikâne sisteminde, “mukataa” adı verilen vergi kalemleri
için hazineye ödenecek yıllık vergi miktarı müzayede ile değil hazine tarafından belirlenmekteydi. Kaydıhayat şartıyla yani ömür boyu
sürdürmek üzere iltizama sunulan mukataaları tasarruflarına almak
isteyenler, “muaccele” adı verilen peşin meblağ üzerinden müzayedeye
katılır ve en yüksek muacceleyi teklif edip ödeyen, malikâne sahibi
olarak beratını alırdı. Mültezimin hazineye ödediği yıllık rakamın
üstünde elde ettiği gelir ise onun kârı olurdu.26
2 Ekim 1706 tarihinde, Sadrazam Çorlulu Ali Paşa’nın çuhadarı Hacı Yahya Ağa ile kardeşi İbrahim Ağa, senelik 11.500 kuruş
vergi hâsılatını her yıl gümrük eminine teslim etmek koşuluyla İstanbul’daki dalyan-ı mâhi ve resm-i kantar mukataasını malikâne yöntemiyle tasarruflarına aldılar. 13 yıl kadar mukataayı birlikte işleterek
balık eminliği yapan iki kardeşten Hacı Yahya Ağa’nın vefatı üzerine
hissesi, yapılan yeni müzayede sonucu 4100 kuruş peşinat (muaccele)
ile 8 Mayıs 1719 tarihinde Hacı Ahmet Ağa’ya devredildi.27
24 BOA, D.İSM.d, nr. 25392, s. 2, 1092 (1681). Defterdar Hasan Efendi, 12 N 1094
(4 Eylül 1683) tarihinde Temeşvar beylerbeyi olmuş, S 1095 (Şubat 1694)’de ise
bu görevde iken katledilmişti (Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekayiât,
Tahlil ve Metin (1066-1116/1656-1704), haz. Abdülkadir Özcan, Ankara 1995,
s. 155-156, 173).
25 BOA, Bâb-ı Defterî Maden Mukataası Kalemi Evrakı (D.MMK), nr. 139/47,
23 C 1118 (2 Ekim 1706).
26 Geniş bilgi için bk. Mehmet Genç, “Osmanlı Maliyesinde Malikâne Sistemi”,
Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, İstanbul 2003, s. 99-152; Erol
Özvar, Osmanlı Maliyesinde Malikâne Uygulaması, İstanbul 2003, s. 19-26; B.
Çakır, a.g.e, s. 154-169.
27 BOA, D.MMK, nr. 139/47, 18 C 1131 (8 Mayıs 1719).
544
İSTANBUL BALIKHANESİ VE BALIKHANE MUKATAASI
(1550-1735)
Hacı Ahmet Ağa ve İbrahim Ağa, mukataayı 16 yıl boyunca
beraber idare ettiler. 1735 yılında, Hacı Ahmet Ağa tüm hissesini,
İbrahim Ağa da sadece dalyan-ı mâhi mukataası üzerindeki hissesini
hassa bostancı ocağı orta çavuşlarına devretti. Böylece, dalyan-ı mâhi
mukataası ile kapan-ı dakîk mîzânı mukataası malikâne usulüyle tamamen bostancı ocağı orta çavuşlarının tasarrufuna geçti. Resm-i
kantar mukataası ise Hacı Ahmet Ağa’nın devredilen hisselerinden
dolayı bostancı ocağı orta çavuşlarıyla birlikte İbrahim Ağa’ya yine
malikâne usulüyle verildi. Buna göre, gümrük eminlerine verilen yıllık
11.500 kuruşluk vergi hâsılatının 5.000 kuruşluk kısmı dalyan-ı mâhi
ve kapan-ı dakîk mîzânı mukataası, 6.500 kuruşluk kısmı ise resm-i
kantar mukataasından karşılanacaktı.
İstanbul gümrük eminine her yıl 5.000 kuruş teslim etme koşuluyla dalyan-ı mâhi ve kapan-ı dakîk mîzânı mukataasını tasarruflarına alan hassa bostancı ocağı orta çavuşları, bostancıbaşının nezaretinde vergi ve aidatı toplayıp tahsil edeceklerdi. Muayyen olan parayı
her yıl gümrük eminlerine teslim ettikten sonra kalan geliri (faiz)
de bostancı ocağı mensuplarının taâmiyelerine yani yiyecek ve erzak
giderlerine harcayacaklardı. Orta çavuşu olanlar değiştirildiğinde ya
da vefat nedeniyle kadroları başkasına verildiğinde, sahipsiz (mahlûl)
kaldığı gerekçesiyle hazine tarafından mukataaya el konulup müzayedeye çıkılmayacaktı. Böylece mukataa, bostancıbaşının nezaretinde
ilelebet bostancı ocağı orta çavuşları tarafından idare edilecekti.28 Bu
doğrultuda, ocak tarafından balık eminliğine getirilen ilk isim hasekilerden Sirozlu Mustafa oldu.29 1735 yılında balıkhane idaresine
getirilen bu köklü değişiklik, bostancı ocağının 1826 yılında ilgasına
dek yürürlükte kaldı.
Sonuç olarak, İstanbul’da balık avcılığı ile meşgul olan ve vergi
tahsilâtında balık eminlerine en çok zorluk çıkartan askerî zümrelerin
28 BOA, D.MMK, nr. 217/72, 106, 17 L 1147 (12 Mart 1735); D.MMK, nr.
346/27, 7 S 1178 (6 Ağustos 1764); MAD.d, nr. 10009, s. 43, 5 S 1191 (15 Mart
1777).
29 Z 1147 (Nisan-Mayıs 1735) tarihinde Sirozlu Mustafa Haseki’nin balık eminliği döneminde verilen bir hüküm için bk. BOA, Muallim Cevdet Tasnifi
Maliye Evrakı (C.ML), nr. 8244. Ayrıca bostancı ocağı hasekileri hakkında
geniş bilgi için bk. M. Yıldız, a.g.e, s. 203-210.
545
OSMANLI İSTANBULU III
başında bostancı ocağı geliyordu.30 Bu sorun, ancak 1702’de Galata’da
yeni bir balıkhane inşası, 1735 yılında da Balıkhane Eminliğinin ve
dolayısıyla balık vergisi tahsilâtının tamamen bostancı ocağı orta çavuşlarının sorumluluğuna bırakılmasıyla çözümlenebildi.
30 Geniş bilgi için bk. Murat Uluskan, “İstanbul’da Balık Avcıları (18. Yüzyıl)”,
Tarih İçinde İstanbul Uluslararası Sempozyumu (14-17 Aralık 2010) Bildiriler,
İstanbul 2011, s. 389-401.
546
Osmanlı İstanbulu’nda Müstesnâ bir Ziyâretgâh:
Eyüp Sultân Türbesi
Feray Coşkun
Freie Universität Berlin
İslâm tarihinin en önemli sahâbe ve ensârlarından biri olarak
bilinen Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (ö. 668/669 civarı) İstanbul’daki
türbesi, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de en çok ziyâret edilen
ve kutsallığı en çok vurgulanan yerlerden biridir.1 Söz konusu türbe,
Fâtih Sultan Mehmed’in hocası ve manevî rehberi Ak Şems ed-Dîn
(ö.1459) tarafından keşfedildiğine inanılan mezârın üzerine inşâ
edilmiştir. Türbe ve etrafında gelişen külliye, Osmanlı kaynaklarında
“medîne-i Ebû Eyyûb”2 veya “kasaba-ı Hazret-i Hâlid”3 olarak geçen
1 Türbe ve Eyüp tarihiyle ilgili genel değerlendirmeler için bkz.Tülay Artan
(der.), Eyüp: Dün/Bugün 11-12Aralık 1993 (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
1993); Artan (der.), 18. Yüzyıl Kadı Sicilleri Işığında Eyüp’te Sosyal Yaşam
(İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, 1998). 1997-2006
yılları arasında Eyüp Belediyesi’nce düzenenlenen sempozyum bildirileri için
bkz. http://ekitap.eyup.bel.tr:9600/sempozyum.html [Erişim Tarihi 3 Nisan
2009].
2 Ömer Lütfi Barkan, İstanbul Vakıfları Tahrîr Defteri: 953 (1546) Târîhli
(İstanbul: Baha Matbaası, 1970), 56.
3 A.g.e., 102.
547
OSMANLI İSTANBULU III
Eyüp semtinin merkezi olmuştur.4 Bu makalede Eyüp Sultân olarak
da bilinen türbenin Osmanlı İstanbulu’nda nasıl bir kutsal mekân
haline geldiği ve Osmanlı ziyâret kültüründeki yeri özetlenmeye çalışılacaktır.
a) Tarihsel Arkaplan
Asıl adı Ebû Eyyûb Hâlid ibn Zayd ibn Kulayb en-Neccârî
el-Ensârî olan sahâbe Yemen’in ünlü kabilesi Hazrec’in Neccâr soyundan gelmektedir. Hz. Muhammed’in 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicretini müteâkiben kendisini bizzât evinde konuk ettiği için
onun mihmândârı olarak bilinir. Rivâyete göre Medine halkından
birçok kimse, Hz. Muhammed’i evinde konuk etmek istemiş ancak
o devesi nereye diz çökerse oraya konuk olacağını bildirmiştir. Devesinin Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evinin önünde diz çökmesi üzerine
de onun evinde kalmayı kabul etmiştir.5
Ebû Eyyûb’un yedinci yüzyılda Yezîd ibn Mu‘âviye (ö. 684)
önderliğindeki takviye kuvvetleri ile Emevîlerin Konstantinopolis
kuşatmasına katıldığı ve bu kuşatma esnasında vefât ettiği var sayılmaktadır.6 Her ne kadar kuşatmanın tarihselliğiyle ilgili tartışmalar
olsa da,7 Arap kaynakları sahâbenin şehir surlarına yakın bir mev4 İdarî açıdan Büyükçekmece’den Sarıyer’e kadar uzanan bölgeyi kapsayan
Eyüp’ün bir diğer adı da Hâslar Kazâsı idi. Galata ve Üsküdar ile birlikte sur
dışı Osmanlı İstanbulu’nun bilâd-ı selâse denilen üç kazâsını oluşturuyordu.
Tülay Artan, “Eyüp”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (bundan sonra
TDVİA), 44 Cilt. (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1988-2013),12: 1-6.
5 Alfred Guillaume, The Life of Muhammad: A Translation of Ishaq’s Sirat Rasul
Allah (Oxford: Oxford University Press, 2004), 228; E. Levi-Provençal, “Abu
Ayyub Khalid b. Zayd b. Kulayb al-Nadjdjari”, The Encyclopaedia of Islam, 2.
Baskı, 13 cilt. (Leiden: E. J. Brill, 1960-2008), 1: 108-109; Hüseyin Algül, “Ebû
Eyyûb el-Ensârî,” TDVİA, 10: 123-125.
6 Robert G. Hoyland, In God’s Path: The Arab Conquests and the Creation of an
Islamic Empire (Oxford: Oxford University Press, 2015), 109; James HowardJohnston, Witnesses to a World Crisis: Historians and Histories of the Middle
East in the Seventh Century (Oxford: Oxford University Press, 2010), 489.
7 Cyril A. Mango ve James Howard-Johston söz konusu Emevî seferinin
kuşatma yerine kısa süren bir dizi askerî çarpışma olarak görülmesi
548
OSMANLI İSTANBULU’NDA MÜSTESNÂ BİR ZİYÂRETGÂH:
EYÜP SULTÂN TÜRBESİ
zîye gömüldüğünü bildirmektedir. Gömülü olduğu yer konusunda
bazı kaynaklar surların dibini,8 bazıları ise civârını9 işaret etmektedir.
Bugünkü türbenin, surlara bir buçuk kilometre uzaklıkta olduğunu
düşünürsek, kaynakların sahâbenin surlara çok yakın bir yere gömüldüğünden bahsetmeleri dikkat çekicidir.
gerektiğini söylerken, Marek Jankowiak, bugüne kadar incelenmemiş bazı
Bizans, Süryanî, Arap ve Latin kaynaklarını göz önüne alarak kısa dönem
süren bir kuşatmanın söz konusu olduğunu tespit etmiştir. Jankowiak’a göre
Emevî kuvvetleri 667’i 668’e bağlayan kış aylarında Kalkedon (Kadıköy)’a
varmışlar, 668 yılının baharında şehri kuşatmışlar ancak kıtlık ve salgın
hastalıklar nedeniyle 25 Haziran’da kuşatmayı kaldırmışlardır. Bkz. Marek
Jankowiak, “The First Siege of Constantinople”, Constructing the Seventh
Century (Paris: Association des Amis du Centre d’Histoire et Civilisation de
Byzance, 2013), 237-320. Ayrıca bkz. Howard-Johnston, 302-304, 390, 490, 492;
Cyril A. Mango (der.), Nikephoros, Patriarch of Constantinople: Short History
(Breviarium) (Washington: Dumbarton Oaks Texts, 1990), 194.
8 Bazı Arap kaynakları surların dibine gömüldüğünü imâ etmek için “bi-aslı
sûri’l-medîne”, “bi-aslı hısnı’l-Kustantîniyya“ veya “fî aslı sûri’l-Kustantîniyya”
gibi ifâdeler kullanmışlardır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Muģammad Ibn Sa‘d azZuhrī, Kitāb aš-Šabaqāt al-Kubrā, der. Eugen Mittwoch ve Edward Sachau.
9 cilt. (Leiden: Brill, 1905-1940), 2:50; ‘Abdallāh ibn-Muslim ibn Qutaiba,
Kitāb al-Ma‘ārif (Göttingen:Vandenhoeck und Ruprecht, 1850), 140; AlMas‘ūdi, Les prairies d’or: texte et traduction (Murūj az-zahāb), çev. C. Barbier
de Meynard (Paris: Impr. Impériale, 1861-1878) 5: 62; Marsden Jones (der.),
Kitāb al-maghāzi of al-Wāqidi (London: Oxford University Press, 1966), 161;
Motahhar Ben Šâhir el-Maqdisî, Le Livre de la création et de l’histoire, 6 cilt,
çev. ve der. Clement Huart (Paris: 1899-1919), 5: 117. The History of al-Tabari,
çev. W. Montgomery Watt ve M. V. McDonald (Albany: State University of
New York Press, 1987), 18: 94.
9 Bazı kaynaklar ise “fî cânibi sûrihâ” veya bi-l-kurbi min sûr” gibi ifâdeler
kullanarak, mezârın surlara yakın bir konumda olduğunu işaret etmişlerdir.
Bkz. Ibn-el-Athiri, Chronicon quod perfectissimum inscribitur, der. Corolus
Johannes Tornberg, 11 cilt. (Leiden: E. J. Brill, 1851-76) 3: 382. Abū’l-Ģasan
‘Ali ibn Bakr al-Harawī, Guide Des Lieux de Pélerinage, çev. Janine SourdelThomine (Damascus: Institut Français de Damas, 1957), 127; cf. Josef W.
Meri (çev.), A Lonely Wayfarer’s Guide to Pilgrimage: ‘Alī ibn Abī Bakr alHarawī’s Kitāb al-Ishārāt ilā Ma‘rifat al-Ziyārāt (Princeton: The Darwin
Press, 2004), 145.
549
OSMANLI İSTANBULU III
Aslında bazı Osmanlı kaynakları da Ebû Eyyûb’un mezârının
surlara daha yakın bir mevkîde olduğuna dair rivâyetler içermektedir.
Örneğin yazarı anonim 1491 tarihli Tevârîh-i Âl-i ‘Osmân’da Ebû
Eyyûb’un iki sur arasında Bizans askerleri tarafından öldürüldüğüne
dair bir anlatı mevcuttur.10 İdrîs-i Bitlisî (ö. 1521) Heşt-Bihişt adlı
eserinde sahâbenin türbesi olarak biri sur içinde, diğeriyse surlara iki
bin adım uzaklıkta iki farklı yerin ziyâret edildiğini, ancak Ak Şems
ed-Dîn tarafından sur dışındaki yerin asıl mezâr olarak keşfedildiğini yazar.11 Arapça ve Osmanlıca anlatılar arasındaki farklılıklar ve
türbenin Bizans topografyasıyla ilişkisi bu makâlede ele alınamıyacak
kadar ayrıntılı bir konudur.12 Tüm farklılıklarına rağmen, kaynaklar
Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin mezârının Bizanslılar tarafından korunduğu ve ziyâret edildiği konusunda mutâbıktırlar. Kaynaklardaki bu
motif, askerî açıdan başarısızlıkla sonuçlanan bir kuşatmanın, rûhânî
açıdan bir zafer olduğunu imâ etmektedir. Başka bir deyişle, Bizans
döneminde “Yeni Kudüs” olarak adlandırılan13 ve Hz. Meryem’in koruması altında görülen şehir,14 yeni bir azîze kavuşmuştur.
10 Friedrich Giese (çev. ve der.), Die altosmanischen anonymen Chroniken. 2
cilt. (Breslau/Leipzig: Selbstverl/Brockhaus, 1922/1925) 2: 136-144. Stefanos
Yerasimos bu tip rivâyetlerin, Fatih’in merkezileşme politikalarına muhâlif
“imparatorluk karşıtı” (anti-impériale ) bir söylemin parçası olduğunu iddiâ
etmiştir. Bkz. Stéphane Yerasimos, Légendes d’Empire: La fondation de
Constantinople et de Sainte-Sophie dans les traditions turque (Paris: Librairie
d’Amérique d’Orient, 1990).
11 İdrîs-i Bitlisî, Heşt-Bihişt, der. Mehmet Karataş (Ankara: Bedav, 2008),78-79.
12 Bu konuda Yerasimos’un eserinin yanı sıra Paul Wittek ve Nuray Özarslan’ın
makâlelerine de bakılabilir. Paul Wittek, “Ayvansaray, un sanctuaire privé
de son héros”, Annuaire de I’Institut de Philologie et d’Histoire Orientales et
Slaves (1951):505-526 ; Nuray Özarslan, “From the Shrine of Cosmidion to
the Shrine of Eyüp Ensari”, Greek, Roman and Byzantine Studies 40 (1999):
379-399.
13 Paul Magdalino, “The History of the Future and Its Uses: Prophecy, Policy
and Propaganda”, The Making of Byzantine History: Studies dedicated to
Donald M. Nicol, der. Roderick Beaton and Charlotte Roueché (Aldershot:
Variorum, 1993), 11.
14 Ayrıntılı bilgi için bkz. Averil Cameron, “The Theotokos in Sixth-century
Constantinople: A City Finds its Symbol” , The Journal of Theological Studies
29 (1978): 79-108; Cyril A. Mango, “Constantinople as Theotokoupolis”, The
550
OSMANLI İSTANBULU’NDA MÜSTESNÂ BİR ZİYÂRETGÂH:
EYÜP SULTÂN TÜRBESİ
Birçok Osmanlı kaynağı mezârın zaman içerisinde kaybolduğunu ve fethin ardından, Fâtih’in ricâsı üzerine Ak Şems ed-Dîn
tarafından bulunduğunu ifâde eder.15 Ak Şems ed-Dîn’e atfedilen
“keşif ”, şehrin Osmanlılarca fethinin ilâhî olarak desteklendiğini
vurgulamakta ve Ortodoks Hristiyanlığın merkezinde Müslüman
kökenli bir kutsal yerin açığa çıktığını belirtmektedir. Tarihselliği
tartışmalı olsa da, “keşif ”, şehrin “İslâmî” kimliğine referans olacak
kadîm bir kök arayışını simgeler. Bizans Hristiyanları tarafından bile
ziyâret edildiği söylenen türbe, Ak Şems ed-Dîn’e atfedilen “keşif ”le
İslâmî özüne devredilmekte ve böylece yeni Osmanlı başkentinin en
önemli kutsal mekânlarından biri haline gelmektedir.
b) Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî Türbesi ve Câmii
Osmanlı kaynaklarında türbeden ilk defa 1457 tarihli Fâtih
vakfiyesinde bahsedilmektedir.16 Türbe, Eskişehir’deki Battal Gâzî ve
Bursa’daki Emîr Buhârî (ö. 1430) türbeleri gibi sekizgendir. Kesme
küfeki taşından yapılmış, kubbesi kurşunla kaplanmış ve iki kat pencere sistemiyle aydınlatılmıştır. Bu anlamda klasik dönem Osmanlı türbelerinin öncüsü olarak görülmüştür.17 Türbenin kubbesi ve iç duvârCult of the Mother of God in Byzantium, der. Leslie Brubaker and Mary B.
Cunningham (Farnham; Surrey, Burlington, VT: Ashgate: 2011), 17-25.
15 Keşiften bahseden kaynaklar arasında Mustafâ Âlî’nin Künhü’l-Ahbâr’ını,
Solakzâde Mehmed Efendi’nin Târîh-i Solakzâde’sini, Latîfî’ nin Evsâf-ı
İstanbul’unu, Kıvâmî’nin Fetihnâme’sini, Hâfız Hüseyin Ayvânsarâyî’nin
Vefeyât-ı Meşâyih’i ve Hadîkatü’l-Cevâmî’sini, Hüseyin Enîsî’nin Menâkıb-ı
Ak Şems ed-Dîn’ini ve Evliyâ Çelebi’nin Seyahâtnâme’sini sayabiliriz. Keşif
anlatıları kendi aralarında bu makâlede ele alınamayacak kadar ilginç
farklılıklar göstermektedirler. Bu konuyu ele alan bir analiz için bkz. Feray
Coşkun, “Sanctifying Ottoman Istanbul: The Shrine of Abū Ayyūb alAnŝārī”, Basılmamış Doktora Tezi, Freie Universität Berlin, 2015.
16 Fatih Mehmed II Vakfiyeleri (Ankara: Vakıflar Umum Müdürlüğü,1938), 338;
Wittek, “Ayvansaray un sanctuaire privé de son héros”, 520; Kafesçioğlu,
Constantinopolis/Istanbul, Constantinopolis/Istanbul: Cultural Encounter,
Imperial Vision, and the Construction of the Ottoman Capital (University Park:
The Pennsylvania State University Press, 2009), 47.
17 Aptullah Kuran, “Eyüp Külliyesi”, Eyüp: Dün/Bugün, 129-135, 129-130. Hüseyin
Algül, Nihat Azamat, “Emîr Sultan Külliyesi”,TDVİA,11: 148-150.
551
OSMANLI İSTANBULU III
larına işlenen âyetler, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin Osmanlı’daki imgesi
hakkında aydınlatıcıdır. Örneğin kubbenin içerisine Âl-i İmrân sûresinin 193’üncü âyetinin yazılmış olması, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin sûrede bahsi geçen sâlih kimselerden olduğunu imâ etmektedir. Türbe
duvârlarında Tevbe sûresinin 72, 100,117 ve 119’uncu âyetleri yazılıdır. Söz konusu âyetlerde muhâcirler ve ensârlar övülmekte, onlara
ve onları izleyenlere cennet va‘at edilmektedir. Böylece Ebû Eyyûb
el-Ensârî’nin cennet sâkini olduğu işâret edilmektedir.
Yaklaşık iki yıl sonra türbenin etrafına bir külliye inşâ edilmiştir. Câmi,18 medrese, derviş odaları (savâmî), imâret ve hamâmdan
oluşan külliye 1459 yılı civârında tamamlanır.19 Ak Şems ed-Dîn ve
öğrencileri için inşâ edilen derviş odaları, şeyhin memleketi Göynük’e
gitmesinin ardından medrese öğrencilerine tahsîs edilir. Söz konusu
külliye Osmanlı İstanbulu’nun en önemli dinî yapılarından biri olarak
hizmet vermiştir.
Osmanlı sultanlarının yanı sıra birçok Osmanlı devlet adamının da külliyeye katkıda bulunduğunu biliyoruz. Örneğin Çandarlı
Halîl Paşazâde İbrâhîm Paşa (ö.1499), 1494 yılında türbe ve câminin
paylaştığı iç avluya bir şâdırvân yaptırır.20 1580 yılında Sinân Paşa
18 Ayvânsarâyî’nin Hadîkatü’l Cevâmî‘ sinde anlattığına göre câminin girişinde
“Çün sekizyüz altmışüç sâlinde bu / Câmi‘i Sultan Mehmed yaptı nev/ yazmaktaydı. Bu kitâbe câminin Hicrî 863, Milâdî 1458/1459 yılında inşâ edildiğini gösteriyor. Howard Crane (çev. ve der), The Garden of Mosques: Hafiz
Hüseyin al-Ayvansarayî’s Guide to the Muslim Monuments of Ottoman Istanbul
(Leiden; Boston: Brill, 2000), 269. Câminin mimârî özellikleri ve hakkında
değerlendirmeler için bkz. Orhan Şaik Gökyay (der.), Evliya Çelebi Seyahatnâmesi: Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu Dizini.
1. Kitap. (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1996), 168; Ekrem Hakkı Ayverdi,
Osmanlı Mi’mârîsinde Fâtih Devri, 855-886 (1451-1481) 4 cilt. (İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti 1989), 3: 353; Aptullah Kuran, “Eyüp Külliyesi”, 129-135;
Semavi Eyice,” Eyüp Sultan Külliyesi”, TDVİA, 12: 9-12,10; Kafesçioğlu, 48.
19 Bu konuda bkz. Aşık Paşazâde, Osmanoğulları’nın Tarihi, çev. Kemal Yavuz, M.
A.Yekta Saraç, 416; Tâcî-zâde Cafer Çelebi, Heves-nâme, der. Necati Sungur
(Ankara: TKK, 2006), 118; Tursun Bey, Târîh-i Ebü’l-Feth der. A. Mertol
Tulum (İstanbul: Baha Matbaası, 1977), 75.
20 Crane, The Garden of the Mosques, 271; M. Baha Tanman, “Kılıç Kuşanma
Törenlerinin Eyüp Sultan Külliyesi ile Yakın Çevresine Yansıması”, II. Eyüp
552
OSMANLI İSTANBULU’NDA MÜSTESNÂ BİR ZİYÂRETGÂH:
EYÜP SULTÂN TÜRBESİ
(Koca Sinân)21 bu şâdırvânın üzerine bir köşk inşâ ettirir.22 Evliyâ
Çelebi, mermer kolonlar üzerinde yükselen köşk ile türbe arasında
iki çınarın bulunduğunu ve insanların bu çınarların gölgelerinde duâ
ettiklerini söylemektedir.23 Bugün bu çınarlardan sadece biri günümüze ulaşabilmiştir.
Türbedeki en önemli değişiklikler I. Ahmed (1603-1617)
döneminde gerçekleşmiştir. Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin sandûkasının gümüş şebeke ile çevrilmesi,24 türbede bulunan kuyunun tamîri,
halkın kuyu suyuna erişimi için türbenin soluna bir sebîl yaptırılması25, türbe ile iç avlu arasına bir duvâr örülmesi ve türbeye hâcet
pencesinin açılması hep bu dönemde gerçekleşen mekânsal değişikliklerdir.26
Her ne kadar birkaç takım değişiklikler geçirmiş olsa da, türbe Fâtih döneminde inşâ edilen halini genel hatlarıyla korumuştur.
Ancak câmi 22 Mayıs 1766 depreminde27 zarar gördüğü için 1798
yılında yıkılarak, 1800 yılında tamamlanmak üzere Barok usûlünde
tekrar inşâ edilir. Bu esnada iç avludaki medrese odaları, şâdırvân ve
Sultan Sempozyumu Tebliğleri (İstanbul: Eyüp Sultan Belediyesi Yayınları,
1998), 76-93, 79.
21 Ayrıntılı bilgi için bkz. Ebru Boyar, Kate Fleet, A Social History of Ottoman
Istanbul (Cambridge: Cambridge University Press, 2011), 226-231.
22 Crane, The Garden of the Mosques, 270-271. Baha Tanman söz konusu köşkün
türbeyi ziyâret eden sultan veya devlet adamlarının kullanımına tahsîs edilmiş
olabileceğini düşünmektedir. Tanman, “Kılıç Kuşanma Törenlerinin Eyüp
Sultan Külliyesi ile Yakın Çevresine Yansıması”,79-80.
23 Gökyay, 168.
24 Crane, The Garden of the Mosques, 276; Semavi Eyice, “Eyüp Sultan Külliyesi”,
TDVİA, 12: 10.
25 Sebîl dönemin mimârbaşı Sedefkâr Mehmed Ağa (ö. 1617) tarafından yapılmıştır. Crane, The Garden of the Mosques, 270; Sedefkâr Mehmed Ağa ile ilgili
olarak bkz. Howard Crane, Risāle-i Mi‘māriyye: An Early-Seventeenth-Century Ottoman Treatise on Architecture (Leiden; New York: Brill,1987), 7-12.
26 Ayrıntılı bilgi için bkz. Eyice, “Eyüp Sultan Külliyesi”, TDVİA, 12:11; Crane,
The Garden of the Mosques, 270.
27 Depremde Eyüp’te zarar gören binâlar için bkz. Deniz Mazlum, 1766 Depremi:
Belgeler Işığında Yapı Onarımları (İstanbul: İstanbul Araştırmaları Enstitüsü,
2011), 53-55.
553
OSMANLI İSTANBULU III
köşk yıkılmış, yıkılan şâdırvânın yerine avludaki çınar ağaçlarını dört
yönden saran çim bir sofa ile yeni bir şâdırvân yapılmıştır. Şâdırvândaki her bir çeşme III. Selîm’in tuğrâsı ile tezyîn edilmiştir. Dış avlu
genişletilmiş, imâm, türbedâr, mütevellî ve muvakkite tahsis edilecek
dört oda inşâ edilmiştir. Dış avluya ayrıca, câminin ikinci katındaki
hünkâr mahfiline ulaşan bir asma kat yapılmıştır.28 Türbeye ise ziyâretçileri yağmur ve kardan korumak maksadıyla bir sakıf eklenmiştir.29 II. Mahmûd döneminde, 1819 ve 1820 yılları arasında türbenin
altındaki kuyu sularının taşmasını önlemek amacıyla türbenin altına
bir dehliz açılmıştır.30
c) Eyüp’te Ölüm
İnşâ edildiği ilk yıllardan itibaren türbenin etrafına gömülmekle ilgili büyük bir talep olduğu için, Eyüp aynı zamanda bir nekropole
ev sahipliği yapmaktadır. Türbe civârına gömülmek istemenin altında
yatan en büyük motivasyon Kıyâmet gününde Hz. Ebû Eyyûb’un
kendisi ile birlikte dirilenlere şefâ‘at edeceğine dair inançtır. Örneğin,
on altıncı yüzyılda yazılan yazarı anonim Menâkıb-ı Ebû Eyyûb elEnsârî ile Nûr ed-Dîn ‘Alî el-Ensârî el-Karafî’nin Kitâbü’n-Nefahât
el-‘Abîr es-Sârî bi-Ehâdîs el-Ebû Eyyûb el-Ensârî’de İstanbul halkının
Kıyâmet gününde Allah’ın karşısına Ebû Eyyûb ile birlikte çıkacağı
ifâde edilmiştir.31
Türbe civârına en erken gömülenler arasında Fâtih’in sakâsı
Mustafa Ağa (ö. 1455/1456), ünlü astronom ve matematikçi Alî
Kuşçu (ö. 1474)32 ile türbenin ilk türbedârı Bayrâmî dervişi Yûsuf
28 Crane, The Garden of the Mosques, 276.
29 A.g.e., 275-276.
30 A.g.e., 276.
31 Menâkıb-ı Ebû Eyyûb el-Ensârî, Esad Efendi 2423, fol. 29a; Fatih 5437, fol.
58a; Nûr ed-Dîn Alî el-Ensârî el-Karafî’nin Kitâbü’n-Nefahât el-‘Abîr es-Sârî
bi-Ehâdîs el-Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ayasofya 942, fol. 6b-7a. Her iki eser de
Kanunî Sultan Süleymân döneminde yazılmıştır.
32 Alî Kuşçu ve mezârı ile ilgili bkz. Cengiz Aydın, “Ali Kuşçu”, TDVİA, 2: 408410; Crane, The Garden of the Mosques, 273.
554
OSMANLI İSTANBULU’NDA MÜSTESNÂ BİR ZİYÂRETGÂH:
EYÜP SULTÂN TÜRBESİ
ibn Şeyh Halîl (ö. 1512 civarı)33’i sayabiliriz. Ayrıca, Semiz ‘Alî Paşa
(ö. 1565),34 Lâlâ Mustafâ Paşa (ö. 1580) ve Gürcü Mehmed Paşa
(ö.1626) gibi devlet adamları da türbeye çok yakın bir konumda gömülmüşlerdir. Türbenin iki yanında ise Dârü’s-sa‘âde ağaları Mustafâ
Ağa (ö. 1623) ile Hacı Beşîr Ağa (ö. 1746)’nın türbeleri bulunmaktadır.35 Dârü’s-sa‘âde ağalarının 1591’den itibaren Haremeyn vakıflarından sorumlu olduklarını ve özellikle on yedinci yüzyıldan itibaren,
sarâyda çok güçlü bir konuma geldiklerini düşünürsek,36 Ebû Eyyûb’un türbesine bu kadar yakın mesâfede gömüldüklerine şaşırmamak gerekir. Ayrıca, I. Ahmed’in eşi ve II. Osmân’ın annesi Mâh-ı
Fîrûz Hadîce Sultan (ö. 1628) türbenin arkasında, III. Ahmed’in kızı
Sâliha Sultan (ö. 1778) ise dış avluda gömülüdür.
Türbenin dış avlusundan Haliç’e doğru inen Câmi-i Kebîr
Caddesi boyunca birçok önemli devlet adamına ait türbeler bulunmaktadır. Bu türbeler arasında Şeyhü’l-İslâm Mehmed Ebû’s-Su‘ûd
Efendi (ö. 1574), Sokullu Mehmed Paşa (ö. 1579),37 Hoca Sa’d ed33 Crane, The Garden of the Mosques, 273; Reşat Öngören, Osmanlılarda Tasavvuf
(İstanbul: İz Yayıncılık, 2003), 247, 258.
34 Crane, The Garden of the Mosques, 271.
35 Beşîr Ağa türbenin iç avlusuna iki tane mahfil yaptırmış ancak bu mahfiller câminin III. Selîm döneminde yeniden inşâsı sırasında kaldırılmışlardır.
Beşîr Ağa ayrıca 1735 yılında Eyüp’te kütüphâne, sıbyân mektebi, mescid ve
sebîlden oluşan bir külliye inşâ ettirmiştir. Bkz. Jane Hathaway, Beshir Agha,
Chief Eunuch of the Ottoman Imperial Harem (Oxford: One World, 2005), 4551; 113-114; Abdülkadir Özcan, “Beşir Ağa, Hacı”, TDVİA, 5: 555; Crane, The
Garden of the Mosques, 270, 303; İsmail E. Erünsal, “Beşir Ağa Kütüphanesi”,
TDVİA, 6: 4.
36 Amy Singer, Constructing Ottoman Beneficence: An Imperial Soup Kitchen in
Jerusalem, (Albany: State University of New York Press, 2002), 36.
37 Sokullu Mehmed Paşa burada ayrıca medrese, kütüphâne ve on dokuz tane
öğrenci odasından oluşan bir külliye yaptırmıştır. Paşa, çocuklarıyla beraber
aynı türbeyi paylaşmaktadır. Ancak külliyenin yapımına katkıda bulunan
eşi ‘İsmi’hân Sultan (ö.1585) babası II. Selîm’in Aya Sofya’daki türbesine
gömülmüştür. Bkz. Selanikî Mustafa Efendi, Tarih-i Selanikî, der. Mehmed
İpşirli, 2 cilt. (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, 1989), 1:
155-156; Sevgi Parlak, “Sokullu Mehmed Paşa Külliyesi”, TDVİA, 37: 358-359;
Jean-Louis, Bacqué-Grammont, StelæTurcicæ II, Cimetières de la mosquée de
Sokollu Mehmed Paşa à Kadırga Limanı, de Bostancı ‘Ali et du türbe de Sokollu
555
OSMANLI İSTANBULU III
Dîn (ö.1599), Palak Mustafâ Paşa (ö.1534), Siyâvuş Paşa (ö.1602),38
Mîr-i Mîrân Mehmed Paşa (ö. 1589) ve Ferhâd Paşa (ö.1595) türbelerini sayabiliriz.
Hz. Ebû Eyyûb türbesinin iç avlu kapısından çıkıldığında
karşımıza çıkan iki sokak boyunca da imparatorluk elitine ait birçok türbe görülmektedir. Bunlardan biri Bostan İskelesi’ne doğru
inen ve cülûs yolu olarak bilinen sokaktır. Bu sokak üzerinde, III.
Selîm’in annesi Mihr-i Şâh Sultan (ö.1805) ile III. Mustafâ’nın kızları Hadîce Sultan (d.1822) ve Beyhân Sultan (d. 1824)’ın türbeleri
vardır. Hemen yanlarında ise Mihr-i Şâh Sultan tarafından 1792’de
inşâ ettirilen ve hâlen hizmet veren imâret bulunmaktadır.39 Biraz
aşağıda sağda ise II. Mahmud’un kızı ‘Âdile Sultan (ö. 1899) ile
eşi Mehmed ‘Alî Paşa (ö.1868) ve Sadrazam Hüsrev Paşa (ö.1855)
’nın türbeleri göze çarpar. Beybaba adlı diğer sokakta birçok türbenin yanı sıra Âyâs Paşa (ö.1539), Pertev Mehmed Paşa (ö.1572) ve
Nişâncı Ferîdûn Ahmed Paşa (ö.1583) gibi önemli devlet adamlarının türbeleri bulunmaktadır. Beybaba Sokağı’nın açıldığı Sultan
Reşâd Caddesi üzerinde ise Sultan V. Mehmed Reşâd’ın türbesi
görkemli bir şekilde karşımıza çıkar. Sultan Reşâd Eyüp’e gömülen
tek sultandır. II. Bâyezîd’in de buraya gömülme arzusunda olduğu
bilinmektedir.40
Mimâr Sinân, Eyüp’te birçok türbe ve külliyenin inşâsında
bulunmuştur. Bunlar arasında II. Selîm’in kızı Şâh Sultan (ö.1580)
ve eşi Zâl Mahmûd Paşa (ö. 1580)’ nın türbelerinin bulunduğu Zâl
Mehmed Paşa à Eyüb (Istanbul: Deutsches Archäologisches Institut; Tübingen: Ernst Wasmuth Verlag, 1990), 29-53; Aptullah Kuran, Sinan: The Grand
Old Master of Ottoman Architecture (Istanbul: Institute of Turkish Studies,
1987), 135-136.
38 Zeynep Hatice Kurtbil,“Siyavuş Paşa Türbesi”, TDVİA, 37: 315-316.
39 Sevgi Parlak, “Mihrişah Vâlide Sultan Külliyesi”, TDVİA, 30: 42-44.
40 Klaus Kreiser, “Istanbul, die Wahre Stadt der Muslime: Betrachtungen zu
den Gräbern der osmaniche Sultane und zur politischenVerwendung von
Gräbern durch die Dynastie” in Cimetières et Traditions Funèraires dans Le
Monde Islamique (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1996), 10; Eldem, Death in
Istanbul: Death and Its Rituals in Ottoman-Islamic Culture, çev. ve der. Ceyda
Eldem (İstanbul: Ottoman Bank Archives and Research Centre, 2005), 32.
556
OSMANLI İSTANBULU’NDA MÜSTESNÂ BİR ZİYÂRETGÂH:
EYÜP SULTÂN TÜRBESİ
Mahmûd Paşa külliyesi41, Defterdâr Mahmûd Efendi (ö.1546),42 ve
Nişâncı Celâlzâde Mustafâ Paşa (ö.1567)43 külliyelerini sayabiliriz.44
Bu külliyelerin yanı sıra, Eyüp’te ayrıca birçok tekke inşâ edilmiştir. Her ne kadar hepsi günümüze ulaşmamış olsa da, bu tekkelerin zamanında İstanbul’un dinî hayatını büyük oranda canlandırdığı
bilinmektedir. Örneğin Balçık Tekke45 Halvetîye, Cafer Paşa Tekkesi Kâdirîye, Halvetîye ve Sa‘dîye46, Şeyh Merkez Efendi Tekkesi
Sünbilîye47, Baba Haydar Tekkesi Nakşibendîye48, Ümm-i Sinân
41 1577 ve 1590 arasında inşâ edilen külliye, Eyüp’ün en büyük külliyesidir. Şâh
Sultan ve Zâl Mahmûd Paşa mal varlıklarının üçte birini bu külliyenin inşâsına ayırmışlardır. Bkz. Gülru Necipoğlu, The Age of Sinan: Architectural
Culture in the Ottoman Empire (Princeton: Princeton University Press, 2005),
372; Semavi Eyice, “Eyüp’te Zal Mahmud Paşa Camii”, Tarihi Kültürü ve
Sanatıyla 5. Eyüp Sempozyumu (İstanbul: Eyüp Belediyesi Yayınları, 2002),
12-21.
42 Defterdâr Mahmûd Efendi’nin aynı zamanda hattât oluşunu temsîlen câmi
minâresinin ucuna bir hokka ve kalem konulmuştur. Külliye 1766 depreminde
zarar görmüştür. Semavi Eyice, “Defterdar Camii ve Türbesi”, TDVİA, 9: 97.
43 Celâlzâde Mustafa Paşa hakkında bkz. Celia J. Kerslake, “Celâlzâde Mustafa
Çelebi”, TDVİA, 7: 260-262.
44 Crane, The Garden of the Mosques, 313-314.
45 Tekke, Alibeyköy ve Kağıthâne’den gelen balçığın bu civârda toplanmasından
dolayı bu ismi almıştır. M. Baha Tanman, “Balçık Tekkesi”, Dünden Bugüne
İstanbul Ansiklopedisi, 8 Cilt. (İstanbul: Kültür Bakanlığı/Tarih Vakfı, 19931995), 2:16. Ayrıca bkz. Crane, The Garden of the Mosques, 300-301. Atilla
Çetin, “İstanbul’daki Tekke, Zaviye ve Hankahlar Hakkında 1199 (1784)Tarihli
Önemli bir Vesika”, Vakıflar Dergisi 13 (1981): 583-590, 587.
46 A.BilginTurnalı, “Câfer Paşa Tekkesi”, TDVİA, 6: 555.
47 Bu tekke 1537’de I. Selîm’in kızı Şâh Sultan (ö. 1572) tarafından Mimâr Sinân’a
yaptırılmıştır. Crane, The Garden of the Mosques, 279-280; Necipoğlu, The Age
of Sinan, 293-294.
48 Kanunî tarafından Şeyh Haydar Semerkandî (ö.1550) için yaptırılmıştır.
Özellikle Orta Asya’dan gelen birçok hacı adayının bir süre burada
kaldığı bilinmektedir. Haşim Şahin, “Klasik Çağ Osmanlı İstanbul’unda
Nakşibendîlik: Eyüp’te Baba Haydar Örneği”, Tarihi Kültürü ve Sanatıyla 7.
Eyüp Sempozyumu (Eyüp: Eyüp Belediyesi Yayınları, 2003), 414-419; Hamid
Algar, “Baba Haydar”, TDVİA, 4: 367, M. Baha Tanman, “Baba Haydar Camii
ve Tekkesi”, TDVİA, 4: 367-368.
557
OSMANLI İSTANBULU III
Tekkesi Sinânîye49, Bahâriye Mevlevîhânesi50 Mevlevîye, Karyağdı
Tekkesi Bektaşî ve Nakşibendîye ile ilişkili yapılardır.51 Nakşibendîliğin Müceddidî kolundan gelen Şeyh Murâd (ö.1719) için 1760’da
kurulan ve adını taşıyan tekke ise Nakşibendîlerin yanı sıra Melâmî,
Bayrâmî, Mevlevî ve Bektaşîlerin de buluşma yeri olmuş, Orta Asya
ve Hindistan’dan gelen birçok Nakşibendî’yi ağırlamıştır.52 Bugün
Eyüp’te bulunduğu sokağa ismini veren Kalenderhâne ise 1743 yılında Şeyh Murâd Tekkesi’nin müdâvimlerinden Bayrâmî-Melâmî
arîfi Lâ‘lîzâde ‘Abdü’l-Bâkî Efendi (ö.1746) tarafından yaptırılmıştır.53 Nakşibendîliğin Hâlidîyye kolundan ise Eyüp merkezde iki
tekke bulunmaktadır. Bunlar Sultan Reşâd türbesi ile aynı sokakta
yer alan Hüsrev Paşa (ö.1855)54 ve Hasan Hüsnü Paşa (ö.1903)
tekkeleridir.55
49 Halvetîye’nin bir kolu olan Sinânîye Ümm-i Sinân (ö.1568) tarafından
kurulmuştur. Ümm-i Sinân tekke tevhîdhânesinin mihrâbının arkasındaki
odada gömülü olduğu için bu tekke aynı zamanda Sinânîye’nin âsitânesidir.
Bkz. M. Baha Tanman, “Ümmî Sinan Tekkesi”, TDVİA, 42: 311-313.
50 Tanman, “İstanbul Mevlevihaneleri”, Osmanlı Araştırmaları 14 (1994): 177-183,
178; M. Baha Tanman, ”Bahariye Mevlevihanesi”, TDVİA, 4: 471-473.
51 Tekkeyle ilgili olarak bkz. Nicolas Vatin, Thierry Zarcone, “İstanbul’da bir
Bektaşi Tekkesi: Karyağdı (Eyüp) Tekkesi”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî
Araştırma Dergisi 11 (1999): 1-13.
52 Halil İbrahim Şimşek, “Murad Buhârî”, TDVİA, 31: 185-187; M. Baha Tanman,
“Şeyh Murad Tekkesi”, TDVİA, 39: 62-64.
53 Nihat Azamat, “Lâ‘lîzâde Abdülbâki”, TDVİA, 27: 90-92. Crane, The
Garden of the Mosques, 297; Ekrem Işın, “Bir İmparatorluk Tarihinde
Tarikat Üzerine Toplumsal Tarih Notları”, Saltanatın Dervişleri,
Dervişlerin Saltanatı (İstanbul: Pera MüzesiYayınları, 2007),12-40, 36;
Thierry Zarcone, “Kalenderhane Tekkesi”, Dünden Bugüne İstanbul
Ansiklopedisi, 4: 398-399.
54 Halil İnalcık, “Hüsrev Paşa, Koca”, TDVİA, 19: 41-45. Ayrıca bkz. Yüksel Çelik,
Şeyhü’l-Vüzerâ Koca Hüsrev Paşa: II. Mahmud Devrinin Perde Arkası (Ankara:
TTK, 2013).
55 Baha Tanman, “Hüsrev Paşa Külliyesi”, TDVİA, 19: 48-49; Atilla Çetin,
“Hüsrev Paşa Kütüphanesi”, TDVİA, 19: 51-52; Baha Tanman, “Hasan Hüsnü
Paşa Tekkesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 3: 565.
558
OSMANLI İSTANBULU’NDA MÜSTESNÂ BİR ZİYÂRETGÂH:
EYÜP SULTÂN TÜRBESİ
d) Sultanların Türbe Ziyâretleri
Ebû Eyyûb el-Ensârî türbesi, kuruluşundan itibaren, Osmanlı
sultanlarının en çok ziyâret ettikleri kutsal mekânlardan biri olmuştur. Örneğin I. Selîm (1512-1520), Safevîlere karşı sefere çıkmadan56,
Kanunî Sultan Süleymân (1520-1566) 1521’de Belgrad ve 1566’da
Zigetvar’a gitmeden,57 III. Mehmed (1595-1603) ise 1596’da Macaristan seferi öncesinde türbeyi ziyâret etmişlerdir.58 Şüphesiz, bu
ziyâretler, askerî başarı için sahâbenin himmetini almaya yöneliktir.
Askerî zaferler için türbeden beklenen himmet özellikle Zigetvar Seferi’nde çok belirgindir. Hicrî 17 Şevvâl 973 (Miladî 7 Mayıs 1566)
tarihli hükümde İstanbul’daki ‘ulemâ, huffâz ve kurrâdan Eyüp Câmii’nde toplanarak Kur’ân’dan bir cüz okumaları ve Osmanlı ordusunun zaferi için duâ etmeleri istenmiştir.59
Osmanlı sultanları türbeyi, tahta çıkmalarının ardından da
ziyâret etmişlerdir. Meselâ II. Selîm tahta çıktıktan sonra ve Zigetvar
seferinde vefât eden babasının naaşını almak için Belgrad’a gitmeden
önce,60 III. Murâd ise tahta çıktıktan on gün sonra, türbeyi ziyâret
etmiştir.61
Sultanların türbeyi ziyâretleri konusunda bahsedilmesi gereken en önemli mesele şüphesiz ki türbede yapılan kılıç kuşanma
(taklîd-i seyf ) törenleridir. Törenlerin türbede yapılmaya tam olarak
56 Nicolas Vatin, Gilles Veinstein, Le Sérail ébranlé: Essai sur les morts, dépositions
et avènements des sultans ottomans (xive-xix e siècle) (Paris: Fayard, 2003), 307.
57 Zeynep Tarım Ertuğ, XVI. Yüzyıl Osmanlı Devleti’nde Cülus ve Cenaze
Törenleri (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1999),100; Nicolas Vatin,
“Aux Origines du pèlerinage à Eyüp des Sultans Ottomans”, Turcica: Revue
d’Études Turques 27 (1995): 91-99, 96.
58 Nicolas Vatin, “Aux Origines”, 97; Necipoğlu, “The Age of Sinan”, 67.
59 5 Numaralı Mühimme Defteri: 973/1565-1566: Özet ve İndeks (Ankara:
Başbakanlık Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başbakanlığı,
1994), no. 1555, 249-250.
60 Vatin, Le Sérail ébranlé, 263; 308. Baha Tanman, “Kılıç Kuşanma Törenlerinin
Eyüb Sultan Külliyesi ile Yakın Çevresine Yansıması”, 77.
61 Selanikî’nin bildirdiğine göre Sultan ayrıca I. Selîm, Fâtih, Kanunî Sultan
Süleymân, II. Bâyezîd ve II. Selîm’in türbelerini de ziyâret etmiştir. Selanikî
Mustafa Efendi, 1: 105-106.
559
OSMANLI İSTANBULU III
ne zaman başlandığı bilinmemekle birlikte, Osmanlı kaynaklarında
en erken tören bahsi I. Ahmed dönemine aittir.62 III. Mehmed’in 20
Aralık 1603’te otuz yedi yaşında vefâtı üzerine, on üç yaşında tahta
çıkan oğlu I. Ahmed için, 3 Ocak 1604 yılında Ebû Eyyûb el-Ensârî
türbesinde kılıç kuşanma töreni düzenlenmiştir. Henüz sünnet bile
olmadan ve sancağa gitmeden tahta çıkan I. Ahmed için böyle bir tören düzenlenmesine ihtiyaç duyulması, onun deneyimsizliğini örtmek
ve meşruluğunu vurgulamak ile ilgili olmalıdır.63 Mustafâ Sâfî’nin
Zübdetü’t-Tevârîh’inde anlattığı üzere, Sultan deniz yoluyla Eyüp’e
gelerek Şeyhü’l-İslâm Ebû’l-Meyâmin Mevlânâ Mustafâ Efendi
(ö.1606) tarafından kılıç kuşandırılmıştır.64
Şeyhü’l-İslâm’ın yanı sıra, Hz. Muhammed soyunun en önemli
temsilcisi sayılan nakîbü’l-eşraf veya devrin en önemli şeyhinin de
sultanlara kılıç kuşandırılabildiğini not etmek gerekir.65 Sultanlar
türbeye

Benzer belgeler

Kenan Yıldız - Osmanlı İstanbulu

Kenan Yıldız - Osmanlı İstanbulu Mayıs Üniversitesi tarafından 2014 yılında yayımlanmış ve araştırmacıların istifadesine sunulmuştur. Elinizdeki kitap Türkiye ve dünyanın önde gelen üniversitelerinden bilim adamlarının katılımıyla...

Detaylı

1494-1559 talyan Sava lar ve Osmanl Devleti`nin

1494-1559 talyan Sava  lar   ve Osmanl   Devleti`nin Elinizdeki kitap Türkiye ve dünyanın önde gelen üniversitelerinden bilim adamlarının katılımıyla 25-26 Mayıs 2015 tarihlerinde İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Altunizade kampüsünde düzenlenen üçüncü...

Detaylı

bildiriler - Bodrum Belediyesi

bildiriler - Bodrum Belediyesi Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ali Akyıldız’a şükranlarımı ifade etmekle yetineceğim. Osmanlının son döneminde üst düzey idari görevlerde bulunmuş ve İslam hukuk nazariyatına dair değerli eserler kale...

Detaylı