Diktatörden samimiyet ça¤r›s›

Transkript

Diktatörden samimiyet ça¤r›s›
Wolfgang Schüssel Türk
zurnas›n› unutam›yor
Avrupa’yı kilitleyen Avusturya
Başbakanı Wolfgang
Schüssel’in takıntısının sebebi
unutamadığı Türk kudüm ve
zurnasının güçlü sesi. Sayfa: 4
Perihan Abla
evlenmeye
haz›r
Avrupa spor
spor
bas›n› takla at›yor
Sayfa: 6
Kuzguncuklu Perihan
Abla, 58’inde evlenmek
istiyor. Nikah masas›na
davet edilen fiakir’se
dansöz dostu oldu Sayfa: 5
Kurt hoca R›za Çal›mbay’dan sürpriz taktik:
Yeter art›k bafll›yoruz beyler!
Stad› bilmeyenlere kaleyi tarif edemedi
Tuna Kiremitçi
EKfi‹’ye konufltu:
ISSN 1306 0830
Yeni de¤ilim!
Yafl›tlar› piflpirik oynarken kariyerini
flimdiden fliirler, flark›lar ve romanlarla
doldurmufl genç sanatç›, bize iç
dünyas› ve yarat›c›l›¤›na iliflkin çok
fley anlatt›. Bir tek Eskiflehir’den
bahsetmedi. Onu sormay› unuttuk...
içeride:
n 17. yüzy›lda ‹zmir n Yonja
n Kaos GL n 80’lerden Sex & City’e
ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r
y›l: 1 say›: 4 fiyat›: 1 YTL (1 Milyon TL) 7 - 13 Ekim 2005
Tar›m Bakanl›¤›’n›n
“Saklad›¤›n›z samanlar›n
zaman› geldi” aç›klamas›
kafa kar›flt›rd›.
Sayfa: 3
Diktatörden samimiyet ça¤r›s›
Kamerun’un kurtar›c›s›
Cumhurbaflkan› Awugana,
‘‹çtenlikli’, ‘Canayak›n’ ve
‘fiirin’ gibi s›fatlarla an›lmaktan
dertli. Banknotlarda bile
mozaiklenmifl resimlerini
görebilen Awugana, halk›na
sitem etti. Evli, k›s›r ve 12
okapi (antilobun büyü¤ü)
sahibi mutsuz diktatör
vatandafllar›yla yüzleflti Sayfa: 4
Diyanetten erkeklere
Magnum müjdesi: “Kötü
fleyler düflünmedi¤iniz
sürece yiyebilirsiniz” Sayfa: 4
3 yafl›ndaki çocukla
leopar›n ibret verici
dostlu¤u hüzünle bitti.
Sayfa: 5
Besin piramidini
uzayl›lar m› yapt›?
Sayfa: 7
‹statistik
Bir okul senesi
daha torenlerle
basladi. Bu dönem
üniversite
ö¤rencileri
arasinda en ra¤bet
gören seçmeli
dersler hangileri?
25
Yaflar Usta’n›n tiradlar› bezdirdi
“G
ülen Gözler”, “Neşeli Günler”
gibi filmlerden tanıdığımız Yaşar Usta zorda. 30 yıldır ne zaman dara
düşse tirad atma yolunu seçen ve devamlı maddi sıkıntı yaşayan Yaşar Usta, en son veresiye borcu sebebiyle bakkala tirad atınca esnafça tartaklandı.
Olay hakkında konuşan bakkal “Çok
defa borcunu ödemesini istedim. Hep
‘Öderiz’ diyerek nemli gözlerle baktı.
Affettim. Borcunu sıfırladım. Sonunda
sabrım taştı. ‘Veresiyeni öde Yaşar Us-
ta’ dedim. O ise ‘Bak beyim’ile başlayan ünlü tiradını okumaya başladı. ‘Sen
mi büyüksün, yoksa ben mi’ye gelince
nevrim döndü. Gırtlağına sarılmışım.
Elimden zor aldılar” dedi. Mahalle esnafı ise “Yaşar Usta’dan ve tiradlarından bıktık. Tirad değil nakit atıldığını
görmek istiyoruz” dediler. Konu hakkında açıklamada bulunmak üzere basın
toplantısı düzenleyen Yaşar Usta’nın
yine tirad atması üzerine basın mensupları hızla toplantıyı terk ettiler.
20
15
10
5
0
n Daha iyi bir üniversiteye yatay geçifl yöntemleri (%22)
n Falan olmak ya da olmamak: Hamlet ve modern gençlik (%19)
n Uygulamal› okeye dönüfl teknikleri (%14)
n Karfl› cinse asimptotik yaklafl›mlar (%12)
n Avrupa Birli¤i ekonomisine girifl (‹psala S›n›r Kap›s› üzerinden (%8)
n Kuantum fizi¤inin temel ilkele...aaaa fener maç› bafllam›fl! (%25)
Tam 10 sayfa!
Aktör Peter O’Toole, Anelka hayran› ç›kt›
ltın Portakal Film Festivali’nde onur ödülü
alan O’Toole, konuşma
yaptığı sahnede “Gazetede
kaleciyle birlikte zıplayan
hoş bir adamın fotoğrafını
gördüm. Karizmatikti, elindeki topu zerafetle ittiveri-
A
yordu. Merak ettim. Çevremdekiler Fenerbahçe adlı
takımın kurtarıcısı olduğunu
söylediler. Ondan çok etkilendim. Buradakilerin bana
şimdi öğrettiği şu Türkçe
söz ile Anelka’ya sesleniyorum: ciim boom bom” dedi.
Ersin Karabulut
klonlar› avlan›yor
İ
stanbul- Dün sabaha karşı
Beyoğlu Sandıkiçi Sokak’ta
heyecan dolu bir kovalamaca yaşandı. Dolandırıcılık ve Sahtecilik Masası’na bağlı
emniyet birimleri,
sayısı son günlerde oldukça
artan ihbarları
değerlendirerek
geniş
çaplı bir operasyon gerçekleştirdi.
Ünlü çizer Ersin
Karabulut’a olan benzerlikleriyle İstiklal Caddesi sakinlerini bunaltan
gençler gözaltına
alındı. Sayfa: 2
Vatan Dergi Grubu A.fi. Ad›na ‹mtiyaz Sahibi Serdar Mutlu Genel Müdür Nüket Mutlu Yay›nlar Direktörü Özgür Yici Grup Koordinatörü Onur Y›ld›r›m Kreatif Direktör Ali Murat Y›lmaz
Koordinasyon Murat Emir Eren Tasar›m-Uygulama Serter Gezdiren Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Naz›m Onaran n Genel Yay›n Yönetmeni Aziz Kedi Editörler An›l Helvac›, Bar›fl Bilge
Günal, Gürman Timurhan, Onur Sar›saban, Pelin Kesebir Foto¤raflar Efe Nalçac› Katk›da bulunanlar: days, gerrain, konor, otisabi, ck, ssg, n.demirel n Reklam Grup Baflkan› Yusuf
Gökçek Reklam Grup Baflkan Yrd. Yenal Bökeer Müflteri ‹liflkileri Direktörü Zeynep Afl›klar Müflteri ‹liflkileri Ayflen Özbay, Burak fiengül, Elçin Ayd›n Baflar, Gülriz Gökova, Dilay
Sudanç›kmaz, Zeynep Arslan, Burak Bayram
Reklam Rezervasyon fiule Tutsak Tel: 0212 336 57 70 n Adres: Büyükdere Cad. No:123 80300 Gayrettepe-‹stanbul Tel: 0212 354 54 54 Fax: 0212 356 26 80 e-mail:[email protected]
Bask›: DPC Do¤an Medya Tesisleri 34850 Esenyurt-‹stanbul Tel: (0212) 622 28 00 Tel: 0212 622 19 00 Yerel Süreli Yay›n Da¤›t›m: Yaysat A.fi. Tel: 0212 622 22 22
ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r
Ekfli, bas›n meslek ilkelerine uymaya söz vermifltir. Bu dergideki tüm haberler uydurmad›r. Kiflileri ba¤lay›c› bir niteli¤i yoktur.
Her hakk› sakl›d›r. Kaynak gösterilerek dahi al›nt› yap›lamaz.
Bizzat yazmak üzerine
(ya da cesur ve güzel)
Orta direk evinde maymun beslenir mi? Ulan haydi ayın sonunu getiremezken soktun maymunu eve; tutup da adı “Patik” konur mu?
Evde cinneti turboya takan babam bize uçan tekme atmaz mı?
“Tüm kurallara
karşı çıkmayı kurallaştırmak, ancak
tüm kurallara uymakla yarışabilecek
bir ahmaklıktır.”
Eli Tèrrasion
ocukken bir maymunum
vardı. İsmi Patik’ti. Kapuska yemeyi severdi. En büyük eğlencelerimden biri mürebbiyemin elinden kurtulup gizlice Patik’i izlemekti. Bazen kaptığı bir füzen parçasıyla eline geçirdiği kağıtları gelişigüzel karalar, bazen de onları buruşturup ağzına tıkardı. Zavallı hayvan, emr-i hak vaki olunca öldü gitti.
Gitti ama bana ileride kafama takacak çok karmaşık bir bilmece bıraktı. Bir maymun kağıt ve kalemle
nasıl ilişki kurabiliyordu? Kendini
anlatmak istediği gün gibi ortadaydı. Acaba kütüphanemizde dizili onca ansiklopedi de aynı arzuyla dolu
insanlardan mı bahsediyordu? Bu
arzunun doğasına yapacağım yolculukta, yazma eyleminin sırrına ermeyi düşünmeden evvel, önce işin
fiziksel tarafı beni kendine çekmeye
başladı. Tıpkı bir atın pattır pattır kaka yaptığını, beygir gibi (evet?) çiftleştiğini hiç hayal etmemiş küçücük
bir çocuğun, yalnızca gördüğü tek
bir sevimli at resmi üzerinden ömrü
boyunca aşık olacağı bir idea yaratması, “en sevdiğim hayvan attır öğretmenim” demesi gibi...Elime kağıdı, kalemi aldım.
İki bin bir senesinin Temmuz ayında Ekşi Sözlük’e ilk entryimi girdiğim vakit (ki başlık “L” harfini telaffuz edemeyen bir rock şarkıcımıza aitti ve kendisini Neandertal İn-
Ç
sanı’na benzetmiş olmaktan bir an
bile yerinmiş değilim. Zira hümanoid dediğin adam bugün dünya tarihinin elifbası, gurur kaynağıdır) burada anlatmaya çalışacağım büyük
muammaya kıyısından da olsa temas
ettiğimi bilemezdim. Belki bu yazı
şu güne dek gittiğim yolun arpa boyu cinsinden bakiyesini de verir....diye düşünüyorum ben.
Cümle sonlarındaki tirleri-türleri
dikkate almayınız, bir diyalekt yaratmak zorundayım; yazı yazmak bir
pratiktir. Başı, kıçı, neticesi ve geribeslemesi açısından böyledir. Ruh
hastası olmayan hiç kimse okunmamak için yazmaz. Kafka’nın bile ölmeden önce yapıtlarına kıyamayıp
yalandan “abi şunları bir yaksak?”
diye arkadaşı Max Brod’a verdiği
malumdur. Peki sebep nedir? Huylu
musun, titrek misin? Niçin yazarsın? Ben sözlüğe yazmaya başladığım zaman belirli bir fikrim yoktu.
Yazmak iyi oluyordu. Fakat aradan
bir müddet geçince gizli bir döngü
keşfettim. İki tane çok önemli parametre, yazmayı bırak, yaşamın dahi
krank milini döndürüyordu (krank
mili nedir dersen bilmem. Ehliyet
sınavı, motor bölümü: 70 puan, tam
sınırda!).
Parametrelerin birincisi şu idi: bildiğin palavra! Hem öyle beyaz yalanmış, politically correct’miş falan
değil. Zift gibi, katran gibi martaval... Bir gün içinde kaç kez yalan
söylediğimizi Hürriyet’in Kelebek
ekinden kolayca okuduğumuzdan
dolayı yalanın, palavranın hayatımıza ne denli içkin bir kavram olduğunu biliyoruz. İçkin lafını hafif yanlış
da olsa, sonunda kullandığım için
parantez dahi açamayacak bir mutluluk ivmesi ile doldum. E diğer
yandan bu kadar ense kökümüzde
duran palavracılık “erdemsizlik” lerin en tiksinci sayılıyor? İşte giz burada! Theodor Adorno “Yaşam yanlış anlaşmaların eseridir” diyor.
Haddim olmayarak ekleyeyim, yaşam yanlış anlatmaların da eseridir.
Sanatçının eseri de yanlış anlatmanın eseridir....diye düşünüyorum
ben.
Şunu iyi bilelim, plastik sanatları
azıcık tenzih ediyorum, sanatçı sizleri bizleri kandırmaktadır. Onun
kendine has bakış açısı gibi naif bir
yorum yapmakla yetinmek, otisabi’nin enfes tonlamasıyla iiiiiiiiiiiiğğrennç bir ıska geçiştir. Konumuz
ekseninde, yazar sizi düpedüz aldatmaktadır. Yazdığı şeyler palavradır.
Ya da şöyle diyeyim, tasarladığı evren uydurmacadır. Hayır “fantastik”
değil, kasten kıçından sallanmış!
Roland Barthes’in Çağdaş Söy-
lenler yapıtında şöyle dediği aklıma
geldi: “...yalan gerçeğin düşmanı
değil, panzehiridir.” Oscar Wilde ise
derhal tie-break’te servis kırarcasına
yanıtlıyor: “Hayattaki ilk amaç olabildiğince yapay olmaktır.” Elbette
bu bir yanıt değil, destek. Yazar, ya
senin sandığından daha cahil, daha
sığ ve mattır; ya da öylesine insanüstü bir hali vardır ki sen ona hadlen
deli! dersin. Biz çok daha kalabalık
olan ilk grupla ilgilendiğimiz için
devam edelim.
“Niçin yazıyorsun?” sorusunun
yanıtını sıhhatlice analiz etmek için
yukarıda andığım ikinci parametreyi
de açıklamam gerekir. İddiasızca beğenilme isteğinden ibarettir bu ikincisi. Yemek içmek gibi, hava gibi,
worldsex.com gibi elzem, o egonun
anası, o egonun kölesi içgüdü. Yazar
beğenilmek için yazar. Palavra diyorum ya, yazarın niçin yazdığına
ilişkin verdiği ilk tepkisel yanıt bile
yalanın dik alasıdır: “Bilmiyorum,”
der, “ya yazacağım ya öleceğim”.
Kimse yazmazsa ölmez! Oysa beğe-
nilmediği için öleyazan ve yıllar boyunca kendisi boşayan eşine izafeten intikam temalı şarkılar besteleyen pop şarkıcıları tanıyorum. Şimdi
iki değişkeni birleştirebildik mi?
Yazar, beğenilmek için palavra
atar!....diye düşünüyorum ben.
Yine herkesin sevgilisi sözlük yazarı arkadaşlarımdan benbirpipodeğilim ile yaptığım bir sohbette, uzun
ve sarı saçlarını bir dikkat çekme
aracı olarak kullandığını itiraf edişini
anımsadım. Şimdi siz bu adamın bir
yazar olarak portresini, saçından hareket ederek ne cins palavralarla ne
şiddetli beğenilme trikleri attığını bir
düşünün. Madem isim verdim, açılımı da getireyim, övgüde bulunmuş
da olayım. Pipo, genel olarak nesnel
veri üzerine harikulade öznel yorumlar hatteden bir yazardır. Ve yazısının kalbi bu yorumlardır. (Böyle
güzel yorumların eski dildeki söylenişi “ferc-i mütenasip” tir.) Eminim
ki bu yorumlara temel teşkil eden
Aziz Kedi (10) ve maymunu Patik (7,5)
hatıralarını, gözlemlerini veya çıkarımlarını palavralaştırmadan nakletse, yazılarını kendisi okumaya dahi
tahammül edemezdi. Oysa palavra
sosuyla servis ettiği...bu iğrenç cümleyi tamamlayamayacağım.
Niçin yazıyorsun? Yazıyorum çünkü: yalanın varlığı ya da yokluğu değil, kalitesi tartışılır (Bunu kanıtlamaya çalışmadım mı?). Çünkü sözünü ettiğim kilit döngü beni bir palavralar evreni yaratmaya, onu yazdıklarıma yansıtmaya, yazdıklarımı
tepki alma gayesiyle okura iletmeye
ve başa dönerek gelen tepkiyi yalanlar kralı “yazar olmayan” diğer
kimliğime iletmeye ezel ebed devam ediyor. Yazıyorum, çünkü iyi
paketlenmiş bir yalan (ya da yalanlar zinciri) yalnızca zahiri bir gerçekliği değil, doğmuş, başarıyla yaşayan, sevilen, sözünü söylediğinde
inandırıcı olan sahtekar bir başrol
karakterini de besliyor.
Diyorum ki:
Cingözlük etmeyiniz! Yazarlara
kanınız. Onların kimi zaman sakatlanmış, topallayan yalanları sadece
sizinle onlar arasında çok zevkli bir
oyun yaratmayacak, herkesin bildiği ama kimsenin sözünü etmediği
bu büyük antlaşmayı ihlal etmenizi
de engelleyecektir...
fiimdi buray› iyi oku:
Birincisi ben iki tane kırtipil öğretmenin oğlu, memur çocuğu bir insanım. Anam delirse, mutfak masra-
fından kesip bana mürebbiye tutsa
babam cinnet geçirmez miydi? Orta
direk evinde maymun beslenir mi?
Ulan haydi ayın sonunu getiremezken manyağın oğlu gibi soktun maymunu eve; ben onun adını tutup da
“Patik” koyar mıydım?? Evde bir
(bkz: mandril) gören ve cinneti turboya takan babam bize uçan tekmeler atmaz mıydı? Kapuska yiyen, kağıda murabba yazan maymun mu
olur?!
Yazısına sizli bizli başlayıp senli
benli giden dengesiz bir yazar okurken mışıl mışıl uyuduğunu biliyorum sevgili okur, ama bu kadarı da
fazla değil mi? Yok efendim en başa
aforizma koymuş. Kim? Eli Tèrrasion!! O aforizmayı aynen attım
kafamdan. Eli Tèrrasion ismini bir
daha oku! Neye benziyor? Fransız
Yahudisi bir yazara değil mi?
Aliterasyon sözcüğünün bükülmüş
halinden başka bir şey değil... Sonra, Theodor Adorno hayatı boyunca
yukarıdaki gibi bir cümle sarfetmedi. Tamamen salladım. Barthes’in sözü aklıma gelmişmiş! Onu
yazmayı iki saattir planladığım gibi
elbette Barthes de öyle bir kelam etmiş değil. Benbirpipodeğilim’in
uzun ve sarı saçlı olduğuna da inandın. Neden inanmayasın ki? Ama bil
ki bu uydurmaya tepine tepine
gülüyorum şu anda. Özürler diliyorum. Peki ferc-i mütenasip dediğim
sahte tamlamanın “düzgün vajina”
anlamına geldiğine uyandın mı?
Hahaha neredee?!!
Boris Vian sever misiniz? İşte
Boris ağabey benim deminden beri
yapmaya çalıştığım şeyi yaptı.
Bilerek ve eğlenerek. Oğuz Atay ha
keza.
Yalanların aslını faslını anlamaya
değil, lezzetini almaya gayret edelim. Orijinalliği başka yerlerde
arayalım. Örneğin sırıkla yüksek atlama rekorunu her yıl bir santim
yükseğe taşımak da ne yaratıcı ne de
orijinal bir fikir ama her yıl ortalama
iki yüz atlet bu uğurda bel fıtığı
oluyor.
Diye düşünüyorum ben.
aziz kedi
an›
15
7-13 Ekim EKfi‹
Soldan sa¤a... Solu sa¤› m› kalm›fl lan bunun?.. Baksana bibifl gibiler.
Dün dündü ve güzeldi...
Hepimiz solcuyduk, muhaliftik. Kanon yapmaktan çok daha coflkuluydu hep bir a¤›zdan söylenen marfllar, hep beraber
ellerimizi ç›rp›nca alk›fltan y›k›l›yordu özellefltirilmeye çal›fl›lan yemekhane... Herkes çav bella’y› ezbere biliyordu...
000’li yıllara varmadan tüm öğrenim
hayatını tamamlamış biri olarak yazıyorum bu satırları; yani olanca kıroluğu ile seksenleri, sınırsız anlamsızlığı ile doksanları hayatımın en civelek döneminde yaşamış biri olarak yazıyorum, -one
night stand- dönemini uzun süreli aşık olduğum için kenarından kaçırmış biri olarak yazıyorum. Nostaljik bir hıyar olarak, teknolojinin nimetlerinden yararlanmayı başaramamış bir aklı evvel olarak yazıyorum ve itiraf
ediyorum; tüm kıroluklarımı özlüyorum!
Her şey anneannemin evinde bir şeyler ararken, Kuran-ı Kerim’in içinden New Kids On
The Block kartpostalı çıkmasıyla başladı.
-Aaaaaa Bu ne anneanne?
-Ha? Haaaa, arkadaşlarının resmi kalmış
bende, kaybolmasın diye oraya koydum.
Ah be anneannem; ben o karikatürize saçlı
şalvar model kotlu çocuklarla arkadaş olabilmek için gerekirse senin evi satardım 15
sene önce. Sitep bay sitep uuuuu beybiii’yi
hiç İngilizce bilmeden ezberlemek ne zordu,
ve çat pat İngilizce öğrendiğinde, bir zamanlar o şarkıyı söylerken düştüğün dangalak
duruma intikal edebilmek.
2
Yemek haz›r kör olmayas›ca...
Birbirimize karışık kaset çekerdik, bu da tek
kasetçalarlı bir teybi diğer tek kasetçalarlının
karşına getirip, birinin play birinin record
tuşuna basmak suretiyle yapılıyordu. Dolayısıyla kayıt iğrenç ve parça araları “takırt,
çıkth, şıkırth” gibi düğmeye basma efektleri
ile dolu olurdu. Hatta bazen dikkatli dinlerseniz, Falco, “jeaaaannyyyy” diye bağırırken
arkadan arkadaşınızın annesinin “yemek hazır diyorum gözü kör olmayasıca beş saattir,
yıka ellerini gel” çığlıklarına da rastlayabilirdiniz. Lee cooper piyasaya “uaah uahh
muck muck Lee Cooper” sloganlı muhteşem
reklam filmi ile delicesine dalmıştı (O zamanlar nasıl salak bir alışkanlıksa tüm reklam jinglelarını ezberlerdik. “Kartopu örelim
kartopu giyelim” “Müjdeeee müjdeeee sizee
parizyenden müjdeeee sizeee, rahat sağlam
esnek çoraaap güzeeeeel çoraaaap” “Aktif
dinamik heyecanlı her sporda genç sportta
daha canlı” bir bilmecem var çocuklar klasiğine ise hiç girmeyeceğim). Bu memur çocuğu bünye çıldırıyordu bir Lee Cooper için,
o kotu giyince kıçım reklamlardaki kızlar gibi küçücük görünecek, boyum 1.55 gibi duracaktı. -hayır pigme değildim o zamanlar;
henüz uzamakta olan bir ortaokul öğrencisiydim- Ama ne olurdu? Her seferinde Lee
Cooper alma hedefiyle çıkılan alışveriş,
elimde bir Vena poşeti ve içinde yüksek bel
şalvar kesim kotla son bulurdu. O dönemki
sıtreç kot modası da şükür erkenden tedavülden kalktı da koca bir nesil kısır kalmaktan
kurtulduk. Ben bol ve yüksek bel kotumu giyer, üzerine yarasa kollu penye bluzumu geçirir, saçlarımı da en sert jöle ile soldan sağa
doğru bir kavis vererek yapıştırırdım. Kafamın üzerinde saçtan bir tepecik yaratırdım. ki parmakla tıklandığında voinnkkkk diyecek kadar sert olurdu.- kalan saçları da Serpil Çakmaklı gibi beynim kulaklarımdan
akana kadar sıkar, ucu çengel demirli lastik
tokalarla kafa derimi yüzerek toplardım.
Lise yılları ise daha bir coşkulu geçti, sevgi
emek ister dönemleriydi. İşte artık 21.00’e
kadar izne ihtiyaç vardı. Yapacak hiç bir şey
olmasa bile parklarda bahçelerde sevgiliyle
birbirimizi keşfederdik, laflardık, oynaşırdık
ama lanet olsun dostum geçen yıllar bize sadece bir saat bilemedin bir buçuk saat daha
fazla serbestiyet tanımıştı. Zaten yanaklardaki allık geçsin diye apartman boşluğunda da
biraz oyalanmak gerekiyordu. Doksanların
ilk yarısını bitirdiğimizde Türkiye’ye bir haller oluyordu. Bütün müdür muavinleri din
bilgisi öğretmeniydi, Eğitim-sen bağırış çağırış isyanlardaydı. Ve biz pazartesileri okula ceketle gelmeyi reddedenler, özgür ruhu
üniformaya sığmayanlar isyan bayrağını çekmiştik. Hepimiz solcuyduk, muhaliftik. Kanon yapmaktan çok daha coşkuluydu hep bir
ağızdan söylenen marşlar, hepimiz birden
ellerimizi çırpınca alkıştan yıkılıyordu özelleştirilmeye çalışılan yemekhane. Herkes
çav bella’yı ezbere biliyordu.
kıyordu. Kalkamayanlar da oldu. Sonrası biraz bulanık... Sevgilimin anlatışını hatırlıyorum; “internet diye bir şey var, şahane. Daha Türkçe çok site yok ama İngilizce çok
şey var” -Resimler falan mı var? Diye soruyorum. Annem cep telefonu almam için yalvarıyor. Evden ulaşamayınca çok merak ediyorum diyor. Eve bilgisayar alıp icq yüklüyorum. Sonra 2001 krizi, delice cv hazırlıyorum. Yeni mezunum, anasını sattığım bir
sayfa cv’sini dolduramıyorum bile. Okul
mokul, hobiler, ulan staj bile yok ki coşkulu coşkulu sallayayım. Ben büyükelçi olsam
mı olmasam mı diye karar verememişken,
gittiğim her iş görüşmesinde kendisine metres arayan küçük esnafın sekreter arıyorum
kisvesiyle karşılaşıyorum... Taaa buralara
nasıl mı geldik? Bilmiyorum, geçen gün bilgisayar çöktü harddisk yandı. 2 yıldır digital
fotoğraf makinası ile çekilmiş tüm resimleri
kaybettik. Yılbaşı partimiz, doğal ortam bulup yayılmalarımız, İstanbul sefalarımız hepsi gitti. Hadi bakalım kurtarsın benim anılarımı şimdi HP, Microsoft. Ama hıyarlık bende, ne diye büyük kanka computere güvenip
bastırmazsın resimleri? Teknolojinin kullanım kolaylığı sağlayan her ürünü daha da
kolaycılığa alıştırdı bizi. Her şeye daha az
emek harcıyoruz ama her şeye daha az vakit
kalıyor nedense. Makinalara o kadar gömüldük ki, asosyalleşiyoruz günden güne. Olduğumuz gibi olma mecburiyetinden kurtuluyoruz sanal ortam sayesinde, ortamlara
“hot blonde” nickiyle akan 40 yaşındaki
muhasebeci dul kadınlar, “richboy” nickli
Bayrampaşa’da bir internet kafenin müdavimi asker kaçağı delikanlılar. Sonunda o
kadar uzaklaştık ki gerçek biz olmaktan, ne
kendimize ne de bizim gibi olmayana tahammülümüz kalmadı.
“‹nternet diye bir fley var”
Gazi olayları oldu sonra, ölüm oruçları,
1996’nın olaylı 1 Mayıs’ı. Çok zengin bir
işadamı dedi ki: “6 metre duvarları olan
alarm sistemli bir evde oturuyorum, özel
güvenliğim kapıda bekliyor, gene de bir gece gecekondulardan gelip boğazımı kesecekler diye korkuyorum.” Devrim geliyordu, dalga dalga değil, tsunami gibi. Tüm yaşıtlarım fitilli kadife pantolon giyiyordu.
Oğlanların bıyıkları vardı, biz kızların örgülü
saçları. Çeşit çeşit halay biliyorduk, binlerce türkü. Hepimizin sesi gürdü, kanı boldu.
Hacıyatmaz gibiydik. Dayağı yiyen geri kal-
Pikni¤e gitmek mecburi olsun!
Haftalık çıkan ve fiyatı bir milyona düşen
tüm kuşe kağıtlı dergilerin “Allah Allah
kontesi kim becerdi?” konseptine bakalım:
İslamcı tarikatlar, Kürtler, Ermeniler, fuhuş.
Çünkü artık can alıcı noktamız bu, tahammülsüzüz kendimizden olmayana. Agresif
ve asosyal bir toplumuz bir süredir. İşbu sebeple yasa tasarısı sunuyorum; herkes mahalle muhtarına iki adet samimi arkadaş
kaydettirmek zorunda olsun, 35 yaşına gelip
de aşk acısı çekmeyenler aileden sorumlu
bakana başvursunlar, bakanlık kendilerine
aşık olunacak birilerini bulsun. Devlet dertleşmek isteyen ve beş kişiden kalabalık arkadaş grubuna rakı teşviği sağlasın. Haftada
bir gün sinemaya gidenlere aylık sinema pasosu verilsin. Haftada bir evine misafir gelmeyen aileler durum açıklayıcı dilekçelerini
30 işgünü içerisinde bağlı bulundukları adliyeye teslim etmezlerse, evlerine, devletin
atadığı arkadaşlar ev oturmasına gönderilsin.
Her bahar pikniğe ya da kır gezisine gitmek
mecburi olsun, giden kişiler mesire yerinden
aldıkları “eğlenildiğine dair pul”u arabalarına yapıştırmak suretiyle ketumluk vergisi
vermekten kurtulsunlar. Evdeki her şarj aleti için bir evcil hayvan beslemek şart olsun.
Böylece 3 cep telefonu, 1 laptop, bir normal
pc, digital fotoğraf makinesi, kamera, scanner , ipod, mp3 player, dvd vs vs’nin gereksiz olanlarından kurtulalım, özgürleşelim.
İşyerleri bu yasadan muaf olabilir. Herkesin
gerçekten konuşmayı bilip bilmediği milli
eğitim müfettişlerince kontrol edilsin. Sevgilisi ile beş saat bira içip tek bir kelime etmeyenler testlere tabi tutulup eğer geçemezlerse ücretsiz “güzel konuşma ve yazma”
kurslarına kaydettirilsinler.
İçinde İngilizce kelime geçmeyen cümle kuramayanlar her cümleye “well...” diyerek
başlama cezasına çarptırılsınlar. ve bu ceza
semtin halk pazarında uygulansın. Gündelik
yaşamında birilerine öykünmek isteyenler,
bunun sebeplerini ve öykünecekleri kişiyi 4
sayfa A4 boyutu geçmeyecek şekilde yazsınlar ve bir psikoloji profesörüne onaylatarak mahalle karakoluna teslim etsinler. Böylece artık elinde olmayan bagetle “duff dufff
trummm taaaak” deyip kafa sallayanlar , dağınık saçlarını yüzüne düşürüp bir Kurt Cobain’im imajı vermeye çalışanlar, Polat
Alemdar takım elbisesi ile kaşlarına kramp
girene kadar gözlerini kısanlar bunu bilinçli
yaptıklarını belgelesinler, “Aaaa benziyor
muyum hakketen? Allah vergisi demek” demesinler. Mesai saatleri 17.00’de sona ersin,
fabrikalar üç vardiya çalışsın, özel sektör çalışanları ve işçiler de şeker yiyebilsinler, cumartesi işe eleman getiren patronların golf
ya da squash oynaması yasaklansın. Yeniden
oynayabilmek için 140 işgünü boyunca hiçbir elemanına beleşe fazla mesai yaptırmadığını ispatlaması gereksin vs. vs. gibi hayallerim var. Hard diski kurtarabilseydik belki
de her şey farklı olurdu; bilmiyorum.
terelelli temcik
14
EKfi‹ 7-13 Ekim
aç› - karfl› aç›
fiiirimiz kaostur abiler!
Sarhoflun teki d›flarda nara ataraken evinizde kendinizi
güvende mi hissediyorsunuz? Kaz›n aya¤› öyle de¤il,
iflte flöyle: Valilik derne¤in kurulmas›na itiraz etti,
Avrupa Komisyonu bu ifle flaflt› ve olaylar geliflti...
Ekim. Aylardır duyduğumuz, konuştuğumuz tarih. Kritik gün geldi çattı. 25
AB dışişleri bakanının Lüksemburg’da
varacağı mutabakata, imtiyazlı ortaklık pürüzü aşılır da Ankara onay verirse yeni müzakereler başlayacak ve Türkiye’nin AB ile sittin
senedir tutuşmuş olduğu lades, lehimize ve
vatana millete hayırlı olacağını umduğumuz
yeni bir platforma taşınacak.
En yalın ve dolambaçsız haliyle: Kaos
GL’nin önüne devlet eliyle demirden bir ağ
örülüyor. 1994’de İnsan Hakları Derneği Ankara Şubesi’ne bağlı olarak başladıkları örgüt
hayatına sonradan bağımsız olarak Kaos GL
grubu olarak devam eden ve aynı adlı dergilerini 11 yıl boyunca yurt sathında girebileceği
en ücra noktaya kadar taşımaya çalışan,
emektarları hukukçulardan, akademisyenlerden, sendikacılardan ve en önemlisi sivil olmayı başarabilmiş gözü kara insanlardan mürekkep oluşumdan söz ediyorum.
Kaos GL bu yıl içerisinde kurumsal bir kimlik kazanmak istedi ve Ankara Dernekler Müdürlüğü’ne başvurarak, resmi sitelerinden
içeriğe ulaşabileceğiniz gayet sıkı dernek tüzüklerini de koltuğunun altına alarak, Kaos
Gey Ve Lezbiyen Kültürel Araştırmalar Derneği’ni kurduklarını bildirdi. 2 ay süren onay
3
süresini takiben gelen 15 Eylül tarihli cevap
mideye taş gibi oturacak cinstendi:
Ankara Valisi Kemal Önal’a vekalet eden
vali yardımcılarından Selahattin Ekremoğlu
tarafından kaleme alınan yazıda derneğin adının ve tüzüğün amaç bölümünün 4721 sayılı
Türk Medeni Kanunu’nun 56. maddesinde
yer alan “Hukuka ve ahlaka aykırı dernek kurulamaz” hükmünü ihlalden Asliye Hukuk
Mahkemesi’nde dava açılması suretiyle derneğin feshedileceği yazıyordu.
Karar Kaos GL’cilerde soğuk duş etkisi yarattı. Tüzüğün “Derneğin Adı, Merkezi, Amacı ve Çalışmaları” başlıklı birinci bölümünde
gayet profesyonel bir hukuki dil ve iyi niyetlerle inci gibi dizilmiş maddelerin, yolsuzluk,
ihaleye fesat karıştırma gibi suçlamalarla çalkalanan merciler tarafından hukuka ve ahlaka
mugayir olmakla karalanması büyük tezattı.
Nitekim derneğin avukatlarından Hakan Yıldırım basına yaptığı açıklamada bu istemin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 11. maddesinde yer alan örgütlenme özgürlüğüne sığmadığını, tüzükteki ifadelerin gayet resmi olduğunu; varoluş üzerinden yapılan bir tanımlamanın ahlaka uygunsuz sayılamayacağını
söylüyordu. Yıldırım’ın sözleriyle devam
edersek, “azınlıkta kalmış bir kesimin kendini
ifade etmesi için kurulmuş ve bu alanda çalışma amaçlamış bir dernek ahlaka, hukuka aykırı sayılamaz”dı.
Derneğin kurucu üyelerinden Ali Erol acı bir
dille soruyordu: “Gey mi, lezbiyen mi, kaos
mu? Ahlaka ve hukuku aykırı olan hangisi?”
Gey ve lezbiyen mücadelesi ateşten bir gömlek, bunu Kaos GL’ciler çok iyi biliyorlar. Kimi iddialara göre “AB’nin anahtarı eşcinsel
lobide”.
Şaibeli ve çifte standartçı yanları bir tarafa
AB’nin ırk ve cinsel ayrımcılığa içgüdüsel bir
duyarlıkla yaklaştığı biliniyor. Sivil toplum
örgütlerinden tepkiler yağarken Avrupa Ko-
misyonu’ndan beklenen tepki de gecikmiyor,
Ankara Valiliği’ne “Bu insan hakları ihlalidir,
derhal düzeltin” uyarısı geliyor. Valilik bu
uyarıya ne derece biat edecek bilinmezken
Medeni Kanunu’nun genel ahlak olarak tanımladığı dogma birçok kadın ve erkek eşcinseli, Kaos GL dergisinde logonun altında yazan o yakışıklı başlığa inat (“Eşcinsellerin
kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir”) düzcinselleri hayata küstürmeye devam edecek. Siz ister kadın olun ister erkek,
sevdiğiniz ister hemcinsiniz olsun ister karşıcinsiniz, vapurda öpüşemeyecek, aynı evi nikahsız paylaşamayacak, bir otel odasında diz
dize sabahlayamayacaksınız. Aksi olursa bunu ya talihinize ya da yaşadığınız şehrin “kozmopolit” yapısına bağlayacaksınız.
Dışarıda neye ve kime hizmet ettiği muğlak,
öğütücü ve şoven bir mekanizma işliyor. Sistemin ufak fakat hayati bir parçasını yerinden
koparıp fütursuzca yüzümüze fırlatan asi ve
aydınlık fikirli insanlara müstahak görülen cezadan payımıza düşeni gün gelir biz de alırız;
alacağız.
Not: 8 Haziran’da İzmir otogarında yakalanıp
yaka paça askeri birliğine götürülen, vicdani
retçi olduğu için Tokat’ta, emre itaatsizlik suçundan dört yıl hapis cezasıyla yatırıldığı Sivas
Askeri Cezaevi’nde akla hayale gelmedik fiziksel ve ruhani işkencelere maruz bırakılan,
gençliğinden, sevdiklerinden, inançlarından,
sözlerin anlatmaya yetmediği o kocaman güzelim yaşamından iğrenç bir şekilde mahrum
edilen Mehmet Tahran’ı unutmayın. Bu sefil
toprak parçası üzerinde güç bela ama sağlığınızdan yitirmeden geçirdiğimiz her gün için
içimizden ufak bir et parçası, yürekten bir
gözyaşı damlası kopsun ve O’na şifa ve gelecek olarak geri dönsün. Azrail’e bir can borcu
kalmasın Mehmet’in.
velouria
Kendine gel, eflcinsel!
Sarhofllar, dejenerasyon toplumlarda her gün karfl›laflt›¤›m›z kavramlard›r. Eflcinsel ad› üstünde efliyle cinsellik yaflayan erkek veya adam olmas› gerekirken, flu yaflananlara bak›n...
n yalın ve dolambaçsız haliyle:
Kaos GL’nin önüne devlet eliyle demirden bir ağ örülüyor.
1994’de İnsan Hakları Derneği Ankara Şubesi’ne bağlı olarak başladıkları örgüt hayatına sonradan bağımsız olarak Kaos GL
grubu olarak devam eden ve aynı adlı dergilerini 11 yıl boyunca yurt sathında girebileceği en ücra noktaya kadar taşımaya çalışan, emektarları hukukçulardan, akademisyenlerden, sendikacılardan ve en önemlisi
sivil olmayı başarabilmiş gözü kara insanlardan mürekkep oluşumdan söz ediyorum...”
-Üzerlerine çeşitli bazı festival, Almanya,
Berlin gibi yerlerdeki yürüyüşlerde deriler,
zincirler dolayan insanlar ve yüzüne kuştüyünden maskeler takarak kalkıp “bu devlet
demirden bir ağ örüyor” diyemez. Sokaklarda en yalın haliyle koşturmayı, erkek erkeğe öpüşenler sanıyorum hukukçu da olamaz sendikacı da olamaz. Ama gözü kara!
“E
“...2 ay süren onay süresini takiben gelen
15 Eylül tarihli cevap mideye taş gibi oturacak cinstendi...”
-Herhalde bunların dernek binasına taş attığımızdan bahsediliyor. Onlar tam olarak
taş değil, çakıl, kiremit gibi daha hafif ve
parça tesirli olmayan taşlardır. Ölen veya
yaralanan veya mala zarar bile düşey miktardadır.
“...4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun
56. maddesinde yer alan “Hukuka ve ahlaka aykırı dernek kurulamaz” hükmünü ihlalden...”
-Bizim 1 sayılı medeni kanunumuz “herkes
haddini bilecek”tir! Hukuka aykırı olmak
ahlaka aykırı olmak demek değildir. En
önemlisi ahlaka aykırı olmaktır. Ona oldun mu o zaman yolda gezen binler sana aykırı olur. Bu iş o kadar
kolay değil.
“...Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nin 11. maddesinde yer alan örgütlenme
özgürlüğüne sığmadığını...”
-Avrupa insan halkları kardeştir. Ona bir dediğimiz
yok. Ama örgütlenme özgürse o zaman haydi deliler
dedi ki “biz örgütlendik”. Sonra evimize
girip televizyonu herşeyi kırdılar? Ya da
kadınlar dedi ki “Biz dernekleştik. Kocalarımızdan kaçıyoruz ve bir çatı altına sığınıyoruz.” Her toplumun kendi bir düzeni vardır. O aranjeye sevimli gelmeyen her çıkıntı maalesef kırılır. Mahkemeler bağımsızlıktır.
“...acı bir dille soruyordu: “Gey mi, lezbiyen mi, kaos mu? Ahlaka ve hukuku aykırı
olan hangisi?..”
-Kanuna en büyük aykırı olan geydir. Son-
ra kaos. 1980 öncesi günlerde bazıları kullanıldı. İşte o kaostur. Ne kadar büyük dert
olduğunu bilen bilir. Lezbiyen evde, kendi
özel yerinde normaldir. En azından ortaya
çıkıp ablacı, sevici olmadığı süreçte.
“...Gey ve lezbiyen mücadelesi ateşten bir gömlek,
bunu Kaos GL’ciler çok iyi
biliyorlar...”
-Şöyle bir espri yapmak
gerekirse o mücadele ateşten gömlek değil, aynı zamanda demirden potin, titanyumdan kruvaze çekettir. Domdom kurşunundan
tumandır...bunu da çok iyi
bilmesi gerekenler vardır.
“...AB’nin ırk ve cinsel ayrımcılığa içgüdüsel bir duyarlıkla yaklaştığı biliniyor...”
-Kadın ve erkek ırkı arasındaki en önemli
fark meme, uzun saç ve yüze sürülen pudra, allık, ruj ve permadır. Bu tip saç ve makyajlar içgüdüsel olarak kendi kendine ayrımcılık yapar. Bir erkek ruj sürmez, yüzüne allık çekmez. Veya bir kadın erkek gibi
kahveye gidemez, yere tüküremez. AB buna da ona göre yaklaşırsa herkesin faydalandığı bir ortam olur.
“...Eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir...”
-Eşcinsellerin kurtuluşu doktor yoluyla tedavi etmektir. Gerekirse özel yapım hastanelerde, karşısına geçip bunun yanlış olduğu, bir kerelik bir deneme tamam ama sonrasının çok fena olduğu anlatılması gerekir.
Direnen olunca iğneyle, ilaçla bunu dünyanın her yeri böyle yapıyor. Heteroseksüel
de eşcinselin bir derece daha iyisi. Onu
ayakta tedavi etmek yeter.
...aynı evi nikahsız paylaşamayacak, bir
otel odasında diz dize sabahlayamayacaksınız...
-Bir evde otururken emlakçıyla kontrat
yapmadan oturmak mümkün müdür? Ya da
bakkala gittim yarım kilo kaşar aldın, para
vermeyim? Olmaz. Doğanın bir kuralları
vardır. Nikahsız otele gitmek, diz dize durmak korkunç bir batı hayranı Avrupa’nın en
zehirli yılanlarıdır. Otele gittiğin zaman
yapılacak herşey bunun kanununda bellidir. Nikah doğunun Parisidir.
“...kime hizmet ettiği muğlak, öğütücü ve
şoven bir mekanizma işliyor...”
-eğlence sektörüne dahi dil uzatan geyler
sanki kendi her gece tvde mehmet ali erbil,
türüt şov gibi programları izlemiyorlar.
Bunu öğütmesin dersen yapacağın bellidir,
televizyonunun fişini kapatırsın, klasik
müzik mi dinliyorsun, yabancı pop mu dinliyorsun, onu da bizim kapasitemiz biraz
aşıyor (gülüyor).
Mestan Sözbilir
araflt›rma
tamdan istifade edebileceklerdi. Hayır efendim, edemezlerdi çünkü Venedik’in Avrupa dünya-ekonomisinin merkezi olduğu günler çok uzakta kalmıştı. Kısaca, “yedirmezlerdi” artık, Venedik avucunu yalasındı zira, Hollandalıların
harikulade gemileridir artık efeler gibi dolaşan Akdeniz’in
sularında. Diyeceğim o ki, bu Goffman kişisinin saydığı etmenler birer sebep değil fakat, ancak ve ancak, yerküresel
bir görüngünün tezahürü olarak addedilmelidir. İkinci olarak, kapitülasyonlar da önemli hisse sahibidir bu İzmir şehrinin gelişiminde. Kapitülasyonlar tarihi de, şu canım yüzyıllık eğilimle koşutluk arz etmektedir. İnalcık Hocamızın
da belirttiği gibi, kapitülasyonlar tarihini iki dönemde incelemek gerekir: İtalyan şehir devletlerinin ilk imtiyazları temin ettiği 1352-1517 arası dönem ve sonrası, yani Fransızların tüm imtiyazı edindiği 1569, ardından İngiltere’nin
1580’de ve Hollanda’nın 1612’de kapitülasyonları elde ettiği ikinci bir dönem. Son olarak, Halep’in 17. yüzyılla birlikte başına musallat olan meseleler de, çekim merkezinin
güneyden (Halep) kuzeye (İzmir) kaymasının sebeplerinden biri olarak zikredilmelidir. Ben bütün bu sürecin, “Os-
manlı’nın dünya-ekonomisiyle bütünleşmesi” bağlamında
anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Her ne kadar Osmanlı’nın on dokuzuncu yüzyıl liman kentleriyle ilgilenmiş
olsalar da, saygıdeğer hocalarımız Eyüp Özveren, Çağlar
Keyder ve Donald Qoataert’in ortaklaşa kaleme aldıkları
makalede vurguladıkları da budur: “Biz, liman kentlerini,
merkez-çevre ilişkisinin uzamsal ifadesi olarak tanımlıyoruz.” Bunun arkasındaki mantık, malların tarımsal çevreden, sınaî merkeze naklidir. İzmir’de gözlemlediğimiz de
tam olarak budur.
Eveet, öyleyse 17. yüzyılda karşımızda canlı mı canlı, bir
koşuşturmanın, bir hengamenin hakim olduğu bir liman
kenti vardır artık: Ermeniler bir pasajda ipek ve tiftik satarlar, bir diğerinde Yahudiler yünlü ve pamuklu dokuma; köşeyi döndüğümüzde Yunan tüccarın sakız, balık ve iyi kalite deri satmakta olduğunu görürüz; ötede buğdayını sırtlayıp
pazara getirmiş Türk yürümektedir ağır ağır ve meydan nümayişle, bağırış çağırışla doludur. Bütünleşme ve çevreleştirme (peripheralization) süreci işlemeye başlamıştır artık,
İngiliz Doğu Akdeniz Şirketi’nin varlığı dahi bu iddiamı kanıtlar: Tarihin en sarsıcı depremlerinden biriyle yer ile yeksan olduğunda İzmir, 1688’de, şirket yöneticileri çalışanlarına mektup yazmışlar ve şehri katiyen terk etmemelerini
buyurmuşlardır. Zaten İzmir daha çok yerli nüfusunu kaybetmiştir bu depremde (deprem, ecnebilerin istirahat etmek
üzere şehir dışına çıktıkları ve çalışmadıkları bir cumartesi
günü olmuştur) ve şehrin inşası da ancak yabancıların gayretiyle gerçekleştirilebilmiştir. Nitekim, Wallerstein ve Tabak da benimle benzer bir kanaati paylaşmaktadır: “Akdeniz ticaretinde buna müteakiben ortaya çıkan canlanma, imparatorluğun dış gelişmelerden bağımsız olduğunun değil;
tersine, dünya ekonomisinin ritmine yakinen bağlanmakta
olduğunun bir göstergesidir.”
Yani?: (Sonuç)
- Ne yani? Yanisi şu ki, gelişmiş işte İzmir, işte bu anlattığım içsel ve dışsal etmenler.
- Hayır, diyoruz ki, neden İzmir? Yani bu söylediklerin, neden, diyelim, gene bir kıyı kenti olan Çanakkale’nin değil
de, İzmir’in yükselmesine sebep olmuşlar?
- Hmm, güzel soru. Şöyle söyleyeyim, bunun yanıtını 16. ve
17. yüzyıllara bakarak vermek mümkün değildir. Braudel
Hazretlerinin “longue durèe” dediği zamansallığa bakmak
gerekecektir. İzmir’i ilk defa yerleşmek için seçenlerin tercihte bulunurken maruz kaldıkları belirleyicilerdir, başka
herhangi bir kentin değil de, İzmir’in 17’nci yüzyılda parlamasının müsebbibi. Ayrıca İzmir’in kızları güzeldir. Bu da
eminim çok önemli rol oynamıştır.
- Teşekkür ederiz, zifir. Gerçekten bir harika anlatmışsın.
- Ah! Vazifemiz efendim. Hoşça bakın zatınıza, muhabbetle kalın.
- Saygıyla, saygıyla...
zifir
13
7-13 Ekim EKfi‹
Yonja
Yonja bir internet sitesi, kaynafl›m, paylafl›m sa¤layan bir internet
sitesi ve hatta izdivaçlara imkan veren bir fantastik dünya ise biz
bunun neresindeyiz? Ferrari’miz var m›? Snowboardcu muyuz?
onja konseptiyle ilk tanışmam
o sıralar Amerika’da yaşayan
İngiliz bir arkadaşımın utana sıkıla attığı e-mail sayesinde oldu. “Do
you Friendster?” (Friendsterlıyor musun?) demişti adam -ama arkasından da
eklemiş “ne dediğimi bilmiyorsan sorma, çok utanç verici.” Ben böyle utanç
verdirecek bir detayı atlamak istemediğimden Friendster’lamamama karşın
hemen sözlüğümü (ki kendisi ekşidir)
açtım ve dersimi aldım. İşte sözlüğün
Amerikan pop kültürü gözlemcilerinden Zeytin, Friendster’i çoktaaan keşfetmiş ve ne olduğunu, olmadığını ben
ve benim gibi cahillerle paylaşmıştı.
Friendster’ın artık ne olduğunu bilmenin verdiği kendine güven ve arkadaşımı utandıracak olmanın verdiği dörtköşe zevk ile hemen maili döşendim,
“vay internet arkadaş sitesi adamı olmuşsun ehehe” diye. Hikayenin gerisi
konumuz dışında.
Y
Oksijen, balyaj ve gölge...
Bir yandan o döneme geri dönecek
olursak, elbette o günlerde Yonja diye
bir oluşum yoktu. Ama artık var!! Yarabbim, peki Yonja’dan önce genç insanlar arkadaşlarının arkadaşları ve tavşanın suyunun suyu ile nasıl tanışıyorlardı? Bu soru “cep telefonu yokken
nasıl buluşuyorduk biz abi ya?” kadar
retorik bir soru ama esas mevzu şu:
Şimdi artık Yonja adlı oluşum bir Türkiye fenomeni mi değil mi? Ben ve birkaç arkadaşım (3) yurtdışında (Amerika) yaptığımız testler neticesinde Yonja
aracılığıyla inanılmaz sonuçlar elde ettik, sosyal psikoloji deneyleri yaptık,
istatistikten istatistiğe koştuk. Hemen
sizlerle de paylaşmak istiyorum:
- Öncelikle Yonja bize aşağı yukarı bütün Türk kızlarının sarışın olduğu gerçeğini öğretiyor. Yurtdışında bizi deveye
binmemiz ve kaşlarımızın birleşmesi
ile tanıyan (hah hay korkmayın be, şaka diyorum) enternasyonel kalabalık ve
biz şahsen kendimiz bu işe çok şaşırdık. Özellikle ben ufak çaplı bir kültür
şoku yaşadım. İki seneye yakın gitmediğim cennet vatanımda bir anda herkesin sararması beni derinden etkiledi, zira ben sarışın değilim (ama kumralım,
yanlış olmasın).
- Türk gencinin fiziksel değişimi bununla da bitmiyor. Erkekler de genetik
ve evrimsel kuralları tanımadan bir o
kadar esmer, ve bir o kadar kara kaşlı
kara gözlüler. Her ne kadar genetik bi-
limci olmasam da bu beni önce çok şaşırttı ise de sonunda şöyle bir neticeye
vardım: Bu sapsarı sarı sarı kızlar ve
kaslı esmer erkekler henüz evlenip beraberce üremedikleri için yurdumuz orta renkli bir homojenliğe ulaşamadı.
Ama gelecektir sana vadettiği günler
hakkın! (Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın -ama yakınlık derecesi
Yonja kalabalığının birbiriyle kaynaşma hevesiyle doğrudan orantılı. Neyse
ki artık wink var, crush list var.)
- Herkesin en sevdiği kitap Çavdar Tarlasında Çocuklar ve Martı (canıtın livingstin olan). Erkeklerin en sevdiği
film Fight Club, kızlarınki Amelie. Favori dizi ise Sex and the City. At suratlı
Sarah Jessica Parker’in Manolo Blahnik ayakkabılarına aman ne kadar da
çok paralar saydığını anlattığı bölümlerle dolu bu dizinin neden bu kadar favori olduğunu anlamak zor. Mevzu “New
York gösteriyor”, “5th Avenue’da geçiyor” falansa ben de handycam’le çekip
yollayayım, beni de sevin.
-Fotoğraflara bakarsak (ki baktık herhalde) herkes snowboardcu, yabancı ül-
keleri gezmeyi ve meşhur anıtlar önünde poz vermeyi seviyor (Mahir geni).
Kızların genelde çok açılı çekilmiş
webcam fotoları da dikkatli gözlerimden kaçtı sanmayın. Biz sanki bilmiyoruz Devianart şekli sekso-gotik foto
vermenin yollarını, fotoğrafta Rembrandt aydınlatmasını ve doğru bir açının
kamyon çeneleri örttüğü gerçeğini.
Yonja... durun burada artık araya gireceğim, dayanamıyorum. Bu niye “Yonja” anlamak ve ben bu detaya nasıl ayar
oluyorum anlatmak mümkün değil. Paşa’ya Pasha demek, Eskici yerine Eskidji yazmak? (İsyanım göklere) Yonja,
Yonca olsa olmuyor mu? Yonca’nın
isim hakları uğurlu olduğu gerekçesi ile
zamanında satın mı alınmış mesela? Her
ne ise, Yonja’yla ilgili gözlemlerim bitmedi tabii; benim boşluklar dahil beşbin vuruşluk yerim biter ama Yonja’nın
tükenmesi mümkün değil, bir nevi
ömür biter gönül geçmez vak’ası. İmla
mevzuunu içimden attığım gibi devam
ediyorum.
Yonja her ne kadar “hey bakın biz ne
kadar süperiz!” diyen bireylerden
oluşsa da esasen en eğlenceli kısmı
sanki grupları gibi. ‘Cadde’, ‘Jet Sosyete’, ‘Etiler’, ‘Şaziye’ (ki bence bu
grubu Kenan Doğulu şahsen elleriyle
yapmış ama alenen yazmaya utanmış.
Şaziye grubu Kenan’a bir ağıt gibi, sağa gibi) gibi artık gözümüzün alıştığı
gruplar bulunduğu gibi, Yonja’yı bu
ziyaretimde karşıma ‘Atatürkçü Gençlik’ grubunun çıkması beni benden aldı. Grup, Ata’nın nedense İngilizce
yazılmış biyografisi ile açılıyor ve haddinden uzun bir Nutuk alıntısıyla devam ediyor. Gerisi bildiğiniz gibi; diğer Yonja kişi ve oluşumları altına neler yazılıyorsa Ulu Önder altına da aynı guestbook-yıllık yazısı ayarında yazılar girilmis. “Atam izindeyiz”, “Seni
sevmeyen ölsün” gibi samimi yaklaşımların yanısıra “İstiklal ve Cumhuriyeti korumak mecburiyeti hasıl olunca, içinde bulunacağımız ahval ve şerait...” diye giden özenli çalışmalar
bulmak da mümkün. Olmuş mu sana
bu sefer animated gif’siz bir Atam guestbook’u? Herkes birbirinden Atatürkçü, ama Mustafa Kemal Yonja
üyesi değil; bize “wink” atması, crush
list’e alması falan (ki bunlar zaten
Yonja Gold membership opsiyonları)
mümkün değil, yine de herkes birer
Çelik Erişçi olmuş; kim kimden daha
Atatürkçü Düşünce Derneği diye yarışmaya girmiş. Çok acayip.
ehumehuehu :)))))))))))
Madem ki sözlükçüyüz Sözlük grubuna da değinelim (birinci çoğul yapmışım, Mustafa Sandal olmuşum burada).
Böyle bir grubun varlığından birinci dereceden Yonja kontağım olan kimi insanlar sayesinde derhal haberdar oldum. Yalnız dikkatimi çeken şey şu ki,
Ekşi Sözlük grubu benim hayatımda
görmediğim insanlardan oluşuyor (Huzursuz hariç, ama onunkini herkes gördü). Misal, bu Yonja Sözlükçüleri zirvelere falan gelselerdi sözlükte asla ve
kat’a (bkz: sözlükteki hatunların çirkin
olması sorunsalı) gibi başlıklar açılmazdı. Sözlüğün Yonja ayağı bile bir başka.
13 kişilik zavallı Yonja listemle gerçek
bir üyesi bile sayılamayacağım bu “bi
tuhaf” oluşum hakkındaki hislerime de
şöyle nokta koymak isterim. Dersimi
aldım ve öğrendiğim şu oldu:
“Please pleaseeee and please beni tanımiosanız bana request yollamayı bırakın ve ayy burda tanışmıştık şurda görmüştük fln demeyi kesin, enough
yane!..”
cheja
12
EKfi‹ 7-13 Ekim
araflt›rma
17. yüzy›l›n parlayan y›ld›z›:
‹zmir
“Savafl sonras› ülke imar›”
bir sektör ise e¤er, Irak flu
anda dünyan›n en büyük
flantiyesi. Pek çok ülkeden
iflçiler, mühendisler,
teknikerler ülkeye ak›n ediyor.
Acaba savafl henüz bitmemifl
olabilir mi?
yüzyıl, hemen tüm dünya-ekonomileri
için sorunlu bir çağdır. 16. yüzyıla bolluk
ve refah ihsan eylemiş yüzyıllık eğilim
(secular trend), 17. yüzyıl itibariyle tersine dönmüş, insanlara savaş, kıtlık ve salgın hastalıklar vasıtasıyla etmediğini bırakmamıştır. Hal böyle iken, yalnızca iki
güzide şehir, Amsterdam ve İzmir, hayranlık uyandıracak şekilde gelişip serpilmiş, buhranı lehlerine yontma hüneri gösterebilmiştir. Amsterdam’ın yükselişi üzerine mufassal ve
muazzam bir tahlile, Braudel sayesinde sahibiz. Mamafih,
aynı Braudel, İzmir bahsi geçtiğinde, Osmanlı dünya-ekonomisinin çekim merkezinin 17. yüzyıl itibariyle Halep şehrinden İzmir’e kaymış olduğunu, fakat İzmir’in bu şaşırtıcı yükselişinin henüz “tam anlamıyla tatmin edici bir şekilde izah
edilememiş” olduğunu söylemekle yetinir. “Madem kimse
çözememiş, sana mı kaldı ulan!” diyebilirsiniz lakin öyle hemen celallenmeyiniz kuzum, ne haddimize, biz burada yalnızca, “Braudelgil” bir bakış açısıyla, olası yaklaşımlar önermeğe çalışacağız.
17.
On Alt›nc› Yüzy›lda ‹zmir:
Köyden Hallice Bir Kadim fiehir
Her ne kadar eskil Yunanlılar “Smyrna” dedikleri kentin coğrafi artılarını görmekte gecikmemiş, şehri İyonya ve Grek
Dünyası’nın mühim ticari merkezlerinden biri haline getirmişler ve şehir de bu ününü Ortaçağ süresince muhafaza
edebilmişse de, ilerleyen yüzyıllarda İzmir bu rekabet gücünü, muhtemelen Bizans, Türk ve Osmanlılar’ın birbiri ardına
gelen sayısız işgal ve zaptı yüzünden kaybetmiş, köyden ancak hallice sakin bir Anadolu kasabası durumuna gerilemiştir. Gerçi Ankara ve Bursa gibi istisnai birkaç şehir dışında
Anadolu’nun hemen tamamı da böyledir ya, zira Babıali, iaşe siyasetine binaen, Anadolu’yu emilecek ve sömürülecek
bir bölge olarak tasavvur edegelmiştir. Faroqhi, Kanuni Süleyman’ın egemenliğinin son yıllarına doğru, yani 16. yüzyılın ortalarında, İzmir’de mukim olanların sayısının 3000’i
bulmadığını söyler. Ayrıca, İzmir ekseriya tarımla uğraşan bir
kıyı kentidir ki bu da, ticari faaliyetleriyle nam salmış Ermeni ve Yahudi müstahdemlerin İzmir’e yerleşmelerinde caydırıcı etmenlerden birisi olarak öne çıkmaktadır. Öyleyse, sıradan bir Anadolu kasabası, bu şartlar altında nasıl olmuştur da
koca bir kolonyal şehre dönüşmüştür? Bu, en çok, Steensgard’ın İzmir’in yükselişinin müsebbibinin, bu şehrin Avrupa’ya gidecek İran ipeğinin bir numaralı pazarı olmada Bursa ve Halep şehirleriyle giriştiği rekabeti kazanmış olduğu
yönündeki önerisiyle ilişkilendirilmiştir. Öte yandan, Goffman efendiye kulak verecek olursak, İzmir yükseldiyse, Batı
Anadolu’nun pamuğudur, tütünüdür, bunların sayesinde yükselmiştir. Bu açıklamalar, yani efendim bu mal değil de şu
maldır nev’inden izahat, bence tatmin edici değildir; maldır
bunlar en nihayetinde. Öyleyse, nedir? İzmir’in yükselişine
bakmak istiyorsak, büyümeye ivme kazandıran içsel ve dışsal dinamiklere, makro düzlemde bakmak gerekmektedir.
Y›k›lmad›m, ayaktay›m: Bir mucizeye do¤ru
a-) ‹çi güzel olsun, içiii: ‹çsel dinamikler
Hatırdan çıkarılmaması gereken, öncelikle, 16. yüzyıl sonları ve 17. yüzyıl başları itibariyle, hemen tüm dünya-ekonomilerinin daralma temayülü göstermekte olduğudur. Bunun birincil sebebi, muhtemelen, Braudel Hazretlerinin “nüfus baskısı” (population pressure) dediği şeydir. Artık çok iyi bili-
yoruz ki, dünya nüfusu on beş ve on sekizinci yüzyıllar arasında artmıştır. İnsan sayısı çoğalırsa üretim ve ticaret hacmi
de artar, güzel, güzel de, bunun yanı sıra, her nüfus artışı nihayetinde, toplumun, nüfusu besleyecek kapasitesi aşılır. O
zaman da ne olur? Malthus amcanın pozitif denetim unsurları (positive checks) dediği savaşlar, kıtlıklar, salgın hastalıklar
baş gösterir. Osmanlı da, eşzamanlı olarak benzer meselelerle yüzleşmek zorunda kalmıştır. Daha da kötüsü, Osmanlı
ekonomisinin kurumsal yapısı artık, modern harbin gereklerini yerine getirememeye başlamıştı ve bütçe açık veriyordu.
Bu veçhile, Babıali takkeyi önüne koymuş ve bir şeyleri değiştirme kararlılığını göstermiştir. İşe tımarlı sistemi iltizama
dönüştürmekle başladılar. Bu sayede vergiyi dolaysız yoldan
ve tiko para almaya başlamışlardı. Fakat ne oldu? Tımarlı sipahiler işsiz güçsüz kaldılar, orada burada serserilik, eşkıyalık yapmağa başladılar. Zaten Osmanlı, ademi merkeziyetçiliğe doğru yelken açmıştı ki 1585-86 arası uygulamaya konulan muazzam tağşişler ülkenin köküne kibrit suyu dökmüş,
ülkeyi savaşlarla, mali bunalımlarla ve ayaklanmalarla (en
meşhuru Celali olanıdır) uğraşmak zorunda bırakmıştır. Merkezkaç kuvvetlerin gelişmesi, İstanbul’un hiç işine gelmemiş olsa da, İzmir vaziyetten istifade etmiş, gelişip serpilmesi, daha sonra da semirmesi için uygun koşulları tesis etmeye başlamıştır. İstanbul’un canını en çok sıkan ise ademi merkeziyetçiliğin, iaşe ağlarını hallaç pamuğu gibi dağıtmakta
oluşudur. Bu durum en çok kaçakçıların işine yaramıştır. Bir
gerçek daha vardır ki, İstanbul’da gümrük vergileri nispeten
yüksektir, bu yüzden de ihracat İstanbul yerine temel olarak
Anadolu’da, Arap ve Avrupa ülkelerinde yapılmaktadır. Ayrıca millet enayi mi, merkezi yetkenin yokluğunda, mallarını
narhla tespit edilmiş fiyatlardan İstanbul’a satmak yerine, el
altından, dolgun fiyatlar teklif eden Avrupalılara satmayı tercih etmişlerdir. İzmir’in bu anlamda bir özelliği de, 1867’ye
kadar rıhtımsız oluşudur; kıyıya yanaşan yabancı gemilerde,
denetimin uzağında, ihracı yasaklanan malların satışı rahatlıkla yapılabiliyordu. Her ne kadar Necmi Ülker, “Osmanlı
Devleti’nin İzmir’e karşı izlediği, ticareti koruyucu ve teşvik
edici yöndeki politikası, İzmir’in Doğu Akdeniz dünyasında
önemli bir ticaret limanı ve pazarı durumuna gelmesine imkan tanımıştır” dese de, ben, Goffman’ın “İzmir, Osmanlı sayesinde değil bilakis, Osmanlı’ya rağmen gelişmiştir” savının daha yerinde olduğunu düşünüyorum. Yani, diyorum ki,
İzmir ne zaman ki kendini Babıali’nin müdahalesinden azade kılabilmiş ve piyasa ekonomisinin gerçeklerince “laissez
faire” (bırakınız yapsınlar) ilkesi doğrultusunda hareket edebilmiştir, işte o zaman İzmir olabilmiştir. Bu bağlamda eklenmesi gereken son husus ise, bölgenin gümrük resminin,
on altıncı yüzyılın çekim merkezi olan Halep’tekine oranla
daha düşük olduğudur. Evet, bunlar içsel dinamiklerimiz.
Peki neler oluyor bakayım Avrupa cenahında?
b-) Ah flu “D›fl mihraklar”: D›flsal dinamikler
Besim bey, İslam Ansiklopedisi’ne İzmir için yazdığı maddede şehri Amsterdam’la karşılaştırır ve İzmir’in Amsterdam
kadar büyük olduğunu fakat, para kazananların, kazançlarını
gizledikleri için büyük ticaretin yarattığı ihtişamlı görünüşe
sahip olmadığını belirtir. Her ne kadar bu iki antrepo şehri,
çarpıcı bir benzerlik gösteriyor olsalar da, yani her iki şehir
de on yedinci yüzyıl buhranının mucizesi idiyse de, unutmamalıyız ki, Amsterdam Avrupa dünya-ekonomisinin merkezi
iken, İzmir yalnızca, Osmanlı dünya-ekonomisinin çekim
merkezi idi. Tabi ki, bazı hususlarda müşterek sahibi idiler
zira her ikisi de, iki dünya-ekonomisinin merkezi idiler. Misal, Yahudilere göstermiş oldukları hüsn-ü kabûl ve müsamaha. Zaten dünya-ekonomilerinin merkezlerinin alamet-i farikasıdır müsamahakar olmak; başka türlüsü mümkün değildir.
Ayrıca bu Yahudi milleti, bilimsel sağgörüyü bir tarafa bırakayım, hani neredeyse dürtüsel olarak, cezbe tutulmuş gibi,
zenginleşmekte olan şehirlere “akarlar”. İzmir de bir çekim
alanıydı Yahudiler için. İzmir’in Musevi halkı, on yedinci
yüzyıldan itibaren dokuma, ipek, kıyafet, halı, mum, üzüm ve
şarap üretiminde söz sahibi olmuş, yalnızca Osmanlı sınırları
dahilinde de değil, Ege ve Akdeniz kanalıyla Afrika’da ve
ayrıca Uzak Doğu’da dahi ticari faaliyetlerde bulunmuşlardır. İzmir’deki Yahudiler bununla da kalmamış, bankacılıktan simsarlığa, dövizcilikten tercümanlığa değin, bin bir işle
iştigal etmeye başlamışlardır. Diyebilirim ki, eğer bir yerin
yerel halkı Yahudilerle iyi geçiniyorsa bilin ki orası zengin
bir ticaret merkezidir, yahut öyle olmaya meyyaldir. Yani, bu
iki şehir, her ne kadar benzer özellikler göstermişlerse de,
eşzamanlı yükselişlerinin veçhesi ve tarihselliği farklıdır. İlkin, Avrupa dünya-ekonomisinin çekim merkezi, 1400-1800
arasında güneyden kuzeye kaymıştır. Vurgulanması gereken
önemli bir gelişme, Batı’nın denizaşırı genişlemesidir. Böylece Hint Okyanusu ticaretinin güzergahı değişmiş, Avrupa’ya giden mallar Ümit Burnu üzerinden seyretmeye başlamıştır. Bu münasebetle, 17. yüzyıl itibariyle İzmir’de bir yarı-çevre ülkesinin vatandaşları olan Fransızların üstünlüğü tesadüfi değildir ve son derece kolaylıkla anlaşılabilir: 1620
yahut 1650’den itibaren Akdeniz, artık, dünyanın merkezi olmaktan çıkmıştır. Bu yüzdendir ki, 1620’den itibaren Hollandalılar, İngilizler ve Fransızlar, Venedik’in İzmir üzerindeki nüfuzunun üstesinden gelebilmiş, hakimiyeti devralmışlardır. Halbuki Goffman’a göre “Venedik Konsolosluğu’nun
muhafazakar yöntemlerinden vazgeçemeyişi, İzmir’in artalanının yahut Osmanlı memurlarının iltiması” vb. sebepler yüzündendir ki Venedik nüfuzunu yitirmiştir ve eğer kendi haline bırakılmış olsalardı Venedikliler de bittabi bu kaotik or-
popüler kültür
11
7-13 Ekim EKfi‹
Elenirsek Türkiye’yi terk ederiz
Galatasaray Asbaflkan› Turgay K›ran, Tromsö’ye elenirsek Türkiye’yi terk ederiz dedi. Ergun Gürsoy ise
maçtan sonra bir taraftara “fierrrefsiz!” diye ba¤›rd›. Galatasaray yönetimini Galatasarayl›lara sorduk...
alatasaray yönetiminin
topluca kullandıklarından şüphelendiğim keyif verici maddelerden (kola,
gazoz veya ciklet üçlüsünden
biri) etkilendiğini düşündüğüm
Turgay Kıran’ın bahtsız demeçlerinden biridir şu başlıkta geçen. Turgay Kıran’ın her ortamda 32 diş gülümseyerek
yaptığı yersiz konuşmaları arasında taraftarın umut ışığı olması bakımından bu
demecin önemi çok büyük. En kısa zamanda taraftarların “Elendiniz, Türkiye’yi terketmenizi bekliyoruz!” ana temalı bir pankart ile tribünlerde tepkilerini göstermeleri şaşırtıcı değil kuşkusuz. Gerçi, Canaydın yönetiminin pembe bulutlar üzerinde olduğu göz önüne
alınırsa, bunun gerçekleşmeyeceği aşikar olur.
Ö.C: Turgay’cığım sen bir ara Riquelme
ile ilgileniyordun, ne oldu o?
T.K: Ehemm ne demiştiniz baskanım?
Ö.C: Bilmem, tatlı diyordum, şöyle
Crepe Au Chocolat olsa da yesek şimdi.Fatih’ciğim ne dersin?
F.G: Olur başkanım. Para durumu ne-
G
dir? Başarılıyız bence... Riquelme’ye yetmez ama Crepe almaya yeter.—Kahkalar—
Ö.C: Başarılıyız tabii. İstifa diye bağıranlardan kime ne. Yaptiklarımızın herkes farkında. Di
mi Fatihciğim? Uzat bakiim şu
nevaleyi bana...
F.G: Başkanım bu Turgay gideriz filan da demişti, açıklama yapmamız gerekir mi?
T.K: —Sırıtarak— Elenirsek dedim, daha elenme....
F.G: Yuh, elendik be oglum. Şampiyonlar ligi gibi degil, 2 maçta belli oluyor
her şey.
T.K: Hadi ya... Yine de, sayılmaz ki, ofsayttandı attıkları gol.
Ö.C: Açıklamaya filan gerek yok. Kime
açıklama yapacağız?
F.G: Taraftara.
Ö.C: Taraftar diye bir şey yoktur Fatihciğim, gerçek Galatasaray’lılar vardır,
ya da tribünde olay çıkaran birkaç çapulcu vardır. Birincisi zaten bizim arkamızda, ikinciye açıklama değil su bile
yok....
okumamyokamaiyiyazarim
vrupa kupalarında Türkiye’nin en
başarılı futbol kulübümüz konumundaki Galatasaray’ın, UEFA kupasında kura öncesi kimsenin bilmediği bir
takıma elenmesinin yankıları henüz dinmiş
değil. Kuraya kadar Rosenborg dışında Norveç futbol kulübü pek bilinmiyordu, fakat
artık Tromso futbolseverlerin yakından bildiği bir kulüp olarak hafızalarımıza kazındı.
Norveç’te oynanan ilk maçı Galatasaray 1-0
kaybetti. Pek çokları bunu zeminin müsait
olmamasına, bazıları şehrin kuzey kutbuna
olan yakınlığına bağladı. Bunun üzerine rövanş hakkında yönetim bir şeyler söyleme
gereği duydu ve Asbaşkan Turgay Kıran
Galatasaray taraftarının yüreğine su serpti:
“Elenirsek Dünya’ya rezil oluruz, o zaman
Türkiye’yi terketmemiz gerekir.”
Sonucu hepimiz biliyoruz, 1-1’lik beraberlikle elenmemiz, kaybolan prestij, artan öfke ve belki de en önemlisi çok değil sadece
5 yıl önce başı dik göğsü önde yürüyen Galatasaray taraftarının düştüğü durum.
Galatasaray’ın elenmesi pek çok değişikliği
beraberinde getirdi. Ancak değişikliğin en
çok gerektiği yerde bir kıpırdanma yok. Maç
sonrasında kameralar Ergun Gürsoy ile kendisine yenilginin sebeplerini soran bir taraf-
A
tara odaklanmış, izliyoruz. Ergun Gürsoy
taraftara “Sen satılmışsın” diyor. Bir yanda
“Elenirsek Türkiye’yi terkederiz” anlamında bir demeç vermekten çekinmeyen bir yönetici, öte yanda bir taraftarı “Satılmış” olmakla suçlayan bir diğeri. Alternatifi olmayan bir yönetim, artan borçlar, yıllardır bitmeyen stadyum tantanası, tutulmayan sözler, gelmeyen futbolcular, büyük demeçler
ve kendine aşırı güven. Fakat yönetimler ve
bireyler bir tehdit unsuru olduğunda verimliliklerini artırırlar. Mevcut Galatasaray
yönetimi, ipteki tek cambaz olmanın verdiği
güvenle duruyor. Oysa yönetimin
değişebilir olması mevcut yönetimi büyük
bir dertten kurtarırdı. Büyük lokmaya matah
etmeyenlerin sözlerinin tutulmuş olması da
yanında eşantiyon olurdu. “Satılmış” bir
başka taraftar olarak bunu dilerdim.
teo
Mayk›l Meds›n-Vudi Her›ls›n kavgas›
Antalya Film Festivali’nde patlak veren Mayk›l Meds›n - Vudi Her›ls›n kavgas›n› hepimiz izledik gördük.
Memlekette yap›lan bir festivalde hepimiz isterdik ki bir Mehmet Ali Erbil ile Tamer Karada¤l› birbirine
girip dövüfl etsin, elin gavuru olay ç›karmas›n. Ama k›smet onlaraym›fl...
eçtiğimiz günlerde Antalya Film Festivali’nin açılışında dünyaca meşhur
iki star Michael Madsen ile Woody Harrelson arasındaki tatsızlığın görüntülerine hepimiz şahit
olduk. Tartışmanın ne yüzünden
çıktığına dair elimizde pek bir
ipucu yokmuş gibi göründüğüne
göre, sadece tahmin yürütebiliriz.
Bunun için de iki yıldızı tanımamız lazım geliyor. Elimizdeki bilgilere bakalım... Michael Madsen esmer, Woody
Harrelson ise sarışın. Buna göre Madsen Woody’e “sarı şekerim, kalbine girerim” veya “sarı
saçlarından sen suçlusun” gibi Kayahan şarkılarıyla, “sarışının adı, esmerin tadı” gibi beylik sözlerle yakınlaşmaya çalışmış olabilir, bu yakınlaşma çabalarının Vudi üzerindeki etkisi negatif olmuş olabilir. Ama olayın görüntülerinden anlaşıldığı kadarıyla sinirlenen kişi Michael Madsen
olduğuna göre, kışkırtmanın Vudi tarafından gelmiş olması daha makul. Demek ki sorun saç meselesi değil. Siyaset? Vudi bilindiği üzre sola
yatkın, Bush politikalarının tamamıyla karşıtı bir
bünye. Eğer ekşi sözlüğe güvenirsek -ki aslında
büyük hata ama sözlüğe güvenmeyen kendine
güvenmez, insana güvenmek, itimad etmek lazım- Maykıl Medsın bir cumhuriyetçi, yani Bush
taraftarı. Bu durumda Vudi Maykıl’ın yanına yanaşıp içten içe gevreyerek “coorc buş istifa! coorc buş istifa!” veya “çimlere basma corc buş,
çimleri eziyorsun/kusura bakma corc buş, oğlana
benziyorsun!” diye tezahurat yapmış olabilir.
Gerçek bir cumhuriyetçi bu ağır lafların altında
kalamaz tabii. Bu arada olayın resimlerinde gördüğümüz kadarıyla araya giren David Carradine’ı da görünce, ister istemez bu toprakların sını-
G
rına ayak basan insanlar ellerinde olmadan türkleşiyor mu diye bir soru
canlanıyor kafada. Yani arada nasıl bir
diyalog geçti bilemiyorum ama fotoğrafların dili olsa, Michael Madsen “ya
bırak ya bırak allahasen döviyim şu
herifi!” diyor, David Carradine ise
“yav tamam abi siktret! O ne dediğini
biliyor mu, bırak manyağın teki!”...
Belki de bir namahreme göz dikme
olayı söz konusudur? Belki Vudi Herulsun daha liberal bir Amerikalı olarak cinsellikte sınır tanımadığından Maykıl’a “Senin hanımın eteği de pek kısaymış!” filan gibi
manalı, göndermeli iltifatlarda bulunmuştur.
Gerçek bir cumhuriyetçi olan Madsen ise, uzunca bir süre sessizce kafasını sallayarak, “Töööbe
estağfurullah gitsene kardeşim” diye gevredikten
sonra en sonunda sabrı taşınca...
Gelelim en makul tahmine:
Michael Madsen bir Tarantino oyuncusu. Vudi
ise Tarantino’nun bir senaryosundan uyarlanan
Natural Born Killers’ın başrolündeydi. O filmi
Tarantino’nun hiç sevmediği, hatta nefret ettiği
biliniyor. Bu durumda Vudi Maykıl’a gidip
“Söyle o maymun suratlıya benim filmlerim hakkında ileri geri konuşmasın” demiş olabilir. Bir
Tarantino oyuncusu bu ağır lafların altında kalamaz tabii. Ama o halde gene bir Tarantino oyuncusu olan David Carradine neden ağır abi rolüne
bürünüyor? Sebep her ne idiyse, bu olay yaşanmış bitmiştir, umuyoruz ki iki dünya starımız birbirleriyle kamuoyu önünde tekrar barışsınlar, zamanında kavgalı diğer iki büyük star Mahsun
Kırmızıgül ile İbrahim Tatlıses gibi bir basın toplantısı yapıp, beraber şarkı söyleyip lahmacun
caponsever
yesinler, dostluk kazansın.
nternasyol festival düzenleyicilerinin, çıkacak bazı arazlardan haberdar olup ihtiyatlı
davranması ya da festival birincisinin ödülünü ikinci olana vermemek
gibi kimi maddi hataları üstlenmemesi gerekir normal kosullarda. Bazı şeyleri mazur görebiliyoruz demek ki! Altından olduğu rivayet edilen bir portakalın peşinde festival adı
altında koşmak, her sene ‘beyaz saçlı
Ekrem Bora’yı ya da artık emekliliği
çoktan gelmiş olan Arzu Film kusaği oyuncularını en başta da
Hülya Koçyiğit ve
Ediz Hun’u görmek
yeni nesil Antalya
gençliği ve dizi sektörünün sürüklediği
‘Türk sinema endüstrimsisi’nin elinin tersi
ile ittiği şeyler artık.
Konfordan memnun
kalmayıp bir o otel bir
bu otel gezen ikinci sınıf starların yediği haltlarla, sansasyonlarla, 10 dakikalık kısa ‘Temel İçgüdü -2’ seansıyla, Alan Parker’dan daha kötü
muameleleri reva görebileceğimiz
İngiliz Kemal’in Arap edisyonu Peter O’Toole’la, bir de Darth Vader’ın
sesi Tamer Karadağlı‘nın yeni blockbuster’ıyla meşgul olduk. Bıyık yoksunu bir festivalde denebilir bu seneki Altın Portakal için. İyi ki biyıklılar yok! Yılmaz Erdoğan jüri olduğu için çocuklar gibi şen ama ne ya-
E
zık ki kendine ödül verebileceği herhangi bir adaylığı bulunmuyor. Tamer Karadağlı bıyıklarını kestiği için
şanslı; onu da es geçiyoruz bu sene.
Galiba Festival’in kadrolu ayar verme müdürü Halil Ergün’de yok. İşin
kötüsü hep aşina olduğumuz bağıran
çağıran Gani Şavata da ortalarda
yok. E, Woody. H ile M. Madsen’ın
de bıyığı yok ama Woody, yakın arkadaşı olan Val Kilmer‘la Deniz Akkaya arasında olan yakınlaşmadan
bihaber gezen M. Madsen’ın ünlü mankene
asılması üzerine veya
otel odasında birlikte izledikleri bi beyzbol maçı üzerine çıkan tartışma
sonucunda en akla yatkın teoriye göre ise kendisine küfür ettiği için
Madsen’la kapışmıştı.
Biri öbürüne ‘ananı’
öbürü de berikine ‘bacını’ dedi! Olsun varsın!
Benim Alin Tasçıyanım ciddi roportaj icin Cannes’lara gitmek zorunda
kalmayacaksa ya da biricik Ömür
Gedikimiz kariyerinde Batmobil ile
çektirdiği o fotoğraf haricinde eşine
dostuna gösterebileceği sahici bir
şeylere sahip olacaksa olsun varsın.
Zaten yaygaraya bayılan bi milletiz.
Olayın kahramanları iki coni bile olsa ne çıkar. Festival onca Amerikan
etkene rağmen yerelliğinden bişi
kaybetmemiş, inanın seviniyorum.
kapson
10
EKfi‹ 7-13 Ekim
görüfl
‹lk gece
İlk gece insanın kendisine yakıştığı söyleneni çıkarmasıdır hoyratça...
meeneesee
Bir zamanlar internet, vcd, jpeg nedir bilinmediğinden, “ilk gece” kavramı heyecan
verici idi. Erkek tarafının ilk gece boyunca
uygulayacağı taktikler, partneri ile karşılıklı
gireceği pozisyonlar; poşet içerisinde satılan pornografik materyal, alamancılardan
edinilen vhs kasetler ve üç film birden sinemalarında gösterilen leş filmler ile sınırlı idi.
Hal böyle olunca, ilk gece geldiğinde yaşanacaklar erkek tarafının yaratıcılığına kalıyor, sevişenler o gece civelek, birer çiçek,
birer kelebek oluyorlar idi.
Şimdinin yeni yetmeleri ise ilk gece öncesinde açıyor internetini, izliyor pornosunu,
maça 1-0 önde başlıyor. Hal böyle olunca
olayın bir esprisi kalmıyor, pek yazık..
sersem yarasa
Gökyüzüne bakıp kendimi iyi hissetmek istediğim ilk geceyi hatırlıyorum. Bir ziyaret
dönüşünde ailemle beraber bahçe kapısından eve doğru yürümüştüm ve evin kapısına az kala kafamı yıldızlara çevirmiş kısa
bir müddet bakakalmıştım. Çocuktum, aradan yıllar geçmesine rağmen aklımda kalan,
gökyüzündeki parlak yıldızlar. Hafızamı
yokladığımda görüntüsü canlanan ilk gece
bu. Zifiri karanlığa mavilik katan yere yakın
gibi gelen yıldızlar. Bugünden bakınca, o
zamanki sabiyi hatırlamama yol açan şey,
çevremde zaman zaman yittiğini hissettiğim huzurun tesellisini yıldızlarda bulmaya,
onlara bakarak çağırmaya ve geçiştirmeye
çalışmaktan başka bir şey değil.
bal özü
İkinci geceden bir önceki gece diye bakıldığında hiç bir kıymeti harbiyesi kalmayan sıradan bir gecedir hatta 38. geceden 37 gece
önceki gece de dersek artık sanırım “Ne yemek yaptın lan?” bile denir ve iyice kanıksamış oluruz durumu. Evet matematik açısından böylesine önemsiz bir geceyi nedir
bunca önemli hale getiren peki? Evet sosyoloji! Sosyoloji zaten nerde acaip önemsiz
bir olay varsa onu yüceltir, gereksiz anlamlar yükler, övgüler peşi sıra gelir. Bunu gören toplum da başlar olayı büyütmeye. Toplumu gören genç kızımız başlar panik atak
geçirmeye kızımızı gören genç erkeğimiz de
görkemli bir ilk gece performansı hayalleriyle, akşama kadar yediği mesir macunları,
bal, ceviz yüzünden cır cır olur ve ilk gece
ziyan olur ve dahi ikinci gece ve dahi üçüncü gece de. Görüldüğü üzere tıp geldi şimdi
kıza vaginismus, oğlana ishal dedi ve gitti.
Bu lanet bilim dalları insanın peşini bırakmaz ve olan ilk geceye olur, helak olur muğa koyim! Doğada yok böyle bişey. Maymunlarda ilk gece? Karıncalarda ilk gece?
Yok!
travis and tyler durden
Evlenilen insanla birlikte geçirilen ilk gece
güzel güzel uyulur bir kere. O düğünde ne
halay çekiliyor ne horon tepiliyor biliyoruz.
Eli mendilli, yüzünü ilk defa gördüğümüz
adamların karşısında kolları açık denyo gibi
sırıta sırıta oynamaya çalışan damadın çatalından damlayan tere sordunuz mu siz, “bilader derman kaldı mı” diye? Bunun sabah
beri koşturması var, sizinkiler bizimkiler
kavgası var. Hepsi stres. Ondan sonra ilk
gece performansı öyle mi? Yok ya? Uyurum
şerefsizim, hemde mışıl mışıl uyurum, oh,
mis.
simplextablosu
Ilk cinsel münasebeti ilk geceye tekabül
eden gençler, bu gece icin kondüsyon depoluyor, Erzurumlu Ibrahim Hakkı’nın Cima
Kılavuzu’nu okuyup notlar çikarıyorlar. Lakin, hayallere gelin başı engel oluyor. 500
tane telin gelinin saçına monte edilmesi ile
vücuda gelen, damadın biriken enerjisini
harcaması için icad edilen üç boyutlu bir
yapıdır gelin başı. Damat evliliğin ilk saatlarinde cima etmekle degil, bu 500 adet teli
hanımın kafasından ayıklamakla yükümlüdür. Acı degil mi? Nice yiğitler psikopata
bağlayıp, zevcesinin kafasına girişiyor, 10
dakikada paspasa çeviriyor, yuvalar yıkılıyor!
motorbreath
Uzun zamandır ısınabilen bir adam değilim.
Denizden çıkınca bile titreyen, dişleri zangırdayan biriyim. Bu halin başlangıcı on yıl
öncesine dayanıyor. Gece nöbeti deneyimi
olan birinin her şeye bakış açısı sakattır. Bir
hastanede çalışmanın, gecenin bir vakti uykuyla uyanıklık arasında hayal görmenin nasıl bir şey olduğu anlatılamaz, ancak yaşanır. Benim için “ilk gece” henüz bir sağlık
memuru adayı iken acil serviste yaptığım bir
staj gecesidir. Alışkın değildim ne nöbet
tutmaya ne de acil servis temposuna. Hastalar, yaralılar, doğum yapanlar, kolunu kesenler, kriz geçirenler... hiçbir şey değildir.
Gerçek tecrübe gecenin bir vakti, yorgunluk çöktüğünde nerede uyuyacağını bilememektedir. Staj arkadaşım ve bana bir müşahade odasında belli ki daha önce kullanılmış
yataklar gösterildi. Seslerin arasında garip
imgelerle uyuduğumu hatırlıyorum. Gecenin bir vakti, uyandığımda yandaki yatağa
seslendiğimi, konuşmaya çalıştığımı. Endişelendim, mecburen kalktım, yanına geldiğimde staj arkadaşım olmadığını fark ettim.
Işıkları yaktım ve bir başkasını gördüm:
mosmor bir ölü bedeni. Tüm hayat o anda
kırıldı benim için. Korku değildi, bir ölüyle
yan yana ilk (ve son) gecemi geçiriyordum.
Travma mı? Belki... Ama herkesin aksine
ilk gecemden beri üşüyorum ben.
kays el mecnun
Kim bilir hangi Türk filminin zihnime kazıdığı bekaret kemerli taze gelin ile tezahüratlar eşliğinde yatakodasına getirilen damadın
kedi-fare oyununu bir kenara bırakıp da
yaklaşmak gerekirse bu mevzuya; ilk gece,
her ilk gibi insanın dünüyle yarınını birbirinden alakasız kılan deneyimdir. Dün yanında
olan birinin yarın orada olmamasıdır mesela; giden sevgili olur bu, ölen akraba, bırakılan memleket olur. Bu ilkin gecesi olup da
insan kendiyle başbaşa kalınca paketlerce
tütünü, şişelerce şarabı tüketmesine sebep
olan, artık o kişiden/şeyden yoksun kendisine duyduğu yabancılıktır. O gece yastıklara mi sarılır artık, resimlere mi bakar, munir
nurettin mi dinler bilinmez; bilinen şudur ki
sabah olur bunlar geçer, ilk gecenin de adı
kalır sadece akıllarda.
shisha
Çıplak ve çepeçevre dört duvar. Ortasında
siyah ve amorf, sereserpe bir döşek. Bu sefil yığına bir süre yatak diyeceğiz. Hazreti
Yatak’ı buraya biz taşıdık. O yüzden yorgunuz, uykumuz var. O zaman neden ayaktayız, niyçün dineliyoruz? Çünkü döşeğin
hangi tarafında sen hangi tarafında ben yatacağız bilinemiyor. Sen hep yatağın sağında yatıyorsun, o biliniyor. Ama bu döşek
serme stil, belirlenmiş bir başı yok. O halde
bana endekslisin, ben başımı nereye koyarsam kıblemiz o oluyor. Götümden uydurma
bir baş seçiyorum, yatıyorum. Sen de geliyor sağıma yatıyorsun.
Yatar vaziyetteyiz ve uyuyamıyoruz. Öylece oturup tavanı izliyoruz. Tavan bilinmedik, gizemli ama uzak. Duvarlar yakın ama
boş. Pencereler perdesiz. Tepemiz gökyüzü. Gökyüzü altı komşu apartmanlar. Huzursuzlanıyorum. Evin içi küçük sahne. Her
röntgenci gibi ben de gözetleneceğim korkusuyla yaşıyorum. Karşıda bir evin penceresi görünüyor. Bir hoş sarı ışıldıyor, demek
ki mutfak penceresi. Arada bir kadın kadraja girip çıkıyor. Bir ara bize mi bakıyor? Biz
de ona bakıyoruz. Sıkılıyor. Işığı söndürüyor. Artık mutfak penceresiziz. Apartmanın
koridorundan birisi yürüyor. Anlıyoruz ki,
evin gece gireni çıkanı var. Ne alt kat ne de
üst kattan tık ses gelmiyor. Tahmin ediyoruz
ki komşularımız yok. Hapşırıyorum. Duvardan sekiyor, yankı yapıyor. Çok yaşa (x2)
Hep beraber (x3). Hep beraber çok yaşayacağımızı umduğumuz bir beraberlik böylece
başlıyor.
Epilog: Çişe kalkıyorum. Işığı açacak düğme nerede bilmiyorum. Bulsam da ampul
yok, açamıyorum. Karanlıkta çişimin sesini
duyuyorum. Yatağa geri dönüyorum. Sen
uyuyorsun. Solunda uyku yatıyor. Demek o
da senin solunda yatıyor. İkinize birden sarılıyorum. Hep beraber uyuyoruz.
(Evet, sifonu çekmedim.)
Tek perdesisiz perde inemiyor...
Bütün jinekoloji siteleri delirmiş; vajinismus, kasılma, ağrı sızı hikayeleri yaza yaza
Es Sahih-i Buhari kıvamında külliyat oluşturmuş, Orhun Abidesi gibi kadınların önüne koymuşlar, Cosmopolitan ise ilk gece
sorununu tek cümlede ezip geçiyor, “Ona
sakın bunu sormayın: Sana kedicik dememden hoşlanır mısın?” Hoşlanmam. Bitti. Bu
soruyla nerede karşılaşacağız güdüklüğüne
indirmeyeceğim hadiseyi, “Bütün Türkiye
’seks öcüsü’yle korkutulmaktan sıkışmış limonlara dönmüş kadınlarla dolu” da demeyeceğim. Zira takıldığım hadise başka, bütün bir ilişkinin en dinamik hadisesine ataçlanabilecek yegane tavsiye neden bu olarak
seçilmiş? Kendime dönüyor, bütün “İlk
Gece” hikayelerime transparan bir bakış
atıyorum, kedicik suali ile yoğurabileceğim tek bir anı, tek bir hikaye yok. Ya ben
kedicik denilemez bir adamım ya da bu suali aklına getirebilecek tek bir kadın bile tanımamışım. İki ihtimalin güzelliği de beni
rahatlatıyor. Zira herhangi bir geceyi alıp
ilk gece yapan her sevgilim kedicik sualine
muafiyet ibraz etmiş. Burası sorunsuz bölgem, temiz alanım, mutluluk katarım. Ancak bu muafiyet yanına bir hüzün de ataçlıyor; çünkü anlıyorum ki esas sorun “Sana
kedicik diyebilir miyim diye sakın sormayın.” değil. Esas sorun, “Onu rahatsız etmeyin, tekrar düşünmesin.”. Çünkü net gerçek şu, herhangi bir geceyi bir ’ilk gece’yapan herkes kalan bütün geceleri de
özlem gecesi haline dönüştürüyor. Dönüştürmek istiyor. Cosmopolitan’ın en güdük
yerinden yakaladığına varıyor ve kedicik
sualini sormayın lafzının manasına eriyorum: “Size kedicik diye hitap etme sualini
soranlar değil, kalan geceleri özlem gecesi
haline çevirenlerden hoşlanın.” Hoşlandım.
Bitti.
aethewulf
Belki de ilk geceyi en iyi tanımlayan söz
“stres” tir. Merak falan ikinci sırada ve ona
rakip olarak gelir. İlk konserimi hatırlıyorum, ilk gece de onun gibi bir şeydi. Konser öncesinde sound check için sahneye gelip de bütün o konser alanını görünce tek
bir şey geçmişti aklımdan: “Hayır abi, yapamıycam... eve dönüyorum!”
İlk gece de öyleydi. Olaylar ciddileşince
bir vazgeçme isteği geliyor insana. ama nasıl olacağının merakı ve “eninde sonunda
bir yerden bir şekilde başlamak gerek” liliği baskın çıkıyor. ayrıca nedendir bilinmez,
bütün bu hissiyat insana ya “ben zaten çok
deneyimliyim” rolü oynatıyor ya da kilileyip bırakıyor. Sonuç olarak emin olduğum
birşey var ki, iyi geçtiği zaman unutulmaz
bir anı oluyor insanda. İlk konserimin her
detayını ve ne kadar eğlendiğimi halen
hatırlıyorum, ilk gecemi ise hayal meyal...
dragon frodo
söylefli
Türkiye’de çok şiir yazılmasının bir nedeni
de insanların şiir okumaması aslında. İnsanların coşkulu bir şekilde şiir yazmaları şiir
okumamalarından kaynaklanıyor. Çünkü
okusalar cesaret edemeyecekler.
Bir dönem müzik yapmıştın...
Yaramı deştin! Ben ‘loser’ bir müzisyenim.
Sahnenin üzerinde kalmak için yıllarca kendimi parçaladım, ama olmadı. Herhalde kabiliyetim ya da şansım yoktu. Zaten benim
müzikle uğraşmam daha çok sosyalleşme
ihtiyacından... Bugün de bir taraftan edebiyatla uğraşırken bir yandan kolektif işlerin
içinde olmaktan hoşlanırım.
Senin anne-baba ne iş yapardı?
Babam inşaat mühendisiydi. Ama edebiyata çılgın bir merakı vardı rahmetlinin. Evde
kitaplara büyük saygı duyulurdu. Kitapları
elimizde kırılacak bir şeyi tutar gibi tutardık. Ben nasıl ‘loser’bir müzisyensem, babam da ‘loser’bir yazardı aslında. Edebiyatçı olmayı çok istemiş, ama olamamıştı. Bu
yüzden beni edebiyata itti. Bu gidişle ben
de oğlumu müziğe iteceğim herhalde.
Abi peki senin bu memur çocuğu mütevazılığına ne demeli? Bu tevazuyu sürekli
yaşamak seni bozuyor mu?
Yok canım, nerede bizde o tevazu (gülüyor)...
Ama bunlar senin büyük işler yapmanı
engellememeli...
Engellemiyor zaten (daha da gülüyor).
Yazar olmak mı cazip geldi sana, yoksa
yazmak mı cazip geldi?
Yaparken en çok zevk aldığım iki şeyden
biri yazı yazmak. Tuna denen adamı en çok
yazarken keşfediyorum. Hem kendimle
hem de etrafımla barışık biri haline geliyorum. Tabii vize başvuru formlarında meslek
hanesine ‘yazar’ yazmak da çılgınca hoşuma gidiyor, ne yalan söyleyeyim.
Dünya standardında bir editoryal müdahale var mı Türkiye’de?
“Git Kendini Çok Sevdirmeden” için Doğan Kitap’tan Haşim Akman’la çalıştık.
Çok faydasını gördüm. Çok titiz bir çalışma
gerçekleştirdik. Birkaç bölümü çıkardık
mesela, yeni bölümler ekledik. Sonuçta
hepsi romanın menfaatine oldu.
Ben editör-yazar çalışmasının önemine ve
böyle olması gerektiğine inanıyorum. Tabii
Türkiye’de bu, her zaman olmuyor. Ancak
çok iyi örnekleri de yok değil. Son yıllarda
büyük yayınevleri editoryal çalışma yapabilmeye başladılar.
Sen nerelere yazıyorsun düzenli olarak?
Tempo’da her hafta, Birgün’de iki haftada
bir...
Düzenli yazmak mefhumuyla ilgili neler
düşünüyorsun peki?
Benim dergide yazmamın iki nedeni var:
Birincisi, elektrik faturamı böyle ödüyorum. İkincisi, bu sayede antrenman yapmış
oluyorsun. Her hafta farklı konularda yazıyorsun. Hayata dair iki kelime söz söylemiş
oluyorsun. Benim gibi yazarak düşünen birisi için bulunmaz nimet. Sonra okurla bağın kopmamış oluyor.
Arada şişiriyor musun abi?
Sıkıştığım oluyor tabii. Mesela kasım ayında
Tempo yazılarından oluşan bir derleme kitabım yayımlanacak. Onun için bir seçme
yaptım ve toplam yüz yazı içinde ancak
kırk-elli tanesinde kendime “Aferin lan, ne
güzel yazmışsın!” diyebildim. Bu da aslında
iyi bir oran.
Kitap isimlerini seçerken nelere dikkat
ediyorsun?
Sihirli formülüm yok. Her yazar nelere dikkat ederse ben de onlara dikkat ediyorum.
Kitabı okumuş insanlara ters gelmeyecek,
ama okumamış olanlarla da sıcaklık kurabilecek, kitabın dramatik yapısını özetleyecek
bir isim seçmeye dikkat ediyorum. Bu yüzden de çok zorlanıyorum. Benim de hayran
olduğum kitap isimleri var: Orhan Kemal’in “Arkadaş Islıkları”, Arundhati
Roy’un “Küçük Şeylerin Tanrısı”, Gabriel
Marquez’in “Yüz Yıllık Yalnızlık”ı gibi...
Keşke ben de onlar kadar güzel isimler bulabilsem.
Marquez’den etkilendiğini çok söylerler
mesela...
İkimiz de modayız ya, ondandır (gülüyor).
Şaka bir yana, bayılırım Marquez’e... Ondaki yaşama sevincinin ve yaratıcılığın hayranıyım. Ondan etkilenmiş olduğumu kim
söylemişse bana göster, kendisine çay ısmarlayayım (gülüyor).
Yazarlığının başında öykündüğün bir isim
var mıydı?
Örneğin Salinger’in kitaplarında aslında
hiçbir şey olmaz, ama Salinger o kadar iyi
anlatır ki hikayesini herkes bayıla bayıla
okur... Sonra, William Saroyan’ın sadeliğinden çok etkilenmişimdir. Ernest Hemingway’in insan ilişkilerini anlatırkenki
sadeliğinden de etkilenmişimdir.
Yine bir röportajında “Üç kitap yazmakla
Hemingway olunmadığının farkındayım”
demişsin. Neden böyle bir şey söyleme ihtiyacı hissettin?
Bir ömrü edebiyatla geçirdiğinde Hemingway olunabilir. Ama iki kitap yazınca ancak
iki güzel kitap yazmış olursun. Ama bir Hemingway, bir Tanpınar ya da bir Orhan Kemal olabilmek için iki kitap yazmış olmak
yetmez; ömrünü buna adaman gerekir.
Öyküyle aran nasıl abi?
Galiba öykü yazmayı pek beceremedim.
Zaten beceremeyeceğimi hissettiğim işlerden usul usul kaçarım ben, pek bulaşmadım
yani... Birkaç denemem oldu, çeşitli yerlerde de yayımlandı ama beni tatmin etmedi
açıkçası. Öykü yazarken kendimi deplasmanda hissettim hep. Sanırım bu durum öykünün kendi yapısından ya da formatından
kaynaklanıyor.
Yazmakla ilgili tekniklerin var mı?
Bence yazmaya başlamanın en iyi yolu, bir
an önce yazmaya başlamak. Yoksa kendini
hiçbir zaman hazır hissedemiyorsun. Tabii
aslında her şey bir yiğit ve yoğurt yiyiş meselesi. Herkes için farklı bir yazma ve yaşama tarzı var. Yani kimsenin tavsiyesi kimseye uymuyor.
Türkiye’de edebiyat aleminde kıskanan
var mı seni? Yani yakışıklı adamsın, pırıl
pırıl gençsin. Direkt tiksinme sebebisin
bir sürü kompleksli adam için...
Haksızlık etmemek lazım: Edebiyat dünyası
bana gösterebileceği maksimum toleransı
gösterdi aslında. Yani 30 yaşında bir adamın
o yılın en çok okunan kitaplarını
yazmış olması dünyanın
hiçbir yerinde çok yenilir yutulur bir şey
değildir. Buna rağmen edebiyatın
deneyimli isimleri
merak ve hoşgörüyle yaklaştılar
bana. “Bu adam ne
diyor ki bu kadar ilgi
gördü?” diye düşünüp
anlamaya çalıştılar. Tepkilerse normaldir; insanlar yeni şeylere başta
tepki duyabilirler.
Zamanında Orhan
Veli’ye, Nazım
Hikmet’e ya da
Oğuz Atay’a
gösterilen tepkileri düşünecek
olursak, benim
gördüklerim hiçbir
şey değil zaten.
Kıskanılmaya gelince,
artık bunlara alıştım galiba. Hatta birileri tarafından kıskanıldığımı görmekten sapıkça bir zevk bile alıyorum. Kıskanılmak güzel şey.
Baktığın zaman böyle pırıl pırıl bir sicilin
var. Hatta sözlükte “gömlek mankeni gibi” tanımlaması getirilmiş. Bu durum senin günün birinde gelip böyle “kıçlı
başlı” pis şeyler yazmana engel olur mu?
Kitaplarımı okuma zahmetine katlananlar
bilir ki, benim kahramanlarım da pek düzgün adamlar değildir. Sağı solu belli olmayan, çelişkili tiplerdir. Ama şimdi Bukows-
7-13 Ekim EKfi‹
9
Foto¤raflar: Serkan Kufl
ki gibi bir şey yazmaya kalksam rezil olurum. Çünkü benim
dünyam öyle değil.
Aslında Orhan Veli’nin
şiirde yaptığını romanda
yapmaya çalışıyorum. “Ne
var, ben de yazarım bunu!”
diyerek okunan, fakat taklit edilemeyen şeyler
yazmak istiyorum. Gömlek reklamına gelince,
tekliflere
açığım, bekliyorum (gülüyor).
Yazılarında
belli olan sadelik ve naiflik senin
yazıya ilişkin seçimin
mi, yoksa seninle mi ilgili?
Benim hayata ilişkin bir seçimim aynı zamanda. Herkesin yazabileceğini sandığı,
ama yazamadığı şeyler yazabilmek ve onlarla anılmak istiyorum. Birçok sanatçıda
bu görülebilir: Sadelik içinde zenginlik.
Mümkün olduğu kadarıyla derdinizi sade
bir biçimde anlatmak durumundasınız. Örneğin benim durumumda, kadın-erkek ilişkilerinden, toplumsal diğer ilişkilerden
bahsediyorsunuz. Zaten karışık bu konuyu
sade bir şekilde anlatmak zorundasınız. Yazarlık marifeti, tüm bu konuları özünü kay-
bettirmeden, anlaşılabilir bir şekilde aktarmaktadır.
Şiir ve müzik alanında yeni çalışmaların
var mı?
Kumdan Kaleler deneyiminden sonra yazdığım şarkı sözleri için bu aralar Vedat Sakman’la bir takım kayıtlar yapıyoruz. Ancak
müzik dünyasını bilmediğim için bu konuda
bir söz veremiyorum. Ortaya çıkacak çalışmalara bağlı.
Şiirse hayatımın vazgeçilmez bir parçası.
Ancak şiirin dolaşıma girmesi bana göre
romandan daha uzun zaman alıyor. Ne yalan söyleyeyim, bu yüzden romanı daha çok
seviyorum.
Sözlük hakkında ne düşünüyorsun?
Gördüğüm kadarıyla sözlüğün de karanlık
ve aydınlık tarafları var. İyi tarafı şu: İnsanlar dünyanın en pahalı maddesini, yani bilgiyi paylaşıyor orada. Hem de hiç karşılık
beklemeden. Bu bence sadece sözlüğün değil, internetin de hoş tarafı. Bu tabii tembelliğe de yol açıyor. Röportaj verdiğim bazı
gazetecilerin kitaplarımı ya da yazılarımı
kesinlikle okumamış olduklarını, hakkımda
sadece sözlüğe bakarak bilgi topladıklarını
fark etmek moral bozucu.
Peki son olarak rica etsem Ekşi okurları
için birkaç satır karalar mısın?
Elbette!
(Uzun uğraşlar sonucu bulunan rezaletin
en sarı tonundan kadınbudu köfte gibi bir
kalemle sizler için yazılan mesajı “Sen yazdın lan bunu” demeyesiniz diye belgeledik!)
8
EKfi‹ 7-13 Ekim
söylefli
Baflar›l›ysan ödetirler!
“Kitaplar›m›n Migros’ta sat›lmas›ndan memnunum.
Temel ihtiyaç maddelerinin sat›ld›¤› bir yer oldu¤una
göre kitaplar da sat›ls›n, o da temel ihtiyaç maddesi.”
Genç yazar Tuna Kiremitçi ile Galatasaray’daki
meşhur Fransız Sokağı’nda buluştuk. Ya nerede
buluşaydık, İstinye doklarında mı? Ah ah ah...
Roma İmparatoru aday adayı görünümlü Kiremitçi,
model yapmadan ve kıvırmadan ne sorduysak
yanıtladı. Tıpkı şiir ve romanlarındaki gibi sakin,
sade bir tavır ile merak ettiklerimizi anlattı.
Konuklarımıza şov yapmak için hesap ödeye ödeye
düşkün olduk sevgili okurlar; ancak emin olun bu
durumu Tuna ağabeye asla hissettirmedik.
Şen ve gevrek kahkahalarla vedalaştık.
O da kendini fazla sevdirmeden gitti zaten. (offf)
Seninle ilgili Ekşi Sözlük’te yazılan bir
görüşle başlayalım. “Parmak kalınlığında
romanlar yazarak zengin olan yazar” gibi
bir yorum var. Hakikaten zengin oldun
mu?
Valla kusura bakmasın ama bunu diyen arkadaşa acı gerçeği söylemek lazım: Edebiyatta uzun yazınca daha iyi yazmış olmazsın. Hatta tam tersine, bazen kısa yazmak
marifettir. Hani Madame de Stael kızına
“uzun yazdığım için affet evladım, kısa yazacak vaktim yoktu” demiş ya mektubunda,
benimki de o hesap. Yani az sözle çok şey
anlatabilme çabası.
Ayrıca, sadece roman yazmıyorum ben. İcabında itinayla dizi senaryosu, şarkı sözü ve
köşe yazısı da yazıyorum. Hem insanın hayatını yazarak kazanması süper bir şey. Hele Miami’deki çiftliğimi ve Teksas’taki petrol kuyularımı düşündükçe gözlerim saadet
gözyaşlarıyla doluyor (gülüyor).
Özel olarak romanı soruyorum. Yani hiçbir şey yapmıyor olsaydın sadece roman
yazarak geçinebilecek bir noktaya gelebilir miydin?
Bilmem... Gelirdim herhalde. Tuna Kiremitçi markası şu anda bunun için yeterli.
Tabii daha çok çalışmam ve daha sık roman
yayımlamam gerekirdi.
Türkiye’de sanatla iştigal eden insanlar
için hayat niye bu kadar zor be abi?
Sanatla iştigal etmeyen insanlar için de zor
aslında. Hatta onlar için daha zor. Biz hiç
olmazsa arada roman, film, resim falan yapıp kurtlarımızı döküyoruz, hatta para da kazanıyoruz. Ama her sabah maden ocağının
dibine inen arkadaşların böyle şansları yok.
Zaten Türkiye sert bir ülke. Türkler sert insanlar. Biz bir de ülkenin ekstra sert bir döneminde yaşıyoruz maalesef.
Sanat dünyasının da kendine göre zorlukları var tabii. Zaten sanatçılar hayatı kendileri
için zor hale getirmek konusunda rakipsizdirler. Hassas, alıngan ve kıskanç oldukları
için başları dertten kurtulmaz.
Kendini nasıl koruyorsun? Gelen eleştirilere, sağdan soldan gelen abuk sabuk tepkilere kulak tıkayarak mı, nasıl?
Aslında evet... Eskiden her lafı dikkatle dinlerdim. Sonra bunun bir tür delilik olduğunu anladım. Bir gün birisi köşesinde göklere çıkarıyor kitabını, ertesi gün başka biri
“Böyle roman mı olur?” diyor. Tabii bu da
bir sinir harbi yaratıyor insanda.
Artık her söyleneni ciddiye almıyorum açıkçası. Hayatta sözüne değer verdiğim, daha
doğrusu sözleriyle beni yaralayabilecek insanların sayısı zaten iki elin parmağını geçmez.
Peki o savaş baltaları neden çıkıyor sence? Türkiye’ye has bir tarafı var mı bunun?
Türkiye’de herhangi bir konuda başarılı
olursan bunu sana bir şekilde ödetirler... Bir
de aydınlar bazen halktan daha muhafazakâr olabiliyor. Halk yeni bir şey çıkarıyor
mesela içinden ya da bir sentez yapıyor, aydınların onu kabul etmesi için 20 yıl gerekebiliyor.
Senin durumunda tam tersi var sanki. Seni bir yazarın hak ettiğinden -süre olarak- daha mı hızlı idrak ettiler? Daha mı
kolay kabullendiler bulunduğun yer açısından?
Keşke öyle olsaydı. Ama gerçek hayat bu
kadar masum değil maalesef... İlk şiirim
1991 yılında Varlık’ta yayımlandı. Yani istesem seneye 15. sanat yılımı kutlarım (gülüyor). Sonra romana gelene kadar çıkmış iki
şiir kitabı, bir müzik albümü, üç kısa film
ve bazı ödüller var. Aslında o kadar yeni sayılmam yani.
Peki kitaplarının Migros’ta satılıyor olması için ne düşünüyorsun?
Ben kitaplarımın Migros’ta satılmasından
memnunum aslında. Migros en temel ihtiyaç maddelerinin satıldığı bir yer olduğuna
göre kitaplar da satılsın, o da bir temel ihtiyaç maddesi.
Bir röportajında “Gençlerimiz çok salakça şiirler yazıyorlar. Çiçek böceklerden
bahsediyorlar” demişsin. Biraz buradan
şiir mevzuuna geleyim.. Hakikaten bu şiirdeki gerizekalılığı nasıl önleyebilir insan?
Hayal meyal hatırlıyorum. Ama çok eski bir
röportaj bu... 18 yaşında falan olmalıyım.
Demek ki o yaşlarda sinirli bir adammışım.
Şiir, dünyada öğrendikçe zorlaşan tek iş.
Şiiri bilmediğin zaman her yazdığın sana
süper görünür. Çünkü Edip Cansever okumamışsındır daha, Oktay Rifat ya da Nilgün
Marmara okumamışsındır. Kafanda sana
saçmaladığını söyleyecek bir jüri yoktur.
Ama şiiri öğrendikçe yazmak zorlaşıyor.
Çünkü haddini biliyorsun. “Ulan Cemal
Süreya aynı lafı elli sene önce çok daha güzel bir şekilde söylemiş, ben susayım şimdi” diyorsun.
Otisabi (sözlükteki)
“Yurtd›fl›nda sinema okumak
istiyorum” diyen kad›nlara
olan tutkusu sebebiyle
New York’ta sinema e¤itimi
ald›. fiu an hâlâ Los
Angeles’ta yafl›yor.
Ama nas›l yafl›yor?
Lord gibi. Bir görseniz.
http://otisagabey.devianart.com
tuna kiremitçi
ilk gece
ülkeyi terk ederiz
izmir
dün dündü ve güzeldi
kaos gl
madsen & harrelson kavgas›
yonja
bizzat yazmak üzerine
6
EKfi‹ 7-13 Ekim
spor
“‹flte Türk’ün ayak sesi!”
on yıllarda gerilediği söylenen, “Artık bunlardan
bir b.k olmaz” denilen Türk
futbolu tekrar şahlandı. Beşiktaş Malmö’yü İsveç’te 4-1
ile geçerken, Fenerbahçe Kadıköy’de PSV’yi üçledi, analarının evine gönderdi! Galatasaray’ın 23 şutunun direkten döndüğü Tromsö maçı
sonrası ortak kanı ise, “topun
da istemesi” gerektiği yönünde oldu. Takımlarımızın oynadığı futbol, Avrupa basınını da sarstı:
S
-World Soccer, İngiltere
(Türkler yanlardan çok iyi oynadı.
Biraz daha şansları olsa 100 tane
atarlardı, Malmö de bir iki tane
atardı belki. Taktikleri, teknikleri,
heyecanları ve taraftarları inanılmazdı. Avrupa futbolu için kapkara
ve hüsranla dolu, hüzünlü bir gece.)
Galatasaray 1-1 Tromso
tiler. Hesselink de hakem oyunları ile
atılınca, ezile ezile yenildik. Türk’ten
korkacan.)
Fenerbahçe 3-0 PSV Eindhoven
“Onze bos van idioten! De jongens
moeten beschaamd zijn geslagen dat.
Twee geel worden een rood, is dit een
universele regel Hesselink, u idioot.”
-Voetbal International, Hollanda
(Fener akıllı oynadı. Kendi kalemiz gibi gördüğümüz Kadıköy’de bizi inlet-
Spiker
kaleyi
tarif
edemedi
Malmö 1-4 Befliktafl
“The Turkish side were lucky to get
such result, considering the opponents
technical and tactical skills. Of a
hundred matches played between these
two teams, Beşiktaş would probably
win one or two.”
zun zamandır spor spikerliği yapan
Sinan Eygin geçen hafta İnönü Stadyumu’nda oynanan bir maçın sunumu sırasında adet olduğu üzere “Stadı bilenler
için söylüyorum, Beşiktaş deniz tarafındaki kalede oyuna başlıyor.” dedi. Neden
sonra “Uzun zamandır stadı bilmeyenlere haksızlık ettiği” hissine kapılan Eygin
stadı bilmeyenlere de kalenin ne tarafta
olduğunu tarif etmeye çalıştı. “Stadı bilmeyenler için söylüyorum. İnönü Stadyumu Beşiktaş’ta Dolmabahçe Sarayı’nın
hemen önünde. Dolmabahçe Sarayı da İs-
U
“Los Vikings eran increíbles ellos hicieron què Galatasaray hizo
una vez a Manchester unida, trasero
en 1993. Galatasaray están lejos ausentes lejano de ser lo que eran ellos
apestan!”
- Don Balon, İspanya
(Norveç ekibi, Cimbom karşısında ibik
gibi kaldı. 90 dakika adeta tek kale oynayan Türkler, şanssızlığı yenememelerine rağmen, biz Avrupalıları titrettiler.
Gece uyku uyuyamıyoruz. 1993 tane
gol olurdu şans olsa.)
tanbul Boğazı’na nazır bir saray. Yani Beşiktaş’ın oyuna başladığı kale stadın deniz
tarafı tabir edilen kısmına yakın. Öbür kale ise Gökkafes’in olduğu tarafa bakıyor.
Elbette saha seviyesinden denizi görmek
mümkün değil ama his olarak denizi arkanıza almış gibi oluyorsunuz. Tabi görmeyince aynı etkiyi yaratmıyor ama bilmeyenlerin de bilmesinde bir sakınca olmadığına inanıyorum.” dedi. Açıklamasını
tatminkar bulmayan spiker Eygin, Beşiktaş, İstanbul ve boğazların jeolojik
konumlanmasını yaptıktan sonra yıldı.
ASTROLOJ‹
Koç (21 Mart-19 Nisan)
Akaryakıt fiyatlarında sürekli yükselen artış
sizi olumsuz etkileyecek. Bu hafta bolca tasarruf yapacak ve halk otobüsleri ile seyahat edeceksiniz. Otobüslerde yapacağınız fevri bir hareket sağlığınıza zarar verebilir.
Bo¤a (20 Nisan - 20 May›s)
“Ehehe gene kırmızı mı gördün lan” esprileriyle dolu bir hafta daha sizi bekliyor. Tiksindiğiniz arkadaş ortamınızla bu hafta bağlarınız zayıflayacak. Uzun zamandır ilgilendiğiniz ancak size yüz
vermeyen kişinin bin tebessümlü “Hakikaten kırmızı
görünce kızar mısın?” sorusuyla cinnet geçirebilirsiniz.
‹kizler (21 May›s - 21 Haziran)
Son derece duygusal bir hafta geçirecek, aşık
olduğunuz otobüs şoförünün cinsiyet değiştirmesine şaşıracaksınız. Kısa süren bu bocalamadan
sonra mutlu bir beraberlik sizi bekliyor.
Yengeç (22 Haziran - 22 Temmuz)
İzlediğiniz filmdeki karakterle kendinizi özdeşleştirip sokağa boksör kılığında çıkacaksınız. Aradığınız heyecan dolu hayatı arka sokaklarda
bulacağınız bu hafta geceleri yalnız uyuyamayacaksınız.
Aslan (23 Temmuz - 22 A¤ustos)
Ne kral ne de kraliçe olmanızın verdiği menfi ruh hali etkisini sürdürüyor. Hiçbir otelin
kral dairesini dahi göremediğiniz yaşamınıza kingsize
t-bone steak yiyerek yenilik getirme isteği içerisindesiniz. Yere düşüreceğiniz bıçağınızı size getiren garson
ile mutlu bir beraberlik kurabilirsiniz.
Baflak (23 A¤ustos - 22 Eylül)
Burcunuzu sürekli “Başşak” diye vurgulayan
kişi hayalinizdeki insan değil. Sabah kahvaltısında kahve içeceğiniz bu hafta, binlerce insanın aç
yaşadığını düşünerek üzülebilirsiniz.
Terazi (23 Eylül - 22 Ekim)
Kurt teknik direktör R›za Çal›mbay:
“Yeter art›k bafll›yoruz beyler”
Befliktafl bu sene özel bir taktikle Süper
Lig’in tozunu dumana katacak. Dünyada
bir tek Çal›mbay’›n uygulad›¤› bu taktik,
tak›m›n gizli silah›
urt hoca Rıza Çalımbay
ligde ardı ardına gelen
mağlubiyetlerden sonra
dün yaptığı açıklamada bu yenilgilerin “taktik icabı” olduğunu
açıkladı. Açıklaması ile gündeme
bomba gibi düşen Rıza Çalımbay, “Lige yeni bir heyecan getirmek için bu sene böyle bir karar aldım. Oyuncularımıza bilhassa rakip şaşırsın, bizi ciddiye
almasın, tam “Beşiktaş kofmuş”
diye sevindiklerinde bombayı
patlatalım diye mağlup olmaları
talimatını verdim. Ama artık şimdi kendimizden emin, müstehzi
bir gülüş ile ellerimizi çırpıyor,
topu alıp santraya koşarken “Yeter artık beyler, artık başlıyoruz”
diyoruz. Bundan sonra golleri sıralayacak, zirveye oynayacağız”
şeklinde konuştu ve ekledi: “Artık tek ihtiyacımız olan arkada
elektro gitar riff’lerinin duyuldu-
K
ğu kıvrak ve gaz bir şarkının çaldığı bir montaj sekansının başlamasıdır. Galibiyet manşetleri atılan gazetelerin rötatiften çıktığı,
döne döne ekrana girdiği, hızlı
cut’lar ile Süper Lig’de ve UEFA
Kupası’nda durdurulamaz yükselişimizin anlatıldığı böylesi bir
montaj ile başarıya ulaşacak, bütün kupaları kucaklayacağız.”
Montaj sekans›
bafllamad›
Olaydan hemen sonra Çalımbay
nezaretinde bahsi geçen sinematik montaj sekansının başlamasına yönelik bekleyiş ise Çalımbay’ın onar dakika arayla gaz
vermek için “Yeter beyler! Artık
başlıyoruz!” deyip ellerini çırpması, gözlerini kısıp çiklet çiğnemesi ile bölündü. Montajın başlamaması üzerine basın toplantısı
dağıldı.
Doğum gününüzde size peluş ayı hediye
eden sevgilinizin kokusunu ayıda bulamamak sizi üzecek. Neden doğdum ki ben sorusunu bolca soracağınız bu hafta sizi cevapsızlıklar bekliyor..
Aradığınız cevapları “Ra ile Diyaloglar” serisinde
bulamayacaksınız.
Akrep (23 Ekim - 21 Kas›m)
Geç kalktığınız için işe geç kaldığınız bir gün,
işe koşarken yanınızdan geçen bir araba üstünüze külli miktarda su sıçratacak. Bu sayede kötü gidebilecek olan her şeyin kötü gidebileceğini öğrenmeniz hayatınızda yeni bir ufuk açacak. Totolojilerden
kaçının ve artık unutun Deniz Baykal’ın Bülent
Ersoy’dan rüşvet istediği iddiasını.
Yay (22 Kas›m - 21 Aral›k)
Baş ağrısı ile uyandığınız bir sabah Aspirin almak size iyi gelecek. Petek Dinçöz’ün medyum özelliklerini öğrenmenizin yarattığı şaşkınlık ise
kısa sürecek. Canlı Hayat programını izlemekten kaçının.
O¤lak (22 Aral›k - 19 Ocak)
Çöken işletim sisteminizin üreticisinin Microsoft olduğu bu hafta, bilgisayarlara kafa atmanın hiçbir şeyi çözmediğini ve monitörün zaten bilgisayarın ancak bir parçası olduğunu öğreneceksiniz.
Banka hesabınızda bir düşüş gözleniyor.
Kova (20 Ocak - 18 fiubat)
Doldur-boşalt oynayacağınız bu hafta, kafa
toplarına hakim olacaksınız. Zamanlamanızın
harikulade olacağı bu zaman diliminde plaselerden kaçının, topa ayağınızın dışıyla vurun.
Bal›k (19 fiubat - 20 Mart)
Gökyüzünde yalnız gezen bir yıldız olmadığını kavrayacağınız bu hafta, evrende yalnız
olan tek şeyin kendiniz olduğunun farkına varıp derin
bir bunalıma gireceksiniz. “O kadar yalnızım ki” diye
içlendiğiniz kimsenin, sizinle ciddi bir beraberlik
düşünmesi şansınız.
gündem
7-13 Ekim EKfi‹
Halktan sesler
Kentli, özgür ve
seksi kadının sesi...
Atatürk resmi kald›r›ls›n m›?
Avrupa Birliği’ne bağlı Avrupa Parlamentosu’ndan Duff’ın ülkemizde devlet daireilerine
asılan Atatürk resimlerine yönelik yorumları gündeme bomba gibi düştü. Kendisini savunan
Andrew Duff, “Ben Atatürk’ü değil onu putlaştıran Ortodoks Kemalizm’i eleştiriyorum”
dedi. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sevgi Sa¤›ro¤lu
Giray Belk›z
Yaflar usta
(Sanatç›, 42)
(Bilgi Üniversitesi Ö¤retim Görevlisi, 23)
(Bildi¤in usta, 71)
Ortodoks Kemalizm ne demek?
Türkiye’nin mezhebini dahi bilmeden nasıl konuşuyor? Türkiye Sünni
Kemalist’tir.
Ayrıca Sayın Duff
şunu bilmiyor mu?
Atatürk = Mustafa Kemal, Mustafa
Kemal = Kemalizm. Atatürk, Kemalizm demektir. Churchill’in dediklerini ne çabuk unuttuk? “Çanakkale savaşında o çevik kumandan
Atatürk olmasaydı kesin geçmiştik.
Ama böyle Atatürk gibi dahiler elli
senedir yoktu ortada. O da geldi bize çattı.” Bunu dediğini herkes biliyor. Sayın Duff, kuyruk acınız mı
var? Yaranıza mı bastık? Neden
veynkliyorsunuz?
Barış Manço’nun
Churchill’a verdiği dersi hatırladım
birden
bire.
Churchill Barış
Manço’yu karşısına alıyor işte “Paranızın üstünde
neden
Atatürk
var, devlet daireniz niye Atatürk’lü”
diye. Barış Manço da “Paran var
mı” diyor. Churchill veriyor buna.
Barış Manço sen vınnn. Aynen sinyale düşüyor Churchill. İşte o zaman diyor ki “Onbin yılda bir toplumlara gönderilen dehalardan birisi değil ikisine de denk düştüm.
Kısmetsizim. Talihsizlik yakamı bırakmıyor.” İşte o hesap. Kuyruk acısı biraz. Bazı şeyleri unutamıyorlar.
Bir de Avrupa, Asterix’ten bu yana
kahraman yaratamıyor. Sorun o olabilir.
Bak beyim, sana
iki çift lafım var.
Koskoca adamsın, paran var,
pulun var, her
şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor
emrinde.
Yakışır mı sana
ATA’yla oynamak? Yakışır mı bunca posteri, büstü karda kışta sokağa
atmak? Ama nasıl yakışmaz? Sen
değil misin öz kızına bile acımayan,
bir damlacık saadeti çok gören? Anlamıyor musun beyim, bu halk
ATA’yı seviyor. Ama ben boşu boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya
çalışıyorum. Hıh! Sen büyük parlamenter, milyarder, para babası, Avrupalar sahibi Duff bey! Sen mi büyüksün? Hayır. ATA büyük! O, Gazi Paşa. Sen onun yanında bir hiçsin. Anlıyor musun? Bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok.
Sana söylüyorum Duff efendi,
kraliyet hazinendeki bütün altınları
harcasan yine de bizi ezip geçemezsin. Ve şunu iyi bil, ne ATA’ya
ne de eserine hiçbir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin
bizi. Çünkü biz birbirimize parayla
pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler
birbirimizi seviyoruz. Bir aileyiz
biz. Güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun?
Dokunma artık ATA’ma! Dokunma
cumhuriyetime! Dokunma büstüme! Dokunma posterime! Eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş
olan ben, Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni anlıyor musun? Vururum ve dönüp arkama
bakmam bile! (Çıkar)
Güral Porselen
(Mühendis, 17)
İngiltere’nin Atatürk’ü sayılabilecek bir adam var.
Generel Winston
Churchill. Onun
bir lafı vardır:
“Tüm dünyada
Atatürk gibi büyük liderler yirmiii, bilemedin
yirmi beş senede falan gelir. O da
geldi bizi buldu.” Şimdi sayın Duff,
Avrupa değil yirmibe, iki bin beş
yüz yılda böyle bir lider yetiştiremediyse bizim suçumuz ne? Yetiştirseydiniz siz de asardınız posterini,
siz de yapardınız büstünü. Ama sorun biraz kuyruk acısı gibi. Açıkça
görünen o ki, eceli gelen birtakım
sözde insanlar; bunların en başında
da Sayın Duff 90 sene önce olan bu
olayı unutamamış olabilir.
Sinem Öykü
(Ofisboy, 21)
Duff denen bu
parlamenterin lafına da fazla takılmamak lazım diye
düşünüyorumsa
da işin doğrusu
Churchill’ın
o
meşhur “Bin yılda
bir gelen bir dahi
de bize çıktı ne yapalım. Üzgünüz.
Önümüze bakıyoruz. İyi hazırlandık.
Kısfmet” deyişi de unutulmaması
gereken bir durum yaratıyor gibi göründü bana fakat Duff gibi Avrupalı
olduğunu iddia eden parlamenterlerin şöhret olmak için çabalamalarına alışmamız lazım ama bu ne kuyruk acısını ne de taşın altındaki elleri unuttuğum manasına gelmemeli
demekten başka çare yok sanırım.
Perihan Abla’n›n evlenmek
için bir engeli kalmad›
Y›llar›n eskitemedi¤i Perihan Abla, en sonunda “Evlenmeye haz›r›m”
dedi. Peki y›llar sonra onu bu karar› almaya iten sebep acaba neydi?
stanbul- Uzun bir süredir Kuzguncuk’da Perihan Abla’lık görevini ifa eden Perihan Abla, senelerdir evlenmesine engel olan “Önce kardeşlerim evlensin, okulu bitirsin” mazeretinin sonuna geldi.
Geçtiğimiz sene ölen Küçük Surat’ın ardından, önceki gün kardeşlerden Songül’ün de vefat etmesiyle evlenmesine artık bir mani
kalmayan Perihan Abla, “Şakir hazırsa ben de hazırım.” dedi. Dizinin
son sezonunda Şakir’in Adana’da
bir dansöze kaçmasının ardından
İ
bunalıma giren Perihan Abla basına
konuşurken kendinden emin göründü. “Evet, Şakir’i belki beklettim. Türk toplumunda ‘Önce küçük
kardeşler evlenir.’ gibi bir adet olmadığını fark edemedim. Artık engel kalmadı. 58 yaşındayım ve evliliğe hazırım” dedi. Olay hakkında
“Öyle mi? Kıçımı da yer miymiş?
Ha..tirsin” şeklinde kaba bir yorum
yapan Şakir’in Adana’da dansöz
dostu olarak yaşamaya başladığından beri ağzının bozulduğu dikkatlerden kaçmadı.
Cimcime Kukumvar
[email protected]
Dikkat belgesel
ç›kabilir
layda telefon etti geçen gece, hemen konuya girdi.
“Kızım tartışmalı pozisyon buldum bi tane, akşam
beni unutun.” Bak terbiyesize. Oysa birlikte penguen
belgeseli seyredicektik ne güzel. Hani şu aralar Amerika’da meşhur olan, koca bulup da bir ömür boyu onu
elinde tutmayı başaran penguenlerin anlatıldığı belgesel. Sen tut iptal et, yu nesti! Tartışmalı pozisyon dediği de, irisinden zenci. Uzun uzun, bir ileri bir geri
oynatabildiğimiz için bu ismi taktık onlara.
Ne zamandır istiyordu kızcağız, ben de bir şey demedim. Bayağı uğraşmış bunu bulmak için. Amerikan
Konsolosluğu’na telefon etmiş ilkin, oranın çalışanlarından var mıdır diye, “out of service” deyip suratına
kapatmışlar telefonu. Derhal basketbol kulüplerini
yoklamış, “deplasmana gitti” demişler. Azimli kızdır
bizim İlayda, kafaya koydu mu ille yapıcak. Tam umudunu yitirdiği bir anda Taksim meydanında saat satan,
boyu boyuna uygun birine rastlamasın mı. “What time
is it? Bayan saati satmıyoruz hanımefendi” derken
derhal almış eve götürmüş bunu.
İ
Her güzel fleyin bir sonu vard›r
Sonrası biraz acıklı yalnız. “Ben bir içki hazırlarken sen
rahatına bak” diye adamın yanından ayrılmış. Geri dönünce ne görsün! Püh Allah cezanı vermesin! Püh! Afrikalı çıkmasın mı ana bu! Bir bakmış, adam salonda,
105 ekran plazma TV’nin karşısında Discovery Channel izleyip ağlıyor. Meğer televizyondaki belgesel
bunların köyünün yakınında çekilmiş, onu görünce aklına memleketi gelmiş ayının. Başlamış annesini, babasını, yaşadıkları sefaleti falan anlatmaya. Kız kardeşini aslanlar yemiş, burda saat satarak ülkesinin dış
ticaret açığını kapatmaya yardımcı oluyormuş,
çok iyi 1500 metre koşarmış ama elinden tutan olmamış. Ereksiyon mereksiyon hak getire tabi. Tartışmalı pozisyon falan kalmamış ortalıkta; bariz ofsayt.
Derhal bina güvenliğini çağırıp tekme tokat dışarı attırmış İlayda. Cinsel taciz iddiasıyla mahkemeye de vericekmiş ya, büyü müyü yapar intikam alır diye korkmuş sonradan.
Siz siz olun, eve zenci alırken soyuna sopuna dikkat
edin. Afrikalı değil, Amerikalı olsun. Gerekirse yabancılar masasından yardım isteyin, içten davranıp ellerinden geleni yapıyorlar. Eğer Amerikalı bulamazsanız,
hiç olmazsa Batı tarafından sömürülen bir ülkenin vatandaşı olmasına dikkat edin. Örneğin, Senegal’i Fransa sömürüyor, Surinam’ı Hollanda diye biliyorum
ben...
Ve sakın ola ki, belgesel izleteyim demeyin. “Pornografi hayatın belgeselidir” demiş ünlü bir yönetmen.
İlle de seyredicez diyorsanız...
Yatak odas› f›s›lt›lar›
- Bu gece harikaydın hayatım...
- Ehem... Sabahları koşuya gidiyorum ya, o iyi geliyo
galiba...
- İyi de açıklama isteyen oldu mu senden...
0
0
0
0
0
- Mmmh... Harikaydın canım...
- Bugün terfi aldım, keyfim yerindeydi. Ondan oldu
herhalde...
- Basın açıklamasını sonraya bıraksak. Ben böyle
dediğimde “sevdinse yine yaparım” demen lazım...
0
0
0
0
0
- Harikaydın bi tanem...
- Eöö evet, hocamın söylediklerini harfiyen yerine
getirdim. Zaten hafta içinde de iyi çalışmıştım...
- Ne diyosun be manyak!
- Sana müstahak bu kızım, buldun bunuyosun...
5
4
EKfi‹ 7-13 Ekim
gündem
KISA... KISA / DÜNYADAN...
Sempatik 3. dünya ülkesi
lideri imaj problemi yafl›yor
Kabile dü¤ününde havaya
at›lan ok yine can ald›
Yeni Gine- Önceki gün Yeni Gine yerlisi Sammai
Kabilesi’nin şefi Muya Muyo’nun kızı Titisano ile
komşu kabileden Ubeydkorbei’nin düğününde havaya atılan oklardan birinin damada saplanması sonucu,
gece kanlı bitti. Olay sonrasında sinir krizleri geçiren
Ubeydkorbei’nin yakınları “Bu maganda oklarına
kurban ettiğimiz kaçıncı taze? Biz bir evladımızı kaybettik ama bu çağdışı adet bitmezse daha çok canlar
yanacak” şeklinde konuştu. Olay hakkında açıklamada bulunan Muya Muyo “Düğünlerde eskiden yontma ve cilalı taşlar atılırdı. Biz bunları yasaklattık, kurtulduk derken havaya gürz ve mızrak atanlar çıktı.
Onları da engelledik. Tam kurtulduk diyorduk bu sorun çıktı. Ok kapladığı hacim sebebiyle sorun yaratmaz sanmıştık. Yanılmışız. Artık düğünlere ok getiren
olursa içeri almayacağım, kaplanlara atacağım” dedi.
Kamerun’un ulu önderi, halk›n
sevgilisi Cumhurbaflkan› Awugana
imaj›ndan yana dertli. “Sempatik”
olarak an›lan lider, halk›n›n ve
dünyan›n geri kalan›n›n kendisine
daha farkl› bakmas›n› istiyor.
amerun- Ulusunun emperyalizme karşı verdiği başarılı mücadelenin başkomutanı ve önderi, ülkesinde
modernleşme ve batılılaşmanın mimarı olan Cumhurbaşkanı Mareşal Kwesi Awugana imajı sebebiyle halkının
kendisine mesafeli bir sevgi duymasından yana dertli. Kurduğu cumhuriyetin yetiştirdiği vatan şairlerinin kendisinden
sitayişle bahsederken dahi “Sempatik liderimiz, gönlü güzel
önderimiz, içtenlikli cana yakın kurucumuz” diyerek, dış görünüşü ile ilgili detayların es geçmesinden duyduğu rahatsızlık sebebiyle dün 10. yıl kutlamalarında halka seslenen Awugana şöyle konuştu:
K
Borsay› ATA’n›n
ölümü sarst›
Piyasalarda geçtiğimiz hafta meydana gelen esrarengiz düşüşün nedeni ortaya çıktı. Adını vermek istemeyen bir dealer “Borsayı Ata’nın ölümü sarstı”
açıklamasında bulundu. Dealer “Birçok yatırımcı haberi ‘Atatürk öldü’şeklinde algıladı. Haber bu şekilde yayılınca yatırımcılarda bir ekonomik kriz beklentisi oluştu, bilinen ‘keriz silkme operasyonu’ da eklenince peş peşe satışlar geldi. Gerçeğin anlaşılmasıyla borsa eski haline geldi ama çok zor saatler yaşadık. Ne siz sorun ne ben söyleyeyim” dedi. Dealer
medyanın bu tür haberleri yayımlarken daha dikkatli
olmasını istedi.
Schüssel: Türk zurnalar›
kula¤›m›zda ç›nl›yor!
3 Ekim görüşmelerine kilit vuran Avusturya Hükümeti’nin Başbakanı Wolfgang Schüssel, Avusturya’nın korkudan otrak otrak ağladığını söyledi.
“Türklerin şanlı tarihi karşısında eğiliyor, zavallı, altı
üstü sekiz milyonluk bir ülke olmanın acısını çekiyoruz” diyen Schüssel açıklamalarına şöyle devam etti:
“Bazı şeyleri hala unutamadık. Viyana kapılarındaki
mehteran takımının sesiyle üç buçuk atışımız aklımızdan gitmiyor. Bazı yerlerimiz sızım sızım sızlıyor.”
Bütün bunlara rağmen 70 milyonluk güçlü Türkiye’ye dayanamadıklarının ve Avrupa ülkelerinin baskılarına göğüs geremediklerinin altını çizen Schüssel,
“Dediğim dedik, öttürdüğüm düdük demeden sakince hareket edecek ve boynumuzu bükeceğiz. Üzgünüz” diyerek müzakerelerin önünü açtı.
“Ey Kamerun ulusu, çirkin miyim?”
“Aziz Kamerunlular, uzun zamandır kaygılıyım. Sizinle aramızda o arzu ettiğim ‘Meşru diktatör ve ona
tapan halkı’ elektriğini alamıyorum. Kamerunlular,
oyunu, sahtekarlığı bırakalım. İktidarda bulunduğum
süre zarfında soyut ve minimalist sanat eserleri dışında bir tane dahi resmimin, heykelimin yapılmamış olması düşündürücüdür. Banknotların üzerindeki resmimin ısrarla 500 kişilik toplu milletvekili re-
Kamerun
Tapu Kadastro
Müdürlü¤ü’nde
bulunan Awugana
portresi
simlerinden, arkam dönük camdan dışarı bakarken çekilmiş
şipşaklardan, uzakta belli belirsiz göründüğüm silüetlerden
ve en nihayetinde ‘Avantgarde ve progresif olur’ diye yüzüme mozaik efekti atılmış illüstrasyonlardan seçilmesi, devlet
dairelerinde duvarlara manzara resimleri asılması gibi detaylar beni şüpheye düşürüyor. Ey Kamerun Ulusu, eğer çirkin
olduğumu düşünüyorsanız lütfen açıkça söyleyin. Artık yalan
söylemeyelim, açık açık konuşalım istiyorum.”
“Liderimizi politikalar› ile anal›m!”
Konuşmasının devamını getiremeyerek fenalık geçiren Awugana’ya yurdun dört bir yanından “Geçmiş
olsun”, “En büyük sen değil misin, aldırma Awugana
aldırma” gibi mesajlarla moral takviye yapılmaya çalışıldı. Awugana, mesajların ardından Cumhurbaşkanlığı’nı bırakabileceğini açıkladı. Olay hakkında konuşan Kamerunlular, “Ulu önderimizi seviyoruz. Ondan ve eserinden vazgeçmeyiz. Elbette biraz daha
yakışıklı olsaydı daha randımanlı tapardık ama biz liderimizi kaşı gözü ile değil, ülke politikaları ile anmak istiyoruz” diye konuştular.
Sigara yap›m›nda tütüne eklenen katk›
maddesinde dünya sonuncusuyuz
amsun- Tekel ve Sağlık Bakanlığı’nın
geçtiğimiz günlerde Türkiye’deki sigara üreticileri ve fabrikalarına yaptığı
teftiş ve tetkik neticesinde şok edici bir
S
gerçek ortaya çıktı: Sigara yapımında tütüne eklenen katkı maddesinde dünya sonuncusuyuz. Teftiş için görevlendirilen
komisyonun başındaki isim olan tütün
eksperi Murat Sağcıl “Sigara üreticileri
malzemeden çalıyor” dedi ve ekledi:
“Dünyada bugün sigara yapımında kullanılan ham tütünün işlenmesi sırasında altı
yüzün üzerinde katkı maddesi eklenirken,
Türkiye’de yaptığımız teftiş sonunda ortalama altı katkı maddesi eklendiğini müşahade ettik. Batıda bir sigaranın içinde
jet yakıtından asetona, radyuma kadar her
türlü katkı maddesini bulurken tütünüyle
meşhur ülkemizdeki durum gerçekten içler acısı. Yaptığımız teftişlerde sigara üretim bandında, görevi tütünün üzerine idrarını ve büyük abdestini yapmak, tütünün üzerine tükürüp üzerinde tepinmek
olan ve bu maksatla istihdam edilmiş işçiler tespit ettik. Stoklarda katkı maddesi
niyetine sadece tuzruhu ve kekikyağı bulunması sebebiyle adli soruşturma ve idari kovuşturma başlattık.” Fabrikalardan
birinin yöneticisinin yorum yapmaktan
kaçınması dikkatleri çekti.
Avusturya’dan son atak:
Emine Erdo¤an
Rand›manl› tam ortakl›k
benzeri seviyeli birliktelik
“Yuvana dön Tayyip”
ürkiye’nin AB üyesi olmasına son ana
kadar karşı olan Avusturya Hükümeti
son bir atak yaparak Abdullah Gül’e “Süper
Randımanlı Tam Ortaklık Benzeri Seviyeli
T
Birliktelik” teklifinde bulundu. Düzeyli bir
ilişki aradıklarını ve AB yolunda Türkiye’yi
desteklediklerini, ancak Türkiye’nin bu haliyle AB üyesi olmasındansa Türkiye için
AB ile seviyeli bir beraberliğin daha iyi olduğunu söyleyen Avusturya Dışişleri Bakanı Plassnik’in teklifini Abdullah Gül sertçe
reddetti. Reddin ardından çok kırıldığını
söyleyen Plassnik, “Türkiye kalbimizi kırdı.
Bu şartlar altında görüşmeler nasıl sürer bilemiyorum, biraz süreye ihtiyacımız var.
İlişkimiz ağır yara aldı. Artık Türkiye ile aynı masaya oturamayız. Bizi önemsemiyorlar, bizim dertlerimizi dinlemiyorlar, bizi
anlamıyorlar.” dedi.
yi bir eş, iyi bir anne, vefakar bir
dost, ancak her şeyden önce bir kadın olan Emine Erdoğan bugünlerde
dertli. Eşi Recep Tayyip Erdoğan’ın
sürekli dış gezilerde olmasından, evine
gelmemesinden mustarip
olan Emine Hanım gözlerinde yaşlarla Recep Tayyip Erdoğan’ı sıcak yuvalarına çağırdı. Kapsamlı bir
Ortadoğu gezisine çıkan,
Birleşik Arap Emirlikleri’nde çeşitli işadamları ile
görüşen Tayyip Erdoğan’ın 3 Ekim müzakereleri için Avrupa’da bulunması, Türkiye’deki kısıtlı vaktini de Başbakanlık’ta, Ba-
İ
kanlar Kurulu’nda ve fabrika, yol açılışlarında değerlendirmesi Emine Erdoğan’ı çileden çıkardı. Recep Tayyip
Erdoğan’ı çok özlediğini bildiren Emine Hanım, “Eve bile gelmiyor, evde olmadığı gibi ülkede bile bulunmuyor, kendisini neredeyse hiç göremiyorum,
içkisi kumarı yoktu ama
böyle sürekli gezmesi, bana ilgisizliği artık beni
üzüyor. Tayyibim artık yuvasına dönsün” şeklinde
konuştu. Bu sırada uçakta
Avrupa’ya hareket eden
Tayyip Erdoğan ise konu
hakkında bir yorumda
bulunmadı.
aktüel
Susam Soka¤›’nda Skandal:
Tahsin Usta ile Sabiha Teyze’nin
çocu¤una ‘Pelufl’ teflhisi!
yılı aşkın süren evlilikleri
boyunca çocukları olmayan Susam Sokağı sakini
Tahsin Usta ve Sabiha Teyze çiftinin
önceki gün dünyaya gelen bebekleri
gerginlik yarattı. Susam Sokağı’nda
gerçekleşen doğum sonucunda yapılan ilk muayenede çifte ait bebeğin
mavi peluş kaplama ve çaput dolgu
olduğunun tespit edilmesinin ardından sinir krizleri geçiren Tahsin Usta zor sakinleştirildi. “Bu bebeğin
benden olmasına imkan yok” diyerek bebeğin nesebini reddeden Tahsin Usta hızını alamayarak Zehra
Teyze’nin manavı yanında mahallenin maskotu Kırpık’a ait küfede soluğu aldı. “Dışarı çık” çağrılarına cevap alınamaması üzerine devrilen
küfede de bulunamayan Kırpık’ın
kayıplara karıştığı öğrenildi.
20
“Tahsin efline yetmiyordu”
“Kırpık’ın senelerdir belden aşağısını göremeyince cinsiyetini bilememiş, zararı olmaz sanmıştık. Karımızın, namahremin yanına ne idüğü
belirsiz mahlukatı koyan, küfede yaşayan serseriye mahallenin kapılarını açan bizde kabahat.” şeklinde isyan eden Tahsin Usta’ya Hakan
Abi’nin gitarıyla bir şarkı çalarak
destek olmaya çalışması üzerine
yükselen gerginlik, Tahsin Usta’nın
Hakan Abi’ye gitarının sapını sokmaya çalışması ile zirveye çıktı.
Kavganın Minik Kuş tarafından ayrılması üzerine konuşan Hakan Abi,
“Senelerdir efendi kimliğimle ses
etmedim, olan bitene kör gözümü
çevirdim. Ama artık o efendi Hakan
Abi yok. Artık gitarımı bıraktım ha-
kikatleri söylüyorum. Tahsin Usta
eşine yetmiyordu, bunu da bütün
mahalle biliyordu. Senelerce Sabiha
Teyze’nin aldığı soğuk duşların sesini tüm mahalleli duymuştur. Senelerdir Sabiha Teyze’ye ilişmemiş
olan müptezel iktidarsız Tahsin Usta’nın şimdi şov için sinir krizleri
geçirmesini kimse yemiyor. Tatminsiz bir kadın olan Sabiha Teyze ben
de dahil olmak üzere mahallede herkese meyletmiştir. Kırpık ile uzun
zamandır bir yakınlaşma içindeler.
Çocuğun peluş olması da tesadüf
değil” dedi.
“Küfeden çok irin akacak”
Olay hakkında son yorum ise sokakta bir süredir görülemeyen Zeynep
Abla’dan geldi: “Susam sokağı içinden dışından necaset akan bir bataktır. Ben gördüğüm riyaya, ikiyüzlülüğe ve sapkınlığa tahammül edemeyip kaçtım. Bu buzdağının görünen
yüzüdür. Kırpık’ın devrilen küfesinden daha çok irin akacak, skandal
çıkacak.”
Misafir odas› senelerdir
beklenen misafirine kavufltu
İ
stanbul- Senelerdir arzu ettiği
kalibre ve yetkinlikte misafir
gelmediği için kapalı tutulan
Günak Ailesi’ne ait misafir odası
dün ilk kez kapılarını misafirlere açtı. Uzun yıllar boyunca misafir odasının bakımını ve kalitesini düzenlemek ile sorumlu olan Günak Ailesi’nin annesi Müslüme Günak’ın sevinci bu mutlu gününde gözlerinden
okunuyordu.
“Misafir odam›za de¤er yetkinlikte misafirimiz olmad›!”
“Evlendiğimiz sene (1976) çeyizimizin en nadide parçaları ve möblelerimiz ile donatıp kurduğumuz, seneler
içinde kristal ve gümüş takımların olduğu vitrin ile güçlendirdiğimiz misafir oadmız üç oda bir salon evimizin baştacıydı. Maalesef bugüne kadar misafir odasına değer çap ve yetkinlikte misafirimizin olmaması sebebiyle odamızın kapılarını kapalı tutmak zorunda kalmıştık. Nihayet bu
bekleyiş sona erdi, misafir odamız
misafirine kavuştu.”
“Akraba, h›s›m gibi kifliler
için fazlas›yla seçkindi”
Daha önce misafir odası için düşünülen misafirler arasında bir çok isim
bulunduğunu ama hepsinin son tahlilde red edildiğini kaydeden Müslüme Günak, “İlk dönem çoğunlukla
memleketten İstanbul’a gelen akrabalarımız geldikleri gece misafir odasında kalmak istediler. Biz bu odayı
akraba, hısım gibi kişiler için fazla-
sıyla ‘seçkin’ bulduk. Aramızdaki samimi ve sıcak aile bağlarına zarar
vermesinden korktuk. Bu tip misafirlere salondaki çek-yatta ağırladık.
Yakın aile dostlarımız ahbaplarımız,
iş arkadaşlarımız gibi kişileri de odaya kabul etmedik. Misafir odamız ile
hava attığımız, görgüsüz olduğumuz
zannı ve dedikodusu yaratılmasından
çekindik. Seneler boyunca herkese
odanın tamiratta olduğu ve ilaçlandığı gibi gerekçeler uydurmak zorunda
kaldık.”
“Ülkemize döviz getiren
turistleri evimize ça¤›rd›k”
Müslüme Günak, uygun misafirleri
nasıl bulduğunu şöyle anlattı. “Sultanahmet’e gittiğimiz gün orada gördüğümüz turistin haline çok acıdık.
Ülkemize döviz getiren yabancı tu-
ristimizin böylesine insanlık dışı koşullarda yatmasına gönlümüz el vermedi. Geleneksel Türk misafirperverliği gereği ve ülkemizin de tanıtımına katkıda bulunmak adına kendilerine misafir odamızın kapılarını açtık.”
Misafirperverli¤imizden
etkilendiler!
Jurgen Schindler (19) ve Sara Hoss
(18) isimli turist gençlerin Türk misafirperverliğinden çok etkilendikleri turist genclerin Turk misafirperverliginden çok etkilendikleri, kendilerine gümüş ve kristal takımlarda
ikram elden yemekleri çok beğendikleri kaydedildi. “Türkleri yanlış
tanımışız” diyen çiftin önceki sabah
kristal ve gümüş takımlarla kayıplara
karışması ise ailede tatsızlık yarattı.
7-13 Ekim EKfi‹
3
Çakı-Yorum
fiADAN ÇAKI
[email protected]
Sami Ofer’e
aç›k mektup
u hafta sizler için Sami Ofer gerçeğini mercek
altına yatıracağım değerli okurlarım. Ama müsaadenizle önce geçen hafta maruz kaldığımız
çirkin saldırıya kısaca değinmek istiyorum. Zira Ekşi
camiası olarak yaşadığımız bu acı olay benim çok içime
oturdu, iki çift laf etmezsem duramam.
Evet, sözüm size Cem Bey:
Tek derdi sırtını sağlam bir sermaye grubuna dayamanın
dayanılmaz hafifliğiyle kutsal bildiği gazetecilik mesleğini icra etmek, maaşlarını düzenli olarak (ve mümkünse Kanada Doları cinsinden) almak ve en azından iki
ayda bir fuardı, seminerdi, tanıtımdı derken bir şekilde
yurt dışına çıkıp freeshop yağmalamak olan biz Ekşi
emekçileri böyle hasta ruhlu bir mizah anlayışına kurban edilmemeliydik. “Ekşi de Star dergisidir, gidin
TMSF’ye hemen sizi satsınlar Şadanım” diye eşşek şakası yapılır mı? Koskoca adamsın, ayıp be!
B
Hayat Devam Ediyor
Ekşi ailesi olarak geçen hafta maruz kaldığımız bu şakaya sazan gibi atlayıp tüm camiaya rezil olmamıza
rağmen, ülke gündemini sizler için izlemekten de geri
durmadık. “Hangi yüzle çıkıcaz okuyucunun karşısına?”
diyerek geri durmaya çalışan birkaç kişi oldu ama Genel Yayın Yönetmenimiz Sayın Aziz Kedi, onları Ekşi
Plaza Botanik Parkı’nda beslediğimiz kadrolu timsahlara atmak suretiyle dergiyle ve dünyanın geri kalanıyla
ilişiklerini kesti. Gazetecilikte dün yoktur değerli okurlarım. O yüzden dergimizin bir arşivi de yok zaten (Hayır kesinlikle paramız yetmediğinden değil).
Bu aralar hangi gazeteyi hangi TV kanalını açsak gördüğümüz bir isim var. Sami Ofer’den bahsediyorum.
Adı Tüpraş ve Galataport ihalelerinde gösterdiği yiğitlikle gündeme gelen bu İsrailli güzel insanla ilgili son
birkaç haftada genel olarak olumsuz hava taşıyan pek
çok şey yazıldı. Kendisine ve gözlüklerine karşı çok çirkin saldırılar oldu. Ekşi dergisi olarak basınımızın bu vatan evladına (İsrail de bir vatan sonuçta) karşı sergilediği önyargılı tavır bizi yaraladı. Binlerce yıldır hoşgörünün, çok sesliliğin membaı olmuş, kültür vasıtasıyla
ulaşıp çeşitliliği kutlamayı icad etmiş bu milletin medyası böyle olmamalıydı. En azından cebinde bu kadar
parası olan birine karşı böyle olmamalıydı. Sami Bey gibi müstesna bir kişiliğin sırf arkasında medya desteği
yok diye haksızlığa uğramasına daha fazla seyirci kalamadığım için dergimizin en dinamik beyinlerini (ben)
bir araya topladım. Sami Bey için harika bir proje geliştirdik. Şimdi buradan kendisine sesleniyorum:
Sayın Sami Ofer,
Bundan böyle bir ihaleye girerken “Aman basın ne der”
diye endişelenmenize gerek kalmadı. O karanlık o acı
günler bitti. Çünkü artık bütün bu saldırılara tek başına
karşı koyacak, gerektiğinde rakiplerinize sürmanşet
küfretmekten çekinmeyecek, hakkınızı savunacak bir
derginiz var: Türk basınının medar-ı iftiharıı, genç, cesur
ve zinde soluğu EKŞİ... Evet Sami Bey, siz de uygun
görürseniz ve fiyatta anlaşırsak (ki anlaşırız siz yabancı
değilsiniz) biz Ekşi emekçileri dergimizin yeni sahibi
olarak başımızda sizi ve gözlüklerinizi görmek isteriz.
Anlaşma sağlandığında dergimizin adını da “Sami’nin
Ekşi’si” olarak değiştirmeyi düşünüyoruz, hatta keseyi
biraz daha açarsanız Ekşi’yi boşverip sadece “Sami” de
yapabiliriz. Alabildiğine esneğiz. Birlikte çalışma şansı
bulursak bunu siz de göreceksiniz. Birlikte yaratacağımız sinerjiyle ortalığı silip süpüreceğimizden en ufak
bir kuşkum yok. Ve son olarak bu haftaki yazıma müstakbel patronumuz Sayın Sami Ofer için yazdığım bir
şiirle son vermek istiyorum:
Seviyorum (valla) ama kimi
En şahane ve gerçekten çok saygıdeğer birisini
Nasıl anlatsam size bilemiyorum Sami Bey
İlk harflere bakar mısınız acaba, lütfen rica etsem?
2
EKfi‹ 7-13 Ekim
yaflam
Porno filmdeki erkekten
tahrik olunca gay oldu
zmir- 23 yaşındaki C.M. internetten yeni indirdiği porno
filmi izlerken bir sahnede gördüğü kalçadan etkilenip tahrik
oldu. “İlk birkaç saniye ne olduğunu anlamadım. Çok hoşuma
gitti, meğerse erkekmiş” diyen
C., “Kaymak gibiydi, kadından
farkı yoktu. Gerisini görünce dayanamadım gay oldum” dedi.
Hayatındaki bu büyük değişimden çok memnun olduğunu belirten C. “Artık paso gay pornosu izliyorum.” diye konuştu.
Uzmanlar C.M.’nin durumunu
“yarmış” olarak yorumluyorlar.
İ
Zanl›lardan dördü,
elebafllar› Ersan
Karakoç da dahil
olmak üzere teflhir
edildi. Dündar
Yanman, Hüsamettin Ereno¤lu, Mustafa Gündan ve Ersan Karakoç çeliflkili ifadelerde bulundular. Mustafa
Gündan “Piflman›m” derken Ersan Karakoç suçlamalar› sert bir
dille reddetti.
Hüsamettin
Ereno¤lu ise hem
kel hem fodul
olufluyla dikkat
çekti
Otomobil teknolojisinde
yeni ça¤
ezegenimizin en önemli problemlerinden birisi olan motorlu taşıt kaynaklı hava kirliliği, artık tarih
oluyor. Haber, Suadiyeli bir
medyumdan geldi. Dergimize konuşan Medyum Nihal
Arıseven, “Sadece kirliliğe değil,
tüm petrol ve enerji savaşlarına
da son vereceğiz” dedi.
“Hassas 1” adlı ilk biyoenerjik
otomobil, 0 km/s’den 100
km/s’ye, adamına göre 10 ila 120
saniye arası bir sürede çıkabiliyor. 95 kilometreye çıkabilen H1,
(sürücüsü) şarj olmadan 350 kilometre gidebiliyor. “Hiç bir
elektrikli veya hibrid otomobil
böyle cillopsu bir dereceye ulaşamadı” diyen Arıseven, destek
konusunda da iddialı. 2006 yılından itibaren üç ilde 22 şarj istasyonu ile hizmete başlanacağını,
sürücülerin yoğunlaştırılmış yoga, reiki ve tütsü kombinasyonu
Sahte Ersin Karabulut
çetesi çökertildi
G
ile yarım saat içinde tamamen
şarj olabileceğini belirten Arıseven, bir ara transparan oldu.
Uzmanlar temkinli
Uzmanlar ise, “Çevre açısından
olumlu bir gelişme, fakat toplumun ruh sağlığının tehlikeye atılmaması çok önemli. Biz,
‘Znnnn... Innnn... Ooom...’ diye
inleyerek araba süren adamı döveriz” açıklamasında bulundular.
Bir uluslararası ilişkiler uzmanı
ise icadın petrol savaşlarına son
verebileceğini, ama bu kez
biyoenerjide iddialı ve ermişiyle
meşhur ülkelerin süper güç veya
savaş alanı haline gelmesinden
endişe etmek gerektiğini söyledi.
’den dev organizasyon:
Hüsamettin Ereno¤lu
Dündar Yanman
nceki gün Taksim ve çevre semtlerde yapılan etraflı bir polis operasyonu sonucunda kendisine ünlü karikatürist ve çizgi roman sanatçısı Ersin Karabulut şekli vermiş yirmiye yakın şüpheli gözaltına alındı. Vatandaşın ihbar
ve şikayetleri üzerine harekete geçen Dolandırıcılık ve Sahtecilik Masası’na bağlı emniyet güçleri
sahte Ersin Karabulut’ları yakalamak üzere çeşitli
bar, kafe ve köşebaşlarına yıldırım baskın yaptılar.
Ö
Sahte Ersin Karabulut analar›
sinir krizi geçirdi
Çoğunluğu kıvırcık saçlı, kirli sakallı ve enine çizgili tişört ve şöhler kağıdı/taramaucu kombinasyonu ile gezen muhtelif boy ve kilolardaki gençlerin
bir kısmının emniyete verdikleri ifadelerde suçlarını itiraf ederken, bir kısmının suçlamaları reddedip
gerçek Ersin Karabulut oldukları yönünde ısrar etmeleri şaşkınlık yarattı. Olayın duyulmasının ardından emniyete gelen sahte Ersin Karabulut anaları sinir krizleri geçirirken Ekşi’ye konuşan sahte
Ersin Karabulut’lar ve yakınları çarpıcı açıklamalarda bulundular.
Mustafa Gündan
Ersan Karakoç
kilde yaşadım. Bugün yaşadıklarım bana bir ders
oldu. Bir cahillik ettim, şimdi çok pişmanım. Çok
büyütmek istemiyorum. Gerçek Ersin Karabulut’lardan özür dilemek istiyorum.
Ersan Karakoç (28, Muhasebeci)
“Bildim bileli Ersin Karabulut’um. Sahte iddialarına gülüp geçiyorum. Dergide bu hafta sabahlayıp
bu konuyu çizmeyi düşünüyorum. Elbette sahte
Ersin’lerden ben de rahatsızım. Ama Ersin Karabulut olmasam bilemeyeceğim birçok detay var.
Bir kere küçükken annem tokatlayınca balonum
uçmuştu. Bunu Ersin Karabulut olmasam nereden
bilebilirim?”
Gülsen Karakoç (46, Ev han›m›)
“Oğlum aynı bir Ersin Karakoç. Tıpatıp. Gerçeğinden ayırt etmek mümkün değil. Çok içlidir, çok
duyguludur. Çok konuşmaz ama bir konuştu mu
çocukluğundan, aşklarından bir bahseder ayırt
edemezsin. Sayfa kenarlarına uçan misketler çizer.
Gerçi şimdi pek hatırlamıyorum ama o bana çok
içerlemiş. O gün elim kırılaydı da misketlerini Paşabahçe’ye satmayaydım.”
Mustafa Gündan (37, Tüccar)
İşlerimin yoğun olduğu bir dönem berbere gidemedim. Saç sakal uzayınca arkadaşlarım şakayla
karışık ‘Aynı Ersin Karabulut’a benzedin. Duygulu, hassas birisi gibi oldun. Bir de enine çizgili
tişörtün olsa tam Ersin’sin’dediler. Şeytan dürttü.
80’lerden kalma enine çizgili Eskişehirspor formam vardı. Onu giydim, bir süre Taksim’de dolaştım. Zamanla kızlar yanaşıp ’Siz Ersin Karabulut
musunuz?’demeye başlayınca çok hoşuma gitti.
Sahte cennetler yaşamak istedim. İşi gücü bıraktım, malı arsayı sattım, bir süre Cihangir’de bu şe-
Fredi Krug›r
(43, Serbest meslek)
“Emniyete kırgınım. Sadece
enine çizgili tişört giydim diye bu muameleyi hak etmiyorum. Dahası Ersin’den önce ben vardım. Belki son yıllarda gündemden uzak kaldım, ama bu saygısızlık kanıma dokundu. Bomba gibi
döneceğim.”
ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r
Mahsun K›rm›z›gül tipi
italik durufl yar›flmas›
erginiz Ekşi,
ayna önünde
şarkı söyleyen ancak sahnede nasıl
durması gerektiğini bilmeyen gençler için bir yarışma
düzenliyor: Siz de
italik durabilirsiniz! 13 Ekim
2005’e kadar italik durulmuş bir adet
boy ve portre fotoğrafını [email protected] adresine gönderenler
arasında yapılacak yarışmada birinci
gelecek talihli, Mahsun Kırmızıgül ile
Maldiv Adaları’nda bir hafta italik
durma şansını kazanacak.
Üstelik ünlülerin İtalik duruş hocası
Jason Harmsted’in çekeceği videoda
oynayacak. Şimdi sıra sizde!
D
Her seferinde “Fak›r” olmaya
yemin eden genç yine flafl›rtmad›
‹talik durufl nedir:
Yeni albüm çıkarmış fantazi müzik icraacıları tarafından posterlerde, afişlerde, kaset kapaklarında sergilenen duruştur. Kafanın
italik duruşuyla satıştan
beklenen gelir arasında
çok doğru bir ilişki vardır.
Bu duruşun duayenleri
arasında, Mahsun Kırmızıgül’ü, İbrahim Tatlıses’i,
Özcan Deniz’i ve yeni yeteneklerden Bayhan’ı sayabiliriz. Emrah Dinçer
hem italik hem bold olarak
durur ki ayrı bir başlık konusudur, belki de değildir.
putperest
stanbul- 29 yaşındaki Sadri Yılmaz önceki hafta
biten ilişkisinin ardından meyhane masasında
“Fakır” olacağına dair şahitler önünde yemin etti.
Uzun soluklu bir alkol maratonunun ardından “Seversen silkinirsin, silkersen sevilirsin” konsensüsüne varılan gecede arkadaşları Sadri’nin bu kararını
“Sadri sana karı mı yok? Artık bekarsın her akşam
mala!” şeklinde coşkun tezahüratlarla onayladılar.
İki şişe Pano şarabından sonra iyice kararlı bir çizgi
çizen Sadri kendinden emin konuştu: “Bugüne kadarki ilişkilerimde hep karşı taraf
benden önce geldi. Her zaman karşı tarafın
mutluluğuna kendiminkinden fazla önem
verdim. Herkesi kendim gibi iyi bildim.
Ama sonuçta elime ne geçti? Koca bir hiç
geçti. Ama artık ben takmayacağım. Beni
başkaları taksın. Artık FAKIR olacağım.
Çakıp bırakacağım. Deveye diken insana ...
lazım. Kızlar bunu istiyor..”
İ
“Art›k hepsi benim”
Konuşması sık sık alkışlarla bölünen Yılmaz, o akşam Meyhane’den sonra gittikleri Gizli Bahçe’nin
kapısından çevrilince İstiklal Caddesi’nde bir süre
gelene geçene bakıp “Bu kızların hepsi artık benim”
dedi. Gecenin sonunda gittikleri Kemancı’da kızlara
bakmakla yetinen Yılmaz sık sık dostlarına dönüp,
“Acele yok. Bundan sonra her akşam mala vurmak
var kesin” diyerek kırdı geçirdi. Fakır olma
kararının ertesi günü tanıştığı bir kızdan çok
hoşlanan Yılmaz, akşam telefonda “Hayatımda başka birisi var.” cevabını duyduğu
halde “Olsun ben sıramı beklerim.” dedi ve
ekledi “Fakır olmaktan bir an bile hazzetmedim. O bir anlık hevesti. Tadımı aldım.
Şimdi aradığımı buldum. O dünyanın en iyi
insanı. Daha aramaya gerek yok ki? Sabırla sıramı bekleyeceğim.”