hukuki makaleler

Transkript

hukuki makaleler
Başkandan...
Değerli meslektaşım,
B
aromuzun 33. Olağan Genel Kurulundan bu yana
altı ayı geride bıraktık. Yönetim dönemimizin ilk
çeyreğini tamamlarken gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, Genel Kurul öncesinde açıkladığımız
tasarıların neredeyse tamamını icra ettik.
Farklı hizmet alanlarında yirmiye yakın kurumla işbirliği
sağladık. Baromuz üyelerinin il içindeki sağlık ve eğitim
kuruluşlarından uygun koşullarda faydalanması için anlaşmalar imzaladık. İnternet sitemizi güncelleştirip Baromuzun mobil uygulaması Kocaeli Barosu Avukat Asistanı’nı
geliştirdik. İstanbul Anadolu Adliyesi’ne kadar uzanan
adliyeler arası servis hizmetini başlattık. Başkan ve üyelerle dayanışma içinde Baromuzun komisyon çalışmalarına
hız kazandırdık. Staj eğitimini, aday meslektaşlarımızın
özellikle mesleğin uygulama esaslarıyla daha sıkı ilişki
kurabileceği biçimde yeniden şekillendirdik. Tüketici Hukuku, Anayasa Mahkemesi’ne Bireysel Başvuru, Şirketler
Hukuku, İflas ve İflasın Ertelenmesi konuları başta olmak
üzere pek çok başlıkta meslek içi eğitim semineri ve paneller gerçekleştirdik. Aktüerya Hukuku ve Bilirkişilik Eğitimi
kursunu düzenledik. Film ve tiyatro gösterimlerinde, tatil
gezilerinde buluştuk.
Sıraladığım tüm etkinliklerde birkaç söz söyleme fırsatımız
oldu. Bazen özel günlerde, anma törenlerinde adalet için
varolduğumuzu bazen de siyasi ve sosyal olaylar karşısında, hukukun üstünlüğünden yana kararlığımızı duyurmak
için kamuoyuna seslendik.
Sözlerimizden bazıları gazete manşetlerine taşındı. Sorunlar için getirdiğimiz çözüm önerileri röportajlara, köşe ya-
zılarına konu oldu. O yazılar, manşetler, Baromuzun adının
geçtiği diğer bütün haberler gibi şimdiden medya arşivlerindeki yerini almıştır. Ancak gelecekte Kocaeli Barosu’nun
bugünü merak edildiğinde, ele alınacak ilk belge hiç şüphesiz dergimiz olacaktır.
Baro dergisi, Genel Kurul sürecinde paylaştığımız tasarıların en önemlilerindendir. Kurumsal kimliğimiz bu derginin sayfalarında kendini gösterecek, her yeni sayıda biraz
daha kökleşecek, vizyon kazanıp gelişecektir. Meslektaşlarımızın bu sayfalarda bırakacakları izler hiç silinmeyecek, Baromuz yarınlara onlarla ulaşacaktır. Bu nedenledir
ki uzun yıllar bir yerel gazetede köşe yazarlığı yaptığım;
Yönetim Kurulu üyesi olduğum dönemden başlayarak,
Baromuz için birçok basın açıklaması hazırladığım; kimi
kez sayfalarca uzayan konuşma metinleri yazdığım halde
kalemimin değdiği hiçbir yazı, beni buradaki satırlar kadar
heyecanlandırmamıştır. Emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunarım.
Av. Sertif GÖKÇE - Kocaeli Barosu Başkanı
KÜNYE
Yayın Sahibi
Kocaeli Barosu Adına Baro Başkanı
Av. Sertif Gökçe
Genel Yayın Yönetmeni
Av. Dr. Etem Kara
Yazı İşleri Müdürü
Av. Nuri Almaz
Editörler
Av. Elçin Kara
Av. Anıl Acurman
Av.B. Mert Özarabacı
Av.Yiğit Timur
Stj. Av. Osman Can Ayaz
Yönetim Yeri
Ankara Karayolu No:111
Kocaeli Plaza K:5
İzmit KOCAELİ
0 (262) 321 41 12/ 324 56 56 /321 13 90
www..kocaelibarosu.org.tr
[email protected]
Tasarım ve Uygulama
EDMİGA MEDYA
0 ( 850 ) 840 75 41
[email protected]
Yayın Kurulu
Av. Nazım Gençtürk
Av. Didem Zengin
Av. Filiz Aykan
Av. Fatma Kaplan Hürriyet
Av. Canan Güngör Çakıcı
Av.Sırma Bengüer
Av. Veli Beyaztaş
|1
BU SAYIDA...
Bu Sayıda...
HABERLER - ETKİNLİKLER
YENİ UKRAYNA’DA YENİ BİR ŞEY VAR:
ÖLMÜYORSUNUZ
(RÖPORTAJ) VALERY PRONKIN
“TÜRKİYE GEÇİŞ AŞAMASINDA DEĞİL,
GEÇEMEYİŞ AŞAMASINDADIR”
(RÖPORTAJ) AV. DR. MURAT ÖZVERİ
4
45
İÇ GÜVENLİK YASA TASARISI ÜZERİNE
DÜŞÜNCELER Av. Hüseyin ACURMAN
56
Dr. Esat Caner YILMAZOĞLU
Ceren ACURMAN
2|
68
22
42
ALEXY’NİN ÇATIŞMA TEORİSİ BAĞLAMINDAN
YENİ BİR ANAYASANIN MEŞRUİYET TEMELİNE
İNSAN HAKLARININ KONULMASI
DAHİLİK VE DELİLİK
SINIRLARINDA SANATÇI
TÜRK TAZMİNAT HUKUKUNUN
YETERSİZLİĞİ:
BİR ALTERNATİF OLARAK MEDENİ
CEZA
Av.Dr. İbrahim GÜL
SİNEMA KATİBİ
Av. Selda SALMAN
74
KOCAELİ, SANAYİ VE TOPLUM SAĞLIĞI
Prof.Dr. Nilay ETİLER
GEZMEK
Av. Ali Can POLAT
76
30
61
AMERİKA’ DA
AVUKAT BİR TÜRK OLMAK
Av. Derya TOKDEMİR
52
ERKEK TOPLUM , KADIN CİNAYETLERİ
VE DEVLETİN SORUMLULUĞU
Av. Selda İLGÖZ
SPK VE HUKUK SİSTEMİNDEKİ YERİ
Av. Mehmet EROL
YÜKSEK YARGI
KURULLARI (HSYK) VE
YARGI BAĞIMSIZLIĞI
Av. Ali AYDIN
39
27
YARGI VE HUKUKTAKİ AHVALİMİZ
VE ÜÇ TARİHSEL AN
Dr. Orhan Gazi ERTEKİN
TÜRKIYE’ NIN GİZLİ ANAYASASI:
KAMU İHALE KANUNU
Av. Dr. Etem KARA
12
TÜRKİYE’ DE KADININ SİYASETTE
TEMSİLİ VE KATILIMI
Av. Aysun KILINÇ
35
59
15
İHİRAP
66
ŞİİRLER
70
AV. Mehmet Nazım GENÇTÜRK
|3
HABERLER - ETKİNLİKLER
BAROMUZ YENİ HİZMET BİNASINI HAK EDİYOR
Baromuza yeni hizmet binası kazandırmak için çalışmalar sürdürülüyor. Kocaeli Barosu Başkanı Sayın Av. Sertif
GÖKÇE ve Kocaeli Barosu Başkanlık Divanı Üyeleri Başkan Yardımcısı Sayın Av. Nuri ALMAZ, Genel Sekreter Sayın Av. Ali Yıldırım SEZER, Sayman Sayın Av. Kadir Caner
KARAKADILAR, 04.12.2014 tarihinde Türkiye Barolar
Birliği Başkanı Sayın Av. Prof. Dr. Metin FEYZİOĞLU’nu
ziyaret ettiler. Ziyaret sırasında Türkiye Barolar Birliği
Başkanlık Divanı Üyeleri ve Başkan Yardımcıları Sayın
Av. Berra BESLER ve Sayın Av. Başar YALTI da hazır bulundular. Kocaeli Barosu Başkanı Sayın Av. Sertif GÖKÇE
Kocaeli Barosu’nun müstakil hizmet binası ihtiyacı konusundaki önerilerini dosya halinde TBB Başkanlığına
sundu. Türkiye Barolar Birliği Başkanı Sayın Av. Prof. Dr.
Metin FEYZİOĞLU, ziyaret nedeniyle duyduğu memnuniyeti beyan ederek, Kocaeli Barosu’nun müstakil hizmet binası talebi konusunda destek olacağını ifade etti.
ADLİYE BİNASI İÇİN ÇÖZÜM ARAYIŞLARI
Kocaeli Barosu Başkanı Sayın Av. Sertif GÖKÇE ve Kocaeli Barosu Başkanlık Divanı Üyeleri Başkan Yardımcısı Sayın Av. Nuri ALMAZ, Genel Sekreter Sayın Av. Ali Yıldırım
SEZER, Sayman Sayın Av. Kadir Caner KARAKADILAR,
Kocaeli Cumhuriyet Başsavcısı Sayın Mustafa KÜÇÜK ile
birlikte, 04.12.2014 tarihinde Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Sayın Fikri IŞIK’ı ve Cumhurbaşkanlığı Genel
Sekreteri Sayın Fahri KASIRGA’yı makamında ziyaret ettiler. Kocaeli Barosu Başkanı Sayın Av. Sertif GÖKÇE ve
Kocaeli Cumhuriyet Başsavcısı Sayın Mustafa KÜÇÜK,
Kocaeli Adliyesi’nin yetersiz kaldığı ve yeni adliye ya da
ek hizmet binası ihtiyacı konusundaki görüş ve önerile-
4|
rini ilettiler. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Sayın Fikri
IŞIK da ziyaret nedeniyle duyduğu memnuniyeti beyan
ederek, yeni adliye binası ihtiyacı konusunda destek ve
takipçisi olacağını, Kocaeli Adliyesi’nin karşısındaki yıkılan eski SEDAŞ binasının arsasının ek hizmet binası yapımı için tahsisinin Kocaeli’nin adliye binası ihtiyacının
en çabuk şekilde çözümlenmesini sağlayabileceğini
söyledi. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Sayın Fahri
KASIRGA da ziyaret nedeniyle duyduğu memnuniyeti beyan ederek, Kocaeli’nin meslek ve özel yaşamında
kendisi için özel bir yeri olduğunu, yeni adliye binası ihtiyacı konusunda da destek olacağını söyledi.
TİCARET HUKUKU’ NUN GÜNCEL SORUNU:
İFLASIN ERTELENMESİ
2003 Yılı itibariyle mevzuatımıza dahil edilen yeni bir
uygulama olan “İflasın Ertelenmesi” kurumu, ekonomideki yaşanan sıkıntılar sonrasında daha sık uygulanmaya başladı. Ekonomi ve hukuk gündeminin üst sıralarına hızla tırmanmaya başlayan “İflasın Ertelenmesi”
kurumunun uygulayıcısı olan meslektaşlarımızın bilgi
ve donanımının artırılması için Baromuzca “İflas ve İflasın Ertelenmesi” konulu panel düzenlendi. Yalova Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. Seyithan DELİDUMAN’ın konuşmacı olarak katıldığı konulu
panel 26.12.2014 Cuma günü, 13.00-16.00 saatleri arasında Kocaeli Ticaret Odası Meclis Salonu’nda yapıldı.
GENÇ AVUKATLAR’ DA
YENİ DÖNEM
YENİ PARTNER: DOĞU MARMARA
KALKINMA AJANSI
Genç Avukatlar Meclisi Olağan Genel Kurulu, 31.01.2015
tarihinde Kocaeli Barosu Av. Umut Gümüş Eğitim Salonu’nda yapıldı.
Genç Avukatlar Meclisi Başkanlığı’na aday olan Av. Selman YARAY ve Av. Fırat SİNİK’in konuşmalarından sonra, Genç Avukatlar Meclisi Meclis Başkanlığı, Denetleme
Kurulu ve Yürütme Kurulu’nun seçimi gerçekleştirildi.
205 meslektaşımızın oy kullandığı seçimde Av. Selman
YARAY Genç Avukatlar Meclisi Başkanlığı’na seçildi.
Genç Avukatlar Meclisi Denetleme Kurulu Üyeliğine,
Sayın Av. Merve AYDOĞAN, Sayın Av. Nasır AYDIN, Sayın
Av. Erhan GÖKBAYRAK seçildiler.
Yürütme Kurulu Üyeliğine ise; Sayın Av. Huriye Banu
CANAYAKIN, Sayın Av. Serkan Çağlar IŞIK, Sayın Av.
Oğuz SAKA, Sayın Av. Fatih ÜSTÜNAY, Sayın Av. Emre
ARIK, Sayın Av. Mehmet Hayrullah DOĞAN, Sayın Av. Sibel AKTÜRK, Sayın Av. Mehmet ÇAKIR, Sayın Av. Duygu
SEÇGÜN YÜRÜK, Sayın Av. Ayfer DEMET seçildiler.
Mevzuatın hızla değiştirilmesinin biz avukatların yasama çalışmalarını takip etmesini zorlaştırdığı bir gerçek.
Üstelik yasa değişiklikleri torba kanun teklifi yöntemi ile
yapılınca bu zorluk birkaç kat daha artıyor. Bir taraftan
mesleğini icra etmek ve işini takip etmek zorunda olan
avukatların bilgilerini güncellemesi ve yeni bilgilerle
donanması için eğitim çalışmalarının öneminin farkında olan Kocaeli Barosu kentimizin önemli değeri olan
Doğu Marmara Kalkınma Ajansı ile kurumların ortak
amaçlarına uygun işbirliğinin geliştirilmesi ve yürütülecek ortak uygulamalar çerçevesinde Kocaeli Barosu
Başkanı Sayın Av. Sertif GÖKÇE ve Doğu Marmara Kalkınma Ajansı Genel Sekreteri Sayın Dr. Fatih AKBULUT
tarafından 25.11.2014 tarihinde işbirliği protokolü imzalandı. Protokol, meslektaşlarımızın daha eğitim çalışmalarına daha kolay ulaşmasını sağlayacak.
|5
HABERLER - ETKİNLİKLER
KÖRFEZ GEÇİŞİ TAMAMLANDI!
Günümüzde zaman en kıymetli şey! Hele söz konusu olan avukatlık ise zaman daha bir önem kazanıyor. Ne var ki zamanı yakalamak
bazen çok zor ve maliyetli olabiliyor. Özellikle genç meslektaşlarımızın şehir dışındaki duruşma ve işlere yetişmek için toplu taşıma
araçlarını kullanmak zorunda kalması, civar adliyelere ulaşabilmek
için birkaç araç değiştirmek zorunda kalması zaman kaybına neden olduğu gibi aynı zamanda büyük bir zorluk. Meslektaşlarımızın çevre adliyelere seyahati aynı zamanda ek bir maliyet de getiriyor. Çeşitli nedenlerle özel araç kullanamayan meslektaşlarımız
da düşünüldüğünde adliyeler arası servis hizmetinin meslektaşlarımız için büyük bir ihtiyaç olduğu düşünülerek Baromuzca ücretsiz servis imkanı sağlanarak meslektaşlarımızın daha hızlı, daha
güvenli, daha konforlu ve daha ekonomik bir şekilde çevre adliyelere ulaşımını sağlamış olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Artık
Kocaeli-Körfez-Gebze-İstanbul Anadolu adliyeleri birbirine daha
yakın…
GİDİŞ
DÖNÜŞ
08.00 Kocaeli Adliyesi Hareket
11.45 İstanbul Anadolu Adliyesi Hareket
08.05 Halkevi Durağı
12.15 Gebze Adliyesi Hareket
08.15 Körfez Tütünçiftlik Durağı
12.40 Körfez Tütünçiftlik Varış
09.00 Gebze Adliyesi Hareket
12.50 Halkevi Durağı Varış
09.30 İstanbul Anadolu Adliyesi Varış
13.00 Kocaeli Adliyesi Varış
Servisimiz Salı ve Perşembe günleri belirtilen yer ve saatlerde hareket edecek olup, meslektaşlarımıza
ÜCRETSİZDİR.
STAJYER AVUKATLAR ARTIK DAHA PRATİK!
Hukuk eğitimini teorik olarak lisans eğitimi sırasın da alan stajyer avukatların avukatlık mesleğine ilişkin
pratik eğitim almaları için Baromuz staj eğitimi verebilen ender barolardan biri. Ancak stajın daha verimli
hale getirilmesi ve stajyer avukatların iş sahipleriyle görüşüp mesleki pratiklerinin daha verimli olmasının
sağlanması için 5 Ocak 2015 tarihinden itibaren Gebze ve İzmit Adli Yardım Bürolarında stajyer avukatlar görevlendirilmeye başlanmıştır. Adli yardım bürolarında görev alan stajyer avukatlar mesleklerine daha aşina
bir şekilde başlayacaklar.
6|
YENİ VE ETKİLİ BİR YOL:
BİREYSEL BAŞVURU
Kısa bir süre önce Anayasa Mahkemesi’ne bireysel
başvuru yolu açıldıktan sonra Mahkeme’ye bireysel
başvurular çığ gibi arttı. Ancak yeni bir yöntem olan
bireysel başvurunun hem daha doğru ve daha etkin
olarak sağlanması, hem de mahkemenin başvuruyu
daha kısa sürede sonuçlandırabilmesinin sağlanması
için Anayasa Mahkemesi Başraportörü Sayın Dr.
Hüseyin EKİNCİ ile Anayasa Mahkemesi Raportörü
Sayın Dr. Esat Caner YILMAZOĞLU’nun konuşmacı
olarak katıldığı “Anayasa Mahkemesine Bireysel
Başvuru” konulu panel 16.01.2015 Cuma günü, 14.0017.00 saatleri arasında Kocaeli Ticaret Odası Meclis
Salonu’nda yapıldı. Katılımın yoğun olduğu panelde
meslektaşlarımız konuyu bizzat uygulayıcılarından
dinleyerek sorularına bizzat uygulayıcılarından
cevap alma imkanı buldu.
GENÇ AVUKATLARA
POZİTİF AYRIMCILIK!
Hukuk Fakültesi sayısının ve öğrenci kontenjanlarının
plansız olarak artırılması, avukatlık sınavının da
uygulanmadan kaldırılması karşısında çok sayıda
genç meslektaşımız kendisini amansız bir rekabetin
içinde buluyor. Kocaeli Barosu’na her yıl mevcut
avukat sayısının yaklaşık %15’i oranında yeni avukat
katılıyor. Bu şartlar altında genç meslektaşlarımız
meslek hayatlarının ilk yıllarında ciddi sıkıntılarla
geçirmek zorunda kalıyor. Kocaeli Barosu 33. Olağan
Genel Kurulu 25 Ekim 2014 tarihli toplantısında genç
meslektaşlarımız için sunulan 35 yaşını aşmamış 3
yıldan az kıdemli avukatlar için 1/3 oranında aidat
indirimi teklifini oybirliği ile kabul etti. Kocaeli
Barosu Genel Kurulu genç meslektaşlarımıza yönelik
pozitif ayrımcılık kararı ile takdir edilecek bir karara
imza attı.
SOĞUK HAVADA SICAK BİR GÜN
Yoğun ve stresli bir meslek
olduğumuz kesin. Yapılan son
araştırmalar ise ülkemizdeki
en mutsuz meslek grubunun
avukatlar olduğunu ortaya
koyuyor. 08 Şubat 2015
tarihinde yapılan Abant Turu’na
çok sayıda avukat ve stajyer
avukat katıldı. Katılımcılar
yoğun iş stresinden kısa bir
süre için de olsa uzaklaşarak
güzel ve eğlenceli bir gün
geçirdiler.
|7
Haberler - -etkinlikler
HABERLER
ETKİNLİKLER
SERTİFİKALI AKTÜERYA SEMİNERİ TAMAMLANDI
Aktüerya bilgisinin ne kadar önemli olduğunu anlatmak için ülkemizde görülen tazminat davalarının
%30’undan fazlası bedensel zararlara ilişkin olduğunu belirtmek sanıyoruz yeterli olur. Kocaeli’nin her
türlü taşımacılığın ve sanayinin kalbi olduğu düşünüldüğünde aktüerya bilgisi daha da önemli hale
geliyor. Baromuz tarafından 31 Ocak-01 Şubat, 07-08
Şubat, 14-15 Şubat, 21-22 Şubat 2015 tarihlerinde
toplam 8 gün olarak Doğu Marmara Kalkınma Ajansı
Konferans Salonu’nda gerçekleştirilen ve Av. Sema
Güleç UÇAKHAN’ın eğitici olarak katıldığı “AKTÜERYA HUKUKU VE BİLİRKİŞİLİK EĞİTİMİ” Programına 41
meslektaşımız katıldı. Program sonunda yazılı sınav
da içeren programı başarı ile tamamlayan meslektaşlarımız sertifikalarını almanın mutluluğunu yaşadı.
EĞİTİM SONUNDA SERTİFİKA ALAN AVUKATLAR
AV. BİLGE ÇOBANOĞLU
AV. CAFER GÖKHAN BAYRAKTAR
AV. CANAN AKINCI
AV. ÇİĞDEM BALOĞLU GÜRPINAR
AV. DELAL BOZYER ŞİMŞEK
AV. DOLUNAY KARATAŞ
AV. EFTAL KARA
AV. ELVAN OLKUN
AV. ERCAN TOPÇUOĞLU
AV. ERDEM TOPÇUOĞLU
AV. ESRA DENİZ KARA
AV. GAMZE USLU KILIÇ
AV. GÜRKAN
UYSAL
AV. HAKAN KARAASLAN
AV. HAKAN ÜSTÜN
AV. HİLAL ELMAS
AV. HÜLYA GÜNGÖR
AV.HÜSEYİNFENER
AV. İZZET KEMAL OKUR
AV. KADER ÇİFTÇİ
AV. KADİR KÜÇÜKAY
8|
AV. MELEK SALİH FIRAT
AV. MUHAMMED YURTKULU
AV. MUHSİN NİYAZİ KÜÇÜK
AV. MUSTAFA AYDIN
AV. NEFİSE KOÇ ÇELİK
AV. NURİ ALMAZ
AV. OGÜN YALIM
AV. OSMAN ANIL ACURMAN
AV. ÖZDEN SÖNMEZ DOBUR
AV. ÖZGÜR ERYILDIRIM
AV. ÖZNUR FIRAT SAĞIR
AV. SEDA İŞÇİMEN AYAZ
AV. SELİME GÜLER TÜRK
AV. SELMAN GÜRPINAR
AV. SELMAN YARAY
AV. SEMA PEKDEMİR
AV. SERAP BEKİROĞLU KÖSE
AV. SERKAN ERDEM
AV. SUNA ÜSTÜNDAĞ AKDENİZ
AV. TÜRKAN KESKİN
ŞİRKETLER HUKUKUNDA “YUVA” BELGESEL FİLM
GÖSTERİMİ YAPILDI
GÜNCEL GELİŞMELER
Baromuzun eğitim çalışmalarından bir diğer olan ve
Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
Sayın Prof. Dr. Mehmet BAHTİYAR, Kocaeli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi
Sayın Yrd. Doç. Dr. Levent BİÇER, Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Sayın Yrd. Doç. Dr.
Esra HAMAMCIOĞLU’nun konuşmacı olarak katıldığı
“Şirketler Hukukunda Güncel Gelişmeler” konulu panel 23.01.2015 Cuma günü, 14.00-17.00 saatleri arasında Kocaeli Ticaret Odası Meclis Salonu’nda yapıldı.
Kocaeli Barosu Kültür Sanat Komisyonu tarafından
düzenlenen, Yönetmenliğini Sayın Ebubekir ÇETİNKAYA’nın yaptığı ve beş dalda ödül alan (Documentarist
Yeni Yetenek Özel Mansiyon 2012, 49.Antalya Altın Portakal Film Festivali Belgesel Kategorisi Jüri Özel Ödülü
2012, 11.Boston Türk Filmleri Festivali Belgesel Kategorisi Jüri Özel Ödülü 2012, 24.Ankara Uluslararası Film
Festivali Belgesel Film Yarışması En İyi Yönetmen Ödülü,
2.Ayvalık Uluslararası Film Festivali Mansiyon Ödülü)
“YUVA” Belgesel Filminin gösterimi 08 Ocak 2015 Perşembe Günü, saat:17.00’de Fuar İçi Sivil Toplum Merkezi
Toplantı Salonu’nda yapıldı.
KOCAELİ BAROSU’NDAN EĞİTİME DESTEK
Çocuk Hakları Merkezimizce Kütahya Emet
Kırgıl İlköğretim Okulu için başlattığımız
yardım kampanyasın da; Kocaeli Barosu Futbol Takımı tarafından sağlanan bağışlarla
okul ve öğrencilerin eşofman takımı ve spor
ayakkabısı, fotokopi makinesi, hoparlör,
defter, kalem, okuma kitabı, ders kitabı vb.
okul araç gereç, kırtasiye malzemeleri gibi
ihtiyaçları tedarik edildi ve 11.11.2014 tarihinde okula ulaştırıldı.
|9
Haberler - -etkinlikler
HABERLER
ETKİNLİKLER
ÖNCEKİ DÖNEM BAŞKANLARIMIZI AĞIRLADIK
Kocaeli Barosu Başkanı Sayın Av. Sertif GÖKÇE’nin ev
sahipliğinde 16.02.2015 tarihinde Ramada Otel’de
düzenlenen yemekli toplantıda, Kocaeli Barosu Önceki Dönem Başkanları ve Kocaeli Barosu Yönetim
Kurulu bir araya geldi. Kocaeli Başkanı Sayın Av. Sertif GÖKÇE konuşmasında; toplantıya iştiraklerinden
dolayı Önceki Dönem Baro Başkanlarına ve eşlerine
teşekkür etti. Ayrıca; Kocaeli Barosu’nun bu günlere
gelmesinde emeği geçen tüm başkanlara ayrı ayrı
teşekkür ederek Kocaeli Barosu Yönetim Kurulu’nun
Önceki Dönem Baro Başkanları’nın tecrübelerinden,
görüş ve önerilerinden istifade etmeye hazır olduğunu söyledi.
Karşılıklı görüş alışverişinde bulunulan ve sohbet ortamında geçen geceye Kocaeli Barosu Yönetim Kurulu ile birlikte Önceki Dönem Baro Başkanları Sayın
Av. Tacettin DEĞER, Sayın Av. Vedat HAZAR, Sayın
Av. Ali YAZICI, Sayın Av. İzzet DAL, Sayın Av. M. Cengiz SARIBAY, Sayın Av. M. Bora ULUÇ, Sayın Av. Fahri
ÖRENGÜL, Sayın Av. Dr. İlter YILMAZ, Sayın Av. Ersayın IŞIK, Sayın Av. M. Cumhur ARIKAN, Sayın Av. M.
Tamer SOLAKOĞLU ve eşleri katıldılar.
BARO BAŞKANLARI TOPLANTISI İZMİR’DE YAPILDI
Kamuoyunda İç Güvenlik Paketi olarak bilinen ve TBMM’de halen görüşülmekte olan “Polis Vazife Ve Salahiyetleri Kanunu,
Jandarma Teşkilat Görev Ve Yetkileri Kanunu, Nüfus Hizmetleri
Kanunu İle Bazı Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasın Dair Kanun Tasarısı” hakkında 28.02.2015 günü
İzmir’de yapılan, 40 Baro Başkanının katıldığı Baro Başkanları
Toplantısı’na Kocaeli Barosu’nu temsilen Kocaeli Baro Başkanı
Sayın Av. Sertif GÖKÇE ve Başkan Yardımcısı Sayın Av. Nuri ALMAZ katıldılar.
28.02.2015 tarihli Baro Başkanları Toplantısı sonucunda yapılan
basın açıklaması:
UYARIYORUZ! HALKIN HUKUK GÜVENLİĞİ ORTADAN KALDIRILAMAZ!
Kamuoyuna iç güvenlik paketi olarak yansıtılan ve Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nde görüşülmekte olan “Polis Vazife Ve Salahiyetleri Kanunu, Jandarma Teşkilat, Görev Ve Yetkileri Kanunu, Nüfus
Hizmetleri Kanunu İle Bazı Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” halkın var olan hukuk
güvenliğini ortadan kaldıracak hükümler içermektedir.
Hakim ve savcı gibi yargı makamlarının sorumluluk alanında
olan yetkiler, bu tasarı yasalaşırsa, siyasi iktidara bağlı olan vali
ve kaymakam gibi yürütme makamları ile doğrudan polise verilmiş olacaktır.
Bu tasarı yasalaşırsa, demokratik ülkelerdeki “kuvvetler ayrılığı
ilkesi” ortadan kaldırılarak, hukuk devleti yerine polis devletine
geçilecek, yurttaşların hak arama güvencesi olarak gördüğü demokratik hukuk düzeni, yerini baskıcı, faşizan bir sisteme terk
ederek, hukuk devleti mülki amir ve polis eliyle ortadan kaldı-
10 |
rılacaktır.
Anayasal hak ve özgürlüklere sahip çıkan ve evrensel hukuk kurallarının savunucusu, hak arama mesleğinin uygulayıcıları olan
biz avukatlar ve onların örgütlü gücü olan barolar, anılan yasa
tasarısının karşısında olduğumuzu açıkça belirtiyoruz.
Biz baro başkanları ve hukukçular olarak, bu vahim tasarının yasalaşması durumunda, toplumsal barışın tümüyle ortadan kalkacağını, bireysel ve kollektif hukuk güvenliğinin yok edileceğini,
totaliter bir düzenin keyfi uygulamaları ile karşı karşıya kalınacağını biliyoruz.
Bu tasarının yasalaştırılması ısrar ve inadından vazgeçilmediği
taktirde, başta Türkiye Barolar Birliği ve barolar olarak, hukuk
mücadelemizi, her platformda kararlılıkla ve eylemli olarak sürdüreceğimizi kamuoyuna saygıyla duyururuz.
GÜNCEL BİR KONU:
6502 SAYILI TÜKETİCİNİN KORUNMASI HAKKINDAKİ
KANUN VE TÜKETİCİ HAKEM HEYETLERİ
Tüketici Haftası nedeniyle, Kocaeli Barosu Tüketici
Hukuku Komisyonu ile Kocaeli Ticaret İl Müdürlüğü
işbirliği ile düzenlenen, İstanbul Aydın Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Sayın Doç. Dr. Ebru
CEYLAN’ın ve Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Tüketicinin Korunması ve Piyasa Gözetimi Genel Müdür Yardımcısı Sayın Avni DİLBER’in konuşmacı olarak katıldıkları “6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki
Kanun’un Getirdiği Düzenlemeler ve Tüketici Hakem
Heyetleri” konulu seminer, Kocaeli Ticaret İl Müdürü Sayın Veysi UZUNKAYA, Kocaeli Çevre İl Müdürü
Sayın Kerim GENÇOĞLU, Kocaeli Sanayi İl Müdürü
Sayın İlhan AYDIN, Körfez Ticaret Odası Başkanı Sayın Mustafa EFE, Kocaeli Esnaf Kefalet Odası Başkanı Sayın Kemal KAYA, Gölcük ve Esnaf ve Sanatkarlar
Odası Başkanı Sayın Necmi KOCAMAN, Derince Esnaf
ve Sanatkarlar Odası Başkanı Sayın Osman KOÇYİĞİT
ve çok sayıda oda başkanları ile Tüketici hakem Heyeti Üyelerinin katılımıyla 17.03.2015 Salı günü, saat
14.00-17.00 arası Kocaeli Ticaret Odası Meclis Konferans Salonu’nda yapıldı. Meslektaşlarımız konferansa
yoğun ilgi gösterdi.
BARO ARTIK CEBİNİZDE
Meslektaşlarımızın işini kolaylaştıracak uygulamalar içeren Kocaeli
Barosu mobil uygulaması, meslektaşlarımızın hizmetine sunuldu.
Mobil uygulama, iOS işletim sistemini kullanan (İphone) telefonlar
için, AppStore’dan, Android işletim sistemini kullanan telefon için
Google Play Store’dan yüklenebilmektedir.
Mobil uygulama ile; Kocaeli Barosu’nun duyurularına, baroya ait haberlere, etkinlik takvimine, basın bildirilerine, baro levhasına, lüzumlu telefonlara, yayın ve mevzuata cep telefonundan ulaşılabilecek,
haberler ve duyurulardan meslektaşlarımız anında haberdar olabiliyor.
Ayrıca; yargı harçlarına, TBB ve Kocaeli Barosu Asgari Ücret Tarifelerine, Kocaeli Barosu iletişim bilgilerine ulaşılabildiği gibi, meslektaşlarımız, vekalet ücreti, faiz ve serbest meslek makbuzu hesaplarını da
mobil uygulama ile yapabiliyor.
Meslektaşlarımız ajanda verilerini kullanarak, duruşma, keşif ve benzeri işlemlerinin tarih ve saatini kaydedebilecek ve kendi belirledikleri bir süre öncesinde uygulamanın hatırlatmasını sağlayabiliyor.
Mobil uygulamayı sadece Kocaeli Barosu’na kayıtlı meslektaşlarımızın kullanımına açık. Bu nedenle; uygulamanın yüklendikten sonra
aktif hale getirilebilmesi için, Kocaeli Barosu’na kayıtlı mail adresine
gönderilecek doğrulama kodunun girilmesi gerekmektedir.
Kocaeli Barosu mobil uygulamasının meslektaşlarımıza hayırlı olmasını dileriz.
| 11
Kadın Hakları
ERKEK TOPLUM, KADIN CİNAYETLERİ
VE DEVLETİN SORUMLULUĞU
Selda İLGÖZ
Avukat - Kocaeli Barosu
A
yşe Paşalı’nın 2010’da eski eşi tarafından öldürülmesinin ardından 4320 sayılı kanunun 6284
sayılı kanuna evrilmesi, “Korunma kararı elde
etme süreci kolaylaştırılmasına rağmen bu koruma kararlarının öldürülen kadınların çantasından çıkan
bir evraktan öteye gitmediğini, kararın elde edilmesinin
kadınları korumadığını, yaşadığımız yıllar biz kadınlara acı
bir şekilde öğretmiştir.
Türkiye’de kadın cinayetlerinin büyük bölümü eşler, eski
eşler ya da sevgililer tarafından işleniyor. Kadının boşanmak istemesi ise cinayet nedenleri arasında başı çekiyor
ama kadınlar çok daha hafif gerekçelerle öldürülebiliyor.
Hatta, yargılama sırasında öğrendiğimiz “Yemeğin tuzunu
az koydu, cep telefonunu açtı, tayt giydi, dövme yaptırdı,
telefonda işveli konuştu” gibi başlıklar kadınların ölüm nedeni olabiliyor. Bu noktada devletin evlilikleri korumaya çalışması ve karı-koca arasında arabuluculuk yapmak yerine
kadınları şiddetten korumaya odaklanması gerektiği açık.
Ancak son yıllarda yaygın olarak oluşan muhafazakarlık
algısı, kadın-erkek rolleri ve anlamlarını da değiştirmekte,
mevcut toplumsal yapının/ algının da perçinlenmesine neden olmaktadır.
Bu anlamda ise kadınlık annelik ve eşlik ile sınırlandırılmakta; erkeklikte varlığını kadına, çocuğa hükmetmede
bulmaktadır. Bu ise kadını, erkek egemenliğinin/iktidarının
objesi haline getirmekte, böylelikle de erkeğin iktidar mücadelesinde her türlü şiddet, dolaylı bir şekilde meşruiyet
zemini bulmaktadır
Özgecan Aslan’ın cinayeti Türkiye’de bir infial yaratması yanında, farkındalık yaratmış durumdadır. Cinayetin
Özgecan’ın okuldan evine giderken, bir minibüste işlenmiş olması birçok kadında, “Bu benim de başıma gelebilirdi” birçok erkekte de “Bu kızımın, karımın, sevgilimin
12 |
de başına gelebilirdi” düşüncesi oluşturdu. Bu özdeşlik
duygusu hem sokakta hem de sosyal medyada cinayetin hararetle konuşulmasına, tepkilerin dile getirilmesine yol açtı. Öyle ki kadın cinayetlerinde/tecavüzlerinde
katili/ tecavüzcüyü aklayacak onlarca gerekçe üreten
toplum, Özgecan’ın katlinde birdenbire gerekçesiz kaldı ve toplum, katili aklayacak tek bir gerekçe bulamadı.
Ancak herkesi isyana sürükleyen Özgecan cinayetinde
dahi toplum, doğrudan ve kestirme çözüme gitme yolunu seçmiş; kadına şiddetin sebeplerini değil de idamı tartışır hale gelmiştir. Bu sadece Özgecan’ın katlinde
karşılaştığımız bir husus değil aslında. Ne zaman toplumsal
olarak “rahatsızlık oluşturan/infial yaratan” bir erkek şiddeti
olayı gündeme gelse; “idam, kimyasal hadım, en ağır ceza”
tartışmaları çıkar karşımıza. Dert, bu suçlarda toplumun ve
devletin sorumluluğunu dışlayarak suçu bireyselleştirmek,
devletin kendi sorumluluğunu hasır altı ederek görünmez
hale getirmektir. Nitekim buna yönelik olarak her seferinde
“kadına yönelik şiddete” karşı nasıl da mücadele edildiği,
6284 Sayılı yasanın çıkarıldığı, İstanbul sözleşmesine taraf
olunduğu anlatılmakta; daha da sıkışıldığında idam, kimyasal hadım ve daha ağır ceza tartışması Türkiye gündemine sokulmaktadır.
Oysa ki uygulanmayan ve uygulanma yönünde siyasi irade
ortaya konmayan yasaların çıkarıldığı bir ülke olmamızın
yanında, İstanbul sözleşmesinin denetim mekanizması
olan Grevio’ya seçilecek adayın belirlenmesinde tüm kontrol ve denetimini siyasal iktidarın yapması;bizzatihi kadın
örgütlerinin, baroların ve bu yönde mücadele veren tüm
örgütlerin dışlanması, hiç bir deneyim ve talebin de dikkate alınmaması iktidarı açığa düşürmekte, uluslarası alanda
da çok istemesine rağmen makyaj/hakla ilişkiler çabalarını
da sonuçsuz bırakmaktadır.Dahası, henüz Özgecan katle-
dilmemişken TBMM Şiddet Araştırma Komisyonu’ndaki
İsmet Uçma’nın ‘Kadına yönelik şiddeti mahallenin namusuyla çözelim. Buna aykırı davrananları yok edelim‘
sözleri; Özgecan cinayeti öncesinde de siyasi iktidarın kafasında linç, idam, kısasa kısas gibi basma kalıp ezberlerden
başka bir şeyin olmadığının, kadına yönelik şiddetin çözümüne yönelik de hiçbir çalışmasının olmaması yanında,
hiçbir samimiyetinin de olmadığını ortaya koymaktadır.
İktidar ezberleri açısından bakacak olursak; bütün araştırmalar ortaya koymaktadır ki idam cezasının olduğu ülkelerde de kadın tecavüzleri ve kadın cinayetlerinde hiçbir
azalma olmamaktadır. Örneğin, Suudi Arabistan’da idam
cezası mevcut, tecavüzler aynen devam etmekte; İran’da
idam cezası mevcut, tecavüzler aynen devam etmekte;
demokratik bir ülke olan ABD’de de idam cezası mevcut,
tecavüzler aynı şekilde devam etmektedir. İnsanlık tarihi
de göstermektedir ki sıklıkla idam, devletlerin muhalif ve
güçsüzleştirilmiş yığınlara gözdağı vermek amacıyla kullandığı bir terör yöntemidir. Bu nedenle idam, çok dikkatli
telaffuz etmeyi gerektirmekte; tecavüzcüsünü öldürdüğü
için komşumuz İran’da bir kaç hafta önce idam edilen kadınının da hafızalardan hiçbir şekilde çıkarılmaması gerekmektedir.
Kadına yönelik şiddet taciz ve tecavüz davalarına somut olarak baktığımızda hissettiğimiz/gördüğümüz durum
ise, sanıkların her tür indirimlerden sonuna kadar yararlandırılması; yasaların ‘erkek egemen’
bir bakış açısı ile ele alınarak kadınlarla ilgili hukuki mevzuatın
askıya alınması; dahası, kadınların yerine yargı sürecindeki
erkeklerin başat rolde olması,
gizli bir erkeklik hukukunun
doğrudan uygulama alanı bulmasıdır.
Bu ise kadına yönelik olaylarda
İnsan Haklarına saygılı/bağlı Türk
hukukunun değil de gizli ilkel
bir erkek hukuku/erkek devlet
hukukunun uygulanmasına yol
açmaktadır. Açıktır ki Türk hukuk sisteminde ‘Kırmızı
mont giydi tahrik oldum’ savunmasına tahrik indirimi,
yada ‘Kravat taktı, takım elbise giydi’ diye iyi hal indirimi
bulunmamakta, ancak bu can sıkıcı indirim nedenleriyle
cezalar kuşa çevrilerek tecavüzcüler ve katiller ödüllendirilmemektedir. Nitekim Ankara’da eşini öldüren sanığın
duruşmasını izleyen kadın örgütlerine (erkek)sanık,
eliyle silah işareti yapıp ‘Sıra size de gelecek’ diyerek
tehditlerde bulunmuş, olay mahkeme heyeti önünde
olmasına rağmen heyet, bu sanığa dahi iyi hal indirimi
uygulayabilmiştir. Anlaşılıyor ki Türkiye’de Yasalar değil, ‘erkekler’ egemendir. Böyle önermeyi ortaya koy-
manın oldukça iddialı olduğunu biliyoruz. Ama salt
Ankara örneği değil, yüzlerce örneğin bir olgu haline
dönüşmüş olmasını açıklayacak başkaca anlamlı bir
önerme de bulamamaktayız.
Esasında yasal bağlamda kısasa kısas, linç, idam gibi cezalar yerine, eldeki cezaların uygulanması yeterli olmakta
ve sorunun çözümü de eldeki yasaları esnetmeksizin hakkıyla uygulamakta düğümleniyor. Bunun yanında, bugün
yürürlükte olan İstanbul Sözleşmesi kapsamında tüm illerde kadın danışma merkezleri, sığınaklar ve cinsel şiddet
merkezleri açılması da yapısal olarak sorunun çözümünü
kolaylaştıracak; bu yönde atılan adımlarda kadın şiddetine
son verme amacında/sahiciliğinde olan devletin/iktidarın
samimiyetine yönelik önemli bir gösterge olabilecektir.
Buna karşın, üzülerek söylüyoruz ki iktidar/devlet, bu yönde anlamlı herhangi bir adım atmak yerine; Özgecan katlinde olduğu gibi toplumsal infiallerde, belli ezberleri (kısasa kısas, idam vb)- altında imzamız bulunan uluslararası
sözleşmelere rağmen- toplumun gözünün içine baka baka
tekrarlamaktan, linç kültüründen yararlanmaktan hiçbir
şekilde çekinmemiştir.
Bütün bu beklentilerimiz, sorunun çözümüne dönük anlamlı bir adım bir yana; daha birkaç ay önce çocuk ve kadın
tecavüzcülerinin gizli bir afla serbest bırakıldığı bir Ceza
Kanunu kabul edilmesi; çocuk istismarına ‘çocuğa cinsel taciz’ denerek iki
ay gibi komik cezalar getirilmesi; taciz,
tecavüz olaylarında belki de eldeki tek
delil olan adli tıptan alınacak psikolojik
rapor zorunluluğu kaldırılarak tacizci
ve tecavüzcülerin beraat etmelerini
sağlayacak düzenlemelere gidilmesi,
biz kadınlarda travmatik bir etki yaratmıştır.
Üzülerek söylüyoruz ki kadına karşı
şiddette tek tescilli ülke Türkiye’dir.
Bir başka deyişle, Türkiye, AİHM’de
kadına karşı şiddette üzerine düşeni yapmadığı için mahkum edilmiş
ilk ve tek ülkedir. Daha da üzücüsü,
Nahide Topuz olayı nedeniyle gelen
bu mahkûmiyetin ardından, zamanın başbakanının bunun ‘münferit’ bir olay olduğunu
açıklamış olmasıdır. En yetkili ağızlardan sorunun yapısal/ erkek egemen toplumsal yapıyla ilgisinin dışlanıp münferit olarak değerlendirilmesi, üstelik bunun
AİHM kararına karşı yapılıyor olması; çözmemiz gereken sorunların çok daha derinlerde, çok daha çarpık
bir halde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Oysa
devlet bir kurumdur, AİHM’de bir kurumdur. Nerede
bir sorun varsa, nerede bir sorunun oluşmasında bir
kurum etkisi veya sorumluluğu varsa; orada olgu vardır… Olgunun olduğu yerde ise münferit bir olaya sosyal bilimler anlamında yer yoktur.
| 13
Kadın Hakları
ERKEK TOPLUM, KADIN CİNAYETLERİ VE DEVLETİN SORUMLULUĞU
Selda İLGÖZ
Sonuç olarak, kadın cinayetlerinde yasal eksiklikler ile
yargı kararları eleştirmenin yanında, devletin CEDAW sözleşmesi ile kendisine yüklenen toplumsal hayatta kadına
yönelik ayrımcılıkla mücadele görevini hiç ve/veya gereği
gibi yapmaması da erkek egemen kültürün derinleşerek
pekişmesine neden olduğuna; bunun ise sadece kadınlara
değil erkeklere de zarar verdiğine, bizatihi bir türlü büyüyememenin ve bir çocuk toplum olarak kalmanın da en
temel nedenlerinden birini oluşturduğuna inanmaktayız.
Ataerkil/erkek egemen sistemin sorgulanarak kadın erkek
eşitliğinin sağlanmasının sadece kadınların değil, erkeklerin de kurtuluşu için anlamlı olacağına; devletlerin içinde
doğduğu toplumdan bağımsız olmadığından hareketle
de ülkemizin geleceğinin; çağdaşlar medeniyetler seviyesine gelmek için sürdürdüğü yüzlerce yıllık mücadelesinin
nihayete erdirebilmesinin de bu sorulara anlamlı bir cevap
verilip verilemeyeceğinde, karşılaştırmalı olarak küresel
bir özeleştiri yapılabilip yapılamayacağında görmekteyiz. Çünkü biliyoruz ki ruhsal veya fiziksel olarak toplumun
yarısını sakatlarsanız, toplum da sakatlanır. Asıl korkutucu
olan ise böyle bir sakatlık o toplum için normal olur, sorunun bizzat kendisi normalleşmiş ve bir infial olmadığı sürece de görünmez olur.
14 |
TÜRKİYE’ DE KADININ SİYASETTE
TEMSİLİ VE KATILIMI
Dünyada hiç bir milletin kadını “Ben Anadolu Kadınından fazla çalıştım.
Milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu Kadını kadar emek verdim” diyemez!
Mustafa Kemal ATATÜRK
Aysun KILINÇ
Avukat- Kocaeli Barosu
GİRİŞ VE TARİHÇE
E
mperyalizme karşı tarihteki ilk bağımsızlık mücadelesini “kızlı-erkekli” veren ve dünyanın en
güçlü devletlerini dize getirerek bağımsızlığını
kazanan; emperyalist devletlere onursuzca teslim olan Osmanlı Devletini yıkarak Türkiye Cumhuriyeti
Devleti ni kuran halkımız; Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma savaşını da
özellikle kadınların toplum ve devlet içindeki haklarını
geliştirme temeline dayandırdı. Yapılan hukuk devrimleriyle kadınlara eşit haklar tanındı.
Ülke yönetime katılma konusundaki eşitsizlikler de
1930 yılında Kabul edilen 1580 sayılı Belediye Kanunu
ile belediye seçimlerinde kadınlara seçme ve seçilme
hakkının verimesi ile kaldırılmaya başlandı. Kadınlar bu
hakkı hemen kullandılar. İzmir’de Hasane Nalan ve Benal Nevzat , ve İstanbulda Rana Sani Yaver, Seniye İsmail
, Ayşe Remzi Hanım, Nakiye Hanım, Latife Bekir meclis
üyesi olarak seçildiler. 1933 yılında Köy Kanununda yapılan değişiklikle kadınlara köy muhtarı olabilme hakkı
tanındı. Aydın Çine Demirdere Köyü muhtarlığına Gül
Esin seçilerek Türkiyenin ilk kadın muhtarı oldu.
Kadınların genel seçimlerde seçme seçilme hakkı için
gerekli yasal değişiklik 1934 yılında Başbakan İsmet
İnönü ve 191 milletvekilinin sunduğu Anayasa ve Seçim Kanununda değişiklik yapılmasını öngören yasa
önerisi sonucu gerçekleşti. Öneri, 5 Aralık 1934’te Mecliste görüşüldü. Yapılan oylamada, 317 üyeli Meclis’te,
oylamaya katılan 258 milletvekilinin tamamının oyuyla değişiklik önerisi kabul edildi. Anayasanın 10. ve 11.
Maddeleri değiştirilerek her kadına 22 yaşında seçme,
30 yaşında seçilme hakkı verildi. Bu anayasa değişiklikleri çerçevesinde İntibah-ı Mebusan Kanunu (Milletvekili Seçimi Kanunu)’nda 11 Aralık 1934’de yapılan
değişiklikler sonucu anayasada tanınan haklar seçim
kanunuyla da düzenlendi.
Yasanın çıkmasının ardından 7 Aralık 1934’te, Türk Kadınlar Birliği İstanbul’da Beyazıt Meydanın’nda büyük
bir kutlama mitingi ve Beyazıt’tan Taksim’e bir yürüyüş
düzenledi.
Kadınların katıldığı ilk genel seçimleri, 8 Şubat 1935
yılında yapılan TBMM 5. dönem seçimleridir. Bu seçimlerde 17 kadın milletvekili T.B.M.M’ye girdi. Mebrure
Gönenç (Afyon), Hatı Çırpan (Ankara), Türkan Örs Baştuğ (Antalya), Sabiha Gökçül Erbay (Balıkesir), Şekibe
İnsel (Bursa), Hatice Özgener (Çankırı); Huriye Öniz
Baha (Diyarbakır), Fatma Memik (Edirne), Nakiye Elgün
(Erzurum), Fakihe Öymen (Ankara), Benal Nevzat İştar
Arıman (İzmir), Ferruh Güpgüp (Kayseri); Bahire Bediş
Morova Aydilek (Konya), Mihri Pektaş (Malatya), Meliha
Ulaş (Samsun), Fatma Esma Nayman (Seyhan), Sabiha
Görkey (Sivas), Seniha Hızal (Trabzon).1936 yılı başında boşalan milletvekillikleri için yapılan ara seçiminde
emekli öğretmen Hatice Özgenel’in Çankırı milletvekili
olarak seçilmesiyle meclisteki kadın milletvekili sayısı
18’e çıktı. Yakın zamana kadar da kadar TBMM’ne bir
daha bu sayıda kadın milletvekili seçilemedi.
| 15
Kadın Hakları
TÜRKİYE’DE KADININ SİYASETTE TEMSİLİ VE KATILIMI
Aysun KILINÇ
Günümüze kadar kadınların siyasette temsili ve katılımı aşağıdaki araştırmada incelenmiştir.
SAYISAL VERİLERLE KADINLARIN ÜLKE YÖNETİMİNDE TEMSİLİ VE KATILIMI SORUNU
Kadın Nüfusu, Türkiye Nüfusunun %49,8’ini Oluşturmaktadır
Türkiye nüfusunun (75 627 384) %49,8’ini kadın nüfus (37 671 216) ve %50,2’sini erkek nüfus oluşturmaktadır.
Kadın nüfusun %24,4’ünü 0-14 yaş grubu, %16,3’ünü 15-24 yaş grubu, %31’ini 25-44 yaş grubu, %19,8’i 45-64 yaş
grubu ve %8,5’ini 65 ve daha yukarı yaş grubundaki nüfus oluşturmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), ‘’Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi 2011 Nüfus Sayımı Sonuçları’’na göre dağılım aşağıdaki gibidir.
Kaynak: TÜİK 2013
Kadın Seçmen Sayısı Daha Fazladır
Verilerden de anlaşılacağı gibi kadın nüfusunun büyük bir kısmı seçmen kadınlardan oluşmaktadır. Yüksek Seçim
Kurulu 2011 yılı verilerine göre: Kadın seçmen sayısı 25.069.948, erkek seçmen sayısı 24.385.321’dir. 2011 yılında oran %5o-50 iken 2014 yılı yerel seçimler ile ilgili Yüksek Seçim Kurulu verilerine göre kadın seçmen sayısı:
26.704.754 kişi; erkek seçmen sayısı: 25.991.075 kişidir. Toplam seçmene göre kadın seçmen sayısı artarak % 51’e
yükselmiştir. Erkek seçmen oranı ise % 41’e gerilemiştir. Bu sonuca göre kadın seçmen sayısı erkek seçmen sayısından daha fazladır.
16 |
Kadınlar Siyasi Alanda Erkeklere Göre HİÇ Denebilecek Düzeyde Temsil Edilmektedir
Nüfus ve seçmen sayıları arasında Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki kadın milletvekili oranı 1935 yılında %4,5
iken, 2012 yılında bu oran %14,4’e yükselmiştir. Kadın bakan sayısı ise 1’dir.
Kadın
Toplam
Erkek
TBMM SEÇİMLERİ
Milletvekili
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
1935
Sayısı
399
18
4,5
381
95,5
1939
429
16
3,7
413
96,3
1943
455
16
3,5
439
96,5
1946
465
9
1,9
456
98,1
1950
487
3
0.6
537
99,4
1954
541
4
0,7
537
99,3
1957
610
8
1,3
602
98,7
1961
450
3
0,7
447
99,3
1965
450
8
1,8
442
98,2
1969
450
5
1,1
445
98,9
1973
450
6
1,3
444
98,7
1977
446
4
0,9
446
99,1
1983
399
12
3,0
387
97,0
1987
450
6
1,3
444
98,7
1991
450
8
1,8
442
98,2
1995
550
13
2,4
537
97,6
1999
550
23
4,2
527
95,8
2002
550
24
4,4
526
95,6
2007
550
50
9,1
500
90,9
2011
550
79
14,4
471
85,8
Kaynak: TBMM
| 17
Kadın Hakları
TÜRKİYE’DE KADININ SİYASETTE TEMSİLİ VE KATILIMI
Aysun KILINÇ
Kadınlar Ülke Yönetiminde Yeterince Temsil Edilmiyorlar
2011 yılında genel seçimlerde kadın ve erkek seçmen sayısı neredeyse eşit iken kadınların TBMM’de temsil oranı
tarihimizin en yüksek oranına çıktığı halde hala %14,4 seviyesindedir. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildiği
tarihten günümüze TBMM temsil ortalaması % 2,86’dır.
Kadınlar Parti Örgütlerinde de Yeterince Temsil Edilmiyorlar
İL BAŞKANLIKLARI
AK PARTİ
CHP
MHP
HDP
TOPLAM
Kaynak: Partilerin Resmi Web Siteleri
18 |
TOPLAM İL BAŞKANI
SAYISI
81
81
80
48
290
KADIN İL BAŞKANI SAYISI
KADIN ORANI
%
0
3
1
29 ( EŞ BAŞKANLARLA)
33 ( EŞ BAŞKANLARLA)
0,00
3,70
1,25
60,41
11,37
Kadınlar İdari Alanda da Yeterince Temsil Edilmiyorlar
GÖREV
TOPLAM SAYI
KADIN SAYISI
KADIN ORANI
%
VALİ
MÜSTEŞAR
ÜST DÜZEY MEMUR
REKTÖR
81
26
6485
176
Kaynak: Kadın Platformu
1
1
601
14
1,25
3,70
9,27
7,90
Kadınlar İdari Alanda da Yeterince Temsil Edilmiyorlar
Yıllar içinde oransal olarak artsa da kadınlar yerel yönetimlerde de yeterince temsil edilmiyorlar. 2014 yılındaki
yerel seçimlerde 30 büyükşehir belediye başkanlıklarından sadece üçü kadın büyükşehir belediye başkanları
tarafından yönetiliyor.
BÜYÜKŞEHİR
BELEDİYE
BAŞKANLARI
TOPLAM
KADIN
ORAN
30
3 ( Aydın, Diyarbakır,
Gaziantep )
% 10
EŞ BAŞKANLARI
İL BELEDİYE
BAŞKANLARI
EŞ BAŞKANLARI
2 ( Mardin,Van )
51
1 ( Hakkari )
%1,96
6 (Batman, Bitlis, Iğdır, Siirt,
Şırnak, Tunceli )
| 19
Kadın Hakları
TÜRKİYE’DE KADININ SİYASETTE TEMSİLİ VE KATILIMI
Aysun KILINÇ
YILLARA GÖRE YEREL YÖNETİMLERE KATILMA
SEÇİM / GÖREV
KADIN
TOPLAM
ERKEK
SAYI
ORAN %
SAYI
ORAN %
1999 YEREL SEÇİMLERİ
BELEDİYE
BAŞKANI
BELEDİYE MECLİS
ÜYESİ
İL GENEL
MECLİSİ ÜYESİ
3215
18
0,6
3197
99,4
34084
541
1,6
33543
98,4
3122
44
1,4
3078
98,6
2004 YEREL SEÇİMLERİ
BELEDİYE
BAŞKANI
BELEDİYE MECLİS
ÜYESİ
İL GENEL
MECLİSİ ÜYESİ
3215
18
0,6
3207
99,4
34477
834
2,4
33643
97,6
3208
58
1,8
3150
98,2
2009 YEREL SEÇİMLERİ
BELEDİYE
BAŞKANI
BELEDİYE MECLİS
ÜYESİ
İL GENEL
MECLİSİ ÜYESİ
2948
27
0,9
2921
99,1
31790
1340
4,2
30450
95,8
3379
110
3,3
3269
96,7
2014 YEREL SEÇİMLERİ
BELEDİYE
BAŞKANI
BELEDİYE MECLİS
ÜYESİ
İL GENEL
MECLİSİ ÜYESİ
1394
40
2,86
1354
97,14
20498
2198
10,72
18300
89,28
1251
60
4,79
1191
95,21
Kadınlar Diğer Ülkelerdeki Hemcinslerine Göre de Yönetimde Yeterince Temsil Edilmiyorlar
•Türkiye “2014 Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu” sıralamasına göre beş sıra daha geriledi.
• 142 ülkeden 125’inci sırada yer aldı. Listenin başında İzlanda, sonunda ise Yemen yer alıyor.
• “Siyasete Katılım ve Güçlenme” başlığında ise 103’üncü sırada yer aldı.
20 |
SONUÇ
Çağdaş demokrasilerdeki sosyal devlet ilkesi, yurttaşların devlet karşısında tam eşitliği temeline dayanır.
Bu temel: cinsiyet, din-mezhep, dil, etnik köken, sınıf
ayrımı gözetmeksizin uygulanır. Tarih boyunca eşitliğin sağlanması için uzun mücadeleler yapılmış; kanun
önünde eşitlik sağlansa da uygulamada eşitlik gerçekleştirilememiştir. Bu nedenle yurttaşların tam eşitliğini
sağlamak çağdaş demokrasilerin en önemli hedefi ve
ödevi olmalıdır.
Kadın yurttaşların tam eşitliğini sağlamak ülküsü Cumhuriyet Devriminin temeli olarak kabul edilmelidir.
Hukuk düzeninde, toplum içinde, devlet karşısında ve
erkeklerin karşısında kadınları haklarla donatmak Cumhuriyet Devriminin en büyük başarılarından birisidir.
Cumhuriyet Devriminin kesintilere uğraması ve özellikle devrim karşıtlarının çabaları; bu kesimlerin uluslar
arası güç odaklarının güdümüne girmesi amaçlanan
sonucu ne yazık ki doğuramamıştır. Kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının verildiği 5 Aralık 1934
yılından günümüze kadar 81 yıl geçmesine rağmen her
alanda olduğu gibi siyasi hayatta da kadınların yeterince temsil edilmediği açıktır.
Yasalar karşısındaki eşitliğin fiilen de gerçekleştirilmesi ancak kadınlar lehine uygulanacak pozitif ayrımcılık
politikalarıyla gerçekleştirilebilir. Bazı partilerce uygulanan cinsiyet kotası yetersiz olmakla birlikte iyi bir başlangıç olarak Kabul edilebilir.
Yukarıdaki sonuçlar değerlendirildiğinde, toplumun
yarısını, dolayısıyla da seçmenlerin yarısını oluşturan
kadınların, ellerindeki siyasi gücün farkında olmadıkları açıktır. Kadın örgütleri, sivil toplum örgütlerinin,
meslek örgütlerinin ve siyasi partilerin kadın üyeleri,
kadınların elindeki bu seçmen gücünü kadınlar lehine
sonuçlar oluşturmak için kullanmakta yetersiz kalmaktadır.
Kadınların toplum hayatına katılma, yeterli eğitimi
alma gibi alanlarda da kısıtlanması siyasi hayata katılımını da doğrudan etkilemektedir. Kadınlar ya sadece “
oy veren” konumunda tutulmaya çalışılmaktadır ya da
kadının siyasi hayata katılımını “ kendi mahallesinden
çıkmadan” gerçekleştirmesi tercih edilmektedir. Siyasi
partilerin kadın üye sayısı yüksek olmakla birlikte kadın
üyelerin katılımı çoğunlukla “ mahalle” düzeyinde kalmaktadır.
Kadınların siyasette görünür olduğu tek alan olan Kadın Kolları’nın sadece “kermes yapan”, “pazarda veya
caddede çiçek dağıtan”, “çay düzenleyen”, “broşür dağıtan”, “erkek adayların peşi sıra gezerek onların yurttaşlarla bağ kurmasını sağlayan”, “8 Mart’ta anma günü
düzenleyen” , “kongrelerde stantlarda kimlik dağıtan”
bir örgüt olduğu algısı çok güçlüdür. Bu algı kadınları
pasifleştirmekte ve ümitsizliğe düşürmektedir. Bu algı
incelenmelidir. Elbette ki bu işler de yapılacaktır ancak
sadece bu işlevi olan kadın kolları kadınları siyasette
görünür kılmadığı gibi aksine daha da silikleştirmektedir.
ÇÖZÜM
Kadınların siyasi hayatta temsil edilmemesi bütüncül
bir sorundur. Bu sorunun çözümü de ancak kadınla “
seçmen gücü” nün “örgütlü güce” dönüştürülmesi ile
sağlanabilir.
Çözüme “ BU DAHA BAŞLANGIÇ MÜCADELEYE DEVAM ” kararlılığı ile ulaşılabilir.
| 21
HUKUKİ MAKALELER
TÜRK TAZMİNAT HUKUKU’NUN YETERSİZLİĞİ:
BİR ALTERNATİF OLARAK MEDENİ CEZA
(PUNİTİVE DAMAGES)
Dr. İbrahim GÜL
Avukat - Rekabet Derneği Başkanı
T
ürk Hukuku’nda tazminatın amacı, haksız fiil
nedeniyle mağdurda meydana gelen zararı
telafi etmek olduğu ifade edilmektedir. Bunun sonucu olarak zarar mağdurun malvarlığı
gözetilerek belirlenmekte, mağdurun zenginleşmesi
sonucunu doğuracak bir tazminat kabul edilmemekte
ve mağdurun elde ettiği yararların zarardan düşülmesi
benimsenmektedir. Bu ilkelere göre belirlenen tazminat ise telafi edici tazminat olarak adlandırılmaktadır
(ben bunu telafi tazminatı ile adlandırmaktayım). Telafi
tazminatı, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Hukuku’nda “compensatory damages” olarak adlandırılmaktadır.
bulunanı cezalandırmak ve kişileri bu tip eylemlerde
bulunmaktan caydırmaktır. Bu anlamda ABD Hukuku’nda medeni ceza verilirken, faile, failin eylem niyetine ve
eylem öncesine; yani nasıl bir yaptırımla eylemin caydırılacağına odaklanılır. Diğer bir anlatımla ABD Hukuku’nda medeni ceza, her zarar görülen durum için değil,
özellikle zarar verenin eylem niyetinin nitelikli olduğu
ve davranışın diğer kişiler için örnek olarak caydırılması gerektiği hallerde verilmektedir. Medeni ceza, geçen
yüzyılın son yarısından itibaren ABD Hukuku’nda daha
çok önleme amacıyla, yüksek tazminat miktarlarıyla
gündeme gelmiştir.
Telafi tazminatında, tazminat miktarı belirlenirken
mağdurun malvarlığındaki eksilme dikkate alındığından failin eylem nedeniyle elde ettiği kazançlar, üçüncü kişilerin veya toplumun uğradığı zararlar önemli
değildir. Buna ilaveten telafi tazminatı, eylemin nasıl
önleneceğine değil, eylemin gerçekleşmesi sonrasında
zararın nasıl giderileceğine; yani eylem sonrasına odaklanır. Bunlar düşünüldüğünde Türk Hukuku’nda tazminat, istisnai örnekler haricinde, cezalandırma amacına
doğal olarak yabancıdır. Bu yabancılık ise Türk Tazminat
Hukuku’nu telafi ile sınırlamakta; önleme, cezalandırma
ve caydırma işlevini ise dışlamaktadır. Buna karşın ABD
Hukuku’nda tazminatın telafi işlevi yanında önleme,
cezalandırma ve caydırma işlevinin bulunduğu; yani
telafi tazminatı yanında medeni ceza kabul edilmektedir. Medeni cezanın en önemli amacı, haksız eylemde
Kuşkusuz konunun oldukça kapsamlı olması, ciddi teorik tartışmaları barındırması ve karşılaştırmalı hukuka
da ihtiyaç duyulması nedeniyle medeni ceza konusu
çetrefilli bir konudur. Kapsamlı teorik tartışmalara girmek yerine Türk Hukuku’nda tazminatın yetersizliğini,
medeni cezaya olan ihtiyacı, somut örneklerle ele almak yararlı olacaktır.
22 |
1-Kredi Kartı Aidatı veya Banka Kredi Masraf Sorunu Örneği
Kredi kartı aidatlarının iadesi veya banka kredi masrafları konusunda tüketiciler, uzun zamandır tüketici hakem heyetlerinde ve mahkemelerde tazminat davaları
açmaktadır. Konu kredi kartı aidatı veya kredi masrafı
olunca kredi kartı aidat veya kredi masrafları geri alma
sorunu olmayan neredeyse kimse bulunmamaktadır.
Çünkü neredeyse herkes bir bankadan aldığı kredi kartı
veya kredi kullanmışlığı bulunmaktadır. Böyle olunca
kredi kartı aidatını veya kredi masraflarını geri almak
için tüketici hakem heyeti başvuruları, açılan dava sayıları hızlı bir biçimde arttı. Durum öyle bir hal aldı ki
hakem heyetlerinden karar almak bir yıl gibi uzun zamana yayıldı, tüketici mahkemeleri duruşmalarını bir
yıl sonraya vermeye başladılar. Bu sorun sadece kredi
kartı aidatlarına veya kredi masraflarına mahsus değildir, diğer alanlarda da benzer sorunlar bulunmaktadır.
Sorunun medeni ceza ile çözümüne dikkat çekmek için
makalenin başlığı “Türk Tazminat Hukuku’nun Yetersizliği: Bir Alternatif Olarak Medeni Ceza (Punitive Damages)” olarak belirledim.
2- Türk Tazminat HukukuYetersiz mi?
Türk Tazminat Hukuku yetersiz mi diye soruyorum
çünkü alınan tedbirler sorunu çözmekten uzaktır. Gerçekten tüketici hakem heyetlerinin ve mahkemelerin
önündeki yığılmanın önüne geçmek için hakem heyetlerinin yapısı değiştirildi ve tüketici mahkemelerinin sayısı arttırıldı. Yapılan bu değişiklik ve sayı artışı ile
sorunun çözüleceği düşünüldü. Ama mahkeme sayılarındaki bu sayı artışı yeterli olmayınca mahkeme sayılarındaki artış süreklilik arz etmeye başladı. Ama sorun
olduğu gibi durmaktadır, hatta giderek büyümektedir.
Aslında Yargıtay’ın kredi kartı aidatlarının veya kredi
masraflarının alınmaması gerektiğine dair çok sayıda
kararı bulunduğundan tüketici hakem heyeti başvurusunun veya açılan davanın sonucu baştan bellidir. Buna
rağmen bankalar kredi kartı aidatlarını veya kredi masraflarını kendiliğinden tüketiciye ödememektedir. Hatta tüketici hakem heyetinin ödenmesi kararına rağmen,
tüketicinin icraya vermesini beklemektedir. Görünürde
bunun mantıklı bir davranış olmadığı açıktır. Gerçekten bankalar kredi kartı aidatı veya kredi masrafı olarak
aldıkları tutarı iade etmek dışında mahkeme veya icra
masraflarını ödemek durumunda kalmaktadırlar. Diğer
bir deyişle bankalar aldıkları kart aidat veya kredi masraf tutarından daha fazlasını tüketiciye ödemektedirler.
Buna rağmen bankalar niçin bu davranışı sergilemektedirler? Bu sorunun iki cevabı bulunmaktadır. Birincisi bankanın bir tüketici için değil bütün tüketiciler için
toplamda ödediği ile aldıkları arasında farkın fazla olması, yani hala kazançlı çıkmasıdır. İkincisi ise Türk Tazminat Hukuku’nun yetersizliğidir.
3-Tüketici Davranışı ve Bankaların Bundan Yararlanması
ne işlemekte ve tüketici bu düşük tutarı fark etmeden
ödemektedir. Hatta tüketici bu tutarın hesaba iade
edilmesini talep ettikten sonra hesaba iadesi yapıldıktan sonra dahi, banka ikinci kez bu aidatı hesap özetine
işleyerek tahsil etmeye teşebbüs edebilmektedir. Bu
durumda tüketici, tüketici hakem heyeti yoluyla karar
almak durumunda bırakılmakta, hatta kredi kartı kullanımı kapatılmakla veya kara listeye alınmakla tehdit
edilmektedir. Benzer durum kredi masrafları içinde yaşanmaktadır. Banka aldığı kredi masrafını geri vermemek için tüketiciye hesap ekstrası vermemekte veya
bunun içinde masraf istemektedir. Bankanın bu davranışını belirlemede tüketici davranışı önemli rol oynamaktadır Milyonlarca müşterisi bulunan banka, duyarlı
müşterilerinden gelen tazminat taleplerini karşılamakla birlikte diğerlerini karşılamadığından önemli bir kazanç elde etmektedir. Diğer bir anlatımla aidat veya
masraf tutarları küçük olduğundan tüketicilerin bir kısmı, hakem heyetlerine başvurma veya dava açma yoluna gitmemektedir. Bir kısım tüketiciler, karmaşık hukuki
sorunlarla karşılaşmak istememektedirler. Üstelik davayı kaybetme riski her zaman vardır. Davayı kaybedince
ödenecek masraflar ve vekâlet ücreti işin cabası.
4- Telafi Yaklaşımı
İkincisi ise Türk Tazminat Hukuku’nun yetersizliğidir. Davalar bireysel olarak görüldüğünden tazminat da bireysel olarak belirlenmektedir. Çünkü Yargısal içtihatlarda
ve doktrinde tazminat tutarının kâr kaybı dâhil zarar
görenin zararının ne fazlası, ne eksiği olması gerektiği
kabul edilmektedir. Bunun sonucu olarak zarar mağdurun malvarlığı gözetilerek belirlenmekte, mağdurun zenginleşmesi sonucunu doğuracak bir tazminat
kabul edilmemekte ve mağdurun elde ettiği yararların
zarardan düşülmesi benimsenmektedir. Ayrıca failin
kusurunun ağır veya hafif olması, tazminat miktarını
etkilememektedir. Telafi tazminat miktarı belirlenirken
mağdurun malvarlığındaki eksilme dikkate alındığından failin eylem nedeniyle elde ettiği kazançlar, üçüncü kişilerin veya toplumun uğradığı zararlar önemli
değildir. Buna ilaveten telafi tazminatı, eylemin nasıl
önleneceğine değil, eylemin gerçekleşmesi sonrasında
zararın nasıl giderileceğine; yani eylem sonrasına odaklanır. Bütün bunları tazminat hukukunun geleneksel
yaklaşımı olarak da ifade edebiliriz. Özetle geleneksel
yaklaşıma göre tazminat sadece telafiye hizmet eder ve
bu zararı telafi zorunluluğu nedeniyle haksız eylemde
bulunan, zararını tazmin edeceği haksız eylemde bulunmaktan kaçınacaktır.
Basitçe zararı ödeyeceğini bile bile başkasına zarar vermek hiç de mantıklı bir davranış değildir, niye böyle bir
davranışta bulunulsun ki?
Birincisi bankanın bir tüketici için değil bütün tüketiciler için toplamda ödediği ile aldıkları arasında farkın
fazla olması, yani hala kazançlı çıkmasıdır. Şöyle ki:
Banka tüketicinin rızasını almadan aidatı, hesap özeti-
| 23
HUKUKİ MAKALELER
TÜRK TAZMİNAT HUKUKU’NUN YETERSİZLİĞİ:BİR ALTERNATİF OLARAK MEDENİ CEZA
5- Telafi Tazimatının Yetersiz Caydırıcılığı
Telafi tazminatı yaklaşımı, eylem veya kaza sonrasına
odaklandığından kişilerin eylemleri veya kazaları önleyici tedbirler almada yeterli inisiyatif oluşturmamaktadır. Özellikle kazaları önlemek için yapılması gereken
maliyetin, ödenecek muhtemel telafi tazminatından
yüksek olması halinde kişi maliyete katlanmak istememektedir. Sözgelimi ayıplı imalatın daha kazançlı olduğu düşünülerek bilinçli olarak ayıplı uçak imalatı yapılabilir veya göz ardı edilebilir. Bunun yanında üretici, bu
ayıbın varlığını imalat aşamasında bilmemekle birlikte
daha sonra bu ayıbın uçak kazasına neden olduğunun
anlaşılmasıyla öğrenmesine rağmen bu ayıbın giderilmesi maliyeti ile ödeyeceği muhtemel telafi tazminatını
karşılaştırarak ayıbın giderilmesini bilinçli olarak tercih
etmeyebilir ya da sorumsuzca davranarak ayıbın giderilmesi yoluna başvurmayabilir. Hâlbuki bir uçak kazası
üreticinin telafi tazminatı ile karşılaması mümkün olmayan toplumsal zararlara neden olabilir. Gerçekten
uçak kazasında vefat eden birinin, toplum için boşluğu
doldurulması güç bir konumu bulunabilir. Üstelik kişinin yıllarca biriktirdiği tecrübeler veya birikimler, vefat
olayıyla birlikte kaybolur ve toplumun bu kişinin yerine
birini ikame etmesi yıllar alabilir belki de mümkün olmaz. Örneğin yetişmiş bir müzisyen olmak için yıllarca
birikim elde edilmesi gerekmektedir. Hatta kişi tam iyi
bir müzisyen olduğu anda kazayla vefat etmesi halinde
birikimleri kaybolur. Bu nedenle fail için kazanın önlenmesi önemli olmasa da toplumsal olarak soruna bakıldığından failin meydana gelen kazadan ders çıkarması
ve tekrarı için gerekli önlemleri alması bir gerekliliktir.
Sorun toplumsal olarak bununla da sınırlı değildir. Gerçekten vefat eden kişinin çocuğu, ailesi ve yakın arkadaşları önemli manevi kayıplara uğrayacaktır. Bunların
manevi tazminatı ile telafi edilebileceği düşünülebilirse
de kişinin yaşaması halinde çocuğuna, ailesine ve yakın
arkadaşlarına sağladığı manevi tatmini veya desteği,
manevi tazminatın sağlaması mümkün değildir. Çocuğun annesi veya babası ile olan ilişkisini hiçbir parasal
ödeme ikame edemez, hatta onaramaz. Bu nedenle kazanın önlenmemesi failin sosyal olarak telafi edemeyeceği toplumsal zararlara neden olabilmektedir.
Bunların yanında failin davranışının zarara yol açacağını bilerek hareket etmesi halinde, fail telafi edici zararı
ödemeye baştan hazır olduğundan telafi edici tazminatla sorumlu tutulacağı tehdidi, faili bu davranışından caydırmak için yetersizdir. Her ne kadar ceza hukuku caydırıcılığı sağlayabileceği iddia edilse de ceza
hukuku yaptırımlarının yetersiz kalması ve bu açıktan
failin yararlanması mümkündür. Örneğin mağdurun
24 |
İbrahim GÜL
gıyabında hakaretin cezalandırılabilmesi için fiilin en
az üç kişiyle ihtilat ederek işlenmesi gerekir (TCK m.
125/1). Hâlbuki fail, üç kişiyle ihtilat etmeden tekrar
tekrar hakaret edebilir. Daha önemlisi kişilerin parayla
başkalarının haklarının ihlal edilebileceği düşüncesine kapılması, hukuk kurallarına riayet isteğini azaltan,
sosyal barışı ortadan kaldıran bir durumdur. Bu düşüncenin toplumda yaygınlaşması, hukuk kurallarının
ihlalini sıradanlaştırır, başkalarının haklarına saygıyı
azaltır. Bu noktada ceza hukukunun kişi özgürlükleri
nedeniyle fail lehine işlediği gözetilmelidir. Ayrıca
ceza hukuku uygulamasının sonsuz mali ve
insan kaynağı ile desteklenemeyeceği
sonucuyla ortaya çıkan öncelik sırası
nedeniyle ağır cezayı gerektiren
suçlar karşısında hafif cezayı
gerektirenlerin ikinci planda
kalacağı, cezanın sadece
para cezası ile sonuçlanacağı değerlendirilmelidir. Üstelik failin ceza
hukukuna göre ceza
alması hiçbir zaman
doğrudan mağdurun
kalkınması sonucunu
doğurmamaktadır. Mağdur uğradığı zarar ile karşı
karşıya kalmaktadır.
Yanlış anlaşılmaması
bakımından burada
medeni cezanın ceza
hukukunu ikame edeceğini ifade etmemekteyim.
Kişilerin haksız eylemleri
yapmaktan caydırılması için
ceza hukukunun tek başına
yeterli caydırıcılığı sağlayacağı
beklentisinin nafile olduğunu belirtmekteyim.
Diğer yandan şehir yaşamının karmaşıklığı haksız
eylemleri karmaşıklaştırdığı gibi ortaya çıkan zararın
çok sayıda nedeninin olabilmesi ihtimalini de arttırmaktadır. Bu nedenle zarar verici olaylar, bir kişinin diğer kişiye yumruk atması gibi basit değildir. Bu karmaşıklık
ve nedenlerin çokluğu nedeniyle failin haksız eylemi,
gizli kalabilmekte veya illiyet bağının bulunmadığı iddia edilebilmektedir. Örneğin akciğer kanserinde, kanserin sigaradan kaynakladığının ispat edilmesi oldukça
zordur. Çünkü kanser olayı ile sigara arasında irtibatın
ortaya konması, çok sayıda vakıanın araştırılmasını gerekir. Bunun gibi sigara içme olayı yıllarca sürdükten,
hatta sigara içme olayından onlarca yıl geçtikten sonra
kanser olayı ortaya çıkabilmektedir. Üstelik üretici, sigaranın doğrudan kansere neden olmadığını, hava kirliliği
gibi çok sayıda faktörün kansere neden olduğunu, olsa
bile yıllar süren zaman dâhilinde sadece kendi markasını taşıyan sigaraların içilmediğini iddia edebilir. Mağdurun yıllar önce hangi markayı içeren sigarayı içtiğini ispat etmesi, hatta hatırlaması hiç de kolay değildir. Aynı
durum nükleer reaktör kazası nedeniyle ortaya çıkan
zararlar bakımından da geçerlidir. Hâlbuki fail ürünün
özelliklerinin daha iyi bilecek konumda olduğundan
böyle bir zararının olduğunu mağdura göre daha kolay
bilebilir, önlemler alabilir, en azından mağdur nezdinde
uyarılarda bulunabilir. Nitekim ABD Hukuku’nda sigara
üreticileri, sigaranın sağlığa zararlarını on yıllar önce
bilmesine rağmen mağdur nezdinde hiçbir
uyarı veya önlem almamıştır. Olay sigara
şirketinde çalışan bir stajyerin raporlara tesadüfen ulaşması ve bunu
kamuoyuyla paylaşmasıyla ortaya çıkmıştır.
Bunun gibi bir trafik kazasında kazanın nedeni
öncelikle
sürücülerde göründüğünden,
kazaya neden olan
üretici kusurları nadiren görünür hale
gelmektedir. Diğer
bir deyişle öncelikle
sürücü kusuru arandığından
kazanın
diğer nedenleri çok
az
sorgulanmaktadır. Hâlbuki bir trafik
kazasının çok sayıda
nedeni olabilmektedir.
Örneğin araçtaki akaryakıt deposunun ateş almamasını sağlayan bir özelliği
barındırmaması nedeniyle kaza
sonucunda araç patlayabilir veya
alev alabilir ve sürücü veya yolcular feci
şekilde vefat edebilir. Bunun gibi fren sisteminde bulunan hatanın sürücüyü uyarıcı bir tasarımı barındırmaması sürücünün kaza yapmasına veya
kazayı önleyememesine neden olabilir. Hâlbuki bu gibi
durumlarda görünürde sürücü, şerit ihlali yaptığından
veya hızlı gittiğinden bahisle kusurlu görülmekte, üreticinin kusurları gizli kalmaktadır. Üstelik üreticiler çoğu
zaman gizli kalan bu kusurlarını gidermek için gayret
göstermemekte, hatta buna duyarsız kalabilmektedir.
Hâlbuki güvenli bir yaşam, her insanın hakkıdır. İnsan
hayatının her şeyin üstünde tutulması gereklidir. Bu
gibi durumların ceza hukuku yoluyla caydırılması, kanunilik ilkesi, fiilin tipikliği, kusur gibi unsurlar gözetil-
diğinde imkânsız görünmektedir.
6-Zarar Anlayışı ve İspat Sorunları Nedeniyle Mağdurun Zarara Katlanmak Durumunda Bırakılması
Bunların yanında zararın varlığını ispat etmek de kolay
değildir. Zararın ispatı, özellikle gelecekte ortaya çıkan
kâr kaybı veya iş gücü kaybı gibi zararlarda daha belirgindir. Çünkü geçmiş değil geleceğin nasıl şekilleneceği şimdiden bilinemeyeceğinden muhtemel bir hesaplama yapılır. Örneğin mağdurun bir ücret almaması ve
trafik kazasında çalışma gücünü kaybetmesi halinde
çalışma gücü kaybına ilişkin maddi tazminat hesabında, asgari ücret temel alınmaktadır. Hâlbuki mağdur,
asgari ücretin, hatta ülke ortalamasının üstünde ücret
alabilir.
Zarar gören ürünün değerlendirilmesi veya alınan hizmetin kalitesine ilişkin değerlendirmeler, mağdurun
zenginleşmesini temin etmemesi bakımından çoğu zaman ortalama veya asgari değerden alınmaktadır. Bunun gibi ispat edici belgesinin olmaması halinde malvarlığında bir eksilmenin olup olmadığına bağlı olarak
ortalama bir değerden zararın tazmin edilip edilemeyeceği dahi tartışmalıdır. Örneğin ticari işletme dışında bireysel olarak kullanılan araçların zarar görmesi halinde,
aracın kullanılmadığı günler için kişinin muhtemel ödemesi gereken taksi bedeli değil, ödediği taksi bedelinin
tazmin edilmesi değerlendirilmektedir. Bilginin asimetrik olarak dağıldığı, her yerde yeterli bilgiye kolayca
ulaşılmadığı gözetilirse, değerleme sorunları daha net
ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca mağdurun emekli maaşı alması gibi haksız fiilden etkilenmeyen kazanç kayıpları, telafi tazminatı anlayışına dayalı olarak failden tazmin edilememektedir.
Bu nedenle mağdurun sakatlanması halinde failin ödeyeceği maddi tazminat oldukça düşük kalabilmektedir.
Bu durumda zarar toplum tarafından karşılandığından
telafi tazminatı caydırıcılık işlevini yerine getirememektedir. Manevi tazminatın düşük olması, telafi tazminatının bu yetersiz caydırıcılık açığını kapatmayabilmektedir.
Telafi tazminatının diğer bir çıkmazı, mağdur yönlü bakış açısı nedeniyle zararın sadece mağdurun malvarlığı
gözetilerek belirlenmesidir. Bu durumda mağdur verilen zararla baş başa kalabilirken, kredi kartı aidat veya
kredi masraf olayında olduğu gibi haksız fiilden yararlar
da elde edile bilinmektedir. Bunun yanında davalının
haksız fiilinden kazançlı çıktığını gören üçüncü kişilerin
hukuk kurallarına riayet etme arzusu, olumsuz etkilenmektedir.
Gerçek olmayan vekâletsiz iş görme hükümlerine
göre failin elde ettiği kazançların geri istenebilmesinin
mümkün olduğu iddia edilse de, bu hükümler nere-
| 25
HUKUKİ MAKALELER
TÜRK TAZMİNAT HUKUKU’NUN YETERSİZLİĞİ:BİR ALTERNATİF OLARAK MEDENİ CEZA
deyse hiç uygulanmamakta, iş görme ediminin olmadığı durumlarda da kazançların geri alınması hukuken
mümkün değildir. Bunun gibi ürün sorumluluğunda
üreticinin üründeki ayıbı gidermemesi sonucunda oluşan zararlardan bir kısmını tazmin etmemesi şeklinde
ortaya çıkan kazançların, gerçek olmayan vekâletsiz iş
görme hükümleri çerçevesinde geri alınması da mümkün değildir.
Görüldüğü üzere mağdurun zararını tazmin etmesi, fiili
olarak hiç de kolay değildir. Bu durum çoğu zaman failin lehine işlemektedir. Bunlar telafi tazminatının haksız
eylemi caydırmada yetersiz kalmasına neden olabilmektedir.
Yukarıda açıklandığı üzere kişilerin daha özenli davranması ve kazalara neden olan unsurları ortadan kaldırması için telafi tazminatı, yeterli inisiyatifi oluşturmakta
zayıf kalmaktadır. Hâlbuki günümüzde kazaların ilahi
bir takdir olduğu ve meydana gelen zarara mağdurun
katlanması gerektiği anlayışı yerini önlemler alınması
yoluyla neredeyse her kazanın önlenebileceği anlayışına bırakmıştır.
7-Medeni Ceza Nedir?
Medeni ceza, medeni yargılama usulüne göre görülen
davada, davalının ağır kusurla hareket etiğine ilişkin
açık ve inandırıcı delilin olması halinde, davalıyı cezalandırmak ve başkalarını bu eylemlerden caydırmak
amacıyla örnek oluşturması için mağdurun telafi edici
tazminatına ilaveten, eylemin kötülüğüyle orantılı, nadiren verilen ve mağdura ödenen parasal tutar olarak
26 |
İbrahim GÜL
tanımlanabilir. Basitçe medeni ceza, davalıyı cezalandırmak ve başkalarını bu eylemlerden caydırmak amacıyla failin eylemindeki kötülüğe bağlı olarak tazminat
miktarının belirlenmesidir. Medeni cezanın özellikleri:
medeni usul hukuku kurallarına göre yapılan bir yargılama sonucunda belirlenmesi, mağdura ödenmesi, telafi tazminatını aşması ve caydırma amacıyla verilmesi
olarak ifade edilebilir. Bunun yanında medeni cezanın
caydırma işlevinin güçlü olması için medeni ceza tutarı
belirlenirken failin serveti ve failin elde ettiği kazançlar
da gözetilmelidir.
8-Sonuç
Önleme anlayışı, kaza sonucu meydana gelen zararların telafi edilmesi yerine nasıl önlenebileceğine odaklanılmasını gerekli kılmaktadır. Bu noktada medeni ceza,
failin maliyetin altında oluşan zararın üstünde tazminat
ödemek durumunda bırakması suretiyle haksız eylemi
önlemek için bir inisiyatif yaratabilmektedir. Bu inisiyatif özellikle bilinçli tercihlerde bulunulmasında veya
duyarsız davranılmasında ya da eylemlerin tekrarında
daha net görülmektedir. Bu noktada ilerde medeni ceza
ödeme tehdidi, bankayı milyonlarca müşterisinden
elde edeceği kazancı geri verme riski altında sokacaktır.
Banka, bu riski göze almak istemeyecektir. Bunun sonucunda uyuşmazlıklar oluşmayacak, olumsuz örnekler
yoluyla toplumdaki bireylerin hukuk kurallarına riayet
isteği azaltılmayacaktır. Medeni ceza yoluyla haksız eylemlerin önlenmesi toplumsal refahı da arttıracaktır.
Bütün bu nedenlerle Türk Hukuku’nda medeni cezaya
ihtiyaç bulunmaktadır.
SERMAYE PİYASALARININ İŞLEVİ VE
HUKUK SİSTEMİMİZ İÇİNDEKİ YERİ
Mehmet EROL
Avukat - Sermaye Piyasası Kurulu Eski Uzmanı
Tanımı;
S
ermaye Piyasaları (Stock market) en geniş anlamıyla
menkul kıymetlerin (hisse senedi, tahvil, varant, vop
ürünleri vs.) kısa, orta ve uzun vadeli olarak alınıp satıldığı piyasalardır. Basit ve geniş bir tanımla sermaye
piyasası sermaye arz ve talebinin karşılaştığı bir piyasadır.
Bir diğer anlatımla uzun vadeli fon arz ve talebinin karşılaştığı piyasalar olarak ifade edilebilir. Bu piyasalar geleneksel
tasnifte konvansiyonel bankacılık sisteminin alternatifi gibi
düşünülebilir. Nitekim reel ekonominin şirketler kesiminin
fonlanması kaynak oluşturulması anlamında düşünüldüğünde bankacılık sistemi dolaylı finansmana dayanan bir
anlayışla çalışmasına karşın sermaye piyasaları direk fonlama/kaynak oluşturma manasında hizmet ifa ettiği görülecektir. Gerçekten sermaye piyasaları küçük tasarruf sahiplerinin sahibi oldukları birikimleri bir araya getirmek suretiyle büyük projeleri finanse edebilecek etkinlikte bir araya
getirilebileceği sağlıklı ve insancıl ekonomilerin ruhuna en
uygun finansman modelidir. Kazanırken aynı zamanda paylaşan bir anlayışın resmedildiği piyasalardır.
Dünyadaki Tarihsel Gelişimi
Sermaye piyasalarının tarihsel gelişimi ile ilgili olarak kısaca
şunları ifade edebiliriz. Avrupa’da ilk resmi borsa 1487 yılında kurulmuştur. 16. Yüzyılın ikinci yarından itibaren Londra
Borsası ve Paris Borsalarının açıldığını görüyoruz. Sanayileşme ile birlikte 1878 Tokyo borsası, 1792 New York Borsası
ve 1866 İstanbul Borsası’nın kurulduğunu görmekteyiz.
Sermaye Piyasaların tarihi 1929 Buhranı öncesi ve sonrası olarak iki ana katogoriye ayırmanın çok yanlış bir tasnif
olmadığı aşikardır. Bu krizden en çok New York borsasının
etkilenmesi ile birlikte insanların sermaye piyasalarına olan
güveninde ciddi bir şekilde etkilemiştir. Bunun akabinde
1933 yılında ABD sermaye piyasalarına yönelik ilk kanun-
laştırma hareketi başlamış ve sermaye piyasalarının daha
güvenli bir hale getirilme eğilimi artmıştır.
Osmanlı’dan Bugüne Tarihsel Gelişimi
Sermaye piyasalarının bizdeki tarihi gelişimine baktığımızda ise maalesef Kırım Savaşı savaşı nedeniyle Devlet-i Ali’nin
ihraç etmek zorunda kaldığı borçlanma senetlerinin alınıp
satıldığı Galata Bankerlerinin oluşturduğu bir piyasadan
bahsedilebilir. Galata Bankerlerinin öncülüğünde 1866 yılında DERSAADET TAHVİLAT BORSASI kurulmak suretiyle
modern anlamda ilk sermaye piyasasının temelleri atılmıştır. Bu Borsa 1906 yılında “ESHAM VE TAHVİLAT BORSASI”
olarak adını değiştirmiştir. 1923 İktisat Kongresinde Borsa
millileştirilmiştir. 1929 yılına gelindiğinde çıkartılan 1447
sayılı Kanunla Borsalar tekrar düzenleme alanına girmiş ve
İstanbul Menkul Kıymetler Borsası olarak faaliyetine devam
etmiştir. Savaş şartları nedeniyle 1938 yılında kapatılarak
Ankara’ya taşınan İMKB 1941 yılında tekrar İstanbul’a taşınmıştır. 1960 ve 1970 li yıllarda daha çok meslek odaları,
DPT, Maliye Bakanlığı gibi kurumların gündeminde yer tutan Borsalar konusu 1980 li yıllara gelinceye kadar yasal bir
altyapı kazanamamıştır. 1980’li yıllarda ülkemizde yaşanan
“banker” skandalından sonra yasama meclisi sermaye piyasalarının daha güvenli bir şekilde gelişmesini teminen gerçek anlamda ilk yasal düzenlemeyi yapmıştır. 28.07.1981
tarihli 2499 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu çıkartılmıştır.
Bu Kanun 1992, 1999, 2007 ve 2011 yıllarında değişen koşullara göre güncellenerek gelmiştir. Ve nihayet Türk Ticaret Kanunu’nun bir bütün olarak değiştirilmesi sonrasında
30.12.2012 tarihi itibariyle 6362 sayılı (yeni) Sermaye Piyasası Kanunu’nun bu kanunla uyumlaştırılması gerekliliği
yanında hem yerel hem de uluslar arası piyasalardaki gelişmeler, Avrupa Birliği’ne uyum çalışmaları vs. neticesinde değişen şartlara uyum için SPKn.’nun yenilenmesi kaçınılmaz
bir hal almıştır.
| 27
HUKUKİ MAKALELER
SERMAYE PİYASALARININ İŞLEVİ VE HUKUK SİSTEMİMİZ İÇİNDEKİ YERİ
Mehmet EROL
Sermaye Piyasalarının Temel Karakteri
Sermaye piyasalarını genel anlamda birincil ve ikincil piyasalar olarak ayırmak gerekir. Sermaye piyasası araçlarının ilk
kez halka satıldığı ve elde edilen fonun direkt ihraç edenin
mali kaynakları arasına dahil edildiği birincil piyasa olarak
adlandırılır. Birincil piyasadan fon elde edenler ihraç maliyetleri dışında hemen hemen sıfıra yakın maliyetle fon elde
ederler. İkincil piyasa ise daha önce alım satıma konu olan
menkul değerlerin işlem gördüğü piyasadır. İkincil piyasa
olmadan birincil piyasanın varlığından bahsetmek mümkün değildir. İkincil piyasa işlem gören menkul kıymetler alıcısı ve satıcısı arasında el değiştiren bir malvarlığı değeridir
ve bu yönüyle ihraç eden ile bir ilgisi yoktur.
Sermaye piyasalarının en önemli özelliği küçük tasarruf
sahiplerinin ellerinde biriktirdiği tasarrufların yatırıma yöneltmesine aracılık edilmesi işlevidir. Bu aracılık işlevinin
görünümü genelde pay senedi karşılığı ortaklık ilişkisi, bazen tahvil şekliyle kredi verilmesi şeklinde olabileceği gibi
Sermaye Piyasası Kanunda tanımlanmış (md.3) veya SPKr.
tarafından belirlenen sermaye piyasası aracı olarak tanımlanabilecek (md.3/ş) şekilde ortaya çıkabilecektir. Pay senedi
sahibi bunun karşılığında temettü (dividant), tahvil sahibi
faiz geliri elde ederler. Sermaye piyasaları likit piyasalar olduğu için konjoktürel dalgalanmalar karşılığında aşağı veya
yukarı yönlü hareketlerde pay sahibi ayrıca bir sermaye kazancı ve/veya kaybına maruz kalabilmesi ihtimal dahilindedir.
Sermaye Piyasalarının bir başka önemli ayağını vadeli işlemler ve opsiyon sözleşmeleri oluşturmaktadır. Vadeli işlem
sözleşmeleri gelecekte belli bir vadede önceden belirlenen
fiyat ve miktarda malı (tarımsal ürün, enerji veya maden
ürünleri vs.) veya sermaye piyasası aracını almak ve satmak
zorunluluğu olan sözleşme tipleridir. Esasında etkin bir
vadeli işlemler piyasası spot (peşin alınıp satılan piyasalar)
piyasadaki risklerin dengelenmesi –gelecekteki fiyat değişimlerine karşı bugünden alım/satım yapılması suretiyle fiyat dalgalanmalarından korunma amaçlı- açısından önemli
bir işlev görmekle birlikte spekülatif ve arbitraj (spot piyasa
ile vadeli piyasa arasındaki farktan yararlanmak) amaçlı işlemler yapılabilmektedir.
Son yıllarda hızlı bir gelişme trendi içine giren bir diğer piyasa türü genelde ülke paralarının birbiriyle takas edildiği
FOREX piyasalarıdır. Dünya üzerinde ortalama günlük işlem hacmi 5.5 trilyon dolar seviyesinde olan bu piyasaların
gelecekte yeni krizlerin oluşturma potansiyeli taşıdığını
unutmamak gerekir. Kaldıraç oranlarının yüksek tutarlarda
olması az para çok kazanç elde edilebilme olasılığı nedeniyle kitlelerden çok büyük bir teveccüh görmesi nedeniyle
ulaşılan hacimler çok yüksektir. Unutmamak gerekir ki küçük tasarruf sahiplerinin birikimlerinin ekonomilere aktarıl-
28 |
dığı platformlar olarak sermaye piyasalarında oluşabilecek
krizlerinde benzer şekilde binlerce hatta milyonlarca kişiyi
etkileme potansiyeli taşıdığı gerçeğidir.
Sermaye Piyasasının Türk Hukukundaki Yeri
Bu açıklamalardan sonra Türk Sermaye Piyasasının hukuki
konumu neresidir sorusuna bir cevap vermek gerekir. Hukuk sistematiği ve normlar hiyerarşisi bağlamında bakıldığında Sermaye Piyasası Kanunu, Ticaret Hukuku alanının bir
cüzü olmakla birlikte özellikle 6362 sayılı Sermaye Piyasası
Kanun’dan sonra düzenleme mantığı ile adeta TTKn.’nun
etki ve gölgesinden çıkmaya çalışan ve kendine özgü kuralları öncelikle kendisinin belirlediği Kanun ve ikincil mevzuatta hüküm bulunmayan hallerde (Spkn.md.2/2) ise ancak
tamamlayıcı hükümler olarak TTKn.’na müracaat edilmesi
gereken bir düzenleme sistematiği ve mantığına büründüğü görülmektedir.
Bu hükümde üzerinde durulması gereken husus ikincil
mevzuat denilen düzenlemelerin TTK ve konuya ilişkin olabilecek diğer Kanun hükümlerinin önüne konulmuş olmasıdır. İkincil mevzuat denildiğinde Kanuna dayanılarak Sermaye Piyasası Kurulu’nun va’z edeceği Tebliğ hükümleri ve
alacağı ilke kararları kast edilmektedir. Gerçekten Kurul 6362
sayılı kanunun yayımı ile birlikte Kanunda yetki olarak kendi
uhdesine almış olduğu konularda çok hızlı bir Tebliğ düzenlemesi yoluna gitmiş ve 30’un üzerinde Tebliğ yayımlanmak
suretiyle sermaye piyasaları ciddi bir düzenleme ile alt yapısı güçlendirilmiştir. Elbette ki Tebliğ düzenlemelerinin yasal
dayanağı Kanun olmakla birlikte unutmamak gerekir ki, Kurul İdari hiyerarşi içinde bir Anayasal bir kurum olan “kamu
tüzel kişisi”dir. 6362 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu’nun
“Kuruluş ve Bağımsızlık” başlıklı 117 nci maddesinde Kurulun statüsü belirlenmiştir. Buna göre; “..Bu Kanunla ve ilgili
mevzuatla verilen görevleri yapmak ve yetkileri kullanmak
üzere kamu tüzel kişiliğini haiz, idari ve mali özerkliğe sahip
Sermaye Piyasası Kurulu kurulmuştur..”“…Kurul, bu Kanunla
ve mevzuatla kendisine verilen görev ve yetkileri kendi sorumluluğu altında bağımsız olarak yerine getirir ve kullanır.
Kurulun kararları yerindelik denetimine tabi tutulamaz. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi Kurulun kararlarını etkilemek amacıyla emir ve talimat veremez..” hükümlerine havidir. Kurul sermaye piyasalarının hem düzenleyici ve hem de
denetleyici ve izleyici fonksiyonunu bünyesinde toplamıştır. İdari ve mali özerkliğe sahip olması nedeniyle görevlerini
kendi sorumluluğu altında sürdürmektedir. İdari hiyerarşi
içinde bu kadar yetkilendirilmiş ve kuvvetlendirilmiş bir İdare’nin hem düzenlemelerdeki hukuk mantığı ve hem de izleme ve denetleme sonucunda uygulayacağı yaptırımların
hukuk devleti ilkesi çerçevesinde denetlenmesi de ayrı bir
öneme haizdir. Her ne kadar Kurulun hem düzenlemeleri
ve hem de aldığı kararlar bir yönüyle İdari yargısal denetime
(SPKn. Madde 134) Kurul kararlarına karşı açılacak idari davalar idare mahkemelerinde görülür. Kurul kararlarına karşı
yapılan başvurular acele işlerden sayılır” tabi olsa da sermaye piyasalarının dinamik yapısı nedeniyle yıllar sonra elde
edilen hukuki sonuçların fiiliyatta uygulanma kabiliyeti ve
etkinliğinin olmaması ayrı bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Yine Kurulun bu kanun uygulamasında piyasa aktörlerine vermiş olduğu İdari Para Cezalarına karşı kabahatler Kanunu’nun aksine yine “İdari Yargı” görevlidir. Sermaye
Piyasası hukukunun bu yapısı itibariyle aynı anda birden
çok mevzuat hükümleri ile ilgilidir. Uygulamada sermaye
piyasası hukukunu kendine özgü kural ve kaideleri dışında
tamamlayıcı düzenlemeler olarak başta TTK ve TCK olmak
üzere İdari Yargı denetimi anlamında İdari yargı da olmak
üzere geniş yelpazede etkin ve ilişkili olduğu görülmektedir. Sermaye piyasaların dinamik ve ihtiyaçlarının sürekli değişmesi yasama meclisinin çalışması mukayese edildiğinde
düzenlemelerin ikincil mevzuat üzerinden yürütülmesi bir
ölçüde makul kabul edilebilir. Ancak hukuk güvenliği ve
mevzuat istikrarı açısından bu durumun olumsuzluğuna
vurgu yapmak gerekir. Hele ki Kurulun daha alt düzenleyici
işlemi olan “İlke Kararları” ile piyasa uygulamalarına yön verdiği İdari kararlarının bir hukuk kuralı olarak kabulü ile uygulanması yukarıda işaret edilen “hukuk güvenliği ve istikrarı” açısından oldukça olumsuz bir tablo taşıdığı aşikardır.
Tüm bu tabloya karşın sermaye piyasası hukukunu yine de
Ticaret Hukuku’nun önemli bir parçası olarak tanımlamak
doğru bir yaklaşımdır.
| 29
HUKUKİ MAKALELER
İÇ GÜVENLİK YASA TASARISINDA
TOPLUMSAL OLAYLARA İLİŞKİN YAPILMAK İSTENEN
DÜZENLEMELERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Hüseyin ACURMAN
Avukat-Kocaeli Barosu
“P
olis Vazife ve Salahiyet Kanunu ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun
Tasarısı” adı altında İçişleri Bakanlığınca
hazırlanmış ve Bakanlar Kurulunca 24.11.2014 tarihinde TBMM Başkanlığına sunulmuş tasarı “Torba Kanunu”
hüviyetinde olup kamuoyunda “İç Güvenlik Yasa Tasarısı” olarak adlandırılmaktadır.
43 maddeden oluşan bu torba kanun tasarısı ile Polis
Vazife ve Salahiyet Kanunu, Jandarma Teşkilat Görev ve
Yetkileri Kanunu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu,
Terörle Mücadele Kanunu, TCK, CMK, İl İdaresi Kanunu,
Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun, Kimlik Bildirme Kanunu, Emniyet Teşkilatı Kanunu, Polis Yüksek Öğretim Kanunu,
Sahil Güvenlik Komutanlığı Kanunu, Nüfus Hizmetleri
Kanunu, Türk Vatandaşlığı Kanunu, Pasaport Kanunu,
Elektronik İmza Kanunu, İçişleri Bakanlığı Teşkilat ve
Görevleri Hakkında Kanun, Memurlar ve Diğer Görevlilerin Yargılanması Hakkında Kanun, Değerli Kağıtlar
Kanunu, Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu, On üç
ilde Büyükşehir Belediyesi Ve Yirmi altı İlçe Kurulması
İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
30 |
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun olmak üzere toplam
yirmi kanunda değişiklik yapılması istenilmektedir.
Tasarının genel gerekçesi -toplumsal olaylara ilişkin
düzenlemelerle ilgili olarak- “son zamanlarda meydana
gelen toplumsal olayların terör örgütleriinn propagandasına dönüşmesi, göstericilerin vatandaşlarımızın can
güvenliklerini ve vücut bütünlüklerini tehdit etmesi,
kamuya ve özel kişilere ait bina, araç ve mallara zarar
vermesi, hatta yağma girişimlerinde bulunması özgürlük- güvenlik dengesini bozmadan yeni tedbirler alınmasını zorunlu kılmıştır” cümlesi ile açıklanmıştır.
Toplumsal olaylara ilişkin yapılmak istenen düzenlemeler incelendiğinde; gerçekte kuvvetler ayrılığı ilkesi ile
bağdaşmayan, “Hukuk Devleti” anlayışını “Polis Devleti”
haline getirecek bir tasarı ile karşı karşıya kalındığı görülmektedir.
Bu cümleden olarak kamuoyunda “İç Güvenlik Yasa
Tasarısı” olarak adlandırılan tasarının kişi hak ve
hürriyetlerini ilgilendiren ve ayrıca hukuk güvenliğini tehdit etmeye kadar gidebilecek düzenlemeleri incelediğimizde:
Polis dilediği kişiyi iç çamaşırına kadar arayabilecektir
izni alınmadan rutin olarak bu tür aramalar yapabilecek
olması vatandaşta ciddi kaygılar yaratacak niteliktedir.
2559 sayılı PVSK nun halen yürürlükte olan 4/A
maddesine göre kolluk kişileri ve araçları bir suçun
işlenmesini önlemek, işlendikten sonra kaçan faillerin
yakalanmasını sağlamak, işlenen suçun faillerinin kimliklerini tespit etmek, hakkında yakalama emri yada
zorla getirme kararı verilmiş olan kişileri tespit etmek,
kişilerin hayatı vücut bütünlüğü veya mal varlığı bakımından yada topluma yönelik mevcut veya muhtemel
bir tehlikeyi önlemek amacıyla durdurabilir. Kolluğun
bu yetkisini kullanabilmesi için tecrübesine ve içinde
bulunulan durumdan edindiği izlenime dayanan makul bir sebebin bulunması gerekir. Kolluk bu maddeye
göre durdurduğu kişi üzerinde veya aracında kendisine veya başkalarına zarar vermesini önlemek amacına
yönelik el ile dıştan kaba üst araması, araçta ise ancak
dışarıdan bakıldığında görülebilen bölümlerde arama
yapabilir. Kolluğun ince üst araması veya aracın dıştan
görünmeyen (torpido gözü, bagaj gibi) bölümlerinin
aranması 2559 sayılı PVSK 9. Maddesine göre sulh ceza
hâkiminin kararı veya gecikmesinde sakınca bulunulan
hallerde mülki amirin vereceği yazılı emirle yapılmakta
olup buna uygulamada ‘önleme araması’ denilmektedir.
Ve yine uygulamada kolluğun talebi üzerine sulh ceza
hâkimleri tarafından biri bitmeden diğerinin başladığı,
senenin 365 gününü ve tüm il sınırlarını kapsayacak
biçimde önleme arama kararları verilmektedir. Öyleki
kolluk önleme arama kararlarını adli soruşturmalarda
kullanmakta, adli soruşturma için 5271 sayılı CMK na
göre arama kararları alınmadan, önleme arama kararlarına dayalı olarak üst araması-araç araması yapılmaktadır. Önleme arama kararı, adli arama kararına göre somut nedenler aranmadan, soyut genel tehlike gerekçe
gösterilerek verilebilen karara dayalıdır. Dolayısı ile bu
kararın verilmesi sıkı şarta tabi tutulmamıştır. Sıkı şarta
tabi tutulmayan bir karara dayalı olarak, daha özel şartlarda verilmesi mümkün adli arama kararı ile yapılması
gereken aramaları yapmak kişi hak ve özgürlükleri için
ciddi tehlikedir. Bu durum mahkemelerce değerlendirilerek “hukuka aykırı delil” sayılması gerekmekte iken
maalesef uygulamada bu yöntemle yapılan aramalarda
elde edilen deliller hukuka uygun delil kabul edilmektedir.
Tasarının madde gerekçesinde hâkim kararı veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde C.Savcısının yazılı
emri alınmaya çalışıldığında bu kararlar alınasıya kadar
kişinin uzun süre bekletildiği bu şekilde mağdur edildiği, arama kararının verilmediği hallerde ise suç örgütleri tarafından uyuşturucu, silah ve bombaların taşınmasına engel olunamadığı ve suç işlemeden önce gerekli
önlemelerin alınamaması gibi durumlarla karşı karşıya
kalındığı, bu çerçevede konu ile ilgili hukuksal bir boşluğun giderilmek istendiği belirtilmiş ise de; yukarıda
belirttiğimiz gibi PVSK 9. Maddeye göre alınan “önleme
arama kararı” ile uygulamada bu sakıncaların bertaraf
edildiği açıktır. Buna rağmen 4/A maddesinde değişiklik yapılmasının istenilmesi madde gerekçesinde zımnen belirtildiği gibi bazen arama kararlarının veya izinlerinin verilmemesinden duyulan rahatsızlıktan dolayı
hâkim ve savcıyı bu uygulama ile ilgili olarak sistemin
dışına çıkarmaktır.
Koruma altına alma adı altında gözaltılar yapılacaktır
PVSK 13. Maddede yapılmak istenen değişiklik ile kolluk
kanunlara uygun olarak aldığı tedbirlere karşı gelenleri,
direnenleri, görev yapmasını engelleyenleri, kendisinin
veya başkalarının can güvenliğini tehlikeye düşürenleri eylemin ve durumun niteliğine göre koruma altına
alma, uzaklaştırma ya da yakalama ve gerekli kanuni işlemleri yapma ile yetkilendirilmektedir. Bu düzenleme
ile kolluk, savcı veya hâkim kararı olmaksızın bir kişiyi
“koyduğu tedbirlere” karşı geldiği veya “başkalarının
can güvenliğini tehlikeye düşürdüğü” şeklinde yapacağı değerlendirme ile “koruma altına alma” gibi ne
olduğu açıklanmayan bir uygulama yapabilecektir. Bu
düzenlemede “neden” soyut olup, somut olgularla açıklanması aranmayacak ve ayrıca “koruma altına alma”
adlandırması ile “gözaltı” işlemi yapılması sağlanacaktır.
Yine bu düzenleme ile özellikle protesto gösterilerinde
kitlesel gözaltılar “koruma altına alma” ismi ile meşrulaştırılarak rutin hale gelebilecektir.
Halen yürürlükte olan mevzuata göre kolluk PVSK 13.
Maddede belirtilen hallerde kişiye yakalar ve derhal
Tasarı ile getirilen düzenlemede ise “önleme araması” C.Savcısına haber vererek oradan alacağı talimatlara
dahi gereksiz görülerek mülki amirin görevlendireceği göre hareket etmektedir. Bu uygulamada kişi ve ailesi
kolluk amirinin yazılı veya sözlü emri ile kolluk kişiler yakalama ve gözaltı işlemine karşı itiraz ederek yapılan
üzerinde ince üst araması yapabilecek, aracın her bö- işlemin hâkim tarafından incelenmesini sağlayabilmeklümünü ayrıntılı olarak arayabilecektir. Böylece detaylı tedir. Yapılmak istenen düzenleme CMK 91. Maddede
üst aramaları ve araç aramalarında hâkim ve C.Savcısı yapılmak istenen değişiklikle birlikte değerlendirildibaypas edilmiştir. Kolluk amirinin kararı ve bu karara ğinde 48 saat kişinin “nerede olduğu”, “koruma altına”
dayalı olarak yapılan uygulamanın 24 saat içinde hâkim olup olmadığı yakınları tarafından bilinmeyecek ve bu
onayına sunulması iş işten geçtikten sonra yapılacak uygulamaya karşı C.Savcısı veya hâkime müracaat etme
olan gereksiz işlemden ibaret kalacaktır. Bu değişiklik imkânı ortadan kalkacaktır.
tasarısı ile araçlara ve insanlara yönelik keyfi aramalara
daha sık rastlanacaktır. Kolluğun hâkim ya da savcılık
| 31
HUKUKİ MAKALELER
İÇ GÜVENLİK YASA TASARISINDA TOPLUMSAL OLAYLARA İLİŞKİN YAPILMAK İSTENEN DÜZENLEMELERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Silah kullanma yetkisi genişletilmiştir
PVSK 16. Maddede yapılmak istenen değişiklikle kolluğun ateşli silah kullanma yetkisi genişletilmektedir.
Buna göre kolluk kendisine veya başkalarına, işyerlerine, konutlara, kamu binalarına, okullara, yurtlara,
ibadethanelere, araçlara ve kişilerin tek tek veya toplu
halde bulunduğu açık veya kapalı alanlara molotof,
patlayıcı, yanıcı, yakıcı, boğucu, yaralayıcı ve benzeri silahlarla saldıran veya saldırıya teşebbüs edenlere karşı,
saldırıyı etkisiz kılmak amacıyla ve etkisiz kılacak ölçüde
silah kullanmaya yetkili kılınmıştır.
Düzenlemede “saldırıyı etkisiz kılmak amacıyla” ve “etkisiz kılacak ölçüde” denilmek suretiyle iki şart getirilmiş
ise de bunların sübjektif olması ve “orantılılık” konusunda somut olguların aranmaması, meşru savunma kavramına atıfta bulunulmaması, ölümcül gücün sadece
insan yaşamının korunması amacıyla son çare olarak
kullanılması gerekmekte iken yapılmak istenen değişiklikle silah kullanmanın her halükarda ve denetlenemez
biçimde ileri boyutta olacağı, bu düzenlemenin de yapılan uygulamayı meşru kılacağı anlaşılmaktadır.
Halen yürürlükte olan mevzuata göre ise kolluk ancak
meşru savunma hakkının kullanılması kapsamında, bedeni kuvvet ve maddi güç kullanarak etkisiz hale getiremediği direniş karşısında direnişi kıracak ölçüde veya
hakkında tutuklama-gözaltına alma – yakalama kararı
olan veya suçüstü halinde kişiyi yakalamak amacıyla ve
bunu sağlayacak ölçüde silah kullanabilmektedir.
Hakim kararı olmadan kolluk 48 saat dinleme yapabilecektir
PVSK Ek madde 7 de yapılmak istenen değişiklikle iletişimin tespit ve dinlenmesine ilişkin düzenlemede
hâkim onayına sunmak 24 saatten 48 saate çıkarılmaktadır. Bu durum keyfi uygulamaları daha geniş zamana
yayması nedeni ile tehlikeli ve ayrıca bu konuda yalnızca Ankara Ağır Ceza Mahkemesi üyesinin yetkili ve
görevli kılınması hak arayacak olan vatandaş bazında
kanuni hâkim güvencesinin yok olması anlamındadır.
Toplantı ve gösteri yürüyüşüne bilye-çakı-tırnak çakısı ile katılan kişi 2 yıl 6 ay ceza alır
2911 Sayılı Toplantı Ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunun 23.
Maddesinde yapılmak istenen değişiklikle silah kavramı genişletilmekte havai fişek, molotof ve benzeri el
yapımı olanlar dâhil demir bilye, sapan gibi aletlerde
kapsam içerisine sokulmuştur.
32 |
Hüseyin ACURMAN
Aynı kanun 33. Maddesinde yapılmak istenen değişiklikle toplantı ve gösteri yürüyüşlerine havai fişek, molotof, taş, sopa, demir ve lastik çubuk, demir bilye, zincir,
sapan ile katılan kişi 2 yıl 6 aydan 4 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacaktır.
Bu suçun oluşması için 33. Maddede belirtilen aletlerden herhangi biri üzerinizde iken toplantı ve gösteri
yürüyüşüne katılmanız yeterlidir. Bu aletleri eylemde
kullanmanız gerekmez. Bu düzenleme ile kişi suç işleme yolunda hiçbir eylemde bulunmadığı halde tırnak
çakısı üzerinde iken toplantı ve gösteri yürüyüşüne
katıldığında bu suç oluşmuş sayılacaktır. Cezanın alt
haddinin de 2 yıl 6 ay olarak belirlenmesi manidardır.
Böylece TCK 62. Madde tatbik edilse dahi ceza miktarı 2
yıl 1 aydan az olamayacağından TCK 51 veya CMK 231/5
madde hükmünün uygulanmasının önüne geçilmek istenilmiştir.
Yüzünü gizleyene 3 yıl hapis
3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunun 7. Maddesinde
yapılmak istenen değişiklikle terör örgütünün propagandası olarak görülen eylemlere katılanla verilecek
olan ceza arttırılmaktadır. Bu değişiklik yasalaşırsa terör
örgütünün propagandasına dönüşen toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde kimliklerini gizlemek amacıyla yüzünü kısmen veya tamamen kapatanlar 3 yıldan 5 yıla
kadar hapis cezası ile cezalandırılacaklardır.
Halen yürürlükte olan mevzuata göre ceza miktarı 1 yıldan 4 yıla kadardır.
Hakim kararı olmadan kolluk amiri bir kişiyi 24 saat,
toplumsal olaylarda 48 saat gözaltına alabilecektir
CMK 91. Maddede yapılmak istenen değişikle hukuken savcılık makamına ait olması gereken bir yetki ilin
en yüksek mülki amiri olan valinin belirleyeceği kolluk
amirine verilmektedir.
Buna göre valinin belirleyeceği kolluk amiri suçüstü
halleri ile sınırlı olmak kaydı ile bir kişiyi 24 saat, toplumsal olaylarda 48 saatte kadar gözaltına alabilecektir.
Bu süreç içerisinde C.Savcısı ve hâkim sistem dışında
tutulduğundan yapılan işleme itiraz edilmesi yasal olarak mümkün olmayacaktır. Bu sürelerin sonunda veya
gözaltına alma nedeni ortadan kalktığında C.Savcısına
haber verilmesi şeklindeki düzenleme kişinin bu süreçte nerede gözaltında tutulduğunu göstermekten öte
bir sonuç doğurmayacaktır.
Halen yürürlükte olan mevzuata göre gözaltına alma
yetkisi ancak C.Savsısındadır.
Valilere savcılık yetkisi verilmiştir
5442 sayılı İl İdaresi Kanunun
11. Maddesi ile vali yargının
görev alanına giren konularda yetkili kılınmış, savcının
yerine geçerek suçun aydınlatılması ve suç faillerinin bulunması için kolluğa alınması gereken
tedbirler
hususunda
doğrudan emirler vermeye yetkilendirilmiştir. Yürütme erkinin bir
parçası olan valinin
doğrudan yürütme
tarafından
atandığı, bu yönü ile
atanmasında siyasi
bir tasarrufun rol
oynadığı dikkate
alındığında “suçun
aydınlatılması için”
kolluğa emir verme
ile yetkilendirilmesi
soruşturmayı dilediği
şekilde yönlendirmesi
anlamına gelmektedir.
Bunun doğal uzantısı
yürütme erkini elinde bulunduran siyasi iradenin suç
/ adli soruşturmasında etkin
rol oynamasına neden olabilme
olasılığıdır. Bu yönü ile yürütme,
yargı erkini kapsama alanına almakta kuvvetler ayrılığı değil kuvvetler
birliği söz konusu olmaktadır. Bu düzenlemenin Anayasanın yargı erkini düzenleyen 138 vd. eden maddelerine aykırı olduğu
açıktır.
| 33
HUKUKİ MAKALELER
İÇ GÜVENLİK YASA TASARISINDA TOPLUMSAL OLAYLARA İLİŞKİN YAPILMAK İSTENEN DÜZENLEMELERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Özetle;
Yürütme erkinin siyasi tasarrufu ile atanan vali suç olup
olmadığının dahi belirlenmediği aşamada suç işlendiğini varsayarak emrindeki kolluk görevlilerine suçun
aydınlatılması, faillerin bulunması ve yakalanması için
emir verecek; bunun akabinde bireysel suçlarda 24
saat, toplu suçlarda 48 saat belirlediği kolluk amiri tarafından kişi veya kişiler gözaltına alınacak; mülki amirin
görevlendirdiği kolluk amiri dilediği kişinin üstünü ve
aracını en ince ayrıntısına kadar aratabilecek, kendisinin veya başkasının can güvenliğini tehlikeye düşürüyor gerekçesi ile soyut bir nedene dayalı olarak kişiyi
gözaltına alabilecek ve bu uygulamanın adı “koruma
altına alma” olacak ve bütün bu süreç hâkim ve savcılar
devre dışı bırakılarak yapılacak..!
Bu tasarı toplumsal olaylarda kolluğa kişiyi vurma yetkisi veriyor, sınırsız iletişimin tespiti ve dinlenmesi hakkını
veriyor, 77 milyon insanı makul şüpheli yapıyor. Bu tasarı kanunlaştığında toplumsal muhalefete “El Fatiha!”
Böyle bir uygulamanın olduğu devletin adı “Hukuk
Devleti” değil, “Polis Devleti” dir.
Yapılmak istenen bu düzenlemenin siyaseti-partisi-şusu busu olmaz. Bu tasarının getireceği olumsuzluklar
yaşamımızla o denli iç içe ki; tasarının kanunlaşmaması için yapılması gereken mücadele siyasal muhalefete
bırakılmayacak kadar önemli. Bu nedenle tüm hukukçuların bu tasarıya direnmesi ve toplumu bu konuda
bilgilendirmesi toplumsal yükümlülükleridir.
34 |
Hüseyin ACURMAN
HSYK VE TÜRK YARGISININ KRONİK PROBLEMLERİ
YARGI VE HUKUKTAKİ
AHVALİMİZ
VE
ÜÇ TARİHSEL AN
Dr. Orhan Gazi ERTEKİN
H
Hakim - Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı
ukuk, yargı ve adalet meseleleri, Türkiye’nin
modern tarihinin en traji-komik serüvenlerinin başında gelmektedir. Parlamento ve
idare ile karşılaştırıldığında bu kurumların
ülkedeki siyaset ve demokrasi mücadelesi ile alakası ise daha da trajikomik bir haldedir. Örneğin Türkiye’nin parlamento açısından siyasal tecrübesi, bütün o
darbelere veya ekonomik-sosyal nüfuz güçlerinin olağanüstü yönlendirmelerine rağmen halkın çok çeşitli
kesimlerinin kendi taleplerini politik temsil düzeyine
kadar taşıyabildiği asgari bir demokratik alan özelliği
taşıyordu. Yürütme ve idare açısından da benzer bir dayanıklı tecrübeye sahip olduğumuz söylenebilir. Hatta
yürütmenin her politik eylemi halkın geniş bir muhalefet gündemine yerleşmiş, demokratik mücadelenin temel hedeflerinden birisi haline gelmiştir. Bu çerçevede,
hem yürütme ve hem de yasama alanı, halkın siyaset
ve demokrasi mücadelesinin temel sahası olarak kabul
görmüş bulunmaktadır. Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren Parlamento ve Yürütme alanındaki siyasal
serüvenlerimiz kısmen dayanıklı ve yine kısmen geriye
miras bırakabilir bir seviyededir. Buna karşılık, aynı tespitleri yargı bakımından söyleyebilmek hiç mümkün
değildir. Ne Osmanlının son dönem modernleşme tecrübeleri ne de Cumhuriyet süreci hukuk, yargı ve adalet
alanını gerçek ve asli bir politik gündem haline getirebilme başarısı göstermiştir, hatta tam tersine bu alanın
teşkilat yapısından toplumsal işlevine kadar alelade
bir kurum olarak idame ettirilmesi dışında bir alaka da
geliştirilmemiştir. Bu durumun, kaçınılmaz, iki sonucu
olmuştur. Birincisi, halk, yargı alanı ve yargılama faaliye-
tinden tamamen uzakta tutulmuş ve asgari bir demokratik denetim talebine bile cevap verilmemiştir.
İkincisi ise, yargı da, Türkiye’deki hak ve adalet mücadelesinin ne zemini ne de aracı olabilmiştir.
Bu noktada Türkiye’nin hukuk, yargı ve adalet meseleleri ile olan demokratik ve siyasal kısıtlılığının geniş bir
tezahür alanı bulunmaktadır. İlk olarak, yargı, halkın
geniş kesimlerinin toplumsal ve siyasal olarak müdahil
olabildiği, denetim geliştirebildiği bir alan olmaktan
uzak tutulmuştur. Bunun yerine, son derece yüzeysel ve
ucuz bir “kutsallık” atfı ile birlikte dışarıdan görünmez
olan alanlarda yürütülen bir ilişki ve iletişimden söz edilebilir. Devlet içindeki güç merkezlerinin, yürütmenin,
ordunun, devlet kurumları içerisindeki çeşitli hiziplerin,
ekonomik ve sosyal nüfuz güçlerinin el altından müdahil olduğu, bu kesimlerin çeşitli beklenti ve taleplerinin
karşılandığı, bunun dışındaki halk kesimlerinin müdahalelerine ve açık, şeffaf ve demokratik denetimine kapalı olmuştur. Daha da ileriye giderek söylersek, bu anlayış ve zihniyet çok temel bir “ilke”ye dönüştürülerek
siyaset ve demokrasi mücadelesinin dışında tutularak,
yargı ve hukuk alanının temel bir şartı olarak ileri sürülebilmiştir.
YARGININ “KUTSAL” İLKESİ: HALK DIŞARIDA KALSIN!
Türkiye’nin hukuk ve yargı konusundaki büyük ve
kutsal ilkesi işte buradadır: Yargı ve hukuk, sadece uzman-teknik adam/kadınlara emanet edilmiş, toplumsal
ve siyasal denetim alanı olarak demokrasi mücadelesinin verilmesi veya buna yönelik bir iddia ve talep
de bulunulması ise “yargı bağımsızlığının’’ ihlali olarak
| 35
HSYK VE TÜRK YARGISININ KRONİK PROBLEMLERİ
YARGI VE HUKUKTAKİ AHVALİMİZ VE ÜÇ TARİHSEL AN
değerlendirilmiştir. Dahası değerlendirme çerçevesine
riayet edildiği ölçüde yargının doğru ve sağlıklı biçimde çalışacağına dair ilkel ve anti-demokratik düşünce
dayatılmıştır. Yargı, hukuk ve adalet alanı, siyaset ve demokrasi mücadelesinin tamamen dışındadır ve dahası
dışında olmak zorundadır şeklindeki anlayış ve ifade,
neredeyse tüm siyasal taraflar açısından asgari bir zihinsel zemin olarak ortaya çıkmıştır. Bu durum, birbirine taban tabana zıt görünen politik tarafların yargı,
hukuk ve adalet gündemleri üzerindeki mücadelelerinin herhangi bir ciddi teorik ve politik zemine sahip
olmadığını açıkça ortaya koyar. Buna karşılık, Türkiye’de
yargı ve hukuk gündemleri üzerine mücadele, temelde
bu alanın güncel iktidarlarının kim olacağı üzerine kurulu olarak yürütülmüştür.
POLİTİK AKTÖRLERİN SIĞLIĞI
Türkiye’deki yargı, hukuk ve adalet meseleleri açısından
en trajikomik noktalardan birisi buradadır: Her şey, her
tartışma, her gerilim sadece ve sadece yargının kimin
elinde olduğu ile alakalıdır. Örneğin bir kesim için, AKP
ile birlikte yargı bitmiştir. Yargı, AKP’nin gelişiyle yok
edilmiştir. Buna karşı ileri sürülen karşı tez ise aynı ölçüde sığ, yüzeysel ve traji-komiktir: AKP ile birlikte yargı
geleneksel darbeci, vesayetçi reflekslerinden kurtulmuş, gerçek bir yargı olma yoluna girmiştir. Ülkedeki
yargı tartışmalarının tüm teorik ve politik kapsamı işte
bundan ibarettir.
Sonuç olarak Türkiye, bugün, kendi yargısı ve hukuku
hakkında gerçekte hiçbir şey bilmemektedir. Ve dahi
yargının bu trajik ahvalini değiştirecek bir politik program ve bilince de sahip değildir. Bu durum, Türkiye’de
yargı, hukuk ve adalet alanının hem sorunlar alanında
hem de çözümler alanında kısıtlı kaldığını, kendi sorunlarını aşabilecek bir çözüm potansiyelini dahi barındırmadığını göstermektedir. Politik aktörler, hukuk
ve yargı mücadeleleri bakımından, son derece zayıf ve
sığ bir kumarın içindedirler. Buna kendi hakim-savcıları,
avukatları, akademisyenleri de dahildir. Kuşkusuz ki bu
durum onların suçu olarak da görülemez. Her şeyden
36 |
Orhan Gazi ERTEKİN
önce hukuk, yargı ve adalet alanının henüz ciddiyet
alınabilir bir teorik külliyatı bile oluşmamıştır. Politik
olarak, geleneği değiştirmek yerine bizzat o geleneğin
içine dahil olmaya dönük bir eğilim söz konusudur.
ÜÇ TARİHSEL AN
Tüm bu acıtıcı ve trajik sonuçları, üç temel tarihsel anın
içinden ayrıntılı biçimde anlatmaya çalışmakta fayda
vardır. Bu tarihsel anlardan birincisi 12 Eylül 2010 Referandumu ve sonrası süreç, ikinci tarihsel an 17-25 Aralık
2013 ve sonrası süreç ile üçüncü tarihsel an ise Ocak
2015 olarak verilecektir. Yargıdaki bilgi ve bilinç seviyesi
ile politik tecrübenin kapsam ve sınırlarını bütünüyle
ortaya koyabilecek, yaşadığımız trajediyi olduğu kadar
komediyi de açığa çıkartacak tarihsel örnekleri oluşturmaktadırlar bu üç tarihi an. Birbirlerine çok yakın zaman dilimlerini içermesi ise traji-komedinin yavan bir
üvertürü olarak yaşandığına işaret etmektedir. Önce hikayenin başlangıcına değinelim, sonra üç tarihsel momenti ele alalım…
“PAX CUMHURİYET”İN ÇÖKÜŞÜ VE YARGI KRİZİNİN
BAŞLAMASI
12 Eylül 2010 Referandum sürecine kadarki hukuk,
yargı ve adalet gündemleri ile tarafları göz önüne alındığında merkezinde ekonomik güç sahipleri, ordu ve
üniversiteden diğer devlet kurumlarına kadar dağılmış
bir bürokrasi aygıtı ile bu aygıtı çeşitli düzeylerde paylaşan Türk-Kürt, alevi-sünni,sağ-sol, doğulu-batılı, güneyli-kuzeyli, Denizlili-Trabzonlu vb. gibi hizip ve çıkar
gruplarının paylaşım alanı olarak belirginleşiyordu. Bu
grupların çeşitli düzeylerdeki çekişme,çatışma, uzlaşma
ve uyum çabalarından oluşan bir alt düzey politik etkinlikler alanının bunun üzerindeki geleneksel “devlet
aklı” tarafından konumlandırıldığı bir “yargı pratikleri”
alanı cereyan ediyordu. Kürt hareketlerinden sosyalist
sola, oradan da dindar muhalif hareketlere kadar geniş
bir alanda oluşan “tehdit”lere karşı yargı operatif olarak
işlevini sürdürüyor, içeride ise paylaşım mücadelesi aralıksız devam ediyordu. Ülkede olağanüstü sorunlar ve
baskılar yaşanmasına rağmen bir “Cumhuriyet barışı”,
bir “pax Cumhuriyet” söz konusu idi ve bu durum genel siyasal sistemin olduğu gibi hukuk ve yargı sisteminin de “sorunsuz” biçimde devam etmesini sağlıyordu.
Bununla beraber 2000’lerle beraber bu alan çökmeye
başladı ve “pax Cumhuriyet” çöktü. Fakat, yerine herhangi bir “pax”, “barış”, “sulh” gelmedi ve 2000’lerden
itibaren yargı ve hukuk alanındaki geleneksel çatışma,çekişme, uzlaşma ve denge süreçleri bozulmaya, yerini
yeni eğilimler ve gündemlere bırakmaya başladı. 2010
yılı referandumu, işte bu gerilimin tam üzerine oturdu
ve “gelenekçiler” ile “yenilikçiler” arasındaki bir savaşın
gündemlerinden başlıcası olarak tezahür etti. Sol-sağ,
alevi-sünni, Türk-Kürt vs. gibi geleneksel hizip grupları-
nın 12 Eylül Referandumu ile birlikte bu iki temelde tam
ortadan ikiye ayrıldığını gördük. Birbirinden çok farklı
politik tarafları bir araya getiren gelenekçiler, artık iyice
pekişmiş olan ve kendi denge ve uzlaşma geleneklerini
yaratmış olan bir sistemin eski “hukuki standart”, “hukuki güvenlik” yapılarını öne sürerek, AKP’nin herkesi
“kandırdığını” söylüyor, buna direnmemiz gerektiğini
söylüyordu. Yine birbirinden çok farklı kesimleri barındıran yenilikçiler ise “darbeden ve vesayetten kurtulacağımızı” müjdeliyorlardı. Fakat, tartışma ve gerilimin
asıl zemini geçmiş ve gelenek ile yeni dönemin riskli
ve belirsiz dünyası arasında ilerliyordu ve taraflar politik tercihlerini bu noktada yapıyorlardı. İşte Türkiye’de
yargı, hukuk ve adalet meselesindeki teorik ve politik
ahvalimizin bütün açıklığı ile ifşa olduğu hikaye de böylece başlamış oldu.
çok farklı pozlar içinde görüyoruz. Cemaat, “yargı bağımsızlığı’’nda sebat ederken, hükümet ve Erdoğan yeniden “yargı vesayeti” ve hatta “yargı darbesi”nden bahsederken görüntüleniyor. Çok garip bir durum. AKP, bu
olaydan çok kısa bir süre önce “yargı vesayetinin bittiğini” duyuruyordu bize. İlk fotoğrafta, yargının hükümet
ve Erdoğan tarafından “ele geçirildiği”ni söyleyen CHP
ve MHP ise bu kez “yargı bağımsızlığı”na iltica etmiş görünüyorlar. “AKP, bağımsız yargıya müdahale etmesin!”
bu kez yeni sloganları bu. Peki ama, yargıyı AKP ele geçirmemiş miydi? Devam edelim. İlerleyen karelerde de
“AKP’nin yargıyı ele geçireceğini” söylüyorlar. 12 Eylül
Referandumu sonrasında “AKP yargıyı ele geçirmişti!”.
Evet. Şimdi gene “ele geçiriyor!” iddiası ile farklı bir pozda görüntülenmişler. Bu görüntüyü de donduralım ve
üçüncü fotoğrafımıza gelelim.
12 EYLÜL 2010 REFERANDUMU
Türkiye’de yargı, hukuk ve adalet meselesinde Aralık
2013 tarihine kadarki politik konumlar 2010’dan itibaren takip edilebilir durumdaydı ve 12 Eylül Referandumunun oldukça sert bir politik kırılma oluşturduğu
düşünülüyordu. Kuşkusuz, bu geleneksel ve yavan düşünceleri Demokrat Yargı’nın dışına yerleştirmek gerektiğini söylemem gereksizdir. Çünkü, bu sürecin, aynı
boyutta yeni çatışmalarla devam edeceğini başından
itibaren söyleyen tek grup Demokrat Yargıçlar idi. Biz
konumuza devam edersek, 12 Eylül referandumunda
ve sonrasındaki politik tarafgirleşme çok açık idi. Buna
göre CHP ve MHP, bu anayasa ile yargının AKP tarafından ele geçirileceğini ve sonradan da geçirildiğini iddia
ederken, AKP ise, yargının vesayetten kurtulacağını ve
“yargıya milletin elinin değeceğini” ve “değdiğini” söylüyordu. AKP-Cemaat iktidarının her iki unsuru ile CHP
ve MHP, bu çerçevede, 2010 referandumunu bir tarihsel dönüm noktası olarak görüyorlar ve yargı, hukuk ve
adalet meselesine dönük politik konumlarını pekiştirmeye çalışıyorlardı. Şimdi bu fotoğrafı bir an donduralım ve ikinci fotoğrafa geçelim…
17-25 ARALIK 2013 VE SONRASI
17-25 Aralık, AKP-Cemaat iktidar unsurlarının birbirlerine karşı kesin olarak konumlandığı bir yeni döneme
tekabül etmektedir. Ve Türkiye’de hukuk ve yargı, tüm o
uzun tarihi boyunca ilk defa bu kadar “güvenilir” ve “güvenilmez” bir hale gelmiştir. Cemaat, tam bu tarihi anda
hırsızlık-yolsuzluk halinde yakalarken, AKP ise, Cemaati
bir “çete” veya “paralel” halinde yakalamıştır. Garip bir
ironidir ki Türkiye’de yargı ve hukuk, tarihi boyunca hiç
bu kadar güvenilir olmamıştı hakikaten de. Ve tabii ki
aynı nedenle “güvenilmez”liği de öne çıkıyordu. Şimdi
12 Eylül Referandumu ve sonrasında çektiğimiz fotoğraf ile yeni durumu bir karşılaştıralım mı? İlk fotoğrafta
“Yargı bağımsızlığını’’ 12 Eylül referandumu sonrasında
tedarik ettiklerini beyan eden AKP ve Cemaati, bu kez
OCAK 2015 VE SONRASI
Bu kez Cemaati, “yargı vesayeti” şikayeti ile resimlenirken görüyoruz. AKP ise yeniden “yargı bağımsızlığı”nı
keşfetmiş görünüyor. CHP ve MHP’ye gelince, onlar da
bilmem kaçıncı kere! “yargının AKP tarafından ele geçirildiğini söylüyorlar. Yargı içindeki fotoğrafın ayrıntılarına baktığımızda daha ilginç görüntüleri de kaydetmek
mümkün görünüyor. Daha bir-iki yıl önce, “sizi gidi yetmez ama evetçiler” diye “sol-yenilikçileri” suçlayan ülkücüler, sosyal-demokratlar, Alevilerin yarısı ve Kürtler
bu kez evetçi hükümet ile elele, kolkola görüntüleniyor.
Diğer yarısı ise bir diğer evetçi Fuat Avni ile Erdoğan
Diktasına karşı mücadele ediyorlar. Bu durum, ülkedeki
yargı, hukuk ve adalet manzarasını daha da kolay açıklanabilir bir hale getirmektedir. Bütün bunların anlamı
şudur: Yargı, sadece bir güç savaşının alanı değildir.
Aynı zamanda açıkta çatışır görünen aktörlerin arasında her türlü gizli ittifakların yürütüldüğü, bu gizli ittifaklar içinde her türlü anti-demokratik iş ve işlemlerin
halkın tepesine yağmasına müsaade edildiği bir mekan
olmuştur. Bütün bunların özü şudur: Yargı, halkın tamamen dışlandığı bir hiyerarşik paylaşım ve çıkarlar alanı
olarak ortaya çıkmaktadır. Küçük gruplar kendi yargı,
hukuk ve adalet alanını kendi çıkarlarının peşine düşüldüğü bir geniş arazi olarak halktan saklamaktadırlar.
İşte, Türkiye’de yargı, hukuk ve adalet alanı budur...
| 37
HSYK VE TÜRK YARGISININ KRONİK PROBLEMLERİ
YARGI VE HUKUKTAKİ AHVALİMİZ VE ÜÇ TARİHSEL AN
SONUÇ
Tüm bu yukarıdaki değerlendirmeleri bir bütün olarak
düşündüğümüzde, Türkiye’nin yargı, hukuk ve adalet
bakımından çok yavan bir zihinsel ve politik seviyede
sıkıştığımız anlaşılmaktadır. Politik aktörler, ciddiye alınabilir ve dayanıklı bir yargı anlayışına sahip olmadığı
gibi içine girdikleri bu alanda sadece ve sadece kriminal
bir “kapkaççı” olarak iş görmeye devam etmektedirler.
Birbirlerine karşı yürüttükleri derin nefret ve üstün sevgi ve muhabbet ilişkisi sadece ve sadece günlük çıkar
alanlarına dönük iştahtan doğmaktadır. Kendi varlıklarını aşan bir kamu anlayışına sahip olmadıkları için
yargıda demokrasi mücadelesi verecek bir zihniyet ve
örgütsel yapıya da sahip değillerdir. Diğer yandan şunu
da artık teşhis etmenin zamanıdır: 12 Eylül referandumu, tarihi bir kırılma anı değil, küçük bir “müsademe”
veya “çatışma anı” ve alanıdır. 17-25 Aralık 2013 dönemi veya 17 Ekim 2014 HSYK seçimleri gibi alelade yargı
gündemlerinden sadece birisi olarak hukuk ve siyaset
tarihimizdeki yerini almıştır. 2010 Referandumunun
üzerinden daha bir dört yıl bile geçmeksizin dostlar
düşman, düşmanlar ise dost olmuş, böylece Türkiye’de
yargı alanındaki politik konumlanmaların son derece
yüzeysel ve güncele odaklı bir çıkarlar alanından ibaret
olduğunu açığa çıkmıştır. Bütün bunlar ise, tarafların
“yargı bağımsızlığı”, “hukukun üstünlüğü”, “hukuk devleti” vb. gibi büyük iddialar üzerinden aldıkları trajik
konumların gerçekte bir komedinin yavan reflikleri olduğunu ortaya koymaktadır.
Nihayetinde, artık şunu söylemenin zamanı geçmektedir: Türkiye’nin hukuk, yargı ve adalet alanındaki bu traji-komediden kurtulmak, bunun adımlarını bugünden
atmaya başlamak kaçınılmazdır. Çünkü, birbiri ardına
yaşanan traji-komik olaylar sadece bu aktörler üzerinde
sonuç doğurmamaktadır. Aynı zamanda içine girdikleri bu siyasi kumar sayesinde bir gün “mağrur”, diğer
gün “mağdur” olarak devri-daim eden bu aktörler ile
birlikte bütün bir halkın hak alanları da yağma edilmekte, halkın yargı, hukuk ve adalet alanına demokratik bir
biçimde müdahil olması engellenmekte ve geleneğin
bütün bu komik halleri halkın üzerine bir trajedi olarak
çökmektedir.
38 |
Orhan Gazi ERTEKİN
YÜKSEK YARGI KURULLARI(HSYK) ve
YARGI BAĞIMSIZLIĞI
Ali AYDIN
Y
Avukat- HSYK Eski Üyesi
argılama (hak ve adalet dağıtma) işi devletlerin en önemli görevlerinden biri olma
yanında, toplumsal huzurun ve insanların
mutluluklarının temini bakımından hayatın olmazsa olmazlarındandır. Ne zaman ki halkın
hak ve adalet beklentileri yüksek düzeyde karşılanmışsa toplumun huzur ve saadeti artmıştır. Hukukun
çiğnendiği, adliyelere olan güvenin azaldığı zamanlarda ise toplumsal barış bozulmuş, birlikte yaşama
duygusu kaybolmuş, toplumsal ayrışma derinleşmiş
ve hoşnutsuzluk artmış ve kaygılar genelleşmiştir.
İnsanlığın ilk çağlarından beri hak ve adaletin etkinliği, milletlerin hayatlarında her dönem tartışılan bir
konu olmuştur.
Bizim ülkemizde de Yargılama(hak ve adalet dağıtma), toplumu her dönemde derinden etkileyen
sorunların başında olagelmiş ve olmaya da devam
etmektedir. Cumhuriyet öncesi dönemlerden beri
vatandaşın hak ve adalet arayışı, tatmin edici bir
karşılığı maalesef bulamamıştır. Her dönemde yargı
sorunları gündemlerin hep ön sıralarında yer almış
bulunmasına rağmen yargıda arzu edilen kaliteye
ulaşmak mümkün olmamıştır.
Adliyelerimiz, onca önemine rağmen sanki yürütmenin bir uzantısı/şubesi algısı oluşturacak şekilde, Valiliklerin ve Kaymakamlıkların müştemilatlarında, son
derece olumsuz şartlar ve imkansızlıklar içinde ve
yetersiz ve kalitesiz bir personel yapısı içinde hizmet
vermek durumunda bırakılmıştır. Adliyelerin “yürütmenin altında/tasarrufunda hizmet veren bir müdürlük” algısı zihinlerde yer etmiştir. Hukuk eğitimine ve
hukukçu yetiştirilmesine gereken önem hiçbir zaman
verilmemiştir. Hukukçuluk sadece para kazanılan bir
meslek olarak görülmüş, gerçek, hayati anlamı kaybolmuştur. Yargı sorunu denilince hakim ve savcılar;
maaşların azlığını, iş yükünün fazlalığını, avukatlar;
aşırı artan avukat sayısı nedeniyle artan haksız rekabeti ve azalan gelirleri ifade etmektedirler. Hak ve
adalet dağıtımının etkinliğini artırmak hukukçuların
birincil görevi olmaktan çıkmış görünmektedir.
Olumsuz yaklaşımlara çok daha fazla örnekler verilebilir. Her dönemde büyük bir sorun olarak kabul
edilen mekan ve personel sorunları, son dönemde
çok önemli iyileştirilmelerle sayısal olarak çözülmüş
bulunmasına rağmen, yargı mensuplarının (avukat,hakim,savcı ve diğer adli personel) anlayış ve adalet
hizmetlerine bakışları aynı oranda değişme ve gelişme gösterememiştir.
Yargının kronik sorunlarının çözümü ve halkın etkin
ve hızlı adalet beklentisinin karşılanabilmesi amacı
ile bir çok yenilikler yanında yasal mevzuatımızda
çok önemli düzenlemeler yapılmış, neredeyse temel hukuk alanları yeniden düzenlenmiştir. Biriken
iş yükünün makul seviyeye çekilmesi için yargılamanın hızlandırılmasına çalışılmış, Yüksek mahkemeler
(Yargıtay, Danıştay) dünyada benzeri bulunmayacak
ölçüde büyütülmüştür. Ancak alınan tüm tedbirlere
ve uygulanan reform stratejilerine rağmen belirlenen hedeflerin halen çok uzaklarında bulunduğumuz, sadece hukukçuların değil tüm toplumun ortak
kanaati haline gelmiştir. Yargıya güven %20’ler seviyesine düşmüştür.
| 39
HSYK VE TÜRK YARGISININ KRONİK PROBLEMLERİ
Yüksek Yargı Kurumları (HSYK) ve Yargı Bagımsızlığı
Ali AYDIN
tersinden olsa bile aynen tevarüs ettirmiş ve içselleştirmiştir. Yeni bir yargı yönetimi modeli ve kültürü
oluşturamamıştır. Önceki anlayışa eleştirel bir tavrı
dillendirmiş olsa da adalet idesinde ve topluma bakışında bir farklılık bulunmadığı için, yeni kurul da çok
önemli ve bir çok güzel icraata rağmen aynı malum
kaderi yaşamak durumunda kalmıştır. Toplum nezdinde oluşan algı, sonuç itibarı ile olumlu olmamıştır.
Bir önceki dönemde reddedilen ve eleştirilen kurul
üyelerinin yerine seçilenler de aynı söylemlere muhatap olmaktadırlar ve öyle görünüyor ki; bu deveran böyle sürüp gidecektir.
Cumhuriyetin ilk yıllarının getirdiği kollektif anlayış
ve acil reform ihtiyaçları da yargı erkini siyasal bir
mekanizmaya dönüştürmüştür. Kurulan yeni devlet,
toplumu dönüştürmede, hukuku bir vasıta olarak
kullanmıştır. Yargı mensupları; hak ve adalet dağıtımı ile görevli olmalarının yanında ve belki de daha
fazla devletin bir ajanı/özel görevlisi gibi olmaya ve
davranmaya gayret göstermişlerdir. Bu anlayış ve
yaklaşım, çok canlı bir şekilde yaşamaya da devam
etmektedir. Hatta adliye toplumsal mühendisliğin/
dönüşümün en önemli argümanı olarak görülmüştür. Halen de toplumsal dönüşümü kendisine hedef
olarak belirlemiş her türlü siyasal ve siyaset dışı yapılar da bu en önemli argümanı ele geçirme gayreti
içinde olmaya devam etmektedirler. Siyasetin kamilen olmasa da toplum denetimine tabii olduğu bir
düzlemde yargısal yetki kullanımının hiçbir denetime tabi olmaması, kendisine yönelik iştahları tahrik
etmeye devam edecek gibi görünmektedir. Yargılamaya ilişkin olumsuz algının tabii bir sonucu olarak,
yargı yönetimleri de (HSYK, Adalet Bakanlığı, Barolar)
çoğu zaman haklı eleştirilerin ve hatta hücumların
hedefi haline gelmişlerdir.
Ülkemizin tarihi tecrübesinin tesirlerini üzerinde
en çok gösterdiği kurumların başında yargı yönetimi (Adalet Bakanlığı ile Hakimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu) gelmektedir. 1961 Anayasasına kadar yürütmenin bir kolu durumunda bulunan yargı yönetimi,
Hakimler Yüksek Kurulu ve Savcılar Yüksek kurulu
olarak ve hem de ayrışarak yürütmeden kopmuştur.
1980 ihtilali ise yargıya yön verme(kontrol) arzusu
içinde, bu iki kurulu birleştirerek Adalet Bakanlığı
güdümüne(bina, personel ve yönetim olarak) bırakmıştır. 2010 Referandumu ile yargı yönetiminde tek
söz mercii haline gelse de mevcut yüksek kurul; son
derece muhafazakar bir yaklaşımla, eski kurulun/yönetim biçiminin tüm tavır ve yaklaşımlarını, bazen
40 |
NEDEN?
Çünkü; temerküz ettiği yetkiler itibarı ile HSYK(yargı
yönetimi), “erkek hakimi kadın hakim, kadın hakimi
de erkek hakim yapmak dışında her şeyi yapmaya
muktedir bir kuruldur”. Böylesine olağanüstü (hukuk
alemi için) yetkilerle donatılmış bir kurula her yapı
büyük bir iştah ile bakar. Bu gücü rakiplerine kaptıran diğer oluşumlar da, tabiatı ile muarızlarının kullandıkları veya etkiledikleri bu kurulun icraatlarından
endişeye kapılır ve şikayete başlarlar. Yargıyı böylesine “bükme” gücüne sahip bir kurulu ele geçiren siyasal veya siyaset dışı oluşumlar, seçme seçilme derdi,
şeffaflık kaygısı, hesap verme mükellefiyeti olmaksızın en kısa yoldan en etkili devlet erkini ele geçirmiş
olurlar. Bu kadar gücün temerküz ettiği bu yapı; ele
geçirenler bakımından müthiş bir iktidar ve güvenlik imkanı sunarken, dışında kalanlar için elbette ki
son derece rahatsızlık vericidir. Siyasiler eksik gedik
de olsa seçim dönemlerinde, halka hesap vermek ve
şeffaflık içinde faaliyetlerini yürütmek durumunda
olmalarına karşın, yargısal yetki kullanımının etkin
bir denetlemenin mümkün olamaması yargıyı ele
geçirilmesi gereken bir kurum durumuna getirmektedir.
Diğer taraftan HSYK; uhdesinde toplamış bulunduğu
bu kadar yetki ve iktidarın yükünü de taşıyamamaktadır. Bu kadar yetki ve güç birikmesi aynı zamanda
bütün yapılması gereken işlerin sorumluluğunu da
yüklenmek demektir… 2010 öncesinde, mutfağını
Adalet Bakanlığı Personel Gen. Müdürlüğü ile Teftiş
Kurulunun oluşturduğu yedi(7) üyeli yüksek kurul;
yeni kompleks yapısı ve devasa imkan ve bütçesi ile
Adalet Bakanlığının yetkilerinin yüzde yetmiş beşini
uhdesine almış ve ancak, 22 üye ve 3 daire, yüzden
fazla müfettiş, tetkik hakimleri ve yüzlerce personele rağmen, üslendiği iş yükünü kaldıramamaktadır.
Kaldırması da mümkün değildir. Onbeşbin hakim ve
savcının en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün
işlerinin kurul tarafından idare ve kontrol edilmek is-
tenmesi, kaba bir ifade ile abestir. En önemsizinden
en önemlisine kadar hakim ve savcılar hakkındaki
her türlü kararın yüksek kurulun iradesine bırakılması; işlerin yerinde ve zamanında görülmesine imkan
bırakmazken, diğer taraftan yargı mensupları üzerinde de ciddi baskılar oluşturmaktadır. Örn: basit
bir eylemi nedeni ile şikayet edilen bir hakim veya
savcı hakkında bir disiplin işleminin tamamlanması;
her aşamada yeniden inceleme ve itiraz yoluna gidilmesi halinde, zamanaşımı süresi içinde mümkün olamamaktadır. Basit bir uyarı ile düzeltilebilecek olan
bir eylem; yıllara sari bir araştırma ve incelemeye
dönüşmekte, harcanan emek ve zaman, muhatapta
oluşan baskılar alınacak neticeyi anlamsız hale getirmektedir. HSYK’nın, çoğu kere yakından tanımadığı
bir hakim hakkında her türlü kararı alabilen bir yetki
donanımına sahip olması, meslektaşlar üzerinde de
asla doğru
olmayan baskılara ve kaygılara neden olmaktadır.
Anayasada ifade edilmesine rağmen, HSYK’nın yüklendiği yetkiler nazara alındığında, hakimliğin mesleki ve coğrafi teminatından, tabii hakim ilkesinden
bahsetmek oldukça zordur.
HSYK asıl yapması gereken organizasyon ve yargı politikalarını belirleme işine odaklanarak daha fonksiyonel bir yapıya kavuşmuş olacaktır. İki; sınırlı yetkili
(yargıyı/ hakimi bükme yetkisi olmayan) bir kurulu
da ele geçirmek bir hedef olmaktan kendiliğinden
çıkacaktır.
Yargının genel sorunlarının çok daha kapsamlı ve
tüm yargı bileşenlerinin aktif katılımları ile çözmenin
imkansız olmadığını kabul etmek ve sorunların üzerine cesaretle gitmek zorundayız. Aksi halin devamını
tahmin etmek zor olmasa gerektir.
ÇÖZÜM NEDİR?
Bu kısa makalenin hacmi içinde ifade etmek gerekirse çözüm; HSYK’nın bir kısım yetkilerini yerele devretmesidir. Türkiye, asırlık hayali olan merkezi idareden
ademi merkeziyete geçmek zorundadır. Türk Yargı
sistemi mevcut yapısını terk ederek, Mahkeme Başkanlığı Sistemine dönmelidir. Savcılarda olduğu üzere, hakimler, Ankara’da konuşlanmış bulunan HSYK
ya değil kendisi ile aynı binada, hemen yanı başında
bulunan ve üst bir otorite olan mahkeme başkanına
karşı sorumlu olmalıdırlar. Bu sistem, Cumhuriyet
Başsavcılığında kısmen uygulanmaktadır. Yani çok da
yabancısı olduğumuz bir durum değildir.
Sonuç olarak; mahkeme başkanlığı sistemine geçmekle yukarıda zikredilen bir çok problemin giderilmesi yanında, bir; yetkileri yerele devredilmiş bir
| 41
İKİÜLKE
ÜLKE
HUKUKÇU
İKİ
İKİ İKİ
HUKUKÇU
ÖZEL RÖPORTAJ
VALERİY ALEKSANDROVİCH PRONKİN
Yeni Ukrayna’da yeni bir şey var: Ölmüyorsunuz
RÖPORTAJ: Av. Dr. Etem KARA & Valeriy Aleksandrovich Pronkin
Etem KARA: Ukrayna hangi sisteme tabi?
V. A. PRONKİN: Ukrayna hukuku Kıta Avrupa’sı Hukuku’na tabidir. 1996 yılında Ukrayna ile AB arasında
işbirliği anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma uyarınca
Ukrayna’nın hukuk sistemini değiştirmesi gerekiyordu.
Bu nedenle ülke Ukrayna, kıta Avrupası sistemini baz
alarak kanunlarını kodifiye etti. Ayrıca bu anlaşmayla
birlikte Ukrayna AİHM yetkisini de kabul etmiştir. Böylelikle Ukrayna vatandaşları da yaşama hakkı başta olmak
üzere insan haklarından da yararlanmaya başlamıştır.
Özel olacak ama hemen belirteyim, ben de AİHM’e başvuran ilk Ukraynalı avukatlardan biriyim. AİHM’nin yetkisinin kabulü sonrasında müvekkillerimizden bazıları
yerel mahkeme kararını beğenmedikleri, verilen kararı
AİHS’ne aykırı buldukları için bize geldiler, böylelikle
ben de ilk başvuruyu yapan Ukraynalı avukatlardan birisi olmuş oldum.
Etem KARA: Sovyet Döneminde avukatlık nasıldı ki
veya hukuk sistemi?
Valeriy Aleksandrovich Pronkin
15 yıllık avukat, National Univercity mezunu
ve bir hukuk şirketinin müdürü
42 |
V. A. PRONKİN: Sovyet dönemi baskıcı bir dönemdi.
Mesala Sovyet devleti küçük bir hatayı bile çok ağır bir
şekilde cezalandırabiliyordu. Bir nevi itham sistemi vardı ve siz yapılan ithama karşı suçlu olmadığınızı ispat
etmek zorunda kalıyordunuz. Ki o dönemde vatandaşı
koruyan hiç bir yasa, hiçbir hüküm yoktu. Öyle ki sizi
mahkemeye çıkarıyorlardı ama sonuç baştan belliydi.
Çünkü sizin kanıt sunma hakkınız yoktu, hakim vardı
ama sadece kuklaydı. Yani siz daha mahkemeye çıkmadan önce hâkime talimat verilmiş olurdu, buna ceza
talimatnamesi denirdi, hakimin de yaptığı bunu uygulardı.
Etem KARA: Peki Yeni Ukrayna dönemi nasıl?
V. A. PRONKİN: Her şeyden önce AİHM’e gidebiliyorsunuz. Bunun yanında avukat kanıt bulabiliyor, kanıt
ortaya koyabiliyor ve mahkeme de avukatların sunduğu delilleri mutlaka kararında değerlendirmek zorunda
kalıyor. Kaldı ki mutlak surette hakimin, tüm delilleri
değerlendirmesi ve kararını da delillere dayandırması
gerekiyor. Bir delili dikkate almayacaksa, neden dikkate almadığını kararın gerekçesinde mutlaka açıklaması
gerekiyor. Örneğin bir trafik kazası oldu; ölümlü veya
yaralı var diyelim. Hakim bu durumu mevcut dosya içeriğine göre değerlendirip karar verecek ama avukatın
itiraz ettiğini düşünülelim. İşte bu noktada itirazın kabul edilmesi gerekiyor. Avukat da kolluk güçlerinden
bağımsız olarak, kendi dedektifini, kendi bilirkişisini
veya çok sayıda uzmanını oluşturup incelemelerini yaparak sonuca gidebiliyor, soruşturmanın veya kovuşturmanın seyrini değiştirebiliyor.
Bu arada Ukrayna’da özel mülkiyet 1991 yılında kabul
edildi. Önceden her şey devletindi, şirketlerde devletin
şirketiydi, savcılar işlem yapabilirdi. Şimdi eski dönemle
yeni dönem arasındaki farkı anlatmak için söylüyorum
bunları. Eski dönemde devletin bir malını çalarsanız ya
ölürsünüz ya da 10 yıl yersiniz ama çaldığınız mal biraz
büyükse kesin ölürsünüz. Dahası sizin çaldığınızı kolluk
iddia ediyorsa doğru söylüyordur, yanlış söylüyorsa da
doğru söylüyordur. Ama yeni dönemde ölmüyorsunuz,
bence bu eski dönemle yeni dönem arasındaki en büyük
bir fark.
Etem KARA: Ukrayna’da avukat olmak nasıl bir duygu? Bir insan Ukrayna’da avukatlık yapmayı seçerse
mutlu olabilir mi?
V. A. PRONKİN: Mutluluk mesleğe bağlı bir şey değil.
Mutlu olmak için herkesin bir ailesi, sevdikleri olması ve
onların da sağlıklı olması gerekiyor. Sanırım daha çok
mesleğin icra edilmesi ve mesleki sıkıntılar bağlamında
soruyorsun?
Etem KARA: Evet ama arka planı da olsa çok hoş
olur.
V. A. PRONKİN: Ukrayna’da her şey güllük gülistanlık
değil elbette. Burada ciddi bir rüşvet çarkının işlediği,
adaletsizliğin yoğun olduğu; yargının bizzat adaletsizliği/ahlaksızlığı üreten bir mekanizma olduğu kabul
edilmesi gereken bir olgu. Örneğin öyle bir rüşvet mekanizması kurulabiliyor ki biz vatandaşı koruyamıyoruz.
Yine vatandaş bir yetkiliyle/memurla-fark etmiyor büyük veya küçük- karşı karşıya geldiğinde vatandaşın hiç
bir şansı yok.
Bunun yanında avukat olarak da biz, neredeyse her
alanda çalışıyoruz, hem psikolog hem tacir hem ekonomist daha bir sürü şey. Bu anlamda işimiz kanun okumaktan ibaret değil, biraz her şey olmaktan ibaret denilebilir. Bunun ne demek olduğunu bir avukat olarak
hissediyorsunuz değil mi?
Etem KARA: Burada olduğum sürece gerek Kiev’de
gerekse Kharkiv’de zaman zaman şehrin nabzını
tutmaya, insanlarla konuşmaya çalıştım. Benim
hissettiğim ilk şey; insanların konuşurken genelde
çekindikleri, sosyal, siyasal konularda fikir beyan
etmek istemedikleri yönündeydi. Sizce Ukrayna’da
insanlar korkuyorlar mı, korkuyorlarsa neden korkuyorlar? AB ile 1996 yılında iş birliği anlaşması imzalamış bir ülke olarak Ukrayna’da ifade özgürlüğü
var mı?
V. A. PRONKİN: Şimdi öyle bir dönemde yaşıyoruz ki
insanlar kendilerini ifade edemiyor. Rusya Askeri olarak
bir baskı gücü, ülkenin bir kısmında da savaş var. Rusya
her türlü silahlı insanı buraya gönderiyor. Düşünebiliyor musun, altında tankla bir Rus vatandaşı ülkeye giriyor. Bu anlamda Rus güçleri, ISID; Irak veya Suriye’de ne
yapıyorsa onu yapıyor.
Etem KARA: Ukraynalılar da milliyetçilik bilinci gelişmemiş mi, esas bu zamanda konuşmaları, seslerini yükseltmeleri gerekmiyor mu?
V. A. PRONKİN: Aslında şu an çarpışan insanlar gönüllü
vatansever Ukraynalılar. Bu vatanseverler olmasa Ruslar, şimdi Kiev’deydi.
Etem KARA: Peki her işgalin bir gerekçesi, bir propagandası olur; sizce Rusya kendi halkına ne söylüyor Ukrayna’yı işgal ederken?
V. A. PRONKİN: Ukraynalıların faşist ve ırkçı olduklarını,
buradaki/Ukrayna’da yaşayan Rusların şiddete maruz
kaldığı propagandasını yapıyor. Rus televizyonlarını
bizde buradan izliyor, takip ediyoruz.
Etem KARA: Peki neden Rusya burayı işgal etmek
istiyor?
V. A. PRONKİN: Her şey gazla ilgili. Amerikalılar Donestks Kharkiv’de gaz bulmuş, bu gaz türü özel bir gaz,
bunun Rusça ifadesi var ama başka bir dildeki ifadesini
bilmiyorum. Şimdi bu gaza Ukrayna kendisi sahip olsa
hem kendisine hem de Avrupa’ya ciddi bir katkıda bulunur. İşte bu nokta da Rusya fırsatları kaçırmak istemiyor.
Etem KARA: Rusların Kırım’ı almasına ne diyorsunuz?
V. A. PRONKİN: Sovyet döneminde de Kırım, onlara
aitti. Ama Kırım Ukrayna’ya bağlı kalmadığında, Ukrayna’dan ayrıldığında; ne ışığı, ne suyu, ne de bir şeyi olur.
| 43
İKİ ÜLKE İKİ HUKUKÇU
ÖZEL RÖPORTAJ
Av. Dr. Etem KARA & Valeriy Aleksandrovich Pronkin
Bu anlamda kendi kendine bakması, kendi kendine yetmesi çok zor. Örneğin Ukrayna, Dripno nehrindeki Şirin
Suyu kesse, Kırım yok olur, Kırım’da hiç bir şey bitmez.
Kırım Tatarları da mevcut durumdan çok mutlu değiller.
Etem KARA: Rusya’nın Kırım tutkusunun temeli ne,
nedir bunun arka planı?
ise Ukrayna Barolar Birliği’nde oluşturulan bir komisyon
yapıyor.
Etem KARA: Biraz özel konulara girelim. Evli misiniz?
V. A. PRONKİN: Buna ilişkin açıkçası çok iyi bir fikrim
yok, arka planına ilişkin bir bilgim de. Ama Türkiye’nin
de bu tutkudan korkması gerektiğini çok iyi biliyorum.
Kaldı ki Rusların Türklere/Türkiye’ye karşı tutkusunun
Kırım’dan çok çok daha fazla olduğunu iyi biliyorum.
V. A. PRONKİN: Hayır
Etem KARA: Peki tüm bu eylemlerin, hoyratlığın
Rusya’ya bir bedeli olmaz mı?
özel bir şey yok (Gülüyor)
V. A. PRONKİN: Olmaz olur mu? Örneğin önceden 24
ruble 1 dolardı. Şimdi ise 64 ruble 1 dolar. Bu ise ekonominin çökmesi anlamına geliyor. Hatırlarsınız Sovyetlerin çöküş sürecini, esasında bu durum aynı etkiyi yaratır. Açıkçası Rusya şu anda Sovyetler birliğinden daha
zor durumda. Bir de şu yanıltmasın; devletin kasasında
para olabilir, bu bitecektir elbet ama halk perişan bir
durumda.
Etem KARA: Aslında biraz mizahi olacak ama sizi bir
Etem KARA: Sayın Pronkin, isterseniz yeniden
avukatlık mesleğine dönelim. Gerçi en başında bu
soruyu sormam gerekiyordu ama sohbetimiz bizi
doğrudan çok sıcak konulara götürdü. Biraz kendinizden bahseder misiniz?
V. A. PRONKİN: Ekonomi hukuku uzmanı bir avukatım,
Ukrayna merkezli uluslarası da faaliyet gösteren bir Hukuk Bürosu’nda müdür olarak çalışıyorum.
Etem KARA: Peki bağlı olduğunuz bir Baro yok mu?
Örneğin ben Kocaeli barosuna bağlı bir avukatım,
sizinle bu röportajı da Kocaeli Barosu Aktüel Hukuk
Dergisi adına yapıyorum. Bu anlamda bir birlik, bir
baro?
V. A. PRONKİN: Burada bir avukat mesleğini icra etmek için bir baroya ihtiyaç duymaz, bir baroya kayıtlı
da olmak zorunda değildir. Ancak avukatlar birleşip bir
baro oluşturabilirler. Senin söylediğini şimdi anladım.
Bu söylediğin şey Sovyet döneminde geçerli idi. Sovyet döneminde bir avukat bir baroya bağlı olmak zorundaydı, mesleğini de sadece bulunduğu baro sınırları
içinde yapabilir ve o bölgede icra edebilirdi. Şimdi aynı
durum noterler için geçerli. Şimdi ise (biz buna Yeni
Ukrayna diyoruz) avukatlar, mesleklerini herhangi bir
baroya bağlı olma zorunluluğu olmaksızın Ukrayna’nın
her yerinde yapabiliyorlar.
Etem KARA: Peki o halde avukatlık meslek ilkelerini
kim koyuyor ve kim denetliyor?
V. A. PRONKİN: Parlamento koyuyor haliyle. Denetimi
44 |
Etem KARA: Peki Ukrayna’da bekar olmak nasıl?
V. A. PRONKİN: Bekar olmak her yerde aynı, buraya
konuya yönlendirmeye çalışıyorum. Bu bizim Türklerin algısıyla paralel mi? Yani dünyanın en güzel
kızlarının olduğu yerde seçim zorlaşıyor, haliyle insan bekar kalıyor veya evlenmek aklına hiçe gelmiyor olabilir mi?
V. A. PRONKİN: Bilemiyorum (gülüyor)
Etem KARA: Gerçekten sayın sayın Pronkin, bizim
Türklerin büyük bir çoğunluğunda Ukrayna kızlarının çok güzel olduğuna, hatta dünyanın en güzel
kızlarının Ukrayna’da olduğuna ilişkin güçlü bir
inanç var. Ama ben Ukrayna sokaklarına çıktığımda, insanlarla karşılaştığımda bu inancı teyit eden
hiç bir emare göremiyorum. Aksine Türk sokaklarının, Türk caddelerinin çok daha güzel olduğunu düşünüyorum. Yanılıyor muyum?
V. A. PRONKİN: Hava güzel olunca gel... Eminim fikrin
değişecektir. (Gülüyor)
Etem KARA: Sayın Pronkin, bizimle röportajı kabul
ettiğin için çok teşekkür ederim. Sizinle zaman geçirmekte çok çok güzeldi. Çok teşekkür ederim. Son
olarak Türkiye’ye söylemek istediğiniz bir şey var
mı?
V. A. PRONKİN: Ben teşekkür ederim, Türkiye’deki meslektaşlarıma sevgilerimi ve saygılarımı gönderiyorum.
ÖZEL RÖPORTAJ
AV. DR. MURAT ÖZVERİ
Türkiye geçiş aşamasında değil, geçemeyiş aşamasındadır
RÖPORTAJ: Av. Dr. Etem KARA / Av. Yiğit TİMUR & Av. Dr. Murat ÖZVERİ
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Tuhaf bir adam mısınız?
Murat ÖZVERİ: Kimseye kimlik sormayan polisler çeşitli adliyelerde bana kimlik sorar. Demek ki bir tuhaflık
var ki ilgi çekiyor. 86 yılında Bursa’da polis bir sürü insanın içinde beni durdurdu. 1 Mayıs arifesi. “Niye bu kadar
adamı durdurmadın da beni durdurdun” diye sordum.
Dedi ki “Kılığına kıyafetine bak, elindeki çantaya bak,
sen polis olsan kimi durdururdun?”
Etem Kara/Yiğit Timur: Tuhaflıkla orijinalite arasında bir bağ var mı?
Murat ÖZVERİ: Yok, orijinal dememek lazım, yani
orijinal daha iddialı bir tespit olur. Bu bir sonuç. Herkes
neden takım elbise giymediğimi soruyor örneğin. Çünkü öyle bir kültürüm yok. Ben köyde büyüdüm. Takım
elbise giymeyi çok denedim, beceremedim. Taşıyamıyorum. Köy yerinde, traktör üzerinde rahat giyinmeye
alışmışsın. Bir giyim kültürü gelişmemiş. Belki de sol
kültürün de etkisi olmuştur. Yoksa orijinal olayım gibi
bir gayem olmadı. Dediğim gibi bu bir sonuç. Yoksa takım elbise giyilmesine çok da heveslenirim.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Durum bu kadar vahim ise
sonrasında da bunu değiştirmenize vesile olacak
hiç güzel ve zeki bir kız tarafından sevilmemiş veya
güzel ve zeki bir kız sevmemişsiniz demektir.
Murat ÖZVERİ: Etem, ben çerkezim. Haliyle, çok güzel
ve çok zeki kızlarla büyüdüm (Gülüyor)
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Şaka bir yana, aslında çok
da giyim kuşam bağlamında sormuyoruz, toplumlarda belli prototipler vardır, insanlar buna göre düşünür, buna göre şekillenir. Ama bazıları da sadece
kalbinin sesini dinler, kendisi olur ve o şekilde mücadele eder.
Murat ÖZVERİ: Mesleki anlamda da bir orijinalitem
yok. Tüm meslektaşlarım gibi işimi yapmaya çalışıyorum o kadar. Benim her zaman danıştığım kalbimdir.
Yüreğim nereye götürdüyse hep oraya gittim. Bu bazen
iyi oldu bazen çok kötü de oldu. Ama aldığım terbiye
gereği zorlukları göğüsleme cesareti de gösterebildim.
Toplumlarda gerçekten belli prototipler var. Ve insanlar
bu prototiplere belli değer yargıları yüklüyorlar. İşte o
kalıba girmemek şüphesiz risk almaktır. Bu büroya gelen müvekkil gelip bakıyor şişme yelekli bir adam, başka bir büroya gidiyor başka bir giyim kuşam. Buna göre
bir değer biçiyor. Bu tabi aynı zamanda bir pazarlama
biçimi. Plazalarda iç dekorasyona kadar psikologlarla
çalışıyorlar. Bunu eleştirmiyorum. Bir pazarlama biçimi
ve örgütlenme şeklidir. Benim böyle bir derdim olmadı.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Köylülük kavramının altını
sıklıkla çiziyorsunuz, bunu avukatlığın genel olarak
burjuvaziyle özdeşleştirilmesi ile bir ilgisi var mı?
Murat ÖZVERİ: Şüphesiz avukatlık bir kentlilik işi. Devletin olduğu yerde yapılan bir iş. En küçük birimi kasaba.
Dolayısıyla avukatın kendisi köylünün nazarında öteki.
Siz köylü olarak yetiştiriliyorsunuz ama aldığınız eğitim
o değerleri kusmanızı istiyor. Köydeki gibi devam ettiğiniz zaman kentte yaşayamazsınız. Öte yandan karikatür
gibi olmaktan korktum. Yani süveteri giyip altına takım
elbise üstüne ceket çektiğin andan itibaren bir tarafın
köylü bir tarafın kentli oluyor. Takım elbiseyi taşımak
bir kent kültürüdür. Bunu yapabiliyorsan layıkıyla yap
ama ben baktım ki yapamıyorum. Mesela Cengiz Abi
(Cengiz Sarıbay) becerir bunu, yakıştırır kendisine. Bu
| 45
İKİ ÜLKE İKİ HUKUKÇU
ÖZEL RÖPORTAJ
Av.Dr. Etem KARA / Av. Yiğit TİMUR & Av. Dr. Murat ÖZVERİ
bir kültürdür. Bu kültürle çatışma içerisinde değilim.
Ama bunu beceremediğin zaman karikatüre dönüyorsun. Karikatür olmayı da kabul etmiyorum. Köylerin de
entelektüel birikimi vardır. Bunu yadsımamak gerekir.
Nazımın tabiriyle onlar kitapsız öğrenenlerdir.
Ben konuşmamda Marx’tan da örnek
veririm ama bizim köydeki Deli Ahmet’ten de örnek veririm. Her ikisi de
benim birikimim içerisine katkı sunmuş insanlardır.
Bunu küçümser araya duvar örer, gelip sıfırdan kent
kültürüyle yeni bir entelektüel birikim yapmaya kalkarsan yine karikatüre dönüşürsün. Dolayısıyla nerden
gelmişsen o entelektüel birikimi bir aracı haline dönüştürebiliyorsun. Ben konuşmamda Marx’tan da örnek
veririm ama bizim köydeki Deli Ahmet’ten de örnek
veririm. Her ikisi de benim birikimim içerisine katkı sunmuş insanlardır. Bana Deli Ahmet “Bizim oğlan, deli ol
ama oyuncak deli değil adam akıllı deli” dediğinde bir
yere kaydolmuş ama anlamamışım. Ama yirmi yaşında
Erasmus’un Deliliğe Övgüsünü okuduğumda gık dedim kaldım. Deli Ahmet’in dediğini Erasmus’un Deliliğe
Övgüsü’nde gördüm.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Bireylerin yatay veya dikey
büyümesi söz konusu olabiliyor. Bunlardan dikey
büyümede, zihinsel ve duygusal olarak da büyür,
toplum katmanlarını her yönüyle aşar, köyden gelir ait olduğunuz toplumun entellektüel birikimine
de ortak olur, kendisiyle çelişmeden ve geçmişini
de reddetmeden insanlığa bir bütün olarak bakar, o
bütünün sadece bir parçası olur. Biz dikey büyümeyi “To be/olmak” kavramıyla izah edebiliriz. Yatay
büyümede ise sadece maddi varlıkları, parayı, tüketim alışkanlıklarını veya kullandığınız eşyayı büyütmekle yetinirsiniz. Bu daha çok bir mercedes almak,
iyi bir ev sahibi veya statü sahibi olmakla yetinme
örneğiyle ilişkilidir… Ki bu da daha çok “to have/
sahip olma” kavramıyla izah edilir. Aslında bizde
sorumuzu en başından beri bu anlamda soruyoruz.
Murat ÖZVERİ: Bana söyletmek istediğiniz şeyi söylemeyeceğim Etem. Çünkü yargılamak istemiyorum. Birini birinin karşısına koymak istemiyorum. Her ikisinin
de bir bedeli var. Kendinle barışık olman için kendinle
kavga etmiş olman gerekir. Bu barışı sağladığın zaman
başkalarını yargılamaya hakkın yok. Kendimle kavga
etmekten korktuğum için başımı yastığa koyduğumda
beni rahatsız etmeyecek bir çizgiyi korudum. Örneğin
işveren vekilliği yapmadım. Esasen ben iyi bir avukat
46 |
olamadım. Yani kendini bağımsızlaştırmış bir avukat.
Çünkü koşullar buna elverişli değil. Ben Çalışma ve
Toplumu çıkartıyorum. Bu bir taraf. Bir gazetede yazı
yazıyorum, görüş açıklıyorum. Tarafım. Bu işin profesyonelliği olmaz burada. Kendime göre belirlediğim bir
dünyada tutarlı olmaya çalışıyorum. Bu denge bir başkasının dengesiyle mukayese edilmez. Birine göre iyi
diğerine göre kötüdür.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Peki avukatlık mutlu etti
mi sizi veya avukatlıkta mutlu olunur mu?
Murat ÖZVERİ: Geriye baktığımda kendimi mutlu ve
şanslı bir adam olarak görüyorum. Ben avukatlığı seviyorum ve hep severek yaptım. Benim tanımlanmış bir
mesleğim var. Ben savunma yaparım. Bu savunmayı
hakkıyla yaptım. Eğer bozuk yargı sistemi nedeniyle
bu haklı savunmanın karşılığını alamamışsam bundan
üzüntü duyarım ama yaptığım savunma yapılması gereken savunmaysa aynı hazzı duyarım. Ben işimi yapmışımdır. Ben avukatlığı dava kazanmak olarak tarif etmem. Avukatlık savunma yapmaktır. Kararı bir başkası
verir. O karar adil olmayabilir. O karar isyana sürükleyebilir. Ederim.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Toplumsal bilinç düzeyi
birden bire yükselen bir şey olmadığına, bir ortalamayı yansıttığına göre yargı düzenimizin de belli
bir çapta olduğunu görüyoruz. Bundan rahatsız olmuyor musunuz?
Murat ÖZVERİ: Rahatsız olmak farklı mutsuz olmak
farklı. Rahatsız olmamak mümkün mü? Adliyeye girip
de midene kramplar girmeden çıkmak mümkün mü?
Daha adliyenin kapısından girişten itibaren başlayan
dizaynına kadar rahatsız eden şeyler elbet var. Hele ki
bir hukuk idealin varsa, olması gereken bir hukukun
tozunu yutmuşsan ve halen bu arayışın içerisindeysen
rahatsız olmamak mümkün mü? Ölçü akla mantığa ve
vicdana uygunluk olmalı. Akla mantığa ve vicdana uymayan her yargılama her yasa aynı zamanda hukuka
da aykırıdır. Her an akla mantığa ve vicdana uymayan
şeyler görüyorsun. Dolayısıyla burada rahatsız olmamak için taş olmak lazım. Ama bu rahatsızlığın kronik
bir mutsuzluğa dönüşmesi gerekmiyor. Çünkü ben, bu
süreçte o rahatsızlıkları yaratanlardan değil o rahatsızlıklara rağmen olması gerekeni savunanlardansam, rahatsızlık yaratanlara benzememişsem bu bile tarihsel
anlamda hukukun gelişimine bir katkıdır. Her nesilde
olduğu gibi çağımın sorunlarıyla yüzleşmek zorundayım. Ben dürüst namuslu bir avukat olacağım, benim
yıllar önce kendime koyduğum bir hedeftir. Sistem
buna izin vermediğinde de bununla çatışacağım. Bunun hesaplaşmasının yapılacağı yer adliye koridorları
değildir. Köşe yazındır, kitabındır, çıkardığın dergidir.
Sistemin kamburunu bir hakimin sırtına da yıkmamak
lazım. Bazı koşullarda sadece var olmak dahi, bir başarıdır.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Her toplumda mutlaka bireysel yetenekler, başarılar çıkıyor. Hindistan’dan
Gandhi, Lübnan’dan Khalil Gibran çıkabiliyor tabi
ki. Ama sistemsel olarak düşündüğümüzde, mevcut
yargı düzeni hepimizi doğrayıp yüzeyselleştirmiyor
mu?
Murat ÖZVERİ: Bu ülkede kayıp dışı ekonomi %37.
Yani çalışanların %37’sinin kayıt dışında olduğu bir
modelden bahsediyoruz. Beğenmediğimiz ekonomik
krizde olan Yunanistan’da bu oran %8’dir. Böyle bir yerde hangi hukuktan bahsedilebilir. Sermeye birikimini
tamamlamamış bir formasyonda hukuk hiçbir zaman
bizim düşlediğimiz anlamda işlemez. İşlemesine izin
verilmez. Hukuk tıpkı diğer üretim alanlarında olduğu
gibi sistemin tarihsel aşamada geldiği noktaya uyumlu
hale getirilir. Bunun için bilinçli olarak bir çaba gösterilir. Ne hukuk fakültelerinin bu kadar artması tesadüftür ne hukukun bu denli yüzeyselleşmesi. Sanat, hukuk
her şey kalitesizleştirilir, düzeyi düşürülür ve topluma
böyle sunulur. Aksi halde bu birikim modeli yürümez.
Modelin kendisine itirazı olanlar zaten bir tarafa itiliyor.
Hukuksal Dönüşüm isimli kitabımda bu konuya değinmiştim. Engels diyor ki “Saf bir sınıfın çıkarlarını gerçekleştirmek için oluşturulmuş bir hukuk düzeni olamaz.
Olursa da adaletsiz olur.” Kanaatime göreyse Türkiye
pratiği Engels’i yanıltmıştır. Saf bir sınıfın çıkarlarını korumaya yönelik bir hukuk düzeni organize edilmiş, kurumsal yapılar buna göre dizayn edilmiş, eğitim buna
göre verilmiştir.
yor ve bilinçli yapılıyor.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Böyle bir durumda avukat
bu modelin neresinde? Yani bir avukat olarak yaptığınız savunmayla neyi değiştirebilirsiniz?
Murat ÖZVERİ: Bir avukat bu yüzeyselliğin üretilmesinde bir özne olabilir. Bu kötü de değildir, getirileri vardır.
Bu getirilerden de kişisel yeteneklerine göre pay alırsın.
Bu bir tercih. Bir de başka bir tercih var. Orada avukatın
üzerini çizersin. Önce birey olarak kendini ortaya koyarsın. Kendini özgürleştirme dediğim bir serüvene girer,
kendini bağlayan şeyleri tespit edersin. İnsanları neler
bağlar? Bir; statüler bağlar. İki; statüye bağlı tüketim
standartları bağlar. Üç; bu tüketim standartlarını talep
eden yakın çevrenin talepleri bağlar. Dört; bunları yeniden üretmek, üretmişse kaybetmek korkusu bağlar.
Ve sen yüzeyselleşme dediğin şeyin bir parçası haline
gelirsin. Eğer tüm bunları başından reddederek başlamazsan sen, tercihin ne olursa olsun kendinle kavgalı
bir avukat olarak gidersin.
Ya ben bu sistemde oyunu kurallarına
göre oynayacağım ve kişisel yeteneklerim doğrultusunda kendime düşen
payı alacağım diyeceksin ya da bunu
reddedeceksin.
Net ve teknik düşüneceksin. Ya ben bu sistemde oyunu
kurallarına göre oynayacağım ve kişisel yeteneklerim
doğrultusunda kendime düşen payı alacağım diyeceksin ya da bunu reddedeceksin. Bunu reddediyorsan
marka tüketmeyeceksin. Elindeki cep telefonuyla alay
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Kimin çıkarı bu?
edilmesini duymayacaksın. Evlendiğin karın senden ev
Murat ÖZVERİ: Tabi ki sermayenin çıkarı. Çünkü sen istemeyecek, “bu adam iyi hissederse bana da iyi hissermayesini tamamlayamamış, otobüsü kaçırmış bir settirir, biz böyle de mutlu olabiliriz” diyebilecek. Böyle
milletin çocuğusun. Dolayısıyla her ne pahasına olur- biriyle evleneceksin. Kendini bu yanıyla özgürleştirmesa olsun bu dünyada bu sermaye birikimini yakalaya- diğin sürece sen sistemin görünmez bağlarıyla kelepcaksın. Nitekim Mehmet Şimşek iş kazaları konusunda çelenmişsin demektir. Bireysel olarak tüm bunları yapa“Bizi batılı ülkelerle kıyaslamayın, oradaki sermaye bi- bildiğinde mesleğine geleceksin. Ben dava kazanmak
rikimine ulaştığımızda bizde de taşlar yerine oturur.” zorunda değilim. Ben avukatım savunma yaparım gadiyor. Politik anlamda gücün varsa bu durumu zorun- ranti vermem diyebileceksin. İşte çok sabırlı bir sürecin
luluk olmaktan çıkartırsın. Sistemin kendisinin arzusu; sonunda kendini bir prototip olarak kabul ettireceksin.
hukuk, bu sürecin bir aracı olsun avukat da bunun teknikeri olsun. Müvekkil sana gelirken mutlaka kendince Kimse sana namussuzsun diyemez, kimse paranı nasıl
gerekçeler üreterek ve bu gerekçeler üzerinden bana kazandığını sorgulayamaz. Ve yaptığın işten en büyük
hukuki koruma sağla talebiyle geliyor. Kimse ben hak- hazzı alırsın. Çünkü o zaman hakim de seni dinler, dileksızlık yaptım demiyor. Bu düşüncenin iktidar olduğu, çem okunmuyor diye bir kaygın da olmaz. Çünkü farkıCumhurbaşkanının yargı kararına karşı “erkekse gelsin nı fark ettiriyorsun. Onlar gibi dilekçe yazmıyorsun. Ve
sarayımı yıksın” dediği ya da mahkeme kararlarını ber- inan okunuyor. Hakim senin polemik yapmadığından
taraf etmek için ‘şu kadar sürede mahkeme kararı uy- emin oluyorsa, savunmanı yaptığını görüyor, araştırdıgulanmamışsa bir daha o karar uygulanmaz’ şeklinde ğını ve emek verdiğini görebiliyorsa okuyor. Bunu yazbir kanunun çıktığı bir yerden bahsediyoruz. Bu tesadüf dıklarında söyleminde görüyor, oradan anlıyor. Bunu
değil. Bu yüzeyselleşme tarihsel olarak bizim gelişmiş- görünür kılmak bir süreç elbette. Bu süreçten sonra gölik düzeyimize tekabül eden ve sistem açısından olması reli olarak sen de rahatlıyorsun. Bu durum seninle olan
gereken bir durumdur. Nitekim bu durum teşvik edili- ilişkinde karşı tarafı da özgürleştirir. Artık selamı kötüye
| 47
İKİ ÜLKE İKİ HUKUKÇU
ÖZEL RÖPORTAJ
Av.Dr. Etem KARA / Av. Yiğit TİMUR & Av. Dr. Murat ÖZVERİ
kullanmayacağını bilir. Bu zemin hukuk tartışmalarını
yaratır. Çünkü yaratacağın ilişkiyi istismar etmeyeceğin
bilinir.
Bu toplum bir yerde bir denge kuracak, hukuksuz olamaz. O üst aşamaya sıçradığında yeni ve daha temiz bir
düzen kurulacak. Yeni düzende de senin emeklerin bir
anlam ifade edecek. Cahit Talas’ın bakanken yazdığı yazıya gülünüyordu. Ama 63 Anayasası’nda referans alınır
oldu. Çünkü grev hakkının olduğu konusunda toplumsal bir konsensüs oluştu. İşte evvelki dönemde yazılıp
çizilen şeyler, onları yazıp çizenlerin ahir ömründe boş
gibi görünürken, yeni hukuk düzeninde çok anlamlı ve
yol açıcı şeyler oldu. Ve Cahit Talas adı unutulmadı. Bunun gibi pek çok örnek var. İş hukukunda üç dil bilen,
ilk doktorayı yapan, alanında çığıra açan ve hepimize
örnek olan bir abimiz vardı. Onuı iş hukukuyla ilgilenen
herkes hatırlayacak. Geçenlerdeyse bir meslektaşımız
vefat etti ve biz büyük bir gazeteye verilen tam sayfa
ilanda gördük. Büyük paralar kazanmıştı. Bakın böyle
anıyoruz. Bu meslektaşımızıysa yalnız ailesi hatırlayacak. Bu genç meslektaşlarımız için bir tercihtir.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Bizler avukat olarak toplumsal sorunlarla çok ilgili gibi görünüyoruz ama
hiç bir problemde net bir fikrimiz, çözüm üretebilme kapasitemiz hiç yok gibi görünüyor. Haliyle bizim politik ilgimiz de dedikodu düzeyinde kalıyor.
Bunun yargının avukatları ve tüm hukukçuları yüzeyselleştirmesiyle ilgisi var mı? Yüz binlerce hukukçunun olduğu bir ülkede, bu kadar problemin
olması biraz garip değil mi?
Murat ÖZVERİ: Niye bunları görüyorsun da Ataman
Yengin’i görmüyorsun. O kırk sene boyunca eski adliyenin kapısında, sigarasını içerken selam verdiğinde
“ya Yargıtay şöyle bir karar vermiş” diyen bir adamdı.
Hiçbir zaman dedikodu yaptığını kimse görmedi. Hiçbir zaman hukukun dışında bir şey konuştuğunu -özel
sohbetler dışında- kimse görmedi. Ataman Yengin, icra
takibinde meslektaşına “şunu eksik yazmışsınız, bu hakkın gidiyor, istersen takibini geri al, yeniden yap” diyebilecek kadar müvekkilini hukuka uygun davranmaya
mecbur kılacak güçte bir avukattı. Yıllarca Sabancıların
avukatlığını yapmasına rağmen onları her daim hukuk
sınırlarının içinde tuttu. Ve bunu tam kırk yıl yaptı. Evet.
Dediğiniz gibi görünen söyledikleriniz. Ama buna itiraz
eden, hayatındaki pratiğiyle var olmayı becerebilmiş
olanlar da var.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Şimdi bu en kötü halde
bile sistemsel değil de bireysel olarak bir şeyler yapılmalı düşüncesi; biraz ortadoğu kahramanlık ve
fedakarlık kültürü ürünü ideal insan tipi değil mi?
Mesela Yargıtay’ın bir dairesinin bir yılda baktığı
dosya sayısı 30 bin civarında. Şimdi bu dosyaları
48 |
o dairelerin üyesi okuyabilir mi, biz avukat olarak
buna inanabilir miyiz? Hal böyle iken burada sağlıklı bir yargılamadan, dahası bir yargıdan bahsedilebilir mi?
Murat ÖZVERİ: Bahsedilemez tabi. Dolayısıyla burada
bir adaletin gerçekleştirilmesi filan söz konusu değil zaten. Bir sürü tetkik hakimin sırtında bu iş ne kadar gidiyorsa o kadar gidiyor.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Hep mi böyleydi?
Murat ÖZVERİ: Bir ülke düşünün ki demografik yapısı son 20 yılda neredeyse tümüyle değişmiş. Sadece
10 yıl içerisinde 8 milyon insan kente gelmiş. Tarihte
ne zaman ki bu denli büyük demografik değişiklikler
olmuştur, orada çürüme ve yozlaşma olmuştur. Dolayısıyla bu döneme özgü bir şey. Bu durdurulabilir miydi?
Sorulabilir. Ama bundan nemalanmak isteyen bir model var karşında. Bu model buna uygun hukuk sistemi,
buna uygun ticaret ahlakı yaratıyor. Adam her sene
başında performansı düşükleri ayıklayabiliyor. Çünkü
yerine köyden gelmiş zıpkın gibi bir adam koyabiliyor.
Bu demografik yapı 10-15 senesini o fabrikaya vermiş
adamı sokağa atıyor. Sokağa atılan adam ötekileştiriliyor, değersizleşiyor. Sosyal kimliği yok oluyor. Bu sağlıklı bir düzeni getirir mi? O yüzden modelin sistemin
düzelmesi gibi bir gayesi yok zaten.
Geçemeyiş aşamasındayız. Çinliler “Allah seni geçiş toplumlarında yaşatsın”
derlermiş. Ama biz geçemeyişteyiz.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Biz şu an geçiş aşamasındayız yani?
Murat ÖZVERİ: Geçemeyiş aşamasındayız. Çinliler “Allah seni geçiş toplumlarında yaşatsın” derlermiş. Ama
biz geçemeyişteyiz. Ama bir gün geçecek.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Daha önce düzgün müydü?
Murat ÖZVERİ: Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan
beri bir çift hukuk sorunu vardır. Hukukun dokunulmazları vardır. Şeyhsen, ağaysan hele de Kürt coğrafyasında yaşıyorsan ayrı bir hukuka, batıda yaşıyorsan ayrı
bir hukuka tabisindir. Hiçbir zaman bu ülkede kimse diyemez ki bir maraba ağanın karşısında dava kazanmıştır. Böyle bir pratik yok. Bir hukuk düzeninde hukuk iyi
diyebilmen için öncelikle böyle bir şey olmaması lazım.
Hiçbir zaman herkes hukukun öznesi olmamıştır. Şairin
dediği gibi “Davacı zengin, davalı yoksulsa davacıdan
yana işler yasa. Davacı yoksul davalı zenginse davalıda
kalır yine nizalı arsa. Davacı da davalı da zenginse özür
diler aradan çekilir kadı. Davacı da davalı da yoksulsa
işte o zaman yerini bulur hak.” Türkiye’yi en çok zorlayan şeylerden biri Kürt sorunu. Bu sorun boyunca çift
hukukluluk ortadan kalkmadı. Orada adil bir yargılanma hiç olmadı. Batıda da çift hukuk kalkmadı. Çünkü
çift hukukluluk siyasal yapılanmanın işine yarıyor. Eğer
kaldırırsa, kayıt dışı olmazsa bu borçla ne yiyip ne içeceksin. Bir sürü insan kayıt dışından besleniyor. Bu ülkede toplanan vergilerin %70’i dolaylı vergilerden ve
ücretlerden kesilen vergilerden oluşuyor. Böyle bir yerde özlenilen hukuk sistemi getirilirse bu birikim modeli
kendini üretemez. Yani bu ülkede senin adalet sistemine para ayırmazlar.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Biz Avrupa’nın Çini miyiz
yani?
Murat ÖZVERİ: Günaydın. Biz 1980’in 24 Ocak’ın da bu
kararı vermedik mi? Rahmetli Cumhurbaşkanı Özal demedi mi gelin bizde ucuz iş gücü var. 2013 yılında şimdi
siteden kaldırdılar ‘hazine.gov.tr’ de bizde yatırım yapılması için 10 neden sayılıyordu. Mesela haftalık çalışma
süresi 52,5 saattir diyor. Kanun ne diyor 45 saat. OECD
ülkeleri arasında en az izin alan işçi bizde diyor. Toplu iş
sözleşmesi için masaya oturuyorum, Fransız’a diyorum
ki “şu şu haklar var bu da eklenecek”. Bana diyor ki “o
zaman ben buraya niye geldim? Bu hakları vereceksem
niye geleyim?” ben sana diyor. Elbette Avrupa’nın Çini
olduğumuz için geliyor. Niye bu kadar fason çalışan firmalar var. Niye bu kadar merdiven altı var ve nasıl bu
kadar görmezden geliniyor?
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Türk işçisi, Çin işçisi gibi
migözüküyor? Sistemsel bir problem var. Batı başkalarının vatandaşlarını köleleştirerek sermaye birkimini, büyümesini sağladı. Şimdi Çin kendi vatandaşını köleleştirerek büyüme, sermaye birikimini
sağlamaya çalışıyor. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz? Biz şimdi bu düzene, köleliğin işçilikle
ikamesi diyebilir miyiz? Yani modern dönemde, kölelik düzeninin yerini ucuz işçilik mi aldı?
Murat ÖZVERİ: Asya tipi kapitalizm gibi bir tarif var.
Asya tipi kapitalizm, ucuz işçilik üzerine rekabet üstünlüğü sağlamaya dönük, belli alanlarla sınırlı üretim yapmasına izin verilen bir kapitalizm türüdür.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: İsterseniz biraz açayım:
Örneğin, Londra’da bir hamburger 14 pound, bir
İngiliz köle çalıştırmaya devam etmek istese, o kölenin kendisine maliyeti en az 500 pound. Oysa bir
Türk işçisinin maliyeti 250 pound, bir Çinli işçinin
ise 50-100 pound. Şimdi bu tabloyla değerlendirdiğimizde, bizim de içinde bulunduğumuz bu tür
cumhuriyetleri, “Köle vatandaş cumhuriyeti” olarak
değerlendirebilir miyiz?
Murat ÖZVERİ: Köle diyemeyiz çünkü hukukçuyuz.
Kölelik başka bir şey ifade eder. Önceki kategorik kavramlarla bugünü açıklayamayız. Çünkü arada bir sürü
farklılıklar vardır. Bu üretim yapısı köleci bir toplumu
kaldırmaz. Ucuz iş gücünün daha az maliyetli olması
onların köle olduğu anlamına gelmez. Ancak koşullar
köleci toplumlar kadar ağır dersek doğru olur.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Bir yazınızda çalışan avukatların 4857’ye göre işçi olduklarını ve bunu kabul
etmeleri gerektiğini belirtmiştiniz. Bunu biraz açabilir misiniz? Bireysel olarak siz 4857’nin neresindesiniz?
Murat ÖZVERİ: Kişisel olarak 4857’ye göre işveren
değilim bu büro eşim Nezaket Yüksel Özveren üzerinedir. Patronum karım yani. Bu büroda 4857’ye göre
çalışan avukat var. Ben yazımda 4857’den değil iş sözleşmesinin bağımlılık unsurundan hareket ettim. Bir
kişi bağımlı çalışıyorsa bunun teknik olarak ismi işçidir.
Avukat, doktor, mühendis olabilirsin hiç önemi yoktur.
Bağımlılık ayırt edici unsurdur. İşçi avukatlar işçilerden
daha çok çalıştırılıyor, daha çok sömürülüyorlar. İşçiler
kadar güvenceleri yok. İşverenler işçi avukatların neredeyse 24 saatini alıyor. Gece telefonla arıyor, açmak zorundasın. Barolar bu durumu çok uzun süre görmezden
geldi. Barolar bir meslek örgütü olarak buna cevap veremezler vermeleri de mümkün değildir, çünkü yapısı
uymaz. O nedenle işçi avukatların bir başka örgütlenme yapısını zorlaması gerekir.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: İstanbul’da yeni kurulan
bir avukatlar sendikası var. Bu bir çözüm olabilir mi
sizce?
Murat ÖZVERİ: Denenmemiş hiçbir şeyi olamaz diyemem. O olmazsa eksiklikleri tamamlanacak ama denenecek. Bağımlılığın getirdiği sadece ekonomik yoksulluk değildir. Bağımlılığın kendisi insanın doğasına
aykırıdır, insanı yabancılaştıran bir şeydir. Bir yandan
aldığın emir ve talimatlar çerçevesinde mesleğini yapacaksın, bunu yaparken de meslek etiğine uygun davranacaksın. Avukatın edimi iş sözleşmesinden doğan
ağırlaştırılmış bir edimdir. Bu edim hem işverenin emir
ve talimatları doğrultusunda hem de hukuk bilgisini
kullanarak belli bir standardın üzerinde olacaktır. Burada ağırlaştırılmış bir sömürü söz konusudur. Bu durum
tüm beyaz yakalılar için geçerlidir. Bu işçileşme süreci
tüm meslekler üzerinde sürüyor ve piyasa bunu istiyor.
Bu piyasa koşullarında sevilen tabirle ücretli avukatlar
ki ben işçi avukatlar tabirini daha uygun buluyorum,
onların hakkını koruyacak olan şey baro formatı değildir. Baro olacak, baroda da seslerini duyuracaklar ancak
çıkarları birbirine zıt iki grubun mensup olduğu baroyla
haklarını savunabilmeleri mümkün değildir. Dolayısıyla işçi avukatların başka bir örgütlenme yoluna gitmesi
gerekir. Bu sendika ya da başka bir format olabilir. Bağımlı çalışmanın getirdiği sömürü ilişkisine itiraz etmediği sürece o avukat cehennemi yaşamaya mahkûmdur.
| 49
İKİ ÜLKE İKİ HUKUKÇU
ÖZEL RÖPORTAJ
Av.Dr. Etem KARA / Av. Yiğit TİMUR & Av. Dr. Murat ÖZVERİ
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Akademisyen de bir avukatsınız, üniversiteye dönmeyi düşünmüyor musunuz?
Murat ÖZVERİ: Zaten bir ayağım üniversitede, ders veriyorum. Bu meslekte yaşadığım zorlukları orada yaşamayacağımın garantisi yok. Gidiyorum, öğrencilerime
özel bir formasyon içerisinde dersimi anlatıyorum ama
üniversite dönmek gibi bir düşüncem yok. Benim babama sözümdür. O bana; ‘’oğlum bildiğin işi yapacaksın’’derdi. Ben de eğitimini aldığım ve yaklaşık 30 yıldır
yaptığım mesleğimi sürdürüyorum. Çıraklığını yapmadığın işi yapamazsın. Yoksa karikatüre olursun. Bir şeyin
karikatürü olmaktansa o şey olmamak daha iyidir.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Aslında şunu söylemeye
çalışıyorum, bunca yazan çizen üreten bir insan olarak, sizin yeriniz üniversite değil mi? Bu noktada
sizi engelleyen, bu seçeneği dışlamanıza etken olan
unsur ne?
Murat ÖZVERİ: Üniversite, yani “ Universe”...Sözcük anlamında bile bağımsız olma, özgür olma var. Biri kalksın
bana desin ki Türkiye’de üniversiteler bağımsız ve özgür
bilim yaratıyor. Dolayısıyla gidip orada mucize mi yaratacaksın. Ya oranın bir parçası olacaksın ya da orayla
kavgalı olacaksın. Ben oraya gitsem kapının dışına itileceğim. Cami ne kadar büyük olursa olsun, imam bildiğini okur. Ben kendi ahlakım ve vicdanıma göre verilmesi
gereken bilgiyi eksik tamam veriyorum.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: O halde, avukat olarak
kendinizi daha mı özgür hissediyorsunuz?
Murat ÖZVERİ: Evet ama avukat olarak kendimi özgür
hissediyorum derken de emek verebildiğim ölçüde özgür hissettiğimin altını çiziyorum. Eğer bir şeye emek
verebilecek gücüm bittiyse yine karikatüre dönüyorsun. Örneğin Ataman Yengin emek veremeyeceğini düşündüğü anda mesleği bıraktı. Yine Ali Can Polat emek
veremeyeceğini anladığı anda mesleği bıraktı. Artık
senden beklediğin bilgiyi üretemediğin gün eyvallah
diyeceksin ve bununla barışık olacaksın. Conan der ki;
‘iki ayağımın üzerinde duramadığım gün canımı al’’. Bu
kalemin işlemediği gün bırakıp gitmek lazım. Dolayısıyla bu enerjin olduğu sürece varsındır. Mesleğim beni
aç bırakmadı, yapmak zorunda olmadığım şeyi yapmak
zorunda da bırakmadı. İyi kötü bu noktaya geldim. Üç
tane çocuk büyüttüm. Daha ne belamı mı istiyorum?
Eğer tüketim üzerinden haz almayı abartırsan seni tüketim kontrol etmeye başlar, o andan itibaren oyuncak
olursun. Niye oyuncak olayım. Özgürlük güzel ve haz
veren bir şeydir. Kalite farkları yok mu, var. Ben örneğin
havalar güzel olduğu zaman bisikletle gidip geliyorum.
50 |
Bir arkadaşım başka bir bisiklet verdi. Arada kalite farkı
var. Ben haz almıyor muyum kaliteli bisiklete binmekten, alıyorum ama tüketimin beni kontrol etmesine de
izin vermiyorum. Tabi ki tüketimden haz alacaksın ama
önemli olan o standardı yakalarken ne yaptığın.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Açıkçası bizler genciz, her
şeyin bir an önce olmasını, bir an önce değişmesini istiyoruz. Ama şimdi Yargının bu içler acısı hali,
bizim gizli işsiz/mesleksiz olmamız anlamına gelmiyor mu? Nihayetinde iyi bir yargı olmadan iyi bir
avukatlığın olması da mümkün mü?
Murat ÖZVERİ: Geçen hafta sempozyum için gittiğimiz yerde yargının en üstüyle bir araya geldik ve o insanlar yargının içinde bulunduğu hoşnutsuzluğu net
bir şekilde dışa vurdular. Bir şeyin önce adı takılır dillenir, dillenen şey genelleşir. Genelleştiğinde de itiraz
edenler artar. Bir toplum adalet ve hukuk olmadan gidemez. Toplumların korunma refleksleri vardır. Sermayenin dahi hukuka ihtiyacı vardır. Bir yerde bunu sağlamak zorundadır. Bunlar tarihsel olarak geçiş dönemidir.
İnsan ömrü bunu görür görmez bilemem. Gençlerin
aceleci olması çok doğaldır, iyi ki de öyledirler. Zorlarlar,
baskı yaparlar. Baskı olmadan da olmaz. Bizlerin beyinleri terbiye edilmiştir. 30 sene içerisinde artık öğrenilmiş çaresizliğimizleyiz. Ama genç böyle değildir, daha
çok itiraz eder, daha özgür düşünür. Bize absürt gelen
bir çok şey, belki geleceğin kurumsal yapısındadır. O
yüzden de bunlar için karamsarlığa düşmeye ya da
abartmaya gerek yoktur. Bu kervan yolda düzülecektir.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Hem akademik hem de
pratik anlamda ciddi birikiminiz var. Sizce ne yapılsa yargıda problemler bir nebze de olsa çözülebilir?
Murat ÖZVERİ: Söyleyeceğim şeylerin hiç biri orijinal
değil, herhangi bir hukukçuya sorduğunda alabileceğin cevaplardır:
-Bir; Bağımsız, aması olmayan bir yargı olmalıdır.
Siyasi iktidarın yargının hiçbir yerinde olmaması gerekir.Yargı kendi iç dinamiğini yaratabilmelidir.
Yargı kendi iç hukukunu yarattığı zaman kendi güvenliğini de yaratacaktır. Yargı ekonomik bağımsızlık dahil bağımsız olmalıdır. Yargıcın ekonomik
kaygısının olmaması gerekir. Bazı işlerin net cazibesi yüksektir ama ayağa da düşürmemek gerekir.
-İki; Hukuk eğitimi baştan aşağı yeniden kurgulanmalıdır.
-Üç; Savunma bağımsız olmalıdır. Eğer yargı savunmayı
düşman gibi görüyor ise yargı ile savunma arasında organik bağ kopmuşsa orada istenilen yargıyı göremezsin.
-Dört; Yargının teknik alt yapısı çok iyi kurgulanmalı ve
hızla devreye sokulmalıdır. Katip, mübaşirin meslek içi
eğitimleri ve bunların da örgütlenme hakları dahil.
-Beşinci koşul; toplumun örgütlenmesidir. Eğer bir toplum örgütsüzse bu dediklerimin hiç biri gerçekleşmez.
Toplumun örgütlenmesinin önündeki engeller ortadan
kaldırılmalıdır. Tüm örgüt yapılarının demokratik bir işleyişe sağlayacak hukuki alt yapıların sağlanması gerekir. Yani, tek adam liderliğine izin veren siyasi bir parti
göstermelik anlamda bir siyasi partidir. Demokrasinin
vazgeçilmez unsurlarındandır. Ancak bakıyoruz Tayyip
bey, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli önümüze koyuyor, biz de
tak tak mührü basıyorsak burada bir sorun vardır. Aynı
yapı sendikalar için diğer demokratik örgütler için de
geçerlidir. Beğenmediğimiz köylü toplumu örgütlüdür.
Aşireti vardır. Aşiret kendi içerisinde bir örgütlenmedir.
Tarikat da aynı şekilde. Birey tek başına bırakılmamıştır. Kente gelen birey yapayalnızdır. Biri arabasını çizer,
gıkı çıkamaz. Karakola gider git senle mi uğraşacağım
derler demek de zorundadır adamın başında bin bir
dert vardır. Dolayısıyla kentte bireyi koruyacak bir mahalle bir apartman örgütlenmesi gerekir. Günlük hayatın içinde tek başına çaresiz olan birey güçsüzlüğünü
her gün yeniden algılar. Sürekli güçsüzlüğünü algılayan birinin davranış biçimi, güce tapınma ve sakınma
şeklindedir. Mümkün olduğu kadar onun gölgesinde
korunmaya çalışır. Eğer o güçten zarar görecekse de
kaçınır, oportünisttir. Bu sosyal psikolojinin kuralıdır.
Eğer adam örgütlüyse ve sorunlarını örgüt üzerinden
çözebiliyorsa her gün kendisinin güçlendiğini hisseder. Kendinde güç hisseden insanlar eşitlik talep eder
diğer güçleri dengeler. Toplum bu şekilde demokratikleşir mikro düzeyde. Eğer bu sağlanmazsa o zaman bittin demektir. Biz niye geçiş toplumuyuz? Çünkü aşiret
toplumunu dağıttık yerine bir şey koyduğumuz yok. Ya
mafya ya biat üzerinden yapılanmış belli aidiyet noktaları ya da aşiret sisteminin gevşek bir taklidi olan hemşeri dernekleri. Bunlar niye var? Bu aşiret sisteminin
yerine geçecek bir güvence olmadığı için. Dolayısıyla
yıktığının yerine bir şey koymadıysa ya artık onu kentte yeniden üretecekler o zaman adı aşiret değil mafya
olur orada ayrı bir hukuk geçerlidir. Üretemiyorsan da
çaresizsindir demektir. Eskiden üzerine düşeni yerine
getirmesine karşın şu an hemşeri dernekleri yetmiyor.
Çünkü o da geçiş aşamasının örgütsel biçimidir. Şimdi
cemaatler var. Ben hiç kimseyi bu ülkede cemaat aidiyeti nedeniyle kınayamam. Kimse güvencesiz kalmak
istemez. En yakın gördüğü neyse ona gider. Buna kendini inandırır, samimidir. Bunun bir bedeli vardır gerekirse ölümü göze alır. Bunların hiçbiri kentli ve çağdaş
toplumun kurumları değildir. Yarın da olmayacaktır.
Ama geçiş toplumunda bu şekilde var olur. Tüm bunlar
olması gerekeni öğretir bunlara. Toplum birlikte bunu
öğrenir. Toplumsal hafıza gelişir. Toplum pratik kazanır.
Bir süre sonra bunlar hukuka rağmen hukuksuzluk içerisinde var olmalarına karşın hukukça tanınır hale gelirler. Toplum dengeye gelir. Bu sosyolojik bir süreçtir
acele etmemek gerekir.
Murat ÖZVERİ: Gençler için tek bir alternatif yoktur.
Hangi tercihi yaparsan yap bir tercihin vardır. Ya bir genç
olarak yüzeyselleşme kervanına katılırsın ya da istersen
itirazınla var olmayı seçersin ki bunun da biçimi de bir
sürüdür; konformist vardır, non-konformist vardır.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Bu hem kişisel bir iç çatışma hem de toplumla bir çatışma doğurmuyor mu?
Murat ÖZVERİ: Bu ülkede yaşamak bu yüzden güzel. Kendi değerler sistemini yaratmayan hiçbir kuşak
yoktur. Hiçbir kuşağın değerler sistemi bir öncekiyle
karşılaştırılmaz. İnsani olan her şeyi her nesil yaşar. Siz
de ayağınıza taş değdiğinde yolda düştüğünüzde biri
kaldırsın diye bekleyeceksiniz. Sen kaldırılmanın gerekliliğini böyle anlayacaksın. Her kuşak bizden farklı
formatlarda görünür de olsa insan sosyalleşmenin bir
takım nesnel yasalarındadır. Bunlar her kuşağa bağlıdır. Benim babam benim gibi dayanışmıyordu, bende
babam gibi değilim. Benden sonrakiler de benim gibi
olmayacak ancak dayanışma kalacak. Bu dayanışma ne
kadar şekilcileşirse o zaman yabancılaşma daha da büyüyecek. Bizim batı toplumundan farkımız bir yanıyla
bu kültürü devam ettirmemiz öbür yanıyla da batının
kurumsal yapılarının kentteki şehir örgütlenmelerinin
önümüzde durması. Belki de bunun sentezini yapacağız. Bu sentezi yaptığımızda belki de bambaşka bir şey
çıkacak. Hayatın güzelliği de buradadır zaten. Bilinmezlik olmadan aşk olmaz, Yiğit.
Etem KARA/Yiğit TİMUR: Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
| 51
araştırma yazısı
AMERİKA ‘ DA AVUKAT BİR TÜRK OLMAK
Derya TOKDEMİR
Avukat - Washington DC
U
zun ve yorucu bir çalışmanın ardından hukuk diplomanızı başarıyla elinize aldınız.
Ancak iş aramaya başlamadan önce yurtdışındaki eğitim fırsatlarını değerlendirip, yabancı dilinizi geliştirmek ya da belli bir alanda uzmanlaşmak istiyorsunuz.
Belki de hukuk kariyerinize çoktan başladınız ancak
kendinizi geliştirmek, kariyerinizde bir değişiklik yapmak amacıyla yabancı bir ülkede tecrübe edinmeye
karar verdiniz.
Bildiğiniz gibi hukuk eğitimi sevgi, emek ve uzun yıllar süren bir çalışma ister. Söz konusu olan, bu eğitimi
Amerika’da yapmak olunca bu özveriye ek olarak maddi olanaklarınızı da zorlamanız gerekecektir.
Peki, ama sizi nasıl bir tecrübe bekliyor? Karar verirken
neleri gözden geçirmelisiniz? Bu makale Amerika’nın
bu konuda sunduğu olanakları genel bir çerçeve içerisinde aktararak, alacağınız kararları kolaylaştırmayı hedeflemektedir.
Amerika, okul sayısı açısından da sunulan programlar
açısından da zengin bir ülke.
Bu nedenle seçeneklerinizi bilip ihtiyacınıza ve de durumunuza en uygun programı seçmeniz önemli.
Hangi düzeyde hukuk eğitimi?
Amerika ihtiyacınıza göre farklı düzeylerde eğitim fırsatları sunmaktadır. Bir takım enstitülerin ve üniversitelerin sunduğu kısa süreli sertifika programları veya
istediğiniz herhangi bir dalda uzmanlaşmanıza imkân
veren yüksek lisans programları yabancı hukukçular ta-
52 |
rafından oldukça tercih edilenler arasında.
Profesyonel anlamda hedeflerinizi, maddi ve manevi
imkânlarınızı göz önüne alarak sizin için doğru olan
programı seçmeniz hedeflerinize kısa yoldan ve daha
az yıpranarak ulaşmanızı sağlar. İşte gözden geçirmeniz
gereken değişik eğitim imkânları:
Sertifika Programları
Bu programlar genellikle bir kaç haftalık ya da aylık sürelerle, çoğunlukla yaz aylarında sunulmaktadır. Hukuk
İngilizcesini geliştirmeye yönelik programlar oldukça
popüler, bunun yani sıra Amerikan hukukuna giriş, tahkim, kanun tasarısı hazırlama, hukukta metot üzerine
de sertifika programları mevcuttur.
Bu programlar hukuk İngilizcenizi geliştirmenize, belli
bir hukuk dalında fikir edinmenize yahut kendinizi o
alanda geliştirmenize yardımcı olacak programlardır.
Ayrıca programa katılan değişik ülkelerden pek çok
avukatla da tanışma fırsatı bulup iş bağlantılarınızı geliştirme imkânı da bulabilirsiniz.
Dikkat edilmesi gereken husus bu sertifika programlarında alınan derslerin kredi olarak sayılmayacağı ve de
Amerika’da baro sınavına girmek istediğinizde yeterlilik
koşullarında size katkıda bulunmayacağıdır.
Bu programların avantajları programlara girmenin kolaylığı, hemen hemen hiç bir yeterlilik şartı aranmaması, bir kaç ay içerisinde bitirilebilmesi ve kısa sureli olduğu için maddi külfetinin de diğer eğitim seçeneklerine
göre düşük olmasıdır.
Bu tarz sertifika programlarının sunulduğu enstitülere
örnek olarak Washington D.C.’ de yer alan International
Law Institute (Uluslararasi Hukuk Enstitusu) gösterilebilir1. Yine Washington D.C.’ de American University
Washington College of Law da yaz aylarında hem yerli
hem de yabancı hukukçulara kendilerini belli alanlarda
geliştirmeye yönelik sertifika programları düzenlemektedir2. Bunları sadece örnek olması açısından ve de
tecrübe ettiğim için yazıyorum. LL.M. programı sunan
pek çok üniversite özellikle yaz aylarında yabancı avukatlara yönelik programlar sunmaktadır. Üniversitelerin
internet sayfalarından yahut öğrenci işlerini arayarak
bu konularda rahatlıkla bilgi edinebilirsiniz. İyi bir araştırma yapıp sizin koşullarınıza en uygun seçeneği bulmanız vakit alabilir ancak buna değer.
Diyelim ki işlerinizin yoğunluğu ya da maddi imkânlarınızın kısıtlılığı dolayısıyla Amerika’ya gitme imkânınız
bulunmamakta. Bu durumda ise çevrimiçi sunulan kısa
dönemli eğitim programları size gereken çözümü sunabilir; bu programlar hakkında da internetten rahatlıkla bilgi edinebilirsiniz3.
LL.M— Yüksek Lisans Programı
LL.M., Latin Legum Magister (Master of Laws), hukuk
dalında sunulan yüksek lisans programıdır ve gözlemlediğim kadarıyla yabancı avukatların en fazla tercih ettiği programdır.
Genellikle 24 kredinin tamamlanmasını öngören, 2 sömestr (9 ay) süren, yüksek lisans programları hukukçunun bir alanda uzmanlaşmasını sağlamak amacıyla hazırlanmıştır. Yüksek lisans eğitim tamamlandığında ilgili
alanda uzmanlaşılması ve Amerika’da pek çok eyaletin
baro sınavına girme hakkı kazanılması bu programlara
olan yabancı hukukçuların ilgisini arttırmaktadır.
LL.M. herhangi bir dalda belli bir oranda da olsa uzmanlaşma imkânı sağladığı için Amerikalı hukukçuların
da ilgisini çekmektedir. Ayrıca LL.M. programları çerçevesinde sunulan pek çok imkan J.D.4 eğitimi gören
öğrencilerin de ilgisini çekmekte dolayısıyla derslerde
yabancı hukukçular kadar Amerikalı hukukçular da bulunmaktadır. Bu karma sınıf ortamının değişik hukuk
eğitimleri almış Dünya’nın dört bir yerinden gelmiş hukukçuların fikir alışverişine imkân sağlaması açısından
faydalı olduğunu düşünüyorum.
etmekte ve bu dönem için yapılacak başvuruların en
geç bahar aylarında tamamlanmasını öngörmektedir.
Ayrıca başvuru tarihleri her üniversite için farklılık göstermektedir. O nedenle internet sayfalarından başvuru
sürecine ilişkin tarihler ve gerekli belgeler dikkatle takip edilmelidir.
Peki kabul koşulları nelerdir?
Öncelikle Türkiye’de hukuk lisans eğitiminizi başarıyla
tamamlamış ve diplomanızı almış olmanız gerekmektedir. Lisans döneminde gösterdiğiniz başarı, başvuruda
size yardımcı olacak temel faktörlerden biridir. Vaktinizi
alacak ve belki de ayrı bir hazırlık sureci gerektirecek
ikinci unsur da TOEFL testi (Test of English as Foreign
Language)5. Sınav hakkında bilgi toplamalı, sınavın
yapıldığı tarihleri, başvuru tarihlerini dikkatle değerlendirmeli ve sınav sonucunun başvuru tarihleri içerisinde
elinize geçmesine dikkat etmelisiniz. TOEFL’dan almanız gereken puanı ise girmek istediğiniz üniversiteden
öğrenebilirsiniz. Çünkü talep edilen puan üniversiteden üniversiteye farklılık göstermektedir.
Yine üniversitelerin internet sayfalarından başvuru için
istenen diğer belgeleri de öğrenmelisiniz. Ancak profesörlerden yahut çalıştığınız kişilerden alacağınız referans mektupları, tecrübeniz, okul başarınız programa
kabul edilip edilmeyeceğinizi belirleyen önemli faktörlerdir. Tavsiyem başvurunuzda başarılarınızı belirtmeyi
ihmal etmeyip, bilhassa başarılarınızın altını çizmenizdir.
Hangi Üniversite? Ve Hangi Alanda Yüksek Lisans?
Üniversiteyi seçerken üniversitenin prestiji, sunduğu
yüksek lisans programlarının çeşitliliği, yani sizin istediğiniz alanda uzmanlaşma imkânı sunup sunmaması,
üniversitenin bulunduğu eyalet kararlarınızı etkileyecek faktörlerdir. Bu nedenle iyi bir araştırma yaptıktan
sonra üniversite seçimi yapmanızı öneririm.
Eğer tercihiniz yüksek lisans yapmak yönündeyse başvuru surecini iyi planlamanız gerekmektedir; çünkü bu,
sertifika programlarının aksine, vakit alan bir süreçtir.
Öncelikle başvuru zamanını kaçırmamanız gerekmekte. Pek çok okul LL.M. için Eylül ayında öğrenci kabul
1
2
3
4
http://www.ili.org/training.html
https://www.wcl.american.edu
Örneğin bkz. http://www.llm-guide.com/article/149/
summer-law-programs
Juris doctor.
5
http://www.ets.org/toefl
| 53
araştırma yazısı
AMERİKA ‘ DA BİR TÜRK AVUKAT OLMAK
Bunların yanı sıra üniversite tarafından talep edilen
ücret (‘tuition’) ve üniversitenin bulunduğu eyalette
yaşam maliyeti de kararlarınızı etkileyecek faktörlerdendir. Fikir vermesi açısından pek çok üniversite internet sayfalarında üniversiteye ödenecek meblağın yanı
sıra, diğer masraflar konusunda da tahmini bir rakam
vermektedir. Örneğin George Washington Üniversitesi
2014-2015 dönemi tam zamanlı LL.M. eğitimi için bu
masrafları internet sayfasında aşağıdaki şekilde vermiştir:
Okul parası (tuition) ve diğer giderler: $43,920
Kitap ve Kırtasiye: $1,100
Kişisel giderler: $3,330
Kira/yiyecek: $19,170
Ulaşım; $2,000
Toplam: $69,5206
Üniversite seçiminden sonra ikinci soru hangi alanda
yüksek lisans yapacağınızdır. Eğer bu konuda bir karara
varmış iseniz o alanda isim yapmış bir üniversiteye yönelmeniz daha doğru olacaktır. Ancak bu konuda fikir
arayışı içerisindeyseniz, karşılaştırmalı hukuk, uluslararası hukuk ve eğer Amerika’da kalmayı düşünüyorsanız
bazı üniversitelerin yabancı hukukçular için sunduğu
Amerikan hukuku ağırlıklı programlar yabancı avukatların seçtiği alanların başında gelmektedir.
LL.M. Diplomanızı Başarıyla Elinize Aldınız! Peki, Sizi Ne
Bekliyor?
LL.M. diplomanızı almanız size pek çok is imkânının
önünü açacaktır. Yüksek lisans diplomanızı Amerika’da
bir baro sınavını geçmekle birleştirince bu imkânlar
daha da genişleyebilir.
Amerika, LL.M. programını tamamlamış hukukçulara
bir yıl sureyle Amerika’da Optional Practical Training
(OPT) olarak bilinen, diplomanızı almanızı müteakip 1
yıl süreyle Amerika’da yasama ve çalışma hakki da vermektedir. Bu süre içinde bir büroda kısa sureli çalışma
imkânı bulmanız Amerika tecrübenizi bir adım daha
ileri götürebilir. Firmalarda genellikle ‘visiting attorney’
statüsünde kabul edilen bu kısa süreli çalışma imkânlarında, avukatlara ücret de verilmektedir.
Türkiye’ye dönmeyi düşünüyorsanız, Türkiye’deki yabancı hukuk firmalarında; uluslararası çapta is yapan
Türkiye merkezli bürolarda; yabancı firmaların Türkiye’deki ofislerinde hukuk danışmanı olarak iş bulma
şansınızı LL.M. diplomanız oldukça arttıracaktır.
6
http://www.law.gwu.edu/Admissions/financial_aid/
Pages/StandardCostofAttendance.aspx
54 |
Derya TOKDEMİR
Eğer Amerika’da kalmaya karar verirseniz mezuniyetin
ardından baro sınavına girmenizi tavsiye ederim. Zira
baro sınavını geçemediğiniz müddetçe ‘avukat’ olarak
çalışma imkânı bulamazsınız. Ayrıca LL.M. mezunları
için Amerika’da iş imkânlarının kısıtlı olduğunu belirtmek isterim. Eğer planınız Amerika’da yaşamaksa, daha
fazla emek ve masraf demek olsa bile, Juris Doctor
programına yönelmenizi öneririm.
J.D.—Juris Doctor
Amerika’da Türkiye’de olduğu gibi lise sonrası 4 yıllık bir
hukuk eğitiminin akabinde hukukçu olmak, avukatlık
yapmak mümkün değildir. Bunun için lisans eğitimine
ek olarak Juris Doctor, J.D. denilen 3 yıllık bir eğitim
gereklidir. Yani Juris Doctor unvanını alıp avukatlık yapabilmeniz için toplam 7 yıllık bir yüksek eğitiminden
geçmeniz gerekir.
J.D. programına başvurabilmeniz için, öncelikle bir üniversite yani lisans eğitiminizi tamamlamış olmanız gerekir. Türkiye’de almış olduğunuz hukuk eğitimi bu şart
koşulan lisans eğitimi olarak kabul edilir. Ayrıca Hukuk
Fakültelerine Giriş Sınavı’nda (Law School Admission
Test “LSAT”) belli bir başarı sağlamanız gerekmektedir.
J.D. programlarına başvuru önceden planlanması gereken bir süreçtir Çoğu okul sadece sonbahar döneminde
öğrenci kabul etmekte ve bir sonraki sonbaharda başlamak için de bahar aylarında başvuruların tamamlanması gerekmektedir. LSAT sınavı her yıl bir kaç kez belli
tarihlerde düzenlenmekte, dolayısıyla başvuru sürecini
göz önünde tutulup sınavı önceden almak gerekmektedir7. LSAT’ tan alacağınız puan, önceki üniversiteniz
ve bu üniversitedeki basari düzeyiniz ve referanslarınız,
hangi üniversitelerden kabul alacağınızı belirler.
J.D. hem başvuru sureci, hem programın üç yıl olması,
hem de maddi yükünün daha fazla olması nedeniyle
daha fazla emek, zaman ve enerji isteyen bir program.
Ancak Amerika’da yasayıp kariyerinize orda devam
etmeyi planlıyorsanız J.D. yapmanızı tavsiye ederim.
Amerikalı bir avukatla ayni eğitimden geçmiş olacağınız için is imkânlarınız artacağı gibi Amerikan hukukunu enine boyuna öğreneceğiniz için baro sınavını geçmek de akabinde Amerika’da bir büroda çalışmak da
sizin acınızdan kolaylaşır.
Baro Sınavları
Amerika’da avukatlık yapmak için baro sınavı zorunluluğu vardır. Pek çok yabancı avukat da Amerika’da
7
http://www.lsac.org/jd/lsat/about-the-lsat/
avukatlık yapmayı planlamamakla beraber, ülkelerine
dönmeden baro sınavına girip avukatlık lisansı almayı
tercih etmektedirler. Amerika’daki bir baroya kayıt uluslararası hukuk bürolarında iş bulmayı kolaylaştıran bir
faktördür.
yıllığına bu sorunu sizin için çözmektedir. Pek çok OPT
statüsündeki kişi bu bir yılı hummalı bir şekilde sponsor
olacak bir firmada iş arayarak geçirmektedir.
Avukatlık sınavı her eyalet için farklıdır ve o eyaletin
belirlediği kurallar çerçevesinde yapılmaktadır. Baro sınavına girecek adaydan istenen eğitim düzeyi, sınavın
zorluk derecesi ve süresi eyaletten eyalete farklılık gösterir. Bir başka eyaletten alınan lisansın bir diğer eyalete
geçirilmesi de yine geçiş yapılmak istenen eyaletin kurallarına göre yapılabilir.
Amerika’da hukuk eğitimi almayı düşünüyorsanız hedeflerinizi ve size sunulan bütün opsiyonları gözden
geçirmelisiniz. Çünkü Amerika’da hukuk eğitimi çoğunlukla zorlu ve seçilen opsiyona göre de uzun olabilen
bir yolculuktur. Hazırlığınızı iyi yapmanız, varacağınız
yeri önceden kestirmeniz, yolculuğunuzun hem daha
keyifli hem de daha verimli olmasını sağlayacaktır.
Sonuç olarak:
Baro sınavına girecek olan avukattan istenen eğitim
düzeyi konusunu özellikle de JD değil, LL.M yapmayı
düşünen adaylar için burada konuyu biraz açmak gerek. LL.M. programını tamamlamış olmak baro sınavına
girme hakkını direkt sağlamaz. Bu nedenle daha LL.M.
için ders seçiminizi yapmadan okulun kariyer servisiyle görüşüp, hangi baronun sınavına gireceğinizi belirleyip, ders seçimini baronun istediği yeterlilik koşulları
doğrultusunda seçmenizi öneririm.
Peki, hangi eyaletin baro sınavına girmek gerek?
Amerika’da yasamayı ve orada avukatlık yapmayı planlıyorsanız bu sorunun cevabı basit: nerede yaşamak istiyorsanız o eyaletin baro sınavına hazırlanırsınız. Ancak
yabancı avukatsanız ve kendi ülkenize dönmeyi düşünüyorsanız bu sorunun cevabi değişir. Pek çok yabancı
avukat zorluk derecesinden ötürü prestijli olan ve sınava giriş koşullarının yabancılarca karşılanmasının daha
kolay olması8 nedeniyle de New York barosunu tercih
etmektedirler. California barosu da LL.M. öğrencileri
ve yabancı avukatlar açısından tercih edilmektedir9.
Bu konuda LL.M. yapacağınız okulun kariyer servisinden yardım almanız ve daha sonra kendi araştırmanızı
yapmanız hedefiniz doğrultusunda hareket etmenizi
kolaylaştırır.
Gözden Kaçırmayın!
Unutmamanız gereken bir diğer faktör de Amerika’da
baro sınavını geçmenizin size Amerika’da avukat olarak
çalışma hakkını otomatikman vermediğidir. Amerika’da
baroya kayıtlı avukat olmakla, Amerika’da çalışma izninizin olması tamamen farklı konulardır. Hâlihazırda
Amerika’da çalışma izniniz yoksa, bu durum bir firmanın sizi işe alarak size sponsor olmasıyla aşılabilir. Yukarıda bahsettiğim 1 yıllık OPT statüsü size bu anlamda
iş aramada zaman kazandırmakta ve en azından bir
8
Sinava girmek icin gerekli kosullar icin bkz. http://
www.nybarexam.org/Foreign/ForeignLegalEducation.htm.
9
California barosuna iliskin basvuru kosullari icin
bkz.
http://admissions.calbar.ca.gov/Education/LegalEducation/
ForeignEducation.aspx.
| 55
araştırma yazısı
ALEXY’NİN ÇATIŞMA TEORİSİ BAĞLAMINDAN
YENİ BİR ANAYASANIN MEŞRUİYET TEMELİNE
İNSAN HAKLARININ KONULMASI
Dr. Esat Caner Yılmazoğlu
Hakim - Anayasa Mahkemesi Raportörü
Y
eni bir Anayasa yapımı süreci ve bu süreçte
yaşanması olası sıkıntılar başlangıcında dahi
tartışmalı bir alan olarak karşımızda durmaktadır. Öyle ki bu konuda kafa yoran gerek teorisyenler gerekse uygulamacılar böylesi bir değişikliğin
ne tür bir kod üzerinde temellendirilmesi gerektiğini
çoğu kez kendi disiplinleri penceresinden değerlendirmekte ve bu bağlamda soruna çözüm aramaktadırlar.
Söz gelimi siyasetçiler, Anayasa değişikliği meselesine,
bu değişiklik ile hayata geçirilmesi düşünülen sistem
değişikliği üzerinden bir anlam yüklemekte ve konuyu
bazı kurum ve kuruluşların nasıl yapılandırılması veya
bazı tür yetkilerin nasıl paylaşılacağı yönünden değerlendirmekte, teknik olarak bir kanun niteliğinde bulunan Anayasanın yapımına ilişkin olarak parlamenter sistemin şu anki yapısından kaynaklanan sorunlara odaklanmakta, temsil sürecinde yaşanan sıkıntılar üzerinde
kafa yormakta, ya da parlamenter sistemde “giyotin” ve
“obstruksiyon” yöntemlerini sonuna kadar nasıl kullanacaklarına ilişkin hesaplar yapmaktadırlar .1
Devletin en üst makamları tarafından dile getirilen ve
hepimizin yaşamı üzerinde son derece etkili olduğu
tartışmasız bulunan yeni bir Anayasaya olan ihtiyaca
rağmen, bu konuda niçin yeteri kadar mesafe alınamadığı sorusuna verilecek olan cevap bu değişikliğin
muhatapları olacak vatandaşların katılımının sağlanmasındaki eksiklik, bu konuda var olan bilgi eksikliği ve
1- “Obstrüksüyon” kavramı “Parlamentoda milletvekillerinin konuşma veya
önerge verme hakkını, karşı oldukları bir yasama etkinliğinin sonuçlanmasını önleme veya ertelenmesini sağlama amacıyla kullanmaları”, “Giyotin”
kavramı ise “Parlamentodaki görüşmelerde konuşmaların zaman olarak
sınırlandırılması ya da belirli bir sürenin sonunda kesilmesi “olarak ifade
meselenin siyasi, felsefi, sosyal ve de hukuki tartışmalara gebe bir uyuşmazlık yumağı ortaya çıkarması olduğu
söylenebilir.
Bu paradoksal durum bir yönüyle Anayasa değişikliğinin başarılı olması için gerekli öncülleri ortaya koyması
bakımından bir şans olarak da değerlendirilebilir. Çünkü Anayasa değişikliği ile ortaya konulacak olan yeni bir
Anayasa’nın meşruiyeti sorununa karşı verilecek olan
cevap bu kodlar dizgesinin şifreleri arasında yer almaktadır. Başka bir deyişle Anayasanın meşruiyetinin olması demek bu konudaki temellendirmenin siyasi, felsefi,
sosyal ve hukuki bir zemin üzerinde yapılması daha
doğru bir deyişle zeminin bu disiplinlerce sorulacak göreceli olarak zor olan sorulara cevap verebilecek bir birleştiricilik unsurunu bünyesinde taşımasına bağlıdır. 2
Hiç şüphe yok ki bir Anayasa metninin şekli olarak ortaya çıkarılması ve hatta bunun yukarıda ki paragraflarda
yer verilen sıkıntılı süreci atlatması dahi onun yaşayan
ve kabul görmüş bir Anayasa olduğu ve meşruiyet sorunu bulunmadığı anlamına gelmemektedir.
Anayasanın her konuda ayrıntılı düzenlemelerin yer aldığı değil de devletin temel işleyişine ilişkin ilkeleri ortaya koyan ve temel hak ve özgürlüklerin açık ve anlaşılır şekilde tanımlandığı metinler olması gerektiği düşünüldüğünde ise mesele daha karmaşık hale gelmektedir. Çünkü bu durumda temel haklar ve özgürlüklerin
taşıyıcısı ve talep edicisi olan bireylerin bu temel haklarının korunması bakımından talep ettikleri şeyin ne olduğunun ortaya konulması gerekli olup “salus publica
suprema lex, salus populi est suprema lex” ilkesiyle de
ifade edilebilecek bu durum kanımca hak ve özgürlük
taleplerinin karşılanabilirliği oranında kaynağını vatan-
edilmektedir. Bkz. Şeref Parlemento Hukukunda Obstrüksiyon ve Giyotin
2- Bkz.Levent Gönenç,“Meşruiyet Kavramı ve Anayasaların Meşruiyeti
Kavramları”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Yıl 2003,Cilt 52,
Problemi”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi Yıl 2001 Cilt 50 Sayı
Sayı 1, s.147,154
1, s.131
56 |
daşların ortak talebinden almayan bir düzenlemenin
tali, kurucu iktidar formülü ile oluşturulmuş olmasının
meşruiyeti bakımından yeter şart olamayacağını düşündürmektedir.3
Diğer bir deyişle Rawls’un bilinmezlik perdesi altında
tanımladığı ve eşit bireylerden oluşan ve ortak akıl ile
hareket ettiği düşünülen kurgusal bir toplum değil de
belki de tam aksine ortak akıl düşüncesinin şiddetle
erozyona uğradığı bir toplum bireylerinin her biri farklı
temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesine yönelik taleplerinin belli bir standarta bağlanarak ortak bir payda
altında Anayasada tanımlanması bu yeni Anayasa metninin meşruiyeti için temel bir zorunluluktur.4
Kaldı ki postmodernizm tartışmaları içerisinde, bugün
yeni bir metin olarak ortaya konulacak olan Anayasa’nın daha doğduğu anda eskimiş hatta misyonunu
tamamlamış hatta gereksiz bir metin olduğu dahi ileri
sürülebilecektir.5 Bu iddiada olanların toplumca talep
edilen şeyin hak ve özgürlük olarak bünyesinde korunduğu pozitif metnin illaki bir Anayasa metni olmak zorunda olmadığı, asıl geçerlilik kaynağının tanıma kuralına (rule of recognition) uygunluğundan kaynaklandığı
ve bu normun apodiktik niteliği gereği varlığının ya
da yokluğunun ispatının söz konusu olmadığı nazara
alındığında sürgit bir meşruluk sıfatının kullanılması da
mümkün olamayabilecektir.6
haklar ve özgürlükler açısından içeriksel koruma sağlayabilmesi için öncelikle temel haklar dizgesi ortaya
konulurken tanımlanan hakkın açıkça ortaya konulmuş
olması (formal concept), hakiki özlü bir metin halinde
bulunması (substantial concept) ve işlevsel (procedural
concept) nitelikte olması gerekmektedir.8
Formel konsept eğer temel haklar anayasa içerisinde
veya anayasanın bir bölümünde tanımlanmış ise veya
sorgulanan haklar temel bir hak olarak anayasa içerisinde sınıflandırılmış ise ya da anayasa tarafından özel bir
içeriksel koruma alanına alınmış ise açıklayıcı olabilir
ve temel hak ve özgürlüklerin korunması bakımından
elverişli bir durum yaratabilir.Bu duruma örnek olarak
anayasa şikayeti kurumunun düzenlendiği Federal Almanya Anayasası’nın 93. maddesinin birinci fıkrasının
4(a). bendi (Article 93(1), No.4a) örnek olarak gösterilebilir.9
İşte bu paradoksal yapı içerisinde belki de Alexy’nin temel hakların tartışılması teorisinin saç ayaklarının üzerinden hareket edilmesinin sorunun çözümü sürecinde
yol gösterici olacağı düşünülebilir.7
Bu teori açısından soruna bakıldığında bir anayasanın
toplum tarafından kabul edilebilir bulunması ve temel
3
Hukuksal açıdan çözümün sağlanmasında standart bir topik
olarak kullanılan ve metinde Latince ifade edilen bu cümle “en yüksek
kanun halkın selametidir” şeklinde tercüme edilebilir Ayrıntılı bilgi için bkz.
Yasemin Işıktaç/Sevtap Metin, Hukuk Metodolojisi, Filiz Kitapevi, İstanbul,
2003,s.74 vd.
4
Bkz. Gülriz Uygur, “Sivil ve Siyasi Özgürlükleri Bağdaştırma Ça-
bası,:John Rawls”, Liberal Düşünce Dergisi,C.4,S.15, Yaz 1999, s.15; Rawls’un
bilinmezlik perdesi (the veil of ignorance) altında iyi düzenlenmiş (well
ordered) toplum şeması ve liberalizm ilişkisi için bkz. John Rawls, Siyasal
Liberalizm, (Çev.Mehmet Bilgin), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 1.Baskı,İstanbul, 2007, s.79 vd.
5
Postmodernizm terimine yüklenen anlam için bkz. The Shorter
Anılan anayasa hükmü özetle kamu makamlarınca kendi temel haklarından birinin veya anayasanın değişik
maddelerinde tanımlanmış olan haklarından birinin
ihlal edildiğini ileri süren herkesin yaptığı Anayasa şikayeti tabiri kullanılmıştır.10 Görüldüğü gibi bir hak anayasal şikayet ile ilgili düzenleme içerisinde açıkça formüle
edilmiş ve bu sayede formel konsept hayat bulmuştur.
Hakkın özünün korunması konsepti söz konusu olduğunda ise temel haklar bir takım kriterler içermelidir
-ki bu kriterler anayasada ele alınmış, listelenmiş ya da
formal olarak garanti alınmış olmasının çok daha ilerisinde ve ötesinde- ve bunlar anayasa içerisinde yer
almalıdır.11 Bu duruma örnek olarak henüz doğmamış
bir ceninin korunmasına ilişkin sahip olduğu ve koruma
Routledge Enscyclopedia of Philosophy (Ed. Edward Craig), Routledge
8
Alexy, agm., s.15,16,17
,2005, s.827.; Hukuk alanında küreselleşmenin en eski biçimi ve Yeni Lex
9
Karşılaştırmalı Hukuk açısından bkz. Avrupa Birliği Bazı Ülkelerin
Mercatoria tanımı ışığında genel hukuk ilkelerinin değerlendirilmesi için
Anayasaları,TC Adalet BakanlığıYayın İşleri Daire Başkanlığı,Mayıs ,2011,
bkz. Saim Üye, Teoride ve Pratikte Hukuki Çoğulluk, Turhan Kitapevi,s.381
Ankara,s.250
vd.
10
6
Tanıma kuralı ve hukuki ilkeler ile olan ilişkisi için bkz. Ronald
Temel eksene insan ve onun değerinin oturtulması gerektiğine
ilişkin olarak ayrıntılı bilgi için bkz. İoanna Kuçuradi, İnsan ve Değerleri
Dworkin, Hakları Ciddiye Almak , (Çev.Ahmet Ulvi Türkbağ), Dost Kitapevi
Değer Problemi, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları,Türk Felsefesi Dizisi No:6,
Yayınaları, 2007, Ankara
Ankara,2003,s.45 vd
7
11
Robert Alexy, Discourse Theory and Fundamental Rights”,
Carl Schmitt, Verfassungslehre(1928),1970 reprint ,Berlin,
Arquing Fundamental Rights (Ed. Agustın Jose Menendez/Erik Oddvar
Duncker and Humblot, pp.163-165, Robert Alexy, age. s.28, dn.2’den nakle-
Eriksen),Springer Law and Philosophy Libarary, Volume 77,2006, p.15-30
dilmiştir.
| 57
araştırma yazısı
Alexy’nin Çatışma Teorisi Bağlamından Yeni Bir Anayasanın Meşruiyet Temeline İnsan Haklarının Konulması Esat Caner Yılmazoğlu
hakları şeklinde isimlendirilebilecek haklar örnek olarak
gösterilebilir. Görüldüğü üzere burada ceninin açık bir
şekilde korunmasına ilişkin bir hüküm yer almamasına
rağmen cenininin yaşam hakkı farklı türden bir güvence rejimine tabi kılınmıştır.
İşlevsel konsept denildiğinde ise bu konsept aslında
kurumsal bir takım problemlerin ve pozitif hukuk içerisindeki insan hakları dönüşümünün bir aynası olarak
karşımıza çıkmaktadır.
İşte Alexy çatışkısı içerisinde meseleye bakıldığında temel hak ve özgürlükler şemasının yukarıda yer verilen
konseptler üzerinden değerlendirilmesi gerektiği görülmektedir. Dikkati çeken husus hiçbir saç aynağının
tek başına temel hak ve özgürlüklerin korunmasına
hizmet edemiyor olmasıdır. O halde yapılması gereken
bu üçlü konseptin insan hakkı üzerinden temellendirilmesidir. İnsan haklarına ilişkin normlar etik temele ilişkindir ve özü itibariyle insanın yaşamsal olanaklarının
korunması amacına hizmet eder o halde yukarıda yer
verilen konseptlerin tamamındanda “insanın onuruna
uygun şekilde yaşamsal olanakları korunması” gerekliliği bir öncül olarak kabul edilmelidir.
Bu felsefi temellendirme sürecinde daha başlangıçta
“insanın değeri”12 kavramından hareket etmek, toplumda yaşayan bireyler açısından özgürlüklerin önünü
açan, kişisel güvenliğin sağlandığı temel ilkelerin tartışmaya yer vermeyecek tarzda net olarak ortaya konulduğu bir Anayasa aracılığı ile ulaşılabileceğinin söylenebilmesi mümkündür.13
Bireyin temel hak ve özgürlüklerinin genişletici bir şekilde içerisinde yer aldığı bir Anayasa’nın toplumsal
açıdan ne kadar ve ne türden olumlu bir etki doğuracağının tüm yönleri ile şimdiden kestirilmesi mümkün
olmamakla birlikte toplum bireyleri ve birey-devlet arası çatışma alanlarının ancak bu şekilde daraltılabileceği
de kabul edilen bir husustur.
Sonuç olarak şu söylenebilir ki teknik olarak bir kanun
niteliğinde bulunan Anayasa’nın sadece yapım sürecinin uygunluğu değil ortaya konulan metnin toplumsal
taleplere cevap verebilme kapasitesinin ancak insanın
hakkı korunduğunda ve düzenlemenin bu eksende
yapılması durumunda meşru kabul edileceği bilinerek
gerekli adımlar atılmalıdır.
58 |
Türkiyenin Gizli Anayasası:
Kamu İhale Kanunu
YAZI DİZİSİ
Dr. Etem Kara
Avukat - Kocaeli Barosu Yayın Komisyonu Başkanı
G
enelde insanlar, havalı cümlelerle Anayasanın değiştirilmesi gerektiğini düşünse de
bir şeyi kaçırırlar: Bu ülkenin gerçek anayasası kamu ihale kanunudur/mevzuatıdır.
Zira insanlar, bu kanunlarla padişah olur, bu kanunlarla
kendi medyasını oluşturur, bu kanunlarla holding olur,
bu kanunlar sayesinde milyonlarca insanı kolayca kendi
memuruna dönüştürür.
Neden ölüyor insanlar? Kifayetsiz birisine bir kamu işletmesi kolayca peşkeş çekildiği için olabilir mi? En iyiyi
seçmeye yarayacak adil ve rekabetçi bir yarışın daha
en başında yok edildiği için olabilir mi? Kendi adamına
verdiği bir yeri adam gibi denetlemek zor olduğu için
olabilir mi? Havuz medyasının nasıl oluştuğunu, yaşlı başlı bir iş
adamının azarlanıp çocuk gibi ağladığını gördünüz değil mi? Sahi niye ağlıyordu o yaşlı adam? Zenginliği kendi emeğine ve yaratıcılığına dayanmaktan çok, kamu
ihale kanuna/mevzuatına dayanmasından olabilir mi?
TV’lerde can sıkıcı fanatikler durmadan konuşuyorlar,
bu inançlarından çok, havuzdan ve dayanağı büyükçe
ihalelerden pay kapma yarışı olabilir mi? İnsanlar bir din
gibi siyasi parti tutuyor, liderlerini de kutsallaştırıyorlar,
neden? İhaleyle dağıtılan ranttan, kendi nasibini arıyor olabilirler mi? Muhalif partilerde aynı. Sabırsızlıkla
sıranın kendilerine gelmesini beklemekten olabilir mi?
Bu insanlar, demokrasi, insan hakları, hukuk devleti ve
yargı katledilirken “padişahım çok yaşa, padişahım çok
yaşa” diye bağırıyor, yerel veya ulusal, a veya b partisi de
fark etmiyor, neden? Kamu ihale kanunundan olabilir
mi? Aktif siyasetle uğraşan insanların ezici çoğunluğu
mesleksiz, itaatinden başka verebileceği hiç bir şeyi olmayacak kadar da niteliksiz insanlar ama ölümüne siyasetteler, neden? Zenginleşmenin kaynağının bizzat
devlet olması, bunun için de yerelde veya genelde iktidar olunması ya da iktidarın bir şekilde bir yanından
tutulmasının şart olması bir neden olabilir mi? Sadece
itaatiyle bile zenginliğin yanında makam mevkide elde
edebilmesi, hatta belediye başkanı ve bakan bile olabiliyor olması olabilir mi?
Bir an arkanıza yaslanın, seslice düşünün ve mevcut
Anayasayı da unutun… Evrensel anlamda denetlenebilir, şeffaf ve yarışmacı bir kamu ihale mevzuatımız
olsaydı, insanlar devletten zenginleşmenin yerine kendi emekleriyle/yaratıcılıklarıyla hayatlarını kazanıp zenginleşseydi, bugün yaşadıklarımızın kaçta kaçı olurdu?
Mesela o yaşlı adam, öyle çocuk gibi azarlanır mıydı
veya medyada onca fanatik, o gün o sırada TV’de penguen olur muydu ya da varlığı kendi vatandaşının yaratıcılığına, orijinalitesine bağlı bir devlet; temel haklarla,
özgürlüklerle, hukukla, farklılıklarla bu kadar hoyratça
oynayabilir miydi? Dahası evrensel çapta bir ihale kanunumuz/mevzuatımız olsa idi, 301 işçi Soma Holding
A.Ş’nin altında kalır mıydı veya Soma Holding A.Ş. diye
bir şey olabilir miydi? Kamu İhale Kanunu/mevzuatı
böyle bir şey işte; o yüzden yüzlerce kez değişir, o yüzden adamına göre değişir.
Global iktidar mücadelelerine bir göz atarken Rothschild’in “Bana bir ülkenin parasının kontrolünü verin,
yasaları kimin yaptığı umurumda değil” gibi bir sözünü
duydunuz değil mi?
| 59
araştırma yazısı
Türkiye’nin Gizli Anayasası: Kamu İhale Kanunu
Bizde de ihalelerin kontrolü, paranın kontrolü anlamına
geliyor değil mi?
Hatta, bir kez ihalenin kontrolü ele geçirildiğinde, hiçbir
yüce norm/anayasa hükmü beş para etmiyor değil mi?
O yüzden biz Anayasayı boş verelim, sözde anayasaya
değil özde anayasaya bakalım; dikkatimizi toparlayıp
iyi bir kamu ihale kanunu yapalım, dahası bu kanunu
tek bir anayasa hükmü haline getirerek halktan/bizden
başka herhangi bir grubun veya kişinin kontrol edemeyeceği bir hale sokalım. Yani uzatmayalım, biz de basit
ve çok kısa bir anayasa yapalım. Kaldı ki anayasalar, bir
milletin en temel değerlerini, en kritik dengelerini teminat altına alırlar. Bizim de en kritik meselemiz, en temel sorunumuz bu. Hem ne diyordu bir filozof, “alt yapı
üst yapıyı belirler”, yani hayatını nasıl finanse ediyorsan
öyle yaşarsın. Bir diğeri ne diyordu “Bir uşak, uşak olduğu için değil; sahip olduklarını kaybetmek istemediği
için uşaktır”.
İşte biz bu yazı ve araştırma dizisinde Türkiye’nin gerçek
anayasasını arayacak; kuru kanunlar ile saman adam
kurumlarının önündeki perdeyi aralayacak; böylece sıkıcı mevzuat tartışmalarını dışlayarak gerçeği bulmaya,
“bir milletin en temel değerlerini, en kritik dengelerini,
korunmaya en muhtaç en zayıf yanlarını” ortaya çıkarmaya uğraşarak gerçekten de anayasal güvence altına
alınması gereken değerleri ve dengeleri ortaya koyacak, bunu yaparken de tüm araştırmacıları, hatta tüm
toplumu çalışmaya ortak edecek, böylelikle de kendi
hayatlarımızı hep birlikte aramaya çıkacağız. Bu nedenlerle “Türk Mevzuatı ve AB Mevzuatının Karşılaştırılması”, “İhale Pratikleri”, “Çaresiz veya Kabuk Yargı”, “Mevcut
Pratiğin Anayasal Normlar Karşısında Üstün Gücü veya
Anayasal Etkisi”, “Var mı Çözüm?” gibi başlıklar altında
konuya ilgi duyan meslektaşlarımızı; araştırmacılar,
yazarlar başta olmak üzere herkesi birlikte çalışmaya,
Türkiye’nin gerçek anayasasını birlikte tartışmaya, birlikte araştırmaya davet ediyoruz. Önemle belirtmek istiyoruz ki bu yazı dizimizde hiç bir partiyi veya iktidarı
hedef almıyor; konuya a partisi veya b partisi, a iktidarı
veya b iktidarı ayrımı yapmaksızın bir sosyolojinin, bir
anayasal dinamiğin ortaya çıkartılmasını hedefliyor, bu
anlamda da peşinen partizanlığı dışlıyor, olabildiğince
bilimsel sınırlar içinde kalmaya özen göstererek bütün
bir resmi ortaya çıkarmayı amaç ediniyoruz.
60 |
YAZI DİZİSİ
Etem KARA
KENT GÜNDEMİ
KOCAELİ, SANAYİ VE
TOPLUMUN SAĞLIĞI
Prof. Dr. Nilay Etiler
K
Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı
ocaeli kenti, sanayileşme sürecinin tipik olarak yaşandığı kentlerin başında gelmektedir.
1970’li yılların sonrasında İzmit Körfezi civarına sanayi tesisleri kurulmaya başlanmış,
ortaya çıkan işgücü gereksinimi, o dönemde kırsal bölgede kabarmış nüfus tarafından karşılanmıştır. Böylece
kent giderek büyümüştür. 1970’te Kocaeli’nin nüfusu
400.000’den daha az iken günümüzde 1.700.000’ü aşmıştır. Bütününe baktığımızda Kocaeli kentinde sanayileşme, göç ve çarpık kentleşme olgularının tümünü görürüz. Tıpkı 1800’lü yılların İngiltere’sinde olduğu gibi.
Kocaeli’nin yüzölçümü Türkiye’nin binde dördü olduğu
halde, nüfusu ülkenin %2,2’sini oluşturmaktadır. Diğer
bir deyişle Kocaeli’nin nüfus yoğunluğu Türkiye ortalamasının üzerindedir. Kocaeli ilinin diğer bir özelliği de
Türkiye’deki sanayi üretiminin %13’ünün burada gerçekleşiyor olmasıdır. Bu üretimin karşılığı olarak Kocaeli’nin içinde bulunduğu bölge (Kocaeli, Sakarya, Düzce,
Bolu, Yalova) ülkenin en zengin 2. Bölgesi olma özelliğine sahiptir. Zira Türkiye’nin ortalama GSMH’ı kişi başına
9244 USD iken; Kocaeli’de bu değer 13.138 USD’den
fazladır.1 Bütün bu zenginliğin Kocaeli halkına eşit bir
şekilde yayıldığını düşünmek, içinde bulunduğumuz
bu sistemde elbette mümkün değildir.
Kocaeli’de özellikle İzmit Körfezi ve civarında ciddi bir
çevre kirliliği mevcuttur. Bu kirliliğin nedenlerinin başında sanayi tesisleri gelmektedir. Çalışma Bakanlığı’nın
kayıtlarına göre Kocaeli’de on ve daha fazla sigortalı çalışanı olan işyeri sayısı 6.826 iken; 1-9 işçisi olan küçük
1
TUİK. Seçilmiş Göstergelerle Kocaeli 2013
işletmelerin sayısı 30 binden fazladır 2. Kentte 13 adet
organize sanayi bölgesi, iki serbest bölge, üç teknopark
ve 35 adet liman bulunmaktadır.
Kocaeli ulaşım açısından da kilit noktadadır; kenti boylu boyunca geçen D-100 ve TEM otoyollarının yanında
çok sayıda liman olması nedeniyle ulaşımdan kaynaklanan bir kirlilik de söz konusudur. Bunun yanı sıra kentte
düşük gelirli hanelerin ısınma amacıyla yakıt olmayan
materyalleri ya da yerel yönetimler tarafından yardım
amaçlı verilen düşük kaliteli kömürü yakmaları nedeniyle hanelerden kaynaklanan bir hava kirliliği de mevcuttur. Hava kirliliği kaynakları arasında sanayi atıklarının bertaraf edilmesi amacıyla kurulmuş İZAYDAŞ Atık
Yakma Tesisi’ni unutmamak gerekir. Zira her ne kadar
baca filtresi kullanılsa da kontrol edilemeyen dioksin ve
furan emisyonları söz konusudur.3
Sanayileşme ve Kalkınma
Çevre kirlenmesi hemen her zaman insan eliyle gerçekleşen bir durumdur. İnsanoğlunun doğaya karşı olan
sürekli müdahalesi ile, gezegen ciddi bir çevresel kirlenme noktasına ulaşmıştır. ABD’li Profesör J.M. Last’ın
dediği gibi “Dünya üzerinden yaşayan yüz binlerce canlıdan birini yok ettiğinizde besin zinciri bozulacak ve bu
durumdan diğer pek çok canlı etkilenecek, bazılarının
nesli tükenecektir. Oysa dünya üzerinden insanı yok et2
Çalışma Hayatı İstatistikleri 2012. Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı, Ankara.
3
Karademir, A., Durmusoglu, E., & Bakoglu, M. (2007). Health
risk assessment of background PCDD/F exposure levels in Kocaeli, Turkey. Journal of Environmental Science and Health Part A, 42(6), 729-739.
| 61
Kent Gündemİ
Kocaeli, Sanayi ve Toplum Sağlığı
Nilay ETİLER
tiğinizde, doğa yenilenecek canlı türleri çeşitlenecektir.” değerlendirmesi yapan yetkili kuruluşlar, kalkınma çaBu söze katılmamak mümkün görünmüyor.
balarını olumsuz yönde etkilememeyi dikkate alarak
çevrenin korunması ve kirlenmemesi hedefini gözetirDoğa, sanayi üretiminin hammadde kaynağıdır, eski ler.” diyerek çevre koruma etkinliklerinin kalkınmanın
çağlardan beri madenlerin bu amaçla kullanılması bu- önüne geçmemesi sağlanmıştır. Yasanın daha sonraki
nun bir örneğidir. Günümüzde sermayenin farklı çevre güncellemelerinde kalkınma yerine “sürdürülebilir kalalanlarına yöneldiği görülmektedir. “Su” konusu bunla- kınma” kullanılmıştır.
rın başında gelmektedir. Karadeniz yaylalarındaki hidroelektrik santral (HES) projelerinden, bazı Afrika ülke- Sürdürülebilir kalkınma kavramı ise, çevrenin ve dolerinde yağmur suyu biriktirme hakkının bile satılması ğanın korunmasını gözeten bir tarafı olsa da kapitalist
bunun örnekleridir. Hemen yanı başımızda Sapanca üretimin temel niteliği ile hiç ilgilenmemektedir. SürdüGölü’nün yaşadığı ekolojik felakete bakarsak; gölü rülebilir kalkınma, “günümüzün ihtiyaçlarının gerektirbesleyen derelerin hemen hepsinde su dolum tesisleri diği kalkınmanın, gelecek kuşakların gereksinimlerini
kurulduğu, suyun şişelenerek satışa sunulduğu görül- karşılama kabiliyetlerini ortadan kaldırmayacak şekilde
mektedir. Çevre sorunları tartışılırken iki konu ön plana gerçekleşmesi” olarak tanımlanmaktadır.4
çıkmaktadır: İlki kapitalist üretim, diğeri kalkınma.
Günümüz dünyasında ise küresel rekabetin ön plana
çıkması, sermayenin kendisi için en uygun yere akması
anlamına gelmektedir. Bununla beraber, hükümetlerin
“ülke kalkınması” adına sermaye için bir çekim merkezi
oluşturma çabaları söz konusudur. Bu kapsamda, çevre ve iş mevzuatının gelişmemiş olduğu ya da mevzuat
olsa da denetimlerin yapılmadığı ülkeler sermaye açısından tercih edilmektedir.
Kısaca kentin ve ülkenin kalkınması için anahtar sözcük
haline gelmiş olan “sanayileşme” günümüzde ciddi bir
çevre kirliliği sorunudur ve pek çok yoldan insan sağlığını etkilemektedir.
Sanayinin Sağlık Üzerine Etkileri
Bilindiği gibi kapitalist üretimin temel amacı kar elde etmektir. Üretilen her ürünün pazarda tüketiciler tarafından satın alınması hedeflenir. Bunun için ürünün ucuz
olması gerekir. Kapitalist üretim içinde ürünün ucuza
mal edilmesinin yollarından biri üretim sırasındaki bazı
giderlerin en aza indirilmesidir. Üretim sırasındaki iş
güvenliği önlemleri ile çevre kirliliğinin önlenmesi çalışmaları en maliyetli işlerdir. Atıksu arıtma tesisi, baca
filtresi vb kirliliği azaltan müdahalelerin kurulma, işletilme, eleman istihdamı, enerji giderleri vb. maliyetleri
vardır. Karını artırmayı hedefleyen bir işletme bu kalemden kısıntı yaparak pazardaki rekabet gücünü korumayı seçer. Bu nedenle de gerek iş güvenliği gerekse çevre kirliliği; ilgili mevzuat oluşturulması, belirli kurallar
getirilmesi ve denetlenmesi gereken alanlardır, çünkü
sonuçları itibariyle toplumu hem sağlık hem de sosyal
açıdan etkileyebilecek sonuçlar doğurabilmektedirler.
Çevre sorunları açısından diğer önemli kavram “kalkınma”dır. Ulus devlet döneminde kalkınma sihirli sözcük
olmuş, kalkınmanın önündeki engellerin kaldırılması
için düzenlemeler yapılmıştır. Bunun en iyi örneklerinden biri Türkiye’dir. 1983 yılında çıkan Çevre Kanunu’nda “Arazi ve kaynak kullanım kararlarını veren ve proje
62 |
Kocaeli’de giderek artan endüstriyel üretimin sağlık
üzerine sonuçları, son yıllarda kamuoyunun ilgisini
daha fazla çekmeye başlamıştır. Üretimin yapıldığı fabrikaların çalışma ortamları işçilerin sağlığını tehdit etmekte, iş kazaları sonucu ölüm ve sakatlanmalar meydana gelmekte, işyeri ortam tehlikelerine maruz kalma
sonucunda meslek hastalıkları ortaya çıkmaktadır. Sayılan bu işçi sağlığı sorunlarının önemli oranda kayıtlara
girmediğini burada belirtmekte yarar vardır. Diğer yandan fabrikaların sıvı, katı atıkları, yaydıkları toz ve dumanlar toplumda yaşayan herkesi etkilemektedir.
Çevresel etkilenim adı verilen bu durumda, duyarlı
gruplar olarak adlandırılan yaşlı, çocuk, kadın, gebe,
hasta kesimlerin maruz kalması söz konusudur. Burada
fabrika işçilerinde olduğu gibi pek çok sağlık testinden
geçtikten sonra işe kabul edilen, yetişkin ve erkek nüfus
yerine pek çok açıdan duyarlı kişiler vardır. Bu nedenle
fabrikanın içindeki ile dışındaki yani mesleksel ile çevresel izin verilebilir değerler farklı olarak belirlenmektedir. Örneğin çocukluk dönemi insanoğlunun büyüme
ve gelişmesini sürdürdüğü bir dönemdir. Çocuklar vücut ağırlıkları ile karşılaştırıldığında yetişkinlerden daha
4
1987 yılında BM Çevre ve Kalkınma Komisyonunun tanımı.
fazla hava solumakta, daha çok su içmekte ve daha çok
yemek yemektedirler. Bu da çocukların çevresel etkilenime daha fazla maruz kaldıkları anlamına gelmektedir.
Ayrıca vücuda bir şekilde giren kimyasal maddelerin
verdiği zarar yetişkinlerden daha fazladır çünkü bu
maddeleri vücuttan atmaları yetişkinlerden daha yetersizdir. Kısaca bu ve bunun gibi pek çok açıdan çocukların duyarlı nüfus olduğu bilinmektedir.
Diğer yandan kalp-damar ve akciğer hastalıklarının
yoğun olduğu yaşlı nüfus için, örneğin hava kirliliği
ölümcül hale gelmektedir. Hava kirliliğinin yoğunlaştığı
günlerde astım nöbeti, kalp krizi, nefes darlığı gibi sorunların arttığı bilinmektedir.
304 yenidoğan bebek incelenmiş, sonuçlar benzer bulunmuştur.7 Son çalışmada bebeklerin ağır metal düzeyi ile erken dönemde meydana gelen ölümler arasında
bir ilişki olduğu; ayrıca 30 haftadan önce ölen bebeklerin dışkılarında yüksek düzeyde kurşun olduğu saptanmıştır. Son yıllarda tartışma yaratan diğer bir çalışma da
Dilovası ve Kandıra ilçelerindeki yenidoğanların ilk dışkı
ve anne sütü incelemesi olmuştur. Bu çalışmada anne
sütünde kurşun, kadmiyum, çinko, demir, bakır, arsenik,
cıva; ilk dışkıda ise bakır, demir ve çinko saptanmıştır.8
Kocaeli’de yapılan bir araştırmada, hava kirliliği göstergelerinden biri olan kükürt dioksidin dış ortam havasında 10 mcg/m3 artışının, 65 yaş üzeri yaşlılarda kalp krizi
artışına neden olduğu saptanmıştır.5
Çevresel kirleticilerden olan kimyasal maddelerin insan
vücudunda birikme özelliği vardır. Çoğunlukla yağ dokusunda biriken kimyasal maddeler, her bir formülün
özelliğine göre bir yarılanma ömrüne yani vücuttan
atılma süresine sahiptir. Örneğin DDT formüllerinin yarılanma ömrü oldukça uzundur. 1970’li yıllarda yaygın
olarak kullanılan bu kimyasalların, 2000’li yıllarda hala
anne sütünde gözlemlendiği, yapılan pek çok çalışmada gösterilmiştir.
Kimyasal maddelerin insan vücudunda birikmesi ile ortaya iki sonuç ortaya çıkmaktadır.
1-Kimyasal maddelerin kanserojen, endokrin sistemi
bozucu, sinir sistemini etkileyici gibi bazı özellikleri vardır. Dolayısıyla toplumda kanserlerde, nörolojik hastalıklarda, hormon hastalıklarında artış olmaktadır.
2-Bebekler anneleri aracılığıyla yaşamlarının erken dönemlerinde kimyasal maddelere maruz kalmaktadır.
Gebelik sırasında anne karnındaki bebeğe anneden
geçiş olmaktadır. Bu durumda bebeğin doğduktan
sonraki ilk dışkısında kimyasal maddelere rastlanır hatta ilk dışkının analizi araştırmalarda sık kullanılan bir
yöntemdir. Ayrıca, kimyasal maddelerin insan bedeninden atılma yollarından biri olduğu için anne sütü kimyasalların bebeğe diğer bir geçiş yoludur. Bu durumda
da anne sütünün incelemesi yapılmaktadır.
Kocaeli’de hem bebeklerin ilk dışkısında hem de anne
sütünde ağır metaller başta olmak üzere bazı kimyasal
maddelerin bulunduğu gösterilmiştir. Bu konudaki ilk
araştırmada, 2001 yılında hastanede doğan 117 bebeğin tümünün ilk dışkısında kimyasal madde saptanmıştır.6 Yaklaşık 10 yıl sonra yapılan bir araştırmada bu kez
5
Günay, O., & Yavuz, C. I. (2009). Bir Case Crossover (Çapraz
Vaka Kontrol) Çalışması: Bir Yıllık Myokard Enfarktüsü Nedenli Yatışlar
ve Hava Kirliliği İlişkisinin İncelenmesi.... TAF Preventive Medicine Bulletin, 8(5):381-388
6
Türker, G., Ergen, K., Karakoç, Y., Arısoy, A.E., Barutcu, U. B.
(2006). Concentrations of toxic metals and trace elements in the meconium of newborns from an industrial city. Biol Neonate, 89, 244-250.
Anne karnındaki bebeğin, çevresel kirleticilerden etkilenmesi sonucu gelişmesi etkilenmekte ve bu durumda bebeğin doğum ağırlığı normalden daha düşük olmaktadır. Bunun yanı sıra bebekte bir takım doğumsal
bozukluklar, sakatlıklar gözlenebilir. Çevre kirliliğinin
fazla olduğu bölgelerde ölü doğum yani bebeğin anne
karnında ölme sıklığı da artmaktadır. Kocaeli bölgesinde çevre kirliliğinin en yoğun olduğu Dilovası ilçesi
aynı zamanda ölü doğumların da yüksek olduğu bölge olma özelliğine sahiptir. Ölü doğumlara neden olan
diğer faktörlerin kontrol altına alındığı bu çalışmadaki
ilginç bulgu, hiç sanayi tesisi olmadığı halde Karamürsel’de ölü doğumların beklenenden fazla olmasıdır.9 Bu
durum çevre kirliliğinin rüzgar vb atmosferik olaylarla
diğer yerlere de dağıldığına işaret etmektedir.
Çocukların anne karnından başlayarak çeşitli çevresel
kirleticilere maruz kalması başka bir noktayı öne çıkarmaktadır. Bir yetişkinin kalan ömrü ile karşılaştırıldığında, çocukların beklenen ömürleri daha uzundur ve bu
nedenle daha uzun süre çevresel kirleticilere maruz
kalacaklardır. Bu durum, gelecek nesilde çevresel kanserler başta olmak üzere pek çok hastalığın daha fazla
ortaya çıkaracağı ön görüsünü oluşturmaktadır.10
7
Türker, G., Özsoy, G., Özdemir, S., Barutçu, B., & Gökalp, A. S.
(2013). Effect of heavy metals in the meconium on preterm mortality: Preliminary study. Pediatrics International, 55(1), 30-34.
8
Hamzaoglu, O., Yavuz, M., Türker, G., & Savli, H. (2014). Air Pollution and Heavy Metal Concentration in Colostrum and Meconium in Two
Different Districts of an Industrial City: A Preliminary Report. International Medical Journal, 21(1), 77-82.
9
Arslan, O., Cepni, M. S., & Etiler, N. (2013). Spatial analysis of
perinatal mortality rates with geographic information systems in Kocaeli,
Turkey. Public health, 127(4), 369-379.
10
World Health Organisation Regional Office for Europe & European Environmental Agency. “Children’s Health and Environment: A
Review of Evidence”. European Communities Publication. Environmental
| 63
Kent Gündemİ
Kocaeli, Sanayi ve Toplum Sağlığı
Nilay ETİLER
Kocaeli kenti halihazırda kansere bağlı ölümlerin yüksek olduğu bir ildir. TÜİK’in 2013 yılı ölüm istatistiklerinde iyi ve kötü huylu tümörler nedeniyle ölümlerin en
yüksek olduğu il İstanbul, ikincisi ise Kocaeli’dir.11 2004
yılında yapılan bir araştırma Kocaeli’deki sorunu gözler
önüne sermiştir. Bu araştırmanın sonuçlarına göre, Kocaeli genelinde ölümler arasında kanserin payı %18.8,
Dilovası’nda ise %33 olarak saptanmıştır.12 Oysa aynı
dönemde Dünya’da ve Türkiye’de kanser ölümlerinin
tüm ölümler arasında payı %12’dir.
larının değerlendirilmesi sonucunda, dioksin ve furan
bileşiklerinin toplam düzeylerinin (TEQ-Toplam Eşdeğer Zehirlilik) sınır değerleri aşmadığı belirtilmektedir.
Kocaeli’de hava kirliliği en önemli çevre sorunu olarak
ön plana çıkmaktadır. Bilindiği gibi hava kirliliği Dünya
Sağlık Örgütü ve Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı tarafından 1. grup kanserojen yani “insanlarda kanser yaptığı kesin olarak bilinen” etkenler listesinde yer
alıyor. Şekilde de gösterildiği gibi hava kirleticileri solunum sistemi yoluyla insan bedenine girmenin yanında
toprak kirliliğine de neden olmaktadır. Bu şekilde hava
yoluyla atılan kimyasal
maddeler besi hayvanlarının besin zincirine girmekte ve tarımsal ürünlere bulaşmaktadır. Bu durumun
pek çok örneğini Kocaeli’de
görmek mümkündür.
Hava emisyonlarından kaynaklanan kimyasalların gıdalara bulaşmasının diğer bir örneği süt konusundadır.
İzmit’te 36 süt üreticisinden alınan çiğ sütlerde yapılan
analizde kadmiyum ve kurşun düzeyleri izin verilen
sınırların altında saptanmıştır.15 Sütte izin verilen kadmiyum düzeyi için 0,7 mcg/kg (FAO), kurşun için ise 20
mcg/kg (FAO/WHO) iken16 bu araştırmadaki sütlerde
sırasıyla 0.247 mcg/L ve 6.83 mcg/L olarak saptanmıştır.
Bu noktada şunu belirtmek gerekir ki; ne kadmiyum ne
de kurşun sütün doğal
yapısında olan ürünlerdir, tamamıyla çevresel kirlenme sonucu
sütte
mevcutturlar.
Burada izin verilen düzey insan vücudunun
bu kimyasalları arıtabilme kapasitesi üzerinden saptanmaktadır. Zira pek çok ülke
farklı sınırlar koyabilmektedir. Bu nedenle
sıfırdan fazla olan her
değer sütün kimyasallarla temasını ifade etmektedir.
Sanayi atıklarının yakılmasıyla pek çok kimyasal
atmosfere salınmaktadır:
dioksin, furan, poliklorlu bifeniller (PCBler), poliklorlu
naftalin, klorlu benzenler,
poliaromatik hidrokarbonlar (PAHlar), ve ağır metaller (kurşun, kadmiyum, civa). Ayrıca yanma sonucu
oluşan azotoksitler ve kükürtdioksit de baca gazından
atmosfere salınan gazlar arasındadır13. Yanma sonucunda 200’den fazla dioksin ve furan bileşiği oluşmaktadır.
Bu bileşiklerin insan vücudunda da yarılanma ömrü
oldukça uzun olup Dünya Sağlık Örgütü’nün bildirdiğine göre 7-11 yıl arasında olabilmektedir14. Uluslararası Kanser Araştırma Merkezi’nin sınıflandırmasına
göre; bazı furan ve dioksin bileşikleri “insanlarda kanser
nedeni” olan etkenler listesinde yer almaktadır. İZAYDAŞ’ta baca gazları sürekli olarak ölçülmektedir. Ayrıca
TÜBİTAK MAM Kimya ve Çevre Enstitüsü Analiz RaporIssue Report No:29. 2002. Copenhagen, Denmark.
11
Ölüm Nedeni İstatistikleri, 2013. TUİK Haber Bülteni.
Sayı:16162, Tarih: 1/4/2014
12
Hamzaoğlu O, N. Etiler, Yavuz CI, Çağlayan Ç. (2011) The causes
of deaths in an industry-densed area: example of Dilovasi (Kocaeli) Turk J
Med Sci 2011; 41: 369-375
13
Allsopp, Michelle, Pat Costner, and Paul Johnston. “Incineration and human health: “ Environmental Science and Pollution Research 8.2
(2001): 141-145.
14
Dünya Sağlık Örgütü “Dioxins and their effects on human
health” Fact Sheet No: 225. May 2010
64 |
Basında İZAYDAŞ çevresinde üretilen yumurtalarda furan ve dioksin saptandığına dair çıkan haberler üzerine
Kocaeli Tarım İl Müdürlüğü yumurta ve süt gibi gıdalarda dioksin ve furan analizi yapmıştır. Burada bulunan
değerler, Avrupa Birliği’nin sınır değerinin altında saptanmıştır.
Bu noktada bahsedilmesi gereken diğer bir konu, çevresel kirleticilerin “birikimli etkisi”dir. Yukarıda bahsedildiği gibi ölçümler sonucunda kimyasal maddelerin düzeyi verilen düzeylerin altında kalsa da bu maddelere
maruz kalma süresi arttıkça vücutta birikimi de o denli
fazla olacaktır.
Sonuç ve Öneriler
Kocaeli, İzmit Körfezi ve civarı daha yoğun olmakla
birlikte sanayiden kaynaklanan tesislerin yarattığı kirliliği yaşamaktadır. Bu kirlilik, çevre ve insan sağlığını
tehdit etmektedir. Kocaeli doğasının sanayi tesislerinin
yarattığı kirliliğe doyduğu, bu nedenle yeni sanayi te15
Ay, Ü, & Karayünlü, S. (2008). Modification in direct analysis
method: metal levels in raw milk at the region of Izmit by graphite furnace
atomic absorption spectrophotometer. International journal of food science & technology, 43(2), 326-329.
16
Yüzbaşı, N., & Sezgin, E. (2002). Süt ve Ürünlerindeki Bazı Metalik Kontaminantların Toksikolojik Etkileri. Gıda Dergisi, 27(2):121-127.
sisi kurulmaması gerektiği idrak edilmelidir. Hal
böyleyken hala yeni sanayi tesislerinin kurulması,
yeni limanların açılmasından bahsedildiği görülmektedir. Mevcut sanayi tesislerinin denetlenerek
çevreye yaydığı kirliliğin en aza indirilmesi sağlanmalıdır. Bu anlamda ülkemizdeki çevre mevzuatının içeriği ve kapsamı yeterlidir. Yapılması gereken
tek şey, devletin ilgili kuruluşlarının bu mevzuatı
uygulamaları, yerel yöneticilerin bu iradeyi göstermeleridir. Fabrikalarda üretilen maddelerin hammaddelerinin bilgisi “ticari sır” kapsamından çıkartılmalıdır. Böylece kullanılan kimyasal maddelerin
toplum sağlığı üzerine etkilerinin daha gerçekçi
bir biçimde saptanmasının yolu açılacaktır. Son
olarak, konu ile ilgili meslek örgütlerinin çevre ve
kent gündemini takip etmesi, kendi akademik alanından değerlendirmesi ve toplumun bilgilendirilmesi önemlidir.
Şekil 1. Sanayi tesislerinden kaynaklanan kirlenmenin insan vücuduna geçiş yolları.
| 65
İNSAN HAKLARI
İHİRAP
İNSAN HAKLARI İZLEME RAPORLAMA VE ARŞİVLEME PROJESİ
Mehmet Nazım GENÇTÜRK
Avukat - Kocaeli Barosu İnsan Hakları Komisyonu Başkanı
Ü
lkemizin insan hakkı ihlalleri konusunda
pirüpak bir sicili olduğu söylenemez. Bilakis, AİHM tarafından, “Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin en az bir maddesini ihlal etmiş olma” kıstasına göre verilen mahkûmiyet kararları
sayılarına göre yıllardır Rusya ile birlikte birincilik mücadelesi veriyoruz! AİHM’e yansımayan, görmediğimiz,
duymadığımız, bilmediğimiz, susturulduğumuz ya da
kanıksadığımız binlerce insan hakkı ihlali de cabası.
Belki gerek müdafilik kurumunun olumlu yansımaları,
gerek AB uyum yasaları ve yargıdaki iyileştirme çabaları
neticesinde eskisi gibi “kanlı” ihlallere çok sık rastlamasak da; başta kolluk uygulamalarında olmak üzere, yargılamada, cezaevlerinde ve yaşam alanlarımızda temel
hak ve özgürlüklerin kronik ihlali ne yazık ki devam etmektedir.
Avukatlar olarak, mesleğimizi icra ederken birçok insan hakkı ihlalini yaşar ya da müvekkillerimiz veyahut
meslektaşlarımız vesilesiyle tanık oluruz. İnsan hakkı
ihlaline sebebiyet veren kişi, kurum, durum ya da olayın insanlık için vahameti ne ise bu ihlallerin giderilmesi
için verdiğimiz mücadelenin etkisiz bırakılması, ihlalin
yaptırımsız kalması ve nihayetinde unutulması da toplumsal bilincimiz ve mesleki sorumluluğumuz gereği
bizim açımızdan o derece sancı vericidir. Zira bu hak
ihlallerinin yaptırımsızlığı ve zaman içinde unutulması
savunduğumuz hak ve olay için olduğu kadar ihlallerin
sürgit devamı açısından da en büyük tehlikedir. İşte bunun için insan haklarının görünür kılınması, toplumsal
bir bellek oluşturulması ve başvuru süreçlerinin pek çok
kişi-kurum tarafından takip ediliyor olması hak ihlalleri
ile mücadelede en önemli adımlardan biridir.
İnsan hakkı ihlallerinin kayıt altına alınması, izlenmesi
ve mücadele birliği sağlanmasını adına yukarıda değindiğimiz minvalde atılan en yeni adımlardan biri ise
66 |
Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi geliştirilen,
İnsan Hakları İzleme Raporlama ve Arşivleme Projesi
(İHİRAP) adı altında bir proje / uygulamadır. Projenin
amacı; ulusal ve uluslararası hukuk ekseninde, insan
haklarının tanınması, korunması ve geliştirilmesi olarak
belirlenmiştir. Aslında projenin çalışmalarına 2009 yılında başlanmış olmasına karşın; somut bir “insan hakkı
ihlalleri” veri tabanı oluşturması ve etkin bir çalışma yürütmeye başlaması Av. Serkan ÖZBEK Başkanlığı ve Av.
İzzet VARAN Koordinatörlüğünde 2013 yılı sonrasına
tekabül eden dönemde mümkün olmuştur. TBB İnsan
Hakları Merkezi’nin oldukça etkin hukukçulardan oluşan Bilim ve Danışma Kurulu, İHİRAP için de aktif olarak emek sarf etmekte. Prof.Dr.Erzan ERZURUMLUOĞLU, Av.Prof Dr. Rona AYBAR, Prof. Dr.Tayfun AKGÜNER,
Prof. Dr. Ahmet KILIÇOĞLU, Prof. Dr. Durmuş TEZCAN,
Prof. Dr. Fazıl SAĞLAM… Aynı şekilde akademik alandaki çalışmaları ve insan haklarına bakışı bilinen çok
değerli hocalar ile Diyarbakır’dan Viyana’ya kadar çeşitli
barolardan seçili avukatlardan oluşan nitelikli bir kurul
emek ve mesaisini bu projenin sürdürülmesi için ortaya
koymakta.
İHİRAP, insan hakları alanındaki olguların ve uygulamaların izlenmesini, araştırılmasını, rapor haline getirilerek
öneriler geliştirilmesini ve çalışmalardan elde edilecek sonuçların kamuoyu ile paylaşılmasını hedefleyen
bir proje. Bu bağlamda 2014 yılında “Okkır Raporu”
(Kuddusi Okkır’ın tutuklanma ve tedavi sürecine ilişkin
değerlendirme), “Soma Maden Faciası Raporu” (Madencilerin çalışma koşullarının, facianın nedenlerinin
ve sorumlulukların değerlendirilmesi), “Ceza İnfaz Kanununda Uygulama Sorunları” , “Yıllık İnsan Hakları
Raporu” (Kişi Dokunulmazlığı, Özel Hayatın Gizliliği,
İfade Özgürlüğü, Sosyal ve Ekonomik Haklar, Ayrımcılık yasağı ana başlıkları halinde çalışma grupları oluşturularak hazırlanmaktadır), “Sınır Göçü Bağlamında
Sığınmacılar/Mülteciler Sorunu” ve “Özel Güvenlik Raporu” raporları hazırlanmış ya da hazırlanmakta ve bu raporlar avukatların
da benzer sorunlara ilişkin davalarında mütalaa mahiyetinde kullanılmak üzere paylaşılmaktadır.
İHİRAP’nin artık daha işlerlik kazanması ve veriminin artırılması
amacıyla TBB İnsan Hakları Merkezi tarafından “Haberimiz Olsun”
sloganıyla bütün avukatların işbirliği ve desteğini talep eden bir çalışma başlatılmış durumda. Henüz geliştirme ve aksaklıkların tespiti
aşamasında olunduğu için tam anlamıyla duyurusu yapılmamakla
birlikte İHİRAP artık tüm avukatların UBAP üzerinden ihbarda bulunabileceği/kayıt oluşturabileceği, yaşadığı ya da tanık olduğu insan
hakları ihlallerini TBB İnsan Hakları Merkezi’ne rapor edebileceği bir
alt yapıya kavuşmuş bulunmakta. Buna göre avukatlar; İHİRAP veri
tabanına “Barokart”, “E-İmza” veya “Mobil İmza” ile https://multilogin.barokart.com .tr bağlantısı üzerinden ulaşabilecek ve sağ sekmede bulunan “Baro İHİRAP” sekmesinde yönlendirmeleri takip
ederek ve istenilen bilgileri girerek veri girişi yapabileceklerdir.
Proje alt yapısının oluşturulması ve İHİRAP hazırlığı kapsamında
2009 yılından itibaren yazılı ve görsel basın, internet, ulusal ve uluslararası insan hakları örgütleri, sivil toplum kuruluşları, akademik,
resmi ve benzeri kaynaklardan alınan bilgi ve verilerle tarama ve
arşiv çalışmasının belirli bir birikim aşamasına ulaşmış olduğu ifade edilmektedir. Ancak bunun tek başına yeterli olamayacağından
hareketle; TBB, Barolar ve avukatlara yansıyan konu/ihlal iddialarının, bunlara ilişkin bilgi, belge ve çalışmaların, oluşturulacak “Bilgi
Ağı” yoluyla sistemli olarak araştırılması ve tespit edilmesi öngörülmektedir. Nitekim bu bilgi ağı, kaynak taramasıyla oluşturulan dosyaların geliştirilmesini olduğu kadar, bu yolla erişilemeyen konu /
olaylara ulaşılmasını da olanaklı kılacaktır. Dolayısıyla tüm avukatların İHİRAP’a katkı ve katılımlarıyla insan hakları ihlalleri konusunda
toplumsal bir hafıza oluşmasının sağlanmasının yanı sıra; ihlallerin
bilinirliğinin artacağı, ifşa edileceği ve kurumsal olarak takibi yapılacağından caydırıcı etkisinin de olacağı aşikardır.
| 67
Deneme
DAHİLİK ve DELİLİK
SINIRLARINDA SANATÇI
Ceren ACURMAN
D
Kimya Mühendisi
eliliğin dokunmadığı bir Deha hiç varolmamıştır, der Aristo. Dahilik ve Delilik,
iç içe geçmiş bu iki kavramın sınırları
ve doğası çok da sorgulanmaz. Sonra
İzleyici Salvador Dali ile tanışır, Paul Cezanne’la, Pablo Picasso’yla, Rembrant’la, Vincent Van
Gogh’la, Klimt’le, Michaelangelo’yla, Goya’yla, Edvard
Munch’le, Frida Kahlo’yla, Henri Matisse’le... Dehanın ve
deliliğin varlığının kanıtı sanatları ve sanatlarına kaynak
olan hayatları. İçinde ağır kayıplar, takıntılar, kıskançlık
krizleri, sosyal bozukluk, depresyon, uyuşturucu yani
aklınıza insanı en dibe götürecek ne gelirse içinde olan
hayatlar. Üstüne üstlük bazıları birkaçını birden yaşayan insanlar. Nasıl oldu da yüzyıllarca yaşayacak eserler
verdiler. Sanatları, dehaları ve delilikleri arasında nerede duruyordu. Cevapları az da olsa sezinlemek için
eserlerinin önünde birkaç dakika öylece durmak, O da
yetmediğinde hayatlarının bilgisine erişmek gerekiyor.
Deha’nın Kökenleri adlı makaleye göre yaratıcı kişiler
bağımsız, geleneklere uymayan, alışılmamış hatta bohem hayatlar yaşayan bireylerdir. Buna ilave olarak bu
kişilerin geniş ilgi alanları, yeni deneyimlere açıklıkları
yanında davranışsal ve zihinsel olarak dikkat çekici esneklik ve cesaretleri vardır. Deha olarak adlandırılan bu
özelliklerin sanatçıyı toplumdan ne kadar farklılaştıracağı önemlidir. Zira bu farklılaşma sanatçının dahi ya da
deli olarak nitelendirilmesinin en önemli etkenidir.
Deha ve delilik arasında olduğu bahsedilen o ince çiz-
68 |
gi, aslında toplum tarafından çizilen bir çemberdir. Bu
çemberin toplumun da bulunduğu orta noktası, sanat
ya da üreticilik açısından sıfır noktasıdır. Sanatçı normallik sınırını, yani çemberi aştığında hala toplum tarafından taktir edilebilecek derecede anlaşılabilirdir. Bu
nedenle de kabul edilebilirliği ve sıradışılığı ya da yaratıcılığıyla dahi sayılır. Peki normal bir insan beyninin,
ürünlerini anlamlandırabileceği üst deha sınırını dahi
geçenler. İşte bu noktada sanatçı için aykırılığın, kabul
edilemezliğin ya da deliliğin telafuzunun duyulmaya
başlaması şaşırtıcı olmayacaktır. İnsan anlayamadığını
veya açıklayamadığını inkar etmede hatta ondan korkmakta ısrarcıdır. Bu yüzden aslında dahiliği ve deliliği
ayırmak için çizdiği çember, sanatçının kendini dışa
vurumuna getirdiği sınırdır. Sanatçının deli ya da dahi
olduğunun ayrımını yapan, çemberin ötesine geçen sanat ya da sanatçının kendisi değildir. Belirleyici olan, bu
çemberin sınırını çizen İzleyicidir. Sanatçı anlatılmak isteneni süslemeye, saklamaya hatta
tamamen soyutlaştırmaya meyillidir. Gerçeküstücülüğün en bilinen temsilcilerinden Salvador Dali’nin ünlü
eserlerinden Niño geopolítico observando el nacimiento
del hombre buna güzel bir örnek teşkil eder. Yapıldığı
dönem, ressamın yaşam şartları ve ruh hali hakkında
hiçbir bilgiye sahip olmadan göz atınca, eseri anlamlandırması oldukça zordur. Niño geopolítico observando el
nacimiento del hombre nuevo yani Dali’nin Yeni İnsanın
Doğuşunu İzleyen Jeopolitik Çocuk tablosunda, yumurta şekli verilmiş bir Dünya görülür. Merkezde ise, Kuzey
Amerika üzerinden vücut veren bir adam resmedilir. Anlatılmak istenen ise II. Dünya Savaşı sonrası, aslen ABD
‘nin kuruluşu ve yeni süper güç haline gelişidir. Adamın
elinin altında adeta ezdiği Avrupa ve olduğundan büyük çizilmiş 3. dünya ülkeleri de, değişen güç dengesini simgeler. Dali tabloyu Amerika Birleşik Devletleri’nde
kaldığı süreçte çizmiştir. Ressamın çok da açıkça vermediği anlamları keşfedikten sonra, İzleyicinin düşünceleri
esere ilk göz attığı andakiyle aynı değildir.
Sanatçı, iç ve dış dünyadan aldığı uyaranları filtrelemek
konusunda zorlandığı için, etrafındaki dünyayı farklı şekilde anlamlandırabilir. Farklı bakışının eseri olan dürtülerini de toplumun sosyal sınırlarıyla terbiye etmek
gibi bir ihtiyaç duymaz. İşte bu davranış biçimi sanatı
ve çağlar boyu yaşayacak eseri yaratmak adına ideal
şartları sağlar. Sanatçı bu doğası gereği, tüm dünyayı
etkileyen olayları dahi ağdalı ve karmaşık olarak anlatabilir. İzleyicinin görevi, sanatı ve sanatçıyı pür bir zihinle
araştırmak ve eserler üzerinde düşünmektir. Ne şanstır
ki Sanatçı hissettikleri veya anlatmak istedikleri hakkında İzleyiciye ip uçları bırakır. Buna en iyi örneklerden
birisi Dışavurumculuk akımıdır. Dışavurumculuk, sanatçının nesneleri ya da olayları olduğu gibi anlatması yerine, duygu ve düşünleceleriyle şekillendirerek ortaya
koymasıdır. Günümüzde en bilinen eserler arasında yer
alan Çığlık, Der Schrei der Natur, sanatçı Edvard Mun-
ch’ün iç dünyasını dışavurumudur. Aile bireylerindeki
psikolojik rahatsızlıklar, annesiz geçen bir çocukluk ve
endişe ataklarının etkisindeki bir yaşam. Sanatçı tablonun anlattığı anı tanımlarken kırmızı gökyüzünden,
mavi siyah fiyord boyunca uzanan ateş ve kandan söz
eder. Ona kulaklarını kapattıran doğanın sonsuz çığlığıdır. Eserin sol tarafında yer alan, Sanatçı’nın iki arkadaşı ve yol oldukça gerçekçi görünürken, ön plandaki
kişi ve artalan bozulmuş bir gerçekliği gösterir. Sanatçı
yaşadığı endişe atağını bu şekilde paylaşır. İzleyici, Dışavurumcu bir sanatçının eserlerinde teknikten ya da
objeden öte en derin duyguları görme şansına sahiptir.
Her ne kadar sanatçı anlatımlarında özgünlüğü sevsede, eserinin renkleri arasında İzleyici tarafından bulunmak ister. Özverili bir çaba sonucunda kavuşulduğunda, kendini gizlemek için özel bir çaba sarfetmemiş olsa
da memnun olur. Ne tavır, akım veya anlatım içinde
olsa da İzleyicinin kendisini takip edeceğini bilir. Bu
özgürlük sanatını farklılaştırmasına ve ölümsüzleştirmesine izin verir. Sanatçı bazen yapamadığı için değil
özgün bir şekilde yapmak istediği için deforme olmuş
nesneler ya da abartılı bir artalan resmeder. Yukarıda
Maria Lopez adlı kadına ait portre görülür. Oldukça gerçekçi çizilmiş olması dışında ilginç yanı portrenin ünlü
bir sanatçının annesine ait olmasıdır. Kübizm akımının
temsili eserleriyle tanıdığımız Picasso’nun sanatının ilk
yıllarında annesini resmedişi şaşırtıcıdır. Ressam, Kubizmin aksine, eseri ve annesini tek bir açıdan, profilden
ölümsüzleştirmiştir. Sanatçının erken dönem eserleri
de incelendiğinde, yeteneği İzleyici tarafından daha iyi
anlamlanır. Kubizm, Picasso için zorunluluktan ya da zihinsel bozukluktan çok bilinçli bir seçimdir.
Sanatçı yaratım esnasında özgürleştikçe ideleriyle büyür. Yaratımdaki kalite yani sanatın özgünlüğü, tıpkı evrim basamaklarını çıkıp gelecek nesillere uzanan genler
gibi, sanatın güçlenerek çağlar atlamasını sağlar. İzleyici ise sanatı anlamlandırabildiği ölçüde sahiplenen,
taktir eden, onu beraberinde taşıyacak kişidir. . İzleyici sanat için, sanatı anlamak için verdiği emekle varolur. Sanatçı özgürlüğünün ve yaratıcılığının meyvesini,
kendisini Dahilik ya da Delilik arasında bir yere koyacak
İzleyiciye teslim eder. Eser artık İzleyicinin çemberinde
bir noktadır.
| 69
ŞİİRLER
EY KAVMİM
Halil Cibran
kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın.
Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin.
Ve nefret edersin dilencilerden.
Ey kavmim…
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç
dinlemezsin.
Utancı bilir ama utanmazsın. Tanrıya inanır ama
firavunlara taparsın. Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen.
Dönüp de bakmazsın ölülerine.
Lut kavminden de değilsin sen, hazdan olmayacak mahvın. Acıyla karıldı harcın ama acıya
da yabancısın. Ağıtları sen yakarsın ama kendi
kulakların duymaz kendi ağıdını… Bir koyun
sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve
sen bir koyun sürüsü gibi bakarsınçalınanlarına. Tanrıya yakarır ama firavunlara taparsın.
Musa Kızıldeniz’i açsa önünde, sen o denizden
geçmezsin.
Ey kavmim…
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç
dinlemezsin.
Korkarsın kendinden olmayan herkesten. Ve sen
kendinden bile korkarsın. Hazreti İbrahim olsan,
sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın.
Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler, sen başka şeylere ağlarsın. Gündüzleri Maria
Magdalena’yi orospu diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çabalarsın. Zebur’u, Tevrat’ı, İncil’i,
Kur’ân’ı bilirsin. Hazreti Davud için üzülür ama
Golyat’ı tutarsın.
Ey kavmim…
Sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de
değilsin hazdan olmayacak mahvın. Ama sen
kendi acına da yabancısın. Kadınların siyah giyer,
kederle solar tenleri ama onları görmezsin. Her
70 |
Ey kavmim…
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç
dinlemezsin.
Sana yapılmadıkça işkenceye karşı çıkmazsın.
Senin bedenine dokunmadıkça hiçbir acıyı duymazsın. Örümcek olsan Hazreti Muhammed’in
saklandığı mağaraya bir ağ örmezsin. Her koyun
gibi kendi bacağından asılır, her koyun gibi tek
başına melersin.
Hazreti Hüseyin’in kellesini vurmaz ama vuranı
alkışlarsın. Muaviye’ye kızar ama ayaklanmazsın.
Hazreti Ömer’i bıçaklayan ele sen bıçak olursun.
Ey kavmim…
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç
dinlemezsin.
Ölülerine dönüp de bakmazsın. Lut kavminden de
değilsin hazdan olmayacak mahvın. Ama arkana
baktığın için taş kesileceksin. Ve sen kendine bile
ağlamayacaksın. Komşun aç yatarken sen tok olmaktan haya etmezsin. Musa önünde Kızıldeniz’i
açsa o denizden geçemezsin. Tanrıya inanır ama
firavunlara taparsın.
Ey kavmim…
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç
dinlemezsin.
BİR ÇOCUK VARDI
Etem KARA
ANLAR
Jorge Luis BORGES
Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az
bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan
insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız
mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur
zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su,
şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir
şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm
çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı
eğer.
Ama işte 85’indeyim ve biliyorum...
ÖLÜYORUM...
Bir çocuk vardı,
masumdu,
zararsızdı,
Hiçte hata yapmazdı.
Ve bundan dolayı olsa gerek
Hiç bir şeyde yapamazdı
Bir çocuk vardı
Büyükleri için efendiydi
arakadaşları içinse, belirsiz...
Bir çocuk vardı...
Daha doğrusu,
Bir sürü çocuk vardı;
bu ülkede
bu kültürde...
Yirmisinde ölmüşlerdi,
Kırkbeşinde de gömüldüler.
| 71
ŞİİRLER
KIZLAR ÇİÇEKLERİ SEVER
Etem KARA
Kızlar çiçekleri seviyor,
Biliyorum.
Romantik değil belki
Ama biliyormusunuz,
Ben çam ağaçlarını seviyorum..
Ala çam değil,
Kara çam...
Yani söyle upuzun,
Asil,
Hafif bir kar var başında,
Güneşi de arkasına almış,
Vakit öğlen olmuş,
Kar dallarına damlamış;
Yeşil mi yeşil,
Hayat dolu bir kara çam...
Bunları niye mi söylüyorum;
Ofisteyim ya şu anda,
İstediğimi yapabilirim;
Dışarı çıkabilirim mesala,
Yumruk gibi bir kravatla
Sokaklara dalabilirim,
Sokaklarla oynayabilirim,
Varsa da ilginç bir fikir
Uyabilirim değil mi ama?
Ama içimden gelmiyor,
İçimden böyle şeyler geçmiyor,
Öyle şeyler beni mutlu etmiyor..
Düşünsenize,
Bir aklınızdan geçirin,
Bir kalbinizde hissedin isterseniz;
Yayladayız,
Çam ağaçlarının altında,
Vakit henüz akşam olmamış,
Konuşacak kadar da yaşanan bir şey...
Bir çakmakla bir pür tutuşturulmuş
İsli bir demliğin altına,
Çay kokuyor ortalık,
Çam kokuyor...
Ayaklarını uzatmışsın çimene,
Sırtını da dayamışsın
Yemyeşil bir çam fidanına,
Sen de bir fidan olmuşsun,
72 |
Fidan gibi bir adam;
Olduğun gibi yani,
Bir çamın yeşili gibi.
Bunlarla uğraşırken
Güneş seni terketmiş,
Çam mı asla,
Hala yanı başında,
Başın dallarının arasında...
Gün bitmiş,
Güneş seni terketmiş;
Olsun çam orda,
Çam gibi,
Can gibi insanlarda...
Kokusundan tanıyabiliyorsun üstelik,
Duygusundan..
Vakit akşam olmuş,
Bir çam agacının altında
Bir büyük rakı unutulmuş,
Bir büyük rakıyla
Veya bir büyük kafayla dile getirilecek kadar da
Bir yaşanmışlık oluşmuş...
Konuş,
durma..
Kızlar çiçekleri sever,
Süslü bir paket içinde ...
Kötülükten diyemeceğim
Ama belli ki cahillikten işte...
Kızlar çiçekleri sever,
Sevdikleri için de öldürürler...
Oysa ben öyle mi?
Sadece seviyorum işte,
Kırmıyorum,
Kesmiyorum,
Benim olsun istemiyorum...
Sadece seviyorum;
Böyle olduğu için,
Böyle güzel kalabildiği için seviyorum,
Sadece bir çam olabilmenin bile
Ne demek olduğunu bilebildiğim için seviyorum...
Kızlar çiçekleri sever,
Ama öldürürler,
Süslü bir paket içinde..
İnsanlarda sevdiklerini,
Böyle,
Bu şekilde işte...
ÇOK SESLİ ŞAHİKA
Yiğit TİMUR
Kıyısında dönüp dolaşıp kıvrımın
Aldı tuzunu
Susayan zihni yetim sorular bıraktı
Doku ilmiğimi sakla çeyizine
Dokun ki çalsın bam telleri
Dokunaklı bir türkü ıslatsın dudaklarımı
Sen sus ben susarım
Aldırmam bu hararete
Soğuk bir sen kâfi, ferahlarım
Önce sen vur kıyısına
Ardından eser gürlerim
Yıkılmaz ya
yontarız bu duvarları
Kovalamış birbirini rakamlar
Ne gam.
Ne sen sindirella
Ne ben kurt adam.
Bir yol tutturmuşuz
Başkaca bekleyen yok
Varsın geçip gitsin duraklar.
Benzin karşıda
Aklım mukayyet
Çözülsün dilin
Bencileyin muhabbet.
Kurtul
Saklan baştan
Bir bana görünsün
Kör karanlığın kedi gözleri.
Altına mahkûm olmadan
Mürekkebi evet yalamadan
Gözlerin bağlasın kayıp ruhumu
Sonrası Aşka falez
Ya atlarsın bu yardan
Derin bir boşluğa
Ya da susamlarını dökmeden Bölüşürüz
bu seyri
Oturup kıyısına.
| 73
SİNEMA KATİBİ
3 RENK
EŞİTLİK ÖZGÜRLÜK KARDEŞLİK
Seda SALMAN
S
Avukat - Kocaeli Barosu
inema, bir panayır eğlencesi olarak başladığı on
dokuzuncu yüzyılın sonlarından, yedinci sanat
olarak kabul ettiğimiz çağımıza kadar; gerek prodüksiyon anlamında, gerekse sanata anlatı biçimi olarak yapmış olduğu katkıyla büyük yol katetti. Bu
başarıda başta beyazperde önündekiler olmak üzere,
cesur Hollywood stüdyolarının, çılgın Avrupalı yapımcıların yahut uluslararası zengin yatırımcıların büyük payı
var; ama şüphesiz en görkemli katkıyı, filmi hem yazan,
hem yöneten, hem de Akira Kurusawa gibi çizmiş olduğu story boardları dahi bugün sadece birer eskiz değil,
sanat kabul edilen, dolayısıyla filmi adeta resmeden auteur yönetmenler yaptı. Avrupa’ nın kalbinden pek çok
auteur yönetmen çıktı; bu kişiler kah Roberto Rossellini
gibi bugün İkinci Dünya Savaşı’ nın görsel belgesi niteliğindeki filmleri çekti; kah Ingmar Bergman gibi entelektüel dünyayı maddiyle değil, manevi olanla tanıştırdı; onlara “Yedinci Mühür” filminde kendi karakterine
yaptırdığı gibi “ölümle” satranç oynattı.
Auteurlük kavramına çok değerli katkılarda bulunan
Polanyalı yönetmen Krzysztof Kieslowski de İkinci Dünya Savaşı sonrası yaralı Doğu Avrupa’ nın ruhundaki
74 |
karamsarlığı gözler önüne seren filmler çekti. Yönetmenin en önemli filmleri 10 emirden esinlenerek çektiği
“Dekalog” dizi serisi, bizi maddi gerçekliğin arkasına
sürükleyip metafiziği öne çıkardığı “Veronica’ nın İkili
Yaşamı” ve “Mavi , Beyaz, Kırmızı: Üç Renk Üçlemesi” dir.
Yara almış Polonya’ nın karanlık ruhunu, Avrupa Birliği’
nin umuduyla birleştiren bu üçleme, Avrupa Birliği’ nin
senelerdir kapısında bekleyen Doğu Avrupalı ülkemiz
için de anlamlıdır.
Üç Renk Üçlemesi, Kieslowski sinemasının en bilinen
filmleri olmasının yanı sıra gerek Avrupa’ nın kalbi diyeceğimiz noktalarda çekilmesi, gerek Avrupa tarihinin
geliştirdiği kavramları kendisine tema olarak seçmesi,
gerekse özünde savaşlardan çıkmış, akrabalık ilişkisinden ulus ilişkisine keskin bir geçiş yapmış, özgürlük
mücadelesi için pek çok esarete, vahşete gebe olmuş
Avrupa’ya özgü çelişkileri karakterleri üzerinden anlatması sebebiyle Avrupalılığın panoramik hikâyesi anlatılmıştır. Kieslowski’nin üç birbirinden farklı hikâyeye
sahip, farklı sosyal hatta etnik sınıflara mensup, birbirini
tanımayan ama hayatının bir köşesinde rastlamış karakterlerinin kaderlerini birleştiğini izliyoruz. Biz başından
beri herhangi üç hikâyeyi izliyorduk; pek tabi aynı kazadan farklı üç kişi kurtulmuş olsaydı, farklı üç hikâyeyi
izleyecektik.
ya devam etmektedir ve sınırlı da olsa “tutsaklık” hiçbir
zaman tam anlamıyla sona ermeyecektir.
Yine Beyaz filmde beyazın evrensel temsili “masumiyet” vardır; ancak bu masumiyet tüm filmde ne kadar
“eşitlik” gördüysek o kadar vardır. Gücü eline geçirenin
“iktidarın” tüm nimetlerinden faydalanması her zaman
eşitsizliğe yol açmaktadır. Bu nedenle de ancak intikamını alan kocanın gözyaşları ile sınırlanan bir masumiyet izleyebiliriz; yine bu gözyaşlarında eşitsizliğimiz de
yüzümüze vurulur.
Üçlemenin son filminde ise kardeşlik teması bize kırmızının evrensel temsili “sevgi” üzerinden anlatılır. Kırmızı
pek çok ifadesi olan bir renktir, başlıcası insana hayat
veren kandır; dolayısıyla başlı başına yaşamın rengidir.
Bu sebeple de Valentine’ nin billboardlar için seçilen
resminin ismi “Yaşamın Tazeliği” dir ve filmin sonunda
Valentine ve diğer karakterlerimiz kazadan kurtulurlar,
Valentine aynı fotoğraf karesiyle taze yaşamına kavuşur.
Diğer filmlerden anladığımız kadarıyla belki özgürlüğümüz her zaman esasen modern dünyanın/Avrupa’ nın
kabul ettiği gibi sınırlı olacak, hüzün hiç bitmeyecek; saf
masumiyet hiçbir zaman mümkün olamayacak, eşitlik
her zaman denge problemi yaşayacak ama farklı ülke
vatandaşlarının kurtulduğu o kazanın bize anlattığı
kadarıyla kusurları da olsa “yaşam” hep devam edecek.
Mavi’ nin sonunda nihayet tamamlanan bestede de
hatırlatıldığı gibi, insanoğlunun/kardeşlerin metaforik
olarak (kazadan) kurtulması, Julie’ e sonunda başka bir
hayat verip onun özgürleşmesi, Karol ile Dominique
arasındaki gelişip ikisinin eşitlenmesi, (Valentine’ in hep
içindeki) “sevgi” ile mümkün olacak.
SİNEMA’ DA HUKUK
Bilindiği üzere filmler isimlerini Fransız Bayrağı’nın
renklerinden ve temsil ettiği kavramlardan almaktadır;
Mavi “özgürlüğü”, Beyaz “eşitliği” ve Kırmızı filmi “kardeşiliği” temsil eder. Ancak tüm filmlerde o renklerin yine
Avrupa’ ya özgü bir ikilikle başka bir anlamı daha vardır.
Biz örneğin Mavi filminde Julie’ in “esaretini”, mavinin
evrensel ve bir o kadar şiirsel temsili “melankoli” üzerinden, üstelik Julie kendi hayatında sıkça o masmavi
“melankoli havuzunda” yüzerken, geçmiş hayatından
maddesel olarak getirdiği tek nesne olan hüzünlü lambasına bakarken, onu esir eden anılarının kilidi niteliğindeki bestenin, bir atak gibi gelişip ekranı mavi-siyah
bir karanlığa buladığını izleriz. Nitekim o ataklardan ancak Julie bestesini tamamlayıp, kendisini diğer insanlara açtığı, bir nevi acısıyla yüzleştikten sonra döktüğü bir
gözyaşı ile kurtuluruz. Tabi ki bu kurtuluş da mutlak olmamak kaydıyla, çünkü hüzün “orada bir yerde” kalma-
Bir insan topluluğunun olduğu her yerde hukuk kuralları olmuştur; ana konusu “insan” olan sinemanın da bu
prensipten etkilenmemesi beklenemez elbette. Mahkeme salonlarında geçen onlarca film arasında, sanat
olarak sinemaya katkıda bulunmuş olan birkaç filmi
sizin de beğenilerinize sunmak isterim. İleriki sayılarda
belki bu filmleri inceleme şansımız da olur. Tüm meslektaşlara sinema dolu günler dilerim.
1-12 Kızgın Adam – Sidney LUMET
2-Bülbülü Öldürmek – Robert MULLIGAN
3-Dava – Orson WELLES
4-Gözlerindeki Sır - Juan José CAMPANELLA
5-İçimdeki Deniz - Alejandro AMENÁBAR
| 75
GEZİ
GEZMEK
Ali Can POLAT
Avukat - Kocaeli Barosu
Y
eryüzündeki tüm canlılar varlıklarını sürdürebilmek, yaşayabilmek için kendilerini ve
kendilerini çevreleyen doğal, sosyal, kültürel,
ekonomik ve politik ortamı daha iyi tanımak
gereksinimini ve hatta zorunluluğunu duyarlar. Bunun
da ötesinde gezmek yeni şeyler görüp tanımak, öğrenmek insanın içinde bulunan ve adına “merak” dediğimiz o dürtüyü doyurmaya yarar. O doyumun insanda
bıraktığı haz bu güne kadar tanımlanabilmiş en güzel
duygudur. Ne yazık ki bu haz uzun ömürlü değildir .
İnsanın susuzluğunu gidermek için tuzlu su içmesine
benzer. İçtikçe daha çok içersiniz. Kanmak ve doymak
nedir unutursunuz. Suları içmek, ohh diyemeden yeniden, yeniden suların peşine düşmek. Bu döngü yaşam
boyu böylece sürer gider.
Bir şeyi, bir kişiyi veya bir olayı daha iyi tanımak için ya
o şeyi gözümüze, kulağımıza, diğer duyu organlarımıza
biraz daha yaklaştırırız veya biz o şeylerin bulunduğu
yere, yerlere yaklaşırız. Bir şeye bakış açımızın değişmesi bile bizi çok farklı sonuçlara götürür. Örneğin, önünüzde yazılı 6 rakamına bu açıdan baktığımızda gördüğümüz 6’ dır. Karşı tarafa geçip baktığınızda o rakamın
9 olduğunu görür, şaşırırız. İşte bu ikinci ve üçüncü seçeneğe bir ad vermek gerekirse bunun adı “gezmek” tir.
Yeryüzünde tüm canlılar gezerler, sürekli hareket ha-
76 |
lindedir. Uçsuz bucaksız bozkırlarda, çöllerde, balta
girmemiş ormanlarda, bulutların arasında, akarsuların, denizlerin derinliklerinde, kutuplarda, buzulların
üzerlerinde, tüm canlılar beslenme, korunma ve üreme
gereksinimlerini karşılamak için sürekli hareket ederler.
Hiç kuşkumuz olmasın, hayvanlar gibi bitkiler de hareket ederler. Hayvanlar dünyasında olduğu gibi bitkiler
dünyasında da bu canlılar örneğin, suya (hydrotaxi),
ışığa (phototaxi), güneşe karşı bir yöneliş ( Le Tropisme)
içindedirler. Buna karşın ateşten, dumandan kaçarlar.
Amazon havzasında yürüyen ağaçlar gördüm. Bu ağaçlar kendi türünden veya başka türden bitkilerle, ışıktan
sudan ve kendileri için gerekli diğer minerallerden ve
başka maddelerden daha çok yararlanabilmek için
sonu gelmez bir yarış, sonu gelmez bir savaş içindeler.
Amazon denince her şeyin sınırsız bir bollukta olduğu düşünülmesin. Siz ağaçların, bin bir çeşit bitkilerin
arasında el fenerinizi yakıp yolunuzu aydınlatırken bir
hüzmecik ışık için o bitkilerin birbirlerinin omuzlarına
basarak başlarını göğe doğru uzattıklarını şaşırarak görürsünüz. Kimi zaman bu öyle abartılı olur ki, kök çok
uzaklarda kalmıştır. Köklerden, ana gövdeden uzaklarda kalan yeni sürgünlere yeni besin maddelerinin
yetiştirilmesi zorlaşmıştır.Bu durumda gövdeden yere
doğru yeni sürgünler uzanır. Bu sürgünler bu kez toprağın içlerine doğru ilerlerler. Yeni kökler oluşur. Bu
böyle tekrarlanır durur. Bazen öyle olur ki birincil kökler
ile gövde birbirinden her hangi bir nedenle ayrılır. Yeni
oluşan, ikinci kökler yaşamı tüm güzelliği ile sürdürür.
Sonuçta sözünü ettiğimiz bitkinin ilk filizlerini verdiği
merkez ile yani ilk kök ile ikinci ve üçüncü köklerin ve
dalların arasındaki uzaklık 40-50 metreye kadar çıkabilir.
Dolayısı ile ağaçlar da yürürler. Memeli hayvanların bilinçlerinin kapandığı koma hallerini bitkisel hayat olarak adlandırmanın da hiç doğru olmadığını, bitkilerin
koma halindeki hayvanlardan daha hareketli olduklarını, hayatın tüm evrelerini doyasıya yaşadıklarını söylemek isterim.
Gezmek için önce bir istek, bir irade gerekir. İkinci olarak sağlık gerekir, daha sonra zaman gerekir, hiç kuşkusuz para gerekir. Bunların sonunda yine o istek ve irade
gerekli ve zorunludur.
İnsan kimi sağlık sorunlarını göz ardı ederek ya da gerekli önlemleri alarak gezebilir.
Zaman, herkes için aynı, herkes için gün, 24 saattir. İnsan zamanını ayarlayarak gerekli gördüğü gezileri gerçekleştirebilir..
Para da öyle, hiç kimse için ekonomik değerler sınırsız
değildir. Önemli olan gereksinimler arasında öncelikleri sıralayabilmektir. Bilmem kaçıncı ayakkabıyı alacağıma şu geziyi yapayım diyebilirsiniz.
Yani sözün kısası diğer gerekli şeyleri şöyle ya da böyle
sağlayabiliriz. Bu koşullar gerçekleştiğinde de tembel
tembel oturmak ya da gezmek yine bizim seçimimizdir.
Bu istek ve iradeyi gösterdiğimizde yeni dünyaların kapıları bize bir bir açılacaktır.
Bir geziye çıkmadan önce o geziye niçin çıkmak istediğimizi düşünelim. Bu geziden neler bekliyoruz, neleri
görmek istiyoruz? Daha sonra bu yer ile ilgili bilgiler
edinelim. Bu bölgenin dünya haritası üzerinde nerede
yer aldığını belirleyelim. Hangi iklim kuşağında olduğunu, flora ve faunasında neler olup, neler olmadığı
konularında bilgiler edinelim.. yanımıza ona uygun
yürüyüş ayakkabıları ve giysiler alalım.Bir lahana gibi
kat kat giyinelim, soyunalım. Gerekir ise aşı olalım. Dilimizi, yeni tatlara, farklı lezzetlere açalım. Pasaportumuzu ve paramızı çaldırmaktan önce kaybetmemek için
gerekli önlemleri alalım. Video ve fotoğraf çekiyorsak
gerekli donanımları ve yedeklerini yanımıza alalım.
Gezmek, görmek, bunları kendimize özgü yöntemlerle belgelemek elbette çok güzel. Ama çekeceğimiz bir
fotoğrafın o yöre insanının özel yaşantısına ait bir şey
olduğunu, onun izni olmadan fotoğraf çekilemeyeceğini aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Ayrıca doğada
dolaşırken attığımız her adımın, oralara bıraktığımız her
çöpün o bölge florası ve faunasında o an bizim düşündüğümüzden çok büyük etkilerinin olacağını hep aklımızda tutmalıyız. Doğaya, dünyaya, insana karşı sevgi
öncelikle bunlara saygı duymayı gerektiriyor.
Geziye başlamadan önce eteğimizde ne varsa hepsini burada, dökelim, boşaltalım. Her türlü önyargıdan,
kafamızda oluşan doğru yanlış bilgilerden arınalım.
Örneğin o ülkenin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik
yapısı ile ilgili bilgilerimizi kafamızın dibine yerleştirelim ama yeni göreceklerimize de yer ayıralım. Kendimizi
beş duyumuzun emirlerine teslim edelim. Geziye çıkarken o yeri bilen yerli veya yabancı rehberlerin yardımını alalım. Kendimiz geziyorsak planlarımızı ona göre
yapalım.
Babam yatan tilkiden gezen tilki yeğdir, derdi. Ben babamın sözünü dinlerim. O sözleri kendime kılavuz bilirim. GEZERİM.
Benim doğduğum, ilk çocukluk yıllarımı geçirdiğim
yerde, Samsun’un Vezirköprü ilçesinde bahar aylarında
leylekler gelir, çatılarda, bacaların üzerlerine yuvalarını
yaparlardı. Geldiklerinde hacıbabalar geldiler diye gören görmeyene anlatırdı. Birimiz diğerine leyleği nasıl
gördün, yerde mi, havada mı diye sorardık. Havada ise
seyahat edeceğimize inanırdık. Herkes gibi, biz çocuklar için onların kasabaya gelişleri, havada siyah beyaz
bir uçurtma gibi süzülüşleri, çıkardıkları sesler sevinç
kaynağımız olurdu. Okul çıkışlarında, okulun geniş
bahçesinde veya havada gördüğümüz her yerde gözlerimizle onları okşardık. Yaz aylarında yavruları olurdu.
Kırdan, bayırdan buldukları besinlerle yavrularını beslerken görmek bizim için doyumsuz bir zevkti. Yaz sonlarına gelince, yavrular da büyüyüp uçmayı öğrenince
yuvalarda bir telaş başlardı. Tüm leyleklerin pembemsi,
portakalımsı, yavru ağzı renklerindeki ayakları beyazla-
şırdı. Hayvanlar belli ki kireçli, kalkerli şeyleri yerler daha
sonra da kakaları ile ayaklarını beyazlatırlardı. Leylekler
uzun göç yolculuklarında havanın sıcağından, soğuğundan belki zararlı ışınlarından korunmak için bu yolu,
bu yöntemi bulmuşlardı. Leylekler kasabanın kültürel
bir zenginliği olmuştu. Eski günleri özlüyorum.
İşte onlar bu hazırlık içindeyken, kasaba halkı bir hüzün
içinde leylekler de ayaklarını kireçledi, demek göç yakın
derlerdi. Kimse onlardan ayrılmak istemezdi. Ama ayrılık kaçınılmazdı.
Ayrılmanın hüznünün, buluşmanın sevincine dönüştüğü an.... İşte hayat budur.
Sevgili arkadaşlar,
Bu sayıda böyle bir giriş yaptık... Sizlerle her sayıda ayrı
bir coğrafyada güzel gezilere çıkacağız. İnanın, birlikte
çok keyif alacağız. Siz gelecek sayıya kadar ayaklarınızı
kireçleyin.. Ben hazırlığa başladım. Şimdi bu sayıda size
Pablo Neruda’nın kulağıma küpe olan şiiri ile sağlıcakla
kalın, sevgi içinde yaşayın diyorum.
Yavaş Yavaş Ölürler
Yavaş yavaş ölürler
Seyahat etmeyenler.
Yavaş yavaş ölürler
Okumayanlar, müzik dinlemeyenler,
Vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.
Yavaş yavaş ölürler
Alışkanlıklarına esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile
girmeyenler,
Bir yabancı ile konuşmayanlar.
Yavaş yavaş ölürler
Heyecanlardan kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı
görmek istemekten kaçınanlar.
Yavaş yavaş ölürler
Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına
çıkmamış olanlar
Pablo Neruda
| 77
GÜNCEL YARGI KARARLARI
KAMU HUKUKU
Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması Kararlarına
İtiraz Halinde Hüküm Esastan İncelenebilir
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 22.01.2013 tarih
2012/10-534 E. 2013/15 K. sayılı kararında, hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararlarına yönelik itirazlarda, itiraz merciinin suç vasfına ilişkin olarak, maddi ve hukuki değerlendirme yapabileceğini belirtmiş ve hükmün
açıklanmasının geri bırakılması kararların itirazın yalnız
şekli yönden incelenmesine dair teamül kırılmıştı;
Yargıtay 4. Ceza Dairesi, yeni tarihli kararında ise, Ceza
Genel Kurulu kararına da açıklık getirerek, itirazı inceleyen merciin hem usul hem de esas yönden inceleme yapabileceğinin altını çizmiştir.
Yargıtay 4. Ceza Dairesi
Tarih :11.09.2014
Esas : 2013/29374
Karar : 2014/25401
İnceleme konusu somut olayda; katılan sanık .. vekilinin hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına yönelik
mahkeme kararına, lehlerine vekalet ücretine hükmedilmediği yönünde itirazda bulunması üzerine, itirazı inceleyen Aydın 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nce itiraz yerinde
görülerek, itirazın kabulüne karar verilmiştir.
…İtirazı inceleyen merciin hem usul hem esas yönünden inceleme yapabileceği anlaşıldığından itirazın yalnızca hükmün açıklanmasının geri bırakılması koşullarının bulunup bulunmadığı ile sınırlı yapılması gerektiğine
yönelik kanun yararına bozma talebi yerinde görülmemiştir.
Başkası adına oluşturulan sosyal medya profilleri, kişisel verileri hukuka aykırı olarak arz etme suçu kapsamında değerlendirilmelidir
Yargıtay, yaygınlaşan sahte facebook profilleri açılarak
başkaca şahıslara ait görüntü veya başkaca kişisel bilgi-
78 |
lerin paylaşılmasının hukuki tasnifini yaptığı kararında
kişiye ait özellik arz eden tüm bilgilerin kişisel veri olduğunu ve bunların rızasız bir şekilde sosyal medyada kullanılmasının verileri hukuka aykırı olarak verme suçunu
oluşturacağını içtihat etmiştir.
Yargıtay 12. Ceza Dairesi
Esas : 2014/11391
Karar : 2015/582
Tarih : 19.01.2015
Sanığın, internette facebook sosyal paylaşım sitesinde, katılan adına profil hesabı oluşturup, katılanın resmini ve telefonunu koyarak başka şahıslar tarafından
rahatsız edilmesine neden olduğunun ileri sürülmesine göre; eylemin kişilerin huzur ve sükununu bozma
suçu yanında TCK’nın 136/1 inci maddesine uyan suçu
oluşturacağı ve davaya bakmanın ve delilleri takdir etmenin üst Asliye Ceza Mahkemesine ait olacağı gözetilerek, görevsizlik kararı verilmesi gerekirken, duruşmaya
devamla yazılı gerekçeyle beraat hükmü kurulması,
Kabule göre de;
Hükmün gerekçe kısmında, sanığın, katılanın isim ve telefon numaralarını kullanmak suretiyle katılan adına facebookta profil hesabı açarak, bu profilden katılan imiş
gibi katılanın iş arkadaşı olan tanıkların ve üçüncü kişilerin sayfalarına eklenerek bu kişilere arkadaşlık teklifinde
bulunduğu, uygunsuz görüşmeler yaptığı, bu suretle katılanın huzur ve sükununu bozarak atılı kişilerin huzur ve
sükununu bozmak suçunu işlediği açıklandıktan sonra,
sanığın, katılan adına facebook profil hesabı oluşturarak
katılanın resmini ve telefonunu koyması eylemi nedeniyle, bilişim sistemine girme suçundan açılan davada, atılı
suç sabit olmadığından sanığın beraatine karar verildiği
belirtilmek suretiyle gerekçenin karıştırılması,
Kanuna aykırı olup, katılan vekillerinin temyiz itirazları
bu itibarla yerinde görüldüğünden sair yönleri incelenmeyen hükmün bu sebeplerden dolayı 5320 s. Kanunun
8 inci maddesi gereğince halen uygulanmakta olan 1412
sayılı CMUK’un 321 inci maddesi uyarınca isteme aykırı
olarak BOZULMASINA, 19.01.2015 tarihinde OYBİRLİĞİYLE KARAR VERİLDİ.
ÖZEL HUKUK
Bankalardan talep edilen dosya masrafları, belirsiz
alacak davasına konu edilebilir
Evli olduğunu bildiği eşle ilişkiye girenden manevi
tazminat istemi eşe karşı bu sebeple boşanma davası
açma şartına bağlanmalı mıdır?
Davacının, davalı bankadan isteyebileceği masrafların
kapsamının yargılama safahatında belirlenecek olması
göz önünde bulundurularak belirsiz alacak davası açılabileceği kabul edilmiştir.
Evli olduğunu bildiği halde eşle ilişkiye giren kişiden
manevi tazminat istenebileceğine dair yerleşik içtihatlar
ortaya konmakta ise de, 4. Hukuk Dairesi’nin yeni tarihli
kararında yer alan karşı oy yazısı konuya farklı bir bakış
açısı getirmektedir.
Yargıtay 13. Hukuk Dairesi
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi
Tarih : 05.11.2014
Tarih : 13.01.2015
Esas : 2014/23588
Esas : 2014/2260
Karar:2014/34305
Karar : 2015/111
…
Dava, evli olduğunu bildiği halde onunla duygusal ve
cinsel ilişkiye girmek suretiyle kişilik haklarına saldırı iddiasına dayalı manevi tazminat davasıdır. Davacı yararına
daha alt seviyede manevi tazminata karar verilmesi gerekirken yazılı biçimde karar verilmiş olması doğru değildir.
Davacı eldeki dava ile, davalı banka ile imzaladığı kredi
sözleşmesi nedeni ile kendisinden farklı isimler altında
tahsil edilen bedellerin iadesini talep etmiştir. Davacı,
dava dilekçesinde dava değeri olarak 1.200,00 TL göstermiş, HMK.’nın 107. maddesi uyarınca belirsiz alacak davası açtığını belirtmiştir. Mahkemece davacının, davanın
açıldığı tarih itibariyle alacağın miktar ve değerini tam
olarak belirleyebilecek durumda olduğu ve 6100 Sayılı
Kanunun 114. maddesinde dava şartlarına yer verilirken,
hukuki yarar şartının da dava şartı olduğu, 115. maddesinde ise “Mahkemenin, dava şartlarının mevcut olup olmadığını, davanın her aşamasında kendiliğinden araştıracağı” belirtmesi karşısında, davanın dava şartı yokluğu
gerekçesiyle davanın usulden reddine karar verilmiştir.
Oysa ki Dairemizin yerleşik kararlarında da vurgulandığı üzere, bankalar ancak davaya konu kredinin
verilmesi için zorunlu, makul ve belgeli masrafları tüketiciden isteyebilir. Davacının, davalı bankadan isteyebileceği masrafların kapsamının yargılama safahatında belirlenecek olması göz önünde bulundurularak
belirsiz alacak davası açılabileceğinin kabulü ile, işin
esasına girilip taraf delilleri toplanarak hasıl olacak
sonuca uygun bir karar verilmesi gerekirken dava şartı
yokluğundan usulden ret kararı verilmesi usul ve yasaya
aykırı olup, bozma nedenidir.
KARAR : Yukarıda açıklanan nedenlerle hükmün BOZULMASINA, 05.11.2014 gününde oybirliği ile, karar verildi.
…
KARŞI OY YAZISI
Dava, evli olduğunu bildiği halde onunla duygusal ve
cinsel ilişkiye girmek suretiyle kişilik haklarına saldırı
iddiasına dayalı manevi TAZMİNAT DAVASIDIR.
Eşler evlenmekle birbirlerine karşı cinsel anlamda sadakat yükümlülüğü altına girerler. (MK.185/III) Bu yükümlülüğün ihlali halinde diğer eş TMK 161 maddesine dayalı olarak zina nedenine dayalı boşanma davası
açar ve bu davada MK 174/2 maddesinde düzenlenen
manevi tazminat isteminde bulunabilir. Böyle bir boşanma davası açarak eşinden tazminat alan kişinin
manevi zararı KARŞILANMIŞ DEMEKTİR. Boşanma davası açmayan eş, sadakat yükümlülüğüne uymayan
eşi AFFETMİŞ DEMEKTİR. Affeden eş manevi tazminat
isteminde bulunamaz. Diğer yandan boşanma davası
açmakla birlikte hangi sebeple olursa olsun eşinden
bu nedenle manevi tazminat istemeyen eşin DURUMU
DA AYNIDIR.
| 79
kalbiyle gülen adamın anısına...
80 |

Benzer belgeler

Nokta dergisi Türkiye yargısında çifte standart Mart 2007 * Yargıdaki

Nokta dergisi Türkiye yargısında çifte standart Mart 2007 * Yargıdaki Kamuoyuna iç güvenlik paketi olarak yansıtılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülmekte olan “Polis Vazife Ve Salahiyetleri Kanunu, Jandarma Teşkilat, Görev Ve Yetkileri Kanunu, Nüfus Hizme...

Detaylı