dosyayı indir - Leges Yazılım

Transkript

dosyayı indir - Leges Yazılım
SİYASET BİLİMİ
ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ
OCAK 2015 • YIL: (5) 1 – SAYI: 1
SÜRELİ YAYIN – YILDA ÜÇ DEFA YAYINLANIR
ISSN 2149-1542
POLITICAL SCIENCE
INTERNATIONAL PEER-REVIEWED ACADEMIC JOURNAL
JANUARY 2015 YEAR: (5) 1 – ISSUE: 1
PERIODICAL – ISSUED THRICE YEARLY
ПОЛИТИЧЕСКИЕ НАУКИ
РЕЦЕНЗИРУЕМЫЙМЕЖДУНАРОДНЫЙ НАУЧНЫЙ
ЖУРНАЛ
ЯНВАРЬ - 2015 ГОД: (5) 1 – НОМЕР:1
ПЕРИОДИЧЕСКОЕ ИЗДАНИЕ – ВЫХОДИТ 3 РАЗА В ГОД
YIL: (5) 1 – SAYI: 1
1
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Sahibi
Leges Yazılım Tic. Ltd. Şti. adına Ömer Faruk KAHRAMAN
Owner
On behalf of Leges Yazılım Trd. Ltd. Co. Ömer Faruk KAHRAMAN
Genel Yayın Yönetmeni / Editör
Doç. Dr. Betül KARAGÖZ YERDELEN
Editor in Chief
Assoc. Prof. Betül KARAGÖZ YERDELEN
Editör Yardımcıları / Assistant Editors
Doç. Dr. / Assoc. Prof. Şirin DİLLİ
Yrd. Doç. Dr. / Assist. Prof. Kemal ÇİFTÇİ
Yrd. Doç. Dr. / Assist. Prof. Kubilayhan ERMAN
Dr. Cem FERİDUNOĞLU
Dr. Hasan Can MİROĞLU
Yayın Danışma Kurulu / Advisory Board
Prof. Dr. Selçuk DUMAN
Prof. Dr. Sadık Rıdvan KARLUK
Prof. Dr. Philomina OKEKE
Prof. Dr. Michael PALMER
Prof. Dr. Yuriy Dmitriyevich PETROV
Prof. Dr. Turgay UZUN
Doç. Dr. Nail ALKAN
Doç. Dr. Derya ALTUNBAŞ
Doç. Dr. Şahin BAĞIROV
Doç. Dr. Laurence CORROY
Doç. Dr. Yalçın SARIKAYA
Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Yayın Kurulu / Editorial Board
Doç. Dr. Ali Ata YİĞİT
Doç. Dr. Ranetta GAFAROVA
Doç. Dr. Selda ÜNSAR
Yrd. Doç. Dr. İlke BEZEN AYDOĞDU
Yrd. Doç. Dr. Berker BANK
Yrd. Doç. Dr. Abbas KARAAĞAÇLI
Yrd. Doç. Dr. Kutay ÜSTÜN
Yrd. Doç. Dr. Gönül OĞUZ
Yrd. Doç. Dr. Cenk ÖZGEN
Yrd. Doç. Dr. Tunca ÖZGİŞİ
2
OCAK 2015
Koordinatör Editör / Coordinator Editor
Uzman Gül SARIKAYA
Kitap Değerlendirme Editörü/ Book Review Editor
Arş. Gör. Tolga ÇİKRIKCİ
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü / Responsible Editor-in-Chief
Ömer Faruk KAHRAMAN
Redaktör / Redactor
Yrd. Doç. Dr. Nazım KURUCA
Öğrt. Uğur ÖZDEMİR
İngilizce Editörleri / English Language Editors
Dr. Hasan Can MİROĞLU
Okutman Öznur GÜLER
Öğrt. Neslihan MEMİŞ
Rusça Editörleri / Russian Language Editors
Doç. Dr. Ranetta GAFAROVA
Doç. Dr. Ludmila I. EGOROVA
E. Dnz. Kur. Alb. Adnan YAŞAR
Uz. Adem USTA
İbragim KHASANOV
Dergi Asistanları / Journal Assistants
Erkan KARA
Vugar SAVZALİYEV
Yönetim Merkezi / Editorial Office
Sümer Mahallesi 29/5 Sokağı No: 2
Nur Apt. Kat: 4 Daire: 11
Zeytinburnu – İSTANBUL TÜRKİYE
Tel : (0 212) 547 60 80
Faks : (0 212) 547 60 82
web: www.leges.com.tr
E-posta: [email protected]
YIL: (5) 1 – SAYI: 13
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Editör e-posta: [email protected]
ve [email protected]
Tasarım&Baskı / Design&Printed by
Yıldız Matbaacılık ve Baskı Sistemleri
Ziya Gökalp Mah. 42/4 Sokağı No: 18/2
Zeytinburnu – İSTANBUL
Tel: (0 212) 558 01 05 – 416 09 39
Abonelik
[email protected]
Yurt içi (Yıllık) : 160 TL
Öğretim üyesi ve öğretmenlere % 15, öğrencilere %25 indirimlidir
Yurt dışı (Yıllık) : 180 ABD Doları
Subscription
[email protected]
Domestic - yearly(annual): 160 TL
Discount for students %25 for teachers and faculty members %15
Abroad – yearly (annual): 180 ABD Dollars
Kapak Tasarım / Cover Design: Muhittin KELEK
Kapak Logosu / Kartal motifli Hun Tacı
Dizgi Tasarım / Composition: Muhamet GÜRLEK
Basım Yeri / Place of Publication: İSTANBUL
Basım Tarihi / Publication Date: 06. 01. 2015
4
OCAK 2015
Leges Siyaset Bilimi Dergisi’nin ortaya çıkmasındaki
bilimsel katkılarından dolayı TÜBİTAK’a teşekkür ederiz.
We thank TUBITAK for their scientific contributions to
establish the Journal of Leges Political Science.
Журнал Leges Политические науки приносит
благодарность за научную поддержку TÜBİTAK.
* LEGES:
“Meclis onayı almamış hukuk kuralları, kanun hükmünde kararname
/ decree law”
** Bu derginin tüm yayın hakları Leges Yazılım Tic. Ltd. Şti.’ne aittir.
Her hakkı saklıdır. Alıntılarda kaynak göstermek zorunludur.
** All publishing rights of this journal belongs to Leges Software Trade.
Ltd. Co. . All rights reserved. You will need to quote the source.
** Журнал Leges сохраняет все права и несет отвественность
за содержание опубликованных материалов. Сохраняет все права.
Необходимо указывать использованные источники.
YIL: (5) 1 – SAYI: 15
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ
2010 yılından beri yayınlanmakta olan Hukuk-yoğun Leges
Hukuk Dergisi’nden ayrılarak, Siyaset-yoğun dergi biçiminde yeniden
oluşturulmuş ve bu alana ilişkin akademik yayın ihtiyacını karşılayacak
bilimsel birikime katkı sağlamak üzere tasarlanmış uluslararası hakemli
bir dergidir. Makaleler Türkçe ve İngilizce’dir, ayrıca her makalenin
Rusça özetine yer verilmektedir.
Leges Siyaset Bilimi Dergisi’nde, “Siyasal Bilimler” ekseninde
sorgulanıp ifade edilen Siyaset Bilimi, Uluslararası İlişkiler, Kamu
Yönetimi, Ulusal Güvenlik ve Savunma Bilimleri, Hukuk, EkonomiPolitik, İletişim, Tarih, Kültür, Sosyoloji, Antropoloji, Eğitim, Felsefe,
Din, Etik, Estetik ve Sanat gibi alanlardaki kuramsal çalışmalara ve
uygulama analizleri sunan değerlendirmelere yer verilmektedir.
THE JOURNAL OF LEGES POLITICAL SCIENCE
is born from the Journal of Leges Law which has been published
since 2010. As an international refereed journal, it has a special focus
on Political Science. Differently from the law-intensive the Journal of
Leges Law it targets to fullfill the needs of academic publications in
this area. The articles are Turkish and English, Russian summary is also
inclued in each article. The Journal of Leges Political Science embraces all questions
related to ‘Political Sciences’ in the field of Political Science,
International Relations, Public Administration, National Security and
Defense Studies, Law, Political Economy, Communication, History,
Culture, Sociology, Anthropology, Education, Philosophy, Religion,
Ethics, Aesthetics, Art areas and so. It condiders papers which provide
in depth theoretical work and field studies.
6
OCAK 2015
ЖУРНАЛ ПОЛИТИЧЕСКИЕ НАУКИ
Начиная с 2010 года, политический журнал Leges
самостоятельно выходит, который в свое время отделился от
правового журнала Leges. Рецензируемый формат политического
журнала издается в целях необходимости академических
публикаций и предназначен для развития научных знаний в этой
области. Статьи публикуются на турецком и английском языках,
также представлены аннотации на русском языке.
В
научно-политическом
журнале
Leges
раздел
«Политические науки» широко представлен комплексными
исследованиями и оценки апробируемых работ в области
политики, международного сотрудничества, административнообщественного права, национальной защиты и обороны,
юрисприденции,
политико-экогомического поля, истории,
культуры, социологии, образования, антропологии, философии,
религоведении, этики, эстетики и искусства.
YIL: (5) 1 – SAYI: 17
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
DANIŞMA KURULU / CONSULTANT BOARD /
ОНСУЛЬТАЦИОННЫЙ СОВЕТ
Prof. Dr. Walter ANDREWS
Washington Üniversitesi
Prof. Dr. S. Saygın EYÜPGİLLER
Işık Üniversitesi
Prof. Dr. Ramazan AKTAŞ
Prof. Dr. Ahmet GÜRBÜZ
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Bingöl Üniversitesi
Prof. Dr. Ozan BAHAR
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Prof. Dr. Vladimir BELYAKOV
Rusya Bilimler Akademisi
Prof. Dr. Yılmaz BİNGÖL
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Prof. Dr. Uwe BLAESİNG
Leiden Üniversitesi
Prof. Dr. Valerij BOVTUN
Altay Devlet Teknik Üniversitesi
Prof. Dr. Bernt BRENDEMEON
Oslo Üniversitesi
Prof. Dr. Kıymet ÇALIYURT
Trakya Üniversitesi Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Selçuk DUMAN
Giresun Üniversitesi
Prof. Dr. Bravina Rozalia
INNOKENTYEVNA
SAHA Cumhuriyeti Bilimler Akademisi
Prof. Dr. Mehmet KARAGÜL
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi
Prof. Dr. Yusuf KARAKILÇIK
İnönü Üniversitesi
Prof. Dr. Şükrü KARATEPE
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Prof. Dr. Sadık Rıdvan KARLUK
Turgut Özal Üniversitesi
Prof. Dr. Ali KAYA
Nuh Naci Yazgan Üniversitesi
Prof. Dr. Turhan KORKMAZ
Mersin Üniversitesi
Prof. Dr. Atabey KILIÇ
Nuh Naci Yazgan Üniversitesi
Prof. Dr. Metin Kamil ERCAN
Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Stale KNUDSEN
Bergen Üniversitesi
Prof. Dr. Oğuz ESEN
İzmir Ekonomi Üniversitesi
Prof. Dr. Philomina OKEKE
Kanada Alberta Üniversitesi
8
OCAK 2015
Prof. Dr. Mustafa ÖZER
Anadolu Üniversitesi
Prof. Dr. Mehmet YÜCE
Uludağ Üniversitesi
Prof. Dr. Hüseyin ÖZGÜR
Pamukkale Üniversitesi
Doç. Dr. Bülent AÇMA
Anadolu Üniversitesi
Prof. Dr. Turgut ÖZKAN
Beykent Üniversitesi
Doç. Dr. Mustafa Nail ALKAN
Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Bekir PARLAK
Uludağ Üniversitesi
Doç. Dr. Derya ALTUNBAŞ
Ardahan Üniversitesi
Prof. Dr. Yuriy Dmitriyevich PETROV
Rusya Bilimler Akademisi
Doç. Dr. Şahin BAĞIROV
Azerbaycan Milli İlimler Akademisi
Prof. Dr. Erkan POYRAZ
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Doç. Dr. Dilek BAYBORA
Anadolu Üniversitesi
Prof. Dr. Martha RAMPTON
ABD Pasifik Üniversitesi
Doç. Dr. Laurence CORROY
Sorbonne Üniversitesi
Prof. Dr. Metin SABAN
Bartın Üniversitesi
Doç. Dr. Şaban ÇELİK
Yaşar Üniversitesi
Prof. Dr. Coşkun SAN
Ankara Üniversitesi
Doç. Dr. Fatih DEMİRCİ
Dumlupınar Üniversitesi
Prof. Dr. N. Tolga SARUÇ
Sakarya Üniversitesi
Doç. Dr. Şirin DİLLİ
Giresun Üniversitesi
Prof. Dr. Almagul SARYMSAKOVA
Kazakistan Amerikan Üniversitesi
Doç. Dr. Ali Ata YİĞİT
Giresun Üniversitesi
Prof. Dr. Seval SELİMOĞLU
Anadolu Üniversitesi
Doç. Dr. Ali Serdar ERDURMAZ
Hasan Kalyoncu Üniversitesi
Prof. Dr. Şule TOKTAŞ
Kadir Has Üniversitesi
Doç. Dr. Birol ERKAN
Kilis 7 Aralık Üniversitesi
Prof. Dr. Turgay UZUN
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Doç. Dr. İlhan EROĞLU
Gaziosmanpaşa Üniversitesi
Prof. Dr. Rasim YILMAZ
Namık Kemal Üniversitesi
Doç. Dr. İrfan ERTUĞRUL
Pamukkale Üniversitesi
YIL: (5) 1 – SAYI: 19
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Doç. Dr. Ranetta GAFAROVA
Ardahan Üniversitesi
Doç. Dr. Ayhan GENÇLER
Trakya Üniversitesi
Doç. Dr. Ahmet KARADAĞ
İnönü Üniversitesi
Doç. Dr. Murat KAYIKÇI
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi
Doç. Dr. Selçuk KENDİRLİ
Hitit Üniversitesi
Doç. Dr. Fatma KOCABAŞ
Anadolu Üniversitesi
Doç. Dr. Pervane MAMMEDLİ
Azerbaycan Avrasya Üniversitesi
Doç. Dr. Engin ÖNER
Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Doç. Dr. Ferhat Başkan ÖZGEN
Adnan Menderes Üniversitesi
Doç. Dr. Uğur ÖZGÖKER
İstanbul Arel Üniversitesi
Doç. Dr. Mehmet ÖZMEN
Çukurova Üniversitesi
Doç. Dr. Yalçın SARIKAYA
Giresun Üniversitesi
Doç. Dr. Soyalp TAMÇELİK
Gazi Üniversitesi
Doç. Dr. Ahmet Tolga TÜRKER
İstanbul Arel Üniversitesi
Doç. Dr. Ahmet YATKIN
Fırat Üniversitesi
Doç. Dr. Mehtap YEŞİLORMAN
Fırat Üniversitesi
10 Doç. Dr. Pınar M. YELSALI
PARMAKSIZ
Ankara Üniversitesi
Doç. Dr. Hasan HüseyinYILDIRIM
Hacettepe Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. İlke Bezen AYDOĞDU
Fırat Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Berker BANK
Yrd. Doç. Dr. Kemal ÇİFTÇİ
Giresun Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Kubilayhan ERMAN
Giresun Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Kurtuluş Yılmaz GENÇ
Giresun Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Zeynep KAYA
Gedik Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Nazım KURUCA
Giresun Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Gönül OĞUZ
Giresun Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Cenk ÖZGEN
Giresun Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ
Yeditepe Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Giresun Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Kutay ÜSTÜN
Ardahan Üniversitesi
Dr. İsmail Cem FERİDUNOĞLU
Dr. Hasan Can MİROĞLU
OCAK 2015
HAKEM KURULU / REFEREES BOARD /
РЕДАКЦИОННЫЙ СОВЕТ
Prof. Dr. Walter ANDREWS
Prof. Dr. Recep AKCAN
Prof. Dr. Bernt BRENDEMEON
Prof. Dr. Mesut ÇAPA
Prof. Dr. Sadık Rıdvan KARLUK
Prof. Dr. Akın MARŞAP
Prof. Dr. Mustafa ORAL
Prof. Dr. Almagul SARYMSAKOVA
Prof. Dr. Yuriy Dimitriyevich PETROV
Prof. Dr. Şule TOKTAŞ
Doç. Dr. Müslüm AKINCI
Doç. Dr. Mustafa Nail ALKAN
Doç. Dr. Derya ALTUNBAŞ
Doç. Dr. Fatih DEMİRCİ
Doç. Dr. Şirin DİLLİ
Doç. Dr. Ayşe ÖZCAN
Doç. Dr. Yalçın SARIKAYA
Doç. Dr. Ali Ata YİĞİT
Yrd. Doç. Dr. İlke BEZEN AYDOĞDU
Yrd. Doç. Dr. Kemal ÇİFTÇİ
Yrd. Doç. Dr. Kubilayhan ERMAN
Yrd. Doç. Dr. Abbas KARAAĞAÇLI
Yrd. Doç.Dr. Zeynep KAYA
Yrd. Doç. Dr.Gönül OĞUZ
Yrd. Doç. Dr. Cenk ÖZGEN
Yrd. Doç. Dr. Tunca ÖZGİŞİ
Yrd. Doç. Dr. Filiz TEPECİK
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Yrd. Doç. Dr. Alper UYUMAZ
YIL: (5) 1 – SAYI: 111
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
12 OCAK 2015
İÇİNDEKİLER
Editörden Merhaba
Betül KARAGÖZ YERDELEN.................................................
19
Aggression Crime Regarding the Rome Statute:
A Jus ad Bellum Perspective
Emre TURKUT...........................................................................
27
İnsancıl Hukuk İlkeleri Kapsamında Kosova Sorunu ve
NATO’nun “İnsancıl” Müdahalesi
Arda ÖZKAN..............................................................................
47
Çelik Harekâtı Üzerine Hukuki ve Askeri Bir Analiz
Cenk ÖZGEN..............................................................................
71
Gelişmişlik, Azgelişmişlik ve “Kronik Yolsuzluk”:
Kavramsal Bir Ele-Alış
Ernur GENÇ...............................................................................
91
Sovyet ve Post-Sovyet Azerbaycan’da Siyasi Elitin Oluşması
Şahin BAĞIROV......................................................................... 117
Patrimonyal Yeniden-Dağıtımcı (Redistributive) Yapıdan,
Rasyonel-Yasal (Rational-Legal) Yapıya Geçiş
Seda ÜNSAR............................................................................... 137
YIL: (5) 1 – SAYI: 113
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Tarihsel Gelişim Seyri Bakımından “Arap Baharı”nı
Konumlandırmak: Devrim mi Karşı-Devrim mi?
Kemal ÇİFTÇİ............................................................................ 153
Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Siyasi ve Toplumsal Dönüşümün
Ekseni: Çağdaşlaşma Vurguları
Tunca ÖZGİŞİ............................................................................. 185
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Kadına Yönelik Şiddetle
Mücadelenin Tarihi
Cemile ARIKOĞLU ÜNDÜCÜ................................................. 209
Avrupa Birliği’nin Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Stratejileri
ve Türkiye
Yeliz YAZAN................................................................................ 235
Marketing of Consumption Ideology via Social Media
Ece ÜNÜR....................................................................................255
Kitap Değerlendirmesi 1: “Küresel Politikada Yükselen Afrika”
Menekşe SÖZBİLİR................................................................... 281
Kitap Değerlendirmesi 2: “Türk Milli Mücadelesinin Gizli
Cephesi Afganistan”
Cenk ÖZGEN.............................................................................. 287
Makale Yayın İlkeleri.................................................................. 293
14 OCAK 2015
CONTENTS
Words From The Editor
Betül KARAGÖZ YERDELEN . ........................................................
21
Crime regarding the Rome Statute: A Jus ad Bellum Perspective..........
Emre TURKUT.....................................................................................
27
Kosova Issue and ‘Humanitarian’ Intervention of NATO in Terms of
Humanitarian Law Principles
Arda ÖZKAN........................................................................................
47
A Legal and Military Analysis on Operation Çelik
Cenk ÖZGEN........................................................................................
71
Development, Underdevelopment and “Chronic Corruption”:
A Conceptual Threat
Ernur GENÇ.........................................................................................
91
The Formation of Political Elite in Soviet and Post-Soviet Azerbaijan.. Şahin BAĞIROV................................................................................... 117
Transition From A Patrimonial-Redistributive Structure to
A Rational-Legal Structure
Seda ÜNSAR......................................................................................... 137
YIL: (5) 1 – SAYI: 115
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Positioning the “Arab Spring” in Terms of Historical Development Course: A
Revolution or Counter-Revolution?
Kemal ÇİFTÇİ...................................................................................... 153
Political and Social Transformation’s Axis in the First Years of the Turkish
Republic: Modernization Highlights
Tunca ÖZGİŞİ....................................................................................... 185
An Overview of Debates on Violence Against Women in the Turkish
Grand National Assembly
Cemile ARIKOĞLU ÜNDÜCÜ........................................................... 209
European Union Gender Equality Strategies and Turkey
Yeliz YAZAN.......................................................................................... 235
Marketing of Consumption Ideology via Social Media
Ece ÜNÜR..............................................................................................255
Book Review 1: “Emerging Africa in Global Policy”
Menekşe SÖZBİLİR............................................................................. 281
Book Review 2: “The Secret Front of Turkish National Struggle: Afganistan”
Cenk ÖZGEN........................................................................................ 287
Publication Rules.................................................................................. 299
16 OCAK 2015
СОДЕРЖАНИЕ
От Издателя
Бетюль КАРАГЁЗ ЕРДЕЛЕН ...........................................................
23
Агрессия преступности в отношении Римского Статута:
перспектива «Jus Ad Bellum»
Эмре ТУРКУТ......................................................................................
27
Проблемы Косово в контексте принципов гуманитарных прав и
‘Гуманитарное’ вмешательство НАТО
Арда ОЗКАН .......................................................................................
Военно-правовой анализ “Операции Стали”
Дженк ОЗГЕН .....................................................................................
47
71
Развитость, низкий уровень развитости и «хроническая коррупция»:
концептуальный обзор
Эрнур ГЕНЧ.........................................................................................
91
Формирование политической элиты в советском и постсоветском
Азербайджане
Шахинь БАГИРОВ............................................................................. 117
Переход возрождающей перераспределительно-институциональной
структуры на
рационально-правовую и производительную (незаконченную)
структуру...............................................................................................
Седа УНСАР......................................................................................... 137
Обзор исторического хода событий “Арабской Весны”: революция или
контрреволюция?
Кемаль ЧИФТЧИ................................................................................ 153
YIL: (5) 1 – SAYI: 117
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Ось политических и общественных трансформаций в первые
годы Турецкой
Республики : акценты модернизации
Тунджа ОЗГИШИ............................................................................... 185
История борьбы с насилием в отношении женщин в Великом
Национальном Собрании Турции
Джемиле АРЫКОГЛУ УНДЮДЖЮ............................................... 209
Вопросы гендерного равенства: стратегии Европейского
Союза и Турция..................................................................................
Елиз ЯЗАН............................................................................................ 235
Маркетинг (исследования) потребительской идеологии
с помощью средств массовой информации
Эдже УНЮРЬ....................................................................................... 255
Рецензия на Книгу 1: “Развивающаяся Африка в глобальной политике” Издательский Сойальп ТАМЧЕЛИК
Менекше СЁЗБИЛИРЬ...................................................................... 281
Рецензия на КНИГУ 2: “Афганистан – Тайный Фронт Турецкой
Национальной Борьбы”
Автор Кубилайхан ЭРЬМАН
Дженк ОЗГЕН ..................................................................................... 287
Требования к публикациям.............................................................. 293
18 OCAK 2015
EDİTÖRDEN MERHABA,
Değerli Okurlarımız,
Leges Siyaset Bilimi Dergisi’nin ilk sayısı ile karşınızda olmanın
heyecanı ve sevinci içindeyiz. Uluslararası hakemli bir dergi olarak
yayın hayatına başlayan Leges Siyaset Bilimi Dergisi, bu ilk sayısında
önemli konuları, geniş bir yazar kadrosu ile ele almaktadır.
İKİNCİ sayımız ise konulu, tematik bir sayı olacaktır: Kadın,
Devlet ve Siyaset. Ön-makalelerin son kabul tarihi 15 Nisan 2015’tir.
Burada belirtmek isteriz ki, Leges Siyaset Bilimi Dergisi, henüz
ilk sayısıyla yayın hayatına başlamış olmasına karşın, arkasında beş
yıllık Leges Hukuk Dergisi’nin deneyimi ve birikimi bulunmaktadır. Bu
birikim, dergimize bilimsel kalite ve güven olarak yansımaktadır. İkinci
sayımızda olduğu gibi, bundan sonraki dönemlerde de, zaman zaman
konulu özel sayılarımız olacaktır. Ancak genel olarak dergimizde
Siyaset Bilimi ve Siyasal Bilimlerdeki geniş bilimsel yelpazenin farklı
alanlarına ilişkin, akademik derinliği olan ve hakem incelemesinden
geçen yazılara yer verilecektir.
Bu bağlamda, ÜÇÜNCÜ sayımız konulu bir sayı olmayacaktır.
Üçüncü sayımız için Siyasal Bilimlerin bütün alanlarından gelecek,
yayın ilkelerimize uyan nitelikli yazıların kabulü ve değerlendirme
süreci şimdiden başlamıştır. Yazı kabul süreci 15 Ağustos 2015’te sona
erecektir.
YIL: (5) 1 – SAYI: 119
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
DÖRDÜNCÜ sayımızda, “Dünyadaki Yurttaşlık ve Sınıraşan
Soy-Kimlik Sorunları” incelenecektir ve en son makale kabul tarihi 15
Aralık 2015’tir.
Kardeş dergimiz olan yine uluslararası hakemli Leges Sosyal
Bilimler Dergisi ile birlikte, Siyasal ve Sosyal Bilimler alanında ‘Özellikli
Bilgi’ kaynağı olabilecek değerli katkılarınızı, kitap tanıtımlarınızı,
vaka takdimlerinizi, yorum, eleştiri ve önerilerinizi bekliyor, sizlerle
buluşmaktan mutluluk duyuyoruz. Dünya değer zincirine hep birlikte
eklenmenin hazzını hissediyoruz.
Saygılarımızla.
Doç. Dr. Betül KARAGÖZ YERDELEN
20 OCAK 2015
WORDS FROM THE EDITOR,
Dear Readers,
It is a great pleasure for us to publish the Journal of Leges Political
Science’s first issue. The Journal of Leges Political Science has been
issued as an international refereed journal with a large team of authors
from its very first issue.
If this first issue covers a large range of topics, our SECOND issue
will be dealt about “Women, State and Politics”. Article admissions
period will end on April 15, 2015.
It must be stated here that even though Leges Journal of Political
Science publishes its first issue, it has five years of experience and
knowledge coming from the Journal of Leges Law. Without doubt
this accumulation reflects positively as scientific quality as well as a
valuable experience to our journal. As with our second issue, we will be
publishing special issues from time to time in the future. But in general,
we are an international peer reviewed journal welcoming articles with
academic depth in the field of Political Sciences.
Therefore, the THIRD issue will have no thematic restrictions. The
evaluation process matching our publication criteria has begun. Article
admissions period will end on August 15, 2015.
YIL: (5) 1 – SAYI: 121
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Our FOURTH issue will focus on “Citizenship and Transboundary
Identity Matters in the World”. We accept articles till December 15,
2015.
Together with our fellow The Journal of Leges Social Sciences, we
look forward to your valuable contributions such as book reviews, case
studies, scientific essays and critics. Any remarks and suggestions are
welcome since we all wish to add a value to the world of knowledge.
Best Regards,
Assoc. Prof. Betül KARAGÖZ YERDELEN
22 OCAK 2015
ОТ ИЗДАТЕЛЯ
Дорогие читатели!
Мы хотели бы с Вами поделиться своей радостью и глубоким
волнением с выходом первого номера жyрнала Leges «Политические
науки». Международная редакционная комиссия журнала
Leges «Политические науки» в первом номере представлена
профессионально авторитеными учеными и рассматриваются
важные вопросы в науке.
Во втором номере будут раскрыты такие темы и вопросы как:
женщина, государство и политика. Последний день приема Онлайн
статьи 15 апреля 2015 года.
Следует отметить, что хотя журнал Leges «Политические
науки» еще не начал публиковать свою деятельность, но постепенно
в течение пяти лет формировался и апробировался в журнале Leges
Право.
Такая локализация позволила журналу состояться как
профессионально научному и заслужить доверие. ВТОРОЕ издание
и последующие номера будут придерживаться этих критериев, а со
временем будут издаваться в специальном номере журнала. Таким
образом, в журнал будут включены многоаспектные исследования
различных научных направлений в области политологии и
политических наук, а также будут даны досканальные научноэкспертные оценки.
YIL: (5) 1 – SAYI: 123
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Этто связано с ТРЕТИМ номером журнала. Для третьего
номера уже формируются материалы в области политических
наук, которые характеризуются научностью и достоверностью.
Срок подачи статьи до 15 августа 2015 года.
В ЧЕТВЕРТОМ номере раскрывает проблемы «Гражданство
и вопросы приграничной зоны: документы, удостоверения». Срок
подачи материалов 15 декабря 2015 год.
В рамках дружественного партнера международной
редакционной коллегии журнала Leges Социальные науки, мы
готовы принять ваши комментарии, критику и предложения,
которые внесут бесценный вклад в области политики и социологии,
как издания отдельной книги «Узкоспециальные знания». Мы
надеемся, что это будет своеобразной ценной цепочкой нашего
объединения.
С уважением,
Доцент, доктор Бетюл Карагёз Ерделен
24 OCAK 2015
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ
THE JOURNAL OF LEGES POLITICAL SCIENCE
ЖУРНАЛ ПОЛИТИЧЕСКИЕ НАУКИ
GELECEK SAYI / NEXT ISSUE
ÖZEL SAYI: KADIN, DEVLET ve SİYASET
SAYI EDİTÖRLERİ:
DOÇ. DR. ŞİRİN DİLLİ ve DOÇ. DR. RANETTA GAFAROVA
SPECIAL ISSUE: WOMEN, STATE and POLITICS
ISSUE EDITORS:
ASSOC. PROF. ŞİRİN DİLLİ and ASSOC. PROF. RANETTA GAFAROVA
СПЕЦИАЛЬНЫЙ НОМЕР: ЖЕНЩИНА, ГОСУДАРСТВО И
ПОЛИТИКА
РЕДАКТОРЫ НОМЕРА:
ДОЦЕНТ, ДОКТОР ШИРИН ДИЛЛИ
ДОЦЕНТ, ДОКТОР РАНЕТТА ГАФАРОВА
Yazı kabul süreci 15 Nisan 2015’de sona erecektir.
Article admissions period will end on April 15, 2015.
Срок приема 15 апреля 2015 года.
[email protected]
[email protected]
YIL: (5) 1 – SAYI: 125
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Sevimbike Han (Süyümbike Hatun) 1516 - 1554
KAZAN HÜKÜMDARI
26 OCAK 2015
CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE:
A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE*
**
Emre TURKUT
It is not peace which was natural and primitive and old, but rather war.
War appears to be as old as mankind, but peace is a modern invention.1
ROMA STATÜSÜNDE SALDIRI SUÇU: BİR JUS AD BELLUM
PERSPEKTİFİ
Özet
2010 yılında, Kampala Konferansı’ndaki delegeler, saldırganlık suçunun,
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) yetkisine dâhil edilmesi hususunda,
saldırganlık kavramının yüksek derecede politik tabiatı dolayısıyla, güçlü
muhalefetlerle karşılaştılar. Bu tablo, gerçekten de, saldırganlık kavramının
tanımı üzerine yoğun düşünce farklılıklarını kanıtlamaktadır. Kuvvet kullanma
yasağının her türlü ciddi ihlali, jus ad bellum kapsamında saldırganlık oluşturur.
Bununla birlikte, Roma Statüsü, jus ad bellum’da olan tanımdan daha dar bir
tanım getirmiş, bunun sonucunda uluslararası sorumluluk için daha yüksek bir
sınır öngörmüştür. Dar bir saldırganlık tanımı yaratmak UCM’nin amaçları
bağlamında anlaşılabilir ve ikna edici görünse de, bu yaklaşımın jus ad
bellum kavramının etkisini azaltma potansiyeli vardır. Bundan dolayı, bu
makale uluslararası ceza hukukundaki saldırganlık fenomenini analiz etmeyi
*
**
1
This paper was presented at the 4th International Public Law Conference (IPLC) organised by the International Association of IT Lawyers, held in Lisbon, Portugal on 15-17
October 2014.
Research Assistant at Turgut Ozal University, Law School, Public International Law
Department, [email protected]
Sir Henry Sumner Maine, International Law (London 1888) 8 cited in Majid Khadduri,
War and Peace in the Law of Islam (first published 1955, The Lawbook Exchange, Ltd.,
Clark-New Jersey, 2006) 72
YIL: (5) 1 – SAYI: 127
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
amaçlamaktadır. Bilhassa, saldırganlık kavramının tarihsel arka planıyla yola
çıkmakta ve Roma Statüsü’ndeki saldırganlık suçu ile jus ad bellum’daki
saldırganlık konsepti arasındaki bağlantıyı sorgulayarak, saldırganlık
kavramının tanımını incelemektedir. Bu anlamda, yakın gelecekteki başarılı
UCM kovuşturmaları adına bazı problem ve görünmez tehlikeleri görünür
kılmayı amaçlamaktadır.
Anahtar kelimeler: Saldırganlık, UCM, Roma Statüsü, Kampala
Konferansı, Jus Ad Bellum.
CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE:
A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE
Abstract
In 2000, the delegates to Kampala Review Conference confronted
strong oppositions to include the aggression within the jurisdiction of the
International Criminal Court due to the highly political nature of the concept
of ‘aggression’ itself. This picture, indeed, proves the intense differences of
opinions about the definition of aggression. Under the jus ad bellum, any
serious violation of the prohibition on the use of force constitutes aggression.
However, the Rome Statute of the ICC provides a much narrower definition
than the one within the jus ad bellum, and thus, a higher threshold for the
international responsibility. Creating a narrower definition is understandable
and convincing for the purposes of the ICC; however this approach has a
potential to dilute the jus ad bellum. Therefore, at the outset, this paper aims to
critically analyse the phenomenon of aggression in international criminal law.
It particularly starts with searching the historical background of aggression,
and then examines the definition of aggression under the Rome Statute as
pointing the correlation between the crime of aggression under Rome Statute
and the concept of aggression within jus ad bellum. In this way, it tries to show
some problems and pitfalls regarding the forthcoming successful prosecutions
of the ICC.
Key words: Aggression, ICC, Rome Statute, Kampala Conference, Jus
Ad Bellum.
28 OCAK 2015
CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE
ПРЕСТУПЛЕНИЕ АГРЕССИИ В РИМСКОМ СТАТУТЕ:
ПЕРСПЕКТИВА JUS AD BELLUM
Аннотация
В 2010 году делегаты на Кампальской конференции столкнулись с
сильной оппозицией по поводу включения агрессии под юрисдикцию
Международного уголовного суда, из-за крайне политического
характера данного термина. Эта картина доказывает существование
широких различий в мнениях об определении агрессии. Под jus ad
bellum любое серьезное нарушение запрета на применение силы и
считается агрессией. Однако Римский статут МУС обеспечивает гораздо
более узкое определение, чем в jus ad bellum, и, таким образом, более
высокий порог для международной ответственности. Создание более
узкого определения - это понятные и убедительные для целей МУС,
однако, этот подход может снизить потенциал силы jus ad bellum.
Поэтому эта статья направлена на то, чтобы проанализировать феномен
агрессии в международном уголовном праве. И в частности, начинается
с поиска исторических предпосылок агрессии, а затем рассматривает
определение агрессии согласно Римскому статуту, как указывающую
корреляцию между преступлением агрессии в соответствии с Римским
статутом и понятием агрессии в рамках jus ad bellum. Таким образом,
в статье предпринята попытка раскрыть некоторые проблемы и так
называемые «подводные камни», касающиеся предстоящих успешных
преследований МУС.
Ключевые слова: Агрессия, МУС, Римский статут, Кампальская
конференция, Jus Ad Bellum.
INTRODUCTION
This paper begins unlikely in a way, with a famous quotation of Benjamin
Ferencz who made great contributions to international criminal law: “The most
important accomplishment of the Nuremberg trials was the condemnation of
illegal war-making as the supreme international crime. That great step forward
in the evolution of international humanitarian law must not be discarded or
allowed to wither. Insisting that wars cannot be prevented is a self-defeating
prophecy of doom that repudiates the rule of law. Nuremberg was a triumph
YIL: (5) 1 – SAYI: 129
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
of Reason over Power. Allowing aggression to remain unpunishable would be
a triumph of Power over Reason.”2
Ben Ferencz, a former prosecutor at Nuremberg trials has constantly
argued that the crime of aggression should be included in the Rome Statute
of International Criminal Court (hereinafter- the ICC).3 On 17 July 1998,
the Rome Statute was adopted. Following the necessary 60 ratifications, the
Statute was entered into force in 2002 and the International Criminal Court
was officially established. The Rome Statute provided a jurisdiction over the
crime of aggression; however there were no consensus on certain aspects.
Therefore, the Statute did not authorize the Court to exercise jurisdiction over
this crime until the provision defining the crime and setting out the conditions
was adopted in Kampala Review Conference in 2010.
Although in international law the prohibition on aggression is
considered a jus cogens norm, in Kampala the delegates to ICC Review
Conference confronted strong oppositions. Some delegates strongly defended
that the crime of aggression should not be incorporated within the jurisdiction
of the ICC, at all.4 Because, prosecuting such a crime will be too difficult due
to its highly political nature.
This picture, indeed, proves the intense differences of opinions about the
definition of aggression. Therefore, this paper aims to critically analyse the
phenomenon of aggression in international criminal law. It particularly starts
with searching the historical background of aggression, and then examines the
definition of aggression under the Rome Statute as pointing the correlation
between the crime of aggression under Rome Statute and the concept of
aggression within jus ad bellum. In this way, it tries to show some problems
and pitfalls regarding forthcoming successful ICC prosecutions.
2
3
4
30 Benjamin B. Ferencz, ‘Ending Impunity for the Crime of Aggression’, (2009) 41 Case
Western Reserve Journal of International Law 281, 290
As a matter of fact, the inclusion of aggression could mean a closure of a loophole.
Because in 1945 San Francisco drafting conference, a US delegate expressed clearly that
“the intention of the authors of the original text was to state in the broadest terms an
absolute all-inclusive prohibition; … there should be no loopholes.” United Nations
Conference on International Organization, Vol. 6 (UN Information Organizations, 1945)
34, 35
H.H. Koh, ‘Statement Regarding Crime of Aggression at the Resumed Eighth Session
of the Assembly of States Parties of the International Criminal Court’, 23 March 2010,
<http://usun.state.gov/briefing/statements/2010/139000.htm> accessed 24 April 2014
OCAK 2015
CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE
THE CRIME OF AGGRESSION: A BRIEF HISTORICAL REVIEW
FROM PEACE OF WESTPHALIA TO KAMPALA
International community has had a major concern of ending conflicts and
maintaining peace since The Peace of Westphalia in 1648. The series of treaties
which gave rise modern international law and a new political order placing
sovereign state system in its centre, provided that states must try to resolve
problems peacefully.5 However, the first attempt to entrench the individual
accountability for engaging in aggression was the trial of German Kaiser by a
special tribunal provided in Article 27 of the Versailles Treaty for “a supreme
offence against international morality and the sanctity of treaties.”6
Although the Covenant of League of Nations condemned the ‘external
aggression’ for the first time in 19197; under international law, prohibiting
states from engaging in aggression came only true with the adoption of
Kellogg-Briand Peace Pact in 1928.8 The pact did not give a definition of
aggression or even used the particular term, but condemned “recourse to war
for the solution of international controversies.”9 Furthermore, the pact did
not provide the provisions of criminal accountability for individuals10, but this
became possible by the judges of Nuremberg who relied on the premise that
a war of aggression had been a crime under international law since KelloggBriand Pact.
Aggression has been prosecuted as an international crime of individuals by
the Nuremberg and Tokyo Tribunals as “crime against peace.”11 The crime was
defined as “planning, preparation, initiation or waging of a war of aggression,
or a war in violation of international treaties, agreements or assurances, or
participation in a common plan or conspiracy for the accomplishment of any
5
6
7
8
9
10
11
M.E. O’Connell, International Law and the Use of Force: Cases and Materials (2nd edn.,
Foundation Press, 2009) 127-129
ibid, 142
ibid, 139 and R.L. Griffiths, ‘International Law, the Crime of Aggression and the Jus Ad
Bellum’, (2002) 2 International Criminal Law Review 301, 303
General Treaty for Renunciation of War as an Instrument of National Policy, 27 August
1928
ibid, article 1
Michael J. Glennon, ‘The Blank-Prose Crime of Aggression’ (2010) 35 Yale J. Int’l L. 71, 74
A. Cassese, International Criminal Law, (2nd ed. Oxford University Press, 2008) 152
YIL: (5) 1 – SAYI: 131
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
of the foregoing.”12 The Nuremberg Tribunal convicted twelve defendants and
the Tokyo Tribunal found twenty-five defendants guilty of engaging aggressive
war.13 However, judgements only focused on punishing the aggression, but
provided no provision as to how it must be defined.14
In the 1950s, International Law Commission attempted to codify a Code
of Offenses against the Peace and Security of Mankind by the authorization of
United Nations General Assembly (hereinafter- the UNGA), but difficulties to
define such a crime ended up as suspension of the ILC in 1954.15
Following unsuccessful efforts, on 14 December 1974 the UNGA
adopted a resolution on aggression.16 Significantly, Resolution 3314 provided
a definition of act of aggression17, but, “no explicit reference to individual
criminal responsibility.”18 However, Resolution 3314 played an important
role in the subsequent efforts to codify the crime of aggression and served
as “the backbone19” of Special Working Group on the Crime of Aggression
(hereinafter- SWGCA)’s proposed definition in Kampala.20
On 17 July 1998, Rome Statute was adopted21 and the Statute provided
a jurisdiction for the ICC over the crime of aggression.22 However, “the crime
of aggression was stillborn.”23 Because, the state parties could not reach
consensus on two aspects: “a) the definition of the crime and b) the conditions
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
32 Charter of the International Military Tribunal, Annex to the Agreement for the Prosecution and Punishment of the Major War Criminals of the European Axis, 8 August 1945,
Annex, 39 AJIL (1945) Suppl. 258, article 6 (a)
Glennon (n 10) 74
Andreas Paulus, ‘Second Thoughts on the Crime of Aggression’ (2009) 20.4 EJIL 1117,
1120
G.A. Res. 897 (IX), at 50, U.N. Doc A/2890 (Dec. 4, 1954)
Definition of Aggression, UN GA Res. 3314 (XXIX), UNGA OR 29th Sess., Supp. No. 31,
UN Doc A/Res/3314 (1974)
Resolution 3314 article 1: “Aggression is the use of armed force by a State against the
sovereignty, territorial integrity or political independence of another State, or in any
other manner inconsistent with the Charter of the United Nations …”
Glennon (n 10) 79
ibid
Kai Ambos, ‘The Crime of Aggression after Kampala’ (2010) 53 GYIL 463, 464
Rome Statute of the International Criminal Court, 17 July 1998, entered into force 1 July
2002, UN Doc. A/CONF. 183/9; 2187 U.N.T.S. 90
Rome Statute, article 5.
D. Scheffer, ‘The Complex Crime of Aggression under the Rome Statute’ (2010) 23 LJIL
897, 897
OCAK 2015
CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE
for the exercise of jurisdiction over it.”24 Therefore, it was decided that the
Court shall not exercise jurisdiction over the crime of aggression until further
provisions defining the crime and setting out the conditions were adopted.25
The task to work on the proposals of aggression was given initially to
the Preparatory Commission (1999-2002)26 and SWGCA (2003- 2009).27
Finally, The SWGCA’s proposal was adopted by the Assembly of State Parties
on 26 November 200928 and presented to the delegates to Kampala Review
Conference under the name of “Conference Room Paper on the Crime of
Aggression” on 25 May 2010.29
THE KAMPALA REVIEW CONFERENCE
The conference took place in Kampala, Uganda between 31 May and 11
June 2010.30 In Kampala, the delegates adopted a resolution on the crime of
aggression by consensus. The resolution amended the annexes I, II and III.31
These amendments include: “a) the definition for the crime (details a crime
and an act of aggression), b) the conditions for the exercise of jurisdiction, c)
elements of the crime and d) seven understandings on the crime of aggression
for the further prosecutions.”32
24
25
26
27
28
29
30
31
32
C. Wenaweser, ‘Reaching the Kampala Compromise on Aggression: The Chair’s
Perspective’ (2010) 23 LJIL 883, 884
Rome Statute, article 5(2).
Final Act of the United Nations Diplomatic Conference of Plenipotentiaries on the
Establishment of an International Criminal Court, UN Doc A/CONF.183/10, 17 July
1998, Annex I, Resolution F
Resolution on Continuity of Work in Respect of the Crime of Aggression, ICC-ASP/1/
Res.1, 9 September 2002
Res. ICC-ASP/8/Res.6. The proposal is annexed as appendix I to the February 2009 Report of the SWGCA (ICC-ASP/7/20/Add. 1)
RC/WGCA/1, 25 May 2010.
Review Conference of the Rome Statute, International Criminal Court, Draft Resolution
Submitted by the President of the Review Conference: The Crime of Aggression, ICC Doc
RC/10 (11 June 2010).
Review Conference Annex I: Amendments to the Rome Statute of the ICC on the Crime
of Aggression.
Annex II: Amendments to the Elements of Crimes. Annex III: Understandings Regarding
the Amendments to the Rome Statute of the ICC on the Crime of Aggression-Final
Understandings
Annex III: Final Understandings and NN Jurdi, ‘The Domestic Prosecution of the Crime
of Aggression after the International Criminal Court Review Conference: Possibilities
and Alternatives’ (2013) 14 MJIL 1, 2
YIL: (5) 1 – SAYI: 133
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
As a matter of fact, the resolution “is a decisive step in the completion
of the Rome Statute.”33Moreover, the willingness and cooperation of state
parties, especially the adoption of amendments by “a text-book example”
of consensus34, was one the most important achievements of the conference.
Therefore, the conference represents an important turning point in the
evolution of international criminal law.
DEFINING THE CRIME OF AGGRESSION
Preliminary Remarks on Jus ad Bellum
In order to understand today’s jus ad bellum; first Charter of United
Nations must be assessed. Article 2 (4) of Charter states: “All Members shall
refrain in their international relations from the threat or use of force against
the territorial integrity or political independence of any state, or in any other
manner inconsistent with the Purposes of the United Nations.”
However, there are two exceptions in the UN Charter. One exception is
found Article 39 and 42 “with respect to threats to the peace, breaches of the
peace and acts of aggression.” And another exception is provided in Article
51 of right of individual or collective self-defence. The Security Council
has extensive authority to use of force in Articles 39 and 42, but states have
limited right of individual and collective self-defence in case of an actual
armed attack, until the Security Council takes necessary measures to prevent
the threats against the peace.
Under Article 51, states have a right of individual or collective selfdefence in case of an actual attack, not any other violation of prohibition on the
use of force in Article 2(4). Therefore, it is possible to say that not all violations
constitute aggression. As a matter of law, in Nicaragua Case of 1986, the
International Court of Justice (ICJ) held that “the prohibition of armed attacks
may apply to the sending by a State of armed bands to the territory of another
State, if such an operation, because of its scale and effects, would have been
classified as an armed attack rather than as a mere frontier incident had it been
33
34
34 N. Blokker & C. Kreß, ‘A Consensus Agreement on the Crime of Aggression: Impressions
from Kampala’ (2010) 23.4 LJIL 889, 889
ibid, 891
OCAK 2015
CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE
carried out by regular armed forces.”35 Also the ICJ scales the acts of use of
force as ‘grave’ or ‘less grave’, as in the Case of Oil Platforms.36 Hence, in
the Resolution 3314, the distinction between ‘aggression’ and ‘other uses of
force’ was clearly put.37
Definition of Aggression
As above-mentioned, Resolution 3314 served as the basis of the
SWGCA’s draft amendments in Kampala. Therefore, first the definition
provided in Resolution 3314 should be discussed.
First of all, in Article 1, Resolution 3314 provides that aggression is “the
use of armed force by a State against the sovereignty, territorial integrity or
political independence of another State, or in any other manner inconsistent
with the Charter of the United Nations, as set out in this Definition.” As seen,
Article 1 defines aggression as based on Article 2(4) of the Charter, thus as a
violation of use of force. In this regard, as provided in the Article 2, “the first
use of armed force by a State in contravention of the Charter shall constitute
prima facie evidence of an act of aggression.”38 Secondly, Article 3 lists some
acts that qualify as aggression. Article 4 states that the acts are not “exhaustive
and the Security Council may determine that other acts constitute aggression
under the provisions of the Charter.”
The definition in Resolution 3314 has been criticized for not clarifying
the ambiguity of the prohibition on use of force.39 This is particularly because
of the outcome in Resolution 3314 which provides a description more than a
definition.40 Furthermore, the negotiating historical record of the definition41
proves that the resolution was not adopted “for the purpose of imposing
criminal liability”, but however “it was intended only as a political guide.”42
35
36
37
38
39
40
41
42
Military and Paramilitary Activities in and against Nicaragua (Nicaragua v. United States
of America), 27 June 1986, ICJ Reports (1986) 14, 103
Oil Platforms (Iran v. U.S.), 6 November 2003, ICJ Reports (2003) 161, 187
Definition of Aggression (n 16), paragraph 3
Definition of Aggression (n 16), Article 2
Constantine Antonopoulos, ‘Whatever Happened to Crimes against Peace?’ (2001) 6.1
Journal of Conflict and Security Law 33, 39
M.E. O’Connell & M. Niyazmatov, ‘What is Aggression? Comparing Jus ad Bellum and
the ICC Statute’ (2012) 10 Journal of International Criminal Justice 189, 194
Report of the Special Committee on the Question of Defining Aggression, UN Doc
A/C.6/SR.1471,8
October 1974, Annexes 19, 20, 22, 26, 32, 35, and 39
Glennon (n 10) 79 citing the US representatives’ remarks on the Resolution 3314
YIL: (5) 1 – SAYI: 135
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Moreover, Resolution 3314 did not provide provisions entailing
individual criminal responsibility. Article 5(2) mentions war of aggression “as
something apparently distinct from aggression.”43 The article provides that
“[a] war of aggression is a crime against international peace. Aggression gives
rise to international responsibility.”44 As seen, there is no distinction between
individual responsibility and state responsibility, even no clarity on what the
international responsibility means. Some authors have argued that Resolution
3314 entrenches individual criminal responsibility45, others have believed
that it ensures individual criminal responsibility in contact with a war of
aggression, because Article 5(2) has a reference to crime.46 The controversy,
indeed, derives from the definition itself. Briefly put, if Resolution 3314
had attempted to provide individual criminal accountability, it would have
included provisions for mens rea of the crime, such as an element of intent
concerning a potential perpetrator.47
Taken together, “within the jus ad bellum aggression is any serious
(manifest i.e.) violation of the prohibition on the use of force. A violation of
Article 2(4) of the UN Charter is a prima facie act of aggression. Acts serious
enough to trigger the Article 51 right of self-defence will constitute aggression.
There is no distinct category of ‘war of aggression’ in the jus ad bellum and,
therefore, no basis on which to establish individual criminal accountability on
something other than the jus ad bellum prohibition of aggression.”48
THE CRIME OF AGGRESSION AND THE ROME STATUTE
Rome Statute After Kampala
As in the famous statement of Nuremberg trials, “crimes are committed
by men, not by abstract entities, and only by punishing individuals who
43
44
45
46
47
48
36 ibid, 195
Definition of Aggression (n 16), Article 5(2)
Benjamin B. Ferencz, ‘The United Nations Consensus Definition of Aggression: Sieve
or Substance’, (1975) 10 Journal of International Law and Economics < http://www.
benferencz.org/index.php?id=4&article=30 > accessed 30 April 2014
J.H. Doran & B.T. van Ginkel, ‘Aggression as a Crime under International Law and the
Prosecution of Individuals by the Proposed International Criminal Court’ (1996) 43
NILR 321, 335 and I.M. Schieke, ‘Defining the Crime of Aggression’ (2001) 14 LJIL 409,
417
Doran & Ginkel (n 46) 335
O’Connell & Niyazmatov (n 40) 198
OCAK 2015
CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE
commit such crimes can the provisions of international law be enforced.”49
Significantly, Article 8bis of the Rome Statute builds its trivet on a combination
of state and individual criminal responsibility. The article distinguishes ‘acts
of aggression’ and ‘crime of aggression’.
Article 8bis defines crime of aggression as “the planning, preparation,
initiation or execution, by a person in a position effectively to exercise control
over or to direct the political or military action of a State, of an act of aggression
which, by its character, gravity and scale, constitutes a manifest violation of
the Charter of the United Nations.”50
According to Article 8bis (2), act of aggression “means the use of
armed force by a State against the sovereignty, territorial integrity or political
independence of another State, or in any other manner inconsistent with the
Charter of the United Nations.”51 Also, Article 8bis (2) lists example acts of
aggression as in Article 3 of Resolution 3314.52
The definition of crime of aggression makes an end of the ambiguity
about the individual responsibility and definitely extends it from the concept of
‘war of aggression’ to ‘acts of aggression’53, yet there are important questions.
The crime of aggression is a leadership crime; however the determination
of a high-ranking position is not based on formal criteria. In the Review
Conference, there was a considerable debate on the question of whether ‘shape
and influence’ (Nuremberg standard) or ‘control over or to direct’ should be
included in the definition, finally the latter was incorporated in the Kampala
definition. However, the question arises as to whether terrorist organizations,
49
50
51
52
53
International Military Tribunal (Nuremberg), ‘Judgment and Sentences’ (1947) 41.1 AJIL
172, 221
Amendments to the Rome Statute of the International Criminal Court on the Crime of
Aggression, Res. RC/Res.6, Annex I, 11 June 2010
ibid, article 8bis, para. 2.
Definition of Aggression (n 16), Article 3
“The Nuremberg Charter had a puzzling requirement of a “war of aggression” which
prompted the International Military Tribunal to draw a de facto distinction between the
conquests of Austria and Czechoslovakia (achieved without actual fighting) on the one
hand, and the invasions of Poland and others (achieved with considerable fighting) on the
other. The former were classified as “acts of aggression” (and not yet “criminal”), the latter
as “wars of aggression” and proscribed under the Charter. Control Council Law No. 10,
under which subsequent prosecutions were brought, had language broad enough to treat
Austria and Czechoslovakia as criminal aggressions.” cited in R.S. Clark, ‘Amendments
to the Rome Statute of the International Criminal Court Considered at the first Review
Conference on the Court, Kampala, 31 May-11 June 2010’ (2010) 2.2 GJIL 689, 698
YIL: (5) 1 – SAYI: 137
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
insurgency and liberation movements or industrialist economic leaders54 are
accountable for aggression; this is, indeed, a mystery. Also, another problem
is that how this requirement can be applied in the chain of command. There
are no formal criteria in the definition and it is entirely based on the person’s
effective position, so how far down will the persons in the chain of command
be responsible?
Obviously, not all acts of aggression induce criminal responsibility.
Only those acts, which constitute a manifest violation of the Charter by their
character, gravity and scale, give rise to the responsibility. However, it was
strongly defended that the word ‘manifest’ is unnecessary because already “…
any act of aggression would constitute a manifest violation of the Charter.”55
As some argued, it is enough to trigger the ICC’s jurisdiction.56 In fact, the
need for such an additional clause is vague. Because the ICC has already
jurisdiction over the most serious crimes of international concern57 and
aggression is the gravest violation of the prohibition on the use of force in
the UN Charter58, thus, the contribution of ‘manifest’ is quite unclear.. Also,
Paulus points out the definition of the ‘manifest’ and asks brilliantly: “[w]
hat… is obvious for one is completely obscure to the other, in particular in
international law”.59 Moreover, the reason for not adopting ‘flagrant’ instead
of ‘manifest’ would have meant to establish a very high threshold.60 Each
word raises a different concern, that’s for sure.
However, developing a narrower definition than the one within jus ad
bellum is somehow understandable for the purposes of the ICC. In fact, this
was necessary to “exclude some borderline cases”61 from the jurisdiction of
the ICC. These cases include some ‘grey areas’ of the jus ad bellum, such as
54
55
56
57
58
59
60
61
38 Nuremberg Tribunal found thirteen directors of IG Farben which was a large German
chemical company, guilty of aggression in The United States of America vs. Carl Krauch, et
al., also known as IG Farben Trial.
2009 SWGCA Report (n 27) 3 para 13
S.D. Murphy, ‘Aggression, Legitimacy and the International Criminal Court’ (2010) 20
EJIL 1147, 1151
Rome Statute, article 1.
Resolution 3314 (n 16), the Preamble
(‘clearly revealed to the eye, mind, or judgment; … obvious’) in the Oxford English
Dictionary A. Paulus, ‘Second Thoughts on the Crime of Aggression’, (2010) 20 EJIL
1117, 1121
O’Connell & Niyazmatov (n 40) 204 citing S. Barriga, ‘Against the Odds: The Result of the
Special Working Group on the Crime of Aggression’ (Farnham: Ashgate Pub, 2010)
ibid
OCAK 2015
CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE
anticipatory self-defence and humanitarian intervention.62
Especially, humanitarian intervention is a sensitive issue which caused a
great concern in the conference. Because, NATO’s humanitarian intervention
of 1999 which was led by the very leading countries of the ICC against
Serbia during the Kosovo crisis is considered as a serious violation of the
UN Charter.63 Therefore, as in the words of U.S. representative: “If Article
8bis were to be adopted as a definition, understandings would need to make
clear that those who undertake efforts to prevent war crimes, crimes against
humanity or genocide—the very crimes that the Rome Statute is designed
to deter—do not commit “manifest” violations of the U.N. Charter within
the meaning of Article 8bis.”64 In this regard, producing a new and narrower
definition for a well-functioning prosecution for the crime of aggression and
providing higher threshold for individual criminal responsibility is quite
convincing and understandable.
On the other hand, considering the purposes of the ICC, the high
threshold can be strongly defended, but one can argue that this approach has
a “potential to dilute the jus ad bellum.”65 Also, O’Connell and Niyazmatov
discuss that “creating a narrower crime of aggression than the one found in the
jus ad bellum had no precedent. At the Nuremberg and Tokyo trials, crimes
against the peace were based on the jus ad bellum of the time. The ILC in its
commentary to the Draft Code of Crimes against the Peace and Security of
Mankind took the position that individual criminal responsibility for the crime
of aggression depends on ‘a sufficiently serious violation of the prohibition
contained in Article 2(4)’ of the UN Charter.”66
However, even the wording ‘sufficiently serious’ in the authors’ argument
suggests different thresholds for the responsibility. Why is it ‘sufficiently
serious’, not only ‘serious’? Also, a state can depend on state responsibility
in the jus ad bellum, even if the act does not pass the threshold entailing
responsibility. This is to say, there can be a manifest violation of the UN
62ibid, citing R. Cryer et al., An Introduction to International Criminal Law and Procedure
(2nd edn., Cambridge University Press, 2010) 326, 327
63 M. Koskenniemi, ‘’The Lady Doth Protest Too Much’ Kosovo, and the Turn to Ethics in
International Law’, (2002) 65 The Modern Law Review 159, 175
64
Harold Koh, Statement to the Conference, 4 June 2010 <http://www.state.gov/s/l/releases/
remarks/142665.htm> accessed 30 April 2014
65 O’Connell & Niyazmatov (n 40) 201
66 ibid, 203
YIL: (5) 1 – SAYI: 139
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Charter even though the crime does not satisfy the requirements of character,
gravity and scale. Indeed, Murphy explains this aspect with comparison of
several possible examples.67 For example, a single aerial attack on a naval
vessel causing some death and property damage would lead to the breach of
article 2(4) of the UN Charter entailing State responsibility, also allows for a
response under Article 51 but not constitute a crime of aggression. Because,
it cannot pass the threshold. Second, the invasion of a State would lead to the
breach of article 2(4) of the UN Charter entailing State responsibility, and
constitute the crime of aggression entailing individual criminal responsibility.68
In this regard, one important aspect about the definition’s coherence with
the jus ad bellum is the question of whether the ICC’s jurisdiction can reach
the threats of use of force. As stated in the Article 2 (4) of the UN Charter,
within jus ad bellum, not only use of force, but also the threat to use of force
is prohibited. On the other hand, the definition of the crime of aggression
does not mention the threats in Article 8bis. So the article only refers to
actual acts of aggression. But at the same time, as stated in the Article 8bis
(1), ‘the planning’ and ‘preparation’ are within the jurisdiction of the ICC, in
other words, criminalized. So is this to say that an individual could be held
accountable for the planning and preparation only if such an act actualizes?
The doctrine thinks that this is a theoretical mismatch. For example, these are
important questions to ask: “Why is it conceptually coherent for the ICC to
regard such threats as not being criminal? Similarly, if a massive conspiracy
of senior officials to commit large-scale aggression is uncovered and thwarted
at the last minute, why should that conduct not be regarded as criminal?”69
As seen, there are controversial issues about the definition of
aggression in the Rome Statute and important questions that need to be
answered. Eventually, these problems will come out in the first aggression
prosecution in the near future. Now, it may be the time to try to solve them.
Mens Rea
Article 30 (1) of the Rome Statute reads as follows: “Unless otherwise
provided, a person shall be criminally responsible and liable for punishment
67
68
69
40 Murphy (n 56), 1153
ibid
ibid, 1152
OCAK 2015
CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE
for a crime within the jurisdiction of the Court only if the material elements
are committed with intent and knowledge.”70 The article further provides that:
“…a person has intent where:
(a) In relation to conduct, that person means to engage in the conduct;
(b) In relation to a consequence, that person means to cause that
consequence or is aware that it will occur in the ordinary course of events.”71
Nevertheless, given the interpretative guidance for mens rea of the crime
of aggression in the Amendments to the Elements of Crimes72, there is no
clarity. Particularly, as stated in Paragraph 2, “[t]here is no requirement to
prove that the perpetrator has made a legal evaluation as to whether the use
of armed force was inconsistent with the Charter of the United Nations.”
However, Paragraph 4 and Paragraph 6 of the Elements bring uncertainty
into the equation. Paragraph 4 states that “[t]he perpetrator was aware of the
factual circumstances that established that such a use of armed force was
inconsistent with the Charter of the United Nations.” According to some
authors, the paragraph refers to the inconsistency with the Charter, thus it
arguably refers to examples of act of aggression in Article 8bis (2).73 On the
other hand, Paragraph 6 of the Elements provides that “[t]he perpetrator was
aware of the factual circumstances that established such a manifest violation
of the Charter of the United Nations.”
As discussed by O’Connell and Niyazmatov, “it seems realistic to require
the Court to find that a defendant was aware of the factual circumstance that
the use of the armed force was inconsistent with the UN Charter, but it is
hard to see how the Court will be able to find a defendant was also aware
of the factual circumstances demonstrating the manifest violation of the UN
Charter.”74 For example, in the recent armed conflict between Russia and
Ukraine over Crimea, it could be doubted that the actions of Russia constituted
an act of aggression by its character, gravity and scale75, but Moscow could
argue that they took action to protect the Russian citizens in Crimea, and thus
70
71
72
73
74
75
Rome Statute, article 30(1).
ibid, art. 30(2)
Amendments to the Elements of Crimes, Annex II, RC/Res.6,11June 2010.
O’Connell & Niyazmatov (n 40) 206
ibid
Ambassador Muhamed Sacirbey, ‘Might Putin Face International Criminal Court by
Annexing Crimea?’ Huffington Post, (US, 3 October 2014) ; Kurt Willems, ‘Try Putin for
‘war crimes’? Unfortunately, not applicable’ Newsobserver, (US, 20 March 2014)
YIL: (5) 1 – SAYI: 141
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
these actions do not constitute a manifest violation of the UN Charter. It is
extremely hard to establish that Russia was aware of the factual circumstances
that such a use of force constituted a manifest violation of the Charter. In
this manner, some specific provisions in terms of mens rea could have been
provided in Kampala. This would help the ICC to exercise its jurisdiction for
further prosecutions more, rather than the adoption of a new definition.
CONCLUSION
One thing is clear that, the consensus on the crime of aggression
constitutes a remarkable achievement. Yet, the ICC was established to end
and defeat the impunity for the most serious crimes of international concern,
but unless it is not done through fair trials, the question of legitimacy arises.
Therefore, for the successful further prosecutions of the ICC regarding the
crime of aggression, the Court must develop careful approaches.
As mentioned above, it is quite understandable and convincing that for
effective criminal prosecutions, the ICC would tamper with the concept of
aggression. Nevertheless, rather than adopting a new substance for the crime
itself to reach a compromise for political motivations, for example mens rea of
the crime could have been discussed more. Or, the threshold for the individual
responsibility could have been narrowed by adding undisputable standards
considering the importance of the wording of legal documents.
Taken together, above-discussed aspects raise serious doubts; however,
despite some problems and pitfalls, the door is still open for clarifying the
flaws which the conference has failed to solve. At least, this is necessary for
ending impunity for the serious crime of aggression and thus, preserving the
hope for the well-functioning of the ICC.
42 OCAK 2015
CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE
BIBLIOGRAPHY
UN DOCUMENTS
United Nations Conference on International Organization, Vol. 6 (United
Nations Information Organizations, 1945)
G.A. Res. 897 (IX), at 50, U.N. Doc. A/2890 (Dec. 4, 1954)
Definition of Aggression, UN GA Res. 3314 (XXIX), UNGA OR 29th
Sess., Supp. No. 31, UN Doc. A/Res/3314 (1974)
Final Act of the United Nations Diplomatic Conference of
Plenipotentiaries on the Establishment of an International Criminal Court, UN
Doc. A/CONF.183/10, 17 July 1998, Annex I, Resolution F
Report of the Special Committee on the Question of Defining Aggression,
UN Doc. A/C.6/SR.1471,8 October 1974.
JURISPRUDENCE OF COURTS AND LEGAL DOCUMENTS
General Treaty for Renunciation of War as an Instrument of National
Policy, 27 August 1928
Charter of the International Military Tribunal, Annex to the Agreement
for the Prosecution and Punishment of the Major War Criminals of the
European Axis, 8 August 1945.
Rome Statute of the International Criminal Court, 17 July 1998, entered
into force 1 July 2002, UN Doc. A/CONF. 183/9; 2187 U.N.T.S. 90
Resolution on Continuity of Work in Respect of the Crime of Aggression,
ICC-ASP/1/Res.1, 9 September 2002
Review Conference of the Rome Statute, International Criminal Court,
Draft Resolution Submitted by the President of the Review Conference: The
Crime of Aggression, ICC Doc RC/10 (11 June 2010).
Military and Paramilitary Activities in and against Nicaragua (Nicaragua
v. United States of America), 27 June 1986, ICJ Reports (1986)
Oil Platforms (Iran v. U.S.), 6 November 2003, ICJ Reports (2003)
YIL: (5) 1 – SAYI: 143
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
International Military Tribunal (Nuremberg), ‘Judgment and Sentences’
(1947) 41.1 AJIL 172, 221
Amendments to the Rome Statute of the International Criminal Court on
the Crime of Aggression, Res. RC/Res.6, Annex I, 11 June 2010
Amendments to the Elements of Crimes, Annex II, RC/Res.6,11June
2010.
ACADEMIC BOOKS and ARTICLES
A. Cassese, International Criminal Law, 2nd ed. Oxford University Press,
2008.
Andreas Paulus, ‘Second Thoughts on the Crime of Aggression’ (2009)
20.4 EJIL
A. Paulus, ‘Second Thoughts on the Crime of Aggression’, (2010) 20
EJIL
Benjamin B. Ferencz, ‘Ending Impunity for the Crime of Aggression’,
(2009) 41 Case Western Reserve Journal of International Law
Benjamin B. Ferencz, ‘The United Nations Consensus Definition of
Aggression: Sieve or Substance’, (1975) 10 Journal of International Law
and Economics < http://www.benferencz.org/index.php?id=4&article=30 >
accessed 30 April 2014
Constantine Antonopoulos, ‘Whatever Happened to Crimes against
Peace?’ (2001) 6.1 Journal of Conflict and Security Law
C. Wenaweser, ‘Reaching the Kampala Compromise on Aggression: The
Chair’s Perspective’ (2010) 23 LJIL
D. Scheffer, ‘The Complex Crime of Aggression under the Rome Statute’
(2010) 23 LJIL
I.M. Schieke, ‘Defining the Crime of Aggression’ (2001) 14 LJIL
J.H. Doran & B.T. van Ginkel, ‘Aggression as a Crime under International
Law and the Prosecution of Individuals by the Proposed International Criminal
Court’ (1996) 43 NILR
Kai Ambos, ‘The Crime of Aggression after Kampala’ (2010) 53 GYIL
44 OCAK 2015
CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE
Majid Khadduri, War and Peace in the Law of Islam (first published
1955, The Lawbook Exchange, Ltd., Clark-New Jersey, 2006)
M.E. O’Connell, International Law and the Use of Force: Cases and
Materials (2nd edn., Foundation Press, 2009)
M.E. O’Connell & M. Niyazmatov, ‘What is Aggression? Comparing Jus
ad Bellum and the ICC Statute’ (2012) 10 Journal of International Criminal
Justice
Michael J. Glennon, ‘The Blank-Prose Crime of Aggression’ (2010) 35
Yale J. Int’l L.
M. Koskenniemi, ‘’The Lady Doth Protest Too Much’ Kosovo, and the
Turn to Ethics in International Law’, (2002) 65 The Modern Law Review
N. Blokker & C. Kreß, ‘A Consensus Agreement on the Crime of
Aggression: Impressions from Kampala’ (2010) 23.4 LJIL
NN Jurdi, ‘The Domestic Prosecution of the Crime of Aggression
after the International Criminal Court Review Conference: Possibilities and
Alternatives’ (2013) 14 MJIL
R.L. Griffiths, ‘International Law, the Crime of Aggression and the Jus
Ad Bellum’, (2002) 2 International Criminal Law Review
R.S. Clark, ‘Amendments to the Rome Statute of the International
Criminal Court Considered at the first Review Conference on the Court,
Kampala, 31 May-11 June 2010’ (2010) 2.2 GJIL
S. Barriga, ‘Against the Odds: The Result of the Special Working Group
on the Crime of Aggression’ (Farnham: Ashgate Pub, 2010)
S.D. Murphy, ‘Aggression, Legitimacy and the International Criminal
Court’ (2010) 20 EJIL
REPORTS OF INTERNATIONAL ORGANIZATIONS
H.H. Koh, ‘Statement Regarding Crime of Aggression at the Resumed
Eighth Session of the Assembly of States Parties of the International
Criminal Court’, 23 March 2010, <http://usun.state.gov/briefing/
statements/2010/139000.htm> accessed 24 April 2014
YIL: (5) 1 – SAYI: 145
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Harold Koh, Statement to the Conference, 4 June 2010 <http://www.
state.gov/s/l/releases/remarks/142665.htm> accessed 30 April 2014
NEWSPAPER ARTICLES
Ambassador Muhamed Sacirbey, ‘Might Putin Face International
Criminal Court by Annexing Crimea?’ Huffington Post, (US, 3 October 2014)
Kurt Willems, ‘Try Putin for ‘war crimes’? Unfortunately, not applicable’
Newsobserver, (US, 20 March 2014)
46 OCAK 2015
İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA
KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’
MÜDAHALESİ
76*
Arda ÖZKAN
Özet
İnsancıl müdahale, uluslararası insan hakları hukuku ve insancıl hukuk
prensiplerinin ağır ve yaygın biçimde ihlal edilmesini veya devlet otoritesinin
çökmesi sonucunda ortaya çıkan insancıl nitelikteki krizleri önlemek,
engellemek veya ortadan kaldırmak amacıyla ihlal veya krizden sorumlu
devletin izni alınmadan ve ona karşı bir başka devlet, devletler topluluğu
veya uluslararası örgüt tarafından gerçekleştirilen askeri kuvvet kullanımıdır.
Bir devletin başka devlete karşı o bölgedeki insan haklarına yönelik kabul
edilemez şiddete son vermek veya geniş çaplı insan hakları ihlallerini önlemek
için kuvvet kullanması olarak da ifade edilen insancıl müdahale kavramını ve
temel unsurlarını tanımlamayı ve günümüz uluslararası hukukuna uygunluğunu
değerlendirmeyi amaçlayan bu çalışmada, NATO’nun Kosova’ya müdahalesi,
sorununun ortaya çıkış süreci ile birlikte ele alınarak uluslararası sistemde
insancıl müdahalenin uygulanabilirliği ve meşruiyeti analiz edilecektir.
Anahtar kelimeler: Kosova, NATO, Müdahale, Kuvvet kullanma,
Uluslararası Hukuk.
*
Araştırma Görevlisi, Giresun Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected]
YIL: (5) 1 – SAYI: 147
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
KOSOVO ISSUE AND THE “HUMANITARIAN”
INTERVENTION OF NATO IN TERMS OF HUMANITARIAN LAW
PRINCIPLES
Abstract
Humanitarian intervention is a use of military force which is performed
in order to prevent, restrain or eliminate humanitarian crises resulting from the
violation of international human rights law and humanitarian law principles in
a serious and widespread way or from the collapse of State authority, without
getting permission from the state that is responsible for violation or crisis and,
by another State, States or international organisation against that State. In this
study which aims to describe the concept of humanitarian intervention, which
is also expressed as a State’s use of force against another State to eliminate
unacceptable violence against human rights in that region or to prevent
widespread violation of human rights, and its basic terms and to evaluate the
compliance with current international law, practicability and legitimacy of
humanitarian intervention in the international system will be analysed by
dealing NATO’s intervention to Kosovo together with the emergence process
of the problem.
Key words: Kosovo, NATO, Intervention Use of Force International
Law.
ПРОБЛЕМА КОСОВО И «ГУМАНИТАРНАЯ»
ИНТЕРВЕНЦИЯ НАТО С ТОЧКИ ЗРЕНИЯ ПРИНЦИПОВ ПРАВ
ЧЕЛОВЕКА
Аннотация
Гуманитарная интервенция – это применение военной силы против
государства, с целью предотвращения, сдерживания или устранения
гуманитарного кризиса, вызванные нарушением международного права
в области прав человека, принципов гуманитарного права и коллапсом
государственной власти, без получения разрешения государства
– нарушителя или государства, ответственного за кризис, другим
государством, группой государств или международной организацией.
В этом исследовании сделана попытка - описать понятие гуманитарной
интервенции, которая также выражается в применении силы против
другого государства, в недопустимом насилии по отношению к правам
48 OCAK 2015
İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ
человека в этом регионе, или в предотвращении нарушений прав
человека; проанализировать основные термины и оценить соответствие
текущей международной юридической целесообразности и законности
гуманитарного вмешательства в международной системе вмешательства
НАТО в Косово; раскрыть процессы появления данной проблемы.
Ключевые Слова : Косово, НАТО, интервенция, применение силы,
международное право.
GİRİŞ
İnsancıl müdahale, bir bölge ya da devlette yaşayan insanların maruz
kaldığı ciddi insan hakları ihlallerini sona erdirmek için o bölge ya da
devlet yönetimine, başka devletlerin ya da uluslararası örgütlerin kuvvet
kullanımında bulunulması olarak ifade edilen bir kavramdır. Uluslararası
hukukun temel normlarından olan devletlerin içişlerine karışmama ve
egemenliğe saygı ilkelerine aykırılık arz etmesine rağmen insancıl müdahale,
Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin müdahale yönünde bir karar
almasıyla hukuki bir yapıya kavuşturulabilmektedir. Fakat, hukuki dayanağa
sahip olarak gerçekleştirildiği durumlarda bile insancıl müdahale aslında kural
değil, somut bir olaya göre değerlendirilmesi gereken bir durumdur.
İnsancıl nedenlerle bir devlete veya devletin herhangi bir bölgesine
müdahale edilebilmesi için öncelikle müdahalenin bir devlet veya devlet
toplulukları tarafından gerçekleştirilmiş olması, o bölgede veya devlette
yaygın insan hakları ihlallerinin gerçekleşmiş olması, müdahale eyleminin
insan hakları ihlallerini engellemek amacıyla yapılması ve son olarak söz
konusu bölgeye kuvvet kullanma tehdidi veya kuvvet kullanımı gibi unsurların
yerine getirilmiş olması gerekmektedir. Ayrıca bir bölgeye gerçekleştirilecek
insancıl müdahale adı altındaki silahlı saldırının zaman, yer ve kullanılacak
kuvvetin büyüklüğü bakımından sınırlı nitelikte olması gerekmektedir.
BM Güvenlik Konseyi yetkilendirmesi olmaksızın NATO’nun Kosova
sorununa müdahale etmek amacıyla eski Yugoslavya topraklarını bombalaması
da, insancıl müdahale tartışmalarında önemli bir yer tutmaktadır. İnsancıl
müdahalede bulunan tarafın bir devlet değil, uluslararası bir örgüt olması,
aynı zamanda müdahalenin türü, nitelikleri, kapsamı ve meşruiyeti, Kosova
müdahalesini diğer insancıl müdahalelerden ayrı şekilde incelenmeye değer
kılmaktadır.
YIL: (5) 1 – SAYI: 149
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
İNSANCIL MÜDAHALE KAVRAMI: TEMEL UNSURLARI VE
MEŞRUİYET İLKELERİ
İnsancıl müdahale, henüz uluslararası alanda kabul gören objektif bir
tanıma sahip olmamakla beraber, genel olarak bir veya birkaç devletin ya
da bir uluslararası örgütün, bir başka devletin vatandaşlarını bu devlette var
olan yaygın insan hakları ihlallerine karşı korumak amacıyla kuvvet kullanma
tehdidinde bulunması veya kuvvet kullanması olarak ifade edilebilir.1
Geleneksel anlamında kullanıldığında insancıl müdahale terimi, insani
nedenlerle, bir diktatörü devirmek, büyük çapta insan hakları ihlallerine son
vermek veya o topraklardaki vatandaşları korumak için askeri müdahale de
dahil olmak üzere herhangi bir müdahale türünü içeren bir anlam taşımaktadır.2
Bazı yazarlar bu kavramı insancıl müdahale olarak değil, “insancıl amaçlı
askeri zorlama eylemi” olarak kullanmayı tercih etmekte, BM Güvenlik
Konseyi’nin yetkilendirmesi olmadan insan hakları ihlallerini sona erdirmek
üzere devletlerin, uluslararası veya bölgesel örgütlerin tek taraflı müdahalesi
anlamında kullanmaktadır.3 Kenneth R. Himes’a göre insancıl müdahale,
temel insan haklarının devletler veya hükümetler tarafından kitlesel ya da
zalimane bir biçimde çiğnenmesini gidermek için yapılan müdahaledir.4
Stephen Garrett de, insani müdahaleyi “ciddi boyutlara ulaşan insani acıları
durdurmak amacıyla bir ya da daha çok devletin başka bir devletin içişlerine
askeri müdahalede ya da tehdidinde bulunması” olarak tanımlamaktadır.5
1
2
3
4
5
50 J. L. Holzgrefe and Robert Keohane, “The Humanitarian Intervention Debate”,
Humanitarian Intervention: Ethical, Legal, Political Dilemmas, Cambridge University
Press, Cambridge, 2003, s. 18.
Luise Drüke, Preventive Action for Refugee Producing Situations, Peter Lang, New
York, 1993, s. 200.
Gelijn Molier, “Humanitarian Intervention and the Responsibility to Protect After 9/11”,
Netherlands International Law Review, C. 53, 2006, s. 40. İnsancıl müdahale kavramı ile
ilgili farklı tanımlamalar için bkz. Funda Keskin, Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma:
Savaş, Karışma ve Birleşmiş Milletler, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, Ankara, 1998,
s. 125; Hasan Duran, “Yeni Bir Müdahale Şekli: İnsani Müdahale”, Süleyman Demirel
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, C. 6, S. 1, 2001, s. 88; Guenter
Lewy, “The Case for Humanitarian Intervention”, Orbis, C. 37, S. 4, Güz 1993, s. 621.
Kenneth R. Himes, “The Morality of Humanitarian Intervention”, Theological Studies, C.
55, S. 1, 1994, s. 83.
William A. Boettcher, “Military Intervention Decision Regarding Humanitarian Crises:
Framing Induced Risk Behavior ”, Journal of Conflict Resolution, C. 48, S. 3, Haziran
2004, s. 332.
OCAK 2015
İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ
Uluslararası Müdahale ve Devlet Egemenliği Komisyonu6 insancıl
müdahaleyi, korumaya yönelik ve insani amaçlarla, rızaları aranmaksızın
bir ülke veya liderlerine karşı müdahale edilmesi şeklinde tanımlamaktadır.7
İnsan Hakları ve Dış Politika Danışma Komitesi8 ve Uluslararası Kamu
Hukuku Sorunları Danışma Komitesi9 ise, insancıl müdahale terimi ile ifade
edilen müdahaleleri, birbirinden farklı dinamik yönlerine göre üçe ayırarak
bir insancıl müdahale tanımı yoluna gitmiştir. Bunlardan ilki, insanların
hayatlarını sürdürmelerine engel olan durumlarda insanların acılarını
ve zor şartlarını hafifletmek için yapılan ve ilgili devletin rızasının olup
olmamasına bakılmaksızın insani amaçlı yiyecek ve giyecek yardımlarının
yapılmasıdır. İkinci müdahale türü, bir ülkede büyük boyutlara varan insan
hakları ihlallerini içeren durumlara cevap olarak Güvenlik Konseyi’nin
BM Kurucu Sözleşmesi’nin VII. Bölümü altındaki yetkileri çerçevesinde
güç kullanımını yetkilendirmesidir. Üçüncüsü ise, bir veya birkaç devletin
Güvenlik Konseyi’nin yetkilendirmesine başvurmaksızın, ciddi boyutlarda
insan hakları ihlallerinin gerçekleştiği ülke topraklarına güç kullanma tehdidi
veya güç kullanımını da içeren müdahaledir. Üç müdahale türünün de amacı
insan hayatını korumaktır, fakat görüldüğü gibi bunların hukuki zemininde ve
müdahale tarzında büyük farklılıklar bulunmaktadır.10
İnsancıl müdahale kavramına BM Sözleşmesi temelinde bakıldığında
ise durum farklıdır. Sözleşme’nin 2/4. maddesi gereği, tüm üyelerin gerek
herhangi bir devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı,
gerekse BM’nin amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet
kullanma tehdidinden ya da kuvvet kullanmaya başvurmaktan kaçınmaları
6
7
8
9
10
International Commission on Intervention and State Sovereignty (ICISS).
Komisyon’un tanımında müdahalenin yöntemleri arasında kuvvet kullanımı ile birlikte
önleyici ve zorlayıcı müdahale önlemleri de belirtilmiştir. Önleyici müdahale yöntemleri
arasında BM Genel Sekreteri’nin doğrudan arabulucu olarak çaba göstermesi gibi “politik
ve diplomatik yöntemler”, sorunun çözüme ulaşması durumunda ilgili ülkeye yatırım
veya fon desteği sağlanması gibi “ekonomik yöntemler” ve son olarak “gözlem misyonları”
belirtilebilir. Zorlayıcı müdahale yöntemleri ise silah ambargosu uygulanması gibi
askeri yaptırımlar, petrol ithalatının kısıtlanması, hedef ülkenin ihracatına kısıtlamalar
getirilmesi gibi “ekonomik yaptırımlar” ve diplomatik temsil hakkının sınırlanması,
seyahat kısıtlamaları uygulanması gibi “politik yaptırımları” kapsamaktadır. Uluslararası
Müdahale ve Devlet Egemenliği Komisyonu, 2001, http://responsibilitytoprotect.org/
ICISS%20Report.pdf, s. 8, 23-24, 29-30 (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014).
Advisory Committee on Human Rights and Foreign Policy (ACM).
Advisory Committee on Issues of Public International Law (CAVV).
“Humanitarian Intervention”, The Advisory Council on International Affairs and the
Advisory Committee on Issues of Public International Law, , Nisan 2000, s. 6-7.
YIL: (5) 1 – SAYI: 151
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
gerekmektedir.11 Fakat bu durumun iki istisnası bulunmaktadır: Birincisi
“meşru müdafaa”, ikincisi BM Güvenlik Konseyi kararı ile “kuvvet
kullanma”dır.
BM Sözleşmesi’nin 2/4. maddesi, kuvvet kullanmayı yasaklamaktadır.
Bu yasağın tek istisnası ise, aynı Sözleşme’nin 51. maddesi altında düzenlenen
meşru müdafaa hakkıdır. Meşru müdafaa hakkı ancak silahlı saldırı halinde
kullanılabilecektir. Diğer yandan BM Sözleşmesi VII. Bölümü, uluslararası
barış ve güvenliğin korunmasına yönelik bir kolektif güvenlik sistemine
sahiptir. Bu sistemin işletilebilmesi için Güvenlik Konseyi’nin Sözleşme’nin
39. maddesi kapsamında bir tespit yapması gerekmektedir: Güvenlik
Konseyi, barışın tehdit edildiğini, bozulduğunu ya da bir saldırı eylemi
olduğunu saptar ve uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden
kurulması için tavsiyelerde bulunur veya 41. ve 42. maddeler uyarınca hangi
önlemler alınacağını kararlaştırır. Güvenlik Konseyi gelişen bir durumun,
barışı tehdit ettiğini, bozduğunu ya da bir saldırı eyleminin varlığını tespit
etmesi durumunda, uluslararası barış ve güvenliğin yeniden kurulması
için aynı bölümün 41. maddesi kapsamında silahlı kuvvet kullanılmasını
içermeyen ekonomik ve diplomatik yaptırımlar uygulanmasına ya da 42.
maddesi kapsamında silahlı kuvvetler kullanımını içeren askeri yaptırımlar
uygulanmasına karar verebilecektir. Görüldüğü gibi Sözleşme’nin 42. ve 51.
maddeleri, koşullar mevcut olduğu zaman ve süreç izlendiği takdirde silahlı
kuvvet kullanılmasına izin verebilmektedir.
Nedeni insan hakları ihlalleri sona erdirmek olsa bile, haksız veya meşru
olmayan saldırı BM Sözleşmesi tarafından yasaklanmıştır. Uluslararası barış
ve düzenin sağlanabilmesi için insan hakları adına yapılacak bir müdahalede,
BM Güvenlik Konseyi’nin yetki vermesi gerekmektedir. Sözleşme,
uluslararası barışa tehdit oluşturan durumlara karşı Güvenlik Konseyi’ni
yetkilendirmektedir. Sözleşme çerçevesinde, devletler sadece Güvenlik
Konseyi’nin açıkça yetkilendirmesi durumunda insani nedenlerle diğer
devlete müdahalede bulunabilirler.12
11
12
52 Funda Keskin, “İnsancıl Müdahale: 1999 Kosova ve 2003 Irak Sonrası Durum”, Uluslararası İlişkiler, C. 3, S. 12 (Kış 2006-2007), s. 51; Steven Haines, “The Influence of Operation
Allied Force on the Development of the Jus Ad Bellum”, International Affairs, C. 85, S. 3,
2009, s. 478.
Jules Lobel and Michael Ratner, “Humanitarian Military Intervention”, Focus, Vol. 5,
No. 1, Ocak 2000.
OCAK 2015
İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ
BM Güvenlik Konseyi yetkilendirmesi ile yapılan müdahalelerin en
önemli özelliği, daha kapsamlı insancıl yardım operasyonlarının bir parçası
olmalarıdır. Bu şekildeki müdahalelerin hepsinin karakteri, zayıf devletlerle
silahlı çatışmanın kurbanı durumuna gelmiş olan sivil halka yardım sağlamak
amacıyla gerçekleştirilmiş olmasıdır. Bu durum, insancıl müdahalenin
yoğun bir şekilde tartışıldığı bir dönem olan 1970’lerdeki örneklerden büyük
farklılık göstermektedir. İnsancıl müdahale olarak değerlendirilmeleri büyük
tartışmalara neden olan, ancak bu konunun tartışıldığı her ortamda örnek olarak
gösterilen, 1971’de Hindistan’ın Doğu Türkistan’a, 1978-79’da Vietnam’ın
Kamboçya’ya ve 1979’da Tanzanya’nın Uganda’ya müdahalelerinde böyle
bir durum söz konusu olmamıştır. İnsancıl müdahale kavramı, 1970’lerden
1990’lara geçerken bu anlamda önemli bir değişim geçirmiştir.13
İnsancıl müdahalenin 1990’lardaki gelişimi ise farklı bir şekilde olmuştur.
BM Güvenlik Konseyi’nin müdahale kararı verdiği durumlarda kullandığı
formül, bu durumların “bölgenin ya da uluslararası barış ve güvenliği tehdit
ettiği” biçimindedir. Bu şekilde, Konsey bu çatışmaları kendisinin birincil
yetki sahibi olduğu BM Sözleşmesi 39. madde kapsamına almakta ve bağlayıcı
önlem alma kararı verme yetkisini kullanmaktadır. Nitekim bu yetkisini BosnaHersek, Haiti, Sierra Leone, Liberya, Doğu Timor ve Kongo örneklerinde
kullanmıştır. Ancak bu politikayı gelecekte yönlendirecek ve karar vermeyi
sağlayacak normatif kurallar gereksinimi, 1999’da NATO’nun Güvenlik
Konseyi yetkilendirmesi olmaksızın yaptığı Kosova’ya müdahalesiyle açıkça
ortaya çıkmıştır.14
İnsancıl müdahale ile ilgili kavramsal çerçeveyi çizdikten sonra artık
nitelikleri ve unsurlarını belirtmemiz yerinde olacaktır. Her şeyden önce
bir bölgeye yapılacak insancıl müdahale tarzında silahlı saldırının sınırlı
nitelikte olması gerekmektedir. Müdahalenin sınırlı olması hususu üç açıdan
ele alınmalıdır. Birincisi, müdahalenin “zaman” bakımından sınırlı olması;
ikincisi “yer” bakımından sınırlı olması; üçüncüsü ise “kullanılan kuvvetin
büyüklüğü” bakımından sınırlı olmasıdır.15
13
14
15
Keskin, “İnsancıl Müdahale…”, a.g.m., s. 54.
Thomas G. Weiss, “The Responsibility to Protect in a Unipolar Era,” Security Dialogue,
C. 35, S. 2, Haziran 2004, s. 137.
Bjorn Moller, “Kosovo and Just War Tradition”, Paper for the Commission on Internal
Conflicts, Ağustos 2000, http://www.comw.org/pda/fulltext/0008moeller.pdf, s. 4-9
(Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014).
YIL: (5) 1 – SAYI: 153
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Müdahalenin zaman bakımından sınırlı olması, müdahale amacına
ulaştığı noktada sona erecek olması anlamına gelmektedir. Müdahale olabildiği
kadar kısa sürede gerçekleşmeli, müdahale amacına ulaştığı noktada tüm
müdahaleci kuvvetler geri çekilmelidir. Müdahalede bulunan devletler şiddet
olaylarına kalıcı bir çözüm sağlayamamış olsalar bile bölgede ancak BM
gücü oluşturuluncaya kadar kalabilirler, BM’nin konuya müdahil olmasının
ardından bölgeden çekilmek zorundadırlar.16
Müdahalenin yer bakımından sınırlı olması, yalnızca şiddet olaylarının
yaygınlaştığı yere yönelmesi anlamındadır. Genellikle bu tür ihlaller etnik,
dini veya siyasi nedenlerle gerçekleştirildiği için yaşanan insani kriz
de ülkenin belli bir bölgesinde yer almaktadır. Böyle bir durumda eğer
müdahaleci devletlerin yalnızca bu bölgeyi hedef almak yerine tüm ülkeye
yayılan bir müdahale biçimi benimsemesi müdahalenin insani krizden ziyade
o ülkenin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne yönelik bir eylem olarak
gerçekleştirildiğine delil olarak kabul edilecektir.17
Kuvvet kullanımının sınırlı olması ise kuvvet kullanımının yalnızca
durumu engellemeye yönelik olarak gerçekleştirilmesidir. Başka bir deyişle
krizi yatıştırmaya yetecek kadar kuvvet kullanılmalı ve fazlasından kesinlikle
kaçınılmalıdır.18
Her ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın, herhangi bir insancıl müdahaleye
ilişkin meşru bir karara varmadan önce sağlanması gereken koşullar
bulunmaktadır. Scheffer’e göre bu koşullar: (i) BM Güvenlik Konseyi, insancıl
müdahalenin yetkilendirilmesi konusunda bir çıkmaza girmiş olmalı, ancak
müdahaleyi yasaklamamalı; (ii) alternatif önlemler denenmiş ve tüketilmiş
olmalı; (iii) insan hakları ihlallerinin şiddeti tartışılamaz bir duruma gelmiş
olmalı; (iv) müdahaleci gücün farklı aktörlerden oluşturulmasını sağlayacak
çabalar harcanmalı; (v) insancıl müdahalenin zarardan çok fayda getireceğine
inanma yönünde geçerli nedenler olmalı; (vi) hedef ülkenin uzun vadede
16
17
18
54 John J. Merriam, “Kosovo and the Law of Humanitarian Intervention”, Case Western Reserve Journal of International Law, C. 33, S. 1, 2001, s. 134-135.
Merriam, a.g.m., s. 133.
Richard Magnan, “An Examination of the Legal Authority for the 1999 NATO Air Campaign Against the Federal Republic of Yugoslavia”, Foreign Service Institute, March, 2000,
file:///C:/Users/Tosh%C4%B1ba/Downloads/ADA393979%20(2).pdf, s. 29 (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014).
OCAK 2015
İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ
bağımsızlığı ve bütünlüğü tehlikeye atılmamalıdır.19 Bu çerçevede Güvenlik
Konseyi’nde bir gecikme olması durumunda, diğer koşullar uygunsa başka
uluslararası örgütler devreye girebilir. Bu nedenle BM Sözleşmesi’nde, insani
zeminlerde müdahaleyi öngören yasal bir yetki hakkı yönünde değişiklik
yapılmalıdır.20
İnsancıl nedenlerle müdahaleyi diğer tüm müdahale yollarından ayıran
en önemli özellik, devletin kendi vatandaşı olmayan kişileri kurtarmak için
müdahalede bulunmasıdır. Öncekilerden farklı olarak savaş yerine kuvvet
kullanma teriminin kullanılmasının nedeni yalnızca savaşı değil, resmi olarak
savaş adı ile kabul edilmeyen silahlı çatışmaları da kuvvet kullanma yasağının
içine almaktır. Bu bağlamda, BM Sözleşmesi madde 2/4 daha önce meşruluğu
tartışmalı olmakla beraber fiilen uygulama alanı bulan ilhak ve misilleme
gibi vatandaşların korunması ve insancıl müdahalelere yönelik kuvvet
kullanımlarını tamamen yasaklamıştır. Yasağın kesinlikle her türlü kuvvet
kullanımını kapsadığını savunan düşünce elbette ki insancıl müdahaleyi
de bu yasağa dahil etmektedir. Bir devletin kendi vatandaşlarının haklarını
ihlal etmesi veya bu ihlallere müdahale etmekten kaçınması Sözleşme’nin
hedeflediği sistem ile bağdaşmamaktadır. Öte yandan, devlete kendi
vatandaşlarına uyguladığı muamele nedeniyle dışarıdan müdahale etmek
Sözleşme’nin hükümlerine açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Devletlerin
Sözleşme’ye aykırı hareketleri nedeni ile yapılacak müdahalenin meşru
sayılması, hem Sözleşme’nin kuvvet kullanma yasağı ve müdahale etmeme
ilkesinin ihlali anlamına gelecek, hem de tüm devletlerin bağımsızlığını ve
güvenliğini tehdit edecektir.21
İnsancıl müdahalelerde hem müdahaleye katılan hem de müdahale
yapılan ülkedeki halkın desteğine sahip olunması önemlidir. Ayrıca yapılacak
bir insancıl müdahale, BM yetkisinde müşterek yapılmalı, insancıl müdahale
nihai bir çözüm olmalı ve bu müdahaleyi haklı kılacak hukuki gerekçeler
19
20
21
David J. Scheffer, “Challenges Confronting Collective Security: Humanitarian Intervention”, David J. Scheffer, Richard N. Gardner and Gerald H. Helman (eds.), Post-Gulf War
Challenges to the UN Collective Security System: Three Views on the Issue of Humanitarian Intervention, United States Institute of Peace, Washington, 1992, s. 11-12.
Shridath Ramphal, “Law and Intervention”, Peace Review, C. 8, Aralık 1996, s. 497.
Magnan, a.g.m., s. 26; Keskin, “Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma…”, a.g.e., s. 18,
125-130.
YIL: (5) 1 – SAYI: 155
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
olmalıdır.22 İnsancıl müdahalenin diğer unsuru bir veya birkaç devlet tarafından
ya da bir uluslararası örgüt vasıtasıyla gerçekleştirilebilecek olmasıdır.
Söz konusu ifade insancıl müdahalenin yalnızca uluslararası toplumda
tanınmış olan devlet, bölgesel organizasyon aracılığıyla veya geçici olarak
bir araya gelmiş birkaç devlet tarafından uygulanabilir bir eylem olduğunu
göstermektedir. Fakat bu saptama, uluslararası toplum tarafından tanınmayan
insan topluluklarının veya hükümet dışı çeşitli oluşumların bu tarz eylemlerini
insancıl müdahale tanımının dışında bırakmaktadır.23
İnsancıl müdahaleyi diğer müdahale veya kuvvet kullanma
yöntemlerinden ayıran en temel özelliklerinden birisi de insancıl amaçlar için
gerçekleştirilmesidir. İnsancıl nedenlerle müdahale edilebilmesi için öncelikle
bir devletin egemenlik sınırları içinde geniş çaplı şiddet eylemlerinin ve
beraberinde insan hakları ihlallerinin gerçekleştiğine dair bir kanı oluşması
gerekmektedir.24 Müdahale eden uluslararası birimin amacı, hedef devletin
veya yine bu devletin topraklarında yaşayan yabancı devletlerin vatandaşlarına
yönelik bu şiddet eylemlerine son vermek olmalıdır. Burada en önemli nokta
devletlerin amaçlarının gerçekten yalnızca insancıl olup olmadığıdır. Eğer bir
devlet müdahale üzerinden çıkarlarını gerçekleştirmeyi amaçlıyorsa bu bir
insancıl müdahale olmayacaktır.25
İnsancıl müdahalenin diğer bir özelliği ise, insan hakları ihlallerinin
gerçekleştiğine dair kanıtlar olmalıdır. Uluslararası toplum bunu bir gerçek
olarak kabullenmiş olmalıdır. Kanıtlar yalnızca yorum niteliği taşımamalı,
belgelere dayandırılabilmelidir. Kanıtlar mutlaka objektif kaynaklardan
alınmış olmalı ve yine objektif otoriteler tarafından değerlendirilmelidir.
Ayrıca büyük can kaybına yol açma ihtimali bulunan bir askeri müdahalenin
gerçekleşmesi için şiddet olaylarının engellenemez boyuta gelmesi şartının
aranması gerekmektedir.26
22
23
24
25
26
56 Robert Murray Lyman, “The Possibilities for Humanitarian War by International Community in Bosnia Herzegovina Between 1992 and 1995”, The Strategic and Combat Studies Institute, Camberley, 1997.
Peter Hilpold, “Humanitarian Intervention: Is There a Need for a Legal Reappraisal”,
European Journal of International Law, C. 12, S. 3, 2001, s. 455.
Hilpold, a.g.m., s. 457.
A. P. V. Rogers, “Humanitarian Intervention and International Law”, Harvard Journal of
Law and Public Policy, C. 27, S. 3, 2004, s. 736-738.
Merriam, a.g.m., s. 130.
OCAK 2015
İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ
KOSOVA SORUNU VE NATO MÜDAHALESİ
Balkanlar coğrafyası, tarih boyunca etnik, dini ve siyasi çatışmaların
yaşandığı, aynı zamanda büyük güçlerin Avrupa üstünlüğünü elde etme
mücadelesinde bir rekabet alanı olmuştur. Bu anlamda Kosova, Balkan
yapısının küçük bir modelini oluşturmaktadır.27 Kosova, stratejik önemi
nedeniyle tarih boyunca, üzerinde güç mücadelesi yaşanmış ve büyük
devletlerin toprakları içerisinde yer almıştır.28 Fakat 20. yüzyılın son
dönemlerinde Kosova, Sırplar ve Arnavutların üstünlük ve etkinlik kurma
çabalarına ev sahipliği yapmıştır. Bu çabanın son aşaması ise, 1998 yılı ortası
ile 1999 NATO müdahalesi sonrasına kadar olan sürede yaşanmıştır. Bu
süreçte Sırbistan ve Karadağ Cumhuriyetleri’nden oluşan Yugoslavya Federal
Cumhuriyeti (YFC) askeri birlikleri, bölgeyi kontrol altına almak amacıyla
Kosova’ya girerek 10 bin sivili öldürmüş ve yaklaşık 1 milyon insanın evini
terk etmesine neden olmuştur.29
Arnavut kökenli halkın toplam nüfusun % 90’ını oluşturduğu YFC’nin
otonom bölgesi olan Kosova’da öteden beri etnik çatışmalar meydana
gelmekteydi. Yugoslavya devlet başkanı Tito’nun ölümünden sonra 1981
yılında Kosova’daki gösteriler sert bir şekilde bastırılmıştı. 1989’dan itibaren
ise Belgrad hükümeti Kosova’nın otonom statüsünü adım adım kaldıracak
hukuki düzenlemeler ve politik uygulamalara başlamıştı. Bu politikanın
neticesinde 1990’lı yılların başında Kosovalı Arnavutlar ayaklanmış, ardından
Kosova’da olağanüstü hal ilan edilmiştir. 1996 yılında Kosova Kurtuluş
Ordusu kurularak, Sırp sivil halka ve Sırp güvenlik kuvvetlerine saldırılar
düzenlemeye başlamıştır. Sırp idaresi de buna misilleme olarak Arnavut
sivillere karşı şiddet uygulamaya başlamıştır. Bunun üzerine BM Güvenlik
Konseyi 31 Mart 1998 tarihinde 1160 sayılı kararla, YFC’ye karşı silah
ambargosu uygulama kararı almış, bu kararın uygulanmasını desteklemek
için de bir yaptırım komitesi kurmuştur. Fakat Konsey, bu kararı BM
Sözleşmesi’nin 39. maddesi anlamında barış tehdidi tespiti yapmadan almıştı.
Bu sebeple de bazı çevreler tarafından bu kararın BM Sözleşmesi’nin 39.
maddesine aykırılık teşkil ettiği ileri sürülmüştür. Olayların sınıraşan etkisinin
27
28
29
İskender Özbay, Geçmişten Günümüze Kosova Tarihi ve Türkiye-Kosova İlişkileri, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (ATASE), Genel Kurmay Basımevi,
Ankara, 2009, s. 1.
Murat Yılmaz, Kosova Bağımsızlık Yolunda, İlke Yayıncılık, İstanbul, 2005, s. 7.
Özbay, a.g.e, s. 34.
YIL: (5) 1 – SAYI: 157
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
olmaması sebebiyle durum, Konsey tarafından bir iç savaş durumu olarak
değerlendirilmiş, dolaylı olarak bir barış tehdidi tespitiyle hareket edilmiştir.
Ayrıca bu kararda sivil halkın içinde bulunduğu durum tek başına zorlama
tedbirlerinin alınmasına sebep teşkil etmemiştir. Kosovalı Arnavutlara yapılan
baskı ve oluşan etnik çatışmanın bölge barışını sarsıcı etkisiyle birlikte dolaylı
bir barış tehdidi tespiti yapılmıştır.30
Aslında Kosova’daki olayların başlangıcını 1981 yılında Priştina
Üniversitesi öğrencilerinin yaptığı gösteriler oluşturmuştur. Öğrencilerin
gösterilerinin özünde gerek Kosova’da gerekse ülkenin diğer bölgelerinde
iş bulmakta büyük zorluklarla karşılaşmaları yer almaktadır. Bu durumun
değişmemesi ve ekonomik zorlukların sürekli artması öğrencileri siyasi bir
çözüm aramaya yönlendirmiştir. Gösterilere yönelik polisiye tedbirlerin
kullanılması sonucu 9 sivil hayatını kaybetmiş ve 250 civarı sivil yaralanmıştır.
Gösteriler iki hafta içerisinde Prizren’e ve bir ay içerisinde neredeyse tüm
Kosova’ya yayılmıştır. Bununla birlikte Kosova’daki gösteriler devam etmiş
ve 1981-1985 yılları arasında 3.450 Kosovalı Arnavut, milliyetçi suçlarla
hapis cezası almıştır.31
1988 yılında Sırbistan Sosyalist Cumhuriyeti cumhurbaşkanı olarak
Belgrat’ta yaptığı bir mitingde Miloşeviç, Kosova’nın otonomisini kaldırmaya
yönelik anayasa değişikliğini planladığını ve Sırbistan’ın tekrar bütünlüğünün
sağlanacağını belirtmiştir. Bu doğrultuda Miloşeviç Kosova’ya yönelik
planını, 1989 yılı başında uygulamaya koymuştur. İlk olarak Kosova’daki
özerk yönetimin yetkileri kısıtlanmıştır. Bu kapsamda, polis, mahkeme, eğitim
ve sivil savunma hususlarında yetkiler Sırbistan’a devredilmiştir. Devamında
Belgrat’taki Federal Meclis’te alınan karar sonucunda Kosova’nın özerkliğine
son verilmiştir. Ancak bu düzenlemeler, Kosova’da şiddetli tepki almış ve
yapılan gösterilerde yaklaşık 100 kişi daha hayatını kaybetmiştir.32
1989’dan sonra ise, Arnavut çalışanlar yaygın bir biçimde işten
çıkarılmış; Kosova ekonomisinin % 90’ını oluşturan ve sosyal olarak korunan
işletme statüsündeki işletmeler özelleştirilerek Sırplara ve yabancılara
satılmış; Arnavut esnaf mali polisin ağır baskısı altına alınmış; mahkemelerde,
30
31
32
58 Naim Demirel, “Uluslararası Hukukta İnsani Müdahale ve Hukuki Meşruiyet Sorunu”,
FSM İlmi Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, S. 1, Bahar 2013, s. 164.
Julie A. Mertus, “Operation Allied Force: Handmaiden of Independent Kosovo”,
International Affairs, C. 85, S. 3, 2009, s. 464.
Yılmaz, a.g.e., s. 41-42.
OCAK 2015
İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ
okullarda ve üniversitede Arnavut varlığına son verilmiş; Sırpça tek resmi dil
olarak kabul edilmiş; Arnavut ortaöğretim kurumları kapanmıştır. Kosovalı
Arnavutlar bu duruma tepki olarak 1989’dan başlayarak kararlı bir direniş
tutumu benimsemişlerdir. Bunun üzerine Kosova Parlamentosu’nun beşte
dördünü oluşturan Arnavut temsilciler, 2 Temmuz 1989’da Kosova’yı
Yugoslavya Federasyonu içinde ayrı bir cumhuriyet olarak kabul eden bir
karar almış, 1990’da yeni bir anayasa yapmış, 22 Eylül 1991’de de bağımsız
Kosova Cumhuriyeti’ni kurmuştur.33
Kosovalı Arnavutların bu dönemdeki tutumu, “pasif direniş” adına,
Sırbistan ve Yugoslavya ile her türlü ilişkiyi, hatta iletişimi reddetmek,
dolayısıyla Sırp demokratik muhalefetini de yalnız bırakmak olmuştur.
Kosovalı Arnavutlar, pasif direnişin bekledikleri desteği sağlamadığını görünce
artık silahlı mücadele seçeneğini kullanmaya başlamışlardır.34 Bu silahlı
mücadele için oluşturulan Kosova Kurtuluş Ordusu, başlangıçta gölge devlet
içinde kalan ve Kosovalı Arnavutlar arasında fazla bir etkinliği bulunmayan
bir örgüttü. Fakat çatışmaların yoğunlaşması ve bir ara Kosova’nın % 40’ını
denetim altına almasından sonra gölge parlamentonun açık desteğini almıştır.
Kosova Parlamentosu, Temmuz 1998’de bu ordunun silahlı mücadelesinin
meşruiyetini kabul etmiştir.35
Bir taraftan Kosova Kurtuluş Ordusu’nun silahlı mücadelesi, diğer
taraftan YFC’nin bu mücadeleyi bastırmak istemesi, BM Güvenlik Konseyi’ni
harekete geçirmiş ve YFC lideri Miloşeviç, Güvenlik Konseyi’nin ilgili
kararlarına uyulmaması durumunda NATO tarafından hava saldırılarına
maruz kalacağı şeklinde uyarılmıştır.36 Sorunun barışçıl çözümüne yönelik
33
34
35
36
Frank Muenzel, “What Does Public International Law Have to Say About Kosovar
Independence?”, http://jurist.law.pitt.edu/simop.htm (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014).
Biljana Vankovska-Cvetkovska, “Between Preventive Diplomacy and Conflict Resolution:
The Macedonian Perspective on the Kosovo Crisis”, http://jurist.law.pitt.edu/biljana.htm
(Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014).
Gökçen Alpkaya, “NATO Müdahalesi Üzerine”, Tartışma Metinleri 15, Haziran 1999,
http://80.251.40.59/politics.ankara.edu.tr/alpkaya/kosova.htm (Erişim Tarihi: 2 Haziran
2014).
Mark Webber, “The Kosovo War: A Recapitulation”, International Affairs, C. 85, S. 3,
2009, s. 449. NATO, Miloseviç’in şu beş koşulu yerine getirmesi gerektiğini açıklamıştır: i) Kosova’da bütün askeri eylemlerin durdurulması; şiddet ve baskının derhal sona
erdirilmesi; ii) Kosova’dan asker, polis ve paramiliter güçlerini çekmesi; iii) Kosova’da
uluslararası bir askeri varlığı kabul etmesi; iv) Bütün sığınmacıların ve yer değiştirmiş
kişilerin koşulsuz ve güvenli bir biçimde geri dönmesini ve insani yardım örgütlerinin
engellenmeden bunlara yardım etmesini kabul etmesi; v) Rambouillet Antlaşması teme-
YIL: (5) 1 – SAYI: 159
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
nihai aşamayı Fransa’nın kuzeyindeki Rambouillet kasabasında YFC
ile Kosovalı Arnavutların temsilcilerinin katılımı ile yapılan görüşmeler
oluşturmuştur. Görüşmeler sonucunda bir anlaşmaya varılmıştır. Rambouillet
Anlaşması’nda, Kosova’nın YFC’ye bağlı kalmasına karar verilmiş,
ancak Kosova’ya kendi kendini yönetme hakkı verilmiştir. Bu durum,
Kosova’nın Federal Cumhuriyet yapısı içerisinde fiili (de facto) üçüncü bir
cumhuriyet konumuna ulaşmasına imkan tanımıştır.37 Anlaşma’ya göre,
Federal Cumhuriyet ayrım yaratmayacak şekilde, ortak pazarın kurulması,
savunma, dış politika, gümrük, federal vergi gibi hususlarda yetkilere sahip
olacaktır. Federal Cumhuriyet, Kosova’nın yönetimine karışamayacak, ancak
Kosova Federal Meclis’e üye seçebilecektir. Kosova, Anayasa Mahkemesi
ve Yüksek Mahkeme de dahil olmak üzere kendi mahkemelerini ve eğitim
sistemini kurabilecektir. Anlaşma’nın 1. maddesine göre, Kosova’nın sınırları
değişmeyecek, 7. maddesine göre ise NATO, kurulacak barış gücü ile istediği
zaman Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ne girebilecektir.
Fakat Rambouillet Anlaşması, Yugoslavya açısından egemen bir devletin
kabul edebileceği bir anlaşma olmamıştır. Anlaşma, Kosova’yı merkezi
devletin kontrolünden çıkarmakta ve Kosova’nın sözde bir bağlılıkla Federal
Cumhuriyet’e bağlanmasını ve NATO’nun YFC içerisinde hareket serbestisine
sahip olmasını öngörmektedir. Başlangıçta Arnavutlar da anlaşmayı
kabul etmek istememişler, ancak uluslararası toplumun baskısı sonucu
sonradan imzalamışlardır. Miloşeviç ise anlaşmayı reddederek, müteakip
aşamada Kosovalı Arnavutları kitleler halinde göçe zorlamayı ve NATO’yu
müdahaleden caydıracak bir gücü Kosova’ya yerleştirmeyi hedefleyen çabalar
içerisine girmiştir.38 Son olarak, 21 Mart 1999’da Miloşeviç’e anlaşmayı
kabul etmemesi durumunda NATO bombardımanına maruz kalacağının
bildirilmesi de ikna edici olmamış ve 24 Mart 1999 tarihinde NATO harekatı
başlamıştır.39
37
38
39
60 linde siyasal bir çerçeve anlaşmanın oluşturulması için çalışmaya istekli olduğuna ilişkin
güvenilir güvence sağlaması. Detaylı bilgi için bkz. Alpkaya, “NATO Müdahalesi Üzerine”, a.g.y.
Ahmet Çevikbaş, “Müttefik Güç Harekâtı İnsani Müdahalelerin Bir İstisnası mıdır? NATO’nun Kosova’ya Yönelik Harekâtının Uluslararası Hukuk ve Askeri Bakış Açılarından
Değerlendirilmesi”, Savunma Bilimleri Dergisi, C. 10, S. 2, Kasım 2011, s. 28.
Webber, a.g.m., s. 450.
Çevikbaş, a.g.m., s. 28-29.
OCAK 2015
İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ
NATO, insancıl bir müdahale adı altında Kosova’da gerçekleştirdiği
müdahalenin gerekçelerini şu şekilde sıralamıştır: i) Yeni bir Bosna’nın
engellenmesi; ii) Bosna ve Ruanda’dan sonra ABD önderliğindeki uluslararası
toplumun ağır insan hakları ihlalleri karşısındaki samimi kararlılığının
ispatlanması; iii) Soğuk Savaş sonrasında ve 50. kuruluş yıldönümü arifesinde
NATO’nun inandırıcılığının korunması; iv) Özellikle Avrupalı güçlerin,
bölgede uzun sürecek bir iç savaşın yol açabileceği kitlesel göç hareketi
karşısında tedirgin olması; v) Önceki deneyimler ışığında Miloseviç’e olan
güvenin tamamen yitirilmiş olması; vi) Kosova’nın özerkliğinin ancak BM
Güvenlik Konseyi vetolarından bağımsız bir silahlı gücün varlığı sayesinde
iade edileceği inancıdır.40
Operasyon öncesinde ise BM Güvenlik Konseyi veya Genel Kurulu’ndan
NATO operasyonuna hukuki zemin hazırlayan bir karar alınamamıştır. Halbuki
NATO’ya göre bu müdahale gerçekleşmeseydi, Kosova’daki insani felaket
devam edecekti. NATO politik, stratejik ve ahlaki olarak bu riski almamış ve
operasyonu kendi inisiyatifiyle başlatmıştır. NATO harekatından hemen sonra
Güvenlik Konsey 10 Haziran 1999 tarihinde kabul ettiği 1244 sayılı karar ile
NATO operasyonunu tartışmalı bir şekilde daha önceki olaylara uygulanabilen
(ex post facto) bir durum olarak onaylamıştır. Bu karar, NATO ile YFC arasında
operasyonun durdurulmasına yönelik olarak yapılan anlaşmanın esasları
üzerine oturtulmuştur. Dolayısıyla, Güvenlik Konseyi’nin 1244 sayılı kararı
ile müdahalenin sonuçlarını kabul ederek Kosova’da operasyon sonrası yeni
bir yönetim düzenlemesi yapılmasına BM Kosova Geçici Yönetim Misyonu
(United Nations Interim Administration Mission in Kosovo - UNMIK) ve
NATO’ya bağlı Kosova Barış Gücü’nün (Kosovo Peace Force - KFOR)
Kosova’ya yerleştirilmesine karar vermiştir.41
Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ne karşı NATO’nun askeri güç
kullanımı için BM Güvenlik Konseyi’nin açıkça yetkilendirmesi ya da onayı
olmamakla birlikte, NATO yetkililerinin açıklamalarına göre, bu müdahale
BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla bağlantılı olarak uluslararası toplumun
iradesine dayandırılmıştır.42 NATO yetkilileri, Kosova müdahalesini BM
40
41
42
“Independent International Commission on Kosovo”, The Kosovo Report: Conflict, International Response, Lessons Learned, Oxford University Press, s. 55.
Haines, a.g.m., s. 479-480.
Patrick Thornberry, “Come Friendly Bombs... International Law in Kosovo”, Kosovo:
The Politics of Delusion, Michael Waller (ed.), Kyril Drezov and Bülent Gökay, Frank
Cass Publishers, London, Portland, 2001, s. 45.
YIL: (5) 1 – SAYI: 161
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Güvenlik Konseyi kararlarına atıfta bulunarak ve insani nedenlere dayandırarak
müdahalenin haklı ve gerekli olduğunu açıklamışlardır. Örneğin dönemin
NATO Genel Sekreteri Javier Solana, müdahale olasılığına karşı yaptığı basın
toplantısında, “BM Güvenlik Konseyi’nin 1199 Sayılı Kararında da belirtilen
Kosova’daki mevcut krizle ilgili olarak, müttefikler, belli koşullarda ittifakın
güç kullanma tehdidinde bulunmasında ve gerekirse güç kullanmasında meşru
zemin olduğuna inanmaktadırlar” sözleriyle müdahalenin meşruluğunu BM
Güvenlik Konseyi kararına dayandırmıştır.43
NATO’nun Kosova’ya müdahalesinin BM Kurucu Sözleşmesi’ne uygun
olduğunu iddia eden görüşler, özellikle Kosova’daki insani duruma yönelik
çıkarılan BM Güvenlik Konseyi kararlarına atıfta bulunmaktadır. Ayrıca
NATO’nun bu müdahaleyi Dayton Barışı’nı sürdürmek için gerçekleştirdiği
dile getirilmiştir. Görüldüğü gibi Kosova’daki çatışmaların mevcut barışı da
tehlikeye attığı yönündeki argümanlar NATO müdahalesinin meşru olduğunu
iddia eden görüşlerin referans noktasını oluşturmaktadır.44 Müdahale
karşıtları ise, “NATO’nun eylemi bir bütün olarak uluslararası toplumun
iradesini yansıtmaktadır” iddiasını ideolojik içerikli bir fikir olduğunu ileri
sürmekte ve pek çok devletin böyle bir müdahale örneğinin NATO’nun dünya
polisi olarak yeni rolünü yasallaştırmasından, büyük devletlerin çıkarlarını
karşılayan ve bu çıkarlara hizmet eden benzer eylemlerin yolunu açacağından
kaygı duymuşlardır.45
Sonuç olarak belirtmeliyiz ki, NATO harekatı, uygulanması ve hedefleri
açısından ilklerin yaşandığı bir nitelik göstermektedir. Operasyonun hedefine
sadece hava harekatı ile ulaşılmıştır. Hava harekatında, YFC’nin hem ordu
hem hava kuvvetleri hem de silahlı polis güçlerine önemli zarar verilmiştir.
Ancak YFC güvenlik kuvvetlerinin zarara uğraması, Miloşeviç yönetiminin
Kosova’ya yönelik saldırıyı durdurması sonucunu sağlamamıştır. Bu nedenle
Miloşeviç yönetimini caydırmak için sivil halkın da kullandığı YFC’nin
altyapı tesislerine, ulaştırma hatlarına ve stratejik nitelikteki ekonomik ve
43
44
45
62 Javier Solana, “Press Conference by Javier Solana at NATO Headquartes”, 13 October
1998, http://www.nato.int/docu/speech/1998/s981013b.htm (Erişim Tarihi: 2 Temmuz 2014).
Paul Latawski and Martin A. Smith, Kosovo Crisis and the Evolution of Post-Cold War
European Security, Manchester University Press, New York, 2003, s. 12.
Olivier Corten and Mario Bettati, “The First Lessons of Kosovo”
http://www.unesco.org/courier/1999_08/uk/ethique/txt2.htm, (Erişim Tarihi: 2 Haziran
2014).
OCAK 2015
İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ
komuta kontrol tesislerine hava saldırısı yapılmıştır. Bu şekilde sivil halk
arasında ortaya çıkarılan umutsuzluk ve bıkkınlık Sırpların yönetimindeki
YFC ordusuna da yansımış ve NATO’nun başarısına giden süreç şekillenmeye
başlamıştır. Diğer bir ifadeyle NATO, YFC’nin savaşma azim ve iradesini,
ülkenin sivil alt yapısına taarruz ederek kırmıştır.46
NATO MÜDAHALESİNİN İNSANCIL HUKUK KAPSAMINDA
DEĞERLENDİRİLMESİ
Günümüzde insancıl müdahalenin uygulanabilirliği konusunda farklı
değerlendirmeler mevcuttur. Öğretide, her ne kadar uluslararası hukuk
açısından müdahale yasağı ilkesi benimsenmiş olsa da, insancıl müdahalenin
bu ilkenin bir istisnasını oluşturduğu ve uluslararası hukukta bu konuda bir
teamül olduğu ileri sürülmektedir. Bu görüş “insan haklarının açık ve sistematik
ihlallerinin uluslararası barışı tehdit ettiği, hukuka inancı ortadan kaldırdığı ve
devletlerin diğer devletlerdeki insan hakları ihlalleriyle ilgilenmediği sürece
insan haklarının korumasının etkisiz kalacağı” düşüncesine dayanmaktadır.47
Bu görüşten hareket edilerek eğer bir devlet, vatandaşlarına temel insan
haklarını reddedecek ve insanlığın vicdanını sarsacak biçimde davranıyorsa,
bu konu artık onun iç meselesi olmaktan çıkacak ve insani nedenlerle müdahale
etmek mümkün olacaktır.48
NATO saldırısının meşruiyet temeli olarak sunulmak istenen “insani
felaket” durumu açısından baktığımızda, bu sorunu müdahale öncesi
ve sonrasına ilişkin olarak iki farklı açıdan ele almak gerekmektedir.
Öncelikle, insan hakları ve insancıl hukuk ihlallerinin niceliğinin bu olayda
önem taşımadığı söylenmelidir. Bu açıdan Kosova’daki bu tür ihlallerin
yeryüzündeki benzer çatışmalarla karşılaştırılıp küçümsenmesi söz konusu
değildir. Bununla birlikte, insani felaketi durdurma adına hareket ettiğini iddia
eden NATO üyesi devletlerin, bugün yeryüzünün diğer yerlerinde devam eden
ihlaller karşısındaki tutumları göz önüne alınması gereken bir göstergedir.
Bunun gibi yine bu devletlerin gelecekte bu tür ihlallerin ortaya çıkmasını
önlemeyi amaçlayan insan hakları ve insancıl hukuk alanındaki uluslararası
çabalara ne ölçüde katıldıkları da anlamlı bir gösterge olmalıdır.49
46
47
48
49
Çevikbaş, a.g.m., s. 20-21.
Ian Forbes and Mark Hoffman, Political Theory, International Relations, and the Ethics
of Intervention, St. Martin’s Press, New York, 1993, s. 147.
Funda Keskin, “Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma…”, a.g.e., s. 125.
Alpkaya, “NATO Müdahalesi Üzerine”, a.g.y.
YIL: (5) 1 – SAYI: 163
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
NATO müdahalesi, eğer NATO üyelerinden herhangi birinin saldırıya
uğraması sonucunda gerçekleştirilmiş olsaydı, kuruluş amacına uygun şekilde
meşru müdafaa50 hakkını kullandığı ileri sürülebilirdi. Ancak, Yugoslavya
herhangi bir NATO ülkesine bir saldırıda bulunmamıştır. Bu nedenle de
NATO’nun Sırbistan’a karşı yaptığı müdahalenin bir meşru müdafaa olarak
nitelendirilmesi pek mümkün görünmemektedir.51 Diğer bir husus ise,
meşru müdafaa için gereken “dışarıdan gelen saldırı” şartının bu olayda
gerçekleşmemesidir. Öncelikle, Kosova o dönem bağımsız bir devlet değildi,
Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin bir eyaleti niteliğini taşımaktaydı. İkinci
olarak, bölgeye karşı dışarıdan bir saldırı söz konusu değildi ve yaşananlar
daha çok bölgesel bir iç savaş şeklindeydi.52 Ancak bundan sonraki aşamada
uluslararası bir sorun haline getirilmiş ve müdahale yapılmasına karar
verilmiştir.
NATO tarafından BM’nin bir görevlendirmesi olmaksızın kuvvet
kullanılması öğretide birçok kez tartışılmıştır. Operasyonun hukuka aykırı
olduğunu savunan hukukçulara göre, BM Sözleşmesi bir devlete karşı
silahlı kuvvet kullanma yetkisini, sadece Güvenlik Konseyi’ne vermektedir.
Güvenlik Konseyi’nin NATO’nun müdahalesine ilişkin herhangi bir kararı
bulunmamaktadır. “İnsani kriz” kavramı BM Sözleşmesi’nde düzenlenen
“kuvvet kullanma yasağını” ortadan kaldırmamaktadır. Bu sebeple müdahale,
BM Sözleşmesi’nin 2/4’de düzenlenen kuvvet kullanma yasağını ihlal
etmektedir. NATO’nun hava operasyonunun uluslararası hukuka uygun
olduğunu savunanlar ise, uluslararası insancıl hukukun acil durumlar hakkındaki
kurallarına dayanmaktadırlar. Bu hukukçulara göre, acil durumlarda insani
50
51
52
64 Meşru müdafaa, aslında NATO’nun kurulma sebebidir. NATO bilindiği gibi Soğuk Savaş Dönemi’nde Sovyet tehdidine karşı batılı devletlerin kurduğu askeri bir ittifaktır.
NATO Antlaşması’nın 5. maddesinde eğer bu Anlaşma’nın taraflarından herhangi biri
saldırıya uğrarsa 51. maddesinde belirtilen ortak meşru müdafaa hakkının kullanılacağı ve Güvenlik Konseyi gerekli tedbirleri alıncaya kadar bu tedbirlerin devam edeceği
hükme bağlanmıştır. Ancak maddede belirtildiği şekli ile bu önlem yalnızca BM Sözleşmesi’nde tanımlanan hali ile meşru müdafaa hakkını düzenlemekte ve üyelere bunun
ötesinde bir hak veya yetki tanımamaktadır. Gökçen Alpkaya, “NATO Müdahalesi Üzerine”, a.g.y. Detaylı bilgi için bkz. Bruno Simma, “NATO, the UN and Use of Force:
Legal Aspects”, European Journal of International Law, C. 10, S. 1, 1999, s. 3.
Hilpold, a.g.m., s. 449-450.
Michael Byers and Simon Chesterman, “Changing the Rules About Rules? Unilateral
Humanitarian Intervention and the Future of International Law”, Robert O. Keohane,
J.L. Holzgrefe (eds.), Humanitarian Intervention: Ethical, Legal, Political Dilemmas,
North Carolina, Duke University, 2003, s. 182.
OCAK 2015
İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ
felaketleri önlemek için bütün diğer yollar tüketildikten sonra gerektiğinde
silahlı güç kullanmak hukuka uygundur. Kosova’daki durum bu boyutlara
varmış ve NATO’nun Kosova müdahalesi barışın sağlanması için yapılmıştır.
Bu müdahale insani felaketin önlenmesi için gereklidir ve hukuka uygundur.
Çünkü Güvenlik Konseyi konuyla ilgili olarak etkin bir şekilde hareket etmek
istememiştir. Zaten Rusya ve Çin’in veto haklarını kullanmaları sebebiyle
de karar alamazdı. Bütün bu gerekçelere dayanan hukukçular müdahalenin
hukuka uygun olduğunu savunmaktadırlar.53
BM Güvenlik Konseyi yetkilendirmesi ile NATO’nun sonradan müdahil
olduğu Bosna Hersek’te 1995’te gerçekleştirilen müdahaleye baktığımızda
ise insancıl müdahale kavramı farklı anlamlar taşımaktadır. Öncelikle Bosna
harekatı, bölgedeki insan hakları ihlalleri ve etnik kıyımları durdurmak üzere
BM Güvenlik Konseyi kararıyla NATO’nun yetkilendirildiği bir müdahale
örneğidir diyebiliriz. Şöyle ki bu harekat, BM Sözleşmesi’nin VII. Bölümü
kapsamında kuvvet kullanmayı da içeren tüm gerekli araçlarla yetkilendiren bir
BM Güvenlik Konseyi kararı ile başlatılmıştır. Alınan kararda aynı zamanda,
yine Sözleşme’nin VII. Bölümü ile ilişkilendiren durumun uluslararası barış
ve güvenliğe tehdit oluşturduğu belirtilmiştir. Bu bağlamda, BM Güvenlik
Konseyi kararı olmadan NATO’nun Kosova’ya insancıl müdahale adı altında
gerçekleştirdiği Kosova harekatı ile BM yetkilendirmesi ile yine NATO
tarafından gerçekleştirilen Bosna harekatı, insancıl müdahale tartışmalarında
önemli bir faktör olan “meşru müdahale yetkisi” unsuru açısından birbirlerinden
ayrılmaktadır. Ayrıca, Bosna müdahalesi öncesinde BM tarafından oluşturulan
Barış Koruma Gücü’nün insani yardım konusundaki sınırlı katkısı ve
yetersizliği de NATO’ya müdahale yetkisi vermesini güçlendirmiştir. BM
Barış gücü, bir çözüm sağlamaya yetecek askeri kapasiteden yoksun olduğu
için başarısız kalmış, bu sebeple NATO’nun devreye girmesi sağlanmıştır.
Öte yandan, Bosna harekatında yine insancıl müdahalenin unsurlarından biri
olan müzakereler yoluyla barışın sağlanması ve sürdürülmesi tercih edilmiştir.
Bütün bu unsurlar, Bosna harekâtının Kosova müdahalesine kıyasla insancıl
müdahale kavramı içine sokulmasına imkan sağlamaktadır.
53
Demirel, a.g.m., s. 167.
YIL: (5) 1 – SAYI: 165
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
SONUÇ
İnsancıl müdahale adı altında askeri müdahale seçeneğine
başvurulabilmesi için öncelikle uyuşmazlıkların barışçıl yöntemlerinin
denenmiş ve bir sonuç alınamamış olması gerekmektedir. Bundan sonraki
aşamada ise insancıl müdahale, hukuki bir zeminde meşru kılınmak isteniyorsa
mutlaka yetkili bir otorite veya kurum tarafından gerçekleştirilmelidir.
BM Sözleşmesi’nde dile getirilen kuvvet kullanma yasağının istisnaları
göz önünde bulundurulduğunda, insancıl müdahalenin meşru müdafaa
ile ilişkilendirilemeyeceği görülmektedir. Ancak BM Güvenlik Konseyi
tarafından alınacak bir kararla yetkilendirme yapılması durumunda insancıl
müdahale bir meşruiyete kavuşabilecektir.
Uygulanan uluslararası hukuk çerçevesinde NATO’nun Kosova’ya
müdahalesinin niteliği ve kapsamı ele alındığında, söz konusu müdahalenin
herhangi bir uluslararası hukuk normuna ya da genel olarak insancıl müdahale
kavramının tanımına ve unsurlarına uymadığı görülmektedir. Müdahaleyi
uluslararası hukuka aykırı görmek için sadece Birleşmiş Milletler Sözleşmesi
madde ve hükümlerine bakılması yeterli olacaktır. Fakat, insancıl müdahale
günümüzdeki uygulamalarıyla meşruiyeti ve hukukiliği tartışılmakta
olan bir kavramdır ve bu kavrama uygun bir şekilde yapılan müdahaleler
hukuki olmasalar bile uluslararası toplumun gözünde meşru bir hale
getirilebilmektedir.54
Her ne kadar Kosova’da insan hakları ihlallerinin şiddeti tartışılamaz
duruma gelmiş, insancıl hukuk ilkelerinin ihlal edilmiş ve bölgenin uzun vadede
bağımsızlığı veya bütünlüğü tehlikeye girmiş olsa da, müdahaleci devletlerin
oluşturduğu NATO müttefik kuvvetleri tarafından insancıl müdahalenin
unsurlarından biri olarak nitelendirilen alternatif seçenekler denenmemiş ve
tüketilmemiştir. Bu nedenle NATO’nun Kosova’ya müdahalesi, tam anlamıyla
insancıl müdahale olarak kabul edilemeyecek bir harekattır. Bu müdahale,
insancıl müdahalenin temel unsurlarından sadece bazılarını bünyesinde
barındırmakta ve bu yüzden insancıl müdahale kavramının uygulamaları
içerisine sokulmaktadır. NATO müdahalesi hem örgütsel anlamda, hem
üye devletlerce ve hem de uluslararası toplumun bazı kesimlerince insancıl
müdahale çerçevesine sokulup tanımlansa da, hatta meşruiyeti ve hukukiliği
54
66 Noam Chomsky, “Kosova Barış Antlaşması”, Der. Tarık Ali, NATO’nun Balkan Seferi
Om Yayınları, İstanbul, 2001, s. 533.
OCAK 2015
İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ
sağladığı dile getirildiği iddia edilse de, tam anlamıyla bir insancıl müdahale
olarak değerlendirilemez.
KAYNAKÇA
Alpkaya, Gökçen (15, Haziran 1999), “NATO Müdahalesi Üzerine”,
Tartışma Metinleri http://80.251.40.59/politics.ankara.edu.tr/alpkaya/kosova.
htm (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014).
Byers, Michael ve Simon Chesterman (2003), “Changing the Rules About
Rules? Unilateral Humanitarian Intervention and the Future of International
Law”, Humanitarian Intervention: Ethical, Legal, Political Dilemmas, Robert
O. Keohane and J.L. Holzgrefe (eds.), North Carolina, Duke University, 177203.
Chomsky, Noam (2001), “Kosova Barış Antlaşması”, Der. Tarık Ali,
NATO’nun Balkan Seferi, İstanbul: Om Yayınları.
Corten, Olivier ve Mario Bettati (1999), “The First Lessons of Kosovo”,
http://www. unesco.org/ courier/1999_08/uk/ethique/txt2.htm, (Erişim Tarihi:
2 Haziran 2014).
Çevikbaş, Ahmet (Kasım 2011), “Müttefik Güç Harekâtı İnsani
Müdahalelerin Bir İstisnası mıdır? NATO’nun Kosova’ya Yönelik Harekâtının
Uluslararası Hukuk ve Askeri Bakış Açılarından Değerlendirilmesi”, Savunma
Bilimleri Dergisi, C. 10, S. 2, 18-57.
Demirel, Naim (Bahar 2013), “Uluslararası Hukukta İnsani Müdahale ve
Hukuki Meşruiyet Sorunu”, FSM İlmi Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri
Dergisi, S. 1, 152-72.
Drüke, Luise (1993), Preventive Action for Refugee Producing Situations,
New York: Peter Lang,
Duran, Hasan (2001), “Yeni Bir Müdahale Şekli: İnsani Müdahale”,
Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi,
C. 6, S. 1, 87-94.
Forbes, Ian ve Mark Hoffman (1993), Political Theory, International
Relations, and the Ethics of Intervention, New York: St. Martin’s Press.
YIL: (5) 1 – SAYI: 167
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Haines, Steven (2009), “The Influence of Operation Allied Force on the
Development of the Jus Ad Bellum, International Affairs, C. 85, S. 3, 477-90.
Hilpold, Peter (2001), “Humanitarian Intervention: Is There a Need for
a Legal Reappraisal”, European Journal of International Law, C. 12, S. 3,
437-67.
Himes, Kenneth R., (1994), “The Morality of Humanitarian Intervention”,
Theological Studies, C. 55, S. 1, 82-106.
Holzgrefe J. L. ve Robert Keohane (2003), “The Humanitarian
Intervention Debate”, Humanitarian Intervention: Ethical, Legal, Political
Dilemmas, Cambridge University Press, Cambridge, 15-53.
“Humanitarian Intervention”, The Advisory Council on International
Affairs and the Advisory Committee on Issues of Public International Law,
April 2000.
“Independent International Commission on Kosovo”, The Kosovo
Report: Conflict, International Response, (2001), Lessons Learned, Oxford:
Oxford University Press.
Keskin, Funda (Kış 2006-2007), “İnsancıl Müdahale: 1999 Kosova ve
2003 Irak Sonrası Durum”, Uluslararası İlişkiler, C. 3, S. 12, 49-70.
Keskin, Funda (1998), Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma: Savaş,
Karışma ve Birleşmiş Milletler, Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları.
Latawski, Paul ve Martin A. Smith, (2003), Kosovo Crisis and the
Evolution of Post-Cold War European Security, New York: Manchester
University Press.
Lewy, Guenter (Güz 1993), “The Case for Humanitarian Intervention”,
Orbis, C. 37, S. 4, 621-33.
Lobel, Jules and Ratner, Michael, “Humanitarian Military Intervention”,
Focus, C. 5, S. 1, January 2000.
Lyman, Robert Murray, “The Possibilities for Humanitarian War by
International Community in Bosnia Herzegovina Between 1992 and 1995”,
The Strategic and Combat Studies Institute, Camberley, 1997.
68 OCAK 2015
İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ
Magnan, Richard, “An Examination of the Legal Authority for the 1999
NATO Air Campaign Against the Federal Republic of Yugoslavia”, Foreign
Service Institute, March, 2000, file:///C:/Users/Tosh%C4%B1ba/Downloads/
ADA393979%20(2).pdf, (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014).
Merriam, John J., “Kosovo and the Law of Humanitarian Intervention”,
Case Western Reserve Journal of International Law, C. 33, S. 1, 2001, 111154.
Mertus, Julie A., “Operation Allied Force: Handmaiden of Independent
Kosovo”, International Affairs, C. 85, S. 3, 2009, 461-476.
Molier, Gelijn, “Humanitarian Intervention and the Responsibility to
Protect After 9/11”, Netherlands International Law Review, C. 53, 2006, 3762.
Moller, Bjorn, “Kosovo and Just War Tradition”, Paper for the
Commission on Internal Conflicts, Ağustos 2000, http://www.comw.org/
pda/fulltext/0008moeller.pdf, 1-18 (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014).
Muenzel, Frank, “What Does Public International Law Have to Say
About Kosovar Independence?”, http://jurist.law.pitt.edu/simop.htm (Erişim
Tarihi: 2 Haziran 2014).
Özbay, İskender, Geçmişten Günümüze Kosova Tarihi ve Türkiye-Kosova
İlişkileri, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (ATASE),
Genel Kurmay Basımevi, Ankara, 2009.
Ramphal, Shridath, “Law and Intervention”, Peace Review, C. 8, Aralık
1996, ss. 493-498.
Rogers, A.P.V., “Humanitarian Intervention and International Law”,
Harvard Journal of Law and Public Policy, C. 27, S. 3, 2004, 725-736.
Scheffer, David J., “Challenges Confronting Collective Security:
Humanitarian Intervention”, David J. Scheffer, Richard N. Gardner and Gerald
H. Helman (eds.), Post-Gulf War Challenges to the UN Collective Security
System: Three Views on the Issue of Humanitarian Intervention, United States
Institute of Peace, Washington, 1992, ss. 1-13.
Simma, Bruno, “NATO, the UN and Use of Force: Legal Aspects”,
European Journal of International Law, C. 10, S. 1, 1999, 1-22.
YIL: (5) 1 – SAYI: 169
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Solana, Javier, “Press Conference by Javier Solana at NATO
Headquartes”, 13 October 1998, http://www.nato.int/docu/speech/1998/
s981013b.htm (Erişim Tarihi: 2 Temmuz 2014).
Thornberry, Patrick, “Come Friendly Bombs... International Law in
Kosovo”, Kosovo: The Politics of Delusion, Michael Waller (ed.), Kyril
Drezov and Bülent Gökay, Frank Cass Publishers, London, Portland, 2001,
43-56.
Uluslararası Müdahale ve Devlet Egemenliği Komisyonu (ICISS), 2001,
http://responsibilitytoprotect.org/ICISS%20Report.pdf (Erişim Tarihi: 2
Haziran 2014).
Vankovska-Cvetkovska, Biljana, “Between Preventive Diplomacy and
Conflict Resolution: The Macedonian Perspective on the Kosovo Crisis”,
http://jurist.law.pitt.edu/biljana.htm (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014).
Webber, Mark (2009), “Kosovo War: A Recapitulation”, International
Affairs, C. 85, S. 3, ss. 447-59.
Weiss, Thomas G. (2 June 2004), “The Responsibility to Protect in a
Unipolar Era,” Security Dialogue, C. 35, S. 2, 135-53.
William A. Boettcher (3 June 2004), “Military Intervention Decision
Regarding Humanitarian Crises: Framing Induced Risk Behavior”, Journal of
Conflict Resolution, C. 48, S. 3, 331-55.
Yılmaz, Murat (2005), Kosova Bağımsızlık Yolunda, İstanbul: İlke
Yayıncılık.
70 OCAK 2015
ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ
VE ASKERİ BİR ANALİZ
55*
Cenk ÖZGEN
Özet
Türkiye’nin Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik düzenlediği
en kapsamlı askeri operasyonlardan biri Çelik Harekâtı’dır. 35.000
askerin katılımıyla icra edilen harekât, uluslararası hukuk açısından BM
Genel Kurulu’nun “zorunluluk hali” ve “varlığını koruma” doktrinlerine
dayandırılmıştır. Çelik Harekâtı, dördüncü nesil savaş(lar) kategorisinde
değerlendirilebilecek bir girişimdir. Çalışmada, harekâtın hukuki ve askeri
açıdan analiz edilmesi amaçlanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Kuzey Irak, Sınır Ötesi Harekât, Türk Silahlı
Kuvvetleri, Çelik Harekâtı, Dördüncü Nesil Savaş.
A LEGAL AND MILITARY ANALYSIS ON OPERATION ÇELİK
Abstract
Operation Çelik is one of the most large-scale military operations
organised by Turkey against PKK bases in Northern Iraq. Regarding
International Law, this operation involved 35.000 troops based on the
“necessity” and “self-preservation” doctrines of the United Nations (UN)
General Assembly. Operation Çelik is an initiative that can be examined as
Fourth Generation Warfare(s). With the study, we aim to analyse legal and
military aspects of this operation.
Key Words: Northern Iraq, Cross Border Operation, Turkish Armed
Forces, Operation Çelik, Fourth Generation Warfare.
*
Yrd. Doç. Dr., Giresun Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve
Kamu Yönetimi Bölümü, [email protected].
YIL: (5) 1 – SAYI: 171
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
ВОЕННО-ПРАВОВОЙ АНАЛИЗ “ОПЕРАЦИИ СТАЛИ”
Аннотация
Одним из наиболее полной военной операцией Турции против
лагеря РПК (Рабочая Партия Курдистана) в Северном Ираке
является «Операция Стали». Операция, которая была проведена с
участием 35000 солдат, была основана на доктрине и с точки зрения
международного права «государственной необходимости» и «защита
собственности» Генеральной Ассамблее ООН. Операция Стали,
война (войны) четвертого поколения, инициатива, которая может
быть рассмотрена в этой категории. Исследование предназначено для
анализа с точки зрения правовых и военных операций.
Ключевые слова: Вооруженные силы Турции, Северный Ирак,
Пограничная Операция, «Операция Стали», Война Четвертого
Поколения.
GİRİŞ: DÖRDÜNCÜ NESİL SAVAŞ(LAR)
Carl Von Clausewitz (1780-1831), Savaş Üzerine (Vom Kriege) adlı klasik
eserinde savaşı “düşmanı irademizi kabule zorlamak için bir kuvvet kullanma
eylemi” olarak tanımlamıştır. Bu tanım, ulus-devletler arasında savaşı nihai
sorun çözme aracı olarak kabul eden geleneksel görüşü yansıtmaktadır.
Geleneksel görüşe göre siyasi niyet amaç, savaş ise araçtır. Araç hiçbir zaman
amaçsız düşünülemez. Dolayısıyla savaş da özünde siyasetin başka araçlarla
devamıdır (Clausewitz, 2011).
Her ne kadar savaş olgusu genel olarak yukarıdaki şekilde tanımlanmaya
devam etse de Soğuk Savaş özellikle de 11 Eylül sonrasında yaşanan
“savaşımsı” çatışmaların geleneksel varsayımlar üzerinden açıklanması
oldukça zordur. Yaşanan değişimin temelinde küreselleşme ve teknolojideki
gelişmelere koşut olarak devlet dışı aktörlerin uluslararası güvenlik ortamında
görünürlüklerinin artması bulunmaktadır. Soğuk Savaş sonrasında vuku bulan
çatışmaların büyük bölümünde taraflardan en az biri devlet dışı aktördür.
Örneğin 2013 yılında dünyada devam eden 37 çatışmanın 31’i bu kategoride
olup sadece 6’sı klasik ulus-devletler savaşıdır (Gurcan, 2012). Bugün Irak
ve Şam İslam Devleti (IŞİD) terör örgütüyle dünya gündeminde yer alan
Suriye İç Savaşı’nın da klasik bir ulus-devlet savaşı olmaması şaşırtıcı
72 OCAK 2015
ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ
değildir. Mevcut tablo, savaşın ulus-devlet tekelinden çıktığı yeni bir döneme
girildiğini göstermektedir. Herfried Münkler’in (2011) ifadesiyle bu, “Yeni
Savaşlar” (Die Neuen Kriege) dönemidir.
Lind, Nightengale, Schmitt, Sutton ve Wilso (1989), ABD Deniz
Piyadeleri Gazetesi (Marine Corps Gazette)’de yayımlanan Savaşın Değişen
Yüzü: Dördüncü Nesil Savaşa Doğru (The Changing Face of War: Into the
Fourth Generation) başlıklı makalelerinde, savaşın doğasını ve evrimini
açıklamaya yönelik yeni bir model ortaya koymuşlardır. Modelde, savaş
ortamını dört nesile ayırarak açıklayan yazarlar, günümüzün gayri nizami
harp türevlerini dördüncü nesil savaş (4NS) kategorisinde ele almışlardır.
Yazarların tespitiyle 4NS, savaş ile barış dönemleri arasındaki ayrımın
bulanıklaştığı; klasik cephe anlayışının olmaması nedeniyle muharebe sahası
sınırlarının çizilmesinin zorlaştığı; sivil-asker farkının büyük ölçüde ortadan
kalktığı ve doğası gereği muharip-muharip olmayan herkesin etkilendiği
asimetrik bir çatışma ortamıdır. 4NS’ye geçişle birlikte savaşta ulus-devlet
tekeli kırılmış; düşman merkezli anlayıştan halk merkezli anlayışa geçilmiş;
siber güvenlik öne çıkmış; barış ve savaş dönemleri arasında ayrım yapılması
zorlaşmış; fetih anlayışı terk edilmiş; bilgi harekâtı ile muharebe ortamında
taktik seviye önem kazanmıştır (Gurcan, 2012).
Lind ve diğer. (1989) tarafından ortaya konulan model temel alındığında,
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nın Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkerên
Kurdistanê/PKK)’ya karşı yürüttüğü mücadele 4NS kategorisindeki gayri
nizami harp türevlerine girmektedir. Mücadelenin taraflarından biri Türkiye
Cumhuriyeti Devleti ve onun meşru güvenlik güçleri, diğeriyse devlet dışı
bir aktör ya da daha somut bir tespitle uluslararası alanda terör örgütü olarak
kabul edilen gayri meşru silahlı bir gruptur. Benzer örneklerde olduğu gibi
askeri açıdan burada da simetrik muharebe kuralları geçerli değildir. “Çözüm
süreciyle” birlikte nispeten çatışmasızlık dönemine girilse de PKK; pusu
kurma, baskına uğratma, sabotaj düzenleme ve mayın/patlayıcı döşeme
gibi gayri nizami harp taktik ve usullerini uygulamakta; buna karşı TSK
ise yurtiçinde olduğu kadar sınır ötesinde de icra ettiği harekâtlarla örgütü
etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. Yeri gelmişken, 1980’li yıllar boyunca
daha ziyade savunma pozisyonunda kalan TSK’nın -yeniden yapılanma
çalışmalarının da etkisiyle- 1993 yılı sonrasında inisiyatifi ele geçirdiği;
1990’lı yılların sonlarına gelindiğindeyse askeri açıdan PKK’yı yenilgiye
YIL: (5) 1 – SAYI: 173
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
uğrattığı belirtilmelidir. Hiç şüphesiz bu başarıda sınır ötesi harekâtların
yadsınamaz payı bulunmaktadır.
Sınır ötesi harekâtların önemine atıf yapılan bu noktada Kuzey Irak’ın
Türkiye toprakları dışında PKK kamplarının yer aldığı en önemli üs bölgesi
olduğunun altı çizilmelidir. Bunun etkisiyle TSK, örgütün Kuzey Irak’a
yerleşmeye başladığı 1983 yılından 2012 yılına kadar bölgeye yönelik birçok
operasyon düzenlemiştir. Kuzey Irak’taki PKK militanlarını hedef alan
operasyonların ilki 25 Nisan 1983 tarihinde yapılmıştır (Özdağ, 2008). Son
operasyonun tarihiyse 5-6 Kasım 2012’dir (Reuters, 2012). Sıcak takip hakkı/
kesintisiz izleme hakkı (hot pursuit) kapsamındakiler de dâhil edildiğinde,
TSK’nın Kuzey Irak’ta icra ettiği operasyonların sayısını tespit etmek oldukça
güçtür. Konuya ilişkin araştırmalar yapan Şener (2013), 1983-2010 yılları
arasında sıcak takip hakkı ve sınır ötesi operasyon (cross border operations)
kapsamında 88 operasyonun düzenlendiğini tespit etmiştir. Fakat Şener
-özellikle sıcak takip bazında- gerçek rakamın çok daha yüksek olabileceğini
not düşmüştür. Kaldı ki araştırmada 2010-2012 döneminin yer almaması da
sayının daha yüksek olabileceğine yorulabilir.1
TSK’nın sıcak takip ve sınır ötesi operasyonları ekseriyetle küçük ya
da orta ölçekli girişimlerdir. Bunlar içerisinde sadece kara unsurlarının yer
aldığı operasyonlar olduğu gibi sadece hava ya da kara-hava unsurlarının
müşterek harekât şeklinde icra ettikleri operasyonlar da bulunmaktadır.
Öte yandan sayısal açıdan az olmakla beraber geçmişte kolordu2 çapında
birliklerce icra edilmiş büyük ölçekli operasyonlar da kayda geçmiştir. Karahava unsurlarının müşterek harekât şeklinde icra ettiği bu tarz operasyonların
örneklerinden biri Çelik Harekâtı’dır. 35.000 askerin katılımıyla 20 Mart-3
Mayıs 1995 tarihleri arasında icra edilen Çelik Harekâtı, kapsam itibariyle
Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan bile büyüktür (Hürriyet Gazetesi, 21 Mart 1995).
Bu boyuttaki bir harekâtın akademik çevrelerde yeterince ele alınmamış
olmasıysa ilgi çekicidir.
Bu çalışma, yukarıda ana hatları ortaya konulan Çelik Harekâtı’nı
hukuki ve askeri açıdan analiz etmeyi amaçlamaktadır. Gizliliği bulunmayan
açık kaynaklara dayandırılacak olan çalışmada, ilk önce harekâtın uluslararası
1
2
74 TSK’nın en yetkili ismi konumundaki Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın dahi, Kasım 2007’de yaptığı bir açıklamada Kuzey Irak’a yapılan operasyon sayısını
bilmediğini ifade etmesi bu tespitle örtüşmektedir (Özdağ, 2008).
Bir kolorduda ortalama 40.000 ila 60.000 arasında asker bulunmaktadır.
OCAK 2015
ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ
hukuk yönünden değerlendirmesi yapılacak, ardından ise askeri boyutu ele
alınacaktır.
ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN ÇELİK HAREKÂTI
Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerini de kapsayan
bağımsız bir Kürdistan devletinin kurulmasını amaçlayan PKK, Abdullah
Öcalan’ın Haziran 1984’te verdiği talimatla “silahlı propaganda aşaması”ndan
“gerilla aşaması”na geçişe yönelik hazırlıklara başlamıştır (Özcan, 1999).
Bu doğrultuda askeri kanadı Kürdistan Kurtuluş Birlikleri (Hêzên Rizgariya
Kurdistan/HRK)’nın örgütlenmesini tamamlayan örgüt, silahlı direnişin
başladığının dünya kamuoyuna ciddi eylemlerle duyurulması için bir dizi
saldırı gerçekleştirmiştir. 15 Ağustos 1984 tarihinde gerçekleştirilen ve
örgüt yazınında “Ağustos Atılımı” olarak adlandırılan saldırılarda (Fırat ve
Kürkçüoğlu, 2004), Siirt’in Eruh ilçesindeki jandarma karakolu ile Hakkâri’nin
Şemdinli ilçesindeki jandarma karakolu, jandarma subay açık hava gazinosu
ve subay lojmanları hedef alınmıştır. Saldırılarda 1 asker ölürken, 9 asker ile
3 sivil yaralanmıştır (Milliyet Gazetesi, 18 Ağustos 1984).
PKK’nın silahlı eylemlere başlamasına karşı önlem arayışında olan
Türkiye, o dönemde Irak ve Suriye nezdinde yapılan girişimlerle sınır
güvenliğinin sağlanması konusunda adımlar atmıştır. Adımlardan biri Dışişleri
Bakanı Vahit Melih Halefoğlu ile Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral
Necdet Öztorun’un Bağdat ziyareti sırasında 15 Ekim 1984 tarihinde
imzalanan Türkiye-Irak Güvenlik Protokolü’dür. 29 Mart 1946 tarihinde iki
ülke arasında imzalanan Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması’na dayanan
protokol taraflara birbirlerinin topraklarında 5 kilometre derinliğe kadar sıcak
takip hakkı tanımıştır (Fırat ve Kürkçüoğlu, 2004). Türkiye, 1984 sonrasında
Kuzey Irak’a yönelik gerçekleştirdiği sınır ötesi operasyonları bu protokole
dayandırmıştır. Nitekim Irak’ın rızasına dayalı olması nedeniyle bu dönemde
düzenlenen operasyonların hukukiliğinin sorgulanması söz konusu olmamıştır
(Başeren, 1995).3
3
Uluslararası hukuk açısından sıcak takip hakkı ile sınır ötesi operasyon kavramları birbirinden farklıdır. Sıcak takip, bir devletin egemenlik sahası içinde haksız eylemde bulunan kişi veya grupları sınırlarının dışında da takip etmesidir. Bu bağlamda sıcak takip
hakkının kullanımında askeri harekât takipte bulunan devletin topraklarında başlamakta
ve eylemci(lerin) sınırı geçmesi durumunda komşu ülkenin topraklarında devam etmektedir. Sınır ötesi operasyon ise bir devletin askeri harekâtı “doğrudan” diğer devletin ege-
YIL: (5) 1 – SAYI: 175
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Öte yandan Türkiye ile Irak arasında imzalanan Güvenlik Protokolü’nün
süresi 1988 yılında dolmuştur. O dönemde Türkiye, Irak’ın da sıcak takip
hakkından yararlanma olasılığına karşı ilk etapta protokolün süresinin
uzatılmasına sıcak yaklaşmamıştır.4 Ancak daha sonra bu konuda görüş
değişikliğine gitmiş ve protokolün tekrar yürürlüğe sokulmasına yönelik
girişimlere başlamıştır. Başbakan Yıldırım Akbulut, 5-7 Mayıs 1990 tarihleri
arasında Irak’a yaptığı resmi ziyarette konuyu gündeme getirmiştir. Ankara’nın
talebine karşı Bağdat yönetiminin yaklaşımıysa sınır güvenliğinin Türkiye,
Suriye ve Irak arasında yapılacak üçlü bir antlaşmayla düzenlenmesi olmuştur.
Üstelik Bağdat yönetimi, Fırat ve Dicle nehirlerinden Suriye’ye saniyede 700
metreküp su bırakılmasını da talep etmiştir. Yapılan görüşmelerde taraflar
bahsi geçen talepler konusunda uzlaşamamıştır (Başeren, 1995).
1984 tarihli Güvenlik Protokolü’nün süresinin uzatılmaması “Çelik
Harekâtı’nın hukuki dayanağı nedir?” sorusunu gündeme getirmektedir.
Uluslararası hukuk alanındaki çalışmalarıyla tanınan Reçber (2007),
Türkiye’nin söz konusu protokol ya da benzeri bir uluslararası anlaşma
olmadan da Kuzey Irak’a yönelik sıcak takip veya sınır ötesi operasyon yapma
hakkına sahip olduğu görüşündedir. Zira Birinci Körfez Savaşı sonrasında
Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin 688 sayılı kararına istinaden
hayata geçirilen “güvenli bölge” uygulaması Kuzey Irak’ta otorite boşluğuna
sebep olmuştur. Bu boşluktan istifade eden PKK ise Kuzey Irak’ı kendine
üs seçmiş ve bölgeden destek alarak gerçekleştirdiği saldırılarla Türkiye’nin
güvenliğine tehdit oluşturmaya başlamıştır. Reçber’e göre Irak tarafından
gerekli önlemlerin alın(a)maması Türkiye’nin sıcak takip veya sınır ötesi
operasyon yapma hakkını gündeme getirmektedir. Türkiye’nin kuvvet
kullanma hakkının dayanağınıysa BM Antlaşması’ndaki meşru müdafaa
hakkı ilkesi oluşturmaktadır. Diğer taraftan Reçber, TSK unsurlarının Kuzey
Irak’ta daimi olarak kalmasının meşru müdafaa ilkesiyle bağdaşmayacağı ve
uluslararası hukuka aykırı bir eylem teşkil edeceği uyarısında bulunmakta;
karar vericilerin sıcak takip veya sınır ötesi operasyonları uzun süreli
tutmamasını ve harekât sonrasında birlikleri geri çekmesini doğru bir hareket
tarzı olarak görmektedir.
4
76 menlik sahasında başlatması ve yürütmesidir. Başka bir ifadeyle sınır ötesi operasyonun
düzenlendiği yer doğrudan diğer devletin topraklarıdır (Reçber, 2007).
Özdağ (2007), Türkiye’nin protokolün uzatılması konusunda çekinceleri olmasına karşın
bunu resmi olarak hiçbir zaman telaffuz etmediğini belirtmektedir. Ankara, resmi görüş
olarak Irak’ın bölgede denetimi yeniden tesis etmiş olmasından ötürü artık sınır ötesi
operasyonlar düzenlemeye ihtiyacı olmadığını ileri sürmüştür.
OCAK 2015
ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ
Aslına bakılırsa bir terör saldırısına maruz kalan devletin meşru müdafaa
hakkının doğup doğmadığına ilişkin görüşler farklılaşmaktadır. Genel olarak
bakıldığında, bu konudaki görüşleri iki grupta toplamak mümkündür. Birinci
grup, meşru müdafaa hakkının sadece devletlerarası silahlı çatışmalarda geçerli
olabileceğini, dolayısıyla bir devletin bu hakka dayanarak terör örgütleri gibi
devlet dışı aktörlere karşı kuvvet kullanamayacağını savunmaktadır. İkinci
grup ise meşru müdafaa hakkının sadece mütecaviz devlet(ler)e karşı değil
devlet dışı aktörlere ve onlara destek sağlayan devlet(ler)e karşı da kuvvet
kullanımına dayanak sağladığını ileri sürmektedir. Her ne kadar başvurulacak
tedbirlerin mahiyeti noktasında uzlaşı sağlanamasa da günümüzde ikinci
görüşün ağırlık kazandığı görülmektedir (Şener, 2013). Nitekim bu çalışmada
da kabul gören ikinci görüştür.
Meşru müdafaa hakkı ilkesi İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası
barış ve güvenliğin sağlanmasına ilişkin düzenlemelere; somut bir ifadeyle
Türkiye’nin de taraf olduğu 26 Haziran 1945 tarihli BM Antlaşması’na
dayanmaktadır. BM Antlaşması’nın “Amaçlar ve İlkeler” başlıklı I. bölümünün
2. maddesinde, üye devletlerin başka bir devletin toprak bütünlüğüne ya
da siyasal bağımsızlığına karşı kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet
kullanımına başvurması yasaklanmıştır. Uyuşmazlıkların öncelikle barışçı
yöntemlerle çözüme kavuşturulmasını öngören antlaşmada, kuvvet kullanma
tekeli BM Güvenlik Konseyi’ne verilmiş, bunun tek istisnasının ise meşru
müdafaa hakkı olduğu kabul edilmiştir. Bu cümleden antlaşmanın “Barışın
Tehdidi, Bozulması ve Saldırı Durumlarında Girişilecek Eylemler” başlığını
taşıyan VII. bölümünün 51. maddesinde, saldırıya uğrayan devletlerin ancak
şu şekilde kuvvet kullanabileceği belirtilmiştir:
Bu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin
silahlı saldırıya uğraması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve
güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal
olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez. Üyelerin
bu meşru savunma hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik
Konseyi’ne bildirilir ve Konsey’in işbu Anlaşma gereğince uluslararası barış
ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde
her an hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez (Birleşmiş
Milletler Enformasyon Merkezi, t.y.).
YIL: (5) 1 – SAYI: 177
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
BM Antlaşması’nda meşru müdafaa hakkının kullanılmasına ilişkin
belirleyici unsur “silahlı saldırı” fiilinin gerçekleşmesidir. Kuzey Irak’ta
üstlenmiş PKK militanlarının Türkiye’ye yönelik eylemleri dikkate alındığında,
düzenlemede öngörülen silahlı saldırı fiilinin gerçekleştiği açıktır. Dolayısıyla
Türkiye’nin kendini koruma amaçlı kuvvet kullanımına başvurması
uluslararası hukuka uygundur.5 Zaten Türkiye de 4-18 Ağustos 1991 tarihleri
arasında Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik gerçekleştirdiği sınır ötesi
operasyonu meşru müdafaa hakkına dayandırmıştır (Oran, 1996).
Öte yandan Türkiye, Çelik Harekâtı’nı BM Genel Kurulu’nun 2625
sayılı Dostça İlişkiler Bildirisi’ne gönderme yaparak, “zorunluluk hali”
(necessity) ve “varlığını koruma” (self-preservation) doktrinlerine atıf yaparak
meşrulaştırmaya çalışmıştır. Ayrıca Türkiye, ulusal güvenliğini, sınırlarını
ve terörizme karşı vatandaşlarını koruma amacıyla gerekli tedbirleri alma
yönündeki kararlığını da ifade etmiştir. Kuşkusuz harekâtı meşrulaştırmak
için kullanılan bu argümanlar meşru müdafaa hakkına dayanak oluşturan
argümanlara çok benzemektedir. Bununla birlikte Türkiye, Çelik Harekâtı’nı
doğrudan meşru müdafaa hakkına dayandırmamış ve aldığı tedbirleri Güvenlik
Konseyi’ne bildirmemiştir. Hatta Irak’ın protestolarına yanıt olarak Güvenlik
Konseyi’ne gönderilen mektuplarda da 51. maddeye atıf yapmamıştır.6
5
6
78 PKK’nın silahlı saldırılarına karşı Türkiye’nin kuvvet kullanmasının uluslararası hukuka uygun olduğunun savunulduğu bu noktada 11 Eylül sonrasında öne çıkan önleyici
meşru müdafaa hakkı kavramından da kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. 2002 yılında
Bush yönetimi tarafından yayınlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi’nde, terörizmin
ülke güvenliğine büyük bir tehdit oluşturduğu ve ABD’nin bu tehdidi ortadan kaldırmak
için her tür önlemi alacağı açıklanmıştır. Belgenin en dikkat çekici yönü önleyici meşru
müdafaa hakkı kapsamında halkı ve ülkeyi korumak için teröristler “daha eyleme geçmeden” etkisiz hale getirilecekleri vurgusudur (The National Security Strategy of the United
States of America, 2002). Aslına bakılırsa bir devletin silahlı saldırı fiili gerçekleşmeden
de kuvvet kullanıp kullanamayacağı konusunda doktrinde görüş birliği yoktur. Kimi
yazarlar çok yakın ve gerçek bir tehlikenin varlığı karşısında -eğer başka bir yol yoksatehdit altındaki devletin meşru müdafaa hakkını kullanarak kuvvete başvurabileceğini
ileri sürmektedirler. Fakat yine de yazarların çoğunluğunun meşru müdafaa kapsamında
kuvvet kullanımını silahlı saldırı fiilinin gerçekleşmesine bağladığı dolayısıyla önleyici
meşru müdafaa hakkını reddettiği görülmektedir (Pazarcı, 2011).
Burada ilginç olan nokta Türkiye’nin aksine ABD’nin harekâtı meşru müdafaa hakkı
olarak nitelendirmesidir. Meşru müdafaa söylemiyle ABD’nin başından itibaren destek
verdiği harekât, Irak tarafından ise ağır biçimde eleştirilmiştir. BM’yi hareketsizlik ve çifte standartlı politika izlemekle itham eden Bağdat yönetimi, Türkiye’ye yönelik silahlı
saldırılarda sorumluluğu bulunmadığını iddia etmiştir. Bağdat yönetimi, ABD’nin Kuzey
Irak’ta yarattığı otorite boşluğunun merkezi yapının bölgedeki terörist faaliyetleri engelleme kapasitesini ortadan kaldırdığını dolayısıyla saldırıların asıl sebebinin bizatihi
ABD’nin politikaları olduğunu ileri sürmüştür. Öte yandan Irak gibi Almanya, Fransa,
OCAK 2015
ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ
Taşdemir’e (2006) göre Türkiye’nin doğrudan meşru müdafaa hakkına atıf
yapmamasının muhtemel nedeni PKK’nın eylemlerinden Irak’ın ne ölçüde
sorumlu olduğu tartışmalarından kendisini uzak tutmak istemesidir.
ASKERİ AÇIDAN ÇELİK HAREKÂTI:
KUZEY IRAK’IN ARAZİ YAPISI
PKK ile mücadele kapsamında Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin
en hassas kesimleri Türkiye-Irak sınırının batısında yer alan Cudi Platosu ile
doğusunda yer alan Hakkâri Platosu’dur. Türkiye’nin güney sınırından içeri
giren “üçgen” görünümündeki her iki platonun da kontrol altında tutulması ve
savunulması son derece zordur. Cudi Platosu’na Suriye ve Irak’tan, Hakkâri
Platosu’na ise İran ve Irak’tan girişi-çıkışı kolaylaştıran sarp boğazların
yanında çok sayıda dağ yolu ve patika gibi taktik istikametler mevcuttur
(Savunma ve Havacılık, 1995).
Çelik Harekâtı, sınır güvenliğinin sağlanmasında sorunlar yaşanan bu
bölgenin hemen güneyinde icra edilmiştir. Türkiye-Irak sınır hattı boyunca
350 kilometre uzanan ve 40 kilometre derinliğe ulaşan harekât bölgesi takribi
olarak 14.000 kilometrekare genişliğindedir (Savunma ve Havacılık, 1995).
Bölgenin en dikkat çekici yönü, arazi yapısının son derece dağlık olması ve
bunun özellikle karayoluyla yapılacak kuvvet intikallerini kısıtlamasıdır.
Kuzeyde Türkiye, batıda Suriye ve doğuda İran sınırlarıyla çevirili olan
harekât bölgesi doğu-batı istikametinde birbirine paralel olarak uzanan iki dağ
sırası ile bunların ortasındaki koridordan oluşmaktadır. Türkiye-Irak sınırı
üzerinden başlayan ilk dağ sırası batıdan doğuya; Sinad, Haftanin, Hantur
Dağları ile Metina, Şivi (Zap), Mezi Karay (Avaşin) ve Hakuruk bölgelerinden
oluşmaktadır. Bu dağ sırasından sonra Zaho-Amadiya koridoruna
ulaşılmaktadır. Koridorun güneyinde Hayırsızdağ (Beyaz Dağ) ile Garadağ’ın
oluşturduğu ikinci dağ sırası yer almaktadır (Kundakçı, 2004). Bölgede;
Murat ve Dicle nehirleri, Botan, Habur ve Hezil çayları ile bu akarsuların
kollarıyla birbirinden ayrılan binlerce ters kompartıman vardır. Arızalı arazi
yapısı nedeniyle bölgedeki rakım farklılıkları da büyük boyutlardadır. Bir
Belçika ve Norveç gibi bazı Batı Avrupa ülkeleri de Türkiye’yi Irak’ın toprak bütünlüğüne
tecavüz etmekle suçlamıştır. Arap Ligi ve Körfez İşbirliği Konseyi de Türkiye’yi kınamıştır
(Akt. Taşdemir, 2006).
YIL: (5) 1 – SAYI: 179
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
saatlik yürüyüş mesafesi içinde dahi defalarca 600 metreden 3.000 metreye
çıkılıp inilmektedir. Bu zorlu arazi yapısı özellikle bölgeyi ikiye ayıran Dicle
Nehri’nin doğusunda yer almaktadır (Savunma ve Havacılık, 1995).
Arazi yapısıyla gayri nizami harp taktik ve usullerini uygulayan silahlı
bir örgütün üstlenmesine son derece elverişli koşullar sunan bölgede, vadiler
dışında dağları geçmenin tek yolu patikalardır. Bu tespitle, akarsuların
açtığı vadiler harekât için uygun kesimlerdir. Silopi-Zaho-Amadiya
istikameti zırhlı birlik harekâtına uygundur. Ancak bölgede sonuç alıcı bir
harekâtın kara havacılık unsurları -taarruz ve genel maksat helikopterleritarafından desteklenen piyade ve komando birliklerince yapılabileceği
değerlendirilmektedir (Kundakçı, 2004).
ÇELİK HAREKÂTI’NIN İCRA EDİLDİĞİ DÖNEMDE KUZEY
IRAK’TAKİ PKK VARLIĞI
PKK’nın Türkiye-Irak sınırına 15-20 kilometre mesafe içinde çok
sayıda kampı bulunmaktadır. Örgüt yazınında Botan-Behdinan Eyaleti
olarak geçen bölgedeki belli başlı kamplar; Sinad, Haftanin, Metina, Şivi,
Mezi Karay, Hakuruk, Boti ve Zeli’dir. Türkiye Büyük Millet Meclisi
(TBMM) tutanaklarında, Çelik Harekâtı’nın düzenlendiği dönemde adı geçen
kamplarda 2.400-2.800 arasında militan bulunduğu bilgisi yer almaktadır. Aynı
tutanaklarda militanların kamplara göre dağılımları; Sinad 600-700, Haftanin
150-200, Metina 300-350, Şivi 100-150, Mezi Karay 500-600, Hakurk; 300400, Boti 350-400 ve Zeli 50 şeklinde geçmektedir (Akt. Özdağ, 2008).7
Gayri nizami harp taktik ve usullerini uygulayan PKK’nın, o dönemde
dağ kadrosu; manga, takım, bölük ve tabur şeklinde teşkilatlanmıştır.8
Temmuz 1993’de takımlar 40-50, bölükler 110-120, taburlar ise 240-260
7
8
80 Farklı kaynaklarda bölgedeki militan sayısının 2.400-2.800 olduğu konusunda görüş birliği vardır. Fakat militanların kamplara göre dağılımında rakamlar değişiklik gösterebilmektedir. Örneğin Hürriyet Gazetesi’nde militanların dağılımı; Sinad 600-700, Haftanin
200-250, Metina 350-400, Şivi 100-150, Mezi Karay 480-600, Hakuruk 500-550 ve Boti
250-300 olarak verilmektedir (Hürriyet Gazetesi, 22 Mart 1995).
1994 yılında PKK, örgüt yazınında hareketli alay olarak geçen teşkilatlanmayı da denemiştir. 170 kadar militandan oluşan ve sürekli yer değiştiren bu birlik, Hakurk ile Metina
kampları arasındaki 200 kilometrelik cephede saldırılarda bulunmuştur. Hareketli alayın
ömrü kısa olmuştur. Zira aynı yıl Hakkâri Dağ ve Komando Tugayı’nın operasyonu sonucu imha edilmiştir (Pamukoğlu, 2003).
OCAK 2015
ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ
militandan oluşmaktadır. Örgüt yapılanmasına göre her kademede; komutan,
komutan yardımcısı, propaganda görevlisi, maliye sorumlusu ve askere alma
görevlisi gibi karargâh hizmetlerini yürüten militanlar vardır. PKK tarafından
kullanılan başlıca silahlar; AK-47 (Kalaşnikof) piyade tüfeği, Dragunov SVD
(Kanas) keskin nişancı tüfeği, PKM (Biksi) makineli tüfeği, DSHK (Doçka/
Doşka) uçaksavar makineli tüfeği, 82 mm’lik havan, RPG-7 ve RPG-11
tanksavar silah sistemi ile muhtelif tipte anti-personel ve anti-tank mayınlarıdır
(Pamukoğlu, 2003).
1993-1995 yılları arasında Hakkâri Dağ ve Komando Tugay Komutanlığı
görevini yürüten Tümgeneral Osman Pamukoğlu, bölgedeki kampların
yurtiçindeki kamplarla “uzaktan yakından” benzerliği olmadığının altını
çizmektedir. Pamukoğlu’na (2003) göre PKK, Kuzey Irak’ı “haremi ismeti”
olarak kabul etmektedir. Burada militanların direnç ve dövüşme azmi çok
yüksektir. Militanlar operasyondaki birliklere gece mutlaka saldırmakta;
beklenmedik yerlerde pusu kurmakta ve çekilme halinde yakaladıkları
birliklerin artçısına taarruz etmektedir. Militanlar Barzani ve Talabani’ye bağlı
peşmerge ve köylerden de yoğun destek görmektedir. Bütün bunlar Kuzey
Irak’a yönelik operasyonları farklı hale getirmektedir.
ÇELİK HAREKÂTI’NIN AMACI VE KATILAN BİRLİKLER
Genelkurmay Başkanlığı tarafından düzenlenen basın toplantısında,
Çelik Harekâtı’nın amaçları şu şekilde sıralanmıştır: (1) PKK’nın Kuzey
Irak’taki kamplarını kullanamaz hale getirmek; (2) bölgede hâkimiyet tesis
etme planlarına engel olmak; (3) silah, mühimmat, malzeme ve yiyecek
maddelerinden oluşan lojistik destek imkânlarını sekteye uğratmak; (4)
haberleşme, sevk ve idare sistemlerini yok etmek; (5) muhtemel eylemleri
önlemek; (6) azami sayıda militanı etkisiz hale getirmek; (7) örgütün içinde
bulunduğu psikolojik çöküntüyü hızlandırmak ve (8) terörle mücadelede
Türkiye’nin kararlılığını göstermek (Sabah Gazetesi, 3 Mayıs 1995).
Harekât tarihi olarak Mart ayının seçilmesinin nedeni bölgede kış
koşullarının devam etmesi -karların erimemiş olması- ve bu dönemde
militanların kamplarda toplu halde bulunmasıdır. Harekât planlamacıları kış
aylarını kamplarda siyasi-askeri eğitim alarak geçiren militanları ilkbaharda
araziye dağılmadan etkisiz hale getirmeyi ve böylece eylemlerin yoğunlaştığı
YIL: (5) 1 – SAYI: 181
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Mayıs-Ağustos dönemini rahatlatmayı hedeflemiştir.
Asayiş Bölge Komutanı Korgeneral Hasan Kundakçı’nın sevk ve
idaresinde icra edilen harekâta 13’ü general 35.000 asker katılmıştır (Sabah
Gazetesi, 22 Mart 1995).9 Kolordu büyüklüğündeki bu kuvvetin önemli
bir bölümünü, Kara Kuvvetleri Komutanlığı (K.K.K.lığı) ile Jandarma
Genel Komutanlığı (J.Gn.K.lığı)’na bağlı piyade ve komando birlikleri
oluşturmuştur. Harekâtta zırhlı ve mekanize birlikler ile kara havacılık
unsurları da görev almıştır. Ayrıca 2. Taktik Hava Kuvvet Komutanlığı (bugün
Muharip Hava Kuvveti ve Hava Füze Savunma Komutanlığı)’na bağlı savaş
uçakları tarafından yakın hava desteği de sağlanmıştır.
Çelik Harekâtı’na sadece bölgedeki birlikler değil; Kars, Eskişehir, Ağrı,
Van, Erzurum, Malatya, Isparta, İzmir, İstanbul ve Ankara gibi illerden bölgeye
takviye amacıyla gönderilen birlikler de katılmıştır. Günler öncesinden kara
ve demiryoluyla Türkiye-Irak sınırına intikal ettirilen birlikler arasında;
Kayseri’de konuşlu 1. Komando Tugayı (Kayseri Hava İndirme Komando
Tugayı), Bolu’da konuşlu 2. Komando Tugayı (Bolu Dağ ve Komando
Tugayı), Siirt’te konuşlu 3. Komando Tugayı, Hakkâri’de konuşlu 5. Komando
Tugayı (Hakkâri Dağ ve Komando Tugayı), Şırnak’ta konuşlu 6. Motorlu
Piyade Tugayı, Diyarbakır’da konuşlu 16. Zırhlı Tugay (bugün 16. Mekanize
Piyade Tugayı), Şanlıurfa’da konuşlu 20. Zırhlı Tugay ve Mardin’de konuşlu
70. Mekanize Piyade Tugayı vardır. Ayrıca Genelkurmay Özel Kuvvetler
Komutanlığı’na bağlı unsurlar -bordo bereliler- de harekâtta görev almıştır
(Bila, 2007; Kundakçı, 2004; Milliyet Gazetesi, 22 Mart 1995).10
Çelik Harekâtı’nda Barzani ve Talabani ile işbirliği yapılmamıştır.
Bölgedeki yerel unsurlar ancak harekât başladıktan sonra bilgilendirilmiştir.
9
10
82 Genelkurmay tarafından açıklanan bilgiler de dâhil olmak üzere birçok kaynakta harekâta 13’ü general 35.000 askerin katıldığı belirtilmektedir. Ne var ki Başbakan Tansu
Çiller, gazeteci Hasan Cemal ile gerçekleştirdiği söyleşide harekâta 38.000 askerin katıldığını, bunlar arasında 13 general ile 2.000 subayın olduğunu söylemiştir (Cemal, 22 Mart
1995).
Bu çalışmanın hazırlanması sürecinde harekâta katılan tugayların hangileri olduğunu
toplu halde gösteren bir kaynağa rastlanmamıştır. Yukarıda isimleri verilen tugaylar farklı kaynaklardaki bilgilerin analiz edilmesiyle tespit edilmiştir. Dolayısıyla tespit edilememiş başka tugay(lar)ın da harekâtta görev almış olması ya da isimleri verilen tugaylardan
bazılarının kuruluşlarındaki bütün tabur ve bölük/bataryalarıyla harekâta katılmamış
olması ihtimal dâhilindedir. Yine ismi geçsin veya geçmesin tugay kuruluşunda yer almayan ancak harekâta katılmış olan alay, tabur ve bölük/batarya seviyesinde birliklerin
de olması mümkündür.
OCAK 2015
ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ
Bila (2007), bu yolun seçilmesini PKK’ya haber verilebileceği çekincesine
bağlamaktadır. Nitekim Hükümet Sözcüsü Yıldırım Aktuna’nın daha önce
düzenlenen operasyonda Barzani ve Talabani’ye bilgi verilmesi nedeniyle
istenen başarının elde edilemediğine ilişkin açıklaması da (Milliyet Gazetesi,
21 Mart 1995) yerel gruplara güvenilmediğini teyit etmektedir.
ÇELİK HAREKÂTI’NIN SEYRİ
Kuzey Irak’taki 12 kampa yönelik düzenlenen Çelik Harekâtı (Milliyet
Gazetesi, 21 Mart 1995), Hakkâri ve Şırnak illerinin sınır hattına yakın
kesimlerine yapılan yığınakla başlamıştır. Hazırlanan planlar doğrultusunda
piyade ve komando birlikleri, Cudi Dağı eteklerinden Hakkâri’nin doğusuna
kadar olan bölgeye yerleştirilmiştir. Zırhlı ve mekanize birlikler ile harekâta
lojistik destek sağlayacak muharebe hizmet destek birlikleri, Silopi ve
çevresine konuşlandırılmıştır. Kara havacılık birlikleri, Şırnak ve Hakkâri’deki
meydanlara kaydırılmıştır. Yakın hava desteğinin etkili biçimde sağlanması
amacıyla Silopi’de Hava Destek Harekât Merkezi teşkil edilmiştir (Kundakçı,
2004).
Yığınağın tamamlanmasını müteakip Genelkurmay Özel Kuvvetler
Komutanlığı’na bağlı unsurlar harekâttan birkaç gün önce bölgeye sızmıştır.
Bu unsurların görevi Zaho’daki köprüler gibi zırhlı ve mekanize birliklerin
geçeceği kritik noktaların tutularak emniyetinin sağlanmasıdır. 20 Mart
gecesiyse asıl birlikler 6-7 noktadan Kuzey Irak’a girmiştir. Piyade ve
komando birlikleri, Şemdinli’den Habur’a kadar uzanan sınır hattı boyunca
Irak topraklarına giriş yapmıştır. Silopi’de konuşlu bulunan zırhlı ve mekanize
birlikler, militanların kaçış yollarını kesmek için gece yarısından sonra Habur
Sınır Kapısı’ndan geçerek Darkarajam, Şabaniye Boğazı ve Pirbelâ bölgelerine
ulaşmış, Hantur Dağı’nı çevirmiştir. Sabaha karşıysa iki taburdan fazla asker
havadan Darkarajam kuzeyindeki Şabaniye Boğazı ve Hantur Dağı civarına
indirilmiştir. Birliklerin tespit edilen tüm kamplara girmesi 36 saat; Hantur
Dağı’da dâhil olmak üzere bölgeye hâkim olmasıysa sadece 48 saat içerisinde
gerçekleşmiştir (Bila, 2007; Kundakçı, 2004).11
11
Çatışmaların ekseriyetle akşam saatlerinde yaşandığı harekâtın ilk
Harekât sırasında Irak topraklarına ne kadar girildiğine ilişkin farklı rakamlar telaffuz
edilmektedir. Kundakçı (2004), 40 kilometre derinliğe girildiğini belirtirken; Başbuğ
(2011) 60 kilometreden fazla girildiğini söylemektedir. Başbuğ ile örtüşür şekilde Özdağ’ın (2010) verdiği rakam da 60 kilometredir.
YIL: (5) 1 – SAYI: 183
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
dört gününde 200’e yakın PKK’lı öldürülmüştür. TSK karşısında dağlarda
tutunamayan militanlar, yerlerini belli etmemek ve çemberi yarabilmek için
çoğu zaman çatışmaya girmemeyi tercih etmiştir.12 Bu doğrultuda militanlar
birçok noktada gece çemberi yarıp kaçabilmek için yanıltma girişimlerinde
bulunmuştur. Bu amaçla uygulanan taktiklerden biri küçük bir grubun taciz
ateşi açarak askerlerin dikkatini üzerine çekmesi, bu sırada da büyük grubun
tam tersi istikamette kaçmasıdır (Yenerer, 2008). Diğer taraftan harekâtın
ilk günlerinde dağılan PKK gruplarından bazılarının Hantur ve Düğün Dağı
bölgelerinde tekrar toplanarak eylem yapmaya çalışması dikkat çekicidir. Bu
girişimlerden en önemlisi 14 Nisan 1995 tarihinde Düğün Dağı’nın güneyindeki
1.530 rakımlı tepe üzerindeki çatışmadır. Bu olaydan sonra alınan tedbirler
militanların başka eylemler yapmasını önlemiştir. Militanların Hayırsızdağ
mevkiinde toplanarak Zaho ve Darkarajam bölgelerindeki birliklere baskın
yapma girişimleri bunlardan biridir (Kundakçı, 2004).
Kısa süre içerisinde bölgede kontrolü sağlayan TSK unsurları, saklanan
militanlara yönelik arama-tarama faaliyetlerine başlamıştır. Bu süreçte,
istihbarat birimleri tarafından Zaho, Duhok ve Sersing gibi yerleşim
birimlerinde örgüte ait olduğu tespit edilen hücre evlerine baskınlar da
yapılmıştır (Yenerer, 2008). Ancak baskınların sonuçlarına ilişkin sağlıklı
bilgi bulunmamaktadır.
Çelik Harekâtı’na katılan birlikler nisan ayının sonlarına doğru kademeli
olarak geri çekilmeye başlamıştır. İlk kısım 24-25 Nisan’da, ikinci kısım ise 3
Mayıs gecesi Türkiye’ye dönmüştür (Kundakçı, 2004). Geri çekilme harekâtın
en kritik safhalarından biridir. PKK militanlarının geri çekilmenin başladığını
anlayarak güzergâh üzerindeki köprüleri imha etmesinin yaratacağı sıkıntılar
12
84 Özdağ (2007), militanların bu tercihinde Ekim 1992’deki sınır ötesi harekâttan elde edilen deneyimlerin etkili olduğu görüşündedir. Öyle ki örgüt yazınında “Güney Savaşı”
olarak geçen bu harekâtta PKK militanları Abdullah Öcalan’ın mevzi savunması yapılması yönündeki talimatı doğrultusunda intiharla eş anlamlı sayılabilecek bir gayret sarf
etmiş, sonuçta geri çekilme, pusu kurma, sabotaj gibi klasik gerilla taktiklerini kullanma
yerine TSK’ya karşı düzenli ordu birlikleri gibi hareket eden militanlar ağır kayıplar vermişlerdir. PKK, bu harekâtta 1.452 militanını kaybetmiş, bunlara bir de gerek operasyon
gerekse operasyon sonrası firar eden örgüt mensupları eklenmiştir. Dağ kadrosunda yaşanan erimeye ilave olarak bölgedeki altyapı imkânlarının da büyük ölçüde kaybedilmesi,
PKK’nın savaşı “stratejik savunma seviyesi”nden “stratejik denge”ye doğru taşıma hedefinin sonu olmuştur. Sonuçta PKK, 1984’den o güne kadar sahip olduğu psikolojik üstünlüğü yaşanan ağır yenilgi sonucu yitirmiştir. Öte yandan PKK’nın 1992’deki sınır ötesi
operasyondan çıkardığı dersler doğrultusunda “mümkün mertebe çatışmaya girmediği”
iddiası harekât sırasında yazılı basında da yer almıştır (Milliyet Gazetesi, 21 Mart 1995).
OCAK 2015
ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ
düşünülerek bu safha gizli tutulmuştur. TSK kurmayları, geri çekilme
sırasında aldatma tedbirlerine başvurarak militanları yanıltmıştır. Öyle ki
çekilmeden birkaç gün önce farklı istikametlere operasyonlar düzenlenmiş,
böylece birliklerin harekete geçmesinin olağan bir faaliyet olduğu izlenimi
yaratılmıştır (Bila, 2007). Birliklerin geri çekilmesi sonrasında 6.000 kişilik
bir kuvvet sınır şeridine yerleştirilmiştir (Özdağ, 2008).13
Genelkurmay Başkanlığı tarafından düzenlenen basın toplantısında,
harekât sırasında 555’i ölü olmak üzere toplam 568 militanın etkisiz hale
getirildiği açıklanmıştır. Ayrıca 1.000’den fazla piyade tüfeği, 3.500 roket,
4.000 el bombası, 6.000 mayın, 7.500 havan mühimmatı, 75.000 uçaksavar
mühimmatı ve 600.000 mermi de ele geçirilmiştir. 1995 yılı rakamlarıyla
2 trilyon 800 milyar TL’ye mal olan harekâtta, 4’ü subay, 5’i astsubay, 3’ü
uzman çavuş olmak üzere toplam 61 asker hayatını kaybetmiş, 185 asker ise
yaralanmıştır (Cumhuriyet Gazetesi, 3 Mayıs 1995).14
ÇELİK HAREKÂTI’NA İLİŞKİN UZMAN YORUMLARI
Çelik Harekâtı’na ilişkin yapılan askeri analizlerde genellikle
operasyonun başarıyla icra edildiği ve çok sayıda militanın etkisiz hale
getirildiği hususlarında birleşildiği görülmektedir. Bunun örneklerden biri
harekâtın komutasını üstlenen Korgeneral Hasan Kundakçı’nın ifadeleridir.
Kundakçı (2004), harekâtın gizlilik içinde ve baskın tarzında yapıldığını,
PKK’ya büyük darbe vurulduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda verilebilecek
bir diğer örnek de Emekli Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un
değerlendirmeleridir. Harekât sırasında tümgeneral rütbesiyle Kundakçı’nın
yardımcılığını yapan Başbuğ da (2011) gizlilik ve baskın unsurlarına vurgu
yapmakta, bu doğrultuda çok sayıda militanın etkisiz hale getirildiğini ifade
etmektedir.
Öte yandan harekâtı askeri açıdan eleştiren görüşler de yok değildir.
13
14
Harekât öncesinde Türkiye’nin birliklerinin bir kısmını Kuzey Irak’tan geri çekmeyerek
sınır hattı boyunca bir tampon bölge oluşturmayı planladığı ancak Batı’dan gelen baskılar
sonucu bundan vazgeçtiği iddiaları da bulunmaktadır (Makovsky, 3 August 2014).
Ele geçirilen silah ve mühimmatlar arasında; muhtelif tipte havanlar, geri tepmesiz toplar,
uçaksavar makineli tüfekleri, tanksavar füzeleri ile kısa menzilli hava savunma füzeleri
de bulunmaktadır. Bu döküme mağaralarda tahrip edilen silah ve mühimmatlar dâhil
değildir. Harekât sırasında ayrıca 213 ton yiyecek malzemesi de imha edilmiştir (Sabah
Gazetesi, 3 Mayıs 1995).
YIL: (5) 1 – SAYI: 185
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Güvenlik konularındaki çalışmalarıyla tanınan Ümit Özdağ, bu büyüklükteki
bir yığınağın gizlenmesinin mümkün olmadığını, zaten Kuzey Irak’ta yayın
yapan örgüt radyosunun da muhtemel bir operasyonu önceden duyurduğunu
belirtmektedir. Özdağ’a (1999) göre baskın niteliği taşımaması nedeniyle
harekât öncesinde kamplardaki militanlar güneydeki güvenli bölgelere geri
çekilmiş ve 43 gün süresince küçük ölçekli çatışmalar olmuştur. Harekât
sadece TSK tarafından icra edilmiş, Barzani ve Talabani güçleriyle işbirliği
yapılmamıştır. Bunun sonucu olarak da PKK’lıların gerilerine -kaçış
yollarına- Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı komandolar indirilmesine
karşın tam bir kuşatma ve imha gerçekleştirilememiştir. Üstelik birliklerin
geri çekilmesinden hemen sonra militanlar da bölgeye geri dönmüştür. Özdağ
(2007), resmi makamların harekâtta öldürülen PKK’lı sayısını 555 olarak
vermesini de gerçekçi bulmamaktadır.
Özdağ gibi harekâtı eleştiren yabancı askeri uzmanlar da bulunmaktadır.
İsrail’in Haaretz Gazetesi’nde ordu editörlüğü görevini yürüten Zeev Schiff,
harekâtın 35.000 asker yerine bir tugay15 askerle icra edilmesinin daha doğru
olacağı görüşündedir. Schiff, TSK’nın amacının açık olmamasını ve stratejik
hedeflerin tam olarak belirlenmemesini de eleştirmektedir (Eren, 2 Nisan
1995). Benzer şekilde Rusya Savunma Bakanlığı’na bağlı askeri akademide
görev yapan Sergey Vorobyov da harekâtın 35.000 kişilik büyük bir kuvvet
yerine özel eğitimli komandolar tarafından çok daha etkin şekilde icra
edilebileceği düşüncesindedir. Vorobyov, harekât öncesinde sınır bölgesinde
yapılan yığınağın baskın unsurunu ortadan kaldırdığını ve PKK’ya önlem alma
fırsatı sağladığını söylemektedir. TSK’nın savaş uçakları ve helikopterlerden
yeterince yararlanamadığı tespitini yapan Vorobyov, Rus Ordusu’nun
Çeçenistan deneyimindeki kayıplarından hareketle operasyona katılan ana
muharebe tanklarının tanksavar silahlara karşı koruması olmamasının önemli
bir eksiklik olduğuna da dikkat çekmektedir (Başlamış, 10 Nisan 1995).16
SONUÇ
15
16
86 Bir tugayda ortalama 3.000 ila 5.000 arasında asker bulunmaktadır.
Bu noktada bir parantez açarak eleştirilerin odak noktasında yer alan baskın etkisinin yaratılamamasını “zorunluluğa” bağlayan görüşlerin olduğu da belirtilmelidir. Örneğin E.
Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur, harekâtta baskın etkisinin azaldığını
kabul etmekle beraber -operasyonun çapı dikkate alınarak- sivil halkın zarar görmemesi
için bu yolun seçildiği düşüncesindedir (Milliyet Gazetesi, 22 Mart 1995).
OCAK 2015
ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ
Çelik Harekâtı, PKK ile mücadele kronolojisinin en kapsamlı sınır ötesi
operasyonlarından biri olarak kayda geçmiştir. TSK’nın yabancı bir devletin
topraklarına girmesini gözeten Türkiye, o dönem uluslararası hukuk açısından
harekâtı BM Genel Kurulu’nun “zorunluluk hali” ve “varlığını koruma”
doktrinlerine dayandırarak meşrulaştırmaya çalışmıştır. Ağustos 1991’deki
harekâtın aksine, bu sefer Türkiye’nin meşru müdafaa hakkı ilkesine atıf
yapmaması dikkat çekicidir. Gerçi Türkiye’nin -PKK eylemlerinden Irak
devletinin ne ölçüde sorumluluğu bulunduğu tartışmalarına girmemek içinözellikle bu yolu seçtiği yönünde görüşler vardır. Ancak farklı bir nedenle
böyle hareket edilmiş olması, Çelik Harekâtı’nın da özünde meşru müdafaa
hakkı kapsamına girdiği dolayısıyla bu şekilde değerlendirilmesi gerektiği
gerçeğini değiştirmemektedir.
Harekât sonrasında Genelkurmay Başkanlığı tarafından düzenlenen
basın toplantısında, önceden belirlenen hedeflere ulaşıldığı açıklamıştır. Sivil
ve askeri çevrelerde yapılan analizlerin önemli bir bölümünde de PKK’nın
ağır darbe aldığı ve operasyonun başarılı olduğu savunulmuştur. Buna karşılık
olumsuz eleştiriler de yok değildir. Özellikle baskın etkisinin yaratılamaması
eleştirilerin odak noktasındadır. Aslında yapılan bu eleştiride belli ölçüde
haklılık payı vardır. Zira operasyona katılan unsurların niceliği ve örgütün
istihbarat olanakları düşünüldüğünde, harekât öncesinde sınır hattına yapılan
yığınağın gizlenmesinin mümkün olmadığı, bunun da militanların güneydeki
daha güvenli bölgelere çekilmesi için gereken zamanı tanıdığı tespiti akla
yatkındır. Zaten gayri nizami harp kapsamındaki mücadelelerde büyük
birliklerle ve konvansiyonel düşünme kalıplarıyla neticeye gidilemeyeceğine
ilişkin sayısız örnek olması da bu tespitle örtüşmektedir.
Diğer taraftan böyle bir tespit yapılmış olsa dahi, bunun harekâtın
mutlak başarısızlığına yorulması tartışmaya açıktır. 4NS kategorisindeki
mücadeleler uzun erimlidir. Resmi açıklamaların aksine, harekât süresince
militanlara kayda değer ölçüde zayiat verdirilemediği savı kabul edilse bile,
örgütün “haremi ismeti” olarak kabul ettiği bir bölgede 43 gün gibi uzun bir
süre kalınması ve geri çekilmenin -uluslararası baskıların etkisi olsa da- son
tahlilde Türkiye’nin inisiyatifiyle gerçekleşmesinin psikolojik boyutu göz
ardı edilemeyecek boyuttadır. Dahası askeri açıdan bu çapta bir sınır ötesi
operasyonun planlanıp uygulanabilmesi önemli bir yetenek göstergesidir.
Bunun sadece PKK’ya değil -belki de daha fazlasıyla- bölge ve bölge dışı
YIL: (5) 1 – SAYI: 187
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
aktörlere yönelik bir güç gösterisi mahiyetinde olduğu aşikârdır. Bahse konu
dönemde Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulması çalışmalarının
hız kazandığı dikkate alındığında, bu son tespit özellikle anlamlıdır.
KAYNAKÇA
Ayrılıkçılar, İki Jandarma Karakolu ile Bir Subay Gazinosuna Saldırdı.
(18 Ağustos 1984). Milliyet Gazetesi.
Bakanlar Kurulu. (21 Mart 1995). Milliyet Gazetesi.
Batı’ya Güvence. (21 Mart 1995). Milliyet Gazetesi.
Başbuğ, İ. (2011). Terör Örgütlerinin Sonu. İstanbul: Remzi Kitabevi
Yayınları.
Başeren, S. H. (1995). Huzur Operasyonu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin
Kuzey Irak’ta Gerçekleştirdiği Harekâtın Hukuki Temelleri. Avrasya Dosyası,
2 (1), 224-235.
Başlamış, C. (10 Nisan 1995). Türkiye Sürpriz Yapamadı. Milliyet
Gazetesi.
Bila, F. (2007). Komutanlar Cephesi. İstanbul: Detay Yayınları.
Birleşmiş Milletler Enformasyon Merkezi. (t.y.). Birleşmiş Milletler
Antlaşması (26 Haziran 1945). Erişim: 5 Ağustos 2014, http://www.
unicankara.org.tr/doc_pdf/chart_ turkce.pdf.
Cemal, H. (22 Mart 1995). Başbakan Çiller’le Sohbet. Sabah Gazetesi.
Cepheden İlk Rapor. (22 Mart 1995). Hürriyet Gazetesi.
Clausewitz, C. V. (2011). Savaş Üzerine. S. Koçak (Çev.), İstanbul:
Doruk Yayınları.
Çelik Harekâtı’na 2.8 Trilyon. (3 Mayıs 1995). Sabah Gazetesi.
Çiller: Temizleyene Kadar Çekilmeyeceğiz. (21 Mart 1995). Hürriyet
Gazetesi.
Emekli Askerlerin Değerlendirmesi. (22 Mart 1995). Milliyet Gazetesi.
88 OCAK 2015
ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ
EREN, Gökhan. “Hatalarımızdan Ders Alın.” Milliyet Gazetesi,
02.04.1995.
Gölhan: 200 PKK’lı Öldü. (22 Mart 1995). Sabah Gazetesi.
Gurcan, M. (2012). Savaşın Evrimi ve Teorik Yaklaşımlar. A. Sandıklı
(Ed.), Teoriler Işığında Güvenlik, Savaş, Barış ve Çatışma Çözümleri (ss. 71129). İstanbul: BİLGESAM Yayınları.
Hangi Birlikler Katıldı. (22 Mart 1995). Milliyet Gazetesi.
K. Irak Harekâtı’nın Maliyet: 3 Trilyon. (3 Mayıs 1995). Cumhuriyet
Gazetesi.
K. Irak Silah Deposu. (3 Mayıs 1995). Sabah Gazetesi.
Kundakçı, H. (2004). Güneydoğu’da Unutulmayanlar. İstanbul: Alfa
Yayınları.
Kuzey Irak’ta Yapılan Güvenlik Operasyonu ve Bir Değerlendirme.
(1995). Savunma ve Havacılık, 9 (1), 24-33.
Lind, W. S., Nightengale, K., Schmitt J. F., Sutton, J. W., and Wilso, G. I.
(1989). The Changing Face of War: Into the Fourth Generation. Marine Corps
Gazette, 10 (73), 22-26.
Makovsky, A. (18 April 1995). Turkey Merits US Backing as it Hunts
Terrorists. Accessed: 3 August 2014, http://search.proquest.com/docview/40
5736092?accountid=9645.
Münkler, H. (2010). Yeni Savaşlar, Z. A. Yılmazer (Çev.), İstanbul:
İletişim Yayınları.
Oran, B. (1996). Kalkık Horoz: Çekiç Güç ve Kürt Devleti. Ankara:
Bilgi Yayınları.
Fırat, M. ve Kürkçüoğlu, Ömer. (2004). Arap Devletleriyle İlişkiler.
B. Oran (Ed.), Türk Dış Politikası Cilt II (ss. 124-149). İstanbul: İletişim
Yayınları.
Ordu 4 Koldan Kuzey Irak’ta. (21 Mart 1995). Milliyet Gazetesi.
Özcan, N. A. (1999). PKK (Kürdistan İşçi Partisi): Tarihi, İdeolojisi,
Yöntemi. Ankara: ASAM Yayınları.
YIL: (5) 1 – SAYI: 189
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Özdağ, Ü. (1999). Türkiye, Kuzey Irak ve PKK: Bir Gayri Nizami
Savaşın Anatomisi. Ankara: ASAM Yayınları.
Özdağ, Ü. (2007). Türk Ordusu’nun PKK Operasyonları. İstanbul:
Pegasus Yayınları.
Özdağ, Ü. (2008). Türk Ordusu’nun Kuzey Irak Operasyonları. İstanbul:
Pegasus Yayınları.
Özdağ, Ü. (2010). Türk Ordusu PKK’yı Nasıl Yendi? Türkiye PKK’ya
Nasıl Teslim Oluyor? Askeri Galibiyetten, Siyasi Mağlubiyete. Ankara: Kripto
Yayınları.
Pamukoğlu, O. (2003). Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok. y.y.:
Harmoni Yayınları
Pazarcı, H. (2001). Uluslararası Hukuk. Ankara: Turhan Kitabevi
Yayınları.
Reçber, K. (2007). Türkiye’nin Irak’ın Kuzey’inde Sınır Ötesi Operasyon
ve Sıcak Takip Hakkı. Uluslararası Hukuk ve Politika, 3 (9), 16-27.
Reuters. (7 November 2012). Turkey in Cross-Border Raid on Kurd
Militants in Northern Iraq. Accessed: 3 August 2014, http://uk.reuters.com/
article/2012/11/07/uk-turkey-iraq-operation-idUKBRE8A61P720121107.
Taşdemir, F. (2006). Uluslararası Terörizme Karşı Devletlerin Kuvvete
Başvurma Yetkisi. Ankara: USAK Yayınları.
The National Security Strategy of the United States of America.
(September 2002). Erişim: 1 Ağustos 2014, http://www.state.gov/documents/
organization/63562.pdf.
Yenerer, V. (2008). Kanlı Kukla PKK Terör Örgütü Gerçeği. İstanbul:
Pegasus Yayınları.
90 OCAK 2015
GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK
YOLSUZLUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ
17*
Ernur GENÇ
“Yoksulluğu azaltmadan, zenginliği arttıran, ve suç işleme bakımından
sayılardan daha hızlı artış gösteren bir toplumsal sistemin özünde,
çürümüş bir şeylerin olması gerekir.”
Karl Marx
Özet
Küresel dünya ekonomisinin en çarpıcı özelliklerinden biri yoksulluk
ve yolsuzluğun küresel bir hal almış olmasıdır. Kapitalist küreselleşmenin
ortaya çıkardığı yeni yapı, yolsuzluk ve yozlaşmayı sistemin bir unsuru haline
getirmiştir.
Bu çalışmada üzerinde durulmakta olan, niteliği açısından yolsuzluk
olgusudur. Yolsuzluk yanlızca gelişmekte olan ülkeler açısından genellikle
klasik modernite çerçevesinde gelişmiş, Batı toplumlarında ortaya çıkan
küçük çaplı, izole, istisnai sayılabilecek, etkileri ancak sınırlı bir alanda
hissedilen bir olgu değildir. Aksine, toplumsal yapının ve ilişkilerin bütününe
egemen olan, toplumsal hayatı derinlemesine kuşatan ve “kronik yolsuzluk”
olarak adlandırılan türde bir olgudur. Günümüzde yolsuzluk olgusu hem
ulusal sınırları aşarak küreselleşmiş, hem de karmaşıklaşma ve uzmanlaşma
boyutlarını da içerecek biçimde/ölçüde daha organize bir hale gelmiştir.
Türkiye özelinde yolsuzluk olgusu, 1980’den itibaren ekonomisinin daha
da küreselleşmesi ile birlikte gündeme gelmiştir. Bu çalışmada yolsuzluk,
kapitalist küreselleşme ile ortaya çıkan yoksulluk ve yolsuzluktan ziyade,
yolsuzluğun gelişmekte olan ülkelerdeki “kronik” niteliği çerçevesinde
incelenecektir.
Anahtar kelimeler: Gelişme, Türkiye, Kronik, Yolsuzluk, Yoksulluk
*
Yrd. Doç. Dr., Niğde Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü, [email protected]
YIL: (5) 1 – SAYI: 191
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
DEVELOPMENT, UNDERDEVELOPMENT and “CHRONIC
CORRUPTION”: A CONCEPTUAL THREAT
Abstract
One of the most remarkable characteristics of the global world economy
is the globalisation of poverty and corruption. Globalisation has injected
corruption and degeneration into the capitalist system in a new way.
Although corruption was conceived as a minor, isolated and exceptional
phenomenon of developing countries, it emerged in fact as a proper problem
of Classical Modernity in Western Societies. It delineated a certain mode of
degeneration that could be traced out on a restricted scale, lacking relatively
great significance for the whole of social life.
Today, corruption is a constantly recurring phenomenon which dominates
the whole social structure, as societal relations. It severely permeates the entire
social life and goes beyond the national borders. It is much more organized in
the form, and reaches higher levels of complexity and specialisation. Turkey doesn’t stay out of this phenomenın. As Turkish Economy turned
more globalised and more liberalized from 1980 to present, in recent years,
its economy met an important number of corruption cases. In parallel, poverty
increased. The aim of this study is to provide an overview of this phenomenon
in a conceptual way and theoretical terms. Therefore, the political economy of
poverty and the degeneration paradox appearing next to capitalist globalization
is analised.
Key words: Development, Turkey, Poverty, Corruption, Chronic
РАЗВИТОСТЬ, НИЗКИЙ УРОВЕНЬ РАЗВИТОСТИ И «
ХРОНИЧЕСКАЯ КОРРУПЦИЯ» : КОНЦЕПТУАЛЬНЫЙ ОБЗОР
Аннотация
Одним
из самых поразительных особенностей глобальной
мировой экономики является то, что бедность и коррупция приобрели
глобальный характер. Новая структура, созданная капиталистической
глобализацией, сделала мошенничество и коррупцию элементами
системы. Явление коррупции в данной работе с точки зрения её
92 OCAK 2015
GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ
характера,особенно для развивающихся стран, не является явлением
маленьким, изолированным, которое можно считать исключительным
, влияние которого отражается только в ограниченной сфере западного
общества, как правило, развитого вокруг классического модернизма.
Наоборот, является явлением, называемым «хронической коррупцией»,
которое господствует над всей социальной структурой, отношениями
и глубоко охватывает общественную жизнь. Кроме того, явление
коррупции вышло за рамки национальных границ и , включив аспекты
усложнения и специализации, стало более организованным в формах и
размерах. С 1980-ых годов по настоящее время экономика Турции стала
более глобализированной и открытой. Вместе с этим в последние годы
экономика Турция стала упоминатся с коррупциями.
В данной работе будут анализированны бедность и коррупция,
созданные капиталистической глобализацией, в развивающихся странах
в рамках их «хронического» характера.
Ключевые слова: Бедность, Коррупция, Хроническая Коррупция,
Развитие, Турция
GİRİŞ
Yolsuzluk olgusu, genellikle klasik modernite çerçevesinde gelişmiş Batı
toplumlarında ortaya çıkan küçük çaplı, izole, istisnai sayılabilecek, etkileri
ancak sınırlı bir alanda hissedilen bir olgu değildir. Aksine yolsuzluk toplumsal
toplumsal yaşamın bütününe egemen olup toplumsal hayatı derinlemesine
kuşatan, “kronikleşmiş yolsuzluk” olgusudur. Küreselleşen dünya
ekonomisinin yolsuzluk olgusu, başlıca özellikleri bakımından günümüzde
ulusal sınırları aşarak küreselleşmiş; karmaşıklaşma ve uzmanlaşma
niteliklerini de içerecek biçimde daha organize görünüme bürünmüştür.
Yine kamu sektörü yanında özel sektörde de, birbiriyle dolayımlanmış bir
biçimde icra edilir hale gelmiştir. Küresel boyutta devletlerin de birbirleriyle
ilişkileri yanında uluslar arası firmalarla ilişkilerinde de birer aktör ya da özel
sektörle işbirliği içerisinde yer alabildikleri bir durumu ifade eder olmuştur.
Artık günümüzde dünya toplumu ve onun siyasal ve ekonomik aktörlerinin
icra ettikleri ve bizzat içinde bulundukları bir yozlaşma ve yolsuzluğun
kurumsallaşması söz konusudur.
YIL: (5) 1 – SAYI: 193
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Gelişmekte olan ülkelerin hemen hepsinde (örneğin Türkiye’de)
yolsuzluklar çok yaygındır. Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı
(TESEV) tarafından Kasım 2000’de yapılan araştırmada, Türkiye’nin
çözülmesi gereken en önemli sorunları arasında “rüşvet ve yolsuzluk” üçüncü
sırada yer almıştır (turkhukuksitesi.com/makale_206.htm). Yine Ekonomik
İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD), uluslararası yolsuzluğun takibi
konusunda ilerleme kaydetmesine karşın Türkiye hakkında endişeli olduğunu
bildirmiştir. 2014 yılında OECD Yolsuzlukla Mücadele Grubunun hazırladığı
raporda, Türkiye’nin uluslararası yolsuzluğa karşı hukuki mevzuatının çok
zayıf olduğu bilgisi yanında, uluslararası suçlarla mücadelesindeki çabalarının
da yetersiz olduğuna işaret edilmiştir. (http://www.bugun.com.tr/son-dakika/
oecd-yolsuzluk-raporu-haberi). Gelişmiş ülkelerde de yolsuzluklarda bir
artış gözlenmektedir. Örneğin Avrupa Birliği’nin 2014 Yolsuzluk Raporuna
göre; Avrupa Birliği ülkelerinde de yolsuzluk artmış, ekonomiye verdiği
toplam zarar yılda 120 milyar euroya dayanmıştır” (http://www.dw.de/abninyolsuzluk-raporu).
1980’den günümüze kadar, Türkiye ekonomisi, dışa açılmış ve daha
küreselleşmiş bir ekonomi haline gelmiştir. Bununla birlikte son yıllarda
Türkiye ekonomisi yolsuzluklarla birlikte anılmaya başlamıştır. Küreselleşen
Türkiye ekonomisi aynı zamanda toplam nüfus içinde yoksulluk oranı gittikçe
artan, gelir dağılımı günden güne bozulan bir görünüm sergilemektedir (bu
konuda bkz: Şahin, 2005). Son dönemde, devlet eliyle kapitalizm olgusundan
bahsedilmektedir. Devlet eliyle kapitalizmin gelişmesiyle, siyasal aktörlerin
yolsuzluğun içerisinde etkin ve yeniden üretici bir rol üstlendikleri dile
getirilmektedir “21. yüzyılda serbest piyasa kapitalizminin en büyük rakibi
artık sosyalizm değil, devlet eliyle oluşturulan kapitalizmdir” (Ercan, 20012:
8). Kamu sermayeli ya da dolaylı olarak kamudan destek gören şirketlerin
büyümesi, bu şirketlerin özellikle Brezilya, Rusya ve Çin gibi büyük ölçekli
ekonomilerde, dünya ticareti ve sermaye piyasalarında öne çıkması, serbest
rekabet mekanizması üzerinde aktif rol oynamalarına yol açmaktadır. Kamu
sermayeli şirketlerin, doğrudan veya örtülü olarak devletten destek almaları ve
piyasayı düzenleyen merci olan devlet tarafından sahip olunmaları sebebiyle,
rekabet koşullarındaki eşitlik bozulmaktadır. Öte yandan, “kamusal sermayeli
şirketlerin olduğu bir ortamda, ‘devlet’in ekonomik ağırlığının artması,
suiistimale ortam hazırlamaktadır. “Kamu sermayeli şirketler”in ekonomide
daha fazla paya sahip olduğu ülkelerin, ‘şeffaflık liginde’ alt sıralarda yer
94 OCAK 2015
GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ
aldıkları ve rüşvetin başını alıp gittiği, Uluslararası Şeffaflık Örgütü tarafından
belgelenmektedir” (Ercan, 20012). G20 çalışmasında vurgulanan makro
ekonomik sonuçlardaki yolsuzluk kontrol göstergeleri yüksek olan ülkelerin,
hem milli gelirleri daha yüksek hem de yıllık ekonomik büyüme hızları daha
yüksektir. G20’de yer alan ve yolsuzluk kontrol göstergesi en yüksek olan üç
ülke; Avustralya, Kanada ve Almanya’dır. Ekonomik ve toplumsal refahları
dünyaya örnek olan bu ülkelerin, küresel krizden de diğer ülkeler kadar
etkilenmediği görülmektedir (http://www.finansgundem.com/finans-kulis/
gercek-yolsuzluk-nedir).
“Azgelişmişlik” ve “yolsuzluk” (corruption) gibi, biri daha geniş ve
genel diğeri ise daha dar ve özel iki fenomenin birbiriyle ilişkisi/etkileşimi
üzerinde odaklanmak, her iki unsur açısından yeni ufuklar ve açılımlar
sağlayabilir. Böyle bir ilişkilendirme açısından bakıldığında, yolsuzluk,
azgelişmiş ülkelerin değişme ve yenileşmeyi (modernliği) içsel ve yapısal
bir süreç olarak üretemeyişinin bir ürünü/sonucu olarak toplumsal yapıların
ve aktörlerinin eylemlerinin modernlik bağlamında çakışması gereken
noktada kopması ya da deformasyonu biçiminde görülebilir (Göle, 1991;
Shayegan, 1991). Modernlikle toplumsal pratiğini ilişkilendirmesi beklenen
toplumsal aktörlerin bu ilişkiyi üretme çabaları ve bu süreçteki ‘gecikmişlik’
(gerilik) şartları, aynı zamanda azgelişmişliği, Göle’nin kavramlarıyla “zayıf
tarihselliği” ve bununla ilişkili olarak yolsuzluk gibi tezahürleri ortaya
çıkarmıştır (bu konuda bkz: Göle, 1991: 13). Bu yüzden daha özel görünen
yolsuzluk gibi bir olgudan hareketle, karşılıklı etkileşimi olan bir diyalektiği
yakalayabilir ve böylelikle, hem belli boyutlarda azgelişmişlik olgusunun
sebep ve kökenlerine inebilir, hem de azgelişmişlikten hareketle söz konusu
olgunun görünüm ve sonuçlarına ulaşılabilir. Aynı zamanda, azgelişmiş
ülkelerin toplumsal ve tarihsel süreçleri ile “kronik” yolsuzluk arasında ilişki
arama yönündeki bir odaklanma ve bir bağıntı kurma arayışı, görünenin
ardında yatan görünmeyen yapısal belirleyenleri ve derindeki süreçleri ortaya
koyma yönünde verilen anlamlı bir çabayı da yansıtmaktadır.
Gelişmiş ülkelere kıyasla, azgelişmiş ülkeler nicel olarak çok daha
büyük, nitel olarak da çok daha farklı bir yolsuzluk olgusuyla karşı karşıyadır.
Azgelişmiş ülkelerde karşılaşılan yolsuzluk olgusunun sıklık ve yaygınlık
niteliği, işlevselci yaklaşım açısından fonksiyonel olarak görülmüş ve buna
bağlı olarak söz konusu olgunun varlığı toplumsal yapı içerisinde pozitif
YIL: (5) 1 – SAYI: 195
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
olarak değerlendirilmiştir1. Ancak bu kanının aksine, özellikle azgelişmiş
ülkelerdeki kronik yolsuzluk olgusu, derinlemesine ve yaygın olumsuz
etkileri bulunan önemli bir meseledir2. Bu bağlamda, yolsuzluğun bir sorun/
sorunsal olarak algılanışı, bir değer yargısı içerebileceği gibi, aynı zamanda
bir ön kabuldür.
Bu çalışmada öncelikle birer yolsuzluk türü olan “rüşvet”, “haraç”,
“zimmet” ve “nepotizm” kavramlar ele alınacak, ardından “siyasi” ve “idari”
yolsuzluk ayrımı üzerinde durulacaktır. Daha sonra gelişmiş ve gelişmekte
olan ya da azgelişmiş ülkelerde yolsuzluğa ilişkin farklı görünümler ve
ayrımlar analiz edilecektir. Son olaraksa, azgelişmiş ya da gelişmekte
olan ülkelerde yolsuzluğun ortaya çımasında ve kronikleşmesinde etkili
olan “bağımlılığın etkileri”, “toplumsal değişme hızı”, “tüketim toplumu
kültürünün ve değerlerinin yaygınlaşması” gibi olgular üzerinde durulacaktır.
1.
GENEL OLARAK YOLSUZLUK
1.1.Tanımı
Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğünde yolsuzluk, “bir görevi,
bir yetkiyi kötüye kullanma”, “suiistimal”, “kuraldışılık”, “nizamsızlık”
sözcükleri ile karşılanmaktadır3. İdari açıdan yolsuzluk terimi, “maddi
kazanç (rüşvet gibi) ya da maddi/ parasal olmayan özel amaçlara ve çıkarlara
yönelik olarak (kayırma gibi) kamusal yetkinin yasadışı kullanımını içeren
davranış ve eylemleri kapsamaktadır” (Berkman, 1983:9). Mutuwafhefhe’ye
1
2
3
96 Örneğin, işlevselci paradigmanın öncüllerinden hareketle Leff, rüşvetin belirli şartlar
çerçevesinde ekonomik gelişme açısından olumlu olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre
rüşvet ekonomide ve bürokraside etkinliği ve verimliliği artırmada işlevsel bir unsurdur.
Yine aynı şekilde Lloyd da, rüşvetin “bürokratik” açıdan etkinlik kazandırıcı ve kalkınmayı hızlandırıcı işlevinden söz etmektedir. ise yolsuzlukların toplumsal değişimle ilgili
olumlu işlevleri yanında, politik modernleşme ve demokratikleşme açısından da işlevsel ve dönüştürücü boyutunun bulunduğunu ileri sürebilmiştir (Attas; 1998; Berkman,
1983).
Nitekim bazı olumlu görüşlere karşılık, çok sayıda çalışmada, aksine, yolsuzlukların ekonomik kalkınmayı/gelişmeyi engellediği derin olumsuz etkiler yarattığı sonucuna varılmıştır. Örneğin bkz. Attas (1988); (1993); Cingi (1994); Şaylan (1975); Berkman (1983);
(Osterfeld, 1994).
İngilizce’de “corruption” sözcüğü yaklaşık olarak “yolsuzluk” sözcüğünü karşılamakta ve
çoğunlukla bu anlamda kullanılmaktadır. Corrupt sözcüğü, bozmak, ayartmak, baştan
çıkarmak, bozuk, çürümüş, rüşvet yiyen, fırsatçı gibi anlamlar taşırken; corruption sözcüğü, irtikap ve rüşvet yanında, bozulma, çürüme, fesat, doğru yoldan sapma gibi anlamları da karşılamaktadır.
OCAK 2015
GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ
göre ise (1997: 191); yolsuzluk, “yönetimsel otoritenin illegal veya ahlakdışı
bir biçimde kişisel veya politik kazanç için kullanılmasıdır.
Sosyo-ekonomik şartlar, politik ve kurumsal altyapı ve diğer faktörler
göz önüne alındığında, yolsuzluğun genel kabul görmüş bir tanımını yapmak
zor olmakla birlikte, uluslararası kuruluşlar tarafından değişik tanımlar
yapılmıştır.
Yolsuzluk, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı çerçevesinde,
•
Kamu görevinin özel çıkar sağlamak için kötüye kullanılması ve
•
Kamu güç, görev ve yetkisinin rüşvet, irtikap, kayırmacılık,
sahtekarlık ve zimmet yoluyla özel çıkar elde etmek için kötüye
kullanılması olarak tanımlanmaktadır. (Bkz: http://www.seffaflik.
org/detay_tr.asp)
Yolsuzluk, 4 Ocak 2009 tarihli Avrupa Konseyi Yolsuzlukla Mücadele
Özel Hukuk Sözleşmesi’nin 2. Maddesinde; “…doğrudan doğruya ya da
dolaylı yollardan rüşvet ve yasadışı bir menfaat temin eden kişinin yürüttüğü
görevlerin veya gerekli davranışların yasalara uygun bir şekilde yerine
getirilmesinde, çeşitli sapmalara yol açan rüşvet veya başka her türlü yasadışı
menfaatin talep edilmesi, teklif edilmesi, verilmesi ya da kabul edilmesi”
olarak açıklanmaktadır. Uluslarası Şeffaflık Örgütü (TI), yolsuzluğu sadece
“kamu gücüyle” sınırlı olmayan herhangi bir görevin özel menfaatler için
kötüye kullanılması olarak tanımlamaktadır. G20 liderlerine dağıtılan
dokümandaki yolsuzluk tanımı ise şöyledir: Kamu gücünün özel kazanç için
kötüye kullanılması.
Türkçe literatürdeki “yozlaşma”, “bozulma”, “çürüme”, “siyasal
kirlenme” gibi kavramların, çeşitli kaynaklarda yolsuzluğa ilişkin olarak ya
da yolsuzluğu da içerecek biçimde kullanıldığı görülmektedir (Bkz: Ergun,
1978; Şaylan, 1975; Çulpan, 1980; Aktan, 1994). Ancak, bu sözcüklerin,
idari, siyasi ve toplumsal konulardaki diğer bazı olumsuz nitelikleri içerecek
biçimde, daha genel ve esnek bir tarzda kullanıldığı da görülmektedir. Mesela,
bürokrasinin siyasallaşması, moral değerlerin zayıflaması gibi olgular, bu
sözcüklerle karşılanabilmektedir.
Literatürde genel olarak “rüşvet, “haraç”, “zimmet” ve “nepotizm
olarak yolsuzluğun dört türünden bahsedilmektedir. Yine “siyasi” ve “idari”
yolsuzluklar arasında bir ayrım yapılmakta, ikinci türdeki yolsuzluklara
YIL: (5) 1 – SAYI: 197
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
gelişmekte olan ülkelerde daha sık rastlandığı ileri sürülmektedir. Ancak diğer
taraftan, özellikle son dönemde “siyasi” türden yolsuzlukların da, azgelişmiş
ve gelişmekte olan ülkelerde giderek yaygınlaşmakta olduğu görülmektedir.
Aşağıda bunlar üzerinde durulacaktır.
1.2.
Yolsuzluk Türleri
1.2.1. Rüşvet
Genel olarak şahıslar ya da şirketler tarafından kamu görevlilerine, kendi
sorumlulukları altındaki idari kararları etkilemek için yapılan ödemeler, rüşvet
olarak adlandırılmaktadır. Bu anlamda rüşvet, hükümet düzenlemeleri ya da
faaliyetleri kapsamındaki idari kararlara dönük bir kavramdır.
Rüşvet, maddi ya da parasal mahiyet taşıyan bir yolsuzluk türüdür. Zaten
maddi çıkar içeren yolsuzluk türünün en yaygın ve bilinen biçimi de rüşvettir.
Bu bağlamda rüşvet, “kamu görevlilerinin bir takım maddi menfaatler (para,
mal, hediye vb.) karşılığı, bunları karşılayan kişi ya da gruplara ayrıcalıklı bir
işlemle çıkar sağlamaları” şeklinde tanımlanmaktadır (Berkman, 1983: 21).
Günümüzde kamu ve özel sektör arasındaki ilişkilerde gerçekleşen rüşvet
türünden yolsuzluklar devasa boyutlara ulaşmıştır.
Rüşvet türü yolsuzlukta, para, mal ve hediye gibi maddi değerler açıkça ve
doğrudan verilebildiği gibi, dolaylı yollardan da görevliye, özellikle üst düzey
yöneticilere menfaat sağlanabilmektedir. Kamu görevlisinin bir malının, kendi
değerinin çok üzerinde bir fiyatla satın alınması; bir malın kamu görevlisine
sembolik bir fiyatla satılması; kira vermeden bir dairede oturmasının
sağlanması; pay ve tahvil senetleri verilmesi; ücretsiz hayat sigortası, tatil,
eğlence vs. sağlanması; kamu görevinden ayrıldığında menfaat sağladığı
kuruluşun yönetim kurullarında görev verilmesi gibi, dolaylı yöntemler ile
de rüşvet önerilebilmektedir (Berkman, 1983: 22). Dosya arasına sıkıştırmak
gibi usuller ise, çok sık rastlanan ve bilindik rüşvet verme yollarıdır.
Yolsuz işlemin niteliği açısından iki tür rüşvetten söz edilebilir: 1. Kamu
işlemini çabuklaştırmaya yönelik ödemeyi içeren, yasal düzenlemelere uygun
bir kamu hizmetini ya da işlemini hızlandırmak üzere verilen ve alınan rüşvet.
Buna “çabuklaştırıcı/hızlandırıcı rüşvet” ya da “hafif rüşvet” de denilmektedir.
2. Yasal düzenlemelere ya da çerçeveye uygun olmayan bir işlemin yapılması
98 OCAK 2015
GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ
için verilen ve alınan rüşvet. Buna da “çarpıtıcı rüşvet” denilmektedir (Tekeli
ve Şaylan, 1974: 94-95). “Çabuklaştırıcı rüşvet” türüne, azgelişmiş ülkelerdeki
bürokrasilerin hantal ve yavaş işleyişi içerisinde her aşamada rastlamak
mümkündür. Bu rüşvete bulaşmaksızın sıradan bir kamu hizmetinden
yararlanabilmenin bile mümkün olmadığı haller de söz konusudur.
1.2.2. Haraç
Bu tür yolsuzlukta, görevli karşısındaki kişiden görevini yerine
getirmek ya da zaten sorumlu olduğu işini yapmak için bir bedel ya da
karşılık istemektedir. Burada görevlinin zaten yapması gereken işlemi yerine
getirmek için ödeme talebinde bulunması, vatandaşa karşı bir zorlama söz
konusudur. Bu anlamda rüşvet olgusu ve talebi tamamen kamu görevlisinden
kaynaklanmaktadır. Haraç, “açık yiyicilik” veya “aktif rüşvet” olarak da
adlandırılmaktadır (Tekeli ve Şaylan, 1974: 95-96). Pek çok durumda rüşvetle
haraç arasında bir ayrım yapabilmek zordur. Örneğin, memurun açıkça para
istemeden karşısındakini rüşvet önerisine yöneltmesi durumunda, rüşvet
ve haraç ayrımı güçleşmektedir. Ancak böyle bir ayrımın yapılabileceği de
açıktır. Örneğin, gümrük görevlisinin işlemleri kasıtlı olarak yavaşlatacağı ya
da sorun yaratacağı tehdidi ile karşısındakinden “açıkça” para istemesi bir
haraç olarak adlandırılmalıdır.
1.2.3. Zimmet
Kamu varlıklarına dönük hırsızlık; kamu görevlileri tarafından zimmete
geçirme ya da kamu ve özel alanda danışıklı biçimde yapılan yolsuzluktur.
Buna ilave olarak, reel ya da finansal kamu varlıklarının piyasa fiyatının altında
illegal transferi, kamuya yapılacak ödemelerin ya da vergilerin kaçırılması,
kamu fonlarının harcanması gereken yerlere değil de özel kullanıma
aktarılması da zimmet kapsamına girmektedir (http://www.finansgundem.
com/finans-kulis/gercek-yolsuzluk-nedir).
Zimmet, yolsuzluk olayında ikinci bir tarafın bulunmadığı tek türdür.
Sadece görevli ya da memurun tek başına olayın içinde bulunduğu bir
durumdur. “Zimmet”, “görevlinin para ya da mal niteliği taşıyan kamusal bir
kaynağı/değeri, yasalara aykırı bir biçimde kişisel menfaati için harcaması,
kullanması ya da mülkiyetine geçirmesi”dir (Erem, 1973: 149). Zimmet, değiştokuş içermeyen, tek taraflı gerçekleştirilen yolsuzluk türü olarak, istisnai bir
nitelik taşımasından dolayı diğer yolsuzluk türlerinden ayrılmaktadır.
YIL: (5) 1 – SAYI: 199
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
1.2.4. Nepotizm
Daha önceki üç yolsuzluk türünün maddi içerikli olmalarına rağmen,
“nepotizm”4 türü yolsuzluk belirgin bir biçimde “dayanışmacı” motiflerin
ön plana çıktığı bir yolsuzluktur. Bu dayanışmada, görevli/yetkili tarafından
kişilere ayrıcalık sağlanmasıdir. Nepotizmde yolsuzluk, maddi çıkar
gözetmekten çok, bazı bağlılıklar (akrabalık, hemşehrilik, yakınlık vs.)
ve yükümlülükler temelinde gerçekleşmektedir. Bu tür yolsuzluğun özü
“kayırmaya” ve “iltimasa” dayalıdır.
‘Himayeci yolsuzluk’ olarak da adlandırılabilecek “nepotizm”; yolsuzluk
literatüründe ‘kayırmacılık’, ‘akraba kayırmacılığı’ ve ‘yanaşmacılık’ olarak
adlandırılan yolsuzluk tarzlarını içermektedir. Burada özel kesimde yer
alanlara karşı, siyasi ya da kamusal bir hamilik söz konusudur (http://www.
finansgundem.com/finans-kulis/gercek-yolsuzluk-nedir).
G20 dokümanında yolsuzluğun ‘düşük değerli’ ve ‘devasa değerli’
olarak iki uçta telaffuz edildiğine atıfla, ‘devasa değerde’ yolsuz işlemlerin
kamu görevinde yüksek hiyerarşide yer alan kamu görevlilerince yapıldığına
işaret edilmektedir. Buradan hareketle, farklı kombinasyonlara farklı adlar da
verilmektedir. Örneğin yüksek rakamlı sistematik yolsuzluk yapan yüksek
kamu yetkililerine ‘kleptokrasi’, menfaati sağlayanın yüksek hissesinin
bulunduğu ‘himayeci’ tip yolsuzluğa ‘ahbap-çavuş kapitalizmi’ denilmektedir
(http://www.finansgundem.com/finans-kulis/gercek-yolsuzluk-nedir).
Örnek bir ülke olarak ele alındığında özellikle günümüz Türkiye’sinde
kamu bürokrasisinde ehliyet ve liyakata bakılmaksızın belirli makamlara
getirilmek, iş bulmak ya da iş hayatında istihdam açısından torpil işlemi
yaptırmak, ihalelerde bazı şirketlere öncelikler ve avantajlar sağlamak gibi,
birçok uygulamaya da nepotizmin yoğun bir biçimde karıştığı söylenebilir.
“Adamı olmak”, “adamını bulmak” deyimleri, iş yaptırabilmek açısından hâlâ
güncelliğini korumaktadır.
Siyasi süreç içerisinde, siyasi partilerin iktidara geldikten sonra kamu
kurum ve kuruluşlarında çalışan “üst düzey bürokratları” görevden almaları ve
bu görevlere yine siyasi yandaşlık, ideoloji, nepotizm-kronizm gibi faktörler
esas alınarak yeni kimseler atamaları da, genel olarak gelişmekte olan
ülkelerde ve daha özelde ise Türkiye’de yaygın olarak gözlenen bir olgudur.
4
100 “Nepotizm”, İngilizcede sözlük anlamı olarak “yakınları kayırma” anlamına gelmektedir.
OCAK 2015
GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ
Bu duruma literatürde “patronaj” adı verilmektedir. Siyasal partilerin, iktidara
geldikten sonra kendilerini destekleyen seçmen gruplarına çeşitli şekillerde
ayrıcalıklı işlem yaparak, bu kimselere haksız menfaat sağlamalarına
“siyasal kayırmacılık” adı verilmektedir. Partizanlık ise, özellikle mahalli
kamu hizmetlerini yürüten kurumlarda daha fazla görülmektedir. Siyasal
kayırmacılığa birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de yaygın olarak
rastlanmaktadır (Özmerci, 2014: 29-34).
1.3. Siyasi ve İdari Yolsuzluk
Kamusal güç ve yetki, günümüzde siyasi ve idari (bürokratik) olmak
üzere genellikle iki düzlemde kullanılmaktadır:
a. Siyasa-yapımında (örneğin, yasaların yapımında)
b. Siyasa-uygulamasında (örneğin, yasaların veya hükümet politika ve
programlarının bürokrasi tarafından uygulanmasında).
Bu açıdan yolsuzluğu iki ana sınıfa ayırmak mümkündür. Siyasi
işlevlere ilişkin kamusal gücün ya da etkinin, siyasi yönetim ya da siyasayapımı sürecinde çıkar gözetilerek, yasal düzenlemelere aykırı bir biçimde
kullanılması “siyasi yolsuzluk” olarak nitelendirilmektedir. Bir çıkar
grubunun kendisine sağladığı menfaat karşılığında, bir parlamenter yasa
taslağı üzerinde etkide bulunmaya yönelirse ya da iktidardaki bir siyasal
parti, siyasal gücü ve yetkisini partinin ve yandaşlarının çıkarlarını gözetecek
biçimde kullanırsa ortaya “siyasi yolsuzluk” çıkmaktadır. Öte yandan
siyasetçilerin ya da parlamento adaylarının seçmenlerin veya delegelerin
oylarını satın almaları olgusu “seçim yolsuzluğu” olarak nitelendirilmektedir
(Heidenheimer, 1970:367). İdari ya da bürokratik işlevlere dair kamusal yetki
ve gücün, kamu yönetimi ya da siyasa-uygulama sürecinde çıkar gözetilerek
yasal düzenlemelere aykırı olacak biçimde kullanılması ise “idari yolsuzluk”
olarak tanımlanmaktadır (Berkman, 1983: 18).
Bir memurun ya da görevlinin çıkar karşılığı çıkar sağlayana ayrıcalıklı
işlem yapması bir idari (bürokratik) yolsuzluk örneğidir. Siyasi yolsuzlukta
siyasi aktörlerin, idari yolsuzlukta ise bürokraside çalışanların baş aktörler
oldukları görülmektedir. Siyasi aktörler milletvekilliği, bakanlık gibi
pozisyonları paylaşan aktörlerden oluşmaktadır. Bürokratik aktörler ise,
bürokrat, teknokrat, memur, kamu görevlisi gibi isimlerle anılmaktadır
(Heper, 1980: 24). Siyasi yolsuzluklar, siyasi yozlaşma şekillerinden biri olan
YIL: (5) 1 – SAYI: 1101
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
lobicilik aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Siyasi karar alma sürecinde bazı
çıkar grupları, özellikle iktidar partisi ile bunun yanında muhalefet partisi,
bürokratlar ve seçmenler ile lobicilik faaliyeti yaparak kamu menfaatine
uygun kararlar alınmasını engelleyebilirler. Baskı ve çıkar grupları (holdingler,
şirketler, işçi ve işveren sendikaları, ticaret ve sanayi odaları, diğer mesleki
birlikler vb.) değişik şekillerde, kendi çıkarları doğrultusunda lobicilik
yapmaktadırlar. Siyasi işlevlere ilişkin olarak kamu gücünün kullanılması, belli
politikanın belirlenmesinde, yani en genel manada yasaların yapımında ortaya
çıkmaktadır. “Siyasi işlevlere ilişkin kamu yetkisinin, siyasi yönetim ya da
siyasa yapım sürecinde çıkar gözetilerek, yasal düzenlemelere aykırı biçimde
kullanılması “siyasi yolsuzluk” olarak nitelenebilir. Bu durumda siyasi
yolsuzluklar, kendisine sağlanan menfaat karşılığında bir milletvekilinin
bir yasa taslağını, çıkar sağlayanların isteği doğrultusunda etkileme ya da
etkilememe davranışı, (milletvekillerinin bir sonraki seçimde aday olabilmek
için, bazı yasa çalışmalarında liderlerine boyun eğmeleri) veya iktidardaki
siyasal gücün, kendi yandaşlarının çıkarlarını gözetecek biçimde, gücünü
ve yetkisini kullanması biçiminde ortaya çıkmaktadır. İdari yolsuzluk,
politikaların uygulanmasında, yani yasaların veya hükümetin politika ve
programlarının kamu bürokrasisi tarafından uygulanması sırasında ortaya
çıkaümaktadır. Bu nedenle idari yolsuzluğun taraflarından biri her zaman için
kamu yöneticileridir. “İdari işlevlere ilişkin kamu yetkisinin, kamu yönetimi
ya da siyasa uygulama sürecinde çıkar gözetilerek yasal düzenlemelere aykırı
biçimde kullanılması idari yolsuzluk olarak tanımlanmaktadır (bu konuda
bkz: Berkman, 1983: 18).
Siyasi yolsuzluklara, kamu gücünü elinde bulunduran siyasi parti
ile ilişkisi bulunan, parti üyesi, delege, parti yöneticisi, milletvekilleri
ve bakanların doğrudan ya da dolaylı olarak katılmaları mümkündür.
Milletvekilleri doğrudan yasama faaliyeti yürütürler. Yasama faaliyetlerini
yürüten milletvekilleri doğrudan siyasi yolsuzluklara karışabilecekleri gibi;
yukarıda belirtilen diğer siyasi kişiler de, bazı milletvekillerini etkileyerek
onlara oy sağlama menfaati karşılığında, kendileri de başka çıkarlar sağlamak
amacıyla, bu milletvekillerini siyasi yolsuzluklara sürükleyebilirler. Bu şekilde
dolaylı olarak da, siyasi yolsuzluklara karışılmış olmaktadır. Az gelişmiş ya
da gelişmekte olan ülkelerin genelinde idari yolsuzlukların diğerlerine oranla
daha fazla olduğu kabul edilmektedir.
102 OCAK 2015
GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ
2.
GELİŞMEKTE OLAN YA DA AZGELİŞMİŞ ÜLKELER VE YOLSUZLUK
Konuya ilişkin literatürde, yolsuzluk ve rüşvetin azgelişmiş ülkelerdeki
sıklık ve yaygınlığına dair paylaşılan yaygın ve genel bir kanaat vardır. Bu
ülkeler açısından yolsuzluk olgusu, istisnai, izole, etkileri açısından sınırlı ve
bu sebeple de önemsenmeye değmez bir olgu olarak görülemeyecek kadar
merkezi bir sorundur. Aksine, toplumsal dokuyu, gündelik hayatı ve çevreyi
bütünüyle kuşatmış bir biçimde bütünsel etki ve sonuçlarıyla derinliğe
sahiptir5. İlgili literatürün büyük bir bölümü, meseleyi azgelişmişlik
bağlamında ele almakta, incelemeye ve değerlendirmeye çalışmaktadır.
Azgelişmiş ülkelerin karşı karşıya oldukları yolsuzluk türü, genel
olarak yolsuzluk olgusunun ikinci basamağı olarak kabul edilen “kronik” ve
yapısallaşmış yolsuzlukla ilişkilidir. Bu ülkelerin yolsuzluk realitesi, bir bütün
olarak toplumsal, ekonomik, siyasi ve kültürel niteliklerle dolayımlanmış
karmaşık bir ilişki ve etkileşimin ürünüdür. Yapısallaşmış/kurumsallaşmış bir
olgu olarak süreklilik, yaygınlık ve yerleşiklik nitelikleri arzetmekle bütün
bürokratik kademelere, siyasi mercilere ve sosyal katmanlara/kesimlere
yayılmış, sinmiş bir kapsama sahiptir. Yine yolsuzluk olgusunun tarihi ve
yapısal unsuru, süreç ve niteliklerle organikleşmiş bir etkileşmenin içindedir.
Bu bağlamda azgelişmişlik açısından yapısal ve kronik bir karakteristiğe sahip
olan yolsuzluk olgusunun, bürokratik ve idari boyutun dışında, tarihi, siyasi,
toplumsal, ekonomik, kültürel, antropolojik, ahlâki ve hatta ekolojik boyutları
içeren çok yönlü etki, neden, sonuç ve tezahürlere sahip olduğu söylenebilir.
Genellikle, azgelişmiş ülkeler açısından kamu bürokrasisinden ibaret
olduğu söylenebilecek idari yapılar, yolsuzluk ihtimalini göreli olarak daha
yüksek oranda içinde barındıran potansiyel yapılardır (Berkman, 1983:
2). Genel kanı açısından azgelişmiş ülke bürokrasileri ve sosyal yapılar
bağlamında yolsuzluk, “yapısal” ve “kronik” bir meseledir. Ancak şu da bir
5
Örneğin, literatürde bu yöndeki kanaati yansıtan Cingi’ye göre, bir hastalık olarak yolsuzluk, “iktisaden azgelişmişliğin, monarşik yönetimin ve zayıf merkezi hükümetin bulunduğu ülkelerde ‘bulaşıcı’ bir özellik ve kronik bir nitelik kazanır... Bu hastalığın kronikleşmesi de yoksulluk-yolsuzluk-yozlaşma kısır döngüsünün kırılamamasından doğar.
..Latin Amerika, orta Amerika ve Afrika yoksul bölgeler olduğu gibi yolsuzlukların da en
yoğun ve yaygın olarak görüldüğü yerlerdir. Nitekim yolsuzluklar, yoksulluk koşullarında kolayca gelişebilmekte; geliştikçe de bilinen ‘yoksullaştırıcı’ etkileriyle tüm sistemin
(sosyal, ekonomik, siyasal vb.) yozlaşması sonucunu veren kısır döngülerin oluşumuna
neden olurlar” (Cingi, 1994:12).
YIL: (5) 1 – SAYI: 1103
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
gerçektir ki, azgelişmiş ülkeler kendi aralarında farklı gelişme aşamalarına
ve kendilerine özgü ayrı tarihselliklere sahip olduklarından, homojen bir
görünüm arz etmezler (Berkman, 1983: 55). Bu nedenle, yolsuzluk ihtimalini
doğuran ve artıran şartların azgelişmiş ülkelerin tümünde aynı ağırlık, derece
ve niteliğe sahip olduğu da ileri sürülemez. Bununla birlikte böyle niceliksel
bir farklılaşmaya rağmen, niteliksel anlamda bir örtüşmeden/benzeşmeden/
özdeşlikten söz edilebilir.
Genel ve kaba bir ifadeyle, bir taraftan azgelişmişlik yolsuzluğu doğuran
ve sonuç olarak üreten bir tarihselliktir. Batı’nın etkisi altında ve bağımlı
gelişme tarihi içinde, rasyonel bir bürokrasiyi ve vatandaş bireyi yaratamama,
modern bir hukuk ve siyasayı inşa edememe, bunlara eşlik eden yetersiz
sosyal formasyon (düşük eğitim düzeyi, düşük milli gelir, eşitsiz bölüşüm,
sağlık ve sosyal güvence imkanlarının gelişmemişliği vs.) var iken, yani
azgelişmişliğin doğurduğu ve etkinleştirip derinleştirdiği bir çarpıklık durumu
mevcutken, bu koşulların yolsuzlukla cisimleşmesi ve yolsuzluğun hayatiyet
kazanması söz konusudur. Yolsuzluk, azgelişmişliğe dinamizm kazandıran,
onu kendi içerisinde yeniden üreten ve azgelişmişliğin gelişmesini sürekli
kılan ana ayaklardan biri olarak da realite kazanmıştır. Bu ilişki karşılıklı,
sarmal ve birbirini besleyen bir ilişkidir.
3.
YOLSUZLUĞA İLİŞKİN BAZI TOPLUMSAL NİTELİKLER ve NEDENLER
Weber’e göre, Batı kültürünün genel karakteristiği –özellikle
Aydınlanma’dan bu yana-, düşüncede ve eylemde herşeyi “akıl” ölçütüne vurmak
olmuştur. Batı kültünün temel karakteristiği haline gelen “rasyonalizasyon”,
yalnızca gerçekliği homojenlik ve süreklilik tasarımı altında öğrenmek isteyen
bilime özgü değildir; daha çok Batı’da, devletlerin örgütlenme biçimlerinden,
örgüt içi hiyerarşik yapılardan (bürokrasi) aile fertleri arasındaki pek özel
ilişkilere kadar her alanda etkisini ve işlevini sürdürmektedir (Özlem, 1990:
58). Bu anlamda, Weber’in “rasyonalizasyon” kavramı, belirli türdeki bir
kültürü belirleyen “temel motif”tir. Batı toplumlarında rasyonel ilkelere göre
örgütlenip yönetilmeyi içeren “bürokrasi”nin önplana çıkışı da, onun ifade
ettiği bir “rasyonalizasyon düzeneği”dir. Hâlbuki Batıdışı toplumların zihniyet
ve örgütlenmelerinde, genel düzlemde bir rasyonalizasyonun varlığından söz
edilemeyeceği gibi, bu toplumların bürokratik yapılaşmalarının rasyonellik
104 OCAK 2015
GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ
motifi ya da kriteri ile biçimlenip işlediği de söylenemez. Bunların yanına,
bürokratik yapılarda, uygulama ve davranışlar açısından modern-geleneksel
ikiliğinin sürmesi de ilave edilince görünüm daha olumsuz bir hale
gelmektedir6. Bu bağlamda, değersel-rasyonelliği ve amaçsal-rasyonelliği
içselleştirip kurumsallaştırmamış; aktörlerinin eylemlerini hâlâ duygusal ve
geleneksel motiflerin karakterize ettiği ve bir topluluk düzleminde yer alan
azgelişmiş ülkelerde yolsuzluk için daha uygun ortam ve şartların bulunduğu
öngörülebilir.
Azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde, akılcı olanla duygusal
olanın, modern olanla geleneksel olanın eklemlendiği ikili oluşumlar ya da
melezlendiği desenlenmeler çok daha fazla söz konusudur. Bu nedenle pür
bir ayrıma gidebilmek mümkün değildir. Öte yandan endüstriyel toplum
bakımından azgelişmiş ülkelerde, ikincil ilişkilerin gelişip yaygınlaşamadığı
ve yeterince kurumsallaşamadığı yaygın bir iddiadır. Rasyonelleştirme,
bürokratik süreçlerde olduğu gibi, sosyal yaşamın bütününde de temel motif
olarak bir varlığa sahip değildir. Geleneksel davranış biçimleri, toplumda
olduğu gibi, modern kurumlar olan devlet ve bürokrasi benzeri sistemler
için de etkili olmaktadır. Gelişmiş ülke bürokrasilerinde “verimlilik”,
“uzmanlaşma”, “etkinlik” gibi niteliklerin ön plana çıkmasına karşın,
azgelişmiş ülke bürokrasilerinde genel olarak “kayırma” ve “iltimas” gibi
nitelikler etkili olmaktadır. Buradan hareketle, geleneksel ve duygusal
motiflerin ve nedenlerin azgelişmiş ülkelerdeki yolsuzluk olaylarında önemli
bir etken olduğu söylenebilir.
“Yakınları kayırma” (nepotizm), gelişmiş ülkelere oranla birincil
küme ilişkilerin, bağlılıkların ve yükümlülüklerin, göreli olarak daha güçlü
olduğu azgelişmiş ülke bürokrasilerinde yaygındır. Bürokrasinin dört alanını
oluşturan idari, askeri, adli ve akademik yapıda nepotizmin, yani iltimas,
yandaşcılık ve adam kayırmacılığın yoğunlaşması, tipik bir azgelişmiş ülkeye
özgü yönetim anlayışını yansıtmaktadır. Bunun da yönetim sistemindeki
profesyonelliği, bilimselliği, şeffaflığı ve dürüstlüğü tahrip edici bir etki
yaptığı görülmektedir. Haraç türü yolsuzluğa ise, kamu bürokrasisinin göreli
olarak toplumda çok güçlü olduğu, vatandaşın kamu görevlisini “efendi”
6
Ergun ve Polatoğlu (1984) da 1980’li yıllara kadarki süreçte, Türk kamu bürokrasisinde
benzer nitelikler belirlemişlerdir. Onlara göre, Türk kamu bürokrasisinin biçimsel yapısı
ussal temellere dayalı gözükürken, “geleneksel” değerler işlerliğini korumaktadır (s.7980).
YIL: (5) 1 – SAYI: 1105
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
görürken, görevlinin de vatandaşları “tebaa” olarak saydığı toplumlarda
daha sıklıkla rastlanabilmektedir (Berkman, 1983: 28). “Yurttaş-bürokrasi”
ilişkisinin azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerdeki niteliğinin, hâlâ
“akılcı eyleme” dönüşememiş, yönetimde hâkim “geleneksel eylem” biçimi/
tipi olduğu söylenebilir. Bunun sonucu olarak söz konusu ülkelerde, toplumu
oluşturan bireylerin çoğu ilişkilerinde, kamu ve hatta özel sektörün bütün
alanlarında, seçilmişler yanında atanmışlar olarak adlandırılan yönetici
sınıf olan bürokrasinin dört alanında (idari, askeri, adli ve akademik) farklı
yoğunluklarda gerçekleşen çok sayıda “yolsuzluğa” sıkça rastlanmaktadır.
3.1.
Batı’ya Bağımlılığın Etkileri
Tahakkümle temelinden sarsılmış Batı dışı toplumlarda, artık ne
“geleneksel kültür” kalmıştır ne de yerine “batılı burjuva kültürü” ikame
edilebilmiştir; söz konusu olan ancak olsa olsa ikisinin bir “bileşimi” ya da
“melezlenmesi”dir: Ekonomik altyapılar, siyasal-ideolojik üstyapı kurumları,
kültürel değerler ve kitlelerin bilinci, ‘melez’ özelliklere sahiptir. Nihayetinde,
sömürgecilik ve emperyalizm, geri kalmış ülke insanlarının bilincini de
temelden sarsmış ve çarpıtmıştır7 (Başkaya, 1991: 80).
Bu yapısal hâl almış durumun sonucu olarak, toplumdaki geleneksel
akrabalık bağlılığına dayalı değerlerle ve dayanışma örüntüleriyle, rasyonel
ve etkin bir bürokratik yapının gereksindiği güdülenme, tutum ve davranış
örüntüleri arasında, karşılıklı olarak birbirini dışlayan bir zıtlık ve uyumsuzluk
ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla geleneksel akrabalık bağlılıklarının ve
örüntülerinin gerektirdiği kayırmacı tutumun, modern bürokrasinin rasyonel
ve kurumsal normlarıyla bağdaştırılmaya ya da bütünleştirilmeye çalışılması
çarpık bir görünüm oluşturmaktadır. Bu anlamda, Shayegan (1991), bireylerin
bilinç yapıları ile modern kurumlar arasındaki kopukluk ve uyumsuzluğu,
kendi terminolojisi ile “tarihsel çatlak” olarak nitelendirmektedir.
Kaldı ki, Anthony Giddens (1994)’ın terimleriyle ifade edilecek olursa,
zaten “modernlik”, “evrenselleşip yagınlaştıkça bütün geleneksel yapı, kurum
7
106 Geleneksel toplumlardaki zihniyet bileşenleri ile birlikte toplumsal yapı ve kurumların
farklı parçalarının, farklı tarihsel zamanlara ya da ayrı tarihsel dönemlere denk düşen
çarpık bir desen oluşturduklarını belirleyen Shayegan (1991), bu durumu “kültürel şizofreni” olarak adlandırır. Ona göre, bu durum zayıf tarihselliğe sahip toplumların bir
gerçekliği, belki de kaçınılmaz olarak yaşadıkları bir süreçtir.
OCAK 2015
GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ
ve değerleri ‘yerinden oynatan’” tarihsel bir olgudur. Modernlik herşeyi
izafileştirirken, geleneksel değerlerin de sarsılmasına ve erozyona uğramasına
yol açmıştır. Bu “yerinden oynatma”nın, Batıdışı, pre-modern durumdaki,
yani gelişmekte olan ya da azgelişmiş diye adlandırılan toplumlar açısından,
sonuçlarının çok daha trajik ve sarsıcı bir niteliğe sahip olduğu yaygın olarak
bilinmektedir. Bu süreçte, ekonomik ve siyasal yapılardaki deformasyonlara
paralel olarak zihniyet desenlerindeki geleneksel ahlâk anlayışının çözülmesi
ve ahlâki değerlerin etkililiğini yitirmesiyle de karşı karşıya gelen Batıdışı
toplumlarda, kronik ve yapısal yolsuzluğa elverişli bir ortam oluşmaktadır.
Diğer bir deyişle, değersizleşme ile karşı karşıya kalan modern-öncesi ya da
kapitalizm-öncesi “zayıf tarihselliğe”8 sahip geleneksel toplumlar, bozulan
eski dengelerin yerine yeni dengeler ikâme edememişler, sapma ve kaosa teşne
hale gelmişlerdir. Dolayısıyla, “zayıf tarihsellik” koşullarında yolsuzluğun
yaygın ve karakteristik bir niteliğe bürünmesi de kaçınılamaz ve neredeyse
doğal bir hâl almıştır9.
3.2. Birincil (Gayrı Resmi) Grup İlişkilerinin Önemi
Azgelişmiş ülkelerde, özellikle bağımsızlığını yakın zamanlarda
kazanmış bazı Güney Asya ve Afrika ülkelerinde veya bir ülkede bozuşmanın
ağırlaştığı dönemlerde, toplumsal örgütlenme ve ilişkiler büyük ölçüde aile,
akrabalık, etnik, dini ya da yerel bağlılıklar ile yükümlülükler temelinde
yoğunlaşmaktadır. Bu yoğunlaşma, hatta biçimlenmede, devlet ve ulus gibi
kurumlara bağlılık ikincil olarak görülebilmektedir. Bireyin bağlılığı ve
yükümlülüğü öncelikle aile, akrabalar ve yakınlar/ yandaşlar ile dolayımlanmış
8
9
Göle (1991) de aynı sürece/olguya farklı bir kavramlaştırma açısından yaklaşmaktadır.
Ona göre, “tarihselliği zayıf toplumlar”, modernliğin tanımına kendi pratiklerinin
damgasını vuramamış toplumlardır. Bu toplumlar, modernliği ima ettiği değişimi ve
yenileşmeyi kendi içsel ve yapısal dinamikleriyle ve kendi tarihsellikleri sürecinde
yaratamamışlardır, üretememişlerdir. Dolayısıyla, modernliği (yani “yeni” olanı)
içeriden bir süreç olarak keşfedememiş olan bu toplumlar, tarihlerini sürekli olarak Batı
modernliğinin izdüşümünde yakalamaya çalışmaktadırlar. Böylelikle, Doğunun Batı
uygarlığı ile karşılaşması eşit bir alışverişle sonuçlanmaktan çok, Doğunun kimliğinin
çözülmesine yol açmıştır (13). Göle, azgelişmişlik ve sömürü sorunsalına, genelleştirilmiş
soyut kavramlaştırmalar/şablonlar çerçevesinde değil, toplumsal pratik açısından
yaklaşmaktadır.
Örneğin, geleneksel ortamında “rüşveti alanın da verenin de lanetlenmiş olduğu” inancına sahip olan müslüman bir toplumun bireyinin, yaşanılan çarpıklaşma ve değersizleşmeyle birlikte bu inancının somut yaşamındaki gücü ve etkililiği de zayıflamış; bunun
yerini doldurabilecek rasyonel bir norm da oluşmamıştır.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1107
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
ve büyük ölçüde sınırlanmış durumda olabilmektedir. Bu bağlamda gelişmekte
olan ülkelere bir örnek oluşturması bakımından Türkiye’de birincil (gayrı
resmi) ilişkilerin yaygın bir biçimi olan “hemşehrilik” ilişkilerinin de, diğer
birincil ilişkiler gibi toplumsal, siyasi ve yönetsel ilişkiler açısından büyük bir
önemi ve yönlendiriciliği olduğunu ifade etmek gerekir.
Geleneksel bağlılıkların ve ilişkilerin güçlü, dahası yaygın olduğu
tipteki toplumsal yapılarda, kamu görevlileri de konumları açısından büyük
bir gelenek ya da cemaat baskısı altında kalabilmektedir. Özünde ikincil
ilişkilere dayanması gereken kamu hizmeti anlayışı, kişi gözetmeme ve eşit
muameleyi öngörmektedir. Öte yandan, bir kamu işleminde görevlilerin aile,
akraba, yandaş ya da hemşehrilerine yardım etmesini, bürokratik kurallardan
daha eski ve köklü olan geleneksel toplumsal normlar veya beklentiler sistemi
öngörmektedir. Bu durumda yaygın geleneksel-toplumsal normlar ile biçimsel
bürokratik kurallar uyumlu bir düzen oluşturmamakta, aksine paradoksal ve
çatışmalı bir görünüm ortaya koymaktadır.
Hemşehrilik ve hısımlık-akrabalık bağları, kentte tutunmanın önemli
koşullarından biri olan iş bulmada da grup üyelerine kolaylık sağlamaktadır.
Kentteki akrabalık ilişkileri, beklendiğinin aksine kırılmayarak kentsel yaşama
uyum sağlayabilmenin önemli yollarından birini oluşturmaktadır (Aydın,
1985: 281). Yolsuzlukların yaygın olarak varlığını sürdürdüğü azgelişmiş
toplumlarda, devlet kurumlarının etkinliklerinde her işin bir “resmi olan” bir
de “resmi olmayan” tarafı bulunmaktadır. Hemen hemen her resmi faaliyette
bu “dualizm” görülebilmektedir (Attas, 1988: 20). Böyle bir düalizm anlayışı
da, yurttaşın bürokrasiyi ve devleti kendinden uzak görmesinin etkisinde
değerlendirilebilir. Bunun yanında, bürokrasinin gerekleri olan ikincil
ilişkilerin esas alınması yerine, birincil ilişkilere doğru bir kaymanın söz
konusu olduğu açıktır.
3.3. Toplumsal Değişme Hızı
Hızlı kentleşme, kırsal kesime ilişkin değer yargılarının ve yapılarının
hızla zayıflayıp erozyona uğramasına ve yozlaşmasına sebep olmuştur.
Tutumluluğun, basit ve mütevazı bir yaşamı öngören toplumsal değerlerin
ve kültürel motiflerin yerini, maddiyatçılık, statü, toplumsal saygınlık ve
iktidar kazanmak için görülmemiş bir açlık, para ve güç kazanma hırsı,
108 OCAK 2015
GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ
tüketimi kutsallaştırıcılık, bunlara bağlı olarak da manevi değerlere ya da
ortak yarara boşvermişlik gibi sonuçlar doğurmuştur (Attas, 1988: 97). Bu
bakımdan yine Türkiye dikkat çekicidir. Türkiye’de, 1980’li yıllarda hızlı bir
toplumsal değişme ve yapısal dönüşüm süreci yaşanmış, söz konusu süreç
yozlaşma, ahlâksızlaşma, çarpıklaşma ve değerler erozyonu açısından kötü
bir örnek oluşturmuştur. Türkiye’de 80’li yıllarla başlayan yeni dönem ve
süreç içerisinde hayali ihracatçılık, ihalelerde yolsuzluklar, bürokraside
yaygınlaşmış rüşvet ve kişisel araçsallaştırma gibi, başka türlü yolsuzluklar
bolca ve sık bir biçimde izlenebilmiş, yani görünürlük kazanmıştır. 2000’li
yıllarda ise, siyasi ve idari yolsuzluğun boyutları giderek çeşitlenmiş, yapıya
yerleşme eğilimi göstererek topluma daha derinden nüfuz eder hale gelmiştir.
3.4. Tüketim Kültürü Değerleri ve Yolsuzluk
Lüks tüketim gereklerinin ve yöneticilerin iyi yaşama tutkusunun
yolsuzlukların ortaya çıkmasında önemli bir etken olduğu görüşü, tarihte
İbn-i Haldun tarafından belirtilmiştir. Çağımızda ise, tüketime dönük bir
hayatın, sosyal, ekonomik ve kültürel unsur olarak ön plana çıkması önemli
bir değişimdir. “Kitle kültürü”, “tüketim kültürü” gibi kavramlara sıklıkla
aşinayız. Modern toplumlar, -haklı gerekçelerle- birçok yazar tarafından
“tüketim toplumu” olarak da adlandırılmaktadır. Ivan Illich (1992) de tüketim
kültürünün bu aşırı egemenliğini “tüketim köleliği” olarak nitelendirmektedir.
Gelişmiş ülkeler tüketim kültürünü kendi toplumsal süreçleri ve yaşam
pratikleri açısından kurumsallaştırabilmiş, meşru yollar ve araçlarla buna
bir biçim kazandırabilmişlerdir. Bu yüzden gelişmiş ülkeler açısından ele
alındığında, yolsuzluk gibi bir olguya ve sapmaya genellik ve yaygınlık
düzeyinde rastlanmamaktadır. Ancak değinilen küresel olgu, azgelişmiş ya da
gelişmekte olan ülkelerdeki yansımaları açısından çarpık, anarşik ve kaotik
sonuçlar doğurmuştur.
Küresel düzeyde olduğu gibi gelişmekte olan ülkelerde de, insanların
iyi hayat imkânlarına ve refah beklentilerine ilişkin bir kışkırtılma içerisinde
olduklarının genel kabul gördüğü söylenebilir. Bunun iletişimsel ve medyatik
kanallarla yaygınlaştırıldığı açıkça gözlemlenebilecek bir olgudur. Bu
kışkırtılmanın bir sonucu olarak, bu ülkelerde yaşayan insanların beklentilerini
karşılayabilecek refah imkânlarının düşüklüğünün ve kaynakların yetersiz
oluşunun büyük toplumsal düş kırıklıklarına yol açması ve bunun pek çok
YIL: (5) 1 – SAYI: 1109
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
olumsuz sonuçlarının olması doğal görülebilir. Daniel Lerner, daha 1950’li
ve 1960’lı yıllarda yaşanan süreci, bir çalışmasında ele almış ve durumu
“kabaran düş kırıklıklarının yol açtığı yeni devrim” olarak isimlendirmiştir
(1990: 211). Lerner’a göre, 1950’li yılları, yeni dirilen kültürler, yeni doğan
uluslar ve yeni kurulan devletler süreci ve “yükselen beklentiler devrimi”
olarak tanımlanmıştır. Dünyanın geri kalmış, yoksul bölgelerinde yaşayan
halklar, birdenbire, kendileri için daha iyi bir hayatın mümkün olduğu
kanısına kapılmışlardır. Yüzlerce yıldan beri umutsuzluk ve durgunluk içinde
yaşayan halklar arasında o yıllar içinde büyük beklentiler, özlemler, tutkular
dalgası gelişmiştir. Burada hareketlilik, “daha iyi bir şeylere” yönelik bir
arama olduğuna göre, bir şeyler bulmakla da dengelenmelidir. Halk elde
edebileceğinden daha fazlasını istemeye itilmiş, özlemler hızla doyumu
aşmış ve düş kırıklıkları patlak vermiştir10.Günümüzde de bu durum çok daha
derinlemesine ve yaygın bir görünüm sergilemektedir.
Böyle bir durum, eski sosyal, ekonomik, siyasal, psikolojik bağlantıların
büyük çoğunluğunun, büyük ölçüde zayıfladığı ve bozulduğu, insanların yeni
sosyalizasyon ve davranış kalıplarına uyarlanma sürecine girdiği, temel yapısal
dönüşümlerin yaşandığı bir “toplumsal hareketlenme” olarak adlandırılabilir.
Böyle bir durumda, bütün sapkınlık türlerinde ve suçluluklarda olduğu gibi
yolsuzluklarda da bir artışın olacağı öngörülebilir. Kaldı ki bu durumun
gittikçe süreklileşebilecek, kalıcılaşabilecek ve hatta kurumsallaşabilecek
sonuçlar doğurmasına da, tabii bir sonuç veya dönüşüm süreci gözüyle
bakılabilir. Nitekim 1980’li yıllarda tüketim kültürünün ve iyi yaşamaya
yönelik değerlerin yaygınlaşmasıyla birlikte, gelişmekte olan ülkelerin bir
kısmında (Türkiye gibi) hızlı liberalleşmenin ve hareketlenmenin yarattığı
göreli olarak anarşik ve kaotik ortamlarda, köşe dönmecilik ve yolsuzluklarda
artışa rastlanmaktadır. Hele günümüzde “kitle kültürü” ve “tüketim toplumu”
kavramları merkezi bir yer işgal etmektedir.
3.5. Toplumsal Ekoloji ve Yolsuzluk
Felix Guattari (1990: 5-7) de, “doğal ekoloji”, “zihinsel ekoloji”
ve “toplumsal ekoloji”den oluşan üçlü bir ekoloji kavramlaştırmasını
önermektedir. Ona göre, çevre kirlenmektedir, fakat, kirlenen sadece doğal/
10
110 Daniel Lerner (1990), “Çağdaşlaşma Sürecinde İletişimin İşlevi”, Enformatik Cehalet, Rehber Yay., Ankara, s. 197-216.
OCAK 2015
GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ
fiziksel çevre değildir. Gruplararası mikro ilişkilerden(aile, komşuluk,
yardımseverlik vs.) makro ilişkilere (devletlerarası siyaset, milliyetler arası
etnik çarpışmalar vs.) kadar herşeyin yeniden düşünülmesi gerekmektedir.
Ekoloji bu bağlamda hem bilimsel, hem de ekonomik ve sosyal ilişkileri
içermektedir. Yolsuzluk olgusu da sosyal kirlenmenin bir parçası olarak
değerlendirilmektedir.
Özellikle azgelişmiş ülkelerdeki niteliğiyle kronik ve yapısal yolsuzluk,
toplumsal dokuyu tümüyle tahrip edebilecek bir kirlenmedir. Diğer bir
deyişle, yolsuzluk toplumsal ilişkileri ve kurumların tabiatını kirleten, hatta
çürümesine yol açan bir olgudur. Ancak, yolsuzluğun kendisi de toplumsal
yaşamdaki birçok unsurun kirlenmesinin, yozlaşmasının ya da çürümesinin
bir sonucudur aynı zamanda. Bu nedenle azgelişmiş ülkeler, toplumsal ilişkiler
ve kurumlar açısından bütünsel bir kirlenme ve ekolojik bozulma gerçeğiyle
karşı karşıyadırlar.
Aktan (1994: 28-29) da “politik yozlaşma” ve “siyasal kirlilik” olarak
adlandırdığı sorunun, Türkiye gerçekliğinde, siyasi temellere bağlı olarak bütün
bir toplumsal ve ekonomik yaşamı kuşatmakta olduğunu ileri sürmektedir.
Ona göre, temel mesele siyasi kirlilik ve siyasetteki yozlaşmadır. Türkiye
realitesini temel alan çalışmasında sınırsız güç ve yetkiye bir sınır konulması
gerektiğin ortaya koyan Aktan, kirlilik ve yozlaşmanın sonuçları olarak rüşvet,
yolsuzluk, usulsüzlük, adam kayırma, rant kollama, hırsızlık, irtikap, zimmet,
teşvik kollama ve akraba kayırma gibi olguları sıralamaktadır. Aynı biçimde
Özdemir (1992: 14) de, Türkiye›nin günümüzde içerisinde bulunduğu realiteyi
saptamak açısından, ‘bütün kurumların (siyaset, ekonomi, bürokrasi, kültür
vs.) köklü bir “çürüme” içerisinde olduğu’ saptamasında bulunmaktadır.
Bu değerlendirme açısından yolsuzluk, kirlenmenin ve çürümenin hem
bir etkeni hem de bir sonucu olaraköne çıkmaktadır. Türkiye’nin yanı sıra
Malezya, Brezilya ve Arjantin gibi ülkeler de, aynı çerçevede örnekler olarak
değerlendirilebilir.
3.6. Yurttaşlık Bilinci ve Siyasal Sosyolojik Nitelikler
“Halk” kavramı herkesin yerini alan bir terim olup, şekilsiz ve kaygan bir
kavramdır. Halbuki “yurttaş” kavramıyla bu muğlaklık ortadan kalkmaktadır
(Sarıbay, 1992: 88). Aktif katılmacı demokrasilerde halk kavramının yerini
YIL: (5) 1 – SAYI: 1111
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
giderek yurttaş kavramı almaktadır. Katılmacı demokrasi, yurttaşların
kendilerini etkileyen tüm kararların alınmasında ve toplumun tüm sektörlerinde
gerçekleşmesinde “aktif” bir nitelikte olmalarını gerekli kılmaktadır. Modern
toplumlar açısından, hayatın çekirdeği olarak “yurttaşlık”, bir görev, bir
sorumluluk ve gururla kabul edilmiş bir yük olarak algılanmaktadır. Haklarla
birlikte sorumlulukları da beraberinde taşımaktadır. Toplumsal hayatın dışsal
bir çerçevesi olarak değerlendirilmemektedir (Sarıbay, 1992: 89-90). Yurttaşlık
bilincinin ve kimliğinin toplumsal yaşamda etkin bir nitelik olarak gelişmişliği
ve geçerliliği ile yolsuzluk ihtimalinin ve sıklığının sınırlanması arasında
bir ilişki bulunmaktadır. Yurttaşlık kimliği sosyal ve siyasi olarak geliştikçe
yolsuzluk olayları da etkin bir güç ve engelle karşı karşıya kalmaktadır. Böyle
bir gelişmenin olmayışı ya da yetersizliği durumunda ise, yolsuzluk ve rüşvet
için daha engelsiz ve yatkın bir yapı geçerlik kazanmaktadır.
SONUÇ
Küresel dünya ekonomisinin en çarpıcı özelliklerinden biri de, yoksulluk
ve yolsuzluğun küresel bir hal almış olmasıdır. Kapitalist küreselleşme ortaya
çıkardığı yeni yapıda yolsuzluk ve yozlaşmayı sistemin bir unsuru haline
getirmiştir. Yolsuzluk ve yozlaşma genelde düşük gelirli kesimler aleyhine
işlemektedir. Bu da küresel bazda gelir eşitsizliklerinin artmasına neden
olmaktadır ve yoksulluk artmaktadır. Türkiye’de de özellikle 1980’li yıllardan
itibaren kapitalist sisteme bütün unsurları ile uyum ve küreselleşme kaygıları
öne çıkmıştır. Yapısal uyum adı altında ekonomi politikalarının temel
amacı küreselleşme olmuştur. 1980’den günümüze Türkiye ekonomisi daha
küreselleşmiş ve dışa açılmış bir ekonomi haline gelmiştir. Bununla birlikte
son yıllarda, Türkiye ekonomisi aynı zamanda yolsuzluklarla birlikte anılır
olmuştur. Küreselleşen Türkiye ekonomisi, toplam nüfus içinde yoksulluk
oranı gittikçe artan, gelir dağılımı günden güne bozulan bir görünüm
sergilemektedir.
Yolsuzluk problemi, özellikle azgelişmiş ülkeler için “yapısal” ve
“kronik” bir olgu olarak toplumsal dokuyu bütünüyle etkileyebilecek
niteliktedir. Büyüyen ekonomiler içine girmeyi başarmış olan ve azgelişmişlik
zincirini kıran Türkiye de, özellikle içinde bulunulan dönemde yolsuzluk gibi
önemli bir konu baş edilmesi gereken çok boyutlu bir sorun olarak karşımızda
durmaktadır.
112 OCAK 2015
GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ
Yolsuzlukla azgelişmişliğin ilişkilendirilmesi, yolsuzluğun azgelişmiş
ya da gelişmekte olan ülkelerde sıklığının ortaya konmasından daha geniş bir
değerlendirmeyi içermektedir. Böyle bir ilişkilendirme daha geniş amaçları
bakımından, azgelişmişlik ve azgelişmişliğin kendi dinamiklerine bakışımızı
ve anlayışımızı derinleştirmekte, ona yeni açılımlar kazandırmaktadır. Ayrıca
yolsuzluk olgusunun “yozlaşma”, “çürüme”, “çözülme”, “kirlenme” gibi daha
genel kavramlarla da bağlantısıortaya konmaktadır. Bu bağlamda yolsuzluk
ister azgelişmiş, ister gelişmekte olan, isterse gelişen ekonomilerde olsun,
sonuçta bağımsız bir olgu olmayıp, kendisiyle birlikte birçok kurum, yapı,
unsur ve süreçle ilişkilidir.
Yolsuzluğa karşı önlemler alınması hayati bir öneme sahiptir. Yolsuzluğun
tümüyle yok edilmesi, yolsuzluk olasılığının ortadan kaldırılması muhtemelen
mümkün değildir. Bu nedenle yolsuzluğun azaltılmasından söz etmek daha
gerçekçi bir yaklaşımdır. Yolsuzluğa karşı alınacak önlemler, yolsuzluk
ihtimalini azaltmaya yönelmeli ve birbirlerini tamamlayıcı ve destekleyici
nitelikte olmalıdır. Yolsuzlukların önlenmesinde en önemli öğelerden biri,
insan öğesidir. Bu nedenle moral öğeler üzerinde durulmalı ve toplumsal
ahlâk düzeyinin yükseltilmesine ilişkin politikalar üretilmelidir. Bürokraside
görev alanların moral özellikleri de dikkate alınmalı, yöneticilerin ahlâki
niteliklerinin yüksek olması sağlanmalıdır. Bunun yanında yolsuzluklara
duyarlı bir toplumsal oluşum için çaba gösterilmelidir. Medya, eğitim
çalışmaları, bilimsel çalışmalar bu yönde yönlendirilmelidir.
Yolsuzluk sorunu, kabul etmek gerekir ki, kısa dönemde çözülebilecek
nitelikte değildir. Bu amaçla kapsamlı ve etkili bir politika izlenmelidir.
Buna ek olarak yasal önlemlerin, yaptırımların ve denetim mekanizmalarının
kusursuz biçimde oluşturulması ve işletilmesi gerekmektedir. Yolsuzluklara
karşı, toplumsal ve yasal toleranslar bütünüyle ortadan kalkmalıdır. Örgütsel
mücadele verilmeli ve bu süreçle ilgili teknik önlemlerin alınması için
çalışmalar yapılmalıdır. Her kesime etkin ve önemli görevler düşmektedir.
Elbette özellikle karar verme süreçlerine yön veren siyasi iktidarlar ve yönetici
sınıf, her kademedeki bürokratlar grubu, yolsuzlukla baş etmeyi amaç edinmiş
kişilik, ahlâk ve bilinç düzeyinde olmalıdır.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1113
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
KAYNAKÇA
ADALI, Sacit (l978), Doğu’da Hizmet Gören Mülki İdare Amirleri, Erzurum:
Atatürk Üniversitesi Yayını.
AKTAN, Coşkun Can (1994), Politik Yozlaşma ve Siyasetteki Kirlilik, İzmir:
Dokuz Eylül Üniversitesi Yayını.
AKTAN, Coşkun Can (1999), Kirli Devletten Temiz Devlete, Ankara:
Yeni Türkiye Yayınları, No 4.
ATTAS, Seyyid Hüseyin (1988), Toplumların Çöküşünde Rüşvet, çev. Cevdet
Cerit, İstanbul: Pınar Yayını.
AVCI, Nabi (1990), Kitle Kültürü Enformatik Cehalet, Ankara: Rehber
Yayınları.
AYDIN, Mehmet H. (l985), “Kentleşme ve İnsan İlişkileri”, A.Ü. D.T.C.F
Antropoloji Dergisi, S: 12, 269-83.
BAŞKAYA, Fikret (1991), Azgelişmişliğin Sürekliliği, Ankara: İmge Kitabevi.
BAŞTUĞ, Sharon (1977), “Şehirleşme Olgusunda Hısımlık ve Hemşehrilik
Bağlarının Yeri”, Türkiye’de Toplumsal Bilim Araştırmalarında Yaklaşımlar ve
Yöntemler, Seyfi Karabaş ve Yaşar Yeşilçay (der.), Ankara: Baylan Yayınları.
BAYAR, Yavuz (1979), “Türk Kamu Yönetiminde Rüşvet”, Amme İdaresi
Dergisi, cilt: 12 sayı: 3.
BERKMAN, Ümit (1983), Azgelişmiş Ülkelerde Kamu Yönetiminde Yolsuzluk
ve Rüşvet, Ankara: TODAİE Yayını.
ÇİNGİ, Selçuk (1994), İktisadi Bir Olgu olarak Yolsuzluk, Hacettepe Üniversitesi
İİBF Dergisi, sayı: 4
ÇULPAN, Refik (1980), Bürokratik Sistemin Yozlaşması, Amme İdaresi Dergisi,
cilt: 13 sayı: 2.
ERCAN, Metin (28.01.2012), “Devlet Eliyle Kapitalizm”, Radikal
Gazetesi.
ERGUN, Turgay (1978), Yönetimde Yozlaşma Olgusu Üzerine, Amme İdaresi
114 OCAK 2015
GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ
Dergisi, cilt 11, sayı: 1.
ERGUN, Turgay ve Aykut POLATOĞLU (1984), Kamu Yönetimine Giriş,
Ankara: TODAİE Yayını.
GÖLE, Nilüfer (1986), Mühendisler ve İdeoloji, İstanbul: İletişim Yayını.
GÖLE, Nilüfer (1991), Modern Mahrem - Medeniyet ve Örtünme, İstanbul:
Metis Yayını.
GUATTARI, Felix (l990), Üç Ekoloji, çev. Ali Akay, İstanbul: Hil Yayını.
GÜRAN, Sait (1980), Memur Hukukunda Kayırma ve Liyakat Sistemleri,
İstanbul: Fakülteler Matbaası.
HEPER, Metin (1973), Modernleşme ve Bürokrasi:
Kamu Yönetimine Giriş, Ankara: Sevinç Matbaası.
Karşılaştırmalı
KAZANCI, Metin (1978), Halkla İlişkiler Açısından Yönetim ve
Yönetilenler: İmar ve İskan Bakanlığı Örnek Olayı, Ankara: Sevinç Matbaası.
KIŞLALI, A. Taner (1991), Siyasal Sistemler, Ankara: İmge Kitabevi.
KIŞLALI, A.Taner (1992), Siyaset Bilimi, Ankara: İmge Kitabevi.
LERNER, Danie1 (1990), Çağdaşlaşma Sürecinde İletişimin İşlevi,
MUMCU, Ahmet (1969), Osmanlı Devletinde Rüşvet -Özellikle Adli
Rüşvet, Ankara: A.Ü.Hukuk Fakültesi Yayını.
MUTUWAFHETHU, John, Mafunisa (1997), “Developing A Work Ethic
in the Public Sector”, Political and Administrative Corruption, (Seminar),
HAS and TODAİ, Ankara.
OSTERFELD, David (Eylül-Ekim 1994), “Yolsuzluk ve Ekonomik Kalkınma”,
Türkiye Günlüğü Dergisi, S. 30.
ÖZLEM, Doğan (1990), Max Weber’de Bilim ve Sosyoloji, İstanbul: Ara Yayını.
ÖZMERCİ, Kemal (2014), Türk Kamu Yönetiminde Yolsuzluklar,
Nedenleri, Zararları ve Çözüm Önerileri, http://www.turkhukuksitesi.com/
makale_206.htm, Erişim Tarihi: 16.10.2014
PEAN, Pear ve İlhami SOYSAL (1990), Rüşvet, İstanbul: Altın Kitaplar
Yayınevi.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1115
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
ŞAHİN, Mehmet (Ocak 2005), “Küreselleşme Kaynaklı Yoksulluk ve
Yolsuzluk”, Mufad Journal, S: 25, 124-34.
ŞAYLAN, Gencay (1975), Toplumsal Değişme, Yönetsel Bozulma ve
Yolsuzluk, Ankara: Amme İdaresi Dergisi, C:8, S: 4. 83-96.
ŞAYLAN, Gencay (l972), Türkiye’de Kapitalizm, Bürokrasi ve Siyasal
İdeoloji, Ankara: Sevinç Matbaası.
SHAYEGAN, Daryush (l991), Yaralı Bilinç -Geleneksel Toplumlarda
Kültürel Şizofreni, çev. Haldun Bayrı, İstanbul: Metis Yayını.
SARIBAY, Ali Yaşar (1992), Siyasal Sosyoloji, Ankara: Gündoğan
Yayını.
TEKELİ, İlhan ve Gencay ŞAYLAN (l974), Rüşvet Kuramı, Amme İdaresi
Dergisi, C: 7, S: 3, 92-113.
THIEL, Reinold E. (1999), “Corruption in the Age of Globalisation”,
Political and Administrative Corruption, Ankara: IISA and TODAİE,
(Seminar).
http://www.seffaflik.org/detay_tr.asp?GID=56&MenuID=57,
Tarihi: 16. 10. 2014.
Erişim
http://www.finansgundem.com/finans-kulis/gercek-yolsuzluknedir-572558.htm,ErişimTarihi: 16.10.2014.
116 OCAK 2015
SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA
SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI
11*
Şahin BAĞIROV
Özet
Genel kitleden farklı olan bir seçkin tabakanın oluşmasını sağlayan
faktörler ve şartlar çok çeşitlidir. Günümüzde elit sorunu incelenirken,
tarihi ve siyasi yönleri ön planda tahlil edilir. Azerbaycan’da da, siyasi elitin
oluşması ve varlığı, karmaşık bir yapıya sahip olmasıyla dikkat çekmektedir.
Makalede Azerbaycan elitinin şekillenmesinin tarihsel kökleri incelemekte
ve milli elitin şekillenmesinin ilk dönemleri, aynı zamanda Sovyet ve eski
Sovyet dönemini ele alarak siyasal açıdan değerlendirilmektedir.
Anahtar kelimeler: Azerbaycan, Elitler, Sovyet, Post-Sovyet, Dönem
THE FORMATION OF POLITICAL ELITE
IN SOVIET AND POST-SOVIET AZERBAIJAN
Abstract
The elements and the conditions supporting the forming of an elite class
different from public are very various. The historical and the political sides
are prioritised when the elite issue is analysed. The formation of a political
elite class and its presence stand out because of having a complex structure in
Azerbaijan, too. In the article, the historical roots of formation of Azerbaijan
elite is studied and the first period of national elite formation is evaluated by
considering the Soviet and Post-Soviet period from political aspect.
Key Words: Azerbaijan, Elites, Soviet, Post–Soviet, Era
*
Doç. Dr., Azerbaycan Bilimler Akademisi, Siyaset Bilimi Bölümü,
[email protected]
YIL: (5) 1 – SAYI: 1117
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
ФОРМИРОВАНИЕ ПОЛИТИЧЕСКОЙ ЭЛИТЫ В СОВЕТСКОМ
И ПОСТСОВЕТСКОМ АЗЕРБАЙДЖАНЕ
Аннотация
Общие
факторы,
обеспечивающие
условия
отличаются
разнообразием и создание особо отличившихся из отборочных класса.
Проблема заключается в том, что в современный период подучивавшись
на переднем плане анализируется аспекты политической элиты. С этой
точки зрения В Азербайджане и политической элиты появление и наличие
механизма с тем, что явление имеет сложную природу и xarakteру. В
статье исторические корни и формирования Азербайджанской элиты.
Так, в начальном периоде формирования национальной элиты советского
и постсоветского периода, а также как объект исследования в статье
анализируется с политической точки зрения.
ключевые слова: элиты, Азербайджанские элиты, Азербайджан,
совет, пост-совет
GİRİŞ
Aralık 1991 yılında, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılması
ile siyasi haritasında yeni bir manzara ortaya çıktı ve beşeriyet tarihinde
bütünüyle yeni bir sayfa açıldı. Bu yenilik sadece bir coğrafyanın değişmesi
ile bitmiyordu. Halkların hayatında yeni tercihler yaratan yeni siyasi dönem,
hayatın tümünün yeni istikamette gelişmesine sebep oldu. Sonraki yıllarda
Komünistler kendi partilerini ıslah ederek halka yaklaştırmayı başaramadılar.
Bilindiği gibi, Sovyetler Birliği tek partili sistemle yönetiliyordu ve bütün
siyasi hayatın özü Komünist Partisi’nden ibaretti. Komünist Partisi ve partide
alınan görevler, önem bakımından devlet ve hükümet görevlerinin hepsinden
daha üstündü.
Ülkede fikir özgürlüğü ve Çoğulculuk (plüralizm) neredeyse yok
derecesindeydi. Siyasi elit, halka hesap vermeyen, aslında kendi-kendini
yöneten ve böylece belirli zamanlardaki siyasi gelişmeleri de kendisi mümkün
eden bir sistemin parçasıydı. “Bu sistem çerçevesinde, yönetimin etkisi
çok taraflı siyasi liderlikten, yönetim bilgisinden, profesyonellikten, şahsi
118 OCAK 2015
SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI
yeterlilikten ve uygun psikoloji kalitesinden uzaktı” (Memmedov, 2011: 81).
Azerbaycan o dönemde, gelecekteki liderlerini Komünist Partisi’nin
çeşitli siyasi okulları ve DTK’nın çalışması ile yetiştiriyordu. Bu ise ülkeyi
yöneten yerel ve merkezi yönetim görevlilerinin, komünist dünya görüşünden
başka görüşe sahip olmalarını kısıtlıyordu. Akabinde şunu da belirtmek
gerekir ki, SSCB Devlet Başkanlığı koltuğuna, Stalin’den sonra hiç bir gayriSlav halkın adayı oturamamıştır.
1960’lı yılların sonundan 1980’li yılların sonlarına kadar, Sovyet
hükümetinde Haydar Aliyev ve Edward Şevardnadze gibi, iki büyük siyasetçinin
temsil edilmesi dışında, başka Slav kökenli olmayan hiçbir siyasetçi, bu tür
yukarı vazifelere, yani devlet yönetimine kadar yükselememiştir. Tabii ki,
ülke koşullarının ıslah edilmesinde engel yaratan sebeplerden biri de, siyasi
elitin dolaylı ya da doğrudan ‘Slavyanlaştırılması’ idi. Ülkedeki siyasi koşullar
arasında diğer önemli nokta, SSCB’nin ıslahatlara açık olmayan değişmez bir
sabit sisteme sahip bulunmasıydı. Unutmayalım ki, ancak Mihail Gorbaçov
Hükümeti zamanında, liberal ıslahatların yürütülmesine başlanabildi. Şubat
1990’da, Halk Vekilleri Toplantısı’nda “Komünist Partisi’ni, hâkimiyetin
yegâne varlığı olarak belirten 6. Madde” Anayasa’dan çıkartıldı ve siyasi
yönetim sistemi değiştirilerek Devlet Başkanlığı yönetim usulü oluşturuldu.
Böylelikle, yerel yönetimlerde insanlara liberal faaliyet imkânları sunuldukça,
ulusal konular daha açık bir şekil almaya başladı. Siyasal rejiminin yıkılması
ve cereyan eden çeşitli siyasal olaylar, yerel bölgelerde ve özellikle SSCB’nin
ittifak Cumhuriyetleri’nde yeni siyasi elitlerin oluşmasına başlangıç
oluşturmuştur (Мusabeyov, 2003: 45).
AZERBAYCAN’DA ELİTLERİN ŞEKİLLENMESİNİN
TARİHSEL- SİYASAL BOYUTLARI
Azerbaycan’da yeni ulusal elitin ve entelektüel birikimin oluşması,
oldukça zor bir dönemde gerçekleşmiştir. Ulusal elitin oluşması sistem
tarafından defalarca engellenmiş, Sovyet emperyalizminin ve Komünist
Hükümet yönetiminin denetimi altında çok zor koşullarda devam etmiştir. Milli
Elitin oluşma aşamasını önlemenin bir yolu olarak bilim insanlarına, özgür
düşünce sahiplerine ve bağımsızlık amacıyla yaşayan ulusal elit adaylarına
karşı sürgünler dayatılmış, bin bir çeşit zulüm ve hatta katliam yapılmıştır. XIX.
yüzyılın sonu ve XX. yüzyılın başlangıcında tüm Sovyet emperyalinde, hatta
YIL: (5) 1 – SAYI: 1119
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
tüm Kızıl emperyalizm alanında olduğu gibi, Azerbaycan’da da, “Sovyetlik”
adı altında yerli entelektüellerin, bunların yanı sıra şehir ve köylerde yaşayan
insanların, Rus entelektüel zümresine katılması politikası izleniyordu. Bunlar
arasında bazı sosyal zümre üyeleri, kendi başarı ve yeteneklerine uygun
eğitim alabilmişlerse, sınırlı ölçüde devlet memurluğuna kabul ediliyordu.
Lakin Sovyet yönetimi, Azerbaycan entelektüellerine her zaman şüpheyle
yaklaşmıştır. Dahası Türkiye yanlısı olanları bulup ortaya çıkarmaya uğraşmış
ve bunun için çalışmıştır. Bundan dolayı aslında her zaman Sovyet emperyal
siyasetinde, Müslümanların ve özellikle Türk soyluların üst konumlarda,
hatta alt konumlarda bile devlet memurluğu yapmaları engellenmiştir. Bu
da Azerbaycan’da siyasi elitin oluşmasına izin vermemiştir. Öte yandan
Azerbaycan’da ulusal elitin temelleri sanıldığından daha eskidir. Bu temeli hiç
kuşku yok ki, 19. Yüzyıla özgü Bakü burjuva girişimi içinde aramak gerekir.
Bakü’de sanayinin hızla gelişmesi, petrol rezervlerinin müsadere edilmesi
(Bakü petrolleri, 1898’de petrol hâsılatına göre dünyada birinci sırada idi),
daha Çarlık zamanında yerli ahaliye belirli şanslar vaat etmiştir. Ahalinin en
fakir kesimlerinden gelen Hacı Zeynel Abidin Tagıyev, Ağamusa Nağıyev,
Şemsi Esedullayev ve diğerleri gibi, yetenekli iş adamları öne çıkmaya
başlamıştır. Aynı kesimlerde yetişen iş adamları, ulusal sermaye ve milli
ekonominin öncülerinin oluşması yolunda ilklere imza atmışlardır. Mevzu
bahis şahıslar, kendi başarı ve çalışma yetenekleri ile çok para kazanmış, ama
elde ettikleri bu büyük serveti Azerbaycan’da eğitim ve kültürün gelişmesi,
daha önemlisi gelecek nesli ayakta tutacak milli entellektüel kesimin ve bilim
insanlarının yetiştirilmesi uğruna harcamaktan kaçınmamışlar, yönetimin
zorundan korkmamışlardır. XIX. yüzyılın sonu ve XX. yüzyılın başında
Çar yönetiminin ciddi engeller yaratmasına rağmen, Azerbaycan entelektüel
ve öncülerinin sayıları genişlemiş, eğitim-kültür seviyesi çok gelişmiştir.
Böylece Azerbaycan’da hem para hem de bilgi sahibi bir elit grup doğmaya
başlamıştır. Azerbaycan’ın yeni elitini temsil eden bu şahıslar; Abbasgulu Ağa
Bakühanov, Mirze Fetali Ahundov, Hasan Bey Zerdabi, Mirze Elekber Sabir
ve Üzeyir Hacibeyov gibi entellektüeller, milli düşüncenin uyanmasına büyük
hizmet etmişlerdir. Olması gerektiği gibi, bu insanların içinden özgürlük
uğrunda mücadele eden siyasi öncüler de çıkmıştır.
Yerli burjuvanın ve öne çıkmaya başlayan elit grubun siyasi faaliyetinin
önünün kesilmesi için, Sovyet yönetimi onların faaliyetini kısıtlayacak çeşitli
120 OCAK 2015
SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI
önlemler almıştır. Bu resmi işlemlerden biri, ahalinin Hıristiyan olmayan
bölümünün, yani Müslümanların ve özellikle Azerbaycan Türklerinin yerel
yönetim kurumlarında, şehir belediyeleri ve yönetimlerinde vazife almalarının
engellenmesidir. Merkezi Devlet Kurumu olarak Sovyet Duması’na seçilmek
içinse, zaten Azerbaycanlı adayların Hristiyanlara kıyasla çok daha fazla
oy almaları gerekiyordu. Bu ağır ve açık engellerin yanında, ilk bakışta
anlaşılamayan engeller de vardı. Örneğin birçok Azerbaycan vatandaşı, ancak
Rus dilinde eğitim aldıktan sonra, Rus asıllı yönetim tarafından işe alınıyor ve
bunlar da zamanla Azerbaycanlı ahalinin içinden ayrılarak Sovyet Rusçuluğu
içinde eritiliyordu. Elbette bu yolla milli düşünce tarzı ve vatanseverlikten
alıkoyuluyorlar ve sistemli bir asimilasyona uğruyorlardı. Böylece kozmopolit
mevkiler ve hayat tarzları, bir nevi Azerbaycan ziyalısının (aydınının), Rus ve
daha sonra da Bolşevik elitin arasında yer edinmek için ödediği sıradan bir
bedel olarak topluma yerleşiyordu.
1917’de Rus İmparatorluğu’nun yıkılması, Azerbaycan’ın bağımsızlığına
kavuşması için bir şans yarattı ve bu şans da iyi değerlendirildi. Bu dönemde
ulusal elitin yaratılmasını sağlayan tarihi fırsat başarılı biçimde kullanıldı.
Bağımsız Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti ilan edildi. Bu bağlamda
ilk siyasi elitleri oluşturan Mehmet Emin Resulzade, Fetali Hoyski, Nesip
Yusufbeyli, Ali Merdan Topçubaşı, Halil Hasmemmedli, Mehmet Hasan
Hacınski, Mehmet Yusuf Caferov ve diğerlerinin, milli devletçilik teamüllerinin
oluşmasında ve bu teamüllerin Anayasa’da kabul görmesinde büyük hizmetleri
olmuştur. Millet Meclisi’nin açılması, Hükümet’in kurulması ve çalışması,
diplomatik ilişkiler, para sistemi, sınırların tespit ve güvenliği gibi, devlet
egemenliğini simgeleyen konularda hızla başarılı bir denetim sağlanmıştır.
Milli eğitim ve kültür sistemlerinin oluşması yönünde çok büyük adımlar
atılmıştır. Yüzlerce Azerbaycanlı genç, Avrupa merkezlerine yüksek öğrenim
için gönderilmiştir. Müslüman dünyada ilk defa olarak Parlamentarizm hayata
geçirilmiş ve sosyal güvenceli ekonominin varoluşu yönünde çok büyük
adımlar atılmıştır. Lakin olayların bir sonraki gidişatı ile bu milli gelişmeler
ne yazık ki son bulmuş ve zamanın Bolşevik müdahalesi bütün bunlara geçici
olarak son vermiştir.
Bugün yapılan bir takım analitik varsayımlardan yola çıkarak üretilen
spekülasyonlara göre, dönemin Azerbaycan eliti daha güçlü olabilseydi ve daha
sıkı bir birlik oluşturabilselerdi, belki Bolşevik müdahalesine karşı koyabilirdi.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1121
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Ancak bu görüş, bugün için geriye dönük varsayımdan başka bir anlam ifade
etmemektedir. Buna karşın şunu da unutmamak gerekir ki; 1917’ye kadar
üniversite eğitimi almış olan iki bin kişiden, Sovyetleşme zamanında çok
az kişi hayatta kalabilmiştir. Bunun başlıca nedeni Çar Rusyası’ndan Sovyet
Hükümeti’ne, Azerbaycanlılara (Türk soylu halka) şüphe ile ve kötü davranma
eğiliminin miras kalmış olmasıdır. Sovyet Hükümeti’nin ilk yıllarında Rus
asıllı S. M. Kirov ve Ermeni asıllı A. Mirzoyan, Komünist emperyal düzenin
yöneticileri olarak çalışmışlar ve devrimin kollektivist ruhunu ayaklar altına
alarak, parti içinde Azerbaycanlılara ve Türk soylulara karşı ciddi yıpratma
faaliyetleri uygulamışlardır. Örneğin, o dönemde Azerbaycan Komünist
Partisi’nin uluslararası kanadı, Azerbaycan milli anlayışının, bu bağlamda
Azerbaycan elitlerinin ve onların değerlerinin Bolşeviklerin ayakları
altında kaldığını görerek, bu haksız durumu müdafaaya kalkışan Neriman
Nerimanov’u vatan haini olarak göstermeye çaba sarf etmişlerdir. Günümüzde
tarihi araştırmalar yürüten analizciler, Neriman Nerimanov’u böyle bir
akıbetten ilginç ve tesadüfî bir ölümün kurtardığını ileri sürmektedir. Lakin
o yıllarda yine de Bolşevik basınında Nerimanov’a karşı itham ve tehditlerle
dolu yazılar yazılmıştır.
Azerbaycan’da Komünist elitin oluşması, SSCB ve tüm sosyalist
ülkelerdekine benzer bir biçimde gerçekleşmiştir. Ülkede totaliter sistemin
muhafaza edilmesinde çıkarları olan, çok sayıda vazife ve makam sahibi
olan özel elit gruplar yaratılmıştır. Cumhuriyet’in eliti bir kaç büyük gruptan
oluşuyordu: Ticaret, tarım ve teknoloji burjuvaları, hukuk ve adliye memurları
(yargı bürokratları) ve devlet memurluğu yapan ideoloji sahipleri (idari
bürokratlar) idi; elbette bu elitler arasına bir de üniversite hocalarını (akademik
bürokratlar), şair, yazar ve sanatçı grupları katmak gerekir. Saydığımız her
grubun merkezi hükümet teşkilatlarında kendi adayları vardı. Sovyetler
zamanında Azerbaycan, asıl olarak “Devlet Güvenlik Teşkilatı” tarafından
yönetiliyordu.
Oldukça zor bir ortamda yine de Cumhuriyet’in ve onun milli değerlerinin
korunması uğrunda mücadeleden ve hiç bir zaman milli taraftarlıktan
dönmeyen Azerbaycan elitinin büyük isimleri, kendi vazifelerini layığı
ile yerine getirmeye çalışmışlardır. Şunu vurgulamak uygundur ki, bütün
dünyada siyasi hükümetin en önemli taşıyıcılarından biri elit gruptur. Elit
grubu her sivil toplumun olmazsa olmazıdır. Toplumsal bir sistemde, grupların
122 OCAK 2015
SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI
sistem dâhilinde çok yönlü ve karşılıklı faaliyetlerle belirlenen durumu söz
konusudur. Bu da, insanların profesyonel bir yönetim biçimine ayrışmasını
gösterir. Gruplar, en mühim siyasi kararları kabul etmekle, ahalinin çeşitli
bölümlerinin çıkarlarının uzlaştırılmasını ve toplumsal değişimlerin biçimini
belirler. Bu bağlamda elitlik, geçmişte vardı ve gelecekte de var olacaktır.
Bundan dolayı, gerçekte toplumda elitleşmeye karşı verilen mücadele,
gelişmeyi hedefleyen toplumların kendisine zarar vermiştir. Bu engellemeler,
Sovyetler zamanında bütün Azerbaycan’da uzun yıllar boyunca bir plan
doğrultusunda sistemli olarak yapılmıştır.
SOVYET ELİTİ VE ELİT GRUBUN DİĞER TİPLERİ
Son zamanlarda Sosyal Bilim araştırmaları, Azerbaycan toplumunda
elitin, yani diğer bir ifadeyle karar verme süreçlerine doğrudan ya da dolaylı
yön verebilen yönetici sınıfın karakteri hakkında çeşitli görüşler ortaya
koymaktadır. Bu görüşler, genelde post-Sovyet zaman ile kıyaslandığında,
elit grubun önemli olup olmadığı konusunu kapsayan bir tartışmayı da öne
çıkarmıştır. Yaşanan sorunun kapsamlı bir izahı için, öncelikle bir karşılaştırma
yapmak gerekir. Bu amaçla aşağıda verilen Sovyet Dönemi Azerbaycan’ı ve
sonrasındaki Ulusal Modern Azerbaycan elitinin kısa özelliklerini hatırlatan
tablo, oldukça dikkat çekici farklılıklara işaret etmektedir.
Sovyet Dönemi Azerbaycan Eliti
Kapalı olmakla beraber, hızlı olmayan
bir dönüşüme sahipti. İçine dâhil olmak
için, birçok ölçüye uymak gerekiyordu,
örneğin partililik, meslek stajı, iş stajı,
sosyal sınıf, yaş, şahsi itibarlılık, siyasi
sadakat vb. gibi. Seçim mekanizması
tıkalı idi, sistem tayinle işliyordu.
Ulusal Modern Azerbaycan Eliti
Daha açıktır, hızlı dönüşüm seviyesine
sahiptir. İçine dâhil olmanın yolu,
daha az genel ölçüler yönündedir ve
insanların bireysel özel kalitesi esas
alınmaktadır. Seçim mekanizmasını
işleten sistem, doğrudan seçimlerin
gerçekleştirilmesidir.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1123
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Sovyet Dönemi Azerbaycan Eliti
Ulusal Modern Azerbaycan Eliti
Ayrı ayrı mevcut ekonomik elit grupları
ve bu bağlamda burjuva kesimi mevcut
değildi; yani siyasi elit devlet mülkü
ve stratejik kaynaklar üzerinde inhisara
(tekele) sahipti.
Pazar tipi ekonomik topluma geçişle
birlikte, ferdi mülkiyet haklarının
tanınmasının
ardından
egemen
ekonomik elit gruplar ve burjuva
kesimi yaratılmıştır.
İnhisar (tekel) yönetici sayılıyordu.
İnhisar üstünlüğü, muhalefetin oluşmasına
dönük herhangi bir adımın yok olmasına
ve kısıtlanmasına dayalıydı. Kontra-elit
(karşı-elit) bu kurala bağlı olarak mevcut
değildi.
İnhisar (tekel) üstünlüğü toplumun
demokratikleşme aşamasıyla kesilip
atılmış ve muhalefet oluşmaya
başlamıştır. Sonuçta kısa zamanda
karşı-elit yaratılmış ve onun içine de
ayrı ayrı demokrasi hareketinin rehberi
sayılan öncüler, partiler, siyasi liderler,
iktisadi
liderler,
akademisyenler,
yaratıcı ve diğer ilmi entelektüeller
dâhil olmuştur. Elbette burada şu
gerçeği vurgulamak gerekir, PostSovyet
Azerbaycan’da,
yönetici
azınlığı oluşturan iktidar seçkinlerinin
başını, SSCB döneminde yetişmiş olan
Haydar Aliyev ve onun bir devamı
sayılan İlham Aliyev çekmektedir.
Ebulfeyz Elçibey’in sürekli olamayan
iktidarını saymazsak, bir karşı-iktidar,
yani güçlü muhalif seçkinler henüz öne
çıkamamıştır.
Elit içi ilişkiler zayıf derecede bağlı
Elit içi ilişkiler, ideolojik birleşmeyle çok
olmakla birlikte, çeşitli siyasi ve
sıkı biçimde bağlıydı ve hatta ideoloji ideolojik anlayışları bakımından zıt olan
birliklerin mücadelesi ayrışabiliyor.
ekseninde bir bütündü.
Bir eksen etrafında zorunlu birleşme
yoktur. Zaten çok partili siyasal hayat
da buna yönlendirmektedir.
Amaçları gerçekleştirme seviyesi aşağı Amaçları gerçekleştirme seviyesi çok
seviyedeydi.
daha yükseğe çıkmıştır.
124 OCAK 2015
SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI
Burada şunu da belirtelim ki, modern Azerbaycan eliti, Sovyet elitinden
farklı olarak yaş oranına göre de ayrılır. 20. ve 21. Yüzyıllarda ülkenin
üst yönetiminin ortalama yaşı 53 olmuştur. 1980’de bu ortalama 62 yaşa
yükselmiştir. Yüksek elit grubun %10’nun eğitim seviyesi artmıştır. Bunun
esas sebebi, kuşkusuz yüksek öğrenim gören insanların çoğalması ile izah
olunur. Araştırmalar, elitin, yani seçkinler grubunun kendi içinde önemli
değişiklikler geçirdiğini gösteriyor. 1990’da Cumhurbaşkanı etrafındaki
personelin yüzde yirmi beşi önceki seviyesinde kalmamıştır. Seçim
mekanizmasının değişmesine rağmen, elitin radikal değişikliği 1990 yılında
bile tam gerçekleşememiştir. Bunun sebebi ise, seçkinler dışındaki gruplarından
yeni üye akınının sınırlandırılması, seçimlerin modern Azerbaycan elitinin
kalitesini temin eden vasıtaya çevrilmesidir.
Azerbaycan toplumunda seçkinlerin değişim dönemi bitmemiştir. Yeni
Azerbaycan eliti, eski Sovyet elitinden yüksek rekabet yeteneği ile ayrılmıştır.
Ama içeriği ve birçok özellikleri, örneğin elit-içi ilişkilerin kimi özellikleri
geçmişin elit anlayışının izlerini taşımaktadır. Buna karşın elitin çeşitlenmesi,
önemini ve toplum hayatındaki özelliklerini derinden anlamaya ortam
sağlamıştır. Son yıllarda modern Azerbaycan siyasi elitinin kalite içeriği göze
çarpacak derecede iyileşmiştir. Öncelikle eğitim seviyesi çok yükselmiş, yaş
ölçüsünün yayılması gerçekleştirilmiş, daha genç siyasetçi akımı elite dâhil
edilmiştir. Birçok genç siyasetçi, yönetim faaliyeti üzerinde doğrudan pratik
sahibi olmuştur. Lakin istatistikler ülkedeki seçkinci faaliyetlerin verimliliği
hakkında bir sonuca varmaya yetmiyor, çünkü artık toplumun bütün istekleri
yasalar sayesinde belirleniyor ve herkesi kapsayacak biçimde düzenleniyor.
Siyasi elit, siyasi sistem çerçevesinde önemli kararlar kabul eden ve
karar verme süreçlerine yön veren yönetici azınlıktır, bu azınlık grubu
oluşturan şahıslardır. Bu şahıslar bürokratik yönetim vasıtasıyla temsil edilir.
Her toplumda siyasi elitler, yüksek mevkilere sahip olmakla, siyasi yönetim
görevini de gerçekleştirirler. Somut siyasi sistem şartlarında elitin şekillenmesi
ve faaliyeti farklı olabilir. Bu farklılık başka bir grup elitin ortaya çıkmasına yol
açabilir (Barutçu, 2014: 87-89). Sosyal model çerçevesinde toplumun siyasi
hayatı şundan ibarettir ki, çeşitli olaylar elitin grubun bölünmesini hazırlar.
Elit gruplar genelde siyasi, idari, ekonomik, askeri, akademik ve yaratıcısanatçı seçkinler olarak bölünür. Bundan başka da, elit grupların bünyesinde
farklı sosyal birliklere ait olarak bir bölünme gerçekleşebilir. EleştirelYIL: (5) 1 – SAYI: 1125
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
rasyonalizm kuramı çerçevesinde, günümüzde siyasete bir “olay” olarak
bakılıyor. Bu durumda siyaset, küresel koşulların pratik hayatta zorlamasına
rağmen, teoride dış faktörlere bağlı olmayarak (mülkiyet biçimleri, toplumun
sınıfsal bölünmesi vs.) özgür bir kategori olarak ele alınıyor. Toplumdaki
elit yapının gelişme usullerinden biri de, bu ortam içinde elitlerin, siyasi
sistemdeki yerlerinden bağımsız olarak kendi aralarında ayrıştığıdır (KamanGolutvina, 2000: 221).
Öte yandan şuna dikkat çekmek gerekir; toplumun sosyal yapısının
öğrenilmesi büyük önem taşır. Sosyal yapılar, toplumsal birliklerin, onlar
arasındaki kuvvetlerin ve üretim ilişkilerinin gelişim seviyesi, diğer aracı
güçlerin ve onların üretim ilişkilerinin gelişmesinin mevcut seviyesi, buna
bağlı toplumsal iş bölümü ile şartlanan somut ilişkilerin bir toplamıdır. Sosyal
kriterlere toplumun yaş, cinsiyet, ulus, meslek, bölge ve diğer özelliklere
göre bölünmesi de dâhildir (Acar, 2014: 68-72). Mevcut sosyal sınıf ölçütleri
içindeki sınıflara dâhil olamayan diğer sosyal sınıflarınsa, çatışma ve sınıf
mücadelesi yürüttüğü görülür, hatta bu mücadele farklı biçimlerde öne çıkar.
Elit kavramının Felsefi sözlükteki anlamı uzun yıllar, yüksek askeri yönetimin
ifadesi olarak kullanılmıştır. Örneğin 1965’de Almanya’nın Laypsik (Leipzik)
şehrinde basılan Almanca sözlükte elit kavramının bu “askeri yönetim”
anlamına vurgu yapılmıştır. Oysa İngiltere’de, daha 1823 yılında neşredilmiş
olan Oxford lügatinde ise, yine elit kavramı ele alınmış; ancak terim burada
üst sosyal sınıfları öne çıkarmak için kullanılmıştır. Zaten İngiltere’de bu
tarihten sonra, elit sözcüğü, öncelikle bu sınıflar tarafından kullanılmaya
başlanmıştır. Siyaset Bilimi literatüründe ise, terimin kökenini Latince
“eligere” sözcüğünden gelmektedir; Fransızcaya “elite” olarak geçmiştir;
en iyi, seçme, seçilmiş olan, seçkin, seçkinler anlamındadır ve bir azınlığın
ifadesidir (Kaman-Golutvina, 2004: 17-19).
Elit kuramın modern anlatımı iki önemli yaklaşımın etkisinde gelişmiştir.
Bu yaklaşımlardan biri, elit sınıfın değerini ifade eder. Bu anlayışta yer alan
yaklaşımcılar, elitliğin mevcutluğunu, yani bazı insanların diğer insanlar
üzerinde eğitimsel, manevi vs. üstünlüğü bulunduğunu izah ve iddia ediyorlar.
Diğeri, Eleştirel-İşlevselci (kritik-fonksiyonel) yaklaşım ise, aslında insanların
rolünün, yönetimin gücünü yansıttığını iddia ederek elit kavramına yaklaşıyor.
Modern Batı Sosyolojisi’nde Eleştirel-İşlevselci kuram daha yayılmış ve
kurumsallaşmıştır. Bu kuram elit sınıfı, şahıs grupları gibi ele almaktadır, şahıs
grupları olarak ekonomik, askeri, bilimsel, kültürel ve sosyal kurumlarda
126 OCAK 2015
SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI
mühim yönetim makamındaki insanlar ifade edilmektedir. Bazen elit azınlık
gruba, “egemen sınıf” (ruling class) gibi bakılıyor ki, bu da görece doğru bir
yaklaşım sayılabilir. Kuşkusuz bu noktada “siyasi elit” kavramı öne çıkıyor.
Siyasi elit kavramı dediğimizde, toplumun yönetim sistemi anlaşılıyor.
Siyasi elitler, genel devlet düzeninde karar verme süreçlerini biçimlendirirler.
Burada bir sorunsal olarak karşımıza çıkan, toplumda elit grubun nasıl bir
rol oynadığı ve elit grubun varlığı ile demokrasi kavramının aynı yerde olup
olmayacağıdır.
ELİTLER VE DEMOKRASİ
Eliter (seçkinci) yaklaşım kuramcılarının başında Vilfredo Pareto,
Gaetano Mosca ve Robert Mihels gelir. Muhtemelen onlar da, insanlık
tarihinde geniş toplumun, yönetici azınlıkları yönetebileceğine inanmıyorlardı.
Siyasal gelişimin tüm aşamasında toplum, az sayıdaki yönetici azınlıklar
tarafından yönetilmiştir. Bu kuramcılar, toplumun az sayıdaki yönetici
sınıfa ve kalabalık kitleye ayrışarak dönüşmesini, sosyal gelişimin kanunu
saymışlardır. Modern elit kuramcıların düşüncesine göre, şimdiki demokrasi,
elitin mevcut hâkimiyetini temsil ediyor. Amerikan elit kuramcısı Q. Medcidin
düşüncesine göre, toplumun elitsiz faaliyet göstermesi yalnız siyasi amaçlar
için mümkün olabilir. Diğer siyasi sistemlerden farklı olarak demokrasi,
elitin olmamasıyla değil, elit grubun içeriği ve bu grubun aracılık özelliği
ile dikkat çekiyor. Elit kuramcıları, halkın yönetilmesinde demokrasinin
gerçekleşmemesini, kitlenin tam olgunlaşmış olmamasıyla ve lider karşısında
itaat etmesiyle ilişkilendiriyor. Fransız Sosyologu R. Julian tarafından öne
sürülen fikre göre, demokrasi yalancı ideallere dayanır, ama siyaset kitleye
göre hesaplanmıştır. Buna göre elitizm taraftarlarına göre, gerçekte demokrasi
halkın yönetilmesinde arzu edilmez bir vasıtadır.
1930’lu yıllarda, elitizmin demokrasiyle uyum sağlanması atakları
olmuştur. Demokratik elitizm ise, temel görüşlerden anlaşılır. Temel görüşler
arasında sayılan başlıca yazarlar Joseph Schumpeter ve Karl Mannheim
olmuştur. Schumpeter, demokrasi kavramından uzaklaşıldığını, kapitalist
koşullarda demokrasinin halk tarafından rıza gösterilen hükümet biçimi
olabileceğini ifade eder. Bu durum elitin hakimiyet mevkileri üzerindeki
rekabeti ve seçicilerin sesi uğrunda mücadele vermesi ile açıklanabilir.
Elitizmin liberal türü, Amerika Birleşik Devletleri’nde G. Lassuel’in okulu
YIL: (5) 1 – SAYI: 1127
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
ile gelişmiştir. O, modern burjuva toplumu elitinin, önceki tip elitlerden
farklı olarak, yönetme bilgisine ve yeteneğine sahip olduğunu belirtmektedir.
Bunun da modern yönetim için daha yararlı olduğunu iddia etmiştir. Buradan
da anlıyoruz ki, modern elit kuramcıları, modern demokrasi toplumlarının reel
olarak elitler tarafından yönetildiğini kabul ediyorlar.
Çoğulcu (plüralist) demokrasi kapsamında, modern batı toplumu açık
toplum olmakla beraber, sınıflar arası geçişli bir toplumdur. Bu geçişliliğin
esası, sistemde elite dâhil olma imkânlarının bulunmasıdır. Lassuel, açık
toplumda egemenliğin, tekel oluşturan yönetici sınıfın elinde toplandığını
vurgulamaktadır. Bütün toplum, elitlerin gelişmesine bağlı olarak gelişir. Buna
göre de, elitlik konumu, aslında tüm yetenekli insanlar için açıktır. Ancak bu
görüş, sosyologların araştırmaları ile çürütülmüştür.
C. Wright Mills 1956’da yazdığı “The Power Elite” (İktidar Seçkinleri)
kitabında, Amerikan elitine dâhil olmanın geniş imkânları hakkında
değerlendirmeler yapmıştır. Mills, ABD’nin üç nesil multi milyonerleri
hakkındaki verileri araştırmıştır. Onun araştırması göstermiştir ki, bu
insanların büyük çoğunluğunun aileleri büyük sermayeciler, milyonerlerdir.
Mali oligark elitine dâhil olmak her zaman zor olmakla beraber, 1900-1950’li
yıllar arasında bu elit grubun /görece sınıfın adayları azalmıştır. 1950’lerin
multi milyonerler nesli arasında, o dönem toplumun alt sınıflarından çıkanların
payı sadece yüzde dokuz olmuştur. ABD’de her on büyük zenginden yedisi
daha büyük zenginlerin evlatlarıdır. ABD’de zengin insanlar, kapalı bir grup
teşkil ediyorlar. Onlar kendi çevrelerini, daha alt seviyedeki gruplardan
koruyorlar. Bu çeşit zenginlerin çocukları, sıradan insanlar gibi eğitimöğrenim görmüyorlar. Onlar genellikle pahalı ve dışa kapalı okullarda (SentMark, Sent-Pol, Sent-Corc, Croton gibi okullarda) öğrenim görüyorlar. Sonra
ise daha yüksek üniversitelerdeki öğrenimlerine devam ediyorlar. Kapalı
aristokrat kulübün adayları sayılan zenginlerin çocukları Harvard, Princeton,
Uel gibi üniversiteleri tercih ediyorlar.
İngiltere’de de, seçkinci enstitülerin eski gelenekleri devam etmektedir. Bu
bağlamda Eton, Carroll, Winchester gibi özel okullarda, aristokrat gelenekten
gelen kurumlarda orta öğrenim yapmak ve sonra da, Oxford ve Cambridge
üniversitelerinde lisans almak, devlet yönetiminde yüksek vazifelere gelmeye
yol açmaktadır. Amerikan Sosyoloğu E. Babie’nin de dikkat çektiği gibi,
artık soy-isim ilişkileri, kapalı okullar, kulüpler, şirketler aracılığıyla oluşan
128 OCAK 2015
SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI
seçkinci kültürü oluşturuyor. Batı elitinin gelişiminde bunlar gerçekten de
mühim rol oynuyor. Öte taraftan şirketler çerçevesindeki kararlar, genelde
üst konumdaki müdürler toplantısı ile kabul ediliyor, şirketler arası ilişkiler
müdürlerin yetkisine dayanıyor ve onlar da genellikle aristokrat kulübünün
rehberi konumunda bulunuyorlar. Elit-içi iletişim sağlayan kulüpler, yönetici
siyasi ve askeri görevlilerle, mali oligarkların ilişkilerini temin ediyor.
Kulüpler çerçevesinde acil siyasi kararlar hazırlanıyor ve müzakere olunuyor.
Böylece, batılı sosyologların da itiraf ettiği gibi, modern burjuva toplumu
giderek daha çok kapalı kasta benziyor. Bu kapalı toplumsal yapı, toplumun
diğer sınıflarından ve tabakalarından büyük değildir. Çoğunlukla, yönetici
sınıf yönetme faaliyetinde ahalinin diğer sınıflarından yetenekli insanları içine
almaktadır. Bu ortamda yönetici elitin, “sınıfsız elit” yaratması görüşü de
görece gerçekleşmektedir. Bugün elitleri bir “sınıf” olarak değil, bir “seçkinler
grubu” olarak düşünmek daha geçerli bir görüştür.
AZERBAYCAN’DA ELİTLERİN ŞEKİLLENMESİNİN TARİHİ
VE METODOLOJİK YÖNLERİ
Geçmişteki SSCB’de elit grup, parti fonksiyonelleri, özellikle komsomol
bürokratları, tarım rehberleri, ordu generalleri, bilim ve kültür adamları
vb. bireylerden teşkil olunmuştur. Sovyet elitini en az dört nesile bölmek
gerekir: Lenin dönemi egemenleri, Stalinci egemenler, bürokrasi elitleri,
parti fonksiyonelleri (Hruşov ve Brejnev dönemi), nihayet Gorbaçov’un
yönetimi ile gelen ıslahatçı elitlerdir. 1991 ağustos ayından sonra yeni
yönetici elit hâkimiyete gelmiştir ki, onlar da kendilerini demokrasiciler
olarak adlandırmışlardır.
Diğer bakış açısından yaklaşan bilim adamları ise, Sovyet elitinin
Stalin’den sonraki devrede geliştiğini varsayıyorlar. Bugün için temel
argüman şöyle kabul ediliyor ki; Rehber’in (Öncü’nün, Lenin’in) zamanında
tüm temeller belirlenmiştir. Bunun dışında bir başka birlik, genellik, yüksek
konsolidasyon seviyesi (borç-alacak mahsubiyeti) olmadan, elit yaratılması
ve hatta elitin mevcutluğu da mümkün değildir. Bildiğimiz gibi, otoriter ve
totaliter liderler, farklı grubun ya da fraksiyonun mevcutluğunu kabul etmeyip,
kendi yönetimine tehlike sayar. Bu bağlamda SSCB’de hem genel, hem de
özel olarak bütün yöneticiler, kendinden yüksek vazife sahibine tabi idiler ki,
onlar da hepsinin kaderini belirliyordu (Kaman-Golutvina, 1959: 17).
YIL: (5) 1 – SAYI: 1129
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Unutmayalım ki, tüm toplumlarda dikey ilişkiler yegâne üstünlük teşkil
eder. SSCB’de de durum böyle idi, yatay bağlılık ve ilişkilerse yasak olmakla
kalmıyor, dikey ilişkiler için tehlikeli bulunuyordu. Özellikle yüksek vazife
sahiplerine mutlak bir sadakat isteniyordu. Neticede vazife sahipleri, Yüksek
Rehber’in iradesine uygun hareket etmekle, gerçekte yavaş yavaş sosyalizmin
oluşturduğu görece özel bir elit sınıfa dönüşüyorlardı. Sovyet yönetici
sınıf hakkında kapsamlı bir inceleme M. Cilasın, M. Vselenskiyin ve A.
Astarhanov’un çalışmalarında takdim olunmuştur. Bu çalışmadan anlaşıldığı
gibi, yönetici elit yalnız siyasi kararları tekelleştirme hukukuna malik değildir.
Toplumun genelinin kaderine hâkim bir konumdadır.
Bu seçkinlerden oluşan yönetici sınıfın önemi öncelikle şundan ibarettir
ki, çok özel bir gruptur. Grubun içine yalnızca siyasetçilerce belirlenen derin
iç ilişkiler nüfuz edebilmiştir. Grup içindeki kişileri ilk önce bu özel ilişki
biçimi birleştirmiş, yönetici eliti, böyle özel bir grup olarak belirleyebildikleri
kendi değerleri ve görüşleri bir arada tutmuştur. Elitin, hâkimiyet ve devlet
hakkında, ülkenin ve dünyanın gelişmesi konusunda, toplumsal sorunlar vb.
konularda kendi bakışı geçerli olmuştur. Diğer bir anlatımla, Sovyet elitinin
resmi ve tebliğ olunan dünya görüşüne ait farklı bakışları mevcuttur ve bu da
herkes için belirleyicidir. Bu nedenle Sovyet elitini yönetici azınlığın ideolojisi
ile bağdaştırmak gerekir.
Çeşitli ölçütlerden yararlanarak elitlerin farklı türlerini şöyle sıralayabiliriz:
Siyasi Elit Türleri:
Elitin Siyasi Seçimi
Açık Elit
Kapalı Elit
Faaliyet çeşidi
Siyasi, askeri, bürokratik, ekonomik,
akademik, kültürel-sosyal.
Siyasi sistemde yeri
İdare edici,
Elit-içi ilişkilerin özelliği
Birleşmiş (yüksek bütünleşme derecesi)
a) İdeolojik birleşme
b) Konsensüs (amaç birliği uzlaşması)
Ayrılmış (az bütünleşmiş halde)
Temsilcilik seviyesi
Yüksek temsilcilik seviyesinde
Daha alt temsilcilik seviyesinde
130 muhalefet (karşı elit)
OCAK 2015
SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI
Seçim zamanı, yani elite dahil olma anında kapalı elit toplumlarında
büyük kısıtlamalar yaşanırken, açık elit toplumlarında bu kısıtlamalar çok da
büyük olmayan formel kısıtlamalar biçimindedir. Burada öncelikle insanların
şahsi kalitesi önemlidir. Seçim mekanizması rekabet mücadelesini zaten
kendinde taşıyordu. Elitin bu tipi yönetimi, devretmenin yüksek seviyesini
de temin ediyordu. Burada farklı sosyal sınıfların elite dâhil olma şansları ve
yeni idealarla yeni insanların da katılması söz konusudur. Kapalı elit gruba
seçilme, büyük formel taleplerin ve yasakların mevcutluğu ile ayrılır. Buna,
Rehber’e sadıklık ve onun emirlerini yerine getirmeye hazırlık da aittir. Seçim
mekanizması tayin üzerinden işlemektedir. Elitin bu tipi, siyasetin işlemesinde
yüksek seviyeyi temsil ve iç kargaşaların aşağı seviyede olmasını temin
ediyordu. Lakin bu defa sistem kendi iç düzenine uymayan insan akınının
karşısında yer alıyor, yetki devri seviyesini aşağı indiriyordu. Elitin kapalı
tipine açık örnek kuşkusuz Sovyet siyasi liderlerinin varlığını gösterebiliriz
(Mills, 1959: 39). Sovyet siyasi elitine dâhil olmak için, bir sıra resmi talepler
ileri sürülmüştür ki, bunlar da partililik, meslek stajı, sosyal durum, soy, yaş
haddi, şahsi itibar, siyasi bağlılık gibi koşulları içeriyordu. Bu sefer de, insanın
profesyonel kalitesi ikinci dereceli bir konumda önem taşıyordu. Siyasi elit
grup, siyasi kararların alınması ve yürütülmesinde yöneticiliği üstleniyordu;
siyasi liderler, siyasi parti, hareket önderleri gibi önemli kişilerce temsil
ediliyorlardı
Ekonomik elit ise, güçlü mülkiyetçileri, bankerleri, maliye-sanayi
alanındaki liderleri ve büyük sermaye sahiplerini kapsıyordu. Onlar toplum
hayatında ekonomik alandaki rehberliği temsil ediyorlardı. Reel hayatta,
siyasi ve ekonomik elit arasında belirli sınırların konulması giderek daha da
zorlaşmıştır.
Askeri elitler, ülkenin yüksek rütbeli komutanları tarafından temsil
olunmakta, savunma alanındaki profesyonel rehberliğin gerçekleşmesini
sağlamaktadırlar.
Bürokratik elitler, devlet memurlarının yüksek sınıfı ile temsil olunup,
ülke çapında siyasi kararların kabulündeki rehberliği benimsemişlerdir.
Akademik, kültürel-sosyal elitler, özellikle büyük bilim ve kültür
adamları, meşhur gazeteciler, ünlü sanatçılar, din adamları vb. etkili kişiler,
YIL: (5) 1 – SAYI: 1131
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
toplumsal fikrin oluşturulmasında, ortak Kamusal Aklın yaratılmasında
etkilidirler. Bu grubun en önemli vazifesi elit için uygun toplumsal fikri
oluşturmak, elitin yönetimini ispatlarla temellendirmektir.
Yönetici eliti kapsayan gruplar ve siyasetçiler, karar verme süreçlerini
yönetip yönlendirmişler yahut kararların kabul edilmesine tesir etmişlerdir.
Gerek muhalif elit (kontra-elit) olsun, gerek yönetici elit, her ikisi de mevki
(iktidar makamlarını) elde tutmaya yönelen siyasetçi ve gruplar olarak dikkat
çekmiştir.
ÇAĞDAŞ AZERBAYCAN ELİTİNİN OLUŞUMU
Öncelikle genel olarak değinmek gerekirse, elit yapının korunması
için, elit içi ilişkilerin kendi kurallarının öğrenilmesi önemli şartlardan birini
oluşturur. Birleşik elit en yüksek seviyeye ve güce sahiptir. Elit gruplar arası
rekabet mevcut olmakla birlikte, çatışmalar devamlı olarak gerçekleşmez.
Elit grupların birleşmelerini, tekelci yapı ve genel ideolojiyi biçimlendirir.
Uzlaşma temelinde buluşan birleşik elit gruplar, genel değerlere uygun rıza
koşullarını oluştururlar. Bunda gerçekleştirilen siyasetin amaç ve metotları,
siyasi rekabetin usulleri oldukça etkilidir. Şunu da belirtmek gerekir ki,
Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya’da, yüksek rütbeli memurların
üçte ikisi devamlı olarak kendi aralarında özel ve iş ilişkilerine girerek elit
grupların birleşmelerinin yüksek seviyesini yaratıyorlar.
Bölünmüş elit gruplar arasında stratejik mevkilerin elde edilmesi
yönünde sert mücadele mevcuttur, özellikle kaynakların bölüşümü ve denetimi
alanında bu mücadele yoğunlaşır. İngiltere’den Hollanda’ya kadar, yüzde
beş ile on altı oranındaki yüksek memurlar, hükümet mensupları ile kendi
aralarında çeşitli ilişkiler kurarak elit grupların birleşmesinin daha düşük
bir kısmını oluşturuyorlar. Aslında yüksek seviyeli elit insanlar, her zaman
topumun farklı kesimlerinin ilgisini çekmektedir. Elit gruplara girmek isteyen
kişiler yanında, bu grupların farklı özelliklerini öğrenmek isteyenler de elit
gruplara ilgi göstermektedir.
Herhangi bir toplumun modern siyasi elitinin anlaşılması, onun tarihini
bilmeye bağlıdır; çünkü elit bir oluşum geçmişe dayanmadan ortaya çıkmaz.
Modern Azerbaycan yönetici elitinin de, esas özelliklerini öğrenmek için
132 OCAK 2015
SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI
ülkenin siyasi geçmişinin bilinmesi daha doğrudur. İnkılâba (1990) kadar,
Azerbaycan’da elitin oluşması aşaması, toplumda demokratik özgürlüğün
olmadığı bir ortamında gerçekleşmiştir. Resmi siyasi elit var olmuş, ama
onlar da memurlardan ibaret kalmıştır. Kontra-elit, yani üst muhalefet grubu
ise, ancak gayri-meşru partilerin kurulması yoluyla oluşabilmiştir. Onun
da sosyal tabanını aslında ziyalıların (aydınların) farklı kesimleri olmuştur,
yani gerçek anlamda bir siyasal partiden söz edilemez. 1917 inkılâbından
sonra, Azerbaycan elitinin esasını proletar bürokrasisi teşkil etmiştir. Sovyet
hâkimiyeti zamanında elitler şartsız olarak nomenklatura (Sovyet idari
görevlileri) prensibine bağlı kalmıştır.
Elit gruplar her zaman birleşik ya da tekel olarak sayılıyor mu, buna
biraz göz atalım: V. Pareto eliti yönetici ve gayri-yönetici biçimde bölmüştür.
Birinciyi hükümetin yönetilmesinde mühim rol oynayan insanlar oluştururken,
ikinciyi ise, elit grup içinde değerlendirilen diğer gruplar oluşturur. Modern
çağda ters-elit terimi daha çok kullanılıyor ki, bu da sosyal tabakaların
liderlerini (parti liderleri, meslek örgütlenmelerinin liderleri vs.) belirlemek
içindir. Bundan başka elit grup siyasi, ekonomik, akademik, askeri, dini
ve kültürel çeşitlere ayrılıyor. Bu gruplar sınıfsal bütünlükten yoksun ve
birbirlerini bütünleyen bir kademe halinde olabildikleri gibi, birbirleriyle sıkı
bir rekabet mücadelesinde de olabiliyorlar. Batı elit grubu, alt elit (sub elit)
grupları toplumdaki farklı yönleri ile benimsemiştir. Bu noktada “Çoğulcu
Demokrasi” anlayışının gelişmesi büyük rol oynamıştır.
Çoğulcu demokrasi anlayışının taraftarları, hiç bir sınıf veya toplumun
egemenlik üzerinde tekel kurma hakkına sahip olmadığını onaylıyor. Bu
durumda sosyal, siyasi ve diğer gruplar, bir uzlaşı ve rekabet temelinde
ilerliyor. Elit grupların karşılıklı rekabeti, toplumda onların hangisinin en
üstteki elit grubu (tabakayı) oluşturacağını temin ediyor.
Sol radikal ideolojiye göre; plüralist demokrasi, aslında elitin mali
sermaye üzerindeki hükümranlığıdır. Yapılan eleştirilerin etkisi altında, elitçi
yaklaşım da, dönüşüme uğramak durumunda kalmıştır. Bu konuda W. Mill’in
“Elit Hâkimiyeti” adlı kitabında vurgulandığı gibi, yaşanan dönüşümün
bir sonucu olarak çoğulculuğun doğduğu bilinmektedir. Batı toplumunda
egemen kendine mal ettiği bir elit azınlığa değil, görece topluma mal olmuş
elitlerin profesyonelleşmiş karmaşık sistemine sahip olmaktadır. Buna
YIL: (5) 1 – SAYI: 1133
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
karşın Batıdaki mevcut anlayışın yaratıcıları olan S. Keller ve R. A. Dahl,
siyasi elitin aynı zamanda ekonomik ve sosyal elit olmadıklarına da dikkat
çekiyor. Elit oluşumun her bir alanı belirli kısıtlamalara tabidir ve karşılıklı
rekabet onları seçicilerin fikirlerine dikkat etmeye yöneltmektedir. Siyasi,
ekonomik, akademik, kültürel ve askeri elit gruplar, birbirlerine ilişkin olarak
bir sınırlandırma misyonu yüklenmişlerdir (Narta, 1978: 23). Elit grubun bir
karşılık temelinde ulaştığı onay/razılık ve her bir elit grubun kendi özgünlüğü
ile bütün içinde ayrılması, demokrasi özgürlüğünün var olmasının güvencesi
olarak görülmektedir. Aynı zamanda, elit grubun kendi içindeki çoğulcu
yapısı, çoğulcu demokrasinin de farkını ortaya çıkarmaktadır.
Ancak XX. yüz yılın 1970-80’li yıllarında, bu kavram hem muhafazakâr
hem de sol radikal düşünce tarafından eleştirilere maruz kalmıştır. Çoğulculuğun
aleyhtarları olan T. Day, F. Landberq ve U. Domxoff da işaret etmektedirler
ki, Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçek egemenlik, mülkiyetçiler ve mali
sermaye sahibi olan elit grup ile siyasi elit grup arasındaki karşılıklı ilişki ve
işbirliğine dayanmaktadır. Bu da bugünkü küresel dünyanın, hemen her yerdeki
elit odağına ve karar verme süreçlerindeki etki alanına işaret etmektedir.
134 OCAK 2015
SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI
KAYNAKÇA
Acar, Eray (2014), “Birey ve Siyasal Hayat”, Siyaset Bilimine Giriş,
Ömer Kutlu (ed.), İstanbul: Lisans Yayıncılık, 62-82.
Barutçu, Zübeyir (2014), “Siyasal İktidar ve Siyasal Değişme”, Siyaset
Bilimine Giriş, Ömer Kutlu (ed.), İstanbul: Lisans Yayıncılık, 84-106.
Memmedov N. (2011), Jeosiyasete Giriş - Modern Jeosiyasi Olaylar, C.
2, Bakü: Azerneşr.
Мусабеков Р. Исторические особенности формирования
азербайджанских элит.//Политическая элита.Москва, «Олма-пресс»,
2003, 542 с. (Musabeyov, R. (2003), Azerbaycan Elitlerinin Özel Tarihi/
Siyasi Elit, Moskova: Olma-Press).
Гаман-Голутвина O.B. Региональные элиты в постсоветской России
Текст./О.В.Гаман-Голутвина//Российская Федерация, 1995, № 10. - С.2327. (Kaman- Golutvina O. V. (1995), Postsovyet Rusya’nın Bölgesel Elitleri,
Rusya Federasyonu, S. 10, 23-27).
Гаман-Голутвина О.В. Политическая элита: определение основных
понятий Текст./О.В.Гаман-Голутвина //Полис, 2000, № 3. -С.27-31.
(Kaman- Golutvina O. V. (2000), Siyasi Elit./ Polis, S: 3, 27-31).
Гаман-Голутвина О.В. Региональные элиты России в зеркале
экспертного опроса Текст./О.В.Гаман-Голутвина //Власть, 2004, № 4.
-С.17-19. (Kaman- Golutvina O. V.).
Гаман-Голутвина О.В. Политическая элита определение основных
понятий // Политические исследования, 2000, № 3. - С.97-103, 98. Миллс
Ч.Р. Властвующая элита. М.: Издательство иностранной литературы,
1959. -5кЦ с. (Kaman- Golutvina O. V.).
Мухаев Р.Т. Политология: Учебник для студентов юрид. и гуманитар,
факультетов. М.: Приор, 1997, 400 с. (Muhayev R.T. (1997), Politoloji:
Sosyal Bilimler Öğrencileri İçin. M.Priyor.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1135
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Миллс Ч.Р. Властвующая элита. М.: Издательство иностранной
литературы, 1959. -5кЦ с. (Mills C. W. (1959).
Мясников О. Г. Смена правящих элит: консолидация или вечная
схватка // Полис. 1993. - № 1. - С.52-60. (Myasnikov O. G. (1993), S: 1,
52-60).
Hарта М. Теория элит и политика. М.: Прогресс, 1978. 237 с. (Narta
M. (1978), Elit Teorileri ve Politika, M. Prokress).
Немченко Г. Национальная элита // Российская Федерация. 1999. №
19, (Nemçenko G. (1999), Uluslararası Elit // Rusya Federasyonu, S: 19).
136 OCAK 2015
PATRİMONYAL YENİDEN-DAĞITIMCI
(REDISTRIBUTIVE) YAPIDAN, RASYONEL-YASAL
(RATIONAL-LEGAL) YAPIYA GEÇİŞ
*
Seda ÜNSAR
Özet
Makale, Osmanlı İmparatorluğu’nun patrimonial ve yeniden dağıtımcı bir
kurumsal yapıdan, rasyonel/yasal ve (tamamlanmamış olan) üretici bir yapıya
geçişini analize giriştir. 16. Yüzyılda ortaya çıkan Avrupa dünya-ekonomiye,
kendine özgü eklemlenme süreçleri altında gerçekleşen geçiş, emperyal sosyal
yapının sosyo-politik ve ideolojik bünyesinde bir dizi kurumsal değişiklik
getirmiştir. Bu kurumsal yolu incelemek, etkileri gözlemlenebilen sürekli bir
süreç olarak bugüne de ışık tuttuğundan gerekli ve önemlidir.
Anahtar kelimeler:
Liberalizasyon, Laikleşme
Kurumlar,
Bürokratikleşme,
Modernleşme,
TRANSITION FROM A PATRIMONIAL-REDISTRIBUTIVE
STRUCTURE TO A RATIONAL-LEGAL STUCTURE
Abstract
The article offers an introduction to the analysis of the (incomplete)
transition of the Ottoman Empire from a patrimonial and redistributive
institutional structure to a rational/legal and productive one. The transition
which happened under the peculiar processes of incorporation into the
European world-economy (emergent circa 16th century) brought about a series
*
Doç. Dr., İstanbul Arel Üniversitesi, İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected]
YIL: (5) 1 – SAYI: 1137
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
of institutional changes within the socio-political and ideological nature of the
imperial social structure. Delineating this institutional path is important; since
as an ongoing process whose repercussions can be observed, it sheds light
unto the contemporary scene.
Key words: Institutions,
Liberalization, Laicization
Bureaucratization,
Modernization,
ПЕРЕХОД ОТ ВОЗРОЖДАЮЩЕЙ ПЕРЕРАСПРЕДЕЛИТЕЛЬНОЙ
СТРУКТУРЫ НА РАЦИОНАЛЬНО-ПРАВОВУЮ СТРУКТУРУ
Аннотация
Эта статья является введением для анализа моментов
перехода Османской Империи от родовой и перераспределительноинституциональной
структуры на
рационально-правовую и
производительную (незаконченную) структуру.
Возникший в европейской мировой экономики 16-го века,
переходный период, который состоялся в своеобразных процессов
артикуляции, привело ряд институциональных изменений в структуре
социально-политических и идеологических структур имперской
социальной структуры.
Наблюдение этого институционального пути важно, потому что
эффекты, которого могут наблюдаться в виде непрерывного процесса
также проливает свет на сегодняшний день.
Ключевые слова: Корпоративны, бюрократизация-модернизация,
либерализация, секуляризация
GİRİŞ
Osmanlı sosyo-politik ve sosyo-ekonomik kurumlarının, erken modern
dönemde imparatorluğun, Immanuel Wallerstein’in geliştirdiği Fernand
Braudel’in ifadesiyle, ‘Dünya-Ekonomi’yle bütünleşme sürecinde başlayan
köklü değişim, kendine has bir kapitalist gelişmenin başlangıç noktası olarak
alınabilir. Bu büyük dönüşümü tanımlayabilmek için, değişimi feodalizm ve
138 OCAK 2015
PATRİMONYAL YENİDEN-DAĞITIMCI YAPIDAN, RASYONEL-YASAL YAPIYA GEÇİŞ
kapitalizm odaklı açıklayan iki tür argüman geliştirilmiştir. Birinci argüman,
tımar sisteminden malikane ekonomisine geçiş, ayanların ortaya çıkışı ve emeğin
bastırılışı gibi feodalleşme örüntüleri içeren gözlemlere dayanırken; ikinci
argüman -André Gunder Frank ve Immanuel Wallerstein’ın çalışmalarından
çıkarılan bir sonuç olarak-, ‘Dünya-Sistem’ görüşüne, yani çeşitli bölgelerin
ve devletlerin kendi başlarına bir özgüllük taşımadan parçaları haline geldiği
kapitalist bir bütünlük olduğundan, Osmanlı ekonomisinin de kapitalist kabul
edilmesi gerektiği fikrine dayanır. Oysaki İlkay Sunar’ın analiz ettiği gibi,
Avrupa ekonomisi, dünya-pazar sisteminin kuruluşunun iki temel taşı olarak
16. yüzyılda tarımın ticarileşmesi ve 19. yüzyılda endüstriyel kapitalizmin
yükselmesiyle oluşan ve güçlenen pazar kurumu aracılığıyla bir araya
gelen çoklu yönetim, devlet ve kültürler bütünüyken; Braudel’in ifadesiyle,
bir ‘Dünya-İmparatorluğu’ olan Osmanlı İmparatorluğu, bütünleştirici bir
pazardan yoksun, güçlü bir devlet altında yeniden-dağıtımcı (redistributive)
bir yapıdır. Dolayısıyla, Marshall Sahlins’in köylü ekonomisine benzeyen
Osmanlı ekonomisinin yapısını tanımlamak için üçüncü bir kategori olarak
çevresel (peripheral) formasyon ifadesi daha uygundur (Sunar, 1987: 65)1.
KURUMSAL ALTYAPIDA DÖNÜŞÜM
Osmanlı sistemini, ticaret yollarının yeniden belirlenişi ve Amerikalar’dan
gümüş ve altın akışıyla şekillenen Avrupa pazar ekonomisiyle, kendine has
bir biçimde ve oldukça geç bütünleşmesinden mütevellit, kısmen kapitalist
bir rasyonalite kazanan nevi şahsına münhasır özellikleriyle, patrimonyal
bir yapı olarak görmek gerekir. Avrupa ekonomisini dönüştüren bu iki
önemli faktör (ticaret yollarının yeniden belirlenişi ve Amerikalar’dan
gümüş ve altın akışı), Osmanlı İmparatorluğu’nu, imparatorluğun yenidendağıtımcılığına, ekonomisini kapitalist pazar ekonomisine dönüştürmeden
son veren bir çözülme sürecine sürükleyerek, uzun süreli ve ciddi finansal
sorunlar yaratacaktır. Osmanlı ekonomisinin, Avrupa pazar sistemi ortaya
çıkmadan önce de dış dünya ile ekonomik değişim yoluyla bağları olduğunu
not almak gerekir. Fakat bir grup tüccar tarafından transit uzun-mesafe
ticareti olarak sürdürülen dış ticaret, devlet için önemli bir gelir kaynağıyken,
ekonomik hayatın temel organizasyonunu değiştirmeyen bir yapıya sahipti.
1
Ayrıntılar için bkz: Wallerstein (1979); Wallerstein, Decdeli ve Kasaba (1987); Kasaba
(1988).
YIL: (5) 1 – SAYI: 1139
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Başka bir deyişle, Osmanlı ticareti, Karl Polanyi’nin ifadesiyle, üretimin
organizasyonuna harici kalacak ‘ticaret limanları’ kullanılarak yönetilen bir
ticaretti; hâsılı, Avrupa’da olduğu gibi, üretken aktiviteye organik olarak bağlı
bir ‘pazar ticareti’ değildi (Sunar, 1987: 64)2. Bu sebeple, Avrupa’da görülen,
yeni ekonomik organizasyondan kaynaklı sosyo-siyasi değişimler Osmanlı
İmparatorluğu’nda görülmedi. Bu demek değildir ki toplum çatışmasızdı; tam
tersine, çatışma vardı ve çözümlenmemişti, yani toplumu değiştirme eğilimi
yoktu.
Halil İnalcık, Donald Quataert, İlkay Sunar ve Kemal Karpat’ın tarihiyapısal varsayımlarıyla uyum içinde (ki bu varsayımları şöyle çıkarabiliriz:
Osmanlı sisteminin dönüşümü, sadece, sistemin içsel olarak ürettiği bir
mekanizma olarak değerlendirilemeyeceği gibi, dışarıdan gelen yaptırımların
basit ve direkt bir sonucu olarak da görülemez; daha çok, büyük bir hızla
değişen tarihsel durumlara verilen Osmanlı’ya has bir kurumsal değişiklikler
cevabının, iç ve dış güçlerle etkileşimli ve kompleks süreci olarak görülebilir3)
düşünecek olursak, fırtınalı bir denizde delinmiş bir kayık gibi salınan mülkün,
bekası sorumluluğunu taşıyanların en büyük sorunsalı, verimsiz patrimonyal
bir kurumsal yapıdan verimli bir yapıya geçişteki engelleri aşabilmekti.
Bu bağlamda, Ariel Salzmann, Osmanlılar’ın son yüzyılının niteliklerini,
Pirandello’nun ‘Bir Yazar Arayan Altı Karakter’ adlı oyununa atfederek,
varoluş için çetin bir savaşın bütün dinamiklerini, yazarlarını ve aktörlerini
inceler ve emperyal bir çözülme çağında, Makedonya’da Osmanlılar için
çarpışan gayri-Müslimler tarafından dahi sahiplenilen bir proto-yurttaşlık
kavramı öne sürer (Salzmann, 1999)4.
Modernitenin getirdiği, fakat geleneksel dünyagörüşünde rağbet
görmeyen siyasi, kültürel ve sosyal zorunluluklar aracılığıyla başlatılan
devlet ve toplum arasındaki işlevsel ve ideolojik uzlaştırma, Osmanlı devlet
2
3
4
140 Ticaret limanları hakkında bkz: Polanyi (1963). Osmanlı sisteminde kapital oluşumu için
bkz: İnalcık (1969) ve Mardin (1969a); emperyal yapı için bkz: Mardin (1969b) ve İnalcık
(1977); tarımın ticarileşmesi konusunda bkz: Quataert (1980).
Söz konusu tarihi-yapısal varsayımlar ve ayrıntılar için bkz: İnalcık ve Quataert (1994),
Karpat (1968), Karpat (1972), Sunar (1987).
Ayrıca, Osmanlı gelişimini sosyal gruplardan sınıflara ve millet sisteminden millete geçişin izini sürmek için bkz: Karpat (1973). Kurumsal olarak verimsiz patrimonyal yapıdan verimli bir yapıya geçiş (transition from a redistributive institutional structure to a
productive institutional structure) argümanı için bkz: Unsar, PhD dissertation 2008: The
Endurance of Redistributive Institutional Structure: The Role of Institutional Rigidities in
the Ottoman Case, University of Southern California.
OCAK 2015
PATRİMONYAL YENİDEN-DAĞITIMCI YAPIDAN, RASYONEL-YASAL YAPIYA GEÇİŞ
geleneğinin temelini oluşturan kompleks dini ve sosyo-etnik dengeler
sisteminin çöküşünü harekete geçirirken, kalkışılan çok çetin reform süreci
vaatlerini yerine getiremedi ve getiremezdi. İmparatorluğun geçici ölümü,
gayri-Müslim tebaaya toprak kayıplarına rağmen durdurulmuştu; aynı
zamanda Namık Kemal ‘Hasta Adam’ ifadesinin hastalığın iyileşebilme
ihtimalini içerdiğini belirtmişse de, imparatorluğun karşılaştığı zorluklar
artmış, özellikle Ali ve Fuat Paşaların Islahat Fermanı’yla hızlanmıştı da.
İslami/geleneksel dünya görüşüyle uyumlu bir anayasal yol açılmıştı, fakat bu
anayasalcılık Jön Türkler’in elinde despotik araçlarla ilerlemeye mahkûmdu.
Osmanlı hikâyesinin asıl paradoksu da bu oldu: mülkü kurtarmak için
mücadelede açılan yol, kendini yok edecek tohumları içinde barındırıyordu
-her ne kadar gelecekteki siyasi durumlar için bir altyapı oluşturduysa da
(ki bu kurumsal geçmiş, cumhuriyeti ‘devrimci’ olarak kuranların zorunlu
otoriteryen yapısıyla, çok partili demokrasiye geçenlerin türevsel otoriteryen
yapısına kadar uzanacaktı)5.
KURUMSAL ÜSTYAPIDA DÖNÜŞÜM
Osmanlı siyasetine buradaki değinişimizi biraz daha derinleştirecek
olursak, Bedri Gencer’in analizine göre, şeriatın de jure, kanunun de facto
geçerliliğinin olduğu Osmanlı yarı-seküler emperyal rejiminin meşruiyetini
sağlamak üzere şeriatın idealizasyonu, Yakın Doğu’da Roma ve Sasani
gibi imparatorluklara geçişle özerkleşen siyasetin –ki İslam dünyasında bu
Abbasi Hilafeti’yle başlamıştı- nötralizasyonuyla pekiştirilmişti. Özerkleşen
siyasetin, Osmanlı’nın özetlemeye çalıştığımız çok boyutlu yapısında,
Avrupa’daki gibi, altında iktisadi mücadelenin yattığı bir iktidar alanına
dönüşmesine izin verilmezken; idari yapıda “kadı” olarak şeriatın bekçiliği
görevini üstlenen ulema, emperyal rejime, aslında ehven-i şerreyn gözüyle
bakıyordu. Abbasiler’den beri dinin ancak güçlü bir devlet sayesinde
ayakta kalabileceği tezi, de facto seküler emperyal rejimi meşrulaştırırken,
ulemayı saraydan dışlayarak meşruiyet krizine düşen Abbasiler’den farklı
5
‘Devrimci’ sözcüğü, M. Kemal Atatürk’ün liderliğinde kurulan cumhuriyetin bir devrim
olup olmadığı yönündeki tartışmadan dolayı tırnak içinde kullanılmıştır. Açıkça görülebileceği gibi, köylü ayaklanmaları, burjuva anlaşmaları gibi, bir sosyal devrimin temel
birçok özelliğinden ve parçasından yoksun olduğu halde, değerler, davranışlar, dünya görüşü, meşruiyet, devlet gücünün kaynağı ve amaçları açısından, Cumhuriyet Devrimi,
özünde ve derinliğinde, oldukça radikal bir devrimdi. Tartışma için bkz: Sunar (1987) ve
Mardin (1971).
YIL: (5) 1 – SAYI: 1141
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
olarak Osmanlı yönetimi, pragmatik siyasaların aposteriorik de olsa
meşrulaştırılması için ulemayla işbirliğini seçmişti. Bu yapıda, şeriata göre
yaşayan, Platonik erdemli, mutlu bir Müslüman cemaat ideali paylaşılırken,
seküler kanunlar, emperyal siyasetin gereği olarak kerhen benimsenmiştir
(Gencer, 2012: 171)6. Bununla birlikte, devlet ve toplumun fonksiyonel ve
ideolojik uzlaştırılması, modern siyasetin doğası gereği, kitlelerin, organize
olmuş siyasi topluluk ve devlet kurumuna dâhil edilmesini gerektirdi. Ancak
Osmanlılar için, bu, sadece rağbet görmeyen bir durum değil; aynı zamanda,
‘doğal’ da olmayan bir durumdu. Ekonomik ayrıcalıkları güç siyasetine
dönüştürmeyi hedefleyen bireysel veya grup çapında bir ekonomik mücadele
üzerine kurulu bir ‘(siyasi) güç alanı’nın olmamasından beslenen toplumsal
çatışmaların dönüşümcü olmayan yapısı ve siyasetin nötralizasyonuyla
birleşen ekonomik/organizasyonel değişimler, ortaya çıkan bu durumun doğal
olmamasına katkıda bulunuyordu. Elbette modern siyaset de, bu yapıda aslen
hiç tanıdık olunmayan birşeydi.
İslam’da yasa-yapıcı mecazi bir anlama sahip olduğu halde, ceza
(ukubat) alanında yetkili Osmanlı padişahı, sözde kamu hukuku alanında
de facto geçerli seküler kanunu, de jure geçerli şeriata uyduran baş müftü
şeyhülislam makamıyla işbirliğinde ikinci bir yenilik yapmış oluyordu.
Şer’i/meşru dualizmi, zamanla dikotomiye dönüşecek olan cemaat/devlet
ve şeriat/kanun dualizminin arkasında yatan kaçınılmaz gizli bir gerginliği
barındırıyordu. Ulema, Gramsci’nin “organik aydınlar” (organic intellectuals)
ifadesini anımsatacak şekilde ‘meşrulaştırmada uzmanlar’ işlevi görürken;
tımar rejimindeki çözülme ve Yeni Dünya’nın keşfiyle başlayan çöküş
sürecinde meşruiyet krizi, kitle politikası yönündeki modernleşmenin, asker
ile reaya arasında sarkaç rolündeki ulemayı devre dışı bırakması ve dahası
güçlenen merkeziyetçi-bürokratik yapının padişahın patrimonyal meşruiyetini
yok etmesi sebebiyle ortaya çıkmıştı. İmparatorluk bürokrasisi, padişahın
şahsından bağımsızlaşarak otonomi ve rasyonalite kazandıkça (tüzelleştikçe),
yani imparatorluk modernleştikçe, şer’i ile meşru arasındaki gerginliğin açığa
çıkmasıyla siyaset ve şeriat iki ayrı uca düşer oldu (Gencer, 2012: 172-173).
Bab-i Ali’nin giderek Avrupa müdahelesine daha açık hale gelmiş olması
ve marketlerin lonca ve vakıflarla tanımlanan topluma tabi oluşu, devlet
kurumlarındaki yeniden yapılanmanın hızını ve karakteristiğini belirledi.
6
142 Osmanlı uleması hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Heyd (1961), Chambers (1972), ve Zilfi
(1976).
OCAK 2015
PATRİMONYAL YENİDEN-DAĞITIMCI YAPIDAN, RASYONEL-YASAL YAPIYA GEÇİŞ
İmparatorluk, dirayetli valiler ve paşalarla hiçbir zaman (örneğin Hindistan
gibi) resmi olarak kolonileşmediyse ve devlet hâkimiyetini o şekilde
yitirmediyse de; geleneksel anlamda son, aynı zamanda en büyük dünya
imparatorluğu olan ve en kritik bir coğrafyada kesintisiz hüküm sürmeyi
başaran Osmanlı, yüzlerce yıl sosyo-ekonomik sisteminin belkemiği olan
tımar ve iltizam sistemlerinin çöküşünü izlerken ve büyük toprak parçalarını
yitirirken, ekonomik hâkimiyetini de kaybettiği bir 19. yüzyıl fenomeni yaşadı.
Osmanlı’nın içsel dinamiğini kabul eden analizlerde dahi, siyasi alandaki
yapısal değişiklikler, gelişmişliği kuşkusuz kabul edilen bir Avrupa’dan
esinlenmiş liberalizasyon çabası, Avrupa’nın halihazırda bünyesinde
bulundurduğu ‘Medeniyet’in olmazsa olmazı ve Osmanlı yönetiminin
‘medenileşmek’ için aldığı gerekli, fakat yetersiz önlemler olarak algılanır.
Bu algıya göre, imparatorluğun köşeye sıkıştırıldığı çıkmaz, liberal olmayan
bir etos, siyaset ve ekonomidir. Dolayısıyla, beklenti, gerekli reformlar
yapıldıkça, sistemin liberal olmayandan liberal olana doğru ilerleyeceği
yönündedir. Olmadığında ise, bu durum henüz alt ve üst yapılanların yeterli
gelmediği şeklinde yorumlanır. Oysaki imparatorluk söz konusu adımları
attıkça kendi yıkımına doğru hızlanmıştır. Her ne kadar Osmanlı devlet
adamları ve proto-yurttaşlar, anayasal monarşi veya toprak reformu gibi, yerli
yenilikçi programlar için dış baskılardan olumlu olarak faydalanabildilerse
de; Osmanlı sosyal yapısının, Avrupa’da 16. yüzyılda tarımın ticarileşmesiyle
başlayan, 19. yüzyılda ise endüstriyel kapitalizmin gelişmesi ve Osmanlı’nın
da, bu sistemle geçen yüzyıllar arasındaki bütünleşmesinden mütevellit
ortaya çıkan, sosyo-ekonomik sınıf ve ideoloji oluşumları farklılığı gibi,
siyasal sistemin temel unsurları da, böyle açılımları destekleyecek ya da
emperyal genişlemeden dolayı, sahip olunan sınırların savunmasına zorunlu
bir geçiş çağında, talep ve hakları garantileyecek bir durumda değildi. Bu
açıdan, Salzmann’ın –Moore’un geç modernleşme hipotezlerini çağrıştıranargümanı önemlidir: imparatorluğun siyasi çıkmazı, liberal olmayan yönetim
veya tepkisiz bir hükümetten dolayı değil; daha ziyade, imparatorluğun
yetersiz altyapısı ve örgütsel merkezileşme ve ekonomik gelişme için geç
kalmışlığından dolayıydı (Salzmann, 1993: 38)7.
7
Salzmann, Osmanlı’da bazı yasal düzenlemelerin Avrupa’dan dahi önce yapıldığını söyler. Ayrıntılar için bkz: Salzmann (1993) ve Salzmann (2000). Ayrıca, modernleşmede
geç kalmışlığın faşizme yol açtığı hipotezi (Almanya-Japonya) ve demokrasi ve faşizmin
sosyal temelleri için bkz: Moore (1966). Buradaki iddia, Osmanlı’nın faşist bir sisteme
kaydığı değildir. Amaç, siyasal ekonomiye bağlı bir sonucu kültürel-sosyal sebep olarak
YIL: (5) 1 – SAYI: 1143
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Avrupa’da liberalizasyon, sanayileşmeyle birlikte olurken, Osmanlı’da
sanayileşmenin, özellikle 1838 Baltalimanı sonrasında, ciddi darbeler aldığını
ve liberalizasyonun, sanayileşmenin değil, bu darbelerin ithali olarak geldiğini
hatırlayarak, Jean Jacques Rousseau anısına soracağımız bir soru da, liberal
ayrıcalığın ne kadar gelişme getirdiğidir. Bu durumda, söz konusu liberal yetki
-her ne kadar günün heyecanı içinde adına Hürriyet denilen yenilikçi siyasi
yollar açtıysa da- kelimenin tam anlamıyla liberal olmaktan uzak kalmanın
yanı sıra, Osmanlı ekonomisini aciz bırakarak ve sanayileşmesini tutuklayarak
gerçek liberalin ortaya çıkmasını olanaksızlaştıran bir acayiplikti. Bir başka
deyişle, Osmanlı’nın ‘Dünya-Ekonomi’yle eklemlenmesinin tuhaflığı, sadece
sanayileşmemiş olmasından değil, sanayileşmenin boş bir rüya olacağı koşullar
altında dikte ettirilmiş olmasından kaynaklanır. Bu bağlamda, imparatorluğun
siyasi kördüğümünü, bir türlü ‘yeterince liberal’ olmayışına bağlayan mantık
istikrarsızdır ve -Polanyi’yi anımsatarak- pazar ekonomisi iflas ettikçe, bu
iflasın yeterince kapitalist olunmamasından kaynaklı olduğunu söyleyen
mantığı ve bugün AB ile ilişkilerdeki temel argümanları çağrıştırır8.
BATI İLE EŞİT OLMA MÜCADELESİ OLARAK DEĞİŞİM
Değişim ve değişim için üretim, malların kâr amacıyla bir pazarda
satışı için organize edilmediğinden ve bütün ekonomik aktiviteyi organize
ve koordine eden devlet olduğundan, Sunar’ın iddia ettiği gibi, Osmanlı
ekonomik dönüşümünün temel tetikleyicisi dış şartların dinamiklerinde
aranmalıdır (Sunar, 1987: 67). Halil İnalcık’ın ve Şerif Mardin’in anlattığı
statü ve patrimonyal ayrıcalıklara dayalı İslami servet ve kapital birikim
sistemi9, başta tabandan yukarıya diyebileceğimiz bir halden, hüküm sürdüğü
yüzlerce yıl içinde, yukarıdan tabana bir siyasi yapıya doğru evrimleşme
geçirdi. Baştaki işbirliğine dayalı/katılımcı (cooperative/participatory) olarak
da tasvir edilebilecek bu hâl ya da yönetim biçimi, yani Osmanlı’nın kuruluş
yıllarındaki Şeyh Edebali geleneği, Gaza geleneği, Katolik propagandacı
8
9
144 görmemek için, siyasi çıkmazların siyasal ekonomi temellerine dikkat çekmektir. Ayrıca
bkz: Gerber (1987). Bu konu, bugünkü demokrasi, liberalizm, AB kriterleri gibi tartışmalarda da hassas noktadır. Güncel siyasi çıkmazlar da; kalkınma, sosyal adalet ve barış,
hukuk devleti ve karşı devrim ideolojileri gibi, temelde verimli kurumsal yapıya geçiş ve
dolayısıyla kurumsallaşmayla bağlantılı konulardır.
Liberal ekonominin en derin kritiklerinden biri olarak bkz Polanyi (1944).
İmparatorluktaki kapital formasyonu için bkz: İnalcık (1969) ve Mardin (1969a); sivil
toplum için bkz: Mardin (1969b)
OCAK 2015
PATRİMONYAL YENİDEN-DAĞITIMCI YAPIDAN, RASYONEL-YASAL YAPIYA GEÇİŞ
Philippe de Mazzini’nin Avrupa şövalyeliğinden alındığını iddia ettiği Ahilik
(fütüvvet) geleneği gibi, farklı sosyal grupları temsil eden geleneklerin
oluşturduğu yönetim sistemi, zaman içinde bilinçli olarak yaratılmış bir
merkezi yönetime dönüştü. Söz konusu bu dönüşüm, verimli toplumsal
grupları kurumsal sisteme yabancılaştırdığı gibi, statü ve dolayısıyla gücün
ana belirleyicisi olan kapital birikimini de, organik olarak merkezi devlet
yapısına bağlıyordu. Yine zaman içinde, özellikle Batı Avrupa’da tohumlanan
kapitalist ‘Dünya-Ekonomi’ye eklemlenme sürecinde, bu rant toplayan ve
merkezden yeniden-dağıtan yapı, verimli kurumsal performansı olumsuz
etkilediği gibi, verimli oluşumlara da caydırıcı oldu10.
16. yüzyılda ulemanın yükselişi zamanın ‘bürokratikleşme’ hareketiyken,
Avrupa’da yükselmekte olan modern dünya sisteminin tasallatu altında ve
Osmanlı’nın kendi kurumsal dinamikleri içerisinde merkezi otoriteyle organik
bir bağa dönüşmüştü. Ulemanın gücü, Osmanlı adalet düzeninin garantisi
olarak geleneksel kurumsal yapının ve yasal sistemin iç kaynaklı/endojenez
(endogenous) bir özelliğiydi. Fakat endüstrileşmiş ve saldırgan bir Avrupa’nın
desteğinde, din-temelli birlikteliklerini, Fransız Devrimi’nden mülhem bir
milliyetçilikle pekiştiren-dönüştüren gayri-Müslim cemaatler ve dağılmaya
yüz tutan bir toprak ve mülkiyet sistemi karşısında; bürokrasinin formalleşme
ve rasyonelleşme çabası, zamanla yarattığı, Avner Greif’ın ifadesiyle ‘kendi
kendini pekiştiren’ (self-reinforcing) kurumlarıyla, geleneksel dünyagörüşü,
hukuk ve ekonomi yapılarının altını oydu. Sonuç olarak, eski yapıya organik
olarak bağımlı ‘sınıf’ olarak düşünebileceğimiz ulema, işlevini giderek
azaltacak hatta konu dışı (irrelevant) bırakacak bir sürece girdi. Bu bağlamda,
imparatorluktaki laikleşme, toprak reformu aracılığıyla kapitalist uygulamalara
geçerek kurumsal değişimi gerçekleştirme yoluyla imparatorluğu Batı ile eşit
(‘pari passu’) hale getirmeye çalışan bürokratik çabaların çok da bilinçli
olmayan (unintended) bir sonucu gibi düşünülebilir11.
Daha büyük paradoks, bu dönüşüm sürecinde, açıkta kalanın, Osmanlı
sosyo-politik yapısının tepeden-tabana bir doğası olmasıydı. Bunun da, siyasal
ekonomi perspektifinden bakarsak, birkaç nedeni vardı. Bu nedenlerden biri,
Mehmet Genç’in anlattığı, kapitalist zihniyete sadece kapalı değil karşı da
10
11
Ayrıntılar için bkz: Unsar, PhD dissertation 2008: The Endurance of Redistributive Institutional Structure: The Role of Institutional Rigidities in the Ottoman Case, University of
Southern California.
Ibid. Kurumlar teorisi için bkz: Greif (2006).
YIL: (5) 1 – SAYI: 1145
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
olan Osmanlı ekonomik zihniyetinin provizyonelist, fiskalist ve geleneksel
yapısının, ekonomideki değişikliklere rağmen, yönetim zihniyetinde kendini
sürdürmesiydi ki; bu zihniyet, güç-odaklı seküler elitin devleti kurtarma
dinamiklerini etkilediği gibi, bu etkilenme sosyal formasyonu imparatorluktaki
ekonomik değişimlerle ortaya çıkan bir nevi yeni elite (Tanzimat eliti) karşı,
orta sınıf temsilcisi gibi düşünülebilecek Yeni Osmanlılar’ın ciddi eleştirilerine
rağmen varlığını sürdürdü12. Bir diğer neden ise, gittikçe güçlenen bir
Avrupa müdahalesinin medeniyetsel-kimliksel krizler ve hâkimiyet durumları
açısından da, yarattığı karmaşık siyasi ve felsefi ortamdı. Bu ortamın arkaplanını
Mısır modernistleriyle Osmanlı gelenekçileri arasındaki fark açıklar: Mısır
modernistleri, İslam dinini ve ulemasını zaman zaman anakronik bir tavırla
haksız ithamlarla karşı karşıya bırakan bir din eleştirisine meyletmişken,
Osmanlı aydınları ise, Batı ve modernizm eleştirisine dönmüştür.
Osmanlı aydınları için, reform edilmesi gereken, aslen rasyonel ve
ilerlemeci olan İslam dini değil, siyasi kurumlardı. Niyazi Berkes’in dediği
gibi, Namık Kemal için temel soru, İslami olarak tahayyül edilen bir toplumda,
“demokrasinin yeri nedir” idi (Berkes, 1998: 482)13. Osmanlı ve Mısır aydınları
arasındaki bu farkta pek çok faktör etkili olduğu gibi, modernleşmenin,
özellikle Tanzimat sonrasında, kitleler için kaçınılmaz enformel kolonileşme
benzeri bir süreci, Türk ve Arap Müslümanlar için farklılıklarıyla beraber
içeriyor olmasının önemini sayabiliriz. Bu farklılıklar içinde belki de en etkili
olanları, Memluk-Türk-Osmanlı boyunduruğunda yaşadıktan sonra, şimdi de
12
13
146 Osmanlı ekonomik yapısı için bkz: Genç (1989), Genç (2000) ve İnalcık (1970). Ayrıca
kapitülasyonlar, kapitülasyonların kaldırılışı ve egemen bir devletin kuruluşu gibi ekonomik konular için bkz: Ahmad (2008) Vol. II: p.19-149. Osmanlı bürokratik reformu
üzerine bkz: Rodison (1963), Findley (1980) ve (1989), Fleischer (1986) ve Ahmad (2003:
Bölüm 2, 3). Genç Osmanlılar üzerine klasik bir çalışma için bkz: Mardin (1962); bir sonraki kuşak olan Jön Türkler üzerine klasik bir çalışma için bkz: Ahmad (1969) ve Ahmad
(2008, Vol. I: s.1-173 ve Vol. II: s.49- 203). Ayrıca bkz: Turfan (2000) ve Odabaşı (2011).
Berkes’ten bir alıntı yapmak gerekirse (çeviri bana aittir; sekülerizm sözcüğü yerine
Türkiye’deki yaygın ifadesi laiklik olduğu için aralarındaki farka rağmen laiklik sözcüğü
kullanılmıştır): “Kemalist laiklik anayasal ifadesini 1928’de, ‘Devletin dini İslam’dır’ diyen
Madde 2 anayasadan çıkarıldığında bulmuştur; fakat bir laiklik doktrini oluşana ve anayasaya bir ilke olarak eklenene kadar dokuz sene geçecekti. Bu durum su soruya yanıt olarak
aşamalı olarak ortaya çıkmıştır: Demokratik olarak tahayyül edilen bir siyasi toplulukta,
İslam’ın yeri nedir? Aynı soru, direkt olarak bu şekilde olmasa da Namık Kemal tarafından
bir yüzyıl önce ifade edilmişti. O zaman ters biçimde sorulan soru şuydu: İslami olarak
tahayyül edilen bir siyasi toplulukta demokrasinin yeri nedir? Yanıt, bildiğimiz üzere, Abdülhamid’in ‘anayasal despotizmi’ olmuştur. O dönemde demokratik olarak tahayyül edilen
bir devlet, İslam’da düşünülemeyecek bir durumdu”. (Berkes, 1998: 482).
OCAK 2015
PATRİMONYAL YENİDEN-DAĞITIMCI YAPIDAN, RASYONEL-YASAL YAPIYA GEÇİŞ
Batı emperyalizmiyle karşı karşıya olan Mısır modernistlerinin yaşadığı çifte
marjinallik durumuyla, Türk İslamı’nı yererek Arap medeniyetini yücelten
ve İslam’ı Arap medeniyetiyle bağdaştıran Fransız oryantalizmi ve benzer
şekilde Osmanlı Hilafeti’ni hedef alan İngiliz propagandasıdır (Gencer 2012,
özellikle Bölüm 3: 271-378).
SON YERİNE
Ariel Salzmann ve Karen Barkey’e göre, idari yapının baskıcı ve
merkeziyetçi dönüşümünü devlet gelişmesinin temeli olarak alan, özelde
kalkınma sosyolojisi ve ekonomi politikte, genelde siyaset bilimindeki
kabulün aksine, yeniden-dağıtımcı (redistributive) yapı içinde farklı sosyal
gruplarla ittifakı sürdürmeyi başaran ve hakların, ayrıcalıkların, muafiyetlerin
ve makamların kararında hâlâ belirleyici rolü oynayan Osmanlı Devleti; Batılı
devlet mukayese teorilerinin bir zayıflık olarak nitelendirdiği bu özelliğiyle,
20. yüzyılın ilk çeyreğinde ancak bir dünya savaşıyla yıkılana kadar varlığını
sürdürebilmiştir. Ariel Salzmann’ın analizinde, iflas eden tımar sisteminin
malikâne ve iltizam sistemleriyle dönüştürülmesindeki özelleştirme süreciyle;
bir başka deyişle, İlkay Sunar’ın da analiz ettiği imparatorluğun ‘DünyaEkonomi’ye entegrasyonda kapitalist yapıya eklemlenmesi süreciyle, 20.
yüzyılın yaklaşık son yirmi yılındaki özelleştirmeler arasındaki paralellik,
kurumsal evrim sürecinde dikkat çekmeyi amaçladığım yöndür.
Kısaca toparlayacak olursak, bu yazıda ifade edilen ve araştırmaya
açılan temel makro-tarihi sorunsal, bir tarafta, Osmanlı’nın patrimonyal
(patrimonial) ve yeniden-dağıtımcı (redistributive) bir yapıdan, ekonomisinde
market-odaklı (market-centered) ve yönetiminde yasal-rasyonel (legalrational) bir yapıya geçiş ile diğer tarafta, liberal Batı siyasal ekonomisinin ve
onun entellektüel paradigmasının (the liberal creed) sosyal-felsefi kritiğidir.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1147
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
KAYNAKÇA
AHMAD, Feroz (1969), The Young Turks: the Committee of Union and
Progress in Turkish polities, 1908–1914, Oxford: Clarendon Press.
AHMAD, Feroz (2008), From Empire to Republic: Essays on the
Late Ottoman Empire and Modern Empire, Volume I and II, İstanbul Bilgi
University Press.
AHMAD, Feroz (2003), Turkey: The Quest for Identity, 8th ed., Oneworld
Publications.
BARKEY, Karen (1991), “Rebellious Alliances: The State and Peasant
Unrest in Early Seventeenth-Century France and the Ottoman Empire”,
American Sociological Review, 56 (6), 699-715.
BARKEY, Karen (1994), Bandits and Bureaucrats: The Ottoman Route
to State Centralization, Cornell University Press.
BARKEY, Karen (1996), “In Different Times: Scheduling and Social
Control in the Ottoman Empire, 1550 to 1650”, Comparative Studies in
Society and History, 38 (3), 460-483.
BERKES, Niyazi (1998), The Development of Secularism in Turkey, 2nd
ed, New York: Routledge.
CHAMBERS, Richard L. (1972), “The Ottoman Ulema and the
Tanzimat”, Scholars, Saints and Sufis: Muslim Religious Institutions in the
Middle East since 1500, ed. Nikki R. Keddie, 33-46. Berkeley, University of
California Press.
FINDLEY, Carter Vaughn (1980), Bureaucratic Reform in the Ottoman
Empire, Princeton University Press.
FINDLEY, Carter Vaughn (1989), Ottoman Civil Officialdom, Princeton
University Press.
FLEISCHER, Cornell H. (1986), Bureaucrat and Intellectual in
the Ottoman Empire: The Historian Mustafa Ali (1541-1600), Princeton
University Press.
148 OCAK 2015
PATRİMONYAL YENİDEN-DAĞITIMCI YAPIDAN, RASYONEL-YASAL YAPIYA GEÇİŞ
FRANK, André Gunder (1967), Capitalism and Underdevelopment in
Latin America. Monthly Review Press.
FRANK, André Gunder (1969), Latin America: Underdevelopment or
Revolution. Monthly Review Press.
FRANK, André Gunder (1975), On Capitalist Underdevelopment.
Bombay: Oxford University Press.
GENCER, Bedri (2012), İslam’da Modernleşme: 1839-1939, 2. Baskı,
Doğu Batı Yayınları.
GENÇ, Mehmet (1989), Osmanli Iktisadi Dunya Gorusunun Ilkeleri.
Sosyoloji Dergisi İstanbul Universitesi Edebiyat Fakultesi 3. (Ser.1), İstanbul,
p. 176-185.
GENÇ, Mehmet (2000), Osmanli Imparatorlugu’nda Devlet ve Ekonomi.
İstanbul: Ötüken Neşriyat.
GERBER, Haim (1987), The Social Origins of the Modern Middle East,
Colorado: Lynne Rienner Publishers: Boulder.
GRAMSCI, Antonio (1971), Selections from the Prison Notebooks. Q.
Hoare and G. N. Smith (eds.), London: Lawrence & Wishart.
GREIF, Avner (2006), Institutions and the Path to the Modern Economy:
Lessons from Medieval Trade, Cambridge University Press.
HEYD, Uriel (1961), “The Ottoman Ulema and Westernization in the
Time of Selim III and Mahmud II”, Studies in Islamic History and Civilization,
Uriel Heyd (ed.), Jerusalem: Magnes Press, 63-96. Hebrew University.
İNALCIK, Halil (1969), “Capital Formation in the Ottoman Empire”,
Journal of Economic History, 29 (1), The Tasks of Economic History, 97-140.
İNALCIK, Halil (1970), “The Ottoman Economic Mind and Aspects of
the Ottoman Economy”, Studies in the Economic History of the Middle East,
M.A. Cook (ed.), London.
İNALCIK, Halil (1977), “Centralization and Decentralization in Ottoman
Administration”, Studies in 18th Century Islamic History, Thomas Naff and
Roger Owen, (eds.), Southern Illinois University Press, 27-52.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1149
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
İNALCIK, Halil and Donald Quataert, eds. (1994), An Economic and
Social History of the Ottoman Empire: Volume I-II, Cambridge University
Press.
KARPAT, H. Kemal (1968), “The Land Regime, Social Structure, and
Modernization in the Ottoman Empire”, Beginnings of Modernization in
the Middle East: The Nineteenth Century, William R. Polk and Richard L.
Chambers (eds.), University of Chicago Press, 69-90.
KARPAT, H. Kemal (1972), “The Transformation of the Ottoman State,
1789-1908”, International Journal of Middle East Studies, 3, 243-281.
KARPAT, H. Kemal (1973), “An Inquiry into the Social Foundations
of Nationalism in the Ottoman State: From Social Estates to Classes, From
Millets to Nations”, Research Monograph No. 39 of the Center of International
Studies of the Woodrow Wilson School of Public and International Affairs of
Princeton University.
KASABA, Reşad (1988), The Ottoman Empire and the World Economy:
The Nineteenth Century, Albany, NY: State University of New York Press.
MARDİN, Şerif (1962), The Genesis of Young Ottoman Thought: A study
in the Modernization of Turkish Political Ideas, Princeton University Press.
MARDİN, Şerif (1971), “ Ideology and Religion in the Turkish
Revolution”, International Journal of Middle East Studies, 2 (3), 197-211.
MARDİN, Şerif (March 1969) (a), “Capital Formation in the Ottoman
Empire”, The Journal of Economic History, Vol. 29, No. 1, The Tasks of
Economic History, 97-140.
MARDİN, Şerif, (June 1969) (b), “Power, Civil Society and Culture in
the Ottoman Empire”, Comparative Studies in Society and History, Vol. 11,
No. 3, 258-281.
MOORE, Barrington (1966), Social Origins of Dictatorship and
Democracy, Beacon Press.
POLANYI, Karl (1944), The Great Transformation: The Political and
Economic Origins of Our Time, Boston: Beacon Press.
150 OCAK 2015
PATRİMONYAL YENİDEN-DAĞITIMCI YAPIDAN, RASYONEL-YASAL YAPIYA GEÇİŞ
ODABAŞI, Arda İ. (2011), Osmanlı’da Sosyalizm, Türkçülük ve
İttihatçılık: Rasim Haşmet Bey, Kaynak Yayınları, İstanbul.
POLANYİ, Karl (1963), “Ports of Trade in Early Societies”, The Journal
of Economic History, 23 (1), 30-45.
QUATAERT, Donald (1980), “The Commercialization of Agriculture in
Ottoman Turkey, 1800-1914”, International Journal of Turkish Studies, 1 (2),
38-55.
RODISON, David (1963), Reforms in the Ottoman Empire, 1856-1876,
Princeton University Press.
SALZMANN, Ariel (1993), “An Ancien Régime Revisited:
“Privatization” and Political Economy in the 18th Century Ottoman Empire”,
Politics & Society, 21 (4), 393-423.
SALZMANN, Ariel (1999), “Citizens in Search of a State: The Limits
of Political Participation in the Late Ottoman Empire, 1808-1914”, Extending
Citizenship, Reconfiguring States, Michael Hanagan ve Charles Tilly (eds.),
Lanham, MD: Rowman and Littlefield Publishers.
SALZMANN, Ariel (2000), “Privatizing the Empire: Pashas and Gentry
During the Ottoman 18th Century”, The Great Ottoman-Turkish Civilization:
Volume II, Kemal Çiçek, Ercüment Kuran, Nejat Göyünç ve İlber Ortaylı
(eds.), Ankara: Semih Ofset.
SUNAR, İlkay (1987), “State and Economy”, The Ottoman Empire
and the World Economy, Huri İslamoğlu-İnan (ed.), Cambridge: Cambridge
University Press.
TURFAN, Naim (2000), Rise of the Young Turks: Politics, the Military
and Ottoman Collapse, London, New York: I. B. Tauris Publishers.
WALLERSTEIN, Immanuel (1974), The Modern World System, New
York: Academic Press.
WALLERSTEIN, Immanuel (Winter, 1979), The Ottoman Empire
and the Capitalist World-Economy: Some Questions for Research, Review
(Fernand Braudel Center), Vol. 2, No. 3, 389-98.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1151
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
WALLERSTEIN, Immanuel, H. Decdeli ve R. Kasaba (1987), “The
Incorporation of the Ottoman Empire into the World-Economy”, The Ottoman
Empire and the World Economy, Huri İslamoğlu-İnan (ed.), Cambridge:
Cambridge University Press.
ZILFI, Madeline, C. (1976), The Ottoman Ulema 1703-1839 and the
Route to Great Mollaship, Dissertation, History Department, University of
Chicago.
152 OCAK 2015
TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN
“ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK:
DEVRİM Mİ KARŞI-DEVRİM Mİ?
14*
Kemal ÇİFTÇİ
Özet
Bu çalışmada, “Arap Baharı” olarak adlandırılan ayaklanmalar “devrim”
ve “karşı devrim” kavramları çerçevesinde ele alınmaktadır. İnsanlığın
gelişim seyrine bakıldığı zaman, devlet düzenlerinin ve toplumsal kuralların
“dinsel” doğmalarla belirlendiği siyasal rejimler yerine, dünyevi/seküler
kuralların ve insan ürünü ideolojilerin belirleyici olduğu siyasal rejimleri tesis
eden hareketler “devrim” kavramı ile ifade edilmektedir. Bu durumda bunun
karşısında yer alan, “dinsel” doğmaların devlet düzenini ve toplumsal düzeni
belirlemeye başladığı devrimlerin ise “karşı devrim” olarak adlandırılması
gerekmektedir. “Karşı devrim” insanın doğa karşısında ve birbiriyle mücadele
ederek ulaşmış olduğu ileri konumundan, geçmişte kalmış bir düzene doğru
evrilmesi olarak ifade edilebilir.
Soğuk Savaş sonrası dönemde halkının ağırlıklı bölümü Müslüman olan
ülkelerde İslami fundamentalizm yaygınlaşmaya başlamıştır. Soğuk Savaş’ın
sona ermesi sonrasında sosyalizmin de iflasıyla birlikte “dünya zamanı”na
da uygun olarak geçmişe dönüş ve din, bir tutunum ideolojisi olarak güç
kazanmıştır. Bazı dönemlerde, insanlık, yüzyıllara varan ve insanlığı gelmiş
olduğu noktadan daha geri bir insani düzene götüren dönemleri de yaşamak
zorunda kalmıştır. Örneğin Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde İtalya’da
Faşizmin ve Almanya’da Nazilerin iktidara gelmeleri ve uyguladıkları
politikalar insanlık açısından bir geriye gidiş anlamına gelmiştir. “Arap
Baharı”nı hazırlayan süreç ve sonuçları, insanlığın tarihsel gelişim
*
Yrd. Doç. Dr., Giresun Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected]
YIL: (5) 1 – SAYI: 1153
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
seyri bakımından ele alındığında ve “dünya zamanı” içindeki değişimle
bütünleştirildiğinde, “Arap Baharı” ayaklanmalarının karşı-devrim olarak
nitelendirilmesi gerektiği ileri sürülmektedir.
Anahtar Kelimeler: Arap Baharı, Devrim, Karşı-devrim, İslami
Fundamentalizm, Faşizm
POSITIONING THE “ARAB SPRING” IN TERMS OF HISTORICAL
DEVELOPMENT COURSE: A REVOLUTION OR
COUNTER-REVOLUTION?
Abstract
In this study, the uprisings called “Arab Spring” are discussed within
the concepts of “revolution” and “counter-revolution”. Looking at the
development course of mankind, the movements that founds political regimes
in which secular rules and human-devised ideologies are determinative, are
called “revolution”, rather than political regimes in which state order and
social rules are determined by “religious” dogmas. In this case, the revolutions
where “religious” dogmas start to determine the state order and social order
should be named as “counter revolution”. “Counter revolution” can also be
defined as the return of human beings, from a state to where they reached by
struggling against nature and each other, back to an order that was experienced
in the past.
In the post-Cold War era, Islamic fundamentalism started to become
widespread in countries with Muslim-majority populations. After the end of
Cold War, returning to the past in accordance with the “world time” together
with collapse of socialism, religion gained power as a cohesive ideology.
During some ages, mankind had to experience some periods which took
them back to a more humanistic level than the point they have reached in
the past centuries. As an example, power seizure of the Facsism in Italy and
the Nazism in Germany and their policies after the First World War meant
a backward motion in respect to humanity. Harmonizing the “Arab Spring”
uprisings with the change in “world time” and discussing them in terms of
154 OCAK 2015
TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK
historical development course of humanity which prepares the “Arab Spring”
and its results, the “Arab Spring” uprisings have been argued that they should
be characterized as counter-revolutions.
Key Words: Arab Spring, Revolution, Counter-Revolution, Islamic
Fundamentalism, Fascism
ОБЗОР ИСТОРИЧЕСКОГО ХОДА СОБЫТИЙ “АРАБСКОЙ
ВЕСНЫ”: РЕВОЛЮЦИЯ ИЛИ КОНТРРЕВОЛЮЦИЯ?
Аннотация
В этом исследовании, восстания так называемые «арабская весна»
обсуждаются в рамках концепций «революция» и «контрреволюция».
Глядя на ход развития человечества, когда государственный заказ и
социальные правила установливаются не политическими режимами,
которые определяются «религиозными» догмами, а с тем, что еще
движения, которые устанавливают политические режимы, в котором
светские правила и техногенные идеологии являются решающими
факторами, выражается концепцией «революция». В этом случае
следует называть «контрреволюцией», которая противостоит этому
(революция), «религиозная» догма и определяет государственный
заказ и общественный строй. «Контрреволюцию» можно объяснить
как преобразование к прошлой системе от продвинутого положения
человечества достигающего путем борьбы друг с другом и с природой.
В пост-холодной войны начал распространяться исламский
фундаментализм в странах с мусульманским большинством населения.
После окончания холодной войны и с распадом социализма, в
соответствии с «мировом временем», возвращение к прошлому и религии
приобрело власть, как удержание идеологии. Были такие времена когда
человечеству пришлось пережить те времена, которые продолжались
веками и принуждало возвращаться к более отсталому гуманитарному
порядку от продвинутого положения человечества. Например, после
первой мировой войны приход фашистов к власти в Италии так же
приход нацистов к власти в Германии и их политика которую применяли
YIL: (5) 1 – SAYI: 1155
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
их политики, привело человечества возвращению к старому. Процесс
подготовки и результаты «Арабской Весны», если рассматривать с точки
зрения хода исторического развития человечества и в интеграции с
изменением «мирового времени», то следует рассматривать восстание
«Арабской Весны» как контрреволюция.
Ключевые слова: Арабская Весна, Революция, Контрреволюция,
Исламский Фундаментализм, Фашизм.
I. GİRİŞ
“Arap Baharı” ayaklanmaları, genel olarak “devrim” olarak
adlandırılmaktadır. Ancak bu ayaklanmaların “devrim” mi yoksa “karşıdevrim” mi oldukları sorusunun sorulması gerekmektedir. Türk Dil
Kurumu’nun Büyük Sözlük’ünde “devrim” kavramı “yerleşik toplumsal
düzeni değiştirme ve yeniden biçimlendirme; yavaş bir gelişme olan
evrime karşıt olarak, toplumsal yaşayışta ve siyasal durumda birdenbire
gerçekleştirilen, köklü ve temelli bir değişme”1 olarak tanımlanmaktadır.
Karşı-devrim ise, “bir devrimi yıkmayı ve onun ürünlerini ortadan kaldırmayı
hedefleyen hareket”2 olarak tarif edilmektedir.
İnsanlığın tarihsel gelişim seyrine bakıldığı zaman, siyasal rejimlerin ve
toplumsal yaşam kurallarının “dinsel” doğmalarla belirlendiği siyasal rejimler
yerine, dünyevi/seküler kuralların ve insan ürünü ideolojilerin belirleyici
olduğu siyasal rejimlere doğru bir ilerleyişin olduğu görülmektedir. Bu ilerleyişi
mümkün hale getiren “köklü ve temelli değişme”yi sağlayan ayaklanmaları
“devrim” kavramı ile ifade etmek olanaklıdır. Bu yaklaşım tarzına en
önemli örnekler olarak 1789 Fransız Devrimi’ni ve 1917 Rus devrimini
gösterebiliriz. Ancak, insanlığın tarihsel gelişim seyri, kesintisiz bir şekilde
ilerleme içerisinde olmamıştır. “Karşı –devrim”ler, insanlığın bulunduğu
gelişim noktasında artık geçmişte kalmış olan ve “dinsel” doğmaların ve/veya
1
2
156 Türk Dil Kurumu’nun “Büyük Sözlüğü’nde yer alan tanım için bkz. http://
www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.
GTS.5484cca955aef6.57332499, Erişim Tarihi: 08.12.2014.
Türk Dil Kurumu’nun “Büyük Sözlüğü’nde yer alan tanım için bkz. http://www.tdk.
gov.tr/index.php?option=com_bts&view=bts&kategori1=veritbn&kelimesec=185629,
Erişim Tarihi: 08.12.2014.
OCAK 2015
TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK
“ırk” üstünlüğünün belirleyici olduğu siyasal rejimlere ve toplumsal yaşam
biçimlerine bir dönüşü gerçekleştirmeyi de, zaman zaman başarabilmişlerdir.
Böylelikle insanlığın doğa karşısında ve birbiriyle mücadele ederek ulaşmış
olduğu ileri konumundan çıkıp, artık geçmişte kalan veya bugün “sapma”
anlamına gelecek bir duruma doğru evrilmesi mümkün olabilmektedir. “Karşıdevrim”e en önemli örnek olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya ve
Almanya’da bir siyasal proje olarak ortaya çıkan ve mevcut siyasal rejimleri
kontrolleri altına almayı başaran “faşist” ve “nasyonal sosyalist” rejimleri ve
1979 İran devrimini gösterebiliriz.
Bu çalışmada, “Arap Baharı” ayaklanmaları ve ayaklanmaların başarıya
ulaştıkları Arap ülkelerinde ortaya çıkan yeni siyasal rejimler, Türk Dil
Kurumu’nun Büyük Sözlük’ünde ifade edilen anlam içerikleriyle “devrim”
ve “karşı devrim” kavramları, insanlığın tarihsel gelişim seyri üzerinden ele
alınmaktadır. Bu bağlamda, “Arap Baharı” ayaklanmalarını insanlığın tarihsel
gelişim seyri içerisinde doğru bir şekilde konumlandırabilmek bakımından,
önemli bazı devrim ve karşı devrimlere değinilmektedir. Soğuk Savaş sonrası
dönemde İslam fundamentalizminin yayılması ve gelişmesi, uluslararası
sistemin yapısındaki değişme ve gelişmelerle bağlantılandırılarak açıklanmaya
çalışılmaktadır. Böylelikle, “Arap Baharı” ayaklanmalarının, uluslararası
alandaki değişme ve gelişmelerle bütünlüklü bir şekilde kavranmasına olanak
sağlanması hedeflenmektedir. Çalışma, “Arap Baharı”nın insanlığın tarihsel
gelişim seyri bakımından nasıl konumlandırılması gerektiğine ilişkin yapılan
genel bir değerlendirmeyle sonuca ulaştırılmaktadır.
II. “DEVRİM”LER VE “KARŞI DEVRİM”LER
Thomas Hobbes (2010: 70), “Kutsal Kitaplar, dünyayı ve dünya hakkındaki
felsefeyi, doğal akıllarını kullanmaları için, insanların tartışmasına bırakıp,
insanlara, Tanrı’nın krallığını göstermek ve onların kafalarını, itaatkâr kulları
olacak şekilde hazırlamak için yazıldı” demektedir. Tanrı’nın krallığında,
devlet düzeni ve yasaları dinin bir parçasıdır ve dolayısıyla “fani ve ruhani
egemenlik ayrımının” burada yeri yoktur (Hobbes, 2010:95). Dünyevi krallar
da, Tanrı adına yeryüzünde egemenliklerini kullanmakta ve meşruiyetlerini
Tanrı’dan almaktadırlar. Din, gelenek ve otoritenin meşrulaştırılmasının ve
rasyonelleştirilmesinin bir aracıdır. Onsekizinci yüzyılda Avrupa’da gelişen
ve Avrupa’yla sınırlı kalmayan “Aydınlanma” dönemiyle birlikte din bu
YIL: (5) 1 – SAYI: 1157
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
fonksiyonunu kaybetmeye başlamış, otoritenin kaynağı dünyevileşmiştir.
Otoritenin kaynağının dünyevileşmesi, reform hareketleri, rönesans ve
sanayi devriminin ortaya çıkardığı toplumsal yapılar/sınıflar arasında bir
güç mücadelesine de neden olmuş; bu güç mücadelesinin sonucunda dünya
genelinde önemli değişim ve dönüşümlere yol açan “devrimler” ortaya
çıkmıştır. Toplumsal/sınıfsal yapılardaki değişmeleri Avrupa’da meydana
gelen devrimlerde izlemek mümkündür. Avrupa’da başlangıçta egemen sınıf
olan feodal soyluluğa bağımlı ezilen sınıf konumundaki burjuvazi, soylular
sınıfı ile sürdürdüğü savaşım sonucunda, onun yerini alarak siyasal gücün
sahibi olmuştur ve egemen toplumsal/sınıfsal yapının oluşturucusu haline
gelmiştir. Bu noktada, toplumsal yapılar/sınıflar arasındaki güç mücadelesinin,
bir devrime veya karşı-devrime nasıl dönüşebildiği sorusunun sorulması
gerekmektedir.
II. 1. Devrimler ve Karşı-Devrimler Nasıl Ortaya Çıkar?
“Devrimler” ve “karşı-devrimler”e yol açan nedenler arasında bir
benzerlik olduğundan söz edilebilir. Burada önemli olan nokta, güç mücadelesi
içindeki toplumsal yapıların/sınıfların nasıl bir siyasal rejim ve toplumsal
düzen arayışı içerisinde olduklarıdır ve bunu gerçekleştirebilmek için kendi
dışlarındaki toplumsal yapılara/sınıflara ne derece nüfuz edebildikleridir. Bu
arada, uluslararası alandaki değişim ve dönüşümlerin de, devrimlerin karakteri
üzerinde önemli bir etkisinin olduğundan söz edilebilir.
“Devrimler” ve “karşı-devrimler” belirli bir ülkenin içindeki toplumsal/
sınıfsal yapılar arasındaki ilişkilerin bir kriz boyutuna ulaşmasının sonucunda
ortaya çıkarlar; ama sadece ülke içiyle de sınırlı değildirler. Bu toplumsal/
sınıfsal yapıların ulusaşırı ilişkileri ve/veya ülkelerin yaşadıkları ulusaşırı
krizler/sorunlar da, “devrimler” açısından hızlandırıcı bir rol oynayabilirler.
Ulusaşırı krizler devrimci krizlerin tümünün ortaya çıkmasına katkıda
bulunmuştur ve devrimci mücadelelerin ve sonuçların biçimlenmesine yardım
etmiştir (Skocpol, 2004: 53). Uluslararası sistemde, özellikle devletlerin
içinde konumlandıkları yapıda meydana gelen değişmeler, ulusaşırı bağlamda
devrimleri etkilemektedir. Bununla birlikte, Skocpol’un ifadesiyle (2004: 60),
“devrimlerin içinde meydana geldikleri tüm dünya bağlamlarını etkileyen
“dünya zamanı”ndaki değişmeler ve yayılmalar ile devrimci liderlerce yurt
dışından ödünç alınabilecek belirli eylem modelleri ve seçenekleri” de iç
158 OCAK 2015
TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK
yapıyı etkilemektedir.
Savaş yenilgileri, kronikleşen siyasal ve ekonomik krizler, kurulu
siyasal otoritelerin ve devlet kurumları yapısının aşınmasına ve bununla
birlikte, toplumsal/sınıfsal çatışmalara yol açmaktadır. Örneğin 1776’da
gerçekleştirilen Amerikan devrimi bu durumun bariz bir örneğidir. Amerikan
Devrimi en yalın haliyle, Britanya İmparatorluğu içinde yaşanmış bir krizdi:
Britanya’nın bakış açısından, bu olay, on üç koloninin kaybedilmesi, Amerikan
görüşü açısından ise, bağımsızlığın elde edilmesiydi (Bonwick, 2003: 94).
Netice itibariyle “devrimler”, uluslararası yapı tarafından etkilenmekle birlikte
ortaya çıkan yeni rejimler, uluslararası yapı tarafından sınırlandırılmakta ve
onlar tarafından koşullandırılabilmektedir.
Elbette, kronikleşen her siyasal ve ekonomik kriz dönemleri devrime yol
açmaz. Aslında, mevcut rejimin iktidar aygıtı üzerinde denetimini yitirdiği
noktada, devrime dönüşme potansiyeli taşıyan tüm durumlar çoğu zaman tam
bir devrim haline gelmeyebilir (Parker, 2003: 20). Bir başkaldırıyı devrime
neyin dönüştürdüğüne ilişkin genellemede bulunmak neredeyse olanaksızdır.
Her ne kadar bir devrimi gördüğümüzde ne olduğunu anlıyor olsak da,
hatta devlet iktidarının geri dönülmez biçimde kaybedildiği bir devrimci
anı -siyasal kırılma anı- tanımlama riskini üstlensek bile, bu noktaya gelene
değin, öngörülmüş bir dizi aşamanın gerçekleşmiş olduğundan söz edilemez
(Parker, 2003: 21).
Devrimlere yol açan ayaklanmalar, bazı ülkelerde başarılı olurken
bazılarında başarılı olamamakta ve mevcut rejim tarafından bastırılabilmektedir.
Bu durumda bir devrimin başarılı olmasına yol açan temel faktörün ne olduğu
sorusu akla gelmektedir. Dick Geary’ye göre, devrimlerin başarısında ya
da başarısızlığında devrimcilerden çok daha fazla mevcut rejimlerin gücü
ve iç kenetlenmesi etkili olmaktadır (2003: 191). Örneğin Sosyalist partiler
Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1905’te olduklarından daha az güçlüydü,
ama yine de Çarlık, Şubat 1917’deki ilk grev ve gösterilerin başlamasının
ardından çökmüştür. Bu da gösterir ki, asıl farklılık pek de öyle devrimci
hareketin gücünde değil, devletin zayıflığında yatmaktadır. Özellikle, Çarlık
1905’te Devrimi bastıracak yeterli sayıda askeri birliğin sadakati ile kıdemli
subay ve generallerin onları kullanma isteğini muhafaza etmekteydi (Perrie,
2003:202). Maureen Perrie (2003: 205); “Şubat 1917’de başkentte grevler ve
gösteriler patlak verdiği zaman, başlangıçta bir sokak protestosu gibi görünen
YIL: (5) 1 – SAYI: 1159
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
eylemlerin devrime dönüşmesi sürecini başlatan olay, silahsız sivillere ateş
açma emrine uymayı reddeden Petrograd garnizonu birliklerinin isyanı oldu.
Çar bu durumda bile, ayaklanmayı bastırmak için Petrograd’ın dışından
askeri güç gönderme seçeneğini savunuyordu. Ancak, üst komuta kademesi
Nikolay’a bu cezalandırıcı seferi durdurmasını ve Duma’nın anayasal monarşi
talebini kabul etmesini öğütledi. Daha sonra generaller, Nikolay’ın görevden
çekilmesinde ve büyük ölçüde Duma liberallerinden oluşan Geçici Hükümet’in
oluşumunda mutabık oldular. Nikolay’ın küçük kardeşi Büyük Dük Mihail
tahta çıkmayı reddettiğinde, monarşi fiilen sona ermişti. Olayların hızı, Çarlık
otoritesinin ve otokrasiye verilen desteğin toplumsal tabanının savaşın seyri
içinde ne derece aşındığını göstermektedir” demektedir. Bu açıklamalardan
da anlaşılacağı üzere, bir siyasal veya ekonomik krizin, önce bir ayaklanmaya
ve sonrasında da bir devrime dönüşebilmesi için, öncelikle mevcut rejimin
gücünü, gerek savaşlar gerekse siyasal ve ekonomik krizlerin etkisiyle önemli
ölçüde kaybetmiş olması gerekmektedir.
“Devrimler” ve “Karşı-devrimler” dünya tarihinde büyük dönüşümlere
yol açan önemli olaylardır. 1789 Fransız devriminden, 1917’deki Rus
devrimine ve 1979’daki İran İslam devrimine varıncaya kadar, “devrimler”,
devletlerin örgütlenme biçimlerini, toplumsal/sınıf yapılarını ve egemen
ideolojilerini değiştirmiş ve/veya dönüştürmüştürlerdir. Tam da Theda
Skocpol’ün ifade ettiği gibi, devrimlerin gerçekleştiği uluslar, devrim öncesi
durumlarına göre güçlerini önemli ölçüde arttırmakta ve bu uluslar benzer
durumdaki diğer ülkeleri geride bırakmaktadırlar (2004: 23). Öte yandan
devrimler, gerçekleştikleri ülkelerin coğrafi sınırları içinde kalmamaktadırlar.
Örneğin Fransız devrimi 1790’larda Fransa’nın, Rus devrimi de 1917’den
sonra Rusya’nın ötesine yayıldı, fakat her iki devrimin ilerlemesini, temel
olarak devrimin gerçekleştiği rejimler sağladılar (Breuilly, 2003: 142).
Örneğin Fransa, Avrupa Kıtası’nda fetihçi bir güç haline gelmişti. Benzer
şekilde Rusya da, 1917 devrimi sonrasında dünya siyasetinde önemli bir aktör
haline gelmeye başlamış ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise bir süper güç
haline gelmiştir (bkz: Skocpol, 2004: 23). Benzer bir güç artışı İslam devrimi
sonrasında İran için de söz konusudur. İran’da devrim ihracı politikası ile
İslam ülkelerindeki etkisini doğrudan ve dolaylı yöntemlerle artırabilmiştir.
Batı ve İsrail karşıtı politikası ve söylemleri ile de dünya siyasetinde daha
fazla üzerinde durulan bir ülke halini almıştır.
160 OCAK 2015
TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK
1917 Rus devriminin lideri Vladimir İ. Lenin (2010: 72), “Rusya’da
devrim gerçekleştirilmiştir; ama dünya ölçeğinde tam ve nihai zafere tek başına
Rusya’da ulaşmak mümkün değildir; bu zafer ancak proletarya en azından
bütün ileri ülkelerde ya da hiç olmazsa, ileri ülkelerin en büyüklerinde zafere
ulaştığında elde edilebilir” görüşündedir. Lenin’in, Ekim 1917’de Rusya’daki
devrimin hemen ardından, devrimin, özellikle Almanya gibi daha gelişmiş
sanayi ülkelerine yayılacağına ilişkin büyük beklentileri vardı (Wrigley,
2003:213). Marx ve Engels ilk eserlerinden itibaren sosyalizmi dünya çapında
tarihsel bir olay olarak görmüş, ileri kapitalist ülkelerde (o günkü deyimle,
‘medeni’ ülkelerin hepsinde) devrim patlak vermediği müddetçe sosyalizm
davasının başarıya ulaşmasının mümkün olmadığını belirtmişlerdi (Lenin,
2010: XII). Lenin ve Troçki’nin öngördüğü gibi, devrim başka ülkelerde
devrimci ayaklanmalara, sınıf mücadelesinin kızışmasına yol açmış olmasına
karşın, bu mücadeleleri doğru bir mecrada ilerletecek ve nihayetinde işçi
sınıfının devrimci iktidarıyla taçlandıracak Bolşevik tipte önderlikler olmadığı
için (“Avrupa için en büyük talihsizlik ve en büyük tehlike, Avrupa ülkelerinde
bir devrimci partinin olmamasıdır”) kalkışmalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Bazı ülkelerde (Almanya, İtalya, Bulgaristan, vs.) başlayan devrim, Bolşevik
bir önderliğin olmadığı koşullarda / nihayete erdirilemezken, bazı yerlerde
(örneğin Macaristan’da) iktidar da ele geçirilmiş, bir Sovyet hükümeti
kurulmuş, fakat yine doğru bir önderliğin eksikliği nedeniyle, esasen yanlış
politikalardan ötürü devrim kısa süre sonra dışarıdan bir karşı-devrimle
ezilmiştir (Lenin, 2010: XXVIII-XXIX.) Böylelikle Lenin’in “dünya devrimi”
anlayışının terk edilmesi ve onun yerine milliyetçi ‘tek ülkede sosyalizm’
anlayışının yürürlüğe sokulması gerekmiştir (Lenin, 2010: XXIX). Nitekim,
“dünya devrimi”nin gerçekleştirilememesi, Rus devriminin kalıcılaşmasının
önünde bir engel haline gelmiş ve nihayetinde 1991 yılında Doğu Bloku’nun
dağılmasıyla birlikte “kapitalizm” karşısında ömrünü tamamlamak zorunda
kalmıştır. II.2. Avrupa’da Karşı-Devrim Kâbusu
“Karşı-devrim”, yeni bir siyasal düzeni yıkarak, eski düzeni restore ederek
ya da İtalya ile Almanya’da olduğu gibi, bazıları yüksek saygıyı hak eden,
ancak eski muhafazakârlığın ötesine geçen geleneksel değerleri de içeren yeni
düzenler kurarak kendini göstermekteydi (Wrigley, 2003: 212). Pek çok insan,
YIL: (5) 1 – SAYI: 1161
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
General Hindenberg’in, Almanya’nın savaşı, ordunun yurtiçinde sosyalistler
tarafından ‘sırtından vurulması’ nedeniyle kaybetmiş olduğu mitine, inanmaya
hazır ve istekliydi. Bu mitin propagandasının yapılması, güçlü anti-sosyalist
basın tarafından kolaylaştırıldı (Wrigley, 2003:217), İki savaş arası dönemde
faşizm, içeriden, kendisini sürdürüp koruyan mali, toplumsal ve siyasal
yapıların çöküşü tarafından, dışarıdansa devrimci sosyalizm tarafından tehdit
edilen kapitalizmin krizinin bir ürünüydü. (Griffin, 2003: 232) Faşizm, iki
savaş arası dönemde geleneksel toplumsal yapıyı modernleştirilmiş bir biçimde
muhafaza etmeyi amaçlamıyor, ama tam anlamıyla modernite öncesinin
mutlu kırsal yaşamına geri dönmeyi ise hiç istemiyordu. Faşizm tek başına
kitleyi hareketlendirme anlayışını da desteklememişti. Aksine, eski toplumun
dönüşümünü kolaylaştırmak için, taktik olarak muhafazakâr güçlerle hileli bir
anlaşma yapmak zorunda kalmış olsa bile, yurtsever bir coşkuyla birbirlerine
bağlanmış, tazelenmiş bir ulustan fışkıran enerji üzerinde temelleri atılmış
yeni tip bir devlet yaratmayı arzulamaktaydı (Griffin, 2003: 236). İtalyan
Faşizmi’nin, Nazi Almanyası ile daha yakın ilişkiye girerek onu taklit
etmeye başlamasına kadar, Mussolini’nin ülkesi adına harika bir iş başardığı,
Avrupa’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde ortak bir görüştü. 1930’ların
popüler bir Amerikan aşk şarkısı, ‘Zirvedesin, muhteşem Houdini’sin.
Zirvedesin, Mussolini gibisin!’ diyordu.
1936’da Faşist İtalya ve Nazi Almanyası arasındaki ‘Mihver’in
oluşturulması, iki ülkenin de, İspanya İç Savaşı’nda, acımasızca Franco’nun
yanında yer alması, İkinci Dünya Savaşı başladığında İtalya’nın Üçüncü
Reich’e müttefik olarak katılması ve nitekim Üçüncü Reich tarafindan yapılan
akla hayale sığmaz vahşetle ilişkilendirilmiş olması gerçeği, sadece İtalyan
faşizminin değil, genel olarak faşizmin imajını bir daha değişmemek üzere
belirledi (Griffin, 2003: 238). Otoyollar inşa etmek ve (İtalya’da) bataklıkların
drenajı gibi muazzam kamusal çalışmalar yapmak, Berlin’in merkezini anıtsal
bir ölçekte yeniden inşa etmek ve kente ‘Germanya’ adını vermeye dönük
planlar yapmak, eğitim sisteminin Faşist ya da Nazi değerlerini kitlesel
ölçüde üretmek için radikal bir biçimde baştan aşağı değiştirilmesini istemek
gibi, tüm bunlar bütünüyle ‘öznel’ bir devrimin belirtileriydi. Her iki rejim
de Avrupa üzerindeki toprak iddialarının peşinden gitmek için uluslarının
insani ve fiziksel kaynaklarını harekete geçirmek üzere muazzam ölçekli
hazırlıklar yapıyordu ve Nazilerin, faşizmin devrimci deviniminin en etkili
kanıtı olan ırksal olarak saf ve sağlıklı bir Üçüncü Reich yaratma konusundaki
162 OCAK 2015
TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK
programlarını gerçekleştirme çabaları korkunç bir kapsamda sürdü (Griffin,
2003: 247-248). Faşizm ve Nazizm, derin bir toplumsal kriz tarafından şaşkına
çevrilen insanlar için yeni bir kolektif aidiyet ve anlam sağlamayı amaçlayan
politik bir ritüel olarak iş gördü. Faşizm ve Nazizm, yeni tip bir insan, yeni tip
bir devlet, yeni bir devir üretmeyi amaçladı (Griffin, 2003:248).
Nazi dönemi’nde insanlık-dışı politikalar uygulanırken Alman
entelektüellerinin içinde bulunduğu duruma da biraz değinmek gerekmektedir.
Ken Booth (2012:245); “…en bilinenleri Carl Schmitt ve Heidegger, -kendi
itibarlarını kalıcı olarak lekeleyecek şekilde- Nazilerin yönetimindeki hayata
görece rahat bir şekilde uyum sağladı; diğerleri ise (örneğin Gerhard Ziegler,
Konrad Meyer ve Fritz Arlt) akademik analizler yaparak ve nüfus bilimciler,
iktisatçılar ve şehir planlamacıları olarak raporlar yazarak Yahudilerin ve
diğerlerinin yok edilişinin “mimarları” haline geldiler. Görünürde “akademik
özgürlük”e saygılıydılar ve Nazi partisine katılmazlardı, ama eserleri Nazilerin
soykırım planlarını ileri götürdü ve meşrulaştırdı” demektedir. Başka bir
ifadeyle, aslında “Carl Schmitt’in “siyasal kavramı”, nazizme giden süreci
hukuken ve zihnen biçimlendirmiş, Alman siyasal düşüncesinin ve Alman
toplumunun yeniden inşa edilmesinde belirleyici olmuştur” (Karagöz, 2011:
160).
Almanya’nın 1930’larda barbarlığa doğru kayış deneyimi sadece devletin
hızla bir canavara dönüşebileceğini değil, sıradan, ahlaklı vatandaşların
olağanüstü dönemlerde aşırı uçlara gidişini de kapsayan psikolojik ve diğer
dinamikler açısından da bir ikazdır (Booth, 2012: 246). Keen Booth’a göre
(2012: 246); “devlet gücü, bir kez dışarıda saldırgan amaçlar ve içeride
acımasız politikalar gütmek için seferber edilmeye görsün, seçimler ortadan
kalkar; bu yüzden güvenlik, kelimenin tam anlamıyla evde başlar –devlet
gücünün yanlış ellere geçmeyeceğini garanti etmek için. Bu sadece demokrasi
kurumlarının sürdürülmesi değil, demokrasinin kozmopolit ve şiddet-dışı
değerlerle yoğrulmuş olarak ilerletilmesi anlamına da gelir; gerilimin arttığı
dönemlerde acımasız rejimlerin seçileceğini tahayyül etmek o kadar da zor
değildir. Seçimler ve diğer demokratik kurumlar, kendi başlarına hoşgörünün
ve barışın garantisi değillerdir.” Nihayetinde “faşizm” ve “nazizm” dönemleri,
Avrupa uygarlığının tarihsel gelişim seyri içerisinde insanlığı felakete
götüren ve milyonlarca insanın zayiatına yol açan bir “sapma” dönemi olarak
konumlandırılmışlardır.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1163
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
III. SOĞUK SAVAŞ SONRASI’NIN ‘ÖTEKİ’Sİ:
İSLAMİ FUNDAMENTALİZM
“Dünya zamanı”ndaki önemli değişmelerden birisini de Soğuk Savaş’ın
sona ermesi teşkil etmiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ABD’yi tek süper
güç olarak bırakırken, onun en önemli “öteki”sini de ortadan kaldırmıştır.
ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dönemde dünyadaki rolüne ilişkin en çok
sorulan sorulardan biri şu olmuştur: “Soğuk Savaş olmadan ABD ne yapacak?”
(Huntington, 2002:158) Sovyetler Birliği ve komünizmin çöküşü Amerika’yı
sadece düşmansız bırakmakla kalmamış, aynı zamanda tarihinde ilk kez,
karşısında kendini tanımladığı “öteki”den de yoksun kalmıştır (Huntington,
2004:257). Çünkü ABD, soğuk savaş döneminde “kötülük imparatorluğu”na
karşı “Özgür Dünya”nın lideriydi (Huntington, 2004: 259). Amerika için ideal
düşman, ideolojik açıdan karşıt, ırksal ve kültürel açıdan farklı ve askeri açıdan
Amerika’nın güvenliğine yönelik önemli bir tehdit oluşturacak kadar güçlü
olmalıydı (Huntington, 2004: 262). Huntington’ın da ifade ettiği gibi, 1990’lı
yılların dış politika tartışmaları, ABD’nin yeni düşmanının kim olabileceğine
odaklanıyordu (2004: 262).
11 Eylül 2001 tarihinde ABD’nin New York kentindeki Dünya Ticaret
Merkezi’nin ikiz kulelerine ve Washington’daki Savunma Bakanlığı’na
(Pentagon) İslami fundamentalist bir örgüt olan El-Kaide tarafından yapılan
uçaklı intihar saldırıları, ABD’nin dış politikasında bir dönüm noktasına
başlangıç teşkil etmiş ve düşman arayışına son vermesine yol açmıştır. İslami
fundamentalizm, ABD’nin 21. yüzyıldaki ilk düşmanı olarak ortaya çıkmıştır.
Ancak, 11 Eylül 2001 saldırıları bir dönüm noktası olmakla birlikte, İslami
fundamentalizmin kuramsal olarak inşası ve tehdit algısıyla birlikte bir “öteki”
haline dönüştürülmeye başlanması, Soğuk Savaş’ın bitiş dönemine denk
gelmektedir. Bu “öteki” haline dönüştürme süreci içerisinde Batı karşıtı bir
“İslami fundamentalizm” profilinin yanı sıra, Batı ile işbirliği yapabilecek bir
“ılımlı İslamcı” profili de ortaya çıkmıştır. “İslami fundamentalizm” “öteki”
olarak kurgulanırken “ılımlı İslam” dost ve müttefik olarak kurgulanmıştır.
Bu nedenle de, “ılımlı İslamcı” örgütler, fundamentalist örgütlere yönelişin
panzehiri olarak konumlandırılmışlardır. Şimdi, Batı’nın ve özellikle ABD’nin
siyasal İslam’a bakışını şekillendiren süreci daha yakından ele alabiliriz.
Bu dönemde Batı karşısında Batı dışının ve özellikle siyasal İslam’ın
konumlandırılmasında, 1990’lı yıllara damgasını vuran kitaplarıyla Francis
164 OCAK 2015
TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK
Fukuyama ve Samuel Huntington’un önemli bir etkisi olmuştur. Şimdi bu iki
yazar üzerinden siyasal İslam’ın konumlandırılışını kavramaya çalışalım.
III.1. İki Kitap: “Tarihin Sonu” ve “Medeniyetler Çatışması”
Soğuk Savaş sonrası dönemde, halkının ağırlıklı bölümü Müslüman
olan ülkelerde İslami fundamentalizm yaygınlaşmaya başlamıştır. 1990’lı
yılların dünyasını anlamlandırma konusunda yazdığı Tarihin Sonu ve Son
İnsan başlıklı kitabıyla, önemli bir etki yaratmış olan Francis Fukuyama, bu
yaygınlaşmayı Müslüman toplumların Müslüman olmayan Batı karşısında
genellikle başarısız kalmasına bir tepki olarak yorumlanabileceğini ileri
sürmüştür (Fukuyama, 2011: 301). Fukuyama’ya göre, askeri bakımdan ağır
basan Avrupa’dan kaynaklanan rekabet baskısı altında, çok sayıda İslam
ülkesi 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başında radikal modernleşme önlemlerine
başvurmuş, rekabet yeteneği için gerekli bir koşul sayılan Batı yaşam tarzlarını
almışlardır. Japonya’da Meici dönemindeki reformlarda olduğu gibi, bu
tür modernleşme programlarıyla, ekonomiden bürokrasi ve askeriyeye,
eğitim sisteminden sosyal politikaya kadar, yaşamın bütün alanlarında Batı
rasyonalizminin ilkelerini ödünsüz bir şekilde gerçekleştirmeyi denemişlerdir.
Bu yönde en sistematik girişimi Türkiye gerçekleştirmiştir: 19. yüzyıldaki
Osmanlı reformlarını, Türk milliyetçiliğine dayalı dünyevi bir toplum yaratmak
isteyen, günümüz Türkiye’sinin kurucusu Kemal Atatürk’ün 20. yüzyıldaki
reformları izlemiştir. Mısır devlet başkanı Nasır’ın ve Suriye, Lübnan, Irak
Baas Partilerinin temsil ettiği, büyük pan-Arap ulusal hareketlerinde öne çıkan
dünyevi (laik) milliyetçilik, İslam dünyasına Batı’dan yapılan son önemli
düşünce ithali olmuştur (Fukuyama, 2011: 302).
Fukuyama, İslam ülkelerinin çoğunun, Batı’dan aldıklarını kendi yaşam
tarzlarıyla gerçekten ikna edici bir şekilde bütünleştiremediğini ve 19. ve
20. yüzyılın başındaki modernleştirmecilerin umduğu politik ve ekonomik
başarılara ulaşamadığını düşünmektedir (2011: 302). Bu başarısızlığın bir
sonucu olsa gerek, 1978/79 İran Devrimi ile İslami fundamentalizmin yeniden
doğuşu gerçekleşmiştir. Bu yeniden doğuşla ortaya konulan “geleneksel
değerler”, ne İslam toplumlarının “Batılılaşma” öncesi “geleneksel değerler”i,
ne de Batılılaşma döneminin ürünü olan “Batılı değerler”di. Sözkonusu olan
“geleneksel değerler” çok uzak bir geçmişten kaynaklanan daha eski ve saf bir
değerler dizisinin nostaljik bir şekilde yeniden kabul edilmesiydi. Bu nedenle
YIL: (5) 1 – SAYI: 1165
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Fukuyama, İslami fundamentalizm ile Avrupa faşizmi arasında yüzeyselden
de öte bir benzerlik olduğunu; Avrupa faşizmi gibi yeni fundamentalizmin de,
daha çok en modern ülkelerde kök salmış olmasının hiç de şaşırtıcı olmadığını
belirtmektedir (2011: 303).
III.2. Medeniyetler Çatışması Öngörüsü
Fukuyama ile benzer yaklaşımlara sahip olan ve “Medeniyetler
Çatışması” başlıklı kitabıyla, aynı şekilde 1990’lı yılların başından itibaren
etkili olan Samuel Huntington’a göre de, 21’inci yüzyıl bir “din” çağı olarak
yükselmektedir. Din grupları arasındaki şiddetin tüm dünyada arttığını ifade
eden Huntington, insanların coğrafi olarak uzağında bulundukları dindaşlarının
yazgısıyla giderek daha fazla ilgilendiğine değinmektedir. Birçok ülkede
ulusal kimliğin dinsel çerçevede yeniden tanımlanmasını hedefleyen güçlü
hareketler ortaya çıkmıştır. Amerikalılar da, büyük oranda, Hıristiyan bir halk
oldukları gerçeğine geri dönmektedirler (2004: 15).
Huntington’a göre, “Batı şu an ve gelecekte de, dünyadaki en
güçlü medeniyet olarak kalacaktır. Fakat gücü diğer medeniyetlere göre
azalmaktadır. Batı değerlerini ileri sürüp çıkarlarını korumaya kalkışınca,
Batılı olmayan ülkeler bir seçimle karşı karşıya kalmaktadırlar. Bazıları
Batı’yı taklit etmeye ve Batı ile birleşmeye veya “yanında’’ yer almaya
çalışmaktadır. Buna karşılık Konfüçyuscu ve İslami toplumlar, Batı’ya karşı
direnebilecek “denge”’ oluşturabilmek için, ekonomik ve askeri güçlerini
genişletmeye çalışmaktadırlar. Soğuk Savaş sonrası dünya politikasının temel
ekseni, böylece Batı gücü ve kültürü ile Batılı olmayan medeniyetlerin gücü
ve iktidarı arasındaki etkilenmeler olmaktadır” (2013: 27-28).
Huntington, “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabında, Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün, Osmanlı
İmparatorluğu’nun kalıntılarından yeni bir Türkiye yarattığını ve ülkeyi
modernleştirmek, yani Batılılaştırmak için büyük çabalara giriştiğini, bu
yola baş koyan Atatürk’ün, ülkenin İslami geçmişini reddederek Türkiye’yi
“parçalanmış bir ülke’’ durumuna getirdiğini ileri sürmektedir. (Huntington,
2013: 98) “Parçalanmış ülke” tabiriyle, Türkiye’nin bir yanda dini,
gelenek, görenek ve kurumları İslam’a dayanan, ama diğer yanda da ülkeyi
Batılılaştırmak, modernleştirmek ve Batı’yla bir yapmak isteyen yönetici
elitlere sahip bir ülke olduğunu anlatmak istemektedir. Yirminci yüzyılın
166 OCAK 2015
TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK
sonunda dünyada birçok ülke Kemalist seçeneği izlemiştir ve Batılı olmayan
kimliklerini Batılı kimlikle değiştirmeye çalışmaktadırlar (Huntington, 2013:
99).
Huntington’a göre, bugünün dünyasında medeniyetlerin çekirdek
devletleri medeniyetler içerisindeki düzenin ve öbür çekirdek devletler
arasında yürütülecek müzakereler yoluyla da medeniyetler arasındaki düzenin
kaynakları olacaktır (Huntington, 2013: 226). Ancak, yirminci yüzyılın büyük
kısmında hiçbir Müslüman ülke bu rolü üstlenmesine ve gerek öbür İslami
devletler tarafından gerek gayri Müslüman ülkeler tarafından İslamın lideri
olarak kabul edilip tanınmasına yetecek güce, kültürel ve dilsel meşruluğa
sahip olamadı (Huntington, 2013: 261).
Huntington, “çekirdek” devlet rolü üstlenebilecek İslami kimliğe sahip
altı devletin (Endonezya, Pakistan, Mısır, İran, Suudi Arabistan ve Türkiye)
adının geçtiğini; gelgelelim etkin bir çekirdek devlet olmanın gereklerine
bugün için bu devletlerin hiçbirinin sahip olmadığını ifade etmektedir. Ancak
Türkiye bu potansiyele sahip görünmektedir. O’na göre, Türkiye İslamın
çekirdek devleti olmak için gerekli tarihe, nüfusa, orta düzey bir ekonomik
gelişmişliğe, ulusal birliğe, askeri yetenek ve geleneğe sahiptir. Gelgelelim,
Atatürk’ün Türkiye’yi net bir şekilde laik bir toplum olarak tanımlaması,
Türk cumhuriyetinin bu rolü Osmanlı İmparatorluğu’ndan devr almasını
önlemiştir. Türkiye, anayasasındaki laiklik ilkesine bağlılığından ötürü OIC
(İslam İşbirliği Örgütü)’in kurucu üyesi bile olamamıştır. Türkiye kendisini
laik bir ülke olarak tanımladığı sürece, İslamın liderliğine soyunma olanağı
yoktur (Huntington, 2013: 263).
Bununla birlikte, Türkiye kendisini yeniden tanımladığı takdirde ne
olur? Türkiye bir noktada Batı dünyasına üyelik için yalvarıp duran bir dilenci
olarak oynadığı hüsran verici ve aşağılayıcı rolden vazgeçip, Batı’nın temel
İslami muhatabı ve düşmanı olarak oynadığı çok daha etkileyicı ve onurlu
tarihsel rolü yeniden üstlenmeye hazır hale gelebilir (Huntington, 2013: 263).
Ama bunu yapabilmek için Atatürk’ün mirasını, Rusya’nın Lenin’in mirasını
reddedişinden daha eksiksiz bir şekilde reddetmek zorunda kalacaktır. Böyle
bir hamle aynı zamanda, Atatürk kalibresinde bir lideri, Türkiye’yi bölünmüş
bir ülke olmaktan çıkarıp çekirdek bir devlet haline getirmek için gerekli
siyasal ve dinsel meşruluğu kendisinde toplamış oIan bir lideri gerektirir.
(Huntington, 2013:264)
YIL: (5) 1 – SAYI: 1167
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Huntington, Japonya’nın yanında Singapur, Tayvan, Suudi Arabistan
ve daha az ölçüde olmak üzere İran’ın, Batılı olmadan modern toplumlar
olduklarını; İran Şah’ının Kemalist yolu izleme çabasının yoğun Batı-karşıtı
bir tepkinin doğmasına neden olmasına rağmen, modernleşme karşıtı bir
tepki doğurmadığını ileri sürmektedir (2013: 104). İslam ülkelerindeki Batı
eğitimli ve Batı’ya yönelmiş seçkinlere karşı sonuçta halkın harekete geçtiğini
ileri süren Huntington, Müslüman köktendinci akımların Müslüman ülkelerde
gerçekleştirilmiş az sayıdaki seçimlerde büyük başarılar elde ettiklerini;
Cezayir’de ordu 1992 seçimlerini iptal etmeseydi köktendincilerin iktidara
geleceklerini ifade etmektedir (2013: 129).
Huntington, Müslüman köktendinci hareketlerin Cezayir, İran, Mısır ve
Tunus gibi görünürde daha laik ve daha kalkınmış Müslüman ülkelerde daha
güçlü olduklarını ve mesajlarını kitlelere yaymada modern iletişim ve örgütsel
teknikleri kullanmada çok başarılı olduklarını söylemektedir (2013: 139).
Bu ifadeleriyle Huntington, İslami fundamentalizmin görece daha laik ve
kalkınmış İslam ülkelerinde daha güçlü olmalarının nedenini, bu ülkelerdeki
rejimlerin Batılılaşarak kendi geleneksel değerlerine yabancılaşmalarına ve
Müslümanların dinsel gereksinmelerini tam olarak yerine getirememelerine
bağlamış gibi görünmektedir. Modern teknikleri kullanmaları da, Batı için
aslında ilave bir tehlike anlamına gelmektedir. Bu noktada üretilen çözüm
ise, Türkiye örneğinde olduğu gibi, laikliğin ve modernleşmenin getirdiği
yabancılaşmanın bir tarafa bırakılması ve İslami köklere bir dönüşün
gerçekleştirilmesidir. Böylelikle İslami fundamentalizme kayışın önüne
geçilebileceği ve Batı’yla barışık bir “İslam Medeniyeti”nin ortaya çıkacağı
düşünülmektedir.
Fukuyama ve Huntington’ın İslami fundamentalizmin yükselişi ile
ilgili değerlendirmelerinin, ABD’nin karar vericilerinin politikalarında da
karşılığını bulduğuna ilişkin işaretler ortaya çıkmıştır. İslami fundamentalizmin
panzehiri olarak modernleşmek için, Batılı’ların izlediği yolu izleyen ve
sekülerleşen ülkelerde gerçekleşecek rejim değişikliklerinin, radikalleşmenin
ve Batı karşıtlığının önüne geçebileceği düşünülmüştür. Huntington’un İslam
medeniyeti’nin çekirdek ülkesi olarak düşündüğü ve İslami kökenlerine
dönmesi gerektiğini ileri sürdüğü Türkiye’de de, 3 Kasım 2002 seçimlerinden
sonra “ılımlı İslamcı” bir partinin iktidara gelmesi, “dünya zamanı”ndaki
değişimlere uygun düşmüştür. Mevcut koşullar içinde, kuşkusuz “Arap
168 OCAK 2015
TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK
Baharı” ayaklanmalarını da, bu “dünya zamanı” değişimi bağlamında ele
almak gerekir.
IV. “ARAP BAHARI” AYAKLANMALARI
“Arap Baharı” olarak adlandırılan süreç, Tunus’ta üniversiteli işsiz
Muhammed Bouazizi’nin, işporta tezgâhı önünde kendisini yakması ve
arkasından ortaya çıkan sokak gösterileri ile başlamıştır. Ama daha öncesine
gidilirse, WikiLeaks belgelerinde Amerikalı diplomatlar, 23 yıldır iktidarda
olan Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali ve eşi Leyla’dan ve
ülkedeki yolsuzluk çarkından bahsediyorlardı.3 Belgelerde yer alan yazışma
bilgilerinin ortaya çıkması, Tunus’taki siyasal ve toplumsal tepkilerin
oluşturulmasında öncü rolü oynamıştır. Bu süreç “Muhammed Bouazizi’ ile
simgeleşmiştir. Bin Ali, günler süren sokak hareketleri sonucu, ülkesinden
kaçmak zorunda kalmıştır. Tunus’un ardından ayaklanmalar Mısır’a sıçramış
ve bu iki ülkeyi, Libya ve Yemen takip etmiştir. Suriye’de ise ayaklanmalar
kanlı bir iç savaşa dönüştürülmüştür.
Tunus ve Mısır’da gösterilerin başladığı zamanlarda “yaşanmakta olan”
şeylerle ilgili farklı görüşler ifade edilmiştir. Gösterileri, bazıları büyük bir
“İslami Uyanış” olarak açıklamaya çalışırken, bu görüşe katılmayanlar
ise, yurttaşlık bilincine sahip kozmopolitan, seküler, demokratik bir
jenerasyonun/kuşağın ortaya çıkması ve “demokrasi” talebinde bulunması
olarak algılamışlardır. Nitekim Tahrir meydanındaki gösterilerde, Müslüman
Kardeşler’le sosyalistler ve liberallerin yan yana protesto gösterilerinde
biraraya geldikleri görülmüştür. Mübarek’in devrilmesi sonrasında, Mübarek
yönetiminin baskı altında tuttuğu İslamcı hareketler, açıkça faaliyet göstermeye
ve hatta “yeni özgürlükler”den faydalanmaya bile başlamışlardır. Ancak, kısa
zamanda kendi dinsel görüşlerini, inançlarını ve doğmalarını paylaşmayan
insanlarla karşı karşıya gelmekten ve hatta çatışmaktan geri durmamışlardır.
Bu çatışma sürecinin ilk kurbanlarından biri de, Mısır’da yaşayan Hristiyanlar
olmuştur.
Mısırlılar, Gamal Abdel Nasser ve Özgür Subaylar’ın, cumhuriyet kurmak
için monarşiyi devirdikleri zaman olan 23 Temmuz 1952 tarihini, o zamandan
3
Yolsuzluk iddialarına ilişkin olarak bkz. “Wikileaks’in İlk Depremi”, (15 Ocak 2011),
Hürriyet.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1169
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
beri her yıl Devrim Günü olarak kutlamaktadırlar. Ancak, Mısırlılar’ın Ocak
2011’den itibaren kutlayabilecekleri yeni bir devrim günleri daha olmuştur.
25 Ocak 2011’de başlayan protesto gösterileri, 30 yıldır iktidarda olan Hüsni
Mübarek’ın, 11 Şubat’ta görevinden istifa etmesine yol açmıştır. Mubarak’ın
istifasında protestoların giderek artmasının yanı sıra, Mısır ordusunun tavrının
önemli rolü olmuştur. Daha fazla şiddetin, ordunun meşruiyetine ve etkinliğine
zarar vermesinden çekinen Mısır Ordusu, Mübarek’le arasına mesafe koymuş
ve onu iktidarı bırakmaya zorlamıştır (Shebata, 2011: 26). Mısır’daki
protestoların patlak vermesinin tetikleyicisi ise, Ocak 2011 ortasında Tunus’ta
gerçekleşen “Yasemin Devrimi”dir. Ama protestolara yol açan nedenleri,
Mısır’ın siyasal ve toplumsal yapısında biriken sorunlarda aramak daha doğru
olacaktır. Mübarek’in düşmesi, özellikle üç faktörün sonucudur: Yolsuzluğun
ve ekonomik dışlanmışlık yoğunluğunun artması, gençliğin yabancılaşması
ve 2010 seçimleri sırasında halefiyet sorunu konusunda yaşanan Mısır eliti
arasındaki bölünmeler (Shebata, 2011: 26). Mübarak’in istifa etmesine
karşın, ordu ve devlet bürokrasisi, takip eden aylarda Mısır’ın siyasal geçiş
sürecinin koşullarını belirlemeye ve kontrol altında tutmaya devam etmiştir.
Ancak Mısır’daki en organize hareket olan Müslüman Kardeşler örgütünün
seçimlerden zaferle çıkması, 25 Ocak 2011’de başlayan protesto hareketlerinin
itici gücü olan seküler ve gençlik hareketlerinin marjinalleşmesine yol
açmıştır. Bu aşamada “demokrasi” ve “özgürlük” adına başlatılan protestolar
sürecinin kazananları siyasal İslamcılar olmuştur.
Libya’da ayaklanma başladığı zaman Albay Muammer Kaddafi,
“fareler” diye nitelendirdiği isyancıların hakkından geleceğini söylemiştir.
Ancak NATO’nun hava operasyonlarını başlatması, isyancıların durumunu
çok güçlendirmiştir. Başkent Trablus’un isyancıların eline geçmesinden ve
isyancıların oluşturduğu Ulusal Geçiş Konseyi’nin duruma hâkim olmasından
sonra dahi, Kaddafi doğduğu Sirte kentinde direnişini sürdürmüştür. 20 Ekim
2011’de, ağır maddi-manevi saldırıya maruz kalarak vurulup öldürülmesiyle
Kaddafi’nin Libya’daki 42 yıllık iktidarı da sona ermiştir. Yemen’de ise,
Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih ülkesini terketmek zorunda kalmıştır.
Suriye rejimine karşı muhalif grupların silahlandırılması ve örgütlenmesi
yoluyla yürütülen Suriye iç savaşı, korkutucu bir kaotik ortama doğru bölgeyi
sürüklemiştir. Üstelik mezhepsel farklılıkların ön plana çıkarılması, tüm bölge
ülkeleri için yeni kırılma noktaları anlamını taşımaktadır. Çetin Yiğenoğlu’nun
20 Şubat 2008’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazı dizisinde, Şam’da
170 OCAK 2015
TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK
gördüğü kadınlardaki farklı giyim tarzlarına karşın, toplumda bir dindarlaşma
yarışının olduğu ifade ediliyor ve İslamcı yapılanmaların önünün nasıl
açıldığından bahsediliyor.4 Hatırlanacak olursa, Suriye eski Devlet Başkanı
Hafız Esad, 1982’de Müslüman Kardeşler örgütünün ayaklanmasını, 25 bin
kadar Müslüman Kardeşler örgütü üyesinin öldürülmesi sonucunda bastırmayı
başarmıştır. Ancak, Esad, radikal İslama karşı ılımlı İslamı desteklemeyi,
kendi politikasının ana teması olarak benimsedi. Devlet eliyle medrese ve din
okulları açtı. Yiğenoğlu’nun verdiği bilgilere göre, “18 milyon nüfuslu bir
ülkede cami sayısı 80 bini aşmış durumda... Camilerin yanı sıra, 130’a yakını
Hafız Esad adını taşıyan 600’ü aşkın Kuran kursu açıldı, 22 ilahiyat fakültesi
ve İslam enstitüsü kuruldu. 80’i aşkın dini kültür merkezinin yanı sıra,
600 dolayındaki derneğin yarısını din eksenli örgütlenmeler oluşturuyor.”5
Böylelikle Suriye’de, İslamcı yapılanmaların gelişmesi için devlet eliyle
uygun bir toplumsal ortam yaratılmış oldu.
Şaşırtıcı bir benzerlik içinde, ABD’den yükselen sesler de, ancak bir
“ılımlı” İslam anlayışı sayesinde ABD karşıtı İslami fundamentalizmin
yükselişinin önüne geçilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Suriye’deki
ayaklanmanın nihai sonucunun ne olacağını öngörebilmek bir hayli zor
görünmekle birlikte, ayaklanmanın başladığı ilk zamanlardan bugüne kadar
geçen süre içerisinde Batılı ülkeler ve ayaklanmayı destekleyen, hatta
örgütleyen Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi bölge ülkeleri karşılarında
kolay lokma olabilecek bir rejimin bulunmadığını anlamış oldular. Anladıkları
başka bir şey de, rejimin halk tarafından kolay kolay terk edilmeyeceğidir.
Destek verdikleri ve hatta oluşturdukları “muhalefet” olarak nitelendirilen
gruplar, Suriye içinde etkili bir güç haline gelememişlerdir. Aksine Suriye,
El-Kaide gibi radikal dinci örgütlerin militanlarının toplandıkları ve zalimce
öldürme eylemleri gerçekleştirdikleri bir coğrafi alan haline dönüşmeye
başlamıştır. Bunun ötesinde Suriye’deki mevcut seküler rejim, uluslararası
alandaki güç mücadelesinin eylemli olarak gösterildiği bir alan olmuştur.
Suriye’deki iktidar mücadelesi, sadece Suriye rejimi ve muhalifleri arasındaki
bir mücadele olmaktan çıkmış, artık ABD ve müttefikleri ile Rusya, Çin
ve İran’ın başını çektiği bir başka müttefikler grubunun güç mücadelesine
dönüşmüştür.
4
5
Bkz. Çetin Yiğenoğlu, “Şam’daki Ortadoğu-3: ‘Türbanlı’ya ‘Hicaplı’ Diyorlar”, (20 Şubat 2008), Cumhuriyet.
Çetin Yiğenoğlu, “Şam’daki Ortadoğu-3: ‘Türbanlı’ya ‘Hicaplı’ Diyorlar”, (20 Şubat
2008), Cumhuriyet.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1171
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
IV. 1. Ayaklanmaların Yaşandığı Ülkelerin Ortak Özellikleri
“Arap Baharı” olarak adlandırılan ayaklanmaların/protestoların
yaşandığı ülkelerin otoriter/baskıcı rejimlere sahip oldukları ileri sürülmüştür.
Bunun dışında, ifade edilmesi gereken bir başka ortak özellikleri de, İslamcı
örgütleri baskı altında tutmaları ve nispeten seküler bir devlet düzenine
sahip olmalarıdır. Bu ülkelerdeki muhalefet gruplarının ortak noktası
hepsinin demokrasi talebinde bulunmalarıdır. Batı’lı ülkeler ve onların
Ortadoğu’daki müttefikleri konumunda olan Türkiye, Suudi Arabistan, Katar
ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkeler demokrasi ve özgürlük adına
ayaklanmaları desteklemişlerdir. İnternet medyası ve uluslararası haber
ajansları da, ayaklananların demokrasi taleplerini uluslararası kamuoyu
nezninde meşrulaştırmaya çalışmışlardır. İsyancıların müttefikleri, demokrasi
ve özgürlük savunucusu uluslararası kamuoyu, Batılı ülkeler ve hatta kendi
ülkelerinde demokrasi kusurları bulunan bölge ülkeleri bile, görünürde
demokrasi arzulayan bu kitleleri desteklemiştir.
Dikkat çeken hususlardan biri, Ortadoğu’da rejim değişikliği yaşanan
ülke liderlerinin/rejimlerinin, aynı zamanda 11 Eylül saldırıları sonrasında
ABD’nin terörle savaşımına destek veren ülkeler olmasıdır. ABD’nin
terörle mücadele yetkilileri, Tunus ve Mısır gibi ülkelerin terörizme karşı
agresif çabalarını ve ABD’yle işbirliği yapmalarını uzun zaman övgüyle
karşılamışlardır (Byman, 2011: 50); hatta Libya lideri Muammer Kaddafi
bile, 11 Eylül saldırılarından sonra El-Kaide’ye karşı savaşımında ABD’nin
yanında olmuştur. Nitekim Kaddafi, Mısır’daki devrimin arkasından Libya’da
karışıklıklarla karşılaştığında, Libyalıları, “Bin Laden’e kanmamaları”
konusunda ikaz ederek, El-Kaide’nin gösterilerin arkasındaki güç olduğunu
bile açıklamıştır (Byman, 2011: 50). Fakat, ABD ve medya, ayaklanmaları,
baskıcı/otoriter rejimlere karşı “demokrasi” arayışı olarak göstermeyi tercih
etmiştir. Aslında özellikle Tunus ve Mısır’daki gösterilere bakıldığında,
İslamcı fundamentalistlerin en azından ilk ayaklanma dönemlerinde göz
önünde olmadıkları görülmektedir. Göz önünde olanlar daha çok, Batılı bir
görünüme sahip olan liberal ve sol çevrelerdir.
Halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkeler arasında Türkiye, net ve açık
bir şekilde laik bir rejime sahip olduğunu ifade eden tek ülkedir. Arap dünyasının
en laik ülkesi Tunus’taki ‘laikimsi’ düzen, din ve devlet ayrılığı ilkesinden
ziyade dinin modernleştirilmesi veya modernleşmenin dinileştirilmesi üzerine
172 OCAK 2015
TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK
kurulmuştur6. İslamcı hareketlere karşı en keskin tavrı takınan ülkelerden
birisi Tunus olmuştur. Tunus, İslamcı hareketleri rejime tehdit olarak algılamış
ve özellikle komşu ülke Cezayir’de yükselen FIS (İslami Selamet Cephesi)
hareketinin etkisini kırmak istemiştir. Siyasal İslamcılara karşı sert tedbirler
almış olan ülkelerden birisi de Suriye’dir. Bütün bu ülkeler, toplumun İslami
fundamentalist hareketlere kaymasından endişe etmişlerdir. Gelişmeler bu
endişelerinin kurgusal endişeler olmadığını göstermiştir.
Türkiye’nin kendisi de siyasal İslamcı bir gelenekten gelen eski
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Mart 2012’de Tunus’a yaptığı ziyarette;
“Diktanın devrilmesi biraz daha gecikseydi, Selefilik gibi aşırı akımlar bugün
çok daha güçlü olacaklardı. Demokrasi olmasın dersen, Selefiler gibi akımları
radikalize edersin. Alternatifler olduğu sürece radikalizm kazanamaz.” 7
şeklindeki sözleri “Arap Baharı”nın kurgusal arka planı hakkında net bir fikir
vermektedir. Burada radikalleşmeye yönelişin önünün kesilmesi temel amaç
olarak ortaya çıkmaktadır. Ama bu kuramın gerçeklikle örtüşüp örtüşmediği
üzerinde çalışılması gerekmektedir. Aksine siyasal İslamcı partilerin iktidarda
olduğu ülkelerde, İslami fundamentalist hareketler daha rahat örgütlenme,
faaliyette bulunma ve tabanlarını genişletme olanağı bulabilmektedirler.
IV. 2. Siyasal İslam Konusunda ABD’nin Yanılgısı
ABD’ye göre, El-Kaide ve benzeri Batı-karşıtı İslamcı örgütler, sadece
silahlı militanları nedeniyle değil, aynı zamanda baskıcı/otoriter rejimler
altında yaşayan Müslüman halkın, bu örgütlerin şiddet çağrılarına kulak
vermeleri nedeniyle de tehlikelidirler. Arap ülkelerinde baskıcı/otoriter
liderler hüküm sürdüğü sürece, El-Kaide ve benzeri örgütler, halktan destek
almaya ve güçlenmeye devam edeceklerdir. Daniel Byman, “Mübarek gibi
diktatörler, demokrasi yanlısı protestocuların baskısı nedeniyle devrildikleri
zaman, mamafih, El-Kaide en iyi eleman bulma argümanını kaybedecektir:
Baskıcı Arap hükümetleri vatandaşları üzerinde baskı uygulamaktadır.
Daha az baskıcı liderlerin yükselişi El Kaide propagandistlerini bu değerli
argümandan mahrum bırakacaktır” (Byman, 2011:49) demektedir. Byman’a
göre, “gerçek demokrasi Bin Laden ve takipçileri için özel bir darbe olacaktır”
6
7
Nuray Mert, “Ortadoğu’da Din ve Toplum-3: Tunus’un Türkiye’ye En Yakın Ülke Olduğu Ne Kadar Doğru?”, (12 Mart 2008), Radikal.
Hasan Cemal, “Tunus Millet Meclisi’nde Bayraklı Gösteri”, (10 Mart 2012), Milliyet.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1173
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
ve “Orta Doğu’da boydan boya özgür bir basın, serbest seçimler ve sivil
özgürlüklere doğru olası hareket, El-Kaide dogmasının en az kullandığı
kısmını gündeme getirecektir: Demokrasi düşmanlığı” (Byman, 2011:
49); yani İslami fundamentalizmin güçlenmesinin önüne “demokrasi” ile
geçilebileceği sanılmaktadır.
Demokrasi talep eden güçlü muhalefet gruplarının ideolojik olarak nasıl
bir siyasal rejim ve toplum oluşturmak istediklerine bakıldığı zaman, Batılı
anlamda bir demokrasi yerine, dinsel kurallara dayalı bir siyasal rejim ve toplum
inşa etmek istedikleri görülmektedir. “1966’da idam edilen büyük düşünür
Seyyit Kutub’a göre, Cihat hakiki müminin dinsiz Cahiliye düzeninden kopmasını
sağlayan bütün pratikleri kapsıyor, kişinin Kuran’a dayalı tefekküründen silahlı
mücadeleye kadar uzanıyordu” (Bayart, 1999: 97). Bayart’ın da yer verdiği
gibi, dünya üzerinde Allah’ın hükümranlığını kurmak, insanlarınkini kaldırmak,
iktidarı onu kötüye kullanan takipçilerinden alıp sadece Allah’a vermek, yetkiyi
sadece tanrısal yasaya (şeriatullah) vermek ve insan tarafından yaratılan
yasaları kaldırmak... tüm bunlar dua ve nutuklarla yapılamaz (1999: 97). Ancak
pragmatist nedenlerle, Batılı kamuoyları tarafından da sempatiyle karşılanan
“demokrasi” kavramı sloganlaştırılmıştır. Oysa gerçek ideolojik kimlikleri
araştırıldığı zaman, isyancıların epeyce bir kısmının, silahlı mücadele yürüten
İslamcı militanlar oldukları ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Libyalı isyancıların
büyük bir bileşenini, içlerinde bazılarının Irak’ta ABD güçlerine karşı savaşmış
olduğu, genelde şiddet yanlısı İslamcıların oluşturduğu görülmektedir.
Suriye devriminin bileşenlerine de, İslamcılar tarafından öncülük edildiği
endişesi vardır ve Mısır devlet başkanı Mübarek’in devrilmesinin Müslüman
Kardeşler’in daha fazla güç kazanmasına yol açacağına kuşku yoktur (Smith,
2011: 4).
ABD’nin görünürdeki beklentisi ve bu bağlamdaki yanılgısı, dinsel
dogmalarla zihinleri şekillendirilmiş olan insanların, demokratik ve özgür
bir toplum inşa edebileceklerini düşünmesi olmuştur. Ancak daha derin bir
sondaj yapıldığında, ABD’nin bölgedeki ve İslam dünyasındaki demokratik
toplum projesinin de, gerçekte ılımlı İslam demokrasisi ile sınırlı olduğu
anlaşılmaktadır. Nitekim ABD’nin beklentisinin aksine, “Arap Baharı”
yaşanan ülkelerde, İslami fundamentalizm daha da güçlenmiştir. Dahası
siyasal İslamcı partilerin güçlenmeleri ve iktidara gelmeleri ile birlikte, yeni
bir İsrail-Arap savaşı olasılığı bile, tasavvur edilebilir hale gelmiştir. Oysaki
174 OCAK 2015
TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK
İslamcılar arasındaki farklılık sadece, Mahmud Hamdani’nin deyimi ile Batı
ile işbirliği yapan ‘iyi Müslüman’ ve yapmayan ‘kötü Müslüman’ arasındadır8.
Arap ülkelerinin halklarının ağırlıklı olarak mezheplerine göre Sünni
ve Şii olarak adlandırıldıkları ve içyapılarında mezhepsel çatışmaların arttığı
görülmeye başlanmıştır. Toplumsal sempati veya antipati, ayaklananların
demokrasi taleplerinden ziyade mezhepsel talepler olarak konumlandırılmıştır.
ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgali ve sonrasında merkezi yönetimin Şii ağırlıklı
oluşması, mezhepsel kimliklerin öne çıkmasına yol açmış ve mezhepler arası
çatışmaları arttırmıştır. Sonuç olarak, “Arap Baharı” bir iç savaşlar serisidir,
mezhep ve kabile çatışmalarıdır ve sadece siyasal elitler ve halk arasında değil,
aynı zamanda belli rejimlerin kendi içindeki bölünmeleridir (Smith, 2011:56). Nitekim “devrim”lere ve “karşı devrim”lere yol açan önemli bir nedenin,
yani mevcut rejimin gücünün zayıflaması ve bununla beraber farklı toplumsal/
sınıfsal kesimlerin taleplerine cevap verememesinin kızıştırdığı meşruiyet
krizinin, “Arap Baharı” ayaklanmalarında da mevcut olduğu anlaşılmaktadır.
ABD bir taraftan radikal İslamcılarla savaş yürütürken, diğer taraftan da
otoriter rejimlerin yerini almaya başlayan İslamcı hareketlerin “demokrasi”
adına destekleyicisi olmuştur. ABD ve müttefiklerinin ayaklanmaları
desteklemeleri ve ayaklanmaların başladığı dönemde Amerikan karşıtı bir
dalganın ortaya çıkmaması, oluşan İslamcı hükümetlerin ABD’yle paralel bir dış
politikayı uygulayacakları veya İsrail’e karşı olan tutumlarını değiştirecekleri
anlamına gelmemiştir. ABD, bu grupların demokrasi, çoğulculuk ve kadın
haklarına saygı göstereceklerini öngörmüş olabilir. Fakat ABD’yi reel olarak
korkutan şey, bu gibi grupların izleyebilecekleri dış politika seçenekleridir
(Hamid, 2011: 40). ABD, İslamcı grupların, Batı’nın önemli çıkarlarına saygı
göstermelerini ve İsrail-Arap barış görüşmeleri, İran politikası ve terörizmle
mücadelesinde yanında olmalarını istemiştir. Ancak “ılımlı İslamcılar”ın güç
kazandıkça, ABD’nin beklentilerinin aksi istikamette bir rotaya yöneldikleri
görülmeye başlanmıştır.
İslamcı partilerin demokrasiye bağlılık taahhütlerinde bulunmaları, onlar
için taktiksel bir seçim olmaktadır. Çünkü demokrasi ve dinsel dogmalara
dayalı ideolojileri arasında seçim yapabilmeleri veya dinsel dogmalarla
demokrasiyi bağdaştırabilmeleri pek olanaklı değildir. Nitekim Batılı
8
Nuray Mert, “Ortadoğu’da Din ve Toplum-3: Tunus’un Türkiye’ye En Yakın Ülke Olduğu Ne Kadar Doğru?”, (12 Mart 2008), Radikal.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1175
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
ülkelerdeki tarihsel sürece bakıldığı zaman, dinsel dogmaların dünveyi iktidar
alanından uzaklaştırılmasının bir sonucu olarak modern ulus devletlerin
ve demokrasilerin doğduğu/geliştiği görülmektedir. Bu nedenle ABD’nin,
siyasal İslamcı partileri Ortadoğu’ya “demokrasi”yi getirecek olan aktörler
olarak görmesi, ciddi bir öngörüsüzlüğe ve tarihsel gelişim seyri bakımından
ciddi bir yanılgıya işaret etmektedir.
V. “AYDINLANMA” VE “DİN”
Max Horkheimer (2002: 70); “akıl kavramı ne kadar güçten düşerse,
ideolojik manipülasyona, hatta en kaba yalanların yayılmasına o kadar
elverişli duruma gelir. Aydınlanmanın ilerlemesiyle nesnel akıl düşüncesi,
dogmatizm ve boş inançlar dağılıp gider; ama çoğu zaman gelişmeden en
kazançlı çıkan gericilik ve cehalet savunucuları olur” demektedir. Çünkü
“Akıl” insanları yanlış yerlere götürebilir. Akıl, Horkheimer’in ifade ettiği gibi
“…gericiliğe de bir ideoloji kazandırabilir, ilerleme ve devrime de” (2002:
70). Örneğin zencilerin köle yapılması “adil, akıllıca ve yararlı” “bir doğa
takdiri” olarak nitelendirilebilirdi (Horkheimer, 2002: 70). Ortaçağ döneminin
toplumsal ve ekonomik koşulları içinde son derece akıllıca bir çerçeveye
oturtulabilecek olan bir durum, 21. yüzyılda insanlığın gelmiş olduğu
noktada rasyonelleştirilmeye çalışılırsa, akıldışı ve gerici bir yaklaşım tarzı
olacaktır. İnsanlık tarihi bunun çok sayıda örnekleri ile doludur. İnsanlar tarih
boyunca hem doğa ile hem de birbirleri ile mücadele ederek belirlenmişlikleri
değiştirmeye çalışmışlar ve zamanı tarih haline dönüştürmüşlerdir. Ancak bu
zamanın tarih haline dönüştürülmesi süreci içerisinde, kuşku yok ki insanlık
hep ileriye gitmemiştir. Bazı dönemlerde, insanlık yüzyıllara varan ve insanlığı,
gelmiş olduğu noktadan daha geri bir insani düzene götüren dönemleri de
yaşamak zorunda kalmıştır. Örneğin Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde,
İtalya’da Faşistlerin ve Almanya’da Nazilerin iktidara gelmeleri, bunların
uyguladıkları politikalar insanlık açısından büyük bir geriye gidiş anlamına
gelmiştir. Adorno ve Horkheimer, o dönemde yayımladıkları Aydınlanmanın
Diyalektiği adlı kitaplarında, “insanoğlu neden gerçek bir insanlık durumuna
girmektense, yeni bir tür barbarlığın içine batıyor?” sorusunu irdelemişlerdir
(Booth, 2012: 65). Almanya gibi medeni bir devlet -örneğin Kant, Beethoven
ve Goethe’nin ülkesi- insanları gazla öldürmek için fabrikalar inşa
edebiliyorsa, tarihteki ilerleme fikrinin nasıl olur da bir anlamı olurdu (Booth,
176 OCAK 2015
TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK
2012: 146). Benzer şekilde, Soğuk Savaş sonrasında İslami fundamentalizmin
gelişmesi ve yaygınlaşması da, tarihteki ilerlemenin mutlak surette ileriye
doğru olmadığının bir işareti olmuştur.
Dinselliğin küresel olarak yeniden yaşam alanları bulduğu ve dinin
günümüzde yeniden önemsenmeye başlandığı bir realitedir. Aydınlanmanın
bir sonucu olarak din, geçen son yüzyıllarda devlet ve toplumsal yaşamın
belirleyicisi olmaktan uzaklaştırılmıştı. Arif Dirlik’in ifade ettiği gibi “aslına
bakarsanız, dinin hep hayatta olduğu ve heryerde gündelik hayat düzeyini
zaten belirliyor olduğu ve sadece “aydınlanmışların” onu görünmez kılmaya
çalıştığını ileri sürmek olasıdır (2006: 154). Gündelik yaşam pratikleri
ve güncel siyasetin de gösterdiği üzere, dinin siyasal bir ideoloji olarak
varlığını göz ardı etmemek gerekir. Bununla birlikte, bir din olarak İslam’ı
“aydınlanma”nın ve modernleşmenin önünde engel sayarak kurgulamak hatalı
bir yaklaşımdır. Dinleri, hem bir olgu olarak, hem de kimliklerin oluşumunda
önemli bir olgu olarak ele almak gerekmektedir.
Amin Maalouf ise, “Müslüman dünyasının, zorunlu modernleşmenin
getirdiği ikileme hiç düşünmeden vereceği cevabın radikal İslam olmadığı
bilinmelidir. Bu tavır uzun zaman, çok uzun zaman, son derece azınlıkta kalan,
çok küçük grupları etkileyen, önemsiz denmese de, marjinal bir tavır olarak
kaldı. Akdenizli Müslüman dünyası din adına değil, ulus adına yönetildi.
Ülkeleri bağımsızlığa götürenler milliyetçilerdi; onlar vatanın babaları
oldular, daha sonra onlarca yıl dizginleri ellerinde tutan onlardı ve bütün
bakışlar beklentilerle, umutla onlara yönelmişti. Hepsi Atatürk kadar / açıkça
laik ve modernlik yanlısı değildi, ama dayanak noktaları hiçbir zaman, bir
bakıma bir yana attıkları din olmamıştı” demektedir (2008: 69-70). Maalouf,
Nasır’ı örnek göstermekte ve 1956’dan itibaren Mısır Cumhurbaşkanı’nın
nasıl bir saygınlığa sahip olduğunu bugün hayal etmenin bile zor olduğunu”
belirtmektedir: “Aden’den Kazablanka’ya her yerde fotoğrafları vardı, gençler,
hatta daha yaşlılar onun ismini anarak ant içiyor, hoparlörlerden onun şerefine
çalınan marşlar yükseliyor ve o ardı arkası kesilmeyen söylevlerinden birine
başladığında, insanlar iki saat, üç saat, dört saat bıkmamacasına transistörlü
radyoların başına üşüşüyorlardı. Nasır, halk için bir ilah, bir tapınma aracıydı.
Yakın tarihte benzer durumlar aradıysam da, hiç bulamadım. Böylesine bir
yoğunlukla ve aynı zamanda bu kadar ülkeye birden yayılan hiç kimse yok.
Her halükârda Müslüman Arap dünyasında, Nasr sonrasında uzaktan da olsa
YIL: (5) 1 – SAYI: 1177
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
bu tarihi olguyu andıran bir olay asla yaşanmamıştır” (Maalouf, 2008: 70).
Maalouf, Nasır’ın İslamcıların amansız düşmanı olduğunu, onu öldürmeye
kalkıştıklarını, kendisinin de onların başlarından çok kişiyi idam ettirdiğini
ve o dönemde, bir İslamcı hareket militanının sokaktaki adamın gözünde
Arap ulusunun bir düşmanı ve çoğu zaman da, Batı’nın işbirlikçisi olarak
görüldüğünü hatırladığını söylemektedir (2008:70). Peki ne olmuştur da,
İslam fundamentalizmi kendisine yayılma ve gelişme olanağı bulabilmiştir?
Başta Nasır olmak üzere, milliyetçi yöneticilerin gerek art arda gelen askeri
başarısızlıkları, gerekse azgelişmişliğe bağlı sorunları çözmede yetersiz
kalmaları sonucunda bir çıkmaza girmeleri, siyasal İslam’ın gelişmesinin
toplumsal zeminini oluşturmuştur. Soğuk Savaş’ın sona ermesi sonrasında,
sosyalizmin de iflasıyla birlikte “dünya zamanı”na da uygun olarak geçmişe
dönüş ve din bir tutunum ideolojisi olarak güç kazanmıştır. Buradan
çıkarılabilecek sonuç şudur ki insanlığın tarihsel süreç içinde sürekli bir
şekilde ilerleyeceğinin hiç bir garantisi yoktur.
SONUÇ
Friedrich Engels (2003: 185); “hayvanlar dünyasından ayrılan ilk insanlar,
her özsel noktada hayvanlar denli, daha az özgür idiler; ama uygarlığın her
ilerlemesi, özgürlüğe doğru atılmış bir adımdır” demektedir. Engels, sürtünme
ile ateş yakmanın insana, doğanın bir gücü üzerinde ilk kez olarak egemenlik
verdiğini ve böylece onu hayvanlar dünyasından kesinlikle ayırdığını ifade
etmektedir (2003: 185). Karl Marx ise, “insanlar kendi tarihlerini kendileri
yaparlar, ama kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde
değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten
gelen koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir
ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine kâbus gibi çöker” demektedir (2002:
13). Jean Jacques Rousseau da (2007: 29)¸“insan özgür doğar, oysa her
yanda zincire vurulmuş bir durumda” sözleriyle; benzer koşullamaya işaret
etmektedir. Ancak insan, kendisinin içinde bulduğu koşulları kabullenmez
ve sürekli bir mücadele ile kendi dışındaki belirlenmişlikleri değiştirmeye
ve özgürleşmeye çalışır. İnsanın özgürlüğünden vazgeçmesi demek, insan
olma niteliğinden, insanlık haklarından, hatta ödevlerinden vazgeçmesi
demektir (Rousseau, 2007: 39). Yaşanan süreç bir kez daha göstermiştir ki,
karşı-devrimler, insanları gerçekte özgürlüklerinden vazgeçirmekte ve onları
178 OCAK 2015
TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK
metalaştırmaktadır. Hâlbuki bugünün yaşayanları, kendilerinden sonraki nesil
için mevcut olandan daha iyi şartlar oluşturmak yönünde uğraş vermelidir.
Bu uğraşın bir sonu yoktur. Tarih ilerlemeye devam etmektedir, ama “dünya
zamanı”ndaki değişme ve yayılmalara göre yönü şekillenmektedir. Soğuk
Savaş’ın sona ermesi, Fukuyama’nın ifade ettiği gibi tarihin sonu/liberal
demokrasilerin nihai zaferi anlamına gelmedi. Örneğin din, dünya ölçeğinde
bir geridönüş yaptı; aynı şekilde, onun yayılmacı mezhepleri arasındaki kan
davası ve onların laiklikle mücadeleleri de devam etti (Booth, 2012: 495).
Evet, Booth’un da işaret ettiği gibi, Soğuk Savaş’ın sonunda yapılan bütün
öngörüler içinde en kusurlu olanı, muhakkak ki ideolojik mücadelelerin tarihin
çöp sepetine atıldığı inancıdır. Bu yeni fikirler çağında, yeşeren şeyin evrensel
özgürleşmenin tohumlarından ziyade, “akıldışılık” ve “gericilik” olduğuna”
tanık olmak zorunda kalındı (2012: 495-496).
Booth, akıldışılığın hâkim gelmesine izin verilirse, sonucun hiç şüphesiz
bir medeniyetler çatışması olabileceğini ifade etmekle birlikte, O’nun
kastettiği çatışma, Samuel Huntington’ın kuramındaki gibi, “Medeniyetler”
arasında olmaktan ziyade, Edward Said’in dediği biçimde, bir “Cehalet
Çatışması”dır (2012: 497). Dinsel inançlar siyasete karıştığı zaman, akıldışılık
ve gericilik belirleyici olmaya başlayacak, mevcut sorunlara çözüm, dinsel
dogmalarda ve geçmişteki ideal bir düzen kurgusunda aranacaktır. Eğer
böyle koşullarda ekonomik çöküş ortaya çıkarsa, giderek artan sayıda insanın
iş ve güvenlik kaybından korkmaya başlaması, dahası gündelik politikanın
işlerine yaramadığına olan inançlarının artması, totaliter değerlerin yükselişi
için güçlü bir tetikleyici olabilmektedir (Booth, 2012: 500). Faşizme kayış
çok hızlı bir seyir izleyebilmekte, Hitler’in 1932-1933’teki hızlı yükselişi,
(on yıl önceki hareketinin çöküşünü takiben) toplumsal-siyasal durumların
ne kadar hızlı değişebileceğine ve bir sene once olası görünmeyen bir şeyin,
bir sene sonra muhtemel hale geldiğine dair faydalı bir hatırlatmadır (Booth,
2012: 500). Booth’un ifade ettiği gibi, Mussolini ve Hitler’in kişiliklerinde
simgeleşen ve “melun”lukları içinde barındıran bir kelime olması nedeniyle,
bugün siyasi gruplar artık kendilerini faşist olarak tanımlamak konusunda hiç
hevesli değillerdir (2012: 501). Ama Fukuyama ve Booth’un Avrupa’daki
faşizm ile İslami fundamentalizm arasında bir benzerlik kurmuş olmaları ise,
bir hayli dikkat çekmektedir. Booth, Avrupa dışında faşizm fikrinin tartışıldığı
ikinci alanın İslami dünyaya odaklandığından bahisle, özellikle, teröre karşı
savaş genişleyip yayıldıkça ve 2003 yılındaki Irak savaşı bir şiddet ve terörizm
YIL: (5) 1 – SAYI: 1179
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
dalgasına yol açınca, faşizm suçlamasının küresel İslami cemaat içindeki
aşırı eğilimlere yönelik hale getirildiğine dikkatleri çekmektedir (Booth,
2012: 504). Burada “aşırı eğilimler” ile “aşırı olmayan eğilimler” arasındaki
toplumsal anlayış ve devlet düzenine bakış açıları arasındaki farkın, pek de
belirgin olmadığının ifade edilmesi de gerekmektedir.
İnsanlığın tarihsel gelişim seyrine bakıldığı zaman, devlet düzenlerinin
ve toplumsal kuralların “dinsel” dogmalarla belirlendiği siyasal rejimlerin
yerine, dünyevi/seküler kuralların ve insan ürünü ideolojilerin belirleyici
olduğu siyasal rejimleri tesis eden ayaklanmalar, “devrim” kavramı ile ifade
edilmektedir. Bu yaklaşım tarzının en önemli örneğini, 1789 Fransız Devrimi
teşkil etmektedir. Bunun karşısındaki, en önemli örnek 1979 İran devriminde
olduğu gibi, “dinsel” dogmaların devlet düzenini ve toplumsal düzeni
belirlemeye başladığı devrimlerin ise, “karşı devrim” olarak adlandırılması
gerekmektedir. “Karşı devrim” insanın doğa karşısında ve birbiriyle mücadele
ederek ulaşmış olduğu ileri konumundan, geçmişte kalmış bir düzene doğru
evrilmesi olarak ifade edilebilir. Bu bağlamda ele alındığında İngiliz,
Amerikan, Fransız, Rus, Türk ve Çin devrimleri ilerici büyük devrimler,
İtalya’daki Faşist ve Almanya’daki Nazi devrimleri ile İran İslam Devrimi
karşı-devrimler olarak nitelendirilebilir. “Arap Baharı”nı hazırlayan süreci
ve sonuçlarını insanlığın tarihsel gelişim seyri bakımından ele aldığımız ve
“dünya zamanı” içindeki değişimle bütünlükleştirdiğimizde, “Arap Baharı”
ayaklanmalarını, “karşı-devrim” olarak nitelendirmek gerektiği aşikâr hale
gelmektedir.
180 OCAK 2015
TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK
KAYNAKÇA
BAYART, Jean –François (1999), Kimlik Yanılsaması, çev.: Mehmet
Moralı, İstanbul: Metis Yayınları.
BONWICK, Colin (2003), “Amerikan Devrimi 1763-91”, Batı’da
Devrimler ve Devrimci Gelenek 1560-1991, David Parker (ed.), çev.: Kemal
İnal, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 94-117.
BOOTH, Ken (2012), Dünya Güvenliği Kuramı, çev.: Çağdaş Üngör,
İstanbul: Küre Yayınları.
BREUILLY, John (2003), “1848 Devrimleri”, Batı’da Devrimler ve
Devrimci Gelenek 1560-1991, David Parker (ed.), çev.: Kemal İnal, Ankara:
Dost Kitabevi Yayınları, 142-169.
BYMAN, Daniel (2011), “Terrorism After the Revolutions”, Foreign
Affairs, 90(3), 48–54.
CEMAL, Hasan, “Tunus Millet Meclisi’nde Bayraklı Gösteri”, (10 Mart
2012), Milliyet.
DİRLİK, Arif (2006), ““Buradan Nereye Gidiyoruz?” Marksizm,
Modernite ve Postkolonyal İncelemeler””, Global Modernite ve Sosyalizm:
Üçüncü Dünya Hayaleti, Globalizasyon ve Çin Halk Cumhuriyeti, Ali Şimşek
(ed.), çev.: Veysel Batmaz, İstanbul: Salyangoz Yayınları.
ENGELS, Friedrich (2003), Anti – Dühring, çev.: Kenan Somer, Ankara:
Sol Yayınları.
FUKUYAMA, Francis (2011), Tarihin Sonu ve Son İnsan, çev.: Zülfü
Dicleli, İstanbul: Profil Yayıncılık.
GRIFFIN, Roger (2003), “Sağdan Devrim: Faşizm”, Batı’da Devrimler
ve Devrimci Gelenek 1560-1991, David Parker (ed.), çev.: Kemal İnal, Ankara:
Dost Kitabevi Yayınları, 231-249.
HAMİD, Shadi (2011), “The Rise of the Islamists,” Foreign Affairs,
90(3), 40-47.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1181
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
HOBBES, Thomas (2010), Leviathan, çev.: Semih Lim, İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları.
HORKHEIMER, Max (2002), Akıl Tutulması, çev.: Orhan Koçak,
İstanbul: Metis Yayınları.
HUNTINGTON, Samuel P. (2002), “ABD Ulusal Çıkarlarını Yitirirken,”
Medeniyetler Çatışması, Murat Yılmaz (ed.), İstanbul: Vadi Yayınları, 157162.
HUNTINGTON, Samuel P. (2004), Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal
Kimlik Arayışı, çev.: Aytül Özer, İstanbul: CSA Global Yayın Ajansı.
HUNTINGTON, Samuel P. (2013), Medeniyetler Çatışması ve Dünya
Düzeninin Yeniden Kurulması, Çev.: Mehmet Turhan ve Y.Z. Cem Soydemir,
İstanbul: Okuyan Us.
KARAGÖZ, Betül (2011), Toplumsal Adalet ve Totalitarizm, İkinci
Baskı, Anakara: Divan Kitap Yayınları.
LENİN, Vladimir İ. (2010), Bolşevikler ve Proletarya Diktatörlüğü,
çev.: Ferit Burak Aydar, İstanbul: Agora Kitaplığı.
LENİN, Vladimir İ. (2010), Sovyet İktidarı ve Dünya Devrimi, çev.: Ferit
Burak Aydar, İstanbul: Agora Kitaplığı.
MAALOUF, Amin (2008), Ölümcül Kimlikler, çev.:Aysel Bora, İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları.
MARX, Karl (2002), Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Sevim
Belli, Ankara: Sol Yayınları.
MERT, Nuray, “Ortadoğu’da Din ve Toplum-3: Tunus’un Türkiye’ye En
Yakın Ülke Olduğu Ne Kadar Doğru?”, (12 Mart 2008), Radikal.
PARKER, David (2003), “Giriş: Devrime İlişkin Yaklaşımlar”, Batı’da
Devrimler ve Devrimci Gelenek 1560-1991, David Parker (ed.), çev.: Kemal
İnal, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 13-29.
PERRIE, Maureen (2003), “Rus Devrimi”, Batı’da Devrimler ve
Devrimci Gelenek 1560-1991, David Parker (ed.), çev.: Kemal İnal, Ankara:
Dost Kitabevi Yayınları, 192-211.
182 OCAK 2015
TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK
SKOCPOL, Theda (2004), Devletler ve Toplumsal Devrimler, çev.: S.
Erdem Türközü, Ankara: İmge Kitabevi.
SHEBATA, Dina (2011), “The Fall of the Pharaoh: How Hosni Mubarak’s
Reign Came to an End”, Foreign Affairs, 90 (3), 26-32.
SMITH, Lee (2011), “ Middle Eastern Upheavals: Weakening
Washington’s Middle East Influence”, Middle East Quarterly, Summer, 3-10.
ROUSSEAU, Jean Jacques (2007), Toplum Sözleşmesi, çev.: Alpagut
Erenuluğ, İstanbul: Öteki Yayınevi.
TÜRK DİL KURUMU (2014),
h t t p : / / w w w. t d k . g o v. t r / i n d e x . p h p ? o p t i o n = c o m _
bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.5484cca955aef6.57332499,
Erişim
Tarihi: 08.12.2014.
TÜRK DİL KURUMU (2014),
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&view=bts&kategori1
=veritbn&kelimesec=185629, Erişim Tarihi: 08.12.2014.
Wikileaks’in İlk Depremi, (15 Ocak 2011), Hürriyet.
WRIGLEY, C. J. (2003), “İki Savaş Arası Avrupası’nda Karşı- devrim
ve Devrimin ‘Başarısızlığı’”, Batı’da Devrimler ve Devrimci Gelenek 15601991, David Parker (ed.), çev.: Kemal İnal, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları,
212-230 .
YİĞENOĞLU, Çetin, “Şam’daki Ortadoğu-3: ‘Türbanlı’ya ‘Hicaplı’
Diyorlar”, (20 Şubat 2008), Cumhuriyet.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1183
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
184 OCAK 2015
CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ
VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ:
ÇAĞDAŞLAŞMA VURGULARI
9*
Tunca ÖZGİŞİ
Özet
Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte Türk toplumunun hayatında hızlı
bir değişim süreci de beraberinde gelmiştir. Bu değişimin dinamiklerinden
biri de Osmanlı’nın son dönemlerinden Cumhuriyet’in ilk yıllarına kalan
modernleşme-çağdaşlaşma mirasıdır. Bu miras, Türkiye Cumhuriyeti’nin
hem siyasi, hem de toplumsal dönüşümünün odak noktasını oluşturmaktadır.
O dönemde yapılan bütün yeniliklerin kökeninde çağdaşlaşma-modernleşme
arzusu yatmaktadır. Bunu gerçekleştirmek için öncelikle ulusal bağımsızlık
adına ciddi bir mücadele verilmiştir. Ardından ulusal egemenlik için gereken
çalışmalar yapılmıştır. Cumhuriyet rejimi benimsenmiş ve bireyin devlet
yönetimine katılımı ile ulus iradesinin yeni kurulan devlete yön vermesi
istenmiştir. Çok partili hayata geçiş denemeleri ile demokratikleşme adına
ilk adımlar atılmıştır. Ulusal bir kimlik oluşturmak için kanunlarda önemli
değişiklikler yapılmıştır. Kadın yenilik hareketlerinde önemli bir sembol
olmuştur. Eğitim alanında geçmişle bağlar tamamen koparılmıştır ve Batılı
tarzda okullar açılmıştır. Bütün bunlar yapılırken çağdaşlaşma- modernleşme
vurguları her fırsatta dile getirilmiştir. Bu çalışma kapsamında Türkiye’nin
çağdaşlaşma politikalarının Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki etkisi ele
alınmıştır. Ayrıca o dönemde çağdaşlaşma perspektifinde hangi temalara
vurgular yapıldığı anlatılmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Çağdaşlaşma, Modernleşme, Erken Cumhuriyet
Dönemi, Ulus iradesi, Ulusal Kimlik.
*
Yrd. Doç. Dr., Yalova Üniversitesi, [email protected]
YIL: (5) 1 – SAYI: 1185
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
POLITICAL AND SOCIAL TRANSFORMATION’S AXIS IN THE
FIRST YEARS OF THE TURKISH REPUBLIC: MODERNIZATION
HIGHLIGHTS
Abstract
A swift in the life of Turkish society came together with the establishment
of the Republic. The root of changes in this period lays in this desire of
modernization-rationalization. A serious struggle of national sovereignty
takes place. For national sovereignty, the Republic as a regime is adopted.
Individual participation to the governance of the State and nations are directly
linked with the newly established State. Important amendments are made
in the law system in order to create “the” national identity. In the field of
education, all ties with history are cut and Western style schools are opened.
Women are an important symbols for the Modern State. In the meantime,
rationalization-modernisation is mentioned. First steps for democracy are
taken with the transition to the multi-party regime.
In this study, effects of the policies of Turkey at the foundation years of
the Republic are handled. Moreover, themes emphasized in this period are
explained.
Keywords: Rationalization, Modernisation, Early Republican Period,
Will of the Nation, National Identity
ОСЬ ПОЛИТИЧЕСКИХ И ОБЩЕСТВЕННЫХ
ТРАНСФОРМАЦИЙ В ПЕРВЫЕ ГОДЫ ТУРЕЦКОЙ
РЕСПУБЛИКИ : АКЦЕНТЫ МОДЕРНИЗАЦИИ
Аннотация
Создание республики повлекло за собой процесс резких перемен в
жизни турецкого общества. Одним из динамик данных перемен является
наследие модернизации ,оставшееся с последних периодов Османской
империи к первым годам республики. Это наследие является центром
как политической,так и общественной трансформации Турецкой
республики. В основе новшеств, введённых в тот период , лежит
желание модернизации. Для их реализации в первую очередь велась
серьёзная борьба за национальную независимость. Затем было сделано
186 OCAK 2015
CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA...
всё необходимое для национального суверенитета. Режим республики
был принят, и желалось участие индивида в управлении государством ,и
чтобы народная воля определяла вектор вновь образованного государства.
С попытками перехода к многопартийной жизни , были сделаны первые
шаги для демократизации. Существенные изменения были внесены
в законодательство в целях создания национального самосознания.
Женщина стала важным символом модернистских движений. В сфере
образования были полностью разорваны связи с прошлым и были
открыты школы западного стиля. Всё это время акценты на модернизацию
постоянно звучали. В этой работе рассмотрено влияние модернистских
реформ Турции в годы создания Республики. А также объяснены темы,
которые акцентировались в то время в перспективе модернизации.
Ключевые слова: Модернизация, Ранний Период Республики, Воля
Народа, Национальная Идентичность.
MODERNLEŞME, ÇAĞDAŞLAŞMA, BATILILAŞMA
KAVRAMLARI ÜZERİNE BİR GİRİŞ
Sosyal bilimler literatüründe en çok tartışılan ve farklı tanımlamaların
yapıldığı kavramların başında “modernleşme” gelir. Merkezde bir aktör gibi
duran ve çevresindeki hemen her öğeyi etkileyen, şekillendiren bir güç olarak
modernleşme, önemli bir kavram olarak sürekli gündemdedir. Bu kavram
aynı zamanda bir toplumun gitmesi gereken yönü göstermek için kullanılan
bir kavramdır. “Modern” kavramının, benzer kavramlarda olduğu gibi
tanımlanması oldukça zordur. Bu zorlukla ilgili Demirhan’ın tespiti kayda
değerdir; “modernliği tanımlamaya girişmek, sorunlu bir alana dalmaktır;
çünkü ne bir harekettir modernlik, ne de bir akım”. Öte yandan modernlik,
yalnızca tarihsel bir kesit, belirli bir dönemi ve bu dönemde hakim olan
özellikleri betimlemek için kullanılan bir terim ya da kavrayış da değildir.
İçinde yaşanılan zamanı, ya da daha doğru bir ifadeyle günümüze ait bir
dönemi tanımlama çabasında olan bir bilinç durumudur.1
Modernleşme kavramı, genellikle az gelişmiş ülkelerin, ekonomik,
toplumsal, siyasal ve kültürel bakımdan, sanayileşmiş ülkeler modelini temel
alarak bir değişme göstermeleri anlamında kullanılmaktadır. Bunun da yine
1
Ahmet Demirhan, Modernlik, İstanbul, Ağaç Yayınları, 1992,. s. 11.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1187
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
ideolojik yönüyle beraber, aynı zamanda Habermas’ın ifade ettiği “bitmemiş
bir proje”nin tamamlanması çabası ya da süreci olarak algılanmasını
doğurmaktadır.2 Ancak bu projenin, dönemsel perspektiflerin nüansları
olmakla beraber, çeşitli adlandırmalarla günümüze kadar süregeldiği
görülmektedir. Bu projeyi tanımlamak üzere, kimi zaman modernleşme
kavramı kullanılırken, kimi zaman Batılılaşma, kimi zaman da çağdaşlaşma
kavramları kullanılmıştır. Bu kavramlar (modernleşme /batılılaşma/
çağdaşlaşma kavramları) zaman zaman birbirlerinin yerine eşanlamlı
kullanılan, birbirleriyle girift bir ilişki içerisinde bulunan, birbirinden beslenen
ve en önemlisi bir sürecin farklı boyutlarına vurgu yapan tanımlamalar olarak
da kabul edilmektedir. Modernleşme, çağdaşlaşma ve batılılaşma, hem
benzer hem de farklı yönleri olan, birbirleriyle yakın ilişki içinde bulunan
kavramlardır. Bu kavramlar, sosyal bilimler alanında da çoğu zaman tanımları,
kullanımları karıştırılan konulardandır. Modernleşme/çağdaşlaşma ilişkisini
net bir biçimde ortaya koyabilmek için bu kavramlarla ilgili de tanımlar ortaya
koyarak bir değerlendirme imkânı aranabilir.
Hilmi Ziya Ülken modernliğin ideolojikleşmiş boyutunu da göz önünde
bulundurarak; Batı kültürünün, önce ekonomi-siyasi alanda, sonra bütün
değerler alanında dünya görüşü olacak kadar genişlediği zaman, onun gelişme
hızına ayak uyduramayan başka kültürler için tek yol olarak hedeflendiğini
ifade etmektedir.3
Ahmet Oktay modernliği, Giddens ile benzer şekilde, genel olarak, XVII.
yüzyılda Avrupa’da başlayan ve sonraları neredeyse bütün dünyayı etkisi
altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimi olarak anlamaktadır. Oktay,
modernleşmeyi bilimsel bilgi, endüstrileşme, uzmanlaşma, demokrasi, laiklik
düşüncesi ve bireyselleşme eksenleri etrafında toplumsal yaşam alanlarını
düzenlemeye yönelik, tarihsel süreci de içine alan henüz tamamlanmamış bir
proje olarak değerlendirmektedir.4
Emre Kongar ise modernleşmeyi, farklı boyutların bir toplamı olarak
görür. Modernleşme ona göre siyasal, ekonomik, kültürel görüntüleri ile birlikte
tüm toplumsal yapının gelişen teknolojiye bağlı olarak endüstrileşmesidir.
2
3
4
188 Jürgen Habermas, The Philosophical Discourses of Modernity, Cambridge, Polity
Press,1987.
Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul, Ülken Yayınları, 1999, s.
20.
Ahmet Oktay, Postmodernist Tahayyüle İtirazlar, Ankara, İnkılap Yayınları, 2000, s. 10.
OCAK 2015
CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA...
Kongar bu kavramı, az gelişmiş ülkeler açısından değerlendirdiğinde, geri
kalmış toplumların kendileri ile eşzamanlı olan ileri toplumlara yetişmesi
olarak tanımlar. Modernleşme, bir anlamda insanoğlunun genel evrim çizgisi
bakımından geri kalmış toplumların, zamanımızda bu çizginin son noktasına
gelmiş olan ileri toplumlara yetişmesidir. Yani sorun insanoğlunun gelişmesi
yönünden bir ilerleme değil, bir eşitlenme sürecidir. Bu süreç, büyük ölçüde
planlı ve programlı bir toplumsal değişme, yani toplumsal güdülenme
gerektirir. Çünkü erişilecek hedef bellidir. Bu hedefe nasıl varılacağı, yani
toplumun modernleştirilmesi usulleri de açıklığa kavuşturulmuştur. Bununla
birlikte geri kalmış bütün ülkeler, bir an evvel ilerlemiş ülkelere yetişmeyi
arzulamaktadırlar. Modernleşme sadece güdümlü bir toplumsal değişme
değil, bu değişmenin hızlı bir tempo ile de gerçekleştirilmesi arzusunu
doğurmaktadır. Bu hızlı ve planlı değişme arzusu modernleşmekte olan bazı
ülkelerde devrimlere yol açmaktadır.5
Modernleşme kavramı ile sıkça kullanılan bir diğer kavram çağdaşlaşmadır.
Mustafa Erkal’a göre, eski adı muasırlaşma veya asrileşme olan çağdaşlaşma,
her konuya iliştirilen bir kavram haline gelmiştir. Çağdaşlaşmayı sık sık
dile getirenlerin bundan ne anladıklarını da kavrayabilmek zordur. Çünkü
hazmedilmeden, fikir jimnastiği yapılmadan bu ve bu gibi kavramlar ortaya
atılmaktadır. Çağdaşlık bir maymuncuk gibi her konuya uydurulmaya çalışılır.
O vazgeçilmez bir aydın aksesuarıdır.6
Niyazi Berkes’e göre, Türkiye’nin iki yüzyıl boyunca geçirdiği toplumsal
değişimi en iyi karşılayan terim “çağdaşlaşma”dır. Berkes, “çağdaşlaşma”
ile “laiklik” terimleri arasında bağlantı kurarak, Türkiye’de iki yüzyıldır
gerçeklesen toplumsal değişimi, din-devlet ayrımının gerçekleşmesi ve
daha da önemlisi kutsallaşmış gelenek boyunduruğundan kurtulma süreci
olarak ifade eder. Çağdaşlaşma kavramının merkezine laikliği yerleştiren
Berkes, kutsal bir anlamda algılanan geleneğin toplumsal dokudan tamamıyla
sökülmesi gerekliliğinin üzerinde önemle durmaktadır. Berkes, özellikle
çağdaşlaşmaya ve diğer kavramlara bakışının altında din devlet ayrımını
odak noktası olarak kabul eden görüşler ortaya koyarak analiz etmeye çalışır.
Buradan yola çıkan Berkes, «sekülerleşme» ile «çağdaşlaşma» arasındaki
ilişkiyi kesin bir biçimde, «secularism» sözcüğü, çağdaşlaşma sözcüğüne
5
6
Emre Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, İstanbul, Remzi Kitapevi,
1999, s. 240.
Mustafa Erkal, Sosyoloji, İstanbul, Der Yayınları, 2000, s. 36.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1189
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
hem anlam hem köken açısından daha yakındır, «hatta onun tam karşılığıdır»
sözleriyle tanımlamıştır.7
Buradan anlaşıldığı üzere modernleşme/çağdaşlaşma kavramları çok
geniş bir alana yayılmış değerlendirmelerle kendilerine tarih sahnesinde yer
bulmuşlardır. Önemli olan nokta söz konusu kavramların içinin doldurulması
ve Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet Türkiyesine geçiş sürecinde halkı
yönlendirmek adına nasıl kullanıldığıdır.
CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA ÇAĞDAŞLAŞMA
PERSPEKTİFİ
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerindeki çağdaşlaşma çabalarıyla birlikte
görülen toplumsal yapı değişmelerinden beslenip gelen uzun bir sürecin
sonucu olarak kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde çağdaşlaşma
çalışmaları devam etmiştir. Cumhuriyet döneminde çağdaşlaşma hareketleri,
ulusçu bir yapı üzerine kurulmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında temel vurgu,
Türk milletinin çağdaş uygarlık seviyesini yakalaması, hatta aşması üzerine
olmuştur. Bu bir var olma mücadelesi haline getirilmiştir.8
Radikal bir ideolojik değişimin ürünü olan Cumhuriyet Dönemi;
siyasal, iktisadî ve sosyal reformlarının niteliği ve sonuçları Osmanlı Devleti
döneminde yapılan reformların niteliği ve sonuçlarından çok farklıdır.
Öncelikle Cumhuriyet dönüşümünü meydana getirenlere oranla, görece
daha sağ olan Jön Türkler, toplumsal düzene ve siyasal yapıya ilişkin
tedirginliklerini II. Abdülhamit’in idaresini yıkarak gidermeye çalışmışlardır.
Kemalist ideolojinin Jön Türk ideolojisinin özellikle pozitivizm ve halkçılık
niteliklerinin uzantısı olduğu görüşünü savunan Türk Tarih araştırmacılarının
varlığına karşın, Kemalist ideolojiyi Osmanlı reformist ideolojisinden
farklı kılan iki temel unsur bulunmaktadır: İlki devletin dini etkin kılan
politikalardan uzaklaştırılması, ikincisi geleneksel siyasal yapıyı tüm kurum
ve kuralları ile tasfiye etmesi. Cumhuriyet Dönemi’nde siyasal modernleşme;
dinsel, geleneksel otoritelerin yerine laik, ulusal ve tek bir otorite konularak
gerçekleştirilirken, toplumsal modernleşme Batı’nın toplumsal kurum ve de
kurallarının alınıp uygulanışı ile gerçekleştirilmiştir.9
7
8
9
190 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, YK Yayınları, 2003, s 17-18.
Çetin Yetkin, Türkiye’de Tek Parti Yönetimi 1930-1945, İstanbul, Altın Kitaplar Yayınevi,
1983, s.137-139.
Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi, 1999.
OCAK 2015
CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA...
Şerif Mardin, Türk modernleşmesini ve bu süreci tanımlayan Cumhuriyet
dönemi çağdaşlaşma düşüncesini, muasır medeniyetin icaplarını yerine
getirmek olarak tanımlanmıştır. Bu hedefe yürürkenki faaliyetleri herhangi
bir karşılaştırmaya, iyi-kötü benzetmesine gitmeden bir «değişim/dönüşüm»
projesi olarak açıklamaktadır. Bu ele alınışın kapsamlı açılımı, Mardin›in
Cumhuriyet›in kuruluş dönemi üzerine yaptığı, Atatürk›ün düşünce dünyası
çözümlemelerini de içeren çalışmalarında bulunmaktadır. Mardin›e göre
bir «modernite projesi» olarak Türkiye Cumhuriyeti›nin kuruluşu, Osmanlı
Devleti›yle bir süreklilik ilişkisi taşır. Yani geçmişin tamamen terk edilip,
her şeye yeniden başlanması gibi bir durum söz konusu değildir. Türk
modernleşmesi, bu anlamda Osmanlı’nın kalıntılarının tekrar çağa uygun bir
şekilde düzenlenmesidir. Ama aynı zamanda bir kopuşu da yaşama geçirir,
çünkü Osmanlı Devleti’yle Türkiye Cumhuriyeti arasındaki sınır, yalnız
Cumhuriyet›in asıl kurucularının tavırlarının radikalleşmesinde değil; fakat
Türkiye Cumhuriyeti›nin tam bir ulus devlet olarak kavramsallaştırılmasında
ortaya çıkar.10
Cumhuriyet’in gideceği yönü belirleyecek olan Mustafa Kemal Atatürk,
döneminin pek çok aydını gibi Osmanlı toplumunun sorunları ile ilgilenmiştir.
Bunun sonucunda Doğu-Batı ayrımını kafasında yapabilmiştir. O öğrencilik
yıllarında Fransa Devrimi hakkında bilgiler edinmeye başlamış ve Fransızca
öğrenmesi sayesinde de Fransız Devrimi’nin düşünce akımlarını öğrenmiştir.
Milli mücadele ile başlayan tarihi dönemeç, Mustafa Kemal Atatürk’ü
çökmekte olan Osmanlı Devleti’nin yerine, ulusal değerlere ve çağdaş
ilkelere dayanan yeni bir millet devleti kurulması gerektiğini düşünmeye sevk
etmiştir.11 Ona göre Batı, bilimsel anlamda ilerleme kaydederken ve üstün
duruma gelirken, Osmanlı Devleti ise, gerek onlara karşı kazandığı önceki
zaferlerin duygusu ile gerekse de dinsel inanışların saptırılması gibi sebeplerle
Batı’dan uzak kalmıştır.12 Buradan yola çıkarak Atatürk’ün, o dönemin
güncel düşünceleri ışığında bilimin yol göstericiliğini kendine ilke edindiği
söylenebilir. Çağdaşlaşma, Türk toplumu için kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak
görülmüştür. Diğer taraftan Lozan’da bağımsızlığını onaylatan yeni Türk
Devleti’ni bütün dünyaya, çağdaş nitelikleriyle görmek, çağdaş nitelikleriyle
benimsetmek istenilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk bu durumu ana hedef
10
11
12
Şerif Mardin. Türkiye’de Din ve Siyaset, İstanbul, İletişim Yay., 2000, s. 65.
Şerafettin Turan, Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar Düşünürler, Kitaplar,
3. Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Bas. 1999, s.3.
Gürbüz Tüfekçi, Atatürk’ün Düşünce Yapısı, 3. Baskı, Ankara, Turhan Kitapevi, 1986, s.84.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1191
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
olarak benimsediği için, Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün gayemiz
Türkiye’de asri, Batılı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek
arzu edip de Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir? sözleriyle, çağdaşlaşma
özlemini dile getirmiştir.13
Mardin’e göre, bu yeniden organizede radikal birtakım kararlar da
alınmıştır. Modernleşmede esas alınan öğeler, Cumhuriyet’in getirmiş olduğu
birtakım yeniliklerdir. Hâkimiyetin millete ait olması, yönetim şeklinin kişiye
bağlı olmadığı, demokrasiye dayanan, halkın içinde söz sahibi olduğu bir idare
sistemi bu türden yenilikler sayılabilir. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti bir
kırılmayı temsil eder ve kendi ifadesini, “olmayan bir şey için” (modern ulus,
milli kimlik, genel irade) sanki varmış gibi çalışmasında bulur. Mardin’e göre,
bu olmayan bir şeye ontolojik bir nitelik vererek modern bir ulus tasarımı ve
modernite kavramsallaştırması, kendini açık bir şekilde Atatürk’ün düşünce
dünyasında ve bu dünya üzerinde şekillenen Kemalizm’in “reformcu” ve
“ütopyacı” gelişme modelinde göstermektedir. Kemalizm hem ütopyacı
hem de reformcudur. Ütopyacıdır; çünkü maddi varlığı olmayan bir toplum
imgesinden hareketle modern toplum inşasını kendine başlangıç noktası
olarak almaktadır. Aynı zamanda reformcudur da; çünkü kavramsallaştırma
düzeyinde istenen ve bir tasarım, bir tasavvur olan toplum anlayışının yaşama
geçmesini, toplumsal değişim olarak tanımlar.14
Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’nin Batı’ya yönelen dış
politikası, kültür alanında Batı ile bağlar kurularak yürütülmüştür. Milli
Mücadele’de Batılı devletlere karşı kazanılan zaferlerin Türk milliyetçiliğine
kazandırdığı psikolojik güven duygusu sayesinde Batılılaşma hareketi hızla
gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.15 Bu noktada yapılması gereken iş olarak,
millet fertlerinin tek tek ele alınıp bu ilimlerle donatılması yolu amaçlanmıştır.
Egemen olan, kişinin kendisidir. Toplum kişilerden meydana geldiğine göre,
toplumların yükselmesi de kişilerin yapacağı katkılardan geçmektedir. O
zaman kişilere yönelilmeli ve vatandaşların gerekli bilgiler ile donatılması
sağlanmalıdır. Bu dönemde yapılan yeniliklerin merkezinde kişi vardır. Bunlar
esas alınarak çağdaşlaşma perspektifi belirlenmiştir.16
13
14
15
16
192 Utkan Kocatürk, “Türk Toplumunda Çağdaşlaşma Gereği”, Atatürk Araştırma Merkezi
Dergisi, Sayı 2, Cilt: I, Mart 1985.
Mardin, “Türkiye’de Din ve Siyaset”, s.65.
Mehmet Gönlübol, “Atatürk’ün Dış Politikası: Amaçlar ve İlkeler”, Atatürk Yolu, Atatürk
Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1987, s.216.
Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İstanbul, İletişim Yay., 2000, s. 118.
OCAK 2015
CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA...
YÖNETİMDE YENİLİK: ULUS İRADESİ, DEMOKRASİ VE
SİYASAL BİLİNCİN YERLEŞMESİ İLE İLGİLİ ÇALIŞMALAR
Ulus iradesinin Türkiye’nin modernleşmesi açısından temel dinamiklerden
birisi, ulusal egemenlik ilkesi çerçevesinde demokratik laik devletin
ortaya çıkmasını sağlamaktır. Bu dinamik aynı zamanda Cumhuriyetçilik,
Milliyetçilik, Halkçılık ve Laiklik ilkelerini de besleyen önemli bir ilkedir.
Egemenliğin kaynağı olarak ulus iradesi yani hukuksal anlamda bireysel
katılım benimsendiğinde, bunun sonucu olarak da ulusal egemenlik yaşama
geçirildiğinde, laik devlet düzeninin oluşturulması için ilk adım da atılmış
olmaktadır. Ulusal egemenliğin doktrinsel bağlamda toplumsal yaşama yön
vermesi, 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile olmuş, 1924-1961-1982
Anayasalarıyla tartışılmaz bir zemine oturtulmuştur.17
Ulus iradesinin hakim kılınması için Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte
Türkiye’de yeni bir siyasi yapılanmaya gidilmiş, devleti yöneten kurumlar,
çağdaşlaşma perspektifleri ışığında değiştirilmiştir. Bu süreçte kurulan
Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF)1945’li yıllara kadar devleti tek parti olarak
idare etmiştir.18 Tek-parti yönetiminin kuruluş süreci, milli mücadele döneminin
geniş tabanlı siyasal koalisyonu bünyesinde ilk tasfiyenin gerçekleştirildiği
1923 seçimleriyle başlar. 1923 yılı aynı zamanda “kapsayıcı” ve “hakim parti”
olarak düşünülen CHF’nin, düşünsel düzeyde “alt yapısı”nın hazırlandığı ve
hayata geçildiği bir tarihtir. Parti Genel Başkanlığı, Grup İdare Heyetinin
Reisliği ve Cumhurbaşkanlığı Mustafa Kemal Paşa tarafından yürütülmektedir.
Bunun böyle sürdürüleceğinin açıklanması, tek parti yönetiminin düşünsel
ve örgütsel boyutlarını ortaya koymaktadır. 1930 ve hemen sonraki yıllarda
CHF yazarlarının arayış içindeki düşüncelerini Çetin Yetkin şu şekilde
belirtmektedir: “Ülkede disiplin sağlayacak, devrim ilkelerinden sapmayacak
ve bunları topluma aşılayabilecek, sağlam bir siyasal örgütleniş biçimidir.”19
Aranılan şey, “disiplinli bir parti örgütü” kurabilmektir. Yine de “Takrir-i
Sükûn uygulamasına kadar, Halk Fırkası’nda parti içi demokrasi önemli bir
ölçüde işlemiştir”.20
17
18
19
20
Halil Avşar, “Cumhuriyet Felsefesi, Çağdaşlaşma”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
Sayı 44, Cilt: XV, Temmuz 1999.
Mehmet Ö. Alkan, “Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Seçimlerin Kısa Tarihi”, Görüş
Dergisi, No. 39, İstanbul, Tüsiad Yayınları, 1998, s. 50-51.
Yetkin, a.g.e, s. 41.
Mete Tuncay, Türkiye’de Tek Partili Yönetimin Kurulması, İstanbul, Cem Yayınevi, 1989,
s. 72.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1193
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
CHF, kuruluşuyla birlikte çağdaşlaşma ekseninde iki önemli misyon
yüklenmiştir: Birincisi, kitlelerin eğitimini ve bilinçlendirilmesini sağlamada
bir araç ve rehber olmasıdır. İkincisi ise, siyasal parti olmanın doğrudan
bir sonucu olarak yüklendiği, rejime meşruluk sağlamaya, ulus iradesinin
meclise yansıtılmasına ve siyasal sürece yönelik işlevlerdir. Partinin, 1930 yılı
öncesinde bu işlevlerini gereği gibi yerine getirebildiğini söylemek zordur.
Siyasal işlevi, büyük ölçüde “parlamento içi disiplini” sağlamakla sınırlı
kalmış, bu da reformlarla ilgili kararların parlamentodan geçirilmesinde rol
oynamıştır.21
Türkiye’deki tek-parti deneyimi, hem siyasal katılma seviyesi ve
politikaları, hem de kurumsallaşma düzeyi ve donanımı açısından, 1930
öncesi ve sonrası şeklinde iki ana döneme ayrılıp incelenebilir. 1930’lu yıllar
1920’lere göre daha yüksek bir siyasal katılma ve kurumsallaşma seviyesine
işaret eder. Bu açıdan, 1920’lerde ağır-basan “otoriter-tek parti sistemi”
görüntüsüne, 1930’larda “totaliter” unsurların da eklendiği söylenebilir. Bu
dönemdeki CHF, kitleleri daha çok mobilize etme amacı ve çabası içinde olan
bir tek-partidir. Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) denemesi de bu dönüşümde
önemli bir yere sahiptir. SCF’nin önemi, bir yandan 1920’lerdeki toplumsal,
ekonomik ve siyasal sorunların ortaya çıkarıdığı birikimin bir barometresi”
olmasından, diğer yandan da yeni değişikliklere ve düzenlemelere ‘başlangıç”
oluşturmasından kaynaklanır.22
Çağdaşlaşmanın en temel unsuru olan ulus iradesinin tek partiyle meclise
yansıtılması elbette zordur. Bu nedenle iktidarı dengelemek için muhalefet
gerekmektedir. Bu nedenle 1930’a kadar olan süreçte iki deneme yapılmıştır.
Ancak ikisinde de sonuç hüsran olmuştur. CHF›nin bazı uygulamalarına karşı
kurulan ilk parti, CHF›den doğal bir muhalefet hareketinin partiden kopması
suretiyle oluşmuş, İstiklal Savaşı önderlerinden Kazım Karabekir ve Ali Fuat
Paşaların kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF)’dır. TCF’ye ve
muhalefete hoşgörü ile bakmayan CHF içindeki radikaller, 13 Şubat 1925
tarihinde baş gösteren Şeyh Sait İsyanı’nı da bahane ederek hükümete
güvensizlik oyu vermişlerdir. Hükümet, 60’a karşı 92 oyla değiştirilmiştir.
Yeniden İnönü Hükümeti kurulmuştur. İsyanı bahane eden hükümetin
kurdurduğu İstiklal Mahkemeleri, 25 Mayıs 1925’te TCF’yi kapatma kararı
almıştır.23
21
22
23
194 Esat Öz, Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım, Ankara, Gündoğan Yayınları, 1992, s. 160.
Öz, a.g.e.,s. 221.
Öz, a.g.e., s. 96.
OCAK 2015
CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA...
TCF’nin kapatılması çokça tartışılmıştır. Ancak bu partinin kapatılma
gerekçesi olarak öne çıkarılan temel düşünce Cumhuriyet’in ve laik düzenin
yeni kuruluyor olması ve azımsanmayacak sorunlarla mücadele etmesidir.
Gerek örf, adet ve geleneklere dayalı, gerekse geleneksel yönetim arzusunu
duyan inançlara yönelik tutum ve davranışların kontrolünün oldukça zor
olduğu kanaati, devrin yöneticilerinin geneline hakimdir. Yine bu kanaate
göre demokratik arzu ve isteklerin, o günkü koşullarda eylemsel bir boyut
kazanması, ulus-devlet olgusuna gölge düşürebilme olasılığı yüksektir.24
Çok partili rejime ait ikinci deneme bizzat Atatürk›ün isteğiyle 12 Ağustos
1930 yılında kurdurulan SCF ile yapılmıştır. Kuruluş aşamasında etkili olacağı
pek düşünülmeyen SCF›de, gelişmeler beklenildiği gibi olmamış, Eylül
1930 İzmir Olayları ve Ekim 1930›da yapılan genel belediye seçimlerinde
beklenenden fazla gösterilen sempati, halkın yükselen muhalefetiyle
birleşmiştir. Bu nedenlerle SCF’nin kuruluşuna ruhsat verilen yöneticileri
bu denemeden vazgeçmiş, parti kurucuları Cumhurbaşkanı ile aralarında
doğabilecek bir çatışmayı göze alamamışlardır. Fırka, Genel Başkanı Fethi
Okyar tarafından “içinde bulunduğumuz koşullar altında siyasal yaşamdan
çekilmek zorunda kaldım” denilerek 7 Kasım 1930’da kapatılmıştır ve yeniden
tek partili yaşama dönülmüştür.25
Bu iki demokrasi deneyimiyle birlikte ulus iradesinin yansıtılmasında
birincil etkenlerden olan seçimlere göz atmak gerekir. Çok partili siyasal
yaşama geçinceye kadar Türkiye’de yapılan genel seçimler dört yılda bir ve iki
dereceli olarak yapılmıştır. Seçim bölgeleri il olarak belirlenmiştir. Tek-parti
dönemi boyunca seçimlere siyasal kültürün önemli bir boyutu olarak özel bir
önem verilmiş, katılım yaygınlaştırılmaya, kurumsallaştırılmaya çalışılmıştır.
Hemen her seçimden sonra “sandık alayı” verilen bir tören düzenlenmiştir.
Oy sandıklan bayraklar, halılar, çiçek ve dallarla süslenmiş ve bir kamyonun
kasasına konulmuştur. Kamyon, otomobiller, milli kıyafetler giydirilmiş okul
çocukları ile esnaf cemiyetleri ve büyük bir halk kitlesi eşliğinde yola çıkarılmış,
“hakimiyet milletindir” gibi dövizler taşınmış ve caddelerden geçilerek
vilayete götürülmüştür. Tek-parti dönemi boyunca, siyasal katılmanın siyasal
sisteme ve çağdaşlaşma perspektifine ilişkin işlevleri ön plana çıkarılmıştır.
Çünkü yarışmacı olsun veya olmasın her siyasal rejim, çağdaş, demokratik
24
25
Erik Jan Zürcher, Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Siyasal Muhalefet Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924-1925), Çeviren: Gül Çağalı Güven, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003.
Yetkin, a.g.e., s. 48.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1195
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
veya halkçı olduğu iddiasını ileri sürdükçe, bunu kanıtlamak sorunuyla karşı
karşıya kalır. Tek-parti sistemlerinde siyasetin insanlara karışmasının, düzenli
seçimlerin ve diğer siyasal etkinliklerin varlığının temel sebeplerinden biri
budur. 1930’lu yıllarda CHP yöneticilerinin siyasal katılma konusunda
yaptıkları açıklamalar, öncelikle böyle bir amaca yönelik olmuştur. Türkiye’de
tek-parti dönemi boyunca seçimlerin, parti büyük kongrelerinin düzenli bir
şekilde yapılmasının temelinde, özellikle “milli egemenlik ilkesi”nin rejimin
kuruluşunda oynadığı rolün ve “halkçılık ilkesi”ne verilen önemin yattığını
söylemek yanlış olmaz. 1930’larda tek-parti rejiminin keskinleşmesiyle
birlikte seçimlere katılma düzeyi de önem kazanmıştır. Bu yıllarda seçimlere
katılma düzeyinin, geçmişe göre oldukça yüksek bir orana ulaştığı, en azından
böyle ilan edildiği gözlenmektedir.26 CHP’nin, çağdaşlaşmanın gereği
olarak gördüğü halkın siyasi katılımını arttırmak için çalışmalar yaptığı
ortadadır. 1927 seçimlerinde seçime katılma oram %20 civarındadır ve bu
oran oldukça düşüktür. 1931 seçimlerinden itibaren seçime katılımı arttırmak
için propaganda faaliyetine önem verilmiştir. Seçim propagandası, rejimi de
meşrulaştırmaya yönelik olarak önem kazanmıştır.27
Tüm bunlar göz önüne alınarak Cumhuriyet’in ilk yıllarında hem siyasi
partilerin kurulmasında hem de seçimlerin yapılmasında ulus iradesini hakim
kılacak demokratik teamüllere şeklen de olsa riayet edildiği söylenebilir.
Ancak iki çok partili hayata geçiş denemesinin de başarısız olması ve her
iki sürecinde geçmişten gelen siyasi hesaplaşmaları beraberinde getirmesi,
ulus iradesinin ve ulus egemenliğinin çağdaşlaşma perspektifleri ölçüsünde
yansıtılamaması sonucunu doğurmuştur.
ULUSAL KİMLİK OLUŞTURULMASINA YÖNELİK ADIMLAR
Çağdaşlaşma çabalarının temelinde yer alan ulus iradesinin yerleştirilme
çabalarının yanında, birey merkezli kabul edilen yeni devlette ulusal bir
kimlik oluşturulmasına dair 1930 öncesi atılan adımlardan bahsetmek gerekir.
I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarında Türk toplumuna karşı girişilen
saldırılar Türklerin ulus kimliğini pratik anlamda üst düzeyde pekiştirmiştir.
Türkiye’nin yeni varlık hedefini Millî Mücadele›yle bu ulusalcı kimlik üzerine
inşa etmesi doğal bir sonuç olmuştur.28
26
27
28
196 Öz, a.g.e., s.222-223.
Alkan, a.g.m., s. 53.
Zafer Üskül, Türk Demokrasisinde 130 Yıl, İstanbul, TÜSİAD Yay., 2006, s. 113-115.
OCAK 2015
CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA...
Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyeti Türklere hitaben oluşturmasındaki temel amaç, I. Dünya ve Millî Mücadele savaşlarında Türklere beslenen
olumsuzluğa verilen bir cevap olarak görülmüştür. Dolayısıyla, Türkiye’nin
ulus bilinci tek yanlı seçilmiş bir değer olarak kabul edilmemiştir. Üniter bir
devlet yapısını esas alan Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk kimliğine belirgin biçimde gönderme yapması, yapısal bir ulusal davanın tarihi şartlar karşısında
ulaştığı yeni bir boyuttur. Atatürk döneminde ve hatta çok partili rejime geçiş
dönemine kadar Türkiye’nin devlet olarak tek yanlı bir ulusal özellik taşıdığını her fırsatta dile getirmesi, en önemlisi Türkiye’nin kuruluşu sırasında Batı’yı esas alan devlet modeli ve yapısını benimsediği halde, Avrupa’ya
beslemiş olduğu tepkidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları, ulusçuluk
inancının somut bir vatan anlayışı ile bütünleştiği dönemdir. Ulus kavramıyla
“sınırları belli bir vatan” kavramı arasında ilişki kurulması önemli ve zorunlu bir yenilik olarak kabullenilmiştir. Yeni kimlik oluşturma çabaları değişik
arayışlar ve önerilere yol açtıysa da, o günün anlayışına göre oluşturulacak
kimliğin niteliği bellidir. Dinsel referansları bulunmayan, ülke içinde yaşayan
herkesi kapsayan ulusal bir kimlik olacaktır.29
Mustafa Kemal Atatürk, Türk ulusunu oluşturan tarihi gerçekleri “siyasî
varlıkta birlik”, “dil birliği”, “yurt birliği”, “ırk ve menşe birliği”, “tarihî
yakınlık” ve “ahlaki yakınlık” olarak sıraladıktan sonra Türk ulusunun
oluşumunda yer alan bu şartların diğer ulusların çoğunda olmadığını
belirtmiştir.30 Bu kadar birlik noktasının olmasına rağmen Türk insanının
ulusal bilince ulaşmakta gecikmiş olmasının zararlarını gördüğünü belirterek
şunları söylemiştir: Biz, milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok ilgisizlik
göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarım fazla faaliyetle telâfiye çalışmalıyız.
Bilirsiniz ki, milliyet kuramını, milliyet ülküsünü çözüp dağıtmaya çalışan
kuramların dünya üzerinde tatbik kabiliyeti bulunamamıştır. Çünkü tarih,
olaylar, hadiseler ve gözlemler insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin
halcim olduğunu göstermiştir ve milliyet ilkesi aleyhindeki büyük ölçüde fiilî
tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle
yaşadığı görülmektedir 31
29
30
31
Oktay Uygun, “Türkiye’de Etnik Siyasetin Sosyolojik, Politik ve Hukuki Analizi”, Hukuk
Perspektifleri Dergisi, No:9 Aralık, 2006,
Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Atatürk Araştırma
Merkezi Yayınları, Ankara, 2000, s. 455.
Kocatürk, a.g.e., s. 214.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1197
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Buradan yola çıkılarak ulusal irade ya da ulusal egemenlik düşüncesinin
sonucu olarak, laik toplum/hukuk/devlet düzenine geçişte, bir yandan
dinsel toplum/hukuk/devlet düzenine ait “ümmet” düşüncesi, yerini “ulus”
düşüncesine bırakırken, öte yandan “kul/tebaa” düşüncesi, yerini “birey/
yurttaş” düşüncesine bırakmıştır denilebilir. Bu durum birey bazında
çağdaşlaşma merkezinin ana unsurunu oluşturmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk, yeni Türk Devleti’nde gerçekleştirdiği tüm
dönüşümleri iki temel üzerine inşa etmiştir. Bunlar ulusçuluk ve lâikliktir. Ona
göre bunların ikisinin bir arada olduğu toplumların bağımsız ve çağdaş bir
yapı kazanması en doğal sonuçtur. Atatürk’ün amacı da budur. Millî Mücadele
ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin milletler topluluğu
görünümünden sıyrılmış ve Türklerden oluşan bir ulusal devlet hüviyetine
kavuşturulmaya çalışılmıştır. Yapılan nüfus mübadelesi ile bu yapı daha da
pekiştirilmiştir. Böyle bir ülke kuran Atatürk Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu,
Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir ırkın evlâtları, hep
aynı cevherin damarlarıdır 32sözleri ile bu özelliği dile getirmeye çalışmıştır.
Geçiş döneminin sonunda kurulan yeni devletin ilk anayasası olan
1924 Anayasası, birey-devlet ilişkilerini bireyci, liberal bir yaklaşımla
düzenlemiştir. 1924 Anayasasının 88. maddesi Türkiye ahalisine din ve ırk
farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle “Türk” ıtlak olunur der. Bu madde
görüşülürken Mecliste tartışmalar çıkmış, Bozok mebusu Ahmet Hamdi Bey
“Türkiye ahalisinden olup Türk harsım kabul edenlere “Türk” denir” şeklinde
değiştirilmesi talep etmesi üzerine, “Türk” teriminin, Türk olmayan azınlıklar
için kullanılmasının sakıncaları dile getirilmiş, Gelibolu mebusu Celal Nuri
Bey hem Lozan Antlaşması’nın Gayrimüslim ekalliyetlere mensup Türk
teb’ası, Müslümanların istifade ettikleri aynı hukuk-ı medeniye ve siyasiden
istifade edeceklerinden dolayı hars gibi bir kelimeyi bu maddeye koymanın
imkânı olmadığını belirtmiş, hem de fiili durumun buna uygun olmadığını
söylemiştir:
Eskiden bir Osmanlı sıfatı vardı, bu sıfat cümleye şamildi. Bu sıfatı
ortadan kaldırıyoruz. Yerine bir Türk Cumhuriyeti kaim olmuştur. Bu Türk
Cumhuriyeti’nin de bilcümle efradı Türk ve Müslüman değildir. Bunları ne
yapacağız? Ortada bir Rum var, bir Ermeni var, bir Yahudi var, 20 türlü türlü
anasır var. Lehülhamd ki ekalliyettir. Bunlara eğer Türklük sıfatını vermeyecek
32
198 Afetinan, a.g.e., s. 460-461.
OCAK 2015
CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA...
olursak ne diyeceğiz?33
Bunun üzerine “Türk” yerine “Türkiyeli” teriminin kullanılması önerilmiş
ancak kabul edilmemiştir. Sonunda “Türk” teriminin milliyeti değil, tabiiyeti/
vatandaşlığı ifade ettiği görüşü kabul görmüş ve madde Türkiye ahalisine din
ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle “Türk” ıtlak olunur şeklinde
kabul edilmiştir. Burada geçerli olan artık vatandaşlıktır ve gayrimüslimler
milliyet itibariyle olmasa da vatandaşlık itibariyle Türk sayılırlar. 1928
yılında Anayasanın 2. maddesi değiştirilerek Devletin dini İslam’dır hükmü
kaldırılınca gayrimüslimlerin vatandaşlık statüsüne daha eşit bir erişime sahip
olmalarının yolu daha da açılmıştır.34
Neticede çağdaş ulusal kimlik oluşturma çabaları, Cumhuriyet’in ilk
yıllarında gündemi meşgul eden önemli başlıklar arasında yer almıştır.
1930 öncesi dönemde bu durum değiştirilen kanunlar çerçevesinde yerine
getirilmiştir. 1930 sonrası dönemde özellikle dünya genelinde yaşanan
gelişmeler ve yaklaşan savaş tehdidi, ulusal kimlik oluşturma çalışmalarının
niteliğinde bazı değişimleri de beraberinde getirmiştir. Bu çerçevede kurulan
Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, ırka dayalı ulusçuluk araştırmalarının
yapımını hızlandırmıştır.
ÇAĞDAŞ BİREYLER YETİŞTİRME ÇABALARI VE EĞİTİM
Çok uzun bir süreç takip eden ve imkânların sınırlılığı göz önünde
tutulduğunda, çok geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı Devleti’ni kapsayan
modernleşme gayretleri küçümsenmeyecek kadar önemlidir. Fakat gerek sivil
ve gerekse askeri eğitim alanındaki bu yenileşme ve gelişmeler istenilen ve
gereken düzeyin çok altında kalmış, Cumhuriyet›e Osmanlı›dan kalan en
büyük miraslardan biri cehalet olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk eğitime
ilişkin görüşlerini sistemli olarak ilk kez, 1921›de Ankara›da yapılan Maarif
Kongresi›ni açarken ortaya koymuştur. Atatürk bu konuşmasında şimdiye
kadar takip edilen eğitim ve öğretim yöntemlerinin milletin gerilemesinde
en önemli etken olduğunu vurgulamış ve milli bir eğitim programının
benimsenmesini mutlak bir zorunluluk olarak görerek şunları söylemiştir:
33
34
Ahmet Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları
(1919-1938), İstanbul, İletişim Yay, 2001, s. 319-323.
Tunca Özgişi, “Milliyetçilik ve Vatandaşlık Olgusunun Türk Anayasalarına Yansıması”,
Türkoloji Kültürü Dergisi, C:II, No:4, 2009, s. 93.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1199
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Bir milli eğitim programından söz ederken, eski devrin hurafelerinden ve
yaradılış niteliklerimizle hiç de ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve
batıdan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, milli ve tarihi karakterimizle
uyumlu bir kültür kastediyorum.35
Eğitimde ulusçuluğun ilk beyannamesi şeklinde değerlendirilebilecek bu
konuşmada dinin eğitim alanında oynadığı role üstü örtülü bir şekilde karşı
çıkıldığı görülür. Bu temaların her ikisi Atatürk’ün 1924 yılında yaptığı bir
başka konuşmasında açık biçimde dile getirilir: Eğitim kelimesi yalnız olarak
kullanıldığı zaman, herkes kendine göre bir anlam çıkarır. Ayrıntıya girişilirse
eğitimin amaçları, hedefleri çeşitlenir. Mesela dini eğitim, milli eğitim,
beynelmilel eğitim... Bütün bu eğitimlerin hedef ve gayeleri başka başkadır...
Yeni Türk Cumhuriyetinin yeni nesle vereceği eğitim milli eğitimdir.36
Atatürk başta olmak üzere Cumhuriyet yöneticilerinin, eğitimden
beklentileri sadece mevcut cehaletin izalesi değildir. Onlar aynı zamanda daha
önceden de değinildiği üzere ulusal kültür temeli esası üzerine dayalı ulusçu ve
laik bir ulus devlet meydana getirmek istemişlerdir. Bu alanda gerçekleştirilen
en büyük inkılâp ise Tevhid-i Tedrisat Kanunu’dur.
3 Mart 1924 tarihinde Millet Meclisi tarafından kabul edilen Tevhid-i
Tedrisat Kanunu, eğitim alanındaki en önemli reformdur. Bu kanunla ülkedeki
bütün bilim ve eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış, Şer’iyye
ve Evkaf Vekâleti’ne bağlı bütün medreseler ve okullar Eğitim Bakanlığı’na
devredilmiştir. Kanunun gerekçesine göre, bu önlemle, eğitimde amaç birliği
ve denetim birliği sağlanacak ve milletin düşünce ve duygu bakımından birliği
güven altına alınacaktır.37
Tevhid-i Tedrisat Kanunu özellikle modernleşmenin temel vurgusu olan
laiklik prensipleri yönüyle çok kapsamlı sonuçlara yol açmıştır. Birincisi,
Eğitim Bakanlığı’na devredilen 479 medrese, 1924 yılı içinde hemen
kapatılmıştır. Kapatılan bu medreselerin yerine aynı yıl 29 İmam ve Hatip
Mektebi ile İstanbul Darülfünun’da bir İlahiyat Fakültesi açılmış, ancak 19251926’da İmam Hatip Mekteplerinin sayısı 20’ye düştüğü gibi, 1926-1927’de
35
36
37
200 Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, C.3, İstanbul, İletişim Yay.,
1995 , s.301.
İsmail Kaplan, Türkiye’de Milli Eğitim İdeolojisi, İstanbul, İletişim Yay., 2005, s. 139. Yahya
Akyüz, Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1993›e), İstanbul, Kültür Koleji Yay. 1994, s.295.
İhsan Sungu, “Tevhid-i Tedrisat”, Belleten, C.2, sayı:5-6, Ankara, TTK Yay., 1938, s.397431.
OCAK 2015
CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA...
ikisi dışında bu okulların hepsi kapatılmıştır. 1929-1930’da ise İmam ve Hatip
Mektepleri’nin tamamı tasfiye edilmiştir.38
1927 yılında yapılan ilk genel nüfus sayım sonuçlarına göre ülke
nüfusu 13.648.270 olarak belirlenmiş, okur-yazar oranı ise % 10,6 olarak
tespit edilmiştir.39 1 Kasım 1928’de Harf inkılâbının yapılması, Millet
Mektepleri’nin açılması, Türk Ocaklarının faaliyetleri, Halkevleri çalışmaları,
eğitmen kursları ve bunlardan daha önemli olarak Köy Enstitüleri’nin
kurulması, okuma yazma oranının artmasında önemli etken olmuşlardır. 1
Ocak 1929’da yeni harfleri ve bu harflerle yazıyı halka öğretmek üzere Millet
Mektepleri açılmıştır.40
Bu yenilikle, yaşı 15 ile 45 arasında olan kadın erkek, okula gitmemiş
tüm vatandaşlar Millet Mektepleri’nin öğrencisi sayılmış ve bunların Millet
Mektepleri’nden geçirilmesiyle iki üç yıl içinde, yaşlı nüfus dışında herkesin
cehaletten kurtarılması tasarlanmıştır.41 Nitekim 1929-1935 arasındaki
uygulamalar sonunda kurslara devam ederek Millet Mektepleri Şehadetnamesi
alan ve okur-yazar olan vatandaş sayısı 1.354.255’i bulmuştur.42 Harf
inkılâbıyla, Türk milletinin hızla okur yazar olması hedeflendiği gibi, eskiyle
ilişkinin kesilmesi, kültür temeline dayanan Türk milliyetçiliği düşüncesinin
gelişmesi ve Batı ile ilişkilerin kolaylaşması da tasarlanmıştır.
Bu arada II. Meşrutiyet döneminde 25 Mart 1912’de kurulan ve gerek
Meşrutiyet gerekse Cumhuriyet dönemlerinde yürüttüğü faaliyetlerle topluma
Türklük bilinci kazandırmada çok önemli hizmetler vermiş olan Türk Ocakları
da, ülke çapında bütün resmi ve özel kuruluşların yeni Türk harflerini öğretmek
için büyük bir faaliyet içine girdikleri bir dönemde, yürüttüğü çalışmalarla
1929 yılının ilk aylarında 50.000 kişiye yeni Türk harflerini öğretmiştir.
İnkılâpların halka anlatılması ve benimsetilmesi, çağdaşlaşmacı temaların
vurgulanması sürecinde önemli bir işleve sahip olan Türk Ocakları, devlet
politikası açısından önemli bir sorun teşkil eden Doğu Anadolu Bölgesi’nde
yaşayan unsurların temsili ve Türkçenin konuşulan bir dil haline getirilmesi
38 Parla, a.g.e., s. 180.
39DİE, Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı, 1923-1973, Ankara, DİE Yayınları, 1973, s.77.
40 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi(1918-1938), TTK.
Yay., Ankara, 2000, s.486.
41
Necdet Sakaoğlu, Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2003, s.48.
42 Türkiye›de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı, s.. 452-453.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1201
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
yönündeki faaliyetleriyle dikkat çekmiştir. 43 Yeni harflerle birlikte okuma
yazma oranının artmasında 19 Şubat 1932’de açılan Halkevlerinin de önemli
bir payı vardır. Halkevlerinde 1932-1940 arası dönemde 158 dönem Türkçe
kursu verilmiş, 11.430 kişi bu kurslardan faydalanmıştır.44
Bu dönemde çağdaşlaşma yolunda atılan en önemli adımlardan biri Köy
Enstitüleri’nin kurulması gösterilmektedir. Köy Enstitüleri’nin kurulmasında
ilköğretim eksikliğinin özellikle köylerde önemli bir sorun teşkil etmesi, ülke
nüfusunun % 81’inin kırsal alanda yaşaması, kırsal alanda okuma yazma
oranının şehir nüfusuna oranla çok yetersiz bir düzeyde seyretmesi ve köylerin
sağlık, temizlik, gelişme imkanlarından uzak olması önemli etkenler olarak
ortaya çıkmıştır.45
Cumhuriyet’in ilk yıllarında yükseköğretimde de önemli gelişmeler
yaşanmıştır. Bu bağlamda, inkılâplara karşı olumsuz tutum takınan ve ciddi,
topluma yararlı, bilimsel çalışmalarda yetersiz kalan Darülfünun Mayıs
1933’te kaldırılarak, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı İstanbul Üniversitesi
kurulmuştur. Darülfünun hocaları geniş ölçüde elenmiş, öğretim kadrosu
Batı’da okuyup gelenlerden ve Nazi baskısından kaçan Alman ve Orta
Avrupalı profesörlerden sağlanmıştır.46 Özellikle tıp, hukuk, iktisat, felsefe,
psikoloji, dil, matematik alanlarında dünyaca ünlü 70 kadar çoğu Yahudi
kökenli Alman bilim ve sanat adamı, 1933’te Nazilerin iktidarı ele geçirmesi
üzerine siyasal ve ırksal nedenlerle, Almanya’dan Türkiye’ye gelerek, yeni
İstanbul Üniversitesi’nde görevlendirilmişler ve bunlar Türkiye’de çağdaş
anlamda bir üniversite hayatının temellerini atmışlardır. Böylece o zaman
sık sık kullanılan bir deyişle “Berlin dışında en büyük Alman üniversitesi”
Türkiye’de kurulmuştur.47
Darülfünun İstanbul Üniversitesi’ne dönüşürken, Ankara’da da yeni
yükseköğretim kurumlarını açılmıştır. Temel amaç başkent ilan edilişinin
ardından Ankara’nın bir kültür, yükseköğretim merkezi haline getirilmesi ve
43
44
45
46
47
202 Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (19121931), İstanbul, İletişim Yay., 2004, s.213-226; Yusuf Sarınay, Türk Milliyetçiliğinin Tarihi
Gelişimi ve Türk Ocakları, İstanbul, Ötüken Yay., 2004,s.346.
Yasemin Doğaner, “Atatürk İnkılâbının Yerleşmesinde Halkevlerinin Rolü”, Kök Araştırmalar, C.2, sayı:2, Ankara, 2000, s.89.
Akyüz, a.g.e., s.339.
Akyüz, a.g.e., s.311.
İlhan Tekeli, “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Günümüze Eğitim Kurumlarının Gelişimi”,
Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, c.3, İletişim Yay., s.654-655.
OCAK 2015
CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA...
dolayısıyla buranın modernleşmenin yeni merkezi olarak yükselebilmesidir.
Nitekim Ankara’da 1925’te Musiki Muallim Mektebi, 1927’de Gazi Orta
Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsü, 1933’te Yüksek Ziraat Enstitüsü, 1935
yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kurulmuş, İstanbul’daki Mülkiye
Mektebi’nin adı Siyasal Bilgiler Okulu’na çevrilerek Ankara’ya taşınmış, yine
aynı yıl 1925 yılında kurulan Ankara Hukuk Mektebi de Hukuk Fakültesi adını
almıştır. Sonraki yıllarda Ankara’da Tıp ve Fen fakülteleri de kurulacaktır.48
Neticede yeni Türk devleti, eğitim yoluyla, Türk toplumunda cehaletin
giderilmesini ve öğretimin yaygınlaştırılmasını, laik ve milliyetçi bir ulus
devletin kurulmasını, çağdaşlaşmayı, kültür temeli esasına dayanan millet
oluşturmayı ve ekonomik kalkınmayı hedeflemiştir. Bu şekilde Cumhuriyet
döneminde hedeflenen siyasi dönüşümün başarıya ulaşacağına inanılmıştır.
TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM PROJESİNDE KADINA BİÇİLEN ROL
Çağdaşlaşmayı kendine politika edinen yeni Türkiye Devleti,
değinildiği üzere özellikle kültürel alanda geleneklerinden sıyrılıp, toplumu
modernleştirmeye çalışırken, Batı’nın sosyal yaşamının bazı öğelerini
yaşam tarzını da yerleştirmeye özen göstermiştir. Çünkü Cumhuriyet rejimi,
İslam inancının etkisiyle gelişen ve sosyal yaşamda kadın ve erkeği ayıran
gelenekleri yıkmak istediğini her fırsatta vurgulamıştır. Bu kapsamda
kadının da geleneksel kimliğinden sıyrılıp, kamusal alana girmesinin önü
açılmıştır. Kadının özellikleri ile toplumdaki rolü, konumu ve kimliği yeniden
ele alınmıştır. Kadın hem erkeğin yardımcısı olacak, hem de toplumsal
üretime katılarak ekonomiye de katkı sağlayacağı belirtilmiştir. Kadının
topluma kazandırılmasındaki bütün çabalar ulusçu bir kadın imgesi üzerine
kurgulanmıştır. Bu dönemin ideolojisine uyan bir yaklaşımdır.49
Bütün bu anlatılanlar çerçevesinde yeni bir kimliğe büründürülen kadın,
Batı’daki hemcinsleri gibi giyinip, onlar gibi yaşamalıdır inancı dönemin
yöneticileri tarafından sürekli dillendirilmiştir. Dönemin düşünürlerine
göre kadın, yüzyıllarca “mahrem” hayatı nedeniyle kapalı kutuda yaşadığı
için, birdenbire siyasal ve sosyal alana çekilmesi zor olacaktır. Cumhuriyet
öncesinde kısmen şartların getirdiği zorunluluk kısmen de kadınların kendi
48
49
Tekeli, a.g.m., s.665.
Murat Aksoy, Başörtüsü-Türban, Batılılaşma-Modernleşme, Laiklik ve Örtünme, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2005, s. 102.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1203
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
istekleriyle başlayan dönüşüm, Cumhuriyet sonrasında hükümetler tarafından
teşvik edilmiştir. Türkiye Devleti’nin, yeni kadın modelini oluşturmak
için sosyokültürel çalışmalar yol gösterici olmuştur. Batı toplumlarının
eğlence öğesi olan balolar bu sosyokültürel çalışmalardan biridir. Bunda
öncülüğü milletvekili eşleri yapmıştır. Kadın ve erkeklerin toplu halde bir
arada bulundukları eğlence, sosyal dayanışma, yardım gibi farklı amaçlarla
düzenlenen balolar, yeni Türkiye Devleti’nde kültürel ve sosyal değişimi
sağlamak amacıyla, adeta ideolojik bir araç olarak kullanılmıştır.50
O dönemde kadınlar, özenle seçilmiş giysisi, makyajı ve saçlarıyla,
balolardaki yerini almaya başlamıştır. İlk dönem bu balolara katılım fazla
olmadığı gibi, katılanlar da çekingen kalmışlardır. Balolarla başlayan
kadınların toplumsal hayata çekilme süreci, kadınların seçme ve seçilme
hakkına kavuştuğu siyasal katılımına kadar sürmüştür.51
Mustafa Kemal Atatürk, kadınlarla ilgili yenilikleri uygularken eşi
Latife Hanım’ı sürekli yanında bulundurarak, çağdaş Türk kadınının ve
yeni modern toplumun simgesi haline getirmeye çalışmıştır. Cumhuriyet
kadınının yaşadığı değişiklikler Latife Hanım’ın şahsında Türk ve Dünya
kamuoyuna yansıtılmaya çalışılmıştır. Kültür alanında girişilen reformların
sembolü ise Afet İnan’dır. Cumhuriyet ideolojisinin, bu kadın sembollerinden
yararlanılacak, bunun için kadın ve erkeklerin rolleri eşit olacaktır. Kadının
balolara katılma sürecini park ve plajlarda görünmesi izlemiştir. Artık kadın
modern, eğitimli, sosyal ve bu anlamda geleneksel olandan farklı ve üstün
olduğu vurgusuyla ön plana çıkarılmış olmaktadır. Bu anlamda Cumhuriyet
kadını artık “asri kadın”dır.
SONUÇ
Osmanlı Devleti’nin son dönemine modernleşme-çağdaşlaşma hareketleri
damgasını vurmuştur. III. Selim’le birlikte belirgin şekilde ivme kazanan bu
hareket, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde de kendisini göstermiştir. Osmanlı
yenileşme hareketlerinin özünde “bu memleketi nasıl kurtarırız?” sorusunun
yanıtı niteliğinde olacak çalışmalar bulunmaktadır. En büyük sıkıntı istikrarlı
50
51
204 Doğan Duman, “Cumhuriyet Baloları,” Toplumsal Tarih, C. 7, Sayı. 37, Ocak 1997, s.45.
Aksoy, a.g.e., s. 103-104.
OCAK 2015
CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA...
bir modernleşme sürecinin yaşanmamasıdır. Yönetim değişiklikleriyle değişen
ve “sil-baştan” şeklinde tanımlanabilecek bu çalışmalar, halk nezdinde de tam
anlamıyla bir karşılık bulamamıştır. Bu çalışma ve birikim yeni Türk Devleti
açısından çok önemli bir avantajı da beraberinde getirecektir. Çünkü her şeye
“sıfırdan” başlanmamıştır ve yeni kadronun çağdaşlaşma perspektifi, bahsi
geçen süreç ile şekillenmiştir.
Osmanlı döneminde uygulanan çağdaşlaşma politikalarından, çizgileri
daha keskin ve daha radikal bir sürece geçiş yaşanmıştır. Cumhuriyet’i
kuran iradenin, topluma kendisini anlatmada hep çağdaşlaşma perspektifini
kullandığı gerçeği, o dönemde yapılan konuşmalarda, uygulamalarda,
inkılâplarda kendisini belli etmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında belli başlı
çağdaşlaşma temaları daima dillendirilmiştir. Bunlardan en önemli yeni
yönetimin ulus iradesine saygılı olması ve ulusal egemenliği kendisine rehber
edindiği vurgusudur. Ulus iradesinin Türk siyasi hayatına yansımaları, o
dönem dünyasının demokrasi standartları göz önünde tutulduğundaki konumu
tartışılabilir. Burada en temel eksiklik tek partili hayat olarak göze çarpmaktadır.
Seçimlere katılım oranlarından, milletvekillerinin belirlenmesine kadar
birçok uygulamada eksiklikler göze çarpmaktadır. Ancak zor ve ağır da olsa
çağdaşlaşmanın en önemli öğelerinden olan demokratikleşme eğilimleri,
halkın desteğiyle günümüze kadar belli bir seviyeye ulaşmıştır.
Diğer bir vurgu ulusal kimlik oluşturma yönündeki söylemlerde kendisini
göstermektedir. Ulus-devletlerin sivrildiği bu dönemde, etnik yapısı göz önüne
alındığında zor bir coğrafyada, ulusal kimlik oluşturma çabaları üzerine yoğun
çalışmalar yapılmıştır. Bu süreçte tekdüze bir yaklaşım sergilenmemiştir.
Dünya siyasal dengelerinin “havası” iyi koklanmış, duruma göre değişen
politikalar izlenmiştir. Burada söylenecek en temel vurgu birey odaklı olması
gereken çağdaşlaşma sürecinde ulusal temalara çokça yer verilmesidir. 1930
öncesi dönemde daha teorik ve kapsayıcı bir şekilde ortaya atılan uluslaşma
perspektifi, 1930 sonrası dönemde daha pratik ve ırkçı bir söyleme doğru
yöneliş göstermiştir.
Yine çağdaşlaşma idealinin tam merkezinde duran eğitim hamleleri,
ekonomik standartların düşüklüğü ve siyasi bunalımların gölgesinde yapılan
tasarruflarla belli bir noktaya getirilmiştir. Bireyin ön plana çıkarılma
gayreti yine o dönemin önemli çağdaşlaşma vurguları arasında yer almıştır.
Kadınların sosyal hayattaki etkinliğinin arttırılması ve rol model olmaları
YIL: (5) 1 – SAYI: 1205
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
üzerinde oldukça kafa yorulmuştur. Yapılan her yenilikte kadın ön plana
çıkarılmıştır. Bütün bu değerlendirmeler ışığında cumhuriyetin ilk yıllarında
çağdaşlaşma yeni devletin olmazsa olmazı olmuştur. Hedefler, araçlar ve
amaçlar belirlenmiş, her şeyiyle net bir çağdaşlaşma yolculuğuna çıkılmıştır.
Bu yolculuğun önünde çok ciddi engellerle karşılaşılsa da dönem şartlarını
değerlendirildiğinde belli bir seviyeye ulaşılmıştır.
KAYNAKÇA
AFETİNAN, Ayşe (2000), Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün
El Yazıları, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları.
AKSOY, Murat (2005), “-Türban, Batılılaşma-Modernleşme”, Laiklik
ve Örtünme, İstanbul: Kitap Yayınevi.
AKTAŞ, Cihan (1991), Tazimattan Günümüze Kılık Kıyafet ve İktidar, 2.
Baskı. Ankara: Nehir Yayınları.
AKYÜZ, Yahya (1994), Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1993’e),
İstanbul: Kültür Koleji Yayını.
ALKAN, Mehmet Ö. (1998), “Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de
Seçimlerin Kısa Tarihi”, Görüş Dergisi, S. 39, İstanbul: Tüsiad Yayınları.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (1997), Anakara: Araştırma Merkezi
Yayınları.
AVŞAR, Halil (1999), “Cumhuriyet Felsefesi, Çağdaşlaşma”, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, S. 44, C. XV.
BERKES, Niyazi (2003), Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul: YK
Yayınları.
DEMİRHAN, Ahmet (1992), Modernlik, İstanbul: Ağaç Yayınları.
DİE (1973), Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı,
1923-1973, Ankara: DİE Yayınları.
DOĞANER, Yasemin (2000), “Atatürk İnkılâbının Yerleşmesinde
Halkevlerinin Rolü”, Kök Araştırmalar, C. 2, S. 2, 77-99.
206 OCAK 2015
CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA...
DUMAN, Doğan (Ocak 1997), “Cumhuriyet Baloları,” Toplumsal
Tarih, C. 7, S. 37, 44-8.
ERKAL, Mustafa (2000), Sosyoloji, İstanbul: Der Yayınları.
GÖNLÜBOL, Mehmet (1987), “Atatürk’ün Dış Politikası: Amaçlar ve
İlkeler”, Atatürk Yolu, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayını.
HABERMAS, Jürgen (1987), The Philosophical Discourses of
Modernity, Cambridge: Polity Press.
KAPLAN, İsmail (2005), Türkiye’de Milli Eğitim İdeolojisi, İstanbul:
İletişim Yayınları.
KOCATÜRK Utkan (2000), Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Kronolojisi (1918-1938), Ankara: TTK Yayını.
KOCATÜRK, Utkan (Mart 1985), “Türk Toplumunda Çağdaşlaşma
Gereği”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. I, S. 2.
KOCATÜRK, Utkan (1999), Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara,
Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayını.
KONGAR, Emre (1999), Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye
Gerçeği, İstanbul: Remzi Kitapevi.
MARDİN, Şerif (2000a) Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim Yayını.
MARDİN, Şerif (2000b), Türkiye’de Din ve Siyaset, İstanbul: İletişim
Yayını.
OKTAY Ahmet (2000), Postmodernist Tahayyüle İtirazlar, Ankara:
İnkılâp Yayınları.
ÖZ, Esat (1992), Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım, Ankara:
Gündoğan Yayınları.
ÖZGİŞİ, Tunca (2009), “Milliyetçilik ve Vatandaşlık Olgusunun Türk
Anayasalarına Yansıması”, Türkoloji Kültürü Dergisi, C. 2, S. 4, 83-102.
PARLA Taha (1995), Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları,
C.3, İstanbul: İletişim Yayını.
SAKAOĞLU, Necdet (2003), Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi,
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1207
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
SUNGU, İhsan (1938), “Tevhid-i Tedrisat”, Belleten, C. 2, S. 5-6,
Ankara: TTK Yayını, 397-431.
TEKELİ, İlhan (1983), “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Günümüze Eğitim
Kurumlarının Gelişimi”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 3,
İstanbul: İletişim Yayını, 650-77.
TOKSOY, Nurcan (2007), “Türk İnkılâbında Milli Kültürün Yeri ve
Halkevi Çalışmaları”, Turkish Studies, C. 2, S. 1, 124-61.
TUNÇAY, Mete (1989), Türkiye’de Tek Partili Yönetimin Kurulması,
İstanbul: Cem Yayınevi.
TURAN, Şerafettin. (1999), Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen
Olaylar Düşünürler, Kitaplar, 3. Baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
TÜFEKÇİ, Gürbüz (1986), Atatürk’ün Düşünce Yapısı, 3. Baskı, Ankara:
Turhan Kitapevi.
UYGUN, Oktay (Aralık 2006), “Türkiye’de Etnik Siyasetin Sosyolojik,
Politik ve Hukuki Analizi”, Hukuk Perspektifleri Dergisi, S: 9.
ÜLKEN, Hilmi Ziya (1999), Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi,
İstanbul: Ülken Yayınları.
ÜSTEL, Füsun (2004), İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği:
Türk Ocakları (1912-1931), İstanbul İletişim Yayınları.
YETKİN, Çetin (1983), Türkiye’de Tek Parti Yönetimi 1930-1945,
İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi.
YILDIZ, Ahmet (2001), Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal
Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938), İstanbul: İletişim Yayınları.
ZURCHER, Erik Jan (2003), Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Siyasal
Muhalefet Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924-1925), çev. Gül Çağalı
Güven, İstanbul: İletişim Yayınları.
208 OCAK 2015
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA
YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ
52*
Cemile ARIKOĞLU ÜNDÜCÜ
Özet
Şiddet, insanlık tarihi kadar eski olmakla birlikte, kadına şiddet
konusunun öneminin farkındalığı ve literatürde kendine yer bulmasının çok
yakın bir tarihi var. Bu durum sadece Türkiye›ye özgü değil, tüm dünyada da
aynı paralelde gelişim gösteriyor. Kadına yönelik şiddet konusuna dikkatlerin
yoğunlaşmasında, 1960›ların sonunda bir önceki yüzyılın ürettiklerini
sorgulayan sürecin içinde, kadın hareketinin oluşmasının büyük payı vardır.
1980 sonrası küreselleşen dünyada ulusal ve uluslararası düzeyde görülen
terör hareketleri ile toplumun en temel birimi olan aile içinde, zayıf olana karşı
şiddet -yani kadına ve çocuğa-; bireyin özünde, ilişkilerini çatışma zemini
üzerinden ürettiğini göstermektedir. Özellikle insanlığın bilgi ve iletişim
teknolojisindeki muazzam ilerleyişine karşılık, bireyin kendi içindeki bu
gerilim durumu bir çelişkidir. Şiddetin yaşamın bir parçası gibi algılanmasında,
sıradanlaştırılmasının ve alışkanlık haline dönüşmesinin büyük payı vardır.
Şiddetin genel mağduru kadın olduğundan, bu sıradanlık ve alışkanlık hali
ataerkil yapıyı harekete geçirmemektedir. Bu sorunun analizi ve çözümü,
siyasal karar alma mekanizmaları ve karar alıcılardan bağımsız değildir.
Bu yazının konusunu, ulusal ölçekli karar alma yeri olan TBMM’nin
kadına yönelik şiddeti ele alış biçimi oluşturmaktadır. Bu çalışma, görevi “yasa
yapmak” olan meclisin konuya dair çıkarmış olduğu yasaları ve yasaların
analizlerini aşarak; bu yasaların etrafında dönen tartışmaları ve bu yolla yasa
yapıcıların algılarını da ölçmeye yöneliktir.
Anahtar kelimeler: Kadın, Şiddet, Kadına Şiddet, TBMM, Yasa Yapıcılar.
*
Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü,
[email protected]
YIL: (5) 1 – SAYI: 1209
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
AN OVERVIEW OF DEBATES ON VIOLENCE AGAINST WOMEN
IN THE TURKISH GRAND NATIONAL ASSEMBLY
Abstract
Although violence is as old as human history, awareness of the importance
of the issue of violence against women and its finding a place for itself in the
literature have a short history. This situation is not unique to Turkey, it shows same
development patterns all over the world. In the process of getting attention to the issue
of violence against women goes back to the end of 1960’s which women movements
began to appear. This women movements came to the fore as a result of a process
which question the outputs of previous century. In the globalized world since 1980,
both terrorist attacks seen on the national and international level and violence against
women and children in the family as a basic unit of society, indicate that individuals,
intrinsically, generate their own relationships on the ground of conflicts. Contrary to the
tremendous advances of humanity in information and communication technologies,
the tension of the individual in him/herself indicates a contradiction. Violence is
perceived as a normal aspect of life because it is usually seen as something ordinary
and it is internalized by many people. Since it is generally women who face violence,
patriarchy doesn’t seek solutions to this highly problematic issue of internalization of
violence. Analysis and solution of this problem are not independent from decisionmakers and political decision-making mechanisms.
The aim of this paper is to explaine the approach of the TGNA (Turkish Grand
National Assembly), a decision-making place at the national level, to the violence
against women. Through exceeding the laws that the Assembly which is responsible
for “drafting laws”, has done on this issue, this paper intends to analyze the debates
around these laws and the perceptions of the legislators.
Key words: Women, Violence, Violence Against Women, The TGNA, Legislators.
ИСТОРИЯ БОРЬБЫ С НАСИЛИЕМ В ОТНОШЕНИИ ЖЕНЩИН
В ВЕЛИКОМ НАЦИОНАЛЬНОМ СОБРАНИИ ТУРЦИИ
Аннотация
История насилия издавна сосуществует в истории человечества, при
этом тема насилия над женщиной, осознание важности и включение её
в как объекта исследования появилось недавно. Сложившаяся ситуация,
связанныя с этой темой актуальна не только для Турции, но для всего мира
210 OCAK 2015
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ
и развивается паралельно. Большую роль в целях привлечения внимания
к этой теме занимает создание и развитие женского движения. В конце
1960 г. предыдущего столетия в рамках насущных вопросов, женское
движение имеет огромную значимость. После 80- годов просходит
динамика возникновения внутригосударственных и международных
террористических движений, на фоне этого раскрываются вопросы
насилия в семье, которая является основной ячейкой общества, насилия
над слабыми, то есть женщин и детей, в глобализирующемся мире
показывает личностные отношения на основе конфликта. Это раскрывает
противоречие на фоне прогресса информационно-коммуникационных
технологий. Немаловажное значение при анализе и решении этой
проблемы не может не зависеть от восприятия насилия как части жизни,
которая превращается в привычку. Таким образом, женщина как жертва
насилия, и ее привыкание к этому, непосредственно формирует или
возрождает патриархальную структуру. И поэтому анализ и решение
проблемы, не зависит от принятия политических постановлений.
Темой данного исследования является то, что Великое национальное
собрание Турции, как орган принятия государственных решений,
рассматривает и считает тему насилия над женщиной как важную.
Основная задача статьи проанализировать свод законов, дискуссий
вокруг этих законов и правовая этика законодателей . В рамках работы
отдельно будет рассмотрена
структура законодательного органа,
направленного на борьбу с насилием над женщин и её значимость в
рамках комплексного рассмотрения проблемы.
Ключевые слова: женщина,
собрание Турции, законодатели
насилие,
Великое национальное
GİRİŞ
Medyada kadına yönelik şiddet ve kadının aşağılanmasına dair görüntü
ve söylemlerin yansımadığı gün yok gibi gözüküyor. Özellikle televizyon
ekranlarına yansıyan cinayet ve şiddet haberlerinin yoğunluğu ile toplumsal
cinsiyet eşitliği endekslerinde en alt sıralarda yer alan Türkiye1; kadınını
1
Dünya Ekonomik Forumu’un yayınladığı “Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi” ne göre
Türkiye, 136 ülke arasında 120. sırada yer almaktadır. Ekonomik katılım ve fırsat eşitliği
sıralamasında 127, siyasete katılımda 103, iş gücüne katılımda 123. sıradadır. World
Economic Forum, The Global Gender Gap Report 2013.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1211
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
çaresiz bırakan ülke profilini çoktan çizmiş durumdadır. 1980 sonrası kendini
iyice hissettiren neo-liberal dalga ile bir taraftan özgürlüklerin ve özgürlükler
rejimini ifade eden demokrasinin yaygınlaşması ile övünülürken (özellikle
sosyalist rejimlerin çözülüşü ile ortaya çıkan yeni ulus-devletlerin rejim
değişiklikleri), diğer taraftan bireylerden gruplara, örgütlerden devletlere
kadar çatışma zemininin genişliyor olması insanoğlunun çelişkilerini ortaya
koymaktadır. Bu çatışma; toplumun en küçük ve temel birimini oluşturan
ailenin içinde yaşanan şiddetin, terörizm ve savaş gibi büyüyen ve genişleyen
biçimiyle kendini göstermektedir. Terörün dini ve milleti olmadığı gibi, kadına
dair şiddet de belli bir eğitim ve kültür seviyesi aramamaktadır.
Kadına yönelik şiddetin en çok aile içinde ve aile bireylerinden biri
tarafından gerçekleşmesi, aile kurumunun önemini ortaya koymaktadır.
Sevgi, saygı kimi zaman coşku gibi yüce değerler üzerine inşa edilmek
istenen aile kurumuna, hırs, hınç, doygunluk, bıkkınlık, tahammülsüzlük,
tıkanıklık hatta kin ve nefret gibi duygular hakim olmakta ve yaşam tarzına
dönüşmektedir. Toplumun töresel, yöresel ve dinsel dayatmaları kimi zaman
bu duyguları beslemeye kaynaklık etmektedir. Özellikle 1980 sonrasının
yeni insanı, bireyciliğin zirveye ulaştığı, bilgi ve teknolojinin muazzam
gelişiminin sunduğu olanaklara kolay yoldan ulaşmak isteyen, bunu yapmak
için de bencilliği elden bırakmayan bir görüntü çizmektedir. Bireyin “ben”
duygusu çatışma olgusunun temel nedeni haline dönüşmektedir. Bu durum
“biz” duygusuna dayanan aile kurumunu yozlaştırmaktadır.
Kadının aile ve toplum içindeki konumunu algılayabilmek için; insan
ırkının bir türünün diğerine olan üstünlüğünü sorgulamak gerekiyor. Diğer
bir ifadeyle, “Erkek neden egemen?” sorusu önem kazanıyor. Bu sorunun
ilk yanıtı, tabiki cinsiyet kimliğinden kaynaklanıyor. Kadının biyolojik
ve fizyolojik açıdan zayıf olan tarafta olması, zaman içinde sosyalleşen
insanoğlunun kurduğu aile, ekonomi, siyaset ve toplum gibi tüm yapı ve
kurumlarda erkeğin üstün olmasına zemin hazırlamıştır. Sorunun bir diğer
yanıtı ise, erkeğin özel mülkiyete sahip olmasında yatmaktadır. Özel mülkiyet,
erkeğin kadını da bedeniyle, ruhuyla malı gibi görmesine, üzerinde her türlü
tasarruf hakkına sahip olduğu inancının yerleşmesine olanak sağlamıştır.
Kadının konumunun belirlenmesinde, tarihsel süreç ve kadını odağına
yerleştiren feminist teorinin büyük payı vardır. Tarihsel temeli (eşitlik olgusuna
dayanarak), sınıfa dayalı ekonomik determinizme dayandıran sosyalist görüşü
212 OCAK 2015
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ
yeniden sorgulamak, genişletmek ihtiyacı doğmaktadır. Bu görüşe göre, ilk
işbölümü, ilk defa ezenler ve ezilenlerin ortaya çıkmasıyla oluştu; diğer
taraftan ilk işbölümü de kadınla erkek arasındaki işbölümüydü. Dolayısıyla
tarihsel temel çok daha önceye, diğer bir ifadeyle cinsiyetler arası doğal
bölünmeye dayanmaktadır2. Bu nedenle feminist teori, hem insana sadece
erkek gözünden bakarak ortaya çıkan görüşlere yeni doneler sunmakta, hem
de tüm kadın ezilmişliğini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle
öncelikle, kadını ezen, dışlayan ve hatta şeytanlaştıran algıyı incelemek
gerekmektedir.
Bu çalışma, Türkiye’de kadına yönelik şiddet konusunda siyasal
karar alma mekanizmasında rol üstlenen karar alıcıların algıları üzerine
yoğunlaşmakla birlikte; tarihsel süreç içinde kadını dışlayan, şiddete mağdur
eden algıyı konu edinmektedir. Bu nedenle çalışmada, kadına yönelik şiddet
konusuna tarihi bir açıklama getirmek zorunlu olmuştur. Şiddetin kökeni
önce Batı toplumlarında irdelenmiştir. Tarihi analizin ardından, kadına
yönelik şiddet konusunun uluslararası toplumun gündemine girişi ve sorunu
çözmeye yönelik kurumsal girişimler açıklanmıştır. Uluslararası girişimlerden
etkilenen Türkiye’deki kadın hareketinin konuya yönelik çabaları, devlet
ve kurumlarının getirdiği yasal ve kurumsal düzenlemeler çalışmanın diğer
ayrıntılarını oluşturmaktadır. TBMM’de kadına yönelik şiddet konusu,
“Ailenin Korunmasına ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”
ve Kanun’un tartışmaları çerçevesinde ele alınmıştır.
KADINI ÖTEKİLEŞTİREN ALGININ ARKAPLANI YA DA
KADINA YÖNELİK ŞİDDETİN TEMELİ
Tarihi sürece gözatıldığında, kadının egemen olduğu “anaerkil” dönem3,
her türlü üretimin kadın kontrolünde olduğu ilk çağları ifade etmektedir.
Bu dönemde; ip, sepet, dokuma, toprak kap yapımı, ateş yakma ve yemek
pişirme, balık tutma, tarak, kaşık, madeni eşya, boncuk yapımı gibi tüm
uğraşlar kadının tekelindeydi. Bunlara ek olarak ilk hekimlik uygulamaları
ve şifalı otları kullanmak kadının eseriydi. İnsanoğlunun doğa olaylarını
2
3
Juliet Mitchell (2006), Kadınlar: En Uzun Devrim, çev. Gülseli İnal v.d., İstanbul: Agora
Kitaplığı, 20-1.
Evelyn Reed (2003), Bilim ve Cinsiyet Ayrımı, çev. Şemsa Yeğin, İstanbul: Payel Yayınevi,
143-46.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1213
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
kavramaya başlamasıyla, üretim alanı erkeklerin eline geçmeye başladı.
Üretim biçiminde özellikle savaş araç ve gereçlerinin üretimine bir geçiş söz
konusu olmuştur. Bu gelişmeler kadını arka plana iterken, kadının toplumdaki
üstünlüğünü sona erdiren Saray-Tapınak-Ordu üçlemeleri ve din devleti gibi
yeni örgütlenmeleri ortaya çıkarmıştır4.
Antik Yunan mitolojisinde ilk kadının ismi Pandora5dır. Pandora,
Tanrılar babası Zeus’un Prometheus’u ilk kurban ayinindeki riyakarca
davranışıından dolayı cezalandırmak için kullandığı bir tuzaktır. Süslü bir
gelinlikle, taç, mücevher ve kuşaklar içinde düşüncesizce kendini kabul
edecek adama gelen Pandora, ışıltılı bir cazibe taşır. Parıltılı gelin, beraberinde
ağzı sıkıca kapalı bir kutu getirmiştir. Kutunun kapağını açınca, ölüm ve diğer
kötülükler dünyaya yayılır; kesin olan kutudan asla umudun çıkmayacak
olmasıdır6. Antik Yunan’da kadınlar, siyasal hayat ve kurban ayinlerinden
dışlanmıştır. Kurban ayinleri önemlidir, çünkü Yunan dininin merkezi, siyasal
hayatın dayandığı temeldir (Tanrılar ve erkekler arasındaki uyumu gösterdiği
için). Sparta hariç, ilk demokrasi örneği olarak literatürde kendine yer edinen
Atina’da kadın yurttaş yoktur. Sadece yurttaşların anneleri, karıları ve kızları
vardır7.
Roma Hukuku’nda da durum farklı değildir. Kadınlar ayrı bir tüzel tür
oluşturmazlardı. Hukuktan kadınları ilgilendiren pek çok çatışmanın çözülmesi
beklenirken, hukuçuların çoğu kadının zihin zayıflığı, hafifmeşrepliği, genel
çelimsizliği ve yasal ehliyetsizliği gibi görüşleri paylaştığından, genel olarak
kadınla ilgili en ufak bir tanım önermezdi. Cinsiyet ayrımı “özellikle evlilik
için” yasal sistemin bir ilkesi olarak kabul edilmiştir8.
“İster iyi olsun ister kötü, bir atın mahmuza ihtiyacı vardır; ister iyi
olsun ister kötü, bir kadının da bir sahibe ve efendiye, bazen de bir sopaya
4
5
6
7
8
214 Hanri Benazus (2010), Geçmişten Günümüze Kadınlar ve Kadınlarımız, İstanbul: Bizim
Kitaplar, 277.
Herşeyi veren kadın, bütün Tanrılar tarafından verilen kadın.
Claudine Leduc (2005), “Antik Yunanistan’da Evlilik, “Kadınların Tarihi, Ana Tanrıçalardan Hıristiyan Azizelere, Cilt: 1, Georges Duby, Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayını, 247.
Louise Bruit Zaidman (2005), “Pandora’nın Kızları ve Yunan Kentlerindeki Ritüelle”,
Kadınların Tarihi Cilt I “Ana Tanrıçalardan Hıristiyan Azizeler, Georges Duby, Michelle,
Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayını, 341
Yan Thomas (2005), “Roma Hukukun’da Cinsiyet Ayrımı”, Kadınların Tarihi Cilt I “Ana
Tanrıçalardan Hıristiyan Azizelere, Georges Duby, Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet
Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayını, 99.
OCAK 2015
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ
ihtiyacı vardır.” Atasözünü kayda geçiren 14. Yüzyıl fetvacısı Floransalı
Paolo da Certaldo. Ortaçağ Avrupa’sında Kilise babaları ve Kitab-ı Mukaddes
kadınların bedenlerini tehlikeli ve bozguncu buldukları için, onları kontrol
etmek ve cezalandırmak işini erkeklere vermiştir. Eril felsefe ve bilim, görevi
omuzlamak için hiç de isteksizlik göstermemiştir. Atasözleri, vecizeler,
tıbbi yazılar, teolojik eserler, ders ve ahlak kitapları Antikçağ’dan bu yana
bu amaca cephane sunmaktadır. Bilim, etik, siyasal düşünce kadınların ya
iffetli kalmaları ya da kendilerini sadece üreme işine adamaları gerektiği
noktasında buluşmaktaydı. Galenosçu hekimler, hamilelik için dişi spermin
gerekli olduğunun tespiti gibi hatalı teoriler üretirken, kadınların yasal
kapasite ve iktidar kullanma yeteneklerini sınırlamak için Aristocu görüşler
hız kazanmıştı9. Nitekim Aristo ve Galenos; dişi, eksik ve alt konumda bir
erkek miydi? Ya da dişinin cinsel organları tersyüz edilmiş erkek organları
mıydı? gibi kadını insan kabul etmeyen sorular peşindeydi.
1494 yılında VI. Aleksandr, 1521’de X. Lui, 1522’de VI. Adriyen
pek çok günahsız kadını şeytanla işbirliği ithamı ile öldürmüştür. Kraliçe
Elizabeth ve I. James döneminde binlerce kadın, aynı ithamla yakılarak
öldürülmüştür. Hatta İngiltere’de kadınlara ceza vermek için özel bir meclis
kurulmuş, değişik işkence şekilleri ve kanunları uygulamak meclisin temel
işlevini oluşturmuştur. Bu dönemde Avrupa’da yaklaşık 90.000 kadının canlı
canlı yakıldığı ifade edilmektedir10.
Kadının hor görülmesi sadece Avrupa uluslarına has bir özellik değildir.
Eski Mısır’da Firavunlar kız kardeşleriyle evlenebiliyordu. Yine Eski
İran’da da kız kardeş, anne gibi kan yakınlığının bir saygınlık ifade etmediği
görülmektedir. Onlar da kız kardeşleriyle evlenir ve de bu durumu teşvik
ederlerdi. Babil’de kadın, evcil hayvanlarla eşit tutulmuştur. Eski Hindistan’da
kadın köle olarak kabul edilmiş, 17. Yy’a kadar kocası ölen kadın, aynı gün
kocasının cesedi ile yakılarak yaşam hakkı elinden alınmıştır. Uzak Doğu’da
ve Çin’de kadınlar insan olarak kabul görmemiş, tıpkı Arap toplumlarındaki
gibi isim koymak yerine numaralandırılmıştır11. Arap toplumlarında kız
çocukları diri diri gömülmüş, istenildiği kadar kadına sahip olunulmuştur.
Eski Türklerde kadın önemli bir varlık olarak kabul edilmiştir. Türk kadını
9
10
11
Chritiane Klapisch-Zuber (2005), “Düzeni Sağlamak”, Kadınların Tarihi Cilt II “Ortaçağın Sessizliği, Georges Duby, Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye
İş Bankası Kültür Yayını, 23.
Benazus, a.g.e., s. 280.
Benazus, a.g.e., s.286.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1215
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
ata biner, ok atar ve hatta savaşırdı. Miras gibi medeni haklarda erkekle eşit
görülmüş ve yönetim kademelerinde bulunmuşlardır. Gökalp’e göre, Eski
Türkler hem demokrat, hem feministdirler12. İslamiyet’in kabulü ile bu
davranışlar terkedilerek, İslam’ın verdiği haklardan yoksun bırakan, kadını
mahrumiyete iten bir algı ile yer değiştirmiştir13.
Erken modern Avrupa’da kadın, sanatsal temsillerde ya çok iyi, ya
da çok kötü bir rol üstlenmiştir. Örneğin; Havva, Adem’den daha fazla
günahkar, Meryem ise, İsa’dan daha az kutsaldır14. Edebi metinlerde kadın,
salt görüntüye indirgenmiştir. Erkeklerce kadınlar yazmak için bir araçtır (bir
sevgili, bir sanat perisi), yazarın düşleri için bir çanak işlevi görmektedir.
“Kadın” pekçok filozofça kötülenmiştir. Avrupa’da modernliğin ve özgürlüğün
fikir babalarından Voltaire, Rousseau, Montesquieu, Diderau’ya göre kadın
kötü bir mahlûktur. Montesquieu’da kadınlar erkeklere egemen olmak için
çekiciliklerini kullanırlar, Rousseau’da kadınlar erkekleri mutlu etmek için
vardırlar15. Diderot için de kadınlar şehvet ve eğlence için yaratılmışlardır.
Eski Yunan’da Sokrat, Eflatun, Aristo’nun kadını tüm kötülüklerin anası,
şeytanın işbirlikçisi olarak tanımladığı görüşü bu dönem filozoflarında
da etkilidir. Ancak bu dönem Avrupa’da Dante, Petrark, Shakespeare gibi
kadınların haklarından bahseden görüşler de yer bulmuştur16.
İster prenses, ister köylü olsun (ve aralarındaki hatırısayılır farklılıklara
rağmen) kadınların içinde yaşadıkları mekan, kurallarla, yasaklarla sürekli
gözetlenmiş ve kontrol edilmiştir. 18. Yy itibariyle kadınlar bu kısıtlamaların
içinde yaşamakla birlikte, bu kısıtlamalardan kurtulmanın yollarını
aramışlardır. Süt sağma taburesi ile taht arasında, kadın gerçekliğinin pekçok
boyutu vardır. Zengin veya yoksul olmak ile güzel veya çirkin olmak büyük
anlam ifade etmektedir.
12
13
14
15
16
216 Ziya Gökalp (1996), Türkçülüğün Esasları, İstanbul: Kamer Yayını, 165-67.
Bahriye Üçok (2011), İslam Devletlerinde Türk Naibeler ve Kadın Hükümdarlar, İstanbul:
Bilge, Kültür, Sanat Yayını.
Kilise Babaları, İlk Günah’ın suçunu Havva’ya yüklemiştir, kadınları cinsellik ve günahla
tanımlamışlardır. O kadar ileri gidilmiştir ki, kadın erkek için baştan çıkarıcı ve kötülüğün kaynağı olduğundan erkeğin kadına olan sevgisi, Tanrı’ya olan sevgisini tehdit edecektir. Erkeğin selameti için bakir yaşam önemli bir unsurdur.
Natalie Zemon Davis ve Arlette Farge (2005), “Herşeye Rağmen Kadın Nedir?”, Kadınların Tarihi Cilt III “Rönesans ve Aydınlanma Çağı Paradoksları, Georges Duby, Michelle,
Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayını, 250-53.
Benazus, a.g.e., 281.
OCAK 2015
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ
Fransa’da gerçekleşen “Devrim”, kadınların yaşamında önemli değişim
ve gelişmelere yol açtı. “Değişimlere asıl yön veren erkekler olsa da”. Ücretli
emek, bireysel yurttaşlık hakları, kadınların eğitim hakkı gibi sosyal gelişmeler
ve kadınları siyasal hayatta kendilerini bir güç olarak ifade etmelerinin önünü
açan Feminizm, Devrim’in önemli kazanımları olmuştur. Sanayi Devrimi
ile birey, toplum karşısında öncelik kazanmıştır. Modernliğin gelişi, dişiyi
özne olarak, kadının birey, siyasal hayatın katılımcısı ve nihayetinde bir
yurttaş olmasını sağlamıştır17. Bu kazanımlar sadece Avrupa’ya sıkışmamış,
modernliği kendine hedef olarak belirleyen ülkelerde, kendi koşulları içinde
eksik, kimi zamansa anlamını bulamamış biçimde yaygınlaşmıştır.
KADINA YÖNELİK ŞİDDET KONUSUNUN GÜNDEME GELİŞİ
Kadına yönelik şiddetin toplumsal düzeyde tartışmaya açılması, şiddetle
mücadele edilmesiyle aynı paralel süreçte gerçekleşmiştir. Bu dönem
1980’ler sonrasını ifade etmektedir. Şiddeti tanımlayan, görünür kılan ve
hatta mücadeleyi başlatan ve mücadele eden kadın hareketidir. Bu, ezilmeye
karşı bir başkaldırıdır. Hareketi besleyen ve destekleyen Feminist düşünce,
1970’lerde somutlaşan ve uluslararası çapta adım atılmasına ön ayak olan bir
ivme olmuştur.
Ancak kadına yönelik şiddetin tarihte yaşandığına dair konu özelinde
yazılı kaynak olmasa da, geçmiş döneme ait eserlerin satır aralarında, kadın
ezilmişliğinin ipuçlarını bulmak mümkündür. Bir önceki bölümde, kadını
kötüleyen ve onu yok sayan temel düşünceler açıklanmakla birlikte, bazı
örneklerde bu durum birebir şiddet kullanmayla özdeşleşmektedir. Örneğin,
bir zamanlar Europa deniz kıyısında kız arkadaşlarıyla oynarken, Zeus bir
boğa kılığına girerek onu kaçırır. İllüstrasyonlarında Europa, boğanın sırtında
korkuyla oturur, hüzünle el sallar arkadaşlarına. Korkmakta haklıdır; çünkü
Zeus ona sahip olmak için şiddet kullanmıştır.
Kadının konumunu toplumsal düzlemde ilk kez tartışmaya açan kadın,
1363-1430 yılları arasında Venedik’te yaşamış olan Chiristine de Pizan
olmuştur. Döneminin önemli şair ve yazarlarından olan Pizan, “querelle du
Roman de la Rose (gül romantizmi)” edebi tartışmasının üzerinden kadınlara
17
Geneviéve Fraisse ve Michelle Perrot (2005), “Düzenler ve Özgürlükler”, Kadınların Tarihi Cilt IV “Devrimden Dünya Savaşı’na Feminizmin Ortaya Çıkışı, Georges Duby, Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayını, 13.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1217
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
yönelik düşmanlıklarla mücadele etmiştir. Evlilik, cinsellik gibi konuların
yanında, Pizan kadınların kocalarından son derece kötü muamele gördüğünü,
sefil bir yaşam sürdüklerini kaleme almaktadır18.
Türk yazılı kaynaklarında bizzat kadına yönelik şiddeti içeren tarihi
kaynak yoktur belki ama, Sami Paşazade Sezai’nin “Sergüzeşt” romanı
örneğinde olduğu gibi, köle olarak alınıp satılan cariyenin uğradığı kötü
muamele ve şiddet kaleme alınmıştır. Romancının hedefi şiddet değil, tıpkı
Namık Kemal’in romanlarındaki gibi “özgürlük” fikrine kilitlidir, ancak bu
dönem yazarlarının eserlerinde kadına şiddet uygulandığına dair ifadeler yer
almaktadır.
Kadına yönelik şiddet konusunun gündeme gelmesinde, II. Dünya Savaşı
sonrası siyasi ortamı ve yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan başkaldırıları
beklemek gerekecektir. Bu dönemde kadın hareketinin tetiklediği Birleşmiş
Milletler’in 1975 yılındaki Mexico City’de düzenlediği “Birinci Dünya Kadın
Konferansı”, ardından gerçekleştirilecek konferanslar ve alınan kararların
önemi büyüktür. BM 1975-85 yılları arasındaki dönemi “Kadın On Yılı” olarak
ilan etmiş, böylece kadına yönelik şiddete dair uluslararası norm ve standartlar
belirlenmiştir. Bu konferansta şiddet konusu sivil toplum kuruluşlarınca dile
getirilmiş, fakat Eylem Planı’nda şiddet konusuna özel bir vurgu yapılmamıştır.
1980 yılında Kopenhag’da gerçekleştirilen İkinci Konferans’ta şiddet konusu,
sağlık alanı çerçevesinde değerlendirilmiştir. Şiddet konusunun kapsamlı bir
biçimde ele alındığı Konferans 1985’de Nairobi’de gerçekleştirilen konferans
olmuştur19.
1993 yılında Viyana’da gerçekleştirilen Dünya İnsan Hakları
Konferansı’nda, kadının insan hakları tüm BM insan hakları belgelerine
girmiştir. 1994 yılında BM İnsan Hakları Komisyonu şiddet konusunu
derinlemesine inceleyecek bir Özel Raportör atamıştır. Kadına Karşı Her Türlü
Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nde (CEDAW 1985), şiddet için ayrı bir
başlık açılmamış, şiddet konusu ayrımcılık kapsamında değerlendirilmektedir.
1995 yılında Pekin’de gerçekleştirilen Konferans’ta katılımcı ve
katılanların çeşitliliği artmıştır. Bu dönemde tüm görsel ve yazılı yayınlar,
kadın sorunlarına kulaklarını tıkamamıştır. Bu Konferans’ın diğerlerinden
18
19
218 Gisela Bock (2004), Avrupa Tarihinde Kadınlar, çev. Zehra Aksu Yılmazer, İstanbul: Literatür Yayınları, 21.
Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı 2007-2010, KSGM, 11-12.
OCAK 2015
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ
ayırtedici yönü, “Taahhütler Konferansı” olmasında yatmaktadır. Çünkü Pekin
Eylem Planı’nda kabul edilen ilkeler, pek çok ülkenin beş yıllık kalkınma
planlarına girecektir. Türkiye’de Pekin Deklarasyonu ve Eylem Planı’nı
çekince koymadan imzalayan ülkeler arasındadır20.
5-9 Haziran 2000 yılında New York’ta düzenlenen “Pekin +5” BM
Genel Kurul Özel Oturumu’nda, bir önceki konferansın taahütleri incelenmiş,
kadına yönelik şiddetin tanımı genişletilmiştir. Türkiye’nin önerisiyle “namus
suçları” ve “zorla evlendirilme” başlıkları ilk kez uluslararası bir antlaşma
metnine girmiştir21.
TÜRKİYE’DE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELE
“Kızını dövmeyen dizini döver”, “Kadının sırtından sopayı, karnından
sıpayı eksik etmeyeceksin” gibi atasözlerinin anlam ifade ettiği ve değer
bulduğu bir toplumda, şiddetin her türü ile mücadele etmenin hiç de kolay
olmayacağını anlamak zor değildir. Görsel ve yazılı yayınlarda hemen hemen
hergün, dayak, cinsel taciz, tecavüz, daha uçta cinayet ve çocuk gelinler gibi
şiddetin farklı türlerini içeren haberler bu tesbitin kanıtıdır. Şiddete uğrayanın
yanıtı çoğunlukla sessizlik, bu kimi zaman olayı açık etmemek, kimi zaman
“Kocam değil mi? İster döver, ister sever” biçiminde anlaşılamayacak
karmaşık bir ruh halini yansıtır. Aslında bu ruh hali, kadının da tıpkı diğerleri
gibi aynı değerleri içeren bu toplumun bir bireyi olmasından kaynaklanır.
Ancak madolyonun diğer tarafına bakacak olursak, Türkiye’de kadına yönelik
şiddete dair önemli bir bakışaçısının geliştiğini ve şiddetle mücadelenin bu
bakışaçısının temelini oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Türkiye’de kadın mücadelesinin pek çok boyutu vardır. Kadınların
siyasal haklarından, çalışma yaşamına, eğitim olanaklarından cinsler arası
eşitlik konularına kadar kadın için hayati öneme sahip konular tartışılmış, dile
getirilmiştir. Ancak Türkiye’de kadın hareketini doğuran ve ivme kazandıran,
kadınların fiziksel şiddete, yani dayağa “dur” demeleriyle başlamıştır. Diğer
bir ifadeyle, şiddete karşı kazanımlar devlet eliyle değil, kadınların kendi
içinden başlattıkları ve devlet kurumlarını etkiledikleri hareketle sağlanmıştır.
Türkiye’de kadına yönelik şiddet, 1987 yılında kadın dayağını
20
21
Zeynep Oral (2008), Kadın Olmak, İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 285-90.
Oral, a.g.e., s. 313.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1219
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
meşrulaştıran bir yargı kararını protesto etmek için kadınların sokaklara
dökülmesi ve şiddeti kınamaları ile gündeme gelmiştir22. Kadınların sokağa
çıkması ve kadın hareketinin güçlenmesinde; 1980 sonrası Türkiye’deki
toplumsal değişmenin ön plana çıkan yenilenme/ direnme boyutunun, kadınerkek ilişkileri ve kadın kimliği konularına odaklanmasının büyük payı
vardır23.
1988 yılında yayınlanan Bağır Herkes Duysun!, dayak yiyen kadınların
tanıklıklarına ve feministlerin şiddeti çözümlemeye dönük analizlerine yer
veren ilk yayın olma özelliğini taşımaktadır. 1989’da Ankara’da başlayıp,
İstanbul’da devam eden, “Bedenimiz Bizimdir- Cinsel Tacize Hayır”
kampanyası, İstanbul’da “Mor İğne” dağıtılması ile çok ses getiren bir
hareket olmuştur. “Cinsel Taciz” kavramı, 1990 yılında Feminist dergisinde
çok tartışılmış, kavram belli bir süre sonra herkesin diline yerleşerek, anlamı
bilinir olmuştur24. Bir diğer başkaldırı, 1989 ve 1990 yıllarında İstanbul,
Ankara, İzmir, Adana illerinde Türk Ceza Kanunu’nun 438. Maddesine karşı
yürütülen kampanyalardır25.
1990’lı yıllar boyunca kadına yönelik şiddet konusu sürekli olarak
dile getirilerek, gündemde tutulmaya çalışılırken, 1980’lerde sokağa
dökülen, kampanya yürüten kadın hareketi kurumsallaşmaya başlamıştır.
Bu dönemde uluslararası düzeydeki gelişmeler iç dinamikleri tetiklerken,
kadın kuruluşları şiddetle mücadele konusunda yurt dışından fon bulmaya
22
23
24
25
220 1987’de Çankırı’da kocasından sürekli dayak yiyen hamile bir kadının boşanma davasını
reddeden hakim Mustafa Durmuş, gerekçeli kararını “kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” sözüne dayanarak açıklamıştır. Bu karara Çankırı’da 8
avukat itiraz etmiş, bu durum İstanbul’da kampanyaya dönüşmüş, ardından Ankara ve
diğer illere yayılmıştır. Bu kampanyayı sokak gösterileri, imza toplama kampanyaları ve
sorunun tartışmaya açılması izlemiştir. Bu kampanyanın en önemli çıktısı; kadın sorununu görünür kılması ve kadın hareketinin örgütlenerek güç kazanmasına olanak sağlamasıdır. Bkz. Nazik Işık (2009), “1990’larda Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Hareketi İçinde Oluşmuş Bazı Gözlem ve Düşünceler”, 90’larda Türkiye’de Feminizm, Aksu
Bora ve Asena Günal (der.), İstanbul: İletişim Yayını, 45.
Şirin Tekeli (2011), 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar, İstanbul, İletişim Yayını, 33.
Ayşe Gül Altınay ve Yeşim Arat (2008), Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet, 2008, İstanbul,
www. kadinayoneliksiddet.org, 18-9.
TCK 438. Madde gereğince, ırza geçme durumunda, saldırıya uğrayan kadının fahişe
olması, saldırgan erkeğe 2/3 oranında ceza indirimi sağlamaktadır. Bu maddeye karşı
Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvuru sonucu, yüce mahkemenin 11 üyesinden (hepsi
erkek) 7’si bu maddeyi Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırı görmemiş, bu durum toplumda
büyük bir yankı uyandırmıştır.
OCAK 2015
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ
başlamıştır. Kadın kuruluşları, 1980’li yıllar boyunca devlet ve kurumlarına
karşı mücadele ederken, 1990’larda devlet kurumlarıyla işbirliği yapmaya
başlamışlardır26. Bu dönemde öne çıkan önemli kadın kuruluşları; İstanbul’da
Mor Çatı, Ankara’da Kadın Dayanışma Vakfı ve Diyarbakır’da KAMER
(Kadın Merkezi) olmuştur. Bu kurumlar kadına yönelik şiddet kavramının
yaygınlaşmasına katkı koydukları gibi, ilk kez kadın sığınakları konusuna da
dikkat çekmişlerdir.
Şiddetle ilgili olmayan fakat kadın hareketi ve kuruluşlarını yakından
ilgilendiren bir konu da, 1990’lı yıllarda feminizmin farklılaşıp ayrışmaya
başlamasıdır. Daha önce ayrışmış olan Cumhuriyet’in temel kazanımlarına
sahip çıkan Kemalist-Feministler ile Kemalist olmadıklarını vurgulayan
feminist gruba27; “Biz Müslüman Kadınlar” olarak kendilerini tanıtan
türbanlı feministlerden, etnik kimliklerini vurgulayarak siyasallaşan “Kürt
Kadın Hareketi” de eklemlenmiştir28.
Kadına yönelik şiddetle mücadelede devlet düzeyinde kanunlar
değiştirilmiş, konuya dair yeni kurumlar oluşturulmuş veya var olanlar revize
edilmiş, yerel yönetimler ve üniversiteler bu konuda merkezler açmışlardır.
1990 yılında o zamanki adıyla Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu
(SHÇEK), şiddete uğrayan kadın ve çocuklar için ilk kadın konukevlerini
açmaya başlamıştır. 1990 yılında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı
İmren Aykut, bakanlığına bağlı Kadının Statüsü ve Sorunları Başkanlığı’nın
kuruluşuna öncülük etmiştir. Yürütmenin bu kurumu genel müdürlük olarak
1991 yılında Başbakanlığın ilgili bakanlığına bağlanmıştır. 2004 yılında
doğrudan Başbakanlığa bağlanması resmileşen kurum, 2011 yılında Aile ve
Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlanmıştır.
1990 Eylül’ünde yerel yönetimler tarafından açılan ilk kadın sığınma
evi, Bakırköy Belediyesi’nce gerçekleştirilmiştir. 1993 yılında Altındağ
Belediyesi, Kadın Dayanışma Vakfı’na Sığınma Evi’nin açılışında destek
sağlamıştır. 1994 yılında KSSGM tarafından şiddete uğrayan kadınlara
hukuki ve psikolojik danışmanlık, girişimcilik, el emeğinin değerlendirilmesi
konularında hizmet vermek üzere, “Bilgi Başvuru Bankası”nı (3B) kurmuştur.
26
27
28
Altınay ve Arat, a.g.e., s. 21.
Yeşim Arat (2005), “Türkiye’de Modernleşme Projesi ve Kadınlar”, Türkiye’de Modernleşme
ve Ulusal Kimlik, Sibel Bozdoğan ve Reşat Kasaba (der.), çev. Nurettin Elhüseyni, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayını, 82-4.
Necla Arat (2010), Feminizmin ABC’si, İstanbul: Say Yay., 2010, 90.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1221
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
1998 yılında aile içi şiddete uğrayan kişilerin korunması için tedbirler alınması
düzenleyen 4320 Sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” yürürlüğe
girmiştir. Aralık 2000’de istismara uğrayan, uğrama riski taşıyan kadınlara
rehberlik hizmeti için “183 Alo Kadın ve Çocuk Hattı” faaliyete geçirilmiştir.
2002 yılında eşitliği temel prensip olarak alan “Yeni Türk Medeni Kanunu”
yürürlüğe girmiş, 2004 yılında şiddete uğrayan kadın için yeni düzenlemeler
getiren “Yeni Türk Ceza Kanunu” kabul edilmiştir. 2005 tarihinde Büyükşehir
Belediyeleri ile, nüfusu 50.000’i aşan belediyelerin “Kadınlar ve Çocuklar İçin
Koruma Evleri” açmaları “Belediye Kanunu” ile yürürlüğe girmiştir. Bir diğer
gelişme artan namus cinayetleri ile TBMM’de “Töre ve Namus Cinayetleri ile
Kadınlar ve Çocuklara Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Araştırılarak Alınması
Gereken Önlemlerin Belirlenmesi” amacıyla Meclis Araştırma Komisyonu
kurulmuştur. Komisyonun hazırladığı rapor, 2006’da Başbakanlık Genelgesi
olarak yayınlanmıştır. Yargı mensupları, din görevlileri, polis, sağlık personeli
gibi hizmet birimleriyle eğitim projeleri gerçekleştirilmiş ve konu bütüncül ele
alınmaya çalışılmıştır. Ek olarak, kadın konusunun ele alınmasında parlamento
ayağını oluşturacak TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun 2009
yılında kurulması izlemiştir.
Türkiye’de kadına yönelik şiddetin nedenleri sorgulandığında, bu konuda
yapılan araştırmalar29; alkol kullanımı, işsizlik, ekonomik yoksulluk, erken
yaşta evlilik ve sosyal öğrenme (çocuğun evinde gördüğü şiddeti, yetişkin
bir birey olduğunda uygulaması) gibi bulguları göstermektedir. Bu sonuçlar
şiddetle mücadelede, kadın hareketinin direnmesinin önemli olduğunu,
ancak bütüncül olarak ekonomik ve sosyal sorunların çözümü için devlet ve
kurumları yanında, sosyal gruplarla işbirliği içinde çalışılması gerektiğini
göstermektedir.
2000’li yıllar boyunca kadına yönelik şiddetle mücadele; 2004-2010
tarihleri arasında Amnesty International’ın desteklediği “Kadına Yönelik
Şiddete Son” kampanyası, 2004-2007 yılları arasında Hürriyet, ÇEV, CNN
Türk ve İstanbul Valiliği işbirliğinde “Aile İçi Şiddete Son” kampanyası,
Amnesty International’ın 2006 yılında “16 güne 16 sığınak” kampanyası,
Kadının İnsan Hakları Yeni Çözümler ile The Body Shop ortaklığında
29
222 Şahika Yüksel (2011), “Eş Dayağı ve Dayağa Karşı Dayanışma Kampanyası”, 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar, Şirin Tekeli (der.), İstanbul: İletişim Yayını,
304-07. Şiddetin nedenlerini oluşturan bulgular üzerinden geliştirilen “ekolojik boyut
modeli” için bkz: Şengül Hablemitoğlu (2004), “Toplumsal Cinsiyet Yazıları”, Kadınlara
Dair Birkaç Söz, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayını, 233-36.
OCAK 2015
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ
kampanya, BM Nüfus Fonu (UNFPA)’nun 2005 yılında başlattığı “Kadına
Karşı Şiddete Son” kampanyaları sponsorlarla yürütülen bir özellik taşıyarak
devam etmiştir30. Ancak kadın örgütlerinin tüm bu çabaları, yasal ve kurumsal
düzenlemeler kadına yönelik şiddeti ortadan kaldırmaya veya azaltmaya
yetmemektedir. Amaca ulaşılması için, toplumsal yaşamın yasa metinleri ile
örtüşecek bir özelliğe kavuşması gerekmektedir. Bu da ekonomik, sosyal,
siyasal unsurlardan ve bu unsurların belirleyicilerinden bağımsız değildir.
TBMM’DE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELE
Şiddetin bizzat yaşandığı bir parlamentodan kadına yönelik şiddeti
çözmesini beklemek, parlamentonun inkar edilmesi gibi görünse de,
bu konudaki inandırıcılığı ve gerçekçiliğinin tartışılması gerektiğini
göstermektedir. Özellikle de parlamentoda her dönem çoğunluk erkeklerden
oluşmaktaysa.
Türkiye’de kadına dair tarih yazımına bakıldığında, yeni kurulan devletin
parlamentosu ve özelde Türk modernleşmesi, pek çok çağdaş devleti geride
bırakarak kadınına önemli kazanımlar sağlamıştı. II. Meşrutiyet’in ürünü
kadın örgütleri, dergileri, hatıralar ve Türk Kadınlar Birliği gibi yapılanmalar
mutlaka yönlendirici oldular. Medeni Kanun ve kadına verilen siyasal haklar
düşünüldüğünde, tarihinde yaşamadığı bir “kadın devrimi” gerçekleşmişti.
Veren taraf olarak devrimi gerçekleştiren, erkeklerdi.
İçinde yaşanılan dönem ve koşullar dikkate alındığında, henüz açılmış
parlamentoda (23 Nisan 1920), İzmir milletvekili Hacı Süleyman Efendi,
ulusların mutluluğu ve kurtuluşu için kız çocuklarının okutulmasını ve onlar için
de okullar açılmasını belirtmekteydi (22 Mayıs 1920). Onun bu konuşmasına
itirazlar gelmişti31. Önce parlamentoda bulunanlara kadınların da “insan”
olduğunu benimsetmek ve reformlara inanmalarını sağlamak gerekiyordu.
Örneğin ilk parlamentoda Erzurum milletvekili Hoca Salih Efendi, dört
kadınla evlenebilme olanağını tanıyan kanun teklifini parlamentoya sunmuştu.
Yine Bursa milletvekili Operatör Emin Bey, frengi hastalığının ortadan
kaldırılabilmesi için, kadınların evlenmeden önce muayene edilmesini teklif
ettiğinde, parlamentoda kavga çıkmış ve Emin Bey kendini dövmek isteyen
30
31
Altınay ve Arat, a.g.e., s. 30
Bahriye Üçok (2000), Atatürk’ün İzinde Bir Arpa Boyu, İstanbul: Cem Yayını, 268.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1223
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
hocaların elinden zor kurtarmıştı32.
1923 yılında Zonguldak milletvekili Tunalı Hilmi Bey’in, kadınların
nüfustan sayılmaları, yani vatandaş kabul edilmeleri yolundaki önerisi
parlamentonun birbirine girmesine neden olmuştur. Ağır hakaretlere uğrayan
Hilmi Bey konuşamamış, parlamento başkanı oturumu tatil etmek zorunda
kalmıştır. Dönemin Milli Eğitim Bakanı, kadın öğretmenleri Eğitim Şurasına
davet etti diye, parlamentoda araştırma başlatılmış ve bakan çekilmek zorunda
kalmıştır33. Tüm bu örnekler, çoğunluğu toplumun ileri gelen veya seçkinleri
olarak tanımladığımız kişilerinden oluşan parlamentoda, “kadın” başlığı söz
konusu olduğunda, tartışmaların kendisinin şiddete dönüştüğünü göstermiştir.
Bu nedenle “kadın devrimi” olarak tanımlanan, Cumhuriyet’in kadınlara
yönelik kazanımlarının hakkını teslim etmek gereklidir.
1950 sonrası çok partili hayata, diğer bir ifadeyle özgürlükler rejimi olarak
tanımlanan demokrasiye geçen Türkiye, çoğulculuğu partilerinin çokluğu ile
tanımlamış, kadının toplumsal alandaki yeri değişmemiştir. Kadının yerini
değiştiren yeni rejim değil, rejimin dönüştürdüğü kapitalistleşme, kentleşme
gibi olgular olmuştur. Dolayısıyla kadını 1970’ler itibariyle görünür kılan ve
harekete geçiren bu değişimlerin yolaçtığı toplumsal, siyasal, ekonomik ve
uluslararası yapının kendisi olacaktır.
Kadın gerçekliğinin pek çok boyutunun tartışıldığı parlamentoda
“kadına yönelik şiddet”in ele alınması için, konunun gündeme gelmesi ve
tartışmaya açılmasını beklemek gerekmiştir. Bir önceki bölümde, dikkatleri
şiddet konusuna çeken devlet değil, kadınların kendisi olduğu açıklanmıştır.
“Kadın” konusuna kadın bakış açısı girince, diğer bir ifadeyle yeni kadın tarih
yazımına bakıldığında söylem, dil ve içeriğin değiştiği göze çarpmaktadır.
“Kadın devrimi” yerine “kadın mağduriyeti- kadın sorunları”ndan söz
edilmektedir34. “Kadına yönelik şiddet” de bu sorunlardan biri olarak yerini
almıştır.
TBMM’de kadınların mağdur olduğu aile içi şiddetin önlenmesi
çalışmaları, “ailenin şiddetten korunması” adı altında yapılmıştır. Almanya’da
32
33
34
224 Zübeyde Terzioğlu (2010), Türk Kadını Siyaset Sahnesinde 1930-1935, İstanbul: Giza
Yayını, 15
Leyla Kırkpınar (2007), Türkiye’de Toplumsal Değişme ve Kadın, İzmir: Zeus Kitabevi Yayını, 142.
Serpil Sancar (2012), Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar, İstanbul: İletişim Yayını, 17.
OCAK 2015
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ
2002, Avusturya’da 1997 yılında aynı adla kanunlar çıkarılmıştır35.
Türkiye’de de 1998 yılında 4320 Sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun”
kabul edilmiştir. Kanunun ortaya çıkmasında kadın hareketi ve örgütlerinin
çabaları yanında, AB’ye üye olmayı kendine hedef olarak belirlemiş
Türkiye’ye yönelik eleştiri raporları etkili olmuştur. Bu dönem aynı zamanda
TBMM’nin Uyum Paketleri adı altında ardı arkası kesilmeyen bir yasa
fabrikasına dönüştüğü dönemdir. Kanunun çıkması için dönemin ANAP-DSP
Koalisyon hükümeti Bakanı Işılay Saygın büyük uğraş vermişse de, Kanun bir
önceki hükümette Şevket Kazan tarafından hazırlanmış ve dönemin başbakanı
Necmettin Erbakan tarafından 6 Mayıs 1997’de TBMM’ye sevk edilmiştir.
Erbakan tarafından gönderilen tasarı ve Adalet Komisyonu’nun raporunda,
son yıllarda artan aile içi şiddetin toplumu sarsan boyutlara ulaşmasına dikkat
çekilmiştir.
7 Ocak 1998’de Kanun tasarısı ve Adalet Komisyonu Raporunun
müzakeresi için toplanan parlamentoda, Komisyonun kim tarafından temsil
edileceği uzun uzun tartışılmış, karar yeter sayısı 4 kez sağlanamadığı için 3.
ve 4. Maddeler oylanamamıştır36. 14 Ocak 1998’de kabul edilen 5 maddelik
Kanunun görüşmelerinde37 dikkati çeken Refah Partisi milletvekillerinin
muhalefetidir: “….eğer, zabıta, kişinin, hane reisinin eve alkollü geldiğini
tesbit ederse, evden herhangi bir şikayete gerek kalmadan ne olacak; bu
kişiye, 3 aydan 6 aya kadar hapis cezası verilecek. Şimdi, peki, 6 ay hapis
cezasını aile reisine verdiniz- Anadolu’yu bilenler, Türk aile yapısını bilenler,
bu söylediğimin ne anlama geldiğini çok daha iyi anlarlar- 6 ay bu kişi, Ahmet
Bey, Mehmet Bey içeride yattı, sonra içeriden çıktı; suçu ne; evine belirli oranda
alkollü gelmekti veya bir hakaretten, çok ufak bir darptan veya bir tokattan
kaynaklanmıştı. Şimdi, Sayın Bakanım zannediyor mu ki, bu aile reisi, altı ay
içeride yattıktan sonra, ilk iş olarak, gidip, bir buket çiçek yaptıracak, evine
o bir buket çiçekle gelecek….Bu kanun tasarısı, bilmiyorum; ama, bana öyle
geliyor ki, Türk aile yapısının temeline dinamit koyan bir kanun tasarısıdır.
Kanun tasarısı, esasında, Türk aile yapısına koruma falan getirmiyor. Bu
kanun tasarısının gerekçesinde de belirtildiği gibi, Venezuela’da, Amerika’da,
İngiltere’de ve birkaç ülkede daha uygulanan bir sistem; onun için böyle
35
36
37
Nazan Moroğlu (2011), Kadına ve Aile İçi Şiddete Son Vermek İçin Elele, İstanbul: CM
Basın Yayın, 11.
TBMM Tutanak Dergisi (07.01.1998), Dönem: 20, Cilt: 42, Yasama Yılı: 3, 39. Birleşim.
TBMM Tutanak Dergisi (14.01.1998), Dönem:20, Cilt: 42, Yasama Yılı: 3, 42. Birleşim.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1225
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
getiriliyor……….Türk ailesi, evet, korunmayı bekliyor sizden bugün; ama,
enflasyondan korunmayı bekliyor, hayat pahalılığından korunmayı bekliyor,
terörden korunmayı bekliyor Türk ailesi sizden…...38 Bu eleştirilerde de
görüldüğü gibi dönemin enflasyon, terör gibi sorunları dile getiriliyor. Değerli
arkadaşlar, bu tasarının içeriğini okuduğumuz zaman, ben, şahsen bu kanunla
ailenin korunacağı kanaatinde değilim. Bu kanunla ailenin bütünlüğü bozulur
kanaatindeyim ve böyle bir kanunun, bu meclisten çıkması, bizler için –samimi
söylüyorum- utanç verici bir şey. …….. efendim, eşler arasında anlaşmazlık
olursa, erkek sarhoşsa, hanımına karşı kaba bir harekette bulunursa zabıtaya
müracaat edecek, hakimin karşısına çıkacak, yargılanacak, hapse girecek;
ondan sonra da o erkek gidecek, o evde gene babalık yapacak veya kocalık
yapacak…39”. Bu ifadelerin özüne bakıldığında, aile bütünlüğünün temel
kabul edildiği, erkeklik onurunun sıklıkla dile getirildiği göze çarpmaktadır.
Kadın ayrı bir birey olarak değil, aile kavramıyla birlikte düşünülen bir
unsurdur. Bu ifadeler 1990’lı yıllarda Türk toplum yapısında kadının geleneksel
konumunu görece sıkı bir şekilde koruduğunu göstermektedir. Bir diğer husus
RP’li vekiller çözümün ne olması gerektiği noktasında, çıkacak Kanundan
çok şiddetin nedenlerinden ekonomik zorluklar üzerinde yoğunlaşmışlardır.
… yoksullukları getiren ekonomik zorluklar gelmiş…..İşsizliğin, sefaletin,
pahalılığın getirdiği bu sıkıntı, aileleri perişan etmiş…..40 Alkolün serbest
olması, Karadeniz’de Sarp Kapısının açılması ile ortaya çıkan ahlaki erozyon
dile getirilen nedenler arasındadır.
Kanunun çıkmasında ısrarlı olan Bakan Işılay Saygın ……. Bu yasa,
54’üncü Hükümetin ürünü olan ve bizzat Adalet Bakanımız Sayın Şevket
Kazan’ın hazırladığı bir yasadır. Adalet Bakanlığından, 54. Hükümetin
Bakanlar Kurulundan geçmiş, Sayın Başbakan Erbakan tarafından
6.5.1997 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisine sevk edilmiş olan bu
yasaya muhalefetinizi anlamak mümkün değildir. Kendi Genel Başkanınızın
Başbakanlığında sevk etmiş olduğu bu yasaya muhalefetiniz, kadınlarımızı
ne gözle gördüğünüzün en güzel örneğidir. Bu konuda başka bir şey söylemek
istemiyorum; ama, samimiyetsizliğinizin ortada olduğunu da hepiniz
görmektesiniz.41 İfadeleriyle Kanunun çıkmasında etkili olmuştur.
38
39
40
41
226 RP Sakarya milletvekili Nezir Aydın’ın konuşması
RP Trabzon milletvekili Kemalettin Göktaş’ın konuşması
RP İstanbul milletvekili Ali Oğuz’un konuşması
Devlet Bakanı Işılay Saygın’ın konuşması
OCAK 2015
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ
Her geçen gün kadına yönelik şiddet olaylarının ve cinayetlerin artmasına
koşut olarak 4320 Sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” un 2007 yılında
yapılan değişikliklerine rağmen, eksikliklerini gidermeye dönük 6284
Sayılı “Ailenin Korunmasına ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair
Kanun” 8 Mart 2012 yılında kabul edilmiştir. Kanunun kabulünün özellikle
8 Mart Dünya Kadınlar Gününe denk getirilmesi ayrıca önem arz etmektedir.
Kanunun görüşüldüğü gün göze çarpan olaylar ise; kadın milletvekillerinin
çoğunun 8 Mart dolayısıyla bir program için parlamentoda bulunmamaları,
TBMM sıralarının iktidar ve muhalefeti ile boş olması, en önemlisi yine 8
Mart dolayısıyla dönemin Aileden Sorumlu bakanı Fatma Şahin’in TBMM’de
bulunmamasıdır. Görüşmelerde tartışma yaratan bir diğer gelişme, Milli
Eğitim Komisyonu’nda Hakan Şükür’ün danışmanının CHP milletvekilini
tartaklaması (şiddet) olayıdır. TBMM’de şiddet olayına bir örnek Kanunun
görüşmeleri sırasında bir vekilin açıklamalarıdır. Benim şu parmağım bu
Mecliste şiddetten dolayı kırıldı.42
Kanun43 görüşülmezden önce, milletvekillerinin 8 Mart dolayısıyla
gündeme ilişkin fakat gündem dışı konuşmalarına yer verilmiştir. Bu
konuşmalara, Kanunun görüşmelerine ve soru önergelerinin tartışmalarına
bakıldığında, iki boyutlu bir farklılık göze çarpmaktadır. İlki kadın ve erkek
milletvekillerinin ifade ve algılarındaki farklılık, ikincisi partilerin konuya
bakış açılarındaki farklılıktır.
Her partiden kadın milletvekillerinin konuşmalarında kadın tarihi,
feminist düşünce ve yaklaşımlar (AKP milletvekilleri hariç), kadınların
mağduriyet ve sorunları kimi zaman özele inilerek açıklanmış, erkek
milletvekilerinin konuşmalarında, anamız, bacımız gibi klişe ifadeler yanında,
iz bırakmış kadın ecdada göndermeler yapılarak kahramanlıkların anlatıldığı,
yapmalıyız, çözmeliyiz, eğitmeliyiz, vermeliyiz gibi kimi zaman korumacı,
kimi zaman çözülmek istenen sorunu yeniden üreten bir uslup kullanılmıştır.
Partiler düzeyinde milletvekillerinin ifadelerine bakıldığında; AKP
milletvekilleri kadın ibaresinin her geçtiği cümlede “aile” ve “annelik”
kavramlarını birlikte kullanmışlardır. Kadın, annelik gibi kutsal bir görevi
üstlenen,…. Toplumun en önemli yapı taşı aile, ailenin de en önemli unsuru
anne,…44 Kadına kalkan el, bir anneye kalkan eldir45. Şiddetin ve de terörün
42
43
44
45
CHP İstanbul milletvekili Mahmut Tanal’ın konuşması
TBMM Tutanak Dergisi (08.03.2012), Dönem: 24, Cilt: 15, Yasama Yılı: 2, 76. Birleşim.
AKP Adana milletvekili Fatoş Gürkan’ın konuşması
AKP Tekirdağ Milletvekili Özlem Yemişçi’nin konuşması
YIL: (5) 1 – SAYI: 1227
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
çözümü de kadının kendisinde görülmektedir. Yine ben inanıyorum ki ülkede
terörü ve şiddeti bitirecek olanlar da kadınlarımız, annelerimizdir. Anne şefkati
ve anne sevgisinin üstesinden gelemeyeceği sorun yoktur diye düşünüyorum.46
Muhalefet partileri “eşitlik ve özgürlük” ifadelerini kullandıklarında, karşılıklı
atışmalarda “türban” konusu mutlaka AKP milletvekillerince dile getiriliyor.
İkna odalarında kızlarımızı okullara almayan kim di?47 veya Eğer bir ülkede
bir kısım kadınlar farklı yaşam tarzlarından ve giyim kuşamlarından dolayı…
..48 gibi. AKP milletvekilleri iktidar olarak partilerinin ve hükümetlerinin
yaptıkları politikaları anlatıyorlar. Bunun içinde dönemin Başbakanının
eşi Emine Erdoğan’ın yürüttüğü kampanyalara da gönderme yapılıyor.
Parti sözcülüğü bazen propagandaya dönüşebiliyor. Örneğin, kadına şiddet
konusunun her geçen gün arttığı olgusunun bir yanılsama olduğunu dile
getiren AKP’li kadın vekil, gerçekte şiddetin artmadığını, kadınların AKP’ye
inandıkları ve geçmişteki (CHP Tek Parti Dönemi’ne gönderme yapılıyor) gibi
devletten korkmadıkları için, uğradıkları şiddeti açık ettiklerini iddia ediyor49.
CHP’li vekillerin kanunun görüşülmesi esnasında üzerinde ısrarla
durdukları iki husus var; kavramlaştırmalardaki yanlışlıklar veya eksiklikler50
ile aynı dönemde görüşmeye devam edilen “4+4+4” eğitim sisteminin
eleştirileridir. Kavramsallaştırmada “ailenin korunması” ile “kadının
korunması” nın aynı anlamı ifade etmediği tartışılıyor51. Kanunda “birey”
yerine, “kişi” kavramının kullanılmasına itiraz ediliyor. Kişi, halk ağzında
“eş, koca” analamında kullanılmaktadır. Oysa birey “Kendine özgü nitelikleri
yitirmeden bölünemeyen tek varlık.”olarak tanımlanmaktadır.52 Emekçi
kadınlar, toplumsal cinsiyet eşitliği53, kadını “özne” kabul eden, fakat aile içine
sıkıştıran görüşü reddeden yaklaşımlar, kadının durumu, hem ülke düzeyinde
özellikle üst yönetim kadrolarındaki yerleri sorgulanıyor, hem de uluslararası
46
47
48
49
50
51
52
53
228 AKP Konya Milletvekili Ayşe Türkmenoğlu’nun konuşması, aynı görüşteki bir diğer konuşma AKP İzmir milletvekili İlknur Denizli’nin konuşması
AKP Kayseri Milletvekili Mustafa Elitaş’ın konuşması
AKP Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner’in konuşması
AKP Tekirdağ Milletvekili Özlem Yemişçi’nin konuşması
CHP İstanbul milletvekili Mehmet Akif Hamzaçebi’nin konuşması
CHP İzmir milletvekili Rıza Türmen’in konuşması
CHP Bursa milletvekili Sena Kaleli’nin konuşması
İktidar partisine göre, “toplumsal cinsiyet eşitliği” ifadesi yerine, “kadın erkek eşitliği”
ifadesi daha geniş bir anlam ifade ediyor. Buna karşılık CHP milletvekilleri Başbakan’ın
“Ben kadın erkek eşitliğine inanmıyorum” sözlerini eleştiriyor. Bu tartışmalardaki asıl
düğüm “cinsiyet kimliği”nde yatıyor. Çünkü eşcinseller konusu üzerinde birkaç defa sözü
edilerek durulmuyor.
OCAK 2015
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ
örgütlerin verdikleri endekslerdeki rakamlar dile getiriliyor. Kadının
muhafazakârlaştırılması, devletin şiddeti eleştiriliyor. “Cinsiyet eğilimi” veya
“cinsiyet kimliği” sadece CHP değil, BDP vekillerince de dile getiriliyor. Kimi
zaman söz alan CHP milletvekilinin hangi partiden olduğunu düşündürecek
ifadelere rastlanabiliyor. Örneğin, X Türkçe bilmiyor, türlü işkencelere maruz
kalıyor,… X Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğrencisi,….Kendisi örgüt
üyeliğinden gözaltına alınıyor….X Bilgi Üniversitesinde öğrenci, Dört tane
panele katıldığından dolayı terör örgütü üyeliğinden suçlanıyor….X’ı aylar
boyunca, yaklaşık sekiz dokuz ay boyunca terör örgütü üyeliğiyle suçladı AKP
Hükümeti…54 gibi ifadeler, bu çalışmanın kapsamı dışında olan, CHP’nin
ideolojisi ve içeriği konusu ile ilgili tartışmalar hakkında ipuçları veriyor.
Kanunun görüşülmesinde edilgen kalan ve çok söz almayan, hatta bazen
yokmuş gibi görünen parti MHP oluyor. Kanunun görüşülmesi öncesi MHP
Mersin milletvekili Mehmet Şandır öncülüğünde konuyla yakından alakalı bir
Meclis Araştırması Önergesi sunulmuştur. Önergenin konusunu, Türk toplum
yapısını tehdit eden ve son günlerde artan şiddet olayları ve çözüm yolları
oluşturmaktadır. Önerge, şiddetin “sıradanlaşan” bir olguya dönüştüğüne
dair dikkatleri çekmek istemiştir. Kanunun görüşülmesi sırasındaki soru
önergelerinin çoğunluğu CHP ve BDP tarafından verilmiştir. MHP bu durumu
…. Bizim bu kanunda, Sayın Bakan Hanımefendi’nin talebiyle, en az konuşmak
ve önerge vermemek üzere bir kaydımız vardı……çok konuşmayarak, önerge
vermeyerek bir an önce çıkmasını temin etmek noktasında bir kararımız
vardı….55 biçiminde açıklamıştır. Sorunun çözümünün “eğitim” ve “evlilik
okulları” gibi eğitim programlarıyla sağlanacağı belirtilmiştir56. Meral
Akşener’in parlamentonun açılışında gündem dışı kısa konuşmasının dışında
MHP’nin kadın milletvekillerinden kimse söz almamıştır. Diğer bir ifadeyle
MHP kadınıyla bu Kanunun görüşülmesinde yoktur.
Kanunun hemen hemen her maddesine soru önergesi veren, en çok
sözü alan parti BDP olmuştur. Direniş, miting, emekçi kadın, sokak, eylem,
yürüyüş, meydanlar, gözaltı, cezaevi, toplumsal eşitsizlik ve Kürt sorunu en
çok kullanılan sözcükler olmuştur. Parti milletvekilleri sosyalist ve sendika
liderlerinden, feminist mücadelede öne çıkan isimlere gönderme yaparak, bu
54
55
56
CHP Malatya milletvekili Veli Ağbaba’nın konuşması
MHP Mersin milletvekili Mehmet Şandır’ın konuşması
MHP Elazığ milletvekili Enver Erdem’in konuşması
YIL: (5) 1 – SAYI: 1229
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
kişilerin sözlerinden örnekler vermişlerdir57. Milletvekillerinin konuşmalarında
dikkati çeken diğer bir husus, kadın örgütlerinin taleplerini sık sık dile getiriyor
olmalarıdır. Hemen her milletvekili konuşmasını mutlaka Kürt sorununa
getirerek, partinin ideolojisini yansıtmıştır. Kadınlar haklarını öğrenirken
ana dilde bilgilendirilmeli, ana dilin kullanılması eğitim politikasında da
desteklenmelidir…..kadınlara ulaşıldığında bildiği tek dil Kürtçe ise ya da
Lazca ise ya da Ermenice ise o zaman bu dilden mutlaka kadınlara ulaşmak
gerekiyor…58, …cinsel kimliğimizden dolayı maruz kalmış olduğumuz
şiddetin önüne geçen bir toplumsal şiddet sorunumuz var. Kürt sorunu
eksenli, henüz hayata geçirilememiş çözüm politikaları ve çözümsüzlükte
ısrar, ne yazık ki bölgede kadının yaşamına direkt olarak tesir ediyor….59 Bu
sözlerle çelişkili olarak Ertuğrul Kürkçü’nün konuşması, bu bölgede kadın
şiddetinin çok az olduğu üzerine yoğunlaşıyor. …Sizce bu vakalar en çok
nerede gerçekleştirilmiştir? Tahminen şöyle diyeceksiniz: “Türkiye’nin en
gerice bölgelerinde.” Yanılıyorsunuz arkadaşlar. Bu 72 vakadan 26’sı Ege’de,
19’u Marmara’da, 15’i İç Anadolu’da, 8’i Akdeniz’de, 2’si Karadeniz’de, 1’i
Güneydoğu Anadolu ve 1’i de Doğu Anadolu Bölgesi’nde gerçekleşti. Bu
bölgelerimizde yani en az şiddetin gerçekleştiği bölgelerimizde en yüksek
kadın duyarlılığının ve erkeklerde kadına karşı şiddetten kaçınma algısının
güçlenmiş olmasının bu kentlerimizde güçlü, özerk kadın hareketlerinin
varlığıyla bir ilgisi olduğuna dair dikkatinizi çekmek isterim….60 Kanunun
görüşülmesi sırasında ilk kez çocuk gelinlerden bahseden BDP’li Erol Dora
olmuştur. CHP milletvekilleri de 4+4+4 sistemini eleştirirken küçük yaşta
kız çocuklarının evlendirileceği boyutunu tartışmışlardır. Yine bölgede diğer
bölgelere göre daha çok görülen töre ve namus cinayetleri ile feodal toplum
yapısından bahsedilmiştir.
Tüm bu tartışmalarla geçen Kanuna rağmen, Türkiye’de kadına yönelik
şiddetin önü kesilememektedir. Konuyla ilgili olarak MHP Mersin milletvekili
Ali Öz 30 Nisan 2014’de Kanunun uygulanmasına zemin hazırlayacak
altyapının henüz oluşturulmadığı ve Şiddeti Önleme İzleme Merkezlerinin
ülke çapında kurulmadığı ve yönetmeliğin hala çıkarılmadığını gerekçe
göstererek TBMM’de bir Meclis Araştırmasının açılmasını teklif etmiştir.
Tüm bu çalışmalar, TBMM’nin kadın konusunu ele alan önemli bir kurumu
57
58
59
60
230 BDP İstanbul milletvekili Sebahat Tuncel’in konuşmaları
BDP İstanbul milletvekili Sebahat Tuncel’in konuşması
BDP Batman milletvekili Ayla Akat Ata’nın konuşması
BDP Mersin milletvekili Ertuğrul Kürkçü’nün konuşması
OCAK 2015
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ
olan Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun kadına yönelik şiddetle
mücadelesi ve diğer kurumlarla işbirliği çabalarına da yansımaktadır.
SONUÇ
1980’den itibaren kadına yönelik şiddet konusu görünür olmuş, hem
söylem düzeyinde, hem de yasal önlemlerle çözülmesi gereken bir sorun
olarak benimsenmiştir. Bu dönemde ortaya çıkan kadın hareketi ve örgütleri,
kadınların asla bir ihtiyaç olarak görülmek istenmediklerini, sevgi, saygı,
anlayış gibi insan olma onuruna yakışan yüce değerlerle algılanmak ve
davranılmak istediklerini her fırsatta dile getirmeye, anlatmaya çalışmışlardır.
Bu konunun psikolojik boyutu yanında diğer boyutları ele alınmadıkça
çözülemeyeceği aşikârdır. Kadın bilinci ve hareketinin varlığı mücadeleye
ruh vermekle birlikte, tek başına yeterli değildir. Sorunun çözümü; kadının
psikolojisi yanında, işsizlik ve enflasyon gibi ekonomik, örf ve adetler gibi
kültürel, erken yaşta evlilik, eğitim ve sosyal öğrenme gibi sosyal, siyasal
katılım ve temsil gibi siyasal pek çok boyutu içinde barındırmaktadır.
Öncelikle bütüncül bakışaçısını kazanmak gereklidir.
Kadına yönelik şiddet, eril yapının çözülmesinin ve davranışlarının
insani olana yaklaştırmanın güç olduğunun bir işaretidir. Tarihi süreç, sorunun
çözülmesi gereken her alana eril yapının bütünüyle yerleştiğini göstermektedir.
Mücadele ederken, kadını güçlendiren mekanizmaların yanında, eril
yapıyı sorgulayan, sınırlandıran, insani davranışa iten mekanizmalar da
geliştirilmelidir. Çözümler sadece kadınların hayatını değiştirmeye dönük
değil, kadının hayatı değiştiği için değişmeyen, bizzat erkeklerin yaşamında
değişikliklere gidecek biçimde olmalıdır. Sorunun çözümü, iki boyutludur:
Hem tüm alana uygulanmalı (psikolojik, ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal),
hem de sadece kadına yönelik değil, kadın-erkek birlikte ele alınmalıdır.
Bu çalışmanın konusunu oluşturan yasa yapıcıların veya karar alıcıların
kadına ve kadına yönelik şiddet olaylarına bakışı, mesafeli olmaktan konunun
çözümü olmak iradesine doğru evrilmiştir. Kadına yönelik şiddet konusunun
meclisten uzak olmayacağı; TBMM’de hem milletvekili, hem de iktidar
partisinin bir üyesi olan kadın vekile kocası tarafından uygulanan şiddet ile
kendini göstermiştir. Karar alıcıların veya TBMM’nin üyelerinin gökten
zembille inmediklerini, içinden çıktıkları toplumun algılarını, inançlarını,
YIL: (5) 1 – SAYI: 1231
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
kültürünü kurumların içerisine taşıdıkları gerçeğini, yani toplumun aynası
olduklarını göz ardı etmemek gereklidir. Artan şiddet olayları, toplumun
içinden gelen parlamento temsilcilerini de etkilemiş, partilerin ideolojik
farklılıkları ve cinsiyet kimlikleri ifadelerine yansısa da, çözüm noktasında
ortak irade göstermişlerdir. Ancak çözümün sadece parlamentolardan
Kanun çıkarmakla bitmediği, önemli olanın yasa uygulayıcı konumundaki
yürütmenin bu konudaki kararlı ve ısrarlı politikaları ile mümkün olduğudur.
Kadının da insan olduğu algısının yerleşmesi ve bu algının siyasal, toplumsal,
ekonomik ve kültürel dönüşümü elzemdir. Çıkarılan yasaların toplumsal
yaşamla örtüşmesi ve uygulanabilir düzeye erişilmesi gerekmektedir.
KAYNAKÇA
Altınay, Ayşe Gül ve Yeşim Arat (2008), Türkiye’de Kadına Yönelik
Şiddet, İstanbul, www. kadinayoneliksiddet.org
Arat, Necla (2010), Feminizmin ABC’si, İstanbul: Say Yayınları.
Arat, Yeşim (2005), “Türkiye’de Modernleşme Projesi ve Kadınlar”,
Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, Bozdoğan ve Reşat Kasaba (der.),
çev. Nurettin Elhüseyni, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayını.
Benazus, Hanri (2010), Geçmişten Günümüze Kadınlar ve Kadınlarımız,
İstanbul: Bizim Kitaplar.
Bock, Gisela (2004), Avrupa Tarihinde Kadınlar, çev. Zehra Aksu
Yılmazer, İstanbul: Literatür Yayını.
Fraisse, Geneviéve ve Michelle Perrot (2005), “Düzenler ve özgürlükler”,
Kadınların Tarihi Cilt IV “Devrimden Dünya Savaşı’na Feminizmin Ortaya
Çıkışı” içinde, Der. Georges Duby, Michelle, Perrot, çev. Ahmet Fethi, Türkiye
İş Bankası Kültür Yayını.
Gökalp, Ziya (1996), Türkçülüğün Esasları, İstanbul: Kamer Yayını.
Hablemitoğlu, Şengül (2004), Toplumsal Cinsiyet Yazıları “Kadınlara
Dair Birkaç Söz”, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayını.
Işık, Nazik (İstanbul), “1990’larda Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle
232 OCAK 2015
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ
Mücadele Hareketi İçinde Oluşmuş Bazı Gözlem ve Düşünceler”, 90’larda
Türkiye’de Feminizm, Aksu Bora ve Asena Günal (der.), İstanbul: İletişim
Yayını.
Kırkpınar, Leyla (2007), Türkiye’de Toplumsal Değişme ve Kadın, İzmir:
Zeus Kitabevi Yayını.
Klapisch-Zuber, Chritiane (2005), “Düzeni Sağlamak”, Kadınların
Tarihi Ortaçağın Sessizliği, C. 2, Georges Duby ve Michelle, Perrot (der.),
çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayını.
Leduc, Claudine (2005), “Antik Yunanistan’da Evlilik”, Kadınların
Tarihi, Ana Tanrıçalardan Hıristiyan Azizelere, C. 1, Georges Duby ve
Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayını.
Mitchell, Juliet (2006), Kadınlar: En Uzun Devrim, çev. Gülseli İnal
v.d., İstanbul: Agora Kitaplığı.
Moroğlu, Nazan (2011), Kadına ve Aile İçi Şiddete Son Vermek İçin
Elele, İstanbul: CM Basın Yayın.
Oral, Zeynep (2008), Kadın Olmak, İstanbul:Cumhuriyet Kitapları.
Reed, Evelyn (2003), Bilim ve Cinsiyet Ayrımı, çev. Şemsa Yeğin,
İstanbul: Payel Yayınevi.
Sancar, Serpil (2012), Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti Erkekler Devlet,
Kadınlar Aile Kurar, İstanbul: İletişim Yayını.
Tekeli, Şirin (2011), 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından
Kadınlar, İstanbul: İletişim Yayını.
Terzioğlu, Zübeyde (2010), Türk Kadını Siyaset Sahnesinde 1930-1935,
İstanbul: Giza Yayını.
Thomas, Yan (2005), “Roma Hukukun’da Cinsiyet Ayrımı”, Kadınların
Tarihi, Ana Tanrıçalardan Hıristiyan Azizelere, C. 1, Georges Duby ve
Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayını.
Üçok, Bahriye (2000), Atatürk’ün İzinde Bir Arpa Boyu, İstanbul: Cem
Yayını.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1233
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Üçok, Bahriye (2011), İslam Devletlerinde Türk Naibeler ve Kadın
Hükümdarlar, İstanbul: Bilge, Kültür, Sanat Yayını.
Yüksel, Şahika (2011), “Eş Dayağı ve Dayağa Karşı Dayanışma
Kampanyası”, 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar, Şirin
Tekeli (der.), İstanbul: İletişim Yayını.
Zaidman, Louise Bruit (2005), “Pandora’nın Kızları ve Yunan
Kentlerindeki Ritüeller”, Kadınların Tarihi, Ana Tanrıçalardan Hıristiyan
Azizelere, C. 1, Georges Duby ve Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi,
İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayını.
Zemon Davis, Natalie ve Arlette Farge, “Herşeye Rağmen Kadın
Nedir?”, Kadınların Tarihi, Rönesans ve Aydınlanma Çağı Paradoxları, C. 3,
Georges Duby ve Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye
İş Bankası Kültür Yayını.
Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı 20072010, KSGM.
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 20, Cilt: 42, Yasama Yılı: 3, 39.
Birleşim, 07.01.1998.
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 20, Cilt: 42, Yasama Yılı: 3, 42.
Birleşim, 14.01.1998.
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 24, Cilt: 15, Yasama Yılı: 2, 76.
Birleşim, 08.03.2012.
234 OCAK 2015
AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET
EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE
61*
Yeliz YAZAN
Özet
Toplumsal cinsiyet eşitliği, uzun yıllardır Avrupa Birliği gündeminin
üst sıralarında yer alan bir konudur. 1957 yılından günümüze kadar Birlik,
toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda politikalar üretmiş, direktifler
yayınlamış ve stratejiler oluşturmuştur. Birliğin 2006-2010, 2010-2015 ve
2020 dönemlerini kapsayan stratejileri, hem üye ülkelerde hem de Türkiye
gibi aday ülkelerde bu eşitliği inşa etmeye çabalamaktadır. Bu çalışma, Birlik
politikalarında öncelik taşıyan toplumsal cinsiyet eşitliğinin, Türkiye’nin
üyelik sürecine etkisini sorgulamayı amaçlamaktadır.
Bu amaca ulaşmak için çalışmada öncelikle, AB’nin toplumsal cinsiyet
eşitliği stratejilerine ve bu stratejilerde belirlenen hedeflere yer verilmiş,
sonrasında ise Türkiye’nin ilerleme raporlarından yararlanılarak bu konudaki
ülke profili ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Anahtar kelimeler: Avrupa Birliği, Kadın-Erkek Eşitliği,
Türkiye, Üyelik.
Strateji,
EUROPEAN UNION GENDER EQUALITY STRATEGIES
AND TURKEY
Abstract
The issue of gender equality top European Union’s agenda. EU has
sought to develop policies, directives and strategies to provide gender
equality since 1957. Strategies of EU that covers the period of 2006-2010,
*
Arş. Gör. İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
Bölümü, [email protected]
YIL: (5) 1 – SAYI: 1235
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
2010-2015 and finally 2020 has aimed to construct gender equality both in
member states and candidate countries such as Turkey. This study aims to
inquiry impact of gender equality which is prioritized by European policies
on Turkey’s accession.
To achieve this aim, firstly It is examined gender equality strategies of
EU and targets determined by strategies. Afterthat Turkey’s country profile
is indicated under cover of Progress Reports on the issue of gender equality.
Key words: European Union, Gender Equality, Strategy, Turkey,
Accession
ВОПРОСЫ ГЕНДЕРНОГО РАВЕНСТВА: СТРАТЕГИИ
ЕВРОПЕЙСКОГО СОЮЗА И ТУРЦИЯ
Аннотация
Гендерное равенство – это в настоящее время актуальная тема на
повестке дня Европейского Содружества. ЕС, начиная с 1957 года и
по сей день выработано политическое направление, изданы директивы,
создана стратегия по обеспечению гендерного равенства. С 2006-2010,
2010-2015 и 2020 гг., стратегия ЕС направлена на обеспечение гендерного
равенства как в странах члена Европейского Союза,так и в странах –
кандидатов в Союз. Данная работа нацелена на исследование влияния
гендерного равенства, имеющее приоритетное место в политиках ЕС, и
на процесс членства Турции в Союзе.
Для этого в рамках данной работы в первую очередь рассмотрены
статегия и цели ЕС по обеспечению гендерного равенства, а также
использованы отчёты Турции по прогрессу создания профиля страны в
контексте темы гендерного равенства.
Ключевые слова: ЕС,
членство
гендерное равенство, стратегия, Турция,
236 OCAK 2015
AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE
GİRİŞ
Dünyada kadın hakları kavramı, ilk defa 16. yüzyılda “kadın insan mıdır,
hakları var mıdır?” sorularıyla gündeme gelmiştir. Her ne kadar feminist
hareketlerin gelişimiyle birlikte bazı hak kazanımları elde edilse de, 21.
yüzyılda hâlâ toplumsal cinsiyet eşitliği tartışılmaktadır. 17. yüzyılda eş ve
anne olarak kadın “eve”, yani “özel” alana ait görülürken, erkek “kamusal”
alana aittir şeklinde bir algı bulunmaktaydı. Feminist mücadeleyle birlikte
kadınların elde ettikleri haklar, bazı uluslararası antlaşmalarla yasal güvenceye
alınmıştır. Bu bağlamda Avrupa Birliği (AB) de, uluslararası düzeyde elde
edilmiş kazanımları, politikalarının temeli olarak benimsemiştir demek yanlış
olmayacaktır.
Toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik vurgu, AB’nin kurucu
antlaşmalarından beri vardır. Ne var ki, AB’nin cinsiyet eşitliğine bakışının,
Birliğin kuruluş niteliğinin bir parçası olarak ekonomik temelli olduğu
görülmektedir. Bu durum, AB’de insan haklarının gelişim serüveni göz
önünde bulundurularak incelenebilir. AB’nin Ekonomik Birlik’ten Siyasal
Birliğe evrilme süreciyle birlikte, cinsiyet eşitliği politikaları da paralellik
göstererek ekonomiden sosyal adalete doğru evrilmiştir. Toplumsal cinsiyet
eşitliği (gender mainstreaming) politikası bu evrilmenin geldiği en son nokta
olmuştur.
Cinsiyet eşitliği politikalarının modernleşme ve batılılaşma arayışının ön
ayağı olarak kabul edildiği ülkemizde ise AB üyelik müzakereleri sürecinde
kayda değer gelişmeler gözlenmiştir. AB’nin eşitlik mevzuatını kendi iç
hukuk mevzuatıyla uyumlaştırma çabaları, Komisyon tarafından kimi zaman
hoş karşılanan kimi zaman ise eleştiriye maruz tutulan Türkiye’nin, teorik
olarak başarılı olduğu ancak uygulamada pek çok eksiklerinin bulunduğu
dikkat çekmektedir.
Bu çalışmada, öncelikle AB’nin cinsiyet eşitliğine genel bakışına ve
belirli dönemleri kapsayan stratejilerine yer verilecektir. Bu stratejilerde
ne gibi hedeflerin konulduğu, belirlenen dönemlerin sonunda bu hedeflere
ne derece yaklaşıldığı ortaya konulmaya çalışılacaktır. Sonrasında ise
Türkiye’nin toplumsal cinsiyet eşitliğine bakışına yer verilerek, AB’ye aday
ülke olarak Türkiye’nin cinsiyet eşitliği konusundaki ülke profili ilerleme
raporları çerçevesinde değerlendirilecektir.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1237
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ
STRATEJİLERİ
17 ve 18. yüzyıllarda temeli atılmış olan feminist hareketlerin İngiltere,
Fransa ve Almanya gibi Avrupa ülkelerindeki gelişimlerine bakıldığında,
eşit hak mücadelesinin daha çok oy hakkı, eğitim hakkı ve çalışma hakkı
konularında yoğunlaştığı görülmektedir. İkinci dalga feminizm olarak
adlandırılan dönem olan 20. yüzyılın ikinci yarısındaki kadın hareketleri
ile eşitlik mücadelelerinin verildiği konuların çeşitlenmiş olmasına rağmen
eğitim ve çalışma hakkının ehemmiyetini koruduğu göze çarpmaktadır.1
Kadının gerek siyasal gerek toplumsal alanda erkeklerle eşit haklara
sahip olması uğraşısı, feminist hareketlerin temelidir. Ayşe Akın ve Simge
Demirel’e göre, eş ve anne olarak kadının yalnızca “eve” ait görülmesi ve
kamusal alanın erkekle, özel alanın ise kadınla özdeşleştirilerek algılanması,
toplumsal cinsiyet rollerinin oluşmasıyla başlamaktadır. Toplumsal cinsiyet,
kadın ve erkekler arasındaki biyolojik farklılıklar değil, toplum tarafından
bireye yüklenen roller ve sorumluluklardır. Toplum, kadını ve erkeği nasıl
görüyor ve nasıl algılıyor daha çok bununla ilgilidir.2 Yıldız Kuzgun ve
Seher Sevim de toplum ve toplumun etkisiyle kadının kendisine biçtiği rolün
anne ve eş olduğunu belirtmiş, biçilen bu rolün doğal sonucu olarak kadının
ev kadını olduğu sürece, ucuz ev ve aile işçisi olarak görülmesinin kaçınılmaz
olduğunu ifade etmiştir.3
AB’de cinsiyet eşitliğine verilen önemin ilk göstergesi ücret konusunda
alınan karardır. 1957 Roma Antlaşması’nın 119. Maddesi ile birlikte “eşit
işe eşit ücretin” tüm ülkelerce sağlanması vurgulanmıştır.4 Yine Maastricht
ve Amsterdam Antlaşmalarında da aynı vurguyu görmek mümkündür. Peki,
AB’de cinsiyet eşitliğinin çıkış noktası neden ekonomik temelli olmuştur
sorusuna yanıt bulmak gerekmektedir. Bu noktada, AB’nin cinsiyet
1
2
3
4
238 Serpil Çakır, “Feminizm: Ataerkil İktidarın Eleştirisi”, 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern
Siyasal İdeolojileri, H. Birsen Örs (ed.), 5. Baskı, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları,
2012, 415-30.
Ayşe Akın ve Simge Demirel, “Toplumsal Cinsiyet Kavramı ve Sağlığa Etkileri”, Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, C. 25, S. 4, 2003, 73.
Yıldız Kuzgun ve Seher Sevim, “Kadınların Çalışmasına Karsı tutum ve Dini Yönelim
Arasındaki İlişki”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C. 37, S. 1,
2004, 15.
The Treaty of Rome, Article 119, Brussels, 1957, (Çevrimiçi), http://eur-lex.europa.eu/en/
treaties/index.htm#founding, Erişim:27.09.2014.
OCAK 2015
AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE
eşitliğine bakışını, Birliğin insan haklarının gelişim serüveninden bağımsız
değerlendirmek doğru olmayacaktır.
AB’nin kuruluşundan 1986 Avrupa Tek Senedi’ne kadar geçen süre
zarfında Birliğin insan haklarına yönelik bir girişimi olmadığı dikkat
çekmektedir. Birliğin kurucu anlaşmaları olan Paris ve Roma Antlaşmaları’nın
insan hakları argümanı içermemesini “iş bölümü-ekonomi” ve “aidiyet”
anahtar kelimeleriyle açıklamak mümkündür. II. Dünya Savaşı sonrasında
kurulan iki kurum olan Avrupa Toplulukları (AT) ve Avrupa Konseyi arasında iş
bölümünün olduğu dikkat çekmektedir. AT, Avrupa’nın ekonomik restorasyonu
misyonunu yüklenirken, insan hakları ve temel hakların korunması misyonu
Avrupa Konseyine bırakılmıştır.5 Bir diğer neden ise topluluk antlaşma
metinleriyle kurulan ekonomik bütünleşmenin, insan hakları ihlallerine neden
olmayacağına duyulan inançtır.6 Nitekim Birlik, insan haklarını varlığının
bir parçası olarak görmektedir. İşte bu nedenlerle, AB’nin cinsiyet eşitliğine
yönelik uzunca bir süre dayandığı tek yasal dayanak, “eşit işe eşit ücret”
olmuştur. Dolayısıyla, AB’nin bu dönemdeki misyonu dikkate alındığında
cinsiyet eşitliği için ilk göstergenin ekonomik temelli olması şaşırtıcı değildir.
Toplumsal cinsiyet eşitliği konusu, AB’nin sosyal politika alanına
girmektedir. İlk dönemlerde sosyal politika konuları üye ülkelerin kendi iç
işlerine ait görülmekteydi ve Birlik üye ülkelere belli politikaları uygulama
konusunda bir zorunluluk getiremezdi. 1972 Paris Zirvesi ile birlikte
üye devletlerin sosyal politikaya öncelik ve daha fazla önem vereceklerini
bildirmeleri üzerine Birlik üye devletlere, sosyal politika alanında kendi iç
mevzuatlarında uyumun sağlanması için düzenlemeler yapmaları yönünde
görevler vermiştir.7 Ancak unutulmamalıdır ki, AB’nin bu konuda üye
ülkeleri bağlayıcı karar alma yetkisi olsa dahi üye ülkelere bir yaptırım
getirememektedir. Cinsiyet eşitliğinin sağlanması her ne kadar AB’nin
sosyal politikasının temeli sayılsa da gerek antlaşmalara ve politikalara
gerekse stratejilere bakıldığında sosyal adaletten çok ekonomik bir temel
görülmektedir.
Ana amaç ekonomideki verimliliğin güvence altına alınması şeklinde
yorumlanabilir. AB’nin toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki çıkış noktasını
5
6
7
Funda Keskin Ata, Avrupa Birliği ve İnsan Hakları, Ankara, Siyasal Kitabevi, 2013, 20-2.
Lammy Betten, Nicholas Grief, EU Law and Human Rights, New York, Longman, 1998,
53.
Meetings of the Heads of State or Government - Summit, Paris, 19-21, October 1972.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1239
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
“eşit işe eşit ücret” ilkesi oluşturmaktadır. Yine AB’nin cinsiyet eşitliği
üzerine çıkardığı 13 adet direktifte Birliğin gelecekteki ekonomik başarısına
yöneliktir. Bu ekonomik temelli görüntüyü kıran yeni yaklaşım ise ancak
Amsterdam Antlaşması sonrası “gender mainstreaming” denilen toplumsal
cinsiyetin tüm ana politikaların oluşturuluş ve işleyiş süreçlerine en başından
dahil edilmesi olarak tanımlanan yaklaşımla olmuştur.8
Gender mainstreaming bir başka ifade ile toplumsal cinsiyet eşitliği,
geleneksel fırsat eşitliği politikalarından çok daha fazla alanı kapsayan yenilikçi
bir kavram olarak görülmektedir. Komisyon, bu konsepti 1996’da fırsat
eşitliği politikalarının tamamlayıcı unsuru olarak benimsemiştir. Komisyon’a
göre kavram, yeniden örgütlenme, iyileştirme, geliştirme ve politika
süreçlerinin değerlendirilmesi olarak tanımlanabilir. Böylece, cinsiyet eşitliği
perspektifi, doğal olarak aktörlerin karar alma süreçlerinin tüm aşamalarına
ve tüm politikalarına dahil edilir. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin, üye ülkelere
tavsiye niteliğindeki yumuşak (soft) uygulamaları içerdiği söylenebilir.9
AB, 1996’da benimsemiş olduğu toplumsal cinsiyet eşitliği konseptine
belirli dönemleri kapsayan yol haritası ve stratejilerle ulaşmayı hedeflemiştir.
Avrupa Birliği’nin kadın erkek eşitliğine yönelik stratejileri temel konumuzu
oluşturduğu için “bu stratejilerle hedeflenenler nelerdir, mevcut durum nedir ve
belirlenen dönem sonucunda istenilen hedeflere ulaşılmış mıdır?” sorularına
yanıt bulmak üzere çalışmanın sonraki başlıklarında 2006-2010 Kadın Erkek
Eşitliği İçin Yol Haritası, 2010-2015 Kadın Erkek Eşitliği Stratejisi ve 2020
Stratejisi olarak adlandırılan AB stratejilerine yer verilecektir.
2006-2010 TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ İÇİN
YOL HARİTASI
2006-2010 yılları arasındaki dönemi kapsayan yol haritasına yer
vermeden önce 2000 yılındaki Lizbon Zirvesi kararlarına değinmek
gereklidir. Lizbon Zirvesi’nde gelecek on yılda tam istihdama ulaşılması ve
istihdamın %70’e, kadın istihdamının ise %60’a çıkarılması hedeflerinin ön
plana çıktığı görülmektedir.10 Toplumsal Cinsiyet Eşitliği İçin Yol Haritası,
8
9
10
240 European Commission, Manual for Gendermainstreaming: employment, social inclusion
and social protection policies, 2008.
İdem.
Avrupa Konseyi, Presidency Conclusions, Lizbon, 2000,
http://www.europarl.europa.eu/summits/lis1_en.htm, Erişim: 05.05.2013.
OCAK 2015
AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE
Lizbon hedeflerine ulaşmak açısından önem taşımakta ve bu hedef için rota
belirlemektedir. 2006- 2010 Toplumsal Cinsiyet Eşitliği İçin Yol Haritası,
1 Mart 2006’da kabul edilmiş ve kadın ve erkekler için eşit ekonomik
bağımsızlık, mesleki ve özel yaşamın uzlaştırılması, karar verme sürecinde
eşit temsil, cinsiyet temelli şiddetin tüm çeşitlerinin ortadan kaldırılması,
cinsiyet temelli kalıpların ortadan kaldırılması ve üçüncü ülkelerde cinsiyet
eşitliğinin teşvik edilmesi olmak üzere altı öncelikli alan belirlemiştir.11 Yol
haritası her bir öncelikli alan başlığı altında, AB’de mevcut olan durumu
ortaya koymuş ve sonrasında hedeflerini sıralamıştır.
Yol haritasında, kadın ve erkekler için eşit ekonomik bağımsızlık
öncelikli alanına ilişkin “kadın istihdamına” güçlü vurgu yapıldığı dikkat
çekmektedir. Lizbon Zirvesi, 2010 yılına kadar kadın istihdamını %60 olarak
belirlemiştir. Mevcut kadın istihdamı %55’tir. Kadınlar, hala erkeklerden
daha yüksek oranda işsizdir ki bu oran kadınlarda %9,7 iken erkeklerde
%7,8’dir. AB’nin eşit ücrete yönelik yasal mevzuatına rağmen kadınların,
erkeklerden %15 daha az ücret aldığı bilinmektedir. AB’de kadın girişimciliği
%30 görünmektedir. Yol haritasına göre kadınlar, erkeklere oranla iş hayatında
daha fazla sorunla yüzleşmektedir. Kadın erkek eşitsizliğinin yaşandığı bir
diğer alan ise yoksulluk riskidir. Kadınlar için yoksulluk riski erkeklere göre
daha fazladır.12
Mesleki ve özel yaşamın uzlaştırılmasına ilişkin, esnek çalışma
düzenlemeleri hem işveren hem çalışan açısından olumlu olacaktır,
denilmektedir. Bu düzenlemeler yalnızca kadınlar için değildir, erkekleri de
kapsamaktadır. Esnek çalışma koşulları hem kadınlara hem de erkeklere tam
gün çalışma olanağı sağlayacaktır. AB’nin kendi iş piyasasını da etkileyen
nüfus azalımıyla karşı karşıya olduğu ifade edilmiştir. Çocuk bakım
olanaklarının sağlanması gereklidir. Yol haritasına göre, çok az erkek ailevi
sorumlulukları üstlenmektedir. Bunu, yarı zamanlı (part time) çalışan kadınerkek oranından görmek mümkündür. Yarı zamanlı çalışma oranı kadınlar da
%32,6 iken erkeklerde %7,4’tür.13
Avrupa Komisyonu, Roadmap for Equality Between Women and Men 2006-2010,
{SEC(2006) 275}, Brüksel,http://eur-lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CEL
EX:52006DC0092:en:NOT,Erişim: 04.05.2013.
12İdem.
13İbid.
11
YIL: (5) 1 – SAYI: 1241
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Bir diğer öncelikli alan olan karar verme sürecinde eşit temsille ilgili
olarak, sivil toplum, kamu yönetimi ve siyasette üst düzeyde kadınların
temsilinin düşük olması bir demokrasi açığıdır, denilmiştir. Cinsiyet temelli
şiddetin tüm çeşitlerinin ortadan kaldırılması öncelikli alanına ilişkin, AB,
fiziksel ve duygusal bütünlük, onur, özgürlük, güvenlik ve yaşam haklarının
ihlali ile mücadele etmektedir. Kadınlar, cinsiyet temelli şiddetin başlıca
kurbanlarıdır. AB, şiddetin her türlü çeşidiyle mücadele edeceğini taahhüt
etmektedir.14
Kadınlar genellikle çok değerli görülmeyen alanlarda hiyerarşik olarak
düşük pozisyonlarda çalışmaktadır. Yol haritası bu durumu, cinsiyet temelli
kalıpların ortadan kaldırılması başlığıyla ele almıştır. Aday ve potansiyel
aday ülkelerin, AB’nin toplumsal cinsiyet eşitliği mevzuatını ve politikalarını
kendi iç mevzuatlarıyla uyumlaştırması gerekliliği de yol haritasının öncelik
verdiği bir konudur. AB’nin cinsiyet eşitliği mevzuatının güçlendirilmesi
ve tamamlanması, gelecekteki genişleme sürecinde öncelik taşıyacaktır,
denilmektedir.15
AB’nin yol haritasındaki öncelikli alanlar ve mevcut durum yukarıda
belirtilmiştir. Buna bağlı olarak AB, 2006-2010 dönemi için mevcut durumdan
yola çıkarak birtakım hedef ve anahtar eylemler belirlemiştir. Bu hedefleri
şu şekilde sıralayabiliriz: kadın istihdamının 2010 yılına kadar Lizbon
Stratejisiyle uyumlu olarak % 60’ a çıkarılması hedeflenmektedir. Çocuk bakım
olanaklarının sağlanması gerektiğinin altı çizilmiştir. Erkekler yarım zamanlı
çalışmaya teşvik edilmelidir. Üye devletlerde kadınların %25 oranında kamu
sektörünün önde gelen alanlarında çalışması hedeflenmiştir. Genişleme süreci
çerçevesinde aday ülkelerin de AB müktesebatının toplumsal cinsiyet eşitliği
üzerine mevzuatını kendi iç hukuk düzenlemeleriyle uyumlaştırması gerektiği
vurgulanmıştır. Bu hedeflere ulaşmak için yapılması gereken eylemler ise
başta Komisyon’un var olan AB mevzuatını modernize etmesi olmak üzere,
cinsiyet eşitliği perspektifini tüm politika alanlarına dahil etmek, farkındalığı
arttırmak, AB vatandaşları ile diyalogu güçlendirmek için demokrasi,
tartışma ve diyalog kapsamında “senin Avrupan” portalı yaratmak şeklinde
sıralanmıştır.16
14İbidem.
15İbidem.
16İbidem.
242 OCAK 2015
AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE
2010 -2015 TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİSİ
2010-2015 Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Stratejisi’nin hedeflerine
ve anahtar eylemlerine yer vermeden önce 2006-2010 Yol Haritası’nın
hedeflerine ulaşıp ulaşmadığının gözlenmesi için 2010 yılı itibariyle mevcut
duruma bakılması gerekmektedir.
Ekonomik bağımsızlık, kadın ve erkeklere seçimler yapmaları ve hayatları
üzerinde kontrol sağlamaları için önceliklidir. 2009-2010 yılları cinsiyetler
arasındaki istihdam oranı farkının %0,4 daraldığı ve %13,3’ten 12,9’a düştüğü
dikkat çekmektedir. Kadın istihdam oranı %62,5’tir. Düşük olmasının sebebi
aile yaşamının, kadının iş hayatına etkisi olarak gösterilmektedir. Kadınlar hala
ailenin bütün yükünü kendi omuzlarında hissetmekte ve pek çok kadın kariyer
ile çocuk arasında tercih yapmaya mecbur olarak hissetmektedir. Avrupa’nın
2020 hedefi olan %75 istihdamın sağlanılması için yaşlı, hasta, göçmen azınlık
her türlü kadının istihdama katılması gerekmektedir. Bu grupların istihdama
katılımları istatistiksel veriler göz önünde bulundurulduğunda hala düşük
düzeydedir. Kadın girişimcilik oranı %33’tür. 2006 da %30 durumda olan
kadın girişimciliğinde istenilen seviyeye ulaşmadığı görülmektedir. Kadınlar,
hala girişimciliği istihdama katılmanın bir başka yolu olarak görmemektedir.
İşsizlik oranları kriz sebebiyle 2009’da hem kadın hem de erkekler için
artmıştır ve oran %9,6’dır.17
Tablo 1: Avrupa Birliği Ülkelerinde Cinsiyete Dayalı Ücret Farkı
2006
2007
2008
2009
2010
AB (27 Üye
Ülke)
..
..
17.3
17.2
16.2
Belçika
9.5
10.1
10.2
10.1
10.2
Çek
Cumhuriyeti
23.4
23.6
26.2
25.9
21.6
Almanya
22.7
22.8
22.8
22.6
22.3
Estonya
29.8
30.9
27.6
26.6
27.7
Avusturya
25.5
25.5
25.1
24.3
24.0
17
Avrupa Komisyonu, 2010-2015 Kadın-Erkek Eşitliği Stratejisi, 2010, Brüksel, http://europa.eu/legislation_summaries/employment_and_social_policy/equality_between_men_
and_women/em0037_en.htm, (Erişim: 04.05.2013).
YIL: (5) 1 – SAYI: 1243
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
İtalya
4.4
5.1
4.9
5.5
5.3
Slovenya
8.0
5.0
4.1
-0.9
0.9
Romanya
7.8
12.5
8.5
7.4
8.8
Kaynak: Eurostat Home – Avrupa Komisyonu, 2012.
Roma Antlaşmasının üzerinden 50 yıl geçmiş olmasına rağmen AB
bağlamında kadınların hala erkeklerden ortalama %16.2 az ücret aldığı
dikkate değerdir. Ancak bu oran 27 AB üyesi18 ülkeyi kapsayan (AB27) total
bir orandır. Ulusal düzeyde üye ülkelere bakıldığında, oranların çok büyük
farklılıklar gösterdiği görülmektedir. Tablo 1’den görüleceği üzere cinsiyete
dayalı ücret farkı 2010 yılında Estonya’da %27.7, Çek Cumhuriyeti’nde
% 21.6, Avusturya’da %24.0 ve Almanya’da %22.3 iken İtalya’da %5.3,
Slovenya’da 0.9, Belçika’da %10.2, ve Romanya’ %8.8’dir.19
Cinsiyetler arasındaki ücret farklarının sebepleri, eğitim düzeyi ve
profesyonel gelişme, eğitim düzeyinin iş piyasasına dönüşümü ve mesleklerin
kadın erkek mesleği olarak ayrılması olarak belirlenmiştir. 2010 yılında
AB’nin hedeflerine ulaşamadığı bir diğer konu ise kadınların politikadaki
ve karar alma süreçlerindeki yeridir. Hiyerarşinin yüksek kademelerindeki
kadınların oranı hala düşüktür. Ulusal parlamentolardaki ortalama kadın oranı
%24’tür.20
2010 -2015 stratejisinin değindiği bir diğer önemli nokta, onursal
bütünlük ve cinsiyet temelli şiddete son verilmesidir. Avrupa’da kadınların
%20-%25inin hayatlarında en az 1 kere fiziksel şiddete maruz kaldığı tahmin
edilmektedir. Kadınların, kadın olmaktan ötürü çeşitli şiddet deneyimlerine
maruz kaldıklarına vurgu yapılmıştır. Söz konusu şiddet, yalnızca fiziksel
şiddeti değil aynı zamanda cinsel taciz, aile içi şiddet, tecavüz, çatışma, zorla
evlendirme ve namus cinayetlerini de kapsamaktadır. 2010-2015 stratejisinde,
kadına şiddet konusu üzerine Şubat 2010- Mart 2010 arasında Avrupa
vatandaşları arasında yapılan ankete de yer verilmiştir. Yapılan anketle, kadına
yönelik aile içi şiddetin toplumda nasıl algılandığı ölçülmeye çalışılmıştır.
18
2010 yılı verilerine bakıldığı ve Hırvatistan’ın tam üyeliği henüz gerçekleşmemiş olduğu
için 27 AB üyesi ülke olarak değerlendirilmektedir.
19 Avrupa Komisyonu, Strategy For Equality Between Women And Men 2010-2015, 2010.
20İdem.
244 OCAK 2015
AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE
Bu ankete göre, AB bağlamında ankete katılanların %98’i aile içi şiddetin
farkındadır. Ankete katılanların %78’i ülkelerinde aile içi şiddetin oldukça
yaygın olduğunu düşünmektedir. Ayrıca cevap verenlerin % 84’ü aile içi
şiddetin kabul edilemez olduğunu ve yasal olarak cezalandırılması gerektiğini
ifade etmiştir.21
Buraya kadar, 2010 yılındaki mevcut durumun ortaya konulması
amaçlanmış, böylece Yol Haritası’nın toplumsal cinsiyet hedeflerine ne ölçüde
yaklaşıldığı gösterilmeye çalışılmıştır. Yol Haritası’na benzer şekilde 20102015 stratejisinde de birtakım yeni hedefler ve anahtar eylemler belirlenmiştir.
Avrupa 2020 stratejisinin de hedefi olan %75 istihdamı sağlamak yine temel
hedef olarak karşımıza çıkmaktadır. Mütemadiyen tekrarlanan bir diğer hedef
ise kadınların karar verici pozisyonlarda bulunmalarıdır. Stratejide, kadınların
araştırma alanına %25 oranında katılımlarının hedeflendiği ifade edilmiştir.
Anahtar eylemler olarak ise Komisyon’un bu dönemde yapması
gerekenler sıralanmıştır. Buna göre, kadın girişimciliğinin desteklenmesi
ve üye devletlerin çocuk bakımıyla ilgili performanslarının raporlanması
öngörülmüştür. Ayrıca, eşit ödeme düzenlemelerinin yapılması, eşit işe eşit
ücret için girişimlerin desteklenmesi ve farkındalığın arttırılması için her yıl
“Avrupa Eşit Ücret Günü”nün düzenlenmesi gerektiği belirtilmiştir. Komisyon
karar alma süreçlerinde cinsiyet dengesinin sağlanmasını geliştirmek için
girişimlerde bulunacak, AB çapında kadına karşı şiddetle mücadele eden
stratejiyi benimseyecektir. Dahası Komisyon, cinsiyet eşitliği alanında AB’ye
katılım için Kopenhang Kriterleri’ne uyumu destekleyerek AB mevzuatının,
Balkan ülkeleri ve Türkiye’nin iç hukukuna aktarılmasını asiste edecektir.22
AVRUPA BİRLİĞİ’NİN 2020 STRATEJİSİ: AKILLI,
SÜRDÜRÜLEBİLİR VE KAPSAYICI BÜYÜME İÇİN
AVRUPA STRATEJİSİ
Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamayı ve sürdürmeyi hedefleyen bir
diğer strateji 2020 stratejisidir. Avrupa 2020 stratejisinin ana amacının, daha
çok iş ve daha iyi bir yaşam üzerine kurulu olduğu söylenebilir. Stratejide de
belirtildiği üzere AB’nin kısa vadedeki ana amacı, krizden başarılı bir şekilde
çıkmaktır. Uzun vadede ise akıllı, sürdürülebilir ve kapsayıcı bir büyümeyi
21İbidem.
22İbidem.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1245
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
hedeflemektedir.23 AB, bu stratejiyle 2020’de nerde olmak istediğini
tanımlamıştır, şeklinde genel bir kanı bulunmaktadır. 2020 stratejisinde,
AB’nin gerçek bir Birlik olarak davranabilirse başarılı olacağı ifade edilmiştir.
Krizden güçlü bir şekilde kurtulmak ve akıllı, sürdürülebilir ve kapsayıcı bir
büyüme için yeni bir stratejiye ihtiyaç duyulduğunun altı çizilmiştir. Birlik
2020 stratejisini, 21. yy için Avrupa sosyal piyasa ekonomisinin vizyonunun
başlangıcı olarak sunmaktadır. Komisyon, 20-64 yaş nüfusun %75’inin
çalışıyor olması, 20 milyon insanın yoksulluktan kurtarılarak ulusal yoksulluk
sınırı altında yaşayan AB vatandaşlarının sayısının %25 azaltılması, erken
yaşta okulu bırakanların oranının %10’un altında olması (mevcut:%15) ve
genç kuşağın en az %40’ının yüksekokul seviyesinde olmasını 2020 hedefinin
temel dayanakları olarak belirlemiştir.24
Tüm bu kadın erkek eşitliği yol haritalarına, hedeflere ve anahtar
eylemlere rağmen AB, feminist grupların ve kimi akademisyenlerin eleştiri
oklarından kurtulamamıştır. Stratejilere gelen başlıca eleştiriler şu şekilde
sıralanabilir: AB’nin düzenlemeleri standart çalışanlarla ilgilidir, oysa
kadınlar omuzlarındaki aile sorumlulukları sebebiyle çoğunluk olarak
yarım zamanlı ya da dönemlik çalışmaktadır. Bu nedenle AB’nin pek çok
düzenlemesinden yararlanamamakta veya sadece çalıştıkları sürece hakları
yasal güvence altındadır. Ayrıca, AB’nin direktif ve stratejileri ulusal
farklılıklar sebebiyle benzer sonuçlar doğurmamaktadır. Bir diğer eleştiri ise
AB’nin toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda bağlayıcı kararlar alabilmesine
rağmen üye ülkelere bu konuda yaptırım getirememesidir.25
TÜRKİYE’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİNE
GENEL BAKIŞI VE İLERLEME RAPORLARI ÇERÇEVESİNDE
TÜRKİYE’DE TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ
Türkiye’de kadın erkek eşitliğinin temelini cumhuriyet devrimlerinin
oluşturduğu bilinen bir gerçektir. 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat ile eğitim
alanında cinsiyet eşitliği sağlanmış, 1930 ve 1934 yıllarında da kadınlar
siyasal haklarına kavuşmuştur. 1980lerde tıpkı Avrupa’da olduğu gibi
Avrupa Komisyonu, Europe 2020: A European strategy for smart, sustainable and inclusive
growth, Brüksel, 2010.
24İdem.
25 Sylvia Walby, “The European Union and Gender Equality: Emergent Varieties of Gender
Regime”, Social Politics, Oxford University Press, 2004, 5-6.
23
246 OCAK 2015
AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE
cinsiyet eşitliği konusunda bir bilinç ve farkındalık oluşmuşsa da istenilen
düzeye ulaşmamıştır. AB ile müzakerelerin başlamasıyla, AB kriterlerine
ve mevzuatına uyum çerçevesinde ve kadına yönelik politikalarda yaşanan
değişim sonucunda Anayasa’da birtakım düzenlemeler yapılmıştır. İş
Kanunu’ndaki bir takım düzenlemelerle, çalışma hayatında toplumsal cinsiyet
eşitliğinin sağlanması için önemli adımlar atılmıştır.
AB’nin stratejilerinde de ifade edildiği gibi aday ve potansiyel aday
ülkelerin AB’nin toplumsal cinsiyet eşitliği mevzuatını kendi iç mevzuatlarına
yerleştirmesi için Komisyon, bu ülkelere yardım edecektir. Bu bağlamda,
Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliği çalışmaları sivil toplum örgütleri
tarafından yürütülmekte ve örgütler AB fonlarıyla desteklenmektedir.
Türkiye’nin cinsiyet eşitliği üzerine attığı bir diğer önemli adım, 2008-2013
dönemlerini kapsayan Kadın Erkek Eşitliği Ulusal Eylem Planı’dır.
Ulusal Eylem Planında birtakım hedefler konulmuştur. Kadınların
ilerlemesini sağlayacak kurumsal mekanizmaların oluşturulması, var olan
mekanizmaların kapasitelerinin güçlendirilmesi, eğitimin her kademesinde
kız çocuklarının okuma oranının arttırılması, yetişkinler arasında kadın okuryazarlığının arttırılması, eğitimcilerin, kadın erkek eşitliği konusuna daha
duyarlı hale getirilmesi, kadın istihdamının arttırılmasına yönelik çalışmalara
hız kazandırılması ve kadın-erkek ücret farklarının azaltılması, Planın ana
hedeflerini oluşturmaktadır.26 Türkiye’nin kadın-erkek eşitliğine bakışı ve
hedefleri bu yönde iken Komisyon’un Türkiye İlerleme Raporları’nda, eğitim
ve kadın istihdamına vurgunun her geçen yıl arttığı görülmektedir.
2006 yılı ilerleme raporunda Komisyon genel olarak kadın hakları
konusunda Türkiye’nin yasal düzenlemelerini tatmin edici bulmuş olmakla
birlikte uygulamada, teorideki kadar başarılı olmadığını belirtmiştir. Kadınların
istihdamının %23lük oranla düşük bir düzeyde olması, kadınların yerel ve
ulusal yönetimlerde temsilinin düşük olması ve iş piyasasında ayrımcılığın
hakim olması başlıca sorunlar olarak ifade edilmiştir. Ayrıca kadın iş gücünün
iş piyasasına katılımı, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD)
ülkeleri arasında en düşüktür.27
26
27
T.C. Başbakanlık Kadın Statüsü Genel Müdürlüğü, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı 2008-2013, Ankara, 2008, http://www.huksam.hacettepe.edu.tr/Turkce/SayfaDosya/TCEUlusaleylemplani.pdf, (Erişim: 02.05.2013).
Avrupa Komisyonu, Türkiye 2006 İlerleme Raporu, Brüksel, 2006,
http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2006/nov/tr_sec_1390_en.pdf,
YIL: (5) 1 – SAYI: 1247
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
2009 yılı ilerleme raporunda ise eşit fırsatlar konusunda bazı
ilerlemelerin kaydedildiğine yer verilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi
bünyesinde kurulan, toplumsal cinsiyet konusundaki gelişmeleri izleyecek
olan Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu memnuniyetle karşılanmıştır.
Tıpkı 2006 ilerleme raporunda olduğu gibi, Türkiye’nin AB üyesi ülkeler
ve OECD ülkeleri arasında kadın iş gücünün piyasaya katılımın en düşük
olduğu ülke olduğu vurgulanmıştır.28 2010 ilerleme raporunda da 2006 ve
2009’daki olumsuzluklar sıralanmıştır. Farklı olarak erişilebilir çocuk bakım
hizmetlerinin yetersiz olduğu belirtilmiştir. 2008-2013 Toplumsal Cinsiyet
Eşitliği Ulusal Eylem Planı olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmekle
birlikte planın uygulanmasına yönelik yeterli insan kaynağı ve finansal kaynak
bulunmadığına değinilmiştir. 29
2011 yılı ilerleme raporuna baktığımız da önceki yıllarda yer verilen
olumsuzluklar yinelenmekle birlikte birtakım yeni gelişmeler kaydedilmiştir.
2011 yılındaki torba yasa ile memurlar için ebeveyn haklarının iyileştirilmesi
pozitif karşılansa da bu durumun memurlar ve işçiler arasında fark yarattığı
söylenmiştir. AB’nin toplumsal cinsiyet eşitliği direktiflerinin iç hukuk
mevzuatıyla uyumlaştırılması konusunda eksikliklerinin devam ettiği ifade
edilmiştir. Kadın istihdamında çok az bir artış vardır. Bu artışa rağmen bu
oran AB ortalamalarının altındadır.30 2012 raporuna baktığımızda ise çalışma
hayatı ile aile hayatı arasındaki dengeyi iyileştirmeye yönelik tedbirler tam
mevcut değildir. Eşit iş için eşit ücret ilkesinin uygulanması gerekmektedir.
Sendikal faaliyetler ve siyasi karar verme mekanizmasında cinsiyet ayrımı
devam etmektedir.
2013 Türkiye İlerleme Raporu’nda “Toplumsal cinsiyet eşitliği; eğitim
ve iş piyasasına erişim, siyasi temsil, kadına yönelik şiddetle mücadele
(namus cinayetleri dâhil) ve erken yaşta ve zorla yaptırılan evlilikler konuları
dâhil olmak üzere Türkiye için büyük bir zorluk olmaya devam etmiştir.”
Erişim: 02.05.2013.
28İdem.
29İdem., Türkiye 2010 İlerleme Raporu, Brüksel, 2010,
http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2010/package/tr_rapport_2010_
en.pdf
Erişim: 02.05.2013.
30İbid, 2011 İlerleme Raporu, Brüksel, 2011,
http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2011/package/tr_rapport_2011_
en.pdf,
Erişim: 02.05.2013.
248 OCAK 2015
AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE
ifadelerine yer verilerek Türkiye’nin eşitlik çabalarının yetersizliğine vurgu
yapıldığı dikkat çekmektedir.31
En güncel veri olarak dikkate almamız gereken 2014 İlerleme
Raporu’nda da Türkiye’nin toplumsal cinsiyet eşitliği hususunda istenilen
düzeye ulaşamadığı görülmektedir. Rapora göre, eğitime yapılacak olan
harcamaların arttırılması ve birtakım reformların yapılması pozitif bir etki
oluşturmakla birlikte eğitimde cinsiyet eşitliği konusunda eksiklikler devam
etmektedir. Avrupa Birliği İstatistik Ofisi (EUROSTAT)’nin 2013 verilerine
göre Türkiye’de kadınların iş piyasasına katılımı artmış (%33.2) olmakla
birlikte hala istenilen düzeye ulaşmamıştır. İstihdama ilişkin olarak, kadınlara
yönelik ücretsiz aile işçisi algısı devam etmektedir ve kadın-erkek arasında
ücret konusunda kayda değer farklılıklar bulunduğu, eşit işe eşit ücret
prensibinin etkili hale getirilerek güçlendirilmesi gerektiği ifade edilmektedir.
Ayrıca, kadınların karar alma süreçlerindeki düşük temsiline dikkat çekilerek,
kamu sektöründe yetersiz düzeyde temsilin özel sektöre oranla çok daha fazla
olduğunun altı çizilmektedir.32
İlerleme raporlarının ortak noktalarını şu şekilde söyleyebiliriz. Kadın
istihdamının düşük olduğu, iş piyasasına kadının katılımının OECD ülkeleri
arasında en düşük olduğu ülkenin Türkiye olduğu gibi sorunlar her defasında
dile getirilmiştir. Fırsat eşitliği konusunda ilerlemenin olduğu ancak istenilen
düzeyde olmadığı yine pek çok raporda vurgulanmıştır. Türkiye’nin 20082013 kadın erkek eşitliği için Ulusal Eylem Planı olumlu bir gelişme olarak
değerlendirilirken, planda insan ve finansman kaynakları hakkında bilginin
yer almadığı belirtilmiştir. Kadın-erkek arasındaki ücret farklılığı vurgulanan
bir diğer sorundur. Son olarak 2012 ilerleme raporunda AB müktesebatı
tarafından gerekli görülen eşitlik biriminin henüz oluşturulamadığı ifade
edilmiştir.33
31İbidem., 2013 İlerleme Raporu, Brüksel, 2013,
http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2011/package/tr_rapport_2011_
en.pdf,
Erişim: 05.10.2014.
32İbidem, Türkiye 2014 İlerleme Raporu, Brüksel, 2014,
http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2014/package/tr_rapport_2014_
en.pdf,
Erişim: 09.10.2014.
33İbidem, Türkiye 2012 İlerleme Raporu, Brüksel, 2012,
http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2012/package/tr_rapport_2012_
en.pdf,
YIL: (5) 1 – SAYI: 1249
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
İlerleme raporlarında da gözlemlediğimiz gibi Türkiye, kadın-erkek
eşitliği alanında mevzuatında ve anayasasında kayda değer gelişmeler
gösterse de, eğitim ve istihdam alanında AB ile uygulamadaki sorunlar devam
etmekte ve AB’nin gerisinde kalmaktadır. Birlik politikalarında görüldüğü
gibi, Birliğin kadın erkek eşitliğindeki temel çıkış noktası “istihdam”dır.
Tablo 2: Avrupa Birliği Ülkelerinde Kadın İstihdam Oranı
Kaynak: Eurostat- Avrupa Komisyonu, 2014.
Tablo 2’de görüldüğü gibi 28 üye ülkesiyle AB’de kadın istihdamı
%62,4’tür. AB üyesi ülkelerde ise kadın istihdamı ulusal düzeyde farklılık
seyretmektedir. AB üyesi ülkelerde farklılık göstermesine rağmen, net bir
şekilde görüleceği gibi en düşük kadın istihdam oranı 2013 yılında %53.4 ile
Türkiye’ye aittir. Ancak, Türkiye ilerleme raporlarından yola çıkarak kadın
istihdamının, üyelik sürecinde engel gösterilebileceği düşünülmemektedir.
Çünkü bu sorun yalnızca Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bir sorun değildir.
AB üyesi ülkeler arasında sosyal politika konusunda ulusal düzeyde
farklılıklar sürmektedir. Bu farklılıklar azımsanmayacak orandadır. Tablo 1 ve
2‘de ulusal farklılıkları net bir şekilde görmek mümkündür. AB, 27 ülkesiyle
AB27 olarak hedeflediği değerlere ulaşmaktadır ancak ulusal düzeyde ülkeler
arasındaki farklar kısa vadede kapanmayacak şekildedir.
Erişim: 02.05.2013.
250 OCAK 2015
AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE
SONUÇ
Ekonomik birlik olarak kurulan AB’nin sosyal politikaya da ekonomik
bir temel bulması çok şaşırtıcı olmamıştır. Birlik’in kurucu antlaşmalarından,
stratejilerinden ve politikalarından yola çıkarak, kadın erkek eşitliği
stratejilerinin ve çabalarının da tıpkı Birlik gibi ekonomik bir temelden siyasal
bir temele evrildiği çıkarımını yapmak mümkündür. AB’nin stratejileri,
Komisyon’a aday ve potansiyel aday ülkeleri AB mevzuatını kendi iç
hukuk mevzuatlarıyla uyumlaştırmaları konusunda yardımcı olmak görevini
yüklemiştir.
Türkiye, aday ülke olarak AB’nin toplumsal cinsiyet eşitliği mevzuatını
uygulama konusunda birtakım girişimlerde bulunmuş olmakla birlikte bu
girişimlerin bazıları AB tarafından memnuniyetle karşılanırken, eksikliklerin
devam ettiği konular ise olumlu karşılanmamıştır. Avrupa Parlamentosu’nun
Türkiye’de kadın için 2020 perspektifi kararlarına bakıldığında, Kadın
ve Erkek için fırsat eşitliği Komitesi’nin kurulması, Türk hükümetinin
toplumsal cinsiyet eşitliğini politikaların işleyişine dahil etmesi ve ilk okul
eğitimine kızların katılımı memnuniyetle karşılanırken, kadın hakları ve
eşitlik prensibinin güçlendirilmesi, cinsel istismar, aile içi şiddet, yoksulluk,
okumamışlık ve kızların sömürülmesi gibi konularda Türkiye’ye çağrıda
bulunulduğu dikkat çekmektedir.34
Türkiye’nin toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik politika ve
uygulamalarının teoride ve yasal düzlemde oldukça başarılı olduğu söylenebilir.
Ancak, uygulamada istenilen olgunluğa erişilememiş ve AB’nin gerisinde
kalmıştır. Bu açıdan Türkiye’ye bazı öneriler sunulabilir. Örneğin, kadınların
siyaset, eğitim ve iş piyasasına katılımlarının arttırılması için çalışmalar
yapılabilir, eğitim için ayrılan bütçe arttırılabilir, farkındalığın arttırılması için
ilkokul seviyesinden başlayarak eğitimin her seviyesinde toplumsal cinsiyet
konulu dersler müfredata eklenebilir ve siyasi partilere kadın katılımının
arttırılması için partilerin mevzuatına kadın kotası getirilebilir. Sonuç olarak
bu çalışma, kadın erkek eşitliğinin Türkiye’nin önünde AB sürecinde büyük
bir engel oluşturmayacağını değerlendirmektedir.
34
Emine Bozkurt, European Parliament Report on a 2020 Perspective for Women in Turkey,
Brüksel, 2012.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1251
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
KAYNAKÇA
Akın, Ayşe ve Simge Demirel (2003), “Toplumsal Cinsiyet Kavramı ve
Sağlığa Etkileri”, Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, C. 25, S.
73-82.
Betten, Lammy ve Nicholas Grief (1998), EU Law and Human Rights,
New York: Longman.
Bozkurt, Emine (2012), European Parliament Report on a 2020
Perspective for Women in Turkey, Brussels.
Çakır, Serpil (2012), “Feminizm: Ataerkil İktidarın Eleştirisi”, H. Birsen
Örs (ed.), 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, 5. Baskı,
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
European Council, Presidency Conclusions (2000), Lisbon, http://www.
europarl.europa.eu/summits/lis1_en.htm, Erişim: 05.05.2013.
European Commission (2006), Turkey 2006 Progress Report, Brussels,
http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2006/nov/tr_sec_1390_
en.pdf, Erişim: 02.05.2013.
European Commission (2008), Manual for Gendermainstreaming:
employment, social inclusion and social protection policies.
European Commission (2009), Turkey 2009 Progress Report, Brussels,
http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2009/tr_rapport_2009_
en.pdf, Erişim: 02.05.2013.
European Commission (2010), Turkey 2010 Progress Report, Brussels,
2010,http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2010/package/tr_
rapport_2010_en.pdf Erişim: 02.05.2013.
European Commission (2006), Roadmap for Equality Between Women
and Men 2006-2010, {SEC(2006) 275}, Brussels, 2010, http://eur-lex.europa.
eu/LexUriServ/ LexUriServ.do?uri= CELEX:52006DC0092:en:NOT, Erişim:
04.05.2013.
252 OCAK 2015
AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE
European Commission (2010), Strategy For Equality Between Women
And Men 2010-2015, Brussels,http://europa.eu/legislation_summaries/
employment_and_social_policy/equality
_between_men_and_women/
em0037_ en.htm, (Erişim: 04.05.2013).
European Commission (2010), Europe 2020: A European strategy for
smart, sustainable and inclusive growth.
European Commission (2011), 2011 Progress Report, Brussels,
http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2011/package/tr_
rapport_2011_en.pdf, Erişim: 02.05.2013.
European Commission 2012), Turkey 2012 Progress Report, Brussels,
http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2012/package/tr_
rapport_2012_en.pdf, Erişim:02.05.2013.
European Commission (2014), Turkey 2014 Progress Report, Brussels,
2014,
http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2014/package/
tr_rapport_2014_en.pdf, Erişim: 09.10.2014.
Keskin Ata, Funda (2013), Avrupa Birliği ve İnsan Hakları, Ankara,
Siyasal Kitabevi.
Kuzgun, Yıldız ve Seher Sevim (2004), “Kadınların Çalışmasına Karsı
Tutum ve Dini Yönelim Arasındaki İlişki”, Ankara Üniversitesi Eğitim
Bilimleri Fakültesi Dergisi, C. 37, S. 14-27.
Meetings of the Heads of State or Government - Summit, (19-21, October
1972), Paris.
T.C. Başbakanlık Kadın Statüsü Genel Müdürlüğü, Toplumsal Cinsiyet
Eşitliği Ulusal Eylem Planı 2008-2013, (2008), http://www.huksam.hacettepe.
edu.tr/Turkce/SayfaDosya/ TCEUlusaleylemplani.pdf, (Erişim: 02.05.2013).
The Treaty of Rome, Article 119, (1957), Brussels, http://eur-lex.europa.
eu/en/ treaties/index. htm#founding, Erişim: 27.09.2014.
Walby, Sylvia (2004), “The European Union and Gender Equality:
Emergent Varieties of Gender Regime”, Social Politics, Oxford University
Press.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1253
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
254 OCAK 2015
MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY
VIA SOCIAL MEDIA
*
Ece ÜNÜR
Abstract
This article emphasises that social media marketing is not under the control
of people’s free will but of political and economic powers. Although people
think that they are free in their marketing decisions, the reality is different.
People are forced to consume and this consumption is done on behalf of the
Capitalist Ideology, which restricts State regulations in e-commerce. In fact,
with any kind of consumption, people are convinced with small jouissance
myths, without being aware of the fact that they become the servants of the
existing system.
In order to explain how this e-commerce system works, marketing
processes that come with it (such as modern marketing approach, social media
marketing and mouth to mouth marketing...) will be introduced. The last
part of the article will discuss the way that consumption ideology is injected
thanks to marketing which leads to a ‘wild world sydrome’: standardization
via marketing processes, cultural industries and consumer society.
Key words: Social Media Marketing, Wild World Sydrome, Ideological
State Apparatuses, Culture Industry, Consumer Society.
___________________
*
Yrd. Doç.Dr., T.C. Haliç Üniversitesi, İşletme Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım
Bölümü , [email protected]
YIL: (5) 1 – SAYI: 1255
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
SOSYAL MEDYA ARACILIĞIYLA
TÜKETİM İDEOLOJİSİNİN PAZARLANMASI
Özet
Bu makalenin amacı sosyal medya pazarlamasının, bireylerin özgür
iradelerinin kontrolünde olmaktan ziyade politik ve ekonomik güçlerin
yönlendirmesi altında olduğunu vurgulamaktır. Bireyler pazarlama kararlarında
özgürce seçim yaptıklarını zannetseler dahi gerçek tamamen farklıdır.
Yapay gereksinimler yaratılarak bireylerin sürekli bir tüketim döngüsü içine
hapsedilmeleri sistem tarafından amaçlanmaktadır. Diğer bir ifadeyle bireyler
küçük mutluluk mitleriyle kandırılarak tüketime zorlanmaktadırlar ve tüketim
birey için kaçınılmaz bir seçim haline gelmektedir. Bu haliyle aslında bireyler
farkında olmadan kapitalist ideolojinin çıkarlarına hizmet eden köleler
haline gelmektedirler. Bu sistemin nasıl işlendiğinin anlaşılması adına; ilk
bölümde modern pazarlama teknikleri, sosyal medya pazarlaması ve ağızdan
ağza pazarlama olmak üzere belli başlı pazarlama teknikleri ele alınacaktır.
Makalenin son bölümünde ise tüketim ideolojisinin pazarlanmasında etkin
olan “acımasız dünya sendromu”, devletin ideolojik aygıtları, pazarlama
aracılığıyla standartlaştırma süreçleri, kültür endüstrisi ve tüketim toplumu
kavramları tartışılacaktır.
Anahtar kavramlar: Sosyal Medya Pazarlaması, Acımasız Dünya
Sendromu, Devletin İdeolojik Aygıtları, Kültür Endüstrisi, Tüketim Toplumu
МАРКЕТИНГ (ИССЛЕДОВАНИЯ) ПОТРЕБИТЕЛЬСКОЙ
ИДЕОЛОГИИ С ПОМОЩЬЮ СРЕДСТВ МАССОВОЙ
ИНФОРМАЦИИ
Аннотация
Целью данной статьи является установление факта того как
посредством социально-медийного маркетинга обеспечиваеся завимость
свободной воли людей от воздействия политических и экономических сил.
Считается, что люди совершенно независимы в своем выборе, однако на
деле все выглядит иначе. Система преследует цель создания бесконечного
256 OCAK 2015
MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA
цикла исскуственно вызываемых потребностей, в плен к которому
неизбежно попадают потребители. Другими словами, усыпленный
мифами о личном маленьком счастье, человек оказывается втянутым
в ловушку постоянного потребления. Таким образом, пребывающие в
неинформиррованности, потребители превращаются в рабов, служащих
интересам капиталистической идеологии. С целью понимания того как
работает система, в первой части рассмотрены технологии современного
социально-медийного и сетевого маркетинга. В заключительной части
статьи представлены активно эксплуатируемый в идеологии маркетинга
«жестокий мир потребительского синдрома», идеологический аппарат
государства, процесс стандартизации потребления через маркетинг,
особенности культурной индустрии и концепция потребительского
общества.
Ключевые слова: Социально-медийный маркетинг, жестокий
мир потребительского синдрома, идеологический аппарат государства,
культурная индустрия, потребительское общество
1. INTRODUCTION
Nutrition, sheltering and reproduction are the common features of
living creatures. In addition to that, another common trait can be stated as
communication. Since the early ages, living creatures are in connection with
each other. Even though, the connection has remained the same amongs
animals just like how it used to be in the early ages, it shows a significant
progress between human beings. Starting from the verbal communication, cave
paintings, written communication until the latest technological advancements,
communication became a vital element at the present time. Once, the humanity
was astonished by the telegram; by its transmission methods of how the
messages were delivered. But now, one can not imagine to communicate via
such techonology in the 21st century.
Telegram, telephones, radio, television, internet and the satellite
(communition etc.) have undertaken an important role in our lives and
intensified the communication. At the present time, one can transform the
news all around the world in the blink of an eye. This fact can also be seen
as the most distinct evidence of the globalization. Marshall Mcluhan explains
this develepment with the concept of the global village. According to his
YIL: (5) 1 – SAYI: 1257
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
theory, with the advancement of technology, the Gutenberg Galaxy has left its
place to an electronical age that can also be seen in the global village. Manuel
Castells criticises McLuhan’s concept of the global village by stating that:
“We are living in the globally produced, locally distributed private cottages;
not in a global village.” (Stevenson, 2008: 311).
The globalization phenomenon is directly related with the concept of
interconnectedness. In other words, globalization means the process of
increasing interconnectedness between societies. (Baylis and Smith, 2001: 7).
Since the frontiers and boundaries are expeditiously loosing their importance,
the global world became a place where everybody is interconnected and
interdependent. Thus, a thrown away bottle by someone anywhere in the
world can threat the health of other people all around the World. This kind of
a chain reaction can also be called as Domino Effect.
Production and consumption interaction has also been changing with the
globalization effect. From a producer’s point of view, it can be argued that
the goal would be reaching to global target audience. The consumers began
to desire the goods that they have seen all around the world. However, to
evalute this global consumpion desire, which can be seen in the consumers
mentality as a natural process, would be a mistake since such consumption
desire was created by the producers and the communication technologies. In
the beginning, an insubstantial necessity sequence is being created through
the media, commercials, movies and popular stars, which follows with an
everlasting consumption frenzy in order to fill this artificial gap.
In the global village, the stories which were previously published in
a culvert, can be once again re-created and re-presented at the disposal of
consumption. Supposedly, a novel can be transformed into a movie, TV series
or a theatre play. This can be named as “transmedia storytelling”. (Scolari,
2009). For example, after a story is embraced and assimilated by the society,
the process becomes transmedial and it continues to produce toys or computer
games. The transmedia storytelling has became one of the newest marketing
strategies of the producers.
The developments in the communication technologies have created
significant changes from life-styles to marketing strategies, security to
democracy which interact with each other in societal, economic and political
lives.
258 OCAK 2015
MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA
2. EVOLUTION IN MARKETING PROCESSES
2.1. Modern Marketing Approach
The developments in the communication technologies and the
proliferation of mass production also changed the understanding of marketing.
In this respect, marketing strategies can be divided into four categories.
During the production based marketing era, the supply was always lower than
the demand. At the time, the goal was to produce rather than to sell, with
little competition. The second era of marketing, which is named as the sale
based marketing, the supply and the demand were equal. Thus, the selling of
the goods became much more important than the production. Starting from
the 1930’s, various misleading commercial implementation processes were
used to promote and encourage the sale. Furthermore, in this era, when the
competition is increased, one can see that supply transcended the demand.
Since the competition was escalated, the commercials and the traditional
marketing strategies became not efficient enough to sell produced goods.
Therefore, the producers started to look for new ways. Eventually, during the
1990’s, modern marketing era began where the supply was higher than the
demand. The basic characteristics of the modern marketing era can be listed
as (Alabay, 2010:215):
1.
To determine the needs and demands of the target audience and
satisfy them,
2.
All the units of the management should work in coordination with
each other,
3.
Adoption of the integrated marketing understanding,
4.
Must be aimed at the consumer,
5.
To aim at the long-term profits,
6.
The search for the innovations must be aimed at something because
of the intensity of the competition and
7.
Market based management conception must be embraced.
In the conventional marketing understanding, the basic meaning is based
on the marketing mix, which is referred as 4P’s; price, product, place and
promotion. However, in time, 4P’s has been replaced by 7P’s which can be
YIL: (5) 1 – SAYI: 1259
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
considered as more consumer-oriented approach. The understanding of 7P’s
consists of price, product, place, promotion, process, physical environment
and people.
Together with the transition to the modern marketing, 4P’s has been
replaced with 4C, which are mainly customer value, customer cost, convenience
and customer communication. Firstly, instead of products, producers began to
focus on customer value. From this point of view, a produced good or a service
should offer a value to the customers or it should nurture consumers’ needs.
Secondly, the price has been substituted for the customer cost. According
to this approach, an accurate marketing strategy must present a benefit
or a service with the most convenient price to the customer. In the global
economy wherever there is a high rate of competition, the manifacturing costs
must be minimized and the other elements with unnecessary costs must be
eliminated. Thirdly, place has been superseded with the convenience. One of
the most basic rules of the market is to provide the most comfortable ways for
customers to reach and buy the goods or services. Finally, promotion has been
replaced with the customer communication which aims to make an accurate
communication with the customer and to avoid misleading the target audience
(Roman, 1997:7-8). This forms the base of the promotion strategy of the
consumer-oriented marketing concept. As can be noted, the understanding of
the former marketing strategies seek to design, produce and sell the good have
been replaced by another perception. Such new perception aims to define,
deliver and present the value while putting customers in the center of this
interaction (Alabay, 2010:228).
2.2. Social Media Marketing
As a result of development in the internet and the evolution of online
societies, a new marketing concept, social media marketing, has been
introduced. There is not an approved definition on the concept of online
community. However, the most important aspect of the online communities
can be defined as an interaction with others, highly interconnected and gather
around a technical mean to create social relations. (Leimeister, Schweizer,
Leimeister and Krcmar, 2008:353.)
According to Hagel and Armstrong’s study (Hagel and Armstrong,
260 OCAK 2015
MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA
1997:18-19), such interactions are based on the procurement of the four basic
human needs. These are;
1. Attention- For example, Motley Fool’s electronic forum,
2. Relation- For example, cancer forums on CompuServe,
3. Imagination- For example, multiplayer games which are introduced
by GemStone,
4. Transaction- For example, the online auction website eBay.
The online communities have various types, these are (Buss and Strauss,
2009:16-18):
1. Open and closed online communities: These kinds of communities
are being evaluated by the fact that they have a limitation for the subscription
of the members. In some of them, everybody can be a member, nonetheless,
the others have some criterias to determine the members. For example, M
Power community is just for the ones who own a BMW M model.
2. The communities with a theme: These groups gather around a common
topic or an action. Some of these groups are focused on the basic marketing
messages, some brands or specific goods. For example, hamsterster.com, lego.
com etc.
3. Social Networks: The main relation between the members based on
interests and activities in these kind of online groups. For example, MySpace,
Facebook, Twitter etc.
Online communities can reserve an important role in members’ life,
thus, it can serve as a reference group for them. At this point, one can try
to understand how these online communities/groups can ease the consumer
habits (Akar, 2010:114.)
It can be argued that internet creates a unique marketing environment
since the customers are considered as both the producers and consumers.
Such condition can be defined as prosumer. For instance, the consumers can
contribute to the market mechanism which provides benefit and income to the
owners of a social network, by using or being involved in the social network,
even though it is free of charge for them. Through the development of the social
media, consumer decisions and behaviors are carried into the cyber World.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1261
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
With that the cognition and social context of consumer decisions began to
change. Interpersonal communication that is regarded as the most predominant
marketing communication method is now distanced from its familiar structure.
It has gained mobility through social media which is based on mutual share,
interaction and became a platform where the consumer became the active cocreator. Previously internet was considered to create social isolation, however,
now, in contrary, it created a new social environment for the consumers which
allows individuals to consume and negotiate freely regardless of the time and
space. (Dedeoglu and Ustundagli, 2011:24.)
In his work, Kozinets (1999) defines the cyber ensemble subgroups that
formed because of the interest of consumption, as the cyber consumptive
groups. The members of these groups share the enthusiasm and information
about their consumption activities. The consumers search for other consumers’
opinions by means of the cyber platform. They get information about the
products and consumer experiences through personal websites, blogs, social
networks, shopping websites. The consumers also create their self-presentation
through these channels (Schau and Gilly, 2003).
2.3. Word of Mouth Marketing
The online shopping quickly became widespread around the globe
in parallel with the raise of the internet usage. Even though one do not
purchase goods through the cyber world, they begin to use internet to see the
comments of the other consumers, check the websites for recommendations
or notifications about the product they want to purchase. Godes and Mayzlin
(2004:558), mention the correlation between the conventional marketing and
social marketing. According to the authors, the costumer’s opinions, decisions
and their buying behaviors are based on the information that they have received
from the internet.
The individuals are helping the continuation of the cogwheel of
consumption through these websites since they do not have enough time
for shopping and with the added merciless competition environment in their
works. At this point, it will be fair enough to state that the usage of online
marketing has spreaded all aorund the world. The social networks, where the
consumer opinions, preferences and experiences are being shared, courages
262 OCAK 2015
MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA
companies and firms developed their marketing strategies which aims to
exhort and reward the consumer advices. Particularly, in the service marketing
literature, the impossibility trying the product before buying it since it is
intangible, makes the service marketing harder in comparison to other forms
of marketing. To illustrate an example, when a product is released for the first
time to the market, the awareness of the consumers could be achieved through
either the marketing activities of the company or through the mouth to mouth
communication. The word of mouth marketing is affected by the attitudes
after the purchase. According to the findings of Anderson (1998), both the
customers who are truely pleased with the product they have purchased and
who are not satisfied, are involved in the mouth to mouth communication
activity.
Word-of-mouth marketing (WOMM)- known also as social media
marketing, viral marketing, buzz, and guerilla marketing - affects the majority
of all purchase decisions. The Internet’s accessibility, reach, and transparency
have empowered marketers to take part on social networks in order to utilize
the power of WOMM. There are different types of WOMM which are formed
in relation with the technological developments in communication. The most
conventional type of WOMM is called as the Organic Interconsumer Influence
Model (see Figure-1), which suggests that conversations among buyers are
more important than marketing communication strategies in influencing
consumers’ decisions. In this model, WOMM is “organic” because it occurs
amoung consumers without direct influence by marketers. (Kozinets, Valck,
Wojnicki and Wilner, 2010:72).
Figure 1: The Organic Interconsumer Influence Model
YIL: (5) 1 – SAYI: 1263
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Second type of WOMM is called as the Linear Marketer Influence Model
(see Figure-2). In Linear Marketer Influence Model, there is an active attempt
by the marketer to influence consumer WOMM through the use of traditional
means (advertising, promotions, etc.). In this model some consumers are
viewed as potential “opinion leaders” who have the ability to influence other
consumers on behalf of the marketers. (Kozinets, Valck, Wojnicki and Wilner,
2010:72).
The introduction of Web 2.0, which is also known as social media, alterted
the marketing strategies. As a result of interactivity of Web 2.0, it has provided
multiple ways for consumers to interact with, advocate for, and rail against
brands. “As social media usage increases among consumers, marketers have
moved into the social media space in a number of ways.” (Fogel, 2010:56.)
With the evolution of Web 2.0 or to say social media, the last type of WOMM
is developed, that is called the Network Coproduction Model (see Figure-3). In
this model, marketers have become interested in directly managing WOMM
activity through the usage of social networks (Kozinets, Valck, Wojnicki and
Wilner, 2010:72).
Figure 2: The Linear Marketer Influence Model
264 OCAK 2015
MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA
Figure 3: The Network Coproduction Model
3. MARKETING OF IDEOLOGIES
3.1. Mean World Sydrome
Panopticon, designed as a prison model by Jeremy Bentham, is a system
which aims to observe the society. Through time society accustomed to this
observing action. Starting from the transition to capitalism, the concept of
observation has been recreated and explained in a different sense. Before
capitalism, there was a highly believed perception that aimed at individuals
being alienated from the system with a highly negative observance perception.
However, after the transition to capitalism, the individuals are aimed to
participate as much as they could and work in the system, thus, a positive
observance perception took over. “Observance, with the intention to create
obedient individuals and make them even more productive, became the central
determinant of the capitalist production process and the societal supervision
practices.” (Çoban ve Özarslan, 2008:114). Panopticon has become the main
factor of the social observance which was achieved through the inconspicious
methods such as MOBESE and security cameras, worker registration offices,
school uniforms, military discipline and labelling, instead of the usage of
violence. In the panoptic system, there is an observer and an observed person.
The observer, in due course, begins to feel pleasure from the observation
activity. This causes the observed person “becomes an erotic object and also
YIL: (5) 1 – SAYI: 1265
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
a pornographicized one.” (Çoban ve Özarslan, 2008:122). The observer can
internalize this situation in time. When this action is occured, just like defined
by Thomas Hobbes, the state of nature commences and the observation is
being perceived as a normal circumstance. This perception triggers the
exhibitionism on individuals and it results with the loss of the privacy.
Once the observed persons interiorize the situation and take pleasure
from the observation; they start to exhibit themselves even without the need
of an observer. Thus, once the exhibitionism is started, the rulership/power
become interiorized. In other words, “this indicates the society’s surrender to
the rulership/power.” (Çoban ve Özarslan, 2008:122). According to Michel
Foucault, the rulership is everywhere and appeals to the observation, which
means, the observation is a source of the ruleship. The main reason why the
rulership applies to the observation is the fact that the rulership perceives
everyone as a potential suspect. For this reason, the rulership tries to guarantee
the continuance of the existing structure. The observation transforms the
rulership into a fetish; which makes it unreachable for the society and this
enables rulership to protect itself. In case of the society interiorize the rulership,
a panoptic inferno appears. The existence of Big Brother leads people to fear
from the authority and pressure, consequently, makes them to anti-socialized.
Resultingly, the anti-social individuals lock themselves to their houses in
order to prevent the pressure. These kind of individuals, in due course, make
acquainted with the media tools and unconsciously lock themselves into the
simulation system which was described by Jean Baudrillard.
Individuals create a new cyber world in their houses by using the mass
media tools; particularly the television and the social networks. Henceforth,
they create an illusion and deceive themselves. They come up with fake
identities which allow them to live not in the reality but in a way that they
wanted to live, through the social networks like Facebook and Twitter. Even
though this is a total simulation, they began to believe in this illusions and
gradually, start to live disconnected from the actual reality. One can see the same
fact in the movies and the TV series that the individuals identify themselves
with the characters in these series. People begin to act, talk and dress like the
characters. This creates a kind of simulation that is pretty much in favor of the
rulership and the producers. From the standpoint of the rulership, this system
increases the number of individuals who are apolitical or disconnected from
266 OCAK 2015
MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA
the activities of the daily life, therefore, it forms an unprecedented basis where
the rulerships reinforce their positions and strenghts.
The individuals’ fear of the social life is defined by panopticon according
to Bentham’s statement. In the meantime, Georger Gerbner described the
situation with the mean world syndrome. According to mean world syndrome,
people who watch television too often, are more likely to perceive the world
as a dangerous and frightening place than it is. Such condition leads to
nervousness and lack of confidence. At the end they support the police state
authority and practices voluntarily. The more people watch violence on TV,
the more they feel themselves under pressure or threat. This is the paranoiac
characteristic of the TV. TV makes the televiewers desensitize against pain and
victimizes them. It convience people that the best way for solving problems is
using violence. Thus people fear more, so they lock themselves to their houses.
As a result they watch more TV and finally they fear more and more. This is
a cyclical situation; and it is really hard to escape from this cyclical trap. At
that point the social media steps in. Individuals begin to use social networks
in order to communicate by using Facebook, Twitter etc. since they are afraid
to move out from their houses. The diffusion of these social networks enable
individuals to create false realities and imaginary lives for themselves. If a
person has no account on social media, it can be thought that this person is not
a real one; thus the reality is altered by the virtual.
The expansion of the social media resulted by the participation of producers
to the field. Almost all producers began to have social network accounts and
started to sell their products on-line. Yet, some websites were created only
with the purpose of online-commerce such as e-Bay. Consequently, it can be
argued that panopticon or mean world syndrome contributed the spread of the
social media marketing.
3.2. Ideological State Apparatuses
It should not be forgotton that, not the products but the ideologies can also
been sold through the social media. In other words, the capitalist ideology or
the consumption ideology is being marketed in such way that the individuals
are directed away from politics and are being anesthesized. People who
locked themselves to their houses intentionally, are forced to consume. Thus
YIL: (5) 1 – SAYI: 1267
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
it becomes easier for the rulership guarantee its reign and for the marketers to
increase their capital.
According to Louis Althusser, ideologies are being created by a structure
which teaches human beings how to think. This structure was materialized in
the institutions of the state, as he refers them as ideological state apparatuses,
such as churces, mosques, schools, unions and media. Even though the
ideologies convince individuals that they are free and self-reliant, in fact,
ideologies transform individuals into subjects. According to Althusser’s study,
ideologies are created through the institutions including media.
According to Louis Althusser, ideology has a material meaning, yet,
ideology is a social process which is materialized in the human praticeses. For
this reason, the state aims to regenerate the social order in the fields like religion,
education, law through the development of ideological tools. Particularly in
some issues like religion and teachings in the schools, individuals generally
accept them as dogmas and do not question them. This is a facilitative factor in
the building of the society. For instance, during the creation of the nation state,
education has a highly important role, equally, the teachings at the schools
form the foundation of the structure (Althusser, 2006:52). Undoubtely, media
is one of the other most important mechanisms that contribute to the state,
in this way, according to Althusser, if the state controls the media, they can
recreate the society in any shape or form that they desire.
Furthermore, Noam Chomsky refers to the incorporation of the media
and supports the concept of the ideological state apparatuses, which was
defined previously by Althusser. Furthermore according to Chomsky: “media
organizations loose their actual functions which is the distribution of the news
and information, because they are captured by the state and corporations”
(Rigel, 2005:186). Henceforth, Chomsky argues that the individuals are
exposed to the control of the state-media-capital triangle and they can not
cut loose from being “receivers and tools of a commercial and propaganda”
(Gülsoy, 2005:186) since the current situation is not changed. Moreover,
Chomsky discusses that the media controls the aspirations of the society
through the creation of consent, and manipulates and manages them according
to its desire.
All these factors, cause culture to loose its actual meaning of customs,
therefore, one can see the politicization of the culture that it becomes a tool of
268 OCAK 2015
MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA
the rulership. According to Manuel Castells: “power domain is the intelligence
of the individuals” (Stevenson, 2008:313) and the most practical way to control
the individual minds lie down in the media publications. The augmentation of
the culture in the political sense, gained a crucial importance that, it could
not be left to its normal flow anymore. On the other hand, together with the
expansion of the capitalist economy, culture is seemed as a meta. Therefore,
the marketing of the culture products as commercial goods brought into the
agenda. Thus, government officials and/or capital owners decided to influence
the culture, and media is served as the most effective weapon for such process.
3.3. Standardization via Marketing Processes
Many things in our daily lives from judgements to moral values,
consumption habits to fashion trends, newly emerged popular personalities
to behavior patterns are being structured by the media. Through the affect of
media, prior to the internalization of the ideologies of the dominant class are
being spreaded without any pressure or enforcement; individuals’ consents are
being manufactured (Arık, 2004:332). Furthermore, parasocial interactions
are used in order to gain the individual consent, thus, the transformation in
the values, ideas, and behaviors are materialized which seek to standardize
the society. Within the scope of the parasocial interaction, role models are
being created. These role models are aimed to identify with the individuals in
the society so that the system could become internalized (Güngör, 2011:275).
“A social movement, a line of thought or a commercial product could be
considered as non-existent if it did not make an appearance on the TV. From
the commercial music that we mumble when we go to work, until our ideas on
the government’s latest societal policies, media is shaping all of our mutual
understandings, knowledge and even our language.” (Stevenson, 2008:310311).
“Consumption has became an obligatory situation for the consumer
rather than being a decision of the freewill.” (Öker, 2005:237). Individuals
are not aware of the fact that they have been directed and brainwashed, found
themselves in the middle of a consumption and shopping frenzy. In this regard,
the statement of Adorno could be used in order to explain the transmedia
storytelling: “In our day, the culture transmits similarity to everything.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1269
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Films, radio and magazines create a system. All of these spheres are all in
concurrance between each other and between themselves.” (Adorno, 2009:47).
This transmedia storytelling and beyond-media production “anticipates a
convenient way for everyone” (Adorno, 2009:51) and hereby, individuals can
not get away without the consumption of the goods. In a way, this can be seen
as a guarantee of the profit. A work of art which was published and gained
recognition before, could be republished or recreated in a different course or
medium. Henceforth, it would bring success and profit one more time.
In the meantime, some producers are benefiting from the certain products,
which became popular culture products through the transmedia storytelling
technique and the product placement strategy, this action is symbolizing a
feature of the typical capitalist economy. The product placement means the
placement of the logo or the product to a media context and it is directly
embedding to the subconscious of the individuals, resulting in the incentive of
purchasing the publicized product. Individuals are sometimes not even aware
that they have been exposed to the commercial. For example, the indication of
the brand of the watch or the perfume that the leading actor of one’s favourite
TV series wearing, is considered as a product placement and in the following
stages. Thus, the audience would unconsciously show a tendency to buy the
same watch or perfume. Another example can be illustrated in Jules Verne’s
“Around the World in 80 Days”, where he used many shipping and fishing
companies’ commercials.
The cultural industry producers became richer until they standardize the
individuals, and for the sake of this acquisition, they inspire the individuals
by telling them that the value will rise through the standardization. According
to the cultural industry, wearing jeans would liberalize, wearing the products
of brand x would make a difference, using y perfume would distinguish from
the others, eating z would make you noticable etc. In fact, this vicious circle
only places individuals into templates which had already been determined
before. Because an individual who believes that these products would make
him unique, striking and free, in fact, is not aware of that these products are
produced collectively and used by the others. Furthermore, an individual who
believes that he would be ‘different’ and ‘substantial’ by wearing or using
the trendy products, in fact, serves for the standardization activity. Here, the
cultural industry producers cover the facts with a perfect manoeuvre where the
individual can not even realize the situation.
270 OCAK 2015
MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA
Many important decision in many spheres like culture, fashion,
consumed products etc. are made by the the capital owners instead of the
individuals. In other words, the marketing of the manufactured goods and the
interiorization by the society is being made by the means of media, which is
also an extention of state-media-capital triangle. For example, until 1920’s the
use of trousers was only particular to men, but nowadays, also women wear
trousers and women are being masculinized. Soon after the pumping of the
metrosexual men trend in the media, men are being feminized. This cultural
change is an imposition of the media to the society. Another important factor
in order to shape the fashion is commercials. Because of the commercials
that were made by the clothing companies, individuals’ dressing styles are
subjected to significant changes. For example, the jeans that were only worn
by the american workers, become wide-spread in the clothing market thanks
to the jeans producers’ agreements with the media. And for this reason, in the
present time, wearing jeans become part of the culture. In the news, one can
see that there is an imposition to the society; telling them which color is in
trend, which outfits are in demand, which hair-style should be used etc. Since
this imposition is made without being noticed, individuals can not respond
since they think that the fashion cycle is a part of their culture. The fashion and
our rituals related to it, changes from morning till night and Thomas Fuller
explains this situation when he stated that: “Today’s fashion is always stylish
and beautiful.” (Davis, 1997:215).
To explain this situation clearly, one must see the continent of Africa. In
the Northern Africa, where there is colonization and media, one can observe
that the local culture is subjected to changes. Whereas in the South Africa,
where the media could not reach, individuals still preserve their localities and
cultural textures. In other words, together with the entrance of the media to the
North Africa, one can see the emergence of ‘democratization and globalization’
among the local community. However, it must be stated that, everything is
shaped and directed according to the needs of the media.
3.4. Culture Industry and Consumer Society
Theodor Adorno, just like Baudrillard, touches the fact that the capitalism
is serving to consumption: “In capitalism, the entire production is for the
market; products are being made not to satisfy the needs or demands of the
YIL: (5) 1 – SAYI: 1271
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
individuals but to make profit and to obtain more capital.” (Adorno, 2009:14).
He together with Max Horkheimer in their study “Dialectic of Enlightenment”,
introduces the term culture industry.
Adorno and Horkheimer considered the word culture industry as
the standardization of culture. They explain the cultural industry by the
standardization and the simplification of the cultural products. As result,
the cultures are being producted by the mass production. By using culture
industry, anesthetized masses without critical thinking are being created. In
other words, mass communication tools are transformed into the mechanisms
that think and decide on behalf of the audiences. The ruling division present
their dominant ideology to the masses through the cultural industry which
is mixed with entertainment, and thus, the individuals obey the authotarian
ruling while they think that they amuse themselves.
Another factor that the cultural industry influences the individuals is the
entertainment. Entertainment is a tool that relieves individuals psychologically
and keeps them away from the challenges of their daily lives. Through
entertainment, individuals are having good time and staying away from the
fatigue of the everyday life. “In the cultural industry, the pleasure means, not
to think about anything, to forget the sufferings immediately and always say
‘yes’. This considered as an escape; an escape from the devastating reality, an
escape from the last ideas of resistance.” (Erdoğan ve Korkmaz, 1992:217).
Adorno and Horkheimer argued that cultures are predominated by
monopoly and this standardizes the cultures. Even though the culture industry
is seen as if it proposes many alternatives to the society, in fact, it drags
the society into a non-alternativeness since it standardizes the cultures, and
according to them, just a few people could realize this non-alternativeness.
“Together with the effect of the cultural industry, the producers respond the
cultural industry products with fake demands.” (Tuğcu, 2002:85).
The factor which set the culture industry into motion is the market and
the production for the marketplace. In this process, the criteria of the good
and true is to gain appreciation from the society, namely, to bring profit and
income. That is to say, the cultural industry is based on the media products
formed with commercial purposes (Doğan, 1990:111). The culture that is
considered as a part of the marketing enables the society’s constituive, that is
to say the culture itself, to be marketed and to be sold.
272 OCAK 2015
MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA
According to Adorno and Horkheimer, the culture in our present time
which transmits resemblance to everything, is in fact not real; it is artificial
(Adorno, 2009:47). Together with the tool of the cultural industry, anesthetized
individuals without critical thinking are being created. The capitalist system
presents pre-prepared goods for the anesthetized individuals, therefore, the
creativity is not allowed (Horkheimer and Adorno, 1996:13). This new culture
is anesthetizing the society in two ways. Firstly, it conquers the leisure times
of the individuals and therefore, prevents them to join social and political life.
Secondly the artificiality of this culture provides a getaway from the realities,
which anesthetizes the individuals.
In this artificial environment, there is no space for the creativity and
individualistic resistance. The ones who are not oriented to the facts of the
culture industry, are subjected to poverty and alienation. Every individual is
free to think and act, however, they would be alienated from the society if they
don’t think as the private culture monopolies.
In the capitalist system, individual needs are neglected and the whole
production is made according to the market, to gain more profit and to obtain
more capital. To achieve this goal, the culture industry produces goods which
are suitable for everyone, so that the retreat from the consumption becomes
unfeasible. In this environment, individuals turn into shopaholics that the
consuming action becomes a desire for them, for this reason, the products
they consume loose their importance. In other words, in the culture industry,
the consuming action gives pleasure to individuals rather than the consumed
goods.
Apart from creating a society in which the individuals continuously
consume and have fun; the culture industry also helps the spread of the ideology
of capitalism. According to Adorno and Horkheimer, bourgeoisie uses the
culture industry in order to distrubute the fake reality, which was created by
bourgeoise itself, to the society. Nevertheless, in order to cover the inequalities
of the power struggle and legitimize the present system, bourgeoisie’s ideology
distorts the facts through the use of the culture industries.
According to another important representative of the Frankfurt School,
Herbert Marcuse and his book One Dimentional Man, media is considered as
an irresistible power which structures the opinions. Together with the mass
communication tools a sort of leisure time is being created, and the activities
YIL: (5) 1 – SAYI: 1273
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
of these leisure times are being dictated to the individuals. In other words,
capitalism not only organize the workplace and the time at work, but also
colonialize the leisure time.” Marcuse also mentions the fact that in the
capitalist societies, everything is treated as meta and even the leisure time
activities are under the control of the capital. According to the theoretician,
individuals are deceived with small jouissance myths in this leisure-time
society and the products are directing the minds of the individuals and
inseminate them inaccurate conscious.
The products generate an inaccurate conscious and all these products
have immunities against their own artificiality: in the end, an unidimensional
system of thought and standardized individuals are emerged (Marcuse,
1968:26). Through the inaccurate conscious, humans are being artificialized
and standardized.
It is stated that, even the desires and demands of the individuals are
created by the capitalism, some solutions to meet these requests are again
offered by the capitalist system. In other words, even the happiness and desires
are illusions which are dictated to the individuals. Individuals are happy to live
within the false freedoms which are consisted of material abundance, leisure
time, family life and sexual opportunites. Eric Fromm is just like Marcuse,
has criticized the artificial happiness which was dictated to individuals by the
capitalist system. According to him, society’s understanding of happiness is
based on consumption, entertainment and sexuality (Smith, 2001:278-279).
Marcuse, in his book One Dimentional Man (1968), explained that the
system imposed some artificial necessities to the individuals, and the individuals
are convinced to accept these necessities as if they were real. According to
him, one should not confuse the real necessities with the artificial ones. In our
consumption-oriented society, the artificial necessities take one step ahead of
the real necessities, and therefore, individuals consume without thinking as
if they actually need the products. These artificial necessities dictated by the
capitalist ideology, actually drives the society into a standardized form. The
system creates the same necessities and offer the same methods in order to to
meet these necessities, in turn, this causes the standardization of the society.
Since individuals are not aware of their necessities whether they are real or
artificail, they feel themselves obliged to satisfy these necessities. Thus they
274 OCAK 2015
MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA
sit at the computer, click on the e-commerce sites and order the goods which
make them similiar with other individuals.
One of the lastest representatives of the Frankfurt School, Axel Honneth
explains the same phenomenon by the reification concept and stresses that the
capitalism systematically reifies the social interactions and the cultural life.
To see everything as a meta generates pathological problems and just like
George Gerbner stated, the system indoctrinates the reality perception of the
individual and manipulates them according to its desires.
In his study, Consumer Society: Myhts and Structures, Jean Baudrillard
(1998) also made a synthesis of the movement of thoughts just like Veblen
and Frankfurt School, and while doing this, he used the Marxist terminology
as few as possible. Baudrillard also explained the consumption culture which
was created by the media. He argued that our modern society is consisted of a
consumtion-oriented community. According to Baudrillard, the system firstly
creates the demands by the help of the communication technologies, later,
in order to fullfill these demands, it creates the desires, and finally, to satisfy
these desires, it directs individuals to the consumption. “The consumption
society needs objects to exist, or more precisely, needs to destroy them. (…)
Consumption is just a mediator term between destroying and producing.”
(Baudrillard, 2008:46). Jean Baudrillard analyzed the footprint of the
consumption in the capitalist economic structure and distinctly from the
Karl Marx, he defended the fact that the engine of the capitalism is not the
production but the consumption. Since the production lose its validity, it will
be more accurate to call this system as the reproduction system.
At this point, the desire is not intended at the objects, in general terms, the
desire that is seen in the consumption societies is the aspiration to consume,
and for this reason, it is unfeasible to suppress it. From a different angle, the
desire “is an obsessive curiosity.” After this point, “Consumption has became
an obligatory situation for the consumer rather than being a decision of the
freewill.” (Rigel, 2005:237). According to Noam Chomsky, media is the
biggest founder of the consumption culture: “A demand is being created on
the television and it is ensured that you wear the latest fashion sneakers even
though you do not even need them.” (Chomsky, 2010:241).
YIL: (5) 1 – SAYI: 1275
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
4. CONCLUSION
To sum up, people who watch television frequently, become afraid of
the existing system. Due to the extreme violence they watch, they cannot
feel themselves secure. Thus, in order to protect themselves from any kind
of violence, they find solutions locking themselves to their houses. Being
at home, makes people anti-social and alone. To prevent being anti-social,
people locked in the houses, watch more television in order to be active in
parasocial relations and they form virtual identities. By the help of these new
identities, people feel themselves social and belong themselves a group even
it is an online community.
State authorities utilize people’s fears to strenghten their reign and capital
owners utilize their loneliness. Lonely people become more willing to be
active in parasocial relations. Thus it becomes easier for the producers or the
marketers to sell their products by using this parasocial relation. People feeling
lonely, force thelmselves to buy the products of popular culture because they
believe that only these types of products can be a solution for their loneliness.
Modern marketing activities, that are made in media and social media,
claim to be consumer-oriented, in fact there are capital owners and political
Powers behind the scenes. In order to keep the individuals away from the
social and political life, cultural industries are being created and the society is
being forced to consume. Even though the individuals try to stay away from
the consumption frenzy, modern marketing strategies manage to reach them.
As a result, modern marketing strategies persuades individuals to consume by
brainwashing.
276 OCAK 2015
MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA
REFERENCES
Adorno, W. T. (2009). Kültür Endüstrisi: Kültür Yönetimi, Nihat Ülner,
Mustafa Tüzel and Elçin Gen (trans.). 5th Ed. İstanbul: İletişim Press.
Akar, E. (2010). Social Networking Sites as a Type of Virtual
Communities: Processing as a Marketing Communication Channel. Anadolu
Unıversity: Journal of Social Sciences, Vol.10, No.1, pp.107–122.
Alabay, M. N. (2010). The Process of Transition from Traditional
Marketing to a New One. Suleyman Demirel University, The Journal of
Faculty of Economics and Administrative Sciences, Vol.15, No.2, 213-235.
Althusser, L. (2006). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Alp
Tümertekin (trans.). İstanbul: İthaki Yayınları, p.52.
Anderson, W. E. (1998). Customer Satisfaction and Word of Mouth.
Journal of Service Research, 1(1), 5–17.
Arık, M. B. (2004). Popüler Kültüre Temel Yaklaşımlar. Istanbul:
Galatasaray University, Journal of Communicaiton Faculty, No.19.
Baudrillard, J. (1998). Consumer Society: Myhts and Structures. London:
Sage Publications.
Baudrillard, J. (2008). Tüketim Toplumu. 3rd Ed. İstanbul: Ayrıntı Press.
Baylis, J. and Smith, S. (ed.) (2001). The Globalization of Word Politics:
An Introduction to International Relations. 2nd Ed. New York: Oxford
University Press.
Buss, A. and Strauss, N. (2009). Online Communities Handbook:
Building Your Business and Brand On The Web. New Riders Press, USA.
Chomsky, N. (2010). İktidarı Anlamak. P. P. Mitchell and J. Schoeffel
(ed.), Taylan Doğan (trans.), İstanbul: BGST Press.
Çoban, B. and Özarslan, Z. (2008). Panoptikon: Gözün İktidarı. İstanbul:
Su Press.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1277
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Davis, F. (1997). Moda, Kültür ve Kimlik.
İstanbul: YKY.
Özden Arıkan (trans.).
Dedeoğlu, A. O. and Üstündağlı, E. (2011). Consumers’ Life Style,
Social Identity and Consumption Practices in the Context of Communities of
Practice. Business and Economics Research Journal, Vol.2, No.2, pp.23-40.
Doğan, A. (1990). Kitle Kültürü Karşısında Seçkin Kültür ve Türkiye’deki
Durumu. Ankara University Press, No.386, pp.109-120.
Erdoğan, İ. and Alemdar, K. (1992). İletişim ve Toplum: Kitle İletişim
Kuramları Tutucu ve Değişimci Yaklaşımlar, Ankara: Bilgi Yayınları.
Fogel, S. (2010). Issues in Measurement of Word of Mouth in Social Media
Marketing. International Journal of Integrated Marketing Communications,
Fall 2010, Vol.2, Issue 2, pp.54-60.
Godes, D. and Mayzlin, D. (2004). Using Online Conversations to Study
Word-Of-Mouth Communication. Marketing Science, 23(4), pp.445-560.
Güneş, S. (1995). Medya ve Kültür: Sessiz Yığınların Kültürel İntiharı,
Ankara: Vadi Press.
Güngör, N. (2011). İletişim: Kuramlar ve Yaklaşımlar, Ankara: Siyasal
Press.
Hagel, J. and Armstrong, A.G. (1997). Net Gain: Expanding Markets
Through Virtual Communities, Harvard Business School Press.
Hiebing, G. R. and Scott, W. C. (1997). The Successful Marketing Plan:
A Disciplined and Comprehensive Approach, 2nd ed. NTC Business Books,
Illinois, p.7-8.
Horkheimer, M. and Adorno, T.W. (1996). Aydınlanmanın Diyalektiği,
Orhan Koçak (trans). Istanbul: Kabalcı.
Kozinets, V.R. (1999). e-Tribalized Marketing?: the Strategic Implications
of Virtual Communities of Consumption, European Management Journal,
17(3), pp.252–264.
Kozinets, V.R., Valck, K., Wojnicki A.C. and Wilner, S.J.S. (2010).
Networked Narratives: Understanding Word-of-Mouth Marketing in Online
Communities. American Marketing Association Journal of Marketing, Vol.74,
pp.71–89.
278 OCAK 2015
MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA
Leimeister, J.M., Schweizer, K., Leimeister, S. and Krcmar H. (2008). Do
Virtual Communities Matter for the Social Support of Patients? Antecedents
and Effects of Virtual Relationships in Online Communities. Information
Technology and People, Vol.21, No.4, pp.350-374.
Marcuse, H. (1968). One Dimentional Man, Boston: Beacon Press.
Rigel, N., Batuş, G., Yücedoğan G. and Çoban, B. (2005). Kadife
Karanlık: 21. Yüzyıl İletişim Çağını Aydınlatan Kuramcılar. 2nd Ed. İstanbul:
Su Press.
Schau, H. J. and Gilly, C.M. (2003). We Are What We Post? Selfpresentation in Personal Web Space. Journal of Consumer Research, 30,
pp.385-404.
Scolari, C.A. (2009). Transmedia Storytelling: Implicit Consumers,
Narrative Worlds, and Branding in Contemporary Media Production.
International Journal of Communication, Vol:3, pp.586-606.
Smith, P. (2001). Kültürel Kuram. Selime Güzelsarı and İbrahim
Gündoğdu (trans.), İstanbul: Babil Press.
Stevenson, N. (2008). Medya Kültürleri: Sosyal Teori ve Kitle İletişimi.
Göze Orhon and Barış Engin Aksoy (trans). Ankara: Ütopya Press.
Tuğcu, T. Ş. (2002). Popüler Kültürün Yaygınlaşmasında Kitle İletişim
Araçlarının Rolü. Istanbul: Maltepe Ü. İ. F. Dergisi, No.3, M.Ü. Yayınları.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1279
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
280 OCAK 2015
KİTAP DEĞERLENDİRMESİ
-1EDİTÖR SOYALP TAMÇELİK’İN
“KÜRESEL POLİTİKADA YÜKSELEN AFRİKA”
ADLI KİTAP ÇALIŞMASI
1*
Menekşe SÖZBİLİR
BOOK REVIEW 1
“EMERGING AFRICA IN GLOBAL POLITICS” BY SOYALP
TAMÇELİK (Ed.)
Abstract
Africa is the poorest continent in the World and suffered a lot by deeds of
global powers historically. On the other hand, Africa has been in the process of
transformation. But this phenomenon has not been fully understood by the outer
World. In this respect, the situation is even worse in our country since Turkey
has not been deeply familiar with the African issues for years. Considering
the academic life, the inadequacy of literature on Africa dissappoints the
researchers as well. In this book, within the context of historical development
course, strategic importance of Africa and high intensity conflicts in the
continent were studied in a broader sense. Turkey and African relations were
handled in the research as well, examining the Turkey’s role on African
matters. The book is expected to fill a gap in academic literature on Africa. *
Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Bölümü,
[email protected]
YIL: (5) 1 – SAYI: 1281
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
РЕЦЕНЗИЯ НА КНИГУ 1
“РАЗВИВАЮЩИЕСЯ АФРИКА В ГЛОБАЛЬНОЙ ПОЛИТИКЕ”
ИЗДАТЕЛЬ СОЙАЛЬП ТАМЧЕЛИК
Аннотация
Африка является беднейшим континентом в мире, и в прошлом
пережила много проблем из-за политики глобальных сил. Тем не менее,
также в Африке проходит преобразование. Но это явление не изучен до
конца за пределами континента.В этом контексте, в нашей стране ситуация
еще хуже, потому что, Турция не была заинтересована вопросами
по Африке в течение многих лет. Учитывая академической сферы,
отсутствие исследований по Африке разочарововает исследователей.
В этой книге, в контексте исторического развития, было широко
рассмотрено стратегическое значение Африки и конфликты высокой
интенсивности в континенте. В этом исследовании, рассматривая роль
Турции по африканским вопросам и также обсуждалось отношение
Турции с Африкой. Я думаю, что эта книга заполнит пробел в учебной
литературе по Африке.
“KÜRESEL POLİTİKADA YÜKSELEN AFRİKA”
Yeryüzünün en yoksul kıtası olan Afrika’nın, en etkili küresel ve bölgesel
güçlerin etkisi altında kaldığı bilinen bir gerçektir. Ancak son zamanlarda
Afrika’nın genelinde ortaya çıkan değişim ve gelişim ivmesi, layığı veçhile
anlaşılmış değildir. Bu yönü ile yükselen bir değer olan Afrika’nın, Türkiye’de
hak ettiği yere ulaştığını belirtmek de pek gerçekçi değildir. Özellikle de
Türkiye’de ve Türk akademiyasında Afrika’yla ilgili olarak bilgi ve kaynak
yetersizliği, adeta bilgi açlığına dönüşmüştür.
Ne var ki gelişmiş Batılı toplumlarda durum bu merkezde değildir; hatta
denebilir ki, Afrika dışı ülkelerin kıtadaki ülkelerle siyasî, ekonomik, sosyal,
kültürel, stratejik vb. ilişkileri artarak devam etmekte ve bu ülkeler kıtada
üstünlük kurmak istemektedirler. Bu çıkar ilişkisinde Türkiye’nin rolünün ne
olacağı veya vaziyetinin nasıl şekilleneceği ise ciddi bir tartışma konusudur.
Ancak bu tartışmada, Batı Avrupa devletlerinin Afrika’da yaptıklarını
282 OCAK 2015
EDİTÖR SOYALP TAMÇELİK’İN “KÜRESEL POLİTİKADA YÜKSELEN AFRİKA” ADLI KİTAP ÇALIŞMASI
Türkiye’nin yapmaması temel prensip olarak kabul edilebilir. Bu açıdan
Türkiye’nin Afrika açılımının, karşılıklı işbirliği düzeyinde şekillenmesinde
fayda vardır. Bu amaçla ele alınan bu çalışmada, Afrika’nın iç ve dış
dinamiklerine bakılarak karşılıklı çıkarların gözetilerek dengeli bir siyasetin
nasıl belirlenebileceğinin ufku çizilmeye çalışılmıştır.
Bundan hareketle bu çalışmada, ilkin Afrika’nın sorunlarına kuramsal bir
çerçeve çizilmiş ve ardından da siyaseten uygulamalarına bakılmıştır. Daha
sonra da Afrika’yla ilgilenen bazı devletlerin çıkar ilişkileri incelenmiş ve
kıtada ortaya çıkan muhtelif sorunların kaynağına ve özelliklerine bakılarak
değerlendirmeler yapılmıştır.
Bir yönüyle günümüzde Afrika kıtası, başta eski sömürgeci devletlerin
yanı sıra küresel politikada yükselmekte olan güçlerin etki ve çıkarlarının
da bulunduğu, rekabet ve mücadelelerin yaşandığı ciddi bir kıta haline
gelmiştir. Hâl bu merkezde olunca pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de
Afrika üzerine yeni politikalar geliştirilmeye ve çalışmalar yapmaya ihtiyaç
duyulmuştur. Pek tabiî ki bu durumda Afrika’ya yönelik bilgi kaynaklarının
üretilmesini zorunlu kılmış ve bilhassa akademik çevrelerde Afrika çalışmaları
hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Özellikle Türk üniversitelerinde bir süreden
beridir Afrika uzmanları yetiştirmek üzere lisans ve yüksek lisans düzeyinde
Afrika derslerine yer verilmeye ve düşünce kuruluşları ile kamu kurumlarında
Afrika araştırmaları gerçekleştirilmeye başlanmıştır.
Aslında günümüzde Afrika’ya yönelik birtakım olumsuz veya gerçek dışı
değerlendirmeler yapılırken, kıtayla ve burada yaşayan insanlarla ilgili olarak
gerçekçi bilgiye ulaşabilmek için çok boyutlu araştırmaların yapılmasını
gerekli kılmıştır. Söz konusu bu kitabın oluşturulmasındaki amillerden birisi
de Afrika’yla ilgili gerçekçi bilgiye ulaşmak olmuştur.
Bu araştırmanın bünyesinde ekonomi, siyaset, tarih, kültürel, etnisite,
iktidar, değişim, ordu, ideoloji, hammadde, güvenlik vb. bilgiler olmakla
birlikte bunların birçok alt bileşeni de bulunmaktadır. Böylelikle bu çalışmada,
Afrika kıtasının bütününe bakılarak, örnek vaka ve modellerle derinlemesine
inceleme yapılmaya çalışılmıştır. Aslında büyük bir tarihî mirasa sahip
olan Afrika kıtasının incelenmesinin, inter-disipliner bir çabayı beraberinde
getireceği muhakkaktır.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1283
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Konu edilen kitap ekonomi, kültürel, sosyal ve politik olarak büyük bir
tarihî mirasa sahip Afrika’yı biraz olsun açıklama gayretindedir. Elbette ki,
Türk akademiyasına ve uluslararası ilişkiler literatürüne mütevazı bir katkı
sağlaması niyetiyle hazırlanan bu kitap ne ilk, ne de son olacaktır. Ancak bu
kitabın, Afrika’ya yönelik yapılacak yeni çalışmalara bir nebze olsa da katkı
sağlayacağı umudu taşınmaktadır.
Gazi Kitabevi’nden çıkan “Küresel Politikada Yükselen Afrika”
adlı çalışma, Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünün değerli
akademisyen hocalarından Doç. Dr. Soyalp Tamçelik’in girişimi, teşviki,
yönlendirmesi, planlanması, redaktesi ve editörlüğünde tanzim edilmiştir. Her
şey dahil yaklaşık 670 sayfadan oluşan bu kitap, Tamçelik’in girişimleriyle
yaklaşık iki buçuk yılda ve Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden Afrika’yla
ilgili araştırmacıların katkılarıyla hazırlanmıştır.
Özellikle Türkiye’de Afrika ile ilgili çalışmaların eksikliğine ve
yetersizliğine karşın Afrika’ya ilgi çekmeyi ve Afrika çalışmalarına başvuru
niteliğinde katkı koymayı amaçlayan kitap, toplamda on altı makalenin
bulunduğu üç ana bölümden oluşmaktadır.
Kitabın ilk bölümünü oluşturan “Afrika’daki Siyasal Dönüşümün
İdeolojik ve Pratik Temelleri” başlıklı bölümde, Afrika’da ideolojilerin
ve siyasal akımların etkileri incelenmiştir. Afrika’daki devletlerin iç ve dış
politikalarının belirlenmesinde ve toplumsal yapıların şekillenmesinde
önemli rolü bulunan ideolojiler ve popüler düşünce akımları, Afrika’da da
belirli dönemlerde önemli işleve sahip olmuşlardır. Bu kapsamda kitabın ilk
bölümünde, milliyetçilik, Pan-Afrikanizm, sosyalizm, self-determinasyon
gibi akımların Afrika’daki bağımsızlık ve uluslaşma sürecindeki etkilerine
ayrılmıştır.
“Tarihî Süreçte Afrika’nın Stratejik Önemi ve İlgili Devletlerin Çıkar
İlişkisi” başlıklı ikinci bölümde Afrika’nın jeopolitik ve stratejik olarak
taşıdığı önemin kıtadaki klasik ve neo-kolonyalist politikalar üzerindeki
etkisi incelenmiştir. Bu kapsamda Britanya ve Fransa İmparatorluklarının
Afrika’daki hâkimiyetlerinde kıtanın sahip olduğu özellikler gözden
geçirilmiş, günümüzde ABD ve Çin’in Afrika’daki etki alanları kıtanın
stratejik ve tarihî önemi göz önünde bulundurularak değerlendirilmiştir.
Bunun yanı sıra Osmanlı Devleti’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Afrika’ya
ilişkin politikalarına bakılmış ve bu süreç, Türklerin geçmişten günümüze
284 OCAK 2015
EDİTÖR SOYALP TAMÇELİK’İN “KÜRESEL POLİTİKADA YÜKSELEN AFRİKA” ADLI KİTAP ÇALIŞMASI
Afrika ile ilişkileri mercek altına alınmıştır.
“Afrika’da Yüksek Yoğunluklu Çatışma Alanları ve Aktörlerin Yönetim
Algısı” başlıklı üçüncü ve son bölümde ise Afrika kıtası genelinde çatışma
bölgelerine, çatışmaların nedenlerine ve bu çatışmaların Afrika ülkeleri ve
halkları üzerindeki sonuçlarına bakılmıştır. Bu kapsamda Demokratik Kongo
Cumhuriyeti ve Ruanda’da yaşanan çatışma ve iç savaşlar, Mali ve Sudan
krizleri ve Afrika’da çocuk askerler sorununa değinilmiştir.
Dolayısıyla hızla kalkınmakta olan Afrika kıtası üzerindeki mücadele,
yeraltı ve yerüstü kaynakları ile geçiş güzergâhlarının kontrolü bakımından
sahip olduğu öneminin yanı sıra kıtadaki gelişmeleri anlamaya yönelik bu
kitapta, Afrika’nın kalkınma ve gelişmesinde rol alan aktörler ile kıtanın
sağladığı ekonomik, politik ve insanî fırsatlardan faydalanabilecek aktörlere
ne gibi fırsatlar sunduğu veya bu kapsamda oluşturabileceği tehditler üzerinde
yoğunlaşılmıştır.
Türkiye’nin özellikle 2000’li yıllarla birlikte geliştirmeye başladığı
Afrika ile ilişkileri çok yönlü işbirliğine doğru giderken, kıta ülkelerine yaptığı
insanî ve kalkınma yardımlarının etkisiyle kıta halkları nezdindeki itibarı
da giderek artmıştır. Avrupalı devletlerin aksine Afrika ile sömürgecilikle
bağlantılı bir geçmişi bulunmayan Türkiye’nin, Afrika ülkeleri nezdindeki
prestijini, karşılıklı işbirliğinin geliştirilmesini sağlayacak şekilde kullanması
temel amaçlarından biri olmuştur. Bu nedenle Afrika’da oluşturulan bölgesel
örgütlenmelerde yer almak, Afrika üzerinde uzmanlaşan akademik kurumlar
oluşturmak, bölgeye yönelik çalışacak uzmanlar yetiştirmek, kıtayla ilişkileri
geliştirmek gerekecektir.
Bunu yaparken, kıta ülkeleri ile ilişkileri derinleşen Türkiye’nin, kıtayı
daha iyi tanıyıp analiz edebilmesi ve izlenecek politikaların doğru belirlenmesi
açısından faydası büyük olacaktır. Afrika’nın toplumsal, siyasal ve ekonomik
sorunlarının köken ve nedenlerinin Afrika’nın iç dinamikleri üzerindeki
etkileri, bunların günümüz Afrika devletlerine ve toplumlarına yansımaları,
Afrika’nın dış dünyayla ve Türkiye’yle ilişkilerine etkileri anlaşılmadan
Afrika’ya yönelik doğru politikaların belirlenmesi mümkün olmayacaktır.
Aslında Türk toplumunda Afrika’ya yönelik ilgi ve duyarlılığın
artırılması ve bu ilginin kapsamının genişletilmesi, kıta ülkelerine dair
bilgilendirici kaynakların ortaya konulmasını gerektirmiştir. Bu konuda,
YIL: (5) 1 – SAYI: 1285
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Türk akademiyasındaki Afrika uzmanlarına büyük görev düşeceği aşikârdır.
Başta akademik camiada yapılacak araştırmalar neticesinde monografiler,
makaleler, raporlar, öngörüler, projeler ve konferanslar gibi bilgilendirici
araçların kullanılması gerekmektedir.
Bu saikten hareketle hazırlanan “Küresel Politikada Yükselen Afrika”
kitabı, özellikle Türkiye’de Afrika’ya yönelik bilincin artırılmasını ve Afrika
araştırmalarına katkı sağlamayı amaçlamaktadır. Afrika’ya ilgi duyan,
Afrika’nın bugününü ve geçmişini birlikte öğrenmek isteyen okuyucular ve
genç araştırmacılar için aydınlatıcı bir çalışma olduğu düşünülmektedir.
286 OCAK 2015
KİTAP DEĞERLENDİRMESİ
-2KUBİLAYHAN ERMAN’IN
“TÜRK MİLLİ MÜCADELESİNİN GİZLİ CEPHESİ
AFGANİSTAN”
1*
ADLI KİTABI
Cenk ÖZGEN
BOOK REVIEW 2
“THE SECRET FRONT OF TURKISH NATIONAL STRUGGLE:
AFGHANISTAN” BY KUBİLAYHAN ERMAN
Abstract
Turkish War of Independence or “Turkish National Struggle” as it is
called in a broader sense, has some peculiarities like the leadership, political
conjuncture of that period and the way of managing the war against the
occupants of the Turkish land. At first glance, one may feel difficulty to make
out the two distinct georaphies’ physical intimacy: Turkey and Afghanistan.
So, the thesis of the book emerges ostentiatiously: Beside the well-known
battlefronts in the land of Anatolia, Afghanistan was handled as an alternative
front so as to make British engaged in Indian matters and keep them away
from Anatolia as much as possible. The first signs of this policy protrude in
the opening speech of Erzurum Congress, given by Mustafa Kemal Ataturk.
And the above mention policy was developed step by step, even accepting the
praiseworthy devotion of Djemal Pasha, former Navy minister of Ottoman
Empire, and his efforts in Afghanistan.
*
Yrd. Doç. Dr. Giresun Üniversitesi, İİBF, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, [email protected]
YIL: (5) 1 – SAYI: 1287
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Undoubtedly, Afghanistan was not a main battlefront of the Turkish
National Struggle. But it served as a secondary front which caused British
government to spare some precious efforts on Indian matters since an
annoying danger was perceived. What’s more, this policy -with the help of
Indian muslims’ support of Turkish cause- created split in British Parliament,
even in the government. Therefore, Lloyde George government had to take
very prudent steps when it comes to assist the Greek policies, and to ensure
the British interests on the Turkish land.
РЕЦЕНЗИЯ НА КНИГУ 2
“АФГАНИСТАН - ТАЙНЫЙ ФРОНТ ТУРЕЦКОЙ
НАЦИОНАЛЬНОЙ БОРЬБЫ”
КУБИЛАЙХАН ЭРЬМАН
Аннотация
Турецкая Война за независимость, или как еще называют её в
более широком понятии - Турецкая национальная борьба, имеет свои
особенности например, как лидерство, политическая конъюнктура
своего времени, управление борьбы с оккупационнами силами по
защите турецкой родины. На первый взгляд, возможно, трудно понять
физическую близость этих двух дальних регионах, таких как Турция
и Афганистан, Вот тезис книги возникается в таком амбициозном
образом: Кроме известных военных фронтов в Анатолии, Афганистан,
рассматривался как возможный альтернативный фронт, чтобы отвлечь
англичан проблемами по Индии и держать их подальше от Анатолии.
Первые признаки этой политики, появилися в своей вступительной речи
Эрзурумского Конгресса, проводимом Мустафы Кемаля Ататюрка. И
эта политика развивалась шаг за шагом включая похвальной жертвы эксминистра военно-морского флота Османской Империи Джемаль-паши.
Несомненно, что Афганистан не был одним из главных фронт
турецкой национальной борьбы. Этот фронт воспринимался как угроза/
головная боль, однако британское правительство было вынуждено
выделить часть своих ценных ресурсов и, следовательно, выполнил
288 OCAK 2015
KUBİLAYHAN ERMAN’IN “TÜRK MİLLİ MÜCADELESİNİN GİZLİ CEPHESİ AFGANİSTAN” ADLI KİTABI
функцию вторичного фронта.Кроме того, при поддержке индийских
мусульман эта политика привела к разногласиям в британском
парламенте даже и в правительстве.Поэтому, когда дело касалось
поддержки греческой политики и реализация британских интересов на
турецкой территории, правительство Ллойда Джорджа было вынуждено
принять меры очень осторожно.
“TÜRK MİLLİ MÜCADELESİNİN GİZLİ CEPHESİ
AFGANİSTAN”
Türkiye’deki akademik çevrelerin Afganistan ile ilgili çalışmaları üç
alanda yoğunlaşmaktadır. Bunlardan ilki Erken Cumhuriyet Dönemi’ndeki
Türkiye-Afganistan ilişkileridir. Atatürk ile Afganistan Kralı Amanullah Han
arasındaki ilişki ve o dönem taraflar arasında imzalanan dostluk ve işbirliği
antlaşması, Türk Dış Politikası yazının önemli konu başlıklarındandır.
Sadabad Paktı’nın hayata geçirilmesi ve bunun bölgesel etkileri için de benzer
bir tespitin yapılması mümkündür.
Çalışmaların yoğunlaştığı bir diğer alan, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı
işgal etme girişimi ve bunun uluslararası politika açısından etkileridir. Küresel
ölçekte yumuşama döneminin sona erdiğinin göstergelerinden biri olarak
kabul edilen işgal, Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkileri bağlamında da önemli
sonuçlar doğurmuştur. Nitekim Türk Dış Politikası yazınında işgalin Sovyetler
Birliği’nin yayılmacı politikaları konusundaki kaygıları arttırdığını, bunun da
kaçınılmaz olarak Türkiye’yi ABD’ye yakınlaştırdığını savunan çalışmalar
vardır.
Çalışmaların yoğunlaştığı son alan ise 11 Eylül saldırısı ve akabinde
yaşanan gelişmelerdir. Afganistan’ın, nasıl olup da terör örgütlerinin
üstlenmesine elverişli bir ülke haline geldiği sorusu, son yıllarda üzerinde
en çok tartışılan konulardandır. ABD önderliğindeki koalisyonun bu
ülkeye gerçekleştirdiği askeri müdahale ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
Afganistan’daki faaliyetleri de ilgi gören başlıklardandır. Güncel bir konu
olmasının etkisiyle, son yıllarda çalışmaların bu alanda yoğunlaştığının altı
çizilmelidir.
Giresun Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası
YIL: (5) 1 – SAYI: 1289
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
İlişkiler Bölümü öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Kubilayhan Erman
tarafından kaleme alınan, “Türk Milli Mücadelesinin Gizli Cephesi
Afganistan” adlı kitap, Türkiye’de Afganistan ile ilgili yapılan çalışmaların
en son örneklerindendir. Aslına bakılırsa içerisinde Afganistan sözcüğünün
geçmesi, ilk etapta bu kitabın da sıralanan alanlar ile örtüşen bir çalışma olduğu
izlenimi doğurmaktadır. Ne var ki daha ilk sayfada, bunun yanlış bir izlenim
olduğu anlaşılmaktadır. Kitap, Kurtuluş Savaşı’nın en az bilinen yönlerinden
birini, bu dönemdeki Türkiye-Afganistan ilişkilerini ele almaktadır. Bu
alandaki çalışmaların son derece sınırlı olduğu düşünüldüğünde, kitabın
önemli bir boşluğu doldurduğu ortadadır.
Milli Mücadele döneminde Ankara Hükümeti’nin Afganistan ile ilişkileri
üzerine bir araştırma yapma fikri, yazarın doktora öğrenciliği yıllarına
uzanmaktadır. Erman’ın doktora tez danışmanlığını yapan Prof. Dr. Abdullah
Gündoğdu, bunu şöyle anlatmaktadır: “Sovyetlerin Afganistan’ı işgali üzerine
Türkiye’deki en ciddi çalışmaya imza atan çok kıymetli öğrencim, Yrd. Doç.
Dr. Kubilayhan Erman, doktora çalışması esnasında Dışişleri ve ATESE
arşivlerinden elde ettiği bir takım belgeleri incelerken dikkatimizi çeken
çok önemli bir husus, bu araştırmayı yapmasını gerekli kıldı. O husus, Milli
Mücadele’nin ve İstiklâl Harbi’nin en bunalımlı zamanında, Bolşeviklerle
ilişkilerin en kritik evrelerinde, Ankara Hükümeti’nin Afganistan ile kurmuş
olduğu çok özel ilişki idi. Belgeler ve araştırmalar gösteriyordu ki, Milli
Mücadele’nin askeri ve diplomatik olarak en hayati cephelerinden biri burada,
yani Afganistan’da kurulmuştu.”
Fikri temelleri bu şekilde atılan kitap, giriş bölümünü izleyen iki ana
bölümden oluşmaktadır. “Milli Mücadeleye Uzanan Dönemde Türkiye’nin
Yakın Çevresi” başlıklı birinci bölümde, Kurtuluş Savaşı öncesi ve sırasında
Rusya, Kafkasya, İran, Afganistan ve Hindistan’da yaşanan siyasi gelişmeler
ele alınmaktadır. “Gizli Cephe: Afganistan” başlıklı ikinci bölümdeyse,
Milli Mücadele döneminde Türkiye-Afganistan ilişkileri ve bunun Kurtuluş
Savaşı’na etkileri incelenmektedir. Kitap, genel bir değerlendirmenin yapıldığı
sonuç bölümüyle bitmektedir.
Kitabın övgüyü hak eden yönlerinden biri, Dışişleri Bakanlığı ve
ATESE arşivlerinden elde edilen belgeleri de içeren zengin kaynakçasıdır.
Hakkı teslim edilmesi gereken bir diğer yönüyse yazarın konuyu dağıtmadan
anlatması, daha açık bir ifadeyle okuyucunun “kafasını karıştırmamasıdır”.
290 OCAK 2015
KUBİLAYHAN ERMAN’IN “TÜRK MİLLİ MÜCADELESİNİN GİZLİ CEPHESİ AFGANİSTAN” ADLI KİTABI
Kuşkusuz bu, hem iyi bir içerik planlaması yapıldığını hem de yazarın konuya
son derece hâkim olduğunu göstermektedir.
Öte yandan her çalışma gibi bu çalışmanın da eleştirilebilecek noktaları
vardır. Bunlardan biri, anlam kaymasına neden olabilen uzun cümlelerdir. Bir
başka eleştiri de editöryel anlamda görülen eksikliklerdir. Kuşkusuz bunlar
ayrıntı sayılabilecek hususlardır. Ancak çalışmaya harcanan büyük emek ve
ortaya çıkan müsbet sonuç düşünüldüğünde, olası bir ikinci baskıda, bu küçük
düzeltmelerin de yapılması yerinde olacaktır.
Bu değerlendirmelerin ardından kitapta öne çıkan hususlar şu şekilde
özetlenebilir: 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra Rusya, sosyalist modeli
yayma politikasını benimsemiştir. Bu amaç doğrultusunda sömürge yönetimi
altındaki halkların bağımsızlık mücadelelerine destek vermeye başlayan
Rusya, İngiltere’ye karşı açık tavır almıştır. Bu dönemde, Rusya’nın ağırlık
verdiği ülkelerin başında Hindistan gelmektedir. Zira Rusya, Hindistan’da
indirilecek bir darbenin, İngiltere’nin tüm Asya’daki varlığının sonu olacağını
hesaplamıştır. 1919 yılında Afganistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk devletin
Rusya olması esasen bu politikanın uzantısıdır. Rusya, Afganistan üzerinden
İngiltere’nin en hassas noktasını, Hint Müslümanlarını etkilemeyi planlamıştır.
Tabi tüm bu girişimlerin Rusya’nın çıkarları için yapıldığını ve 19. yüzyılda
İngiltere ile yaşanan “Büyük Oyun”un farklı bir tezahürü olduğunu da
belirtmek gerekir.
Aynı dönemde İngiltere, dünya genelinde artan ulusal bağımsızlık
hareketlerine karşı sömürgelerindeki çıkarlarını koruma arayışındadır. Taşıdığı
önem dolayısıyla İngiltere’nin önceliğinin Hindistan olduğu söylenebilir.
Bağımsızlık hareketlerini, daima Hindistan’a muhtemel etkileri bağlamında
değerlendiren İngiltere, özellikle Bolşevik Rusya’nın bölge ülkeleriyle işbirliği
yapma girişimlerini endişeyle karşılamaktadır. Bu dönemde, İngiltere’nin en
önemli sorunu Hindistan’daki milliyetçi-ayrılıkçı hareketlerin bastırılmasıdır.
Bu bağlamda Afganistan’ın -Hint Müslümanları ile ilişkilerinden ötürütehdit olarak görülmesiyse doğaldır. İngiltere, Afganistan’dan Hindistan’a
gelebilecek bir saldırı beklentisi içindedir. Nitekim muhtemel bir saldırıya
karşı koymak için gerekli harekât planları dahi hazırlanmıştır.
İngiltere’den bağımsızlığın elde edilmesinden sonra Afgan Kralı
Amanullah Han, kendini bölgedeki Müslümanların dolayısıyla Hint
Müslümanlarının da koruyucusu olarak görmektedir. Hindistan konusunda
YIL: (5) 1 – SAYI: 1291
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
taraf olan Afganistan, Rusya’dan da aldığı destekle İngiltere karşıtı duruş
sergilemektedir. Orta Asya’dan Hindistan Alt Kıtası’na geçişi sağlayan
Afganistan, 19. yüzyılda Rusya ile İngiltere arasındaki mücadelenin parçası
olmuş; taraflar arasında adeta bir tampon bölge işlevi görmüştür. 20. yüzyılın
başında da esasen durum çok farklı değildir.
Rusya, İngiltere ve Afganistan üçgeninde bu gelişmeler yaşanırken,
Anadolu’da Kurtuluş Savaşı tüm hızıyla devam etmektedir. İngiltere’yi zora
sokacak en ufak fırsatı bile değerlendirmek isteyen Ankara Hükümeti, Hint
Müslümanlarının Anadolu’daki gelişmelere yönelik ilgisinden güç alarak bu
bölgede girişimlere başlamıştır. Müslüman gruplarla ve Hindistan Kongresi
ile kurulan temaslar bu kapsamdaki girişimlerdendir. O dönem Ankara
Hükümeti’nin politikası, İngiltere’nin Hindistan’daki “hassasiyetlerini
kaşıma” ve bölgeye daha fazla kuvvet kaydırmasını sağlama üzerine
kuruludur. Rusya’nın girişimleriyle de örtüşen bu politikanın sacayaklarından
biriyse hiç şüphesiz Afganistan’dır. Ankara Hükümeti, Hindistan’a komşu
olması nedeniyle Afganistan’daki gelişmelerin İngiltere’yi tedirgin
edeceğinin bilincindedir. Bunun etkisiyle Ankara Hükümeti, Afganistan ile
ilişkileri geliştirmeye çalışmış; bölgeye hem diplomatik temsiler hem de
askeri heyetler göndermiştir. Cemal Paşa’nın, Afgan Ordusu’nun eğitimi
ve donatılması amacıyla yürüttüğü faaliyetlerin desteklenmesi de yine bu
kapsamda düşünülmelidir.
Yukarıda özetlenen gelişmeleri dikkate alan Erman, Kurtuluş Savaşı
sırasında Afganistan’ın İngiltere’ye karşı bir “cephe” işlevi gördüğü, bunun
da Anadolu’da verilen asli mücadelenin kazanılmasına yardımcı olduğu
sonucunu çıkarmaktadır. Erman’a göre İngiltere, Ankara Hükümeti ve Bolşevik
Rusya’nın Afganistan’daki girişimleri nedeniyle “mesaisinin” önemli bir
bölümünü Hindistan’a ayırmak durumunda kalmıştır. Elbette “Afganistan
Cephesi”nin Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında belirleyici rolü olmamıştır.
Ancak zaferin elde edilmesindeki katkısı da göz ardı edilemeyecek boyuttadır.
Sonuç olarak, Milli Mücadele döneminin en az bilinen yönlerinden
birine ışık tutan kitabın, başta akademisyen ve araştırmacılar olmak üzere,
geniş bir okuyucu kitlesine hitap ettiği söylenebilir. Daha önce irdelenmemiş
bir alana odaklanarak Kurtuluş Savaşı tarihine yeni bir boyut katan kitabın,
ilgi duyanlarca okunmasını tavsiye ederim.
292 OCAK 2015
MAKALE YAYIN İLKELERİ
www.leges.com.tr
Makale Gönderecek Yazarlara Bilgi
Öncelikle, Leges Siyaset Bilimi Dergisi’ne gönderilecek çalışmalar, özgün
ve daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış olmalıdır. Dergiye gönderilecek
çalışmalar Türkçe veya İngilizce olabilir. Yayınlanan çalışmaların yayın
hakları Leges Siyaset Bilimi Dergisi’ne aittir. Ancak yayınlanan çalışmaların
sorumluluğu ise yazarlarına aittir, çalışmalardaki görüşler, dergiye mal
edilemez ve dergi yönetimi sorumlu tutulamaz. Leges Siyaset Bilimi Dergisi’ne
gönderilen çalışmaların aynı dönem içinde, değerlendirilmesi için başka bir
yayın organına daha gönderilmemiş olması gerekir. Makaleler, dipnotlar ve
kaynakça dahil toplam 10.000 kelimeyi geçmemelidir. Kitap incelemeleri
1500-2000 kelime arasında olmalıdır. Araştırma yazıları ise, dipnotlar dahil
5000 kelimeyi geçmemelidir.
Yayın Aşaması
Dergiye gönderilen bir çalışma, önce editör ve yayın kurulunca
incelenir. Çalışmanın belirtilen yayın koşullarını taşıyıp taşımadığına bakılır.
Çalışmanın, genel olarak dergide “yayınlanmaya değer” olup olmadığına karar
verilir. Sonra o çalışmanın, uzmanlık ve ilgi alanlarına göre, hangi hakemlere
gönderileceğine karar verilir. Olumlu karar verilen çalışmalar, ilgili alanda en
az iki hakeme gönderilir.
Bir çalışmanın değerlendirme süresi en fazla 2 aydır. Çalışmaya ilişkin
iki hakemden de olumlu görüş bildirilmesi durumunda, yazı yayınlanmak
üzere sıraya alınır. İki hakemin birbirinden farklı görüş bildirmesi durumunda
ise, çalışma üçüncü hakeme gönderilir; üçüncü hakemin vereceği cevaba göre
yayınlanmasına veya yayınlanmamasına karar verilir.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1293
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Hakemlerden olumlu dönen çalışmalarınsa, değerlendirme raporları
doğrultusunda aynen mi yoksa düzeltildikten sonra mı yayınlanacağına bakılır.
Hakemlerin “şartlı” olumlu görüş bildirmeleri durumunda, yazara başvurulur
ve yazarın gerekli düzeltmeleri tamamlayarak göndermesi istenir. Düzeltme
verilen çalışmalar, yazarı veya yazarları tarafından düzeltilmedikçe kesinlikle
yayınlanmaz.
Makaleler A4 ebadındaki kâğıda MS Word for Windows işlem programıyla
yazılmalı, ayrıca gönderilen yazılar başka bir dergide yayınlanmamış ya da
yayınlanması için başka bir yayına iletilmemiş olmalıdır.
Yazar veya yazarlar ön-makale çalışmalarını, editörün e-mail adreslerine
([email protected] veya [email protected]) göndereceklerdir.
Gönderilen ön-makalenin KAPAK sayfasında, yazar veya yazarların “ad
- soyad, akademik unvan, çalıştığı kurum, telefon numarası ve elektronik
posta adresi”ni belirtmeleri gerekmektedir. Kapak sayfası haricindeki hiçbir
sayfada yazar(lar)ın kimliğini belirtecek öğeler bulunmamalıdır. Sayfalar
numaralandırılmayacaktır.
Dergiye posta veya doğrudan Editör’e elektronik posta ile ulaşan önmakaleler bir hafta içinde hakeme gönderilir. Hakem değerlendirme süresi en
fazla iki aydır. İki hakem de olumlu rapor bildirmişse, ön-makale, “makale”
olarak yayınlanır. Buna karşın hakemlerden biri olumlu diğeri olumsuz görüş
bildirmişse; yazı üçüncü hakeme gönderilir ve bir ay içinde hakem raporu
istenir. Sonuç 2 veya 3 ay içinde yazara/yazarlara iletilir. Düzeltme varsa
yazarın 1 ay içinde düzeltmesini yapıp, yazısını geri göndermesi istenir.
Böylece yazı yayın sırasına alınır, derginin basılacak makale sayısı gözetilerek,
yazılar sırayla yayınlanır.
Özet (Times New Roman, 12 punto, Kalın)
Özet Microsoft Times New Roman yazı karakteri ile normal 12 punto ile
yazılmalı ve 150 kelimeden az olmamakla beraber 200 kelimeyi geçmemelidir.
Özet içinde kaynak ve tablo verilmemelidir. Özetin bitiminde bir satır
boşluk bırakılmalıdır ve altına “Anahtar Kelimeler” yazılmalıdır. Makaleler,
Microsoft Times New Roman, normal, 12 punto olarak ve anahtar kelimeler
de aynı punto ile aşağıda verildiği gibi yazılmalıdır. Anahtar kelimeler 5 tane
olacak şekilde belirtilmelidir.
294 OCAK 2015
MAKALE YAYIN İLKELERİ
Örnek:
Anahtar Kelimeler: Sosyal Politika, Yoksulluk, Küreselleşme, Siyaset,
Toplum
Özetler ve anahtar kelimeler üç dilde (Türkçe-İngilizce-Rusça) olmalıdır
ve makalenin başında altalta Türkçe-İngilizce-Rusça olarak uygun dildeki ana
başlık altında sunulmalıdır. Ana başlığın tamamı büyük harfle yazılmalıdır.
Rusça özet ve anahtar sözcük yazmamış olanların bu eksikleri, metinleri
olumlu rapor alması durumunda dergi tarafından tamamlanacaktır.
Abstract (İngilizce Özet) (Times New Roman, 12 punto, Kalın)
Anahtar Kelimeler yazıldıktan sonra 1 satır boşluk bırakılmalı ve
ABSTRACT (Times New Roman, 12 punto ve kalın olarak) başlığı
konulmalıdır. Başlıktan sonra da 1 satır boşluk bırakılmalı ve Times New
Roman, yazı karakteri, normal 12 punto ile özetin İngilizcesi yazılmalıdır.
İngilizce özet de, 250 kelimeden az olmamakla beraber 300 kelimeyi
geçmemelidir. Özetin bitiminden sonra 1 satır boşluk bırakılmalı ve “Key
Words” başlığıyla anahtar kelimelerin İngilizcesi yazılmalıdır.
Örnek:
Key Words: Social Policy, Poverty, Globalization, Politics, Society
Giriş (Times New Roman, 12 punto, Kalın)
İngilizce anahtar kelimelerin yazımından sonra bir satır boşluk
bırakılmalıdır. Boşluktan sonra ana metne ait başlıklar unutulmamalı ve 1.
seviyedeki başlıklar Times New Roman, 12 punto, Kalın, tüm harfler büyük
harf olacak şekilde yazılmalıdır. Başlıklardan önce ve sonra bir satır boşluk
bırakılmalıdır (Ait olduğu başlığın punto büyüklüğünde). 2. seviyedeki
başlıklar Times New Roman, 12 punto, Kalın, Kelimelerin yalnızca ilk harfleri
büyük olacak şekilde yazılmalıdır. 3. seviyedeki başlıklar Times New Roman,
12 punto, normal, yalnızca başlığın ilk harfleri büyük ve İtalik olacak şekilde
yazılmalıdır.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1295
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Boyut
Sayfa yapısının A4 olarak ayarlanıldığından emin olunmalıdır. Marj
ayarları: Üst 2,5 cm, sol 2,5 cm, sağ 2,5 cm, alt 2,5 cm ve satır aralığı da 1,5
olmalıdır.
Ana Başlık
Ana başlık tüm harfler büyük, Times New Roman karakterinde, 12
punto ile ve Kalın olarak yazılmalıdır. Türkçe başlık ve Türkçe özet, altına
İngilizce başlık ve İngilizce özet, onun da altına Rusça başlık ve Rusça özet
yazılmalıdır. Özetlerden sonra “Giriş” ile ana metine geçilmelidir. Ana metinde
Türkiye Türkçesi yoğun olmakla birlikte, İngilizce ve Rusça makalelere de
yer verilecektir. Başlığın İngilizcesi ve Rusçası da, tüm harfler büyük, Times
New Roman, ancak 11 punto ve Kalın olarak yazılmalıdır. Başlık en fazla
10-12 sözcük olmalıdır. Ana başlıklardan sonra bir satır boşluk bırakılmak ve
anahtar kelimelere yer vermek unutulmamalıdır.
Ana başlık dışında, metin içinde ara ve alt başlıkları da kullanmak
gerekir. Ana bölümler, ana başlıkla ve hepsi büyük harflerle verilmelidir; tıpkı
makalenin genel başlığı gibi. Ara ve alt başlıkların ise, yalnızca ilk harfi büyük
harf olmalı ve tamamı koyu yazılmalıdır. Ancak ara başlıktan sonra metin bir
alt satırdan satır başı yapılarak başlarken; alt başlıkta başlığın sonuna iki nokta
konularak aynı satırdan devam edilir.
Ana Metin
Ana metnin yazımında Times New Roman 12 punto, normal olarak
yazılmalı ve satır başlarına 1,25 girinti verilerek metin her iki tarafa da
yaslatılmalıdır. Dergiye gönderilecek ana metin içinde, çalışmanın yazarına
veya yazarlarına ilişkin herhangi bir bilginin olmaması gerekmektedir.
Tablo kullanılmışsa, tablolar numaralı ve üst başlıklı olmalıdır. Ana metin
içinde alt başlıklar kullanılmalı ve metnin anlaşılması kolaylaştırılmalıdır.
Metnin yazımında, dikkat çekmek ve vurguyu arttırmak için, çift vurgu işareti
kullanılmamalıdır. Örneğin doğrudan alıntılarda tırnak veya italik (eğik)
yazım kullanılmalı, ikisine birden yer verilmemelidir.
Başlıklar dışında, koyu (bold) vurgu yerine, eğik (italik) vurgu
kullanılmalıdır. Alt-çizgi de, aynı şekilde mümkün olduğunca hiç
kullanılmamalıdır. Ana metin “Giriş” bölümü ile başlamalı ve “Sonuç”
296 OCAK 2015
MAKALE YAYIN İLKELERİ
bölümü ile bitirilmelidir. Akademik makalelerde çok fazla biçimsel yaratıcılık
ve değişiklik için zorlanmamalıdır. Metin içindeki ek açıklamalarsa, dip not
veya son not olarak Microsoft Word programının otomatik dipnot/sonnot
verme özelliği kullanılarak verilmelidir.
Kaynak Gösterme
Makalede kullanılan kaynaklar, metin içinde verilmeli, eğer mümkünse
kaynak belirtmede dipnot tercih edilmemelidir. Kaynak belirtilirken tek yazar
için (Soyad, Yıl: sayfa no), iki yazar için (Soyad1 ve Soyad2, Yıl: sayfa
no), ikiden fazla yazar için (Soyad1 ve diğerleri, Yıl: sayfa no) şeklinde
gösterilmelidir. Aktarım için (Aktarılan Yazarın Soyadı, Yıl: sayfa no; Aktaran
Yazarın Soyadı, Yıl: sayfa no) yazılmalıdır. İnternet kaynakları için (Kurum,
internet adresinin tamamı, erişim tarihi: gg/aa/yyyy) şeklinde gösterilmelidir.
Genel kaynakça ise, en arkada verilmeli; aynı ana metin gibi Microsoft
Times New Roman, normal, ama 10 punto ile yazılmalıdır. Kaynaklar arasında
bir satır boşluk bırakılmalı ve birinci yazarın soyadına göre sıralandırılmış
olmalıdır. Kaynakça ile ilgili örnekler aşağıda verilmiştir:
Dergiler için
Tek Yazarlı ise:
DOĞANAY, Ülkü (2007), “AKP’nin Demokrasi Söylemi ve
Muhafazakârlık: Muhafazakâr Demokrasiye Eleştirel Bir Bakış”, Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 62 (1), 65-88.
İki Yazarlı ise:
AKSOY, Asu ve Kevin ROBINS (1997), “Peripheral Vision: Cultural
Industries and Cultural Identities On Turkey”, Environment and Planning A,
29(2), 1937-1952.
Kitaplar için
Tek yazarlı kitaplar için:
KARAGÖZ, Betül (2011), Toplumsal Adalet ve Totalitarizm, Ankara:
Divan Kitap.
İki yazarlı kitaplar için:
MOUFFE, Chantal ve Ernesto LACLAU (2008), Hegemonya ve
YIL: (5) 1 – SAYI: 1297
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru, çev. Ahmet
Kardam, İstanbul: İletişim Yayınları.
İkiden fazla yazarlı kitaplar için:
ERKİNER, Engin, A. Uslu, M. Yetiş, M. Okyayuz, Ç. Veysal, M. E.
Kardeş, Y. Kılıç ve H.Tüzen (2009), 1900’den Günümüze Büyük Düşünürler,
Çetin Veysal (ed.), İstanbul: Etik Yayınları.
Edite edilmiş kitaplar için:
ÜLKÜ, Güler (2004), “Söylem Çözümlemesinde Yöntem Sorunu ve van
Dijk Yöntemi”, Haber, Hakikat ve İktidar İlişkisi, Çiler Dursun (ed.), Ankara:
Elips Yayınları, 371-91.
İnternet Kaynakları için:
TUBITAK (2006), http://www.tubitak.gov.tr/hakkimizda/2004/ek7/
EK_7.pdf (05.05.2006 parantez içinde erişim tarihi yazılmalıdır )
Yazıların Gönderilmesi
Üstteki koşullara uyan Siyaset Bilimi konularını içeren bütün önmakaleler, yayınlanmak üzere dergiye gönderilebilir. Böylece makale
yayınlama sürecine önemli bir adım atılır. Ön-makale gönderimi e-posta
ile yapılmalıdır. Bunun için, isim, unvan, çalıştığı kurum-bölüm ve telefon
numarası yazılı bir kapak doldurulup, üzeri isimsiz haldeki ön-makale yazısı
ile birlikte ek-dosya biçiminde, dergi editörünün elektronik posta adresine
([email protected] veya [email protected]) doğrudan
yollanmalıdır.
Dergiye / Editöre elektronik posta ile ulaşan ön-makaleler bir hafta
içinde hakeme gönderilir. Hakem değerlendirme süresi en fazla iki aydır. İki
hakem de olumlu rapor bildirmişse, ön-makale, makale olarak yayınlanır.
Buna karşın hakemlerden biri olumlu diğeri olumsuz görüş bildirmişse; yazı
üçüncü hakeme gönderilir ve bir ay içinde hakem raporu istenir. Sonuç 2
veya 3 ay içinde yazara/yazarlara iletilir. Düzeltme varsa yazarın 1 ay içinde
düzeltmesini yapıp, yazısını geri göndermesi istenir. Böylece yazı yayın
sırasına alınır, derginin basılacak makale sayısı gözetilerek, yazılar sırayla
yayınlanır. 298 OCAK 2015
PUBLICATION RULES
Guidelines for Authors
First of all; submissions should be original and must not have been
published before or be under evaluation by any other publication. The language
could be Turkish, English or Russian.
All Publication rights reserved and belong to the Leges Journal of Political
Sciences but Authors of the articles and/or submissions are responsible of the
content of their publications. The Journal of Leges Political Sciences and the
management accept any responsibility for the opinions shared in the articles.
The required length of the articles is between 5,000 and 10,000 words
or word equivalents (e.g., numbers, abbreviations), including all materials,
endnotes and references.
Book analysis should be between 1500-2000 words.
Research articles should be maximum 5000 words, endnotes included.
Publication Stage
A study submitted to the journal, previously examined by the editor
and editorial board. The study examined to determine the qualifications for
the specified publication. In general, the decision is made whether the study
“worth publishing” in the journal.
Then the decision is made about sending the submission to which referee
according to their areas of expertise and interest . Positive decision studies are
sent at least two related field referees.
The evaluation period of a study is maximum up to 2 months.
If the two referees give positive opinion working on the case, the article
will be queued to be published. In case of two referees give diferent opinions
the work will be sent to the third referee according to third referees(arbitrator)
decision the article will be published or not.
Positively decided Work will be checked if it will be Publishing directly
or after corrections. If the decision is conditional the article would be sent to
YIL: (5) 1 – SAYI: 1299
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
the author in order to handle the necessary corrections to be published. Unless
the corrections are done by the author or authors that will not be published.
The Articles should be written on A4 size paper by MS Word for
Windows programm and , must not have been published before or not be under
evaluation by any other publication.
The Pre-article work will be sent to the editor’s e-mail address
([email protected]) by the Author or Authors.
On the Cover Page of the Pre-article The author or authors’ name surname, academic title, institution, telephone number and electronic mail
address should be specified. There would not be any indication of the author(s)
identity on any page except the cover page of the Article. Pages will not be
numbered.
All the Articles sent by E-Mail to the Editor/Journal would be forwarded
to the Referee in One Week. Peer-reviewed evaluation time is maximum two
months. If both of the referees give positive opinion then Pre-article would be
Article and will be published.
In case of two referees give diferent opinions the work will be sent to
the third referee and in one month the referee report will be asked and the
author(s) will be informed in 2 or 3 months. If any editing is necessary the
author(s) should be finsih in 1 month the corrections. Thence the Article will
be in queue according to the Journal’s publishing number of articles.
Summary (Times New Roman, 12 punto, Bold)
Summary must be written in Microsoft Times New Roman normal
format and size of 12 punto not less then 150 words but also not exceed 200
words. In Summary no source or tables allowed. After Summary one line will
be left blank and the keywords must be written under. The Keywords must be
in Microsoft Times New Roman, normal, 12 punto format like the Article and
Keywords not to be exceeded 5 words.
Sample:
Keywords: Social Policy, Poverty, Globalization, Politics, Society
300 OCAK 2015
PUBLICATION RULES
Summaries and Keywords should be Turkish and English,beginning of the
article as one under the Turkish-English main headings should be presented
in the appropriate language. The main title should be written in all caps.
Abstract (English Summary) (Times New Roman, 12 punto, Bold)
After the keywords one line will be left blank and the ABSTRACT
(Times New Roman, 12 punto and Bold) head line must be written. After The
Headline one line will be left blank and text must be in Microsoft Times New
Roman, normal, 12 punto format and should be written in English. English
Summary will not be less then 250 words, but also not exceed 300 word. After
The Abstract 1 line will be left blank and with the “Key Words” headline
keywords will be written in English.
Örnek:
Key Words: Social Policy, Poverty, Globalization, Politics, Society
Introduction (Times New Roman, 12 punto, Bold)
After the keywords one line will be left blank and the Headlines of
the Main Text must not be forgotten and the first level headlines should
be stated in Times New Roman, 12 punto, Bold format and all the letters
must be CAPITALS. There should be one line blank before and after the
Headlines(belonging headlines size punto). and the second level headlines
should be stated in Times New Roman, 12 punto, Bold format and only the
first letters of the words must be in CAPITALS. The third level headlines
should be stated in Times New Roman, 12 punto, Normal format and only the
headline’s first letters should be in CAPITALS and ITALIC.
Size
Page size should be A4. Adequate margins should be left all around the
text on each page, and the left-hand margin should be at least 2,5 cm. Main Headline
Main headings in capital letters, Times New Roman, 12 punto Bold.
Turkish heading and Turkish Summary after English Heading and English
YIL: (5) 1 – SAYI: 1301
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
Summary and after Russian heading and Russian Summary orderly. After the
Summariesmain text must be started by Introduction. Main Text will be rich
of Turkey’s Turkish but it will also consist English and Russian Articles.
Headings must be in CAPITALS and maximum consists 10-12 words Times
New Roman, 11 punto and Bold format. After Main Headings one lineshoul
be left empty and not to be forgotten the keywords.
Secondary and Sub-Headings should be used else than Main Heading.
The main sections of the main header should be in all Capitals like wise
the General Heading of the Article. The first letter must be written in Upper
Case (capital) and bold totally for the Secondary (middle) headings and
the sub-headings. Since the text starts with an empty line and per line after
secondary(mediaval) heading; text goes on after sub-heading by colons.
Main Text
Main Text should be in Times New Roman 12 punto, normal format
and per lines must be 1,25 adequate and text lean oth sides. Authors should
not post their names or affiliations on any materials that may be sent out to
Journal.
If Tables are used, tables must be titled and numbered at the top. Subheadings should be used in the main text, and the text should be facilitated
understanding. In the writing of the text, to draw attention and to increase
emphasis, double accent mark should not be used. or example, in direct
quotations quotes or italics (italic) spelling should be used,both should not
be included. Bold format only will be used in Headings if emphasizing is
necessary for the other text italic format could be used. If possible under line
never be used.
Main Text should begin with introduction section and completed by the
Conclusion section. Formal academic papers should not be forced to change
too much for creativity reasons. Additional explanations in the text, footnotes
or endnotes as a Microsoft Word’s automatic footnote / endnote should be
using the export feature.
Referencing
The sources used in the article, should be given in the text, footnotes
should be avoided. When specifying source for the single author (Surname,
302 OCAK 2015
PUBLICATION RULES
Year: page number), two authors (Surname1 and Surname2, Year: page
number), more than two authors (Surname1 and others, Year: page number)
must be written.
For transferring (Surname of the transferred author, Year: page number;
Transmitting author’s surname, Year: page number) should be specified.. For
İnternet sources (Instutition,web address completly, Access date: dd/mm/
yyyy) format should be used.
General References must be written at the end and should be like main
text in Microsoft Times New Roman, normal, 10 punto, Between references
there must be one space and ordered according to first author’s surname.
Examples are given below for the references.
For Journal Articles
LIPSCHULTZ, J. H. (1991), “A Comparison of Trial Lawyer and News
Reporter Attitudes about Courthouse Communication”, Journalism Quarterly,
4 (68), pp. 750-763.
NITCOVIC, R. G. and DOWLING, R. E. (1990), “American Perception
of Terrorism: AQ Methodology Analysis of Types”, Political Communication
and Persuasion, 7 (3), pp. 147-166.
For One Author
DOĞANAY, Ülkü (2007), “AKP’nin Demokrasi Söylemi ve
Muhafazakârlık: Muhafazakâr Demokrasiye Eleştirel Bir Bakış”, Ankara
University Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 62 (1), 65-88.
For Two Authors
AKSOY, Asu ve Kevin ROBINS (1997), “Peripheral Vision: Cultural
Industries and Cultural Identities On Turkey”, Environment and Planning A,
29(2), 1937-1952
Books:
MOSSE, G. L. (1976), “Mass Politics and the Political Liturgy of
Nationalism”, E. Komenko(ed.), Nationalism: The Nature of Evolutionofan Idea, London: Edward Arnold, pp. 39-53.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1303
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
LACLAU, E. and MOUFFE, C. (2001), Hegemony and Socialist Strategy: Towards a Radical Democratic Politics, London:Verso.
HIMMELWEIT, HT. et al. (1981) How Voters Decide. A Longitudinal
Study of Political Attitudes and Voting Extending Over Fifteen Years, London:
Academic Press.
For One Author Books:
KARAGÖZ, Betül (2011), Toplumsal Adalet ve Totalitarizm, Ankara:
Divan Kitap.
For Two Authors Books:
MOUFFE, Chantal ve Ernesto LACLAU (2008), Hegemonya ve
Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru, çev. Ahmet
Kardam, İstanbul: İletişim Yayınları.
More Then Two Authors Books:
ERKİNER, Engin, A. Uslu, M. Yetiş, M. Okyayuz, Ç. Veysal, M. E.
Kardeş, Y. Kılıç ve H.Tüzen (2009), 1900’den Günümüze Büyük Düşünürler,
Çetin Veysal (ed.), İstanbul: Etik Yayınları.
For Edited Books:
ÜLKÜ, Güler (2004), “Söylem Çözümlemesinde Yöntem Sorunu ve van
Dijk Yöntemi”, Haber, Hakikat ve İktidar İlişkisi, Çiler Dursun (ed.), Ankara:
Elips Yayınları, 371-91.
Internet References:
EMERSON, M.,TOCCI, N.,and YOUNGS, R J.(2009) “Gaza’s Hell:Why
the EU must Change Its Policy”, CEPS COMMENTARY, 13(01), available
online at: http://209.85.129.132/search?q=cache:lDSydPR0KL0J:shop.ceps.
eu/downfree.php%3Fitem_id%3D1776+natalie+tocci%2Bthe+EU&hl=tr&ct
=clnk&cd=2&gl=tr:[acessed:12 February 2009]
TUBITAK (2006), http://www.tubitak.gov.tr/ hakkimizda/2004/ek7/
EK_7.pdf, (05.05.2006 access date should be written in brackets )
304 OCAK 2015
PUBLICATION RULES
Submission of Articles
All the pre-articles could be sent to the Journal fitting above conditions.
That is an important step for the publishing process. For The evaluation
process a cover with name and adding these no named pre-article all together
will be forward to the Journal.
To e-mail; the cover and pre-article (no-name) all together should be
send editor’s e-mail ([email protected]) as attachment directly.
All the Articles sent by E-Mail to the Editor/Journal would be forwarded
to the Referee in One Week. Peer-reviewed evaluation time is maximum two
months. If both of the referees give positive opinion then Pre-article would be
Article and will be published.
In case of two referees give diferent opinions the work will be sent to
the third referee and in one month the referee report will be asked and the
author(s) will be informed in 2 or 3 months.
If any editing is necessary the author(s) should be finsih in 1 month the
corrections. Thence the Article will be in queue according to the Journal’s
publishing number of articles.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1305
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
306 OCAK 2015
LEGES VERİ TABANI
www.leges.com.tr ve www.hukuklink.com.tr
Yayıncılık ve yazılım sektöründe 15. yılını bitiren LEGES; Mevzuat
ve İçtihat Veri Tabanı uygulamasında, Kamu ve Özel kurumlara yoğun
biçimde hizmet vermektedir.
LEGES, özellikle Hukuk alanına yönelik çıkan Süreli Yayınlar ve
Hukuk Link Veritabanı (www.hukuklink.com) ile 35.000’den fazla Hukukçu
ve Akademisyene ulaşmaktadır.
LEGES, her sene daha da büyüyerek Hukuk, Siyaset, Sağlık,
Bankacılık, Eğitim, İşletme ve bütün Sosyal Bilimler alanında, bu profesyonel
sektörel hizmetlerini sürdürmektedir.
HUKUK LİNK ANA BAŞLIKLARIMIZ
•
İçtihatlar (Yargıtay, Danıştay, Sayıştay, AİHM, Anayasa
Mahkemesi, Uyuşmazlık Mahkemesi kararları)
•
Mevzuat (Kanunlar, Kanun Hükmünde Kararnameler,
Tüzükler, Yönetmelikler, Tebliğler, Bakanlar Kurulu Kararları,
Genelgeler, Uluslararası Anlaşmalar)
•
Makaleler (Hukuk ve Sosyal Bilimler ile ilgili akademik
makaleler)
•
Dilekçeler (Hukuk, Ceza, İdari, Vergi, İcra, İş) İhtarnameler,
Formlar (Müzekkereler, İcra Formları, Tutanaklar) Mektuplar,
Sözleşmeler (İş Mevzuatı)
•
Pratik Bilgiler (Online Güncellenen Hukuki ve Ekonomik
Veriler)
•
Haberler (Hukukla ilgili her gün eklenen haberler ve arşivi)
YIL: (5) 1 – SAYI: 1307
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
•
E-Dergiler (14 Ayrı Hukuk Branşında Yayınlanan Dergilerimiz
ve Arşivleri. Leges Hukuk Dergisi, Leges İzmir Üniversitesi
Sağlık Hukuku Dergisi, Leges İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku
Dergisi, Leges Özel Hukuk Dergisi, Leges Kamu Hukuku
Dergisi, Leges Ceza Hukuku Dergisi, Leges Fikri ve Sınaî Haklar
Dergisi, Leges Bankacılık ve Finans Hukuku Dergisi, Leges
Mali Hukuk Dergisi, Leges Ekonomi ve Hukuk Araştırmaları
Dergisi, Leges Medeni Usul ve İcra İflas Hukuku Dergisi, Leges
Anayasa ve İdare Hukuku Dergisi).
•
Yeni E-Dergiler (Leges İnforma Yönetim Bilişim Sistemleri
Dergisi, Leges Sosyal Bilimler Dergisi, Leges Siyaset Bilimi
Dergisi (hazırlanıyor), Leges Sanat ve Sanat Eğitimi Dergisi
(hazırlanıyor) ve KÜRESEL URAL-ALTAY DERGİSİ
(hazırlanıyor).
BASILI SÜRELİ YAYIN DERGİLERİMİZ
308 •
Leges Hukuk Dergisi
•
Leges İzmir Üniversitesi Sağlık Hukuku Dergisi
•
İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Dergisi
•
Leges Özel Hukuk Dergisi
•
Leges Kamu Hukuku Dergisi
•
Leges Ceza Hukuku Dergisi
•
Leges Fikri ve Sınaî Haklar Dergisi
•
Leges Bankacılık ve Finans Hukuku Dergisi
•
Leges Mali Hukuk Dergisi
•
Leges Ekonomi ve Hukuk Araştırmaları Dergisi
•
Leges Medeni Usul ve İcra İflas Hukuku Dergisi
•
Leges Anayasa ve İdare Hukuku Dergisi
•
Leges İnforma Yönetim Bilişim Sistemleri Dergisi
•
Leges Sosyal Bilimler Dergisi
•
Leges Siyaset Bilimi Dergisi
OCAK 2015
LEGES VERİ TABANI
•
Leges Sanat ve Sanat Eğitimi Dergisi (hazırlanıyor)
•
KÜRESEL URAL-ALTAY DERGİSİ (hazırlanıyor)
Hukuk Link Veritabanı uygulamasında, Üniversitelerimizle
işbirliğini kendi önceliğine alan firmamız, şimdiye kadar 170 üniversitemize
deneme erişimi sunmuştur. Bu hizmet ülke genelini ve bütün Türk Dünyası
coğrafyasını kapsayacak biçimde yoğun bir taleple genişlemektedir. Bu
coşkuyla uluslararası bir veri tabanı olarak büyümekteyiz.
Kitap basımı konusunda ise, özellikle Akademik kariyere sahip olan
eğitimcilerimizi hedefleyen LEGES, kitabın basımından dağıtımına kadar
hizmetleri yerine getirerek Akademik kadronun yanında yer almaktadır.
Böylece ulusal akademik düzeyimizin, uluslararası ölçekte yükselmesinde
özel sektör sorumluluğunu yerine getirme gayretini ortaya koymaktadır.
Son olarak, beraber çalıştığımız üniversiteler ile bu üniversitelerin
değerli Akademik kadrosunu tanıttığımız, kendi dalındaki birikimini ya da
farklı bir hobisini öne çıkarttığımız, kurumsal kültür ciddiyetinde, ama aynı
zamanda renkli bir magazin niteliği de taşıyan Medyatik Deklanşör dergimiz
ile siz Akademisyenlerimizin sesi ve rengi olmayı hedeflemekteyiz.
Bu çalışmalarımızda firma ekibimize, çalışma-düşünce-tasarımplanlama- iş ve heyecan ortağı olduğumuz Sayın Editörlerimize, Editör
Yardımcılarımıza, Yazarlarımıza, Danışman Hocalarımıza, Hakem
Hocalarımıza, desteklerini esirgemeyen değerli Akademisyenlerimize ve
bütün emek sahiplerine minnettarlığımızı sunuyoruz. Hep birlikte ülkemizin
bilimsel zenginliği ve dünya değer sistemi içinde büyük gururu olacak
KÜRESEL AKADEMİK YAYIN VE VERİ AĞINA doğru ilerlemenin
kararlılığını yaşıyoruz.
Saygılarımızla.
Ömer Faruk KAHRAMAN
Leges Yazılım Yayıncılık Tic. Ltd. Şti.
YIL: (5) 1 – SAYI: 1309
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ-
LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ
THE JOURNAL OF LEGES POLITICAL SCIENCE
ЖУРНАЛ ПОЛИТИЧЕСКИЕ НАУКИ
GELECEK SAYI / NEXT ISSUE
ÖZEL SAYI: KADIN, DEVLET ve SİYASET
SAYI EDİTÖRLERİ:
DOÇ. DR. ŞİRİN DİLLİ ve DOÇ. DR. RANETTA GAFAROVA
SPECIAL ISSUE: WOMEN, STATE and POLITICS
ISSUE EDITORS:
ASSOC. PROF. ŞİRİN DİLLİ and ASSOC. PROF. RANETTA GAFAROVA
СПЕЦИАЛЬНЫЙ НОМЕР: ЖЕНЩИНА, ГОСУДАРСТВО И
ПОЛИТИКА
РЕДАКТОРЫ НОМЕРА:
ДОЦЕНТ, ДОКТОР ШИРИН ДИЛЛИ
ДОЦЕНТ, ДОКТОР РАНЕТТА ГАФАРОВА
Yazı kabul süreci 15 Nisan 2015’de sona erecektir.
Article admissions period will end on April 15, 2015.
Срок приема 15 апреля 2015 года.
[email protected]
[email protected]
310 OCAK 2015
Sevimbike Han (Süyümbike Hatun) 1516 - 1554
KAZAN HÜKÜMDARI
YIL: (5) 1 – SAYI: 1311

Benzer belgeler