2011`e damgayı kitlelerin protestoları vurdu!

Transkript

2011`e damgayı kitlelerin protestoları vurdu!
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
OCAK/ŞUBAT 2012/01 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X155
☛ Dersim: Özür dediğin...
☛ Fransa: Yasalarla Tarih Yazılmaz!
☛ İktidar kaybeden erkek saldırganlaşıyor!...
☛ 2011’e damgayı kitlelerin protestoları vurdu!…
☛ Toplu İş Sözleşmesi – Bir Performans
•
EDİTÖRDEN
yıldönümünde bir kez daha Hrant Dink’i andık. Bu
bölümdeki bir diğer yazı Fransa parlementosunun Ermeni soykırımı tasarısını kabul etmesi ve geliştirilen
türk milliyetciliği üzerine. İlgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz.
Kadın sayfalarımızda, kadına yönelik erkek şiddetinin nedenlerini irdeleyen bir makale bulacaksınız.
Panorama’da ise Şili’de yaşanan kitle protestoları ve
Almanya’da ortaya çıkan ırkçı cinayetler ile ilgili yazıları okuyabilirsiniz.
Çevre sayfalarımızda bir okurumuzun Yuvarlakçay
HES direnişi üzerine izlenimlerini bulabilirsiniz.
Bu sayımızla birlikte yepyeni bir yıla daha giriyoruz.
Yeni yılın tüm ezilenler açısından mücadele dolu bir
yıl olmasını dilerken, tüm okurlarımıza da gazetemizi
daha fazla sahiplenmeye ve daha fazla kitle ile buluşturmak için gereken çabaları sarf etmeye çağırıyoruz.
Yeni bir sayı ile görüşmek dileğiyle...
Bir Katliam Daha..
Katliamlar, Kürt
Halkının Ulusal Kurtuluş
Mücadelesini Durduramaz!
gündem
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu,
yeni bir yılın ilk sayısıyla tekrar birlikteyiz. Ülkemiz
açısından 2011 yılı, egemenlerin tüm ezilenlere yönelik
baskılarını yoğunlaştırdığı, buna karşılık ezilenlerin
mücadelesinde önemli bir gelişmenin yaşanmadığı bir
yıl oldu.
2011 yılında aynı zamanda Kürt halkına karşı
devlet terörü yoğunlaşarak devam etti. 2011 yılını
geride bırakmamıza bir kaç gün kala Kürt halkına
karşı bir katliam daha gerçekleştirildi. Adına
“operasyon kazası” dedikleri katliamda çoğunluğu
çocuk 35 kişi F 16'larla havadan bombalanarak
öldürüldü. Bu katliam ilk değil. Bütün bu katliamlara
rağmen egemenler Kürt halkının ulusal taleplerini
engelleyemeyecekler. Başyazımızı buna ayırdık.
Bir diğer güncel gelişme, Dersim katliamı ile ilgili yürütülen tartışmalar, iddiala oldu. Tayyip Erdoğan’ın
devlet adına özür dilediğini söylemesi ve arkasından
yaşanan gelişmeleri “Özür dediğin” başlıklı yazımızda
okuyabilirsiniz.
Halkların Kardeşliği sayfalarında katledilişinin 5.
Yeni Dünya İçin Çağrı
Ocak 2011 ✓
Düzeltme ve özür
154.sayımızda, “Halkların demokratik kongresi üzerine kısaca” başlıklı yazıda; “Bu olumluluk içerisinde bizim yer almamamızın temel nedeni, eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik
ilkesinin tanınmasıdır.” Cümlesinde geçen “tanınmasıdır” kelimesini “tanınmamasıdır” şeklinde düzeltir, okurlarımızdan bu yanlışlık içi özür dileriz.
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
Katliamlar, Kürt Halkının Ulusal Kurtuluş Mücadelesini
Durduramaz!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Özür dediğin…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
2
PANORAMA
2011’e damgayı kitlelerin protestoları vurdu!. . . . . . . . . . . . . . . . . 17
Devlet denetimli Nazi cinayetleri!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21
GÜNCEL
Toplu İş Sözleşmesi – Bir Performans
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Unutmadık unutturmayacağız!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
Yasalarla Tarih Yazılmaz! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
“Gerçekler Devrimcidir” başlıklı yazı üzerine. . . . . . . . . . . . . . . . . 35
YENİ KADIN DÜNYASI
İktidar kaybeden erkek saldırganlaşıyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
“YUVAKLAKÇAY HES DİRENİŞİ”NDEN KESİNTİLER . . . . . . . . . . . . . . 54
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No:
9 Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 155 · Ocak / Şubat 2011 • ISSN
1301-692X155• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212)
613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • [email protected]
TC
devleti tarihi katliamlar tarihidir. 28 Aralık
gecesi, Uludere’de bir katliam daha yapıldı.
Çoğu genç 35 Kürt köylüsü katledildi.
28 Aralık Çarşamba günü, Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Roboski (Ortasu) köyünde oturan, Güney
Kürdistan’dan mazot ve gıda maddesi getiren 40/50
kişilik grup F-16 savaş uçakları tarafından bombalandı.35 köylü katledildi. 3 köylü yaralandı.
28 Aralık günü saat 18.39’da insansız hava araçlarının tespit ettiği görüntülerin Batman’daki üsse iletilmesinin ardından 20.30 itibariyle operasyon kararı
alındı. F-16 savaş uçakları saat 21.37’de bölgeyi bombaladı.
İnsansız hava araçlarından elde edilen görüntülerin, hiçbir analize tabi tutulmadan operasyon kara-
rının -2 saatte- çok hızlı bir şekilde alındığı ortaya
çıktı.
Bir süre öncesine kadar insansız hava araçları tarafından saptanan görüntülerin istihbarat analizini
içeren 8 aşamalı prosedürden sonra operasyon kararı
alınıyordu. Son dönemde hükümetin isteği ile bu süreç kısaltıldı. Operasyon kararı alma yetkisi 2. Ordu
ile 2. Hava Kuvvet Komutanlığı’na bırakıldı.
Bombardımandan sağ kurtulan Hacı Encü, katliamı şöyle anlatılıyor:
“28.12.2011 günü Saat 16.00’da 40-50 kişilik bir
grupla birlikte mazot ve gıda maddesi getirmek üzere yine bu sayıda katırla beraber sınırın Irak tarafına
geçtik. Karakola özellikle bir bilgilendirme yapmadık
ancak gidip geldiğimizi zaten biliyorlardı. Amacımız
3
Özür dediğin…
köylüsü, General Mustafa Muğlalı’nın emri ile kurşuna dizilmişti.
Hükümet yetkililerinin katliamı “operasyon kazası” olarak adlandırması ibretliktir.
AKP hükümeti, Ağustos ayından bu yana Kuzey
Kürdistan’da ulusal harekete karşı sürdürdüğü savaşı
tırmandırdı. Bölgede askeri operasyonlar arttı. KCK
operasyonları adı altında binlerce kişi gözaltına alındı, tutuklandı. Güney Kürdistan’da nokta operasyonları yapıldı, yapılıyor.
Askeri operasyonlarda jandarma-polis, polis-kara
kuvvetleri, kara kuvvetleri-hava kuvvetleri arasın-
gündem
gündem
şeker ve mazot getirmekti. Hatta giderken İnsansız
Hava Aracının sesini dahi duyduk, ancak sürekli gidip geldiğimiz için yolumuza devam ettik. Akşam
19.00’da katırları yükleyerek yola çıktık. Saat 21.00
gibi sınıra yaklaştık. Bizim köyün yaylasına vardık,
yayla tam sınırdadır. Orada önce aydınlatma fişeği
ve akabinde de top-obüs atışı yapıldı. Biz yükümüzü sınırın diğer tarafında bıraktık. Hemen ardından
uçaklar geldi ve bombardıman başladı. Biz iki gruptuk, öndeki grup ile arkadaki grup arasında 300-400
metre mesafe vardı. İlk top atışından hemen sonra
uçak geldi. Askerler bizim yaylayı tuttukları için, bu
AKP hükümeti, Genelkurmay ile ortak tavır içerisinde, imha amaçlı
operasyonlar yapmaya başladı. Kazan Vadisi’nde 36 gerillanın
kimyasal silahlarla katledilmesi, “teröre karşı mücadele”nin, yeni
konseptin adıdır. Faşist Türk devleti, ulusal kurtuluş mücadelesinin
silahlı gücü olan PKK’yi askeri operasyonlarla, nokta operasyonları
ile savaşan örgüt olmaktan çıkarmak, askeri olarak zayıflatmak için
imha amaçlı operasyonlara yöneldi.
4
tarafa geçebileceğimiz başka yol yoktu. Bu nedenle gruplar sıkışarak bir araya gelmek zorunda kaldı.
Sonunda iki büyük grup olduk. İlk uçak bombardımanında sınırın sıfır noktasında bulunan yaklaşık 20
kişilik grup imha oldu. Hemen geriye kaçmaya başladık. Kayalıklar arasında kalanların üzerine bomba
yağmaya başladı. Benim de içinde bulunduğum grup
6 kişiydi, bu gruptan 3 kişi kurtulduk. Üzerimizde
günlük sivil elbiselerimiz vardı, hiç kimsede silah
yoktu. Olay 1 saat falan sürdü. Bir iki kişi 3 katırla beraber küçük bir deredeki suya girdik. Bir saat bekledikten sonra bir kayalığın altına sığındık. Arkadaşlarımızdan haber alamadık. Saat 23.00-23.30 gibi gelen
ışıklardan ve seslerden köylülerin geldiğini anladık.
Köylüler feryat etmeye başlayınca askerler tuttukları
yerlerden çekilerek yaylayı da boşalttılar. Çok uzun
zamandır bu işi yapıyoruz. İki kişi evliydi, diğerleri
lise ve ilköğrenim öğrencisiydi. Henüz hiç kimse beni
ifade vermem için çağırmadı. Olaydan sonra hiç asker görmedim.”
(Fırat haber Ajansı, ANF)
Bu katliam, 1943 yılında yapılan başka bir katliamı
hatırlattı. 1943 yılında Van’ın Özalp ilçesinde 33 Kürt
daki koordinasyonun sağlanması için sivil iradenin
yetkisi arttırıldı. Kürt illerinde Vali yardımcıları bu
konularda görevlendirildi.
AKP hükümeti, Genelkurmay ile ortak tavır içerisinde, imha amaçlı operasyonlar yapmaya başladı.
Kazan Vadisi’nde 36 gerillanın kimyasal silahlarla
katledilmesi, “teröre karşı mücadele”nin, yeni konseptin adıdır. Faşist Türk devleti, ulusal kurtuluş mücadelesinin silahlı gücü olan PKK’yi askeri operasyonlarla, nokta operasyonları ile savaşan örgüt olmaktan
çıkarmak, askeri olarak zayıflatmak için imha amaçlı
operasyonlara yöneldi. Amaç PKK’yi askeri olarak
yok etmek! PKK’yi savaşan örgüt olmaktan çıkarmak
Tarih, ulusal kurtuluş mücadelelerinin katliamlarla, askeri önlemlerle, savaşla engellenemediğinin örnekleri ile doludur. Hükümetin, devletin “yeni savaş
konsepti” de başarıya ulaşamayacaktır. Kürt ulusu
eninde sonunda sahip olması gereken ulusal, sosyal
haklara sahip olacaktır.
Katliamların hesabı devrimle sorulacak!
Milli zulme son! Kürt ulusuna özgürlük!
30.12.2011 ✓
G
eçtiğimiz günlerin üzerinde en fazla durulan
konularından birisini Dersim katliamı tartışmaları oluşturdu. Esasta tartışmalar CHP içinden
bir Milletvekilinin, Dersim Milletvekili Hüseyin
Aygün’ün Zaman Gazetesine verdiği bir röportajla
başladı. Gazete haberi şöyle veriyor:
“Dersim katliamının sorumlusunun devlet ve o dönemin CHP iktidarı olduğunu vurgulayan Hüseyin
Aygün, şöyle devam etti: ‘Ancak CHP’de bu konuda
kendi tarihiyle yüzleşme ve uygulanan politikaların
toplumun önünde saydam bir şekilde tartışılması yönünde bir tavır alındığını Kılıçdaroğlu döneminde
görüyoruz. Tabii ‘bunu CHP yaptı’ deyip, bunun üzerinden bir politika üretmek de doğru değil, çünkü o
dönem başka parti yoktu zaten.’” (Zaman, 10 Kasım
2011)
Röportajın yayınlanmasından ve siyaset dünyasında tartışılmaya başlamasından sonra CHP Milletvekili Hüseyin Aygün, CNN Türk’te ‘Tarafsız
Bölge’de Ahmet Hakan’a yaptığı açıklamada Zaman
Gazetesi’nin açıklamalarını çarpıttığını, röportajında
‘Dersim katliamının sorumlusu CHP’dir’ demedi-
ğini asıl sorumlunun devlet olduğunu söylediğini, o
dönemde katliamın birçok sorumlusu olduğunu ancak tek sorumlunun CHP gibi gösterilmeye çalışıldığını ifade etti. (*)
Aygün’ün açıklaması yaptığı açıklamada Dersim
katliamının sorumlusunun CHP ve devlet olduğunu,
Mustafa Kemal’in katliam sırasında devletin başında
olduğunu söylemesi CHP içinde bir kısım milletvekilinin tepkisine yol açtı. Söz konusu milletvekilleri
Aygün’ün yönetime savunma vermesini talep ettiler.
CHP kazanı Dersim katliamı ile kaynarken oluşan
çatlağı daha da derinleştirmek isteyen Recep Tayyip
Erdoğan sahneye çıktı. Esasta CHP’yi ve onun Dersimli Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu sıkıştırmak
amacıyla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan AKP’nin
Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısında yaptığı
konuşmada, Dersim katliamı ile ilgili olarak şunları
söyledi:
“Dersim yakın tarihimizdeki en acı, en trajik olaylardan biridir. Dersim aydınlatılmayı, cesaretle sorgulanmayı bekleyen bir faciadır. Dersim, CHP hükümetlerinin onlarca, yüzlerce faciasından en acısıdır,
5
Bir ilk!
6
Peki gerçekte bu ‘özür’ nasıl bir özür? Özrü dileyenler
ne kadar samimi? Özrün devamını talep edenlerin bu
talepleri gerçekleşecek mi? vs. vb. sorularının yanıtlanması da gerekmektedir.
Hemen belirtelim bu ‘özür’ samimiyet tartışmasından bağımsız olarak ele alınırsa elbette olumludur.
Kemalist tarih bu özürle bir bütün olarak yerle yeksan olmamıştır belki ama Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan katliamların gözlerden gizlendiği, inkâr
edildiği bilindiğinde söz konusu özür bir ilk olması
hasabiyle önemlidir.
Ama özürün hangi süreçte ve ne amaçla dilendiği
bilindiğinde durum başka bir hal almaktadır.
Pragmatik bir siyasetçi olarak Recep Tayyip Erdoğan mevcut siyasi ortamdan en azami yararlanmayı
bilen ve açık ara güçlü olsa bile rakiplerini açıkları
üzerinden zayıflatmaya çalışan birisidir. CHP içindeki Dersim çatlağını gördüğünde hemen devreye giren
ve rakibini Dersim katliamı konusunda sıkıştırmaya
çalışan Recep Tayyip Erdoğan’ın dilediği özür bu anlamda sorunludur. Siyasi rakibi partiyi sıkıştırmanın
bir aracı olarak Dersim katliamının kullanması en
hafif deyimle ciddiyetsizliktir.
Ciddi bir devlet özrü böyle geçerken siyasi rakibini sıkıştırma amaçlı olmaz. Tarihle yüzleşmeye hazır
olan bir devlet her şeyden önce özür dileyeceği konuyu kamuoyuyla paylaşır, parlamentosunda / meclisinde, devlet organlarında sorunu görüşür, karar alır ve
devlet adına kararı açıklar, özür diler!
Bunun dünyada kimi örnekleri vardır.
Örneğin 1970’de Batı Almanya Şansölyesi Willy
Brandt, eskiden Varşova Gettosu’nun olduğu yerde,
diz çökerek Almanya’nın soykırımdaki sorumluluğunu, bundan duyduğu suçluluk duygusunu dile getirdi.
Örneğin 1988’de ABD, İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarında “enterne” edilen Japon asıllı
Amerikan vatandaşlarından resmen özür diledi ve
enterne edilenlerden halen sağ olanların her birine
20’şer bin dolardan toplam 1,2 milyar dolar tazminat
ödedi. Yine ABD bu kesimin kültürel ve tarihsel meselelerini kamuoyuna duyurmalarında kullanılmak
üzere 50 milyon dolarlık bir fon oluşturulmasına karar verdi.
1993 yılında Güney Afrika’da ırkçı Apartheid yönetimin Başbakanı De Klerk ‘apartheid’ (ırk ayrımı)
politikalarından dolayı özür dilemesi, İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth 1863’de Maorilerin topraklarını
ellerinden aldıkları için Yeni Zelanda hükümetinden
özür dilemesi, 39 bin dönümlük toprağı Maorilere
iade etmesi, ayrıca 112 milyon dolarlık tazminat öde-
meyi kabul etmesi bu örneklerden bazılarıdır vb. vb.
Erdoğan’ın ‘devlet adına özrü’ böyle olmamıştır!
Nasıl bir ‘devlet özrü?’
Erdoğan ‘kendi’ tarihiyle vurma’ derdi içinde tabiri caizse ‘geçerken’ özür dilemiştir. O, özür dilerken
partisinin devamcısı olduğu geleneğin (o dönemde
CHP içindeki sonradan DP’ni kuracak olan kanadın
siyasi sözcülerinin, örneğin Celal Bayar’ın, örneğin
Adnan Menderes’in!!!) katliamın sorumluları ve suçluları olduğunu konu bile etmemiş; suçlu olarak sadece CHP’yi göstermiştir. Yine Erdoğan, ‘devlet adına
özür dilerken’ bizzat Dersim harekatının krokilerini
çizen Mustafa Kemal’in adını bile anmamış olması
“devlet adına dilenen” özrün nasıl bir özür olduğu
hakkında yeterli fikir verir.
İkinci olarak tarihte işlenmiş bir katliamın özrünün dilenmesi, özrü dileyenlere yeni sorumluluklar
getirir, getirmelidir. Bu bağlamda Dersim katliamının ‘devlet adına özrünü dileyenler’ özrün gereklerini
yerine getirmelidir. Bu bağlamda, katliam belgelerinin kamuoyuna açılması, sürgünlerin akıbeti/sürgüne gönderilenlerin sayılarının verilmesi, bunların yeniden yurtlarına dönmesi konusunda çalışmalarının
yapılması, tazminatı vb. vb. gerekirken ne AKP’nin
ne Başbakanın bu konuda kıllarını kıpırdatmaya
niyetlerinin olmadığı ortaya çıkmıştır. Barış ve Demokrasi Partisi’nin konunun araştırılması için sıcağı
sıcağına verdiği Meclis Araştırma Komisyonu kurulması önergesi AKP milletvekillerinin red oyu vermesi sonucu kabul edilmedi. Bu samimiyetsizliğin en
açık göstergesidir.
Üçüncü olarak Dersim özrü AKP’nin tarihe yaklaşımda ne kadar tutarsız olduğunu da göstermektedir.
Cumhuriyet tarihi Anadolu topraklarında yapılan
katliamların tarihidir aynı zamanda. Eğer AKP’nin
ve Recep Tayyip Erdoğan’ın gerçek anlamda Kemalist
tarihle yüzleşme diye bir derdi olsaydı sadece Dersim katliamını değil diğer katliamları da dile getirmesi gerekirdi. Ama Başbakanın esas derdi Dersimli Kemal Kılıçdaroğlu ve partisi olduğu için sadece
Dersim’i telaffuz etmekle yetinmiştir!
Dördüncü olarak Dersim katliamının özrünün dilendiği saatlerde Dersim bölgesinin de içinde olduğu
Kuzey Kürdistan’ın birçok bölgesinin Türk ordusu
tarafından bombalanmaktaydı! Cumhurbaşkanının
sözleriyle “geçmişte görülmemiş bir kapsamda imha
operasyonu”nu hazırlanıyordu! Kürt ulusal hareketinin siyasi temsilcilerine yönelik sindirme ve yıldırma
kampanyaları sürdürülüyordu! ‘Dersim halkının birer fare gibi gazlarla zehirlendiği’ bilgisinin dönemin
sorumlu tiplerinin anılarından aktarıldığı koşullarda, gerillaların Kazan vadisinde kimyasal silahlarla
yakılıp paramparça edilmesinin emrini verenlerin
dilediği özrün nasıl bir özür olduğu sorgulanmalıdır.
gündem
gündem
en kanlısıdır. Dersim faciası karşısında özür dileyecek olan, bu faciayla yüzleşecek olan, AK Parti değil,
AK Parti hükümeti değil, bizzat bu facianın, bu kanlı
eserin sahibi olan CHP’dir, CHP‘nin Tunceli milletvekilleridir, CHP‘nin Tunceli kökenli Genel Başkanıdır. Sayın Kılıçdaroğlu nereye kaçıyorsun? Bunlardan nasıl sıyrılacaksın. Ben mi özür dileyeceğim, sen
mi dileyeceksin? Eğer devlet adına özür dilenecekse,
böyle bir literatür varsa ben özür dilerim, diliyorum.
Ancak CHP adına, CHP zihniyeti adına özür dilemesi gereken varsa, şu anda güya yeni CHP‘nin genel
başkanıyım diyorsun ya, hem bir Tuncelili olarak,
hem bir Dersimli olarak onur duyuyorum diyorsun
ya, hadi onurunu kurtar bakalım, kurtar. Tuncelili
bir genel başkan, CHP için aslında bir fırsattır. CHP
genel başkanı hakaret etmeyi bırakıp partisinin geçmişiyle yüzleşmeli, CHP‘nin bu ülkeye yaptığı zulümleri araştırmalıdır.”
Gündemi uzun süre meşgul eden bu ‘özür’ üzerine epeyce yazıldı. Irkçı milliyetçiler bu çıkışı kökten
reddettiler, “Eskiden komünistlerin bölücülerin söylemleri bugün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
söylemleri haline gelmiştir” denildi MHP’nin sözcüleri tarafından. Liberaller, ‘yetmez ama evet!’ tavrı
takınırken, CHP içindeki bir kesim ‘esas hedefin Atatürk olduğunu, ne CHP’nin ne Atatürk’ün olaydan
sorumlu tutulamayacağını’ ileri sürdüler vs. CHP
Genel Başkanı ise “Özür dilemek yetmez. Açıkladığı belgelerin hiçbiri kamuoyunun bilmediği belgeler
değil. Açıkladığı kitap benim 1970’lerde Türk Tarih
Kurumu’nda okuduğum kitap. Özür yetmiyor. Devletin arşivlerini açacaksın. Devletin arşivleri açıklanacak ki bizler bilelim. Neden devletin arşivlerini
açmıyorsun? Devletin arşivlerini açmak bir yönüyle
yeter ama eksik. Dersim sürgünlerinin arşivlerinin
de açıklanması lazım. O sürgünlere verilen toprakları
da o sürgün edilen ailelere vereceksin. Bunu yapabiliyorsan bir meselemiz yok.” dedi.
Konu birçok yanıyla tartışıldı, tartışılacak. İlk etapta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın devlet adına’
özür dilemesi nispeten geniş bir yelpazede ‘olumlu’
görülebiliyor. Nitekim milliyetçi MHP ve CHP içindeki ulusalcılar dışında kalan kesimler özürün yetmeyeceğini, bunun devamının getirilmesi gerektiğini
vurgulayarak taleplerini sıraladılar.
CHP’nin ibretlik gerçek yüzü...
Tüm bu tartışmalar içinde CHP’nin tavrı ibretliktir.
CHP Genel Başkanı bir Dersimli olarak katliamı bilmektedir. Başta Mustafa Kemal ve İsmet İnönü olmak üzere dönemin siyasi aktörlerinin katliamdaki
rolünü gayet iyi bilmektedir. Dönemin tanıklarından
İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarını bizzat dinlemiş
birisi olarak Kılıçdaroğlu’nun söylenenler karşısında
yaptığı açıklamalarda katliamı savunur bir pozisyondadır.
Örneğin o, 24.12.2008 tarihinde Abbas Güçlü ile
Genç Bakış programında konuyla ilgili bir soruyu
şöyle yanıtlamaktadır:
“1938’de bir acı olay yaşanmıştır. Ama bu acı olayın
tarihteki yerini ve konumunu çok iyi değerlendirmek
lazım. O coğrafyada isyan olmasın diye özel bir yasa
çıkarılmıştır. Dersimliler vergi ödemesin diye. Okullaşma oranı başlatılmıştır. Ama sonuçta o coğrafyada isyan çıkmıştır ve isyan bastırılmıştır. Dolayısıyla
özür dilemek veya özür dilememek gibi değil, o günün koşullarında olan bir olaydır. Bu olayı Cumhuriyet tarihinin çok karanlık ve derin bir olayı gibi algılamamak gerekiyor diye düşünüyorum.” (Kaynak:
http://haber.kanald.com.tr)
Ya da örneğin;
“Hiçbir Dersimli, Başbakan gibi bu ülkenin birliğiyle rövanş peşinde değildir. Dersim halkının
Cumhuriyet’le sorunu yok. Başbakan’ın zihin haritası Ermeni diasporasının zihin politikasıyla aynıdır.
Başbakan ucuz hesaplar için çaba harcıyor. Başbakan,
Ermeni soykırımı iddialarını dayatırsa şaşmam.”
(Kaynak: www.imc-tv.com/haber)
Tüm bu ve benzeri tavırlarıyla Kemal Kılıçdaroğlu
Kemalist faşist geleneğin savunucusu olarak konumuna uygun hareket etmektedir! Statüko çocuklarından böylesi tavırlardan başka bir şey beklenemez!
Gerçekte Dersim tartışması CHP açısından bir mihenk taşı olmuş, CHP’nin gerçek yüzü bir kez daha
açığa çıkmıştır! CHP’ye oy veren, ona bel bağlayanlar
söylenenleri iyi değerlendirmeli; CHP’nin katliamcı
yüzünü Dersim bağıntısında da görmelidirler!
Yine Mustafa Kemal’in Dersim katliamındaki rolü
7
Pandora’nın kutusu açılmıştır ama...
8
Başbakan Erdoğan’ın Dersim özrü Cumhuriyet tarihinde bir ilktir. İlk kez bir Başbakan geçmişte devletin yaptığı bir katliamın özrünü (yukarıda bunun
nasıl bir özür olduğunu belirtmiştik!) dilemiştir. Ve
ama Dersim katliamı Cumhuriyet tarihinde devletin
yaptığı katliamlardan sadece bir tanesidir.
Cumhuriyet tarihi aynı zamanda katliamlar tarihidir. Bu anlamda devletin dilemesi gereken daha
birçok özür borcu vardır: Cumhuriyet tarihi boyunca
Kürt isyanı diye yapılan katliamlar, 6-7 Eylül olayları,
devamcısı olduklarını devletin Ermeni, Süryani, Yezidi, Pontus Rum katliamları... Yakın tarihte Maraş,
Sivas, Çorum, Madımak... olayları gibi birçok katliam, sürgün, talan.. özür beklemektedir!
Evet, tarihiyle yüzleşmesi gereken Türk devleti tüm
bu katliamların hesabını verecek midir? Özrün gereklerini yerine getirecek midir?
Bir ilk olmasına rağmen son Dersim özürünün samimiyeti de, içeriği de, yöntemi de göstermektedir ki;
Türk burjuvazisinin anda iktidarda bulunan siyasi
sözcülerinin kendi tarihleriyle yüzleşme diye bir sorunları gerçekte yoktur. Burjuvazi genel olarak tarihe
yaklaşımında gerici, inkarcı, tutumunu sürdürmektedir. Evet bugün onlar (biraz da şov olarak) Dersim
katliamının özrünü dilemektedirler. Ama onların
kendi kanlı/katliamcı tarihleriyle yüzleşememe yeteneksizliği bugün de sürdürdükleri katliamcı gelenekle birleştiğinde onyıllar sonra dilenecek yeni yarımağız özürlerin de habercisidir.
Genelde tarihiyle yüzleşme zorunda kalacak tüm
burjuva devletlerin, özelde de Türk devletinin diledikleri/ dileyecekleri özürle esasta kendi devlet yapılarını güçlendirmeyi hedefledikleri de unutulmamalıdır. Bu anlamda ihtiyaç duydukları anda böyle
yollara başvuracaklardır. Bugün Dersimli bir genel
başkana sahip CHP’yi vurmak için, yarın AB’ye ne
kadar demokrat olduklarını gösterebilmek için vb.
özür dilenecektir!
Devletin amacı ne olursa olsun dilenen/dilenmek
zorunda kalınan her özür kitleler nezdinde devletin
gerçek niteliğini görme/gösterme noktasında olumlu
bir yana da sahiptir. Son Dersim tartışmasının çeşitli
ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin bilinçlerinde bir soru işareti olsun yaratması, en azından
devletin bu tür katliamlar düzenlediği gerçeğiyle
yüzleşmesi önemlidir.
Devletin gerçek yapısını, işlevini bilen sınıf bilinçli işçilerin, emekçilerin görevi; devleti teşhir etme ve
burjuva devletin gerçek yapısını geniş kitlelere gösterme noktasında ortaya çıkan bu tür olanakları kullanmaktır. Örneğin son Dersim tartışması, bir Dersimliye ya da CHP’ye oy veren Türk ulusundan bir
işçiye CHP’nin niteliğini sorgulatabiliyorsa bunu bir
kazanım olarak görmek gerekir.
Ama daha da önemlisi işçilere, emekçilere katliamların suçlusu / sorumlusu devletten kurtulmanın
gerekliliğini kavratmak, onları devleti yıkma mücadelesine kazanmak, demokratik devrim için örgütlemektir.
Katledilişinin 5. yıldönümünde de Hrantız, Ermeniyiz!
Unutmadık unutturmayacağız!
✌
halkların kardeşliği için
gündem
iyi değerlendirilmelidir. Evet, Mustafa Kemal bu katliamın krokilerini çizecek kadar katliamın içindedir,
örgütleyicisidir. Ve bu belgelidir! Bilinçleri Mustafa
Kemal’le yıkanmış milyonlarca işçi, emekçi bu gerçeklerle de yüzleşmelidirler!
14 Aralık 2011 ✓
(*) Sözkonusu röportaj içerik olarak tartışılması yanında haberin veriliş biçimiyle de basında tartışıldı.
Hüseyin Aygün’ün sözlerinin çarpıtıldığı açıklamasından sonra röportajı yapan Zaman gazetesi muhabiri ses kaydını / çözümüyle birlikte internet üzerinden yayınladı. Orada Aygün muhabirin “Dersim’de
kanlı şekilde bir katliam sergilenmesinde ‘sorumlu
kimdir’, tartışması var. Sorumlusu kimdir? O dönemin iktidarı mıdır, başbakan mıdır?” sorusunu şöyle
yanıtlıyor:
“O dönem Celal Bayar’ın iş başına getirilmesi, çok
hızlı bir başbakan değişikliği oluyor dikkat ederseniz
o yıllarda. Celal Bayar’ın daha sert bir politika izleyeceği tahmin ediliyor. O yüzden İnönü köşeye çekiliyor. Bana göre Türkiye Cumhuriyeti devletidir, önce
öyle söyleyeyim. Tabiî ki sonra CHP’dir. CHP’nin de
bu açıdan kendi tarihiyle yüzleşme, o yıllarda uygulanan politikaların toplumun önünde saydam bir şekilde tartışılması için yapıcı bir tavır aldığını Kemal
Kılıçdaroğlu ile birlikte görüyoruz. Ama tabi ‘bunu
CHP yaptı’ ve bunun üzerinden bir politika üretmek
de doğru değil, çünkü o günün şartlarında başka bir
siyasi parti ve hareket yoktu. CHP, bir bakıma bugünkü AKP’nin de diğer partilerin de merkeziydi. Bu
olayı sadece CHP’ye fatura eden anlayış da farklı olmaz.” (Zaman Online, 30 Kasım 2011, Habib Güler)
H
rant Dink’i 19 Ocak 2007 tarihinde katlettiler! 19 Ocak 2012’de katledilişinin üzerinden
beş sene geçmiş olacak. Hrant’sız geçen bu süreçte,
Hrant’ın dostları, arkadaşları, akrabaları... olarak
hem O’nu kaybetmenin acısını çektik, hem de O’nun
eksikliğini yaşarken tüm kurumlarıyla devletin,
Hrant’ın gerçek katillerini gizlemek için sistemli ve
sürekli yürüttüğü çaba ve önlemlerin şahidi olduk.
Evet, 19 Ocak 2007 tarihinde kalleşçe kurşunlayıp
katlederek aldılar Hrant’ı aramızdan, kaybettik O’nu.
Kaybımız büyüktü! Kaybımız büyüktü, çünkü kaybettiğimiz insan, bu coğrafyada soykırıma uğramış
bir milletin evladı olarak, soykırımda yer alan millet ve milliyetlerden halklara karşı kin ve düşmanlık
besleme, kışkırtma yerine; en başta ırkçılığı, şovenizmi, milliyetçiliği reddediyor, milliyetçiliğin her türüne karşı enternasyonalist tavır sergiliyor, halkların
kardeşliğinin sağlanması için mücadele veriyordu.
Hrant’a sıkılan kurşunlar, gerçekte halkların kardeş-
liğine sıkılmış; Türk, Kürt Ermeni halkları arasında
kardeşliği sağlayacak az sayıdaki sağlam köprülerden
biri yıkılmıştı...
Katledilmesiyle ilgili yazdığımız yazılarda tekrar
tekrar vurguladığımız gibi, Hrant 1915’te Ermeni
ulusunun soykırıma uğratıldığı gerçeğini –soykırım
kavramını fazla kullanmasa da- dile getirdiği için,
Türkiye Cumhuriyeti denen devletin resmi sınırları içinde yaşayan ve tüm baskılara, tehdit ve aşağılamalara, dışlanmaya rağmen, ya da bunlara karşın
Ermeni kimliğiyle Türkiye’de yaşamakta ısrarlı olduğu için; Türk ırkçılarının, faşistlerinin, ordu başta olmak üzere Kemalist kesimlerin, hatta kendisine “sol”,
“sosyalist” diyen azgın milliyetçilerin en çok kızdığı,
en fazla düşman olduğu insanlardan biriydi.
Hrant’ın katledilmesine karar kılınmasında en öne
çıkan nokta da buydu. Hrant hem enternasyonalistti, halkların kardeşliğini sağlamaya çalışıyordu, hem
de Ermeni kimliğine sahip çıkarak soykırımın tarihi
9
✌
kaldırmıyordu ama, gelecek açısından bu gelişme
umudumuzu güçlendiriyordu. Halkların kardeşliği
için mücadelede pratik olarak önemli bir adım atılıyordu.
Gerçek Katiller Gizleniyor, Korunuyor!
Hrant’ın katledilmesiyle ilgili davalarda Hrant’ın
Avukatları başta olmak üzere, ailesi ve akrabalarının
ve de biz dostlarının, arkadaşlarının konuyla ilgili
söylemediği, yazmadığı, dikkat çekmediği hemen hemen bir şey kalmadı. Olgular hep yeniden söylenmek,
yazılmak zorunda kalındı, kalınıyor. Ama Hrant’ın
gerçek katilleri, sorumlu ve suçluları devlet kurumları tarafından bilinçli ve sistemli olarak korunuyor...
Somut adı geçen ve Hrant’ın katledilmesi döneminde Vali, Emniyet Müdürü ya da değişik kademelerde
görevli olan devletin “adamları” sadece korunmadı,
tersine, örneğin Muammer Güler ve Celalletin Cerrah gibileri ödüllendirildiler de!
Hrant’ı 2004 yılında İstanbul Valiliğinde tehdit
eden iki MİT görevlisi hakkında önce soruşturma
açılması engellenmeye çalışılmış (bunun bir yolu
da bu görevlilerin kimliklerinin gizlenmesi yoluydu), daha sonra da soruşturma yolu açıldığında –ki,
Hrant’ın tehdit altında olduğunu bildikleri ve Hrant’ı
koruma “görevlerini” yerine getirmedikleri ve suçlu
oldukları resmen kabul edilmiştir-, bu konuda soruşturma yapmakla görevli Ankara Cumhuriyet Savcısı
Murat Demir tarafından verilen, zaman aşımı gerekçesiyle haklarında dava açılamayacağı yönlü kararla
da korunmuşlardır. İstanbul Valiliği’ne Hrant’ın çağrılmasının ve tehdit edilmesinin emrini verenlerin
kim/ kimler olduğu sorusu ise yanıt bekliyor hala!
İster ana davada isterse Trabzon’daki ve diğer davalarda olsun, cinayetin gerçek sorumlularının ortaya
çıkarılması için Hrant’ın Avukatlarının araştırma ve
soruşturma taleplerine karşı tavırlarda olsun, takınılan resmi tavırlar ve gerçeğin açığa çıkarılmasını engellemek için devlet yetkililerinin davranışları özde
değişmeden sürmüştür bugüne kadar. Devlet yetkililerinin ve değişik kurumların bu konudaki tavırları
binlerce sayfalık dokümanlarla –mahkemece ve Avukatların ortaya koyduğu dokümanlarla- ortadadır.
Mahkemelerde, özellikle başta Rakel Dink’e olmak
üzere Dink ailesine, genelde Ermenilere hakaretlerde
bulunanlara karşı –bu hakaretler hakimlerin, savcıların huzurunda yaşanmıştır- Mahkeme yetkilileri tarafından ciddi tek bir müdahaleye, önleme ve cezaya
gerek duyulmazken, Hrant’ın avukatlarından Hakan
Bakırcıoğlu, Albay Ali Öz’ün avukatı Ali Sürmen’e
“Siz de adam öldürmeyi iyi bilirsiniz değil mi?” dediği iddiasıyla, TCK’nın hakaret eylemini düzenleyen
125. maddesi uyarınca 1 yıl hapis cezasına çarptırıldı
ve bu ceza değişik noktalar gözönüne alınarak 5 yıl
denetime çevrildi...
Tüm çabaların ortaya koyduğu olgu, Hrant’ın
katledilmesiyle ilgili davayı tetikçi ve birkaç destekleyicinin yargılanması ile sınırlı tutmaktır. Tetikçi
olarak yargılanan Ogün Samast “Çocuk Ağır Ceza
Mahkemesi”nce toplam 22 yıl 10 ay hapis ile cezalandırıldı. Mahkeme tutanaklarına “suça sürüklenen çocuk” olarak geçen Ogün Samast, hakkında süren “terör örgütüne üye olma” davasında ise tahliye edildi...
Ana davada tutuklu olarak yargılanması sürenlerin
sayısı ise sadece 2’dir: Erhan Tuncel ve Yasin Hayal!
Hrant’ın katledilmesi olayını bir cinayet filmiyle örneklersek: Cinayette “baş oyuncular” olarak bunlar
öne çıkarılmış, diğer adı geçen onlarcası ise “figüran”
olarak kullanılmaktadır! Yönetmenler ve senaristler
ise “yüce devletin” kurum ve kuruluşlarının başında,
içinde ve de altındadır!
Beş seneden beri yazıp söylediğimiz, her seferinde yeniden tekrarlama durumunda kaldığımız ve
bilinçlere kazınması gereken gerçeklik şudur: “Düşünceyi ifade etme özgürlüğünü ayaklar altına alan
yasalardan, bu yasaların yargı mensupları tarafından
uygulanmasına; emniyet kurumundan jandarmaya, valisinden kaymakamına, hakiminden savcısına,
medyasından tetikçisine kadar herkesin cinayet işinin içinde olduğu; tüm dezenformasyon, yalan yanlış
haberler içinden bile gün ışığına çıkmış durumdadır.
Böylesi bir durumda, -kişiler ve isimleri onca önemli
değildir çünkü sorun kurumsal yapıdan kaynaklıdırgerçek suçlunun, katilin kim olduğunu ne söylemeye, ne de aramaya gerek var! Suçlu ve katil bellidir...”
(YDİ Çağrı, sayı 119, sayfa 6)
Bu düşünce, sadece dergi yazılarında ya da yıldönümlerinde takınılan tavırlarda değil, “Hrant’ın
dostları” ve Avukatları olarak davanın her duruşması
öncesi, sırası ve sonrasında da yüksek sesle dillendirildi, dillendiriliyor! Örneğin dergimizin 149. sayısında da aktardığımız Arat Dink’in tavrında bu düşünce şöyle ifade edilmektedir:
“... ‘Devlet’ diyorsak, ‘devlet’ ne demekse onu söylüyoruz. Yasamayı, yürütmeyi, yargıyı alın, bunlara
bir de ‘devlet güdümlü medya’ ve ‘devlet güdümlü sivil toplum kuruluşları’nı ekleyin, bütün bunları alıp
boynumuza beşi bir yerde yapan egemen ideolojiyi de
unutmayın. Devlet budur. Katil de budur.” (sayfa 54)
Ya da Hrant’ın avukatlarından Fethiye Çetin’in
deyimiyle: “Cinayeti işleyen devletin ta kendisidir.
MGK kararlarıyla azınlıklar ya da bu topraklarda yaşayan halklar, iç düşman kabul edilmiş, devleti korumak adına çeşitli devlet politikaları yürütülmüştür.
Devlet ile Dink ailesi karşı karşıyadır. Eğer bu soruşturma genişletilmezse, Rakel Dink’in dediği gibi bebekten katil yaratan zihniyet sorgulanmazsa, barışa
darbe vurulmaya devam edilecektir.” (5 Aralık 2011
tarihindeki 22. duruşmada yaptığı konuşmadan)
Hrant’ın katledilmesinden bu yana yaşananlar,
Hrant’ın katilinin, suçlu ve sorumlusunun cinayetle
ilgili tüm kurum ve kuruluşlarıyla, yetkili ve görevlisiyle devlet olduğunu, her geçen gün daha da fazla
açığa çıkarmıştır, çıkarmaktadır! Cinayette tetikçi ve
destekçi olarak kullandıkları kimilerinin yargılanması ya da cezalandırılması da bu gerçeği değiştirmemektedir. 26 Aralık 2011 tarihinde yapılacak 23.
duruşmada da bu gidişattan önemli bir değişiklik
olmayacağı şimdiden bellidir. Davanın 20. duruşmasında, daha deliller toplanmadan savcının mütala
vermesi olgusu da, aslında bu davanın gerçek katillere, tetikçilere emir verenlere ulaşılmadan bitirilmek
istendiğinin işaretidir.
Bu gelişmeler bilindiğinde Hrant Dink’i anmanın,
O’na sahip çıkmanın beraberinde getirdiği görev, değişik halklardan işçilere, emekçilere, sınıf bilinçli insanlara dayattığı görev de ortaya çıkmaktadır.
“Hrant Dink’e sahip çıkmak, gerçekte halkların
kardeşliği için mücadeleyi; Türk, Ermeni, Kürt, Laz,
Çerkez, Arap, Rum, Süryani, Roman ve diğer tüm
milliyetlerden halkların, özgür, eşit temelde yaşamasını, kardeşliğini sağlamak için mücadeleyi gerektirmektedir. Bu mücadele de milliyetçiliğin, ırkçılığın,
şovenizmin kaynağı olan sömürü sistemini ortadan
kaldırmak, devrim için mücadele etmekten başka anlama gelmez.” (YDİ Çağrı, sayı 119, sayfa 6)
“Anmak” alışılmış, genelde kullanılan bir kavram.
Gerçekte ise biz Hrant’ı bu 5 yıllık süreçte hiç unutmadık. Katledilişinin 5. yıldönümünde de Hrant’ın
katillerini lanetliyor ve O’nu unutmadığımızı, unutmayacağımızı; O’nu aramızdan alıp götüren katilleri ve cinayetini untturmayacağımızı; Hrant Dink’i
halkların kardeşliği için, özgürlük için verdiğimiz
mücadelemizde yaşatacağımızı bir kez daha haykırıyoruz!
Hepimiz Hrant Dink’iz! Hepimiz Ermeniyiz!
21 Aralık 2011 ✓
✌
halkların kardeşliği için
halkların kardeşliği için
10
bir gerçeklik olduğunu ortaya koyuyordu. Buna bağlı
olarak da Türkiye Cumhuriyeti devletinin bu tarihi
gerçeklikle yüzleşmesini dayatıyordu.
Hrant’ın kimliğinin -diğer şeyleri bir kenara bıraksak bile- bu yanı bile, resmi ideolojinin temsilcilerinin,
savunucularının, Türk ırkçılarının, faşistlerin O’nu
katletme kararını vermeleri için “yeterliydi”! Hrant’a
sahip çıkılan protestolarda Hrant’ın 1.500.001’inci
“kurban” olarak gösterilmesi, Türkiye’de soykırımcı
zihniyetin varlığını sürdürdüğü gerçeğine dikkat çekiyordu ve tümüyle haklıydı! Gerçekten de Hrant’ın
katledilmesi meselesi, Ermeni ulusuna yönelik gerçekleştirilen soykırımdan ve egemenlerin bu tarihi
gerçekliğe karşı inkarcı, soykırımcı zihniyetinden
koparılarak açıklanacak bir mesele değildir.
Egemenlerin hesapları içinde, Hrant’ı katlederek
ilerici, devrimci, demokrat insanları, insan haklarını
ve adaleti savunanları, yeni sömürüsüz, sınıfsız bir
dünya için mücadele edenleri korkutmak, sindirmek,
gözdağı vermek de vardı. Kuşkusuz bu hesapta Ermenilere yönelik -84 yıllık TC tarihinde Ermenilere
karşı yaratılmış, yaygınlaştırılmış düşmanlık- yaygın
Türk ırkçılığı, yani “bir Ermeni’ye sahip çıkılmayacağı” yönlü hesap önemli rol oynuyordu. Bu sefer ama
hesapları tutmadı!
Hiç kimsenin beklemediği, hesap edemediği bir
durum, gelişme yaşandı. Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi sınırları içinde yaşayan Ermenilerin
büyük bölümünün, baskıdan zulümden dolayı kendi
kimliğini gizlemek zorunda kaldığı bir ortamda; 23
Ocak 2007 tarihinde Hrant’ın naaşının arkasından
yürüyen onbinlerce –kimi hesaplara göre 250 bin- insan, “Hepimiz Hrant Dink’iz! Hepimiz Ermeniyiz!”
sloganını atarak Hrant’ı, O’nun ulusal kökenini, kimliğini sahiplendi. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde
böylesi bir tavır ilk kez yaşanıyordu.
Evet, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez böylesine anlamlı, böylesine içten ve alanında böylesine bilinçli ve güçlü bir haykırış gerçekleşiyordu!
Türkiye’de yaşayan millet ve milliyetlerden işçiler,
emekçiler, TC tarihinde ilk kez, ırkçıların-faşistlerin
kurşunlarına hedef olan bir Ermeni kardeşlerine sahip çıkıyorlardı... Türkçü, ırkçı ve faşistlerin suratlarına hep birlikte “Hepimiz Hrant Dink’iz! Hepimiz
Ermeniyiz!” diye haykırıyorlardı! Hrant’ın cenaze
törenindeki katılımla öne çıkan bu tavrın, İstanbul
dışında da Türkiye’nin birçok şehrinde sahiplenilmesi egemenlerin hesaplarını boşa çıkarmıştı. Hrant’ı
yitirmenin acısını, kaybımızın büyüklüğünü ortadan
11
✌
Yasalarla Tarih Yazılmaz!
F
12
ransa parlamentosu soykırımın inkarını cezalandıran yasayı kabul etti. Yasa, Ermeni soykırımı dahil, soykırımları inkar edenlere bir yıl hapis
ve 45 bin Avro para cezası verilmesini öngörüyor.
Yasanın kesinleşmesi için Senato’da da onaylanması
gerekiyor.
2006 yılında da benzer bir yasa Ulusal Meclis’te kabul edilmiş, yasa yasama dönemi içinde Senato gündemine gelmediği için kadük kalmıştı.
Ermenilere yönelik soykırımının ve bununla ilgili
karar tasarılarının, emperyalist başkentlerde gündeme getirilmesi her zaman olduğu gibi Türk milliyetçilerinin, şovenlerinin, devletinin sabrını taşırmaktadır. Fransa’da mecliste kabul edilen tasarı bunu bir
kez daha gösterdi.
Türk devleti yasanın meclise gelmesini engellemek,
geldiği taktirde kabul edilmesini engellemek için
Paris’e çıkartma yaptı. Lobi faaliyeti yürütüldü. Fakat
yasanın kabul edilmesi engellenemedi.
AKP hükümeti ile muhalefet (BDP dışında) tek
vücut oldu. Fransa’ya tehditler savruldu. Protesto
gösterileri yapıldı, yapılıyor. Türkiye’nin Fransa Büyükelçisi Ankara’ya döndü. Fransa mallarına boykot
çağrıları yapıldı. Tekelci burjuvazinin bir bölümünün
Fransa tekelleri ile ortak işletmelere sahip olduğu bilindiğinde, bu boykotun nasıl olacağını merak ediyoruz.
“Türkiye’nin tarihinde soykırım olmadığını” söyleyen Başbakan RT Erdoğan, Fransa’ya eski sömürgesi
olan Cezayir’de yaptıklarını hatırlattı. Tencere, tava
örneğinde olduğu gibi Fransa’nın geçmişte sömürgelerinde katliamlar yapması, Ermeni sorununu kendi
çıkarları için kullanması, Türk hakim sınıflarının
tarihinin temiz olduğu anlamına gelmez. TC tarihi
katliamlar tarihidir.
“Soykırımı inkar edene ceza verilmesi” yasası,
Fransa’nın ya da bu tasarıyı savunanların Ermeni
halkının çıkarlarını savunduğu anlamına gelmiyor.
Soykırımı inkar etmek ya da soykırımın yapıldığını
savunmak, yasalarla düzenlenecek ceza konusu değildir. Yasalarla tarih yazılmaz! Fakat tarihi gerçekliklerin reddedilmesinin de, yaşananları, tarihi olguları,
ortadan kaldıramayacağı bilinmelidir. Ermeni soykırımı inkarı ne kadar sürerse sürsün, gerçekler kendisini er ya da geç kabul ettirecektir.
Emperyalistler, geçmişte olduğu gibi bugün de, Ermeni sorununu ihtiyaç duydukları çerçevede gerek
iç siyasette, gerek Türkiye’ye karşı bir baskı unsuru olarak kullanıyorlar. Emperyalist güçler Ermeni
sorununu yeri gelmiştir iç politika malzemesi yapıp Ermeni seçmenin oyuna talip olmuştur – şimdi
Fransa’da olduğu gibi-; yeri gelmiştir kendi meclislerine taşıdıkları soykırımı tanıma tehdidiyle sorunu
Türkiye’ye karşı baskı unsuru olarak kullanma çabalarına girmişlerdir. Bütün bunlar emperyalistlerin
sahtekârlığı ve ikiyüzlülüğünün kimi örnekleridir.
Fransa’da 2012 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimi
var. Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy, Fransa’da yaşayan, yüz binlerce Ermeni’nin oyuna ihtiyaç duyduğu
için, şimdi Ermeni halkının dostu pozuna bürünüyor. Emperyalistlerin temsilcilerinden halklara dost
olmaz! Onlar için sadece çıkarlar vardır!!
Ermeni sorunu bir tarihi haksızlık sorunudur. Bu
haksızlığın yüklediği tek görev vardır: Tarihle yüzleşmek! Bu yüzleşmenin siyasi sonuçları ve gerekleri
yerine getirilmek zorundadır. Eğer bu yapılırsa kazanan halklar olacaktır. Halklar arasında tarihte yaşanan travmaların etkilerinin ortadan kaldırılması,
sarsılan güvenin yeniden kurulması, karşılıklı olarak
dostluğun ve kardeşliğin gelişmesinin yolu buradan
geçmektedir.
Bu konuda YDİ Çağrı’nın 88. Sayısında şu tavrı takınmıştık:
“Tarihiyle yüzleşmek. Türkiye Cumhuriyeti devletinin bu yeteneği gösteremeyeceği açığa çıkmıştır.
Bırakalım tarihle yüzleşmeyi ve bunun sonuçlarını
taşımayı, Türk devleti bugüne kadar izlediği inkârcı
politikayı derinleştirme, tarihi tersyüz ederek kullanma politikasını sürdürmektedir. Ermeni sorunu
hakim sınıfların kırmızı çizgilerinin en belli başlılarından birisidir. Türk hakim sınıfları açısından sorunun tarihle yüzleşme ve çözülmesi bir tarafa; sorunun varlığı ve tartışılması bile günümüzde büyük
bir problem olarak ortada durmaktadır. Sorunun dillendirilmesi bile günümüz Türkiye’sinde şovenizmin
kışkırtılmasına zemin olabilmekte, sorunu dillendirenler linç kampanyasının hedefi olabilmektedirler.
Ortada tarihi bir haksızlık vardır ve bu çözülmek
zorundadır. Bu tarihi haksızlık ‘tarihin ana akışı dışında kalmış, onun akışını engellemeyen, rahatsız
etmeyen, proleter sınıf mücadelesinin derinleşmesini
ve gelişmesini engellemeyen’ bir tarihi haksızlık değil, tersine “toplumsal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini
hâlâ doğrudan doğruya engelleyen” bir tarihi haksızlıktır. Bugün ülkelerimizde işçi sınıfı ve emekçi
yığınlar içinde şoven görüşleri yaymada hakim sınıfların elindeki en etkili silahlardan biri Ermeni düşmanlığıdır. Bu olgu işçi ve emekçi yığınlar içinden
sökülüp atılmadıkça, Türkiye’de çeşitli ulus ve milliyetlerden proletaryanın enternasyonalist temelde
birliği sağlanamaz.
Ne yazık ki bu anda çok zor… Hayalci olmamak gerekiyor. Hakim sınıfların kışkırtma ve tarihi çarpıtma çabalarının da bir sonucu olarak Ermeni sorunu
Türk ve Kürt ulusundan emekçiler için bir tabudur;
Ermeni kelimesi hâlâ yer yer bir küfür olarak kullanılabilmektedir vs. vb.
İster hakim sınıflar açısından Ermeni soykırımının varlığı, yokluğu tartışma konusu ediledursun…
İster emperyalist devletler sorunu kendi çıkarlarına
atlama taşı yapmaya çalışsınlar… İster şoven güçler
gerek sorunu reddetme tavrını sürdürsünler, gerekse
bununla ilgili tartışma yürütenlere aba altından sopa
göstersinler… İster kimi antiemperyalist tüyler takınanlar sorunu başka alanlara çekmeye çalışsınlar…
Bütün bu yapılanlar tarihle yüzleşmekten kaçmaya
hizmet etmektedir; yapılanlar hakim sınıfların siyasi çıkarları için yapılmaktadır. Bu yapılanlar dışında
hakim sınıflardan, emperyalistlerden birşey beklemek de abestir.
Bu bağlamda önemli olan, hakim sınıfların, emperyalist güçlerin ikiyüzlü tavırları vs. değil; Türk
ve Kürt emekçilerin —ki Kürtlerin de soykırımda
sorumlulukları vardır— kendi tarihleriyle yüzleşmesidir. Tarihle yüzleşme ve bunun siyasi sonuçlarını
taşıma/üzerlenme yeteneğini gösterecek tek ve biricik yegâne güç çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin
emekçilerin örgütlü gücüdür.
Görev işçi ve emekçi kitleler arasında kök salmış
Türk şovenizmini söküp atma mücadelesi vermektir.
90 yıl bu sorunun gündeme gelmesi açısından yeterli
bir süredir; tarihle yüzleşmenin, tarihi haksızlıkları
ortadan kaldırmanın, halklar arasında kardeşliğin
sağlanmasının önkoşullarını yaratmanın zamanı
çoktan gelmiştir.
Görev Türk ve Kürt emekçilerin kendi tarihleriyle
yüzleşmesini sağlamaktır.
Çağrı budur; görev budur…”
Bugün bu tavrımıza eklenecek yeni bir şey yok.
24.12.2011 ✓
✌
halkların kardeşliği için
halkların kardeşliği için
Fransa’da “Soykırımı İnkar Edene Ceza Verilmesi” Yasası Kabul Edildi
13
İktidar kaybeden erkek
saldırganlaşıyor!
cinayete kurban giden kadınların önemli bir bölümünün daha önce kocalarının uyguladığı şiddet ve
tehditler nedeniyle polise ve savcılığa şikayet başvurusu yapmış olmaları ve hatta devletten kendilerini
koruma talebinde bulunmuş olmalarıdır. İşte bu gerçekten yeni bir durumdur! Bu, giderek artan sayıda
kadının artık eskiden olduğu gibi erkek şiddetini
„sineye çekme“ye razı olmadığının göstergesidir!
„Kocamdır, döver de, sever de!“ anlayışında kırılmaların olduğunu, kadınların artık „HAYIR!“ -Şiddete
Hayır! Aşağılanmaya Hayır!, Baskı ve tehdite Hayır!dediğinin göstergesidir. Salt bu da değil, kadınlar
boşanma haklarını da artık daha fazla ve daha rahat
kullanma eğilimindeler. Cinayet olaylarının bir bölü-
yeni kadın dünyası
yeni kadın dünyası
Kadınlar hayır dedikçe erkekler öldürüyor!
nıyor ve bu vakaların arkasında yatan toplumsal egemenlik ilişkisi fazlaca sorgulanmıyordu. Bugün daha
farklı bir durum sözkonusu. Birincisi ve en önemlisi,
uzun bir dönemden beri (1986‘dan beri) kadın hareketi kadına yönelik erkek şiddetini görünür kılmak
ve engellemek için mücadele yürütüyor. Erkek şiddetinden kaçan kadınların barınabileceği ve şiddetsiz
bir yaşam için güçlenebilecekleri bir alan olarak kadın sığınağı fikri ve projesi ilk olarak Mor Çatı Kadın
Sığınağı ile bu mücadelenin içinden doğdu. Ve kadın
kıyımına karşı mücadele içinde kadın cinayetlerinin
peşini izleyen, katil erkeklerin “ağır tahrik” gibi „hafifletici sebepler“le cezadan kurtulmasına karşı protestolarını yükselten, kadın katliamının boyutunu
Engellenemiyor, çünkü hala daha kadına yönelik şiddet en iyi
durumda “aile içi mesele” ve dıştan müdahale edilmemesi gereken
bir mesele olarak görülüyor! Bu toplumda erkeğin kadına şiddet
uygulaması ahlaksızlık olarak görülmüyor -tam tersine yaygın
anlayış olarak erkeğin doğal hakkı olarak sayılıyor-, ama erkek
şiddetinden yılan kadının evini terketmesi “ahlaksızlık” kabul
ediliyor. Ve böyle olduğu için de şiddet gören kadına -belli bir
duyarlı kesimi dışta tutarsak- ne çevresi sahip çıkıyor, ne de devlet
kurumları...
E
14
rkek egemenliğinin en açık göstergesi olarak kadınlara yönelik şiddet tüm vahşetiyle devam ediyor. Gün geçmiyor ki, kıyım boyutunda cereyan eden
bu erkek egemen şiddetin yeni bir örneği daha medyaya yansımasın. Kadın hareketinin “kadın katliamını durduracağız” sloganıyla dikkat çekmeye çalıştığı
bu “olağan” vahşet, giderek artan ölçüde toplumsal
dikkati ve tepkiyi çeker hale geliyor ve “bu kadar da
olmaz ki!” dedirtmeye başlıyor. Medyaya taşınan hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da yine bir laf
ve “tespit” karmaşası almış başını gidiyor... Sıkça ileri
sürülen görüşlerden biri de kadına yönelik şiddetin
ve kadın katliamlarının giderek arttığı yönünde...
Artan gerçekten ne?
Söylenildiği gibi kadın katliamlarında bir artış mı
sözkonusu, yoksa artan şey şiddetin görülür hale gelmesi ve buna bağlı olarak da toplumsal duyarlılığın
yükselmesi mi?
İşin aslına bakacak olursak erkek iktidarının en
vahşi dışa vuruş biçimi olarak kadın kıyımı, kendimizi bildik bileli -örneğin Hürriyet gazetesinin
üçüncü sayfasındaki haberlerle- vardı. O zamanlar
bu cinayetler hangi kategoride ve hangi istatistiklerde
toplanıyordu -acaba toplanıyor muydu bilemiyoruz.
Büyük ihtimalle „adi cinayetler“ kategorisinde ele alı-
ortaya çıkarmak için kendi çaplarında istatistikler
tutan, kadın danışma merkezleri vb. üzerinden kadınlara haklarını tanıtmaya çalışan duyarlı az sayıda aktif kadın ve onların destekçileriydi. Bu anlamda kadın katliamı geçmişe göre gerçekten arttı mı,
artmadı mı sorusundan çok daha önemli gerçek şu:
Bugün artık kadın cinayetleri „üçüncü sayfa haberi“
denilip atlanmıyor, tam tersine duyulan her kadın cinayeti kayda geçiyor ve kadın hareketi ve tüm duyarlı
kesimlerin öfke ve tepkisini topluyor. Başka biçimde
ifade edecek olursak, kadına yönelik şiddet ve kadın
katliamına karşı toplumsal duyarlılık ve sorgulama
giderek artıyor. Ve bu tabii ki olumlu bir gelişme...
Ancak olumlu gelişme bununla sınırlı değil. Bundan da önemlisi, kadınların artık kendi haklarının
farkında olma durumlarının artmasıdır. Son birkaç
yıldır medyaya yansıyan olaylarda dikkat çekici şey,
münden izlediğimiz gibi, cinayete başvuran erkekler
karılarının kendilerini terketmelerini ve hatta boşanmış oldukları kadınların bir başka erkekle beraber
olmalarını hazmedemediklerinden kadınları öldürüyorlar! Bütün bunlar bir gerçeğe işaret ediyor: Erkek,
egemenliği sarsıldıkça hırçınlaşıyor, saldırganlaşıyor!
İktidarını korumak için („öldürür, birkaç yıl içerde
yatar çıkarım, ama kendime asla karısı terketti dedirtmem“ mantığıyla) karısını öldürmekten, hatta
çocuklarının gözü önünde öldürmekten, çekinmiyor.
Kadınların hayır demesi, haklarını kullanmak istemeleri olumlu ve ileriye dönük bir gelişme şüphesiz.
Ancak ne yazık ki, bunun bedelini birçok durumda
canlarıyla ödemek zorunda kalıyorlar! Şiddet ortamından, kocalarının kayıtsız-şartsız iktidar olduğu
„evlilik hapishanesi“nden kurtulmak isteyen kadınlar hem bu adımı atıncaya kadar, hem de bu adımı at-
15
Kaldı ki, açılan sığınma evleri de gerçek görevlerini yerine getirmekten çok uzaklar. Bir yandan devletin şiddet gören, saldırıya uğrayan kadınları koruma
görevini hatırlatır, -belediyelerin sığınak kurma görevlerini yerine getirmeleri!- ve kaynaklarını kadına
yönelik şiddetin önlenmesi hizmetleri için kullanmalarını talep ederken, diğer yandan geliştirilen hizmetlerin niteliğini de sorgulamak zorundayız.
Kadın sığınakları fikri kadın hareketinin mücadelesi içinde ve ihtiyaçtan doğmuştur. Bugün modern
devletlerin “sosyal hizmet” düzleminde ele aldığı şey,
öyle gökten zembille inmemiş, mücadeleyle kazanılmıştır.
Kısacası, sığınaklar, kadınlar ve çocuklar için şiddetten uzak dayanışma,
güçlenme ve özgürleşme ortamı yaratan mekanlar olmak zorundadır.
16
gesinde, Türkiye’de 180 günde öldürülen kadın sayısının 130’a ulaştığı 2005’ten bu yana ise yaklaşık 4
bin kadının öldürüldüğü vurgulanıyor. (Radikal-Internet, 13.10.11) Korkunç bir rakam! Demek ki, hemen her gün bir kadın öldürülüyor. Ve bu kadınların
şiddet ve ölüm korkusuyla yaşadığı çoğunlukla çevrelerinde biliniyor, hatta birçoğu polise/savcıya başvurmuş oluyor. Ancak ne acı gerçek ki, bu kadınların
öldürülmeleri ne çevrelerince ne de devlet kurumlarınca engellenemiyor!!!
Engellenemiyor, çünkü hala daha kadına yönelik
şiddet en iyi durumda “aile içi mesele” ve dıştan müdahale edilmemesi gereken bir mesele olarak görülüyor! Bu toplumda erkeğin kadına şiddet uygulaması
ahlaksızlık olarak görülmüyor -tam tersine yaygın
anlayış olarak erkeğin doğal hakkı olarak sayılıyor-,
ama erkek şiddetinden yılan kadının evini terketmesi
“ahlaksızlık” kabul ediliyor. Ve böyle olduğu için de
şiddet gören kadına -belli bir duyarlı kesimi dışta tutarsak- ne çevresi sahip çıkıyor, ne de devlet kurumları...
Bu durumun kendiliğinden değişeceği yok! Kadın-erkek eşitliğini sağlamak için tedbirler almayı
taahhüt eden uluslararası anlaşmalara imza çakmada
çok hızlı olan bu devlet en temel görevini, kadınların
can güvenliğini sağlamaktan aciz! 6 yılda 4 bin kadın
ölmüş, umurlarında mı?! Kendi çıkardıkları yasaları
dahi uygulamıyorlar! 5393 sayılı yasayla 50 bin nüfuslu her belediyeye sığınma evi açma zorunluluğunu
getirdiler, hala bekliyoruz, uygulayacaklar (!)
- Sığınaklar, şiddete maruz kalmış ve bununla
mücadele etmek için gerekli koşulları kendiliğinden
sağlayamayan kadınlara ve çocuklarına geçici süreyle
destek olan yaşam alanları olmak zorundadır.
- Sığınaklar, şiddete uğrayan kadınların çıkarını
önplanda tutmalıdır, yoksa “aile bütünlüğünün yeniden kurulması” gibi erkek-egemen anlayışları değil.
- Sığınaklarda çalışanlar toplumsal cinsiyet eşitsizliklerine duyarlı, sorgulayıcı, cesur ve donanımlı uzman kadrolar olmalıdır.
Kısacası, sığınaklar, kadınlar ve çocuklar için şiddetten uzak dayanışma, güçlenme ve özgürleşme ortamı yaratan mekanlar olmak zorundadır. Erkek egemen ideolojinin yeniden üretildiği, kendilerine şiddet
uygulayan kocalarıyla barışmalarının tavsiye edildiği
alanlar değil!
Bütün bunları bugünkü yapılarıyla Belediye Sığınma Evlerinin gerçekleştirmesi mümkün değil! Çünkü
hükümet erkek egemen, hakim sınıf partileri erkek
egemen, belediyelerin ezici çoğunluğu erkek egemen.
İktidar partisi kadın-erkek rolleri ve aile modelleri
bağlamında son derece gerici ve erkek egemen bir
zihniyete sahip. Bu şartlarda en doğrusu, kimi Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, sığınakların belediye
tarafından finanse edilip, bağımsız kadın örgütleri
tarafından yürütülmesinin talep edilmesidir!
Kadına yönelik şiddeti, kadın katliamlarını durduracak olan şey, örgütlü kadın mücadelesi ve dayanışmasıdır!
20 Aralık 2011 ✓
PA NOR A M A
2011’e damgayı
kitlelerin
protestoları
vurdu!
panorama
yeni kadın dünyası
tıktan sonra kelimenin gerçek anlamıyla ölüm-kalım
savaşı veriyorlar. Birçok kadın çocuklarıyla birlikte
defalarca yer değiştirmek zorunda kalıyor ve kimi
hiçbir zaman gerçekten huzurlu ve korkusuz bir yaşama kavuşamıyor. Herşeye rağmen, kadınlar artık
herşeyi göze alarak, erkeğin malı, kölesi, “oyuncağı”
olma durumuna son vermek için adım atıyorlar! Bütün toplumsal ilişkileri etkileyecek olan bu gelişme
artık durdurulamaz ve geri döndürülemez bir noktaya gelmiş durumda.
İşte bu noktada devletin ve bir bütün olarak toplumun sorgulanması görevi gündeme geliyor!
Bu yılki “Antalya Kadın Zirvesi”nin sonuç bildir-
- ŞİLİ -
Öğrencilerin talepleri esasta Şili eğitim sisteminin değiştirilmesine
yönelikti, yöneliktir. Eğitim sisteminin dayandığı yasa da Pinochet faşizmi
döneminin yasası, yasalarıdır. Ülkedeki –özellikle yüksek okullar- okulların
%60’ının özelleştirildiği ve yerel kurumların yönetiminde olan bölümün
finansmanının da sadece %20 civarında devlet tarafından karşılandığı;
öğrenimin en pahalı olduğu ülkelerden biridir Şili.
2011
yılı, genelde ezilenlerin, sömürülenlerin kapitalist sistemin haksızlıklıklarına karşı mücadelelerin gündeme geldiği
bir yıl oldu. Kimi yerlerde, Tunus ve Mısır’da olduğu
gibi başkanlar koltuğundan alaşağı edilirken, kimi
yerlerde de, İspanya, İsrail, ABD vd. “Öfkeliler” ya da
“İşgal et” hareketi biçiminde protestolarla “ekmek ve
özgürlük”, “doğrudan demokrası” talepleri için meydanlara, sokaklara çıkıldı. Her ülkenin eylemleri bir
diğerinkinden farklılıklara sahip eylemler veya hareketler olsa da, büyük bölümü sistem çerçevesinde
hareket etse de, bu gelişmenin kendisi, yani kitlelerin
sosyal eşitsizliğe, zamlara, işsizliğe vb. karşı çıkıp finans merkezlerini ve ‘kendi’ yönetimlerini protesto
etmesi; buna karşı ekmek, demokrasi, özgürlük içeren talepleri dile getirmesi, devletin kolluk güçlerinin
kimi yerlerde vahşice saldırılarına rağmen mücadelelerini sürdürmesi olumludur. Bu olumlu gelişmenin
kendisini gösterdiği ülkelerden biri de Şili’ydi.
Faşist Pinochet yönetimi resmen 1990 yılında son
bulmasına rağmen, Şili Anayasası Pinochet faşizmi döneminin faşist anayasasıdır. Çoğu kendisine
sosyaldemokrat diyen ve Pinochet dönemine karşı
burjuva anlamda bir demokratikleşmeden yana olan
kimi partilerin Concertacion (Demokrasi İçin Partiler Birliği) adı altında kurdukları birliğin 20 yıllık
süreçte –1990-2010- yaptığı kimi yasal değişiklikler
de, Anayasa’nın özünü değiştirmemiştir.
Anda Şili Başkanı olan Sebastian Pinera, sağcı, Pinochet iktidarını desteklemiş ve o dönemde elde ettiği imtiyazlarla ülkenin en zengin 10 kişisi arasına
girmiş, ekonomide “neoliberal” siyasetin savunucusu
17
protestoları tüm yıl boyunca değişik düzeylerde yaşandı. Mapuche yerlilerinin devletin ırkçı tavırlarına,
anti-terör yasasıyla yargılanmalarına, kendi yaşam
temellerini koruyabilmek için yapılmak istenen havaalanına karşı mücadelelerine yönelik saldırılara karşı
mücadeleden, madencilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve bakır madenlerinin özelleştirilmesine
karşı verdiği mücadeleye kadar; ya da Patagonia’da
yapılmak istenen Hidroaysen enerji projesine, baraja
karşı protestolardan, kamu sağlık çalışanlarının özelleştirmeye karşı grev ve mücadelelerine, emeklilik
yasasında, sağlık alanında reformların talep edilmesinden, yeni bir anayasa –bunun için kurucu meclis
mide atılan adımlar kısa sürede bu tespitimizin doğru olduğunu kanıtladı. Her ne kadar “demokrasiye”
geçildiği söylense de, Pinochet döneminin yasaları
esasta geçerliliğini sürdürüyor. Bunun en çıplak göstergesi haksızlıklara, eşitsizliğe karşı mücadele edenlere karşı uygulanan devlet terörüdür.
Pinera, 17 Ocak 2010 tarihinde yapılan ikinci tur
seçiminde oyların %51,61’ini alarak başkanlık seçimini kazanmiştı. 2011’in ortalarına gelindiğinde, yapılan kimi araştırmalara göre Pinera’yı destekleyenlerin oranı %30’un altına düşmüştü.
Zamlara, özelleştirmelere, doğayı talan etme planlarına, indigen halklarının yaşam temellerine saldırılara, işten çıkarmalara vb. vb. sayısız saldırılara
karşı, sözkonusu saldırılardan etkilenen kitlelerin
talebine- talebine ve ücret artışları için grevlere kadar
vb. vb. birçok sorun ve mücadele gündemdeydi.
Fakat gündemi en çok işgal eden konu öğrencilerin
eğitim sistemine karşı verdiği mücadele oldu.
Sözkonusu bu mücadele bir yandan Şili’nin sınırlarını aşarak uluslararası alanda dikkat çeken bir
mücadele iken, aynı zamanda işçilerin, emekçilerin
mücadeleleriyle içiçe olması ve birçok kez ortak eylemlilikler gerçekleştirilmesi yönüyle de önemli ve
dikkat çeken bir mücadele olma durumunda.
Kitlelerin mücadeleleri, grev, protesto eylemleri, yürüyüş, miting vb. eylemleri hemen her seferinde –ki
bu eylemleri yapanlar genelde barışçıl protesto yapmalarına rağmen- devletin kolluk güçlerinin tazyikli
su, gözyaşartıcı bomba, cop ve yer yer de kurşunlarla
saldırılara maruz kalıyordu. Öğrencilerin protestoları, eylemleri de bu saldırılardan payını aldı... Bunun
sonucunda sayısız tutuklama, yaralanma yaşandı ve
14 yaşındaki bir genç de yaşamını yitirdi. Kuşkusuz
ki saldırılara uğranıldığında, en barışçıl insanlar da
–en azından kendisini savunabilmek için- çatışmaya
zorlanmaktadır, ya da sabrın sınırının bitme durumu yaşanmaktadır. Bu an geldiğinde öğrenciler de
devletin kolluk güçlerine gereken cevabı vermekten
geri kalmadılar! Saldırıya uğramalarından, tutuklanmalarından öğrendiler öğrenciler! Barikatlar kurmaktan, kolluk güçlerini rehin almaya kadar değişik
eylemler gerçekleştirdiler. Öğrencilerin mücadelesini
kriminalize etmek isteyen medya kesimi özellikle de
gençlerin kolluk gücüyle çatışma sahnelerinin görüntülerini haber yapıyordu.
Öğrencilerin talepleri esasta Şili eğitim sisteminin
değiştirilmesine yönelikti, yöneliktir. Eğitim sisteminin dayandığı yasa da Pinochet faşizmi döneminin
yasası, yasalarıdır. Ülkedeki –özellikle yüksek okullar- okulların %60’ının özelleştirildiği ve yerel kurumların yönetiminde olan bölümün finansmanının
da sadece %20 civarında devlet tarafından karşılandığı; öğrenimin en pahalı olduğu ülkelerden biridir
Şili. Sadece pahalı değil, aynı zamanda üniversitelere
giriş sınavının yapısının kendisi eşitsizlik ve eğitimde
ayrımcılık temelinde yükselmektedir.
Bu durumda basında verilen bilgilere göre eğitimin
kaymağını, üniversitelere girebilmeyi başarabilme ve
eğitimde yükselme anlamında, yiyen tabaka, en iyi
halde öğrenci nüfusun %20’sidir. Öğrenci nüfusun
%80’inin durumu, sadece parası olmadığından üniversiteye gidememekle sınırlı değil. Daha ilk ve ortaokul döneminde bu kesimin edindiği eğitim düzeyi,
bunların büyük bölümünün üniversiteye girebilme
şansının elinde alındığı kalitesiz eğitimdir. Buna rağmen başarılı olanları ise maddi engellerle karşı karşıyadır. Yoksul kesim ancak kredi, borç alarak öğrenimini sürdürebilmektedir. Üniversiteyi bitirdikten
sonra uzun yıllar –eğer iş bulabilirlerse tabii ki- kredi
borçlarını ödemekle geçirmektedirler. Bunu göze almayanlar ise baştan itibaren eğitime devam edememektedir.
Şili’de eğitim, hem de Başkan Pinera tarafından
açıkça “tüketim maddesi” olarak görülmektedir. Tüketim maddesi ise ne kadar kar getireceği hesabına
göre pazara sunulmaktadır... “Neoliberal” ekonomik
siyasetin savunucusu olarak Pinera eğitimi tümden
özelleştirmeye çalışmaktadır. Buna bağlı olarak da
hala özelleştirilmemiş “devlet” okulları da özelleştirilmeye çalışılmaktadır.
Örneğin öğrencilerin protestolarını tetikleyen gelişme, Şili Merkez Üniversitesi’nin hissesinin %50’sinin özel bir şirkete satılması ve buna bağlı olarak
yüzü aşkın öğretim elemanının işten atılması oldu.
Zaten eğitim sisteminden memnun olmayan öğrenciler bu satışa karşı 14 Nisan’da protesto eylemi gerçekleştirdi. Öğrencilerin temsilcilerinden Adrian
Prieto: “Şili eğitim sisteminde bir devrim gerekiyor,
üniversite öğrencileri çoğulcu, laik ve bağımsız bir
yapı talep ediyor.” diyerek öğrencilerin taleplerini de
dile getiriyordu. Farklı ifadelerle dile getirilse de, talepleri “herkese eşit şans”, “parasız, nitelikli, laik ve
bağımsız eğitim” vb. idi. Süreç içerisinde bu talepler
mantıki sonucuna vardı ve eğitim sisteminin kendisinin reforme edilmesi hedefe kondu. Böylece eğitim
sisteminde gerekli olan devrimden ne anlaşıldığı da
daha net bir içerik kazandı.
Önemli ve göze çarpan bir nokta da eğitim sisteminin değişmesi için mücadeleye sadece öğrencilerin
değil, başta eğitim görevlileri, öğretmenler olmak
üzere, öğrencilerin akrabaları, yakınlarının da bu
mücadeleye katılmasıydı. Basına yansıdığı kadarıyla öğrencilerin taleplerini ve mücadelesini nüfusun
%80’i haklı görmektedir. Bu mücadele süreç içinde giderek demokratik haklar için mücadeleye, evet
Şili’nin faşist anayasasını değiştirme mücadelesine
dönüşme potansiyelini içinde barındıran bir mücadeledir de.
Somut öğrenci mücadelelerine önderlik edenler ve
öğrenciler tarafından temsilci olarak seçilenler ise
şu ya da bu “sol” kesimdendir. Kimileri açıkça Şili
Komünist Partisi’nin (revizyonist, eylemlerde şiddeti reddeden bir parti) gençlik örgütü üyesidir. Bu
öğrencilerin en çok sahip çıktığı kişilerin başında ise
Allende gelmektedir.
panorama
panorama
18
olan biridir.
Başkanlık seçimlerini değerlendiren yazımızda
(YDİ Çağrı, sayı 141) şunu vurgulamıştık:
“Pinera 11 Mart 2010 tarihinde başkanlık görevini
Bachelet’ten devraldığında gerçekleşecek değişiklik
‘sol’dan sağa bir değişiklik olmayacaktır. Yönetimin
daha ılımlı halk düşmanlarınden daha sert halk düşmanlarına geçtiği bir değişiklik olacak.
Kuşkusuz ki bu da işçilere, emekçilere ve etnik hakları tanınmayan indigen halklara karşı daha fazla
baskı ve zulmün gündeme geleceğine işarettir.” (sayfa
19)
Pinera başkanlığında yürütülen siyaset ve ekono-
PROTESTOLARIN KISA GÖRÜNTÜSÜ...
Şili Merkez Üniversitesi’nin %50 hissesinin özel bir
şirkete satılmasının protesto edildiği Nisan ayından
itibaren öğrencilerin mücadelesi giderek biçimlendi.
Mayıs ayı başlarında öğrencilerin greve hazırlandığı yönlü haberler yayınlanmaya başladı. Hidroaysen
enerji projesi için Güney Şili’deki Aysen’de yapılmak
istenen baraja karşı mücadele ile öğrencilerin eğitim için mücadeleleri birbirine paralel yaşandı. Nisan ve Mayıs ayları deyim yerindeyse, öğrencilerin
protestolarının “mayalanma”, hazırlık aylarıydı... 1
19
faşizmi döneminden de, Concertacion tarafından yönetildiği 20 yıllık dönemden de, Pinera Başkanlığı altında yürütülen siyasetten de bıkmıştır! En basitinde
demokrasi, ekmek, eşitlik istemektedir.
İki günlük genel grev eyleminin ertesinde başkan
Pinera sorunları görüşmelerle çözme yanlısı tavır
takınmaya başladı. Bu arada bu iki günlük grev döneminde 14 yaşındaki bir genç polis kurşunuyla yaşamını yitirmiş ve ilk başta polisin suçluluğu inkar
edildi. Sözkonusu görüşmelerin başlamasının yolunu
açmak için de 14 yaşındaki gencin öldürülmesi olayının açıklığa kavuşturulması talep edildi. Pinera’nın
öğrencilerin taleplerine karşı öne sürdüğü “çözüm”
ise eğitim için bütçe payının yükseltilmesiydi.
Öğrencilerin temsilcilerinin hükümet temsilcileriyle, yaptığı görüşmeler uzun sürmedi... Ekim ayı
başlarında sonuçsuz kalan görüşmelerin ertesinde
yine protesto eylemleri ve kolluk güçlerinin eylemcilere yönelik katı saldırganlığı gündeme geldi. 18 ve
19 Ekim’de yeniden iki günlük grev gerçekleştirildi.
Grev yine CUT’un çağrısıyla gerçekleşti. Başkent
Santiago dışındaki birçok şehirde greve giden işçiler
protesto eylemlerinin başını çekti. Santiago’da ise,
meydanlardaki eylemlerin başını grev yapan işçiler
değil öğrenciler çekiyordu. Bu olgu gerçekte birlikteliğin, mücadele ortaklığının bir işaretiydi. 20 Ekim’de
ise Santiago’da öğrencilerin düzenlediği iki mitinge
100 bin civarında katılım vardı. Bu arada öğrenciler, Eğitim Bütçe Komisyonu’nun 2012 yılı bütçesini
görüştüğü sırada Senato’yu, komisyonun sözkonusu
toplantısını bastı. Bu eylemlerde yine yüzlerce eylemci gözaltına alındı.
Kasım ayı ise öğrenci temsilcileri tarafından eylem
ayı ilan edildi. Hemen her gün sayısız eylemler gerçekleştirildi ve eylemlere katılımın onbinlerce olduğu
bilgisi verildi.
Yönetim eğitim bütçesini %7,7 oranında yükseltti. Öğrenci temsilcilerinin büyük bölümü –bu her
okulun kendi temsilcileri çerçevesinde kararlaştırılıyor- yeni sömestrde eğitimi başlatma kararı alması,
mücadeleyi sürdüren öğrencilerin ve okulların sayısını azaltsa da, mücadele hala sürüyor, önümüzdeki
süreçte de süreceğe benziyor. Çünkü uğruna mücadele edilen sorun varlığını koruyor ve eğitime devam
edilmesi mücadeleyi sürdürmenin engeli değildir.
Gelişmelerin hangi yönde olacağını izleyip göreceğiz.
“Venceremoz, zulme ve yoksulluğa paydos”!
22 Aralık 2011 ✓
Devlet
denetimli Nazi
cinayetleri!
panorama
panorama
20
Haziran’da Şili Öğrenciler Federasyonu (Confech),
özelleştirmeye karşı öğrencilerin taleplerine kulak
vermeyen hükümetin duyarsızlığını protesto etmek
için greve gitti. Greve kamu işçileri ve özellikle de
öğretim elemanları sendikasının katılması ise, ezilenlerin değişik kesimlerinin dayanışması açısından
kayda değerdi.
Sözkonusu grev, öğretim üyeleriyle öğrencilerin
sözkonusu sömestrde eğitimi durdurmak anlamına geliyordu. Buna paralel üniversiteler başta olmak
üzere –en yoğun döneminde- yaklaşık yediyüz okulun işgal edildiği demekti bu. Öğrencilere ve öğretim
elemanlarına karşı gündeme getirilen tüm tehditlere
rağmen, eylemler giderek daha fazla destek aldı.
1 Haziran’daki protestoya 25.000 kadar katılım var
iken 15 Temmuz’da protestoya 150.000 kadar katılım
vardı ve bu kimi protestolarda 1 Milyona kadar yükseldi. Kimi protestolara onbinlerce katılım varken kimine yüzbinler katılıyordu. Yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi, sadece öğrenciler değildi protestocular!
En önemli noktalardan biri de somut kimi eylemler,
protestolar devlet güçlerince yasaklandığı halde onbinlerce insan sokaklara çıkıyor ve saldırı durumunda kolluk güçleriyle çatışıyordu. Her seferinde onlarca, yüzlerce eylemci gözaltına alınıyordu.
Devlet güçlerinin saldırıları, bu sefer ezilenleri
birleştirme rolünü oynadı. 24 ve 25 Ağustos’ta iki
günlük genel grev ilan edildi. Şili’nin Birleşik Emek
Federasyonu’nun (CUT) çağrısıyla gerçekleşen bu genel greve ülke çapında yüzbinlerce işçi ve emekçinin
katıldığı bilgisi medyaya yansıdı. Bu eylemde hem
değişik dallarda çalışan işçilerin, emekçilerin, hem
de öğrencilerin talepleri ve mücadeleleri içiçe geçti,
birbirinin taleplerine sahip çıkarak birlikte mücadele
verildi.
İki günlük grev sonucunda somut bir şey elde edilmese de, greve çıkan işçiler polisle çatışmış yüzlercesi
gözaltına alınmış olsa da, toplumun ezilen, sömürülen tabakalarının mücadele ortaklığının, birlikteliğinin yaşandığı, devletin kolluk güçleriyle gerektiğinde çatışmaya girildiği bir durum sözkonusuydu.
Eksiklik, gerçekten devrimci temelde ve devrimci bir
siyasetle kitleleri yönlendirip yönetecek bir komünist
önderliğin olmamasıydı, olmamasıdır. Aynı biçimde
kolluk güçlerinin saldırıları sonucu çatışmaya girseler de, protesto eylemlerine önderlik edenler esasta
barışçıl eylem yanlısı siyasete sahipler. Ve bu olgu
mücadelenin ve hareketin en önemli zaaf ve yanlışları
arasındadır. Şili’de kitlelerin önemli kesimi Pinochet
- ALMANYA -
4
Kasım 2011 tarihinde iki Nazi faşistinin
Eisenach’ta, bir banka soygunundan sonra yanan bir karavanda ölü olarak bulunmasıyla gündeme
gelen Nazi cinayetleri ve Nazilerin devlet kurumlarıyla ilişkileri üzerine yürüyen tartışmalar, Almanya’nın
gündemini epeyce işgal etti, ediyor.
Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt faşistlerinin ölümüyle ilgili inandırıcı bir açıklama yok, ortada dolaşan iddialar var! Sözkonusu iddialara göre ölümleri
intiharla gerçekleşmiştir. Bu intiharın bir versiyonu
ise, polislerin yaklaştığını farkettiklerinde Mundlos,
Böhnhardt’ı kafasına kurşun sıkarak öldürdükten
sonra, aynı silahla kendisini vurmuştur. Polisin verdiği bu bilgilerin olayın yaşandığı yerin sakinlerinin
verdiği bilgilerle çelişmektedir. İleri sürülen bir iddia
da, bu faşistlerin karavan yanmadan önce ölmüş olduklarıdır. Ve bu olay sonrasındaki gelişmeler çerçevesinde devletin sorumlu kademelerinin verdiği
bilgilerde, yaptığı açıklamalarda yüzlerce soru yanıt
bekliyor, ama en başta Nazi cinayetleri ve devlet kurumlarının bunlarla ilişkileri üzerine gündeme gelen
tartışmaların çıkış noktası olan bu olayın aydınlatılması gerekiyor. Örneğin eğer intihar etme iddiası
doğruysa, karavanı kim ateşe verdi? Ya da neden intihar etsinler ki? İntihar etmelerinin gerekçesi, açıklaması nedir? vb. vb.
Bu olaya paralel olarak aynı gün Zwickau kentinde,
sonradan ölü bulunan faşistlerle birlikte yaşadığı söylenen kadın faşist Beate Zschäpe, ikamet ettikleri evi,
iddiaya göre belgeleri ortadan kaldırmak için ateşe
vermiş, 8 Kasım’da ise Zschäpe Jena kentinde, avukatı
eşliğinde polise teslim olmuştur. Medyanın spekülasyonuna göre Zschäpe ceza indirimine karşılık konuş-
mak istiyordu! Ama Zschäpe’nin avukatının yaptığı
açıklamaya göre, avukat Zschäpe’ye konuşmaması
gerektiğini önermiş ve buna uygun olarak da Zschäpe
konuşmayacakmış. Medyaya yansıyan haberlere göre
de Zschäpe bugüne kadar konuşmamıştır.
İki faşistin ölüm olayının karanlığına, Nazi çetesinin üçüncü kişisi olarak gösterilen Zschäpe’nin polise
ifade vermediği bilgisi de eklenince, olayın en başında, bunların ne işler çevirdiğinin bilinmesinin herhangi bir inandırıcı açıklamasının olmadığı bir durum var. Bunun açıklanması için, yanan karavanda
Nisan 2007’de Heilbronn’da öldürülen kadın polisin
“hizmet silahı” ve polisin öldürülmesinde kullanılan
silahın “bulunması” ve ardından da Zwickau’da yanan evde, kimi diğer malzemenin yanısıra, “döner
cinayetleri” olarak adlandırılan, gerçekte 8 Türkiye
kökenli ve 1 Yunanistanlı esnafın katledilmesinde
kullanılan “Ceska Typ 83 Kaliber 7,65 Milimetre” tipi
silahın bulunması gerekiyordu!
Bu silahların bulunduğunun ve sözkonusu cinayetlerin Naziler tarafından işlenen seri cinayetler olduğunun ortaya çıktığının kamuoyuna açıklanması ile,
bu konu gündemin önde gelen konuları arasına girdi.
Cinayetlerin suçlusu, katil olarak gösterilen iki faşistin ölmüş olduğu ve Zschäpe’nin de susma hakkını kullandığı bilindiğinde, birdenbire kanmuoyuna
pompalanan açıklamaların, verilen bilgilerin kaynağının kim ve ne olduğu da bugüne kadar yanıt bekleyen sorulardan biridir. Kuşkusuz ki devlet yekilileri tarafından verilen bilgilere şüpheyle yaklaşılması
gerektiği de bilinçlerde tutulmak zorundadır. Emin
olunması gereken esas gerçeklik, Nazilerin arkasındaki gücün şu ya da bu kurumuyla, şu ya da bu bi-
21
adı verildi. Bu adlandırmaların kendisi bile Alman
devletinin, yetkililerinin ve kurumlarının ırkçılığının belgesidir.
Cinayetlere kurban gidenlerin aileleri, yakınları
cinayetlerin “yabancı düşmanı” kesimler tarafından
işlenebileceğine yönelik tavırları Alman polis kurumlarınca hiç dikkate alınmadığı gibi, cinayetlerin suçluları, katiller, kurbanların aileleri, yakınları
arasında arandı. Mafya tipi ilişkiler, borç ödememe,
haraç, kara para aklama, ya da intikam vb. nedenlerle cinayetlerin işlenmiş olabileceği üzerine durdular.
Cinayetlerin kurbanlarının aileleri, yakınları polis
terörüne maruz kaldı. En başından itibaren Alman
Devlet kurumlarının faşist çetelerle ilişkisinin üzerini örtme çabalarına
rağmen, her şey gizlenemiyor! Devletin şu ya da bu kurumunun bir
diğerini suçlaması da, esasında devlet kurumlarının niteliğini ve
faşistlerle ilişkilerinin olduğunu ortaya koyuyor. Devletin faşistlerle
ilişkilerini “haklı” çıkarmaya çalıştığı yollardan biri, haklarında bilgi
alma adına faşist örgütlenmeler içindeki “köstebek”lerdir.
bu olay gündeme getirildi? Kimin, hangi güçlerin
bundan çıkarı var? Devlet daha fazla kontrol ve halka
daha fazla saldırı için mi, özcesi, iç faşistleşmeyi geliştirmek için mi bir kaç faşisti kurban seçti?
Olayın ortaya çıkması ve kamuoyuna yansıtılması
bağlamında yanıtlanmayan ve karanlıkta kalan soruları bir kenara bırakıp, bu konudaki gelişmelere, takınılan tavırlara baktığımızda da, yine yanıtlanması
gereken yüzlerce soruyla karşı karşıya kalıyoruz. Fakat okurlarımızı soru listesiyle fazla uğraştırmamak
için konunun kendisine biraz daha yakından bakalım.
“DÖNER CİNAYETLERİ” YA DA “SOKO
BOSPORUS”...
22
9 Eylül 2000 ile 6 Nisan 2006 tarihleri arasında 8’i
Türkiye kökenli ve 1’i Yunanistanlı olmak üzere 9
esnaf işyerlerinde katledildi. Bunların 2’sinin dönerci
olmasına dayanarak bu cinayetlere “döner cinayetleri” adı verildi. Cinayetlerin araştırılması ve katilin ya
da katillerin bulunması için oluşturulan özel komisyona da “Soko Bosporus” (Boğaziçi Özel Komisyonu)
devletinin “güvenlik” memurları, dikkatleri başka
yöne çevirmiş, kurbanları katil olma ithamıyla suçlamıştır. En basitinde ele alındığında, devletin ırkçılığı,
cinayetlerin ve katillerin açığa çıkarılması işinde kendisini bu biçimde göstermiştir.
Devletin ırkçılığı kendisini 25 Nisan 2007’de öldürülen kadın polisin (Michele Kiesewetter) katilleri bağlamında takınılan tavır ve uygulamalarda da
açıkça göstermiştir. Sonradan ortaya çıkan bilgilere
göre, Alman polisi, Kiesewetter’in öldürülmesi olayı
hakkında bilgi sahibi olmasına rağmen, cinayeti Sinti
ve Roman’lara yüklemiş, katili bulma dosyasına “çingene çevresinde inceleme” adını vermiş ve tabii ki katili Sinti ve Roman’lar arasından çıkarmaya çalışmıştır. Sözde katil kadının fantom resmini yayınlamış
ve bu arada tabii ki bir bütün olarak -hem de sadece Almanya çapında değil, Avrupa çapında- Sinti ve
Roman’lar potansiyel katil olarak hedefe konmuştur.
Almanya’da sayısız Sinti ve Roman polisin terörüne
maruz kalmıştır.
Aynı biçimde 20 Nisan 2000 tarihinde Erfurt’ta Yahudilerin Sinagogu’na yapılan saldırı, devlet yetkili-
lerince “aşırı solcular” yaptı diyerek Hitlerci faşistler
koruma altına alınıyordu.
Devletin ırkçı yaklaşımı, kendisini özellikle ırkçı
temelde gerçekleştirilen cinayetlerin sınıflandırılmasında da göstermiştir. Örneğin 1990’dan bugüne
kadar ırkçı temelde, faşistlerin işlediği cinayetlerin
sayısı, resmi kurumlarca 47 civarında verilmektedir.
Tam olmadığı söylenen ve Amadeo Antonio Vakfı tarafından yayınlanan listeye göre bu sayı 182’dir. Aradaki fark, devletin yetkili kurumlarının, sözkonusu
cinayetleri, “komşu kavgası” vb. kategoriler içinde
sayması ve benzeri tavırlardan kaynaklıdır.
Burada dikkat çektiğimiz noktalar sözkonusu bu
tartışmalarda dile gelenlerdir sadece, faşistlerin tüm
saldırılarının ve devlet yetkililerinin tavırlarının bir
dökümü değildir tabii ki..
Tartışmalarda sorunun 9 esnaf ve 1 polisin öldürülmesiyle sınırlandırılması bile, devlet yetkililerinin
gerçekte sorunun üzerini örtmeye çalıştıklarına işaret etmektedir. Buna rağmen sorulması gereken bir
soru da, büyük bölümü karanlıkta kalsa da bu olayın
neden bugün ortaya serildiği sorusudur.
DEVLETİN NAZİLERLE İÇİÇELİĞİ...
Devlet kurumlarının faşist çetelerle ilişkisinin üzerini örtme çabalarına rağmen, her şey gizlenemiyor!
Devletin şu ya da bu kurumunun bir diğerini suçlaması da, esasında devlet kurumlarının niteliğini
ve faşistlerle ilişkilerinin olduğunu ortaya koyuyor.
Devletin faşistlerle ilişkilerini “haklı” çıkarmaya
çalıştığı yollardan biri, haklarında bilgi alma adına
faşist örgütlenmeler içindeki “köstebek”lerdir. Güya
devletin “güvenlik kurumları” sözkonusu “köstebekler” sayesinde nazilerin ne işler yaptığının bilgisine ve
onları “kontrol” etme imkanına sahip. Gerçekte ise
“köstebekler” üzerinden devlet nazilere destek sunmakta, onların güçlenmesini, örgütlenmesini teşvik
etmektedir.
Güncel gelişmelerle ilgili yürüyen tartışmalarda
kimi kesimler devletin “sağ gözünün kör” olduğunu
dile getirdi. Bu tespit, devletin faşistlere göz yumduğunu ifade etmek için kullanılan iyi niyetli bir tespit
olabilir. Ama gerçekte devletin “sağ gözü kör” değil!
Alman devleti, sözkonusu kurumlarıyla, özellikle de
Anayasayı Koruma Örgütü üzerinden, sadece faşistlere ve onların eylemlerine göz yummamış, bilakis
faşistleri destekleyip güçlendirmiştir, onları korumuştur da.
Alman devletinin kurumlarının faşistleri destek-
leme, koruma vb. edimlerinin medyaya yansıyan
bölümünü ortaya koymak için bile kitaplar yazmak
gerekiyor. Fakat biz makale yazdığımıza göre, kendimizi sınırlamak zorundayız. Bunun için, adı geçen
iki ölü faşist katilin ve onların suç ortakları hakkında
kamuoyuna açıklanan bilgiyi özetlemekle kendimizi
sınırlayarak bir örnek vererek bunu anlatalım.
“Nasyonal Sosyalist Yeraltı” “örgütü”, ya da “üçlü
terör hücresi” vb. adıyla tanıtılan bu iki ölü faşist ve
tutuklu olan Zschäpe’nin faşist örgütlenme içinde
yer aldıkları ve üyesi olarak ilk bomba eylemi gerçekleştirdikleri faşist örgütlenme, “Thüringer Heimatschutz” (Thüringenli Anayurt Koruması) adlı faşist
örgütlenmedir. Bu örgütlenme doğrudan devletin,
somutta da Thüringen Eyaleti Anayasayı Koruma
Örgütü’nün desteklediği “köstebek” ilişkisi temelinde kurulmuştur. “Köstebek”ler çoğunlukla devletin
faşist örgütler içine ajan olarak gönderdiği kişiler
değil, faşist olan ve devletten destek alma temelinde,
yetkililere “bilgi” veren kişilerdir. Kuşkusuz ki sözkonusu edilen bilgiler “köstebeklerin” kendilerine zarar
vermeyecek bilgiler olduğu gibi; devletin resmi temsilcilerinin de aldığı gerçek bilgileri faşistlere karşı
kullanma yerine, onları desteklemek için kullanması
sözkonusudur. Bu arada verilen kimi bilgilere göre
Thüringen Eyaleti Anayasayı Koruma Örgütü’nce,
1994-2000 yılları arasında “köstebeklere”, gerçekte
faşistlere 1,5 Milyon Avro civarında para verilmiştir.
Bu bağlamda, verilen bilgilere göre sözkonusu
tarihlerde Thüringen Eyaleti Anayasayı Koruma
Örgütü’nün şefi olan Helmut Roewer’in kendisi de
Nazi’dir. Devrimcileri, solcuları tehdit olarak gösterip hedefe koyarken sağcıları, faşistleri “tehlikesiz”
kategorisinde göstermiştir ve açıkça Nasyonal Sosyalizmin, yani Hitler faşizminin “iyi ve kötü yanları”
olduğunu savunmuştur. Roewer açık faşist tavırlarına
rağmen görevine devam etti. 2000 yılında ise görevden alındı.
Bu olguların dışında, doğrudan sözkonusu edilen
iki ölü faşistle tutuklu Zschäpe’nin 1990’lı yılların
sonlarından bugüne kadarki biyografileri hakkında
yazılanlar, hem Anayasayı Koruma Teşkilatı, hem
Federal Kriminal Dairesi ve hem de polis kurumu ve
yargının, sadece faşist çetelerin ne yaptığını bilmediği, bilakis değişik biçimlerde doğrudan desteklediğini, devlet kurumlarıyla faşist çetelerin içiçe olduğunu
göstermektedir.
Bu olgu özellikle de Anayasayı Koruma Teşkilatı
ile Federal Kriminal Dairesi’nin –genelde ama Batı
panorama
panorama
çimiyle Alman devletinin bizzat kendisi olduğu gerçeğidir.
Eğer sözkonusu silahlar belge olarak kabul ediliyorsa, o zaman neden Zschäpe’nin de ikamet ettiği
ve yaktığı evde bulunan silah, Zschäpe’nin cinayetleri işlediğine kanıt olarak kabul edilmiyor da, “belge
olmadığı için” Zschäpe hakkında cinayet davası bile
açılamayacağı yönündeki bilgiler kamuoyuna yansıtılıyor? Yine yanıt bekleyen bir soru! Mesele esasında
cinayetleri ölmüş, öldürülmüş olan iki faşiste yüklemek ve devletin cinayetlerdeki gerçek rolünün üzerinin örtülmesi meselesidir. Buradan da hemen cevap
bekleyen soru ortaya çıkıyor! Üzeri örtülecekse neden
23
DEVLET YETKİLİLERİNİN TAVIRLARI
24
Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Parlamentosu vb.
vb.başta olmak üzere, siyasi parti temsilcilerinin takındığı tavırlar, görünüşte “aşırı sağa”, “yabancı düşmanlığına” karşı olan tavırlardı. Hatta Almanya Parlamentosu, parlamentoda olan tüm partilerin ortak
noktada birleşip tavır takındığı bir duruma şahitlik
yaptı. Alman devleti adına “derin bir utanç” duyduklarını açıklayıp kurbanların ailelerinden “özür”
dilediler! Devlet adına Başbakan Merkel olayı “aydınlatacaklarına” dair söz verdi! Cumhurbaşkanı Wulff
faşistlerin cinayetlerine kurban gidenlerin ailelerini
Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na davet ederek, ailelerle
tek tek sohbet edip ilgilendi... Tüm seyahat giderlerini karşıladı! Mecliste anma töreni planlandı... Hatta
cinayet kurbanları yakınlarına 10 bin Avro tazminat
ödeme önerileri bile hükümet yetkililerince gündeme
getirildi.
Tüm bu tavırlar içinde belirleyici olan yaklaşım,
“devlete güvenilmesi” gerektiği ve Alman devletinin
“dışarıya karşı” imajının iyi gösterilmesine yönelik
tavırlardı. Kuşkusuz bu tavırlar nazi çetelerinin devletle içiçeliğinin üzerini örtme çabalarıyla tamamlanıyordu.
Örneğin Alman Parlamentosu: “Utanç duyuyoruz.
Federal ve eyaletlerde bu ülkenin güvenlik kurumlarının yıllardır planlı bir şekilde gerçekleştirilen bu
cinayetleri ortaya çıkaramamasından ve engelleyememesinden utanç duyuyor ve özür diliyoruz.” (Hürriyet, 23 Kasım 2011) dediklerinde yalan söylüyor,
sahtekarlık yapıyorlar! Meselenin kendisi, güvenlik
kurumlarının yeteneksizliği değildir! Gerçek durum
devlet kurumları bu cinayetleri ne engellemek istemiştir, ne de işlendikten sonra gerçekten ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Eğer ciddi olarak utanç duyulacaksa, o zaman, devletin faşistleri desteklemesinden,
teşvik etmesinden ve sözkonusu cinayetlere ortaklık
etmesinden utanmalıdırlar! En çok utanmaları gereken nokta ise sahtekarlık yapmalarıdır.
Bunun yanısıra Parlamentodaki ortak açıklamada:
“Hukuk devletinin tüm imkanlarını seferber ederek,
kararlı bir biçimde üzerine giderek bu olayların ve
perde arkasının tüm çıplaklığıyla aydınlatılmasını
istiyoruz.” (aynı yerden) dediklerinde de yalan söylüyorlar! Mecliste olayları soruşturma komiyonu kurma önerisi bile reddedilmektedir. Ayrıca bir nefeste,
aydınlatılma görevi başkalarının üzerine atılmakta,
kendilerinin sorumluluklarını hasıraltı etmektedirler. Hukuk devleti denen devletin kurumlarının kendi
hukukuna uygun olarak faşistleri desteklediği gerçeği de bu arada gizlenmektedir. “Köstebekler” aracılığıyla bu devlet, resmen kendi hukukuna dayanarak
faşistleri desteklemiş, desteklemektedir. Bu olgu bile
perde arkasının tüm çıplaklığıyla aydınlatılmasının
önünde engeldir. Bunun gibi Parlamento Kontrol
Kurulu’nun toplantılarına katılan milletvekillerinin,
sözkonusu bilgiler hakkında susma yükümlülüğü ile
de, olayın aydınlatılmasının yasayla da dıştalandığı,
engellendiği bir durum sözkonusudur.
Devlet yetkililerinin açıklamalarında, devlet kurumlarının sorumluluğunu gizleme, inkar etme tavrının yanısıra öne çıkan tavırlar, şu ya da bu görevlinin, ya da nadiren kurumun “ihmali” sözkonusu
edilmektedir. “Aydınlatılmak” istenen şeyin başında
da sözkonusu olabilecek “ihmallerin” ortaya çıkarılması gelmektedir.
Burada Almanya’dan Türkiye’ye geçip Hrant Dink
cinayetinde olduğu gibi, devletin tavrının en iyi halde “ihmalden” sözetmesi bağlamındaki benzerliğe
dikkat çekmek gerekiyor. Gerçekte ise ne Hrant Dink
cinayetinde, ne de Almanya’daki Nazi cinayetlerinde
devlet yetklilerinin, kurumların ihmali değil, iştirakı
sözkonusudur.
Devlet yetkililerinin ve hükümet partilerinin temsilcilerinin tavırlarının hepsi de –kimi bu nasıl olur,
bir türlü inanamıyorum vb. tavrını takınsa da- devleti ve kurumlarını temize çıkarma, devletin kurumlarının faşistlerle içiçeliğinin üzerini örtme ve ortaya
çıkan gerçekleri de kimi devlet çalışanlarının “hatası”
ya da “ihmali” olarak gösterme yönlü tavırlar olmuştur. Örneğin İçişleri Bakanı Hans-Peter Friedrich bu
konuda tavır takındığı bir konuşmasında: “Biri veya
birileri bunun hesabını vermek zorunda. Bu süreçte,
yapısal olarak ne türlü yanlışlıklar yapılmış bunları
da göreceğiz ve bundan da sonuç çıkartacağız. Görü-
nen o ki; organizasyon tahmin edilenden daha büyük
ve daha tehlikeli.” (Hürriyet, 21 Kasım 2011)
Alman İçişleri Bakanı bu tavrıyla aslında iki sorunu
dile getirmektedir. Biri, devletin yetkili ağzıyla faşist
örgütlenmenin kendilerinin tahmininden daha büyük ve tehlikeli olduğunu teslim ediyor... gibi görünüyor! Ama sahtekarlık yapıyor. Örneğin bahsettiği
örgütlenme genelde faşistlerin örgütlenmesi değil,
cinayetlerle gündeme gelen “üçlü” faşist ve kimi –
şimdilik dört kişi destekleyici olarak gözaltındadırdestekleyicileri sözkonusudur. Bu konuda ne kendisinin, ne de devletin başka kurumlarının herhangi
bir tahmini yoktur ki, tahmini yanlış çıksın. İkincisi
ise, olayların perde arkasını ortaya çıkarma yerine,
yapısal hatalardan sonuç çıkarcaklarını anlatmaktadır. Çıkardığı sonuçta ortadadır: daha çok kontrol ve
önlemler...
Bakan Friedrich, Hürriyet gazetesi Berlin temsilcisi
Ahmet Küllahçı’ya: “... Geçen haftanın ortalarına kadar Alman güvenlik birimleri, Almanya’da aşırı sağcı
terör yapılanması hakkında bilgi sahibi değildi. Aşırı
sağcı çevrelerin eylem planladığı yönünde de işaretler yoktu.” (Hürriyet, 24 kasım 2011) açıklamasını
yaparak yalanlarına açıkça devam etmektedir. Bakan
Friedrich medyaya yansıyan bilgilerin bile, Alman
güvenlik birimlerinin bu konuda sadece bilgi sahibi
olmadığını, bunun da ötesinde işin içinde olduğunu
gösterdiği gerçeğinin bile üzerini örtmeye çalışmaktadır.
Bakan Friedrich’in tavırlarında öne çıkan genel
yaklaşım ise, İçişleri Bakanı olarak cinayetlerin perde arkasını açığa çıkarma, sorumlu ve suçluları yargı önüne çıkarma yerine, gündeme yeni “önlemler”
getirmesi oldu. Bu tartışmanın gündeme gelmesiyle
birlikte İçişleri Bakanı’nın takındığı tavır ve önerdiği
önlemler paketi, doğal olarak ortaya yeni sorular çıkarıyor. Paketin kendisi, “aşırı sağcılara” karşı önlemler gibi gösterilse de, gerçekte devletin, iç faşistleşmede atmış olduğu adımlara bir yenisi daha eklenmiştir.
“İslami teröre karşı” 2001 yılından sonra oluşturulan
kontrol ve takibat merkezi genişletilmektedir. Örneğin “Aşırı Sağa Karşı Savunma Merkezi”nin kurulması, gerçekte kendileri ırkçılıkla yoğrulmuş devlet
kurumları çalışanlarının “aşırı sağa” karşı mücadele
edeceğine inanmak, domuzun kanatlanıp kuş gibi ülkeden ülkeye uçacağına inanmak kadar abestir.
Ama bunun yerine pakette yer alan internet trafiğinin daha sıkı kontrol edilmesi, bilgi depolama vb.
işi zaten yapılıyorken, daha da fazla kontrol edilecek
anlamına geliyor. Bu da genelde devlete muhaliflere
karşı olan kesime, en çok da solculara, devrimcilere
karşı alınan bir önlemdir.
Devlet denetimli, teşvik ve destekli Nazi cinayetlerinin ve tartışmalarda gündeme gelen soru ve sorunların azıcık da olsa belge ve hikayeleriyle dile getirilebilmesi için ne yazık ki bir makale yetmiyor. Burada
sadece kimi noktalara dikkat çekerek, Alman emperyalist devletinin Nazi çeteleriyle içiçeliğine, faşizm
tehlikesinin esasında devlet kaynaklı olduğuna işaret
ederek faşizme karşı mücadelenin sistemin, devletin
kendisine karşı verilmesi gerektiğine vurgu yapmaya
çalıştık.
Tartışmalarda sorunun NPD’nin (faşist parti) yasaklanması meselesine yoğunlaştırılması da, gerçeklerin gün yüzüne çıkarılmayacağının bir işaretidir.
Çünkü devletin faşistlerle, faşist örgütlenmelerle
ilişkisi, sadece NPD içindeki “köstebeklerle” ilişki
değildir. Ayrıca NPD somutunda sadece bir parti değil, tüm faşist örgütlenmelerin yasaklanması gerekir... İyi de, burjuvazinin, işçi sınıfının mücadelesine karşı, devrimcilerin, komünistlerin mücadelesine
karşı, kendi sistemini ayakta tutabilmek için ihtiyaç
duyduğunda kullanabileceği “sivil” faşistlerin örgütlenmelerini neden yasaklasın ki? Hem de işçilerin,
emekçilerin sınıf hareketinin güçlü olmadığı, kelimenin gerçek anlamında dibe vurduğu bir ortamda mı
yapacak bunu? Bu bağlamda faşizme, sisteme karşı
mücadelede bilinç yaratmak için, mücadele, tüm faşist örgütlerin yasaklanması talebi temelinde verilmelidir.
Kimi burjuva medya temsilcilerinin Almanya’da
yaşanan bu olayı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki
en büyük güvenlik örgütü skandalı vb. tanımlamaları da esasında kapitalist sistemin temize çıkarılması
çabasından başka bir şey değildir. Faşizm emperyalist-kapitalist sistemin ürünü, burjuvazinin yönetim
biçimlerinden biridir. Burjuva devletin gerek duyduğunda faşist çeteleri desteklemesi, örgütlemesi sistemin gereğidir, özüne uygundur, skandal falan değildir. Egemenler için esas istenmeyen ve skandal olarak
görülen şey, halktan gizlemeye çalıştıkları edimlerinin, maskeli yüzlerinin açığa çıkmasıdır!
Demokratların, devrimcilerin ve sınıf bilinçli işçilerin görevlerinden biri de, bunların maskelerini
tümüyle yırtıp gerçek yüzlerini işçilere, emekçilere
göstermektir.
23 Aralık 2011 ✓
panorama
panorama
Alman devletinin- İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki
yapılanmalarına uygun, onlara yakışan bir gerçekliktir! Federal Alman Cumhuriyeti’nin tüm devlet
kurumları, esas olarak Hitler faşizmi döneminde yönetimde ve kurumlarda önemli rollere sahip faşistler
tarafından oluşturulmuştur. Savaş sonrası dönemde
yeni kılıflara bürünüp kendilerini gizlemeye çalışsalar da, Nazizm ideolojisi ve uygulayıcıları devlet kademelerinin hemen her basamağında varlığını koruyordu. Anayasayı Koruma Örgütü’nün ya da devletin
başka kurumunun faşistleri desteklemesi bizim için
şaşırtıcı bir olay değildir.
25
AVUSTURYA
(Aşağıda Avusturya’da bu yılki Toplu İş Sözleşmeleri, somut olarak Metal İş Kolundaki
TİS konusunda Komünist Aksiyon /ML örgütünün yayın organında yayınlanmış olan
bir yazıyı yayınlıyoruz.
Yazı Avusturya’daki “sınıf barışı” “sınıf ortaklığı” sisteminin nasıl işlediğini görmek
açısından önemli bilgilerle ve derslerle dolu.)
12. 10. 2011 Çarşamba
A
26
vusturya metal endüstrisinde 172.000 çalışan
(% 85 i erkek, %15 i kadın) vardır. Bu sanayi
yüzde 42’lik bir payla tüm mamul madde endüstrisi içinde en büyük endüstri dalıdır. Bu dalda her
biri binden fazla insan çalıştıran 16 işletme vardır.
Çalışanların sayısı bakımından en büyük Avusturya metal sanayi işletmeleri Voestalpine Stahl (Çelik),
MAGNA STEYR Fahrzeugtechnik (motorlu araç tekniği), MAN Nutzfahrzeuge Österreich(taşıt araçları),
Julius Blum, BMW Motoren, Engel Austria, Böhler
Edelstahl, Siemens Transportation Systems ve General Motors Powertrain’dir. Her sonbahar metal
çalışanlarının metal patronlarıyla ücret pazarlık gö-
rüşmeleri gerçekleşmektedir. Bu pazarlık görüşmeleri, genelde “sosyal ortaklar” (sendika, sanayiciler
derneği, iktisat ve işçi odaları temsilcileri) arasındaki
görüşmelerin başlangıcını oluşturmaktadır. Bu görüşmelerin sonucu diğer branşlar toplu iş sözleşmesi pazarlık görüşmeleri için yönlendirici hat olarak
kabul edilmektedir. Metal çalışanları bu pazarlığı
iyi bir sonuçla bitirirse, bu halde diğer branşlar elleri güçlenmiş bir şekilde pazarlıklara gitmektedir.
Bu, işçilerin mücadele gücüne değil, bilakis kapitalistlerin iyi niyetine bağlı bir Avusturya geleneğidir.
Son olarak Kasım 2010 da pazarlıklar sonucu metal
dalında çalışanlar için % 2, 2 ve % 2,5 ücret zam-
Toplu iş sözleşmesi uğruna başarısızlığa uğrayan iki
pazarlık turundan sonra Avusturya metal işletmelerinde uyarı grevleri. Sendikalar (PRO-GE Metal
Sendikası ve Özel Hizmetliler Sendikası GPA) % 5,5
(1) ücret zammı talep etti; ama işveren tarafı sadece
yüzde 3,65 zam ve artı bir kereye mahsus 200.- avro
tutarında ödeme önerdi. Metal dalı pazarlıklarında
yaklaşık 165.000 çalışan vardır ve yaklaşık 150 mücadele şirket mücadele önlemleri kapsamındadır.
İşverenin kendiliğinden vermeye hazır olduğu miktarın, metal branşındaki bir çalışana ortalama sadece
hemen hemen net 40.- Avroluk (2) bir zam getireceğini (asgari ücret metal dalında ayda brüt 1515.- Avro
tutmaktadır) sendikanın pazarlıkları yürüten temsilcileri ilan ettiler. Sendikaların düşmanca niyetlerin
açığa çıkarılması halinde reddedilmek durumunda
olabilecek toplam miktarı tek tek emekçilere taksim
ederek hesap yapması ilginçtir. Sendikalar nihayetinde artık kendi taleplerini, yani bu kez örneğin yüzde
5,5 u tek tek emekçilere bölüştürüp ve bunu sonra da
paylaştırmak isteseler, doğal olarak çok daha ilginç ve
iyi olurdu. Bu halde o zaman metal dalında çalışan
her emekçi başına her halükârda yaklaşık 60. – Avro
(3) düşmesi zorunlu olurdu. Oysa sendikalar böyle
davranmıyorlar. Böylece bu sendikalar metal işçileri
içerisindeki konum farklılıklarının azaltılması olanağını yitiriyorlar. Kendilerini metal işçilerinin tüm
mesleki konumlarını,bu konumları olduğu gibi koruyarak temsil eden merciler olarak, yeniden üretiyorlar. Yüzde orantısının (% 5,5) eşitliği yalnızca göreceli bir temsil eşitliği sağlamaktadır: Her kim daha az
kazanıyorsa, o sendikalar tarafından mutlak olarak
daha az temsil edilmekte ve tersine iyi bir kazanca sahip olan mutlak olarak daha iyi temsil edilmektedir.
Burada gerçekte söz konusu olan evet bir türlü temsil
etmektir, fakat bu temsil etmede dayanışma, dayanışmayı geliştirme düşüncesi yoktur. Herkes için % 5,5
üzerine anlaşmak hiç de dayanışmacı değildir; Fakat
tabii bunun savunulması daha basit,daha kolaydır.
Metal branşında çalışanlar, herkese mutlak sayılarda
aynı ücret zammını mücadele ederek almaları üzerine anlaşabilselerdi, elbette böylesi dayanışmacı olurdu. Bu halde düşük gelire sahip kesimler çok daha iyi
ve güvenli bir biçimde grev mücadeleleri yürütürlerdi. Daha yüksekçe gelire sahip kesimler elbette, bu
halde önceden hesaplanan yüzde 5,5 un kendi somutlarında enflasyon oranını karşılamaktan çok uzak olduğunu fark edeceklerdi; bu gerçek soruna dayanışmacı bir şekilde yaklaşılması halinde hiç de önemsiz
olmayan bir kavrama kazancı elde ederlerdi: Yüzde
5,5 bile çok azdır. Hiçbir şeyi; nasıl bölerseniz bölün,
sonuç yine hiçbir şey olur ! Yüzde 5,5 ile asılnda biraz yüksekçe gelir kesimlerinde gerçek bir ücret kaybı
söz konusudur; düşük gelir kesimlerinde ise hiçbir
şey kazanç söz konusu değildir. Enflasyondan arınmış olsa bile yoksulluk, yoksulluk olarak kalır.
Fazla değil bir ay az önce, birinci pazarlık turunda,
% 5,5 un çok altında yüzde 3-lük ücret zammını önermiş olan işverenler, bir ay sonra kurnaz bir taktikle kendilerinin sözde kademeli planını önerdiler: Bu
planın öngördüğü şuydu : Herkese bir kereye mahsus
200.- Avro ; artı düşük gelir kesimleri için yüzde3,8,
orta gelirliler için yüzde 3,6 ve yüksek gelirliler için
yüzde 3,4 ücret zammı . Böylece düşük kazançlılar bir
sefere mahsus ödemeyle birlikte yüzde 4,37 bir ücret
zammına ulaşmış olacaklardı. Ama şimdi sendikaların ilan edilen hiç de beklenmeyen “sağlam duruşu”
geldi : “Yüzde 4,5 un altındaki hiçbir öneri kabul edilemezdir.” Ne var ki o zaman düşük kazançlılar için
işverenler ile sendika arasındaki farklılık - % 0,13
güncel
güncel
Toplu İş Sözleşmesi –
Bir Performans
mı (gerçek ücret / TİS-ücreti) elde edildi. 17 saat süren görüşmelerde pazarlık konusu olan sendikaların
çalışma zamanının kısaltılması talebi “karşı” taraf
tarafından reddedildi: Çalışma zamanının kısaltılması ancak çalışma zamanının esnekleştirilmesi ile
birlikte pazarlık edilebilirdi. Bu sonuç tüm taraflar
tarafından hakça uzlaşma olarak sunuldu. Bu arada
Ekim 2011 de bugünlerdeki (yani bu yılki) enflasyon
oranının daha yüksekçe olduğu çoktan ortaya çıktı;
yani metal emekçileri sadece moral bakımından değil, aynı zamanda parasal olarak da kaybettiler. Akabinde daha sonra 2010 Kasım sonunda ticaret dalında toplu iş sözleşmeleri pazarlıkları sonuçlandırıldı;
bunun 450.000 çalışan için anlamı şuydu: 1.500 Avro
brüte kadar aylık kazancı olan hizmetliler maaşlarına yüzde 2,3 zam aldılar. Tüm bunlar haftada 40 saat
çalışma koşullarında. Viyana’da söylendiği gibi: Güzel bir ceset! Bu arkadaşların bölünmüş mesai saatleri
olduğu düşünüldüğünde: Yani bu arkadaşlar saat 6 ile
20 arasında iki kez, hatta bazen üç kez işyerine gelmek zorundadırlar. Onların bu arada gerçekte hiçbir
şey yapamayacakları iş molaları vardır. Çocuklarına
bakmada zorlanmaktadırlar. Ellerine geçen gelirleri
ile gerçekten geçimlerini temin edebilecekleri tam zaman mesaisinde çalışan neredeyse kimse yoktur. Bu
insanların büyükçe kesimi kadınlardır.
27
ten deklare ettikleri yüzde 4,5 hedefine doğru hareket
edeceklerdir. Sendikalara epeyi gürültü-patırtı çıkarmaktan ve gösterişte çalışma mücadelesi yürütmekte
görünmekten başka hiçbir şey yapmak kalmamaktadır. Ancak sonunda görülecektir ki, Avusturya sınıf
mücadelesinin bugününde birçokları için sorun
yüzde 0,13 tür.
Biz Komak – ml olarak tabii yanılmamızı umuyoruz, ama buna inanmıyoruz.
13.10. 2011 Perşembe
Bir dahaki Çarşamba günü , 19. 10. 2011 de ticaret
dalında yaklaşık 450.000 çalışan için toplu iş sözleşmesi müzakereleri başlayacak. İktisat Odası cephesinden daha şimdiden ticarette işlerin ne yazık ki
yokuş aşağı gittiği açıklamaları geliyor. ‘Geçen yılın
ciro hacimlerine yeniden erişilip erişilemeyeceği bile
henüz bilinemiyor diye yakınılıyor. Kendi kendilerini ve kamuoyunu pazarlıklara işte böyle hazırlıyorlar. Özel Hizmetliler Sendikası (GPA-djp) geçen yıl
mücadele ile elde edilen 1300.- Avro asgari maaş ile
yetinmek istemiyor. Aslında geçen yıl ticaret dalında
cirolar artmıştır. Sendikaya göre bu yıl da her şeyden önce düşük gelirli kesim için yine makul (artık
makulden ne anlaşılıyorsa !) maaş zamları olmalıdır.
Bu konuda metal çalışanları ölçekleri belirliyorlar ve
şimdiden cesaret veriyorlar. Ticaret dalındaki kadın
ücretleri özellikle göz önünde bulunacaktır. Kadınlar
bu branştaki çalışanların yüzde 60’ını oluşturuyorlar
ve mali bakımından haksızlığa uğramaktadırlar. Sendika güya bu konuya ağırlık vereceğini ve kadınların
eşit haklara kavuşması için özel müzakere turları isteyeceğini açıklamaktadır. Kadın maaşlarının gerilerde kalış farkı büyüktür. Tam da bu nedenle asgari
maaşı arttırmak ve bu asgari maaşın biraz üstündeki
gelirleri öncelikle yükseltmek gereklidir.
14. 10. 2011 Cuma
“Hava bomba gibidir”, işletmede çalışanların desteği
büyüktür, görüşündedir işyeri temsilcisi Hans-Karl
Schaller. Eğer anlaşma olmazsa, “her şey altüst olur”.
PRO-GE Yukarı Avusturya Metal Sendikası ve daha
bugünden yüksek fırınların çalışmasının durdurulması beklenen Voestalpine İşyeri Temsilciliği başkanı
böyle konuşuyor. Her iki Avusturya sendikası PROGE ve GPA tarafından önceleri 17. 10. 2011 Pazartesi
günü için sözde tam grev olasılığı tehdidini savurmuşlardı; şimdi tek tek işletmeler için bu önlem bugüne alındı. Sabah 6.00 dan itibaren Voestalpine’nin
Linz fabrika girişi bloke edildi. Cumartesi saat 6.00
ya kadar grev yapılacak, işverenlere bir düşünce molası vermek üzere grev hafta sonu durdurulacak. Aynı
zamanda bunun acayip bir gerekçelendirmesi olması bir yana, Voestalpine’deki arkadaşların şöyle çok
abartılı bir şekilde ünvanlandırılması ve övülmesi de
gariptir. Schaller: “Fabrika kahramanları şahane bir
iş yapıyorlar ve yüzde üç ile atlatılmak istemiyorlar.”
Herhalde bu övgü, sendikalar yüzde 5,5 in arkasından sadece yüzde 4,5 a fit olunacağının sinyalini verirken, işveren tarafının teklifini yüzde 3 den yüzde
3,65 e çıkarması konusu hakkındaki gerçeği gizlemek
içindir. İşverenler pazartesi gününe kadar önerilerini
değiştirmezlerse, bu halde süresiz grevler öngörülüyor. Sendika müzakerecisi Rainer Wimmer’e göre bir
sefere mahsus ödemelerle de yetinilmeyecektir. “ Bir
sefere mahsus ödemeler etkili değildir, bunlar hoştur,
okey ama öneri değildir.” Her halükârda metal işletmeleri son on altı ay içinde büyük kârlar elde ettiler
ve hatta kârların yüzde 90’nını temettü olarak dağıttılar. Bu, sendikalara emekçilerin de pastadan biraz
pay alması gerektiği kanaatini veriyor. Aslında sendikaların emekçilerin haklarını hesap eden bir kuralı
vardır. Taleplerinde temel aldıkları Benya-Formülü
(4) denir buna. Bu formül şöyledir: Ücret zammı
= Enflasyon zammı + üretkenlik artışı. Bu formül
doğal olarak çok muğlak ve özensizdir; “=” gerçekte eşittir değildir ve “+” da hakikaten artı anlamına
gelmez. Ve tüm faktörler iniş-çıkışlıdır; durmaksızın
hareket halindedirler. Müzakere pozisyonu ne kadar
güçlüdür? Bu formülün “başka bir sayıya toplanacak
olan sayıları” işletmeler ve branşlar üstü kapsamında
mıdır veya bir ülkenin bütün ekonomisini mi içermektedir? Bu sayılar geçmiş ile mi, şimdiki zaman ile
mi, yoksa gelecek ile mi ilgilidir? vs. Sendikalar geçen
yılın müzakere sonuçlarına dayanıyorlar ve enflasyonun geçen sene elde edilen ücret zammından çok
daha yüksek olduğunu tespit ediyorlar. Yani geçen
yıl daha baştan mücadele ile alınmayan ekonomik
gelişme, şimdi talep edilmelidir. Sendikalar şirketlerin zaten geçen yıl hesaplarına yazılan kârlarındaki
ekstra (“artı”) ya dikkat çekiyorlar. İşveren tarafı ise
güçlü bir konjonktür kırılmasının beklendiği yılın
son çeyreği için beklenen puslu ekonomik bir tahmin
öngörüsüne dikkat çekiyor. (5) Şimdi bu ise sendikaları bu yılki ücret pazarlık turlarını sadece hızlı bir
şekilde sonlandırmaya değil, aynı zamanda kendi
taleplerine belirleyici baskıyı sağlamak için hızlı hareket etmeye zorlamaktadır. Kehanette bulunulan
bu ekonomik durumda, işçilerin kararlılığı işveren
tarafının cesaret kırıcı fısıldamaları ile kırılabilir.
İşverenler nihayetinde ufuktaki patlak vermek üzere
olan kötü sipariş durumunda her zaman işyeri kaybı ile tehdit ediyorlar. Konjonktürel gelişme ile güya
işyeri güvencesi arasında tabii ki bir bağlantı vardır;
oysa iflas ve fabrikayı başka bölgeye taşıma tehdidi ile
sermaye bunu başa gelecek akıbeti haber veren uyarı derecesine yükseltmektedir. Bu arada işçiler zaten
sosyal ortaklıkçı Benya-Formülü ile sermayenin oyununa gelmişlerdir ve sendikalar gittikçe daha fazla
tuzaklar kurmaktadırlar. Çünkü bu formül sadece
bütün yönleriyle muğlak olmakla kalmamakta, aynı
zamanda işçiler için enflasyon ve üretkenlik ile birlikte önemli üçüncü bir unsuru hiç göz önünde bulundurmamaktadır: Artı değer. Aslında emekçilerin,
artı değerin bir bölümünü patrondan koparmak veya
imal edilen ürünün ancak daha az bir parçasını kendisinden almasından, yani sömürü derecesinin azalmasından nesnel çıkarı vardır. Bu, bütünüyle göz ardı
edilmektedir.
güncel
güncel
28
yani yaklaşık olarak 1,50 avro – oluyordu. Patronlarla sendikaların önerisi arasında düşük ücretliler için
öneriler arasındaki fark neredeyse hiç idi. Bu durumda Sendikalar hangi sınıfın temsilcisi olarak hareket
ediyordu. Patronlar ve işçiler dışında bir üçüncü sınıf
konumu mu söz konusu idi acaba? Ücret pazarlık turunda şimdi sendika sıfıra sıfır elde var sıfır oyunu
bu üçüncü sınıf konumu temelinde mi yürütecekti?
Buna karşın: Andritz, AVL List, Bosch, BRP Powertrain, GE Janbacher, General Motors, MAN/Steyr,
Miba, Montanwerke, Multivac, Schmitter, Spinger,
Thöne, Tyrolit ve Voestalpine işletmelerinde ilk kez
işletme toplantıları ve/veya uyarı grevleri var. Eğer
yanıltıcı değilse, bu sadece sıcak bir sonbaharın ön
habercisi olabilir. Bizzat sendikalar için de örnek alınabilecek bir deneyimdir. Çünkü emekçilerin çıkarlarının kurumsallaşmış temsilciliği- ve bunu hipotez
olarak şimdilik bir kez varsayarsak - radikal olmak
isterse, bu radikalliği nereden alacağını gerçekten
henüz hiç bilmemektedir. Yıllardır mücadelecilikleri kızağa çekilmiş olan işçiler gerçekten de harekete
geçecekler mi? Avusturya’da durum uyarı grevleri
ile ilgili olarak da böyledir. Bu uyarı grevleri bugün
sadece bir tehditten ibaret değildir: “Biz bu konuda
ciddiyiz. Bu uyarı grevleri aynı zamanda yönelim yaratmalıdır” diyenler açısından onlar bu konuda ne
kadar ciddidir?
Söylendiği gibi, son on iki ayda patronlar aşırı yüksek kârlar elde ettiler. Sendikalar bu temelde
% 5,5 zam talebi ile çıktılar yola. Bu % 5,5 luk talebi
çok önceden ve gürültülü bir şekilde propagandayla metal sanayisinin menajer ofislerinde yüzde 5’lik
ortalama ücret artışını göstererek de dillendirdiler.
Fakat ciddi pazarlık başlayınca “ yüzde 4,5 ve tek cent
bile azı değil” demeyebaşladılar. Diğer taraftan güya
hiç de geri adım atılmak istenmiyor ve bugünlerde
yoğun bir şekilde grev ile tehdit ediliyor. Bu arada
işverenler “dehşet” içinde kaldılar. Onlar kötü konjonktürel beklentilere dikkate çekiyorlar ve bazı işletmelerin yüksek personel giderleri nedeniyle artık yatırım yapamamalarından yakınıyorlar. Sendikaların
müzakerelerde hiç kolaylık göstermediği konusunda
şikâyetleniyor ve sendikalar tarafından görüşmelerin
erken kesilmesinden yakınıyorlar. Patronlar sendikalardan devlet çıkarlarına uygun bir tavır bekliyorlar ve bunu kesinlikle alacaklar. Herhalde bundan
önce şaşalı bir grev ve yürüyüş şovu sahnelenecektir.
Sonunda işveren bu müzakere turunda ipi göğüsleyecektir; buna karşın sendikalar sonra kendilerinin za-
15. 10. 2011 Cumartesi
Bugün Oberösterreichische Nachrichten gazetesinde bir kez daha enflasyon hakkında bir haber var.
Buna göre geçen yıla oranla Eylül ayında enflasyonun
yüzde 3,6, Temmuz ve Ağustos aylarında yüzde 3,5
olduğu bildiriliyor. Buna göre kiralar yüzde 0,1 düşmesine karşın, konutlarda ikamet yüzde 5 artmış.
Zamlarda, her şeyden önce petrol ürünleriyle başı
yüzde 5,9 ile ulaşım kalemi çekiyor; oysa telekomünikasyon yüzde 0,16 ile ucuzlamış. (Geleceğin Steve
Jobs’ları fiyakalı Beamer’ler ile pazara hücum edecekler.) 27 AB-devletlerinde son ay içerisinde enflasyon yüzde 2,9 dan yüzde 3,3 e tırmandı. Sözü geçen
bu Yukarı Avusturya gazetesi bu konuda haber veriyor ve İşçi Odaları Başkanı Tumpel’den alıntı yapıyor: “Masraflar insanların yetişemeyeceği bir şekilde
almış başını gidiyor.” İşçi Odası Başkanından sonra
dosdoğru bugünlerde her şeye hâkim olan konuya,
yürümekte olan ücret pazarlıkları turlarına geliyor.
Şöyle ki: “Yükselmekte olan enflasyon, ücretlerine
yüzde 5,5 zam talep eden metal çalışanlarının işine
geliyor.” Vay canına! Metal işçileri, ellerinde kalanları
da daha hızlı bir şekilde kaybetmemekten başka bir
şey istemiyorlar. Bu Oberösterreichische Nachrichten
gazetesi bir istisna değildir, sınıf mücadelesine çamur
atmak söz konu olduğunda onlar yalnız değildirler.
Burada bir yanlış ifade etme ile karşı karşıya değiliz.
29
değildir. Yani metalcilerin ücret pazarlık turları genel
bir merakla izlenmektedir. Aslında şimdiden gerçekleşen ve beklenen enflasyon nedeniyle yüzde 5,5-luk
bir zam hiç de yağlı-ballı bir sonuç olmaz. Bir yandan
açılan gelir gediğini biraz kapatmaya, diğer yandan
ise ileriye dönük olarak daha iyi önlem almaya yarar.
Sonucun ilk talep edilenin daha altında çıkacağı pazarlıklarda her zaman hesaba katılmalıdır. Gerçekte
ise sadece yüzde oranları üzerinde pazarlık edilmemektedir. (6) Görüldüğü üzere ücret zamlarının çeşitli gelir kademelerine göre bölüştürülmesi uğruna
kapışılmaktadır; aynı zamanda çalışma koşulları,
boş zaman ve emeklilik düzenlemeleri uğruna pazarlıklar yürütülmekte ve sendikaların hedefinde
bir de ayrıca işyeri güvencesi vardır. Doğal olarak bu
hedefler birbirleriyle çelişebilir. O zaman müzakerelerin sancılı ve beceriksizce yürütülmesi tehlikesi
tabii ki çok büyüktür ve patronlar tavizlerini daha
pahalıya satarlar. Kural olarak taban ne kadar güçlüyse, sendika müzakerecilerinin konumu da o kadar
kuvvetlidir. Ama poker kumarında blöf yapmak her
zaman mubah bir araçtır. Sendikalar genel olarak
hissedilen kriz nedeniyle bu yıl tehdit taslamaları ve
blöf zamanını hızlandırmak zorundadırlar. Kriz aslında emekçileri daha mücadeleci değil, bilakis önce
ümitsiz yapıyor. Yani tahmin edilen daha kötüce işler
bir kez işletmelerde fark edilmeye başladı mı, emekçilerin cesareti çabukça sona eriyor. İşveren tarafının
şu anda gösterdiği soğukkanlılığın bir nedeni de budur. Patronlar zaman kazanmak istiyor. Buna karşın
metalciler öncülük konumunun baskısını enselerinde hissediyorlar. Tüm diğer branşların kendilerinin
müzakerelerinde iyi çıkış konumları kazanabilmeleri
için ,metalciler iyi bir sonuç elde etmelidirler. Bu ise
bu yıl çok önemli olan, metalcilerle dayanışmanın
ÖGB çatı örgütünde biraz daha güçlenmesini beraberinde getirmektedir. Sendikaların ortaya çıkan bu
sorunu nasıl çözecekleri merakla beklenebilir. Önceden yüzde 5,5 talep edip, sonra yüzde 4,5 a inildiğini
ilan eden, taviz vermeye hazır olma hali, sendikaların
daha en baştan çuvallayıp çuvallamadıkları sorusunu
gündeme getiriyor. İlk anda takınılan bu tavizkar tavırla, Pokerde aslında eldeki çok zayıf bir kağıtla,çok
yüksek bir meblayı riziko eden bir konumda değiller
mi ? Bu blöf tutar mı? Tutmazsa , emekçiler kısa koçanı çekmiş olacaklar.
16. 10. 2011 Pazar
Dün öğleden sonra, aslında hiç de yürüyüş olarak
adlandırılamaz Viyana Westbahnhof (Batı Garı)
dan Heldenplatz (Viyana şehir merkezinde tarihi bir
alan –ÇN) a giden bir gösteri yapıldı. Katılımcıların
sayısı her zaman olduğu gibi, düşük polis tahmini
ile düzenleyici ve bizzat katılımcıların coşkulu tahminine göre değişiyordu ve bunların arasındaki bir
dizi kitle sayısı miktarı da çeşitli medya tarafından
bildirildi. Bir yerlerde şu sayı okundu: 3500. Yaklaşık 3500 bireyci de ‘Wall-Street’i İşgal Edin’ Hareketinin çağrısına uymuştu. Herkesin megafon veya
mikrofonu eline alarak istediği gibi nutuk atmasına
izin verilmişti. Sloganlar duyulmadı, pankart hemen
hemen hiç yoktu, ama daha fazla demokrasi, ekonomik ve mali krizin sonal olarak bitmesi, daha fazla
söz ve kararlara katılma ve referandumlar, bankalar
ve faizlerin devletleştirilmesi, bankacılar ve paranın
uysalca imha edilmesi, koşulsuz temel gelir, barış,
sevinç ile sağlık ve bir tanrının indirimli satışlarda
sunduğu tüm diğer rahmetler gibi talepleri içeren
sayısız panolar taşındı. “Sesini Duyur!” çok büyük
şamata çıkaran bir vurgulu çalgılar orkestrasının sloganıydı; ama burada ne için davulların çalındığı bu
metropol tamtamları arasında pek anlaşılmadı. Belki de burada tanrı aşkına bir post modern dini ritüel
söz konusuydu. Siyasi sol ise insanların beraberinde
getirdikleri ekonomik- ve sosyal politikaya ilişkin
fanteziler akıntısı arasında kaybolup gitti ve zaten
çoğalma konusunda artık fazla güçlü olmayan KPÖ
(Avusturya ‘Komünist’ Partisi - ÇN) nin de çorbada tuzu bulundu. Gösterinin manifestosu: Stéphane
Hessel’in “Hiddetlenin!” di. Gösteride , stratejik gücüne dayanarak gösterideki sosyal politika ile ilgili
bir konuyu belirleyebilecek hiçbir güç yoktu. Metal
işçileri hiç temsil edilmedi. Belki onlardan tek tek
birkaçı gelmiş olabilir, ama örgütlü güç olarak ortada
görülmediler. Dünün “Eğlence toplumu” şimdi “Hiddetlenen vatandaşlar” olarak sokağa çıkıyor. Parayı
ve faizi hor gören birçok sloganlar arasında yüzde
5,5-luk bir talep pek de asil durmazdı. 15 Ekim 2011
deki Viyana “Wall-Street’i-İşgal Et”-Gösterisi şamatalı orta çağ şenliklerinin bütün niteliklerine sahipti.
Mariahilferstraße (Viyana’daki önemli alışveriş caddelerinden biri – ÇN) deki yayalar epey şaşırdılar ve
sansasyon merakıyla şehvetli cumartesi alış-verişlerine bir süre ara verdiler.
17. 10. 2011 Pazartesi
Bu arada ÖGB başkanı Erich Foglar ile Ekonomi
Odası başkanı Christoph Leitl toplu iş sözleşmesi
müzakereleri konusunda acilen bir araya geldiler. Her
ikisi de müzakerelerin devam etmesi ve görüşme tarihinin öne alınmasından yanaydılar. Foglar sendikacı
olarak işi gereği; Leitl ise herhalde metal branşındaki
küçük-ve orta işletmelerin çıkarı doğrultusunda müdahale etmek zorunda kaldı.Büyük Sanayi, patronlar cephesinin tümü değildir. Foglar ile Leitl sendika
ve işveren müzakerecilerinin önce Pazar günü, saat
14.00 de sondaj görüşmeleri için bir araya gelmeleri,
bu görüşmelerde sonra toplu iş sözleşmesi müzakere
tarihinin öne alınması gerektiği konusunda hemfikir
oldular. Sonunda üçüncü ücret pazarlığı turunun 17.
10. 2011 Pazartesi yapılması konusunda anlaşmaya
varıldı. Bununla metalciler grevi şimdilik ortadan
kalktı. İkinci ücret pazarlığı turunun başarısızlığa
uğramasından ve sanayinin üçüncü turu öne almayı ret etmesinden sonra bugün için tüm ilgili alanı
kapsayacak tam grev yapma planlanmıştı. Sadece
Yalnızca Cuma günkü yaklaşık 200 işletmedeki uyarı grevleri bile iki milyon Avro masrafa mal olmuştu. “YüksekAraştırmalar Enstitüsü” (IHS) metalciler
tam grevinin günde 74 milyon Avro’ya mal olacağını
hesap etti. ORF (Avusturya devlet radyo+TV-Kurumu
– ÇN) ‘de dolaşan söylentiye göre, işveren (% 3,65)
ve sendika (% 5,5) şimdiye kadarki konumlarından
sapmamalarına karşın, uygun pazarlık atmosferini
yeniden kurmak için bugünden itibaren yüzde 4 ve
virgülden sonrası üzerinde pazarlık yapılmaktadır.
Belki ORF içerden haber alıyor, belki de ORF bilinçli
spekülasyonla kendisini öne çıkarmak istiyor. Metal
işçileri sendika tabanı, geçen yıl tabiri caiz ise kazık
yendikten sonra, son derece kızgındılar ve sendika
fonksiyonerlerine bastırdılar. (Dünya çapındaki, çeşitli protesto hareketlerinin Avusturya’yı etkiledikleri görüşünün belirli bir haklılığı olduğunu kabul
ediyoruz; ama bu faktörün gerektiğinden fazla abartılması konusunda uyarıyoruz. Bu birçok, çok farklı
hareketler içinden proleter unsuru bulup çıkarmak
için güçlü enternasyonalist bir işçi partisince hâlâ çok
büyük entellektüel çabalar gerekmektedir. Avusturya
işçilerinin kendiliğinden sınıf ağırlıklı iz unsurlarını
bulup çıkarabileceği son derecede kuşkuludur.) Evet,
bu da tüm siyasetle ilgilenenlerin hayret ettiği sendikaların “radikalleşmiş” davranışına götüren bir noktaydı. Diğer taraftan (sendika) önderliği, muhtemelen
medya desteğiyle de, beklentileri aynı zamanda inatçı
müzakere tarzıyla yüzde 4,5 a indirmeyi bildi. ORF
daha geçen hafta yüzde 4,5 luk bir sonuçla memnun
görünen metal işçileriyle söyleşileri yayımladı. Elbet-
güncel
güncel
30
Medya çok fazla defa ve sistematik olarak böyle çalışmaktadır. En küçük, görünürde kısaca özetlenmiş
somut haberlerin içinde en berbat kışkırtma saklıdır.
Metal Sanayi işverenleri şimdi, 20. 10. 2011 Perşembe günü bu yılki ücret pazarlığı turunun gelecek
düzenli görüşme randevusu olarak kaldığını ilan ettiler. Onlar şimdiye kadarki sendikaların en babayiğit
rüyalarında bile göremeyecekleri yoğunlukta gerçekleşen işletme toplantıları ve uyarı grevlerinden fazla
etkilenmemiş görünüyorlar. Sendikalar çağrı yaptığında halkın harekete geçmeye hazır olması kendiliğinden anlaşılır bir şey değildir. Emekçilerin greve
hazır olmalarının sonunda sendikalar için tedirgin
edici bir sürprize dönüşüp dönüşmeyeceği sonradan
ortaya çıkacaktır. Anda Pazartesi gününden itibaren
tüm alanı kapsayacak bütünlüklü grevin kaçınılmaz
olduğu görünmektedir. Avusturya Ekonomi Bakanı
Mitterlehner lafa girerek grev aracına çok erken başvurulup vurulmadığını, grevi çok titizce ele almak
gerektiğini kendisine dert ediniyor. GPA-djp başkanı
Wolfgang Katzian, Keynes-vari gerekçeyle bakanın
daha doğrusu ”çalışanların satın alma gücünün korunmasına büyük bir ilgi” göstermesi karşılığını veriyor. Yani Katzian, kendisinin görevi olmasa da, centilmence Avusturya ekonomisinin tümünü kendisine
dert edindiğini gösteriyor. Sendikaların “kararlılığı”
üzerine Avusturya’da büyük şaşkınlık yayılıyor. Sendikaların birdenbire kendilerini mücadeleci göstermelerinin, bir gerçekliği olup olmadığı olup olmadığı
çok sıkça soruluyor. Ama bu besbelli gerçektir. Somut
soru şöyle olmalıdır: Avusturya sendikaları gerçekten
mücadeleci midirler? Piyango türünden bir olasılık
dışta tutulursa, bunun yanıtı çok açık bir Hayır’dır.
Avusturya sendikal hareketlerinin gelecekteki bir yönelim değişikliği bile ,kendisini sadece eğilim olarak
fark edilebilir yapabilir ve bu tabandan uzun soluklu,
fedakârca bir çalışmayı ve sendika bürokrasisine karşı en güçlü direniş gücünü talep ederdi. O halde sınıf
mücadelesi bağlamında şu andaki bu öne atılış niye?
Herhalde bunun gerekçesi esas olarak toplu iş sözleşmesi müzakerelerindeki metal işçilerinin özel konumunda yatmaktadır. Metal emekçileri her branşa
özgü ücret pazarlık turlarının açılışını yapmaktadırlar. Onlar geleneksel olarak sendikal güçlü bir gruptur ve zaman olarak daha sonraki diğer dalların ücret pazarlığı turlarında diğer branş sendikaları metal
emekçilerini örnek almaktadırlar. Metal emekçileri
zaten önceden dize gelmişse, diğer branş sendikalarının müzakerelerde başarılı olması nerdeyse mümkün
31
edilen annelik izin zamanı kesimiyle göreceli olarak
daha iyi bir konuma gelmeleri, ne var ki metalcilerin
yüzde 4,+ sının üreticilerle ticaret hizmetlileri arasındaki makas aralığının büyümesi ve ticaret hizmetlilerinin her halükârda enflasyondan zarara uğramak
zorunda kalacakları beklenmelidir. Dünyanın haksızlığı, sendikalar tarafından katlanabilir bir miktara
çekilecektir, ama ortadan kaldırılmayacaktır. Oysa
sendikanın ticaretteki toplu iş sözleşmesi uğruna
pazarlık müzakerelerinin sunumunda metal dalı ile
karşılaştırılmasıyla ilgili olarak taktiğin farklı olduğu saptanmalı- dır. Metalcilerin toplu iş sözleşmesi
medyasal açıdan ücretin yüzdesel olarak artışı – başka türlü değil - perspektifinde duruyor; sendikalarca
resmi medya organları üzerinden hiçbir kapsamlı bir
konsept yaygınlaştırılmadı; işverenlerle ortak cadı
kazanında gerçekten neyin pişirildiğini kimse bilmiyor. Ticaretteki toplu iş sözleşmesi ile ilgili olarak ise
sendika beklenmesi gereken ücret ayarlaması üzerine
herhangi bir düşüncesini kamuoyuyla paylaşmıyor;
bilakis toplu iş sözleşmesinin çok farklı bir momentinden söz ediyor ve tahminen ücret ayarlamasında
çok alçakgönüllü olunacağının bir işareti bu. Düşmanla pazarlık yapmaya yanaşılırsa, bu halde anlaşmaya hazır olmanın alt sınırı (kendisinin acı sınırı)
hakkında düşman karşısında ketumiyet doğal olarak
korunmalıdır. (Düşmanın beklenen) üst (acı sınırını)
haykırarak bando mızıka ilan etmek de pek anlamlı olmaz. Lâkin kendisinin daha yüksekçe bir talebi
duyulmaması imkânsız bir şekilde dünyaya ilan edilmelidir. Bilindiği üzere hemen hemen her zaman hak
edilmiş olan, istenildiğinden az, daha da azca alınmaktadır. Zaferleri kutlayabilmek ve çok acılı yenilgilere (9) maruz kalmamak için azami ve asgari talepler titizlikle seçilmelidir.
18. 10. 2011 Salı
Patronlar açısından gürültü patırtı son buldu. Bu yılki
Metalciler-toplu iş sözleşmesi işverenler ve sendikaların memnuniyetiyle bu sabah sonlandırıldı. Dürüst
işçiler şu görüşü belirtiyorlar: “ Bu çok azdır. Sendikalar şimdi “ikna etme çalışması” yapmak durumundadır. “ PRO-GE-Sendikası önce şu sonucu sunuyor:
“ PRO-GE ve GPA-djp Sendikaları ile işverenler 18
Ekim günü sabah saatlerinde yaklaşık 165.000 metal
sanayi, madencilik, gaz ve ısı çalışanları için yeni bir
toplu iş sözleşmesi üzerine anlaşmışlardır. Ücret ve
maaşlar ortalama yüzde 4,2 civarında (alt gruplarda
çalışanlar için yüzde 4,4, üst gruplarda çalışanlar için
yüzde 3,8 e kadar) artmaktadır. 80 Avro asgari meblağ ile alt gruplarda çalışanların (10) ücret ve maaşları yüzde 5,3 a kadar artmaktadır. Metal sanayindeki
yeni asgari ücret 1.11.
2011 den itibaren (ayda) 1.583.- Avro (brüt)dur. Annelik zamanlarının sayılması için de bir iyileştirmeye
ulaşılmıştır. Şimdiye kadar her çocuk başına 10 ay hesaplanırken, 1. 11. 2011 tarihinden itibaren her çocuk
için 16 ay çalışma süresine eklenecektir. GPA-djp baş
müzakerecisi Karl Proyer’e göre “özellikle metal endüstrisinde çalışan kadınlar için bu önemli bir iyileştirme demektir ve gelir makas aralığının kapanmasına önemli bir katkıdır.” PRO-GE baş müzakerecisi
Rainer Wimmer değerlendirmesi ise şöyle: ‘Çalışanların geçen haftalardaki muhteşem desteği olmaksızın özellikle düşük gelirler için bu güzel başarı ve çok
iyi sonuç mümkün olmazdı. Tüm katılımcılar büyük
teşekkürü hak ediyorlar.’
Sonuçta Virgülden sonraki bilinmeyen 5 olmadı. Yeni asgari ücret, ikinci ücret müzakere turunda
işverenin kabul ettiğinden 2,54 Avro daha yüksektir.
Bu pazarlıklarda yeni olan, patronların ikinci pazarlık turunda önerdikleri gibi ücretin kademe kademe
artmasıdır. Bu durumda şimdi real ve asgari ücretin
iki kategorisinden daha fazlası vardır. Kademe planıyla, ulusal ekonominin çıkarı doğrultusunda teşvik
edilmek istenen tüketimin kırılmaya uğramaması
amacıyla, geliri daha düşükçe olanlar güçlendirilmek
istenmektedir. Annelik zamanının daha güçlü bir
şekilde çalışma süresinden sayılmasıyla gelecekte de
kadınların gereksinimleri göz önünde bulundurulacağı gösterilmek isteniyor. Bu ön kararı kendileri için
kullanabilecekse, bu ticaret hizmetlilerini sevindirecektir. Buna karşı ticaretin işveren temsilcileri (hani
kadınlarla çok ilgileniyorlardı?) kadın çıkarlarının
toplu iş sözleşmesi konularına karıştırılmaması gerektiğini yansıttılar. Uzmanlar ticarette şimdi yüzde
3,5 luk bir toplu iş sözleşmesi anlaşması bekliyorlar.
Ticaret hizmetlilerinin kafalarında bu yüzde 3,5 varsa, onlar daha şimdiden havlu atmışlardır. Branşın
bazı işletmeleri için, onları, söylendiği gibi, rahatlatmak ve çalıştıkları işletmelerin aynı yörede kalmaya
devam etmesini sağlamak amacıyla gelecekte bir çalıştırma ve fabrikanın aynı mevkide kalma güvencesi
şartı denen koşula göre özel düzenlemeler yapılacağı
konusunda sendikalar tarafından açıklama yapılmamıştır. “Buna göre geçmiş üç yıl içinde en az iki
kez olumsuz bir işletme sonucuna (EBİT) veya sıfır
EBİT (11 ) e sahip şirketler, ortalama yüzde 4,2 civa-
rındaki bir TİS-zammına rağmen, ücretleri yüzde 0,4
oranında daha az yükseltebilirler. “(12) İşletmeler, işletme anlaşmalarıyla TİS-zammını kendi işletmelerininsomutuna göre esnek uygulama hakkına sahiptir. “Anahtar güçler” bununla TİS dışı maaş zamları
alabilirler. Bu düzenleme elbette TİS-kademe planını
baltalamakta ve toplu iş sözleşmesini somut olarak
boşa çıkartmaktadır. Bu, toplu iş sözleşmesini zaafa
uğratıp değerini düşürmekte; ama toplu iş sözleşmesi düşüncesini bütünüyle darmadağın etmemektedir.
(13) Yeni toplu iş sözleşmesi, 1 Kasım 2011 tarihinden
itibaren 12 aylık bir süre için yürürlüğe girmektedir.
Not: A dan K ya kadarki ücret kademeleri alfabetik ve yükselen sıraya göre şimdi şöyledir:
* 1.582,54
* 1.597,72
* 1.708,84
* 1.869,45
* 2.154,79
* 2.415,21
* 2.777,66
* 3.049,81
* 3.731,58
* 4.104,89
* 5.426,74
Bu liste tedricen yükselmekte olan çok ‘şahane’ bir
dağılım eğrisi göstermektedir. Burada menajer maaşları ele alınmamaktadır; çünkü kule gibi yüksek
maaş çıkış noktasında bu zamlar çok farklı bir ligde
oynamakta olup, ölçekleri darmadağın ederler. Dahası sendikalar onların maaş zamlarını her ne kadar
mücadele içinde teşhir etseler de, bu haksızlığa yeterince karşı çıkmadıklarından, menajer gelirleri ile senin benim gibi halkın gelirleri arasındaki fark da her
yıl daha büyümektedir. Ya herro ya merro: Ya şirket
yönetim kurulu üyeleri, menajerlerin ve onların gelirleri ücret mücadelesinde bir yönelimdirler ya da böylesine gevşek bir şekilde örgütlü işçiler ve emekçiler
saf bir haset topluluğu oldukları ithamına katlanmak
zorunda kalırlar. Zarar ardından alay gelir. Oysa salt
TİS-ücret kademeleri karşılaştırıldığında, küçük bir
hesap yapmanın ardından bu yılki sonuçlar, kademe
A’nın yüzde 4,4, kademe K’nın her yıl yüzde 3,8 zam
alacakları gelecek için resmen saptandığı var sayılırsa, bu halde bu her iki kademe için eşit ücrete 200
yıldan fazla bir sürede ulaşılmaktadır. Sendikaların
yoksulluğa karşı mücadele ve hak eşitliği hızı ile ilgili
sadece bu kadarı yeter herhalde.
güncel
güncel
32
te buna hemen hemen ulaşılmayacak. Böyle bir sonucu bekleyebilmek için peygamber olmanın zorunlu
olduğuna inanmıyoruz. O halde bu yılki Benya-formülü şöyle olabilir: Enflasyon oranı (Eylül’de % 3,6)
+ Üretkenlik (+ % 5 saat üretkenliği) = 4,0 ≤ ücret
zammı sonucu ≥ 4,5. Saat üretkenliğinin kapitalist
esneklik mekanizmalarıyla asıl üretkenlik büyümesinin altında bulunacağı açıktır, ama Benya-Formülünün hiçbir matematiksel titizlik içermediğine zaten
önceden değinmiştik. “Yüksek Araştırmalar Enstitüsü” yöneticisi , muhafazakâr araştırma sonuçları uzmanı Bernhard Felderer, bu sonucun, kültürel olarak
belirlendiğini savunuyor: “Sendikanın talep ettiği ile
sonuçta oraya çıkan arasındaki fark, tam da kültürel
olarak farklıdır. İtalya’da talepler üçte bir oranında
karşılanır; Almanya’da da talep ile sonuç arasındaki
fark bizdekinden daha büyüktür. Avusturya’da sendikalar taleplerini daha güçlü bir şekilde kabul ettirmektedir.” Bu biz Avusturyalıları sevindiriyor! Şimdi
salt biraz daha fazlasını talep etmeye cesaret etmekle
bu “olumlu” sendikal istatistiği riske atmayı göze alan
mücadele isteğinden dolayı, olası yenilgilerle harap
etmeyi aklımıza bile getirmemeliyiz. Pirüsvari zafeden zafere koşuyoruz. Ama bir dakika! Henüz gün
sona ermedi ve yarın daha fazlasını bileceğiz.
Ticarette çalışan 450.000 civarında emekçi için
pazarlıklar gittikçe daha da yaklaşıyor (19. 10. 2011
Çarşamba, yani öbür gün) ve henüz metalcilerin pazarlıkları sonuçlanmadan ücret zamlarının somut
yüzde sayısı üzerine düşüncelerin ilan edilmeyeceği
bir şekilde mantıki görünüyor. Şimdiye kadarki geleneğe göre buna çoğu kez metalcilerin epeyi altında ulaşılıyor. Bugünkü Wirtschaftsblatt (Ekonomi
Gazetesi-ÇN) ne göre, Özel Hizmetliler Sendikası (GPA-djp) nın merkezi talebi, “güçlü gerçek bir
maaş zammı” ile birlikte, annelik (izni) yıllarının
çalışılmış mesleki zaman olarak kabul edilmesidir:
“Ticaret kadınların sırtından iyi kazanmaktadır ve
onların haksızlığa uğramalarının ortadan kalmasının zamanı gelmiştir, görüşünü Pazartesi akşamı
gazetecilere emekçi tarafın baş müzakerecileri Franz
Georg Brantner ve Manfred Wolf dile getirdiler.” Bu
iki beyin tabii ki çok iyi bir niyetidir – onlar her halde kendilerin kurtarmış ,özgür kadınlardır! Fakat
ticaret hizmetlilerinin geçen yıl yüzde 2 ile 2,3 arasında bir maaş zammı aldıkları, bunun ise metalcilerde yüzde 2,3 (real-ücrete (7)) ve 2,5 (asgari-ücrete
(8)) zam olduğu düşünüldüğünde, bizzat bu talep bile
azdır. Şimdi kadınların işverenler tarafından kabul
33
“Gerçekler Devrimcidir”
başlıklı yazı üzerine
YDİ Çağrı’nın 153. Sayısında, “Troçki ve Bolşevikler” başlıklı bir yazı yayınladık. Bu
yazıyı eleştiren “Gerçekler devrimcidir” başlıklı, Y. Boraz imzalı bir yazı elimize geçti.
Eleştiri yazısı ve cevap yazımızı bu sayımızda birlikte yayınlayacaktık. Fakat Y. Boraz
eleştiri yazısını geri çektiğini, yayınlanmasını istemediğini beyan ettiği için sadece cevap
yazımızı yayınlıyoruz.
YDİ ÇAĞRI
D
ergimizin 153. sayısında “Troçki ve Bolşevikler”
başlıklı bir yazı yayınladık. Bu yazıya Y. Boraz
adlı okurumuz tarafından eleştiri getirildi. Öncelikle okurumuzun duyarlı davranıp eleştirilerini bize
iletmesini olumlu olarak değerlendiriyoruz. Eleştirilerin bize iletilmesini olumlu görmemiz, eleştirilerin
içeriği ile hemfikir olduğumuz anlamına gelmiyor.
Y. Boraz’ın yazısını temel alarak getirilen eleştirilere
tavır takınmayı gerekli görüyoruz. Ama önce bir saptamada bulunalım.
Bilimimizin adı Marksizm Leninizmdir!
Eleştiri yazısında ve Troçkizm’i savunduğunu söyleyen kimi gruplar; daha çok “marksizm”, “devrimci marksizm” vb. kavramlar kullanıyorlar. Nedense
Marksizm-Leninizm kavramını kullanmıyorlar. ML
proletaryanın bilimidir. Marks ve Engels kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde yaşadılar. Marks ve
Engels, henüz gelişmiş bir emperyalizmin olmadığı
dönemde kapitalizmin analizini yaptılar. Leninizm
ise emperyalizm ve proleter devrimi çağının marksizmidir. Mark ve Engels’in öğrencisi olan Lenin, emperyalizm ve proleter devrimleri çağında marksizme
önemli katkılar yaptı, marksizmi öncelikle sınıf mücadelesi teorisi alanında geliştirdi, onu yeni bir aşamaya, Leninizm aşamasına yükseltti. Bu yüzden bütün emperyalizm çağı boyunca Komünistlerin teorik
dayanağı ve çıkış noktası bütünlük içinde ML bilimidir. Bu yüzden Komünistler kendilerini ML olarak
adlandırırlar. Bu adlandırmadan her uzak durma,
her çekinceli tavır aslında Lenin’in marksizme katkılarının önemini ve anlamını kavramamaya işarettir.
ML bilimine emperyalizm çağında Lenin’den başka
hiçbir Komünist katkıda bulunmamış mıdır? Öyle
şey olur mu? Marksizmi –Leninizm bir bilim olarak
hareket içindeki maddeyi, sınıflara bölünmüş maddi dünyayı çıkış noktası alır. Onun konusu hareket
halindeki madde, hareket halindeki, her an değişme
içinde bulunan sınıflara bölünmüş toplumdur. Marksizm Leninizm, bir din, mutlak gerçeğe sahip olma
iddiasında donmuş bir doğmalar yığını değil, bir bilimdir. Her bilim gibi gelişir. Bu gelişmeye her bilimde olduğu gibi yüzlerce, binlerce bilim insanı, onun
temel konularından biri sınıf mücadelesi olduğu için,
sınıf mücadelesinin yeni deneyimleri, milyonlarca
komünist savaşçı ,her devrim hareketi ve bunlardan
yeni dersler çıkaranlar katkıda bulunur, bulunmuştur. Stalin, Mao Zedung, Dimitrof, Rosa Lüksemburg
vb. bu bağlamda kuşkusuz akla ilk gelen komünistlerdir. Fakat onlar dışında binlerce, onbinlerce de
isim sayılabilir. (Hatta yanlış görüşler savunanlar da,
onlara karşı mücadele içinde teorinin geliştirilmesi
anlamında, ML’in gelişmesinde rol oynamışlardır.
Örneğin Kautsky! Örneğin Troçki! Örneğin Buharin
vb.).
Fakat bu katkıların hiç biri, ML‘i yeni bir aşamaya yükselten katkılar değildir. Emperyalizmin temel
özellikleri değişmedikçe, emperyalist sistemde nitel
değişikler olmadıkça, ondan nitel olarak değişik yepyeni bir sömürü sistemi ortaya çıkmadıkça, emperya-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
güncel
34
(Komak/ml Yayın organı Proletarische Rundschau,
sayı 39 / Kasım 2011, Almanca’dan çevrilmiştir.)
Dipnotlar:
(1) PRO-GE ve GPA-djp Sendikalarının talep programı çok muğlak olmasına karşın doğal olarak sadece
ücret zamlarını kapsamıyor:
“1. Asgari ücretlerin ve maaşların yükseltilmesi
2. Düşük gelire sahip olanlar özellikle dikkate alınarak GERÇEK-Ücretler ve -Maaşların yükseltilmesi
3. Toplu iş sözleşmesinde belirtilen ek ödeme ve harcırahların asgari ücret ve maaş zamları oranında veya
gerçek-ücret ve maaşlar oranında yükseltilmesi
4. Çırak ödeneklerinin asgari ücret ve maaş zamları
oranında yükseltilmesi
5. Çerçeve haklarında İyileştirme:
- 31 Aralık günü işgünü parasının ödenmesi koşuluyla bütünüyle çalışmadan muaftır.
- Çalışma grupları içerisindeki terfiler için annelik
izinlerinin hesaba katılmasının iyileştirilmesi
- İşe çağrılmaya hazır bulunma için asgari bir ödeneğin saptanması
- Normal çalışma zamanı haricindeki pasif gezi
zamanlarının tazmin edilmesinin iyileştirilmesi (Hizmetliler)
6. Geçerlilik Tarihi: 1 Kasım 2011 den itibaren”
(2) (3) Tarafımızdan varsayılan 60.- Avro’nun içine
yansıtıldığı bir kereye mahsus 200.- Avroluk ödemenin bu hesaplamada nasıl dikkate alındığını bilmiyoruz.
(4) Benya Formülü: 1963 den 1987 ye kadar Avusturya Sendika Birliği (ÖGB) nin başkanı olan Anton
Benya ismiyle adlandırıLmıştır. Enflasyon ve üretkenliğin karşılanması talebi sendikal olarak genel ve
popülerdir; yani Benya bu kısa “ hesaba ilişkin” formülasyon için onurlandırılabilir.
(5) Okuyucu bu formülasyonda tökezleyebilir. Ne
var ki, medyada Avusturya ekonomisinin yılın son
çeyreğinde daha karanlık bir
tahminin beklenebileceği gerçekten yinelenerek
anlatılıyor. Yani burada hakikaten tahminin tahmini
söz konusudur; doğal olarak sonuncusu sadece iktisat
araştırma enstitüleri tarafından onaylanan ekstrapolasyon ( yüksek ihtimal hesabı) nı, birincisi az veya
çok bilimsel temele dayalı bir kehaneti (önceden tahmini) oluşturmaktadır.
(6) Toplu iş sözleşmeleri geleneksel olarak asgari
ücretler, temel maaşlar ve özel ödemeler (izin ve Noel
paraları), çalışma zamanıyla ilgili sorunlar ve yasal
çıkış sürelerine ilişkin düzenlemeleri içermektedir.
(7) Real (anda alınan - ÇN)- ücret formülasyonu,
bir Avusturya özgülü, toplu iş sözleşmesi ücretlerinin
üzerinde bulunan ücretler için en düşük ücret zammıdır. Ekonomi Odası ile branş sendikaları arasındaki müzakerelerde sadece toplu iş sözleşmesi-ücret
zammı değil, aynı zamanda toplu iş sözleşmesi üzerinde bulunan ücretlerin (real-ücretler) zammı hakkında pazarlık yapılmaktadır.
(8) Toplu iş sözleşmesi ücret zamları TİS’de tespit
edilmiş asgari ücretler üzerinedir.
(9) En korkunç yenilgiler diz çöktürenler değil,
bilakis aşağılayan, yani birisini sıkça yıllarca boyun
eğmek zorunda bırakan yenilgilerdir. Bakalım temsilciler bizlere daha neler hazırlıyorlar?
(10) Çalışanlar grupları şöyle düzenlenmiştir:
“A ve B çalıştırma grupları + yüzde 4,3
C ve D çalıştırma grupları + yüzde 4,3
E ve F çalıştırma grupları + yüzde 4,2
G çalıştırma grubu + yüzde 4,0
• Yeni TİS-asgari ücret (ayda) 1582,54 (brüt)
• Asgari REAL-Ücret zammı 80.- Avro (en alttaki
çalıştırma grubunda yüzde 5,3 lük bir zamma tekabül
eder)
• Çırak Ödenekleri + yüzde 4,3
• Ek ödemeler + yüzde 4,0
• Harcırah ödenekleri + yüzde 3,8
• Annelik izin zamanlarının çocuk başına 16 aya
çıkarılarak çalışma süresinden sayılması”
(11) EBİT = Earnings Before Interest & Tax: Faizler (mali sonuç) ve kazanç vergilerinden önceki kâr
(normal iş faaliyetinin sonu cu) ~ işletme sonucu
(12)
http://www.industriemagazin.net/home/artikel/Lohnanschuss/Metaller_Stanortklausel_fuer_
schwaechere_Betriebe/aid/8289? af=index
(13) Toplumun daha doğrusu proleteryanın, toplu
iş sözleşmesi ve onun gerçekleştirilmesi fikrinde hâlâ
benimsediği bir şeyler bulup bulmadığı konusunda
düşünmesi gereklidir. Eğer buluyorsa, bu halde o zaman bunu savunmalıdır da; aksi halde Avusturyalıların tarafsızlığı veya genel olarak insanların geleneksel
tasavvurları ve dini törenleri ele aldıkları gibi olur.
Belli bir süre sonra bu öyle bir hale gelir ki, sadece
formalite icabı düzenli aralıkla toplu iş sözleşme pazarlık müzakereleri yapılır. Sosyal ortaklık ile kuşatılmış olmayı güçlendiren bir şüphe. Bu halde insanlar
ancak sadece inanmak ve sabretmek zorundadırlar ve
vahiyi dini otoriteler verir. ✓
✒
Ekim 2011 ✓
35
36
Biraz açıklamaya çalışalım. 1917 Büyük Sosyalist Ekim Devrimi ile Bolşevik Parti önderliğinde
Rusya’da iktidarı ele geçiren proletarya, bütün dünya emperyalist sisteminin içten ve dıştan azgın saldırılarına yiğitçe direndi. Lenin ve daha sonra onun
eserini devralıp geliştiren Stalin önderliğindeki SBKP
(B) yeni bir dünya yaratmaya önderlik etme gibi muazzam bir göreve sahipti.
1917 Ekiminde kurulan, 1922 de genişleyerek SSCB
haline gelen proletarya devleti, uluslararası emperyalist burjuvazinin başdüşmanı, onun etine saplanmış
ölümcül kama idi. Emperyalist burjuvazi için bu devlet mutlaka yıkılması gerekli olan bir kötülük kaynağı
idi. Uluslararası proletarya ve ezilen halklar için ise o,
büyük bir umut, bir örnek, devrimin mutlaka korunması, savunulması gerekli bir üs alanı; en kısa deyişle
emekçilerin gerçek anavatanı idi.
yıkma mücadelesi idi. Objektif olarak emperyalizmin
yanında idi. Objektif olarak karşı devrimci idi!
Revizyonist Çizginin gelişmesi ve
Egemenliği:
Sosyalist inşaya önderlik eden Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin başındaki Stalin’in 1953’te ölümü, önderlik alanında doldurulması güç bir boşluk
yarattı. Bu bağlamda kuşkusuz sağlam ML bir çekirdekten oluşan kolektif bir yönetimin daha önceden yaratılamamış olması, Stalin’in rolünün bunca
ağırlıklı ve belirleyici olması, onun şahsında – karşısında tavır takınmış olsa da – sağlıklı olmayan bir
kişi kültünün yaratılmış olması, böyle bir boşluğun
ortaya çıkmasında ML’lerin hatası olarak rol oynadı.
Stalin’in ölümü ile doğan boşluk böylece kollektif bir
Marksist-Leninist yönetimle doldurulamadı. Stalin
sağken, sert sınıf mücadelesi içinde kendilerini gizleyen parti ve devlet kademelerindeki burjuva yolcu
unsurlar, onun ölümünden sonra “yeni şartlar” adına, Marksizm-Leninizm’i geliştirmek adına, onun
sağlığında mücadele ettiği bir çok revizyonist görüşü
sistemleştirerek, revizyonist bir çizgi geliştirdiler.
Bunlar 20. Parti Kongresi’nde, 1956’da, MarksizmLeninizm’i geliştirme adına piyasaya sürdükleri
revizyonist çizgiyi partiye hâkim kıldılar. Bu çizgiyi uluslararası alanda da, 1957/1960 Moskova
Toplantıları’nda Uluslararası Komünist Hareket’e kabul ettirdiler.
Revizyonist burjuva yolcular, Sovyet İktidarı şartları altında, iktidarın yönetici gücü olan Komünist
Parti içinden gelen, yozlaşan unsurlardı. Bunlar siyasi
iktidarın ve ekonominin kilit mevkilerinde olmanın
verdiği avantajları, sovyet işçi-köylü-aydın yığınlarının, uluslararası proletaryanın ve ezilen halkların
değil, Sovyetler Birliği’nde parti ve devlet kademelerini oluşturan, önceden sosyalist kamu mülkü haline
getirilmiş olan temel üretim araçlarının mülkiyetine
hukuken sahip olmayan ve fakat bunların nasıl kullanılacağı konusunda karar alma durumunda olan yeni
tipte bürokrat bir burjuva kastın çıkarları doğrultusunda kullananlardı.
Tarihsel gerçeklik budur. 20 PK’nde egemen olan
çizginin emperyalizmle uzlaşma, onunla onun kulvarında barış içinde yarış / barış içinde geçiş; şiddete
dayalı devrim yerine “parlamentoda sağlam bir çoğunluk kazanarak, parlamentoyu halk iktidarının
aracına dönüştürme, barışçı geçiş yolunun geçirilmesi vb. olduğunu, kendine Komünist diyen herkes
20.PK nin raporunu inceleyerek görebilir. Bize okuma tavsiyelerinde bulunan Troçkist Y. Boraz kardeşimize ilk tavsiyemiz bunu okumasıdır. Belki daha
önceki çizgi ile aradaki nitel farkı o da görebilir. (Bkz.
SBKP(B) XIX., SBKP XX. PK Raporları, İnter Yayınları, Şubat 1989, İstanbul)
Troçkist tarih yazımında, 20 PK‘ndeki çizgi değişikliği, partinin rengini, özünü değiştiren nitel bir
değişiklik değildir. Sonuçta onlara göre dejenere işçi
devletinde bir nöbet değişikliğinden başka bir şey değildir.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Sosyalizm inşasında muazzam başarılar
Emperyalist burjuvazi neler yapmadı bu devleti zayıflatmak ve yıkmak için? Belli bir tarihe kadar bütün iç ve dış saldırılar doğru Marksist-Leninist bir
önderlik altında Sovyetler Birliği işçi sınıfı ve emekçi
yığınları tarafından boşa çıkarıldı. Sosyalizmin inşasında muazzam başarılar elde edildi. 1917’nin diğer
emperyalist büyük güçlerin desteğine muhtaç Çarlığı
ve 1917 Şubat devrimi ertesinin demokratik Rusya’sının yerini 1938’lerde hemen her alanda emperyalist
büyük güçlere kafa tutabilecek bir sosyalist devlet almıştı.
Bu sosyalist devlet; Ikinci Dünya Savaşı’nda emperyalizmin yok etmek istediği temel hedeflerden
biriydi. Marksist-Leninist doğru önderlik altında
emperyalizmin bu çabaları da boşa çıkarıldı. SSCB
bu savaştan, yenilgi ile değil; zaferle çıktı. Bu zafer,
evet 20 milyon Sovyet vatandaşının, en ön saflarda da
komünistlerin hayatı pahasına, Sovyetler Birliği’nde
barbar Nazi ordularının gerçekleştirdiği muazzam
yıkım pahasına kazanılan bir zafer oldu.
Emperyalizm, sosyalizmin İkinci Dünya Savaşı
öncesindeki biricik kalesini yıkma hedefine varamamakla kalmadı. Aynı zamanda bir dizi ülkede daha
proletaryanın önderliğinde halk demokrasili devletler kuruldu. Bunlar emperyalizmin pazarı dışına çıktılar. Sovyetler Birliği’nin önderliğinde emperyalist
dünyaya karşı ondan kopmuş ayrı bir dünya oluşturdular.
Emperyalizmin etki alanı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyalizmin gücü karşısında daraldı. Bir dizi
ülkede de milli kurtuluşçu ve proleter devrimci hareketler için de imkânlar genişledi. Sosyalist Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı’nın ekonomide açtığı
muazzam yaraları, Marksist-Leninist önderlik altında yığınların muazzam enerjisi ile kısa zamanda aştı.
Bunlar tarihsel gerçekliktir. Troçkist tarih yazımı
için ise bu tarihsel gerçeklik böyle değildir. Onlara
göre Rusya’da öncelikle Stalin önderliğindeki dönemde – 1924 e kadar nasıl değerlendirdikleri pek
açık değil, her halde ustaları Troçki proletarya iktidarından söz ediyor - proletarya diktatörlüğü değil,
bürokrasinin diktatörlüğü altında dejenere olmuş bir
işçi devleti söz konusu. Ve tabii inşa edilen de sosyalizm değil. Ne olduğu konusunda kafaları biraz karışık. Ama ne olmadığı konusunda eminler: Sosyalizm
değil. Sosyalizm için yeni bir “siyasi devrim” gerekli
olduğunu savunup, bunun için mücadele ettiler Troçkistler bu dönemde. Objektif olarak bu mücadele
dünyadaki tek proletarya diktatörlüğüne karşı onu
✒
✒
lizm proleter devrimleri çağı değişmedikçe, aslında
ML in yeni bir aşamaya yükseltilmesi de söz konusu
olmaz. Bu yüzden Leninizm dışındaki her yeni moda
“izm” gerçekte emperyalizmin temel özelliklerinin
değiştiği iddiasının, veya Troçkistler’de olduğu gibi,
aslında bu yeni çağın teorik çözümlemesinin Lenin değil, Troçki tarafından yapıldığı iddiasının ifadesidir. Bu yüzden Leninizm Marksizmin daha da
geliştirilmiş şeklidir. Marksizm ne kadar devrimci
ise, ona eklenen Leninizm de o kadar devrimcidir.
Geldiğimiz yerde-noktada Komünistler açısından
ML’ye ek herhangi bir “izm” den söz edilemeyecegi
gibi, Marksizm Leninizmden de koparılamaz. Yeni
bir dünyanın yaratılması ve komünizme varmanın
bilimidir ML. Komünist ve Marksist olduğunu iddia
edenler ML bilimini temel almak zorundadırlar. Bu
saptamayı yaptıktan sonra Y. Boraz’ın eleştirilerine
geçebiliriz.
Y. Boraz yazısının en başında “Sovyetler Birliği,
Arnavutluk ve Doğu Avrupa’daki rejimlerin domino
taşları” gibi yıkıldığını belirttikten sonra şöyle diyor:
“Bu ülkelerde neler oldu? Niye, nasıl oldu? Bu
kadar ağır bedeller ödenmek zorunda mıydı işçi
sınıfı, insanlık? Telafisi mümkün müydü? Tüm bu ve
benzer sorulara Marksizm’in içerden verebileceği yanıtları ne? Yoksa Marksizm bu yıkıntıların altında mı kaldı?“
Yıkılan nedir? Burjuvazi “komünizm yıkıldı” yaygarasını bastı. Yıkılan sosyalizm- komünizm filan
değildi, değildir.
Sosyalizm adına Faşizm: Sosyal
FaşizmSosyalizm adına Emperyalizm:
Sosyal Emperyalizm
Özde siyasal açıdan sosyal demokratizme yönelen,
emperyalizm ile uzlaşmayı öngören modern revizyonizm, bu yeni tipte bürokrat burjuva kastın sınıf
niteliğine uygun bir ideoloji ve siyasetti. Sovyetler
Birliği’nde iktidarı ele geçiren modern revizyonistler, devraldıkları muazzam sosyalist inşa başarıları
üzerine kuruldular. Sovyetler Birliği’nde üst yapıda
kısa süre içinde proletarya diktatörlüğü tasfiye edildi.
Onun yerini yeni bürokrat-burjuvazinin 1960’a dek
hâlâ “proletarya diktatörlüğü”, 1961, Sovyetler Birliği Komünist Partisi 22. Parti Kongresi’nden itibaren
“bütün halkın devleti” adına uygulanan sözde sosyalist, gerçekte faşist, yani sosyal-faşist diktatörlüğü
aldı.
Lenin/Stalin döneminin “işçilerin anavatanı” olan
Sosyalist Sovyetler Birliği, modern revizyonist bürokrat burjuvazinin iktidarı şartları altında lafta
sosyalist, gerçekte emperyalist, yani sosyal-emperyalist bir güce; diğer emperyalist büyük güçlerle dünya hegemonyası için dalaşan sosyal-emperyalist bir
büyük güce dönüştü. Sovyet halklarının yarattığı ve
Marksist-Leninist önderlik altında Proleter Dünya
Devrimi büyük hedefine varmak için seferber edilen
muazzam sosyalist değerler, modern revizyonistlerin
elinde emperyalist emellerle yürütülen dünya hegemonyası dalaşında kullanılan değerler haline geldi.
Modern revizyonizm, uluslararası işçi sınıfı ve
ezilen halklar içinde Sosyalist Sovyetler Birliği’nin
ve sosyalizmin prestijini kendi emperyalist çıkarları
doğrutultusunda kullanabilmek amacıyla sosyalizm
maskesini kullanmayı tercih etti. O, emperyalizmini sosyalist söylemlerle örterek, halkların dostu imiş
gibi görünerek yürütmeye çalıştı.
ML’ler 1960 ‘lı yılların başlarından itibaren SB’deki
37
38
Fakat bunu ancak 20-25 yıl yapabildiler. Sonunda
sosyalist maske kaldırılıp atılmak zorunda kalındı.
Bütün dünyada Marksist-Leninistlerin on yıllardır
ortaya koyduğu gibi, Sovyetler Birliği’nde var olan,
50’li yılların sonlarından bu yana proletarya diktatörlüğü, sosyalizm değildi. Var olan; sosyalizm adına
emperyalizm, sosyalizm adına faşizmdi. Sovyetler
Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde çöken sosyalizm
değil, sosyal-emperyalizm ve sosyal-faşizmdir. Gerçek budur.
Y. Boraz eleştiri yazısında çok açık konuşmuyor
ama satır aralarında görüşlerini açıkca belirtiyor. Nedir o açıkça söylenmeyen görüşler? Troçki “Bir ülkede
sosyalizmin inşası imkânsızdır” tezini savunuyordu.
Modern revizyonizmin çöküşü ertesinde Troçkistler,
“bir ülkede sosyalizmin inşasının imkânsız” olduğu
tezi konusunda haklı çıktıklarını açıklamaya başladılar!
Yazarımız da “devrimci marksizmin ta başından
beri bilimsel verilerle, olgularla açıklayabilme g ü -
Yaşayan ölülerden cesetlere…
Devam edelim. Çöken sistemin ne olduğunu kısaca
anlattık. Kuşkusuz bu bağlamda yazılacak ve söylenecek çok şey var. Ama yazıyı daha fazla uzatmamak
için yazdıklarımızın yeterli olduğu kanısındayız.
Eleştiri yazarı
“Tüm resmi komünist partileri, bu olup biten, yaşanan yıkıntıların altında kaldı. Çoğu, h e men hemen hepsi, bu yaşananlar karşısında serseme
döndü. İddialarından da vazgeçip, birer ceset olup
çıktılar.” diyor. Yazar yanılıyor.
Adı “komünist” olan bu partilerin “ceset” duru-
muna geldiklerinde gerçek anlamda komünizmle hiç
bir ilgileri kalmamıştı, yoktu. Yani ceset olup çıkanlar
ML açısından zaten yaşayan ölüler durumunda idiler.
Okuyucumuz bu “cesetler”i kendine tanık yapmaya
çalışacağına ML’yi doğru kavrasa, modern revizyonist kampın çöküşü ertesinde bu sözde komünist,
gerçekte revizyonist partilerin gerçek yüzünün nasıl
ortaya çıktığını daha iyi anlar ve kavrar. Ama yazarımız genel değerlendirmelerde bulunuyor ve kimi
gerçeklerin üzerini örtüyor. Modern revizyonizmin
hâkimiyeti ile birlikte zayıf ta olsa dünya çapında ML
bilimini savunan ve modern revizyonizme karşı mücadele eden komünist partiler vardı. 30 yıl boyunca
güçleri zayıf olan komünistler, doğu bloku ülkelerinde uygulananın sosyalizm olmadığını haykırıp durdular. Evet, bugün de ML’nin bayrağını yükseklerde
tutan, Troçkizme doğası gereği karşı olan Bolşevikler
vardır, (var olmaya devam edeceklerdir.)
Evet! tüm kaynaklar…
Şimdi Troçkist Y. Boraz ile hemfikir olduğumuz bir
yere geliyoruz.
Y. Boraz devam ediyor ve şöyle diyor: “Diğer tüm
kaynakları olduğu gibi, tüm bu yaşanılanları, örneğin, Troçki’nin bir kitabını bile okumadan, önyargılarla savuşturmak mümkün mü?”Bizim bu soruya verdiğimiz cevap kesin ve net olarak “Hayır” dır.
ML’ler, her hangi bir konuda tavır takınırken, tavır
takındıkları konuda çok yanlı ve birincil kaynaklara dayanarak tavır takınırlar. Troçki konusunda tavır takınılacksa, doğrudan Troçki’nin yazdıkları (ve
tabii yaptıkları) doğrudan incelenmek zorundadır.
“Troçki’nin bir kitabını bile okumadan, önyargılarla savuşturmak” ML lerin işi değildir, olamaz. Yani
bu konuda hemfikiriz. Fakat bundan sonrası tam bir
bilmece: Çünkü Y. Boraz kardeşimiz, bizim Troçki
okumadan Troçki üzerine yazdığımız iddiasında.
Bu, bu arkadaşın sorunlara nasıl yaklaştığının ilginç
bir örneği. İspatlamadığı ve hiçbir zaman da ispatlayamayacağı bir iddia ileri sürüyor. Bu iddia üzerine eleştiri kuruyor. Tam Troçki’ye ve Troçkistlere
yakışır bir yöntem. Biz Troçki’yi okuduk. Mandel’i,
Pablo’yu, Serge’i ve daha bir dizi Troçkisti okuduk. Ve
gördük ki, Troçki ve Troçkizmin panzehiridir Troçki
ve Troçkistleri, tavır takındıkları konularda karşılaştırılmalı olarak okumak! Bize okuma tavsiyesinde
bulunan Troçkist kardeşimize yine bir okuma tavsiyesi : (J.V.Stalin: Muhalefet Üzerine, Cilt I ve II, İnter
Yayınları Ocak 1993, İstanbul)
Bunun ötesinde biz Troçki’yi yalnızca, O’nun
yazdıklarından değil, aynı zamanda onun yaptıklarından, Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki
mücadeledeki tavırlarından, O’nun SB deki sınıf
kavgasındaki konumundan da tanıyoruz. Bu konum kendine ML diyenler için tartışmaya meydan
bırakmayacak kadar açık ve berraktır. Bunu incelemek isteyenler için de yeterli belge de mevcuttur.
Eleştiri yazısının ilerleyen bölümlerinde yazar bir
takım kitap isimlerini vererek, bu kitapları okuyup okumadığımızı soruyor. Hangi kitapları ve
neleri okuduğumuzun hesabını Y. Boraz’a verecek
değiliz. Ama şu bilinmelidir: Biz ML bilimin temel alan bir siyasi gazeteyiz. At gözlüğü takarak
sadece belirli kitapları okumuyoruz. Troçkizm,
siyasi açıdan ML’e düşman bir akımdır. Biz düşmanımızı da tanımak için onun ülkesine gitmek
zorundayız. Yani ML’ye düşman akımların neler
söylediklerini, görüşlerinin neler olduğunu okumak, onları daha yakından tanımaya yarar. Merak edilmesin bu konuda yeterli hassaslığı gösteriyoruz. Troçkistlere önerimiz aynaya bakmaları
ve Lenin’i ve Stalin’i ön yargısız okumalarıdır. Elbette Marks’ın Kapitaller’ini okumak çok önemlidir. Unutulmaması ve ihmal edilmemesi gereken
Marks-Engel-Lenin ve Stalin’nin yalnızca ekonomik sorunları anlatan kitaplarını değil, bize miras
bırakılan diğer eserlerini de okumak ve kavramak
diye bir görevimiz var.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Sosyal Emperyalist SSCB ve Doğu
Avrupa’daki Peyklerinin yıkılışı,
sosyalizmin-komünizmin yıkılışı değildir
cüne sahip” olduğunu ve “Devrimci Marksizm, bu
hakkını
görevi bugüne kadar taşıdığı bayrağın
vererek yaptı, yapmaya da devam ediyor”
diyor. Evet! Troçkizm başından beri ML olmayan görüşlerini devam ettirdi, ettiriyor. “Tek ülkede
sosyalizmin başarıya ulaşamayacağı” tezi en başta
teorik olarak Lenin, daha sonra ML SBKP önderliğinde SSCB de sosyalizmin inşası pratiği tarafından
tarafından çürütülmesine rağmen, Troçkistler bu
tezi savunmaya devam ediyor. Onlar aynı zamanda
“Sovyetler Birliği, Arnavutluk ve Doğu Avrupa’daki
rejimlerin domino taşları” gibi çökmesinin, kendi
tezlerini haklı çıkardığını iddia ediyorlar!
Sosyalist devrim, kendinden önceki tüm devrimler gibi, düz bir çizgi boyunca sürekli zaferler kazanarak, “hep ileri” biçiminde ilerlemiyor, ilerleyemez.
Kesintiler, geri dönüşler, nasıl daha önceki devrimler, örneğin burjuva devrimlerinin en radikali olan
1789 Fransız burjuva devrimi ertesinde yaşandı ise,
sosyalist devrimde de yaşandı, yaşanacak. Sosyalist
devrimde hatta şunu söyleyebiliriz ki, bu kendinden
önceki devrimlerden çok daha olası. Çünkü sosyalist devrim kendinden önceki devrimlerden özünde
ayrı, çok daha derin, bundan önceki toplumların tümünden en köklü kopuşları gerektiren bir devrim.
Brecht’in deyimi ile “yapması güç olan basit” şey komünizm!
Çok değil, en fazla 30- 35 yıllık ve muazzam başarılarla dolu bir sosyalizm inşası deneyimi sonrasında “geri dönme” olgusuna bakıp, “gördünüz mü tek
ülkede sosyalizm mümkün değildir” diyen Troçkistlere, Fransa’da 1789 Devrimi’nden sonra, cumhuriyetten yeniden “krallığa” geri dönüşü hatırlatıp,
“krallığa geri dönüşün” burjuva cumhuriyetçiliğinin
imkânsızlığını gösterip, göstermediğini sormak gerekir.
✒
✒
bu karşı devrimci gelişmeler konusunda tavır takınmaya başladılar. 1963’te ÇKP’nin “Uluslararası Komünist Hareketin Genel Hattı hakkında teklif” ,ve
bunu açıklayan 9.yorumu ile; o döneme kadar DKH
içinde şeklen var olan birlik bozuldu. ML güçler
SBKP’nin açık revizyonist çizgisine ve karşı devrimci
pratiğine açıkça karşı çıktılar. 1969 dan itibaren SB
nin gelinen yerdeki siyasetinin adını da açıkça koydular :Sosyal Emperyalizm!
Bunlar tarihi gerçeklerdir.
Troçkistler bu dönemde ne yaptılar? Ustaları
Troçki’nin, Marksizm ile Marksizm adına konuşan
oportünist revizyonistler arasındaki hemen bütün
bölünmelerde yaptığını (1917’ Temmuz sonrasını dışta tutuyoruz), ara bulmaya çalıştılar. Merkezci pozisyonda iki tarafa barış çağrıları yaptılar. Ne de olsa,
dejenere olmuş da olsa, söz konusu olan “işçi devletleri” idi. Bunların böyle bölünmesi emperyalizme yarıyordu !!! vs. Onlar bu tavırlarıyla aynı ustalarının
yaptığı gibi revizyonistleri koruma altına alıyordu!
Bu bağlamda da bize okuma tavsiyelerinde bulunan Troçkist Y. Boraz kardeşimize bir okuma tavsiyesi daha: (Uluslararası Komünist Hareketin Genel
Çizgisi Hakkında Polemik , (1963), İnter Yayınları,
Temmuz 1988, İstanbul)
Şu Moskova duruşmaları…
Y. Boraz şöyle diyor: “Adı “Yeni” olan Çağrı dergisinin yüz elli üçüncü sayısında “ Troçki ve Bolşevikler” başlığı ile bir makale çıktı. Bu yazıyı okuyanlar göreceklerdir ki, arkadaşlar hala 1929-1939 yılları arasında yaşıyorlar... Hiç bir şey
olmamış, her şey güllük g ü l i s t a n l ı k !! . .
Orta yerlerde yukarıda kısaca bahsettiğimiz bürokrasinin yıkıntıları, onlarca yayınlanan
belgeler,yazılar vs. sanki yok ...Arkadaşlar 1936 Moskova mahkemelerinin malum savcıları olup
çıkmışlar! Vişinski’yi ve onun yargılamalarını
“ yeni” adı altında GÜNCELLİYORLAR..Yalan
ve iftira okulunun bakın bunlar sabotaj da
yapmışlardı yolundan gidebiliyorlar!!!.Bu insanların tümünün masum ve suçsuz olduklarını
dünyada bilmeyen,anlamayan kalmamışken.Bu konularla ilgili onca belgeler,makaleler yazılmışken üstelik.Yani orta yerde onca olgu v a r . B u
39
gidebiliyorlar”!!!. deyip, işin içinden sıyrıldığımızı mı
sanacağız? Burada Y. Boraz’ın tanığı burjuvazi! Onlar
diyorlar, katiyen sabotaj filan yoktu! Hepsi yalan ve
iftira. Diğer yandan hadi savcılık – polis ifadelerini
bir yana bırakalım, sanıkların mahkemede verdikleri ifadelerin tutanakları var. Orada sanıklar sabotajlardan söz ediyor. Sanıklar mı “yalan ve iftira okulu”
?.. Neden burjuvazinin komünizme kara çalmak için
anlattığı hikâyelere inanılıyor da, sanıkların ifadelerine inanılmıyor. İlginç! Onun dışında bir başka
sorun daha var. Partinin Kulaklara karşı topyekûn
saldırıyı başlattığı dönemde, ülke içinde sabotajlar
var. Bu işçi sınıfı ile burjuvazinin ölüm kalım mücadelesi verdiği bir ortamda şaşırtıcı bir şey de değil!
Burjuvazinin açık siyasi örgütlenmelerinin yasak olduğu bir ortamda, onun illegal örgütlenmesi ve terörist eylemlere de başvurması, yine şaşırtıcı değil, sınıf
mücadelesinin olağan görüntüsüdür. Bunun ötesinde
Komünist Partisi dışında partinin olmadığı bir yerde,
burjuvazinin siyasetinin kendini bizzat KP içinde ifade edeceği de olgudur. Boraz kardeşimiz yoksa burjuvazinin yenildiğini gördüğü yerde savaşmadan teslim
olacağını, onun katiyen terörist eylemlere, sabotajlara
vs. girişmeyeceğini mi düşünüyor? Bu bağlamda bize
okuma önerisinde bulunan Y. Boraz kardeşimize bir
başka okuma önerimiz daha var: Moskova duruşmalarının yayınlanmış söz tutanaklarını oku!
Y. Boraz hızını alamadan “Ryutin Platformu” nu
savunuyor bize karşı. Ryutin platfomu, Kulakların
tasfiyesi programına karşı çıkan sağ, sağcı bir platformdur. Arkadaş eğer bu platformun böyle olmadığını iddia ediyorsa, o zaman biz o platform üzerine
somut tartışmaya hazırız.
Moskova duruşmaları ve Lenin’in vasiyeti hakkında görüşlerimizi yazdık. İsteyen sayı 154’te yazdıklarımıza yeniden bakabilir. Çokça belge olduğunu biliyoruz. Ama nedense birincil kaynaklara dayanmak
yerine ikincil olarak üretilen ve yazılan belgeleri Y.
Boraz temel alıyor. Gerçeği olgular ve belgeler üzerinde tanımak isteyenler için 1936 mahkeme tutanakları vardır ve bunlara ulaşmak onca zor sorun da
degildir. Elbette bu yargılamalarda “kurunun yanında yaş “ta zarara uğramış, haksız idari tedbirlerle karsılaşmış olabilir. Bizce Troçkizm sorunun merkezine
“yargılamaları” koyduğunuz zaman esas sorun olan
SİYASİ-TEORİK VE ÖRGÜTSEL sorunlardan uzaklaşırsınız. Okurumuzun yapmak istediği de tam da
budur.
Ekim devrimi ve Troçki ve efsaneler:
Devam ediyor Y. Boraz ve Troçki’nin bürokrasiye
karşı mücadele ettiğini söyledikten sonra şöyle diyor:
“İhanete Uğrayan Devrim’den tutun, Faşizme Karvs.gibi eserşı Mücadele, Enternasyonalizm vs. lerini, 1905 devrimini, Ekim Sosyalist Devrimini,
Kızıl ordunun kurulmasını ve iç savaşları bizzat görüp içerden yaşamış bir devrimcinin kaleminden ve tanıklığından çıktığı için de önemlidir bu eserler.”
Y. Boraz böyle söylüyor ama diğer tarafta gerçekler
var. Nedir o gerçekler?
Troçki, 1903’ten itibaren parti içerisinde çizdiği
zikzaklarla anılır. Bu zikzakların ne olduğunu daha
önce yazdık. Ama kimilerini bir kez daha yazmakta
fayda var.
Troçki ve onun etrafındaki grup, ayrı bir grup, ayrı
bir merkez, ayrı bir yayın organı temelinde bir hizip
olarak değil; Bolşevik Parti’nin programını, tüzüğünü kabul etme temelinde Bolşevik Parti’ye alındı.
Bolşevik partiye katılması, onun eski Troçkist görüşlerinden vazgeçtiği veya partinin yön değiştirerek
Troçkist olduğu anlamına gelmez.
Troçki’nin Bolşeviklere katılması onun, yıllardır
süren anti-Bolşevik mücadeleden vaz geçtiği anlamına da gelmiyordu. Şubat devriminden sonra, ikili iktidar döneminde, iktidarı proletaryanın ele geçirmesi, proletarya diktatörlüğünün kurulması anlamında
sosyalist devrimin objektif koşulları olgunlaştı. Bolşevik Parti çığ gibi büyümeye başladı. Rusya’ya en geç
dönen göçmen kadrolar içinde yer alan Troçki Rusya’daki devrimin zaferinin Batı Avrupa’daki proleter
devrimlerin prologu olacağını düşünüyordu. Devrimi başaracak partinin Bolşevik Parti olduğu pratikte
görülmeye başlandığı noktada, Rusya içinde doğru
dürüst bir örgütlenmeye, işçi sınıfı içinde önemli bir
güce sahip olmayan ve fakat devrimci anın değerlendirilmesi gerektiğini düşünen ve savunan Troçki
için tek alternatif Bolşeviklere katılmaktı. Bolşevik
Parti açısından ise, Troçki gibi iyi bir ajitatörün ve
örgütçünün Bolşevik Partiye katılması, onun Menşeviklerle birlikte hareket etmesinden yeğ idi. Bolşevik
Parti Troçki’ye ve onun fazla etkin olmayan grubuna
BP ye katılma çağrısı yaptı. Troçki ve grubu Temmuz
1917 sonrasında bu çağrıya uyarak, Bolşevik Partinin
programı ve tüzüğü temelinde BP ye katıldılar. Troçki sosyalist devrimi savunuyordu ancak olaylara bir
Bolşevik olarak bakmıyordu. Troçki, bir dizi oportünist görüşlerinden vazgeçmedi ama pratik devrim görevleri bir süre için bu oportünist görüşlerini geri pla-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
leri yazdık. Bu yazı, Troçkizm hakkında yazdığımız
yazının birinci bölümü idi. Bu yazıda tarihsel süreç
hakkında bilgi verirken şöyle yazdık:
“1 Aralık 1934’te SBKP MK üyesi Kirov TroçkistleTroçkist bir
rin bir komplosunda ölür. SB’de örgüt ortaya çıkarılır. Bu örgütün tüm parti yöneticilerini öldürmeyi ve ülkede bir darbe yapmayı
planladığı ortaya çıkar. Olayla ilgili olarak pek çok
parti yöneticisi yargılanarak kurşuna dizilir. Troçki hakkında da gıyabında ölüm kararı alınır. Troçkistler 1938’de Komünist Enternasyonal’e karşı 4.
Enternasyonali kurar. 1940’da Troçki, Meksika’da
öldürülür.”
Burada geçerken tarihsel süreç hakkında sadece
bilgi verdik. Moskova duruşmaları vb. hakkında bu
yazıda bir değerlendirme yapmadık. Lenin’in Vasiyeti
ve Moskova duruşmaları hakkındaki değerlendirmelerimizi sayı 154’te yayınladık. Y. Boraz somut olarak
yazdıklarımız hakkında tavır takınacağı yerde, genel
bilinen Troçkistlerin söylemlerini tekrarlayıp duruyor. Yazıda Moskova duruşmaları üzerine henüz bir
değerlendirme yokken, bizi “Moskova duruşmalarının savcısı olmakla” suçluyor! Y. Boraz olaylara kendi penceresinden bakıyor, kimi Troçkist yazarların
eserlerini okuyup okumadığımızı sorguluyor, sorular soruyor ve bilinen Troçkist söylemleri tekrarlayıp
duruyor. Çok bilimsel geçinen yazarımız, Buharin’in
karısına ezberlettiğini iddia ettiği mektuptan bahsediyor. Ne kadar bilimsel değil mi? Peki Buharin’in
mahkeme önünde yaptığı itirafları nereye koyacağız?
Buharin, istemediği suçlamayı geri çevirebiliyordu.
Neydi suçlamalardan bir tanesi? Lenin’e suikast olayında Buharin’in de parmağı olduğu iddia ediliyordu. Ama Buharin mahkeme önünde kimi itiraflarda
bulunurken, Lenin’e suikast olayında rolü olduğu iddiasını geri çeviriyordu. Duruşmalar anında radyo
üzerinden bütün ülkede yayınlanıyordu. Enternasyonal medya (basın) bu açık duruşmaları bizzat mahkemeye katılarak izleyebiliyordu. Yani bütün sanıkların
savunmalarını bütün dünyaya duyurma imkânları
vardı. Onların yaptıkları itiraf dolu savunmaları ne
yapacağız? Yok mu sayacağız? Ya da Y. Boraz gibi: Bu
insanların tümünün masum ve suçsuz olduklarını
dünyada bilmeyen, anlamayan kalmamışken... deyip
iman mı edeceğiz! Kimmiş bu bütün dünya? Troçkistler ve antikomünist burjuva medya değil mi? Bu
mu sizin dünyanız? Bu mu sizin çok yanlı okumanız? Ya da yine Y. Boraz gibi “Yalan ve iftira okulunun bakın bunlar sabotaj da yapmışlardı yolundan
✒
✒
40
arkadaşlar için, örneğin kurşuna dizileceğini anladığı için,ölmeden önce yazdığı mektubu karısına ezberleten Buharin’in mektubu yayınlandı.Bir anlamı
var mı bunun.?Yine Buharin’in masum olduğunu
dikkatli bir okuyucu için gösteren şu kitaplardan
haberleri var mı?(İvan Denisoviç’in Bir Günü, Stalin
Çatışkıların adamı, Buharin ve Bolşevik devrim
vs. vs.).Ya da Bu arkadaşlar Ryutin Platformu’nun yayınladığı bildirgeyi (M.İnanç Turan’ının “Yaşanmamış Sosyalizm” kitabından bulabilirler)
hiç
okuma zahmetine katlanacaklar mı? 1932 yılında,
partinin ve ülkenin ne hale geldiğini üstelik ne
Buharin’in ağzından, ne de Troçki’den değil, bu platform üyelerinden okuma olanağı bulabilecekken.
Gerçeği, olgular üzerinden öğrenmek, araştırmak
gibi bir derdiniz varsa tabiî ki…”
En baştan tabii okuduğunu biraz dikkatlice okuyup öyle polemik yürütmekte yarar vardır. Y. Boraz
arkadaş yeni/ eski polemiği yürütebilmek için “adı
yeni olan Çağrı” diyor. Hayır! Çağrı’nın adında Yeni
sözcüğü var, ama o sözcük Çağrı’nın sıfatı değil! Çağrı “Yeni Dünya için” Çağrı! Yani yeni Çağrı’ya değil,
Dünya’ya ait bir sıfat. Yeni, Komünist Dünya, istediğimiz, uğrunda mücadele ettiğimiz budur. Bunun
için mücadeleye katılmaya çağırıyoruz işçileri, emekçileri, devrimcileri, kendine sosyalist diyenleri. Yani
Y. Boraz’ın yeni eski polemiğinin çıkış noktası doğru
dürüst okumama, ya da okuduğunu anlamama, ya
da bile bile çarpıtma üzerine kurulu. Arkadaş seçim
hakkına sahip!
Diğer yandan ama “yeni” lik bizim için bir gerçekliği olan bir iddiadır. Biz evet yeni olma iddiasındayız
da: At izi ile it izinin birbirine karıştığı, sosyalizmkomünizmin en zayıf dönemini yaşadığı bir dünyada
yaşıyoruz. Yeni dünya, gerçek demokrasinin, insan
haklarına saygının lafta kalmayıp uygulandığı bir
dünya olacaktır. Bütün dünyada olduğu gibi ülkelerimizde de emperyalizmin, faşizmin, ırkçılığın, barbarlığın bir tek alternatifi vardır: SOSYALİZM! Onu
kazanmak için tek yol vardır: Bolşevik mücadele. İşte
bunun adı yeni bir dünyadır ve mücadelemiz bunun
içindir.
Okurumuz yanlış yerde durduğu gibi, yanlışa takıldığı için de, yaşanmış olan bir dönemi ele alıp incelememizi anlamıyor, anlamak istemiyor. Troçkizmin
bilinen söylemlerini tekrarlayıp duruyor. “Troçkizm
ve Bolşevikler” başlıklı makalemizde Troçkizmin tarihsel sürecini, ortaya çıkışını, savunduğu görüşleri
ve Lenin’in Troçki hakkında yaptığı değerlendirme-
41
Troçki ve Brest Litovsk…
Troçki’nin Lenin’le ve Bolşevik Parti’yle Ekim ertesi
ilk büyük polemiği, çok önemli bir zamanda, Sovyet
iktidarının ölüm-kalım savaşı verdiği bir dönemde,
Brest-Litovsk Barış görüşmeleri sırasında oldu. Troçki, Ekim Devriminden sonra Dış İşleri Komiserliğine
atanır. Ayrılıklar Alman emperyalistleriyle yapılan
Brest Litovsk barış anlaşmasında kendini gösterdi. Almanlarla anlaşma konusunda parti içinde esas olarak
iki görüş vardı. Buharin ve Ossinski’nin başını çektiği
bir gurup, Alman emperyalizmiyle imzalanacak her
türlü barış anlaşmasını teslimiyet olarak niteliyor ve
her türlü uzlaşmayı red ediyordu. Bunların tavrı devrimin “saflığını” koruma adına, devrimin yenilgisine
zemin hazırlamaktı. Çünkü Alman emperyalizminin
ordularının, Rusya içinde ilerlemesini durduracak
örgütlü silahlı güç yoktu. Ülkenin tümünde iktidar
henüz ele geçirilmemişti. Savaşa devam etmek, barış
imzalamamak Lenin’in deyimiyle “yeni doğmuş bir
çocuğu ölüme terk etmek” demekti. Lenin bütün bu
sebeplerden, Almanlarla en kısa zamanda barış anlaşması imzalanmasını istiyordu. Esas mesele “Rusya’da
gerçekleşen devrimi korumak ve geliştirmekti.” Her
geçen gün devrimin aleyhine işliyordu. Troçki bu durumda “ne savaş-ne barış” şeklinde bir görüş savunmaya başladı. Ona göre Almanya’da devrimci durum
yükseliyordu, bu yüzden Alman ordularını Rusya’da
bağlamak iyi olurdu. Fakat Alman orduları Rusya’da
ilerlerlerse, bu kez Rusya’da ki devrim yenilgiye uğrayacaktı. Bunu engellemek için Almanları oyalamak
gerekliydi. Lenin’in “çocukça” diye adlandırdığı bu
planı Troçki barış görüşmelerinde uygulamaya kalktı. Ve Troçki önderliğindeki heyet barış anlaşması
imzalamadan kalktı masadan. Alman emperyalistleri bu fırsatı kaçırmadı, Rusya barış istemiyor gerekçesiyle saldırıya geçti. Alman saldırısı hemen hiç
bir direnişle karşılaşmadı. Ve Alman emperyalistleri
Rusya içinde ilerlemeye başladı. Bu durumda derhal
barış görüşünü savunanlar, MK’da fikirlerini kabul
ettirdiler. Almanlarla şartları eskisinden çok daha
ağır olan bir barış anlaşması imzalandı. Troçki Dış
İşleri Komiserliği’nden alındı.
Troçki ve iç savaş:
Troçki hakkında yaratılan efsanelerden bir diğeri
de Troçki’nin iç savaştaki rolü üzerinedir. Y. Boraz
da “Kızıl ordunun kurulmasını ve iç savaşları bizzat
görüp içerden yaşamış bir devrimcinin kaleminden”
çıkan kitapları okumamızın ne kadar önemli olduğunu söylüyor. Öncelikle şunu belirtmek gerekir. Troçki
elbette iç savaş sırasında önemli görevler almış, bir
kısmından başarıyla çıkmıştır. Ama Troçki, iç savaş
sırasında genel olarak Merkez Komitesinin iradesinin
bir temsilcisi durumundadır. Troçki, kendi kafasına
göre Kızıl Ordu’nun bir kısmını yöneten ve sosyalizmi tek başına kurtaran bir ‘kahraman’ değildir. Evet,
Troçki iç savaş döneminde esasta iyi savaşmıştır. Ama
savaşan tek başına Troçki değildir. Binlerce Bolşevik,
milyonlarla ifade edilen emekçi yığınlar bu iç savaşta ölüm kalım mücadelesi vermiştir. İç Savaşta Kızıl
Ordu’nun esas örgütleyicisi ve yöneticisi Bolşevik
Partidir. Proletaryanın önderleri, işçiler-emekçiler,
kendilerini sosyalizme adamış militanlar iyi savaşmış ve pek çoğu da bu uğurda yaşamlarını yitirmiştir.
Troçki MK üyesidir ve Troçki’ye düzenli bir ordunun kurulması görevi verilir. Troçki esasta iyi savaşmıştır ama bir dizi hata da yapmıştır. İç savaşta
Bolşevik Parti müdahalede bulunmasaydı, iç savaş
yenilgi ile de sonuçlanabilinirdi. İşte bazı örnekler:
İç savaş döneminde Kızıl Ordu Doğu Cephesinde
Kolçak ordusunu kovalamaktadır. Troçki bir plan
önerir ve doğu cephesinden birliklerin geri çekilmesini, Kolçak ordusunun kovalanmasının bırakılmasını ve birliklerin Güney Cephesine kaydırılmasını
önerir. Bu öneri MK tarafından reddedilir ve ordunun ilerleyişini sürdürmesi direktifi verilir. Troçki,
MK’nın bu direktifi ile hemfikir olmadığı için istifa
eder. Ancak istifası MK tarafından kabul edilmez.
Sonuçta MK direktifi uygulanır ve Kızıl Ordu istenilen sonuca ulaşır. Troçki’nin Kızıl Ordu komutanı
olduğu, MK da önemli bir şahsiyet olduğu ne kadar
tarihi olgu ise; Kızıl Ordunun bir dizi yenilgisinde
savaş alanlarında yaptığı hatalar da o kadar olgudur.
1919 Sonbaharında, Denikin’e karşı saldırı başarısızlığa uğrar. Troçki Güney Cephesinden Merkez
Komitesi’nin bir toplantısına çağrılır. Merkez komitesi toplantı sonunda Güney Cephesine yeni fonksiyonerler gönderme ve Troçki’yi görevden alma kararı
alır. Yeni fonksiyonerler, Troçki’nin Güney Cephesindeki işlere karışmamasını talep eder. Güney Cephesindeki mücadele bir süre Troçki olmadan devam
eder.
Troçki’nin iç savaşta kimseye danışmadan yaptığı atamalar, bürokratik tutumu, Bolşevik önderlere
karşı düşmanca tavırları, ‘tutuklanmayı hak etmiş
olan ‘Fransız misyonu üyelerine’ gösterdiği hoşgörü
parti içinde ciddi rahatsızlıklara neden olur. Troçki
zaman zaman görevinden alınmıştır. 1919 yılında
Partinin 8. Kongresi’nde eski ‘sol komünistler’in ağırlıkta bulunduğu askeri muhalefet grubu oluşur. Bu
grup, Troçki’nin bürokratik ve düşmanca tutumundan rahatsız olan dürüst askeri delegeleri de kendine
yaklaştırmıştı. Askeri delegelerin çoğu “Troçki’nin
iç savaşta açıktan açığa ihanet halinde olan eski
Çarlık ordusu askeri muhafızlarının önünde eğilmesinden ve ordudaki eski Bolşevik kadrolara karşı
düşmanca davranmasından hoşlanmıyordu.” Parti
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kaların, demiryolcuların temsilcilerinin bulunduğu
bir oturum düzenleniyor. Lenin’in ayaklanma üzerine önergesi burada 2’ye karşı 20 oyla kabul ediliyor.
Başka bir efsaneye göre Troçki, Ekim Devriminin
‘büyük önderi’, zaferin ‘en büyük mimarı’, iç savaşın
‘kahraman savaşçı’sıdır. Ekim Devriminden 3 ay önce
Bolşevik Partiye katılan Troçki, birden Ekim Devriminin ‘en büyük yaratıcı’larından birisi oluveriyor.
Oysa Ekim devriminde daha yeni bir parti üyesi sayılan Troçki, ne partide ne Ekim Devriminde özel bir
rol oynayamazdı. Çünkü Troçki’de her sorumlu parti
fonksiyoneri gibi Merkez Komitesi ve onun organlarının kararlarına göre hareket etti. Troçki, Bolşevik
Parti Merkez Komitesi’nin aldığı kararları yerine getirmiştir. Troçki’nin ‘özel rölü’ ve ‘devrimin esin kaynağı’ söylentileriyle ilgili Stalin şöyle der:
“Bu elbette, Ekim ayaklanmasının esin kaynağı
yoktu demek değildir. Hayır, onun esin kaynağı ve
önderi vardı. Ama bu, ayaklanma sorununun karara
bağlanmasında verdiği önergeler Merkez Komitesince kabul edilen Lenin’den, Troçki’nin iddiasının tersine, ayaklanmanın gerçek esin kaynağı olmasını
illegalitenin önleyemediği Lenin’den başkası
değildir. Ayaklanmanın esin kaynağının, Partinin
olduğu apaçık gerçeğini büönderi V. I. Lenin tün illegalite üzerine gevezelikle ört bas etmeyi istemek budalalıktır ve gülünçtür.” (Stalin, Eserler, 6.
Cilt, Sf. 297 İnter Yayınları)
Devam edelim: Merkez Komitesinin 16 Ekim (29
Ekim) tarihli oturumunun tutanaklarına bakacak
olursak; ayaklanmanın bütün örgütsel işlerini yönetecek pratik bir merkez seçiliyor. Bu merkeze Sverdlov, Stalin, Jerzinski, Bubnov, Uritski olmak üzere 5
kişi seçiliyor. Ayaklanmayı yönetecek pratik merkezde Ekim devriminin ‘biricik esin kaynağı’, ‘başkişisi’ olan Troçki yer almıyor. Ne kadar ilginç değil mi?
Troçki’nin özel, örgütsel, politik ve ideolojik rolü gözükmeyen bir rol olmalı galiba. Masal bu ya, uydur
uydurabildiğin kadar. Nasıl olsa dilin kemiği yok.
✒
✒
42
na itti. Bu onun Bolşevizme yaklaştığı bir dönemdir.
Troçki yanlış görüşlerine rağmen Bolşevik Parti için önemli ve yetenekli bir kişiydi. Partiye girme
talebi, Bolşevizmin ilkelerini kabul konusunda bir
özeleştiriydi. Troçki, Bolşevik Partiye girmesine ve
Merkez Komitesi’nde yer almasına rağmen asla tutarlı
bir Bolşevik olamadı. Merkez Komitesi’nde yer almak
her zaman tutarlı bir Bolşevik olunduğu anlamına
gelmez. Merkez Komitesi’nde yer alması bir süre için
de olsa Bolşevizm’in pratiğiyle birleşildiğini gösterir.
Bu birleşme Troçki için oldukça kısa sürmüştür. Olgu
budur.
Troçki hakkında, Troçkistlerin uydurduğu birçok
efsane vardır. Bu efsanelere göre Troçki, Ekim devriminin ‘biricik önderi’ kızıl ordunun ‘başkişi’sidir.
Troçkistler Lenin’in rolünü ve Bolşevik Parti önderinin misyonunu bir kenara bırakmakta ve Troçki efsaneleri uydurmaktadır.
Y. Boraz, John Reed’in Dünyayı Sarsan On Gün adlı
kitabını okumamızı öneriyor! Troçki hakkında yaratılan efsanelerin mimarlarından biri John Reed’tir.
John Reed, ‘Dünyayı Sarsan On Gün’ adlı kitabında
1917 Ekim devriminden önce Bolşevik Parti Merkez Komitesinin tamamına yakınının ayaklanmaya
karşı olduğunu söylüyor! Güya Merkez Komitesi’nin
oturumlarından birine bir işçi çat kapı içeri girmiş
ve ‘ayaklanmaya karşı çıkıyorsunuz ama ben size
söyleyeyim ki, ayaklanma her şeye rağmen yine de
olacak’ demiş! Bolşevik Parti Merkez Komitesi de,
oturuma girip bağıran bu işçinin baskısıyla ayaklanma kararı almış! Evet! John Reed’in karşı devrimci
Zuhanov’dan etkilenerek yazdığı kitabında bunlar
yazıyor. Burada yazılanlar gerçek mi? Tabii ki hayır.
Gerçekler, bilindiği üzere bu efsanede anlatılan gibi
değildir. Merkez Komitesi’nin 10 Ekim (23 Ekim) tarihli oturum tutanaklarına göre; oturumda bulunanlar Lenin, Zinovyev, Kamanev, Stalin, Troçki, Sverdlov, Uritski, Jerzinski, Kollontay, Bubnov, Sokolnikov
ve Lomov’dur. Bu toplantıda ayaklanma sorunu görüşülüyor. Lenin’in ayaklanma üzerine önergesi oylanıyor. Karar 10’a karşı 2 oyla alınıyor. Kim karşı çıkıyor
ayaklanma kararına? Kamanev ve Zinovyev. Bunlar
ayaklanmaya karşı çıkmakla kalmıyorlar, Bolşevik
Parti’nin ayaklanma kararı aldığını Menşevik basına da anlatıyorlar. Kamanev ve Zinovyev ayaklanma
konusunda, birkaç günlük bir karşı çıkıştan sonra
Merkez Komitesi’nin kararına uyuyorlar. 16 Ekim (29
Ekim) Merkez Komitesi üyeleri, Petrograd Komitesi
temsilcisi, askeri örgüt, işletme komitelerinin, sendi-
43
44
Stalin, Lenin ölmeden önce SBKP’nin Genel
Sekreterliği’ne seçilmişti. Stalin Lenin’in ısrarla savunduğu Rusya’da tek başına kalındığında da sosyalizmi inşa perspektifine sıkıyı sıkıya bağlıydı. Kamanev-Zinovyev ve Troçki ise, Rusya’da tek başına
sosyalizmin inşa edilemeyeceğini, bunun gerçekçi
olmayan ve bu nedenle gerici bir çaba olduğunu söylüyorlardı. İdeolojik perspektiflerdeki temel farklılık
pratik ve politik her sorunda karşıt görüşlerin savunulmasına neden olmuştu.
Muhalefet daha Lenin zamanında karşı çıktığı
NEP’e yönelik saldırısını arttırmıştı. NEP’in kapitalizme geri dönüş yolu olduğunu, köylülüğe değil
yalnızca zengin köylülüğe hizmet ettiğini, Sovyet
iktidarının giderek sınıf niteliğini kaybettiğini söylüyordu. Oysa ülke ekonomisi henüz toparlanmamıştı. Lenin’in işaret ettiği çizgide NEP dönemi devam
ediyordu. NEP’ten vazgeçilmesi köylülüğün Sovyet
iktidarına karşı yönelmesi, kıtlığın yeniden baş göstermesi demekti. Güç toparlama dönemi devam ediyordu. Bu dönemde köylülük kazanılmalıydı.
Muhalefet politik önermelerini mantıksal sonucuna vardırmıştı. Rusya’da sosyalizm inşa edilemezdi.
rak belirtmekten de kaçınmayız. Stalin’in burada
yaptığı tespit bu haliyle bizce yanlıştır. SBKP Tarihi
1938’de yazılmıştır. Tarihin yazıldığı dönemde Sovyetler Birliği’nde Troçkist çetenin ortaya çıkarıldığı
ve yargılamaların sonuçlandığı bir dönemdir. Bu dönemde Stalin’in bu tespitleri, andaki genel hava içinde anlaşılabilir olmasına rağmen yanlıştır. Burada
hiç ayrımsız Troçkist ve Buharinci elebaşıların, yine
hiç ayrımsız Ekim devriminin daha ilk günlerinden
beri, yabancı casusluk teşkilatları ajanları oldukları..” tespiti yapılmaktadır. Bu genellikle bu tespitler
aslında Mahkeme sonuçları ile de tam örtüşmemektedir. Yapılan kimi yanlışların emperyalizme hizmet
etmesi başkadır; objektif olarak emperyalistlerle girilen kimi ilişkilerde onların çıkarlarına hizmet etmek başkadır, subjektif olarak ajan olmak, emperyalizmin bilinçli ajanı olmak başkadır. Yanlış bir siyasi
görüş savunmak başkadır, terörist eylemler örgütlemek başkadır vb. Burada bütün bu ayrımlar ortadan
aslında söylenebilecek ve ispatlı olan şey, Troçki’nin
ve Troçkistlerin objektif olarak SB’ndeki proletarya
diktatörlüğüne karşı, karşı devrimci faaliyetler içinde olduklarıdır. Bunun ötesi, mahkemede bir dizi sanığın getirdiği ve fakat ispatlı olmayan iddialarıdır.
Bu yüzden örneğin Troçki (Troçkist elebaşıların en
elebaşısı odur) hakkında “ Ekim devriminin daha ilk
günlerinden itibaren yabancı casusluk teşkilatlarının
ajanı” olduğu suçlaması doğru değildir. Ve doğru suçlamalara da zarar veren bir değerlendirmedir.
Bütün dünyada emperyalist burjuvazinin ve bu arada emperyalist burjuvazinin kuyrukçusu anti-Stalinist naylon komünistlerin Stalin’e ve Stalin dönemine
saldırırken en fazla kullandıkları suçlamalardan biri;
Stalin döneminde birçok eski Bolşevik önderin “göstermelik mahkemeler”de, “işkencelerle” yapılmış itiraflar temelinde, mahkûm edilerek kurşuna dizilmiş
olduğu iddiasıdır. Bunlara göre Stalin, kişisel iktidar
hırsı gözünü bürüdüğünden, kendine tehlikeli olabi-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Bir ülkede sosyalizm…
Partiyi bu fikre kazanmak istiyordu. Tek çare Avrupa devrimiydi. Avrupa devrimine askeri yardım yapılmalıydı. Dünya kapitalizmine derhal veya en kısa
sürede savaş açılmalıydı. Bu süre içerisinde proletarya diktatörlüğü rejimi muhafaza edilmeliydi. Ancak
sosyalizmin inşası imkânsızdı. İşte Troçki ve dostlarının görüşleri böyleydi.
Troçki yaşarken bir mahkeme kurulmuş! Bu mahkemenin sonucunun ne olduğunu soruyor Y. Boraz
bize. Arkadaşın sözünü ettiği mahkeme, “Mahkeme” başkanı “John Dewey’e atfen, Dewey Komisyonu
olarak da adlandırılan ve Troçki’ hakkında Moskova
duruşmalarında getirilen suçlamaları “inceleyen” bir
Komisyondur. Bu inceleme içinde bu Komisyon’un
bir alt Komisyonu Troçki’ ile onun Meksika Coyoacan kentindeki evinde 10-17 Nisan tarihleri arasında
görüşmeler yapmış, Troçki’nin “savunmasını” almış,
sonunda onu aklamıştır! Bu Komisyon kim tarafından kurulmuştur? “Leon Troçki’nin savunulması için
Amerikan Komitesi” (American Committee forn the
defense of Leon Trotsky) tarafından! Komisyon’un
içinde Troçki’nin ve Troçkizmin sempatizanları ve
SB’ne düşman “liberal aydın” lar vardır.
Komisyon Üyelerinden Mauritz A.Hallgren “mahkeme” sırasında, bu mahkeme’nin “ Troçkistler açısından SB’ne karşı siyasi müdahalenin bir aracına dönüştüğü” gerekçesiyle istifasını açıklamıştır. Sonucu
başından belli bir komisyon raporudur Boraz’ın bizim inanmamızı istediği! Hayır! Bizim için söz konusu belge ne ise odur: “ Trokçki’yi savunmak için
Amerikan Komitesi” raporu! Bizce proletaryanın
devletinin herkesin gözü önünde yürüttüğü mahkeme önünde sanıkların verdiği ifadeler, kuşkusuz
Dewey Komisyonu denen propaganda aracının söylediklerinden daha güvenilir belgelerdir.
Eleştirmenimiz şöyle devam ediyor:
“Yani YDİ Çağrı da bu tür makaleyi yazanlar, sizin
GÜNCELLEMENİZE gerek yok. Söyledikleriniz
daha önce söylenmiş. Bakın Stalin ne diyor:
‘Troçkist ve Buharinci elebaşılar, belgelerin gösterdiği gibi bu baylar EKİM Devrimi’nin daha
ilk günlerinden beri, yabancı casusluk örgütleri, ajanları oldukları ve ona karşı komplolar düzenledikleri halde, casusluk ve komplocu etkinliklerini ancak
şu son zamanlarda 1937–1938 yıllarında öğrenmiş
bulunmamız şaşırtıcı değil mi? Nasıl oldu da bu
kadar ciddi bir şeyi göremedik…’ (Leninizm’in Sorunları s 726)
Biz komünist bir gazeteyiz. Yanlışları açık ola-
✒
✒
Kongresi’nde Troçki’nin cephedeki uygulamalarından örnekler sıralandı. Ancak bürokratik yanlışlara
karşı doğru eleştiri getiren askeri muhalefet düzenli
orduya geçişe ve bunun gerektirdiği önlemlere karşı
çıkıyordu. Bu yüzden yanlış bir konumdaydı. Lenin
ve Stalin, Askeri Muhalefete karşı kongrede mücadele
ettiler. Kongre’de Troçki’nin dürüst askeri delegelerin
tepkisini çeken tutumu da mahkûm edildi.
Y. Boraz Troçki’nin “bürokrasiye karşı” duruşundan bahsediyor. Ya Troçki’yi tanımıyor, ya da gerçekleri çarpıtıyor. 1921 yılında parti içinde büyük
tartışmalara yol açan sendikalar meselesi de NEP
tartışmalarının bir parçasıydı. Savaş komünizmi döneminde uygulanan sendikaların atamalar ve askeri
yöntemlerle yönetilmesi politikasına son verilmeli,
yönetimler seçimle işbaşına gelmeli ve barış koşullarına uygun olarak demokratik yöntemlerle yönetilmeliydi. Buharin ve Troçki bu görüşlere şiddetle karşı
çıktılar. Troçki, işçi sınıfıyla ilişkilerde ikna yöntemine karşı çıkıyor ve sendikalara askeri yöntemin
getirilmesini savunuyordu. O, sendikalarda demokrasinin yaygınlaştırılmasına ve sendika organlarının
seçimle gelmesi ilkesine karşıydı. İşte Boraz’ın “bürokrasiye” karşı duran Troçki’si gerçekte bu idi.
Troçki’nin iç savaşta kimseye danışmadan yaptığı
atamalar, bürokratik tutumu, Bolşevik önderlere karşı
düşmanca tavırları, ‘tutuklanmayı hak etmiş olan ‘Fransız
misyonu üyelerine’ gösterdiği hoşgörü parti içinde ciddi
rahatsızlıklara neden olur.
kalkmaktadır... Somut olarak Troçki ve Troçkistler
üzerine konuşursak: Troçki 1926 da Siyasi Bürodan
çıkarılır, 1927 sonunda Partiden atılır ve 1928 başında Alma Ata’ya sürgüne; ordan da 1929 da Istanbul’a
sürgüne gönderilir. Bu dönemlerde onun emperyalistlerin ajanı olduğu vb. suçlaması yoktur. Savunduğu yanlış siyasi görüşlerin Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasına zarar verdiği ideolojik mücadele
içinde ortaya konmuştur. Troçki’nin yurtdışı yıllarında SB’deki “bürokratik iktidarı” “siyasi devrimle” devirmeyi programatik olarak savunduğu, bunun
için SB nde de örgütlenmeye çalıştığı olgudur. Aynı
şekilde Troçki’nin çelişmelerden yararlanma adına şu
ya da bu burjuva – emperyalist devlet ve unsurlarla
ilişkileri red etmediği, tersine bu gibi ilişkileri kullanmaya çalıştığı da olgudur. Moskova Mahkemeleri
sırasında bir dizi sanığın Troçki’ye bir dizi suçlama
getirdiği de olgudur. Bütün bunlar birleştirildiğinde
lecek tüm yöneticileri ortadan kaldırtmıştır.
Ne yazık ki, bu iddialar, birçok iyi niyetli ve belgeleri tanımayan insanı da etkilemekte; Buharin gibi, Zinovyev gibi, Rikov gibi vb. vb. bir dizi, bir zamanlar
devrim için, Bolşevik Parti için büyük yararlılıklarda
bulunmuş kişilerin, nasıl olup da Sovyetler Birliği’ne
karşı sabotaj faaliyetleri içine girebilecek kadar alçaldıkları sorusu bu insanlar açısından da gündeme gelmektedir.
“İşbirliği” nin objektif temelleri
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasının başarıları,
gerek tüm emperyalist dünyayı, gerekse “tek ülkede
sosyalizmin inşasının mümkün olmadığı” tezini savunan Troçki ve Troçkistleri ve diğer yandan sosyalist inşanın hızı karşısında paniğe kapılan Sağcıları
zor durumda bırakmış; Sovyetler Birliği’ne düşmanlık, çeşitli emperyalist güçlerin Sovyetler Birliği’ndeki
45
Hangisinin daha iyi olduğuna Boraz karar versin.
Siyasi bir insana, onun savunmadığı bir yanlış görüş
mal edip, ona saldırma Don Kişot-vari bir yöntemdir.
Stalin 1926’da (bkz: Leninizmin İlkeleri, Sol Yayınları, sf. 178) “Kapitalizmin basit restorasyonu artık olanaksızdır” diyor. Stalin, genel olarak restorasyondan
değil, “basit” bir restorasyondan, yani yıkılan tipte
bir kapitalizmin restorasyonundan söz ediyor. Daha
sonra SB’inde olan da basit bir restorasyon yani yıkılan tipte bir kapitalizmin yeniden iktidara gelme olgusu değildir. Eski, devrilmiş burjuva sınıfı değildir
iktidara gelen. Olan yeni tipte parti içinde şekillenip
gelişen yeni tipte bürokrat burjuvazidir. Olan budur.
Şimdi soralım: Kim yalan söylüyor? Kim gerçekleri
çarpıtıyor? Kararı okuyucu versin...
Eleştirmenimiz devam ediyor ve sorular soruyor.
Geri dönüşleri araştırıp araştırmayacağımızı, hangi kitapları okumamız gerektiğini vb. anlatıyor. Y.
Boraz’a yaptığımız çalışmaları, hangi araştırmaları
yapıp yayınladığımızın bir dökümünü burada yapmayı gerekli görmüyoruz. Ama gururla şimdiye kadar Türkiye Devrimci Hareketinin yapmadığı, yapamadığı konuları araştırıp sonuçlarını yayınladığımızı
belirtmek istiyoruz. Dönüşüm Yayınlarından yayınlanan belgeleri, eleştirmenimiz temin edip okuyabilir. Arnavutluk’u soruyor Y. Boraz. Yıllar önce AEP,
Mao araştırmalarını yayınladığımızı çok okuyan (!)
Y. Boraz’ın bilmesi gerekir. Sadece en son yayınlanan
“Demokratik Devrim mi? Sosyalist Devrim mi?” kitabımıza atıfta bulunuyor eleştirmenimiz. Ondan
önce Sosyo Ekonomik Yapı ile ilgili yayınladığımız
kitabımızdan haberi var mı? Kuşkusuz geriye dönüşler meselesinde epey belgelerimiz yayınlandı. Tabii ki
önümüzde kapsamlı olarak geriye dönüş sorununun
araştırması var. Y. Boraz merak etmesin, kapsamlı
çalışmamızı yayınladığımızda, nasıl bir araştırma
yaptığımızı ve neleri okuduğumuzu görebilir.
Burjuvazinin sınıf olarak tasfiyesi
Geriye dönüş meselesi
Devam edelim. Eleştirmenimiz şöyle diyor:
“‘Son Yazılar’ adlı kitabında, Stalin SB’ de sınıfların
artık ortadan kalktığını ve geriye dönüşlerin
artık mümkün olmadığını söylüyordu. Bunun da,
yukarıdaki sözleri gibi yalan olduğu zamanla ortaya
çıktı.”
Bize çokça kitap okuma nasihatı veren ve hangi
kitapları okumamız gerektiğini söyleyen Y. Boraz,
Stalin’i çarpıtıyor. Stalin hiç bir zaman SB’de sınıfların ortadan kalktığını söylemedi. Stalin SB’de sömü-
Stalin güya ‘son Yazılar’ında “geriye dönüşlerin artık
mümkün olmadığını” söylüyormuş! Nerede diyormuş? Son Yazılarda!!! Stalin ne “Son Yazılar”da, ne de
başka bir yerde geriye dönüşler artık mümkün değildir demiyor. Y. Boraz, Stalin’in söylemediğini Stalin’e
mal edip saldırıya geçiyor. Çok okuma çağrısı yapan
kardeşimiz görülen odur ki, Stalin konusundaki bilgilerini okuma yoluyla değil – okuduğunu anlayabileceğinden yola çıkıyoruz - duyma yoluyla edinmiştir. Bir ihtimal de tabii bilinçli olarak çarpıtmadır.
Lenin ve Troçki: Demokratik Devrim
konusunda iki ayrı çizgi
E. Poraz, “Demokratik Devrim mi? Sosyalist Devrim
mi”? tartışmasını ve “devriminin karakteri konusunda kafa“ yormanın iyi bir şey olduğunu belirttikten sonra şöyle diyor:
“Rusya’daki devrimcilerde bu tartışmayı zamanında yapmışlardı. Bu konuda öne çıkan
ilk
kitaplar Lenin’in “İKİ TAKTİK”, Troçki’nin ise “ Sonuçlar ile olasılıklar”adlı çalışmalarıdır Çarlık
Rusya’sında gelecekteki devrimin olgulardan h a -
reketle bir çözümlemesidir bu iki eser de. Bu iki kitap
etrafında dönen tartışma, Ekim devrimine kadar devam etmiştir.”
Önce Lenin’in “İki Taktik”i ile Troçki’nin “Sonuçlar ve Perspektifler “(Olasılıklar değil,Perspektifler..
Burada çeviri yanlışı var. - BN) ini aynı yerde sayıp,
her ikisine de “ gelecekteki devrimin olgulardan hareketle çözümlemesidir” notunu vermek, bu iki eser
arasındaki özsel, temel farkları gözlerden gizlemektir. Bu eserlerden birincisi, Marksizmin demokratik
devrim konusundaki görüşlerinin Rusya somutuna
uygulanması ve ilerletilmesidir. Bu eserde Lenin geçmişte demokratik devrimin önderi olarak görülen
burjuvazinin gericileştiğini; onun demokratik devrimi sonuna dek ilerletmek diye bir sorunu ve programı
olmadığını; demokratik devrimi sonuna kadar ilerletmenin proletaryanın çıkarına olduğunu; Rusya’da
demokratik devrimin işçi sınıfının önderliğinde, işçi
köylü temel ittifakına dayanılarak “ve işçilerin köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü” şiarı ile
gerçekleştirilebileceğini; demokratik devrimle sosyalist devrim arasında bir Çin Seddi olmadığını; birincisinden ikincisine durmaksızın geçmek için tek
kıstasın “işçi sınıfının bilinci ve örgütlenme ve işçi sınıfı ile yoksul köylülüğün ittifâk derecesi” olduğunu
ortaya koyar. Savunduğu Rusya şartlarında Marksist
kesintisiz devrim teorisidir.
Sonuçlar, Perspektifler, köylülüğün devrimci yeteneği üzerine kuşku üzerine kuruludur. İşçilerin
köylülerin Devrimci demokratik Diktatörlüğü şiarını, bu şiar altında iktidarın hangi sınıfın elinde
olacağı konusu açık bırakıldığı gerekçesiyle red eder.
Sosyalizmi savunanların savunması gereken iktidar
biçiminin proletarya diktatörlüğü olduğu, devrimin perspektifinin köylülerin yardımı ile kurulacak
proletarya diktatörlüğü olduğu ve zaten Rusya’da
proletarya diktatörlüğünün kaderinin Avrupa’daki
devrimlere bağlı olduğu vb. savunulur. Sürekli devrim adı altında, sol laflara büründürülerek savunulan
teori, gerçekte Rusya’da proletarya önderliğinde işçi
köylü iktidarı hedefli bir devrimin imkânsızlığı teorisidir. Bu teori pratikte burjuva devrimi burjuvazinin
işidir, proletaryanın bu devrimdeki rolü en iyi halde
“en radikal muhalefet partisi olmaktır” Menşevik teorisi ve siyaseti ile birleşir.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
rücü sınıfların ortadan kaldırıldığını söyledi. Stalin,
bu görüşlerini ‘Son Yazılar’da değil, 25 Kasım 1936’da
yaptığı ‘Anayasa Konuşması’ında ve 10 Mart 1939’da
18. Parti Kongresi’ne sunduğu raporda söylüyor. Sınıf kavramı ekonomik kategoriler içinde ele alınan,
üretimdeki yerleri, üretim araçları ile olan ilişkilerine
göre birbirinden ayrılan geniş insan gruplarını ifade
eden bir kavramdır. Herhangi bir sınıfın ekonomik
temelini ortadan kaldırdığınız zaman, o sınıf, sınıf olarak tasfiye olmuş, ortadan kalkmış demektir.
Çünkü artık sözkonusu olan sınıfın üretim sistemi
içindeki yeri, üretim araçları ile olan ilişkileri; emeğin toplumsal örgütlenmesinde oynadığı rol, toplumsal zenginlikten aldığı pay, bu payı alırken kullandığı
yollar değişmiştir. Yani onu daha önce dâhil olduğu sınıf yapan bütün etkenler değişmiştir. O tasfiye
edilmiş sınıftan geri kalan artıklar ve gerek o tasfiye
edilen sınıf mensuplarının kafasında yaşayan tasfiye
edilmiş, ortadan kaldırılmış sınıfın düşüncelerinin
varlığı; o sınıfın hala sınıf olarak varlığını sürdürdüğü anlamına gelmez. SB’nde sanayide ve tarımda
burjuvazi ekonomik olarak yokedilmiş; üretim araçları üzerinde burjuvazinin özel mülkiyeti kaldırılmış;
üretim araçları üzerinde sosyalist mülkiyet gerçekleştirilmiştir. SB’nde 1934’te sömürücü sınıflar ekonomik olarak yok edilmiş, yani sınıf olarak varlığına
son verilmiştir. Bu artık sınıf çelişmelerinin ortadan
kalktığı, sınıf mücadelesinin bittiği demek değildir.
Düşünce ve ideoloji ekonomik temelde daha uzun
süre varlığını korur. Bu anlamda burjuvazi ekonomik
olarak ortadan kaldırılmasına rağmen ideolojik etkisi
varlığını sürdürdüğü için sınıf kavgası tüm şiddetiyle
devam eder, taki hayatın tüm alanlarında burjuvazinin ideolojik etkisi de kırılıp yok olana kadar. Yani
komünizmin üst evresine kadar. Işte Troçkistlerin ve
her renkten revizyonistlerin kafasının basmadığı can
alıcı nokta tam da budur.
✒
✒
46
“muhalefet” ile “ittifakı”nın - daha doğrusu Sovyetler
Birliği’ndeki muhalefeti kendi amaç ve çıkarları doğrultusunda kullanmasının - ortak temelini oluşturmuştur. Aynı ortak temeldir ki, Sovyetler Birliği’ndeki
“muhalefeti” hem kendi içinde ittifaka, hem de kendi
amaçlarına ulaşmak - yani Sovyetler Birliği’ndeki
iktidarı devirmek, yerine kendi iktidarlarını kurabilmek – için emperyalist güçlerden “yararlanma” adına
onlarla anlaşma aramaya; objektif olarak emperyalist
güçlerin “beşinci kol” faaliyetini yürütmeye itmiştir.
Emperyalistler açısından da, Troçkist ve Sağcı muhalefet açısından da 1934 yapılan XVII. Parti Kongresi, Sovyetler Birliği’nde kendini ispatlayan sosyalizmi
yıkmanın [Troçkist ve sağ muhalefet açısından, lafta
sorun tabii ki sosyalizmi yıkmak değildi; kurulan
zaten sosyalizm değildi] tek yolu, Parti yönetimini
yoketme yolu idi. Ve evet Troçkist ve Sağ muhalefet
açısından, Sovyetler Birliği’nde amaçlanan değişikliğe ulaşabilmek için, dıştan bir saldırı da, hesaplar
içinde yeralan bir olasılıktı. Yönetimi devirmek için
her araç kullanılabilir, her yol mübahtı. Troçkistlerin ve Sağcıların XVII. Kongre ertesi, açıkça Parti
çizgisine karşı çıkan bir programla, Parti platformu
dışında bir platformla işçi sınıfı önüne, Sovyet emekçileri önüne çıkıp, onları kazanma umudu kalmamıştı. Parti çizgisinin doğruluğu pratikte ispatlanmıştı.
Kitleler büyük bir çoşku ile sosyalizmin inşası çalışmasına katılıyorlardı. Muhalefet ideolojik mücadele
sonucu, yığınlar içinde tüm inanırlığını yitirmişti.
Bu durumda Parti yöneticilerine karşı bireysel terör,
komplo yolu seçildi.
1 Aralık 1934’te Parti önderlerinden Sergey Kirov,
Smolny Enstitüsü’ndeki bürosundan çıktığında, koridorda Nikolayev isimli bir katilin saldırısında başından vurularak öldürüldü. Bu konu ile ilgili görüşlerimizi dergimizin 154. sayısında yayınladık. İsteyen bir
kez daha yazdıklarımıza bakabilir.
Bir dikkatsizlik:
Devam ediyor Boraz:
“Adı geçen makalede,zaten .YDİ Çağrı yazarı da
47
neğine de sahibiz.
Nedir Nisan Tezleri’nde ortaya konan?
Lenin’le konuşalım:
“Her devrimin temel sorunu devlet iktidarı sorunudur. Bu konuda berraklık olmadan, devrime bilinçli bir katılımdan, ya da ona önderlik etmekten söz
edilemez.
Devrimimizin son derece dikkate değer bir özelliği bir ikili iktidar üretmiş olmasıdır. Her şeyden önce bu olgu hakkında berrak olunmalığıdır,
Lenin için ise, proletarya diktatörlüğü köylülükle kurulmaz. Yalnızca
köylülüğün en yoksul kesimi ile kır yoksulları ile birlikte kurulabilir.
Köylülükle kurulan diktatörlüğün adı İşçilerin Köylülerin Devrimci
Demokratik Diktatörlüğüdür. Bununla proletarya diktatörlüğü
arasında Çin Seddi yoktur.
48
mamış olan bizler, işe bakın ki, Troçkizmin temellerinin atıldığı ‘Sonuçlar ve Perspektifler’ adlı kitaptan
alıntılar yaptık ve bütünlük içinde savunulan düşüncelerin bir özetini de okuyucularımıza aktardık. Tabii İki Taktik’ten alıntı yapsak da problem olmazdı.
Tabii ki Lenin’den birçok alıntı yaptık ve bunların
kaynağını da verdik. Yazarımız herhalde dikkatli bir
okuyucu olmadığı için Lenin’den yaptığımız tüm
alıntıları, ‘İki Taktik’ten yaptığımızı sanıyor. İşte önyargılı davranmak buna denir.
Devam ediyor Boraz:
“Bunu(Yani Troçkiden tek kitap bile okumamış
Şuolmaklığımızı - BN) nereden çıkarıyorum?
radan, Lenin’in Nisan Tezleri ile birlikte Troçki’nin
Sonuçlar ve Olasılıklar” kitabı okunup bir karşılaştırma yapılsa, eminim yazar bu kadar rahat y a zamazdı! Bu konuda, o kadar uzun yazdıklarının tek
bir satırını yazamazdı.Yazarın unuttuğu veya bilerek çarpıttığı bir şey var.O da şu, madem ki devrimin
konusunda bu kadar ağır eleştikarakteri rilerde bulunuyor Lenin, Ekim Devrimi sırasında Troçki ile niye ve nasıl aynı yerde?.Hadi,yazar bunu
bir açıklasın.”
Boraz rahat olsun! Nisan Tezlerini de, Sonuçlar ve
Perspektifleri de okuduk. Karşılaştırma yapma yete-
bu kavranmadan ileriye doğru adım atılamaz.
Örneğin bolşevizmin eski “formüllerini” tümlemeyi
ve düzeltmeyi bilmek gerek. Çünkü ortaya çıkmış olduğu gibi bunlar genelde doğruydu, ama
somutta gerçekleşmesinin başka türlü olduğu görüldü. İkili iktidarı önceden hiç kimse düşünmedi ve
düşünemezdi.
İkili iktidar neden ibarettir? Geçici hükümetin
burjuvazinin hükümetinin yanı sıra ,gerçi henüz
zayıf, henüz rüşeym halinde olan, ama buna rağmen hiç kuşkusuz gerçekten var olan ve güçlenen bir ikinci hükümetin: İşçi ve Köylü Temsilcileri
Sovyetleri’nin ortaya çıkmış olmasından ibarettir.
Bu ikinci hükümetin sınıfsal tabanı nedir? Proköylü lü k .
letarya ve (asker kaputu içindeki) Bu hükümetin politik karakteri nedir? Devrimci dikİktidar
tatörlüktür.” (Lenin, İkili Üzerine,
Seçme Eserler, cilt 6, s 41 , İnter Yayınları, Kasım
1995, İstanbul)
“ Rusya’da mevcut durumun özgünlüğü, proletarbilinci
ve
yanın yeterince gelişmemiş sınıf yetersiz örgütlülüğü sonucunda burjuvaziyi iktidara
aşamasından, iktigetiren devrimin birinci darı proletaryanın ve köylülüğün en yoksul katman-
miş demokratik devrimin görevlerini çözmenin bir
aracı olurdu. Fakat o kendini bununla sınırlamazdı.
İktidara gelen proletarya özel mülkiyet ilişkilerine
hep daha derinlemesine müdahalede bulunmak, yani
sosyalist tedbirler yolunda yürümek zorunda kalırdı.
“(Leo Trotzki, Permanente Revolution, Verlag der Zeitschrift DIE AKTION, Berlin,1930,s 24; yeniden basım, Verlag Neue Kritik, Frankfurt, 1965)
Görüldüğü gibi Lenin’in Nisan Tezleri’nde savunduğu görüşler ile Troçki’nin Sonuçlar ve Perspektifler’
inde savundukları birbiri ile uyuşmaz.
Troçki, Sonuçlar ve Perspektiflerde, devrimin hedefi olarak “ Köylülüğün yardımı” ile , -dikkat edilsin
yoksul köylülük değil, bir bütün olarak köylülükten
söz ediyor Troçki – kuralacak “Proletarya Diktatörlüğü” nü koyuyor. İşçilerin Köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğüne karşı çıkıyor. Alternatifi:
Burjuvazinin bir bölümünün de kurulmasına yardım
edeceği Proletarya diktatörlüğü !!! İşte büyük ve
devrrrrrimci teorisyen Troçki’nin hem de devrimin
sürekliliği adına savunduğu proletarya diktatörlüğü
böyle bir şey!
Lenin için ise, proletarya diktatörlüğü köylülükle kurulmaz. Yalnızca köylülüğün en yoksul kesimi
ile kır yoksulları ile birlikte kurulabilir. Köylülükle
kurulan diktatörlüğün adı İşçilerin Köylülerin Devrimci Demokratik Diktatörlüğüdür. Bununla proletarya diktatörlüğü arasında Çin Seddi yoktur. Bu var
olduktan sonra, bundan ikincisine, proletarya hazır
olduğu (bilinç ve örgütlenme seviyesi ve yoksul köylülükle ittifak derecesi) nda geçilir.
Çarlığın yıkılması ertesinde Rusya’da de fakto ikili
iktidar ortaya çıkmıştır. Sovyetlerde cisimlenen iktidar işçilerin köylülerin devrimci demokratik iktidarıdır. Devrimin görevi burdan proletarya diktatörlüğüne geçiştir. Bunun subjektif şartlarını yaratmak,
partinin görevidir.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Nisan Tezleri / Sonuçlar ve Perspektifler
larının eline vermek zorunda olan ikinci aşamasına geçişten ibarettir.” (Lenin, Bugünkü devrimde Proletaryanın Görevleri Üzerine Tezler … Eserler,
cilt 6, s 35)
Bize okuma önerileri yapan Boraz’a yeni bir okuma
önerisi: Lenin, Seçme Eserler, cilt 6 nın tümünü okumanda büyük yarar vardır!
Evet! Nisan 1917 de, Rusya’da ikili iktidar vardır!
Bir yanda geçici hükümet şahsında burjuvazinin
hükümeti, burjuvazinin diktatörlüğü.
Diğer yanda İşçi Köylü temsilcileri Sovyetleri şahsında “İşçilerin Köylülerin Devrimci Demokratik
Diktatörlüğü”!
Hani şu Troçki’nin 1905 devrimi derslerinde
imkânsızlığı üzerine ahkâm kestiği diktatörlük!
Hadi okumadığımız (!) Troçki’nin ne dediğine bakalım. Bu kez onun ekim devrimi sonrasında, bir
sürü ideolojik mücadeleden sonra tecrit olup partiden atıldığı ve yurtdışına sürüldüğü dönemde, sürekli devrim teorisini Lenin’le barıştırmaya çalıştığı
bir yazısına bakalım. Sürekli Devrim’in 1930 yılı
Almanca baskısına yazdığı önsözde Troçki şunları
söylüyor:
“Bizim burjuva devrimimizin kaderi konusunda
tarım devriminin belirleyici olduğu k o n u s u n da, ben en azından 1902 yılının Ekiminden – yani
kaçışımdan - itibabenim yurtdışına birinci ren Lenin’in bir öğrencisi idim. Tarım devriminin,
genelde demokratik devrimin ancak
dolayısıyla liberal burjuvaziye karşı işçilerin köylülerin birleşik gücü ile gerçekleştirilebileceği, benim için
Buna rağher türlü kuşkunun üzerinde idi. men ben “İşçilerin köylülerin devrimci demokratik
karşı idim. Çünkü
diktatörlüğü” formülüne bu formül diktatörlüğün gerçekte hangi sınıfa ait olacağını açık bırakma zaafına sahipti. Ben şunu
ispatlamaya çalıştım: Köylülük muazzam sosyal ve devrimci ağırlığına rağmen gerçekten bağımsız bir
parti yaratma ve bundan da daha çok onun elinde iktidarı yoğunlaştırma yeteneğine sahip değildir.
(…) Benim bundan çıkardığım sonuç şu oldu:
Bizim burjuva devrimimiz, ancak proletarya milyonlarca köylülüğün yardımı ile, devrimci diktatöryoğunlaştırabilirse görevlelüğü kendi elinde rini köktenci olarak çözebilir.
Bu diktatörlüğün sosyal içeriği ne olurdu? Birinci
olarak o tarım devrimini ve devletin demokratik
dönüşümünü tam olarak gerçekleştirirdi. Başka bir
deyişle, proletarya diktatörlüğü tarihi olarak gecik-
✒
✒
devrimin karakterine ilişkin,bu döneme ve tarihlerine ait alıntıları okuyucusuna sunuyor.Yazar böylece,
Troçki hakkında Lenin Neler diyoru(bolca İki Taktikten örnekler vererek) veriyor..Yazarın b u r a d a k i
muradı, Troçki ile Lenin’i, devrimin karakteri konusunda karşı karşıya getirip,bir Troçki kitabı bile
okumadan karalamaktır.”
Görüldüğü gibi Boraz “Troçki ve Bolşevikler” başlıklı yazımızda”Troçki hakkında” ‘İki Taktik’ten bolca örnekler verdiğimizi iddia ediyor! Yazıda bu bağlamda ‘İki Taktik’ten yaptığımız tek bir alıntı dahi
yoktur. Boraz’a göre, Troçki’den tek kitap bile oku-
İyi anlaşılması için bir kez daha
1917 Şubat’ın da ne oldu? Çarlık yıkıldı. Siyasal özgürlükler kazanıldı. Bolşevik parti yasal hale geldi.
Lenin ülkeye döndü. Devrimci basın, Sovyetler, sendikalar, dernekler özgür bir ortama kavuştu. Çarlığın devrilmesinden sonra, Rusya’da ikili bir iktidar
ortaya çıktı. Bir yandan emperyalizm, burjuvazinin
önderliğinde “Geçici Hükümet”; diğer yanda ise işçilerin, köylülerin, askerlerin iktidar organı olan İşçiKöylü-Asker Sovyetleri. Ancak bu İşçi-Köylü-Asker
Sovyetlerinin içinde, Bolşevik Partisi değil, aslında
49
Stalin güya ‘son Yazılar’ında “geriye dönüşlerin artık mümkün
olmadığını” söylüyormuş! Nerede diyormuş? Son Yazılarda!!! Stalin
ne “Son Yazılar”da, ne de başka bir yerde geriye dönüşler artık
mümkün değildir demiyor. Y. Boraz, Stalin’in söylemediğini Stalin’e
mal edip saldırıya geçiyor. Çok okuma çağrısı yapan kardeşimiz
görülen odur ki, Stalin konusundaki bilgilerini okuma yoluyla değil
– okuduğunu anlayabileceğinden yola çıkıyoruz - duyma yoluyla
edinmiştir. Bir ihtimal de tabii bilinçli olarak çarpıtmadır.
50
vb. konularda görüşlerini yanlış ilan edip değiştirmedi. Lenin’de öze ilişkin değişen bir şey yoktu. Değişen
yalnızca objektif koşullar, sınıflar arası güç ve ilişkilerdi.
Troçki ise şöyle diyordu:
“Biz demokratik devrimi, başka herhangi bir yerden daha derinlemesine, daha kararlı, daha kusursuz bir biçimde tamamlamış olmamıza rağmen, bademokratik devrim yaşamadık.”
ğımsız bir (Troçki, Sürekli Devrim, Sf. 109) Troçki’ye göre, 1917
Şubat’ında bağımsız (ne demekse artık!) bir demokratik devrim gerçekleşmemişti. Ancak Ekim devrimiyle hem sosyalist hem de demokratik devrim ger-
tinin asgari programı demokratik devrimin gerçekleşmesi değildi. Bolşevik Parti’nin asgari programı,
demokratik devrimin zafer kazanması ve mümkün
olan en kısa sürede sosyalist devrime geçişti. Demokratik devrimin kesin zaferi proletarya ve köylülüğün
devrimci demokratik diktatörlüğünü öngörüyordu.
Troçki, proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğünün bütün ülkede tek iktidar olmamasından
yola çıkarak “bağımsız” bir demokratik devrim gerçekleşmediğini iddia ediyor. 1917 Şubat devriminin
kendi tezlerini doğruladığını söylüyor.
Lenin, Çarlığın yıkılmasıyla Burjuva Demokratik
Devrimin tamamlandığını söyler. Sosyalist aşamaya
geçiş için Demokratik devrimin sonuna kadar götürülmesi, bütün demokratik devrim görevlerinin çözülmesi gerektiği anlayışına karşı çıkar ve devrimin
sosyalist aşamaya geçişinin zorunlu olduğunu söyler.
Lenin’e göre, sosyalist devrim demokratik devrimin
arta kalan görevlerini de çözecektir. Troçki, Lenin’in
fikir değiştirdiğini ve Troçki’nin görüşlerinin yanına
geldiğini savunur. Tabii bunu Lenin öldükten sonra
yapar. Troçki’ye göre Lenin, Şubat Devriminden sonra Nisan Tezleri ile Troçki’nin ‘sürekli devrim’ kuramını benimsemiştir. Demokratik devrimi savunmaktan vazgeçmiş, sosyalist devrimi savunmuştur.
Bu tarihten itibaren Lenin proletarya ve köylülüğün
devrimci demokratik diktatörlüğü tezinin yanlış olduğunu görmüş, hayatı boyunca savunduğu bu tezden vazgeçmiştir! Bu tarih Lenin için bir dönüm noktasıdır. Gerçek Leninizm asıl olarak bu tarihten sonra
başlar denilebilir! Troçki ve Troçkistlerin savunusu
budur. Troçki şöyle diyor:
“1905-17 Bolşevik deneyimi ‘demokratik
diktatörlük’ü kapatıp, üzerine süngüyü vurabilmiştir. Kapının üzerine Lenin kendi elleriyle ‘Girilmez,
Çıkılmaz’ ibaresini yazmıştır.” (Troçki, Sürekli
Devrim, Sf. 109)
Lenin demokratik devrimden vazgeçmiş! Proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğünü yanlış
ilan etmiş! Troçki, Lenin’in hiçbir zaman sosyalist
devrim sloganını kullanmayacağını düşünüyordu.
Çünkü Troçki, Bolşevikleri, sürekli olarak sosyalist
devrimi belirsiz bir geleceğe ertelemekle, demokratik devrimi savunarak, sosyalist devrimi unutmakla,
proletaryayı kapitalizm sınırları içerisinde tutmakla eleştirmiştir. Lenin zamanı geldiğinde, sosyalist
devrim sloganını ortaya attığında Troçki şaşırmış
kalmıştır. Bolşevizm’den hiçbir şey anlamamış olan
Troçki, objektif koşullardaki değişikliğe bağlı olarak
Lenin’in parti programına tamamıyla sadık kalarak
sosyalist devrimi savunmasını “büyük bir değişiklik”
olarak nitelemiştir.
Oysa Lenin değişmemişti. Lenin Troçki’nin çizgisine de gelmemişti. Lenin, demokratik devrim
ve sosyalist devrimin ayrı olgular olduğunu, ancak
aralarında geçiş olabileceğini 1905’te de, 1917 Şubat
devriminden sonra da savundu. Lenin Şubat devriminden sonra Troçki’nin ‘sürekli devrim’ teorisini
savunmak bir yana şöyle diyordu:
“Fakat burjuva-demokratik devrimin kazanımlarını Rusya’nın halklarının sahip olduğu şeylerin sağlam bir parçası yapmak için ilerlemeye devam etmek
zorundaydık ve ilerledik de. Burjuva demokratik
devrimin sorunlarını; ilerlerken, geçerken, bizim esas ve gerçek, bizim proleter-devrimci, sosyalist çalışmamızın “yan ürünü” olarak çözdük. Reformlar
– bunu her zaman söyledik - devrimci sınıf mücadelesinin bir yan ürünüdür. Burjuva-demokratik dönüşümler – dedik ve bunu olgularla ispatladık - proleter, yani sosyalist devrimin bir yan ürünüdür.
Geçerken değinelim ki, “ikibuçukuncu” Marksizmin Kautsky, Hilferding, Martov, Çernov, Hillquit,
Longuet, MacDonald, Turati ve ‘ikibuçukuncu’ Marksizmin tüm diğer kahramanları... Burjuva-
demokratik ve proleter-sosyalist devrim arasındaki
karşılıklı ilişkiyi anlayamadılar. Birincisi,
ikincisine geçer. İkincisi, geçerken birincisinin sorunlarını çözer. İkincisi, birincinin eserini
pekiştirir. İkincisinin birinciyi ne derece geçmeyi başaracağını mücadele ve yalnızca mücadele tayin
eder.” (Lenin, Seçme Eserler, C. 6, Sf. 519, İnter Yayınları, 1995, İstanbul)
Lenin, demokratik devrimin önemini her zaman
sosyalizm mücadelesi açısından ele almıştır. Yığınların bilinç, örgütlenme ve hareket düzeyine denk düşen demokratik evresini aşan devrim artık sosyalist
devrim evresine girmiş demektir. Sosyalist devrimin
gündeme gelmesi için, bütün demokratik görevlerin çözülmesi gerektiği sonucu çıkmaz. 1917’de de
böyle oldu. Demokratik devrim gerçekleşti, hareket
demokratik evresini genel olarak aştı ve sosyalist
devrim için koşullar olgunlaştı. Burjuva devrim gerçekleştikten sonra görev, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyine göre en kısa sürede sosyalist devrime geçiştir. Bu Lenin’in Troçkizm’e geçmesi değil,
bizzat Leninizm’in ta kendisidir. Bu Leninist düşüncenin, Troçki’nin yığınların bilinç ve örgütlenme düzeyini dikkate almayan oportünist, lafta sol, özde sağ
‘sürekli devrim’ teorisiyle uzaktan yakından hiç bir
ilgisi yoktur. 1917 Şubat ve Ekim Devrimi Troçki’nin
‘sürekli devrim’ anlayışını doğrulamaz; Lenin’in kesintisiz devrim anlayışını kanıtlar. Bu ikisinin üzerinde yükseldiği tezler birbirine karşıttır.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
çekleşmişti. Lenin şöyle yazıyordu:
“Rusya’da Şubat Devrimi ile devlet iktidarı
yeni bir sınıfın, burjuvazinin ve burjuvalaşmış toprak ağalarının eline geçmiştir. Bu anlamda Rusya’da
Burjuva Demokratik Devrimi tamamlanmıştır. İçinde bulunduğumuz dönemin özelliği, devrimin birinci aşamasından – ki bu aşamada prodüzeyi geri
letarya bilinçlenme ve örgütlenme olduğundan iktidarı burjuvaziye kaptırmıştır - ikinci
aşamasına geçiş içinde bulunmamızdır... Bu
ikinci aşamada iktidar burjuvazinin elinden alınmalı
ve proletaryanın ve köylülüğün en yoksul kesiminin
eline geçmelidir.” (Lenin, ‘Taktik Hakkında Mektuplar’ Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi)
Lenin ile Troçki arasında bir birlikteliğin olmadığını bu alıntılar herhalde yeterince gösteriyor.
Troçki, demokratik devrimin kesin zaferi ile demokratik devrimi birbirine karıştırıyor. Bolşevik Par-
✒
✒
zengin köylülerin ve küçük-burjuvazinin çıkarlarını savunan “Sosyal Devrimciler” ve “Menşevikler”
hâkimdi. Lenin Nisan Tezleri’nde “Rusya’da Burjuva Demokratik Devrimin tamamlandığı”nı belirtir.
Evet! Çarlığın yıkılması anlamında demokratik devrim tamamlanmıştı. Demokratik devrimin daha çözmesi gereken bir dizi görev vardı. Fakat bunlar eğer
proletarya diktatörlüğünün kurulma şartları oluşursa, proletarya diktatörlüğü şartlarında geçerken de
çözülebilirdi. Aynen Lenin’in İki Taktik’te öngördüğü gibi.
Lenin’deki değişiklik neydi? Lenin gerçekten özeleştiri yapıp Troçki’nin sürekli devrim teorisini mi
savunan pozisyona mı geldi? Bir dizi Troçkistin iddiası bu! (Örneğin Viktor Serge, Troçki adlı kitabında
uzun uzun bu tezi ispatlamaya çalışıyor. Boş yere!)
Tabii ki hayır! Lenin demokratik devrim, sosyalizm,
köylülük, proletaryanın önderliği, devrim aşamaları
Lenin ve Troçki Ekim Devriminde nasıl ve
neden aynı yerde?
Ekim devrimi öncesinde durum ne idi?
İkili iktidar döneminde burjuvazinin iktidarı işçiköylü yığınlarından giderek tecrit oluyor, halk içinde
desteğini hızla yitirme sürecine giriyordu.
İşçilerin Köylülerin Delegelerinin Sovyetleri’nde
51
52
“Bugün, ülkelerimizde kapitalizmin girmediği bir yer
yokken ,“demokratik devrim” diye yola çıkanların
bile, Nisan Tezleri’nde öğrenecekleri çok şey var demektir. Bunu asla unutmayalım.” diyor Boraz.
Özeleştiri konusu
Y. Boraz, Troçki’nin Bolşevik Partiye alındığı sırada,
örgütlenme konusunda Menşevik görüşlerin özeleştirisini verdiğini belirttikten sonra şöyle diyor:
“YDİ Çağrıdan da arkadaşlar, örneğin geçmişte
savundukları bir yanlış görüşün öz ele ş t i r ilerini vermiş olabilirler mi? Özeleştirisini verdikleri
konulardan sorumlu olurlar mı? Örneğin hala
Maocu musunuz? Bugün bundan sorumlu tutuluyor musunuz?”
ML biliminde eleştiri-özeleştiri ilkesi vardır. Hataları kabul etmek ve hataları düzeltmek bir erdemdir.
Hata kabul ediliyorsa ve daha sonra aynı hata tekrarlanıyorsa, verilen özeleştirinin bir değeri olmaz.
Okurumuz Troçki özeleştiri yapma büyüklüğünü
göstermiş diyor. Bir an için öyle kabul edelim. Bundan Mao’yu savunanların Mao’nun yanlışlarıyla ve
kendi geçmişleriyle hesaplaşmadığı sonucu acaba nasıl çıkarılıyor? Boraz’a şunu söyleyelim. Biz Mao’yu
her zaman büyük bir ML olarak savunduk, bugün
de savunuyoruz. Ama biz hiçbir zaman Mao’nun ML
e katkılarının, ML’i yeni bir aşamaya yükseltmek anlamına geldiği tezini kabul etmedik, eleştirdik, ret ettik. Hiç bir zaman Mao’cu olmadık! Maocu kavramının revizyonistlerin ve burjuvazinin Mao’yu ML’den
koparmak için uydurdukları bir kavram olduğunu
savunduk, savununuyoruz. Mao Çin’de sosyalizmin
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Nisan Tezlerinden öğrenme:
Unutmayız tabii. Troçkist tezleri bildiğimiz için bu
tespitlere yabancı değiliz. Bugün kapitalizmin girmediği ülke var mı? Troçkizm bütün ülkelerde sosyalist devrimi savunuyor. O, çok işçici kesiliyor ve
köylülüğün önemini yadsıyor vb. Nisan Tezleri’nden
bugünün Türkiye’sine uyarlamasında çıkan sonuç,
Demokratik Devrimin reddi değildir. Kapitalizm
egemen, öyleyse sosyalist devrim; ya da çok önemli
çözülmemiş demokratik devrim görevleri var, öyleyse demokratik devrim genellemeleri yanlış genellemelerdir. Nisan Tezleri’nden öğrenilecek en önemli
derslerden biri budur. Biz her ülkede devrim aşamasının, o ülkenin ekonomik, sosyal, tarihi gelişmesi
bütünlüğü içinde somut çözümlenerek belirlenmesi
gerektiğini düşünüyoruz. KK/T de neden, ekonomide kapitalizm egemen olduğu halde Demokratik
devrim, devrim aşaması olarak gündemdedir, bunun
cevabını merak eden herkes yayınlarımızdan görüp
öğrenebilir. Eğer söylediklerimiz yanlış bulunuyorsa,
böyle geçerken genel lafetmek yerine, somut eleştiri
getirilir. Cevaplarız!
✒
✒
şubat sonrasında küçük bir azınlık konumunda olan
Bolşevikler giderek güçleniyor, Sovyetler içinde burjuvazinin iktidarına destek verme yanlısı güçler zayıflıyordu. Bolşevik Parti özellikle işçiler ve ordu
(asker kaputu içindeki köylüler) içinde etkisini ve örgütlülüğünü çığ gibi arttırıyordu. Troçki’nin Rusya’ya
geri döndüğü günlerde görülen manzara net olarak
şu idi: Bolşevikler sosyalist devrime yelken açmışlardı. Ve hızla büyüyen, devrimi gerçekleştirecek olan
özü-sözü bir parti görünümünde idiler. Troçki’nin
örgütünün, işçiler ve köylüler içinde önemli bir etkisi
yoktu. Eğer Troçki ve grubu, devrimde bir rol oynamak istiyorlarsa, gidilecek tek adres Bolşevik Partisi
idi. Kaldı ki Troçki zaten sürekli devrim adına lafta
sosyalist devrimi savunan biri idi. Bolşeviklerin sosyalist devrimi pratik olarak hazırladıkları bir yerde
kenarda durması, kendi grubundan bile tecridini
beraberinde getirebilirdi. Troçki’nin Ekim günlerinin arifesinde Bolşevik Partiye – BP nin programı ve
tüzüğünün kabülü temelinde - girmesinin nedeni ve
nasılı Troçki açısından budur.
Lenin ve Bolşevikler açısından ise bunun nedeni
ve nasılı şudur: Devrim, devrime katkısı bulunabilecek bütün güçlerin harekete geçirilmesini gerektirir.
Troçki ve grubu, pratik olarak işçi ve emekçi yığınlar
içinde önemli bir güç olmasalar da (bunu biz söylemiyoruz; Troçkist Viktor Serge anlatıyor Troçki’sinde) Troçki iyi bir ajitatör ve örgütleyicidir. Onun ve
grubunun devrime katılması kuşkusuz diyelim ki
Menşeviklerle birlikte devrime karşı çıkmasından
iyidir. Hal böyle olduğu için, bu grup aynı zamanda sosyalist devrimi savunduğu için, Bolşevik Parti
Troçki ve grubunu BP saflarına çağırmış, Temmuz
günleri ertesinde onlar bu çağrıya uymuştur. Bu devrim açısından gayet yararlı da olmuş. Partiye o dönemde katılan Troçki ve troçkist grup üyeleri Ekim
Devrimi sırası ve sonrasında devrim için küçümsenmeyecek yararlılıklarda bulunmuşlar, Troçkist grup
üyelerinin bir bölümü süreç içinde bolşevik kadrolara
dönüşmüşlerdir. Troçki ve bir kısım Troçkist ise, iş
sosyalizmin gerçekten bir ülkede inşasına geldiğinde
eski çizgilerini daha da geliştirip, partiye egemen kılmaya çalışmışlar ve tasfiye olmuşlardır.
inşası konusunda önemli hatalar yapmış büyük bir
komünisttir. Biz Mao’nun hatalarının en erken ve en
tutarlı eleştiricileriyiz. Troçki’yi savunanlar O’nun
hangi hatasından dersler çıkarmış ve kendilerini
güncelleştirmişlerdir. Evet! Biz Mao’nun hatalarına
rağmen O’nun büyük bir ML olduğunu savunuyoruz.
Tabii ki özeleştirisi verilen bir konuda aynı hata tekrarlanmıyorsa sorun yoktur. Ama Troçki’nin gelişim
seyri böyle değildir. O, genelde devrimci Marksizm
ile oportünizm arasındaki mücadelede hep orta yol
arayan; devrimin artık kapıda olduğu bir dönemde BP’ye gelen ve fakat yanlışlarını sürdüren biridir.
Troçki evet belli bir dönem Bolşevik Parti üyesi olmuş, ama hiç bir zaman gerçek bir Bolşevik olmamıştır. Bu değerlendirmeyi Lenin Troçkistlerin “ vasiyet”
olarak adlandırdığı mektubunda açıkça söylüyor.
Enternasyonalin dağıtılması…
“Bürokrasi, önce işçi sınıfına bir enternasyonal örgütlülüğe ihtiyaç yok dedi.Üçüncü Enternasyonalin
kapısına zinciri vurup,kapattı” diyor Boraz.. Nerde
demiş, kim demiş? Boraz çok iddialı olgu tespitleri
yapıyor, ama yazdıklarını ispatlama gereği duymuyor. O halde biz söyleyelim: Komintern, 1943 yılının
ortalarında Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesinin önerisi ve Komünist Enternasyonal üyesi
olan bütün önemli partilerin karara katılması ile, bu
anlamda oybirliği ile dağıtılmıştır. Komintern’in dağıtılması, önce, Stalin’in değil, dünya komünist hareketinin birlikte aldığı karardır. Komintern dağıtılma
kararı alınırken, “işçi sınıfına bir enternasyonal örgütlülüğe ihtiyaç yok” temelinde karar alınmadı.
Kararın gerekçesi bu değildir. DKH içinde “işçi sınıfının enternasyonal örgütlülüğe ihtiyacı yoktur”
diye bir görüş savunan yoktur! Boraz yine kulaktan
dolma “bilgilerle” boyundan büyük laflar edeceğine
önce biraz araştırsa iyi olur. Bu konuda eğer gerçek
gerekçelerin ne olduğunu öğrenmek isterse, merakını
gidermek için “H. Yeşil’in Dönüşüm Yayınları’ndan
çıkan ” Stalin Eleştirileri Üzerine” başlıklı kitabının
ilgili bölümüne bakabilir.
Bürokrasi meselesinde yazının akışı içerisinde tavır takındık. Eleştirmenimiz, ayrımsız bir şekilde SB
deki revizyonistlerin günahlarını ve hatalarını Stalin
ve yoldaşlarına yüklemeye çalışıyor! Tüm bu çabalar
dün olduğu gibi bugün de Troçkistlerin vazgeçmediği karşı-devrimi besleyen çabalardır.
153. sayımızda yayınladığımız “Troçki ve Bolşevikler” başlıklı yazımıza Y. Boraz’ın getirdiği eleştirilere
tavır takındık. Üzülerek belirtmek gerekir ki, Y. Boraz yazdıklarımızı temel alarak somut eleştiriler getirmedi. Eleştiri yazısı, yazdıklarımızı temel alarak
yazılan ciddi bir eleştiri yazısı değildir.
Kasım 2011 ✓
Troçki ve Troçkizme karşı mücadelede yanlış bir
yöntem:
Troçki ve Troçkistlere karşı mücadelede ML’ler yer
yer yanlış yöntemler kullanmışlardır.
Bunlara bir örnek olarak yazının içinde “Troçkist
ve Buharinist elebaşılar” hakkında yapılan ve onların
Ekim Devriminin hemen ertesinden itibaren ajan olduklarını iddia eden genellemeyi verdik.
Yukarıda Sovyet basınında Troçki’nin resimlerinin
de tarihten nasıl silinmeye çalışıldığının bir örneğini
veriyoruz:
Orijinal Resim solda: Lenin podyumda konuşurken podyum merdiveninde arkada Kamenev, önde
kameraya bakan Troçki- Tarih: 20.05.1920 Yer: Moskova- Swerdlov Meydanı)
Rötuşa uğramış resim sağda: Bu resimde Troçki ve
Kamenev yerine tahta duvar gelmiş.
Biz bu yöntemi doğru bulmuyor, eleştiriyor, red
ediyoruz. ✓
53
Yuvarlakçay üzerine kurulmak istenen hidroelektrik santralı (HES) için
1 aya yakın süredir ortaya koydukları eylemlerle seslerini duyurmaya
çalışan bölgedeki yurttaşlar ve çevreciler, bu kez Muğla İdare Mahkemesi’ne
başvurarak, yürütmenin durdurulmasını isteminde bulundular.
A
54
şağıdaki alıntılarla aktarmaya çalışacağım HES
mücadelesini bazı okuyucularımız belki çeşitli medyadan takip etmiştir. Ben buna rağmen çevre
mücadelesi işçi sınıfının ve köylülüğün mücadelesinin bir parçası olduğu için; kazanılan bir mücadele
olduğu için siz okuyucularımıza Platformun Internet
sayfasından belirli kesitleri aktarmayı uygun gördüm.
Yuvarlakçayı Ege bölgesinin Muğla İlinin Köyceğiz
kazasının sınırları içinde bulunan Topgöz’den buz
gibi çıkan bir su. Yuvarlakçayı yazları sıcaktan bulananları serinleten; yöre tarımını sulayan ve Köyceğiz
gölünü de besleyen bir çay.
Yuvarlakçay’ı Koruma Platformu, Yuvarlakçay üzerine 2009 yılında kurulması planlanan hidro-elektrik
santraline ve bu amaçla yapılmakta olan doğa ve ekosistem tahribatına karşı çıkan bir topluluktur. Platform doğayı önemseyen herkese açıktır.
12 Aralık 2010: Yuvarlakçay 1. Yıl Buluşması
12 Aralık’ta Yuvarlakçay’da HES’e karşı direnişin birinci yılı doluyor. Zorlu ama mutlu sonlu bir direniş
oldu: Mahkeme kesinleşmiş yürütmeyi durdurma kararı verdi; Akfen, projeden vazgeçti. Bugünün anısına
hepimiz 12 Aralık Pazar saat 12:00’de Topgözü’nde
buluşuyoruz, hem anılarımızı tazelemek, hem de
özlem gidermek için! Köyceğiz ve Dalyan yürüyüş
grupları bu gün için bir yürüyüş düzenliyor:
“Yuvarlakçay HES Direnişi” Kitap Oluyor
Bir yılı aşkın süredir devam eden direnişin ve sonundaki haklı kazanımın, mücadele eden tüm doğa savunucularına manevi destek oluşturması ve gelecek
kuşaklara bırakılabilmesi için, belge niteliği taşıyan
bu kitabın kaleme alınmasına 17 Aralık 2010 günü
karar verildi. Yuvarlakçay’ı Koruma Platformu tara-
Mahkemeden tebligat var: Üç davamıza
iptal kararı!
Muğla 1. İdare Mahkemesi’nde 2010/446 Esas sayılı
dosyasında Mahkeme 01/12/2010 tarihinde davamızın kabulü ile dava konusu ettiğimiz işlemin iptal kararını verdi.
Anılan davada, T.C. Kültür Bakanlığı dava edilerek, Muğla Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun 26.03.2009 tarih ve 4828 sayılı Yuvarlakçay Anıt Ağaç Topluluğu Koruma Alanı içindeki
ağaçtan 30 adetinin harita üzerinde işaretlenmesinin
uygun olduğuna dair kararının iptali istenmişti.
Mahkeme kararı: Muğla 1. İdare Mahkemesinde
2010/576 Esas sayılı dosyasında mahkeme 01/12/2010
tarihinde davamızın kabulü ile dava konusu ettiğimiz işlemin iptal kararını verdi.
Anılan davada, Muğla İl Özel İdaresi ile Özel
Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı dava edilerek,
13/01/2003 tarih ve 181 sayılı işlemle onaylanan
1/5000 ölçekli nazım imar planı ile 1/1000 ölçekli uygulama imar planının iptali istenmişti.
Mahkeme kararı: Muğla 1. İdare Mahkemesinde
2010/580 Esas sayılı dosyasında Mahkeme 01/12/2010
tarihinde davamızın kabulü ile dava konusu ettiğimiz işlemin iptal kararını verdi.
Anılan davada, T.C. Kültür Bakanlığı dava edilerek, Muğla Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun 15.05.2009 tarih ve 4929 sayılı kararının, Muğla İli, Köyceğiz İlçesi, Pınar Köyü, Topgözü
mevkiinde bulunan Yuvarlakçay üzerinde yapılmak
istenen hidroelektrik santrali nedeniyle, Koruma bölgesi içerisinde kalan anılan yerdeki sekiz(8) adet anıt
ağacın Muğla Orman Bölge Müdürlüğü denetiminde
kesilmesine ilişkin kısmının iptali istenmişti.
“Anadolu’yu vermeyeceğiz”
Anadolu’nun doğasını savunanlar Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı’nı protesto etmek
için Ankara’da TBMM’nin önünde basın açıklaması
için bir araya geldi.
200’e yakın yerel ve ulusal ölçekteki oluşumun
destek vereceğini duyurduğu basın açıklamasına
Anadolu’nun dört bir yanından gelenler de katıldı.
Katılımcılar adına açıklama yapan Sarıkeçili göçerlerinin lideri Pervin Çoban Savran, “Toprağımızı, suyumuzu, zengin çeşitliliğe sahip Anadolu’muzu yok
edecek Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı Anadolu’nun ölüm fermanıdır. Anadolu halkı
bu tasarının Meclis’ten geçmesine izin vermeyecek”
dedi.
Savran, şunları söyledi:
“Bugün burada Meclis’in önünde toplandık. Buradayız çünkü yaşadığımız vadilerimizden, köylerimizden, şehirlerimizden sesimizi bugüne kadar buralara ulaştıramadık. Aylardır, yıllardır söylüyoruz,
bağırıyoruz… Anadolu’yu vermeyeceğiz! Anadolu
bizim köklerimiz, bizim tek yaşam kaynağımız. Durun dedik, davalar açtık, yaşam alanlarımızı yok etmek isteyen iş makinelerine göğsümüzü siper ettik.
Anadolu doğasına dokunmayın dedik ama bugüne
kadar sesimizi duyuramadık. Ne dediysek Meclis’in
duvarlarına çarpıp bize geri döndü. Sabır gösterdik,
duyarlar, anlarlar dedik. Ne duyan, oldu, ne anlayan
ne de kulak asan.”
Bugüne kadar parça parça yok edenlerin Tabiatı ve
Büyolojik Çeşitliliği Koruma Tasarısı adı altında toptan yok etmek için harekete geçtiklerinin altını çizen
Savran, bu tasarının Anadolu doğasının ölüm fermanı olduğunu söyledi.
Tabiatı Koruma Kanunu’nun kendisinin tabiatının
bozuk olduğunu belirten Savran “20 kişilik bir kurul
kuracaklarmış! Bu 20 kişi toplanıp, SİT alanları, milli
parklar korunsun mu korunmasın mı karar vereceklermiş. Gerekirse bu alanları santrallere açacaklarmış. Orada yaşayan kurdun kuşun, tüm canlıların,
bizlerin yaşam alanlarını satma hakkını size kim verdi?” dedi.
Anadolu insanı olarak, kurda kuzu emanet etmeyeceklerini iyi bildiklerini kaydeden Savran şunları
söyledi:
“Varolan SİT kararlarını yargıya götüreceğini söyleyen sizlere ve bürokratlarınıza doğamızı emanet
eder miyiz sanıyorsunuz! Doğayı korumakla yükümlü olan yöneticiler, bizim feryadımıza kulak vermek
yerine, gözlerini para hırsı bürümüş bu bir avuç talancı ne isterse onu yapıyor. Onlara sesleniyorum:
Oturduğunuz koltuklara bu halkın oylarıyla geldiğinizi unutmayın. Bizler kimseye, doğayı yok etsinler
diye vekâlet vermedik. Bu nedenle bu yasanın asla
bir hükmü olmayacaktır. Anadolu halkı bu tasarının
Meclis’ten geçmesine asla izin vermeyecektir. Eğer
yasalar doğamızı korumayacaksa halk olarak bizler
yaşam temellerini koruma mücadelesi
yaşam temellerini koruma mücadelesi
“YUVAKLAKÇAY HES
DİRENİŞİ”NDEN KESİNTİLER
fından yapılacak olan kitap çalışmasına, emekli tarih
öğretmeni ve araştırmacı yazar Günür KARAAĞAÇ
destek verecektir.
( Aralık 2011ortasında edindiğimiz bilgiye göre kitap henüz çıkmamıştı.)
55
Yeni iptal kararları
Şubat 2011
Muğla 1. İdare Mahkemesinde 2010/447Esas sayılı
dosyasında Mahkeme 29/12/2010 tarihinde davamızın kabulü ile dava konusu ettiğimiz işlemin iptal kararını verdi.
Anılan davada, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı
dava edilerek, Muğla Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulunun 15.05.2009 tarih ve 4929
sayılı kararının Muğla ili, Köyceğiz ilçesi, Yuvarlakçay üzerinde yapılması planlanan “Yuvarlakçay Regülatörü ve Hidroelektrik Santrali (HES)’nin, taşıyıcı
kanalların yapılması durumunda sulanan arazilerin
kadim haklarının korunması gerektiğinden mevcut
kanalın taşıdığı 450lt/sn suyun HES taşıyıcı kanalları
ile taşınarak kanalların kesiştiği noktada trapez kanallarına verilmesi kısmının” iptali istenmişti.
Mahkeme: Muğla 1. İdare Mahkemesinde
2010/578Esas sayılı dosyasında Mahkeme 29/12/2010
tarihinde davamızın kabulü ile dava konusu ettiğimiz işlemin iptal kararını verdi.
Anılan davada, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü dava edilerek, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü
ile Beyobası Enerji Üretim A.Ş. arasında 21/04/2006
günü imzalanan “Yuvarlakçay Hidroelektrik Enerji
Üretim Tesisinin Su Kullanım Hakkı ve İşletme Esaslarına İlişkin Anlaşma”nın iptali istenmişti.
Anadolu Yürüyüşü’nün Güney Ege Kervanı
Yuvarlakçay’dan yola çıktı!
56
Değerli Dostlar Merhaba,
09 Nisan 2011 Cumartesi günü, Büyük Anadolu
Yürüyüşünün “Güney Ege Kervanı’nı Ankara’ya
uğurlamak için Topgözü’nde buluştuk.
Hepinizin bildiği gibi; bir yılı aşkın süre önce, dere
nöbetini başlatmış ve gece-gündüz suyumuza, doğamıza, geleceğimize sahip çıkarak, Yuvarlakçay’ın
bizler için ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştık.
Dere nöbetinde destek veren tüm Yuvarlakçay destekçilerine bir kez daha teşekkür ediyoruz.
Şimdi tekrardan, doğanın bir parçası olduğumuz
bilinci ile Anadolu’yu yaşatmak için kendi halk irademizi kullanmaya karar vererek birleştik!
Vicdan sahibi herkesle buluşup, yedi ayrı koldan,
Anadolu’yu arşınlayarak Ankara’ya ulaşacak dost-
larımıza uğurlar ola! Geçmişe olan saygımız ve çocuklarımızın geleceği için, doğanın hakları ve yaşam
hakkımız için, yetkililerin; tüm canlıların yaşam
haklarını korumayı ve yaşatmayı, öncelikli olarak kanıksamasını istediğimizi belirtmek için Büyük Anadolu Yürüyüşü’ne destek veriyoruz.
Vatandaşlık görevlerimizi yerine getirmenin huzuruyla ve çocuklarımıza iyi bir örnek teşkil etmemizin gururuyla YUVARLAKÇAY’dan Büyük Anadolu
Yürüyüşü’nün “Güney Ege Kervanı”nı gönülden destekleyerek uğurluyoruz.
Yolunuz açık olsun!
09 Nisan’da Yuvarlakçay’dan “Midas”
ile birlikte yola çıkan; B.A.Y Güney Ege
Kervanı 6. gününde, Bodrum ekibi ile
buluşma yerine doğru ilerliyor.
Güney Ege kervanı 13 Nisan gecesi, Denizovası
Köyü’nde ağırlandılar ve köy kahvesinde bölge insanı
ile sohbet etme imkânı buldular.
Narenciye bahçeleri ve Gökova ‘dan sonra kırsal
alanda, köylerden ilerlediler.
Zeytinlikler, arpa, buğday, hayvancılık ve bal ana
geçim kaynağı olan bu bölgede, Termik Santral nedeniyle; eskiden 350 hanede her hanenin 1 kamyon
aldığı bal, şimdi 50 haneye düşmüş. Su kaynakları
tükenirse, tarım ve hayvancılık da bitecek korkusu
yaşıyorlar.
Bu akşam Çiftlikköy’de konaklayıp, Cumartesi
günü, (16 Nisan) Doğayı yaşatmak için, Anadolu’yu
yaşatmak için yola çıkan arkadaşlarımız, Akçaova’da
Bodrum ayağı ile birleşecek.
Muğla’dan birçok STK Akçaova’da kervanları karşılamak için hazırlıklarını tamamladı. Kervan, destekçilerin katılımı ile saat 14.00′de Muğla Sınırsızlık
Meydanı’nda olacaklar.
16 Nisan / Güney Ege Kervanı, Muğla’ya
ulaştı.
9 Nisan’da Yuvarlakçay’dan yola çıkan B.A.Y Güney
Ege Kervanı’nın Yuvarlakçay ekibi Bodrum kervanı
ile buluşarak Akçaova’ya ilerlediler.
Akyol’dan (eski Muğla yolu) Sınırsızlık Meydanı’na
doğru ilerleyen kervana, yol boyunca Muğla, Datça, Marmaris, Bodrum, Yuvarlakçay- Beyobası,
Köyceğiz’den gelen katılımcılar eklendi.
Kervanlar Sınırsızlık Meydanı’na ulaşıp, davulzurna eşliğinde halay çekerek, tulum eşliğinde horon
teptiler. Yapılan basın açıklamasının ardından, ker-
van Düğere’ye doğru uğurlandı.
Ege kıyılarında da, tulum eşliğinde Karadeniz
rüzgârının esmesi, bu etkinliğin ne kadar renkli ve
ahenk içinde olduğunun bir göstergesiydi.
Yuvarlakçay Marşı
Ocak 2010
MARŞ & ŞARKI
Su olur akarız,
Dere gibi çağlarız,
Ağaç olmaya bu toprakta
Yüreğimiz var.
Yuvarlakçay boyu,
Soğuk pınar suyu,
Bekler bizi dostlarımız,
Hasretimiz var.
Paylaşırız yaşamı,
Ağlatmayın bu çamı,
Ağaçlar varoldukça burda,
Neslimiz var.
Çağlarız taştan taşa,
Akarız şarlaklara,
Ne sular durulur biz oldukça,
Yeminimiz var.
Not: Koyu renkli satırlar nakaratlardır.
(İki kere tekrar edilir.)
Son Yapılan Rap Şarkısının Sözleri:
“HESTİR”
Mart 2010
MARŞ & ŞARKI
HESTİR
DURKADIN, TESLİME, FATMA NİNE
ANALAR TOMRUKLARA ÇIKTI YİNE
KALPTE SIZI VAR AMA KOLDA PAZU
YAKLAŞAN RAMAZAN TOPLAR TASI
AL TUTANAKLARI BAK TUTAN ATLADI
ALDIN ONUNU, ELDE VAR BİNİ
BU BİNE BİR BİN DAHA BİNDİR
SIKIYORSA BİZİ TOMRUKTAN İNDİR
“HESTİR HESTİR, SUYU ALDIRMAM
TOMRUĞA OTURDUM ONU SARDIRMAM
HESTİR HESTİR SUYU SATTIRMAM
TOMRUĞA OTURDUM KANIT ATTIRMAM”
BİR TAŞ BİR BAŞ DEDİ NİNELER,
ABLALAR BACILAR GÜZEL ANALAR
SİFON BOZUKSA SU BOŞA AKAR
CONTA KOPUKSA SU BOŞA AKAR
NEHİR BOŞA AKMAZ KALIN KAFA
SANA GEREKEN 30 FALAKA
İLKOKUL 1, ÜNİTE 2, KONU 3
ÖĞRETMEDİYSE GİT HOCANA KÜS
SU TESTİSİ SUYOLUNDA KIRILIR
SU YOKSA YEŞİLLİKSİZ KALINIR
YEŞİL YOKSA DOĞA ANA DARILIR
DARILIRSA DARAĞACINA SARILIR
“HESTİR HESTİR, SUYU ALDIRMAM
TOMRUĞA OTURDUM ONU SARDIRMAM
HESTİR HESTİR SUYU SATTIRMAM
TOMRUĞA OTURDUM KANIT ATTIRMAM”
SİFON BOZUKSA SU BOŞA AKAR
CONTA KOPUKSA SU BOŞA AKAR
BAKAN DONUKSA ÖYLECE BAKAR
MUHTAR BOZUKSA KÖYÜNÜ SATAR
KAFAMIZI BOZARSAN TEPEMİZ ATAR
“HESTİR HESTİR, SUYU ALDIRMAM
TOMRUĞA OTURDUM ONU SARDIRMAM
HESTİR HESTİR SUYU SATTIRMAM
TOMRUĞA OTURDUM KANIT ATTIRMAM”
yaşam temellerini koruma mücadelesi
yaşam temellerini koruma mücadelesi
koruyacağız. Anadolu doğası ve insanı için bu mücadele bir ölüm kalım mücadelesidir.”
İki davamıza da yürütmeyi durma kararı
verildi!
Ekim 2011
Konu ile ilgili açıklama yapan Av. Berna Babaoğlu
Ulutaş şunları söyledi:
“Yuvarlakçay Hidro Elektrik Santrali Projesinin iptali için söz konusu projeye İdarece verilen izinlerin
ve bu izinlere ilişkin idari kararların iptali için Muğla
İdare Mahkemesinde açılan davalarda: Kültür Bakanlığının anıt ağaçlara ilişkin kararlarının, Devlet
Su İşleri Genel Müdürlüğünün şirketle imzaladığı Su
Kullanım Anlaşmasının, Orman Genel Müdürlüğünün şirkete Ormanlık alan tahsisi kararının, Muğla Valiliğinin ÇED gerekli değildir kararının, Özel
Çevre Koruma Kurumu Başkanlığının ve il özel idaresinin Yuvarlakçay HES amaçlı imar planları işlemlerinin iptali davalarında, Mahkemece verilen iptal
kararlarının ardından, Yuvarlakçaylılar için önemli
iki davada da yürütmeyi durdurma kararı verildi.
Davacı Yuvarlakçaylıların Avukatı Berna Babaoğlu Ulutaş “Danıştay 13. Dairesinin dava konusu işlemlerin yürütmesinin durdurması bizleri fevkalade
memnun etmiştir, Yuvarlakçay halkı nehrin üzerine
pranga istemiyor, davalarımızın kısa sürede neticeleneceğini umuyoruz, diğer davalar kamulaştırma
57
Kaynak: http://www.beyazgazete.com
Muğla’nın Köyceğiz ilçesi Beyobası belde sınırları
içindeki Yuvarlakçay üzerine bir firma tarafından
kurulmak istenen Hidro Elektrik Santrali (HES) ile
ilgili açılan davalarda arka arkaya gelen yürütmeyi
durdurma karalarından sonra, 11 aydır yörede eylem
çadırı kuran köylüler çadırlarını kaldırma kararı aldı.
Çevre ve Orman Bakanlığı ve Özel Çevre Koruma
Kurumu aleyhine açılan yürütmeyi durdurma kararlarının ardından Muğla 1. İdare Mahkemesi’nin1
Kasım 2010 tarih ve 2010/565 sayılı Muğla 1. İdare
Mahkemesi’nin kararı ile Çevre ve Orman Bakanlığı
aleyhine açılan yürütmeyi durdurma kararının ardından köylüler kamp çadırını kaldırma kararı aldı.
Fethiye ve Köyceğiz TEMA temsilcisi Okyay Tirli,
“Kesilen ve kesilecek ormanların yürütmeyi durdurma davası tarafımızca kazanılmış olup yüce mahkeme kesim kararını durdurmuştur. Bilirkişinin köylünün lehine karar verdiğini, şirketin de çekildiğini
halka rağmen doğayı tahrip etmenin mümkün olmadığı Türkiye’nin hukuk devleti olduğunu bağımsız
mahkemelerimiz çevreyi ve doğayı koruyandan yana
olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur” dedi.
FİRMA HES YAPMAKTAN VAZGEÇTİ
Yuvarlakçay’ı Koruma Platformunun arka arkaya
açtığı yürütmeyi durdurma kararlarının ardından
Yuvarlakçay üzerine Hidro-Elektrik Santrali yapmak
için başvuran Akfen firması yetkilisi Hamdi Akın,
köylülerin tepkisi nedeniyle Yuvarlakçay üzerinde
HES inşaatı yapmaktan vazgeçtiklerini açıklamıştı.
Yüklenici firmanın HES inşaatından vazgeçmesinin
ardından platform üyeleri Köyceğiz Orman İşletme,
Muğla Orman Bölge Müdürlüğü, Özel Çevre Koruma
Kurumu ve Orman Genel müdürlüğü aleyhine ağaç
kesiminin durdurulması, doğa tahribatının önlenmesi için dava açmışlardı.
KATKI SAĞLAYANLARA BELGE VERİLDİ
58
11 aydır Yuvarlakçay üzerinde eylem yapan ve bölgede kamp kuran köylü kadınlar kamp çadırlarını
kaldırdı. Köyceğiz Beyobası beldesinde eyleme destek
veren Köyceğiz Belediye Başkanı Salih Erbay ve Beyobası Belediye Başkanı Besim Özbek’e, katkıda bulunan çevrecilere teşekkür belgesi TEMA Temsilcisi
Okyay Tirli tarafından verildi.
Köyceğiz’de ne değişti?
Ege 01.01.2010
Yuvarlakçay üzerine kurulmak istenen tesise, daha
önce ‘su yatağını kirletir’ diye izin verilmemişti, şimdi HES yapılıyor
Köyceğiz’de ne değişti?
MEHMET EMİN BERBER
KÖYCEĞİZ- Muğla’nın Köyceğiz ilçesindeki Yuvarlakçay üzerinde Akfen Holding tarafından kurulmak
istenen hidroelektrik santralına karşı yürütülen mücadele, bir dizi çelişkinin de ortaya çıkmasına neden
oldu. Bölgede bir başka şirket tarafından daha önce
kurulmak istenen içme suyu ve şişeleme tesisine,
Yuvarlakçay’a 50 metre uzaklıkta olacağı ve su yatağını kirleteceği gerekçesiyle izin verilmediği anlaşıldı.
Santralle ilgili ÇED süreci tamamlanmadan binlerce
ağacın kesildiği yörede, köylüler ve çevreciler, ağaç
kesimine karşı bölgede nöbet tutuyor.
Yuvarlakçay üzerine kurulmak istenen hidroelektrik santralı (HES) için 1 aya yakın süredir ortaya
koydukları eylemlerle seslerini duyurmaya çalışan
bölgedeki yurttaşlar ve çevreciler, bu kez Muğla İdare
Mahkemesi’ne başvurarak, yürütmenin durdurulmasını isteminde bulundular. Muğla Barosu avukatlarından Berna Babaoğlu Ulutaş’la Burak Erbay
tarafından Muğla İdare Mahkemesi’ne verilen dilekçede, HES için, anıt ağaç niteliğindeki 300-400 yıllık
çınarların, yasalar ve uluslararası çevre sözleşmeleri
göz ardı edilerek kesildiği anımsatıldı. Köylüler ve
çevrecilerin Devlet Su İşleri yetkililerine yaptıkları
başvurulardan, santralle ilgili çevresel etki değerlendirme (ÇED) sürecinin “henüz” başlatılmadığının
anlaşıldığını, buna karşın DSİ’nin Akfen Holding’e
ait Beyobası Elektrik Üretim AŞ. firmasıyla su kullanım anlaşmasını imzaladığına da dikkat çekildi.
Bölgede daha önce yapılmak istenen yatırımların,
Yuvarlakçay’ın önemi nedeniyle geri çevrildiğinin
anımsatıldığı dilekçede, şu görüşlere yer verildi:
“Yuvarlakçay üzerinde Tropikal Turizm şirketi,
adına kayıtlı taşınmaz üzerinde içme suyu şişeleme
ve depolama tesisleri yapılmasına yönelik plan değişikliği talep etmişti. Özel Çevre Koruma Kurumu
Başkanlığı’nın 7 Ocak 2009 tarihli, ‘plan değişikliği’
konulu yazısına göre, bu talep ‘İnceleme sonucunda,
fabrikanın kurulacağı alanın Yuvarlakçay deresine 50
metre mesafede olduğu, Köyceğiz Dalyan Biyoçeşitlilik ve Yönetim Planı projesi kapsamında hazırlanan
korunmaya değer alanlar sentez haritasında Yuvarlakçay Deresi boyunca derenin iki tarafından 500
metrelik mesafenin su yatağı koruma sınırı olarak
belirlendiği ve bu sınırlar içerinde mevcut faaliyetler
dışında herhangi bir faaliyetin olamayacağı hususları
tespit edilmiştir’ denilerek reddedilmiştir.”
Şimdi aynı alana HES izni verildiği, gerekirse sürecin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de taşınabileceğine dikkat çekilen dilekçede, katliamın
önlenmesi amacıyla mahkemenin acilen yürütmeyi
durdurma kararı vermesi istendi.
Bu arada bölgede gün boyu nöbet tutan çevreciler
ve köylüler, Yuvarlakçay Havzası’nda kesilen binlerce
kızılçam ağacının, Çevre ve Orman İşletme Müdürlüğü tarafından toplanmasına, delillerin karartılacağı gerekçesiyle izin vermedi.
beraat ettiler…
Kasım 2011
Köyceğiz Asliye Ceza Mahkemesinde yargılanan 7
kişi hakkında beraat kararı verildi.
Konu ile ilgili Av. Berna Babaoğlu Ulutaş “Yuvarlakçay üzerinde yapılmak istenen Hidro Elektrik
Santral (HES) kurulmasına karşı çıkan eylemciler
hakkında Köyceğiz Orman İşletme Müdürlüğünün
ihbarı ve aynı kurumda çalışan yedi memur ve işçinin şikâyeti nedeniyle soruşturma yürütülmüştür.
Soruşturma neticesinde Köyceğiz Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan iddianamede, eylemcilerin, görevini yaptırmamak suçunu zincirleme olarak işledikleri iddia edilmiş ve Türk Ceza Kanunun
265. maddesinin 1.fıkrasına göre kamu görevlisine
karşı görevini yapmasını engellemek amacıyla cebir
veya tehdit kullandıkları gerekçesi ile 6 aydan 3 yıla
kadar hapis cezası verilmesi istenmiştir. Köyceğiz Asliye Ceza Mahkemesince yapılan yargılamada, Nisan
2010 tarihinden beri yargılanan yedi Yuvaylakçaylı
eylemci, Mahkemenin 02.11.2011 günü verdiği kararla ayrı ayrı beraat etti. ” açıklamasını yaptı.
Çevreci köylünün zafer selamı
Kasım 2010
Yuvarlakçay’da HES’e karşı 11 aydır nöbet tutan köylüler, son mahkeme kararıyla ‘zafer’ kazanınca çadırlarını sökmeye başladı.
Beklenen mahkeme kararı 8 Ekim’de geldi. Muğla İdare Mahkemesi, “Su toplama havzasındaki su
gözelerinin ters basınç etkisiyle komşu vadilere kaçacak olması ve çevredeki köylerin içme suyu ihtiyaçlarının karşılanmasının tehlikeye girecek olması”
nedeniyle Muğla’nın Köyceğiz ilçesi yakınlarındaki
Yuvarlakçay’a kurulmak istenen HES’in yürütmesini
durdurdu. Kararda Yuvarlakçay’ın ‘Özel Çevre Koruma Bölgesi’, ‘Anıt Ağaç Topluluğu Koruma Alanı’
ve yasalar gereği korunması gerekli görülen ‘duyarlı
yöre’lerden olduğu hatırlatıldı. Santral yapılırsa bölgedeki endemik bitki türü olan sığla ağaçlarının yok
olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağı belirtildi.
Radikal’den selam söyledi
Muğla’nın
Köyceğiz
ilçesi
yakınlarındaki
Yuvarlakçay’da HES yapmak isteyen AKFEN, aslında daha önce Radikal’e ‘tepkiler nedeni’yle projeden
vazgeçtiğini açıklamıştı. AKFEN Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Akın, 30 Nisan 2010’da Radikal
aracılığıyla “Yuvarlakçay’da çevre için gece gündüz
nöbet tutan herkese” selam göndermiş ve “Biz de onlar kadar çevreciyiz. Bu kadar karşı olunan bir şeyi
bizim yapmamıza imkân yok” demişti. Ancak “Şirketin sözüne değil, mahkemenin kararına inanırız”
diyen köylüler, mahkeme kararı çıkana kadar nöbete
devam edeceklerini söylemişti.
yaşam temellerini koruma mücadelesi
yaşam temellerini koruma mücadelesi
kararının iptali hakkındadır. Esas hakkında karar
verilen davalarımızda Muğla İdare Mahkemesince
verilen iptal kararları davalı İdareler tarafından temyiz edilmiştir. Söz konusu kararların kesinleşmesinin
ardından rahat bir nefes alacağız” dedi. “
11 Aylık Eylem Sona Erdi
Kasım 2010 ✓
Çadırlar simge oldu
Yuvarlakçay’da köylüler 11 aydır yasadışı olarak kesildiğini iddia ettikleri 900 çam, bazı anıt ağaçlar ve
sığlaların çevresinde çadır kurup nöbet tutuyordu.
Geceleri 50-60 kişinin nöbet tuttuğu kamp yerinde
bazen 2 bin kişi aynı anda toplanıyordu. Çadırlar
simge haline geldi, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan Leman Sam’a, MHPli Oktay Vural’dan müzisyen Tolga
Çandar’a kadar pek çok kişi köylüleri ziyaret etti. Bu
arada HES projesinin çeşitli aşamalarıyla ilgili davalar açıldı. 8 Ekim’deki son mahkeme kararının ardından köylüler eylemlerini ‘zafer’le bitirdi. Yuvarlakçay,
çevresinde tarımla geçinen halkın sulama kaynağı
ayrıca bölgeye önemli turizm geliri sağlıyor.
Güney Ege’den YDİ ÇAĞRI okuru
17 Aralık 2011 ✓
59
Dersim katliamı Cumhuriyet tarihinde devletin yaptığı katliamlardan sadece bir tanesidir
Katliamların hesabı
er ya da geç mutlaka
DEVRİMLE sorulacaktır!
Halkların Kardeşliği İçin
TEK YOL DEVRİM!

Benzer belgeler

8 Mart 2012 - Yeni Dünya İçin Çağrı

8 Mart 2012 - Yeni Dünya İçin Çağrı KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI “Gerçekler Devrimcidir” başlıklı yazı üzerine. . . . . . . . . . . . . . . . . 35

Detaylı