Ölmek var, dönmek yok! - Yeni Dünya İçin Çağrı

Transkript

Ölmek var, dönmek yok! - Yeni Dünya İçin Çağrı
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
ŞUBAT 2010/02 ❍ FİYATI 1 TL ❍ ISSN 1302-692X141
Tekel işçileri Ankara’da haykırıyor:
N
O
R
A
M
Ş
Ha ili: C
iti on
:D c
ep ert
Ye re aci
m m o
bo en: sal n dö
ra Em lad ne
ta zan pe ı, b mi
m la ry in ni
ta rı v ali ala n s
m e st r ö on
lar sa ler ld u
ı… va in ür …
ş
dü
!
“Kozmik Oda”da
neler oluyor?
Devrimci
homofobi...
A
“Ölmek var, dönmek yok!”
P
A
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
•
editörden - içindekiler
EDİTÖRDEN
Değerli okuyucu,
❦
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
Bir darbe planı daha: ‘Balyoz’!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
“Askere sivil yargı” yoluna iptal. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4
“Ölmek var, dönmek yok!”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
“Kozmik Oda”da neler oluyor?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
PANORAMA
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Irkçı saldırılar artıyor Hedefte Romanlar var. . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
Katledilişinin 3. yılında Hrant anıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11
Nükleer santral ihalesiz Rusya’nın . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24
Concertacion döneminin sonu…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18
Deprem salladı, binalar öldürdü!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20
Emperyalistlerin borazanları ve savaş tam tamları…. . . . . . . . . . 22
OKUR MEKTUBU
GÜNCEL
Kaşıkla ver, kepçe ile al! Yeni sefalet ücreti açıklandı… . . . . . . . . 12
Devrimci homofobi üzerine. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
Burjuva “demokrasisi”, demokrasi değildir! . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25
İnsanlığa sosyalizm gerekli!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ
YENİ KADIN DÜNYASI
Değerli dosta mektup…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27
Erkek egemen sistemden ibretlik manzaralar…. . . . . . . . . . . . . . 16
2
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt / İstanbul •
Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 141· Şubat 2009 • ISSN 1301-692X141 • Fiyatı: Türkiye: 1 TL · Türkiye Dışı: 1,50 Euro •
Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • [email protected]
T
araf gazetesinin haberine göre, silahlı kuvvetler
içinde bir grup 2002 sonlarından, 2003 Mart’ına
kadar yaklaşık 5 bin sayfadan oluşan bir darbe planı
hazırladı.
Adı “Balyoz Harekat Planı” olan darbenin önderliğini, dönemin 1. Ordu Komutanı Org. Çetin Doğan
yaptı.
Habere göre 2003’te yapılan planlar kargaşa yaratmak için camilerin cuma namazı sırasında bombalanması, bir Türkiye jetinin düşürülmesi, Meclis’in
üzerinden savaş uçakları uçurulması gibi eylemleri
içeriyor. Sonrasında sıkıyönetim ve darbe var.
Darbenin amacı, “laik ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri hortlamamak üzere ebediyen ortadan kaldırmak”tır.
Taraf’ın yayınladığı haberlere göre, planlarda hükümeti devirmek ve darbe yapmak için şiddet içeren
eylemlerin düzenlenmesi, medyanın kontrolü, iki
yüz bin kişinin tutuklanması, bazı gazetecilerin hapse atılması, bazı gazetecilerden de “yararlanılması”
planlanmıştı.
2003 yılında 1. Ordu Komutanı olan, darbenin önderi Çetin Doğan, “söz konusu planların harp oyunu
ve seminerler kapsamında olduğunu” dile getirerek
darbe iddiasını reddetti.
Genelkurmay darbe iddiası üzerine, İnternet sitesinde yayınladığı “bilgi notu”na göre, 5-7 Mart 2003’te,
bir plan semineri düzenlendiğini kabul etti.
“Plan seminerinin gayesi, dış tehdide ilişkin olarak
hazırlanan harekat planlarını geliştirmek ve ilgili personelin eğitimlerini sağlamaktır.”
“Plan semineri, giderek tırmanan bir gerginlik dönemini kapsayan bir senaryo içerisinde uygulanmış-
tır.
“1. Ordu Komutanlığı sorumluluk bölgesinde icra
edilen bu Plan Seminerinde, Ordu Geri Bölge Emniyeti ve savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun baş
göstermesi halinde de uygulanan sıkıyönetim konuları
üzerinde de durulmuştur.”
Genelkurmay plan semineri yapıldığını kabul etmekte, “Plan seminerine ilişkin olarak ortaya atılan
iddiaları, aklı ve vicdanı olan hiçbir kimsenin kabul
etmesi mümkün değil. Söz konusu iddiaları ciddiye
alarak üzerinde yorumlar yapılmasının ve bilgi kirliliği yaratılmasının; özellikle toplumumuzda tedirginlik yaratmak isteyenlerin amacına hizmet edeceği
değerlendirilmektedir” diyerek darbe iddiasını reddetmektedir. Genelkurmay’ın darbe iddiasını reddetmesi, darbe planın yapıldığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Şimdiye kadar açığa çıkan, Sarıkız, Ayışığı,
Yakamoz, Eldiven vb. darbe planları da Genelkurmay
tarafından kabul edilmemişti.
Genelkurmay başkanı İlker Başbuğ, karargâhta Kazım Karabekir’in anıldığı toplantı ardından ‘Balyoz’
darbe planı iddiası üzerine konuştu. Başbuğ, plan semineri yapıldığını kabul ettiği konuşmasında, darbe
iddiasını, kargaşa çıkarmak için cami bombalanmasını, Türk jetinin düşürülmesi iddialarını “vicdansızlık” olarak niteleyerek, bu iddiaları ortaya atanları
“lanetledi.”
TSK darbe konusunda oldukça deneyimlidir. Emir
komuta zinciri içinde gerçekleştirilen, 27 Mayıs, 12
Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan vb. klasik ve post
modern darbeler yanında, tek tek subay ve subay
gruplarının hazırladığı darbe planları ve girişimleri
konusunda da Türk ordusu zengin deneyimlere sahiptir.
Türkiye’de ordu siyasetin en önemli aktörü, devletin gerçek sahibidir.
2003 yılından bu yana, açığa çıkan darbe planlarının başarıya ulaşmamasının esas nedeni, emperyalistlerin AKP’ye karşı darbelere destek vermemesidir.
Uluslararası destekten yoksun ve içte işbirlikçi büyük
burjuvazinin desteklemediği bir darbe olsa bile başarıya ulaşma şansı yoktur.
Görünen odur ki, darbeciler plan yapmaktan vazgeçmeyecek, hep yeniden deneyeceklerdir. Çünkü iktidarları adım adım elden gitmektedir.
28 Ocak 2010 ✓
gündem
Bir darbe planı daha: ‘Balyoz’!
3
gündem
“Askere sivil yargı” yoluna iptal
Türkiye’de hukuk egemenlerin iktidar
mücadelesinde birbirlerine karşı kullandıkları
önemli bir araçtır. Yüksek yargı ideolojik
Kemalist kesimin denetiminde, yönetici Kemalist
devlet elitinin iktidarını koruma mücadelesi
yürütüyor. Yüksek yargı AKP hükümetine karşı
parlamentoda muhalefetin yürütemediği siyasi
mücadeleyi yer yer onlarla birlikte, yer yer
onların adına da yürütüyor.
A
4
nayasa Mahkemesi ilginç bir karara daha imza
attı.
“Hükümete karşı darbe, isyana teşvik, anayasal düzene karşı suçları” işleyen askerlere sivil yargı yolunu
açan düzenleme Anayasa Mahkemesi tarafından oybirliği ile iptal edildi. Egemenler arasındaki iktidar
dalaşında yüksek yargı -Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, Sayıştay- çok önemli bir rol oynuyor.
Türkiye’de hukuk egemenlerin iktidar mücadelesinde birbirlerine karşı kullandıkları önemli bir
araçtır. Yüksek yargı ideolojik Kemalist kesimin denetiminde, yönetici Kemalist devlet elitinin iktidarını koruma mücadelesi yürütüyor. Yüksek yargı AKP
hükümetine karşı parlamentoda muhalefetin yürütemediği siyasi mücadeleyi yer yer onlarla birlikte, yer
yer onların adına da yürütüyor. Örneğin, Abdullah
Gül’ün Cumhurbaşkanlığını engellemek için keşfedilen 367 hokkabazlığı, türban konusunda alınan karar,
Danıştay’ın aldığı bir dizi yürütmeyi durdurma kararları vb. siyasi kararlardır.
T.C’de egemen bürokrat elitin önemli bir bölümünü
oluşturan yargı bürokrasisi, egemenliğini tehdit eden
her gelişmeye karşı çıkıyor. İktidar dalaşında Anayasa Mahkemesi hukuki değil, siyasi –büyük bürokrat
burjuvazi lehine- kararlar veriyor.
Gelişmelerin de gösterdiği gibi Türkiye’de yasa yapıcı organ pratikte Anayasa Mahkemesidir.
Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmalarını
düzenleyen düzenlemenin iptal eden kararın gerekçesinin Resmi Gazete’de yayınlanmasının ardından
özel yetkili savcılıklardaki soruşturma dosyalarının
kapatılması ve görevsizlik kararı ile askeri savcılıklara devredilmesi bekleniliyor.
Darbe iddiasıyla askerlerin tutuklu olarak yargılandığı davalar da askeri mahkemelere geçecek.
Görevsizlik kararı ile askeri savcılık ve mahkemelere devredilecek dava ve soruşturmalardan bazıları
şunlar:
Ergenekon soruşturması
Ergenekon soruşturmasında “Türkiye Cumhuriyeti
hükümetine karşı halkı silahlı isyana teşvik” suçlaması ile çok sayıda emekli ve muazzaf asker hakkında
dava açıldı.
Bazı asker şahıslar hakkındaki soruşturma ve dinleme kararları ise devam ediyor.
Bu askerlerin dava dosyaları ayrılarak görevsizlik
kararı ile askeri mahkemeye gönderilecek.
Yapılan teknik takip ve telefon dinleme yetkileri ise
kaldırılacak.
‘Kafes planı’ ve Poyrazköy kazısı
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndaki askerlerin “Kafes Planı” isimli darbe hazırlığında olduğu iddiasıyla
başlatılan soruşturmada çok sayıda subay tutuklandı.
Ergenekon soruşturması kapsamında yürütülen
soruşturma sonunda hazırlanan iddianamede ilk kez
muvazzaf bir Tuğamiralin ismi yer aldı.
7 si muvazzaf kurmay albay 17 subay hakkında dava
açıldı.
‘İrtica ile mücadele planı’
Genelkurmay Karargahı’nda “AKP hükümetini ve Fetullah Gülen’i Bitirme” başlığı altında bir darbe planı
hazırlandığı öne sürüldü.
Tekel işçileri Ankara’da haykırıyor
“Ölmek var,
dönmek yok!”
Erzincan soruşturması
Erzincan Başsavcılığı’nca İsmailağa ve Fetullah Gülen
cemaatine yönelik soruşturmada görev alan görevdeki 1’i binbaşı 3 istihbaratçı subay tutuklandı.
Erzurum Özel Yetkili Savcılığı’nca yürütülen soruşturmada subaylar “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”nı
Erzincan’da uygulamakla suçlandı.
gündem
Planın altında imzası olduğu öne sürülen Albay
Dursun Çiçek, Ergenekon soruşturması kapsamında
iki kez tutuklandı, ancak yapılan itirazlar sonucu serbest kaldı.
Albay Çiçek ile ilgili soruşturma sürüyor.
Arınç’a suikast iddiası
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ a suikast iddiasıyla 7 si subay 8 asker hakkında başlatılan soruşturma
askeri savcılığa devredilecek.
Gözaltına alınan iki subayın görev yaptığı özel kuvvetler komutanlığında bulunan kozmik odalarda yapılan aramalarla ilgili devlet sırrı niteliğindeki tutanaklar hiçbir işlem yapılmaksızın askeri mahkemeye
gönderilecek.
Şemdinli ve dağlıca davaları
Askeri mahkemede görülen davalarda askere sivil
yargı yolunu açan düzenleme gerekçe gösterilerek takipsizlik istendi.
Yüksek Mahkeme’nin kararı ile davaların askeri
mahkemede görülmesine devam edilecek.”
( kaynak, NTV)
İptal kararının ardından önemli bir gelişme yaşandı.
İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi, Anayasa
Mahkemesi’nin askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasına olanak sağlayan düzenlemeyi iptal etmesine rağmen, ikisi emekli 15’i muvazzaf 17 askerin şüpheli olarak yer aldığı Poyrazköy iddianamesini kabul
etti. Mahkeme sanıklara atılı eylemlerin “terör suçu
olduğunu ve 1632 sayılı Askeri Ceza Kanunu’nun dışında kaldığını” belirtti. Davanın ilk duruşması, 9
Nisan 2010 tarihinde yapılacak.
Bu karar, önemli bir karar olmasının yanı sıra, yargıda ki bölünmüşlüğün de ifadesidir. Bu kararın diğer
davalar için emsal olup olmayacağını süreç gösterecek. Ancak bir şey kesin, Kemalistlerin ağırlıkta olduğu yargı kesimi görevsizlik kararı vererek, davaları
askeri savcılığa, askeri mahkemelere devredecektir.
28 Ocak 2010 ✓
T
ekel işçileri Ankara’da özlük hakları için kararlı
bir şekilde direnmeye devam ediyor.
Tekel işçileri ve tabandan gelen baskı sonucu,
Türk-İş, 17 Ocak 2010 Ankara Sıhhiye Meydanı’nda
“Ekmek, Barış, Özgürlük için Demokrasi ve Haklar
Mitingi” düzenledi. Mitinge onbinlerce işçi, emekçi
katıldı. Mitinge YDİ Çağrı okurları da katıldı. Okurlarımız “Tekel işçilerinin direnişini destekleyelim!,
Zafer direnen tekel işçilerinin olacak!” başlıklı bildirimizi dağıttılar. YDİ Çağrı ocak sayısı ve Yeni İşçi
Dünyası’nın Ocak sayısının dağıtımını yaptılar.
Mitingde Mustafa Kumlu Tekel işçilerinin talebi
olan genel greve dönük tavır takınmayınca, kürsü
Tekel işçileri tarafından işgal edildi. Mustafa Kumlu
işçilerin yoğun protestosu sonucu, yaptığı konuşma
ardından alandan ayrılmak zorunda kaldı.
Direnişin 37. gününde 150 işçi Türk-İş binasında
açlık grevine başladı.
Açlık grevinin 3. gününde işçilerden sekizi rahatsızlanarak hastaneye kaldırıldı.
DİSK ve KESK’in “genel grev için üzerimize düşeni
yaparız” açıklamasının ardından Türk-İş sendikaları toplantıya çağırdı.
Bir araya gelen Türk-İş, DİSK, KESK, Kamu-Sen,
Memur-Sen, Hak-İş, yaptıkları toplantı ardından şu
5
gündem
6
açıklama yapıldı:
“1-Altı konfederasyon, çalışma hayatının tüm sorunlarına ilişkin ortak irade arayışını bundan böyle
de sürdürecektir.
2- Konfederasyonlar, öncelikli olarak Tekel işçilerinin içinde bulunduğu durumu görüştü. Bu çerçevede;
-Konfederasyonlar, 4-C uygulamasını kabul etmemekte ve kaldırılmasını talep etmektedir.
-Konfederasyonlar, hükümetle bugüne kadar sürdürülen diyalog sürecinin hızlandırılarak devam etmesini istemektedir.
-Tekel işçilerinin sorunlarının çözümü doğrultusunda Türk-İş’in hükümetle sürdürdüğü görüşmelerde bundan böyle toplantıya katılan diğer konfederasyonların başkanları da etkin bir şekilde yer alacaktır.
-Hükümetle yapılacak görüşmelerden 26 Ocak 2010
salı günü saat 17.00’ye kadar sonuç alınamaması halinde aynı saatte konfederasyonlar, “dayanışma grevi
ve üretimden gelen gücün” kullanılacağı tarih dahil
olmak üzere eylem programını belirlemek üzere bir
araya gelecektir.”
İşçi ve memur konfederasyonlarının Türk-İş Genel
Merkezi’nde yaptığı toplantının ardından, Türk-İş
Genel Merkezi balkonundan işçilere seslenen Mustafa Türkel, “Tek Gıda-İş Sendikası olarak bu yola
çıktıklarında yalnız olduklarını, ancak şimdi 6 konfederasyonun kendilerine destek vermesinden onur
duyduklarını” söyledi.
Türkel, “Başkanların hükümetle olan görüşmelerini kolaylaştırmak için yarından itibaren açlık grevine
26 Ocak Salı gününe kadar ara veriyoruz. Bu sürede
hükümete çağrımız, daha büyük felaketler yaşanabilir, karda kışta... Biz 4-C’yi kabul etmiyoruz. Diyoruz
ki biz 4-C’yi istemiyoruz. Aksi takdirde ölmek için
buradayız” dedi.
Başbakan Erdoğan yaptığı çeşitli konuşmalarda Tekel işçilerinin direnişini karalamaya devam ediyor.
TEKEL işçilerinin, “açız diye ajitasyon” yaptıklarını, “iki yıldır bunları çalışmadan maaşlarını ödeyerek görevlerinde” tuttuklarını, “Çalışma diye bir şey
yok. Şu anda üç beş tanesinde tütün işleme devam
ediyor. Bunun dışındakilerde hiçbirinde çalışma yok.
Ve bunlara bu haliyle maaşlarını ödemeye devam ettik. Bu parayı kim verdi? Benim milletim verdi.”, tekel
işçilerinin “bir grup marjinal çevrenin oyununa” geldiğini, Üretim müretim yok, sadece depo var.”, “boş
depolar için para almak istiyorlar”, “tüyü bitmemiş
yetimin hakkından” bahsederek meseleyi çarpıtan
ve demagoji yapan Erdoğan “bunlara şimdiye kadar
müsamaha gösterdik” diyerek açık tehditte bulundu.
Gerçekte ise işçilerin kazanılmış olan hakları alınan siyasi kararlar sonucu tırpanlandı. Özelleştirme
sonucu işçilerin çalıştıkları işletmelerin önemli bir
bölümü kapatıldı. Boş depoların sorumlusu ve nedeni bu nedenle işçiler değildir. İşçiler işyerleri, işleri
için mücadele ediyor. “Yan gelip yatıp, ücret almak”
için direnmiyorlar. Mücadeleleri daha önce çalıştıkları şartlarda iş içindir. Bu haklı bir taleptir. Bu talep
uğrunda mücadele etmek haklıdır.
Başbakan Erdoğan’ın yaptığı açıklamalar ardından, Ankara Valiliği tarafından Türk-İş ve Tek Gıdaİş Sendikasına, kurulan çadırların kaldırılması için
tebligat yapıldı.
6 sendika konfederasyonunun hükümete verdiği
süre 26 Ocak’ta doldu. İşçilerin istemlerini karşılama
yönünde adım atmayan hükümet, tam tersine direnişi karalamak için kampanya yürüttü.
26 Ocak’a doğru AKP yanlısı Memur-Sen ve Hak-İş
Mustafa Türkel’in açıklamalarını gerekçe göstererek
platformdan çekildi.
26 Ocak’ta Başbakan Erdoğan tekel işçilerinin sorunlarını çözmek için Türk-İş’e 28 Ocak akşam saatlerinde randevu verdi.
26 Ocak tarihinde Tük-İş’in çağrısıyla işçi ve memur sendikaları konfederasyonlarının başkanları
bir araya geldi. Toplantıya katılmayacağını açıklayan
Hak-İş, Başkan Yardımcısı Mahmut Aslan’la temsil edilirken, Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, Türkiye
gündem
Kamu-Sen Genel Başkanı Bircan Akyıldız ve KESK
Genel Başkanı Sami Evren katıldı.
Toplantının ardından, Mustafa Kumlu, Tekel işçilerinin sorununun çözülmemesi halinde 3 Şubat
Çarşamba günü, dayanışma amacıyla üretimden gelen güçlerini kullanma kararını aldıklarını açıkladı.
Kumlu, şöyle devam etti: “İşçilerimiz 4C’li olmayı kabul etmeyecekler. Özlük haklarıyla kamu kuruluşlarına aktarılmaları konusunda ısrarcılar. Hükümetin
bize getireceği öneri çok önemli. O zaman onu değerlendireceğiz. Türk-İş olarak biz, her türlü müzakereye
açığız.”
Toplantıda alınan kararı, 43 gündür direnen işçilere
açıklayan Tek-Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel,
açlık grevini, 29 Ocak Cuma gününe kadar ertelediklerini belirtti. Konfederasyonların genel grev kararı,
işçiler tarafından alkışlarla karşılandı.
Tekel işçilerinin talebi olan genel grevi, -kastedilen genel grev ekonomik grevdir, bilinçli ve örgütlü
işçi sınıfının KP önderliğinde iktidarı ele geçirmek
için başvurduğu genel grev değildir- gerçek anlamda
sendikalar uygulayabilecek durumda değildir. Çünkü
işçi sınıfı sendikal anlamda bile örgütlü değildir. Örgütlü olmayan sınıfın yapacağı genel grev hayatı durduracak durumda olamaz. Geçmişte yapıldığı gibi
sendika konfederasyonlarının yapacağı genel grev
göstermelik olmaktan öteye gitmeyecek, özellikle de
kamuda etkili olacak, hayatı durdurmaya yeterli olmayacaktır.
Türk-İş her fırsatta direnişten kurtulmaya çalışacak, umudunu Hükümetle yürütülen görüşmelere
bağlamış durumdadır. 3 Şubat’ta sorunun çözülmemesi halinde yapılacağı ilan edilen üretimden gelen
gücün kullanılacağı ilanı, gerçekte hükümetten taviz
koparma ilanıdır.
Tekel işçilerinin onurlu ve kararlı direnişinin, işçi
sınıfı hareketinde yeni bir atılımının, canlanmanın
başlangıcı olabilmesi için; direnişin egemen sınıflar arasındaki iktidar dalaşının bir kaldıracı olarak
kullanılmasının engellenmesi, sendika bürokrasisi
tarafından boğulmasının/satılmasının engellenmesi
mutlak şarttır. Bunun için işçiler mücadeleyi kendi
ellerine almalı, kendi güçlerine, sınıf kardeşlerinin
desteğine güvenmeli, direnişin yönetimi için kendi içlerinden seçecekleri –her an geri çağrılabilir- direniş
komitesinin bağımsız yönetimi altında mücadeleyi
sürdürmelidirler. Sendika bürokrasisinin olası ihanetine, direnişin egemenler arasındaki iktidar dalaşında
kaldıraç olarak kullanılmak istenmesine verilecek tek
yanıt, işçilerin bağımsız sınıf mücadelesi olmalıdır.
Tekel işçilerinin bu kararlılığı karşısında şimdilik
işçi sınıfından önemli bir eylemli destek gelmiyor.
Türk İş Başkanlar Kurulu bilindiği gibi her Cuma ve
her hafta bir saat artan iş bırakma eylemleri kararı almıştı. Bizzat yönetimin uygulanması bağlamında pek
bir şey yapmadığı bu karar şimdilik çok dar bir kesimin uyguladığı kağıt üzerinde bir karar. Dayanışma
eylemleri daha çok iş saatleri dışında değişik siyasi
örgütlerin ve örgütlü sendikacı kesimin eylemleri
olarak gelişiyor. Bu tabii ki olumsuz bir durum. Tekel
işçilerinin mücadelede kararlılığı, bu mücadelenin bu
kitlesellikle ve kararlılıkla sürdürülmesi, süreç içinde
sınıfın diğer bölümlerinin de dayanışma eylemlerini
yükseltmesini beraberinde getirebilir.
Tekel işçilerinin mücadelesi Türkiye’de sınıf mücadelesinin gelişmesi açısından önemli bir direniştir.
Bu mücadelede kötü bir uzlaşma yenilgi olacak ve bu
yalnızca Tekel işçilerinin değil, işçi sınıfının bir yenilgisi olacaktır. Buna karşı işçilerin taleplerinin önemli
ölçüde karşılanmak zorunda kalındığı bir sonuç, işçilere kazanmanın tek yolunun mücadele, kazanmanın
tek yolunun sınıf dayanışması, kazanmanın tek yolunun sınıfa karşı sınıf mücadelesi, kazanmanın tek
yolunun kendi gücüne güvenme olduğunu pratikte
öğretecek, önemli bir kazanım olacaktır. Bunun olması için tekel işçilerinin direnişini desteklemeli, tüm
gücümüzle Tekel işçilerinin yanında olmalıyız.
Yaşasın Tekel işçilerin onurlu mücadelesi!
27 Ocak 2010 ✓
7
gündem
“Kozmik Oda”da neler oluyor?
B
8
aşbakan yardımcısı Bülent Arınç’a yönelik suikast ihbarı ve ertesindeki gelişmeler Türkiye’de
egemen sınıfların kendi içindeki iktidar dalaşında çatışmanın boyutlarının nerelere vardığını, çatışmanın
taraflarının karşı taraftan her şeyi beklediğini göstermesi açısından ilginçtir.
19 Aralık’ta Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın
evinin önünde araçla tur atan iki kişi bir ihbar üzerine gözaltına alındı. Bunların subay oldukları, birinin
Yüzbaşı, birinin Albay olduğu çıktı ortaya. Bu gözaltılar ertesinde, medyada bunların Bülent Arınç’a suikast için bilgi topladıkları, birinin elindeki bir pusulayı yutmak üzere ağzına attığını, görevli polislerin
bunu engellediği vb. bilgileri yayıldı.
Gözaltına alınan iki subay çıkarıldıkları mahkemede serbest bırakıldılar.
Gözaltı ve serbest bırakılmanın hemen ertesinde
Genelkurmay Başkanlığı, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın evinin bulunduğu sokakta şüphe üzerine yakalanan iki subay ile ilgili olarak, “Söz konusu
askeri personel, uzun süredir devam eden, kastedilen
bölgeye yakın bir yerde oturan ve bilgi sızdırdığı iddia
edilen bir askeri personel hakkında bilgi toplamak üze-
re görevlendirilmişlerdir.” açıklamasını yaptı.
Gözaltına alınıp, evleri aranan, bilgi sayarlarına vb.
el konulan iki “askeri personel”in çalıştıkları yer olan
Seferberlik Tetkik Komutanlığı’nda da (Çıkış noktasında Gladio, sonra Özel Harp Dairesi, en sonda da
Özel Kuvvetler olan kontrgerilla) hakim kararı ile
yapılan arama ertesinde içlerinde 19 Aralık’ta göz altına alınan iki subayın da bulunduğu toplam 8 askeri
personel gözaltına alındı. Savcılar tarafından sorgulanan beş askerî personel serbest bırakılırken, üçü de
tutuklama istemiyle nöbetçi mahkemeye sevk edildi.
Mahkeme üç askeri serbest bıraktı.
Genel Kurmay Başkanlığı mahkemeye başvurarak,
arama yapılan Seferberlik Tetkik Kurulu Ankara Bölge Başkanlığı’nda devletin çok gizli belgelerinin olduğunu bildirerek, aramanın durdurulmasını talep etti.
Görevli Mahkeme bu talebi reddetti.
Ret kararında, “Bu yerin, devlet sırlarının saklandığı yer bile olsa, arama yapılmasına yasal bir engel
yoktur” diyen mahkeme, bazı sınırlamalar da getirdi.
Mahkeme, arama tamamlandığında “tutulacak tutanağın sadece suça konu delillerle ilgili bilgi ve belgelerle
sınırlı olmasını” kararlaştırdı.
dan kullanmıyor, fakat ihbarı yapanı (ki kimin yaptığı anında medyada yer aldı) birazcık paranoyak
gösteriyor.
İki araçta yapılan aramada söz konusu araçlardan
sebze meyve çıktığı bilgileri de yayıldı medyada. Meğer ki bu askerler sivil arabalarla ve sivil kıyafetlerle
yılbaşı alışverişi yapıyorlarmış, katiyen hakimi izleme vb. işlerle uğraşmıyorlarmış. Paranoyak hakim
hiç gereksiz yere vesveselenmiş!
Olaydan iki gün sonra bu hakime Ankara’dan içinde 8 mermi olan bir tehdit mektubu gönderiliyor. Paranoyak hakim bu sefer de bu mektubu veriyor savcılara araştırması için. Halbuki ciddiye alınacak hiçbir
şey yok. Kazılan her yerden silahların, bombaların
çıktığı, Genel Kurmay Başkanının Law silahı ile basın
toplantısına katılıp, bu aslında silah değil mühimmattır, aslında basit bir borudur yollu açıklamalar yaptığı
bir ülkede , 8 mermili tehdit mektubunu ciddiye almak paranoyaklık değil de nedir?!! Hem kim biliyor
bu kurşunları kimin gönderdiğini? Bunları hakim
kendi kendine göndermiş olamaz mı? Ya da eşek şakası yapan birileri göndermiş olamaz mı ? Ya da yabancı gizli servisler, Fettulahçılar, AKP yanlıları vs.
hedef şaşırtmak için göndermiş olamaz mı? Vs. vs.
Genel Kurmay açıklamasında dendiği gibi toplum
çok kötü bir haldedir. Paranoyaklık diz boyudur,
komplo teorilerinin bini bir paradır.
İyi de toplumun bu hale gelmesinin sorumluları
kimlerdir? Bizzat bundan yakınanlar değil mi?
Bu ülke bugün de hala darbe Anayasası ile yönetiliyor. 1980 açık askeri faşist darbesinden sonra bir
“post modern darbe”, “demokrasiye balans ayarı”
(Çevik Bir), ardından açığa çıkmış darbe hazırlıkları yaşamış, cumhurbaşkanlığı seçimine Genelkurmayın doğrudan müdahale ettiği, ordunun siyasetin
belirlenmesinde başrol oynadığı bir ülkede yaşıyoruz.
17.000’nin üzerinde faili meçhulün olduğu bir ülkede
yaşıyoruz. Şimdi burjuvazinin bir kesimi AKP hükümeti üzerinden şimdiye kadarki statükoyu değiştirmek için bir mücadele yürütüyor. Bu mücadelede her
iki taraf ta her türlü aracı ve yöntemi kullanıyor. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Emekçi halk kime
ve neye inanacağını bilemiyor. Yarın ne olacağı belli
değil. Toplumu paranoyak yapanın kendisi de paranoyak duruma gelmiştir. Sorumlusu egemen sınıfların kendisi, en başta da egemen sınıfların statükocu
kesimidir.
10 Ocak 2010 ✓
gündem
Sivil yargının, askeriyenin “çok gizli devlet sırları
var, buraya girilmez” dediği bir mekana girmiş ve
arama yapmış olması, Türkiye açısından önemli bir
olay, önemli bir gelişmedir. Kurumlar arasında uyum
konusunda MGK ertesinde yapılan kısa açıklamada
“kurumlar arası uyum” un gerekliliği bir kez daha
vurgulandı. Gelişmeler kurumlar arasında uyum
konusunda yapılan açıklamaların kerhen yapılmak
zorunda kalınan açıklamalar olduğunu göstermektedir.
Bu gelişmelerin gösterdiği şudur: Yargının bir bölümü görünen odur ki sivilleşme iddiasını ciddiye alan
adımlar atmaktadır. Yüksek Yargı bu kesimin attığı
adımların yanlışlığını dillendirmekte ve davaların
kendi önlerine geldiği aşamalarda alt yargı kesimlerinin yaptırımlarını durdurmakta, kararları tersine
çevirmektedir. Yani çatışma yalnızca kurumlar arasında değil, aynı zamanda tek tek kurumların da içindedir. Yargı kendi içinde bölünmüştür. Emniyet kendi
içinde bölünmüştür; en homojen görünümlü orduda
bile AKP’ye karşı izlenecek siyaset konusunda kesin
bir birliktelik yoktur. Ergenekon soruşturmaları ve
davaları net olarak göstermiştir ki ordu içinde aceleci
darbecilerle, AKP’yi götürme işini darbe dışı yollarla
yapmaktan yana olanlar arasında bir bölünme vardır.
Ve aceleciler gerektiğinde diğer takımı tasfiye etmeyi
de planları içine almıştır. Bunu gören diğer takım da,
bunlara dokunulmasına fazla ses çıkarmamıştır. Halin böyle olduğu bir durumda bugünkü karışıklıklar
normaldir. Aslında TC sancılı, ucu açık bir dönüşüm
süreci yaşamaktadır.
Seferberlik Tetkik Kurulu’ndaki “kozmik odaları”
arayan Hâkim Kadir Kayan takip edildiği kuşkusuyla
bir ihbarda bulunuyor. Bunun üzerine Kadir Kayan’ın
plakasını verdiği iki sivil araç “Terörle Mücadele”
timleri tarafından durdurularak aranmak isteniyor.
Durdurulan arabalardan birinde 3, diğerinde 2 sivil
giyimli, beş asker kişi var. Bunlar askeri kimliklerini
belgeliyorlar. Bunun üzerine askerler ve araçları Ankara Merkez Komutanlığına götürülerek arama yapılıyor.
Olayın hemen ardından Genel Kurmay’dan bir
açıklama yapıldı.
“Olayın, bir şüphe üzerine yapılan ihbar ve bu ihbara yönelik olarak icra edilen bir uygulama olduğu
anlaşılmış ise de, son günlerde yaşananların, kişileri
ve toplumu ne hale getirdiğini göstermesi bakımından
önemli olduğu düşünülmektedir.”
Genel Kurmay açıklamada paranoya lafını doğru-
9
✌
halkların kardeşliği için
10
Irkçı saldırılar artıyor
Ü
Hedefte Romanlar var
lkelerimizde demokrasi yönündeki –sözünü
ettiğimiz gerici burjuva demokrasisi, gerçek
demokrasi yönünde atılacak her adımın karşısında
yalnızca burjuvazinin bir bölümü değil tümü duruyor- her gelişmenin önü statükocu güçler tarafından
kesilmeye çalışılıyor. En etkin silahlardan biri Türk
ırkçılığının kışkırtılmasıdır. Bunun için “şehit cenazeleri”, askere gönderme törenleri gibi her türlü araç
ve fırsat kullanılıyor. Türk ırkçıları söylem ve eylemleriyle vatanı “bölünme tehlikesine” karşı savunma
iddiasındalar. Gerçekte yaptıkları halkları, emekçileri birbirine düşman etmek, emekçilerin bölünmüşlüğünü derinleştirmek. Bu bağlamda Türk ırkçılığının
en güncel hedefi kuşkusuz Kürtler. Çünkü Kürtler
uyanan ulusal bilinçleri ile artık kendi ulusal haklarını açıkça talep ediyor, mücadelesini veriyor. Ulusal
baskıya direniyor. Hesap soruyor. Bu yüzden ırkçı
hezeyanın ve saldırıların güncel hedefinde öncelikle
Kürtler duruyor. En azgın ırkçılar kesin bir kıyamın,
bir soykırımın yolunu açmak için ellerindeki tüm
araç ve imkânlarla, Kürtleri sokağa dökmek için her
provokasyonu yapıyor. Kürtlere legal siyaset imkanları yasaklanıyor. Seçilmiş belediye başkanları, Kürt
ulusuna yapılan baskılara karşı çıkıp, demokrasi talep eden insanlar cürüm işlemiş sayılıp, zindanlara
atılıyor. Yetmiyor, hak arayan, taleplerini haykıran
Kürtlere ateş açılıyor. Yetmiyor batının belli bölgelerine çalışmaya gelen Kürtlere karşı faşist saldırılar
düzenleniyor. vs. Yapmak istedikleri Kürtlerle Türkleri genel bir çatışmanın içine çekmek. Hesapları soykırım. Burjuvazinin küçümsenmeyecek bir kesimi,
21. yüzyılda soykırım çözümünün çözüm olamayacağını, hele hele Kuzey Kürdistan, Türkiye’de gibi
Kürtlerin ve Türklerin iyice iç içe girip yaşadığı bir
ülkede bu “çözüm” ün hiç olamayacağını görüyor. Bu
gibi “çözüm” önerilerinin sonuçta bugünkü birliği de
parçalayacağını görüyor ve sorunun “barışcıl” çözümü için belirli -asgari- bazı ulusal hakların verilmesini istiyor. Azgın ırkçılar bunları da hain ilan edip,
ırkçı kışkırtmalarına devam ediyorlar.
Azdırılan Türk ırkçılığı, örgütlü sivil faşist güçlerin
–yer yer polis, jandarma gözetim ve denetiminde- linç
girişimlerinde de kendini gösteriyor.
Türk ırkçılığının andaki öncelikli hedefi hakkı-
nı arayan Kürtler, fakat tabii yalnızca Kürtler değil.
Onlar Türk olmayan “öteki”lerin tümüne düşmanlar.
Ve bu düşmanlıklarını bazen eylemlerle de kusuyorlar. Bunun en son örneği yılbaşı gecesi ve ertesinde
Manisa’nın Selendi ilçesinde yaşandı.
5 Ocak gecesi Selendi’de yüzlerce kişi 30 yıllık komşuları olan Romanların araçlarına ve evlerine saldırdı.
Onlarca araç-ev yakıldı, tahrip edildi. “Vurun Çingenelere” nidalarıyla saldıranlar, Roman halk üzerinde
tam bir terör estirdiler.
Olayların gerisinde yılbaşı gecesinde yaşanan bir
kavga var. Burhan Uçkun adlı bir Roman vatandaş
gece yılbaşı gecesi bir kahveye girip çay istediğinde,
Kahvecinin “Ben Çingenelere çay vermem, çık git”
ırkçı tepkisiyle karşılaşıyor. Bunun üzerine çıkan tartışma kavgaya dönüşüyor. Uçkun’un babası aynı gün
geçirdiği kalp kriziyle ölüyor. Olaydan beş gün sonra kavgaya karışan iki grup arasında yeniden kavga
çıkıyor. “Vurun Çingenelere” çağrıları, bine yakın
kişinin toplanıp Roman mahallesini basması, onlarca
aracı, evi yakıp yıkması ile sonlanıyor. Bu baskın ve
linç olayları ancak 5 saat sonra ve ancak Selendi’deki
Romanların Jandarma kontrolünde Selendi’den çıkarılması ile durdurulabiliyor. Selendi’de yaşayan
15 i çocuk, 20’si kadın toplam 74 Roman, Gördes’te
yaşayan akrabalarının yanına götürülüyor. Sürgünle
sonuçlanıyor olay. Olaylarla ilgili gözaltına alınan bir
tek kişi bile yok! Sonradan Manisa valisi vb. devreye
girip Romanların evlerine geri dönmesi çağrısı yapıyor, yıkılan evlerin yapılacağı vb. söyleniyor. Fakat bu
sözlere ne kadar güven olur? Bir dahaki “kızgınlık”ta
bu linç girişimlerinin, gerçekten linçe dönüşmeyeceğinin garantisi nedir?
Irkçılık aslında yapısaldır. Sömürü sisteminin genlerinde vardır. Bu sistem sürdükçe, ırkçılık var oldukça benzer olayların yaşanması kaçınılmazdır. Ülkelerimizde bugünkü şartlarda sarsılan iktidarlarını
kaptırmamak için direnen statükocu güçlerin ortamı
germekten çıkar umduğu ortamda bu gibi olayların
daha sıklıkla gündeme gelmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Buna karşı uyanık olmak, oyuna gelmemek, halkların kardeşliği bayrağı altında her saldırıda saldırıya
uğrayanlarla aynı saflarda olmak görevdir.
8 Ocak 2010 ✓
H
rant katledileli üç yıl oldu.
Arkadaşları, dostları, yoldaşları, sevenleri,
Hrant’ın kahpece arkadan vurulup düştüğü kaldırımda, Agos Gazetesi önünde andılar onu. Yoğun
kar yağışına aldırmadan binlerce kişi Agos Gazetesi
önünde toplandı. Hep bir ağızdan “Katil devlet hesap
verecek!” sloganını haykırdılar.
3 yıldır süren mahkeme de bir arpa boyu yol alınamadı. Katiller Hrant’ın ailesi ile dalga geçme cüretini gösterirken, mahkeme kimi gerçekleri görmezden
gelmeye devam ediyor. Arat Dink’in konuşmasında
vurguladığı gibi “bu ülkenin adaletine” güvenmiyoruz. O adalet işçilerin, emekçilerin adaleti değil! O
adalet burjuvazinin, egemenlerin adaleti. Bu adaletten
gerçekleri, Hrant’ın katledilmesinin aydınlatılmasını
beklemek saflık değilse, aptallıktır!
Hrant’sız geçen üç yılda, ortaya çıkan gerçekler katilin ve suçlunun kim olduğunu açıkça gösteriyor. Katil ve suçlu faşist devlettir!
Anmada Hrant’ın arkadaşları adına konuşmayı yönetmen Sırrı Süreyya Önder yaptı. Önder, “Bu zalimler sofrasında yere düşen Dink değil, izzetimiz, namusumuz ve şerefimizdir. Madem katilleri tanıyoruz, gün
katilleri teşhis etme günüdür. Aslında güvercin kasapları diyebiliriz onlara” dedi
Hrant’ın sevgili eşi Rakel Dink kısa bir konuşma
yaptı. Anmaya gelen herkese teşekkür etti. Arat Dink
ilk defa bu anmada konuştu. Haklı olarak “Bu ülkenin adaletine güvenmiyorum” diyen Arat Dink, şunları söyledi: “Bu ülkede insan babasına ağlayamıyor. Bu
üç yılın sonunda neredeyiz? Üç yıl önce babama ağlarken, hayatımın en kötü gününde öfke içindeyken, siz
şaşkınlığı eklediniz ona. Üç yıl sonra neredeyiz? Çünkü
bu ülkenin adaletine güvenmiyorum. Üç yıl önce sizin
sayenizde içime umut doğdu. Sizinle birlikte babamın
üç yılının hesabını soracağımızı ümit ediyorum. Geçen
yıl basında en fazla yer alan, mahkemede bu üç çocuğun ailemizle alay edişiydi. Üç yıl önce onlar babamı öldürürken yalnız mıydı? Babam öldürülmeden üç
gün önce bir yazı yazdı. Dedi ki; ‘Bu ülkenin valiliğine
çağrıldım, haddim bildirilmeye çalışıldı ve yanında iki
istihbaratçıyla.’ Mahkeme valiliğe sordu; ‘Bu iki kişi
kimdir?’ Valilik bir buçuk sayfa masal anlattı. Mahkemeyle dalga geçmedi mi? Biz şahitlik ettik, kendisi yazıyordu, bizi tehdit ediyorlar, tehdit ettiler’ diye. Çünkü
devlet kırıp dökenleri yönetiyor ama sizi yönetemiyor.
✌
halkların kardeşliği için
Katledilişinin 3. yılında Hrant anıldı
“Bu zalimler sofrasında yere düşen
Dink değil, izzetimiz, namusumuz
ve şerefimizdir. Madem katilleri
tanıyoruz, gün katilleri teşhis etme
günüdür. Aslında güvercin kasapları
diyebiliriz onlara”
Korkuyor, korktu. Kafes Planı diye bir plan çıktı ortaya. Orada ‘Hrant Dink operasyonu’ diyor. Bütün ülke
biliyor bunu, bütün medya yazdı mı bunu? Babamın
dilinde tüy bitti bir Yargıtay kararını anlatmaktan.
1915’te soykırımla ilgili bir kitabın yayınında, Yargıtay
‘Sakıncalıdır’ diye bir karar aldı. ‘Kışkırtılacak sayıda
Ermeni kalmadı’ diye. Biz bu ülkede yüzde 20’ydik,
bugün binde bir bile değiliz. Yüz yıl önce avdık şimdi
yem olmuşuz, yem.”
Anmada, “Faşizme inat, kardeşimsin Hrant!, Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz!, Kürt, Türk, Ermeni, yaşasın halkların kardeşliği!, Faşizme karşı omuz
omuza!, Hrant için, adalet için”, Hrant’ın katili Ergenekon devleti!, Gün gelecek, devran dönecek, katil
devlet hesap verecek! vb. sloganları atıldı.
Arat Dink’in konuşmasının ardından anma bitirildi. Dağılan kitle Taksim’e doğru yürüyüşe geçti. Taksim Meydanı’na kadar yüründü.
20 Ocak 2010 ✓
11
güncel
Kaşıkla ver, kepçe ile al!
Yeni sefalet ücreti açıklandı…
Asgari ücret artışının gerçek değerini
kavramak için Türkiye’de açlık ve yoksulluk
sınırına bir göz atmak yeter. Türk-İş
tarafından yapılan son araştırmaya göre
Aralık ayı itibarıyla dört kişilik bir ailenin
sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için
yapılması gereken aylık harcama tutarının
ise 794,63 TL idi. (Açlık sınırı) Türk-İş’e göre
geçen Aralık ayında “İnsan onuruna yaraşır
bir yaşama düzeyi” için, yine dört kişilik bir
ailede yapılması gereken harcama tutarı ise
(Yoksulluk sınırı) 2.588,36 lira idi.
Y
12
eni asgari ücret belli oldu. İşte rakamlar:
Asgari ücret, 16 yaşından büyükler için 1 Ocak
2010’dan itibaren brüt 729, net 577,01 lira olarak belirlendi.
16 yaşından büyükler için belirlenen asgari ücretin
“işverene” maliyeti 885,73 lira olacak.
Asgari ücret, 16 yaşını doldurmamış işçiler için ise
brüt 621, net 499,62 lira olarak tespit edildi.
16 yaşını doldurmamış işçiler için belirlenen asgari
ücretin “işverene” maliyeti ise 793,94 lira olacak.
Asgari ücreti belirleyen komisyon toplantısına Çalışma Genel Müdürü Ali Kemal Sayın ve TİSK Yönetim Kurulu Üyesi Ali Nafiz Konuk başkanlığındaki
bakanlık ve işveren heyetleri katıldı.
İşçileri temsil eden Türk-İş daha önce aldığı karar
doğrultusunda toplantıya katılmadı.
Asgari ücret; 16 yaşından büyükler için gelecek yılın birinci 6 ayında yüzde 5,2, ikinci 6 ayında yüzde
4,3 artırılacak.
Asgari ücretin birinci 6 ayda işverene maliyeti
885,73, ikinci 6 ayda 924,01 liraya çıkacak. Asgari ücret, 16 yaşını doldurmamış işçiler için gelecek yılın
birinci 6 ayında brüt 621, net 499,62 liraya ulaşacak.
Yılın ikinci 6 ayında, asgari ücret 16 yaşını doldurmamış işçiler için brüt 648, net 518,97 liraya çıkacak.
16 yaşını doldurmamış işçiler için uygulanacak asgari
ücretin işverene maliyeti yılın birinci 6 ayında 793,94,
ikinci 6 ayında 828,39 liraya ulaşacak.
Kapıcılar için asgari ücret, yılın ilk 6 ayında brüt
729, net 619,65 lira, yılın ikinci 6 ayında brüt 760,50,
net 646,42 lira olacak.
Asgari ücret, halen 16 yaşından büyükler için brüt
693, net 546,48 lira, 16 yaşından küçükler için brüt
589,50, net 472,32 lira olarak uygulanıyor.
Bu aslında gerçek anlamda ücret artışı olmayan
artışa bile Komisyon’da “işveren” temsilcisi TİSK
“yüksek”! gerekçesi ile karşı çıkıyor. Onlara karşı
sıfır ücret artışı, hatta ücretlerin nominal olarak da
düşürülmesi istenen şeydir. Çalışma Bakanı ve hükümet ise seçilme diye bir soruna sahiptir. Bu yüzden
–hele seçimlerin 1 yıl sonra gündemde olduğu, daha
şimdiden muhalefetin erken seçim diye gürültü ettiği şartlarda- birazcık da olsa işçi düşmanı imajından
biraz kurtulmak için “bir şeyler yapmak”, ücretleri
yükseltir görünmek iyidir, hatta elzemdir. Bu yüzden
bu düşük oranlı artışı Çalışma Bakanı “bu kriz ortamında… verilebileceğin en fazlası” olarak, bir çeşit
“özür dileyerek” satıyor.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Çalışma
Genel Müdürü Ali Kemal Sayın, “Elbette bu işçilere
ödenmesi arzu edilen bir ücret değildir ancak küresel ekonomik krizin etkileri ve içinde bulunduğumuz
ekonomik koşullar dahilinde hem işçilerimizin hem
de iş verenlerimizin durumu dikkate alınarak bir tespitte bulunulmuştur”diyor ve devam ediyor: “Asgari
ücrette 2010 yılında beklenen enflasyon oranının iki
katına yakın artış sağlanmıştır”. Ali Kemal Sayın herkesi hesap bilmez sanıyor! Ali Kemal’in hesabına göre
2010 enflasyonunun % 4 civarında olması gerek. Bunun olmayacağını biliyor. Ama atıyor. Belki inanan
bulunur!
Asgari ücret artışının gerçek değerini kavramak
için Türkiye’de açlık ve yoksulluk sınırına bir göz atmak yeter.
Türk-İş tarafından yapılan son araştırmaya göre
Aralık ayı itibarıyla dört kişilik bir ailenin sağlıklı,
dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapılması gereken aylık harcama tutarının ise 794,63 TL idi. (Açlık
sınırı)
Türk-İş’e göre geçen Aralık ayında “İnsan onuruna
yaraşır bir yaşama düzeyi” için, yine dört kişilik bir
ailede yapılması gereken harcama tutarı ise (Yoksulluk sınırı) 2.588,36 lira idi.
güncel
Türk- İş’in tavrı
Türk-İş Yönetim Kurulu adına asgari ücret konusunda yapılan açıklamada, 2010 yılında geçerli olacak
asgari ücretin “güvenilir, objektif ve bilimsel veriler
yerine hükümetin keyfi yaklaşımı ile belirlendiğini”
öne sürerek, “Böylece tespit edildiği andan itibaren
asgari ücret yetersiz, çelişkili ve tutarsız olmaktadır,
insanca bir yaşama düzeyi sağlamaktan uzak, ‘açlık
ücreti’ bile değildir” denildi.
Türk-İş Yönetim Kurulu’ndan yapılan yazılı açıklamada, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun toplantılarına Türk-İş temsilcilerinin katılmadığı belirtildi.
Türk İş Yönetim Kurulu’nun yaptığı açıklamadaki
“Asgari ücret.. insanca bir yaşama düzeyi sağlamaktan uzak, açlık ücreti bile değildir.”tespiti somut bir
tespit olarak doğrudur. Fakat bu açıklamada Türk-İş
bu doğru tespitin yanında, aslında sömürü düzeni
kapitalizmin özünü gözlerden gizleyen tespitlerle işçileri kandırmaktadır. Asgari ücret kapitalizm şartlarında gerçekte işçinin hayatını devam ettirebilmesi
için düşünülen en düşük ücrettir. O ücretin sınırını
patron için işçinin ölmemesi belirler. Bunun ne kadar
üzerine çıkılacağını belirleyecek olan işçi sınıfının
örgütlü sınıf mücadelesidir. Kapitalizmin egemenliği
şartlarında, “sosyal devlet” kocaman bir yalandır. Kağıt üzerinde, Anayasal olarak TC.nin temel özelliklerinden birinin “sosyal devlet” olarak tanımlanması
bile bu yalanın büyüklüğünü göstermek için yeter de
artar bile. Türk-İş yönetimi işçilere bu gerçekleri açık-
layacak yerde, “asgari ücret” in işçilerin ekonomik ve
sosyal durumunun iyileştirilmesi için önemli bir araç
olduğu masallarını anlatıyor. Tabii ki asgari ücretin
sınırının yukarılara çekilmesi için, bunun mümkün
olduğunca yüksek olması için mücadele edilmelidir.
İşçilerin örgütlü gücünün harekete geçirilmesi ile evet
asgari ücretin sınırları yukarı çekilebilir. Fakat bu
mücadelede işçilere “asgari ücret” in “sosyal devletin
gereği” olduğu vb. masalları anlatılmamalıdır. Asgari ücret uygulamasının “rekabetin emek sömürüsüne
yol açmadan yapılması” amacına da sahip olduğunun
açıklanması bir başka masaldır. Kapitalizm olacak ve
orada rekabet “emek sömürüsüne yol açmadan” yürütülecek. Emek sömürüsüz bir kapitalizmin olabileceğini savunuyor Türk İş yönetimi! Türkiye’deki en
büyük işçi sendikaları konfederasyonunun yönetimi
söylüyor bunu. Bunun böyle olduğu bir ülkede asgari
ücretin açlık sınırının bile altında tespit edilmesinin
şaşırtıcı bir yanı yoktur.
Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun karar toplantısına Türk-İş temsilcilerinin “oynanan oyunun parçası
olmamak ve hükümetin yaklaşımını protesto etmek”
gerekçesiyle katılmamış olmaları da esasta göz boyamaya yöneliktir.
Hükümet yalnızca asgari ücrete değil, emeklilerin
bir kısmı için 2010 yılında yapacağı zamları da açıkladı. SSK ve Bağ-Kur emeklilerine zam verilirken,
Emekli Sandığı emeklileri zam dışında tutuldu. Verilen zammın boyutları, en düşük emekli aylığının
açlık sınırı altında olması durumunu değiştirmeyen
boyutlar.
Şimdiye kadar 601 lira olan en düşük SSK emeklisi
maaşı 683 liraya, tarım SSK’lısı aylığı 480 liraya, esnaf emeklisi aylığı 555 liraya, en düşük Bağ-Kur tarım
emeklisi aylığı da 380 liraya çıkacak.
Yeni asgari ücret, emeklilere zam açıklamasına paralel olarak akaryakıt, sigara, alkol üzerindeki vergiler ile harçlar ve damga vergisi başta olmak üzere
birçok vergide oranların yükseltildiği yılın son günü,
adeta hükümetin halka “yılbaşı hediyesi” olarak açıklandı. Hükümet vergi artışlarından yaklaşık 10 milyar TL’lik gelir bekleniyor.
Verilen ücret zamları, getirilen vergi artışları ve
zamlarla misliyle geri alındı. Hükümetin ücret ve
maaş zammı kepçeyle geri alınacak olanın, kaşıkla
verilmesi anlamına geliyor. Bu fakat büyük burjuvazinin aylardan beri yapılsın diye bastırdığı IMF ile
kredi anlaşmasının yapılabilmesi için ön şarttır.
10 Ocak 2010 ✓
13
gündem
Devrimci homofobi üzerine
Burada Yürüyüş dergisinin takındığı tavır, aslında kapitalist toplumda cinsellik konusunda
egemen olan anlayış ve önyargıların devrimcilik adına tekrarlanmasıdır. Eşcinselliği “cinsel
sapkınlık ve hastalık” olarak değerlendirmek, kapitalist toplumun egemen anlayışıdır. Kapitalist
toplum heteroseksüel ve monogam ilişkiyi norm olarak dayatan, “ahlaklı” “namuslu” tek ilişki
biçimi olarak gösteren toplumdur. Tabii bu monogaminin kaçınılmaz yol arkadaşı yaygın/resmi
ve gayrı resmi fuhuş, eşlerin birbirini “aldatması” vs.dir.
S
14
on günlerde internet ortamında, dergilerde hararetli bir şekilde yürüyen bir tartışma var. Tartışmanın bir yanında Yürüyüş dergisi, diğer yanında
LGBTT (Lezbiyen-Gay-Biseksüel-Transseksüel) örgütü ve bu örgütün Güler Zere’ye ve hasta tutsaklara özgürlük eylemleri için oluşturulan eylem birliği
içinde karar alma mekanizmasında yer alma isteğine
destek veren gruplar var. Yürüyüş çevresinin bu isteğini ilke olarak reddeden tavrı üzerine bir dizi örgüt,
bu eylem birliğinden çekildi.. Bu tabii ki bu grupların
Güler Zere ve hasta tutsaklara özgürlük mücadelesinden vaz geçmesi, bu mücadeleyi bırakması anlamına
gelmiyor. Fakat Yürüyüş çevresi bunu böyle görüp
göstermeye özen gösteriyor.
Tartışma içinde Yürüyüş çevresi, aslında toplumun
LGBT‘e karşı bütün gerici önyargılarını hem de devrimcilik adına savunuyor. Yürüyüş’ün konuyla ilgili
yazısında şöyle deniyor:
“Tartışmanın özü, kendilerine “LGBTT” adını veren
bir cinsel sapkınlık grubunun devrimcilere dayatılmasıydı. Bu grup, Güler Zere’ye ve hasta tutsaklara özgürlük eylemlerine katılan bir gruptu. Güler Zere ve
tüm hasta tutsaklar için halkın tüm kesimlerini birleştirme perspektifiyle hareket ettik. Bu çerçevede de söz
konusu grubun katılımına da özel bir itirazımız olmadı. Ancak bu grup, “karar alma mekanizması”nda yer
almak istediğinde buna itiraz ettik. Çünkü eşcinselliği,
bir cinsel sapkınlığı böyle bir platform içinde meşrulaştıramazdık. Kuşkusuz bu sorun ekonomik, siyasal,
ahlaki, kültürel boyutlarıyla ayrıca ele alınabilir; ama
tavrımızın anlaşılması açısından kısaca belirtelim.
Eşcinsellik bir cinsel sapkınlık ve hastalıktır. Kapitalizm, cinselliği, aşkı sadece bir haz duygusuna indirgemiş ve bunu teşvik ederek sapkınlığı kanıksattırıp
yaygınlaştırmaktadır. Bu sorun, kapitalizmin insanı
kendisine, doğaya ve değerlerine yabancılaştırmasının
ürünlerinden biridir. Bu, alkışlanacak, meşrulaştırılacak bir şey değildir; kişisel bazda tedavi edilmeli, ama
daha önemlisi, ekonomik, sosyal, kültürel koşulların
değişmesiyle, eşcinselliğe ve benzeri sapkınlıklara zemin hazırlayan koşullar yok edilmelidir.
Bunun ötesinde, devrimciler elbette, kapitalizmin
ezdiği kullandığı tüm kesimler gibi, eşcinsellerin ezilmesine, kullanılmasını da karşı çıkar. İkincisi, bu
kesimler eğer, anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadeleye katılmak isterlerse, buna engel olmaz. Ama
burada esas olan, karşımıza cinsel kimlikleriyle değil,
siyasi nitelikleriyle çıkmalarıdır.”
Burada söylenenler konusunda:
* “Kendine LGBTT adını veren cinsel sapkınlık grubu” değerlendirmesi, devrimcilik adına savunulsa da,
yanlış bir değerlendirmedir. Devrimcilerin, yetişkin
insanların, kendi tercih ve eğilimleri ile başka insanları taciz etmeksizin cinselliğini nasıl yaşayacakları
konusunda bir değerlendirme yapıp, kimi cinsel eğilim ve tercihleri –bunlar toplumsal norm olarak dayatılmış olsa bile- üstün ve doğru görüp, diğerlerini
“sapkınlık” olarak adlandırması yanlıştır.
* LGBTT heteroseksüel ilişkinin norm olarak dayatıldığı, ikiyüzlü toplumda cinsellik konusunda kendi
“azınlık” haklarını savunanların örgütüdür. Bu örgütün devrimci örgütlerle birlikte devrimci tutsaklarla
dayanışma eylemleri içinde yer almak istemesi gayet
olumlu bir tavırdır. “Halkın tüm kesimlerini birleştirmek perspektifi” ile hareket ettiğini söyleyenlerin
LGBTT’nin de gelmesinden, geldiğinde evet karar mekanizması içinde yer almak istemesinden rahatsız olması anlaşılır bir şey değildir. Halk içinde LGBTT’ler
var mıdır? Varsa bunların kendilerine karşı yönelen
özel baskılara karşı örgütlenip mücadele etmesi anlaşılır ve doğru değil midir? Bizzat devrimci örgütlerin
bu insanların sorunlarına sahip çıkması gerekmez
min ezdiği kullandığı tüm kesimler gibi, eşcinsellerin
ezilmesine, kullanılmasını da karşı çıkar. İkincisi, bu
kesimler eğer, anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadeleye katılmak isterlerse, buna engel olmaz. Ama
burada esas olan, karşımıza cinsel kimlikleriyle değil,
siyasi nitelikleriyle çıkmalarıdır.”
Peki ama bu “eşcinsellik” (LGBTT eşcinsellikten geniştir!) eğer “tedavi edilmesi gereken” bir
“sapkınlık”sa, ve LGBTT insanlar fakat bunu hiç de
sapkınlık olarak görmüyor, kendi cinselliklerini kendi istedikleri gibi yaşamak istiyorlarsa ne olacaktır?
Tedavici devrimci arkadaşlar bu “sapkınlar”ın ezilmesine nasıl karşı çıkacaklardır? Kendileri “tedavi”
gerekliliğini savunanlar, nasıl olup ta ezilmeye karşı
çıkacaklardır. Eşcinselliğin kendisinin “sapkınlık”
ilan edilmesi, ezmenin bir parçası değil midir? Cinsel
tercihi bizim istediğimizden değişik olanlara, kendi
tercihimizi dayatmak ezme, baskı değil midir? Bizzat
“sapkınlık” değerlendirmesi bir aşağılama, bir baskı
değil midir?
LGBT insanlar kendi cinsel özgürlüklerini savunduklarında, eşitlik istediklerinde, bunun için gerçekten mücadele ettiklerinde kapitalist sistemle karşı
karşıya geleceklerdir. Bu insanları ezen bu sistemdir.
Antikapitalist mücadelede bu insanların kendi cinsel
kimlikleriyle de katılmasını gerçek hiçbir devrimci
reddedemez. Onların cinsel kimlikleri bugün onların
siyasi kimlikleridir de aynı zamanda.
Güler Zere ve Hasta Tutsaklara Özgürlük Platformu
içerisinde, eşcinselliğin sapkınlık, hastalık olarak adlandırılmasına karşı çıktık/çıkıyoruz. Platform içerisinde yukarıda ifade etmeye çalıştığımız görüşleri öz
olarak savunduk. LGBTT’nin platform içerisinde yer
almasının olumlu olduğunu, platform içerisinde yer
almalarına bağlı olarak karar alma mekanizmalarında da olmaları gerektiği tavrını takındık. Platformu
terk eden örgütlerin, platformu terk etme tavrını doğru bulmuyoruz. Bir eylem birliğinde, eylem birliğine
katılan örgütler arasında, önemli olan bir dizi siyasi
meselede aynı görüşler üzerine anlaşmak değil, -bu
mümkünde değil- eylemin yönelimi konusunda anlaşmaktır. Güler Zere ve Hasta Tutsaklara Özgürlük
Platformunun yönelimini doğru bulduğumuz için
platform içinde yer alıyor, bu konuda olduğu gibi tartışılan çeşitli konularda platformu terk etme yerine,
platformda kalarak doğru görüşlerin mücadelesini
vermenin/savunmanın daha doğru olduğunu düşünüyoruz.
5 Ocak 2010 ✓
gündem
mi?
* Yürüyüş aslında LGBTT‘lerin eylem birliğine gelmesinden rahatsızdır. Gelmelerine kerhen de olsa bir
şey dememişlerdir. Fakat LGBT başka örgütlerle eşit
hak isteyince, Yürüyüş “ilkesel” tavrını koymuştur:
“eşcinselliği, bir cinsel sapkınlığı böyle bir platform
içinde meşrulaştıramazdık.” Bu tavrın devrimcilikle
bir ilgisi yoktur. Yalnızca heteroseksüeller mi devrimci tutsaklarla dayanışma içinde olma hakkına sahiptir? LGBTT kendi cinsel tercihlerini, eğilimlerini,
pratiklerini herkese norm olarak dayatmak isteyenlerin gözünde sapkınlıktır ancak.
* “Eşcinsellik bir cinsel sapkınlık ve hastalıktır. Kapitalizm, cinselliği, aşkı sadece bir haz duygusuna indirgemiş ve bunu teşvik ederek sapkınlığı kanıksattırıp
yaygınlaştırmaktadır. Bu sorun, kapitalizmin insanı
kendisine, doğaya ve değerlerine yabancılaştırmasının
ürünlerinden biridir.”
Burada Yürüyüş dergisinin takındığı tavır, aslında
kapitalist toplumda cinsellik konusunda egemen olan
anlayış ve önyargıların devrimcilik adına tekrarlanmasıdır. Eşcinselliği “cinsel sapkınlık ve hastalık”
olarak değerlendirmek, kapitalist toplumun egemen
anlayışıdır. Kapitalist toplum heteroseksüel ve monogam ilişkiyi norm olarak dayatan, “ahlaklı” “namuslu” tek ilişki biçimi olarak gösteren toplumdur. Tabii
bu monogaminin kaçınılmaz yol arkadaşı yaygın/resmi ve gayrı resmi fuhuş, eşlerin birbirini “aldatması”
vs.dir. Marksist yaklaşımda kapitalist toplumun bu
normu teşhir edilir. Geleceğin toplumunun insanlarının cinselliği konusunda, onlar nasıl yapacağına kendileri karar vereceklerdir denip geçilir. Cinselliğin bir
biçimini norm olarak getirip dayatmak, onun dışındakileri “sapkınlık” “hastalık” olarak adlandırmak
yanlış bir yaklaşımın ifadesidir. Bu kapitalist toplumun ikiyüzlülüğünün, sahtekârlığının da ifadesidir
aynı zamanda. Eşcinselliğin doğaya yabancı olduğu,
insani değerlere ters olduğu, kapitalizmin ürünü olduğu vs.nin tümü yanlış, sadece kapitalist toplumun
egemen önyargılarının tekrarı olan tavırlardır. Doğada cinselliğin yalnızca bir biçimi –monogam heteroseksüel ilişki- yoktur. İnsanlık tarihinde monogam
heteroseksüel ilişki ancak son 200 yıllık tarihin ürünüdür. Eşcinselliğin tarihi kapitalizmin tarihinden
çok eskidir. Kapitalizmin ürünü değildir. Yani kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla bu “hastalık” ve
“sapkınlığın” ortadan kaldırılacağını vb. söylemek de
bütünüyle yanlıştır.
* “Bunun ötesinde, devrimciler elbette, kapitaliz-
15
yeni kadın dünyası
Erkek egemen sistemden
ibretlik manzaralar…
2
16
Ocak tarihli Radikal Gazetesinde, kadın cinsinin ülkemizde durumunu gösteren, erkek
egemen sistemin erkeklerinin kadınları nasıl kendi
mülkleri ve köleleri olarak gördüğünü gösteren ilginç,
ibret verici bir haber yayınlandı.
Sedece İstanbul’da 16 kadının kocalarının ‘karım
yanlış yaptı, öldürdüm’ cinayeti”ne kurban gittiğini
ortaya koyan bir haberdi bu.
Haberi yapan Mehmet Aktaran’ın dayandığı araştırmaya göre geçen yıl İstanbul’da 18 eş cinayeti işlendi. 16 kadın kocası tarafından öldürülürken, iki kadın ise kocasını öldürdü. Faillerinin neredeyse tümü
verdikleri ifadelerinde, “Eşimi çok seviyordum, yanlış
yaptım. O anda sinirlerime hâkim olamadım” dedi.
Araştırmada, 16 kadının yedisinin ihanet iddiasıyla
kocaları tarafından öldürüldüğü ortaya çıktı. Kadınların öldürülme gerekçelerinin tümü kocaları neredeyse ‘haklı’ çıkartmaya yönelik:
“Aldatma, şiddetli geçimsizlik, kocalarına yalan
söylemeleri, eşlerinden habersiz internet üzerinden
başkalarıyla görüşmeleri, cep telefonlarıyla eşlerinden
habersiz başkalarıyla mesajlaşmaları ve görüşmeleri,
çalışan kadınların maaşlarını eşleriyle paylaşmak istememeleri, eşlerinden para saklamaları, çocuklarını
yanlarına alarak evi terk etmeleri,
çocukları eve kilitleyerek gezmeye
gitmeleri, çocukları ihmal ettikleri
düşüncesi, kadınların yemek, ütü
gibi ev işlerini aksatmaları, dizi
oyuncularına özenerek beklentilerini yükselttikleri düşüncesi, dedikodu
meselesi.”
Haberin devamında; aile içi şiddetin en çok çocukları etkilediğini, eşlerin kavgalarını çocuklarının gözü
önünde yaptıklarını ve bu durumun
çocukların potansiyel suçlu olarak
yetişmelerine neden olduğuna dikkat çekiliyor.
Bu durumun önüne geçmek için
terapi danışmanlık merkezlerinin
kurulması önerilirken, okullarda
velilere yönelik olarak bilinçlendirme toplantıların düzenlenmesi ve bu
toplantılard, kadınlara erkekler hakkında, erkeklere
de kadınlar hakkında bilgi verilmesi gerektiği belirtiliyor. Televizyonlarda sabah kuşağında yayımlanan
kadın programlarının aileleri olumsuz yönde etkilediği, bu programlarda ailelere ikili ilişkilerle ilgili bilinçlendirici bilgiler verilmesi gerektiği kaydediliyor.
İstanbul’da yaşanan bu 18 eş cinayeti ve gerekçeleri
şöyle:
* Üsküdar’da, 3 Ocak 2009 tarihinde, 59 yaşındaki
kocası Turgut Özkaraca, birlikte alkol aldıktan sonra
tartıştığı 52 yaşındaki eşi Ayşe Özkaraca’yı tek kurşun ateş ederek öldürdü.
* Şişli’de, 16 Şubat 2009 tarihinde, 43 yaşındaki Ali
Baş kendisini aldattığını iddia ettiği 38 yaşındaki eşi
Akkadın Baş’ı boğarak öldürdükten sonra tabancasıyla intihar etti.
* Şişli’de, 16 Şubat 2009 tarihinde, 47 yaşındaki Siyabent Serin kendisini aldattığını düşündüğü 41 yaşındaki eşi Hatice Serin’i 20 yerinden bıçaklayarak
öldürdü.
* Küçükçekmece’de, 23 Şubat 2009 tarihinde, 30
yaşındaki Vedat Akça, kendisine sigara parası vermediği gerekçesiyle tartıştığı beş aylık hamile olan 23
yaşındaki eşi Nuray Akça’yı bıçakla boğazını keserek
yeni kadın dünyası
öldürdü.
* Küçükçekmece’de, 6 Nisan 2009 tarihinde, 45 yaşındaki Mehmet Köşken, internet üzerinden erkeklerle görüşerek kendisini aldattığını düşündüğü 37
yaşındaki eşi Fatma Köşken’i dört yerinden bıçaklayarak öldürdü.
* Esenler’de, 28 Nisan 2009’da, 46 yaşındaki Kamil
Gelgör, geçimsizlikten şiddetli kavgalar yaşadığı 40
yaşındaki eşi Aysel Gelgör’i otobüs durağında, göğsünden sekiz bıçak darbesiyle öldürdü.
* Fatih’te, 13 Mayıs 2009’da, 30 yaşındaki Cengiz
Gül, internet üzerinden erkeklerle görüşerek kendisini aldattığını düşündüğü 20 yaşındaki eşi Eser Gül’ü
sekiz yerinden bıçaklayarak öldürdü.
* Ataşehir’de, 23 Haziran 2009’da 36 yaşındaki
Gülcan Sezgör, kendisini sürekli döven 50 yaşındaki
kocası Adil Sezgör’ü bıçaklayarak öldürdü.
* Bakırköy’de, 19 Temmuz günü, 31 yaşındaki Tahir Taştanoğlu, kendisini aldattığını düşündüğü 28
yaşındaki hemşire eşi Dilek Taştanoğlu’nu tabancayla
öldürdü.
* Fatih’te, 25 Temmuz 2009 tarihinde, alkol bağımlısı 56 yaşındaki emekli öğretmen Hidayet Aydar,
tartıştığı eşi 51 yaşındaki öğretmen Şükran Aydar’ı
öldürdükten sonra intihar etti.
* Gaziosmanpaşa’da, 1 Ağustos 2009 tarihinde, 50
yaşındaki kocası Hulusi Köse, aralarında yaş farkı
olan ve kendisini aldattığını düşündüğü
36 yaşındaki eşi Ayşe Köse’yi silahla ateş
ederek öldürdü.
* Esenler’de, 1 Ağustos 2009 günü 53 yaşındaki Ahmet Akbaş, 1985 yılında ölen
kardeşiyle kendisini aldattığını düşündüğü 44 yaşındaki eşi Ferfure Akbaş’ı silahla
ateş ederek öldürdü.
* Esenler’de, 7 Ağustos 2009 tarihinde,
25 yaşındaki Şadiye Basut iki erkek kardeşiyle birlikte kendisini sürekli döven 31
yaşındaki kocası Mehmet Basut’u ellerini
ayaklarını bağladıktan sonra tülbentle boğarak öldürdüler.
* Kartal’da, 17 Ağustos 2009 tarihinde,
32 yaşındaki Kudbettin Taysı, şiddetli geçimsizlik yaşadığı 28 yaşındaki eşi Esra
Taysı’yı kafasına tek kurşun ateş ederek
öldürdü.
* Ümraniye’de, 30 Eylül 2009 tarihinde,
39 yaşındaki kocası Mustafa Öztel, sık sık
evi ve çocuğunu terk ettiği gerekçesiyle 26
yaşındaki eşi Ayda Öztel’i kemerle boğarak öldürdü.
* Bahçelievler’de, 2 Ekim 2009 tarihinde, 32 yaşındaki Gürsel Gül boşandığı eşi 25 yaşındaki Nihal
Ak’ı kurşun yağmuruna tutarak öldürdü, ardından
intihar etti.
* Maltepe’de, 25 Aralık 2009 tarihinde, 59 yaşındaki Özdemir Serin, kendisiyle sürekli tartışan eşi 45
yaşındaki Gülseren’i banyoda baltayla kafasına vurarak öldürdü.
* Tuzla’da, 26 Aralık 2009 tarihinde, 34 yaşındaki
Duran Cankurt, dayaktan kaçıp yakınlarına sığınan
24 yaşındaki eşi Necmiye Cankurt’u son kez evine
döndüğünde bıçaklayarak öldürdü. Cinayet ailenin
sekiz yaşındaki çocuğunun gözü önünde işlendi.”
Haberde yer alan bilgiler bunlar. Tabii İstanbul gibi
10 milyonu aşkın nüfusu olan bir şehirde bir yılda 16
kadının eşleri tarafından öldürülmesinin büyütülecek bir yanı yoktur vs. denebilir. Fakat eş cinayetleri
gerçekte okyanusta yüzen bir buz dağının yalnızca
görünen zirvesinin ucudur. Onun altında bütün biçimleriyle ezilen kadın cinsi ve erkek egemenliği vardır, kadının erkeğin “malı”, “namusu”, kölesi görüldüğü egemen anlayış vardır.
Eş cinayetlerinde kadının kocasını öldürdüğü iki
“cinayet”in gerisinde de erkeğin dayanılmaz şiddeti
vardır.
Ocak 2009 ✓
17
panorama
PANORAMA
Concertacion
döneminin sonu…
- ŞİLİ-
13
18
Aralık 2009 tarihinde Şili’de seçimler vardı. Genelde Başkanlık seçimleri önemsendiğinden parlamento seçimleri medyanın haberleri
arasında geri planda kaldı. Başkanlık seçimi için ise
dört aday vardı.
Anayasa’ya göre bir başkan ardarda iki kez seçimlere katılamadığından, andaki Başkan Bachelet, seçilme olasılığı olduğu halde bu seçime katılamadı. “Demokrasi için Partiler Birliği” (Concertacion), Bachelet
yerine, 1994-2000 tarihlerinde başkanlık yapmış olan
Hristiyandemokrat Eduardo Frei’yı hükümetin başkan adayı olarak seçti.
Eduardo Frei Concertacion’un adayı iken, geçen seçimlerde Bachelet ile yarışta seçimi kaybeden Sebastian Pinera “Ulusal Değişim”in adayı olarak yeniden
Başkanlık seçimlerine katıldı. Concertacion’a kızanlar arasında “Sosyalist” Enriquez-Ominami ve “Komünistlerle sol Hristiyanların” adayı Jorge Arrate ilk
turda seçimlere katılan adaylardı.
13 Aralık 2009 tarihindeki seçimlerde hiç bir aday
%50 oranını geçmediği için ikinci tur seçimler gündeme geldi. İlk turda Pinera %44, Frei ise %30 oranında
oy alarak ikinci tur seçimlerde başkanlık yarışına katılmayı hak ettiler. Ominami beklenenden de çok oy
almıştı -%20, Jorge Arrate ise %6 civarında oy aldı.
Ominami ile Arrate’nin oylarının Frei’a verilmesi
durumunda Pinera’nın ikinci turda seçimi kazanması engellenebilirdi, ama olmadı. Basına yansıdığı
kadarıyla 17 Ocak 2010 tarihinde yapılan ikinci tur
seçimlerde seçmenlerin %7’si hiç bir adaya oy vermedi. Pinera kullanılan ve geçerli oyların %51,61’ini
alarak seçimi kazandı. Concertacion’un adayı Frei ise
%48,38’lik bir orana ulaşmıştı.
Böylece kendisini açıkça sağcı, tutucu olarak ta-
nımlayan ve Pinera somutunda Pinochet iktidarının
destekleyici olan biri seçimlerle başkanlık koltuğuna
oturuyordu. Medya bu sefer de “sağdan rüzgar” estirmeye başladı! Oysa Frei ile Pinera’nın seçim programları ya da propagandalarında özde bir farklılık
yoktu. Pinera, biraz daha fazla özelleştirme yanlısı o
kadar… Özelleştirilmeyen esas alan ise Şili’nin esas
ihracat kaynağı olan bakır madenleridir.
Pinera’nın kendisi gerçekten de sağcı ve evet Pinochet iktidarını desteklemiştir. Pinochet döneminde
elde ettiği imtiyazlarla da Şili’nin anda en zengin 10
kişisi arasına katılmıştır. Milyarder biridir Pinera! Bu
yüzden de “Şili’nin Berlusconi’si” diye de adlandırılıyor.
Pinera’nın başkanlığa seçilmesiyle birlikte, tartışılan esas noktalardan biri Concertacion’un artık dağılacağı, misyonunu bitirdiği vb. nokta oldu.
Concertacion, Pinochet dönemine karşı burjuva
anlamda da olsa demokrasiden yana tavır takınıp
dört parti olarak, Hristiyan Demokrat Partisi (PDC),
Sosyalist Parti (PS), Radikal Parti (PR) ve Demokrasi
için Parti (PPD) birleşmesi kitlelerin desteğini kazandırmıştı. Pinochet rejimine karşı elde edilen bu destek
ama özellikle son 20 yıllık süreçte, Concertacion’un
doğrudan yönetimi altında yaşananlarla yitirilmiştir.
1990 yılından bu yana göreve gelen dört başkanın
baskı ve zulmün gündeme geleceğine işarettir. Ilımlı
sosyaldemokrat Bachelet yönetiminde işçilere, emekçilere saldırıların ne kadar sınırsız olduğu da gözönüne alındığında, Pinera yönetiminde daha iyisi olmayacağına kesin gözle bakılabilir.
Şili’de Concertacion dönemi böylece esas itibariyle
son bulmuştur. Artık sözkonusu partilerin böylesi bir
birlik içinde kalması kitleleri kendine çekme rolünü
pek oynayamıyor. Gerçekten de Concertacion misyonunu tamamlamıştır. Bundan sonrası için daha
radikal bir demokratlık gerekiyor ve bunu da Concertacion yapamaz. Daha radikal bir demokratlık en
azından Pinochet dönemini ciddi biçimde gözden geçirmek, yaşayan suçluları cezalandırmak, tüm faşist
yasaları kaldırmak, indigen halkların etnik varlığını
yasalarla kabul etmek ve tüm haklarını tanımak vb.
vb. edimleri gerektiriyor.
Şili’de yeni bir cepheleşme, partilerin doğması ya
da yapılanması süreci yaşanıyor. Bu seçimlerde Pinera gibi sağcı biri başkanlığı kazansa da, 1973 faşist
darbesinden sonra ilk kez kendisine Komünist diyen
panorama
dördü de Concertacion’un adayları olarak seçilmişti
ve 11 Mart 1990’dan bugüne kadar da Şili’yi Concertacion yönetmiştir.
2005 yılı Aralık ayındaki 1. tur seçimden sonra, 15
Ocak 2006’da yapılan 2. tur seçimleri Bachelet kazanmıştı. Rakibi ise Sebastian Pinera idi. O dönem
Bachelet’in seçimleri kazanmasıyla Şili’de de “sol
rüzgarlar” esiyor hikayeleri anlatıldı. Gerçekte ise
Concertacion’un 20 yıllık yönetimi Hristiyandemokratlarla ılımlı sosyaldemokratların ortaklığıyla gerçekleşen, “sol” bakış açısıyla reformcu bile olmayan,
liberal burjuva siyasetin ve ekonominin uygulayıcısı
bir yönetim olmuştur.
Concertacion yönetimi 20 yıllık süreçte Pinochet
faşizminin Anayasası’na köklü biçimde dokunmamış, diğer önemli yasalarda da köklü değişiklikler
yapmamıştır. Seçim yasası da hâlâ Pinochet döneminin ürünüdür. Ekonomide Pinochet döneminin liberal ekonomisi sürdürülmüştür. Zenginlerle yoksullar
arasındaki uçurum o kadar büyümüştür ki, Bachelet,
kitlelerin desteğini kazanmak için “sosyal eşitsizliğe
Şili’de Concertacion dönemi böylece esas itibariyle son bulmuştur. Artık
sözkonusu partilerin böylesi bir birlik içinde kalması kitleleri kendine
çekme rolünü pek oynayamıyor. Gerçekten de Concertacion misyonunu
tamamlamıştır. Bundan sonrası için daha radikal bir demokratlık gerekiyor
ve bunu da Concertacion yapamaz. Daha radikal bir demokratlık en azından
Pinochet dönemini ciddi biçimde gözden geçirmek, yaşayan suçluları
cezalandırmak, tüm faşist yasaları kaldırmak, indigen halkların etnik varlığını
yasalarla kabul etmek ve tüm haklarını tanımak vb. vb. edimleri gerektiriyor.
karşı mücadele” propagandasını öne çıkarmıştır. Uygulamaları esas olarak camekanı süslemekten öteye
geçmemiştir. Bu camekan süsleme işi bile Bachelet’i
“ulusun anası” olarak kabul etmede belirleyici rol oynamıştır.
Pinera 11 Mart 2010 tarihinde başkanlık görevini
Bachelet’ten devraldığında gerçekleşecek değişiklik
“sol”dan sağa bir değişiklik olmayacaktır. Yönetimin
daha ılımlı halk düşmanlarından daha sert halk düşmanlarına geçtiği bir değişiklik olacak.
Kuşkusuz ki bu da işçilere, emekçilere ve etnik hakları tanınmayan indigen halklara karşı daha fazla
üç milletvekili parlamentoya seçilmiştir.
Cepheleşmenin, ya da yeniden oluşumların nasıl
olacağını süreç gösterecektir. Concertacion’un yönetim döneminin son bulması gibi, birliğin de parçalanması durumunda yeni oluşumlara daha çok kapı
açılacaktır. Kendisine komünist, devrimci diyen güçlerin bu süreci teşvik etmesi ve doğru bir siyasetle sisteme gerçek alternatifi göstermesi görevdir.
Böylesi bir gücün varlığı koşullarında desteğimiz
da ona olacaktır.
“Venceremoz, zulme ve yoksulluğa paydos”!
26 Ocak 2010 ✓
19
panorama
Deprem salladı, binalar öldürdü!
K
20
atliamlar, soykırımlar, ya da doğanın ürünü olan
fırtınaların, depremlerin yol açtığı acı sonuçlar
hakkında yazmak –sözkonusu olan verileri rakamlarla altalta yazmak olduğu sürece– kolay oluyor…
Fakat, böylesi olaylarda işin özü rakamları ya da verileri alt alta dizmek olmuyor ve böylesi konular hakkında yazı yazmak gerçekten çok zor!
Eğer siz “büyük insanlığın” baskıdan, sömürüden,
yoksulluktan kurtulması için mücadeleye katıldıysanız; gözünüzün önünde doğanın gazabının değil, sistemin bozukluğunun sonucu olarak insanlığa karşı
barbarlık yaşanıyorsa ve sizin elinizde o anda özde
hiç bir şeyi değiştirme imkanı yoksa; örneğin onbinlerce insan cesedinin beton yığınları gibi bir araya
yığılmasını, insan cesetlerinin bir çöp gibi oradan
oraya atılmasını, bunun da ötesinde ceset toplamanın
kazanç işi olarak görülüp yapılmasını zor anlatabilirsiniz.
Bilincinizle gelişmeleri analiz etmeye çalışırken bile,
eğer insanlığınız hala sizi terk etmemişse, kendinizi o
insanların yerine koyma yetiniz varsa, yani empatinizi kaybetmemişseniz; o zaman insani duygularınızın
sizi etkilemesini engelleyemezsiniz. Objektiv tavrınıza duygularınız da katılacaktır, öyle ya da böyle!
Bu zorluğu, Haiti’de yaşanan deprem ve sonrası
dönemde ortaya çıkan sonuçları bağlamında, yardım
adına ülkenin ABD emperyalizminin askerlerince
kuşatılmasında; ölenlerin cesetlerinin günlerce sokaklarda bırakılmasında, aç ve susuz kalan yüzbinlerce insana yardım adına kurşun sıkılmasında ve
tüm baskılara rağmen aç kalmanın, susuz kalmanın
beraberinde getirdiği, kolluk güçlerine rağmen güçlülerin güçsüzlerden önce sözkonusu malzemelere el
koymasında ve haklı olarak depolardaki mallara el
konulurken sözkonusu aç, susuz insanlara “asayiş”
adına saldırılmasında; yollara düşen onbinlerce insanın sınırlarda geri gönderilmesinde vb. vb. yeniden
yaşadık.
12 Ocak’ta yerel saate göre saat 16.53’te yaşanan
depremden, 9,5 milyon civarındaki nüfusun üçte biri
zarar görmüştür. Ölenlerin kesin sayısı zaten belli
değil. 28 Ocak itibariyle resmi ölü sayısı 170.000 olarak kabul edilmiş ama enkaz altında olduğu tahmin
edilen cesetlerle birlikte bu sayının 200.000’i aşacağı
tahmin edilmektedir. Yaralıların sayısı ise –yine gerçek bir araştırma hesabı sonucu değil– 250.000 kadar
verilmektedir. Ki bu yaralılar arasında psikolojik olarak hastalık geçirenler, travma yaşayanlar yoktur. 1,2
Milyon insanın evsiz-barksız kaldığı bilgisi veriliyor.
Bunun da esas kaynağı Haiti’nin Başkenti Port-auPrince’deki durumdur. Ülkenin genelinde gerçek
rakamlar, hem ölüler, hem yaralılar ve hem de evsizbarksızlar bağlamında daha da yüksektir.
Batılı medyaya yansıdığı kadarıyla genel bina inşaatı
konusunda Haiti’de depreme uygun bina inşa etmek
yoktur. Fakat kimi somut binalar, –bunlar nedense
işgalci güçlerin büroları ve yattığı yerler oluyor– fazla
zarar görmüyor. Yani varolan binalar içinde en sağlamları yine işgalcilerin ve egemen sınıf temsilcilerinin elindedir. Buna rağmen sözkonusu binaların yıkılması ise depremin şiddetine ve binaların bu şiddete
uygun inşa edilmemiş olmasındandır. Başkanlık sarayının ve parlamento binası ile kadetralin yıkılması
yoksullarla zenginler arasındaki farkın gizlenmesine
hizmet etmiştir. Bu farklılık ama pratikte, yardım sorunu gündeme geldiğinde gizlenememektedir. Olgu,
yüzbinlerce insanı deprem değil binalar yaralayıp öldürmüştür.
Haiti’de devlet, kelimenin gerçek anlamında felce
uğradı. Kaç bakanın öldüğü bile tam açıklanmadı.
Hükümet polis karakolunun binasında (bahçede)
toplanmaya çalıştı ve Başkan polis lojmanında kaldı. Toparlanana kadar hükümetin bir nevi yıkıldığı
ortamda kimi “yardımsever” ülkeler, Haiti hükümetinden resmi yardım talebini beklediler! Talep gidip,
yardım gelene kadar çoğu göçük altındaki depremzedeler için yardımda gecikilmişti…
Haitili depremzeler yardım adına kendilerine silahları doğrultup ateşleyenlerin kimliğini iyi bilir.
Yüzyılların beraberinde getirdiği kölelik, yoksulluk,
bağımlılık ve bununla birlikte köle sahiplerini, sömürgecileri, işgalci emperyalistleri iyi tanır Haitili
yoksul işçiler-emekçiler!
Evet, Haiti’nin içinde bulunduğu durumun esas
kaynağının sömürgecilik ve emperyalist sistem olduğu gerçeği, deprem üzerine yürütülen tartışmalarda,
yapılan yorumlarda yeniden gündeme geldi, getirildi.
“Latin Amerika’nın ilk devrimi” olarak adlandırılan isyanın 1791 yılında Haiti’deki siyah kölelerin isyanı olduğu; bu isyanın sonucunda köleliğin
1793’te kaldırıldığı ve 1804 yılında da Haiti (Siyahlar)
Cumhuriyeti’nin kurulduğu olgularını tespit edip 20.
yüzyıla bakarsak, karşımıza, –İspanyol ve Fransız
sömürgeciliğinden sonraki süreçte– en başta ABD
emperyalizminin Haiti’yi 1915-1934 yılları arasındaki işgali çıkmaktadır. 1957’den 1986’ya kadar iktidarı
elinde tutan “Duvalier-Clan”, 1957-1971 arası “PapaDoc”, 1971-1986 döneminde de “Baby-Doc” ABD emperyalizmi tarafından teşvik edilen, desteklenenlerdi.
Haiti halkının 1986’da “Baby-Doc”u ülkeden kovmasından ve anayasal reformu gerçek anlamda olmadan 1987’de ordu darbe yaptı. Darbe 1990’a, seçimlerde “yoksulların papazı” Aristide seçilene kadar
sürdü. Aristide “kurtuluş teolojisi” savunusucuydu.
ABD emperyalizminin isteklerine tam uymadığı için
1991’de darbeyle alaşağı edildi.
Tüm bu süreçte ABD emperyalizmi Haiti’deki gelişmeleri belirleyen emperyalist güç olmuştur. 2004 yılına gelindiğinde Haiti’de “içsavaş” durumu yaşanıyordu. 2004 yılı Şubat ayında BM Güvenlik Konseyi’nin
onayıyla Haiti yeniden işgal edildi. O günden bugüne
dek de sözkonusu işgal sürüyor.
Depremle ortaya çıkan durumu kullanarak ABD
emperyalizmi sözkonusu işgali pekiştirmektedir.
Anda BM güçleri dışında bir de ABD işgal güçleri
–yarım yamalak hükümetin ve başkanın işbirliğiyle–
Haiti’yi yönetmektedirler.
ABD emperyalizmi yaklaşık 16.000 işgal gücüyle,
birçok savaş gemisiyle, uçak ve helikopterlerle… kısacası savaş gücüyle Haiti’ye çıkarma yapmıştır.
Haitili depremzedelerin ilk başta suya, ekmeğe,
ilaca ihtiyacı vardı, vardır. Onların başlarına yıkılan
evleri, barakaları inşa edilmesi gerekiyor. Yaralıların
tedavisine, psikolojik yardıma ihtiyaçları var. Bu konularda sayılabilecek yüzlerce, binlerce şeye ihtiyaçları var. Ama Haitili depremzedelerin ne ABD em-
panorama
Eğer siz “büyük insanlığın” baskıdan, sömürüden, yoksulluktan kurtulması için mücadeleye
katıldıysanız; gözünüzün önünde doğanın gazabının değil, sistemin bozukluğunun sonucu
olarak insanlığa karşı barbarlık yaşanıyorsa ve sizin elinizde o anda özde hiç bir şeyi değiştirme
imkanı yoksa; örneğin onbinlerce insan cesedinin beton yığınları gibi bir araya yığılmasını,
insan cesetlerinin bir çöp gibi oradan oraya atılmasını, bunun da ötesinde ceset toplamanın
kazanç işi olarak görülüp yapılmasını zor anlatabilirsiniz.
21
panorama
22
peryalizminin, ne de başka bir devletin işgal gücüne
ihtiyacı var!
Sezarın hakkı sezara! Dünya kamuoyuna yardım
diye sunulsa da, ABD’nin Haiti’ye askeri çıkarmasının asıl amacının Haitililere yardım olmadığı, kimi
ABD emperyalizminin temsilcilerinin konuşmalarından ortaya çıkmaktadır.
Birincisi, ABD Haitili depremzedelere değil, yönetimin yardımına koşmuştur. Açıkça, devlet kurumlarının çalışılabilir hale getirilmesi, yönetimin otoritesinin sağlanması onların amacıdır. Yani kısaca
söylenirse kendi işbirlikçilerinin yardımına gitmişlerdir. Kendilerinin esas devlet olduğunu böylece göstermişlerdir.
Depremde yüzbinler mi ölmüş, milyonlar mı evsizbarksız kalmış onların umurunda değildir. Bunun
gerçeklik olduğunu, Port-au-Prince’de havaalanını
ele geçirdikten sonra Haiti’ye gidecek yardımların
geciktirilmesi, ulaşan yardımların da dağıtılmaması
veya yine geciktirilmesi; dağıtımın havadan mı karadan mı yapılacağı konusunda tartışmaların yürütülmesi gibi tavırları da göstermiştir.
İlginç olan bir örnek de güya yardıma gönderilen
uçak gemisinde 55 doktor olduğu söylenmişti. Ama
Haiti’ye vardıktan sonraki beş gün içinde sadece üç
ABD vatandaşı ve yedi Haitili muayene edilmiştir.
Evet yüzbinlerce yaralı içinde sadece on yaralı…
ABD emperyalizminin asker çıkarmasının ikinci
önemli ayağı ise, Haitililerin ABD’ye gitmesini engelleme amacıdır. Sözkonusu savaş gemilerinin önemli
bir görevi de, deniz yoluyla Florida’ya gitmeye ve kendisini bu yolla kurtarmaya çalışanları yakalamaktır.
Basına yansıyan bilgilere göre böylesi göçerleri, kaçarları yakaladığında götürülecekleri yerler de belirlenmiştir. Guantanamo bu yerlerin başında geliyor.
Tüm bunlar yardım adına emperyalistlerin kendi
çıkarlarını nasıl öne çıkardığını, yüzbinlerce insanın
bunlar için beş kuruşluk değeri olmadığını gösteriyor. Kapitalist sistemin gerçek yüzüdür bu! Barbarlık,
barbarlık, barbarlık!
Böylesi olayları, gelişmeleri yazmak zor da olsa,
kapitalizmin gerçek yüzünü ortaya sermek kolaydır.
Sorun gerçeğe gözünü kapatmamak ve bu barbarlığa
karşı mücadeleyi, insan olmanın en basit ölçüsü olarak algılamaktır.
Bu barbarlığa karşı mücadele, onurlu bir mücadele
olduğu gibi, insanlığın kurtuluşu için tek alternatiftir
de! Ya barbarlık içinde çöküş, ya da sosyalizm!
29 Ocak 2010 ✓
Emperyalistlerin
borazanları ve savaş
tam tamları…
- YEMEN -
Y
emen’de çatışmalar, savaş yürürken batılı medyayı fazla ilgilendirmiyordu. Ya da ağababaları
dikkatleri başka konulara çekmek gerektiğini işaret
etmişlerdi… Medya da buna uygun davranıyordu. 25
Aralık 2009 tarihinden bu yana ise medyaya başka
işaret verilmişe benziyor!
Amsterdam’dan Detroit’e (ABD) uçuş yapan uçağa, tüm kontrollere rağmen binebilen Nijeryalı Ömer
Faruk Abdulmutallib’in üzerinde patlayıcı bulunmuştu… Artık “terörist” Ömer’in yeteneksizliği mi,
yoksa CIA’nin bilinçli planı mı, her neyse uçak düşürülmekten kurtulmuştu. Tabii ki yolcular da böylece
ölümden dönmüştü…
Nijeryalı Ömer’in bağlantısı hemen bulundu: El
Kaide! Aynı zamanda Yemen’de eğitim aldığına yönelik iddialar da medyada aldı başını gitti…
Dünya kamuoyuna yönelik yaygınlaştırılan bu haber ve olay Yemen’e, kuşkusuz ki sadece Yemen’e değil, genelde Ortadoğu’ya ve Kızıl Deniz’in Okyanusa
çıkışı olan Körfez çevresindeki ülkelere yönelik saldırılara yenilerinin eklenmekte olduğunu göstermektedir. Dünya kamuoyu Somali’ye, Eritrea’ya, Sudan’a,
tarihini bir kenara bırakırsak, şiiliğin bir kanadı olarak hakları için mücadele ediyorlar. Kimi temsilcileri yönetimden 2004 yılında savaşın başlaması öncesi
döneme benzer bir durum talep ediyorlar.
Bunlar arasındaki sorunlar çözülmemiş ama çatışmalar hemen hemen durmuştu. CIA’nin Şubat
2009’da yaptığı “senelik tehdit tahmini”ne göre Yemen yeniden Cihad ve El Kaide için bölgesel çatışma
alanı olma potansiyeline sahip olmaya doğru gelişiyordu.
Ağustos 2009 ortalarında bir grup ABD’li Senatör
Yemen Başkanı Ali’yi ile görüşmek için Yemen’e gitti.
Buna paralel olarak 11 Ağustos 2009 tarihinde Yemen
yönetimi Houthi-Milisleri’ne karşı “Yanan-Toprak”
adlı askeri operasyon başlattı. Bu operasyona hazırlık
için ise bir grup yabancının kaçırılması (7 Alman, 1
İngiliz ve 1 Koreli) ve bunlardan iki Alman ve bir Koreli kadının öldürülmesi durumu kullanıldı. HouthiMilisleri böylesi bir kaçırma eylemini yapmadıklarını açıkladılar. Görünen o ki, savaşın başlatılması için
devlet bu işi becermişti…
ABD’li Senatörlerle Başkan Ali arasındaki temel
konu “terörizme karşı birlikte çalışmak”tı.
Houthi-Milisleri’ne karşı savaşa süreç içinde Suudi
Arabistan da katıldı. Yemen sınırını geçerek bombardımanlarını gerçekleştirdi. Hem Yemen devlet güçlerine, hem de Suudi Arabistan güçlerine ABD’nin
yardımcı olduğu medyada bile tartışılmaz bir gerçek
olarak kabul ediliyor. Farklılık bu yardımın nasıl ve
ne kadar olduğu, daha doğrusu da doğrudan ABD’nin
askeri güçlerinin saldırıya katılıp katılmadığı yönündedir.
Gerçekler Yemen’in 11 Eylül 2001 tarihinden sonraki süreçten beri ABD’nin gündeminde olduğunu
gösteriyor. ABD ve Suudi Arabistan ile özellikle 11
Eylül 2001 tarihinden beri Yemen yönetimi yakın ilişki içindedir. Irak’a karşı ilk savaş bağlamında ABD’yi
kızdıran Yemen, arayı bulmuştu ve yeniden Dolar
yardımı almaya başlamıştı. ABD’nin özel timleri -sayısı belirtilmiyor- zaten Yemen’dedir. Bunun adı da
Yemen ordusunu “terörizme karşı eğitmek” oluyor.
Kısacası 25 Aralık 2009 tarihinde yaşanan uçak olayından önce Yemen’de hem Kuzey’e hem de Güney’e
karşı çatışma, savaş yürüyordu. ABD’li yetkililerin
Yemen’i ziyaretlerini bir kenara bırakıp ABD’ye bakarsak karşımıza 25 Aralık’tan kısa süre önce şunlar
çıkmaktadır:
1 Aralık 2009 tarihinde Obama, göreve başladıktan
sonra ikinci kez, savaş konusundaki stratejisini kur-
panorama
Yemen’e doğrudan müdahaleye hazırlanmaktadır. Ki
bu ülkelerde yürütülen savaşlar yeni de değil. “Terörizme karşı mücadele” adına daha fazla savaş, katliamlar, işgaller gündeme getiriliyor.
Detroit’e uçuş yapan uçak olayı dünya kamuoyuna
öyle yansıtıldı ki, burjuva medyanın büyük bölümü,
sanki bu olaydan sonra Yemen’de El Kaide’ye karşı
mücadele gündeme getirilmiş gibi haber veriyorlar.
Hepsi de birbirinden sahtekâr, hepsi de emperyalistlerin borazanları…
Ne Nijeryalı Ömer’in El Kaide yanlısı olduğu belgeli, ne de El Kaide’nin Yemen kolu’nun sözkonusu uçak
olayını üzerlendiği yönlü açıklama. Hepsi de bir merkezden hazırlanan senaryo ve oyunun parçaları gibi.
Gerçekten Ömer El Kaide üyesi ve uçağı düşürmek
için hazırlandıysa, o zaman patlayıcının (bombanın)
pimini çekememekle amatörlükten de öte acemeliğini göstermiştir. El Kaide’nin böylesi birini seçmesini beklemek de pek olası değildir. Çünkü sonuçta
El Kaide’nin prestiji sözkonusudur. Burjuva medyada
borazancılık yapmayan eleştirel tavır takınan kimi
kesimler, bu olayın –belgelenmeyen olay olduğunun
bilincinde olarak– esasta CIA’nin bir planı olma olasılığının yüksek olduğunu yazmaktadırlar.
Emperyalistlerin borazanları böyle çaladursun, biz
biraz geriye gidip 2009 yılında Yemen’de yaşanan
kimi olguları ve 25 Aralık’tan önce ABD emperyalizminin kimi temsilcilerinin tavırlarını özetle ortaya
koyalım.
Yemen, 1990 öncesinde Yemen Arap Cumhuriyeti (Kuzey) ve Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti
(Güney) olarak ikiye bölünmüştü. 1990’dan bu yana
Yemen Cumhuriyeti olarak birleşik bir devlettir.
Yemen’in Başkanı Ali Abdullah Salih, 1990’dan bu
yana Yemen’i yönetiyor.
Yemen birleşti ama sorunları son bulmadı, tersine
yenileri ortaya çıktı. Güney kesiminde gelişen muhalefet, Başkan tarafından eşit muamele görmedikleri,
kendilerine haksızlık edildiği, haklarının kısıtlandığı vb. itirazlar yükseltmektedir. Bu muhalefet içinde
kimileri Yemen’in yeniden Kuzey ve Güney olarak
bölünmesini talep etmektedir. 1994’te gündeme gelen
mücadele kanla bastırıldı ve o günden beri de değişik
biçimlerde direniş ve mücadele ve baskılar sürüyor.
Başkan Ali’nin sorunu tabii ki sadece Güney “bölücüleri” ile değil Kuzey “dincileri” ile de başı dertte.
Kendisi de Şii’liğin Yemen’deki kolu olan Zaidilerden olmasına rağmen, özellikle 2004 yılından sonra
Houthi-Milisleri ile sorunlar yaşanmıştır. Bunların
23
yaşam temellerini koruma mücadelesi
24
maylarına sundu. Sözkonusu konuşmada El Kaida’ya
karşı her yerde uyanık olmak gerektiğini ve nerede
olursa olsun onlara karşı mücadeleye hazır olduklarının altını çizdi. Bu arada verdiği örnekler ise “ister
Somali’de, ister Yemen’de ya da başka yerde olsun”
biçimindeydi.
Bu konuşmadan önce, 5 Kasım’da Yemen ile ilgili
bir karar tasarısı Senato’ya sunulmuştu ve 4 Aralık
2009 tarihinde de, yani Obama’nın konuşmasından
üç gün sonra da bu karar tasarısı oybirliğiyle onaylandı. Buna göre Yemen “ABD’nin ulusal güvenliği için
ciddi bir tehdit” oluşturuyor, bu durumun “Birleşik
Devletlerin terörizme karşı mücadelesinde yeteri ölçüde göz önüne alınması zorunlu”ydu. Başkan Obama ise bunu engellemek için “tüm uygun önlemleri
alma hakkına” sahipti.
13 Aralık 2009 tarihli İngiliz gazetesi Daily Telegraph haberine göre ABD Yemen’e özel askeri timler ve
subaylar göndermişti. 17 Aralık’da ise sözde birçok
El Kaide üsleri bombalanmış ve çok sayıda “terörist”
öldürülmüştü. Bu saldırılarda çoğu kadın ve çocuğun
öldüğü gözardı edilmektedir. Bu saldırılarda ABD’nin
doğrudan yer aldığı, en azında iki “Cruise Missiles”
attığı basına yansıyan haberler arasındadır.
Burada aktardığımız birkaç olgu ve haberin ortaya
koyduğu gibi, Yemen’e yönelik saldırganlık propagandası 25 Aralık tarihindeki uçak olayıyla başlamamıştır. Tersine ABD emperyalizminin hazırlıklarını
başlattığı ve bir bölümünü yürürlüğe koyduğu bir
dönemde, propagandasına hizmet edecek böylesi bir
olay yaşanmıştır ve ABD emperyalistleri bunu doya
doya kullanmışlardır. Sonuçta sözkonusu uçak olayı
ABD emperyalizminin propagandasına hizmet etmiştir. Gerçekte bunu El Kaide yapmak istemişse, o
zaman sormak lazım: Neden?
Yemen’in El Kaide’nin sığınağı haline geldiği, ya da
Yemen’deki kesimin El Kaide’nin “en tehlikeli kesimi” olduğu yönlü haber ve propagandalar da emperyalistlerin borazanlarının öttürdüğü borulardan çıkıyor. Yemen’de, tüm abartılara rağmen 300 kadar El
Kaide üyesinin bulunduğu söyleniyor. Aslında sorunun ABD emperyalizmi için gerçekte El Kaide olmadığı, ABD emperyalizminin El Kaide ötesinde plan ve
çıkarları olduğu açıktır.
Haksız, gerici, karşı devrimci savaşlara son vermek,
sadece ve sadece kapitalizme son vermekle mümkündür!
Bunun için savaşmaya değer!
26 Ocak 2010 ✓
Nükleer santral ihalesiz
Rusya’nın
O
cak ayı içinde Başbakan RT Erdoğan Rusya’ya
yaptığı resmi ziyarette, Rusya ile “Türkiye’de
Nükleer Santral Tesisi Konusunda İşbirliği Ortak Beyannamesi” anlaşması imzaladı. Bu anlaşmaya göre,
Mersin Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santral, ihalesiz olarak “devletten devlete anlaşma” yöntemiyle Rusya’ya verildi.
“Şu anda altyapı çalışmasını arkadaşlarımız
yürütüyorlar”diyen Başbakan, “Tamamladıkları
anda bununla ilgili adımı atacak ve bu işi süratle bitirip hayata geçireceğiz ve çok fazla bir zamanımızı
alacağını zannetmiyorum. Hazırlıklar büyük ölçüde
tamamlanmış durumda.” Dedi.
Rusya ile yapılan nükleer santral tesisi anlaşmasının detayları henüz açıklanmış değil.
2008 yılında nükleer santral için ihale açılmış, ihaleye sadece Turgay Ciner’in Park Enerji Şirketi ile Rus
ortağından oluşan konsorsiyum teklif vermişti.
Açılan davalar sonucu, Danıştay nükleer santral
kurulması için hazırlanan yönetmelik, şartnamenin
kimi maddelerin yürütmesini durdurmuştu.
Nükleer santral ihalesinin Rusya’ya verilmesi ile
birlikte devlet finansman bulma derdinden, nükleer
santral kurulması sürecinde uyulması gereken yönetmelik, şartname vb.den kurtuluyor. Yani bir taş ile
iki kuş vurulmak isteniyor. Her şeyden önemlisi de
hükümet böylelikle yüksek yargı müdahalesinden de
kurtulmuş oluyor.
Öyle ya da böyle devlet nükleer santral inşasında
ısrarlıdır. İşçiler, emekçiler de ısrarlı olmalı, nükleer
enerjiye karşı mücadelenin önemli bir mücadele olduğunu kavramalı, geleceğin ipotek altına alınmak
istenmesine karşı mücadele yürütmelidirler.
18 Ocak 2010 ✓
Kapitalizm ve onun sermaye düzeni var oldukça egemen olmayan
uluslar, azınlıklar, göçmenler iki kat ezilmeye, aşağılanmaya, işkence
görmeye, ırkçı saldırılara maruz kalmaya, bizlerse bu insanlık dışı
saldırıları yazmaya devam etmek zorunda olacağız.
Burjuvazinin böl, parçala ve yönet politikası, işçi
sınıfının sermayeye karşı örgütlü mücadele etmesini engellemek için, geçmişten bu yana uyguladığı
en “başarılı” yöntem olmuştur. Milliyetçilik, şovenizm, ırkçılık avusuyla zehirlediği halkları birbirine
kırdırarak, kardeşi kardeşe düşman ederek, kendi
asıl sorunlarını görmemelerini sağlamıştır. Kendi
kurtuluşunun düşman olduğu kardeş halkın kurtuluşunda olduğunu göremeyecek kadar körleştirilen
işçi sınıfı, kendisini yoksullaştıran, açlığa ve köleliğe mahkûm eden, burjuvazinin düzenini yok etmek
yerine sorunu kendisi gibi köleliğe mahkûm edilmiş
sınıf kardeşinde arıyor. Bunun bir örneğini geçtiğimiz günlerde Manisa’da romanlara yapılan saldırıyla
gördük. Burjuva basında önce “sigara içme kavgası”
diye yer alan fakat aslında “Çingene’ye çay yok” ayrımcılığıyla başlayıp, linç girişimine kadar giden bir
olay olduğu anlaşılıyor. Binden fazla kişi linç etmek
için yarım saat içinde organize oluyor, ”onları bize
verin”,“selendi bizimdir bizim kalacak”,“Romanları
istemiyoruz”,vb. sloganlarla taş ve sopalarla mahalle basıyor ev, işyeri, arabalar ne varsa yakıp yıkıyor.
Üstelik arabalar belediyenin dozeriyle eziliyor fakat
tüm yaşananlara rağmen bu saldırı kişisel, ekonomik
vb. nedenlere bağlanmaya çalışılıyor. Selendi Belediye
Başkanı’nın anons yaparak yüzlerce kişiyi bir araya
toplaması, emniyetin zamanında müdahale etmemesi
ve olay bittikten sonra bir kişinin bile gözaltına alınmaması bu olayın önceden hazırlanan “Kürtler baş
kaldırdı şimdide Romanlar başkaldıracak” söylentileri yayılarak ırkçı, şoven duyguların körüklendiği
bir linç girişimi olduğu gün gibi ortadır. Yüze yakın
insanın evlerinin yakılıp yıkıldığı, yerlerinden yurtlarından edildiği bir olayı burjuva basının kalemşorlarından olan Yılmaz Özdil, burjuva aymazlığıyla bu
saldırıyı ırkçılık olarak değerlendirenlerle dalga geçe-
rek, “Hulusi Kentmen tipi emniyet müdürü” eksikliği
olduğunu zırvalayabiliyor. Bir başkası birkaç göbek
atılarak bu işin tatlıya bağlanacağı değerlendirmesi
yaparak romanları bir kez daha aşağıla biliyor. İşte
burjuvazinin ırkçılık üzerine ikiyüzlülüğü aymazlığı
ortadadır. Romanlar yıllardır baskıya, ayrımcılığa ve
aşağılanmaya maruz kalmasına rağmen buna karşı
bir mücadele geliştirmiyor. Üstelik yakın geçmişte
Dolapdere de Roman kardeşlerimizin Kürt gençlerini linç etmek istemesi hala hafızalarımızda tazeliğini koruyor. Dahası halkların kardeşliğinin simgesi
haline gelen ırkçılığın katlettiği Hrant’ımızın anma
töreninde, roman kardeşlerimizin de orada olmaları
çok anlamlı olacaktı. Ve yine Newroz’larda alanları
onbinlerle dolduran Kürt kardeşlerim Hrant’ımızı
anmak için orada olsalardı çok anlamlı olacaktı. Ve
daha 13 yaşındaki Kürt çocuğunu Uğuru hatırlayın,
yaşından daha fazla kurşunu bedenine yağdırmışlardı. İşte o zaman Ermeni kardeşlerimde orada olsalardı
çok anlamlı olacaktı. Ama olmadı! İşte bu yüzdendir
ki Nazım ustanın “söylemeye dilim varmıyor ama suçun büyüğü sende be kardeşim” dediği sözler geliyor
insanın aklına... Halklar birbirinin çığlığını duymadıkça, birbirlerinin seslerine sağır oldukça kulakları
ırkçı saldırılar sürmeye devam edecektir.
Türkiye’de durum bu kadar vahimken burjuva
demokrasisinin daha yaygın yaşandığı Avrupa ülkeleri ise sütten çıkmış ak kaşık değiller. Hatta yer yer
Türkiye’yi aratan ırkçı uygulamalardan kaçınmıyorlar. Romanlar en fazla Avrupa ülkelerinde baskıya maruz kalıyorlar. 1943 yılında İsveç hükümetiyle
Hitler Almanya’sının anlaşarak romanları kısırlaştırdığını unutmayalım ve Hitler faşizminin uygulattığı
bu faşist uygulamayı burjuva demokrasisinin yaşandığı Avrupa ülkeleri olan Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Macaristan’da 1973’den 1991’e dek uygulandığı
✉
okuyucu mektubu
Burjuva “demokrasisi”, demokrasi değildir!
İnsanlığa sosyalizm gerekli!
25
✉
okuyucu mektubu
26
ortaya çıkıyor. Roman topluluklar arasında doğum
oranını kontrol etmek bahanesiyle roman kadınlarının zorla kısırlaştırıldığı, bazılarınınsa kısırlığın ne
anlama geldiğini bilmeden sonucunun ne olacağını
bilmeden kısırlaştırıldığı için 2005 yılında yayımlanan raporda bu kadınlara tazminat ödenmesi ve özür
dilenmesi tavsiyesinde bulunulmuştu. Hatta insan
hakları grupları bu konuda 2003 yılı gibi yakın döneme ait kayıtların ortaya çıktığına dikkat çekiyorlar. Fakat bu ırkçı, faşist uygulamaları yapan devletler özür ve tazminat konusunda bir adım atmıyorlar.
Yine Belfast’ta romanlara Türkiye’dekine benzer
bir saldırı gerçekleşiyor ve 25 kadar romanın Kuzey
İrlanda’yı terk etmek zorunda kaldığı, geride kalan 75
ininse en kısa zamanda ayrılmak istediklerini açıklıyorlar. Yalnızca Romanlara değil daha birçok hakim
olmayan ulus, azınlık, göçmen ve dahası baskıya, ayrımcılığa maruz kalıyor. Yine bir Avrupa ülkesi olan
Almanya’da ırkçı yaklaşımlarından geri durmuyor. 7
Ocak 2005 tarihinde Almanya’nın Dessau polis karakolunda diri diri yakılarak hayatını kaybeden Oury
Jalloh davası halen sonuçlanmadı. Geldiği kıtada bitmeyen savaşlardan kaçan bir Afrikalı olan Oury Jalloh Almanya’daki ırkçılıktan kaçamamış gözaltına
alındıktan sonra bulunduğu hücrede elleri ve ayakları
bağlı bir şekilde diri diri yakılarak yaşamını kaybetmişti. Yine Belçika’da Türk bir mahkûm ceza evinde
gördüğü korkunç işkence sonucu yaşamını kaybetmişti. Avrupa Birliği Temel Haklar Ajansı’nın raporuna göre her 10 yabancıdan biri kökeni nedeniyle ırkçı
saldırıya ya da aşağılanmaya maruz kalıyor. AB Temel Haklar Ajansı’nın AB üye 27 ülkede göçmenler ve
azınlıklar arasında yaptığı anket çalışmasına dayanarak hazırladığı raporda, yabancıların yüzde 12’sinin
bir yıl içinde saldırıya hedef olduğunu, saldırıya uğrayanların yüzde 80’inin sonucu değiştirmeyeceği
gerekçesiyle sessiz kaldığını açıklıyor. Raporda İtalya, Yunanistan, Danimarka, İngiltere, Portekiz, Çek
Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan en fazla şikâyet
edilen ülkeler arasında yer alıyor. Raporu biraz daha
incelediğimizde bunun yalnızca buzdağının görünen
yüzü olduğunu görüyoruz. Bu örnekler muhtemelen
çoğaltılabilinir ve hatta sayfalara sığmazda…
Kapitalizm ve onun sermaye düzeni var oldukça
egemen olmayan uluslar, azınlıklar, göçmenler iki
kat ezilmeye, aşağılanmaya, işkence görmeye, ırkçı
saldırılara maruz kalmaya, bizlerse bu insanlık dışı
saldırıları yazmaya devem etmek zorunda olacağız.
Çünkü sermaye düzeni halkların örgütsüz olmasını
kullanarak, kar ve sömürü üzerine kurulmuştur. İster burjuva demokrasisinin yaşandığı ülkeler olsun,
ister daha geri bir ülke, burjuvazinin hüküm sürdüğü
hiçbir ülkede halklar özgür olamaz. Çünkü onların
demokrasisi kendileri için demokrasidir. Burjuva demokrasisi, demokrasi değildir! İnsanlığa sosyalizm
gereklidir! Çünkü sosyalizm Ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını tanır, azınlıkların özerkliğini
tanır, göçmenlerin hakları konusunda özel yasa ve
çalışmaları vardır. Birden fazla dilin konuşulmasını zenginlik olarak değerlendirir. Tüm bunlar ham
hayal değildir. Bunlar sosyalizmle yaşanmış ve yine
yaşanacak olan bizlere yol gösteren önemli deneyimlerdir.
Kürt, Türk, Arap, Ermeni, Laz, Çerkez ve sayılabilinecek yüzlerce sınıf kardeşlerim; Bu insanlığa
yakışmayan, örgütlülüğümüz önünde en büyük engel olan milliyetçilik, ırkçılık lanetinden kurtulmak
için mücadelemizi birlikte yükseltelim! Uğur’un delik
deşik küçük bedeni hala yerde yatıyor, Hrant delinmiş ayakkabılarıyla hala orada yatıyor! O cenazeler
bizimdir gelin birlikte kaldıralım! Gelin birbirimizin acılarına çığlıklarına kulak tıkamayalım. Tüm
halkların gönüllü birliğiyle özgürce yaşayabileceği,
emeğini kimsenin sömürmediği, bayrağında “herkes
yeteneğine, herkes ihtiyacına göre” diyen bir toplum
kurmak için birlikte mücadele edelim.
23.01.2010
Bir YDİ Çağrı okuru ✓
Sevgili kardeşim Hrant Dink,
Sana bu mektubu yazma amacım içimdeki kin ve öfkedendir. Kin ve öfke diyorum demesine ama sen sakın
ola yanlış anlama! Kin ve öfkemin yönü bellidir. Yönü;
seni, güzel insan Hrant’ı aramızdan alanlaradır. Seni
öyle özledi(k)m ki anlatamam… Yazacaklarımı sende
biliyorsun –biliyorum- ama yine de yazmak istedim.
Seni hiç tanımayan, senle bir kere bile sohbet etme
fırsatı bulamayan yüz binlerce insanın kalbi şimdi seninle atıyor. Bunu bilmeni istedim sevgili dost... Yalnız değilsin… Seni unutmadık, unutmayacağız ve hiç
unutturmayacağız…
Tarih 6 Şubat 2004… Önce Sabiha Gökçen’in 1915
katliamı sonrasında evlat edinilen Ermeni çocuklarından biri olduğunu yazdın. Sonra Hürriyet bu haberi manşetine taşıdı. Sonrasında da olaylar büyüdü,
alevlendi ve ağızlarından salya akanlar yürüdüler üstüne, yürüdüler tehditler savurarak ve seni haklı davandan vazgeçirmeye çalıştılar. “Vatansever”, milliyetçi vb. olduğunu iddia eden faşist güruhlar yapması
gerekenleri yapacaklardı ve yaptılar da!
Nereden tehdit almadın ki…
Seni bir şekilde yıldırmak, korkutmak istiyorlardı…
Telefon, e-mail, mektup tehditleri her seferinde biraz
daha artıyordu. Önce valiliğe çağırıp seni üstü örtülü
tehdit ettiler. Sonra ülkü ocakları yazılarını yazdığın yere, AGOS’a gelip “ya sev, ya terk et”, “bir gece
ansızın gelebiliriz” diye bağırıp tehditler savurdular.
Bursa’dan gönderilen “Gestapo Türk” imzalı tehdit
mektubunda ise “Oğlunu, seni ve Sarkis Seropyan’ı
öldüreceğiz” denmişti. Bu tehditlerin araştırılması
gerektiğini düşünerek Şişli Adliyesi’ne başvursan da
bir sonuç çıkmadı. Aslında sonuç alamamanın nedenlerini sende biliyordun. Türkiye’nin hukuk değil
de “guguk” ülkesi olduğu gerçeğini sende, bende, bizlerde biliyorduk…
Hangi sebeplerden yargılanmadın ki…
Ardı ardına “vatanın bölünmezliği” safsatasını
ağızlarında sakız yapanlar sana bir dizi dava açtılar.
“Türklüğü tahkir ve tezyif”ten, “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs”ten, “Türklüğü aşağılamaktan” vb.
vb… Tabi her mahkemeye gidişinde ayrı bir olay olmuştu. Avukat Kemal Kerinçsiz bu olayların başını
çeken baş aktördü. Bir duruşmada sen söz aldığında
Kerinçsiz kalkıp, “Sus, yeter artık!” diye haykırdı, çıkışta yüzüne tükürmeye, vurmaya çalıştılar. “Gel de
temiz Türk kanını gör, bakalım kimin kanı daha temiz” diye bağırdılar… Kerinçsiz ve peşinden mahkemeye gelen faşistler seni her defasında aşağıladılar ve
saldırdılar.
Sen hiç ölmedin ki…
Evet, tarih 19 Ocak 2007… Tarih sayfasında kara
bir gün… Halaskargazi Caddesi üzerinde yerde yatan bir adam… Pabucu delik, üzeri gazeteyle örtülü
bir adam… Suçu neydi acaba! Sonradan öğrendik ki
yerde yatan Hrant, Hrant Dink. Evet, gördüğümüz
ve okuduklarımız doğruydu. Yüreği sevgi dolu, dost
canlısı güzel insandı yerde yatan… Gözlerim(iz) doldu
bir anda. Yumruklarım(ız) sıkılı öylece dona kaldı(k)
m. Suçunu ise biliyordum. Evet, suçunu yalnız bizler
biliyorduk. Suçu; insanları, insanlığı, doğayı, yaşamı
ve hayata dair güzel olan her şeyi sevmekti.
“Bir gece ansızın gelebiliriz” diyerek tehdit edenler bir gece değil ama bir gün geldiler ve aramızdan
aldılar seni… Ama senin insancıl, dostane yüreğini
ve değerli fikirlerini asla bizden alamayacaklar. Senin gibi bu topraklarda özgürlük mücadelesi verenleri katletseler de, düşünceleri ve kararlılıkları hep
bizimle omuz omuza duracak. And olsun ki sana ve
özgürlük mücadelesinde ölümü göze alıp katledilenlere sözümüzdür;
“Bir gün mutlaka bu topraklarda ve dünyanın her
yerinde kızıl bayraklar dalgalanacak ve sosyalizm
zafere ulaşacaktır. İşte o gün tüm halkların özgürce
yaşadığı, dil, din, renk, ırk ayrımının yapılmadığı,
savaşsız bir dünya yaratılacaktır.”
YDG okuru Kürt kardeşin Rizgar ✓
yeni dünya gençliği
Değerli dosta mektup…
27
TEKEL İŞÇİLERİ HAYKIRIYOR
“Ölmek var, dönmek yok!”