Hak Haberciliği

Transkript

Hak Haberciliği
Kontrast
Foto g r af Der gisi
Sayı:49
Ekim - K asım - Ar alık 2015
Sarıgül
Tüylü,
Gökhan Dalmaç,
Elif Kanlıoğlu, Ali
Deniz Uzatmaz, Hakan
Dursun Akalın, Ercan Atsız,
Gökhan
Akman, Metin Kürklü,
Yılmaz
Elmascan, Canberk
Bakış, Orhan
Işıktaş, Abdulkadir Uyan,
Nizamettin Bağcı, Kasım Otur,
Eren Akın,
Kübra Meltem Mollaoğlu,
lut, Muhammet Veysel
Fatma KarabuAtılğan, Gürhan
Elmascan, Aycan Kaya, Uygar
Çoşkun, İdil Güney,
Fevzi Sert, Mehmet Hayta,
Osman Turan Bozacı,
Sevgi Öztekin, Şirin Kılıçalp,
Rıdvan Akgül, Nevzat
Sayan, Bilgen Parlak, Gazi
Güray, Onur Tan, Korkmaz
Tedik, Mehmet Tevfik Dalgıç,
Emin
Aydemir, İbrahim Atılgan, Erol
Ekici, Resul Yanar, Başak
Sidar Çevik,
Adil Gür, Nurullah Erdoğan, Nilgün Çevik, Ramazan Tunç, Sevim
Şinik, Azize Onat,
Yunus Delice, Osman Erbasa, Umut Tan, Ziya Saygın, Seyhan
Yaylagül,
Niyazi Büyüksüçtü, Mehmet Ali Kılıç, Gülbahar Aydeniz, Kemal Tayfun Benol,
Metin Peşmen, Ahmet Katurlu, Hacı Kıvrak, Sezen Vurmaz, İsmail Kızılçay,
Mesut Mak, Nejla Duran, Dilan Sarıkaya, Vahdettin Ozğan, Muhammet
Demir, Ayşe Deniz, Vedat Erkan, Ebru Mavi, Güney Doğan, Ramazan
Çalışkan, Dilaver Kahraman, Gözde Aslan, Selim Örs, Meryem
Bulut, Leyla Çiçek, Emine Ercan, Binalı Korkmaz, Berna
Koç, Feyyat Deniz, Gökhan Gökbönü, Sadri Almaz,
Muhammet Zakir Karabulut, Ali Kitapçı, Ali Arslan,
Fatma Esen, Abdullah Erol,
Şebnem Yurtman, Dicle
Deli, Erhan Avcı, Özver
Gökhan Arpaçay,
Mehmet Şah Esin,
Ahmet M.M.
Alkhaldı,
Cemal
Avşar...
Barış Şehitleri’nin Anısına...
Barış Gazetciliği - Hak Haberciliği
ana sponsorluğunda
yayımlanmaktadır.
. Murat Utku . Ragıp Duran . Yücel Tunca . Pınar İlkiz
. Özcan Yurdalan . Orhan Alptürk . Hüseyin Can Ataç . Laleper Aytek
Dosya
Kontrast
Konusu
Editör
2015
Ekim
Kasım
Aralık
Merhaba
Her olmadığımı düşündüren bir olay yaşadığımda elime
alıp okuduğum kitap; Erich Fromm “Sahip Olmak ya da
Olmak”… Yine insanlık olarak olamadığımız bir olayın
şahitliğinde evriliyor merhaba yazım… Fikrim atlamalar
yaşıyor, sahip olmak ve ait olmaya takılıyor ziyadesiyle.
Nerede olursak olalım, neye inanıyor olursak olalım, hangi
ırk veya milletten olursak olalım; o sahip olduğumuzu
sandığımız şeye ait olmayı öğrenmekle başlayacak olmak
eylemi belki diyorum kendi kendime… Körü körüne bir
aitlik de bahsi geçen; her kendini ait hissedenin düştüğü
yanılgıdaki gibi… Acının kaynağında görebildiğim yegâne
dürtü sahip olmaktan geçiyor şimdilerde fikrimden.
Sahip olmaya çalışmasak, sadece ait olsak daha farklı
olur muydu ve o zaman olur muyduk? Ne olmak dersek,
ucunun dokunduğu bir tek şey kalıyor “insan” diyesim
gelmiyor, “canlı” demek daha doğru olacak sanki. Hani
düşünüyoruz, hissediyoruz ya, ayrılıyoruz ötekinden
berikinden, üstünleşiyoruz ya! Üstün olduğumuzu
sandığımız varlığımıza bile ait olamıyor sahip olmaya
çalışıyoruz ve bir ötekine de… Dahası varlığı kesmiyor, bir
ötekinin fikrine, ruhuna da sahip olasımız geliyor. Bu ait
olamama halleriyle yok ediyoruz ne var ne yoksa…
Bu ay dergide neler olacak sayfalarının içinde gizli,
kapakta da duyurmuşuz zaten ne konuşmaya, ne
düşünmeye çalıştığımızı, yazarlarımızla bu düşünceleri
çeşitlendirmeye ve çoğaltmaya çalışmışız… Gerisi
okuyucuya kalıyor.
Gayet bireysel, gayet duygusal, gayet acımıza odaklanmış
bir ruh halinde kaleme alıyorum bu karşılaşma yazımızı,
şayet okursanız…
Var olan acıya, barışa, neşeye, başarıya belirlenmiş bir
grup olarak sahip olmaya çalışmak yerine, tek bir akılla
ait olacağımız günlerin özlemiyle…
İlk defa kapak tasarımımızı bir fotoğrafa değil acının
çizgisel temsiline ayırmak durumunda kaldık. Ne söylemek
istesek boğazımıza düğümlenirken sadece barış diyebiliyor
ve teröre kurban giden tüm canları unutmamak üzere yine
sözleşiyoruz…
Kontrast
AFSAD
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği
Adına Sahibi
Eda ARISOY
Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür)
Kamuran FEYZİOĞLU
Yayın Kurulu
Burak CİRİTCİ
Ceren ÖZCAN
Deniz KORAŞLI
Derya ILDIRDEMİR
Nilüfer ZENGİN
Yiğit KOÇBAY
Zeynep HAMURDAN
Redaksiyon
Nilüfer ZENGİN
Derya ILDIRDEMİR
Grafik Tasarım
Cem DEMİR
Reklam
Cem DEMİR
Yönetim Yeri (Dergi İletişim)
AFSAD – Bestekar Sok. No: 28/21
Kavaklıdere – Ankara
Tel: 0312 4172115
Faks: 0312 4172116
GSM: 0533 7388208
www.kontrastdergi.com
www.afsad.org.tr
[email protected]
Üç ayda bir yayımlanır.
Baskı Mattek Matbaa
Ağaç İşleri Sanayi Sitesi 1354 Caddesi 1362
Sokak No: 35 İvedik ANKARA/TÜRKİYE
Tel:0.312.433 23 10 Pbx
Faks:0.312.434 03 56
Yayın Türü: Bölgesel Süreli
ISSN: 1304-1134
Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı, makale,
fotoğraf, karikatür, illüstrasyon, vb.’nin, elektronik
ortamlar da dahil olmak üzere, kullanım hakları
AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/
veya eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın, hangi
dilde ve hangi ortamda olursa olsun, materyalin
tamamının ya da bir bölümünün kullanılması
yasaktır.
Sabırla…
Dergide yer alan yazıların sorumluluğu yazarlarına
aittir.
Kontrast Yayın Ekibi Adına
Yayın Yönetmeni
Kamuran Feyzioğlu
[email protected]
2
3
AFSAD
Kapak Tasarım: Cem DEMİR
İçindekiler
4
Barış Gazeteciliği / Hak
Haberciliği
Hazırlayanlar:
Burak CİRİTCİ
Nilüfer ZENGİN
Yiğit KOÇBAY
4
Barış Kadrajından Bakmak:
Barış Gazeteciliği
Murat UTKU
8
Barış Gazeteciliği Yazının
Yanında Barış Görüntüleri…
Ragıp DURAN
12
18
Şiddetin Resmi ve Haber
Fotoğrafçılığı
Yücel TUNCA
Hak Haberciliği; Senin Hakkın
mı
Yoksa Benim Hakkım mı?
Pınar İLKİZ
24
F/64
26
Portfolyo
31
Portfolyo
Hakkın Fotoğrafçısı, Barışın
Fotoğrafı
Özcan YURDALAN
O Parto/ Doğum
Gustavo GOMES
Hazırlayan: Zeynep HAMURDAN
Çeviri: Zeynep HAMURDAN
Kapı Aralıkları/ Doorways
Sevra Nihal ÜNAL
Hazırlayan: Ceren ÖZCAN
37
Karşı-laşan Düşünceler
40
Usta İşi
44
Ve Sinema...
47
Fotoğraf Okuma
49
Okuyoruz
Geçmişten Günümüze
İkonik Fotoğraf
Orhan ALPTÜRK
Toprağıyla, İnsanıyla; Ülkesinin
Savdalısı:
“Fikret OTYAM”
Hazırlayan: Deniz KORAŞLI
Kare İçinde Kare (Frame in
Frame)
Hüseyin Can ATAÇ
Nan Goldin ve Aile Fotoğrafları...
Laleper AYTEK
Hazırlayan: Deniz KORAŞLI
İyi Fotoğraflar Çekmek İçin
Bu Kitabı Okuyun
Henry CARROLL
Hazırlayan: Mebrur HATUNOĞLU
Ekim
Kasım
Aralık
2015
Dosya
Konusu
Barış Kadrajından Bakmak:
Barış Gazeteciliği
Murat UTKU
Gazeteci
[email protected]
Haber metinleri, toplumun geniş kesimlerine ulaşıyor. Özellikle de yaygın bir
biçimde izlenen televizyon haberlerinin şiddet dili üzerinden yazılmaması, barışa
katkı ve barışın özendirilmesi açısından önemli. Yaptığımız bu çalışma da bu çabaya
vurgu yapıyor, yapılmaması gerekenleri yalın bir dil ile anlatmayı hedefliyor.
Savaşın dilinin hakim olduğu medya, demokrasinin üzerindeki en büyük engellerden biri aslında.
Toplumsal açmazların çözümü için adım atmak
bir yana, basın organlarına genellikle devletin
güvenlik kaygılarından hareketle yangına körükle giden, en azından açıkça güvenlikçi bir dil hakim. Yeni değil yıllardır süregelen devletçi bakış,
hem genel anlamda toplumsal düzenin demokratikleşmesi önündeki bir engel, hem de kuşaktan
kuşağa aktarılan gerilimli bir siyasi şiddet ortamına katkı. İşte barış gazeteciliği denildiğinde
üzerinde durmamız gereken en mühim unsur da
bu belki de; toplumun savaşı kutsamasının önüne geçmek, devlet dilinin ve bu dilin dayatıldığı
medya; savaş, kan, kayıplar üzerinden güç devşiren bir nizamın parçasıdır çoğu zaman. Dil derken yalnızca kulanılan metinleri kastemiyorum
elbette. Medyanın kullandığı her türlü görsel de
bu tartışmanın bir parçası.
Televiyonlarda kulanılan görüntüler, kameramanların kurduğu görsel cümlelerdir. Süreli yayınlarda ya da internet medyasında yer alan tüm
fotoğraflar da kendi dilini hakim kılar. Vermek
istediği mesajı görüntü-fotoğraf yoluyla vermek
metinle vermekten daha etkili bir yol olduğuna
göre foto muhabiri ve kameramanların da barış
gazeteciliği ilkelerine uygun bir şekilde çalışmaları, ülkede çatışma kültürünün değil, barışın ha4
5
AFSAD
kim olması açısından çok önemli. Bunu aşağıda
detayları ile tartışacağız.
Olumsuz örnekler
Gazetecilik yaparken nice olumsuz örnek gördüm; ilkeli değil nabza göre haber yapmayı tercih eden çok sayıda gazetecinin bulunduğu basın
dünyasında; boynuna, üzerinde kuru kafa simgeleri bulunan fularlar bağlayıp İsrail’in kuzeyinden Lübnan’a atılan bombaların özelliklerini
sıralayan televizyon gazetecileri vardı, hâlâ varlar. Yine savaş jeti simülatörlerine girip askeri
uçakların hedefleri nasıl bombaladığını canlandırarak bunu bir televizyon haberi haline getiren
gazeteciler oldu. Yirmi yıllık meslek yaşamımda
sadece kendi gördüklerim üzerinden bile onlarca
kötü örneği arka arkaya tek nefeste sıralayabilirim. Savaşın eksik olmadığı bir coğrafyada savaşı
kutsayan haberler yapıldı, bu marifet sayıldı, sayılıyor. Bunun önüne geçilebilir mi? Pek de kolay
görünmüyor. Zira sadece metnin yazılması, fotoğraf ya da görüntünün çekilmesi değil, bunları
gazete-dergi sayfalarına taşıyan, televizyonlarda
yayınlayan editörlerin de barış gazeteciliği ilkelerine uyması önem taşıyor.
Mülteci haberleri ve barış gazeteciliği
Barış gazeteciliği, yalnız çatışma ve ihtilaflarda
güvenlikçi dilini kulanmak ile değil, aynı zaman-
da bölgesel, insani krizlerin anlatımında da tercih edilen tarza dikkat ederek kendisini gösterebilir. Denizde boğularak hayatını kaybeden Aylan
Kurdî bebeğin fotoğrafının medyadaki kullanımı
bunun son dönemdeki en çarpıcı örneği oldu. O
malum fotoğrafın çekilmesi ne kadar anlaşılır da
olsa, fotoğrafın bütün açıklığı ile medya organları tarafından kullanılması, bir çocuğun cesedi
üzerinden mülteci sorununun boyutunu anlatmanın pek çok zararları var. Hak haberciliğinin
en temel kurallarından biri uygulansaydı çok
daha doğru olacaktı; fotoğrafı tüm açıklığı ile
yayımlamak yerine görüntüyü flulaştırmak ya da
bazı gazete ve televizyonların yaptığı gibi sadece jandarmanın Aylan’ı taşıdığı, bebek bedeninin
ayrıntılarının görünmediği resmi kulanmak.
Zira bugüne kadar o köşelerin, o ekranların sahibi olmak için ne yaptılar ise ellerine fırsatı geçirdikleri ilk anda aynı şeyi yapmaya devam ettiler.
Müzakere ve barış süreci ile geçen bir kaç yılda
kaybettikleri zamanı bir an evvel telafi etme yarışına girdiler. Her şey gözümüzün önünde oldu.
2,5 yıl sonra gelen ilk silahlı saldırı haberinin
ardından bir gün içerisinde 1990’lı yıllarda kaldıkları yere bir anda geri döndüler. Bu konu ile
ilgili çeşitli gazetecilerin gazetelerde yazdıkları
arşivlerde.
Barış gazeteciliğinin kökenleri
Johan Galtung’un 1970’lerde ilk kez dile getirdiği Barış Gazeteciliği, TV gazetecileri Jake Lynch
ve Anabel McGoldrick tarafından, ‘muhabirlerin
Bunu tartışmak gerekiyor; zira Aylan bebeğin o çatışmaya ilişkin şiddet içermeyen tepkilere daha
fotoğrafı üzerinden kapılarını açan Avrupa ül- fazla değer verilmesi açısından toplumu cesaretlendirecek -hangi haberlerin verileceği ve bunlakelerinin bu tavrı bir kaç gün
rın nasıl sunulacağı konusunsürdü. Açılan kapılar mülteciBarış
gazeteciliği,
da- tercihler yapmaları’ olarak
lerin yüzüne bir kaç gün sonra
tanımlanıyor.
daha sıkı bir şekilde kapandı.
yalnız çatışma
Tren garlarında ellerinde ‘hoşAna akım medyanın da katılve ihtilaflarda
geldin’ yazılı pankartları tutan
makta tereddüt etmediği, geçiyi yürekli Avrupalı insanlar,
güvenlikçi
miş yıllardaki deneyimlerin bir
bir gün sonra bir daha görünbenzerinin yaşandığı günlerden
dilini kulanmak
memek üzere ortadan kaybolgeçerken, barış gazeticiliği fikdular. Oysa mülteci-sığınmacı
rinin ve deneyiminin geçtiği
ile
değil,
aynı
meselesi, Suriye’de ve dünyazamanda bölgesel, yolları da hatırlamak gerek.
nın pek çok başka ülkelerinde
Barış Gazeteciliğini Prof. Dr.
devam edegelen savaş ve şiddet
insani krizlerin
Sevda Alankuş’un tanımladığı
olaylarından kaçanların yaşaşekliyle, “Herhangi bir çatışanlatımında da
dığı zorlukları sadece bir gün,
ma konusunu -ki bu etnik, dinmeseleyi tek bir fotoğraf ile gütercih edilen
sel, ulusal topluluklar, farklı
nübirlik vicdani hassasiyetlere
cinsler, sınıflar ya da iki birey
tarza dikkat
dokunarak değil, sığınmacıolabilir- futbol söylemülteci politikalarını şekillenederek kendisini arasında
minin temellendiği gibi ‘kazandirebilecek güçte ve ısrarlı bir
mak -ya da- kaybetmek’ gibi bir
takipçilik ile dünya kamuoyuna
gösterebilir.
ikili karşıtlıkla haberleştirmesunulacak haberler ile mümkün
mek” olarak ele alırsak, haberolacaktır. Barış gazeteciliğinin önemi, böylesi
vahim sonuçları olan insani krizlerde daha net lerde ‘taraftar dili’ni egemen kılan bir söylem her
ortaya çıkıyor. Nitekim sığınmacılar üzerinden günkü ana akım televizyon haberlerinde alışılabaşta Türkiye olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ül- gelmiş bir yapı. Bundan kaçınmak için günlük
kelerinde ortaya çıkan ırkçı söylem, ancak barış haber pratiğinde sık sık gördüğümüz gibi polisin
dilinin hakim kılınması ile kırılabilir. Bunun aksi (dolayısıyla devletin) tavır, davranış ve muamele
devam ettikçe basın mültecilere öyle ya da böyle biçimini meşrulaştırmaya dönük dili kullanmaçelme takmaya devam edecektir. Bütün o misa- mak, önemli bir ilk adım olacaktır.
firperverlik de aslında bir halkla ilişkiler faaliyeti
Empati kurmak
olarak tarihteki yerini aldı bile.
Haberin dilinde mutlak karşıtlık kurmak, sanki
Barış gazeteciliğinin yeniden tesisi
bir gruptaki bütün bireyler aynıymış gibi ‘biz ve
Çok değil kısa bir süre önce ülkenin Kürt coğ- onlar’ üzerinden ötekileştirmeyi beslemek; devrafyasında yeniden başlayan savaş ile ilgili yazı- let, millet, ordu ve güvenlik güçlerini ‘bizimkiler’
lanlar ibret verici. Uzun bir dönem devam eden olarak, politik bir derdi olup, bunu yüksek sesçatışmasızlık biter bitmez hemen ertesi günkü le söylemek isteyenleri ise marjinalleştirerek ve
gazeteleri açıp bakınca dönüşümü görmek ya da bunu yaparken diğerlerine söz hakkı tanımadan
en azından yaşanan çatışmalar üzerinden savaşa yazılan bir haber, yaygın güvenlikçi dilin özellikmethiyeler düzenleyenlerin yazdıklarını okumak leri. Ve tabii diğerinin sesine kısmen ya da tamamen kulaklarını tıkamak…
elbette şaşırtıcı değildi.
‘Öteki’ni anlamaya hiç gayret etmeyen, asla empati kurmayan, devlet tarafından telkin edileni
haklı kılmayı amaçlayan, güvenlikçi-devletçi bir
dil medyanın geneline yayılan sıkıntının temeli.
Devletin ya da egemenlerin çıkarlarını önceleyip,
bireylerin-toplumların gereksinim ve demokratik
haklarını görmezden gelen gazetecilik dili, özelde
Türkiye’deki devam eden sorunların çözümsüzlüğüne hizmet etmek dışında bir işe yaramadı, bugün de yaramıyor.
Burada Galtung’un özgün tablosunda sözünü ettiği savaş/şiddet odaklı gazeteciliğin neredeyse
tüm unsurlarını bilmek gerek; polisin kullandığı
gücü ve devletin halk karşısında kurmaya çalıştığı güç eksenli egemenlik üzerinden tarif edebileceğimiz pek çok olayı arka arkaya sıralayabiliriz.
Barış gazetecisinin yaklaşımıyla savaş gazetecisininkini karşılaştıran Galtung’un özgün tablosu,
1998 tarihli “Barış Gazeteciliği Seçeneği” yayınında yer aldı. Galtung, “gazeteciliğin içine barış katmanın” yollarını ararken dört odaktan söz
ediyordu: “Barış odaklı, gerçek odaklı, halk odaklı, çözüm odaklı bir gazetecilik yapmak”.
Görüntü kullanımı
Şimdi de bilhassa televizyon haberciliğinde görüntü kullanımının önemine değinelim. Zira TV
6
7
AFSAD
de kullanılan görüntü, dilin en önemli parçasıdır.
Kameramanın topladığı görüntü ve o görüntünün
metin ve kurgu yoluyla kullanılma biçimi, çekim
sırasında oluşturulan kadraj, kimin gösterildiği,
kime odaklandığı, kimin gösterilemediği, kameranın açısını, haberin dilini ve hakim anlatıyı
yeniden üretir, pekiştirir ve doğrudan etkiler.
Bir kameraman, aslında görsel cümleler kurar; o
görsel cümleler haberi oluşturur, çünkü TV haberi görüntüye göre yazılır. Dolayısıyla haberi
hazırlarken kullanılan her görüntünün tek tek
önemli olduğunu söylemek gerekir.
Örneğin, bir televizyon muhabirinin bir protesto haberi içinde kullandığı anons (diğer adlarıyla
stand up ya da PTC -Piece to camera-) yapılırken
fonda polis araçları ve bekleyen polisleri kulanarak kendisine o kare ile devletin kendisi öncelenir, güvenlikçi bakış pekişir.
Eski alışkanlıklar…
Haber metinleri, toplumun geniş kesimlerine
ulaşıyor. Özellikle de yaygın bir biçimde izlenen
televizyon haberlerinin şiddet dili üzerinden yazılmaması, barışa katkı ve barışın özendirilmesi
açısından önemli. Yaptığımız bu çalışma da bu
çabaya vurgu yapıyor, yapılmaması gerekenleri
yalın bir dil ile anlatmayı hedefliyor.
Aslında barış gazeteciliği, yaratıcılık kullanılarak
kadrajın azıcık değiştirilmesiyle bile yapılabilir
bir şey.
McGoldrick’in bu konudaki yazı ve video örneklerinin ne kadar yol gösterici olduğunu da bir kez
daha ifade etmek gerekiyor.
Bu konuda yazıda da sıkça değindiğimiz Galtung’un özgün tablosu, bizim de bu sayfada gördüğünüz çalışmamızda esinlendiğimiz Lynch ve
BARIŞ/UZLAŞMAZLIK GAZETECİLİĞİ
SAVAŞ/ŞİDDET GAZETECİLİĞİ
I. BARIŞ/UZLAŞMAZLIK ODAKLI
• Uzlaşmazlığın oluşumunu keşfeder: x taraf, y
hedef, z sorun
I. SAVAŞ/ŞİDDET ODAKLI
• Uzlaşmazlık alanına odaklanır: iki taraf, bir
hedef (kazanmak), savaş
• Genel “kazan-kazan” yönelimi
•
Genel “elde var sıfır” yönelimi
• Açık uzam, açık zaman; uzlaşmazlıkları
saydamlaştırn herhangi bir yerdeki nedenler ve
çıktılar, tarih ve kültür dahil
•
Kapalı uzam, kapalı zaman; uzlaşmazlık
alanının nedenleri ve çıkışları, ilk taşı kim attı
•
Savaşları saydamsız/sır kılmak
•
“Onlar-biz”
gazeteciliği,
“bizimkilerin” sesi
bütün
•
“Onlar”ı sorun olarak görmek, savaşta kimin
önde gittiğine odaklanmak
savaş/şiddeti
•
Reaktif: Haber yapmak
gerçeklemesini beklemek
• Şiddetin görünmeyen etkilerine odaklanmak
(travma ve zafer, yapıya/kültüre zarar)
•
“Onların” insanlıktan çıkarılması; bir tarafın
silahını olumsuzlaştırır
•
Şiddetin görünür etkilerine odaklanmak
(öldürülen, yaralananlar ve maddi hasar)
• Bütün tarafların sesini duyurmak; duygudaşlık,
uzlaşmalığı/savaşı bir sorun olarak görüp anlamak,
uzlaşmazlıkla ilgili yaratıcılığa odaklanmak
• Bütün tarafların insanlaştırılması;
silahları olumsuzlaştırır
• Proaktif:
Herhangi
bir
gerçekleşmeden önce önlemek
II. GERÇEK ODAKLI
• Bütün taraflardaki gerçek dışılıkları ifşa etmek/
bütün üstünü örtmelerin üstünü açmak
III. HALK ODAKLI
• Bütün acılara odaklanmak; kadınlara, yaşlılara,
çocuklara, bütün sesi duyulmayanların sesini
duyurmak
propaganda,
için
şiddetin
II. PROPAGANDA ODAKLI
• “Onların” gerçek dışılıklarını ifşa etmek /
“bizim” üstünü örtmelerimize/yalanlarımıza
yardımcı olmak
III. SEÇKİN ODAKLI
• “Bizim” acılarımıza odaklanmak; güçlü
kuvvetli seçkin erkeklere odaklanmak,
onların borazanı olmak
• Bütün haksızlık yapanları adlandırmak
•
“Onların” haksızlık yapanlarını adlandırmak
• Halkın içindeki barıştırıcılarına odaklanmak
•
Seçkinlerin barıştırıcılarına odaklanmak
IV. ÇÖZÜM ODAKLI
• Barış=şiddetsizlik+yaratıcılık
IV. ZAFER ODAKLI
• Barış=zafer+ateşkes
• Barış girişimlerine dikkat çekmek, aynı zamanda
daha fazla savaşı önlemek
•
Zafer elde edilmedikçe barış girişimlerini
örtbas etmek
• Yapıya, kültüre, barışçıl topluma odaklanmak
•
Antlaşmaya, yerleşik kurumlara, dizginlenen
topluma odaklanmak
•
Başka bir savaş için ayrılmak, eski alevler
yükseldiğinde geri dönmek
• Sonuç: Çözüm, yeniden inşaa, uzlaşma
Ekim
Kasım
Aralık
2015
Dosya
Konusu
Barış Gazeteciliği
Yazının Yanında Barış Görüntüleri…
Ragıp DURAN
Medya Eleştirmeni
@ragipduran
…savaş döneminde gazeteciler, sadece olup biteni aktarmakla yetinmemeli,
90’lardan bu yana geliştirilen “barış gazeteciliği” tekniklerini/yöntemlerini
kullanarak, savaşan iki taraf arasında bir tür arabuluculuk yapmaları talep
ediliyor. Bu arabuluculuk işlevi, iki tarafın öldürülen askerlerinin ailelerini bir
araya getirmekten, savaşın rakamsal yanına değil nedenlerine ve tabii bu arada ve
her zaman barışın gerekliliğine dikkat çeken haberler yaparak gerçekleşiyor.
“Kendimden
geçmek
üzereydim.
Çöktüm,
sırtımı bir kolona dayadım. Boş gözlerle etrafa
bakınıyorum. Üstüm başım kan içinde, ne
olduğunu anlamaya çalışıyorum. Tam o sırada
karşımda genç bir çocuk gördüm. Flulaşıyor
çocuğun görüntüsü. Gazeteci yeleğini gördüm,
yüzünü tam seçemedim. Tam karşıma geçmiş
o da hafif çökmüş, tık diye bir ses duyduğumda
çocuğun foto muhabiri olduğunu anladım. Ve
önce elindeki kamerayı seçebildim. Bir iki kare
çekti, sonra kamerayı sağına alıp, doğrudan bana
baktı. Bir anda göz göze kaldık. O zaman gözümün
önünden böyle bir film şeridi gibi, Afganistan’da,
Lübnan’da, İsrail’de savaş bölgelerinde çektiğim
insanların simaları geldi. Ben de o zaman bu genç
foto muhabirinin konumundaydım. Bu kez ise
objektifin öbür tarafındaydım. Acayip bir his...”
Bu cümleler Türkiye’nin önde gelen foto
muhabirlerinden kıdemli meslektaşımız Ergun
Çağatay’a ait. 15 Temmuz 1983 tarihinde Paris-Orly
havalimanında meydana gelen terörist saldırıda
ağır yaralanan Ergun Çağatay, fotoğraf çeken ile
8
9
AFSAD
çekilen arasındaki ilişkiyi böyle anlatmıştı özel
bir sohbette. Bir foto muhabirini olgunlaştıran bir
deney...
Daha genç kuşaktan Coşkun Aral da, yine Lübnan,
Afganistan ve Diyarbakır’daki çalışmalarını
anlatırken bazıları yürek kaldırmayacak kadar
trajik fotoğraflar çekmişti. Öyle kurşunla delik
deşik edilmiş ceset ya da kan gölüne dönmüş ortam
fotoğrafları değil, ama yine de yüz ifadelerinde
acı ve çaresizlik olan savaş mağduru, yaralı,
evsiz barksız, mülksüz yaşlı insan portreleri, sesi
fotoğraf karesini delen ağlayan çocuk ve bebek
resimleri... ‘Coşkun neden bu kareleri seçtin?’
diye sordu bir arkadaş. ‘Zor soru. Aslında global
fotoğraf ajansları daha çok kurşun, bomba, ceset,
kan ve gözyaşı talep ederdi 80’li-90’lı yıllarda.
Savaş muhabirliği öyle ilelebet yapılacak bir iş
değil. Zaten bizim çok uluslu savaş muhabirleri
grubundan her seferinde bir iki eksiklik oluyordu.
Kendi aramızda da konuşurduk bu soruyu, sorunu.
Vallahi ben bir daha böyle resimler çekmemek
için seçtim bu kareleri. Yani savaş muhabiri
olarak savaşın acımasızlığını, belki çok çıplak,
çok direkt olmasa da, bu karelerle sergilemek
istedim. Bu fotoğrafları gören insanlar savaşın ne
kadar feci bir şey olduğunu anlasınlar, görsünler
istiyorum...’’
Barış Fotoları / Foto barışları
Barış gazeteciliğinin önemli bir boyutu da barış
foto muhabirliği olsa gerek. Savaş bölgelerinde
ya da çatışma alanlarında ne tür fotoğraflar
yayınlanabilir/yayınlanmalı?
Gazeteciliğin/medyanın
çatışma
alanlarında
ve savaş dönemlerinde özel bir önemi/konumu
var. Her zaman geçerli olan kural ve ilkelerin
yanı sıra, bu olağanüstü zamanda, hem daha çok
sayıda yurttaş medyaya rağbet ettiği için hem de
kullanılacak bir sözcüğün bile şiddeti tırmandırma
riski olduğu için, gazetecilerin böyle durumlarda
yazdıklarına, söylediklerine, gösterdiklerine özel
bir ihtimam ile yaklaşmaları gerekir.
Genel ilkeyi hatırlatalım:
‘’Gazeteci; başta barış, demokrasi ve insan hakları
olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini, çok
sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Milliyet,
ırk, etnisite, cinsiyet, dil, din, sınıf ve felsefi
inanç ayrımcılığı yapmadan, tüm ulusların,
tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve
saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve
uluslararasında nefreti, düşmanlığı körükleyici
yayından kaçınır. Bir ulusun, bir topluluğun ve
bireylerin kültürel değerlerini ve inançlarını
(veya inançsızlığını) doğrudan saldırı konusu
yapamaz. Gazeteci, her türden şiddeti haklı
gösterici, özendirici ve kışkırtan yayın yapamaz’’.
Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk
Bildirgesi’nin E bölümündeki ‘Gazetecilerin
Temel Görevleri ve İlkeleri’ alt başlığının bu 3.
maddesi şimdiye kadar defalarca ihlal edildi.
Şimdi sık tekrarlanan temel temaları sıralayalım:
* Savaş, politikanın silah aracılığıyla devamıdır.
Sözün bittiği yerde şiddet başlar.
* Savaşta insanlarla birlikte belki de önce gerçek
öldürülür.
* Gazetecilik barış mesleğidir. Çünkü söze, yazıya,
görüntüye dayanır.
Savaş, askerlerin ve askerleşen politikacıların
işidir. Bu nedenle savaş boyunca gazetecilerin
ürettiği söz, ses, görüntü yani kısaca her türlü
bilgi, haberde, esas olarak hayat değil, askerlerin
tezahürü olan top, tüfek, bombalar, kanlı cesetler;
yani ölüm ağır basar, öne çıkar.
Savaş muhabirliği, aslında normal muhabirlikten
çok da farklı bir uğraş, bir alan değildir. Ne var
ki, savaş döneminde ajitasyon/propaganda, yalan
haber, kötü haber, tahrifat ve gizleme, somut
olarak barış dönemindekilere oranla daha fazla
sorun çıkarır hatta cana bile kastedebilir. Bazı
sözler incitir. Bazıları da öldürebilir. Bu gerçek,
fotoğraf ya da bazı hareketli görüntüler (film/
video) için de geçerli olabilir.
Eleştiri ve özeleştiri lazım
Gazetecilik/savaş ilişkisi konusunda son dönemde
yayımlanan birkaç önemli makaleden özetler ve
değerlendirmeler:
Öncelikle Fransız Ulusal Bilimsel Araştırmalar
Merkezi
(CNRS)
sosyologlarından
Pierre
Bourdieu’nün meslektaşı, aynı zamanda Fransız
medya eleştiri grubu ACRIMED’in yöneticilerinden
Patrick Champagne’ın değerlendirmeleri ve yerel
yorumları:
Medya olağan üstü bir rekabet ortamı. Her gazete,
televizyon kanalı ya da radyo istasyonu, keza her
internet sitesi, ötekilerden ayırt edilebilmek için
çalışır. Özel haber, atlatma haber için çırpınır.
Bu nedenle de her medya organı rakibini/
rakiplerini yakından izler. Onların olası hatalarını,
eksikliklerini ya hemen yüzüne çarpmaya
çalışır ya da o boşluğu doldurmak için gayret
eder. Sadece medya eleştirmenleri ya da medya
akademisyenlerinin yaptığı gibi değil, tüm medya
mensupları, kendilerini diğer medya organlarına,
diğer gazetecilere göre konumlandırır. Medya biraz
da bu sayede, içeriden de gelen eleştiriler, okur
mektupları ve akademisyen değerlendirmelerinin
yanı sıra okur ve toplum nezdinde inanılırlığını
ve güvenilirliğini muhafaza edebilmek için zaman
zaman eleştiri ya da özeleştiri yapmak zorunda
kalabilir.
Bizde bu konuya nadir olumlu örneklerden biri,
toprağı bol olsun Mehmet Ali Birand’ın “Asker ne
dediyse yazdık, hiç sorgulamadık. Kürt meselesinde
çoğu zaman asker gibi düşündük ve onların
görüşlerini yansıttık” demesidir. ABD’de New
York Times olsun, CNN’den Amanpour olsun, Irak
operasyonu sonrasında, Pentagon’un başta “Irak
kitle imha silahlarına sahiptir” bilgisi olmak üzere
Amerikan medyasını yönlendirdiğini, gazetecilerin
de bu resmi açıklamaları pek deşmeden, neredeyse
olduğu gibi, yani gazeteciliğin temel ilkelerinden
birine uygun biçimde “en az iki kaynaktan
doğrulatmadan” yayınladıklarını, bu nedenle de
gerçekler ortaya çıkınca toplum ve okur nezdinde
olumsuz bir konuma düştüklerini açıkça ilan
ettiler.
Champagne,
söz ederken
“Profesyonel
hemen ekliyor:
gazeteci”den
“Yani, özerk
gazeteciler.”
Gazetecinin
özerkliği
burada,
“Çeşitli iktidar odakları, çeşitli silahlı güçlerin
kaba propagandasına uysal bir alet olmamak”
anlamında...
En iyi gazeteci hayatta kalandır
80’lerden bu yana iç savaşlar, gazeteciler
için daha da tehlikeli ortamlar oluşturmaya
başladı. Çünkü eskiden beyaz bayraklı basın
mensuplarının, çatışmalarda her iki tarafça da
nispeten saygı gördüğü bir ortam vardı. Hatta o
zamanlar gazeteciler, resmi ordu saflarında görev
yapabildiği gibi isyancı güçlerin saflarına da kabul
edilebiliyor, liderleriyle söyleşiler yapabiliyordu.
Bugün bu ortam ortadan büyük ölçüde kalktı.
Artık gazetecilerin büyük çoğunluğu, futbol takımı
tutar gibi, savaşan taraflardan sadece birisinin
safında görev yapıyor ve haber ile yazılarını da o
perspektiften yazıyor.
Merkezi New York’ta bulunan Gazetecileri Koruma
Komitesi CPJ üyelerinden Lübnan’da uzun süre
esir tutulan Amerikalı gazeteci Terry Anderson,
-ki Türkiye’ye de gelip toprağı bol olsun Işık
Yurtçu’ya Saray Cezaevi’nde 1996 CPJ ödülünü
vermişti- savaş muhabirliği alanındaki tecrübesini
şu cümle ile özetliyor: “Savaş alanındaki gazeteci,
her zaman, sürekli olarak,
her dakika aldığı risk ile
Gazetecilik,
yapacağı işin getireceği yarar
arasındaki dengeyi kollamalı.
1980’lerden
Ve bu dengenin bir noktada
bozulduğunu
hissettiğiniz
sonra bütün
anda,
yani
kendinizi
dünyada neorahatsız hissettiğiniz anda,
hiç durmayın, hemen çıkın
liberal ideolojinin
bulunduğunuz yerden, orayı
terk edin. Bir süre daha orada
bir aracı haline
kalmaya değmez. Hiçbir haber
öldürülmeye değmez”.
Bizdeki bir başka deyimle, en iyi
gazeteci yaşayan gazetecidir.
Gerçekten
de
Anderson’un
sözünü ettiği denge önemli,
hatta tayin edici.
getirilirken, savaş
ve çatışmaların
yoğunlaşıp
artması üzerine
90’lardan bu yana
Barış Gazeteciliği
gelişiyor.
Savaş
alanlarında
çalışan
TV kameramanları ve foto
muhabirleri
için
durum
daha da zor. Çünkü basın
fotoğrafçılığının piri, savaşlar
görmüş geçirmiş büyük usta
Robert
Capa’nın
önemli
bir tespiti var: “Çektiğiniz
fotoğraf
iyi
değilse,
konuya
yeterince
yaklaşamamışınızdır”. Bu ilkeyi savaş alanında
uygulamaya kalkarsanız, Anderson’un risk/
yarar denklemini daha ilk baştan tehlikeye atmış
olursunuz.
İç savaşlarda muhabir çok sıkıntılı
Gazeteciler,
Uluslararası
İnsancıl
Hukuk
terminolojisine göre iki tür savaşta muhabirlik
yapıyor: Birincisi iki devlet savaşa girdiğinde,
mesela İran-Irak savaşı, buna “Uluslararası Silahlı
Çatışma” adı veriliyor. İkincisi ise bir devlet, onun
resmi ordusu ile aynı devlet içindeki bir başka
silahlı gücün savaşa girmesine ise “Uluslararası
Olmayan Silahlı Çatışma” adı veriliyor (Kuzey
İrlanda’da Birleşik Krallık ordusu ile IRA ya da
Türkiye’de TSK ile PKK arasında olduğu gibi).
10 11
AFSAD
Oysaki
savaş
döneminde
gazeteciler, sadece olup biteni
aktarmakla
yetinmemeli,
90’lardan bu yana geliştirilen
“barış gazeteciliği” tekniklerini/
yöntemlerini
kullan-arak,
savaşan iki taraf arasında bir tür
arabuluculuk yapmaları talep
ediliyor. Bu arabuluculuk işlevi,
iki tarafın öldürülen askerlerinin
ailelerini bir araya getirmekten,
savaşın rakamsal yanına değil
nedenlerine ve tabii bu arada ve
her zaman barışın gerekliliğine
dikkat çeken haberler yaparak
gerçekleşiyor.
Savaşan
taraflar,
savaş
hukukunu bile ihlal eden yüzlerce
uygulama gerçekleştirdikleri için
gazetecilerin savaş alanlarında
özgürce çalışmalarını engellemeye
çalışıyor.
Çünkü
çatışmaları izleyen gazeteci,
savaşın bitiminde La Haye’deki
Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne
tanık olarak çağrılır ve tanıklığı
nedeniyle taraflardan birinin insanlık suçu
işlediği yolunda belge ve kanıt sunarsa mahkeme
bu durumu değerlendirir. Bu mesele tartışmalı.
Çünkü meslek erbabının çoğunluğu, La Haye’e
çağrılsa bile gitmiyor, gitmek istemiyor. İki
nedeni var: Birincisi, “Ben gazeteciyim, savaş
sırasında gördüğüm, duyduğum, öğrendiğim,
tanık olduğum her şeyi zaten haberlerimde,
söyleşi ve röportajlarımda ya da TV filmlerinde
yansıttım. Edindiğim bilgilerin, haber değeri olan
hiçbirini kendime saklamadım, yurttaşı/okuru
bu bilgilerden mahrum etmedim. Dolayısıyla
La Haye’de hâkim karşısında söyleyecek yeni
bir sözüm, yeni bir bilgim yok. İkincisi, ben
bugün sanık sıfatıyla yargılanan devlet başkanı
ile birçok söyleşi yaptım. Bu söyleşileri kendi
gazetem, radyom ya da televizyonum için yaptım.
Uluslararası Ceza Mahkemesi adına herhangi bir
görevim, misyonum olmadı, olmaz da zaten. Ben
sadece gazetecilik yapıyorum. Üstelik bana daha
önce söyleşi veren bir devlet başkanının sanık
sandalyesinde oturduğu bir duruşmada benim
çıkıp onun aleyhine tanıklık yapmam mesleki
açıdan doğru değil. Ben söz konusu başkan
hakkındaki bilgi ve kanaatimi haberlerimde,
röportajlarımda zaten yazdım. Bunu ben
yaparsam, bunu herhangi bir gazeteci yaparsa,
savaş halindeki hiçbir devletin hiçbir sorumlusu
bir gazeteciye demeç vermez, söyleşi yapmaz”.
Bu yaklaşımı La Haye’e gitmeyi reddeden Amerikalı
kıdemli meslektaşımız Jonathan Randal’dan bizzat
dinledim. Randal’ın Avesta Yayınları’nda iki kitabı
Türkçe’ye çevrildi ve yayımlandı: “Bunca Bilgiden
Sonra Ne Bağışlaması? - Kürdistan İzlenimlerim”
ve “Usame: Bir Teröristin Doğuşu”.
Savaş alanında can güvenliği
Savaş muhabirlerinin can güvenliği ve çalışma
koşulları sorunu da sıkıntılı. Bu konuda Cenevre
Konvansiyonu Ek Protokolleri, CPJ (Comittee
to Protect Journalists-Gazetecileri Koruma
Cemiyeti), RSF (Reporters Sans FrontièresUluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler) gibi
meslek örgütleri ve iletişim akademisyenlerinin
önemli çalışmaları var. İlke olarak savaş muhabiri,
“sivil kişi” olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla da
askeri hedef olması önlenmeye çalışılıyor. Ne var
ki embedded (orduya gömülü, entegre, ankastre)
gazetecilikte, gazeteci savaş öncesi ve sırasında
sürekli olarak askerlerle birlikte olduğu için,
kışlada hazırlık dönemi, savaş alanında tankların
içinde bulunmak gibi durumlarda kaçınılmaz
olarak askeri hedef olabiliyor.
Gazetecinin savaş alanında askeri üniforma
giymemesi, silah taşımaması da önemli bir koşul.
RSF’ın konuyla ilgili ilkelerinde önemli bir ayrıntı
göze çarpıyor: “Gazeteci, sivil kişi statüsünü
bozabilecek hiçbir eyleme girişmemeli ya da bu
tür herhangi bir davranış sergilememeli. Mesela
savaşa doğrudan katkı sağlayabilecek bir girişim,
silah taşımak ya da casusluk faaliyetlerine girişmek
sivil kişi statüsünü ortadan kaldırır”.
Bizim pek sivil gazetecilerimiz bunların hiçbirini
yapmadığı için vicdanları ve gönülleri tertemizdir
herhalde!
Gazetecilik ve savaşta sosyal medya
Son olarak, kişisel ve toplumsal hayatımızda
dolayısıyla mesleki yaşantımızda da giderek
önem kazanan sosyal medyanın savaşla ilişkisi
konusunda birkaç gözlem ve değerlendirme:
İnternette e-mail, e-mail grupları, Twitter, Facebook
gibi araçlar sayesinde olağanüstü miktarda bilgi,
belge, fikir ve görüş üretiliyor. Yurttaşlar artık
istedikleri bilgi ya da görüşü binlerce, on binlerce
insanla anında paylaşabildikleri gibi, resmi sansür
ortamında da iktidarın egemen medya aracılığıyla
engellediği haberlere internet üzerinden ulaşmak
mümkün. Biz de Roboskî Katliamı ve Gezi
Direnişi’nde sosyal medyanın esas olarak olumlu
bir rol oynadığını gördük, yaşadık. Arap Baharı da
büyük ölçüde sosyal medya üzerinden aktarıldı,
geliştirildi. Sosyal medya artık profesyonel
gazeteciler açısından son derece önemli bir
kaynak. Ne var ki sosyal medya, gazetecilerin
temkinli olması gereken bir alan. Çünkü gazetecilik
faaliyetinde bir haber, muhabirin üretiminden
sonra en az 4 (Fact checking/Olgu doğrulayıcı,
düzeltmen, editör, yazı işleri) kademeden geçip
doğrulanıp düzeltildikten sonra yayımlanabiliyor.
Sosyal medyada ise profesyonel gazeteci olmayan
kişiler, istedikleri bilgi ya da görüşü, herhangi
bir denetim mekanizmasından geçmeden, anında
yayımlayabiliyor. İşte bu nedenle sosyal medyada
yayımlanan her bilginin kolay kolay yayımlanabilir
haber olmadığının bilincinde olan profesyonel
gazeteci, bu mecrayı belki de bir duyum kaynağı ya
da bir iddia olarak ele alıp inceleyebilir, gazetecilik
ilke ve kurallarına uygun hale getirdikten sonra
haber olarak yayımlayabilir.
Sosyal medyadaki bilgi ve görüş sayısının, yabancı
dil de biliyorsanız, milyonlara ulaştığını hesaba
katarsanız, profesyonel gazeteci, sosyal medyadan
olağanüstü titiz bir şekilde seçici davranarak, çok
sıkı bir tarama yaptıktan sonra haber malzemesi
olarak yararlanabilir. Gazetecilik, temas ve mesafe
mesleğidir (Hubert Beuve-Méry). Habere ulaşmak
için haber kaynakları ile kişiler ve kurumlarla
temas edeceksiniz ama sonra haberi yazarken de
tüm taraflara, tüm kişi ve kurumlara eşit uzaklıkta
mesafeli duracaksınız. Bu zor bir uğraş. Zaman
ister. Dikkat ister. Bilgi ister. Akıl ister. Vicdan
ister. Sosyal medyada herhangi bir bilgiyi ya da
görüşü paylaşan kişinin ise bu tür ilkeleri, çalışma
koşulları yoktur. O, tanık olduğu ya da duyduğu,
okuduğu, öğrendiği bir bilgi ya da görüşü,
anında, kontrol (check) etmeden paylaşabilir.
Sosyal medya kullanıcısının temas ya da mesafe
gibi zorunluluğu, sorumluluğu yok. Çünkü o
gazeteci değil. Tüm bu nedenlerle gazeteci, barış
ya da savaş döneminde, sosyal medyayı bilgi ve
görüş yelpazesini genişletmek amacıyla, olası bir
istihbarat almak için izler, izlemek durumundadır.
* Bu yazıda yer alan bazı bölümler daha önce,
28.07.2015’de www.apoletlimedya.blogspot.com’da yayımlanan ‘Yandaş Medya Savaş Çığırtkanı’ ve 27.08.2015’de
Yeni Özgür Politika gazetesinde yayımlanmış olan ‘Savaş
Döneminde Gazetecilik’ başlıklı makalelerden alınmıştır.
Ekim
Kasım
Aralık
2015
Dosya
Konusu
Şiddetin Resmi ve Haber Fotoğrafçılığı
Yücel TUNCA
Galata Fotoğrafhanesi
Fotoğraf Akademisi
Kurucu/Koordinatör
[email protected]
Fotoğraflar fotoğrafçısının meramından başka bir şey de söyleyebiliyor. Konuşma
ve yazı dili de böyle değil mi zaten? Hele ki anlatılarımız biraz karmaşıklaştığında,
katmanlar oluşmaya başladığında iletişimin tam anlamıyla kurulması güçleşiyor,
çok daha özel bir emek istiyor.
Suruç’taki patlamaya tanık yüzlerce kişiden biri
olmadığımız için bunu sadece “32 insan öldü”
üzüntüsüyle mi atlatacağız yoksa bu büyük
travmaya ortak mı olacağız?
Zor günlerin içinden geçiriyoruz. Pek çoğumuz
gibi benim de aklım epeyce karıştı. Olabilse de
kendime format atabilsem, diyorum. Bildiğim
şeylerin doğruluğundan ciddi biçimde şüpheye
düşmüş durumdayım. Bildiklerimi gözden
geçirmeye çalışıyorum. Özellikle gazeteciliğe ve
basın fotoğrafçılığına dair anlamını bildiğimi
sandığım kavramların, etik değerlerin ve hatta
savunduğum doğruların zemininin boşaldığını,
temellerinin sarsıldığını görüyorum.
Bu bir yandan da iyiye işaret aslında… Gelinen
her uğrakta doğruların, düşüncelerin gözden
geçirilmesinde yarar var. Doğru bildiklerimizin,
emek verip geliştirdiğimiz düşüncelerin de
tartışmaya açılması son derece geliştirici olabilir.
Fotoğrafçının Meramı
Görsel bir iletişim biçimi olan fotoğrafın arkasında
bilincin ürünü bir düşüncenin var olması
gerekiyor. Kendi ürettiklerimiz de dâhil, tüm
görsel üretimlerin çok yönlü irdelenmesi lazım.
Bir yandan fotoğrafçının niyeti büyük bir önem
taşırken, bir yandan da izleyicinin, fotoğraf ile
karşı karşıya kalanın bilinci ve inançları devreye
giriyor. Aynı görsel üretim farklı insanlarda farklı
bir algıyla alımlanabiliyor.
Fotoğraflar, fotoğrafçısının meramından başka
bir şey de söyleyebiliyor. Konuşma ve yazı dili
de böyle değil mi zaten? Hele ki anlatılarımız
biraz karmaşıklaştığında, katmanlar oluşmaya
başladığında iletişimin tam anlamıyla kurulması
güçleşiyor, çok daha özel bir emek istiyor.
Sorumluluk
Fotoğrafçılık da, haber metni yazarken olduğu
gibi bir dizi sorumluluğun bilincinde olmayı
gerektiriyor. Fotoğrafını çektiğimiz insanlara,
12 13
AFSAD
içinde bulunduğunuz mecraya, yani yayın
organlarına ve tabii ki iletişimin diğer ucunda
bulunan izleyiciye, okuyucuya karşı sorumlulukları
var fotoğrafçıların. Bu sorumluluklar üzerine
nitelikli biçimde kafa yormadan üretimlerimizin
etkisini, sonuçlarını kestirmemiz de mümkün
olamıyor.
Etik Meselesi
nihayetinde korunaklı, güvenlikli bir alan içinde
yaşarken görüyoruz. Özellikle şiddet ortamlarının
görüntüleriyle yüzleşmek pek de kolay olmuyor
koltuklarımızda otururken. Çıplak ve sert
gerçeklikle, yumuşak koltukların iyice yumuşattığı
yüreklerimiz yan yana gelmekte zorluk yaşıyor.
Tartışma Kapandı mı?
Bir basın fotoğrafçısı, bir belgesel fotoğrafçı olarak
Uluslararası ölçekte bir medya etiği oluşturma karşılaştığımız çıplak ve sert gerçekliği izleyicilere
çabası yıllardır devam ediyor. Bir takım uzlaşı nasıl aktaracağız? Bu sorunun cevabı son on yirmi
kriterleri oluşturulmaya çalışılıyor. Bunlar yıl içerisinde büyük ölçüde verilmiş, tartışma
daha ziyade teorik düzlemde ve çoğu zaman kapanmış gibi görünüyor. Ancak… En azından
pratikle
çelişen
uzlaşı
benim için bu tartışma yeniden
noktaları.
Kurumsallaşmış
gündeme
geldi.
Şimdilerde
Özellikle şiddet
yayın
organlarının
bazıları
bunun tekrar sorgulanması
uluslararası etik çerçeveyi kendi
gerektiğine dair bir düşünce
ortamlarının
koşullarına göre yorumlayıp
içindeyim. Sert görüntülerle,
görüntüleriyle
daraltabilirken,
bazıları
da
şiddet
görüntüleriyle
karşı
sınırları olabildiğince zorluyor.
karşıya kalınması hali neden
yüzleşmek pek
Etik kuralları daha didaktik
tarafımızdan azaltılmaya
de kolay olmuyor bizim
biçimde
daraltarak
tavır
çalışılıyor?
Susan
Sontag
oluşturan
yayın
organları
gibi birçok düşünür şiddet
koltuklarımızda
mesleki
güvenilirliklerini
tekrarının
otururken. Çıplak görüntülerinin
koruma
gerekçesini
ileri
kanıksamaya yol açabileceğine
sürerken,
kuralları
esnek ve sert gerçeklikle, işaret ediyor. Kimileri de şiddetin
biçimde
yorumlayanların
yeniden üretimi olarak algılıyor
yumuşak
bazıları bunu ticari kaygılara
bu tür görüntüleri. Hatta The
dayandırıyor,
bazıları
da
New York Times’ın fotoğraf
koltukların iyice
ideolojik gerekçeler üretiyor.
editörü geçtiğimiz yıllarda,
yumuşattığı
“Neyin ne olduğunu bilmiyor
Bu gibi nedenlerle hiç bir zaman
muyuz? Neden ihtiyacımız olsun
yüreklerimiz
yan
ortak noktada net bir buluşma
bu aleni şiddet görüntülerine?”
gerçekleştirilemiyor.
Sanırım
yana gelmekte
diyerek medyanın köklü biçimde
şaşırılacak bir durum da değil
tavır değiştirmesi gerektiği
zorluk
yaşıyor.
bu. Hele ki bu günlerde! Çok
düşüncesini ileri sürüyordu.
ciddi bir çatışma ortamının
Daha düne kadar benim de
gelişmeye başladığı, tırmandığı açıkça görünüyor.
tekrarladığım bu düşünceler karşısında şimdi
Böyle bir ortamda yine kaçınılmaz olarak çok
aynı netliği taşımadığımı söyleyebilirim. Bunun
farklı duruşları çok farklı biçimde ortaya koyan
gerekçelerini yazının devamında sıralamaya
yayın organları ile karşı karşıya kalıyoruz.
çalışacağım.
Ezberi Bozmak
Bir Örnek: Et Tüketimi
Böyle zamanlarda ezbere geçirdiğimiz kavramların
da yeniden gözden geçirilmesine ihtiyaç olduğunu
düşünüyorum. Başlarken de söylediğim gibi keşke
kendimizi formatlayabilsek…
Bunu yapamayacağımız için hiç değilse değişmez
olduğunu
düşündüğümüz
düşünceleri
de
sorgulama cesareti göstermeliyiz, buna muktedir
olduğumuzu umut ediyorum. “Ben bunu çok iyi
biliyorum, bu konuda kendimden çok eminim, bu
konularda değişmez düşüncelerim var” demeden
bazı noktalara tekrar tekrar bakabiliriz.
Bir fotoğrafın, bir haberin aktarabileceğinden çok
daha büyük ve karmaşık gerçekliklerin olduğu
bir ortamda, oldukça sert bir ortamda yaşıyoruz
aslında. Biz bu gerçekliklere ilişkin fotoğrafları en
Konforlu olduğu yanılgısıyla sürdürdüğümüz
hayatlarımızdan ırak tutmaya çalıştığımız pek
çok sorunlu konunun aslında öznesi olduğumuzu
görmek rahatımızı kökten sarsabiliyor. Bunlardan
bir tanesini örneklendirmek istiyorum: “Et
tüketimi”.
Zaman zaman basın fotoğrafçılığı derslerime
katılan arkadaşlara bu konuda bir soru yöneltip,
tartışmaya açıyorum. Aslında tek bir içeriğe dayalı
bu soruyu üç farklı biçimde soruyorum. Sorulara
da ikişer fotoğraf eşlik ediyor.
Özetle:
Dünyada
et
eğiliminde olduğuna dair
araştırmanın sonucunu
verdiğimizi varsayıyoruz.
tüketiminin
azalma
-gerçekte olmayan- bir
haber yapmaya karar
Aynı haberi hayali bir
yayın organı için “Dünyada et tüketimi azalıyor”
yaklaşımıyla oluşturuyoruz önce. Bu haber için iki
fotoğraf seçeneğimiz var. İlki şık bir tabak içinde,
süslü bir et yemeği fotoğrafı; ikincisi ise herhangi
bir marketin et reyonunda çekilmiş paketlenmiş
etlerin fotoğrafı... Soru şu: “Hangi fotoğrafı
kullanalım?”
Aynı konuyu ele alacak haber, hayvan hakları
konusunda duyarlılık geliştirmeye çabalayan
bir yayın organında ele alınıyor. Bu kez haberin
içeriğini
“Hayvanların
beslenme
amaçlı
öldürülmelerine karşı duyarlılık artıyor” biçiminde
oluşturmaya karar veriyoruz. İki fotoğraftan
birinde bir mezbahada kesilerek öldürülmüş
ve derileri yüzülerek çengellere asılmış hayvan
bedenleri (kan görünmüyordu fotoğrafta);
diğerinde ise kurbanlık satışı yapılan bir alanda
sırtlarına numaralar verilmiş koyunlar yer alıyor.
14 15
AFSAD
Soru yine aynı: “Hangi fotoğrafı kullanalım?”
Son olarak, haberi sert bir aktivizm örneği ortaya
koyan bir yayında ele alıyoruz. “Hayvanları
katlederek yok eden canilerin sayısı azalıyor”
diyecek haberimiz. Fotoğraflardan birincisinde
bir kesimhanede bileklerine kadar kana bulanmış
insanlar ve paramparça hayvan bedenleri,
diğerinde ise hiçbir hayvan görünmemesine
karşın her yanı kan içinde olan, parlak metalden
sanayi tipi, giyotine benzeyen bir kesim makinesi
görünüyor. Soru elbette yine aynı: “Hangi fotoğrafı
kullanalım?”
Haberi hangi üslup ve dille verirseniz verin
özü aslında değişmiyor: Hayvanları beslenme
gerekçesiyle öldürüp yiyen insanların sayısında
azalma var. Haberin değişmeyen özüne karşın
yansıtma biçimimiz okuyucuda farklı düşünsel
ve duygusal tepkiler yaratıyor. Bu durumu bir
de fotoğraflarla iyiden iyiye belirleyebiliyoruz.
Yukarıdaki soruları ve fotoğrafları ister fotoğrafçı
olalım, ister okuyucu, üzerine detaylı biçimde
düşünmek, ayna tutmak amacıyla kendimize
sorabiliriz. Cevaplarımızın gerekçelerini uzun
uzun düşünmek kaydıyla elbette…
geciktirme olduğunu gösteriyor. Sınıfsal, cinsel
ve ırksal hegemonyaların diğeri üzerindeki şiddeti
hiçbir zaman aralığında kendiliğinden ortadan
kalkmadı, kalkmayacak. Böyle bir realitede dahi,
hele ki hak odaklı gazeteciliği savunup uygularken
nasıl olur da salt diyalog ile uzlaşı yollarında
çözüm aranabilir?
Köklü hak kazanımları ve iktidar değişimleri
zor yoluyla, açık ifade edecek olursam, şiddet
yöntemleri kullanılarak sağlanabiliyor. Korkutucu
gelebilir kulağa. Ölümcül sonuçlara gebe bir
yola işaret ettiğimin farkındayım. Diğer yandan
da biliyoruz ki, köleler/kaybedenler, efendiler/
kazananların muhtelif tercihleri
ölmeye devam ediyor
Bundan sonra ne nedeniyle
zaten. Pazar kavgaları, doğal
sömürülmesi
yapalım? Konforlu kaynakların
gibi nedenlerle çıkarmaktan
evlerimizde, bize kaçınılmayan
savaşlarda
bahşedilmiş serbest yine hep köleler/kaybedenler
hayatını
yitiriyor.
Ya
da
zamanlarımızda
iktidarlarının sarsıldığını gören
egemenler güçlerini yeniden
köleliğimizi
kazanmak, hâkimiyet kurmak
unutup,
için kölelerini ölümcül bir
oyunun içine atıveriyor.
huzurumuzu,
Hayvanları yemeye, diğer bütün canlı ve cansız
varlıklarla paylaştığımız dünyayı yok etmeye
devam eden bizler için şiddeti ortadan kaldırmak,
barışı kurgulayıp kalıcı ve esas kılmak mümkün
mü?
Barış Gazeteciliği
Barış kavramını son yıllarda
“cümle
içinde”
çok
fazla
kullanıyoruz.
Var
mıydı,
hiç mi yoktu, gerçekten hiç
anlayamadığımız “barış süreci”
örneğin… Barış için hatırı sayılır
miktarda insan büyük bir çaba
gösteriyor. Geçtiğimiz günlerde
yapılmak istenen “Büyük Barış
Yürüyüşü”nün İstanbul Valiliği
tarafından yasaklanması üzerine
Aksaray’da bir basın açıklaması
gerçekleştirilmişti.
Barış
istemek nasıl bir şey olmalı ki
böyle bir yürüyüş yasaklanarak
engellensin? Barışın devam
etmesi gerektiğini söyleyenler
kadar, barış ancak savaşarak
kazanılacağına da inananlar var.
keyfimizi, tadımızı
kaçırmamak
için ölenleri
birer sayı olarak
haberleştirmeyle
mi yetinelim,
yoksa her daim
canımıza kasteden
bir gerçeklikle
yüzleşelim mi?
Bu
noktada,
birbirimize
sık sık önerdiğimiz, savaş
gazeteciliğinin yerine ikame
etmeye
çalıştığımız
barış
gazeteciliğine değinmek ve genel
kabul gören anlamına da bakmak
gerekiyor. Barış gazeteciliği,
her türlü çatışma olasılığının
veya çatışmalı durumun şiddete
başvurulmadan çözümünü sağlamaya odaklanmış
bir gazetecilik anlayışı olarak biliniyor. Yapılacak
haberlerin konu bazında seçiminden, haber
diline kadar her noktada ötekileştirici üslup
ve yaklaşımdan uzak durmayı, düşmanlaştırıcı
söylemlerden arınmayı önerir.
Özü itibariyle son derece hümanist bir yaklaşım
olduğu kuşkusuz… Öte yandan bunun, “doğayı
alt ederek ona hâkim olma” hedefinin peşinde bir
uygarlık oluşturmuş, “efendiler/kazananlar ve
köleler/kaybedenler” olarak ayrışmış insanlık için
isabetli bir yaklaşım olup olmadığı konusunda
ciddi şüphelerim var. Bu hümanist yaklaşım sakın
bizi oyalıyor olmasın? Binlerce yıllık insanlık tarihi
korkarım bunun bir oyalama, kaçınılmaz sonu
Efendi ile köle arasındaki
çatışma aileden başlayıp hayatın
tamamına yayılmasına karşın,
bunun
görünmez
olmasını
sağlamak amacıyla elden ne
gelirse yapılıyor. Aile kurumu
içindeki rol tanımları, kâr odaklı
veya ücretli çalışma hayatı,
ulus veya çoklu ulus temelli
yapay sınırlarla belirlenmiş
devlet yapılanmaları, dinsel
ve ahlaki normlar kölenin
köleliğini fark etmeyeceği kadar
içselleştirmesi görevini yerine
getiriyor. Kutsal olduğuna ikna
edildiğimiz aslında tümüyle
anlamsız birçok değer bir
bölümümüzü güya birbirine bağlarken, diğerlerini
de tehdit olarak görmemizi, öylece bellememizi
sağlıyor. Bizler bütün bunlarla yatıp kalkarken
ve hatta bu nedenlerle birbirimizi öldürürken
en temel çatışmayı göremez hale geliyoruz.
Her şeyimizin ama her şeyimizin egemenler
tarafından sömürülüp yok edilmesine karşı isyan
etmemiz böylelikle engelleniyor. Bir de şu var
elbette: Bütün bunları arkaik yaklaşımlar, tepkiler
olarak görmek, sıkıcı bulmak gibi bir öğreti de
damarlarımıza bin bir yolla zerk ediliyor.
İyi Kötü Yaşayıp Gitmek
Örgütsüz sivil tepkiler ortaya koymanın, sadece
diyalog yolu ile çözümler üretmenin tek seçenek
bile hislerimizi değiştiriyor
ama nitelemelerin ne önemi
var? Hayata veda eden 32
insandan bahsediyoruz!
Patlama anının videosunu
izlediğimde
kahroldum.
Fakat hemen sonrasında
gördüğüm üç dört kare
fotoğraf bütün duygusal
tepkimi ve düşüncelerimi de
değiştirdi.
olduğuna ikna olduğumuzda da teslimiyeti ifade
eden beyaz bayrağı cebimizden çıkarmış oluyoruz.
Üstelik bu çoğumuzun işine de geliyor. İyi kötü
yaşayıp gidiyoruz neticede. Köleliğin bu biçimini,
yani şiddetin bu şeklini kolayca, hatta iştahla kabul
edilebiliyoruz. Bu kabul sayesinde en azından
hayatımızı alenen riske etmemiş olduğumuzu
varsayıyoruz.
Bu yüzden olsa gerek, Wikipedia’da şöyle
tanımlanıyor barış: Kötülüklerden, kavgalardan,
savaşlardan kurtuluş; uyum, birlik, bütünlük,
sükûnet, sessizlik, huzur içinde yaşamak” olarak
tanımlanıyor. Türk Dil Kurumu’nda da barış:
“Uyum, karşılıklı anlayış ve hoşgörü ile oluşturulan
ortam” tanımıyla veriliyor.
Olmayacak duaya âmin dediğimizin farkında
mıyız?
Adaletli ve huzurlu bir yaşam sürdürmek için
bütün kimliksel farklılarımızdan arınmadan, insan
odaklı bütün ideolojilerden kurtulup doğanın
basit bir parçası olduğumuzu kabul etmeden ve
egemenlerin iktidarını yıkmadan barış sadece bir
ütopya olarak kalmaya mahkûm bir kavram.
Ve Suruç
Şiddeti tek başına bir yol olarak değil, olanaklardan
biri olarak değerlendirmeme ve bu noktada
gazeteci tavrını, yaklaşımını yeniden düşünmeme
sebep olan olay ise Suruç’ta gerçekleştirilen
bombalı saldırıydı. İlk olarak patlamada 28
kişinin öldüğünü duyduğumda çoğumuz gibi
ben de bu ölümlerin tarifsiz acısını derinlerimde
hissettim. Baş etmesi zor bir duyguydu. Sonra sayı
31’e çıktı ve ardından 32’ye. Ancak ölüm sayılarla
ifade edilemiyor. 32 insan hayatını kaybediyor.
32 genç insan! 32 arkadaşımız! 32 kardeşimiz!
32 devrimci! Çocuklara oyuncak götürmek üzere
yola çıkmış 32 gencecik insan… Nitelemelerimiz
16 17
AFSAD
Facebook’ta
siyah
bir
slaytta “Bu linke tıklarsanız
sizi
üzebilecek,
rahatsız
edebilecek,
dehşete
düşürebilecek görüntülerle
karşılaşacaksınız,
emin
misiniz?”
sorusu
vardı.
“Patlama anının dehşete düşüren görüntüsünden
daha fazla ne olabilir ki?” dedim kendime.
Gazetecilik yaptığım dönemde ölmüş, öldürülmüş
insanları görmüştüm. Ve yıllar içerisinde de
dünyanın çeşitli yerlerinde kaydedilmiş katliam
videoları ve fotoğrafları da hafızamda duruyordu.
Tıkladım.
Parçalanmış bedenleri görmeden önceki ben ile
sonrasındaki ben artık misliyle farklı düşünüyor
ve hissediyordu.
Bu basit bir şok etkisi miydi? Bu tür fotoğraf ve
videolar kimilerinin iddiasına göre insanların şok
beklentisini karşılar. Pornografiktirler; etkileri
hemen kaybolur.
Bende de böyle olacak sandım. Hayır, ilerleyen
günlerde hislerim ve düşüncelerim değişmedi.
Bu fotoğrafları görmezden önceki zamanlarda
“Şiddeti anlamak için gerçeklikle bu kadar çıplak
bir biçimde karşılaşmamız gerekmiyor, aklımızla
neyin ne olduğunu bilebiliriz, şiddetin fotoğrafları
şiddetin yeniden üretildiği yerlerdir”, diyen biri
olarak şimdi çok daha farklı şeyler düşünüyorum.
Daha doğrusu içinden çıkamamaktan korktuğum
sorularla dolmuş durumdayım.
Biraz da kendimi anlamak için küçük çaplı bir
deneme yaptım ve üç gün içerisinde 54 kişiye
bu fotoğrafları gösterdim. Tamamına yakınında
aynı etki oluştu. O fotoğraflara bakmadan önceki
iki üç gün boyunca bu katliam haberini biliyor
olmalarına rağmen gördükleri andan sonra
çoğunun tepkileri değişti. Öfkelerinin dozu arttı.
Ve o üç gün öncesine göre daha mutsuz insanlar
oldular.
Pekiyi, öfkemizin büyümemesi ve mutsuz biri
olmamak için bu fotoğrafları gizleyecek miyiz
birbirimizden? Suruç’taki patlamaya tanık
yüzlerce kişiden biri olmadığımız için bunu
sadece “32 insan öldü” üzüntüsüyle mi atlatacağız
yoksa bu büyük travmaya ortak mı olacağız?
Gazetelerde, dergilerde, internet medyasında
okuyucularımızla, izleyicilerimizle bu sert, ayıltıcı
gerçeği nasıl paylaşacağız?
“Fotoğrafları Görmek İster Misiniz?”
Amerika’da yıllar önce çarpıcı bir çalışma
yapılmıştı. Associated Press (AP) bir grup gazete
okuyucusuna sorular yöneltti. “Şiddet ortamlarında
ölenlerin fotoğraflarını okuduğunuz gazetelerin
birinci sayfasında görmek ister misiniz?” sorusunu
ezici bir çoğunluk “hayır!” cevabını vermişti.
Bu türden fotoğrafların iç sayfalarda yer alması
uygun görülüyordu çoğu kişi tarafından. Temel
gerekçeleri çocukların bu fotoğrafları görme
ihtimalini azaltmaktı. İkinci soru, “savaş alanında
ölmüş Amerikan askerlerinin görüntülerini
görmek ister misiniz?” biçimindeydi. Okuyucular
bu kez “hiç bir sayfada görmek istemiyoruz”
cevabını vermişlerdi. Dolayısıyla “ölmüş insanlar,
parçalanmış insan cesetleri bizden değilse biz
bakarız, yeter ki çocuklar görmesin” demiş oldu
Amerikan halkı. Ötekinin cesedine bakabiliyorlar
ama kendi toplumlarından birinin cesedine
bakmak istemiyorlar. 11 Eylül saldırılarında tek
bir ölü görüntüsünün medyada yer almaması da
bu araştırmanın sonuçlarını destekler nitelikteydi.
Güven ve huzur duygusundan -bu bir yanılsama
olsa da- kopmak istememişlerdi. Hayat kaldığı
yerden devam etsin, diyorlardı kısacası.
Bundan sonra ne yapalım? Konforlu evlerimizde,
bize
bahşedilmiş
serbest
zamanlarımızda
köleliğimizi unutup, huzurumuzu, keyfimizi,
tadımızı kaçırmamak için ölenleri birer sayı
olarak haberleştirmeyle mi yetinelim yoksa her
daim canımıza kasteden bir gerçeklikle yüzleşelim
mi? Kobane’ye götürülememiş oyuncakların
görüntüsü, patlamadan geriye kalmış ayakkabılarla
mı o kâbusu anlatmaya çalışalım?
Hayatımızın
her
anına
musallat
olmuş,
sıradanlaşmış saldırıları planlayan, uygulatan
egemenler mi gaddar, bu şiddetin sonuçlarını
göstermek mi gaddarlık? (YT/HK)
* Bu makale 07.08.2015 tarihinde bianet internet haber
portalında
yayımlanmıştır.
http://bianet.org/bianet/
medya/166621-siddetin-resmi-ve-haber-fotografciligi
** Yücel Tunca’nın metni Okuldan Haber Odası’na (OHO)
2015 Fotoğraf Atöyesi’ndeki sunumunun gözden geçirilerek
yazıya dökülmüş versiyonudur.
MURAT AZAKLI
fotoğraf malzemeleri
A. Konur Sokak 27/3 Çankaya / ANKARA T. 0 312 417 52 12 C. 0 532 252 60 50 C. 0 538 777 70 70
W. www.muratazaklifoto.com.tr M. [email protected]
Ekim
Kasım
Aralık
2015
Dosya
Konusu
Hak Haberciliği; Senin Hakkın mı
Yoksa Benim Hakkım mı?
Pınar İLKİZ
Hak Haberciliği Eğitmeni
[email protected]
“Hak haberciliğinde doğru ya da yanlış yoktur, bunun yerine tercih edilen ve
edilmeyen vardır.”
Hak haberciliği... Aslında bildiğimiz anlamıyla
habercilikten bahsediyor olmamız gerekiyor
ama tabii her kavram her insanın zihninde başka
şekillerde yankı bulduğu için en iyisi başlamadan
önce şöyle bir ortaklaşmak adına bir tanımla
başlayabiliriz belki:
“İnsan haklarına dayalı bir habercilik yani haklar
haberciliği sadece günümüzde evrensel geçerlilik
kazanmış insan hakları ile ilgili konuları ve
sorunları öne çıkartarak değil, habere konu olan
her şeyin insanla ve insan haklarıyla zaten içsel
olarak bağlantılı olduğunu fark ettiği ölçüde
gerçekleştirilebilir.” 1
Hak haberciliği ile ilgili birkaç okuma yapmak
isterseniz eğer Bianet’in “İnsan Hakları
Haberciliği” kitabını öneririm. Kendi tanımıyla:
“İnsan Hakları Haberciliği, kamusal ve özel
yaşama dair bütün haberlerin haklara odaklı
kılınmasını gerektiren ve haberi de haklar
doğrultusunda dönüştürmeyi hedefleyen bir
gazetecilik/habercilik yaklaşımını irdeliyor.”
BBC muhabiri Jake Lynch ve Annabel
McGoldrick’in tanımıyla2 barış gazeteciliği;
editörlerle habercilerin toplumdaki çatışmalara
şiddet dışı yöntemlerle yaklaşılmasını sağlayacak
‘öyküleri’ seçip, haberleştirmek konusunda
yaptıkları bir tercih.
Bu madem bir tercih, neden barış gazeteciliğini
tercih etmiyoruz ki? Tiraj? Daha fazla tık?
18 19
AFSAD
Bunun yanı sıra Süleyman İrvan’ın “Barış
Gazeteciliği” 3 çalışmasına da göz atmakta fayda
var. Genelde okuma listesi ya da kaynaklar
yazının sonunda verilir ama içeriklerinin önemi
sebebiyle burada yazanları hatırlayarak aslında
neden bahsettiğimizi hatırlamak hepimize iyi
gelecektir. Aslında zaten hali hazırda var olan
kurallar dizisini hatırlamak gerekirse:
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin yayımladığı
“Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk
Bildirgesi”nin gazetecinin temel görevleri ve
ilkeleri bölümünün 3. maddesi aynen şöyledir;
“Gazeteci, başta barış, demokrasi ve insan hakları
olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini,
çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Irk,
etnisite, cinsiyet, dil, milliyet, din, sınıf ve felsefi
inanç ayrımcılığı yapmadan tüm ulusların,
tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve
saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve
uluslararasında nefreti, düşmanlığı körükleyici
yayından kaçınır. Bir ulusun, bir topluluğun ve
bireylerin kültürel değerlerini ve inançlarını
(veya inançsızlığını) doğrudan saldırı konusu
yapamaz. Gazeteci, her türden şiddeti haklı
gösterici,
özendirici
ve
kışkırtıcı
yayın
yapmamaya özen gösterir.”
UNESCO’nun 1983 yılında Paris toplantısında
kabul edilen “Profesyonel Gazetecilik Etiği
Uluslararası İlkeleri” adını taşıyan belge de
gazetecinin evrensel değerler yanında taraf olması
gerektiğinin altını çizmektedir. Örneğin, evrensel
değerlere ve kültürel çeşitliliğe saygı başlıklı 8.
maddede şöyle denilmektedir: “Gazeteci, barış,
demokrasi, insan hakları, toplumsal ilerleme ve
ulusal özgürleşme gibi evrensel insani değerleri
savunur…”. Savaşların ve insanlığı tehdit eden
diğer kötülüklerin ortadan kaldırılması başlığını
taşıyan 9. maddede ise, evrensel insani değerlere
bağlı bir gazetecinin savaşı, şiddeti, nefreti,
ayrımcılığı, ırkçılığı, baskıyı haklı çıkaracak bir
gazetecilik anlayışından uzak duracağı ve barış
için çaba göstereceği vurgulanmaktadır.4
Şimdi eğer bütün bunları -Edip Cansever’in de
kulaklarını çınlatarak- masanın üzerine koyarsak,
aslında gazeteci dediğimiz ayrımcılık yapmayan,
şiddeti övmeyen ve hatta okuyucuyu/halkı
kışkırtmayarak gazetecilik mesleğini icra eden
kişidir. Hedef göstermez, kendinde olmayan gücü,
kendine verilmiş gibi kullanarak kendi ideolojisi
doğrultusunda suçlu gördüğü kişinin cezasını
“kesemez”.
Peki, gerçekten öyle midir? Okulda öğretilenlerle
gündelik hayat ne kadar örtüşmektedir? Daha da
önemlisi satılacak fazladan bir gazetenin ya da
alınacak bir ‘tık’ın kârı ne zaman habere konu
olan kişinin haklarının önüne geçmiştir?
empoze etme gayreti içinde olabileceklerinin
değerlendirilmesi gibi hedefleri içermektedir.
Yani medya okuryazarlığı, kaynağı her ne
olursa olsun, bilgiyi değerlendirip onu yerinde
kullanabilen bireyler olmayı, böyle bireyler
yetiştirmeyi hedeflemektedir.” 5
O zaman basit anlamıyla “Okuduğumuzu anladık
mı?” sorusundan bahsediyoruz aslında. İki
kavramı birleştirecek olursak; okuduğumuz
haberde sadece olan olay mı bize aktarılıyor yoksa
okuduğumuz medyumun (gazete, televizyon,
radyo, dergi, vs.) sahibinin ya da çalışanlarının
düşünceleri doğrultusunda taraflı bir haber mi
yazılmış bunu anlamamızdan bahsediliyor.
Masa bayağı kalabalıklaştı
Masa bayağı kalabalıklaştığına göre artık
başlayalım. Hak haberciliği yaparken odağınız
insan olmalı.
İyi güzel de bu nasıl olacak?
Sokrates’in idealist felsefesine bakacak olursak,
tüm bilgiler insanın kafasında vardır, ama
berrak ve uyanık halde değil, üstü örtülü ve uyur
haldedir. O bilgileri gün ışığına çıkarmak için
doğru soruları sormanız gerekmektedir.
Şunu düşünün; yaşadığınız kentin uzak bir
noktasına fabrika yapılacağı haberi düştü
ajanstan. Sizin bu haberi alıp götüreceğiniz ilk
departman ekonomidir. Ama eğer şu soruları
sorarsanız:
- Fabrikada engelli istihdamı oranı ne kadar
olacak?
- Fabrikada bir kreş olacak mı?
- İlgili Belediye ya da fabrikanın kendisi ulaşımı
sağlıyor mu?
- Fabrikanın atık dönüşüm politikası nedir?
isterseniz yaşam, isterseniz kadın, isterseniz
çevre sayfasında haberinize yer bulabilirsiniz
İçinde başka saikleri barındıran bir haber
yapıldığı zaman bunun algılanması konusunda
Türkiye’deki medya okur-yazarlığına bir bakmak
gerekir.
Haberi hangi açısından ele almak istediğinize
göre haberinizi şekillendirebilirsiniz. Bu soruların
cevabı ve bu cevaplara verdiğiniz ağırlık ile
haberinizin içeriği değişecektir.
Medya okuryazarlığı nedir derseniz, mesela
RTÜK www.medyaokuryazarligi.org.tr adresindeki internet sitesinde şöyle bir tanım yapmış:
Her haber bir fabrika kurulması haberi
gibi olmayabilir. Savaş haberleri, cinayet
haberleri, toplumun dışına itilmiş bireyler ya
da azınlıklarla ilgili haberlerde şiddeti öven ve
hatta mağdurları daha da mağdurlaştıran bir dil
ile karşılaşabiliyoruz. Hatta bu dilin yanı sıra bir
de fotoğraf kullanımı ya da fotoğrafın kullanım
şekli (hangi fotoğrafın seçildiği, görüntünün
hangi kısmının verildiği, kesilip-kesilmediği,
mozaiklenip-mozaiklenmediği vb.) bile aslında
haberi servis eden gazetenin görüşüne ve
duruşuna dair bir fikir verir. Bazen, şansımız
“Medya okuryazarlığındaki amaç ise; medya
mesajlarının doğru algılanması, eleştirel bir
bakış açısıyla alınabilmesi, gerçeklik-kurgusallık
ayrımının yapılabilmesi, medyanın sunduğu
dünyanın gerçeğin kendisi olmayabileceğinin
anlaşılması, medyanın yönlendirme ve yönetme
fonksiyonlarının olduğunun farkına varılabilmesi,
mesajı gönderenlerin kendi düşüncelerini
varsa, tarafsızlığına dair de fikir verebilir.
Bunun çok güzel bir örneğini 17 Eylül 2013’te
bize
sundu.
Hatay’ın
Yayladağı
Bianet 6
İlçesi’ndeki Topraktutan Karakolu’na 400 metre
uzaklıkta düştüğü bildirilen Suriye helikopterinin
Türk Hava Kuvvetleri’ne ait F-16 savaş uçakları
tarafından vurulduğunun açıklanması üzerine
gazetelerin manşetleri ne olmuştu?
Hürriyet: Vurduk
Habertürk: Esad’a ‘korsan’ tokadı
Sabah: Esad al sana misilleme
Güneş: Vururuz demiştik
Star: Düşürdük
Vatan: Uyardık, dinlemedi
Türkiye: Sınırı aştı, vurduk
Posta: Misilleme
Yeni Şafak: Önce Uyarı Sonra Füze
Okur, bir gazeteci olarak sizin ne düşündüğünüzle
ilgilenmemelidir, bunun için köşe yazarları vardır.
Okur, bir gazete olarak sizin ne düşündüğünüzle
de ilgilenmemelidir ki, bu cümleyi yazarken bile
imkânsızlığı aşikâr.
Yukarıda Bianet’in sıraladığı manşetlerin çoğu
bir ideolojinin ürünü. Olayın 5N1K (Ne, Nerede,
Ne zaman, Nasıl, Neden, Kim soruları) açısından
verilmesi maalesef bu başlıklar için geçerli değil.
“Uyardık dinlemedi” ya da “Vururuz demiştik”
gibi başlıklar okuyucuya haberi ulaştırmaktan
ziyade gövde gösterisi/meydan okuma niteliğinde
başlıklar.
Ne olmayacağını biliyorsak peki ne olabilirdi?
Taraf, Zaman ve Cumhuriyet’in başlıklarına
bakacak olursak haberin ne olduğuna dair bilgiye
sahip olabiliyoruz. Herhangi bir yorum katmadan,
hüküm vermeden. Fakat her başlıkta seçilen
kelimeler aslında bize bir şey anlatabilir. “Vurdu”
kelimesini kullanmakla “düşürdü” kelimesini
kullanmak arasındaki fark gibi.
Taraf: Türk jetleri Suriye helikopterini vurdu
Radikal: 2 kez uyarıldı, 2 dakikada vuruldu
Zaman: Türk jetleri, Suriye helikopterini vurdu
Milliyet: Sınır ihlaline jet yanıt
Cumhuriyet: Türk jetleri Suriye helikopterini
düşürdü
Özgür Gündem: Helikopter savaş için mi
düşürüldü?
Sadece fotoğraflar üzerinden bir okuma yaparsak
Haber Türk Gazetesi
Posta Gazetesi
Hürriyet Gazetesi
Milliyet Gazetesi
20 21
AFSAD
Şok Gazetesi
Vatan Gazetesi
24.com.tr / Çilem Doğan ve daha nice
kadınlar hayatlarını savunuyor
viewerscorner.com / Çilem Karabulut
neden kocası Hasan Karabulut’u öldürdü?
evrensel.net / Eşini öldüren kadın, kadınlar ölmesin,
biraz da erkekler ölsün
eğer Çilem Karabulut haberi sanırım son döneme
dair iyi bir örnek olacaktır. Fakat fotoğraflara
geçmeden önce birkaç başlığa bakacak olursak:
Hürriyet: ‘Hazırlan fuhuş yapacaksın’ dedi
öldürdüm
Habertürk (1): Dayakçı kocayı öldüren kadın
yakalandı
Habertürk (2): ‘Hep kadınlar ölmesin, biraz da
erkekler ölsün’
Cumhuriyet: Eski eşine kurşun yağdırdı
Milliyet: Eski kocasına kurşun yağdırdı
Habere konu olan olay şuydu: Adana’da 28
yaşındaki Çilem Doğan, boşandıktan sonra aynı
evde birlikte yaşamaya devam ettiği 33 yaşındaki
Hasan Karabulut’u yatak odasında tabancayla
vuruyor. Hasan Karabulut’a altı kez uzaklaştırma
cezası verilmiş, Çilem Karabulut eşini altı
kurşunla öldürmüş, burada yaptıkları kelime
oyunlarını gelin siz düşünün.
Bu habere dair başka ilginç bir nokta ise -eğer
siz de fark ettiyseniz- yazıda Çilem’in adı üç kere
geçti fakat iki farklı soyadı ile, “Doğan” kızlık
soyadı ve bazı basın kuruluşları Doğan yazarken
bazıları Karabulut şeklinde geçti haberi.
Gelelim fotoğraflara, haberde kullanılan fotoğraf
mansethaber.com.tr / Eşini öldüren kadın
namusum için yaptım
bazen haberden çok daha akılda kalıcı olabilir.
Seçtiğiniz fotoğrafla da haberinize konu olan
kişiyi yüceltebilirsiniz, küçük düşürebilirsiniz ya
da sadece habercilik yapar, haberi ilgili görüntü
ile servis edersiniz. Çilem’in üç farklı fotoğrafı
mevcut. Birinde kolluk kuvvetleri tarafından
götürülürken, birinde iki asayiş memurunun
ortasına oturmuş onlarla sohbet ederken, bir
diğerinde ise iki elinin başparmaklarını kaldırmış
şekilde fotoğraflanmış.
Başparmakların havada olduğu fotoğraf ile
“Hep kadınlar ölmesin, biraz da erkekler ölsün”
başlığını birleştirirseniz ortaya çıkacak manzara
ile “‘Hazırlan fuhuş yapacaksın’ dedi öldürdüm”
başlığı ile diğer iki fotoğraftan birini kullanırsanız
ortaya çıkacak manzara arasında bir fark var.
Bütün bunları göz önünde bulundurunca
bir sonraki gazete okumanızda, başlığın sizi
yönlendirip yönlendirmediğine, seçilen fotoğrafın
arkasında başka bir saik olup olmadığına dair bir
durup düşünmeniz bile hak haberciliğine iyi bir
giriş olacaktır.
bilginin kesinlikle doğru olarak kabul edilmesi,
savunuculuk yaptığı bir alan ile ilgili bir
haberde ifşa, hedef gösterme gibi yöntemlere
başvurmaktan çekinmeme, adaletin tesis edilmesi
işini devlete bırakmak yerine birey olarak tesis
etmeye çalışma çabası içine girme…
Haberi
yazmak
İnteraktivist
İrvan’ın makalesindeki “Barış Yanlısı Habercilikte
Temel İlkeler”in 5. maddesi şöyle başlar:
“Tarafları, sadece liderlerinin ağzından bildik
talepleri ya da pozisyonları içeren açıklamalarla
tanımlamaktan kaçının”. Gazeteci bir olayla ilgili
hiçbir zaman sadece bir tarafın vereceği bilgi ile
yetinmemelidir. Olayın tüm taraflarından görüş
almaya çalışmalıdır. Aynı şekilde okur da gazeteyi
eline aldığında bu bilgiyi talep ediyor olmalıdır.
isteyen
ne
istiyor:
Bir diğer yandan da sizinle hak haberciliğinin
nasıl algılandığının diğer tarafını göstermeye
çalışacağım. Kasım 2013- Nisan 2014 arasında
Yeşil Düşünce Derneği’nin İnteraktivist projesinde
eğitmen olarak yer aldım. İzmir, Trabzon, Bursa,
Ağrı, Kayseri, Mersin ve Diyarbakır’da dörder
günlük eğitimlerin düzenlendiği
projede “Hak Haberciliği” ve
“Tarafları, sadece
“İnternet Kampanyası Araçları”
konularında bilgi aktarımında
liderlerinin
bulundum.
Bilfiil gazetecilik yapmak ile bu
alana ilgi duyan insanların hak
haberciliğini nasıl algıladığı
sanırım biraz daha değerli
bir veri. Katılımcılar çeşitlilik
gösteriyordu; üniversiteler, sivil
toplum kuruluşları, siyasi parti
çalışanları ve devlet kurumu
çalışanları vardı.
ağzından bildik
talepleri ya da
pozisyonları içeren
açıklamalarla
tanımlamaktan
kaçının.”
Hak haberciliğini anlatmaya başladığımda ilk
söylediğim hep şu oluyor: “Hak haberciliğinde
doğru ya da yanlış yoktur, bunun yerine tercih
edilen ve edilmeyen vardır”; bunun sebebi de
medyanın ekonomi-politiği. Bu çok uzun bir
konu ama değinmeden geçemezdim, bazı basın
organlarının neden bazı haberleri görmediğini
sorgulamadan önce hangi sektörlerde nasıl çıkar
ortaklıkları olduğuna bakmak gerek. Bunun için
de Ceren Sözeri ve Zeynep Güney’in “Türkiye’de
Medyanın Ekonomi Politiği” çalışmasını iyice bir
okumak gerek.
Medya
okuryazarlığı
tanımındaki
“bilgiyi
değerlendirmek” aslında en çok burada
değerleniyor. Benden önce Yeşil Gazete’den
Durukan Dudu “Haber Yazımı” atölyesi veriyordu
ve ben de bir gün öncesinden “Hak Haberciliğine
Giriş” bağlamında yazılan haberlerin okumasını
yapıyordum.
Bu esnada bazı katılımcıların “Bu bilgiyi polisten
aldık, neden başka yerden de bilgi alalım ki?” gibi
sorularının yanı sıra “Fakat bu başlığı kullanırsak
o zaman diğer kesime ayrımcılık yapmış olmaz
mıyız” gibi ince eleyip sık dokuyan tespitleri ile
de karşılaştık.
Eğitimler sırasında tespit ettiğim endişe verici
birkaç nokta; devlet güçleri tarafından verilen
22 23
AFSAD
Ha
keza
haklar
arasında
hiyerarşi yapamayacağınız için
sizin savunuculuk yaptığınız
bir alanda bir başka haberde
kullanmamanız
gereken
yöntemlere
başvurmamanız
gerekmektedir. Başa dönecek
olursak
hak
haberciliği
dediğimiz
kavram
aslında
düzgün haberciliktir.
Yazıyı hak haberciliğine dair
algının atölye sonrası nasıl bir
hal aldığına dair değerlendirme
formlarından iki katılımcının yorumuyla bitirmek
istiyorum:
- “Hak haberciliğinin tarafsızlık iddiasını
evrensel insan hakları beyannamesine ve hukuka
dayandırılması ideolojik bir seçim ve bence
yanlış”.
- “Hak haberciliği bence bir gazetecilik değil farklı
bir şey :) bana göre değil.”
Kaynakça:
1- Hak Haberciliği Dizisi – İnsan Hakları Haberciliği –
Syf. 108 (Bia Kitaplığı) www.bianet.org
Sevda Alankuş Barış Gazeteciliğini Anlatıyor - 12
Haziran 2015 - www.bianet.org
2-
3
Süleyman İrvan - Barış Gazeteciliği - www.bit.ly/19anc0R
Süleyman İrvan - Barış Gazeteciliği - www.bit.
ly/19anc0R
4
5
www.medyaokuryazarligi.org.tr
Helikopterin Düşürülmesini Gazeteler Nasıl Gördü? - 17
Eylül 2013 - www.bianet.org/bianet/siyaset/149973
6
Demokratikleşme Programı Medya Raporları Serisi - 2/
Türkiye’de Medyanın Ekonomi Politiği: Sektör Analizi www.tesev.org.tr
7
Ekim
Kasım
Aralık
2015
f/64
Doğaçlama
Hakkın Fotoğrafçısı, Barışın Fotoğrafı
Özcan YURDALAN
Fotoğrafçı, Yazar
[email protected]
“Hak haberciliği ve barış gazeteciliği” mevzusu,
fotoğraf gibi, varlık nedeni tanıklık üretmek olan
bir iletişim ortamının doğrudan ilgi alanına giriyor.
Fotoğraf bir taraftan ne niyetine kullanırsan ona
hizmet eden kolektif bir eğlence aracı ama öte
yandan haber ve medya denince ilk akla gelen
medyumlardan biri.
Fotoğrafların enformasyon maksatlı kullanımı
oldukça eski tarihe dayanıyor. Avrupa ve Amerika’da
kameralar sokağa çıktıktan hemen sonra uzak
coğrafyalardan bilgi toplamak için kullanıldı. İlk
başlarda temiz amaçlarla insanlığın hayrına hizmet
edermiş gibi görünen fotoğrafçılık, sömürgeci
ve işgalci maksatların hizmetine koyulmakta
gecikmedi. Adalet, barış, hak getire tabi…
Fotografi denince oldum olası “hakikat sözcülüğü”
akla geliyor. Dün öyleydi, hala böyle. Haber ve
belgesel fotoğrafçılığının zaafları üstüne kafa
yoranlar da, bu alanda eylediği halde yeterince kafa
yormayanlar da meseleyi bu zemine basıyorlar hala.
Birbirine ters düşünseler de hareket noktaları bu ön
kabul. Hâlbuki o fazdan geçtik. Fotoğrafın doğası,
gerçeğin sözcülüğünü kendiliğinden yapabilecek
bir yapıya sahip olmadığı gibi, yeryüzünde saf
hakikat sözcülüğü yapabilecek ne bir canlı, ne
de bir alet mevcut. Bunu geçelim. Geçer geçmez
karşımıza çıkan ilk soruya bakalım:
Fotoğraflarla hak haberciliği ve barış
gazeteciliği yapmanın imkânları ve kriterleri
nelerdir?
“Barış Gazeteciliği” kavramını ilk kullanan Prof.
Johan Galtung, “gazeteciliğin içine barış katmanın”
yollarını ararken dört odaktan söz ediyor: “Barış
odaklı, gerçek odaklı, hak odaklı, çözüm odaklı bir
habercilik yapmak...” Genel çerçevesiyle konuya
böyle yaklaşan Galtung’un bu dört kriteri Annabel
McGoldrick ve Jake Lynch tarafından barış
24 25 AFSAD
gazeteciliği eğitimlerinde ayrıntılarıyla işleniyor.
Öncelikle işi habercilik olan fotoğrafçıların
esas alması gereken bu meslekî ve etik duruş,
fotoğrafçının dünyaya hangi pencereden baktığıyla
yakından ilişkili.
Bizim gibi haberi ya batılı kaynaklardan ya iktidar
bağlantılı odaklardan ya da sermaye bağımlı ana
akım medyadan almaya mahkûm toplumlarda, foto
muhabirlerinin işlerinde barış ve hak haberciliği
kavramı gündemde bile değil. Az sayıda foto
muhabiri bu kavramın içeriğinden haberdar ve
derinlemesine bilgi sahibi. Gel gör ki ne mesleki
gündemde ne de günlük haber trafiği içinde barış
ve hak haberciliğinin bir yeri var. Alternatif ve
bağımsız medya ise meseleyi ilkesel bazda dikkate
alsa bile etkili bir şekilde gündemine taşıyarak
yaygın biçimde görünür kılamıyor.
Öte yandan fotoğrafçılığı profesyonel ilişkiler
içinde yapmayan ancak toplumsal olaylara hak ve
barış mevzularına yakından ilgi duyan geniş bir
fotoğrafçı grubu için durum biraz daha farklı.
Bu fasla geçmeden önce söze biraz geriden
başlamakta fayda var. Foto muhabirliği sadece
çekilen fotoğrafın türüyle, haber vasıflarıyla,
fotoğrafçının niyetiyle tamamlanabilecek bir
alan değil. Haber fotoğrafının en hasını çekmek
yetmiyor. Bir fotoğrafın “haber” olabilmesi için
öncelikle bir “medya” zincirine dâhil olması gerek.
Burada “medya”dan kasıt kavramın düz anlamıyla
“iletişim ortamı” mahiyetinde kullanıldı. Fotoğrafın
sunulduğu her alan sergi, gösteri, sosyal medya
vs. elbette bir iletişim ortamıdır, ancak bu ortama
sunulan fotoğrafın haber olabilmesi için gerekli
unsurlardan başlıcası da “zaman”dır. Fotoğrafa
konu olan olayın gerçekleşme anı ile izleyiciye
ulaştığı an arasında geçen zaman bir fotoğrafın
haber olabilmesi için temel unsurlardan biri.
Haberi haber kılan bu unsur, belki geçen yüzyılda
günler hesabıyla ölçülüyordu ama çoktandır saatler
esas alınıyor, hatta dakikalar, saniyeler söz konusu.
Yani bir haber fotoğrafı çekilmişse en doğru
biçimde ve en tez vakitte izleyicinin önüne gelmeli
ki haber olabilsin.
Bu temel ilkeyi hatırlatıyorum, çünkü görüntüleriyle toplumsal süreçlere müdahale etme
niyeti taşıyan gönüllü fotoğrafçılar özellikle bu
unsuru ihmal ederek çalışıyorlar. Sonuçta haber
fotoğrafçısı gibi olayları yakından izleyen, gerilimli
ortamlarda risk alarak fotoğraf çekmeye çalışan,
basın açıklamalarında en ön saflarda yer alan
fotoğrafçıların sayısı hiç de az değil. Az olmasın
zaten. Bu ilgi ve emek son derece değerli. Toplumsal
olayları sadece medya mensubu fotoğrafçılar haber
yapabilir demiyorum. Demiyorum ama bir olayı
haber fotoğrafı olarak ele alan fotoğrafçılar aynı
zamanda bir iletişim kanalına da sahip olmalılar.
Çektiklerini
arşivlerinde
değerlendirmekle
yetinmemeli, bir araya gelmeli, kendi medyalarını
en güvenilir görsel haberler verecek biçimde
oluşturmalılar. Olaylardan çektikleri fotoğraflar,
ancak bu sayede haber olabilmek için gerekli
unsurları tamamlayabilir. Bu noktadan itibaren de
haberin inşa süreçlerini tartışır, etiğini ve içeriğini
değerlendirilebiliriz, barış ve hak haberciliği
vasıflarını gündeme getiririz.
Haber fotoğrafı çeken her kim olursa olsun, ama
mutlaka bir medyası bulunsun. Bu medya ister
ana akım, ister alternatif, ister bağımsız olsun
ama mutlaka olsun. “Ben toplumsal olayların,
durumların fotoğrafını çeker arşivime koyar,
portfolyomda değerlendirir, bir ara gösteri yapar,
sergi açar, kitap yayınlarım” şeklindeki yaklaşımlar
pek isabetli olmamakla birlikte kimi zaman
sakıncalı durumlar da ortaya çıkarabiliyor.
Asıl söylemek istediğim mevzuya geldim sanırım.
Toplumsal olaylarda foto muhabiri gibi davranarak
özellikle gerilimli durumlarda aktif çalışmak
kuşkusuz heyecan vericidir. Macera, hareket,
gerilim, özellikle toplumcu dünya görüşüne sahip
fotoğrafçıyı cezbeder. Üst sınırı kestirilebilen
şiddet ortamlarında fotoğraf çekmek, bünyeye
adrenalin pompasıyla birlikte çarpıcı deneyimler
yaşatır. Aynı zamanda toplumsal sorumluluklarını
yerine getirme hissi yaratır. Dezavantajlı grupların
yaşam alanlarına fotoğraf aracılığıyla dâhil
olmak da pek farklı değildir. Dezavantajlı gelir
gruplarından insanların sosyal ve ekonomik
faaliyetlerini fotoğraflamak, kişide toplumsal
görevini yaptığı hissi uyandırır; hak fotoğrafçılığı,
barış haberciliği yaptığı, adalete, özgürlüğe hizmet
ederek sorumluklarını yerine getirdiği izlenimi
verir. Ancak bu bir yanılsamadır. Ezilenlerin, yoksulların fotoğraflarını çekerek,
marjdaki hayatlardan fotografik tanıklıklar
üreterek, eylemler, mitingler, direnişler, işgaller
fotoğraflayarak yapılan işin adına “hak ve barış
fotoğrafçılığı” diyemeyiz. Bir sosyal duruma
tanıklık
etmek,
enformasyon
mahiyetinde
fotoğraflar çekmek, eğer ki bu fotoğraflar haber
vasfı taşıyamıyorsa, haberin temel unsuru olan
okuyucuya/izleyiciye en kısa sürede ulaşamıyorsa
nafiledir.
Hak ve barış fotoğrafçılığı eksenindeki davranış
biçimi, bu nedenledir ki haber fotoğrafçısının
tavrından,
tutumundan,
işleyişinden
ve
beklentilerinden farklı olmalı. Olayları sadece
göstermekle yetinen foto muhabirliği tarzı
yerine, olayların ortaya çıkışındaki nedenleri
araştırıp anlamaya çalışan hikâyeler çekilmeli.
Fotoğrafçı, sokağa yansıyarak görünür hale gelmiş
sonuçları değil, o sonuçları yaratan nedenleri,
toplumsal meseleleri göstermek için çalışmalı. Bu
fotoğraflama tarzıyla birlikte üretilen hikâyeler
bize hak ihlallerini derinlemesine anlatabilir,
barışa olan ihtiyacımızı yaşanmışlıklar üstünden
hikâye edebilir. Tanımlayıcı belgesel, sosyal
belgesel, toplumcu belgesel ya da ne diyeceksek
adına
sorumluluk
hissederek
objektifini
toplumsala çeviren fotoğrafçılar, “hak ve barış
fotoğrafçılığı” meselesini, sokaktaki sonuçları
değil onların arkasında yatan toplumsal nedenleri
gösterecek fotoğraflama tarzının içinde tartışmaya
başlayabiliriz diye düşünüyorum.
O Parto/ Doğum
Ekim
Kasım
Aralık
2015
Portfolyo
Doğaçlama
Gustavo GOMES
Bu fotoğrafların, bizim kişisel hikâyemizi anlatıyor
olmasının yanı sıra, Brezilya’da doğal yoldan ve evde
yapılan doğumlar hakkında farkındalık yaratmasını
umuyoruz. Bizim ülkemiz dünyada en yüksek sezaryen
doğum oranına sahip olan ülke -devlet hastanelerinde
gerçekleşen doğumların yaklaşık %50’si ve hayrete
düşürecek biçimde özel hastanelerdeki doğumların
%87’si-. Bu uygulamanın yapılmasının sebebi tıbbi
sebepler de değil, tek sebebi bu tip doğumların
gününün belirlenebiliyor olması ve doktorlar için
daha hızlı bir işlemle gerçekleşiyor olması. Kız
arkadaşım Priscila ve ben tüm süreç boyunca doğum
koçumuz, ebemiz ve çocuk doktorumuz sayesinde
hiç çaresiz hissetmedik. Umarız bu fotoğraflar doğal
ve evde yapılan doğumlar hakkında insanlara fikir
vererek gelecekte anne olacak kadınları gereksiz
26 27
AFSAD
şekilde sezaryenle doğum yapmaması yönünde
cesaretlendirir.
Süreci fotoğraflıyor olmam, benim Priscila’ya destek
olmamı ve sürece dâhil olmamı engellemedi. Bu
sebeple kızım Violeta’nın doğum fotoğrafları yok,
çünkü o gün ışığına çıktığında onu ilk kucaklayan
olmak için oradaydım.
Sanatçının diğer çalışmaları için aşağıdaki kişisel
internet sitesini ziyaret edebilirsiniz;
www.gustavominas.com
www.instagram.com/gustavominas
Hazırlayan ve Çeviri : Zeynep HAMURDAN
28 29
AFSAD
30 31
AFSAD
2015
Kapı Aralıkları/ Doorways
Portfolyo
Doğaçlama
Ekim
Kasım
Aralık
Sevra Nihal ÜNAL
Dünyadan ümidi kesmeye başladığımda gidip
uzanıyorum, sunanın güzelliğini suya emanet ettiği
ve balıkçıların beslendiği yere... Durgun suyun
huzuruna çıkıyorum. Dünyanın zerafetine dinginlik
bulduğum bu an için, ö z g ü r ü m…
…“aman tanrım diye bağırır, sen kim oluyorsun da
işime karışıyorsun, beni şu küçük zavallı misinayla
yukarı çekmeye nasıl cürret edersin? O zaman ben,
yani akıl, şu cevabı veririm, “Sevgili dostum, çok
uzağa gidiyordun”, sakin ol, derim, kıyıda öfke ve
hayal kırıklığı içinde nefes nefese otururken. Elli
yıl kadar beklememiz gerek yalnızca. Elli yıl içinde
bana getirmeye hazır olduğun bütün bu tuhaf bilgiyi
kullanabilir hale geleceğim. Ama şimdi olmaz.
Görüyorsunuz ki onu sakinleştirmeye çalışıyorum,
bana
söyleyeceklerini,
örneğin
kadınların
bedenlerine dair, tutkularına dair söyleyeceklerini
kullanamam, çünkü uzlaşımlar hala çok güçlü.
Uzlaşımları yeneceksem eğer, bir kahraman kadar
güçlü olmalıyım, oysa bir kahraman değilim ben.”
Ursula “Kadınlar Rüyalar Ejderhalar”
Hazırlayan: Ceren ÖZCAN
32 33
AFSAD
34 35
AFSAD
36 37
AFSAD
2015
Geçmişten Günümüze
İkonik Fotoğraf
Karşı-laşan
Düşünceler
Doğaçlama
Ekim
Kasım
Aralık
Orhan ALPTÜRK
Fotoğraf Sanatçısı, Yazar
[email protected]
Günümüzdeki ikonik fotoğrafa bakabilmemiz
için öncelikle tarihsel, toplumsal ortaya çıkışını
anlamamız gerekmektedir.
İkon her şeyden önce bir görsel imge demektir. İlk
olarak Hristiyanlıkta, özellikle de Ortodokslukta
daha çok görülür ve kullanılır. Tamamen dinsel
ve simgesel bir yapıdır. Simgeseldir çünkü resim
tamamen Tanrıya olan inancı temsil eden bir
gösterge, bir kod sistemi olarak üretilmekte ve işlev
görmektedir. Yani, en baştan itibaren bu şekilde
tasarlanmakta ve üretilmektedir. İzleyici de bu
amaçla tüketmektedir
1839
yılında
Fotoğrafın
ortaya
çıkışından
itibaren böyle bir kavram fotoğraf adına hemen
üretilmemiştir. Çok daha sonraları, fotoğrafın üretim
ve tüketiminin yaygınlaşması, görsel medya’nın
fotoğrafı bolca kullanması ile bu kavram fotoğraf
adına da kullanılmaya başlamıştır.
Peki; nedir İkonik Fotoğraf ? Hangi tür fotoğraflara,
neden bu adı vermekteyiz? Bu fotoğrafları üretmenin
belirli kuralları, yapısal ve önceden belirlenmiş
tasarım kuralları ve ölçütleri var mıdır?
Herşeyden önce, hiçbir ikonik fotoğraf öncelikle
ikonik fotoğraf türü olarak üretilmez, üretilemez.
Bir fotoğrafın ikonik fotoğraf olabilmesi klasik
bir fotoğrafın -yani doğrudan fotoğrafın- ancak
tüketim bağlamlarında izleyici ile belli bir süre için
buluşmasından, izlenmesinden sonra gerçekleşir.
Çünkü ikonik özellik bir fotoğrafın ontolojik (varlık
bilimsel) özelliği değil aksine tamamen tarihsel,
toplumsal ve kültürel bir özelliktir.
Hiçbir fotoğrafçı önceden çektiği fotoğraf’ın bir
ikona dönüşüp dönüşemeyeceğini bilemez. Bilindiği
gibi Klasik fotoğraf türü her şeyden önce üretilirken
bir kayıt; bir var olanı, bir olayı kayıt altına almak,
toplumsal bellek yaratmak vb. anlayışlar üzerinden
Yukarıda gördüğümüz 5 Haziran 1989 tarihinde
çekilen fotoğraf Pekin’deki öğrenci eylemleri
sırasındaki bir görüntüdür. Bütün dünya basınında,
hatta karşıt iki ideolojinin yayın organlarında yer
almış, bir süre sonra da özgürlüğün, direnişin tüm
dünyada simgesi haline gelmiştir.
Bulvarda ayakkabı boyacısı. Daguerre, 1839/Paris
üretilir. Bu fotoğrafların bir kod ve görsel dil sistemi
olarak, dünya üzerinde bir yanıyla öznel bir yorum
olduğu çok sonraları anlaşılmaya ve kabul edilmeye
başlanmıştır. Gerek üretici, gerekse tüketici tarafından
genelde uygulanan anlamlandırma rejimi; fotoğrafın,
neredeyse görmeye eşdeğer olduğu, dolayısıyla
temsil edilen nesnenin ya da olayın gerçekten olduğu,
yaşandığı ön kabulü şeklinde çalışır.
İkon’a dönüşen fotoğraf artık bir simgeye, bir
sembole karşılık gelecektir. Yani bir göstergeye, bir
kod sistemine dönüşmüştür. Toplumsal bellekte
olayın kendisinden, yerinden, tarihinden, hatta
fotoğrafçısının adından çok kabul edilen simgesel
anlamıyla yerini alınacak, hafızalara kazınacaktır.
38 39
AFSAD
İkinci fotoğraf ta aynı olayın başka bir görüntüsüdür.
Fakat bu fotoğraf aynı işlevi görüp tüketim dolaşımda
diğeri gibi uzun süre yerini alamamıştır. Çünkü iki
fotoğrafa dikkatle baktığımızda tank man adını alan
yoldan geçen işçi ikinci fotoğrafta sanki tanklara
sadece hayretle bakan bir insanı göstermektedir.
Halbuki ilk fotoğraftaki duruş tam anlamıyla bir
BİREY olarak insanın DİRENİŞ’ini simgelemektedir.
Bu nedenle kısa sürede bir ikona dönüşebilmiştir.
Tabi ki çok belirli özelliklerinin dışında bir fotoğrafın
önceden bir ikona dönüşüp dönüşemeyeceğini
bilmemiz pek mümkün değildir. Çünkü yukarıda
da belirttiğim gibi bir fotoğraf izleyici karşısında
dolaşıma girdikten sonra ancak bir ikon konumuna
yerleştirilmektedir. Evet, onay görme, bir olayı ya
da artistik bir duruşu mükemmel yakalama, farklı
insanlar, farklı toplumlar için çoklu çağrışımlar
yaratabilmek,
duyguları
tahrik
edebilmek,
yönlendirebilmek gibi bazı temel özelliklerden söz
edebiliriz. Ama bunlar hiçbir zaman bir fotoğrafın
ikona dönüşmesi için yeterli gelmeyecektir. En temel
nedenlerden biri de önceden toplumsal izleyicinin
fotoğraflar karşısında ne tür bir tepki vereceğini
bilememektir.
Ama İKONİK FOTOĞRAF özelliği olarak tek bir
kesin oluşturucu görsel öğeden söz edebiliriz.
Bu da fotoğraflarda izleyicinin kendisini görmek
istemesidir. Yani, İZLEYİCİ; insanın insan ile, toplum
ve dünya ile iktidar sistemleri karşısındaki insanı
görmek istemektedir. Kısaca bunun adına ‘İNSAN
HALLERİ’ de diyebiliriz. Ancak bu fotoğraflar çeşitli
bağlamlarda dolaşıma girdikten sonra bir ikon’a
dönüşebilmekte ve kabul görebilmektedir. Zaten tüm
ikonik fotoğraflardan görsel olarak insan figürünü
çıkarttığınız anda bir uzamın anlamsızlığından başka
bir şey de kalmamaktadır.
bilinmeden sembolik anlamı ile izleyicileri hala
etkilemeye, yönlendirmeye, duygusal olarak tahrik
etmeye devam edebilmektedir. Görüntülerin çok
farklı medya araçları ile hızla tüketime sokulması ve
anında yarattığı duygusal ilişki ile hızla unutulmakta,
ikona dönüşmesine akılsal, anlamsal, sorgulama
boyutlarında fırsat bile kalmamaktadır. Bu nedenle
de yakın dönemlerde pek az fotoğraf ikonik bir
konuma dönüşebilmekte, toplumsal belleği sembolik
anlamda oluşturamamaktadır.
1990’lı yıllara gelince bu eski ikonik fotoğrafların
sembolik anlamlarının dünyaca bir toplumsal bellek
oluşturduğunu, hatta bu sembolik anlamları ile
gündelik yaşam nesnelerinde kullanıldığına tanık
olmaktayız (tişört baskılarından bardak baskılarına
kadar).
90’lardan itibaren gelişen sayısal teknoloji ve sosyal
medya ikonik olabilecek fotoğrafları bile hızla
tüketmekte, adeta fotoğrafın ikonlaşmasına izin
dahi vermemektedir. Halbuki, ikonik fotoğrafların
en önemli özelliklerinden biri de fotoğrafın her
tür toplumsal varlık karşısında bir özne gibi etki
eder duruma gelmesidir. Anlamsal olarak o ikonik
fotoğrafın tarihsel, toplumsal ve kültürel yanı
Tabi ki toplumsal olaylara yönelik ikonik oluşumlara
karşın bir de toplumca, dünyaca tanınmış meşhur
bireylerin (artistler, oyuncular, siyasi liderler, bilim
insanları vb.) bazı fotoğrafları ikonlaşabilmektedir.
Bunlarda gündelik tüketim nesnelerine malzeme
olabilmektedir. Hatta bazı ikonik görüntüler bazı
sanatçılara hizmet etmektedir (özellikle de pop
sanatında bu görüntüler bolca kullanılmış ve
kullanılmaya devam edilmektedir).
Ekim
Kasım
Aralık
2015
Usta
İşi
Doğaçlama
Toprağıyla, İnsanıyla;
Ülkesinin Savdalısı: “Fikret OTYAM”
Fikret Otyam’a göre “Dünyada üç tane güzel göz vardır. Birincisi; Doğu Anadolu
kadını gözü, ikincisi; eşek sıpası gözü ve üçüncüsü; ceylan gözü.”
19 Aralık 1926 tarihinde Aksaray’da doğmuştur Fikret
Otyam. İlk ve ortaöğrenimini Aksaray’da tamamlayan
Otyam’ın lise öğrenimi kesintili olarak Ankara ve
Kayseri’de sürmüştür. Liseden sonra İstanbul’a gitmiş,
Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nden
mezun olmuştur. Burada ünlü ressam Bedri Rahmi
Eyüboğlu’nun öğrencisi olmuştur.
Gazeteciliğe 1950 yılında henüz Devlet Güzel Sanatlar
Akademisi’nde öğrenci iken “Son Saat” gazetesinde
başlamıştır. Sonra Falih Rıfkı Atay’ın çıkardığı Dünya
Gazetesi’nde yazar ve Yazı İşleri Müdürü Ali İhsan
Göğüş’ün yardımcısı olmuş; ardından Ulus Gazetesi’nde
ve Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışmış ve köşe
yazarlığı yapmıştır. Özellikle Anadolu ile ilgili yazdığı
röportajlarla tanınmıştır. Bu röportajlarını çok sayıda
kitapta toplamıştır. Ayrıca Aydınlık Dergisi’nde haftalık
yazılar yazmıştır.
Röportaj ve fotoğraflarında olduğu gibi tuvallerinde de
Anadolu insanını resmetmiş, sık sık keçi ve başı örtülü
Anadolu kadınlarını figür olarak kullanmıştır. Anadolu
kadınlarını iri gözlü, küçük burun ve küçük ağızlı olarak
betimlemiştir.
İFSAK (İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Klubü)
ile bir süre başkanlığını yaptığı ve bir dönem başkanlığını
üstlendiği (1977-1979) ve Onur Üyeliği’ne sahip olduğu
AFSAD’da (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği)
ülke sorunlarını dile getirdiği, eleştirel yaklaşımla
aktarıldığı çalışmalar yapmıştır. Emekli olduktan
sonra resme ağırlık vermiş, Antalya’ya yerleşmiştir.
Akdeniz Gazetecilik Vakfı ve Altın Portakal Kültür Sanat
Vakfı’nın kurucu üyelerindendir. Maalesef 9 Ağustos
2015’te aramızdan ayrılmıştır.
Ustayı elbet sizlere özetle anlatmak çok zor… Bu kadar
kimliği taşımış birini sizlere aktarmakta yine bir usta
olarak kendisi imdadımıza yetişmekte. Sayısız röportaja
imza atmış biri olarak kendini, eserlerini, ülkesine
hizmetini, halkına sevgisini verdiği çoğu röportajında
bakın kendi dilinden nasıl aktarmıştır.
40 41 AFSAD
Resimle tanışmasından başlarsak;
“Aksaray Orta Okulunda çok değerli bir resim
öğretmenimiz vardı. Çok yardımcı olmuştu, kontrplak
üzerine kutu yağlıboya ile resim yapmayı öğretmişti
bana. Bir gün belediyenin önünde yabancı bir çocuk
gördüm, yardım ettim. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar
Akademisi’nde öğrenciymiş. Okul hakkında bilgileri
topladım ve babama durumu anlattığımda ‘tabelacı mı
olacaksın?’ dedi ama ben İstanbul’a gittim. İbrahim
Çallı’nın atölyesinde bir yıl ‘misafir öğrenci’ oldum,
2. yıl sınav vererek gerçek öğrenciliğe geçtim. Çallı,
akademideki bütün hocaların hocası ama bir de Bedri
Rahmi Eyüpoğlu var. Çallı’dan izin alarak, şairliği,
yazarlığı, ressamlığı ve üstüne üstlük türkü severliği
ile bana çok yakın bulduğum ‘can adam’ Bedri Rahmi
Atölyesine geçtim, buradan da 1953 yılında mezun
oldum.”
İsmet İnönü Otyam’ın sergisini gezdikten sonra, sergi
defterine düştüğü notta şunları yazmıştır: “Otyam’ın sergisi,
öğrenmek için bir cilt kitap sayılır”.
Fotoğraf tutkusu ise;
Ortaokulda iken Fransızca öğretmeni olan Emekli Albay
Lüleci Haşim Bey “Lenduha ayaklı, cama çeken fotoğraf
makinesini” sanatçıya armağan etmesiyle başlamıştır.
Babası İsmet İnönü’nün silah arkadaşlarındandır. “24
Temmuz 1942, Reisi Cumhur İsmet Paşa, Adana’dan
Ankara’ya geçerken öğle yemeği için evlerini ziyarete
geldiğinde ilk kez Paşa’nın fotoğrafını o gün çekmiştir
ve sonrasında bunu anılarında “Nereden, nasıl
bilebilirdim ölünceye kadar fotoğraflarını çekeceğimi”
diye paylaşmıştır.
Güzel sanatlar eğitimi devam ederken 1950 yılında
aslında resim haricindeki hayali gazeteciliğe “Son
Saat” gazetesinde başlamıştır. 1953 yılı onun için
oldukça mühim bir yıl olmuş, Akademi’nin resim
bölümünü bitirdiğinde Falih Rıfkı Atay’ın çıkardığı
Dünya Gazetesi’nde yazar ve Yazı İşleri Müdürü Ali
İhsan Göğüş’ün yardımcısı olmuştur. Aynı yıl ilk kez
patronundan aldığı izinle çok merak ettiği Güneydoğu
Anadolu’ya -bu yörelerdeki çeşitli toplumsal sorunları,
bu sorunları ortadan kaldırmaya yönelik bir anlayış
ile- gitmiştir. Yaşar Kemal de bölgeye Cumhuriyet
Gazetesi’nden aynı görev için gitmiştir. Bu doğu gezisi
Otyam’ın ‘Gide Gide’ adını verdiği röportajlarının
ilkini ortaya çıkarır. Röportajda Ferrania kutu fotoğraf
makinesiyle çektiği fotoğrafları da yayınlanır ve çok ses
getirir. Basında ilk kez Doğu fotoğrafları yayımlanmıştır.
İki gazetede de aynı zamanda yazı dizileri başlayınca
Fikret Otyam’ın fotoğraf üstünlüğü ilgiyi artırır. Otyam;
“Benim üstünlüğüm fotoğrafta. Oyuncak gibi bir kutu
makinem var, eskiden ‘ön arka net’ denilen bir sistem.
Bu makine hem röportajı kurtardı hem de adımı
duyurdu” demiştir.
Gazeteciliği Ulus ve Cumhuriyet Gazetesi’nde
sürdürmüş, daha sonra uzun yıllar Cumhuriyet
Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapmıştır.
Otyam henüz gazetecilik yaşamına başlamadan
fotoğrafla tanışmış hatta profesyonel oluşumların
içinde bulunmuş olmasına karşın, foto-röportajcılığa
başlaması zorunluluktan kaynaklanmıştır. Tanınmasını
sağlayan Anadolu ve Güneydoğu Anadolu ile ilgili
yazdığı röportajları çok sayıda kitapta toplamıştır.
1979 tarihinde gazeteden emekli olduğunda Antalya’ya
yerleşerek özgürce resimler yapmaya başlamış, ilk
tutkusu olan resim yapmayı hiç bırakmamıştır. Bir
yandan da Aydınlık Gazetes’inde haftalık yazılar
yazmaya devam etmiştir.
Akademiden,
fotoğrafçılıktan,
gazetecilikten
biriktirdikleri, Anadolu’ya duyduğu aşkla birleşmiş,
Fikret Otyam’ın resimlerinde yeni görsel imgelere
bürünmüştür. Fotoğrafla yakaladığı ayrıntılar ve
ifadeler resimlerinde yine ifadeci bir anlayışla ortaya
çıkmıştır. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun resim öğretileri,
Anadolu-Batı sentezi aktarımları onun fotoğraflarında
lekeci üslupta, resimlerinde benzer bir anlayışla insan
duyarlılığı ve Fikret Otyam’ın kişiliği ile birleşmiştir.
Resimlerinde göz figürleri üzerinde özellikle durmuş,
gözleri iri ve dikkat çekici olarak betimlemiştir. Fikret
Otyam’a göre “Dünyada üç tane güzel göz vardır.
Birincisi; Doğu Anadolu kadını gözü, ikincisi; eşek sıpası
gözü ve üçüncüsü; ceylan gözü.” Anadolu kadınlarının
resimlerinde gözlerini iri olarak betimlerken burunları
ve ağızlarını küçük olarak betimlemeye gayret etmiştir.
Onun resimlerinde Türk geleneksel sanatı ürünlerinden
camaltı
resimlerinin
“masal/sahiciliği”
vardır.
Şahmeran’ın gözleri gibidir genç kadınların gözleri,
giysileri rengârenk çiçekler gibidir, yani figürler doğanın
bir parçasıdır.
Önce kalemi ve fotoğrafları sonra fırça ve tuvaliyle
insanın peşine düşmüştür Fikret Otyam. Özentisiz,
taklitsiz, kuvvetli bir görme ve algılama gücüyle, zaman
zaman durağan, zaman zaman hareket halindeki
tuvalleriyle, bir uçtan bir uca beyaz ya da simsiyah hareli
atlarıyla, yalın ve sevecen tarzı Fikret Otyam’ı “O” yapan
en önemli özellikleridir.
Röportajlarının yanı sıra hem gazetede yayımlanan
fotoğrafları, hem de açtığı sergileri ve kartpostalları
ile Fikret Otyam, fotoğrafın toplumsal amaçlar
doğrultusunda kullanımı konusunda,
“Toplumsal
belgeci fotoğraf” alanında en yetkin örnekler veren
fotoğrafçımızdır. Fikret Otyam, yazı ve röportajlarında
eğildiği toplumsal kesimi şu sözlerle ifade etmiştir:
“Ezilen, horlanan, sahipsiz, gözü olup da görmeyen,
kulağı olup da duymayan, dili olup da söylemeyen
kesimin, sömürülen, ezilen halkımın dili, gözü, kulağı
olmayı yeğledim.” Bu açıdan fotoğraf çalışmalarında bir
yandan özellikle Anadolu insanının sorunlarını aktarma
işlevini üstlenirken, bir yandan da çözüm bulmaya
yönelik yaklaşımı yeni kuşakların yetişmesinde de etken
olmuştur.
Fikret Otyam için;
İsmet İnönü Otyam’ın bir sergisini gezdikten sonra sergi
defterine düştüğü notta şunları yazmıştır: “Otyam’ın
sergisi, öğrenmek için bir cilt kitap sayılır.”
Fotoğrafın ustalarından Ozan Sağdıç’tan Otyam
için;
Susuzluktan kuruyarak çatlamış topraklar, o topraklara
bile sahip olamayan topraksız köylüler, bakımsızlıktan,
ilaçsızlıktan kırılan bebeler, yaşamın bütün yükünü
sırtlanmış çilekeş kadınlar, devletten şefkat yerine
jandarma zulmü gören garibanlar, yersiz yurtsuz
göçerler, toprağın bilmem kaç kat altında ölüm
tehlikesiyle burun buruna yaşam savaşı veren güneşe
hasret madenciler… Ve daha nice çilekeş insanlar, somut
çileleriyle, yurdun o köşe bucağından habersiz kişilerin
gözüne sokuluyordu.
Fikret Otyam, kendisi de farkında olmadan 60’larda ve
70’lerde yetişen çoğu amatör bir kesim olan fotoğrafçılar
tarafından idol olarak görülmüştür. Sık sık Doğu’ya,
Güneydoğu’ya gidiyor, dağ tepe, köy köy, mezra mezra
dolaşıyordu. Çabuk dost olabilmesi, insanlarla hemen
kaynaşabilme yeteneği sayesinde topluluklara ustaca
nüfuz etmesini iyi beceriyordu. Ama her seferinde gittiği,
gezdiği yerlerden insanın yüreğini burkan fotoğraflarla
dönüyordu. Bu sergileme, halkın olduğu kadar kimi
yöneticiler üzerinde de etkili oluyordu.
Biraz bilinçsizce, işin özüne varmadan gerçekçi fotoğraf
sanatının sadece sefalete yönelmekle elde edilebileceği
kanısı yaygınlaştı. Benim kişisel görüşüme göre, sol
felsefeye hümanizmden çok slogancı basma kalıpçılık
çöreklendi, “Gördüğün ve görüntülediğin sefil manzara,
realizm adına yapılmış bir başyapıttır. Sanat mı? orada
sergilediğin çıplak gerçek sanatın kendisidir. Estetik
mi? o da ne ki canım, onu da es geçiver bir kalem…”
Sümüklü çocuk fotoğrafı deyimi bizim Türk milletine
özgü bir kavramdır.
Otyam’ın röportaj fotoğraflarındaki amacı, kuru
kuruya bir sefalet edebiyatı yapmak ve bunu sömürmek
değildi. Dünyadan habersiz bir halkı bilgilendirmek,
bilinçlendirmek ve yönetici kesimini çare bulmaya sevk
etmekti. Onun çilenin içine girerek, çileyi yaşayarak,
görmeyen gözlere sundukları bambaşka bir dünya
görüşüne dayanır. Nitekim Jandarma dayağı mı? üzerine
gidilmiştir. Bebeleri yaşamı tanımadan melek yapan
sıtma mı? kızamık mı? kökü kurutulmuştur. Yersiz
yurtsuz göçerleri mi yazmıştır? iskân edilmişlerdir.
En en önemlisi de, GAP projesi diye anılan, bütün
Güneydoğu Anadolu’yu kapsayan dünya çapındaki su
projesinin anasının babasının Otyam’ın çektiği Harran
Ovası’nın kuraklıktan çatlamış toprakları ile oralarda
yaşayan çilekeş insanların fotoğraflarıdır.
Otyam sohbet adamıydı; sözü baldan tatlıydı. O başından
geçenleri anlatırken ağzı açık dinlerdiniz. Müthiş bir
hikâye kurucusu ve anlatıcısıydı. Anlatımlarına zaman
zaman duygusallık da karışırdı. Gözle görünenlere
Otyam bir de gönül penceresinden bakıyor olmalıydı.
Ama onun fotoğrafları çıplak gerçeğin abartısız bire
bir tanıklıklarıdır. Bu yüzden çok da etkin olmuşlardır.
Yazılarıyla ve fotoğraf kareleriyle o röportajların ve
42 43
AFSAD
asıl onlara eşlik eden fotoğrafların tarihi belge niteliği
taşımaları bir yana, o günlerin kimi sorunlarını dile
getirmesi ve etki alanına çekmeyi başardığı sorumluları
harekete geçirmesini sağladığı için çok önemlidir”.
İbrahim Demirel’den…
“Otyam’ın fotoğraflarıyla, gazetelerdeki röportajlarında,
bir de 1966 yılında İstanbul’da açtığı “Gide Gide”
sergisinde tanıştım. Fotoğraf tutkumun başlamasına bu
fotoğraflar neden oldu.”
Ustayı saygıyla anıyoruz.
Not: Yazının derlemesi ve alıntılar Merter Oral’ın
“Toplumsal Belgeci Fotoğraf ve Fikret Otyam Örneği”
kitabından ve çeşitli röportajlardan sağlanmıştır.
Kaynakça:
1- Oral, M. “Toplumsal Belgeci Fotoğraf ve Fikret Otyam
Örneği,1996,Espas Sanat Kuram Yayınları
2- www.gazetecilercemiyeti.org.tr/soylesi
3- www.antalyayerelhaber.com/roportajlar
4- hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster
5- www.renklidergi.com/kultur-sanat/roportaj/FikretOtyam-Ile-Renkli-Sohbetler-Bolum-1-Gulcin-ErtuncRoportaji
Hazırlayan: Deniz KORAŞLI
Ekim
Kasım
Aralık
2015
Ve
Sinema...
Kare İçinde Kare (Frame in Frame)
Hüseyin Can ATAÇ
[email protected]
Yüz yılı aşkın bir süredir sinema tarihinde
yönetmenler ve sinematograflar, görsel anlatımın
izleyiciye aktardığı duygu ve anlamı yönetebilmek
için çok çeşitli görsel anlatım metotları geliştirdiler.
Oluşturulan mizansen içerisinde bu duygu ve anlam
yönetimi bazen müzikle, bazen sanat yönetimi
ile bazen de sadece doğru kadrajın kurulması ile
sağlandı.
Doğru kadraj kurmanın sinematografideki yeri
tartışılmaz. Sahne içerisindeki kişilerin veya objelerin
yeri, kameranın açısı anlatımı kuvvetlendirir ve belki
de çok farklı anlamlar yükleyebilir. Bazı durumlarda
özel kadrajlar kurmak gerekebilir. Kadraj içerisinde
yeni bir kadraj kurma, diğer bir deyişle, kare içerisinde
başka bir kare oluşturma özel yöntemlerden birisidir
ve izleyici üzerinde oluşan bu duygu ve anlamı
yönetmede etkin bir yöntem olmuştur.
Bir sahnede kare içinde kare, kadraj içerisindeki bir
kişi ya da objeyi odak noktası olarak tayin etmekte
kullanılabilecek bir metottur. Kurulmuş mizansen
içerisinde izleyicinin algısını yönetirken hangi
objenin daha önemli ve öne çıkması gerektiğini,
Citizen Kane, 1941 - Orson Welles
44 45 AFSAD
hangisinin önemsiz ve geri planda kalması gerektiğini
belirleyebilir. Bazen bir kapı, bazen bir pencere
veya bir arabanın dikiz aynası bile, kare içerisinde
kurulmuş ikinci bir kare görevi üstlenebilir.
Bunun en çarpıcı ve öne çıkan en iyi örneklerinden
birisi, 1941 yılında Amerikalı dahi yönetmen Orson
Welles’in ilk uzun metrajlı filmi olan Yurttaş Kane’in
ünlü pencere sahnesidir. Sahnede çocuk Kane
karakteri, dışarıda karda oynarken ve olaylardan
habersizken, Kane’in ailesi ve bir bankacı, Kane
hakkında onun geleceğini etkileyecek bir karar
almaktadır. Konunun merkezinde Kane vardır,
ancak o konuşmalardan tamamen uzak ve bahçede
olmasına rağmen, Welles’in ustaca hazırlamış olduğu
sinematografisi sayesinde, Kane hakkında konuşan
insanlar arasında halen fiziksel olarak vardır ve
pencere sayesinde, kare içinde oluşturulmuş başka
bir kare ile, onun kapana kısılmış hali imgesel olarak
seyirciye aktarılmıştır.
Kare içinde kare metodu sadece anlamı ve duyguyu
yönlendirmek için değil, eş zamanlı olayları aynı anda
izleyiciye sunma olanağı da sağlar. Ünlü yönetmen
Alfred Hitchcock’un Rear Window (Arka Pencere,
1954) filminde, ayağı sakatlanmış bir fotoğrafçının
can sıkıntısından karşı apartmandaki evlerin
Rear Window, 1954 - Alfred Hitchcock
Duel, 1971 - Steven Speilberg
Sevmek Zamanı - Metin Erksan
pencerelerini gözetlemesi ve bu evlerden birinde
yaşayan bir apartman sakininin bir cinayet işlediğine
inanması konu alınıyor. Filmde Hitchcock çokça
kare içinde kare tekniğinden faydalanıyor. Ancak bu
kez Welles’in çalışmasındaki gibi bir odak noktası
yaratmak amacıyla değil, aynı anda farklı apartman
dairelerinde cereyan eden olayları anlatmak için.
Elbette, izleyiciye “gözetleme” hissini vermesi de bu
tekniği bu filmde çok başarılı kılıyor.
ve çokça kare içinde kare metodunu kullanmıştır.
Zamanının çok ötesinde bir film olan Sevmek
Zamanı, son sahnesine kadar, bir çerçeve içinde
Meral’in fotoğrafını sahnenin geri kalanından -hatta
Meral’in kendisinden bile- ayırarak, kare içinde kare
ile anlatışını sürdürüyor.
Bir diğer başarılı örnek ise Steven Speilberg’ün Duel
(1971) filminde görülebilir. Film, Amerika Birleşik
Devletleri’nin uçsuz bucaksız çöllerinde, uzun
bir yolculuğa çıkan bir iş adamının, yolda başına
musallat olan gizemli bir kamyon tarafından terörize
edilmesini konu alıyor. Yönetmen Speilberg, Dennis
Weaver’in canlandırdığı ana karakterin korku dolu
yüz ifadelerini ve aynı anda kendisini takip eden
dehşet verici kamyonun hareketlerini, yalnızca
arabanın dikiz aynasını kullanarak, dâhice izleyiciye
verebilmişti.
Türk sinemasında da başarılı örnekler mevcut. Metin
Erksan’ın Sevmek Zamanı (1965) adlı filminde,
Meral’in portre fotoğrafına âşık olan boyacı Halil’in
hikâyesi anlatılıyor. Usta yönetmen, başkarakter
Halil’in, Meral ile Meral’in sureti arasındaki
gelgitlerini izleyiciye görsel olarak da yansıtabilmiş
Kare içinde kare kurmak, sinemada özgün bir
anlatım çeşidi olmaktan ziyade, artık klasikleşmiş bir
tekniktir. Ancak doğru mizansen ile kullanıldığında
görsel açıdan izleyici üzerinde bıraktığı etki büyüktür.
Yönetmene, çerçeve içindeki kişinin, objenin veya
alanın önemini vurgulama şansı tanır. Bazen
anlatıcının dünyasına açılan bir kapı, bazen önemli
bir şeyi merkezine almış bir koza ya da bazen sadece
estetik bir ayraç görevi üstlenir. Sinema sanatında,
görsel estetik kaygısı taşıyan filmlerde, adeta kült
olmuş bir metot olarak var olmaya devam edecektir.
Kaynakça:
1- Treske, Andreas. Frames within Frames – Windows and
Doors. www.academia.edu
2- Anne Friedberg, The Virtual Window: From Alberti to
Microsoft, Cambridge: The MIT Press, 2006, p. 200
3- www.listology.com/afterhours/story/citizen-kane-welles1941-full-review-analysis-part-1
4- www.tr.wikipedia.org/wiki/Sevmek_Zamanı.
FOTOĞRAF / PRODÜKSİYON / DİJİTAL BASKI
, Laminasyon, Poster, Fotoğraf, Canvas, Fotoblok, Laminasyon, P
Fotoğraf, Canvas, Fotoblok, Laminasyon, Poster, Fotoğraf, Ca
Fotoblok, Laminasyon, Poster baskıları, Reprodüksiyon,
Fotoğraf, Canvas, Fotoblok, Laminasyon, Poster, Slayt tarama
Slayt - Negatif banyo
sergi fotoğraf
baskıları
Selanik Caddesi, 27/B Kızılay/ANKARA
46 47
Tel: 0 312 4180558 pbx Fax: 0.312.4181756
AFSAD
www..ratcolor.com
2015
Nan Goldin ve Aile Fotoğrafları...
Fotoğraf
Okuma
Doğaçlama
Ekim
Kasım
Aralık
Laleper AYTEK
Fotoğrafçı, Akademisyen
Koç Üniversitesi
Medya ve Görsel Sanatlar Bölümü
[email protected]
Her karesi o kadar anlık enstantaneler gibi ki,
adeta herkesin, “ben de çekerim” diyebileceği
türden çok yakınmış gibi duran fotoğraflar,
hikâyeler, zamanlar, çok bildik, tanıdık gibi...
O kadar hayatın herhangi bir köşesi gibidir ki,
özensiz, kirli, pozsuz, kolay gibi ya da öylesine,
tesadüfen deklanşöre basılmış gibi...
Ve ama hayatın kendisi olan, hayatın kendisine bu
kadar birebir, bu kadar yakından karşılık gelen,
karşılık arayan ve sorular soran.
Nan Goldin, fotoğraflarıyla en çok soru soran,
çok kolaymış, hepimiz çekermiş gibi duran
fotoğraflarıyla kesintisiz bir iç yolculuk ve
sorgulama sürecini yaşayan fotoğrafçıların
başında gelmektedir.
Bilmediğimiz, bakmadığımız ya da görmezden
geldiğimiz, yok saydığımız, bizden değilmiş,
başkalarının, ötekilerin hayatıymış gibi kaçtığımız,
uzak durduğumuz hayatların aslı’dır baktığı,
sureti değil.
“Güzel” değildir kareleri, hikâyeleri, “estetik
bir arılık” yoktur görsel dilinde fotoğraflarının
ve “kesintisiz bir olumlama çabası” içine de
girmez Alfred Stieglitz gibi ya da “Korkunç olan
şeyin estetiğini alçaltma çabasına” girişmez ya
da Edward Steichen’in 1955 yılında düzenlediği
“Family of Man” (İnsanlık Ailesi) sergisinde olduğu
gibi, “68 ülkeden, 273 fotoğrafçının çektiği 503
fotoğrafla, insanlığın ‘tek’ olduğunu, insanların –
bütün kusurları ve alçaklıklarına rağmen- çekici
yaratıklar olduklarını kanıtlamak amacıyla
bir sergide bir araya toplama” yaklaşımını
benimsemez.
Ama kesintisiz bir yüzleşme zamanı içindedir ve
izleyiciyi de buna davet eder her karesinde...
Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine’de, “Arbus’un
fotoğraflarını
çektiği
insanların
hepsi
ucubeydi ....sapkın insanların ve ucubelerin
fotoğrafları, o kişilerin çektikleri acıdan
ziyade, hayattan kopukluklarını ve hayat
karşısındaki özerkliklerini öne çıkarır” der
Arbus’un fotoğrafları için. Aynı şeyi Nan Goldin’in
fotoğrafları için de söylemek mümkündür.
“Arbus’un fotoğrafları güzel görünüşleri ve
insana özgü davranışlarıyla dikkat çeken kişiler
yerine, sıra sıra canavarları ve onların sınırda
olma hallerini yan yana koymaktaydı.” Nan
Goldin’in serilerinde de kişileri(ni)n sınırda
olma halleri öndedir. Toplumun içinde yaşıyor
olmakla birlikte, yok sayılmaları öndedir, adeta
ötekileşmiş ya da ötekileştirilmiş kişilerdir. Ve bu
kişiler Nan Goldin’in de üyesi olduğu büyük bir
ailenin fertleridir. Nan Goldin bu ailenin güncel
ya da yitmekte olan anılarının görsel hafızası,
avcısı gibidir, belki de henüz on iki yaşındayken
kaybettiği ablası Barbara’ya (ablası on sekiz
yaşında intihar ederek hayatına son verir) dair
hiç biriktiremediği fotoğrafların yerine... Kan
bağıyla akraba olmadığı ama onlardan çok daha
yakın olduğunu hissettiği ve bildiği büyük bir
ailesi vardır Goldin’in. Fotoğrafları onların iç
içe geçmiş, kişisel hayatlarını bir mesafesizlikle
gösterir biz izleyicilere. O kadar yakındırlar ki,
bir arkadaş toplantısındaymışsınız ve siz de
elinize bir makine alsanız rahatlıkla böyle kareler
çekecekmişsiniz gibi. Oysa hele fotoğrafta böylesi
bir yakınlık ve mesafesizlik, kat edilmesi en
zor mesafedir. Tam ulaştığınızı düşündüğünüz
anda aslında uzağındasınızdır ve bunun farkına
varmazsınız. İşte Nan Goldin belki de Ed van
Der Elsken’den, Weegee’den ve Diane Arbus’tan
sonra bu mesafeleri gerçek mesafesizliklerle
eşitleyebilmiş fotoğrafçıların başında gelir.
Tıpkı Anders Petersen’in, Antoine D’Agata’nın,
Daido Moriyama’nın sokaklarını, odalarını ve o
odalardaki yüzleri çekmenin benzer mesafesizlik
anlamında o kadar kolay olmaması gibi.
Görüntüler(in)deki “acı”yı çağrıştıran duygunun
yalnızlıkları çoğaltan ya da keskinleştiren yanını
hissedersiniz. Nan Goldin’in diğerlerinden en
büyük farkı, onun yüzleri, kişileri ve mekânları
48 49
AFSAD
tanıdıktır, bildiği kişileri, kendi mekânlarında
görüntüler. Caravaggio gibi, Pasolini ya da
Fassbinder gibi. Caravaggio tanıdığı insanların
resmini yapıyordu, Fassbinder filmlerinde sadece
tanıdığı insanları oynatmıştı, Pasolini ise sokakta
görüp aşık olduğu ve arzuladığı genç erkekleri
oynatmıştı filmlerinde.
Bir röportajında Arbus’un bir fotoğraf dehası
(bu yorumu Berlin sergisinin açılışında yaptığı
söyleşide de tekrarladı 20 Kasım 2010’da),
kendisinin ise olmadığını söylerken şunu da
eklemeyi ihmal etmiyordu; “Eğer bir deham
varsa bu, dia gösterilerimde, fotoğraflarımdaki
hikâyelerde ve yaptığım kurgudadır”.
Nan Goldin de bu yazıda anılan pek çok fotoğrafçı
gibi geniş açı ve prime lens kullanarak çekim
yapıyor; yakın olmak, yakınında olmak için,
dolaysız bir ilişki için, hikâyeye kendini de katmak,
izleyiciye orada olduğunu hissettirmek için ve en
önemlisi de zaten hep orada olduğu için…
“Bunuel, bir keresinde o filmleri niçin yaptığı
kendisine sorulduğunda, “Bu dünyanın aklın
hayal edebileceği bütün dünyalar içinde en iyisi
olmadığını göstermek için” demiş. Bu yakınlığı göze
alarak farklı sınırlarda dolaşan bu fotoğrafçıların,
başka bir dünya daha olduğunu göstermek
için fotoğraf çekiyor olduklarını söylemek
mümkün müdür acaba? Öyle bir dünya ki,
kusurlu, asla mükemmel olmayan, gerçek acılar
ve eşitsizliklerle yaşanan ve hepimizin içinde
yaşadığı dünyanın önemli bir parçasını oluşturan.
Ve pek çok fotoğrafçı tarif edemedikleri bir “büyülü
anın” peşinden koşuyorlar, kusursuz görüntülere
ulaşabilmek adına ve “dengesizliği açığa çıkaracak
-gerçekliği savunmasız yakalayacak ara(daki)anların peşinden gitmeyi” tercih etmiyorlar.
Çünkü fotoğraf her şeye rağmen güzelleştirir diye
düşünüyorlar ve güzelleştirsin istiyorlar.
“Güzel”i çekmek, “güzel” çekmek istiyorlar.
Oysa asla kesintisiz bir güzellikler dünyasında
yaşamıyoruz hiçbirimiz...
Ve Nan Goldin bizlere görmek istemediklerimizi,
unutmak istediklerimizi, bizden olmadığını
düşündüğümüz, aşina olmadığımız kişileri ve
hallerini gösteriyor ve rahatsız ediyor...
“Tek bir karar anı yoktur, her an karar anıdır”
diyerek, Susan Sontag’ın, “her ana aynı derecede
önemliymiş gibi yaklaştığını” söylüyor.
Ve o da tıpkı Weegee gibi, tıpkı Ed van Der Elsken
gibi, tıpkı Diane Arbus gibi, “başarılı hayatın”
karşısına “başarısız hayatı” koyuyor, görmezden
gelmeme eşiğini yükseltebilmek adına, acılarla
daha cesaretle yüzleşebilmek adına her karesinde
görüyor, kurguluyor, çekiyor ve gösteriyor, bir de
en önemlisi izleyicisini de bu suça ortak olmaya
çağırıyor.
İyi ki...
Not: Yazı içindeki tüm alıntılar Susan Sontag’ın “Fotoğraf
Üzerine” adlı kitabındandır.
Hazırlayan: Deniz KORAŞLI
Fotoğraf Kitaplarının Türkiye’deki Adresi
www.homerbooks.com |
 HomerKitabevi |  Homerbooks |  homerbookstore |  homerkitabevi
Fotoğraf kitaplarımızın güncel listesini www.homerbooks.com sitemizden inceleyip satın alabilirsiniz.
Homer Kitabevi Merkez: Yeni Çarşı Caddesi, No: 12/A, Galatasaray, 34433, Beyoğlu/İstanbul, Tel: +90 212 249 59 02 - Faks: +90 212 249 67 86
Homer Kitabevi Ankara: Bestekâr Sokak, No: 35, Kavaklıdere, 06680, Çankaya/Ankara, Tel: +90 312 426 07 77 - Faks: +90 312 465 04 20
Ekim
Kasım
Aralık
2015
Okuyoruz
İyi Fotoğraflar Çekmek İçin
Bu Kitabı Okuyun
Henry CARROLL
Remzi Kitabevi, Haziran 2015, 128 sayfa
Özgün adı: Read This If You Want to Take Great Photographs
Şimdi sihir vaktidir…
“Inzajano Latif’in bu imgesi bana fotoğrafın bir
tür sihir olduğunu hatırlatıyor” diyor son sayfalara
doğru yazar. “Fotoğraf –harika fotoğraflar–
görünür dünyanın altına nüfuz ederek altta yatanı
biraz olsun fark etmemizi sağlar” diyerekte devam
ediyor.
Bu son cümlelerine, kitabın ilk sayfasından
başlayarak iyi fotoğraf için neler yapılması gerektiği
ile ilgili bilgiler aktararak geliyor aslında.
Kitabın sonuna kadar size, yaklaşık elli usta
fotoğrafçı fotoğrafları ile eşlik ediyor; Henri CartierBresson, Richard Learoyd, Martin Parr, Sabastiao
Salgado, Ernst Haas, Nadav Kander, Ansel
Adams, Bill Brant, Dorothea Lange, Daido
Moriyama gibi ustaların fotoğraflarından
yola çıkarak bir izlek oluşturuyor.
Girişte, bir deyimle kalıpları yıkmaya
çağırıyor yazar; “Her şeyi görmezden
gelerek başlayın…”
Fotoğrafa yeni başlayanlar için bir
kılavuz niteliğinde hazırlanmış kitaptaki
ana başlıklar sırası ile; Kompozisyon,
Pozlama, Işık, Objektifler ve Görmek.
“Çoğu zaman bir imgeye en çok
zarar veren şey mesafenizi korumanızdır”;
kompozisyonda kadrajı konunuz ile doldurarak en
başta ilginizi çekmiş olan gözleminizi iletmelisiniz.
Kurallar kitabını pencereden fırlatın; “iyi fotoğraf
kurallara uyar, gerçekten harika fotoğraflarsa
kuralları genellikle çiğner” diyerek Bill Brandt’ın
figüratif ekspresyonizm akımının en önemli
ressamı, Francis Bacon’a ait fotoğrafını örnek
gösteriyor.
Pozlama başlığı altında, yarı otomatik modlar
olan P, S (Tv) ve A (Av) modları yazar tarafından
iyi kategorisinde ele alınıyor ve yaratıcılığı ortaya
çıkarmak için bu modları öğrenmek yeterli olacağını
vurguluyor. Kötü ve çirkinler ise tam otomatik
50 51
AFSAD
modlar olan makine hâkimiyetini kesinlikle
sağlayamadığımız modlar olarak kategorize edilmiş.
P modu pekiyi olarak değerlendirilmiş. Makine ışığı
ölçümü için gerekli hesaplamaları bırakın sizin için
yapsın, siz gözünüzü eğitin yeter ki.
Fotoğraf derneklerinde sıkça dile getirilen “manuel
mod iyiiii, otomatik kötüüüü” söyleminin safsata
olduğuna ve zaman kaybından başka bir işe
yaramadığına özel vurgu yapılıyor.
“Hocam ISO’yu kaç yapalım” sorusuna kısaca
“Bulutlu bir gün için 400 iyi bir ISO değeridir.
ISO’yu ayarlamak için kendinize şu an ortam
bulutlu bir günden daha mı aydınlık yoksa daha
mı karanlık diye sorun” diyerek pratik açıklamalara
yer vermiş.
“Harika fotoğraflar çekmek için ışığı
bir nesne olarak görmeye başlamanız
gerekir” diyor Henry Carroll.
Bakmayın Görün…
Bakmak ile görmek arasındaki farkı
‘Kraliçeye bakmakla Elizabeth’i görmek’
Chris Levine’nin Var Olmanın Hafifliği
adlı fotoğrafıyla anlatılıyor.
Fotoğraf makinası ile değil gözlerinizle
görün. İyi fotoğrafçı akrobattır (Fotoğraf
yogası) gibi öğütleri aslında aklımıza kazımamız
gereken öğütler. Son olarak iyi fotoğrafçı tek seferde
işi bitirmeye kalkmaz doğru kareyi yakalamak bir
süreçtir; gözlem yaparak, ne aradığınıza karar
vererek, odaklanarak ve bir seri olarak fotoğraf
çekmeliyiz.
Fotoğraflar fotoğraflara ihtiyaç duyar. Birbirleriyle
ilişkisi olmayan fotoğraflar çektiğinizde, yeterince
güzel bir sürü fotoğrafınız olur ama fotoğrafın tüm
potansiyelini keşfetmenin yanından bile geçmemiş
olursunuz.
Hazırlayan : Mebrur HATUNOĞLU
Değeri azalmaz,
aksine hep artar.
Profesyonellerin vazgeçilmez objektifi 50mm F:1.4 yeniden yaratıldı.
Bugünün olağanüstü yüksek çözünürlüğe sahip görüntü algılayıcıları için yeni bir standart. Olağanüstü
keskinlik, kusursuz dar netlik estetiği, düşük ışık koşullarında yüksek performans. Sigma'nın yeni nesil
yüksek performanslı, geniş diyafram açıklığına sahip standart sabit odaklı objektifi:
Fotoğraf: Orhan Cem Çetin / KALİMBA
SIGMA 50mm F1.4 DG HSM
Yeni nesil objektiflerimiz hakkında daha geniş bilgi için:
www.sigma-global.com | www.fotopro.com.tr

Benzer belgeler