B L M N B Y K SORULARI

Transkript

B L M N B Y K SORULARI
BİLİMİN BÜYÜK SORULARI
Derleyen: Halit YILDIRIM
06 Kasım 2004
En büyük sürprizler, henüz soracak kadar zeki olmadığımız soruların cevaplarıdır.
Bilimsel girişim bitmemiş bir projedir ve sonsuza kadar böyle kalmaya devam edecektir.
Dünyayı kavrayışımız Kopernik’ten beri büyük ölçüde genişlemiş olmasına karşın, henüz,
belki, yeni başlamıştır. (John Maddox)
Tanrı Var Mı?
“Eğer evrime dair bilimsel bilgi ile yaratıcı Tanrı fikri arasında uzlaştırılamaz bir
çelişki varsa, benim bundan haberim yok,” diyor ABD insan genomu programının arkasındaki
adam olan Francis Collins. “Ben bir genetikçiyim; fakat Tanrı’ya inanıyorum.”
Hakkında bilgi sahibi olduğumuz neredeyse bütün toplumlar, bir kutsal güce inanır
görünmektedir. Sanki insanlar, toplumlarında bir yanıt bulamadıkları sorular için hep kutsal
olana bakmıştır.
On yedinci yüzyılın bilimsel devrimi, mikroskobun da dahil olduğu araçları
geliştirmiş olmasıyla-bilim adamlarının doğanın ve dolayısıyla Tanrı’nın harikalarına hayran
kalmasını mümkün kıldı.
On sekizinci yüzyılda bilim adamları dine karşı çıkmaya başladı, on dokuzuncu
yüzyıla gelindiğinde doğal dünyanın, Tanrı’nın temel bir aynası olduğu fikri artık saldırı
altındaydı. Bazılarına göre yaratıcı bir Tanrı’ya nihai meydan okuma 1859 yılında Türlerin
Kökeni’ni yayınlayan Charles Darwin’den geldi. Darwin, dizayn teorisi ve insanların biricik
statüsü dahil olmak üzere, imana hizmet eden birçok geleneksel argümanı sarstı.
Yirminci yüzyılın başında çok sayıda bilim adamı artık Tanrı’ya inanmıyordu.
ABD’li bilim adamlarına dair 1916 tarihli bir alan çalışması, bilim adamlarının yüzde 60’ının
Tanrı’ya inanmadığını veya O’nun varlığından kuşku duyduğunu gösteriyor.
Harward’lı palaentolog Stephan Jay Gould gibi diğer bilim adamları, Tanrı olasılığını
bir kenara atmasa da, bilim ve dini birbirlerinden mantıksal olarak farklı, amaçlarda ve
araştırma üsluplarında tümüyle birbirinden ayrı iki disiplin olarak görmektedir. Bilimin
“nasıl” soruları sorarken, dinin “niçin” sorularını sorduğunu ileri sürüyor. Gould bir bireyin
zengin bir hayat kurması için her ikisine de ihtiyacı olduğunu vurguluyor. Ona göre, “bilim ve
1
din, her biri insan hayatı için farklı biçimlerde yaşamsal öneme sahip alanlarının kendi
efendisi olarak, eşit, karşılıklı olarak saygılı ortaklar olmalıdırlar.”
Dünyada kanserin var olmasının sebebi Tanrı’nın yetersizliği veya ilgisizliği değil,
kendi kendini üretmesine izin verilen yaratımın kaçınılmaz bir bedeli olması dolayısıyladır.
Bunun acı çekmenin var olmasının yarattığı güçlüklere kesin bir cevap olduğunu asla
düşünmüyorum, fakat en azından söz konusu hastalığın mevcudiyetinin gereksiz olmadığını
gösteriyor. (Julia Hinde)
Evren Nasıl Başladı?
Geleneksel olarak birçok kültürde evrenin kökeni, katı Yeryüzü’nün yaratılıp su ve
gökten ayrılması hikayeleri şeklinde açıklanmıştır. Gökler ile Yeryüzü arasında arabulucu
işlevi gören bir cihaz veya varlık inancı, bu hikayelerde ortak bir özellik olarak
görünmektedir.
Evrenin kökenine dair bu ilk açıklamaların hepsinin eksiği, ilgilerini tümüyle
Yeryüzü’nün ve içinde yaşayan canlıların oluşumuna yöneltmiş olmalarıdır. Oysa son birkaç
yüzyıldır Dünya’nın devasa bir evren içinde küçücük bir nesne olduğu ve sadece biz insanlar
içinde yaşadığı için ilgiye layık olduğu açıkça anlaşılmıştır. Dünya, modern evrenbilimde bir
dipnotun dipnotu kadar bile önem arz etmemektedir.
Nobel ödüllü fizikçi Arno Penzias ile Robert Woodrow’un, büyük patlamadan arta
kalan sıcaklık olduğu sanılan ve radyo dalga boyları olarak ölçülen kozmik arkaplan
radyasyonun keşfidir. Bu keşif, neredeyse bütün evrenbilimciler tarafından, evrenin kökenine
dair büyük patlama teorisini, on ikiden vuran ispatı olarak yorumlanmıştır.
Ayrıca Amerikalı Astronom edwin Hubble’ın yirminci yüzyılın başındaki evrenin
genişlediği tespiti, evrenin kökenini anlamada bir anahtar işlevi görmüştür.
Modern kozmolojiye göre evren elli milyar yıllık varoluşu boyunca üç aşağı beş
yukarı hep aynı yer olarak kalmıştır. Yeryüzündeki ve uzaydaki yeni teleskoplar, bilhassa
Hubble Space Teleskopu’nun hedefleri de, zamanın derinliklerine bakmakta ve evrenin birici
milyar yılına ait nesnelerin gözlenmesine imkan tanımaktadır. (Martin Ince)
İddia ediliyor ki saniyenin yaklaşık 10-36’da birinde, cenin halinde bir evren bugün
gördüğümüz her şeyi kapsayan bir genişliğe şişmiş olabilir. Evrenin mikroskobik bir şeyden
şiştiği temel fikrinin çekiciliği, onun, evrenin neden genişliyor olduğunu açıklamasından
kaynaklanmaktadır. Nasıl son birkaç yüzyılda Dünya’nın ve Güneş’in boyutlarını ve
biçimlerini öğrendiysek, o zaman da evrenin gerçek boyutlarını öğreneceğiz. (Sir Martin
Rees)
Zaman Nedir?
Nedir zaman? “Eğer hiç kimse sormazsa,” diye yazıyordu Aziz Agustine dördüncü
yüzyılda, “o zaman biliyorum; ama eğer bana soru soran birine açıklayacaksam, açıkçası
bilmiyorum.”
Zaman neden bir nehir gibi akıyor ve bu nehrin suyu nereden geliyor? Amerikalı
fizikçi John Wheeler bir defasında “zaman her şeyi aynı anda olmakta alıkoyan şeydir”
demişti; tuhaf bir şekilde çekici, fakat en az ilk soru kadar karmaşık bir tez.
Alman felsefeci Immanuel Kant, “Saf Aklın Eleştirisi” eserinde, bir insanın mekanın
dışında veya zamanın yokluğunda hiçbir şey hayal edemeyeceğini söylemişti. “Bunlar,
duyarlılığın öznel koşullarıdır,” diye yazıyordu. Kant’a göre nasıl bir prizma ışığı belirli bir
düzen içinde sıralayarak çeşitli renklere ayırıyorsa, zihin de gerçekliği zaman ekseni etrafında
bölüyor. Peki zaman gerçekten bir yanılsama veya algılamanın bir sonucu mu? Herhangi bir
canlı olmadan ve dolayısıyla herhangi bir algı olmadan önce de yok muydu? Bugün, modern
fizik zamanın karakterini evrenin ilk baştaki haline kadar takip ediyor ve fiziğin temel yasaları
içindeki yerini sorguluyor.
2
Düzensizlik düzene karşı büyük bir sayı üstünlüğüne sahiptir ve bir sonuç olarak
evrenimizdeki şeyler bir tür düşük ölçekli kaos durumuna sürüklenmek gibi doğal bir eğilime
sahiptir. Bu termodinamiğin ikinci yasasıdır: herhangi bir örgütleyici dış gücün yokluğunda
şeyler, daha büyük bir düzensizlik veya entropi yönünde hareket ederler.
Düzenin düzensizliğe doğru evrimleşme eğilimi, zamanın neden bir yönü olduğunu
açıklar. Fakat açıklama, ancak evrenin nasıl olup da ilk başta düzenli hale geldiğini
açıklamayı başarırsak işe yarayacaktır. (Mark Buchanan)
Zamanın bir geleceği var mı? Evrenbilimcilerin bugün çözmek istedikleri problem
evrende ne kadar madde olduğunu bulmak ve genişlemesinin, gözlemlerin gösterdiği gibi son
zamanlarda başlayıp başlamadığını belirlemektir. Bu gözlemler artan bir kesinlikle
saflaştırıldıklarında, gelecekteki torunlarımızın ne kadar zamanı kaldığını gösterecektir.
Evrenimiz tekrar küçülmeye yetecek bir yavaşlıkta genişlemiyor. Görünüşe göre, sonsuza
kadar genişlemeye devam edecek. Evrenin sonsuza kadar genişlemesi, onun sürekliliğinin
daha sınırlı bir ömrü olduğu anlamına gelir. Gezegenler ve yıldızlar yörüngelerinden çıkacak
ve ölecek; madde bozunacak; kara delikler yaklaşan kıyametle beslenecek; karanlık, yalnız
sadece radyasyon ile basit temel parçacıkların olduğu bir evren yaratarak yok olacaktır. (John
Barrow)
Bilinç Nedir?
Neden buradayım? Ben gerçekte kimim? Neden her şeyi böyle görünüyor, böyle
hissediliyor ve böyle can acıtıcı? Bu soruları hatırlayamadığım bir zamanda beni kendime
sormaktayım, ya da başkaları bana soruyor. Yıllarca cevabın para-normalde olduğunu
düşündün, -eğer ara normal diye bir şey gerçekten varsa-ürünsüz bir uğraş. Şimdi soru büyük
bir soruyla birleşir görünüyor: bilinç nedir?
1890 yılında yazmış olduğu “Psikoloji’nin İlkeleri” haklı olarak bir klasik haline gelen
William James, hayatımızı oluşturan duyguların, heyecanların, algıların ve fikirlerin sürekli
değişen kesintisiz akışı, bizim inkar edilemez “bilinç akışı” tecrübemizdir. Bu düşünceler ve
duygular sürekli akar ve onları “akış halinde” tecrübe ederim. Açıklanması gereken işte bu
akıştır.
Peki eğer ya böyle değilse? Ya akış diye bir şey yoksa? Acaba bu olasılığı algılayabilir
miyiz? Son dönemlere ait bazı deneyler, algılamak zorunda kalabileceğimizi söylüyor. Bu
deneyler, “değişiklik körlüğü” denilen bir şeyi ortaya çıkarıyor. Varsayın ki karmaşık bir
manzaraya bakıyorsunuz, mesela pencerenizden görünen caddeye. Muhtemelen sizin bilinç
akışınızda dışarıdaki binaların, insanların, otomobillerin ve ağaçların ayrıntılı ve zengin bir
temsiline sahip olduğunuzu düşünüyorsunuz. Fakat ne zaman gözlerinizi başka bir yana
çevirseniz veya kırpsanız, manzara olduğu yerde durur gibi görünür. Muhtemelen, eğer bir
şey değişseydi, mutlaka fark ederdim diyorsunuz kendinize. Fakat çok büyük bir ihtimalle
yanılıyorsunuz.
Değişiklik körlüğü deneylerinde insanlara böyle bir manzara gösterilir; fakat insanlar
gözlerini başka yöne çevirdiklerinde resimdeki bir şeyleri değiştiren zekice tasarlanmış göz
yanılmaları veya diğer tekniklerin eşliğinde. Örneğin bir ağaç kaybolabilir, başka bir yere
yeni ağaçlar eklenebilir ve uzaktaki bir otomobilin yerine bir otobüs konabilir. Benim kendi
yaptığım deneylerde ve birçok başka deneyde insanlar, değişiklikleri görmede başarısız
olmuşlardır.
Bu çok tuhaf. Eğer değişme gözler açıkken yapılırsa, insanlar onu hemen fark
etmektedir. Bunun sebebi, beynimizde nesneler hareket ettiğinde onları fark etmemiz için
tasarlanmış özel dedektörler olmasıdır. Fakat bu dedektörler, göz tümüyle hareket ettiği
zaman işleyemiyorlar. Eğer değişme gözlerin doğrudan baktığı bir nesnede meydana gelirse,
dedektörler bunu fark etmektedir, tersi durumlarda sanki hiçbir şey olmamış gibidir.
3
Bu tuhaf etki, laboratuvar koşullarına özgü bir gariplik olarak bir kenara atılamaz.
Harvard Üniversitesi’nden Dan Simon, huzursuz edici ölçüdeki olağan durumlarda aynı
etkinin var olduğunu göstermiştir. Deneyi yapan ve öğrenci konuşurken, iki kişi yerdeki bir
kapıyı alıp aralarından geçerler. Zavallı öğrenci artık başka biriyle konuşmaktadır. Şaşırtıcı
bir biçimde öğrenci değişikliğin farkına varmaz ve sohbete kaldığı yerden devam eder.
Bu deneyden şu sonuç çıkar gibidir: kafamızın içinde çevremizdeki dünyanın zengin,
ayrıntılı bir resmine falan sahip değiliz. Ayrıntı gördüğümüz anlar, sadece baktığımız küçük
alanlardır. Gözlerimizi öteye çevirdiğimiz zaman, söz konusu ayrıntı, hafızada soluk bir ize
dönüşerek yok olur. Bütün hepsinin, bilinç akışının bir parçası olmaya devam ettiğine
inanırız; çünkü olur da bir şeyi unutursak, tekrar aynı yere bakarız ve işte karşımızdadır. Dış
dünyanın kendisini bir hafıza olarak kullanabiliriz, bu yüzden beynimizin her şeyi
kaydetmesine gerek yoktur. İşte bu nedenle ayrıntıların her zaman orada olduğu yanılsamasını
yaşarız. Tek başına bu bile bilinç akışı hakkında, tümüyle yanıldığımızın kanıtıdır.
Arabayla eve gidiyorsunuz, eve ulaştığınızda durduğunuz hiçbir ışığı, karşıdan karşıya
geçenlere çarpmamak için yavaşlamalarınızdan hiçbirini hatırlamıyorsunuz. Besbelli ki
inanılmaz ölçüde bilinçli bir süre yaşadınız, aksi takdirde ölürdünüz; fakat yine de sanki,
bütün bu süre boyunca başka bir yerdeydiniz, belki radyo dinliyor, belki yanınızdakiyle
sohbet ediyordunuz.
Bu yolculuğun herhangi bir aşamasında birdenbire uyanabilir ve son birkaç dakikadır
bilinçli olduğunuzdan kesin olarak emin olabilirsiniz. Bu durum, yalnızca çok uzun sürdüğü
anlarda bize tuhaf gelmektedir. Bu, gündelik hayatımızı bir tür dalgınlık içinde yaşadığımızı
getiriyor aklıma. Zaman zaman uyanıyoruz. Bu uyanma anında, hikayeyi o anda yaşamakta
olduğumuz şeylere kadar tekrar kuruyor. Benlik, bilinç ve onu gözlemleyen benlik, aynı anda
ortaya çıkıyor ve ikisi de yanılsama.
Yanılsama doğru sözcük. Bir yanılsama, varolan fakat göründüğü gibi olmayan
şeydir. Yani bu dünyayı kesintisiz bir şekilde tecrübe eder görünen “ben” yok değil, fakat o
sanıldığı gibi bir bilince ve özgür iradeye sahip sürekli bir gözlemci değil. (Susan Blackmore)
Düşünce Nedir?
Rene Descartes “Düşünüyorum, öyleyse varım” diye ilan ettiğinde, düşünmeye
bilimin erişemeyeceği kadar yüksek bir paye vermişti. Evreni öyle bir şekilde sınıflandırmıştı
ki bütün maddi şeyler ölçülebilir, tartılabilir ve sayılabilirdi; fakat düşünce zaman ve mekanın
ölçülür dünyasına ait değildi.
Beyinde hiç acı-duyarlı sinir hücresi yoktur, bu yüzden-kulağa ne kadar kötü gelse deinsan uyanıkken lokal anestezi altında kafatasını açıp beyin (Hercule Poirot’un gri hücreleri)
kabuğu üzerinde çalışmak mümkündür. 1930’ların ilk yıllarından başlayarak Kanadalı beyin
cerrahı Wilder Pengield, hastalarla (kız kardeşi de dahil olmak üzere) ameliyat sırasında
konuşmak için bu gerçekten faydalanmıştır.
Bugünü yüksek teknoloji eseri beyin tarayıcıları, nörobilimciler için, gönüllü
kobayların üstlendikleri çeşitli zihinsel görevler sırasında beynin ne yaptığını gözlemlemek
için, daha az tehlikeli yollar sağlamaktadır. Bu makineler tarafından üretilen bilgisayar
imajları, beynin farklı kısımlarının “ışıldadığını” göstermekte ve artık neredeyse “insanların
düşünmesini görme”yi mümkün kılmaktadırlar. Fakat bu yanlış. Tarayıcıların okuduğu şey,
sadece beynin farklı kesimlerindeki görece farklı kan akışlarını gösterdiği için sadece dolaylı
kanıt sunarlar ve beyin kabuğu faaliyetinin düzeyi, buradan hareketle çıkarılmak zorundadır.
Nasıl bir bilgisayar belirli girdilere belirli bir yolla tepki vermeye programlanabilirse,
beyin sinir hücreleri de (nöronlar) duyu organlarından gelen girdi sinyallerine tepki vererek
malumatı işlemektedir.
4
Evren nasıl oldu da bilinçli düşünceyi doğurdu? Eğer bilinç, zaman içinde evrim
geçirmişse, bilinç kapasite olarak daha evrenin başında mevcut demektir. Bu bizzat Chalmer
da dahil olmak üzere bazı insanları bir tür kamu fizikçiliğe (panphsychism) itmiştir, bu görüşe
göre fiziksel dünya-ta atomik parçacıklar düzeyine kadar-bir bilinç potansiyeline sahiptir.
Diğerleri, örneğin karı koca nöro-felsefe takımı Paul ve Patricia Churchland, bu sonuçtan
kaçınmak için tam ters yöne savrulmuş ve zihinsel durumların gerçekliğini tümüyle
reddetmiştir. (Anthony Freeman)
Bir kesinlik, bu karmaşık ve müthiş zihinsel sürecin ham bilinçten sökülebilirliğidir,
tıpkı “düşünmeden yaptım”da olduğu gibi. Dahası, meme emen bir bebeğe ya da akvaryumun
içinden size ağzını açıp kapatarak mat gözlerle bakan süs balığına şöyle bir bakmak, her ne
kadar belirli bir bilinç durumunun içinde olsalar da, düşüncenin hem bebeği hem balığı terk
etmiş olduğu sonucuna varmak için yeterlidir.
Maymunlar ve şempanzeler saatler sonrasını-bazı araştırmacılara göre günler
sonrasını-planlayabilir. Aradaki fark sadece bu primat kuzenlerimizin bizimki kadar uzun
süreli planlayamayışları ve düşüncelerine kadar götürebilip, kendi sonlarını üzerine temaşa
edemeyişleridir. Bu yüzden düşünmenin sadece insanların imtiyazında bir şey olduğunu
söyleyip, buradan hareket edemeyiz.
Herhangi bir nöro-bilinci orijinal, etkin düşünme-“biliş”-üzerine düşündüğü zaman,
neredeyse kesinlikle korteksi işaret eder. Burası, beynin dış yüzeyini tıpkı bir ağacın kabuğu
gibi saran alandır-ismi de Latince ağaç kabuğu demektir. Korteks, beynin ince dış katmanıdır
ve duyuların kaba bilinçaltı işlenmesini ve otomatik pilot türü hareket koordinasyonunu aşan
‘daha yüksek’ işlevlerinin deposudur. Kortekse en karmaşık işlevleri atfetmenin sebebi çok
basittir; çünkü bir tavşanın veya bir farenin beyninde tümüyle dümdüz iken, insanda,
kafatasının genişlemeye görece imkan vermeyen küçük alanına yüzeyini sığdırmak için
kıpkırışık olmuştur. Hamileliğin son üç ayında gelişmekte olan bir insan korteksinin yüzeyi
dümdüz bir şeyden, ceviz içini andıran bir şeye dönüşür. Bu süre içinde inanılmaz bir hücre
üretimi vardır. Dakikada 250,000.
Korteksin yüzeyinin, türün karmaşıklığıyla arttığını bir kenara bıraksak bile-gerçekten
de korteksteki herhangi bir zarar ciddi zihinsel bozukluklara sebep olabilir-korteksi düşünme
“için” merkez sayma tuzağına düşmemeliyiz. Bir tabağın içine konan bir korteks, o kadar zeki
olmayacaktır; önemli olan onun bütün beyin örgütlenmesine olan katkısıdır.
Genom şirketi Celera’nın patronu Craig Venter bile vücuttaki 30,000 genin, bütün
beden ve beyin özelliklerini hiçbir şekilde açıklayamayacağını söylemektedir. Bu eşitsizlik
özellikle beyinde daha çarpıcıdır, sadece kortekste bir saniyede meydana gelen bağlantıları
hesaplamak, yaklaşık otuz milyon yıl tutacaktır. Dahası, korteksteki bağlantılar tecrübeleri
yansıtabilir, yani, bir birey hayatta ne kadar tecrübe kazanırsa, bir birey olarak o kadar gelişir.
Beynin bu “esnekliği” Londralı taksi şoförleri üzerinde yapılan bir deneyde
gösterilmiştir. Taksi şoförleri Londra’nın bütün sokaklarını ve oraya nasıl gidileceğinin
‘bilgisi”ne sahiptirler. Bu deneyde, şoförlerin beyin taramaları, beynin hafızayla ilgili belirli
bir kısmının mimarisinin, aynı yaştaki taksi şoförü olmayan insanlara göre farklı olduğunu
ortaya çıkmıştır.
Gündelik konuşmalarımızda beynin karşıtı olarak zihin kelimesini kullanırız, bunun
sebebi terimin tıbbi kirlilikten uzak olması değil, “açık-zihinli”, “zihnini genişletmek” gibi
ifadelerin, bizim bireysel bakış açımıza vurgu yapmasıdır. Şimdide “zihni bulanmak”,
“zihnini zorlamak” gibi ifadeleri düşünün. Bu tür senaryolarda düşünme asgaridir, onu hemen
duyularımızın pasif bir alıcısına dönüştürürüz. Bebek ve süs balığı örneğini hatırlarsak, sıfır
düşünme, benim gördüğüm şekliyle bilincin inşa eden yapı taşlarıdır ve bu yüzden düşünce
sürecinin olmadığı yerlerde de görülebilir.
Biz hala yaratıcı ve özgün düşünmenin peşindeyiz. “Bir şey düşünüyorum”, bizim için
“bir fikrim var” anlamına gelir. Bu durumda benim yaratıcı düşünce sorusuna cevabım şudur:
5
nöronlar şebekesi birbirleriyle iletişime girdikçe, birbirinden daha önce bağımsız olan fikirler
de bağlantılı hale gelir. Bu rastlaşma belki de sahip olduğumuz fikirlerin yeni bir
değerlendirilmesiyle sonuçlanmaktadır. (Susan Greenfield)
Düş Nedir?
Düşler bizi büyüler. İster tekrarlanan kabuslar, ister iyicil, gerçek üstü imgeler
olsunlar, onların ne anlama geldiklerini mutlaka bilmek isteriz.
Düşler edebiyat, felsefe ve dinde büyük bir rol oynayarak farklı çağlar ve kültürleri de
büyülemiştir. Tarihte kaydedilmiş ilk düşler, İ.Ö. 3100 yılına, Mezopotamyalı Sümerlere
kadar uzanır. Sümerlerden, Eski Yunandan günümüz psikoterapisine kadar insanlar düşleri
yüksek bir iletişim biçimi olarak görmüşlerdir: vahiyler, yaratıcı ilhamlar, kehanetler veya
gizli arzuların anahtarları. Bununla birlikte birçok kişi de onları saçmalık olarak bir kenara
atmıştır.
Freud, hastalarını düşleri hakkında konuşturarak, bilinçli ve bilinçaltı düşünce
arasındaki gerilimin örtüsünü kaldırdı ve sonuç olarak ortaya çıkan gerilemeyi zihinsel
hastalıkla ilişkilendirdi. Freud ilk başta, hastalarında düşümsü hali uyandırmaya çalışarak
bilinçaltına ulaşmak için hipnozsal telkin yöntemini kullandı. Buradan, daha sonra “serbest
çağrışım” olarak tanınan yönteme kaydı. Bu yöntemde basit bir şekilde hastadan aklına gelen
ilk fikri söylemesi ve bağlantısız fikirleri birbiri ardına söylemesinin istenmesi üzerine
kuruluydu. Bu, hastaların bilinçaltı hakkında ipuçları verse de, hastanın bilinçli iradesinin
direnişiyle karşılaştı. Freud buradan hareketle,
1. içgüdüsel düşünceyi gösteren id;
2. örgütlü, gerçekçi düşünceyi gösteren ego;
3. ahlak ve eleştiri işlevlerini karşılayan süperego
olarak üç boyutlu zihin teorisini oluşturdu. Son yıllarda araştırma daha ziyade
psikolojik alana kaymıştır.
Başka bir gelişme, beynin uyku sırasında en az uyanıkken olduğu kadar etkin
olduğunu gösteren beyin-tarama teknolojisi olmuştur. 1950 yılında Chicago Üniversitesi, hızlı
göz hareketleri (REM, rapid eye movement) uykusu üzerinde bir dizi araştırma yapmış ve bu
araştırmalar düşler ile uykunun çeşitli aşamaları arasında bir bağlantıyı göstermiştir. Gözleri,
göz kapaklarının altında hareket etmeye başladığı anda uyandırılan kişilerin, çoğunluklu
düşlerini hatırladıklarını bulgulamışlardır.
Bilgisayarlar yaygınlaşınca, birçok bilim adamı tarafından REM’in bir bilgisayardaki
scandisk ile aynı işlevi gördüğü, beyni ertesi güne hazırladığı veya bir önceki günün olaylarını
belleğe yerleştirmeden önce işlemden geçirdiği iddiaları ortaya atılmıştır. Francis Crick ile
Graeme Mitchison 1983 yılında Nature dergisinde “unutmak için düş gördüğümüz”ü ileri
sürdüklerinde epey bir karışıklık yaratmışlardı. Onlara göre düşler, gündelik hayatın aşırı
yüklemesinden arta kalan zararlı ve gereksiz parçalarıydı ve REM uykusu bir tür zihnin
çöpçüsüydü.
Yakın zamanlarda Kolombiya Presbyterian Tıp Merkezi gözbilimleri bölümünün bir
oküler psikoloji profesörü olan David Maurice, REM uykusunun işlevinin, önceki günlerin
hatıralarını işlemeye yardımcı olmaktan ziyade, gözün korneasına oksijen tedarikini sağlamak
olduğunu ileri süren bir araştırma yayınlamıştır.
Düşlerin, beynin dış menzillerinde, duyguların rehberliğinde kendi kendini
ilişkilendiren bir biçimde işlerken, bilinçli düşüncenin genel malumat girdisi ve çıktısını
kapsayan daha sınırlı bir alanda iş gördüğüne inanmaktadır. (Mandy Garner)
Düş gördüğümüz zaman, genellikle uyanık olduğumuza inanırız. Düşlerin zihinsel
dünyası öyle inandırıcı bir şekilde gerçektir ki, öteki insanlarla paylaştığımız ‘dış dünya’ ile
karıştırırız onu.
6
Oxford İngilizce Sözlük, düşü “uyku sırasında zihinden geçen düşünceler, arzular,
imgeler zinciri” olarak tanımlıyor.
Düşlerimizin içinde, tıpkı uyanık hayatımızdaki gibi yaşarız. Bu açıdan bakıldığında
düş görme bilincin özel bir organizasyonudur. Elbette bu, bir soruyu davet ediyor. Bana göre
bilinç, olanın düşüdür. İster uyanık, ister uykuda olun, bilinciniz, beyninizin en yakın bilgi
kaynaklarından hareketle oluşturduğu kendinizin ve dünyanızın basitleştirilmiş bir modelidir.
İki tür uyku vardır: büyüme, tamir ile bakım, gevşemiş bir beden ile tembel bir beyinle
bağlantılı Sessiz Uyku (SU) denilen enerji-koruyucu durum ile bundan çok farklı olan ve
Etkin Uyku, REM veya Paradoksal Uyku (PU) denilen diğer bir durum. Bu ikincisi, hızlı
göz hareketleri, kas kıvrılmaları, felç halinde bir beden ve çok aktif bir beyinle düş görmeyle
ilişkilendirilmiştir.
Düşlerle uyanık tecrübeler arasında hiçbir fark olmadığını iddia etmiyorum. Örneğin
düş dünyası uyanık dünyadan daha az istikrarlıdır, çünkü düşte dışsal yapının-fiziksel
gerçekliğin-istikrarı yoktur. Aynı şekilde bir insan düşünde fizik ve toplum yasalarını,
bunların sonuçlarına katlanmadan çiğneyebilir. Fakat duyusal sınırlılığın yokluğu aradaki tek
özsel farktır. Bir insan düşte olduğu halde, kendinin düş görüp görmediğini
bilemeyebilir. Aradaki farklar ne olursa olsun, onların farklılıklarından çok benzerliklere
sahip olduklarına inanıyorum. Yirminci yüzyıl İngiliz hekimi ve yazarı Havelock Ellis’in
söylediği gibi, “Düşler sürdükleri sürece gerçektir. Peki hayat da böyle değil mi?”
Düşlerin en karakteristik özelliklerinden biri de, hatırlanmalarının güçlüğüdür.
Ortalama bir insan, gecede en az altı kez düş görür; fakat haftada bir kez hatırlar.
Düşlerin tipik olarak hızla unutulmasının açıklamasını yine evrim vermektedir. İnsanlar diğer
insanlarla konuşarak, düşlerin diğer tecrübelerden farklı olduğunu öğrenir. Fakat dile sahip
olmayan hayvanlar, birbirlerine düşlerin gerçeklerden nasıl farklı olduğunu anlatamazlar.
Düşlerimiz öyle gerçek görünür ki, genellikle ancak uyandıktan sonra onların
kendilerine özgü zihinsel tecrübeler olduklarını anlayabiliriz. Her ne kadar genellikle düşleri
bu şekilde tecrübe etsek de, bunun önemli bir istisnası vardır: bazen düş görme sırasında
bilinçli olarak düş gördüğümüzü fark ederiz. Bilincin berrak bir görüşe sahip olduğu bu
duruma “bilinçli düş görme” denmektedir. Örneğin, bilinçli düşlerde tahmin edilen zaman
aralıklarının yakın bir şekilde fiili saat zamanına denk geldiğini, düş görme sırasındaki soluk
alışların, gerçek soluk almayla aynı olduğunu, düşteki hareketlerin mukabil kasların
kasılmalarına sebep olduğunu ve düş esnasındaki cinselliğin, fiili cinsellikle aynı psikolojik
tepkiler gösterdiğini bulguladık. (Stephen LaBerge)
Zeka Nedir?
Zeka geleneksel olarak zihinle ilişki kurulan bir nitelik olduğu için, bahsi geçtiğinde
insanı heyecanlandırır. Sakın bütün bilim adamlarının zekanın doğuştan olduğuna inandığı
sonucunu çıkarmayın: IQ’nun kalıtsal olduğuna dair tahmin hala yüzde 40 ile 80 arasında bir
yerlerdedir. İngiliz biyolog Steven Rose, genetik ve çevresel faktörlerin birbirinden
ayrılmasının güçlüğü dolayısıyla kalıtsallığı hesaplama yöntemlerinin tartışmalı olduğunu
ileri sürmektedir.
Kamin, İngiliz eğitim psikoloğu Cyril Burt’ün, zekanın yaklaşık yüzde 80’nin kalıtsal
olduğu teorisini kanıtlamak için, ikiz araştırmalarının verilerini uydurduğunu iddia eden ilk
kişiydi.
1969 yılında Arthur Jensen, Harward Educational Review’de uzun bir makale
yayınladı. Bu makale siyah Amerikalıların IQ testlerinde sürekli olarak beyazların yüzde 15
altında kalmasını, çevresel ve sosyal faktörlerin yanında genetik faktörlerle açıklıyordu.
Büyük protestolara sebep olan görüşleri, 1994 yılında yayınlanan “Çan Eğrisi: Amerikan
Yaşantısında Zeka ve Sınıf Yapısı” adlı kitabında psikolog Richard Hernstein ile sosyal
bilimci Charles Murray, onun görüşlerini geliştirdi. Bu kitap, ekonomik ve sosyal gücün “g”
7
tarafından belirlendiğini, birçok toplumsal problemin düşük zekadan kaynaklandığını ve
siyahlarla beyazlar arasındaki IQ farkının genetik farklılıklardan ve dolayısıyla siyahların alt
sınıflarda aşırı birikmesinden kaynaklandığını ileri sürüyordu.
Tuhaftır ki kadın ve erkek beyinlerindeki açık yapısal farklılıklara rağmen, cinsel
farklar hakkında benzeri bir tartışma olmamıştır. Cinsiyetlere göre değerlendirilen IQ
sonuçları, kadınlarla erkeklerin aşağı yukarı aynı olduğu, en üstlerde ve en altlarda genellikle
erkeklerin olduğunu, erkeklerin daha çok geometri, kadınların ise sözel yetenekte daha
başarılı olduğunu göstermektedir.
Gazeteci ve eski bir akademisyen olan Daniel Goleman, 1995 yılında yayınlanan
“Duygusal Zeka” adlı kitabında, yüksek IQ’nun illa da dünyevi bir başarı anlamına
gelmediğini ileri sürmektedir.
Zeka dediğimde, farklı bilişsel süreçlerin önemli bir kesişmesine gönderimde bulunan
“genel bilişsel beceri” veya kısaca “g”yi kastediyorum. Bu kesişme, insani bilişsel beceriler
konusunda bireysel farklılıklarla ilgili yüzyıllık araştırmaların en tutarlı bulgularından biridir.
(Harriet Swain)
Dil Nasıl Evrimleşti?
Dil, düşünce biçimimizle kim olduğumuza dair düşüncemizle ve birbirimizi nasıl
anladığımızla öyle iç içedir ki, yüzyıllardır felsefeciler ve bilim adamları onu inan kimliğinin
köşe taşlarından biri olarak görmüştür.
Kelime dağarcığının, doğal kökleri olduğu ve bir kelimenin sesinin onun anlamına
bağlandığı fikri, yüzlerce yıl yaşamıştır. On dokuzuncu yüzyılda birçok teori, dili içgüdüsel
seslerin saflaşması olarak görüp, insan konuşması ile doğal dünyadaki sesler arasında bir
köprü bulmaya çalışmıştır. Bu teoriler arasında, dilin hayvan seslerinin taklidinden
doğduğuna inanan “hav-hav” teorisi, kelimelerin kızgınlık veya mutluluk gibi iç duygular
olarak başladıklarını iddia eden “öf-öf” teorisi, “mama” gibi bir kelimenin emme arayışında
olan bir bebeğin ağzından çıkan bir kelime olduğunu ileri süren “ding-dong” teorisi ve dili
komün çalışmasına eşlik eden tekrar ve tezahüratın bir ürünü olduğunu iddia eden “he-yamo-la” teorisi vardır.
1950’lerde Noam Chomsky’nin Masachusetts Teknoloji Enstitüsü’ndeki araştırması,
bütün dillerde ortak dil altı yapıyı analiz edip, bir “evrensel gramer” tanımlayarak bunu çok
daha ileri götürdü. Chomsky, çocukların kültür veya coğrafyaya bağlı olmadan sahip oldukları
dili taklit ve öğrenme yeteneklerine sahip olduğunu buldu. İster Fransa’da Fransızca öğrenen
bir çocuk olsun, ister Japonya’da Japonca öğrenen bir çocuk olsun, her ikisinin de dil
gelişiminde aynı temeller ve sınırlar söz konusuydu. Dil, her ne kadar kendi kendine ortaya
çıkmışsa da-insanlarla temas kurmayan bir çocuk dil öğrenemez-Chomsky, dili kültürel bir
varlık olmaktan ziyade, fiziksel olan, doğuştan gelen bir yeti olarak gördü.
Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden Steven Pinker gibi dilbilimci araştırmanlar,
dile insan evriminin fizyolojik değişmelerle birlikte meydana gelen ve insan ailesi ağacında
geriye doğru takip edilebilecek başka bir veçhesi olarak bakmaya başladı. Dili ayrık bir
kültürel özellik saymak yerine, bu bakış onu, “Afrika’dan gelen” insan evriminin içine
yerleştirdi: Bu evrim teorisine göre dil, yaklaşık 100 ile 150 bin yıl önce, bir yüzyıl
öncesinden kullanılmış olma ihtimalli olan “proto-dil”inden evrimleşerek, Doğu Afrika’da
ortaya çıktı. Seslerin fosili yoktur; bu yüzden tarih belirleme, dil edinimine sebep olabilecek
etkenleri tespit etmeye bağlıdır.
Dilin kökeninin tam olarak anlaşılmayan başka bir veçhesi, konuşma ile sağlak veya
solak olmaya yatkınlık arasındaki ilişkileri içerir. Birçok insanda özelleşmiş dil işlevleri, sol
8
beyinde olmasına rağmen, solak insanların büyük çoğunluğunda bu yer, sağ beyindedir.
Oxford Üniversitesi fonetik laboratuvarı müdürü John Coleman, ağırlıklı olarak hangi eli nasıl
kullandığımızın araştırılmasının, dilin köklerini keşfetmenin yollarından biri olabileceğini
söylüyor. Auckland Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde profesör olan Michael Corballis, insan
dilinin öncellerinin ses-temelli olmadığını, el işaretlerine dayanan bir işaret dili biçiminde
olduğunu ileri sürüyor.
“Dil, sadece düşüncelerimizi değiş tokuş etmenin bir yolu değildir,” der, Studdert
Kennedy. O, nasıl düşündüğümüzü gösteren ve bir o kadar biçimleyen bir düşünme aracıdır.
(Sean Coughlan)
Yirmi beş yıl önce dili açıklamak daha kolay gibiydi. 1960’ların ortalarında John
Pfeiffer, “İnsanın Yükselişi” adlı kitabında dilin “Geç Yontma Taş Devri”nin mağara
sanatlarının, küçük oyma şekillerin, ölüm ritüellerinin ve daha karmaşık aletlerin 40,000 yıl
önce Avrupa’da birdenbire ortaya çıkmasıyla aynı zamanda evrimleşmesi gerektiğini ileri
sürdü. 1970’lerin başlarında dilbilimcileri profesörü Philip Lieberman, Neanderthallerin,
boğaz anatomileriyle ilgili fosil kanıtlarına bakarak, konuşamayacağını ileri sürdü.
Şu açıklanması zor bir hikaye: dil, insanımsı primatların diğer hiçbir türünde
evrimleşmedi; sadece bizim türümüzde, bundan 40,000 yıl önce evrimleşti; ve gruplarla
bilgi alışverişi için evrim geçirdi. Bir kez evrim geçirince hemen kültürü ve medeniyeti
yarattık.
Psikolog Steven Pinker, “Dil İçgüdüsü” adlı kitabında dilin insan doğasının evrensel
bir parçası olduğunu, insanlar en az 100,000 yıl önce Afrika’da evrimleştiklerine göre, dilinin
de bu kadar eski olması gerektiğini gösteriyor. Paleontolojistler Lieberman’ın sessiz
Neanderthaller iddiasını yerle bir etmiştir. Fosillerin, en fazla, modern insanların
çıkarabildikleri bütün sesleri üretmeye muktedir olmadıklarını akla getirmektedir o kadar. Bu
onların konuşamadıkları anlamına gelmez.
Dawkins-Krebs devriminden beridir, biyologlar hayvanların birbirlerine gönderdikleri
sinyallerin çoğunun dünya hakkında değil, kendileri hakkında olduğunu keşfetmişlerdir.
Birçok hayvan sinyali sadece, sinyalin ait olduğu türü, cinsiyeti, yaşı ve yeri açığa
çıkarmaktadır. Diğerleri sinyal verenin ihtiyaçlarını göstermektedir; örneğin yavru kuşların
açlıklarını bildirmek için attıkları çığlıklar. Sinyaller arasında en sık rastlanılanı, yırtıcı
hayvanları onları kovalamaktan veya rakiplerini onlarla dalaşmaktan alıkoymak ya da
çiftleşme arayışında olan cinsel eşleri cezbetmek için sinyal verenin sağlamlığını-sağlığını,
enerji düzeyini, iyi beynini, iyi genlerini-gösteren sinyallerdir. Kuşların şakımalarından,
balinaların şarkılarına, meyve sineğinin dansından elektrik balığının voltaj dalgalarına kadar
birçok hayvan sinyali, şundan daha fazla bir şey söylemez: “Buradayım, erkeğim,
sağlıklıyım, benimle çiftleş.” Sinyalin formu karmaşık olabilir; fakat mesajı basittir.
(Geoffrey Miller)
Aşk Nasıl Başlıyor, Nasıl Bitiyor?
Hayvan davranışlarını inceleyen bu evrimci biyologlar, neden belirli bir erkeğin,
belirli bir dişiyle çiftleşmekle nihayet bulduğunu bildikleri hususunda kendilerine çok
güvenirler. Çünkü ya dişi erkeği seçmiş, ya erkek dişiyi “kazanmak” için mücadele etmiş
veya birbirlerinden hoşlandıkları konusunda bir fikir birliğine varmışlardır.
Cinsel seçilim, erkeklerdeki ve dişilerdeki birçok şeyi açıklıyordu ve Darwin bunun
iki süreç yoluyla işlediğini gördü: aynı cinsin üyeleri arasında rekabet-genellikle erkekler
dişiler için rekabet ediyor-ve bir cinsin öteki cinsin üyeleri arasından seçmesi-genellikle
dişiler seçiyor.
Sosyal bilimciler, kadınların yüksek statülü erkekleri çekici bulduğunu kabul
etmektedir. Peki erkek nasıl statü kazanıyor? Cevap: mümkün olan her yolla. Yüksek statü
dediğimiz zaman aklımıza devlet başkanları veya milyarlar kazanan futbolcular gelse de, statü
görece bir şeydir ve erkekler buna ulaşmak için çok çeşitli yollar kullanır.
9
“Buluşan Zihinler” kitabında Geoffrey Miller insanda beynin boyutunun devasa ve
hızlı evriminin cinsel seçilim-kadınların başarılı erkekleri seçmesi-yoluyla meydana geldiğini
ileri sürmektedir. Miller meşhur şeylerden bahseder: Picasso’nun resimleri, Balzac’ın
“İnsanlık Komedisi” ve Rahmaninof’un Üçüncü Piyano Konçertosu. Fakat en ufak bir şey
yapmak bile, hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir.
Toplamda erkekler daha sık rekabet ederler ve her şeyde kadınlardan daha aşırıdırlar.
Bunu doğrulamak için sadece Guinness Rekorlar Kitabı’nın insan başarıları alanına bakmanız
yeterlidir. Erkekler aşırı faaliyetlerde kadınları büyük bir farkla geride bırakmaktadır. Şu anda
ihtiyaç duyulan şey, bütün insan eril faaliyetlerinin, ister farkında olsunlar ister olmasınlar,
cinsellik ile güdülendiğine dair evrimci psikologların fikirlerini test edecek araştırmalardır.
Cinsel seçilime dair klasik bakış açısı, şu anda, örneğin Andersson’un “Cinsel
Seçilim” kitabında ortaya attığı soruyla uğraşmaktadır. Her yerde hep daha üst konumda
bulunan bazı erkekler vardır. Kadınlar, olur da, bunlarla çiftleşmeyi başarırsa, bu onlara ne
kazandırır? İlk olasılık, daha çekici erkeklerin genellikle genetik olarak daha üstün olmasıdır
ve bunun diğer hayvanlar için de doğru olup olmadığı hakkında bir sürü tartışma sürmektedir.
“Bulduğunuz Sevgiyi Korumak” adlı eserinde Harvile Hendrix, insanlarda da benzeri
bir durumun var olduğunu iddia etmektedir. Sorulması gereken sorunun, bizlerin neden
ebeveynlerimizin davranışlarının etkisi altında eş seçimine gidecek şekilde evrimleşmiş
olmamız sorusu olduğunu söyler Hendrix. Erkeklerin annelerine, kadınların ise babalarına
benzeyen eşler seçmesinin uyumlu olmasının sebebi ne? İlk olarak Cambridge’den Patrick
Bateson’un bıldırcınlar üzerine bir araştırmasından hareketle verilen muhtemel bir cevap,
yakın akrabalarla çiftleşmediğimizi varsayarsak, genetik ve kültürel olarak kendilerine benzer
bireylerle çiftleşen bireylerin, bunu yapmayanlara göre daha fazla nesil ürettiğidir.
Son zamanlarda yapılan araştırmalar, vücut kokumuzun erkek kalitesi hakkında,
mutlak anlamda değil, ama onunla ilişkili dişiye bir şeyler anlattığını akla getirmektedir.
Temel doku uyumu kompleksi (MHC) hastalıklarla mücadele etme yeteneğinden sorumlu bir
gen setidir. Moleküler teknikler artık bir bireyin MHC’sinin “türünü” belirlememize yardım
etmektedir ve anlaşılıyor ki bu genler bireyden bireye büyük değişiklikler göstermektedir.
Erkekler MHC türlerini idrarlarındaki koku yoluyla bildiriyor olabilirler. Kendisiyle aynı
türden MHC’ye sahip bir erkekle aynı yerde yaşayan dişi bir fare, başka tip MHC’si olan bir
erkek aramaktadır. Aynı şey insanlarda da olmaktadır, erkek vücut kokuları arasında tercih
yapma şansına sahip kadınlar, MHC’si kendisinden farklı olan erkekleri seçmektedir.
Edinburgh Üniversitesi’nden Claus Wedekind’ın yaptığı bu araştırmanın sonuçları, genel
düşünceye aykırı görünmekle birlikte evrimsel bir anlama sahiptir. Çocuk düşürme
(hamileliğin erken dönemlerinde) MHC’leri ortak olan çiftler arasında, farklı olanlara göre
çok daha yaygındır. Kısaca bazı erkekleri seçmede birtakım genetik avantajlar saklı olabilir.
(Tim Birkhead)
Bütün kültürlerde, evlenebilecekleri insanlarda on sekiz değişik olası özellik arasından
en fazla seçilenin “aşk ve birbirini anlama” olduğunu gördüm. Görünüşe göre kültürel hazır
reçetelerin tuhaflıklarına, eş bulma sistemlerinin farklılıklarına, ekonomik şartların
eşitsizliklerine, dinen caiz olanın baskısına rağmen, insanlar her yerde aşk arıyorlar.
Dünyadaki herkes nazik, anlayışlı, zeki, güvenilir, duygusal olarak istikrarlı, geçimli,
çekici ve sağlıklı eşler istemektedir. Fakat bu niteliklerin önceliği bir kültürden diğerine
değişmektedir. Örneğin bekaret müstakbel bir eşte bütün ana kıta Çin’de hiçbir şekilde
vazgeçilmez bir özellik olurken, İsveç, Hollanda gibi ülkelerde konu dışıdır.
Bilimsel açıklamaya göre evrim insan beynine, başarılı üremeye yol açan faaliyetlere
devam etmemiz için ödül mekanizmaları yerleştirmiştir. Kötü yanı, uyuşturucu bir süre sonra
etkisizleşmektedir. Bazıları hazcı bir çemberin içine tutsak düşmekte ve aşka eşlik eden
yüksek duyguların peşinden koşmaktadır. Yeni eşlerle mükerrer başarılı eşleşmeler heyecanı
geri getirmekle birlikte, hiçbir zaman eski düzeye ulaşılamıyor sanki.
10
Aşkın en göze çarpan eylemleri, bir kişiye olan cinsel, duygusal bağlılık ve sahip
olunanı paylaşma isteğidir. Ne yazık ki evrimci hikaye burada bitmiyor. Aşk arzusu var
olunca, sahtekarlık yapılabilir. Erkekler kısa dönemli cinsel başarılar için aşk duygularının
derinliklerine dair kadınları aldatmaktadırlar. Kadınlar da buna karşılık cinsel istismara karşı
savunma mekanizmaları geliştirmişlerdir; örneğin seks yapmadan önce uzun süren bir flört
aşaması şart koşmak veya sözsel olmayan işaretleri okuma konusunda üstün bir yetenek
geliştirmek. Bu evrimsel karşı önlemler aldatmaya karşı sürekli tetiktedir.
Başka bir sorun da insanların en az aşık oldukları kadar hızlı bir şekilde soğumalarıdır.
İleride hangi insanların soğuyacağını kesin olarak bilemesek de, son dönemde yapılan bazı
araştırmalar birtakım ipuçları sunmaktadır. Nasıl arzunun gerçekleştirilmesi aşık olmakta
büyük bir yer kaplıyorsa, arzuların gerçekleşmemesi çatışmayı işaret eder. Nazikliği ve
enerjisi yüzünden seçilen bir erkek, zalim ve tembel olduğu ortaya çıktığında terk edilir.
Gençliği ve güzelliği için seçilen bir kadın, yeni bir model erkeğe göz kırptığında hemen terk
edilebilir. Ayrıca birkaç cinsel ilişkiden sonra eşlerin geldiği üretimsizlik, her ikisini de daha
verimli ilişkiler aramaya itebilir.
Tabii bir de eş piyasasının davul dengi dengine çalar ilkesini hesaba katmamız
gerekiyor. Kariyerlerine yeni başlamış bir çifti düşünün. Eğer kadın kariyerinde hızla
yükselirken, erkek işinden atılırsa, bu durum ilişkinin üzerine büyük bir yük bindirir, çünkü
artık bu kişilerin piyasa değerleri farklıdır. (David M. Buss)
Bizi Biçimleyen Doğa mı, Yetişme mi?
Amerika’da psikoloji, yirminci yüzyılın ilk yarısının büyük bir kısmında ciddi bir
biçimde, yeni doğmuş bir beyinde çok az doğuştan programlama olduğuna, belirli uyaranlara
yanıt olarak tepki verdiğimize ve davranışlarımızın şartlanmamızın bir ürünü olduğuna inanan
davranışcılığın (egemenliği değilse bile) etkisi altındaydı. Psikolog J.B. Watson ile, ardından
B.F. Skinner, bu görüşün öncü taraftarlarıydı. İnsan zihnini bir tabula rasa [boş levha] ve
dolayısıyla insan toplumunu büyük ölçüde biçim verilebilir bir şey olarak gören Margaret
Mead ve diğerleri gibi kültürel antropologlarla birlikte, toplum bilimlerinde paralel gelişmeler
yaşandı. Gerileyen biyoloji değil, kültürdü.
İsyan kaçınılmazdı. Tartışmanın en fazla saldırılan alanlarından birisi de, bilhassa ırkla
ilişkili olarak, IQ’nun kalıtımsallığıydı. Amerika’da Arthur Jensen ile Britanya’da Hans
Eysenc gibi akademisyenler, davranışlarımızın ve karakterlerimizin büyük bir kısmının
kalıtımsal olduğuna dair hayli reklamını yaptıkları düşünceleri nedeniyle nefret kaynakları
olmuşlardır. Örneğin Eysenck, IQ’nun ¼ oranında yetişme ve doğa tarafından
biçimlendirildiğini ileri sürmeyi severdi.
Wilson, tarihsel bir öneme sahip 1975 yılında yayınlanan “Sosyobiyoloji: Yeni
Sentez” adlı kitabında, insan davranışlarının kökenlerinin genetik olarak belirlenmiş olma ve
insan ile hayvan arasındaki bu açıdan yapılan ayrımın yanlış yönlendirilmiş bir ayrım olma
ihtimalini açık bir biçimde yeniden dirilten kişi oldu.
Wilson hem entelektüel, hem de siyasi olarak bir fırtına yarattı. Irkçılık ve
cinsiyetçilikle suçlandı. Genlerin kader olduğuna inanan biyolojik belirlenimci olarak bir
kenara atıldı. Sosyobiyoloji kelimesi öyle gözden düştü ki, Wilson’un düşüncesine yakınlık
besleyenler bile onu kullanmaya çekindi.
Bu esnada sadece biyologları değil, aynı zamanda felsefecileri ve sosyal bilimcileri
barındıran bir grup Darwin’e geri döndü ve evrimci araştırmalarda yeni bir okulun temelini
attı. Bu okulun görüşü, kabaca bizim türümüz doğal seçilim yoluyla, uzun dönemli bir
avcılık-toplayıcılık varoluşuna uyum sağlamıştır, der. O zamanlar hüküm süren çevresel ve
sosyal örgütlenme bugününkinden dikkate değer biçimde farklıdır. Fakat biyolojik açıdan, o
zaman ne isek şimdi de oyuz; çünkü insanları değiştiren bir güç olarak biyolojik evrim büyük
ölçüde yerini kültürel evrime bırakmıştır. Böylece öğrenilmiş insan davranışının yeni
11
programları eski kalıtsal özelliklere eklenmiştir. Bizim türümüze neyin ‘doğal’ geldiğini
öğrenmek istiyorsanız, on bin yıl önce nasıl yaşadığımızı araştırın.
Evrimci psikolojinin acımasız bir eleştirmeni olan biyolog Steven Rose, beyin bilimi
ile genetik bilimin ortaya çıkan sentezini nörogenetik diye adlandırmakta ve onun insan
davranışı üzerindeki ileri sürülen etkisini “nörogenetik belirlenimcilik” olarak
betimlemektedir. Rose “Ömür çizgileri” adlı kitabında şunları yazmaktadır: “Ancak en aşırı
indirgemeciler Bosna savaşının kökenleri için Dr. Radovan Karadzic’in beynindeki sinir
ileticilerinin mekanizmasındaki kusurlara bakacak ve tedavisi için kitlelere Prozac
önerecektir; nörogenetik belirlenimcilik tarafından ortaya atılan savların büyük bir kısmı bu
aşırılıklardan pek uzak değildir.”
Tartışmanın öte yanında Wilson, genlerin kader olduğunu söylediğini bizzat inkar
etmekte ve sosyobiyolojinin yaratacağı kızgınlığı tahmin etmekteki başarısızlığının, toyluktan
kaynaklandığını kabullenmektedir. Bununla birlikte, insanların davranış belirlemede atalarının
etkisini kabul etmekteki mevcut isteksizliğini anladığını söylüyor: “Bütün zihinlerin aynı
şekilde başladığını, bütün potansiyellerin aynı olduğunu ve insanın davranışını herhangi bir
yönde değiştirmek için tek yapılması gerekenin çevreyi değiştirmek olduğunu söylemek, daha
rahat ve aynı zamanda daha kolay anlaşılacak bir duruştur.”Birçok bilimci artık hem çevrenin
hem de kültürün bir rol oynadığına inanmaktadır. Tartışmanın odağı, onların mutlak
etkilerinden ziyade görece etkilerine kaymıştır. (Geoff Watts)
Doğa ve yetişmeyi, ayrı ve bağımsız saymanın yanlış yönlendirici bir aşırı
basitleştirme olduğu, artık açıkça anlaşılmıştır. Etkiler, hem korelasyonlar hem etkileşimler
açısından, ikisinin karşılıklı oyununa bağlıdır.
Bu bulgular, hem genetik hem psikososyal araştırma için can alıcı öneme sahip
içerimler taşımaktır. Gen bilime yönelik mesaj, genetik etkinin bir kısmının onun çevresel
etkilere maruz kalma üzerindeki doğrudan olmayan etkisinin varyasyonlarında yattığıdır.
Demek ki hem doğayı hem yetişmeyi kapsar ve onu sadece genetik olarak adlandırmak yanlış
yönlendiricidir. Psikososyal araştırma için mesaj ise paralel bir mesajdır: tümüyle çevresel
görünen etkilerden bazıları, gerçekte, kısmen genetik ortamdan geçmiştir.
Genetik faktörler yatkınlık ve zayıflıktaki bireysel değişmelerde can alıcı bir rol
oynamaktadır. Bu tür etkiler biyoloji ve tıpta da söz konusudur. Böylece, baharda çiçek
tozlarına maruz kalma, bazı bireylerde şiddetli saman nezlesine sebep olurken, diğerleri hiçbir
şekilde etkilenmemektedir. Bu bireysel farklılıklar genetik etkilerle ilgilidir. Dahası bireysel
yatkınlık genlerini inceleyen moleküler genetik araştırma, genlerin ve çevrenin sigara
içmeden, baş dönmeleri ve enfeksiyonlara kadar çeşitli risk faktörleriyle ilgili olarak, birlikte
etkide bulunduğunu teyit etmiştir.
“Doğa mı yetişme mi? Sorusuna iki uyarı eklenmelidir. İlk olarak, genetik olmayan
etkiler, illa da özel çevresel etkileri kapsamaz. Bunun sebebi biyolojik gelişmenin,
belirlenimci olmaktan ziyade tesadüfü olmasıdır. Başka bir deyişle evrimsel kökenli genetik
program, genel bir kuralı veya planı belirlerken, her bireysel sinir hücresinin (veya herhangi
bir hücrenin) ne yaptığını belirlemez. Tesadüf ve genel düzensizlik hafife alınmaz bir rol
oynar. Böylece, her dişi iki X kromozomuna sahipken, bunlardan yalnızca biri etkindir ve
hangisinin etkin olduğu büyük ölçüde tesadüf tarafından belirlenir görünüyor. Hangisinin
etkin olduğu, bazı şartlarda önemlidir, çünkü bir X babadan ve biri de anneden kalıt alınır.
Genel düzensizlik biyolojik genişlemede çok yaygındır. Böylece, çoğumuzun şu ya da bu
türden küçük anomalileri vardır (Örneğin fazladan bir meme ucu, fazladan bir diş, eksik bir
kas, göz kapağının tuhaf bir biçimde katlanması, asimetrik ten oluşumları veya tuhaf bir
biçimde duran kulaklar). Bu tür anomaliler grup düzeyinde daha anlamlıdır. Tek çocuklara
göre ikizlerde veya yaşlı annelerden doğan çocuklarda bu durum, daha fazladır; fakat hiçbir
belirgin çevresel faktör, bireysel bir düzeyde vuku bulmalarından sorumlu görünmemektedir.
12
İnsanlar arasındaki farklılıkların büyük bir kısmı, doğa ve yetişmenin birbirini
beslediği bileşiminden gelmektedir. Moleküler biyoloji, rastlantısal süreçleri anlamada önemli
bir rol oynayacaktır. Bugüne kadar, zihinsel bozukluklar alanındaki birçok araştırma, bir
sonuç işaret etmemektedir; çünkü rasgele atış, ancak bu kadar elde edebilirdi. Fakat moleküler
biyoloji bir kez bir veya daha fazla yakınlık geni belirlerse ve işlevsel genom araştırması bu
genlerin proteinler ve protein ürünlerin ortaya çıkardığı biyolojik süreçler üzerindeki etkilerini
gösterme noktasına varabilirse, altta yatan biyolojik olarak tesadüfi mekanizmaların
araştırmasını daraltmaya yardım edecektir.
Ne var ki araştırma, ancak doğa ile yetişme arasındaki karşılıklı oyunun
soruşturmasını kapsıyorsa tam anlamıyla başarılı olabilir. Bunun sebebi, sonuçlar üzerindeki
hayati öneme sahip bazı genetik etkilerin özel çevresel risklere maruz kalmaları veya yatkın
olmaları üzerindeki etkisiyle ilgili olmasıdır. (Michael Rutter)
Kadın ve Erkek Nasıl Farklıdır?
“Neden kadınlar bir erkek gibi olamıyor?” diye soruyor My Fair Lady adlı
müzikalinde Henry Higgins, arkadaşlarının içgüdüsel sempatisini üstüne çekerek.
Erkekler hayattaki önemli şeylerde çok daha iyidir. Susmanın erdemini bilirler.
İhtişamla koşar, bir topu şaşmadan hedefine fırlatabilir, bir aracı ilk denemede kusursuz bir
biçimde park edebilir. Ağlamaz veya ufak meselelerde alınganlık göstermezler.
Kadınlar başkalarının niyetlerini ve ruh hallerini ustalıkla değerlendirme ve karmaşık
bir sosyal ilişkiler ağını başarıyla yürütme kapasitelerine sahip, daha sakin yaratıklardır.
Kızların ve erkeklerin farklı davranışlarının biyolojik bir içeriğe sahip olduğuna
inananları için ikinci adım, bunun sebebini anlamaktır. Evrimci psikologlar, cevabı cinsel
seçilim de aramaktadır. Birincisi, en iyi uyum sağlayanın hayatta kalması olan Darwinci
evrimin, ikinci ilkesidir bu. Bir genin bir sonraki kuşağa geçmesini garantiye alan şey, sadece
hayatta kalma değildir, üreme başarısı da özseldir. Yani, üreme başarısını gösteren genler
kuşaktan kuşağa aktarılırlar. Tuhaftır ki, kadınlarda üreme başarısında sorumlu genler,
erkeklerde başarıyı sağlayanlardan farklıdır. Bunun sebebi, üremenin basit biyolojik
gerçekleridir. Bir kadın ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ancak yılda bir çocuk üretebilir, oysa
erkeklerin üreme olasılıkları neredeyse sonsuzdur. Bu iki gerçeklik farklı eş bulma
stratejilerini gerektirmektedir. İnsanlar da dahil olmak üzere hayvanlar aleminin büyük bir
bölümünde eş bulma yöntemleri, iki farklı bileşimden oluşur: eşlere ulaşmak için kendi
cinsinizle rekabet ve/veya mevcut olanlar arasından eşinizi seçme.
Psikolog David Buss’un dünyanın çeşitli yerlerinden otuz yedi ülke üzerinde yaptığı
bir araştırmaya göre toplum, ister endüstriyel, ister endüstri öncesi, Taş Devri, Batı, Doğu
veya Afrikalı olsun, kadın beğenileri aynıdır.
Buss’un araştırması dünyadaki bütün erkeklerin kum saati biçimindeki kadınlardan
hoşlandığını göstermektedir. Daha kesin konuşursak 0,7 kalça ve bel oranı. Evrimci
psikologlar, belin kalçadan yüzde 30 daha küçük olduğunu gösteren bu oranın, sağlık, gençlik
ve doğurganlığı gösterdiğini ileri sürmektedir. Örneğin 0,85’in üstündeki bir oran kadınları,
bir dizi psikolojik rahatsızlık riskine sokmaktadır ve hamile kalma şanslarını azaltmaktadır.
Karşıt cinsten farklıyız, çünkü evrim bizi farklı olacak şekilde belirlemiştir ve
hormonlar bunun hammaddesini sağlar. Fakat bu maddeden ne yapacağımız, topluma
kalmıştır. (Aisling Irwin)
Saldırganlığın Sebebi Nedir?
Bu tedavinin ABD’deki dur durak bilmez savunucusu Walter Freeman, hastaların
beynine tıbbi bir “buz iğnesi” batırıp beynin aşırı heyecandan sorumlu olduğu teorize edilen
talamus yakınlarındaki bir dokusunu yok etmenin saldırganlığın ve bir dizi başka problemin
13
sebeplerini ortadan kaldırmaya yardımcı olacağına inanıyordu. Teorilerini destekleyen çok az
kanıt söz konusuydu, fakat binlerce insan bu operasyonlarla birer bitkiye dönüştürüldü
(meşhur John F. Kenedy’nin kızkardeşi Rosemary de bunlardan biridir.)
Birçok saldırganlık teorisinin beynin fiziksel yapısına bakmaması konunun
karmaşıklığının bir göstergesidir. 1920’den beri yaklaşımlar saldırganlığın dış bir kışkırtma
olsa da olmasa da var olan bütün insanların içinde bulunan ölüm isteğinin dışsallaştırılması
olduğunu söyleyen Sigmund Freud’un teorisinden, Konrad Lorenz’in balıklar ve kuşlar
üzerine yaptığı hayvan davranışları araştırmasına dayanan ve bunun insanların hayvanlar
aleminin büyük bir kısmıyla paylaştığı bir itki olduğunu ileri süren teorisine kadar çeşitlilik
göstermektedir.
En verimli yaklaşımlardan birisi, biyolojik teorilerin bireylerin beyin durumları
üzerine yoğunlaşmalarının aksine, saldırgan davranışın güdülenip yönetilmesindeki sosyal
kuvvetlerin hayati rolüne bakmıştır. Eylül 2001 tarihli Dünya Ticaret Merkezi ile Pentagon’a
yönelik terörist saldırıları düşünün. Her ne kadar bazı intihar bombacılarının sistemlerindeki
serotonin düzeyi daha düşük olabilse de, din, kültür, ideoloji, otoritenin etkisi ve tarih neden o
kadar çok insan öldürdüklerini açıklamakta daha çok işe yaramaktadır.
Öte yandan Tahiti’deki geleneksel topluluklar ile İnuit yerlileri üzerine yapılan
araştırmalar, saldırgan davranışın kültür tarafından ciddi bir biçimde ayıplanması sebebiyle
antisosyal saldırganlığa pek rastlanmadığını göstermektedir. (Chris Bunting)
Bazı akademisyenler saldırganlığı kışkırtan durumların bütün türler için özde aynı
olduğunu ve insanların saldırganlığının kendine has bir yanı olmadığını savunmaktadır. Zaten,
insanlar da yiyecek için başka türleri katleder, toprak için birbirleriyle savaşır, kendi
değerlerini empoze etmek için başkalarını yaralar veya öldürür ve değerli şeylerini korumak
için şiddete başvurur. Cinsel rekabette, hayli sık bir biçimde şiddet davranışlarına yol
açmaktadır. İnsanlar, tıpkı diğer hayvanlar gibi istedikleri şeyi elde etmek için yıkıcı güç
kullanmaya hazır görünüyor.
Genel olarak insan beyninin bir sürüngen çekirdekten geldiği düşünülmektedir. Bu
çekirdek limbik sistem diye bilinen memeli öncesi yapılarla çevrilirdir, bu sonuncusu da yeni
memeli yapısıyla, yeni korteksle çevrilidir. Bilhassa büyük bir yeni kortekse sahip olmamız
bir kenara, beyinlerimiz daha önceki evrim aşamalarını üç parçalı bir yapıda birleştirmiştir.
En önemlisiyse, bu yapıların bütün hayati insani davranışları üzerinde, tıpkı binlerce yıl
öncesindeki gibi etkide bulunmaya devam etmesidir.
Limbik sistem bütün insan heyecanlarını kontrol eder ve bu sistemin bir parçası olan
amigdala saldırganlığı kontrol etmede en önemli yapı olarak ortaya çıkmıştır. Bu yapı çevreyi
tehlike ipuçları için tarama ve bu ipuçlarıyla karşılaştığında, insanlara onlarla etkili bir şekilde
fiziksel olarak mücadele etmeye yardım etmek için endokrin sürecini başlatmayı
kapsamaktadır.
Yakın tehlike tehditleriyle baş emek, bir bireye öncelikle tehdit kaynağına saldırarak
veya yavaş yavaş çekilerek hızlı önlem alabilmesi için enerji tedarikini gerektirmektedir.
Enerji ihtiyacı genellikle sinir sistemini uyaran adrenal hormonlarının sistemli bir şekilde
salınmasıyla ve iskelet kaslarına büyük miktarlarda glikoz tedarik edilmesiyle sağlanmaktadır.
Heyecanlanmak ve kızmanın, bir meydan okumayı karşılayacak şekilde güçlü
hissetmenin ve hemen bu ana ve buraya odaklanmanın uyum değeri kanıtlanmıştır. Bir kural
olarak, tehlike tehditleri artık doğrudan bir saldırı veya ani kaçışla çözülemez. Örneğin bir
insanın evindeki radon gazının ters etkileri, beden ortaya çıkan acil durumla ilgili olarak ne
kadar çok enerji tedarik ederse etsin, ani bir fiziksel eylemle ortadan kaldırılamaz.
İnsan saldırganlığına hizmet eden sadece üstün tahmin becerileri ve bunların getirdiği
stratejiler değildir. İnsan saldırganlığı, aynı zamanda, bazılarının en yüksek akılcılık formu
14
olarak gördüğü ahlaki akıl yürütme tarafından güdülenir. Ödeşme ve öç, temel saldırganlık
kaynaklarıdır.
Bizi kısa çöpü çeken tarafa koyan sosyal adalet karşılaştırmaları, denk miktarda
eşitsizlikle savaşa rağmen, kızgınlığa ve dolayısıyla saldırganlığa yol açmaktadır. Adalet
duygumuzun çiğnenmesi bizi öç almaya itmektedir. Eğer bize karşı bir yanlış yapılmışsa
“ödeşmemiz” gerekir. Ödeşerek adaleti sağlama arzusu sık sık kişisel çatışmalara sebep
olmaktadır. En büyük savaş nedenlerinden biri, birinin halkı eskiden yapılmış bir haksızlığın
cezasız kalamayacağına ikna etmesidir. Bazen ahlaken en kabul edilmez eylemler bilegenellikle kutsal bir otoriteye gönderimde bulunarak-haklı çıkarılır. (Dolf Zillmann)
Doğaya Müdahale Etmemiz Doğru mu?
Haziran 2001 yılında Amerika Temsilciler Meclisi insan klonlanması teklifini reddetti.
Fakat daha sınırlı, tedavi amaçlı bir klonlamaya izin verdi. Müzakere sırasında söz alan
Oklahoma’dan cumhuriyetçi kongre üyesi J.C. Watts şunları söyledi: “Meclis aklını yitirmiş,
bilim adamlarına bize bahşedilmiş hayatla oynama izni vermemeli. Klonlama insanlığa
hakarettir. Bilimin aklını yitirmesidir.” Üç ay sonra bahsi geçen “aklını yitirmiş bilim
adamlarından” ikisi-kök hücre tekniklerini ve yapay döllenmenin öncüleri-Amerika’nın
Nobel’i olan Lasker Ödülü’ne layık görüldüler. Bilim çevrelerinde, bu kişilerin çalışması
insan bilgisinin arttırılmasına büyük bir katkı olarak görüldü.
Doğa hakkında çok şey bilmenin kötü bir şey olduğu miti, modern bilimin doğduğu
Batı kültüründe merkezi bir yere sahiptir. Antik Yunan mitolojisi Titan Prometheus’un, ateşi
tanrılardan çalıp insanlığa verdiği için kayaya zincirlenişini ve her gün kendini yeniden tamir
eden ciğerlerinin bir kartal tarafından yenilişini anlatır. Adem ile Havva’nın cennetten
kovulmasının sebebi gerçek bilgi ağacını meyvesini yemeleridir. Hikayenin John Milton
versiyonunda, 1667 yılında yazılmış “Kayıp Cennet” adlı kitabında yılan, ağacı “Bilimin
Anası” diye adlandırır. Oyun yazarı Chiristopher Marlowe’s ortaçağ simyacısı Dr. Faustus
kahramanı bilgi karşılığında bedenini ve ruhunu satmaya hazırdır.
Yaygın görüş her zaman doğaya müdahale etmenin kötü sonuçlara yol açacağı
yönündedir. Bilim adamlarının, genetik aktarımlı ürünlerin gelişmekte olan ülkeleri
beslemeye yardım edeceği ve kimyasal haşere ilaçlarının ve gübrelerin kullanımını
azaltacağına dair iddiaları büyük ölçüde kulak ardı edilmiştir. Protestocular, teknolojinin
tehlikeli olduğunu iddia ederek, genetik aktarımlı ürün tarlalarına girmiş ve bu tarlaları yok
etmiştir.
Fakat genel görüş tarafından lanetlenen ve reddedilen bazı diğer teknolojilerin yararlı
olduğu daha sonra kanıtlanmış ve geniş ölçüde kabul görmüştür. 1798 yılında Edward Jenner,
ineklerde bulunan çiçek hastalığını küçük miktarlarda şırınga etmenin insanları çiçek
hastalığına karşı bağışık kıldığını keşfetmiştir. Bu aşı milyonlarca insanın hayatını
kurtarmıştır ve Dünya Sağlık örgütü’nün 1980 yılında hastalığın tümüyle yok edildiğini ilan
etmesine yol açmıştır. Ne var ki keşfin yapıldığı dönemde siyasi karikatüristler, inek çiçek
hastalığı şırınga edilen insanları bir inek kafasıyla resmetmiştir. Çiçek hastalığı aşısı 1853
yılında mecburi kılındığında, dünya protesto yürüyüşlerine sahne olmuştur.
İnsan ‘doğası’ insan bilgisini arttırma güdüsüne hiçbir zaman direnememiştir.
(Caroline Davis)
On sekizinci yüzyılda, Rousseau’ya kadar, doğanın bizim ilerlememiz için var
olduğuna inanılıyordu. Vahşi, eğitilmemiş doğa, işlenmiş doğadan daha az değerliydi.
Doğanın değişmezliği ve yüceliği, aynı zamanda yozlaşmaktan uzak oluşu, insanı,
gerçekten ait olduğu yeri görmesini mümkün kılarak, gerçek kimliğine döndürme gücüne
sahipti.
15
Darwin’in “Türlerin Kökeni” adlı kitabının 1829’da yayınlanması türlerin nasıl evrim
geçirdiğine dair bir açıklama getirdi. Buna göre türler kaynakların kıt olduğu bir dünyada
hayatta kalmak için yarışıyor ve en iyi uyum sağlayan hayatta kalıyordu. Darwin, on iki yıl
sonra “İnsanın Düşüşü”nü yayınlandığında, bugün hala koruduğumuz insan doğası
kavramının temellerini atmış oldu.
Bununla birlikte, Darwin’in evrim teorisi hala yeterince açıklayıcı değildi. Çünkü bir
tür içindeki çeşitlemelerden bazılarının nasıl hayatta kaldığı, diğerlerinin ise nasıl başarısız
olduğu Darwin için net değildi. Bunun için yirminci yüzyıldaki genetik bilimin doğuşunu
beklemek zorunda kaldık. (Mary Warnock)
Hastalıkları Sona Erdirebilir miyiz?
Yoksulluğu sona erdirmek hastalıklardan kurtulmamızı sağlar mı? Kuşkusuz etkilerini
azaltacaktır, fakat refah ve ilerlemenin kendine özgü sorunları vardır. Daha uzun yaşıyor
olmamız, yaşlılıkla ilgili hastalıklarda bir artışa yol açmıştır. Doymuş hayvan yağıyla dolu
aşırı zengin bir beslenme, daha fazla kalp hastalığı ve kanser getirmiştir. Üstelik işler iyiye
gidecek gibi görünmüyor; araştırmanlar İngiltere’deki on bir yaşındaki her üç kızdan birinin
aşırı kilolu, on kızdan birinin de obez olduğunu gösteriyor.
Beden emeği gerektirmeyen işlerin sayısındaki artış, genel hareketsizleşme, modern
hayatın hızlı ve istikrarsız hayatıyla ilgili stres, ailelerin parçalanmasındaki artış ve yirmi dört
saat/yedi gün çalışma, olumsuz etkiler açısından birbirine eklenmektedir.
Her ne kadar stresin bir hastalık sebebi olduğu hala kanıtlanmamış olsa da, artık bir
depresyon etkeni olduğu kabul edilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü stresin önümüzdeki yirmi
yıl içinde ikinci büyük küresel hastalık yükü olacağını öngörmektedir. Ayrıca stersin
bağışıklık sistemini bozduğuna dair bir fikir birliği vardır. (Mandy Garner)
Bazı yoksul ülkelerin standartlarına bakıldığında zengin ülkeler, birçok hastalığı hali
hazırda yok etmiştir. Kamu sağlığı, antibiyotikler, kanser tedavisi ve kalp cerrahisindeki
gelişmeler sayesinde, hastalığın normal sayıldığı bir aşamadan anormal sayıldığı bir aşamaya
geçtik. Fakat insanlar, hasta olmaya devam edecektir ve bu kişilere bunun normal bir şey
olmadığını söylemekte hiçbir teselli yoktur.
İnsan genomunda şu anda ağırlık, insanların kişiliklerini ve farklılıklarını analiz etme,
bulguları bireysel sağlık ve tıp problemleriyle karşılaştırmak üzerinedir. Yaygın gen testleri,
birlikte mahremiyet ve insan hakları sorunlarını beraberinde getirse de, bir bütün olarak
bakıldığında büyük bir ilerlemeyi işaret etmektedir. Genetik farklılıkların, beslenme ve
hayatın diğer yönleriyle etkileşimi çok iyi şekilde bilinecek ve insanlara kesin tıbbi nasihatler
vermemize yardımcı olacaktır. Hızlı ve ucuz test etme metotları geliştirildikçe, hastalığın
kalıtım teşhisi, giderek daha kesin ve yaygın hale gelecektir. Aynı şekilde ilaç tedavisine
yatkınlık ve ilaçların yan etkilerinin teşhisini de. Bu, hem mevcut ilaçların seçimi hem de
yenilerinin tasarlanması yoluyla en azından kritik vakalarda, tedavinin çok daha etkili
olabileceği anlamına gelir. Bazıları, bu ilk yıllarımızda, gen yönelimli ilaçların klinik pratikte
diğer her şeyden daha büyük bir etkiye sahip olacağını tahmin etmektedir.
Şu anda toplum, cenin seçiminin ahlaki sorunlarını tartışmaktadır. Bu tartışmanın bir
ucunda, bu tür faaliyetlerin her durumda yanlış olduğunu söyleyen insanlar var. Öte ucunda
ise, sakat doğmalarına izin verdikleri için anne babalarına dava açan çocuklar. Daha fazla
genetik sır açıklığa kavuştukça cenin seçimi sınırları, hiç olmazsa tıp pratisyenlerini korumak
için, daha net bir şekilde tanımlanmak zorunda kalacaktır. Bazı anne babalar en ince
ayrıntılarına kadar seçim yapmak isteyecek, hatta zeka gibi niceliksel özelliklere bile
müdahale edeceklerdir.
Bedenlerimizi daha iyi anlamak, yeni sorunlara yol açmaktadır. Birçok insanın
hayatını karartan yaşlılık bile, bir hastalık olarak görülebilir. Hayatın süresini uzatmanın,
16
onun kalitesini arttırmadığımız sürece hiçbir faydası yoktur. Bu yüzden yaşlılığın
olumsuz etkileriyle mücadele, büyük ilgi çekmektedir.
Peki ya ölüm? O da bir hastalık mı? Onu da yok etmek istiyor muyuz? Benim için
cevap kesinlikle hayır. Giderek daha sık bir şekilde, başarılı görüldükleri için kendilerine
abartılı bir saygı gösterilen, benim yaşımdaki ve benden büyük insanlardan ziyade gençlerden
etkilendiğimi görüyorum. Kenara çekilip, yeni kuşakların gelmesine izin vermek, en
mantıklı davranış gibi görünmektedir. Yine de ölümsüzlük, çok çekici bir düştür. Peki ona
nasıl erişeceğiz?
Peki acaba bedenlerimizi de muhafaza etmeli miyiz? Hasta olduklarında onları nasıl
tedavi edeceğiz? Beden onarma yöntemleri, gelecekte daha karmaşıklaşıp kusursuzlaşacaktır.
Genlerin değiştirilmesi, insan genomu projesinin tek ürünü olmayacaktır. Bedenlerimizin
nasıl çalıştığını gerçekten anlamanın sonuçları, kısa bir süre sonra cerrahi ile biyokimya
arasında hiçbir boşluk kalmayacağı anlamına gelmektedir.
Fakat insan bedenine ne kadar çok donanım sokup, hala ona insan bedeni diyebiliriz?
Bu bir şaka değil. Protez araştırmanları, sinir sistemi ile bilgisayarlar arasında makul
ölçülerde istikrarlı bir bağlantı kurmayı başardıkları vakit-ki bu nokta çok uzak değil-o zaman
kesinlikle birçok beyin genişletilmesi talebiyle karşı karşıya kalacağız. İnsanlar, aletleri
kullanmayı çok çabuk öğreniyorlar. Kulaklarının içine işitme cihazı monte edilenler veya
sanal gerçeklik cihazlarıyla oyun oynayanlar, gelecekteki bu insan tipinin ilk örnekleri gibi
görünüyor. Birazcık daha hafıza ister misiniz? Ya biraz işlemci gücüne ne dersiniz? Neden
olmasın? Eğer cevabınız evetse, o zaman başka tür bir ölümsüzlük, sokağın köşesinde bizi
beklemektedir.
İlaç şirketleri için en karlı ürünler, depresyon tedavisinde, yüksek kolesterol ve
sindirim sorunlarında kullanılan ilaçlardır. Yoksul insanlar için üretilen ilaçlarda hiçbir kâr
yoktur. Bu durum düzeltilmedikçe, dünya sadece adaletsiz bir yer olmayacak; fakat aynı
zamanda ciddi biçimde istikrarsız olacaktır.
Zengin ülkelerin kendi içinde de eşitsizliklerin arttığına dair işaretler söz konusudur.
Her ne kadar çok az tartışılsa da herkes, sağlık hizmetlerinin eşit dağılımında artan güçlükler
olduğunun bal gibi farkındadır. Eğer yeni teknolojinin faydaları, açık arttırılmaya çıkarılmak
yerine herkes tarafından paylaşılacaksa, bilinçli ve demokratik bir mücadele gerekmektedir.
Eşitsizliğin doğurduğu tehlikeler, bazı tıbbi sorunların çözülememesinin getireceği
tehlikelerden çok daha büyüktür. (John Sulston)
Acıyı Sona Erdirebilir miyiz?
“İnsanın elde edebileceği en büyük mutluluk/Zevk değil, acıdan uzak olmaktır,”
diyor şair John Dryden.
İngiltere’nin en meşhur acı araştırmanı Patrick Wall, Papa II. John Paul’dan alıntı
yapar: “Acı çekme kelimesiyle ifade ettiğimiz şey, insan doğasının vazgeçilmez bir parçası
gibi görünüyor. Acı çekme, Hz. İsa’nın ıstıraplarını paylaşma, Tanrı’nın krallığı için acı
çekmedir... Acı çekme, adeta, insanın ahlaki büyüklüğünü ve ruhsal olgunluğunu
göstermektedir.”
Acıdan kurtulmanın yasaklanmasını isteyen hekimler bulmak için, Katolik ülkelere
gitmeniz veya din adamlarına kulak vermeniz gerekmiyor. James Simpson’un, 1830’lu
yıllarda çocuk doğurma sırasında bir anestezi maddesi olarak kloroformu ortaya atması, kuşku
ve hatta düşmanlıkla karşılanmıştı. Güvenilirliğine dair bir endişe duyulsaydı, bu anlaşılır bir
şey olurdu; fakat birçok insan, çocuk doğurma sırasında hissedilen acının eşyanın doğal
düzeninin bir parçası olduğunu ve bu yüzden ortadan kaldırılmaması gerektiğini ileri
sürüyordu. Kilise adamları, tartışmaya Tekvin’den alıntılar yaparak (“Doğururken acı
çekeceksin!”) katıldı. Tartışma bir yirmi yıl daha devam etti ve sona ermesi, tıp adamları
17
sayesinde değil, bir soylu sayesinde oldu. Kraliçe Viktorya, Prens Leopold’un doğumu
sırasında kloroform kullanmayı kabul etti ve mesele kapandı.
Acı, organizmaya bir şeylerin yanlış gittiğini belirten bir mekanizmadır. Acıyı yöneten
sistem karmaşıktır ve henüz yeterince anlaşılmamıştır; fakat bedenin analjesik (ağrı kesici)
ilaç morfinin doğal karşılığı olan endorfin denilen moleküller ürettiği bilinmektedir.
Her ne kadar ağrıyla mücadele, modern doktorun en büyük uğraşlarından biri olsa da,
Rönesans’tan önceki tıpta çok az yer kaplamıştır. Çünkü o zamanın hekimlerinin adamotu,
banotu ve alkol dışında önerecekleri bir şeyleri yoktu. Afyonun bulunması, ağrıyla savaşta
daha etkili yollara açılan bir kapı olmuştur. Fakat bizim bildiğimiz morfin, kodein ve aspirin
gibi ilaçların ilk geliştirilmesi on dokuzuncu yüzyılda oldu. Nitrius oksit, kloroform ve eterin
icadıyla birlikte, cerrahların becerili olduğu kadar hızlı olması mecburiyeti ortadan kalktı ve
hastalar, cerrahi müdahale sırasında bilinçli kalma ateşten gömleğini giymekten kurtuldu.
İyi bir acı kontrolünün önündeki zorluklardan birisi, onun kişiden kişiye değişmesidir.
Doktorlar tansiyonu, kolesterolü veya şekeri kolayca ölçebilmektedir. Fakat sıra acıya gelince
hastaya sormaktan başka çareleri yoktur. Beni “süründüren” acı, seni “gıdıklıyor” olabilir ve
tıp personelinin genel eğilimi ne yazık ki, acının şiddetini hafife almaktır.
Kuşkusuz birçok acı, ister yanık, ister mikrobik bir enfeksiyon, isterse başka türden bir
yaralanma sebebiyle olsun, fiziksel bir kökene sahiptir; fakat her zaman değil. Açık bir sebebi
olmayan kronik ağrılar, doğru bir şekilde tedavi edilmeyen yaralara kesin bir tepki şeklinde
ortaya çıkmaktadır. Yara ve yaranın bütün gözlemlenebilir işaretleri iyileştiği halde, sinir
sisteminde yaratılmış olan acı durumu devam edebilmektedir.
Gerçekten de acıdan arınmış bir dünyada mı yaşamak istiyoruz? Riskten arınmış bir
dünyada yaşamaktan daha çok mu istiyoruz bunu? Acaba gerçekten acıya bir son vermek
istiyor muyuz? En azından mazoşistler, bunu kesinlikle istemiyor. Acı çekmeyi göze
alamayanlar ise gidip, başkalarının acı çekmelerini seyrediyor. (Goff Watts)
Acı hissetme yeteneğinden mahrum olarak doğan insanlar, bazı keskin ağrıların ne
kadar değerli olabileceğine iyi bir kanıt teşkil ederler. Bu insanların birçoğunda, çocukluk
döneminden kalma geniş ölçekli yanıklar, morartılar, derin kesikler vardır ve kendilerinde
ciddi yaralar açan şeylerden kaçınmayı öğrenmede güçlük çekerler. Acı hissetmeme alt karın
bölgesinde şiddetli ağrılara sebep olan apandisit yırtılmasının ardından acı hissedememe bir
adamı az kalsın öldürecekken, başka birinin çatlak bacak kemiği üzerinde kemik tamamen
kırılana kadar yürümesine sebep olmuştur.
Bu tür hikayeler, keskin ağrı ve acı hissetmekten tamamen kurtulmak istemediğimizi
açıklar. Ağrı bazen hayatımızı kurtarmaktadır.
Oysa kronik ağrı, yıkıcıdır ve hiçbir kurtarıcı özelliğe sahip değildir. Kronik ağrının
bir türü, kanser, arterit gibi bedenin dokularını ve beden işlevlerini, omurgada bir büyümeye
veya kalp dokusuna yetersiz kan gitmesine sebep olacak şekilde tahrip eden, direngen
hastalıklarda görülür.
Son yıllarda klinik ve labaratuvarlarda sürdürülen ağrı araştırmalarının sayısındaki
patlama, çok etkili, iki yeni ağrı kesici ilaç türünün keşfine sebep olmuştur. Bunların bu tür
etkileri olduğu, daha önce bilinmiyordu; epilepsi ile psikolojik depresyon tedavisi için
geliştirilmişlerdi. Anti-epilepsi ilaçları, genellikle çevre sinirlerinin patolojisiyle
ilişkilendirilen, nöropathik ağrılar için kullanılırken, antidepresanlar depresif olmayan
hastalarda bile çeşitli türden ağrıları dindirmektedir. Öyle ki ağrı kesici eylemleri, onların
depresyon üzerindeki etkilerinden bağımsız olarak vardır. Son zamanlarda arterit ağrılarını
dindirmek için güçlü ilaçlar bulunmuştur ve daha güçlüleri yoldadır. Bedendeki temel,
tanımlanabilir patolojilerle ilişkili kronik ağrıların, sonunda teslim olması ve tıp dünyasında
ağrısız bölgeler haline gelmesi mümkündür.
18
Baş ağrılarını ele alın. En yaygın iki türü tansiyon ile migren ağrılarıdır. Araştırmalar,
tansiyon ağrılarının her zaman baş ve boyun kaslarında artan gerilimle ilgili olmadığını ve
migren ağrılarının da her zaman, başın damar sistemindeki kan basıncı değişmeleriyle ilişkili
olmadığını ortaya çıkarmaktadır. Bazı baş ağrısı türleri için mükemmel ilaçlara sahip olsak
da, son yıllarda onları çok iyi anlamaya başlasak da, hepsini birden iyileştiremiyoruz ve
milyonlarca insanın baş ağrılarından mustarip olmaya devam etmesi önümüzde uzun bir yol
olduğunu gösteriyor.
Gerçekten de ağrı biliminde Kopernik’in on beşinci yüzyılda, sağ duyunun aksine,
Dünya’nın Güneş etrafında döndüğünü söylemesine benzer bir bilimsel devrimin eşiğinde
olabiliriz.
Biz de, sağduyunun söylediğinin aksine, beynin herhangi bir yaralanma, enfeksiyon
veya hastalık olmadan acı üretebileceğini artık biliyoruz. Beyin, yüzlerce milyar sinir hücresi,
trilyonlarca bağlantısıyla inanılmaz derecede karmaşık bir şeydir; fakat bilimsel ilerlemenin,
onun gizini sonunda açığa çıkaracağı kesindir. Bu gizlerin, dünyanın dört bir yanından
insanları etkileyen korkunç ıstırapların, ağrı ve acıların ortadan kaldırılması yolunu
aydınlatacağı umudu ise kesin bir umuttur. (Ronald Melzack)
Açlığı Sona Erdirebilir miyiz?
Kuşkusuz açlık, bütün insanlık tarihi boyunca vardı. Tarihsel olarak kaydedilmiş ilk
açlık, belki de Tevrat’taki, bugün Filistin dediğimiz topraklarda yaşanan kıtlığın içindeki
Yusuf’un hikayesidir.
Nobel ödüllü ekonomist Amartya Sen, 1981 yılında yazdığı “Yoksulluk ve Kıtlık:
Haklar ve Yoksunluklar Üzerine Bir Deneme” adlı kitabında, yakın tarihte birçok kıtlık
yaşanmasına rağmen yiyecek miktarının, daha önceki kıtlık yaşanmayan yıllardan pek o kadar
da az olmadığını gösterdi. Böylece yiyecek eksikliğinin, kıtlığın en önemli açıklaması olduğu
görüşüne meydan okuyordu.
Dünya nüfusunun 2030 yılında, yüzde 30 bir artışla sekiz milyar olacağı tahmin
edilmektedir. Bu durum, aynı bölgelerde artan kentleşme ve nüfusun yaşlanmasıyla el ele
gidecektir. Ekonomik zenginlik arttıkça, beğeniler değişecek, insanlar daha fazla et tüketmeye
başlayacak ve tahıl ürünleri daha az etkili kullanılacaktır. Su kıtlığına ek olarak, toprağın
yoksullaşması ve iklim değişikliği, muhtemelen çölleşmeye yol açıp, çiftçilerin üretim
kapasitelerini etkileyecektir.
“Eğer teknolojiyi 1993 seviyelerinde tutarsak, 2025 yılında dünya insanlarını
beslemek için 800 milyon hektar ormanı yok etmemiz gerekiyor,” diyor Trewavas. “Fakat
yine de elimize devasa, yeni topraklar geçmeyecektir. Eğer tarım üretimini arttırmak
istiyorsak, tarım teknolojisinde daha ileri gelişmelere ulaşmalıyız.”
Dünya ölçeğinde, 2000 yılında 44 milyon hektar gen aktarımlı ürün yetiştirilmiştir.
Daha ziyade ABD’e geliştirilen; fakat Kanada, Arjantin ve Çin’de de azımsanamayacak
miktarlarda bulunan, ilk gen aktarımlı ürünler, daha ziyade ayrık otları ve haşereye yönelik
ilaçlara direnci arttırmak için tek bir genin değiştirilmesinden ibaretti. Fakat insan sağlığı ve
çevre kaygılarının ağır bastığı ve bunun tüketicilere çok az yararı olduğunu düşünen
Avrupa’da, devasa bir muhalefete sebep olmuştur. Örneğin dünya ölçekli çevre baskı grubu
Greenpeace, her türden genetik aktarımlı organizmanın üretilmesine karşı çıkmaktadır.
Bugüne kadar elde edilen en ilginç genetik aktarım başarısı, herhalde, pirinç tanelerine
beta-caroten-Vitamin A-üreten genler aktarılmasıdır. Beta-caroten, eskiden de çeltik
yapraklarında bulunmakla birlikte bitki ıslahı, onun taneye geçmesini sağlayamamıştı.
Zürich’teki bilim adamları bunu, bir bakteri ile iki nergis geni aktararak, insanın A vitamini
19
ihtiyacını karşılayacak yeterli beta-caroten tedarik etme potansiyeline sahip bir pirinç bitkisiAltın Pirinç-üreterek başarmıştır. Şu anda gelişmekte olan ülkelerde 150 milyon çocuk A
vitamini eksikliği çekmektedir ve bu durum bazı vakalarda kalıcı körlüğe ve hatta ölüme
sebep olmaktadır.
Şeker pancarı virüsüne biyoteknolojik çözümler getirme üzerine araştırma yapan,
Afrikalı öncü bitki genetikçilerinden Florence Wambugu, genetik aktarımın, böcekleri kontrol
etmek için gerekli bütün teknolojilerin tohumun içine yerleştirilmesinden dolayı, Afrika için
yeşil devrim tekniklerinden daha çok işe yarayabileceğini ileri sürmektedir. Örneğin, tarım
ilaçlarının kullanılması için çiftçilerin eğitilmesine gerek kalmayacaktır. Avrupa’daki genetik
aktarımlı ürünlere duyulan tepkinin, bunların Afrika’da üretimini durdurabileceğinden endişe
duymaktadır Wambugu.
Pinstrup Andersen, “ihtiyaç duyduğumuz şey, açlığı nasıl sona erdireceğimizi anlamak
değil, bunu yapacak siyasi iradedir.” demektedir. Ve ilave ediyor:“İktidarda olan insanların
kötü beslenen çocukları yok.” “Yiyecek, bu yüzden, onların öncelikli meselesi değil.”
(Julia Hinde)
Yiyecek üretimini arttırıp, yetersiz beslenmeyi azaltmanın birçok yolu vardır: mevcut
ve yeni bilgilerden elde edilen uygun teknolojiler; eğitimin ve kadınların erkeklere oranla
statülerinin geliştirilmesi; bizzat çiftçilerin öncülük ettiği yerel yenilikler; ticareti geliştiren,
mübadele; yiyecek fiyatlarını düzenleyen uluslararası siyasetler ve piyasalara erişimin
kolaylaştırılması. Bugüne kadar tarım ürünleri, küresel ticareti çok yavaş özgürleşmiştir;
sanayi ürünlerine uygulanan gümrük tarifeleri 1950’deki yüzde 40’tan, 2001 yılında yüzde
4’e düşmüşken, tarım ürünleri tarifleri yüzde 40’larda kalmıştır. Bu kasvetli gerçekler, açlığı
sona erdirmenin yalnızca yiyecek ve nüfusla ilgilenmekten daha karmaşık bir mesele
olduğunu hatırlatmaktadır.
Yoksul ülkelerdeki yönetimler, uzun zamandan beri tarımı ihmal etmekte ve kırlık
kesimleri ile çiftçilerden ziyade kentleri ve sanayileri gözetmektedir. Daha az gelişmiş
ülkelerin pazarlara ulaşımı, gelişmiş ülkelerce engellenmiştir.
2001 yılında G8 ülkelerinin Cenova’daki zirvesinin gölge düşürdüğü, Sahara-altı
Afrika’da gelişme için görece uluslararası bir insiyatifi başlatma vakti artık gelmiştir.
Hindistan’daki projeler, iletişim ve bilgisayar devrimlerinin bölgenin miyadı dolmuş
teknolojilerden, modern teknolojiye nasıl sıçrayış yapabileceğine iyi bir örnek teşkil etmiştir.
Bugün 1,3 milyar insan, günde bir dolar veya daha azı gelirle mutlak anlamda
yoksuldur; iki milyar kadar insan da bu marjın hemen dışındadır. Böyle bir durumun devam
etmesine göz yumamayız; çünkü açlığı sona erdirmek, soyut bir insani sorumluluk değildir;
istikrarlı bir gelişme için temeldir. Eğer sürdürülebilir kalkınma ciddiye alınıyorsa, daha
gelişmiş ülkelerin tüketim alışkanlıklarını değiştirmeleri zorunludur. Nobel ödüllü ekonomist
Amrtya Sen’in söylediği gibi, eğer değişme olmazsa, mesele insanlığın doğal dünyayı
koruması meselesi olmaktan çıkıp, insanlığın kendini insanlıktan koruması meselesi haline
gelir. (Brian Heap)
Hala Evrim Geçiriyor muyuz?
Charles Darwin’in betimlediği üzere organizmalar, biyolojik açıdan doğal seçilim
yoluyla evrimleşirler. Zinde, daha iyi uyum sağlayan bireyler, daha uzun yaşama
temayülündedir ve daha çok çocuk sahibi olurlar; böylece daha az zinde olanların genleri
elenirken, bunların genleri yeni kuşaklara geçer. Peki ya tıp buna müdahale ederse? Bilim,
dünyanın ağır koşullarını büyük ölçüde hafifletmiş, doğal olarak zayıf olanı güçlendirmiş ve
insan üreme sahasını “yapay olarak” desteklemiştir. Acaba bu, evrim geçirmeyi bıraktığımız
anlamına mı geliyor?
20
Son on yılda, araştırmanlar, 4,000 metrenin üstünde bir yükseklikte yaşayan Tibetli
köylülerin, buna genetik olarak uyum sağlamış olduklarını gösteriyor. En azından fazladan bir
gen, kan hücrelerinin oksijen tutmasına yardım ediyor; üstelik düşük oksijen koşullarında
üreme zindeliklerini de güçlendiriyor gibi görünüyor. Tibetliler, on bin yıl gibi görece kısa bir
süre içinde, genetik olarak çevrelerine uyumlu olmak için evrim geçirmişler.
Cornell Üniversitesi’nden antropolog Meredith Small, insanların doğal seçilimin
kurallarını hiç de değiştirmediğini ileri sürüyor. “Kültüre-ve onunla birlikte her türden tıbbi
müdahale ve teknolojiye-sahip olduğumuz için doğal seçilime karşı bağışıklık kazandığımıza
inanabiliriz,” diyor. “Fakat doğa yoluna her zamanki gibi devam eder... Kimileri yaşar,
kimileri ölür; kimi insanlar ise diğerlerinden daha fazla gen aktarır.”
Demek ki, tanımı gereği, hala evrim geçiriyoruz. Belki daha ilginç olanı, nasıl evrim
geçirdiğimiz, bilhassa kültürümüzün ve bilimin, evrimi şu anda nasıl etkilediğidir.
Keza insan kültürü, genlerde depolanmamıştır. Sosyal yapılarda ve
alışkanlıklarda, dilde ve kütüphanelerde yatar ve bir kuşaktan ötekine öğretilmesi
gerekir. Kültür, bilim de dahil olmak üzere, toplumumuzun öğrenilmiş bir uyumudur ve dar
anlamda konuşursak, evrimin doğrudan bir sonucu değildir (bununla birlikte o daha geniş
beyinlerimizin bir sonucudur). Tarihçi E.H. Carr, “evrimin kaynağı olan biyolojik kalıtım ile
tarihsel ilerlemenin kaynağı olan sosyal kazanım”ın birbirine karıştırılmasından doğabilecek,
ölümcül bir yanlış anlamaya işaret eder.
Small, ekonomik ve teknolojik gelişmenin ulusal ölçekteki genel sonuçlarından
birinin, doğum oranlarında dikkate değer bir azalma olduğuna işaret ediyor. Şu anda en
yüksek doğum oranlarına sahip olan bölgeler Latin Amerika, Afrika ve Asya’dır. Bu yüzden
bu nüfuslar, insan geleceğinin gen havuzuna daha fazla gen katmaktadırlar.
“Kültür ‘doğal’ bir güç olarak görülmeyebilir,” diyor Small, “fakat o, çevremizin bir
parçası olduğu için, en az hastalık, hava ve yiyecek kaynakları kadar doğaldır.”
Gelecek bizi nereye götürüyor? Biyolojik evrimin nihai kalesi gamettir-cinsiyet
hücresi. Hiçbir mutasyon veya fiziksel organizmanın herhangi başka bir değişimi, gametin
DNA’sında kodlanmadığı sürece sonraki nesle geçemez. Bu, daha ne kadar süre doğru
kalmaya devam edecek? Gen tedavisi, gen havuzundaki bir DNA’nın bilinçli bir şekilde
değiştirilmesini ne zaman mümkün kılacaktır? Yalnızca bir zaman meselesi olan böyle bir şey
gerçekleştiği vakit, insan türleri için biyolojik ve kültürel miras arasındaki ayrım ortadan
kalkacaktır. Kuşkusuz o zaman bile evrimleşiyor olacağız. (Mark Buchanan)
Diyelim ki ortalama yetmiş beş yerine yüz yıl kadar yaşayacaksam, kendi adıma,
bunun bel kemiğinde bir takım küçük değişiklerle birlikte olmasını isterim. Fazladan bir yirmi
beş yıl daha bel ağrısı çekerek yaşamak istemem. Bunu nasıl tedavi edecek veya bundan nasıl
kaçınacağız? Hiç olmazsa daha güçlü olmamız gerekiyor-daha büyük kaslar, daha güçlü bir
iskelet-ve belki ağırlık, hayati kemiklere veya eklemlere binmesin diye biraz öne eğik. O
zaman da sürekli yere doğru bakmaktan kaçınmak için daha uzun ve yukarı kıvrık boyunlara
ihtiyacımız olacak. Ve belki bacakları biraz kısaltıp, dengeyi sağlamlaştırmak için, azıcık
bükmek gerekecek. Kısaca, beli güçlendirmek bizi ‘Yüzüklerin Efendisi’nden kaçmış bir
yaratığa benzer bir şeye dönüştürecektir. Belki de, daha kısa bir hayat ve dik durma, her şeye
rağmen daha iyidir.
Her ne kadar böyle ileri gidememiş olsak da, evrim-hem doğal hem de planlı olarakyoluna devam etmektedir. Fakat artık biyolojik olandan kültürel olana geçmiştir. Kanatlarımız
yok; fakat uçabiliyoruz. Beyinlerimizde daha büyük matematik işlem modülleri yok; fakat
eskisinden çok daha büyük rakamları hesaplayabiliyoruz. Pençelerimiz veya dişlerimiz daha
büyük değil; ama milyonları bir çırpıda öldürebiliriz. İşte bugünkü insan evriminin püf
noktası buradadır.
21
Ana fikir şu: Evet, kültürel olarak evrim geçirmesine geçiriyoruz; fakat bu, biyolojik
evrimin illa da etkileneceği veya kültürel evrimin canının istediği yöne, istediği hızla
ilerleyeceği anlamına gelmez. Evrim kör, düşüncesiz bir süreçtir ve “genlerin bilgeliği”nden
bahsedenler, bunu sadece teşbih amaçlı söylüyorlar. Doğanın ürettiği herhangi bir şeyi
değiştirmenin yanlış olduğu sonucuna varmak doğru değil. Fakat doğal seçilim, süren ve
durmak bilmez bir güçtür ve başarılı organizmalar-biz insanlar kesinlikle başarılıyızellerinden gelenin en iyisini yapacaklardır. (Michael Ruse)
Başka Gezegenlerde Hayat Var mı?
Mars’ta hayatın kesin kanıtları. Bu, Amerika uzay ajansı NASA Ames Araştırma
Merkezi’nden Imre Friedmann’ın, 2001 yılının başlarında özgüvenle verdiği bir haberdi.
Bunu ALH84001 diye bilinen bir meteor üzerine yapılan araştırmalar takip etti. Fakat herkes
kendine Dr. Friedmann kadar güvenmiyor.
O ve arkadaşlarının kanıtladığı şey, ALH84001’ın manyetit diye bilinen bir maddenin
kristal zincirlerini taşıdığıydı. Dünya’da yaşayan bazı bakteriler, benzeri bir kristal zincir
yapısına sahiptir; manyetit hafif derecede manyetik olduğu için bakteriler, onun sayesinde
kendilerini içinde yaşadıkları çamurda yönlendirebilirler. Mikrobiyologlar, ALH84001
zincirleri biyolojik bir kökene işaret eden özelliklere sahip,” diyorlar.
Eleştirmenler bu konuda hem fikirler. Onlara göre mesele, zincirlerin meteora nasıl ve
ne zaman girdiğindedir. ALH84001, ömrünün 13,000 yılını düştüğü Antarktikte geçirmiştir.
Bu zaman zarfında ona bir bakteri bulaşmış olabilir. Friedmann, bunu reddediyor. “Zincirler,
maddenin içine öyle kazınmıştı ki, ancak Mars’tan geliyor olabilirler ve Antarktikte bu tür
manyetit kullanan bir bakteri bulunamamıştır,” diyor. Tartışma devam etmektedir.
Friedmann ve diğerlerinin takip ettiği astrobiyolojik yaklaşım, yaşayan sistemlerinin
doğrudan kanıtlarını araştırmaya dayanır. Fakat bu, tek yol değildir. En bilinen alternatif
SETI’dir. [Search for Extra-Terrestrial Intelligence’ın (Dünya Dışı Zeki [Yaratıklar]
Araştırmasının) kısaltması.] SETI Enstitüsü, eğer başka bir yerde hayat varsa, en az bizim
kadar gelişmiş olabileceğini düşünmektedir. Hal böyleyse, radyo iletişim teknolojisi de
geliştirmişlerdir. Nasıl dünyadan sonsuzluğun içine sürekli olarak radyo dalgaları The Archers
[Okçular] yayınlıyorsa, başka yerdeki medeniyetler de aynı şeyi yapıyor olabilir. Bu yüzden
SETI araştırmanları, uzaydan gelen tesadüfi olmayan sinyaller bulmak için elektromanyetik
tayfları taramaktadırlar. Araştırmadan, bugüne kadar sonuç alamamıştır.
Evren milyarlarca galaksiden oluşmuştur. Romantik bir şekilde samanyolu dediğimiz
kendi galaksimiz, 100 milyardan fazla yıldız içermektedir. Tanrı’nın hayatı, yalnızca ve
yalnızca bizim özel gezegenimize yerleştirdiğini söyleyen dini iddiaları bir kenara bırakırsak,
insanların yalnız olmayabileceği iddia edenler için sağlam bir olasılık zemini var.
Aslına bakarsanız astronomlar, şu anda Güneş’imizden farklı yıldızların etrafında
dönen, elliye yakın gezegen belirlemiş olduklarını iddia ediyorlar. Birçoğu, tıpkı Jüpiter gibi,
gazımsıdır ve muhtemelen hayatı desteklemiyorlar. Fakat Toronto Üniversitesi’nden Norman
Murray, 2001 yılında Amerikan Bilim İlerlemeleri Vakfı’nın yıllık toplantısında,
galaksimizde çok sayıda Dünya-benzeri, katı gezegenlerin var olduğunun yeni kanıtlarını
sunmuştur.
Bazı bilim adamları daha da ileri gidiyor. Hayatın başka bir yer de ortaya çıkmış
olmasının yalnızca mümkün değil, yüksek bir olasılığa sahip olduğuna inanmaktadırlar.
Maddenin davranışının ve fiziğin yasalarının evrensel olduğunu varsayarak, bizim hayat
dediğimiz bir moleküler örgütlenme sisteminin ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğunu iddia
ediyorlar. Diğerleri ise daha da ileri gidiyor: eğer böyle bir süreç başlarsa, burada, Dünya’da
doğal seçilim yoluyla evrimi zorlayan kuvvetler, kaçınılmaz olarak zeki hayatı yaratacaktır.
Fakat hangi sıklıkla?
22
Eğer bilim adamları, bir gün başka yerde zeka sahibi hayatların var olduğunun kanıtını
bulurlarsa, elbette bu araştırmanın sonu olmayacak; sadece bir başlangıç olacaktır.
(Geoff Watts)
Peki şimdi hangi aşamadayız? Marslı meteorlardan öğrenilenlerin çoğunluğunun,
güneş sistemimizdeki komşumuzda gerçekleşmiş olduğunu kesin bir şekilde kanıtlamak
mümkünse de, birkaç önemli şey kanıtlanamıyor. En önemlisi organik maddenin geldiği yeri
bulamıyoruz. İşte Beagle 2’nin yeni deneyler yapabilme kapasitesiyle Mars’a dönmesinin
sebebi bu.
İnsanların yüzde 80’i başka gezegenlerde hayat olduğuna inanmayı seviyor. Kendi
başımıza olmaktan hoşlanmıyoruz. Bana göre insanoğlunun evrimin zirvesi olduğunu
düşünmek, fazla kibirli bir şey. (Colin Pillinger)
Dünya Nasıl Sona Erecek?
Son, yine fizikçilerin maddeyle henüz pratik sonuçları olmayan oynamaları sonucunda
da gelebilir. Evrenin soyut fiziksel sorularının cevabını bulmak amacıyla parçacık
hızlandırıcılarına gömülmüş bilim adamları, dünyayı yok edecek bir zincir tepkimeyi
başlatabilirler. Piet Hut ile Martin Rees, 1983 yılında Naturet dergisinde yayınlanan
makalelerinde, New York, Long Island’da bulunan Relativistik Heavy Ion Colider’in (RHIC)
gezegenimizi yavaş yavaş yiyecek bir atomaltı kara delik yaratabileceğini ileri sürmüştür. Ya
da RHIC, strangelet denilen ve karşılaştıkları bütün sıradan maddeyi yok edecek olan
değiştirilmiş madde parçacıkları yaratabilir.
Ne var ki, kıyamet, kendimizi yok etmeyi başarma noktasına gelmeden önce, dış
uzaydan gelebilir. Bir zamanlar hiçbir şekilde önceden kestirilemeyen kıyamet türlerini
inanılır kılan şey, kadirimutlak, kutsal bir varlıktı. Oysa bugün, Dünya’nın kozmik önemi ile
galaksinin devasallığıdır bunu yapan. Astronom Duncan Steel, ‘Şaşkın Meteorlar ve Kıyamet
uyduları’ adlı eserinde, bir meteor tarafından yok edilebileceğimizi ileri sürmektedir. Yine
Dünya, gamma ışınları patlaması-Güneş’ten daha fazla enerji üreten bulaşıcı bir patlama-ile
de yok edilebilir. Dünya’nın atmosferi ilk başta bizi ölümcül X-ışınları ile gamma ışınlarından
koruyacaktır. Fakat bu ışınlar yavaş yavaş atmosferi pişirecek ve süreç atmosferi yok
edecektir. Ozon tabakasının yokluğunda, Güneş’ten gelen ultraviyole ışınları, Dünya yüzeyine
ulaşacak ve dünya yiyecek zincirinin temelini oluşturan, okyanustaki fotosentetik planktonları
öldürecektir.
Eğer-nadir olarak rastlanan-gama ışını patlaması bize ulaşamazsa, kararsız bir kara
delik ulaşabilir. Bilim adamları galaksimizde yaklaşık on milyon kara delik olduğunu tahmin
etmektedirler ve bunlar genellikle yıldızların etrafında dönerler; bu, bize yaklaşma
olasılıklarının çok düşük olduğunu gösterir. Bununla birlikte, eğer biri olur da güneş
sisteminin yanından geçerse, gezegenlerin yörüngelerini bozacak bir çekim uygulayacaktır.
Dünya’nın yörüngesi eliptik bir biçim alabilir; bu da, aşırı ve ani iklim değişmelerine neden
olabilir veya Dünya güneş sisteminin dışına, soğuk dış uzaya fırlatılabilir.
Yıldızlardan gelen ve potansiyeline, uzay araçlarından gelen canlı imgeler sayesinde,
geçen yüzyıl bizzat tanık olduğumuz başka bir tehlike daha var. Güneş fırtınaları, Dünya’yı
bombardıman eden ve elektrik kaynaklarını bozabilen manyetik patlamalardır. Fakat
atmosferimizin manyetik kalkanı, bugüne kadar bize iyi bir koruma sağlamıştır. Ne var ki
Güneş benzeri sıradan yıldızların, arada bir normal fırtınalardan milyon kez güçlü olan süper
fırtınalara sahne olduğuna dair kanıtlar vardır.
Eğer Dünya, manyetik kalkan korumasını yitirirse, böyle bir şeyden endişelenmek için
büyük bir sebebimiz olur. Jeologlar, her birkaç yüz bin yılda bir bu manyetik kalkanların
neredeyse tümüyle ortadan kalktığını ve belki yüzyıl kadar bir süre içinde tekrar yavaş yavaş
ortaya çıktığını kanıtlamıştır. Böylesi bir olay, en son 780,000 yıl önce oldu; dolayısıyla
23
yenisi kapıda olabilir. Dünya’nın manyetik kalkanının geçen yüzyılda yüzde 5 azalmış olması,
bunun bir işareti olabilir. Manyetik kalkan koruması olmazsa Dünya, belirli fırtınalara,
Güneş’ten gelen kozmik ışınlara ve ozon tabakasının daha ileri erozyonuna karşı
korunmasızdır.
Belki de bütün bunlardan önce, tanrısal bir müdahale yaşanacaktır. Bunu bizzat Tanrı
yapmasa bile, aramızda kendini Tanrı’ya en çok adayanlar yapabilir. Son (düşüş, kıyamet,
hesap günü), birçok insan üzerinde büyük bir etkiye sahiptir ve bu günlerde onun gelişini
hızlandırmak isteyen birçok küçük dini mezhep (örneğin Davut’un Kilisesi ve Cennet’in
Kapısı), bunun araçlarına daha önce hiç olmadığı kadar kolaylıkla ulaşabilecek durumdalar.
Neler yapabileceklerinin bir örneği, 1995 yılında Tokyo’da bir metro istasyonuna sinir gazı
vererek 12 insanın ölümüne, 5,000 kişinin hastanelik olmasına neden olan olayla verilmiştir.
Eylül 2001’den beri, modern teknolojinin daha tehlikeli hale getirdiği, eski bir fikir
olan cihat kavramıyla karşı karşıyayız. Biyolojik ve nükleer silahlara daha kolay erişim
sayesinde son, insan eliyle gelebilir. (Aisling Irwin)
Türümüzün hızlı bir şekilde yok olabileceği üç yolu inceleyelim. İkisi hayli
tartışılmıştır. Bunlar biri kirlilik krizi, diğeri de biyolojik savaş yoluyla yok olmadır.
Üçüncüsü, sizin için bir sürpriz olabilir. Bununla birlikte fizik dergilerinde ve Britanyalı
astronom Martin Rees’in ‘Başlangıçtan Önce’ adlı son zamanlara ait kitabında bu konu, enine
boyuna tartışılmıştır. Bu, boşlukta çoğalabilen bir hastalık yoluyla soyun tükenmesidir.
Bir kirlenme krizi, birçok etkeni içerebilir. Ozon tabakası, Dünya’nın ultraviyole
ışınlarına karşı kalkanı, ciddi biçimde erozyona uğrayabilir. Ayrıca zehirli kimyasalların geri
alınamaz bir birikmesi de olabilir.En kötüsüyse, sera gazlarının birikmesi, sıcaklığı kısa bir
süre içinde inanılmaz boyutlara yükseltebilir.
Yine ısınan tundralardan veya okyanusların kıta kabuğu çökeltilerinden, miktar
bakımından karbondioksiti hali hazırda yakalamış olan, bir sera gazı olan methan çıkabilir. Şu
anda hapsettikleri ısıdan daha fazlasını yansıtan bulutları oluşturma eğiliminde olan su buharı,
sonunda, felaketimsi etkileri olan bir sera gazına dönüşebilir.
Kirlenmenin neden olduğu aşırı ısınmadan daha kötü bir senaryo ne olabilir? Doğal
kontrol ve denge mekanizmalarının bugüne kadar çevreyi istikrarlı tuttuğu tezleriyle ünlü olan
bağımsız bilim adamı James Lovelock ‘Gaia’ adlı kitabında bunun yanıtını veriyor. “Dünya,
“suyun kaynama noktasına yakın” bir dereceye kadar ısınabilir,” diyor.
Boşluk metaistikrarlılığı kirlilikten daha az bilinen bir tehlikelidir, bir yanılsama bile
olabilir. Bu fikre göre içinde yaşadığımız uzay “boşluk”, tümüyle boş olmaktan çok uzaktır.
Yönsüz alanlarla (scalar field) doludur. Bunların özellikleri yoğunluklarıdır; manyetik bir
alanın mıknatıs uçlarıyla algılanabilir yönlülüğü değil. Okyanus dibindeki balıklar, yüzdükleri
her yerde aynı olan su basıncını bilemezler. Benzer bir şekilde insanlar da, teleskopları ne
kadar uzağa bakarsa baksın yönsüz alanları bilemezler. Fakat eğer mevcutlarsa, ki birçok
bilim adamı buna inanıyor, bütün atomların yapısını değiştirebilirler. Böyle bir alandaki bir
değişme, atomların yapısını değiştirecektir. Bunları, potansiyel enerjilerini azaltacak şekilde
değiştirme, bu değişme devasa bir şiddetle yayılacaktır. Potansiyel enerjinin azaltılması,
yokuş aşağı giden bir topun yolunun üstünde bir çukura denk geldiği zaman olan şeydir;
burada “metaistikrar” başlar. Top, yapmak istediğini yapar. Yokuş aşağı gider. Çok yüksek
enerji yoğunluklarını soruşturan fizikçiler yüzünden, etrafımızdaki uzay da, metaistikrarlı
durumundan dışarı fırlayarak, istediği şeyi yapmaya karar verebilir.
Bununla birlikte insan soyunun erken tükenişinin en olası sebebi, bana göre boşluk
metaistikrarı veya kirlenmeden ziyade, biyolojik savaştır. (Ne var ki kirlenmiş, çökmekte olan
bir çevre, böyle bir biyolojik savaşın olasılığını arttırır). Bugüne kadar çevre kirliliğinin
etkisini en vahşi şekilde yaşayan ülkeler, güç kullanma şansı en az olanlardır; çünkü aşırı
yoksullaştırılmışlardır. Fakat virüsler, yoksulun atom bombası haline gelebilir.
24
Dünyanın sonu bir kaza sonucu da gelebilir. Yakın zamanlarda genetik değişime
uğratılmış çiçek hastalığı, mikrobun bulaştığı farelerin hepsini birden öldürmüştür. Bu
mikrop, Avustralyalı araştırmanlar tarafından yaratılmıştır-yanlışlıkla! (John Leslie)
Hayatın Amacı Nedir?
Fakat bilimin hayatın amacı hakkında söyleyecek bir şeyleri olduğu düşüncesi nereden
çıktı? Bu anlayışın kökleri, Batı’nın dünyayı anlamlandırma biçimlerinin tarihinin
derinlerinde yatar. Yahudi-Hıristiyan gelenek, Amerikalı felsefeci Arthur Lovejoy’un
‘Varlığın Büyük Zinciri’ kitabında betimlediği bir biçimde düzene sokulmuş; sabit, sıra
düzenine tabi bir kozmos tanımı yapmıştır. Tanrı en üstedir; fakat hemen altındaki insan, geri
kalan her şeyin üzerinde egemenlik sahibidir. Ve elbette bazı insanlar da diğerlerinin üstünde.
Felsefeci Michael Ruse, kendilerinin ilerlemeci olduğunu reddeden evrimci
kuramcıların, evrimin bir şekilde ileri doğru hareket ettiği fikri olmadan yapamadıklarına dair
birçok kanıt sergilemiştir. Ruse göre evrim, her zaman “dünyevi bir dindi”.
Sosyal davranış için biyolojik açıklamalar bulan sosyobiyoloji disiplininin
Amerika’daki öncüsü E.O Wilson, evrimin hem insanların neden dine ihtiyaç duyduklarını
açıkladığını hem de dünyevi bir dünyada ulaşılabilir en iyi dini sağladığını ileri sürmektedir.
1970’lerin sonunda yazdığı “İnsan Doğası Üstüne” adlı kitabında, bilimsel maddeciliğin
“insan zihni için, geleneksel dini yenilgiye uğratan, yeni bir mitoloji sunduğu” görüşünü
benimsemektedir.
Biyolog Ursula Goodenough, kendi disiplinin anlamı üzerinde düşündüğü “Doğanın
Kutsal Derinlikleri” adlı kitabında şunları söylemiştir: “Büyük patlama, yıldızların ve
gezegenlerin oluşumu, insan bilincinin ortaya çıkışı ve kültürlerin evrimi, işte hikaye bu; bizi
birleştirme potansiyeline sahip tek hikaye; çünkü tesadüf bu ya, doğru bir hikaye.”
Kopernik, dirseğiyle bizi evrenin merkezinden dışarı atmıştır. Darwin, evrimin
milyarlarca yıl boyunca nasıl bir zar oyunu sürdürdüğünü göstermiştir. Freud, kendi
düşüncelerimize dair çok az şey bildiğimizi göstermiştir. Fakat Kauffman’ın mesajı, devasa
bir evrenin sıradan bir köşesinde yaşadığımız ve doğal seçilimin son ürünü olduğumuzdur.
Monod’un kelimeleriyle dile getirirsek, “rüzgarın önünde savrulan bir yaprak”tan daha fazla
değerimiz olmadığı modern görüşüne karşı çıkmaktadır. (Jon Turney)
Nedir hayatın amacı? Cevap, bu soruyu sorduğunuz kişiye bağlıdır. Büyük dinler ve
laik felsefe, cevap vermede her zaman çok istekli olmuştur: Tanrı’nın isteğini gerçekleştirmek
için erdemli bir şekilde yaşamak veya sonunda Nirvana’ya giden doğum döngüsünün bir
parçası olmak.
Topluma hizmet etmek için, hayattan haz almak için veya derviş sabrıyla tevekkül için
gibi cevaplar verebilir inanmayan hümanistler. Yoksa umutsuz Machbeth’in söylediği gibi
hayat, hiçbir anlamı olmayan bir gürültü ve karmaşa mı?
Hayat nedir? Fakat sonra İngiltere’de Charles Darwin, hayatın hem hayvanlar hem de
insanlar için bir amaca sahip olduğunu ve hayvanların insanlara hizmet etmek için var
olmayıp, kendilerine ait bir amaca sahip olduğunu ortaya çıkarmıştır.
1950’lere gelindiğinde fizikçiler, Avusturyalı fizikçi Erwin Schrödinger’i takip ederek
canlı yaratıkların örgütlenmeyle, entropiyle karakterize olduklarını ileri sürdüler. Onlara göre
hepimiz, evrensel düzensizlik eğilimine direnen makinelerdik.
Hayatın amacına dair yeni ve güçlü iddialar, soruya dair başka açıklamalar, hiçbir
hoşgörü göstermeyen yeni (veya köktenci) Darwincilere terk edilmiştir. Fizyolojinin yaklaşım
süreçlerinin ardından, köktencilerin “mutlak” dedikleri açıklamalar gelmiştir. Buradaki dini
tonun tesadüfi olmadığına dikkat edin. Onlar için hayatın telosu, amacı üremedir; bir canlının
kendi genlerini-canlının kendi hücrelerindeki DNA parçalarının aynısını veya buna benzer
25
dizilimleri-bir sonraki kuşağa aktarmak. Organizmalar-bu DNA parçalarını taşıyan vücutlarDNA tarafından kendi kendini üretme amacını gerçekleştirmek için tasarlanmış araçlardan
ibarettir. Britanyalı evrimci biyolog Richard Daqkin’in her zamanki kibirli tonuyla söylediği
gibi “Filin DNA’sı ‘Beni Kopyala’ diyen ve bunun için önce bir fil oluşturma dolaylı işine
giren, devasa bir programdır.” Bu bakış açısında bir organizma, yalnızca bir araçtır; genler
tarafından onları kopyalamak için yaratılmış olan sakar robotlardır. O halde organizmanın
sahip olduğu amaç, hayatta kalma ve kendilerini üretme kapasitesine sahip maksimum yavru
üretmek veya akrabalarıyla aynı veya benzer DNA’ya sahip oldukları için kendi türünün
üyelerinin üremesine yardım etmek.
Hayatın kökenine dair bu iddiayı reddediyor ve tavuğun yumurtadan önce geldiğini
iddia ediyorum. DNA, gömülü olduğu hücresel ağın dışında ne üreyebilir ne de işlevsel bir
anlama sahiptir. DNA’nın canlı kılınabilmesi, metabolizma, enerji, hücresel yapı-tek
kelimeyle örgütlenme-gerektirmektedir.
Mars gezegeninden gelen meteorların canlı organizmalar içerip içermediği
tartışmasının, onlarda gözlemlenen mikropların, bütün canlı hücrelerinin sahip olduğu
karakteristik hücre zarına sahip olup olmadığında odaklanması düşündürücüdür.
Hayat hem olmak hem de dönüşmeye dairdir; bizler sürekli değişim durumunda
yaşarız. Yeni doğmuş bebek emer; birkaç ay içinde dişler geliştirir ve çiğner. Çiğnemek,
sadece emmenin gelişmiş bir formu değildir: farklı kasları, farklı sinirsel süreçleri gerektirir.
Yani bebek, aynı zamanda hem iyi bir emici, hem de iyi bir çiğneyici olmak zorundadır.
Olmak ve dönüşmek, kendi kendini örgütleyen içkin kontrol sistemleri tarafından, çoklu
örgütlenme düzeylerinde gerçekleştirilir. Bu anlamda bütün organizmalar, her ne kadar şartlar
kendi seçimlerine bağlı olmasa da, kendi geleceklerini inşa ederler. Bu bütün hayatın amacı
olabilir ve insanlar için de reddedilemeyecek kadar doğrudur; büyük beyinlerimiz, sosyal
örgütlenmemiz ve bir anlamda, ne kadar kısmi olursa olsun karmaşık biyososyal tarihimiz
bunun böyle olmasını engelleyemez. (Steven Rose)
KAYNAKÇA
Bilimin Büyük Soruları-“Big Questions in Science” Harriet SWAİN
26