türkiye`de hanlar, kervansaraylar, oteller ve çeşitli barınma yerleri

Transkript

türkiye`de hanlar, kervansaraylar, oteller ve çeşitli barınma yerleri
TÜRKİYE’DE
HANLAR, KERVANSARAYLAR, OTELLER
VE
ÇEŞİTLİ BARINMA YERLERİ
OSMAN NURİ ERGİN
2 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
T.C. Marmara Belediyeler Birliği Yayını: 2013
Yayın No: 78
Osman Nuri Ergin Serisi No: 2
Kitabın Adı: Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller
ve Çeşitli Barınma Yerleri
Yayına Hazırlayan: Müslüm Yılmaz
Tüm yayın hakları Marmara Belediyeler Birliği’ne aittir.
Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir;
izinsiz çoğaltılamaz, basılamaz.
ISBN: 978-605-63650-7-2
Baskı Yeri ve Tarihi: İstanbul, 2013
Kapak Tasarımı ve İç Tasarım: Özhan Yurtseven
Baskı ve Cilt: Birinci Baskı - 1000 Adet
Basım:
MARMARA BELEDİYELER BİRLİĞİ
Ragıp Gümüşpala Cad. No:10 Eminönü 34134 Fatih - İstanbul
Tel: +90 212 514 10 00 (PBX) Faks: +90 212 520 85 58
http://www.marmara.gov.tr
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 3
SUNUŞ
Doğal güzelliğiyle dünyanın gözbebeği Osmanlı şehirleri, tarih boyunca birçok
medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Birçok medeniyetin izi tarihi yapılarda, şehri
çevreleyen surlarla beraber bu zamana kadar canlı bir şekilde gelmiştir. Özellikle dini
bir inanç gereği olarak yolda kalmışların, kimsesi olmayanların dahi ihtiyaçlarının
bedelsiz olarak karşılanması için atalarımız, hanlar ve kervansaraylar yaptırmıştır. Bu
eserlerin vakfiyelerini okuduğumuzda, yolcuların yemek ve kıyafet ihtiyaçlarının hatta
hayvanlarının nallarının bile bakımının yapıldığını görmekteyiz.
Yabancı seyyahların eserlerinde hayranlıkla anlattığı hanlar ve kervansaraylar, ne yazık
ki Cumhuriyet’in ilk yıllarında hızla gelişen sanayileşme, köy ve kırsal bölgelerden olan
göçlerin getirdiği bilinçsiz yerleşme ve çevre tahribatından da payını almıştır. Bu sorunlar
tarihi yapıların tahrip olmasına ve çarpık bir kentleşmeye neden olmuştur. Bu sıkıntıyı
gören belediyelerimiz, yaptığı restorasyonlarla tarihi yapılarımızı tekrar canlandırmaktadır.
Osman Nuri Ergin’in eserlerinin akademik camia ve belediyelerimiz için önemini
dile getiren ve her fırsatta Birlik çalışmalarımızda bize destek veren Marmara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Recep Bozlağan’a, Osman Nuri Ergin’in torunu
Osman Murat Akan’a teşekkür ederim.
Bu eserin belediyelerimize yararlı olmasını temenni ediyor ve emeği geçenlere
teşekkürlerimi sunuyorum.
Recep ALTEPE
Birlik Başkanı
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 5
İÇİNDEKİLER
TAKRİZ........................................................................................................ 9
GİRİŞ........................................................................................................... 11
ÖNSÖZ........................................................................................................ 15
I. TÜRKİYE’DE YOLLAR, YOLCULUK TESİSLERİ VE VASITALARI............... 21
Rumeli, Anadolu ve Hac Yolları.......................................................... 25
Menziller............................................................................................. 31
Nüzul Emini........................................................................................ 32
Çeşitli Nakil Vasıtaları ve Mekareciler................................................. 32
Tatar Ağaları, Kılavuzlar ve Kuryeler................................................... 34
At Pazarları ve Kirahaneler.................................................................. 36
II. İMARETLER.............................................................................................. 37
İmaretlerin Kadroları ve Hizmet Sahaları............................................. 49
İmaretin Umumî İdare Teşkilat ve Tahsisatı......................................... 49
Gebze İmareti Memurları.................................................................... 51
Eskişehir İmaretleri Memurları............................................................. 51
Mektepler Teşkilat ve Tahsisatı............................................................ 52
Gebze Camii Teşkilat ve Tahsisatı....................................................... 52
Eskişehir Camii ve Hanegâhı Teşkilat ve Tahsisatı............................... 53
Gebze Medresesi Teşkilat ve Tahsisatı................................................. 54
III. İMARETLERDEN HANLARA................................................................... 55
1. Hanın Tarifi ve Çeşitleri................................................................... 55
2. Otel Hizmeti Gören Hanlar............................................................. 56
3. Sultan Hanları................................................................................. 57
4. Elçi Hanı......................................................................................... 63
5. Han-ı sebil...................................................................................... 68
6. Ticaret Hanları................................................................................ 68
6 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
7. Kapanlar, Haller, Balkapanı............................................................. 69
8. Funduklar........................................................................................ 75
9. Çarşı Hanlar.................................................................................... 75
10. İş Hanları...................................................................................... 76
11. Esir Pazarları ve Esir Hanları.......................................................... 77
12. Avrat Pazarı................................................................................... 79
IV. İMARETTEN KERVANSARAYLAR........................................................... 81
1. Kervansarayların Tarifi ve Çeşitleri.................................................. 81
2. Kervanpazarı................................................................................... 82
3. Umûmî Kervansaraylar.................................................................... 85
4. Husûsi Kervansaraylar..................................................................... 89
5. Hasbi Kervansaraylar....................................................................... 91
V. İMARETLERİ YAPAN MİMARLARIN MİLLİYETLERİ................................. 93
VI. HANLARDA VE KERVANSARAYLARDA GÖRÜLEN
BAZI HUSÛSİYETLER................................................................................... 97
VII. İMARETLERİN HARAP VE METRÛK KALIŞLARININ SEBEPLERİ............ 103
VIII. ŞEHİR VE KASABALARDA İMARETTEN BAŞKA
BEKÂR ODALARI VE BEKÂR HANLARI....................................................... 115
XIV. ŞEHİR VE KASABALARDA İMARETTEN BAŞKA ÇEŞİTLİ
BARINMA YERLERİ VE BİNALARI................................................................ 119
1. Rîbât............................................................................................... 119
2. Asitaneler, Hanegâhlar, Zaviyeler ve Tekkeler................................. 121
3. Kalenderhaneler.............................................................................. 122
4. Hanedan Konakları......................................................................... 125
5. Teşthane.......................................................................................... 126
6. Hükûmet Misafirhanesi................................................................... 128
7. Hısım, Akraba ve Bildik Evleri......................................................... 128
8. Camilerin Son Cemaat Yerleri......................................................... 129
9. Tabhaneler...................................................................................... 130
10. Medreseler, Talebe Yurtları........................................................... 133
11. Darü’s-sulaha, Darü’r-raha, Darü’s-safa......................................... 133
12. Miskinhaneler, Darülcüzzamlar.................................................... 135
13. İspatyalar....................................................................................... 137
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 7
14. Yabancı ve Gayrimüslimlerin Barındıkları Yerler........................... 138
15. Yahudihaneler............................................................................... 139
16. Dulhane........................................................................................ 140
17. Darülaceze.................................................................................... 141
X. TÜRKİYE’DE OTELLER............................................................................. 145
XI. İSTANBUL’UN BÜYÜK OTELLERİ.......................................................... 149
1. Perapalas......................................................................................... 150
2. Konak Oteli..................................................................................... 151
3. Park Otel......................................................................................... 152
4. Hilton Oteli..................................................................................... 153
5. Divan Oteli..................................................................................... 154
XII. TÜRKİYE’DE MOTELLER....................................................................... 155
XIII. EKLER................................................................................................... 157
1. Eski İstanbul Han ve Otelleri........................................................... 157
2. İstanbul’daki Han ve Otellerin Listesi.............................................. 161
3. Selçuklu-Osmanlı Hanlar ve Kervansaraylarının Listesi................... 174
DİZİN...........................................................................................................178
8 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 9
Takriz
Osman Nuri Ergin 1883’de dünyaya geldi. Osmanlı devri Türk kültürünün
yetiştirmiş olduğu son bilim adamlarındandır. Sağlam bir Osmanlı Türkçesi ve Arapça
dilbilgisine sahipti. Cumhuriyet döneminde vilâyet ve belediye başkanlığı bir arada
tek elden idare edildiği yıllarda uzun yıllar bu bakanların mektupçusu olarak görev
yaptı. Ancak bu resmi görevi dışında belediye hizmetleri ve şehircilik hususunda
araştırmalar yapıp pek çok eser verdi. Bunların en başında bütün belediye kanun
ve yönetmeliklerinin toplandığı bir külliyat olan Mecelle-i Umûr-ı Belediye başlıklı
başka bir benzeri olmayan eseri meydana getirdi. Sekiz kalın ciltten oluşan bu önemli
kitap yakın tarihlerde İstanbul Belediyesi tarafından Latin harflere çevrilerek dokuz
cilt olarak tekrar basılmıştır. İstanbul şehreminleri yani belediye başkanları hakkındaki
şehrin geçmişine dair bilgi veren önemli bir eserdir. Türkiye’de Şehirlerin Tarihi
İnkişafı hakkındaki eserinin dışında Türk Şehirlerinde İmaret Sistemi başlıklı ufak kitabı
son derecede önemlidir. Bilhassa şunu burada vurgulamak isterim ki Türk sanat ve
mimarlık tarihi üzerinde çalışanların fazla hacimli olmayan bu ufak kitabı bir defa
dikkatle okumaları gerektiği kanaatindeyim. Merhum, uzun yıllar İstanbul Belediyesi
tarafından yayınlanan İstanbul Şehremaneti Mecmuası sonraki adıyla İstanbul
Belediyesi Mecmuası’nın yayın işlerini idare etmiş ve bu vesileyle İstanbul tarihiyle
ilgili bazı önemli makalelerin burada yayınlanmasına vesile olmuştur. Ayrıca bir de
çok yakın dostu olan Süheyl Ünver bibliyografyasını düzenlemiş ve yayınlamıştır.
Osman Nuri Ergin, İstanbul Belediye Kütüphanesi’ne bütün kitapları hibe edilmiş olan
Muallim Cevdet için yayınladığı kalın cilt ise ne yazık ki klasik armağan kitaplarına hiç
uymayan düzenlemesiyle bir yayın olmuştur. Rahmetli Ergin’in İstanbul için yaptığı
büyük hizmetlerden biri de büyük şehrin mahalle teşkilatını yeniden düzenleyerek
sayılarını azaltması ve bu vesile ile cadde ve sokakların yeniden isimlendirilmesidir.
Bunu da anonim olarak yayınlanan ve şehri paftalar halinde çok kullanışlı bir kitap
halinde belirten 1933 yıllarında yayınladığı İstanbul Rehberi’dir. Bu rehber gerçekten
o dönem için gerek kullanılışı gerek baskısı bakımından çok başarılı bir yayın ise de
tek eksik tarafı, haritalarında tarihi eserlerin hiç değilse önemlilerine işaret edilmemiş
olmasıdır. Türk kültür öğretim hayatıyla ilgilenenlerin muhakkak başvurmaları gereken
çok önemli bir yayını da Türkiye Maarif Tarihi başlığı altında yayınladığı, bütün öğretim
kurumları hakkında bilgi verdiği çok ciltten oluşan yayınıdır. Yine bir başka yayını da
Fatih İmareti Vakfiyesi’dir.
10 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Osman Nuri Ergin’in yaşamının son yıllarında meydana getirdiği ve gerek Selçuklu
gerek Osmanlı döneminin en önemli vakıf eserleri arasında bulunan kervansaraylar
ve hanlar hakkındaki bu eseri, ne yazık ki yayıncıların umursamazlığı yüzünden
ihmale uğramış ve bugüne kadar basılamadan kalmıştır. Türk hayır yapıları arasında
başlı başına bir öneme sahip olan ve dünya kültür mirası içinde, örneklerine İslam
medeniyet havzasının dışında pek rastlamadığımız bu müesseselere dair görüşlerini
yaşadığı yıllardaki bilgilere göre ortaya koymuştur. Osman Nuri Ergin 1961’de vefat
etti. Yarım yüzyıl önce basıma hazır bir hâlde düzenlenen bu eser, ancak bugün
kadirşinas bazı meslektaşlarının ilgileri ile gün ışığına çıkmaktadır. Şurası bir gerçek
ki içinde bazı eksiklikler hatta bazı hatalar da olabilir; ancak bu küçük eser, sentez
mahiyetinde yapılmış bir çalışma olması itibariyle çok önemli bir denemedir. Şahsen
de tanışmış olduğum ve takdir ettiğim bir araştırmacı olan Osman Nuri Ergin’i rahmetle
anarken onun bu unutulmuş eserini gün ışığına çıkaranları da ayrıca şükranlarımla
tebrik ederim.
Prof. Dr. Semavi EYİCE
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 11
GİRİŞ
Tarih boyunca bu gök kubbe içerisinde birçok milletler yaşamıştır. Kimi milletler bir
kültür, bir medeniyet inşa edemeden bir yıldız gibi anlık parlamış ve tarih sahnesinden
silinip gitmiştir. Şüphesiz tarih içerisinde en etkili ışığı üç kıtada at koşturan milletimiz
saçmıştır. Selçuklu ve Osmanlı devletleri arkalarında bırakmış olduğu kültür ve mimari
eserlerle birer medeniyet inşa etmiş, bu gök kubbede hoş bir sada bırakmışlardır.
Bu hoş sada olan eserlerin başında dini bir düşünce ile inşa edilen cami, medrese,
han ve kervansaraylar gelmektedir. İnşa edilen han ve kervansaraylar her dinden, her
milletten insanın barınabildiği, hatta yolcuların yanındaki hayvanlarının bile bakımlarının karşılıksız olarak yapıldığı müesseselerdi. Bu mekânlarda belli bir süre konaklayan yabancı seyyahlar eserlerinde bu mekânları ve milletimizin misafirperverliğini
hayranlıkla anlatmıştır. Batılı yabancı seyyahlar, kendi toplumlarında böyle müesseselerin ve misafirlere hürmet, nezaketle ikram etme âdetinin bulunmadığından üzüntü
ile seyahatnamelerinde bahsetmişlerdir.
Hanlar, kervansaraylar ve çeşitli barınma müesseselerini ihtiva eden bu çalışma
Osmanlı-Türk şehircilik ve belediyecilik tarihinin güncel işleyişini ülkemizde ilk defa
bilimsel olarak inceleyip nitelikli eserlere dönüştüren Osman Nuri Ergin’in vefatından
önce hazırlamış olduğu son iki eserinden biridir. Bedii Şehsüvaroğlu Osman Nuri
Ergin’in vefatı sonrasında kabri başında yaptığı konuşmasında Ergin’in vasiyetini şu
cümle ile açıklamıştır:“Üstadın son arzusu, bugün ise yakınlarına, dostlarına son
vasiyeti bu iki eserin tab’ıdır.” *
Osman Nuri Ergin’e bir vefa göstergesi olarak onun eserlerini hazırlamaya başladık.
Son iki eseri ile birlikte Osman Nuri Ergin’in hayatını ve eserlerini ihtiva eden geniş bir
biyografik çalışmayı da Marmara Belediyeler Birliği’nin değerli Genel Sekreteri Züver
Çetinkaya’nın destekleri ile hazırlamaya gayret ettik.1
Bu eserin hikâyesine gelince; Osman Nuri Ergin belediyedeki görevinden emekli
* Osman Nuri Ergin’in vefatından önceki tespit edebildiğim kadarıyla son çalışması “Osmanlıca’da Yanlış Kelimeler
ve İbareler” adlı eserdir. Eser, Osmanlıca el yazısı iki not defterlerine harf sırasına göre tertip edilmiştir. Bu eser,
Osman Nuri Ergin’in torunu Sayın Osman Murat Akan Bey’in şahsi kütüphanesinde bulunmaktadır. (Y.N)
1 Müslüm Yılmaz, ‘‘Osman Nuri Ergin Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri (1883-1961)’’, İstanbul Üniversitesi Türkiyat
Mecmuası, Bahar / 2013, s.141-188
12 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
olduktan sonra ilmi çalışmalarını, İstanbul kütüphanelerinde, Sahaf Raif Yelkenci’nin
dükkânında, bazen de can dostu Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver’in İstanbul Üniversitesi
Tıp Tarihi Enstitüsü’nde kurmuş olduğu geniş kütüphanede yapmaktaydı. Süheyl Ünver’in
sohbetlerinden istifade etmek için gelen ilim ehlinin uğrak yeri olan bu kütüphaneye
üniversitede görev yapan hocalar da sık sık geliyordu. Bu kütüphanede Osman Nuri
Ergin, İstanbul’a gelecek seyyahlara rehberlik edecek kişiler için 1956’da Turizm Umum
Müdürlüğü tarafından açılmış olan Tercümanlar ve Rehberler Kursu’nda, Türk Medeniyet
Tarihi ve İstanbul Abideleri hakkında vereceği konferansların notlarını hazırlıyordu. Bu
notlarda İstanbul’da bulunan 152 otel nevi barınma yerleri tanıtılmıştı. Bu notları ve
Osman Nuri Ergin’in İstanbul Şehir Rehberi ve Mecelle-i Umûr-ı Belediye çalışmalarını
bilen ve bu mekânların tarihi serüvenini incelemiş olan dostlarından Ord. Prof. Dr.
Cavid Baysun ve Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan Osmanlı’nın başkenti İstanbul’un barınma
yerleri olan “İstanbul Hanları” hakkında bir müstakil çalışma hazırlamasını Osman Nuri
Ergin’e teklif ettiler. Osman Nuri Ergin ilerleyen yaşından dolayı bu görevi hakkıyla yerine
getiremeyeceğini düşünürken teklifte bulunan hocaların bu çalışma esnasında kendisine
yardımlarını esirgemeyeceklerini de bildirdiklerinde bu teklifi kabul etti.
Fakat mevzuyu ele alır almaz, bu eseri yalnız İstanbul’un otel ve hanlarına değil,
bütün Türkiye’ye teşmîl etmenin daha faydalı olacağına kanaat getirmiş, Anadolu’da
yer yer görülen abideler arasında yalnız Osmanlı Türkleri’nin değil, hem daha ziyade
Selçukluların eserlerinin bulunduğunu görmüştür. Malazgirt Zaferi ile Türkler’e
Anadolu kapılarını ardına kadar açmış olan Selçuklular dönemini de yaptığı çalışmaya
dâhil etmiştir. Bir kronoloji içerisinde Anadolu ve Asya’da daha önce yaşamış millet
ve devletlerin bu ihtiyacı nasıl karşıladığından başlayarak, 1950 yıllarındaki modern
otellere kadar olan bir süreç eserde anlatılmıştır. Eser yaklaşık iki senede tamamlanmıştır.
Osman Nuri Ergin eseri tamamladıktan sonra, eseri hakkıyla neşredecek bir kurum ne
yazık ki bulamamıştır. Bu eserin ve çalışmanın ehemmiyetini bir sohbet sırasında Yapı
Kredi Bankası sahibi Kâzım Taşkent’e söylemesi üzerine, Kâzım Taşkent bu eseri kendi
kurumlarında basmayı Osman Nuri Ergin’e teklif etmiştir. Ergin, bu eseri Yapı Kredi
Bankası’na basım için 1957 senesinin Ağustos ayında teslim etmesine rağmen, eser ne
yazık ki o dönemde yaşanan siyasi krizlerin ve darbenin de etkisiyle basılamamıştır.
Eser üzerine çalışmaya devam eden Ergin, yer yer kitaba yeni konular ve bazı bölümler
eklemiş, gerekli gördüğü yerlere okuyucunun işini kolaylaştırmak için açıklayıcı
dipnotlar ekleyerek kitabı genişletmiştir. Bu notlar ve eklenen bölümler sayfa numarası
ve yer belirtilmeden dağınık bir hâlde bulunmakta, eklenen yerler kendi anlayacağı
şekilde kısa notlarla belirtilmişti. İstifade ettiği kaynakları “Osman Turan Belleten,
Evliya Çelebi, Kral Yolu” gibi kısaltılmış olarak, bazen de hiç dipnot vermeden de
alıntıların kullandığı olmuştur. Kitabın bu şekildeki hâli eskilerin deyimiyle “evrak-ı
perişan” bir vaziyetteydi.
Osman Nuri Ergin, İsmail Fenni Ertuğrul’un Hakikat Nurları adlı eserini yayına
hazırlarmış ve eserin önsözünde şöyle bir açıklamada bulunmuştur: “İsmail Fenni
Ertuğrul merhum, yazılarını muhtelif zamanlarda, küçük büyük kıtalara, kâğıtlara yazmış,
sonradan aklına gelen mütalâaları yahut mehazlarda rastladığı malumatı bu kâğıtların
kenarlarına çıkıntı suretiyle eklemiş, buna imkân bulamadığı yerlerde ise çıkıntıları ayrı
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 13
kâğıtlara yazarak yapıştırmıştır. Velhasıl eserini muntazam bir kitap şeklinde değil, tomar
hâlinde vücuda getirmiş olduğu için bu şekilde matbaaya verilemezdi, verilse ki hiçbir
mürettip bunun içinden çıkamazdı. Bir de eser tebyiz olunan şeklinde de bastırılsaydı
okuyacak olanlar yine içinden çıkamayacaklardı. Çünkü yazılarda mevzular kısım,
bab ve fasıl gibi parçalara ayrılmamıştı. Bu mahzuru gidermek maksadıyla matbaaya
verilmeden evvel eser gözden geçirilerek her bahse bir başlık konuldu.” 2
Bu eser de aynen bu vaziyetteydi. Bizde bu eseri yayına hazırlarken aynen bu
metodu izledik.
• Eserin aslı ve üslubuna asla müdahâle edilmemiştir.
• Osman Nuri Ergin’in Osmanlıca ve eski kelimeleri kullandığı kelimelerin
imlasına olabildiğince müdahâle edilmemiştir.
• Eserde Osmanlıca olan yerler günümüz alfabesine olduğu gibi aktarılmıştır.
Metin aktarılırken kullanımı kolaylaştırmak ve aslına sadık kalmak gayesiyle
genel olarak kısmi transkripsiyon tekniği uygulanmış, bazı kelimeler ve son
ekler günümüz Türkçesinde de kullanıldığı gibi yazılmıştır.
• Müellifin istifade ettiği kaynaklar dipnot olarak metnin altına alıntı yapılan
eserlerle karşılaştırıldıktan sonra verilmiştir.
• Metinde geçen Rûmî ve Hicrî tarihlerin Miladi tarih karşılığı parantez içerisinde
verilmiştir.
• Eserde geçen batı dillerindeki özel kelimeler okunuşlarından ziyade kelimenin
asıl yazılışlarına göre yazılmıştır.
• Metnin sonuna dizin eklenmiştir.
• Gerekli gördüğümüz yerlerde konunun anlaşılması için güncel bilgileri ihtiva
eden dipnotlar verdik. Bu dipnotların sonuna “yayınlayanın notu” kısaltımı olan
(Y.N) işaretini koyduk. Bu şekilde müellifin dipnotları ile bizim dipnotlarımız
birbirine karışmamış oldu.
• Kitabın girişine Osman Nuri Ergin’in kitap için yazdığı önsöz de eklenmiştir.
Bu eserin telif edildiği tarihten günümüze kadar İstanbul, birçok değişikliğe
uğramıştır. Özellikle bazı kamu binaları, ana caddeler yapılan imar ve iskân hareketleri
nedeniyle değişmiştir. Bu kitap o dönemdeki bazı kamu binalarının, caddelerin, han
ve kervansaraylarının durumunu belirtmesi açısından da tarihî bir kaynak olmaktadır.
Osmanlı kültür medeniyet tarihi ve yerel yönetimler için böylesine önemli bir kaynak
eseri yukarıda belirtilen esaslar çerçevesinde yayına hazırladık. Bu eseri sabır ve dikkatle
yayına hazırlarken erbabının da takdir edeceği üzere gözden kaçan hatalar olması
muhtemeldir. Hataların tarafımıza bildirilmesi hâlinde, bu hatalar daha sonraki baskılarda
giderilmeye çalışılacaktır. Bu kitabın müsveddelerini yayına hazırlamamız için bize veren
ve yardımlarını esirgemeyen Osman Nuri Ergin’in vefakâr torunu Osman Murat Akan’a
ve Marmara Belediyeler Birliği Genel Sekreteri Züver Çetinkaya’ya çok teşekkür ederim.
Müslüm Yılmaz
2 İsmail Fenni Ertuğrul, Hakikat Nurları, haz. Osman Ergin, İstanbul Kağıt ve Basım İşleri A.Ş., İstanbul 1949, s.V
14 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 15
ÖNSÖZ
Turizm işlerini kolaylaştırıp memleketlerine çok miktarda seyyah getirebilmek
için son asırda bütün hükümetlerce girişilen teşebbüslere Türk hükümeti de başvurup
Cumhuriyet sonrası bunu bir hükümet politikası olarak ele almıştır. Bu amaçla ilkin
Başvekâlete bağlı bir Umum Müdürlük ihdas edilmiş ve 1957 sonunda bu Müdürlük
Vekâlet hâline getirilmiştir.
Turizm çalışmalarının en başında gelen hizmet sektörünün memlekette çok
sayıda modern ve konforlu oteller vücuda getirmek olduğunu kabule bir an bile
tereddüt etmemek lazım gelir. Bunun içindir ki hükümet bir kısım malî devlet
teşekküllerini meselâ Vakıflar Umum Müdürlüğü’nü, Emekli Sandığı’nı, Emlâk Kredi
Bankası’nı, hatta belediyeleri de yer yer turistik oteller yaptırmaya sevk ve icbar
etmiştir. Aynı zamanda hususi teşekküller ve serbest sermayedarlar da bunları takip
ederek memleketimizin turistik ehemmiyet taşıyan büyük şehirlerinde ve belli başlı
kasabalarında oteller inşasına başlamıştır. Kısaca denilebilir ki turizm işlerinde diğer
hükümetlerden hayli geri kalmış olan hükümetimiz, aradaki açıklığı bir an evvel
kapatmak için bilhassa otel davasını, bugün ehemmiyetle ele almış ve esaslı surette
bu işin hâlli için çalışmağa başlamıştır.
Bu eserde Cumhuriyet hükümetinin bu hususta himmet ve gayretlerini şimdiden
tesbit etmekle beraber, bugünkü otellerin inşa ve idare tarzı bütün dünyaca bilinmediği
devirlerde, bilhassa memleketimizde, yolcuları barındırmak için kimler tarafından ne
gibi tesisler yapılmış ve bu işte ne dereceye kadar muvaffakiyete erişilmiş olduğunu,
tarihî bakımdan belirtmek için bu eser telif edilmiştir.
Şunu arzedeyim ki bu âciz muharrir 45 sene İstanbul gibi büyük bir şehrin hükümet
ve belediye işlerinde çalıştığım zamanlarda şehrin çeşitli müesseseleri ile ezcümle irfan
mektepleri ile meşgul olarak bir kaç eser yazmış ve şehrin bazı sokak, semt, meydan ve
mahallelerini isimlendirmiş olmaktan cesaret alarak, bu şehir için bir rehber yapmış,
bu arada İstanbul’da başlıca 152 otel tesbit edip adı geçen rehbere koyarak otellerle
ilk defa ilgilenmiştim.
16 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
İstanbul’a gelecek seyyahlara rehberlik edecekler için 1956’da Turizm Umum
Müdürlüğü tarafından açılmış olan Tercümanlar ve Rehberler Kursu’nda Türk Medeniyet Tarihi ve İstanbul Abideleri üzerinde konuşmak üzere bir vazife aldığım sırada3,
otel işleri ile daha yakından ilgilenerek biraz evvel bahsettiğim 152 otelden başka,
şehrin belli başlı büyük otellerinin hangi tarihlerde kimler tarafından yaptırılmış
olduğunu araştırmak fırsatını bulmuştum. Bu hususta bir hayli faydalı malumat elde
etmiş isem de, bu mevzuda esaslı bir eser yazmak ve yayınlamak cesaretini gösterememiştim.
Yine bu seneler içinde İstanbul’un tarihi abideleri üzerine çalışmak ve bu konuda
müstakil eserler telif etmek için teşekkül etmiş olan İstanbul Enstitüsü’ne devam
ettiğim sıralarda bu türlü çalışmalarımı yakından gören ve bilen dostlarımdan Prof.
Dr. Cavid Baysun ve Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan “İstanbul Hanları” hakkında bir etüt
hazırlamamı teklif ederek bu işte yardımlarını esirgemeyeceklerini de bildirdiklerinde,
ben de İstanbul’daki otelleri de eserin içine dâhil ederek, tekliflerini memnuniyetle
kabul edip çalışmağa başladım.
Fakat mevzuyu ele alır almaz, bu eseri yalnız İstanbul’un otel ve hanlarına değil, bütün
Türkiye’ye teşmîl etmenin daha faydalı olacağına kanaat getirerek o cepheden faaliyete
geçtim. Tedkiklerim ilerledikçe Anadolu’da yer yer görülen abideler arasında yalnız
Osmanlı Türkleri’nin değil, hem daha ziyade Selçukluların eserlerinin bulunduğunu
gördüm. 1071 Malazgirt Zaferi ile Türkler’e Anadolu kapılarını ardına kadar açmış olan
Selçuklular dönemini de yaptığım çalışmaya dâhil ettim.
Eseri hazırlarken aklıma geldiği gibi okuyucuların da haklı ve yerinde olarak
burada şöyle bir sual soracaklarını tahmin ediyorum: Şimdiki hükümetlerin devlete
bağlı malî müesseselere yaptırdıkları turistik tesisleri, acaba eski Türk devletlerinin
şimdiki gibi malî teşkilâtı ve müesseseleri bulunmadığı devirlerde bunları kimler
yapıyorlardı? Bu suale verilecek cevabın eserin en mühim bahsini teşkil edeceği
için, bilhassa eserin ilgili bölümünde bu sual cevaplandırılmıştır. Yapılan bu
müesseselerin işleyişini ve hizmet şekillerini şahit tutarak bu suale verilecek cevap
herhâlde göğüslerimizi kabartacak ve yüzümüzü ağırtacak derecede tatmin edici
olduğunu tereddütsüz söyleyebilirim.
Sunduğum eseri okumağa tenezzül edecek olanlar örnekleri ile görüp tasdik
edeceklerdir ki şehirler arasındaki gidiş ve gelişi, şehirler içinde barınmayı
kolaylaştıracak çeşitli binaları hükümetler değil, memleketin servet kaynaklarını
ellerinde tutan ve istedikleri gibi sarf eden hükümdarlar başta olmak üzere bir kısım
tımar ve zeamet sahipleri, büyük fatihler ve vezirler resmî değil, şahsi bir hizmet olarak
yaptırmışlardır. Bu şahıslar bulundukları mıntıkalarda yolculuğu ve ticaret eşyasının
naklini kolaylaştırmak, aynı zamanda insanlara hizmet etmek maksadı ile bu yola
3 Osman Nuri Ergin’in, bu konferanslarda anlatmış olduğu notlar Türklerin Medeniyet ve Sanat Tarihlerinden Notlar adı altında Umum Müdürlüğü tarafından çoğaltılarak rehberlik edecek talebelere dağıtılmıştır. Süheyl Ünver,
Osman Ergin hakkında yazmış olduğu bibliyografya da bu notların toplanmadığını ve elinde de hiç bir nüsha
bulunmadığını söylemektedir. (Y.N)
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 17
gitmişlerdir. Bunları binlerce Türk zengini takip ederek, adlarını ilelebet yaşatacak
muazzam abideler ortaya koymuşlardır. Hatta bunlar arasında hayırsever ve şefkatli bir
hayli kadın zenginler de bulunmuş, yaptıkları binalar sebebiyle adlarını Kadın Hanı,
Hatun Hanı, Hatunsaray gibi kasabalara bile vermişlerdir.
Bu zatların hizmet ve himmetleri yalnız bina yaptırmakla kalmamış, buralara konup
göçenlerden otel parası, yani kira almadıkları gibi gerek kendisinin gerekse bindiği
hayvanın yiyeceklerini de parasız taahhüt ve temin etmişlerdir. Bununla beraber
haftalar ve aylarca yürüyerek bu müesseselere gelen yabancıların yırtılmış ve eskimiş
ayakkabıları parasız yamatılır, tamir edilemeyecek derecede harap olanların yerine
yenisi verilir ve hayvanları da parasız nallatılırdı.
Isıtma ve aydınlatma masrafları da yine bu binaları yaptıranlar tarafından deruhte
olunurdu. Bu cihetleri onların vakfiyelerinden öğrendiğimiz gibi yerli ve yabancı,
Müslüman veya gayrimüslim seyyahların yazılarında da okuyoruz. Hatta bu binalarda
yolcuların mutat ibadetlerini yapabilmeleri için mabetler bulunduğu gibi, bütün
yolcuların yıkanıp temizlenmelerine mahsus hamamlar da vardı. Şayet gelen yolculara
binanın hamamı kifâyet etmezse kasabanın hamamlarında da parasız yıkanmasına
delâlet edilirdi.
Bu insani muameleler bütün yerli ve yabancı, Müslüman veya gayrimüslim herkese
aynı tarzda tatbik olunur, asla din ve milliyet farkı gözetilmezdi. İşte yabancı seyyahların
da takdir edip hayretle eserlerine kaydettikleri bu ananevî Türk misafirperverliği bu
eserde yer alan kısımlarda ayrı ayrı belirtilmiştir.
Bununla beraber ayrı milliyete, farklı din ve mezhebe mensup olan yolcuların daha
rahat, daha gönül hoşluğu ile gelip istedikleri kadar barınabilmeleri için yapılmış olan
başka binalar ve yerler de vardır ki “Çeşitli Barınma Yerleri” başlığı altında bunlar da
bu eserde yer almış ve ceddimizin yaptıkları hizmetler gösterilmiştir. Bu türlü barınma
yerleri kırlarda değil, daha ziyade şehir ve kasabalar içindedir.
“Bütün bu vakıf binalar ve tesisler yukarda saydığım parasız hizmetleri seve seve
yapıp dururken neden dolayı XIX. asrın sonuna doğru rağbetten düşerek bugün
memleketimizde ancak yer yer harabelerinden başka bir hatıraları kalmamıştır”
tarzında bir sual sorulup cevabının da aranılacağını tahmin ettiğim için bu cihetler
eserde etraflıca ele alınıp inkıraz sebepleri belirtilmiştir. Burada mühim olduğu
için kısaca arz edeyim ki bu sebeplerin başında vakfın akarlarının, yani iratlarının
muaccele adıyla peşin alınan toptan bir para ile başkasına devredilip yalnız yine aynı
binadan senede bir defa müeccele adıyla alınan pek az bir bedelle uzun müddetle
kiraya verilmiş olması, hatta bu kiranın da şimdiki milli korunmaya dâhil kiralar gibi
asırlarca dondurulmuş bulunması keyfiyetidir.
İşte vakıf sistemi esasında ne derece faydalı bir tesis ise icareteyn denilen uzun
süreli kiralama usulü tatbik edildikten sonrasında vakıflar en geri bir müessese hâline
gelmiştir. Bahsedilen bu tesisler ve binalar bu nedenle harap olmuştur.
18 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Maddiyat asrında yaşadığımız için atalarımızın bütün servetlerini harcayarak “imâret”
adı altında han, kervansaray ve benzerlerini yaptırıp ilelebet yaşatacak gelirlerini de
bırakmış olmaları, esefle söyleyeyim ki şimdilerde yanlış tefsir ve izah edilerek o hayır ve
şefkat sahiplerinin ya malını hükümetin müsâderesinden kurtarmak, ya mütevelli olarak
bıraktığı çocuklarına bir geçinecek temin etmek veya ahiret ve sevap endişesi ile hareket
etmiş olmaları gibi sebepler ve iddialar ortaya sürmelerine sebep olmuştur
İşte bu noktalar da eserde münakaşa edilerek atalarımızın yalnız bunlardan birisini
değil de her üçünü birden düşünerek bu binaları yaptırmış olsalar da netice olarak
insanlığın hizmetine yarar bir iş yapmış oldukları için yine o şefkatli ve uzak görüşlü
adamları hayır ve rahmetle anmak mecburiyetinde bulunduğumuzu bu satırları
okuduktan sonra teslim etmeyecek kimse bulunmayacaktır sanırım.
Eserde bahis mevzu olan binaların ve müesseselerin mümkün olduğu kadar resim ve
planlarının da bulundurulmasının sanat tarihi bakımından faydalı olacağına inanarak
bazı resim ve planlar bulundurmayı faydalı gördüm. Bunları temin için yerli ve
yabancı müelliflerin evvelce yapmış oldukları resimlerden faydalanıldığı gibi, onların
eserlerinde olmayanlar da yeniden yaptırıldı. Faydalandığım başlıca eserlerin Albert
Gabriel, Cornelius Gurlitt ile yüksek mühendis mimâr Gündüz Özdeş’in eserleri ve
Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in Tıp Tarihi Enstitüsü’ndeki zengin arşivinde bulduğum
kaynaklar olduğunu ifade etmek isterim.
Eserde yeterli kadar izah edilemeyen, fakat tarihimiz ve kültürümüzle ilgisi bulunan
bazı hususlar not olarak ayrıca yazılıp esere ilave edilmekle mevzunun daha iyi anlaşılabilmesi hususu temin olunduğunu ve bu notların kolaylıkla bulunup okunabilmeleri için
de ayrı bir fihrist yapılıp esere eklendiğini ayrıca zikre lüzum görüyorum.4
Müracaat olunan kaynakları sahife altında kayıt ve işaret ettiğim için bunlar
hakkında ayrıca bibliyografya yapılmasına lüzum görmedim. Burada yalnız şunu
söylemek isterim ki Prof. Dr. Osman Turan’ın Türk Tarih Kurumu Belleten dergisinde
neşretmiş olduğu “Selçuk Vakfiyeleri” adındaki yazılarından yaptığım geniş ölçüde
iktibas ve istifadeden dolayı kendilerine şükranlarımı bildirmeyi bir vicdan ve irfan
borcu bilirim. Prof. Dr. Osman Turan’ın bu neşriyatı olmasaydı, Selçuklu eserleri
hakkındaki bilgimiz çok noksan olacaktı. Her sahada ve her işte ilk defa ortaya
konulan eserler, çok kere noksan ve hatalı oluyor. Bu eserde o türlü eserlerden birisi
sayılmalıdır.
Bütün tarihi kaynaklarımız meydana çıkmadıkça ve arşivlerdeki vesikalar tamamıyla
tasnif edilip katalogları yayınlanmadıkça, hatta yabancı dillerde bu mevzuda yazılmış
olan neşriyatta kısmen de olsa görülüp inceleninceye kadar tam ve noksansız eser
yazmağa imkân yoktur. Bu vaziyet karşısında ben de mükemmel bir eser yazamadığımı
itiraf edeyim. Yanlışlarımı düzeltecek, eksiklerimi tamamlayacak olanlara peşin olarak
teşekkür eder ve himmetlerini beklerim.
4 Bu notlar metnin ilgili yerlerine tarafımızdan eklenmiştir. (Y.N)
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 19
İki sene devamlı çalışarak ortaya çıkarabildiğim bu eseri bastırmak imkânını
bulamayınca çok üzülmüş ve emeğime acımıştım. Bir sohbet esnasında tesadüfen
çalışmamın hazin akıbetine muttali olan muhterem Kâzım Taşkent’e eseri heder
olmaktan kurtararak Yapı ve Kredi Bankası’nca bastırmasına çalışmış bulunmasından
dolayı, sonsuz şükranlarımı sunarak sözlerimi bitiriyorum.
Osman Ergin
23 Ağustos 1957
20 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 21
I. TÜRKİYE’DE YOLLAR,
YOLCULUK TESİSLERİ VE VASITALARI
Menzillerden, menzilhanelerden, hanlardan ve kervansaraylardan bahseden bir
eserde yollar, yolculuk tesisleri ve vasıtalarını da esere dâhil etmek kadar tabiî bir
hareket olamaz. Bundan dolayıdır ki esere bu konu ile başlıyorum.
“Tarihi vesikalara göre elimizde tam bir tarifi bulunan en eski milletlerarası yol
Anadolu’nun garbında başlayıp, Efes’te sahile inen ve bir kola ayrıldıktan sonra
Anadolu’nun tam ortasından geçerek Antitoros ve Toros dağlarını aşar. Bu yol doğuya
doğru Kudüs’ü, Mezopotamya’yı geçip, Dicle’nin öte taraflarındaki yamaçları takip
ederek cenubi garbiye kıvrılır ve Babil’den 225 mil mesafadeki Şuşa’da nihayet
bulur. M.Ö. 71 tarihinde Persler Anadolu’yu istila ettikleri zaman bu yolun üzerinde
muayyen mesafelerde konaklar vücuda getirmek suretiyle bu yolu imparatorluğun
posta yolu yaptılar. Grekler de bu yola Kral Yolu derlerdi. Daha o zamanlarda bile
kervanların bu yolu yüzlerce, hatta binlerce seneden beri kullanmış olduklarını kabul
etmemiz doğru olur. Çok eski zamanlarda bu yol belki de şiddetli iklim değişiklikleri
dolayısıyla yiyecek bulmak için bir yerden diğer bir diyara göçen insan ve hayvanların
arkalarında bıraktıkları izlerden meydana gelmişti. Bir kaç tabiî kola ayrılan bu yol,
zamanla muhim bir ticaret, münakale ve harp vasıtası olmuştur.”5
Kral Yolu’ndan ilk defa bahseden Herodot’tur. M.Ö.1200 senesinden sonra Etiler
Anadolu’da hâkimiyeti ele aldılar ve Ankara’dan takriben 100 mil mesafede bulunan
ve bugün Boğazköy adını taşıyan yerde kâin Hattuşaş şehrinde hükûmet merkezlerini
kurdular. Bu devirde Hattuşaş’dan garba doğru uzanan Kızılırmak’ı geçtikten sonra
Sart’a gidiyor ve diğer bir yol da Hattuşaş’ın 100 mil cenubi garbisinde ve Kayseri’den
bir kaç mil mesafe ötede Kaneş (Karahöyük)’e ulaşıyordu. Bu yol Kral Yolu’nun garb
kısmını teşkil eder.
Kayseri havalisinden şarka doğru dağlar arasından geçen bir kaç yol daha vardır
ki bunlardan biri Malatya’dan, ötekisi de Maraş’dan geçmekteydi. Kayseri’nin
cenubundan geçip Tibana’ya inen ve oradan Tarsus’un Kilikaya Geçitleri’ne ulaşan
bir yol daha vardı. Oldukça tarihi biri Tarsus-Harran yolundan cenup istikametinde
sahili takip ederek Suriye’den Mısır’a, diğeri de Birecik civarindaki nehri geçerek Fırat’ı
takiben Babil’e uzanıyordu. Kara yolunu takiben ve Ninova ve Şuşa arasında şarka
doğru bir yol ayrılıp, Zağros dağlarından İran yaylasına uzanan ve oradan da Hazar
kapılarından geçerek Orta Asya’ya, Hindistan’a ve Çin’e kadar giderdi.
Romalılar zamanında bu yol bugünkü Kermanşah, Hamedan, Tahran, Nişabur hattını
takip eder ve bu yoldan M.Ö. 1. yüzyılın son yarısından itibaren ipek ithalatı yapılırdı.
Bu yolun bir ucundan öbür ucuna kadar Türkistan katedilerek Çin’e gidilirdi. Bundan
başka Belh Taşkurgan üzerinde Hindikuşu katedilerek Kabil’den ve Hayber geçidinden
5 “Kral Yolu”, Geçit Review Dergisi, s.8-9 Eylül-Ekim, 1945, s.64-65
22 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
ilerleyerek Hindistan’a inen bir yol daha vardı. Bu yoldan da baharat taşınıyordu. M.Ö.
4. yüzyılda Büyük İskender İran İmparatorluğu’nu fethetmişti. Ölümünden sonra bu
geniş arazi parçalanınca Kral Yolu’nun geçtiği memleketlerin büyük bir kısmı önce
oralarda teşekkül eden küçük hükûmetlerin elinde kaldı. Selçuklular zamanında bu
yol, Sultan Yolu ve Osmanlılar zamanında Han Yolu adını almıştır. IV. Murad’ın
Bağdad ve Revan seferine giderken ve oralardan dönerken takip ettiği yolları, oraların
halkı hâlâ hatırlamakta ve anmaktadır.
Milattan sonra bütün bu devirlerin devamında Mezopotamya’nın şimalinden geçen
yol kullanılıyordu. 5. yüzyıldan 7. yüzyıla kadar Bizans İmparatorluğu zamanında
Anadolu’dan geçen yol ile 8. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar Müslüman hükümdarlar
idaresindeki Kral Yolu’nun şark kısmı gayet işlek bir hâlde bulunuyordu.
Karl Müller’in Kervansaraylar hakkında yazmış olduğu eserde bu konuyla âlâkalı
olarak verdiği bilgileri aynen naklediyorum:
“Hanlar veya kervansaraylar şark memleketlerinin ticari ve münakalat kültürleri
kadar eski müesseselerdir. Herodot dahi Sart-Şuşa ana yolları üzerinde mola yerleri ve
sığınaklardan bahseder. Bunlar takriben 30-40 kilometre mesafede tertiplenmişlerdir.
Onun aktardığına göre bu müesseseler, bazı mevkilerde şakilerin baskılarına karşı
kuvvetli bir şekilde tahkim edilmiş ve muhafız kuvvetleri ile de takviye olunmuşlardı.
Yine bunlar posta işinin düzenini temin için birer üs vazifesini de görüyorlardı.
Herodot, Suriye’deki yollar üzerinde de Keyhüsrev tarafından tesis edilen aynı
şekillerde binalara rastlamıştır. Romalılar devrinde ve Roma hâkimiyeti altındaki
bölgelerde yollar boyunca 75 km mesafede tertiplenmiş “Mansiones Veredariorum” adı
verilen tesisler vardı. Seyyahlar buralarda ikamet ederler, posta hizmetinin değiştirme
hayvanları da buralarda hazır bulundururlardı. Bunlar ilk zamanlarda resmi devlet
binaları hâlinde olup bilhassa Roma İmparatorluğu idarecilerinin emniyetli bir tarzda
dolaşmalarını sağlarlar ve bununla beraber Julia kanunlarına göre buralardan ücret
alınmazdı. Diğer seyyahlara da para mukabilinde buralarda yer gösterilirdi.
Çiçero, Ahikus’a yazdığı mektuplarda Kilikya seyahati hakkında şunları
bildirmektedir: “Bize Saman ve Julia kanunlarına göre verilmesi gereken diğer maddeler,
hatta odun bile verilmemektedir. Birçok mevkilerde bir çatı altı bile gösterilmemekte
ve çok defa çadırlarda kalınmaktadır.”
Bizanslılar devrinde Avrupa’nın şark memleketlerinde o zamana kadar devam eden
ve gittikçe inkişaf eden kervansaraylara orta zamanlarda Xenodochim denilirdi. Bizans
İmparatorluğu içinde büyük yollar üzerinde bulunan bu gibi müesselerin arsalarındaki
mesafe takriben 50 km idi. VIII. yüzyıl seyyahlarından Marko Polo bu hususta şu
tafsilatı vermektedir: “Rambolu’da muhtelif eyaletlere birçok ana yollar uzanmakta
olup, her ana yol üzerinde 20-30 km mesafe ile evleri ve yabancıların iâşelerini
sağlayacak istasyonları ihtiva eden adeta bir takım kasabalar mevcuttu. Bunlara Jamb
veya posta binaları adları verilmektedir. Bunlar ferah ve zarif insanlar olup iyi döşenmiş
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 23
muhtelif odaları havidirler. Devlet memurlarını hatta kralları bile misafir edecek
surette hazırlanmışlardır. Veya bu binaların ihtiyaçları en yakın kasabadan tedarik
edilebilirdi. Her istasyonda 400 at daimi surette hazır tutulmaktadır. Bunlar vasıtası
ile kralın emirlerini taşıyan postalar gelip gittiği gibi, elçiler de yorgun hayvanlarını
buralarda değiştirebilmektedirler. Ana yollardan uzak dağlık, köysüz ve şehirlerin
birbirinden uzak bulunduğu bölgelerde aynı tarzda istasyonlar vücuda getirilmiştir.
Bu istasyonlarda birçok eşhas ikamete mecbur tutulmaktadırlar ki bunlar bir taraftan
araziyi ekip biçmekte diğer taraftan da posta hizmetine yaramaktadırlar. Bu suretle bir
yandan büyecek köyler vücut bulmaktadır. Memleket içinde en az 200.000 hayvan
posta hizmetine hazır tutulmakta ve 10.000 bina gerekli eşya ve malzeme ile techiz
edilmiş bulunmaktadır. Yukarıda zikredilen posta binalarının bulunduğu güzergâh
üzerinde her 3 mil mesafede küçük köyler de tesis edilmiş olup, bunlarda da Posta
Tatarları hazır bulunmaktadırlar.”
Buradaki “Jamb” kelimesi kervansaray karşılığı olup, Dr. Lemke’ye göre Moğol
menşeylidir. Farsça misafirhane veya posta binası manasına gelen Jan’nin benzeridir.
Herzfeld tarafından neşredilen Archäologische Reise im Euphrat und Tigris Gebiet,
adlı eserin ikinci cildinde Bağdad’da XIV. yüzyılın “Ortna Hanı al-jan” olarak
gösterilmektedir ki bu adla anılan ilk binadır. İran’da bügünkü kervansaraylara
denilmektedir. Kervansaraylar yalnız Akdeniz bölgeleri ile Avrupa’nın doğu
memleketlerinde değil, Moğol bölgelerinde de vardı ki bunları da Çin’den almışlardır.
C. D’ohsson, Moğollar Tarihi cilt I, s.6’da Cengiz Han’ın, Çinlileri örnek alarak ana
yollar üzerinde posta istasyonları kurdurduğundan ve bu surette memurların, postaların
ve elçilerin seyahatlerinin kolaylaştırdığından bahsedilmektedir. Çin’de bu gibi yerlere
hâlâ Tchan denilmektedir.
Türkler Anadolu’yu ele geçirince bu hususta yeni bir şey meydana getirmek ihtiyacı
karşısında kalmamışlardır, yalnız daha evvelki düşünceleri devam ettirmişlerdir. Türkler
emniyetli barınakların mevcudiyetine ve bunlar sayesinde güvenilir ticari itibarlarının
sağlanmasının büyük önemini kavramak hususunda dirayet göstermişler ve yalnız
mevcutları muhafaza ile yetinmeyerek, her tarafta yeni yeni müesseseler vücüda
getirmişlerdir. Bilhassa en muhteşem kervansaraylar Selçuklular tarafından vücuda
getirilmiştir ki bunlar içinde en güzeli I. Keykubad’ın (1219-1236) inşa ettirdiğidir. Bu
sultan ilim ve fenne çok âlâka gösterdiğinden, Moğollardan kaçan İranlı âlimleri ve
sanatkârları himayesine almıştır. Bütün nüfuzunu kullanan bir hükümdar olarak şâkîlerin
harekatına son vermek maksadı ile yurt içinde muhkem mevkiler yaptırmıştır ki buralarda
kıtalar bulundurur ve yolcular da iskân ettirilirdi. Bu suretle ticaretin inkişaf sağlandığı
gibi limanlarla irtibat sayesinde de yeni yeni terakkî imkânları vücuda getirilmiştir.
Hükûmet merkezi olan Konya’daki muhtelif hanlardan ve memleket içindeki diğer
hanlardan başka meşhur Sultan Han’da onun zamanında inşa edilmiştir.
Orta zamanda İran’da da ana yollar üzerinde büyük ve muhteşem kervansaraylar
bulunmaktaydı. Büyük Şah Abbas’ın bu topraklarda birçok adet kervansaray inşa
ettirmiş olduğu söylenmektedir. Ermeni kralı Melih ibn Leon’a, memleket ve yollar
24 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
hâkimi ve yollardaki kaleler hâkimi adı verilmiştir. Çünkü o batıdan Suriye, Bağdad,
güney İran’a giden yollara hâkim olup üzerinde birçok hanlar mevcut bulunan bu
yolların hudutlarını kalelerle de tahkim etmiş bulunmaktaydı. Kervansaraylar bugün
de yakın Şark’ta yerli seyyah ve tüccarların faydalandıkları müsseselerdir. Kervan
yollarında hâlen mevcut kervansaraylar arasındaki mesafeler genel olarak bir yürüyüş
mesafesi kadardır ki kervanlar için takiben 25 km hesap edilmektedir. Takriben 110 km
uzunluğundaki Bağdad-Hille yolu üzerinde Mahmudiye, Hasme ve Mahavmil gibi 3
istasyon mevcuttur. Daha eski istasyonlardan Assed-Chan, Bir-en-nus, Nasrije Chan de
4 kısma bölünmüş bir güzergâh üzerinde olup, bunlardan birinci güzergâh bugünküne
nisbetle daha kısa ve buna mukabil son güzergâh takriben bir buçuk saat kadar daha
uzundur. Bu binaların durumları ve daha sonraları bugünkü mevkilere nakledilmeleri
su kaynakları ile sıkı bir bağlılık gösterir.
Bu ülkelerde Romalılar zamanından beri hem seyyahların gidiş gelişlerine, hemde
eşya ve malzemenin yerleştirilmesine yarayan hanlar mevcuttur. Şam ve Beyrut’ta
bu gibi kervansaraylara Kayseriye adı verilirdi. Bunlarda dört bir tarafında mağazalar
bulunan bir avlu vardı ve burada satışlar yaparlardı. Bu binalar sahiplerine veya
müessislerine, yahut satılan maddelerin cinsine göre isim alırlardı. Meselâ Beyrut’ta
böyle bir Kuyumcular Hanı vardı. Mısır’da kervansaraylara Wakelle denilmektedir ki,
Avrupalılar bunu Okelle’ye çevirmişlerdir. Bu gibi tesisler daha batı bölgelere, meselâ
Fas’a kadar yayılmıştır ki buralarda bu tarz binalara Funduk denilmektedir. Aynı isim
Kafkasya’da da kullanılmaktadır. Eskiden bu gibi binaları devlet yaptırır ve idare
ederdi. Bunlar Posta Tatarları ve tüccarlara da emin birer melce vazifesini görürdü.
Daha sonraları yöneciler, ticareti kolaylaştıran bu gibi binaları bütün memlekete teşmil
etmişler ve bu suretle küçük tahkimli müesseseler meydana gelmiş ve askeri kuvetlerle
muhafaza altına alınmıştır. İslam devrinden ve Hac kervanlarının İslam’ın mukaddes
şehirlerine yönelmelerinden itibaren kervansaraylar yalnız hükümdarlar tarafından değil,
devlet ricali, zenginler, nazırlar, tacirler tarafından da vakıf suretle tesis edilmişlerdir.
Vakıf adı altındaki umûmi müesseseler (camiler, hamamlar, mezarlar, kervansaraylar)
kendi gelirleri ile veya başka vakıfların gelir fazlaları ile idare olunurlardı. Ve bunlar
satılmazlardı. Her seyyah bu vakıf kervansaraylarda parasız olarak yatar, yalnız
kendisinin ve hayvanının yiyeceğini satın alırlar veya beraberlerinde getirdikleri iâşe
maddeleri ile idare ederlerdi. Mezopotamya’nın bütün yollarında ve İran’dan itibaren
Bağdad, Kerbela ve Hille yolunda bütün kervansaraylar vakıf müesseseler hâlinde idiler.
Son asırda şahıslar tarafından da ana ticaret yolları üzerinde bazı hanlar inşa olunmuştur.
Buralarda, hanın durumuna göre bir ücret tediye olunmakta idi.”6
Karl Müller, Türkler’den Selçuklular’ın üzerinde durduğumuz müesseseler
hakkında izahat verdiği hâlde, aynı milletten Osmanlılar hakkında tek bir kelime
söylememektedir. Osmanlılar’ın da Selçuklular’dan geri kalmayarak yine vakıf yolu
ile ve imâret adı altında hanlar ve kervansaraylar yaptırdıkları bu eserde etraflıca
anlatılacaktır.
6 Karl Müller, Die Karawanserei Im vorderen Orient, Berlin 1920
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 25
Rumeli, Anadolu ve Hac Yolları
Osmanlılar zamanında üç kıtaya dağılmış olan imparatorluk arazisinde dört bir
taraftan İstanbul’a ve İstanbul’dan oralara gidip gelebilmek için, birtakım ana yollar
ortaya çıkmış ve bunlardan da bir hayli ikinci ve üçüncü derecede yolların ayrılmış
olması tabiîdir. Bunlardan etraflıca bahsetmeye eserin hacmi müsait değildir. Ancak
ana yolların ehemmiyetlileri üzerinde biraz duracağız.7
Rumeli’deki ana yol İstanbul’dan Edirne’ye gider ve oradan bir kol şimdiki
Bulgaristan’dan geçerek Tuna’ya varır. Bunun da bir şubesi Kırım’a, ötekisi Eflak ve
Boğan’a kadar uzanır. Yine Edirne’den ayrılan diğer bir yol Filibe, Sofya, Belgrad
üzerinden Tuna’yı geçerek Budin’e ulaşır. Aynı zamanda gerek Tuna’dan, gerek
Sofya’dan ve gerekse Belgrad’dan Bosna’ya, Arnavutluk’a ve yine Edirne’den Dedeağaç
yolu ile Selânik’e ve Teselya’ya giden yollar da vardı. Bu ana yollar arasında Rumeli’de
en ehemmiyetlisinin İstanbul-Budin yolu olduğuna şüphe yoktur. Viyana’ya kadar
defalarca gidip gelen ordular, hep bu yoldan geçerlerdi.
7 Anadolu yolları hakkında biz Türklerden önce yabancıların meşgul olup eserler yazdıklarını görüyoruz.Bunlar
arasında Alman müşteşriki Jacop ile Tschudi’nin Osmanlı kaynaklarına göre Anadolu yolları adında bir eseri mevcud olduğu gibi Franz Taeschner’in de ilkin bir makale, sonra da Das Anatolische Wegenetz nach osmanischen
Quellen adında iki ciltlik bir eser yazıp ilk 1924’te daha sonra 1926’da Leipzg’de bastırmıştır. Bahsi geçen makaleyi Prof. Hamit Selen, Muhtelif Devirlerde Anadolu Yolları adı altında Türkçeye çevirerek İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Mecmuası 1, 2 sayılı nüshası ile 1926’da yayınlanmıştır. Fakat iki ciltlik eser henüz kimse tarafından ele alınıp tercüme ve neşr edilmemiştir. Eser yazabilmek için muharrir, şimdiye kadar Türk ve yabancı
seyyahlar ve müellifler tarafından yazılmış olan çeşitli eserlerle müteaddit menzilnameler ve sefere çıkan Osmanlı padişahlarının takip ettikleri yolların gözden geçirilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Eserde iki harita ile güzergahlardaki şehir ve kasaba adlarının çeşitli yazılış ve okunuş şekillerini gösteren 49 cetvel vardır. Cetvellerdeki
menzil ve kasaba adları Arap harfleri ile de kayıt ve işaret olmuştur. Bu cetvellerden başka asıl metinde de hayli
izahat verilmekle beraber hemen her sahifenin altına bir hayli notlarda eklenmiş bulunmaktadır. Muharrir bu eserde menzil adının yer yer kaç türlü okunup yazılmış olduğuna bilhassa dikkat etmiş, meselâ muhtelif tarihlerde
aynı yoldan geçmiş olan yolcular veyahut muharirler eserlerinde adları ne şekilde kayıt ve zapt etmişlerse, onlar da ayrı sütunlarda gösterilmiştir. Meselâ Gebze adının 9 şekilde yazılmış ve okunmuş olduğu görülmektedir.
Eserin baş tarafında 3 sahife tutan bir yazıda müracaat ettiği eserlerin kaynakları hakkında verdiği zengin bibliyografya bu sahada çalışacaklar için kıymetli bir rehber vazifesi görecektir. Eserin metnindeki izahata 20 fasla ayrılmıştır. Bu eserin Türkçeye tercüme edilmesi Almanca bilenlerin himmetlerinden beklenir. Taeschner’in bu eserinden sonra bu mevzuda yazılmış olan bir ufak eseri de burada belirtmek isterim.
Hac Yolu hakkındaki Menasik kitaplarına gelince onlar da hayli bir yekün tutmaktadır. Bilhassa Mehmed Edib’in
Nehcet’ül-menzâil adlı eseri İstanbul ve Kahire’de 3 defa basılmış ve bazı Avrupa dillerinde de muhtasar tercümeleri yapılmıştır. Eserin sonunda hacıların hasta oldukları zaman kullanacakları ilaçları bildiren ve sıhhi tedbirleri gösteren 25 sahifelik bir de ek bulunmaktadır. Nadir olan bu eserin bir nüshası Millet Kütüphanesi Ali
Emiri Efendi bölümü şerriye kısmında 1224/1 numarada bulunmaktadır. İkinci mühim eser Menâzilü’l-tarik ilâ
Beytulahi’l-atik adında yazarı bilinmeyen yazma bir eserdir. Fatih Millet Kütüphanesi’nde Ali Emiri Efendi bölümü
tarih 892 numarada kayıtlıdır. Müellif bu eseri 1056 (1646) tarihinde İstanbul’dan Hicaz’a giderken yazılmıştır.
Bunlardan başka dolayısıyla menzillerden bahseden eserler de vardır. Kanuni Sultan Süleyman’ın
Irak’ın seferi esnasında ordu ile giden Matrakçı Nasuh, İstanbul’dan Tebriz’e, Tebriz’den Bağdad’a kadar ordunun geçtiği bütün şehir ve kasabaların hatta geçitlerin minyatürlerini yapmıştır. Eserin adı
Beyan-ı Menâzil-i Sefer-i Irakayn-i Sultan Süleyman Han’dır. Eserin telif tarihi 942 (1530)’dir. Milli Kütüphanemizin şaheserlerinden olan bu eser, İstanbul Üniveristesi Kütüphanesinde bulunmaktadır.
Yine menzil mahiyetinde padişahların seferleri sırasında yazılan rûznâmelerle menzil defterlerine Başbakanlık
Osmanlı Arşivi’nde çok miktarda rastlanmaktadır. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nin IX. cildi de Hac Menzilleri için mufassal bir eser sayılabilir. Bu ruznamelerle menzil defterlerinin ilk kısmı Feridun Bey tarafından
Münşeatü’s-selatin’e konulmuş ve birlikte bastırılmıştır.
26 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Anadolu’daki yollara gelince: İstanbul’dan başlayarak Üsküdar, Dil İskelesi veya
İzmit, Eskişehir, Konya, Toroslar, Adana, Antakya yolu ile Suriye ve Mısır’a giden ana
yol bu hususta başta gelir.
İzmit’ten Ankara, Sivas, Erzincan ve Erzurum üzerinden şarka ve Kafkasya’ya giden
güzergâhı da ikinci bir yol olarak gösterebiliriz.
Dil İskelesi’nden, Hersek, İznik ve Bursa üzerinden Ege mıntıkasına giden güzergâh
3. ana yoldur. Halep’den Fırat’ı takip ederek Bağdad’a giden başka bir yol, aynı
zamanda Sivas, Malatya, Urfa tarikiyle Fırat’ta birleşirdi. İstikametini asırlardan beri
tabiatın açmış ve göstermiş olduğu bu yolları bügün de ufak tefek farklarla şoseler ve
şimendiferler takip etmektedir.
Yolları tarif ederlerken sağ kol, sol kol gibi tabirler kullanıldığı gibi Rumeli’de
Bahar yolu denilen bir tabir daha vardır.8
Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra Suriye ile Hicaz da Osmanlı ülkesine
katılmış olduğu için, İstanbul’dan Mekke’ye kadar uzanan Hac Yolu üzerinde Osmanlı
padişahları ile paşaları büyük imâretler yani hanlar ve kervansaraylar yapmışlardır.
Bunlardan Sokollu Mehmed, Yemen Fatihi Koca Sinan, Hama Valisi Güzelce Kasım
ve Suriye Valisi Enişte Hasan Paşaların bu sahadaki himmet ve hizmetleri bilhassa
kayda değerdir. Fakat Hac Yolu’na bütün bu hizmet ve himmetlerin en büyüğünü II.
Abdülhamid zamanında Hayfa’dan Şam’a ve oradan Medine’ye kadar yapılan demir
yolu olduğunu ehemmiyetle kaydetmek lazım gelir.9
Hac Yolu olması itibariyle hepsinden ziyade üzerinde işlenilmiş olan İstanbulHicaz yolunu gösteren 3 muhtelif eserin tesbit etmiş oldugu güzergâh adlarını burada
vermekle iktifa edeceğim.
8 Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umur-ı Belediye, Matbaa-ı Osmani, 1324, c.1, s. 823
9 Bu konu ile alakalı Bkn. Osman Ergin, “Türk Demiryolu Tarihçesinden Hicaz Demiryolu”, Demiryolu Dergisi,
sy.268, s.21-25
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 27
Menâzilü’l-tarik
Nehcet’ül-menzâil
Evliya Çelebi
Saat
Saat
Üsküdar
-
-
-
Maltepe
2
-
-
Pendik
3
Kartal
3
Gebze
4
Gebze
3
Dil iskelesi
-
Dil
-
Hersek, Deniz
5-1,5
Hersek
-
Hersek
Derbent
5
-
-
Derbent
İznik 6-7
İznik
-
Yalakabad / İznik
Yenişehir
6
-
-
Yenişehir
Akbıyık
5
Lefke
12
Lefke
Pazarcık
11
Lefke
-
Lefke
Bozöyük
4,5
Söğüt
9
Söğüt
Kavaklı
7
-
-
Eskişehir
10-11
Eskişehir
10
Eskişehir
Seyitgazi
9
Seyitgazi
9
Seyitgazi
Hüsrevpaşa
8,5
Hüsrevpaşa
9
-
Bayat
5-6
Bayat
-
-
Bolvadin
8,5
Bolvadin
12 -
Akşehir
10
Akşehir
8
Akşehir
İshaklı
5,5
İshaklı
8
-
Ilgın
10-11
Ilgın
9
-
Ladik
10
Ladik
10
-
Aslanlıköyü
7
- -
-
Konya
10
Konya
11
Konya
Göçi
9,5-10
İsmail
12
İsmail
Karapınar
13
Karapınar
9
Karapınar
Ereğli
11
Ereğli
12
Ereğli
Ulukışlak
10
Ulukışlak
9
Ulukışlak
Üsküdar
Kartal
Pendik / Gebze
İçme Suyu / Dil İskelesi
-
28 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Çiftehan
4
Çiftehan
9
Çiftehan
Yaylak
8
Yaylak
9
Bayrampaşa Hanı 10-12
Adana 8-9
Adana
9
Çantahanı
Misis 6
Misis
6
Misis
Kurtkulağı
7
Kurtkulağı
9
Kurtkulağı
Payas
10
Payas
10
Payas
İskenderun
-
Bakras
9-10
-
Belen
Akpınar
10-12
-
Bakras
Halka
10
-
-
Halep
8
-
-
Hamtuman
3
-
-
Maarretünnuman
6,5
-
-
Hama
15
-
-
Sultanhanı
-
Gülek
İskenderun
Halep’e uğramaksızın Antakya yolu ile Şam’a götüren menziller: (Antakya yolu
Bakras’dan ayrılır)
Antakya
Zambakiye
10
10-11
-
-
Antakya
Zambakyiye / Namye 7
-
Şisrişugur
6
Şugul,Şir
12
-
Mıdık
11
Mıdık
12
-
Şecir
5
-
Hama
6
Hama
10
Hama
Humus
-
Humus
10
Humus
12
İki kapılı
İki kapılı (Hasya)
8-9 İki kapılı (Hasya)
-
-
-
-
Nebük 9
Nebük
-
-
Kadife
12
Harsa
-
-
Şam
-
Şam
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 29
Menasik-i Hac denilen, Hac Yolu rehberlerinde hacıların işlerine yarayacak, onlara
rehberlik edecek faydalı bilgiler her menzilin karşısına kayıt ve işaret edilmiştir. Bu
bilgilerden o zamanlarda yolların, menzillerin, hanların ve kervansarayların ne hâl ve
ne vaziyette olduklarını öğrenebiliyoruz.
Meselâ hacıların ve tabiîdir ki umûmiyetle yolcuların, akşamları konaklayacakları
yerlerde cami, hamam, han ve çarşı olup olmadığını, behemehâl gösterilmiştir.
Bilhassa hacılar parasız han ve kervansaraylara yolculuklarına mola vererek bedava
yaşamak ve yiyip içmek tarafını iltizam etmekte olduklarından o gibiler için para ile
yatacak bina, yemek tedarik edilerek çarşı büyük ehemmiyete haizdir. Şayet çarşı yoksa
köylülerin getirdikleri nevâlelerle karın doyurulabileceği de gösterilmiştir. Yatılacak
yeri ve yiyeceği bulunmadığı için hiç durulmaması lazım gelen yerler de işaret
edilmekte ihmal edilmemiştir. Böyle bir yer olan Adana ovasındaki Tekir Han menzili
için, kullanılan “Han-ı Virân” ve “Menzil-i Binân” tabirine dikkati çekmek lazım gelir.
“Ladik’te konak mahali büyük bir cevizliktir” cümlesinin ifade ettiği mana izaha muhtaç
değildir sanıyorum. Yolun nerelerinde tehlike olduğu ve oralarda hükûmet yahut han
ve kervansaray yapan hayır sahiplerine ikame edilen koruyucu askerler hakkında
da malumat verilmekte ve köyler de menzilnameler de görülmektedir. Meselâ Misis
ile İskenderun arasındaki Kurtkulağı menzili anlatılırken “büyük bir handır, içinde
hanağası evi ve müstahfazları vardır” denildiği gibi Suriye’deki kapılı kervansaray için
de “hanağası yeri ve mustahfaz evleri vardır” kaydı ilave olunmuştur. Halep-Hantuman
yolunda askerler yolcuları korumak için Maarre’ye kadar onlarla birlikte giderler.
Hamedan’dan Şam’a varıncaya kadar yolcuların yanına süvâri askerler verilmiştir.
Bunlar yolcuları menzilden menzile geçirirler.
Hacılar ve yolcular daha emniyet içinde gidebilmek için çok kere Surre Emini ile
birlikte hareket ederlerdi. Rehberlerde bu da gösterilmiştir.10
10 Surre kırmızı meşinden futbol topu biçiminde yapılan para çıkınına denir. Bu çıkınlar daha ziyade evvelce
hac için Mekke ve Medine’ye gidip gelmiş olanlar tarafından orada tanıştıkları delillere, yani rehberlere
gönderilirdi. Yine Mekke’de mücavir olarak bulunan alimlere, sofulara ve fakirlere de bu çıkanlarla paralar
gönderildi. Surre’yi götüren memura Türkler, Surre Emini Araplar ise Emir’ül-hac yani Hac Beyi derlerdi.
Kendilerine para gönderilecek olanların adreslerini birer meşin parçasına yeşil boya ile yazılarak Surre’ye
diktirilirdi. Surre Emini Mekke’ye geldiğinde herkesin Surre’si üzerindeki yazılı adreslere göre emanetleri
sahiplerine dağıtırdı. Surre Emini aynı zamanda senede bir kere İstanbul ile Mekke arasında seyyar posta
memuru vazifesini de görmüş olurdu. Surre Eminliği her sene dindar, aynı zamanda idareci bir zata tevcih
edilirdi. O da maiyyetini seçerek onlarla Hicaz’a giderdi. Surre Emini’nin emrine asayişi temin maksadı ile
lüzumu kadar askerle iki top verilirdi. Bir kısım hacı namzetleri daha emin bir şekilde hacca gidip gelebilmek için Surre Emini ile birlikte yola çıkmayı tercih ederlerdi. Surre Emini’nin İstanbul’dan hareket edeceği
gün Halife ve Padişahın sarayında bir merasim yapılırdı. O gün güzelce süslenmiş bir deve üzerinde Surre
Emini’nin oturabilmesi için “Mahmil” denilen ve Hindistan’da filler üzerinde de görülen tekerleksiz kupa arabası şeklinde bir oturma yeri de yaptırılırdı. Bu mahmilden sonuncusu Üsküdar’da Ahmediye Medresesi’nin
revakları altında bulunmakta idi. Süslü ve mahmilli deveyi Tahtakale’de oturan ve “denk bağlayan, hayvana
yük yükleyen” manasına gelen ve Akkam denilen deveci Araplar Yıldız Sarayı’na getirirler, orada Halife’nin
ve saray halkının surreleri ile Haremeyn denilen Mekke ve Medine’deki evkaf memurlarının maaşlarını ve
yol üzerindeki Arap kabilelerinin şeyhlerine verilecek bahşiş, daha doğrusu topraklarından geçebilmek için
toprak bastı parası da Surre Emini ile birlikte gönderilirdi. Sarayda bu paralar Evkaf Nazırı tarafından halifeye
takdim olunur, o da bunları sahiplerine vermek üzere Surre Emini’ne tevdi ederdi. Deveci Araplar geçtikleri
yollarda ve Yıldız Sarayı’nda devenin etrafında dolaşarak kılıç kalkan oyunu oynarlardı. Güya kervan bir
taaruza uğrarsa Surre Emini’ni bu tarzda koruyacaklarını göstermiş olurlardı.
30 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Takip olunacak yol, bazı yerlerde ikiye ayrılmaktadır. Bunların hangisinden
gitmenin münasip olacağı yine rehberlerde gösterilmiştir. Meselâ Konya’dan kalkarken
“iki yol vardır birisi İsmil, ötekisi Göç-i Kebir yoludur” diye işaret edilmiştir.
Adana’ya inerken de yine iki yoldan bahsedilir. Bu yolların birisi için “karga
sekmez”, ötekisi için de “it yelmez” tabiri kullanılır. Bu cümlelerle birincisinin sarp
ve dik, ikincisinin düz ve rahat olduğu anlaşılmaktadır. İznik ile Eskişehir arası için de
şöyle bir kayıt vardır. “İznik’den iki yol vardır. Birincisi Lefke’dir ki 3 günde Eskişehir’e
çıkar. Sarptır. Ötekisi Yenişehir yoludur.”
Yukarıya konulan üç cetveldeki menzil adlarıyla bunların aralarındaki mesafeyi
gösteren saatlerin birbirini tutmadığı görülmektedir. Menasik-i Hac kitaplarıyla
menzilnamelerde bunların sebepleri izah edilmektedir. Bu evvela yürüyüş farkından,
ikincisi daha fazla yürüyerek daha iyi, daha rahat bir menzile varmak düşüncesinden
ileri gelmektedir. Bildiğimiz kadarıyla yürüyüş farkı 1 ile 1,5 saat kadar tutmaktadır.
Evliya Çelebi’nin gösterdiği güzergâhtaki açık ve eksik menzil adlarına gelince,
bu seyahâtnamelerin nüsha farkları gözetilerek tertiplenip bastırılmamış olmasına
veya Çelebi’nin tuttuğu notların kaybolarak yazma nüshalarında da açık bırakılmış
olduğuna hükmedilebilir.
Surre Emini’nin beraberinde götürdüğü hediyelerden birisi de her sene değiştirilmesi ve yenilenmesi âdet olan
Kâbe örtüsüdür. Bu örtü üzerinde Topkapı Sarayı’nda siyah bir çuha üzerine altın sırmalarla Kur’an’dan bazı
ayetler işlenirdi. Kâbe örtüsü bir sene boyunca güneş altında durarak solduğu için, her sene yenisi yaptırılıp
İstanbul’dan Mekke’ye gönderilirdi. Eski örtüyü Mekke emiri alarak o sene hacca gelen Müslümanların ileri
gelenlerine hediye ederdi. Bu örtünün bir parçası elde edebilen hacılar, onu öldüğü zaman tabutunun üzerine
konulmasını ve sonra camiye vakfedilerek cenaze merasimlerinde konulmasını şart koşarlardı.Bu parçalar hâlen
bazı camilerde görülmektedir.
Kâbe binası Müslümanlıktan önce puta tapan Araplar tarafından bir perde ile örtülürdü. Bütün ibtidaî insanlar
put hâline getirdikleri mabutlarla ibadeti idare eden ruhanileri daha azametli, daha heybetli, hatta daha korkunç
göstermek için halktan ayrı olarak türlü şekil ve kıyafetlerle soktukları gibi mabedleri de bu tarzda süslerlerdi.
Hazreti Muhammed (a.s) Kâbe’deki 300 küsür putu kırıp attığı ve ibadeti idare edenlerin kıyafetinde de halktan
ayrı bir tarz kabul etmeyip sadeliği tavsiye ettiği hâlde Kâbe örtüsünü, hele taştan başka birşey olmayan Hacerül-Esved denilen kara taşı Kâbe’nin duvarında neden bırakmış oldugu kolayca izah edilemez.
Saraydaki merasim bittikten sonra Surre Emini maiyeti ile birlikte Kabataş’tan Üsküdar’a geçerek, Doğancılar’da
Paşakapısı denilen hükümet konağı bahçesine çadır kurarak yolculuk için hazırlık yapmağa başlardı. Kara nakil
vasıtaları arasında arabaların ve şimendiferlerin girmediği ve buharlı geminin de icat edilmediği devirlerde Surre
Emini karadan Şam’a, Şam’dan da orada toplanan hacı namzetlerini alarak önce Medine’ye sonrada Mekke’ye
gider ve dönüşte de bu yolu takip ederdi. Buharlı gemilerin işlemeğe başlamasından sonra ise Surre Emini yine
merasimle Üsküdar’a gider, fakat bir kaç gün sonra Paşakapısı’ndan iskeleye inerek hazırlanan vapurla Suriye’ye
gider yolun kara kısmına oradan devam ederdi. Hicaz Demiryolu’nun Hayfa’dan başlanıldığı zamanlarda ise
Hac kafilesi oradan itibaren Medine ve Mekke’ye hareket ederlerdi.
Nehcet’ül-menzâil müellifinin anlatışına göre, Surre Emini ile karadan giden hacı namzetleri Receb ayının 25.
günü İstanbul’dan kalkar ve takriben Rebi’ül-ahir’in birinci günü Üsküdar’a dönerlerdi. Bu suretle Hacca gidiş
geliş 265 gün sürerdi. İstanbul’dan Mekke’ye kadar muayyen yerlerdeki konaklayarak Şam, Mekke ve Medine’deki konaklama müddetleri de bu yeküne dâhildir. Yavuz Sultan Selim’in Hicaz’ı himayesine aldığı tarihten
Türklerin Hicaz kıtasını terk ettikleri tarihe kadar geçen 400 küsur sene içinde milyonlarca lirayı ayaklarına kadar
götürüp kendilerine verdikleri hâlde yol üzerindeki bedevi Araplar, yine bu dindar ve fedakâr Türklere Nasrani
yani Hristiyan derler ve yolculuk esnasında onları nerede yalnız bulurlarsa kemerindeki altınlarını almak için
cenbiye ile vücudunu delip, hacıların parasını almaktan çekinmezlerdi. Kur’an’ı Kerim’in a’rap (Bedevîler inkâr
ve münafıklıkta şehirlilerden daha şiddetli; Allah’ın, Resulüne indirdiği hükümleri tanımamaya daha yatkındırlar.
Allah her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. Tövbe Suresi 97) dediği bu bedevi Araplar hakkındaki ağır
hükme bakılırsa İslam dininin bile bunları yola getirememiş olduğu anlaşılır.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 31
Menziller
Tarihler ilk defa Anadolu’da İranlılar tarafından menziller11 yaptırıldığını haber
verir. “M.Ö. 6. yüzyılda bu ülkedeki Kral Yolu İran’ın hâkimiyeti altında girince ve
yol işleri tek bir idare altında birleşince sistemli bir tarzda gelişme imkânlarını buldu.
Heredot bu yol üzerinde posta konakları (menziller) ve güzel hanlar olduğunu ve bazı
stratejik mevkilerde müstahkem kaleler bulunduğunu eserinde anlatır. Hanlarla posta
menzilleri birbirlerine takriben 13’er kara mili mesafede bulunmaktaydı. Sart ile Şuşa
arasındaki mesafe tâcirler ve diğer kimseler tarafından 3 aydan daha kısa bir zamanda
katediliyordu. Bu suretle Posta Tatarları vasıtasıyla kralın mektup veya habeleri daha
kısa bir zamanda nakledilebiliyordu.”12
Menzilhaneler ya şehir veya kasabaların içinde yahut kırlarda münasip ve bilhassa
bol suyu bulunan yerlerde yaptırılıyordu. Eski yolların geçtiği kıtalar Türklerin
hâkimiyeti altına girdikten sonra, Türkler bu yerlerde daha büyük ve daha muhteşem
binalar yapmaya başladılar. Binalara Selçuk Türkleri’nde “Sultan Hanı” ve Osmanlı
Türkleri’nde yapıldıkları yerleri imâr ettikleri için, “İmaret” denilmektedir.
Ana yollar üzerinde yapılan menzilleri, hanları ve kervansarayları gösteren
menzilname adında müstakil risaleler yazılmış olduğu gibi, bu hususta Evliya
Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde bir cilt teşkil edecek kadar yazı yazanlar da
görülmüştür.
Yine bu menzillerin bilhassa orduların konakladığı yerleri de gösteren çeşitleri
görülmektedir. Ordunun yolda geçtiği yerleri anlatan bir risaleyi Ord. Prof. Dr. Süheyl
Ünver muhtasaran Revan Seferi Kronolojisi adı altında neşretmiştir.13 Bunlara bir de
hacca gidenler tarafından yazılanları da ilave edersek, bu sahada da kütüphanelerimizin
oldukça zengin olduğu görülecektir.14
11 Bu tabirin esası inmek ve kınmak manalarına gelen nüzul ile menzil, el manasına kullanılan nüzil yahut
nezel’dir. Yine bu kökten gelen nüzül de yolcular ve misafirler için hazırlanan yemek manasına gelir. Istılah
olarak bu kelime yolcuların konup göçmesi ve hayvan değiştirmesi için muayyen mesafelerde yapılan binaları
tarif için kullanılır.
12 “Kral Yolu”, Geçit Review Dergisi, s.10-11 Kasım-Aralık, 1945, s.10
13 A.Süheyl Ünver, Dördüncü Sultan Murad’ın Revan Seferi Kronolojisi: Şevval 1044 (1635) Recep 1045 (1635),
TTK Belleten, 1953
14 İngilizler Osmanlı İmparatorluğu’nun bir kısım arazisinden geçen yollar hakkında son zamanlarda mühim
neşriyatta bulunmuşlardır. Bunlardan üçününün adları şunlardır:
1-Suriye, Arabistan ve Mezepotamya’da Eski Kervan ve Kara Yolları (20 sayfa)
2-Osmanlı Türkleri ve Şark Ticaret Yolları (5 sayfa)
3-Osmanlı İmparatorluğunun Başkentiyken İstanbul (10 sayfa)
Tercümeleri İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü Arşivi’nde bulunan bu yazılarda bütün kervan yolları ve
ticaret eşyaları nakliyatı bilhassa muhtelif yerlerden Hac için Mekke ve Medine’ye gelen Hacıların takip ettikleri
yollar hakkında mühim izahat vardır. 1453’te İstanbul Türkler tarafından fethedildikten sonra bu şehrin Asya ile
Avrupa arasındaki ticaret yoluna yaptığı büyük hizmet zikredilmekte ve bu şehir için şu sözler sarf olunmaktadır.
“Sadece Asya’nın değil, bütün dünyanın en güzel şehri. Dünyaya hâkim olmak için yaratılmış bir şehir. Bütün
diğer şehirler zamanla çürüyüp gitseler bile, sadece İstanbul dünyaya insan nesli yaşadığı müddetçe ölmez bir
şehir olarak kalacaktır.”
32 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Nüzul Emini
Sefere çıkan ordunun konaklayacağı yeri seçmek, askerin yiyecek ve içeceklerini
hazırlamak üzere her menzilde ordudan önce hareket eden memurdur. Buna
Konakçıbaşı da denilmektedir. Nüzul Emini’ne ordu işlerinde sarf edilmek üzere
mühim miktarda tahsisat verildigi gibi, harp zamanlarında ihdas olunan avarız
vergilerini toplamak vazifesi de verilirdi. IV. Murad’ın Revan seferinde bu vazifeyi
Arpa Emini Hüseyin’in tayin edildiğini ve kendisine 200.000 akçe verildiğini seferin
kronolojisinde görüyoruz.15
Nüzul Eminleri’ne gidilecek istikametteki menzillerin bir listesi verilirdi. Başvekâlet
(bugünkü Başbakanlık Osmanlı) Arşivi’nde bu menzil defterlerinden pek çok miktarda
mevcuttur.
Çeşitli Nakil Vasıtaları ve Mekareciler
Tarihin ilk çağlarında başlıca nakil vasıtaları eşek, katır, at ve deve gibi canlı
hayvanlarla bunların çektiği arabalardır. Tahtıravan (yürüyen taht) denilen nakil
vasıtasını da insanlar çekmekteydiler. Tarih bu vasıtaların ortaya çıkışı şöyle
anlatılır: Eski dünyanın kara nakliyatından elde ettiği en mühim gelişme ilk defa
garbî Asya’da görüldü. Tekerlek, dingil ve atın ehlileştirilmesi, Sümer yazılarının en
eski kayıtlarından birinin ön kısmında bir tekerlek bulunan bir kızak resmi yazıtında
görülmüştür.
Milattan 3 bin sene önce Sümerliler araba ve dört tekerlekli vagonlar kullanırlardı.
Tekerleklere bazen deri geçirdikleri de bilinmektedir. Atın ehlileştirilmesi hakkında
rastlanan en eski kayıt, Hammurabi zamanına ait bir Bâbil metninde bulunmaktadır.
Bu metinde at için şarktan gelen eşek veya şarktan gelen tabiri kullanılmaktadır.
Milattan önce takriben 1700 yıllarında Mısır’ın istilaya uğramasına kadar orada ne
at, ne de araba biliniyordu.16 Devvar hareketinde ilk önce garbî Asya halkı (Türkler)
arasında gelişmiş olduğu pek aşikar olarak görülmektedir.
Osmanlı padişahlarının harbe giderken tahtırevanla beraber arabalar götürdükleri
anlaşılmaktadır. Kanuni’nin Avrupa’ya son seferinde vefat etmesi üzerine cenazesinin
araba ile İstanbul’a getirildiğini bilmekteyiz. Hatta bu devirde Avusturya seferi olarak
Viyana’dan İstanbul’a gelen Busbecq’in araba ile geldiğini ve kervansaraylarda
yatacak yer bulamadığını, konakladığı yerde rahat edemezse arabada yattığını yazdığı
mektuplarda görüyoruz. IV. Murad, Revan seferine giderken ordu ile beraber büyük bir araba götürdüğünü
bu seferin kronolojisinde okuyoruz. Oradaki şu kayıt bilhassa dikkati çekmektedir:
15 A.Süheyl Ünver, a.g.e., s.548
16 Mısır’ın M.Ö 1700-1800 arası tarihinde Hyksoslar tarafından istila edilmesinden sonra bu kavim Mısırlıları ilk
defa at ve araba ile tanıştırmış ve herhâlde Mısır halkına yaptıkları yegâne iyilik de bu olmuştur.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 33
“Padişahımızın ikinci arabası -ki silahtarlarına mahsustur- ol devrilip iç halkı
(padişahın maiyeti) ve Rumeli askerleri anda hazır bulunmakta cümlesi üşüşüp
kaldırdılar. Arabaya ve içindeki esvaba ziyan olmadı.”17 Bu ikinci arabanın padişahın elbiselerini, silahlarını, nişan ve rütbe yerine verilmekte
olan elbiseleri ve kürkleri taşıdığını bunların muhafazasına da Silahtarağa’nın memur
edildiğini bu kayıttan anlıyoruz. Arabanın hayli ağır ve muhtemelen 6 tekerlekli olduğu
sanılmaktadır. Buna şimdi arabadan ziyade seyyar gardrop diyebiliriz.
Mekarecilere gelince: Bu tabirin aslı kiraya veren manasına gelen mükârî’dir. Sürücü
manasına da kullanılır. Anadolu ve Rumeli’de asırlardan beri insanlara geçit veren
yolların bugünkü manası ile köprülerle, kaldırımlarla, şoselerle bir varlık gösterdiğini
kabûle imkân yoktur. Bunları zamanla aşınmış yollardan saymak mecburiyetindeyiz.
Romalılar’ın bulundukları yerlerde yol ve köprü yaptırdıklarını tarihler kaydeder. Fakat
bunların izlerine memleketimizde pek fazla rastlayamıyoruz.
Bizim tarihimizde ilk defa posta arabalarının ve halkın işleteceği arabaların geçmesi
maksadıyla yapılan yol Üsküdar-İzmit arasında inşa edilmiştir. Hassa muşiri Ahmet
Fevzi Paşa’nın posta işleri hakkında Bab-ı Âlî’ye takdim etmiş olduğu takrirde bu
paşaya verilen geniş salahiyet sayesinde ve yol üzerindeki halkı çalıştırılmak suretiyle
İzmit’e kadar araba işleyebilecek bir yol yapıldığını ve hayvanların yolun fazlalığı
yüzünden helak olmaktan korumak için Üsküdar, Kartal, Gebze, Dilbaşı ve İzmit’te
5 menzil teşkil edilerek ve her menzilde 30 hayvan bulundurulacak 10 posta arabası
işletildiği bilinmektedir.18
Tanzimat devrinde “şose” denilen ilk yolun Mithat Paşa’nın Tuna valiliği zamanında
Rumeli’nde yapıldığı ve 1876 seferinden sonra aynı faaliyetin Mithat Paşa Mektebi’nde
yetişmiş olan Halil Rıfat Paşa tarafından Sivas’ta başlanıp dört istikamette Anadolu’ya
yayıldığını biliyoruz. Halil Rıfat Paşa’nın faaliyeti komşu vilayetlere de örnek olmuş, o
vilayetler de yollarını Sivas’a kadar yapmışlardır. Bu sırada yaptırılan yollar sayesinde
Samsun şehri Orta Anadolu’nun Bağdad’a kadar iskelesi hâlini almış ve İstanbul’dan
Samsun’a vapurla gelenler oradan arabalarla istedikleri yerlere gider olmuşlardır. Bu
yollar yapılmadan evvel Bağdad’a gitmek isteyenler vapurla İskenderun’a oradan
Halep’e ve Fırat’ı takip ederek Bağdad’a giderlerdi. Abdurrahman Nacim Efendi adında bir hâkim 1301 (1884) senesinde Diyarbakır’a
istinaf mahkemesi reisi olarak ve Samsun’dan Harput’a kadar araba ile giderken 30
gün boyunca (Saye-i Şahane’de) yolda gördüğü kolaylıktan, konak yerlerinde -ki bu
yerlerin konforundan hararetle bahseder- ve bu memnuniyetini ifade için de Râhname-i Diyarbakır adında 238 beyitlik Farsça manzum bir eser yazıp bastırarak
zamanın padişahına takdim etmiştir. Bu eserin kıymeti, edebi olmaktan derme çatma
tahta hanların ve bir yük arabasında oturarak, yahut yatarak 30 gün yolda gidebilmenin
bile ne kadar mühim bir hizmet olduğunu göstermesindedir.
17 A.Süheyl Ünver, a.g.e., s.566
18 Şekip Eskin, Türk Posta Tarihi, Ulusal Matbaa, Ankara 1942, s.15
34 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Tatar Ağaları, Kılavuzlar ve Kuryeler
Yollardan, menzillerden bahsederken yukarıda çeşitli adları gösteren habercileri ve
postacıları eserin çerçevesi dışında bırakmak doğru olmaz. Bunlardan postacı vazifesini
gören Tatar Ağası’nı, posta tarihçelerine bırakarak diğerlerini kısaca izaha gerekli görüyorum.
Tatar Ağaları’nı haberci ve postacı olarak vezirler, valiler kullanırlardı. Bir vezirin
veya valinin icabında muhtelif istikametlere gidip gelebilecek 4-5 Tatar Ağası bulunurdu.
Bu devirlerde İstanbul’da bulunan yabancı sefirlerin de ayrıca Tatar Ağaları yani
kuryeleri vardı. Türk tarihçeleri bu teşkilata ve mensuplarına kıymet verip tarihlerine
almamışlarsa da yabancılar bunun üzerinde durmuşlardır. Bunlardan birisi II. Sultan
Mahmud ve I. Abdülmecid devirlerinde Osmanlı donanmasında bulunmuş ve Müşavir
Paşa adını almış olan Amiral Sir Adolphus Slade, Türkiye Seyahatnamesi’nde yazdığına
göre o sıralarda Türkiye’de en çok medh olunan Tatarlar, Akka’ya gidip gelenlerdir.
Bu Tatarlar Akka’dan İstanbul’a 12 günde gelebilmektedirler ki Anadolu’nun dağlık
teşekkülatı ile aradaki mesafeyi düşünürsek büyük bir sürattir.
İngiltere sefaretinin Hindistan postasını İstanbul’dan Bağdad’a 14 günde götüren bir
Tatarı olduğu da yine Müşavir Paşa’dan öğreniyoruz. İstanbul ile Bağdad arası 23.000
km olduğu hâlde bu müddeti yani 14 günü çok gören başka bir Tatar 9 günde kat edip
İstanbul’a gelmişse de Üsküdar’a varır varmaz yere serilerek 2 saat sonra öldüğünü
yine Müşavir Paşa’dan öğreniyoruz. Bu paşa Tekirdağı’ndan Tuna boyuna giderken
kendisine rehberlik etmek üzere yanına bir Tatar aldığı gibi, yine bu sıralarda Osmanlı
hükûmeti hizmetinde bulunan Moltke de Malatya ve Maraş taraflarını gezerken
Tatarların rehberliğinden faydalandığını hatıratında yazar.19
Tatar Ağaları hakkında Osmanlı döneminden 2 misal vermek isterim. Melek
Ahmet Paşa’nın Van’dan, Murtaza Paşa’nın da Şam’dan İstanbul’a Tatar Ağalığını
yapmış olan Evliya Çelebi’nın iki ifadesini nakletmekle iktifa ediyorum: “1066 (1655)
senesinde Van’dan 3 gulamımla atlara binüp Bismillah diyerek canib-i şimale gidip
12 saatte Amik Kalesi’ni geçip menzil beygirleri alarak Bargiri, Malazgirt, Hınıs,
Altınhalkalı Köprüsü’nü geçip Hasan Kalesi’nde menzil aldık. Andan Tavukçu
Mustafa Paşa’dan mektup ve ihsan alıp Erzincan Kalesi’nde menzil aldık. Andan
yarar beygirlerle sürücülerin namıdarını alıp Koyulhisar kalesini geçerek Niksar
kalesinde menzil aldık. Sonra canib-i garbda Ladik şehrini geçip Merzifon şehrinde
menzil aldık. Bundan dahi birer beygir alıp semt-i garba giderek Osmancık’ı geçüp
Tosya’da menzil aldık. Buradan da yarar menzil beygirleri alıp o gece yine seyredip
seher vaktinde İzmit Kalesi’nde menzil aldık. Burada 3 saat istirahat edip ve yarar
atlar alıp gece yarısında Gebze’de menzil olarak seher vaktinde Üsküdar’a vardık.
Ve andan kayıkla İstanbul’a geçip Van’dan çıktığımızın 13. günü İstanbul’a varmış
olduk.”20
19 Sir Adolphus Slade, Türkiye Seyahatnamesi, Terc. Ali Rıza Seyfi, Genelkurmay Başkanlığı, İstanbul 1945, s.
140-145
20 Evliya Çelebi, Seyahatname, İkdam Matbaası, İstanbul 1314, c.3, s. 15
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 35
“İlk menzil iki kapılı Şam’dan 19 saattir. Andan Humus, andan 12 saatte menzil
Hama’dır. Burada menzil beygirleri ve menzil alıp Sahar’ı, Cisri Şuğur’u, Dapka’yı geçip
evvel menzilde Antakya, andan Belen, andan İskenderun, Payas, Kurtkulağı ve Misis’i
geçip Adana’ya, andan Sultan Hanı’na ve Ramazanoğlu Yaylası’na inip Ulu Kışlak’ta
menzil aldık. Andan Ereğli’yi, Karapınar’ı geçüp Konya’da menzil aldık. Andan Ladik,
Ilgın kasabalarını geçip Akşehir’de menzil aldık. Andan Bolvadin’i, Babet’i, Hüsrev
Paşa Hanı’nı, Seyit Gazi’yi geçüp, Eskişehir’de menzil aldık. Andan Söğüt ve Lefke
kasabalarından geçerek, İzmit Kalesi’nde menzil aldık. Andan Yalakabad (Yalova)
deresinden 40 geçit nam kal’a’den ve mahuf ve mutarali yerlerden geçip can-ı azizden
bizar olarak Derbentler aşıp gece yarısından Gebze’de Acem adındaki menzilcinin
evinde bi-tab ve bi-mecal kalup sabahleyin Üsküdar’dan derya misal asker içinden güç
hâl ile geçerek Paşa’nın kapı kahyası Kuşçu Mahmut Ağa ile Sadrazam Murad Paşa’yı
Üsküdar Otağı’nda bulduk. Hakir elini öpüp nameyi verdiğimde,
- Şamdan çıkalı kaç gündür, dedi.
- Çıktığım günden bu güne kadar 10 gündür, dedim.”21
21 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s. 72-73
36 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
At Pazarları ve Kirahaneler
İstanbul’da biri Fatih’te Atpazarı denilen yerde, ötekisi Üsküdar’da Çavuş Deresi
ile İnadiye arasındaki sahada olmak üzere 2 at pazarı vardı. Bu pazarların yakınında
saraçhane ve tabakhane gibi deri imalatı ile meşgul müesseseler de bulunurdu.
İstanbul’dan Rumeli’ye ve Tuna’nın öte yakasına gidecek olanlar at ile sefer levazımını,
Fatih’tekinden ve Anadolu’ya doğuya ve cenuba doğru yola çıkanlar da Üsküdar’daki
Atpazarı’ndan tedarik ederlerdi.
Üsküdar’da iskele başından içerlere doğru bilhassa Atpazarı’nda yolculukla
ilgili meydanlar, hanlar ve dükkânlar bulunmaktaydı. Evliya Çelebi, Üsküdar’daki
hanlardan, kervansaraylardan ve benzerlerinden bahsederken Atpazarı için “iki kapılı
bir çarşıdır” der.
At pazarları ve menzilhaneler imâret yapanlar için aynı zamanda bir irat kaynağı
da olduğundan XVIII. asırda Üsküdar menzilhanesi ile Nevşehirli Damat İbrahim Paşa
ehemmiyetli surette meşgul olmuş ve bunu III. Mustafa takip etmiştir. Bu padişahın
vakfiyesinde “cem’an 30754 zira araziden ibaret Üsküdar menziline mahsus bir bab
menzilhane ve Gebze menziline mahsus bir bab menzilhane ahırı” gibi kayıtlardan
anlaşılıyor.
Üsküdar Atpazarı bugün eski ehemmiyetini değil, eski şeklini ve taksimatını bile
kaybetmiştir. Artık işe yaramadığı için yıkılan hanlar ve çarşıların yerlerini evleri, çarşılar
ve küçük bostanlar işgal etmektedir. Bugün eski Atpazarı’nı hatırlatan bir tek kagir
han otele çevrilmiştir. Diğer bir eser de Hasan ve Mehmed Ağa adında bir hayırsever
tarafından yaptırılıp Acı Çeşme diye anılan hayvanları suvarmağa mahsus büyükçe ve
3 köşeli bir çeşmeden, kapağı ve ağızlığı hâlâ duran bir kuyudan ve meydanın ötesinde
berisinde bir kaç asırlık çınardan başka bir şey kalmamıştır.
Üsküdar’a atla geçmek isteyen yolcular İstanbul’dan at kayığına hayvanları ile
binerek geçerler ve oradan da gidecekleri memlekete hareket edecek kervanın veyahut
kafilenin bulunduğu mıntıkada toplanırlardı. Diğer bir kısım yolcular ise binecekleri
atlarla eşyalarını taşıyacak mekâre hayvanlarını Üsküdar’daki Atpazarı’ndan tedarik
ederlerdi. Anadolu’dan İstanbul’a kendi hayvanları ile gelenler de artık şehirde işe
yaramayacak olan hayvanlarını ve yol eşyalarını at pazarında satarlardı. Şu hâlde at
pazarları hayvanların hem alım hem de satım yeri idi.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 37
II.İMARETLER
İmaretin Tarifi, Çeşitleri ve Bunları Yaptıranlar
Burada her türlü levazım ile bir alay süvari yerleştirmek mümkündür. Bir asırdan beri
tamir görmemiş olduğu hâlde binanın yine pek harap bir hâlde olmadığına bakılırsa
ne kadar ihtimam ile meydana getirilmiş olduğu anlaşılır. Bu kervansaray vaktiyle bu
yolun haiz olduğu ticari ehemmiyetin aşikâr bir burhanıdır.
Moltke’den 150 sene evvel, bu kervansarayı görmüş olan Evliya Çelebi şöyle
demektedir:“….Bu kaza Koca Mehmed Paşa vakfıdır. Latif bir hamamı büyecek
bir hanı vardır. Bu han güya bu şehrin bir kalesidir. 170 ocakdır. Başkaca harem,
develiği, 300 tavla at alır ahırı, avlusunda büyük bir havuzu, bir kileri, bir darü’ltaam (aş evi) vardır. Nimeti mebzul, vakfı metin bir hayrattır. Sahibü’l-hayrat Öküz
Mehmed Paşa22 adıyla meşhur olup Haleb’te metfundur. Bu Ulukışla hayratının
benzeri Şam’ın garbında ve cenubindeki hanlar müstesna olduğu hâlde hemen
hemen yoktur diyebiliriz.”23
Selçuk imâretleri Osmanlı imâretlerinden 3 noktada ayrılırlar:
Selçuk imâretleri daha bozkırlarda, tehlikeli mıntıkalarda yaptırılmaktadır ve bundan
dolayıdır ki adeta müstahkem bir kale mahiyetini taşırlar. Büyük kapıları kapandıktan
sonra içindekiler günlerce, haftalarca mahsur kalsalar bile sıkıntı çekmezler. Çünkü her
türlü yiyecek ve içecekleri bina içinde mevcuttur. Esasen buna mecburiyet de vardır.
Çünkü hanın çevresinde bu türlü ihtiyaçları temin edecek köy ve çarşı yoktur. Selçuk
22 Babası Kara Hüseyin yahut Kara Hasan adında İstanbul’un Karagümrük semtinde öküz nalbantlığı yapan bir
kimsedir. Paşaya öküz lakabının verilmesi de bundan ileri gelir. Mehmet Paşa, Enderun’da yetişmiştir. Müteaddit memuriyetlerde bulunduktan sonra 1015 (1606-1607) tarihinde Mısır valisi olmuş ve bu memuriyette 6
sene kaldıktan sonra İstanbul’a gelerek I. Ahmed’in kızı Gevher Sultan ile evlenerek damat ve 1023 (1614)’te
sadrazam olmuştur. 1028 (1621)’de azl edilmiş, Halep valiliğine atanmıştır. 1031 (1621)’de Halep’te vefat
etmiş, Şehbekir Zaviye’sine defnolunmuştur. Babasının mahallesi olan Karagümrük’te bir cami, Ulukışla’da
muazzam bir kervansaray yaptırmıştır. Sicilli Osmanî müellifi Paşa için “âkil, reşid ve müdebbir bir zat”
olduğunu söylemektedir. Mısır’da faydalı icraatı ile ve ihdidas ettiği siyasi tedbirlerle şöhret bulmuştur.
Enderun’da yetişmesi ve memuriyetlerde vezâret ve sadâret mertebelerine çıkarak tarihçiler tarafından beğenilen icraat ve hizmetlerde bulunan, hatta bir sultanla da evlenerek damat olan bir zata öküz lakabının verilemeyeceği tabiîdir. Bunun yukarda yazıldığı gibi babasının sanatından ileri gelmiş olduğuna şüphe yoktur.
Fakat bu lakap folklorumuzda zarif bir fıkranın bulunmasına sebep olduğu için burada bahse lüzum gördüm.
Bir harpte maiyetindeki paşalarla birlikte otururken ordu hizmetine kullanılmak üzere karargâhta bulunan
bir öküz ipini kopararak başıboş dolaşırken çadırın önüne gelip başını içeri sokarak böğürmüş. Orada hazır
olanlar birbirlerine bakmışlar ve bu öküzle Mehmet Paşa’nın lakabı arasında bir münasebet ve yakınlık olduğunu imâ etmek istemişler. Gayet zeki olan paşa bu vaziyet karşısında daha evvel davaranak oradakilere:
-Öküzün ne dediğini biliyor musuz?
Etrafındakiler cevap veremeyince Paşa,
-Öküzün dediği şu: Sen ne kadar zarif ve âkil bir adamsın da bu katırlarla nasıl bağdaşıp oturuyosun?
Bu zarif sözle de onları mahçup etmiştir. Senelerce kubbe vezirliklerinde, sadrazamlıklarda ve nihayet 6 sene
Mısır valiliğinde bulunarak edindiği muazzam serveti Konya çölü ile Toroslar arasındaki yol kavşağı arasındaki
Ulukışla’da yaptırdığı kervansaraya harcamıştır. Onun bu hizmetini bu esere derc ile tebcil etmek isterim. Keşke böyle birkaç öküz paşamız daha olsaydı.
23 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s. 37
38 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
imâretleri son derece süslüdür. Sivil Türk mimârisinin birer şaheseri olarak hâlâ kısmen
yerlerinde durdukları için başkaca izaha lüzum görmüyorum. Yalnız bunları mamur
bir hâlde iken görmüş ve içinde yaşamış olan Arap müellifi Muhittin bin Abdülaziz’in
şahadetini buraya nakledecegim:
“….VIII. asırda çok faal bir vaziyette olan (inşası 1240) Karatay Kervansarayı
hakkında en iyi malumatı El-Omarî ile Kalkaşandi’nin eserlerinde görüyoruz.
Baybars’ın Kayseri seferinde orduda bulunan Muhiddin bin Abdülzahir onun bu
seferinden bahsederken yolda uğradıkları mezkur kervansarayın güzel bir tasvirini
yapmıştır… Buna göre hanın surları ve surlar üzerinde bilhassa köşelerde kuleleri
olup büyüklüğü ve yüksekliği dolayısıyla en güzel binalardan biridir. Duvarları
yontma ve mermer gibi cilalı kırmızı taşlardan yapılmıştır. Üzerinde kalemle
benzerlerini resmetmek imkânsız olan nakışlar ve resimler vardır. Kapısının dışında,
iki kapı arasında kaldırım döşenmiş, rabas24 gibi müstahkem surlarla çevrili bir yer
vardır ki burada dükkânlar bulunur. Hanın kapıları en iyi demirden yapılmıştır. İçinde
yazlık köşkler, kışlık mekanlar vardır. Kervansarayın güzelliğini, mahiyetini oradan
geçmedikçe tasvir etmek imkânsızdır. Burada yaz ve kış içinde her şeyi bulmak
mümkündür. Kervansarayda hamam, hastane, ilaçlar, yatak ve yemek takımları
ve ahırlar vardır. Her yolcu derecesine göre misafir edilir. Sultan oradan geçerken
kervansarayda misafir kalır. Buna ait büyük vakıflar vardır ki bunların civarında ve
başka beldeler de bulunur. Hanın gelirine ve masraflarına ve vakıf gelirlerine bakmak
için daireler ve bu dairelerde memurlar ve kâtiplar vardır. Tatarlar (Moğollar) bunun
gelirine dokunmadıkları için eskisi gibi işlemeye devam etti.” 25
“Selçuk imâretinin metanetini gösteren bir hadiseyi de Alaeddin Keykubat’ın
Aksaray yakınındaki yaptırdığı kervansarayında görüyoruz. Aynı kaynaklara göre bu
kervansaray Karamanlılar ile Memreş adlı bir Türk beyi arasındaki muharebede tahribe
uğramış ve iki burcu yıkılmıştır. Bu yıkıklık dolayısıyla Konya-Aksaray yolu emniyetsiz
bir hâle geldiğinden bir kaç yıl işlemez olmuştur. Bu sırada (XIV. asrın başları) müellif
Kerimüddin Gazan Han yarlığı ile Selçuk ülkesi vakıflarına nâzır olunca yıkılan bu iki
burcu yaptırdı. Ve bu sayede yol eski revnakını kazanarak işlemeğe başladı. Fakat bu
defa da Anadolu’da zulmüyle meşhur olan Moğol kumandanı İrinc’e karşı ayaklanan
İlyas adlı bir Türk beyi mücadeleye girişti. İlyas, İrinc’e karşı dayanamadığı için bu
kervansaraya sığındı ve Moğol kumandanı İlyas’ı teslim almak maksadı ile 2 ay kadar
kervansarayı muhasara etti. 20.000 kişilik okçu kuvveti ile yanında zamanın ateş
atan Arrade, ateş saçan Naffate ve mancınıklar gibi bütün muhasıra silahları ile gece
gündüz uğraştı ise de kervansarayı düşürmeğe, İlyas’ı elde etmeğe bir türlü muvaffak
olamadı.”26
24 Rabas bir yerin ortası, duracak ve eğlenecek yeri manasınadır.
25 Osman Turan, “Selçuk Kervansarayları”, Belleten, Temmuz 1946, sayı. 39, s. 481-482
26 Osman Turan, a.g.e., s. 477-478
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 39
Vezir Han, Kayseri
Bu malumat bize yolların ehemmiyeti bakımından kervansarayların oynadıkları
rolü göstermeğe kâfidir. Esasen bugünkü vaziyetleri de bu keyfiyeti tamamıyla teyit
edecek mahiyettedir. Bu münasebetle yolların korkulu ve geçit yerleri Osmanlılar’da
olduğu gibi Selçuklularda da devlet tarafından muhafız askerlere veya vergi muafiyeti
karşılığı olarak civarındaki köylü halka tevdi edildiği veya bu türlü yerlerde yolların
ehemmiyetine göre kervansaray veya zaviyeler inşa edildiği görülmektedir.
Artukoğulları zamanında (1112) Ahlat’tan Bitlis’e doğru yapılan büyük yolun üzerinde
köprüler ve köprülerin başlarında Funduk (Han)lar yapıldı ki Bitlis altındaki funduk
300 yolcuyu, hayvanlarını ve bu nisbette tüccar mallarını içine alacak bir durumda
idi. Eflâki’nin bir fıkrası yolların emniyeti için kervansarayların ne kadar ehemmiyetli
ve zaruri telakki edildiğini meydana koymak bakımından burada zikre layıktır: Bir gün
Sivaslı Fahrettin Sivas’dan gelmiş olan Muiniddin Pervane ve başka emirlerle birlikte
Mevlana’yı ziyarete gitmiş. Mevlana ona gelişinin hangi konaktan olduğunu sorunca
Fahrettin, Emir Pervane Han’ından geldiğini söylemiş. Mevlana ona bu yol üzerinde
Pervane’nin Hanı olup olmadığını sorunca:
-Evet vardır, onun zamanında emniyet ve asayiş o derecededir ki kervan hangi
sahraya konarsa konsun orada korkusuz konaklayabilir, demiştir.27 Prof. Dr. Osman
Turan mevzuyu yalnız Selçuklu kervansarayları olarak ele almış olduğu için tabiatıyla
Osmanlı han ve kervansaraylarından bahsetmemiştir.
27 Osman Turan, a.g.e., s. 478-479
40 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Bu eserde takip edilen metot icabı olarak Osmanlılar zamanındaki yol
emniyetlerinden veya emniyetsizliklerinden ve bu yüzden nerelerde kimler tarafından
hanlar ve kervansaraylar yapılmış olduğundan da kısaca bahse lüzum görülmüştür.
Önce şunu belirtmek yerinde olur. Türk han ve kervansarayları onda sekiz nisbetinde
Selçuklularınki gibi bozkırlarda ve tehlikeli derbentlerde yapılmazdı. Yapılsa bile tek
başına müstahkem bir kale şeklinde yapılmayıp, orada han veya kervansaray, etrafında
bir kasabaya lüzumu olan beledi ve içtimai tesisler ve burayı şenlendirecek halk için
lüzumu kadar evleri içine alan bir küçük şehir hâlinde yapılırdı. İnşaat ve tesisatta
bu yolda gidilmesi Selçuklulara nisbetle Osmanlılar devrinde Anadolu’da emniyet ve
asayişin daha çok temin edilmiş olduğunu gösterir.
Bu böyle olmakla beraber Osmanlı ülkesinde yer yer emniyetsiz mıntıkalar
bulunduğu şüphesizdir. Bu ciheti bilhassa hacca gidecekler için yazılan Menâsik
kitaplarındaki kayıtlardan ve işaretlerden öğreniriz. Meselâ Menâsik-i Hac, yani Hac
Yolu programında nereleri yolcular için tehlikeli ve bu tehlikeyi önlemek için han ve
kervansaray yapanların ne gibi inzibati tedbir almış oldukları kitabın önceki bölümde
gösterilmiştir. Evliya Çelebi’nin konu ile alakalı bir ifadesini de buraya alıyorum. Evliya
Çelebi 1058 (1648) senesinde Şam valisi Nasuh Paşa’nın kuryesi olarak Şam’dan
İstanbul’a gelirken Yalova’dan geçtigi sırada “Yalakabad deresinde, kırk geçit kale’de
maruf (korkulu) ve muhataralı yerlerden geçip can-ı azizden bizâr olarak derbentler aşıp
nısf-ı leyilde Gebze’de Acem nam menzilcinin hanesinde bi-tab ve bi-mecal kaldık.”28
demesi Suriye, Orta Anadolu ve şark vilayetleri yollarına nisbetle daha çok emniyetli
olması lazım gelen İznik ve Bursa taraflarında bile muhataralı yerler olduğunu bize
göstermektedir. Bu cihete bu kadar işaret ettikten sonra Osmanlıların bu gibi yerlerde
yaptıkları imâretlerden birkaçını da eserin çevresi içinde almakta fayda gördüm.
Kanuni Sultan Süleyman 942 (1535) tarihinde Bağdad seferi sırasında Konya
ovasında Ereğli ile Ilgın arasında Karapınar adındaki yerden geçerken orada
konaklamağa mecbur kalmış, fakat umrandan eser olmayan bu yerde ordu çok sıkıntı
çekmiş olduğu için burada bir kasaba kurulmasını emretmiştir. Bugün hâlâ çifte minareli
camii, kervansaray, hamam ve çarşısı ile dimdik ayakta duran kasaba hakkında Seyit
Lokman’ın Silsilenamesi’nden kısaltarak Türk Şehirlerindeki İmaret Sistemi adındaki
eserde malumat vermiştim.29 Yine bu sırada Osmanlı Türkleri tarafından Hamedan
civarında Gülbahar denilen yerde 100.000 flori sarfıyla bir padişah tarafından değil,
oradaki Beylerbeyi tarafından yaptırılan ve imâret olarak cami, han, çarşı, değirmen,
saray (hükûmet konağı), zabitler için evler, askerler için kışlalar ve şehir halkı için de
mahalleleri hâvi küçük ve şirin bir kasabayı nasıl kurmuş oldukları yine Silsilename’ye
istinaden yukarıda adı geçen eserde belirtmiştim.
Kanuni Sultan Süleyman’ın İskenderun-Antakya yolu üzerinde ve yolun ortasında
rastlayan Belen adındaki dar boğazda yaptırmış olduğu başka bir imâret bugün
bile oradan geçmek mecburiyetinde kalan yolcuların ve her çeşit nakil vasıtaların
faydalanabildikleri yegâne tesislerdir. Üç Osmanlı padişahının zamanlarında on beş
28 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s. 72-73
29 Osman Ergin, Türk Şehirlerinde İmaret Sistemi, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul 1961, s. 63
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 41
sene iş başında bulunmuş ve Osmanlı tarihinde adına bir devir açtırmış olan Sokollu
Mehmed Paşa’nın kendi memleketi olan Bosna’dan Mekke’ye kadar yer yer yaptırmış
olduğu imâretlerin ve hayratların sonu olan İskenderun Körfezi’ndeki Payas kasabası
ise, Türk imâr tarihinde bilhassa üzerinde durulması lazım gelen bir tesistir. Bu tesisi
mamûr zamanında görmüş ve Şam Valisi Murtaza Paşa’nın kalabalık kapıkulu halkı ile
giderken 2 gün orada misafir kalmış olan Evliya Çelebi’nin verdiği izahatı ehemmiyetli
görerek ondan bahse lüzum görüyorum.
Payas, Selçuk Türkleri Akdeniz sahilinde inmeden ve bilhassa Alanya ve Antalya
alınmadan önce Akdeniz’ın Orta Asya ile uzak doğuya açık bulunan biricik kapısı
idi. Frenklerin Kilikya dedikleri toprak parçasından Selçuklular zamanına kadar
tutunabilmiş olan bir Ermeni ekaliyetinin elinde bulunması, aynı zamanda Suriye’de
hüküm süren Memlukların oradaki limanlardan Avrupalıların faydalanmalarına
müsâde etmemesi yüzünden Payas, o devirlerde en mühim bir ticaret limanı hâlinde
bulunuyordu. Meşhur İtalyan seyyahı Marko Polo uzak Moğol imparatoru nezdine
giderken bu limandan Küçük Asya’ya gidebilmiş ve oradan da Selçuklu topraklarında
yoluna devam etmiştir. Venedik ve Ceneviz gemileri İpek ve Baharat yollarından
getirilen malları Payas’da kendi emtiâları ile mübadele ederlerdi.30
Ermenilerin bu topraklardaki hâkimiyeti kırıldıktan ve Akdeniz’de daha mühim
liman şehirleri ortaya çıktıktan sonra Payas ehemmiyetten düşmüş ve harap olmuştur.
Aynı zamanda bir korsan yatağı hâline gelerek bilhassa Hac Yolu üzerinde büyük bir
engel teşkil etmiş olduğunu gören Sokollu Mehmed Paşa bu işi ele alarak orayı hem
mamur bir kasaba hem de asayişi temine yarayan bir kale hâline getirmek istemiştir.
Şimdi bu imâretin evsafını değerli seyyahımız Evliya Çelebi’den aynen okuyalım:
“Demir kapılı, kale gibi bir han-ı azimi vardır ki 1007 (1598) tarihinde bina
edilmiştir. Han kapısı kale kapısına nazırdır. Gayet mükellef ve müteaddit harem
odalı, ahır ve develikli, vasi harimli darüzziyafeli bir hanı bi-manenddir. Bu haneye
karip müsenna ve garip bir cami vardır ki İstanbul’da Silivri Kapısı dahilindeki
İbrahim Paşa Camii’ne mümasıldır. Mihrab ve minberi gayet müsennadır. Hülasa-i
kelam, kale, imâret, han, mescid, medrese, çarşı, pazar, hamam cümlesi kagir bina
ve resassı nilgunla mezkurdur. Hayrat ve hasenatının cümlesi Gazi Şehit Sokollu
Mehmed Paşa’nın binasıdır. O ganimet asırda temel nazırı Sinan Ağa ahali vilayet
arzı ile yedi bin kase masraf göstermiş ise de koca vezir bunu asla nazar-ı ehemmiyete
almayıp az görerek defteri yakmıştır. Bu derece Cafer-i Bermekiye adil Vezir-i Aristotedbir idi. Cümle hayrat ve hasenatlarından 320 hutbe tilavet olunur. Rumeli’nde
Edirne yolunda Lüleburgaz yolunda Lüleburgaz kasabasındaki hayratlar da anın
kasabası olup hâlen evkafına İbrahim Hanzadeler ocaklık tarikiyle müstevlidirler.
Amma hayratlarının hepsinden elzemi bu, memeri hacuc olan Payas şehridir. Burası
evvelce derbent hâlinde iken vezirin imârı ile umran olmuş, hâlâ müzzeyen ve mamur
30 Emir oğlu Ziya, Marco Polo’nun Seyahati, İstanbul 1932
42 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
bir şehirdir. 800 kadar hanesi vardır. Ahalisi avarız31 ve tekalüf-i örfiyeden muaf ve
31 İslam hukukuna göre iki türlü teklif, yani vergi sistemi vardır. Birisi Hazreti Muhammed (a.s) ve dört halife zamanlarında
Arabistan için kararlaştırılmış olan şer’i teklifler, ötekisi İslamiyetin Arabistan dışına yayıldığı yerlerde oranın halkının örf
ve taammümüne göre alınan örfi tekliflerdir. Bunlar arasında harp gibi fevkalâde hâllerde ve yalnız o harp müddetince
alınması lazım gelen ârızî ve muvakkat vergiler vardır ki işte avarız vergisi bunlardandır. Arap dilinde “ârız” sonradan
gelen manasına olduğuna göre şer’i tekliflerin üstüne gelen bu vergiye avarız-ı âlem denir. Bugün bile görüldüğü
gibi hükümetlerin muvakkat kaydı ile koydukları bu türlü vergiler öyle kolaylıkla kaldırılmadığından avarız vergisi de
Tanzimat devrinin sonuna kadar muhtelif şekillerde alınagelmiştir. İhtiyacın şiddeti nisbetinde verginin miktarı da arttırıldığından gitgide halkın tahammül edemeyeceği bir hâl almıştır. Bundan dolayıdır ki hükümetçe bir kimseye yahut
bir kasaba halkına hükümetin yapması lazım gelen herhangi bir iş veya bir vazife tahmil edilmek istenirse, o gibilerin
bu işe sevk edebilmek için burada Payas ahalisine yayıldığı gibi, avarız ve örfi tekliflerin alınmayacağı fermanlarla vaat
ve teyit edilir.
Bu vergi maliye tarihimizde fıkıhdan maada 4 cephede mütala edilebilir;
Maliye:
Avarız Akçesi: Şimdi buhran muvazene ve müdafâ adları altında harp gibi fevkalâde zamanlarda kullanılan muvakkat
vergilerdendir. Önceden bilinmeyip sonradan ârız olan ve birdenbire ortaya çıkan ihtiyaçları karşılamak için alınan
muvakkat vergiye bu ad verişmiştir. Müri’üt-Tevarih ikinci Bayezid, Asafname ise bu verginin Yavuz Sultan Selim
zamanında konulduğunu yazar. İlk adı İmdad-ı Seferiye’dir. 4 senede bir 20 akçe alınırdı. Hatta para yerine peksimet,
zahire alındığı da olurdu. Her hâlde çok ağır bir vergi olduğu, hududu ve nisbeti ihtiyacın derecesine göre vakit vakit
arttırılıp eksiltildiği için, bununla halka ağır bir yük yükletilmiş olduğunu tarihlerin rivayetlerinden öğreniyoruz. Bilhassa
Müri’üt-Tevarih müellifi, bunun fenalıklarını sayıp döküyor ve “kazaların memuriyet ve harabiyeti avarız defterlerinden
aşikar olur” diyor. (Fındıklılı Şemdanizade Süleyman Efendi, Müri’üt-Tevarih, İstanbul Maarif Nezareti, 1338, s.481)
Abdurrahman Vefik Bey’in Tekalif Kavaidin’de bu vergi hakkında hayli izahat vardır. (Abdurrahman Vefik, Tekalif
Kavaidi, İstanbul Kanaat Kütüphanesi, 1328/1910, s.99)
Evkaf:
Fevkalâde hâller ortadan kalkınca verginin de kaldırılması lazım gelirken kaldırılmamış; fakat mahalli ihtiyaçlara, şehre,
kasabaya ve halka harc olunmak üzere mahallerine bırakılarak gitgide bir nevi vakıf husûle gelmiş ve 1252 (1836)’de
bugünkü Umum Evkaf İdaresi kuruldugu zaman vakıfların idaresinin bu kuruma verilmiş olduğunu tarihleri kayıtlardan
anlaşılmaktadır. Bizde belediye vazifelerinin, yani mahalli ve içtimaî işlerin ilk şekli vakıf usûlu ile görülmekte bulunmuş olduğundan birçok hayırsever bu ad altında köylere ve mahallere paralar vakıf ve tahsis ederek onun geliri ile hem
birçok hayır, şefkat ve ibadet müesseselerinin idaresi temin etmişler hem de memlekette fevkalâde bir hâl ve idarede
bir arıza hususunda hükümetin acele istediğini, yardım parasını münferiden fakir halktan almayarak, daha doğrusu
alamayarak elde bulunan bu paradan verilmek suretiyle hükümete de halka da büyük hizmetler ediliyordu.
Belediye:
Son avarız vakfı usûlü bilhassa İstanbul’da, mahallelere kadar teşmil edilmiş ve 1245 (1829) da her mahalleden muhtar
ve ihtiyar heyeti kurulunca o zamana kadar imamlar tarafından bakılmakta olan avarız vakfı işleri de bu heyetlere verilmişti. 1249 (1833)’de Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın hükümete karşı çıkarmış olduğu isyanı bastırmak için paraya
şiddetle ihtiyaç olduğu sırada hükümet bu sandıkların bütün paralarına el koymuş ve o tarihten sonra da bu teşekküller
bir daha bellerini doğrultamamışlardır. Aynı zamanda ‘‘hükümet gasp ediyor diye’’ eskisi gibi bu sandıklara para vakıf
ve tahsisi edenler de azalmış, nihayet 1285 (1876)’te İstanbul’da garp usûlüne göre 14 belediye dairesi kurulduğu bir
sırada bunlardan beklenen içtimai ve mali yardım belediyelerce daha geniş mikyasta yapılmağa başladığı için çıkarılan
beş maddelik bir nizamname ile mahallelerdeki avarız paralarının idaresi gayet tabiî olarak belediyeye bırakılmıştır.
Fakat ortada böyle bir para olmadığı olanlar da şunun bunun elinde kalmış bulunduğu için, belediyece bundan istifade
edilmemiş; fakat bununla beraber bu türlü paraların ve vakıflarının idaresini belediyelere ve mahalli idarelere aidiyeti
bu zamanlarda bile gayet tabiî görülmüş olacak ki 3 Nisan 1930 tarihli belediye ve 15 Mart 1340 (1924) tarihli köy
kanunları da bu yola giderek avarız paralarının idaresi şehir ve kasabalarda belediye, köylerde ise ihtiyar heyetine
verilmiştir.
Maarif :
1292 (1870)’te İstanbul mahallelerinde tedris encümenleri kurularak her mahallenin her semtin ilk mektuplarının idaresi oranın halkı arasında seçilen bir heyet idaresine verildiği zaman neşr olunan 34 maddelik talimatnamenin bir maddesi ile “mahalelere ait olup vech-i muayyeni malum olmayan avarız akçesinin de Maarif’e” bırakıldığı anlaşılmakta
ve 1328 (1912)’de bu teşekkül Maarif Encümenleri adı altında yenilendiği zaman yapılan 55 maddelik talimatnamenin
bir maddesi ile encümenlere gösterilen vergiler ve gelirler arasında bu avarız akçesi de görülmektedir. Bununla beraber
ortada böyle bir para, hatta matah olmadığı için mesele kağıt üstünde kalmıştır. 1329 (1913)’de çıkarılan tedrisatı ibtidaî
kanununda böyle bir vergi kaydına rastlanmadığından dolayı, avarız o tarihten sonra kaldırılmış oluyor.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 43
müsellem olup 8.000 kadar tahrir olunmuştur. Korsan ve dağ haramileri haşeratı şehre
ve yola bir ilişik etseler fil-hâl bu şehir halkının şehbazları garbden Kurtkulağı’na,
kıbleden Beylan ve Bakras yollarına pür-silah hücum ederek elbette haramileri şikâr
edip ayende ve revende hüccac-ı müslimanın ve tüccarı berri bahri murur ettirirler.
Gayet şeci ve bahadır ve nihayet derecede feta ve server hünerverlerdir.”32
Payas İmâreti’nin Planı (Kaynak: Gündüz Özdeş)
Sokollu Mehmed Paşa 20 Şaban 987 (1579)’de vefat etmiş olduğuna göre Payas
İmâreti ölümünden 9 sene sonra tamamlanmıştır. Karısı Esma Sultan ile oğlu İbrahim
Bey ve Sokollu’nun bu türlü imâr ve inşaat işlerini idare eden Cafer Ağa, el birliği ile
bu eseri yarıda bırakmayıp tamamlatmışlardır. Bu kadar hayrat ve hasenat binasını
yapmak için lazım olan parayı nereden bulduğu en yakın adamlarına bile merak olmuş,
günün birinde akrabasından tarih sahibi Peçevi İbrahim Efendi ile bir hesap yapılarak
sedareti müddetince aldığı aylıklar ve tahsisatlarla yaptırdığı binalar sarfi temin edilen
para karşılaştırıp, “rüşvet de almadığı hâlde” bunların meşru ve kanuni tahsisatları ile
yapıldığı kanaatine varılmış olduğunu tarihçelerimiz bize bildirmektedir.33
Sokollu Mehmed Paşa ömrü boyunca aldığı bütün paraları bu yolda harc ve sarf
etmiş olacak ki tarihler öldüğü zaman bıraktığı para “naşını techiz ve tekfine ancak
kifâyet etmiş ve âlemde ismet ve istikamet ve salah ve iffetle ikbayı name muvaffak
olmuştur” demektedir.
Bu devirlerde Suriye’nin Anadolu’dan yolları daha ziyade tenha ve tehlikeliydi.
Onun için Osmanlı devlet adamları ve hayırseverler en mühim imâretlerini burada
yaptırmışlardır. Birkaç misal de bunlardan vereceğim. Ve imâretleri mamur vaktinde
görmüş olan Evliya Çelebi’nin şahadetlerini nakledeceğim:
“Burada kalkarak 6 saatte iki kapılı hana geldik. Bir çöl içinde ve Şam dahilinde 10.000
at alır bir han-ı azimdir. Ayende ve revendegan bir kapısından girip öteki kapısından çıktğı
için iki kapılı derler. Buradan dahi kalkıp canib-i kıbleye 7 saate Nebük kariyesinde geldik.
32Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s. 42-43
33İbrahim Peçevi, Peçevi Tarihi, Matbaa-i Amire, c. 1, s.12
44 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Şam hâkinde bağlı bahçeli, sulu simatlı, mamur bir kariyedir. Bir camii var, civarında bir
han yapılsa daha mamur olurdu. Buradan dahi kalkıp 6 saatte Kadife Hanı nam kal’aya
geldik. Yemen Fatihi Sinan Paşa’nın vakfıdır. 10.000 adam atıyla, devesiyle gelip içinde
meksetse yine bir kısmı hâli kalır. Müteaddit hücreleri 5.000 at alır ahırı, başkaca develiği,
harem odaları, imâreti (aş evi) kileri, fırını, kırk adet dükkânı, müreferrih hamamı başkaca
mütevelli, sarayı ve paşaları mahsus sarayı hâvi bir han-ı azimdi ki hep kagir binadır. Der ü
divarı silah asacak, demir çengellerle araste ve her tarafı atları kayıt ve bend edecek demir
halkalarla pirastedir. Vasatında azim bir havuzu vardır. Bu hanın hayratı gayet azim olup
Arap ve Acem’de kadifeli namı ile meşhurdur.”34
III. Ahmed devrine gelinceye kadar bilhassa Suriye’de bahsedilen tarzda imâretler
Hac Yolu’nda asayişi temin etmek maksadı ile yapılmakta olduğunu Netayicü’lvukaât’ın izahlarından da öğreniyoruz.
Bu tarihçinin (Mustafa Nuri Paşa) anlatışına göre, Enişte Hasan Paşa’nın yaptırdığı
Karamurgut Kervansarayı’nın vakfiyesinde burası hacca ve bütün Arabistan taraflarına
giden yolun bir geçidi iken zamanla köyleri yıkılmış, arazi boş kalmış ve havalı hırsız
ve eşkiya yatağı hâlin gelmiş olduğundan Hasan Paşa halkın refah ve asayişini ve yolun
emniyetini temin etmek maksadı ile bu yeri 7.500 kuruşa satın alarak vakf etmiştir.
Burada bir kale içinde bir cami, 2 hamam, 90 ocaklı bir han, bir mektep, bir imâret (aş
evi) 30 dükkân ile burada vakıf işlerini ve şartlarını ifaya memur olan mütevelli, kâtip,
vaiz, kayyım, müzzinler ve kale muhafızı olan neferler için evler inşa ettirmiştir. Gelip
geçen yolcuları korumak için tayin ettiği askerlerle memurlara verilecek ücretleri de
tayin etmiştir.
Ehemmiyetle üzerinde durulacak bir tesisi de şark vilayetlerinde Van Gölü
yakınlarında görüyöruz ve bunu da yine Evliya Çelebi’den öğreniyoruz: “Hüsrev Paşa
Hanı: Bitlis hanı hükmündedir. Yanında asla imâristan (mamur köy, kasaba vesaire)
yoktur. Hatta merhum Hüsrev Paşa bu handan tâ Van deryasına ve yine tâ Bitlis
şehrine varıncaya kadar hanın sağında ve solunda tam 3 saatlik Rahva’dan içi boş
kemerler inşa ettirmiştir ki kişin bütün seyyah, tüccar ve züvvar bu takların altından
ubur ederler ki burası kendilerine temmuz vaktinde serdab (soğukluk yeri) ve kışın
germ-ab (hamam) olmaktaydı. Çünkü bu sahraya düşün kar ve rahmet ne Erzurum, ne
Muş, ne de sair belli sahralarda düşmez. Tamam 8 ay minare boyu kar ile bu Rahva
malamal olup bu taraftan Bitlis yolu kapalı kalır. Onun için Paşa merhum malı akarun
harc edüp bu sahra içre şu hanı inşa ve sağına soluna da kemerler bina etmiştir. Gelüp
geçenler her zaman buralardan güzar ederlermiş, murur-ı eyyam ile evkafı zayıflayup
Kürtlere kemingâh (pusu yeri) olduğu için nice yerleri münhedem olmuştur. Ama asarı
binaları zahir ve bahirdir.”35
İmâretlerin çeşitlerini bu eserde toplanan maddeler birer birer gösterildiği için
burada tekrarlamaya lüzum yoktur. Bunları yaptıranlara gelince, başta hükümdarlar
34 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s. 66
35 Evliya Çelebi, Seyahatname, c.4, s. 129
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 45
olduğu hâlde bunların kadınları ve kızları, bütün devlet ricali, tımar ve zeamet
sahipleri bu binaları yaptırırlardı. Bu gibi kimseleri bu yola sevkeden amillerin birisi de
Kur’an’ın Tevbe Suresi’nin devlet gelirlerini nerelere sarf edileceğini gösteren ayettir.
Bu ayette yolcuların da devlet gelirlerinin mahalli sarfi olduğu zikrolunmaktadır. Bu
ayet hakkında miskinhaneler maddesinde etraflıca izahat verilmiştir.36
Bunlardan başka sanat veya ticaretle zengin olan yahut, zengin baba, ana ve
kocaların mirasına konan kadınlar da bulunmaktadır. Bu türlü kadınlardan birinin
adını taşıyan bir han olan Kadın Hanı bir kasabaya isim olarak verilmiştir.
Anadolu yolları hakkında iki ciltlik bir eser yazmış ve bütün bu türlü binaları
incelemiş olan Avrupalı bir müellif Alman müsteşriki Franz Taeschner’in bu babdaki
mütalâasını kıymetli bir şahadet eseri olarak bu eserde bulundurmak istedim: “Eski
müslümanların güzel adetlerinden birisi de yolculara bakmayı, birçok yönden
faydalı vakıfların teşekkülüne sebep olan şahsi hayırperverliğin en mühim bir vazifesi
saymalıdır. Hükûmetin tamamıyla muayyen bir maksat ve sırf bir menfaat gözüyle
acilen icraata bulunduğu bir memlekette umumun menfaati düşünülerek geniş bir
nazarla vücuda getirilen hayratlar medeni hayatta daha müessir bir amil olmaktadır.
Yolculara bakmak demek başlıca konak yerleri, kuyular, çeşmeler yapmaktır ki
bunlar Anadolu’dan geçerek cihan ticaret yolları için fevkalâde ehemmiyeti haizdir.
Yolun birçok kısımlarını ancak bunlar sayesinde katedebilmekle mümkündür. XV. ve
XVI. asırlardaki eski yollar, cennette kendilerine birer makam temin etmek isteyen
vezirlerin vakıflarıyla techiz edidiği gibi, XVIII. asır ibtidalarındaki eşrafın (zenginlerin)
vakfettikleri servetlerlerle de kervanlar için kabil-i istifade için doğru yollar açıldı.”37
Bu paragrafta misal olarak bahsi geçen imâretlerden başka Anadolu’da ve Suriye’de
yapılanların hepsini tesbit edip hakkında bilgi olmadığından yalnız ilk ve son yapılanları
bilhassa kayıt ve işaret etmekle iktifa ediyorum.
Ordu sevkiyatında faydalanmak ve yolcuları barındırabilmek için imâretler
yahut hanlar ve kervansaraylar yapılmasına ancak Yavuz Sultan Selim devrinde
başalanabildiğini kabul etmek mecburiyetindeyiz. Çünkü bu hükümdarın İranlılarla
yaptığı muharebenin Çaldıran’da zaferle neticelenmesi ve Mısır seferinden sonra Suriye
ve Hicaz’ın Osmanlıların hâkimiyeti altına geçmesi şarkî ve cenubî Anadolu’dan başka
Suriye’den geçen Hac Yolu, Osmanlı hükümdarının halife ünvanını da aldıktan sonra
en başta gelen ve emniyet ve asayişine çok itina gösterilen yollardan birisi olmuştur.
Kanuni Sultan Süleyman’ın Bağdad’ı ve Tebriz’i alması üzerine de Osmanlı
hükûmetinin hududu Basra Körfezi’ne kadar uzanmış ve buralara gidip gelebilmek için
yol ve kervansaraylar ihtiyacı daha ziyade kendisini göstermiştir. Şu hâlde bu sahalarda
ilk imâr adımını Yavuz Sultan Selim ile oğlu Kanuni Sultan Süleyman atmıştır diyebiliriz.
36 Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda
olana, yolda kalana mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir. Tevbe Suresi 60. ayet
37 Hamit Selen, Muhtelif Devirlerde Anadolu Yolları, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Mecmuası, c. V, sy.
1-2, 1926, s. 96-108
46 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Muhiddin İbni Arabi’nin Şam’ın Salihiye semtindeki kabri, onun tasavvufi fikirlerini
takdir edemeyenler tarafından tahrip edilerek kabrinin yerini çöplük hâline getirilmiş
olduğunu gören Yavuz Sultan Selim, Şeyhülislam İbni Kemal’in verdiği fetva üzerine
bu yerde Muhiddin İbni Arabi için bir türbe ile bir hanegâh, bir aş evi, bir medrese
ve bir de cami yaptırmıştır. 1956’da neşrolunan Küçük Arap Ansiklopedisi 196.
sahifesine Şam’daki eski ve yeni koymuş olduğu abide resimleri arasında bunlardan
birisi Yavuz’un yaptırdığı caminin resmidir. Cami dört duvar üzerine oturtulmuş
yayvan bir kubbe ile iki zarif minareden ibaret olarak görülmekte ve İstanbul’daki
Sultan Selim İmareti Camii’ni andırmaktadır. Yine adı geçen ansiklopedi bu sırada
Yavuz’un Haseki’deki hanı (kervansarayı) imâr ettiğini de yazar. Burada kullanılan
imâr mastarını tamir manasına almak lazım gelir.
Suriye’de yapılan en son imâretin III.Sultan Ahmed devrinde 1723-1730 senelerinde
Enişte Hasan Paşa’nın yaptırmış olduğu sanılmaktadır. Bu imâret hakkında bu bahsin
baş taraflarında etraflıca izahat verilmiş olduğu için tekrarına lüzum görmüyorum.
Anadolu’ya gelince: Burada ilk imâret 921(1515/1516)’de Çoban Mustafa Paşa
tarafından Eskişehir’de yaptırılmıştır. Bu imâret cami ile hanegâhı, tabhaneyi ve
ahırları ihtiva etmektedir. Cami elan mevcut ve mamurdur ve Kurşunlu Camii adı ile
anılmaktadır. Fakat Çoban Mustafa Paşa’nın asıl himmeti ve hizmeti yine bu tarihlerde
Gebze’de yaptırdığı büyük imâret olduğu anlaşılmaktadır. Gebze İmareti Eskişehir
imâretinden sonra yapılmaya başlamış ve ancak Çoban Mustafa Paşa’nın Mısır valiliği
dönüşünden sonra tamamlanmıştır. Binanın cephesindeki revakların altındaki duvarı
kaplayan kûfî yazılı kitabelerle içerdeki minber ve vaiz kürsüsü gibi tahta inşaatta Arap
işçilerinin eserleri olduğu görülmektedir.
Çoban Mustafa Paşa İmâreti
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 47
Gebze, İstanbul’dan Anadolu şehirlerine, Arabistan’a, Mısır’dan Orta Asya’ya,
Hindistan’a hatta uzak şarka giden büyük kervan yolunun üzerindedir. Şimdiki gibi
hızlı giden nakil vasıtalarının değil, hatta arabanın bile işleyemediği zamanlarda,
ancak hayvanlarla nakliyat yapılan ve kervanlarla yolculuk edilen devirlerde
İstanbul’dan sabahları kalkan bir yolcu öğleyi Kartal’da ve geceyi Gebze’de geçirir
ve yine böylece İzmit’ten kalkan yolcular da öğlenleyin ve geceleyin ise Gebze’de
bulunmak ve barınmak mecburiyetindeydi. Her gün yüzlerce yolcunun konup geçtiği
Gebze’de çektiği sıkıntıyı gören Çoban Mustafa Paşa bilhassa Mısır’da edindiği serveti
bu kasabanın imârına ve insanlığına sarf ve harcederek bu imâreti yaptırmıştır.
Çoban Mustafa Paşa İmâreti Yemek Pişirilen Mutfakların Dıştan Görünüşü
Gebze şehircilik ve turizm bakımlarından görülecek ve gezilecek bir yerdir. Çünkü
imâretin bütün tesisleri hemen hemen yerli yerinde durmakta ve hâlâ kullanılmaktadır.
Bir kısım tarihçilerimiz bilhassa Evliya Çelebi, Çoban Mustafa Paşa İmâreti’nin Koca
Mimâr Sinan’ın yaptığından bahsederlerse de bu cihet oldukça münakaşayı icab ettiren
bir meseledir.
Çoban Mustafa Paşa İmâreti Tabhanesi
48 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Çoban Mustafa Paşa İmâreti Tabhanesi’nin İçi
Osmanlı Türkleri’nin Anadolu’da yaptırmış oldukları son imâretin Çaldır Hanedanı’nından İshak Paşa tarafından Doğu Bayezid’da yaptırıldığını zan ve tahmin etmekteyim.
İshak Paşa’nın 1137 (1724)’de vezirlik rütbesi ile Tiflis valiliğine tayin olduğunu ve 1161
(1748)’de yüz yaşında olarak öldüğünü Sicill-i Osmanî haber vermektedir.
İmaretin yaptırıldığı Doğu Bayezid, İran-Erzurum-Trabzon transit yolunun
başlangıcında ve hududa yakın bir yerde bulunmaktadır. Bu yol İran’dan Karadeniz’e
giden en kısa yoldur. Doğu Bayezid da tıpkı Gebze’ye benzer. Çünkü her gün bu
şehire İran’dan kervanlarla kafileler gelip Trabzon’a kadar gitmek için bir müddet
durarak yol hazırlıklarını yaptıkları gibi, yine her gün Trabzon’dan kalkan kervanlarla
kafileler İran’a gitmek üzere Doğu Bayezid’de durmak mecburiyetindedirler.
İşte bu zarureti ve ihtiyacı yakından gören İshak Paşa, Çoban Mustafa Paşa gibi
Doğu Bayezid’daki kervansarayı yaptırmıştır. Binanın 1137 ile 1161 (1724-1748)
arasında geçen 24 sene içinde yaptırılmış olduğu tahmin olunabilir. Bina üzerindeki
kitabe görülüp okunmadığı için inşa tarihini böyle tahmini olarak bildirmek
mecburiyetindeyim.38 İmaretin inşa tarzı ne Selçuklulara ne de Osmanlılarınkine
benzer Mısır ve Suriye’deki Memlukların mimârı eserlerini andırır. İshak Paşa
İmâreti’nin camisi bilhassa Adana’daki Ulu Cami’ye benzemektedir. Çünkü bu cami
de Memluk mimârisini andırır.
38 Bu sarayın inşaatına 1685 tarihinde başlanılmış, tam manasıyla 1785 yılında tamamlanmıştır. Kitabesi
1199/1785 tarihini göstermektedir. Bkn. Semavi Eyice, “İshakpaşa Sarayı”, DİA, c.22, s.542 (Y.N)
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 49
Anadolu’da en son yapılmış olduğunu sandığım bu imâret, İshak Paşa’nın oğul ve
torunlarının ölümlerinden sonra bakımsız kalarak ihmale uğramıştır. Bununla beraber
yine de kısmen ayakta durmaktadır. Bu imâretin bu sırada hükûmetçe restore edilmeğe
başlandığı haber alınmıştır.
İshak Paşa’nın bulunduğu ve hüküm sürdüğü yerler İran’la Kafkasya’ya komşu
olduğu için Rumeli’deki serhat beylerinin sık sık yaptıkları akınlar gibi buralarda da
onun tarafından adı geçen ülkelere akınlar yapılmakta, yahut oralardan Türkiye’ye
yapılan akınlara onun tarafından mukabelelerde bulunmakta olduğu için, İshak Paşa
her zaman eli altında mühim bir kuvvet bulundurmak mecburiyetinde olduğundan
imâretin pek geniş ve büyük olduğu resminden de anlaşılabilir. Bu imâret yalnız
yolcuların değil, aynı zamanda kendi askerlerini ve askerlerin mekâreleri ile atlarının
faydalanması için yapıldığına da şüphe edilemez.
Bu imâretten bahsedenler onu kervansaray değil, bir (derebeyi) sarayı, bir şato olarak
vasıflandırmaktadır. Fakat hemen söylemek mecburiyetindeyim ki ne saraylarda, ne de
kışlalarda ve ne bu gibi binalarda cami bulundurulamaz. Çünkü cami serbestçe girip
toplanılan ve konferans (hutbe) dinlenilen yerdir. Bundan dolayı saray olamaz. Hele
içinde medrese bulunduğu da söylenmesi doğru değildir; çünkü medrese ne sarayda
ve ne de kışlada bulunamaz.
Yine bu imârette mazgallar ve kuleler mevcut olduğundan bahsedilmesi, kırlarda han
ve kervansaraylarda olduğu gibi oralara tecavüz ve taarruz edenlere karşı içeridekilerin
müdafa ve mukavemet etmesi içindir. Bunun misallerini bu eserde tafsilatı ile arzetmiştim.
1. İmaretlerin Kadroları ve Hizmet Sahaları
Tacidarların, büyük vezirlerin yaptıkları imâretleri yaşatmak için kudretli ve kuvvetli
zamanlarda memleketin her tarafında vücûda getirdikleri iratları ve âkarları, imâr ve
umran eserlerini sayıp dökmeğe hem mevzumuz, hem de zaman müsait değildir.
Yalnız ufak bir kasaba olan Gebze’deki imâret dolayısıyla Çoban Mustafa Paşa’nın
yaptıklarını göstermek, bu işte kullandığı memurların kadrosunu kaydetmekle ötekiler
hakkında zannederim ki bir fikir vermiş olur:
İmaretin Umumî İdare Teşkilat ve Tahsisatı
İmaret Nazırı
Günde 10 Akçe
Mütevelli
“
40
“
Kâtip
“
10
“
Rûznamçe Kâtibi
“
10
“
Vekilharç
“
8
“
50 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Günde 10 Akçe
Vekilharaç Kâtibi
“
5
“
“
5
“
Akarlar Kâtibi “
5
“
Filibe Akarları Cabisi “
5
“
Kâtibi
“
5
“
Ahısra Akarları Cabisi “
5
“
“
5
“
“
5
“
Selânik ve Karıklı Değirmenleri Cabisi “
4
“
Muhasebe Kâtibi
“
5
“
“
3
“
Pıravadi Akarları Kâtibi “
5
“
Yenişehir Akarları Cabileri (2)
“
5
“
Pıravadi Akarları Cabisi ve Kâtibi
“
5
“
Pıravadi Hamamları Cabisi
“
5
“
Süvari Cabi (2)
“
5
“
“
5
“
Edirne Akarları Cabisi Ve Kâtibi
“
5
“
Yine Edirne Cabisi
“
5
“
Edirne Hanı Hancısı
“
4
“
İstanbul’daki Akarlar Cabisi
Selânik Akarları Cabisi Kâtibi Gebze Akarları Kâtibi Denizli Cabisi Günde
Mutemet (3)
“ 3,4,5 “
Akarlar Tamircisi
“
3
“
“
5
“
“
3
“
“
10
“
Piyade Mutemet
Nukut Para Kâtibi Gebze Nukutu Mütevellisi
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 51
Gebze İmareti Memurları
İmaret Şeyhi Günde 10 Akçe
Kilerci
“
4
“
Kiler Kâtibi “
2
“
Aşçı
“
5
“
Diğer İki Aşçı
“
4
“
Tabhane Süpürücüsü (2) “
3
“
İmaret Oduncusu “
3
“
Ekmekçi
“
8
“
Ekmekçi
“
3
“
Kâse Yıkayan
“
2
“
İmaret Ahırına Bakan “
8
“
Et Memuru
“
2
“
Ekmek Memuru “
2
“
İmaret Kapıcısı
“
2
“
Et Hamalı
“
1
“
Pirinç Ayıklayan (2)
“
2
“
İmaret Tamircisi
“
6
“
Sarraf
“
5
“
Yağ Tartan
“
2
“
İmaret Kurşuncusu “
5
“
Buğday Döğen
“
2
“
Kilerci
“
4
“
Eskişehir İmaretleri Memurları
İmaret şeyhi Günde 5 Akçe
Vekilharç
“
4
“
Kilerci
“
3
“
Ahırcı
“
2
“
52 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Günde 5 Akçe
Tamiratçı
“
2
“
Tabhane Süpürücüsü
“
2
“
İmaret Mutemedi “
5
“
“
2
“
“
4
“
Silistre Hamamı Kâtibi
“
3
“
Nazır
“
10
“
Kâtip
“
5
“
Eskişehir Mutemedi “
5
“
Cabi
“
5
“
Değirmen Harmanı Korucusu ve Tamiratçısı
İmaret Bahçıvanı
Mektepler Teşkilat ve Tahsisatı
Gebze Mektebi Muallimi Rumelihisar’da İskele Mektebi Muallimi
“
5
“
“
5
“
Eskişehir Mektebi Muavini “
3
“
Eskişehir Mektebi Muallimi “
4
“
Kalfası (Muavini) “
4
“
Seyitgazi Mektebi Muallimi
“
4
“
Kalfası
“
1
“
Kalfası (Muavini)
Günde 5 Akçe
Gebze Camii Teşkilat ve Tahsisatı
Hatip
Günde10 Akçe
İmam “
10
“
Vaiz
“
10
“
Ders Veren Hoca
“
10
“
Muarrif
“
3
“
Müezzin(4)
“
5
“
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 53
Günde10 Akçe
Naat Okuyan
“
2
“
Kayyum (2)
“
3
“
Kandilci
“
3
“
Aşir Okuyan
“
1
“
Noktacı
“
2
“
Mushaflar Muhafızı “
3
“
Saatçi
“
5
“
Bahçıvan “
6
“
“
2
“
Türbedar
“
2
“
Süpürücü (2)
“
3
“
Kapıcı (Büyük Yolu)
“
2
“
Kenefe Bakan (2)
“
2,3
“
Su Çeken
“
2
“
Dolapçı
Eskişehir Camii ve Hanegâhı Teşkilat ve Tahsisatı
Hanegâh Şeyhi Günde 15 Akçe
Hatip
“
10
“
İmam “
10
“
“
5/2
“
“
4
“
Muarrif
“
2
“
Kayyum (2)
“
2
“
Kandilci “
2
“
Süpürücü
“
2
“
Kapıcı “
2
“
Müezzin (4)
Hafızı kütüp
54 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Gebze Medresesi Teşkilat ve Tahsisatı
Müderris
Günde 50 Akçe
Muit
“
5
“
Hafız-ı Kütüp
“
3
“
Kapıcısı
“
2
“
“
1
“
“
5
“
Süpürücü
15 Leylî Talebe (Yemekleri de Verilir)
Şu izahattan anlaşılır ki Gebze ve Eskişehir gibi ufak bir kasabalardaki imâretleri,
mektep, hanegâh yapmak ve yaşatmak için Çoban Mustafa Paşa İstanbul, Edirne,
Selânik, Eskişehir, Filibe, Silistre, Gebze, Denizli, Patra, Pravadi’de iratlar ve akaretler
yapmak suretiyle hem oraların imârına çalışmış, hem de gerek Gebze’deki imâreti,
gerek Eskişehir, İstanbul, Kütahya, Eskihisar’daki mektep, tekke ve kütüphaneyi idare
için cem’an 15 talebe ile birlikte “155” kişiye iş bulmuş ve gündelik yevmiye vermiştir.
Bu kişilere bir günde, bir ayda, bir senede verdiği paranın hesabını yapmadım. Arzu
edenler yapabilirler. Yalnız şu kadarını söyleyim ki verilen gündelikler “1” akçeden
başlayarak “50” akçeye kadar çıkmaktadır. Bunlar arasında en yüksek maaşı “günde
elli akçe” müderris ve ondan sonra kendi sülalesinden gelen mütevelli “günde 40
akçe” almaktadır. Çoban Mustafa Paşa müderrisi mütevelliye takdim ve tercih etmekle
ilmin kıymetini yükseltmiştir.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 55
III.İMARETLERDEN HANLARA
1. Hanın Tarifi ve Çeşitleri
Han, Farsça bir tabirdir. Araplar da, Türkler de bu kelimeyi dillerine aynen almış ve
kullanmışlardır. Farsça’da bu kökten gelen hane, hanegâh, haneman ve hanedan tabirleri
ile han arasında iskân ve ikamet bakımından yakın birer münasebet görülmektedir.
Bozkırlarda olsun, şehir ve kasabalarda olsun han ve benzerlerinden yapılması
birer ihtiyacın ve zaruretin neticesidir. Bu ihtiyaç ve zaruret ise bozkırlardan geçerek
şehir ve kasabalara gelen insanlarla onları ve eşyaları ile mallarını taşıyan canlı
nakil vasıtalarını barındırmak, yedirip, içirmek mecburiyetinden ileri gelir. Bununla
beraber bu mecburiyet para kazanmaktan ziyade bir şefkat eseridir. Çünkü yolda
kalmış ve bunalmış kimselere yardım etmek İslam dininin ve aynı zamanda insanlığın
icablarındandır.39
Han klasik olarak, aşağı yukarı şöyle tarif ve tasnif edilmektedir: Büyük yollar
üzerinde, şehir ve kasabalarda tahtadan yahut taş ve tuğladan yaptırılan binalardır.
Bu binaların ortalarında üstü açık bir avlu bulunur. Hanlardan bol akar suların, hiç
olmazsa büyük bir kuyunun bulunması şarttır. Hanların üst katına taş bir merdivenle
çıkılır. Bu katın dört bir tarafı odalarla çevrilidir. Odaların önünde mutlaka revaklı geniş
bir sofa bulunur ve odaların kapıları bu sofaya açılır. Her odada ekseriyetle birer ocak
vardır. Mevsimine göre han sahibinin vereceği, yahut yolcuların tedarik edecekleri
yakıtlarla burada ısınılabilir. Tek başına birer oda işgal edemeyecek ise sofalarda veya
geniş koğuşlarda şekiler üzerinde yaygısını sererek hep bir arada yatarlar. Buralarda
da ocak ve ısıtma tesisatı vardır. Şekiler ekseriyetle hanın alt katındadırlar. Yolcuların
hayvanları da yularını yemliklere bağlı olarak mekâreci ile birlikte burada yatarlar.
Bunun bir örneğini Gebze’de Çoban Mustafa Paşa imâretinde görüyoruz.
Hanların giriş kapısının bir tarafına bir kahvehane, öte tarafında da bir demirci
dükkânı yapılırdı. Bu dükkân ilk zamanlarda nalbantlık için ihdas edilmişse de yolculukta
araba kullanılmaya başladıktan sonra tekerlekleri tamir işine yaramıştır. Giriş kapısının
karşısında ve hanın iki tarafında alt katta ahırlar bulunur, arabalarla hayvanlar buralara
yerleştirilirler. Hana getirilen tüccar malları da buralarda muhafaza altına alınır.
Hanların onda dokuzu ikişer katlı iseler de XVII. yüzyıldan sonra üçer katlı olarak
yapıldıkları da görülmektedir. Kösem Sultan’ın Çakmakçılar Yokuşu’nda yaptırdığı
Büyük Valide Hanı ile yine o yokuşta III. Mustafa’nın yaptırdığı Büyük Ticaret Han
bunların birer örneğidir. Buralarda zeminin meyilli oluşu da hanın 3 katlı olmasına
âmil olmuştur denilebilir.
39 Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda
olana, yolda kalana mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir. Tövbe Suresi 60. ayet
56 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Büyük Valide Han Avlusu
Hanlardan bahseden yazarlar, hanın derecesini, yani büyüklük veya küçüklüğünü
anlatırken ocak ve hücre (oda) tabirleri kullanırlar. Meselâ Evliya Çelebi, İstanbul’un
büyük hanlarından bahsederken “Hoca Hanı için 70, Piri Paşa Hanı için 80 hücresi
vardır” dediği gibi, Mahmutpaşa için 120, Kebeciler için de 100 ocak tabirini kullanır.
Kervansaraylar da Han’ın tarifine dahil ise de ehemmiyeti itibariyle onlardan
aşağıda ayrıca bahsedileceğinden bu hanları:
a-İskan ve ikâmet hanları
b-Ticaret hanları ve çarşılar diye ayırıp inceleyeceğiz.
2. Otel Hizmeti Gören Hanlar
Bu çeşit hanlar ikişer kattır. Üst katta yolcular yatar, alt katta yolcuların
hayvanları ve eşyaları barındırılır. Bilhassa ana yollar üzerinde bulunurlar. Her
taraftan gelip geceyi orada geçirmek mecburiyetinde kalanların işine yarar. Hatta
buralara konup göçenlere parasız yemek ve hayvanlarına parasız yem verilir.
Eski zamanlarda bu türlü hanlar hayır ve şefkat sahipleri tarafından yaptırılırdı.
Bunlardan bir tanesinin tarifini 1554-1562 senelerinde Osmanlı ülkesine gelmiş
olan Avusturya elçisi Busbecq’den ögreniyoruz. Bu yabancı, Niş’te görüp çok
begendiği, hatta kervansaraya tercih ettigi hanı “Türklerin imâret adını verdikleri
hanlar” tabirini kullanarak şöyle anlatıyor:
“… Bir Türk hanında kaldım. Bunlar kervansaraylardan daha geniş ve ayrı ayrı
yatak odaları ile cidden büyük binalardır. Hanlar, Hristiyan, Yahudi, zengin, fakir
hiç bir kimseyi reddetmezler. Kapısı herkese aynı surette açıktır. Bir kral sarayı imiş
gibi buralarda ben daima resmi kabuller yaptım…Yolcular bu hanlarda 3 gün parasız
beslenirler, fakat 3 gün sonra artık gitmeleri lazımdır. Burada rahatım pek yerinde.
Fakat her zaman aynı konak yerine tesadüf edemedim.“40
40 Ogier Augerius De Busbecq, Türk Mektupları, trc. Hüseyin Cahit Yalçın, İstanbul Remzi Kitapevi 1939, s. 29-30
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 57
Yukarıdaki paragrafta belirtilen han tipi, daha ziyade para ile istediği kadar yatılan
ve otel mahiyetini taşıyan hanlardır. İstanbul gibi büyük şehirlerde bunlardan yüzlecesi
bulunur. Koca bir imparatorluğun merkezine memuriyet, ticaret, vesair maksatlar ve
mecburiyetlerle gelen binlerce kimsenin rahatça barınabilmesi için elbette böyle paralı
hanların olması lazım gelir. Bu türlü hanların listesini eserin sonuna ekledim.
3. Sultan Hanları
Anadolu’da yer yer menziller, hanlar ve kervansaraylar yaptırılması idari, askeri ve
ticari zaruretlerin icabıdır. Anadolu’nun bilinen ilk sakinlerinden itibaren buraya gelen
bütün kavimlerin ve milletlerin gittikleri bu yollardan Selçuk Türkleri de aynı zaruretin
sevkiyle gitmişlerdir. Charles Texier’nin şu satırları dikkate değer: Meselâ bütün Lidya
memleketi şarktan garba doğru sahili Şuşa’ya bağlayan bir yol ile mücehhezdi. Kral
Yolu denilen bu yol menzillere ayrılmıştı. Bunların her birinde krala mahsus evlerle
yolcuların inecekleri yerler vardır. Yolcular bu yerlere parasız kabul edilirlerdi. Yollar
ancak meskûn yerlerden geçerdi. Lidya-Frigya’yı Halis nehri sahiline kadar katetmek
için 20 menzil vardı. Bunlardan her birinin arası 81 panarongar, stat idi.41
Milattan önce altıncı yüzyılda İran hâkimiyeti altına giren Kral Yolu tek bir
idare altında birleşince sistematik bir tarzda gelişme imkânlarını buldu. Heredot
bu yol üzerinde posta konakları (menzilhaneler) ve güzel hanlar olduğunu ve bazı
stratejik mevkilerde müstahkem kaleler bulunduğunu anlatmaktadır. Konaklarla
menzilhaneler birbirine ortalama hesapla 13’er kara mili mesafede bulunurdu. Sart ile
Şuş arasındaki mesafe tacirler ve yolcular tarafından üç aydan daha kısa bir zamanda
katediliyordu. Bu sayede Posta Tatarları vasıtasıyla kralın mektupları ve emirleri daha
az bir zamanda naklolunabiliyordu. Hatta bu teşkilat ve tesisat nedeniyle İranlıları
postacılığın ilk kurucularından sayarlar. Yine bu teşkilat, kervanla gelen yolcular ve
tacirlere faydalı oluyordu. Buralara uğrayanlar her zaman yiyecek, içecek ve yatacak
yer bulurlardı. İranlılar’dan sonra Romalıların ve daha sonra Bizanslıların da bu
tesisleri ve teşkilatları idâme ettirdiklerinden şüphe edimez. Şu var ki bunlardan hiç
bir eser kalmamış olmasına bakılarak, Anadolu’nun eski sakinlerinin muazzam ve
abidevi şekilde binalar yapmamış oldukları da görüşüne teslim olunmak lazım gelir.
Bundan dolayıdır ki Anadolu abidelerini birer birer görmüş ve yerlerinde incelemiş
olan Riefstahl, cenubi garbi Anadolu’da ve Antalya’da rastladığı Şerefzah Hanı
dolayısıyla şu kanaatı izhar ediyor:
“…Bu han bu tarzdaki hanların ilk misalini teşkil ettiği için ehemmiyeti haizdir.
Bildiğime göre Türkiye dışında bu tipte han mevcut değildir. O hâlde bunların Selçuklular
tarafından icat edilmiş bir mimâri tarz olması lazım gelir. Bu tarzın Osmanlı mimârisindeki
temadisini Art Bulletin’de Selçuk hanları hakkında yaptığım tetkikte izah ettim.”42
41 Charles Texier, Küçük Asya, trc. Ali Suad, Matbaa-ı Amire, 1340 c.2, s.30
42 Rudolf M. Reifstahl, Cenubî Garbi Anadolu’da Türk Mimârisi, Ankara Maârif Vekâleti, Ankara 1941, c.1, s.51-52
58 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Antalya Kırk Göz Han -Reifstahl’den
Türk sivil mimârisinin bu abideleri hakkında, esefle söyleyeyim ki kâfi derecede
bilgimiz yoktur. Hele bu babda eser denilebilecek kitaplara da rastlayamadım. Ancak
son senelerde iki mecmua, Türk Tarih Kurumu Belleten’i ile Türkiye Turing ve Otomobil
Kurumu Belleten’i şükranla karşılanabilecek birer kaynak olmuştur.
Kırk Göz Han İçi
Bunlardan birincisinde Prof. Dr. Osman Turan’ın kitap kadar iki mühim büyük yazısı
çıkmıştır. İkincisinde ise daha ziyade muhtelif gazete ve mecmualarda çıkan yazılar
iktibas suretiyle toplanmıştır. Bu yazılardan bu eserde geniş ölçüde faydalanıyorum.
Osman Turan diyor ki:
“Anadolu’nun Müslüman ve Hristiyan kavimler arasında bir köprü vazifesini görüp
dünya ticareti bakımından büyük bir ehemmiyet kazanması Selçuk istilasının mesût
neticelerinden biridir. Memleket Bizans idaresinde iken dünya ticaretinin aldığı istikamet
ve içerisinde bulunduğu şartlar bu topraklar için hiç de müsait değildi. Müslümanlarla
Hristiyan âleminin çalışma sahası olan Anadolu bu münasebetle muntazam ve geniş
ticari münasebetlere elverişli olmadığı gibi harblerin sebebiyet verdiği tahrîbât da
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 59
iktisadi inkişafa engeldi. Bundan dolayı asırlarca medeni İslam memleketlerinde rağbetle
aranan şimâl kürkleri bütün İslam devletlerinin ordularını besleyen ve yüksek sınıfların
saraylarını dolduran köle ve cariyeleri, en yakın ve tabiî bir yol olan Anadolu’dan değil,
Harzem ve İran vasıtasıyla geçip İslam memleketlerine dağılıyordu.
Diğer taraftan kara yolları gibi XI. asra kadar deniz yollarının aldığı istikamet ve
Anadolu’yu tamamıyla bunların yarattığı ticari faaliyet dışında bırakıyordu. Akdeniz’in
şark, garb ve cenub kıyıları İslam kavimlerinin eline geçtikten ve geçit yerleri onlar
tarafından işgal edildikten sonra bu deniz bir İslam gölü hâline geldi. Bu durum
Avrupa’da şehir hayatını ve iktisadi imkânları felce uğratarak feodal cemiyetin
doğmasına sebep oldu. Bu suretle yalnız Müslüman ticaretine münhasır kalan
Akdeniz gemicilerinin Anadolu limanlarına uğramalarına lüzûm ve imkân kalmamıştı.
Müslüman hâkimiyetinde iken Akdeniz ticaretinin istikameti Orta Asya’dan, oradan
da Suriye limanları vasıtasıyla Afrika ve Endülüs limanlarına yöneliyordu. Bu umumî
çizgiler Bizanslıların elindeyken Anadolu’nun maruz bulunduğu iktisadi gerilemenin
sebeplerini izah eder. Selçuk istilâsı, Anadolu’yu İslam dünyasının geniş iktisadi
ve ticari faaliyetleri çerçevesine sokmakla bu ülkenin tarihinde yeni bir devir açtı.
Cenubdaki medeni İslam memleketleri ile şimal kavimleri arasında ceryan eden ticari
mübadeleler için siyasi engeller ortadan kalkarak Anadolu yolu büyük bir ehemmiyet
kazandı. Fakat bu vaziyet Selçuk istilası vuku bulur bulmaz birdenbire teessüs
edemedi. Bunun için önce Bizans ve Haçlı taaruzlarını kırmak ve rakip hanedanları
ortadan kaldırarak milli birliği kurmak gerekiyordu. Gerçekten bu şartların sağlandığı
XII. asrın sonlarına doğrudur ki Türkiye’de ticari faaliyetler geniş ölçüde başladı ve
memleket her türlü medeni gelişmeler için imkânlar bulabildi. Türklerin Anadolu’ya
yerleşmeleri sırasında Akdeniz ticaretinde vukua gelen inkılâpta Türkiye’de şimalcenub istikâmetinde ikinci bir faaliyet doğmasına sebep oldu. Selçuklular’dan önce
Müslümanlar Hristiyanlara karşı karalarda gerilerken denizlerde bir müddet daha
mevkilerini muhafaza edebilmişlerdir. Fakat XI. asrın sonlarında Müslümanlar fatih
Türkler sayesinde karalarda da tekrar ilerlemeye başladıkları zaman denizlerde süratle
çekilmeye mecbur kaldılar. Bu suretle evvelki devrin aksine olarak, Akdeniz ticareti
tamamıyla Hristiyan kavimlerin eline geçti. Bu ticari faaliyetler garbta iktisadi ve
medeni hayatın gelişmesine ve yükselmesine, aynı zamanda Hristiyan ve Müslüman
kavimler arasında geniş nisbette münasebetlerin başlamasına, fikri sahada olduğu gibi,
maddi mahsullar hususunda da büyük ölçüde mübadelelere yol açtı. İşte o zamanki
medeni dünyanın ortasında bulunan Türkiye’nin milletlerarası bir köprü haline gelmesi
bu umûmi şartların bir neticesidir. Selçuk Türkiyesi’nde ceryanına müşahade ettiğimiz
büyük ticari faaliyetlerin birinci sâiki bu umûmi şartların Türkiye lehinde genişlemesi
ikincisi, hiç şüphesiz, Selçuklu devletinin güttüğünü gördügümüz çok dikkate şayan
iktisadi ve ticari siyasetidir. Filhakika II. Kılıç Aslan, I. Gıyaseddin Keyhusrev, I. İzzeddin
Keykavus ve I. Alâeddin Keykubat gibi devrin büyük ve geniş görüşlü sultanlarının
bu umûmi şartların ehemmiyetini tamamıyla kavrayarak iktisadi ve ticari faaliyetleri
arttırmak için çeşitli vasıtalarla, birçok koruyucu ve teşvik edici tedbirlere başvurduklarını
görüyoruz. Onlar fetihlerini, ticaret yollarını emniyet altında bulundurmak, iktisadi
60 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
gayelerini ilk plana almak suretiyle yapmış ve ona göre ayarlamışlardır. Bu gaye bizzat
devrin kaynaklarında açık olarak gösterilmektedir. Sinop ve Antalya gibi memleketin
giriş ve çıkış limanlarında ticari mübadeleleri kolaylaştırmak ve geliştirmek için bu
şehirlerde büyük sermayeli tacirler yerleştirdiler ve onlara her türlü yardımlarda
bulundular. Türkiye’ye gelen yabancı tacirlerle imtiyazlar verdiler. En az bir gümrük
tarifesi tatbik ettiler. Yollarda herhangi bir şekilde zarar gören, soyguna uğrayan veya
malları denize batan tacirlerin zararları devlet hazinesince tazmin edilmekte idi ki bu
Selçuklu devletinin bir devlet sigortası tatbik ettiğini gösterir. Bu keyfiyet dünya ticareti
tarihi için de ehemmiyetlidir. Zira ticaret tarihi ile uğraşanlar sigorta müessesesinin
zuhurunu ancak XIV. asra Ceneviz ve Venedikliler’e kadar çıkarmaktadırlar.”43
“Devletin giriştiği bu tedbirler arasında ticaret kervanlarının, bazı yollarda askeri
müfrezeler idaresinde sevkedilmesi, tenha yerlerde ve tehlikeli geçitlerde muhafız
kuvvetler bulundurulması keyfiyeti de dikkate şayandır. Gerçekten bir Ortaçağ
devleti kadar kuvvetli ve asayişi ne kadar sağlam bir sûrette temin etmiş olursa olsun
o zamanki şartlara göre zengin emtiâ nakl eden kervanların hududlarda düşman
çapullarına, içerde göçebe ve eşkiya baskınlarına hedef teşkil edecekleri göz önüne
getirilecek olursa bu tedbirleri lüzum ve ehemmiyeti kendiliğinden anlaşılır. Esâsen
buna Selçuklularla çağdaş diğer bazı komşu devletlerde de rastlamaktayız. Bu zaruret
ve şartlar dolayısıyla yapılan kervansaraylar Anadolu’yu şark-garp, şimal-cenub
istikametinde kateden iki büyük milletlerarası ticaret yolu üzerinde bulunmaktadır.
Bu yollarda şark-garb istikametinde olan Antalya ve Alanya’dan başlayarak Konya,
Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurum gibi büyük merkezlerden geçerek İran
ve Türkistan’a varır. Sivas’dan ayrılan diğer bir yol da Tokat ve Samsun’u geçerek
Sinop’a inerdi.”44
Bu bahse şu satırları da ilave edeyim. Bu yollardan bilhassa hükûmet merkezi ile
irtibat temini bakımından en mühim Konya-Antalya-Alanya yolu idi. En mütekâşif
hanlar da bu yol üzerinde bulunuyordu. Bu gün bile Konya’dan kalkıp Beyşehir
kenarından geçerek Akdeniz kıyısında Manavgat’a ve oradan şarka dönerek
43 Prof. Dr. Osman Turan’ın Selçuklular’da Sigorta hakkında verdiği bu kıymetli mütâlâa sırasında daha
önce Endülüs Müslümanlarının bu sahada ortaya koymuş oldukları ticari usûllerle sigorta hakkında aşağıdaki satırların da gözden geçirilmesini faydalı buluyorum. Bu malumat New York Üniversitesi Profesörlerinden John Willam Dıraper’in Les Conflits de la science et de la religion eserinden alınmıştır:
“İspanya’daki İslam hükümetleri Barselona limanı yolu ile Avrupa’ya doğru bir ticaret yolu açmış ve Yahudiler bu
hususda güzel hizmet görmüşlerdir. Mezkur hükümetle ticaretin kolaylaştırılması için bir takım yeni usüller icat,
yahut kabul ederek ulûm ve fünûndan behreleri gibi bu kolaylık usûllerini de Avrupa’nın içerlerine doğru neşre
başlamışlardır. Bu cümleden olarak usûl-ı muzufe ile defter tutma sanatı da şimali İtalya’ya Araplardan geçtiği
gibi, ticarete sigorta usûlünü de İtalyanlar Araplardan almışlardır. Bu sigorta keyfiyetine kilise pek çok defa itiraz
etti. Kilise buna yasaklama gösterdiyse de bu işin menine muvaffak olamadı. Kilise ediyordu ki, yangın ve deniz
kazalarına karşı emniyeti temin edecek çâreler aramak, Allah’a muhalefet olup, hele insan hayatını sigortaya almak külliyyen günahtır. Araplar banka usûlünü de icat ederek sermaye teşkiline çok yardım etmişlerken, Katolik
kilisesi bunu bir nevi murabahacılık sayarak menine kalkışmıştır. Mukavelat muharrirliği vazifelerini ve poliçelere
ve riâyet edilmeyen ticari şartlara karşı protesto usûlü hep Arap ekonomistlerinin icat ettikleri kolaylaştırıcı vasıtalardandır. Her birine Katolik kilisesi ayrı ayrı muhalefetten geri durmadı. Hiç mübalağa edilmeksizin hükmedilenilir ki bütün ticaret ve mali işlerde kullanılan kolaylaştırıcı usûllerin hepsi Arapların icadıdır.” (J. Dıraper, Niza-i
ilm-i din, trc: Ahmed Midhat Efendi, Dersaadet Tercüman-ı Hakikat, İstanbul 1313, s. 407)
44 Osman Turan, a.g.e., s.471-475
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 61
Alanya’ya ve garbe dönerek de Antalya’ya giden bir yolcu her 30-40 kilometrede bir
han harabesine rastlar. Bunun hesabını harita üzerinde de yapabiliriz. Devlet Kara
Yolları’nca bastırılmış olan haritaya göre Konya ile Manavgat arası 281 kilometredir.
Manavgat ile Antalya arası da 94 kilometre tutar. Şu hâlde Konya ile Antalya arası
281+94=375 kilometredir. Yine bu hesaba göre Manavgat’la Alanya arası 53
kilometre olduğundan Konya ile Alanya arası da 281+53=334 kilometre eder. Her
iki şehrin kilometre tutarı 30-40 ortalaması olan 35’e taksim edilirse 10, ötekisine
9 han isabet ettiği görülür. Bu hesap diğer yollara da tatbik olunabilirse de oradaki
hanların çoğu zamanla ortadan kalkarak harabeleri bile kalmamış olduğundan
buralar için aynı derecede isabetle hesap yapamıyoruz.
Üzerinde durup hesap yürüttüğümüz yola bu kadar ehemmiyet verilmesinin bir
sebebi de Konya’nın yazlık, Alanya’nın aynı zamanda Antalya’nın kışlık hükûmet
merkezi ittihaz edilmiş olmasından ve senede ilk ve sonbaharda hükümdarlar
ve hükûmet adamlarının maiyetleriyle ve aileleriyle birlikte bu yollardan geçip
gitmelerinden ileri gelir. Bundan dolayıdır ki hanların içinde bu yüksek tabaka için
yaptırılmış köşk adındaki husûsi kısımlar da vardı.
Şunu da belirtmek yerinde olur ki bütün bu hanların yalnız sultanlar
yaptırmamışlardır. Selçuklu tarihlerinde topu topu dört sultanın adları geçer. O
sultanlar da şunlardır: II. Kılıç Aslan, I. Gıyaseddin Keyhusrev, I. İzzeddin Keykavus
ve I. Alâeddin Keykubat.
Geri kalan diğer eserleri, Selçuk Beyleri, tımar ve zeamet sahipleri işe sâir hayır
sevenler yaptırmışlardır. Şu hâlde bütün bu hanlara “Sultan Hanı” denilmesi doğru
değildir. Şunu da hatırlatmak yerinde olur ki muhtadar İbni Bibi tercümesinde
meselâ Alâeddin Keykubat’ın imâretinden bahsedilirken “Han-ı âlaî” denildiği gibi
“Kervansaray-ı Sultânî” tabirine de rastlanmaktadır.
Antalya’dan Konya’ya giden yol üzerindeki hanlar ve kervansaraylar harita üzerinde
yapılan hesaba göre yürütülen bu izahatı mahalli tetkikler yapanlar teyit etmekte
ve daha iyi belirtmektedir. Ezcümle Antalya Müzesi Müdürü Fikri Ertem tarafından
yazılan Antalya Vilayeti Tarihi’nde bu cihet şu satırlarla bildirilmektedir: “Selçuklar
Konya’ya doğru iki yol takip etmişlerdir. Şimal yolu ve şimal-ı şarkî yolu. Şimale giden
yol üzerinde gördüğümüz hanlar şunlardır: Evdir Hanı, Kırkgöz Hanı, Susuz Hanı,
İncir Hanı, Eğridir Hanı ve Eğridir gölünün şarkında Gelendost Hanı.
Şark-ı Şimaliye doğru uzanan sahada ise Balkıs Tiyatrosu, Garga Hanı, Elif
Ovası’nda Tol Hanı, Seydişehri toprağında ve Gembus Ovası’nda Ortapayam Hanı,
daha ilerisinde Seydişehri, Beyşehir Hanları.
62 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Sultan Hanı’nın Cümle Kapısı
Bu han silsileleri tahminen 8’er saat mesafe ile Konya’ya kadar devam etmektedir.
Alâiye’den kalkan bir kafile ise Antalya ve Konya’ya gitmek için batıya doğru yürüyerek
başta Şarapsa Hanı’nda ve sonra Alârâ Hanı’nda birer konaklama yapardı. Buradan
kalkarak batıda Pazarcık’ta buradan da şimale dönerek Antalya’dan gelen kafile ile
Karga hanında birleşirdi. Daha sonra Tol, Ortapayan ve Beyşehir hanları vasıtasıyla
Konya’ya giderdi. Eğridir’den itibaren iki han silsilesini görüyoruz. Biri, Beyşehir
Hanı diğeri Gelendost Hanı vasıtasıyla şimale doğru gider. Beyşehri’nin şimalinde
Selge Köyü’nde bu hanlar yolu ikiye ayrıldığı gibi Isparta’dan da biri şarka biri garba
şimaliye doğru iki yol takip edilirdi. Bazı ecnebi kitaplarında Köprü Suyu kenarında ve
Pazarcık vs. birer han kaydediliyorsa da bütün araştırmama rağmen oralarda böyle bir
han izlerini bulamadım. Alâiye’den doğuya doğru Silifke ve Adana taraflarına giden
bir silsileyi çok aradım. Fakat bulamadım. Yalnız Sedre Köyü’nde mimâri tarzı diğer
hanlara hiç benzememek üzere büyücek bir han vardır ki, kitabesi olmadığından bu
han hakkında bir şey söylenemez.
Bu hanlar için edilen fedakarlıklar nazar-ı itibara alınırsa Selçukluların Antalya
ve havalisine ne derece ehemmiyet verdikleri anlaşılır. Bu hanlardan bugün az harap
olanlar, Susuz Hanı, İncir Hanı, Karga Hanı, Alâra Hanı, Şarapsa Hanı’dır.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 63
Sultan Hanı’nın İç Mihrabı
İncir Hanı’ndan itibaren Eğridir’e kadar olan mesafenin uzunluğuna bakılırsa
daha bir hanın bulunması icab ederse de mevcudiyetine dair eser yoktur. Yalnız
İncir Hanı’ndan 6 saatlik uzaklıkta ve Isparta’ya 4 saat mesafede bulunan 1300 metre
yüksek Ağlason Köyü vardır. Köy sulak ve çok geniş, münbit bir ovaya bakar. Köyün
ihtiyarlarından öğrendiğime göre yapılmakta olan belediye binâsının yerinde pek
büyük bir han varmış. Bu han köy içerisinde olduğundan köylüler taşlarını sökmek
suretiyle evlerde kullanmış ve böylece handan bir eser kalmamıştır. Hâlâ burasına “han
ardı” deniliyor. Vaktiyle bu meydanda her hafta pazar kurulurmuş. Hanın temelleri
bile sökülmüş olduğundan bu han hakkında bir fikir edinmek mümkün olmadı.”45
4. Elçi Hanı
Buna Elçihâne de denilir. İnşaat, taksimat ve gördüğü hizmet itibariyle bunların
öteki hanlardan farkı yoktur. Çünkü Elçi Hanları’nda üst katları iskân ve ikâmete
mahsus odaları ve alt katlar hayvan ahırlarını ihtiva ederlerdi. Ortasında ise geniş ve
üstü açık bir avlu bulunurdu.
45 Süleyman Fikri Ertem, Antalya Vilayeti Tarihi, Tan Matbaası, İstanbul 1940, s. 75-75
64 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Elçi Hanları’nın daha canlı ve etraflıca bir izahı 1551-1562 senelerinde ve Kanunî
Sultan Süleyman zamanında İstanbul’a gelip burada sekiz sene kalmış olan Avusturya
elçisi Busbecq’den öğrenebiliriz:
“…Şimdi size oturduğum binayı güzelce tarif etmek isterim. İstanbul’un kesif sûrette
kalabalık bir yerinde bulunuyorum. Arka pencereler uzaktan, gayet güzel, denizi
görüyorlar. Yunus balıklarının suda oynaştıklarını görebilecek kadar denize yakındı.
Uzaktan Asya’daki Olipos (Ulu)dağı daimî surette beyaz karlı tepe fark ediliyor. Evim
bütün rüzgârlara açıktır. Bundan dolayı sıhhî bir ikâmetgah telakkî olunuyor. Mamafih
Türkler ecnebilere bu gibi şeyleri çok gördüklerinden pencerelere demir parmaklık
koymak suretiyle nezareti kesmekle de iktifa etmeyerek tahta perdeler çekmişler, hem
manzaradan hem taze havadan istifadeye mani olmuşlardır. Bu, komşuların şikayetleri
üzerine yapılmış gibi görünüyor. Çünkü onlar Hristiyanların kendi husûsi hayatlarını
seyir ettiklerini iddia eylemişlerdir.
Bina tam bir murabba teşkil ediyor. Ortada büyük bir avlu vardır. Avluya bir kuyu
kazılmıştır. Yalnız üst katta oturulur. Önünde bir veranda (revak) vardır ki fırdolayı
devam ediyor. Arkada odalar yapılmıştır. Veranda dahili kısmi teşkil ediyor ve avluya
bakıyor. Odalar harici kısmı vucûda getiriliyor. Hepsinin kapıları verandaya açılmıştır.
Odaların sayısı çok ise de kendileri küçüktür. Hepsinin büyüklükleri birdir. Tıpkı manastır
hücreleri gibi. Binanın cephesi sokağıdır. Sokak saraya gider. Her Cuma günü sultan
camiye giderken buradan geçer. O gün için sefirlerin kendisinin pencereden sık sık
görmeleri kabildir. Ve Yeniçerilerle beraber geçerken sultanı selamlarlar. Daha doğrusu
selamını iade ederler. Çünkü Türkler’de ibtidâ büyüklerin selam vermesi âdettir. Onun
için ibtidâ sultan yol ağızlarında dizilen halka selam verir, onlarda alkışlar ve hayırlı
dualarla selama mukabele ederler. Binanın bir katı beygirler için ahır hizmeti görüyor.
Bina dahili kemerler üzerine kurulmuş ve bu suretle yangından muhafaza edilmiştir.
Dışarısı da kurşunla kaplanmıştır. Birçok hususlarda bu ev çok rahattır.”46
Elçi Hanı
46Busbecq, a.g.e., s.123-124
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 65
Evliya Çelebi bu handan bahsederken “kefere zamanından kalma bir handır” der.
Şu hâlde İstanbul’un fethinden sonra bu bina padişah tarafından birine verilmiştir.
Taksimatı ve inşa tarzı Bizans’dan kalan hanlara benzediğine göre, bu bina Türk
yapısı olarak kabul edilemez. Esasen binanın hükûmete ait olmadığını, Busbecq’in
burası için hükûmetçe senede 400 altın sikke (Doka altını) kira verilmekte olduğundan
bahsetmesi de bunu teyit eder.47
Aynı zamanda İstanbul’a başka sefâret heyetleri geldiğinde Evliya Çelebi’nin
Atmeydanı, Ayasofya ve Divanyolu’nda mevcudiyetini haber verdiği büyük hanlarla
kervansaraylar tahliye ettirilerek sefirlere tahsis olunurdu. Bunlar da kâfi gelmemiş,
yahut hanlara elçileri oturtmak çok kârlı bir iş olmuş olacak ki, daha sonraları Köprülüler,
adı geçen Elçi Hanı’nın hemen karşısında hâlâ kısmen mevcut olan Vezir Hanı’nı
yaptırmışlardır. Bu bina gözden geçirilirse alt ve üst katları, verandalarıyla ortasında
geniş avlusıyla Busbecq’in tarifine tamamıyla uygun olduğu görülür. Atmeydanı’ndaki
hanlardan veya kervansaraylardan bir tanesi sonraları elçilerden başka birçok hizmetlere
tahsis edilmiş olduğu gibi yeni yapılan Adliye Sarayı’nın yerinde Mehterhane yani eski
Mızıka-ı Hûmâyûn askerlerinin kışlası hizmetini gören bina, bizzat gezilip görüldüğü
gibi tamamıyla yukarıda vasıfları yazılan bir kervansaraydan başka bir şey değildir.
Atmeydanı’na açılan kapısı da örülmüş ve kapatılmış bir hâlde görülüyordu.
Çemberlitaş Vezir Hanı
Kalabalık bir maiyetle gelmeye ve birçok nakil vasıtalarını kullanmağa mecbur
olan sefirlerin muhafazasına memur edilen Kavaslarla Yeniçerileri hükûmet iâşe ve
ibate ederdi. Nitekim Türkiye’den yabancı memleketlere giden sefirler de oralarda
bu suretle muâmele görürlerdi. Sefirlerimizin yazmış oldukları sefaretnameler bu
hususta bize etraflı malumat vermektedir. XVIII. yüzyıldan sonra İstanbul’da bilhassa
Beyoğlu’nda daimî sefarethaneler ihdas olunduktan sonra burada bahis mevzu edilen
Elçi Hanları ve kervansaraylar artık bu işe yaramaz olmuşlar ve başka hizmetlere tahsis
47 Busbecq, a.g.e., s.122
66 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
edilmişlerdir. Yine bu sebepten dolayıdır ki Çemberlitaş’taki Elçi Hanı’nın 1187-1203
(1773-1788) tarihlerine rastlayan I. Abdülhamid zamanında (Tatarın Ocağı) adı verilen
menzilhaneye, postahaneye terk edilmiş olduğunu biliyoruz.
Yine bu tarihlerde İstanbul’a sefâretle gelmiş ve bu Elçihâne’de oturmuş olan bir
elçi zamanında yaptırılmış yağlı boya tablo bugün Türkiye Cumhuriyeti seferlerinden
Hulusi Fuat Tugay’ın evinde ve elinde bulunmaktadır. Bir müzeye mâl olacak derecede
kıymetli vesika sayılabilir.
Çemberlitaş Vezir Hanı İç Avlusu
1282 (1865) tarihindeki 8. Hoca Paşa Yangını’nda bu bina yanınca, yapılan
haritaya göre hanın yıkılması icab etmiş ve 1298 (1882) tarihinde II. Abdülhamid’in baş
mabeyincisi Osman Bey bu yeri satın alarak kendi adını taşıyan matbaayı yaptırmıştır.
Son senelerde Osman Bey’in vârisleri bu binayı kısmen teberrû, kısmen de bedeli
mukabili de satmak suretiyle Darüşşafaka’ya mâl etmişlerdir. Bugün bu binanın içinde
sinema, matbaa, ilaç laboratuarları vesaire vardır.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 67
Elçi Hanı, Çemberlitaş
Edirne şehrinin vakit vakit bilhassa IV. Sultan Mehmed zamanında payitaht olduğu
bilinmektedir. Padişah, Edirne’de bulunduğu sırada Türkiye’ye gelen sefirler Edirne’de
huzura kabul edilip ve işleri bitinceye kadar da orada oturmak mecburiyetinde
bulunurlardı. Bundan dolayıdır ki, İstanbul’da olduğu gibi Edirne’de de Elçi Hanları
vardı. Edirne hakkında kıymetli tetkikleri ve eserleri bulunan Rıfat Osman bu hususta
bize şu malumatı vermektedir:
“İstanbul’un fethinden sonra uzun müddet Edirne’de ikameti ile meşhur olan Avcı
Sultan Mehmed zamanında Edirne’de Bostancı Başı olan Ali Ağa’nın 1088 (1677) de
yazdığı Saray-ı Cedid-i Sultâni adındaki eserinde eskiden beri Edirne’ye gelen yabancı
elçileri kale içinde (yani Hristiyan mahallelerinde) Mahkeme-i Şeriyye’ye yakın bir
yerdeki Rum zenginlerinin evlerinde misafir edilmekte idiler. Hristiyanların bu fırsattan
istifade ederek yabancı elçilere hükûmet aleyhine telkinatta bulundukları anlaşılması
üzerine Rumlardan Düzoğlu’nun idam edildiğini, Menzilcioğulları’nın Koşu Kavak
taraflarına sürüldükleri ve Meriç kıyısındaki Demirtaş Kasrı’nın da yabancı elçilere
tahsis olunması ferman sâdır olduğunu yazar.
XIV.Lui’nin seferi olarak 1672 de Türkiye’ye gönderdiği Marki dö Nuvantel’in
bu kasırda ikamet ettiği onunla birlikte gelen Jurnal dö Galland muharriri Antoine
Galland’ın hatıratındaki şu fıkradan anlaşılmaktadır.
14 Mart 1673 Perşembe IV.Sultan Mehmed ve maiyeti uzun iki kayığa binerek
saray ahırlarının bulunduğu ahır köyüne gitmiştir. Bu kaynaklar nehrin kıyısında
elçilerin ikamet ettiği daire önünden geçmişlerdir. Akşamleyin padişah kayıklarla
sarayına dönerken çok yağmur yağmakta idi. Bu kasır bugünkü köprünün Karaağaç
tarafı medhalinde bulunan Jandarma Karakolunun yerine idi. Karakolhane Jandarma
68 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
kumandanlarından Muhlis Paşa tarafından kasrın rıhtımaları üzerine inşa ettirilmiştir.
Bir asır sonra kasır bir feyezanda yıkıldığından yabancı elçilerin ikametine Sultan Selim
civarında Hatice Sultan Sarayı’nın bir kısmı tahsis olunmuştur.”
5. Han-ı sebil
Kervansarayların bu adla da anıldığı görülmektedir. Ezcümle Sokollu Mehmed
Paşa’nın Lüleburgaz’daki imâretinden bu eserde bahsettiğimiz han ile kervansarayın
Edirne Vilâyeti 1310 senesi Salname’sini yazan muharrir “iki han-ı sebil”diye beyan eder.
1932 senesine gelinceye kadar Üsküdar’da araba vapuru iskelesi karşısında
Hanısebil adında harap bir bina görülmekte idi. Binanın tavanı yıkılmış, yalnız dört
duvarı kalmıştır. Bir yüzü meydandaki tarihi çeşmeye ötekisi denize bakmakta idi.
Diğer iki yüzü harap binalarla çevrilmiştir. Burası ayrı bir bina olmayıp oradaki Yeni
Valide İmâreti’nin kervansarayı olması muhtemeldir. Halk arasında Hanısebil’i izah
ederken “uzak yollardan gelip de İstanbul’a kayıkla geçecek parası olmayanlar burada
parasız barınırlardı” denilmektedir. Üsküdar iskelesini meydana açılmak için yapılan
istimlâklar arasında bu bina da yıktırılmıştır. Yeri şimdi otomobil parkı olmuştur.48
6. Ticaret Hanları
Bunlara önceleri Hoca Hanı denilirdi. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Hacegân
Hanları başlıklı bir paragaraf vardır. Orada en başta saydığı hanlardan birisi Hoca
Hanı’dır. Bunun için “Mahmutpaşa’dır. Acem sevdagerleri burada sakin olurlar.” der.49
Hanlar sahip değiştirdikçe adları da değiştiğinden Evliya Çelebi’nin Mahmutpaşa
yakınında bulunan hanlardan hangisinin eski adı olduğunu bilemiyoruz. Yalnız şunu
biliyoruz ki XVIII. asırda Büyük Valide Kösem Sultan, Çakmakçılar Yokuşu’ndaki büyük
hanı yaptırdıktan sonra Evliya Çelebi’nin “acem sevdagerleri” dediği İranlı tacirler bu
yeni handa yerleşmiş ve Mahmutpaşa’daki hanı ise başka tâcirlere ve sanatkârlara
tahsis olunmuştur.
Evliya Çelebi, Hoca Hanı olarak Mahmutpaşa, Kebeciler, Piri Paşa, Engürü ve
Balkapanları’ndan da bahseder. Bunlardan Kebeciler Hanı’nda Bosna ve Belgrad’ın
48 Farsça Hân-ı sebil, Türk gramerine göre ifade etmek istersek sebil hanı deriz. Bu ise hiç bir mana ifade etmez.
Bizde bu tabir yalnız parasız su dağıtan çeşmelere verilir. Tabirin manasını çözebilmek için her ikisinde müşterek olan sebil kelimesini tahlil etmek gerekir. Sebil Araplarda yol manasına gelir. Biz Türkler “fisebillilah”
tabirini kullanırız ve buna “Allah yolunda” manasını veririz. Sebil, diğer Sami dillerinde de vardır. Meselâ
Asûrca’da Babil: Bab-ı il gibi. Sebilde, seb-i il kelimesinden gelir. Asûriler, Sümer Türklerinin “katingiri” Tanrı
kapısı dedikleri şehrin adını aynen kendi dillerine çevirerek Bab-ı il: Babil yani Allah kapısı demişlerdir. Şu
hâlde sebillerde içilen sular ve hanlarla kervansaraylarda yenilen yemekler vesâire bedava ve hasbettenlillah
yani Allah rızası için olduğu cihetle halk tarafından onlara böyle bir isim vermiştir.
49 Osmanlı Türkçesini iyi bilenlerin birçoğunun bile bu sevdager tabirini birden bire kavrayamayacaklarını sanıyorum. İlk akla gelen aşk ve sevda ile ilgili bir tabir olmasıdır. Hâlbuki Farslar bu kelimeyi tâcir ve bezirgân
manalarında kullanırlar.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 69
Anka Bezirganları (Büyük Tacileri) Engürü Hanı’nda sofucular, Balkapanı Hanı’nda
ise Mısır tüccarı oturduğunu ve Piri Paşa Hanı içinse Esirler Hanı olduğunu yazar.
Bu sayılan hanlardan bugün mevcut binalardan hangisi olduğunu bilemiyoruz. Yalnız
burada bir noktayı bilhassa açıklamak lazım gelir. Kebeci, sofucu ve kürkçü gibi
adları taşıyan hanların oralarda münhasıran kürk, kebe ve sof satıldığı ve bu hanların
bu türlü kumaşların birer çarşısı olduğu için mi, yoksa buralarda bu kumaşlardan
başkaları satılmıyor muydu, veyahut bu hanların her biri bir kebeci, bir sofucu veya
bir kürkçünün malıdır da onun için mi bu adları taşıyorlardı? Bu noktaları katiyyetle
söylemek mümkün değildir.
7. Kapanlar, Haller, Balkapanı
Bedestenle büyük çarşının ve bunların çevrelerindeki hanların daha ziyade yün, pamuk
ve ipekten yapılan giyim ve kuşam eşyaları ile altın, gümüş, elmas gibi ziynet takımlarının
alışverişlerine tahsis edilmiş olduğunu biliyoruz. Bu yerler şehrin nisbeten ortasında ve
yüksek yerlerinde bulunurlar. İşte bunun gibi şimdi hâl dediğimiz eski kapanların da
dışarıdan şehre getirilen bal, yağ, un, şeker, pekmez ve hububat gibi belli başlı yiyecek
maddelerinin ve tütün, kahve, enfiye gibi keyif veren şeylerin ipek, yün, pamuk gibi bazı
dokumaların ham maddelerinin ve biber, baharat ve her türlü ilaçlara yarayan bitkilerin ve
nihayet kavun, karpuz gibi her çeşit yaş sebzelerle bilumum meyvelerin satış yeri olduğunu
görüyoruz. Aynı zamanda bu yerlerin nisbeten limanda ve Haliç sahilinde yerleşmiş
olduğunu da biliyoruz. Halk arasında bu yerler “aşağı” adıyla anılırdı.50
Vaktiyle yağ, bal, un, hubabat, kahve, tütün, enfiye, ipek, pamuk ve benzerleri
eşya çardak, kapan, mengene ve mîzân denilen yerlere ve binalara getirilir ve oralarda
bulunan emin ve nâib gibi adlar verilen hükûmet memurları tarafından bunlardan
imâliye, ihtisab ve ruhsatiye gibi resimler ve vergiler alınırdı. Kapanların en meşhurları
Unkapanı ile Balkapanı’dır. Unkapanı’nın yerinde bugün Beylik Değirmen denilen
bina vardır. Bu bina, Eminönü ile Unkapanı arasında yapılan istimlâklar esnasında
yıktırılmıştır. Balkapanı ise bugün de eski yerinde durmaktadır.
50 Bu tabir Türk ticaret âleminde Avrupa yerine kullanılmamaktadır. “Aşağının Bayası” sözü aşağıdan
yani Avrupa’dan getirilen mallarının kötüsü anlamına gelir. 1250 (1834)’de açılan Muzıka-ı Hümayun Mektebi için Avrupa’ya ısmarlanmış olan musiki aletlerinin İstanbul’a gelişinden bahseden bir arşiv vesikasında bu tabir görülmekte olduğu gibi, Ahmet Mithat Efendi de 1306 (1890) senesinde neşretmiş olduğu bir makalede söz arasında bunun böyle olduğunu bilhassa kayıt ve tashihe lüzum görmüştür.
Aşağı tabirinin neden dolayı bu anlamı almış olduğuna gelince: Ticaret gemilerinin yanaşıp mallarını çıkartıkları liman ve gümrük ile o malları alıp satan tacirhanelerin şehrin diğer yerlerinden ziyade sahillerde ve şehrin
alçak yerlerinde bulunmuş olması Aşağı’nın ilkin “ticaret yeri” ve sonra “ticaret şehri” anlamlarını almasını
mucib olmuştur. Bunun böyle olduğunu İstanbul’un topoğrafik vaziyeti ile de isbat etmek mümkündür. Meselâ
İstanbul’un Edirnekapı ve Topkapı gibi yüksek ve merkeze uzak semtlerinde oturan kimseler şehrin çarşısı
ve pazarları bol olan alçak ve sahildeki yerlerine “aşağı” dediklerini bugünde gördüğümüz ve işittiğimiz gibi
Boğaz’dan İstanbul limanına girişte aşağı ve bilmukabele limandan Boğaz’a gidişe de yukarı denildiğini Şirket-i
Hayriye tarifelerinde görmekteyiz. Şu hâlde ilkin İstanbul’un münhat olan ticaretgâh yerlerine aşağı tabiri deniz
karinesi ile bir derece daha teşmil ve tamim edilerek baştanbaşa sahil ve aynı zamanda birer ticaretgâh sanılan
deniz kenarındaki Avrupa şehirlerini ve dolayısıyla bütün garp memleketlerine verilmiş olduğuna tereddüt
etmemek lazım gelir.
70 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
İstanbul ve Boğaziçi müellifi ihtifâlci Mehmed Ziya Bey bu binaya “Bizans
zamanında Balyos kapanı denildiğini ve burası şimdiki Rüstempaşa Camii’nin
yerinde kâin Venediklilere ait Aya Anataseos Kilisesi’nde şarap ve emsali mekulât
ve meşrubatının mahall-i hıfzı olduğunu ve Bizanslılar zamanında burada bir terazi
yahut kantar mevcut olup ölçü ve tartı aletleri bununla ayar edilmekte bulunduğunu ve
Venedik elçilsine de Balyos denildiği için bu hana “Balyos Kapanı” denildiğini yazar.51
Mehmed Ziya Bey’in bu sözleri biraz açıklanmaya değer: Akdeniz ve Karadeniz
ticaretlerini, mâlik oldukları büyük gemileri sayesinde ellerinde tutan Ceneviz ve
Venedik Cumhuriyetleri, Bizans İmparatorluğu’nun zayıf zamanlarında bu hükûmete
musallat olmuşlar. Cenevizliler Galata’yı tamamıyla müstemleke edindikleri
gibi Venedikliler de İstanbul’u şimdiki iki köprü arasında bulunan sahil kısmına
kapitilasyonlu yani imtiyazlı bir surette yerleşmişlerdi. Bahis mevzu olan Balkapanı
yahut onların tabirince Balyos Hanı da işte bu zamanlarda Venediklerin yaptıkları
yahut Bizanslıların mevcut hanlardan birisini benimsediklerini tahmin edebiliriz.
Türkler zamanında hanın adı Balkapanı olmuştur.52
Osmanlılar İstanbul’u feth ettikten sonra bu hanı yine aynı maksat ve gayede
kullandılar, hatta burada Şehbender-i Takrir adında bir de memûr bulundurdulardı.53
51 Balyoz, dilimizde umumi tabir olarak konsolos ve sefir manalarında kullanılmaktadır. Bu kelimenin bu anlama
geldiğini şu olay göstermektedir: Şeyhülislam Bahaî Efendi’nin İzmir İngiliz konsolosuna bir müracaatı dolayısıyla
İstanbul’daki İngiliz sefirini tahkir eylemesi üzerine azl edilmiş, yerine Karaçelebizade Abdülaziz Efendi Meşihat
makamına tayin olmuştur. Bunun üzerine Bahaî Efendi onu kendisine rakip adderek bu makama gelmesi iktidar ve
ehliyetinden ziyade kendisinin azline sebep olan İzmir İngiliz Konsolosu meselesinden çıktığını kasdederek Abdülaziz Efendi’den söz açıldıkça “Balyoz Müftüsü” tabirini kullanırmış. Hatta “Balyoz Müftüsüdür Abdülaziz“ mısrasının
bu zatın meşihatine tarih düşürmüş olduğunu Hammer tercümesinde Ata Bey tarafından beyan olunmaktadır.
52 Kapan, çardak manasına gelir. Çardak ise “Çartak” kelimesinden bozmadır. 4 kemer manasına gelir. Eskiden sahillerde gümrük muamelesi görülen ve vergi alınan bu tarzdaki binalara bu ad verilmiştir. Mengene ve mizan da
çardak manasına gelir ve onun vazifesini görür. Kapan bina manasına geldiği gibi o binalardaki tartı aleti yerinde
de kullanılırdı. Nitekim mizan da ölçü demektir. Kelimenin doğrusu Kabban’dır. Arapça’da kabban tartmak veya
tartan alet manasına gelir. Halk arasında Kapan’a büyük terazi veya büyük kantar da denilirdi. Mengene sıkacak
alet manasına gelir. Vaktiyle yağ, bal, un, hububat, kahve, tütün, enfiye, ipek ve pamuk ve benzerleri eşya çardak,
kapan, mengene ve mizan denilen yerlere ve binalara getirilip orada bulunan emin ve naib gibi adlar verilen
hükümet memurları tarafından tartırılarak bunlardan imaliye, ihtisap ve ruhsatiye gibi resimler ve vergiler alınırdı.
Yemiş Çarşısı’nda ve Unkapanı’nda Çardak İskelesi adını taşıyan yerler vardır. Kapanların en meşhurları Unkapanı ile Balkapanı idi. Unkapanı’nın yerinde bugün Beylik Değirmen denilen bina vardır.
53 Evliya Çelebi Balkapanı’ndan bahsederken burada Şehbender-i Takrir adında bir memurun bulunduğunu yazar. Bu memurun gördüğü vazifeyi şöyle anlatır: “.....Şehbender-i Takrir gayet mün’im ve mutemet bir zattır.
Cemi’i vüzere, ulema, sulaha ve mollaların polise kağıdı hizmetinde olup cümle diyarın tüccarı bunun kabse-i
tasarrufundadır.” Bu alıntıda geçen Polise tabiri şimdi Poliçe dediğimiz ticari ve iktisadi muameledir. İktisat
ve Ticaret Ansiklopedisi’nde kelime şöyle tarif edilir: Poliçe bir kıymetli evraktır ki onunla keşideci dediğimiz
şahıs, lehdar dediğimiz bir kimseye senedin teslimi karşısında muayyen bir miktar paranın verilmesini muhatap
denilen 3.şahsa emreder. Kelimenin bir hukukçu tarafından yapılan diğer bir tarifi de şudur: Muayyen bir vadenin hululünde muayyen bir miktar dâînin ya kendi veya bir başkası emrine tediye etmesi için medyuna emrini
natık mektuptur. Tüccar arasında Traite tabiri daha çok kullanılır. Bu usûlün memleketimizde posta havalesi
ihdas edilmeden ve bankalar açılmadan evvelki şekli de şöyle ceryan ederdi: Meselâ Anadolu’nun bir kasabasında paraya ihtiyacı olan bir kimse para üzerine iş yapan bir tacire veya sarrafa müracaat ederek kendisine
lüzumu olan parayı alır. O kimse parayı öderken 3 aylık faizine keser ve keyfiyeti başka yerdeki ortağına bir
mektupla bildirirdi. Alınan para 3 ay içinde ödenmesi lazımdır ve öyle de yapılırdı. Şimdiki bono moamelesi
gibi. Bu, faizle para almaktan başka bir şey değildir. İslam hukukuna göre yasaktır. Bununla beraber iş icabı
zaruri olarak yapılırdı. Esasen faiz İslam dininde yasak olduğu hâlde hile-i şer’iye adında bir formül bulunarak
alınıp veriliyordu. Bunu yetimlerin parasını idare eden Evkaf-ı Humayun Muhakemesi adını taşıyan şer’i bir
mahkeme yapıyordu. Bu formül iktisat tarihimize geçecek şekilde mühimdir ve aynı zamanda gülünçdür.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 71
Evliya Çelebi, Balkapanı Hanı’nın Bizanslılar’dan kaldığını ve içinde Mısır
tacirlerinin yerleşmiş olduğunu yazar. Venediklilerin Hint’ten ve Uzak Şark’tan Mısır
yolu ile mal getirtmekte oldukları bilindiğinden Türkler zamanında da bu handa
Venediklilere hâlef olan tacirlere, Mısır tacirleri denildiği anlaşılmaktadır.
1663 tarihinde yapılan Yeni Cami’ye irat olmak üzere şimdiki Mısır Çarşısı yapıldığı
zaman Balkapanı Han’ından alınıp satılmakta olan bir kısım emtiâsı bu yeni çarşıya
devrolunmuş ve orası Mısır Çarşısı adını almıştır.
Balkapanı Hanı’ndaki tacirlerle, Mısır Çarşılılar arasında sattıkları maldan dolayı,
vakit vakit ihtilaflar çıktığını görüyoruz. Divan-ı Hümâyûn kayıtlarında ve İstanbul
Kadılığı Sicilleri’nde bunları gösterir vesikalar vardır. Bunların bir tanesini Mecelle-i
Umûr-ı Belediye’ye kaydetmiştim.54 Kadının davayı hâlledip vermiş olduğu ilâmın baş
tarafından şu birkaç satırı örnek olarak alıyorum:
“…Hâlâ harameyn-i muhteremeyin evkâfı nâzırı El-hac Ali Ağa… Divan-ı
Hümâyûnuma arz gönderip merhûm Ebu’l-Feth Gâzi Sultan Mehmed Han… Ayasofya
Camii’ne vakf eylediği Balkapanı denilmekle marûf han kadimden beri gelen bal ve
Rumeli tarafından gelen yağ, donyağı ve zeytinyağı ve penbe (pamuk) ve keten ve
şeker ve kahve ve Trablus ve Urla ve Haleb ve İzmir sabunu ve pastırma ve peynir ve
fındık ve galye taşı ve eflak tuzu vesaire eşya ve revâç bulan zahair kapanı mezbûrde
zaptolunur...”
Diğer bir vesikada da pamuktan bahsolunmaktadır.
“İstanbul fukarasından nice eytâm ve eramilin medar-ı maaşı penbe ipliği eğirip
boyatmakla olduğundan…Hallaç tarifesi nerh-i cârisinden ziyadeye satmakla kendülere
müzayaka-ı müeddi olduğundan bahs ile eğer nizâm-ı kadim üzere Balkapanı’nda hıfz
olunup aher diyâre gitmez ise nerhi cârisinin nizam bulunacağı iddiâ ve istidlâl ederek
hükûmetçe de bu cihet kabul edilmiştir..”
Bu vesile ile bunu da izah edeyim: Faraza 10 lira ödünç alacak bir kimse hâkime müracaat eder, hâkim o kişiye
10 lirayı verir; fakat 2 lira faizini de ekleyerek alacaklıya 12 liralık bir senet imza ettirirdi. Fakat parayı tevdi
etmeden evvel cebinden saatini çıkartarak aralarında şöyle bir konuşma geçerdi:
-Bu saati benden 12 liraya satın alır mısın?
-Alırım, deyince bu sefer de
-Bu saati bana hediye edermisin, der. Alacaklı ettim deyince iş bitmiş olurdu. Böyle yapmakla da faizle para
almamış ve şeriata aykırı bir harekette bulunmamış yalnız 12 liraya bir saat satın alıp o saati hâkime hediye
etmiş olurdu. İşte hile-i şer’iye budur. Şeriatle hile bir arada nasıl bulunabilir, akıl ermez.
Evliya Çelebi’nin ifadesine göre para alanlar arasında âlimler, salihler ve mollaların bulunduğuna göre herhâlde
bunlar bunu bir hile’i şeriyye’ye uydurmuş olacaklardır. Acaba Şehbender-i Takrir de böyle bir hile-i şer’iyye
yaptırıyor muydu, bilemiyoruz. Esasen Osmanlı idare teşkilatında böyle bir memurun bulunduğuna başka bir
yerde rastlayamadım. Bu memuriyet Venedikliler zamanından kalmaya benzemektedir. Osmanlılar, gerek
Bizanslılar’dan gerek Venedikliler ve Cenevizliler’den birçok usûlleri aynen aldıkları gibi ticarete taalluk eden
bu memuriyeti de almış olabilirler. Bir de Şehbender adı ve takrir tabiri neleri ifade ettiği iyice anlaşılamıyor.
Acaba Venedik ve Ceneve gibi garp memleketlerinde kontroire adı altında hanlar yapan ve işleten İtalyan
Cumhuriyetleri tarihinde bu memuriyetin adına rastanabilir mi? Ticaret ve iktisat tarihleriyle uğraşanlarımızın
bunu meydana çıkartmaları himmetlerinden beklenir.
54 Osman Nuri, a.g.e., c.1, s.801
72 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Balkapanı’ndan bahseden 1180 (1766-1767) tarihli şu vesika da bize onun hakkında
bazı malûmât vermektedir:
“Ayasofya-ı kebir vakfından Balkapanı Hanı’nın yağ yedekleri ve bal potnaları
vesair tüccar metai konulan saçakları altı zir-i zemin mahzenleri ve gayrı mahalleri
zelzele ile rahneyâb olup ve köşelerinden münhedem olan odaların enkazı yolu işgâl
edip ve bu esnada eşya-ı mezkûrun kesret üzere vürûdu zamanı olmakla yedek ve
potna nakli için yolu tathir ve zahaire mütenevvia hıfzına müstaid olan mahallerin bir
an akdem tamiri lazıme-i hâlden olmakla iktiza edenlere fermanı âlileri sudûru re’yie
sevâb olduğundan huzur-ı âlilerine ilâm olunur.”55
Balkapanı Hanı’nın Ön Ciheti
Balkapanı’nın bugünkü bina durumunu da kaydetmek herhâlde faydadan hâli
olmayacaktır. İstanbul Şehir Rehberi’nde görüleceği gibi Balkapanı binası şimalen
Hasırcılar, garben Balkapanı, cenuben Tahtakale ve şarkında Cömert Türk Sokak ile
çevrili ada hâlinde bir binadır. Bina iç tarafından bakılırsa esas itibarıyla murabba
şeklinde ise de Tahtakale Caddesi’ndeki tarafına sonradan ilave yapılmış olması Cömert
Türk Sokağı’ndaki cephesini biraz uzatmış olduğundan dışardan görünüşü müstatili
andırır. Binanın 4 cephesinin üçünde 13 dükkân varsa da şark cephesinde ve Cömert
Türk Sokağı’ndaki dükkânların sayısı 15’e çıkar ve müstatillik de buradan gelir. Bütün
dükkânların sayısı 55’tir. Dükkânların hanın içiyle rabıtaları ve münasabetleri yoktur.
Kapıları önlerindeki sokaklara açılır. Han iki katlıdır. Üst katta dört bir tarafından
cem’an 30 oda ve alt katındaki da yine o kadar oda veya dükkân bulunmaktadır.
55 İstanbul Kadılığı Sicili, no: 55
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 73
Üst kattaki odaların önünde üstü kapalı ve sütunlar üzerine tutturulmuş revaklar
(veranda) vardır. Odaların kapıları bu revaklara açılır. Alt katta Tahtakale ve Cömert
Türk Sokakları tarafındakilerin altında ise 15 fil ayağı üzerine oturtulmuş bir bodrum
bulunur. Bu bodrum yüksekliği 2, 2.5 metre kadardır. Buraları yağ ve peynir gibi
yiyecek maddeleri konulup ve serinlikte muhafaza altına alınırmış. Bodruma tasarruf
edenler son zamanlarda daha çok kâr etmek maksadı ile fil ayaklarının temellerini
iyice tahkim ederek zeminin topraklarını kaldırıp hayli derinleştirmişlerdir. Derinlik
bazı yerlerde 3.5, 4 metreye kadar çıkar. Hanın dış tarafındaki dükkânlardan Cömert
Türk Sokağı’na rastlayan 15 dükkândan mââdasının da altlarında bodrum vardır. Ne
yazık ki 1952’de handa çıkan bir yangın üst kattaki revaklardan Tahtakale ve Balkapanı
sokakları tarafındakileri tamamen ve Cömert Türk Sokağı tarafındakileri kısmen harap
etmiş, yalnız Hasırcılar Caddesi tarafındaki revaklar yanmamıştır. Yangını söndürmek
isteyen itfaiyeciler bu revakları tehlikeli görerek bomba ile yıkmışlardır. Bu arada
hanın şöhretini idâme ettiren meşhur kapan da yanmıştır. Bu han, yapıldığı tarihten
1952’ye kadar birçok zelzele ve yangın görmüşse de onlar tâmir edilmiş ve hiç şüphe
yok ki bu defa itfaiyecilerin yaptığı tahrîbât bir daha telâfi ve tâmir edilmeyecek kadar
ağır ve büyük olmuştur. Hanın tarihi hüvviyetini âdeta ortadan kaldırmıştır. Eminönü
ile Unkapanı arasında topyekün yapılmakta olan istimlâklerden bu binanın istisna
edilerek, hatta restore edilerek şehrin en eski binası olarak bırakılması çok arzu edilir.
1912’de yayınladığım Mecelle-i Umûr-ı Belediye’de Balkapanı hakkında bir
Divân-ı Hümâyûn hükmünü koymuş ve Balkapanı’nın geleceğine dâir bazı mütalâalar
yürütmüştüm. Mecelle’nin yayımlanmasından sonra 1924’de İstanbul’a Roma’dan
üniversiteli bir genç gelerek bu han hakkında bir doktora tezi yazmak istediğini söylemiş ve benden bahsi geçen divan hükmünün aslının nerede bulunduğunu ve vesâireye
dâir bilgi istemiştir. Bu gencin bir tez yazıp yazmadığını öğrenemediğim için, Mecelle’deki malumatı değiştirmeksizin fakat metin ve not olarak bu esere de koydum. Fakat
tesadüfen haberdar oldum ki, bu mevzu etrafında Tommasso Bertele adında diğer bir
İtalyan yazarının İstanbul hakkında neşretmiş olduğu bir eserde Balkapanı hakkında
münakaşalardan bahseden iki paragraf bulunmaktadır. Her iki mütalâadan bir netice
çıkarmak için eserin ilgili yerinin tercümesini aynen bu eserde bulundumak istedim.
Mütalâalar şudur:
“Türk Yazarı Mehmed Ziya Bey İstanbul hakkında yazdığı bir eserde Balkapanı
isminin (Bal ile Kapan kelimelerinin manasına göre) bal deposu değil, bal kelimesinin
Balyos kelimesinden türemiş olması hasabiyle Balyos’un kapanı manasına geldiğini
düşünerek hâlen mevcûd olup Balkapanı Hanı diye anılan binayı Balyos’u hatırasına
izafe etmeği münasip bulmuştur. Bu tez her ne kadar esasında itiraza uğramışsa
da Osman Nuri Bey isminde başka bir Türk yazarı tarafından tartışılmıştır. Fakat
müracaat ettiğimiz diğer bilginler bu etimolojik iştikakın doğruluğunu şüphe ile
karşılamaktadırlar. Ancak mevzu bahsolan binanın muhakkak surette Bizans menşeyli
olduğunun kaydedilmesi icab eder. Bunun bilhassa zeminlikte (ki binanın bir kısmının
altındadır) ve binanın aşağı, iç ve dış kısmında bulunan mimâri elemanlar Türk devrine
74 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
ait olup bilhassa yukarı kısımlarda görülen tamirata mütaakiben uğramış olmasına
rağmen isbat eder.
Osman Nuri Bey tarafından kaydedilen ve Balkapanı Hanı’nın Fatih Sultan Mehmed
tarafından Ayasofya Camii’ne vakfolarak tahsis edilmiş olduğunu hatırlatıp (ki bundan
binanın 1453 fethinden önce mevcûd olması ihtimali istidlâl edilebilir) bir belgede
binanın Bizans menşeyni teyit eder. Bahis mevzu bina eski Venedik mahallesinin
hududları içinde bulunduğu gibi mahallenin en eski kilisesi olup Venedikli tüccârların
ölçü ve ayarlarının muhafaza edildiği S. Akindino Kilisesi’nin yerinde Rüstem Paşa
Camii’ne yakındır. Mamafih bu esaslar üzerinde müsbet bir neticeye ulaşmanın
güçlüğünü teslim ederiz. Buna mukabil galip ihtimale göre Venedikliler tarafından
işgal edilmiş olan Balkapanı Hanı’nın Balyos’a tahsis edilebilmiş olup Bizans’daki
Venedik mümessiline işgal ettiği daireyi tasvir ettiğini belirtmemize müsâde buyrulsun.
Balkapanı Hanı iki katlı muazzam müstatil bir bina olarak karşımıza çıkıyor.
Kemerlerle çevrilmiş olup eski tipte bir kantarın bulunduğu bir iç avlusu vardır.
Binanın altının her iki yanına kubbeli geniş bir mahzen uzanıyor. Daha ziyade yakın
bir devirde doldurulmuş görülen temellerin kalıntıları binanın dış yanında görülüyor.
Bina Balyos ile kalabalık maiyetinin dairesi veya muhtelif tefsirlere uğrayan
fakat bilhassa tacirlerin mallarının depo ve satış yerleri olarak kullandıkları kemerli,
mukavvim ve geniş yapılar manasına geldiği birçokları tarafından iddia edilen
“Emboli” denilen bazı pazar yerlerini ihtiva eden Venedik mahallesi merkezlerinden
bir olabilirdi. Hâlen birçok sahibleri bulunan bina müteaddit dükkân depo ve evleri
muhtevidir. Bodrum ise zeytinyağı deposu hâlinde getirilmiştir. Heyet-i umûmiyesi
kalabalık sefinesi ile gayet hareketli oluyor. Binanın etrafını, dükkânlar bulunan dar
sokaklar sarmaktadır. Binanın cephesindeki asma dalları mütemadi harekete sahne
olan sokağın üzerinde yeşil bir tâk teşkil eder.”56
Aynı eserin diğer bir yerinde bina ve Venedik sefareti hakkında da şu malumat
verilmektedir: “General de Beli’ye, İstanbul’un Fener semtinde bulunan Bizans
uslûbundaki evlerden bahsederken bu evlerden Karabaş Caddesi’nde birbirine bitişik
olan ikisinin birçok ayrıntılarını desen ve fotoğraflarla belirtmektedir. Bu iki ev, o
zamanki sahibi bulunan Fenerli bir Rum’un verdiği bilgiye göre Venedik Balyos’u ile
Venedik Cumhuriyeti Elçiliği tarafından işgâl edilmiştir. Elçilik her iki evi o zaman işgal
eden ailenin ecdadına bilinmeyen bir tarihte satmış olsa gerektir. Aynı yazara göre bu
evler XV. yüzyılın sonlarında inşa ve Bizans’ın fethinden hemen sonra Venedik Elçiliği
tarafından işgal olunmuştur. Aynı tarihte Venedik tebâsı da Fener’e iltica ederek 1634’e
kadar orada kalmış ve İstanbul’daki kiliselerinin sonuncusu olan St. Maria Kilisesi’nin
Cami’ye çevrilmesini müteakip Fener’i terk ve kendilerine Galata’da bir melce temin
etmeye mecbur olmuşlardır. Fakat Venedik Balyosu, bazı yazılarını Beyoğlu’ndan
gönderilmesinden anlaşıldığına göre o tarihten sonra Fener’de kalmamış olsa gerekir.”
Bu bilgiler General de Beli tarafından verilmiştir. Mezkûr evlerin Venedik
Cumhuriyet Elçiliğince işgal edildiğini mütedâir kayıt Türk yazar Celal Esad (Erseven),
56 Tommaso Bertelé, İl Palazzo degli Ambasciatori di Venezia a Constantinapoli e le su antiche memorie, s.
24-26, 328 (Bu eser Türkçeye tercüme edilmiştir. Bkn. Tommaso Bertelé, Venedik ve Konstantiniye (Tarihte
Osmanlı- Venedik İlişkileri), trc. Mahmut Şakiroğlu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2012 (Y.N)
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 75
Charles Diehl ve sâir yazarlar tarafından (galip ihtimale göre General De Beliye’nin
yukarıda bahsi geçen eserinden) iktibas olunmuştur.57
8. Funduklar
Eski ve yeni Arap dillerinde han ve otel manalarında kullanılan Funduk tabirinin
folklorumuzda da izlerini hâlâ bulmaktayız.58
Arap memleketlerinde hatta Anadolu Selçukluları’nda Venedikli tâcirlerin içinde
ticaret yaptıkları hanlara “Funduk” dedikleri görülmektedir. Bu mevzu hanlar ve
kervansarayları incelemiş olan Prof. Dr. Osman Turan, I. Keykavus’un Sivas’da
yaptırdığı Darüşşifâ’nın 618 (1221) tarihli vakfiyesinde orada bulunan Emiri
İmadüddin Ayaz’a ait bir funduk bulunduğunu ve funduk’un içinde bir de cami
mevcût olduğunu yazar. Yine bu şehirde ticaret kasdı ile bulunan yabancı tâcirler
arasında Ceneviz kolonisinin uzun zaman kiralayıp oturdukları da bir de kiliselerinin
bulunduğunu sözlerine ilave eder.
Funduk, Osmanlı Türkleri’nde bilhassa İstanbul’daki hanlar arasında karşılığı
Balyos Han’dır. Tafsilâtını bu bahiste göreceksiniz.
9. Çarşı Hanlar
Bu çeşit hanlar daha çok Kapalıçarşı etrafında toplanmıştır. Bu çarşıda yapılıp
işlenmeyen bir kısım eşya, buralarda seri hâlinde yapılmakta ve toptan satılmakta idi.
Kapıları Büyük Çarşı’ya açılan hanların sayısı 18’dir.
1310 (1894)’da İstanbul’da vuku bulan zelzelerde çarşının büyük bir kısmıyla adı
geçen hanlar da yıkılmıştır. Tek kattan ibaret olan çarşı dükkânları bir iki sene tamir ve
ihyâ edildiği hâlde müteaddit katları ve her katta birçok odalar bulunan bu hanlar kat
mülkiyetine tabi olduklarından çarşı ile beraber ihyasına imkân bulunamamıştı.
Gerek çarşı içinde bulunan bu 18 han, gerekse çarşının etrafında bulunan benzer
hanların tamir edilmediğini gören servet sahipleri, asırlardan beri çarşı içinde ve etrafında
kurulmuş olan ticaret merkezini yavaş yavaş Mahmutpaşa Yokuşu’nun alt başından
57 Türkçeye de tercüme olunan bu eserde bu yer hakkında bilgi bulunmamaktadır. Bkn. Charles Diehl, Bizans
İmparatorluğu Tarihi, haz. A. Gökçe Bozkurt, İlgi Yayınları, İstanbul 2006 (Y.N)
58 Fındık altını, fındıkçı bu kabil tabirlerindendir. Fatih devrinden beri memleketlerimizde pek revaçta olan fındık
altınları Venedikten gelirdi. Bu altın Tanzimat’tan sonra şekli ve kıt’ası tesbit edilen Osmanlı lirasının yarısı kadardı. Eskiden Kâğıthane gibi semtlerde bu küçük altın kayıkta giderken maharetle kadınları yaşmakları içine
atabilmek erkekler için maharet sayılırmış. Bu muameleye maruz kalan kadınlara folklorumuzda fındıkçı denilir.
Birçok dillerde V,F,B harflerine tebedül eder. Meselâ bizim Benedik diye söylediğimiz bir kelime başka dilde
Banedik veya Fenedik şekilerinde de okunabiliyor. Daha sonra bu okunuşlar Bunduk, Funduk ve Fındık şekillerini de alıyor. Araplar Venediklilerden aldıkları tüfeklere Bundukiye demişler. Mısır’da ve Suriye’de hüküm
süren Memluk devletinde “bunduktar” adını taşıyan ve Osmanlılardaki “silahtar” adını taşıyan bir memuriyet
de bulunmaktadır. Bundan dolayıdır ki dilimize Venedik Taciri diye tercüme olunan Shakesperare’in eserini
Araplar, ”El Tücar’ül-Bundakiye” şeklinde dillerine çevirmişlerdir.
76 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Sultanhamamı’na kaydırarak oralarda müteaddidin yeni hanlar yaptırmağa başlamışlardır.
Esasen 1269 (1852)’da Eminönü-Karaköy arasındaki köprünün kurulması ve bu
tarihten iki sene evvel kurulan Şirket-i Hayriye vapurlarının Eminönü’ne yanaşmaları
o civarı kalabalık bir halk uğrağı hâline getirmiş ve bu yüzden çeşitli hanlar ve büyük
mağazalar açılarak Kapalıçarşı ve etrafındaki hanlar büsbütün ehemmiyetten düşmeye
başlamıştır.59
Bu türlü yeni hanların en göze çarpanı 1904 tarihinde Gazi Ahmet Muhtar Paşa
tarafından yaptırılan ve ceddi adına nispet edilen Katırcıoğlu Çarşısı’dır. Filhakika bu
çarşının, daha doğrusu hanın her odası bir toptan eşya satar mağaza hâline gelmiş ve
son sahipleri etrafındaki binaları da alıp buna kalp ve ilave etmiş olmalarıyla burası
tam bir çarşı hanı olmuştur. Hatta bu çarşının içinde eski hanlarda olduğu gibi, bir de
cami yaptırmıştır.
10. İş Hanları
Hanlar arasında en son ortaya çıkarılan tiptir. Bu hanların evvelkilerden farkı çok
olmamakla beraber onlardan daha konforlu, kaloriferli ve asansörlü olmaları başlıca
ayırıcı vasıflarındandır.
Başka bir vasfı da ortalarda üstü açık avlu bulunmaması ve han binasının, aydınlık
yerleri hariç, arsanın bütün sahasını kaplamış olmasıdır. Bunların da sokak tarafında
dükkânlar bulunmaktadır. İş hanlarında perakende ve toptan alışveriş yapan tacirlerden
ziyâde komisyoncular, acentalar, avukatlar, anonim şirketler, bankalar, resmi dâireler
yer almaktadır.
Bu tip hanları 1908 Meşrutiyet inkılâbından sonra Vakıflar İdaresi benimseyerek
“Vakıf Han” adı altında bir seri han inşa ettirmiş ve en son İstanbul’da Yeni Cami’de
Haseki Hamamı yerine yaptırmış olduğu hana “Vakıf İş Hanı“ adını vermekle de bu adı
tamamıyla kabul etmiş demektir.
Vakıflar İdaresi İstanbul’dan başka şehirlerde de sahip olduğu arsalar üzerine
müteaddit hanlar yaptırarak memleketin imârına ve toptan kalkınmasına bu suretle de
hizmet etmeye başlamıştır.
59 Haliç köprüleri İstanbul tarihinde yer alan önemli bir mevzudur. Bununla beraber bu mevzu hakkında şimdiye kadar esaslı ve derli toplu bir çalışma yapılmamıştır. Fatih’in İstanbul’u muhasıra sırasında Azapkapı’dan
Unkapanı’na muvakkat bir köprü yapmış olduğundan o zamanki tarihçiler haber vermektedirler. 1254 (1839)’te
yine burada yapılan köprüyü Lütfi Tarihi kaydetmektedir. Bu acizde, bu köprünün ele geçen bir resmini ekleyerek Belediye Mecmuası’nda 52 sayılı nüshasında kısa bir yazı yazmış ve edinebildiğim malumatı ilk defa
orada toplamıştım. Aynı mevzuyu Akşam gazetesinin 7383 numaralı ve 11.15.17.25.28 Mayıs 1939 tarihli
nüshalarında İstanbul Belediyesi Köprüler Baş Mühendisi Galip Alnar’ın makaleleri takip etmiştir. Köprülerin
inşası hakkında yabancı inşaat şirketleri ile yapılan mukavelerin suretleri de Mecelle-i Umur-ı Belediye’nin III.
cildinde bulunmaktadır. Bu mevzu en son Hayat mecmuası 52. sayılı nüshasında ele alınmış ve Boğaziçi’nde
yapılacak Asma Köprü dolayısıyla Bizanslılar zamanından beri İstanbul köprüleri hakkındaki teşebbüslerden
bahsetmiştir.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 77
Hasan Paşa Hanı
11. Esir Pazarları ve Esir Hanları
İstanbul’un alım satım işlerine tahsis olunan hanlardan bahsederken tıpkı ticaret
eşyası ve hayvan gibi alınıp satılmakta olan esirlerden ve onların içinde barındıkları
hanlardan bahsetmeyi de lüzumlu gördüm. Evliya Çelebi, esir pazarının XVIII. asırda
hallaçlar içinde 80 odalı Piri Paşa Hanı’nda bulunduğunu ve bu hanı yaptıranın IV.
Murad vezirlerinden Bayram Paşa olduğunu yazar. Ve “cümle esirler burada bey
olunur. Miri pencikhanesi vardır” der.60
Piri Paşa (öl. 1533) Yavuz ve Kanuni devri vezirlerindendir. Mezkur han, Bayram
Paşa’ya (ölümü 1638) sonradan intikal etmiş olacak. Bayram Paşa, hana daha iyi bir şekil
vermiş olabilir. İstanbul’da sık sık çıkan yangınlar mahalle ve semtler arasındaki hanlar da
yakıp yıktığı için bugün Hallaçlar Çarşısı’nın veya semtinin tabiîdir ki Piri Paşa Hanı’nın
nerede olduğunu kesin olarak bilemiyoruz. Fakat Tanzimat sırasında Esir Pazarı’nın Büyük
Çarşı yakınında ve Çemberlitaş ile Çarşıkapı arasında Balıkpazarı’nda olduğunu biliyoruz.61
Eremya Çelebi Kömürcüyan’ın İstanbul Tarihi’nde Aubrey De La Mottra’ye atfen
Esir Pazarı hakkında şu malumata rastlanmaktadır:
“Esir pazarı adı küçük odalarla çevrilmiş, geniş bir meydandır. Kadın esirler odalarda
bulundurulup, erkekler ise meydanda teşhir edilirler. Esir satın almak isteyenler
meydana gelerek beğendiklerini seçerler ve pazarlığa girişirlerdi. Esir tacirleri sevimli
ve güzel kadınları pazara çıkarmayıp husûsi muhafaza ederler ve onlara hanendelik ve
rakkaselikten başka erkeklerin hoşuna gidecek şeyler de öğretirlerdi.” 62
Bu türlü güzel cariyeleri ve yakışıklı erkekleri daha ziyade Hristiyan tacirlerin
satın aldıkları ve bu yüzden bazı hadiselerin çıktığı görülerek III. Mustafa zamanında
gayrımüslimlerin esir satın almaları men edilmiştir.
60 Evliya Çelebi, a.g.e., c.1, s.324
61 Lütfî Tarihi, c.8, s.133
62 Eremya Çelebi, İstanbul Tarihi, s.314-315
78 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Harplerde esir edilen kimseler bu pazarlara getirilip satılır ve herkes arzusuna ve
zevkine göre istediği kadını ve erkeği para ile alabilirdi. Padişahlara, sultanlara ve
vezirlere hediye olarak takdim olunan kızlar, pazardan tedarik olunduğu gibi kendisine
eş, evine hizmetçi veya evlatlık almak isteyenler de bu pazara baş vururlardı.63
Esirci esnafının diğer esnafları gibi yoncası, şeyhi ve kahyası bu pazarda bulunur,
satacakları esirlerle köleleri, tabiî kadın ve erkek ayrı olarak binalarda iskân ve iâşe
edilirlerdi. Pazardan birisini almak isteyen onun mahrem yerlerine kadar her tarafını
gözü ile görürdü. Kadını görmeden evlenilen bir devirde bir kısım erkekler için bu usûl
çok yerinde idi. Alıcı aynı zamanda esirin veya kölenin bilinmeyen başka bir kusuru
olup olmadığını da sorup soruşturup anlayabilirdi. Bu suretle elde edilen köleler, iyice
terbiye edildikten, kendilerine okuma, yazma ve musiki gibi bilgiler öğretildikten sonra
padişahlara, vezirlere ve zenginlere büyük bir para mukabilinde satılırdı. Bunların
padişah ve vezir kadınlıklarına kadar çıktıkları ve hürriyete kavuşarak meşhur bir eş
oldukları bilinmektdir. Birçok Osmanlı padişahlarının ve kibar aile çocuklarının bu
türlü analardan doğduklarını da biliyoruz.
İstanbul’da adı geçen hanlardan başka, yalnız köle ve câriye besleyen ve yetiştiren
evler ve bu türlü evlerden teşekkül eden mahalleler de vardır. Tophane’de Kılıç Ali
Paşa yakınındaki Karabaş Mahallesi bunlardan biridir. Karabaş veya Karavaş Türkçe’de
esir, köle ve cariye manasına geldiğine göre bu mahallenin neden böyle bir ad almış
olduğunu fazlaca izaha lüzum kalmaz.64
Esir pazarında birkaç çeşit esir alınıp satılırdı. Harplerde alınan esirlerden başka
anaları, babaları tarafından satılanlar yahut tacirler tarafından yerlerinden yurtlarından
ayrılıp veyahut kaçırılıp getirilenler de vardır. Esirler aynı zamanda beyaz ve zenci
diye ikiye ayrılırdı. Beyazlar Kafkasya’dan ve Gürcistan’dan, zenciler ise Sudan’dan ve
Habeşistan’dan getirilirdi.
Harpler eski şiddet ve kuvvetini kaybettikten ve zaferi mağlubiyetler takip ettikten
sonra birinci sınıf esirler azalmış, yerlerini ikinci sınıf beyaz ve siyah esirler almıştır. Her
millet ve her din insanlığın başlangıcından beri esirleri alıp satmayı kabul ve tatbik etmiş
olduğundan ilk zamanlarda umûmi efkâr bu işi pek o kadar insanlığa aykırı görmemişse
de Tanzimat’tan sonra ana babanın çocuğunu satması, yahut kavimlerin çocuklarını
avlanarak getirilip pazarlarda satılması hoş görülmemeye başlamış ve Avrupalılar
tarafından milletlerarası bir anlaşma yapılarak bî-cihet Osmanlı hükûmeti tarafından
çıkarılan bir fermanla kabul edilmiştir. Tanzimat Fermanı’nı ilân eden ve tebası arasında
bir dereceye kadar müsavati kabul eden Abdülmecid’in bu babdaki 1847 (1263) tarihli
hatt-ı hümayununu Lütfi Tarihi’nin 8. cildinin 133. sahifesinde görülmektedir.
63 Eremya Çelebi, a.g.e., s.314
64 Memleketimizde esir alım satımı hakkındaki bu izahatı İngilizlerin 18. asrın yarısına kadar devam ettirdiklerini, hür
nikahlı karılarının boynuna bir meşin tasma takarak götürüp hayvan pazarlarında nasıl sattıklarını karşılaştırarak
şark ile garp yahut İslamiyetle Hristiyanlığın bu husuta tatik ettikleri muameleden hangisinin daha insani olduğunu
anlamak isteyenlere Türkiye Maarif Tarihi adlı eserimin V. cildinin 1568-1571 sayfalarını gözden geçirebilir. Burada
yalnız şu kadarını haber vereyim ki hayvan pazarlarında satılan bir kadının şeref hassasiyetini korumak için yalnız
boynuna takılacak tasmanın eski olmayıp yep yeni bulunması ve satış bedelinin 10 şilingten aşağı olmaması şarttır.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 79
12. Avrat Pazarı
İstanbul’un Cerrahpaşa semtinde bulunmaktadır. Evlatlık, kadın veya hizmetçi
olarak alınıp da sonraları geçinilememiş olmaktan veyahut başka sebeplerden dolayı
bulundukları yerleri terk eden kadınlar bu pazara getirilip satılırdı. Bu tarzda kadınlara
“Halayık“ denilir ve bunların alınıp satımında hükûmet bir vergi alırdı. Bu pazar, şimdiki
müstahdemin idaresi veya iş bulma kurumu gibi bir mana ve bir husûsiyet taşır.65
65 İstanbul’un Cerrahpaşa semtinde bulunan bu pazarda, esir kadınların alınıp satıldığından ziyade, buranın bu
ismi almış olmasının nedeni pazarda “Osmanlı döneminde, özellikle XIX. yüzyıl sonlarında rağbette olan avrat
pazarları, ev kadınlarının haftalık ihtiyaçlarını karşıladıkları bugünün semt pazarlarına benzer alışveriş yerleridir. Çevre yerleşim merkezlerinden gelen kadınların getirdikleri sebze, meyve ve hayvancılık ürünleri ile
kendi yaptıkları el işlerinin satıldığı bu pazarların benzerlerini hâlen Anadolu’nun bazı bölgelerinde görmek
mümkündür. Bunlar genellikle küçük ilçelerde, köylerden gelen kadınların kurdukları pazarlardır ve alıcıları
da kadınlardır. Tarlalarda daha çok kadınların çalıştığı Doğu Karadeniz bölgesinde bu pazarları nâdir olarak
erkeklerin kurdukları da görülmektedir (Akçaabat Salı Pazarı gibi]. Osmanlı avrat pazarlarının en ünlüsü, Cerrahpaşa’daki Kocamustafapaşa Caddesi’nin Yağhane ile birleştiği yerde kurulan avrat pazarıdır. Kaynaklardan,
bu pazarın ilk defa Kanunî’nin zevcesi Haseki Hürrem Sultan’in (ö. 1558) desteğiyle, kendisine ait olan Haseki Dârüşşifa ve İmareti›nin yakınında, Roma devrine ait Arcadius sütununun önündeki Forum Arcadii’nin
yerinde kurulduğu öğrenilmektedir. XIX. yüzyılın sonlarında Haseki Avratpazarı’nda, Şehzadebaşı’ndaki
Direklerarası’ndan daha küçük bir direkli çarşının mevcut olduğu ve 1905 yılında direklerle çatının kaldırılarak
dükkânların değişik bir şekle sokulduğu bilinmektedir.” Özkan Ertuğrul, “Avrat Pazarı”, DİA, c.4, s.125 (Y.N)
80 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 81
IV.İMARETTEN KERVANSARAYLAR
1. Kervansarayların Tarifi ve Çeşitleri
Develer, atlar ve katırlarla yük taşıyan, yolcuların konup göçtükleri büyük binalara
kervansaray denilir.66 Kervanların toplanış ve yürüyüşleri kayda değer bir husûsiyet
teşkil eder. Ekseriya 7’şer deveden katarlar teşkil edilir. Kervan idare eden kimse bir
eşek üzerinde önde gider ve katırı harekete geçirir. Bu usûlle kervan, eşeğin yürüyüşüne
uydurarak bütün develeri aynı tempo ile ağır yürütmek için tatbik edilir.
Bir kervan günde 7 saatten fazla yürütülmez. Kervancılar aceleye gelmez
kimselerdir. Meslekleri hayli meşekkatli ve yorucudur. Bunlardan her birinin çok kere
10-12 hayvana baktıkları olur. Hatta 40 develik bir kervanın ancak 3 kişi tarafından
sevk ve idare edildiği de vâkidir. Bunların vazifeleri menzile gelinde bütün yükleri
indirip hayvanlara bakmak ve yemlerini vermektir. Ancak bu işi bitirdikten sonradır ki
kendi karınlarını doyururlar.
Kervanın hareket işareti kus çalınmak suretiyle verilir.67 Günde 7 saat yürüyen
kervan geçtiği yolda bir şehir veya kasabaya rastlarsa oradaki kervansara iner. Şayet
orada böyle bir mekân yoksa kasaba dışındaki açıklığa konar. Üzerinden eşyalar
indirilip hayvanlar serbest bırakılır, kendileri de yükleri 4 duvardan ibaret ve üstü açık
ev şeklinde üst üste koyarak içine girip yatarlar.
1835-1839 tarihinde Osmanlı hükûmeti hizmetinde bulunan ve Mısır Valisi
Mehmed Ali Paşa isyanında Osmanlı ordusunda erkan-ı harbiye reisliğini yapmış olan
Prusyalı Moltke 150 sene evvel Anadolu’da görmüş olduğu bir kervan evini şöyle
anlatır: “Gece konaklanacağı vakit hayvanların sırtlarından yükleri alınır. Kale gibi
dört köşeli bir siper yapılır, herkes bu murabbanın içine girerek yatağını serer uyur.
Develeri başı boş bırakırlar, onlar ot bulup otlarlar, su içerler. Beygirleri ise kazıklara
çıkarırlar.”68
Bu usûl bugün bile Anadolu’da tatbik edilmektedir.69
66 Kervan kelimesinin aslı Karıban’dır. Kar: iş ve mal, ban ise bekçi ve koruyucu demek olduğuna göre karıban ve
kısaltılmış şekli olan kervan, işi ve malı koruyan manasına gelir. Istılah olarak da soygunculara ve eşkiyâya karşı
kendilerini hayvanlarını ve mallarını korumak ve müdafa etmek için toplu olarak yola çıkılan kafileye denilir.
67 Kus harp meydanlarında galibiyeti ilan için çalınan büyük davula denilir. Kelime Farsça’dır. Biz Türkler bu
kelimeyi “kös” diye telafuz ederiz. Folklorumuzda “kös dinlenmiş” tabiri sıkça kullanılmaktadır.
68 Moltke, “Türkiye Hatıraları”, Resimli Tarih Mecmuası, 1952
69 Yüklerden yapılan üstü açık eve Türkler Barhane yani yükden ev yahut yük evi derler. Kırda konaklamayıp da
kervansaraya inildiği zaman yine yükler kervansaray avlusunda ayrı ayrı yerlerde barhane şeklinde istif edilip
onların muhafazası için barhanede bir kaç deveci yatırılır ve sabahleyin hareket edilirken de bir kervan yükü
ötekine karıştırılmayarak rahatça ve kolayca hayvanlara yükletilir. Barhane’nin ortasından yahut da bunları
köşesinden açık kapı gibi bir yer bırakılır. Kapının biraz ilersinde veya tam karşısında sabaha kadar sönmemek
üzere ateş yakılır bu ateşle hem ısınılır, hem yemek pişirilir ve hem de ortalık aydınlatılarak kervanların korunmasına yardım edilmiş olunurdu. Barhane tabiri folklorumuza da girmiştir. Harap ve çatısı çökmüş evlerin
viranlığını ifade etmek için “ev değil barhanedir” denilmesi evin tıpkı barhane gibi çatısı çökmüş, evin içinden
yıldızlar görünür bir hâle gelmiş olmasından kinayedir.
82 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Sultanahmet Kervansarayı’ndan Kalanlar
2. Kervanpazarı
Türkiye’de muntazam şoseler, köprüler ve şimendiferler yapılmadan önce, bilhassa
sahilde bulunmayan şehir ve kasabalar münakalesizlik ve asayişsizlik yüzünden
âdeta her tarafla alakasını kesmiş, kabuğu içine çekilmiş bir hâlde bulunuyorlardı.
Bu türlü şehir ve kasabaların en mühim ve en lüzumlu ihtiyaçlarını nereden ve nasıl
tedarik ettikleri güç bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Hemen söyleyelim ki
atalarımız buna da çare bulmuşlardır. Yüzlerce tüccar bunu kendilerine iş ve meslek
ittihaz ederek her çeşit, giyim, kuşam, ev eşyası, ticaret emtiâsı, kuru meyve hülâsa
iğneden ipliğe kadar bir şehir halkının nelere ihtiyacı varsa onları takdir ve tesbit
ederek, başka yerlerden toplayıp kervanlarla bu kasabalara götürürler ve oralarda
muayyen müddetle pazarlar kurarak satarlardı. Rumeli halkı buna kervanpazarı veya
sadece kervan adını verirlerdi.
Bu usûl, tarihinin kaydettiği Asya ile Avrupa arasındaki İpek ve Baharat yolları ile
yapılan ticaretin memleket içinde birer küçük örneğidir. Böyle bir kervan herhangi
bir şehir veya kasabada işini bitirdikten sonra kalkar başka bir şehre veya kasabaya
giderdi. Folklorumuzda kervanların şehirden şehire gittiklerini anlatan ve hâlâ yaşayan
bir tabir vardır:
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 83
Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye70
tarihlerimiz bu türlü ticari ve iktisadi işlere eserlerinde, mâlesef yer vermediklerinden
70 Kervancı başının bindiği eşeğin harekete geçmesi ile bütün kervan da yürümeye başlar. Bunu kervanı takip
ederken arz etmiştim, Fakat bir atalar sözü çok kere,
Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye
şeklinde söylenir ki bu iki cihetten yanlıştır. Evvela birinci şekil mevzundur. İkincisinde Bor’un yerine Bolu’nun
getirilmesi ile vezinsiz olmuştur. İkinci olarak, Bor Niğde’ye 9 kilometre mesafededir. Aralarında durulacak
başka kasaba yoktur. Bor’dan kalkan bir kervan o gün içinde ancak Niğde’ye varabilir. Bolu ise Niğde’ye bir
kaç yüz kilometre uzaktır. Ve aralarında birçok kasabalar vardır. Binanaleyh Niğde’den kalkan bir kervan
elbette ki ilkin Bolu’ya değil, Bor’a varır. Şu hâlde bu atalar sözünün doğru şekli birincisi olmak lazım gelir.
Bu vesile ile arz edeyim ki yollar ve kasabalarla ilgili bir kaç atalar sözümüz daha vardır ki onların da yanlış
söylenmekte olduğu görülmektedir. Onlardan da iki tanesini izah edeyim:
Ana gibi yar olmaz, Bağdad gibi diyar olmaz
Ana ile Bağdad’ın ne münasebeti olabilir, diye düşünülebilir. Bundan dolayıdır ki bu cihet izaha değer bir
mevzudur. Buradaki ana bildiğimiz bizi doğuran muhterem kadın değildir. Bağdad kervan yolu üzerinde Fırat
kenarında Ebu Kemal’den, sonra Vehit‘ten önce uğranılan kasabanın adıdır. Fırat nehri, Ebu Kemal’den sonra
Ana’ya gelirken garpten şarka doğru bir kavis yapar, sonra cenuba dönerek Bağdad tarafına akar gider. Bu
kasaba hakkında İslam-Türk Ansiklopedisi’nde Ömer Rıza Doğrul’un şöyle bir yazısı görülmektedir: “Fırat nehrinin sağ kıyısında şarka doğru kıvrılan bir kavis üzerindedir. Manzarası son derecede de zariftir. Kasaba şehir
ile kayalık tepeler arasındaki dar şerit bir tek cadde hâlinde uzanan kasabayı teşkil eder. Evler arasında meyve
bahçeleri göze çarpar ve bu da şehre ayrı bir güzellik verir. Ana’nın şimaldeki zeytin ağaçları yetişen mıntıka
ile cenuptaki hurma mıntıka arası bir serhat teşkil eder. Ana’nın bilhassa hurmaları ile meşhur olduğunu Arap
tarihçileri yazar. Şehrin üzerinde bulunduğu nehir içinde birçok verimli adalar vardır. Şark tarafındaki sonunda da eski bir kalenin harabesi görülür” Ömer Rıza Doğrul, “Ana”, İslam-Türk Ansiklopedisi, c.1 s.455-456,
İstanbul 1941,
Bu izahlardan sonra atalar sözünün doğrusunu bulabiliriz. İskenderun’dan Halep yolu ile yahut Mardin ile
Urfa’dan Fırat’ı takip edip susuz, ağaçsız çöllerden geçerek Ana’ya gelen bir yolcu buradaki bağları ve bahçeleri görerek derin bir oh çekip,
-Ana gibi yer olmaz, demiş. Ve Ana’dan kalkıp nehri takip ederek Bağdad’a geldiği zaman da bu şehirdeki
umranı ve azameti görünce de,
-Bağdad gibi diyar olmaz, demiş. Böylece iki şehrin güzelliği, mamurluğu arasında bir kıyas yaparak Bağdad
şehrini Ana kasabasına tercih etmiştir.
Yine bu türlü şehirlere ait sözlerden birisi de Halep şehri hakkında kullanılır. Güya birisi ben Halep’te 10 arın
yer atladım, demiş. Dinleyenler taacüp ederek,
-Halep orda ise arşın burdadır, atla da görelim, demiş ve bu sözde ondan çıkmıştır.
Bu sözde geçen Halep şehri değildir. Halep’e yakın cenup vilayetlerimizde arşından başka basma alım satımında kullanılan bir ölçüdür. Nitekim yine arşından başka kadife alım satımında kullanılan bir endaze ölçümüz
olduğu gibi. Şu hâlde bu sözün aslı ve doğrusu şu şekildedir:
-Halebe orada ise arşın buradadır, atla da görelim. 10 arşın mı yoksa 10 halebi mi atlamışsın görelim.
Bu söz de böylece iki türlü kullanılmağa başlamıştır. Bu türlü tabirlerin bu eserde izahını lüzumsuz görenler
bulunabilir. Ben o fikirde değilim. Bu tabir evvelce başkası tarafından izah edilmiş olsaydı, bu zahmete girişmezdim. Yukarıya nakik ettiğim “Ana” hakkındaki ansiklopedi maddesinde elbette Türklerin de burası hakkında şöyle bir atalar sözü bulunduğu kaydedilseydi fena mı olurdu?
Henüz milli bir ansiklopedimiz, bütün atalar sözünü toplayarak şerh ve izahları ile birlikte basılmış esaslı bir
kitabımız yoktur. Yazı yazanlar sırası geldikçe bunlar hakkındaki bilgilerini de yazarlarsa ancak o zaman bu
sözlerin kıymeti daha çok olur kanaatindeyim.
(Osman Nuri Ergin’in vefatından önceki tespit edebildiğim kadarıyla son çalışması “Osmanlıca’da Yanlış
Kelimeler ve İbareler” adlı eserdir. Eser, Osmanlıca el yazısı iki not defterlerine harf sırasına göre tertip
edilmiştir. Bu eser, Osman Nuri Ergin’in torunu Sayın Osman Murat Akan Bey’in şahsi kütüphanesinde
bulunmaktadır. Y.N)
84 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
bu hususta memleket çapında malumata mâlik değiliz. Arşivlerin tasnifi bittikten sonra
icabı kadar bilgi edinmiş olacağımızı tahmin ederim.
Kervanın uğradığı şehir ve kasabalar, onların barınması ve tüccarın malını teşhir
edip satması için olan binaları ve alışverişte her türlü kolaylığı gösterirlerdi. Kervanın
gelişi şehirde başka zamanlarda görülmemiş bir canlılık uyandırır, geniş ölçüde alışveriş
olur, esnaf ve tüccar da gelecek seneye kadar kendilerine lüzumlu olan malları alıp
depo ederlerdi.
Emekli Evkaf Müdürlerinden Müftüzade Esad Bey, Serez’de Esnaf ve Mahalle
Teşkilatı adındaki eserinde bu mevzu ele almış ve hayli izahat vermiştir. Geçmişteki
alışveriş hayatımızı, ticaret usûl ve ananelerimini ve bu işlerle uğraşan memurları
bildiren yazısının bazı bölümleri kısaltarak alıyorum:
“Kasabada iki kervansaray vardır. Birine eski kervansaray, ötekine yeni kervansaray
deniliyordu. Eski kervansaray Yorgancılar Çarşısı ile Üzümpazarı arasındaki geniş sahada
bulunuyordu. İçinde 300’den fazla dükkân, mağaza ve baraka vardı. Yeni kervansaray
Gazi Evronos Mahallesi’nde ve eski hükûmet binasının tam karşısında yapılmıştı. Burada
da 400 kadar dükkân ve mağaza vardı. Bu, eskisine nisbetle daha muntazam ve daha
kullanışlı idi. Kervansaraylar senede bir ay açık ve on bir ay kapalı durur ve bekçilerin
muhafazası altında bulunurdu. Bu 11 ay içinde burada hiç tüccar eşyası bırakılmazdı.
Her sene Şubat’ın 5. günü kervan büyük bir merasimle açılırdı. Kahyâbaşı, esnaf
mütevellileri, esnaf ustaları, kapı ağası, tomruk ağası, memleket bacdarı, çeşni giri,
kantar ağası ve bunlardan başka memleketin ülemâ ve eşrafından birçokları kervansaray
kapısının önüne toplanırlardı. En son memleketin kaymakamı, müftüsü ve kadısı
gelirler ve karşılanırlardı. Kervan’da dükkân ve mağazaları bulunan tacirler kapının
bir tarafında toplu olarak dururlar, içlerinden ayrılan bir heyet davetlileri karşılar,
müşterilere yer gösterirdi. Kapı ağası ile maiyeti de intizamı temin ederdi. Kaymakam,
müftü ve kadı gelir gelmez kayhâbaşı hazırlamış olan yüksek yere resmi kıyafetiyle
yani büyük kavuğu ve kahyâbaşılık kürkü ile asasına dayanarak, kollarına iki mütevelli
geçtiği hâlde, kapının önüne çıkar, kervan tacirlerine, memleket halkına ve esnafina
şu yolda öğütler verirdi: “Esnaf kardeşler, hoş geldiniz sefalar getirdiniz. Sizi aramızda
gördük sevindik. Güle güle gitmek memleketinizde çoluk ve çocuğunuza da kavuşmak
nasip olsun inşallah. Sizden dileklerimiz ve size söyleyeceklerimiz var. Sözlerimi can
kulağı ile dinleyiniz. Değerinden artık akçe ile mal satmayınız. Ekmeğini yiyeceğiniz,
parasını çıkardığınız malların, ayıbını, lekesini, yırtığını, çürüğünü ve başka kusurlarını
pazarlık kesilmeden önce müşteriye gösteriniz ve söyleyiniz. Güzel endazeleyiniz.
Doğru ve dürüst tartınız. Her türlü hileden, dekden sakınınız. Para alırken ve verirken
iyi sayınız. Mangallarınızı iyi yakınız ve iyi bakınız, akşamları dükkânlarınızı iyi
kilitleyin. Odalarınıza iyi mükâyyet olunuz.
Kervansaray içinde 12 gece bekçisi vardır. Bunların yarısı gündüzleri bekçi odasında
bulunacaklardır. Siz de içinizden iki bekçi seçiniz, kervansarayı beraber beklesinler ve
korusunlar. Bekçilerinizden bir şikâyetiniz olursa veya bir iğneniz kaybolursa veya size
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 85
çatan, yan bakan veya dükkânınız önünde münasebetsizlik eden müşterilerinize sırnaşıklık
ve sarkıntılık yapan bulunursa derhâl bekçi başıya haber salınız, faidesini görmezseniz,
hemen bana baş vurunuz. İçinizden bu söylediklerime aykırı hareket eden olursa,
ibadullahın zararına giden görülürse ve işitilirse dükkânı kapatılarak derhâl memleketten
kovulacağına hiç şüpheniz olmasın, dedikten sonra hepsi için hayırlı işler, bereketli
alışverişler temmenni eder ve bunu müteakib esnaf duacısı beliğ bir dua okurdu. Dua
biter bitmez kervansarayın anahtarlarını elinde tutan kahyâbaşı bu anahtarları memleketin
müftü ve reis’ül-ulemâsına verir, o da ve emsâl sözleri okuya okuya anahtarı çevirir. Bu
sırada tüccarın hediye ettiği kurbanlar kesilir. Büyük kapının kanatları açılınca ilk önce
kaymakam, müftü, kadı ve kahyâbaşı girer, onların arakasından tacirler dahil olarak derhâl
dükkânlarına geçerler ve bütün davetliler önlerinde kahyâbaşı olduğu hâlde dükkânların
önlerinden geçerek hayırlı temennilerde bulunurlardı. Kâhyabaşı herhangi bir dükkândan
ilk alışveriş olmak üzere bir şey alır ve parasını verir. Bu para dükkân sahibi tarafından esnaf
sandığına teberru edilirdi. Tacirler reis’ül-ulemâ’ya bir mushaf-ı şerif hediye ederlerdi ve bu
mushaf memleket kütüphanesine verilirdi. Oradan da cami-i kebirde mihrabın 2 tarafında
küçük rahleler üzerine konarak herkes ister ve okurdu. Açılış töreninde bulunan davetliler
ayrıldıktan sonra kervansarayın bütün kapıları açılır, baş kuleden 21 pare top atılırdı. Bu
saatten sonra alışveriş başlar ve bütün hararetiyle devam ederdi. Memlekette ve köylerde
bütün düğün ve dernekler daima kervanın sonuna bırakılır ve kervandan sonra yapılırdı.
Çünkü çeyiz ve düğün eşyasının başka türlü ve başka zamanlarda tedarikine imkân yoktur.”
Umûmî Bir Kervansarayın Görünüşü
3. Umûmî Kervansaraylar
Bütün hükûmetler kendi ülkelerinde ana yollar üzerinde, bozkırlarda yahut şehir
ve kasabalar içinde han veya kervansaray adları altında büyük binalar yaptırırlardı.
Bu binalardan padişahların yaptırdıklarına Sultan Hanı denilirdi. Bunlardan ayrıca
bahsedilmiştir.
Kervansaraylar çok kere bir murabba veya mustatil şeklinde yapılmış bulunur.
86 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Ortasında “Harem“ (harim) denilen geniş bir avlusu vardır. Bir tarafında tek başına
yolculuk eden kimselerin hayvanları ile birlikte geceleyecek kısımlar bulunur, başka bir
tarafında da yalnız develerin barındıkları develikler görülür. Avlunun üçüncü tarafında
yolcuların tek başına yatmaları için odalar yapılmıştır. Gerek hayvanları ile birlikte
geceyi geçirecekleri, gerekse odalarda barınacakları için kervansaraylarda ısınma
tertibatı da yapılmıştır. Avlunun ötesinde, berisinde varsa akar su bulundurulur, yoksa
açılan kuyulardan bol su temin edilirdi. Avlunun kalan yerine de develerin taşıdıkları
yükler yığılarak kırlarda yapıldığı gibi barhane kurulup içinde yatılır.
Kervansarayların ve Sultan Hanlarının kapıları bir kale kapısı gibi büyük ve
sağlamdır ve muhafaza tertibatına haizdir. Buralara giriş ve çıkış bir kısım usûle ve
merâsime tâbidir. Bunların kapıcıları, odabaşıları ve muhafızları vardır. Fevkâlade bir
hâl zuhurunda içeriden dışarıya veya dışardan içeriye bir kimsenin girmemesi için
büyük kapının kanatları açılmaz. Yalnız kanatlardan birisinde yavru kapı dedikleri
ufak bir pencereden faydalanılır.
Bozkırlardan yapılan kervansarayların içinde dükkânlar ve bir de mescid vardır.
Kapılar kapalı bulunduğu zamanlarda halk zaruri ihtiyaçlarını buralardan temin eder.
Bunların bir yabancı ağzından yapılan bir tavsifini Busbecq’den dinleyelim:
“…Niş’de umumî misafirhanede yahut Türklerin tabir-i vechiyle Kervansaray’da
kaldım. Bu taraflarda en mutat konaklama şekli budur. Kervansaray, genişliğine nispetle
daha ziyade uzun sayılabilecek kocaman bir binadan ibarettir. Oradan eşyalar, develer,
katırlar ve arabalar için açık bir yer vardır. Umûmiyetle tekmil etrafı 3 kadem (yaklaşık
90 cm) kadar yükseklikte bir duvar (seki) ile çevrilmiştir. Burası Türkler için yemek
ve yatak masası vazifesini de görür. Yemeklerini de bunun üzerinde pişirirler. Çünkü
dış duvarlar içinde fasılalarla yapılmış ocaklar da vardır. Duvarın üstündeki bu yer
yolcuların develer, beygirler vs. hayvanlarla paylaşamadıkları yegâne mevkidir. Böyle
olmakla beraber hayvanlar duvarın dibine o suretle bağlanmışlar ki başları ve enseleri
duvarın üstüne çıkar. Bir hizmetkâr gibi orada dururlar. Sahipleri ise ateş yanında
ısınırlar, yemek yerler, aynı zamanda hayvanlar sahiplerinin ellerinden ekmek, yemiş
yahut başka yiyecekler alırlar. Türkler yataklarını da bu duvarın üzerinde yapıyorlar.
İbtida yere bir seccade yayıyorlar, üzerine de bir örtü örtüyorlar, bir eğer yastık hizmetini
görüyor. Kendileri geceleyin topuklarına kadar ve içine kürk kaplanan uzun bir elbiseye
sarılırlar. Bu kervansarayda husûsi bir elbiseye sarılırlar. Gündüz giydikleri de budur.
Bu kervansarayda husûsi veyahut mahrem bir hayat sürmeye imkân yoktur. Her şeyi
alenen yapmak lazımdır. Yalnız gecenin karanlığı bir adam diğerlerinin gözünden
uzak bulundurur. Bu türlü kervansaraylar bana bilhassa bir nefret hissi veriyor. Çünkü
Türkler gözlerini üzerlerimizden ayıramıyorlar. Adetlerimize ve kıyafetlerimize hayretler
ediyorlar. Onun için çok defalar çadırlarda, yahut arabanın içinde uyuyorum.”71
Kervansaraydan memnun olmayan Busbecq, oradan çıkarak aynı şehirdeki bir
hana yerleşmiş ve burasını ne kadar beğendiğini, bir hükümdar sarayı gibi kendisinin
burada misafirler kabul ettiğini hayretle eserine dercetmiştir. Bu babdaki mütalâasını
71 Busbecq, a.g.e.,s.29
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 87
“Han“ bahsinde göreceksiniz.
Kervansaraylarda atlarla sahiplerinin bir arada yattıklarına dair Fransız seyyahı Jean
Baptiste Tavernier’in bir izahını da burada bulundurmak istedim: “Ahırlarda her atın
önüne bir duvar oyuğu (niş) ile içinde küçük bir pencere vardır ki buradan yolcunun
kendi odasından ahıra bakması ve atların görmesi mümkündür. Bu oyuklarda yolcular
ve seyisleri oturur ve burasını mutfak gibi de kullanırlar.“
Umûmî Bir Kervansarayın Görünüşü
Kervasarayın başka bir tarafını da bizim değerli seyyahımız Evliya Çelebi, Makbul
İbrahim Paşa’nın Tatar Pazarcık’ındaki kervansarayını şöyle anlatır: “Derunu şehirde
bir kal’a-ı muazzamdır ki içinde 2.000 deve alır develiği, 3.000 at alır ıstabl-ı anterisi
var. Ehl-i harem âyân ve kibâr için 70-80 hane-i müteadditleri, harem hücreleri
var. Ayende ve revande vüzera ve vükela olmak için başkaca tahtani ve fevkani
içli, dişli kal’arı vardır. Bây ve gedâ misafirlerini mahluk-ı Hudâ için han-ı azimin
tarafeynindeki yan sofaları üzerinde kâmil 200 ocaklı sofaları vardır. Duvarında âlât
ve silah asacak demir çengelleri ve at kayd ve bent edecek demir halkaları var. Yazlık
meydanında, (Görçenlik tabir ederler) bir meydan-ı azimdir ki üzeri eflakesir çekmiş
haşeb kubbedir. Bu meydanın çevresi ocaksız yaz meydanı sofalarıdır. Taşra haremi
(hârîmi) dahi beyaz taşla döşenmiş bir meydan-ı muazzamdır ki 5.000 at alır. Güya
İstanbul’un At Meydanı’dır. Bu haremin ortasında müdevver aşrin fi aşrin (10x10)
bir havz-ı kebiri vardır. Camii ayende ve revendenin hayvanları bundan sulanıp defi
atş ederler. Haremin bu cânibinde azîm bir imâreti darüzziyâfesi var. Her şeb ve rûz
misafirîn, eğer kefer-i fecere, eğer ferece ve zâleme olan, mademki bunda sakindir,
bade’l-magrib cemî’ hüddâmlar matbah-ı Keykâvusun’dan her ocak başına birer bakır
sini içinde birer tas buğday çorbası ve dana başına birer nam-pâre ve birer tane şem’i
rugen (kandil) ve her at başına birer torba yem verir. İlâ maşallâh sahib’ül-hayrat
böylece vakfı dâîm eylemiştir”72
72 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s.388-389
88 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Sokollu Mehmed Paşa’nın Lüleburgaz’daki İmareti
Evliya Çelebi, Sokollu Mehmed Paşa’nın Lüleburgaz’daki kervansarayını anlatırken
de bize çok faydalı bilgiler veriyor: “… Bir bab-ı azim içre kale misal karşı karşıya 150
ocak han-ı kebirdi. Haremli (harim) develikli ahırın olup sade ahırı 3.000’den ziyade
hayvan alırdı. Kapıda daima didebanları (kapıyı gözetliyenler) nigehbanlık (gözcülük)
ederler. Yatsıdan sonra kapıda mehterhane çalınarak kapı sedolunur. Didebahlar
vakıfdan kandil yapıp kapı dibinde yatarlar. Eğer gece yarısı taşradan misafir gelirse
kapıyı açıp içeriye alırlar. Mahâzâ taam getirilir. Amma cihan yıkılsa içerden taşraya
bir adam bırakmazlar.” 73
Sokollu Mehmed Paşa’nın Lüleburgaz’daki İmareti’nin Planı
73Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s.301-302
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 89
4. Husûsi Kervansaraylar
Umûmi kervansarayların içinde veya dışında ayrıca husûsi diyebileceğimiz bir
kervansaray şekli daha vardır. Filhakika zengin ve fakir, yerli ve yabancı, İslam ve
gayriislam herkes tek başına veya toplu olarak seyahatlerinde umûmi kervansaraylara
ve hanlara göçerler. Her sınıf halk buralarda kendisine yatacak ve hayvanına bakacak
bir yer bulur. Fakat kalabalık ailesi ve yüzleri geçen maiyetiyle yola çıkan meselâ bir
vali, yahut bir kumandan umûmi kervansaraylarda hep bir arada ve tabiî harem ve
selamlık olmak üzere yer bulmakta çok sıkıntı çekerler ve müşkülata uğrarlardı. İşte bu
hâl ve vaziyetleri bizzat görenler büyük yollar üzerinde yaptıkları hanlarda, bilhassa
kervansaraylarda, ya bina içinde ayrı bir bölüm hâlinde, yahut onlardan büsbütün
ayrı bir bina daha yaptırarak bunu bahsedilen kalabalık maiyeti ve eski bir tabirle
mer’iyyül-hatırlarla tahsis ederlerdi. Bu çeşit binalar için birkaç misal verebiliriz. Bu
misallerden birini Selçuk sultanlarının ve beylerinin yaptırdıkları hanlarda köşk adı
altında gördüğümüz gibi Osmanlı imâretlerinde yani kervansaray ve hanlarda da
buluyoruz. Meselâ Tatar Pazarcık’ında Makbul İbrahim Paşa’nın yaptırmış olduğu
kervansaraydan bahsedilirken:
“…ehl-i harem âyân ve kibâr için 70-80 hane-i müteadditleri, harem hücreleri var.
Ayende ve revande vüzera ve vükela olmak için başkaca tahtani ve fevkani içli, dişli
kal’arı vardır.“74
Yemen Fatihi Koca Sinan Paşa’nın Suriye’de yaptırmış olduğu kervansaraydan
bahsolunurken yine Çelebi’miz:“Başkaca mütevelli sarayı ve paşalara mahsus sarayları
havi han-ı azim vardır“ demektedir.” 75
Sokollu Mehmed Paşa’nın Lüleburgaz’daki imâreti arasında handan ve umûmi
kervansaraydan başka “…Bu hanın garbında vüzere, vükelâ âyân ve kibâr için haremi,
divanhaneli 150 odalı, hamamlı, gazinolu, matbahlı bir saray-ı azim vardır ki methinde
lisan kasırdır.” 76
Evliya Çelebi’nin bu ifadesinde iki nokta dikkati çeker, birisi gazino tabiri ötekisi
de mutfaktır. Diğerlerinde olduğu gibi Sokollu’nun bütün han ve kervansaraylarına
konan ve göçen yolcuların yemekleri vakıf tarafından parasız verildiği hâlde bu husûsi
kervansarayda ayrıca mutfak bulunduruluşu kervansaraya inenlerin arzu ederlerse
yemeklerini kendileri pişirmeleri için olabilir. Gazinoya gelince Seyahatname’nin
yazma nüshalarında da bu kelime aynen mevcut olduğuna göre, gazino tabirinin
XVIII. asırdan beri memleketimizde bilinmiş ve dilimizde yerleşmiş olduğunu kabul
edebiliriz. Bu bina paşaların maiyetinin oturup konuşacakları yer, meselâ kahve ocağı
gibi bir şey olması lazım gelir.
74 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s. 388
75 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s. 66
76 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s.299
90 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Evliya Çelebi, Üsküdar’da 11 kervansaray olduğunu yazdıktan sonra bunlardan
“Kösem Valide Sultan Mihmansarayı âyân ve kibarın ikametine tahsis olunmuştur.
Şimdi içinde oturulmakta olduğunu” söylemektedir.77
Konakladıkları şehir ve kasabalarda husûsi kervansaray olmayıp da han ve kervansaray
varsa çok kere hükûmet kuvvetiyle bunlardan birisi tahliye ettirilerek kalabalık maiyet
ile gelen âyân ve kibâr oraya yerleştirilirler. Fakat bu vaziyet karşısında da gelip geçen
yolcular açıkta kalarak zahmet ve meşakkate düşerlerdi. Şayet şehir ve kasabalarda bu
türlü binalar da bulunmazsa o zaman şehrin kadısına müracaat edilir, onun emri ile evler
boşaltılarak onlara tahsis edilirdi. Böyle tahliyenin bir örneğini yine Evliya Çelebi’den
ögreniyoruz. O tarihte İstanbul’a gelirken Ankara’dan 2.000 adet yaftalı konağın paşa ile
maiyetine nasıl tayin ve tahsis edildiğini Evliya Çelebi şöyle anlatır:
“Mehmed Paşa ile Ankara’ya giderken mahkeme tarafından 2.000 yaftalı konaklar
yazılıp, paşayı Çavuşzade’nin hanesine kondurmağa karar verdiler. Hakir (kendisi)
dahi 500 akçelik molla olan sadat-ı kiramdan Kederzade hanesinde mihman oldu.“78
Şehir ve kasabalara uğrayanlar kalabalık asker iseler o zaman şehir ve kasabanın
bütün camileri, hanları vesairesi onlara terk ve tahsis olunduğu gibi bunlar da
yetişmezse şehir kâmilen halktan boşaltılarak askere terk ve tahsis olunurdu. Bir buçuk
asır önce böyle bir tahliye mecburiyeti dolayısıyla ortaya çıkmış şimdiki iki vilayet
merkezimiz, Malatya ile Elazığ şehirleri bunlardandır. Hadise şöyle olmuştur: Mısır
Valisi Mehmed Ali Paşa isyanında Osmanlı ordusunda bulunan Prusyalı Moltke eski
Malatya’nın tahliye edilerek askere tahsis edildiğini şöyle anlatır:“…Bu memleketin
hâli ve âdetleri askerlerini bizde olduğu gibi evlerde oturulmasına müsait olmadığından
nüfusu 12.000’i bulan Malatyalıların kışın Aspozi sayfiyelerinde oturmalarını icab
ettirdi. Şehirde kadın, çocuk namına tek fert yok. Her canlı adam asker.“
Moltke o zamanki Malatya evlerini ve o evlerde yapılan tahrîbât ve tadilatı da
bize bildirmektedir: “Malatya’nın evleri taş veya keresteden değil, kırlangıç yuvası
gibi çamurdan, çerden çöpten inşa edilmiş olduğu için askerler oturdukları evlerde
lüzumuna göre, beriden bir kapı açıyor, istediği yerden duvarı kaldırıp atıyor. Öyleki
ev sahibi sonradan gelip görünce evinin iç taksimetini kendi bildiğinin tamamıyla gayrı
buluyor.“79
Eski Harput şehri de yine harp sırasında sadrazam ve başkumandan Mehmed Reşit
Paşa tarafından işgal edilerek şehir halkı tıpkı Malatyalılar gibi mezra denilen ovadaki
bahçelerin içinde bulunan barakalarda kalmışlar ve bu yüzden zamanla Harput gözden
düşerek harap bir nahiye hâlinde gelmiştir. Nitekim eski Malatya bugün nahiyeden
başka bir şey değildir.
77 Evliya Çelebi, a.g.e., c.1, s.476
78 Evliya Çelebi, a.g.e., c.2, s.427
79 Moltke, a.g.e.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 91
5. Hasbi Kervansaraylar
Evliya Çelebi, Sofya’daki hanlardan ve kervansaraylardan bahsederken “Koca
Mehmed Paşa’nın burada bir hasbi kervansarayı vardır“ demektedir. Bu cümleyi
okuyanların, acaba bu ne türlü kervansaraydır ve nasıl bir hizmet görür, diye tereddüde
düşeceklerini tahmin ediyorum. Bizim tarihçilerimiz ve muharrirlerimiz sıkıştıkça
her müesseseye yeni bir ad verirler. İşte bu da Çelebi’miz tarafından kervansaraylara
verilen adlardan birisidir.
Hanlarla kervanasayların zengin olsun, fakir olsun İslam olsun gayriislam olsun
herkesi din ve milliyet ayırt etmeksizin parasız yatırdıklarını ve yedirip içirdiklerini
bu yazıların başka bir paragrafında açıklamıştım. Böyle bedava yedirip içirmek
ve yatırıp kaldırtmak bu müesseseleri kuranların inancına göre hasbetenlillah, yani
Allah hesabına ve Allah’ın rızasını tahsil ve temin için yapıldığından ve Sofya’daki
kervansarayda da bu yolda hareket edilmekte olduğundan Çelebi’miz bu sefer de bu
kervansarayı bu sıfatla vasıflandırmıştır. Yoksa başka bir hizmet gören bir kervansaray
değildir. Arap dilinde hesap ve hisbenin bir manası da ecir ve sevabdır. Şu hâlde ecre
ve sevaba ermek için yapılan binalara hasbi kervansaraydır denilmiş oluyor.
92 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 93
V.İMARETLERİ YAPAN MİMARLARIN MİLLİYETLERİ
Anadolu’daki hanlarla kervansarayların Türk eseri olduğunu ve Türkler’den evvel
buralarda bu tarzda binalar yapılmadığını bu bendin başında Reifstahl’in ifadesine
aften bildirmiştim. Mesele sivil mimârimiz ve medeniyetimiz bakımından çok mühim
olduğundan bu bendin sonuna da iki muharririn mütalâalarını bilhassa kayda ve derce
lüzum görüyorum. Bunlardan birisi Halil Ethem Bey’dir. Anadolu kitabeleri hakkında
neşrettiği makalede şöyle diyor:
“Anadolu’nun kasaba ve köylerinde veyahut ıssız mahallerinde kesretle görülen
mebani-i atike-i İslamiye arasında hanlar ve kervansaraylar kıymet-i mimâriye ve
tezyinlerinden başka muhtevi oldukları kitabelerinden dolayı tarih nokta-i nazarından
da pek mühim bir mevkî alırlar. Bu hanların hüsnü muhafazalarına çoktan beri
kattiyen itina olunmadığından, evkafı olsun olmasın hemen kâffesi şayan-ı esef bir hâl-i
harabededir denilebilir. Cesamet ve metanetçe bazen âdeta bir kaleye benzeyen bu
binaların envaî nukuş ve hututu menhuta ile müzeyyen olan yüksek cepheleri bilhassa
avluları ortasında bulunan gayet zarif bir tarzda yapılmış küçük mescidleri ilk evvel
nazarı dikkatimizi çeker. Konya’dan Aksaray’a giden yolcuların hangisi Selçuklular
zamanından kalma olan Sultan Hanı’nın karşısında onun heybet ve azametine hayran
kalmamış ve gösterdiği hâl-i harabiye de çeşm-i teessüfle bakmamıştır, en çok Rum
Selçukluları ile Osmanlıların âsârı olan Anadolu’nun bu hanları planları bakımından
yekdiğerinden tahalüf etmeyip başlıca iki büyük nev’e ayrılabilirler ki birincisi murabba
veyahut murabbaya yakın bir mustatil şeklinde olup üzerileri dâimâ örtülüdür. Konya
yakınındaki Horozlu Hanı gibi. Diğer nevi ise iki kısımdan mürekkep olup öndeki
kısmın ortasında açık bir avlu ve dört bir tarafında yolcular için odalar, mescid vesâir
dâireler bulunup bunun arka tarafında da burada bitişik, fakat bir iki kapı ile bitişik
hayvanlara mahsus ahırlar vardır ki bunun üzeri tamamen örtülüdür. Sultan hanları ile
Karatay Hanı bu ikinci nev hanlara örnek olmak üzere gösterilebilir.“80
İkinci muharrir Albert Gabriel’dir. Bu zatın mütalâası bu sahada bir şaheser teşkil
edecek kadar mühimdir. Gabriel diyor ki:
“On birinci asırdan on dördüncü asra kadar Türk cami kendine mahsus evsaf ve
şerâite mâliktir. Muayyen bir iklime göre vücuda getirilmiş, memleket malzemesi ile
bina olunmuştur. Muayyen ihtiyaçlara cevab verir, muadili hiç bir tarafta görülmeyen
bir plan dahilinde tesbit edilmesi kabildir. Cami için mevzubahis olan şey medrese,
imâret, hastane, Anadolu’nun tam nümunelerini muhafaza ettiği bütün müesseseler için
de ayniyle vârittir. Ve bunlar arasında, kervan yolları boyunca sıralanan cesîm hanlar
gibi içtimai bir karakter taşıyan büyük eserleri unutmamak icab eder. Bu kadar cesîm
olmak şartı ile şekil ve manzara da sanat icablarına bu derece malikiyet bakımından
şark dünyasında bu eserlerin muadillerini bulmak imkânı yoktur. Bu kervansaraylar,
kuleleri bulunan dış duvarları ile bir abide manzarası arzeden cesim kapıları ile türlü
80 Halil Ethem, “Anadolu’da İslami Kitabeler”, Tarihi Osmanî Encümeni Mecmuası, Ağustos 1331, sayı.33, s.513
94 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
şekil ve büyüklükte kubbeleri bulunan azim divanhaneleri ile avlular ortasında bina
edilerek akşamları namaz kılmak için toplanmış müminlerle dolan latif camileri ile
her konak yerinde bir kudret ve ihtişam yükselmektedir. Diğer taraftan 12. veya 13.
asırdan da bize hem aynı faideli gayeleri güden, hem de aynı sanat mefhumlarına
cevap veren sanat eserleri intikal eylemiştir. Artuk sülalesine mensup bir hükümdar
tarafından vücuda getirilmiş olup bu defa tamir edilerek âdeta yep yeni bir numara
arzeden Batmalsu Köprüsü’nün yanında Dicle üzerinde Hasan Keyf önünde yapılmış
olan köprünün muhteşem harabeleri bu parlak devredeki mimâri mefhumlarının kudret
ve haşmetine şahittir.”
Sultan Hanı’nın Planı
Anadolu abidelerinin tetkikinin içtimai tarih bakımından haiz olduğu ehemmiyet,
bu kısa teşrihle de derhâl görülür. Bu eserler, bizatihi mâlik bulundukları sanat
kıymetinden ayrı olarak, fevkalade mükemmelleştirilmiş bir idari teşkilata, bir
nizam ve intizam mefhumuna, ticari ve sınai mübadelerleri tezhil arzusuna şahadet
etmektedirler. Ve madem ki 12. asırla 13. asrın büyük bir kısmında ve gayrı kâbili itiraf
bir şekilde olmak üzere bu memleketin gerek hâkimleri ve gerek nüfusu Türk’tü. Bize
kadar gelen ve esasen de onların isimlerini taşıyan eserleri vücuda getirmiş olmayı
başkalarına mal etmek için hiçbir sebep mevcut değildir.
Sultan Hanı’nın Planı
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 95
Birtakım taşların üzerinde filan mimâri Tebriz’den, bir diğerinin Ahlat’tan
geldiğinin, bir diğerini de bir acem ismi taşıdığının yazılı bulunduğunu biliyoruz. Fakat
unutmayalım ki, bu kabil ırk malumatı hiç bir zaman bir ırk veya devlerin nüfusu
katisini gösteren şeyler değildir. Ve esasen de bu ırk ve devlet mefhumlarının Orta
Çağ’daki manası onlara bu modern çağlarda verdiğimiz manadan tamamıyla farklıdır.
Bahusus bütün yakın şarktaki inşaatın dini mahiyetini, üstad, zanaatkâr veya aşağı
amelenin tekerrür eden seyyahatlerini de unutmamalıyız. Esasen şimdi zikrettiğimiz
şekildeki imzalar yanında mimârın Konya veya İzmirli olduğunu gösteren imzalar,
yahut da mimâr eserin bulunduğu yerden olduğu için zikir bile edilmeyenler vardır
ve ekseriyette bunlardadır. Türkler meskun olup Türkler tarafından idare edilen bu
memleketin ancak Türk inşaatçılar kullanması mantığın istilzam ettiği bir keyfiyettir.
Selçukluların mimârisi hakikatte bir Türk mimârisidir. Fakat bu sahayı daha ziyade
teşrih eden İslam sanatının doğuşuna ve inkişafına ait şartların yeni baştan ve
temelinde tetkiki istenirse, bu sanat üzerindeki tesir ve nüfusları hakkında Türk tesiri
asla kâle alınmamak şartı ile verilmiş hükümlerin de yeni baştan tetkiki icab edecektir.
Ve belki de kurduğumuz nazariyelerde görülen zaafın, kudretsizliğin sebebi, bu garip
noksandan, yani Türk nüfuzunu hesaba katmayışımızdan ileri gelmektedir. Akdeniz
kıyılarındaki arazinin ekserisinde İslam dünyası Helen ve Bizans dünyasının yerini alır
ve adına İslam sanatı denen sanat hakkında yapılacak hiçbir izahın Yunan sanatını
bu canlı substratum’unu ihmal edemeyeceği şüphesizdir. Fakat Yunan sanatı tam ve
mükemmel bir izaha imkân vermemektedir. Suriye, İran ve Irak nüfusları da bu imkânı
vermiyorlar. Söylenebilecek birşey varsa o da İslam sanatının, dekoratif şekilleri ile
ifade vasıtaları ile umûmi estetiği ile yeni bir sanat olduğu keyfiyetidir. Metinleri ezip
bozabilen, kıvırım sıkıştırabilirseniz, tarihleri karıştırılabilir, tezyini inkişaf hakkında
sentezleri teşebbüs edebilir, o vakte kadar muzaffer Helenizm tarafından tevkif edilen
çok eski kudretleri işe müdahale ettirebilirsiniz.
Fakat bütün bu şeyler esas keyfiyeti izah hususunda yeni sanatın cezbesi altında
bulunan ve Yunan ananelerinin bir zeylini teşkil eden sanatın yerine geçmesini izah
hususunda kâfi gelmeyecektir. Bu yeni vakıa ancak Türk ve onun getirdiği şeyler
olabilir. Selçuk mimârisine esas vasıflarını temin eden unsurları burada tafsilat ile izah
edemem. Misal olarak biri abidelerin binası, diğeri tezyini dekorasyon sahasında iki
manidir formül intihab ve izah etmekle iktifa edeceğim.
96 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 97
VI.HANLARDA VE KERVANSARAYLARDA GÖRÜLEN
BAZI HUSÛSİYETLER
Yolculuğun en mühim işlerinden ve ihtiyaçlarından birisinin iaşe keyfiyeti olduğu şüphesizdir. Yolcuların uğradıkları ve konakladıkları yerlerde, hele bozkırlarda lüzumu kadar yiyecek bulamadıkları bilhassa sayıları çok olduğu zamanlarda bir meseledir. Vaziyetin böyle olduğunu gören ve bilen hükümdarlar, tımar ve zeamet sahipleri
beyler, yolcular ve hayvanlarını barındıracak binaları yaptırdıkları gibi yiyeceklerini
de o binalarda bulundurdukları bilinmekte ve bir kısım şehirlerde kasabalarda da aynı
tarzı tatbik ettikleri görülmektedir. Bunun sebebi ise basittir; çünkü herhangi bir şehir
veya kasabaya aynı günde dört taraftan gelen yüzlerce yolcunun hem kendisinin, hem
hayvanlarının yiyeceklerini o şehir veya kasabanın çarşısından tedarike kalkışmaları
evvela oralarda halkın yiyecek maddelerinin tükenmesine, saniyen yüzlerce kimsenin
esyasını, hayvanını handa veya kervansarayda bakımsız bırakıp çarşıya, pazara dağılması hercümerçe, kargaşalığa ve tabiîdir ki inzibat ve asayişi ihlâle sebebiyet vereceğinden, bozkırlardaki hanlarda ve kervansaraylarda olduğu gibi o binalar yapanlar
tarafından önceden tedarik ve temin edilmiş olmasını zaruri kılmıştır.
Charles Texier, Selçuk Türkleri’nden evvel Lidyalılar ve Firikyalılar tarafından bu
yolda hareket edildiğini yazar. Hâl böyle olunca yolcular hana veya kervansaraya iner
inmez kendi hayvanlarını gösterilen yerlere bağlarlar, verilen yemlerini önlerine koyarlar
ve yem meselesini asla düşünmezler. Aynı zamanda kendi yiyeceklerini han veya
kervansaray idarecileri tarafından verilmekte olduğunu da gördüklerinden hazırlanan
yemeği de yedikten sonra hemen yatarlar. Ve sabahleyin hareket için kararlaştırılmış olan
saatte asla bir gecikmeye ve kargaşalığa meydan bırakmadan yükünü hayvanına yükletip
harekete müheyya bir hâlde bulmuş olurlar. Şimdiki tabirle söylersek, şehirlerarası trafiği
sekteye uğratmamak için bundan başka da çare olmayacağı kabul edilir. Bu keyfiyet
yolculuğun zaruri ve tabiî icabi olarak böylece tahakkuk ve tesbit edilince hanları ve
kervansarayları yapanların ne yolcuların ne de hayvanlarının yiyeceklerinden para
almadıklarını da tereddütsüz kabul etmek lazım gelir. Bununla beraber bu ciheti tarihi
vesikalarla, vakfiyelerle, bilhassa yabancı yolcuların vaktinde ve yerinde görüp yazmış
oldukları seyyahatnamelerle tevsik etmek de faydalı olacaktır.
Hanlarda ve kervansaraylarda yolculara parasız yemek verildiğini Celaleddin
Karatay Vakfiyesi’ndeki bu işlere bakan memur ve müstahdem adlarından ve kullanılan
yemek kaplarının çeşitlerinden de öğreniyoruz. Hatta verilecek yemeklerin nevilerini
ve miktarlarını da biliyoruz. Bu iş için bina dâhilindeki tesisler veya kısımlar arasında
bir aşhane (mutfak) vardır. Onun başında da muzîf adında bir memur görülür. Din,
milliyet ve sınıf farkı gözetilmeksizin Müslüman-kâfir, hür-köle her yolcuya müsavi
miktarda 300 dirhem ekmek, 100 dirhem pişmiş et ve bir çanak pişmiş yemek verilmesi
vakfın şartları iktizasındadır. Cuma geceleri, o zamanların bütün bu türlü hayır, şefkat
ve parasız faydalanma müesseselerinde âdet olduğu gibi bal helvası verilmesi de şartlar
98 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
arasındadır. Yalnız insanların değil, hayvanların yiyecekleri de han ve kervansaray
yapanlar tarafından düşünülmüş ve onlar için yulaf, arpa ve saman verilmesi şartlar
arasında konulmuştur.
Şurasını da belirtmek yerinde olur ki yol üzerindeki, bilhassa şehir ve kasabalara
rastlayan yerlerdeki hanların hepsi parasız değildir. Vakıf hanlara inmek istemeyenler
için oralarda birkaç paralı han da bulunurdu. Bilhassa Hac Yolu üzerinde bu türlü hanlar
pek çoktu. Han menzillerini yazanlar bu hanlar üzerinde ehemmiyetle dururlar ve halka
tavsiye ederler. İndikleri yerin çarşısı, pazarı, hanı ve hamamı olup olmadığını, kolaylıkla
yiyecek bulunup bulunmadığını da eserlerine yazıp ve halka rehberlik ederlerdi.
Fransız seyyahı Jean Baptiste Tavernier de bu çeşit hanları ve yiyecek vaziyetini
şöyle anlatır: “Hanların bir kısmının vakfı yoktur. Onlarda yiyecek bulmak için
mutlaka bir ücret verilir. Ve yolculara yalnız boş odalar gösterilir. Yatacak eşyası,
mutfak takımlarını getirmek yolcuya aittir. Yolcu ucuz fiyatla kapıcıdan veya civardan
gelen köylerden kendisi için yiyecek ve hayvanları için yulaf ve arpa ile iki konak
arasındaki yolculuk için de ayrıca kumanya tedarik eder. Köylerde ise han odaları için
kira verilmez. Kira yalnız şehirlerde verilir; fakat bu verilen para da çok az bir şey.”
Büyük hanlar ve kervansaraylar üç günden fazla parasız oturup kalınmayacağı için
daha fazla kalmak mecburiyetinde olanların oralarda yer işgal etmemeleri maksadıyla bu
türlü paralı hanlara esasen şiddetle lüzum da vardır. Dahası yemek bitinceye ve yatıncaya
kadar kullanılmak üzere yolculara birer kandil verilmektedir. Kandillerde Selçuklular
zamanında bezir, Osmanlılar devrinde zeytinyağı yakıldığı vakfiyelerden anlaşılmaktadır.
Isınmak için odun, kömür verilmesi de vakfın arzusu ve şartları icabındandır.
Yine Selçuklular zamanında Rum diyarına, yani Anadolu’ya gelmiş ve bu hanlarla
kervansaraylarda misafir kalmış olan Kazvinli Zekerya bin Muhammed şöyle demektedir:
“Burada yollar üzerinde her fersahta bir han vardır. Sevap kazanmak için bunları
yapmışlardır. Burada soğuklar senede sekiz ay sürer. Kar çoktur. Seyr ü sefer karlı
zamanlarda da devam ettiği için kafileler her gün bir fersah yürüyerek hanlardan
birisine inerler. Bu hanlarda yemek, arpa, saman, odun, mangal, palan, nal vs. bulunur.
Bu hanlar başka memleketlerde katiyyen yapılmayan hayır müesseselerindendir.“81
Arap Seyyahı İbni Batuta Suriye’den gemi ile Alanya’ya ve oradan Anadolu’ya geldiği
zaman Türk halkından gördüğü sıcak ve şefkatli karşılanışı ve ikramı eserinde ve “Bereket
Şam’da, Şefkat Rum’da, yani Anadolu ve Türkler’de“ diyerek kaydetmiştir. Şimdi diğer
seyyahların Osmanlı Türkleri’nin misafirperverliği hakkında söylediklerinden de birkaç
misal vereyim: 1554-1562 senelerinde Osmanlı ülkesinde bulunmuş olan Avusturya
elçisi Busbecq Niş’te konakladığı bir handaki yemek keyfiyetini şöyle anlatır:
“Hanlara inenlere yemek vermek âdettir. Yemek zamanı gelince bir hizmetçi
kocaman bir tahta tepsiyle ortaya çıkar, tepsinin ortasında bir sahan vardır. Sahanın
içinde etli bulgur (pilav) bulunur. Sahanın etrafına ekmekler dizilidir. Bazen de bir
81 İbrahim Hakkı Konyalı, Alanya Tarihi, Ayaydın Basımevi, İstanbul 1949, s. 367-368
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 99
parça bal gömeci konulur. Bunu ilk defa gördüğüm zaman hizmetçilerin yemeklerini
hazırlamakta olduklarını sanarak reddettim. Ve bu yemekleri fakirlere vermelerini ihtar
ettim. Sözümü fena manada telakki ederek ısrara kalktıklar, yiyeceklerini istifaf ettiğimi,
paşaların bile bundan yediğini söylediler. Memleketlerinin âdeti böyle imiş. Fakirlere
verilecek başka artıkları varmış; eğer kendim yemek istemiyorsam hizmetçilerime
verebilirmişim dediler. Bunun üzerine almaya mecbur oldum. Nezaketsizlikle itham
edilmek istemiyordum. Aldıktan sonra biraz yedim ve kendilerine teşekür ettim.
Lezzeti pek hoşuma gitti. Yolcular üç gün bu suretle besleniyor; fakat ondan sonra
artık gitmeleri lâzımdır.”82
Evliya Çelebi Gebze’de Çoban Mustafa Paşa, Ulukışla’da Koca (Öküz) Mehmed
Paşa ve Payas’da Sokullu Mehmed Paşa,Tatar Pazarcık’ta Makbul İbrahim Paşa
imâretlerinde de yolculara yemekler verildiğini, imâretin memuru yolcular arasında
dolaşarak bir şikâyetleri, bir ihtiyaçları olup olmadığını sorduğunu eserinin müteaddit
yerlerinde yazar. Bilhassa Payas’da Şam Valisi Murtaza Paşa’yı konakladıkları zaman
“bu Payas şehrinde iki gün meks edip cümle askerin mekûlat ve meşrubatları Mehmed
Paşa Vakfı tarafından“ verildiğini yazdıktan sonra “hâlâ evkafına neslinden İbrahim
Hanzade ocaklık tarikiyle mütevellidirler. Çok kerreler hayrat ve imâretlerinde taâm
tenavül etmişizdir“ kaydını da ilave eder. Çelebi’nin bu ibarelerini aynen buraya
koymayı uygun gördüm: “…ayende (gelenler) ve revendeye (gidenler) kervansaray
bi’minettir…Bir dar’ül-eytam’ı imâreti var. İlâ hazel ân (bugüne kadar) cemi’ misafirine
subh u mesa ol matbah-ı Keykavus’dan her ocak başına birer birer sini ile bir sahan
pilav, yahni, bir kasr çorba, beş nan (ekmek) ve şem’i rugan (yağ kandili) bir şamdan
verip müslim ve tersa (İslam olan ve olmayan) bay ve gedaya (zengin ve fakiri) mâh
ve sâl içinde nimetleri mebzûldür. Her hayvan başına birer yem mukadderdir. Bu
hizmetler de canibi vakıfdan muayyen (tayin edilmiş) adamlar vardır.”83
Maktûl yahut Makbûl İbrahim Paşa’nın kervansarayına ait malumat da bunu kayıt
ve izah eder: “Haremin bu cânibinde azîm bir imâreti darüzziyâfesi var. Her şeb ve rûz
misafirîn, eğer kefer-i fecere, eğer ferece ve zaleme olan, madem ki bunda sakindir,
bade’l-magrib cemî’ hüddâmlar matbah-ı Keykâvusun’dan her ocak başına birer bakır
sini içinde birer tas buğday çorbası ve dana başına birer nam-pâre ve birer tane şem’i
rugen (kandil) ve her at başına birer torba yem verir. İlâ maşallâh sahib’ül-hayrat
böylece vakfı dâîm eylemiştir.84
Selçuk ve Osmanlı vakfiyelerinde yolcuların sıhhatleri ile ilgili kayıtlara da rastlanır.
Meselâ hanlarda ve kervansaraylarda birer ilaç odası bulunmaktadır. İlaçlar parasız
verilir, aynı zamanda tabip adına rastlanmamasından bu ilaç odasının ilk sıhhi imdat
olarak ayakta tedavi edilecekler için yapıldığını ve ağır hastaların şehir ve kasabalardaki
hastahanelere gönderildiklerini istidlâl ediyoruz. Hanlarda ve kervansaraylarda
ölenlerin teciz ve tekfini işi de öteki hizmetler gibi yine hayır sahibleri tarafından
yapılmaktadır.
82 Busbecq, a.g.e., s. 29
83 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s.479
84 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s.388-389
100 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Hayır sahipleri han ve kervansaraylara uğrayan hayvanları da şefkat nazarlarından
uzak tutmamışlardır. Buralarda hayvanlarla meşgul olmak üzere birer baytar
bulundurulacağına dair vakfiyelerde kayıtlar görülmektedir.85
Hanlarda ve kervansaraylarda bulunan baytarlar hayvanları nallarlar ve bu hizmet
karşılığında para almazlardı. Yolcuların ayakkabıları da parasız tamir edilir ve tamir
kabil olmazsa yenisi verilirdi. Bu işlerin iyi görülebilmesi için bir senede ne kadar nal
çivi ve sahtıyan alınacağı keyfiyeti vakfiyelerde bilhassa tasrih olunmuştur.
Halkın sıhhatini koruyan müesseselerden ve teşkilatlardan bahsolunurken en
mühim sıhhi bir tesis olan hamamın, hanlarda ve kervansaraylarda bulunduğunu
haber vermeden geçemeyeceğim. Evet hanlarda ve kervansaraylarda hamam da vardı
ve yolcular buralarda yıkanıp temizlenirler ve maruf tabiriyle güsul ederlerdi. Hatta
Karatay Vakfiyesi kervansarayın hamamı kifâyet etmediği takdirde dışarda ve kasaba
içindeki bir hamamın da yolcuların vakıf hesabına parasız yıkanmaları temin edilmişti.
Bu binalarda geceleyecek olanlar için yatak ve yorgan takımı gibi lüzumlu eşyanın
bulunduğunu bile vakfiyeler işaret ediyorsa da bu kadar yolcuya yatak ve yorgan
temin etmek, bilhassa onları her zaman temiz bir hâlde bulundurmak, sabunun
olmadığı o zamanlar için mümkün görülemez. Bununla beraber benzeri binalarda
ve tabhanelerde bilhassa Fatih’in tabhanesinde bu cihetin de temin olunduğu ileride
o binanın izahı sırasında görülecektir. Yemek verilmesinde yolcular arasında mevkî,
sınıf, din ve mezhep farkı gözetmeksizin müsavatın tatbikini isteyen hayır sahiplerinin
yolculara işgal edecekleri yerler hususunda da bir imtiyaz tanınmamış olduğu tereddüt
edilmeksizin kabul edilir. Fransız sayyahı Jean Baptiste Tavernier bizi fazlaca izahata
mecbur etmeyecek derecede malumat vermektedir. Bu seyyah diyor ki: “…Kervan
gelince zengin veya fakir herkes kendi odasını seçerdi. Çünkü bu binalarda insanların
rütbe ve kalite farkı asla göz önüne alınmazdı. Bazen nezaketen veya menfaat
düşüncesiyle küçük bir satıcı bir tacire yerini bırakırdı. Fakat kim olursa olsun bir defa
yerleşti mi odasından kimse onu çıkaramazdı.“
Her ne kadar Muhittin Abdurrezzak “Her yolcu kendi derecesine göre bu binalarda
misafir edilir“ derse de bu ifade gerek Selçuk hanlarında gerekse Osmanlı imâretlerinde
ailesi ve maiyeti halkıyla birlikte seyahat edecek yüksek memurlar için hayır sahipleri
tarafından ayrıca yapılmış köşklerde ve saraylardan ileri gelir. Bunlar hakkında da
husûsi kervansaraylar bahsinde ayrıca izahat verilmiştir.
Hanlar ve kervansaraylardan yolcuların ayrılış şekli de bahse değer bir mahiyet
arzeder. Bu ciheti birisi yabancı, ötekisi yerli iki seyyahın ifadeleri ile teyit etmek
85 Arap dilinde “baytar” kelimesi yarık veya yarılmış manasına gelir. Tırnakları yarık olan hayvanların tırnaklarını
kesene ve çıbanlarını yarıp kanını akıtana ve nallayanlara da baytar denilmiştir. Hayvan hastalıklarına bakmak
ve onları tedavi etmek için memleketimizde mektep açıldığı zaman bu mekteplerde okuyup çıkanlara baytar
adı verilmiştir. Fakat bu tabir hoş görülmemiş olacak ki bunun yerine son senelerde veteriner tabiri kabul
edilmiştir. Bu izahata göre Selçuklular devrinde kullanılan baytar tabirinin Osmanlıcada bu manada kullanılan
“nalbant” olarak kabul etmek lazım gelir. Eski devirlerde tabipler gibi baytarların yani nalbantların da ampirik
(deneye dayalı) bazı tedavi şekilleri bildikleri ve buldukları şüphesizdir.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 101
isterim: “Hareket zamanı yaklaşınca Kervanbaşına haber verilir, o da herkesin atlarını
eğermesi için bağırmalarını emreder. Yarım saat sonra kervan yola koyulur. Herkes daha
akşamdan hazırlanır. Çünkü geride kalmak hele emniyetsiz yerlerde çok tehlikelidir.“
Bizim Çelebi seyyahımız da yolcuların hazırlanmaları ve hareket etmeleri şeklini
şu canlı ifadelerle anlatır: “…Bilcümle misafirin kalktıktan yine mehterhane döğülüp
erken malından haberdar olur. Hancılar tellaklar gibi: Ey ümmeti Muhammet malınız,
canınız, atınız, donunuz tamam mı dır, diye rica edip nida ederler. Misafirin cümlesi
tamamdır. Allah sahib-i hayrata rahmet eyleye dediklerinde bevvablar (kapıcılar) vakt-i
şâfi’de (alaca karanlık zamanında) iki dervazeler (iki kapı kanatlarını) güşat edip yine
kapı dibinde: Yollardan gafil gitmen bisat (kilim ve döşek gibi eşya) kaybetmek, herkesi
refik etmen. Yürüyün Allah âsân getire diye duâ ve nasihat ederler. Ve herkes bir can
ile revan olur.“ 86
Hanlarda ve kervansaraylarda eşyaların muhafazası ve hırsızlığa meydan verilmemesi
de dikkat edilen hususlarındandır. Kanuni Sultan Süleyman Kanunnamesi’nde bu
hususa dair hükümler vardır. Bir defa hana veya kervansaraylara girmiş olanların
sabaha kadar dışarı çıkmasına müsâde edilmemesi bundan ileri gelir. Sabahleyin
kalkıldığı zaman hayvanın veya eşyayın çalınmış olduğunu haber veren olursa ancak
hareketten önce ve herkes orada iken bunun tahkiki mümkün olacağı için bu usûl çok
yerinde ve kanun mahiyetindedir.
86 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s.301
102 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 103
VII. İMARETLERİN HARAP VE METRÛK
KALIŞLARININ SEBEPLERİ
Bu eserin, bilhassa bundan evvelki bendinin mütaalasından anlaşılmış olacağı
gibi ilk zamanlarında mükemmel surette yaşamış, ifâ ettikleri meccanî ve insanî
hizmetlerle yerli ve yabancı yolcuların minnetlerine ve takdirlerini kazanmış olan
hanlar ve kervansaraylar, ne gibi sebeplerden dolayı işe yaramaz bir hâle gelmiş
oldukları için terk edilmişlerdir, tarzında mukadder bir sualin mutlaka akla geleceğini
tahmin ederek bu sualin cevabını vermeye çalışacağım. Ve bu sırada vakfın nasıl ve
ne maksatla kurulmuş olduğunu ve zamanla kimler tarafından ne tarzda çığrından
çıkarılıp soysuzlaştırılmış olduğunu izah edeceğim.
Ne suretle olursa olsun edindiği serveti memleketin imârına, halkın talim ve
terbiyesine, sıhhatının korunmasına ve nihayet yolcuların barınmasına harc ederek
imâretler vücuda getirmek eski Türklerin güzel âdetlerindendir. Bu yola gitmekte
görünerek ve geleneğin tesiri olduğu gibi dini bir gâye de gözetildiğine şüphe yoktur.
İmareti yapmakta başka hükümdarlarla hanedan azası ve hükûmet adamları
bulunduğu gibi servetini münhasıran hayra sarf etmek isteyen zenginler de vardır.
Bu hayırsever insanlar yalnız imâret binalarını yapmakla kalmazlar, onları yaşatacak
gelirleri de temin ederlerdi. Bu maksatladır ki şehir ve kasabalar içinde iratlar ve akarlar
yaparak kiraya verirler ve aynı zamanda şehirlerin imârına da hizmet ederlerdi. Yine
bu insanlar şehir ve kasabalar dışında da geniş topraklar tahsis ederek, bu toprakları
ektirip biçtirirler ve bunların gelirlerini de yaptıkları hayırların yaşamasına hars ve
tahsis ederlerdi.
Mevzuatımızda bu idare tarzına vakıf usûlü denilir. İsviçre Medeni Kanunu’nu
kabul edilinceye kadar üniversitelerimizde ve yüksek mekteplerimizde vakıf usûlü
İslam fıkhı yani hukuku bakımından mühim bir ders olarak Türk gençlerine öğretilirdi.
Bunun hakkında birçok kitaplar da yazılmıştır. Vakfı her müellif az çok izah etmiştir.
Burada yalnız en eski İslam hukukçusu olan İmam-ı Azam Ebu Hanife ile Osmanlı
hükûmetinin Evkaf Nezareti’nin yaptıkları tarifi alacağım.
İmam-ı Azam’a göre vakıf, bir mülkün aynı, sahibinin mülkü hükmünde kalmak
üzere menfaatini bir cihete tasadduk, tahsis etmektir. Evkaf Nezareti’nin tarifine gelince;
onu mütareke seneleri içinde İstanbul’a gelen bir Amerikan içtimai tedkik heyetinin
sualine cevap olarak tanzim edilip verilen muhtıradan öğrenebiliriz. Bu resmî tarife
göre vakıf, menfaatin Allah’ın kullarına ait olmak üzere bir aynı müebbeden hapsetmek
yani Allah’ın mülkü hükmünde olarak temlik ve temellükten ilelebet memnu kılmaktır.
Bu tarif, yine bu resmi makamca şöylece izah olunmuştur: Vakf olunan bir şey ne satılır,
ne satın alınır, ne miras kalır, ne bağışlanır, ne de telhin olunur. Dünya durdukça vakf
olarak durur ve menfaati tahsis olunan cihete sarf olunur. Vakıf âdeta bir kimsenin
gönül hoşluğu ile hemcinslerine yardım etmesidir.
104 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Bir hayır sahibi kurduğu müessesenin ilelebet yaşaması için arzularını ve başlıca
şartlarını gösteren ve vakfiye denilen bir statü tanzim ettirerek bunu şehrin veya
kasabanın en büyük mülkiye memuru ve belediye reisi aynı zamanda hakimi olan
kadıya tescil ettirirdi. Yaşadığı müddetçe imâretin idaresine yaptıran kimse bakar,
ölümünden sonra da oğul ve torunlarını mütevelli adıyla bu işi bakmağa memur
ederdi. Evlatları ve torunları kalmazsa veya hiç olmamışsa şehrin kadısı dışardan
birisini bu vakfın idaresine mütevelli tayin ederdi. Bu hususta tacidarlarla diğer eşhas
ve efrattan vakıf yapanlar arasında fark yoktur. Onlar da statülerini kadıya teklif ve
tesciye ettirirlerdi.
Vakfiyelere faydalı bir hayli kayıt konulmasına dikkat edilmiş olduğu görülmektedir.
Ezcümle Ayasofya’nın 3. Tahrir Defteri’nden öğrenildiği gibi her yirmi senede bir, vakfın
yeniden binalar ve arazi gözden geçirilerek gelirlerinin eksilmesini veya arttırılmasını
icab ettiren bir cihet varsa tedkik edilip icabının yapılması da esas şartlardan idi. Aynı
zamanda “şart-ı vakıf, nass-ı şari“ gibidir yani vakıf yapanın koyduğu şartlar Kur’an’ın
ayetleri gibidir, mealinde bir düstur kabul edilerek vakfın koyduğu şartların ve beyan
ettiği arzuların Kur’an’ın ayetleri değiştirilmediği gibi binaların da asla değiştirilmemesi
şiddetle ve ehemmiyetle tavsiye olunurdu. Bu türlü kayıtlar ve şartları koyan vakıfların
en büyük arzuları bıraktıkları akarların kiralarını ve arazinin ekilip biçilerek hasılatını
tahsil edip imârete ve onları idare eden memur, hademe vesairenin maaşlarını, binaların
tamirine ve artarsa yeniden irat ve akar yapılmasına harc ve sarf edilmesinden ibaret
olduğu hâlde “şart-ı vakıf, nass-ı şari“ gibidir düsturu ihmal edilerek hayır sahiplerine
ihanet edilmiştir.
Ya mütevelli’nin israf ve sefahatından dolayı parayı ihtiyacından yahut zelzele ve
yangın gibi âfetler yüzünden harap olan imâretin tamir ve ihyası için bol paraya lüzum
görülmesinden dolayı akarların satılması cihetine gidilmiştir. Bunun için bulunan çare
şunlardır:
- Eldeki akarları birisi bugünkü hava parası gibi peşin olarak almak,
- Yine bugünkü bina vergisi gibi seneden seneye alınmak,
suretiyle icareti denilen iki türlü kiraya vermektir. Vakıf ıstılahlarından bunların
birincisine muacelle, ikincisine müeccele denilir. Bir de vakf olan arazinin mukata
denilen kesişme usûlüne bağlanarak elde edilmekte olan gelirin âdeta dondurulması idi.
Bu suretle her sene ekip biçmekten ve bir sene kar ertesi sene yağmursuzluk yüzünden
zarar etmektense mahsulün 3 seneliğinin ortalaması bulunarak elde edilecek miktarın
seneden seneye maktuan alınmasıdır.
Gerek akarları, gerek toprakları tamamen satmayıp bu suretle malın esasını kendi
uhdelerinde bırakarak kiraya vermekle mütevelliler, vakfın şartlarını değiştirmemiş
olduklarına kânî idiler. Mütevelliler bu yola gitmekle mirasyedicesine hareket etmişler,
peşin olarak aldıkları paraları bolca sarf edip ancak senede bir defa tahsil edecekleri
cüzi para ile iadereye mecbur kalmışlardır.
Mütevelliler başka türlü bir yola gitmekle yani peşin para alıp sattıkları binanın hepsini
bir adama değil, her odasını başka kimselere satmak yoluna da gittiklerinden İslam
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 105
hukukunda muhayer denilen yeni bir usûl ortaya çıkarmışlardır. Bu gibilerin kanaatlarına
göre babalarının mallarını bu suretle satmakla buraların tamirlerini de yeni sahiplerine
yüklemişler ve böylece imâretlerin ihyasına hizmet etmişlerse de bilhassa zelzelede
harap olan binaların tamir edilmeyip ilanihaye harap kalmasına ve netice olarak vakfa
müecelle de alamayarak hayratın büsbütün iratsız kalmasına sebep olmuşlardır.
Bir yandan imâretleri yaptıranların koydukları idare tarzının icareti ve mukata yolu
ile değiştirilmiş olması, bir yandan da bazı vakıfların irat olarak bıraktığı arazinin iki
asırdan beri milli hudut dışında kalması sülaleleri münkati olmuş olan imâret sahipleri
ile hükümdar vakıflarının idaresini müşkül bir durumda bırakmıştır. Ve aynı zamanda
her vakfa ayrıca nâzır, mütevelli ve cabiler tarafından idare edilerek vakfın idaresinden
bir vahdet teşkil edilmemiş bulunduğundan buna bir çare olmak üzere hükümdar
vakıflar ile sülaleleri kesilmiş olan diğer vakıfların bir elden idare edilmesi ve birisinin
varidatı yoksa ötekilerin gelirleri ile bunlarınkinin de idaresi cihetine gidilmek maksadı
ile 1252 (1836) tarihinde bir Evkaf Nazırlığı ihdas olunarak vakıflar ilk defa bu suretle
devletleştirilmiştir. Aynı zamanda Evkaf Nezareti’ne bazı gelirler de temin cihetine
gidilmiştir. Evkaf Nezareti’nin teşkilinde bilhassa Tanzimat’ın ilanından sonra evkaf
gelirleri ile bir belediye kadar uğraşılmaya başlanılmış ve ilk defa vakıf, zemin
üzerindeki binalardan alınan mukata bedelinin arttırılması cihetine gidilmiştir. Bunun
için kabul edilen dustur “vakıf zemin üzerindeki emlâk hükmü şahıslar uhdesinde
ise tahmin olunan kıymetinden her sene % 10 nisbetinde ve şahıslar uhdesinde
olanlar da tahmin olunan kıymetlerinin 1/3’ünden 1000 kuruşta yüz para alınması“
dır. Daha sonra icareteynli vakıfların intikal haddinin genişletilmesi için 60 seneye
münhasır olmak üzere alınan % 20 paranın aslı bir defaya mahsus olarak % 30 kuruşa
çıkarılmışsa da biraz sonra halka kolaylık göstermek bahanesiyle bu miktar 60 senede
ödenmek üzere % 20 paraya tahvil edilmiştir.87
Yine bu devirlerde şahıslar uhdesindeki vakıf müştegilat ve müssaffakat binaların
alınıp satılırken alınan % 30 kuruşun yarısı vakfa ve yarısı Defter-i Hakani (Tapu
İdaresi)’ye aidiyeti kabul edilmişse de 1908 Meşrutiyet inkılâbından sonra Maliye
Nezareti bu paranın tamamını hazineye aidiyeti cihetine giderek vakfı bu vergiden
mahrum bırakmıştır.
1908 Meşrutiyet inkılâbından sonra Şeyhülislam Hayri Efendi’nin 6 sene süren
Evkaf Nazırlığı zamanında bilhassa 19 Mayıs 1327 (1911) tarihli “müstagmen anha“
olan yani kendisinden istiğna edilen harap vakıf binalarla Nezarete Ait Vakıf Arsalar
Kanunu çıkartılarak birçok yerler satılıp evkafta bir hayli yenilikler ve yepyeni akarlar
ve iratlar yapılmağa başlandıysa da asırlardan beri devam edegelen vakıf icaretlerinin
arttırılması gibi bir usûle asla müracaat yahut cesaret edilememiştir. Nihayet Cumhuriyet
devrinde bu cihette doğrudan doğruya değil, ancak Tapu Harçları Kanunu’nun tanzimi
sırasında o kanunun 36. maddesiyle kimsenin itirazına mahal bırakılmaksızın sessizce
ve dolayısıyla mümkün olabilmiştir. Madde aynen şöyledir: “Hükmü veya hakiki
şahıslar uhdelerinde bulunan vakıf mahallerin icare veya mukataları vergi kıymetlerine
nisbetle % 2.5’tan az olursa o miktara iblağ olunur.“ 88
87 9 Şubat 1922 tarihli 8946 numaralı İkdam Gazetesi’nde Amerikan İçtimai Tedkik Heyetine verilen muhtıra
88 29.5.1929 tarihli 1451 sayılı kanun
106 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
1908 Meşrutiyet inkılâbından sonra Nâzır Hayri Efendi’nin zamanında vakıf
vergilerinin tahsilinde mühim değişiklikler yapılmak suretiyle gelirlerin arttırılmasında
büyük bir adım atılmıştır. Ezcümle o tarihe kadar vakıf vergiler Tapu İdaresi’nde
ancak alınıp satılırken senelerce birikimi olanlar defaten alınıp Evkaf İdaresi’ne teslim
edilirken böyle gayri muayyen zamanlara ve zuhurata tâbi olarak tahsil edilebilen
vergi sistemi idarece istikrar temin etmediğinden yine alım satım vukunda birikmiş
vergiler Tapu İdaresi ile cibayet edilmekle beraber, her sene tahakkuk edecek vakıf
gelirlerinin Maliye Tahsil Şubeleri’nce tahakkuk ve tahsil edilmesi cihetine gidilmiş;
fakat bundan beklenen süratli netice de elde edilmemiş olacak ki daha sonra Evkaf
Nezareti ayrıca tahsil şubeleri açarak kendisi tahsile başlamıştır. Bu sıralarda emlâkten
hükûmetçe bir vergi alındığı hâlde Evkaf İdaresi’nce de ayrıca vergi alınması hoş
görülmeyerek bunun büsbütün kaldırılması, eski devirden kalma bir müessese olduğu
için çok kimseler tarafından istenilmişse de aynı devirden kalan aşarın birdenbire bu
zihniyetle kaldırılması yüzünden hükûmet bütçesinde % 40 nisbetinde husûle gelen
açık düşünülerek vakıf gelirlerinin büsbütün kaldırılması cihetine gidilmeyip bu babda
esaslı bir tahkikat yapılması istenilmiştir.
1926 senesinde İsviçre’den alınıp neşrolunan Medeni Kanun’da vakfın yeri
olmadığı gibi, ona mukabil bu kanunda adı geçen tesisin de yerine göre vilayetlere ve
belediyelere bağlanarak evkafla bir ilgisi bulunmadığı görülmesi üzerine, İsviçre’den
Leman adında bir mütehassıs getirilip Türkiye’deki vakıfların Medeni Kanun ile telifi
ondan istenilmişti. Leman’ın tanzim ettiği Kanun lahiyası birçok komisyondan ve
Devlet Şurası’nın tedkikinden geçirildikten sonra İcra Vekilleri Heyeti’nce Büyük Millet
Meclisi’ne sevk edilirken, yazılan esbab-ı mucibe mazbatasında görülen şu sözler vakıf
sisteminin neden büsbütün lağv edilmeyip kısmen iptal edildiğini bize bildirmektedir:
“Medeni Kanunumuz’un vazî o kanunda tesisler hakkında bir fasıl mevcut iken,
neden dolayı eski vakıflar için ayrıca bir kanun yapılmasına lüzum gördü ve Osmanlı devrinin milli hayatı ezen ve milletin medeniyet yolunda ilerlemesine engel olan
ananelerini bir hamlede yıkarken bu noktada niçin durdu ve neden düşündü; çünkü
onda benliğinden ve içtimai varlığından eser gördü. Mukaddes yurdunun her tarafına
serpilmiş abidelerinin kubbe ve duvarlarında kendi dehasının, hastahanelerinde, köprülerinde, çeşmelerinde, sebillerinde Türk hayırhahlığın ve cömertliğinin inceliğini ve
büyüklüğünü sezdi.
İnkarı kâbil değildir ki bu hasenatın ibzalinde ibadet kasdı da müessir bir âmil
idi. Lakin mutlak ve tamam bir âmil değil. Eğer böyle olsaydı, aynı akideyi taşıyan
memleketlerde olduğu gibi Türk vakıfları da ibadetle mahsus ve münhasır kalırdı.
Memleketimizde mevcut vakıflarla sabittir ki Türk’ün fıtratındaki “feragât-i nefs“ ve
“diğergendeşlik“ hisleri bu dar çerçeve içinde mahsus kalmamış ve aynı zamanda
içtimai tasanüdü temin eden ve irfan ve fazilet duygularını tenmiye eyleyen mektep,
medrese, hastane, yol, köprü, kervansaray, misafirhane, imâret, çeşme ve daha nelerle
seyl-i hasenatı yataklarından taşan nehirler gibi memeketin her tarafını kaplamıştır.
Malını mensup olduğu cemiyetin hayrına, refahına bezletmek bugün için de en yüksek
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 107
medeniyet şiarı değil midir? O şiarın fıtratında meknuz ve mevcut olduğu Türkler
asırlarca evvel bu eserlerle isabet etti. İşte onların bugünkü yüksek görüşlü ve derin
fikirli evladını bu nokta düşündürmüş ve kıymetli yadigarların yaşamasını temin için
ayrıca esaslar koymaya bu kudsi düşünülmüş sâik olmuştur.“
Memleketimizin vakıflarını tedkik için bilhassa celb edilen garbın namdar hukuk-ı
medeniye üstadlarından Mösyö Leman dahi bu parlak hakikate ve bu basiretli harekete
karşı duyduğu takdir heyecanını samimiyetle itiraf ve raporuna da derc etmek suretiyle
isbat-ı insaf etmiştir. Zaman ve muhitin seyyiatından o zamanda ve o muhitte mevcut
en kâvî müesseselerin de az çok mütessir olmaları inkar edilemez bir hakikattır. Bu
itibarla Türk’ün bu bergüzâr hasenatı da Osmanlı sultasından kurtulamadı. Ve tabi
tutulduğu usûllerin toplu ve müdevven olmaması tezvirci kadılara hâileler icadına
meydan vererek, o tükenmez servetin epeyce bir kısmı heder oldu. Yine çok şükre
şayındır ki o yağma ve tahrip devirlerinde Türk’ün temiz ve asil kanını damarlarında
taşıyanlar, babalarının, dedelerinin yadigarı olan bu abidelere kudretinin yettiği kadar
el sürdürmedi. Ve artık büyük inkılâpla tamamen malına sahip olan millet, kalan
servete de kudretli elini koyarak ve yaptığı kanunlarla o serveti temlik edinenlerden
temizleyerek nurlu ve şuurlu evlatlarını sinesinde yetiştiren darülfünunlarına, ruhunu
yükseltecek, içtimai bünyesini kuvvetlendirecek müesseselerine yardıma koştu ki
inkılâbımızdan beri yapılan evkaf bütçe kanunları bunun parlak ve şerefli bir şahididir.
Profesör Mösyö Leman’ın da kemâl-i hayret ve takdir ile söylediği vechile vakıf
müessesesi bizde yani Türkler’de olduğu kadar cihanın hiçbir yerinde bu kadar şümullü
değildir. Ulu ecdadımız cami ve mescidlerden başlayarak mektepler, medreseler,
kütüphaneler, hastaneler, imâretler, dağ başlarında hanlar, kervansaraylar, köyler ve
kasabalarda misafirhaneler, köprüler, yollar ve kaleler yapmışlardır. En büyük şehirlere
varıncaya kadar bütün köy ve kasabaların sularını getirmişler, esirlerin azadanı, borçlu
mahpusların tahliyesini, mücahitlerin techizini, tahsilde bulunan fakir çocukların
libasını ve mektep ihtiyaçlarının teminini düşünmüşler ve bunlar için büyük vakıflar
vücuda getirmişlerdir.
Bunların vakfiyeleri tedkik edilince görülür ki: Bazılarında müsâdereden kurtarmak
korkusu mevcut ve mahsus olsa bile, ekseriyet-i külliyesinin Türk’ün büyük hassalarından
biri olan “feragât-i nefs“den ve “diğerendeşlik”ten doğduklarını kabul etmek zarureti
tahakkuk eder. Aksini iddai hürmetsizlik olur. Fakat çok teessüfe şayandır ki, bu kadar
büyük düşüncelerle bu kadar vâsi ve şümullü bir surette teesüs eden vakıflar, başlıca
idaresizlik ve düşüncesizlik neticesi olarak mahv ve heba olmuş gibidir. Bunda çok
büyük bir âmil de vakıfların tesciline o kadar ehemmiyet verilmemesi ve yirmi sene
evveline gelinceye kadar vakıflar için bir “hükmi şahsiyet“ bile kabul edilmemesidir.
Böyle bir esas kabul edilmemesidir ki vakıfları mütevellilerin malı hâline getirmiş ve
çoğu saray bendegânı olan mütevelliler, bunları doğrudan doğruya ve herhangi bir
sebeple buna muvaffak olmazlarsa bir yolunu bularak mahkemeden müsâde istihsal
ile yemişler, vakıfları bugünkü acıklı hâle getirmişlerdir.
108 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
İşte Cumhuriyet hükûmetinin vakıf hakkındaki nokta-i nazarı ne kadar doğru, ne
kadar liberal ve ne derecede bi-tarafâne değil mi? Şu mucib sebeplere dayanılarak
2762 numaralı ve 1935 tarihli kanun çıkartıldığı günlerde bu mevzu, tesadüfen İstanbul
Üniversitesi İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü’nün tertiplemiş olduğu konferansta şöyle
hülasa etmiştim: “Evkaf’ın senelik varidatı 2.5-3 milyon lira kadardır. Bunun yarım,
nihayet 1 milyon lirası Evkaf’ın irat ve akarı karşılığı olarak çıkartılır ve kalan 2 milyon
lira 20 ile çarpılırsa 10 sene sonra Evkaf’ın eline 40 milyon lira geçecek demektir.“89
Vakıflar Umum Müdürlüğü son 7 yıl içinde 33.5 milyon lira sarfı ile yurdun her
tarafından vakfa ait binden fazla abideyi ve camiyi tamir ettirmiştir. 1957 senesinde
sarf edilecek para 10 milyon lirayı geçeçektir. Vakıflar Umum Müdürü de bu mütalâayı
teyit etmiştir.
İstanbul’da hükûmetin, askeri makamların ve belediyenin birlikte çalışmaları ile
girişilen imâr hareketlerine müvazi olarak Vakıflar İdaresi de imâr sahasında 50’ye yakın
binayı hep bu sırada tamire başlamıştır. Vakıflar Kanunu’nun 26. maddesi ile mukatalı
toprakların veya icareteynli gayrimenkullerin mülkiyetleri mukata veya icaretlerinin 20
misli bir târiz karşılığında mutasarrıfları uhdesine geçirirdi ve bu suretle vakıf müessesesi
de tarihe karışmış oldu. Vakıflar Bankası’nın kurulması üzerine arazi ve bina sahiplerine
tahsil olunan 20 senelik bedel yahut vakıf ıstılahıyla rekabet bu banka sermayesinde,
Vakıflar İdaresi’ne tahsis edilmiş olan % 50 sermayenin yüzde 20’sini tutmaktadır. İşte
tarihi vakıf müessesesi bu suretle şimdi bir malî müesse yani banka olmuştur. Şunu hemen
arzedeyim ki kuruluş, ilerleyiş ve düşüş safhalarını buraya kadar izah etmiş olduğum
vakfın esasını ve gayesini, bu aciz muharrir münkir değildir. Kanatimce vakıf, beledi ve
içtimaen büyük bir halk müessesesidir. Bugün bile yurdun her tarafında ne kadar sivil
ve dini mimâri binaya rastlanırsa, bunların hepsine vakıf müessesesinin eseri olduğunu
inkar edenler bulunursa bile, bu binalar o gibileri her zaman yalanlayacaktır. Bu ciheti
1936’da yayınladığım bir eserde şöylece müdafa ve izah etmiştim: “Vakıf zannedildiği
gibi dini ve uhrevi bir müessese değil dünyayi ve beledi bir teşekküldür.“
Vakfın münhasıran ahiret ve sevap düşüncesiyle malını müsâdereden kurtarmak
endişesiyle mi, yoksa kendisinden sonra gelecek çocuklarına bir geçinecek bırakmak
kaygısı ile mi yapılmakta olduğunu, yahut vakıf yapmak için de bunların her üçünün
de âmil olup olmadığını burada münakaşa edecek değilim. Bu mevzuyu tartışmak
uzun sürer ve faydası da yoktur. Ancak şunu demekle iktifa edeceğim ki, vakfın
yalnız malını müsâdere korkusu ile yapıldığını iddia etmek en aşağı 1300 seneden
beri dünyada adalet ve hakkaniyetin kalkmış olduğunu söylemekle birdir. Vakfın
yalnız kendi çocuklarına bir gelecek bırakmak kaygısı ile yapıldığını ileri sürmek, bu
kadar milli ve beledi eserler bırakan eski Türkleri küçültmek ve onlara iftira etmektir.
Çoban Mustafa Paşa’nın Gebze’de yaptırdığı imâreti yaşatmak ve idare etmek için
çalışan, rızıklanan 155 kişi arasında vakfın sülalesinden ancak bir tek kişi mütevelli
görülmektedir. Ve ona verilen gündeliğin de müderristen sonra geldiğini vakfiyesi bize
89 Osman Ergin, Türkiye’de Şehirciliğin Tarihi İnkişafı, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi İktisat ve İçtimaiyat
Enstitüsü Neşriyatı:3, Cumhuriyet Gazete ve Matbaası, İstanbul 1936, s.158
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 109
göstermektedir. Tacidarların vakfiyelerinde ise bu yani sülaleden mütevelli de yoktur.
Şu hâlde kala kala üçüncü şık kalır ki, o da hayır ve sevap düşüncesidir. Milyonlarca
insanın, binlerce sene istifade edeceği bir veya birkaç müessese yaptığından ötürü
sağ iken bir haz duymayı ve ölünce de kendi inanışına göre bir sevap veya mükafat
beklemeği o türlü insanlara çok görmeye hakkımız var mı?
İmaretlerin ve bilhassa onlardan hanlarla kervansarayların bugün harap olmuş ve
terk edilmiş bulunduklarının sebepleri arasında ikinci büyük bir mesele de Osmanlı
hükûmetinin para siyasetidir. Bu siyaset veya siyasetsizlik yalnız vakfı değil, hükûmet
müesseselerini hatta hükümdarları bile vakit vakit bu yüzden çıkartılan isyanlar sonunda
devirmiştir. Bunu iyice belirtebilmek için, Tanzimat devrine kadar hüküm süren para
sisteminin ve bu sistemin ıslahı sırasında vakfın yine eski vaziyetinde bırakılışını izah
etmek yerinde olur. Bu devirdeki Osmanlı parasının adı “akçe“ idi. İlkin gümüşten
bastırılan bu para, bugün İngilizlerin sterlin, Almanların mark, Amerikalıların doları
ne ise Osmanlı hükûmetinde de akçe o mevkide idi. Akçe’nin ayarlanmamasını yahut
vakit vakit düşüşünün safhalarını bu vesile ile burada belirtmek isterim.
AKÇE: Ak, Türkçe’de beyaz demek olduğundan akçe beyaz sikke yani para
manasına gelir. Akçe adını taşıyan parayı Orhan Gazi 729 (1332) senesinde ilk olarak
Bursa’da bastırmıştır. Bu ilk akçenin vezni miskal yani 6 kırattı. Ve 1154 gramdan,
ayarı da % 90’dan ibarettir. Bu ilk Osmanlı sikkesi o zamana kadar bütün İslam
hükûmetlerinin paralarında kullanılmış olan dirhem ve dinar usûlünden büsbütün
başka idi. Ve ötekilerden ayırt edilmek için de buna “akçe-i Osmanî“ adı verilmiştir.
Gümüşten yapılan Selçuk dirhemleri bir şeri dirhem yani, 14 kırat oldugu hâlde ilk
basılan akçe-i Osmanî 6 kırat vezninde idi. Bu vezin Sultan Mecid devrinde en son basılan
gümüş kuruluşlukların veznine müsavi, ayarı ondan biraz yüksek, kutru da bir parça
büyüktü. Mecidiye aksamından olan kuruşların ayarı % 83 olduğu hâlde akçenin ayarı
% 90 idi. Kuruşların kutru da 15 milimetre iken akçenin ki 18.5 milimetre idi. Bu kutur
gümüş elliliklerin kutruna müsavi idi. Akçenin 1520 sene geçinceye kadar ayarında ve
vezninde bir değişiklik yapılmamışken, Fatih Sultan Mehmed zamanında 848 (1444) de
akçe 6 kırattan 5 kırata indirildi. Bu tedbir askerin aylıklarından bir miktar kesilerek devlet
hazinesine bir parça irat tedarik etmek maksadı ile yapılmıştır. Hâlbuki bu hâl askerin
gayretini kırıp hatta büyük bir fitnenin başlangıcını teşkil ettiğinden, fitnenin önünü almak
için asker ulûfelerine yani aylıklarına yarım akçe zam yapılarak, o vakte kadar 3 akçe olan
gündelikleri 3.5 akçeye çıkarılmış oldu. Tutulan bu fena yola bu tarihten sonra her ne
zaman paraya şiddetle ihtiyaç görülürse bu yola defalarca müracaat edildi.
İmparatorluğun İstanbul’dan başka diğer büyük şehirlerinde de bastırılan akçelerin
vezinleri de gittikçe eksitilmiş, ayarları ise 5, 4.5 hatta 4’e kadar indirilmiştir. II.Selim
ve II. Murad zamanlarında 2.5, I. Ahmed devrinde 1.5, IV.Murad zamanında 1 ve
1/4’e indirildi. Deli İbrahim devrinde ise basılan akçelerde evvelkiler zuyuf ve mahsus
olduğu için kuruş 125, altın 250 akçeye çıktı. Nihayet II.Sultan Süleyman zamanında
1099 (1687) senesinde Osmanlı meskukatı ıslah ve tadil olunduğu sırada akçe usûlü
110 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
terk edilip yerine kuruş usûlü kabul edildi. En son olarak Tanzimat’a takaddüm eden
senelerde vakıf muhasebe usûlü müstesna olmak üzere akçe kelimesinin kullanılması
ancak (500 kase akçe, güzeşte ve masarif akçesi) gibi mahallere inhisar ettirildi.90
Akçenin takip ettiği baş döndürücü sükut, şüphe yok ki vakıf gelirlerine hiç
mertebesine indirmiş, aynı zamanda imâret memur ve müstahdemlerine vakfiyelerdeki
kayıtlara ve nisbetlere göre verilen ücretler de o nisbette azalarak memurlar ve
müstahdemler mahrumiyet ve sefalete düşmüşlerdir. Akçenin sükutundaki bu akibeti
ilk defa gören ve vakfiyesine ona göre kayıtlar koyan Sokollu Mehmed Paşa olmuştur.
Onun vakfiyesinde görülen şu fıkra vakıf işinde olduğu kadar malî tarihimizde de
ehemmiyetli nazar-ı dikkatte tutulacak bir kıymettir:
“Malum ola ki her yerdeki akçe zikrolunmuştur Murad, akçe-i Osmanî’dir. Bu kitabı
sıhhat medar (vakfiye) tahrir olunduğu zamanda bir dinar (altın) 60 dirhem-i Osmanîye
sarf olunurdu. Eğer tebedül-i edvar-ı nâhem-var ile etfar ve asar mütegayyir olup
dirhem ve dinarın kıymetlerine tefavüt (fark) ârız olursa tarih-ı kitab-ı sihhat ensabda
(vakfiyede) olan kiymetler mikyas kılınıp tagayyür ve tebeddül vaktinde olan kıymetleri
buna kıyas oluna.“91 15 sene iş başında bulunması siyasi basiretine delâlet ettiği kadar
zamanın en büyük mali müessesesi olan vakıf sisteminin her zaman aynı tarzda
devam etmesi için tavsiye ettiği parayı ayarlama usûlü de Sokollu’nun bu sahadaki
basiretini de göstermektedir. Ne yazık ki “şart-ı vakıf, nass-ı şari“ gibidir düsturu
merriyette olduğu bu zamanlarda Sokollu’nun oğul ve torunlarının bu yola gitmemiş
oldukları onun vakfiyesinin de bozulmuş ve imâretlerinin harap olmuş olmalarından
istidlâl olunabilir. Başta hükümdarlar ve hanedan azasının ki olduğu hâlde diğer bütün
vakıflarda da paranın zamana göre ayarlanmış olduğu muhakkaktır.
Vakıf binalarının harap oluşlarının üçüncü mühim sebebi de bu binalarda bugün
yeniden yeniye mevzuatımız arasına almağa hazırladığımız kat mülküyetinin mevcut
oluşudur. Eski medeni kanunumuz olan Mecelle de buna bir binada hissesi nisbetinde
faydalanmak manasına gelen muhayyer denilirdi. Belediye mevzuatında ve halk
arasında ise bunun hakkında zemin ve hava tabiri kullanılırdı. En alt kattaki dükkân
veya odaya zemin, bunun üstünde yapılana hava denilirdi. Bu taksimde altta kalan
üstekinden daha kıymetli sayılırıdı. Ve bina istimlâk edildiği zaman bedeli sahiplerine
3 nisbetinde yani 2/3, alttakine 1/3, üsttekine verilirdi.
Muhayyer yahut kat mülkiyeti usûlüne gidilmesi alelade zamanlarda veya zelzele
ve yangın gibi âfetlerin vukuunda herkes kendi hissesine düşen kısmı tamir ettirerek,
vakıf sahibinin masraf ihtiyarına mecbur bırakmamakta ise de bu defa da karşımıza
başka bir müşkülat çıkarılmıştır. Alttaki odanın veya dükkânın sahibi onu tamir veya
ihya etmedikçe üstteki bina sahibi kendi binasını yapamadığından ve üsttekiler de aynı
müşkülata maruz bulunduğundan bir de alttakini cebre imkân olmadığından bu usûl
vakıf binaların yine haraplığına sebep olmuştur.
90 M. Zeki Pakalın, Osmanlı Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB Yayınları, c. 1, s. 32-35; Akçe maddesinden
kısalıtarak alınmıştır.
91 Vakıflar Umum Müdürlüğü Arşivi, c. 572, s.62
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 111
Miras usûlünün de bu haraplığa başkaca sebebiyet verdiğini burada kayda ve izaha
lüzüm vardır. Bazı memleketlerde miras usûlünün icabı olarak binalar büyük evlat
üzerinde kalmakta ve bu suretle onun mamuriyetinin idamesine ve icabı hâlinde tamirin
imkân bulunmaktadır. Bizde ise İslam hukukuna göre miras evladı olmadığı takdirde
yakın akrabaya intikal ederek parçalanmakta olduğundan, bahis mevzu olan binaları
tamir edebilmek için yüzlerce hissedarı bir araya getirip onlara iş birliği yaptırmak
imkânı bulunamamıştır. Bunu İstanbul’a ait iki misalle teyit etmek mümkündür. 1894’de
İstanbul’da vukua gelen bir zelzelede tek katlı dükkânlardan ibaret olan Kapalı Çarşı
kâmilen yıkılmış; fakat o zamanki hükûmet hemen harekete geçerek Nafia Nezareti
tarafından dükkânlar yeniden yaptırılıp inşaat bedeli sahiplerinden taksitle alınmıştır.
1953’te yine bu çarşının 1/3’ünün bir yangında yanmış olması üzerine Cumhuriyet
hükûmeti de hemen faaliyete geçerek dükkânların tamiratını yaptırıp dükkânları
sahiplerine teslim etmiştir. Aynı çarşıda kapısı Çarşı’ya açılan ve çarşıdan sayılan ikişer
katlı ve yüzlerce odalı 18 han bulunduğu hâlde, bu hanlar yukarıda sayılan muhayer
ve miras usûlleri yüzünden hükûmetçe de yaptırılmayarak, o hâliyle bırakılmışlardır.
Hanlar, kervansaraylar ve benzerlerinin harap oluşların 4. sebebi buralara sığınan
asilerle ihtilalcilerin yüzünden çıkan müsademe ve muharebelerdir. Aksaray yakınında
ve Tuz Gölü cenubunda bulunan Alaeddin Keykubat’in meşhur kervansarayı
Karamanlılarla Memreş adlı bir Türk beyi arasında çıkan muharebede tahribe uğramış
ve iki burcu esaslı surette yıkılmıştır. Bundan evvel Anadolu’da zulmü ile meşhur
olan Moğol kumandanı İrinç’in kendisine karşı ayaklanan İlyas adlı bir Türk beyi ile
mücadele ettiği sırada İlyas, İrinç’e dayanamayacağını anladığı için bu kervansaraya
sığınmıştı. Moğol kumandanı İlyas’ı teslim almak için kervansarayı 2 ay kadar muhasara
etti. 20.000 kişilik okçu kuvvetiyle yanında zamanın taş atan Arrade ateş saçan Naffate
ve mancınık gibi bütün muhasara silahları ile gece gündüz uğraştı ise de kervansarayı
düşürmeğe, İlyas’ı elde etmeğe bir türlü muvaffak olamadı.92 Fakat bu hadisede de
kervansaray esaslı surette tahribe uğradı.
Böyle bir isyan vakası yüzünden Sokollu’nun Lüleburgaz’daki kervansarayının da
işe yaramayacak derecede tahribe uğradığını biliyoruz. 1214 (1799) tarihinde Kara
Fevzi adında bir zorba kasabayı basıp Sokollu’nun yaptırdığı imâreti, çarşıyı ve evleri
yakmıştı. Hükûmet sonradan binaları yeniden yaptırmıştır. Ruslarla yapılan bir harp
sırasında Sokollu imâretinin üstündeki kurşunlar askeri zaruret dolayısıyla sökülüp
alınarak imâret yeniden tahribe maruz kalmış ve ancak 1296 (1878) senesi içinde biraz
tamir edilip süvari kışlası ihdas olunmuştur.93
İstanbul’da sık sık zuhur eden Yeniçeri isyanları dolayısıyla asilerin kagir büyük
hanlara sığınarak hükûmete karşı koydukları görülmesi üzerine “hanların arazi ve
eşhas makulesinden cayi temekküm olmaması için kagir inşa edilmesine“ 1144 (1731)
tarihinde irade sadır olmuş ve ancak 1159 (1746) tarihinde sadrazam Seyyid Hasan
Paşa yangını önlemek bahanesiyle ve halka zarardan korumak maksadı ile bu iradeyi
92 Osman Turan, a.g.e., s. 477-478
93 Edirne Vilayeti Salnamesi 1310
112 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
“yalnız esnafın eşyaları konulup yabancı kimse konulmamak şartı ile“ geri aldırmıştır.94
Vakfiyelerdeki şartların değiştirilmesinden para ayarının bozukluğundan ve
kat mülkiyeti ile miras usûlünden doğan sebeplerle şehirler arasındaki ana yol
istikametlerini değiştirilmesi, nakil vasıtalarında büyük yenilikler ve değişiklikler
olması ve hepsinden üstün olmak üzere yangınların ve bilhassa zelzelelerin en çok
binalarda tesirini göstermesi gibi hâlleri de zikre ve tasvire kalkışmanın konuyu
uzatacağından ancak bu kadarını izahla iktifa ediyorum. İmaretlerden hanlarla
kervansarayların bir kısmının Tanzimat devrine kadar yaşayabildiğini bu eserin
başka yerlerinde sırası geldikçe yazılmıştır. Burada bu bahse biraz daha temas etmek
istiyorum.
Ulukışla’daki Öküz Mehmed Paşa İmâreti (Albert Gabiel’den)
Evliya Çelebi (1611-1681) Ulukışla’daki Öküz Mehmed Paşa kervansarayı iyi bir
hâlde işlemekte olduğunu ve yolculara yemekler verildiğini yazar. Bu kervansarayın
Çelebi’mizden 150 sene sonra görmüş ve gezmiş olan Moltke, bu kervansarayın
150 seneden beri tamir görmemiş olduğu hâlde, sapasağlam durduğunu söyler.
Fakat içinde yolcu bulunduğundan ve yemek verildiğinden bahsetmez. Yine Evliya
Çelebi Gebze’de Çoban Mustafa Paşa, Payas ve Lüleburgaz’da Sokollu Mehmed
Paşa imâretlerinde yolculara yemek verildiğini ve o zamanlarda Sokollu vakıflarına,
Sokullu’nun neslinden İbrahim Hanzade’nin iyi baktığını yazar. İbrahim Hanzadelerin
III. Selim zamanına kadar yaşamış oldukları Eyüp’te Sokollu türbesi etrafında müteaddit
94 Osman Ergin, Mecelle-i Umur-ı Belediye, c.1, s.1054
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 113
mezar kitabelerinden anlaşılmaktadır.
Evliya Çelebi’den 150 sene sonra Anadolu’yu gezmiş olan Moltke, Kayseri’den
bahsederken; “Buralarda otele inmek âdet değildir. Çünkü otel yok. Hanlarda ve
kervansaraylarda ise eşya namına hiçbir şey bulunamaz. Onun için belli başlı yolcular
doğruca müsellimin ve voyvodaların veya paşanın velhasıl şehrin en ulusu kimse onun
evine konarlar“ demektedir. Bu bilgiler bize bu müesseselerin hangi tarihten sonra
büsbütün işe yaramadığını gösteren en mühim vesikadır. Moltke’nin memleketimizde
bulunduğu bilhassa ayrıldığı tarih Tanzimat’tan bir sene evveline rastlar. XIX. asrın ilk
yarısını teşkil eder. Bu kitaba derc olunan bir kervansaray içi resminde fesli bir zaptiye
neferinin bulunması Türklere fesi milli serpûş olarak kabul ettiren Sultan II. Mahmud
zamanına rastlar. İşte tam bu sıralarda hanlar ve kervansaraylar rağbetten ve itibardan
düşmeye başlamışlardır diyebiliriz.
Anadolu’daki imâretlerin birçoğunu enkaz hâlinde görmek mümkündür. Vakfiyelerin
mevcut ve adları halk arasında yaşadığı hâlde binasından eser olmayanlar da vardır.
Şemseddin Altun-aba’nın Argıt suyu kenarında yaptırmış olduğu han bunlardan birisidir.
Bu harap hanların enkazından çok kere hükûmet ve bazen de halk faydalanarak yeni
binalarda kullanmışlardır. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, Argıt, Kekeç ve Şekerli
köyü halkının yerlerinden kaldırarak, Argıt köprüsü yanına kurmuş olduğu kasabaya
yerleştirilmiş ve burada cami, mektep, han, hamam, bedestan, çarşı, medrese, çeşme ve
kuyudan mürekkep bir imâret vücuda getirdiği zaman, bu imâretin taşları bugün yerinde
bir zerresi bile bulunmayan Altun-aba kervansarayından aldığı muhakkaktır.
Hanlar ve kervansarayların harap oluşunu yana yakıla anlatan muharrirler çoktur.
Bunlar arasında salahiyetli bir zat olan İstanbul Arkeloji Müzesi müdürü Halil Ethem
Bey’in Kayseri yakınındaki Celaleddin Karatay Kervansarayı hakkındaki şu sözleri çok
dikkati çekecek bir ehemmiyet taşır. Halil Ethem Bey:
“Bu emsalsız binanın 1322 (1906) senesi Ağustos’unda gösterdiği esef verici hâle
gelince dört bir tarafına ve bahusus methalinin iki yanına kerpiçten kümes gibi bir
takım barakalar yapıştırılmış ve cephelerinde birçok kesme ve işlenmiş taşlar sökülerek
başka yerlerde kullanılmıştır. Ve binaya bitişik barakaları hanın duvarı birçok yerlerden
delinerek odalara mesken ve samanlık olarak kullanılmakta bulunmuştur. Velhasıl
hayli evkafı ve mütevellileri de mevcut iken sahipsiz denilmeyerek seza bir hâlde
bulunduğu müşahade olunmuştur.
Anadolu’da gördüğümüz o cesim hanlar yalnız gelip geçen yolculara mahsus
olmayıp, orduların sefere azimetlerinde karargâh olarak yapılmış olduklarına da şüphe
yoktur. Hem mimâri hem tarihi hem de askeri bakımlardan fevkalade ehemmiyete haiz
olan bu kervansarayların hüsnü muhafazası acaba mümkün olmayacak mı?”95 diye
soruyor, aynı zamanda bahsettiği kervansarayın zengin vakfı bulunduğunu bahis ile
tamirini Evkaf ve Maarif Nezaretleri’ne yazdığı hâlde, konuya ehemmiyet verilmediğini
söylüyor.
95 Halil Ethem, a.g.e, s. 33
114 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Sayıları binleri geçen bu türlü binaların hepsinin tamirine elbette imkân hatta
lüzum da yoktur. Hele eski hâline ifrağı yine han ve kervansaray olarak kullanılması
asla düşünelemez. Kırlarda ve sapa yerlerde bulunanlar ise yine bir taş ocağı vazifesini
göreceklerdir. Ancak şehir ve kasabalar içindekilerin kısmen tamiri ile beledi, içtimai
ve iktisadi işlere tahsisi mümkündür. Vakıfların idaresi vücudundan ve hizmetinden
artık istigna hasıl olan binaların yıktırarak, yahut sattırarak vakfa daha hayırlı ve
faydalı bina yaptırılması için çıkarttığı kanundan faydalanıp, eskilerinin yerine
birçok yeni binalar yaptırmıştır. İstanbul’dan başka yerlerde de bu yola gidilmektedir.
Böyle bir tamirin yapıldığını 1957 Nisan’ında Ulukışla’dan geçerken gördüm.
Buradaki Öküz Mehmed Paşa kervansarayının ahır kısmı zahire ambarı ihdihas
edilmek üzere Toprak Mahsulleri Ofisi tarafından 100.000 küsur lira sarfı ile tamir
edilmiş ise de Vakıflar İdaresi’nden başka Maliye Nezareti de binaya sahip çıkmış
olduğundan, iki idare arasındaki ihtilafın hâlline taalluken binanın diğer kısımlarının
tamiri geri bırakılmıştır. Hanların ve kervansarayların imâri bahis mevzu olurken
bilhassa İstanbul’un ötesinde berisinde bulunan yüzlerce harap ve metruk hanın,
harap ve perişan vaziyetlerini de göz önünde tutmak lazım gelir kanaatindeyim. Bu
hanlarda kat mülkiyeti, zemin ve hava meselesi hüküm sürmekte bulunduğundan,
hanlarla ilgisi olan yüzlerce hissedarı bir araya getirerek hepsinin iştirak ve yardımı
ile tamir ettirilmesine imkân yoktur. Alttaki katta bulunan odaları ve dükkânları
sahipleri tamir veya inşa etmezse üstteki katların sahipleri hiçbir şey yapamayarak
malından ve mülkünden istifade edememekte olmaları mukaddes olan tasarruf
haklarının ziyana uğraması bakımından da üzerinde durulacak bir meseledir. Bu
vaziyet karşısında bahis mevzu olan hanların oda başları veyahut hisseleri çok olan
mal sahipleri bilhassa bu türlü yani üst kattaki hisseleri yok bahasına sahiplerinden
satın alarak kendi hisselerine düşenlerle birlikte yeniden yaptırılmakta ve bu orada
hanın avlusuna istedigi gibi tecavüz ederek arsasını genişletip hanın mimâri tarzına
aykırı yeni tip binalar yaptırmakta, aynı zamanda bu binaların kapılarını da dışardaki
sokağa vererek hanının husûsiyet ve mahremiyetini bozmaktadır. Çemberlitaş’daki
Vezir Hanı ile Çakmakçılar Yokuşu’ndaki Sümbül Hanı bunların birer örneğidir.
Mabed avluları ile sokaklar ve meydanlar mevzuatımıza göre hiçbir surette
husûsiyete kalb ederek oralarda şahıslar tarafından inşaat yapılmasına müsâde
edilmezken aynı mahiyette olan han avlularına, kanunda yeri yoktur diye, bu suretle
tecavüz edilmesi elbette doğru bir hareket olamaz. Aciz kanaatimce bunun tek çaresi
bu türlü harap ve metruk hanlar hükûmetçe veya belediyece, hatta Evkaf İdaresi’nce
istimlâk edilerek eski hâlinde ve şeklinde restore edilmeli, mümkün olanların bu suretle
ihya edilmelidir. Buna imkân olmayanları ise geniş olan yerlere yeni ve çok katlı binalar
yaptırarak şehrin imâri ve halkın zarardan korunması bakımından tavsiyeye şayan bir
hareket olurdu. Ve bu da tabidir ki, kanuni mevzuatı bu hâle göre değiştirmekle yani
han avlularının da meydanlar ve mabed avluları gibi husûsiyete kaybedilmeyeceğine
dair kanun çıkartmakla mümkün olur.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 115
VIII.ŞEHİR VE KASABALARDA İMARETTEN BAŞKA
BEKÂR ODALARI VE BEKÂR HANLARI
Şehirlere ve kasabalara akın eden rençber, ırgat, amele ve uşak satıcısı gibi bekâr
(bîkâr/işsiz)96 halkı barındırmak aynı zamanda onları hükûmetçe bilinen yerlerde
nezaret altında bulundurarak, bu suretle şehrin asayiş ve inzibatini da emniyet altına
almak her devirde hükûmete baş vurulan idari tedbirlerdendir.
İstanbul’a sınıf halkın gelmesi şehrin fethinden itibaren başlar ve Kanuni Sultan
Süleyman devrinde son haddini bulur. Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u bir an evvel imâr ve
iskân edebilmek için Anadolu ve Rumeli’den amele, ırgat ve usta takımlarından binlerce
kişinin, aileleri ile birlikte yerlerinden, yurtlarından kaldırılıp İstanbul’a gönderilmesini
müteaddit fermanlarla vilayetlere bildirdiğini biliyoruz.97 Kanuni devrinde Anadolu’da
vakit vakit başkaldıran Celâlîler yüzünden yerinden yurdundan mahrum kalan bir kısım
halk da taşı toprağı altın telakki edilen İstanbul’a sığınmakta idi. Aynı zamanda Anadolu’da
sık sık vuku bulan kuraklık da bir kısım halkın çiftini, çubuğunu bırakarak İstanbul’a
gelmeye sevk ediyordu. Hatta bu türlü gelişler o kadar artmıştı ki hükûmet bunun önüne
geçmek için resmi “Çift Bozan“ adını taşıyan vergiyi koymaya mecbur olmuştu.
Bu türlü sebepler yüzünden İstanbul’a gelen halkın şehri inzibâtı kadar iâşesini de
güçleştiriyordu. Vakit vakit her 5 veya 10 senede bir İstanbul’da bir nüfus sayımı yapılarak
bu seneler içinde İstanbul’a gelmiş olanlar tesbit edilip memleketlerine iâde olunurlardı.
Bu türlü nüfus sayımlarını gösteren defterlerden Aksaray ve Langa semterinde taalluk eden
birisini Dahiliye Vekaleti Nüfus Umûm Müdürlüğü odasındaki kütüphanede görmüştüm.
Üç Padişah devrini idrâk ve idâre etmiş, birçok dahili ıslahatlara ve icraata muvaffak
olmuş ve bu yüzden Osmanlı tarihinde hükümdarlar arasında adına bir devir açtırmış
olan Sokullu Mehmed Paşa’nın bu işi de ele alıp bazı çareler bulduğunu tarihçi Ahmet
Refik şu satırlarla bildirmektedir.
“İstanbul mecmu-ı erbâb-ı ukûl ve menba-ı ezkiyayı fuhul idi. Anadolu ve
Rumeli’den bir kimse gelip İstanbul’da yerleşemezdi. İmamlar, müezzinler ve mahalle
kahyaları bu gibileri araştırırlardı. Köylerini ve çiftlerini bırakıp İstanbul’a gelenlerden
bir vergi alırlardı.“ 98
96 Türkçe’de kullanıldığı gibi evlenmemiş kimse demek değildir. Yine bu tabirin Arapça’da evlenmemiş kız manasına gelen bikr ile hâlini ifade eden bekâret kelimesi ile de asla bir ilgisi yoktur. Kelime Farsça’dır ve dilde nefy
edatı olan “bî” ile iş, kazanç manasına gelen “kâr” kelimesinden mürekkep bîkar’dır. İşsiz, güçsüz manasına
gelir. Bunu biz bekâr şeklinde kullanmaktayız. Yine bu tabirin Farsça’da bu dilin diğer bir nefy edatı olan nâ
ile yapılmış başka bir nâbekâr şekli de vardır. Bunun Türkçesi de işe yaramaz, haylaz manasına gelir. Farsça’da
kârubâr, iş, güç kârgüzar: iş gören, iş bitiren tabirlerini de bu arada hatırlamak yerinde olur. Evliya Çelebi bekâr
yerine mücerred tabirini de kullanır.
97 Bu konu ile alakalı Osman Nuri Ergin iki müstakil çalışma yapmıştır. Bkn. Osman Ergin, İstanbul’da İmar ve
İskân Hareketleri, İstanbul Eminönü Halkevi Dil, Tarih ve Edebiyat Şubesi Neşriyatı VI, İstanbul Bühaneddin
Matbaası, İstanbul 1938; Osman Nuri Ergin, “İstanbul Nasıl İmar ve İskan Edildi”, Resimli Tarih Mecmuası, c.
IV s.2352-2365, 29 Mayıs 1953 (Y.N)
98 Ahmed Refik, Sokullu, Kitabhane-i Hilmi, İstanbul 1924, s. 35
116 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Yine müellifin eserini diğer bir yerinde de şu satırları okuyoruz:
“İstanbul mahallelerinde inzibata riayet olunduğu hâlde yine ev basmak, insan
öldürmek gibi hâller vaki olurdu. Buna mani olmak için İstanbul halkını birbirine kefil
verirler, kefilsiz olanları mahallelerinde oturtmazlardı. İstanbul’da 5 yıldan az oturmuş
bulunanları memleketlerine gönderirlerdi. Bu gibileri kayd altında bulundurmaları için
imamlara, müezzinlere, kahyalara, vakıf odalarının oda başılarına ve kervansaraycılara
sıkı tenbihler yapılırdı. Bazen hırsızlar evleri taşlarlar, mahallelere ve camilere ahâliyi
ürkütmek için kağıtlar bırakırlardı. Bu gibileri yakalamak için her mahallede mahalle
halkına umûmi kapılar yaptırılırdı. Mahallelerin köşeleri ve sokakları terassut altında
bulundurulur ve sokaklarda daima kol dolaştırılırdı. Bu vazifenin layıkıyla yapılıp
yapılmadığı teftiş etmek İstanbul Kadısı’nın vazifesiydi. İstanbul’un bütün mahalleleri
içinde inzibata en iyi riayet edilen semt Eyüp Sultan civarıydı. Cami-i şerif yakınında,
çarşı boyunda tavla ve satranç oynamak, çalgı çalmak yasaktı. Haslar (Eyüp) kadısı
bilhassa bu noktaya ehemmiyet verirdi.” 99
Eyüp semti Sokullu devrinde alınmış olduğu söylenen bu tedbir 1908 Meşrutiyet
inkılâbına kadar devam etti. Bunu tâkiben ve icraya da Eyüp Cami baş imamı
memur edildi. Baş imam bu hususta hükûmet zabıtasına karşı da kafa tutabilirdi.
Defterdardan itibaren Eyüp semtine bir gayrimüslimin geçmesine bile müsâde
etmezdi. Bununla beraber Tanzimat’tan önce Rumeli’de bilhassa Tuna ötesinde büyük
toprak kaybına, hele Mora ihtilâlinden ve Yunan istiklâl hareketlerinden sonra bir kat
daha kalabalıklaşan İstanbul’da asayiş, hükûmetin zaafı ve aczi nisbetinde artmıştır.
Buna karşı mahalle halkı, bunlar arasında delikanlılar, geceleri nöbetle mahalleleri
beklerlerdi ve Sokullu devrinde olduğu gibi bir mahalle ile ötekisi arasında kapılar
yaptırmışlardı. Bu zamanlardaki beşinci kolun parolası Rumların Türk mahallelerini
basıp halkı öldüreceklerinden ibaretti. İşte bu sıralarda İstanbul’un asayiş ve inzibatını
temine memur edilen Çengeloğlu Tahir Paşa İstanbul halkına bir beyanname neşrederek
“Herkesin evinin kapısını açık bırakarak yatmasını, kimin bir tenceresi kaybolursa
onun yerine bir kazan vereceğini” bildirmiş olması halkı teskin etmiş ve aynı zamanda
mahalle delikanlılarının geceleri nöbet beklemesine ve bu suretle halkı beyhude
yere heyecana getirmelerine de nihayet vermiştir. Şimdi olduğu gibi bu devirlerde de
köylerden yalnız İstanbul’a değil, vilayetlerde büyük şehirlere ve kasabalar da bekâr
akınları vaki oluyordu. Evliyâ Çelebi, İstanbul ve Anadolu’daki büyük şehirlerde
bu çeşit akınlar hakkında alınan tedbirler ve barındırma yerleri hakkında oldukça
malumat vermektedir. Çelebi’nin izahına göre İstanbul’da ilk Irgat Hanı’nı Fatih Sultan
Mehmed yaptırmıştır. Bu bina şimdiki Şekerci Hanı’dır. Fatih, şimdi kendi adını taşıyan
semtte bir imâret yaptırmaya karar verdiği zaman, tıpkı bugünkü büyük inşaatlarda da
yapıldığı gibi, önce ırgatların yani inşaatta çalışacak usta ve amelenin barınmaları için
bir han ve yıkanıp temizlenmeleri için de bir hamam yaptırmıştır. Evliya Çelebi bu han
hakkında birşey söylememekle beraber hamam için yazmış olduğu şu satırlar dikkati
çekebilir:
99 Ahmed Refik, a.g.e., s. 109
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 117
“Bizzat kendileri için bir cami inşasına şurû ettikte ibtida Karaman Çarşısı içerisinde
Irgat hamamını 40 günde bina ettiler ki cümle amele birden gusûl edip badehu hizmet
edeler.” Evliya Çelebi eserinin başka bir yerinde bu hamamı Fatih’in İstanbul’da ilk
yaptığı hamam diye gösterir.100
Çelebi’miz, İstanbul’da ve Anadolu’da yaptırılan bekâr odaları ile hanlar hakkında
da malumat verir. Meselâ İstanbul’da yol geçen, Mercan, Cebehane (Mahmutpaşa’da)
Pertev Paşa, Hilalci, Süleymaniye, Atpazarı, Karaman, Azaplar (Unkapanı’nda)
semtlerinde bulunan odaların sayıları içlerinde kaç adam barındığını yazar. Hele
bunlardan Mercan odalarındaki ırgat ve amelelerin miktarını vakit vakit isyan çıkaran
bu şehirleri bastıracak ve sindirecek kadar çok ve ehemmiyetli olduğunu yazar.
Çelebi’ye göre, bu hanların adları han-ı mücerredan’dir. Bursa’da bu çeşit hanlardan
70 adet bulunduğu ve bunların en mühiminin Ali Paşa Hanı olduğunu yazdığı gibi
Amasya’daki han hakkında da şu izahatı verir:
“Bekâr ve garibü’d-diyâr kimselerin odalarıdır. Bevvabları, odabaşları vardır. Her
gece yatsıdan sonra davullar çalınıp kapıları kapanır. Dışarda kalan içeri giremez,
gayret-mend, ehl-i dert olsa da dışarı çıkamaz. Sabah olunca hanın kapısı açılır. Herkes
kârına ve dükkânına gider işleri ile meşgul olur. Mazbût yerlerdir.”
Bu hanlardan yalnız üç tanesi hakkında birer isim ve içinde barınanlar hakkında
birer rakam vereceğim. Rakamlar 1883 tarihinde yapılan nüfus yazımında elde
edilenlerdir.
Unkapanı’nda Hüseyin Bey Hanı (nüfus 201)
Laleli’de Taşhan (nüfus 596)
Çakmakçılar Yokuşu’nda Valide Han (nüfus 552)
Bunlardan Hüseyin Bey Hanı, Atatürk Bulvarı yolu açımı dolayısıyla ortadan kalktı.
Evime yakın olduğu için hanı da içinde oturanları da yakından görüyor ve biliyordum.
Hepsi inşaat amelisiydi. İçinde bugün bile pek çok amele oturmaktadır. Valide Han’a
gelince: Eskiden mezhep ihtilafı dolayısıyla İranlılara yalnız mahale aralararında değil,
laalettayin (gelişi güzel, sıradan) bir handa bile yer verilemezdi. Bundan dolayıdır ki bu
han, İranlılara tahsis olunmuştu; bugün de yine İranlılar meskundur.101
Şehirler dışında ve kırlarda ahır, ağıl, mandıra, kireç ve taş ocakları gibi kalabalık
bir kısım ırgat ve ameleyi barındıran ve çalıştıran yerlerde inzibat bakımından her
zaman murakabe altında bulundurulurdu. Bu kâbil ağıl ve mandıralar arasında Eyüb’e
bir veya bir buçuk kilometre bulunan küçük köydeki Saye Ocağı bu arada bahis mevzu
edilmeye değerdir. Bu ocak halkı İstanbul’un fethinden sonra Bursa taraflarından alınıp
İstanbul’a getirilmiş ve bu köye yerleştirilmiştir. Bunların gördükleri iş, padişahların
kurbanlık koyunlarını yetiştirmek ve beslemektir. Bursa taraflarında Karacabey’de
100 Osman Nuri Ergin, Türk Şehirlerinde İmaret Sistemi, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul 1939, s.42
101 Bugün bu handa İranlılar tarafından birkaç dükkânda ticaret yapılmaktadır. Hanın ekserisi Türk tacirler tarafından kullanılmaktadır. (Y.N)
118 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
iken de Osmanoğulları’nın bu hizmetini bu köy halkı görmekteydi. Yeniçeri Ocağı
kaldırıldığı sırada bunlara ilişilmemiş, saltanatın ilgâsına kadar yaşatılmış, hatta
kıyafetlerini de muhafaza etmişlerdir. 1883 nüfus sayımında Saye Ocağı’nda 40 kişi
kaydedilmiştir.102
Alınan bütün inzibatî tedbirlere rağmen, yine yaz vaktinde bulunduğu hana
gelmeyerek veya geceleri handan kaçarak sokakta görülen bir amele, ırgat veya
satıcı, kollar tarafından çevrilerek karakola götürülüp, oradan da en yakın hamama
gönderilerek sabaha kadar külhancı tarafından külhan temizletilmekte, odun taşımakta
kullanılırdı.103
102 Saye, Arapça’da ahır ve mandıra manasına gelir. Kelimenin bu manaya geldiği araştırılmaksızın sâi ve sayı
gibi şekillerde yazılıp konuşulurdu. Şu satırları yazanda bu hatayı yapmış ve Mecelle-i Umur-ı Belediye’nin
1. cildinde bir de not yazmıştır. Şimdi bu vesile ile o hatayı itiraf ederek bu tashihi yapıyorum. Eserin bu
sahifesine koymuş olduğum divan vesikasında geçen “sayısız kavurları” tabiri ile Bulgar mandıracıları yahut
çobanlarının kasdedilmekte olduğunu arz ederim.
103 Sabahleyin sokağa salıverilen bu adamın perişan ve kirli kıyafeti ile ve kapkara yüzü ile görenler onun bu gece
külhanda çalıştırılmış olduğunu anlardı ve halk da bu gibilere tezyif yolu ile külhanbeyi derdi. Petrol ve havagazı bulunmadığı sokakların başka bir vasıta ile aydınlatılması mümkün olmadığı bu devirlerde yalnız ırgat ve
ameler değil her hangi bir iş için, mesela bir hastaya doktor veyahut bir kadına ebe getirmek için yatsı namazından sonra sokağa çıkmak mecburiyetinde olan kimseler mutlaka elinde bir fener taşımağa mecbur olurdu.
Fenersiz olarak sokaktaki kimse görülürse o gibilere de yukarda izah edildiği şekilde muamele tatbik edilirdi.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 119
XIV. ŞEHİR VE KASABALARDA İMARETTEN BAŞKA
ÇEŞİTLİ BARINMA YERLERİ VE BİNALARI
Türkiye’de şehir dışında ve bozkırlarda yaptırılıp kapıları herkese açık bulundurulan,
aynı zamanda hem kendisi hemde hayvanı parasız yedirilip yatırılan hanlarla,
kervansaraylar ve benzerlerinin daha çok çeşitli şehir ve kasabaların içlerinde ve her
semtinde bulunmaktadır. Bunların ötekilerden farkı: Birincilerde sınıf, din, milliyet hatta
tabîyet farkı göstermeksizin her kesin kabul edilmeleridir. Evvelce de bir münasebetle
söylendiği gibi bu yola gidilmekte bir dereceye kadar mecburiyet de vardır. Çünkü uzun
yollardan bin bir meşakkat çekerek gelip sığınmak ve barınmak isteyen bir yolcuyu içeriye
girmeden önce parası olup olmadığını sormak, meslek, meşreb, tabîyetini araştırmak,
halkımızın kullandığı bir tabirle “bir tanrı misafiri“ için mantıken de, idareten de doğru
değildir. Bunu bilen atalarımız o müesseseleri parasız bir hâle getirmiştir.
Şehir ve kasabalar içindeki müesseselerde ise ötekilerin tam aksine sınıf, din hatta dinin
çeşitli mezheplerine mensubiyet gözeterek her yolcu kendisine uygun gördüğü müesseye
baş vurur ve ancak oralarda güler yüzle karşılaşır. Bunun bir izahı XII. asırda Mevlana
Celaleddin Rumi’nin babası Sultan’ül-ülema Bahaddin Veled’in ifadesinden naklen
sonraki teşthane paragrafında gösterilmiştir. Kanunî Sultan Süleyman’ın vakfiyesinde
imâretin tabhanesine mutlaka ehli iman girebileceği kaydının konmuş olması da işte
bu sebepten ileri gelir. Nitekim aynı hükümdarın Çorlu’da yaptırmış olduğu imâretin
tabhanesinde Hristiyan ve yabancı bir devletin sefiri olan Marke de Nuvantel’in gece
barınıp yatmış olduğunu yine bu eserde imâretin izahı sırasında kaydedilmişti.
Hatta bu fark o kadar mühimdir ki meselâ Müslüman, fakat Bektaşî mezhebinde
olan bir kimse koyu bir sünni olan Nakşi tekkesine inip konaklayamayacağını, inip
konaklasa güler yüzle karşılanamayacağı gibi, bir Hristiyanın da velev ki sefir olsun
İstanbul’daki imâretlerin tabhanelerine inmelerinin de bu tarzda karşılanacağı tabiî idi.
Çünkü bu şehirde her sınıf için aşağıda gösterilen müesseseler vardır.
1. Rîbât
Han, Sultan Hanı, kervansaray ve tekke yerine kullanılan bir tabirdir. Bilhassa
Selçuk Türkleri’nin yaptıkları bir kısım han ve kervansaray binalararı kitabelerinde
görülür. Ezcümle Eyüp Hisar civarında Kılıç Arslan’ın ve Konkurtay’ın aynı havalideki
Pervane rîbâtının belli başlı Selçuk rîbâtlarından olduğunu biliyoruz.
Yine Antalya’dan 30 km uzaklıktaki Burdur yolu üzerinde bulunan Kırgöz
Hanı104 ve Konya’nın Kavaklı köyündeki kervansarayda105 bu tabir görülmektedir.
Osmanlılarda ise Üsküdar’da Atik Valide Nurbanu Sultan’ın imâreti vakfiyesinde “el104 Reifstahl, a.g.e., c.1, s.72
105 İbrahim Hakkı Konyalı, Nasreddin Hoca Şehri Akşehir Tarihi Turustik Kılavuz, İstanbul 1945, s.370
120 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
rîbât ey el-hanegâh“ tarzında ifade bulmaktadır. Arapça sözlükler rîbâtı “kendisiyle
birşey bağlanacak nesne, yani ip” diye tarif ettikten sonra “tekkeye, menzilhaneye,
kervansaraya ve asker konulan kaleye de denilir” kaydını ilâve etmektedir.
Bu binaların umrândan hâli, susuz, ağaçsız ve barınacak hiçbir binası bulunmayan
bozkırlarda yapılmaları itibarıyla herkesin güvenerek ve itimat ederek gidip
konaklayabileceği bir yerdir. Bu türlü binalar aynı zamanda tekke ve tarikat merkezi
vazifesini de gördüklerinden herkes oralarda bulunan baştaki kişilere manevî ve bazen
de maddi rabıtalarla bağlanırlar ve işte müessese de adını buradan alır. Rîbât mevzu
hakkında ilk çalışmayı Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü kudret ve salahiyetle ele almış
ve bizlere pek faydalı izahlarda bulunmuştur. Tafsilatını onun yazısından takip etmek
üzere burada yalnız rîbât’ın tarifini aktarıyorum:
“Rîbâtlar umûmiyetle hudutlarda, stratejik ehemmiyeti olan başlıca yerlerde kurulmuş
müstahkem mevkilerdir ki, bilhassa ilk zamanlarda, cihad için gelen gönüllüler burada
toplanırlar ve düşman hücümü karşısında, müdafasız yerlerde yaşayan civar halk da
buralara gelip barınırlar. Tıpkı Bizans hudutlarındaki küçük müstahkem mevkiler gibi.
İslam rîbâtları da bir müdafâ duvarıyla çevrilmiş binaları, ahırları ve bir tarassut ve işaret
kulesini ihtiva eder. İçinde bir mescid ile bir hamam da bulunan bir birliktir.“106
Aynı mevzuyu Prof. Dr. Osman Turan da ele alarak ve Köprülü’den faydalanarak
yazmış olduğundan bir yazıyı da kısaltarak burada nakl etmeyi faydalı buluyorum.
“Selçuk kervansarayları daha evvel İslam dünyasında kurulan rîbâtlarının
devamından başka bir şey değildir. Rîbâtlar umumîyetle İslam dünyasının hudutlarında
askeri gayeler için yapılmış müstahkem bir yerdir. İslam memleketlerinin her tarafında
gönüllü askerler, gaziler cihat için hudutlardaki bu müstahkem yerlerde barınırlardı.
İçerinde yatacak ve yiyecek yerleri, anbarlar, mescit ve hamamları, hayvan ahırları
bulunan bu rîbâtlar, hudutları bir müdafa sistemi hâlinde devam ediyordu. Bundan
dolayı rîbâtlar müstahkem surlar üzerinde kulelerle techiz edilirdi. Düşman tarassut
eden kulelerinde ateş ile verilen işaretler sayesinde uzak hudut boyları arasında
süratle haberleşmek mümkün oluyordu. Bu rîbâtlar vaziyete göre devletin veya malını
cihat uğruna tahsis eden zenginlerin büyük vakıflarıyla beslenirdi. Arap coğrafyacılar
yalnız Maveraünnehir’de 10.000 rîbât bulunduğunu söylerler. Yine Arap tarihçilerden
Makdisi, Türkistan’daki rîbâtlardan bahsederken, İspiçap’da 2.700 rîbât bulunduğunu,
şehirdeki Karatekin Rîbâtın’ın vakıflarından aylık gelirinin 7.000 dirhem olduğunu,
bunun fakirlerin yemek ve ekmek parasına sarf edildiğini yazar. Yine Arap tarihçiler
rîbâtların çoğunda yolcuların meccânen yiyip yattıklarını, hayvanlarını yemlediklerini
söylerler. Bütün hayır işlerinde olduğu gibi askeri gayeler dışında yolcuların meccânen
yemek yemeleri ve yatmaları için ribat inşası ananesi, İslâm âleminde, en fazla
Türkistan’da inkişâf etmiştir. Bu anane Türkistan’dan Anadolu Selçukluları’na ve
oradan da Osmanlılara intikâl etmiştir.”107
106 M. Fuad Köprülü, Vakıf Müessesesinin Hukuki Mahiyeti ve Tarihi Tekâmülü, Vakıflar Dergisi, c.2, s.288
107 Osman Turan, a.g.e.,s.489-490
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 121
2. Asitaneler, Hanegâhlar, Zaviyeler ve Tekkeler
Hanegâhın barınma yeri manasına gelen “Han“ ve “Hane“ ile iştikâk bakımından
olduğu kadar iskân bakımından da münasebeti olan bir tabirdir. Buna “Hanegâh“
da denilir. Fakat ıstılah olarak Türkçe tekke tabiri taammüm etmiştir. Aynı zamanda
hanegâh yerinde zaviye tabiri de kullanılır. Tekke tabirinde itimat etmek dayanmak
ve güvenmek mefhumları da vardır. Bundan dolayıdır ki tabirin bir kullanılış şekli de
“tekyegâh“dır ki güvenilecek, dayanılacak ve barınılacak yer manasına gelir.
Hanegâh’ın tarifinde yani sabah için inilecek yer, müttaki sofu ashabı için mesken
denildiğine bakılırsa bütün bu çeşit binalarda Medine’de Hazreti Muhammed’in
yaptırmış olduğu Mescid’in sofası yani son cemaat yeri esas tutulmuş oluyor. Sahip Ata
Vakfiyesi bu sofada Selman-ı Farisi gibi garip kimselerin barındığını da bildirmektedir.
Hanegâh yerinde Asitane, Dergâh ve Zaviye tabirleri de kullanılır. Kadirihane,
Mevlevihane, Rûfai Asitanesi, Bedevi Dergâhı ve Pir Evi gibi tabirler de bu müesseselerin
ikinci bir husûsiyetlerini ifade eder. Mevlânâ Celâleddin Rumi’nin babası Sultan’ülülema’nın bu müesseseleri tarif ve tesbit eden bir tasnifini Menakıb’ül-Arifîn
tercümesine atfen bu eserin “teşthane“ kısmında açıklamıştım. Ariflerin Menkıbeleri
başlığı altında bu eseri Türkçe’ye çevirmiş olan Tahsin Yazıcı kitabına eklemiş olduğu
lügâtçede zaviye ile hanegâh arasında şöyle bir fark olduğunu bize bildiriyor: “Zaviye
Mevlevilerde, Asitane de terbiye gören dervişlerin kalmalarına mahsus ve mutfaktan
mahrum olan dergâha denilir.“108
“Asitane: Eşik manasına gelen bu kelime Mevlevilikte tarikata yeni giren dervişlerin
terbiye gördükleri dergaha denir. Dervişler burada mutfak hizmetine yapmakla terbiye
edilirler.“109
1883 nüfus sayımında İstanbul’da 260 tekke ve zaviye bulunmuş ve bunlarda 1091
erkek 1184 de kadın olarak toplam 2275 nüfus kayıt ve tesbit edilmiştir. Bu tekkelerin
tarikat itibarıyla sınıfları ve sayıları şöyledir: 4 Bayramî, 8 Bedevî, 7 Cerrahî, 4 Hâlidî,
30 Halvetî, 41 Rufaî, 4 Sinanî, 16 Sadî, 22 Sünbülî, 1 Şazelî, 16 Şabanî,15 Uşşakî, 48
Kadirî, 5 Gülşenî, 4 Mevlevî, 52 Nakşî.
Bunlar arasında Kalenderhaneler ve Bektaşî tekkeleri de dahildir. Bu eserde kendilerine
ayrılmış olan kısımda izah olunduğu gibi, Kalenderhanelerin tarikatla ilgisi olmadığı
hâlde onlar da birer tarikate mesela Bedevî tarikatine ve Mevlevîliğe mâl edilmişlerdir. II.
Sultan Mahmud, Yeniçerileri kaldırıldığı zaman Bektaşilerin de onlara mensup olduğunu
görerek tekkelerine birer Nakşi şeyhi tayin edip, onları zorla Nakşî yapmaya çalışmış
olduğundan 52 Nakşî tekkesinin yarıdan fazlasının Bektaşi tekkesi olarak kabul etmek
lazım gelir. Nitekim Bektaşiler sonradan yüzlerindeki Nakşî maskesini çıkartarak yine
Bektaşiliğe dönmüşlerdir. 1883 tekkeler listesinde mevcut olmadığı hâlde İstanbul’da
108 Arifi Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, haz. Tahsin Yazıcı, Ankara Maarif Vekâleti 1954, c.2, s.506
109 Arifi Ahmed Eflaki, a.g.e., c.2, s.472
122 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
bulunan okçu ve pehlivan gibi bazı spor kulüpleri de tekke adı altında yaşımakta idi.110
Hatta yine bu listede çoban sınıfından olan Saye Ocağı bile tekkeler arasında gösterilmiş
ve nüfus sayımı sırasında içinde 41 erkek kaydedilmiştir.
Bu mevzu Arap Seyyahı İbni Batuta’nın bir şahadeti ile de tevsik etmek isterim:
“Lazikiye (Denizli)’den kaltıktan sonra 10. gün Rum beldelerinin evveli, başlangıcı
olan Alâiye (Alanya) beldesine vardık. Bilâd-ı Rum adıyla ön olan bu iklim bütün
cihan beldelerinin en güzelidir. Tanrı başka beldeleri dağınık bir şekilde vermiş olduğu
güzellikleri Rum ikliminde hep bir arada toplamıştır. Ahalisi sûret itibariyle çok güzel,
elbiseleri temiz, yemekleri nefistir. Bunlar Allah’ın yeryüzünde en şefkatli insanlarıdır.
Onun için “bereket Şam’da, şefkat Rum’dadır“ denilir ve bununla Anadolu halkı
kastedilir. Bu beldede bir zaviye (tekke) veyahut bir hana insek, komşularımız olan
erkek ve kadınlar ahvalimizi soruştururlardı. Burada kadınlar örtülemezler, ayrıcağımız
zaman da güya kendi kavim ve ahbablarımız gibi bize veda ederler. Kadınlar gözyaşı
dökerler, ayrılmamızdan duydukları teesürleri belirtirler. Bu memleketin âdetince
haftada bir defa ekmek pişirilerek bir hafta yetişecek kadar hazırlarlar. Erkekler ekmek
pişirildiği gün, bize sıcak ekmekle gayet nefis yiyecekler hediye ederler ve bunu size
kadınlar gönderiyorlar, sizden dua istiyorlar, derlerdi.“111
Bu paragrafta bu kadar izahat vermemin sebebi, bu çeşitli binaların da derviş denilen
bir kısım tarikat ehlinin bir şehre gelişinde kendisi için barınacak ve parasız yaşanacak
bir kapı bulabilmelerini anlamak içindir. Dilimizde kullanılan kapılanmak tabiri de bunu
ifade eder. Meselâ şehre bir Mevlevî gelirse Mevlevîhanelere, Bektaşî gelirse mutlaka
şehir dışındaki Bektaşî tekkelerine iner ve orada günlerce, haftalarca kalabilirdi.
3. Kalenderhaneler
Hanegâhlar ve tekkeler sırasında sayılırsa da bu lâik bir müessesedir. Aslı, Kalender
adında birisine nisbetle Kalenderî’dir. “Sabit bir meskenleri ve muayyen bir akideleri
olmayan, dini farizelerle içtimai itiyatlardan tamamıyla ayrılmış gezici, serseri dervişler”112
şeklinde İslam Ansiklopedisi’nde gösteren Kalenderliğin diğer bu türlü mezhepler ve
tarikatler gibi İran’dan çıkmış olduğunu görmekteyiz. Bunlar İslam dini düşmanlarının
bir nevi propagandacılığını yapmakla birlikte aynı zamanda müfrit bir Aleviliktir. Kıyafet
itibariyle de diğer tekke ve tarikat mensuplarına benzemezler. Sakallarını, bıyıklarını
hatta kaşlarını ustura ile kazıtarak tuhaf bir kıyafetle yaşarlardı. Tef ve kudüm çalarlar ve
kendilerine mahsus bayrakları açarak takım takım bir arada gezerler. İçlerinde dilencilik
edenler de vardır. Mevleviler kıyafet itibariyle Kalenderilere benzediklerinden aralarında
bir bağlılık, bir münasebbet görenler de vardır. Kalenderler milliyet ve sınıf dinlemeksizin
her memlekete girip çıkarlardı. İstanbul feth edildikten sonra Fatih’in Kalenderlere bir
bina tahsis etmiş olması, bunlara kıymet vermekten ziyade sayılarının çokluğu dolayısıyla
memleketin asayiş ve inzibatını korumaktadır. Bununla beraber bilhassa torunu Yavuz
110 Osman Ergin, Türkiye’de Şehirciliğin Tarihi İnkişafı, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi İktisat ve İçtimaiyat
Enstitüsü Neşriyatı:3, Cumhuriyet Gazete ve Matbaası, İstanbul 1936, s.17-18
111 İbni Batuta Seyahatnamesi, ter. Mehmed Şerif Paşa (Çavdaroğlu), Matbaa-ı Amire, 1334-1335, c.1, s.311
112 Franz Babinger, “Kalenderiye”, İ.A, MEB, c.6, s.128
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 123
zamanında Anadolu’da Alevîlere ve Kızılbaşlara karşı siyaseten reva görülen muamele ve
tatbik olunan şiddetli cezalar arasında Kalenderler de takibata uğramışlar, sayıları azalmış
ve muhtemel olarak kendilerine tahsis olunan bina kapatılmıştır. Fatih’in Kalenderlere
tahsis etmiş olduğu bina Şehzedebaşı’nda idi. Buradaki Aya Maria Diyakonis Kilisesi
ile etrafındaki papaz odaları bunlara verilmiştir. Fatih’e isnat olunan Türkçe Vakfiye’de;
“….ve Kalenderhane ismiyle müsemma olan mekân-ı behiştinî ayını fukara ve mesakin
(miskinler) ve vâridin için vakf eylediler.“ fıkrası bunu gösterir. Türkçe vakfiye’nin bu tabiri
Kalenderhane’yi bir Darülaceze olarak gösterirse de bu vakfiye Kanunî devrinde ortaya
çıkmış olduğundan Kalenderhane’nin o zamanki vaziyetini gösterir. Vakfiye’nin aslı olan
Arapça kısmındaki kayıtlar ise burasının bir musiki mektebi, bir edebiyat dershanesi ve bir
raks yurdu olduğunu açıklar. Bu vakfiyeye göre, Kalenderhane’nin bir şeyhi, bir nazırı ile
birkaç Kur’an, Mesnevî ve şiir okuyucuları ve 4 mutrıbı yani çalgıcısı vardı.113 Şu hâlde
Kalenderhane bir saz, söz ve sema denilen raks yeri idi. Nitekim son zamanlar da burasının
Mevlevîhane’ye çevrilmiş olması da bunu teyit eder. Burada bulunanlar parasız yerler
içerler, yatarlar, kalkarlar ve üstelik sazla, sözle, raks ve edebiyatla ruhani gıda alırlardı.
Şehzadebaşı’ndaki Kalenderhane binası Hadikat’ül-Cevâmi’nin kaydına göre sonraları
Darü’s-saade Ağası Maktul Beşir Ağa tarafından camiye çevrilmiş ve Kalenderî tarikati
da Mevlevîlikle birleştirilmiştir. Kalenderîler zamanla ortadan kalkmakla beraber adları
Tanzimat devrine kadar memleketimizde yaşadı. İçtimai olduğu kadar âdeta yarı siyasi
bir müessese hâlini aldı. Orta Asya, Özbekistan, Buhara, Afganistan ve Hindistan’dan
hac münasebeti ile ticaret veya ziyaret maksadıyla veya herhangi bir memuriyetle İslam
diyarına gelen kimseler için ayrı ayrı ve yer yer Kalenderhaneler açıldı. Bunların başlarında
bulunan şeyhler bir tarikat şeyhi olmaktan ziyade, temsil ettikleri memleket halkının
ve hükümdarının darü’l-hilafede fahri mümesili veya konsolosu vazifesini görürlerdi.
Hemşehrilerini korurlar, Kalenderhane’de barındırırlar ve hükûmet nezdinde işlerini takip
ve teshil ederlerdi. Bu şeyhlerin içinde kültürümüze hizmet etmiş ve siyasetimize karışmış
olanlar da vardır. Sultanahmet’teki Özbekler Kalenderhanesi’nin şeyhi Süleyman Efendi
bunlardan birisidir. Bu zat Çağatayca’dan Osmanlıca’ya bir lûgat, bir de Çağatay Edebiyatı
Antolojisi’ni yazıp bastırmıştır.114 Türkiye’ye kabul edilen Macar mültecilerinin himayesine
bir şükran eseri olarak üniversite talebelerini İstanbul’a göndermelerine mukabele olmak
üzere buradan da o devirlerde biricik yüksek mektep olan Mülkiye talebesini göndermeye
hükûmetçe karar verildiği zaman, başlarına Şeyh Süleyman Efendi geçirilmiş ve Çaylak
Tevfik de bu heyet arasında gazeteci olarak bulunmuştur.
Üsküdar’da Sultantepesi’ndeki Kalenderhane’nin Şeyhi Sadık Efendi de Üss-i Lisani
Türkî adına bir Çağatay Türkçesi grameri yazıp yayınlamıştır.115 Türkiye’nin Washington
sefiri iken ölen değerli hariciyecilerimizden Münir Ertegün, Sadık Efendi’nin ana
tarafından torunlarındandır.116
113 Fatih Sultan Mehmed Vakfiyeleri II, Vakıflar Umum Müdürlüğü Ankara 1938, s. 136
114 Süleyman Efendi Buhari, Lûgat-i Çağatay ve Türk-i Osmanî, Mihran Matbaası, 1298
115 Mehmed Sadık, Üss-ı Lisan-ı Türkî, Alem Matbaası Ahmed İhsan ve şürekası 1313/1896; Bu eser, Recep
Toparlı tarafından Türk Dil Kurumu yayınları arasından neşr edilmiştir. (Y.N)
116 Sultanahmet ve Üsküdar’da bulunan bu iki tekke Orta Asya’dan gelen başta Özbekler olmak üzere diğer
Müslüman milletlerin ikamet ettikleri Nakşibendi tekkeleridir. Bu konuda M. Baha Tanman şöyle demektedir:
“İstanbul’da aynı adla anılan diğer kuruluşlar gibi, bu tekke de Orta Asya’dan İstanbul’a gelen, Nakşibendi
124 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Kalenderhane’dekiler aile kurarak, iş bularak şehirde yerleşseler bile
Kalenderhane ile ilgilerini kesmezlerdi. Bunlar Hac zamanlarında İstanbul’a gelen
hemşehrilerin alışveriş ve ziyaretlerinde onlara rehberlik ederler, onlara acemilik
çektirmezlerdi. İstanbul’un ehemmiyetli Kalenderhaneleri Üsküdar Çinili’deki
Afgân, Eyüp’teki La’lizade Abdülbakî’nin Özbek, Sultanahmet’tekinin Kâşgar,
Üsküdar’da Sultantepesi’ndeki Kâşgar ve Aksaray’daki Horhor Çeşmesi yanındaki
Hintliler Kalenderhaneleri’dir. Bunlardan Afgân Kalenderhanesi son senelerde
yıktırılmış, şimdi ancak umumî oturma odası kalmıştır. Eyüp’teki Kalenderhane’nin
Topkapı istikâmetinden Eyüp’e açılan yol dolayısıyla yapılması zaruri istimlâklar
sırasında yıkılması lâzım gelmiştir. Aksaray’da Horhor Çeşmesi bitişiğinde bulunan
Hintliler Kalenderhanesi binası kısmen yıkılmakla beraber, barınacak birkaç odasıyla
mezarlığı hâlâ durmaktadır. Bunun da Vatan Caddesi’nin açılması sırasında yola
gideceği görülmektedir.117 Bu Kalenderhane avlusunda Hindistan’ı işgal eden
İngilizlere karşı mukavemetle harp edenlerden Tipu sultanın sefiri Muhammed İmam
Serdar’ı ve askerlerinin mezarı da bulunmaktadır. Kitabe tarihi 1202 (1788)’dir.
Serdar, İstanbul’a geldiği zaman burada konaklamıştır.118
tarikatına bağlı seyyah dervişlerin barınağı olmak üzere tesis edilmiştir. Kaynaklarda “el-Hac Hoca”, “Hace,
Hacı Hoca”, “Hace, Kalenderhane” gibi adlarla da zikredilen Özbekler Tekkesi 1166/1752-53’te Maraş Valisi Abdullah Paşa (ö. 1755) tarafından kurulmuş, 1171/1757-58’de, Hasan Ağa adında bir şahsın masrafları
karşılamasıyla ilk postnişin Şeyh Seyyid Hacı Hace Abdullah Efendi, tekkeyi, mensup olduğu Nakşibendî
tarikatına vakfetmiş, mescite, tevhidhaneye minber koydurmuş, imamet ve hitabet görevlerini de kendisi
üstlenmiştir. III. Mustafa döneminde (1757-1774), 2. Postnişin Semerkantlı Şeyh Seyyid Abdülekber Efendi
(ö. 1787) tarafından tekkenin genişletildiği anlaşılmaktadır.” M. Baha Tanman, “Özbekler Tekkesi”, Dünden
Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, c.6, s.199 (Y.N)
117 Bu tekke İstanbul Büyükşehir Belediye tarafından restore edilerek yıkılmaktan kurtarılmıştır. (Y.N)
118 Kalenderhaneler hakkında daha fazla bilgi için bkn. Osman Ergin, Türk Şehirlerinde İmaret Sistemi, s. 26-36;
Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sufiler Kalenderiler, TTK 1999 Ankara (Y.N)
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 125
4. Hanedan Konakları
Etütlerimde mütalâalarımı ve kanaatlerimi mümkün olduğu kadar başkalarının
yazıları ile tevsik ve teyit etmeyi itiyât etmiş olduğum için, bu bahsi de yerli ve yabancı
muharrir, seyyah ve müelliflerin ifadelerini örnek olarak göstereceğim.
Faslı seyyah İbni Batuta’nın XIII. asırda ve Osmanlı hükûmetinin kuruluşu sırasında
Anadolu’yu gezdiğini, Türkler’in misafirperverliğini gördüğünü ve Türkler’i medhettiğini
eserinden öğreniyoruz. Bu seyyahın “ahi“ dediği misafir sever kimselere biz sonraları
“ağa“ demişiz. “Dahi” kelimesini “daha” yaptığımız gibi. Bu devirdeki müelliflerden,
Gülşehri Ahî’yi şöyle tarif eder: ”Kapısı, sofrası ve alnı açık kimse” beş kelimeden
ibaret olan bu cümle bize çok şeyler öğretebilir. Bunun en büyük izahını 1835-1839
senelerinde Osmanlı hükûmeti hizmetinde bulunmuş, Anadoluyu da gezmiş ve görmüş
olan Moltke’den dinleyelim. Kayseri’den bahsederken der ki: “Buralarda otele inmek
âdet değildir. Çünkü otel yok. Hanlarda ve kervansaraylarda ise eşya namına hiçbir
şey bulunamaz. Onun için belli başlı yolcular doğruca müsellimin ve voyvodaların
veya paşanın velhasıl şehrin en ulusu kimse onun evine konarlar, orada güya mecbur
imişler gibi ev sahibi tarafından pek güzel izâz ve ikram görürler.“
Aynı zat Malatya vilayetinin Gerger119 kasabasında gördüğü misafirseverliği de
şöyle anlatır: “Anadolu’da kerü ferri (kelli felli) bir zatın bir kasabaya gelişi haber alındı
mı şehrin ileri gelenlerinden birkaç kişi onun istikbaline koşarlar. Atından inerken
koltuğuna girerler, merdivenden çıkarken yardım ederler, oturunca çizmelerini
çekerler, altına bir minder sürüp, ocak başına oturturlar. Ev sahibi kendi odasını
misafire ikram eder. Misafir emretmedikçe oturmaz. Ayakta divan durur. Oturunca
da ta kapısının dibine diz çoküp oturur. Misafirin müsâdesi ve zorlaması üzerine
kendi kahvesini içmeye başlayınca nâil olduğu lütuftan dolayı misafire teşekkür
eder ve ev sizindir benim değildir der. Orada ikâmetiniz müddetince hakikaten öyle
olduğuna kanaat edesiniz. Bununla iktifa etseler yine iyi, giderken birçok hediyeler
ikram eder.”
Türk şehirlerinin en büyüğü ve şaheseri olan İstanbul’a gelince, burada müteaddit
hanlar ve oteller olmakla beraber yine birçok kimseler ilmî liyâkatlerin derecesine ve
içtimai mevkilerine göre sadrazamlar, vezirler, şeyhülislamlar, kazaskerler vesairenin
evlerine konarlar. Günler, haftalar değil, aylar ve senelerce orada yatıp kalkarlar, yiyip
içerler ve kendi eviymiş gibi yaşayıp dururlar. Macar müsteşriki Vambery, mühtedi Hacı
Reşid Efendi adı altında Tanzimat’ın kurucusu Koca Reşit Paşa’nın konağında senelerce
burada kalmış ve Türkçesini ilerletmiş, Türkleri ve Türk siyasetini yakından tanımıştır.
Diğer bir misâl ve izah için kalemi Hamdullah Suphi Tanrıöver’e bırakıyorum.
Bu zat büyük babası Abdurrahman Sami Paşa ile babası Suphi Paşa’nın konaklarında
gördükleri şöyle anlatır:
119 Bu ilçe 1 Aralık 1954 tarihinde 6418 sayılı kanunla Malatya’dan ayrılarak müstakil il hâline gelen Adıyaman
şehrine bağlanmıştır. (Y.N)
126 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
“Evlerin harem kısımları selamlıktan çok daha büyük olduğu hâlde selamlıkta seyisler,
uşaklar, kahyalar, avazlar, çubukçular, kahveciler, kilerciler, bahusus mutfaklarda pilavcı,
börekçi, tatlıcı ayrı olmak üzere birçok ahçılarla ahçı yamakları bulunurdu. Eski İstanbul,
şimdiki büyük sanayi şehirler gibi bacalarla örtülüydü. Fakat fabrika bacaları ile değil,
harem ve selamlıkta yüzlerce kişiyi barındıran ve hatta aylarca, senelerce misafir kalmak
üzere gelmiş hacısı, şeyhi, dervişi eksik olmayan binlerce zengin konaklarının mutfak
bacaları idi. Postu serdi tabiri o zamanın misafirlik hayatını haber veren bir sözdür.”
Bu türlü konak sahiplerine hanedan ve misafirlerine de haneyi denildiğini yukarıdaki
kıymetli sözlere ilave ederek bu mevzuda başkaca izahata lüzum yoktur.
5. Teşthane
Osmanlıca’da meriyy’ül-hatır denilen yüksek şahsiyetlerin misafir edilmesine ve
ağırlanmasına mahsus olarak hükümdar sarayının yakınında veya bitişiğinde yaptırılan
binaya denilir. Bu türlü binaların Memluk ve Selçuklu Devletleri’nin teşkilatlarında izlerine
rastlanmaktadır. Meselâ Ahmet Eflâki’nin Ariflerin Menkıbeleri adlı eserinde şöyle bir
fıkraya rastlamaktayız. Mevlana Celaleddin’i Rumi’nin babası Bahaeddin Veled, 629 (1228)
tarihinde yerleşmek üzere Larende’den Konya’ya geldiği zaman, onu karşılayan Selçuk
sultanı Alaeddin Keykubat misafirini daha iyi ağırlamak maksadı ile Teşthane’ye indirmek
istemişse de Bahaeddin Veled bunu kabul etmeyerek devrin bu türlü müeesseselerini ve
gayelerini belirten şu sözlerle teklife cevap vermiştir: “İmamların ineceği yer medrese,
şeyhlerin hanegâh, beylerin saray, tacirlerin han, rindlerin zaviye ve gariplerin masbata’dır”
sözlerini söyleyerek teklifi kabul etmeyip Altan Ağa medresesine inmiştir.120
Bu fıkrayı Tahsin Yazıcı da “sultanın niyeti sultan’ül-ulemayı sarayın holünde yer
hazırlatarak orada misafir etmekti“ dedikten sonra şöyle tercüme etmiştir: “İmamlara
medrese, şeyhlere, hanegâh, emirlere saray, tacirlere han, başı boş gezenlere zaviye,
gariplere kervansaraylar münasibtir.” Tahsin Yazıcı burada Taşthane’yi hol, masbata’yı
kervansaray ve rind tabirini de başı boş gezenler şeklinde tercüme etmiştir.
Teşthane, Osmanlı teşkilatında da olacak ki İsmail Hakkı Uzunçarşılı bunu şöyle
izah eder: Leğen manasına gelen “teşt“ ile ev manasına gelen “hane“ kelimesinden
teşekkül eden veya yemekten sonra el yıkandığı veya kılıncı ile elbise, çizme, oda
takımları vesairenin bulunduğu daireye denilir. Bu dairenin idaresini üzerine alan
ve ayrıca emrinde hizmetçiler bulunan kimseye “teştdâr“ veya “taştı“ denilirdi.121 Bu
zamanlardan teşthanelerin Türk büyükleri evlerindeki ve hanedan konaklarındaki
selamlık dairesini misafir veya odasının daha büyüğü ve daha şahanesi oldugu anlaşılır.
Misafirler orada yemek yerler ve orada yatarlardı. Osmanlı hükümdarları sarayları
hariminde bu türlü misafir ağırlayacak bir yer olup olmadığını öğrenecek bir kaynağa
rastlayamadım. Bilenler ve görenler haber verirlerse kültürümüze hizmet etmiş olurlar.
120 Osman Turan, Belleten c. XI, sayı 42,
121 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatında Medhal, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1941, s.92
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 127
Mastaba’ya gelince Osmanlıca’da seki, set gibi çeşitli kelimelerle izah olunan ve
aynı zamanda Farsça da karşılığı peyke, neşimen yani oturulacak yer manasına gelen
bir tabirdir. Bu yerler kervansarayların tamamı değil, ancak bir kısmıdır. Yukarıda
sıralanan lûgatlerin delâlet ettikleri manalara göre burası zeminden biraz yüksekçedir
ve Türkçede koğuş denilen yerler gibi birçok kimse bu yüksek yerlere postunu, yahut
seccadesini sererek yan yana yatarlar ve hanlarda olduğu gibi herkese birer oda
düşmez. Tahsin Yazıcı, burada kervansarayı bu manaya almış olacak. Yine Bahaeddin
Veled’in bu tarif ve tasnifinden onun bulunduğu zamanlarda zaviye ile hanegâh
ve han ile kervansaray arasında da fark gözetmiş olduğu anlaşılıyor. Bu mevzuyu
daha etraflıca tedkik etmiş olan Prof. Dr. Osman Turan, Keşfü’l-Memâlik müellifi
Halil Zahirî’ye atfen “teşthane’yi saraya ait nefis elbise, kumaş, vesair gibi eşyanın
bulunduğu yer olarak tavsif eder. İçerisinde birçok harp aletleri bulunan teşthane’nin
başında mihter (çok daha büyük) denilen bir bey ve bunun maiyetinde bir kısım teştdar
ve rahtdarın (raht giyilecek, örtünecek levazım ve ev eşyası) bulunduğunu kaydeder”
dedikten sonra teşthane’de birçok emirler bulunduğunu ve bunların başında Emirü’lümera’yı teşt’ın yani teşthane emirlerin emiri bulunduğunu yazar. Aynı zamanda küçük
kölelerden teşthaneye layık olanların teşthane emirine teslim edildiğini, bir kısmının
da gulamhanelerdeki babalara verilip terbiye edilmekte olduğunu söylemesi, Osmanlı
devşirme çocuklarının talim ve terbiyesi şeklinin Selçuklular’da teşthanede yapılmakta
olduğunu gösterir.122
Osmanlı saray teşkilatında bir Silahtarağalık olduğunu biliyoruz. Aynı zamanda
harbe giderken padişahların 6 tekerlekli ve 6 çift at tarafından çekilen hantal ve ağır bir
arabasını da birlikte götürdüklerini de biliyoruz. Bu arabalardan bir tanesinin tavsifini
Antoine Galland IV. Mehmed zamanında Edirne’de gördüğünü eserinde yazdığı gibi
diğer birinin IV. Murad’ın Revan seferine giderken yolda devrilmesi üzerine seferin
menzillerini kaydeden adı meçhul muharririnin şu sözlerinden öğrenmiş bulunuyoruz:
“Padişahımızın ikinci arabası -ki silahtarlarına mahsustur- ol devrilip iç halkı (padişahın
maiyeti) ve Rumeli askerleri anda hazır bulunmakta cümlesi üşüşüp kaldırdılar.
Arabaya ve içindeki esvaba ziyan olmadı”.123
Menzilname muharririnin bu ifadesinden, arabanın padişahın esvablarını,
silahlarına hatta rütbe yerinde şuna buna giydirdiği kürkleri, kaftanları ve benzerlerini
taşıyan seyyar bir gardrop olarak kabul edebiliriz.
122 Osman Turan, “Selçuklu Devri Vakfiyeleri”, Belleten, Ocak 1948, s.45
123 A.Süheyl Ünver, Dördüncü Sultan Murad’ın Revan Seferi Kronolojisi: Şevval 1044 (1635) Recep 1045 (1635),
TTK Belleten, 1953. s.566
128 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
6. Hükûmet Misafirhanesi
İstanbul’a gelen hatırı sayılır Müslüman misafirlerin ilk zamanlarda imâretlerde
yani selâtin camilerle çevresindeki tabhanelerde misafir edildiklerini bu müesseseyi
izah ederken arz etmiştim. Zamanla tabhanelerin idaresi bakımsızlık yüzünden o
gibi misafirleri ağırlayacak ve barındıracak vaziyetlerini kaybettiklerinden sonraki
zamanlarda gelen misafirler, hükûmet adamlarından hâlleri ve vaziyetleri müsait
olan şunun bunun konaklarına misafir edilirlerdi. Bunun hakkındaki resmi vesikanın
şu satırlarını aynen naklediyorum: “…Bazı hükümdaran-ı İslâmiye taraflarından
Dersaadet’e vürud eden memurin ile ahâli-i haremin vesair müsafirin bendegandan
şunun bunun hanelerine verilerek hem ikâmet eyledikleri mahaller harap hem de
bir takım misafiri zâide itası ile hazine-i âmire mübtelâ-ı hasar-ı bî-hesab olmakta
olduğuna ve bu da şan-ı padişahi’ye münafîliğine binaen…”124
İşte ancak Avrupalılaşmaya başladığımız Tanzimat devri sıralarındadır ki bu gibiler
için misafir konağı yapılması akla gelmiş ve teşebbüse geçilmiştir. Hadise şöyle olmuştur:
Tanzimat devrinde İstanbul’da başlıca iki büyük hükûmet dairesi bulunmakta idi. Birisi
sadrazamın konağı ve hükûmet dairesi (Bâb-ı Âli) ötekisi de defterdarın dairesi (Bâb-ı
Defterdarî-Maliye Nezareti) idi. 1254 (1838) tarihinde Bab-ı Defterdarî, Topkapı Sarayı
içinde yaptırılan binaya taşınmış ve Sultanahmet’teki Bâb-ı Defterdarî’de memurları
okutmak için ilk defa açılmasına karar verilen Mekteb-i Maarif-i Adliye’ye tahsis
olunmuştur. Yine bu tarihte Bâb-ı Âli yanarak sadrazamla maiyeti açıkta kaldığından,
Bâb-ı Âli’nin bir kısmı eski Bâb-ı Defterdarî’ye nakledilip, 1259 (1843) tarihine kadar orada
kaldığından ne Mekteb-i Maârif-i Adliye, ne de misafir konağı burada yerleşmemiştir.
Daha sonraları da bu teşebbüs ele alınamayarak ancak Sultan Abdülaziz Beşiktaş’daki
Akaret binalarını inşa ettirdikten sonradır ki II. Abdülhamid zamanında bu Akaretlerden
bir kısmı bu türlü hatırı sayılır misafirlere terk ve tahsis edilmek suretiyle iktifa edilmiştir.
Aynı vesikada şöyle bir fıkra da göze çarpmaktadır:
“…Dersaadet’e tevarüd eden Kırım hüccacı vesair gurebâ 5-10 gün burada ikâmetle
sonra Hacc-ı şerife gitmekte iseler de bunlar kendilerine bu tarafda iskân edilecek mahal
bulamayıp cami-i şerif avlularında ve şurada burada kalarak düçar-ı sefalet bulunmakta
oldukları dergâh ve zikrolunan misafir konağı tahtında münasib bir mahâlde koğuş
şeklinde bir şey yapılmak ve o mâkuleler dahi azimetlerine kadar orada iskân ettirildiği
hâlde….bu hususun dahi icab ve iktizazısa bakılması…”denilmişse de misafir konağı
yapılmamış olduğu gibi hacılar da eskisi gibi yersiz ve yurtsuz kalmışlardır.
7. Hısım, Akraba ve Bildik Evleri
Şehir ve kasabaların büyüklüğü, ticaret ve sanattaki mevki ve ehemmiyeti itibariyle
sinesinde birçok nüfus barındıracağı tabiîdir. Aynı zamanda bu gibi şehir ve kasabalara
yurdun muhtelif yerlerinden binlerce kimsenin akın ederek yerleşeceği de şüphesizdir. İşte
bunlar arasında İstanbul, hem mevki ve hükûmet merkezi oluşu, hem de öteden beriden
124 Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, c.2, s. 340
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 129
buraya gelip yerleşen kimselerin yaptırdıkları evlerin çokluğu yüzünden sahiplerinin
değil, memleketlerinden kendileri gibi İstanbul’a gelen hısım, akraba ve bildiklerinin de
birkaç gün veya birkaç hafta misafir etmek suretiyle de olsa, gelen yolcuların barınmasına
yarayacak bir şehirdir. İstanbul’un tarihi boyunca bilhassa Tanzimat devrine kadar ev
olarak kaç binaya mâlik olduğuna dair elimizde çok vesika yoktur. Şu var ki bu babda
bizi aydınlatacak bir kaç rehber noktasından mahrum da değildir. Mesela İstanbul’un
fethinden 26 sene sonra 1479 tarihinde yapılan bir bina tahririnde bu şehirde bu gibi
müesseselerin varlığının tesbit edilmiş olduğunu biliyoruz.125
III. Selim zamanında bir kıtlık dolayısıyla yaptırılan nüfus sayımında da yine bu
şehirde yüksek bir nüfus bulunduğunu görüyoruz. Bu nüfusu her ev 5 nüfus itibariyle
hesaplarsak bu devirde İstanbul’da ne kadar ev olduğunu yaklaşık olarak tesbit
edebiliriz. 1883 senesinde Avrupaî bir zihniyetle yapılan nüfus sayımı dolayısıyla
tesbit edilen ve neşredilen bir eserden İstanbul evlerinin o tarihteki sayısını doğru
olarak öğrenebiliyoruz. İşte İstanbul’un bu zamandaki evlerinin sayısı bu esere göre
71.085’tir. Bu evlerde muhakkak ki yurdun ötesinden berisinden gelen binlerce kimse
elbette bir hısım, bir hemşehri veya bir bildik bulup barındıracak ve şehrin iskân
sahasındaki vazifesinin bir kısımını olsun bu suretle karşılanmış olacaktır.
8. Camilerin Son Cemaat Yerleri
Camiler lûgat manasından da anlaşılacağı gibi içinde halkı toplayan binalardır.
Kasabalarda ve şehirlerde her mahallenin bir camisi ve birkaç mahallenin de müşterek
büyük camileri vardır. İstanbul’da büyük camiler -ki bunlara selâtin camii de denilirsayısı 50’yi geçer. Küçük camilere yahut mescitlere gelince, onların sayısı da 1883 nüfus
sayımında tesbit edilen 518 mahalle adedinde veya o miktarda olması gerekir. Çünkü
camiler mahalle halkının günde beş defa toplanıp ibadet ettikleri ve mahalle işlerini
görüştükleri, hatta imamlar vasıtasıyla hükûmetin tebliğlerini, emirlerini ve nehiylerini
öğrendikleri birer mahâl olduklarından bu miktar hakikate de en yakın bir rakamdır.
1926’da İstanbul Vakıflar Müdürlüğü’nce tesbit edilen listeye göre İstanbul’da büyük
küçük camilerle mescidlerin sayısı 600 küsur olarak gösterilir.126 Cami ve mescitlerin
Müslümanlar arasında adı “Beytullah“tır. Bu tabiri harfi harfine Türkçeye çevirerek
“Allah’ın Evi“ demek İslâm inancına da hakikate de uygun değildir. Doğrusu Allah
rızası için içinde ibadet edilmek üzere yapılan ev, daha doğrusu binadır.
İslamiyetin ilk zamanlarında bilhassa asr-ı saadette camiler hem ibadet, hem
hükûmet işleri için kullanılır ve sofalarında, daha doğrusu son cemaat yerlerinde fakir
ve kimsesiz olanlar yatıp kalkarlardı. Bu geleneğe uyularak herhangi bir kasabaya gelen
yabancı bir yolcunun ilk defa başvurduğu bina bu Beytullah yani cami veya mescitti.
Folklorumuzdaki tanrı misafiri tabiri işte bu tanrı evine gelip konaklayanlara denilir.
Bundan kırk elli sene evveline kadar, bilhassa Ramazanlarda, İstanbul’a Hindistan,
125 Osman Nuri Ergin, “İstanbul Nasıl İmar ve İskan Edildi”, Resimli Tarih Mecmuası, c. IV s.2352-2365, 29
Mayıs 1953 (Y.N)
126 İstanbul son yıllardaki nüfus artışı ile birlikte cami sayısı da artmıştır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi sınırlarında 2010 yılı istatistiğine göre 3028 cami mevcuttur. (Y.N)
130 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Afganistan, Türkistan vesair İslam beldelerinden yüzlerce fakir ve derviş akını vâkî
olur ve bu gibiler camilerin son cemaat yerlerine postlarını sererek oturur, yatar ve
kalkarlardı. Mahalle halkı bunları besler, Ramazandan sonra giderken yolculuk
masraflarını verirlerdi. Bugünkü belediyeleri yer bulmak hususunda müşkülata düşüren
bu sınıf halk, işte sayıları 600’ü geçen camiler ve mescitlerde barınırlar ve masraflarını
da belediye değil, halk karşılardı. İşte bu binalar da bir şehir için iskân bakımından
büyük bir nimet ve hizmet sayılabilir.
9. Tabhaneler
Tabhane, parasız otel veya misafirhane demektir. Evliya Çelebi, bu müesseseye
Tavhane de der ki manasız ve münasebetsiz sayılmaz. Çünkü tab, Fars dilinde takat,
güç anlamına gelir. Bu müesseselere konanlar, yol yorgunluğunu gidererek tab ve takat
kazanacaklarına göre, her iki tabir de bunun için yakışık almaktadır.
Evliya Çelebi Bursa’daki tabhanelerden bahsederken der ki: “Cümlesi 10 ‘dur. Ehl-i
sefer ayende (gelen) ve revende (giden) ye konup göçmeye mahsus bâd-ı havahane biminnetlerdir. Her masârıfi vakıf tarafından olur” 127
İstanbul’da ilk tabhaneyi Fatih Sultan Mehmed yaptırmıştır. Tabhane binası Sahın
ve Tetimme Medreseleri binalarından daha yüksek ve daha ihtişamlıdır. Hâlâ da öyle
durmaktadır. Fatih, İstanbul’a gelen misafirlerini bu binada ağırlar ve yedirtir, içirtirdi.
Aynı binada dik bir merdivenle çıkılan ve Bâlâhane denen bir odanın Fatih’e mahsus
olduğu da söylenmektedir.128
XVI. asırda İstanbul’un fethinden aşağı yukarı 100 sene sonra İstanbul’a gelmiş
ve bu tabhanede misafir edilmiş olan Radiyüddin Gazzî der ki: “İmarethaneye bakan
zat yanımıza gelerek hâl ve hatırımızı sorduktan sonra ihtiyaçlarımızın iyi bir şekilde
temin edileceğini vaad etti. Doğrusu her şeyleri gibi yatak ve yorganları da temizdi.129
Kanunî Sultan Süleyman’ın vakfiyesi bize gösteriyor ki tabhane yolculukta yorulanlara,
yol meşakkatlerinden ve hastalıklardan kesilmiş bulunanları bir müddet yatarak “tâb
ü tüvân“ yani kuvvet ve takat kazanmak için yapılan birer ikâmet ve istirâhat yeridir.
Kanuni Vakfiyesi’nde şöyle bir kayıt da vardır: ”Her zayifi nazil ve fukara ve mesakîn ve
ibn-i sebil vesâir mukîm ve misafir, vârid ve sadır, faris (atlı) ve racil (yaya) âlim ve cahil,
kâimen menkâne (nereli olursa olsun ) mutlaka ehli imana vakfettiler”130
127 Evliya Çelebi, a.g.e., c.2, s.19
128 Kubbelerin üzerine ve münasip yerlerine direkler kondurulan yahut yaptırılan odalardır. Bu inşa tarzı binanın
kubbelerine yük olmaz ve binaya zarar vermez. Üst ev manasına gelir. Beyazıt’taki kütüphanenin şimdi çocuk kütüphanesi olan kısmı üzerinde eskiden böyle binalar vardı. Beyazıt vakfiyelerinin geliri ile bu binaya
da bakılırdı. Harap bir hâlde bulunan, fakat bir mimâri hususiyet taşıyan binanın yağlı boya bir tablosunu
Ressam Ahmet Ziya Akbulut yapmıştı. Bu eser, Resim ve Heykel Müzesi’ndedir. Beyazıt Kütüphanesi müdür
odasında da başka bir resmi görülmektedir.
129 Ahmet Süheyl Ünver, Fatih İstanbul Üniversitesi Tarihine Başlangıç Fatih, Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı,
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, İstanbul 1946, s.48; A.Süheyl Ünver’e ait bu eserin girişine Osman Nuri
Ergin 35 sayfalık bir giriş yazmıştır. Bu giriş yazısı Fatih dönemi ve müesseseleri hakkında ayrıntılı bilgiler
vermektedir. (Y.N)
130 Kanuni Vakfiyesi, Vakıflar Umûm Müdürlüğü Arşivi, s.14
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 131
Kanuni Sultan Süleyman zamanı ricalinden Koca Nişancı Mustafa Çelebi Tabakat’ülMemâlik adlı eserinde tabhanenin nasıl işlediğini şöyle anlatır: “…Misafirlere çaşt ü şam
(sabah, akşam) itam-ı taam içün matbah-ı şahane ki her subh (sabah) varidine (gelenlere)
bî-bedel aseller (ballar) yorgun argın gelmiş garip ve bî-nevâ muhtaç ve aça tatlı, leziz,
ballı paçalarla ziyafet ederler. Bade’l-aşır (ikindiden sonra ) ferraşlar (süpürücüler) siniler
içinde şahane nimetlerle memlu çinilerde (bakır kaplarda değil) etime-i gûnâgûn her fasla
(cemaate, yahut kimseye) münasib turşular, ekşiler ile ayrı ayrı her misafirhaneye nüzülü
firâvan (bol yemek) bahşederlerdi. Mevaşiye ve devabba (hayvanlara) istablı mamureden
bî-baha ve mezat alef (yulaf) ve cev (arpa) ihsan edilip, her rûz külli nukut (para) hak
yoluna bezr ve telef ederler .Sadat, ülemâ ,kübera, fukaha, zuafay-ı muhtacin ve avmiyaya
men olmayıp 3 gün 3 gece şahane ve emirane konuklar eder.”131
Tabhaneler imâret topluluğundan aşhane ve kervansarayla bir arada, hatta birbirine
yakın ve bitişik yerlerde bulunurlar. Çünkü yolcu yemeğini aşhanede yiyecek,
hayvanını gözü önündeki ve yanındaki kervansaraya bırakacak ve 3 gün 3 gece kendisi
tabhanede yatıp kalkacak, ibadetini de imâretin caminde yapacaktır.
Fatih İmareti topluluğundaki kervansaray yıkılmıştır. Fakat yeri ve kapısı yakın
zamana kadar belli idi. Şimdi kapısı yerinde bir elektrik muhavilesi yapılmıştır. Tabhane
ise hâlâ bütün haşmetiyle durmaktadır. Fakat bu imâretin aşevi, yani yemek pişirilip
yedirilen yerin imâretin neresinde olduğu bilinemiyor. Tabhanenin cenub tarafında
ve kervansarayın üstünde geniş bir boşluk var; acaba aşevi kervansarayın üstündeki
bu boşlukta mı yoksa 1291 (1847) tarihinde yapılan Askeri Rüşdiye’nin yerinde mi
bulunuyordu? Bu cihetler de anlaşılamıyor. Ekrem Hakkı Ayverdi bu babda şu malumatı
vermektedir: “İmareti yani aşevi ve fodlahane tabhane avlusu içinde ve cenubi garbi
köşesine yakındı. Bu cihetle 1228 (1807) tarihli II. Beyazid su yolları haritasında
da serahatle görülmektedir. Bugünkü bakiyeleri 6 x 6 ebadında kalın taş duvarlı,
pencereli 2 büyük kubbeli mahâl ile bunları birbirine bağlayan 8 metre boyunda ve
bir kapı ile penceresi vuzuhla görülen bir duvardan ibarettir. Yüz kaplamaları medrese
inşaatındakiler gibidir. Bu unsurlara nazaran imâret (aşevi) haçvarî plânda olabilir.
Yani haçvarî ve ortası kubbeli bir avlunun dört köşesinde dört kapalı oda bulunması
muhtemeldir. Tam planını tesbitte muvaffak olamadım. Avlu duvarındaki kapısı ara
sokak içinde ve tam tabhanenin bittiği yerdedir. Şimdi örülüdür.“132
Bu ifade ve izahtan aşevinin ve fodla pişirilen fırınların yerini, hâlâ mevcut oldukları
için anlıyor ve görüyoruz. Buralarda pişirilen yemekleri yüzlerce halka yedirmek için
emsali müesseselerde görülen salonlar nerededir?
Tabhanedeki misafirin yemeklerini tablalarla odalarına kadar götürdüklerini kabul
ederiz. Fakat aynı aşevinin Fatih İmareti’nin medreselerinde bulunan talebeye ve başta
cami olduğu hâlde imâretin bütün müsdahdem ve memurlarına nerelerde yemek
yediriliyordu?
131 Kanuni Vakfiyesi, Vakıflar Umûm Müdürlüğü Arşivi, s.14
132 Ekrem Hakkı Ayverdi, Fatih Devri Mimârisi, İstanbul Fetih Derneği Yayınları 1953, c.2, s.157-163
132 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Onların yemekleri de evlerine mi gönderiliyordu?
İşte hâlledilmesi gereken mesele budur. Tabhanenin mukabilinde bulunan Darüşşifa
yemeklerinin oraya gönderilidiğini, bununla beraber hastalara doktor tavsiyesine göre
verilmesi lâzım gelen yemeklerin Darüşşifa’da pişirildiğini Ord. Prof. Dr. A. Süheyl
Ünver’in yayınladığı Fatih Aşhanesi Tevzi’namesi adındaki vakfiyeden öğreniyoruz.133
Kervansarayın üstünü öyle bir yerde boş bırakacaklarına ihtimal verilemez. Esasen
kervansaray ile tabhane yani aşevleri birbirine bağlı müesseselerdir. Bunlar yerine göre
ya karşı karşıya (Şehzadebaşı’nda görüldügü gibi) ya bitişik olarak (Bayezid Camii’nde
de olduğu gibi) yahutta Süleymaniye’deki tarzda, kervansaray altta ve tabhane ile aşevi
onun üstündedir. Tahminime göre Fatih’teki yemek yedirilen salonlar da kervansaray
üstündedir. 1179 (1765) zelzelesinde binası yıkılmış; fakat yeniden yapılmış olabilir.
Bu tarihlerden sonra esasen tabhane hizmeti de gevşeyerek bina medreseye çevrildiği
gibi daha sonra da medresenin bir kısmının aşevi yapıldığını zannediyorum. Nitekim
kervansaray da Deve Hanı adını almış, develer mesken olmuş, hatta bu adı semte
bile vermiştir. Başka vesikalar ve mütalâalar çıkıncaya kadar bu kanaatimi muhafaza
edeceğim.
II. Bayezid’in Tabhanesi caminin iki tarafındaki çıkıntılardır. Bu çıkıntıların
dışardan kapıları bulunduğu gibi bina içinde akarsuları da vardır. Yolcular buralarda
yatarlar, hayvanla gelmişlerse ona da şimdiki Umumi Kütüphane’nin okuma salonu
olan kervansaraya bırakıp 3 gün orada yatırırlardı. Yolcular yine şimdiki Umûmi
Kütüphane’nin Çocuk Kütüphanesi kısmındaki aşevinde yemeklerini yerlerdi. II.
Bayezid devrinde yapılan Davut Paşa, Murad Paşa ve Çemberlitaş’daki Atik Ali Paşa
camilerinin tabhaneleri ise caminin sağ ve solunda birer bitişik kısımdan veya odadan
ibaret olarak elân mevcuttur. Bayezid Camii’ninkiler gibi bu camilerin tabhaneleri de
zamanla camiye kalp ve ilave edilmiş olduğu son senelerde yapılan tamir sırasında
görülmüştür. Yavuz Sultan Camii Tabhanesi ile hâlâ caminin sağ ve solunda ocakları
ile olduğu gibi durmaktadır.
Süleymaniye Tabhanesi’ne gelince; o da bügün Türk-İslâm Eserleri Müzesi’nin
bitişiğinde ve Koca Sinan’ın türbesi ile karşı karşıya bulunmaktadır.134 Müzenin
bulunduğu bina, orada hâlâ duran buğday değirmeni ve büyük kantar olduğu gibi
Süleymaniye İmareti’nin aşevi idi. Kervansaray ise hepsi bir sırada bulunan bimârhane,
(şimdiki askeri matbaa) aşevi ve tabhanenin altına rastlayan ve bugün ahır olarak
kullanılan yerlerdir. Süleymaniye Tabhanesi’nin mevki, II. Bayezid Su Yolu Haritası’nda
gösterilmiştir. Fakat “tabhane“ tabiri yanlış olarak “talhane“ yazılmıştır.
133 A. Süheyl Ünver, Fatih Aşhanesi Tevzi’namesi, İstanbul Fetih Derneği Yayınları 1953
134 Bu Müze ilk olarak 1914 yılında, Süleymaniye Külliyesi’nin Darüzziyafe’sinde, Evkaf-ı İslamiye Müzesi adıyla kurulmuş; Cumhuriyet’in ilanından sonra müze, Türk İslam Eserleri Müzesi ismiyle anılmaya başlanmıştır.
Türk İslam Eserleri Müzesi, 22 Mayıs 1983 Sultanahmet’teki İbrahim Paşa Sarayı’na taşınmıştır. (Y.N)
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 133
10. Medreseler, Talebe Yurtları
Türkiye’nin her kasabasında hiç olmazsa birer medrese bulunurdu. Kasabaların
büyük olanlarında ise medreselerin sayısı nüfusa ve iktisadi vaziyete göre daha çoktur.
Türkiye’nin beş asırdan beri kültür merkezliğini yapan ve en büyük şehri olan İstanbul’da
ise, bu müesseselerin sayısı 1883 senesinde yapılan nüfus sayımında tesbit edildiğine
göre 177’dir. Medreselerde esas itibariyle her odada bir talebe yatardı. Talebelere fodla
denilen ekmekle parasız yemek verilir ve yemeklerini İstanbul imâretlerinin aşevlerinde
yerlerdi. İstanbul medreselerindeki talebelerin % 98 taşralıydı. İstanbullu olup da medrese
tahsiline devam etmek isteyenler, kendi evlerinde yatarlar ve camilerde okutulan derslere
taşralı talebelerle birlikte devam ederlerdi. İstanbul’a tahsil için gelen kimse çok kere bu
medreselerde bir hısımını veya hemşiresini bulur, onun delâletiyle medreseye yerleşebilirdi.
Bununla beraber gerek kendisinin yakın bir akrabası veya hemşiresi tahsil için değil de her
hangi bir maksatla İstanbul’a gelirse, o da bir kaç gün için medrese odasında barınabilirdi.
Medreselerde öteki odalardan daha büyük bir bina bulunur ve burası hem dershane
hem de cami olarak kullanılır. Her medresenin bir müderrisi vardır. Müderrisler, dersi
yalnız mensup oldukları medrese talebesine değil, dışarıdan müracaat eden şehir
çocuklarında dersine kabul ettiği için, bu büyük oda yalnız cami vazifesini görür. Dersler
ise en büyük camilerden birisinde okutulurdu. Bu bakımından medreseler birer mektep,
birer dershane olmaktan ziyade, zamanına göre birer talebe yurdu idi. Nitekim medrese
tedrisatı terk edildikten sonra boş kalan medrese binaları mükemmel surette tamir ve tadil
edilerek, hatta kalorifer tesisatı da yaptırarak üniversite talebesine yurt ihtisas edilmiştir.
Bunların en modern ve mükemmel surette tadil görmüş olanları Fatih Medreseleri’dir.
Öteki medreselerde peyderpey tamir edilerek kullanılacaktır. 1883 nüfus sayımında
İstanbul’da tesbit edilen 177 medrese cem’an 7.148 talebe kaydedilmiş olduğu görülüyor.
Bu medreseler arasında harap ve metruk oldukları için talebe bulunmayanlar da vardır.
Bu medreselerden Fatih İmareti çevresindeki 10 binada cem’an 637 ve Süleymaniye
İmareti çevresindeki 12 binada ise cem’an 854 talebe bulunduğu adı geçen istatistikten
anlaşılmaktadır. İstanbul’un 177 medresesinde ortalama 20’şer oda kabul edersek bu
şehir de 3.500 kişi yukarıda gösterilen talebeler gibi hısım ve hemşehri sıfat ile medrese
odalarında birkaç gün için yer bulacakaları şüphesizdir. Bu da İstanbul gibi büyük bir şehir
için bir kazançtır. Medreseler iskân ve ikâmet işine yarayan en mühim vasıtalarındandır.
11. Darü’s-sulaha, Darü’r-raha, Darü’s-safa
Selçuk Türkleri’nin hayır ve şefkat müesseseleri arasında bu adları taşıyan
müesseselere de rastlanmaktadır. Selçuk Emirlerinden Celaleddin Karatay tarafından
ilkin 648 (1250)’de Antalya’da böyle bir binanın yapılmış olduğunu vakfiyesinden
öğreniyoruz. Vakfiyede binaya “Darü’l-İmaret’üs-sulaha” denilmesine bakılarak
imâret tabirinin Selçuklular’da da hangi binalara kadar teşmil edilmiş olduğunu
öğrenebiliyoruz. Darü’s-sulaha ilimde ve fazilette ilerlemiş, salahi hâl kazanmış; fakat
134 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
aynı zamanda fakir ve zayıf düşerek himaye ve iaşeye muhtaç bir hâle gelmiş olan
kimselere tahsis edilen binalara denilmektedir.
Yine vakfiyeden anlaşılıyor ki imâretlerin tabhanelerinde ancak 3 gün kalınabildiği
hâlde dar’üs-sulahada her zaman yani istenildiği kadar kalınabilinmektedir. Karatay’ın
yaptırdığı bu hayır müessesesi sonraları camiye tahvil edilmiş, yahut salihlerin ibadet
etmeleri için bina bir cami de ihtiva etmiş olduğu için bugün halk arasında bu binaya
Karatay Camii denilmekte olduğu anlaşılmaktadır. Bundan başka Karatay Vakfiyesi’nde
şöyle bir hayır ve şefkat tesisinden bahsedildiği de görülür. Kervansaraya azaplı
kölelerinden ve akrabalarında olup da kazanmaktan aciz kadın-erkek, Müslümankâfir, herhangi bir fakir sığındığı takdirde her birine yılda 120 dirhem nakdî ve aynî
yardımdan başka bir şey değildir.135
Sivas’da Kemaleddin Ahmet bin Rahatoğullarından Hattap ve Hüseyin kardeşler
tarafından 687 (1288)’de Darü’r-raha adında salihlerin istirahat etmeleri için bir me’men
(emniyetli yer) yapıldığını da bunlara ait vakfiyede görüyoruz. Bu müesseseyi ilk defa
bahis mevzu eden Prof. Dr. Süheyl Ünver’in dediği gibi, Darü’r-raha istirahat olunacak
yer demektir. Fakat burada herkesin istirahatı temin edilmemiş, yalnız dindarlar ile
fakir ve miskinlerin salihleri için bir melce vücuda getirilmiştir. Bu müesseseye Dar’ürraha denilmesinin ikinci bir sebebi daha vardır. Yukarıda söylenildiği gibi binayı
yaptıranların “Rahat“ isminde birisinin torunları olmasıdır. Bina Rahatoğlu’nun dar’ı,
yani evi ve binası manasına gelir ve onun ismini yaşatır. Fakat her ne manaya gelirse
gelsin, bina fakirlere ve miskinlere tahsis edilmiştir. Bu bina bugün mevcut değildir ve
binanın yeri de bilinmemektedir. Yalnız bunu gösteren kitabenin elde bulunduğunu
makale müellifi bildirmektedir. Bahis mevzu olan vakfiyenin buna dair fıkrası aynen
şudur: “Rahat’ın oğulları: Allah’ın rahmetine muhtaç olan Hattap ve Hüseyin kardeşler
bu binayı dindar âlimler, fakirler ve miskinlerin salihlerine vakf ettiler ve ona Darü’rraha dediler.“136
Şerefeddin Yaltkaya bu vakfiyeyi şöyle tercüme etmiştir: “Tanrının rahmetine
muhtaç olan Kemaleddin Ahmet bin Rahatoğulları Hattap ve Hüseyin, burayı 720
(1320)’de dindar âlimlere, fakir ve miskinlere vakfettiler ve adını Darü’r-raha koydular.
Onlara istirahat mahalli yaptılar“.137
Osmanlı hükümdarlarından Kanuni Sultan Süleyman, Süleymaniye İmareti çevresinde
Selçuklular’ınkine benzer böyle bir müessese yaptırmış olduğunu vakfiyesinin şu satırları
göstermektedir: “Canibi şarkısında vâki medreseler kurduğundan müminin, salihin, âlimin
ve mülazimin için 18 hücre bina edip fakvettiler ki fi cemi’il ezman bilâ-ücretin velâimtinanin sakin olup padişaha dua ederler”. Bu bina medreselerin faaliyette bulunduğu
zamanlarda Darü’l-hadis medresesi adını taşıyordu. Medreselerin lağvından sonra
yoksul ve fakir ailelerin oturmasına terk ve tahsis olunmuştu. Bina Dökmeciler Çarşısı
135 Osman Turan, “Karatay Vakfiyesi”, Belleten, sayı:45, s.58
136 Rahatoğulları Darülrahası, Sivas Numune Hastahanesi Yıllığı 1940
137 Şerafettin Yaltkaya, Sivas Numune Hastahanesi Yıllığı 1940
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 135
üzerindedir. Oda sayısınca altında dükkânlar da bulunmaktadır. Yine bu çeşit binalardan
Darü’s-safa adında birisine tesadüfen Sadrettin Konavi’nin Miftah’ül-gayb adındaki
eserinde Misbâhu’l-Kalb Şerhu Miftâhi’l-Gayb adında bir şerh yazmış olan Osman
Fazli İlahi adındaki mutasavıfın eserinin sonundaki şu fıkrada rastlıyoruz: “Görülüyor
ki yalnız tasavvufla uğraşanların rahatça yerleşip eser yazmaları için bile atalarımız bu
türlü binalar yapmışlardır. Bütün kütüphanelerimiz ve vakfiyelerimiz, hatta arşivimiz
tedkik edilse bunlar daha birçok hayır ve şefkat müesseselerine rastlayacağımıza şüphe
etmiyorum“. Bu tesislerin niçin rağbet görmeyerek inkiraz bulduğu ve yerlerinin başka
hizmetlere tahsis edildiğini iyice belirtebilmek için son senelerde İstanbul Belediyesi’nce
kurulan buna benzer bir müessesenin uğradığı akibeti burada hatırlatmak isterim.
İstanbul Belediyesi, Cumhuriyet devrinde bu çeşit bir müesseseyi Kadıköyü’nde
İbrahimağa semtinde ve Koşuyolu üzerinde Feridun Paşa tarafından belediyeye verilen
köşkte açmıştı. Belediyenin bu teşebbüsüne zengin ve hamiyetli tacirler de iştirâk
ederek 80.000 lira kadar bir teberrude bulunmuşlardı. Buraya “Düşkünler Yurdu“
adı verilmek istenildi; fakat bu isim beğenilmedi. “Dinlenme Yurdu“ denildi, bu ad
da hoşa gitmedi. Burada daha ziyade kendisine bakacak yakınları kalmamış emekli
memurlar ve emekli askerler alınacaktı. Bu gibilerin ufak tefek gelirleri varsa onları,
hatta emekli aylıklarını da alıp istedikleri gibi sarf edeceklerdi. Bu da cazip görülmedi.
Hasılı 1.000.000 küsür nüfuslu büyük bir şehirde aranan yoksul ve düşkün vasfını
haiz binlerce kişi bulunduğu hâlde geniş ve cennet gibi bir bahçe ortasında bu köşke
tenezzül ve rağbet eden bulunmadı. İşte önce Selçukluların sonra Osmanlılar’ın açmış
oldukları Darü’s-sulahaların ve Dar’ür-rahaların neden dolayı camiye ve medreseye
çevrilmiş olduğunu bu son istiğna ve rağbetsizlik olarak izah etmiştim.
12. Miskinhaneler, Darülcüzzamlar
Garp dillerinde Lepreaux, Arapça’da cüzzam, Şelçuklu ve Osmanlı vesikalarında
miskinlik denilen hastalığı tutulanları tecrit ve tedavi etmek üzere büyük şehirlerde
yaptırılan binalara verilen addır.138 Tarihi kaynaklar, bilhassa memleketi baştan başa
gezmiş olan Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde İstanbul’da Miskinhane, Miskinler
Tekkesi, Edirne’de Darü’l- Cüzzam, Bursa, Sivas ve Kastamonu’da Miskinler Mahallesi
adını taşıyan binalardan ve mahallelerden bahseder. Bu binaları izah etmeden önce
adı geçen hastalığın mahiyetine ve dünyaya yayılışına kısaca temas etmekte fayda
vardır. Tıp tarihi ile uğraşanların anlattıklarına göre Hansen basili denen bir mikrobun
138 Bu tabirlerin lugat manaları açıklanırsa hem hastalığın hem de bunları tedavi için kurulan müesseselerin mahiyetleri daha iyi anlaşılır. Lepreux Yunanca şiş, çıban manalarına gelen Lepros’dan alınmıştır. Yunanlılar bu
hastalığı Taun veya Veba’ya benzeterek o adı vermiş olabilirler. Arapça cüzzam düşmek, kesilmek manalarına gelen cezm’den gelir. Bu dilde elleri kesik olanlara eczem denilir. Bu hastalığa tutulanların ve bilhassa el
parmaklarının parça parça olup düşmesi dolayısıyla kendilerine bu ad verilmiştir. Çünkü hastalık sirayet ettiği
kimselerin etlerini sapır sapır düşürecek kadar insan vücudunu kuvvetten ve hareketten düşürdüğü için cüzzamlılar faaliyetten geri kalırlar, adeta oturdukları yerden kalkmak ve kımıldamak istemezler. Hatta yüzüne
gözüne konan ve kendisine eziyet veren sinekleri bile ufak bir el hareketi ile kovamazlar. İşte bu hâllerinden
dolayıdır ki bunlara sekene kelimesinden gelen ve sukunet ifade eden miskin adını da verirler.
136 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
insan bedenine girerek vücuda getirdiği bu hastalık Hazreti Musa zamanından
beri bilinmektedir. Hastalığın ilk çıktığı yerler Nil ve Ganj vadileridir. Bu hastalık
Ortadoğu’da ilk önce İsrailoğulları arasında görülmüştür. Hastalığın tarihinden
bahsedilirken “Ezmine-i kadime’de maraz-ı mezkûr yalnız İbraniler’e münhasır iken”
sözü bunu delil olarak gösterilebilir.139
Tevrat’ta bu hastalıktan ve tecrit edilmelerinden bahsedilmekte İsrailoğulları’nın
Nil sahillerinden ayrılıp, Filistin’e geldikleri zaman hastalığı da birlikte getirmiş
oldukları anlaşılmaktadır. Hazreti Muhammed’in cüzzam hakkındaki telakkisini
muteber hadis kitapları bize bildirmektedir. Ezcümle bir gün yanına bir cüzzamlı
gelmiş ve eshabına
- Yaygıyı toplayın, üstüne ayakları ile basmasın demiştir.
Hastalıktan halkı tahzir etmek için şu sözleri söylemiş olduğu da rivayet edilir.
- Aslan’dan kaçar gibi cüzzamlıdan da kaçınız. O bir vadiye inerse siz başka
bir vadiye ininiz. Ve cüzzamlı ile aranızda bir mızrak boyu açıklık olduğu hâlde
konuşunuz.140
İsrailoğulları, tarihin kaydettiği gibi iki defa toptan hicrete mecbur tutuldukları
zaman gittikleri yerlerde hastalığın bunlar vasıtasıyla yayıldığı tahmin olunmaktadır.
Komşuları olan Fenikelilerin de gemicilikleri dolayısıyla Filistin’den aldıkları hastalığı
Akdeniz sahillerine ve adalarına yayılmış oldukları kabul olunabilir. Bu hastalığın
zamanımıza kadar Sakız Adası’nda bir köyü kâmilen işgâl edecek derecede yayılmış
ve ilerlemiş olduğu ve köyün Nahiye Müdürlüğü’ne Osmanlı idaresinde iken yine
cüzzamlılardan birisinin tayin edilmiş bulunduğunu oraları gören tarihçelerin
ifadesinden öğrenmekteyiz.141
Türkiye’de ilk cüzzamhane 1414 senesinde II. Murad tarafından Edirne’de yaptırılmıştır.
Bu tarihten 100 sene sonra İstanbul’un Üsküdar semtinde I. Selim tarafından ikinci bir
cüzzamhanenin yaptırılmış olduğunu tarihi kaynaklar haber vermektedir. XVIII. ve
XIX. asırlarda İstanbul’u ziyaret eden Avrupalı seyyahlar eserlerinde bu müesseseden
bahsetmişler ve seyahatnamelerine binanın plânlarını bile koymuşlardır. XIX. asırda
Üsküdar Cüzzamhanesi’nde III. Selim apartman tarzında ikişer odalı 9 ev yaptırılmış
ve II. Mahmud da buna 11 ev ilavesi ile binayı bir kat üzerinde 20 daireli bir apartman
hâline getirmiştir. Cüzzamlılar bu dairelerde aileleri ile birlikte otururlardı. İstanbul’a
dışarıdan gelen veya şehirde başı boş gezerken görülen cüzzamlılar, buraya sevk ile iskân
edilirlerdi. Binanın içinde bir cami ve bir de hamam vardı. Caminin cüzzamlı olmayan
imamı, aynı zamanda bu müessesenini idare memurluğunu da yapardı. Evliya Çelebi,
bu müessesenin XVII. asırdaki vaziyetini ve hastaların kabul tarzını eserinde şu satırlarla
anlatır:“…Üsküdar’da Bağdad yolu üzerinde şehir dışında bir tekkedir. Cümle miskinler
139 Mehmed İzzet, Rehber-i Umûr-i Baytariye, Mahmud Bey Matbaası 1910, c.3, s.32
140 Bkn.Mehmed Şemseddin Günaltay, Zülmetten Nura, Evkaf-ı İslamiye Matbaası 1925
141 Bkn. Süheyl Ünver, “Türkiye’de Cüzam ve Cüzamlılar Tarihine Ait”, İstanbul Belediye Mecmuası, sayı: 118120 s.461-469
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 137
anda sakin olup nezir ile (halkın sadakası ile) geçinilirdi. Şehir içinde bir miskin haber
alsa aman vermeyip derhâl tekkelerine götürürler. İsterse âyân ve eşrafdan olsunlar hiç
dinlemezler. Ellerindeki hatt-ı şeriflerle miskinhaneye götürürler. Çünkü diyar-ı Rum’un
(Anadolu’nun) cüzzam marazı şarîdir diye şehr içinde durmak yasak edilmiştir. O suretle
ki şehrin haricinde ayrıca miskinhaneler vardır. Hastalar kimse ile ihtilat etmeyip başkaca
sakin olurlar.“142 Miskinhane yıkılmadan ve faaliyette bulunduğu sırada binayı gezmiş
olan Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, 1934’te yayınladığı risalede bu hususta şu malumatı
vermektedir: “Burada bazı hastalar kapının eşiğinde otururlar ve gelip geçenlerin verdikleri
paraları alırlardı. Miskinhane kapısının sırasında birer metre uzunluğunda ve tepelerinde
birer çukur bulunan 7-8 taş dilek vardı. Paralar bu çukurlara atılırdı. Halkın hastalarla temas
etmemesi için bu taşlar bilhassa düşünülmüş ve pek eski tarihlerde dikilmiştir. Binanın yan
duvarları kagir, diğer tarafları ahşaptır. Lakin sağlam bir bina idi. Umûmi Cihan Harbi
sonlarına doğru bakımsız kalarak harap olmuş ve 1927 senesinde yalnız Ressam Ali Rıza
Bey’in yapmış, daha doğrusu tertip etmiş olduğu bir tablo kalmıştır.“
Bugün Türkiye’de cüzzamlılar için yalnız Elazığ’da modern bir hastahane vardır. Burada
cüzzamlılar da diğer hastalar gibi hükûmetin kurtarıcı ve şefkatli eliyle tedavi olmaktadır.
13. İspatyalar
Fransız dilindeki hôpital kelimesinin Türkçe’de kullanılış şeklidir. Bu kelime
Latince’den diğer dillere geçmiştir. Misafirhane, hastahane ve darülaceze gibi hayır ve
şefkat müesseselerine verilen isimdir. Bu müesseseler önceleri yolcuları misafir etmek için
kurulmuştur. İspitalyacı önceleri papazlar idare ederlerdi. Batı Roma İmparatorluğu’nun
mirasçısı gibi Roma’ya varış olan Avrupa memleketlerinde bu isimde müesseseler mevcut
olduğu gibi, Doğu Roma’ya varış olan Bizanslılar ülkesinde de örneklerine rastlanır.
İstanbul’a bilhassa Fatih devrine ve Osmanlılarla Bizanslılar arasındaki münasebetlere
dair eserleri bulunan Vladimir L. Mirmiroğlu bu mevzu etrafında şu izahatı verilmiştir:
“Bizans ülkesinde manastırlar kervansaray vazifesini görürdü. Manastırların çevresinde
kiliseden başka birçok dairelerde bulunurdu. Bu dairelere misafirhane manasına gelen
Ksenon denilirdi. Manastırın üzerinde bulunduğu yoldan geçenler buralarda barınırlar,
yemek yerler ve yatarlardı. Hayvanları ve arabaları için de münasip yerler ayrılmıştı.
Yolculardan hastalananlar misafirhanede kalırlar ve tedavi edilirlerdi. İstanbul’da
manastırlardaki Ksenonlardan başka ayrıca müstakil Ksenonlar da vardı. Bunlar hem
misafirhane, hem de hastahane işini görürdü. Justinyen zamanında Ayasofya ile Aya İrini
arasındaki Sampson Ksenon’u bunlardan birisidir. Binayı Roma’dan gelen ve Patricius
unvanı taşıyan hayırsever bir kimse yaptırmıştı. Bu bina Nika isyanında yanmıştır.
Justinyen daha büyük olarak bu binayı tekrar yaptırdı. Burada, sonraları patriklik
makamına çıkmış olan İskenderiyeli Minas da müdürlük etmiştir. Yine bu müessesenin
karşısında Justinyen ile İmparotorice Teodora tarafından iki Ksenon daha yaptırmıştır.“
Vladimir Mirmiroğlu’nun bahsettiği bu müesseselerin bir aynının Zeyrek Kilisesi
142 Evliya Çelebi, a.g.e., c.1, s.475
138 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
tarafından da mevcudiyetini biliyoruz. İstanbul Rehberi Seyyahin müellifi Ernest
Mamburi burada 700 papazı içine alan bir manastır ile bir hastahane ve bir darülaceze
bulunduğunu haber verir. Fatih Sultan Mehmed’e isnat olunan Türkçe Vakfiye’de de
bundan bahsedilmektedir. Bu mekânın sonraları Zeyrek Medresesi adını aldığı da
kaydedilir. Bu kayıtlar bize Osmanlılar’ın fetihden sonra şehirde kurmuş oldukları
imâretlerin Bizanslılar zamanında küçük mikyasda birer örneği bulunduğunu, fakat
Osmanlılar’ın bu müesseseleri hem adetçe, hem de cesametçe çoğaltıklarını anlatır.
Burada asıl bahis mevzusu etmek istediğim müessese, Bizans İmparatorluğu yıkıldıktan
sonra ve bütün binaları Türkler’in eline geçtikten sonra İstanbul’da kalan Rumlar, bu
türlü tesisleri yeniden ne suretle yapıyorlar ve nasıl idâre ediyorlardı? İstanbul’da kalan
Rumlar, Patrikhane etrafında toplanarak, yaptıkları para yardımları ile bu müesseseleri
inşâ ve idare ediyorlardı. Galata’da şimdi Millet Hanı adını alan ve patrikane malı olan
büyük küçük iki han Rumlar’ın sıhhat ve içtimai muavenet vadisinde kullandıkları birer
bina idiler. Yine Galata’da bugün Rus papazlarının elinde ve idaresinde bulunan iki
manastır da Kudüs’e gitmek üzere İstanbul’dan geçerek olan Rus mojiklerine Patrikhane
tarafından terk edilmiş bu çeşit müesseselerdir. Bütün ekaliyetlerin istedikleri tarzda ve
istedikleri yerde hastahane ve benzer müesseseleri yapabilmeleri ancak Tanzimat’ın
banisi Sultan Abdülmecit’in 1855 tarihli Islahat Fermanı’nı neşrinden sonra mümkün
olmuştur. İstanbul’un sur dışında görülen Rum ve Ermeni sıhhi tesisleri bu fermandan
sonra yapılanlardır.
14.Yabancı ve Gayrimüslimlerin Barındıkları Yerler
İstanbul gibi sınırları Avrupa ortalarına, İran topraklarına, Arap Yarımadası’na, Fas’a
ve Habeşistan’a kadar uzanan farklı kıtalarda bir imparatorluk merkezi hâline gelen
bir yerde, bir hayli gayrimüslimin bulunmasının tabiî olduğu kadar birçok yabancı
gayrimüslümlerin de çeşitli sebeplerle vakit vakit bu şehre gelecekleri şüphesizdir.
İşte bu bölümde onları ele alacağız. Batı Ortodoksluğu’nun merkezi olan İstanbul’a
gelen ruhaniler, gayet tabiî olarak, şehrin ötesinde berisinde bulunan manastırlarda
konaklardı. Katolik ruhaniler de cemaatleri tarafından yapılmış olan mekteplerde ve
manastırlarda kalırlardı. Hatta 18. asırdan sonra Karadeniz’e çıkan Rusların Kudüs’e
gitmek üzere İstanbul’dan geçen Ortodoks Ruslar’a, Rum Patrikhanesi tarafından
Galata’da Sultan Bayezid Mahallesi’nde hâlen mevcut olan manastır tahsis olunmuştur.
Osmanlı hükûmetinin imtiyazlı bir eyâleti olan Boğdan Beyliği’nden İstanbul’a
gelenler, at ve arabalarıyla Ayvansaray üstünde Kefeli Mahallesi’nde bulunan eski Bizans
saraylarından biri olan Boğdan Sarayı’nda konaklarlardı. Eflâk Beyliği’nden gelenlere de
ikamet yeri olarak yine o semtte Fethiye Camii yakınındaki diğer bir Bizans sarayı olan
Eflâk Sarayı tahsis olunmuştu.143 Eflâklılarla Boğdanlılar’ın aynı sarayda oturtulmaması
dikkati çekecek bir mana taşıdığı gibi, her iki beylik halkının yerli Rumlarla birlikte
bir yerde bulundurulmamaları da aynı mahiyeti haizdir. İstanbul’a gelen yabancılar
143 P.Ğ. İnciciyan, 18. Asırda İstanbul, İstanbul Fetih Derneği İstanbul Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1956, s.17
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 139
yüksek bir mevki sahibi veya siyasi bir kimse iseler tabiatıyla kendi hükûmetlerinin
sefarethanelerinde misafir edilirlerdi. Fenerli beyler denilen ve Divan-ı Hümayun
tercümanlığında, Eflâk ve Boğdan Beylikleri’nde bulunanları hükûmet, şehir içinde
Rumlar arasında oturtmuyor ve o gibileri, Boğaziçi’ndeki köylerde oturmaya mecbur
ediyordu. Bir kısım gayrimüslimlerin bu beylerin evlerinde konakladıkları da şüphesizdir.
Büyükdere, Tarabya, Yeniköy, Arnavutköy ve Kuruçeşme semtlerinde bu beylerin
oturdukları yerlerin başlıcalarıdır. Beyler buralarda saray gibi yalılar yaptırıyorlar, bu
yalılar içinde husûsi kilise bile bulunduruyorlardı. Şimdi Amerikan Kız Koleji antresindeki
Rum beylerin birisinin yerine şimdi bir ilkokul yapılmış olan binanın arkasında minyatür
bir kilise örneği hâlâ durmaktadır. Yol üstü uğrak olmayan bu kuytu yerlerde, meselâ
Kuruçeşme’de Divan-ı Hümayun tercümanlarının himayeleri altında Rumlar’ın bir de
üniversite kurduklarını ve orada hükûmetin murakabe ve teftişinden azade bir şekilde
Rum gençlerin milliyet ve istiklal hisleri ile yetiştirdikleri bilinmektedir.144
İstanbul’a herhangi bir siyasi memuriyetle yabancı memleketlerinden gelenler de
İstanbul’da vazife icabı uzun müddet oturmaları icab edenler, daha ziyade Hristiyanlar
arasında yaşamak istediklerinden o gibileri de Hristiyan aileleri nezdinde pansiyoner
olarak kalırlardı. Ticaret kasdıyla İstanbul’a gelenler ise kısmen kendileri ile ticareti
muamelede bulunanların evlerinde, kısmen de daha serbest olabilmek için şehirde
otel hizmeti gören bir iki oda kiralayarak orada kalırlardı.
15.Yahudihaneler
Bir şehre toplu bir hâlde herhangi bir mecburiyetin sevki ile gelen binlerce halkın
barındırılması hayli müşkülatı mucip olur. İstanbul bu türlü muhaceretlere tarihi
boyunca sık sık maruz kalmıştır. Buraya gelenler Müslüman iseler, Müslümanlar
arasında ve Müslüman mahallelerinde yerleşip kaynaşırlar. Endülüs’ten gelen Arap
Müslümanları’nın Galata’daki Türklerle kaynaştıkları gibi. Bu kıtadan gelen Türkiye’ye
gelen Yahudilerin yerleşmeleri ise asla böyle olmamıştır. Yahudiler yalnız İstanbul’a
değil Selânik ve İzmir’e de gelmişlerdir. Burada yalnız İstanbul gelenlerin barındıkları
yerlerden bahsedeceğiz. Kanuni Sultan Süleyman zamanında İstanbul’a gelen
Yahudilerin şehrin Sirkeci, Eminönü ve Balat semtlerinde yerleştirildikleri gibi Haliç’in
karşı sahilinde Hasköy ve Boğaz’ın Rumeli kıyısında Ortaköy, Anadolu kıyısında
da Kuzguncuk’ta iskân edilmiş olduklarını biliyor ve bugünkü mevcudiyetleriyle de
öğreniyoruz. Muhacirlerin hükûmetin yukarıda sayılan, bilhassa sur dışarılarında
bulunan denizden dolma yerlerin parasız verildiğini de tahmin ediyoruz. Maişetlerini
sanat ve ticaretle temine mecbur olanlara bir yardım olmak üzere 3 sene vergiden muaf
olduklarını da şu hükümden öğreniyoruz: “…Fukara 3 yıl tamam oluncaya dek cem-i
tekalifinden muaf olup, 3 yıl tamam olduktan her biri birer yere yerleşip, oturuşup birer
miktar kuvvet ve kudret gelince himayet olunup…3 yıl tamam olduktan sâir reâye gibi
lazım olan tekâlif ve gayrihukuk ve resim ne ise ol yerlerde cari olan kanun üzre alınıp
144 Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, c.2, s.618-620
140 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
fukaraya şer’ ve kanun ve avamir-i humayununa tââdda ettirmesin.“145 Bu hükümden
Yahudilerin gösterilen yerlerde kendi kendine yerleşmeleri tavsiye edildiğini anlaşılıyor.
Buna kudreti olmayanlar için apartman tarzında binalar yaptırılıp ucuz bina ile onlara
kiraya verildiğini de biliyoruz. Şehirdeki diğer binalar arasında husûsiyet arz eden bu
türlü binalara Yahudihane denilirdi. Yahudihaneler daha ziyade şehrin surları dışında,
denizden dolma yerlerde yapıldıklanı ve çok irat getirsin diye birkaç katlı edildiğini,
aynı zamanda içinde 5-10 aile arada oturan ve tahtadan yapılan bu binalarda sık sık
yangın çıkarak şehrin birçok semtlerini yaktığını da tarihlerimizden öğreniyoruz.146
Bu devirlerde Osmanlı şehir nizamına göre Müslümanların 10, Müslüman
olmayanların da 8 arşından yüksek bina yapmamaları lâzım geldiği hâlde,
Yahudihanelerin 4-5 kattan yüksek irtifada olduğunu Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın
Ortaköy’de yaptırdığı Yahudihane’nin vakfiyesinde tahsis edilen planından da
öğrenebiliyoruz: “Ortaköy’de Yahudihane 1333 zira (arşın) üzerinde mebni tabaka-ı
ulyada (en üst kat) 8 oda, 4 mutfak, 2 tahta boş, 2 orta sofası orta katta 10 oda, 4
mutfak ve alt katta 5 oda, 8 mahzen, 2 su kuyusu”147
Tophane yakınındaki Kılıçhane binasını gümrük emini Ali Ağa hükûmetten satın
alıp kat ender kat Yahudihaneler yaptırdığını da Evliya Çelebi anlatmaktadır.148
Meskeni şeri denilen Müslüman evlerinde tesettür ve kaç göç dolayısıyla ancak bir
tek aile oturabildiği hâlde, böyle 4-5 katlı binalarda belki her odasında birer Musevi
ailesinin oturduğu bugünkü iskân tarzlarından da anlaşılmaktadır. Kara Mustafa Paşa
Vakfiyesi’nde bina tarif edilirken ayakyolundan (tuvalet) bahsedilmemesinin sebebi
anlaşılamıyor. Avrupa’da XIX. asra gelinceye kadar değil evleri, saraylarda bile
ayakyolu görülemiyor. Türkiye’de ise böyle değildir. Mutlaka Yahudihane’nin velev ki
bahçesinde olsun müşterek bir ayakyolları olmak lazım gelir.
16. Dulhane
Bu eserde izah ettiğim çeşitli barınma yerlerinden 1293 (1876) Osmanlı-Rus
Harbi’nin mağlubiyetiyle neticelenmesinden sonra Rumeli’den İstanbul’a akın eden
binlerce muhacir arasında kimsesiz kalan dul kadınlarla yetim ve öksüz çocukların
anaları ile birlikte barınmalaları için Dulhane denilen yeni bir müessesenin açılmış
olduğunu görüyoruz. Hükûmet bu vaziyet karşısında Topkapı Sarayı içinde Gülhane
denilen yerdeki Kırmızı Kışla’yı149 bu türlü kimselerin barınma yeri olarak tahsis etmiş
ve idaresini o sıralarda faaliyette bulunan muhacirin komisyonuna bırakmıştır. Muhacir
145 Ahmed Refik, Sokullu, Kitabhane-i Hilmi, İstanbul 1924, s. 89
146 Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umur-ı Belediye, Matbaa-ı Osmani, c.1, s. 1267-95
147 Vakıflar Umum Müdürlüğü, Vakfiye no: 641
148 Evliya Çelebi, a.g.e., c.1, s.71
149 Şimdi Askeri Hastane olan binadır. Bu binanın bir kısmı 1291 (1874) yılında açılan Askeri Rüşdiye’ye tahsis
olunmuştur. Gülhane Askeri Tatbikat Mektebi burada açılmış ve Ankara’ya nakledilinceye kadar burada tedrisata devam etmiştir.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 141
işleri tasfiye edildikten sonra 1310 (1893) senesinde Dulhane’nin İdaresi belediyeye
devrolunmuş ve belediyece de yatalak kadınlar, Haseki Kadın Hastahesi’nde, yetim ve
öksüz çocuklar ise kısmen askeri yatılı okullara ve kısmen de biricik yetim müessesesi
olan Darüşşafaka’ya yerleştirilmiştir. 1311 (1894) senesinde Darülaceze’nin açılmasıyla
uzun müddet hastahanede yatak işgal eden kadınlar, Haseki’den oraya nakledilmiş ve
bu suretle bu müessese de az zaman içinde rolünü bitirerek tarihe karışmıştır.
17.Darülaceze
Yoksul, sakat, ihtiyar ve aynı zamanda barınacak yeri ve bakacak kimsesi
bulunmayan kadın, erkek yüzlere insanın sokaklarda sefalet içinde kaldıkları
ve yiyeceklerini ancak dilenmek suretiyle kazanan ve tabiî olarak bu kazançları
çirkin ve acıklı bir şekilde temin etttikleri görüldüğü hâlde, sayıları binleri aşan bu
zavallıları barındıracak, acılarını dindirecek bir müesseseyi son zamanlara kadar ne
hükûmet, ne de hayır sahiplerinden yapan kimse bulunmamıştır. Buna ilk defa II.
Abdülhamid devrinde Sadrazam Halil Rıfat Paşa ön ayak olmuştur. Hadise şöyle
ceryan etmiştir: Bir gün Halil Rıfat Paşa mükellef bir arabada Yıldız Sarayı’na giderken
yolda rastladığı yaşlı bir ihtiyarın karlar altında titremekte ve dilenmekte olduğunu
görmüş, saraya gidip huzura girer girmez keyfiyeti hükümdara arz ederek onun
şefkat hislerini harekete getirmiştir. 5 Mart 1306 (1890) tarihli günlük gazetelerde
bu şefkat eseri şu satırlarla umûmi efkara bildirilmektedir: “Payitahta birçok fakir ve
kimsesiz çocukların sefalet içinde yüzdükleri işitilmesi ve görülmesi üzerine bunların
sayıları tahkik edilerek içlerinde işe,güce kudreti olanların bir Darülaceze yaptırılıp
orada terbiye ve iaşelerinin çarelerinin araştırılması” irade edilmişti. 30 Mart 1306
(1890) tarihli gazetelerde de şöyle bir tebliği görülmüştür: “Sokaklarda dilenmekte
olan ve kimsesiz bulunan çocuklarla âlil ve sakat erkek ve kadınların dilenmekten
kurtarılarak, vücutlarının tahammülü derecesinde el işleri ile geçinmelerinin temini
ve bunlardan işe güce yarayanların iaşesi ve çocukların talim ve terbiyeleri için bir
bina yaptırılması” hususlarının şurayı devletçe düşünülmesine ve bir nizamname
yapılmasına irade çıkmış ve şuraca da gereğinin yapılmasına hemen başlanmıştır.
Aynı zamanda Darülaceze binasının yapılması ve yapıldıktan sonra da idare ve
idamesi için lüzumu olan paranın temini vazifesiyle de mükellef olarak Maliye
Nazırı’nın başkanlığı altında malî müesseselerin direktörlerinden ve ticaret odası
reisliğinden mürrekep bir komisyon teşkil edilen faaliyete geçilmiştir. Komisyon bu
maksat için yardımlar teminine, iane toplanmasına ve ilk iş olarak hediyeler kabulüne
karar vermiştir. II. Abdülhamid tarafından ilk yardım olarak 7.000 lira değerinde aynı
eşya ile 10.000 lira yardım yapılmış ve Müslüman olanlarla olmayan müesseseler
ve şahıslar tarafından da yardımlar tevali ederek 20.847 lira elde edilmiştir. Bir
yandan da 50.000 bilet bastırıp toplanan eşya piyango suretiyle elden çıkarılarak
bir kısım inşaat masrafı da bu suretle temin edilmiştir. Binanın temeli atıldığı zaman
komisyonun elinde 70.000 liradan fazla para bulunmakta idi.
142 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Bu devirde İstanbul’daki bankalar ve malî müesseseler, başta güya hükûmetin
resmî bankası olan Bank-ı Osmanî-i Şahane olduğu hâlde hepsi ecnebi sermayesi
ile dönmekte, ecnebiler tarafından idare edilmekte ve bankalardan sonra yine para
işleri ile uğraşan bankerler ve tacirler de hemen hemen Müslüman olmayanlar
arasında bulunmakta idi. İşte hükûmetin teşkil ettiği iane ve yardım komisyonunun
bu şekilde olmasının sebebi, bu işlerde yabancılardan ve gayrimüslimlerden
istifade temini olduğu gibi yapılacak Darülaceze binasında İstanbul’da bulunan
müslim ve gayrimüslim bütün Türk tebasının barınmasını esas olarak kabul ve
ilân edilmişti. 1306 (1890)’dan 1308 (1892) senesine kadar Darülaceze binasının
planını yaptırmak, yerini hazırlamak ve inşaat parasını türlü şekillerde temin etmekle
uğraşılmış, nihayet Kağıthane sırtlarında beğenilen yerde 100.000 lira sarf ile bir
bina yapılmasında komisyonca ve hükûmetçe mütabakat hasıl olmuşsa da elde
bu kadar para bulunmadığından ittihaz olunan bazı tedbirler sayesinde binanın
71.979 liraya yapılabileceği anlaşılmıştır. Nihayet bütün tedbirler alındıktan ve
lüzumu olan para bulunduktan sonra Kağıthane sırtlarında 40 dönüm kadar arazi
istimlâk olunarak 1308 senesi Teşrinievvel’inin 6. günü Darülaceze’nin temeli
atılmış ve inşaat 3 sene sürerek 29 Kânunuevvel 1311 (1893) tarihinde açılmıştır.
Aynı zamanda birisi Darülaceze’nin idaresine, teşkilâtına ve malî kaynaklarına ve
ötekisi dilenciliğin mennine dair, zamanına göre, kanun mahiyetinde 2 nizamname
çıkartılarak sokaklarda serseri gezmenin ve dilenciliğin önüne geçilmek istenilmiştir.
Darülaceze’nin yapılmasına din, mezhep ve milliyet ayırt edilmeksizin İstanbul’un
bütün mali müesseseleriyle her sınıf zenginler yardım etmiş olduğu için burada
Müslümanlarla birlikte Rum-Ortadoks, Ermeni-Gregoryanların ve Yahudilerin de
barınmaları esas kabul edilerek her sınıf halkın dini ihtiyaçlarını temin maksadıyla
müessesede birer cami ile kilise ve havra yapılmıştır. Darülaceze binası, ortasına
rastlayan idare kısmından başka müteaddit yatak koğuşlarını, kadın-erkek hastahaneleri,
kreş, ayakkabı, dikiş, halı, demir işleri atölyelerini ve o devre göre buharlı makinelerle
çamaşır yıkayan bir çamaşırhaneyi, bir de ilkokul ihtiva etmektedir. Darülaceze’deki
bir kısım aceze ile çocukları müesseselerde çalıştırılmakta ve bu suretle hem onlar
faydalı bir surette kullanılmakta, hem de yaptıkları mamuller ucuza mal edilerek
bu yüzden Darülaceze’ye de gelir temin olmakta idi. Çamaşırhanede ise otellerin,
yatılı mekteplerin ve benzerlerinin çamaşırları yıkanmakta ve bu da Darülazece için
ayrıca bir irat kaynağı olmakta idi. Sokaktan toplanılan lâkiteler (öteye beriye bırakılan
çocuklar) getirilip kreşte yetiştirilir ve okuma çağına gelenler Darülaceze binasındaki
okulda okutulurdu. Başarı gösterenler masrafı müesseseye ait olmak üzere civardaki
orta okullara gönderilir ve geceyi Darülaceze’de geçirirlerdi.
Darülaceze binasının antresinde binanın kurulmasına sebep olan Halil Rıfat
Paşa’nın bir büstü bulundurması suretiyle, paşaya kadirşinaslık gösterilmiştir.
Darülaceze’yi 1908 inkılâbına kadar Dahiliye Nezareti idare etmiş, o tarihten sonra
beledi ve içtimai bir müessese olmak itibariyle idaresi belediyeye devr olunmuştur.
Darülaceze’nin kadrosu 1000 kişiliktir. Gelirine gelince: İstanbul’da Boğaziçi ile
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 143
Adalar, Kadıköy vapurlarından biletlere zam suretiyle alınan iane ile son zamanlarda
ihdas olunan tiyatro ve sinemaların biletlerine zam suretiyle halktan alınarak verdikleri
%10 nisbetinde bir paradan terekküb eder. Darülaceze’ye yalnız İstanbul halkı ile
yurtları yabancı diyarlarda kalmış olan muhacirler de alınır. Türkiye’nin başka şehir ve
kasabalarından gelenler kabul edilmez. Oralarda da bunun gibi müesseseler açılmasına
o beldenin belediyeleri mecbur edilmiştir.
144 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 145
X. TÜRKİYE’DE OTELLER
1883 nüfus sayımında İstanbul’da kayıt ve tesbit edilen 486 han arasında ancak
60 otel150 ve pansiyon görülmektedir. O tarihten bu yana otel sayısının ne nisbette
150 Bizde üç beş odalı bir binaya da, 300 odalı olana da otel denilip aralarında fark gözetilmediği bilinmekte
ve görülmektedir. Otel yerinde “palas” tabirinin kullanılış şeklide öylece nisbetsiz ve münasebetsizdir. Bu
mesele garp memleketlerinde de bu tarzda telakki edilmiş ve münakaşa bulunulmuş olacak ki, otel tabirinin
milletlerarası kongrelerde kati surette tarif ve tesbitine lüzum görülmüş ve bu işle hayli uğraşılmışsa da hâlâ
bir karara varılmamış olduğunu aziz dostum Hüsnü Durakal’ın şu yazısından öğreniyoruz:
”Turizimden bahis açıldığı zaman ilk akıllara gelen şeyin otel olduğuna şüphe yoktur. Çünkü ikametgâhından
ve itiyat edindiği yaşama vasıta ve şartlarından uzaklaşan bir turistin ilk düşüneceği şey, gittiği yerlerde yatıp
kalkmak, yemek, içmek ve istirahatı temin edilmek gibi ihtiyaçları ancak otel ile karşılanabilir. Bu itibarla
otelsiz turizm olamayacağına göre, otelin turistik tesisler arasında en başta geldiğini hatasız olarak söyleyebiliriz. Eski zamanlarda, her memlekette seyyahlar için parasız veya paralı konaklama yerleri mevcut olduğu
malumdur. Fakat misafirperverlik asırlar boyunca tedrici olarak şeklini değiştimiş ve bugün turistik memleketlerin milli ekonomilerinde mühim bir gelir faktörü olan otelcilik endüstrisinin kurulmasını sağlamıştır.
Zamanımızda otelcilik endüstrisi, ikametgâhından muvakkaten uzaklaşan yolcunun ödeyeceği para mukabilinde müracaat etmek ihtiyazını duyduğu bütün faaliyetleri sinesinde toplamış bulunuyor. Bu faaliyetler
ise yolcunun hizmetine arzedilen hâlen mevcut ticari ve yarı tüccari teşebbüslerden başka bir şey değildir.
Otel İsmi ve Otel Kelimesinin Tarifi Meselesi
Eski bir ihtiyatın neticesi olacak ki hangi kategoriden olursa olsun yolcu kabul eden müesseseye otel ismi
verilmektedir. Mahâzâ otelciliğin turistik memleketlerdeki önemi ve ekonomik sahadaki inkişafı dolayısıyla
hakiki ve büyük bir endüstri hâline getirildiği zamandan beri otel kelimesinin tam bir tarifini yapmak meselesi
ortaya çıkmış bulunuyor. Bu mesele, otelcilik endüstrisi mensuplarını ve herhangi bir sebeple turizmin sosyal
ve ekonomik cephelerinde alakalı olanları hayli meşgul eden ve aktüaliteliğini muhafaza eyleyen bir meseledir.
Zira en konforlu büyük palaslarla en külüstür konaklama yerleri de otel ismini taşıdıklarından hakiki bir otel işletmesiyle otel olup hakikatte yalnız para kazanmaktan başka bir endişesi olmayanların birbirlerinden ayrılması
ihtiyacı şiddetle duyulmaktadır. Bu sebeple, otel kelimesinin keyfiyetinin her memlekette kanunun teminatı
altında alınması isteniliyor. Bu istek ilk defa resmen milletlerarası otel sahipleri cemiyetinin 1926’da Polonya’daki toplantısında açıklanmıştır. Aynı yılda Peşte’de yapılan toplantıda da ne gibi vasıflardaki müesseselere
otel isminin verilmesi hususunun her memleketin mahalli otoritesine bırakılması temenni edilmekle beraber,
bir müesseseye otel diyebilmek için bu müessesenin ne gibi şartları haiz olması lazım geleceği tesbit edilmiştir.
Ortalama bir ölçü olarak kabul ve tesbit edilen asgari şartlardan başlıcalarını şöylece sıralamak mümkündür:
1-Gerek otel idaresinde, gerekse tesislerinde müşterilere karşı iyi ahlak kaidelerine uygun misafirperverlik
gösterilmesi
2-Bir müesseseyi otel ismini taşıması için müşterilerinin hem yatak hem de yiyecek ihtiyacının temin edilmiş
olması
3-Otelci ile müşteri arasındaki mukavele kısa vadeli olmakla beraber, mukavele hükümlerinin yalnız eşyanın
kiralanmasına inhisar ettirilmemesi
4-Müessese tesislerinin otelcilik endüstrisi standardına göre ıslah edilmesi niyet ve endişesinin gösterimesi
5-Müessesenin inşa ve tesislerinin asgari konfor ve emniyet ihityaçlarına cevap verecek vasıflarda olması
6-Otel ismini taşıyacak müessesede asgari yatak, oda, salon ve lokanta salonu sayısının tesbit ve edilmesi
7-Tuvalet lavabo ve yıkanma yerlerinin sıhhı şartlara tamamıyla uygun olması
8-Otelin teknik ve hizmet personeli sayısının asgari miktarının tesbir edilmek suretiyle ancak bu şartları haiz
müesseselere otel isminin verilmesi temenni edilmiştir.
Otel kelimesinin tarifi meselesi 1929’da Roma kongresinde ve bundan sonraki toplantılarda müzakere
mevzusu olmuş ise de müsbet bir neticeye varılmamıştır. Bu mesele Milletlerarası Otelcilik Cemiyeti İdare
Heyeti’nin 1952 Atina toplantısında yeniden bahis mevzusu olmuş ve bu hususta 1953 Lucerne Umumi
Heyet Kongresi’ne sunulmak üzere bir rapor hazırlanmasına icra komitesi memur edilmiştir. Bu raporda
otel kelimesinin ancak maddi ve manevi asgari bir garanti arz eden müesseselerce kullanılması lüzumuna
ehemiyetle işaret ediliyorsa da bu meselenin hâl şekline dair bir izahat verilmemektedir. Lucerne Kongresi de
otel kelimesinin tarifi meselesini kesin olarak hâlletmiş, ancak bu kelimenin maddi ve manevi bakımdan tam
146 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
arttığını bildiren bir kayda veya vesikaya rastlayamadım. Yalnız 1950 nüfus sayımı
için hazırlanan bina listesinde İstanbul Belediyesi hududu içinde 151.343 müsakaf
yani üstü örtülü bina arasında 194 otel bulunduğu numerotaj kayıtlarında görülmüştür.
Fakat bu otellerin hepsi şimdi turistik denilen vasıflara haiz değildir. % 95’i handan,
evden ve diğer binalardan bozmadır. Bunların listeleri bilinmemekle beraber burada
kendilerinden bahse de lüzum görülmemiştir.
İller Bankası’nın neşretilmiş olduğu 1945-1953 çalışma raporuna göre, Türkiye’de
belediye teşkilatı yapılmış olan 698 şehir ve kasaba vardır. Bunların her birinde kaç
otel bulunduğunu tahkike imkân ve esasen lüzum da yoktur. Fakat Kara Yolları Umum
Müdürlüğü’nün her sene muntazaman yapmakta ve yayınlamakta olduğu haritaya
göre, bütün Türkiye şehir ve kasabalarında modern ve turistik otel vasfına haiz ancak 27
otel bulunmaktadır. Bu rakamlar memleketin otel bakımından ne kadar fakir olduğunu
gösterdiği için daha ziyade izahata lüzum görmüyorum. Haritanın kaydettiği turistik
otellerin bulunduğu şehirler ve kasabalar şunlardır: Adana, Afyon, Akçakoca, Amasra,
Aydın, Balıkesir, Çorum, Diyarbakır, Eskişehir, Erzurum, Gaziantep, İskenderun,
Kilyos, Konya, Malatya, Mersin, Nazilli, Nevşehir, Söke, Sivas, Şile, Tatvan, Trabzon,
Ürgüp, Zonguldak.
Bu eserde kuruluşları ve inkişâfları biraz sonra mufasalca yazılan büyük otellerden
başka İstanbul ve yurdun büyük şehirlerinde meselâ Ankara, İzmir, Bursa, Konya’da
1957 senesi sonuna kadar ne kadar yeni turistik otel bulunduğunu da bu şehirler için
yapılan rehberlere göre izahına lüzum görüyorum. Türkiye Turizm Kurumu Umum
Müdürlüğü’nün neşretmiş olduğu broşürlerde tavsiye olunabilir kaydı ile bu çeşit
otellerin adları ve yerleri gösterilmiştir. Bu oteller illere göre isimleri şunlardır:
tarifinin yapılmamış olmasının otelcilik endüstrisinin inkişafı için ciddi bir takım anlaşmazlıklara ve mahsurlara sebebiyet verdiği kanaatini açıklamakla yetinmemiştir. Bu cemiyetin icra komitesi azasından M.Gantier
ise, otelcilik sanatının iyi şöhretini muhafaza edibilmesi için otelin teknik ve ahlak standartına yükseltmek,
seyyahat eden halka maddi ve manevi bütün teminatını vermek üzere bu vasıfta müesseseler için otel ismine
bir de turistik kelimesinin ilavesi kâfi geleceği fikrindedir.
Milletlerarası Otelcilik Cemiyeti otel kelimesinin içtimai, ahlaki ve iktisadi faktörleri de ihtiva etmek üzere
tam bir tarifinin yapılması meselesinin halli için çareler arandığı bir sırada, geçenlerde şehrimizi ziyaret eden
Japon otel kralı da gazetelere verdiği beyanatında otellere resmin bağları olmayan çiftleri de sinelerinde barındırmak gibi ultra modern sosyal, yeni bir vazife de tahmil etmek istiyor ki birbirine taban tabana zıt olan bu
iki nokta-i nazarın nasıl telif edilebeleceğini öğrenmek cidden merak çekici ve enteresan olacaktır.
Otel Kelimesi ve Turistik Memleketler Mevzuatı
İsviçre, İtalya, Fransa gibi turistik memleketler mevzuatında otellerden ve kısmen otelciliğin mesuliyetlerinden bahsedimekte ise de bu mevzuatta otel kelimesinin tarifine dair bir kayda rastlanmamaktadır. Memleketimiz kanunlarında ise ne oteller hakkında herhangi bir hüküm ve ne de otel kelimesinin tarifine dair bir kayıt
ve sarahat vardır. Her ne kadar 6086 sayılı turizm endüstrisini teşvik kanununun 2. maddesi gereğince Turizm
Danışma Kurulu’nun 1955’teki toplantısında otellerin vasıfları ve sınıfları tesbit edilmiş ise de, bu kanunda
da otel kelimesinin tarifi hakkında herhangi bir kayıt mevcut değildir. Diğer taraftan, başka memleketlerde
paralı veya parasız mevcut olduğuna yukarıda işaret ettiğimiz konaklama yerleri gibi memleketimizde de eski
zamanlarda menzilhaneler, hanlar, kervansaraylar ve tabhane isimleri altında çeşitli konaklama yerlerimiz
vardı. Fakat otel kelimesinin hangi tarihten beri ve ilk olarak hangi müessese için kullanıldığı noktasının henüz tesbit edilmiş olduğunu tahmin etmiyoruz. Bu hususta malumatına müracaat ettiğimiz, memleketimizin
kıymetli eserleri ile tanınmış olan muhterem üstadımız Osman Ergin, otellerden ilk defa 1883’te yapılan
tahrire ait istatistiklerde bahsedildiğini ve o tarihlerde İstanbul’da 60 kadar otel bulunduğu anlaşıldığını beyan
ve ifade etmişlerdir. Ancak, otel kelimesinin bu tarzda resmi kayda geçmiş olması için herhâlde bu kelimenin
daha önceki tarihlerde kullanılmış olması lazım gelir. Mahâzâ, memleketimizin otelcilik tarihini yazmak
isteyenler bu noktanın belirtilmesini ihmal etmeyeceklerdir.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 147
İstanbul: Akasya, Alp, Bristol, Denizpark, Hidivya, İpek, Palas, Konak, Kontinental,
Lido, Londra, Öz İpek Palas, Park Otel, Perapalas, İspelandit Palas, Suadiye, Şahin
Paşa (Doğan Paşa) Turing, Yeni Şehir Palas,
Şehirde yeni modern oteller yapıldıkça yukarıda gösterilen otellerden bir kısım
otelciliği terk ederek binaları başka işlere tahsis olunmuştur. Meselâ Kontinental oteli
bunlardan birisidir. Şimdi Yapı Kredi Bankası’nın merkez binasıdır.
Ankara: Ankara Palas, Cihan Palas, Park Palas, Belvü Palas, Emre Palas,Yeni Şehir
Palas, Yüksel Palas, Büyük Otel, İstanbul Palas, Konfor Palas, Göl Palas, Genç Oteli.
Hükûmet merkezi olan bu şehirde otellerin sayısına seneden seneye başkaları
eklenmektedir.
İzmir: Ankara Palas, İzmir Palas, Gar Palas, Fuar Palas, Park, Yeni Toros, İpek, Gar
Kulübü, Husûsi.
Bursa: Çelik Palas, Gönül Ferah, Park Oteli, Uludağ Oteli, Ada Palas, Çekirge Palas,
Güven Oteli, Kükürtlü Oteli.
Bursa’dan sonra Konya’nın akla gelmemesine imkân yoktur. Son senelerde bu
şehirdeki Mevlana Müzesi ziyareti ve Selçuk eserlerinin çokluğu dolayısıyla yerli ve
yabancı turist akınları olduğu görülmekte ve bilinmektedir. Bununla beraber şöhretine
ve ihtiyacına binaen bu şehirde modern ve turistik otel yoktur. Konya rehberlerinde
bu cihet “şehirde lüks veya birinci sınıf konforlu otel yoktur” denmesiyle ifade
olunmaktadır. Bununla bereber Konya’da şu oteller sayılmaktadır.
Konya: Selçuk Palas, Selamet Palas, Ankara Oteli, Konya Oteli, Kütahya Oteli,
İstanbul Oteli, Çiçek Palas, Çöğen Oteli, İstasyon Oteli, Mecidiye Oteli, Başaran Otel,
Merkez Oteli, Bilal Oteli, Anadolu Oteli, Sakarya Oteli, İstirahat Oteli, Hatay Oteli,
Cumhuriyet Oteli.
Anadolu’nun diğer şehir ve kasabalarındaki oteller de bunlara kıyas olunabilir.Vakıflar
İdaresi Umum Müdürlüğü, vakıf hanlara muvazi olarak şimdiye kadar Anadolu’da
yapmış olduğu modern turistik oteller serisini 1957’den itibaren ehemmiyetle çoğaltmağa
başlamıştır. Bu sene içinde yapılmakta ve yapılacak olan oteller hakkında bu İdare Umum
Müdürü’nün gazetelerde görülen beyanatı otelcilik tarihinde mühim bir yer almak lazım
geleceğinden aynen derc ediyorum: “Hâlen Antalya, Edirne, Çanakkale, Rize, Balıkesir,
Van ve Kırklareli şehirlerinde olmak üzere her biri 100 yataklı 7 otel yapılmaktadır. Bu
oteller önümüzdeki aylarda peyderpey hizmete gireceklerdir. Önümüzdeki 2 ay içinde
Sapanca’daki göl kenarına, Söke civarında Milet ve Didim harabelerinin bulunduğu büyük
arkeolojik saha sahillerinde 2 otelin inşaşına başlamakla beraber, 3 şehrimizde daha otel
inşası için etütler yapılmaktadır. Kuruçeşme sırtlarında idareye ait fevkalade manzaralı
geniş saha üzerinde 450 yataklı bir turistik otel inşası için bir Belçika firması ile prensip
anlaşmasına varılmıştır. İstanbul’un en büyük oteli olacak olan bu bina tesisleri itibariyle
de husûsiyetler arz etmektedir. İkinci otel için de tetkikler yapılmaktadır.” 151
Millî ve malî müesseselerimizden Emekli Sandığı da otelcilik sahasında büyük
teşebbüslere geçmiştir. Tarabya’daki Konak Oteli bunun ilk müjdecilerindendir.
151 5 Eylül 1957 Cumhuriyet Gazetesi
148 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 149
XI. İSTANBUL’UN BÜYÜK OTELLERİ
Tanzimat devrine gelinceye kadar İstanbul’un otel ihtiyacını gören binaları ve
müesseseleri bundan evvelki bölümlerde izah etmiştim. Tanzimat hareketleri sırasında
daha başka tarzda ve tabir caizse, Avrupaî şekilde binalara ihtiyaç görülmüştür. 1865
senesinde İstanbul’u ziyaret etmiş olan Fransız muharrir Teofil Gotye’nin İstanbul’dan
Deba gazetesine yazmış olduğu mektupta görülen şu bir tek cümle o zaman ki otel
ihtiyacını belirtmek hususunda fazla izahata ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır ve
mühimdir: “Yürüyecek kaldırım, binecek araba, rahat edecek otel, yemek yiyecek
lokanta ve muhatarasız gezecek sokak olsa tabiatın vermiş olduğu güzel manzaradan
ve iyi havadan bir seyyah faydalanabilir.”
Buharla işleyen ilk deniz nakil vasıtası 1245 (1829) tarihinde İstanbul’a gelmiş ve o
tarihten sonra Türkiye’de teammüm etmiştir. Yine bu tarihten sonra İstanbul’a yabancı
memleketlerden buharlı gemilerle yolcu gelmeye başlamıştır. İstanbul ile Kadıköy
ve Adalar’a vapur işletmek keyfiyeti ilkin İdare-i Aziziye adı verilen yarı resmi bir
müesseseye verilmiş ve bunu 1268 (1851) senesinde Şirket-i Hayriye’nin kurulup işe
başlaması takip etmiştir.
1869 tarihinde Rumeli demir yolunun yapılmaya başlaması ve bu hattın terminalinin
üssünün de Sirkeci olması, şehrin bu semtlerde otel ihtiyacını bir kat daha hissettirmiştir.
1883 tarihinde yapılan umumî nüfus sayımında tesbit olunan 488 han ve otel arasında
münhasıran otel adını taşıyan ve yerleri kitaba eklenmiş olan listede olan 60 oteldir.
İşte bu ihtiyaç ve bu zaruretin neticesi olarak alelacele vücuda getirilmiş derme çatma,
çoğu evden ve handan bozma, neredeyse hepsi tahta binalardan ibarettir. Kagir ve
nisbeten o zamana göre otel denilebilecek binaların ancak Karaköy ile Tepebaşı
arsında açılan ve şehrin ilk metropoliteni olan Tünel’in işlemesinden sonra ortaya
çıkmış olduğunu görüyoruz. Bu mesele otelcilik tarihinde bir dönüm, daha doğrusu bir
başlangıç noktası olduğu için önce bunu izaha lüzum görüyorum.
1867 tarihinde İstanbul’a gelerek 10 seneden beri burada oturan Fransız tebasından
Hanri Gavan adında birisi Yüksek Kaldırım’dan Beyoğlu’na çıkışındaki güçlüğü görerek
Galata ile Beyoğlu arasında bir tünel açılması fikrine kapılmış ve hükûmete müracaatla
1872 tarihinde bu imtiyazı da almıştır. Hanri Gavan’ın İngilizlerden bulduğu 250.000
lira sermayeli bir şirketle Tünel’in hafriyatına tarihinde başlamış ve 1872’de inşaat
bitmiştir. Tünel’den çıkarılan topraklar şimdi Tepebaşı bahçesi denilen ve o zamana
kadar bir Müslüman mezarlığı olan uçurum yere dökülüp orası düz bir saha hâline
getirilmiş, hatta bu sahaya Abdülaziz Meydanı adı bile verilmiştir. Beyoğlu’ndaki tatlı
su frenkleri sonraları buraya “Petit Champ“ demişlerdir.
İslam hukukuna göre dolma yerler maliye hazinesine ait olduğundan o zamanki
Maliye Nezareti burayı kendi malı bilerek, Belediye’ye olan bir borcuna karşı burayı
bırakmış ve bu husus 22 Mayıs 1295 (1878) tarihli Nizamname’ye göre kanun
mahiyetinde bir irade-i seniye’de teyit edilmiştir.152
152 Osman Nuri (Ergin), İstanbul Şehreminleri, Şehremaneti Matbaası 1927, s.362
150 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Altıncı Belediye Dairesi, meydanı tarh ve tanzim ederek bir bahçe hâline
getirince önceleri mezarlığa karşı bulunan küçük ve derme çatma tahta binalardan
ibaret olan emlâk kıymetlenmiş, büyük paralarla alınıp satılmaya başlamıştır. Bu
vaziyet karşısında Belediye, bahçeye bakan binalardan şerefiye adıyla bir yardım
istemiş, arsa ve bina sahipleri bu yardımı memnuniyetle karşılamakla beraber
orasının her zaman bahçe hâlinde kullanılarak kendi binalarının manzaralarını
kapatmamasını şart kılmışlardır. İşte burada arsası olanlardan Hovannes Esayan
isminde bir banker, arsasına yaptıracağı binadan bahçeye karşı pencere açabilmesini
ve kendi binasından bahçeye geçilmesine müsâde edilmesini istemiş ve buna karşı
belediyeye 500 altın vermeyi taahüt etmiştir. O zamanki belediye meclisi bu teklifi
kabul ederek arsa sahibine 26.10.1892 tarihli bir vesika vermiştir. Arsa sahipleri
bu türlü teminatı aldıktan sonra oralarda oteller yapmaya başlamışlar ve zaman
içinde otellerin merkezi Tepebaşı olmuştur. Bu oteller o tarihlerden sonra defalarca
sahip ve ad değiştirmiş ve bugün ancak Londra, Bristol otelleri ile Perapalas otelleri
kalımıştır.
Bu otellerden hiç şüphe yok ki en mühimi Perapalas’tır. Bundan dolayıdır ki onun
hakkında ayrıca izahata lüzum görülmüştür.
1. Perapalas
Milletlerarası bir teşkilat olan yataklı vagonlar şirketi bu tarihlerde dünyanın
ötesinde berisinde ezcümle Paris, Lizbon ve Çin’de büyük ve konforlu oteller
yaptırmakta idi.153 Banker Hovannes Esayan elindeki arsayı Ağustos 1892 de bu
şirkete satmış, şirketçe 4 sene içinde otelin inşaatı bitirilerek 1896 da servise
açılmıştır. İstanbul’da ilk defa bu bina bu tarihlerde elektrikle tenvir edilmiş
olması, bu devre göre bu oteli ayrı bir husûsiyet teşkil eder. Bundan kısa bir süre
sonra şimdiki İstanbul Erkek Lisesi binası olan Duyun-ı Umumîye İdaresi, bütün
şehir ise elektiriğe ancak 1912 senesinde kavuşabilmiştir. O tarihlerde Osmanlı
İmparatorluğu’nun parçalanması ve lüks bir otel olduğu için masrafının ağırlığı
dolayısıyla Yataklı Vagonlar Şirketi bu oteli 3.750.000 Fransız frankı mukabilinde
Bodaski’ye satmıştır.154 Şirket, Paris, Lizbon ve Çin’deki otellerini de bu maksatla
elden çıkarmıştır. Verilen bazı malumata göre Perapalas oteli bina, eşya ve servis
bakımlarından lüks bir otel ise de fiyatlarının ucuzluğu dolayısıyla herkesin
istifadesine imkân vermiş olduğu için kiralanabilir değildir diye, elden çıkarılmıştır.
O tarihte tatbik edilen otel tarifesinden örnek olarak, belki şimdikilerle mukayeseye
medar olur diye bazı rakamlar veriyorum:
153 Said Naum Duhani, Vieilles Gens Vieilles Demeures Topographie Sociale De Beyoğlu Au Xix Eme Siecle,
Touring Yayınevi, İstanbul 1947, s.9
154 Bodaski, Anadolu’nun Mersin ve Adana’da yaşayan Rumlardandır. 1912 yılında İstanbul’a geldiğinde bu
otelden bir oda tutmak istemiş; ama kıyafetinden dolayı otele alınmamıştır. O da bunun üzerine oteli satın
almıştır. Ne var ki işgal yıllarında yabancılarla işbirliği yapan Bodosaki, işgal güçleriyle birlikte İstanbul’u terk
etmiştir. (Y.N)
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 151
Tek yataklı küçük odalar için günde 5,5 frankdan itibaren
“
“
Çift
büyük
“
“
6,5 “
“
“ “
“
8,5 “
“
Apartman daireleri
“
“
17,5 “
“
Sabah Kahvaltısı
“
“
2,10
“
“
Öğle Yemeği
“
“
5,050
“
“
Akşam Yemegi
“
“
6,050 “
“
Pansiyon
“
“
10,050 “
“
Bodosaki, memleketi terk ettikten sonra Perapalas oteli hükûmete intikal etmiş,
hükûmetçe de zengin tacirlerden Beyrutlu Misbah Muhayyeş’ye satılmış ve onun vefatı
üzerine vasiyeti mucibince Türkiye’nin belli başlı hayır ve şefkat cemiyetlerinden
Daüşşafaka, Kızılay ve Çocuk Esirgeme Kurumu’na vakıf edilmiştir.
Perapalas’ın odaların 40’ı tek banyolu, 30’u tek banyosuz, 73’ü çift banyolu, 10’u
çift banyosuzdur. Perapalas otelinin zamanına göre olanca azamet ve haşmetiyle
Tepebaşı’na yerleşmiş olması, otelcilikte başka sermayedarları da gayrete getirmiş ve
Tokatlıyan Oteli aynı sene içinde, yani Perapalas’ın açıldığı tarihte faaliyete geçmiştir.
Tokatlıyan Oteli’nin de şehrin tarihinde mühim bir yeri olduğundan ondan da bir
nebze bahsetmek yerinde olur. Aynı şirket yine bu sırada Tarabya’daki Summer Palas
Oteli’ni de yapmıştır.
2. Konak Oteli
Kapalı Çarşı’da Kuyumcular içinde küçük bir lokantada sanat ve şöhreti sahibi
olan Mığırdıç Tokatlıyan, İstiklal Caddesi’nde Ermeni Kilisesi akarlarından olan bir
yere 1896’da İsplandit adına 10 odayı ihtiva eden bir otelle, altına bir de lokanta
yaptırmıştır. 1909’da bu binayı yeniden yaparcasına tadil ederek oteli bugünkü şekline
sokmuş ve buna karşı Ermeni cemaati 10 sene kendisinden kira almamıştır. Yine bu
müteşşebis adam, 1902’de Tarabya’da Petelasların bir pansiyonunu satın alarak yerine
yazlık bir otel yaptırmış ve 1913’de Yataklı Vagonlar Şirketi’nin Summer Palas Oteli’ni
de 18.000 liraya satın almıştır. Mığırdıç Tokatlıyan adında da belli olduğu gibi Tokatlı
bir Ermeni olduğu hâlde, o devirlerde âdet olduğu gibi kapitülasyonlardan faydalanarak
daha serbest yaşayabilmek için Rus tâbiyetine girmiş ve bu vaziyet Türklerce bilindiği
için 1914 Dünya Harbi başlangıçında otelin genç nümayişçiler tarafından tahrip
edilmesinden çekinerek idareyi damadı Medoviç’e bırakmış, Avrupa’ya gitmiş ve
nihayet 1950’de Fransa’nın Cannes şehrinde ölmüştür.
Medoviç’de siyasi havaya göre otele farklı devletlerin bayraklarını asma yoluna
gitmiştir. Medoviç, I. Dünya Harbi sonunda mağlup olan Almanların tâbiyetinden
152 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Avusturya tâbiyetine geçerek otele Avusturya bayrağı asmış, bu hareketi Tokatlıyan’ınki
gibi hoş görülmediği için o da İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalmıştır. Bugün
İstanbul’da ve Tarabya’daki oteller İbrahim Gülten adına birinin elindedir. Tarabya’daki
yazlık otel 1954’te yanmış olduğu için şimdi daha çok katlı ve odalı tam kagir olarak
yeniden yaptırılmaktadır. İnşaatı yarıda kalan bu otel Ağustos 1957 de 4.000.000
liraya Emekli Sandığı tarafından satın alınmıştır. Summer Palas ise otellikten çıkarılıp
ev hâline getirilmiştir.
3. Park Otel
Yine bu devirde ilk büyük otel olarak Park Otel’i görüyoruz. Bu otelin geçirdiği
macerada şehir tarihinde dikkati çekecek bir mahiyettedir. Baron Blanc adında zengin
bir İtalyan hariciyecisi 3 Ocak 1887 tarihinde İstanbul’a İtalyan sefiri olarak gelmiştir.
O tarihte İtalyan Sefarethanesi Tepebaşı’nda ve bahçenin karşısında şimdi Kasa İtalyana
denilen binada bulunuyordu. Baron Blanc bu bitişik ve sıkışık durumdan ancak
Tepebaşı bahçesinden Haliç’i görebilen binada oturmayı uygun bulmayarak, kendi
parası ile Ayaspaşa’da Alman Sefarethanesi sırasında geniş bir yer alıp, orada İtalyan
mimârlarına zarif bir bina yaptırıp sefir bulunduğu müddetçe burasını sefarethane olarak
kullanmıştır. Binanın iki tarafında kagir birer kısımla ortasında bir villa bulunmakta ve
binanın en zarif yerine de bu ahşap kısım teşkil etmekte idi. 1890 senesi Mart ayında
İtalyan veliahtı III. Victor Emanuel İstanbul’u ziyaret ettiği zaman, bu binada oturduğu
gibi yerli yabancı kadın ve erkek yüksek sosyete mensuplarını burada kabul ettiğini ve
aynı günde II. Abdülhamid’in huzuruna kabul edilmiş olduğunu o zaman bu merasime
iştirâk etmiş bulunan şair bir Türk hanımının hatıratından öğreniyoruz.
Baron Blanc, 11 Şubat 1886’da İstanbul’a gelmiş ve 25 Ekim 1891’de İstanbul’dan
ayrıldığı zaman yaptırdığı binayı sefarethane ihdihas edilmek üzere, nedense kendi
hükûmetine bırakmamış ve alelacele satılığa çıkarmıştır. Zamanın hükümdarı
II. Abdülhamid sefire bir iyilik olsun diye mi, yoksa orasının yabancı bir devlete
geçmemesi için mi, her nedense binanın hükûmetçe satın alınmasını irade etmiş ve
bina bu suretle hükûmete mal olmuştur.
II. Abdülhamid, İran Sefarethanesi’nden başka bütün seferet binalarının Beyoğlu
taraflarında bulunmasına ve sefirlerin hariciye nazırları ile vazife icabı sık sık evlerinde
ziyaret etmeleri mutat olması, her hariciye nazırı değiştikçe başka semtlerden münasebetli
münasebetsiz binalarda oturan hariciye nazırlarını bu müşkül durumdan kurtarılarak aynı
zamanda hükûmetin şerefini de korumak maksadı ile sefarethaneler muhitinde bulunan
bu binayı Hariciye Nazırlarına konak olarak tahsis ettirmiştir. Bu sırada Osmanlı Hariciye
Nezaretinde Ahmet Tevfik Paşa bulunuyordu. Binada ilk defa yerleşen bu paşa olmuştur.
Bina 1897’de hükümdarın iradesi ile paşaya temlik edilmiştir. 1897’de Osmanlı-Yunan
Harbi’nin muvaffakiyetle neticelenmesinde hizmetleri dokunan nazırlarla birlikte
kendisine verilmek istenilen parayı: “Ben ancak vazifemi yaptım“, diye kabul etmemesi
üzerine temlik muamelesinin yapıldığını Paşa’nın yakınları söylemektedir.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 153
Tevfik Paşa’nın Hariciye Nazırlığı fasılasız olarak 1895’ten 1908 senesine kadar 12
sene sürmüştür. Paşa’nın hâl tercümesinden bahseden ansiklopedilerin “1908 inkılâbından
sonra dürüst ve namuslu oldukları için mevkilerini muhafaza eden devlet adamlarından
biri“ diye tavsif ettikleri Ahmet Tevfik Paşa’nın gerek sulh aktetmekteki hizmetini, gerek bu
meziyetinin II. Abdülhamid tarafından da takdir edilmiş olmasından da olacak, adı geçen
bu bina paşanın emlâkinden alınmamıştır. Bu devirde hükümdarın kanun mahiyetinde
olan iradesi ile milli emlâk şuna buna ihsan olunduğu gibi ölen bir adamın birinci derecede
varisi bulunmadığı takdirde bıraktığı emlâk ve paralar Evkâf İdaresi’ne intikal etmekte idi.
Bununla beraber birçok kimselerin müracaatları üzerine mahlul denilen bu türlü emlâk
padişahlarından o gibilere ihsan edilirdi. 1908 inkılâbından sonra çıkan bir kanunla
bu türlü emlâkın geri alınması cihetine gidilmiş ve Ahmet Tevfik Paşa’nın uhdesinde
bulunan bina da bu türlü ihsanlardan olduğu sanılarak istirdadına teşebbüs olunmuş ise
de, Paşa’nın namusunun inkılâpçılar tarafından da takdir edilmiş bulunmasından binanın
istildatı cihetine gidilmemiştir. Hükûmetin bu hareketine karşı Ahmet Tevfik Paşa’nın da
uzlaştırma ve ortalama bir tedbir olmak üzere Baron Blanc villasının en güzel yerini yani
ortasındaki ahşap köşkü Osmanlı Hariciye Nazırlarının ikâmetlerine tahsis etmek suretiyle
bir cemile göstermiş ve kendisi villanın kagir müştemilatına çekilip vefatına kadar orada
oturmuştur. Bu cemileden sonra binaya Hariciye Nazırı sıfatıyla işgal eden Asım Bey’in
nazırlığı (20 Kânunuevvel 1327/1911-9 Temmuz 1328/1912) de binanın bu kısmı da
yandığından hariciye nazırlarının istifadesi imkânı bu suretle ortadan kalkmıştır. Yangından
kurtarılan kısım 1911’den 1928 senesine kadar bu hâli ile kalmış ve o tarihte Tevfik Paşa
hayatta olduğu hâlde oğulları tarafından binanın yanmamış olan kagir kısımları 18 odalı
bir otel hâline getirilmiştir. Otel güzel tarh ve tanzim edilmiş bir park içinde bulunduğu
için adını bu parktan alır. Park Otel’nin bulunduğu yerin Boğaz’a, Marmara’ya ve İstanbul
ile Üsküdar’a fevkâlade nezareti olması itibariyle az zaman içinde çok rağbet görmüş ve
bunun üzerine 1934’te 47, 1938’de 73, 1952’de 45 oda yapılarak bütün odaların sayısı
175’e çıkarılmıştır. 1955’te otelin karşı sırasındaki müştemilatına 25 oda daha yaptırılarak
oda sayısı 200 olmuştur. 175 odanın 60’ı tek banyolu, 15’i tek banyosuz, 90’ı çift banyolu,
10’u çift banyosuzdur. Yeni ilave olunan 25 oda hakkında esaslı malumat alınmadı. Her
hâlde basit bir kısım olmalıdır.
Hilton ve Divan otelleri yapılmadan önce Park Otel’i İstanbul’un otel ihtiyacını tek
başına karşılamıştır. Tevfik Paşa oğullarının bir harabeden hususi sermaye ile böyle bir
otel vücuda getirmeleri cidden takdire şayandır.
4. Hilton Oteli
Yalnız İstanbul’un değil, Türkiye’nin en büyük otelidir. Hükûmet, ilk defa malî
bir müesseseyi, Emekli Sandığı’nın yabancı sermayesine iştirak ettirerek yaptırdığı bir
oteldir. Yeri ve inşaat parası Emekli Sandığı tarafından temin edilmiş, planı Amerika’da
birçok otelleri bulunan milletlerarası otelcilik şirketi Hilton tarafından Skidmore
Owings Merrill tarafından yaptırılmıştır. İç tezyinatında Türk sanatkarı Yüksek Mimâr
154 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Sedat Hakkı Eldem çalışmıştır. Otelin yeri 54.000 metrekare tutar. Bu yer 25.000.000
liraya belediyeden satın alınmıştır. Bahçe kısmı 35 dönümdür. İnşasına 17.000.000
dükkânlarına 800.000 havuza 2.300.000 lira harcanmıştır. Mefruşat, mutfak takımı
halı vesaire kâmilen Emekli Sandığı’nın malıdır. Hilton yalnız otelin işletmesini
üzerine almıştır. Net karın 3/2’si Sandığı’n, 1/3’ü Hilton’undur. Otel’in inşasına
1952’de başlanmış, Mart 1955’te otel tamamlanmıştır. Otel 10 Haziran 1955’te törenle
açılmıştır. Açılmadan önce 20 gün müşteri kabul ederek işletme tecrübesi yapılmıştır.
Bina 8 kat yatak kısmı ile zemin ve üst katlarda çeşitli tesisleri havidir. Otelde 280 oda
vardır. Otelin odalarında karyola ve yatak görülmez, görünüşü dayalı döşeli bir oturma
odasını andırır. Üzerlerinde oturulan eşya aynı zamanda yatak vazifesini de görür.
Yataklar pamuktan değil lastiktendir. Bu tarz yatağın elastikiyeti daimi surette muhafaza
edilir. Her odanın bir balkonu vardır. Banyolar ve tuvalet yeri odanın içindedir. Otelde
zil tertibatı yoktur. Çağırma telefonladır. Bundan dolayıdır ki koridorlar, salonlar sesiz
sedasızdır. Asansör gürültüsü bile işitilmez. Her odada ikişer yatak bulunur. Tek yataklı
oda yoktur. İkinci boş yatak için ufak bir ücret alınır. Her oda icabında iki taraftan birer
oda ilavesi ile 4 odalı birer apartman dairesi hâline getirilebilir. Otelin 7 katının şimâle
ve cenuba bakan köşeleri öteki odalardan daha konforlu ve daha geniştir. 8. kattaki
köşeler ise hepsinden geniştir. Bunun birisine Karadeniz, ötekisine Akdeniz dairesi
derler. Hükümdarlar ve zenginler burada ikamet ederler.
Emekli Sandığı ile Hilton arasındaki işletme mukavelesi müddeti 20 senedir. Bu
müddet bitince taraflar isterlerse devam edebilirler.
5. Divan Oteli
Bu otel, Park Otel’inden sonra hususi sektörler tarafından yaptırılan ikinci oteldir ve
ileri gelen iş adamlarımızdan Vehbi Koç’un Turistik İşletmeler Limited Şirketi tarafından
yaptırılmıştır. Taksim Cumhuriyet Caddesi’nde ve Taksim Bahçesi’nin köşesine
rastlayan arsaya inşasına 21 Temmuz 1952’de başlanmış ve 16 Ocak 1955’te hizmete
açılmıştır. İnşaatın projesi Yüksek Mimâr Rükneddin Güney tarafından hazırlanmış ve
halı, mobilya ile benzerleri malzeme Türkiye’de yaptırılmıştır. Bir zemin, bir asma kat
ve 7 yatak odası katından ibaretir. Manzarası çok güzel olan üst kattan, teras bahçesi
olarak faydalanılmaktadır. Her katta 14’er oda vardır. Bunların 12’si banyolu, diğer
ikisi duşludur. Odaların tertibinde, icab ederse, bir ailenin rahat edebilmesi temin
maksadı ile apartman hâlinde kullanılabilecek imkânlar temin olunmuştur. 8.000.000
Türk Lirası’na mal olan Divan Oteli, Türkiye’nin milletlerarası çapta inşa edilen lüks
turistik otellerinden biridir. 80 odasında 140-150 yatağı, ıstırahat ve yazı salonları,
400 müşteriye servis yapabilecek lokanta, Amerikan bar, pastahane, cafe bulvar, kadın
ve erkek berber salonları en modern otelcilik malzemesi tekniği ile techiz edilmiştir.
Otelin idaresinde çoğu Türk olmak üzere 186 personel bulunmaktadır.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 155
XII.TÜRKİYE’DE MOTELLER
Turistik tesisler arasında garp ülkelerinde en son ortaya çıkmış olan motellere155 de
bu kitapta yer vermek, herhalde bu müesseseyi yeni başlayan tarihi bakımından faydalı
olacağını sanıyorum. Bu tesisler daha ziyade şehirler arsında ve şoseler üzerinde yahut
yakınlarında kurulmaktadır. İlkin Amerika’da başlamış ve yayılışı son 10-15 seneler
içinde olmuştur. Türkiye’de ise binası da adı da ancak 1957 senesi ortalarında işitilmeye
başlanmıştır. Bu tarihlerde Shell petrol şirketi tarafından birisi İstanbul Yakacık’ta 15,
ötekisi Bolu’da Ayrılık Çeşmesi mevkinde 21 odalı iki motel yaptırılıp, müşterilerine
kapılarını açmıştır. Shell’in bu girişimi Türkiye’deki diğer petrol şirketlerinin de takip
edeceği şüphesizdir. Shell şirketinin 3. moteli de Toroslar’da kuracağı öğrenilmiştir.
Türkiye Turizm Bankası’nın da Türkiye’nin bazı yerlerinde moteller açacağından
bahsedilmektedir. Diğer taraftan şehrimizde kurulan Turist-Seyahat Anonim Şirketi
statüsünde moteller tesisi edileceği yazılı ise de, henüz faaliyete geçmek üzere olan
bu şirketin nerelerde ve ne vakit moteller açacağı öğrenilememiştir. Moteller hakkında
söz söylemek ve yazı yazmak hususlarında en salahiyetli bir zat olan Yataklı Vagonla
Şirketi Türkiye Mümessili Hüsnü Sadık Durukal arkadaşımın bir yazısını müsâdeleri
ile aşağıya kaydediyorum. Bu suretle bu en yeni müessesenin tarihini de bu eserdeki
benzerleri arasında bulundurmuş oluyorum.
“Bir kaç sene evveline kadar hiç işitmediğimiz motel kelimesi de artık her
tarafta kullanılmaktadır. Motor ve otel kelimeleri kısıltarak elde edilmiş olan “motel”
Atlantik’in öbür tarafından Avrupa’ya gelmiştir ki, otomobille seyahat edenlere mahsus
otel demektir. Amerika’da yol seyrüseferinin çok mütekâsif ve şehirler arasındaki
mesafelerinin büyük olması otomobilli yolcular için motellerin vücude getirilmesini
gerektirmiştir. Eski zamanlarda arabalarla ve at sırtında yapılan seyyahatlerde
menzilhaneler ne idi ise, bugünkü otomobilli yolcular için dahi motel aynıdır.
Moteli bildiğimiz klasik otelden ayrılan husûsiyet motelin hem yolcunun, hem de
arabanın ihtiyaçlarını sağlamakta olmasıdır. Otomobil yolcusunun gürültülü şehir ve
kasabaların haricinde ve takip edecekleri yolların yakınlarında gecelemek ihtiyacında
olması ve bütün gün direksiyon başında yorgun düşen bu yolcunun süratle bir lojman
bulmak arzusu motelleri meydana getirmiştir. Otomobil yolcusunun bu arzusunu
yerine getirmek, kendi evinde bulunduğu hissini vermek için motellerin yolcu kabulü
formalitesi de pek basit bir şekle sokulmuştur. Müşteri motelin resepsiyon servisin
müracaatla ücret öder ve odasının anahtarını alarak arabasıyla geceleyeceği odanın
bulunduğu yere kadar gider. Birleşik Amerika’da sayısı 50.000’i geçen moteller, bazen
tek katlı ve etrafı verandalı olup müşteri gece kendisine lüzumlu olan eşyasını kolaylıkla
155 Motorlu taşıtlarla seyahat eden kişilerin ihtiyaçlarını gördüğü otellerdir. Türk gramerinde mühmelat denilen
bir ıstılah vardır. Manası olmayan kelimeler için söylenir. Kitap mitap, kapı mapı, gibi ikinci kelimeler bu
çeşitlerdendir. Otelle birlikte motel dersek tam bir yukarıda söylenen manasız sözlerden olur. Bilakis otel gibi
mühim bir tesisi ihtiva eder. Çünkü bu kelime motor ve otel kelimenlerinin kısaltılarak bir araya getirilmiş
şeklinden ibarettir.
156 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
yanına alabilmesini sağlayacak tertibatlıdır. Odasında ekseriya alâminüt yemeklerin
hazırlanması için kapkacak da bulunur. Ayrıca müşteriye arabasının bakımını ve
müteakip menzile kadar gitmesini sağlamak için motellerde küçük bir servis istasyonu
da vardır. Müşteri ertesi sabah anahtarını odanın kapısı üzerine bırakarak hiç kimseye
haber vermeden motelden ayrılır. Yanlışlıkla anahtarını beraberinde götürmüş ise
farkına vardığı yerde bir kutuya atar ve oradan anahtar motele gönderilir.
Avrupa’da hayat şartları Amerika’ya benzemediğinden otomobil ile seyrüsefer
Amerika derecesinde kesafet arz etmez. Mahâzâ son seneler zarfında Avrupa’da
da otomobilli turist sayısı gittikçe artmakta olduğundan motel ihtiyacı da kendini
hissettirmeye başlamıştır. Bununla beraber, bazıları Avrupalıların zevkine uygun olmak
şartıyla Amerikan tipi motel tesisi de düşünülmüştür. Hâlen Avrupa’da 30 kadar motel
işletilmektedir. Nice ile Cannes arasında bulunan Antibes mevkinden 3 km mesafedeki
40 odalı Cote d’azure Moteli banyo ve tuvalet gibi tertibatla techiz edilmiş ve geçen
Temmuz’dan beri kapılarını müşterilerine açmış bulunmaktadır. Anadolu’nun muhtelif
bölgelerinde seyahat edecek otomobilli yolcular için de karayollarımız üzerinde ve
benzin istasyonlarının bazılarında moteller açılması herhâlde dahili turizmin inkişafı
bakımından faydalı olacağı mülâhazasındayız.“
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 157
XIII.EKLER
1. Eski İstanbul Han ve Otelleri
İstanbul kagir, ahşap eski ve yeni bütün han ve otel çeşitlerini sinesinde toplamış
olan bir şehirdir. İstanbul’un fetih tarihi olan 1453’ten 1833 senesine kadar geçen 453
sene içinde İstanbul’da yapılmış olan han, otel ve bekâr odaları ki cem’an 488 binayı
ve o binalarda barınan kimselerin sayısını gösteren bir vesikaya sahibiz.
Bu vesika 1883’te Avrupaî şekilde ilk defa yapılan umumi bir nüfus sayımı
dolayısıyla meydana gelmiştir. Bu vesikada hanlarla beraber resmi daireler, mabetler,
hastahaneler, medreseler, mektepler ve tekkeler de birer birer gösterilmiş ve sayım
esnasında buralarda bulunan erkek kadın nüfusu binaların her birinin adları da sırasıyla
gösterilmiştir.
Yine bu vesikada İstanbul’un o devirde ayrılmış olduğu 10 belediye dairesinde
bulunan 518 mahallenin adları ile her mahallede bulunan ev, dükkân, oda, hamam,
bahçe, arsa, vesair binalar gösterilmiştir. 73 sene önce yapılmış olan bu vesikaya
benzer bir ikincisini göremedim. İstanbul Müzeleri Müdürü Rahmetli Halil Edhem Bey,
bu vesikanın hazırlanmasında kendisinin de emeği bulunduğunu ve içindeki grafiğin
kendisinin yapmış olduğunu bu acize bir konuşma sırasında söylemişti. Filhakika bu
sayımın yapıldığı senede Halil Edhem Bey Avrupa üniverstelerindeki tahsilini bitirerek
İstanbul’a gelmiş, bir yandan memuriyete bir yandan da muallimliğe başlamıştı. Böyle
milli ve ilmi işlerle de hizmetlerde bulunduğunu öğreniyoruz.
Eserde kayıtlı bulunan hanlarla otellerin ve bekâr odalarının sayısı 188’dir. Hanlarla
otellerin adları hududu içinde bulundukları daire sırasıyla karışık bir şekilde yazılmıştır.
Bunları bir sıraya koyup öyle arz ediyorum. Hanların adları karşısında görülen nüfus
sayıları onların hangilerinin daha büyük olduğunu da bir dereceye kadar göstermektedir.
150’den ziyade nüfusu olan hanlardan bir kaçını burada sırasıyla arz ediyorum.
Hoca Paşa (Sirkeci)
151
Kebeci Hanı (Örücüler Kapısı, Kapalı Çarşı)
164
Bodrum Hanı (Bit Pazarı, Kapalı Çarşı)
203
Küçük Çatal Hanı (Parmakkapı, Bayezid)
192
Kürkçü Hanı (Mahmutpaşa Yokuşu)
217
Valide Hanı (Çakmakçılar Yokuşu)
552
Vefa Hanı (Vefa)
287
Büyük Çatal Han (Parmakkapı, Bayezid)
192
158 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Taş Han (Lâleli)
596
Büyük Yıldız (Esir Pazarı, Çarşıkapı)
217
Hüseyin Bey (Unkapanı)
201
Balaban (Kasım Paşa)
193
Yeni Han
153
Büyük Yeni Hanı’nın Ön Cepheden Görünümü
Bu hanların bir kısmında meselâ Lâleli’deki Taş ve Hüseyin Bey Hanlarında
rençberler ve ırgatlar barınmakta, Valide Hanı’nda ise münhasıran İranlılar
bulunmakta kalanları da ticaretle meşgul olanlar otel olarak kullanmakta idi. Bu
sayılan hanların yalnız erkek nüfusu göstermek itibariyle birer Aynoroz Manastırı’nı
andırır. Bununla beraber yarı yarıya hem erkek, hem kadın nufüsunu gösteren
hanlar da vardır. Bu çeşit hanların oda oda fakir ailelerin barınmasına yaradığı
zannedilmektedir. Bunlardan Üsküdar’da bulunanları başkaca dikkati çekmektedir.
Bu gibilerin adlarını ve barındırdıkları nüfus miktarlarnı aşağıya kaydediyorum.
Burak Hanı Erkek
40 Kadın
26
Abdullah Ağa Hanı 41 7
Tombul Ali Ağa
56 8
Tahir Efendi 38
40
Ali Efendi 138 115
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 159
Bu çeşit hanların tahtadan yapılmış eski hanlar olduğu zannedilmektedir.
Anadolu’ya şimdendifer yapıldıktan sonra hayvan ve araba yolculuğu yavaş yavaş terk
edilmiş olduğundan Üsküdar’ın bu semtlerinde bulunan eski hanlar bu suretle iskâna
tahsis edilmiştir. Aşağıda gösterilen İstanbul cihetindeki hanlar ise fakir halkla meskûn
semtlerde iskâna yine bu suretle kullanılmış olduğunu göstermektedir.
Erkek Kadın
Türbeli (Kasımpaşa Dere Boyu)
28 14
Arabacı (Üsküdar Atpazarı) 128
85
Küçük Yeni (Üsküdar Atpazarı) 82
11
Celep (Zeyrek) 67 5
Feyzullah (Ayvansaray dışı) 42 32
Uzun (Esir Pazarı, Çarşıkapı)
47 3
Hayrullah Paşa (Esir Pazarı, Çarşıkapı)
84
64
Doğramacı (Deve Hanı, Fatih) 22
20
Sarı (Parmakkapı, Çarşıkapı) 20 49
Ali Bey Çukurçeşme (Laleli) 41 31
Hanların adları hep bir arada kalmamış, sahipleri değiştikçe adı ada değişmiştir. Bu
değişiklikte eski adı iyice şöhret bulmuşsa yenisinden başka namı diğer kaydı ile eski adı
da gösterilmiştir. Bazen da yarısı başkasına satılan bir han ikiye bölünerek birisi “Yarım
Han” adını almıştır. Çatal şeklinde yapılan hanların küçük yahut büyük kısımları bir
başkasının eline geçince gibilere “Büyük Çatal, Küçük Çatal” adları veriliştir.
İstanbul hanları arasında Taş Han adına da çok rastlanır. Bu türlü hanlar bir tarafı
çürük çarık tahta binalarla çevrilmiş olan semtlerde kagir olarak taş ve tuğla ile yapılan
biralara verilen adlardandır. Nitekim mahallelerde tahta evler arasında kagir ve kubbeli
olarak yapılan sübyan mekteplerine “Taş Mektep” denildiğini görüyoruz.
Hanlara verilen bu adlar başka bir bakımdan da incelenmeğe değer. Meselâ, şapcı,
aynacı gibi. Bu gibi hanlar ya o türlü sanatlarda şöhreti olan birisi tarafından yaptırılarak
veya sonradan o gibi sanat yapanlar tarafından alınarak bu adları taşırlar; yahut da pek
zayıf bir ihtimal olarak aynı sanatı bir arada yapan esnafın o hanı merkez ve makam
ittihaz etmiş olmalarından ileri gelir. Bununla beraber münhasıran bir meslek ve sanata
tahsis edilmek üzere yaptırılmış olan hanlar da yok değildir. Fakat bu gibilerin ihtisası
uzun müddet sürmez, başka bir meslek ve sanata tahsis edilmiş olabilir. Bu görüşü biraz
daha genişleterek meselâ Kürkçü Hanı Osmanlı ülkesinde kürk pek makbul hatta resmî
elbise ve rütbe alâmeti olarak kabul edilip kullanıldığı devirde yalnız kürkçülere ve kürk
alım satımına tahsis edilmiş olduğunu bir zaman için kabul edebilirsek de sonraları o ismi
taşıyan hanlara başka sanat ve meslek erbabının da yerleşmiş olduğu kabul edilebilir.
160 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Nitekim Çuhacı Hanı hakkında böyle bir mütalâa yürütebiliriz. Bu handa bugün
kâmilen kuyumcular çalışmaktadır. Çuhacılardan eser yoktur. Burasının Çuhacılar Hanı
olmakdan ziyade adını bir çuhacının malı olmuş bulunmasından da alabilir.
Büyük Yeni Hanı
Diğer bir kısım hanlar da vardır ki içinden bir taraftan diğer tarafa yol geçilir. Bu
gibilere de “Yol Geçen Hanı” denilir. Hanların bir kısımları yapanların adlarını taşırlar.
Köprülü, Ali Paşa, Hacı Halil Efendi, Mehmet Ali Paşa gibi.
Meslek guruplarına göre: Kebeci, Kürkçü, Çuhacı, Helvacı, Peştamalcı, Şekerci,
Saatçi, Arpacı, Tanburacı, Boğaçacı, Çorapçı.
Umumi veya işlevine göre: Çarşılı, Çamurlu, Sarnıçlı, Zincirli, Bahçeli, Türbeli,
Sulu, Havuzlu, Kurşunlu, Meyhaneli, Tulumbalı, Aynalı, Gazinolu.
Rengine göre: Sarı, Kırmızı, Yeşil, Alaca.
Ünvanlara göre: Bey, Efendi, Ağa, Paşa, Şeyh.
İstanbul hanlarının 1883’ten bu yana zelzeleler ve diğer zararlar dolayısıyla çoğu
yıkılmış, bu hanlar yerini başka binalara bırakmışlardır. Yine o tarihten bugüne yol ve
meydan açmak gibi beledî zaruretler dolayısıyla bilhassa şu bulunduğumuz zamanlarda
geniş ölçüde yapılan imâr hareketleri yüzünden pek çoğu tarihe karışmışlardır. Bugün
İstanbul’da doğru bir rakam olarak kaç tane han bulunduğunu bildirecek başka bir
vesikaya mâlik değilim.
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 161
Büyük Yeni Hanı’nın Planı
2. İstanbul’daki Han ve Otellerin Listesi
Adı: Abdullah Ağa
Ada
Adliye
Agop
Agop Efendi
Agop Gürciyan
Ahmet Bey
Ahır Odaları
Ahır Odaları
Ahır Odaları
Aktaroğlu Alamanya Oteli
Aleksiyadi
Ali Bey
Ali Bey
Ali Efendi Ali Paşa Ali Paşa Ali Paşa Ali Paşa Ali Paşa Ali Veli Altunî Mehmet Efendi Yerİ:
Üsküdar
Galata
Bab-ı Âli
Esir Pazarı (Çarşıkapı)
Orta Bahçe (Beşiktaş)
Galata
Atik Zaptiye
Üsküdar
Kasımpaşa
Haydarpaşa
Dolapderesi
Galata
Voyvada Caddesi/Karaköy
Çukur Çeşme
Uzun Çarşı
Üsküdar
Kapalı Çarşı Yorgancılar
Gedik Paşa
Unkapanı
Mercan Yokuşu
Kantarcılar
Tekirdağ İskelesi
Sultanhamamı
162 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Ambassador Oteli Anadolu Andon Bey Arab Arabacı Arif Bey Arpacı Arpacı Arpacıoğlu Arslan Astarcı Aşir Efendi Avizeli Avrupa Aynacı Aynalı Büyükdere
Galata
Galata
Fatih (ve Hanı)
Atpazarı
Asma Altı
Üsküdar
Et Meydanı
Esir Pazarı (Çarşıkapı)
Balık Pazarı
Kapalı Çarşı Örücüler
Sultanhamamı
Sultanhamamı
Sirkeci
Fincancılar
Fincancılar
B
Bahçeli
Bahçeli
Bahçeli
Bahçeli
Bakkal
Bakkal
Bakkal
Bandırma
Bakırcı
Bakır
Baltacı
Baltacı
Baltacı
Balkapanı
Balıkçıoğlu
Balaban
Bareton
Binbaşı Bekir Ağa (nam-ı diğer Ömer Ağa)
Bezanis Oteli
Bizans
Bizans
Billur
Boncukçu
Yenişehir
Aziz Caddesi
Pangaltı
Büyük Karaman
Küçük Karaman
Dolapderesi
Yedikule
Galata
Sultanhamamı
Kasımpaşa
Kalpakçılar
Mahmutpaşa Çarşısı
Perşembe Pazarı
Balkapanı Hancı Çarşısı
Üsküdar
Kasımpaşa
Voyvoda Caddesi / Karaköy
Esir Pazarı (Çarşıkapı)
Beyoğlu
Galata
Sirkeci
Perşembe Pazarı / Galata
Mahmutpaşa / Çakmakçılar
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 163
Bodrum
Boğçacı
Bostancıbaşı
Borsa
Bozacı
Budak
Buğdaycı
Büyük Yeni
Büyük Çatal
Büyük Çorapçı
Büyük Halil Paşa
Büyük Kutucu
Büyük Millet
Büyük Nasuh
Büyük Şekerci
Büyük Şişeci
Büyük Ticaret
Büyük Yeni
Büyük Yıldız
Büyük Yıldız Büyük Yusuf İzzettin Büyük Zafran
Behçet Efendi Bekçi Mustafa Bezci Bit Pazarı
Yeni Cami Avlusu
Asma Altı
Galata
Unkapanı
Üsküdar
Bahçekapı
Çakmakçılar Yokuşu
Parmakkapı
Mahmutpaşa
Galata
Kutucular
Galata
Hasırcılar
Asma Altı
Marpuçcular
Çakmakçılar Yokuşu
Esir Pazarı (Çarşıkapı)
Mahmutpaşa Çarşısı
Büyük Karaman
Galata
Kapalı Çarşı Örücüler
Mahmutpaşa Çarşısı
Tavuk Pazarı
Mahmutpaşa Çarşısı
C
Cafer Ağa
Canbaz Cedit Baltacı Celal Bey Cebeli Attar Celep Celep Mahmutpaşa Çarşısı
Asma Altı
Hasırcılar
Bahçekapı
Tahmid
Zeyrek
Esir Pazarı / Yeniçeriler
Caddesi
Ç
Çaça Çaldırcı Çamlı
Çamurlu Galata
Irgat Pazarı
Kapalı Çarşı/Yorgancılar
Yedikule
164 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Çarşılı Çarşılı Çavuşbaşı Çenberli Çiçekçibaşı Çifpos Çinili Çuhacı Çukur Çukur Çukur Beyoğlu
Marpuçcular
Hasırcılar
Beyoğlu
Tahtakale
Perşembe Pazarı
Çakmakçılar
Kapalı Çarşı
Mercan Yokuşu
Asma Altı
Kapalı Çarşı/Örücüler
D
Dayır Değirmen Delanpe Demircibaşı Deposyo Oteli Despar Oteli Dibülbül Dilsepta Doğramacı Doğramacı Dörop Oteli Karaköy
Karaköy
Beyoğlu
Galata
Büyükdere
Büyükdere
Büyükdere
Galata
Parmakkapı / Beyoğlu
Fatih (Deve Hanı)
Beyoğlu
E
Ebreme Salya Oteli Ebe Ekmekçi Emin Ağa Emperial Emin Paşa Emirler Ermeni Esad Efendi Evliya Evliya Galata
Galata
Tahtakale
Tahtakale
Beyoğlu
Çemberlitaş
Unkapanı
Unkapanı
Sultanhamamı
Kapalı Çarşı/Yorgancılar
Mercan Yokuşu
F
Fesçi Sait Fesçi Sait (diğer) Uzun Çarşı
Uzun Çarşı
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 165
Filibe Polis et. Fincancı Fındıklıyan Franguli Feyzullah Feyzullah Feyzullah Sirkeci
Uzunçarşı
Çiçek Pazarı
Perşembe Pazarı
Üsküdar
Ayvansaray
Edirnekapı Dışı
G
Gazinolu Gelin Glavani Grand Britanya Oteli Güneş Gürcü Mahmutpaşa Çarşısı
Kadıköy
Perşembe Pazarı/Galata
Beyoğlu
Galata
Asma Altı
H
Hacı Halil Ağa Hacı Hafız
Hacı Halil Efendi Hacı Hüseyin Efendi
Hacı İbrahim Efendi Hacı İsmail Hacı Mahmud
Hacı Osman Haçaryan Hafafyan Halil Efendi Halil Efendi Han Hanımyan Han-ı Halil Hamdi Paşa (nam-ı diğer Reşat Paşa) Haraççı
Haraççı Hasan Efendi Hasan Paşa Hatice Hanım
Havyar Havuzlu Üsküdar
Galata
Eyüp / Çölekçiler
Ayvansaray
Cibali
Yeni Cami Avlusu
Tahtakale
Altımermer
Asmalı Mescid
Voyvoda Caddesi
Tahtakale
Fatih / Deve Hanı
Beykoz
Galata
Alacahamam
Perşembe Pazarı
Asma Altı
Çiçek Pazarı
Ahırkapı
H.Paşa Karakolu
H.Paşa Deresi / Beşiktaş
Karaköy
Mahmutpaşa
166 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Hayrullah Haznedar Ağa Helvacı Hoca Paşa Hoşkadem Hüngarya Oteli Hüseyin Bey Esir pazarı/Kapalı Çarşı
Tavuk Pazarı
Et Meydanı
Sirkeci
Üsküdar
Beyoğlu
Atlamataşı/Unkapanı
İ
İbret İlpalya İmam Efendi
İmam Eli İmam Eli İplikçi İsmail Efendi İspiros İstanbul Oteli İstanbul
İstanbul Ağası İzmit Oteli İzmiroğlu İzzet Kavas Galata
Galata
Esir Pazarı
Mercan Yokuşu
Fatih/Deve Hanı
Irgat Pazarı
Esiri Pazarı
Tophane
Beyoğlu
Sirkeci
Kapalı Çarşı Yorgancılar
Galata
Mahmutpaşa Çarşısı
Fatih
K
Kadı Kumru Kadıoğlu Kadri Paşa Kahve Bekâr Odası Kaliçoçiler Kalo Oteli Kamanto Çarşısı Kamanto Kamanto Kamanto (nam-ı diğer Billur) Kanber Oteli Kanbur Kapalı Galata Kaptan İstavri Oteli Karakaçan Mercan
Nalburlar
Parmakkapı
Üsküdar/Salacak
Mahmutpaşa Çarşısı
Büyükdere
Beyoğlu
Mahmutpaşa Çarşısı
Karaköy
Karaköy
Perşembe pazarı / Galata
Asma Altı
Köprübaşı
Karaköy
Dolapderesi
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 167
Karakuş Karakulak Kasap Ahmet Kasap Şakir Efendi Kasap Süleyman Efendi Kasım Bey Kaşıkçı Kaymakçıoğlu Kebapçı Kebapçı Kebeci
Kebeci İsmail
Kehribarcı Kelle Kesen Kepekçi Keresteci Keriz Kerpiç Kezzapçıoğlu Kigork Kigork Bey Kilise Kilit Kireçhane Odaları Kireçhane Kireçhane Odaları Kılavani Kırdiri oteli Kırmızı Kırmızı Kırmızı Kızlarağası Komisyon Kolonis Oteli Koltuk Kömürcü Kumrulu Kundakçı Kuron Oteli Kurşunlu Kurşunlu Kuruvarsan Galata
Bayezid
Esir Pazarı/Yeniçeriler Çarşısı
Esir Pazarı Kapalı Çarşı
Esir Pazarı Kapalı Çarşı
Tophane
Mahmutpaşa Çarşısı
Kasımpaşa
Kapalı Çarşı/Kürkçüler
Tahtakale
Kapalı Çarşı/Örücüler
Unkapanı
Bayezid
Çadırcılar
Üsküdar
Atpazarı
Asma Altı
Irgat Pazarı
Alaca Hamam
Tekirdağ İskelesi
Voyvoda Sadddesi
Üsküdar
Fincancılar Yokuşu
Üsküdar
Kasımpaşa
Üsküdar
Voyvoda Caddesi
Beyoğlu
Ortabahçe / Beşiktaş
Pangaltı
Beyoğlu
Mercan Yokuşu
Karaköy
Beyoğlu/Tepebaşı
Üsküdar
Galata
Çakmakçılar Yokuşu
Tahtakale
Beyoğlu
Esir Pazarı/ Kapalı Çarşı
Kürelciler
Büyükdere
168 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Kuşakçı Kuşcubaşı Küçük Çatal Küçük Çatal Küçük Çorapçı Küçük Çukur Küçük Hamam Küçük Kutucu Küçük Halil Paşa Küçük Millet Küçük Mustafa Paşa Küçük Nasuh Küçük Raif Ağa Kürkçü Sait Küçük Şekerci Küçük Yeni Küçük Yeni Küçük Yeni Küçük Yıldız Küçük Yıldız Küçük Yunus İzzettin
Küçük Zafran Külahçı Kürkçü Kürekçi Kapalı Çarşı/Örücüler
Hasırcılar
Parmakkapı
Kapalı Çarşı/Örücüler
Mahmutpaşa Çarşısı
Çukur Han / Asma altı
Kasımpaşa
Kutucular
Galata Köprüsü Başı
Galata
Çakmakçılar
Hasırcılar
Kasımpaşa
Defterdar / Eyüp
Mahmutpaşa Çarşısı
Kürekçiler / Galata
Atpazarı
Mahmutpaşa / Çakmakçılar
Alacahamam
Mahmutpaşa Çarşısı
Tophane
Kapalı Çarşı / Örücüler
Yeni Cami Avlusu
Mahmutpaşa Çarşısı
Perşembe Pazarı
L
Laz Leblebici Liberti Oteli Lövir Oteli Luit Oteli Luksemburg Asma Altı
Alacahamam
Büyükdere
Galata
Galata
Beyoğlu
M
Madam Edal Oteli Madam Kiroka Oteli
Madam Laper Oteli Mahmudiye Manikoğlu Şişli
Galata
Büyükdere
Alacahamam
Galata
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 169
Maraşoğlu Mariçe Marino Matyo Mazhar Efendi Mehmet Ali Mehmet Ali Paşa Mehmet Bey Mehmet Efendi Mehmet Paşa Mehmet Sait Bey Memişoğlu Mercan
Meyhaneli Meyhaneli Muavin Bey Mumcu Mustafa Paşa Muytap Müftü
Misafirhane Mısır Oteli Mithat Paşa Kadıköy
Sirkeci
Büyükdere
Çakmakçılar
Esir Pazarı/ Kapalı Çarşı
Nuruosmaniye
Galata
Hasırcılar
Tavuk Pazarı
Sultanhamamı
Esir Pazarı/ Kapalı Çarşı
Atik Zaptiye
Mercan Yokuşu
Tekirdağ İskelesi
Odun Pazarı
Tavuk Pazarı
Üsküdar
Çakmakçılar
Atpazarı
Tahtakale
Galata
Beyoğlu
Sirkeci
N
Nafia Nakib Nakkaş Nalbant Nasuh Ağa Narlıyan Naomyas Noradokyan Nuvel Oteli Balık Pazarı
Fatih/ Deve Hanı
Çiçek Pazarı
Fatih/ Boyacı Kapısı
Fincancılar Yokuşu
Galata
Galata
Galata
Büyükdere
O
Osman Bey
Osman Efendi Ortantal Oteli Otel Kıztaşı
Atlamataşı/ Unkapanı
Beyoğlu
Beykoz
170 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
P
Papasoğlu Pastırmacı Perdahçı Pertev Paşa Peştimalcı
Peştimalcı Peştimalcı Petali Oteli Bahçekapı
Mercan Yokuşu
Kapalı Çarşı
Fincancılar
Et Meydanı
Kırık Çeşme
Çukurçeşme
Tarabya
R
Raif Efendi Rasim Efendi Raşit Efendi Remzi Efendi Remzi Efendi Rıza Paşa Rıza Paşa Roman Oteli Ruili Rubiye Rüştü Efendi Kasımpaşa
Bahçekapı
Tekirdağ İskelesi
Esir Pazarı/ Kapalı Çarşı
Büyük Karaman
Beşiktaş
Dolapderesi
Beyoğlu
Sirkeci
Kapalı Çarşı/ Kürkçüler
Mercan Yokuşu
S
Saatçi Sabit Sabuncu Sabuncu Sabuncu Safder Sarı Sarı Sarı Ahmetoğlu Sarnıçlı Sarnıçlı Sarnıçlı Sarraf Sarraf Perşembe Pazarı/ Galata
Ortabahçe/ Beşiktaş
Uzun Çarşı
Alacahamam
Vezneciler
Esir Pazarı
Gedikpaşa
Parmakkapı/ Beyoğlu
Unkapanı/ Cibali
Çaldırcılar
Kemeraltı/ Galata
Tavukpazarı
Yorgancılar
Üsküdar
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 171
Sarrafin Saksılı Oteli Sağrıcılar Sait Bet Salalar Salepçi Selânik Selânik Oteli Sepetçi Sepetçi Serape Oteli Server Paşa Sıdıka Hanım
Silahtar Ağa Sinan Çavuş Sıra Odalar Sofcu Soğancı (nam-ı diğer Kuyumcu) Sorgucu Sucu Ömer Ağa Sulu Sulu Sultan Odaları Sultan Odaları Sultan Süleyman Paşa Sünbüllü Tekirdağ İskelesi
Galata
Testereciler
Tahtakale
Kasımpaşa
Zindankapı
Voyvoda Caddesi
Galata
Asma Altı
Kalpakçılarbaşı
Büyükdere
Galata
Esir Pazarı / Yeniçeriler Çar.
Uzun Çarşı
Mahmutpaşa
Mahmutpaşa Yokuşu
Nuruosmaniye
Galata
Kalpakçılarbaşı
Ayvansaray
Uzun Çarşı
Büyük Karaman
Mahmutpaşa Yokuşu
Mercan
Galata
Kürekçi Köyü/ Divanyolu
Çakmakçılar Yokuşu
Ş
Şakir Efendi Şamdancıbaşı Şapçı Şekerci Şekerci Şekerci Şekerci Şekerci Şerif Paşa Şerifler Şeyh Davut Küçük Karaman
Ortabahçe/ Beşiktaş
Bahçekapı
Hamidiye Çarşısı
Mahmutpaşa
Fatih Çörekçi Kapısı
Asma Altı
Kürekçiler Çarşısı/ Galata
Çakmakçılar Yokuşu
Büyük Karaman
Tahtakale
172 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Şeyhülislam Şirket Bahçekapı
Esir Pazarı/ Çarşıkapı
T
Tahir Efendi Tahtalı Tahtalı Tahmis Takyeci Takvur Talakçı Tanburacı Tarakçı Taş Taş Taş Taş Taş Tavuk Tavukçu Tekke Oteli Ticaret Timur Timurbaşı Timurtaş Terakki Tombaz Tonbul Ali Ağa Tulumbalı Tunus Tu’ Oteli Türbeli Üsküdar
Fatih
Kürekçiler/ Galata
Mahmutpaşa Çarşısı
Asma Altı
Kalpakçılar
Kadıköy
Parmakkapı/ Beyazıt
Uzun Çarşı
Mahmutpaşa Çarşısı
Çukurçeşme/ Laleli
Bahçekapı
Galata
Laleli
Şehzadebaşı
Üsküdar
Kule Kapısı
Galata
Kürekçiler / Galata
Kuşunlu Mağaza / Galata
Tahtakale
Sirkeci
Yedikule
Üsküdar
Balık Pazarı
Tahmis
Tarabya
Kasımpaşa
U
Ulaş Uzun Odun Kapısı
Esir Pazarı/ Çarşı Kapı
Ü
Ütücü Ütücü Çakmakçılar Yokuşu
Hasırcılar
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 173
V
Valide Varakçı Vefa Vezir Viktorya Oteli Çakmakçılar Yokuşu
Kapalı Çarşı
Vefa
Tavuk Pazarı
Beyoğlu
Y
Yağcı Yağcı Yağcı Yağcı Yağhane Yağlıkçı Yâni Oteli Yanyalı Yaprakçı Yaldızlı Yarım Yarım Hacı Mahmut Yarım Laz Yarım Şişeci Yarım Taş Yelkenci Yeni Yeni Yeni Yeni
Yer Yeşil Yeşildirek Yıldız Yıldız Yolgeçen Yolgeçen Yolgeçen Yonoyi Poli Yorgancı Yusufyom Yunus Odaları Nuruosmaniye
Odun Kapısı
Üsküdar
Gedikpaşa
Üsküdar
Tavuk Pazarı
Büyükdere
Çakmakçılar Yokuşu
Hasırcılar
Mercan Yokuşu
Mahmutpaşa
Zindankapı
Asma Altı
Marpuçcular
Kapalı Çarşı / Yorgancılar
Kürkçü Kapısı/ Galata
Kalyoncu Kulluğu
Fincanlılar Yokuşu
Galata
Meyvahoş Gümrüğü
Malya Çarşısı
Tavuk Pazarı
Kıble Çeşmesi
Karaköy
Kürekçiler/ Galata
Kalpakçılarbaşı
Bit Pazarı
Kapalı Çarşı/ Örücüler
Galata
Unkapanı
Alacahamam
Kasımpaşa
174 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Yüksek Yüksek Yüncü Nuruosmaniye
Mahmutpaşa Çarşısı
Kapalı Çarşı/ Yorgancılar
Z
Zaharyan Zarif Mustafa Paşa Zincirli Zincirli Zincirli Zincirli Zincirli Zincirli Zindan Ziver Bey Kasımpaşa
Büyük Karaman
Kapalı Çarşı/Aynacılar
Üsküdar
Topçular/ Sur dışı
Kapalı Çarşı
Galata
Unkapanı
Zindan Kapısı
Kürekçiler/ Galata
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 175
3. Selçuklu-Osmanlı Hanlar ve Kervansaraylarının Listesi
Bulunduğu Yer Adana Abolyont Afşin Afyon Afyon- Akşehir arası
Akşehir- Ilgın arası Aksaray- Nevşehir arası “
“
“
“
“
“
Aksaray-Kayseri arası
“
“
“
“
“
“
“
“
“
“
“
“
“
“
“
Aksaray-Ilgın arasında “
“
“
Aksaray-Ürgüp arasında Aksaray-Obruk arasında Altınapa-Derbent arasında Alanya-Konya arasında “
“
“ “
“
“ “
“
“ “
“
“ Antalya Antalya-Afyon arasında
“
“
“ Antalya-Eğirdir arasında
“
“
“
Amasya-Havza-Kavak Yolunda Aziziye
Bakras (Amik Ovası’nda)
Bitlis
Bolu
Bolvadin
Bolvadin-Çay arasında
Burdur-lsparta arasında
Boyabad-Vezirhan arasında
Adı
Bayrampaşa
Issız Han
Ashab-ı Kehf Ribatı Yanı
Sinan Paşa
İshaklı
Argıt
Ağzıkara
Latifi
Delik
Zincirli
Kaymas
Ak Han Öresun
Alay (Alaiye)
Azerkan
Sarı Han
Altunapa
Gülveren
Hoca Mesud
Pervane Ribatı
Elikesik
Alara
Kargı
Tol
Şerefzah, Şarapsa
Argıt/ Altunapa, Altunbağ
İncir
Evdir
Susuz
Gelendost
Ak
Çakallı Han
Karatay
Belen
Babşin
Çay
Susuz
Durağan
176 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Bozöyük Bozdağ Bozdağ
Bünyan
Büyükçekmece (göl kenarında)
Büyükkarıştıran (Tekirdağ ile Lüleburgaz arasında) Burdur - Denizli arasında
Burdur - Denizli arasında
Cisri Şuğur (Suriye’de) Çardak Çorlu
Dil İskelesi
Diyarbakır
Diyarbakır
Doğu Bayezid
Edirne (Bedestenle Eski Cami arasında)
Edirne Edirne
Edirne Edirne (Belediye Bahçesi yerinde)
Edirne
Edirne (Üç Şerefeli karşısında)
Edirne (Vilayet Konağı yanında)
Ereğli (Konya) Ereğli (Konya) Erzurum (Çarşı İçi)
Eskişehir Gebze Hasya (Suriye)
Havza (Edirne)
Hekimhan
Hersek (İzmit Körfezi)
Kadife Kale Kangal Karapınar
Kayseri (Şehir içi)
Kayseri (Şehir içi)
Kayseri-Ilgın arasında
Kayseri-Sivas Yolu Üzeri
Kayseri-Ilgın arasında
Kayseri-Pınarbaşı arasında
Musa Baba Misafirhanesi
Allah diyen
Karatay
Goncalı
Çardak
Deliller
İki Kapılı
Taş Han
Kurşunlu Cami
Çoban Mustafa Paşa
Alaca Han
Sultan Hanı
Vezir Hanı
Kadın Hanı
Kadın Hanı
Palas Han
-
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 177
Kayseri- Malatya arasında Konya Konya Konya Konya Konya-Afyon arasında “
“
“ “
“
“ Konya-Aksaray arasında “
“
“ “
“
“ “
“
“ Konya-Beyşehir arasında “
“
“ “
“
“ “
“
“ Konya-Kayseri arasında “
“
“ “ “
“ “
“
“ Kırşehir (Kaplıca yanında)
Tuzluca-Iğdır arasında Ulubat Ulukışla Uluburlu (Dadıllı Köyü yakınında) Ulukışla - Pozantı arasında Urla
Ürgüp - Avanos arasında Vezir Hanı (Birecik yakınında) Yenişehir (Bursa yakınında) Yıldızeli (Tokat yolu üzeri) Zambakiye (Suriye)
Karatay
Uruz Bey
Ruzbe Hanı
Horozlu Han
Dokuzun Hanı
İshaklı
Çay
Eğret
Sultan Hanı
Zazadin, Sadettin Köpek
Sarı Han
Obruk
Altunbağ/Altunapa
Tebrizli
Han Önü
İğdişler
Ağzı Kara
Üresun
Alay (Alaiye)
Sarı Han
Kurt Hanı
Issıs Han
Tahteba
-
Hanlarla kervansarayların bir listesini yapmak istedim. Vakfiyelerde gördüklerimi,
kitaplarda bulabildiklerimi aşağı yukarı gösterdim. Bunların bulundukları yerleri,
kimler tarafından yaptırıldıkları ve bugün ne hâlde bulunduklarına muvaffak olamadım.
Bu liste bir taslaktır. İleride bu mevzuyu ele alacaklardan doğru ve tam bir liste
meydana getirmeleri beklenir. Bu işi memleketin her noktasında muntazam teşkilatlı
ve münevver elemanları bulunan Vakıflar Umum Müdürlüğü ve araştırmacılar el ele
vererek yapabilirler. Bu iki müessenin tanzim edecekleri listedeki isimler Kara Yolları
Haritası üzerinde de işaret edildikleri takdirde ancak o zaman itimat edilebilir bir liste
elde edilmiş olacaktır.
178 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
DİZİN
A
Abdurrahman Nacim Efendi 33
Abdülaziz 38, 70, 128, 149
Abdülmecid 34, 78
Adana 26, 28, 29, 30, 35, 48, 62, 146, 150, 174
Afyon 146, 174, 175, 176
Ahlat 39
Ahmet Fevzi Paşa 33
Ahmet Tevfik Paşa 153
Akaret 128
Akbıyık 27
Akçakoca 146
Akdeniz 41, 59, 60, 70, 95, 136, 154
Akpınar 28
Aksaray 38, 60, 93, 111, 115, 124, 174, 176
Akşehir 27, 35, 119, 174
Alaeddin Keykubat 38
Alanya 41, 60, 61, 98, 122, 175
Albert Gabriel 18, 93
Ali Emiri Efendi 25
Ali Paşa Hanı 117
Alman 109, 151
Amasra 146
Anadolu 21, 22, 23, 25, 26, 31, 33, 34, 36, 38,
40, 43, 45, 46, 47, 49, 57, 58, 59, 60, 70,
75, 79, 81, 93, 94, 98, 111, 113, 115,
116, 117, 120, 122, 123, 125, 137, 139,
147, 150, 156, 159, 162
Ankara 21, 26, 33, 57, 90, 121, 123, 126, 140,
146, 147
Antakya 26, 28, 35, 40
Antalya 41, 57, 58, 60, 61, 62, 63, 119, 133,
147, 175
Antitoros 21
Antoine Galland 67, 127
Arabistan 31, 42, 44, 47
Arap 25, 29, 38, 42, 44, 46, 60, 75, 83, 91, 98,
100, 120, 122, 138, 139
Ariflerin Menkıbeleri 121, 126
Arnavutluk 25
Arpa Emini Hüseyin 32
Arrade 38
Art Bulletin 57
Artukoğulları 39
Asım Bey 153
Aslanlıköyü 27
Atpazarı 36
Avrupa 32, 60, 69, 151, 155
Avusturya 32, 56, 64, 98, 152
Ayasofya 104
Aydın 146
B
Bab-ı Âlî 33
Bab-ı Defterdarî 128
Bağdad 23, 24, 25, 26, 33, 34, 45, 83, 136
Bahaeddin Veled 126, 127
Balıkesir 146, 147
Balkapanı 69, 70, 71, 72, 73, 74, 162
Baron Blanc 152, 153
Bayezid 132
Bayramî 121
Bayram Paşa 77
Bedevî 121
Belen 28, 35, 40, 175
Belgrad 25, 68
Belh 21
Belleten 18, 31, 38, 58, 126, 127, 134
Beşiktaş 128
Beyan-ı Menâzil-i Sefer-i Irakayn-i
Sultan Süleyman Han 25
Beyoğlu 149
Bitlis 39, 44, 175
Bizans 22, 57, 59, 70, 76, 137, 138
Bizans İmparatorluğu 22, 70, 75, 138
Boğan 25
Boğazköy 21
Boğdan 138
Bolvadin 27, 35, 175
Bor 83
Bosna 25
Bozöyük 27
Budin 25
Bursa 3, 109, 117
Busbecg 32, 64, 86
Busbecq 56, 64, 65, 86, 99
Büyük İskender 22
C
Cafer Ağa 43
Cafer-i Bermekiye 41
C. D’ohsson 23
Ceneviz 41, 60, 70, 75
Cerrahî 121
Cerrahpaşa 79
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 179
Charles Texier 57, 97
Cornelius Gurlitt 18
Cumhuriyet 40, 74, 105, 108, 111, 117, 122,
132, 135, 147, 154
cüzzam 135, 136, 137
Cüzzamhane 136
Çakmakçılar Yokuşu 68, 114
Çanakkale 147
Çarşıkapı 77, 158, 159, 161, 162, 163, 172
Çemberlitaş 66, 114, 132
Çengeloğlu Tahir Paşa 116
Çiçero 22
Çiftehan 28
Çin 21, 23, 150
Çorum 146
D
Dahiliye Vekaleti 115
Darüşafaka 66
Darüşşafaka 141
Darüşşifa 132
Davut Paşa 132
Dedeağaç 25
Demirtaş Kasrı 67
Derbent 27, 175
Deve Hanı 132, 159, 165, 166, 169
Dil İskelesi 26, 27, 175
Diyarbakır 33, 146, 175
Doğancılar 30
Doğu Bayezid 48
Dökmeciler Çarşısı 134
Duyun-ı Umumîye İdaresi 150
Dünya Harbi 151
E
Edirne 25, 41, 50, 54, 67, 68, 111, 127, 135,
136, 147, 175, 176
Efes 21
Eflak 25, 138
Eflâk 138
Eflâki 39, 126
Eğridir 61, 62, 63
Eğridir Hanı 61
Ekrem Hakkı Ayverdi 131
Emekli Sandığı 147, 152, 153, 154
Eminönü 69, 73, 76, 115, 139
Emir Pervane Han 39
Enişte Hasan Paşa 44, 46
Ereğli 27, 35, 40, 176
Eremya Çelebi Kömürcüyan 77
Ernest Mamburi 138
Erzincan 26, 60
Erzurum 26, 44, 48, 60, 146, 176
Eskişehir 26, 27, 30, 35, 46, 51, 52, 53, 54, 146,
176
Esma Sultan 43
Evdir Hanı 61
Evkaf-ı Humayun 70
Evkaf Nezareti 103, 105, 106
Evliya Çelebi 25, 27, 30, 31, 34, 35, 36, 37, 40,
41, 43, 44, 47, 56, 65, 68, 70, 71, 77, 87,
88, 89, 90, 91, 99, 101, 112, 113, 115,
116, 117, 130, 135, 136, 137, 140
Eyüp 112, 116, 119, 124, 165, 168
F
Fatih Medreseleri 133
Fatih Sultan Mehmed 138
Fethiye 138
Fırat 21, 26, 33, 83
Filibe 25, 50, 54, 165
Filistin 136
Fransa 151
Franz Taeschner 25, 45
Fuad Köprülü 120
G
Galata 74, 138
Galip Alnar 76
Ganj 136
Garga Hanı 61
Gazi Ahmet Muhtar Paşa 76
Gaziantep 146
Gebze 25, 27, 33, 34, 35, 36, 40, 46, 47, 48, 49,
50, 51, 52, 54, 55, 99, 108, 112, 176
Grek 21
Gülhane 140
Gülşenî 121
Gündüz Özdeş 18, 43
Gürcistan 78
Güzelce Kasım 26
H
Habeşistan 78
Hac Yolu 25, 26, 29, 40, 41, 45, 98
Hadikat’ül-Cevâmi 123
Haleb 37, 71
Halep 26, 28, 29, 33, 37, 83
Haliç 69, 76, 139, 152
180 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Halidî 121
Halil Edhem 157
Halil Rıfat Paşa 33, 141, 142
Halis 57
Halvetî 121
Hama 26, 28, 35
Hamedan 21, 29, 40
Hamit Selen 25, 45
Hanri Gavan 149
Haseki 141
Hasme 24
Hattuşaş 21
Hatun Hanı 17
Hatunsaray 17
Hazreti Musa 136
Herodot 21, 22
Hersek 26, 27, 176
Herzfeld 23
Hicaz 26
Hille 24
Hilton 153, 154
Hindistan 21, 22, 29, 34, 47, 123, 124, 129
Hristiyan 30, 56, 58, 59, 67, 119, 139
Hulusi Fuat Tugay 66
Humus 28, 35
Hürrem Sultan’in 79
Hüsnü Durakal 145
Hüsrevpaşa 27
I
I. Abdülhamid 66
I. Gıyaseddin Keyhusrev 59, 61
II. Abdülhamid 26, 66, 128, 141, 152, 153
III. Ahmed 44
III. Selim 129, 136
II. Kılıç Aslan 59, 61
I. İzzeddin Keykavus 59, 61
I. Keykavus 75
I. Keykubad 23
Ilgın 27, 35, 40, 174, 176
IV. Murad 22, 32, 127
IV. Sultan Mehmed 67
İbni Batuta 122, 125
İbrahim Gülten 152
İbrahim Hanzade 112
İbrahim Paşa 41, 87, 89, 99, 132
İlyas 38, 111
İmam-ı Azam 103
İncir Hanı 61, 62, 63
İngiltere 34
İran 21, 22, 23, 24, 31, 48, 49, 57, 59, 60, 95,
122, 138, 152
İrinc 38
İshaklı 27, 174, 176
İshak Paşa 48, 49
İskenderun 28, 29, 33, 35, 40, 83, 146
İstanbul 25, 26, 29, 30, 31, 32, 33, 34, 36, 37, 40,
41, 42, 45, 46, 47, 50, 54, 56, 57, 60, 63,
64, 65, 66, 67, 68, 69, 70, 71, 72, 73, 74,
75, 76, 77, 78, 79, 83, 87, 90, 98, 103,
108, 109, 111, 113, 114, 115, 116, 117,
119, 121, 122, 123, 124, 125, 126, 128,
129, 130, 131, 132, 133, 135, 136, 137,
138, 139, 140, 142, 145, 146, 147, 149,
150, 152, 153, 155, 157, 159, 160, 161,
166
İstanbul Belediyesi 76, 146
İtalyan Sefarethanesi 152
İzmit 26, 33, 34, 35, 47, 166, 176
İznik 26, 27, 30, 40
J
Jacop 25
Jean Baptiste Tavernier 98
John Willam Dıraper 60
Jurnal dö Galland 67
K
Kabil 21
Kadirî 121
Kafkasya 26, 49, 78
Kalenderhane 121, 122, 123, 124
Kanuni Sultan Süleyman 25, 40, 45, 101, 115,
131, 134, 139
Kapalı Çarşı 111, 151, 157, 161, 162, 163, 164,
166, 167, 168, 169, 170, 173, 174
Karaçelebizade Abdülaziz Efendi 70
Karadeniz 48, 138
Karaköy 76, 149, 161, 162, 164, 165, 166, 167,
173
Karamurgut 44
Karapınar 27, 35, 40, 176
Karatay 38, 93, 97, 100, 113, 133, 134, 175, 176
Karl Müller 22, 24
Kastamonu 135
Katırcıoğlu Çarşısı 76
Katolik 60, 138
Kavaklı 27, 119
Kayseri 21, 38, 39, 60, 113, 125, 174, 176
Kerbela 24
Kermanşah 21
Kırkgöz Hanı 61
Kırklareli 147
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 181
Kızılay 151
Kızılırmak 21
Kilikya 22, 41
Koca Sinan 26, 89, 132
Konya 23, 26, 27, 30, 35, 37, 38, 40, 60, 61, 62,
93, 95, 119, 126, 146, 147, 175, 176
Köprülü 120, 160
Kral Yolu 21, 22, 31, 57
Kudüs 138
Kurtkulağı 28, 29, 35
Kuruçeşme 139, 147
L
Ladik 27, 34, 35
La’lizade Abdülbakî 124
Lefke 27, 30, 35
Lidya 57
Lizbon 150
Londra 147, 150
Lüleburgaz 41, 68, 89, 111, 112, 175
Lütfi Tarihi 78
M
Maarretünnuman 28
Mahavmil 24
Mahmud 34, 113, 121, 136, 165
Mahmudiye 24, 168
Mahmutpaşa 56, 68, 75, 117, 157, 162, 163,
165, 166, 167, 168, 171, 172, 173, 174
Malatya 21, 34, 90, 125, 146, 176
Malazgirt 34
Maliye Nezareti 105, 114, 128, 149
Maraş 21, 34, 124
Maria Diyakonis Kilisesi 123
Marko Polo 22, 41
Marmara 153
Mastaba 127
Matrakçı Nasuh 25
Mecelle-i Umûr- Belediye 71
Medine 26, 29, 30, 31
Medoviç 151
Mehmed Ali Paşa 42, 81, 90
Mekke 26, 29, 30, 41
Melek Ahmet Paşa 34
Melih ibn Leon 23
Memluk 48, 75, 126
Memreş 38, 111
Menakıb’ül-Arifîn 121
Menasik-i Hac 29, 30, 40
Menâzilü’l-tarik ilâ beytulahi’l-atik 25
Meriç 67
Mersin 146, 150
Meşrutiyet 76, 105, 106, 116
Mevlana 39, 119, 126, 147
Mevlânâ 121
Mevlevî 121, 122
Mığırdıç 151
Mısır 21, 24, 26, 32, 37, 42, 45, 46, 47, 48, 69,
71, 75, 81, 90, 169
Mimâr Sinan 47
Misis 28, 29, 35
Miskinler Mahallesi 135
Mithat Paşa 33
Moğol 23, 38, 41, 111
Moltke 34, 37, 81, 90, 112, 113, 125
Mösyö Leman 107
Muhammed İmam Serdar 124
Muhiddin İbni Arabi 46
Muiniddin Pervane 39
Murad Paşa 35, 132
Murtaza Paşa 34, 41
Mustafa 34, 36, 44, 46, 47, 48, 49, 54, 55, 77,
99, 108, 112, 124, 131, 140, 163, 168,
169, 174, 176
Müftüzade Esad Bey 84
Müslüman 17, 22, 58, 59, 97, 119, 123, 128,
134, 139, 140, 141, 142, 149
Müşavir Paşa 34
N
Naffate 38, 111
Nafia Nezareti 111
Nakşî 121
Nasuh Paşa 40
Nazilli 146
Nebük 28, 43
Nevşehir 146, 174
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa 36, 113
Niğde 83
Nil 136
Niş 56, 86
Nişabur 21
Nüfus Umûm Müdürlüğü 115
O
Orta Asya 21, 41, 47, 123
Ortaköy 140
Ortapayam 61
Ortodoks 138
Osmancık 34
Osman Fazli İlahi 135
Osmanlı 25, 26, 31, 32, 34, 37, 39, 40, 43, 45,
182 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
48, 56, 57, 68, 71, 74, 75, 78, 79, 81, 89,
90, 98, 99, 100, 103, 106, 107, 109, 110,
115, 125, 126, 127, 134, 135, 136, 138,
140, 150, 152, 153, 159, 174
Osman Turan 18, 38, 39, 58, 60, 75, 111, 120,
126, 127, 134
P
Paris 150
Payas 28, 35, 41, 42, 43, 99, 112
Pazarcık 27, 62, 87, 89, 99
Peçevi İbrahim Efendi 43
Perapalas 147, 150, 151
Piri Paşa Hanı 77
Posta Tatarları 23, 24, 31, 57
R
Ressam Ali Rıza Bey 137
Revan Seferi 31, 127
Roma 21, 22, 24, 73, 79, 137, 145
Rufaî 121
Rumeli 25, 26, 33, 36, 41, 49, 71, 82, 115, 116,
127, 139, 140, 149
Rus 138, 140, 151
Rükneddin Güney 154
S
Sadî 121
Sadrazam Murad Paşa 35
Sakız Adası 136
Sart 21, 22, 31, 57
Saye Ocağı 117, 122
Selânik 25, 50, 54, 139, 171
Selçuklular 16, 22, 41, 57, 93, 98, 100
Selçuk Vakfiyeleri 18
Semavi Eyice 48
Seydişehri 61
Seyitgazi 27, 52
Seyit Lokman 40
Shakesperare 75
Silivri Kapısı 41
Sinan Ağa 41
Sinanî 121
Sivas 26, 33, 39, 60, 75, 134, 135, 146, 176
Sofya 25, 91
Sokollu Mehmed Paşa 41, 43, 68, 88, 89, 110,
112
Söğüt 27
Sudan 78
Sultanahmet 124
Sultan Han 23
Sultanhanı 28
Sultan Hanı 31, 35, 61, 62, 63, 85, 93, 94, 176
Sultan Murad 31, 127
Suriye 21, 22, 24, 26, 29, 30, 31, 40, 41, 43, 45,
46, 48, 59, 75, 89, 95, 98, 176, 177
Surre Emini 29, 30
Susuz Hanı 61, 62
Süheyl Ünver 18, 31, 32, 33, 127, 130, 132, 134,
136, 137
Süleymaniye 117, 132, 133, 134
Sünbülî 121
Şabanî 121
Şam 24, 26, 28, 29, 30, 34, 35, 37, 40, 41, 43,
46, 98, 99, 122
Şazelî 121
Şehzadebaşı 132
Şehzedebaşı 123
Şerefeddin Yaltkaya 134
Şeyhülislam Bahaî Efendi 70
Şeyhülislam İbni Kemal 46
Şile 146
Şirket-i Hayriye 149
Şuşa 57
T
Tahran 21
Tahsin Yazıcı 121, 126, 127
Tahtakale 29, 72, 164, 165, 167, 169, 171, 172
Tanzimat 33, 42, 75, 77, 78, 105, 109, 110, 113,
116, 123, 125, 128, 129, 138, 149
Tapu Harçları Kanunu 105
Tarabya 147, 151, 152
Tarsus 21
Taşkurgan 21
Tatar Ağaları 34
Tatvan 146
Tavukçu Mustafa Paşa 34
Tekir Han 29
Tepebaşı 152
Teselya 25
Tevbe Suresi 45
Tevfik Paşa 152, 153
Tıp Tarihi Enstitüsü 18, 31
Tibana 21
Tiflis 48
Tokatlıyan 151
Topkapı Sarayı 30, 128, 140
Toros 21, 147, 155
Tövbe Suresi 30, 45, 55
Trablus 71
Trabzon 48, 146
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 183
Tschudi 25
Türk 16, 17, 18, 25, 26, 33, 34, 38, 40, 41, 56,
57, 58, 65, 68, 69, 72, 73, 74, 83, 93, 95,
98, 103, 106, 107, 111, 116, 117, 123,
124, 125, 126, 132, 142, 152, 153, 154,
155
Türkistan 21, 60, 120, 130
Türk Şehirlerindeki İmaret Sistemi 40
Türk Tarih Kurumu 18, 58, 126
U
Ulukışla 114
Ulukışlak 27
Unkapanı 69, 70
Uşşakî 121
Ürgüp 146, 174, 177
Üsküdar 26, 27, 29, 30, 33, 34, 35, 36, 68, 90,
119, 123, 124, 136, 153, 158, 159, 161,
162, 163, 165, 166, 167, 169, 170, 172,
173, 174
V
Vakıflar İdaresi 76, 108, 114, 147
Vakıflar Umum Müdürü 108
Van 34, 44, 147
Vehbi Koç 154
Venedik 41, 70, 71, 74, 75
Vezir Hanı 65, 66, 114, 176, 177
Vladimir Mirmiroğlu 137
Y
Yalova 40
Yavuz Sultan Camii 132
Yavuz Sultan Selim 26, 30, 42, 45, 46
Yemiş Çarşısı 70
Yeniçeri Ocağı 118
Yenişehir 27, 30, 50, 162, 177
Yeni Valide 68
Yıldız Sarayı 141
Yüksek Kaldırım 149
Z
Zekerya bin Muhammed 98
Zeyrek Medresesi 138
Zonguldak 146
184 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 185
186 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri
Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 187
188 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri

Benzer belgeler