altZine: Üç Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi

Transkript

altZine: Üç Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi
Kahvaltı
Simit ile Kuru Mama - Rosalino Levantino
Cafe Mandala - Orhan Cem Cetin
Ara Sıcaklar
Azdan Seçmeli Yemek Listesi - Akın Çetin
Rüzgarı Yemek Gerek - Borga Kantürk
Çorbalar
BM Dünya Gıda Programı’ndan (WFP) Suriyeli
Sığınmacılara Gıda Yardımı - Berna Çetin
Diktatörler Ne Yer? - Özge Dinç
altZine
Üç Aylık Edebiyat ve
Kültür Dergisi
Ücretsiz
Yaz 2015
Şehir // Yemek
Sayı Editörleri
Engin Türkgeldi
Özge Calafato
Yayın Kurulu
Ümit Aykut Aktaş
Su Başbuğu
Sanem Bozkurt
Özge Calafato
Hande Ortaç
Aylin Sökmen
Engin Türkgeldi
Tasarım&Uygulama
Su Başbuğu
Zeytinyağlılar
Yemekyemek - Hekim Ali Babacan
Ben Gidiyorum - Mevsim Yenice
Salatalar
Pazar Yerleri - Jasmin Traub
Yöresel Tatlar
Ne Yersen O’sun - Sanem Bozkurt
Sindirim Sistemi - Engin Türkgeldi
Yiyon Yiyon Kilo Almıyon - Ümit Aykut Aktaş
Etsiz Yemekler
Bir Vejetaryenin Paris Sevgisi - Tuğba Çelik
Ya Evde Yoksan - Engin Barış Kalkan
Etli Yemekler
Bayram Sofrası - Hande Ortaç
Istanburger - Aylin Sökmen
Metropol, Geçmiş ve Roman: Et Üzerine Bazı Geçişler
- Mert Tanaydın
Tatlılar
Andre ile Akşam Yemeği, Nick Cave’le Yağ Sürülmüş
Ekmek - Nil Kural
Karnı Delik Şehir - Firuz Kutal
Soğuk İçecekler
Mahrumiyet ve Hasret Anıları - Özlem Yüksel
Isırık - Engin Turkgeldi
Sıcak İçecekler
Nassaulu İsa - Fuat Sevimay
Şehrin Oburları - Özge Calafato
[email protected]
www.altzine.net
Şerbetler
Bir Tabakta Aynaya Bakmak - Yekta Kopan
İşte bir mevsim daha döndü ve yeni altZine ikinci sayısı ile
yaza hazır.
altZine, 2015 yaz sayısında Şehir ve Yemek ilişkisini masaya
yatırıyor.
Yemek; temel ihtiyaç, lüks, zevk, ıstırap, mutluluk, eksiklik,
kültür, gelenek, değişim, statü, kimlik, üretim ve tüketim olarak
karşımıza çıkabilen zengin bir kavram. Biz de meyhanelere,
hamburgercilere, kafelere, mülteci kamplarına, pazar yerlerine,
bayram sofralarına, işporta tezgâhlarına, tatlıcılara, asker
mutfaklarına uğrayan, kimi zaman evlere kimi zaman uzak
ülkelere uzanan bu sayımızda yemeklerin şehri, şehrin de yemek
alışkanlıklarımızı nasıl tanımladığını ve tabii bu etkileşimin
merkezindeki insanı anlamaya çalıştık.
Lezzetli olduğu kadar doyurucu bir sayı hazırlamak üzere
birlikte yola çıktığımız, altZine’e yazı, çizim ve fotoğraflarıyla
katkıda bulunan tüm dostlarımıza ve 2015 yılı itibariyle dönüşen
altZine’i bu süreçte yalnız bırakmayan tüm okurlarımıza sonsuz
teşekkürlerimizle.
Afiyet şeker olsun
Engin Türkgeldi & Özge Calafato
2
Simit ile Kuru Mama
Metin ve Fotoğraflar: Rosalino Levantino
Martıların simide, kedi ve köpeklerin kuru mamaya talim
ettikleri dönemden epey önceydi. Babamın eve getirdiği tahin ile
pekmezi karıştırmak, lunaparkta yağlı boyalarla simetrik resimler
ortaya çıkarmak kadar büyüleyici, kaymağı özenle sıyırdıktan
sonra yoğurttan bütün aileye yetecek miktarda ayranı elbirliğiyle
hazırlamak, laboratuvarda kimyasal deney yapmakla eşdeğerdi.
Adalardaki çam ormanlarına dadanan kese böcekleriyle mücadele
o zamanlar DDT ile yapıldığından ilaçlama sırasında biz de
nasibimizi alır, pek umursamazdık; biz hâlâ hayattayız, böcekler de
büyük yangından geriye kalan tek tük çamda direniyor…
Kışın, havanın çok soğuk olmadığı cumartesi veya pazar
günleri günübirliğine adaya giderken Mısır çarşısından ucuz balık
ne varsa, birkaç kilo alınır, bazen de bir miktar koyun akciğeriyle
Sarnıç Sokağı ve çevresindeki kedilerin menüsü hazırlanırdı.
Yetmişli yılların sonuna doğru Burgaz’a kasvetli bir hava
hâkim olmuş, adayı 74’ten sonra terk eden Rumların gazına gelen
babam iki katlı ahşap evimizi satıp istemeye istemeye Yunanistan’a
göç etmeye hazırlanıyordu. Adada sık sık toplanan “anarşistler”
güvenlik kuvvetlerinin dikkatini çekmiş, ufak çaplı bazı çatışmalar
sonrasında Burgaz’ın tekinsiz atmosferi babamın tedirginliğini
arttırmıştı.
Sait Faik’in bahçesi o zamanlar uzun saçlı bir insanın
sevişme sonrası hâline benziyordu, oysa Mehmet bey, döküntüleri
mermerlerini lekelediğinden hafta içi biz yokken, bahçemize sızıp
ceviz ağacımızı kökünden kesmişti. Bir azınlık olarak fazla söz hakkı
olduğunu düşünmeyen babam durumu polislere ihbar etmekten
imtina etmiş, oysa yıllar sonra duyduğum kadarıyla aynı komşu
akabinde Yıldız’ların koca dut ağacına da kıymıştı. Tabii ki biz
3
çocuklara olumsuzluklar mümkün
olduğunca hissettirilmemeye çalışılıyordu ama biz yine de hâlimizde bir
eğretilik sezinliyorduk. Her şeye
rağmen, kısa bir süre sonra oraları
terk edeceğimizi bile bile Sarnıç
Sokağında kumanya dağıtmaya
aynen devam ettik.
Adaya istavrit veya hamsiyle
vardığımızda kedileri çiğ balıkla
beslemek gayet kolay oluyordu,
oysa akciğerlerin fazlasıyla iptidai
mutfağımızda haşlanması anneme
ekstra bir angarya anlamındaydı,
kokusu da cabası… Hiçbir kedinin
yazın bile evimizde yaşamasına izin
verilmezdi ama mutlaka bir esas
kedimiz, bir de yıllardır tanıyıp
sevdiklerimiz vardı. Yemek dağıtımı
yapılırken
tüm
bildiklerimizin
beslendiğine emin olmak için
pisipisi diye nefesimizi tüketene
kadar neredeyse bütün mahalleyi
dolaşır, bir tanıdığımızı bulamazsak
üzülürdük.
Tek gözüne perde inmiş
kedim Pisinelo bir ara görünmez
olmuştu. Siyah ve gri tüyleri uzun,
kuyruğu da gayet gösterişli, terbiyeli,
sevimli ve sevecen bir yaratıktı.
Aradan bir hafta geçtikten sonra
ortaya çıktı fakat gayet hâlsiz ve zayıf
görünüyordu, üstelik ağzı hep açıktı.
Önüne konan yemeğe tenezzül
etmemesi de iyiye işaret değildi.
Aradan on beş gün daha geçince
zayıflık hâli belirginleşti. Miyavlamaya çalışıyor, mütemadiyen açık
duran ağzından belli belirsiz bir ses
çıkıyordu. Yemeğe deli gibi saldırıyor
ama yiyemiyor, su da içemiyordu. Ben
onu sevmek ve sakinleştirmek için
yakalamaya çalışıyordum ama aynı
yerde sabit durması mümkün değildi.
Bir hafta sonra huzursuzluğu iyice
artmış, oradan oraya koşturuyor,
fakat hâlâ ne yemek yiyebiliyor, ne
de su içebiliyordu. Bir süre daha
4
5
geçtikten sonra babam Pisinelo’nun
ağzında bir sorun olduğuna delalet
etti ve artık yakalanması iyice
imkânsızlaşmış olmasına rağmen
arkadaşım Jean-Luc, atik hareketleri
sayesinde onu boynunun arkasından
tutarak zapt etmeyi başardı. Babamın
amacı ağzına buco bleu damlatmaktı,
Pisinelo çırpınıyor, bir deri bir kemik
kalmış olmasına rağmen delice
bir enerjıyle elimizden kurtulmaya
çalışıyordu.
Babam, “Çenesini arkadan
tut ve ağzını açmasını sağla,”
diyordu, ama Pisinelo’yu kontrol
etmek imkânsızdı. Jean-Luc kendini
tırmalatmamak
için
uğraşırken
söylenenleri uygulamaya çalışıyor,
kedinin paniği hepimizi telaş içinde
bırakıyordu.
Sonra, tam olarak ne olduğunu anlamadığımız bir anda
Pisinelo’nun ağzından bir şey havaya
fırladı ve aynı anda babam ilaç
şişesinin neredeyse tümünü kazara
kedinin boğazından aşağıya döktü.
Pisinelo aniden sakinleşti, oturarak
yutkunmaya başladı, dakikalarca aynı
hareketi sürdürdü. Ağzından çıkan,
tavuğun boğazındaki kemiklerden
biriydi,
sonradan
öğrendiğimiz
kadarıyla yuvarlak şekli ve dört yana ayrılan çıkıntılarıyla kedilerin
boğazına da tam oturan ve onlara asla
yedirilmemesi gereken bir kemikmiş.
Pisinelo bir süre daha yutkunduktan
sonra önce uzun uzun su içti sonra
ufak parçalara bölünmüş yemeğini
yedi, birkaç sene daha yaşamayı
başardı ama biz de artık o mahallede
yoktuk. Neyse ki ihtilal sayesinde
Yunanistan’a göç etmemize gerek
kalmamış, sadece Gezinti Caddesi’ne
taşınmamız yetmişti. 11 Eylül akşamı
doldurduğum hayatımın ilk sportotosu, sokağa çıkma yasağı yüzünden bayiye ulaşmamış, benim de ilk
ve son teşebbüsüm olarak kalmıştı…
Şimdiki kedilere bakıyorum
da, görünüşleri, duruşları, tavırları,
hatta pozları bana bildiğim kedilerden farklı geliyor, acaba yediklerinin
bunda payı var mıdır acaba?
Ya martılara ne demeli?
Battal boy olan yerlileri bir tarafa
bırakırsak, ufak tefek ve sevimli olan
diğer martılar, yazları kuzey ülkelerine
göç ettiğinden, susamın ve hamurun
bedenlerine etkileri fark edilip bazı
bilim odaklarınca incelemeye alınırsa,
bu tip beslenmenin tabiatlarına
zararları ortaya çıkarılabilir. Bunun
neticesinde Türkiye uluslararası
bir adalet makamında, bu sefer de
doğanın dengelerine zarar vermekten mahkum edilebilir. Bu tazminat
ödense de ödenmese de korkarım
ki, Şehir Hatları vapurlarındaki
alkollü içecek ve sigara yasağına bu
vesileyle bir yenisi eklenir, çoğu Arap
olan turistleri mutsuz etme pahasına
martılara simit atma yasağı çok dilli
anonslarla patlak megafonlardan
tekrar tekrar duyurulur…
6
Cafe Mandala
Orhan Cem Çetin
7
Azdan Seçmeli Yemek Listesi
Akın Çetin
Sevgili Sevgili,
Günün olayına çok güleceksin. Sonrasında gezegende bana
en çok değer veren insan olduğun için ülkenin öbür ucundan birkaç
kilo mandalina göndermek isteyeceksin. Koltuğunu dik konuma getir
lütfen, olay şu: Yapılan aramada üç mandalinayla yakalandım,
mandalinalarıma el konuldu ve çöpe atıldılar. İnsanın mandalinayla ne alıp veremediği olur, anlayabilmiş değilim. Manav gibi
gezinmeseymişim, hemen yeseymişim. Mutlu zamanlarımda kendimi
ödüllendirmek için saklıyordum o mandalinaları!
Akşam yemeğinde şunlar vardı: Kıymalı çorba, patatesli
börek, mercimek. Evet, Kıymalı çorba (Böyle deyince suratının
buruştuğunu görür gibiyim). Bu dediğim şeyin aslının düğün çorbası
olduğunu söyledi bir arkadaş. Kıyma yerine et olması gerekiyormuş,
öylesi daha güzelmiş. Böyle su gibi değil de daha kıvamlı, pul biberli
derken masanın kenarından kaptığı gibi bolca pul biber serpti çorbaya. Karıştırıp tadına baktı ama hoşnut kalmadı. Ben dokunmadım
çorbaya. Aslında almazdım bile ama komutan başımızda durup her
yemekten almamız konusunda kesin emir verdi. Bu çorbayı niye
yaptıklarını bilmiyorum. Her seferinde iki karavana da olduğu gibi
çöpe gidiyor. Biz de bir kısmını ayırıp, içlerine ekmek doğrayıp
köpeklere veriyoruz.
Patatesli böreğin hamuru acayip sertti. Senin dişlerin nasıl
keskindir bilirim ama sen bile kemirmekle uğraşmazdın. Patatesin miktarını sorarsan, o konuda hiç de cimri davranmadıklarını
söyleyebilirim. Kenarlarından taşıyor. İstanbul pastanelerinin
8
poğaçalarından, böreklerinden yakındığım zamanları hatırlıyorsundur. İçine bir
şey koymadıklarını, sadece koklattıklarını söylerdim. Neyse ki burada öyle bir
şeyle karşılaşmadım hiç. Kantinin içli simitleri gerçekten içli. Ağzına değişik bir
şeyler gelmesi için ortasına ulaşmayı beklemen gerekmiyor. İlk ısırıkta sucuğa,
peynire ya da zeytine ulaşabiliyorsun.
Geleyim mercimek yemeğine. Burada bulunduğum süre içerisinde mercimek yemeğiyle üçüncü ya da dördüncü kez karşılaşıyorum. Büyüklerimin yıllardır
anlattıklarına göre az yani. O değil de geçen gün canım nasıl karışık tost istedi
anlatamam! Ve bizim taburda tost satılmıyor! Subay Gazinosu’nda belki vardır
ama çevrem o kadar geniş değil. Bizim komutandan istesem yardımcı olabilirdi
ama onunla da yüz göz olasım yok. Ben ne yaptım dersin, oturdum karışık tostla
ilgili iki sayfalık yazı yazdım. Böyle şeyler geldi mi üst üste gelir, bilirsin. Karışık
tosta dair hislerim yerini senin makarna salatana bıraktı. O kırmızı biberleri
hoşuma gitmediği için doğramıyordun artık. Fakat sen seviyordun biberleri. Benim
için doğramadığın gibi ben de senin için doğramalıydım. Bunu biraz geç fark
ettim. Biraz değil epey geç fark ettim. İlk fırsatta makarna salatası yapacağız
ve içine o koca kırmızı biberlerden de doğrayacağız. Benim tabağıma karışan
biberleri senin tabağına transfer edeceğiz, hepsi bu. Bu kadar basit işte.
İnsan kaşarlı kuşbaşılı pideyi özleyip de hüzünlenir mi yahu? Askerdeyken hüzünlenir işte. Zaten insan yanıbaşında ne yoksa onu özlüyor.
Yarım günde hazmedemediğimiz, gecenin bir vakti midemizden gırtlağımıza doğru
tırmanan lahmacunları bile özlüyorum. Dalgınlığım yüzünden yanında ayran sipariş ettiğim mantıyı, otelin karşısındaki köftecide acı sosla birlikte gömdüğümüz
köfteleri, güneşin batışına doğru götürdüğümüz tatlıları... Tatlı deyince burnumun
direği sızladı yine bak! Yukarıdan aşağıya üç, soldan sağa dört sıra bisküvi. En
alttaki yarımlık yere enlemesine dizilmiş üç adet bisküvi. Üstteki katta aynı
mantık tersten işleyecek. Çünkü katlar sağlam olmalı! Yarım tencere süte bir
paket çikolatalı, bir paket de bitter çikolatalı dökülmeli ve tozu ciğerlere çekilmeli.
Önce açık, sonra kısık ateşte yoğunlaşıncaya kadar karıştırılmalı. “İçine biraz
sevgi kattık” esprisi olmazsa olmaz. Burada bisküvi pastası arayacak kadar aklımı
yitirmedim henüz. İçinde pirinç tanesi bulduğum sütlacı öpüp başıma koyuyorum
zaten. Geneli cıvık pudingden hâllice çünkü.
Şöyle bir göz atınca biraz isyankâr bir mektup olduğunu fark ettim.
Bakma yazdıklarıma, çoğu abartı, durduk yere haksızlık etmeyeyim şimdi. Birilerinin meslekleri gereği yüzlerce kişiye yemek hazırlaması başka bir şey, karı
kocaların yiyecek içecek hazırlama anlarını ufak çaplı bir ayine dönüştürmeleri
çok başka bir şey. Sorun biraz da seninle birlikte zirveye ulaşmış olmam.
9
Senden sonra düşüş başladı hâliyle. İnsan senin yemeklerini yedikten sonra
buradakilerle karşılaşınca orduya dava açsam kazanırım herhâlde diye iç geçiriyor
ister istemez. Bir de ‘sevdiğim herkes ve her şey dünyanın öbür ucunda hissi’
böyle bir şey midir diye düşünüyor.
Not: Bakla ile yapılacak kestane şekerine benzer bir şeyden söz etmiş miydin,
yoksa bunu şu an ben mi uyduruyorum?
Yerim,
Sevgilin.
10
Rüzgarı Yemek Gerek
Borga Kantürk
Her günün sabahı
Bir yerden diğerine doğru serilmek.
Geceden gündüze başlayan gündelik serüven.
İştahsız bir tekrar.
Yatağa serilmek ile yeni güne serilmek arasında yaşanan sersemlik hissi…
Açlık bile daha başlamamış.
Mütevazi bir yelkenli ile denize açılan, üstüne üstlük
Okyanus aşırı bir seyahati göze alan o gezgini düşün.
Serüven, seyahat fikrine olan açlığını.
Zamanı anlamsızca yiyip tüketmek…
Aslında burası belirsiz, zamanla beraber sen mi ufak ufak kemiriliyorsun?
Parçalara bölünüp yutuluyorsun?
11
Yoksa zorla önüne konan bir zaman aralığı öğütmen parçalaman gereken mesailer mi var.
Zaman dâhil herkes birbirini yiyor! Lezzetsiz bir koşuşturma.
Senin adına organize edilmiş planlanmış zamanın oburca tüketilmesini
Hatta seninle birlikte tüketilmesini seyretmekten bıkkın aynı güne seriliyorsun.
Başlangıcı geciktirdikçe, sana ayrılan yeme, atıştırma zamanını bu aralıklarda dalıp gitme, zihninde
serüvenlere yelken açma boşluğunu giderek daraltıyorsun.
Apar topar bir hazırlık, peynir dilimi, raftaki bıçak, tarihinin geçmediğini umut ettiğin bir dizi sandviç
ekmeği, peçeteler, yemeye zamanın kalmıyor çoğunlukla, yolda yanında taşımak için şeffaf plastik
torba, her güne bir adet.
İş günlerinde hep bir tükenmişlik sendromu, iştahsızlık
Yolda acıkırsın, neyse ki vapurla seyahat ediyorsun,
Deniz üzerinde mesafeler ve zaman daha da belirsizleşiyor, bir nevi kısa da
Olsa gündelik egzersiz olarak o denizci, gezginin hissine yakın olabiliyorsun.
Bugünde yaşıyor olmak için, mutlu bir serüven anı yakalamak için.
Yemek yemeye girişmek bir çözüm olamaz ancak tek sığındığın kendine ait kopardığın zaman o
yeme hazırlığını yaptığın süreçler.
Seni ve beynini vahşice yemeye çalıştıkları saatsizce her daim aç gözlü bir şekilde kemirdikleri o
kavgacı ortamdan hızlıca uzaklaşmak istiyorsun.
Yelken açmak, denizlerin zamansızlığını rüzgârın sakinliğini aramak var zihninde, Sıkılgan rüzgârlar
esiyor içerden, sen inatla işe giderken havalanmış, dalgalanan Saçını yatırmaya çalışıyorsun, çantana
attığın üçgen tost, unutmaman gereken Anahtar, çünkü diğer güne uyanacağın yer aynı yer, dönüşü
olan yolculuğa Çıkıyorsun neticede.
Hafta sonunu bekliyorsun. En azından güne serilip engin bir yemek masasında açılmak, çok derine
gitmeden, huzurluca kahvaltını bitirmek, peçetelerini sakin sakin tabağa bırakmak.
Biraz olsun seni yiyip bitiren zamanı sakinleştirmek.
Beraber küçük ısırıklar almak, uzlaşmak...
12
BM Dünya Gıda Programı’ndan (WFP)
Suriyeli Sığınmacılara Gıda Yardımı
Yazı ve Fotoğraflar: WFP/Berna Çetin
Suriye krizi beşinci yılına girerken Suriye içinde yerinden
edilen veya komşu ülkelere sığınmak zorunda kalan Suriyelilere
yardım için ulusal ve uluslararası pek çok kuruluş seferber
oldu. Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı (WFP) da bu
kuruluşlardan biri. WFP, Mayıs 2012’de Türk hükümetinin yaptığı
çağrının ardından, Ekim 2012’de gıda yardımını uygulamaya
koydu. WFP, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın (AFAD)
kontrolünde Kızılay ile birlikte gerçekleştirdiği E-Gıda Kartı
Programı sayesinde şu an 11 kampta yaklaşık 154 bin sığınmacıya
gıda yardımında bulunuyor.
WFP, AFAD ve Kızılay ile işbirliği çerçevesinde kamp
dışında yaşayan ihtiyaç sahiplerine de ulaşarak benzer bir
uygulamayı hayata geçirmeyi planlıyor. Yine yerel ekonomiye
katkıda bulunacak bir sistemle en çok ihtiyaç içinde olanları
belirleyerek gıda yardımında bulunacak.
Yayladağı Kampı
13
Suriye’deki şiddetin artmasına paralel olarak nüfusun diğer
komşu ülkeler gibi Türkiye’ye akışıyla
kamp ve şehir nüfusları sürekli bir
şekilde artıyor. Bugün savaştan kaçıp
Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin sayısı
1.8 milyonu aştı. Böylece Türkiye en
çok Suriyeli sığınmacı barındıran
komşu ülke hâline geldi. Kızılay
ve WFP’nin işbirliği, insanların
acılarını önlemek, hafifletmek ve
saygılı, itibarlı destek programlarıyla
insanların hayatlarını ve geçimlerini
korumak gibi ortak amaç ve
değerlere dayanıyor.
Dört yılı aşkın süredir
devam eden kriz nedeniyle milyonlarca Suriyeli yerinden edildi ve
gıda yardımına ihtiyaç duyuyor. Bu
büyük miktardaki yardımlar için de
sürekliliği olan kaynaklar gerekiyor.
Bağışçıların bugüne kadar yaptığı
cömert yardımların artarak devam
etmesi hayati önem taşıyor. Çünkü
özellikle çocukların sağlıklı bir
gelişim göstermesi, insanların sağlıklı
beslenmesi için bir defaya mahsus
değil her gün, günde üç öğün
yiyeceğe ihtiyaçları var.
Yayladağı Kampı
Hikâyeler ve Umutlar
Suriyeli sığınmacıların her
birinin benzer kaçış hikâyeleri ve
benzer umutları var. Her biri ya bir
bombanın evlerini harap etmesiyle
ya da ailelerine zarar geleceği korkusuyla bir anda karar verip Türkiye’ye
gelmiş. Her ne kadar kamplarda
Türk hükümetinin ve BM kuruluşlarının yardım faaliyetleri olsa da
sonunda krizin sona ermesini ve
kaldıkları yerden hayatlarına devam
etmeyi istiyorlar. Hepsinin hayali
çocuklarının kendi topraklarına
güvenle yaşamaları. Latakya’dan
gelen Azize’nin iki çocuğu var, eşi
Suriye’de kalmış. En çok zorlandığı
şey çocukları hastayken tek başına
onlarla ilgilenmek. “Hasta olduklarında günlerce uyumuyorum,” diyor.
Kaldığı Islahiye kampı sınıra çok
yakın. Bu nedenle onla konuşurken
bombalamaları duyuyoruz. “Bomba
seslerini duyduğumda sanki benim
başıma düşüyor. Sonra eşimi arıyorum, içim biraz rahatlıyor,” diyor. Tüm
bu endişeleri arasında onu rahatlatan
iki şey var, biri kampta aldığı örgü
dersi, diğeri de gıda yardımı:
“Örgü örmeyi kampta
öğrendim, öğretmenim ve annem
çok yardımcı oldu. Kazaklar, şallar
örüyorum, beni meşgul ediyor. Gıda
yardımı sayesinde de en azından
çocuklarımın beslenmesi için endişe
etmiyorum.”
Boynuyoğun kampında yaşayan Nejla ise iki çocuk annesi ve
üçüncüyü bekliyor. Bir ağabeyini
kaybetmiş, annesi de bu yüzden
14
Suriye’yi terk etmiyor. Nejla annesi
için endişe duyuyor. Nejla için e-gıda
kartı programı aynı zamanda geçimlerine yardımcı oluyor, çünkü eşi
Nidal, program kapsamında kampta
açılan markette çalışıyor.
Abdulkerim, karısı ve üç
çocuğuyla Suriye’den gelmiş.
“Evimize 20 metre uzaklıkta
bir tank patladı, biz de kaçmak zorunda kaldık,” diyor. Ancak evli olan
üç kızı hâlâ Suriye’de. Ülkesindeki
günlerini özlemle anıyor:
“Bahçem, zeytin ağaçlarım
vardı. Zamanımın çoğunu orada geçirirdim. Şimdi onlara ne olduğunu
bilmiyorum. Tüm olanları anlamakta
zorlanıyorum. Biz kardeştik. Ama
şimdi ülkemizden kaçmak zorunda
kaldık. Ve çok özlüyoruz.”
Ayyuş, 80 yaşında, sevgi ve
umut dolu. Bir oğlunu kaybettikten
sonra kendini torunlarına adamış.
Fotoğraf çekmek için izin istiyorum,
fotoğrafın bir kopyasını da kendisi
için istiyor, böylece ülkesine döndüğünde bizi hatırlamak istediğini
söylüyor, “Türkiye’yi çok seviyorum.
WFP’yi bize gıda yardımı yaptığı
için çok seviyorum. Kalbimde herkes
için yeterince sevgi var. Burada yiyip
içiyoruz, mutluyuz, bir tek ülkemizi
özlüyoruz.”
Tek isteği torunlarının kötü olan her şeyden uzak olması
ve sağlıklı bir şekilde büyümesi.
Kendisi için istediğiyse torunlarına
bakabilmek için ömür.
Yayladağı Kampı
Suriye Mutfağının Leziz Yemekleri
Sığınmacılara gıda yardımı
için verilen e-gıda kartları, onların
kendi damak tatlarına uygun yöresel
yemeklerini pişirmelerini sağlıyor.
Suriye, zengin bir mutfağa sahip.
Bu nedenle kamplarda dolaşırken
çadırlardan, konteynırlardan yayılan
yemek kokularının peşine düştüğümüzde birbirinden lezzetli yemekler
piştiğini görüyoruz. Böylece Suriyeli
sığınmacıların kamplarda yapmaya
devam ettikleri geleneksel yemeklerinden oluşan bir yemek kitabı
projesi doğuyor. Kurum içinde proje
diğer ülkelerle de paylaşılıyor ve
projeyi WFP’nin global web sitesine
taşıma fikri ortaya çıkıyor. Her
Perşembe www.wfp.org adresinde
yenilenen Voucher Chef bölümünde
Suriyeli sığınmacıların yaptıkları
yöresel yemekler ve aşçının kişisel
hikâyesi anlatılıyor. Misafirlere sunulan özel yemeklerden hastalara
yapılan şifalı çorbalara, herkesin
bildiği falafelden özel baharatıyla
yapılan kepsiye kadar birçok yemek
tarifi ve bu yemek tariflerini veren
aşçıların hikâyelerini web sitesine
taşıyoruz. Falafel, kepsi, lahmussiniye, meymuni, mulhiye, shurbitruz,
zırhk, kufte, maklube, tebbuli tarifini
15
aldığımız, tadına baktığımız, aşçısının
hikâyesini dinlediğimiz yemekler.
Suriye yemeklerini merak edenler
ve denemek isteyenler için bir tarifi
de paylaşalım ama önce aşçımız
Nejla’nın hikâyesini okuyalım.
Nejla’nın Hikâyesi
Nejla 32 yaşında, bir oğlu
ve bir kızı var, bir de bebek bekliyor.
İdlib’in Cişri Şugur kasabasından
4 yıl önce Boynuyoğun kampına
gelmişler. 6 aylık hamile olmasına
rağmen çok zayıf olduğu için anlaşılmıyor. Eşi Nidal, çok az yemek
yediğinden şikâyet ediyor. Savaşta
erkek kardeşini kaybetmiş. Annesi
de bu yüzden Suriye’yi bırakmıyor,
Nejla annesi için çok endişeleniyor.
“Her yerde tanklar vardı ve
evlerimize girmeye başlamışlardı.
Çok korktuk, kaçmak zorunda kaldık.”
Kaçışlarını böyle anlatıyor.
Geldiğinden beri hiç Suriye’ye
gitmemiş. Annesini ve ülkesini özlese de gidip ziyaret edemiyor:
“Annem ve kız kardeşlerim orada.
Erkek kardeşim Şam’da öldürüldü,
bu yüzden de annem Şam’da
kalmak istiyor. Telefonda çok kısa
konuşabiliyoruz. Gidip göremiyorum
çünkü savaş devam ediyor.”
Günleri Suriye’dekine benzer geçiyor: çocuklarıyla ilgileniyor,
yemek pişiriyor, temizlik yapıyor,
kamptaki komşularıyla sohbet ediyor.
Eşi kamptaki markette çalışıyor.
E-gıda kartı programı bu yüzden
Nejla’nın ailesi için ayrı bir önem
taşıyor. Nejla, e-gıda kartını sıcak
yemek verilmesine tercih ediyor:
“Çocuklarım ne istiyorsa
onu pişirebiliyorum. Allah’a şükür
istediğimiz yemekleri pişirip yiyebiliyoruz. Suriye’de kalsaydık yemek
bulmakta zorlanırdık. Oradaki akrabalarım yiyecek bulmanın çok zor
olduğunu söylüyorlar.”
Konuşmasından, gözlerinden, ülkesini ne kadar özlediği anlaşılıyor Nejla’nın. Yemek pişirip komşularıyla vakit geçirerek normal bir
hayat sürdürmeye çalışıyor.
KEPSE
Nejla’dan
Seviye: Zor
Hazırlık Süresi: 15 dakika
Pişirme Süresi: 45 dakika
Kişi: 6
Malzemeler: Bir bütün tavuk, 5-6
karanfil tanesi, 1-2 defne yaprağı, 1
soğan, karabiber, kırmızı biber, tarçın,
1 kilogram pirinç.
Sos: 2-3 soğan, 3 kırmızı tatlı biber, 3
yeşil tatlı biber, 2 domates.
Tavuğu büyük bir kaba alın, karanfil,
defne yaprağı ve diğer malzemeleri
ekleyip haşlayın. Haşlandıktan sonra
küçük parçalara ayırın. Haşladığınız
tavuğun suyunu saklayın.
Soğanları, kırmızı ve yeşil biberleri
küçük küçük doğrayın. Bir tavaya
yağ koyup doğradıklarınızı tavada
çevirin. 5 dakika kadar pişirin. Yarım
kilo domatesi rendeleyin. Bunu da
tavaya aktarıp 5 dakika kadar pişirin.
Tavuk parçalarının yarısını bir
16
tencereye alın. Kepse baharatından
ekleyin. Tavuk suyunu tencereye
aktarın. 1 kilo pirinci yıkayıp tencereye koyun. Pirinçler pişene kadar
orta ateşte ocakta pişirin. Kalan
tavuk parçalarını ekleyin.
Kepse özel günlerde pişiriliyor. Ama Nejla, çocukları sevdiği
için sık sık pişiriyor. Tavuk kullanıldığı
için pahalı bir yiyecek:
“Bu yemeği Türkiye’ye
gelmeden önce bilmiyordum. Suriye’deyken eşim bir restoranda çalışıyordu ve bize oradan yemek
getiriyordu. Bu yüzden Suriye’deyken
çok yemek yapmazdım. Şimdi yemek
pişirmeyi seviyorum çünkü böylece
vakit çabuk geçiyor.”
Yayladağı Kampı
E- Gıda Kartı Programı Nedir?
WFP ve Kızılay’ın işbirliğiyle
geliştirilen e-gıda kartı programı
ile Suriyeli sığınmacı ailelere
e-gıda kartı dağıtıldı. 2012’de başlayan program, 2014 yılında tüm
kampları kapsadı. WFP tarafından
Kızılay kartına aylık kişi başı 50 TL
yatırılıyor. AFAD da AFAD kartıyla
gıda ve gıda dışı ürünler için 35 TL
yardımda bulunuyor. Kamp içinde
kurulan ve şehir merkezlerindeki
anlaşmalı marketlerden bu kartlarla
alışveriş yapılabiliyor. Böylece Suriyeli sığınmacılar kendi damak
tatlarına uygun yöresel yemeklerini
pişirebiliyorlar. Ayrıca alışverişe
gitmek ve yemek yapmak da kamp
ortamında yaşayan sığınmacılar
için sosyal bir aktiviteye dönüşüyor.
Sığınmacılar, sıcak yemek dağıtımı
yerine e-gıda kartını tercih ettiklerini belirtiyorlar. Son olarak
program direkt olarak yerel halkı
etkiliyor çünkü ödenekler tamamen
yerel esnaf tarafından sahip olunan, yönetilen ve tedarik edilen
dükkânlarda kullanılıyor.
2014 Yılı Rakamları
2014 yılı boyunca Türkiye’de
21 kampta yaşayan yaklaşık 220
bin Suriyeli sığınmacı WFP’nin
gıda yardımından yararlandı. Yıl
boyunca
gerçekleştirilen
gıda
yardımı, yakla-şık 160 milyon öğüne
denk geliyor. Sadece 2014 yılında
e-gıda kartına yüklenen toplam
para, 65 milyon doların üzerinde.
WFP Türkiye Temsilcisi Jean-Yves
Lequime, “Suriye krizinden kaçmak
zorunda kalanlara gıda yardımında
bulunmak için Türkiye’de AFAD ve
17
Kızılay ile işbirliği içinde çalışmaktayız. Bunlar ortaklarımızla birlikte
gerçekleştirdiğimiz
çalışmalar.
Ortaklarımıza ve bağışçılarımıza
bu başarıya ulaşmamızı mümkün
kıldıklarından
dolayı
içtenlikle
teşekkür ediyorum. Bizim için en
büyük ödül ortaklarımızla işbirliği
içinde hayatlarına dokunduğumuz
çocukların yüzlerinde gördüğümüz
gülümsemelerdir,” dedi.
WFP global faaliyetlerini
desteklemek üzere birçok ülkeden
gıda satın alımı yapıyor. Türkiye 2014
yılında gıda malzemeleri satın alıp
bunların dağıtılmasında dünyadaki
temel ülkeler arasında bir numara
oldu. Türkiye’den satın alınan gıda
malzemelerinin yaklaşık yüzde 60’ı
Suriye içine ve bölgedeki ülkelere
gönderiliyor. WFP, 2014 yılında
Türkiye’den 273 milyon doların üzerinde gıda satın alımı yaparak global
gıda yardımı faaliyetlerinde kullandı.
Gıda satın alımı ve e-gıda kartı
programıyla birlikte WFP tarafından
Türkiye ekonomisine aktarılan miktar,
yaklaşık 2014 yılı içinde 340 milyon
dolar.
2011’de krizin başlamasından
itibaren WFP, savaşa ve ulaşım
problemlerine rağmen Suriye içinde
yerinden edilmiş milyonlarca kişinin
ve Türkiye, Lübnan, Ürdün, Irak ve
Mısır’da yaşayan milyonlarca Suriyelinin gıda ihtiyaçlarını karşılamada
başarılı oldu.
Akçakale Kampı
Karkamış Kampı
Öncüpınar Kampı
Viranşehir Kampı
18
Diktatörler Ne Yer?
Özge Dinç
Yemek dosyasına daha iştah açıcı bir konuyla katılmak isterdim, ama
elimde değil, diktatörlerin nasıl beslendiklerini merak ediyorum.
İşte yakınlarda çıkan Diktatörlerin Akşam Yemeği kitabından
öğrendiklerimden bazıları: Mussolini’nin canı sadece çiğ sarımsak
çekiyor, Ugandalı diktatör İdi Amin, “İnsan eti sevmiyorum, bana
çok tuzlu geliyor,” diyor, Hitler vejetaryen olmasına rağmen içi
doldurulmuş güvercine dayanamıyordu.
Aslına bakarsanız küçücük gezegenimizde hepi topu
7 milyar insanız ve pek çok yönümüzle birbirimize benziyoruz.
Ancak bin yıllardır icat ettiğimiz alanlar, birbirimizden ayrıldığımız
noktalara odaklanıyor ve böylece farklı yönlerimize bakarak
kendimiz hakkında da bir miktar bilgi sahibi olabiliyoruz.
İnsanı sınıflandırmak için ırkı, ten rengi, boyu, inancı, dili
ve coğrafyası yanında karakteri hakkında sınıflandırma yapabilmek
için sevdiği renkten tutun, yüz şekline; tercih ettiklerine ve
etmediklerine bakılıyor; el yazısı inceleniyor. El yazısından karakter analizi yapılır da, insanın günde en az üç öğün yaptığı bir eylem
karakterini belirlemez olur mu?
Gastronom Anthelme Brillat-Savarin, 1826’da söylemişti
ilkin: “Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.”
Savarin diyordu ki, tercih ettiğin yemek senin kim olduğun
ya da en basit hâliyle ruh durumun hakkında bilgi verir.
Bugün ise iddianın biraz daha ileriye gittiğini görüyoruz.
Son yılların ünlü İngiliz televizyon programının sloganını hatırlayın:
You are what you eat. (Ne yersen osun.) Bu söz tercih ettiğimiz
beslenme tarzının kimliğimizi dahi belirleyebileceğini söylüyor.
Bugün dünyanın her yerinde bu sözü temel alan kitaplar yazılıyor,
19
yayınlar yapılıyor.
Vejetaryenlikle ilişkilendirilen ve bu sözü destekleyen teori, et
ağırlıklı beslenmenin insanı zamanla
hafif anlamıyla asabi kıldığı, sebze
ağırlıklı beslenmeninse daha sakin
biri yaptığı fikrinde. Nitekim bazı
öğretilerde yemek ve iştahla ilgili
yasaklar, bu inanışın bir benzeri.
İnsanın karakterinin yedikleriyle şekillendiği yahut da
karakterimize uygun yediğimizi
düşününce akla mühim bir soru
geliyor: Peki darbelerle ülkenin başına geçmiş ve nice hayatı
karartmış diktatörler nasıl besleniyordu? Beslenme tarzları bizden çok
mu farklıydı?
Melissa Scott ve Victoria
Clark’ın yazdığı Diktatörlerin Akşam
Yemeği adlı kitap, diktatörlerin
yemek
alışkanlıkları,
sevdikleri
yemekler, sofraları, hatta midebağırsak sorunları hakkında bilgi
veriyor; yemeklerin tariflerini de
olabildiğince sunuyor. (Niye “olabildiğince” olduğunu yazıyı okudukça
anlayacaksınız.)
Yemek alışkanlıklarına sahip
Avrupa, ABD, Asya, Orta Doğu, Afrika’dan 26 diktatörün yer aldığı kitabı
incelediğimizde gördüğümüz şey,
dünyanın farklı coğrafyalarında yetişmiş diktatörlerin ortak bir alışkanlıklarının olmaması. Ama nihayetinde
Ne yersen osun ya da Neysen onu
yersin sözlerini adeta kanıtlayan bir
ortak noktaları var: Kesinlikle normal
olmamaları…
Midemde Bir Tuhaflık
Bir diktatör olduğuna kimsenin itiraz etmeyeceği Hitler’in -bütün
tezleri çürütecek şekilde- vejetaryen
olduğunu duymayan kalmadı. Adolf
Hitler’in vejetaryen olmasının birkaç
tahmini sebebi var. İlki ıstakoz ve kaz
gibi hayvanların soyunun tükenmesi
karşısında duyduğu endişe, ikincisi
en sevdiği anti-Semitist besteci
Wagner’in de tezi olan, insanlığın
doğasının vejetaryen olduğu, ama
yamyam Yahudiler onları etoburluğa
zorladıkları için ete alıştığı ve saflaşması için doğaya dönmesi gerektiği,
üçüncüsü ise, bildik bir sebep: Kronik
kabızlık sorunu.
Ama Hitler’in vejetaryenlik
konusunda fanatik olduğunu söylemek güç; çünkü diktatörün en sevRio de Janeiro
diği yemek, dil, ciğer ve fıstıkla
doldurulmuş güvercin yavrusuydu.
Diktatörün sofra alışkanlıkları ise, gerçekten tiksindiriciydi.
Sofrada et yiyenlere çatalı bıraktırana kadar mezbahalarda gördüklerini anlatan Hitler, midesini kekle
doldurur, kalabalık bir sofrada bile
tırnaklarını yer, sık sık burnunu
karıştırırdı.
20
En büyük korkusu yemekten
zehirlenmek olduğu için on beş
kişilik bir çeşnici takımı oluşturmuştu.
Korkmakta haklıydı, zira savaştan
sonra bu takımdan sadece birisi sağ
çıktı.
Gürcü asıllı Sovyet diktatör
Josef Stalin’in Hitler’in korktuğu
şeyi yaşadığı, yani zehirlenerek
öldüğüne dair söylentiler varsa da,
onun oburluğunu ve ziyafetlerini
bilenler rahatlıkla yemekten ve
içmekten öldüğünü söyleyebilir. Sabahlara kadar içki içilen, atıştırmak
için altı saatte yenebilen yemeklerin
piştiği sofralarında, Stalin masadaki
misafirlerin kalkmasına izin vermez;
kaba konuşur, memurlarına domates
fırlatır, masadakilerin dans etmesini
ve şarkı söylemesini zorunlu tutardı.
Bu ‘Zorla eğleneceksin!’ masalarında
Sovyet devlet adamı Kruşçev’in altını
ıslattığı bile söylenir.
Ünlü İtalyan diktatör Benito
Mussolini, İtalyan mutfağına en az
Stalin’in Gürcistan mutfağına düşkün
olduğu kadar bağlıydı; ama bir obur
sayılamazdı. Patates püresinin baş
ağrısı yaptığını söyler, Ciambellone
kekine bayılırdı. En sevdiği yemek,
yağ ve limon eklenmiş çiğ soğanlı
salataydı. Kâsenin tamamını yer,
canı sadece kâseler dolusu çiğ
sarımsak çekerdi. Soğan ve sarımsak
yeme işini öyle abartmıştı ki eşi onu
odasında yalnız bırakıp çocuklarının
odasına saklandığını aşçılarına itiraf
etmişti.
Sağlıklı beslenmeye özen
gösteren Rumen diktatör Nikolay
Çavuşesku, yalnız şaraba dayanamazdı. Ancak onun sağlıklı beslenmesinin ardındaki sebep, zehirlenmekten duyduğu korkuydu. Asla
bir yabancının yaptığı yemeği yemez, resmi ziyaretlerde kendisine
sunulan her şeyi yere fırlatırdı. Yemekler odasına şifresi günlük olarak
değiştirilen, kapalı bir el arabasıyla
getirilirdi. Yine yurtdışı gezilerine bir
kimya mühendisi ve laboratuvarıyla
birlikte gider, midesine gidecek her
lokmayı analiz ettirirdi.
Irak diktatörü Saddam
Hüseyin’in zehirlenme korkusuna
bulduğu çare, biraz daha ilginçti.
Sarayındaki yirmi mutfak çalışanı,
bilim adamları tarafından iyice
kontrol edilmiş gıdalarla yapacağı
yemekleri günde üç kere aynı anda
pişirmek zorundaydı.
Saddam, formda olmak
istediği için yediklerine dikkat
ediyordu. Bedevi yemeklerini, deniz
ürünlerini ve sebzeleri seven Saddam
için gıda malzemeleri dünyanın
farklı ülkelerinden gelir; diktatörün
takıntısı yüzünden mutfağındaki
yemek her zaman taze olurdu.
Saddam, her zaman yemeğin yarısını
tabağında bırakır, çatal bıçaklar iyice
temizlenmemişse yemek yemezdi.
Kendisini rahatlattığı için
mutfağa girip yemek de yapan Saddam’ın bir keresinde yemek yerken
ağzındaki
zeytin
çekirdeklerini
tek tek tükürüp ‘Bir gün İsraillileri
topraklarından böyle çıkaracağını’
söylemesi ise unutulmaz anılar
arasına girmişti.
21
Libya lideri Muammer
Kaddafi’nin
yemekte
görmeye
dayanamadığı şey, Batı’nın ürettiği
kola idi. Kaddafi deve sütü, deve
etli kuskus ve geleneksel yemeklere
bayılır; asla içki içmez, ama İtalyan
yemeklerine dayanamazdı.
Atıştırmalıklar söz konusu
olduğunda hiçbir diktatör Malavi
lideri Hastings Kamuzu Banda’nın
eline su dökemezdi; çünkü Banda,
kurutulan ve atıştırmalık olarak
tüketilen mopane solucanlarına
bayılırdı. Hatta bu atıştırmalığı
gezilerde yanında taşıyıp çocuklara
da ikram ettiği söylenir.
Diktatörler arasında en
gösterişli ve ilginç isimlerden
birisi ise, Jean-Bédel Bokassa’ydı.
Bokassa, yamyamlığıyla ünlü M’baka
kabilesinden geliyordu. Hükümdarlık
yıllarında da bu sebeple sık sık
buzdolabındaki cesetlerden bahsediliyordu. Bokassa iddiaları reddetse
de, bir ziyafette Fransa Gelişme
Bakanı’na “Fark etmediniz, ama
törende insan eti yediniz,” demesi,
kafaları allak bullak etmişti.
Yamyam olduğu söylenen
bir diğer diktatör de Ugandalı
lider İdi Amin’di. Yıllarca İngiltere
kraliçesine aşk mektupları yazan İdi
Amin, yemek konusunda pek İngiliz
âşığı sayılmazdı. Uganda’nın ünlü
yemeklerinden kızarmış çekirgeler
ve cırcırböceklerine bayılan Amin,
özellikle portakala o kadar düşkündü ki cinsel iştah uyandırdığını
düşündüğü için günde kırk tane
yerdi. Yamyam olup olmadığı
sorusuna da “İnsan eti sevmiyorum,
bana çok tuzlu geliyor,” cevabını
vermişti.
Ekvator Gine’nin ilk başkanı
Francisco Macías Nguema da yamyam olduğu bilinen isimlerden
biriydi. Batı tıbbını yasaklayan,
büyücülüğün yeniden yükselmesine
neden olan liderin, insan kafataslarından oluşan bir koleksiyonu olduğu
söyleniyordu. İboga gibi kök kabuğu
olan uyuşturucu maddeleri o
kadar çok kullanıyordu ki, sonunda
gerçekleşmesi
imkânsız
absürt
emirler veriyordu. Nguema bu uyuşturucu maddeler sebebiyle akşamları
hayali misafirleriyle hayali yemekler
yiyordu.
Etiyopya lideri Mengistu
Haile Mariam, Etiyopya’yı kasıp
kavuran, bir buçuk milyon insanın
ölmesine neden olan kıtlıkta, dünya
çapında yapılan yardım kampanyalarına rağmen lüks ihtiyaçlarından
vazgeçmemişti. Birleşmiş Milletler
yetkilileri, ülkenin üzerinden uçan
uçaklarda iskelete dönmüş çocuklar
için tahıl yerine, Mariam için lüks
viskiler taşındığını görmüştü.
Şüphesiz diktatörler arasında en “iştahsız” isim Ganalı diktatör
Kwame Nkrumah’tı. Günde 18 saat
çalışan, kafası sürekli politikayla
meşgul olan Nkrumah, gençliğinden
itibaren çok az yemek yemişti.
Öğrencilik yıllarında Fransa’nın ucuz
kafelerinde çay içmekle yetinen
Nkrumah’ın asıl merakı ise çöplerden topladığı balık kafasıydı!
Kamboçyalı diktatör Pol
22
Pot’un favori yemeği, Nkrumah’ı
aratmıyordu. Geyik eti, yaban domuzu, Çin şarabıyla yıkanmış meyvenin
yanında yemeyi en sevdiği şey içine
kan konmuş beyaz şarapla sunulan
kobra yılanı yahnisiydi.
25
sene
yıkanmayan
Çin lideri Mao Zedong, yemeğe
karşı şaşırtıcı derecede özenliydi.
Yiyeceği besinler ve en sevdiği çay
olan Dragon Well özel bahçelerde
yetiştirilirdi. Diktatör, taze balık
yemeye o kadar düşkündü ki uzun
süren yolculuklarda balığın canlı
kalması için oksijenli torbanın
başında duran bir görevli olurdu.
Yemeği sipariş ettikten sonra yirmi
dakikadan fazla beklemezdi. Ömrü
boyunca bağırsak sorunu yaşayan
diktatörün bir oturuşta bir kilo yahni
ve üzerine bir tavuğu yiyebildiği
söyleniyordu. Yemek yerken uyuyakaldığında ağzındaki lokmaları almak
görevi ise misafirlere kalırdı.
Yine de elbette kapris
konusunda kimse Kuzey Kore’de
Sevgili Lider olarak anılan, doğumu
müjdelenen, üç haftalıkken yürüyen
ve sekiz haftalıkken konuşan Kim
Jong-il’i geçemezdi. Dünyanın en
gurme diktatörlerinden biri sayılan
Kim Jong-il’in yemekle ilgili kitaplar
içeren geniş bir kütüphanesi vardı.
Lider,
büyükelçiliklerden
yerel
lezzetleri göndermelerini istiyor,
özel aşçısı onun için dünyanın her
yerinden nadir lezzetleri buluyordu.
10 bin şişe iyi şarabın
bulunduğu mahzeni kadar sağlığını
koruma-sı için yüzlerce çalışanı
bulunması da dikkat çekiciydi. Kim
Jong-il’in tabağına aynı büyüklük,
şekil ve renkte pirinçler konması
için bir kadın ordusu işe alınmıştı.
Diktatör, dünyanın en lüks suşisini
yapması için bir suşi ustasını
çağırmıştı. Bu ustaya göre diktatör,
balığı hâlâ canlıyken ve hareket
ederken yemekten hoşlanırdı.
Hepsini
okuyunca
siz
ne düşündünüz bilmiyorum. Bu
kadar bilgiden bile pek çok çıkarım
yapılabilir. Benim aklıma takılansa,
diktatörlerin talihsiz çeşnicibaşılarına
sorulsaydı kim bilir daha neler
anlatacakları…
23
MUSSOLINI’NİN DAYANAMADIĞI
KEK: CIAMBELLONE
Malzemeler:
500 gr un
3 yumurta
150 gr şeker
240 ml süt
120 ml zeytinyağı
1 limon kabuğu rendesi
240 ml mistra (anason likörü)
1 paket kek mayası
Hazırlanışı:
Fırını önceden 180 derecede ısıtın.
Yumurta, şeker, süt ve yağı geniş
bir kâsede karıştırın. Karışıma limon
kabuğu rendesini ve likörü ekleyin.
Ardından yavaş yavaş unu ve mayayı
ekleyin.
Kek kalıbını yağlayıp unlayın. Karışımı
kalıba dökün ve üzerine şeker serpin.
Kalıbı fırına koyup yarım saat boyunca
fırını hiç açmadan pişirin. Keki, kürdan
yardımıyla kontrol ederek ortası kuru,
üstü altın rengi olana dek pişirmeye
devam edin. Dilimleyin ve servis edin.
24
Yemekyemek
Hekim Ali Babacan
Saçağın altında, yağmuru ve envaiçeşit nemi emmekten
iyice mantara dönmüş sebze kasasının üstünde sigarasını içiyordu.
Önce sigarasından, dumanı dışarı verdikten sonra da şehrin pisliğini
bir anda siliveren sağanak yağmur kokulu havadan derin bir nefes
çekti. Yanı başındaki çöp poşetlerinden her daim yükselen ekşi
kokuları bile bir nebze olsun azaltmıştı yağmur. Kapıyı açıp içeriye
çağırdıklarında sigarası yarı bile olmamıştı daha. Kaldırımdaki eksik
parke taşlarından birinin çukuruna dolmuş yağmur suyuna nişan
aldı yarısı içilmiş sigarayı. Tutturamadı.
İçeri girince hemen duvardaki saate baktı. Daha neredeyse
bir saati vardı. Ellerini önlüğüne silip tezgâhta bekleyen siparişleri
alırken başka bir garson dışarı sigara içmeye çıktı.
Tıpkı pencerelerinin baktığı sokak gibi dar ve uzundu
lokanta. Dar ve uzun bir sokaktaki bu dar ve uzun lokanta, yılın
hiçbir zamanı güneş almazdı neredeyse. Sadece belli saatlerde,
belki yirmi dakika, taş çatlasın yarım saat güneş görürdü. O da
doğrudan değil de, karşıdaki iş merkezinin aynalı camlarından
yansıyan güneş sayesinde.
Siparişi lokantanın en sonundaki cam tarafında olmayan
masaya götürdü. Adam başıyla teşekkür anlamına gelen bir
hareket yaptı. O da aynen başıyla önemli değil anlamına gelen
bir hareket yaparak karşılık verecekti ama birden duvardaki pano
aklına geldi. İşe girdiğinden beri bir yıl geçmişti ama bir kere bile
ayın elemanı seçilememişti. Başlarda gerçekten istiyordu ayın
elemanı olmayı. Orada fotoğrafının bir ay boyunca asılı kalması
ufak da olsa gurur veriyor olmalıydı. “Arada sırada uğrayan
tanıdıklara gösterir, havamı atarım,” diye düşünüyordu. Hem ayın
elemanına yarım maaş ikramiye de veriyorlardı. Başarı belki önemli
25
değildi ama maaşı az bile olsa bu
ikramiye çok önemli sayılırdı. Fakat
sonraları içine bir karamsarlık çöktü.
Her ay seçilmeyi umup seçilmedikçe
hevesi daha da kırıldı. Yine de
vazgeçmedi. Artık bu onun için onur
meselesine dönüşmüştü. Sadece
seçilmek istiyordu. Paradan çoktan
vazgeçmişti. Para falan istemiyordu.
Sadece o panoda bir ay, hatta bir
gün asılı kalsın istiyordu fotoğrafı.
Belki bu şekilde onu birileri görürdü
artık. Artık bu daracık lokantanın
içinde kıvrılıp duran bir solucan gibi
hissetmek istemiyordu kendini.
Adamın baş işaretli teşekkürüne mırıltı hâlinde “Afiyet
olsun,”diyerek cevap verdi.
Yan masaya bakan garson panodaki ayın elemanıydı.
Müşterinin isteklerine bin bir türlü
yaltaklanmalar, ezilip büzülmeler,
reverans yapmalar, hayhaylamalarla cevap veriyordu. Ayın elemanını
boş gözlerle izlerken o da bir anda
arkasını döndü ve göz göze geldiler.
Kendi gözlerinin aksine cin gibi
gözlerle bakıyordu etrafına. “Bak da
müşteriye hizmet nasıl oluyormuş
öğren!” der gibi küstahça göz
kırparak mutfağa yöneldi.
Bu sırada az önce dışarı
çıkan garson geri dönmüştü. Bir iki
dakikadır fıldır fıldır etrafına bakan
bir müşteri onu görünce hemen
seslendi.
Dışarıda ince ince yağmur
yağıyordu. Zaman bir türlü geçmek
bilmiyordu. İnsanlar sürekli yiyorlardı.
Masalar hiç boş kalmıyordu. Sanki
anlaşmışlar gibi daha biri kalkarken
kapıdan yeni biri giriyordu. Tıpkı yollar
ve arabalar gibi diye düşündü. Bazen
sabah erkenden yol kenarındaki
bir banka oturur ve yoldan geçen
arabaları seyrederdi. Belki saatlerce.
Trafik ışıkları da olduğu hâlde yol bir
anlığına bile boş kalmazdı. Baktığı
yöne doğru hep bir trafik akışı
olurdu. Şehirdeki bütün arabaların
o yönde gittiğini düşünürdü. Sonra
karşı şeride baktığında orasının da
hiç boş kalmadığını görürdü. “Yoksa
bu arabalar sadece hareket hâlinde
olmak için mi hareket ederler?
Başka bir amaçları yok mu?” derdi
kendi kendine. Ardından da bunları
düşünmenin saçma olduğuna kanaat getirince kalkardı banktan.
Hava çoktan kararmış olurdu.
Hangi arabanın ne zaman ne yöne
gideceğini ve hangi insanın ne
zaman nerede yemek yiyeceğini
bilemezdiniz. Onları izlediğinizdeyse sanki bütün arabaların o
yolda, o yöne doğru gittiğini; bütün
insanların aynı lokantada yemek
yediğini sanırdınız.
Bir garson telaşla yanından
geçerken düşüncelerinden sıyrıldı.
İlk önce ne olduğunu
anlayamadı. Müşterilerden biri,
garsona çorba çamur gibi olduğu
için bağırıyordu; öbür müşterilerse,
iyi küçük çocuklar, kötü küçük
çocuğun azarlanmasını işitecekmiş
gibi afallamış ama sırıtkan bir yüzle
adamı dinliyorlardı. Yanından geçen
garsondu bu. Ağlamaklı olmuştu.
Yenisini getirmeyi teklif eden garson
26
İllüstrasyon: Hekim Ali Babacan
hemen masadaki çorbaya saldırdı.
Ama o kadar heyecanlıydı ki çorbayı
olduğu gibi kızgın adamın kucağına
boca etti. Kızgın adam, kucağına
dökülen kızgın çorbayla daha da
hiddetlenmişti. Eli ayağı titriyordu
garsonun. Hemen koşa koşa biri
geldi. Ayın elemanı... Artık alenen
ağlayan garsonu gönderdi ve kızgın
müşteriyle ilgilenmeye başladı.
Sonra onu gördü. Yanına çağırdı.
Sanki ona emir verme yetkisi varmış
gibi. Halbuki aynı pozisyondaydılar.
Adamın üstünü temizlemesi için bir
bez getirmesini söyledi.
Bezi almaya gittiğinde vakit
gelmişti. Vardiyayla beraber temiz
bezi de yeni gelen arkadaşına teslim
etti. Önlüğünü ve iş kıyafetini çıkarıp
dolabına astı. Kendi kıyafetlerini
giydi. Ortaya genel bir ‘iyi akşamlar’
diyerek dışarı çıktı.
Yağmur yağacağını tahmin
etmediğinden sadece ceketle gelmişti. Ceketin yakasını kaldırdı. Kız
arkadaşı karşı kaldırımda elinde
şemsiyeyle bekliyordu onu. Koşarak
yanında gitti. Öpüştüler. Küçük
bir derenin nehre dökülmesi gibi,
daracık sokaktan muazzam geniş
caddeye aktılar.
“Ne yiyelim?” dedi kız.
Kızın elinden tuttu. Cadde
üstündeki büyük bir fast food restoranına girdiler.
Masaya otururlarken bir
garson kız yanlarına geldi.
“Nasıl yardımcı olabilirim?”
diye sordu.
*
Siparişleri aldı ve mutfağa
gitti kız. Saate baktı. Daha iki
saat vardı vardiyasının bitmesine.
Paketinden bir sigara alıp arka
kapıdan dışarı çıktı kız. Bir kişi
daha sigara içiyordu kola tüplerinin
üstüne oturmuş. Ondan aldığı ateşle
sigarasını yakıp telefonunu çıkardı.
İki çalmada açıldı telefon.
“Ne yemek var anne? Deli
gibi acıktım,” dedi selamsız sabahsız.
“Sarma yaptım. Yayla çorbası var. Kızartma bi’ de…” dedi
karşıdaki ses.
“Uff! Çok iyi ya! Gelirken
tatlı da alayım. Başka bi’ şey lazım
mı?” diye sordu yine.
“Yok kızım. Başka bi’ şey
lazım değil.”
Kapattı telefonu. İçeri girdi.
Yağmur incecikten yağarken
tıpkı pencerelerinin baktığı cadde
gibi geniş ve uzun olan restoranın
önünde 17 tane kurye motosikleti
27
duruyordu.
Ben Gidiyorum
Mevsim Yenice
Sabah kalktım, saat yedi, günlerden pazar. Ağzımda, bir
gece önce yatmadan yediğim ekşi mandalinanın asidiyle karışmış
bir tat var. İştahım yine kapalı. Tatil günlerinde kurulu saat gibi
erkenden uyanmak, hayata çakılıp kalmış yarış atlarının makus
talihi. Tamamlamam gereken bir sürü rapor var, ayılmam gerek,
beceremiyorum. Yarısı soyulmuş, kırmızı ojeli tırnaklarım sefil
görünüyor. Mutfak rafına boy hizasına göre dizip ters çevirerek
koyduğum bardaklardan en uzun boylusunu çekiyor ısıtıcının
düğmesine basıyorum. Bardağın içindeki beyaz zeminde, halka
şeklinde bir kahve lekesi kalmış. Beynim dönüyor. Tatil günlerimi
bu bardakların içinde çamaşır suyu bekletmekle harcamak zorunda
mıyım? Ne kadar uğraşırsam uğraşayım lekelerden kurtulamayacak mıyım? Karar verdim, ben gidiyorum.
Raporları pazartesi sabahı masasında göremeyen Hülya
Hanım ne yapacak bakalım? Önce asistanına beni aratacak,
benim masamdan cevap alamayınca sinir kat sayısı yükselmeye
başlayacak. Beyaz spot ışıklarla aydınlatılmış odama göndermeyin
asistanınızı Hülya Hanım, bugün raporlardan başlayıp, üstümdeki
gömleğin yamuk yakasını bahane ederek, beni o ince ses tonunuza
ve ince dudaklarınızın üzerinde bir inip bir kalkan hiç almadığınız
bıyıklarınıza maruz bırakamayacaksınız. Ben gidiyorum.
Her pazartesi, gardımı alıp o ofise giriyorum. Birileri
daha çok para kazansın diye sürekli yurt dışı pazarlama, satış
raporları hazırlıyorum. “Hülya Hanım, iyice araştırdım, bu veriler
doğru,” diyorum, “Yine kontrol et,” diyor. Şirkettekiler evlerine
gidiyor, ben rapor kontrolündeyim. Şirkettekiler gülüyor, ben hep
ağlamaklıyım. Sonuç: ertesi sabah Hülya Hanım’ın odasında, elimde
hiç değiştirilmemiş verilerle yine merhaba... “Evet dediğim gibi
28
doğruymuş hepsi Hülya Hanım.” İnce
sesiyle “Peki,” diyor. “Teşekkürler,”
değil, sadece bir “Peki”. Buradan,
sevgili aileme telefon joker hakkımla
bağlanmak istiyorum Hülya Hanım,
üniversite tercihlerimi yaparken,
şehir dışını yazamazsın diye baskı
kurdukları için, idealim olan tek
mesleği, veterinerliği yazamayışım
adına, hepsini sevgiyle anıyorum.
Hayvanlarla uğraşmak yerine, bugün
burada insan suretindeki hayvanlarla
uğraşmak zorunda bırakıldığım için
hepsine minnettarım ve herkesi
bir dakikalık saygı duruşuna davet
ediyorum.
Arkamdan
dönecek
dedikodu furyası şirketi aylarca
oyalar, hadi yine iyisiniz, Sevda,
Gamze, Hakan, öğle yemeklerinde
sessizce Çin yemeklerinizi çatalla
yiyip, telefonlarınızdan sosyal medya
fetişliği yapmanıza gerek yok, beni
konuşun. Ben gidiyorum.
Anneciğim, ikinciciğin gidiyor ama üzülme, biriciğin, oğluşun
hâlâ yanında. Gerçi sen ona da ihtiyaç
duymazsın, güçlü kadınsın vesselam.
Benim gibi her filme gözün dolmaz,
her üzüldüğünde kolun kanadın kırık
gezmezsin, kalkar savaşmaya devam
edersin. Yaşlanınca da kimseye yük
olmak istemez, gider bir huzurevine
yerleşiverirsin. Ömrünü çocuklarına
adamış, çalışkan, fedakar, zeki bir
kadının, çocuklarına birazcık naz
yapıp, birazcık yük olup belki, “evlat”
gibi hissettirmeyi akıl edememesi ne
kadar üzücü. Bak yine kolum kanadım
kırık gezmeye yeltenecektim, sinir
olacaktın, neyse ki ben gidiyorum.
Elimdeki sarı kahve fincanıyla aynanın karşısında işte öylece dikiliyorum. Makyajsız yüzüm
tam anlamıyla dupduru. Saklayacak
bir şey yok, gülmek zorunda olmak
yok, ağlarken saklanmak da yok.
Ela gözlerim var ya anneannemden
aldığım, en çok onları seviyorum
kendimde. Ağladığımda, eskiden
uçurtma uçurduğumuz bahçelerdeki,
yıldız çiçeklerinin yaprakları rengi oluyor, alacalı yeşil. Bir sabah
erkenden
kalkıp,
küçükken
anneannemle yaptığımız gibi Kemeraltı’nın altını üstüne getirmek
istiyorum. Havra Sokağı’ndan geçerken, köşedeki dükkândan bir kese
kağıdı taze fındık alır, dolaşırken
yerim. Turuncu turuncu barbunlarla,
vantuzlarını ellememek için kendimi
zor tuttuğum ahtapotlarla ve bir
böceğin lezzetine daha çok küçük
yaşlarda erişmemi sağlayan karidesle
donatılmış tezgâhların arasında gezinirken, birden aklım başıma gelir,
arkamı dönüp telaşlanırım, arkamda
ağır ağır yürüyen ve gülümseyen
anneannemi görünce içimi ferah bir
esinti kaplar, huzur dolarım. Biliyor
musun anneanne, en çok buna
ihtiyacım var. Gidip, yıllarca tütün
dizmekten nasırlanmış pürüzlenmiş
sıcacık elini tutarım sonra. Havra
Sokağı’nın en ünlü kasabına dalıp,
cengaver gibi, beyin, işkembe, paça
pazarlığına girişini izlerim gurur
duyarak. Bu demektir ki, akşama
yine çorba ziyafeti var. Sonra gelip
geçenler saçımı okşamak isterse,
asarım suratımı, huysuzluk ederim.
29
Ne demişti babam, öyle herkes
herkesi öpmez, mikrop kaparız sonra.
Beni öpmeye çalışan teyzelerin
yanında gezinen mikropları ararım,
mikrop köpek gibi bir şey herhâlde.
Peynirci amcadan bir parça İzmir
tulumu alır atarım ağzıma, eğer ikram
eder de, anneannem göz ucuyla
alabilirsin derse. Zeytinci teyzeye
sordurtur anneannem “Bunlar kırma
mı çizme mi?” diye. Kırması bizim
hoşumuza gider bol zeytinyağlanmış
tutuştururverir. Minik dişlerimle
kemirerek, tatlandırırım ağzımı. Ne
istersem alır benim şekerparem,
birazdan maaşını çekecek ne de
olsa. Sonra onun oyuncakçısına
gideriz, yani yüncüler sokağına.
Rengarenk yünlerin, yumak yumak
dizilmiş iplerin arasında bir kedi gibi
oynarken ben, o da şişleri, tığları
eline alır, bir doktor edasıyla inceler,
aralarından en güzellerini seçer. Eski
sinagogların arasından geçe geçe
ve limonlanmışsa hele... Manavların
önünden geçerken, canım çekti
diye erik ve acur alırız ama biliriz ki
bizim bahçenin eriği de acuru da
çok daha güzeldir. Pazı, ebegümeci
ve ısırgan varsa tezgâhta, kaçırmaz
benim tonton gurmem. Bilir ki beni
yemekle fethedeceği son kale pazılı
katmerdir.
Sonra bir yan sokağa
geçince benim yüzümde güller açar,
oyuncakçılar çarşısı. Oyuncakçıların
şenlikli
vitrinlerinde
kendimi
bulup bulup kaybederken, elime
seyyar tatlıcıdan aldığı şambaliyi
yürürken acıkır, Kızlarağası’nın taş
duvarlarının önüne gelince, içindeki
avluya iner, yemek yemeye otururuz.
Geçen köpeklere, kedilere boyoz
ve gevrek koparır atarız. Ben her
zamanki gibi kıymalı pide yerim, o da
kendine bir porsiyon döner söyler.
Arada da dönerinin yapraklarından
ağzıma tıkıştırır. Yemek bitince,
anneannem közde pişmiş orta
kahvesini içer, ben limonataya talim.
Akşama
eve
gidince
de, huzurlu bir şekilde aldığımız
oyuncaklara isim koyarız. Ne güzel
olur değil mi anneanne? Senin
30
atmışında ölüp de, bu dünyada ki tüm
kötülerin bin yaşına kadar yaşaması,
bize yapılan bir haksızlık değil de
ne, sen söyle? Tüm haksızlıkların
gücü adına anneanneciğim, ben
gidiyorum.
Makyaj yapmak deyince
aklıma hep aynı şarkı geliyor.
Queen’den, The Show Must Go
On’u açıyorum. Evin içi yüksek ses
Freddie Mercury ile dolduğunda,
kendi sesimi unutuveriyorum. Ahşap
boy aynasının karşısına yürürken,
dolaptan buz mavi kot ceketimi
alıp sırtıma geçiriyorum, elimdeki
ince uzun parfüm şişesini mikrofon
yapıp, şarkıya eşlik ediyorum.
Kalbim
parçalanıyor,
makyajım
dökülüyor olabilir ama gülümsemem
hâlâ
duruyor
derken,
boşta
kalan elimle ceketimin eteklerini
havalandırıyorum ve sonra elimi
yumruk yapıp havaya kaldırıyorum.
Aynada ağlayacak gibi olan buruşuk
yüzüm ve titreyen dudaklarımla
karşılaşınca, tüm gazım birden iğne
yemiş balon gibi sönüyor. Bu hep
oluyor. Müziğin sesini kısıp, yaptığım
işe geri dönüyorum. Sakin ol Freddie,
tabii ki de şov devam ediyor, ben
gidiyorum.
Salondaki yarısı kurumuş
deve tabanlarının, yaprakları yere
dökülmüş
benjamin
çiçeğinin
arasına saklanmış ahşap pikaba
ilişiyor gözüm. Bu sefer önünden
geçip gitmek yok. Yıllardır gerçek
anlamda müzik dinlemiyorum. Belki
de en çok bunun için gidiyorum.
Hâlâ 60-70’lerin albümlerinden daha
iyisini bulamadığım için, yıllardır
Pink Floyd’dan bir albüm bekleyip,
Endless River’la tüm beklentilerimin
boşa çıktığını gördüğüm için... Hatta
kesinlikle bir Floydian olabilmek için
ya Roger Waters ya da Gilmour’dan
birinin tarafına geçmek zorunda
bırakıldığımız
için
gidiyorum.
Gilmour, bir elveda mektubunda
sana da değinmek varmış bebeğim,
ben High Hopes diyeyim, sen
anlarsın, ben gidiyorum.
Sarman kedim Yoda, Fransız
pencerenin yanındaki kahverengi
sallanan sandalyede, kuyruğunu bir
oraya bir buraya telaşsızca sallayarak,
boylu boyunca yayılmış yatıyor.
Sokaktan geçen seyyar satıcıların
ve hoparlörden verilen belediye
anonslarının kesik sesi, hayatındaki
en büyük ahenk. Bedenimde birikmiş
tüm sevgimin hemen hemen hepsini
kendisine vermeme rağmen, beni
hiç önemsemeyen, görmezden
gelen, tırmalayan, parfüm şişelerimi
kıran güzel kedim. Kedilerin
sahiplerine benzediğini duymuştum,
kendimi sende izlerken kendimden
utanıyorum. Bir süre bakışıyoruz,
sonra kulakları dikiliveriyor kapı
çalınca, kargo gelmiş. Üyesi olduğum
aylık dergi. Bir hevesle çeviriyorum
parlak kuşe sayfaları, belki bu ay
yazımı yayınlamışlardır heyecanı, her
ay birbirinin kopyası sahneler... Yine
yok. Bir Calvino olamayacağımın
artık farkındayım. Bir Kış Gecesi, Eğer
Bir Yolcu diyorsun Calvino’cuğum,
idolüm, ben de yolcu yolunda gerek
diyorum. Yo- daaaa, sarışınım ben
31
gidiyorum.
Bir görünüp bir yok olan
sevgilim Cemal, yokluğumun farkına
ne zaman varırsın kim bilir. Senin için
son bir dize kondurmak istiyorum
satırlarımın arasına. Mektubun tek
duygu dolu yanı sen ol istiyorum.
“Eşiklere oturmuş bir dolu insan,
keşke yalnız bunun için sevseydim
seni.” Sanırım bu olmadı. “Fazıl Hüsnü
diyor ki, ne diyor Fazıl Hüsnü?...
Keşke yalnız bunun için sevseydim
seni.” Bu da olmuyor Cemal. Adaşının
ağzından bir şeyler düzmek yeterli
olmuyor senin için. En güzeli yeni bir
şeyler üretmek. “Kelin ve göbeğin
her genç kızın hayaliydi şüphesiz,
ve sarımsak kokulu nefesin. Keşke
yalnız bunun için terk etseydim seni.”
İşte bu oldu, okudukça pipondan
nefes çeker beni anımsarsın, ben
gidiyorum.
Sancho Panza lakabını
taktığım
apartman
görevlimiz
Sabri, artık o çanak anten görevi
gören kepçe kulaklarını kapıya
dayayıp, içeriyi dinlemene gerek
yok. Aidatları gününde ödeyen tek
enayi ben olmama rağmen, ayın
ikisinde kapıma gelip, “Bu ayki aidat
ne olacak?” diye soruyorsun ya,
ben söyleyeyim, cehennem olsun.
Albay emeklisi yöneticiye de benden
selam söyle. Daire iki neden aidatları
ödemiyor derse, “Kelimeler, albayım.
Bazı anlamlara gelmiyor,” dersin
benim yerime, ben gidiyorum.
Şimdi babamı arayıp “Baba
ben gidiyorum,” desem, “Ne gerek
var kızım?” diyecek biliyorum. Tıpkı
üniversite son sınıfta, “Londra’ya dil
okuluna gönderir misin?” dediğimde,
“Sen zaten hazırlık okudun İngilizcen
var, ne gerek var kızım,” dediği
gibi. Veterinerlik falan desem,
açsam mevzuyu, “Bak ne güzel
işin var, ne gerek var şimdi eskileri
açmaya...” diyecek. “E baba benden
kavga dövüşle, sizin verdiğiniz
kararlarla çaldığınız gençliğim ne
olacak?” desem, “Amaan hepimiz
yaşlanıyoruz,”
diyecek,
neden
gidiyorsun diye sormayacak bile.
En güzeli siz söylersiniz kendisine.
Ama hayat bu ya, bir dişli bozulur da
kırılırsa çember, babam “Peki neden
gidiyormuş, nereye?” diye sorarsa
diye söylüyorum, siz de aynen
böylece kendisine iletirsiniz.
Sıkıldım...
Anneannemin
elinden tutup, turşu suyu içmeye
gidiyorum.
32
Pazar Yerleri - Jasmin Traub - Barcelona
33
Pazar Yerleri - Jasmin Traub - Katmandu
34
Pazar Yerleri - Jasmin Traub - Ho Chi Minh
35
Ne Yersen O’sun
Sanem Bozkurt
Televizyonla ilk kez konuşuyor değildim. Sevimsiz politikacılara, bet sesli şarkıcılara ve yeteneksiz dizi oyuncularına pek
çok kez laf atmışlığım vardı ama şimdiye kadar karşılık veren
olmamıştı.
Deli olmadığımı peşinen söyleyeyim. Bazı sorunlarım var
elbette. Herkes gibi ben de çok yoruluyorum. Üç vasıta ile işe git,
müşterileri, müdürünü memnun etmeye çalış, metro, metrobüs
dolmuş üçlemesiyle tekrar eve dön, yalnız yattığın kanepede
seril uyu. Üstelik bu tempoyu korkularla yaşa. Dolmuşta son
yolcu bensem başıma bir şey gelir mi, metro beklerken biri beni
raylara mı iter, işimi bir gün kaybeder miyim, ya kanser olur genç
yaşta ölürsem ya çok uzun yaşar elden ayaktan düşersem… Bu
şehirde yalnız yaşan bir kadınım neticede, başlı başına stresli bir
durum benimkisi ama bu sebeple halüsinasyon falan görmediğimi
biliyorum. Ne yersen O’sun! programının sunucusu Oya Fırat
benimle gerçekten konuştu, bir çeşit Zeki Müren de beni gördü
yani.
Yalnız yaşayanlar bilir, masadaki tek tabak zamanla yerini
karton üzerinde yenilen pizza, dürüm, köfte siparişlerine bırakır.
Benim için de bu durum tam da böyle gelişti; kendim için özenle
kurduğum sofra gittikçe eksildi ve sonra tamamen yok oldu.
Korkularıma da bir yenisi eklendi: Ya devamlı dışarıdan yediğim
için sağlıksız olursam? Böylece hem stres atmama vesile olur
hem de sağlıklı bir şeyler yerim düşüncesiyle pazar günleri 16.0018.00 arasında bu yemek programını izlemeye başladım. Ekranda
en beğendiğim program olduğu için değil, saati en uygun olanı
bu olduğu için daha çok. Steril mavi beyaz karoları, ankastre
mutfağı, renkli seramik tencereleri ve bembeyaz dişleriyle Oya
36
Fırat her hafta evde bir ses olsun
diye mutfağıma koyduğum 37
ekran televizyonuma konuk oluyor,
beraber yemek yapıyorduk. Önceleri
gerçekten iyi geldi, sadece yemek
yapmak zaman zaman zevkli bir
uğraş olduğu için değil, dünya âlem
kafayı bununla bozduğu için. Yemek
programı sayesinde sosyalleştim
desem inanır mısınız? Meğer etrafım
gurme doluymuş, ofiste kuşkonmaz
yemeyen bir ben kalmışım. Kiraz
yaprağı saranlardan ekmeğini kendi
yapanlara,
kefir
mayalayandan
balkon saksısında domates yetiştirene, sağlıklı ve lezzetli yemeğin
peşindeydi herkes. Tarif alıp
vermeler, tavsiyeler derken bir ara
“günaydın” ve “iyi akşamlardan” daha
fazlasını konuşmaya başlamıştım. Bir
çekmece dolusu ıslak mendilin sonuna geldiğime göre bu süre kısa bir
süre de değildi üstelik. İtiraf etmem
gerekirse benim için bunun anlaşılır
bir tarafı yoktu, bu kadar emeğin
sonuçta kanalizasyonda biten bir
süreç için harcanmasını absürt
buluyordum ya, bu konudaki samimi
düşüncelerimi bir ben biliyordum bir
de Oya Fırat.
Bir pazar günü ekranın
karşısına geçtim. Oya Fırat dalga
dalga inen kumral saçları, uzun
kıvrık kirpikleri, kırmızı tırnakları ve
porselen beyazlığındaki dişlerini
sergileyen gülümsemesiyle karşımdaydı.
“Yemek için yaşayanların
programına hoş geldiniz. Pilavı lapa
yapanlar, al dente’yi masa örtüsü
deseni zannedenler burada sizinle
yolumuz ayrılıyor. Biz burada ömrünü
yemeğe adayan lezzet tutkunlarına
sesleniyoruz. ‘Bir yemek yedim ve
hayatım değişti,’ demek istiyorsanız
doğru yerdesiniz.
Geçen hafta hamsi buğulama pişirmiş ve denizlerin küçük ama
kıvrak, atletik ve neşeli balığı olan
hamsiyi özümsemiş, adeta küçük
birer hamsicik olmuştuk. Bugün
sizlerle ilk kim geldi? yemeğini pişireceğiz. Malzemeler şimdi ekrana
geliyor.”
“Ha ha ha! O ne ayol? ” diye
kahkahayı patlatırken bu programın
diğerlerinden farklı olacağının sinyallerini alamamıştım.
“Fesatlık peşindekilere bunun bir yemek programı olduğunu
hatırlatmak isterim. Yemeğimiz
adını eski bir polemikten alıyor,
yumurta mı tavuktan, tavuk mu
yumurtadan. Malum önce hangisinin
geldiği aklımızı kurcalar, biz burada
bu sorunun aslında bir öneminin
olmadığını vurguluyoruz.”
“Önce hangisi gelmiş olursa
olsun midemize indirerek sonlarını
beraber getireceğiz ya, belki de
adını sona doğru el ele olarak da
değiştirebiliriz, ne dersin Oya?”
“Çokbilmiş seni.”
“Neee?” derken kulaklarıma
inanamıyordum.
“Evet, tenceremize yağı
koyduktan sonra altını iyice açıyoruz.
Soğan ve sarımsağı ekliyoruz, üzerlerine bir pinçik tuz atıp orta ısıda on
beş dakika kadar pişiriyoruz.”
37
“Neyse yanlış duydum
herhâlde,” diye düşündüm. Yine
de bu durum beni ilkokul yıllarıma
götürmüştü. İlk kez ilkokul öğretmenim bana böyle seslenmişti.
Pedagojik formasyondan nasibini
almamış bir insandı kendisi. Önce
bir hoşuma gitti bana böyle demesi.
Her şeyi çok bilen, akıllı falan demek
olduğunu zannediyordum. Akşam
annem bunun sevimsiz bir yanı
olduğunu açıklayınca çokbilmiş olmamaya karar vermiştim ama artık
geç kalmıştım. Bütün sınıf bana bu
ismi takmıştı bile. Okulda kalan dört
senem böyle geçti, çokbilmiş aşağı,
çokbilmiş yukarı. Ben de mecburen
kendimi bilmeye adadım, teneffüste
koşup oynayacak arkadaşınız yoksa
oturur kitap okursunuz çünkü.
“Bana çokbilmiş dediğini
sandım bir an Oya, komik miyim
neyim?”
“Doğru duydun.”
“Hey!”
“İşte soğan ve sarımsak
transparan bir görüntü aldı bile. Ayrı
bir kaba alalım şimdi bunları. Isıyı
artırıyoruz ve tavukları ekliyoruz.
Bundan önce tabii yağ ilave
ediyoruz. Etler renk değiştirene
kadar bekliyoruz.”
İlkini
yanlış
anlamaya,
ikincisini tesadüfe yorarak tavukları
çevirmeye devam ettim ama
gözümü Oya’dan alamıyor, bir dahaki
cümlesini merakla bekliyordum.
“Bütün eti birden boca
etmeyin. Eğer tencereniz küçükse
et başına düşen ısıyı azaltmış
olursunuz.”
Etler ve ısı. Fizik kurallarının
masumca mutfağa uygulanması durumuydu, şahsıma bir sataşma yoktu.
“Nerde kalmıştık? Etlerimiz
beyaza dönmüştü. İşte bunun üzerine
şimdi biraz un ekliyoruz. Unun tadı
gidene kadar iyice karıştırıyoruz.
Unun tadı karıştırınca gider tabii, sizin
tadınız gitmesin sevgili izleyicilerim.
Asıl önemli olan o.”
“Un üzerinden hayat dersleri 101.”
“Beğenemedin mi Bayan
Çokbilmiş?”
Bunu duyunca kaşık elimden düştü. Ağzım bir karış açık
kalakaldım.
“Evet, canım sana diyorum. Kaç programdır sesimi çıkartmıyorum ama ben de insanım. Her
davranışıma bir kulp takmalar, dalga
geçmeler.”
“Ben mi?”
“Yok başkası. Sen tabii.
Bıçağı tutuşunda meymenet yok,
gelmiş bana laf yetiştiriyor oradan.”
O şokla bir şey diyemedim
önce, konuşmaya devam etti.
“Madem burun kıvıracaksın
neden seyrediyorsun ki? O unu
çek artık ocaktan, tencerenin dibi
tutmasın.”
Sadece beni duymuyor,
aynı zamanda dağınık mutfağımı, gri
eşofmanlarım ve lekeli tişörtümle
beni karşısında görüyordu. Sırtımı
dikleştirdim, boğazımı temizledim.
“Bunun için mi para alıyorsun sen? İzleyicilerine laf atmak
38
yerine, yemek yapsan daha iyi olur
bence.”
“Hayır, küçük hanım, seninle
bu meseleyi çözmeden bu programa
devam edemem. Nedir derdin? İşte
karşındayım seni dinliyorum.”
Kavgacı bir insan sayılmam
pek. Oya’nın beni duyacağını düşünsem bu kadar sataşmazdım ya, artık
çok geçti.
“Sen ve senin gibiler. Herkes
yani. Derdim bu. Yani dünyanın bütün
dertleri bitmiş gibi bunca insan
takmışsınız yemek diye. ”
“Yumurtalarımızı da çırpıyoruz.”
“İşte bak tam da senin
yumurtalara yaptığın gibi böyle kafalarınızı birbirlerine tokuşturmak
istiyorum sizlerin. Kalın kafalısınız
ya bir şeycikler olmaz, siz merak
etmeyin.”
“Beyaz köpükler çıkana
kadar iyice çırpın. “
“Gurmelermiş. Mezar taşınıza da yazdırın: Burada bir gurme
yatıyor. Geçenler kerevizin yapraklarını serpsin üzerinize.”
“Çırpıcısı olanların işi daha
rahat tabii. Olmayanlar da tembellik
etmesin.”
Artık cevap vermiyordu.
Televizyonun sesini açtım. Değişiklik
yoktu. Kanal değiştirdim, geri
döndüm. Olmadı. Bu neydi şimdi?
En iyi bildiğim yerden yorumlamayı
denedim.
“Bu anlattığım bir öykü
olsaydı nasıl okurdum onu?” diye
düşündüm. Yemeğin alt metninin
mutluluk olduğunu söylerdim şüphesiz. Hatta daha biraz zorlamayla öykü
kahramanı bendeniz ile Simonov
arasında metinlerarası bir bağ kurup bensiz yemeğe oturan kişilere
kızgınlığımla yüzleşmem anlatılıyor
bile derdim.
Oya’ya baktım, çırptığı yumurtaları tavuğun üzerine boca ediyordu. Televizyonu kapattım.
39
Sindirim Sistemi
Engin Türkgeldi
40
Yiyon Yiyon Kilo Almıyon
Ümit Aykut Aktaş
Otuz iki yıldır İzmir’de yaşamasına rağmen gevrek
dememekte direnip simit diyen biri ne derece güvenilirdir
bilemiyorum ama İzmir ve yemek (Antep ve Antakya kadar olmasa
da) çok iyi dans arkadaşları olagelmişlerdir.
Şehir dışından, çok ender de yurtdışından gelen dostlarıma
sonradan gurme biri olarak ezberlediğim lezzet duraklarında
yarenlik ettim sıklıkla. Merasim sabahın erken saatlerinde başlardı
genellikle. Yerine göre havalimanı ya da otogardan konuklarımı alır,
özellikle İzmir’e ilk kez gelecek olanları İzmir merkeze yaklaşık kırk
dakika uzaklıktaki Çiçekliköy’de (Yakaköy) kahvaltıya götürürüm.
Burada ormanla içiçe, zengin kahvaltı sofraları olan pek çok kahvaltı
evi vardır. Kapılarında köy kahvaltısı yazar ama köy sakinlerinin
kahvaltıda mevsimine göre tarhana, ezogelin ya da yayla çorbası
içtiğini iyi biliriz.
Buyurgan bir rehber olmadığım için gelen konukların
beklentisine uygun olarak Kordon, Alsancak ya da Hisarönü’nde
kahvaltı ettiğimiz de olur. Buyurgan bir günümdeysem ilk tercihim
Alsancak’taki (artık Yelki’de hizmet veriyor) Dostlar Fırını’dır.
Döneminin en önemli boyoz ustaları Yako Abravaya ve Avram
Usta’nın yanında yetişmiş olan Mustafa Akar’ın boyoz mirasını artık
oğulları devam ettirmekte. Aslında insanlar hep geçmişte takılı
kalıyor, yaşayarak tükettiklerini bir de anılarını tazelediklerinde
defalarca tüketiyorlar zihinlerinde son tortular kalıncaya değin.
İzmir’in alamet-i farikalarından fırından yeni çıkmış çıtır
çıtır boyozların yanında fırın sıcağında sarılarının kenarı morlaşmış,
sicimle dörde şak edilmiş (bu ifadeyi Vüs’at O. Bener’den aşırdım)
bol karabiberli yumurta, mayalanmış Bergama tulumu yanında kısık
ateşte demlenmiş sınırsız çay, süslü püslü serpme kahvaltılardan
41
çok daha doyurucu ve lezzetlidir.
Fırındakiler kaçak çay diyor ama
biz 42 no’lu Tirebolu çayıyla çok az
Seylan çayı harmanı olduğunu iyi
biliriz. Bu arada ilk kez tadıyorsanız
boyozla ilgili beklenti çıtanız çok
yüksek olmasın, milföy hamuruna
benzeyen, fırından sıcacık çıkmışken
çıtır çıtır yenilmesi makbul olan
zamanla alışılan ve sevilebilen bu
leziz Yahudi yiyeceği. Hemen kabul
ettirmeyebiliyor kendisini.
İkinci
iyi
tercih
de
Hisarönü’ndeki fırından ev poğaçaları
ve simit -pardon gevrek olacaktı(aramızda kalsın ama İstanbul simidi
her zaman daha lezzetli) alınarak,
közde pişen çayla yapılacak sabah
kahvaltısı. Kahvaltı olarak ben çok
tercih etmesem de bir tür şişmanca,
küçük, susamlı sandviç ekmeğinin
içine konulan tulum peyniri, domates
ve yeşil biberden oluşan İzmir
kumrusu da üçüncü bir tercih olabilir.
Sonradan
İzmir
kumrusundan
devşirilen Çeşme kumrusu ise kömür
ateşinde içi yağlanarak servis ediliyor.
İçine konulan malzemede ise yok
yok. Tepeleme sucuk, eritilmiş kaşar,
salam, sosis, acı biber ve salatalık
turşusu isteğe göre ketçap mayonez.
Görüldüğü gibi yeşilliklerin cenneti
İzmir, sanıldığı kadar ete ve hamura
düşman değil.
Görsel
efekt
düşkünü
bazı konuklarım ısrarla Kordon’da
kahvaltı etmek istediğinde ise elim
ayağıma dolaşıyor, zira Kordon’da
doğru düzgün kahvaltı verebilen bir
yere henüz rastlamadım. Kanımca
orası gün batımında yürüyüş yapıp,
fotoğraf çekebileceğiniz, yaşamın
yorgunluğunu arkadaşlarınızla paylaşıp, demlenebileceğiniz bir yer.
Öğle yemeklerinde ise
bir numaralı favorim Hisarönü,
Mirkelam Han’da 1950’li yıllardan
beri hizmet veren esnaf lokantası
Bizim Lokanta. Hanın girişindeki
eski plak evi ve lokantadan yükselen
müzik sesi bir esnaf lokantasından
alışık olmadığınız bir havayla karşılar
sizi. Küçük bir avlu içinde mavibeyaz masaları, masaların üzerindeki
eski siyah beyaz fotoğrafları ve
sandalyeleri yemeklerden önce
gözünüze takılı verir. Yemekleri
inanılmaz lezzetli olup fiyatları da
üzmemektedir. Burada İzmirli öykü
yazarları Ahmet Büke ve Kerem
Işık’a da rastlamanız çok da sürpriz
olmayacaktır. Bizim Lokanta vegana
bile kalkıp nohutlu işkembe çorbasını,
müthiş lezzetli, bol dereotlu, limonlu
balık çorbasını sevdiriverir hani. İç
baklası, enginarı, nar ekşili yaprak
sarması, Girit kabağı, Tire köftesi de
nefistir. Tek kötü tarafı porsiyonları
dev gibidir, birkaç yemek tadamaz
şişer kalırsınız. Tatlı için bırakın
midenizi akciğerlerinizde bile zor yer
kalır. O yüzden seçme yeşillik tabağı
farklı lezzetleri de tatmanızı sağlar.
Bünyesine pos cihazını sokmamakta
direnen ender mekânlardan biri olup
10 Liraya cacık dâhil sağlam bir ev
yemeği yiyip, Bruce Willis gülüşüyle
mekândan ayrılmanız mümkündür.
Yemeğini yiyen hemen kalkar, öyle
çay, sigara faslına, İzmir gevşekliğine
42
ayıracak zaman yoktur, her daim boş
masa bekleyenleri vardır ayıp olur.
Hızla kalk hesabı öde, bekleyenlerin
hiddetini üzerinde toplama… Bizim
Lokanta dediysek de senin değil ya…
Bir diğer güzel esnaf lokantası da Çankaya’daki eski bitpazarı
yeni yapıştırma adıyla İletişim çarşısı
içerindeki Mardin Midyatlı Adil
Müftüoğlu’nun Uğur Lokantası’dır. O
da ellili yıllardan beri hizmet vermektedir. Harikalar yaratırlar ama bazen ödediğiniz hesabın üzüntü-sünü
unutmak için Kordon’da çivi gibi bir
bira içmeniz de gerekebilir. Ciğer
sarması, kuzu tandırı, islim kebabı,
lor tatlısı öne çıkan yemekleridir. Kullandıkları zeytinyağı Ayvalık’tan tereyağı ise Urfa’dan gelmektedir. Eğer
mevsimindeyse konuklarımla her
gittiğimde bol dereotlu, zeytinyağlı
enginarını ve şevketi bostanını mutlaka tattırırım. Bezelye çorbasının
sırrını sorduğumda da “…Soğanı,
havucu ince ince doğrayıp harmanlayacaksın. Bu harman tereyağında
pembeleştirilecek. Dikkat et: Kavrulmayacak, sadece pembeleştirilecek,”
denmişti. Aram pek iyi olmasa da ısrarla lezzetli Manisa Kebap ve İzmir
Köfte tatmak isteyenlere de bu mekânı önerebilirim.
Gün batımının kızıllığına
bulanan akşam saatlerinde ise buz,
rakı, Ezine peyniri, Bergama tulumu,
kavun, domates, salatalık, bol limonlu,
zeytinyağlı cibes, deniz börülcesi,
ısırgan otu, radika, turp otu, roka,
şakşuka, midye dolma, kalamar,
(Kos’taki kadar iyi servis edilemiyor
olsa da) kömürde ahtapot, topik, Rum
pilakisi, közlenmiş patlıcan salatası,
tahinli humus, tercihi size kalmış
balıktan oluşan alkole bulanmış
başka bir pencere daha açılır.
Özellikle önerebileceğim bir mekân
yok, kendinize en uygun mekânı
kendiniz keşfetmelisiniz. Zaten bu
konunun esas bilirkişisi Aydın Boysan
olduğu için daha fazlası da ukalalık
olacaktır. Ben az içerim, sizi dinlerim,
gece hafif çakır keyif olduğunuzda
da aracı kullanacağım için promil
sınırını geçmeden sizi güvenle eve
bırakırım.
Şehir dışından arkadaşlarım
ve kardeşimin geldiği bir gece
dayanamayıp bir bardak yerine üç
bardak votka vişne içmiştim, üç saat
sonra mekândan ayrıldık, aracı ben
kullanıyordum (kötü bir şoför olsanız
da ayıksanız en iyi şoför sizsinizdir)
hiç beklenmedik bir yerde polis
çevirmesine yakalandık. Eyvah, dedim, damarlarımda gezinen sert içki
yüzünden ehliyeti kaptırdık. Polis
memuru eğilip o bildik “Alkol var
mı?” sorusunu sorarken arka koltukta
kucak kucağa oturan arkadaşlar,
Trakya ve kıyı şeridinde alkol sınırının
seksen promil olması gerektiğini
tartışmaya yeni başlamışlardı. “Kâfi
miktarda var,” dedim hüzünlü Ediz
Hun sesiyle, üflemeli çalgıların en
hüzünlüsüne tüm gücümle üfledim.
Memur ehliyetim ve cihazla karşıdaki
polis aracının yanına geçti parmağıyla
komiserine
beni
gösteriyordu,
tutanak tutulacak, barda ödediğimizin dört katına yakın sağlam
43
bir hesap gelecek, araç kapatılacaktı.
Araca elinde yasal ölçüm cihazıyla
bir komiser yaklaşırken arkadakiler
kahkahalarla promil ölçen aleti
nasıl kandırdıklarına dair anılarını
anlatmaya başlamışlardı. Komiser
eski okul arkadaşım İbrahim’den
başkası değildi. “Ümittt… Oğlum
Türk polisini niye meşgul ediyorsun,
alkol var demişsin, cihaz sıfır diyor,”
diye her zamanki kötü esprilerinden
birini yaptı. Ben de gayri ihtiyari “İyi
ama ben üç duble votka vişne içtim,
hiç olmazsa otuz falan çıkmalıydı…”
derken yan koltuktaki kardeşim uyarı
mahiyetinde dirseğini böğrüme geçiriverdi, kısık sesle “Aynasızdan
arkadaş olmazzz,” diye. İbrahim sağ
elinin arkasını ritmik hareketlerle
bana doğru oynatarak “Sana vişne
suyunu itelemişler geri dönüp hesaba itiraz et,” deyip kahkahayı
patlatırken “İlahi Ümit yiyon yiyon kilo almıyon,” demeyi de ihmal etmedi.
Sahte bir Mona Lisa gülüşüyle
hoşçakal selamı verdikten sonra arkadakilere “Madem kafamız matiz
istikamet çorbacı İsmet arkadaşlar!”
diye seslenip direksiyonu tekrar Alsancak’a döndürüverdim.
44
Bir Vejetaryenin Paris Sevgisi
Tuğba Çelik
Paris değişiyor, ne ki hiçbir şey değişmedi
İç dünyamda! Saraylar, yapı iskelesi, taşlar,
O eski mahalleler, benim’çin alegori,
Ve taştan daha ağır bende aziz anılar.
C. Baudelaire/Kötülük Çiçekleri-Kuğu II
Vejetaryen gezginler Paris’i sever, çünkü o da yarı yarıya
öyledir.
Bir vejetaryenin en çok kaygı duyduğu şey tanımadığı bir
kente ya da ülkeye gittiğinde aç kalma olasılığıdır. Bizler genelde
pek iştahlı tipler değilizdir ama bu da can, yemek yemesi gerekir.
Paris’ten önce, başka iki dünya başkentinden; Roma ve Atina’dan
söz edersem neden bu kentin vejetaryenlerin cenneti olduğunu
anlatabilirim sanıyorum.
Öğleden sonra saat üç ila altı buçuk arası restoranların
kapalı olduğu Roma’da bir vejetaryen geçici bir süre mutlu olabilir.
Çünkü pastalar (makarna), pizzalar gözünüzün değdiği her yerde
vardır. Piazza di Spagna’da ya da Trastevere’deki restoranlarda
enfes pizza margheritalar, pastalar yiyebilirsiniz. İtalyanlar
hamur işine bayılır; ancak karbohidrata canınız tak ettiğinde ona
alternatif bulmanız zordur. Roma’dan Türkiye’ye dönüşte karşı
karşıya kaldığınız basküle çıkma korkusu “Roma’ya gelen bir daha
gelir” deyişini geçersiz hâle getirebilir. Roma’da özleyeceğiniz tek
yiyecek belki de Roma dondurmasıdır sevgili vejetaryen.
Atina’ya giden bir vejetaryenin durumu Roma’da
olduğundan farklı değildir. Orta düzeydeki bir restoranda
parlaklığını yitirmemiş bir sebze haşlamaya ya da maş fasulyeli
salataya rastlamanız mucizedir. Fakat hakkını yemeyelim, Atina’da
neredeyse oturduğunuz her kafede Greek Salad bulursunuz. Malzemeleri çok basittir, ben evde çok yaparım: İri doğranmış kıvırcık
marul, domates, salatalık, zeytin ve hepsinin üzerine kalın bir dilim
45
beyaz peynir. Peynirin üzerine kekik,
zeytinyağı ve limon. Atina’nın cıvıl
cıvıl Kolonaki’sindeki Antica Café
Restaurant’taki vejetaryen pizzayı
unutamam. Türkiye’de vejetaryen
pizza denilince pek çok işletme
salçaya dönmüş domates, yanmış
yeşil-kırmızı biber dilimleri ve siyah
zeytin anlıyor. Oysaki brokoliden
tutun havuca kadar pek çok şey
eklenebilir pizzaya. Atina’nın meşhur
Plaka’sında ise benim gibiler yiyecek
bir şey bulamaz; suflaki ve türevleri
sarmıştır çünkü bütün meydanı.
Yani neyleyim Panteon’u neyleyim
Akropolis’i içinde zeytinyağlı ıspanak,
enginar vs. olmayınca…
Bu yazıyı okuyan kalburüstü
tayfadan olan okurlar belki kızarlar
bana. “Hadi oradan,” derler, “filanca
restoranda falanca marka şarap
eşliğinde yenilecek bilmem ne
adındaki vejetaryen/vegan yemeği
nasıl es geçiyorsunuz?”
Eh, kuzum bizde ne gezer
o para! Hem vejetaryenlik varlıklı
olmayı gerektirmiyor ki! Rahmetli Özal’ın deyişiyle orta direk
vejetaryen ne yapacak? Öğretmen,
doktor, akademisyen bir kurum/
şirket tarafından finanse edilmiyorsa
yemeğini kafelerde, bistrolarda,
büfelerde yer. Buralarda vejetaryen
yiyecekler bulamazsa da hâli duman
olur… Bu kişiler her yurt dışı gezisinde
bir kez “Bir de adam gibi bir şey
yiyelim,” deyip büyük, şatafatlı bir
restorana girer. Alt tarafı bir salata,
bir pizza yiyecektir lakin bu gidişlerin
pek çoğu da fiyasko ile sonuçlanır.
Ağır bir hesap, lezzetsiz bir yemek
anısı bellekte kalır.
Paris… Bir vejetaryenin
çok uzun süre yaşayabileceği
harika bir kenttir. Havaalanına iner
inmez anlarsınız ki bu kent sizin için
yaratılmıştır. Orly Havaalanı’ndan
çok güzel mantarlı, peynirli bir tost
almışlığım vardır. Fransızlar yeşillik
yemeyi çok severler. Peynirlerini
ise tüm dünya tanır, benim en
sevdiğim peynirleri rokfor ve brie’dir.
Porte Dore’den Concorde’a kadar
her patisserie’de bu peynirlerden
yapılma sandviçlere rastlarsınız. Çıtır
baget ekmeklere (kepekli beyaz,
esmer vs.) yapılan bu sandviçleri üç
ila beş Avro karşılığında alabilirsiniz.
Sandviç deyip geçmeyin bu sandviçlerin içinde tazecik domatesler,
biberler, salatalıklar, nane yaprakları,
yeşil zeytin ezmesi, mayonez vardır.
Beyaz önlüğünü beline bağlamış
güler yüzlü kadınlar hazırlar onları.
Öğle yemeği saatinde pek çok
Fransız bu sandviçlerden almak için
büfelerin, patisserie’lerin önünde
kuyruk olur. Benzer market ya da
büfelerde içine peçete, sos, çatal
kaşık koymak bile düşünülerek
paketlenmiş maş fasulyeli, mantarlı,
yumurtalı, iri dilimlenmiş salatalar
bulursunuz. Hatta bazı salata paketlerinde taze haşlanmış yumurta bile
olur. Şaşırırsınız, bu kadar ayrıntılı
düşünmeye… Taze sebzelere bu kadar
kolay ve güvenle ulaşabileceğiniz,
size “Tatilde olduğum için maalesef
kötü besleniyorum,” dedirtmeyecek
bir kibarlıktadır Paris. Dünyanın
46
en iyi marketlerine sahip olan bu
kent, size meyveli yoğurtlar, meyve
ezmeleri, taze sıkılmış meyve sularını
özenle kutulayıp sunar. Paris’in fast
food’u vejetaryenleri düşünür, hatta
önceler, çünkü kendisi yarı yarıya
öyledir.
Paris’in bana göre en
güzel kafelerine metroya binip StGermain-des-Prés ya da Palais Royal
duraklarında inerek ulaşabilirsiniz.
Kafelerde türlü kahveleri deneyip
yanında kruvasan ya da limonlu,
vişneli tartalette yiyebilirsiniz. Tartalette mi cupcake mi diye sorarsınız,
çıtır ve tırtıklı zemin üzerine taze
meyvelerden oluşan (kivi, çilek, muz
vs.) Fransız mutfağına ait tartalette
tercihimdir. Sanırım Fransız pastacılığının en önemli püf noktası bol
bol taze meyve kullanılmasıdır.
Meyve demişken Fransız reçellerini,
marmelatlarını anmadan edemem.
Türk mutfağının şerbetli tatlılarından
geçemem diyenlerin Paris’te baklavayı, şöbiyeti bu saydıklarımla
aldatmayı göze alabileceklerini düşünüyorum.
Yazının başında Baudelaire’in Kuğu şiirinden bir dörtlük
aldım. Bu dörtlükte Baudelaire
Paris’in çok değiştiğini ama içindeki
Paris’in hâlâ aynı kaldığını söylüyor.
Çocukluğu seksenlerde Fransa’da
geçmiş biri olarak “Fransa değişti
ama
benim
içimdeki
Fransa
aynen duruyor,” diyebilirim. Bunu
kaç
ülke başarabilir, gerçekten
bilemiyorum. Örneğin yıllar sonra
bile Paris’te Carambar marka
şekerlere, siyah anasonlu şekere
çok rahat ulaşabiliyorum. Onları
ağzıma attığımda sekiz yaşıma geri
dönüyorum. Varsa tüm kederim,
kafamda dönen olmazlarım hepsi
bir hiç oluyor. Zaten yemek bir
gelenekse bizim her on yılda bir “Aaa
evet x marka çikolata vardı değil
mi? Ah nasıl da yerdik! Şimdi yok
artık!” yazıklanmalarımızın olmaması
gerekir. Tat, bizi geçmişe götürür,
bizi mekâna bağlar. Proust’un
Kayıp Zamanın İzinde dizisinin ana
karakterinin yediği kurabiye ile
çocukluğuna gitmesi gibi bizim de
çocukluğumuza gitmemiz kolayca
olabilmeli.
Paris benim için salatalar,
sandviçler, şekerlerle dolu bir
kent. Sanatı, mimarisi ve bütün
muhteşem yanları kalbimde, aklımda
şimdilik duruversin; sırf beni, bir
vejetaryeni böyle güzel, eğlenceli
biçimde beslediği için ondan asla
vazgeçemem.
47
Ya Evde Yoksan
Engin Barış Kalkan
Sırasını bekleyen dolmuşlar kontak kapamış. İlk sıradaki
dolup da yola çıkınca, geride kalanlar şoför kapısını açıp ön cam
çerçevesinden omuzlarıyla itiyorlar. Sağ elleri direksiyonda. Gerekli
mesafeyi alınca el frenine asılıp durduruyorlar. Arada bir öndekine
tıkladıkları oluyor ama önemli değil. Plastik aksam, sorun olmaz.
Sonunda omzunu devirip yüzünü acıyla buruşturmayanı yok. Ne
olur bu kadar tasarruftan. Hangi açığı kapatır. Vardır bir hesapları.
Kalan zamanda yol boyunca dizili dükkânların saçaklarının
altındalar. Bir yağmur yağıyor ki. Ceza gibi.
Kaç ay önceydi Zeliş’i bu dolmuşlardan biriyle evine
bıraktığım. Bayağı oldu. Bir defa bile aramadı. Tamam, ayrılalım
dedim ama bu kadarı biraz fazla. Araya acı girer, özlem girer,
her şey daha tatlı olur. En çok da merak. Kiminleyim, neredeyim.
Kurar da kurar. İş dönüşü vapurun arka balkonunda karşıma alımlı
bir kızın oturduğunu, bankların arasında sallana sallana dolanan
görevlinin tepsisinde kalan son çaya aynı anda talip olduğumuzu,
bir süre Kadıköy sokaklarında süren arkadaşlığımızın kapalı ve sıcak
mecralara aktığını kurabilir. Onunla böyle olmuştu. Dayanamaz. Üçbeş gün sonra arar. Sanmıştım. Kızın hiç şakası yokmuş meğer.
Bugün dolmuş kullanmayacağı tuttu. Gidip şoförlere Hale
Soygazi’ye benzeyen genç bir kadın gördünüz mü diye sorsam.
Çıkaramazlar. Çünkü Zeliş esmer. Az bir şey de tombul. Yüzü uzun
değil, yuvarlak. Boyu da kısa, kabul. Ama biraz uzaktan, gözleriniz
hafif kısık, görüntüsünden çok hareketlerine odaklanarak
bakarsanız, Hale Soygazi’nin tıpkısı olduğunu hemen anlarsınız.
Yanındaki sandalyeye asılı kabanını yokluyor. Fena değil.
Sırtı, etekleri kurumuş. Bir yanını elektrikli ısıtıcıya çeviriyor.
Pantolona, gömleğe yapacak bir şey yok. Onları da çıkarıp asacak
48
değil ya. İçeride uyuz uyuz dolanan
garson gelip kollarından masaya
damlayan suyu siliyor. Silmek denirse.
Kullandığı bezin herhangi bir şeyi
daha temiz yapması mümkün değil.
“Rakıyı tazelesene.”
“Ağbi bu daha bitmemiş ki.”
Allah Allah. Niye karasinek
gibi etrafımda dönüyorsun o zaman.
Bu, dünyanın bütün meyhanelerinde
ya bir şeyler ısmarla ya da siktir git
demektir.
“Olsun. Isındı. Yenisini getir.”
“Senin rakı içeceğin yok.
İstersen bira getireyim. Ya da çay.
Yeni demledim.”
Bira veya çay. Kıyak
adammışsın doğrusu. Ben yeni bir
dubleyle beraber meze tepsisini de
getirip çakabildiğin kadar çakmanı
beklerken. Meslektaşların ekseriyetle
böyle. Ulan resmen utandım. Önyargı
işte, bütün kötülüklerin anası.
“İyi, bira getir o zaman.”
Onu da içmeyeceğim ya.
Sonra ha bire çişim geliyor. Bir
de köpüğün bıyıklara yapışması
yok mu. Ne kadar silersen sil.
İlla yıkayacaksın. Bizimki de fırça
mübarek. Övünmek gibi olmasın.
Şimdi bu kız dolmuşa binmezse.
Mecburen evine gideceğiz. Açar
mı kapıyı? Açmasın bakalım. Rezillik
çıkarırım. Aslında çakırkeyif olsam iyi.
Şöyle düşük promilli bir Sadri Alışık
sempatik olabilir. Ellerimi kabanımın
cebinden çıkarmadan, kaşlarımı
ortasından hafif kaldırarak, ağlamakla
gülmek arası bir ifadeyle ‘Vallahi
öyle değil.’ Burada biraz duraksayıp
gözleri yerde gezdirmekte fayda
var. ‘Buralardan geçiyordum da, bir
ihtiyacın var mı davasına...’
“İstersen ocağın yanına gel.
Kurursun, ısınırsın biraz.”
“Burası iyi. Sağ ol.”
Şimdi kimse yok ama
birazdan dolar. Ocağa atarlar
adanaları, urfaları, ciğerleri. Cızır
cızır. Kuyrukyağı ateşe damladıkça
etrafı kıvamlı bir duman kaplar. Saç
köklerine kadar işler adamın. Üstü
başı hiç söylemiyorum bile.
Yanında oturduğu pencerenin üzerine yerleştirilmiş göstermelik
çatıdan aşağıya akan su şeffaf bir
perde gibi. Görüntüyü süzerek
geçiriyor. Perdenin bu tarafında
olmak güven duygusuna benzer bir
şey hissettiriyor.
Şu görüntüye bir baksana.
Rahatlıkla bir filmin başlangıç sahnesi olabilir. Karanlık ekranda kastın son
isimleri belirir. Görüntü yönetmeni,
yönetmen, yapımcı filan. En babaları
yani. Ama öyle pat diye değil. İtalik
harflerle, yavaş yavaş ve sağdan sola
kayarak. Buraya dikkat. Soldan sağa
değil, sağdan sola. Baş harfleri de
küçük. Öylesi daha havalı. O esnada yağmur sesini duyarız. Koşuşan,
bağrışan insan sesleri. Kornalar, işportacı nameleri. Sonra ilk görüntü
gelir.
Garson gevşek adımlarla
masaya doğru yürüyor. Mecburen
ona dönüyor, çünkü artık ortak
bir mazileri var. Bir kendisine bir
camdan dışarı yönelen bakışların
49
önceden çalışıldığı belli. Bir de
poz atıyor. Hiç uğraşma, senden
meyhaneci olmaz. Bu işten biraz
anlasaydın azıcık göbek salar, bir
yelek giyer önünü açık bırakırdın.
Sonra o boku çıkmış bez devamlı sağ
omzunun üzerinde olacak. Durduk
yerde masaları, tezgâhı sileceksin.
Bitti mi. Bitmedi. Teypte beş yüz
yıl öncesine ait bir musiki, raflarda
dizili Dimitrokopulo’lar, hâlden anlar
bakışlar. Hadi hepsinden geçtim.
Tipsizliğin ne olacak. Az önceki
şık hareketin açıklarını kapatmaya
yetmez. Bence istikbali başka
kulvarlarda ara. Git başımdan,
meşgul etme beni. Aşk acısı
çekiyoruz burada. Adamın ifadesi
düşünceli. Dalgınlık filan değil,
derin derin düşünüyor. İlim, irfan,
felsefe, sosyoloji, aklına ne gelirse.
Bir iç geçiriyor ki bu patlayacak
bombanın habercisi. Az sonra öyle
bir laf edeceğim ki ömür boyu
unutamayacaksın, dost meclislerinde
anlatacaksın; zamanında Akasya’da
bir garson vardı, bir gün bir laf etti,
hayatım değişti, diyerek onların
da nasiplenmesini sağlayacaksın.
Tuttuğu nefesi dudaklarının arasından bir sıkıntıyı atar gibi çıkarıyor.
“Ne yağdı mübarek.”
Bak şimdi. Tam hayatın sırrına vakıf olacağım derken. Ama adam
haklı. İyi yağdı. Yarın haberlerde
dinleriz. Metrekareye bilmem ne
kadar düştü, yüzyılın yağmuruydu,
derler. Şanslı bir nesiliz. Yılda birkaç
defa yüzyılın yağmurunu, karını,
sıcağını görüyoruz.
Bardağın üzerindeki su
damlacıklarını parmağıyla aşağıya
kaydırırken gözü hâlâ dışarıda ama
artık umutsuz. Kabanının öbür yanını
ısıtıcıya çeviriyor. Donuna kadar
ıslakken kabanının kuru olmasının bir
halta yaramayacağının farkında ama
en azından görüntüyü kurtarır.
Nerde kalmıştık. İlk görüntü
gelir. Şemsiyeleriyle arka arkaya
dizilen yolcular. Sırayla binerler
dolmuşlara. Oturduktan sonra şemsiyeyi arabanın dışına sarkıtıp şöyle
bir silkelerler. Yönetmenler böyle
ayrıntıları sever. Yolculardan biri
tabii ki Hale Soygazi. Değilse bile
benzemesinde fayda var. Böyle bir
film kesin vardır. Ve güzeldir.
Daha fazla beklemenin yersiz olduğuna karar verip kalkıyor.
Garsonun hesap esnasında bir defa
daha utandıracağı tutuyor.
“Bir siftah at yeter ağbi. Ne
içtin ki zaten.”
Vay namussuz. İlla adam
saydıracaksın kendini. Üç kuruşa
tamah edip de minnete düşer miyim.
İçtiği kadar ödeyip çıkıyor. Sıradaki
dolmuşun son yolcusu. Arka sağa
oturup kapıyı kapatmadan önce
bütün telleri kırılmış şemsiyeyi şöyle
bir silkeliyor. İndiğimde atarım artık.
İki liralık şemsiye bu kadar olur.
*
Doğa apartmanı, iki numara.
Allahtan cadde üzeri. Kolaçan
etmekte sakınca yok. Salon ve
mutfağın ışıkları yanıyor. Perdeler
de açık. Yapmayacağı şey. Gelmemi
bekliyor, ondan. İnsan hep ayrı
50
kaldığı sevgilisi nasıl acı çektiğini
bilsin, görsün ister ya. Öyle bir şey
herhâlde. Yeni terk edilmiş bir adamın
rıhtımın küflü birahanelerinde kafayı çekerken oturduğu taburede
belini büktüğünü, başını eğdiğini
hiç görmedim. Hep dimdik durur.
Masaya dirseklerini usulünce dayaması, sigarayı ağzına götürürken
gözlerini kısarak kendisinden başka
kimsenin görmediği uzak bir noktaya
yüklü yüklü bakması, çok icap ederse
etraftaki insanlarla yaptığı kısacık
konuşmalardaki vakar, kalpsiz sevgili
tarafından izlenmektedir. Bu gerzek
ruh durumu üç-beş aydan önce
atlatılamaz. Kadınlarda da benzer bir
şey var demek ki. Yoksa niye bütün
mahalleye canlı yayın yapsın. Kaç
gündür böyle, kim bilir. Şimdi sofrayı
kurmuş bir köşede oturuyordur.
Küskün kadın oturuşu. Bir ayağı
altında, öbürünü dizden kırıp
sarılmış. Parmağını alışkanlıkla sol
gözünün altında başlayıp dudağının
kenarına kadar uzanan yara izinde
gezdiriyordur. Yara izi dedimse öyle
büyük bir şey değil. Suyun yüzeyinde
incecik bir dalga. Bir onun bir benim
parmaklarımız bulabilir yerini. Sofrada ciğer tava, yoğurt, közlenmiş
biber, ufak rakı. Ekmekleri kızartmak
için gelmemi bekliyordur. Tabii bu
hâlimi görünce sofraya oturtmaz.
Önce sıcak bir banyoya sokar.
Kemiklerim ısınana kadar.
Masanın yerinde olmadığını
fark ediyor. Yerine bir şey de
konmamış. Bu daha ne ki. Bunalım
insana neler yaptırır. Eşyaların yer-
lerini değiştirmek mi dersin, hiçbir
giydiğini beğenmemek mi. Ama
artık bitti. Bugün her şeyin eski
hâline döneceği gün. Üstü çıplak
bir genç beliriyor camda. Kısa bir
süre yağmuru seyredip perdeyi
çekiyor. Al başına belayı. Şimdi kapıyı
çalsan bir dert, çalmasan başka
dert. Ne bok yiyeceğiz bakalım.
Ulan vicdansız. Biz hâlâ sokaklarda
senin izlerini eşelerken. Yok, böyle
olmaz. Apartmanın önünde bir aşağı
bir yukarı yürürken geldiği durumu ıslanmak sözcüğüyle açıklamak
mümkün değil. O artık dev bir
su damlası. Tam niyeti bozup zile
asılmaya giderken apartman kapısı
açılıyor. Promosyon şemsiyenin
altında büyükçe bir çöp kovasını
sürükleyen kapıcı çıkıyor dışarıya.
Hemen yanında bitiyor. Bir iki kem
küm ettikten sonra lafa giriyor.
“Ağbi burada bizim bir arkadaş oturuyordu da, daire numarasını
unuttum. Zeliş.”
“Haa! Zeliş Hanım. Taşındı o.
Birkaç hafta oluyor.”
“Ne diyorsun?”
“Taşındı işte. Burayı da iki
talebe tuttu. Yedi yüz kağıda. Bedava
valla. Kış günü ev bakan yok.”
Sesi soluğu kesilip kalınca
kapıcı eliyle şöyle bir kenara itiyor.
“Yol ver. Daha teravihe
yetişeceğim.”
*
Dönerken dolmuşa binmeye gerek duymuyor. Zaten yokuş
aşağı, yuvarlansam on dakikada
rıhtımdayım diyerek yola vuruyor.
51
Yağmur da biraz insaf mı etti ne.
Niyeti tipsizin meyhanesinde birkaç
bira içmek. Varsın bıyıkları köpüğe
bulansın. Şeffaf perdenin arkasından
dolmuşları, dolmuş yolcularını seyretmenin yatıştırıcı bir tarafı var.
Demek ramazanmış. Hiç haberim olmadı. Meyhaneler ondan boş
demek ki. Ey güzel Allah’ım. Yalnız
ramazanlarda göz atıyorsan, bakayım
hangi kullarım ziftleniyor diye, yanlış
yaparsın. Benden söylemesi. Böylesi
bir adaletsizlik haşmetine yakışmaz.
Sen sor, ben on bir ayın serkeşlerini
sayayım sana. Bildiğim kadarıyla. O
da bizim kulluk vazifemiz.
İstanbul sesleri ve görüntüleriyle başlayan filmler iyi de
ben şu sıralar en çok bir taşra
minibüsünün içinde başlayanları
seviyorum. Ayrıksı bir yolcu. Şehirli,
temiz yüzlü. Valizi kucağında. Camdan dışarı şaşkın şaşkın bakar. Artık
sürgünde bir memur mudur, kaçak
bir devrimci mi. Nerden bileyim.
Bu daha başlangıç sahnesi. Öbür
yolcuları yadırgamadığını göstermek
için fırsat kollar. Misal; Birinci ikram
ederler. Gülümseyerek alır, yakar,
boğulur. İnatla içer. Küflü peyniri
yufkaya sarar verirler, iştahla yer.
Yalandan tabii. Çalan türküye,
mümkünse Kürtçe, valizin üzerindeki
eliyle ritim tutarak eşlik eder. Böyle
filmler var. Ama hiçbirinde koltuğa
zar zor sığan, dudakları bıyığıyla
kapalı, gülümsediği o karalığın altında
beliren ön dişlerinden belli olan bir
Tarık Akan yok. Keşke olsaydı.
52
Bayram Sofrası
Hande Ortaç
“Dedeciğim yiyceğimiz hayvanın adı neydi?”
“Koyun yavrum.”
“Ah anneannesinin bir tanesi, tatlı dilli böcek, püh püh
nazarlardan saklansın!”
“Anne sen bugün bir havalı, bir başka olmuşsun.”
“Ya sağ olasın kızım. Ne bileyim farklı bir şey yapmadım
ama.”
“Gerçekten Emel Annecim, sizde bir tazelik var.”
“Sağ ol Duygu kızım. Sizleri görmek iyi gelmiştir.”
“Dedecim bu hayvanın en lezzetli yeri neresi? Dede, dede,
bu hayvanın en lezzetli yeri… dedeee, dedeee, dedecim, dede?!”
“Batu bırak dedene vurmayı, bak bir şeyler anlatmaya
çalışıyor adam! Aaa!”
“Kızım hırpalama çocuğu bayram bayram, hadi Batu
gel anneanneyle yavrum, ben hayvanın diğer parçalarını sana
tencerenin içinden göstereyim, en lezzetli yerini birlikte bulalım,
ha, olur mu?”
“Anne nereden çıktı şimdi bu, çocuğun aklına böyle abuk
sabuk şeyler sokmasanıza! Tencereden et seçmek de ne demek?!”
“Abliş sen vejeteryanlığa oynuyorsun diye çocukcağız
da et yemesin mi? Annecim sen anlat evladımıza Allah’ın bize
bahşettiği bu güzel hayvancıkların lezzetli etlerini. Orta Asya’dan
geliyoruz nihayetinde, etoburuz Elhamdulillah, köklerini bilsin
çocuk.”
“Emre illaki bana zıt git e mi!”
“Çişim geldi, anne,”
“Ayşe canım, babana biraz daha çikolata getirir misin? Bana
da şu leblebi şekerlerinden, hadi tatlım. Ne dersiniz babacığım,
53
yersiniz değil mi?”
“Anneee, anneee çişşş!”
“Ayy Osman, sen neden
kalkıp almıyorsun? Çocuğun peşindeyim ben!”
“Tamam kızım sen otur ben
Batu’yla ilgileniyorum.”
“Anne olmaz öyle şey!”
“Yahu şurada muhabbetimiz
derinleşmiş, değil mi babacım?”
“Osman hazır derin mevzulara girmişken şu mahalleyi kasıp
kavuran o belalı serserileri de bir sor
bakalım. Son vukuatları neymiş?”
“Abla ben de ifrit oluyorum
bu heriflere. Mahallenin bütün
kadınına kızına yürüdükleri gibi
esnafı da haraca kesiyorlarmış.”
“Yapma ya! Düpedüz mafya
olmuşlar. Osman bir şey yapılamaz
mı gerçekten?!”
“Batu hadi yavrum önce
çişe sonra da tencerenin başına,
anneannesinin güzeli.”
“Osman abi, ben çerezlerinizi tazeleyeyim, sen babamı bu konuda konuştur. Ablişimin tepesi attı,
hoş değil! Tuzlu fıstık da ister misin?”
“Yaa anne yaa, bu çocuk
beni deli edecek. Yaşı kaç oldu hâlâ
bana laf ediyor. Abliş ne yaa, abliş
ne?”
“Emre Ayşe, çocuklar hadi
bakalım sakin olun, bu yaşta bile
didişmeniz bitmedi.”
“Ya çok şekerler ama Nevzat
Baba, değil mi? Benim yakışıklı
Emriş’im”
“Hah haa nereden çıktığı
anlaşıldı. Emrişim sen bu tabakları
bir masaya diz bakalım, boyunun
ölçüsünü görelim? Anne her şeyi
hazırlamışsın, bize bir şey bırakmamışsın, aşk olsun!”
“Hadi çocuklar yavaş yavaş
masaya geçelim. Emel Hanım siz de
oyalanmayın içerde. Gerçekten çok
şahane bir kurbanlık et var bugün,
parmaklarınızı yiyeceksiniz.”
Babamın ete bu kadar
meraklı olduğunu bilmezdim daha
önce. Memur ailesi öyle her dakika
et filan yiyemez şimdi, doğruya
doğru. Zirai Donatım’dan emekli
olduktan sonra da orta hâlliliğin
hâllicesindeler. Çok iyi hatırlıyorum,
uzun yıllar kurban kesmeye paramız
yetmedi. Yettiğinde de anca dayılar
amcalar ortak bir küçükbaşa girildi,
bize de baldır bacak bir parça bir
şey ancak düştü. Şimdi evde bir
kavurma kokusu... Sanki hayatta et
yemeden bayram geçmez, boğulana
kadar yemeli. Yani kurban kesme işi
de bana çok ters geliyor. Ne gerek
var hayvancıkları telef etmeye.
Efendim neymiş hayvanlar yerine
oğlumuzu kesecekmişiz de o yüzden
kesmeyelim diye hayvancıkları…
tövbe tövbe… Annemle babamın hiç
dertleri yokmuş gibi sadece etten
bahsetmeleri de çok garip. Ortalığı
kasıp kavuran o üç belalı herife
ne oldu? Her gün yaka silkerek
yakınırlardı, şimdi sanki hiçbir şey
olmamış gibi.
“Nevzat Bey hadi, alın
damadınızı da masaya buyurun,
54
çocuklar oturuyor artık.”
“Tamam geldik geldik. Osman, sen de şu leblebi şekerlerinden
amma yedin, tıkanacaksın, yemek
yiyemeyeceksin oğlum.”
“Osman gergin olduğunda
yemeğe böyle şuursuzca saldırır.
Değil mi hayatım, bari çiğnerken
ağzını kapa!”
“Bari bayramda bir karışma…”
Of Ayşe of. Yine o hafif
çekik, güzel gözlerinde onaylamaz,
kırılmış bir bakış. Her şeyi kontrol
edemeyeceğini bilen ama bunu
kabul etmeyen gergin dudakların
ve yanağında, sadece benim fark
edebileceğim zonklayan bir kas.
Emrişle nişanlısı Duygişi de kontrol
altına alma çabaların. Bu genç kadının
senin sınavını geçme stresi. Emre’nin
sana karşı olan alaycı yıkıcılığı, bu
soğuk savaşı körüklemesi, annenin ve
babanın umursamazlığı. Boş vermeyi
ne zaman öğreneceksin. Her şeyden
senin sorumlu olmadığını sana kim
söylerse ikna olacaksın? Ailenin
sınıf başkanı olmayı bırak artık.
Hayatım. O kadar zor ki. Sürekli göz
hapsinde olmak, beğenilmeyeceğini
bilmek, yeterli olamamak. Her
şeyi bizim iyiliğimiz için istediğinin
farkındayım. Şüphesiz. Ama bak Batu
senden müsaade istemeden nefes
alamayacak duruma geldi. Topluluk
içinde istediğim gibi konuşamaz
oldum. Ya politikadan bahsederken
lafı çok uzatıp insanları bayıyorum
ya aileyle ilgili bütün sırları bir fıstıkla
bira yudumu arasında kaçan tükürüp
gibi çirkin ve hızla ifşa ediveriyorum
ya da işlerimi çok anlattığım için nazar
değiyor… Sanki gösterideyiz, tempo
düşüp seyirciler bizden sıkılır diye
sürekli değişik, enteresan, farklı ve
havalı olalım diye konuşma başlıkları
açıyoruz, doğaçlama yapamıyoruz,
hep daha önce çalıştığımız replikleri
sıralıyoruz. Yoksa koskoca Avukat
Osman için ne derler?! Dur bakayım;
sıkıcı, banal, köylü, görgüsüz,
maganda… Amman! Ne derlerse
desinler! Hayatım. Bu eve gelirken
strese giriyorum evet! Strese girince
de dipsomanim azıyor, önümdeki
neyse dibini görmeden ruhum huzur
bulmuyor. Gerginim, çünkü ailenin
karşısında bile her an müsamereye
çıkıyorum.
Gerginim,
çünkü
mahalleye dadanmış şu heriflerden
hazzetmiyorum. Hapları atmış geliyorlar, bir duvara tünüyorlar, külhan
beyi tavırlar. Bana laf söylese bir
türlü, karıma laf etse öbür türlü.
Bir kere müsamaha gösterdim mi
tepeme çıkacaklar. Dayılansam, bana
göre değil. Dövüşsem, yakışır mı
bana bu yaştan sonra.
“Demek o çocuklar birden
ortadan kayboldular? Ha anne?”
“Vallaha, artık uğramıyorlar
mahalleye. Çocuğum çorbayla ekmekle doyurma kendini.”
“Anne müthiş olmuş ya. Sen
de fıstıksın, çorban da fıstık!”
“Afiyet olsun oğlum. Zeytinyağlı sarma isteyen var mı?”
“Ver ver, bayılırım bilirsin.
55
Ama ben en başta polise haber
verelim demiştim.”
“Hayatım, o çocukların zaten polisle yakın münasebeti vardır.
Böyle olaylarda, polis çözüm değil
ki. Mahalleliyle serseriler arasına
pek girmezler. Yahu bu ne lezzetli bir
ciğer sarma Emel Anne. Lokum gibi,
ellerine sağlık. “
“Ciğer taze olunca tadından
yenmez Osmancım?”
“Baba peki ne oldu da gittiler?”
“Ne kadar da çok meraklılarmış o serseri delikanlılara, değil
mi Emel Hanım? Bir gün gittiler işte
biz de kurtulduk. İçli köfteyi uzatır
mısın bana Duygu kızım? Anneniz
yeni bir tarifle yaptı.”
“Buyurun efendim. Şu
insana yiyecekmiş gibi bakan kafası
dumanlı çocuklar değil mi?”
“Bunun adı taciz tabii de
başımız belaya girmesin diye kimse
konduramıyordu.”
“Abla, kafa göz girmesi
gereken sen değilsin, konuşuyorsun.
Sana kalsa ateşe körükle gideceksin.
Ohha bu biberler amma acıymış!”
“Allah’ın sopası yok! Oh
olsun sana! Tacize uğrayan biziz,
sokaktan ayağı kesilen biziz, sen
kendini düşün sadece.”
Dayım annemi üzüyor ben
annemi seviyorum dedemi anneannemi babamı Duygu ablayı seviyorum. Ciğer sarmayı sevmiyorum.
Kapıdaki ağabeyleri sevmiyorum.
Babam da sevmiyor. Annem nefret
ediyor. İçerdeki kirli elleri, çirkin yüzleri hiç sevmiyorum. Ayaklarını yıkamadan yatağa girenlerden tiksiniyorum. Mutfaktaki bize bakan gözleri
hiç sevmiyorum. Gözlerin biri açık
diğeri kapalı. Anneannem uyuyorlar
dedi. Ama uyuyanlar bir gün mutlaka
uyanır. Uyanacaklar! Bizi hoop diye
esir alacaklar. Anneler çocuklarını
hiç göremeyecek. Vuuvvvuumuuu
uçururum. Vvuuuvuuuu diye gaz veririm hemen, masayla havalanır. Camdan çıkarız. Babam püskülünden tutar, havada ayaklarını çırpar. Vuuuu
diye uçarız. Benzin koymam lazım.
Anneyi babayı dayıyı Duygişi anneannemi dedemi kurtarırım.
“Oğlum n’apıyorsun!? Çorba yere dökülür mü hiç?”
“Yeni huylar edindi bu çocuk
ya, hiç böyle bir şey yapmazdı.”
“Bırak anne yaa. Vuuvvvuma
benzin koydum bak. İçerdekiler
gözlerini açacak anne! Yaa, yaa
bırak!”
“Uykusu geldi herhâlde.
Ben içeriye yatırayım da geleyim.”
“Yaaa anne yaa gitmiycem,
içersi olmaz gitmiycem.”
“Kızım bu bayram günü
çocuğu odaya mı kapatacaksın?
Yatıracaksan da burada yatır. Bizim
yanımızda olsun çocuk.”
“Batu da uyumaz zaten
tam yemek üstü şimdi. Koltukta bir
şansımızı deneyelim. Oğlum gel
hadi.”
“Emel Hanım biz de ana
yemekleri getirelim.”
56
“Haklısın Nevzat Bey, etler
pişe pişe ne hâle geldi acaba? A
Duygu niye kalktın kızım? Otur otur
biz Nevzat Amca’nla getiririz.”
“Anne ben Batu’yu yatırmaya çalışıyorum, Duygu yardım etsin
size işte. Ya da Emre Bey bir zahmet
ayaklanın da siz de bu evin evladı
olduğunuzu hissettirin.”
“Çocuklar siz çalışmaktan
yorgunsunuz zaten, bugün de dinleniverin. Babanızla biz getiriyoruz.
Bir sohbet muhabbet açın, tatlı tatlı,
hemen geliyoruz.”
Bu kadar çok koşturmadan
sonra kesin hastalanacak bizimkiler.
Yardım etmeye mi gitseydim, ama
gelmeyin dediler. Böyle dediklerinde
acaba gelin ama biz kibarlığımızdan
sizi çağıramıyoruz mu diyorlar? Ne
demek istiyorlar acaba? Ablam böyle
konularda daha iyidir. Bakıyorum,
onun da pek umurunda değil. Demek
ki gerçekten yardım etmeyin demek
istediler. Yani pimpiriklidir bizim
kız, içi rahat etmez. Kalkar geçerdi.
Duygu’nun bu tarz refleksleri pek
gelişmemiş. İyi ki de gelişmemiş,
onun sapı bunun çöpü ömrümüz
başkalarını mutlu etmeye çalışarak
geçecekti.
“Çocuklar pek içime sinmedi bu adamların ortadan kaybolma
durumları.”
“Di mi Osman Abi birdenbire! Üstüne gitmek istedik ama
annemle babam pek konuşturmadı.”
“Batu hadi yavrum kapa
gözlerini.”
“Uyumayacağım istemiyorum anne. Gelirlerse seni ben
koruyacağım, tamam mı?”
“Ay ne demek yavrum ya
gelirlerse, kimse gelmeyecek. Ancak
bayramlaşmaya konu komşu gelir.”
“Maşallah Ayşe Abla, Batu’nun hayal gücü pek bir geniş.”
“Ya öyle kendi kendine bir
şeyler uydurup yaşayıp gidiyor işte
gariban. Can sıkıntısından bence.
Ben böyle değildim, çünkü Emre hep
etrafımdaydı, hayal kurmaya fırsatım
olmadı hiç.”
“Bu lafınla bana büyük gol
attın abla, bravo!”
“Anne yaa, içerdeler diyorum sana.”
“Annem mızmızlanma artık.”
“Ne demek gelirlerse? Oğlum kim gelecekmiş bakayım?”
“İçerdekiler baba.”
“Kim!!?”
“İçerdeki gözler. Biri kapalı
şimdi. Ama biri böyle açık. Öbürkünü
de açarsa ben sizi vuuvvumla
kurtaracağım.”
“İçerde birilerinin olduğunu
mu söylemek istiyorsun Batucum?”
“Daha
önce
kapıda
gördüğün ağabeylere benziyorlar
mıydı?”
“Duygu yok artık! Gitmiş
o delikanlılar, ne işleri var burada
aşkım?”
“Ya içerdelerse? Baksana
sizinkiler bir garip davranıyor, Batu
içeride garip şeyler gördüğünden
bahsediyor. Adamlar birdenbire
57
ortadan kaybolmuş. Mümkün mü
böyle tiplerin bir gün sıkılıp ortadan
kaybolmaları? Olamaz.”
Korkuyorum. Bu heriflerin
ahlakı yok ki. Arsızca baştan aşağıya
soyarlar insanı. Ağızlarının içinde ipe
sapa gelmez laflar çevirip birbirlerini
daha çok kışkırtırlar, omuz atıp gaza
getirirler. Yandan bakarlar, yetmez
arkadan bakarlar. O da yetmez gelir
dokunurlar. Herkesin sahibi onlardır.
‘Ya benimsin, ya kara toprağın!’
‘Başkasıyla görürsem öldürürüm lan
seni!’ Bu cüret duvara dayanmaları
ve birbirlerini omuzlamaları yeter.
Omuzdan aldıkları destekle ancak
güçlü. ‘Hadi kanka, yürü…’ Her şeyde
hak iddia edebilirler. Bu eve de gelip
bu yaşlı insanları günlerdir rehin almış
olabilirler. Onlar da sorun çıkmasın
diye katlanıyor olabilir. Her şey
yolundaymış gibi. Ben tırnaklarımı
avuçlarımın içine batırırım, daha
fazlasını yapmamaları için sesimi
çıkarmayıp dudaklarımı sıkarım.
Buradan geçip gideceğim ve bu
işkence bitecek. Görünmez olmayı
dilerim içimden. Sırf Emre’nin başını
belaya sokmamak için. Bu insanlar
da geçmesini bekliyor olabilirler.
Birtakım delikanlılar, hıh! Mazur mu
göreceğiz yani, kanları kaynadığı
için mi? Küçük külhanbeyleri.
Korkuyorum. Ya gerçekten içerde…
“Belki annemle babamı
günlerdir rehin aldılar, işkence
ediyorlar insancıklara Osman?”
“Ya sevgilim olur mu öyle
şey, hemen gaza gelmeyelim rica
edeceğim.”
“Yahu çocuk da söylüyor
Osman abi, babamla annem
geldiğimizden beri bizi içeri almadılar.
Yardım ettirmediler. Babam hayatta
böyle bir şey yapmazdı.”
“Emre haklısın, sabahtan
beri mutfağa giremedim. Hatırlasanıza Batu’yu bile tuvalete annem
götürdü.”
“Oğlum içerde gördüklerin
sana sus mu dediler?”
“Konuşmadılar baba.”
“Ya gördünüz mü? Şıp
diye ortadan yok olmaları normal
değil Emriş. Evde saklanıyorlarmış
meğerse.”
“Çocuklar salonun kapısını
açın da içeri girelim.”
“Babacım!”
Üstümdeki kanlı önlükle
içeri girince çocukların korkması çok
normal ama ortalığı birbirine katmak
da nereden çıktı? Emre arkamdan
kapıyı hızla ittirdi. Annesinin ağzını
kapatıp duvara yasladı. Duygu
çığlıklar atarak masanın altına
saklandı. Zaten Ayşe çoktan Batu’yu
kavrayıp salonun en ucuna gitmiş
koltuğun arkasına çömelmişti. Bir
Osman ortada öyle kalakaldı. Atılgan
bir adam olamadı zaten. Her şeyi
Ayşe’nin çekip çevirdiğini bir kez
daha anlamış oldum. Ama bakma sen
mendebura, cebine leblebi şekeri
zulası yapmayı bilmiş, o panik içinde
bile hâlâ ağzına leblebileri tıkıştırıp
duruyordu. Uyduk millete, kana batıp
bulandık. İstemeden içinde bulduk
kendimizi. Vallaha! Ben cana kıyar
58
mıyım yoksa? Ya Emel? Mümkün
değil. Ama oldu bir şeyler. Bari
saklayalım, ortaya çıkmasın dedik,
onu bile beceremedik. Ahh ahh
bu yavrucaklarım da korku içinde,
yüreğimin kenarı cız etti. Bu yaşa
geldiler insan hâlâ kıyamıyor.
“Baba bizi kandırmaya çalışmayın, içerde olduklarını biliyoruz.
Batu görmüş her şeyi.”
“Kızım içerde kimse yok size
diyorum. 3 yaşındaki çocuğun lafına
mı inanıyorsun.”
“Ama bir şey görmüş işte.”
“Bir gözü böyle açıktı, diğer
gözü kapalıydı dede.”
“Baba eğer bir tehlike içindeyseniz yardım etmek istiyoruz. O
herifler içerde mi?”
“Anneanne el de vardı,
bacak da. Pis diye lavabonun içinde
yıkadık ya.”
“Adamlar bir de ayaklarını
mı yıkatıyorlar! Aman Allah’ım, evladım bu yaşta nelere şahit olmuş!”
“Emel Hanım ne yaptın sen
çocukla?”
“Yıka yıka temizleyemedim
bir türlü Nevzat Bey. Yine gözüme
kirli gözüktü. Dayamadım. Çocuk
anlamaz zannettim, ne bileyim”
“Şimdiki çocuklar cin gibi
Emel Anne. Anlamış işte. Ne olur
anlatın, size ne işkenceler yaptılar?”
“Yahu kimsenin bize işkence
yaptığı yok, zaten içerde de kimse
yok.”
“Gördüm diyorum, içerde
abi parçaları vardı.”
“Batucum neler diyorsun?
Anne lütfen her şeyi tek tek anlat
bize. Otur sakin sakin.”
Bir değişiklik var bende.
Bir güzellik, bir hava, başka bir şey.
Şimdiye kadar olmayan bir ışık, güç.
Kaderime söz geçirdim bu yaşımdan
sonra. Asabımı bozanları yerle bir
ettim. Değil mi? Hatırlamıyorum.
Bu saldırgan gücü nereden buldum
bilemiyorum. Körlük oldu, ortalık
kaynadı. Yüreğim alev aldı. Aklım
kaçtı. Neriman geldi, kapı komşum.
Koş, dedi, o mendebur heriflerin
ikisi Ayla’nın en küçük kızını
market yolunda ellemişler, donunu
istemişler. Kafaları güzelmiş. Gözüm
karardı. Allah’tan ahh Allah’tan kız
uyanık, 13 yaşında ama aferin ona cin
gibi, durmamış, ağlamamış kaçmış,
bağıra çağıra atmış kendini markete.
Kasiyerlerin ödü patlıyor tabii. Bu
itler kimseye nefes aldırmıyor ki.
Vermemişler kızı ama markette
de tutmak istememişler. Kızı arka
kapıdan yine sokağa salmışlar.
Yavrucak çığlık çığlığa koşmuş
sokakta, bu sefer overlokçuya
sığınmış, bin şükür. Çığlığı duyan
mahallenin kadınları, sanki güdümlü
gibi, önce balkona bir bakmaya sonra
da mutfağa, kuşanmaya. Artık elimize
ne gelirse kapmışız. Bizim de gözümüz
karaymış meğer. Üst komşuya koşan,
alt balkonda oturana bağırmış.
Ben sokağa adımımı attığımda bir
kadın kalabalığının arasına düştüm.
Ayaklarım yerden kesildi. Sokak boyu
sürüklendim. Ta bakkalın kapısına
59
kadar. Kasanın arkasına saklanmış
itoğlu itler. Havanla kafasını patlattım
birinin, diğerinin tepesine tavayla
bindim. Yere düşenin bir bacağını
Meliha kapıyor, diğerini Derya. Vur
göbeğine, vur karnına… her yer kan…
çığlıklar… bir süre sonra çırpınmayı
bıraktılar. Neyse…
“Anne! Öldürdünüz mü
çocukları yoksa!”
“Ne! Döve döve mi hem
de?”
“Ne yaptıysak hiç de fena
yapmadık Duygu kızım.”
“Resmen cinayet işlemişsiniz
be anne? Manyak mısınız?”
“Oğlum, hatırlamıyorum diyorum, daha ne diyeyim. Bir delilik
hâli içindeydik.”
“Bu düpedüz adam öldürme,
ömür boyu cezası var.”
“Osman öyle şeyler söyleme!”
“Anne ikisini hakladık dedin,
diğeri ne yaptı?”
“Bir daha gözükmedi.”
“Ya mahallenin kadınları
heriflerin işini bitirirken gördü ve
korkup kaçtı,”
“Olay bakkalın içinde vuku buldu diye anlattı Emel Anne.
Görmüş olma olasılığı düşük.”
“Biz de öyle düşünüyoruz.
Muhtemelen diğerlerinden haber
alamayınca kötü bir şeyler olduğunu
tahmin edip bir daha bize bulaşmadı.”
“Ne
yapacağız
şimdi?
Yani korkunç bir durum! Nasıl
öldürürsünüz? Aklım almıyor? Emre?
Ne yapacağız?”
“Şişt! Susacağız çocuklar,
hep birlikte. Susacaksınız. Mahalle
olarak aldığımız karara uymalıyız.”
“Babacım karara uymak
ne demek? Sessiz kalmak mümkün
mü? Toplu bir hezeyan ve sonunda
cinayet! Olacak iş mi? Bunu bilen
bir adalet adamı olarak gerekenleri
yapmalıyım.”
“Enişte annemi ispiyonlayacak mısın yani?”
“Emre cinayetten bahsediyoruz, adam öldürmekten. Enişten
ne yapsın?”
“Söylemeyiversin abla. Susuversin. Birisinin ırzına geçmeden,
başka birinin kafasını patlatmadan
bitirmişler işi, ne güzel!”
“Öldürücü darbeyi kim vurdu peki Emel Anne?”
“Elbirliğiyle yaptık Duygu,
hepimiz diğeri kadar suçluyuz.”
“Anne, peki sokakta kamera
filan yok mu? Sizi bakkala girerken
görüntülemişse. Fark etmeden
kameraya çekilmiş olmayın!”
“Emre oğlum Amerikan
dizisi mi bu? Yok tabii. Her şey bir
anda olup bitmiş.”
“Anne ne kadar soğukkanlısınız!”
“Öyle deme Ayşe, bütün
kadınlar şoke olmuştu. Ben olay
yerine vardığımda hepsi kan
içinde, durmuş yerdeki adamlara
bakıyorlardı.”
“Konuştuklarımızın hepsini
Batu duyuyor! Kelimelerinize dikkat
edin lütfen.”
“Katil zanlısı kaç kişi aşağı
60
yukarı?”
“Osman, ne dedim şimdi?!
Anneme katil deyip durma!”
“18 kişiler ama yalnız
değiller, bütün mahalle, hepimiz
arkalarındayız.”
“Öyle boş boş yerde yatan
cesetlere bakıyorduk. Selahattin Bey
hepimizin ağzına kesme şeker verdi
de biraz kendimize geldik.”
“Anne iyisin değil mi?”
“Mahalle konseyi gibi bir
şey kuruldu. Anında. Hızla karar
aldık. Laf sokaktan dışarıya çıkmadı.
Olay olalı beri her şey sütliman.”
“Osman Abi, aklından bile
geçirme.”
“Neyi?”
“Sakın ortalığı bulandırma,
hâlledilmiş işte.”
“Peki cesetleri ne yaptınız?
Yani parçalamışsınız tamam da,
bavula koyup çöpe mi atacaksınız?
Ya da gömdünüz mü?”
“Bu riske giremezdik. Yarın
öbür gün biri içindeki suçluluk ve
pişmanlıkla ortaya çıkıp hepimizin
hayatını karartmasın diye parçaları
bölüştük.”
Hayır, hiç de fena yapmadık.
Kesip pişirmeyi pek bilemedik ama
mühim değil. Et ateşi görünce
hemen sertleşiveriyor. Demin yedin
kızım, ciğerini yedin, kıymasını yedin,
birazdan da kavurmasını yiyeceksin.
Sesini çıkarmayacaksın. Polise gittik,
savcılığa şikâyet ettik, çocukların
akrabalarını bulduk, bunlar ancak
höt zötten anlar dedik. Bir kul bize
yardım etmedi, edemedi, sözünü
geçiremedi. Biz de üstümüze düşeni
yaptık. Güzelce işimizi hallettik.
Delilleri yok etmek mahallece toplu
kararımızdı, bunun da arkasında
duruyoruz.
“Bilmek zorunda değilsiniz
evladım. Sizlerden bugün olanları
göz ardı etmenizi istiyoruz. Görmemezlikten gelmenizi. Yediklerini
çıkarmak isteyenler içerdeki tuvaleti
kullanabilir artık. Saklayacak bir şeyimiz kalmadı.”
61
İstanburger
Aylin Sökmen
#foodporn hashtag’i kullanacak kadar bile çalışmıyor kafası. Tek
işittiği kahkahalar, küfürler. Üstüne sinmiş sigara kokusu. Sabahın ilk
ışıkları. Sonradan sileceği fotoğrafları yüklüyor ha bire. Birkaç boş
bira kutusu duruyor girişte. Gelen geçen çarpıyor bazen, devrilen
her teneke kutudan çıkan sesle beraber bir lokma daha ısırıyor ıslak
hamburgerinden. Kuru mu ıslak mı ayırt edecek hâli yok, en son
beraber çıkmışlardı bardan. “Bize gidelim, evim Galata’da,” demişti.
“Tamam,” demişti ama nasıl olduysa şu an yanında kimse yok. Salça
sosu bileğinden aşağı akıyor. Galata’ya gitmeye karar veriyor,
gitmek istediği evin adresini bilmiyor. Düşünüyor, düşünüyor. Bir
şekilde bulurum, diye düşünüyor ve ikinci ıslak hamburgerinin son
lokmasını yutuyor. Genzini ağır bir baharat tadı sarıyor.
62
AVM’nin üst katında uğultu. Palmiye ağaçları. Sinema kuyruğu.
Açlıktan sallanan kısa bacaklar. Gözleri batmaya başlıyor ışıktan.
Tepsiyle önüne gelen hamburgere bakıp “Bu değil benim
istediğim,” diyor ve reklam panosundaki hamburgeri gösteriyor.
“Bunu istiyorum!”
Şaşkın anne bir panoya bir önlerindeki hamburgere bakıyor. “Aynısı işte, whooper!”
“Hayır, aynısı değil. Oradakinden istiyorum.”
Panoya bir daha bakıyor kadın. Parlak-dolgun-düzgün-mükemmelcilalı hamburger. Sinema çıkışı akan insan seli. Önünde duran
hamburgeri inceliyor, suratı buruşuyor. Yamulmuş ekmekleri
birleştirip bir ısırık alıyor. “Çok güzel, hadi!” diyerek uzatıyor,
genzini plastik kokusu sarıyor.
63
IceBurger, MadBurger, ekmek arası Soujouck. Siparişi beklerken
tebeşirle yazılmış yazıları inceliyor. Yeni nesil postmodern burger.
Aklı ısmarlamadıklarında. Her seçim bir vazgeçiş. Cep telefonu
akıllı olmakla kalmıyor, aynı zamanda hayatını da taksitlendiriyor.
Anını yaşıyor, nasılsa akan su yolunu buluyor. Karşısında oturan
kızın üç ay sonra yanında olmayacağını da biliyor. Önlerine tepsi
gelince, “Patates istese miydik?” diyor. Hamburgerin içi kat
kat malzeme dolu, ağzına sığmıyor. İçindeki domatesi çıkarıyor,
çıkarırken karamelize soğanların bir kısmı da tabağa yayılıyor.
Ayakta bekliyor millet. Acele acele tıkıyorlar ağızlarına lokmaları.
Konuşmadan, bakışmadan. Hamburgerin son lokmasını da yutuyor,
genzini rokfor tadı sarıyor.
64
Hafif yanmış hamburger köftelerini plastik tabağa boşaltıyor.
Kaç kişi olduklarını tekrar sayıyor, çocuklar uzakta. Hamburger
ekmekleri sıra sıra dizili. İsteyen istediği gibi. Ağaca çarpan top
önünde sekiyor. Ketçap-mayonez-hardal’ın kapaklarını açan
karısına bakıyor. Tahta masayı kuş pisliyor. Kendin pişir kendin ye.
Coca Cola’dan kaçan gaz sesi. Kadın çocuklara sesleniyor. Kimse
duymuyor. Yan mangaldan gelen duman öksürtüyor. Boş ver,
oynasınlar, diyor. Üç günlük yemek, yeter de artar. Hamburgerinden
kocaman bir ısırık alıyor, genzini yanık kokusu sarıyor.
65
Metropol, Geçmiş ve Roman:
Et Üzerine Bazı Geçişler
Mert Tanaydın
Modern etçilin acizliği
Bugün yaşantımızda üretimle tüketim arasındaki
mesafe muazzam açılmış durumda ve uzmanlaşmış bir eğitimden
geçmemişse ya da yine uzmanlaşmış bir kurumda çalışmıyorsa
kişi yiyecek madde üretimini kolay kolay gerçekleştiremez.
Elbette hâlâ köyde bucakta kendi kendine yeten, hayvanlarıyla
ya da bitkileriyle bir ekosistemde yaşayan veya yaşamaya namzet
kesimler söz konusu olabilir, ama metropolde ya da şehirlerde
ekseriyetle yiyecek üretim sistemlerine bağlıyız. Bu sistemlerin
varlığı bizim iştahla yediğimiz yemeklerin sürdürülmesini sağlar,
ama sistemlerin işlemeyi aksatması durumunda, distopyalarda
hayal ettiğimiz, bazı incelemelerle tarih kitaplarında okuduğumuz
vahşi kıtlık koşullarında bizi birbirimize kırdırtacaktır.
Yemeklerin ham maddelerine ulaştıktan sonra, bu
malzemeleri birbirine karıştırarak, çeşitli işlemlerden geçirerek
karnımızı doyurmak ya da keyfimizi almak için kullanacağımız
lezzetli –ya da becerememiş de olabiliriz– tabaklara, sofralara
varabiliriz. Kişisel olarak yemek yapmayı nereden öğreniriz?
Atalarımızdan, çevremizden, eğitim kurumlarından ya da
medyadan. Nadiren kişi kendi kendine yiyecek maddeleriyle
deneyler yaparak, oyunlar oynayarak yemeklerini geliştirebilir.
Bir zamanlar bu deney yapanlara ve kabullenilmiş yiyecekler
kullananlara cadı gözüyle bakılıyor, kâfir addediliyor ve gerekirse
cezalandırıyorlardı, çevrenin egemenleri. Bugünse füzyon mutfağı
tabirini kullanabiliyoruz, gustodan bahsediyoruz, televizyon
kanallarında ya da dergi sayfalarında övgülerle dolu tariflerini
paylaşıyorlar. Yine de, başarısız deneylerle, insanların damak tadını
ve sağlıklı sindirimini zorlayacak tariflerle kabul görmek pek kolay
66
olmayacaktır.
Metropol ya da yerleşim
yeri, hadi şehir diyelim, artık insanların
hücrelerinde –hanelerinde– huzurlu
ya da huzursuz hapis kaldıkları,
birbirleriyle çatıştıkları ya da
ancak çalışarak özgür kalacaklarını
sandıkları birer üretim birimi
değil, sayısız katmanda irili ufaklı
bir sürü değiş tokuşun yaşandığı
kültürel aylaklık alanları aslında.
İnsanın üretimdeki rolü azaldıkça
elde ettiği boş vakti kültürel değiş
tokuş imkânlarına dönüştüremediği
sürece, yeni tutsaklar ve kısıtlılar
arasında
bunalacak,
paylaşım
mücadelelerinde muazzam yoğunlaşan çatışmalarda heba olacak ve
uyumsuzluğun bedeli çok yüksek
olacaktır. Ama kişi kendisini bir
biçimde nitelikli aylağa çevirirse,
ortalıkta dolaşması bile kültürel değiş
tokuşu, kültürel ögelerin yayılmasını
sağlayacağından, hiç ummadığı
türlerde üretken kılabilir. Cihazlarıyla
ortalıkta dolanan, yediğinin ve gördüğünün fotoğrafını çeken, anlatısını
hazırlayan, üreticileri ve işletmecileri
memnun edecek oranda tanıtım
sağlayan, dolayısıyla kendini kabul
edilebilir kılan insanlar, kültürel bir
saadet zinciri oluşturabilirler.
Yine de temelde modern
insanın üretim bilgisinden ve
imkânlarından yoksun olması, onu
geçmişteki insanların kirli de olsa
hayatta kalmasına yardımcı olan
deneyimli hâlinden uzak tutuyor.
Mesela lüks et lokantalarında,
gittikçe çoğalan lüks burgercilerle
dönercilerde ya da artık kanıksadığımız küresel zincirlerde kâh
bayıla bayıla yediğimiz kâh içimizin
kaldırmadığı o et yemeklerinin ham
maddesi olan hayvan etlerine nasıl
ulaşacağımızı, et işinde çalışanlar,
hayvancılar ve kasaplar ve de kurban
kesebilecek kadar dini pratiklerini
ciddiye alanlar dışında pek bilemeyiz.
Büyükbaş, küçükbaş, kümes ya da
av hayvanlarını, öldürüp, parçalayıp,
çeşitli sağlıklı ya da lezzetli kılma
işlemlerinden geçirip, yemeğin bir
parçası hâline getirme faaliyetlerini
bırakalım yapmayı, aslında bugünkü
nezaket
seviyemizde
görmeyi,
düşünmeyi bile içimiz kaldırmaz.
Her gün, her öğün et yiyen ortalama
insanın, yatkın değilse öldürmeye,
bilgili değilse neresinin nasıl
yeneceğine, et üretim sistemleri
mucizevi bir şekilde ortadan kalksa,
ortalıkta yaban ya da ehil sayısız
hayvan dolaşsa bile, zarar görmeden,
hayatını riske atmadan, paylaşım
savaşımına girmeden tek bir hayvanı
bile yemeğe çevirmesi çok düşük bir
olasılıktır.
Etlere kişisel bir bakış
Dedemin çok uzun yıllar
mezbahada kesicilik ve yöneticilik
yaptığını biliyorum, bir dönem babam
da kasap dükkânlarında çalışmış,
hatta beraber et üreticiliği şirketi
kurarak İstanbul’da dâhil olmak
üzere çeşitli kentlere sosis, sucuk,
vs. et ürünleri tedarik etmişler, ama
formülde kâr etmek için malzeme
kısmaya kalkınca kaliteleri düşüp
67
ürün iadeleri alınca babasına rest
çekmiş, üniversite okumaya İstanbul’a
gelmiş, böylece aile mesleğinden
çıkıp ilerde kimya ve bilişim alanlarına yöneleceği yeni kariyerine
sapmış, dedem de kendisini emekli
ederek gittikçe siyasete ve sonunda
da Arabistan’da kalp krizinden
öleceği dine yönelmiş. Hayvancılık
aile mesleği diyorum, çünkü 19.
yüzyılın ortasında, muhtemelen Kırım
Savaşı dolaylarında, hayvanlarıyla
Oltu’dan çıkmış gelmiş Kürt Hasan
Ağa ve çocuklarıyla birlikte hem
hayvan yetiştiriciliği hem de celeplik
yaparak hayatını geçirmiş. Babam
dedesinin, yanlış hesaplamadıysam
Kürt Hasan Ağa’nın oğlunun, şehrin
tepesindeki evlerine at sırtında
geldiğini, mahallenin kedilerinin
onun geleceği zaman yokuşun iki
yanına sıralandığını ve büyükdede
yoldan geçerken sağa sola fırlatacağı
ciğerleri beklediğini anlatır. Dedemin
lakabı da Ciğerci Sadık olmuştur,
babam hiç yemez ama ben herhâlde
tarihi-duygusal sebeplerden ciğer
türlerini severim.
Ailenin bu geçmişine rağmen ne babam ne de ben herhangi
bir hayvana zarar verebilecek yapıda
insanlarızdır, öfke, daha doğrusu
çılgınlık hâlleri haricinde, çünkü uç
noktaya çıktığımızda önümüzde kimsenin durmamasında fayda vardır,
ne de olsa altta canlıları katlederek
hayatını kazanan insanların soyu
yatmaktadır. Ama hayvanlarla aramız
iyidir, sokaklarda karşılaştığım neredeyse tüm hayvanların, en öfkeli
hâllerinde bile, benim yanımda
sakinleştiklerini,
çoğu
zaman
sevmem için kendilerini teslim
ettiklerini bilirim. Tabii kediler ve
köpeklerden bahsediyorum, yoksa
bir ineğe ya da ne bileyim bir ata
temas etmişliğim yoktur, ne de olsa
endüstri taşrasına dönüşmüş bir
kentin merkezinde doğup büyüdüm
ve benim zamanıma gelince şehrin
son faytonları bile ortadan kalkmıştı,
ancak İstanbul adalarında veya
Karacabey haralarında –o da yoldan
geçerken– görmüşümdür atları.
Halbuki
babam,
çocukluğunda
Adapazarı’ndaki Balkanlardan göçmüş akrabalarına ziyarete gittiğinde,
mandanın üstüne oturup yol
gittiklerini anlatır. Bu tarz anlatılar
nedense Balkan Savaşları esnasında
mandalarıyla, öküz arabalarıyla,
American wagon’larını andıran araçlarıyla Konstantiniye’ye, mesela
bugünkü Eminönü’ne geldiklerinde
fotoğrafları çekilen göçmenlerle
örtüşür zihnimde. Oltu’dan gelen
soy koluna, Novipazar’dan ya da
Manastır’dan gelen soy kolu eklenir.
Bazen düşünürüm, hayvancılıkla
uğraşan, hayvan yetiştiren, besleyen,
doğuran, günü geldiğinde şefkatle
bu hayvanları öldürerek halkının karnını doyuran, kurbanlarını kesebilen
bu insanların, savaş koşullarında ya
da çılgınlık anlarında günaha girmek
zorunda kalıp kalmadığını. Tabii çok
az kişiye nasip oluyordur, Edirne’de
bir ciğerciye girmiş ve lezzetli bir
yaprak ciğerini ya da Bursa’da üzerine
dökülen tereyağının cızırtısıyla İsken68
der kebabını yerken, bu etlerin
ve etleri sağlayanların hayatlarını
düşünmek.
Etten hareketle kimlikleri sarsan bir
roman
İşte, ailemden ve zaman
zaman kapıldığım bu geçmişin
sislerine doğru tarihi gündüşlerinden
hareketle, hayvancılıkla ya da
yemeklerle ilgili yapıtlar ilgimi
çekebiliyor. Zamanında Jonathan
Safran Foer’nin Hayvan Yemek
denemesini okumuş ve hatta üzerine
yazmıştım da, yeniden bir yemek
konulu yazı yazmam önerisi gelince
sevgili Özge Calafato’dan, geçtiğimiz
yıl okuduğum, yakınlarda Parodi
Yayınları’ndan Türkçeye de Benim
Balığım Yaşayacak adıyla aktarılan A
Tale for the Time Being’in yazarı Ruth
Ozeki’nin bir kitabını odağa almayı
seçtim. Söz konusu yazar Ozeki,
Japon kökenli Kanadalı-Amerikalı
bir kadın, aynı zamanda belgesel
yönetmeni ve Zen Budist rahibi (ya
da rahibesi, dilin toplumsal cinsel
niteliği yansıtmak zorunda olduğu
alanlardan biri sanki dinsellik, bizde
bile rahip ya da rahibe diye ayrılıyor
bu ruhban sınıfı mensubu). Söz
konusu kitap ise 1998’de yayımladığı
ilk romanı My Year with Meats, henüz
çevrilmedi ama dilimize çevrilirse
Etlerle Yılım gibi bir ismi olacaktır.
Ozeki, muhtemelen kendi
kişisel hayatından hareket ederek,
Japon kökenli ama Amerikalı bir
kadın filmcinin, Japonya’daki ev
kadınlarına
Amerikan
etlerini
özendirme amacıyla bir Japon
televizyonu tarafından prodüksiyonu
yapılan bir belgesel-mutfak projesinde görev yaptığı bir yılı
kurgulamış. Çıkış noktası meşhur
yastık-altı kitabı: 10. yüzyılda yaşamış
bir saray kadını olan Sei Şonagon’un
Japon edebiyatının klasiği ve
kadınların bir erkek işi olan yazmayı
kadınca gerçekleştirebilmesinin ilk
örneklerinden Yastıkname’yi epigraflarına serpiştiren Ozeki, belki de
o güne kadar bir erkek mesleği olarak
görülen filmciliği bir kadının nasıl
yorumlayacağını göstereceğini de
alt niyetleri arasında tutmuş olabilir.
Roman boyunca kadınlığın, kültürel/
genetik melezliğin ve de etleri
övmek üzere çalışmasına rağmen
etler hakkındaki gerçekleri veya
alternatifleri sunmaya çalışmanın
arasında kalan başkarakterine bir de
Japon bir ev kadını gölgesi yaratır
yazar: Japonya’daki prodüksiyon
şirketi yöneticilerinden, Japonya’nın
20. yüzyılın sonlarındaki tüm şovenist
eril hâllerinden mustarip (sert Japon
erkeklik kodu, mecburi Amerikan
hayranlığı, aile değerlerini kayıtsız
şartsız tekrarlamak zorunda oluşu,
vs.) bir adamın, aslında kendi kişisel
işi olmasına rağmen toplumsal
koşullara uymak için evlenmiş, saygı
ve uyum göstermeye çalışırken
şiddet ve küçümsemeye alıştırılmaya
çalışılan, ama Amerika’daki türdeşinin çektiği yapımı izleyerek
kendisini bulacak olan eşi. Roman
boyunca, Amerikan mutlu aile yaşantısındaki ev kadınlarının yaptığı
69
lezzetli et yemeklerini tanıtmak
için prodüksiyonu yapılacak olan
belgeselin her bölümü, Ozeki’nin
kurgusunda kattığı acı toplumsal
baharatlarla, daha ilk adımda
mutlu ailenin aldatmayla çatlamaya
başlamasından, Amerika’nın ‘kusursuz’ ve ‘özendirici’ temsilini darmaduman edecek olan, ama bir yandan
da modern dünyanın çeşitliliğini
ve her türlü cinsel, dinsel, imgesel
kombinasyonu barındıran, hem sorunsal gösteren hem de yaşamaya
değer kılan pek çok farklı aileye ve
ete yönelir. Kitap boyunca toplumun,
ilişkilerin, kültürlerin ideal gösterilen
hâllerinden yaşanan hâllerine kimi
zaman çok sert ama çok kolay
anlatılmış gibi gözüken detaylarıyla
geçiş yapılırken, bugün bizim metropolümüzde ve medyamızda sık sık
reklamı yapılan o devasa etlerin,
sanat eseri tabakların ve ballandırılan
lezzetlerin arka planındaki hem doğal
hem de endüstrinin hırs dolu yanlış
uygulamalarıyla dengeleri bozulmuş
üretim koşulları serpiştirilmiş.
Şimdilik metropolde dolaşırken gireceğiniz bir kitabevinde
bulması çok zor olacak bu roman,
aslında günümüz koşullarında cihazlar üzerinden bulunması kolay bir
eser de. Kültürel olarak küresel
dillerden birinde aylaklık yapabilecek
donanımdaysanız, metropolün bir
köşesindeki kahveye ya da restorana
çöküp, cihazınızdan benim yaptığım
gibi okuyabilirsiniz Ozeki’nin okuru
hemen hemen her bölümünde çok
çelişkili düşüncelere yollamaya
çalıştığı romanını. Ama henüz kültürel çemberiniz kendi diliniz,
kendi mahalleniz, kendi kimliğinizle
sınırlandıysa, modern dünyanın,
metropolün ve yaşamın kaotik çoğulluğuna geçemediyseniz, günün birinde sizin dilinize de çevrilebilir,
mahallenizdeki kitabevine –kaldıysa
tabii– gelebilir ve kendi kimliğinizi
sarsmaya başlayabilir seçtiğim metin.
70
Andre ile Akşam Yemeği,
Nick Cave’le Yağ Sürülmüş Ekmek
Nil Kural
Nick Cave belgeseli Dünyada 20.000 Gün’ün (20.000
Days on Earth, 2014) bir sahnesinde Warren Ellis’in evindeyiz. Cave
ile uzun süredir birlikte müzik yapan Ellis, sahne performansının
kendileri için aldığı hâli bir Nina Simone konseri anısıyla birlikte
konuşuluyorlar. Bir yandan da denize nazır çiftlik evinin mutfağında
Ellis, deniz mahsullü bir makarna pişirmiş, siyah tagliatelle, yılan
balıklı. “Aç mısın?” sorusuna olumlu yanıt veren Cave’in önüne
bu zahmetli yemek konduğunda, ona itibar etmeyip hatta tabağı
kenara atıp ekmeğine yağ sürüp ağzına attığını görüyoruz.
İzleyici olarak aklımız ve dikkatimiz elbette konser performansıyla
ilgili muhabbette. Ancak belgesel, arka planda olan bu yemek
sahnesiyle, iki konuşan kafa yerine çok daha hareketli kadrajlarla
çok daha dinamik bir sahne sunuyor ve elbette Nick Cave ve Ellis’in
karakterleri ve ilişkileri hakkında bazı ipuçları veriyor. Zahmetli
yemeği tercih etmeyip, yemek seçen çocuklar gibi ekmeğine yağ
sürmesi Cave hakkında hafif huysuzluk ve iştahsızlıkla ilgili işaretler
veriyor. Ayrıca ayıp olmasın diye yemeye çalışmak yerine açıkça
kenara atması arkadaşlıklarının samimiyetiyle ilgili bilgilendirici.
Diğer yandan Ellis’in pişirdiği yemeğin özeni onunla ilgili bir şeyler
söylemiyor mu? Yılan balıklı tagliatelle, Ellis’in hayattan keyif
aldığının, misafirine ve kendisine özendiğinin işareti değil mi?
Yemekle herhangi bir ilişkisi olmayan 20.000 Days on Earth’ün
tek bir sahnesinde yemeğin sinemasal ve karakteri anlatmayla ilgili
sunduğu imkânlar ortada. Aynı Dardenne Kardeşler’in, İki Gün ve
Bir Gece’de (Deux Jours, Une Nuit, 2014) tek bir sahneyle bilgi
vermeleri gibi: Filmin başında Marion Cotillard’ın canlandırdığı
Sandra’nın muhtemelen işini kaybedeceğini öğrenmeden önce
depresyondan çıkmış olduğunu hemen anlarız. Çünkü çocukları
71
20,000 Days on Earth, Yönetmen: Iain Forsyth &
Jane Pollard, 2014
için pişirdiği turtayı fırından
çıkarmaktadır. İş riski başlayınca
yemekler dışından alınan pizzalara
dönüşür.
Dünyada 20.000 Gün’de
film Ellis ve Cave arasındaki ilişki filmin merkezinde olmadığı için
bu sahne küçük bir çeşniydi. Oysa
yemekler filmin tam merkezindeki
çatışmanın kanıtı da olabilir. Abdellatif Kechiche’in Altın Palmiye ödüllü
başyapıtı Mavi En Sıcak Renktir’de
(La Vie d’Adèle, 2013) zarifçe yaptığı
gibi. İki kadın arasındaki tutkulu aşkın
başlangıç ve bitişini işleyen filmde
yemekler, iki âşığın ayrılma nedeni
ortaya koyar: Sınıf ayrımını ve karakterden birinin yıkıcı bir özelliğini.
Film, alt sınıftan mütevazi
gelir düzeyli ailenin, para kazanacağı
kesin bir iş istediği için öğretmen
olmak isteyen kızı Adèle (Adèle Exarchopoulos) ile burjuva bir ailenin
ressam kızı Emma (Léa Seydoux)
arasındaki ilişki üzerine kurulu. Kechiche, tutkulu bir ilişki yaşayan
bu iki insan arasındaki aşkın bitme
sebeplerinin ipuçlarını yemekle
veriyor. Adèle, Emma’nın ailesiyle
tanışmadan önce yiyemediği tek
yemeğin istiridye olduğunu söyleye-
cek, Emma’larda karşısına tam
da bu yemek çıkacaktır. Filmde,
Adèle’le özdeşleşen yemek ise
onun aile yemeğinde sunulan ve
büyük bir iştahla yenen bolonez
soslu makarna. İstiridye ve bolonez
makarna üzerinden bir yandan onların ‘farklı sınıfların insanı olduğu’
vurgulanıyor. Emma’nın Adèle’in
istiridye sevmemesini umursamaması, onu olduğu gibi kabul
etmediği ve etmeyeceği, yani
değiştirmeye çalışacağına işaret
ediyor. İlişkinin sona erme temelleri yemek tercihleri üzerinde kurulmaya başlamıştır bile.
Abdellatif
Kechiche’in
Mavi En Sıcak Renktir’de bu detaya yer vermesi önceki filmlerinden
La Graine et Le Mulet’yi izleyenler
için sürpriz değil. Yönetmen,
yemeğin senaryoda açabileceği
imkânlara hâkim. Yemeğin kültürel
ve sınıfsal değerini merkeze
oturttuğu 2007 yapımı filminde
işinden olan Arap kökenli Fransız
Slimane Beiji (Habib Boufares),
eski bir gemiyi restore ederek
eski eşinin dillere destan balıklı
kuskusunu satan bir restoran
açmak istiyor. Filmde bütün ailenin
La Graine et Le Mulet, Yönetmen: Abdellatif Kechiche, 2007
72
bir araya geldiği, kah çatışmalara kah
uzlaşmalara yer açan, ünlü balıklı
kuskusun yendiği pazar yemekleri
geniş yer kaplıyor, bu yemeğin
hazırlanış süreci de. Nitekim filmin
finali de restoranda bu Tunus
mutfağına özgü yemeğin restoranda
servis edilmesiyle sonlanıyor. Kechiche, kültürel bir değer olarak
yeme kültürünü ve yerel yemeklerin
göçmenlerin hayatındaki yerini filmin
merkezine oturtmuştur.
La Graine et Le Mulet’de
yemek nasıl filme bir sıcaklık veren
bir detaysa Luis Bunuel’in rüyalar
etrafında dönen Burjuvazinin Gizli
Çekiciliği’ndesinde (Le Charme Discret De La Bourgeoisie, 1972) o kadar
kan dondurucu. Bir grup burjuvanın
bir türlü yenemeyen yemeklerle oradan buraya sürüklenmesini konu alan
filmde, her yemek burjuva sınıfının alt
sınıfa üstten bakmak, emirler yağdırmak ve küçük görmek için kullandığı
bir fırsat. İlk gittikleri restoranda
fiyatları ucuz buldukları için yemeklerin iyi olmadığına hükmetmeleri
gibi. Yemek, Burjuvazinin Gizli Çekiciliği’nde bir iletişim ve kültür aracı
değil, bir sınıf meselesi.
Yemek sahneleri, Dünyada
20.000 Gün’de olduğu gibi muhabbet eden karakterleri hareketli
Le Charme Discret de la Bourgeoisie, Yönetmen:
Luis Buñuel, 1972
My Dinner With Andre, Yönetmen: Louis Malle, 1998
biçimde göstermek için yönetmenler
için iyi bir fırsat. Bu fırsatın tam
tersine bir zorluğa ve meydan
okumaya dönüştüğü film ise Yeni
Dalga döneminin hakkı yenmiş
yönetmeni Louis Malle’ın ABD’de
çektiği filmlerden My Dinner With
Andre (1981). New York tiyatro
sahnesinin tanınmış figürleri Wallace
Shawn ve Andre Gregory’nin kendi
isimleri ve personalarıyla rol aldıkları
filmde, ikili eski arkadaşın buluşması
hakkında. Wallace, filmin başında bir
yandan restorana gitmek için New
York’ta yol alırken iç sesiyle anlatıyor:
Kariyerinin başında ona destek olan
saygın yönetmen Andre Gregory bir
süre ortadan kaybolmuş, ağaçlarla
konuştuğu, tuhaflaştığı etrafta konuşulmuş. Wallace bu yemeğe
gitmek istemiyor ama gidiyor. Şık
ve geleneksel bir restorandaki
yemeğe geldiğinde, “Yemeği ancak
Andre’ye birkaç soru sorarsam
atlatacağım,” diye düşünüyor. Andre her ne kadar ‘tuhaflaşmış’ olsa
da restorana Wallace’dan daha iyi
uyum sağladığı kesin. Wallace’ın
tersine üstü başı uygun, menüdeki
Akdeniz yemeklerinin ne olduğu
biliyor, uzman gibi telaffuz edebiliyor.
Sonuçta film hemen başlarında iki
73
eski arkadaşı masaya oturtuyor, finale
kadar da kaldırmıyor. Yönetmen
Malle’ın ve elbette Wallace Shawn
ve Andre Gregory’nin meydan
okuması başlıyor: Giden gelen
yemekler, filmin seyir süresine
yayılan bir muhabbetle izleyicinin
ilgisini ayakta tutmak... Başlangıçlar
menüsünden yemekler gelip kaldırılana kadar Andre, Polonya’da
bir ormanda dilini bilmediği insanlarla
gerçekleştirdiği
workshop’dan, spiritüel deneyimlerinden
bahsediyor. Wallace çorbasını içip,
başta planladığı gibi sorular sorarak
Andre’yi konuşturuyor, 40 dakika
aralıksız. Ardından ana yemeklerle
birlikte muhabbet monologdan
diyaloğa dönüyor. İkili insanların
üstlendiği rollerin ve sürekli performans hâlinde olmalarının tiyatroyu gereksiz kıldığından, ölüme,
aileye uzanan konularda tartışmaya
başlıyor; bu sohbetin dinamikleri
nefes aldırmıyor. Bu, bir filmin seyir
süresinin çoğuna uzanan yemek
sahnesi sonlandığında arkadaşlığın
yeniden canlanmasına ve Wallace’ın
eve dönerken şehre bakışı değiştiğine şahit oluyoruz. Ekip ise hem
entelektüel değerini bunca yıldır
kaybetmeyen bir metin sunuyor
hem de tek bir yemek sahnesiyle
sinemasal bir güç gösterisine imza
atıyor. My Dinner With Andre,
yalnız bir restorana gidip, ikilinin
bulunduğu o masayı gören bir yerde
oturmuşsunuz ve dünyanın en ilginç
muhabbetlerinden birine şahit olmuşsunuz hissi yaratır. O durumda
kalsanız, muhtemelen dinlemekten
yemeğinizi yiyemezdiniz.
74
Karnı Delik Şehir - Firuz Kutal
75
Mahrumiyet ve Hasret Anıları
Özlem Yüksel
İlkokul ikinci ya da üçüncü sınıftayım. Ankara’daki evimizin
mutfağında sofra başındayım. Öğlenciyim, okul radyosunu dinliyor,
bir yandan da okul servisi gelmeden, önümde duran, anneannemin
yaptığı, ağız tadıma uymayan tombul sulu köftelerden nasıl
kurtulabileceğimi düşünüyorum (Ev halkıyla damak zevkimiz hiç
uyuşmuyor, henüz yemek pişirmekten anlamadığımdan köfteyi
nasıl sevdiğimi anlatamıyorum). Beni iştahsız sanıyorlar ama sebep
yemek zevklerimizdeki farklılık. Birden dâhiyane bir fikir buluyorum. Ocakla tezgâhın arasında küçük bir boşluk var, köfteleri oraya
atıveriyorum. Bu çareye menüde köfte çıktıkça başvuruyorum.
Gün geliyor, ocak yerinden çekiliyor ve kabahatim gün gibi
meydana çıkıyor. Bu anıyı senelerdir düşünmemiştim, ta ki Sovyet
Mutfak Sanatı kitabını çevirirken yazarı Anya’nın Moskova’da bazı
zaruretler yüzünden gönderildiği parti elitlerinin çocuklarına
özel bir kreşte verilen ve halkın erişemediği yiyecekleri dilimli
bir radyatörün arkasına attığı bölüme gelinceye kadar. Anya’yı
öğürten bu yiyecekler, benim köftelerimden çok farklıydı. Porçini
mantarlı soslu dana eskaloplar. İthal beyaz peynirli makarnalar.
Morina ciğeri patesi. Radyatörün ardından kötü kokular çıkmaya
başlayınca, Anya’nın foyası da ortaya çıkmıştı.
Parti elitlerinin kreşinde porçini mantarı vardı, ama halk
hemen her şey için kuyruklarda ömür tüketiyordu. Ortalama bir
Homo sovieticus çalışmadığı zamanın üçte birini kuyruklarda
geçiriyordu. Gıda maddesi kuyrukları da vardı, ayakkabı kuyrukları
da. Şostakoviç’in Piyano Beşlisi için de kuyruğa giriliyordu,
otomobil ya da televizyon için de yıllarca uzayan bekleme listeleri
tutuluyordu.
Adını ilk duyduğumda kapsamlı bir yemek kitabı
76
zannettiğim Sovyet Mutfak Sanatı,
araştırınca çevirmek için daha da
heveslendiğim, yazarının ifadesiyle,
“Sovyet ve Sovyet sonrası yaşananları
on yıllık dönemler hâlinde ele
alan, aile anekdotlarıyla ve tarihsel
gerçeklerle örülmüş kurgusal olmayan bir anlatı”ydı. Benim için yıllarca
demir perde ardında kalmış bir
kültürün, rejimin, haritaların, sosyal
yaşantının değişiminin birinci elden
tanıklığıydı. Kapağında yazdığı gibi
hasret anılarının kitabıydı. Hem rejim
yüzünden mahrum kalınan yabancı
ve bilinmeyen tatlara, hem de Anya
annesi Larisa ile Amerika’ya göç
ettikten sonra uzak kaldıkları vatanın
tatlarına hasreti anlatıyordu.
Mahrum kalınan tatlar
onlar için hayalden, kitaplarda
okudukları isimlerden (ıstakoz, pizza,
pot-au-feu, escargot) ibaretti, ama
benim mahrum kaldıklarım her gün
gözümün önündeydi. Hemen her
şeye karşı alerjim vardı, özellikle de
gıda boyalarına, katkı maddelerine,
kakaoya, sözün kısası bir çocuğun
yemek için can attığı her türlü abur
cubura şiddetli tepki veriyordu
bünyem. Benim mahrumiyetim, okul
kapısına gelen renkli macunlardı;
Tunalı Hilmi üzerindeki pastanelerin
vitrinlerinde duran kıpkırmızı elma
şekerleriydi; bayramda ikram edilen
rengârenk jöle şekerlemelerdi; çıtır
çıtır kuruyemişler, rafları dolduran
çikolatalardı. Anya’nın ülkesinde
ise devlet kantinlerinde asla görülmeyen ve sınıfsız, mutlu Sovyet
toplumunda statüyü en acımasızca
belirleyen şekerlemeler, çikolatalar,
Parti kreşinde akşamüstleri dağıtılır,
ama radyatörün ardını boylamazdı.
O hasretini kreşte avutuyordu, ama
Larisa...
Lezzetli yemeklerden haz
almanın kapitalist yozluğu sayıldığı,
‘Ye ananasını doldur karnını, son
günün yakın burjuva asalağı’ diye
hicvedildiği bir ülkede, ev kadınlığı
ve mutfak kültürü de hor görülüyor,
halk ve özellikle de kadınlar yemek
pişirmek yerine mutfak köleliğinden
kurtulması için toplu yemek yenen
halk kantinlerine özendiriliyordu.
Benim ülkemde evin kadınının
hâkimiyet alanı olan mutfak, Sovyetler Birliği’nde ya terk ediliyor ya da
komün apartmanların çarşı, hamam,
çamaşırhane, mahkeme salonu işlevi de gören ortak mutfaklarına
dönüşüyordu.
Zaman
içinde
benim
memleketimin mutfakları gibi Sovyet mutfakları da değişiyor, halk
kruşçeba’larda, yani prefabrik konutlarda oturmaya başlıyor, pişirme,
77
yemek odası, ev ödevi yapma alanı,
yaşam alanı işlevlerini gören beş
metrovki (metrekare) mutfaklara
sığışıyordu. Çocukluğumda ithalatın
serbest olmaması yüzünden pek çok
şeyden mahrum kalsak da, hemen
her bakkalda bulunan, üzerinde güzel
bir Arap kızı resmi olan Mabel sakızı
ve diğer çiklet çeşitleri Anya’nın
okulunda santimle paraya çevrilen
bir emtia hâline geliyordu (Anya’nın
Mabel sakızıyla buluşmasını öğrenmek için kitabı okumalısınız).
Kutu kola diye bir şeyin
varlığının tevatür olduğu, kolanın
bakkallardan depozitolu şişelerden
alındığı ya da açtırılıp oracıkta içildiği
ilkokul yıllarımda yurt dışından eş
dostun getirdiği meşrubat kutuları
atılmaz, üst kısmı kesilip kalemlik
yapılırdı. İki ülke arasında rekabetin
kızıştığı dönemde, bilim, teknoloji
ve kültür fuarları değişimi programı
kapsamında açılan Amerikan Ulusal
Sergisi’nde Moskova halkı, bedava
dağıtılan Pepsi Cola’dan içmek için
kuyruğa giriyor, içeceğin sarhoş
etmediğine şaşıyordu. O karton
Pepsi Cola bardağını içen herkes
yıllarca saklayacaktı.
Yiyecek ve içecek otomatları
bizim hayatımıza doksanların başında
girmişti, artık kantine gitmeden,
fakülte girişindeki otomattan karton bardakta kahve almak ve derse
yetişebilmek büyük kolaylıktı benim için. Halbuki yetmişli yıllarda
Moskova’nın metro istasyonlarında
gazirovka (gazoz) makineleri vardı.
Tabii karton bardaktan değil, on
iki yüzlü pahlanmış cam bardaktan
içiliyordu gazoz.
78
Ve votka. Benim ülkemin
rakısının bir içme adabı ve ritüeli
olduğu gibi, o soğuk iklim insanı için
gıda olarak gördüğüm votkanın da
ritüelleri, içme adetleri vardı. Votka
Anya’nın tabiriyle “sıvı bir kültürel
mihenkti; günlük sosyalist angaryalardan sert bir kaçış aracıydı.” Aynı
zamanda da bir takas aracıydı; balla
karıştırıp ısıtılınca ilaçtı. ‘Sıkıntıdan
ölmektense, votkadan ölmek iyidir’
dedikleri gibi, sıkıntı Sovyet için
ayık olmaktı. Ve en korkuncu da ayık
ölmekti. En büyük ayıp ise tek başına
içmekti. Keza içerken sessiz kalmak
da.
İki alkogolik sohbete katılması için bir intelligent’e (aydın) nutuk çekerler. Gönülsüz intelligent
başından savmak için sarhoşlara
1 ruble verir, ama adamlar payına
düşeni içmesinde ısrar ederler. İçer.
Kaçar. İçki ortakları peşinden giderek Moskova’nın neredeyse yarısını
dolaşırlar. Adamcağız, “Ne... şimdi ne
istiyorsunuz benden?” diye bağırır.
El cevap: “Popizdet?” Meali: “Geyik
yapmaya ne dersin, ahbap?”
Anya von Bremzen kitabını annesi Larissa’ya ithaf etmiş.
Rüyalarında uçarak başka ülkelere
giden, zagranitsa’nın (yurtdışı) tatlarına, hiç bilmediği yabancı tatlara
hasret, kızıyla memleketini terk edip
zagranitsa’da tek başına bir hayat
kurmayı göze alabilmiş, küçücük,
ama kocaman yürekli o cesur kadına. Sovyet Mutfak Sanatı bir yemek
kültürü kitabından ibaret değil. Bir
siyasi, kültürel ve toplumsal tarih an-
latısı; hem mahrum kalınan, yabancı
tatlara, hem de artık uzakta kalan
Rodina (anavatan) tatlarına duyulan hasretin, siyasi akışla ve rejim
değişiklikleriyle yeni baştan şekillenen çokuluslu bir ülkenin mutfak
macerasının kitabı.
79
Isırık
Engin Türkgeldi
Herkesin gizli bir zevki vardır. Küçük, ama kendisine
yaşadığını hissettirecek kadar heyecanlı bir şey. Benimki vapura
son dakikada, koşarak yetişmekti. Hele bir de hemen arkamdan
sürgülenen kapının sesini duyarsam keyfim ikiye katlanırdı.
O öğleden sonra Beşiktaş’taki şubeyi ziyarete gidecektim.
Kadıköy’de dolmuştan indim. Saatime baktım. Vapurun kalkmasına
daha yirmi bir dakika vardı. Yani on dokuz dakika sonra yola
çıksam yeterdi. Çarşıda gezinmeye başladım. Balık kokuyordu
bütün bir sokak. Gündüz vakti yakılan o parlak ampullerin ışığında
canlı gibiydiler. Öyle düzgün, öyle tertipli. Arada bir solungaçları
oynuyor muydu yoksa bana mı öyle geliyordu? Yaşıyorlar mıydı,
ölmüşler miydi anlaşılmıyordu.
Cennet Balık Pazarı’nın tezgâhına sıra sıra dizilmiş
balıklara bakarken, o an önüme bir levrek gelse onu en iyi nasıl
ayıklayabileceğimi aklımdan geçirdim. Küçüklüğümden kalma bir
alışkanlık. “Mükemmel olmak istiyorsan Adem,” derdi babam, “her
fırsatta çalışmalısın. Gevşekliğe yer yok.”
Dokuz yaşındaydım. Bir akşam annem ızgara levrek
pişirmişti. Babamın en çok gurur duyduğu becerilerinden biri
her türlü balığı mükemmel bir şekilde ayıklayabilmesiydi. Kalkanı,
kofanayı, adabeyini bile. “Etin içinde tek bir kılçık kalmaması
yetmez Adem, insanlar bununla yetiniyorlar. Yanlış. Çıkardığın
kılçığın üzerinde de tek bir parça et kalmamalı. Esas ustalık budur.”
İşte o akşam bana ilk defa balığı nasıl ayıklamam gerektiğini bir
cerrah titizliği ve öğretmen sabrı ile göstermiş, balığın anatomisini,
hangi bıçağı nerede kullanacağımı, et ile kılçık arasına hangi açıyla
girip ne yöne doğru kesmem gerektiğini ince ince anlatmıştı. Çatal
bıçağı elimde aldım. Elim niye titriyordu, hayatımda bu işi ilk kez
80
yaptığım için mi, yoksa babam beni
izlediği için mi, bilmiyorum. Balığı
üç hamlede tanınmaz hâle getirdim.
Başımı kaldırdım. Babamla göz göze
geldik. Sonra onun bir şey demesine
gerek kalmadan ben sandalyemden
indim, odama gittim ve kapıyı
kapattım.
Balık tezgâhlarını oradan
hızla ayrıldım. Kokoreççilerin olduğu
sokağa daldım. Dayımın bana yıllarca
etli mantar diye yutturduğu baharatlı
bağırsak parçalarını bira eşliğinde
mideye indirenlerin yanından midem
kalkarak hızlı adımlarla geçtim.
Dayıma hep kızardı annem zaten,
“Kardeş değil iblissin sen,” derdi,
“yalan, dolan, üçkağıt hepsi sende.”
Dayım da birayla yerdi kokoreçini.
Belki bira bu iğrençliği gizliyordur.
Hiç içmedim, bilmiyorum. Midye
tavayı ise asla sevmedim. O bulanık
sarı sıvıda pişen bir şeyin yenmemesi
gerektiğini idrak etmek için yetişkin
olmaya gerek yoktu bana kalırsa.
Pidecilerin, lahmacuncuların, dönercilerin, hamburgercilerin,
tantunicilerin arasından geçtim.
Taş fırınların, döner tezgâhlarının,
hamburger ızgaraların, sacların, gaz
ocaklarının sıcağı sokağa taşıyordu. Yalnızca sıcak değil, yemek
kokularıyla beraber müşterilerin
konuşmaları da sokağa taşıyor,
tümü sokakta birleşip bir bulamaca
dönüşüyordu. İşte bu yüzden
dışarıda yemeyi sevmezdim. Bir
düzensizlikti tüm bu lokantalar. Bir
karmaşa, görüntü ve ses ve koku ve
tat kirliliği.
İçerisi serindir diye bir
iş hanına girdim. Test kitapları satan sahafın, cep telefoncusunun
ve kırtasiyenin vitrinlerine öylesine
bakarak yürüdüm. Kadın çamaşırları satan dükkânın önünden başım
aşağıda, hızlı adımlarla geçtim, kendimi bitişiğindeki kitapçıya attım.
Kitap kapaklarına göz atıp çıktım.
Askeri malzeme satan bir dükkânın
içini izledim. Raflarda, Rambo bıçaklarının, copların, kamuflaj boyalarının
yanında tırnak kesmek için çıtçıtlar,
yeşil donlar ve içlikler vardı. Sivilceli
bir oğlan İsviçre çakılarını inceliyordu. Kim bilir ne vardı aklında. Bazen,
böyle bir dükkâna girip kamp malzemeleri almayı, sonra da ormana gidip
kendimce yaşamayı hayal ederdim.
Saatimi kontrol ettim. Koşmaya
başlamama daha yedi dakika vardı.
Baylan Pastanesi’nin önünden geçerken, ‘Vaktim olsaydı
içeri girip kup griye yerdim,” diye
düşündüm. Kup griyenin tadı artık eskisi gibi güzel gelmiyordu, ama ahşap
kaplı duvarları ve havadaki o şekerli
nemli koku küçüklüğümden beri hiç
değişmediği için orada ne zaman
yesem mutlu hissediyordum. Sonra
bir şemsiyeci gördüm. Meteoroloji
yağmur yağacak demişti. Islanmayı
sevmezdim, hele o ıslak elbiselerden
çıkan nem kokusunu hiç. Göğe baktım, tek bir bulut yoktu. Aydınlık, ferah bir gökyüzü. Cennet. Bu havada
şemsiye elime yük olacaktı, vazgeçtim.
Köşedeki fırından akşam
simidi kokuları gelmeye başlamıştı.
81
Canım çekti, hem de çok, ama almadım. Bazen sırf kendimi sınamak,
irademi güçlendirmek için kendimi
frenlerdim. “İrade kas gibidir Adem,”
derdi çünkü babam, “sık sık çalıştırmazsan zayıflar.”
Uzaktan vapurun yanaşma
düdüğünü duydum. Vakit yaklaşmıştı.
Timsah heykelinin yanına gittim.
Kravatımın
ucunu
gömleğimin
iki düğmesi arasına sıkıştırdım.
Ayakkabılarımın bağcıklarını tekrar
sıkıca bağladım. Evrak çantamın
fermuarının kapalı olduğunu teyit ettim. Akbilimi sol elime aldım. Tüm bu
önlemleri, geçmişteki acı tecrübelerime dayanarak prensip edinmiştim.
Saat tam 15:13’ü gösterdiğinde
Strabon’un timsahının yanından
fırladım, kalabalığın arasında sağa
sola manevra yaparak tüm gücümle
koşmaya başladım, kaptan bir kez
daha düdük çaldı, postaneyi geçtim,
vapurun bacasından süzülen siyah
dumanlarını
gördüm,
caddeyi
geçerken bir taksici freni kökledi
ve muhtemelen arkamdan küfretti,
parkı ve diğer caddeyi geçtim,
iskelenin elektronik saati 15:14’ü
gösteriyordu, benim gibi başka
koşanlar da vardı, turnikelere vardım,
iskele binasının içi karanlıktı, gözüm
alışamadı bir an, akbili bastım ve
bunun için kaybettiğim vakit ve
hıza her zamanki gibi lanet ettim,
filmlerdeki gibi turnikenin üzerinden
atlayıp gidebilseydim keşke ama
yapamazdım, önüme baktım, üç
kapıdan ikisi kapanmış, son kapının
da tek bir kanadı açık bırakılmıştı,
bir tapınak görevlisinin ciddiyetiyle
kapıda bekliyordu iskele memuru,
tam çeyrek geçe kapıyı kapatacak
ve kutsal görevini yerine getirecekti,
son gücümle ışığa doğru bir depar
attım, ve tapınak görevlisinin yanından kapı kapanmadan geçmeyi
başardım ve aydınlığa kavuştum.
Artık koşmama gerek yoktu. Vapura
doğru yavaşça, büyük bir huzurla
yürüdüm. Kapının kapanma sesini
hâlâ duymamıştım, arkama baktım.
Kırmızı elbiseli genç bir kadın,
elindeki poşeti sallaya sallaya, yürüyerek görevlinin yanından geçti,
ve kapı hemen peşinden kapandı.
Koşarken görmemiştim bu kadını,
nasıl yetişebilmişti?
Vapurun kıç tarafına, üst
kata yöneldim. Poyraz estiği için
biraz serindi, dışarıdaki koltukların
yarısı boştu. Can yeleklerinin olduğu sandığın hemen yanındaki
üçlü koltuk boştu, mendilimle sildim,
oturdum. Terli terli rüzgârda kalıp
hastalanır mıyım diye düşündüm, ama
sonra vazgeçtim. İçeride otursam
terlemem daha da şiddetlenecekti,
şube ziyaretime ter kokarak
gidecektim ve kim bilir hakkımda
neler düşüneceklerdi. Gömleğimin
yakasını açmayı veya kravatımı
gevşetmeyi aklımdan geçirdim ama
vazgeçtim. Lise öğrencileri gibi
kendini hemen koyvermemeliydim.
Vapurda kimin olacağı belli olmaz.
Kravatımı gevşetmeden, sadece en
üstteki düğmeyi açmakla yetindim.
Vapur, suları köpürtmeye,
beyaz bir uğultu çıkartmaya başla82
dı ve biraz oyalandıktan sonra
hareket etti. Şube ile ilgili notlarıma
bakmayı düşündüm ama vazgeçtim.
Damarlarımda hâlâ adrenalin dolaşıyordu, biraz sakinleştikten, şu anın
tadını çıkardıktan sonra belki.
Vapura binerken gördüğüm
kırmızılı kadın geldi, üçlü koltuğun
diğer ucuna oturdu. İçeride yer
bulamamış olsa gerekti. Elindeki
poşeti aramızdaki boş koltuğa koydu.
Poşetin üzerinde koyu yeşil harflerle
Engerek Büfe yazıyordu. Burnuma
sarımsak kokusu çalındı.
Kadıköy yavaş yavaş küçülmeye başlamıştı. Haydarpaşa Garı,
tacı alınmış bir kral gibi gözüküyordu.
Gururlu, yenik. Çatısı yandıktan
sonra bir başına kalmıştı sanki.
Martılar, çığlıklar atarak vapurun
peşinden geliyorlardı. Ne zaman
çığlık atan bir martı duysam aklıma
Selim gelirdi. Üniversitede, her
akşam eve beraber dönerdik. Vapura
binmeden önce Eminönü’ndeki bir
büfede domatesli-sarımsaklı-biberli
tuhaf bir kırmızı sosa bulanmış bir
etli sandviçi bayıla bayıla yerdik. Bir
keresinde iki lokmam arasında “Abi
anlamıyorum, biz de evde tavuk
alıp pişiriyoruz, annem bir ton sosa
yağa yatırıyor, ama böyle yumuşak
olmuyor,” diye boş bir yorumda
bulunmuştum. Selim gözlerini bana
dikip “Oğlum ne tavuğu!” demişti,
“Martı eti kullanıyorlar bütün bu
büfeler, bilmiyor musun? Yoksa 1
liraya bunu satıp nasıl kâr edecek?
Sırf şu ekmek kaç kuruş. Domatesi,
yeşilliği, personeli, ısınmayı, kirayı
saymıyorum bile. E bir de üstüne kâr
koyacak adam, imaret değil ya burası.
Sen var ya, şu iktisatı bitir, saçlarımı
kazıtmazsam!” Hemen peşinden
de sırıtarak martısından bir ısırık
daha almıştı. Ben elimdeki sandviçi
yavaşça yüzümden uzaklaştırmış,
içindekine tiksinti ve inanamaz gözlerle bakakalmıştım. Sonra da ani
bir hareketle çöpe fırlatmıştım. Ne
olduğunu sormadan yersen böyle
olur işte.
O sırada yanımdaki kadın
Engerek Büfe poşetini açtı ve
içinden bir ıslak hamburger çıkardı.
Kokusunun ağırlığı açık havada bile
midemi bulandırmaya yetti. Kadın,
birkaç saniye boyunca ekmeği
elma kırmızısı bir sosa bulanmış
hamburgere baktı, hafifçe gülümsedi
ve hamburgerden bir ısırık aldı.
Ardından büyük bir zevkle, sanki
o lokmayı ağzında her çevirişinde
büyük bir mutluluk duyuyormuş
gibi çiğnedi. İncecik parmakları
vardı. Saçları anneminki gibi kızıl
mıydı yoksa güneşten mi öyle
gözüküyordu? Onu seyrettiğimi fark
etmiş olacak ki lokmasını yutarken
bana döndü. Hemen bakışlarımı
kaçırdım. Rahatsız etmiştim belki.
Belki de vapurlarda, otobüslerde
önüne gelenle konuşmaya can atan,
daha kötüsü olay çıkarmak için
fırsat kollayan tiplerdendi. Vapur
Beşiktaş’a yaklaşıncaya kadar da
denize bakmayı sürdürdüm. Ama
onun hamburgeri şu dünyada hiçbir
şey umurunda değilmiş gibi ısırması,
çiğnerken kıstığı hayat dolu yeşil
83
gözleri ve yerken duyduğu mutluluk
aklımdan çıkmıyordu.
Kaptan düdüğü çaldı. Vapur
yanaşıyordu. İlk inenlerden biri
olmak niyetiyle ayağa kalktım fakat
kadının yerinde olmadığını gördüm.
Ne ara, ne için kalkmıştı, hiç fark
etmemiştim. Tuhaf, hamburgeri ise,
o tek ısırık alınmış hâliyle, torbanın
üzerinde duruyordu. Etrafa bakındım.
Kadını göremedim. Belki tuvalete
gitmişti, yemeğini oraya götürmek
istemediği için burada bırakmıştı.
Belki de hamburgeri beğenmemişti.
Fakat yüzündeki ifade bu ihtimali
zayıflatıyordu. Kaldı ki yemediği
bir şeyi koltukta bırakmaktansa
çöpe atacak birine benziyordu. En
sevdiği şeyleri bile tam porsiyon
yiyemeyenlerdendi bir ihtimal.
Çımacıların neşeli bağırışları
geldi kulağıma. Sonra da iskelenin
o metalik sürülme sesi, ve birbirini
iterek ilerlemeye çalışan insanların
derin uğultusu. Kadın hâlâ ortalıkta
yoktu. Oturdum. Hamburgeri incelemeye başladım. Dişlerinin ekmeği ve
eti kestiği hat çok netti. Sekiz tane
yay saydım, sekizer diş, altlı üstlü.
Isırığının çevresindeki elma kırmızısı
sos seyrelmişti, dudaklarına bulaşmış
olmalıydı. Tekrar etrafa bakındım.
Vapur tamamen boşalmıştı. İskele
binasının kapılarının açıldığını işittim.
Bekleyenlerin, fethetmeye yeminli bir ordu gibi kapılardan boşandıklarını işittim. Hamburgeri elime aldım. Arkama yaslandım. Tam kadının
ısırdığı yerden koca bir ısırık aldım.
Güneş, bulutların arasında kayboldu.
Yağmur yağacaktı. Gülümsedim.
84
Nassaulu İsa
Fuat Sevimay
İsa, Nassau’nun köşesinde, elinde karton kahve bardağı,
üzerinde lacileriyle oturuyor.
İşin erbabı, öykülerin çarpıcı, okuru içine alan cümlelerle
başlamasını salık verir. Öyküye hemen dâhil olup hızlıca tüketme
çağı için yerinde bir öneridir bu. Oysa yukarıdaki giriş cümlesinin
alengirli, etkileyici bir tarafı olduğunu söylemek zor. Ve hatta,
okumaktan hemen şimdi vazgeçmez de devam ederseniz,
birazdan okumayı tamamlayacağınız şeyin öykü olmadığını bile
düşüneceksiniz belki de. Haklı olabilirsiniz. Ama mademki ilk
cümlesi bir kere yazıldı ve okundu, kelimelerin içine tek tek dalalım
bakalım, belki ilginç bir şeyler buluruz.
İsa, dini bir çağrışım yapsın diye, söz konusu kahramanın
uzun saçları ve sakalı var diye, köşesinde oturmakta olduğu Nassau
ile uyaklı olsun diye veyahut laf ola beri gele konmuş bir ad olabilir.
Kaldı ki oturan adamın adının İsa olma ihtimali sıfır. Kahraman olup
olmadığı bile şüpheli, göreceli bir hâl. Nasıl ve nereden baktığınıza
bağlı. Adının Patrik olma ihtimali yüksek, Martin ya da Can’atan da
olabilir ama İsa, asla. Neyse. Biz onu İsa diye anmış bulunduk, hadi
öyle devam edelim.
Nassau, Nasıra’yı çağrıştırsın diye uydurulmuş bir mekân
adı değil. Bu sefer, İsa’ya göre daha gerçek bir veriyle karşı
karşıyayız. Nassau, Dublin’in gözde üniversitesi Trinity’nin ki bu
kelime Türkçe’de “Teslis” anlamına gelir ve İngilizcesi Tiridine
Bandım türküsünü, Türkçesi de testisi çağrıştırır, ne diyorduk, işte
işbu Trinity Üniversitesi’nin sırtını verdiği caddenin adıdır. Caddenin
bir tarafında şık dükkânlar, oturup kahvenizi içebileceğiniz ve
sosyalleşebileceğiniz kahvehaneler (kafe yazmamış olduğumun
farkındayım), sağlıklı ambalajında, uzun ömürlü, düşük yağ oranına
85
sahip ürünler satan marketler,
elbette birkaç pub ve dahası, bir
şehirde bulunmasını mutlak surette
umacağınız birkaç banka şubesi yer
alırken, diğer tarafı boydan boya
üniversitenin duvarıdır. Yorgunsanız
duvara sırtınızı yaslayabilir, kafanızı
kaldırabilir, karşı sıradaki dükkânları
seyredebilirsiniz. Gördünüz mü?
Dükkânları demiyorum. İsa’yı gördünüz mü?
Köşe, denince aklınıza ne
geliyor? Benim aklıma gelen birkaç
deyim var. Köşeyi dönmek, vardır
mesela. Köşe olmak, denir sonra.
Önce köşeyi dönersiniz, sonra
köşe olursunuz. Her şey sırasıyla,
usulünce. Güzel şeydir, köşe olmak.
Köşeyi tutmak mı vardı bir de! İşte
bizim İsa, bir nevi köşeyi tutmuş
ama aklınıza ilk gelen şekilde değil.
Tuhaf birisi İsa, köşede olma şekli
de tuhaf. Elindeki bardağı sallayıp
duruyor, gözleri boşluğa dahi
bakmazken. “Köşeli” vardır bir de
argoda ki, ne demeye geldiğini şimdi
açıklamayayım, hoş olmaz ama şöyle
küçük bir ipucu verebilirim; İsa, sol
elinin işaret parmağı marifetiyle şu
an, sarımtırak yeşil bir köşeli üzerine
çalışıyor.
İsa’nın elleri iri. Sizin elleriniz nasıllar? Birçok işe yarar, size
yardımcı olurlar mı? Klavyeperver ve
yumrukşinas mıdırlar? El sıkışmak için
sevdiklerinize uzattığınız, tuvalette
kıçınızı temizlediğiniz, birbirine
çarpıp alkış sesi çıkardığınız, para
saydığınız eller, hep aynı eller mi?
İsa’nın elleri soğuk. Sizinkiler?
Karton
üzerinde
fazla
durmayacağım. Bildiğimiz, mimi
mili milimetre kalınlığında, kaliteli tırışkadan mamul, endüstriyel
ürün işte. Şu kadarını söyleyeyim,
öykümüzün önemli kelimelerinden
birisi karton. İsa’yı, Nassau’yu, köşeyi
ve elleri unutabilirsiniz ki şu ana kadar en az ikisini unutmuş olduğunuzu
tahmin ediyorum. Ama kartonu aklınızda tutun lütfen. Önemli kelimelerimizden bir diğeri de,
Kahve.
Üçüncü ve en önemli
kelimemiz bardak. Bardak, bir
öykünün en önemli kelimesi olduğunu
bilse ne çok sevinirdi. Yüreği büyük
bir ustanın romanının da en önemli
kelimesidir bardak ama kendisi
bilmez bunları, ne yazık. Onun, yani
bardağın toplum içindeki görevi,
sıvı bir takım şeyleri sunmaktır ve
görevinin dışına çıkmaz. Bu öyküde
sunması gereken şey ise kahve. Ama
bir tuhaflık var. Öykünün gidişatı
doğrultusunda kahve sunmasını
beklediğimiz itaatkâr bardağımızın
içinde bu kez kahve yok. Bir kahve
bardağı, kahve sunmayacaksa ne
işe yarar ki? Ben, düzen dışı bir
şeyler seziyor ve rahatsız olmaya
başlıyorum.
Üzerinde, üzerinde durulması gereken bir kelime olsa
gerek. Gelin görün ki benim aklım
hâlen, içinde kahve olmayan kahve
bardağında. Aklıma gelen birkaç
ihtimal var. Kahve hepten dökülmüş
olabilir ama öyle olsa İsa’nın elleri
sıcak olur ve hatta İsa oturmuyor,
86
ayakta canhıraş bağırıyor olurdu
muhtemelen. Bardağı sallarken
bir miktarını mı döktü acaba? Ama
bardakta hiç kahve yok. Ya da
İsa kahvesini bitirmiş olabilir ama
kahvesini bitirmişse, saniyelerin bile
değerli olduğu çağımızda neden
zaman öldürsün ki.
Lacivert ile laciler, birbirinden farklı şeylerdir. Evet, renk
olarak algıladığınızda aynılardır da
kavram olarak farklıdır. Kelimeler
ne tuhaf değil mi. Kelimenin yarısını
atıyorsunuz ve karşınıza başka bir
şey çıkıyor. Sonuna çoğul eki koyduğunuzda başka bir şey algılıyorsunuz. Size bir şeyi çağrıştıran bir
kelime, bir başkasına bambaşka bir
şey anımsatabiliyor. Çok acayip bu
kelimeler. Çok.
Geldik son kelimemize.
Oturuyor. Kubbealtı Sözlüğü–Oturmak: Vücûdun belden yukarı kısmı
dik duracak ve vücut ağırlığı kaba
etler üzerine binecek şekilde bir
yere yerleşmek, kuut etmek.
Şimdi pek de havalı
olmayan giriş cümlemizi bir kez
daha hatırlamakta fayda var. İsa,
Nassau’nun köşesinde, elinde karton
kahve bardağıyla, üzerinde lacileriyle
oturuyor. Yani İsa, hayatının ağırlığı
kaba etleri üzerine, oradan da
yere binecek şekilde, kaldırımda
kuut ediyor. Belden yukarı kısmı
pek dik sayılmaz, daha ziyade kaykılmış bir hâli var ama bu durum,
gerçekleştirdiği eylemi oturmak diye
anmamıza engel teşkil etmeyecek,
küçük bir ayrıntı.
Biraz oynayalım mı cümlemizle.
Adı muhtemelen İsa olmayan İsa,
Nassau’nun köşesinde ki bu şehrin
bu köşesinde değil de kapitalizmin
sömürdüğü bir başka şehrin başka
köşesinde de olabilirdi, elinde
endüstriyel karton kahve bardağıyla
–bu sabit, üzerinde lacileriyle- ki kimi
kurumlar evsizler için, logolarının
rengi doğrultusunda ve toplumla
dayanışma içinde oldukları anlaşılsın
diye yeşil, mavi, kırmızı barınma
yorganları temin edebiliyor - oturuyor
yani kaldırımda, yani dileniyor, yani
üşüyor, yani evsiz.
Öykümüzün İsa’sı, beş yıl
önce işinden çıkarıldı çünkü beş yıl
önce ülkede kriz meydana geldi.
Nedir acaba bu kriz dedikleri? Sular
dondu, erimedi de derelerde içecek
su mu kalmadı acaba? Ormanlar
oksijen üretmemeye karar verdiler
de insanlar nefessiz mi kaldılar
dersiniz? Topraktan buğday bitmedi,
hayvanlar otlamadı mı? Nedir kriz?
İsa, üç yıl önce, kirasını ödeyemediği
evinden atıldı. İsa, o gece ve ertesi
geceler içti, arkadaşlarında kaldı. İsa,
birkaç ay sonra, artık sosyalleşmek
istemeyen ve kendilerine has geçim
dertleri olan arkadaşları tarafından
kovuldu. İsa kovulurken sarf edilen
sözler kaba değildi çünkü çağımız
insanı kaba davranmaz, sokakta
karşılaştıklarına, günaydın bugün
hava ne güzel, der, otobüs sürücüsüne teşekkür eder, gerektiğinde
selam verip gerektiğinde özür diler.
Gerektiğinde de kafasını başka yöne
çevirir.
87
İsa, o günden bu yana
Nassau’nun köşesini tutmuş durumda.
İlk günler çok üşüdü. Sonra bir hayır
kurumu, İsa’ya lacivert barınma
yorganı sağladı çünkü işbu kurumun
logosu da laciverttir ve çünkü biz
çok merhametli hayvanlarız. Allah
onlardan razı olsun. İsa, o günden
sonra daha az üşüdü. Daha sonra
İsa, tırışkadan mamul endüstriyel
kartondan kahve bardağı edindi.
Onu sallamak suretiyle beş on sent
topluyor ki aç kalmasın. Ve biz kahve
içiyoruz. Çünkü biz kahve seven,
kahve içerken döviz kuru, indirimler,
kredi oranları, tatil planları ve yüksek
sanat üzerine konuşmayı seven
hayvanlarız.
Öykünün bu kısmını ben uydurdum. Siz dilerseniz, İsa’nın aslında
matematik dehası olduğu, aşkından
delirip yollara düştüğü yönünde bir
hikâye uydurabilirsiniz. Seversiniz
böyle hikâyeleri. Toplumun delisinin,
evsizinin bile satacak bir öyküsü olmalı zira.
Ama değişmeyen bir şey
var ki İsa, gündüz ve gece kaldırımda
oturuyor. Çünkü İsa evsiz. Meryem
ve Muhammed de.
İşin erbabı, öykülerin sonunun açık uçlu olması gerektiğini söyler. Doğrudur, o hâlde söz dinleyelim.
İsa, oturduğu yerden ayaklandı, üzerinize doğru yürüyor. Yürü İsa. Çünkü
İsa aç açık…
Dublin Kıtlık Anıtı
88
Şehrin Oburları
Özge Calafato
Doğu’nun her şehri sanki birer açık hava yemekhanesi
gibi. Nereye gitsek bizi içimize alıyor ve durmadan acıktırıyor.
Beyrut’tan Kyoto’ya, Dakka’dan Taipei’ye Doğu’nun genelde
nemli ve ılık şehirlerinde her mevsim acı tatlı ekşi yiyecek sokak
aralarından fışkırıyor, bulvarlara taşıyor. O şehirlere ne zaman
gitsek sanki yemek için gitmiş gibi hissediyoruz kendimizi. Yedikçe
de oburlaşıyoruz. Ve elbette şişmanlıyoruz.
O bal mumu gibi yapışkan havalarda ayaklarımızı sürüye
sürüye dolaştığımız şehirlerde sokaklar boyu önümüze çıkan tatlı
ve tuzlulara karşı koymamız imkânsız. Tezgâhlarda satılan envai
çeşit atıştırmalıktan Avrupai kafelerdeki hamur işlerine, geleneksel
aile işletmelerindeki ev yemeklerinden ucuz ve bazen biraz da
pejmürde restoranlarda önümüzde tabak tabak atılan mezelere
uzandıkça oburluğumuza alışıyoruz. Oburluğumuzdan utanmaz
oldukça yemeğe doyamıyoruz.
Yemek yemek insana kötü şeyleri güzel unutturur, geçici
mutluluk verir. Sarhoşluk gibi. Hele de şehir güzel olunca. Biz de
Doğu’nun şehirlerinde yedikçe unutuyor, yedikçe hayatın gizli
keyiflerine dalıyor ve çok mutlu oluyoruz.
Yemek ve eğlenmek için o kadar çok sebebimiz var ki.
Bize her yer, her daim panayır.
89
Oburluklarımız üzerine beş anekdot
Balık pirinç ve Japon spagettisi
Uzakdoğu kentlerinin plastik modellerin lokanta vitrinlerini süslediği yeraltı
klimalı alışveriş merkezlerinde tabağı bir dolardan yediğimiz suşiler gözümüzü
bir türlü doyurmuyor. Söylemesi ayıp. Ortadaki bantta öyle garip balıklar
dönüyor ki, oburluğumuz her an zehirlendik zehirleneceğiz hissiyle heyecanlı
bir hâl alıyor. Ama Japonların koyu kıvamlı körileri, İtalyanlara taş çıkartan
makarnaları, kıtır kıtır tavuk şnitzelleri, waffle’ları daha bir ağız sulandırıyor.
90
Levant’ın çukur meze tabakları
Ortadoğu şehirlerinin kalabalık çarşılarında humusla yatıp humusla kalkıyoruz.
Yanında gelen sıcak puf ekmekleri humus tabaklarına bana bana Feyruz dinleyip,
eski günleri yâd ediyoruz. Tabulenin içindeki maydanozlar sürekli dişlerimize
girip bizi çıldırtıyor. Nar soslu tahinli ezme mütebbel çok geçmeden midemize
oturuyor. Ne de olsa patlıcanın her hâli ağır.
91
Gece pazarlarında birtakım garabetler
Doğu şehirlerinin kızarmış yağ kokulu açık hava pazarlarında körlemesine
gecelere dalıyoruz. Bu pazarlarda barbekünün dumanından ve aç kalabalıklardan
göz gözü görmüyor, timsahtan akrebe sakatattan kuş yuvasına insanoğlunun
yenilebilirliğine karar verdiği her türlü et midemizde büyüyor. Zaman geliyor, ne
satın alıp, neleri mideye indirdiğimizi birbirimize sormaktan vazgeçiyoruz.
92
Kahvaltılarımız
Ama en tatlısı kahvaltılarımız. Sırf daha güzel kahvaltı edebilmek için akşamları
kendimizi deli gibi aç bırakıyoruz. Kontrol edilemeyen mide gurultuları okkalı
kahvaltı hayallerimizle tadına doyulmaz hazlara dönüşüyor. Ama kahvaltıların en
güzeli hep İstanbul’da yaşanıyor.
93
Keyfin nesneleri
Neyi ne kadar yersek yiyelim, vazgeçemeyeceğimiz tek şey şehrine göre çay,
şehrine göre kahve, çokça da aslında çay üstüne çay, kahve üstüne kahve. O
kadar ki, kafeinin miktarı mideyi acıtacak seviyeye çıktığında çaresiz yemeğe
devam ediyoruz. Daha çok çay ve kahve keyfi için yiyemeyeceğimiz şey yok.
94
Bir Tabakta Aynaya Bakmak
Yekta Kopan
Pera Müzesi’nde bir Grayson Perry tablosunun karşısında
Ümit Ünal ile oturuyoruz.
Yalan söyleyecek değilim; önceden tanıdığım bir isim
değil Grayson Perry. Turner ve BAFTA ödüllü bu çağdaş sanatçı
konusunda Ümit benden daha bilgili. Onun rehberliğinde
British Council Koleksiyonu’nda yer alan ve altı parçadan oluşan
Küçük Farklılıkların Kibri serisinin dördüncü adımındaki “Virgin”
Anlaşmasının Müjdesi’ne bakıyoruz. Parça dediğime bakmayın, altı
halıdan oluşan bir seri bu.
Evet, halı. Perry’nin çizimleri Belçika’daki Flanders Halıcılık tarafından dokunmuş. Ama ortaya çıkan eserleri, tam olarak
halı diye adlandırmak, alanı daraltmak olacak. Neyse, o kısmını
gidince görürsünüz.
Grayson Perry bir çağdaş sanatçı olmanın ötesinde, bir
toplumbilimci. 2012 tarihli bu seride de, her yönüyle ve keskin hat-
“Virgin” Anlaşmasının Müjdesi, Grayson Perry, 2012
95
larla bir sınıf eleştirisi yapmış. Tim
Rakewell adlı bir kurgu karakterin
hayatını sahne sahne takip ediyoruz.
Her sahne, sınıfsal bir değişimin
karakterleri, yerleri ve nesneleri ile
geliyor. Her şey var bu hayat hikâyesinde. Politika, medya, gündelik objeler, giysiler, teknoloji ve mutfak...
Yemek tercihlerinin, sunumlarının ve hatta miktarlarının, modern
hayatın sosyo-politik okumasını yapmakta nasıl önemli bir şifre çözücü
olduğunu
düşünüyorum.
Ümit
Ünal, İngiltere’de geçirdiği günlerin
deneyimini anlatarak, bu düşüncelerimi berraklaştırıyor.
“Şu french press’te içilen
kahve bile, sınıf atlama çabasını
çözmek için yeterli,” diyor Ümit,
“İngilizler genelde çay içer, kahve
tercihi bile önemli. Arkadaki Aga
marka fırın, ancak zengin evlerinde
olur. İngiltere günlerinde çok hayalini kurmuştuk ama alamamıştık. Organik gıdalar, organik reçel, döküm
tencere... Hepsi bir sınıftan bir diğerine atlamanın olmazsa olmaz nesneleri.”
Perry’den aldığımız bilgiyi
yaşadığımız coğrafyaya transfer
ediyoruz. Balzamik sirkeye bandığı
ekmeği açlığını bastırıp şarabının
çiçeksi aromasını değerlendiren
bireyin, bu bilgiyi arzulaması ile
bu bilgiyi satın almayı arzulaması
arasında kalın bir çizgi var. Gözle
görülecek kadar kalın.
Taze domates yemek isteyen
bireyle, organik gıdanın popüler
ruhuna kapılmış birey arasında bir
kol boyu mesafe olduğunu söylemek
olanaksız.
Aklıma bir başka İngiliz geliyor: John Berger. “Burjuva için yeme
oyunu, gevşetici olmak bir yana, bir
uyarıcı işlevi görür. Sahnenin teatral
çağrısı, öğün zamanlarında aile
dramını kışkırtır. Tipik ödipal dramların geçtiği sahne, mantıken tahmin edilebileceği gibi yatak odaları
değil, sofralardır. Yemek salonu, burjuva ailenin kendi karşısına ‘elâlem’
kılığında çıktığı ve çatışan çıkarlarıyla iktidar mücadelelerinin son derece
resmi bir tarzda yürütüldüğü yerdir,”
diyen John Berger.
Grayson Perry’nin kurulmamış -ve belki de hiç kurulmayacakolan sofrasına bakarken, sahnenin
teatral duruşuna takılıp kalıyorum.
Bu teatrallik, sınıfsal bir ayrıcalığın
kabulü olarak, bütün şehre yayılmış
durumda.
Orada olmak ve onu yiyebilmek için çalışıyoruz.
Onu yiyebilmek ve ona anlatabilmek için çabalıyoruz.
Ona anlatmak ve onlardan
olabilmek için savaş veriyoruz.
Ümit Ünal, çok güzel yemek yapar. Yemeğini güzelleştiren
bir sohbetle sunar. O sofra, onlardan
olmanın değil, kendin olabilmenin vahasıdır. İnsan yemekten kalkarken bir
aynaya baktığının farkındadır.
Sessizce, Grayson Perry
halısına bakarken bunları düşünüyorum. Pera Müzesi’ne gelmeden bir
esnaf lokantasında bol biberli bulgur
pilavı ve kaymaklı yoğurt yemiş olmanın tokluğuyla....
96