onsoz sayi 16 kapak filmi tek renk

Transkript

onsoz sayi 16 kapak filmi tek renk
ÇIN GI
AYIÞIÐI
SANAT
MERKEZÝ
xvı
KÝTAP DÝZÝSÝ
kültür / sanat / edebiyat
Genel Yayýn Yönetmeni
Songül Yücel
Yazý Kurulu
Songül Yücel
Ülkü Þeyda
Fatma Yýldýrým
Ruhan Mavruk
Ýstanbul
Ýstiklal Cad. Rumeli Han
88/11 Kat: 6 Tel: 0212 249 44 43
Önsöz’e Ulaşabileceğiniz adresler
Ýzmir
1337. Sk.No:18 Çankaya
Tel: 0232 489 63 16
Adana
Çınarlı Mah. Atatürk Cad. 61012 Sk.
Pedük Apt. Kat: 1 No. 2 / Seyhan
Tel: 0322 459 70 62
Antep
Atatürk Bulvarý Bey Mahallesi No:6/7
Kat:3 Þahinbey Tel: 0 342 230 38 74
Antakya
Fevzipaşa Mah. Kurtuluş Cad. Akıncılar
Sk. Gali İş Mrk. K: 1 D:1 No:80
Telefon: 0 326 216 49 12
[email protected]
[email protected]
Baský:
Estet Ajans Matbaacılık
Merkezefendi Mah.
Fazılpaşa Cad. 4. Zer San.
Sit.No: 16/26 Topkapı / İstanbul
Tel: 212 565 17 74
Kýþ sayýmýzdan herkese merhaba,
Kýþýn ayazýna raðmen sýmsýcak yüreklerimiz… Sýmsýcak sýkýlý yumruklarýmýz… Çünkü daha bir coþkun, daha bir
heyecanlý grev meydanlarý… Kýþýn ayazýna, soðuðuna inat
sokaklarda insanlarýmýz… Bizler de onlarýn yanýnda… Tekel iþçilerinin sesine itfaiye iþçileri, itfaiye iþçilerinin sesine
Marmaray, belediye, saðlýk iþçileri, eczacýlar, doktorlar kattý sesini… Kilometrelerce yollardan insanlar her gün Ankara’ya akýyor. Bir bayram yeri Ankara Sakarya caddesi…
Grev meydanýnýn coþkusunu, heyecanýný Bahar Derin’in
Grev Günlüðü ile taþýmaya çalýþtýk sizlere…
Ýstanbul 2010 Avrupa Kültür Baþkenti’ne karþý Emeðin
ve Kavgamýzýn Baþkenti Ýstanbul kampanyasýný baþlattýk.
Bir yýl boyunca çeþitli etkinliklerle sürecek olan kampanyamýzýn ilk etkinliði Ýstanbul TÜYAP kitap fuarýnda Ýstanbul
Þarkýlarý ile baþladý. Ardýndan Ýstanbul bildirisi yayýnlandý.
30 Ocak günü Su Gösteri Sanatlarý Merkezinde Kavgamýzýn
Baþkenti Ýstanbul için buluþtuk. Ýstanbul’a þöyle seslendik:
“Seni sermayenin “kültür baþkenti” olarak ilan edenler bilmelidir ki, sen bizimsin Ýstanbul. Sokaklarýn, meydanlarýn,
fabrikalarýn, üniversitelerin bunu haykýrýr. Bunu haykýrýr
sloganlarýmýz… bunu haykýrýr þiirlerimiz… bunu haykýrýr
þarkýlarýmýz… bunu haykýrýr ellerimiz… bunu haykýrýr yüreklerimiz. Sen bizimsin Ýstanbul… Kavgamýzýn Baþkentisin.”
Önsöz dergimiz bahar sayýsýyla birlikte 5 yaþýna girecek. 6 Mayýs 2005 yýlýnda doðan Önsöz koskoca bir 5 yýlý
ardýnda býraktý. Bu beþ yýla emeði geçmiþ olan tüm þair, yazar, okur dostlarýmýza þimdiden teþekkür ederiz. 5. yaþýmýzý
birlikte kutlamak için bir araya geleceðimiz günü sabýrsýzlýkla bekliyoruz. O gün görüþmek dileðiyle…
Devrimler ve Edebiyat, Devrimler ve Tiyatro, Devrimler ve Müzik dosyasýnýn ardýndan son konumuz olan Devrimler ve Sinema dosyasý ile bu baþlýk altýndaki dosya çalýþmamýz son buluyor. Bundan sonraki sayýmýzda dosyamýz
Kavgamýzýn Baþkenti Ýstanbul kampanyasý çerçevesinde Ýstanbul’a ayrýlacak. Ýstanbul’un þiirimizdeki, edebiyatýmýzdaki yeri üzerine duracak, Ýstanbul’un sokaklarýný, meydanlarýný taþýyacaðýz sizlere…
Þimdiden buradan tüm sanatçý dostlara sesleniyoruz;
gelin birlikte Ýstanbul’un gizlenen yanýný ortaya çýkaralým.
Sinemacýlar, tiyatrocular, fotoðraf sanatçýlarý gelin birlikte
Ýstanbul için çýkalým sokaklara… Ýstanbul filmleri çekelim,
Ýstanbul oyunlarý oynayalým, Ýstanbul kareleri fotoðraflayalým… Yaptýklarýmýzý Ýstanbullularla paylaþalým… Ondan aldýklarýmýzý yine ona verelim…
5 yaþýn olgunluðuyla buluþmanýn sabýrsýzlýðýný taþýyoruz. Bahara görüþmek dileðiyle…
Tarihsel Toplumsal Gelişme ve
Sanattaki Yansıması -4-
Tekel Günlüğü
Bahar Derin
5-10
Özgür Güven
18-21
Sanata Dair Notlar
Dil Üzerine -4
Devrimci Dünya Görüşü
Kürt Dili
Ahmet Aydın
D. Dağlı
22-28
11-14
Yabancýlaþmaya Karþý
Beyin Egzersizleri
Avrupa’nın En Büyük ...
Tüyap Günlüğü
Demet Demeter
Temade Çınar
29-32
15-17
Dosya
Devrimler
Ve Sinema
“Devrimin Delikanlý Sanatçýlarý”
Derleme
Hollywood Sinemasında Temalar
Temade Çınar
Sinema Nedir?
Sinemanýn Kürdü Kürt Sinemasý
Kayhan Akan / I No’lu F Tipi
Mehmet BAJARÝ
Sinema ve Karþý-Devrim
Ýki Dil Bir Bavul
Setenay Berdan
Bir Film Okuması: KEMAN
Mehmet BAJARÝ
Hûseyn Palewî
Yýlmaz Güney'in Hikayesi
Yurttaş Kane
Sıla Erciyes
AYIŞIĞI
SANAT
MERKEZİ
Derleme
Sabahattin Ali
75-84
Mektuplar
C. İçli
Zindan Türkü Söylüyor
Yas Hiç Bitmeyecekti
Ruşen Tutku
Yolcuya Ağıt
Kayhan Akan
Rüya
Umut Beyaz
Elif Can
97-100
85-87
Yakındır Dostlar
Tekel İşçisi
Söylenceler
Gara Goncılos
Atila Oğuz
101
88
AYIŞIĞI Röportaj
SANAT Cevdet Bayram’la Arapça
MERKEZİ Tiyatro Üzerine Söyleşi.
102-103
Tekel Ýþçilerinin Savaþı
Grup Emeğe Ezgi
89-90
Eylülde Tramvay Beklemek
Atila Oğuz
104-105
Gül Yüzlü Kadın
Soreş Agir
91
AYIŞIĞI Röportaj
SANAT Mehmet Özgöz ile
MERKEZİ İnsan Ve Doğa Üzerine
Bir İşçinin Günlüğü-8
Kazım Demir
106
92
AYIŞIĞI
SANAT
MERKEZİ
Röportaj
Kazım Demirle
El İzlerim Üzerine
Haberler
106/111
Yoldaş Mektuplar/ Devinim Tiyatro Atölyesi
Tiyatroculardan DTP’nin Kapatılmasına Protesto
Antakya Ayışığı Sanat Merkezi Açıldı
Sarıgazide Yeniden Merhaba
93-94
19 Aralık Etkinliği
Sanatçıların İstanbul Buluşması
Emekçi İstanbul'a Kucaklaşma
Kitap Tanıtımı
Küçük İta’dan Tanya’ya
95-96
Şiir
Nazım Akarsu
112
4
Kış ‘10
Grev Günlüğü
Bahar Derin
tanbul Cevizli Tekel'den yola çýkarken hiç düþünmemiþtim.
Gecenin 1'inde yolculuðumuz kaldýðý yerden devam etti. Eksik olan var mý diye sordu otobüsteki sorumlu arkadaþ bizim önümüzdeki iki koltuðu kaplayan
ayýcýk lakaplý iþçi yoktu. Milleti bir gülme aldý. Ayýcýk
ilk 5 dakika içinde verilen ilk fire oldu. Ama o cüssedeki birinin gitmesi milleti çok güldürmüþtü. Otobüste
çok esprili bir iþçi arkadaþ vardý. Birçok konuda canlý
zekice espriler yapýyor hepimizi çok güldürüyordu.
Derken uykuya dalmýþýz sabah 6'da daha Ankara giriþinden kilometrelerce uzakta bu sefer de Jandarmalar
bizi durdurdu. Tabi plakalara göre durdurulduðumuz için iþçiler diyor: Tayyip bizden amma korkuyor bu kaçtýr kesiyorlar yolumuzu, demek ki doðru yoldayýz. Ýþçiler o kadar doðal, o kadar esprilerle karþýlýyor ki bu durumlarý herkesin içi rahatlýyor, yüzü gülüyor. Benimse
aklýmdan Moskova Önlerinde romanýndan bir cümle
geçiyor “Savaþta gülmek ciddi bir iþtir.” Jandarma kimlikleri topluyor ve baþlýyor bir bekleyiþ. Bir süre sonra
kimlikler geri daðýtýlýyor ve yolumuza devam ediyoruz.
Aradan on dakika geçmedi ki tekrar jandarma durdurdu. Bu sefer de otobüse üst düzey bir asker binerek “arkadaþlar yaptýðýnýz eylem valilikçe olumlu görülme-
1. Gün
Ýlk günden beri aklýmda yaþadýklarýmýzý yazýya
dökmek vardý. Ama günler öylesine hýzla geçiyor ki eðer daha fazla beklersem birçok þeyi unutacaðým. Hatta keþke diyoruz ilk günden itibaren günlük þeklinde
not tutsaymýþýz. Her günü bir yýl gibi geçen Tekel eyleminin bugün 13. günü saat 18.21... sonunda benim hayatýmda unutamayacaðým kadar çok deneyim elde ettiðim Tekel eylemini yazacaðým için mutluyum. Bu eylem sadece Tekel iþçileri için deðil, tüm iþçi sýnýfý, emekçiler için inanýlmaz derslerle dolu... Ve büyük bir
umut olduðunu da söylemeliyim. Eeee... Ne demiþti Sibel yoldaþým: “ 'Eylem umudun anasýdýr' bu sözün hiç
bu kadar büyük anlamlar yüklü olduðunu düþünmemiþtim.” Evet, insan ancak inanarak yaptýðý bir eylemin içinde umudu yaþatabiliyor. Neyse lafý uzatmadan yaþadýklarýmýza geçeyim...
Tekel iþçilerinin Ankara'ya gideceðini ve AKP önünde eylem yapacaðýný biliyorduk. Tekel iþçileriyle
Ýstanbul'dan ve Ankara'dan eylem deneyimlerim vardý.
Cevizli'den Kartal'a yürüdüklerinde yanlarýndaydým,
Ankara'da karýn içinde su ve gazla saldýrýya uðradýklarýnda yanlarýndaydým. Ama bu Ankara eyleminin bu
kadar büyüyeceðini, geliþeceðini 14 Aralýk gecesi Ýs-
Kış ‘10
5
miþtir. Bizim, size tavsiyemiz geri dönmenizdir” dedi.
Ve durdurduklarý yerde bir bekleyiþ baþladý. Önce herkes ilk durdurmalarda olduðu gibi bunu da esprilerle
karþýladýlar. Ancak bekleyiþ uzadýkça ne yapýlacaðý konuþulmaya baþlandý.
Tepemizde helikopter geziyordu. En az üç dört askeri araçsa etrafýmýzda bekliyordu. Sonra bütün iþçiler
madem otobüslerle girmemize izin vermiyorlar öyleyse bizde yürürüz diyerek yürümeye baþladýlar. Jandarmayý bir telaþ sardý. Otuz saniyede yürüyüþe geçerek ön
tarafta baský yapan iþçilere “arkadaþlar burasý otoban,
burada böyle yürümeniz çok tehlikeli” diyerek diðer
yandan da takviye kuvvet için telsizden konuþuyorlardý. Ama iþçiler hýzlý davranmýþtý ve önlerindeki jandarma barikatýný aþarak yürüdüler bunun üzerine jandarma
“tamam o zaman, bari otobüslere binin de baþýnýza bir
þey gelmesin” dediler.
2. Gün
Sabah 05.30-06.00 gibi kalktýk. 07.30 gibi dýþ kapýlara dayandýk ama kimseyi býrakmýyorlar. Sendika
baþkanlarýnýz gelsin öyle, diyorlar. Böyle 08.30'a kadar
iþçileri oyaladýlar. Sigara almaya vb. bile býrakmadýlar
kimseyi. Tabi onlarca çevik kuvvet otobüsü ve polisi
olduðunu uzun uzun anlatmayacaðým. Ýlk savaþýmýzý orada verdik. Ýleri iþçiler, haydi arkadaþlar biz burada esir miyiz neyiz, diyerek kapýlara yüklendi. Bizlerde o
bir saatlik bekleyiþi boþa geçirmemiþtik. Kapýlara tüm
gücümüzle yüklendik ve açtýk.
Kapýyý açmayý baþarýp biraz yol almýþtýk ki sabahtan beri yaðan yaðmurdan dolan su göleti ve ön tarafa
sýkýlan biber gazý bizi biraz durdurdu. Hemen polise
baðrýþ çaðrýþ baþladý. Polis tekrar içeri girmemizi istiyor. Ýþçiler, biz bir daha içeri girmeyiz, diyor, biz terö-
6
rist miyiz, adam mý öldürdük, niye bize gaz sýkýyorsunuz. Biz buraya ekmeðimizi almaya, hakkýmýzý aramaya geldik. Yok, girmeyiz içeri, biz arkadaþlarýmýzýn yanýna AKP'nin önüne gideceðiz. Yol boyunca korna çalanlar, alkýþlayanlar, katýlanlar oldu. Herkes tekel iþçilerini sahipleniyor, destekliyordu. Çok güçlü bir halk
desteði vardý. Bu haklýlýkla Abdi Ýpekçi Parkýna kadar
Ankara sokaklarýný inleten sloganlarla yüründü, gelindi.
Ýþin ciddiyetini kavrayan polis ortamý sakinleþtirmek için sendikacýlarla, iþçilere seslendi. AKP önündeki arkadaþlarýmýz buraya geliyorlar. Bir coþku, bir sevinç... Meðer orada kalanlarda çok mücadele etmiþler.
Onlarda gaz yemiþler ancak böyle yürümeyi baþarmýþlar ama onlarýn baþarýsý gerçekten büyük, neredeyse
Ankara’yý baþtan uca yürümüþler. Tam 4 saat… 35 km
yolu sloganlarla yürüyerek gelmiþler. Tabi polis istemez bunu ama daha fazla saldýrýrsa sadece iþçilerin deðil tüm toplumun bilincinin ilerleyeceðinin de farkýndalar. Çok temkinliler...
AKP önündeki iþçi arkadaþlarda gelince nasýl bir
coþku, nasýl bir sevinç yaþandý tarifi imkansýz... Evet
Ankara sokaklarý da iþçi sýnýfýnýn kararlýlýðýný, cüretini
ve birlik olunca neler yapabileceðini görmüþtü.
Park kýsa sürede iþçilerin evi haline gelmiþti. Akþam ateþler yakýlmaya baþlandý. Çok hareketli geçen 16
Aralýk geride kalýrken bu iþi öyle kolay kolay bitiremeyeceklerini, iþçileri öyle pýþpýþlayarak evlerine gönderemeyeceklerini poliste, sendikacýlarda anladý. Akþam
çok soðuktu yinede parkta ateþ yakarak sokakta kalanlar oldu.
3.Gün
17 Aralýk Perþembe günü... Yaðmur ve soðuk peþimizi býrakmýyordu. Yaðmurluk daðýtýlýyor dendi, meðer daðýtýlan büyük siyah çöp poþetiymiþ. Ama olsun
yine de iþ görüyordu. Herkesin morali yüksekti. Her ziyarete gelenle daha bir coþuyorduk. Gelenin gidenin
haddi hesabý yok. Sanki miting alaný…
O gün yeni bir eylem yarattý iþçiler. Yarattý diyorum çünkü kung fu dövüþçüleri gibi çevrelerindeki her
þeyi silaha dönüþtürebiliyorlar. Bizim Tekel iþçileri de
Abdi Ýpekçi'deki havuzu silah yaptýlar kendilerine…
Þaka falan deðildi yaþananlar. Aralýk ayý, hava buz gibi soðuk. Ankara zaten dondurucu soðuðuyla ünlüdür.
Ve iþçilerden biri gayet soðukkanlý bir þekilde soyundu.
Üstünde Tek Gýda Ýþ önlüðü girdi suyun içine... Onun
yerine bizim içimiz titredi. Tüm kameralar bu görüntüleri çekmeye baþladý. Suya giren bir de konuþma yapmayý ihmal etmiyordu. Bence bu buz gibi suya girme
eylemi þu anlama geliyordu, gözü karalýk, kararlýlýk, direnç, gövde gösterisi, meydan okuma, her þeyi göze almak... Açýkçasý orada suya giren iþçileri izledikçe herkes, bizde, bu irade olduktan sonra her þeyi yaparýz, diyordu. Öyle böyle deðil, onlarca iþçi suya girdi çýktý.
Gün boyu sürdü diyebiliriz bu eylem, basýnýnda ilgisi
yoðundu.
Kış ‘10
4. Gün
Ýþte o tarihi gün, o pis su, o iðrenç gaz, sermayenin
ve polisin bizleri bir daha asla ayýramayacaðý baðlarla
birbirimize baðlamýþtý. Kaþ yapayým derken göz çýkardýlar, heyt be ne de güzelmiþ iþçi sýnýfýyla kavganýn içinde olmak. Kent A.Þ. sürecinde Ýzmir'den onlarla adým adým o yollarý yürüyen her aný paylaþan yoldaþý nasýl da kýskanmýþtým, nasýl da içim gitmiþti o sevgiye…
Nasýl da içli dýþlý olmuþlardý… Hayatýný devrime, mücadeleye adamýþ bir devrimci için bundan daha güzel
bir ortam olamaz. Tüm iþçiler mutluydu. Sanki o saldýrýlarý biz yaþamamýþtýk. Evet, vefalý dostum, Moskova
önleri geliyor tekrar tekrar aklýma… “Savaþta gülmek
ciddi bir iþtir.” Böylece o akþam üstüm baþým cephede
savaþmýþ gibi çamur, gaz olmasýna ve üstümün ýslak,
kokuyor olmasýna raðmen aðzým kulaklarýmda uyudum ve rüyamda da yaþadýklarýmýzý gördüm. Slogan attým vs. dünyanýn en güzel rüyasýný ben gerçekte yaþamýþ oldum. Gururluyum…
16. Gün – Büyük Gün
Bugün 30 Aralýk Çarþamba, büyük gün... Çünkü
Türk-Ýþ baþkanlar kurulu toplanýyor. 16. günümüzde
zaferi müjdeleyecek ileri bir karar çýksa, Türkiye'nin
gündemini deðiþtirecek kararlar… Ýþçiler her þeyi yapmaya hazýr. Yeter ki baþlarýndaki sendikacýlar sözlerinin arkasýnda dursunlar. Gerçi kimse -sürekli genel
grev genel direniþ diye slogan atýlmasýna raðmen- çok
büyük bir karar, ciddi bir sonuç beklemiyor. Bu sabah
herkes erkenden sokaðý doldurmuþ. Ben de heyecanlýyým. Çünkü Mücadele Birliði Platformu Ýstanbul'dan
buraya Tekel iþçisinin yalnýz olmadýðýný göstermeye
geliyor.
Saat 10.00'da alana giriyoruz. Sakarya Meydaný'ndan sloganlarla yürüyerek iþçilerin eylemi sürdürdüðü Türk-Ýþ binasýnýn önüne, Bayýndýr sokaða geliyoruz. Ýþçiler herkese yaptýklarý gibi bizi de alkýþlarla ve
coþkuyla karþýladýlar. Ýþçilerin arasýna girerken “Tekel
Ýþçisi Yalnýz Deðildir", "Fabrikalar Tarlalar Siyasi Ýktidar Her Þey Emeðin Olacak", Yaþasýn Ýþçilerin Mücadele Birliði”, “Dünya Emeðin Olacak” sloganlarýný attýk. Mücadele Birliði Platformu adýna Vefa Serdar konuþma yaptý.
Mücadele Birliði Platformu'yla gelen Grup Emeðe
Ezgi'nin enstrümanlarýna ilgiyle bakan iþçiler desteðe
gelen Emeðe Ezgi'yi müziðini paylaþmasý için ortaya
çektiler. Baðlama, gitar ve davul eþliðinde bir müzik ziyafeti verdiler. Fabrika kýzý parçasýna herkes eþlik etti.
Halaylarda ise kimse yerinde duramadý. Emeðe Ezgi,
TEKEL iþçilerine hitaben her zaman yanlarýnda olacaklarýný onlar savaþýrsa kendilerinin de sesleriyle, sözleriyle, türküleriyle yanlarýnda olacaklarýný dile getirdi.
Saat 14.00'da baþkanlar kurulu toplantýsý sona ererek açýklama yapmak üzere baþkanlar Türk-Ýþ'in önüne
toplandý. Açýklamayý Mustafa Kumlu yaptý. Uzun bir
girizgah ardýndan söylediði tek þey önümüzdeki günlerde kitlesel mitinglerin olabileceði idi. Hýzlý bir ve-
Kış ‘10
dayla binanýn içine kaçtý. O da çok iyi biliyordu ki sonucu daha doðrusu sonuçsuzluðu anlamaya baþlayan
iþçiler öfkelerini göstereceklerdi. Ki öyle de oldu. Ýþçilerin birçoðu basýn ordusunu yararak binadan içeri girmeye çalýþtý. Hepsinin yüzü kýrmýzý, gözleri dýþarý fýrlayacak gibiydi. Aralarýnda kadýn iþçiler de vardý. Kapýnýn önünde bir ileri bir geri dalgalanmalar yaþandý.
Yüksek yerlerin üzerine çýkan iþçilerde aðýz dolusu küfür ve tehditlerle baðýrýyorlardý. Ýþçi kadýnlarýnsa gözleri dolu dolu “Biz 16 gündür çocuklarýmýzdan evimizden uzak, bu soðukta, bunun için mi bekliyoruz?” diyerek öfkelerini dile getirdiler. “Kumlu istifa!”, “Bizi Sataný Biz Yakarýz”, “Ýþ Ekmek Yoksa Barýþta Yok”, “Ölmek Var Dönmek Yok”, gibi sloganlarla öfkelerini ve
yapabileceklerini dillendirdiler. Mustafa Türker ise
“Merak etmeyin bu iþ burada kalmayacak 9 Ocak'a kadar ciddi bir sonuç alýnamazsa, size söz veriyorum hep
birlikte açlýk grevi, ölüm orucuna oturacaðýz.” bu sözün
üzerine büyük bir alkýþ koptu. Tutulur mu tutulmaz mý
bilinmez ama söz bir kez aðzýndan çýktý. Ve tarih, o aný, iþçi sýnýfýnýn insanlara neleri söyletilebileceðine tanýk oldu. Ýþçileri ancak ölüm orucu eylemi sözü durultabilmiþti. Þimdi bir umutlarý vardý. Ve bu sözün arkasýnda durmaya sendikalarýný zorlayabilecek güce sahiptiler.
31 Aralýk Perþembe gününün planý hazýrdý. Ben iþçi arkadaþlara “Bugün herkes eðlenecek bari biz de dev
bir çið köfte yapalým” diye önerdim. Arkadaþlar bunu
hemen kabul ettiler hatta bir tanesi “Mecliste yapýlýyor
da biz neden yapmayalým?” dedi. Bir diðeri de “Peki
biz nereye yapýþtýracaðýz?” deyince (çið köftenin iyi olup olmadýðý tavana yapýþtýrýlarak kontrol edilebilir.)
ben de “Biz de (Türk-Ýþ'i göstererek) buraya yapýþtýrýrýz” dedim. Yarýn akþam 2010'a gireceðiz. Eskiden nasýlda büyük anlamlar yüklerdik yeni yýla... Þu anda ise
tek istediðim Tekel eyleminin baþarýya ulaþmasý çünkü
bu eylem birçok iþçiye umut olacak, nasýl kazanýlacaðýný öðretecek...
17. Gün
31 Aralýk Perþembe günündeyiz, bugün oldukça
sakin geçiyor. Bitlis TEKEL iþçilerin çocuklarý adýna i-
7
ki pankart asýlýyordu. Geleceklerini istiyorlar babalarýndan, mücadelenizde yanýnýzdayýz diyorlar pankartta.
Halaylar çekiliyor. Kadýn iþçilerin çoðu bugün biraz
süslenmiþ çünkü akþam 17.00'da Sabahat Akkiraz ve
Edip Akbayram konser verecekmiþ. Akþam eðleneceðiz moral ve motivasyon depolayacaðýz. Ve 18. güne
bu coþku ve umutla yürüyeceðiz. HOÞ GELDÝN 2010!
GELECEÐÝN VARSA GÖRECEÐÝN DE VAR!
18. Gün
2010’a da mücadeleyle giriyor olmanýn aðýrlýðý
vardý hepimizin üzerinde. Tekel iþçileri belli belirsiz omuzlarýndaki bu tarihi sorumluluðun farkýnda gibi her
neþeli an bitiminde politik konular konuþmaya kendileriyle ilgili geliþmeleri yakýndan takip etmeye ve üzerine saat baþý yorum yapmaya artýk alýþmýþlardý. Saat
22.30 gibi Türk-Ýþ’in önüne tekrar uðradýk. Sadece 50100 arasý iþçi kalmýþtý. Canlý yayýn araçlarý iþçilerle röportajlar yapýyordu. Televizyona canlý yayýndan katýlacak iþçiler evlerini cepten arayarak “Þu kanalý aç tamam mý!” diyerek kameralara el sallýyorlardý. Sokaklar
da onlarca insan kafalarýnda kýrmýzý bereler, ellerinde
içkiler… Sanki birisi herkese yeni yýl budur böyle eðlenilir demiþ gibi. Benim için uzun yýllardýr yeni yýl ilk
kez bu kadar pratikte de sýnýfýn içinde onlarla birlikte
eylemde geçti.
19. Gün
2 Ocak Cumartesi günü sabah 10.00 sularýnda Ýstanbul TEKEL iþçileri, kefenli eylemle Türk-iþ’in önüne geldiler. Daha önceden de gerçekleþtirilen bu eylem,
özünde ölümü göze aldýklarýný göstermek amaçlý yapýlýyor. Ancak görsel olarak iþçilerden birinin ölü sayýlarak yapýlan cenaze töreni oldukça komik bir hal alýyor.
Yani bir yaný ciddi, bir yaný þaka… Kefenli eyleme diðer illerdeki iþçilerde katýlarak destek veriyor. Bu eylem alanýný hem renklendiriyor hem de iþçileri canlý tutuyor. Eylemin 15. günü olan Çarþamba gününden itibaren her akþam “bir mum da sen yak” adlý bir eylem
gerçekleþtirilmeye baþlandý. Her akþam saat 18.00’da
mum daðýtýlýyor. Sloganlar gür bir sesle haykýrýlýyor,
halaylar çekiliyor.
Türk-Ýþ’in önüne geldiðimizden beri, her gün bizlerle birlikte sabahtan akþama kadar baðýran oynayan
bir delimiz var. Ýþçiler de çok alýþtý ona. Bazen takým el-
8
bise giyiyor, bazen periþan geliyor, ama her gün istisnasýz yanýmýzda. Ýþçilerden birine dedim ki “vay be! Bu
deli her gün burada, oynamayý da pek seviyor.” Ýþçi arkadaþ “hepimiz biraz deliyiz zaten bu soðukta günlerdir her þeye raðmen burada durabilmek akýllýnýn iþi deðil” dedi. Bir tane deli de Güven Park’ýn oradaki gergin
geçen eylemden sonra peþimize takýldý. Türk-Ýþ’in önüne geldi. Ama açýkçasý bu deli biraz fazla akýllýydý. Konuþmalarý hiç de deli gibi deðildi. Bir iþçi arkadaþ iki
deliyi bir arada görünce güldü ve “delilerimiz birdi iki
oldu” dedi.
21. Gün
4 Ocak Pazartesi günü sabah kötü bir haberle uyandýk. Yoldaþýmýzýn çok uzun süreden beri hasta olan
küçük oðlu Poyraz Rasim'i kaybettiðimizi öðrendik.
Sabah ilk iþ hastaneye koþtuk. Ankara’da geçirdiðimiz
günler boyunca kan verdik, kan bulmaya çalýþtýk. Önceden Poyraz lösemiydi. Tam bu büyük belayý yenmiþti ki, Domuz gribine yakalandý. Ýlk sefer de bu gribi de
yendi ancak doktorlarý þoka uðratan bir þekilde ikinci
kez Domuz Gribi oldu. Bu sabah saat 05.30’da 6 yaþýndaki Poyrazýmýzý kaybettik. Ýkinci ismi olan Rasim ise
Rasim Oktar’a atfen koyulmuþ. Karþýyaka Mezarlýðý'nda yüzlerce emekçi bu acý gününde Ahmet Yoldaþý
yalnýz býrakmamýþtý. Karþýyaka Mezarlýðý'ndan tekrar
Türk-Ýþ’in önüne dönmek zor oldu. Ama baþka Poyrazlarý kaybetmemek için daha çok çalýþmalý ve mücadeleyi yükseltmeliydik.
Bugün Ankara’da dondurucu bir soðuk vardý. Zaman zaman kar yaðýþlý ama gerçekten Ankara’nýn þu
dillere destan kuru soðuðundan bizler de nasibimizi aldýk. Tüm engellemeler ve saldýrýlar, hatta yýldýrma politikalarý yetmezmiþ gibi þimdi bir de bu zemheri ayazý
baþladý. Ama tüm bunlara raðmen, TEKEL iþçilerinin
ruh hali iyi, moralleri yüksek. “Ölürüz de geri dönmeyiz” diyorlar.
22.Gün
5 Ocak, günlerden Salý, 22. günümüzdeyiz. Sabah
sayýmý vb.den sonra, önce Batman’dan "Biz bu yola
baþ koyduk geri dönüþ yok, Batman TEKEL Ýþçileri”
Kış ‘10
imzalý bir pankartla katýldýlar eyleme... Daha sonra Adýyaman Tekel iþçileri kimi raporunu yeniledi, kimi çocuklarýný gördü, eþini, kimi de ilk kez katýlmak suretiyle yeni yeni katýlýmlar gerçekleþti. Baþka illerden de bireysel olarak gelenler oluyor. Son bir kaç günkü cýlýzlýk
kalmadý. Bugün geniþ bir katýlým olduðu için güçlü ve
dinamik görünüyor eylem...
Bugün Baþbakanýn açýklamasýný dinleyen iþçiler,
yine kýzýp sinirlendi ve hemen Erdoðan'ýn konuþmasýnýn kritiði yapýlmaya baþlandý. Eylemin böyle sadece
sokakta bekleyerek geçmemesi gerektiði noktasýnda
herkes hem fikirdi. Böyle kazanamayacaklarýnýn da
farkýndalar. Ama iþ ne yapýlacaðý ve nasýl yapýlacaðý
noktasýnda kilitleniyor. Öncelikle sendikalarýn fren balatalarýný çekip kopartmalarý gerekiyor. Bu konuda herkes yeterince cesur deðil. Sendika olmazsa kendileri bir
þey yapamazlar sanýyorlar. Ya da hala kaybedecek bir
þeyleri var... Ama sendika ciddi ciddi eylem kararlarý
alsa, hemen hayata geçirecek kadar iyiler. Biraz özgüvensizlik de var. Ama þu bir gerçek ki, herkes çok öfkeli ve daha ciddi bir þeyler yapmak gerektiði konusunda hem fikir...
dýndan Tekel iþçilerinin boðazköprüsü eyleminin görüntülerinin yayýnlanacaðý anonsu yapýldý. "Yiðit TEKEL iþçisi arkadaþlar, Mücadele Birliði'nden arkadaþlar Ýstanbul Tekel'in Boðaz Köprüsü eyleminin görüntülerini getirmiþler herkes bu tarafa gelsin þimdi izleyeceðiz". Görüntüler karþýsýnda herkes inanýlmaz coþkulandý. Bir kere tüm iþçileri kadýn erkek tanýyorduk.
"Helal olsun valla" sesleri yükseliyordu. Onlar videoda
hangi sloganý atýyorsa o atýlýyor, ýslýklar, çýðlýklar, alkýþlar durmuyordu. Videodaki görüntülerde bir iþçi kadýn,
"bu kefeni Erdoðan giysin inþallah o giysin o" diyordu.
Yine bir erkek iþçi, "artýk her yerdeyiz Erdoðan bizi
görsün, bundan sonra her yerden çýkacaðýz, bizden kurtuluþu yok" diyordu. Bu sözler þu kýsa bir kaç hafta da
iþçilerin kat ettiði mesafeyi görmek açýsýndan çok önemliydi. Hatta iþçiler arasýnda çok geri olduðunu bildiðimiz iþçiler de vardý. Ama iþte bugün kadýn erkek,
genç yaþlý, orada köprünün tepesindeydiler. Ve yýllardýr
yaptýklarýmýz boþa gitmiyordu. Ýþçiler bizi, bizim eylemlerimizi örnek alýyorlardý. Tarihin belleðinden hiçbir þey silinmiyordu.
Sabah saat 11.00 ile 13.00 arasý oylamalar yapýldý.
Türk-Ýþ Genel Merkezi'nde de sandýklar kuruldu. Sandýkta iþçi arkadaþlar görevli oldu. Beyaz kaðýt “Devam” demekti, kýrmýzý kaðýt mücadeleye “Red” demekti. Türk-Ýþ önündeki 1282 iþçi, tam tekmil beyaz,
yani “mücadeleye devam” kararý çýkardý. Zaten taa
memleketlerinden kalkýp buralara kadar gelmiþ, bu soðukta buralarda bekleyen iþçilerden baþka bir sonuç
çýkmasý düþünülemezdi. Yine öðleden sonra 21 il 43
þubede yapýlan referandumun sonuçlarý bir bir okunmaya baþladý. Hep olumlu sonuçlar geliyordu. Kabul
9628… Red 55… Bunun üzerine iþçiler, "Söz bitti sýra
eylemde", "Ýþçi karar verdi sýra Türk-Ýþ'te" gibi sloganlar atmaya baþladý. Türk-Ýþ'in açýkladýðý sonuçlar böyle. Yani % 99 ile “mücadeleye devam” kararý çýktý.
36. Gün
Doktorlarýn eyleminden sonra anons yapýldý. Saat
15:00'da saðlýk taramasýyla birlikte açlýk grevi baþlayacak. Saat 14:30'da bir basýn açýklamasý yaptý Tek Gýda
Ýþ. Mecit Amaç yaptý açýklamayý. 3000'i aþkýn Tekel iþ-
Bugün Ýstanbul'da TEKEL iþçilerinin üç otobüs,
yaklaþýk 150 kiþi Boðaziçi Köprüsü'nü trafiðe kapatarak kendilerini zincirlemeleri hemen burada yanký buldu. Eyleme kan verdi, can verdi. Ankara Türk-Ýþ'in önü
alkýþlarla, sloganlarla coþtu. "Söz Bitti Sýra Eylemde"
diyordu iþçiler hep bir aðýzdan. "iþte bu yahu iþte bu,
böyle yapmak gerekiyor, onlar böyle þeylerden anlar"
diyorlardý. Öðleden sonra destek ziyaretine Kent AÞ iþçilerinin gelmesi, belki de buraya yapýlan en anlamlý ziyaretlerden biriydi. TEKEL iþçileri de kendileriyle ayný sorunlarý yaþayan iþçi arkadaþlarýný yanlarýnda görünce daha içten ve sýcak karþýladýlar onlarý... Kent AÞ
iþçileri adýna bir iþçi arkadaþ konuþma yaptý. “Kent AÞ
iþçilerinin verdiði mücadeleye siz Tekel iþçileri, yeniden umut oldunuz” dedi.
Akþama doðru Türk-Ýþ binasýna sinevizyon gösterimi için beyaz perde asýldý. Charlie Chaplin’in Modern
Zamanlar'ý sinema gösterimi olarak sunuluyordu. Ar-
Kış ‘10
9
çisi açlýk grevi için gönüllü olmuþ. Ancak dýþarýda soðukta sakýncalý olacaðý için doktorlarýmýzýn, ambulanslarýn eþliðinde 100 Tekel iþçisinin açlýk grevine baþlayacaðý söylendi Yani sayýyý sýnýrlý tutmuþlardý. Her þubeden ismi okunanlar içeri girdi.
Toplantý salonu revire çevrilmiþti. Orada toplandýk. Mücadele Birliði'nden de ben destek amacýyla açlýk grevine katýlmak için içeri girdim. Basýn ordusu içerdeydi. Sloganlar atýlýrken bize bakýp aðlayan iþçiler
de vardý. Kimi "dikkatli olun, hadi görelim sizi" gibisinden þeyler söylüyordu. Sanki savaþta cepheye yolluyorlardý bizi. (…) Eski Malatya þube baþkaný hemen uyarý yaptý. "Arkadaþlar, eylemin saðlýklý yürüyebilmesi
için Tekel iþçileri dýþýndakilerin dýþarý çýkmasýný rica ediyoruz" dedi. (…) Çok sinirlenmiþtim. Sendika baþkaný da "hadi arkadaþlar" falan dedi. Ben de çantamý, paltomu aldým, sinirli sinirli çýktým. Kadýn Tekel iþçisi arkadaþým benim sinirlenip çýktýðýmý görünce "Gel bir öpeyim de öyle çýk" dedi. Ben ise kýrýldýðýmý söyleyerek
dýþarý çýktým, Tekel iþçisi arkadaþlarýn yanýna geldim.
Olanlarý anlattým, "Ben de burada baþlayacaðým!" dedim.
Bir kartona "Destek Açlýk Grevi - Mücadele Birliði" yazdým. Ýþçi arkadaþlar yazdýðým kartonu çadýra astý. O sýra sinirle bir konuþma yaptým. "Benim param pulum yok, zengin deðilim. Çorba bile daðýtamam. Ben
de irademle, kararlýlýðýmla destek olmak istiyorum.
Ben de Tekel iþçisiyle açlýk grevine baþlayacaðým" dedim. Ýþçi arkadaþlar alnýma siyah bandýmý takarken 2
iþçi arkadaþ; “biz de seninle beraber açlýk grevine baþlýyoruz” dediler. Ben Mücadele Birliði Platformu Rojda Þendur, Adýyaman Tekel'den Kazým Saðýr ve Diyarbakýr Tekel'den Gazi Tuncay açlýk grevine baþladýk.
Çok gururluyuz.
38. Gün
Sabah 11.00 sularý... Üst üste hastaneye kaldýrýlanlar var. Bazýlarý aðlýyor arkadaþlarýný gördükçe, sedyeler bir giriyor bir çýkýyor. Herkes "Katil AKP” diye slogan atýyor. "Tayyip allah belaný versin", "insanlýk onuru iþkenceyi yenecek", "TEKEL'in ateþi AKP'yý yakacak". Adana'dan Abdülrahman Turanç Ölüm Orucundaydý. Ama su bile içmiyordu. Ýlk onu kaldýrdýlar hastaneye. Diyarbakýr'dan Aygün'ü kaldýrdýlar, açlýk grevindeydi. 3. kiþi Malatya'dan Deniz Aysel, o da hastaneye kaldýrýldý.
Bu arada 2 kiþi fenalaþtý. Onlarý da kaldýrdýlar. Biri cinnet geçirdi. Biri de nefes alamýyor. 38 gündür iþçiler burada, bu soðukta direncini kaybetti. Kusan, sinir
krizi geçiren çok iþçi var. Sedyeyle götürülenlerden biri böbreklerini tutuyordu. Erkekler de aðlýyor. Birazdan
doktorlar bir açýklama yapacak.Yakýlan ateþlerin dumaný da insanýn nefesini kesiyor, is içindeyiz. Ama soðukta. Az önce yine battaniye ve kýyafet yardýmlarý geldi.
Emek Platformu toplanmaya baþladý. Çok yoðun
destekler var. Aydýnlar geldi. “Sendikalar göreve genel
greve” sloganý atýlýyor. Ankara Emek ve Meslek Örgüt-
10
leri pankartý astýlar. Ýçeride de bazý sorunlar var. Ýçeri sivil polis girmiþ, iþçiler müdahale etmiþ, “bunlarýn ne iþi var burada” diye. Baþkanlar da iþçilere sert çýkýþmýþ,
Ama dýþarýya yansýtýlmadý. Sabah hastaneye götürülen
bazý iþçiler tekrar geri getirildi. Ve devam ediyorlar.
(…)
Toplantýdan çýkacak sonucu sloganlarla bekliyoruz. “Bizleri sataný biz de satarýz”, “Yaþasýn Açlýk grevi direniþimiz”, “zam zulüm iþkence iþte AKP”, “kurtuluþ yok tek baþýna ya hep beraber ya hiç birimiz” sloganlarý atýlýyor. 2,5 saattir buradayýz. Her türlü provokasyona ve saldýrýya karþý iþçilerle kendi içimizde önlemler alýyoruz. Aralýksýz slogan atýlýyor ve ses kalmadý. Saat oldukça ilerledi. Hava karardý. Toplantýnýn sonuçlarý açýklanýyor. Açýklamayý Tek Gýda Ýþ baþkaný
Mustafa Türkel yapýyor. 26'sýna kadar hükümete süre
tanýnýyor. Eðer bir geliþme çýkmazsa 26'sýnda emek
platformu tekrar toplanacak ve genel grev de dahil kararlar almak üzere bir araya gelinecek. Bu arada yarýn
3 günlük açlýk grevi sonlandýrýlýyor ve 26'sýna kadar ara veriliyor, denildi. Aslýnda bu açýklama kimseyi tatmin etmedi. Ancak emek platformunun bir araya gelmiþ olmasý, iyi bir geliþme olarak görülüyor. “Bu sonucu mitingde açýklayacaklardý, geç kalýyoruz geç” denilmeye baþlandý. Gerçekten de burada kalýnan her gün
maddi, manevi, fiziksel her açýdan zor. Ama kimse þikayetçi deðil. “Yeter ki kazanalým” deniliyor. “Hepsine
deðer...” Saat gece 22.00. 14. iþçi hastaneye kaldýrýldý.
40. Gün
Bugün CNN ve 5N 1K gelecekmiþ burada canlý
yayýn yapacaklarmýþ. Herkes sevindi. Bir iþçi de þakayla karýþýk, “medya manyaðý olmayýn bu kadar” dedi.
Yeni yeni dövizler var, iþte bir kaç tane ilginç döviz:
“Hak aramak komünistlikse/Bu ülkenin en büyük komünisti benim”, “Eskiden AKP'ye oy verirdim. Þimdi
5 vakit namaz kýlan bir komünistim”, “Burasý okuldur
sýralarý yok/Üniversitedir hocalarý yok. Malatya Tekel'den Bir Ýþçi”, “Hem iþçiyiz hem seçmeniz/Hadde
biliriz hadde bildiririz. Adýyaman Tekel'den Bir Kadýn
Ýþçi”
Kış ‘10
D.Dağlı
DEVRÝMCÝ DÜNYA GÖRÜÞÜ
Büyük sanayinin geliþimiyle birlikte, toplumun eski iliþkileri büyük bir darbe yedi; toplumsal yapýda büyük bir devrim
yaþandý. Bu devrimin düþünsel üretim alanýnda, örneðin sanatsal alanda, kendi yansýmasýný bulmasý kaçýnýlmazdý. Eski sanat anlayýþý temellerinden sarsýlýrken, insanlarda yeni
bir toplumsal bilinç ve sanat anlayýþý oluþmaya baþladý.
Dünyanýn durumunda büyük bir deðiþiklik oluþtu. Sanatýn, kendini dünyanýn
yeni durumuna uydurmasý, ekonominin ve kültürün karþýlýklý diyalektik iliþkisi
gereði kaçýnýlmazdý. Bu süreçte biçimlenen gerçekçi sanat, estetik ve sanatta o
güne deðin hep bilinen konularýn, yine bilinen bir anlayýþla ele alýnmasýna bir son
verdi. Gerçekler, kendi gerçekliði içinde kabul edildi ve tüm yönleriyle ve yeni
bir estetik anlayýþla yorumlandý.
Gerçekçilik, insan kiþiliðini, içinde bulunduðu toplumsal koþullar temelinde
görür. Ýnsan koþullarýn (çevrenin) ürünüdür; fakat ayný zamanda, çevrede, insan
eyleminin ürünüdür. Toplumsal çevrenin deðiþimiyle, insanýn kiþiliði de deðiþime
uðrar. Yaþamý tüm bu deðiþim ve karmaþýklýðý içinde yansýtmak; yalnýzca çökmekte olaný deðil, yeni olaný, doðmakta olaný da görmek sanatta gerçekçiliðin görevi olmuþtur.
Sanatta gerçekçilik, dünyanýn yeni durumunu yansýtmadaki tüm becerisine
raðmen, yine de sahip olduðu burjuva dünya görüþü nedeniyle daha ileri gidemedi. Daha ileriye kurulu sosyal düzenin eleþtirisini sonuna deðin götürecek olan, eleþtirel tarih anlayýþý, proletaryanýn devrimci dünya anlayýþýdýr. Sosyalist dünya
görüþüne dayanan, yeni bir sanat ve estetik anlayýþý ortaya konuldu. Yaþam tüm
zenginliði ve sýnýrsýzlýðý içinde ancak bundan sonra yorumlanabildi. Yaþam tüm
zenginliði içinde gösterilmekle kalýnmadý, insan duygularý da bütün zenginliði ve
çeþitliliði ile sanata yansýtýldý.
Devrimci dünya görüþüne dayanan sanat, insaný yalnýzca belli bir çevre içinde göstermekle kalmaz, çevreyi ve dünyayý deðiþtirecek olan itici güçleri, toplumun devrimci güçlerini de tüm çýplaklýðýyla ortaya döker. Çevreyi ve dünyayý deðiþtirecek olan halktýr. Sosyalist sanat gelmekte olan toplumu haber verirken bu
toplumu hangi güçlerin kuracaðýný da tanýmlar. Bu noktada toplumcu gerçekçi sanat, toplumdaki gerçek iliþkilerin üstünü örten, sýnýflar savaþýný yok sayan, sanki
hiçbir þey deðiþmemiþ gibi eski konularý, eski anlayýþla iþleyen burjuva sanata
karþý kýyasýya bir mücadele yürütür.
Sosyalist bilim, sanata uzaðý görme yeteneði kazandýrdý. Toplumbilimin verdiði perspektife dayanan sanatçý kendisini günlük yaþamda olup bitenle sýnýrlandýrmadý, ileriye bakmasýný da öðrendi. Devrimci bir bakýþ açýsýyla hareket eden
insanlarýn günlük bilinçlerinde belirgin bir dönüþüm ortaya çýkar. Günlük bilinç
kendini yalnýzca þimdi ile sýnýrlandýrmaz. Toplumun günlük bilinci geliþimin hangi yönde olduðunu, devrimci dinamiklerin hangi doðrultuda ilerlediðini ortaya
koyabilecek bir derinlik kazanmýþtýr.
Kış ‘10
11
osyalizme geçilen
yerlerde sanatýn
nasýl bir geliþim
gösterdiði ve dünya sanatýna katký saðladýðý çok iyi bilini yor. Sosyalist
devrimci sanat kapitalist
ülkelerde de devrimci emekçilerin çabalarýyla ileri ürünler veriyor. Devrimci dünya görüþünden
güç alan sanat yeni ve ileri yapýtlar vermeye devam ediyor.
S
evrimci sanat, mücadele sanatýdýr.
Proletaryanýn ve bütün emekçilerin toplumsal kurtuluþ kavgalarýnýn sanatýdýr. Proletarya hareketi sýnýf
savaþýmýný sonucuna
götürme hedefi doðrultusunda ilerlerken
mücadele sanatýndan
yararlanmasýný bilmelidir. Yeni bir dünya
kurma mücadelesinde
“Umudumuz Kavgada
Kavgamýz Sanatýmýzla”
D
Ayný dünya görüþüne dayanmak, sanatta üretkenliði, zenginliði ve çeþitliliði ortadan kaldýrmaz; tersine sanatta geniþ bir bakýþ açýþý ve engin bir düþünme yeteneði kazandýrýr. Küçük burjuva sanat çevreleri, sýk sýk sosyalist sanatýn bir kýsýrlaþma
ve darlaþma getirdiði iddiasýný ortaya atarlar. Sosyalist sanatýn bütün alanlarda ve
estetikte saðladýðý zengin ilerleme, insan yaþamýný tüm karmaþýklýðý ve çeþitliliði içinde veren ürünleri, bu konuda getirilen eleþtirileri boþa çýkartmaktadýr. Toplumbilim, dünyayý olanca açýklýðý ve geniþliði içinde görmemizi saðlar. Dünyanýn sürekli deðiþen durumu ancak böylesine devrimci bir dünya görüþüne dayanarak açýklanabilir.
Sosyalist dünya görüþü, sosyalist ideallere baðlýlýk, sanatta her türlü biçimciliðe, çürümüþlüðe karþý koymayý ve sanatýn yaþamla baðlarýnýn kurulmasýný saðlar.
Bilimsel, devrimci, ilerici bir dünya görüþüne dayanmayan bir sanat, hiç kuþku
yok ki, sanatçýlarýn tüm yeteneðine karþýn kýsýrlaþmaktan, biçimciliðe düþmekten ve
sonuçta çürümekten kurtulamaz. Bunun ne anlama geldiðini sosyalizmden uzaklaþan sanatçýlarýn ve aydýnlarýn durumlarýnda görmek mümkün. Bu durumda olanlar
deðerlendiriþlerindeki bütün o canlýlýklarýný ve üretkenliklerini ve çevreye geniþ biçimde bakabilme yeteneðini yitirdiler. Halen bir þeyler üretebilenler varsa, onlarda
sosyalist dünya görüþünün, kendi üzerlerinde halen süren etkileri nedeniyledir.
Proletaryanýn devrimci dünya görüþüne dayanan sanat bütün dünyada sürekli
bir geliþme ve zenginleþme içindedir. Sosyalizme geçilen yerlerde sanatýn nasýl bir
geliþim gösterdiði ve dünya sanatýna katký saðladýðý çok iyi biliniyor. Sosyalist devrimci sanat kapitalist ülkelerde de devrimci emekçilerin çabalarýyla ileri ürünler veriyor. Devrimci dünya görüþünden güç alan sanat yeni ve ileri yapýtlar vermeye devam ediyor.
DEVRÝMCÝ SANAT
Bizde sanattan söz edilirken toplumcu gerçekçi (sosyalist gerçekçi) sanattan ve
devrimci sanattan bahsedilir. Hatta devrimci sanat ifadesi daha yaygýn olarak kullanýlýr. Devrimci sanatýn böylesine ön plana çýkmasý, içinde bulunduðumuz devrimci
mücadele koþullarýyla doðrudan ilintilidir. Bunun yanýnda, devrimci sanatýn toplumcu gerçekçi niteliðinin vurgulanmasýnýn ihmal edilmesi bir darlýðý da beraberinde getirmiþtir. Devrimci sanat toplumcu gerçekçi sanat anlayýþýyla birlikte bütünlüklü ifade edilmelidir. Bu bütünlüðün altý çizilirken devrimci sanat anlayýþý, dünyanýn devrimci dönüþümüyle ilgili baðý ve belli dönemde ön plana çýkmasý doðru
kavranmalýdýr.
Devrimci sanatýn anlaþýlabilmesi için, sosyalist gerçekçiliðin öncelikle anlaþýlmasý gerekiyor. Sosyalist sanat proletaryanýn sýnýf savaþýmýyla, emekçi kitlelerin tarih sahnesine baðýmsýz bir güç olarak çýkmasýyla baþlar. Asýl geliþimini ise proleter
devrimler çaðý ile birlikte göstermiþtir. Bu sanatýn, daha çok Gorki ile birlikte anýlmaya baþlanmasý, baþlamakta olan çaðýn bu proleter devrimci niteliðinden ileri geliyor. Ama þu an üzerinde durmak istediðimiz, sanatýn devrimci yönünü vurgulamaktýr. Kapitalistlerin egemenliðine karþý mücadele sürecinde doðan toplumcu gerçekçi sanat, devrimden sonra, sosyalizmde ve üst aþama komünizmde devam eder.
Toplumun kapitalizmden komünizme geçiþ sürecinde sanat, devrimci sanat olarak
þekillenir.
Devrim sýrasýnda sanat, devrimci sanat olarak özel bir nitelik kazanýr. Sanat,
devrimin özgürleþtirici, insancýl (hümanist) amacýna baðlýdýr. Sanat yapýldýðý koþullardan baðýmsýz deðildir. Nesnel koþullar, tarihsel geliþme toplumun devrimci dönüþümünü gündeme getirmiþse; sanatta bu dönüþümü, dönüþüme yol açan toplumun itici güçlerini, devinimini en iyi biçimde yansýtýr. Gorki Ana’da, J. London Demir Ökçe’de, proletaryanýn sýnýf mücadelesinden kaynaklanan tarihsel devrimci devinimi yoðun olarak iþlerler. Her iki sosyalist yazarýn yaþadýðý çaðda ve yaþadýklarý ülkede, eski sistemin iç çeliþkileri çok keskin ve bu çeliþkilerden kaynaklanan sýnýf savaþýmý bir fýrtýna gibi esiyor toplumda. Her iki yazarýn baþarýsý bütün bu alt-
12
Kış ‘10
üst oluþlarý devrimci sanatlarýnda verebilmeleridir.
Sanat, devrim sürecinde devrime baðlanýr. Devrime baðlanarak, devrim sayesinde özgür yaratýcý bir geliþme gösterir. Devrim tüm toplumu derinden sarsar, her
yönden etkiler, toplumun temelindeki itici güçleri açýða çýkarýr. Devrim bu etkisini
sanat üzerinde gösterir. Devrimin etkisine giren sanat büyük bir atak yapar. Toplumsal ve insani içerikte ve sanatsal yönde yeni bir yetenek ortaya çýkar. Sosyalist sanat,
devrimin gidiþi üzerinde etkide bulunur. Sosyalist sanat, yalnýzca devrim dönemlerinde, devrimci sanat olarak öne çýkmaz. Devrimci sanat, devrimden sonra varlýðýný
sürdürür. Devrimci bir dönem olmadan sosyalist toplum kurulamaz. Eski toplumdan
yeni topluma geçiþ dönemi bir çaðý kapsar.
Devrimden sonraki süreçte sosyalizmde, Sovyetler Birliði’nde sanat devrimci
sanat olarak devam etmiþtir. Sanat burada “eylem içinde devrim” temasýný korumuþtur. Yeni topluma geçiþ, iktidarýn ele geçirilmesinden sonra ekonomik devrimin yanýnda kültür devrimini de gündeme getirir. Devrimci sosyalist sanat, yeni toplumun
kurulmasý sýrasýnda, yeni insanýn þekillenmesinde aktif bir çaba gösterir. Devrimci
sanat dünya devrim sürecinin yansýtýlmasýnda ve geliþmesinde de etkin bir rol oynar.
Komünist hümanizmanýn yanýnda, devrimci romantizm, devrimci sosyalist sanatta önemli yer tutar. Romantizm eðer gerçekçilik temelinde ele alýnmazsa, gerçeklerin üstünü örten bir rol oynar. Bu haliyle devrimci Marksistler olarak romantizme
en sert eleþtiriyi yöneltmekten çekinmeyiz. Burjuva toplumun üstünü örten, onun
baskýcý, sömürücü doðasýný anlamamýzý önleyen bir romantizme kararlý biçimde karþý dururuz. Devrimci romantizm ise, gerçeklikten kopmadan, devrimci kahramanlarýn eski toplumu yýkma hedefinin bir parçasýdýr ve komünist hümanizmaya baðlanmýþtýr. Devrimci romantizm sanat yoluyla, kitlelerin devrime ve komünizme yönelmelerini saðlayan bir rol oynamýþtýr. Edebiyatta, þiirde, sinemada ve tiyatroda yaratýlan devrimci romantik kahramanlarýn sergilediði devrimcilik ateþi çok geniþ kitleleri yeni bir toplum uðruna savaþmaya itmiþtir. Gerek anti-faþist mücadeleyi anlatan
sanat eserleri olsun, gerek toplumsal devrimi anlatan edebiyat, sinema, sanat eserleri olsun geniþ kitlelerin duygularýnda derin bir etki ve devrimci bir coþku yarattýðýný
biliyoruz.
Bizde devrimci sanatýn etkileyici örnekleri, mücadelenin göbeðinde ortaya çýkmýþtýr. Zaten baþka koþullarda bu denli etkileyici devrimci sanat örnekleri ortaya çýkarýlamazdý. Devrimci roman, öykü, þiirin en etkili örnekleri zindanlarda sýnýf savaþýmýnýn ateþi içerisinde yazýldý. Nazým Hikmet, Ahmet Arif, Kemal Tahir, Enver
Gökçe ve daha pek çok sanatçý ve aydýn en etkileyici eserlerini burjuvaziye karþý verilen çetin mücadele içerisinde ortaya koydular. Bugünde devrimci sanatýn etkileyici örnekleri bu alanlarda üretiliyor. Bu insanlar en aðýr, en ölümcül koþullarda kalmalarýna raðmen yaþama dair en güzel sözleri söylediler, en güzel eserlerini verdiler. Devrimci romantizm, en aðýr baský koþullarýnda dahi varlýðýný ve etkisini sürdürmüþtür. Nazým’ýn bu koþullarda yazdýðý þiirler komünist hümanizmin ve devrimci
romantizmin etkileyici birer örnekleridir. Þairin “Güneþi Ýçenlerin Türküsü” þiiri yýllardýr ne zaman söylense kitleler üzerinde büyük bir coþku yaratýr. Devrimci romantizmin coþturucu etkisinin bu topraklarda hem devrimci yaþamda hem de devrimci
sanatta belirgin bir yeri ve rolü vardýr.
Bizde devrimci sanat anlayýþý kitleler içerisinde derin kök salmýþtýr. Burjuvazinin tüm ideolojik saldýrýlarýna ve fiili baskýlarýna raðmen devrimci sanat anlayýþý,
toplumcu gerçekçi sanat anlayýþý temelinde kitleleri etkiliyor ve onlarý devrime baðlýyor.
Devrimci sanat, mücadele sanatýdýr. Proletaryanýn ve bütün emekçilerin toplumsal kurtuluþ kavgalarýnýn sanatýdýr. Proletarya hareketi sýnýf savaþýmýný sonucuna götürme hedefi doðrultusunda ilerlerken mücadele sanatýndan yararlanmasýný bilmelidir. Yeni bir dünya kurma mücadelesinde “Umudumuz Kavgada Kavgamýz Sanatýmýzla”
Kış ‘10
13
oplumcu gerçek çi sanatta
yeni
kahraman, tipik koþullarýn
tipik karakteridir. Sanatta o güne deðin iþlenen edilgin kahraman
tipinden
tamamen
farklý, yeni bir kahraman karakteriyle karþýlaþýrýz. Yeni kahraman,
dünyayý dolaysýz politik eylemle, devrimci
eylemle deðiþtiren kiþidir. O dünyayý dönüþtürürken kendisini de
dönüþtürür.
T
TOPLUMCU GERÇEKÇÝ SANATTA YENÝ
KAHRAMAN KARAKTERÝ
Tarihsel koþullar deðiþtikçe, yeni koþullarda, yeni olaylar meydana gelir. Ýnsan iliþkileri yeni tarihsel
duruma, yeni ekonomik biçime uygun bir þekillenme
gösterir. Kýsacasý dünyanýn deðiþen durumu, kendini
çok yönlü insan iliþkilerinde belli eder. Gerçek sanat
eseri bize bu deðiþimi ve geliþimin hangi yönde olduðunu gösterir.
Ýnsan iliþkileri ve olaylar deðiþince, sanatýn ele
aldýðý konularda deðiþmeye baþlar. Artýk yeni toplumsal iliþkiler çerçevesinde hep ayný sorunlar ve konular yinelenerek iþlenemez. Sosyalist sanat, yeni koþullardaki insan iliþkilerini temellerine dek inerek,
yeni konularý yeni sorunlarý iþledi ve yeni kahraman
karakterleri yarattý. Böyle köklü bir irdelemeyi, 19.
yüzyýl gerçekliði yapamazdý. Eski toplumun, burjuva
toplumunun baðrýnda, gelecek toplumun maddi koþullarý ortaya çýkar. Toplumun önündeki maddi koþullar sorunun çözümünü de kendi yapýsýnda taþýr.
Yirminci yüzyýl gerçekçiliði, yani toplumcu gerçekçi
sanat sorunlarý çözecek devrimci güçleri kendi alanýnda ortaya koyar.
Yeni koþullarda yazýlan roman, sahnelenen oyun,
gösterilen sinema yeni kahramanlarý gerektirir. Sosyalist sanat, sanatýn kendisi, gerçekten kopuk bir þekilde, yeni bir kahraman karakteri yaratmaz; toplumda oluþan yeni durumu yansýtýr. Sosyalizm, eski toplumun içinde devrimci sýnýfýn devrimci kahramanlýklarý olmadan doðmaz. Yeni tarihi koþullar ve görevler, kendisini yeni kahramanlarla ifade eder. Eski toplumdan yeni topluma geçiþ sürecinde sayýsýz devrimci kahramanlýklar ve sayýsýz devrimci olay ortaya çýkar ve çýkmýþtýr. Sanat toplumdaki bu gerçekleri sanat yoluyla yeniden üretir. Eski toplumdan yeni topluma geçiþ sürecinde sayýsýz devrimci kahramanlýklar ve sayýsýz devrimci olay ortaya çýkar ve çýkmýþtýr.
Sanat toplumdaki bu gerçekleri sanat yoluyla yeniden üretir. Eski topluma ve onun egemenlerine karþý
yürütülen devrimci eylemi, sanatsal estetiksel biçimde yansýtýr.
Toplumcu gerçekçi sanatta yeni kahraman, tipik
koþullarýn tipik karakteridir. Sanatta o güne deðin iþlenen edilgin kahraman tipinden tamamen farklý, yeni bir kahraman karakteriyle karþýlaþýrýz. Yeni kahraman, dünyayý dolaysýz politik eylemle, devrimci eylemle deðiþtiren kiþidir. O dünyayý dönüþtürürken
kendisini de dönüþtürür. O Nazým’ýn imgelediði Tanya’dýr. Gorki’nin Pavel Voloþov’udur. J. London’ýn
Ernest Everhard’ýdýr. Bu kahraman tipi 19. yüzyýl
gerçekçiliðinin imgesiyle çizilen kahraman tipinden
çok farklýdýr. Toplumcu gerçekçi romanlarýn imgelediði yeni kahraman devrimci sýnýf proletaryanýn devrimci sýnýf mücadelesinden çýkmaktadýr. Yeni devrimci kahraman eski düzeni yýkarken büyük bir coþkuyla yeni düzeni kurmaya yönelir. Devrimci sanat
büyük bir tarihsel eyleme giriþen yeni kahramanýn
14
çok yönlü faaliyetleri ve iliþkiler içerisinde çok yönlü olarak iþler.
Devrimci sanatýn yeni kahramaný sýnýf bilinçli
bir insandýr. Geçmiþi ve içinde yaþadýðý koþullarý eleþtirir, sorgular ve gözden geçirir. Tarihi bilinçsizce
yapan deðil, tarihi bilinçlice yapandýr. Tarihin en
köklü ve en ileri gidebilen devrimine öncülük etmektedir. Bencil, yalnýzca kendisi için yaþayan deðil, dayanýþma duygusuna sahip, emekçilerin –ve insanlýðýn- kurtuluþu için dövüþen bir militandýr, yiðit bir
devrimcidir. Ýnsanýn geleceðine büyük bir güven duyar; sýnýfsýz, hümanist bir gelecek için, dünyadaki bütün emekçilerin kurtuluþu bilinciyle davranan enternasyonalist savaþçýdýr.
Yeni kahraman tipi, insanlarýn çevrenin ürünü
olduðunu bilir. Ýnsanlarýn bilinçli, örgütlü, devrimci
mücadeleyle kendi çevresini deðiþtirebileceklerini de
bilir. Halk kitlelerinin bilisizliðinin ortadan kaldýrýlmasý için mücadele verir; onlarý bilinçli bir hedef
doðrultusunda birleþtirir, harekete geçirir ve dönüþtürür. Kitleleri birleþtirecek ve eðitecek olan devrimci
eylemdir. Bundan hareketle halký eyleme çekmek için aktif ve yoðun bir çaba gösterir (John Steinbecek’in Bitmeyen Kavga’sýndaki kahramanýn yaptýðý
gibi).
Devrimci sanatýn kahramaný, coþkusunu yitirmiþ
bir çaðýn imgesi deðil, bütün heyecaný, coþkusu ve
sevinciyle yeni bir çaðý, proleter devrimler çaðýný
baþlatan insanýn bir imgesidir. O halkýn ateþli bir savaþçýsýdýr. Eski sistem karþýsýnda yeni ve doðmakta
olan sistemi temsil eder. Burjuva sýnýf karþýsýnda emekçi sýnýfýn mücadelesini savunur ve bunun kavgasýný verir (Demir Ökçe). Ýnsanlarýn eski sistemin tutsaklýðýndan kurtulmasýný hedefleyen düþünen insandýr. Bu uðurda yaþamýný ortaya koymaktan hiç çekinmez (Ana).
Yeni kahraman hiçbir zaman bir mevki ve kariyer peþinde koþmaz. O, F. Castro gibi yalnýzca düþlerini gerçekleþtirmek için mücadele eder. Düþleri insan toplumunun kurulmasýdýr. Devrimci sanatýn bu
yeni kahraman karakteri bugüne kadarki devrimci
mücadelede ortaya çýkmýþ devrimci halk kahramanlarýnýn ortak özelliklerini taþýr.
Devrimci sanatta çizilen yeni kahraman tipi, en
zor koþullarda mücadele etmek durumunda olan insanlarý anlatýr. Burjuvazi, emekçi sýnýfýn iktidara gelmesini önlemek için elinden gelen her þeyi yapar. Egemenliðini ve ayrýcalýklarýný korumak için baþvurmadýðý baský biçimi, saldýrý ve katliam yoktur. Ancak
her ne yaparsa yapsýn kitlelerin yeni bir dünya kurma
mücadelesini durduramaz. Devrimci kahramanlar
halk kitlelerinin devrimci kararlýlýðýný ifade ederler
kendi kiþiliðinde ve pratiðinde. Onlar, her koþulda emekçilerin kurtuluþu, insanlýðýn geleceði bilinciyle
hareket ederler. Bu amaçla, kurulu düzeni alt-üst etmek için eylemden eyleme koþarlar.
Kış ‘10
AVRUPA’NIN EN BÜYÜK
ADALET SARAYI
BURADA YÜKSELÝYOR
Temade Çınar
yabancılaşmaya karşı beyin egzersizleri
Ýstanbul’da yaþayanlar ya da yolu geçenler bilir.
Okmeydaný’nda E5 karayolundan geçerken rahatlýkla
görebileceðiniz dev bir bina ve binanýn görkemine uygun bir tabela: “Avrupa’nýn En Büyük Adalet Sarayý
Burada Yükseliyor” Bu tabelayý asanlarýn icraatlarýyla
çok övündükleri belli… Ama neylersiniz ki onlarýn iþi
hergün daha büyüðünden beton binalar dikmek, bizim
iþimiz olup bitenler ya da gördüklerimiz hakkýnda düþünmek yani beyin egzersizi yapmak.
Bir ülkenin zenginliklerine baktýðýnýzda onun yaþamýný görürsünüz. Eski zaman insanlarýnýn yaþantýlarýný onlarýn mimarisini inceleyerek bizlere aktaran arkeologlarýn, antropologlarýn ve birlikte çalýþtýklarý diðer bilim dallarýnýn tarihimize kattýðý nice zenginlikler
var.
Roma’nýn sütunlarý, arenalarý, agoralarý, senatolarý
bize o dönem hakkýnda bilgi verir. Feodal dönemin katedralleri, saraylarý daha önce de belirttiðimiz gibi tanrýnýn ve kralýn ne kadar büyük ve alt tabakanýn ne kadar küçük olduðunu vurgular yýllar öncesinden bize.
Günümüzün binalarý geleceðe ne tür mesajlar verecek.
Gökdelenler, plazalar, tabii ki “adalet saraylarý”, zindanlar... Feodal dönemin devasa yapýlara görkemi için
ihtiyacý vardý. Binalarýn kapasitesi açýsýndan ihtiyacý
olsun ya da olmasýn, binalarýný vurgulamak istediði güce orantýlý yaparlardý. Tanrýlara ve krallara layýk büyük
bir özen ve süslemelerle. Katedrallerin ya da saraylarýn
odalarý bu dönemin binalarý gibi týklým týklým dolu ol-
Kış ‘10
mamýþtýr. Herhalde onlarca metre yüksekliðindeki tavanlarýn arasýna bugün olsa on kat daha sýðdýrýrdýk.
“Adalet Sarayýmýz” gerçekten son zamanlarýn mimarisi açýsýndan eþine az rastlanýr bir bina. Herþeyin
düþünülmüþ olduðu belli. Etrafýný eriþkin bir insanýn
dolaþmasý onbeþ dakikayý bulur. Daha önce Bakýrköy
Ýncirli’de yapýlmýþ “Adalet Sarayý” da mimari olarak
pek yaratýcý olmasa da büyüklüðü ile bundan aþaðý deðildi. Buradan geliþmelere hele mimarinin bir sanat dalý olarak geliþimine karþý olduðumuz sonucu çýkmasýn.
Ne yazýktýr ki plazalarý, alýþveriþ merkezlerini saymazsak devlet kasasýndan yapýlan cezaevlerinden, emniyet
binalarýndan, vergi dairelerinden baþka bir de adalet saraylarýmýz var övüneceðimiz. Aslýnda yaþadýðýmýz çaðý
algýlamamýza yardýmcý olacak hatta gelecek nesillerin
de bu binalara bakýp bizim dönemimiz hakkýnda fikir edinebilecekleri deliller bunlar.
Önce, bir ülkenin adalet sarayýyla övünç duymasýnýn ne kadar traji-komik olduðunu sanýrýz herkes hissetmiþtir. Ülkeler, spor tesisleriyle, bilim merkezleri, uzay üsleri, sanat merkezleri ya da en azýndan üniversiteleri ile övünürler. Bunlarýn hiçbiri yoksa adalet saraylarýyla övünürler. Son zamanlarda býrakýn Avrupa’yý,
Türkiye’nin bugüne kadar yapýlmýþ en büyük hastanesi, okulu, üniversitesi, spor tesisi (futbol hariç tabi), bilim merkezi gibi sözleri duydunuz mu? Olimpiyat için
baþvuruyoruz ama olimpik tesisleri bitiremiyoruz. Ama
adalet sarayý bitmek üzere, hem de ardý arkasý kesilmi-
15
yor. F tiplerinin ne kadar hýzlý inþa edildiðini hatýrlatmaya gerek yok sanýrýz. Çünkü her ülke bütçe planlamasýnda aciliyetleri ön sýralara koyar. Anayasa’sýnýn ilk
maddesi “Sosyal bir hukuk devletidir” diye baþlayan
Türkiye Cumhuriyeti sosyal alanlarýný yýllar içinde sermayeye en hafif tabiriyle “sunduðu” için, sosyal devletin “hukuk kýsmýyla övünmeyi” kâfi buluyor. Üstelik
hukuk da deðil, binasý ile övünmeyi…
Ülkemizde mahkemelerin ihtiyacý karþýlamadýðý,
davalarýn çok uzun sürdüðü ve bu nedenle hak kayýplarýna uðranýldýðýný sýk sýk duyarýz. O dev reklam tabelasý, bize adalet mekanizmasýnýn artýk daha iyi iþleyeceði
hakkýnda umut verdiðini sanýyor olabilir. Böyle olduðunu varsaysak bile, adalet binalarla deðil, binalarýn içinde iþleyen sistemle gerçekleþir. Bir duruþmayý dokuz
ay, bir yýl sonraya atmanýn nedeni ya da yýllarca süren
ve zaman aþýmýna uðrayan davalarýn nedeni en iyi niyetli bakýþla bina yetersizliði deðil, önce mahkemeyi açýp, insanlarý zindanlara hapsedip sonra açýlan davaya
uygun delilleri hatta kanýtlarý toplama sürecidir.
Eðer dava, sistemin bir kurumunu ya da kiþisini
aklamak istiyorsa zaman aþýmý ne güzel bir bahanedir.
Sayýsýz iþkenceci ya da çete üyesi haklarýnda açýlan davalardan “zaman aþýmýndan” beraat eder, aklanýrlar.
Neden? Yerimiz dardý. Tersi de mümkün. Devrimciler,
demokratlar, yurtseverler ve emekçiler üzerinde kullanýlacak hazýr bekleyen bir kozdur bu tür davalar. Tutuklu olarak duruþma bekleyenlerin beraat etseler dahi, yaþamlarýný, örgütlenmelerini kesintiye uðratacak, yeterince ders almalarýný saðlayacak süreyi kazandýrýr sisteme. Adalet sisteminin kendisi böylece adaletsizliði uygulamanýn merkezi haline gelir. Ýstediðiniz yöne istediðiniz gibi bükebilirsiniz. Niyetinizin ne olduðuna ya da
sizden istenen niyete baðlý. Bu kadar lastik gibi her yöne çekilebilen bir adalet sistemi için uzaya üs kursanýz
fayda etmez. Demokrasi ya da adalet sadece egemen olan sýnýf için deðil midir zaten. Anayasa mahkemesinin
bile aldýðý kararlar tartýþýlýyorken, egemenler arasýnda
bile adalet sistemi bir koz haline gelmiþken bu konuda
söyleyecek çok fazla söz yok.
Bir baþka açýdan bakalým; Bu ülkede yaþayan çok
az kiþi vardýr ki sorununu mahkemeler yoluyla hem de
mahkeme kapýlarýnda telef olmadan, bir sürü para dökmeden çözebileceðini düþünsün. Herkes hangi davayý
kime karþý kaybedeceðini ya da kazanacaðýný bilir. Her
yerde olabileceði gibi bizim de hayalperestlerimiz var
tabi. Bizde hukuk yolu, mücadelenin bir parçasý olarak
kullanýlýr. Ýþçiler iþten çýkarýlýr, dava açarlar ama grevlerine ve eylemlerine de baþlarlar. Bu eylemler adliye
binalarýnýn önünde de devam eder. Aylar belki yýllar sürecek davanýn sonucu ile beklemeye çekilmezler.
Genellikle mahkemelere yapacak baþka bir þey
yoksa kâðýtlara ihtiyacýmýz varsa baþvururuz. Veraset,
16
miras, vekâlet davalarý, boþanmalar, nadiren alacaklar… Emekçi, bir baþka emekçiden alacaðýný alamazsa
ya kapýsýna dayanýr ya da sineye çekip üzerine bir bardak su içerken içinden -gücü yeterse dýþýndan- uygun
sözleri döker. Alacaklý olduðu bir banka ya da bir kurumsa çoðunlukla sadece ikincisini yapar. Bu durumda
basýna manþet olmuþ birkaç olaðandýþý örnek dýþýnda
zararlý çýkacaðýný bilir. Dava açmak da varlýklý insanlarýn iþidir. Avukat, masraflar, gitgeller…
Emekçiler için bu böyle, ancak burjuvazinin bizden daha çok ihtiyacý var mahkemelere. Avrupa’nýn en
büyük binasýný “yükseltmesini” açýklayacak pek çok
gerekçesi… Kredi kartý borçlularý milyonlarla anýlýyor,
ev ya da taþýt kredisi çekip ödeyemeyenler onlara yetiþmek üzere. Kendiliðinden batmayanlar, bankalarýn türlü ayak oyunlarýyla tuzaða düþürülüp batýrýlýyor. Yaptýrýmlar, icralar… Yastýk altý deyip durduklarý ve piyasaya çýksýn diye uðraþtýklarý para böylece piyasaya, yani
sermayenin cebine gider, hatta yastýk da gider. Kendi aralarýndaki çýkar kavgalarý, þirket batýrmacalar, ayak
kaydýrmacalar hep buralarda yürür. Son dönemlerde
hâkim ve savcýlarýn girmedikleri bir oda kaldý mý bilmiyoruz. Ya da adlarýnýn karýþmadýðý bir dava… Zamaný
gelince ortaya konulacak, birbirlerine karþý tehdit olarak kullanacak daha pek çok delil bir kenarda eminiz
bekliyordur. Bunlarý düþündüðümüzde binalara olan ihtiyaçlarýný görebiliyoruz.
Sistem açýsýndan baþka ve en baþtaki ihtiyaç da, emekçilerden uzaklaþtýrýlmasý gereken, sistem için tehlike oluþturanlarýn sayýsýnýn gün geçtikçe katlanarak artmasýnda. Devrimciler, demokratlar, aydýnlar, yurtseverler, sendikacýlar, grev yapan iþçiler, sanatçýlar, lise ve üniversite öðrencileri, taþ atan çocuklar, polise mukavemet gösterenler, IMF’ye karþý olanlar, belediye baþkanlarý, milletvekilleri… Liste öyle uzuyor ki bu yazýya
sýðmasý imkânsýz. Bir eylemde yüzlerce kiþi gözaltýna
alýnýyor, yargýlanýyor, tutuklanýyor. Sonraki eyleme
yüzlercesi daha katýlýyor. Bir önceki sayýmýzdan bugüne süren binanýn “yükseliþi” bütün bu olup bitenlere
yetiþecek denli hýzlý deðil.
Bir de üzerinden geçip gidemeyeceðimiz yoksulluðun ve yozlaþmanýn sonucu artan adli vakalar var.
Kavgalar, cinayetler, gasplar, hýrsýzlýklar, uyuþturucu,
fuhuþ ve dolandýrýcýlýklar. Bu liste de bildiðiniz gibi uzayýp gidiyor. Kapitalizm, suç ve suçlu üretme sistemi.
Yoksulluk ve yozlaþma toplumun tüm kesimlerinde artýyor. Öyleyse adli suçlarýn da artmasý beklenir bir durum.
Tüm bu emniyet binalarý, adliye saraylarý, cezaevleri sorunlarý çözemiyor olacak ki adlarýný duymaktan
sýkýldýðýmýz birçok gizli “gladio” türü örgütlenmeyi de
sürekli aktif olarak kullanýyor. Bu binalara harcadýðý
paradan daha fazlasýný örtülü ya da örtüsüz bu kurum-
Kış ‘10
larý yaþatmaya harcýyor. Bütün diðer kapitalist ülkelerde olduðu gibi adalet sistemi burjuvazinin “yok etme”
ihtiyacýný karþýlamýyor. Jitem, Kontrgerilla, Hizbullah
ve daha niceleri… Kazdýkça birinin ucu görünüyor.
Mýzrak çuvala sýðmýyor.
TÝHV’in (Türkiye Ýnsan Haklarý Vakfý) 2009 yýlý,
Kasým sonundaki verilere göre; “18 kiþi faili meçhul cinayet, 46 kiþi yargýsýz infaz sonucu yaþamýný yitirmiþ,
cezaevlerinde ve gözaltý merkezlerinde þüpheli intihar,
kavga ve tedavinin engellenmesi nedeniyle meydana
gelen ölümler 39’u bulmuþtur. Bunlardan 6’sý gözaltý
merkezlerinde 33’ü ise cezaevlerinde meydana gelmiþtir.
Devam eden silahlý çatýþmalarda 61’i asker, 7’si
geçici köy korucusu, 66’sý militan 4’ü sivil olmak üzere toplam 138 kiþi yaþamýný yitirmiþtir. Kara mayýný ve
askeri mühimmat patlamasý sonucu 7’si çocuk, 18 sivil,
15 asker, 1 militan, 6 geçici köy korucusu ve 1 polis olmak üzere toplam 41 kiþi yaþamýný yitirmiþtir.
TÝHV’e iþkence ve kötü muamele gördüðü gerekçesiyle 436 kiþi baþvuru yapmýþtýr. Adalet Bakanlýðý’nýn resmi istatistiklerine göre, 2008 yýlýnda iþkence
ve eziyet suçlarýndan 153 dava açýlmýþ, 403 kiþi sanýk
olarak yargýlanmýþtýr. Polise Mukavemet suçundan
2008 yýlýnda 11256 dava açýlmýþ, bu davalarda 18859
kiþi sanýk olarak yargýlanmýþtýr.
Düþünce ve ifade özgürlüðü kapsamýnda 387 kiþi
mahkûm olmuþ, 36 gazeteci tutuklu bir þekilde yargýlanmaya devam etmiþtir. Çok sayýda ÝHD yönetici ve üyesi ya da sanýk avukatý hakkýnda soruþturma ve davalar açýlmýþ, tutuklu yargýlanmalarý devam edenler bulunmaktadýr. Baþta sosyalist ve demokrat kimlikli medya olmak üzere 31 gazete ve derginin yayýný durdurulmuþ, 66 kitap toplatýlmýþ ve 4662 internet sitesine eriþim engeli getirilmiþtir. Bunlarýn yaný sýra, Terörle Mücadele Kanunu’na (TMK) karþý geldikleri gerekçesiyle
177 Kürt çocuðu bu yýl içinde özel görevli aðýr ceza
mahkemelerinde yargýlanmaya baþlamýþtýr. Gösterilere
katýldýklarý gerekçesiyle Aðýr Ceza Mahkemelerinde
42 davada yargýlanan 177 çocuða 772 yýl 2 ay 26 gün
hapis cezasý verilmiþtir.
Doðu ve güneydoðu Anadolu bölgesinde, 1 Mayýs’ta Ýstanbul’da, Aralýkta Ankara’da Tekel iþçilerine
olmak üzere kitlesel 10 toplantý ve gösteride 6 ölüm,
356 yaralanma, 12976 gözaltý ve 732 tutuklama gerçekleþmiþtir. 2009 yýlýnda, 5 siyasi parti ve 1 dernekle
ilgili kapatma davasý sürmüþtür.
140 kere parti binalarýna kimliði belirsiz kiþilerce
saldýrýlar düzenlenmiþtir. Baþta partiler olmak üzere çeþitli kurumlarýn binalarýna güvenlik güçlerince 48 kere
baskýn düzenlenmiþtir. 2009 yýlýnda cezaevlerinde tutulan ve tedavi edilmeleri için tahliyeleri gereken aðýr
hasta 45 mahpus bulunmaktadýr.
Kış ‘10
2009 yýlý Kasým ayý sonu itibariyle toplam 117,061
kiþi cezaevlerinde tutulmaktadýr. Bunlardan 40206’sý
tutuklu, 19970’i hükmen tutuklu, 56885’i hükümlüdür.
2009 yýlýnda linç giriþimleri sonucunda toplam 4 kiþi
yaþamýný yitirmiþ, 43 kiþi yaralanmýþ, 13 kiþi memleketlerine geri dönme kararý almak zorunda kalmýþ ve
42 ev ve iþyeri hasar görmüþtür.
Toplantý ve gösterilere müdahale sonucu 1414 kiþi
gözaltýna alýnmýþ, bunlardan 369’u tutuklanmýþtýr. 2002
yýlýnda 66 olan kadýn cinayeti, 2009'un ilk 7 ayýnda
953'e yükselmiþtir.”
Bütün bu sayýlarýn içinde henüz 2009 yýlý verileri
tamamlanmadýðýndan olacak, iþsizlik, boþanmalar, aile
içi cinayetler ve diðer adli olaylar yok. Potansiyel suçlarý ise sayýlar ortaya çýktýkça görebileceðiz. Kaç kiþinin iþsiz kaldýðý ve emekçilerin alým gücünün ne kadar
düþtüðü de “adalet” mekanizmasýnýn “iþ yükünün” habercileri olacak. Eðer bir ülkede “Ermeni katliamý” sözünü söylemek suçsa ve siz dürüst bir tarihçi iseniz yasalarý her an çiðneme potansiyeline sahipsiniz demektir. Kimyacýya oksijen elementini kullanmasýný yasaklayabilir misiniz? Hepimiz burjuvazi karþýsýnda bir þekilde potansiyel suçlularýz. Bu nedenle mahkeme karþýsýna çýktýðýmýzda “savunma” yaparýz.
Sistem çatýrdamaya baþladý mý bu çatýrtýyý herkes
duyar, sezinler. Bütün bu olup bitenler bize bu sistemin
çatýrdadýðýný, iþinin baþýndan aþkýn olduðunu ve emekçilerin ondan adalet beklemesinin ne kadar yersiz olduðunu, zaten beklemediklerini gösteriyor. Bizden adalet
istemesi gereken onlar. Bütün bu “suç”larýn, açlýðýn, iþsizliðin, sefaletin, yozlaþmanýn kaynaðý olanlar bizden
adalet istemeliler. Pek çoklarý “adalet istiyoruz, çeteler
yargýlansýn, tutuklular serbest býrakýlsýn” gibi taleplerine devam etseler de kitle eylemlerinde “katil devlet hesap verecek, zindanlar yýkýlsýn tutsaklara özgürlük” sloganlarý yerlerini daha fazla alýyor.
Burjuvaziye, yani sistemin sahiplerine bile yetmeyen adalet sistemini deðil Avrupa’nýn, dünyanýn en büyük adalet sarayý bile çözemez. Kendileri de o tabela
kadar trajik görünüyorlar. Sorun adaletin, insanýn deðil
mülkün temeli olmasýnda olabilir mi dersiniz. Aranýzda
hala bu sistemden “adalet istiyoruz” diyen var mý?
Bütün bu tabloya baktýðýmýzda “övünçten göðsümüzü kabartan (!)” adalet saraylarýnýn “yükseliþinin”
burjuvaziye yetmeyeceði kesin. Tekel iþçilerinin eylemiyle olduðu gibi her eylem, emekçilerin bilinçlerini
ve eylemlerin ivmesini yükseltiyor. Birkaç günde her
þeyin deðiþebileceðine, insanlarýn, olaylarýn geliþiminin deðiþebileceðine tanýk oluyoruz.
Yükselen bilinçlerin ve eylemlerin, yükselen betonlarý, müzelere, bilim merkezlerine ya da üniversitelere çevireceði günler yaklaþýyor…
Biz de onlarla övünürüz. Fena mý olur?
17
TARÝHSEL TOPLUMSAL GELÝÞME
VE SANATTAKÝ YANSIMASI–4
Özgür Güven
ünümüz açýsýndan epik
anlatým, daha
önceki yazýlarýmýzda
incelediðimiz gibi toplumcu gerçekçi romana
özgü özelliklerden birisidir. Bu anlatým tarzýnýn eleþtirel gerçekçi
romandan daha çok
toplumcu gerçekçi romana özgü olmasýnýn
nedeni ise, toplumcu
gerçekçi sanatýn ve elbette romanýn kapitalizmden komünizme
geçiþ sürecinin sorunlarýný, insan ve toplum
iliþkilerini ele almasý,
anlatmasýdýr.
G
DOSTOYEVSKÝ VE “PSÝKOLOJÝK GERÇEKÇÝLÝK”
Burjuvazi tarih sahnesine çýkarken, eskinin egemen sýnýfý olan aristokrasiyi yenmek için tarihsel toplumsal geliþme ve ilerlemenin bilim yoluyla gerçekleþeceðini sadece bu yoldan “özgürlük, eþitlik ve kardeþlik” hedefine ulaþýlabileceðini toplumsal uyum ve birliðin yaratýlabileceðini savunuyordu. Ancak egemen sýnýf konumuna geldiði
andan baþlayarak burjuva ideolojisinin ve burjuva bilincinin deðiþtiðini görüyoruz. Burjuva sýnýf, artýk felsefesi, ideolojisi ve bütün kurumsal iþleyiþi ile topluma, doðaya ve
insana dair, bunlarýn birbirleriyle iliþkilerine dair gerçekliði çarpýtmaya, ters yüz etmeye yöneldi. Daha önce feodal egemenliðe karþý çýkan burjuvazi “eþitlik” derken, þimdi
toplumsal iliþkilerde eþitsizlik olduðunu, bunun ilk insandan beri varolan deðiþmez gerçek olduðunu ilan etti.
Burjuvazi sýnýf mücadelesini kabul etmiþti etmesine, ancak egemenliðini riske etmemek kaydýyla. Bu nedenle 19. yüzyýl boyunca burjuva ideologlarýn pek çoðunda toplum ve insan bilinci A. Comte’un söylediði “deðiþmez doða yasalarý” gibiydi ve deðiþemezdi. Yine bu dönemin önde gelen burjuva filozoflarýndan Herbert Spencer Darwin’in Evrim Teorisi’ni toplumsal alana uyarlayarak “toplumsal darwinizm” derecesine indirgeyerek, daha sonraki tüm gerici burjuva düþüncesinin temelini attý. Ýþte bu teoriye dayanarak da sýnýflar mücadelesini, toplumsal sistemde herhangi bir deðiþim yaratmayacak biçimde alt sýnýfýn yaþam mücadelesi olarak ifade ediyorlardý. Yani artýk sýnýflar mücadelesi politik iktidarý ele geçirmek için bir mücadele olmadýðý gibi, burjuva
sýnýfýn ayrýcalýklarýný ve egemenliðini de tehdit etmemeliydi. Bu mücadele olsa olsa
güçlü olanýn zayýf olaný ezdiði; toplumu oluþturan bireylerin kendi güçlerine dayanarak
her birinin kendi yaþamýný daha rahat sürdürebileceði koþullarý saðlama mücadelesi olabilirdi. Burjuva ideologlarýn bir baþka kesimi içinse, sýnýflar mücadelesi, toplumsal
dengelerde bir deðiþim yaratabilirdi, ancak bu deðiþimin de bir sýnýrý, bir kýrmýzý çizgisi vardý: Toplumsal sistemin, kapitalizmin sýnýrlarý. Toplumsal geliþme ve deðiþim denen þey kapitalist sistemin sýnýrlarý içinde kalmak þartýyla olabilirdi.
Burjuvazinin filozoflarý ve ideologlarý kapitalizmin zaferiyle birlikte artýk toplumsal deðiþim ve tarihsel geliþmenin gereksiz hale geldiðini, hatta artýk bunun imkansýz
olduðunu öne sürüyorlardý. Týpký 1990’larýn baþýnda Sovyetler Birliði’nin daðýlmasý ve
sosyalizmdeki geriye düþüþten hemen sonra “tarihin sonu”nu ilan etmeleri gibi, kapitalizmin zaferi de tarihsel geliþmenin tamamlanmasý olarak piyasaya sürülüyordu. Burjuva ideolojinin bu çarpýk ve inkar esasýna dayanan tutuculuðuna karþý Dostoyevski “Burjuva üstüne” adýyla yazdýðý denemelerinde þunlarý söylüyor:
“Niye býraktý (burjuvazi bn) eskiden meclislerde çok hoþlandýðý o yüksek tavýrlarý? Niye eski günlere iliþkin bir þey anýmsatýldýðý zaman elini kolunu sallayýp hiçbir þeyi anýmsamak istemiyor? Baþkalarý kendisinin yanýnda bir þey istemeðe kalkýþtýðý zaman, kafasýnýn içinde, gözlerinde, dilinin ucunda beliren bu kaygý niye? Niye kendisinden bir þey istendiði zaman hemen ürküp baþlýyor aman dilenmeye: ‘Tanrým ben ne
yaptým’ diye; ondan sonra da bu yanlýþ davranýþýný düzeltmek için sabýrla ve boynu bükük bir halde uzun süre vicdanýný yoklamaya çalýþýyor.”
Dostoyevski bu kadar soruyu sorduktan sonra cevabýný da kendisi veriyor. “…..
‘Sonra herkes istenilen ideale eriþmedi mi acaba’ diye düþünür. (…) biri çýkýp bir þey
daha ister sonra, o zaman da burjuvazinin sözcülüðünü ettiði ve herkese zorladýðý dü-
18
Kış ‘10
zenden o kimsenin tam karþýlýk bulamadýðý, toplumda
yamanmasý gereken boþluklar olduðu ortaya çýkar.” diye bir korkuya kapýlmaktadýr burjuvazi. Peki, onu bu
korkuya sürükleyen ne? Kimden korkuyor burjuvazi?
Dostoyevski bunun da cevabýný veriyor: sosyalistlerden.
“Evet, bu insanlarýndan korkmaktadýr hala.” (Aktaran Boris Suçkov)
Her ne kadar Dostoyevski “sosyalistler” derken ütopik sosyalist fikirlerle harmanlanmýþ geleneksel yaþamdan bahsediyor olsa da, burjuvazi, kendisinin devrimciliðini koruduðu çaðdayken açýk açýk söylediði ve
savunduðu o güzel idealler, özlenen ve beklenen, toplumsal refah ve uyum saðlanamadýðý için, her þey elimden uçacak diye korkmakta, dehþete düþmektedir.
Dostoyevski’nin “1789’un ölümsüz ilkeleri” dediði “özgürlük, eþitlik, kardeþlik” ilkelerinin zamanýnýn
artýk dolduðu, modasý geçtiði ve hiçbir þey ifade etmediði geniþ kesimler tarafýndan iyice anlaþýlmaya baþlamýþtý.
“Özgürlük! Ama ne özgürlüðü? Herkese ayný özgürlüðü tanýyan bir yasa yok ki. O halde canýnýn istediðini ne zaman yapabilir insan? Bir milyonu olunca…
Peki, özgürlük herkese bir milyon veriyor mu bakalým?
Hayýr. Nedir bir milyonu olmayan adam? Bir milyonu
olmayan bir adam, hiçbir þey yapmayan bir adam deðil,
kendisiyle hiçbir þey yapýlamayan bir adamdýr.”
Yasalar önünde eþitliðe gelince, þu haliyle onu,
burjuvalar “kiþisel bir aþaðýlama olarak görebilir, görmelidir de.”
Peki ya kardeþlik! Batýda, yani burjuva sýnýfýn ilk
önce doðup geliþtiði ve egemen olduðu Batý Avrupa’da
burjuvazinin kendi doðasýnda “… görülmemiþtir hiçbir
zaman. Görülen þey bireylik ilkesidir, özel kiþilik ilkesidir; yani benlikte kendini korumanýn, kendini ilerletmenin, kendini yýðýnaklaþtýrmanýn artýrýlmasý ve bu
benliðin kendinden baþka ne varsa tümüyle tam eþitlikle, eþdeðerde, kendi baþýna bir yasa olarak tüm doðanýn
ve öbür insanlarýn karþýsýna çýkarýlmasý”dýr. Yani kardeþlik ilkesi deðil, kardeþi kardeþe düþman eden paraya
sahip olma ilkesidir; bunun için her þeyi yapma ilkesidir.
Boris Suçkov’un “Gerçekçiliðin Tarihi”nde Dostoyevski’den aktardýðý yukarýdaki pasajlarda açýkça görüldüðü gibi yazar, kapitalist toplumun ve burjuva sýnýfýn temel karakterini çok iyi kavramýþtýr: insanýn doðaya, topluma ve kendine yabancýlaþmasý. Ýþte burjuva sýnýfýn, burjuva bireyin geldiði nokta bu. Bu durumun teorisini yapanlar kapitalizmin “tarihin sonu” olduðunu
öne sürerken, kapitalizmin kalýcýlýðýný, deðiþmezliðini
savunurken ayný zamanda toplumu oluþturan bireylerin
durumunun ve bilincinin de deðiþmezliðini savunuyorlar. Zaten bunu açýktan ifade edenler de var. Bunlardan
birisi, az önce de sözünü ettiðimiz Herbert Spencer.
Kış ‘10
“Varolan toplumsal çark gibi, toplumculuk (sosyalizm bn.) çarkýnýn da insan doðasýnýn dýþýna çýkarýlmasý gerekmektedir. Ýþte o zaman görülecektir ki, insan
doðasýndaki sakatlýklar, aslýnda, hep ayný kötülükleri
harekete geçirmektedir. …Toplum üyelerinin sakat bir
doðada oluþlarý, bu doða hangi toplumsal yapý içinde
ortaya çýkmýþ olursa olsun, o toplumsal yapýnýn kötü iþleyiþinde er-geç belli edecektir kendisini. Kurþundan
yapýlma içgüdülerden altýn bir hal ve gidiþ tarzý elde edebilecek bir siyasal simya yoktur.” (Aktaran Boris
Suçkov)
Balzac, Gogol, Dostoyevski ve Tolstoy gibi gerçekçi sanatçýlar, burjuvazinin egemenliði ve kapitalist
geliþmenin insanlýða birlik ve mutluluk getirmediðini,
aksine sýnýfsal farklýlýklarý daha da derinleþtirip, çeliþki
ve çatýþmalarý artýrdýðýný; alt sýnýflarýn sefaletini, yokluðu, yoksulluðu, tüm nedenleriyle olmasa da anlamaya
baþladýklarýndan, tarihsel-toplumsal geliþmenin kapitalizm yolundan gerçekleþemeyeceðini, gerçekleþmediðini de anladýlar, kavradýlar. Tarihsel geliþmenin ve ilerlemenin motoru olan sýnýflar mücadelesini, bu mücadelede proletaryanýn yerini ve tarihsel rolünü anlayamadýklarý için, bu sefer kapitalizmin yarattýðý bencil, çýkarcý burjuva bireyi, gözü doymaz, hýrslý üst sýnýfý kontrol altýna alabilecek, onlarý bencilliklerinden, hýrslarýndan ve açgözlülüklerinden vazgeçirecek bir otorite aramaya yöneldiler. Bu otoriteyi tanrýsal olanda, dinselahlaksal töre ve geleneklerin gerekliliðinde bulduklarýný sandýlar.
Bu yazarlar, eserlerinde, tarihsel harekette halkýn
gücünü ve yerini sezmiþ olmalarý nedeniyle bir yandan
kapitalizmin çeliþki ve çatýþmalarýný sergileyip eleþtiriyorlar, kapitalizmin ne bireyin gereksinimlerine ne de
toplumun gereksinimlerine cevap veremeyeceðini gösteriyorlardý. Ama ayný zamanda, kapitalizmin bu zararlý yönlerini ortadan kaldýracak çareyi de göksel ve mistik bir otoriteye dayandýrýyorlardý. Vardýklarý sonuç, bulunduklarý konumsa tam bir ironiydi. Zira bu, o çok
karþý çýkýp eleþtirdikleri birey-toplum-doða karþýtlýðý ve
yabancýlaþmasýný mistik ve göksel bir otoriteyle kutsallaþtýrýp kalýcýlaþtýrýlmasýydý.
Romanlarýnda, insanýn yabancýlaþmasýný ve bu yabancýlaþmanýn temellerini sosyologlara özgü bir bakýþ
açýsýyla ele alan Dostoyevski, konuyu etik bir sorun olarak ele alýp çözümlerken, kaçýnýlmaz olarak yaþamýnda bir çözümlemesini yapar. Yazar, kendisini yaþamýn
merkezine oturtan birey-insanýn toplum ve doðayla olan karþýtlýk ve yabancýlaþmasýnýn çözümünü hep bu alanda arar. Fakat halkýn yaþamýnda geleneklerin, ahlaki
davranýþ normlarýnýn zaman ve mekan içindeki bütünlüðünü ve deðiþimini gören, bunun tarihsel olanla baðlantýsýný kavrayan bir sanatçý baþarabilirdi ancak bunu.
Bu kadar deðiþik toplumsal kesitlere ait böylesine canlý karakterlerin kiþileþtirilmesi, Dostoyevski’nin sanat-
19
sal yaratýmdaki gücünün de bir göstergesidir zaten. Ama þurasý da bilinmelidir: yalnýzca eleþtirel gerçekçi sanat yeni yaþamý algýlayýp anlatabilecek kapasiteye sahipti. Burjuva gerçekçiliði ya da klasik gerçekçi sanat,
yaþamý, kendi gerçek tarihsel toplumsal hareketi içinde
incelemediði gibi, toplumsal çeliþkilerin ve çatýþmalarýn çizimi yerine birey-insanýn kendi dar dünyasýný ve
özelliklede iç dünyasýndaki çalkantýlarý çizmeye yönelmiþtir.
Bunun ilk örneklerinden birisi Flaubert’in Madam
Bovary’siydi. Daha önce incelediðimiz gibi Flaubert
bu eserinde insanýn iç dünyasýný çevreyle olan iliþkisinden koparýp, toplumdaki yerleþik, ahlaki normlarýn ve
geleneklerin dýþýnda ele alýyordu. Bu yöntemle toplumun bir çatýsýný çizmek yerine psikolojik bir çözümlemeye yöneliyordu. Dostoyevski bu yaratým tarzýný daha da güçlendirip geliþtirdi. “Suç ve Ceza”daki Raskolnikov olsun, Budala’daki Prens Miþkin olsun ya da Karamazov Kardeþler olsun, hepsi de bu yanýyla öne çýkan
karakterlerdir. Bu kahramanlarýn hareketlerinin, iyi ya
da kötü davranýþlarýnýn temelinde kendi iç dünyalarýnda yaþadýklarý fýrtýnalar vardýr.
Dostoyevski’nin kahramanlarý açýk seçik ve bütün
belirgin özellikleriyle gerçek kiþiler olarak çizilmiþlerdir. Ancak bu kahramanlar genel olanýn içinde bütünün
parçasý olarak deðil, onun içinde ama ayrýksý biçimde,
tikelleþtirilerek vardýrlar. Onun büyük bir emek ve özenle canlandýrdýðý kahramanlarý, olaylarýn tam orta yerinde bulunduklarý halde, sanki nesnelliðin dýþýnda dururlar. Yaþamýn nesnel geliþimi, tarihsel-toplumsal olanla uyum içinde verilirken, kahramanlarýnýn hareketlerinde egemen olan bireysel tutkularý, coþkun duygu
patlamalarýdýr. Yazarýn eserlerinde çizdiði bireysel olarak görünen benzersiz karakterler, aslýnda sýnýflý toplumlarýn, özellikle de kapitalist toplumun yarattýðý karakteristik bencil bireylerdir. Bu eserlerde iþlenen konular da bu bireyler ile toplumun yabancýlaþmasýnýn ve
çatýþmasýnýn yarattýðý olaylardýr. Raskolinikov’un tefeci yerine masum kardeþini öldürmesi olsun, baba Karamazov’un öldürülmesi olsun ya da diðer olaylar, hepsi
de ancak sýnýflý bir toplum olan kapitalizm koþullarýnda
olabilecek þeylerdir. Ama genel olanýn içindeki bireyin
konumu genelin bir parçasýymýþ gibi çizilmesine raðmen, aslýnda genel olanla özel olan, tümel olanla tikel
olan arasýndaki bað, bütünle parça arasýdaki organik iliþki yeterince dengeli kurulmadýðýndan, genel olanýn
yanýnda, ama ondan ayrýksý bir konumda çizilmiþlerdir.
19. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda eleþtirel gerçekçilik,
diðer þeylerin yanýnda bireyin iç dünyasýna özel bir ilgi
göstermiþtir. Rus gerçekçileri içinde özellikle Dostoyevski bu konuda özel bir yere sahiptir. O, bir karakteri çizip kiþileþtirirken, özellikle psikolojik yaný öne çýkarmýþ, didik didik ettiði insanýn iç dünyasýný derinlemesine bir çözümlemeye tabi tutmuþtur. Yazar, roman-
20
larýnda, Rus kapitalizminin geliþimiyle birlikte ortaya
çýkan burjuva yaþam tarzýnýn egemen hale geliþini ve
bu süreçte eskiyen ile yeni olan arasýndaki çatýþmanýn
yarattýðý trajediyi anlatýr. Ancak, Boris Suçkov’un söylemiyle “St. Petersburg ‘lojmanlarý’nýn nemli dumanlý
havasýna karýþmýþ büyük bir kentin gece lambalarýnýn
kýsýk ýþýðýyla” aydýnlanmýþ gibidir Dostoyevski’nin romaný. Bu puslu ortamda aktardýðý trajedilerinde inançla inançsýzlýk, iyilikle kötülük yan yana bulunur. Namuslu ve tertemiz insanlar, kapitalist toplumsal iliþkilerin bin bir türlü oyunu karþýsýnda büyük bir acý içinde
kývranarak dramdan drama sürüklenirken, ayný anda
komik durumlara düþerler. Bu yeni yaþam tarzý insaný
alçaltýp bayaðýlaþtýrmýþ ve o çok özlenen evrensel mutluluðu, toplumsal uyumu bir daha gerçekleþmesi imkansýz hale getirmiþtir. Güzel olan her þey eskide kalmýþtýr.
Dostoyevski’de insanýn en karanlýk yanlarý, en kötücül halleri öne çýkar. Onun için dramatik olan insanýn
saðlýklý düþünceleri, iç dünyasý deðil, psikolojik ve ruhsal alandaki en karanlýk, en vahþi yanlarýnýn yarattýðý,
kiþisel olduðu kadar toplumsal da olan çatýþmalardýr.
Bu büyük dramlarýn tam ortasýnda bulunan kahramanlarý dýþ dünyaya baðýmlýdýrlar. Onun çizdiði kiþilerin
kendi kafalarýnda kendi düþüncelerinde kurduklarý
dünyalarýyla, çevrelerinde yer alan diðer bireylerin çýkarlarý hep çatýþma halindedir. Bu nedenle romandaki
olaylarýn kurgusu, geliþimi ve düðüm noktasýnda asýl
belirleyici olan, bireyin ruhsal, psikolojik durumudur.
Dostoyevski çizdiði Prens Miþkin (Budala), Raskolnikov (Suç ve Ceza) Aleksey Fedoroviç (Karamazov
Kardeþler) gibi kahramanlarýnda hep insanýn düþünsel
yabancýlaþmasýný ve bunun yarattýðý psikolojik sonuçlarý irdelemiþ, bunu, kapitalizmin yarattýðý burjuva bireye dek kovalayýp çözümlemiþtir. O, burjuva bireyin iç
dünyasýný ve bunun dýþ dünyaya yansýmalarýný, dýþ
dünyanýn bu karanlýk iç dünya üzerindeki etkilerini en
uç biçimlerde ortaya koyarken insan bilincinin en karanlýk dehlizlerine dalýp çýkarken, kendi çaðýnýn diðer
eleþtirel gerçekçilerinin bir bölümünde de olduðu gibi
kimi mistik çizgiler katar. Yarattýðý kahramanlarýndaki
bu karanlýk mistisizmde, insanýn kendi iradesine raðmen içgüdülerine (bir anlamda kaderine) teslim oluþu
vardýr. Ki iþte bu, Dostoyevski’ye göre insan doðasýnýn
kendisinde vardýr.
“Dostoyevski’nin ‘psikolojik gerçekçiliði’nin kendi sýnýrlandýrmalarý vardý; bu, insanlarýn günlük yaþamýný ve gerçek toplumsal çatýþmalarý çözümleyip vermekten çok, toplum psikolojisinin özel çizgilerini estetiksel biçimde araþtýrýp anlatmaya uygun düþen bir þeydi.” (Boris Suçkov- Gerçekçiliðin Tarihi sy. 132)
Ýnsan doðasýnda var olan bu mistisizm ve kadercilik anlayýþý nedeniyle Dostoyevski, toplumsal dönüþümün ve tarihsel geliþmenin sürekliliði düþüncesine kar-
Kış ‘10
þý çýkar, devrimci düþünceyi reddederek, dinsel olana,
geleneksel olana sarýlýr, topraða dönüþü estetize eder.
Ancak o her ne kadar topraða dönüþü, geleneksel olaný,
dinsel olaný toplumsal iliþkilerin temeline koysa da, bütün bunlarýn sonucunda tutucu bir toplumsal gelecek
hayal etse de, esasýnda, devrimci-demokrasi (burjuva)
karþýsýnda pastoral bir yaþam imgesine sarýlmýþtýr. Dostoyevski romaný bir yandan insan beyninin en karanlýk
noktalarýna dek uzanýrken, ayný zamanda felsefenin labirentlerinde yolunu kaybetmiþ bir arayýþý sürdürür.
Bütün bunlarý yaparken, pastoral yaþam imgesini romanýn temeline oturtmaz, bu anlayýþ derinden derine ama
sürekli bir þekilde kendisini duyumsatýr. Karamazov
Kardeþler’in en küçüðü Aleksey Fedoroviç olsun, onun
rol aldýðý, modeli olarak kabul ettiği Stareta Zosima olsun ya da mujik Marey olsun, bütün bu karakterler, o
vahþi þiddet ve bencillik dolu yaþamýn içinde hiç bozulmadan kalmýþ geleneksel olanýn, dinsel olanýn birer kiþileþtirilmiþ çizimidir. Kendi iyiliklerinden ve insanlýklarýndan, tanrýdan “kaynaklanan” o sýnýrsýz sevgilerinide önlerine çýkana bol bol daðýtýrlar.
Kapitalizmin yarattýðý hayal kýrýklýðýnýn sonunda
çare olarak sarýldýðý gerici düþünceler ve bu temelde tasarladýðý yabancýlaþmýþ ve çarpýtýlmýþ gelecek hülyalarýna karþýn Dostoyevski, yine de kitlelere yakýn durur.
Toplumsal piramidin en altýndaki ezilen, horlanan ve aþaðýlanan kesimlerden seçilen karakterlerin aðzýndan
müthiþ bir eleþtiri bombardýmaný yapar. Bütün eserlerinde yer alan bu özelliði, bütünü tersinden ele alýp çarpýtýlmýþ yorumlarýna karþýn, yazarýn eserlerine canlýlýk
katar, dinamizm verir. Bu da, kendi görüþlerinin geriliðine ve gericiliðine karþýn, kendisine raðmen tarihsel
geliþmeye ayak uydurduðunu gösteriyor.
19. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda Rus gerçekçilerinde
olsun Batý Avrupa gerçekçilerinde olsun, tarihsel-toplumsal geliþmeyi yaratan asýl gücün halk kitleleri olduðu fikri egemen olmuþtu. Geniþ halk kesimleri yavaþ
yavaþ da olsa, henüz açýktan açýða kendini göstermese
de göksel olandan, tanrýsal olandan güç alarak dünyasal olaný yöneten ve egemen olana karþý çýkmaya baþlamýþlardý. Özellikle Rusya’da halk kesimleri otokrasiye ve otokratik yönetim aygýtlarýna karþý yavaþ yavaþ
da olsa, henüz açýktan açýða kendini göstermese de
göksel olandan, tanrýsal olandan güç alarak dünyasal olaný yöneten ve egemen olana karþý çýkmaya baþlamýþlardý.
Bu geliþme sanat alanýnda da kendi yansýmasýný
yarattý. Kitlelerin daha iyi bir yaþama dair umutlarý,
duygularý, içinde kývrandýklarý acýlarý, Rus eleþtirel gerçekçilerinin eserlerinde önemli bir yer tutmaya baþladý.
Boris Suçkov bunu þöyle ifade ediyor.
“Etiksel gücü, insancýllýðý, kitlelere derinden yakýnlýk duyuþu ve yaþamsal çýkýþlarý açýkça ele alýþý Rus
edebiyatýný, kitleleri farkýndalýðýn bir taþýyýcýsý haline
Kış ‘10
getirdiði gibi; Rusya’da toplumsal dönüþümler rayýna
oturur oturmaz, kitlelerin kendinin farkýndalýðýnýn da
bir taþýyýcýsý haline getirmiþtir.” (B. Suçkov. Gerçekçiliðin Tarihi Sy 130)
Fakat belirtmek gerekir ki, B. Avrupa’da Balzac
gibi, Rusya’da Gogol ve Dostoyevski gibi gerçekçi sanatçýlarýn bir bölümü, kapitalizme karþý eleþtirel yaklaþýma sahip olmalarýna raðmen, bunun yerine ne konulacaðý sorununda sosyalistlerden ayrýlmýþlardýr.
Gogol’da olsun Dostoyevski’de olsun, konuyu ele
alýp iþlerken gerçekçi romanýn bir baþka özelliði de açýkça görülür: Epik anlatým. Zaten Gogol, romaný,
“burjuva toplumun eposu” olarak tanýmlarken de bu
anlatým tarzýna ne kadar önem verdiðini gösteriyordu.
Epik anlatým tarzý, eleþtirel gerçekçi romanýn kendine
özgü bir yaný olsa da, bu roman hiçbir zaman gerçekten
epik olamazdý. Çünkü epik anlatým tarihsel toplumsal
sistemde doðrudan baðlantýlý bir anlatým tarzýdýr. Gerçek epik tarihsel toplumsal geliþmenin daha ilk evrelerinde ortaya çýkmýþtýr ve o dönemin toplumsal iliþkilerinin anlatýmýnda kullanýlan bir biçimdir. Epik anlatýmýn asýl belirleyici özelliði birey-toplum arasýndaki birlik ve uyumdur. Ýþte Rus eleþtirel gerçekçilerinde (Gogol, Dostoyevski, Tolstoy, vd) öne çýkan bir biçim olarak epik anlatýma baþvurulmuþ olsa da, bu, öznel bir
yan olarak vardýr. Bu öznel yanýn asýl nedeniyse, kapitalist toplumun kendi nesnel koþullarýdýr; yani bireytoplum birliði ve uyumu bir yana, bunun tam tersidir;
sýnýf karþýtlýðý ve kapitalizmin kendi doðasýndan kaynaklanan, her bireyin diðerleriyle karþýtlýðý üzerine kurulu olmasýndandýr. Kapitalist toplumun bu nesnel yapýsý nedeniyle, sanatçýnýn ele aldýðý konuyu anlatýrken
kurduðu çatýþma da buna uygun olmak durumundadýr.
Yani gerçekçiliðin bir gereði olarak sanatçý, temel karþýtlýk ve çatýþmayý verirken, birey ile çevresi, kahraman
ile dýþ dünya arasýndaki çatýþmayý çizmek durumundadýr. Elbette ki bunun nedeni kapitalizmin yarattýðý toplumsal organizmadaki parçalanma, yarýlma ve yabancýlaþmadýr.
Günümüz açýsýndan epik anlatým, daha önceki yazýlarýmýzda incelediðimiz gibi toplumcu gerçekçi romana özgü özelliklerden birisidir. Bu anlatým tarzýnýn
eleþtirel gerçekçi romandan daha çok toplumcu gerçekçi romana özgü olmasýnýn nedeni ise, toplumcu gerçekçi sanatýn ve elbette romanýn kapitalizmden komünizme geçiþ sürecinin sorunlarýný, insan ve toplum iliþkilerini ele almasý, anlatmasýdýr. Toplumcu gerçekçi sanat,
her ne kadar sýnýf karþýtlýðý koþullarýnda, sýnýf ayrýmýnýn
halen sürdüðü koþullarda geliþmiþ olsa da, asýl olarak
bu karþýtlýðýn çözümünü; sýnýflarýn ortadan kaldýrýlmasý sürecini; birey-toplum arasýndaki gerçek birliðin ve
uyumun kurulmasý uðruna mücadeleyi ele alýr, anlatýr.
Bu da, toplumcu gerçekçi romanýn kendi doðasý gereði
özünde epik anlatýmý barýndýrdýðýný gösterir.
21
Dil Üzerine
*
-4Ahmet Aydın
KÜRT DÝLÝ
Dil incelemesinde Kürt dili bizim için en önemli
dildir. Kürt dilinin yok edilmesi için bugüne kadar gerçekleþtirilen baskýlarý biliyoruz ve bugün hala devam ediyor bu baský. Ama Kürt dili inatla yaþýyor ve daha da
güçleniyor. Bu durumun nedenlerinin incelenmesi gerekiyor. Kürt dili sorunu, ancak bütün toplumsal, siyasal koþullarla birlikte ele alýnarak doðru anlaþýlabilir.
Bugün Kürt halký için dilini, kimliðini yaþatmak, özgürlüðünü kazanmak önemli bir sorundur.
Kürt dili Hint-Avrupa dil grubunda olan bir dildir.
Çivi yazýsýyla yazýlmýþ Kürtçe belgeler bulunmaktadýr.
Doç. Dr. Mamosta Qedri: “En eski buluntular çivi yazýlarýyla yazýlmýþ belge Londra müzesindedir. Endülüs
Sultanýnýn talimatý üzerine araþtýrma yapan bir bilim adamý bir alfabe buluyor ve bunu Kürtler dýþýnda kimse
kullanmýyor” (Önsöz Sayý III. Sy. 52) sözleriyle belgelere deðiniyor.
Cemþid Bender Kürt halkýnýn öncüleri olarak Gutiler, Huriler, Mittaniler, Kassifler, Urartular, Medler arasýndaki iliþkiden bahseder: “Bugünkü Kürtler ard arda ve kesintisiz krallýklar kurmuþ eski GUTÝ – HURRÝLERÝN, GUTÝLERÝN ve KARDUKLARIN soyundan
gelmektedir.” (Kürt Mitolojisi-I sfy. 58)
Kürtlerin tarihte Medler olarak devlet kurduklarý biliniyor. Sonralarý, 1946’da çok kýsa süreliðine ayakta kalabilen Mahabad Kürt Cumhuriyeti kuruluyor ve
bir yýl dolmadan yýkýlýyor.
Þerefname Kürt tarihe iliþkin önemli bir eser olarak Kürtlerin yaþamýna iliþkin, yönetime iliþkin önemli
bir kaynak durumunda. 16. yüzyýlda yazýlmýþ olan Þerefname’de Kürtçenin dört lehçe olduðu yazýlýdýr. Kurmançe, Lor, Kelhur, Goran.
Kürt edebiyatý yazýlý olarak 14. ve 15. yüzyýlda basýlýyor ve Ehmedê Xanî en önemli eserleri ortaya koyuyor. Ehmedê Xanî Kürt dili ve tarihi açýsýndan önemli
bir yere sahiptir. 1651’de doðmuþtur. Arapça, Farsça,
Türkçe bilmesine raðmen eserlerini Kürtçe yazmýþtýr.
En önemli eserlerinin baþýnda Mem û Zin gelir. Nûbar
Kürt dilinde yayýnlanan ilk sözlüktür. Ehmedê Xanî
Kürt dilinin geliþmesi için büyük çaba göstermiþtir.
Kürt kimliðinin geliþmesi için çalýþmýþtýr. Felsefe ve diðer alanlarda da etkin olduðu biliniyor. Kürt diline tarihten beri baský yapýldýðýný Dr. Husên Xaligi belirtiyor.
“Ýslami güçler, Abbasiler, Safaviler, Osmanlý halifeleri
dönemlerinde Kürt dilinin geliþimini engellediler.”
(Önsöz 3. sayý syf. 63)
22
Ýzzettin Mustafa Resul “Botan Beyi’de ayný çabaya girdi. Çevreye dönük dil birliðini hedefledi. Ehmedê
Xanî’de bunu söyledi, ama baþaramadý” (önsöz sayý III, syf. 51) sözleriyle tarihte Kürt dilinin lehçelerinin birleþmesi, ortaklaþmasý çabalarý olduðunu belirtiyor.
Mehmed Uzun yazýlý Kürt edebiyatýnýn baþlangýcýnýn Kurmançi lehçesiyle olduðunu belirtiyor. “Ýlk Kürt
Klasikleri, ilk Kürt yazmalarý Kurmançi lehçesiyle yazýlmýþtýr. Ali Heriri, Melayê Cezîrî, Ahmede Xanî eserlerini Kurmanci lehçesinde yazmýþlardýr. 1800’lerden
sonra Sorani’de yazý dili olarak geliþmeye baþlýyor. (Bir
Dil Yaratmak syf 306)
1898’de Kürtçe ilk gazete çýkýyor. 1930’lara kadar
geçen sürede Kürtçe açýsýndan önemli bir süreç yaþanýyor. Kürtçe yayýnlarýn ve edebiyatýn ortaya konulmasý,
Kürt dili açýsýndan önemli dayanaklar oluþturuyor. Bu
dönem yayýnlar çýkýyor, kitaplar yayýmlanýyor, Kürtçe
tiyatro oyunu oynanýyor, Kürt dili üzerine tartýþmalar
yapýlýyor ve daha Türkiye Latin alfabesine geçmeden
Kürt aydýnlarý Kürtçe’nin Latin alfabesinde yazýlmasý
gerektiðini belirtiyorlar.
Kürdistan bugün 4 ayrý devlet arasýnda paylaþýlmýþ durumda. Tarihte Osmanlý ve Ýran arasýnda paylaþýlan Kürdistan, bugün; Türkiye, Ýran, Suriye ve Irak arasýnda paylaþýlmýþtýr. Bu parçalanma Kürt dilini birçok
açýdan olumsuz etkiliyor. Öncelikle lehçeler arasýnda
yakýnlaþmada sorun oluyor. Kürtçe’nin lehçeleri konusunda Sami Tan: “Genel anlamda dört-beþ lehçeden
bahsedilir. Ama asýl olarak sayabileceðimiz lehçeler,
Soranî, Kurmancî, Zazaki’dir. Zazaki ile baðlantýlý Gorani (Hewramî) lehçeleri de bulunmaktadýr. Bazý dil uzmanlarý Goranî ve Zazakî arasýndaki iliþkiyi ayný olarak
kabul ediyor. Goranî ve Zazakî sözcükler baðlamýnda
birbirine benziyor ama gramer olarak birbirinden uzaklar. Ayrýca Lor lehçesi de var. Lor lehçesi biraz tartýþmalý… Farsça mý Kürtçe mi olduðu tartýþýlýyor.” Sözleriyle belirtiliyor. Bu dört ülke arasýnda kalan her parçadan
diðerine geçiþ ancak resmi yolla pasaportla oluyor. Ahmet Arif 33 kurþun þiirinde “pasaporta ýsýnmamýþ içimiz” diyor. Kürt halkýnýn dört ayrý parçada olmasýna içi ýsýnmadý ve ýsýnamaz. Ayný dili konuþan akrabalarýyla aralarýnda devletlerin sýnýrýnýn olmasý, bunun kendi iradelerine raðmen olmasý kabul edemedikleri bir durumdur.
Dört ayrý parçada olmanýn, kendi ulusal baðýmsýzlýðýný elde edememiþ olmanýn dilde direk etkileri çok ileri boyuttadýr. Kürtlerin kullandýðý alfabeler bu açýdan
Kış ‘10
sorun oluyor. Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de yaþayanlar ile Suriye’de yaþayanlarýn bir kýsmý Latin alfabesini
kullanýyor. Ýran, Irak ve Suriye devlet sýnýrlarý içinde
yaþayan Kürtler Arapça alfabe kullanýyor. Ayrýca eski
Sovyet ülkelerinde yaþayanlar Kril alfabesini kullanýyorlar.
2005 yýlýnda Diyarbakýr’da gerçekleþen konferansa katýlan aydýnlar arasýnda dile getirilen görüþ Kürtçe’nin Latin alfabesine uygun olduðudur. Kürt dilindeki fonetik seslerin Arap harflerinden fazla olmasý, Arap
alfabesinin Kürtçe sesleri karþýlamaya yetmemesi ve
Latin alfabesinin Kürt dilindeki fonetik sesleri karþýlamaya daha uygun olmasý nedeniyle Latin alfabesi tercih
ediliyor. Ayrý parçalarda ayrý alfabelerin kullanýlmasý
Kürt dili ve edebiyatýnýn geliþmesinin önünde ciddi bir
sorundur. Bir parçada, kuzeyde yaþayan ya da Avrupa’da yaþayan bir Kürt, Doðu’da ya da Güney’de yaþayanlarýn ürettiði bilimsel, edebi eserleri ya da en basitinden süreli yayýnlarý, gazeteleri okuyabilmesi için Latin alfabesine çevrilmesi zorunludur. Tam tersi de doðrudur; Latin alfabesiyle yazýlan eserlerin Arap alfabesine göre çevrilmesi de gereklidir. Zaten kýsýtlý olan, büyük zorluklarla ortaya konulan Kürtçe eserler önündeki
bu engel durumu daha da zorlaþtýrýyor.
Kürtçe edebiyat aðýrlýklý olarak Kurmançi lehçesinde yazýlmýþtýr. Kuzey Kürdistan, Kafkas ülkeleri ve
Suriye’deki Kürtlerin bir kýsmýnca Kurmançi konuþuluyor. Ayrýca Sorani lehçesinde yazýn ve edebiyat geliþiyor. Özellikle Güney Kürdistan’da Kürtlerin kendi kurumlarýný geliþtirmeleri üniversite ve okullarda eðitim
dili olmasý, ekonomik ve siyasal açýdan güçlenmeleri
yani kendi bölgelerinde “iktidar” sahibi olmalarý Kürt
dilinin geliþmesi için olumlu etki yapmýþtýr.
Kürtlerin topraklarýnýn dört ayrý devlet sýnýrlarý arasýnda paylaþýlmýþ olmasýnýn ve özgürlüklerinden yoksun olmalarýnýn dile diðer bir etkisi de her egemen devletin kendi ulusal dilini dayatmýþ olmasýdýr. Ýran sýnýrlarýnda yaþayanlar için, Ýran egemenleri Kürtçenin aslýnda Farsçanýn bir parçasý olduðunu iddia ederek Kürtçeyi yok etmeye, Kürtleri asimile etmeye çalýþmýþtýr. TC
sýnýrlarý içinde kalan Kürtler için de Kürtçenin bir dil
olmadýðý, Türkçenin bir þivesi olduðu, Kürtlerin dað
Türkleri olduðu söylenerek Kürtler ve Kürtçe asimilasyon yoluyla ve diðer yollarla yok edilmeye çalýþýlmýþtýr. Irak ise, Kürtçenin aslýnda Arannice ve Keldanice
olduðunu ileri sürmüþtür. Bu ülkelerde bulunan halklarýn dilleri birbirlerinden etkilenmiþtir. Ancak Kürtçenin
etkisi hep inkar edilmiþtir. Türk Dil Kurumu’nun sözlüklerinde sözcüklerin kökenleri belirtilirken birçok
farklý dilden gelen sözcüklerin Türkçede kullanýldýðý
görülür. Ancak Kürtçeden gelen sözcüklerin Kürtçe olduðu belirtilmez. Diðer parçalarda da benzer yaklaþýmlar var. Her parçanýn durumu birebir ayný deðildir. Irak
devleti Kürtçeyi yasaklamamýþtýr. Kürtçe eðitim yapýlmýþtýr. Kafkas bölgesinde Sovyet ülkelerindeki Kürtler
dil konusunda sorun yaþamamýþ, destek görmüþlerdir.
Birçok edebi eser ortaya koymuþlardýr. Parçalardaki di-
Kış ‘10
ðer bir özellik ise Kürtler bulunduklarý devlet sýnýrlarýnda bulunan diðer kentlere göç gerçekleþtirmiþtir. Bu
göçler çoðunlukla kendi doðallýðýnda gerçekleþmedi.
Kürt bölgesinin ekonomik olarak sömürüsü ve geliþmesinin bilinçli engellenmesinin yanýnda zor yoluyla da
göç gerçekleþmiþtir. Bu göçler nedeniyle, gidilen kentlerde yaþam olanaklarýna kavuþmak için egemen ulusun
dilini öðrenmek, konuþmak zorunlu olmuþtur. Zorunlu
bir dil öðrenimiyle asimilasyona zorlanmýþlardýr. Gittikleri kentlerde birkaç kuþak sonra artýk anadilleri
Kürtçeyi unutup Türkçe konuþur hale gelmiþlerdir.
Sonraki kuþaklar ya Kürtçe’yi hiç konuþamýyor, ya da
konuþmada yetersiz kalýyorlar.
II. Mahmut zamanýnda Kürt dili üzerinde baský uygulandýðý ve o zamandan beri bunun sürdürüldüðü biliniyor. Kürt dili bütün baskýlara raðmen nasýl oldu da
bugünlere gelebildi? En önemli nedenlerden birisi Kürt
dilinin sözlü edebiyat açýsýndan güçlü olmasýdýr. Daha
eski dönemde Ehmedê Xanî Mem û Zin’i yazarken
Meme Alan destanýndan uyarlamýþtýr. Meme Alan sözlü olarak aktarýlan bir destandýr. Mem û Zin ise yazýlý
Kürt edebiyatýnýn ilk önemli eserlerindendir. Sözlü edebiyatýn, sözün Kürtçede güçlü olmasý Kürtçenin yaþamasýnda önemlidir. Yüzyýllar boyunca Çirok bej (öykücü), Vebêj (anlatýcý), Dengbêj (þarkýcý) geleneðiyle Kürt
dili hep canlý kalmýþtýr. Yazýlý edebiyat yönünden yakýn
döneme kadar büyük bir geliþme olmadýðý halde, sözlü
edebiyat, aðýtlar, destanlar, masallar vs. yoluyla hep geliþmiþtir. Kürt dilinin yaþayýp bugünlere gelmesinde büyük rol oynamýþtýr. Asýl olarak büyük bir halk olmasý
(dünyada devleti olmayan en büyük halk) dilini yaþatmasýnda belirleyicidir. Geçmiþi bin yýllara dayanan ve
hep ayný topraklar üzerinde yaþayan, yaþadýðý topraklara, kök salmýþ olan bir halk olmasý bin yýllardýr yaþadýðý topraklarýndaki gelenekleriyle, doðayla dilin etkileþimi bugünlere kadar ayakta kalacak güçlü bir dil olmasýný saðlamýþtýr. Kürt þairi Þêrke Bêkes’in sözleri bu durumu gözler önüne seriyor: “Hiçbir gücün bir dili yok
etmeye gücü yetmez. Bir dili darlaþtýrabilirler ama hiçbir zaman öldüremezler. Dil sadece radyo televizyon
deðildir, bir de ev içinde kullanýlandýr. Dil bir kuþ gibidir onun kanatlarýný kesersin, ama uçmasýný engelleyemezsin. O kanatlar yeniden uzar. Biz Kürtlerin dili de
birer çiçek gibidir. Eðer otlar olmazsa yaþam olmuyorsa, bizim dilimiz olmazsa biz yaþayamayýz. Bir ot nasýl
bütünüyle kurutulamayacaðý gibi, Kürt halkýnýn dili yeþermeye devam etmektedir. Madem ki Kürtler dünyada
yaþýyorlarsa onlarýn dilleri de olacaktýr. Benim de halkýmýzýn da bir isteðidir, dilimizin yeniden kanatlanýp uçmasýný istemektir. Baský altýnda olan bir dil ayný zindanda olan bir kiþi gibidir. Bizim de isteðimiz o zindandan
çýkmaktýr. Dilin iki yönü vardýr. Sözlü ve yazýlý. Kürtler
genellikle sözlü olarak kullanmýþtýr. Yazýlý hale geldiðinde daha çok geliþecektir. Bugün teknolojideki geliþmeler eskisi gibi Kürt diline katkýlar sunmaktadýr.”
(Önsöz 3.sayý syf. 57)
23
Bin yýllarýn acýlarý, hüzünleri, sevinçleri yani bütün kültürü, ruh hali diliyle bütünleþmiþ, egemenliðinin
elinden alýnmasý ve baskýlar nedeniyle yazýlý edebiyat,
dil geliþemediði için söz güçlü olarak kalmýþtýr. Yazýn
açýsýndan atýlan adýmlar Kürt halkýnýn durumuyla kýyaslanýnca yok denecek kadar azdýr. 80’li yýllara kadar
Sovyet ülkelerinde birçok Kürtçe edebi eser ortaya çýkmýþ, kimi klasikler Kürtçeye çevrilmiþtir. Yazýn faaliyetlerinin Kürt dilinin yaþamasýnda etkisi sözlü edebiyata göre dar ve kýsýtlý kalmýþtýr.
Kürt edebiyatýnda Cigerxwin önemli bir yere sahiptir. 1903’te doðdu. 1980’li yýllara, ömrünün sonuna
kadar Kürt dili ve edebiyatý için önemli eserler verdi.
Komünist ve þair olarak Kürt özgürlük mücadelesinde
yer aldý. Mehmet Uzun’da Kürt dili ve edebiyatý açýsýndan önemli bir yer edindi. Kürt dilinde romanlar yazdý.
Kürt dili üzerine eserleri ve Kürtçe eserleriyle Kürtçenin yazýlý edebiyat alanýnda geliþmesinde etkili oldu.
Kürt dilinin nasýl engellendiðini, nasýl kýsýtlandýðýný, asimilasyon için neler yapýldýðýný kýsaca ifade etmeye çalýþalým. Bir dilin yaþamasýnda ve geliþmesinde etkili olan belli baþlý etkenler; anadilde eðitim, yazýn ve edebiyatýn geliþmesi, kamu alanýnda kullanýlmasý, iktidar dili ya da eþit dillerden biri olmasý, büyük bir halkýn
dili olmasý, konuþulmasý, iletiþim alanýnda (TV, radyo,
internet vs) kullanýlmasý, üniversitelerde ve deðiþik alanlarda bilimsel araþtýrmalarla geliþmesi vs. diyebiliriz. Oysa Osmanlý döneminden baþlamak üzere günümüze kadar, özellikle Cumhuriyetin kurulmasýndan
baþlayarak Kürtçe geliþebileceði her þeyden yoksun býrakýlmýþtýr. Baþta TC tarafýndan Kürtçenin dil olduðu
reddedilmiþtir. Eðitim Türkçe yapýlmýþ, kamu hizmetleri ve bütün resmi iþlemler Türkçe yaptýrýlmýþtýr. Üniversitelerde sözde bilimsel araþtýrmalar yapýlýp Kürtçenin
aslýnda Türkçenin bir þivesi olduðu iddia edilmeye çalýþýlmýþ, Kürtçe yayýnlar ya tamamen engellenmiþ ya da
büyük baskýlar olduðu için çok az yapýlmýþtýr. Günümüzde hala Kürtçe TV, radyo gibi en önemli iletiþim alanýnda haftalýk 45 dakika olan resmi propaganda dýþýnda yayýn yok. Kürtçe konuþanlar kimi dönemler saldýrýya uðramýþ, genel olarak aþaðýlanmýþtýr. Kürtçe konuþan halk topraklarýndan göç ettirilerek ya da kimi dönemlerde dýþarýdan göçenler Kürtlerin arasýna yerleþtirilerek (Afgan, Balkanlar, Kafkaslar vs göçmenleri) asimilasyon için çabalamýþtýr. Köylerin, mezralarýn boþaltýlmasý, barajlar vs ile köyler ve yerleþim yerleri arasýndaki iliþkilerin, köylerin daðýtýlmasý, sürgünlerle daðýtýlmalarý, her türlü zor ve þiddet uygulanmasý, ormanlarýn, tarlalarýn, yerleþim yerlerinin yakýlmasý, her türlü
tarihi anýt ve eserin yok edilmesi ya da bunlarýn Kürtler’e ait olduðunun gizlenmesi, reddedilmesi gibi uygulamalar Kürt halkýnýn dilinin ortadan kaldýrýlmasý, engellenmesi amacýný da gütmüþtür.
Kürtçe üzerindeki baskýlar hiçbir sýnýr tanýmýyor.
Bütün internetle ilgili iþlemlerde, uluslararasý iþlemlerde ve birçok alanda “w,q,x” serbestçe kullanýlýrken,
Newroz yazarken veya baþka bir Kürtçe sözcük içinde
24
“w,q,x” kullanýldýðýnda yasaklar, davalar baþlýyor. Diyarbakýr Sur Belediye Meclisinin ve Çok Dilli Belediyecilik kararý almasýyla açýlan dava Belediye Meclisinin ve Belediye Baþkanýnýn Ýçiþleri Bakanlýðýnca görevden alýnmasýyla sonuçlandý. Ayný süreçte Ege bölgesinde Didim’de belediye oraya yerleþen Ýngilizler olduðu için faturalarý vs. Türkçe-Ýngilizce hazýrlamaya baþladý. Kürtlerin kentlerinde, Türkçe dýþýnda Kürtçenin
belediyece kullanýlmasý görevden alýnmasý için gerekçe
olurken Didim’de ve birçok yerde Ýngilizce kullanýlýyor. Anadilde eðitim için dilekçe veren yüzlerce öðrenci hakkýnda soruþturmalar açýp baskýlar uygulandýðý da
biliniyor. Kürtçe TV, radyo yayým yapmak isteyenler için haftada birkaç saat sýnýrlamasý yanýnda bu sýnýrlý yayýný engellemek için bile olmadýk yöntemler uygulandýðý yaþananlardan biliniyor. Hepsi bir yana, meclis kürsüsünde Leyla Zana’nýn Kürtçe konuþmasý nedeniyle
uðradýklarý baskýlar 10 yýl zindanlarda kalmalarýyla sonuçlanmýþtý. Aðrý’nýn Doðubeyazýt ilçe belediyesinin
yaptýðý parkýn giriþinde asýlý olan tabelada “EHMED-E
XANÝ PARKI” yazýsýndaki X harfi bahane edilerek
kaymakamlýk tabelayý indiriyor. Ýçiþleri Bakanlýðý Belediye Baþkan’ý ve Belediye Meclisi hakkýnda dava açýyor. Bu tür örnekler sayýlamayacak kadar çok.
Kardelen projesiyle Kürt ailelerin kýz çocuklarýnýn
okula gitmesi için kampanyalar yürütüldü. Kürtçenin
varlýðýný ve canlýlýðýný sürdürmesinde Kürt kadýnlarýnýn
Kürtçe konuþmasý belirleyici bir önemdedir. Her çocuk
annesinden Kürtçe öðrenerek büyüdüðü için asimilasyon politikalarý Türk burjuvazisinin istediði sonuçlara
ulaþamýyordu. Kardelen projesiyle Kürt kýzlarýnýn okula gitmesi için kampanyalar baþlatýldý. Kürt kýzlarýna
Türkçe öðretilip, anne olduklarýnda çocuklarýna Türkçe
konuþmalarý, Türkçe dil öðretmeleri amaçlanýyor.
Bütün olanlara raðmen Kürt halkýnýn mücadelesi
yükseldiði, özgürlük için ayaða kalkmaya baþladýðý dönemden itibaren dil açýsýndan da önemli geliþmeler olmuþtur. Özgürlük için ayaða kalktýðý yýllarda Kürtçe
gazete, kitap, kasetler yaygýnlaþmaya baþlamýþ, bütün
engellemeler boþa çýkartýlmýþtýr. Kürt dilinin kendini
yaþatýp geliþtireceði tiyatro, sinema gibi alanlarda Kürtçe kullanýlmaya baþlandý. Bugün artýk tüm engellemelere raðmen TV ve radyo yayýný TC sýnýrlarý dýþýndan
yapýlarak Kürt halkýna ulaþýyor. Kürtçe TV’nin olmasý
Kürt dili açýsýndan özellikle büyük öneme sahip. Hem
dil birliði açýsýndan hem de dilin geliþmesi açýsýndan
TV yayýný önemli. Toplumsal mücadele dil etkileþimini
Kürt dilinin geliþmesiyle belirgin olarak görebiliyoruz.
Hem tarihsel açýdan hem de bilimsel açýdan Kürt dilinin geçmiþine ve bugününe iliþkin bilgi ve eserler artmaya baþladý. Kürt dili eðitim dili olarak Güney Kürdistan’da ve Ýsveç’te sürgündeki Kürtler tarafýndan kullanýlýyor. Son yýllardaki geliþmeler nedeniyle Kürdistan’ýn diðer parçalarýndan eðitim için Güney’e önemli
bir yönelim var. Özellikle üniversitelerde eðitim almak
için gidenlerin sayýsýnda hýzlý bir artýþ var.
Kış ‘10
Kürtçe üzerindeki bütün baskýlarýn kalkmasý, Kürt
dilinin birlikte yaþadýðý halklarla tam eþitliði ve her türlü olanaða sahip olmasý gerekiyor. Bugüne kadar verilen mücadelede önemli bir yol kat edildi. Ancak Türk
burjuvazisinin Kürt dilini yok etmeye, asimilasyon çabalarý biçimsel deðiþiklikler dýþýnda devam ediyor. Bu
baskýnýn ortadan kalkmasý Türk burjuvazisinin iktidarýnýn sona ermesiyle gerçekleþecektir. Ancak o zaman,
halklarýn ve dillerin tam eþitliðinin saðlanmasýnýn yolu
açýlýr.
DÝN ÝLE DÝL ETKÝLEÞÝMÝ
Kimi dinler etkiledikleri farklý dilleri konuþan
halklara, o dini temsil rolü üstlenen ve o dini yayan halkýn dilini de taþýr. Bu çoðu zaman etki yapmakla sýnýrlýdýr. Ýslamiyet bu anlamda bir örnektir. Ýslamiyet’i benimseyen halklarda baþta insan isimleri olmak üzere Arapçadan etkilenme vardýr. Ýran’ýn dili olan Farsça da
Arapçanýn etkisinin yüzde 60 olduðu söylenmektedir.
Türkler ve Kürtlerde de bu etki görülüyor. Arapça Ýslamiyet’e geçen birçok halkýn dilinde etki yapmýþtýr. Dinin dil ile etkileþimi, içinde bulunulan koþullara göre
deðiþir.
Hýristiyanlýðýn sömürgecilikle taþýndýðý ülkelerde
yerli halklarýn dinleri yok edilip Hýristiyanlýk öðretilirken çoðu zaman sömürgeciler kendi dillerini de öðretmiþtir. Kýzýlderililer ya da Aborjinler dilleri yok edilirken dini inançlarýyla dillerini yaþatmaya çalýþmýþlardýr.
Türklerin Avrupa’da egemenlik kurduðu yerlerde Ýslamiyet’i kabul edenler içinde Türkçe konuþmaya baþlayanlarda yaygýndýr. Kimi zaman din, dilin yaþamasý, kimi zamanda tersine yokolmasý yönünde etki yapmýþtýr.
Sömürgecilerin getirdiði Hýristiyanlýðý kabul edenlerin
kendi dilleri çoðunlukla yokolmuþtur. Türklerin egemenliðine giren ve Ýslamiyet’i kabul eden Balkan ülkelerinde de kendi dilini býrakan topluluklar olmuþtur.
Türk egemenlerinin Kürtleri asimile etmeleri açýsýndan farklýlýklar vardýr. Devlet otoritesinde ibadet yapýlan cami ve ibadet yerlerinde Türkçe konuþulduðu için asimilasyon ibadet ve dinle de uygulanmaya çalýþýlýyor. Devlet otoritesinin ibadeti etkilemeyeceði yerlerde, cami ya da diðer ibadet yerlerinde Kürtçe konuþulduðundan Kürtçenin yaþatýlmasý açýsýndan etki yapýyor.
Genellikle köylerde Kürtçe, kentlerde Türkçe ibadet
yaygýn. Ýbadet dili olarak elbette ibadeti yürütenlerin
kullandýðý, vaaz vs için kullanýlan dili kastediyoruz.
Ýbrani dili Ýsrail kurulmadan önce dünyanýn deðiþik ülkelerinde daðýlmýþ olarak yaþayan Yahudilerce ibadet dili olarak kullanýldý. Ýbranice, dinin, ibadetin dili olarak yaþadý.
Yok olmakta olan bazý diller, dini ibadetler ya da
dini yazýtlar yoluyla daha uzun süre varlýðýný sürdürmüþtür. Latince, kilise tarafýndan sürdürülmüþtür. Dinin
dil ile iliþkilerinde çeviri yoluyla da etkileþimi olmuþtur.
Birçok dil, din için yapýlan çevirilerle diðer dillerde etki yapmýþtýr. Bazý durumlarda da dini etkinin güçlü olmasý için çeviriler yapýlarak idealizmi savunan düþünceler yaygýnlaþtýrýlmaya çalýþýlmýþtýr.
Kış ‘10
Din ile dil iliþkisinde önemli bir yanda eski tarihlerdeki dini tören ve inançlarýn yazýlý hale getirilmesidir. Dini yazýtlar yoluyla bilim ve felsefe alanýnda birçok soruna yanýtlar bulunuyor. Bazý yazýtlar da dine iliþkin aydýnlatýcý oluyor. Kuran ve Ýslamiyete maledilmeye çalýþýlan, tanrý buyruðu olarak gösterilmeye çalýþýlan baþörtüsünün Ýslamiyet öncesinde de kullanýldýðý,
Ý.Ö 1500’lerden ve daha öncesinden kalan yazýtlarýn
çözülmesiyle anlaþýlmýþ durumda. Dini yazýtlarýn tarihsel açýdan en önemli rolü inanç sistemlerinin nasýl evrimleþtiðinin görülmesine yardýmcý olmasýdýr. Ýdealizmin birçok savý eski yazýtlardan yararlanýlarak çürütülebiliyor. Asýl olarak geliþen bilim idealizmi yeniden,
yeniden çürütür. Ancak tarihi yazýtlar ilahi güçlere atfedilenlerin, Kuran – Ýncil gibi kitaplarda yazýlanlarýn aslýnda ilahi güçlerin eseri olmadýðýnýn, daha önceden deðiþik tarihlerde ya da toplumlarda bilinen þeyler olduðunun kanýtý olarak iþlev görüyor. Dini içerikli yazýtlar
tarihsel geliþmeler hakkýnda bilgi verirken ayný zamanda bu yazýtlar dinin idealist temellerini de yýkmakta iþlev görüyor. Dini inanýþlarýn evrimi insanýn bilincinin
geliþimini de ortaya koyuyor. Ekonomik-toplumsal geliþme ve bilinçteki geliþmeye uygun olarak dini inanýþlarda da deðiþim yaþanýyor. Bu ayný zamanda dil ve edebiyatýn geliþme düzeyi ile olan iliþki nedeniyle aydýnlatýcý oluyor. Dinle iliþkili olarak yazýn üzerinden olumsuz bir etki ise, çoðu kez egemen olanlar kendi dinleri
dýþýndaki dinleri ifade eden yazýlý eserleri ya da diðer
dinlere inananlarýn konuþtuðu dillerden yazýlý eserleri
imha etmiþlerdir. Dinin, ilahi gizemin dil yoluyla sürdürülmeye çalýþýldýðý da görülüyor. Arapça dilini bilmeyen Ýslamiyet’i benimsemiþ birçok ülkede Arapça ibadet yapýlýyor. Arapçayý bilmiyor olmalarý, bilmemenin
gizemiyle oluþan bir etki yaptýðýndan ýsrarla Arapça ezan, Arapça dualar sürdürülüyor. Ayný þeyleri her halk
kendi dilinde söyleyince etkilenme azalacaktýr, bilinmeyene ilahi tapýnma, bilineni düþünerek, anlayarak
benimsemeye dönüþünce dini etki azalýr. Ýbadetin, dualarýn, ezanýn vs. Arapça ya da Hýristiyanlarda bazen Latince ibadet olmasý bu yüzdendir. Din ile dil iliþkisi koþullara göre farklýlýk gösteriyor. Din kimi zaman bir dilin geliþmesi ve güçlenmesi, kimi zaman yok olmasý yönünde etki yapýyor. Din tek baþýna dil üzerinde belirleyici deðildir. Dilde din üzerinde tek baþýna belirleyici etki yapmaz. Din ile dil koþullara göre birbirlerini
engelleyici ya da destekleyici etki yaparlar.
KAPÝTALÝZMDE DÝL
Günümüzde kapitalizmin yýkýcý, çürütücü etkisi dil
üzerinde de yansýmasýný buluyor. Kapitalizmin bugünkü çürümüþlüðü her þeyde olduðu gibi dilde de yaþanýyor.
Metalaþma kapitalizmde her þey üzerinde etki yapar. Sosyal, kültürel, ekonomik, her türlü materyal, her
türlü faaliyet bir sömürü aracýdýr. Kar getirisine bakýlýr.
Meta olarak iþlevi olmayan hiçbir þey, hiçbir etkinlik,
geliþme, yaþama þansý bulamaz. Metalaþmanýn her tür-
25
lü etkinliði sýnýrlamasý insanýn sosyal geliþimini, edebiyat ve sanatýn geliþimini de sýnýrlar. Bilimsel geliþmeler
kapitalist tekellerin çýkarýna uygun olursa kullanýlýr,
burjuvazinin çýkarýna hizmet etmeyen bilimsel-teknik
geliþme yaþam þansý bulamaz. Bütün bu engellemeler,
gericileþme, dilin bu faaliyetler üzerinden geliþmesini
de dolayýsýyla etkilemiþ oluyor.
Kapitalizm her þeyi metalaþtýrmaya çalýþýrken,
burjuvazinin çýkarý için çarpýtýrken, bu, dilde de yansýmasýný buluyor. Özgürlük kavramýný rakamlar yoluyla,
pazarlama yoluyla çarpýtýyor. Kimi zaman Coca Cola,
kimi zaman Live’s, kimi zaman hazýr kart ya da farklý
bir þeyi kullanmak özgürlük olarak gösteriliyor. Sözcük
gerçek anlamý dýþýnda burjuvazinin pazarlama aracýna
dönüþtürülmeye çalýþýlýyor.
Kapitalizmin her þeyi metalaþtýrmasý nedeniyle
her türlü sosyal faaliyet, edebiyat eseri meta olarak iþlev görür. Herhangi bir tiyatro oyunu, konser, roman, sinema filmi, þiir kitabý vs ancak parayla, emekçilerin ulaþmakta zorlanacaðý, ulaþamayacaðý parayla satýlan
metalardýr. Her þeyin metalaþmasý insanlarýn sosyal
yönden geliþimini sýnýrlýyor. Nazým Hikmet’in eserlerinin yayýn hakkýný Yapý Kredi Bankasý Yayýnlarýnýn almasýyla þiirlerin yaygýn olarak okunmasý ve yararlanýlmasý kýsýtlanmaya baþlandý. Telif hakký ödeme zorunluluðu þiirlerden yararlanýlmasýnýn önüne geçmeye baþlýyor. Nazým Hikmet’in þiirleri için kitaba ödenen para
dýþýnda herhangi bir faaliyette yararlanmak için ayrýca
para ödemek! Nazým’ýn yýkýlmasý için mücadele ettiði
kapitalizm Nazým’ýn eserlerini bile zincirlemeye çalýþýyor. Her þeyin metalaþmasý edebiyat eserlerinden yararlanmanýn önünde büyük bir engeldir. Edebiyat eserlerinden verilen paraya göre yararlanmak! Ýþte kapitalizm.
Tekelleþme bütün alanlarda gerçekleþmiþ durumda. Yayýn alanýnda, tv, radyo, gazetecilik, edebiyat vs.
bütün alanlarda tekelleþme var. Tekelleþme nedeniyle,
burjuvazinin çýkarlarýna hizmet etmeyen, sanatçýlarýn,
yazarlarýn eserleri ya da proletaryadan yana olan eserlerin geniþ yýðýnlara ulaþmasý ya tamamen engelleniyor,
ya da kýsýtlanýyor. Edebiyat ve yayýn alanýnda Doðan,
Yapý Kredi Bankasý, Ýþbankasý Yayýnlarý, baþta olmak
üzere bazý tekellerin egemenliði var. Tekelleþmeyle edebiyat ve yayýn alanýndaki geliþme engelleniyor. Birçok yazar ve sanatçýnýn eserleri tekellerle uyuþmadýðýndan geniþ emekçi kitlelerine, okuyucu kitlelerine ulaþamýyor. Edebiyatçýlarýn dile katkýlarý, yaratýcýlýklarýnýn
dile katkýsý ve okuyucularýn dil geliþimi tekel çýkarlarýnýn sýnýrlamasýyla geriliyor. Bunun son örneði daðýtým
alanýndaki tekellerin çok aðýr koþullarý nedeniyle 2008
Ocak’tan itibaren birçok süreli yayýnýn daðýtýmýnýn engellenmesidir. Birçok siyasi, kültür, sanat, edebiyat vs.
dergisi artýk daðýtýlamýyor, okuyucularýna ulaþmasý engellenmiþ oluyor.
Ýþbölümü ve her þeyin metalaþmasý insanlarýn çok
yönlü geliþmesini engeller bir niteliktedir. Burjuvazi çý-
26
karlarý gereði insanlarýn tam geliþimini istemez. Kapitalizm insanlarýn tam geliþimini saðlayacak yetenekten
yoksundur. En önemlisi insanlarýn bilgi düzeylerini
yükseltmesinin, kültürel olarak geliþmesinin, eleþtiren
ve araþtýran bilimsel düþünce yapýsýna sahip olmasýnýn
engellenmesidir. Kapitalizmin insan da yarattýðý yýkým,
dil açýsýndan geliþmiþ, sözcük hazinesi geliþmiþ insanlar olmasýný engelliyor.
Kitle iletiþim araçlarý bu açýdan önemlidir. Radyotv-internet-basýn burjuvazinin çýkarlarý doðrultusunda
yayýn yaparken etki alanýndakileri belirli kavramlarla,
sözcüklerle ya da imgelerle yönlendirip sýnýrlar. Burjuvazinin ekonomik, kültürel vs. açýdan etkisi, çýkarlarý
söz konusudur. Kapitalist sömürünün dil üzerindeki en
önemli etkisi insanýn geliþimini engellemesiyle oluþur.
Burjuvazi sömürüyü sürdürmek için insanlarýn bilgilenmelerini, bilinçlenmelerini, yaratýcý ve eleþtirel bir anlayýþa sahip olmalarýný sýnýrlar ya da engeller. Sosyal açýdan, bilimsel düþünce açýsýndan tam geliþmeyen insanlar, bilincin geri olduðu insanlar, dil geliþimi ve üretimi
açýsýndan da geri olurlar. Kapitalizmin gericiliði, insanýn geliþmesini engellemesi ve sýnýrlamasý nedeniyle
dildeki üretim ve geliþme de sýnýrlanýyor. Kültürel ve
sosyal gerilik dilin geliþmesini engellemesi ve sýnýrlamasý nedeniyle dildeki üretim ve geliþme de sýnýrlanýyor. Kültürel ve sosyal gerilik dilin geliþmesini engelleyici etki yapar. Kapitalizmdeki çürümenin dilde yansýmasýnýn en açýk görüntülerinden birisi ikiyüzlülük ve
çürümenin dildeki ifade ediliþidir. Birçok sözcük, birçok kavram çarpýtýlýr. Kitlesel katliamlar için “orantýsýz
güç kullanýmý” ifadeleri kullanýlýr. Katliam sözcüðü
kullanýlmaz. Sömürülen ülkelere az geliþmiþ denir, sömürülen ülke denilmez, birçok alanda konuþma belli
jargonlarla, kalýplarla sýnýrlanýr. Sokaklarda, iþyerlerinde, spor alanlarýnda, okullarda vs. günlük konuþma
yozlaþmayla birlikte zenginliðini yitirip, belirli kalýplarla, sözcüklerle sýnýrlanmaya baþlayarak geriler. Çürüme
dilde çürüme olarak toplumsal çürümenin bir parçasýdýr.
Dilin en önemli etkinlik alanlarýndan birisi evdir.
Ev içinde günlük konuþmadýr. Günümüzde tv, radyo,
internet vs çok yaygýn kullanýlýyor. Evdeki günlük yaþamýn hemen hemen tamamý bunlarla iliþkili olarak geçiyor. Burjuvazinin pazarlama-reklam uzmanlarý, kadýnlar için, erkekler için, çocuklar için, yaþlýlar için, cinsiyete göre, mesleðe göre vs. ayrý ayrý her insanýn bilinçaltýný etkileyecek yöntemler kullanarak insanlarý yönlendirmeye çalýþýyorlar. Ayrýca film, dizi, deðiþik programlarla da insanlarýn bilincini etkiliyorlar. Bu yolla insanýn geliþimini kendilerinin ekonomik, politik ve kültürel açýdan çýkarlarýyla sýnýrlýyorlar. Dilsel üretimin
koþullarýný etkilemenin yanýnda günlük konuþmalarý da
etkiliyorlar. Kullanýlan bazý sözcükler çok sayýda insan
tarafýndan kullanýlýrken bu insanlarýn ayný anlama gelecek kavramlarý kullanýp geliþtirmeleri engelleniyor. Artýk bebeklik yaþýný geçtiði andan baþlayarak çocuklar ü-
Kış ‘10
zerinde etki kuracak yöntemler kullanýlýyor. Ýletiþim
teknolojisi yoluyla insanlarýn konuþmalarý sýnýrlanýyor.
Oysa ayný teknoloji burjuva mülkiyet iliþkilerinden kurtarýldýðýnda yaratýcý ve geliþtirici etki yapacaktýr.
Kapitalizmde dil geliþimini engelleyen en önemli
etkenlerden birisi de milliyetçilik ve þovenizmdir. Zengin kültürel geliþme þovenizmle engelleniyor. Günlük
konuþulan sözcüklerden edebiyat, yayýn alanýna bütün
her alanda þovenizm, insanlýðýn zengin kültürünün kendi halkýnca benimsenmesini, geliþtirilmesini engeller.
Dilin evrensel etkileþimini engellemeye çalýþýr. Hrant
Dink’in katledilmesiyle apaçýk görülen Ermenilerin gazete ve her türlü yayýnlarý, konuþma, ibadet, eðitimleri
vs. üzerindeki baskýlar Ermeni dilinin zenginliðini yok
etmektedir. Karadeniz bölgesindeki Rum köylerindeki
Rumlar dillerini konuþmaktan korkar hale gelmiþtir.
Kürt dili üzerindeki baskýlar paranoya halini almýþtýr.
Tarih burjuvazinin yaðmasýna uðruyor. Sömürgeciler ve emperyalistler yüzyýllardýr her yeri yaðmalýyor.
Irak iþgalinde yaðmalanan müzeler ve tahrip edilen tarihi eserler insanlýk tarihinin önemli bir birikim ve hazinesinin yýkýlýp yok edilmesidir. Babil kalýntýlarýnýn olduðu yer ABD tanklarý altýnda kalarak tahrip oldu. Irak
iþgalinde yaðmalanan müzeler, tarihi eserler, yazýtlar tarihte yaþamýþ birçok dil, kullanýlmýþ olan birçok alfabeye iliþkin tüm bilgilerin, malzemelerin artýk bir araya
gelemeyecek biçimde yaðmalanmasý, tahrip edilmesi
dillerin ve alfabelerin incelenip yeni bilgilere ulaþýlmasýný olanaksýzlaþtýrdý. Sadece Irak deðil, emperyalistler
yüzyýllardýr girdikleri yerlerdeki her türlü eseri yaðmaladý ya da tahrip ettiler. Büyük sermayedarlarýn, emperyalist devletlerin koleksiyon ve müzeleri, dillerin kökenlerine iliþkin eserlerin yaðmalanmasýnýn kanýtlarýyla dolu…
Çürüyen, çöküþ aþamasýnda olan kapitalizmi ayakta tutmak isteyen sermaye sýnýfý her türlü baskýyý uyguluyor. Ýnsanlarýn konuþmalarýnýn dinlenebileceðini,
kaydedilebileceðini düþünmeleri saðlanarak her türlü
duygu, düþünce ve bilginin ifade edilmesi baský altýna
alýnýyor. Teknik olarak dinleme, izleme, kaydetme olanaklarý var. Bu çok hýzlý yaygýnlaþarak kullanýlýyor.
Burjuvazinin faþizm yoluyla ya da dünyanýn birçok yerinde olduðu gibi gerici olarak uyguladýðý baskýlar, her
türlü yayýnýn, kitap, gazete, dergi, radyo, tv, internet
vs’nin yayýnlanmasýnda sansür ya da oto sansür yoluyla, kimi zamanda faþist yasalarla uygulanan yasaklar,
tutuklamalar hatta baskýnlar, bombalar, tehditler, katliamlar vs. ile kurduðu baskýlar dil üzerinde, dilin özgür
geliþimini engelleyerek etki ediyor. Faþizmin baskýsýyla birçok aydýn, sanatçý, bilimci düþüncelerini, bilgilerini, eserlerini ortaya koyamýyor.
Kapitalizmin bugünkü çürümüþlüðü altýnda, kapitalizmin insanýn geliþimini engellemesi, tekelleþmenin
birçok edebi eseri engellemesi, meta ekonomisinin edebiyat ve dilin geliþimini sýnýrlayýcý etkisi, burjuvazinin
gerici bir sýnýf olmasý, yaðmacýlýk, yozlaþma gibi özel-
Kış ‘10
likler dilin geliþmesini engellemektedir. Dil günün olanaklarýnýn kapitalizm tarafýndan yozlaþtýrýlmasý ve darlaþtýrýlmasý nedeniyle ulaþabileceði geliþmiþlik düzeyinin çok gerisindedir. Kapitalizmin yýkýlmasýyla insanýn
tam geliþiminin ve dilin tam geliþiminin yolu açýlacaktýr.
SOSYALÝZM VE DÝL
Sosyalizm dil iliþkisini ele alýrken sosyalizmin deneyimleri ve teorisinden yararlanacaðýz. Ýktidar dil iliþkisinde iktidarý elinde bulunduran egemen sýnýfýn kendi
ulusal dili için iktidarý kullanabildiði ve diðer dilleri iktidar zoruyla engellemeye, yok etmeye çalýþtýðýný biliyoruz. Bugün için TC bu açýdan bir örnek. Sosyalizmde ise iktidarý elinde bulunduran proletarya enternasyonaldir. Proletarya diktatörlüðü kurulduðunda öncelikle
ulusal karakterli bir egemenlik olmayýp sermayeye karþý dünya proletaryasýnýn bir parçasý olacaðýndan remi
dil uygulamasýný reddeder. Sosyalizmde ulusal ayrýcalýklar reddedilip uluslarýn kendi kaderini tayin hakký ve
uluslarýn tam eþitliði güvence altýna alýnacaðý ve bunun
bütün gerekleri yerine getirileceði için hiçbir dil kendini diðerinden üstün durumda bulamayacaktýr.
Sosyalizm öncesinde kapitalist iliþkiler ve sömürü nedeniyle dil geliþimi olumsuz etkilenmiþtir. Yayýncýlýk alanýnda tam bir tekelleþme varken dil tekellerin
çýkarýyla iliþkili olarak geliþebildiði ölçüde geliþir, gerçek geliþmesi dizginlenir. Sosyalizmde bütün basýn-yayýn olanaklarý toplumun elinde olacaðýndan kitap-yayýn-iletiþim alanýnda dil engellenmesi ortadan kalkacaktýr. Kürtçe ya da diðer dillerden tv-radyo-internet vs.
için hiçbir kýsýtlama olmayacaðý gibi, tekelleþme yýkýlmýþ olacaðýndan her türlü yayýn ve iletiþimde dilin kýsýtlanmasý ortadan kalkacak. Burjuva yozlaþma yýkýlmýþ
olacaðýndan bütün halklarýn kendi kültürlerini, duygularýný özgürce yaþayacaðý, geliþtireceði bir ortam oluþacak ve bu da dilin tam özgürlük içinde geliþmesini saðlayacak. Kapitalizmde burjuvazinin baskýsý altýnda olan
halklar dilleri ve edebiyatlarýný vs. geliþtirmeleri için
sosyalizmde destekleneceklerdir.
Sosyalizmin dil üzerinde olumlu etkileri kapitalizmle kýyaslanamayacak kadar ileridir. Sovyet ülkelerinde sosyalizm öncesi ile sosyalizm dönemi dil açýsýndan bir farklýlýðý belirtelim. Çarlýk döneminde var olduðu bile bilinmeyen, en azýndan Rusya’da aydýnlarýn bile duymadýðý birçok dil ve birçok ulusal topluluðun adý
sosyalizmin getirdiði özgürlük ortamýnda duyulmuþ ve
varolduklarý anlaþýlmýþtýr. Bütün bu ulusal topluluklar
tam eþitlik ilkesine dayalý olarak dillerini yaþatma, geliþtirme, kendi dillerinde eðitim, yayýn haklarýna sahip
olmuþlardýr. Kürtlerin Sovyet ülkelerinde sayýlarý birkaç yüz binle sýnýrlý olmasýna raðmen Kürtçe edebiyatýn, her türlü yayýnýn ve dilin geliþmesinin Türkiye ve
K. Kürdistan’dan daha ileri olmasý, on milyonlarý bulan
Kürt nüfusunun bulunduðu yasaklý burjuva ülkelerden
daha ileri olmasý bir örnektir. Sovyet ülkelerindeki di-
27
ðer diller için de durum böyledir. Sosyalizmde her ulusal topluluktan insanlarýn kendilerini kültürel, sosyal açýdan, bilimsel olarak tam geliþtirme olanaklarýna sahip
olmalarý ve bu geliþmeleriyle de dilin geliþme yolu açýlýr, dil canlanýr. Kýsaca, sosyalizmde her ulustan ve ulusal topluluktan insanlarýn her türlü üretimde bulunmalarýnýn yollarýnýn açýlmýþ olmasý, kendilerini tam geliþtirmelerinin yolunun açýk olmasý dillerin özgürce geliþimi demektir.
Sosyalizmde eðitim kamu hizmetleri ve yayýnlar
bölge halkýnýn dilinde yapýlýr. Çok uluslu devletlerde,
nüfusun karýþýk olduðu bölgelerde azýnlýk durumunda
bulunan halkýn kendi dilini yaþatmasý önüne engel konulmaz. Buralardaki eðitim kurumlarýnda, eðitim verilen dil anadili olmayanlar için özel dersler, araþtýrma olanaklarý, üniversitelerde kürsüler, kütüphanelerde kitap
vs yoluyla dillerini geliþtirme, yaþatma olanaklarý saðlanýr.
Kürdistan tilkisi sosyalizmde sadece Kürdistan
daðlarýnda deðil bütün yayýnlarda, kitaplarda ve dillerde de özgürce yerini alabilir. Türk burjuvazisinin dilde
yok etmeye çalýþtýðý Kürdistan tilkisi gibi Kürtlere,
Kürt diline ait her þey sosyalizmde tam özgürlüðe kavuþur.
Enternasyonal marþý bütün uluslardan proleterlerce
benimsenip bütün dillerde söyleniyor. Hiçbir ulusal ya
da dinsel marþ ya da baþka þey Enternasyonal Marþý kadar farklý ulustan, renkten, inançtan insanlarýn dilinden
söylenmemiþtir. Her ulustan proleterin bir aðýzdan söylercesine kendi dilinden enternasyonali söylemesi proletaryanýn dilde getireceði özgürlüðün bir habercisi, iþaretidir.
Sosyalizmde kapitalist özel mülkiyet ortadan kalkacaðýndan, herhangi bir ulus ya da ulusal topluluk
kimsenin sömürü için Pazar kitlesi olmayacak ve dillerin sömürü malzemesi olmasýnýn koþullarý ortadan kalkacak. Sosyalizmin dil açýsýndan geliþtirici etkileri kýsaca; eðitim, araþtýrma ve geliþtirme olanaklarý bütün
halklarýn eþitliði ilkesiyle tüm halklara tanýnacak. Her
halk kendi topraklarýnda kendi dilinde kamu hizmeti ve
her türlü kültürel, sosyal, sanat ve edebiyat faaliyetini
yürütecek. Her ulus için kendi kaderini tayin hakkýný
kullanma hakký sürekli var olacaðýndan özgür yaþayacak ve dilde bu özgürlüðü yaþayacak. Ýktidar olanaklarý bütün uluslar için ayný ölçüde eþit olarak kullanýlacak.
Ýktidarýn dil üzerindeki etkisi her ulus için geliþtirici olacak.
Komünizm açýsýndan bugünden söylenenler teorik
öngörüler olacaktýr. Dilin komünizmde nasýl olacaðýna
iliþkin söylenecek en önemli yaklaþým dillerin sayýsal
olarak çoðalmasý deðil, azalmasý olacaktýr. Komünizmde sýnýrlarýn olmadýðý bir dünya olacak. Sosyalizm altýnda bütün diller özgürce geliþmesini yaþarken emperyalizmin yeryüzünden silinmesiyle sosyalizmin tam geliþmesinin yolu açýlmýþ olacak. Sosyalizmin örgütlenmesiyle bütün iletiþim teknolojisi toplumsal çýkarla ve
28
insanýn geliþmesinin hizmetinde olacak. En ücra köye
kadar, yaþayan herhangi bir insanýn, yaþlý, genç, çocuk,
kadýn, erkek demeden, çiftçi, çoban, öðrenci, öðretmen
vs. hiç ayrýmsýz her dili konuþan insanýn bulunduðu
yerden bir kablosuz iletiþim teknolojisinden yararlanarak her türlü bilgiye, üniversitelerdeki kitaplara, konferanslara, bilimsel buluþlara, günlük ya da diðer yayýnlara, bilimsel ve edebi tüm kitaplara sosyalist ülkelerdeki
tüm kütüphanelerdeki kitaplara ve diðer yayýnlara hiç
ücret ödemeden sadece insan olarak kendini geliþtirebilmesi için ulaþabilmesi olanaklý olacaðýndan insanýn
tam geliþimi ve dilin özgür geliþimi geniþ olanaklarla
gerçekleþecektir. Bilgisayar, internet, kablosuz iletiþim
vs. teknoloji insanlarýn kendini geliþtirmesinin her türlü
olanaðýný sunacak. En ücra köydeki çobanýn ya da diðer
bir insanýn pratik olarak taþýyabileceði bilgisayar ve
kablosuz iletiþim yoluyla hiçbir ekonomik kaygý gütmeden her türlü yayýna ve günü gününe çýkan roman,
þiir kitabý, bilimsel kitaplara ulaþmasý ve bu olanaklara
sahip olmasý ancak sosyalizmde olacaktýr. Küba’da elektrik ulaþtýrýlamayan kýrsal alanlardaki, köylerdeki, okullardaki tüm öðrencilerin bilgisayar öðrenmesi için,
bilgisayar kullanmalarý için güneþ enerjisi panelleri kurulmasý tüm olanaksýzlýklara raðmen yapýlanlar için bir
örnektir.
Sosyalizmin geliþmesi komünizme evrilmeye baþladýðýnda diller arasýnda kaynaþma ileri boyutlara varacaktýr. Sýnýflarýn ve sýnýrlarýn olmadýðý komünist toplumun oluþmasý süreci uzun bir süreç olacaktýr. Bu süreç
ayný zamanda dünyadaki tüm insanlarýn birbirleriyle iletiþimlerinin en ileri düzeye çýktýðý bir süreç olacak.
Her türlü sosyal, kültürel, sanatsal, bilimsel geliþme dilin ortaklaþmasýný getirecektir. Varolan dil sayýsý azalýrken dil daha etkin kullanýlacaktýr.
Komünist toplum insanýn çok yönlü geliþiminin
tüm olanaklarýný sunacak bir toplum olacak. Dil de evrensel olarak büyük bir geliþme olanaðýna kavuþacak.
Dilin önündeki tüm engeller çoktan kalkmýþ olduðundan dünya vatandaþýndan bahsedilecektir. Komünizmde bilimsel, sosyal, tarihsel, sanatsal, edebi vs. bütün araþtýrmalar ve eserler toplum için yapýlacaðýndan her
türlü araþtýrma ve geliþme tüm insanlar için, insanlarýn
sosyal-kültürel açýdan eksiksiz olmalarý için yapýlacaðýndan bütün geliþmeler dilin özgürce geliþmesinin olanaklarýný sunacak. Dil bütün zincirlerinden kurtulacak,
her türlü baskýdan kurtulmuþ olacak. Tüm, diller güçlü
yönlerini geliþtirip zayýflýklarýndan kurtulacak ve dilin
evrensel geliþimi hýzlanacak. Dil daima, bir zenginlik
olacaktýr. Dillerin engellenmesi insanýn insan olarak geliþiminin engellenmesidir. Devletin, zor aygýtlarýnýn ortadan kalkmýþ olacaðý komünist toplumda dil tam olarak özgür olarak geliþiminin ileri evrelerine ulaþacak.
*2008 yılında kaleme alınan dil üzerine isimli çalışmanın
son bölümüdür.
Kış ‘10
3.Çukurova
Kitap Fuarý
Fuar Günlüðü
Demet Demeter
12-17 Ocak 2010 tarihinde üçüncüsü düzenlenen Çukurova
kitap fuarýna katýlmak için Ýstanbul’dan Þair dostumuz Ruhan
Mavruk ile birlikte 11 Ocak’ta Adana’ya geldik. Bizi karþýlayan
Adana Ayýþýðý’ndaki arkadaþlarýmýzla birlikte sýcak çaylarýmýzý
yudumladýktan sonra hemen fuar
alanýna hareket ettik. Burada fuar alanýnda bize ayrýlan bölümde
standýmýzý düzenleyip çeþitli poster ve resimlerle süsledik. Ve açýlýþa hazýr hale getirdikten sonra
yine sanat merkezine döndük.
12 Ocak Salý
Bugün fuarýn ilk günü. Salý günleri genellikle kitap
fuarlarý ölü geçmesine raðmen ilk gün olmasý nedeniyle canlý sayýlabilecek durumda. Ziyaretçilerimiz özellikle ilköðretim öðrencilerinden.
Küçük okuyucularýmýzýn ilgileri de yaþlarýna uygun nitelikte. Deniz ve Che defterleri ve anahtarlýklarý
ile ilgililer. Bir de kartlarla ilgileniyorlar. Tabii Deniz ve Che’yi tanýyan çocuklar hemen koþuyor…
Ýçlerinde kitap fuarýna gelmenin heyecanýný yaþýyorlarken, buna birde kendilerinden bir standý bulmanýn heyecaný ekleniyor.
Newroz’da çektiðimiz fotoðraflardan hazýrladýðýmýz kartlar da Kürt çocuklarýnýn ilgisini çekiyor. Hemen zafer iþareti yapmaya baþlýyorlar. Bizde sizdeniz
dercesine. O fotoðraflarýn içersinde kendilerini görmek
hoþlarýna gidiyor.
Tabii çoðu o kartlarý bile alamayacak kadar yoksul aile çocuklarý. Bu anlaþýlýyor yüzlerinden. Okula
giderken her gün ceplerine harçlýk konulan çocuklardan deðil onlar. Sevdikleri þeylere uzaktan bakan çocuklar… Ve hiçbir zaman istediklerini, sevdiklerini alacak kadar ceplerinde paralarý olmayan çocuklar…
Tabii onlarý görünce biz de hediye ediyoruz hemen sevdikleri kartlarý. (Bazen bu baþýmýza iþ açýyor.
Kış ‘10
Diðer çocuklar da ücretsiz kart falan verildiðini görünce hemen standýn etrafýný sarýyorlar. Bu hoþ olduðu gibi zor da oluyor. Bir sürü çocuk ayný anda saldýrýyor…
Manzarayý düþünün.)
Ýlk günün akþamýnda bayaðý bir yorulduðumuzu
hissediyorduk. Gün boyu sürekli uðultulu bir ortamda,
cývýl cývýl çocuk sesleri arasýnda bulunmak yormuþtu
bizi. Ama sadece fiziksel bir yorgunluk… Çukurova’nýn o sýcakkanlý insanlarýnýn en küçükleriydi onlar.
Okullarýyla birlikte belli bir saatte geliyor ve gezip dolaþtýktan sonra saatleri dolunca okullarýyla öðretmenleriyle birlikte dönüyorlar. Sonra yerlerini yeni gelen ve
gelmekte olan baþka okullarýn farklý sýnýflarýndaki öðrenciler alýyordu.
Elbette fuarýn ilk gününün ziyaretçileri sadece çocuklar deðildi. Büyük okuyucularýmýz da gelmiþlerdi.
Çeþitli kitapevlerinin yerlerini arýyor, kimler gelmiþ
kimler gelmemiþ anlamaya çalýþýyorlardý.
Dünyada ve ülkemizde yaþanan ekonomik krizden
kitap fuarý da nasibini alýyor. Ziyaretçiler istedikleri kitaplarýn hepsini alamadýklarý gibi katýlýmcýlar da geçen
yýla oranla biraz düþmüþ gibi gözüküyor. Ýlk gün bir
þeyler almak yerine iyice inceleyip bakýyorlar. Belki alacaklarýnýn listesini yapýyorlar. Bir daha fuara gelemeyecek olanlar ise hemen alýyorlar alacaklarýný.
29
13 Ocak Çarþamba
Bugün ikinci günümüz. Acaba nasýl geçecek. Düne göre daha canlý mý? Yoksa daha mý cansýz olacak?
Neyse yaþayýp göreceðiz. Ama kapýda yine okullardan
gelen küçük ziyaretçilerimiz var. Bu gün biraz daha liseler seviyesine çýkmýþ gibi görünüyor ziyaretçi profilimiz.
Yine belli bir hareketlilik var. Býcýr býcýr çocuklarýn sesi ortalýðý kaplamýþ durumda. Bugün ayný zamanda fuar kapsamýnda düzenleyeceðimiz etkinliðimiz var.
Bu nedenle bizim standýmýz da kalabalýk. Antep Ayýþýðý ekin þiir atölyesi de etkinlikte þiir dinletisi sunacak.
Ýþçi þair Kazým Demir de burada. Etkinlik kapsamýnda
onun da þiiri var. Onlar da heyecanla bekliyorlar þiirlerini okumayý. Þiir ve müzik dinletisi þeklindeki etkinliðimiz akþam saat 18.30 ile 20.00 arasýnda olacak.
Ýstanbul’dan birlikte geldiðimiz þair dostumuz Ruhan Mavruk’ta standýmýzda. Ayný zamanda þairlerimize imza günü yapýyoruz. Saat baþý tepemizdeki hoparlörden anonslar duyuluyor. Ruhan Mavruk, Kazým Demir Ayýþýðý Sanat Merkezi standýnda… Kitaplarýný imzalamaktadýr” diye…
Etkinlik saati yaklaþtýkça gelen ziyaretçilerimiz,
dostlarýmýz da artýyor. “Bahara Ezgi” müzik grubundan
arkadaþlar geliyorlar. Sonra þiir grubundaki arkadaþlar
ve Mersin’den de gelenlerimiz var. Standýmýz bayaðý
bir canlý ve hareketli. Yeni gelenlere sarýlýyoruz, merhabalaþýyoruz… Yeni yeni þairlerle dostlarla tanýþýyoruz.
Onlardan birisi de etkinlikte þiir okuyor. Etkinlik saati
geldiðinde salona gidiyoruz. Etkinlik için hazýrlanan
arkadaþlar sunumlarýný gerçekleþtiriyorlar. Þairlerimiz
de her biri þiirlerini okuyor.
Adana Ayýþýðý Þiir Atölyesi de hazýrlamýþ olduðu
þiir dinletisini sundu. Bir buçuk saatlik etkinliðin bir saati çeþitli þiirlerle geçti. Kalan yarým saat 40 dakikada
da Grup Bahara Ezgi; bir müzik dinletisi verdi. Ve orada ilk defa dinlediðim sesler vardý… Etkinlik genel olarak güzel geçmiþti. Ufak tefek heyecanlarla birlikte
sýcak ve içtendi.
Fuar genel anlamda da hareketli geçiyordu. Geçen
yýllarýn Çarþamba günlerinden daha canlýydý. Büyük ziyaretçilerimiz düne oranla artmýþtý. Yine genç kuþak
daha fazla ilgi gösteriyordu kitaplara. Diðer kitap fuarlarýnda da (Ýstanbul, Ýzmir fuarlarý) gördüðümüz gibi
bunda da genç kuþak daha ilgiliydi fuarla.
Birde burada Adana Ayýþýðý’nda resimle uðraþan
bir abimiz var. Çocuklara ve büyüklere resim yaptýrmýþ. “Ben resim yapmayý bilmiyorum” diyen herkese
resim yaptýrýyor. O da öðrencilerinin yaptýðý resimleri
getirdi. Onlarý da astýk standýmýza. Acemice yapýlmýþ
ama çok hoþ resimler. Kimisi daha ilk defa eline kaðýt
kalemi almýþ “ressamlarýmýzýn” içlerinde 6-7 yaþlarýnda olanlar da var. 20’li yaþlarda olanlar da… onlarýn re-
30
simlerinin bir kýsmýný da astýk standýmýza…. Hoþ görünüyor resimlerin hepsi de….
14 Ocak Perþembe
Yine heyecanlý bir koþuþturmacayla baþladýk güne.
Ve yine küçük ziyaretçilerimiz çoðunlukta. Deniz’i
Che’yi soruyorlar “bunlar kim?” diye. Bir taraftan da
gelir gelmez bu Deniz, bu Che diyenleri var. Bunlar büyük devrimci diyorlar. Biraz daha yoðun tabii ilk günlere oranla. Neredeyse fuarýn yarýsýna geldik.
Ve bizi yine yalnýz býrakmayan dostlarýmýz var yanýmýzda. Ruhan ablamýz da burada bizimle. Hemen hemen her gün geliyor. Güzel de geçiyor günlerimiz. Yeni yeni dostlar ediniyoruz. Yeni dostlarla tanýþýyoruz.
Bizim standýmýz her zaman neþeli ve canlý geçiyor.
Diðer fuarlarda da böyle idi. Her zaman mutlaka bir iki dostumuz vardýr standýmýzda. Ya birlikte bir sohbeti
paylaþýyoruzdur, ya da sýcacýk bir çayý. Ýlk defa tanýþýp
Ayýþýðý dostu olanlar da kendilerinden hissettikleri, “iþte gidip sohbet edebileceðimiz bizim yerimiz” diye düþündükleri sýcaklýðý bulurlar standýmýzda.
Yine baþka bir fuarda buluþacaðýmýz dostlarýmýz
olmuþtur o kýsacýk kitap günlerinde. Yeni komþularýmýzla, yeni fuarlarda görüþmek üzere koyulaþtýrýrýz
sohbetlerimizi.
Öðleden sonralarý saat 16.00’dan sonra biraz daha
tenhalaþýr burada ortalýk. Artýk öðrencilerin okullarýna
döndükleri büyük ziyaretçilerin de iþlerinden çýkarak
uðradýklarý saatler baþlar. Sohbetlerimiz de bu saatlerde
yoðunlaþýr daha çok. Küçük ziyaretçilerimizden arta
kalan yorgunlukla devam eder günümüz…
Hafta içi olmasýndan kaynaklý çalýþan insanlar ya
geç saatlerde gelirler, alacaklarýný alelacele alýp giderler. Ya da hafta sonunu beklerler. Yine de hafta sonuna
hazýrlýk olsun diye ilk fýrsatta þöyle bir uðrarlar; ne var
ne yok diye. O arada bizi görenler baþlar içlerinde kalanlarý anlatmaya. Denizleri görünce anýlarý depreþmiþtir. Yolculuklara çýkacak kadar cesaretleri yoktur ama
anlatýrlar nostalji yaparcasýna geçmiþ yolculuklarýný.
Ne büyük yolculuklara çýktýklarýný, ne büyük iþlerin adamlarý olduklarýný! Anlatýrlar! Anlatýrlar! Belki de bu
anlatýþlar terapidir onlar için, bir iç hesaplaþma, bir vicdan muhasebesi, kim bilir! Ama yine de bilirler kendileri için sözün bittiði yeri; yeni gelen ziyaretçileri engellememek için dostça ayrýlýrlar standýmýzdan. Yeni
ziyaretçilerle yeni sohbetler baþlar… Bu böyle devam
eder gider, gün bitene kadar. O tatlý yorgunlukla evimize dönüyoruz…
Yarýn buluþmak üzere…
15 Ocak Cuma
Tüm kitap fuarlarýnda Cuma günleri fuarýn her zaman yoðun günü olarak geçer.
Kış ‘10
Ýlk günlerden daha fazla ziyaretçi vardý. Küçükler
çoðunlukta olmasýna karþýn büyük ziyaretçilerimiz de
gelmiþlerdi. Yine dostlarýmýz, yine Ruhan ablamýz bu
gün de bizimleydi.
Deðiþik okullardan ziyaretçilerimiz de gelmiþti.
Birçok konuda sorular soruyor, bilgi almak istiyorlardý.
Kýsacýk zamanda ne anlatabilirsek onu anlatýyor ve sanat merkezine çaðýrýyoruz onlarý da…
Hareketli yoðun bir gün daha geçiriyoruz. Bir sürü çeþit çeþit insanla tanýþýyoruz. Deniz ve Che defterlerine ilgi yoðun. Özellikle posterlere. Sanýrým bizim
klasiklerimiz de bunlar oluyor. Deniz ve Che kartlarý,
posterleri, anahtarlýklarý… Bayaðý ilgi topluyor.
Okullardan gelen çocuklar sýra sýra diziliyor, birbirlerinin elini tutarak zincir oluþturup öyle yürüyorlar.
Çok hoþ görüntüler çýkýyor ortaya… Küçük küçük eller
birbirini tutmuþ tek sýra halinde yürüyorlar. O sýradakilerden bir kiþinin ilgisini çekmesi bile yetiyor standýn.
20–30 kiþilik çocuk grubunun birden çekirge sürüsü gibi standýn etrafýna daðýlmasý demek bu. Birçok þey soruyorlar. Bu ne? Ne kadar? Vs. vs.
Akþam olduðunda günün nasýl geçtiðini bile hatýrlamýyor insan. Öyle yoðun geçiyor ki, akþam olunca
tatlý bir rehavet çöküyor üzerimize.
Günün yorgunluðu üzerimize çökmüþ halde bir aileye misafir oluyorum. Çok sýcak içten karþýlýyorlar.
Sohbet ediyoruz kýsacýk da olsa. Küçük beyaz-tüylü bir
köpekleri var. Þeker mi þeker bir köpek, misafir görünce koþuyor. Hemen kendini sevdirmeye çalýþýyor. Eðer
iyi bir iletiþim kurulmuþsa aranýzda gelip yanýnýza kendini sevdirmenin yollarýný buluyor. Ayaðýnýzýn önüne
yatýyor. Kucaðýnýza atlýyor. Sabah kalktýðýmýzda o da
bizimle birlikte uyandý neredeyse. Hemen týkýrtýlarý
gelmeye baþladý. Kapýyý açtýk, gelip ayaðýmýn önüne
yattý. Karnýný okþamamý istiyor. Kendini sevdiriyor.
Çeþitli oyunlar yapýyor onu seveyim diye. Ama gerçekten þeker mi þeker bir köpek. Kapýdan çýkarken de bize
güle güle der gibi bakýþlar atýyor. Ýnsan sanki bir arkadaþýndan ayrýlmýþ gibi oluyor ondan ayrýlýrken…
16 Ocak Cumartesi
Bu gün bayaðý yoðun bir günün baþlangýcýndayýz
daha. Yine erkenden geliyoruz. Standýmýzý açýyoruz. Ýçeri ziyaretçiler 10.30’da alýnýyor. Bizler ise (katýlýmcýlar) 10.00’da alýnýyoruz. Her þeyi yeniden gözden geçirip, gelenlere hazýr hale getiriyoruz. Sonra da çaylarýmýzý içiyoruz. Biz daha çaylarýmýzý yudumlarken baþlýyor ziyaretçilerimiz gelmeye. Evet, bu gün hafta sonu
ve bu ziyaretçi profilinden de belli oluyor. Büyük ziyaretçilerimiz yoðunlukta. Onlar da kartlarýn, defterlerin
yaný sýra kitaplara da ilgi gösteriyor. Özellikle genç kuþak “Gençlik Ne Yapmalý” kitabýna ilgi gösteriyor. Bazýlarý “ulusal soruna” iliþkin kitaba ilgi gösteriyor. Ama
Kış ‘10
genellikle herkes kitaplarý pahalý buluyor. Galiba bunda ekonomik krizin de etkisi var. Bir tarafta kaðýt tekelleri kaðýtlara büyük zamlar yaptýklarý için kitap çýkartmak bayaðý masraflý olurken diðer taraftan kitap okuyucusu olan emekçi kitlelerin alým gücü iyice düþtüðü
için almakta zorlanýyorlar… Fakat yine yoðun bir kalabalýk var fuarda. Standýmýza ilgi de güzel. Memnunuz…
Bugün ayný zamanda Þair Ruhan Mavruk’a imza
günü de yapýyoruz. Öðle saatlerinde standýmýza geldi
Ruhan ablamýz, kayýnvalidesi ile birlikte. 70 yaþýnda
bir ninemiz bizim standýmýzda oturuyor. Etrafýný inceliyor. Hoþuna gidiyor her þey. Bizi çok seviyor, biz de onu tabi ki. Ýmza günümüze Adana’da yaþayan Mavruk
sülalesinden de gelenler oluyor. Çünkü Ruhan Mavruk
onlarýn gelinleri. Ve gelinlerinin yanýnda olduklarýný, ona destek verdiklerini imza gününde yalnýz býrakmayarak göstermeye çalýþýyorlar. Gelenlerin hepsi Ruhan
ablanýn Toplu Eserler’ini alýyorlar. En son bir grup ziyaretçi daha geliyor. O da çiçek getiriyor Ruhan ablaya. Çok güzel bir jest doðrusu. Ruhan ablamýz da çiçeði Adana Ayýþýðý’na hediye ediyor. Bir sürü güzel þey
yaþýyoruz standýmýzda…
Koþturmaca içersinde saat: 17.30 gibi stanttan ayrýlmamýz gerekiyor. Antep’e geçeceðiz Ruhan ablayla.
Orada da bir þiir etkinliðimiz var. Sað olsun Ayýþýðý
dostu bir aðabeyimiz; ayný zamanda Adana Ayýþýðý’nda Resim hocamýz olan aðabeyimiz bizi otogara
yetiþtiriyor. Antep otobüsüne biniyoruz. Böylece gece
Antep’te oluyoruz. Ertesi günü yapacaðýmýz etkinlik için hazýrlanýyoruz. Yarýn yeni bir güne yeni bir etkinlikle baþlayacaðýz…
17 Ocak Pazar
Antep’teyiz. Burada saat: 13.00’da bir þiir etkinliði ve imza günü düzenlenecek. 12.30 gibi sanat merkezine gidiyoruz. Her þey hazýrlanmýþ. Ortalýk düzenlenmiþ. Ekin þiir atölyesi son hazýrlýklarýný yapýyor. Müzik
grubu da son provasýný alýyor. Herkes bir þeyleri yetiþtirmeye çalýþýyor. Ve ben de söyleþiyi yönetecek kiþi oluyorum.
Açýlýþ genç bir arkadaþýmýzýn sunuculuðuyla baþlýyor. Güzel tok bir sesle þiirini okuyarak açýyor programý. Kazým Demir ve Ruhan Mavruk’un imza günü bugün. Ýki þairin þiirlerinden seçilen þiirlerin okunmasýyla
baþlýyor program. Þiir atölyesinden bir sürü genç kitaplardan þiirler okuyorlar, güzel de okuyorlar üstelik. Kimisi iþçi okuyanlarýn kimisi öðrenci bu belli oluyor þivelerinden. Ama içtenlikleri o kadar güzel ki. Her þiiri
hissederek okuyorlar.
En son çocuklar çýkýyor birer birer. Onlarýn da ellerinde þiirler. Güzel okuyorlar. Sonra sunucu olan arkadaþýmýz doðaçlama tiyatro oynanacaðýný söylüyor.
31
Bizler de bekliyoruz ne oynanacak acaba diye! Ve baþlýyor biri bayan dört kiþi doðaçlamaya. Biri Ruhan
Mavruk oluyor. Diðerleri de iþçi. Ýþçiler ellerinde kitaplarý þaire imzalatmak istiyorlar ama çekiniyorlar. Ýþlerinden vardiyadan yeni çýkmýþlar eve gidiyorlar, üstleri
baþlarý periþan; bir þair bu halde bizimle ilgilenir mi diye çekiniyorlar. Ýçlerinden birisi daha cesur “olsun o iþçilerin þairi gidip kitabý imzalatalým” diyor, sonra da gidiyorlar þairin yanýna…
Doðaçlama tiyatrodan sonra sunucu genç arkadaþýmýz þairlerimizi çaðýrýyor. Onlar da kendileri için hazýrlanan masaya geçiyorlar. Ben de kürsüye geliyorum.
Onlarý tanýtan konuþmayý yapýyorum. Önce Ruhan
Mavruk’u anlatýyorum. Önsöz yazý kurulunda oluþunu,
Rasim Oktar Þiir atölyesinde çalýþma yürüttüðünü anlatýyorum ve çýkardýðý kitaplarý vs tanýtýyorum. Sonra
kendisine veriyorum sözü. O da þiirin nasýl oluþtuðunu,
sanatçýnýn bir eseri nasýl yarattýðýný anlatýyor. Ve bir þiir okuyor. Sonra iþçi þair Kazým Demir’i tanýtýp sözü ona býrakýyorum. O da þiir kitabýný nasýl ortaya çýkardýðýndan, Ayýþýðý Sanat merkezindeki arkadaþlarýn büyük
katkýsýndan bahsediyor. Sonra o da þiirlerinden birini okuyor.
Sýcak içten bir söyleþinin ardýndan müzik grubu da
kýsa bir müzik dinletisi yapýyor. Birkaç parça çalýyorlar.
Müzik grubunun dinletisinden sonra þairlere kitap imzalatmak isteyenler için bir çaðrý yapýyoruz.
Bu arada kürsüden bugün gidilecek olan iþçi ziyaretine çaðrý da yapýyoruz. Biz de buraya (Antep’e) gelince öðrendik. Etkinlikten hemen sonra iþçi ziyaretine
gidilecek. Çemen tekstil iþçileri altý gündür eylemdeler.
Ýþyeri önünde bir eylem içersindeler. Biz de hep beraber onlarý ziyaret edeceðiz.
Kitap imzalama iþi biter bitmez hep beraber iþçi ziyareti için çýkýyoruz yola. Ýþyerlerinin önünde altý gündür (17 Ocak itibariyle) eylemde olan 250 aþkýn tekstil
iþçisini ziyaret edeceðiz. Heyecanlý ve coþkulu bir þekilde gidiyoruz. 20-25 kiþilik bir grupla ziyarete gidiyoruz.
Çemen iþçilerinin yanýna gelince “Çemen iþçisi
yalnýz deðildir” diyerek gidiyoruz yanlarýna. Onlar da
bizi büyük bir coþkuyla karþýlýyorlar. Kendimizi tanýtýyoruz, Ayýþýðý sanat merkezinden geldiðimizi yanýmýzda þair arkadaþlarýmýzýn ve müzik grubumuzun da olduðunu söylüyoruz. Tanýþma faslýndan sonra müzik
grubumuz halay müzikleri çalmaya baþlýyor. Ýþçilerle
birlikte el ele çekiyoruz halayýmýzý. Kocaman bir halay
oluyor hemen. Coþuyoruz beraberce…
Ýþçi emekçi dostu þair Ruhan Mavruk konuþma yapýyor ve bir þiirini okuyor. “Ýstanbul’dan sýcak selam
getirdim sizlere” diyor, coþturuyor kitleyi. Sonra tiyatro grubundan bir arkadaþýmýz tek kiþilik iþçi oyunu sergiliyor. Tiyatro oyunu bayaðý bir ilgi topluyor. Ýþçiler o-
32
yunu ilgiyle izliyorlar. Her bir iþçinin oyunda kendisinden bir þeyler bulduðu ýþýl ýþýl yanan gözlerinden belli.
Oyundan sonra iþçi þair Kazým Demir kendisinin de bir
fabrika iþçisi olduðunu anlatýyor ve þiirini okuyor. Çok
da güzel, ajite bir þekilde okuyor. Ýþçiler coþuyorlar,
kendileri gibi iþçi olan þairin þiiriyle… Ayýþýðý adýna
bir arkadaþýmýz konuþma yapýyor. Ayýðýþý sanat merkezi olarak iþçinin þiirini, tiyatrosunu, müziðini, sanatýný
yapmaya çalýþtýðýmýzý anlatýyor. Ýþçiler büyük bir ilgiyle dinliyorlar, bizleri… Sonra bir arkadaþýmýz Mücadele Birliði Platformu adýna konuþuyor. Ýþçilerin sorunlarýnýn kaynaðýnýn iktidar olduðundan, mücadelenin temeline de iktidar mücadelesini koymamýz gerektiðini
anlatýyor… Ýþçiler için hazýrladýðýmýz program bitince
hep beraber servislere binerek (nöbetçi olan iþçiler dýþýnda ) çarþýya doðru yol alýyoruz. Otobüste de iþçilere
müzik yapmaya þiirler okumaya devam ediyoruz. Aramýzda sýcacýk köprüler kuruluyor. Hem biz coþuyoruz,
hem onlar… Ayný sevdanýn, ayný kavganýn sýcaklýðý ýsýtýyor içimizi.
Çukurova Kitap Fuarýnýn son günü ayný zamanda
bugün. Biz Antep’te iken fuarda da yoðun bir gün yaþanmýþ. Cumartesi günkü kadar yoðunluk yokmuþ ama
bayaðý yoðunmuþ yine de. Hatta saat 16.00 sularýnda
önlükleriyle imza toplayan bir gruba güvenlik biber
gazlarýyla saldýrmýþ. Nesin Vakfý standýnýn önünde yaþanıyor bunlar. (Yani Ayýþýðý standýnýn bir arkasýnda.
Standýmýz Nesin Vakfý ile arka arkaya. Sýrtýmýz birbirine dayanmýþ þekilde). Duruma hemen müdahale edip
HÖC’lü arkadaþlarýn gözaltýna alýnmasýna engel oluyoruz. Yönetimle konuþuyoruz özel güvenliðin bu tavrýnýn çok çirkin ve doðru olmadýðýný söylüyoruz.
Akþam saat 20.00’da fuar bitti. Bizler de eþyalarýmýzý toparlayýp sanat merkezine dönüyoruz. Bizi ilk
gün fuara götüren, minibüsüyle eþyalarýmýzý taþýmamýza yardýmcý olan emekçi dostumuzu da anmadan bitirmeyelim bu günlüðü. Geçen yýlda bize çok yardýmcý
olmuþ, standý birlikte kurup, yine birlikte toplamýþtýk.
Bu sene de emekçi dostumuz bizi yalnýz býrakmadý. En
son gün fuar bittikten sonra geldi. Bizimle birlikte eþyalarýmýzýn toparlanmasýna yardýmcý oldu ve en nihayetinde her þeyin sapasaðlam sanat merkezimize taþýnmasýný saðladý.
Bir kitap fuarýný daha bitirdik. Yukarda belirttiðim
emekçi dostumuz gibi bir çok iþçi ve emekçi ve sanatçý dostlarýmýzýn destekleriyle hep birlikte güzel bir fuar
daha geçirdik. Güzel ve unutulmaz dostluklarla, sýcacýk
duygularla ayrýlýyoruz Adana’dan.
Çukurova’nýn sýcak kanlý insanlarý baþka fuarlarda, etkinliklerde yine görüþmek üzere…Dostça kalýn.
Kış ‘10
a
r
im
le
em
in
S
ve
ev
r
D
“Devrimin
Delikanlý
Sanatçýlarý”
Derleme
Yirminci Yüzyýlýn Sanatý
Sinema
aydam bir film þeridi üzerindeki görüntüler ýþýðýn yardýmýyla
bir perdenin üzerine art arda
düþürüldüðünde, gözümüz bu görüntüleri hareket ediyormuþ gibi algýlar. Bunun nedeni beynin, gözün
aðtabakasý üzerine düþen görüntüyü, görüntü yok olduktan sonra kýsa
bir süre daha saklamasýdýr. Aðtabakadaki yansýma gerçekten göründüðü süreden daha uzun bir süre algýlandýðýndan, bir cismin görüntüsü
kaybolmadan öbür cismin görüntüsü aðtabakaya düþerse, film karakterlerinden göze yansýyan her görüntü birbirinin devamý olarak, yani
hareket ediyormuþ gibi görünür. Bu
beynin yarattýðý görsel bir hareket
yanýlsamasýdýr. Sinema, bir olayý ya
da öyküyü bu yöntemle anlatmaya
dayanan görsel bir sanat dalýdýr.
S
Gençlere ait olan bir dünyayý yaratan Ekim Devrimi yaþamýn her alanýnda olduðu gibi sinemada da sýnýrsýz bir görme ufkunu açtý. Devrim her
türden kural, emsal, sýnýrlama, kýsýtlama gibi engelleri ortadan kaldýrdý,
geçmiþin tortularýný söküp attý. O günleri Yutkeviç þöyle anlatýr: “Ýnanýlmaz, harika günlerdi; devrimci bir sanatýn ilk adýmlarý. Sanat çalýþmalarýmýza ilk baþladýðýmýz yýllardan söz ederken, o devrin neredeyse bütün yönetmenleriyle belli baþlý sanatçýlarýnýn doðum tarihlerini duyan herkesin
aðzý açýk kalmaktaydý. Hepimiz inanýlmaz derecede gençtik! Sanat hayatýmýza atýldýðýmýzda on altý-on yedi yaþlarýndaydýk. Oysa bunun çok basit bir
açýklamasý vardý: Devrim biz gençlerin önünü açmýþtý. O zamanlar bütün
bir kuþaðýn yok olmuþ olduðu unutulmamalýdýr. Büyüklerimiz ülkenin her
tarafýna daðýlmýþlar, Ýç Savaþ’ta kýrýlmýþlar ya da Rusya’yý terk edip gitmiþlerdir. Bu yüzden Devrim, açýkça örgütlenme eksikliði, insan eksikliði duyuyordu; bunu anlamýþtýk, ülkemiz bizden çalýþmamýzý bekliyordu. Açýktý
ki, ülkemizin kültürün her alanýnda insanlara ihtiyacý vardý.”
Devrim geçmiþin tüm kalýplarýný yýkmýþtý. Gençlerin önündeki güncel
görev yeni bir þeyler yaratmaktý. Sosyalist dünyanýn yeni sanatýnýn ortaya
çýkmasýndan baþka bir beklenti yoktu onlardan. Kural, sýnýrlama, kýsýtlama
gibi hiçbir engelle karþýlaþmadýlar. Devrim hepsini altüst etmiþti. Yutkeviç’in dediði gibi sinemacýlar bir tek haktan yoksundur, o da, “aptal ve sorumsuz olma, para basan bir makine olma, bir karnaval atraksiyonu olma
hakkýndan yoksundur. Bizim ülkemizde sinema, halka karþý akýllý, derinlikli ve sorumlu ürünler vermekle yükümlüdür.” Devrim sanatçýlarýndan yalnýzca aptal ve sorumsuz olma hakkýný esirgedi. Bu da Ayzenþtayn, Pudovkin, Dovjenko ve Kuleþov gibi devrimin sinemasýný yapan ve sinemada
devrim yaratan dört ustayý kazandýrdý.
O günlerde sinema sanat türleri arasýnda en alt sýrada yer alýyordu. Tiyatronun egemenliði belirleyici konumdaydý. Mayakovski’yle Meyerhold’un etkisi herkesin üzerinde çok büyüktü. Ayzenþtayn’ý, Yutkeviç’i ve
çaðdaþlarýný sirk, kukla, panayýr gösterileri, müzikhol ve popüler sanatýn
her türü gibi birbirinden tamamen farklý tiyatro deneyimlerini birleþtirme
deneyleri (daha sonra Sovyet sinemasýnýn geliþiminde temel bir deðer taþýyacaðý görülecek olan deneyler) yapmaya, Mayakovski’yle Meyorhold’un
sergilediði örnekler yönlendirdi. Her zaman yeni doðan sanatýn kendini ispatlamasý gerekti. Sinemada ayný kaderi paylaþmýþ, tiyatrocularýn akademik yaklaþýmý tiyatroda yeni bir þeyler denemek isteyenlere, küçümseyici
bir eda ile, siz yakýnda sinemacý olursunuz, dediler. Þu da bir gerçektir ki
Sovyet sinemasý tiyatro sanatçýlarýnýn üzerinde yükseldi.
Tüm eleþtirilere, küçümsemelere raðmen genç sanatçýlar deneysel çalýþmalara giriþmekten geri durmadý. Kimi gülünç bulundu, kimi anlaþýlmaz… Kimi aðýr eleþtireler aldý, kimi deðerlendirmeye layýk dahi görülmedi. Ama devrim gençlere güvenmiþti ve onun yaratýcýlýðý önündeki engelleri kaldýrdý. Onlarda bu güveni boþa çýkarmamak için çok emek harcadý ve
kendilerine hep eleþtirel bakabildiler. Devrimin onlardan beklediðinin A-
34
merikan polis filmlerinin taklitlerini yapmak deðil bu alanda bir devrim
gerçekleþtirmek olduðunu biliyorlardý. Yoksa “devrim yapmak neye yarardý?” Tüm bu denemelerin sonunda Sovyet sinemasýnýn tarzýný belirleyecek
olan iki film ortaya çýktý. Grev ve Potemkin Zýrhlýsý… Grev Ayzenþtayn’ýn
ilk filmidir, ardýndan Potemkin Zýrhlýsý gelmiþtir. Yapýldýðý günden bugüne Potemkin Zýrhlýsý her zaman en güzel ilk on film arasýnda yer almýþtýr.
Montajýn açýklayýcý gücünden sonuna kadar yararlanan Ayzenþtayn,
hiçbir konuda Amerikan modellerini taklit etme yoluna baþvurmadý.
Grev’in müthiþ önemi, beyazperde de iþçi imgesinin ilk defa görünmesinde yatar. Ýlk defa bir sinemacý, iþçi sýnýfýnýn devrimci mücadelesinin muzaffer öyküsünü korkunç bir inandýrýcýlýkla anlatýyordu. Grev ile daha sonraki Potemkin Zýrhlýsý gerçekten yenilikçi olan çalýþmalarýn ideal örnekleriydi. Devrim gerçekliðini anlatabilme çabasý sanatçýlarý yeni arayýþlara itti. Onlarýnki kendilerinden önceki sanatçýlardan farklý bir þeyler yapma isteði deðil, yaþadýklarý o alt üst oluþ günlerini, o günün kahramanlarýný, hýzla deðiþen etraflarýndaki yaþamý anlatmak isteðinin bir ürünüydü. Yani yeni biçimi ortaya çýkaran þey özün tam kendisiydi.
Kozintsev bu olaðanüstü dönem için, “Bütün bu deneyler, yeni biçim
arayýþlarý, hayatýn olaðanüstü biçimde yenilenmesi duygusunu yoðun biçimde hissetmemizden kaynaklandýlar. Bu mucize duygusunu ve yaþadýðýmýz olaylarýn önemini, bizim gözümüzde korkunç ölçüde akademik ve natüralist görünen geçmiþin sanatýnýn sunduðu araçlarla iletmenin imkansýzlýðýný en içimizde hissediyorduk. Böylece ilk yapýmýmýz olan Evlilik’te ritme aðýrlýklý bir yer verilmiþ oldu, çünkü yenilikler en baþta temalarda ya
da karakterde deðil, ritimde hissedilmekteydi. Sanat ritmi deðiþtirmiþti.
Yeni çað ilk ifadesini ritmde bulmuþtu. Ýçinde bir tür çeliþki barýndýrdýðýndan son derece ilginç bir durumla yüz yüze gelmiþtik, bu nedenle Batýn’nýn
avant-garde hareketleri ile bizimkiler arasýnda yapýlacak bütün karþýlaþtýrmalar bence yanlýþ olur (üstelik yalnýzca bizim hayat koþullarýmýz açýsýndan da deðil) o dönemde ne yapýyorsak, soðukta ve yýkýma uðramýþ bir ülkenin açlýk ortamýnda yapýyorduk. Hayat koþullarý çok aðýrdý. Ülkenin her
cephesinde bir iç savaþ yürütmekte olan devlet korkunç sýkýntýlar içerisindeydi. Gene de egemen duygu, hayatýn olumlanmasý yönündeydi. Genç
sanatçýlar hayatý bütün zenginliði ve renkleriyle duyumsuyor, sanatsal biçimlerine bürünüyordu. Her tür yokluk ortamýnda bir tür fuar süregidiyordu. Genç sanatçýlar ortak yazgýyý neþeyle paylaþýyor, içinde yaþadýklarý zamana güzel gözlerle bakýyorlardý. Ýþte bu atmosfer unutulur ya da görmezlikten gelinirse, o günlerin sanatý hiçbir zaman kavranamaz.”
Devrim her alanda olduðu gibi bu alanda da zorlayýcý bir etki gösterdi. Ama her türden yeniliði denemiþ olan devrimin çocuklarý 1927 yýlýna
gelindiðinde sesli film alanýnda yapýlan deneyler karþýsýnda tedirgin oldular. Ýlk sesli filmlerin nasýl olduðunu, biçimlerini ve içeriklerini öðrendiklerinde sessiz sinemanýn bütün kazanýmlarýnýn tehdit edildiðini düþünen
Pudovkin, Yutkeviç ve Ayzenþtayn sesli sinemaya karþý bir bildiri yayýnladý.
Manifestonun temel düþüncesi, “sinemanýn bütün unsurlarýnýn (imge,
ses, renk, müzik) yalnýzca atmosferi ve fikirleri vurgulamak için var olan
basit illüstrasyonlar deðil, bir bileþimin unsurlarý olmalarý ve gerçek sinemanýn, bu unsurlarýn her birinin artýk dramatik eylemi göstermeyip bir senfonideki gibi kendi baðýmsýz rollerini oynayarak baðýmsýz bir tema haline
geleceði zaman doðacaðýdýr” diye belirtir Yutkeviç. “Bu manifestoyu yayýnlamakta çok aceleci davrandýðýmýzý, pek çok þeyi gözden kaçýrdýðýmýzý hissediyorum. Þimdi herkes, Ayzenþtayn’ýn toplu eserlerinde bu fikirlerin derin bir çözümlemesini okuyabilir; bence, artýk aramýzdan ayrýlmýþ olmasýna karþýn, Ayzenþtayn (Pudovkin’le birlikte) geleceðin sinemasýnýn
evriminde yine büyük bir rol oynayacaktýr.”
35
Görüntülerin kaydedildiði film
þeridi saydam bir madde olan selüloitten yapýlmýþtýr. Görüntüler filmin
üzerine sinema kamerasýyla kaydedilir. Gösterim sýrasýnda bunlar projeksiyon makinesiyle hareketli görüntüler biçiminde perdenin üzerine yansýtýlýr. Filmi çekilecek cisimden yansýyan ýþýk kameranýn merceðinden geçerek, filmin ýþýða duyarlý
yüzeyindeki kimyasal maddeleri deðiþikliðe uðratýr ve görüntü oluþturur. Hazýrlanan film laboratuarda
çeþitli iþlemlerden geçirildikten sonra gösterime hazýr duruma gelir. Bir
film makarasýna sarýlarak projeksiyon makinesine takýlýr. Makara belirli bir hýzla dönerken, projeksiyon
makinesinden çýkan ýþýk filmi aydýnlatarak, hareketli görüntüler biçiminde perdenin üzerine yansýtýr.
Thomas Alva Edison
onograf üzerindeki çalýþmalarý
bitmek üzereyken Fonografýn
kulak için yaptýðýný göz için
yapmayý düþündü. Edison önce bir
silindirin üzerine bir sýra küçük resimler dizdi. Silindir döndürülürken
makinenin bir yanýna konmuþ olan
bir büyüteçten bu resimlere bakýlýyordu. Fakat o dönemde kullanýlan
fotoðraf filmlerinin yapýsal özelliklerinden dolayý bu çalýþma tam anlamýyla baþarýlý olamadý. (1887) Edison araþtýrmalarýna devam ettiði sýrada, George Eastman mitoselüz esasýna dayanan fotoðraf camlarý yerine, selüoit kayýt ortamlý esnek fotoðraf filmleri yapmayý baþardý.
(1889) Eastmanýn bu buluþu Sinema tarihi açýsýndan çok önemliydi.
Çünkü bu filmler olmadan sinemanýn ortaya çýkmasý düþünülemezdi.
Edison bu filmlerden yararlanarak
önce seri fotoðraflar çeken (Kinetograf) adýnda bir alýcý makine, sonra da çekilen seri haldeki fotoðraflarý göstermek için (Kinetoscape) adý
verdiði baþka bir aygýt yaptý. (1890)
F
Sergey Gerassimov, o günlere geri dönüp baktýðýnda “Sesli filme bazý önyargýlarla yaklaþmýþtýk. Ayzenþtayn, Aleksandrov ve Pudovkin, sesli
filmde konuþma olmamasý gerektiðini savunan bir deklarasyonu yeni çýkarmýþlardý. Büyük Sessiz Sinema, tamamen sessiz olmasa bile, hiç deðilse ifadeye yer vermeden varlýðýný korumak zorundaydý. Bu konu üzerine
sert polemikler çýktý!.. Sonraki geliþmelerin, bu manifestoyu geçersizleþtirdiðini þimdi biliyoruz. Ama o günlerde bu manifestoda yazýlanlarda büyük
bir doðruluk payý buluyorduk. 1931’de çekilen, deneme niteliðindeki ilk
sesli filmimiz olan Yalnýz Baþýna’da, yalnýzca Þoskatoviç’in müziðine, daðýnýk anlamsýz söz kýrýntýlarýna, gözle görülür bir neden olmadan tesadüfen
araya girmiþ konuþma parçalarýna yer verilmiþti.”
Sovyet yönetmenlerinin birçoðunu yetiþtiren Lev Vladimiroviç Kuleþov’un öðrencileri arasýnda Ayzenþtayn ve Pudovkin’de vardýr. Ayzenþtayn
için, “bir dahi olduðuna kuþku yoktu; benim sinemada ancak keþfedebildiðim þeyleri, Ayzenþtayn dehasýyla, olaðanüstü bir güçle, hakikaten Sovyet
ve devrimci damgasý taþýyan bir þeye dönüþtürebilmiþtir. Devrimci sinemayý yaratan ilk kiþi Ayzenþtayn’dý. Ben sinema biçiminde bir devrim yaratabildiysem, Ayzenþtayn da yeni ve devrimci bir sinema yaratabildi. Kýsacasý, Ayzenþtayn kendi türünün tek ve eþsiz örneðidir.” der.
Devrimci bir sinema yaratan Eisenstein'ýn en önemli filmleri Grev,
Korkunç Ývan, Aleksandr Nevski, Ekim’dir (Dünyayý Sarsan On Gün). Eisenstein Grev filmi ile sinemanýn Ekim’ini yarattý. Avrupa-Amerikan sinemasýnýn bilinen yöntemlerine ve felsefesine karþý çýktý. Öyküyü kaldýrdý,
yýldýz oyuncular yerine herkesi sahnede yýldýz haline getirdi. En son yapýtý
olan Korkunç Ývan’da bütün sanatlarýn öðelerini toplamýþ, bunlarý birbirleriyle kaynaþtýrarak, sinemayý bütün sanatlarýn bileþkesini saðlayan bir araç
durumuna getirmeyi amaçlamýþtýr. Ýki bölüm olarak tasarlanan Korkunç Ývan'ýn ilk bölümünü bir yýlda bitirdi. Ýkinci bölümü Boyarlarýn Düzeni’ni
1945 yýlýnda bitirdi. Korkunç Ývan'ýn müziklerini Prokofiev yaptý. Ýki usta
bu filmde buluþtu.
Eisenstein, Boyarlarýn Düzeni'nin son yarýsýný renkli çekti. Renk kavramýný da kurgu kuramýnýn, çoksesli kurgu kuramýnýn, içine yerleþtirdi. Sinema ve renk iliþkisinde, rengi de müzik gibi dramatik bir etken olarak kullandý. Aleksander Nevski'yi Ýkinci Dünya Savaþý öncesinde sosyalist sistemin ve yurdun savunulmasý temasý ile çekmiþtir. Aleksander Nevski 13.
yüzyýlda yaþamýþ bir Rus prensidir; Cermen kavimlerinden Töton þövalyelerinin saldýrýsýna karþý halký ve soylularý birleþtirmiþ, Cermenleri bozguna
uðratarak yurdunu savunmuþtur. Eisenstein, 1938 yýlýnda, tüm bir dünyayý
ele geçirmek için hazýrlanan faþizme karþý, 13. yüzyýlýn derinliklerinden Aleksander Nevski ile sinema diliyle bir mesaj ve bir kararlýlýk bildirisi iletmiþtir. Anti-faþist sinemanýn baþyapýtý yaratmýþtýr. Kavurucu temmuz sýcaðýnda yaratýlan, donmuþ Peypus Gölü üzerindeki olaðanüstü savaþ sahnesi
sinema tarihine geçmiþtir. Eisenstein ve filmin müziðini yapan Prokofiev,
Aleksander Nevski'nin her karesini marksist tarihçilik ve sanat duyarlýlýðý
ile dokumuþlardýr
Dünyayý Sarsan On Gün’de denilen Ekim, Amerikalý gazeteci John
Reed’in, 1917 Sovyet Devrimi’ni anlatan ‘‘Dünyayý Sarsan On Gün, adlý
ünlü romanýndan, Eisenstein tarafýndan sinemaya uyarlandý. Sovyet Devriminin canlý tanýklýðýný sunar bize. Gerçek tanýklar ve görüntülerle devrimin
tüm evreleri ve olaylarý anlatýlmaktadýr. Eisenstein, Ekim’de, bu olaðanüstü günleri çarpýcý bir görsellikle anlatýrken, devrimin anlamýný ve düþünsel
temelini de ortaya koyuyordu. Ekim’de kurguyu salt bir öykülemenin ötesinde, düþünceleri, kavramlarý -hem de soyut kavramlarý- anlatmada kullandý. Devrimci coþku ve teknik/görsel yenilikler arasýnda eþsiz bir denge
kurdu.
36
Devrimin delikanlý çocuklarýndan bir diðeri Pudovkin’dir. Devrim öncesi fabrikalarda ve atölyelerde iþçilerin yaþama koþullarýna kamerasýný çeviren Pudovkin, bu aðýr koþullarýn nasýl bir öfke biriktirdiðini, bu öfkenin
Pavel ve annesi kiþiliðinde nasýl örgütlü bir mücadelenin sonucunda devrime büyüdüðünü Ana romanýndan uyarlanan ayný adlý filmi ile gösterdi.
Gorki’nin sevecen, sýcak üslubunu sinemaya taþýmayý baþardý. Ana ve St.
Petersburg’dan sonra gerçekleþtirdiði Asya Üzerinde Fýrtýna filmini stüdyo
dýþýna çýkarak, doða koþullarýnda, Asya steplerinde çevirdi. Japonlar bu filmi sinematografinin temeli olarak adlandýrýrlar. Öyküde Moðol asýllý olan
Amogalan’ýn eski bir belgeye dayanýlarak, Cengiz Han’ýn torunu olduðu ileri sürülür ve kukla imparator ilan edilir. Sonunda gerçeði öðrenen Amogalan, Asya’da bir fýrtýna estirir.
Gorki’nin Çocukluðum”, “Ekmeðimi Kazanýrken” ve “Benim Üniversitelerim” den oluþan otobiyografik üçlemesi bir diðer Sovyet yönetmeni olan M. Donksoy tarafýndan sinemaya uyarlanýr. Çok baþarýlý bir þekilde
yapýlan bu uyarlamalar Gorki’nin yaþamýný beyaz perdeye taþýmýþtýr. Bu
film, Maksim Gorki’nin gerçek yaþamýyla neredeyse bire bir örtüþür. Bu
nedenle, karakterlerin saðlamlýðý ve gelir daðýlýmlarýndaki dengesizliðin abartýsýz veriliþi, çarpýcý bir gerçekliðe denk düþer. Bir toplumcu gerçekçi edebiyat baþyapýtý baþarýlý bir þekilde ve toplumcu gerçekçi anlayýþla sinemaya uyarlamasýdýr.
Belgesel sinemanýn kurucusu, Sinema-Göz akýmýnýn öncüsü Dziga
Vertov belgesel sinema ustasýdýr. Devrimci bir gözle hazýrladýðý belgesellere olaðanüstü açýklayýcý ve canlý bir nitelik kazandýrdý. Yapýtlarý ve kuramsal yazýlarý, dünya sinemasý üzerinde akýlcý ve kalýcý bir etki yarattý. Lenin
Ýçin Üç Þarký, Dziga Vetov'un, halk sanatýnýn kaynaklarýndan yararlanarak
çektiði bir yapýttýr. Ýlk þarký "Karanlýk Bir Hücreydi Yüzüm" ortaçað karanlýðýnda yaþayan bir kadýnýn, devrimle birlikte yaþadýðý aydýnlanma, "Onu
Sevmiþtik" adýný taþýyan ikinci þarký, bizzat Lenin'in yaþamýna adanmýþtýr.
"Muhteþem Taþ Kentte" þarkýsýnda ise, yine Lenin'in birlikte yaþanan atýlýmlar ve kazanýmlar anlatýlýr.
Kronstadt'lý denizcilerin beyazlarýn devrime karþý giriþtikleri saldýrýlarý engellemek için kahramanca savaþlarýnýn filmidir Biz Kronstadtlýyýz. Ýç
Savaþ'ta yaþanan tarihsel olaylar, Biz Kronstadt'lýyýz filminde yeniden yaratýlýr. Bu film, kendi dönemindeki yapýmlardan, biçim olarak, ayrýlýr. Sovyet sinemasýnýn genel tarzý olan, doðalcý anlatým yerine, sinema adýna, filme daha iþlevsel bir akýþ katma denemesidir. Filmde, günümüzde kullanýlan lirik anlatýmlý sahneler bulunmaktadýr. Issýz sokaklar, rüzgarýn tiz bir uðultuyla esiþi, oynayan çocuklar, küçük bir askeri bandonun verdiði veda
partisi vb... Film, bu anlamda, þiirsel sinemanýn gerçek ruhunu yansýtýr.
1936 yýlýnda çekilen Biz Kronstadt'lýyýz bir dönem filmidir.
Sanatsal drama alanýnda bilinen teknikleri deðiþtiren, hatta yýkan bir
film olarak Kameralý Adam, ayný zamanda sinema ve sinema tarihine bir
tür saygý olarak kabul edilmelidir. 1928 yýlýnda Dziga Vertov, dönemin hakim sinema anlayýþýný baþtan sona deðiþtirmek için yeni ve ayaklarý yere
basan bir sinematografik düþünce geliþtirmeyi dener. Bu nedenle, Kameralý Adam, daha çok bir simge niteliði taþýyacaktýr. Bu simgenin temsil ettiði
görüþler þöyle sýralanabilir: Vertov sinemasý senaryoya karþýdýr; diyalog ve
açýklama imlerine karþýdýr; rol yapan oyunculara ve yapay dekora karþýdýr.
Kýsacasý, edebiyat ve tiyatro gibi diðer sanat dallarýnýn gölgesinde kalmýþ,
baðýmlý bir sinemaya karþýdýr. Vertov için sinema, hayatý olduðu gibi yansýtmalýdýr. Sinema arzu edilen ya da hayali yaþamlarýn iliþtirildiði bir sanat
deðildir. Geleneksel sinema anlayýþýnýn "sine-dram" adýný verdiði anlayýþ,
Vertov'da yerini "sinema-göz" kavramýna býrakýr. Zira ona göre sinema,
kendi özgün ve baðýmsýz "bakýþ"ýna sahip olmalýdýr ve evrensel bir dil keþfedilmelidir... Kameralý Adam, iþte bu heyecanlarý yansýtacak bir film olarak çekildi.
37
Cinematographe‘
(Sinematograf)
em kamera hem gösterici
hem de baský makinesi olarak kullanýlan, saniyede on
altý kare esasýna dayalý ve týrnak itiþli
düzeneðe sahip bir aygýt olan Sinematograf bugünkü sinema teknolojilerinin atasýdýr. Elle kurulabildiði ve
hafifliði sebebiyle rahatlýkla taþýnabildiði için çaðdaþlarýna oranla daha
çok tercih edilen Sinematograf, kitlelere film izleme olanaðý sunmuþtur. Lumiere kardeþler Sinematograf’ýn patentini 1895 yýlýnda almýþlardýr.
H
SÝNEMA NEDÝR?
Mehmet BAJARÝ
Lumiere Kardeþler Kimdir?
eliþtirdikleri sinematograf adlý
aygýtla ilk kez hareketli görüntü elde ettiler. Bu olay sinemanýn doðuþunu müjdeleyen en önemli geliþmeydi. Sinematograf
hem film çeken, hem de gösteren
bir aygýt olduðu için ancak 15 metrelik film þeridi alabiliyordu. Bu yüzden ilk filmleri oldukça kýsaydý.
Filmler iskambil oynayanlar, bir demircinin çalýþmasý, askerlerin yürüyüþü ya da bir bebeðin beslenmesi
gibi günlük yaþamdan alýnmýþ görüntülerden oluþuyordu. Lumiere
Kardeþler Lumiere Fabrikasý'ndan
Çýkan Ýþçiler adlý filmlerini Lyon'daki fabrikalarýnda, bir öðle tatili sýrasýnda çekmiþlerdi. Bir söylentiye göre Ciotat Garý'na Bir Trenin Gidiþi
adlý filmin gösterimi sýrasýnda, kameraya doðru hýzla yaklaþan tren görüntüsü izleyicileri dehþete düþürmüþtü. Sonralarý kýsa komediler, haber filmleri ve belgeseller de çektiler.
Sinema yoluyla belirli bir öykü
anlatma dönemi Fransýz yönetmen
Georges Melies ile baþladý. Bilimkurgu sinemasýnýn da öncüsü sayýlan Melies, ayný zamanda "film hileleri" kullanan ilk sinemacýydý. Melies'nin filmlerinde kamera ayný noktada duruyor ve öyküyü tiyatro sahnesindeymiþ gibi görüntülüyordu.
Melies 1900'lerin baþlarýnda aralarýnda Ay'a Seyehat, Uzay Yolculuk
gibi kýsa film çekmiþtir.
G
Yedinci sanat diye adlandýrdýklarý sinemanýn ne olduðunu, gene sinemacýlarýn ( yönetmenler, kuramcýlar ) bu kavrama yükledikleri anlamlarýn ve kiþisel görüþlerin üzerinden incelemeye, yapýlan tanýmlamalara açýklýk getirmeye çalýþalým.
Ýtalyan yönetmen, Federico Fellini, ‘sinema, hayatý anlatmanýn kutsal bir biçimidir’ der. Kuþkusuz sinema da diðer sanat dallarý gibi hayatýn içindeki yaþantýlarý konu edinir. Ýnsanýn içinde bulunduðu hayatý anlatýr. Çünkü malzemesi insandýr. Ýnsanýn doðayla olan çeliþkilerini, türdeþleri ile olan iliþkisini, gene onun kendi fiziksel varlýðýný kullanarak, eylemleriyle gösterir.
Fellini, sinemanýn, belki de bu olanaðýný/gücünü teknik geliþmeden almasý ile onu diðer sanat dallarýndan daha üstün anlamýný veren ‘kutsal’ kavramýyla açýklar. Kutsallýk, ayný zamanda anlatýlan nesneyi gerçekte olduðundan farklý bir þekilde göstermek deðil, onu olduðu gibi göstermektir. Sinema, görsel bir sanattýr. Bu
nedenle anlatýlan hikâye, yaþanýlan hikâyedir. Olan biten her þey önümüze serilmiþtir. Bu hayat kurgulanmýþ bir hayat olabilir. Ýsveçli yönetmen Ingmar Bergman’ýn deyiþiyle, ‘gerçeðin seyrek dokunmuþ kumaþýnda hayal gücünün yünleri,
yeni desenler dokumaya baþlar.’ Yani filmdeki hayat, hayal edilen, istenilen bir hayat olabilir.
Kiþiler eylemleri ile var olurlar. Biz filmdeki karakterleri, bir anlatýcýya gerek duymadan o karakterin davranýþlarýndan nasýl biri olduðunu anlarýz. Hýrsýzlýk
yapan bir karakteri gördüðümüzde onun hýrsýz olduðunu anlarýz. Burada sözlere
gerek yoktur. Fellini’nin ‘hayat’ kavramýnýn içinde insan ve insana dair þeyler vardýr. Bundan dolayý o ‘insan’ yerine daha kapsayýcý olan ‘hayat’ kavramýný kullanýr.
Bir baþka yönetmen ve ayný zamanda sinema kuramcýsý olan Sergey Eisenstein ise, ‘sinemanýn, bir bildiri sunma aracý olduðunu’ söyler. Bu taným, sinemayý,
salt sanatýnýn özü olan ‘amaçlanan þey’ olmaktan çýkarýp, amaçlanan þeyin aracý
olduðu anlamýný da kapsar. Eisenstein, tam olarak bunu söylemez ama sinemanýn
kötülüðe araç olarak kullanýlmasýnýn olanaklý olduðu gerçeðini de inkâr etmez.
Onun, ‘bildiri’ kavramý ile kastettiði þey, bir fikir, bir düþünce, bir sorun, bir
olay, bir yaþantý veya bir insanýn ifade edilmesidir, deþifre edilmesidir, paylaþýlmasýdýr. Böyle bakýnca, evet, sinema bir bildiri aracýdýr. Çünkü bir dilin iþlevini yerine getirmektedir. Bir anlatým biçimidir. ‘Görüntülerle hikâye anlatmak’ için en uygun araç sinemadýr, denilebilir. Sinemanýn gene hayatý anlatmanýn bir biçimi olan
edebiyattan farký, Fransýz yönetmen Jean – Luc Godard’ýn, ‘gökyüzü sinemadadýr’
sözü açýklayýcýdýr. Gökyüzü, kavramlarla deðil, kendi varlýðýyla vardýr. Biz onu yerinde görürüz.
Sinemanýn en belirgin özelliði, estetik ilkeler çerçevesinde konusunu iþlemesidir. Bu ilke güzellik ilkesidir. Yoksa basit bir kamerayla rastgele çekilen görüntülerde sinema yapýtý olurdu. Hakan Savaþ, sinema ve varoluþçuluk adlý kitabýnda
buna bir ölçüt koyar; ‘sanata deðerini veren ‘güzel’in’ ancak insan ve insana ait deðerlerden yana bir güzelliði ifade ediyorsa deðerli olacaðý söylenebilir.’
Sinema, gerçek bir eylemi konu edinirken, bu eylemin gerçeklikte yarattýðý etkileri yaratmaz. Kendine has hilelerle, eylemin aynýsýný gösterir ama o yapýlan
eylemin gerçeklikte neden olduðu sonuçlarý doðuramaz. James Roy Macbean da ’
bir filmde atýlan bir mermi sanat olabilirken, gerçeklikte atýlan bir mermi bir insanýn hayatýný sonlandýrabilir’ sözü ile sinemanýn gerçeklikten farkýný dile getirir.
Bu özellik onun yanýlsamayý yaratmasýdýr. Ama seyircide yaratýlmak istenilen duygu, yaratýlýr. Sinemanýn mucitleri olan Lumiere kardeþler, bir trenin kameraya doðru yaklaþtýðýný gösteren görüntüyü bir sinema salonunda seyircilere gösterdiklerinde, salondaki herkes trenin üzerlerine geldiðini sanarak salondan dýþarý
kaçýþmýþ. Bu deney, sinemanýn istenilen etkiyi yaratmada ki baþarýsýný gösterir.
Bir sinemacýnýn görevi ne olabilir? Bu soruya yanýt, ‘Pariste Son Tango’ adlý filmi kendi ülkesi Ýtalya’da 16 sene yasaklanmýþ olan Bernardo Bertolucci’nin;
‘Toplum çok gariptir. Onu hem yaþatmak hem de ipliðini pazara çýkarmak zorundasýnýz.’ sözü yeterlidir.
38
Sinema ve Karþý-Devrim
Setenay Berdan
Önsöz'ün “Sinema ve Devrim” konusunu ele alacaðýný duyduðumda,
tamam! Dedim, bana gün doðdu. Ýlk gençlik yýllarýnda hafta boyunca biriktirdiðim çýrak bahþiþlerini tekmili birden, pazar günü üst üste iki-üç film
izleyerek harcayan ben, her cuma akþamý sinema afiþlerinin deðiþtiði o aný
heyecanla bekleyen ben, eðer sinema konusunda birkaç kelam etmezsem,
“profesyonel izleyicilik” konusundaki gayretlerimi hiçe saymýþ olacaktým.
Fakat, sinemayla dolu neredeyse otuz yýl sonunda bir þeyi farkettim ki;
milyonlarca insan gibi ben de bir sinema tüketicisiydim, fazlasý deðil.
Tüketici konumundan kurtulmak için illa ki eline bir kamera alýp sokaða
fýrlamak gerekmiyor. Yine de onca yýl sinemayý sadece izlediðini fakat
izledikleri üzerinde pek az düþündüðünü bir anda farkeden bir insanýn
yaþadýðý kültür þokunu, biraz gözünüzde canlandýrmanýzý istiyorum.
Düþünün, haftada en az üç kez, diyelim üç öðün, içinde ne olduðuna bakmadan, dýþarýdan nefis görünen zeytinyaðlý dolmalarla karnýnýzý doyurmuþsunuz. Tat güzel, görüntü þahane; ama neymiþ þu yapraklar içindeki bir
görelim. Aman Allahým!.. Gerisini yazmayayým. Ömrü billah yaprak sarmasýndan nefret etmenizi istemem.
Umalým ki bu yazýyý okuyan pek çok kiþi, bunca yýl bize 7. sanat
olarak yutturulan binlerce filmin, neredeyse yalnýzca seyredilip tüketilmek
ama üzerinde düþünülmemek için bir güzel paketlenmiþ zýkkýmdan öte bir
þey olmadýðýný farketmiþ olsun. Bu da kendi çapýnda bir devrimdir, hele ki
yaþamý sinema tutkusuyla geçen biri için. Ýnsanýn alnýna üçüncü bir gözün
açýlmasý, kiþisel bir aydýnlanma, bir vecd, bir nirvana aný yaþamak gibi bir
þeydir. Öyle sýk sýk baþýna gelmez insanýn. Birden bire, içindeki bir sarnýç
doluverir, taþar ve daha önce farketmediðin bir gerçeklikle çevrelenmiþ
olduðunu farkedersin. Aslýnda þimdi bambaþka bir ýþýk altýnda sana apaçýk
görünen þeyler, yýllar yýlý hep olduklarý yerindedirler ama senin gözlerin týpký morötesi ýþýnlar gibi- insanýn fiziksel algý sýnýrlarýnýn ötesindeki bir
ýþýk tayfý içinde olup biteni hiç seçememiþtir. Sonra o sarnýç dolar, bir
gözlük önümüze düþüverir, “Al, dünyayý bir de benimle gör!” diye baðýrýr.
Kiþisel eksiklerimi böylesi allý pullu gevezelik içinde süsleyerek
okuyucuyu daha fazla sýkmak istemem. Konuya hemen giriyorum.
Tekellerin Damgasýyla Doðum
Öncelikle, “sinema ve devrim” gibi bir baþlýk dururken, neden sinema
ve karþý-devrimi incelemeye kalkýþtýðýmý açýklamalýyým. Çünkü sinemayý,
doðum anýndan bu yana bir karþý-devrim halesi, tekelci sermayenin en gerici zihniyeti kuþatagelmiþtir. Zaman zaman bu amansýz kuþatmayý yarabilen
bir Chaplin, bir Capre, bir Ken Loach ya da Bertulocci çýkabiliyorsa, bu
ustalarýn sinemaya dair olaðanüstü yeteneklerinin çiðnenemeyecek,
görmezden gelinemeyecek, tekelci zihniyet tarafýndan ezilemeyecek
kudrette oluþundandýr. Burada yalnýzca birkaç isim saydýysak, sanmayýn ki
sayýlarý az. Hayýr, onlar pek çokturlar. Fakat -sosyalist sistemi bir kenara
koyduðumuzda- geri kalan dünyanýn sinemasý, ne yazýk ki ezici çoðunlukla bir endüstriyel üretimdir, sanat deðildir. Ve damgasýný vurduðu her iþte
olduðu gibi, sinema endüstrisinde de tekelci egemenliðin, tüm zihni
tasavvurlarýyla, azgýn çýkarlarý ve proletarya karþýsýndaki tutumuyla, her
dönemin sinemasýna tam anlamýyla damgasýný vurduðunu rahatlýkla
görürüz.
39
George Melies
ir illüzyonist olan, kendisinden
önce yapýlan sinema filmlerinin eksiðinin olay örgüsü ve karakterlerin olmayýþý olduðunu iddia
etmiþ ve bunun üzerine çalýþmýþ, Sinemada günümüzde dahi kullanýlan
birçok teknik bulmuþ, bunlarý filmlerinde kullanmýþ, gerçeðin yanýnda illüzyonda kullanan Fransýz yönetmen. 28 Aralýk 1895’te Lumiere
Kardeþlerin Paris Grand Cafe’de
yapýlan ve Dünya Tarihindeki ilk sinema gösterimi olarak kabul edilen
gösterime katýlan bunun üzerine hayatý deðiþen ve Sinema tarihinde adýndan övgüyle bahsedilen Fransýz
asýllý sinemacý. Sinemanýn bugünlere gelmesinde önemli katkýlarý vardýr. Sinematografý gördükten sonra
bunu Lumiere Kardeþlerden satýn
almak istemiþ ve Lumierlerin babasýndan olumsuz tepki alýnca, kendi
Sinematografýný yapabilmek için Avrupalý mühendislerin kapýlarýný aþýndýrmýþ en nihayetinde bu amacýna
ulaþmýþtýr.
B
inema Tarihinde ilk defa Dekor kullanýmý “Fade in” ve “Fade out” sahne ve sekanslar arasý geçiþler gibi unsurlarýn kaþifidir. Aya Seyahat filmi çok meþhurdur. Aya Seyahat Sinema tarihinin ilk bilim
kurgu filmi olarak kabul edilir.
1900’lerde Sinematografýn her türlü
unsurlarýný gözler önüne sermiþ Sinema illüzyonisti ilk renkli filmi çevirmekle kalmayýp çýlgýn bir emek
sonucu bu filmin her karesini kendi
boyamýþtýr. Bugün kullanýlan özel efektlerin üreticisi kurgularýn paþasý
sinemanýn baþladýðý insandýr.
S
Sinema tekelci-kapitalist evrenin bir ürünü oldu. Doðumu, bilirsiniz,
1890'lara rastlar. Ýlk ortaya çýktýðý ülkelerde (ABD, Fransa, Ýtalya) tekelci
kapitalizm, finans-oligarþisine doðru büyüyerek, dünya tarihinin en gerici
ve kanlý dönemini açmýþtý. Ve sinema denen olay, öyle resim sanatý gibi bir
tuval, birkaç tüp boyayla; ya da tiyatro gibi birkaç amatör oyuncuyla bile
kotarýlabilecek bir iþ deðildi. Sinema için, önce elektrifikasyon gerçekleþmeliydi. Kentler az çok bir elektrik donanýmýna kavuþmuþ olmalýydý ki,
hareketli resimleri perdeye yansýtacak güçte bir enerji kaynaðý her an hazýr
bulunsun.
Sonra, þu projeksiyon makineleri, bugünün dijital kameralarý gibi
avuç içine sýðar bir alet hiç deðildi. ABD'de makinenin patenti Edison'un
elindeydi. “Ruhuna þeytan girmiþ dahi” tipolojisinin yaþam bulmuþ þekli
olan Edison, sinema endüstrisinde kullanýlan ne kadar makine-alet-edevat
varsa hepsinin patentini kendi tekeline almakla kalmadý, bu patentlerle
büyüttüðü General Elekcric þirketi kýsa sürede dünyanýn en büyük, bu yüzden de en belalý tekellerinden biri halini aldý. Hareketli resimlerin basýlý
olduðu film þeritlerini üreten Eastman Kodak, yine o zamanýn ve bugünün
kallavi derecede büyük tekellerinden biridir. Ýlk sesli filmlerin
üretilmesinde imzasý olan IBM'in ne denli bir “kocaoðlan” olduðundan söz
etmeye bile gerek yok. Hasýlý, sinema tekellerin kucaðýnda doðdu: hem
tekelleri besledi, hem de onlardan her anlamda beslendi.
Sinema endüstrisindeki tekelleþmeden ne zaman söz edilse, akla yalnýzca MGM, Viacam, Universal vb. Stüdyolar gelir. Fakat sinema yalnýzca stüdyodan ibaret deðil. Büyük ekipmanlar ve türlü türlü makineler, bu
zanaatýn altyapýsýný oluþturuyor. Zaten, sinema endüstrisinde söz sahibi
olan dev þirketler dikkatle incelendiðinde, hepsinin ardýnda bir baþka dev,
bir finans grubu bulunduðunu görmek zor deðil. Örneðin günümüzün
basýn tekeli Time Warner, ki bünyesinde New Line, Universal gibi pek çok
film þirketini barýndýrýr, ardýndaki esas güç General Elecric ve dolayýsýyla
JP Morgan finans grubudur. Vicom ki dünyanýn en büyük ikinci basýn
tekelidir ve bünyesinde Paramount gibi sinema izleyicisinin aþina olduðu
markalarý barýndýrýr, ardýndan Japon devi Sony bulunur. Alman
Bertelsman, Hollandalý Phillips, Ýngiliz Tham-Emi, Fransýz Dassault, vb.
Her biri sinema dahil eðlence sektörünün bütün çeþme baþlarýný tutmuþlardýr. Daha yakýndan bakýlýrsa eðer; bütün bu devlerin, hisse, kredi vb.
yollarla birbirlerine kediler gibi kuyruklarýndan baðlý olduklarý görülür
dünyasýnýn egemen kurallarýný onlar koyarlar. Senaryolar, olaylar, oyuncular, hepsi dev tekellerin doðrudan yönetim masalarýnda olmasa bile, zihniyet evrenlerinde þekillenir.
Yani, Yeþilçam'dan bahsetmiyoruz. Beyoðlu'nun arkasýndaki
Yeþilçam sokaðýný görenler bilirler; yapýmcý þirketler berber dükkanlarýndan bile küçüktür. Salon sahiplerinin yapýmcý þirketlerden daha zengin
olduðu bir yerdir Yeþilçam. Ama dünyaya egemen olan, tüm standartlarý
belirleyen, yüz milyonlarý salonlara dolduran ve gerçek anlamda sinemayý
bir endüstriyel faaliyet gibi yürüten yapýmcýlar, Yeþilçam sokaðýnýn
esnafýyla mukayese kabul etmezler.
Bir Ýletiþim Sorunu Olarak Sinema
Sinema endüstrisi, yalnýzca bazý ihtiyaçlarý gideren metalar üreten,
daðýtýma sokan ve karþýlýðýnda da maksimum karý hedefleyen bir sektör
olsaydý, konuyu ivedilikle ekonomistlere havale etmek gerekirdi. Ama
hayýr. Sinema ayný zamanda ideoloji üretir, kitlelerin zihinsel faaliyetlerine, tutum ve alýþkanlýklarýna biçim vermeye çalýþýr. Hasýlý, sinema su
katýlmamýþ bir propaganda aygýtýdýr.
40
Biliyorum; bugüne dek kendini sinemanýn büyüsüne teslim etmiþ okur
için, bunlar mideye taþ gibi oturan, üstelik çok fazla indirgemecilik kokan
sözler. Yine de lütfen, örneðin Somali'ye dair en manipulatif haberleri
veren CNN, Fox haber bültenleriyle, yine örneðin Somali’yi anlatan Ridley
Scott'un “Kara Þahin Düþtü” filmini bir kýyaslayýn. Arada 7 fark bulmaya
çalýþýn. Bulunmaz. CNN, Fox, nasýl ki Somali'yi “yoldan çýkmýþ vahþi
uyuþturucu çetelerinin cirit attýðý bir ülke” olarak gösterir ve ABD'nin
insanlýk dýþý askeri operasyonlarýný meþrulaþtýrmaya çalýþýyorsa;
Hollywood'un maharetli yönetmeni Scott da filminde ayný söylemi, üstelik
haber bültenlerinden çok daha çarpýcý görüntüler ve dramatik hikayeler
eþliðinde seyircisinin dimaðýna adeta kazýr. Çok daha inandýrýcý bir etki
yaratmasý nedeniyle denilebilir ki, bu tür filmler haber kanallarýnýn dünya
halklarýna nefret kusan metinlerinden çok daha sinsi bir düþmandýr.
Önce “propaganda aygýtý”, þimdi de “sinsi düþman”. Yo, yo sizleri
sinemadan soðutmaya çalýþtýðým filan yok. Konuyu þu noktaya çekmeye
çalýþýyorum. Sinema, kendi imajýndan bir dünya yaratan tekelci sermayenin damgasýyla aðýr yaralýdýr; en gerici politik söylemler bir laðým
kanalý gibi sinema salonlarýndan kucaklarýmýza akýtýlýr. Sermaye açýsýndan
sinema, geniþ kitlelerle iletiþimin en uygun, en cicili-bicili ambalaja sahip
aygýtýdýr. Ve kitle iletiþimi konusu, özellikle son yüzyýlda sermaye
dünyasýnýn üzerinde titizlikle durduðu bir konudur. Ýletiþimi bir baðýmsýz
bilim dalý düzeyine yükselten, fakülteler ve kürsülerle bu konuda ciddi bir
akademik disiplin oluþturan sermaye, tüm bu birikim deney yeri olarak
sinemalarý kullanýyor.
Bu esnada, sermaye dünyasýndan baðýmsýz, 20. yüzyýlý boydan boya
bir iletiþim yüzyýlý haline getiren radyo, sinema, TV, uydu iletiþiminin
toplumlarýn yaþamýnda ne gibi deðiþimler yarattýðýný araþtýran pek çok bilimci de çýktý. Þimdi, bir süreliðine, sinema konusundan iletiþim konusuna
direksiyon kýrmakta yarar var. Ýletiþimin toplumlarda olduðu kadar, bireylerin dýþa dönük algýlarýnda ve ruhsal biçimlenmelerinde yarattýðý deðiþimler anlaþýldýkça, günümüz egemen sinema akýmýnýn merkezindeki karþýdevrim enstrümanlarý daha bir aydýnlanacaktýr.
Ele alacaðýmýz iletiþim araþtýrmacýlardan ilki, Kanadalý akademisyen
Marshall Mc Luhan’dýr. Düþünceleri pek çok kiþiyi etkilemiþ, çokça
tartýþýlmýþ, çokça eleþtirilmiþtir. Mc Luhan’a göre insanlýk tarihi iletiþim
açýsýndan dört evreye ayrýlmaktadýr: Kabile evresi, edebiyat çaðý, basým
çaðý ve içinden geçmekte olduðumuz elektronik çað. Kabile çaðýnda insanlýk bütünsel bir algý sistemine sahiptir; beþ duyu birden kullanýlmaktadýr.
Ýletiþim hem görsel, hem iþitsel, hem dokunsaldýr. Bunlar içinde en önemlisi duyma, en önemli organ kulaktýr. Toplumsal yaþamýn ürettiði kültür,
kulaktan kulaða aktarýlan geleneksel söylenceler, mitler, masallar yoluyla
yaþatýlýr ve gelecek kuþaklara aktarýlýr. Edebiyat çaðýnda fonetik alfabe
ortaya çýkmýþtýr. Sesleri sistemleþtiren alfabeyle birlikte kültürel aktarýmlar
edebi metinlere dayanmaya baþlamýþtýr. Bu, ayný zamanda Homeros’un
çaðýdýr ve kutsal kitaplý dinlerin ortaya çýkýþ sürecidir. Ýletiþim ve kültürel
aktarým ya rahiplerin ya da ozanlarýn aracýlýðýyla yapýlmaktadýr. Edebiyat
çaðýnýn kültürel aktarýmý ve ileþimi, hem aktaranýn kutsallýðýna hem de
aktarýlanýn ezeli-ebedi deðer taþýdýðý iddiasýna ihtiyaç duyar. Bu noktada
Anadolu Alevi kültürünün ozaný ve kutsal kiþiyi birleþtiren dede karakterine dikkat çekmek yerinde olur. Dedeler hem edebi hakikatin taþýyýcýsý,
hem de geleneksel ahlaki normlarýn kiþileþmesidir.
Mc Luhan’a göre, Guttenberg matbaasý ile birlikte edebiyat çaðý sona
erer. Metinlerin çoðaltýlýp basýlabilmesi, kültürel aktarýcýyý aradan çýkarttý.
41
Ýlk Sinemalar
inema baþlangýçta ilginç bir deney ya da basit bir eðlence türü olarak görülüyordu. Ýlk film
gösterimleri genellikle laboratuarlarda ya da evlerde, birkaç kiþilik toplantýlarda yapýlýyordu. Hýzla artan ilgi karþýsýnda daha geniþ salonlarda
halka açýk paralý gösteriler düzenlenmeye baþladý. Kýsa zamanda yaygýn bir eðlence aracýna dönüþen sinema, 20. yüzyýlýn baþlarýnda önemli bir ticaret ve sanayi dalý durumuna geldi. Film pazarý önceleri
Fransýzlarýn elindeydi. Sonradan
ABD'de kurulan yapýmcý þirketlerin
eline geçti. Halka açýk ilk kýsa filmler
Ýngiltere'de ve ABD'de müzikli tiyatro oyunlarý sýrasýnda gösteriliyordu.
Sonraki yýllarda özellikle ABD'de nikelden yapýlmýþ 5 sent gibi çok küçük bir parayla girilen ve yalnýzca
film gösterilerinin yapýldýðý, Nickelodeon adý verilen sinema salonlarý
hýzla yaygýnlaþtý. O dönemde, teknik
aksaklýklar yüzünden filmler sýk sýk
kesintiye uðrar, izleyicileri oyalamak
ve salonda tutmak için büyük çaba
harcanýrdý.
S
Sinema Sanayinin Gelişimi
lk yıllarda sesi ve görüntüyü birlikte kaydeden bir aygıt yoktu, bu
yüzden filmler sessizdi. 1912'de
Fransa'da film gösterileri, pikap ve
yükselteç
kullanılarak
müzik
eşliğinde yapılmaya başlandı. Bu
yenilikler izleyicilerin sesli görüntüye
daha çok ilgi duyduğunu ortaya
koydu. Aynı dönemde ABD'li
sinemacı Edwin S. Porter'ın
öncülüğünde, bir öyküsü olan
"konuşmalı" uzun filmler yapılmaya
başlandı. Porter'ın Büyük Tren
Soygunu adlı filmi soygun, kovalama ve silahlı çatışma sahneleriyle
dolu, tipik bir Western'di. Porter bu
filminde çeşitli çekim teknikleri kullandı. Bazen kamerayı hareket ettirerek bazen de uzak ve uzun ya da
yakın ve kısa çekimlerle gerçek bir
canlılık ve hareketlilik sağlamayı
başardı. Öyle ki, filmin bir sahnesinde kameraya doğru ateş eden
kovboyun görüntüsü salonda büyük
bir korku yarattı.
İ
Ayný zamanda matbaa, kiliseler ve medreselerin bilgi üzerindeki tekelini
de kýrmýþtýr. Gülün Adý romanýnda Umberto Eco, kilisenin bütün kitaplarý
elinde tutma ve çoðaltma tekelinin ona kazandýrdýðý gücün nasýl
yozlaþtýðýný anlatýr. Victor Hugo ise Notredame’ýn Kamburu’nda, kilisenin
matbaa karþýsýndaki korkusunu ele alýr. Matbaanýn etkilerini inceleyen Mc
Luhan, kabile ve edebiyat çaðýnda etkin-baskýn olan kulak ve duyma
duyusunun yerine, þimdi gözün ve görme duyusunun aldýðýný öne sürer.
Matbaa, sözlü geleneðin tüm vurgularýný, duygusal týnýlarýný yok etmiþ,
onu gramerin tek düze tipografisine indirgemiþtir. Kulaðýn yerine göz
geçmiþtir. Matbaanýn bireyselliði arttýrdýðýný söyleyen Mc Luhan, artýk
kitaplar topluca okunmuyor ama herkes köþesine çekilip kitabýný sessizce
okuyor tespiti yapmakta.
20. yüzyýl bu sessizliði ve bireyselliði kýrdý. “Radyolar yeniden
kabilesel ayinlere yol açtý.” Baþlayan elektronik çaðý sinema ve televizyonla devam etti. Bu çað bir kez daha kulaðý ve duyma duyusunu etkin hale
getirdi.
Mc Luhan bu görüþlerini, beyin aktivitelerini gösteren grafiklerle
kanýtlama yoluna gitmiþ, iddialarýný farklý alanlara taþýmýþtýr. Ona göre
matbaa ile baþlayan dönemde görsel duyumu kontrol eden beynin sol
yarým küresi, iþitsel duyumu kontrol eden sað yarým küreye baskýn
gelmiþtir. Sol yarým küre algýladýklarýný rasyonelleþtirir, ölçer, hesaplar,
kategorileþtirir. Okuryazarlýk oraný yüksek Batý toplumlarýnda egemen
olan, bu mantýksal-rasyonel düþünme dizgesidir. Oysa doðuya özgü algý,
halen daha iþitsel uzamýn etkisi altýndadýr; rasyonel ve de nicel dizgenin
yerini, burada nitel dizge almýþtýr. Batýlý istatistiklerle konuþur, maddeyi
tek tek kendi içinde ela alýr. Doðulu ise tüm ortamý dinler, görevi ve
maddeyi o bütün içine yerleþtirir. Görsel uzam standartlaþtýrýrken, iþitsel
uzam çeþitliliði kavrar.
Mc Luhan’un araþtýrmalarýnda televizyon ve uydu teknolojisi önemli
yer tutar. Ýnterneti 1969 gibi oldukça erken bir dönemde öngörmüþtür.
Televizyon izleyen kiþide göz, kulak gibi kullanýlýr, uydu iletimiyle birlikte dünyanýn “küresel bir köye” dönüþtüðünü dile getiren ilk kiþidir. Mc
Luhan’a göre insanlýk üç bin yýllýk dýþa doðru bir patlamadan sonra, þimdi
içe doðru bir patlama çaðýna girmiþtir. Üç bin yýldýr kendi dýþýndaki doðayý
gözleyen, kavrayan, ölçen, rasyonalleþtiren insanlýk; þimdiden sora kendi
içine, yeni arzularýna, doyumlarýna doðru bir baþka yolculuða çýkmaktadýr.
Ýþitsel uzama güç katan tv, sinema ve nihayet internet içe doðru çýkýlan bu
yolculuðu desteklemektedir. Mc Luhan’ýn iddialarýnýn günümüzdeki
karþýlýðý herhalde Facebook olurdu, ne yazýk ki onu görecek kadar yaþamadý. Ýnsanlar, rasyonaliteye dayalý sosyal yaþamýn, kapitalist sistemin
sömürü mekanizmalarýnýn yer býrakmadýðý insani iletiþimi kendi odalarýnda, üstelik oldukça yaygýn, hýzlý, ucuz bir araç etrafýnda örmekteler.
Bugünlerde Facebook benzeri siteler üzerinden geliþtirilen sosyal ortamlara
“sanal iliþkiler” diyerek burun kývýrmak, sol entelektüel camiada da pek
modadýr. Fakat kocaman metropollerde, sabahýn köründe iþlerine koþturan,
orada soluksuz çalýþtýrýlan ve ayný hengameyle evine dönmek zorunda
býrakýlan bir kiþiye nasýl bir ‘sosyal ortam’ kalýyor? Tüm yaþamý koþturmaca içinde geçen kiþiye arzularýný, doyumlarýný, duygularýný paylaþabileceði
tek olanaðý, Facebook’a sarýlýr diye suçlama getirmek en hafifinden insafsýzlýktýr.
Toplumlar tarihini iletiþim teknolojisini en baþa koyarak kategorileþtiren Mc Luhan, teknolojisist bir sapma içine girmiþtir. Fakat bu
düþünceleri yine de önemli kýlan pek çok unsur vardýr. En baþta reklam-
42
cýlýk sektörü, O’nun fikirlerinden fazlasýyla yararlanmýþtýr. Kiþilerin rasyonel düþünmelerini bir kenara býrakýp, içsel arzu ve istekleri yönünde
davranýþa sürükleyen metinler ve görsel malzemeler, günümüz reklamcýlýðýnýn temel iþidir. Reklamlarda tanýtýlan malýn yararýna iliþkin hemen
hiçbir þey yoktur. Fakat satýn alacak kiþinin hangi psikolojik açlýðýný,
arzusunu gidermiþ olacaðý vurgulanýr. Ýzleyicide kýsa süreli duyumsal þok
yaratýlýr. Böyle anlarda beynin rasyonaliteyi yönlendiren kýsmý adeta bloke
edilir. Reklamcýlýk sektörünün yararlandýðý bu türden tekniklerden sinema
endüstrisi de payýný alacaktýr. Günümüz sinema yönetmenlerinin çoðunluðu, reklamcýlýk sektöründen gelmiþtir.
Fransýz düþünür Baudrillard, daha çok 20. yüzyýlýn ikinci yarýsýna
odaklanmýþ, medyanýn felsefi kavranýþý üzerinde araþtýrma yapmýþtýr.
Baudrillard’a göre kültürel fenomenler toplumsal yaþamýn her alanýný kontrol eder ve yeniden kurar. Altyapýnýn belirleyiciliðine dair temel Marksist
tezi reddeder. Baudrillard’a göre üst yapý, geliþmenin altyapýsýdýr.
Anlaþýlan, Avrupa ve Amerika’daki tüm toplumun nefes borularýný týkayan
finans-oligarþi egemenliði, Baudrillard’ý bu temel yanlýþa sürüklemiþtir.
Söz konusu nefes aldýrmaz egemenlik tüm topluma kendi söylemini
yapýlandýrýlmýþ gerçekliðini kabul ettirecek mekanizmalara sahiptir.
Bilginin üretimini ve aktarým mekanizmalarýný elinde bulunduran tekelcilik, medya kanalýyla bilgiye her an deðiþen bir yapý kazandýrmýþlardýr.
Medya, gerçeklikle kitleler arasýna girmiþtir. Medya aracýlýðýyla her an
yeniden üretilen gerçeklik de, kendi ontolojik kökeninden kopmuþtur.
Baudrillard’a göre, kitlelere sunulan yalnýzca simülasyon ve hipergerçeklik
denilen modellerdir. The Matrix filmi, Baudrillard’ýn düþüncelerine çok
þey borçludur. Morfeus’un Neo’ya söylediði “Gerçeðin çölüne hoþ geldiniz” sözü, bizzat düþünürün kendisine aittir.
Baudrillard,
televizyon
aracýlýðýyla
“sessiz
yýðýnlar”ýn
yaratýldýðýný öne sürer. Simultane gerçekler, oturma odalarýnýn konforlu
atmosferine taþýnýr. Kiþi, içinde bulunduðu gerçeklik ile televizyon
ekranýndan ona sunulan gerçeklik arasýnda doðal bir ilgi kurmakta zorlanýr.
Olaylar tümüyle onun bulunduðu atmosferin dýþýnda olup biter. Ardý ardýna, kesintisiz aktarýlan haber bültenleri yoluyla, kitlelerin anlýk tepkileri
bastýrýlýr. Bir noktadan sonra toplum umursamaz, aldýrmaz hale gelir.
Tepkisiz, pasif izleyiciler konumuna düþürülen yýðýnlar üzerinde, bundan
böyle “büyük anlatýlar”ýn etkisi olmayacaktýr. Bu fikirleriyle Baudrillard,
post-modern denilen dönemin felsefecisi olarak anýlýr. Kitlelerin istediði
artýk “büyük anlatýlar”, yani ideolojiler deðildir. Kitleler ahlaksal gösterilere ve normlara da direniyor, demekte, düþünür. Onlarýn istediði tek þey
gösteri. Ýçinde gösteri barýndýrdýðý sürece, sunulan her anlam onlar için bir.
90’lý yýllarýn karþý devrim rüzgarlarý içinde epey alýcý bulan bu fikirler,
ezilen emekçi yýðýnlarýn en yaþamsal sorunlarý için ayaða kalktýðý ve
sosyalizmin “büyük-anlatýsý”nýn yeniden en üst sýralara týrmandýðý
günümüz için, modasý geçmiþ görünüyor.
Modern iletiþim ve medya üzerine önemli çalýþmalarý olan bir baþka
düþünür Slavoj Zizek’tir. Fransýz psikanalizci Lacan’ýn görüþlerini temel
alan ve bunlarý sinema analizleri yoluyla yeniden yorumlayan Zizek,
anamorfoz (yamuk bakmak) adýný verdiði yöntemle, iletiþimin yöneldiði
kitlelerden çok, iletiþimin kaynaðý ný incelemeye odaklanýr. Yamuk Bakýþ,
doðrudan algýlanan þeylerin ötesini görmek içindir. Ýletiþimin kaynaðý, yeni
bilgiyi ve görüntüyü sunuma koyan kiþi ya da gruplar, aslýnda kendi bilinçaltlarýný yansýtmaktadýrlar.
43
onuşmalı filmlerde ses, görüntüyle eşlenen bir plağın üzerine
kaydediliyordu. Her ülke için
başka dilde yeni bir plak yapmak ve
sesi görüntüye yeniden eşlemek
gerektiğinden bu filmlerin maliyeti
oldukça yüksekti. Bununla birlikte
izleyicinin konuşmalı filmlere gösterdiği olağanüstü ilgi, yapımcıları bu
alana çekmeye yetti. Yaklaşık
1912'ye kadar 6-10 dakika süren,
tek makaralık kısa filmler çekilir,
izleyici komedi türündeki bu filmlerden 6-7 tanesini peş peşe izlerdi.
Sonraki yıllarda birkaç makaralık
uzun filmler yapılmaya başlandı.
İtalyan yönetmen Luigi Maggi,
Pompei'nin Son Günleri adlı filmiyle
Eski Roma'nın görkemli görüntüsünü ekrana getirdi. Bir başka
İtalyan
yönetmenin
Enrico
Guazzoni'nin çektiği Quo Vadisi?
Adlı konulu, uzun filmi dünyada
büyük bir hayranlık yarattı. Bu filmin
hemen ardından ABD'li yapımcılar
sinema izleyicisinin seveceği türden
roman ve öyküleri art arda filme çekmeye, filmlerini daha yüksek fiyatlarla göstermeye başladılar. Bu filmler
yaklaşık 90 dakika sürüyordu.
Sinemadaki bu hızlı gelişme daha
büyük ve daha rahat gösteri salonları
gerektirdi. Avrupa'da ve ABD'de
halk arasında "düş sarayları" adı verilen lüks ve gösterişli sinema salonları
yapıldı.
K
I.
Emperyalist
Paylaşım
Savaşı'ndan önceki dönemde Fransa
ve İtalya olmak üzere Avrupa
ülkeleri sinema alanında oldukça
ileriydi. Korku, cinayet ve komedi
filmleri ilk kez gene de bu ülkelerde
çekildi. Oyuncularda fiziksel özelliklerin yanı sıra oyunculuk gücü de
aranmaya başlandı. Aynı yıllarda
efsanevi kişilikleriyle milyonlarca
insanın hayranlığını kazanan sinema
yıldızları doğdu. Ne var ki, savaşın
başlamasıyla birlikte Avrupa sineması
neredeyse çöküntüye uğradı, çünkü
filmin ana maddesi olan selüloit
barut yapımında kullanılmaktaydı.
Oysa, aynı dönemde ABD sineması
önemli gelişmelere sahne oldu. Bir
Milletin Doğuşu ve Hoşgörüsüzlük
gibi filmlerle adını duyuran ABD'li
yönetmen David Griffith sinemada
klasik anlatım üslubunun öncüsü
sayılır. Yeni film tekniklerini sağduyuyla kullanan Griffith, sinemayı
salt bir eğlence aracı olmaktan
çıkarıp izleyiciyi aynı zamanda
düşünmeye de yönelten, çok yönlü
bir anlatım aracına dönüştürdü. O
yıllarda ABD'de sinema alanında
büyük bir patlama yaşandı, uzun ve
yüksek maliyetli filmler art arda çekilmeye başlandı.
Zizek, bu bilinçaltýný çözümlemek için, Lacan’ýn psikanalize
kazandýrdýðý kavramlarý kullanmaktadýr. Lacan’a göre insan yaþamýnýn üç
temel evresi vardýr: Gerçek, imgesel ve simgesel evreler. Gerçeklik evresi,
doðumdan hemen sonra bebeðini anneyle bütünleþtiði, salt yaþam
gereksinmelerinin yönlendirdiði dönemdir. Sonra bebek anneden ayrýlýr,
sütten kesilir ve bütünlük yok olur. Araya, toplumun kültürel, ahlaki ve
normatif öðesi olarak baba figürü girer. Bu evre imgesel evredir. Bebek
için varolan, þimdi yoktur. Var-yok imgesi oluþur. Var olan gerçektir, yok
olan ise kaybedildiðinden þimdi salt imgeseldir. Üçüncü evre simgesel
evredir ve burada insan, yitirdiðini talep etmek için imgelediðini simgesel
sistem içinde dillendirir. Konuþma ve dil, insaný simgesel evreye hapseder.
Oysa bu kýsýtlý alan içinde, yani dile getirilebilen (kültürel kodlar ve ahlaki normlar tarafýndan kýsýtlanmýþtýr bu alan) istek ve amaçlarýnýn dýþýnda
býrakýlan, kocaman bir imgesel ve gerçeklik düzeneði vardýr. Lacan, bilinçaltýna itilen ve simgesel-dilsel düzeneðin dýþýnda kalan bu alana
“Büyük öteki” adýný verir.
Lacan’ýn dilsel yapýya uyguladýðý psikanaliz yöntemini Zizek, bakýþ
(gaze) ile geniþletir. “Büyük ötekini, yani insanýn kaybettiði ve aramayý
sürdürdüðü gerçekliðini, bakýþ ele verir. Bu yüzden Zizek, modern toplumlarýn iletiþiminin merkezine sinemayý koyar. Slovenyalý düþünür,
Yugoslavya korkunç bir parçalanma yaþarken, neden ýsrarla Hitchcock
filmlerini tartýþýp durduðuna dair eleþtirilere þu cevabý veriyor: “Evet,
alevler içindeyiz, çünkü yeterince Hitchcock’umuz yok.”
Ýletiþimi kaynaðýna doðru yönelerek incelerken, Zizek’in yararlandýðý
bir baþka Lacan’cý kavram semptom’dur. Semptom, bastýrýlmýþ olanýn geri
dönüþüdür. Basitçe açýklarsak; normal seyri içinde ilerleyen bir süreç,
aslýnda onu temelinden sakatlayan, sýrasý geldiðinde kilitleyen ve sýnýrlarýný belirleyen bir kurucu öðeye sahiptir. Bir örnek: burjuva özgürlüklerini yapýlandýran ve belirleyen, emeðin kendini satma ve köleleþme özgürlüðüdür. Burjuva toplumun gizli semptomu, emeðin köleliðidir. Bu kölelik
olmadan burjuva özgürlükler olmaz: ama tam da bu yüzden özgürlük, burjuva düzende sakatlanmýþ, güdük ve sýnýrlýdýr. Zizek bize, her gösteride
gösterenin semptomunu aramayý salýk verir.
Semptomlar kendini en uç biçimde, travmatik durumlarda ve olaylarda ele verir. Travmatik olay, belli bir sistemin dýþýnda deðil, tam tersine
içinde, bu sistemin öz ürünü olan bir sonuçtur: Fakat öyle bir sonuçtur ki,
sistemin üzerine inþa edildiði tüm söylemi, simgesel zinciri bozan, boþa
çýkaran bir olgudur. Bu yüzden, simgesel düzen içinde uç veren travmatik
noktalar, üzerine bir kostüm geçirilerek, sistemin fantastik bir öðesini oluþtururlar. Örnek: Dersim olaylarý, Kemalist simgesel sistemin ve söylemin
tramvasýdýr. Hem o simgesel sistemi boþa çýkartan hem de o sistemin öz
ürünü olan bir olay. Bu nedenle Kemalist söylem, Dersim olaylarýný
tümüyle yok sayamaz ama onu “feodalitenin tasfiyesi” kostümü altýnda bir
fantezi öðesi haline getirerek, simgesel sistemin bir parçasý kýlar. Fakat
travma, her zaman kendi öcünü alýr.
Zizek, sendromlarla ve travmalarla dolup taþan modern kapitalist
toplumun, kendini korumak için Sinizm’e sarýldýðýný söyler. Sinizm, “ideolojik evrenselliðin ardýndaki tikel çýkarý, ideolojik maske ile gerçeklik
arasýndaki mesafeyi tanýr, hesaba katar, ama yine de maskeyi korumak için
nedenler bulur. (…) Sinik hikmetin modeli, doðruluðu, dürüstlüðü en üst
namussuzluk en etkili yalan biçimi olarak kavramaktadýr.” (akt. Nurdoðan
Rigel, Mavi Karanlýk, Su yay.). Sinizm, tekelci kapitalizmin sarýldýðý son
iptir. Ýnkar edemediði gerçekler karþýsýnda egemenler hep ahlaki, soyut
44
gerekçeler bulurlar. Irak’ta öldürülen bir milyon kiþi ve savaþ için harcanan
2 trilyon dolar kendisine sorulduðunda, eski ABD dýþ iþleri bakaný
Condellize Rice’ýn verdiði cevap, sinizmin tipik bir örneðidir: “Evet ama
bu bedele deðdi.” Ýstanbul toplantýlarýnda kafasýna ayakkabý fýrlatýlan IMF
baþkaný, Strauss Kahn; bir baþka sinizm örneði sergilemiþti: “Konuþmamý
bitirmemi beklediði için teþekkürler.” Evet, dilimizde buna, su katýlmamýþ
piþkinlik denilmekte.
Þu ana dek sýðýndýðým okuyucunun sabrý sonsuz deðil, biliyorum. O
yüzden hemen sadede gelmekte yarar var. Kuþkusuz, bütün bu modern
iletiþim kuramlarý, bize gerçekliðin tamamýný sunamaz. Fakat ele aldýðý
konuyu analiz ederken ortaya atýlan kavramlarla bu kuramlar, sinemanýn
gerçek yüzünü sergilerken, ameliyat masasýnýn üzerinde olacaklar.
Tekeller ve Sinema: Bir Tarihi Analoji Denemesi
Doðumundan itibaren sinemanýn alnýnda tekellerin damgasý olduðunu
söylemiþtik. Çekilen ilk filmler, tekelci egemenliðin yayýlmasýna ve
pekiþtirilmesine doðrudan hizmet ediyordu. Projeksiyon makinesinin
patentini alan Edison, ilk iþ olarak, zamanýn ABD baþkan adayý Teddy
Roosvelt için propaganda filmleri çekti. ABD, 19. yüzyýlýn sonunda açýk
emperyalist iþgallere hazýrlanýyordu ve bu savaþlarýn en ateþli savunucusu
Teddy Roosvelt, tüm tekellerin desteðini arkasýna aldý, sinema denen
mucizeyle de kitlelerin desteðini… O yýllarda sinema gerçek bir mucizeydi. Özellikle 20. yüzyýlýn þafaðýndaki ABD için. Neredeyse tümüyle göçmen topluluklardan oluþan bu ülkenin ortak bir dile ihtiyacý vardý. Sessiz
filmler, her biri ayrý anadile sahip milyonlarý salonlara çekiyordu.
Göçmenlerin çoðunluðunun hiç okuma yazmasý yoktu. Mc Luhan’ýn
belirttiði gibi, fonetik alfabenin yönlendirdiði rasyonel düþünmeye uzaktýlar. Fakat sinema gibi yalnýzca görüntülerden oluþan bir dil, bu göçmenler üzerinde duygusal yaný aðýr basan bir etki yaratýyordu. Tekeller, sinemanýn bu gücünü çok erken dönemde keþfetmiþti.
ABD’de sessiz film dönemine damgasýný vuran, kovboy filmleri oldu.
Köksüz bir ulus, kendine ait mitolojik söylemleri sinema yoluyla yaratýyordu. Avrupa’da ise kitleleri sinema salonlarýna çeken daha çok korku ve fantastik filmler oldu. Çünkü savaþ ve dehþet dönemleri kitlelerde yaþanan
tramvayý fantastik imgeleme kaçarak tolore etme yönünde güçlü bir eðilim
yaratýyordu. Bu eðilim her savaþ ve dehþet dönemlerinde yeniden ve
yeniden ortaya çýkacaktý.
Sesli filmler gösterime girdiðinde, sinemadaki sýralar kalktý, yerine tek
kiþilik koltuklar kondu. Sinemanýn karanlýðýnda seyirci tek baþýnadýr. Bu
durum, sinemada sunulan modellerin (Alev Alatlý’nýn deyiþiyle, “idiograflarýn”) seyirci üzerindeki etkisini arttýrýr. Koltukta tek baþýna oturan, tüm
sosyal rollerinden soyunmuþ birey için, filmin kahramanlarý kolay bir
özdeþleþme nesnesi haline gelir. Perdede can bulan tiplemeler, seyirci-bireye
benzediði için deðil, tam tersine benzemediði için, özdeþleþme kýþkýrtýcý bir
itkiye kavuþur. Kiþi, olmadýðý ama olmayý istediði “Öteki”yi perdede izler,
dinler. Bu yýllar sinemada “Yýldýzlar” döneminin egemen olduðu yýllardýr.
Perde’nin yýldýzlarý, konuþmalarý, yürüyüþleri ve giyimleriyle milyonlarý
etkilemeye bu yýllarda baþlar. Sinema artýk, toplumu tek tipleþtirmenin,
insani duygularý kategorileþtirip ayýklamanýn, kapitalist çýkarlara uygun
ahlaki normlar geliþtirmenin bir aracýdýr. Tekelci sistemin makul vatandaþý,
tanrýya inanan, yasalara boyun eðen, aileyi kutsayan erkek ve onun bir uzantýsý olarak kadýndýr. Siyahlar genellikle çirkin, þiþman ya da þehvani duygularýn esiri olarak tasvir edilir. Suça karýþanlar hep yoksul mahallelerden çýkar
ve hepsi de, kiþisel özdeþleþme nesnesi olmayacak denli çirkindirler.
45
I. Emperyalist Paylaşım savaşı
sonrasında sinemada en önemli
gelişme Almanya'da gerçekleşti.
1919-33 arasında Alman sineması
altın çağını yaşadı. Zengin dekorlu ve
kostümlü tarihsel filmlerin yanı sıra
Ernst Lubitsch (1892-1947), Robert
Wiene (1881-1938), Fritz Lang
(1890-1976) ve Friedrich W.
Murnau'nun (1889-1931)
öncülüğünde "Alman
Dışavurumculuğu" olarak bilinen bir
akım başladı. Bu yönetmenler karakter oyuncusu yaratmayı başardıktan
başka, ışık ve dekor kullanımındaki
ustalıklarıyla da, dünya sinemasını
önemli ölçüde etkilediler. Robert
Wiene'nin yönetmiş olduğu Doktor
Caligar'nin Odası ve Fritz Lang'ın bilimkurgun öncüsü Metropolis'i
yapıldıkları tarihten bu yana sinema
sanatını etkilemiş yapıtlardır.
mperyalist
Paylaşım
Savaşı'ndan sonra 1920-27
arası Fransa'da ilgi çekici filmler yapıldı. Dönemin önde gelen
yönetmenlerinden Rene Clair
İtalyan Hasır Şapka adlı komedi
filmiyle adını duyurdu. 1920'lerde
sinema ABD'nin en büyük sanayi
dallarından biri durumuna geldi.
Metro- Goldwyn- Mayer,
Paramount, United Artists gibi dev
film şirketleri o dönemde kuruldu.
Yumuşak iklimiyle açık hava çekimlerine uygun olan Los Angeles
kentinde Hollywood, ABD sinema
sanayisinin merkezi durumuna
geldi. Her çeşit filmin yapıldığı bu
dönemde gag türünde kavgalı
dövüşlü komediler başta geliyordu.
Charlie Chaplin, Buster Keaton,
Stan Laurel ve Oliver Hardy
1920'lerde parladı. Bu yıllarda yarısı
20 yaşın altında olan 40 milyon
ABD'li düzenli olarak her hafta sinemaya gidiyordu. Sinema tarihine adı
geçen filmlerden Cecil B. De
Mille'in yönettiği On Emir, Douglas
Fairbanks'in her ikisinde de başrolü
oynadığı Robin Hood (1922) ve
Bağdat Hırsızı bu dönemde yapıldı.
İngiltere'de sessiz sinemanın önde
gelen yönetmeni John Grierson,
1929'da sinema tarihinin ilk uzun
belgesel filmi olan Balıkçı
Tekneleri'ni çekti.
E
Böylece kapitalist estetik normlar yerli yerine oturur. Ýyiler her zaman güzel
ve yakýþýklý, kötüler her zaman çirkin ve iticidir.
2. Dünya Savaþý, evdeki kadýný çalýþma hayatýna girmeye zorlamýþtý.
Erkek cephede savaþýrken, boþ kalan tezgahlarýn baþýna kadýnlar geçti.. Ve
kadýnlar ekonomik özgüven kazandýlar. Ama kadýnýn ezilmiþliði, burjuva
toplumun semptomlarýndan biriydi. Bu yüzden, savaþ sonrasý “kara film”
modasý patlak verdi. Bu filmlerde kadýnlar þeytani bir ruha sahip “femme
fatale” cinsinden karakterler olarak perdeye yansýdýlar. Cepheden dönen
erkeðin kendine güven kazanmýþ kadýndan duyduðu korku, Kara Filmlerle
ortaya çýkartýlýyor, depreþtiriliyor, kýþkýrtýlýyordu. Çifte Tazminat, Ömre
Bedel Kadýn, Büyük Uyku, Postacý Kapýyý Ýki Kere Çalar, Gilda, 1945-48
yýllarý arasýnda perdelere taþýndý, reklamlarý yapýldý, ödüllere boðuldu ve
tekelci burjuva toplumu baðrýndaki bu semptomu kara film fantezisiyle
örttü. Kadýn banliyö yaþamýnýn mutlak köleliðine geri döndüðünde, bu furya
da bitti.
Derken, Soðuk Savaþ denilen, dünyanýn üçte birini kapsayan sosyalist
sisteme karþý yürütülen kapsamlý bir karþý-devrim stratejisi devreye girer.
Dünya savaþýnýn dehþetini arkada býraktýðýný düþünen milyonlar için, yeni
bir savaþ kapýdadýr. Bu yüzden geniþ kitlelere fantastik ve dehþet filmleri
servis edilir. Dönem artýk Ben Hur, 10 Emir gibi epik-tarihi filmlerin ve ardý
ardýna çekilen Hitchcock filmlerinin dönemidir. Geniþ kitlelerin içine
düþtükleri hayal kýrýklýðý ve tedirginlik, kaçýþ filmlerini tetikler. Gerçeklikte,
bugünden kaçýþ, fanteziye ve diðer rasyonel duygularý bastýran korkuya
doðru bir kaçýþ…
Öte yandan, sinema endüstrisi, kurulan anti-komünist mahkemeler
tarafýndan tüm solculardan temizlenir. Bu histerik dönemden kimler etkilenmez ki! Chaplin aforoz edilir. 1943 yýlýnda, yani henüz Nazilere karþý ABDSSCB ittifaký devredeyken çekilen Kuzey Yýldýzý filmi de suçlamalarýn
hedefi olar. Yönetmen Lewis Milestone, bir Sovyet köyünde Nazilere karþý
yükselen direniþi destansý bir üslupla anlatmýþtýr. Altý yýl sonra film Sovyet
propagandasý sayýldý. Çünkü köyüler son derece mutluydular, hayatlarýndan
memnundular. Oysa komünist rejim altýnda köylüler nasýl olur da gülebilir,
mutlu olabilirler? (10 Kasým günü “Bol tebessümlü günler” dileyen radyo
spikerine veryansýn eden CHP’li Kemal Anadol mu aklýnýza geldi?!)
Dönemin en yetenekli yönetmenlerinden olan Elia Kazan da, antikomünist sorgulardan geçti, arkadaþlarýný ele verdi ve bu sayede
Hollywood kapýlarýndan kovulmadý. 1954’te günahlarýný meþrulaþtýrmak
için “Rýhtýmlar Üzerinde”yi çekti. Biraz aklý kýt ama mert Terry Malloy
(Marlon Brando’nun olaðanüstü oyunculuðu, doðrusu göz kamaþtýrýcýdýr),
New York tersanelerinde örgütlü sendikaya karþý tek baþýna mücadeleye
giriþir. Ýþçi sýnýfý mert ve iyi niyetlidir, ama sendikalý olaný þeytandýr.
Sendikacýlar bu filmde suça batmýþ çeteciler olarak resmedilir. Özellikle
50’li yýllarda bazý Amerikan sendikalarýnýn mafya ile baðlarý bir sýr deðil.
Fakat yönetmen Elia Kazan, bu çeteci sendikalarýn karþýsýna mücadeleci
sendikayý deðil, örgütsüz iþçiyi ve de kiliseyi (Karl Malden’in canlandýrdýðý
rahip Malloy’un sendikacýlara karþý mücadelesinde tek müttefikidir) çýkarmakla yetinmiyor, Malloy’u kendi aðabeyi dahil tüm sendikacýlarý ihbar
etmek üzere polisle iþbirliðine sokuyor. Ne diyordu bize Zizek; Her film,
yönetmenin bilinçaltýdýr.
60’lý yýllar, televizyonun egemenlik yýllarýydý. Ýnsanlar artýk sinema
salonlarýna deðil, televizyon karþýsýnda Bonanza, Kaçak, Star Trek, Küçük
Ev dizilerini izlemek için evlerine koþturuyorlardý. Ancak bir süre sonra,
sürekli ayný hikayeyi tekrar etmeye baþlayan bu diziler, sinema seyircisini
46
tatmin etmeyecekti ve 70’li yýllardan, itibaren sinema salonlarý yeniden
dolacaktý. Televizyonun ticari yönden sinemayý alt etmesi, bir bakýma sinemanýn sanatsal yönünün öne çýkmasýna neden oldu. Sinema tarihinin en
yaratýcý yönetmenleri bu dönemde kendilerini gösterebilecekleri bir boþluk
buldular. Amerika’da John Cassavates, Alan J. Pakula, Mike Nicols,
Ýngiltere’de Stanley Hubreck, Josep Losey, Lindsoy Andersen; Fransa’da
Trauffault, Goddard; Ýsveçli Ýngmar Bergman, Japonya’dan Kurosawa,
Ýtalya’da Fellini, Antonioni, Pasolini, “sinema iyi ki var” dedirten filmler
çektiler. Eðer bir parça sanat muamelesine layýk görülüyorsa sinema, televizyon karþýsýnda ticari rekabeti kaybettiði bu yýllar sayesindedir.
Ancak, Vietnam iþgali ve direniþinin yarattýðý atmosfer, bir kez daha
bastýrýlanýn geri dönüþünü saðladý. Sadece savaþ karþýtlarý deðil, siyah haklarý için de büyük kitleler sokaklarý dolduruyordu. 1968, devrimin ruhunu
bir kez daha ayaða kaldýrdý. Tekeller, büyük bütçeli filmler için yeniden
sinemalara yöneldiler. Karþý-devrim bir kez daha sinema salonlarýndaki
rolünü oynamalýydý. Ama nasýl? Bu kez karþýlarýnda devrimin taze bahar
havasýyla bilinçlenmiþ, uyanmýþ bir kitle bulunuyordu. Fantastik filmler,
örneðin büyük felaket filmleri giþelerde yan yatýyordu. Çeliþkileri bastýramayan, saklayýp gizleyemeyen sistem, bu kez onlarý allayýp pullamaya,
soyut söylemlerle altýný boþaltmaya, sorunlarýn esas kaynaðýný sisler içinde
býrakmaya çabalayacaktý. Sinemada “sinizm” dönemi baþlýyordu ve bu
onun en uzun soluklu dönemi olacaktý.
Sinema endüstrisinde egemen olan sinizm, þu dört yönetmene çok þey
borçludur. Francis Ford Coppala, Martin Scorsese, George Lucas ve Steven
Spielberg. Dördü de hemen hemen ayný dönem içinde sinemaya atýlmýþ, ilk
önemli çýkýþlarýný 70’li yýllarda yapmýþlardý. Tüm kariyerlerini, sinizmi
kitlelere taþýma çabalarýna borçlular. Bu yönetmenler, sistemin açýða çýkan
bütün semptomlarýný, travma biçiminde kendini ele veren çeliþkilerini, son
derece soyut bir ahlakçýlýkla, ya da tarafsýz gözlemcilik bahaneleriyle
süslemeye, bahaneler bulmaya özen gösterdiler. Bu yüzden onlarýn modasý
bir türlü geçmedi. Sinema endüstrisindeki egemenliklerini sürdürebilmelerinin altýnda yatan neden budur.
70’li yýllarda kitleler kapitalist sistemin haydutça sonuçlarýna, savaþa,
ýrkçýlýða, mafyatik yozlaþmaya karþý çýkmaya baþlamýþlardý. Tekelci sinemaya düþen görev, suçun övgüsüne giriþmekti. 30’lu yýllarda çevrilen çete
ve suç filmlerinde alenen aþaðýlanan, ahlaki çürümüþlüðün kaynaðý olarak
gösterilen ve bu yolla sistemin makul, yasalara boyun eðen insanýný yücelten sinema, bu kez tam tersi bir yola giriyordu ve adeta: “Tamam ben
kötüyüm, ama sor bir niye kötüyüm?” dercesine piþkinlik içine girecekti.
Suça övgü, Arthur Penn’in 1967 tarihli Bonnie ve Clyde filmi ile
baþlamýþtý ve George Roy Hill’in Sonsuz Ölüm (Butch Cassidy ve
Sundence Kid, 1969) filmiyle ciddi bir sürat kazanmýþtý; bundan böyle
suçlular son derece yakýþýklý ve çarpýcý güzelliðe sahiplerdi. Dahasý hepsi
de özünde iyi kalpli insanlar olarak resmedilir. Onlarý suça iten talihsizlikleri, önlerine geçemedikleri kaderleri, deðiþtirmeye güçlerinin yetmediði
olaylardý.
Ancak, suça övgünün zirvesini Francis Ford Cappola yapacatý. God
Father (Baba) I ve II (1972, 1974) suçu bir kadere deðil, hayatta kalma
becerisine, baþarý hýrsýna, zenginliði ve refahý yakalamanýn ve bu konuda
son derece kararlý olmanýn sonucuna baðlandý. Godfather’ýn baþkarakteri
savaþ kahramaný madalyalý Michael Carleone babasýnýn intikamýný almak
için acýmasýzca kan döküyorsa; aileyi ve de kurumlarý ayakta tutmak için
mafyanýn en kanlý kurallarýný uygulamaktan çekinmeyen bir Don
47
Sesli Sinemanın Doğuşu
1927'ye
kadar
filmler
bütünüyle sessizdi. Konuşmalar
filmin akışına kısa aralıklarla kesintiye uğratan yazılarla veriliyor, film
piyano, keman ya da bir pikaptan
çalınan müzik eşliğinde gösteriliyordu. Yaklaşık 6.000 kişi alan bazı
büyük sinema salonlarında belli bir
film için özel olarak bestelenmiş
müzik parçasını çalan 40 kişilik
büyük orkestralar bulunuyordu.
Film seslendirme çalışmaları ise
1906'dan beri sürüyordu. İlk sesli
film 1927'de çekilen, şarkıcı Al
Jolson'un oynadığı Caz Şarkıcısı'dır.
Sesli sinemanın ortaya çıkışıyla birlikte izleyici sayısında büyük bir artış
oldu. ABD'de sinema sanayisi kısa
sürede sesli sinema teknolojisine
geçti. Yapımcılar stüdyolarını elektronik ses kayıt aygıtlarıyla donattılar,
sinema salonlarına büyük hoparlörler yerleştirildi. 1930'lardan başlayarak tüm filmler sesli olarak çekilmeye başlandı. Sanatçıların kendi
sesini kullanması bazı zorluklar getirdi. Bazı oyuncular ezberlemekte
güçlük çekiyor, ABD'li olmayan
oyuncular İngilizce'yi aksanla
konuşuyor ya da sesle görüntü
arasında uyum sağlamadığı oluyordu. Bu nedenlerden ötürü sinemada bu dönem de ağırlık olarak tiyatro oyuncuları yer alıyordu.
Japonya'da filmlerdeki konuşmalar
benşi adı verilen anlatıcılarla iletilirdi. Bazı anlatıcılar öylesine başarılıydı ki, adları oyuncularla birlikte
yazılırdı. 1940'lara kadar sürdürülen
anlatıcı geleneği Japonya'da sesli
sinemaya geçişi geciktiren başlıca
nedenlerden biri oldu.
esli sinemanın ilk yıllarında
yönetmenlerin çoğu konuşmalara gereğinden çok ağırlık
vererek, görüntüyü ikinci plana
attılar. Oysa ses ve konuşmaların
asıl işlevi görsel anlatımın etkisini
artırmaktı. Ses öğesini görsel
anlatımın tamamlayıcı ve güçlendirici bir parçası olarak kullanmayı
başaran ilk yönetmen Fransız Rene
Clair oldu. Clair'in Milyon adlı filmi
bu uygulamanın en yetkin örneklerinden biriydi. Sesli sinema oyunculuk alanında önemli değişikliklere
yol açtı. Sessiz sinemanın abartılı el
kol hareketlerine dayanan üslubu
tümüyle anlamını yitirdi. Sesin
görüntüye uygunluğu, oyunculukta
doğallık ve yalınlık önem kazandı.
Sonuçta sesli sinema kendi yıldızlarını yarattı. Hollywood filmlerinde rol alan Clark Gable, James
Cagney daha önce Alman sinemasında adını duyuran Marlene
Dietrich, çocuk oyuncu Shirley
Temple ve sinema tarihinin efsane
kadını İsveçli Greta Garba gibi yıldızlar ün kazandı. Aynı dönemde
çocukların severek okuduğu ve
izlediği Miki Fare'nin yaratıcısı Walt
Disney ilk sesli çizgi filmlerini
gerçekleştirdi. Dönemin önde gelen
yönetmenleri John Ford, Howard
Hawks, Frank Capra, George
Cukar ve Orson Welles özgün
üsluplarıyla sinema sanatına önemli
katkılarda bulundular. 1930'larda
İngiltere'nin yetiştirdiği önemli
yönetmenler Anthony Asguith ve
gerilim filmlerinin babası sayılan
Alfred Hitchcook'tu. 1933'te
Alexander Karda ünlü aktör Charles
Laughton'un oynadığı Kadınlar
Celladı filmiyle tarihsel konulu film
geleneğini başlattı.
S
Carleone’ye dönüþüyorsa, kendi yaþam tarzýný korumak adýna Vietnam’da
inanýlmaz vahþete giriþen ABD’yi kim suçlayabilirdi?
Cappola’nýn suça övgüde vites yükselttiði noktada, bayrak Martýn
Scorsese’nin eline geçti. Mean Street’le (1973) suçun övgüsüne orta düzey
uyuþturucu satýcýlarýndan baþlayan Scorsese, suçun kaynaklarýna inmeyi
neredeyse tamamen bir kenara koyup, iþleniþ biçimine yani açýk þiddetin
gösterisine odaklanmýþtý. 1976 tarihli Taxi Driver (Taksi Þoförü) ona asýl
büyük þöhreti saðlayacaktý. Senaryosu, film endüstrisinin en gerici, en
saðcý adamý olarak ünlenen Paul Scrader’e ait olan bu filmde yýldýzý adeta
patlama yapan Robert De Niro, Vietnam sonrasý travmatik bozukluklardan
muzdarip Travis Bickle’a hayat verir. Geceleri uyuyamadýðý için taksicilik
yapan Travis, þehrin hayat kadýnlarýyla, pezevenkleriyle, alkolikleriyle,
yani gece yarýsýndan sonra ortaya çýkan þehrin tüm tortusuyla haþýr-neþir
olur. Travis, soðuk, yalnýz, sevdiði kadýný porno filme götürecek kadar
odun kafalýdýr. Ve yaþadýðý hayal kýrýklýklarýyla, önce sokaðýn küçük suçlularýna, sonra da büyük suçlular olarak gördüðü politikacýlara savaþ açar.
Martin Scorsese, olaðanüstü antipatik Travis Bickle’ý suça, uyuþturucuya,
fuhuþa ve yozlaþmýþ politikacýlara savaþ açmanýn da ne denli anlamsýz
olduðuna dair seyircide ciddi þüpheler uyandýrmak için kullanýr. Sisteme
karþý çýkanlar, Travis gibi davranýþ bozukluðu gösteren hastalara
indirgenir. Suç ve karþý-suç…. Her ikisi de büyük anlamlardan yoksun,
ahlaki sýnýrlarý belirsiz ise, geriye ne kalýr? Þiddet, sadece pornografik bir
þiddet. Scorsese, Coppola’nýn baþlattýðý iþi bitirir. Suç kadar suça karþý
savaþanýn da ahlaki düsturlarý yoktur. Öyleyse, geniþ kitlelere kalan, oturup seyretmekten ibarettir.
Cappola, Godfather’la suça ve mafyaya karþý baþlattýðý sinizmi, savaþa
karþý da sürdürür. Ne yazýk ki, halen daha “en önemli savaþ karþýtý film”
etiketiyle pazarlanan “Apocaliypse Now” (Kýyamet, 1979) filminin
senaryosu, adý açýkca faþiste çýkmýþ John Milliusa aittir. Bu adam, Reagan
ve Bush dönemlerinde en azgýn savaþ politikalarýnýn sinema sektörünce
desteklenmesi için Beyaz Saray’da aðýrlanýp özel görev biçilen birkaç
sinemacýdan biridir. Böyle bir senaristin elinde þekillenen Kýyamet,
Vietnam’daki akýl almaz þiddete adeta “medeniyetler çatýþmasý” kýlýfý
geçirir. Filmin temel aldýðý kitap, Joseph Conrad’ýn 1902 tarihli Karanlýðýn
Yüreði adlý romanýdýr. Bu romanýn seçimi bile baþlý baþýna, sinizmin
ölçütüdür. Söz konusu romanýnda Conrad, Afrikayý acýmasýzca sömüren
Avrupa emperyalizmini nesnel bir tutum adýna suçlu ilan etmekten kaçýnýr.
Ve dahasý “insanlar anlamadýklarý þeylerden korkarlar” bahanesiyle, Afrika
kabile kültürünün Avrupalý için büyük bir korku ve kaçýnýlmaz þiddetin
kaynaðý olduðu tespiti yapýlýr. Coppola ve Milius, Conrad’ýn bu tavrýný
tümüyle benimser. Böylece ABD’nin Vietnam’daki iþgali, Yanki albay
Kurtz’u (bir kez daha Marlon Brando, yarý kapalý gözleriyle aldýrmazlýðýn,
umursamazlýðýn tanrýsý) kendilerine tanrý ilan eden vahþi kabileler ile,
köyler napalme boðulurken yüksek sesle Wagner dinleyen kovboy þapkalý
subaylarýn þiddette sýnýr tanýmayan çatýþmasýna indirgenir. Mesaj açýktýr:
Evet, Vietnam gerçekten korkunçtu, insanlarýn ruhunda onulmaz yaralar
açtý, fakat yapacak bir þey yok; kültürler birbirine bu kadar uzak ve
yabancýyken, olur böyle þeyler.
Ayný kuþaðýn bir baþka “dahi” yönetmeni George Lucas olacaktýr. Star
Wars serisiyle son derece büyük bir ticari baþarý elde etmekle kalmayacak,
bütün acýmasýzlýðýyla dünyanýn baþýna çöreklenen evrensel çapta sorunlarý, ergenleþtirme, yani basit bir bilgisayar oyununun karikatür karakterlerine yüklenen “iyilik-kötülük” düzeyine indirgeme iþi, onun olacaktýr.
48
70’li yýllarýn son yarýsýydý, Vietnam’daki devrimci zaferin artçý þoklarý devam ediyordu, Filistin sorunu dünyanýn gündemine girmiþti. Petrol
krizi inanýlmaz bir yoksulluk (özellikle ABD kýrsal kesiminde) yaratmýþtý;
feminist hareket kadýn sorununu sokaklara taþýmýþ, iþçi grevleri ardý ardýna
patlak vermiþ, sömürgelerde ulusal devrimler sýraya girmiþti. Lucas’ýn Star
Wars’ý (1977) tüm bu sorunlara basit cevaplar bulacaktý. Filmin baþýnda,
kötülüðü evrenin karanlýk gücünden (okurken ya da yazarken, böyle bir
þeyin saçmalýðý çok daha iyi anlaþýlýyor da, sinemada izlerken insan bu saçmalýðý patlamýþ mýsýr gibi yutabiliyor) kaynaklanan Darth Wader’a karþý
isyan bayraðý açan yalnýz prensesin kaçýþ öyküsünü izleriz. Evet, bir prenses; demek ki aristokratik ayrýcalýklar ezelden, ebede evrenseldir. Ve bir
isyanýn baþýna kadýný yerleþtirerek Lucas, feministlerin önüne sokaðý uzatmýþ oluyor. Aslýnda film, 50’li yýllarýn kovboy filmleriyle Hýristiyanlýðýn
çýkýþýný konu alan tarihi melodramlara çok þey borçludur. Bu filmlerdeki
janrlar (kalýplar) olduðu gibi, galaksiler arasý platforma taþýnmýþtýr.
Filmin “kovboy” karakteri, onlar gibi sert, kaba, ama dürüst ve mert
Han Solo’dur (Harrison Ford). Kovboy filmlerinin “ehlileþtirilmiþ
Kýzýlderili”si bu kez Chewbocca adlý goril azmanýdýr. Evrensel barýþýn
koruyucularý (Ýsa’nýn havarilerine atfen) olan Jedi þövalyeleri, tarihi melodramlardan fýrlayýp gelmiþlerdir. Bu arada seyirci, Dart Wader’ýn askerlerinin yüzünü hiç göremez. Ýnsan olduklarýndan asla emin olamazsýnýz, bu
yüzden, filmin iyi karakterleri tarafýndan ýþýn tabancalarý ve ýþýn kýlýçlarýyla adeta soykýrýma uðrayan bu askerler, video oyunlarýnýn, vurulup yok
olduktan sonra yalnýzca skor tabelasýnda bir rakam olan sanal karakterler
haline bürünüverir. Ýnsansýzlaþtýrýlan, monitörün bir tarafýndan aniden
oyuna dahil olup, yine ayný hýzla yok olarak sadece bir doneye, bir veriye,
bir skora dönüþüveren bu karakterler sayesinde savaþ ergenleþtirilmiþtir.
Onar onar düþüp ölen ve baþroldeki oyuncularca adeta kýyma gibi
doðranan o askerlerden hemen hiç kan akmaz. Ýzleyenler, savaþýn þiddetine
dair tümüyle duyarsýzlaþtýrýlýr.
Bütün bu kýyýmýn, acýmasýz þiddetin nedenine dair cevapsa, oldukça
basit, ama bir o kadar da mantýksýzdýr. Darth Wader, evrenin karanlýk enerjisini temsil ediyordur, Jedi Þövalyeleri de aydýnlýk evren enerjisini…
Öylesine soyut ve insani-toplumsal gerçeklerden öylesine kopuk bir
bahanedir ki bu, ancak dinsel sofuluðun boyuneðiþiyle kabul edilebilir.
Kaynaðý belli olmayan bir kötülük; hangi çýkarlara, gerçek yaþamda hangi
iliþkilere dayandýðý belli olmayan bir iyilik; olsa olsa, kilise korolarýna ya
da kuran kurslarýna yazýlan ergenlerin kavrayýþýna hitap edebilir.
George Lucas’ýn sinizmi, en ciddi sorunlarý “ergenleþtirme” idi.
Tekeller, bu dahi iletiþimcinin (kusuruma bakmayýn, sinemacý demeye
dilim varmadý) nasýl bereketli bir yol açtýðýný hemen kavradýlar. 1980’ler
her yönden bir “teerage” (ergen) dönemi olacaktý. 68 gençliði ciddi ve
evrensel sorunlarý kendine dert edinmiþti ama onlarýn küçük kardeþleri, 1319 yaþlarýn ergenlik bunalýmlarýna kafayý takmalýydý. Dahasý tüm toplum
“hiç büyümeyen çocuklar” haline getirilmeliydi. Bir yandan ergen
bunalýmlarýn resmigeçit yapmadýðý gençlik filmleri patlamasý yaþanýrken,
öbür yandan hem çocuklara, hem de büyüklere hitap ettiði söylenen filmler furyasý baþladý. E:T., Geleceðe Dönüþ, Hayalet Avcýlarý, Star Wars
dizileri, hem ticari bir uyanýklýðý (çocuklar ancak anne babalarýyla sinemaya girebiliyordu, yani her filme ayný aileden en az üç bilet alýnýyordu),
hem de “içindeki çocuðu hiç büyütmeyen” yetiþkinler hedef alýnýyordu.
Sinemanýn resmettiði dünya, giderek, Baudrillar’ýn ifade ettiði
simülasyonlara dönüþmekteydi. Bilgisayar oyunlarýnýn sanal þiddetine
49
ransa'da sesli sinema Rene
Clair, Jean Vigo ve Jean
Renoir'ın filmleriyle doruğa
ulaştı. Vigo, Hal ve Gidiş Sıfır ve
I'Atalante gibi şiirsel üslubu ağır
basan filmler yaptı. Gerçekçiliği ve
güçlü anlatımıyla dikkati çeken Jean
Renoir'ın 1937'de tamamladığı
Büyük Aldanış savaş karşıtı bir filmdi. Bundan başka Hayvanlaşan
İnsan ve Oyunun Kuralı gibi önemli yapıtları da vardır. Almanya'da
sinemacılar 1930'ların başlarında
bazı güzel filmler çektiler. Ne var ki,
Naziler'in yönetime gelmesi birçok
sinemacının çalışma olanağını yok
etti.
1930'ların aynı zamanda renkli
sinemaya geçiş dönemi oldu.
Üç temel renk kullanımına
dayanan ve technicalar adıyla bilinen renklendirme yöntemi ilk kez
Walt Disney'in Üç Küçük Domuz
adlı çizgi filminde kullanıldı.
Disney'in ilk uzun metrajlı renkli
filmi 1937'de tamamladığı Pamuk
Prenses ve Yedi Cüceler'dir.
F
ABD
1950'lerde ABD'nin önemli
filmleri arasında George Stevens'ın
Vadiler Aslanı ile Elia Kazan'ın
New York'ta yoksul işçi çevrelerinin
ve rıhtım gangsterlerinin yaşamını
anlatan Rıhtımlar Üzerinde'si sayılabilir. Ünlü yönetmen Alfred
Hitchcook özellikle banyodaki soluk
kesici cinayet sahnesiyle tanınan
Sapık adlı gerilim filmini aynı
dönemde çekti. Ne var ki, savaşın
sonunda
ABD
sineması,
köstekleyen, tutucu hükümetin filmlere uyguladığı yoğun sansürle birlikte "Hollywood 10'ları" olarak
anılan sekiz senaryo yazarı ve iki
yönetmenin kara listeye alınması
oldu. Bir ihbar salgını başlamıştı. Pek
çok sanatçı ABD'ye karşı yıkıcı etkinliklerde bulunmak ve komünist
olmakla suçlandı. Suçlananlar
arasında bulunan Charlie Chaplin,
büyük bir beğeni kazanan Sahne
Işıkları'nı yaptığı yıl ülkeyi terketti.
Yapımcılar izleyiciyi yeniden sinema
salonlarına çekebilmek için teknolojik yeniliklerden yararlanmaya
çalıştılar.
Özel
gözlüklerle
izlendiğinde üç boyutlu görüntü etkisi yaratan filmler ilk kez o dönemde
ortaya çıktı. Bu buluşun beklenen
başarıyı sağlayamaması üzerine,
sinemaskop adı verilen büyük
görüntü uygulamasına geçildi.
Görüntünün eninin, boyunun 2,5
katı olarak verebilen sinemaskop
filmler izleyicileri yeniden salonlara
çekmekte başarılı oldu. ABD'de art
arda Oklahoma, yeniden çekilen
On Emir ve Ben Hür gibi tarihsel ve
dinsel konulu filmler, müzikaller,
Western'ler çekilmeye başlandı.
Bunlar çok sayıda oyuncunun ve
gösterişli dekorların kullanıldığı masraflı yapımlardı. Sinemacılar bu
çabalarına karşın, 1950-60 arasında
televizyonun hızla yaygınlık kazanması, sinema izleyicisinin önemli
ölçüde azalmasına ve büyük film şirketlerinin çökmesine neden oldu.
Bu durum sinemacıları büyük bir
arayışa yöneltti. 1960'ların sonlarına
doğru ABD'de Arthur Penn, Sam
Peckinpah, Robert Altman, Dennis
alýþtýrýlan ergenleþtirilmiþ yýðýnlar, 90’lý yýllarýn action (aksiyon) filmlerini
beslediler. Bu filmlerdeki iyilik ve kötülük, Star Wars’ýn sunduðu soyutluklarýydý fakat bu kez, kötülerin yüzü görünüyordu. Önce göðe yükseltilen ve
mutlak bir kavram haline getirilen kötülük, þimdi yaðmur misali yeryüzüne
geri dönerken, artýk kötülüðün kaynaðý sorulmaz, ya da umursanmaz olmuþtu. Bu yüzden, action sinemasýnda yüzü görünen kötüler, çok daha güçlü bir
“ideograf” yaratýyorlardý. Sistem, kötülüðü ideograflarý olarak sunduðu
Hispanikleri, Siyahlarý, beyaz ýrkýn estetize edilmiþ kurbanlarý kýlarken, kan
perdeyi boydan boya kaplýyordu. Adeta perdenin dýþýna taþan muazzam patlamalarýn dibinde kýlý bile depremeyen, cool tavrýný bozmayan Bruce Willes,
Schwarzenegger, Nicolas Cage, ud, umursamazlýðýn, boþvermiþliðin, büyük
anlatýlara inançsýzlýðýn þiþkin pazulu oyuncaklarýydý ve hepsi de soyut iyiliðin kusursuz temsileriydi. Umursamazlýðýn bu derece kusursuz bir iyilik
olarak resmedilmesi Baudrillard’ýn uyarýlarýný hatýrlatýyordu.
21. yüzyýl, 11 Eylül provakasyonuyla açýldý ve dünya bir kez daha,
emperyalist çýkarlarýn sebep olduðu savaþlarýn dehþetiyle sarsýldý. Action
sinemasýnýn pazulu kahramanlarý, dünyayý kurtarmak adýna, dünyanýn en
yoksul ülkesini iþgal edince, yeterince alkýþ sesi duyamadýlar. Bu filmlerin
yaratmaya çalýþtýðý umursamazlýk, belli ki geniþ kitlelere fazla sirayet
etmemiþti, sokaklar savaþ karþýtlarýyla dolup taþýyordu. Tekellerin sinemasý
bu kez Yüzüklerin Efendisi ile insanlýða, dehþet dolu kaygý ve gelecek
endiþesinden, kusursuz bir fantezi ve kaçýþ imkaný sunuyordu. Roman’ýn
yazarý, Ýngiliz sömürge ordusunda subaylýk yapmýþ Tolkien’di ve kendisi
romaný yayýmladýðýnda açýkça ýrkçýlýkla suçlanmýþtý. Bu haliyle roman,
Busch’un “medeniyetler çatýþmasý”na iyi bir kostüm olacaktý.
General Electric (savaþýn en azgýn destekçisi tekel), sahip olduðu New
Line Cinema’ya, Yüzüklerin Efendisi üçlemesi için, boþuna 300 milyon
dolar ayýrmamýþtý. Bu seferki savaþ, sadece ABD’ye ait olmayacaktý. Bush,
3. Dünya Savaþý için geniþ bir sermaye ittifaký arýyordu. Týpký ölümsüz ve
Bayan Elfler ile, Hobbitlerin ve cüce Gýmliler ile orta dünya krallýðýnýn, saf
kötülüðün temsilcisi Sauron’a karþý ittifaký gibi. Yüzyýllar öncesine
dayanan, kadim bir savaþtý bu; saf kötülüðün, saf iyilikle savaþý. Star
Wars’ýn beyaz kostümlü, maskeli askerlerinin yerini bu kez yerin altýnda
yaþayan, bir anne-babadan deðil, çamur gibi bir kozadan doðan korkunç
biçimli yaratýklara býrakýyordu. Perdeye kan sýçrayabilirdi yani. Filmde saf
kötülüðün temsilcisi Sauron, her yeri gören kocaman bir göz biçiminde
perdeye getiriliyordu. Lucan’ýn psikonalitik evreninde “Büyük Öteki”nin
yerini dolduran Sauran, soðuk savaþ yýllarýnýn kaba propaganda söyleminde,
CIA maaþlý yazar George Orwell’ýn “Büyük Birader”ý, yani sosyalizmdi.
Genç kuþaklar için deðil ama soðuk savaþýn söylemlerine, ideograflarýna
aþina daha yaþlý kuþaklar için, bu savaþýn gerçek hedefi faþ ediliyordu. Final
sahnelerinden birinde, savaþýn en kritik anýnda yenilgiyi zafere çeviren
askerlerin, “lanetlenmiþ ölüler ordusu” oluþu, her ne kadar bir saçmalýk ve
aptallýk zirvesiyse, göndermede bulunduðu gerçeklik o denli manidardýr.
Lanetliler ordusu, geçmiþ savaþlardan kalma dýþlanmýþ askerlerdi.
Vietnam’ýn, Cezayir’in cellatlarý bir zamanlar kendi toplumlarýnýn vicdanlarýnda bile mahkum edilmiþlerdi. Ama þimdi, her þeyi belirleyecek bu son
büyük meydan muharebesinde, geçmiþ günahlar temize çýkmalýydý, savaþ
ancak o aforoz edilmiþ günahlarýn arenaya davetiyle kazanýlabilirdi. General
Electric’in filminden de ancak böylesi bir sinizm, böylesi bir vahþet çaðrýsý
beklenebilirdi.
50
Þahikalar
Tekellerin sinemasý, tarihi boyunca karþý devrimci propaganda
aygýtý gibi çalýþtý, gerçekleri çarpýttý, tarihi yeniden yazdý, kapitalizmin
iðrenç çýkarlarýný allayýp pulladý. Bu amaçla binlerce film çekildi. Bunlar
arasýnda, karþý-devrimci propagandanýn þahikasý diyebileceðimiz birkaç
tanesine özel olarak deðinmek gerek.
Tekellerin karþý devrim propagandasýnda pek az film, 1962 tarihli
Mançuryalý Aday (Mancurian Canditate) filminin kabalýðýna neredeyse
kendi kendisiyle dalga geçecek bir paranoyaklýk noktasýna eriþebilmiþtir.
John Frankanhelmer’ýn yönettiði film, Kore savaþýyla açýlýr. Bir grup Yanki
askeri kaçýrýlýr. Çinli ve Sovyet doktorlarýn elinde hipnotize edilerek, telefonda söylenecek parola sözcükler ile robotik bir ölüm makinesine çevrilir.
Hipnoz sahnesi tekelci sermayenin sosyalizm hakkýndaki en iðrenç çarpýtmalarýnýn özeti gibidir. Hipnoz altýndaki Yanki askerler kendilerini çok
güzel bir çiçek bahçesinde son derece zararsýz ve de sevimli yaþlý teyzelerle çay içiyor sanýrlar. Komünizmi bir beyin yýkama, sosyalist sistemin
mutlu kalabalýklarýnýn da bir hipnotizma olduðunu öne sürmek bile yeterince aptalcayken, bu katlanmasý zor sahne, kaba ve de aptal propagandanýn
bir zirvesidir. ABD’ye bir kahraman gibi dönen askerleri orada, yönetime
dahi sýzmýþ komünist iþbirlikçi ajanlarý beklemektedir. Bu iþbirlikçilerden
biri de subaylardan birinin sadist ruhlu (ensest bir ilgiye dair imalar da
katýlmýþtýr hikayeye) annesidir. Komünist paranoya, aile içine dek iþlenir.
Ama bir noktadan sonra ipin ucu kaçacak, maskeli baloya iskambil kaðýdý
kýlýðýnda gelen sevgili (meðer o kaðýt, parolalardan biridir) ve sonrasýnda
yaþananlar, filmin ciddiyeti konusunda en sofu izleyiciyi bile þüpheye
düþürecektir. Final sahnesinde, hipnoz altýndaki asker, talimatlarý yerine
getirir ve ABD baþkanýna suikast düzenler, fakat son saniyede eli tetiðe gitmez. Çünkü karþýsýnda ABD baþkanýdýr, herhangi biri deðil. Ve her baþkan
gibi, en derindeki Amerika’ya baðlýlýðý, temizliði, dürüstlüðü temsil etmektedir. Bu duygu öylesine derindir ki, hiçbir komünist hipnoz, bu çelik
çekirdeðe sýzamaz. Amerikalý baþkanlar, komünizm hayaletinin en keskin
ilaçlarýydý. Öyleyse, kulak verin ABD baþkanýna:
Mancuryalý Aday soðuk avaþ yýllarýnýn bir filmiydi ve 70’li yýllar
“detant”, yani ABD-SSCB arasýndaki nükleer gerilimin yumuþatýlmaya
çalýþýldýðý yýllar oldu. Bu yüzden karþý-devrimin propagandasý, Mancuryalý
Aday denli kaba biçimde yapýlamazdý. Çekoslavakya’da çektiði filmlerde,
her sýradan emekçinin içinde, aslýnda bir üçkaðýtçý, madrabaz yattýðýný
anlatmaya çalýþan Milox Forman, kapaðý Amerikaya atýnca, sosyalizme
karþý salvolarýný bu kez burjuva özgürlük söylemlerinin iki yüzlüðüne sýðýnarak savuracaktý. Yönetmene pek çok ödül kazandýran Guguk Kuþu (One
Flew Ower Coco’s Nest, 1975), serseri ama özünde sevecen ve iyi yürekli, ama en önemlisi bireysel özgürlüðüne düþkün Mc Murphy (Jack
Nicholson) ile, tüm ömrünü hastalarý rehabilite etmeye adamýþ sadist ruhlu
ve elbette kýz kurusu hemþire (Louise Fletcher) arasýndaki çekiþmeyi
anlatýr. Ama film asýl derdini, hemþireyle Mc Murphy arasýnda geçen az
çok uzun bir diyalogda açýða vurur. Hemþire, tüm akýl hastalýklarýnýn ancak
topluma uyum göstererek, bireyselliði yok ederek giderileceðini öne sürer.
Mc Murphy ise bireysel özgürlüðün, eðlencenin asýl tedavi olduðunu
savunur. Filmin dramatik yapýsý içinde aykýrý duran, adeta bir yapýþtýrma
izlenimi veren bu sahnede izleyici, gerçekten tartýþýlanýn akýl hastalýðýnýn
tedavisi olup olmadýðýný kendine sorar. Zaten amaç budur. Filmin bu
yerinde seyircinin kafasýna belli belirsiz iki seçeneðin gölgesi býrakýlýr. Ve
filmin trajik sonunda artýk seyirci hangi seçeneði iþaretleyeceðini bilecek-
51
Hopper, Stanley Kubrick gibi yönetmenler Hollywood'un cinsellik, şiddet, milliyetçilik gibi konulardaki kalıplaşmış sinema anlayışının dışına
çıkan filmler yaptılar. Yeni, değişik
üsluplar ve teknikler kullandılar.
Gençliğe yönelik bu filmler sinemaya
gençleri
kazandırdı.
Sydney
Pollack'ın 1929 Büyük Dünya
Bunalımı'nın insanların üstündeki etkisini çok çarpıcı bir biçimde yansıtan
Atları da Vururlar, Arthur Penn'in
Bonnie ve Clyde, Stanley Kubrick'in
2001: Uzay Yolu Macerası, Sam
Peckinpah'ın Kahraman Binbaşı ile
Vahşi Belde gibi etkileyici filmleri
ekrana geldi. 1970'lerde ve
1980'lerin başlarında son derece etkileyici ses ve görüntü efektlerinin kullanıldığı heyecan dolu serüven ve bilimkurgu filmleri çekildi. George
Lucas'ın Yıldız Savaşları ile Steven
Spielberg'in insanlara saldıran dev bir
köpekbalığının kovalanmasını konu
alan gerilim filmi Jaws, Kutsal
Hazine Avcıları ve dünya dışından
bir yaratıkla çocukların kurduğu
dostça ilişkiyi anlatan E.T. adlı filmleri gişe rekorları kırdı ve olumlu
eleştiriler aldı. ABD'de o dönemde
çekilen filmlerin maliyeti inanılmaz
boyutlara ulaştı. Sözgelimi 1987'de
bir filmin ortalama maliyeti yaklaşık
18 milyon dolardı. Bu tür filmlerin
yanı sıra Robert Altman, Michael
Cimino, Francis Ford Coppola,
Martin Scorsese ve Milos Forman
gibi yönetmenler toplumsal sorunları
konu alan filmler çektiler. Bunlardan
Altman'ın savaş karşıtı komedisi
Cephede Eğlence, Cimino'nun
Vietnam Savaşı'nı konu alan Avcı,
Scorsese'nin ABD'de şiddete yönelik
eğilimi ele alan Taksi Şoförü,
Coppola'nın Baba ve Kıyamet,
Forman'ın Guguk Kuşu adlı filmleri
anmaya değer yapıtlardır.
II. Emperyalist
Paylaşım Savaşı Yılları
avaş yıllarında sinema dünyası
büyük bir durgunluk yaşadı.
Genellikle savaşı değişik yönleriyle tanıtmayı ve cephedeki ordulara moral vermeyi amaçlayan filmler çekildi. Dönemin başlıca önemli
filmleri ABD'de Frank Capra'nın
Neden Savaşıyoruz adlı belgesel
propaganda dizisi, Orson Welles'in
bir basın kralının yaşamı üzerine
kurulu başyapıtı Yurttaş Kane ve
John Ford'un Gazap Üzümleri ile
Tay Garnett'in Postacı Kapıyı İki
Defa Çalar adlı yapıtlarıydı.
İngiltere'de aynı dönemde Noel
Coward'ın senaryosunu yazdığı
Kısa Görüşme ve Denizler Hakimi
gösterime girdi.
SSCB'de Ayzenştayn
Aleksandr Nevski ve Korkunç
İvan'ı, Sergey ve Georgi Vasiliyev
Çapayev'i çektiler.
S
tir. Mc Murphy elektro þok tedavisine sokulur, beyni adeta kavrulur. Ama
o diðerlerine benzemez, sulanmýþ ve kavrulmuþ bir beyinle, bir robot gibi
yaþamayacaktýr. Ya burjuva özgürlük, ya ölüm! Filmde dramatik yapý soyut
bir özgürlük söylemiyle kuþatýlmýþtýr, senaryonun çatlaklarýna serpilen
mesaj pek az fark edilir. Ama seyirci, Mc Murphy’nin acýlarýyla duygusal
olarak sarsýlýrken bu anda baskýlanan mantýk dizgesine, filmin asýl mesajý
sessiz sedasýz yerleþir. Tabii, yönetmenin istediði, hedeflediði budur.
Seyirciyi elektro þokla uyuþturmaya çalýþan, filmin yönetmeni Milos
Forman’dir asýl.
80’li yýllar boyunca bizzat çektiði ve yapýmcýlýðýný üstlendiði onlarca
filmle “teerage” döneminin tartýþmasýz kralý olan Spielberg, 1993 tarihli
Schindler’ýn Listesi filmiyle son derece ciddi ve de olgun olabileceðini
kanýtlamýþtý. Film, tekelci sinemanýn sinizm doruklarýndan biri olmakla
yetinmez, Nazi faþizmini bir günde geçti misali çöle salarken, arka kapýdan
içeri aldýðý faþizmin sýnýf temeline kaybettiði itibarý iade etmeye soyunur.
Bu film sol gösterip sað vurmakta öyle baþarýlýdýr ki, halen daha kimi
sosyalist kültür merkezleri, Schindler’in Listesi’ni anti-faþist film kategorisinden seyircisine izletebilmekte.
Spielberg, filmin en baþýnda bizi rüþvetçi, düzenbaz, yozlaþmýþ bir
iþadamýyla, bay Oscar Schindler’le tanýþtýrýr. Elinde beþ kuruþ sermayesi
yokken, kurnazlýðý ile hem Nazi partisinden nüfuzlu dostlar edinir, hem de
gettolara kapatýlmýþ zengin Yahudilerle anlaþýp onlarýn paralarýný yatýrýma
çevirir. Yönetmen Spielberg, Oscar Shindler’i bize ideal bir tipleme olarak
özellikle sunmaz, çünkü seyircinin Shindler ile birebir özdeþlik kurmasýný
istemez. Böylece seyirciyi “nesnel” konuma yerleþtirir. Evet, Shindler bir
burjuvadýr, sömürücüdür, eþini aldatýr, sekreterlerini fiziksel güzellik kýstasýna göre iþe alacak kadar þehvetli bir züppedir. Ama, der Spilberg, bütün
bunlara raðmen, o sömürücü ruhunun derinliklerinde bir insandýr, vicdan
sahibidir. Filmin can alıcý sahnelerinden birinde, Nazilerin Yahudi gettosundaki katliamýna þahit oluruz. Shindler bir at gezintisi sýrasýnda sahneyi
tepeden izler. Ama onun gözü sadece tek bir þeye odaklanýr. Filmin siyahbeyaz görüntüleri ortasýnda kýrmýzý paltosuyla yürüyen, sevimli mi sevimli sarýþýn bir kýz çocuðudur bu. Shindler’le birlikte kamera da bu kýrmýzý
paltolu küçük kýzýn peþine düþer. Çevrede yaþananlar tam bir can pazarýdýr,
duvara sýralanan insanlar kurþuna dizilir, evler ve ihtiyarlar ateþe verilir,
süngülerle çocuklar deþilir, ancak Shindler sadece o kýrmýzý paltoya odaklanmýþtýr. O an, vicdanýn en derin yerindeki son kýrýntýnýn harekete geçtiði
andýr. Bu sahneden sonra filmin Shindler’i sunuþu kulvar deðiþtirir.
Sömürücü burjuvanýn yerini, þimdi fabrikasýnda çalýþýyor görünerek toplama kamplarýnda ölümden kurtaracaðý Yahudilerin listesini hazýrlayan
Shindler alýr.
Bu nasýl bir tesadüftür ki, filmin çevrildiði 90’lý yýllarda, toplama kamplarýndan sað çýkabilmiþ binlerce insan, tekelci þirketlerin kendilerini orada
ölesiye çalýþtýrýp muazzam karlar ettiðine dair bir tazminat davasýný kazanmak üzereydiler. Toplama kamplarýnda tekelci þirketler Nazilere, bir insana
en az gýda sunarak en çok sömürüyü elde etmenin optimum noktasýný
bulma deneyleri yaptýrýyordu. Naziler o optimum noktayý bulmuþtu; tek
kusuru, toplama kampý tutsaklarý bu acýmasýz sömürüye ancak 4 yýl dayanabiliyor ve sonuç kesin ölümdü.
Spielberg, Shindler List filmiyle, iþte bu tekelleri temize çýkarmaya
çalýþýyordu. Evet, bu insanlar acýmýzca çalýþtýrýlýp sömürüldüler ama tekelci babacýklarýn tek derdi, onlarý bir katliamdan kurtarmaktý. Filmin bir sahnesinde Shindler, bakanlýkta yüksel düzey bir bürokrata, yeni bir liste sunar.
52
Bürokratýn cevabý, Nazi faþizmini az çok bilenler için alçaklýðýn zirvesidir.
“IG Farben’e bile sadece 4000 kiþi verebildim” Evet, faþizmin analizine
dair yazýlmýþ tüm kitaplarda karþýmýza çýkan bir tekel ismidir bu. IG
Farben, diðer büyük titanlar Thysen ve Krupp’la birlikte Nazi faþizminin
üç temel direðidir. Ama Spielberg bize, IG Farben’in bile toplama kampýndan adam kurtarmak hesabýnda olduðu yalanýný yutturmaya çalýþýr. Faþizm,
bu noktada, üzerindeki son lekeden de arýndýrýlmýþ olur. Ve tüm vahþetin
sorumlusu olarak geriye yalnýzca Ralph Fiennes’in canlandýrdýðý ruh hastasý Nazi subaylar kalýr.
Ama Spielberg’’un bize yutturmaya çalýþtýðý herzeler henüz bitmemiþtir. Filmin sonlarýna doðru radyodan þu haber duyulur: “Naziler
ABD komutasýndaki müttefik güçlere teslim oldular, böylece Rusya’da
zafer kazanmýþ sayýldý.” Hatýrlýyor musunuz buna benzer hastalýklý bir
cümleyi? Evet, hatýrlýyorsunuz, tüm o ilkokul ve lise tarih kitaplarýndaki
kompleksli cümleyi (I. Dünya savaþýnda Almanlar yenilince biz de
yenilmiþ sayýldýk.) Aþaðýlýk kompleksi demek ki evrensel bir dil yaratýyor.
Naziler gece apar topar kampý boþaltýrlar ve Yahudi tutsaklar sabahýn
olmasýný kampýn kapýsýnda beklerler. O sýrada uzakta bir atlý belirir, sarhoþ
bir Kýzýlordu askeridir bu, atýnýn üzerinde bile zor durmaktadýr.. “Kýzýlordu
sizleri toplama kamplarýndan kurtarýyor” diye bir nutuk çeker. Sabýr taþý
olsanýz çatlayýp tuzla buz olursunuz. Ýkinci dünya savaþýnda, toplama kamplarýndaki kurtarma operasyonlarý da dahil her cephede can veren 27 milyon Sovyet yurttaþýna bundan daha acýmasýz, daha alçakça bir küfür, sinema
tarihi boyunca bulunamaz.
Ama durun, alçalmanýn dip noktasý bulunmaz, her zaman daha derin
bir alçaklýk bulunur ve Spielberg bu inancýmýzý o son sahnede pekiþtirir.
Þimdi sýra en kaba Siyonist iddialarýn sokuþturulmasýnda. Yahudi tutsaklar
sorarlar: “þimdi biz nereye gideceðiz?” Sarhoþ atlý cevap verir, “Batý’ya gitmeyin, Doðu’da bizim oralarda da sizi sevmezler, fakat þurada bir köy var
oraya yerleþebilirsiniz?” Ne Batý ne Doðu o köy Filistin’dir. Þimdi
anladýnýz mý tekelci sinema endüstrisinin tüm yayýnlarýnda neden bu filmin
hep en üst sýralarda tutulduðunu?
Spilberg’in “tarafsýzlýk” görüntüsü altýnda en gerici zihniyeti tarihi
olaylara sokuþturmasýnýn tek örneði bu deðil Munich filmi de ayný alçaklýk
kuyusunun þahikasýdýr. Film tarafsýzlýk iddiasýndadýr ama kavgayý
Filistinliler baþlattý diye haykýran bir sahne ile açýlýr. Filistinli gerillalar
Munich Olimpiyat köyünü basarlar ve buradaki Ýsrailli oyuncularý rehin
alýrlar. Baskýn sahnesindeki Filistinliler beceriksiz, korkak resmedilir;
Ýsrailli sporcular ise cesur, arkadaþý için ölen fedakar insanlardýr. Ýsrail
yönetimi bu baskýn, rehin alma ve katliamla sonuçlanan eylemin intikamýný
almak için özel birim kurar. Spielberg intikam adýna yapýlan bu operasyonlarý sorgulayan genç bir Þin Bet elemanýnýn çeliþkilerine odaklanarak
Filistin sorununa güya tarafsýz yaklaþtýðýný öne sürer. Bir tarafta hemen
hiçbir þeyleri olmayan Filistinliler, diðer tarafta dünyanýn süper güçleri
tarafýndan her yönden desteklenen Ýsrail; bu iki eþitsiz güç arasýnda tarafsýzlýk demek, “yok olsun Filistin” demenin baþka bir þeklidir. Cenin katliamý
sýrasýnda Filistinli bir savaþçý kameralara þöyle sesleniyordu: “Dünyanýn
bütün namuslu insanlarý bilin ki sonuna kadar savaþacaðýz!” Bu savaþçýya
o direnci veren dünyanýn tüm namuslu ve taraf tutan insanlarýdýr; dünyanýn
her meydanýnda gururla sallanan Filistin bayraklarýdýr. Spielberg “tarafsýzlýk” adýna tekelci sinizmin en alçak zihniyetini seyirciye servis ediyor.
Karþý-devrimin þahikalarý sadece Holywood sinemasýna özgü deðil.
Fransýz yönetmen Jean Jacques Annaud’u Ayý filmiyle çok sevmiþtik.
53
Lev Vladimiroviç Kuleþov
1899—1970
“Sinemada çalýþmaya 1916’da,
daha on yedi yaþýndayken baþladým.
Resim öðrenimi görüyordum ve yapýmcý Hanjonkov beni kendi stüdyosuna katýlmaya çaðýrmýþtý. O günlerin çok ünlü yönetmenlerinden
Yevgeni Bauer’in bir filminin dekorlarýný hazýrlayacaktým. Zaten Çarlýk
Rusyasý’nda yalnýzca iki ilerici yönetmen vardý: Bauer’le birlikte yaptýðýmýz birkaç film sýrasýnda aramýzda
bir dostluk doðdu ve ondan çok þey
öðrendim, ne yazýk ki Bauer çok kýsa bir süre sonra, 1917’de öldü. Onun ardýndan, daima bir gün yönetmenlik yapacaðým düþünü görerek,
baþka yönetmenler için dekor hazýrlamaya baþladým. Gelgelelim, insanlar yalnýzca tek film çekmiþ biri olduðum için bana güven duymakta duraksýyorlardý! Bu anlaþýlabilir bir durumdu: Ben o sýralarda izin verilmeyen ve verilemez gibi görünen bir
tarzda yönetmenlik yapmak istiyordum. Montaj sözcüðünü telaffuz eden, eylemden, sinemanýn dinamiðinden, sinema sanatýnda gerçekçilikten söz eden ilk kiþiydim Rusya’da. O günlerde tüm bu saydýklarým, gerçekten çok tuhaf þeylermiþ
izlenimi býrakýyorlardý. Bana bir fütürist (solcu eðilimindeki bütün solcularý tek bir kümede birleþtirmelerini saðlayan bir etiket) gözüyle bakmaktaydýlar. Gene de 1917’de, Ekim Devrimi’nden önce Mühendis
Prite’nin Projesi adlý bir filmi yönetmeyi baþardým. Bilinçli biçimde kurgu yasalarýna uygun olarak planlayýp
tasarlanmýþ imgeleriyle, montaj anlayýþý doðrultusunda yapýlmýþ ilk Rus
filmiydi bu.”
Vsevolod Pudovkin
1893—1953
1893’de, Dovjenko’dan bir yýl,
Ayzenþtayn’dan beþ yýl önce doðmuþ
olan Pudovkin, Sovyet sinemasýnýn
ilk büyülü kuþaðýnýn en yaþlý üyesiydi.
Moskova’daki Fizik ve Matematik
Fakültesi’nde öðrenim görmüþ, cephede savaþmýþ (1914-1915), esir alýndýktan sonra kaçmayý baþarmýþ ve
1918’de Moskova’ya dönmüþtü. Ertesi yýl VGIK’e girdi ve Gardin’in Orak Çekiç’inde (Ýlk Sovyet uzun metrajlý filmi) aktörlük ve yönetmen yardýmcýlýðý yaptý. Sonra Kuleþov’un
stüdyosunda çalýþýrken, Bay Batý’nýn
Bolþevikler Diyarýndaki Akýllara Durgunluk Veren Serüvenleri’yle Ölüm
Iþýný filmlerinde görev aldý. 1925’de
Satranç Tutkusu adlý kýsa bir film yönettikten sonra, ayný yýl Pavlov’un
deneyselleri üzerine, Beynin Mekanizmasý adýyla çarpýcý bir bilimsel belgesel hazýrladý. Ertesi yýl kendi þaheseri olan, Gorki’den Ana uyarlamasýnýn gösterime girdiðini gördü. Büyüklükleri tartýþýlmaz olan diðer iki filmi
St. Petersburg’un Sonu (1927) ile
Asya’da Fýrtýna’yý (1928), bir parça
hayal kýrýklýðý yaratan filmi Basit Bir
Davi (1930) izledi. Pudovkin 30 Haziran 1953’de ölmüþtür.
Gerçi, Tibet’te Yedi Yýl filmiyle anti-komünist kumaþýný açýða vurmuþtu
ama, Kapýdaki Düþman (Enemy At The Gates, 2003) filmindeki denli kaba
Sovyet düþmanlýðýna kapýlmýþ olmasý, affedilir türden deðildi. Film
Stalingrad direniþini ele alýr. Doðrusu ya, Stalingrad, kapitalist dünyanýn
“travma”sýdýr. Nazilerin muazzam tank tümenlerinin Sovyet Kýzýlordusu
önünde dize gelmesi, halen daha kabuslarýna girer. Stalingrad, sosyalist
dünyanýn ipten döndüðü yerdir. Eh, böyle olunca, altmýþ yýl sonra tekellerin travmatik kabuslarýna kaynaklýk eden bu yere geri dönmeleri kaçýnýlmaz olmuþtu.
Kapýdaki Düþman, açýlýþ sahnesinde, cepheye silahsýz ve de zorla
sürülen Sovyet insanýnýn kanlý trajedisini uzun uzun anlatýr. Bu sahnelerden itibaren sosyalizme ve Sovyetlere küfürler baþlar ve neredeyse kesintisiz her planda sürer. Sovyet komutanlar, silahý olmayan erleri “ölen
arkadaþýnýzýn tüfeðini alýn” diyerek cephelerde Nazi kýyma makinesinin
aðzýndan aþaðý adeta itelerler. Bu acýmasýz kurban törenlerine raðmen
cephede yaþanan yenilgi Moskova’yý kýzdýrýr ve müfettiþ olarak Kruþçev
gönderilir. Yaþanan yenilgiyi nasýl örtbas edeceklerini düþünürken, subaylardan biri tüm cesaretini toplayýp “Bir kahraman yaratalým efendim” önerisi getirir. Bilirsiniz, Holivud filmlerinden aþinasýnýzdýr, Moskova’dan
gelen partili yönetici karþýsýnda tir tir titrenir, kimse fikrini belirtmeye
cesaret edemez. Ama Kruþçev’in cevabýný, en alçak Holywood küfürnamesinde bile zor bulursun: “Var mý bizim ordu da bir kahraman?” Filmin
senaristi ve yönetmeni, altmýþ yýldýr sermayenin boðazýna kýlçýk gibi batan
Stalingrad’ýn olaðanüstü kahramanlarýný tek sözle tuþ eder.
Eðer bu sahneyi seyrettikten sonra hala mideniz bulanmadýysa ne
diyeyim çokça Holywood filmi izlemiþ, yeterince baðýþýklýk kazanmýþsýnýz
demektir. Fakat yönetmen midenizi zorlamaya devam eder. Sovyet ordu
basýný ihtiyaç duyulan kahramaný yaratýr. Keskin niþancý Zaitsev (Jude
Law) kendisi gibi niþancý Alman subay (Ed Haris) ile yürek dayanmaz bir
düelloya giriþir. Ve film bu andan itibaren savaþýn yalnýzca bu iki insan
arasýnda geçen kýsmýna odaklanýr. Düello sanki tüm cephenin kaderini
belirleyen konuma yerleþtirilir ve Stalingrad’ýn kitlesel kahramanlýðý
gözlerden ýrak tutulur. Bu arada yan hikayelerle sosyalizme küfür devam
eder. Aþýk olduðu genç hemþirenin Zaitsev’i tercih etmesi karþýsýnda parti
müfettiþinin (Josef Fiennes) inancý yýkýlýr. “Meðer eþitlik denen þey hayalmiþ. Hiçbir zaman gerçekleþmeyecek. Her zaman daha çok ve daha az
sevilen olacak.” Komünizmi böyle bilmem neresinden anlayan ve altý
yaþýnda bir çocuk zekasýyla eleþtiren bir yönetmenin, Rambo serisinin yeni
bölümlerini rahatlýkla çekecek koflukta olduðu da anlaþýlmýþ olur. Filmin
sonlarýna doðru Nazi subayý korkunç bir suç iþler. Küçük bir çocuðu
öldürüp yüksek bir direðe asar. Fakat siz bu korkunç eylemden yeterince
irkilmediðinizi fark edersiniz. Çünkü yönetmen size filmin en baþýnda
Zaitsev’in dedesiyle birlikte bir kurdu avlarken göstermiþtir. Kurdu ortaya
çýkarmak için aðaca sevimli bir kuþu baðlamýþlardýr, kurban kurdu saklandýðý yerden çýkaracaktýr. Nazi subayý korkunç bir suç iþlememiþ sadece
oyunu kuralýna göre oynamýþtýr hepsi bu! Annaut savaþýn acýmasýz
katliamlarýný, sivillere yönelik katliamlarý bir çýrpýda suç olmaktan çýkarýyor oyunun kuralý haline getiriyor.
Tekelci sinema endüstrisinde burada ele aldýðýmýz þahikalardan daha
pek çoklarý var. Rambo serilerine ya da Chuck Morris filmlerinin eleþtirilerine girmedik, çünkü bu okuyucunun zekasýna hakaret olurdu.
54
BÝR FÝLM OKUMASI: KEMAN
Mehmet BAJARÝ
Latin Amerika ülkelerinin kanýksanmýþ iç çatýþmalarý/savaþlarý sinemada yansýmasýný buluyor. 2005 Meksika yapýmý ‘El Violin’ adlý minimal
film, köylü gerillalar ile hükümetin silahlý güçleri arasýndaki çatýþmayý
yaþlý bir müzisyen, onun isyancý oðlu ve küçük torunu üzerinden anlatýyor.
Bu film ayný zamanda savaþýn insanlar üzerinde ki etkilerinin sadece fiziksel yaþamda deðil, düþünsel boyutta da onarýlmaz izler býraktýðýný,
yabancýlaþtýrmayý hýzlandýrdýðýný, kiþileri deforme ettiðini gösteriyor.
Saðlýklý düþünebilmenin, saðduyulu davranmanýn, eylemlerinden sorumlu
olarak, bunlarý kendi deðer süzgecinden geçirmenin olanaksýzlýðýný da vurguluyor. Öyle ki, sanatý icra eden yýllarýn kemancýsý da yaþanýlan çatýþmada müziðini bir araç olarak kullanýyor. Biz, filmin bütünlüðünü bozmadan
deðerlendirebilmek için onu sekanslara bölerek, bazý sahne ve planlarýný
inceleyerek, sinemada anlam yaratmanýn nasýl olduðunu ve incelediðimiz
filmde yaratýlan anlamýn/mesajýn ne olduðunu dillendirmeye çalýþacaðýz.
Jenerikle birlikte verilen ilk sahnede bir barakanýn içindeyiz. Askerler,
yakaladýklarý gerillalara iþkence yapmaktadýrlar. Konuþturulmaya çalýþýlan
ama ser verip sýr vermeyen kiþi, olasýlýkla bir örgüt lideridir. Esirlerin
arasýnda elleri, ayaklarý baðlanmýþ kadýnlar da vardýr. Öfkesini alamayan
iþkenceci asker, bir kadýn esire tecavüz eder. Bu korku tapýnaðýna karanlýk
dolmuþ, içeriye sýzmaya çalýþan ýþýk, hikayenin ezilen tarafýndaki kahramanlar gibi etkisiz kalmýþtýr, alttan çerçevelemeyi yapan kamera ise sanki
korkudan saklanmýþ, gizli bir çekim yapýyormuþ gibidir. Þiddetin boy gösterdiði bu sahne, filmin temasýna doðrudan bir göndermedir. Ýlerleyen sahnelerde olacaklara karþý nasýl bir beklenti içinde olacaðýmýzý belirler,
hikayede takip edeceðimiz izleðin kapýsýný aralar ve bu izleðin ana omurgasýný oluþturan öðeleri iþaretler. Bunlar; þiddet, ölüm, deðer kaybý, türüne
yabancýlaþma, iktidar hýrsý, ötekileþtirme vs. dir. Bu nedenle sahnemiz giriþ
sahnesidir ve bir anlamda da tanýtým sahnesi iþlevini üstlenmiþtir. Sinemada
buna benzer anlatým biçimleri yaygýndýr. Amaç; seyirciyi hikaye hakkýnda
bilgilendirmek ve ilerleyen sahnelerde onun, mesajý amaca uygun kavramasý için duyularýný yönlendirmektir. Bu düþünce iyi niyet taþýsa da, bazen
her þeyin seyircinin önüne servis edilmesi, üretilen sinema yapýtýnýn deðer
kaybýna uðramasýna neden olabilir. Ele aldýðýmýz film sade anlatýmý ile bu
tuzaða düþmemiþ, ‘gerçekliðin kumaþýný seyrek dokuyarak’ bizleri birazcýk
da olsa uðraþtýrmayý bilmiþtir.
Ýyi filmin ölçütlerinden bir tanesi de seyircisini hikayenin içine çekip
aktifleþtirmesidir. Filmin siyah beyaz olmasý, anlatýnýn duygusal yanýný
güçlendirir. Biz daha çok, müziðin duygusal özelliðinin yarattýðý, hikayenin
bu hüzünlü tarafýný görmeyi tercih ettik. Zaten savaþ karþýtý film olmak
artýk deðer atfedilecek bir neden deðildir. Sinema, bu anlayýþý çoktan geride
býraktý. Ýþkence kokan bu ilk sahneden sonra, bir Latin Amerika köyü
kuþbakýþý gösterilir. Ardýndan bu evlerden birinin içine kesme yapýlýr. Yaþlý
bir adam elindeki kemaný temizlemektedir. Sað eli bandajlýdýr. Olasýlýkla
yakýn zamanda eline bir darbe almýþtýr. Keman çerçevenin ortasýna alýnmýþtýr. Bu plan, kemanýn filmde önemli bir yer tuttuðunu iþaretler ve
hikayenin temel bir dayanaðý olduðunu gösterir. Yönetmen bizim duyularýmýzý bu müzik aletine odaklamayý amaçlar. Çünkü anlatýlan onun
hikayesidir. Odada yanan mumlar, duvara asýlmýþ birkaç resim bu evin yas
evi olduðu ipuçlarýný verir. Yaþlý adam bir yakýnýný kaybetmiþ olabilir.
Mizansen, sýkýþmýþlýðý, huzursuzluðu, yanlýþ giden bir þeylerin olduðunu
55
Aleksandr Dovjenko
1894 -1956
ylül 1894’te Ukraynalý bir köylü ailesinin çocuðu olarak dünyaya gelen Dovjenko, Sovyet
sinemasýnýn belli baþlý önderlerinin
çoðunun, film yönetmeye henüz yirmi yaþýna basmadan, ya da yirmili
yaþlarýnýn baþlarýnda giriþtikleri bir
dönemde, sinemaya geç atýlanlardan
birisiydi. Önce öðretmenlik yapmýþ,
sonra Varþova ve Berlin konsolosluklarýnda diplomatlýk görevini yürütmüþtü. Daha sonra resim alanýna girdi ve Harkov’da çýkan bir gazetede
karikatüristlik yaptý. 1926’da, otuz iki
yaþýna gelmiþken, zamanýn avantgarde dergilerinden birinde, resim
artýk geçmiþte kalmýþ bir sanat olduðunu iddia eden bir yazý okudu. Bu
yazýnýn onu ikna etmesi üzerine ani
bir kararla çantasýný toplayýp soluðu
Odessa film stüdyolarýnda aldý. Dovjenko’nun baþlýca eseri Toprak’týr.
E
Sergey Yutkeviç
1904-1985
utkeviç, henüz delikanlý çaðýndayken, Kozintsev ve Aleksey
Kapler’le beraber Kiev sokaklarýnda kukla gösterileri yapýyordu.
Sahne, görüntü düzenlemesi ve resim üzerine çalýþtý. 1922’de Kozintsev, Trauberg ve Kryjitzki’yle beraber FESK (Egsantrik Oyuncu Fabrikasý) kuruluþuna ve Egsantrik Manifesto’nun hazýrlanýþýna katýldý.
Yutkeviç, sinemadaki ilk çýkýþýný
1924’te Bize Radyo Verin! Episodunun yönetmeni olarak yapmýþtý.
Y
anýmsatacak biçimde düzenlenmiþtir. Kemaný kýlýfýna koyup dýþarý çýkar
yaþlý adam. Yanýna sonradan oðlu ve torunu olduðunu öðreneceðimiz
omzunda gitarýyla genç bir adam ve bir çocuk gelir. Üçü, köyün dýþýndaki
yolda bir kamyonete binip þehre gelirler. Yaþlý adam Plutarco keman, oðlu
Genaro da gitar çalar, torun Lucio ise yabancýlardan para toplar. Onlarýn
sokakta para karþýlýðýnda müzisyenlik yaptýðýný görürüz. Amaç farklýdýr
ama. Fazla konuþmayan bu aile bireylerinin, müzisyenliði bir koruyucu
imaj olarak yaptýklarý, Genaro’nun baþkalarýyla olan þifreli haberleþmesinden ve bir barda satýn aldýðý silahlardan ortaya çýkar. Tüm bu olan bitenler
nerdeyse diyalogsuz gösterilir.
Usta bir sinemacý, gerekmediðinde diyalog kullanmaz, daha çok
görüntüyle hikayesini anlatmaya çalýþýr. Eðer görüntüyle verilemeyecek bir
olay/durum varsa sözlerin yardýmýna o an baþvurulur. Bu giriþ içinde
kahramanlarýmýz tanýtýlmýþ ve onlarýn ‘yasadýþý’ bir örgütlenmenin içinde
olduklarý da anlaþýlmýþ oldu. Doðrusu, Genaro’nun bir faaliyette bulunduðudur. Torun ve dede bu geliþmenin dýþýndadýr. Ama olanlardan haberdardýrlar. Dönüþte aralarýnda geçen konuþmada, askerler tarafýndan köyün
boþaltýlmasýnýn istendiðini öðreniriz. Bu bilgilendirme aslýnda hemen sonraki sahnenin alt yapýsýný da hazýrlar. Çünkü köyü askerler basmýþ her tarafý
daðýtmakta, evleri ateþe vermektedir, köylü kadýnlar ve çocuklar ise daðlara
doðru korku içinde kaçmaktadýrlar. Bu köylülerin bir sorunlarýnýn olduðu,
kahramanlarýmýzýn aralarýndaki konuþmayla belirtilmiþtir. Genaro kaçan
köylülere karýsýný sorar, askerler götürmüþtür, telaþla köyüne koþar, tepeden
olanlarý seyreder; köyün meydanýnda erkekler toplanmýþ iþkence ile elebaþlarýnýn nerede olduðu öðrenilmek istenmektedir. Komutan istediði cevabý alamaz, onlarý kurþuna dizer. Genaro ise canýný zor kurtarýr. Sorunun ne
olduðunu, köylüler ile hükümet arasýndaki anlaþmazlýðýn/çatýþmanýn neden
çýktýðýný göstermeden, yönetmen, bize doðrudan köy baskýnýný vermiþtir.
Seyirciye, yaþanýlan bir olayýn öncesi anlatýlmadan, - bu önce de olabilir, sonra da – olayýn kendisi verilirse sinemanýn büyüsü bozulmuþ olur.
Kurgu zayýflar ve anlatýmýn diyalektiði ortadan kalkar. Ama eðer hikayemiz bir Latin Amerika ülkesinde geçiyorsa, çatýþmanýn nedeninin verilmesine gerek yoktur. Çünkü o coðrafya çatýþmalarýn, askeri müdahalelerin
yaygýn olduðu bir yerdir.
Sinemada zaman ve mekanýn anlatýlan hikaye üzerindeki etkisi, o
çalýþmanýn bir sinema yapýtý olup olamayacaðýný belirleyebilecek derecede
önemlidir. Plutarco ile torunu Lucio ölümden kaçan köylülerin ormanýn
içinde saklandýklarý yerdedirler. Akþamdýr, Plutarco onlara keman çalmaktadýr. Genel planda onlarý görürüz, yanan ateþin dumaný ile karanlýðýn
uyumu bir büyülü ortam yaratmýþtýr. Yönetmen bizi birazdan anlatacaðý
Latinlere özgü büyülü bir masala hazýrlamaktadýr. Bu epizod için dede ve
torun ideal nesnelerdir. Ertesi sabah Plutarco, bölgenin zengin ve hükümetle arasý iyi olduðu belli olan bir çiftlik aðasýnýn yanýna gider. Ondan bir
eþek ister, nedeni ise kaybolan gelinini bulmak içindir. Çiftliðin dýþardan
verilen görüntüsü; demir parmaklý büyük bir kapý ve kocaman duvarlar ile
içerde yaþayanlarýn güvende olduklarýný gösterir. Dýþarýdaki tehlikeden
uzak, yaþanýlan çatýþmanýn tarafý olmayan kimselerdir. Zaten bu kaný
Plutarco’nun zengin çiftçiyle olan konuþmasý ile de netleþir. Vereceði
eþeðin bedeli olarak Plutarco’ya boþ bir kaðýdý imzalatýr. Olasýlýkla tüm
malvarlýðýna el koymak istemektedir filmin askerler dýþýndaki kötü adamý.
Ayný gün akþam kampa oðlu Genaro gelir. Babasýna terk ettikleri arazilerinde sakladýklarý silahlara ihtiyaçlarý olduklarýný söyler. Köy, askerin
kontrolündedir. Silahlarý getirme görevi gerillalar tarafýndan Genaro’ya
verilmiþtir. Plutarco, oðluna gitmemesini aksi halde öldürülebileceðini
söyler. Ama o silahlara ihtiyaç vardýr. Baba, oðlu için fedakarlýk yapacaktýr. Plutarco’nun, müziðini savaþ aracý olarak kullanmasýnýn temelinde
56
oðlunun hayatýný kurtarma amacý vardýr. Ertesi sabah eþeðin sýrtýnda,
askerlerin mevzilendiði köyüne gelir, onlarý, tarlasýndaki mahsulleri için
geldiðini, zararsýz biri olduðuna ikna eder. Keman, komutanýn ilgisini çekmiþtir. Onu çalmaya çalýþýr ama beceremez. Müziðe duyarlý biridir.
Bundan dolayý bu yaþlý müzisyene zarar vermez, iyi davranýr. Plutarco
artýk her gün gelir, komutana ve askerlerine bir süre keman çalar, stratejik
öneme sahip bilgileri öðrenir, sonrada tarlasýnda sakladýklarý cephaneliði
akþam kampa dönerken, yanýnda gizlice götürür. Müzik, askerler ile
Plutarco arasýnda sýcak bir iliþki doðurur. Kemanýn marifeti birleþtirici bir
unsur, düþmanlarýn konuþtuðu ayný dil olmuþtur. Bu nedenle müziðin
büyük bir önemi vardýr filmde. Yaþlý müzisyenimizin samimiyetine, kötü
bir amacýnýn olmadýðýna inanýrlar. Ama ne var ki Plutarco, bu güveni suistimal edecektir. Onun akþamlarý giderken yanýnda bir þeyler götürdüðünü
anlamýþlardýr. Ondan þüphelendikleri gün, köyün giriþinde nöbet tutan
asker, Plutarco’ya, gizlice bir silah verir. Bunun neden verildiði tam net
deðil. Asker ya gerillalardan yanadýr ya da bu bir tuzaktýr. Plutarco yolda
giderken eþeðin üzerinde kendisine verilen þeyin ne olduðunu anlamak
için poþeti açmadan önce, yönetmen, onun sallanan ayaklarýný gösterir. Bu
kötüye iþarettir. Çünkü yerden kopmuþ ve sallanan ayaklarýn yarattýðý imge
kötü bir þeylerin olacaðýný söyler. Ertesi gün bu geliþme meydana gelir.
Genaro ve diðer gerilla grubu tuzaða düþürülüp, yakalanýrlar. Plutarco
ise tarlasýnda kötü bir sürpriz ile karþýlaþýr. Cephaneliðin yeri boþtur.
Anlaþýlan askerler onun ne yapmak istediðini, çaldýðý kemanýn baþka bir
amaç için kullandýðýný öðrenmiþler. Plutarco yakayý ele vermiþtir. Müziðe
ve bundan dolayý da yaþlý adama saygý gösteren komutan hayal
kýrýklýðý yaþamýþtýr. Plutarco, bunun utancýný yaþadýðýný komutana karþý
suskun kalarak belli eder. Ama nede olsa o bir düþmandýr ve kendi köylülerine iþkence yapmýþ, öldürmüþtür. Bu komutan, filmin ilk sahnesinde
gördüðümüz iþkenceci askerlerden biridir. Plutarco’dan keman
çalmasýný ister, o kabul etmez. Bu esnada askeri bir kamyon gelir, içinde
Genaro ve arkadaþlarý vardýr. Onlarý barakaya koyarlar, ilk sahnede
gördüðümüz iþkencenin yapýldýðý barakadýr bu. O sahne bundan sonra
yaþanacaktýr. Ama yönetmen son sahneyi ilk sahne yaparak bir anlamda
hikayeye fon yapmýþtýr. Bize gösterilecek olanýn üzerinde inþa edildiði
yapýdýr. Oðlunu gören ve onunla göz göze gelen Plutarco, derinden sarsýlýr.
Bir babanýn yaþayabileceði acýyý hisseder. Yolun sonuna gelinmiþtir ve
oðlunun sað býrakýlmayacaðýndan da emindir. Bunun için oðlunu kurtarmaya en azýndan bunu komutandan istemeye onuru izin vermez.
Komutanýn keman çalmasýný istemesi ve bunu tehditkar bir söylemle dayatmasý ters teper. Baba kimliði ve müzisyen kimliði arasýnda Plutarco,
baba olmayý tercih eder. Komutanýn suratýna, müzik bitti, der. Bir insanýn
onurlu davranmasý gereken bir durumda, onurunu korumuþ, baskýya itaat
etmemiþtir. Komutan, silahýný çeker ve – bize gösterilmez – olasýlýkla
bizim yaþlý müzisyenimizi öldürür.
Bu final, filmin bütünlüðüne uygun olabilecek en iyi finaldir.
Çünkü müziðin savaþta araç olarak kullanýmý daha büyük deðerler uðruna
yapýlýr: Ýnsan ve onuru için. Eðer insaný göz ardý ederseniz, müziðin bir
anlamý da kalmaz. Filmin senaristi ve yönetmeni Francisco Vargas ana
temayý bunun üzerine kurmuþtur. Müziðin hangi durumda meþru bir
araç olarak kullanýlabileceðini göstermiþtir. Bu Latin Amerika
öyküsü dünyanýn birçok bölgesinde yaþanan ve yaþanmasý olasýlýðýna
sahip evrensel bir öyküdür. Karakterlerin adýný ve mekaný deðiþtirin,
ülkemizin herhangi bölgesindeki herhangi bir mekana uyarlayýn, filmin
ana yapýsýnýn deðiþmediðini göreceksiniz. Evrenselliði buradadýr.
57
“Hayat sanattan daha güçlü olmalýdýr ve bütün sanatlar içinde hayata en yakýn olaný sinemadýr. Pudovkin bile, hayatýn yoksulluðu ve
çýplaklýðýnýn bunda yattýðýný söylerdi.
Sinema emekleme aþamasýndan beri
hayatýn belirli parçalarýný beyaz perdenin dar sýnýrlarý içerisinde, beyazperdenin çok katý çerçevesinde betimlemeye alýþmýþtýr. Oysa bu yanlýþtýr. Kendinizi eylemin unsurlarýný belirli bir çerçeve içinde betimlemekle
sýnýrlamamalýsýnýz. Çerçevenin ötesinde, ‘çekimin dýþýnda’ duran bir özgürlük duygunuz olmalýdýr. Beyazperdenin iki tarafýnda da kabarýp taþan bir hayat duygunuz olmalý ve bunu iletmeyi baþarmalýsýnýz. Beyazperdenin yalnýzca, devasa hayata açýlan
bir pencere olduðu izlenimi vermelisiniz. Beyazperdenin iki boyutlu çerçevesine sýký sýkýya hapsedilmiþ bu
düz ve kapalý düzleme sýkýþtýrýlmýþ olan her türlü eylem, en koyu biçimde
nefret ettiðim tablocular sinemasýna
aittir. Bana göre gerçek, doðru yol,
belgesel sinemadan mise en scne sinemasýna giden yoldur. Evet benim
olaylara iliþkin naçizane düþüncem
böyledir.”
HOLLYWOOD
SÝNEMASINDA
TEMALAR
Temade Çınar
Grigori M. Kozintsev
1905-1973
ozintsev, Petrograd’daki Güzel
Sanatlar Akademesi’nde resim
öðrenimi gördü. 1921’de yazar
ve yönetmen Leonid Trauberg
(Doðum 1902) ve Yutkeviç’le beraber FEKS’i örgütledi. Kurduklarý tiyatronun baþlýca amacý, tiyatro sanatýnýn (ve sonradan sinemanýn) yeni biçimlerini araþtýrmaktý. FEKS,
Oktyabrina’nýn Serüvenleri, Palto’nun ekspresyonizminden ve Yüce Dava Derneði’nin romantizminden Yalnýz Baþýna’nýn gerçekliðine
ulaþmýþtý. Ancak bu gruba zafer getiren, Kozintsev’le Trauberg’in, sonradan Sovyet folkloruna da geçecek
olan, kurgusal kahramanlarý Maksim
üçlemeleriydi. Yutkeviç’in gruptan
daha baþýnda ayrýlmasýndan sonra,
Kozintsev’le Trauberg, 1947’ye kadar birlikte çalýþmayý sürdürdüler. O
zamandan beri Trauberg çoðunlukla senarist olarak çalýþýrken, Kozintsev’in en iyi ürünleri, edebiyat klasiklerinden yaptýðý çarpýcý uyarlamalar (Don Kiþot, Hamlet ve Kral Lear) olmuþtur. Kozintsev 1922’den itibaren zamanýný daha çok öðretmeye ve yazmaya ayýrmýþtýr.
K
Hollywood bildiðimiz gibi dünyanýn sinema merkezidir. Hem teknik hem de ideolojik olarak. Burada sinema yapmak mý istiyorsunuz. Senaryonuzla bir yapýmcýya gidersiniz (ulaþýlmazlýklarý pek çok filme konu olmuþtur) o da eðer filmi çekilmeye layýk görürse sizinle anlaþma yapar ve film çekimi baþlar. Filmi çekilmeye layýk yapan nedir? Onun içinde istenilen mesajlarýn olmasý, giþe hâsýlatýnýn iyi olacaðýnýn kestirilmesi (bu pekâlâ reklamla da yapýlabilir, benzer yollarla Oscar ödülü bile sorun olmaz) ve tabi ki tüm bunlarýn ýþýðýnda para yatýrmaya deðer
bulunmasý. Bu nedenle her senarist aþaðý yukarý nasýl bir senaryonun yapýmcýlar tarafýndan beðenileceðini kestirerek yola çýkar. Sanatý meta haline getirip sanatçýyý sýnýrlayan da iþte bu kar zarar hesabýdýr. En iyi filmlerde bile yaklaþýk olarak ayný senaryoyla karþýlaþmamýzýn da nedeni budur. Filmi orijinal yapan birkaç yeni düþünce dýþýnda aþaðý yukarý ayný
hikâye ve sonu bilindik filmler…
Hollywood ideologlarý diyebileceðimiz kastý aþmak zordur. Sonuçta büyük paralar yatýrýlmasýnýn nedeni ondan beklentilerdir. Hollywood
sadece bir sinema merkezi deðil emperyalizmin ideolojik propaganda
merkezidir de. Ancak Hollywood’ta zaman zaman toplumsal içerikli bizi þaþýrtan filmler de görmek mümkün. Hepimizin hafýzalarýnda önemli
yerler edinmiþ bu filmlere de yüksek bütçeler ayrýlýr. Bu alan da boþ býrakýlmaz. Rakiplerini yaþatmaz. Bir toplumsal olayý ya da yaþamý anlatmak isterseniz karþýnýzda ileri teknoloji ve imkânlarla çevrilmiþ, büyük
paralar yatýrýlmýþ en azýndan bir düzine film bulursunuz.
Yine bir Hollywood filminde, genç, yetenekli bir tiyatro senaristine
Hollywood’tan, büyük bir film þirketinden teklif gelir. Avrupa’da yaþamakta olan orta halli genç son parasýyla yola çýkar. Ýyi karþýlanýr. Ucuz
58
bir otele yerleþtirilir. Ancak yazdýklarý bir türlü kabul görmez. Patron bir
gün ona, “ne beceriksiz adamsýn, içinde hem aþk, hem aksiyon, hem aile olan bir film istiyorum. Çok mu zor? Kadýn tehlikededir, adam onu
türlü tehlikeler atlatarak kurtarýr, birbirlerine âþýk olurlar ve evlenirler
iþte bu” der. Genç, o otel odasýnda hayal kýrýklýðýnýn ve çeliþkilerinin içinden çýkamaz. Film yine oldukça para harcanmýþ bir film. Eðer Hollywood senaryolarýný eleþtirmeyi düþünüyorsanýz, Hollywood onun da örneklerini yapmýþtýr. “Baþkanýn Adamlarý” filminde olduðu gibi Hollywood’un nasýl gerçekleri tersyüz ettiðini, nasýl sistemin bir aracý olarak
çalýþtýðýný anlatan pek çok senaryo ile de karþýlaþmamýz bundandýr.
Hollywood sadece bunlarý yapmakla kalmaz. Hepimiz Amerikan
baþkanlarý, eyaletleri, tarihi hakkýnda –doðru ya da yanlýþ- kendi ülkemiz hakkýnda bildiðimizden daha fazla þey biliriz. Filmler yoluyla yeni
moda akýmlar yaygýnlaþtýrýlýr. Demodeler yerleþtirilir. Her filmde mutlaka bir antikomünist mesaj vardýr. Filmde bir Rus varsa o mutlaka kötü adam ya da sonradan anlayacaðýmýz köstebektir. “Sahnede silah varsa patlar” kuralý… Suç örgütleri diðer uluslardan oluþur, bizim sinemamýzda Kürt halkýndan oluþturulmasý buradan öðrenilmiþ olmalý. Hollywood diðer dünya sinemalarýnýn ders aldýðý bir merkez halindedir. /
Hollywood film sanayi tüm dünyada insanlarýn düþüncelerinde, yaþam biçimlerinde önemli deðiþiklikler yaratmýþ olmakla, aslýnda hiç de
küçümsenmemesi gereken bir sektör. Bu konu kitaplar hatta ciltler dolusu bir incelemeyi gerektirir. Biz de bu yazýmýzda Hollywood’un filmlerindeki temalarý inceleyerek, farkýnda olalým ya da olmayalým düþüncelerimizin ve davranýþlarýmýzýn nasýl yönlendirildiðine bir göz atalým.
Ýdeal yaþam
Bir tiyatrodan ya da bir filmden çýktýðýmýzda ya da bir romaný okurken kendi hayatýmýzla tanýk olduklarýmýzý karþýlaþtýrýr ve hayatýmýzda bazý deðiþiklikler yaparýz. Ayný durumu bir olayý yaþadýðýmýzda da
yaparýz ama farklý olan tiyatro, sinema ya da romanda deðer yargýlarýnýn çok yönlü ele alýnmýþ, pekiþtirilmiþ olmasýdýr. Ýkna olabilirsiniz, olmanýz için bütün dolaylý ya da direkt yöntemler kullanýlmýþtýr.
Hollywood filmlerinde ideal bir yaþam çizilmiþtir. Aþaðý yukarý her
filmdeki doðru, iyi, kahraman olan karakterler bu yaþama aittirler. Amerikan orta sýnýfý tipik olarak resmedilmiþtir. Müstakil, konforlu, bahçeli,
çoðunlukla iki ya da üç katlý bir evle, evin önünde bir amerikan arabasýyla hikâye baþlar. Buradan filmin konu aldýðý kahramanlarýn sýnýflarýný anlarýz. Bu kiþinin hayattan, huzurdan ve ailesinin esenliðinden baþka bir þey istemediði bellidir. Hayatý çok deðerlidir. Çoðunlukla saldýrýya uðrayan, tehdit altýndaki ve kesinlikle suçsuz olan kiþidir. Ýdeal yaþamda nadiren anne (ancak baba yoksa) ama çoðunlukla baba ailesi için
hayatýný tehlikeye atar, gerekirse öldürür. Dünyanýn öbür ucuna gider ama sonuçta evine döner. Yanýnda böyle durumlarda nadiren FBI ya da
CIA vardýr ama çoðunlukla yalnýzdýr. Olaylarýn sonunda ya da bir yerinde gövde gösterisi yapmalarýný saymazsak… Ailesi dýþýnda hiçbir þeyin önemi yoktur. Onlar kurtulduktan ve yakýn düþmanlar alt edildikten
sonra iþi biter. Sýrtýný döner ve huzurlu hayatýna geri döner.
Amerika’da olmadýðý kadar çok düðün ve ailenin tümünün katýldýðý cenaze töreni vardýr filmlerde. Aile kurumunun yýkýlmasý, insanlar arasý çýkar iliþkilerinin her þeyin önüne geçmesi belki de Hollywood’u bu
yönde zorlamaktadýr. Anne ve baba çocuklarýna karþý hep öðreticidir,
çocuklara yüksek bir önem ve saygý gösterilir. Yine Amerika baþta ol-
59
Dziga Vertov:
1896-1954
erçek adý Denis Arkadyeviç
Kaufman olan Dziga Vertov,
Sovyet belgesel sinemasýnýn
kurucusuydu. Moskova’da PsikoNöroloji Enstitüsü’nde öðrenim
görmüþtü, ama ekim Devrimi’nden
sonra yeni Sovyet sinemasýnýn kýsa
haber filmi dalýnda çalýþtý. Haftalýk
kýsa haber filmleri olan Kinonedielia’yý (Sinema Haftasý) yarattý, yönetti ve kurgusunu üstlendi (19181919); daha sonra periyodik röportaj filmleri olan Kino Pravda’yý (Sinema-Gerçek) çekti (1922-1925).
Kendilerine ‘Kinoki’, yani ‘SinemaGözler’ adýný takmýþ olan bir grup
deneyci belgesel sinemacýya önayak
oldu. Militan bir kuramcý olarak, Cinema-verite (Görüntüleri olanaklý
olan en doðal koþullarda kaydetmek
için küçük, elle taþýnan kameralarýn
kullanýlýp hiçbir tekniðin dýþlanmadýðý belgesel sinema türü) denen þeyin
üstünlüðünü ilan etti. Gene de tutkulu bir devrimci olarak, hazýrladýðý
belgesellere olaðanüstü açýklayýcý ve
canlý bir nitelik kazandýrarak, üzerinde çalýþtýðý malzemeye kendi kiþiliðinin damgasýný vurmamazlýk edemezdi. Senaryolarýný genelde kendisi yazardý. Filmlerinin ve kuramsal
yazýlarýnýn dünya sinemasý üzerinde
korkunç ve akýlcý bir etkisi vardýr:
Anglo-Sankson sinemalarýnda belki
deðeri ancak þimdilerde tam olarak
anlaþýlan bir etkidir bu. Kameralý Adam, Lenin Üzerine Üç Türkü en
çok bilinen iki filmidir. Dziga vertov
12 Þubat 1954’te ölmüþtür. en çok
bilinen iki filmidir.
G
mak üzere dünyanýn metropollerinde çocuklarýn akýl almaz cinayetlerin
faili olmalarý düþündürücüdür. Bu aileler nadiren siyah olmakla birlikte
hemen her zaman beyazdýrlar. Tehdit eden tarafsa hemen her zaman diðer uluslardan gelmektedir.
Kurtarýcý
Hollywood filmlerinde her zaman dikkatimizi çeken yönlerden biri
de bütün olaylarýn tek bir kahramanýn etrafýnda olmasýdýr. “Baþrol” kavramý da buradan gelir. Bütün gözler, bütün kameralar onu izler, zumlar.
Onun deðer verdiði þeylere deðer verir, onun hedefine kilitleniriz. O, ya
dünyayý kurtaracaktýr, ya kimse ona inanmazken bile hedefine, bizim
desteðimiz dýþýnda tek baþýna yürümektedir, ya da bir insanýn tek baþýna
baþ edemeyeceði düþmanlarla savaþmaktadýr. Bu sýrada yaptýðý her þey
hak edilmiþtir, doðrudur, biz de olsak aynýsýný yaparýz. Yargýlanacak bir
þey yoktur ve zaten kimse onu yargýlamaz. Her zaman kazanacaðýný en
umutsuz anlarda bile biliriz. Kýrmýzý ya da mavi teli son saniyelerde keser. Ateþler onu dýþarý fýrlatýrken, o yanýnda bir(kaç) kiþiyi de kurtarmýþtýr. Geride kalanlarý düþünmeyiz. Bizim için önemli olan kahraman ve onun için deðerli olanlardýr o kadar. Ýþte tarihi bu kahramanlar yazar. Týpký idealizmin tarihinde olduðu gibi… Hepimizin yaþamý ona baðlýdýr ve
bizler yerimizde durup týpký bu kahramanýn evde bekleyenleri gibi, ya
da sadece paniðe kapýlýp çýðlýk atanlar gibi bizi kurtarmasýný bekleriz. Ama illa ki hepimiz bu kahramaný filmin bir yerinde çok severiz. Amerikan orta sýnýfýný hiç de temsil etmeyen yüksek sadakat, fedakârlýk, öncü
karakter her þey onda vardýr.
Bildiri:
Biz ‘büyüleyici-yönetmen’ ile
büyülenmeye açýk seyirci arasýndaki
danýþýklý döðüþe isyan ediyoruz.
Bilinç, her türlü sihirli düþünceyle tek baþýna savaþabilir.
Bilinç, tek baþýna, saðlam inanç
ve düþüncelere sahip bir adam yaratabilir.
Bizim her türlü düþünce önünde boyun eðmeye hazýr bilinçsiz kitleye deðil, bilinçli insanlara ihtiyacýmýz vardýr.
Yaþasýn görüp iþitebilen saf insanýn bilinci!
Kahrolsun öpücüklerin, katillerin, güvercinlerin ve sihirli hilelerin
güzel kokulu peçesi!
Yaþasýn sýnýf bakýþý!
Yaþasýn Sinema-Göz!
1924
Kötü sistemler yoktur kötü insanlar vardýr
Hemen her Hollywood filminde bu tema ilk göze batan temalardan
biri. Beyaz saraydan Pentegon’a, CIA’den FBI’a bütün kuruluþlar aklanýr. Bunlarýn içindeki “köstebek”ler bulunup çýkarýlýr ve iþler yoluna girer. Nükleer bombalarý da bütün bu kuruluþlara sýzmýþ kötü niyetli insanlar patlatma planý içindedir, (patlatamazlar çünkü kahraman görevinin
baþýndadýr) savaþlar da bunlar yüzünden olur, siyasi krizler de… Her zaman çok büyük çeteler, organizasyonlar, uluslararasý þebekeler çözülmesi imkânsýz aðlarý sarmýþlardýr. Aðýr silahlarla ve tonlarca uyuþturucuyla ellerini kollarýný sallayarak gezen bir düzine çeteden birinin peþine
düþülmüþ, film boyunca diðerlerinin yanýndan geçilip gidilmiþtir. Hastalýklý bir karakter etrafýnda toplanmýþ çoðu vahþi, insanlýk dýþý tipler ya da
aptallar bu birliði oluþturur. En yüce düþüncelerle mücadele veren örgütlerin tepesinde, hayatýný feda eden insanlarý kendi çýkarlarý için kullanan
bir sapkýn vardýr. “Hayatýný kimler için feda ediyorsun?” sorularý da esin
kaynaðýný, kuvvetle muhtemel buradan almýþ olabilir. En tepedeki bulunur, yok edilir ve the end… Sistem temizlenmiþtir. Herkes rahat uyuyabilir. Ýyi insanlar ne kadar azýnlýkta olurlarsa olsunlar, kötü yenilmeye
mahkûmdur. Polis ya da baþka bir kurum hakkýndaki olumsuz düþüncelerimizin kaynaðý da budur zaten. Gazetelere yansýyan, tarihe geçen tüm
olaylar hakkýnda bir senaryo oluþur kafamýzda; “kim bilir bu olayýn arkasýnda kimler var?”
Sokrat’a soruyorlar “yasa koyucular ne iþe yarar?” cevap veriyor:
“iyi niyetli insanlarýn iyi niyetlerini gerçekleþtirmelerinin önünü açar,
kötü niyetli insanlarýn kötü niyetlerini gerçekleþtirmelerinin önünü kapatýr.” “Kötü niyetlilerin” mantar gibi çoðalýp, her köþe baþýna sindiði
bir sistemde suçlu aramak, Hollywood’un bize kazandýrdýðý ya da pekiþtirdiði vasýflardandýr.
60
Bir insan her þeyi deðiþtirebilir
Kurtarýcýdan bahsettik. Hollywood’da karþýlaþtýðýmýz benzer ve önemli bir tema da bir insanýn her þeyi deðiþtirebileceðidir. Biraz önce deðindiðimiz gibi Hollywood’da toplumsal çatýþmalarýn kökeni sistemler
arasý deðil kiþiler arasý bir çatýþmadýr. Bir kahraman, çoðunlukla “sizin,
bizim gibi” sýradan bir tip ortaya çýkar, olaylar silsilesi onu öne çýkmaya
zorlar, o da her þeyi deðiþtirir. Toplumsal yaþamý, deðer yargýlarýný, insanlarý, her þeyi… Bütün bunlar olup biterken bir kýsým insan onun yanýnda yer alýr ya da almaz ama kitleler halinde insanlar onun karþýsýndadýr. Yani toplumda nesnel koþullar oluþmamýþken öznel koþullar nesnel
koþullarý deðiþtirir. Kahramanlarý toplum yaratmaz, kahramanlar toplumu yaratýr. Sadece toplumsal olaylarda deðil, sýradan insan iliþkilerinde
bile deðiþiklikleri bariz görürüz. Silahlarýný indirenler birer sevimli insancýk olurlar. Ýnsanlarýn davranýþlarýnýn kökenindeki toplumsal düzen
mevzu bahis deðildir. Elbette bir insan her þeyi deðiþtirebilir ancak koþullar olgunlaþmýþsa.
Öldürme-iþkence hakký
Hollywood sinemasýnda kendimize dönüp baktýðýmýzda herhalde
bizi en çok etkileyen “neyi ya da kimi desteklediðimiz” sorusudur. Öyle
anlar gelir ki atom bombasýnýn düðmesi elinin altýndaki pilota “hadi ne
bekliyorsun” diyecek hale geliriz. Ya da baþka bir ülkeyi istila etmeye
gitmiþ Amerikan askerine “dikkat et arkanda” diyesimiz gelir. Dönüp
düþmanýný vurmayý baþarýrsa içimiz rahatlar. Ýster yüksek ideallerle dünyayý kurtarmak için yola çýkmýþ olsun ister baþka bir sebeple, sinema bizi kahramana kilitler. Kahramanýn amacýna ulaþmak için yaptýðý her þeyin anlamlý ve geçerli bir sebebi vardýr. O, öldürür, iþkence yapar, her yeri yakýp yýkar. Biz de onunla birlikte bir koþturmacanýn içindeymiþ gibi,
onun kurtarmaya çalýþtýðýnýn ne olduðuna aldýrmaksýzýn onun her yaptýðýný koþulsuz destekleriz. Vietnam’a aðýr silahlarla saldýran Rambo’yu
hangimiz seyretmedik. Sovyetlere meydan okuyan CIA’nin ünlü ajaný
James Bond’u, sayýsýz örneði olan, Amerikan polisinin þimdilerde Türk
versiyonu çevrilen kahraman polis filmlerini... Silahlarýný ateþlediklerinde hedeflerini vurmalarý ve vurulmamalarý için heyecanlanmadýk mý?
Sorguladýklarý canilerin ne pahasýna olursa olsun konuþmalarýný, konuþturulmak için yapýlan türlü iþkence ve oyunlarý…
Paranoya
Azýnlýðýn çoðunluk üzerine egemenliði temelinde kurulmuþ her ülkenin, daha fazla savunulmasý, sistemin statükolarýnýn korunmasý için
bilindik paranoyalarý vardýr. “Din elden gidiyor”, “laiklik elden gidiyor”,
“ülkemiz dýþ güçler tarafýndan parçalanmak isteniyor”, “ülkemiz bir iç
savaþa sürükleniyor” vb.vb… Holywood sinemasýnda bu tehditler bitmek bilmez. Vahþi yok ediciler, dünyanýn tek gücü olmak isteyenler,
dünyayý yok etmek isteyenler, seri katiller, teröristler, mafya, tarikatlar,
farklý mezhepler, dinler, baþka ülkelerin gizli örgütleri, uzaylýlar, Amerika'yý ya ele geçirmeyi ya da onu yok etmeyi planlýyorlar! Dünyanýn sonu senaryolarýnda bile dünyanýn yok oluþunun ilk iþaretleri orada baþlar
ya da orasý yýkýlmaya baþlar. Ya da her þey Amerika’ya baðlýdýr. Paranoya, sadece þüpheciliði deðil büyüklük hezeyanýný da içerir. Neden? Çünkü Amerika dünyanýn hâkimi ve en büyük gücü… Amerikan baþkanýný
ya da NASA’yý, Pentagon’u ele geçirirsen dünyayý ele geçirirsin. Amerika’yý kurtarýrsan dünyayý kurtarýrsýn.
61
İtalya
Savaştan sonra İtalya'da
ülkenin uğradığı yıkım ve toplumsal
sorunları konu alan önemli filmler
çekildi. İlk Yeni Gerçekçi film
Luchino Visconti'nin Tutku'su idi.
Ne var ki, faşist İtalyan yönetimce
gösterimi engellendiği için, uluslararası izleyici Yeni Gerçekçi sinemayla, İtalyan II. Dünya Savaşı'nın
sonunda teslim olduktan iki hafta
sonra Roma sokaklarında çekilen
Roberto Rossellini'nin Roma, Açık
Şehir adlı filmiyle tanıştı. Ardından
Visconti'nin Sicilya'nın bir balıkçı
köyündeki yaşamı anlatan destansı
filmi Yer Sarsılıyor geldi. Vittorio de
Sica'nın, bisikleti çalınan bir işçinin
hırsızı bulabilmek için oğluyla birlikte başına gelen trajik öyküsü olan
Bisiklet Hırsızları gösterildiği yerlerde büyük yankı uyandırdı.
Başlangıçta Rossellini ile birlikte
çalışan Federico Fellini ilk kez
Sonsuz Sokaklar filmiyle adını
duyurdu. Daha sonra gerçek ile
gerçeküstünün birbirine karıştığı bir
dille birbirinden güzel filmler yaptı.
Fellini gibi sinema yaşamına
Rossellini ile çalışarak başlayan
Michelangelo Antonioni önceleri
Yeni Gerçekçi belgesel kısa filmler
yaptı. Daha sonra çağdaş kent
yaşamının getirdiği yabancılaşmayı
vurgulayan Macera, Gece, Kızıl Çöl
ve bir kimlik arayışı olan Yolcu gibi
filmleriyle dünya çapında yankı
uyandırdı. İtalya'nın savaştan sonraki ikinci kuşak yönetmenlerinden
Ettore Scola Özel Bir Gün,
Ermanno Olmi Nalın Ağacı ve
Ermiş Ayyaş Destanı gibi filmlerle
Yeni Gerçekçi Akım'ı sürdürdü. Pier
Paola Pasolini ve Bernardo
Bertolucci siyaset, tarih ve cinselliğin
iç içe geçtiği filmler yaptılar.
Bertolucci'nin 1900 adlı filmi altı
saatte yarım yüzyıllık İtalyan tarihini
sığdıran görkemli bir gösteridir.
Gillo Pontecorvo'nun Cezayir
Savaşı ise, kent gerilla savaşını anlatan, belgesel film üslubunda, propaganda amacı gütmeyen etkileyici
bir siyasal sinema örneğidir.
Fransa
ransa'da savaştan sonra sinemaya damgasını vuran en
önemli olay Yeni Dalga
hareketiydi. Fransa'da işgal sırasında
ve savaştan sonra senaryoya dayalı
çok iyi filmler yapılmıştı. Fransız
sinemasının önde gelen adlarından
oyuncu ve yönetmen Jacques Tati,
sıradan insanların yaşamını özgün
bir mizah anlayışıyla perdeye
aktardı. Tati Bayram Günü ve Bay
Hulot'un Tatili adlı filmleriyle, Jean
Cocteau Güzel ve Hayvan, Rene
Clement Yasak Oyunlar adlı filmleriyle tanındılar. Gene bu yıllarda
sürdürülen belgesel çalışmalar, genç
yönetmenlere sinema sanayisi kalıplarının dışına çıkma ve bağımsız
çalışma cesareti verdi. Andre
Bazin'in 1951'de yayımlamaya
başladığı Cahiers du Cinema adlı
dergide Yeni Dalga Akımı'nın
kuramsal tartışmaları yer aldı. Genç
yönetmenler film kamerasını bir
kalem gibi kullanmayı savunuyordu.
Film, yönetmenin imzasını taşımalı,
onun özgün, kişisel anlatım aracı
olmalıydı. Bu yönetmenler öyküyü,
baştan sona geriye dönüşlere ve
düşlere yer vererek aktardılar.
Sinemanın ayrı bir sanat dalı olduğu
ilk kez bu dönemde tartışma gündemine geldi. Yönetmenler filmlerinde kurgudan çok görüntü düzenine önem verdiler, çekimlerini elde
taşınır kameralarla yaptılar. Claude
Chabrol'un senaryosunu yazdığı ve
yapımını üstlendiği ilk filmi Yakışıklı
Serge Yeni Dalga Akımı'nın
1950'lerin sonuna doğru ilk yapıtlarını veren başlıca temsilcileri
Serseri Aşıklar ile Jean- Luc
Godard, Hiroşima, Sevgilim ile
Alain Resnais, Aşıklar ile Louis
Malle ve Dört Yüz Darbe ile
François Truffaut'dur. 1970'lerde
Yunan asıllı Fransız yönetmen
Costa-Gavras siyasal filmleriyle ilgi
çekti. Bunlardan İtiraf, Sıkıyönetim
ve Kayıp güncel siyasal olayların
karanlıkta kalan yanlarına eğilerek
pek çok tartışmaya yol açtı.
F
Tabii yine paranoyak hezeyanlara uygun olarak her þey onun emrinde ve her þey onun istediði gibi olmalýdýr. Ne pahasýna olursa olsun.
Amerika’nýn, dolayýsýyla dünyanýn kurtuluþu için birkaç ülkenin, ya da
birkaç milyon insanýn lafý mý olur?
Dünyanýn sonu geliyor
Dünyanýn yok oluþuna dair senaryolar gün geçtikçe artýyor. Burada
iki mesaj var. Birincisi; gününü gün et, yarýný düþünme, zaten dünya
yok olacak. Kýsa bir süre sonra dünyanýn yok olacaðýný varsaydýðýmýzda düþüncelerin, mücadelelerin, üretimlerin ya da tersini ifade eden
hýrslarýn, çýkarlarýn ne önemi kalýr? Yokoluþ senaryolarýnýn ikincil kazancý, korku. Korku ile biraz önce deðindiðimiz paranoyaya hizmet etmek de mümkün. Dünya eðer yok olma tehlikesiyle karþý karþýyaysa bunu deðiþtirmek küçük bir olasýlýkla da olsa mümkünse, bunu kim yapabilir? Þimdi dengeleri deðiþtirmenin zamaný mý?
Üstün insanlar ve güçler
“Yaþamdan korkan insanýn ucu kendisine dönük öfkesidir hüzün”
diyor þair. Özellikle yeni nesiller insandan türlü yollarla korkutulduktan
ve uzaklaþtýrýldýktan sonra yeni bir türe doðru yaklaþýyor. “Ýnsan dýþý
varlýklar”, son dönemde herhalde en popüler olanlarý vampirler ve büyücüler… Teknolojinin ve dolayýsýyla yaþamýn bunca hýzlandýðý bir dönemde insanlarýn yetersizlik hissine kapýldýklarý ya da daha kestirme
yollar aradýklarý sonucuna da ulaþabiliriz bu filmlere olan raðbetten. Bu
konu bir tez konusu olmalý… Bundan yirmi yýl öncekinden farklý olan
ne? Önceleri insan dýþý yaratýklar insanýn karþýsýnda olsunlar ya da olmasýnlar ondan ayrýydýlar. Ýnsan türü önemliydi. Ýnsan, türünün devamý
için savaþýlýyordu. Þimdi ise insanlarla birlikte yaþamakla birlikte, en sýradan insanýn bile onlara dönüþme ihtimalinin hayallerini sunuyorlar.
Ýnsan olmak önemli bir þey deðil. Onlarýn üstün özellikleri var. Tür olarak insanýn tür bilincini hedefliyorlar. Dünyada milyonlarca genç kýzýn
hayalini, Edward tarafýndan ýsýrýlýp vampire dönüþmek süslüyor.
Dünyayý kurtaran, ya da çýkýlmaz sorunlarý aþan büyücülerin bir el
hareketinin yanýnda milyonlarýn ayaða kalkmasýnýn bir önemi olmamalý. Yeni nesil hep bir beklenti içinde. Neyi beklediðini bilmiyor. Beklediði bir üstün güç ve kurtarýcý. Ama o, eski filmlerde olduðu gibi kendisi deðil. Kapitalizmin artýk atak, giriþken özgüvenli yýðýnlara ihtiyacý
yok. Daha az insanla iþ yapabilir durumda. Geri kalanýn hayaller
âleminde dolaþmasýnda ve dünyaya dönmemesinde fayda var. Sinema
dünyasý ya da atari, bilgisayar oyunundan çýkýp gelecek kurtarýcý!
Benzer senaryolar, yaþadýðýmýzý zannettiðimiz, her þeyin bir yanýlsama olduðu üzerine kurulur. Matrix benzeri senaryolar, baþka bir türün
ya da insanlarýn, belki de bir baþka boyutta ve zamanda yaþadýðý ve tarihe yön verdiði ama bizim tüm bunlardan habersiz ve etkisiz yaþayýp
gittiðimize bizi inandýrýr. Bütün bu yaþadýklarýmýz gerçekten yanýlsama
ise, yaþadýðýmýz zaman pek çok katlý zaman diliminden biri ise, birileri
zamanýn deðiþik boyutlarýnda hareket edebiliyor ve zamaný deðiþtirebiliyorsa, zaten hayatýmýzý uzaylýlar ya da benzerleri yönetiyorsa vb. neden bir þey için uðraþalým. Ýnsani çaba, tüm bunlarýn yanýnda sineðin ýþýk etrafýnda kanat çýrpmasýndan daha önemli deðildir Hollywood penceresinde.
62
Sinemanýn Kürdü Kürt SinemaYaklaþýk yüz yýllýk bir geçmiþe sahip Türkiye Sinemasý. Bu sinemanýn
Kürdü, genelde gerçeðe uygun olarak ele alýnmamýþ olmakla birlikte denilebilir ki, çoðu zaman etnosantrik bir yaklaþýmla ele alýnmýþtýr. Yansýtýlmýþtýr.
Meseleyi salt “Kýrýk bir Türkçeyle konuþturuldular, kapýcý yapýldýlar
vs” noktasýndan ele almak, varolan gerçeðe uysa da elbette tam olarak onu
yansýtmaz. Karikatürize edilen, bir kapýcýnýn kýrýk Türkçesine sýkýþtýrýlamayacak denli geniþ ve derin anlamlar barýndýran sinemanýn Kürdü kodu,
artýk günümüzde iyice dillendirilen, “yanlýþ yaptýk” denilerek çýkarýlmak
istenen günahlarýn, sadece beyaz perdeye yansýyan, belki de masum bir tarafýdýr.
Kýrýk Türkçe meselesine küçük bir parantez açalým. Türkiye’de yaþayanlarýn ezici bir çoðunluðu zaten bahsedilen veya kastedilen Türkçenin,
‘kýrýk’ halini konuþur. Ýstanbul Türkçesi diye isimlendirilen ve yazý dili olarak da kabul edilen aðýz Ýstanbul’un çoðunluðu için dahi hala elitist görülür. Böyle olunca Anadolu’nun baðrýný varýn siz düþünün. Bunun ‘bizim
oralardaki’ versiyonunu ise artýk politize halk gerçekliðini de göz önüne alarak görmek gerekir. Anadili Kürtçe olanýn konuþacaðý Türkçe, doðal olarak ‘kýrýk’ olacaktýr. Dolayýsýyla salt bununla kalsa, sinemanýn Kürdü konuþtuðunda yadýrganacak bir þey olmaz diyerek parantezi kapatalým.
Bakýþtaki oryantalist figürlere, akýl veren öðelere deðinmek üzere, geçelim…
Ýyi - Çirkin – Kötü
Türkiye Sinemasýnýn Kürde bakýþý, sinema tarihindeki önemli bir filmin ismine de atýf yapýlarak, kabaca üç döneme ayrýlabilir.
Sinemanýn Kürdü Kodlarý o kadar iyi verilmiþtir ki, artýk karakteri –
tipi ilk gördüðümüz an “aha bu Kürttür” diyebiliriz. Bu ve sonraki dönemlerde tüm bu tanýþýklýða raðmen, Kürdün ismi yoktur. Sadece Koddan oluþur. Ýsimsizdir ama tarifi vardýr.
Ýyi Kürt döneminde kahramanýmýzýn ‘iyi’ olma hali tabiî ki gerçek anlamda / doðal olan bir durum gibi yansýtýlmýyor, aksine etnosantrik bir bakýþýn etkisiyle çocuk, geliþmemiþ, saf, vah vah garibim’ anlayýþýyla yansýtýlýr. Bu iyi olma hali, içinde bulunduðu durumu kabullenmiþ, kaderci, vur
elinden ekmeðini al, köle ruhlu, vs. kodlarýyla verilir. Köprüyü satýn almak
isterken, kandýrýlmaya müsait aklý kýt, çocuk olarak verilir. Köy-kent çeliþkisi temelinde deðil en azýndan…
Kapýcýlýðý, marabalýðý, hizmetçiliði vs- meþhurdur. Hiçbir zaman kendi iþini yapmaz. Hep baþkasýnýn iþini yapar, ona ‘hizmet’ eder. Sütçü bile
olamaz. (Onun esnaflýktan sayýlýp, sýnýfsallýða yorumlanma tehlikesi var
ya!)
Tüm bunlarý yaparken duruma sýnýfsal bir pencereden deðil, sadece
‘zavallý’ öðesinden bakýlýr. Sefildir. Maho’nun ‘yolduðu’ ama hiç de akýllanmayan, geliþmemiþ çocuk Bilo’dur vb. büyüdüðünde, ‘akýllandýðýnda’,
geliþtiðinde de artýk Bilo adýnda ama Maholaþmýþtýr. Özünü yitirmiþ olabilir ama “modernleþmiþ”, þehirli fabrikatör, godaman olmuþtur. Ama adý hala Bilo’dur. Bu Bilo’nun Bülent’in mi, Bilal’in mi vb. neyin geliþmemiþ,
yarým hali olduðunu bilmeyiz! [Genelde bu isimler (Bilo, Feyzo, Maho gibi) kullanýldýðý için örnekleri de bunlar üzerinden veriyoruz. Yoksa bu
filmlerin (Kibar Feyzo, Banker Bilo, Sefil Bilo vs.) vermek istedikleri sosyal mesaj ve deðerleri ayrýca da deðerlendirilebilir.]
Yýlmaz Güney’in Çirkin Kral dönemiyle birlikte sinemanýn Kürdü de
deðiþmiþtir. Yýlmaz Güney’in Yeþilçam’ýn bu Kürt algýsýna, Yeþilçam’ca
da olsa bir baþkaldýrýsý söz konusu edilebilir. Güney’in politik olmayan
63
İngiltere
S
avaş sonrasında İngiltere'de
sinema önemli bir gelişme
gösterdi. Yönetmen Carol
Reed, bir roman uyarlaması olan
Ölümden Kuvvetli ve konusu savaş
sonrasında
Viyana'da
geçen
Üçüncü Adam adlı filmleriyle dikkat
çekti. David Lean, İngiliz yazar
Charles Dickens'tan 1946'da Büyük
Umutlar'ı ve 1948'de de Oliver
Twist'i sinemaya uyarladı. Ünlü
sinema ve tiyatro oyuncusu
Laurence
Olivier,
William
Shakespaere'den uyarlanan Henry
V ve Hamlet filmleriyle büyük
başarı kazandı. Aynı dönemde adını
duyuran bir başka oyuncu da
Taçlar ve Kalpler ve Altın Hırsızları
gibi komedi filmlerinde olağanüstü
oyunculuk yeteneğini gösteren Sir
Alec Guinness'di.
Bu filmlerin senaryoları büyük
ölçüde klasik edebiyat yapıtlarına
dayanıyordu.
1950'lerin sonlarında ve
1960'larda Fransız Yeni Dalga filmlerinin etkisiyle İngiltere'de, çalışan
insanların günlük yaşamlarını konu
alan gerçekçi filmler yaygınlık
kazandı. Tony Richardson'ın Öfke,
Jack Clayton'ın Tepedeki Oda ve
Karel Reisz'ın Cumartesi Gecesi ve
Pazar Sabahı adlı filmleri uluslararası düzeyde ün kazandı. Sean
Connery'nin James Bond tipini
canlandırdığı ünlü casus filmleri de
aynı
dönemde
yapıldı.
İngiltere 1960'larda Avrupa sinema
sanayisinin merkezi durumuna
geldi. O dönemde art arda birbirinden güzel filmler çekildi. Tony
Richardson'ın
romanından
uyarladığı Tom Jones, John
Schlesinger'ın Thomas Hardy'nin
romanından uyarladığı Bir Aşk
Yetmez ile Gece Yarısı Kovboyu ve
Lindsay Anderson'ın Eğer adlı filmleri dönemin unutulmaz yapıtları
arasındaydı. Ne var ki, bir süre
sonra İngiliz ekonomisinde baş
gösteren durgunluk birçok yönetmenin, başta ABD olmak üzere
öteki ülkelere göç etmesine yol açtı.
Almanya
II. Dünya Savaşı'ndan sonra
Almanya'nın uğradığı yenilgi ve
daha önce Nazilerce sinemaya
uygulanan baskılar yüzünden bu
ülkede uzun bir süre sinema önemli bir varlık gösteremedi. 1960'larda
Genç Alman Sineması adı altında
federal hükümetten ödenek alan
bağımsız bir yapım ve dağıtım kuruluşu kuruldu. Alman sinemasının
önde gelen adları, savaş yıllarını ya
da savaş sonrası toplumu konu alan
Maria Braun'un Evliliği, Lola ve
Veronika Voss'un Tutkusu gibi filmleriyle Rainer Werner Fassbinder,
Berlin Üzerindeki Gökyüzü ile
Wim Wenders ve Stroszek gibi
doğal ve cana yakın bir mizah
içeren
filmleriyle
Werner
Herzog'dur. Volker Schlöndorff ile
Alexander Kluge, Fransız Yeni
Dalga Akımı'ndan büyük ölçüde etkilendiler. Devletin sinema sanayisine
destek olması kadın yönetmenleri ve
azınlıkları da yüreklendirdi. Devrim
mücadelesinin önde gelen kadınlarından Rosa Luxenmburg'un
yaşamını,
kadın
yönetmen
Margarethe von Trotta sinemaya
uyarladı.
Avustralya
1970'lerden önce varlık
gösteremeyen Avustralya sineması,
o yıllarda hükümetçe kurulan
Avustralya Film Komisyonu'nun
desteğiyle bir gelişme gösterdi.
1985'e kadar, bazıları uluslararası
düzeyde başarı kazanan yaklaşık
400 film çekildi. 1980'lerin en
başarılı filmleri şiddet ve gerilim
öğesinin usta bir biçimde kullanıldığı
Çılgın Max ve Peter Weir'ın I.
Dünya Savaşı sırasında biri
Çanakkale'de ölen iki arkadaşın
öyküsünü anlattığı Gelibolu'dur.
filmleriyle birlikte, bu dönemde Kürt merttir. Silahýyla ‘kadýný’ arasýnda
sürekli gider-gelir ama sözünün eridir. Sistemle yine politik anlamda sorunu olmasa da, yarasýna dokunulduðunda ortalýðý daðýtabilir. Tüm ‘köylü’,
‘daðlý’ kýsaca ‘kaba’ kodlu hallerine raðmen sempatik de olabilen, bir garip durumdan bahsedilebilir. Gerçekliðe görece daha yakýn yapýtlarýn bu
dönemde verildiði de belirtilebilir.
Ýyi, çirkin, kötü üçlemesinin, kötü dönemini, Ýzmir’de DTP konvoyuna saldýranlar arasýndaki orta yaþlý bir kadýnýn sözleriyle anlatmak gerekirse “Bizim dahi binemediðimiz ciplere binen” Kürtler oluþturur. Artýk Kötü Kürt dönemi baþlamýþtýr. Politik geliþmelerin de etkisiyle oluþturulan þovenist ruh hali bu döneme karþýlýk gelir. Yýllardan beri yavaþ yavaþ piþirilen milliyetçi, þovenist aþýn tuzu sinemadan alýnýr. Oluþturulan ruh halinin
hedefi bir Kürt yaratýlýr.
Bu dönem de istisnasýz tüm ‘kötüler’ ya Kürttür ya da bir Kürtle arkadaþlýðý, dayanýþmasý vs. vardýr. Her türlü ‘pis’ iþi yapar. Kurnazdýr, acýmasýzdýr, paralýdýr. Uyuþturucu satar, mafya baðlantýlýdýr, sokak serserisi, kaçakçýsý vs sinemada olan her þey (kötü olarak kodlanan her þey) onlardan
sorulur. Bunlara raðmen, sisteme en küçük bir ‘yanlýþ’ yapýldýðýnda Polatlar gönderilir. Ýçerdeki Kürdü iyice patakladýktan sonra, hýzýný alamayýp,
bir de saða-sola, güneye haddini bildirir. Bu kötü Kürdün her þeye raðmen
yine de kabul edilebilir hali olarak kiþiliksiz ‘Muro’ tipler öne çýkarýlýr. Ýlginçtir onun da ismi yoktur. Ders sonlandýrýlýr.
Tüm bu, ‘iyi, çirkin, kötü’ hallerinde, yani Sinemanýn Kürdü dönemlerinde Türkiye’deki Kürt yönetmenlerin filmleri ne âlemdedir. Genel anlamda ‘Stokholm Sendromlu’ tipler karþýmýza çýkar. Yaptýklarýnýn ‘sinema’
olarak deðerlendirilmesinin dahi yanlýþlýðý ortadayken olayýn diðer boyutlarýnýn tartýþýlmasý gereksizleþir.
Burada yine baþta Yýlmaz Güney olmak üzere, iki elin parmak sayýsýný geçmeyen, birkaç senarist-yönetmeni ve onlarýn sinemalarýný elbette dýþýnda tutuyoruz. Tüm bu hengâme içinde ezen-ezilen çerçevesine bakýn,
gerçek Kürdün de arayýþýna giren kimi denemeler de olmuþtur. Yadsýnamaz. Yýlmaz Güney’den sonra, artýk sistemi daha derinlikli ve çok boyutlu sorgulayan bir kanal da olmuþtur. Vardýr.
Henüz emekleme aþamasýnda olsa da, yavaþ yavaþ kendi koþullarýný
yaratma çabasý içinde olan Kürt sinemasýna bu çerçeveden bakarsak, en azýndan ne yapmamasý gerektiði biraz kendini açýk etmiþ olur.
Coðrafyaya hakim devletlerin siyasi iklimlerinden, yaþadýðý, baskýcý
rejimlerin kuþatmýþlýðýndan, kendini sýyýrabildiði, onlardan baðýmsýz hareket edebildiði ve mücadelesini bu çerçevede verebildiði oranda, teknikteki
büyük geliþmeleri de göz önüne alýrsak, Türkiye sinemasýnýn yaþadýðý sancýlý, çoðu zaman anlam yoksunu, evrimsel süreci aynen takip etmeyeceði
öngörülebilir.
Özellikle “insanlýðýn mümkün olan en düþük ortak paydasýný hedefleyen Hollywood” sinema anlayýþýnýn hakimiyetine karþý, kendi payýna düþen duruþu sergileyebildiði oranda özgün bir dilin yakalanmamasý düþünülemez. Standartlaþmaya baþlayan kültür ve onun endüstrisine karþý devrimci duruþ sahibi olabilmesinin potansiyeli vardýr. Onun sanatsal görünümünün açýða çýkarýlmasý çabasýný daha fazla verdiði oranda, öz de yakalanmýþ
olur.
Hala sanat alanýnda özgünleþememe durumunun yaþanýyor olmasý, tek
baþýna baskýcý rejimler ve politikalarýyla açýklanamaz. Bunlarýn etkileri elbette çok fazladýr, ama politik halk gerçekliðinin, sanatsal boyutuna yeterince taþýnmamýþ olmasýnýn da gözden kaçýrýlmamasý gerekir. Bahsedilen
bu politizasyona denk geliþmelerin hala sanatça tam –özellikle sinema- iþlenmemiþ olmasý, kapitalist modernitenin kültür endüstrisine adeta davetiye çýkarýyor. Gecikilmemelidir.
64
Çok zengin kültürel özgünlüklere sahip, otantikliðini koruyan bu kaynaðýn sanat boyutuyla ele alýnmamýþ olmasý çabanýn yetersizliðiyle de deðerlendirilebilir. Bu noktada, çabasýzlýk mücadelesizlik, sömürü çarklarýna
takýlmayý kaçýnýlmaz kýlar. Sömürüye açýk arazi durumu yaþanýr –ki bu duruma, kültürünü koruyarak, devrimci öz temelinde karþý çýkamayanlarýn
düþtükleri durum misali, çorak topraða dönüþmekten kurtulamaz.
Varolan otantik hali; toplumsal özünden koparmadan, oburca, tüketim
malzemesi olarak görmeden, devrimci, sosyalist gerçekçilikle ele alarak
koruyabilir, üzerine yeni deðerler katabilir.
Ýmal edilmiþ gerçeklik ile hakikat arasýnda doðan çeliþkinin görünürlüðünü açýk edebilmelidir. “Saf fiziksellik olarak gerçeklik ile kültürün derin kavrayýþýndan süzülerek meþru, akla yatkýn hale gelmiþ gerçeklik arasýndaki ayrýmýn açýk edilmesi anlayýþýyla, kaçýnýlmaz olaný ve güzelliði ayný anda” gösterebilmelidir.
Elbette “sermayenin saltanatýnýn vahþi sonuçlarýný” eleþtirerek, rutinleþmiþ þiddetin ve inkarýn doðasýný görmeli, “inkar edilen maddi ýzdýrabý açýða çýkarýrken, bu temeli yok sayan ahlaký da sarsabilmelidir.” Burjuva
ahlakýný parçalarýna ayýrmayý isterken, “onun örtülü ve inkar edilen maddeci modernitesini de patlatýp açmayý” amaçlamalýdýr.
Yaratýcýlýðýný, özel olanýn evrenselliðini görsellikler ortaya koyarak,
þiirselliðe ulaþmak için kullanabilmelidir.
Coðrafyanýn deðiþik sýnýrlarla ayrýþtýrýlmýþ olmasý kendi içinde çok
farklý ve zorlu koþullarý beraberinde getirmiþ olsa da, Kürtlerin beraber yaþadýklarý toplumlarla olan iliþkileri ve bu iliþkilerin doðurduðu zenginlik
de göz ardý edilemez. Birlikte yaþadýðý halklarýn sinema anlayýþý ve birikimlerinden de yoðunca yararlanýp bu birikimleri on yýllardýr süren aydýnlanmanýn getirdiði potansiyel ile harmanladýðý zaman, ortaya ‘güzel’ ve ‘iyi’ örneklerin çýktýðýný görüyoruz.
Arabesk etkiden uzak, toplumsal, sosyal, siyasal olay ve olgulara dokunan, bu anlamda politik olmaktan kaçýnmayan, gerçekliðin politik olduðu hakikatini kavramýþ örneklerin varlýðý ‘çýkýþ’ anlamýnda iyi bir nokta olarak görülebilir.
Yaþadýklarý topraklardaki halklarýn trajedilerine, sevinç ve kederlerine, düðün ve cenazelerine de uzak kalmayan bu ‘çýkýþ’; þu haliyle gerek
teknik, gerek kadrosal (sinema emekçisi) yetersizlik içinde olsa da ileriki
þekillenme açýsýndan oluþturulacak zemini deðiþik imgelerle de süslerse
yolunu bulacaktýr.
Yaratýlmýþ belli bir potansiyel ve aydýnlatma hali söz konusudur. Geriye, biraz daha çaba kalýyor. Nitekim çok az sayýda da olsa, yapýlmýþ kimi Kürt filmlerine baktýðýmýzda bu gerçeklik kendini hissettirir.
Kazým Öz, Hiner Salih, Gobadi sýnýrlara aldýrmadan ortaklaþabilmiþken, çok özel bir dili tutturabilmiþ, özgün bir kanal açabilmiþ Halil Uysalý
da anmak lazým.
Sonuç olarak
Kürt sinemasý, birlikte yaþadýðý halklarla iç içe olmanýn getirdiði ortak kültüre de devrimci öz temelinde yaklaþarak; Yýlmaz Güney’in adýmlarýyla açýlan bu YOL’da elbette BAÞKA SEMTÝN ÇOCUKLARI’yla olmanýn da sevinci ve coþkusuyla “Uçan Kaplumbaðalardan ve Sarhoþ Atlardan’ oluþan SÜRÜ’leriyle, FIRTINA’nýn dineceði o eþsiz iklime doðru
GÝTMEK konusunda üzerine düþeni yapabilmelidir.
Yararlanýlan Kaynaklar:
Ýran Sinemasý – Hamid Dabaþi
Sanatta Eleþtirellik – Mukadder Çakýr Aydýn.
Devrim Sinemasý – Schnitzer – Mercel Martin.
65
Rusya
2. Dünya Savaşı'ndan önce
Sovyet sinemasında gözlenen durgunluk savaştan sonra da sürdü. İlgi
uyandıran az sayıda filmin arasında
Grigori Çukray'ın 1959 yapımı
Askerin
Türküsü,
Sergey
Bondarçuk'un görkemli Savaş ve
Barış
uyarlamasıyla,
Nikita
Mihalkov'un Oblomov'u vardı.
Dünya sinemasını etkilemeyi başaran ve özellikle 1980'lerde adını en
çok duyuran yönetmen ise Andrey
Tarkovski oldu. Tarkovski, İvan'ın
Çocukluğu, Andrey Rublev, Solaris,
Ayna, Nostalghia ve son filmi
Kurban'da, derinliği ve simgesel
çağrışımlarıyla izleyicilerin üzerinde
kalıcı bir etki yaratmaktaki ustalığını
gösterdi. Rusya'da 1980'lerin ortalarında, daha önce yasaklanmış filmler de gösterilmeye başlandı.
Yönetmen
Gleb
Pantilov'un
1976'da çekilmesine karşın ancak
1986'da gösterilebilen Tema adlı
filmi geçmişle bir hesaplaşmaydı.
Gürcü yönetmen Tengiz Abuladze
ise Yakarış, Dilek Ağacı ve
Nedamet'ten oluşan üçlüsünde
kendine özgü bir üslupla geçmişteki
baskıyı eleştirdi.
ÝKÝ DÝL BÝR BAVUL
Hûseyn Palewî
Yönetmen :
Senaryo :
Filmin Türü :
Orijinal Adı :
Yapım Yılı :
Orijinal Dili :
Filmin Süresi :
Dağıtıcı Firma :
Vizyon Tarihi :
Doğu Avrupa
ilm sanayisinin devleştirildiği
Doğu Avrupa ülkelerinde 2.
Dünya Savaşı'ndan sonra
sinema okulları açıldı. Polonya'da
1953'ten sonra Andrzej Munk
Yolcu, Roman Polanski Sudaki
Bıçak, Andrzej Wajda Kanal, Küller
ve Elmas, Mermer Adam ve Demir
Adam gibi filmleriyle büyük bir
duyarlılıkla beyaz perdeye yansıttıl
a
r
.
Genç kuşak yönetmenlerinden
Krzysztof Kieslowski 1988 yapımı
On Emir'le evrensel sorunlara parmak bastı. Yeni Dalga'dan ve
Polonya sinemasından etkilenen
Çekoslovak yönetmenler de duyarlı
ve özgün filmler yaptılar. Janos
Kadar'ın Ana Caddedeki Dükkan'ı
buna örnektir.
Macaristan'da Budapeşte Film
Akademisi'nde yetişen Istvan
Szabo'nun Mefisto'su uluslararası
düzeyde başarı kazandı. Miklos
Jancso'nun
birbirini
izleyen
Umutsuzlar, Kızıl İlahi ve Macar
Rapsodisi Macar halkının yüzyılın
başından bu yana sevinçlerinin ve
acılarının
destanıydı.
Yugoslavya'da Emir Kusturica, Çingene çocuklarının başından geçenleri anlattığı Çingeneler Zamanı ile
evrensel boyutlu bir film yarattı.
F
Orhan Eskiköy, Özgür Doğan
Orhan Eskiköy
Drama
İki Dil Bir Bavul
2009
Kürtçe/Türkçe
81 dakika
Tiglon Film
23.10.2009
Daha yeni bir ödülle, Altýn portakal film festivalinden dönen Ýki dil
bir bavul Türkiye’de yaþanýlan dramlara dikkat çekmek için çekilmiþ bir filimdir. Film üniversiteyi yeni bitirmiþ Emre’nin ilk görev yeri olan Demirci köyüne öðretmenlik atamasýnýn yapýlmasýyla baþlýyor. Yaþadýðý dünyaya
benzemeyen ve hiç de alýþmasýnýn kolay olmayacaðý yeni dünya ya adapte
olmasý Emre için zor bir durumdur. Dillerini bilmediði ve dilini bilmeyen
öðrencilerine alýþmasý sanýldýðý kadar kolay deðildir. Ýlk önce köydeki tüm
öðrencilerin evlerine tek tek uðrayarak onlarý okula çaðýrmasýyla baþlar
mesleðine. Öðrenciler okula gelmemektedirler. Eðitimin artýk önemli olmadýðý bir toplumda, bazý þeyleri yerleþtirmenin zorluðu ortadadýr. Köy çok
da ahým þahým bir yer deðildir. Köyün doðal yapýsý yeþilliðin olmadýðý bir
konumdadýr. Hayat þartlarý alabildiðince zordur. Su ve elektrik problemlerinin olduðu tipik bir Kürt köyüdür Demirci Köyü.
Emre öðretmenin iþi diðer meslektaþýnýn aksine sanýldýðý kadar da kolay deðildir. Çünkü burada henüz oturmuþ bir düzen yoktur. Ýnsanlarýn öncelikleri farklýdýr. Emre öðretmen bu önceliklerden haberdar deðildir aslýnda. Baþlangýçta yaþam þartlarýnýn bu kadar kötü olacaðý bir köy beklemiyordur. Bunu da telefonda konuþtuðu annesine; ‘’En azýndan suyun evin için
de olmasýný bekliyordum’’ sözleriyle dile getirir. Hâlbuki su dahi bin türlü
zorlukla ancak ulaþýlabilen bir nimettir. Köylülerin hayatýnýn zorluklarýný
gören Emre öðretmen, bu köyün zamanla yaþadýðý yerlere hiç de benzemediðini daha iyi görecektir. Ýlerleyen süre için de kar yaðýþýyla beraber günlerce, elektrik kesintisine þahit olur. Katlanmaktan baþka yapýlabilecek bir
þey yoktur. O da bekler mecburen.
Öðrencilerle uðraþmasý onu çok yorar. Çünkü öðrenciler Türkçe bilmemektedirler. Ne kadar konuþursa konuþsun, karþýsýnda hiçbir þeye tepki
vermeyen çocuklar vardýr. Kendi aralarýnda çok iyi anlaþabilen bu çocuklar, Emre öðretmenle bir türlü anlaþamazlar. Bu durum Emre öðretmenin
sabrýný zorlasa da yapabileceði bir þey yoktur. Artýk tek önceliði bir an önce çocuklara Türkçe öðretmektir. O da bunu yapar. Öðretmen öðrenci iliþkisini Yönetmenler yer yer mizahý da katarak filmin içeriðini daha da zenginleþtirirler. Öðrenciler ve Emre öðretmen arasýn da duygusal bir bað oluþmaya baþlar. Bazen köylülerle diyaloða girmekten de geri durmaz Emre öðretmen. Çünkü onun devlet gibi bir sorunu yoktur. O sadece sevdiði mesleðini yapmaya çalýþmaktadýr belki de. Köylülerin davetine icabet eder. Onlarla konuþur. Böylece bir nebze de olsa yalnýzlýðýný gidermiþ olur. Devletin probleminin olduðu bu insanlarla onun herhangi bir sorunu yoktur. Emre Öðretmen devlet ile olan iliþkisi, sadece memurluk mesleðinden öteye
geçmemektedir.
66
Film yurt içi ve yurt dýþýndan olumlu birçok övgü aldý. Türkiye’nin
en büyük yönetmenlerinden Nuri Bilge Ceylan film için þunlarý diyordu;
‘’Bu çok etkileyici filmi izlemenizi rica ediyorum.’’ Film bu sözleri baþarýsýný kazandýðý ödüllerle de göstermiþ oldu aslýnda. Filmden çýkarken ve
filmi izlerken genel anlamda izleyicilerin düþünceleri olumlu olsa da benim gibi aksini düþünen istisnai kiþilerin varlýðý da yadsýnamayacak kadar
çoktu aslýnda. Yönetmen kamerasýný kurup adeta halen de yaþanmakta olan olaylarý görmemizi istiyor. Bunun için olsa gerek, olaylara müdahale
etme ihtiyacý hissetmiyor. Her þey aslýnda gözlerimizin önünde olmaktadýr. Devlet veya ideoloji ile kuþanan sistem yavaþ yavaþ bir halký asimile
etmektedir. Bunun için olsa gerek yönetmen her þeyin gözlerimizin önünde yaþandýðýný görmemizi istediði için kamera açýlarýný da ona göre ayarlamýþtýr. Film boyunca yönetmeni görmüyorsunuz bundan dolayý. Köyde
herkesin gördüðü olaylarý görmemiz için bir göz daha izleyici olarak kullanýlýyor. Bu göz de kameradýr. Köyde olanlar sadece bu köy için geçerli
deðildir. Bütün bir halkýn kaderi, köyün kaderiyle aynýdýr. Kaçýþ yoktur.
Sistemin tek hedefi ne olursa olsun Türkçe öðretmektir. Bu açýdan baktýðýmýzda film baþarýlýdýr. Bir gerçekliði dile getirmektedir. Ama bunun filmin yönetmeninin varmamamýzý istediði bir sonuç olduðunu söylemek
zordur. Film boyunca üzerinde durulan Emre öðretmenin çektiði sýkýntýlardýr. Anadili Türkçe olmayan insanlarýn eðitimleri boyunca karþýlaþýlan
zorluklardýr. Buradaki bakýþ açýsý saðlýklý olmasa da, filmin izleyici tarafýndan okunmasý farklý oldu.
Peki Türk izleyicilerden bu kadar olumlu tepkiler alan Ýki Dil Bir Bavul filmi Kürt izleyicilerden neden ayný olumlu tepkileri almýyor? Bunun
en önemli nedeni bence; yönetmenlerin uzaktan Kürtlere bakmalarýdýr. Orada sadece öðretmenin çektiði sýkýntýlar göz önündeyken, çocuklarýn yaþadýklarýna çok az deðiniliyor. Çünkü yönetmenin yabancýsý olduðu bir
dünya vardýr karþýsýnda. Kamerasýyla o dünyanýn gerçeklerini çekerken, zihin dilinde adlandýrmasýnýn farklý olduðunu görmekteyiz. Orada yaþayan
insanlarýn hayatlarýyla ilgili pek de bir kaygýsý yoktur aslýnda.
Maalesef bu süreçte Türk aydýnlarý, Kürtlere bakarken hep bir yabancý gibi bakmaktan kendilerini alamamýþlardýr. Bazen de keþke bir yabancý gibi bakabilseler diye düþündüðünüz olur. Çünkü bir yabancýnýn durduk
yere size düþmanlýk etmesi söz konusu deðilken, bunu bu ülkenin sözüm
ona aydýnlarý için maalesef söyleyemiyoruz. Ortaokul da okuma yazma öðrenen biri olan ben-ya da kendim- yaþayarak biliyorum ki, hiçbir þey bu kadar yumuþak bir tavýrla olmadý. Bazen yanaklarýmýz kýpkýrmýzý olarak bazen de ayaklarýmýzýn altý þiþinceye kadar dövülerek, maalesef Türkçe öðrenmek zorunda býrakýldýk. Bunun için olsa gerek, Nasrettin hocanýn dediði gibi beni bir doktora deðil, bir hastaya götürün. O benim halimi daha iyi anlar misali, yönetmenler Orhan Eskiköy, Özgür Doðan burada bir doktor olarak kalýyorlar. Aslýnda hiçbir þey Ýki Dil Bir Bavul filminde geçtiði
gibi olmuyordu. Eðer yönetmen, Emre öðretmene deðil de çocuklara kamerasýný yönlendirebilseydi, belki daha az övgü alacaktý ama daha iyi ve
gerçekçi bir film ortaya çýkardý.
Bu tür filmler genelde günah çýkarma filmleri kategorisine girmeliler
aslýnda. Bu türlere örnek olarak Beþir’le Vals gibi filmler örnek verilebilir.
Bir yere kadar gerçeklere deðinen yönetmen, belli bir yerden sonra maalesef kameranýn önünü gazete ile kapatýyor. Türklerin gözüyle oralara bakmak ne kadar saðlýklý bir bakýþ olabilir ki. Çünkü halen Türkçe bilmediðimiz için kulaklarýmýzda kalan dayak sesleri varken, sanki bir film ile yaþadýklarýmýz uçup gidiyormuþ gibi geliyor bana.
67
İsveç
evletçe desteklenen İsveç
sineması güçlü değilse de 2.
Dünya Savaşı'ndan sonra
yaratıcı
yönetmen
Ingmar
Bergman'ın yapıtlarıyla dünya
çapında adını duyurdu.
D
İspanya ve Yunanistan
Film sanayisinin güçlü olmadığı
İspanya'da Luis Bunuel yaratıcı kişiliğiyle sinemada Gerçeküstücülük
Akımı'nın ilk örneğini verdi.
1950'lerde yerleştiği Meksika'da
film yapımcılığını sürdürdü ve
Meksika
sinemasını
etkiledi.
Madrid'deki Sinema Araştırmaları
ve Deneyleri Enstitüsü'nü bitiren
Carlos Saura Av ve Kanlı Düğün
gibi filmleriyle dikkati çekti.
Yunanlı
yönetmen
Theo
Angelopulos, Kampanya, Avcılar,
Kitera'ya Yolculuk, Arıcı ve Puslu
Manzaralar'da şiirsel bir anlatımla
Yunan tarihini ve savaş yıllarını irdeledi. Angelopulos bu filmlerde insan
ilişkilerini olağanüstü bir duyarlılıkla
işlemeyi başardı.
Yýlmaz Güney'in
Hikayesi
Hürses gazetesinin 5-6-7-9-10 Haziran 1970 tarihli nüshalarýnda,
“Yýlmaz Güney'in Hikayesi” baþlýklý bir yazý dizisi yayýnlanmýþtýr.
Hindistan
u ülke dünyanın en çok film
çeken sinema sanayisine
sahip olmakla birlikte, filmler
genellikle kendi izleyicisine yönelik
olduğundan uluslararası düzeyde
varlık gösterememiştir. Sinema,
sanayisinin devlet desteğiyle yürütüldüğü Hindistan'da 16 değişik
dilde olmak üzere yılda toplam 700
film çekilir. Hindistan'da televizyon
yaygın olmadığından sinema başlıca
eğlence aracıdır. Köylerde açık
havada film gösterisi yapan gezgin
sinemacılar oldukça yaygındır.
B
Hint sinemasının uluslararası
düzeyde adından söz ettiren ünlü
yönetmeni Satyacit Ray, filmlerinde
köylülerin günlük yaşamını sevecen
ve mizah dolu bir yaklaşımla görüntüler. En çok tanınan filmlerinden
Pather Pançali öksüz bir çocuk ile
annesinin öyküsüdür.
Kimse Benimle Konuþmadý. Zira Param ve Þöhretim Yoktu
Yoksulluk içinde þu yalancý dünyaya gelmiþtim. Daha çocukluðumda
yoksulluk beynime vurmuþtu. Babam küçücük bir dükkânda ayakkabýcýlýk
yapar ve ben de tahsil hayatýma ilkokuldan itibaren devam etmek istiyordum.
Adana'nýn o sýcak günlerinde yaz tatillerini deðerlendirmek için muhtelif yerlerde kýþýn okuyacaðým kitaplarýn parasýný çýkarmak için çalýþýyordum .
Dükkân önlerinden geçerken vitrinlere acýnýr acýnýr bakar dururdum.
Mahalle arkadaþlarým benimle konuþmazdý. Çünkü çirkin ve son derece
gururlu bir çocuktum. Hatta bir gün Kuru köprü civarýnda top oynuyordu
mahalleli arkadaþlarým. Yaklaþtým onlara doðru ve ben de oynamak istedim. Ama onlara bir türlü söyleyemedim ve onlar da beni oyuna almak istemediler. Nedense benimle kimse konuþmuyordu. Ancak bazý arkadaþlarým bana þu laflarý sarf ederek teselliye çalýþýyordu:
Sen gerçekten çok temiz kalpli bir arkadaþsýn. Seninle iftihar ediyoruz.
Sen mahallemizin en sessiz çocuðusun, sen onlara uyma ve onlarla konuþma bile.
Adana'nýn o sýcak günlerinde iþten dönmüþ eve gidiyordum. Artistler
geldi dediler ve halk artistlerin olduðu mýntýkaya akýn ediyordu. Ancak ben
gerçi sinema hastasýydým ama nedense gitmedim. Sonra bulunduðumuz
mahallede film çalýþmalarý yaptýlar. Ben de çalýþmalarýný yakýndan takip ettim. Çocuktum ve aklýmý fikrimi sinemaya vermiþtim o günden sonra. Kendi kendime çeþitli konularý ele alýyor ve canlandýrmaya çalýþýyordum. Bir
gün yine pazar sabahý Adana'nýn Kuruköprü mevkiinde bulunan Ünal Sinemasý'na gitmek istedim. Çok güzel film oynuyordu. Ama cebimde sinemaya gidecek param yoktu.
Evet, param yoktu fakat namusumla çalýþýp birkaç lokma ekmeðimi
kazanýyor sonra tahsil hayatýma devam ediyordum. Babam alýnteri ile kazanýyor ve bizleri çiçek gibi yetiþtirmek için elinden gelenleri esirgemiyordu.
Küçücük bir evimiz ve içinde annem, babam ve kardeþlerim vardý. Kirada oturuyorduk. Kira parasýný vermek için çektiðimiz güçlüklere kimse
yardýmcý olmuyordu. Ve kazandýðýmýz para da gerek yemek parasý ve gerekse kira parasýna yetmiyordu. Bir de giyecek parasý eklenince kiþi mutlaka sapýtýp kalýyordu.
O yýl ilkokulun temsili vardý ve beni bir piyeste oynattýlar. Bu arada
Mersin'e Perþembe Ýlkokulu salonunda piyesi oynamak için gittik. Piyes
son derece baþarýlý oldu. Ben, Mete Han adlý piyeste Mete Han'ý canlandýrýyordum ve gerçekten de baþarýlý bir oyun çýkardým. Ýste ne olduysa ondan
sonra oldu ve ben de gerek tiyatroya ve gerekse sinemaya karþý olan sevgim daha da arttý.
Mahallede kendi aramýzda kovboyculuk oynardýk. Hep ben vurur kýrar karþý tarafý maðlup ederdim. Hatta bir gün mahallede kovboy oyunu oy-
68
narken kaza ile komþunun çocuðunun kolunu kýrdým. Küçüktüm ama atiktim. Bütün emelim büyüdüðüm zaman macera adamý olmaktý. Aile fertleri
beni Askeri okula almak istedilerse de ben okuyamayacaðýmý ve macera adamý olacaðýmý söylüyordum küçükken. Derken o yýlda okulu baþarý ile bitirdim ve yaz gelip çatmýþtý. Þimdi ne yapacaktým, nerede çalýþacaktým?
O yaz dikenli incir sattým ve kitap paramý çýkarttým. Sonra yine tahsil
hayatýma devam ettim. Gün geçtikçe benim masraflarým daha da artýyordu.
Ne yapabilirdim bu hayatta?
Aile içinde bazý huzursuzluklar da baþ göstermiþti. Ve karar vermem
gerekiyordu. Nihayet aradan geçen zamanlara aldýrýþ etmeden kararýmý verdim ve Ýstanbul'a iþ aramaya gittim. Anam, babam ve tüm tanýdýklarýmý geride býrakarak, Ýstanbul'un taþý topraðý altýndýr diyorlardý ama nasýl olurdu
bu durum, Ýstanbul'da ne iþ yapabilirdim, kime güvenebilirdim? Nihayet orada bulunan arkadaþlarýma gittim ve uzun uzuna dolaþtýktan sonra Acar
Film platosunda çalýþmak için iþ buldum kendime.
Devamlý çalýþýyor ve geçimimi saðlýyordum. Ama kýskanýyordum o
aktörleri, hatta kendi kendime film dahi çeviriyordum. Ben istiyordum ki
onlar gibi þöhrete sahip olayým. Gün oldu aç karnýmý nasýl doyuracaðýmý uzun uzun düþündüm. Ýstanbul'du oranýn adý kimseyi tanýmaz, kimseye itimat etmezdi. Bir günü bana cazip bir teklifte bulundular.
Bir film þirketi bana film çevirmemi söyledi. Nasýl olurdu? Ben orada
çalýþan set iþçisiydim. Ben ekmek parasýný güçlükle çýkartan bir kiþiydim.
Ve film çalýþmalarýna baþladým. Önce Antalya'da On Korkusuz Adam filminde bana verdikleri küçük bir rol ve Konyakçý. Ýþte ne olduysa o filmden
sonra oldu. Konyakçý rolün çok beðenilmiþ ve film teklifi üstüne teklif geldi bana. Konyakçý serisini bir müddet devam ettirdim. Sonra bir yeni film
serisine baþladým. Bu arada vakitlerimi boþa geçirmiyor ve elimden geldiði kadar senaryo yazmaya baþladým. Kendi ismimle yazdýðým senaryolar
çok hoþuma gidiyordu. Ve seyircinin de hoþuna gidiyordu. Aradan seneler
geçti. Eski o küçücük hýrçýn Yýlmaz yine eski Yýlmaz'dý. Beni katiyen þýmartmamýþtý o zenginlik ve þöhret. Herkesi kendi çapýnda bir insan olarak
kabul ediyordum. Katiyen kendimi büyük görmüyorum ve görmemde.
Çünkü ben bir halk çocuðuyum bir salon oðlaný deðil.
Ve birbirini çevirdiðim filmler takip etti. Çok ama haddinden çok film
teklifi alýyordum. Gece gündüz demiyor ve devamlý çalýþýyordum. Paraya
ihtiyacým kalmamýþtý ama tek emelim vardý. Bunun sebebini ben de bilmiyorum. Çalýþmak, çalýþmak geliyordu içimden ve yine de çalýþýyordum.
Çeþitli maceralardan sonra bekârlýðýn tadý olmadýðýný anladým ve evlenmeye karar verdim. Derken evlilik hayatýmýz pek uzun sürmedi. Bu arada ben de vatani görevimi ifa etmek için birliðime gittim. Nihayet aradan
geçen uzun yýllar zarfýnda henüz Türk sinemasýnda hýncýný alamayan tek adam olarak beni gösterirler. Doðrudur. Ben hýncýmý ancak daha üç sene
sonra alabilirim. Hýzlýyým ve çok merttim. Bunu bana arkadaþlarým söyler
ama tek inandýðým þey varsa o da inatçý oluþumdur. Çok inatçýyým ve inat
ettiðim þeyi mutlaka yaparým. Sonra yaptýðým filmlerle halkýn gerçek yaþantýsýný dile getirmek istiyorum. Kafamda tasarladýðým konularý aylarca
saklar ve daha sonra senaryosuz çekime baþlarým.
Sonra bir Altýn Portakal ve bir Antalya. Ýþte emelime ulaþmam için çaba sarf edilen bir kent. Daha emelime ulaþmadým ve ben ödül meraklýsý bir
insan da deðilim. Bana ancak ödülü deðerli seyircilerim, halk çocuklarý, Anadolu evlatlarý ve fakirlerim verir.
Turhan Feyizoðlu Yýlmaz Güney Bir Çirkin Kral sy. 558–560
69
Japonya
apon sineması 2. Dünya Savaşı
sonrasında büyük bir canlanma
dönemine girdi ve önemli
yönetmenler yetişti.
1950'lerde Akira Kurosava
Rashamon, Yedi Samuray, İngiliz
yazar Shakespear'in Macbeth adlı
oyunundan uyarladığı Kanlı Taht
adlı filmleriyle uluslararası düzeyde
ün kazandı. 1960'lardan sonra da
başarısını sürdüren Japon sineması
1980'lerde televizyonun rekabeti
karşısında durakladı. O dönemde
şiddet filmleri yaygınlık kazandı.
Yaratıcı yönetmenlerin çoğu ülke
dışında olanaklar aramaya başladılar.
Bugün Japonya dünyanın en çok
film üreten ülkelerinden biri olmakla
birlikte, yapımların çoğu televizyon
filmidir.
J
Güney Amerika ve Afrika
1960'larda ulusal motiflerden
yararlanılarak, halkları sömürüye ve
baskıya karşı bilinçlendirmeye yönelik, şiirsel başkaldırı filmleri yapıldı.
Dansı ve müziği, ülkesinde cunta
yönetimi sırasında çekilen acıları dile
getirmekte kullanan Arjantinli yönetmen Fernando Ezequiel Solanas'ın
Tangolar ve Güney adlı filmleri
buna örnektir.
Yurttaş
Kane
Sıla Erciyes
Orson Welles
rson Welles 1915 yýlýnda
ailesinin ikinci çocuðu olarak dünyaya geldi. Babasý
bisiklet parçalarý üreten bir mucit, annesi ise piyanistti. Annesi ona piyano
ve keman dersleri veriyor, Shakespeare in Love öðretiyordu. Daha sonraki yýllarýnda filmlerinde bu etkiler göze çarpacaktý.
Hala sinema tarihinin en önemli filmi olarak kabul edilen "Yurttaþ
Kane"in yönetmeni olan Orson
Welles, Tiyatro oyuncusu olarak
baþladýðý sanat yaþamýna, radyo
programcýlýðý, yönetmenlik ve yapýmcýlýk ile devam etmiþ, geriye rol aldýðý
ve yönettiði birçok film býrakmýþtýr.
10 Ekim1985 tarihinde 70 yaþýndayken geçirdiði bir kalp krizi sonucu hayatýný kaybetti. Üzerinde çalýþtýðý birçok projesi yarým kaldý.
O
Sinema Atölyeleri genellikle sinema tarihinin klasikleþmiþ yapýtlarý arasýnda ilk on sýrada yer alan Sergei Eisenstein’ýn Potemkim Zýrhlýsý, Orson Welles’in Yurttaþ Kane’ni, Vittorio De Sica’nýn Bisiklet Hýrsýzlarý, Akira Kurosawa’nýn Rashomon’u, Godard’ýn Serseri Aþýklar, Andrei Tarkovski’nin Ayna’sý, Costa Gavras’ýn Sýkýyönetim’i, Solanas’ýn Sur’u
gibi filmlerin okumalarý ile baþlar. Ayýþýðý Sanat Merkezi Sinema Atölyesinde de böyle oldu. Potemkin Zýrhlýsý hepimizin birkaç kez izlediði film
olduðundan, filmin sinema tarihinde yarattýðý etki hepimiz tarafýndan çok
iyi bilindiðinden, yönetmeninin Ekim Devrimi’nin yarattýðý o alt üst oluþ
sürecinde doðan sinemada yaþanan Ekim’in bir ürünü olarak genç yaþta
böylesine devasa bir baþyapýtý yarattýðýný biliyorduk. O nedenle de tartýþmamýz öyle çok uzun sürmedi.
Yurttaþ Kane filmi ise birçok soruyu ve araþtýrma ihtiyacýný hissederek
sonlandý. Filmin aradýðý Roseback bilmecesinin sýrrýna ermiþtik ama kafamýzda baþka birçok bilmece ile salondan çýktýk. Yönetmen bu filmle neyi
amaçlamýþtý? Ailesi tarafýndan bankaya teslim edilmiþ bir çocuðun yaþamýna kamerasýný neden yöneltmiþti? Karþýmýza bazen bir demokrat, bazen bir
zorba, bazen bir iþçi dostu bazen iþçi düþmaný olarak çýkan Kane kimdi? Bu
kimlikle bize göstermek istediði neydi? Özellikle de filmin ilk karesinde
karþýmýza çýkan tel örgüler, girmek yasaktýr tabelasý ve etrafýn kasvetli havasý ile, ayný þekilde filmin son kareleri olan Kane’nin tüm bir yaþamý boyunca biriktirdiði antikalarýn, görkemli þatosunun þöminesinde ateþe veriliþi ve oradan kameranýn bize gösterdiði bacadan yükselen simsiyah dumanla, bizi, Hitler faþizminin yaratmaya çalýþtýðý korkunç dünyaya mý götürmek istiyordu? Yoksa bu benim algýmýn zorlama bir sonucu muydu?
Film bitip tartýþmaya baþladýðýmýzda ben kafamdaki bu soruya cevap
aramak için uðraþtým. Kendi aramýzda yaptýðýmýz tartýþmada da bir sonuca
ulaþamamýþtým. Kafamda onlarca soruyla araþtýrmaya baþladým. Öncelikle
Yurttaþ Kane üzerine internette dolaþtým. Birçok yazý okudum ama hiçbirinde buna benzer sorulara rastlamadým. Film, daha çok çocuklukta kaybedilen sevginin tüm bir yaþam boyunca aranmasý üzerinden yürütülüyordu.
Ayný zamanda da Kane’nin karmaþýk kimliði üzerinden gidiyordu. Shakespeare hayraný bir yönetmenin iktidar iliþkilerine yüzeysel yaklaþmasý mümkün olamazdý. Sorunu bir insanýn kiþiliðinden ve onun kiþisel dramýndan
çok iktidar olgusunda odaklayacaðý kesindir.
Ýnternet üzerinden yaptýðým araþtýrma beni tatmin etmemiþti. Orson
Welles ve Yurttaþ Kane üzerine araþtýrma, inceleme kitaplarý var mý diye araþtýrdým. Ancak iki esere ulaþtým: Biri Andre Bazin’in Orson Welles’i diðeri ise Laura Mulvey’in Yurttaþ Kane’i idi. Öncelikle karþýma “harika” bir
“çocuk” çýktý. Ýki yaþýndayken yetiþkin bir insan gibi konuþabilen, üç ya-
70
þýnda her þeyi okuyabilen, beþ yaþýnda Shakespeare'in oyunlarýný ezbere
bilen, kendisine hediye edilen kukla takýmýyla Kral Lear'ý tek baþýna oynayabilen harika çocuk; 9 yaþýndayken babasýyla çýktýðý gezide dünyanýn
dörtte üçünü dolaþýr, bu arada resim yapmayý öðrenir, illüzyon dersi alýr.
Henüz 10 yaþýndadýr ama kendisinden 'Karikatürcü, oyuncu, þair ve sadece on yaþýnda' diye bahsedilir. Bir diðer öne çýkan yan ise Hollywood tarihinde görülmemiþ özgürlükte bir sözleþmeyi imzalamýþ olmasýdýr. Oysa
benim aradýklarým bunlar deðildi.
Kane’nin çocukluðunun bir bankaya teslim edilmiþ olmasý, bu bankanýn büyüttüðü paranýn yarattýðý bir karakterin sýnýrsýz bir þekilde tükettiði
ve kendi yaptýðý sarayýnda tecrit altýna aldýðý sanatsal birikimlerin Kane’nin ölümünün ardýndan görkemli þöminesinde yok oluþu neye iþaret etmekteydi? Yalnýzca bize çocukluðuna ait olan kýzaðýný göstermek için tasarlanmamýþtýr tüm bunlar diye düþünmeden edemedim. Hele bir de Kane’nin Hitler ile verilen görüntüsü bu yöndeki düþüncelerimi iyiden iyiye
pekiþtirdi. Onunla yapýlan röportajlarda kafamdaki bu sorulara cevaplar aramaya çalýþtým. Bulabildiðim tek þey Bazin’in Orson Welles ile yaptýðý
bir röportajdaki yaklaþýmýndan baþka bir þey olmadý. Bazin Welles’e soruyor: “Peki sizin niyetiniz yaþamýn kapitalist görüþüne saldýrmak mýdýr?”
Aldýðý cevap ise, “Eðer kapitalizmi eleþtirdiðimi kabul etseydim tarzým eleþtirel Marksist bir tutum almak olacaktý ki bu söz konusu deðil” diyor ve
ekliyor; “ben anti-materyalistim. Ne parayý severim, ne gücü, ne de insanlara yaptýklarý kötülüðü. Bu çok basit, eski bir duygu. Ben özellikle tamamen plütokrasiye karþýyým. Yurttaþ Kane, Muhteþem Ambersonlar ve Þangaylý Kadýn’da farklý þekillerde eleþtirdiðim þey de Amerikan plütokrasisiydi.”
2. Emperyalist Paylaþým Savaþý baþlamýþtýr. Amerika bu dönemde
kendini savaþýn dýþýnda tutarak, elindeki tüm silah stoklarýný Ýngiltere’ye
satmakla meþguldür. Ayný zamanda büyük tekeller (IBM gibi) Nazi Almanya’sýyla hem ticaret yapýyor hem de silah üretimi için parçalar satýyordu. Bunun yanýnda Nazi partisi onlar tarafýndan destekleniyor. Dünyanýn
yeniden paylaþýlmasýndan elde edebileceði hiçbir fýrsatý kaçýrmamak için
elinden geleni yapýyordu. Böyle bir dönemde çekilmiþ olan Yurttaþ Kane
filminin nerede durduðunu düþünmek kadar doðal bir durum olamaz. Yönetmen de, izleyene böyle bir özgürlük býrakmýþtýr sanki.
Yurttaþ Kane adlý kitabýnda Laura Mulvey diyor ki, “… insanlarýn
önlerinde duran imgeleri ve ima edilen mesajlarý kendi haklarý olduðu için
deþifre etmelerini isteyen sinematografik ve öyküsel bir tarz geliþtirmiþtir.
Ve bu filmin kendi yapýsý, seyirciyi, geriye bakýp deðerlendirerek ve öykünün yüzeyinin doðrusal açýlýmýndan baðýmsýz olarak ikinci kez bakmaya
yönlendirir. Yurttaþ Kane, merakýn verdiði hazza dayanan bir görme biçimi yaratmakla, aklýn gözüyle görerek tatmin olmakla ilgilenir; bu da ancak
seyirciye, filmin senaryosuna açýlan kendi özerk kapýsýný vererek baþarýlabilir. Ama bu hazzýn ötesinde, belirli bir tarih kesiti aracýlýðýyla, tarih üzerine düþünme ve belki de bir politik mesaj verme isteði mevcuttur. Bu anlamda filmin politik görüþü, anlatým biçiminin habercisidir.”
Roseback’ýn sýrrýný çözmek için dolaþýrken Kane’nin dünyasýnda,
baþka birçok sýr ile karþýlaþýrýz. Welles bizi bunlarý düþünmeye iter. Bunu
da ancak kiþilere, olaylara, olgulara onlarý oluþturan birçok bileþkenin çok
yönlü irdelenmesiyle yapabiliriz. Yurttaþ Kane bize böyle bir olanak sunmaktadýr. Görmek isteyenler için…
71
Vittorio De Sica
1902-1974
V
ittorio De Sica Roma ile
Napoli'nin tam ortasýnda
yoksul bir yer olan Sora'da doðdu. Yoksul ailesine yardýmcý olmak için genç yaþta memur olarak çalýþmaya baþladý. De
Sica meslek hayatýna 16 yaþýndayken Clemenceau Olayý 'nda
Clemenceau'yu oynamaya ikna
edilerek oyuncu olarak baþladý.
Beyaz perdedeki popülerliði De
Sica'ya, kamera arkasýna geçip
romantik bir komedi olan Ýki Düzine Kýrmýzý Gül ile yönetmenliðe
geçmesini saðladý. Yeni gerçekçi
Ýtalyan senarist Cesare Zavattini
ile karþýlaþmasý önemlidir. Bu iþbirliðinden, yeni gerçekçi sinemanýn önemli eserleri arasýnda
sayýlan, yönetmenliðini Sica'nýn
yaptýðý Kaldýrým Çocuklarý ve Bisiklet Hýrsýzlarý filmleri doðdu. Bisiklet Hýrsýzlarý adlý filmde Vittorio De Sica, II. Dünya Savaþý
sonrasý yoksul Roma atmosferi içerisinde, var olma mücadelesi
veren sýradan bir iþçi perspektifinden, umut, utanç ve yitiriliþ
üçgeni eksenindeki insanlýk durumunu gözler önüne sermektedir.
150'den fazla filmde oynamýþ ve 34 film yönetmiþ olan De
Sica, Paris yakýnlarýndaki Neuilly-sur-Seine'de öldü.
SİNEMA ENDÜSTRİSİNE KARŞI
İKİ SANATÇI
Michelangelo Antonioni
1912-2007
"Film çevirmek benim için yaþamak demek" sözleriyle sinema tutkusunu anlatan Antonioni 1912 yýlýnda Ýtalya'nýn kuzey doðusundaki
Ferrara'da doðdu.Bolonya Üniversitesinde ekonomi eðitimi gören yazar, yönetmen, 1930'larýn Ýtalyan
komedilerini çok sert dille eleþtiren
yazýlarýyla dikkat çekti.
Çaðdaþ Ýtalyan sinemasýnýn uluslararasý ün kazanmýþ yönetmenlerinden olan Antonioni, siyasetten
de kaçýnmamýþ bir sanatçýydý. Kendi
bakýþýyla, ‘çaðdaþ toplumun duygusal bakýmdan kýsýrlaþtýrýlmýþlýðýný' araþtýrdýðý filmleriyle, dünya çapýnda
isim yapmýþtýr.
1966'da çevirdiði ve çýlgýn
1960'larý konu alan Blow up (Cinayeti Gördüm) adlý ilk Ýngilizce filmi
unutulmaz yapýtlarý arasýnda yer alýr..
1985 yýlýnda felç geçiren Michelangelo Antonioni, bununla birlikte kamera gerisinde çalýþmaya devam etti. Son filmi, 2004 yýlýnda çýkan 'Eros' üçlemesinin parçasý olan
'The Dangerous Thread of Things'
(Olaylarýn Tehlikeli Diziliþi) olmuþtur.
Sanat ve bir sanat olarak sinema, hiç kuşkusuz politik bir öz taşır. Bu
yönüyle “politik film” (veya “politik sinema”) tabiri, bu gerçekliği
ıskalayan “sorunlu” bir ifade gibi görünmekte. Peki ama doğrudan politikanın kendisini, üst düzeyde politik olguları konu edinen filmlere ne ad
vereceğiz o zaman? Diyelim bir “aşk filmi”nden, “gerilim veya korku” filminden, fantastik yapımlardan, melodramdan... nasıl ayırdedeceğiz! Şu
halde sinemanın (ve genel olarak tüm sanat dallarının) kopkoyu bir politik
özü olduğunu asla unutmadan, bizzat “politikanın kendisiyle ilgilenen filmler” için, yani tür anlamında, “politik film” nitelemesini kullanma “yanlışını” bilinçli olarak yapalım. Politik sinemanın iki usta ismine, CostaGavras ve Ken Loach'a dair birkaç kelam eyleyelim.
Gavras, komşu ülkeden. Yunanistan doğumlu. Eğitimini Fransa'da
tamamlayan, sanatsal çalışmalarını orada sürdüren bir yönetmen. “Eski
dünya” insanı olarak, sinemasında “yeni dünya”nın tekniklerini kullansa
da, öz'de Hollywood'un “sinema endüstrisi”ne teslim olmayan bir yönetmen olarak, politikanın “daha genel sorunları” üzerine çevirir kamerasını.
Baştan sona bir gerilim olarak işlemeyi tercih eder ele aldığı konuyu (“Z”,
“Sıkıyönetim”, “Kayıp” ve hatta “Amen”...). Onun filmlerinde sermayenin
aygıtı olarak devlet ve sermayenin uluslararası karşı-devrimci örgütleri serilir gözler önüne. Devrime karşı girişilen savaşın acımasızlığı, vahşette ve
şiddette sınır tanımayan bir sınıfın, kapitalist sınıfın siyasal suçları oturtulur sanık sandalyesine. Söyleşilerinde her ne kadar “polemik, sinemanın işi
değil” diyorsa da, yukarda sayılan filmleri, ki buna farklı bir açıdan “Çılgın
Şehir”i de ekleyebiliriz, doğrudan polemik yapmaktadır. Acımasız ve usta
işi bir polemik! Tipik bir Amerikalı'nın gözüyle niteleyecek olsak, hiç çekinmeden Gavras'ın bu çalışmalarına “propaganda filmi” derdik. Tüm bir
“sinema endüstrisini” (zira tekellerin elinde o, gerçekten de bir endüstridir,
sanat değil) propaganda ve tarih çarpıtma üzerine kurmuş olan bir yapı,
haliyle böyle niteleyecektir Gavras'ın çalışmalarını.
Gavras'ın başarısı, Amerikan sinema tekniklerini, “ticari sinema” usullerini başarıyla kullanırken, içerikte sert ve ödünsüz bir politik dili tutturabilmiş olmasındadır. Bu yönüyle “seyirciyi sıkmadan” politik mesajlarını
akıcı bir şekilde verebilmektedir. Kuşkusuz seyirciyi bu kavrayışta “gerilim” unsurunu ön planda tutmasının da etkisi vardır.
“Z” (Ölümsüz), “Sıkıyönetim” ve “Kayıp”, devrime karşı örgütlenmiş
sermaye devletinin çeşitli yönlerini ele alan filmlerdir. Toplumu bir örümcek ağı gibi saran bu zor aygıtı, onun “hukuk dışı” yönü, gücü, acımasızlığı... çok çarpıcı bir şekilde resmedilir. Ama bunun dışında bir şey daha
vardır Gavras'ın filmlerinde: Umut! Sermayenin vahşeti ve güç gösterisi
umutsuzluğa düşürmez izleyenleri. Zira yönetmenin kendisi de umutsuz
değildir. Her üç filmde de “yenilgi” ile karşı karşıyadır izleyici. Bir yandan
sıkı bir teşhir vardır sisteme yönelik. Diğer yandan o kesit içinde uğranılan
“yenilgi”. Ama bu “yenilgi”, aslında bir muharebenin kaybedilmesinden
başka bir şey değildir. Savaş sürmektedir. Yönetmen bu düşünce ve
duyguyu da sıkı sıkıya vermektedir bize. Geleceğe güvenle bakan bir konumdan resmetmektedir toplumu. Kamerasını bizzat sosyalist harekete,
komünist partiye çevirdiği filmi “İtiraf”ta bile, geleceğe olan bu büyük
inanç hissedilmektedir.
“Çılgın Şehir”de (John Travolta ve Dustin Hoffman'ın gerçekten
başarılı oyunculukları vardı doğrusu), bir “medya eleştirisi”nin yanında,
aslında verili sistemin insanı nasıl insan-olmayana dönüştürdüğünü de
72
görmektedir seyirci. Kurulu çark, kırıntı düzeyinde kalan “vicdan”a rağmen dramatik sona götürmektedir kahramanları.
“Amen” ise bir kurum olarak dine (kilise) yöneltilmiş gerçekten çok
sert ve acımasız bir eleştiridir. Şiddetli bir protestodur. Gavras, Batı'nın
“kibar hanım ve beyleri”nin, kendi ikiyüzlülükleriyle karşı karşıya
gelmelerini sağlar. Koca bir II. Dünya savaşının tüm günahlarını “bir avuç
çılgın”a, Hitler ve Nazilere yıkmaya pek meraklı Batı dünyasına, en başta
Vatikan olmak üzere tüm bir kurum'un (din) çeşitli yollarla “bu çılgınlık”a
nasıl ortak olduğunu anlatmaktadır. Egemen çevrelerde daima suskuyla
geçiştirilen, boğuntuya getirilen “büyük günah”, faşizmin kapitalist sistemin ürünü olarak tüm bir kapitalist egemenlik sistemince çeşitli biçimlerde desteklendiği, dev tekeller ve Papa, burjuva partiler ve paramiliter
örgütler işbirliğiyle egemen olduğu, en azından Vatikan boyutuyla açığa
çıkarılmaktadır bu filmde. Tüm bu gerçeği, asla tek bir insanın dramına
boğmadan, başarıyla işler Gavras. (Ayrıca o müthiş tren sahneleriyle, şiddeti göstermeksizin iliklerimize kadar hissetmemizi, irkilmemizi sağlayarak, gerçekten çok farklı bir “savaş filmi” yaratmayı başarmıştır.)
Ken Loach ise daha ziyade “sıradan/küçük insanlar”ın alabildiğine
sade ve zorluklarla dolu yaşamlarına odaklanmayı tercih eder (“Ekmek ve
Gül”, “Benim Adım Joe”, “İşte Özgür Dünya”...). Kuşkusuz “Ülke ve
Özgürlük” gibi, “Carla'nın Şarkısı” (belki “Gizli Ajanda”yı da ekleyebiliriz) gibi “doğrudan politika/genel siyaset” filmleri vardır. Ve bu alanda da
tartışmasız en iyilerdendir. Kimilerine göre “birer başyapıt”tır. Ama o,
genel olarak böylesine “makro siyaset” yerine güncel, günlük pratik
mücadeleye odaklanmayı tercih eder. İlmek ilmek örülen mücadeledir
özellikle eğildiği. Sosyalist kimliğini biran olsun gizlemeden, açıkça,
cepheden bir tutumla işler ele aldığı konuyu. O işçi sınıfı saflarındadır,
emeğin saflarındadır. Dünyaya sınıfının penceresinden bakar. Doğal olarak
“kadraj”da da bunlar olacaktır.
Kimi zaman kapitalist toplumun alkolizme, uyuşturucu ve türlü
bağımlılığa mahkum ettiği yoksul emekçi kesim olacaktır o kadrajda
(“Benim Adım Joe”, “Afili Delikanlı”), kimi zaman “daha iyi bir gelecek”
bulma uğruna yurdundan uzaklara düşen göçmen işçiler (“Atayurdu”,
“Ekmek ve Gül”). Kiminde ilmek ilmek örülen o zorlu emek mücadelesi
işlenecektir (“Ekmek ve Gül”), kiminde sınıfının dışına düşmüş, “sınıf atlama” sapağında batağa gömülenler (“İşte Özgür Dünya”). Özelleştirme
saldırılarının işçi sınıfına etkilerini irdelemeye koyulur (“Demiryolcular”);
işçilerin günlük yaşamlarını yansıtır ekrana (“Ayaktakımı”, “Yağan
Taşlar”)...
Karakterlerin konumu, çelişkileri, istek ve istemleri, arzuları... onları
çevreleyen koşullar, bu koşullar tarafından yönlendirilmeleri... ve
mücadele... Hiçbir abartıya kaçmadan, her an her yerde karşımıza çıkan
emekçi karakterlerin çileli dünyasını, kapitalist sistemi ve mücadeleyi tam
bir yetkinlikle işlemektedir Loach. Tiyatro okulundan geçip gelmiş biri
olarak, sosyalist gerçekçiliği derinlemesine irdelemiş, içselleştirmiş ve
başarıyla uygulayan bir sanatçıdır.
“Ben ödül kazanmak için film yapmam. Filmler izleyicilerle doğru
diyalog kurmak için yapılır.” dese de, Cannes Film Festivali'nden altı defa
büyük ödülle dönmüş bir yönetmendir. Güçlü sanatçı yaratıcılığı, sermayenin her türlü engelini parçalamayı bilmiş, sanatının ışığı tüm ülkelerin
işçi ve emekçilerine ulaşmıştır.
Sermayenin “sinema endüstrisi”ne karşı sanat olarak sinema, sosyalist
gerçekçi sanatçıların büyük emekleriyle gelişiyor. Az sayıda büyük
yetenek, proletaryanın yüzünü ağartıyor. Loach ve Gavras, bunların arasında ön sırada geliyor.
73
Akira Kurosawa
1910-1988
urosawa, Isamu ve Shima Kurosawa'nýn sekiz çocuðundan
biri olarak Tokyo, Japonya'da
dünyaya geldi.
Yönetmen, yapýmcý, senarist.
Ýmparator lakaplý Kurosawa, sinema
dünyasýnda bir çok tekniði ilk kez
kullanarak öncü olmuþ, filmlerinde
birden fazla kamera kullanmýþ, Batý
dünyasýný kýskandýran baþyapýtlara
imza atmýþ ve düþük bütçeli filmlerde bile dehasýný ortaya koymuþtur.
William Shakespeare ve Dostoyevski gibi yazarlarýn eserlerini de sinemaya uyarlamýþ olan Kurosawa,
önemli yapýtlarýndan biri olan Rashomon'ý 1950'de izleyiciyle buluþturdu. Rashomon, 1952'de Oscar
adayý olduðunda batýlý seyircinin
dikkati Japon sinemasýna çekilmiþti
ve bu ciddi bir baþarýydý. Bir haydutun ormanda bir samurayý öldürüp
karýsýna tecavüz etmesi sonrasý, haydutun, samurayýn, tecavüze uðrayan kadýnýn ve tüm bunlarý izleyen
oduncunun olayý farklý açýlardan
anlattýklarý film, gerçeðin göreceli bir
kavram olmasý temasýný iþliyordu.
Kurosawa'nýn filmde kullandýðý yeni
çekim ve anlatým teknikleri yönetmenin gücünün anlaþýlmasýný saðladý.
K
"Beni duyma olanağı olanlara diyorum ki;umutsuzluğa
düşmeyiniz üzerinize çöken bela,vahşi bir iştahın ve insanın
gelişmesi yönünde kaygılananların duydukları acıların sonucundan başka bir şey değildir.İnsanların kimi geçecek, diktatörler yok olup gidecektir ve halktan zorla aldıkları güç
yine halkın eline geçecektir.İnsanlar ölmeyi bildikleri sürece,
özgürlük yok olmaz, olmayacaktır."
Sabahattin Ali
Sabahattin Ali 25 Þubat 1907’de Bulgaristan Gümülcine’de doðar Baba Ali Salahattin Harbiye’yi bitirince,
1903’te piyade subayý olarak Kütahya’ya ardýndan da Gümülcine’ye atanýr. Baba Ali Salahattin edebiyatý seven
ince ruhlu, özgür düþünüþlü bir adamdýr. Anne Hüsniye ise süse, giyime, kuþama düþkün, oldukça güzel ve bir o
kadarda cahil, huysuz, geçimsiz bir kadýndýr. Sabahattin Ali yedi yaþýna basýnca Ýstanbul Üsküdar’da Doðancýlar’daki Füzüyat-ý Osmaniye Mektebine gönderilir.
Salahattin Bey ailesini 1918’de Çanakkale’den Ýzmir’e götürür. Ali Salahattin üç çocuðunun karnýný doyurabilmek için sergi açýp satmaya baþlar. Sabahattin Ali çok sevdiði babasýný bu
iþte yalnýz býrakmaz, elinden geldiðince yardým etmeye çalýþýr.
Salahattin Bey oðlunu edebiyata teþvik etmek için pazarlarda gördüklerini yazmasýný ister. Sabahattin Ali bu alandaki ilk deneyimini þöyle anlatýr: “Bir kez yazýya
þöyle baþlamýþtým. Sabahýn erken saatinde pederimin
latif sesiyle uyandým. Babam okuyunca öfkelenmiþ,
‘Haydi oradan yalancý kerata!! Sabahýn köründe
seni zorla yataðýndan kaldýrýyorum. Babanýn latif
sesiymiþ! Sesim sana hiç latif gelir mi? Ýçinden
geldiði gibi yaz, doðrularý yaz’ demiþti.
Muallim okulunun ikinci sýnýfýnda iken arkadaþlarý ile bir okul gazetesi çýkarýrlar. Burada ilk þiirleri “Kamer-î mestûr” ve “Saçlarýmýn Türküsü”, “Horoz Mehmet” adlý ilk hikayesi yayýnlanýr. Sabahattin Ali o yýllarda “okul
gazetesi dýþýnda ‘yeni yol’ dergisine de yazý yolluyor, aný defteri tutuyor, roman okuyor, fýrsat
buldukça sinemaya, tiyatroya gidiyordu. Hatta
bunun için cezalandýrýlmayý bile göze alarak okuldan kaçýyordu.”
Sabahattin Ali Öðretmen Okulu beþinci sýnýfta iken, 1926 Kasým’ýnda babasý geçirdiði bir kalp
krizi sonucu hayatýný kaybeder. Sabahattin Ali çok
sevdiði babasýnýn ölümünden duyduðu derin üzüntüyü “Babam için” baþlýklý þiirinde dile getirir.
1927’de muallim mektebini bitirir, ilkokul öðretmeni olarak Yozgat’a atanýr. Yozgat’ýn küçük il merkezinde hayat tekdüze ve cansýkýcýdýr. Üstelik deli gibi sevdiði Nahit
aþkýna karþýlýk vermez, yazdýðý bütün
mektuplarý cevapsýz býrakýr. Sabahattin Ali için Yozgat’ta günler yalnýzlýk,
özlem ve sýkýntý içinde geçer. Bu günlerde Nahit’e olan aþkýný anlattýðý “Bir
macera” adlý þiiri Servet-i Fünun’da yayýnlanýr.
“Bir cinayetin sebebi”, “Bir siyah Fanila için” baþlýklý hikayelerini de yine bu sýkýntýlý günlerinde yazar.
Kış ‘10
75
S. Ali Yozgat’ta daha fazla duramaz, 1928’de Ýstanbul’a döner. O sýralarda maarif vekaleti yabancý dil
öðretmenleri yetiþtirmek için Avrupa’ya öðrenci gönderecektir. S.Ali açýlan sýnava girer ve kazanýr. Ayný yýlýn Kasým ayýnda Almanya’ya gider. Orada dört yýl kalýp dil öðrenecek, dönüþte liselerde yabancý dil öðretmeni olarak çalýþacaktýr. Trende, sýnavý kazanan beþ
öðrenciden biri olan Melahat Tolgar’la tanýþýr. Almanya’da farklý bölgelerde okuyor olsalar da sýk sýk görüþür dertleþir. S. Ali, Nahit’e duyduðu karþýlýksýz aþký ve
bundan duyduðu acýlarý anlatýr. Melahat Haným’ý Nahit’e benzetir ve ona da tutulmaktan korkar. Zira Melahat Haným sözlüdür. Uzun yýllar sonra yazdýðý “Kürk
Mantolu Madonna” romanýnda Almanya’da geçirdiði
bugünlere dair izler görülecektir.
S. Ali Ýstanbul’a dönünce bir süre yüksek muallim
mektebinde kalýr. Mektebin müdürü Hamit Bey’in yardýmýyla Bursa Orhaneli’ne atanýr, daha sonra da açýlan
dil sýnavýnda üstün baþarý gösterecek 1930–31 ders yýlý
baþýnda Aydýn Ortaokulu Almanca öðretmenliðine geçer. Ayný yýl Nazým Hikmet’le tanýþýr. N. Hikmet o dönemde Resimli Ay Dergisi’nin düzeltmeni ve sekreteri
olarak çalýþmaktadýr. Sabahattin Ali’nin ilk toplumcu
gerçekçi denemeleri sayýlan “Bir Orman Hikayesi” ile
“Bir Gemicinin Hikayesi” Resimli Ay’da yayýnlanýr.
Tanýþmalarýný N. Hikmet þöyle anlatýr:
“Bir gün dergi idarehanesine kýsa boylu, gözlüklü
bir genç geldi. Almanca bildiðini, hikayeler yazdýðýný,
isminin Sabahattin Ali olduðunu söyledi. Hikayelerinden birini býraktý, çýktý. Bu hikaye orman sanayinde çalýþan iþçilerin hayatýna aitti. Alman romantizminin tesiri altýnda yazýlmýþ olmasýna raðmen, konu ve muhteva
bakýmýndan Türk edebiyatýnda bir yenilik teþkil ediyordu. Genç adamýn istidatlý bir yazar olduðu daha ilk satýrlardan anlaþýlýyordu. S. Ali’nin ilk hikayesini Resimli Ay’da, o devirdeki Resimli Ay’da yayýnlamasý, o zamanki edebiyat, dolayýsýyla politika cereyanlarý arasýnda belirli bir safta yer almasý demekti. Ýlk yazýsýný bize
getirmesi, Sabahattin’in anti-emperyalist, demokratik
temayülünü gösteriyordu."
S. Ali Almanya’da bulunduðu yýllar içerisinde
vaktinin çoðunu okuyarak geçirmiþ, ilerici Alman edebiyatýndan, Rus edebiyatýndan birçok yazardan etkilenmiþ, Almanya’nýn solcu, ilerici hareketlerini yakýndan
görmüþ, sosyalizme eðilim duymaya baþlamýþtýr. Ama
asýl olarak bu eðilimin pekiþmesinde, N. Hikmet’le
dostluðu ve Resimli Ay çevresine giriþi etkili olur.
S. Ali 1931 yazýnda tatil için geldiði Ýstanbul’da
tutuklanýr. “Aydýn Erkek Sanat Okulu’nda öðrenci dolaplarýnda Türkiye Komünist Partisi’nin Kýzýl Ýstanbul
adlý gazetesi bulunmuþtu. Ayrýca bazý öðrenciler S. Ali’nin ‘yýkýcý propaganda’ yaptýðýný ihbar etmiþlerdi.
Öðretmenlerden Baha, öðrencilerden Ýzzet ile eski me-
76
zunlardan Musa Oðuz, Bulgaryalý iþçi Hüseyin, makinist Ali Cevat tutuklanmýþtý.” 1930’lu yýllarýn ortalarýnda bütün öðretmen örgütleri kapatýlýr. “Yýkýcý faaliyette” bulunan öðretmenler tutuklanýr, sürgünlere uðrar ya
da mesleklerinden men edilirler.
S. Ali’de bu kapsamda, yani yýkýcý faaliyetleri gerekçesiyle tutuklanmýþtýr. Ancak ne TKP ne de adý geçen gazete ile iliþkisi bulunamaz. Üç ay tutuklu kaldýktan sonra salýverilir. Sabahattin Ali aydýn cezaevinde
kaldýðý bu üç ay içinde ilginç deneyimler yaþar, çoðu
yoksul köylü olan halktan insanlarýn yaþam öykülerini
dinler. Ýlk romanýnýn kahramaný Kuyucaklý Yusuf’la ve
jandarma Bekir’i öldüren Halil Efe ile burada tanýþýr.
Cezaevinden çýkýnca Almanca öðretmeni olarak
Konya’ya atanýr. Burada hikayeler, þiirler yazmaya devam eder. “Daðlar ve Rüzgar”, “Karayazý”, “Unutamadým” þiirleri ve “Kurtarýlamayan Þaheser” hikayesi bu
dönemde yazýlýr ve Yeni Anadolu gazetesinde yayýnlanýr. S. Ali bir yanda da Almancadan Türkçeye çeviriler
yapar. Yefim Sosulya’nýn “Bir idealist ve Beþeriyet” hikayesi ile Fritz Sternberg’in “Marksizm ve ihtibas”,
“Marks ve Freud” incelemeleri Konya’da Almanca öðretmenliði yaptýðý sýrada çevirir ve yeni Anadolu gazetesinde yayýnlatýr.”
S. Ali, Konya’da öðrencileri ile olduðu kadar halkla da iyi iliþkiler kurar, onlarýn sorunlarýný dinler, çözmeye çalýþýr. Hatta zaman zaman toplumsal sorunlarla
ilgili konferanslar verir. 1932’de Konya Halkevinde
verdiði bir konferansta kadýn sorununa dair görüþlerini
þöyle ifade eder:
“… Memleketin bütün kadýnlarýna medeni hayatta
layýk olduðu rolün verilmesi zamaný gelmiþtir. Artýk okuyan kýzlarýmýzýn boþ fakat bilgiç ve manasýz bozuk
bir kukla olmaktan, alelumum kýzlarýmýzýn satýlýk bir
mal, bir vitrin eþyasý haline gelmekten kurtulmasý lazýmdýr. Artýk köylü kadýnlarýmýzý kara öküzün bir yardýmcýsý, bir yarým hayvan olmaktan kurtarmalýyýz, bunun içinde harici tedbirlerden ziyade içten gelen arzular lazýmdýr. Kadýnlarýmýz bunu kuvvetle istemeli, bunun için bütün kuvvetiyle uðraþmalýdýrlar. Hiç kimse
hiç kimseyi yükseltemez, herkes kendi kendisini yükseltmek mecburiyetindedir.
“Memleketimizin kadýn ve erkeklerini, biri diðerini sürükleyen, taþýyan deðil, elele ve ayný tempoda yürüyen iki mahluk olarak göreceðimiz günün uzak olmamasýný dilerim….”
Bu sýralarda, S. Ali’nin ilk romaný Kuyucaklý Yusuf Konya’da M. Hayrettin’in sahibi olduðu Yeni Anadolu gazetesinde yayýnlanmaya baþlar. Roman okuyucu tarafýndan sevilir. Ancak 15 sayý kadar yayýnlandýktan sonra parasýný alamayan yazar tefrikayý yarým býrakýr. Gazete sahibi bu durumu hazmedemez ve S. Ali’yi
bir þiirinde Atatürk’e hakaret ettiði iddiasýyla ihbar e-
Kış ‘10
der. S. Ali þiiri Almanya’da bulunduðu sýrada Sivas’taki bir Bektaþi hareketine atfen yazmýþtýr, ancak içinde
iktidarý rahatsýz edecek kadar taþlama vardýr Memleketten Haber Var þiirinde…
Hey anavatandan ayrýlmayanlar/Bulanýk dereler
durulmuþ mudur?/Dinmiþ mi oluklu akan kanlar?/Büyük hedeflere varýlmýþ mýdýr?//Asarlar mý hala hakka
tapaný?/Mebus yaparlar mý her þaklabaný?/Köylünün elinde var mý sabaný?/Sýska öküzleri dirilmiþ midir?//Cümlesi belli der enelhak dese/Hala taparlar mý
koca terese?/Ýsmet girmedi mi hala kodese?/Kul Ali’nin boynu vurulmuþ mudur?
S. Ali açýlan hakaret davasýndan 22 Aralýk
1932’de tutuklanýr. 7 Ocak 1933 günü çýkarýldýðý mahkeme salonu öðrencileri ve Konya’da kendisini sevenleri tarafýndan hýnca hýnç doldurulmuþtur. Yargýlama S.
Ali’nin Cumhurbaþkaný’na “ima yoluyla hakaretten”
bir yýla mahkumiyetiyle sonuçlanýr. Salondaki öðrenciler gözyaþlarýný tutamazlar. S. Ali tutsaklýðýnýn ilk dört
ayýný Konya cezaevinde geçirir. Ýstanbul’a gitmek ister,
bütün tanýdýklarý, bütün sevdikleri “bu güzelim þehirdedir”. Þiddetli bir arzuyla Ýstanbul’a gitmeyi beklerken
Sinop cezaevine sevk edilir. “Duvar” adlý hikayesinde
gurbet hapishanesi dediði Sinop cezaevinde duyduðu
yalnýzlýðý ve tutsaklýk acýsýný anlatýr uzun uzun.
“Uzun zamanlar deniz kenarýnda ve surlar içindeki bir hapishanede kaldým. Kalýn duvarlara vuran sularýn sesi taa odalarda çýnlar ve uzak yolculuklara çaðýrýrdý. Tüylerinden sular damlayarak surlarýn arkasýndan
yükseliveren deniz kuþlarý demir parmaklýklara hayretle gözlerini kýrparak bakarlar ve hemen uzaklaþýrlardý.
“Bir mahpusu dünya ile hiç alakasý olmayan bir
zindana kapamak ona en büyük iyiliði yapmaktýr. Onu
en çok yere vuran þey, hürriyetin elle tutulacak kadar
yakýnýnda bulunmak, ayný zamanda ondan ne kadar uzak olduðunu bilmektir. On adým ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra oradaki kalýn kale duvarýna gözlerini dikerek bakmaya denizi yalnýz muhayyilede görmeye mecbur kalmak az azap mýdýr?”
1934’te yayýnlanan tek þiir kitabý “Daðlar ve Rüzgar” da yer alan “Hapishane Þarkýlarý” baþlýklý beþ þiirinde de yine ayný acý ve özlem hissedilir. “Burada Çiçekler Açmýyor” ve “Aldýrma Gönül Aldýrma” þiirleri
S. Ali’nin Sinop cezaevinde yazdýðý Hapishane þarkýlarýndandýr. S. Ali cezaevinde bir yandan okur, bir yandan þiirler, hikayeler yazar. Esirler adlý oyununu tamamlar ve Jack London’un Demir Ökçe’sini çevirirken
bir yandan da koðuþ arkadaþlarýna el sanatlarýný geliþtirmede yardým eder. Hükümlülerin cevizden yaptýklarý tavla, sigaralýk, tepsi, katre gibi eþyalarý güzelleþmesine katkýda bulunur.
29 Ekim 1933’te Cumhuriyet’in Onuncu yýl dönümü vesilesiyle çýkarýlan af ile salýverilir. Ankara’ya ye-
Kış ‘10
ðeni Reþit Ertüzün’ün yanýna gider. Bir an önce öðretmenliðe geri dönmek için dilekçe verir. Maarif vekili ile görüþüp isteðini sabit olmadýkça istihdamý caiz deðildir” diyerek bu isteði reddeder. S. Ali “nasýl ispatlayacaðýný” sorar, “yazýnýz” denir. Varlýk dergisinin 15 Ocak 1934 tarihli sayýsýnda yayýnlanmak üzere Atatürk’e
sevgisini anlatan “Benim Aþkým” adlý þiiri yazar. Bir
süre sonra öðretmenliðe deðilse bile Neþriyat müdürlüðü Büro þefi olarak memurluða geri çaðrýlýr. Ve bir daha tek bir satýr dahi þiir yazmaz. 1935 yýlýnda Aliye Hanýmla evlenir.
1935’te ilk hikaye kitabý ‘Deðirmen’ yayýnlanýr,
Deðirmen’de S. Ali’nin 1926-31 yýllarý arasý, yani ilk
gençlik döneminde yazdýðý 16 hikaye toplanmýþtýr. Yazar ‘Deðirmen’in 1935 baskýsýnýn sonuna koyduðu notta: ‘Bir Orman Hikayesi, Kazlar, Bir Firar, Candarma
Bekir, Bir Siyah Fanila Ýçin, Komik-i Þehir adlý hikayelerin Osmanlý imparatorluðu zamanýndaki Anadolu’yu
anlattýðýný yazar. “Bir Orman Hikayesi’nde ormanlarý
özel bir þirket tarafýndan ellerinden alýnan orman emekçilerinin isyaný anlatýlýr.
“Orman bizim her þeyimizdir delikanlý, anamýz,
babamýz evimiz… Delikanlý, bizim elimizden ormanýmýzý aldýlar, bizi ormansýz býraktýlar. Bizi bir tek aðaçsýz býraktýlar…!” diyerek anlatmaya baþlar ihtiyar köylü. O zamana kadar köylünün yararlandýðý ormanýn iþletme hakký bir þirkete verilir. Aðaçlar üçer beþer devrilir, köylü bakar ki ellerinde tek aðaç bile býrakmayacaklar, isyan eder ve baltacýlarý döver. Yönetim þirkete
sahip çýkar ve jandarmalar gelir köylüleri döverek ormandan atar, erkeklerin bir kýsmýný da alýr götürürler.
‘Bir Orman Hikayesi’ S. Ali’nin ezen ve ezilen arasýndaki çatýþmayý iþlediði ilk hikayelerinden biridir.
‘Kazlar’ adlý hikayede ise yoksul, köylü bir karýkocanýn dramatik öyküsü vardýr.
“Köyde, düðün yerinde biri vurulur. Kurþun atanlar sekiz kiþidir ama Seyit’le durmuþ dýþýndakiler sorgu
yargýcýna para yedirip iþten sýyrýlýnca suç bu ikisinin üzerine kalýr. Aðýr ceza 10’ar yýl hapis verir. Seyit’i hapishanede kötü, pis bir yere koyarlar, sonunda bakýmsýzlýktan, pislikten, havasýzlýktan hastalanýr verem olur.
Karýsý Dudu’ya yazdýðý mektupta, iyi bir yere geçirilmesi için baþgardiyana ve müdüre verilmek üzere iki
kaz getirmesini ister. Ne çare ki, Dudu’nun yalnýz bir
kazý vardýr, onunda yumurtalarýný küçük oðlunun ihtiyaçlarýný alabilmek için bakkala verir.
“Dudu düþünür, çare bulamaz, komþunun kazlarýndan birini çalar. Ýki kaz, biraz da bulgur koyduðu torbayla 9 saat yayan gittikten sonra cezaevine varýr. Kapýdaki asker kime geldiðini öðrenince elindekilere bakarak; “Bugün görüþ günü deðil, ver elindekileri, biz ona veririz, sen haftaya gel,” diyerek Dudu’yu savar, Seyit’in o sabah öldüðünü söylemez.
77
“Köye gelir gelmez Dudu’yu candarmalar yakaladý. Kaz çaldýðý için kasabada muhakeme edildi ve üç aya mahkum oldu. Yalnýz cezasýný kaza hapishanesinde
yattýðý için, harman zamanýna kadar, kocasýnýn ölümünden haberi olmadý.”
S. Ali köy yaþamýný anlattýðý birçok öyküde olduðu gibi “Kazlar”da da yoksul köylülerin çaresizliklerini, yoksulluklarýndan dolayý çektikleri acýlarý, mevcut idarenin acýmasýzlýðýný, yiyiciliðini sarsýcý bir biçimde
anlatýr.
‘Deðirmen’de toplanmýþ olan “Kurtarýlamayan
Þaheser”, “Kýrlangýç”, “Viyolonsel”, “Bir Cinayetin
Sebebi”, “Komik-i Þehir” hikayelerinde aþk temasý iþlenir. Kuþkusuz bunlardan en çarpýcý olaný kitaba adýný
veren ‘Deðirmen’ adlý öyküdür.
Deðirmen’de Atmaca lakaplý bir çingene delikanlýsýnýn öyküsü çeribaþýsýnýn aðzýndan anlatýlýr.
“Siz sevemezsiniz adaþým, siz þehirde ve köyde
yaþayanlar siz birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz birisinden korkan ve birisini tehdit edenler…
Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnýz bizler biliriz. Bizler;
Batý rüzgarý kadar serbest dolaþan ve kendimizden baþka Allah tanýmayan çingeneler…” Çeribaþý bu sözlerle
baþlar Atmaca’nýn büyük aþkýný anlatmaya.
Atmaca güzel klarnet çalan yakýþýklý bir çingene
delikanlýsýdýr. Günün birinde konakladýklarý köyde deðirmencinin güzel kýzýna aþýk olur. Kýz çok güzeldir, fakat tek kolu yoktur. Daha küçükken deðirmenin çarklarýna kaptýrmýþtýr kolunu. Bu yüzden delikanlýnýn aþkýna
cevap veremez. Bu sakat haliyle, saðlam bir adamý sevmeye hakký olmadýðýný düþünür. Atmaca ne söylerse
söylesin bir türlü ikna edemez sevdiðini. Dertlenir,
günden güne erir, sararýp solar, çaresizlikten bütün gün
gözlerini deðirmene dikip klarnet çalar. Bir gün çeribaþýna akþam deðirmende çalacaðýný, ihtiyar deðirmenciyle konuþtuðunu söyler. Toplanýp giderler, Atmaca
bir süre klarnet çalar, sonra ayaða kalkýp büyük bir homurtuyla dönen deðirmenin çarklarýnýn baþýna gider ve
dönüp sevdiðine bakar uzun uzun. Sonra, bir an sonra
yüzü acýyla buruþur, tanýnmaz hale gelir. Çevresindekiler yanýna koþarlar ama iþ iþten geçmiþtir. Atmacanýn
sað kolu yerinde yoktur ve oradan oluk oluk kan akmaktadýr.
“Ýþte adaþým” der Çeribaþý “sana seven bir çingenenin hikayesi. Çiçeklerin açtýðý mevsimde senin kollarýna yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla
uzak su kenarlarýnda oturmak ve öpüþmek, yoruluncaya kadar öpüþmek hoþ þeydir… Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir þeyi kendisinde taþýmaya tahammül
etmeyerek onu koparýp atabilmek, iþte adaþým, yalnýz
bu sevmektir.”
‘Deðirmen’deki aþk hikayeleri biraz eski halk hikayelerine benzer. Aþýk sevdiðine ulaþmak için hiçbir
78
engel tanýmaz, imkansýz sayýlabilecek þeyleri dahi yapar. Kurtarýlamayan þaheserde olduðu gibi bir tür feragattir, vazgeçiþtir aþýklýk. Maddi, manevi ne varsa, her
türlü deðerden, hatta Deðirmen’de olduðu gibi vücudun bir parçasýndan vazgeçebilmektir. Ya da ‘Viyolonsel’deki gibi sevdiðinin mezarý baþýnda bir ömür boyu
ona en sevdiði parçayý çalabilmektir aþk.
Ýlk öykü kitabý Deðirmen’den bir yýl sonra ilk romaný Kuyucaklý Yusuf’un tamamý 9 Kasým 1936’dan
21 Ocak 1937’ye kadar Tan gazetesinde yayýnlanýr. Ve
okur tarafýndan çok beðenilir. Yine 1936’da ikinci öykü kitabý ‘Kaðný’ çýkar, ayný yýl yazarýn ‘Esirler’ adlý tiyatro oyunu varlýk dergisinde yayýnlanýr.
Kuyucaklý Yusuf’ta bir aþk hikayesi etrafýnda geçen olaylarla iþçisi, köylüsü, eþrafý, bürokratýyla bir kasaba halkýnýn yaþamý anlatýlýr. Dönem Osmanlý imparatorluðunun son dönemidir. 1908’de meþrutiyetin ilaný ile iktidara gelen ittihat ve Terakki Fýrkasý toprak aðalarýný ve henüz filizlenmekte olan burjuvaziyi koruyup
kollamaya çalýþýrken emekçi halk, yoksul köylü geçmiþe oranla daha çok ezilir, daha çok baský ve zulme uðrar. Romanda dönemin siyasal geliþmelerine bire bir
deðinilmez ama iþçinin, köylünün çaresizliði, zengin
kesimin ayrýcalýklarý, idareciler tarafýndan kayýrýlmasý
olaylar içinde açýkça görülür. Olaylar 1903 Nazilli’sinde geçer.
Kuyucaklý Yusuf, iyinin kötüye, ezilenin ezene,
ayrýcalýklý olana karþý çaresizliðinin gerçekçi bir biçimde anlatýlýþýdýr. Ve ayný zamanda bir büyük isyandýr.
Zeytin amelesinin, Çineli Kübra ve anasýnýn, hatta Muazzez’in isyanýdýr. Yusuf atýný daðlara doðru sürerken
fabrikatör Hilmi’ye, kaymakam Ýzzet’e, analýðý Þahinde’ye dolayýsýyla bütün kötülüklerin kaynaðý olan düzene isyan eder.
Nazým Hikmet’e göre Kuyucaklý Yusuf:
“… Bazý manasýz romantizm elemanlarý ihtiva etmesine raðmen, Türk roman tarihinde yeni bir merhale
teþkil eder. Türk edebiyatýnda, bir Türk kasabacýðýnýn
ve kýsmen kötülerin hayatý, bu kadar büyük bir kuvvetle ilk defa tasvir ediliyordu. Hatta mürteci münekkitler
(gerici
eleþtirmenler)
bile,
eserin
bedii kýymetini itiraf etmek mecburiyetinde kaldýlar.”
S. Ali, arkadaþý Cevdet Kudret’in bildirdiðine göre Kuyucaklý Yusuf’u üç kitaplýk bir dizi olarak tasarlamaktaydý. Birincisi: Kuyucaklý Yusuf, ikincisi: Çine
Kübra adýný taþýyacak ve daða çýkan Yusuf’un eþkiyalýk günlerini hikaye edecekti. Üçüncüsü ise Yusuf’un
daðdan inerek göçebe Yörükleri arasýnda geçirdiði yaþamý anlatacaktý. Yazar tasarladýðý dizinin ancak birincisini yazabilmiþtir. 1936’da Kuyucaklý Yusuf Tan gazetesinde tefrika edilirken ikinci öykü kitabý Kaðný yayýnlanýr. Kitapta toplam 13 hikaye vardýr. Kitaba adýný
veren Kaðný çarpýcý bir köy hikayesidir.
Kış ‘10
S. Ali, Kaðný’da yer alan Fikir Arkadaþý, Bir Skandal, Düþman baþlýklý hikayelerinde dönemin “sorumsuz, bilgisiz, tutucu, ikiyüzlü” aydýnlarýný ve memur takýmýný eleþtirir. Bunlardan, N. Hikmet’in ‘Kanatimce
ustalýk bakýmýndan S. Ali’nin en güzel hikayesi budur”
dediði ‘Düþman’da polis tarafýndan aranan bir sanýk uzun süre görüþmediði varlýklý bir arkadaþýna sýðýnmak
ister. Ev sahibi eski arkadaþýný önce içeri alýr, ancak bir
süre sonra solcu olduðunu anlar. Misafirini yatýrýr, ama
kendisi bir türlü uyumaz, türlü fikirler geçer aklýndan.
“Düþman”da artýk farklý sýnýfsal çýkarlara sahip iki
eski arkadaþýn durumu hikaye edilir. Arkadaþlardan biri toplumsal çýkarlardan yana ve bu nedenle polis tarafýndan aranýyor iken diðeri giderek bencilleþmiþ, kiþisel
çýkarlarý uðruna arkadaþýný ihbar edecek duruma gelmiþtir.
30 Eylül 1937’de kýzý Filiz doðar. Filiz henüz yedi
aylýkken 1938’de askere çaðrýlýr. S. Ali. Teðmen olarak
Eskiþehir’e gönderilir. Askerlik bitince Ankara’ya geri
döner ve 1936-37 yýllarý arasýnda yazýlmýþ beþ öykünün
yer aldýðý, SES adlý kitabýný yayýnlatýr. Ses’te ‘Köstence Güzellik Kraliçesi’ adlý öyküde aþk, geri kalan dört
öyküde ise iþçi ve köylülerin yaþamlarý konu edilir.
“Mehtaplý Bir Gece” baþlýklý hikayede, kötü çalýþma koþullarýndan dolayý hastalanan bir iþçi yoksulluktan, bakýmsýzlýktan dolayý çalýþamaz duruma gelir ve
iþten atýlýr. Bir süre akrabalarý ve tanýdýklarýnýn yardýmýyla idare etse de en sonu sokakta kalýr. Bir süre sonra açlýða ve ciðerlerindeki aðrýlara dayanamayacaðýný
hisseder ve ölmek ister. “Kimseyi rahatsýz etmemek,
kimsenin de rahatsýz etmemesi için tenha bir yer bulur
ölmek için. Bu sýrada bir sokak kadýný gelir yanýna, hasta olduðunu anlar, alýp yoksul barakasýna götürür. Ona
“bir kardeþ, bir ana, bir sevgili” ilgi ve þefkatiyle bakar
ve iyileþtirir.
Mehtaplý Bir Gece, S. Ali’nin iþçileri mevzu ettiði
birkaç hikayesinden biridir. Ancak burada da asýl vurgu
kadýnýn fedakarlýðýna, insanca davranýþýna yapýlýr. Zor
durumda olan birine, eþ-dost, akrabalar deðil de tüm
toplumun gözünde aþaðý olan bir kadýn yardým eder. Ölümün eþiðinden çekip aldýðý bu hiç tanýmadýðý hasta adama bakar, baþýnda oturup gözyaþý döker. Umutlarýný
yitirmiþ adamda tekrar yaþama isteði uyandýrýr.
1937’de Ýçiþleri Bakanlýðý ‘Türk Hikayeleri Antolojisi’ hazýrlamak için çalýþmalara giriþir. S. Ali’den de
‘Atatürk Devrimleri’nin þekillendirdiði yeni Türk insanýný anlatan bir hikayesini seçip göndermesi istenir. S.
Ali Ýçiþleri Bakanlýðýnýn bu talebini, “Hikayelerim arasýnda bir intihap yapabilmek kabiliyetinden öteden beri mahrum bulunmuþ olmaklýðým dolayýsýyla þahsen bir
tercihte bulunamayacaðýmý ve zaten yazýlarým arasýnda
mezkur müessesenin arzu ettiði –Kemalist Türkiye’nin
yeni psikolojisini canlandýran, izah eden ve inkýlabýn
Kış ‘10
forme ettiði yeni Türk insanýný anlatacak mahiyette olan- hikayeler mevcut olmadýðý için benim bu antolojinin dýþýnda býrakýlmamýn daha münasip olacaðý düþüncesinde bulunduðumu arz eder, saygýlarýmý sunarým”
diyerek reddeder.
S. Ali, askerlik dönüþü Ankara musiki muallim
mektebine atanýr. Devlet Konservatuarýnda Carl Ebert’in çevirmeni, öðretmen ve dramaturg olarak çalýþmaya baþlar. 1939’da ikinci paylaþým savaþý baþlar. Almanya Polanya’yý iþgal eder. Ýki gün sonra Ýngiltere ve
Fransa Almanya’ya savaþ ilan eder. S. Ali savaþ nedeniyle tekrar askere alýnýr. Ýstanbul Büyükdere’deki ekmekçi kolunda görevlendirilir. Ayný yýl ‘Ýçimizdeki
Þeytan’ ulus gazetesinde tefrika edilmeye baþlar.
S. Ali, bu ikinci romanýnda hem Nazi Faþizminden
cesaret alarak örgütlenme, yayýn çýkarma gibi faaliyetlerini yoðunlaþtýran Hitler hayraný faþist yazarlarla bir
tür hesaplaþma içine girer, hem de bu ýrkçý-faþistlerin içine düþmüþ, henüz nerede duracaðýný bilemeyen yarýaydýn sayýlabilecek Ömer’in kiþiliðinde toplumun bu
kesiminin tembelliðini, sorumsuzluðunu eleþtirir.
‘Ýçimizdeki Þeytan’ dönemin aydýn ve yazarlarý
tarafýndan anti-faþist bir roman olarak deðerlendirilir.
S. Ali, romanýn yazýldýðý yýllarýn baskýcý ortamýndan
dolayý faþizmin ideolojik politik yüzüne pek dokunamamýþ. Faþizmin kötülüðünü yarattýðý karakterlerin
ruhsal ve bedensel çirkinliklerinin uzun tasviriyle vermeye çalýþmýþtýr. “Söylediðine göre S.Ali bu karakterleri yaratmamýþ yakýn çevresindeki saðcý yazarlardan
seçmiþtir. Romandaki Nihat, Nihal Adsýz’ý Profesör
Hikmet, Mükrimin Halil’i, Ýsmet Þerif’te Peyami Safa’yý temsil etmekteymiþ.
Ýsmet Þerif böylesine iðrenç bir adamdýr. Nihat ise
kavgacýdýr bencil ve çýkarcýdýr. Zaman zaman söylevvari konuþmalarýndan bencilliðinin ve çýkarcýlýðýnýn altýndaki dünya görüþünün Hitlerin ‘Kavgam’ kitabýndaki satýrlarýyla birebir ayný olduðu görülür. Ömer, tüm
baþarýsýzlýklarýnýn, zaaflarýnýn suçunu ‘içindeki þeytan’a yükleyip kurtulma yolunu zorlamaktadýr baþlangýçta.
“Büsbütün baþka bir hayat, daha az gülünç ve daha çok manalý bir hayat istiyorum. Belki bunu arayýp
bulmakta mümkün… Fakat içimde öyle bir þeytan var
ki… Bana her zaman istediðimden büsbütün baþka þeyler yaptýrýyor. Onun elinden kurtulmaya çalýþmak
boþ… Yalnýz ben deðil, hepimiz onun elinde oyuncaðýz…” Ancak, sonunda yaþadýklarýndan dürüstçe dersler çýkarýp içindeki þeytaný mahkum etmesi gerektiðini
kavrar. Bedri ise tutarlý, bilinçli, dürüst ve namuslu bir
gençtir. Tüm bu çirkinliklerin içinde iyiyi, güzeli, güzel
ve huzurlu bir geleceði temsil eder.
‘Ýçimizdeki Þeytan’ yayýnlandýðýnda, roman faþist
çevrelerin þiddetli eleþtirilerine maruz kalýr. S.Ali’ye
79
yönelik büyük bir yýpratma ve karalama kampanyasý
yürütülür. Hatta Nihal Atsýz bu çevrede ‘Ýçimizdeki
Þeytanlar’ adlý bir broþür yayýnlar. Yýllarca sürecek olan karþýlýklý hakaret davalarý açýlýr.
S.Ali askerde iken bir tek teðmen maaþý ile evinin
ve küçük kýzý Filiz’in ihtiyaçlarýný karþýlamakta zorlanýr. Hakikat gazetesinin ‘siyasete bulaþmayan, sürükleyici aþk romaný’ sipariþini kabul eder. Ve Ýstanbul Büyükdere’de kurulan ordugah çadýrlarýnda “Kürk Mantolu Madonna”yý yazar. Asýl amacý para kazanmaktýr.
Ancak gazete sahibi romanýn tutulmadýðýný bahane ederek para ödemek istemez. Bunun üzerine yazar romaný daha fazla uzatmadan bitirir.
“Kürk Mantolu Madonna” hazin bir aþk hikayesidir. Raif Erendi ile Maria Puder’in aþký hikaye edilirken yüzeyselde olsa dönemin kadýn-erkek iliþkileri irdelenir. Özellikle aþk iliþkisinde kadýnýn erkek karþýsýndaki konumu sorgulanýr.
Hikayede yazar, baþ karakter Raif Efendi ile arkadaþýnýn yardýmýyla bulduðu yeni iþinde tanýþýr. Raif Efendi ‘çevresine ilgisiz, sessiz sakin, kýr saçlý, boða
gözlüklü’ bir adamdýr. Þirketin Almanca çevirenidir.
Bir gün hastalanýr, yazar evine ziyarete gider. Raif Efendi yazardan bürodaki birkaç parça eþyasýný getirmesini rica eder. Bu eþyalar arasýnda bir de defter vardýr.
Yazar defteri okumak için izin ister. Raif Efendi zorda
olsa razý olur. Ertesi gün de ölür. Defterde Raif Efendi’nin yaþam öyküsü yazýlýdýr.
Raif Havran’lý zengin bir ailenin oðludur. Babasýnýn isteði üzerine sabunculuk öðrenmek için Almanya’ya gider, Berlin’de bir pansiyona yerleþir. Bir sabun
fabrikasýna baþvurur, fakat bu iþ hiç ilgisini çekmez. O
bir yandan dil öðrenmeye çalýþýr, bir yandan da bol bol
okur, sergileri, müzeleri gezerek vakit geçirir. Bir gün
bir sergide Maria Puder imzalý bir kadýn portresi görür
ve bu portreye tutulur. Öyle ki her gün gelip, saatlerce
bu resmi izler.
Bir akþam sokakta resimdeki kadýna rastlar, ne diyeceðini bilemez. Kadýn gözden kaybolur gider. Ertesi
gün ayný yerde bekler. Kadýn yine görünür, bu sefer izini kaybetmemek için takip eder. Bir bara girdiðini görür. O da arkasýndan girer. Biraz sonra kadýn elinde kemanýyla þarký söylemek için sahneye çýkar. Baþýyla selamlar Raif’i. Raif kadýnýn her gün izlemeye gittiði
portrenin ressamý ve modeli olduðunu ve kendisini tanýdýðýný anlar. O geceden sonra sýk sýk buluþur, parklarý, sergileri, müzeleri gezerler birlikte. Maria, Raif’in
arkadaþlýðýný kendisinden hiçbir þey istemeyeceðine
dair þart koþarak kabul eder.
Yýlbaþý gecesini bir barda birlikte geçirirler. Maria
bir ara hüzünlenir dýþarý çýkar. Raif onu bulduðunda kar
altýnda durmaktan üþümüþtür, alýp eve götürür. O gece
birlikte olurlar. Maria sabah çok üzgün kalkar. Raif’i
80
bir türlü sevemediðini anlar ve bir daha görüþmek istemediðini söyler.
Raif günlerce sevgilisinin evi önünde dolaþýr ama
kapýsýný çalmaya bir türlü cesaret edemez. Üzüntüsünden intihar etmeyi bile düþünür. En sonunda Maria’nýn
hastalanmýþ, hastaneye kaldýrýlmýþ olduðunu öðrenir.
Ziyaretine gider. Maria onun sararmýþ, bitkin halini görünce etkilenir. Hastaneden çýkýnca Raif ona iki hafta
kadar bakar, iyileþtirir. Karþýlýksýz gösterilen bu ilgi ve
þefkatten etkilenen Maria, Raif’i sevdiðini ve ona baðlandýðýný hisseder. Bu sýrada Raif, ailesinden aldýðý bir
mektupla babasýnýn öldüðünü öðrenir. Acele Türkiye’ye dönmesi gerekmektedir.
Ayrýlýrken Maria Raif’e “Ne zaman çaðýrýrsan gelirim” der. Bir süre mektuplaþýrlar. Raif, iþlerini yoluna
koyduktan sonra Maria’yý çaðýrma niyetindedir. Maria,
mektuplarýnda, geldiðinde sevindirici bir haber vereceðinden bahseder. Ancak mektuplar aniden kesilir. Raif
üzüntüyle bekler, haber alamayýnca kýrýlýr, karamsarlýða düþer. Ýnsanýn ‘en sevdiði, en güvendiði insan bunu
yaparsa öbürleri ne yapmaz’ diye düþünür. Birkaç yýl
sonra evlenir, çocuklarý olur, “bir nohut gibi þikayetsiz,
þuursuz, iradesiz yaþayýp gider.”
Aradan on yýl geçer, tesadüfen Almanya’da kaldýðý pansiyonun sahibesiyle karþýlaþýr. Maria’nýn doðum
sýrasýnda öldüðünü, çocuðun ise yaþadýðýný öðrenir. Büyük bir utanç ve piþmanlýk duyar. “Bir ölüye karþý duyulan hazin ve faydasýz nedametle” kývranýr.
Bir akþam saatlerce sokaklarda dolaþýr, üþütüp
hastalanýr. Artýk yaþama isteði ve direnci kalmamýþtýr.
“Gene dün akþam anladým ki hayatýmdan o kadýn çýktýktan sonra, her þey hakikiliðini kaybetmiþ; ben onunla beraber, belkide daha evvel ölmüþtüm” diye düþünür
ve çok geçmeden de ölür.
S. Ali, bir aydýn olarak kadýnlarýn toplumsal eþitlik
ve özgürlük sorununa duyarlýdýr ve yer yer öykülerinde
bu konuya deðinir. Yazar ‘Kürk Mantolu Madonna’da
iki cins arasýndaki eþitsizliðin bir yanýný, kadýnýn aþkta
eþitlik ve özgürlük isteðini öne çýkartýr.
“Kürk Mantolu Madonna” yani Maria Puder kiþilikli, güçlü bir kadýndýr. Küçük yaþlardan itibaren yaþamýn zorluklarýyla tek baþýna baþ etmeyi öðrenmiþ, bir
erkeðe baðýmlý olmadan ayakta durabilmeyi baþarmýþtýr. Yaþamda ne istediðini de ne istemediðini de gayet
net olarak ortaya koyar. Kadýnýn erkek karþýsýndaki geleneksel rolünü kabule asla yanaþmaz.
1943’te “Yeni Dünya” yayýnlanýr. Bu kitaptaki hikayelerin çoðunluðu yine köy yaþamý ve köylüler üzerinedir. S. Ali’nin en güzel aþk hikayelerinden biri olan
‘Hasan Boðuldu’da bu kitapta yer alýr. Hasan Boðuldu,
hem güçlü doða tasvirleriyle hem de aþýklar arasýndaki
þiirsel diyaloglarla etkileyici, hüzünlü bir aþk hikayesidir. S. Ali, farklý bir tarzda yazdýðý bu hikayede halk de-
Kış ‘10
yiþlerinden, þiirlerinden yararlanmýþtýr. Hikaye Edremit’in Kaz daðlarýnda geçer. Zeytinli kasabasýnda bahçývanlýk yapan Hasan pazarda yüksek abalý Yörük kýzý
Emine’yi görür, birbirlerine aþýk olur iki genç. Hasan
Emine ile evlenmek ister.
Sabahattin Ali öykülerinin birçoðunda küçük kent
ya da köylerde bedenlerini satarak yaþayan, sazlarda
þarký söyleyip oynayarak, sarhoþlarý eðlendirerek para
kazanan kadýnlarla, onlarýn yaþamlarýyla ilgili yazmýþtýr. Yazar bu öykülerinde “toplumsal ortamýn bozduðu
bu kadýnlarýn” yaþamlarý boyunca itilip kakýlmalarýný,
insan yerine konulmamalarýný ve yaþamlarýndaki türlü
zorluklarý dramatik bir biçimde hikaye eder. Kitaba adýný veren “Yeni Dünya” adlý öyküde böyle bir kadýnýn
acýklý öyküsüdür. Yeni Dünya, gençliði güzelliði ile ün
yapmýþ fakat hastalanmýþ, birkaç yýl içinde çökmüþtür.
Yine de çaðrýlý olduðu düðünlere, þenliklere gidip oynar, raký daðýtýp hovardalarý eðlendirmeye, para kazanýp geçinmeye çalýþýr.
Dönemin hükümetinin özenle beslediði faþist çevrelerin S. Ali ve ilerici, aydýn ve yazarlara, bilim adamlarýna saldýrýlarý yoðunlaþýr. 1944’te Nihal Atsýz çýkardýðý Orhun dergisinde Baþbakan Þükrü Saracoðlu’na
‘açýk mektup’ yayýnlar. “Burada Nihal Atsýz hükümetin solculara ve sol dergilere hoþgörü gösterdiðini iddia ediyor. Orhun’un 1 Nisan 1944 günlü sayýsýnda ise
“maarif sahasýna girmiþ olan komünistlerden” söz ediyor; Sabahattin Ali, düpertev Naili Boratav, Prof Sadrettin Celal ve Ahmet Cevat’ýn adlarýný anýyor; bu kiþileri önemli görevlerde tutan misafir vekili’nin (Milli Eðitim Bakaný Hasan Ali Yücel) görevden çekilmesi gerektiðini söylüyordu.”
S. Ali, Nihal Atsýz’a bu yazýda kendisine “vatan
haini” dediði için dava açar. Davanýn görüleceði 26 Nisan’da faþistler adliyede ve Ankara sokaklarýnda gösteriler yaparlar. Mahkemelerde Nihal Atsýz’ý alkýþlar;
Kahrolsun Komünistler’ diye slogan atýp sokaklarda
polisle çatýþýrlar. Mahkeme Atsýz’ý suçlu bulur, 4 ay hapis 100 lira da manevi tazminat ödemeye mahkum eder, ancak ceza ertelenir.
Bu ertelemenin üzerinden çok geçmeden, 17 Mayýs 1944’te aralarýnda Nihal Atsýz’ýnda bulunduðu bir
grup faþist tutuklanýr. Zira ikinci Emperyalist Paylaþým
Savaþýnda sona yaklaþýlmýþ, faþizmin Sovyet ve Doðu
Avrupa halklarý karþýsýnda yenileceði anlaþýlmýþtýr.
Türkiye savaþa fiilen katýlmaz, ama savaþ boyunca
SSCB, Fransa ve Ýngiltere ile imzaladýðý tarafsýzlýk anlaþmalarýný çiðneyip Hitler’e yardým eder. Alman silah
fabrikalarýnýn krom ihtiyacýný karþýlar. Türkiye 1944 yýlý ortalarýnda, hem deðiþen dengelere ayak uydurmak
hem de ABD ve Ýngiltere’den kesilen yardýmlarý yeniden alabilmek için Almanya ile tüm iliþkilerini keser.
Bu dönemin koþullarý gereði göstermelik olarak tutuk-
Kış ‘10
lanan Nihal Atsýz ve tayfasý ise kýsa bir süre sonra aklanýp serbest býrakýlýrlar.
Nihal Atsýz’la yaþanan olaylar S. Ali’nin konservatuardaki öðretmenliðine ve diðer görevlerine son verilmesine sebep olur. S. Ali, dönemin Eðitim Bakaný
Hasan Ali Yücel’e bir mektup yazar. Mektupta Bakanlýðýn, hakkýnda aldýðý kararý yerinde bulduðunu ve genel olarak siyasi düþüncelerini açýklar.
“Hükümet memuru olmanýn bana yüklediði idari
vazife ile muharrir hüviyetimin artýk baðdaþamaz bir
hale geldiðini son senelerde açýkça hissediyordum.
…Kendimi ve eserlerimi inkar edip yazý yazmaktan
vazgeçmedikçe, siyasi mücadeleden kaçýnmamýn imkansýz olduðuna kesin þekilde hükmettim. Uzun uzadýya düþündüm. Sükun ve rahatý seven mizacýmý, karýmý,
çocuðumu göz önünde tutarak memurluða devam mý
etmeliydim, yoksa memlekette çok okunan, sevilen…
bir muharririn sosyal vazifelerini düþünerek açýkça mücadeleye mi atýlmalýydým? Bana bu sonuncu vazife daha mühim, daha lüzumlu ve daha kaçýnýlmaz göründü.
(…)
Bundan baþka, dünyanýn dev adýmlarla sosyalist
bir iktisadi nizama gittiði inkar edilemezdi. Hele bizim
gibi istihsal seviyesi pek düþük olan bir memleketi yüksek medeniyet seviyesine ancak sosyalizm çýkarabilirdi. Fakat yurdumuzun birçok bölgeleri ekonomik ve
sosyal
bakýmdan
henüz
pek
iptidai bir vaziyette bulunduðu, halkýmýzýn kültür seviyesi
sosyalizmi kavramasýna müsait olmadýðý için, kanaatimce biz de bu yolda yapýlacak iþ, sosyalist cemiyete
geçiþ için gereken þartlarýn hazýrlanmasýna hizmet etmek olabilirdi.” 27
S. Ali bu düþüncelerle tam olarak ne yapacaðýna
henüz karar verememiþken Cami Baykurt’la tanýþýr.
Birçok konuda hemen hemen ayný görüþlere sahip olduklarýný görür. O da “her milletin kendi sosyalist nizamýný kendi bünyesine göre kurmasý hususunda” S. Ali
gibi düþünmektedir. Bir süre sonra Cami Baykurt, S. Ali’den oðlunun çýkarmak istediði günlük siyasi gazeteye fikri katkýlarýný ister. Sonradan iþe, S. Ali’nin yirmi
yýllýk dostu Esat Adil Müstecaplý’da katýlýr. Üç ortak,
türlü zorluklarý aþarak 1 Aralýk 1945’te ‘Yeni Dünya’
adlý gazeteyi çýkarýrlar.
Yeni Dünya’nýn dördüncü sayýsýnýn çýktýðý gün,
yani 4 Aralýk 1945’te tarihe ‘Tan Olaylarý’ diye geçecek faþist saldýrýlar gerçekleþir.
Hükümet, (CHP) Zekeriya Sertel’in sahibi olduðu
Tan ve Tan çizgisindeki gazetelerden rahatsýzdýr. Bu
gazeteleri susturmak, ilerici yazarlara ve tüm muhalif
kesime gözdaðý vermek istenir. Ancak, tek ve asýl amaç
bu deðildir elbette.
Sosyalizm, Doðu Avrupa devrimleriyle dünyanýn
üçte birini kapsar hale gelmiþtir. Emperyalizmin yeni e-
81
fendisi ABD, Sovyetlerin ve sosyalizmin maddi ve manevi gücünün artmasýný önlemek için Avrupa ülkelerine yardým kararý alýr. Adýna Marshall Planý denen bu
yardýmlar öncelikle savaþta yýkýma uðramýþ ülkelere ve
‘komünizm tehlikesi’ altýnda olan ülkelere verilecektir.
Türkiye savaþa girmediði için birinci grupta deðildir. Ýkinci gruba girebilmek, yani ülkenin, komünizm tehdidi altýnda olduðuna ABD’yi ikna etmek için bir saldýrý
tertipler. Saldýrýn baþlama iþaretini de Hüseyin Cahit’in
Tanin gazetesinde büyük puntolarla yayýnlanan “Kalkýn Ey Ehli Vatan” baþlýklý yazýsý verir. Ellerinde sopalar ve balyozlarla yürüyüþe geçen bir grup faþist, Tan,
Görüþler, Yeni Dünya, Gün, La Turquie”nin yönetim
ve basým yerlerine saldýrýr. Makineleri parçalar, kaðýtlarý yýrtarlar. ABC, Berrak ve Lena Kitapevlerinin camlarý kýrýlýr, kitaplar paramparça edilir. Ancak bütün bu
tertipler bu vahþet ABD’yi ikna etmeye yetmez. ABD
o yýl Türkiye’yi Marshall Planýna dahil etmez.
S. Ali yeniden iþsiz kalýr. Üstelik büyük maddi zarara uðramýþtýr. Bir süre Türkiye Sosyalist Partisinin
yayýn organý “Gerçek” gazetesinde yazar. Daha sonra
Aziz Nesin ve Rýfat Ilgaz’la ‘Markopaþa’ adlý gazeteyi
çýkarýrlar.
Rýfat Ilgaz, o günleri þöyle anlatýr anýlarýnda:
“Aziz’le bilfiil çalýþtýðýmýz Gerçek gazetesi sýkýyönetimce kapatýldýðý günlerde yeni neþriyat planlarý çiziyorduk. Unkapaný köprüsünü yayan geçtiðimiz geceler
Makropaþa isimli bir mizah gazetesi de bu tasavvurlar
arasýnda idi. Aziz bu gazetenin tutacaðýna hepimizi ikna etmiþti… Tayinimin neticeleneceði akþamdý. Sabahattin’e rastladým. Yanýnda bizim vekaletin ileri gelenlerinden bir arkadaþ vardý. Beni bir çekerek, “Aziz’le
anlaþtým Makropaþa’yý çýkarýyoruz, göreceksin nasýl
tutacak!” dedi. Ben tasdik edince çok memnun oldu.”
Makropaþa 25 Kasým 1946’da yayýnlanmaya baþladýðýnda gerçekten de muazzam bir ilgiyle karþýlanýr.
Dönemin en çok satan (60 bin) gazetesi olur. Markopaþa, haftalýk, siyasi mizah gazetesi olarak yayýnlanýr.
Baþyazý hariç diðer yazýlar mizahi bir dille yazýlýr. Böylece Türkiye’de ilk defa mizahla siyaset yapýlmýþ olur.
Ancak, Markopaþa’nýn ömrü pek uzun olmaz. 16 Aralýk 1946 tarihli dördüncü sayýsýnda çýkan ‘Topunuzun
Köküne Kibrit Suyu’ baþlýklý yazý dolayýsýyla gazete sýkýyönetimce toplatýlýr. “Cemil Sait Barlas’la ilgili olan
bu yazýyý Aziz Nesin yazmýþtýr, ama üstünde imzasý bulunmadýðýndan Markopaþa’nýn sahibi ve sorumlusu olan S. Ali içeri alýnýr. Ayrýca ‘Nereye gidiyoruz’ adlý
broþür yüzünden Aziz Nesin’de tutuklanýr. 17 gün sonra S. Ali, ondan bir gün sonra da Aziz Nesin býrakýlýr.”
Markopaþa, üst üste uðradýðý kovuþturmalardan
dolayý 16 Mayýs 1947 günü kapatýlýr. S. Ali on gün sonra Merhumpaþa’yý çýkartýr. Sonra da Malumpaþa’yý…
sonra da diðerlerini. Markopaþa, ilk çýktýðý günden iti-
82
baren polis takibine alýnýr, türlü baskýlara uðrar. Malumpaþa’nýn ilk sayýsýna yazdýðý baþyazýda, S. Ali isyan
ederek bu gazetenin baþýna gelenleri anlatýr. “Bir gazete çýktý… 1947 yýlýnda, Türkiye Cumhuriyeti hudutlarý
içinde, dünyanýn en medeni þehirlerinden Ýstanbul’da.
Bu gazete ancak 22 sayý çýkabildi.
Bu 22 sayý ile Türkiye’de baský rekoru kýrdý: 60
bin basarak birçok para kazandý. Fakat kendisine, tahmin edilemeyen zorluklar çýkarýldýðýndan, tek yolunda
yürüyebilmek için, muhtaç olduðu teknik vasýtalara ve
bunlarýn insafsýz ve korkak sahiplerine hayret edilecek
yüksek fiyatlar ödeyerek, korkak ve aç gözlerini para ile doyurdu.
Bu 22 sayýda, hiçbir gazeteye yapýlmadýk þekilde
ona, gazeteler insafsýzca hücum ettiler, iftira ettiler.
Matbaacýlara basmamalarý için gizli emirler verildi. Bayiler, satmamalarý için, el altýndan tehdit edildi. Bu gazeteyi satýp ekmek parasý kazanan çýplak ayaklý 7-8
yaþlarýnda çocuklar toplanarak, parmak izleri alýnmak
suretiyle, sabýkalýlar sýnýfýna ithal edildi. 22 sayýda, Ýstanbul, Ankara ve Ýzmir’de, daha baþka vilayetlerde, 33
defa nümayiþler tertip ettirildi. Gazeteler yýrttýrýldý, ayaklar altýnda çiðnetildi. Hatta þöyle bir vaka oldu: Bir
vilayette, iþçilere para daðýtarak, bu gazeteyi alýp yýrtmalarý, miting yapmalarý için emir verdiler. Filhakika
miting yapýldý amma, iþçiler kendilerine verilen para ile söylenen gazeteyi deðil, ulus gazetesini alýp yýrttýlar.
Markopaþa’nýn ve ardýllarýnýn baþýna gelenler ve genel
olarak aydýnlarýn, iþçi ve emekçi halk üzerindeki baskýlarýn artmasý, toplumsal muhalefetin geldiði düzeyle
yakýndan ilgiliydi.
S. Ali, 28 Mayýs 1947’de tekrar tutuklanýr. Markopaþa’nýn 16 Aralýk sayýsýndaki Sait Barlas’a hakaret davasý sonuçlanýr, S. Ali 3 ay hapse mahkum edilir. Önce
Sultanahmet, daha sonra da Paþakapýsý cezaevlerinde
yatar. Çýktýktan sonra Markopaþa’nýn takipçisi olan Alibaba’yý çýkartýr. Alibaba, kaðýt, basým, daðýtým konusundaki türlü engellemelerle ancak 4 sayý çýkartýlabilir
ve kapanýr.
Ayný yýl “Sýrça Köþk” adlý hikaye kitabý yayýnlanýr.
Bu kitapta 13 hikaye, dört de masal vardýr. Masallardan
biri, yazarýn kendi deyimiyle “suya sabuna dokunmayan bir aþk masalý’dýr.” Diðer üçü; ‘Devlerin Ölümü’,
‘Koyun Masalý’ ve ‘Sýrça Köþk’te ise sistem eleþtirisi
yapýlýr. S. Ali dönemin baskýcý, sansürcü ortamýndan
dolayý düþüncelerini masal tarzýnda yazmayý dener.
Ancak bu deneme, dönemin iktidarýnýn gözünden kaçmaz. Kitap yayýnlandýktan kýsa bir süre sonra kitaba adýný veren ‘Sýrça Köþk’ masalý bahane edilerek bakanlýk kararýyla toplatýlýr.
Bu masalda, çalýþmayý sevmeyen, baþkalarýnýn sýrtýndan geçinen üç arkadaþ vardýr. Bunlarýn yolu, insanlarýnýn hep birlikte üretip, hep birlikte tükettikleri bir
Kış ‘10
þehre düþer. Üç kafadar bu þehirde çalýþmadan yaþamak
için bir plan yaparlar. Planladýklarý gibi, þehirde sokak
sokak dolaþýp bir þey arýyorlarmýþ gibi yapar. “Allah,
Allah, amma acayip memleket” diye þaþýrýp, söylenirler. Halk toplanýr, ne aradýklarýn sorarlar. Kafadarlar:
“Yahu, sizin memleketin sýrça köþkü nerede? Hiç sýrça
köþksüz þehir olur mu?” derler. Ýyice þaþýran halký sýrça
köþkün ne lüzumlu bir þey olduðuna ve bir memlekette
mutlaka bulunmasý gerektiðine ikna ederler. Baþka
memleketlerden geri kalmak istemeyen þehir halký, sýrça köþkün yapýmý için gerekli malzemeyi temin eder,
insan ayýrýr, bu insanlarýn yiyeceðini giyeceðini saðlar.
Üç arkadaþ camdan yaptýklarý köþkün ilk katýný bitirip içine yerleþirler. Halk sevinir, artýk ‘Sýrça Köþk’leri vardýr. Az sonra üç kafadar “Burasý bize ve hizmetimize bakanlara dar geliyor, bir kat daha çýkmak lazým”
derler. “Sýrça Köþk yükseldikçe yükselmiþ, içi doldukça dolmuþ. Sýrça Köþk’e girmenin kolayýný bulan oradan çýkmak istemezmiþ. Ama Sýrça Köþk’te oturanlarla, onlara hizmet edenleri beslemekte halkýn belini pek
bükmüþ.”
Ellerinde kalan son koyunlarýný da getirip býrakan
halk, söve söve daðýlýrken, ‘onlarýn böyle homurdandýðýný, artýk verecek bir þeyleri kalmadýðý için korkacak
bir þeyleri de olmayacaðýný fark eden kafadarlarýn elebaþýsý’ öfkeli kalabalýðý yumuþatabilmek için kesilen
koyunlarýn kellelerini halka daðýttýrýr. Kelleleri alanlar
bakarlar ki, ne beyin býrakýlmýþtýr yerinde, ne göz, ne de
dil.
“Aralarýnda canýndan bezmiþ biri ‘böyle baþýn bana lüzumu yok!” diyerek, boynuzundan tuttuðu gibi
kelleyi fýrlatývermiþ. Ýþte o zaman herkesin þaþtýðý bir
þey olmuþ; hýzla gidip Sýrça Köþk’e çarpan kelle orada
‘þangýr!...’ diye koskocaman bir gedik açmýþ. Halk
Köþk’ün bu kadar çürük olduðunu görünce elindeki
kelleleri birbiri ardýna fýrlatmaya baþlamýþ. Göz açýp
kapayýncaya kadar tuzla buz olan sýrça köþk çökmüþ,
yýkýlmýþ.”
Sabahattin Ali, Alibaba kapatýldýktan sonra, M. Ali Aybar’ýn zincirli Hürriyet gazetesinde yazmaya baþlar. 5 Þubat 1948’de burada yazdýðý “Asýl Büyük Tehlike Bugünkü Ýktidarýn Devamýdýr” baþlýklý yazýsýndan
dolayý kovuþturmaya uðrar. Yazýda, daha CHP saflarýndayken, ‘Bugünkü halin devamý büyük tehlikedir’ diyerek, bu tehlikeyi bertaraf etmek için Demokrat Parti’yi kuranlar arasýnda yer alan Hikmet Bayar’ýn bu sözüne gönderme yapýlarak, hem iktidardaki CHP, hem
de DP eleþtirilir. Bu kovuþturma sonuçlanmadan, Merhumpaþa’nýn 26 Mayýs 1947 tarihli sayýsýnda yayýnlanan ‘Mahkeme Koridorlarýnda’ baþlýklý yazýsýnda ‘adaleti tahkir’ gerekçesiyle tutuklama kararý çýkar. S. Ali
tutuklama kararýný öðrenince hapse girmemek için Ýzmir’e gider. Sonra fikir deðiþtirip Ýstanbul’a döner ve
Kış ‘10
tutuklanýr. On bir gün sonra çýkarýldýðý ilk mahkemede
salýverilir.
Cezaevinden çýktýktan sonra her þey daha da zorlaþýr Sabahattin Ali için. Ýþsizdir, yazýlarýný yayýnlatacak
yer bulamaz. Hiçbir yerde yazmadýðý halde, burjuva
basýnda karalamalar, saldýrýlar eksik olmaz. Sürekli polis takibine maruz kalýr.
“Sabahattin Ali, baskýdan iyice bunalmýþtý… Ne
çalýþabiliyor ne yazabiliyor, ne de yaþayabiliyordu.
Dostlarýndan Rasih Nuri Ýleri’nin Niþantaþý’ndaki evinde saklanýyor, polise yakalanmamak için tebdil dolaþýyordu. Paltosunun yakasýný kaldýrýyor, kasketini öne eðiyor, boynuna eþarbýný iyice sarýyor, öyle sokaða çýkýyordu. Boþ zamanlarýnda durmadan okuyor, kitaplara
yeþil kalemiyle notlar alýyordu…”33
S. Ali daha fazla dayanamaz Fransa’ya gitmeye
karar verir, ancak pasaport alamaz. Yurtdýþýna çýkmak
için baþka yollar araþtýrmaya giriþir. Cezaevinden tanýdýðý Hasan Tural’a gider ve hazýrlýklara baþlarlar. S. Ali, kaçakçý Ali Ertekin’i son dönem nakliyecilik yapmak üzere aldýðý kamyonete muavin olarak alýr, yola
çýkarlar. Durumu ailesinden dahi gizler. Edirne’ye peynir götüreceðini söyleyerek ayrýlýr Ýstanbul’dan. Dostu
Rasih Nuri Ýleri’ye biri avukatý ve dostu M. Ali Cimcoz’a, diðeri de eþi Aliye’ye verilmek üzere iki mektup
býrakýr.
S. Ali’den aylarca haber alýnamaz. 16 Haziran
1948 günü Kýrklareli’nin Sazara köyü yakýnlarýnda koyunlarýný otlatan bir çoban ormanda bir çatlaðýn içinde
çürümüþ bir erkek cesedi gördüðünü ihbar eder. Bulunan cesedin S. Ali’ye ait olduðu, öldürüldüðü 2 Nisan
1948 gününden tam altý ay sonra, Ali Ertekin’in S. Ali’yi “milli duygularla” öldürdüðünü ‘itiraf edince!’ anlaþýlýr. Ali Ertekin sorgu yargýçlýðýna verdiði ifadede olayý soðukkanlýlýkla þöyle anlatýr:
“…Türk milletine fenalýk için harice kaçmak isteyen bir canavar olduðunu anladým… Ýþte bu milli düþünce ile birdenbire irademi kaybederek elimdeki sopa
ile kitap okumakta iken kafasýnýn sol tarafýna yüzüne
doðru þiddetle vurdum. Suratý, gözlükleri, kulaðý kan içinde kalmýþtý, arkasýndan ayný yere þiddetle bir daha
vurdum. Baktým hafif hafif nefes alýyordu, bu defa üçüncü bir darbeyi ensesine vurunca nefesi tamamen kesildi. Ölmüþtü.”
Sabahattin Ali’nin cesedi Ali Ertekin’in cinayeti
iþlediðini gösterdiði yerde, Öksüz Çatak mevkiinde gömülü kalýr. Köylüler buraya “Sabahattin Ali Çatlaðý”
derler.
S. Ali’nin öldürüldüðü resmen açýklanýnca, bütün
burjuva basýn en aðýr karalamalar, sövgülerle saldýrýr.
Oluþturulan baský ve korku havasýndan çoðu sevenleri
S. Ali savunmayý göze alamazlar. “Yalnýzca Baþdan
dergisinde arkadaþlarýndan Aziz Nesin, Rýfat Ilgaz, A-
83
bidin Nesimi, ve Sabri Soran acý olaya az buçuk karþý
çýkabildiler.”35
Nazým Hikmet ise çok sevdiði dostu S. Ali’nin öldürülmesi olayý üzerine bir yazýsýnda þöyle der: “Bazen
lüzumundan fazla telaþlandýðý olurdu. Bazense kendine, sýrf kendine lüzumundan fazla güvenirdi. Yumruklarýna deðil, zekasýna, ‘Ben, bizim polis þeflerinden, bizim içiþleri bakanlýklarýndan daha zekiyim, akýllýyým’
derdi.
Sabahattin Ali elbette onlardan zekiydi, akýllýydý.
Ama onlar teþkilatlýydýlar. Oysa ki Sabahattin hiçbir
teþkilata dahil deðildi. Parti üyesi olsaydý, bu onun hapislere girmesini yahut katledilmesini belki yine de önleyemezdi. Lakin o kahrolasý faþist provokasyonuna o
kadar kolayca düþmez, bir ormanda öylesine kolayca
katledilmezdi.”36
S.Ali’nin kimler tarafýndan nerede öldürüldüðü üzerine çeþitli varsayýmlar ortaya atýlýr. O dönemin baskýcý ortamýndan dolayý yüksek sesle dile getirilemese
de, 1960’lý yýllarýn baþýnda yazarýn devlet tarafýndan öldürtüldüðü açýkça konuþulur, yazýlýr hale gelir. En son
1992’de Samet Aðaoðlu’nun ölümünden sonra yayýnlanan ‘Siyasi Günlük’te o dönem küçük cep defterlerinde tuttuðu notlar vardýr. 14 Ocak 1949 tarihli bir notta
þöyle yazýlýdýr: “Dün Menderes, Sabahattin Ali’nin hükümet tarafýndan öldürüldüðünü, hadisenin on ay kadar
evvel olduðunu, hükümetin bu iþi nasýl meydana çýkaracaðýný çok düþündüðünü anlattý.”37
S. Ali’yi ‘milli duygularla’ öldürdüðünü ‘itiraf eden’ Ali Ertekin 28 Aralýk 1948’de tutuklanýr. Yapýlan
yargýlama sonunda 1950’de dört yýla mahkum olur. Ayný yýl çýkarýlan af ile serbest kalýr.
S. Ali’nin yazmaya baþladýðý ilk gençlik yýllarýnda
sosyalist aydýn çevrelerle tanýþmasý, çok okumasý ve
dünyada bu yöndeki geliþmeler, sosyalizmden etkilenmesine, sosyalist dünya görüþünü benimsemesini saðlar. Dolayýsýyla sanata bakýþý, sanatý ele alýþý ‘toplumcu
gerçekçi’ tarzda olur. S. Ali’ye göre “sanatýn bir tek sarih (açýk) maksadý vardýr: insanlarý daha iyiye, daha
doðruya, daha güzele yükseltmek, insanlarda bu yükselme arzusunu uyandýrmak”. Sanat, “insanlýða hizmet
ve mücadeledir… yüksek ruhlu yazarlarýn gönül eðlencesi deðildir…”
Sanatçýnýn insanlýðý daha iyiye, daha güzele yükseltme arzusunu uyandýrabilme mücadelesinde baþarýlý
olabilmek için de gerçekçi olmasý gerekir.
“Halkçý bir edebiyatýn ancak realist olabileceði, izaha ihtiyaç göstermeyecek kadar açýk bir hakikattir.
Halk alelumum realist olduðu ve tahriften hoþlanmadýðý için, hakikatleri maksatlý veya maksatsýz, þuurlu veya þuursuz deðiþtiren muharrirlerden de pek hoþlanmaz. (…), muharrir þöyle mi, böyle mi diye araþtýrmak
yerine, namuslu mu, yoksa yalancý ve tahrifçi mi diye
84
sormalýyýz. Hakiki realizm samimi olmak, yalan söylememektir.”
S. Ali hayatý boyunca “dürüst ve samimi” olmaktan vazgeçmez. Ýçinde yaþadýðý toplumda gördüklerini,
duyduklarýný, yaþamdaki hakikatleri, süslü sözcüklerle
deðil, halkýn anlayabileceði yalýn ve akýcý bir dille anlatýr. “Söylenmesi lüzumlu hiçbir þeyi ihmal etmeden,
fazla hiçbir þey ilave etmeden hayatýn hakikatlerini güzel bir þekilde”40 ortaya serer.
Hikayelerinde bireylerin öznel durumlarýný nesnel
koþullarý içinde ustalýklý anlatýr. Sýnýflý toplumda bireyin yaþadýðý ne varsa, -acý, zulüm, sevinç- hepsi sýnýfsal çerçevede deðerlendirilir. Bu nedenle S. Ali’nin hikayelerinde ezen ve ezilen olmak üzere hep iki tip insan vardýr. Ezen bazen aða olur, bazen jandarma, bazen
de doktor. Ezilen ise yoksul köylüdür ya da kadýndýr. S.
Ali benimsediði toplumcu bakýþ ve gerçekçi yöntemle
Türk edebiyatýnda bir ilk gerçekleþtirmiþ, kendisinden
sonra gelen birçok genç yazarý bu yönde etkilemiþtir.
Nazým Usta’nýn sözleriyle söyleyecek olursak.
“Evet, Türkiye’de orta sýnýflarýn, köylünün, fukaranýn hayatýný bizde anlatan ilk yazar Sabahattin Ali deðildir. Fakat bunu büyük bir ustalýkla ve inkýlapçý, halkçý, gerçekçi bir görüþle yapan ilk hikayecimiz romancýmýz odur.”
Yararlanýlan Kaynaklar:
1- Sabahattin Ali’nin Çocukluk Anýlarý, Asým Bezirci
2- Aydýnlýk Bir Baþ, Sevgi Sanlý
3- Sabahattin Ali, Filiz Ali Lalsa / Atilla Özkýrýmlý
4- Sabahattin Ali Üzerine, Nazým Hikmet, Sanat Emeði Dergisi- Aktaran Asým Bezirci
5- Hatýrladýklarým, Zekeriya Sertel
6- Sabahattin Ali, Yaþamý, Hikayeleri, Romanlarý – Asým Bezirci
7- Çakýcýnýn Ýlk Kurþunu, Nükhet Esen/ Zeynep Uysal
8- Kaðný, Sabahattin Ali
9- Deðirmen, Sabahattin Ali
10- Kuyucaklý Yusuf, Sabahattin Ali
11- Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil Yazýlarý I. Nazým Hikmet, aktaran: Asým Bezirci
12- Sabahattin Ali Üzerine Notlar, Cevdet Kudret
13- Hep Genç Kalacaðým, Sabahattin Ali Mektuplar,
Sevengül Sönmez
14- Markopaþa yazýlarý ve ötekiler, Alpay Kabacalý
15- Hep Genç Kalacaðým, S. Ali mektuplar, Sevengül
Sönmez
16- Markopaþa yazýlarý ve Ötekiler, Hikmet Altýn Kaynak
17- Aktaran; Hikmet Altýnkaynak, Markopaþa Yazýlarý
ve Ötekiler
18- Markopaþa Gerçeði, Mehmet Soydur, Çýnar yay.
2001
Kış ‘10
MEKTUPLAR
I.
Sevdiğim,
Son kuşlarda göçtü buradan…
Bir mapusun tek manzarası
bir avuç gökyüzü ya,
bir de,
daha sabah alacasından
akşam yıldızı çıkana değin
tepede salınan kuşlar ve cıvıltıları
başka bahara göçtü.
Son kuşlarla
son bir selam daha gönderdim sana.
Aldın mı?
II.
Sevdiğim,,
Şimdi haberlerim var sana.
İyi dinle.
BİR:
Kurulan “çakal sofrası”nda
Zemherinin ayazında aç kalmış hayvan gibi
birbirinin peşinde onlar!..
İKİ:
Kawa’nın çocukları,
Özgürlüğü düşlüyor!
Daha da iyisi,
Bu düşle tek bir yürek gibi sarılmış
tek bir el gibi dövüşmekte.
Özgürlüğün gerçek olacağına inanmak!
Bu öyle bir inançtır ki,
hız verir akana…
Bin idam sehpası
bin yangın çıkarır!
Bu inancı kurutacak kudret
bulunamamıştır daha!
ÜÇ:
Bugünler acayip!
Yarışta sanki,
devrim nehrinin
milyon ayaklı kolları…
Bu biraz maraton
biraz engelli koşu…
Ve umutsuzlar
pırıl pırıl bir sabah tazeliğindeki umudu
kendileriyle çıkarıyorlar sokağa.
Hangi birini sıralayayım sana?
İnatçı ve cesur
Ölüm yürüyüşçüsü İzmirli işçileri mi?
Binlerle meydanı hınca hınç dolduran,
katliamlar görmüş ezilenleri mi?
Beyaz önlüklüleri;
Kış ‘10
Ç. İçli
Öğretmenleri,
yanlarında öğrencileriyle;
yahut
Demiryolu çalışanlarını mı?
Tek atımlık tüfek gibi
yaşayan küçük dükkanların
tarihlerinde ilk kez
koca bir alayla sokağa çıkışlarını mı?
Anlayacağın koptu
Çelik halatın bir ucu daha
Sokağımıza bahar geliyor, sevdiğim.
Gelinlik kızlar gibi nazlı
Demircilerin balyozu gibi gürültülü
Kızıl bayraklar gibi mağrur
baharımız geliyor!
Ve sonuncusu…….:
Proleterler,
en uzun iş saatlerine mahkum edilince
gelen baharın neşesini pek soluyamazlar.
İşte böylesin sende,
dinsiz, imansız bir iş bu!
Bu nedenle
mektubumu yanında taşı.
İşte sana dördüncü olarak
diyeceğim bu!..
III.
Sevdiğim,
ucu kırık,
çaresiz bir selam göndermişsin…
Okşadım, öptüm onu,
Sardım kanadını.
İyileşir mi ki?
Kavuşmak ümidinden bahsetmek
İnce, narin bir daldan sözetmek gibidir,
Bizim için…
uzun, zorlu yılların ağırlığını taşır o.
Ben yorulursam sen sakın onu,
Sen yorulursan ben…
Lakin çakışırsak
bil ki kırılır kalımız,
Hayatın ümidinin tükenmesinden değil,
Her ne kadar ikimiz için
hep ayrılık dokuduysa da…
Sözlerim acıysa
sen en tatlısından haber ver.
Geçiyorum bu bahsi…
Bugün mektuplar arasından
eski bir tanıdık çıkageldi.
Hani ben ona,
85
“Düş kırığı, dalgın bulut” derdim.
Yıllar var ki, ses soluk yoktu ondan.
Bak! eler yazmış, oku sende:
“Birkaç gün önceydi,
Kederli ellerim başımda
Kadersiz sözleri yığıyordum önüme,
Azalır ekmeğim dündenyine azalacak tanrım!
Gövdem, yılların yağmasından arta kalan
boşalmış bir hazine odası.
Ah! Ruhum doymuş yalanlara,
Çırılçıplak görürüm olanı, dolanı,
geçen şu zamanı…
Bir tek gelecek karanlık bir oda misali…
Böyle diyordum…
O gece kaybettim umudu,
asacaktım nerdeyse kendimi…
Ama bir mucize kavliden yetişti çocuklarım.
Benim kaybettiğim yerde
Oğlum ve kızım gerçek bir umut bulmuştu.
Bir nehir gibi çılgın
Yeni doğan bir çocuk gibi muştulu
Yaldızları üzerinde
Kirlenmemiş allı entarisiyle
Yasaklı düşler arasından çıktı ismi.
Demek onu böyle açık görmek için
Kaybetmem gerekiyordu eski zamanların
harcı o umudu.
“Kanlı örtüler yanıltmasın seni
Geleceğin ışığıdır
Yaralarımızdan sızan.”
diyor oğlum.
“Kapımız çalındı” diyor kızım.
“Umut
Ak yeleli, çılgın,
dizginlerini koparmış bir kısrak üzerinde,
bütün kilitli sözcükleri,
yasaklı düşleri serbest bıraktı.
ve özgürlük
hepsinin arasından en öne fırladı,
hızını almış bir rüzgar gibiydi.
Sokak sokak yayılıyor,
insanları öbek öbek yakalıyordu,
ve yararak kuşatılmış günleri,
en sağır kulaklara duyuruyordu sesini,
en içten duyulan bir ezgi oluyordu:
Öz-gür-lük…
Onunla birlikte
açıldı evlerin pencereleriyle kapıları
ardına kadar,
eskimiş entarileri sırtından yırtarak
çıktı kadınlar sokağa
katman katman ezilenler çıktı
tek bir söz haykırdı onların dilinden:
ÖZGÜRLÜK!
Cesaret ve cüret
yanyanaydı onun arkasında.
86
Kanı yakıyordu,
Ve keskinliyordu
gözleri, sözleri, elleri…
Bir deprem kuşağını
yeraltından taşıyordu görüşe…
Ama hepsinin önündeydi
umutsuz çığlıkların göğsünü yararak çıkan
Umut devrimi!
Ve onun önünde
Korku kaleleri yıkılırken
kanlı köpüklerde yüzüyordu bezirganlar!
Hadi!
Gel bizimle, tanıklık et yaratılan günlere…!”
Böyle söyledi kızım.
e zaman öğrendiki böyle konuşmayı,
Yarılmış ruhlara yemyeşil bir dal düşürmeyi?
Sokağa çıktım.
Şimdi bir başka çılgın vakit bu.
Gördüm!..
Mahşerin dört atlısıyla çarpışıyordu
Umut
Özgürlük
Cesaret
Ve
İSA!..
Yani güzel dostum,
Sözlerinin anlamı artık elimde
Ve ellerim o duvarların üstünde…”
İşte böyle yazmış
“Düş kırığı, dalgın bulut…”
Ama artık o,
yağmur yüklü, fırtına bulutudur.
Anlayacağın sevdiğim,
Çağımız, en miskinleri bile uyandırıyor,
en umutsuzları en öne fırlatıyor!
Bu nedenle, kırılmasın dalımız.
Kimilerinde uzun ayrılık
Demi geçmiş çaya benzer, içilmez.
Kimilerinde sabırsızlanan bahara…
Gel, biz yine baharları taşıyalım sevdamızda…
VI.
Bugün, canım yalnız
senden bahsetmek istiyor.
asılsın? erdesin? e yapmaktasın şimdi?
Haberlerde dinledim.
Kış kıyametmiş orası.
Sıkı giyin.
Ama açık bir gökyüzünün altında
temiz ve serin bir rüzgar,
hani dağ rüzgarlarına benziyeninden,
hani bir nefeste bulutları
yıldızların suretinden alan
hani içinde
kara tutulmuş çamların kokusu olan
Kış ‘10
bir rüzgar,
gelip bulursa
bırak sarsın biraz seni…
Ama,
izin verme kandırmasına da
sen yalnız benim sarılışıma kan…
Sonra…
Senden ayrılığa diyorum
hiç alışılır mı
Yıldızsız bir gökyüzü
düşünülebilir mi?
İşte senin sevdan da
bir doğa yasası gibi
şu küçük yüreğimde böyle işlemekte…
Yalnız, bilmelisin
Sevda, bu uzun hasrette,
aç bir bebektir.
inniler söylerim,
o çığlıklar atar,
İlle doyrulmak ister.
Ben bu sevda da
Çocuğunu doyuramayan
bir ana gibiyim.
eyse, bakma sen bana…
Kış kıyametmiş orası…
Bilirim pek düşünmezsin kendini,
hele kaptırmışsan çalışmaya
saat geçmiş
soğukmuş
yar yolunu gözlermiş
ne fayda…
Yine de
dikkat et kendine…
V.
Sevdiğim
Şimdi işçiler konuşuyor!
Senin, benim adıma,
Çocukların,
Gelecek günlerin adına!
Öfkeli sözleri var.
Aç geçen günleri var.
Acılı gözyaşları var.
Bilinçlerini
demirle örsün arasında dövmüşler
henüz biçimini almamışsa da,
yakındır
çelik gibi sert
tarihin hükmünü diyecekler!
Sevdiğim
bizim adımıza konuşuyor işçiler.
Görmelisin,
taşan bir bardak günler.
Biliyorum,
ancak
Kış ‘10
bir kuş kanadı mesafesinde
uzaksın bana,
kalbin
kalbimle,
milyonların söndürülemeyen ateşiyle
aynı hasretle yanmakta…
Ve istiyorum
hayatı mayalayan işçilerle ezilenler
daha çok konuşun.
Hepimizin özlemlerini elinde tutan onlar
Yıksın artık
tutsaklığımızın duvarlarıyla
sömürünün kalelerini…
Sevdiğim,
o günlerde gelecek elbet
gümbür gümbür atan
yüreklerden bir muştuyla.
Şimdi hükmünü sürdürme gayreti
taşısa da sarıbaşlar
Geçti artık,
Yatağını terk eden nehri
geri döndüremezler.
Madem ki,
Açlık reva görülen,
canı kemiren vebadır
O halde karşılığı savaştır!
ice uzun yıllardan
dövüşülerek çıkılmıştı,
Öğrenilen bir değil
bindir artık…
Ve şimdi geçmişten üstündür bu zaman.
O halde:
Hazır mısın?
İnsan adına konuşuyor işçiler
Ve yarın ateşin diliyle konuşulacak!
VI.
Sevdiğim,
bu sana son mektubum
Yeni yılın ilk günü…
Mutluluğunu
çoktan eline almış olan
O sıcak denizlerin halkı
bugün bayramını kutluyor yine.
Bizim işçilerimiz
yoksullarımız
ezilen halklarımızsa
Aynı mutluluğun ardına düşmüş
dövüşüyor…
Kazanacağı günleri yakınlıyor…
Yeni yılımız
kavgadaki yeni bir yıldır
bayram yılımız olsun…
Görüşeceğimiz günlerde olacak,
o günler adına
umutlu yüreğinden öperim…
Kasım 2009-1 Ocak 2010
87
Bizde olmaz asla ayrılıklar
Güzel günler yakındır DOSTLAR
YAKIDIR DOSTLAR
Binbir umutla çıktık yola
Evdekiler düşmesinler diye zora
Hasret vurdukça başa
Güzel yarınlar gelir aklımıza
Gözleri kör kulakları sağır olacak
Bu feryadımızı elbet duyan olacak
Zafer her zaman emekçinin olacak
Güzel yarınlar yakındır DOSTLAR
Baharımızı kışa çevirdiler
Üzerimize ölü toprağı serdiler
Bizlere bunları reva gördüler
Güzel günler yakındır DOSTLAR
Ankara’nın soğuk ayazında
Kar yağar usul usul başımıza
Soğuk işlese de tüm vücudumuza
Baş koyduk bu yola
Geri dönüş olmaz asla
Kimbilir daha ne kadar sürecek
Ömrümüzden bir dem vurup gidecek
Elbet bir gün bu zulümde bitecek
Güzel yarınlar yakındır DOSTLAR
Son sözüm budur DOSTLAR
Asla bitmesin sakın umutlar
Güneş bir gün elbet bizede doğar
Güzel yarınlar yakındır DOSTLAR
Bitlis Tekel çalışanı bir işçi
Dar gelecek bize bu sokaklar
Sabahlar olunca çekilecek halaylar
88
Kış ‘10
Tekel Ýþçilerinin
Savaþına Katıldık
Bu ikinci ziyaretimiz. Yaklaþýk 2 hafta önce gelmiþtik. O zaman eylemlerinin 16. günüydü. Öncesindeki 15 gün onlarý sadece televizyon ve gazetelerden gördüðümüz kadarýyla izleyebilmiþtik. Daha ilk günlerinde mücadeleleri onlarý bir kýlýç gibi bilemiþti. Önlerine
konulan sözleþme yaþamlarýnýn sonunu vaat ediyordu
adeta. Artýk ne maaþlarý eskisi gibi olacaktý – eskisinin
de ne kadar yeterli olduðu tartýþýlýr ya, neyse – ne de iþ
güvenceleri kalacaktý. Yani patron ne zaman isterse o
zaman iþten çýkarabilecekti. Ellerinde bir de tazminat
haklarý vardý; artýk o da olmayacaktý. Yani zaten zor olan bir yaþamlarý varken artýk o da ellerinden alýnacaktý. Onlara sunulan yaþamak deðil, hayatta kalmaktý.
Yapmalarý gerekeni yaptýlar. Bu sözleþme bir savaþ
ilanýydý. Elleri ve yürekleri dýþýnda silahlarý yoktu ama
savaþa baþladýlar. Kýþ günü havuzlara atýldýlar, sermaye
sýnýfýnýn koruyucularý, nefes alamasýnlar diye onlara
karþý gaz bombalarý kullandýlar, coplarla saldýrdýlar üzerlerine. Ýþçiler soruyordu: “Madem sizin iþiniz güvenlik, bizim iþ güvenliðimiz elimizden alýnýrken, yaþamýmýz yok edilirken neredeydiniz?”
Sormakta haksýz deðiller elbette. Onlar sermayeye
karþý ayaklanýnca sermayenin güvenliðini saðlamakla
görevli olanlarý karþýlarýnda buldular.
Kış ‘10
Grup Emeðe Ezgi
16. güne gelmiþlerdi. Sendika binasýnýn önünde
her gün sloganlarla, halaylarla, marþlarla sürdürüyorlardý eylemlerini. Öyle coþkulular ki bu eylemin içine
girince onlarla birlikte bu mücadelenin zaferini düþlememek mümkün deðil.
Megafonlarýný bize uzatýyorlar. Biz de ezgilerimizi sunuyoruz onlara. Sonra marþlar hep birlikte söyleniyor, sonra halaylar… Herhalde o anki duygularýmýzý
ancak þu cümle anlatabilir: Tarihe geçecek bir eylemde
iþçilerle birlikteyiz.
Tarih akýyor, savaþsa devam ediyor. Evet, bu bir
savaþ. Top, tüfek kullanýlmýyor belki, ama acýmasýzca
ölüm kalým mücadelesi veriliyor. Ýþçilerin dilinde hep
ayný slogan, “ölmek var, dönmek yok” diyorlar.
Mücadele baþlayalý bir aydan fazla olmuþ. Eylemin 32. günündeyiz. Sabah erken vakitte Ýstanbul’daki
Tekel fabrikasýnýn önünde toplandýk ve iþçilerle birlikteyiz, yine sloganlarý birlikte atýyoruz: Ölmek var, dönmek yok!
Otobüslere binip yolculuða baþlýyoruz. Marþlarla,
þarkýlarla ilerliyoruz Ankara’ya doðru. Mola yerine gelince bize çay ýsmarlamayý da ihmal etmiyorlar. Bolu
Daðý’nýn oksijen dolu havasýnda sýcak yudumlarý birlikte çekiyoruz içimize Dersimli bir iþçinin getirdiði kete eþliðinde
89
Ve Ankara’dayýz. Daha otogardayken baþlýyor sloganlar, metroda devam ediyor. Sendika önüne geldiðimizde adeta bir mahþer yeriyle karþýlanýyoruz. Ýþçiler
artýk o caddeye sýðmýyor, sayýlarý artýk daha da fazla.
Eþleriyle, çocuklarýyla birlikte yüzlerce kilometre yolu
aþýp gelmiþler. Dedik ya savaþ var diye. Savaþ sadece
silahla olmuyor.
Biz 16 gün aradan sonra yine onlarýn yanýndayýz.
Þimdi daha kalabalýklar ama bu süre içinde deðiþen sadece sayýlarý olmamýþ, öfkeleri ve zafere olan inançlarý
da artmýþ.
O gün akþama kadar sloganlar atýldý. Ara ara da iþçilerle sohbet etme þansýmýz oluyordu. Her fýrsatta destek olduðumuz, yanlarýnda bulunduðumuz için teþekkür ediyorlar. Bu mücadelenin destekler olmadan yürüyemeyeceðini söyleyecek kadar da tevazu sahibiler.
Güneþ battýðýnda Ankara kýþý kendini hissettirmeye baþlýyordu. Herkes hala sokakta. Battaniyeler iþçileri soðuktan koruyan tek þey deðil; halaylarla ýsýnýyoruz.
Kurulan derme çatma çadýrlarýn altýnda müziðimizle katýlýyoruz Tekel iþçilerine. Gecenin geç saatlerine kadar bir o çadýrdayýz, bir bu çadýrda. Hep biz söyleyecek deðiliz ya; iþçiler de müzikal yeteneklerini sergiliyorlar elbette. Biz çalýyoruz, onlar söylüyorlar.
Doðallýkla oluþan bir nöbetleþe uyku düzeni var.
Uyanýk kalanlar yakýlan ateþlerin baþýnda. Sohbetler,
þarkýlar sabaha kadar sürüyor.
33. gündeyiz. Günden güne çoðalýyoruz. Farklý þehirlerden Tekel iþçileri Ankara’ya akmaya devam ediyor. Þimdi sloganlar daha güçlü, daha coþkulu. Destek
olmak için gelenler kürsüden konuþmalar yapýyorlar.
Biz de alýyoruz mikrofonu. Bu kez çadýr çadýr deðil,
hepsine ayný anda ulaþýyor sesimiz ve binlerce iþçiden
oluþan bir koro ortaya çýkýyor.
90
Biz söylüyoruz, onlar tekrar ediyor. Süremiz kýsýtlý olduðu için kürsüden iniyoruz ama bir þartla: Sabaha kadar yine yanlarýnda olacaðýmýz sözünü vererek. Sözümüzü tutuyoruz tabii ki.
Gece yine çadýrlarýndayýz. Bursa’dan gelenlerle
Nazým Hikmet’ten söylüyoruz, Tokat’lý ablalarla ellik
oynadýktan sonra Ýzmir çadýrýna geçiyoruz ve yeni yetenekler keþfediyoruz. Artýk biz sadece çalýyoruz; onlar
söylüyorlar ve halay saatlerce sürüyor. Diyarbakýr çadýrýnda marþlarla devam ediyoruz. “Söz Veriyoruz” marþýmýzý paylaþýyoruz Amed iþçileriyle. Onlar için hiç zor
olmuyor parçaya eþlik etmek. Ve iþçilerin iktidarýný
kurmak için söz veriyoruz hep birlikte.
34. gün bu kez sýhhiye meydanýnda birlikteyiz iþçilerle. Miting yapýyorlar. Alanda 100 binden fazla insan var. Þimdi ses daha güçlü çýkýyor, daha uzaða gidiyor: “Ölmek var, dönmek yok!”
Sendikacýlar konuþuyor, iþçileri tebrik ediyorlar.
Sonra konuþma bitiyor. Ama iþçilerin istediði, beklediði sözler çýkmýyor sendikacýlarýn aðzýndan. Ýþçiler sermayeyi can evinden vurmak istiyorlar, “genel greve gidelim” diyorlar. Ama sendikacýlar bunu yapamýyor. Öfke doruða çýkýyor, iþçiler kürsüyü iþgal ediyorlar, alaný
terk etmiyorlar. Ankara’nýn göbeðinden grev sloganlarý yükseliyor.
Sendika binasýna geldiklerinde öfke cümlelere dökülüyor. Küfrün bini bir para. Sermaye sýnýfýna yumruklarýný vurmak için önce önlerindeki sendikayý aþmalarý gerekiyor.
Sendikayý beklemektense kendileri eylemlerini
belirliyorlar. Önce açlýk grevi sonra da ölüm orucu.
Sermaye medyasý sizleri sütunlarýna, manþetlerine
taþýmýyor olabilir. Bu zaferiniz için, zaferimiz için engel olamaz. Yalnýz deðilsiniz Tekel iþçileri! Savaþa devam!
Kış ‘10
GÜL YÜZLÜ KADIN
Sorej Agir
Gül yüzlü kadýn… Gül ellerinle kaç gül bebek
büyüttün… Kaç gül ömür verdin insanlýðýmýza…
Kadýnlar; dövülen, sövülen, sýrtýndan sopa karnýndan sýpa eksik edilmeyen kadýnlar. Kat be kat sömürülen ama yine de insanlýðýmýza ömür veren kadýnlar… Ömür denen þu meret güzel olmalýysa önce
onu doðuranlar güzel bir ömür sürmeli. Elbette
mutluluktur güzelden kastýmýz. O da ne çiçeklerle oluyor arada bir onlara sunulan ne
de küçük bir hediyeyle. Süs köpeði alanlarda oluyor tabi kocaman tek taþlý yüzükler, inci gerdanlýklar vs vs, bu da
al gülümler ver cicimlerden ibaret.
Biri alýyor diðeri satýyor ve buna
da hiç utanmadan aþk deniyor.
Nasýl mutlu olunur? Bunun birçok cevabý vardýr. Bir toplumda kadýnlar mutlu deðilse tüm
mutluluklarýn her birinin bir
yaný eksik kalýyor.
Kaç kez dokunabildin gençliðinde kýr çiçeklerine… Sevebildin
mi doyasýya… Sevdalandýn mutlaka…
Peki kavuþabildin mi? Sen mutlu oldun mu? Ama
gerçekten…
Gül yüzlü yaþlý kadýn, sevmek yeter sanýlýyor
çoðu defa mutlu olmak için, sevmek yeter. Siz bunu
bir de kavuþamayanlara sorun; bir bakýþ ya da üç kelimede anlatýrlar yetip yetmediðini. Anlarsýnýz kavuþamamak nasýl kanlý bir kördüðüme dönüp kalýrmýþ
insanýn kalbinde… Ulaþamadan, bir kez bile sarýlamadan baþkasýyla evlendirilmek ama yine de ömür
boyunca onu sevmek… Sevmeyi kavuþamayanlara
sormak lazým, kördüðümleri ve çiçeklerin nasýl aðu
koktuðunu da.
Törelerden nasýr düþtü ellerine, kurallar nasýl
hayvaniydi, yoksulluk nelere mecbur etmiþtir. Yoksulluk nasýl “kaniiydi, bakiydi”. Yoksulluðun acý yüzünü de çekenlere sormalý. Töre mi sanýyorsunuz her
þeyin nedenini. O töre yoksullara karþý güçlüdür.
Zenginlerin konaklarýndan içeri adýmýný bile atamaz,
zengin severse töre buna engel olmazdý… Zengin
Kış ‘10
zengini severse. Kýsacasý töre sadece yoksullarý kesen bir býçaktý.
Gözlerin su yaþlý kadýn… Doyumsuz pýnarlar gibi… Yüreðin ateþten bir doða… Sevmelere doyamamýþ. Þimdi böyle yetmiþinde ve elinde birkaç hatýra
bir de dünyanýn ortasýnda yapayalnýz… Bu muydu
insanlýða ömürler vermenin bedeli!..
Kimdir þu töre, neresinden vuracaðýz, kulaðýný mý çekeceðiz, sus sen
çok oldun mu diyeceðiz. Yoksa artýk
neredeyse hiç hükmü kalmayan soyut bir ad mýdýr? Öyle ya Azrail ölüm döþeðindeyken ölüme en korkaklar bile meydan okuyabilir. Yani bu töre karþýtlýðýnýn yeni kahramanlarý 30 sene önce neredeydi.
Ve dövüþmek þimdi akýllarýna
geldiyse o halde neden bütün bu
olanlarýn sebebi deðil sonuçlarýyla dövüþüyorlar.
Diyor ki tarih bize; eðer bir
yerde çalýþanlar varsa, emekçiler üretiyorsa, tarih yazýyorlarsa, hala da
açlarsa demek ki birileri onlarýn suyunu, ekmeðini, aþýný, tuzunu çalýyor. Geçelim þimdi siyah beyaz filmlerin en pembe palavrasýný. Yoksul ve mutlu aileler
yok, olanlarda istisnanýn da istisnasýdýr. Yani diyor ki
tarih sömürü kalkýnca törelerde kalkar, kurallar da.
Ama töreler, kurallar kalksa da sömürü kalkmaz yeni
kurallar koyar yeni töreler ve yeni mutsuzluklara sebepler yaratarak yoluna devam eder. Yani sömürü
kalkýnca töreymiþ yoksullukmuþ hepsi çýkýp gidecek.
Siz inanmayýn bu sahte kahramanlara, onlar esas düþmanla deðil gölgesiyle dövüþüyorlar. Hatta bazen hiç
utanmadan sizi düþmanýnýzla barýþtýrmak istiyorlar.
Sizi mutsuzluðunuzla mutlu göstermeye azraille kardeþ olmaya çaðýrýyorlar. Oysa ancak toplum mutlu olursa insan da mutlu olur.
Hayat seni ne kadar mutlu etti Güz yüzlü kadýn… Bu su gibi gözler… Bu gül gibi eller… Ne çok
yakýþýrdý bunlara mutluluk… Ama bir ömür boyu…
-gazetede çýkan yaþlý bir kadýnýn fotoðrafýndan-
91
Kazým Demir
BÝR
ÝÞÇÝNÝN
GÜNLÜÐÜ
15.12.2009
Sabahýn altýsý… sis kaplamýþ bütün þehri… insanlar nehir gibi akýyorlardý… varoþ sokaklarýnda hava soðuktu olabileceði kadar… kimisi puþi baðlamýþ kimi atký sarmýþ… ayný yöne gidiyorlardý sesiz ve hýzlý adýmlarla… elleri ceplerinde… yüzleri görünmüyordu… eðikti baþlarý… Yarým yamalak bir uykuyla iþçi servisi
duraðýna yürüyorlardý. Yoksulardý, açlardý, ama sabah
erken kalkýp gün kararana kadar çalýþýyorlardý. Bu çeliþkinin farkýnda deðildi birçoðu… Kuþatýlmýþtý. Düzenin kirli entrikalarýna, yalanlarýna yenikti…
Siz hiç Pazar yerlerinde çürük meyve, sebze toplamak zorunda kaldýnýz mý? Sekiz yaþýnda akþam karanlýðýnda üstünde okul önlüðüyle o çürük sebzelerin meyvelerin bir kaçýný birarada gördüðünüzde gülücüklerle
koþtunuz mu? On üçünde yanýk bir türkü naðmesi dinlediniz mi? Ezginin büyüsüne kendini kaptýrmýþ, üstünde kirli elbiseleri leþ gibi kokan, çöp toplayan yoksul
çocuklar neden okuma yazma bile bilmiyor? Evlerinde
sobalarý tütmüyor? Sözde milletin vekilleri villalarýný
kimden koruyor, çöp toplayan çocuktan mý? Yoksa sekiz yaþýndaki kýz çocuðundan mý? Sofralarýndaki türlü
türlü yiyecekler nasýl geliyor sofralarýna, gökten mi?
Pekiyi bu gökyüzü sadece bunlarýn mý? Biri yiyor dokuzu bakýyor ama kýyamet kopmuyor. Yiyen o biri, diþini kürdanla kurcalarken "komþusu açken kendisi tok
olan bizden deðildir" derken aðzýnda salyalarý akýyordu
yurtdýþýndan getirttiði takým elbisesine.
01.01.2010
92
Ýnsani deðerleri koruyup insani olandan, insandan
yana olmak suç mu? Ýnsani deðerlerin çeþitli entrikalarla alt üst edildiði, yaþamsal haklarýn yok sayýldýðý bu
düzende var olmak büyük çaba gerektiriyor. Eðer imkaný olsaydý tamirci çýraðý Mahmut’un, ressam olurdu.
Mobilyacý Ahmet yazar olurdu. Düþünün sabahýn altýsýnda kalkýp akþamýn dokuzunda yorgunluktan baygýn
eve gelen biri yazmak istese yazamaz, çizmek istese çizemez. Ama yaþar hem de diþe diþ yaþamýn içinde…
varoþlardan bilim adamý çýkar mý? Çýkmaz baba, parasý yok bilimsel deneyler için harcayacak, araþtýrma yapacak ne zamaný ne teknolojik olanaklarý. Zengin olandan bilim adamý çýkar mý? Çýkmaz. Milyonlarca iþçiyi
sömürüp kazanýyor babasý parayý… tanrýsý para olan
düþünmez insaný… Bilim insana faydalý olandýr. Son
model bir arabayla yatla-katla asalakça yaþamak varken kim takar bilimi. Peki kim olacak bilim adamý, bilim kadýný? Kim kurtaracak insanlýðý? Hiç gördünüz
mü iþçi servisinde kitap okuyan iþçi? Yok diyeceksiniz.
Ama var, parmakla sayýlacak kadar az ama çoðalacak
onlar, deðiþtirecek dünyayý. Ne rüya ne ütopya, bu bilimsel bir gerçek artýk. Benim diye bir þey kalmayacak,
her þey bizim, biz ördük binalarýn tuðlalarýný nasýrlý elerimizle, güzellikleri iþledik tuvalimize, demiri hamur
gibi yoðurduk, yorulduk; sayfa, sayfa kitaplarý devirdik, teoriler üretip pratiðe uyguladýk. El ele verirsek devirir daðlarý kurtarýrýz insanlýðý…
12.01.2010
Kurtlar vadisi, türkiþ Tayyip Alemdaroðlu, mesleði asar keser, boþ zamanýnda bakan, yaklaþýrsan milleti
yakar. Her þey parayla… Tekel iþçilerine kýyak, biber
gazý bedava. iþçi sömürenlerin destekçisi sermaye, bekçisi vatan millet Sakarya, açýlmayan aç-alým mimarý
perde arkasý dostu, yerince düþmaný Baykal Ýskender.
Büyük vatan ikisine himaye, biri tavþan biri tazý, biri
karga biri tilki, yýllarca kandýrdýlar milleti. Sendikalar
satýldý onlara katýldý. Milyonlarca iþçi, çalýþtýk doyuramadýk, bizim olaný onlardan alamadýk. Sistem temeli
çürük, bina yýkýlacak. Çete, mafya, teokrasi-tayibi, asi
iþçiler birleþecek, onlar mezarlarýný kendileri kazýyacak. Mutlak bunu tarih yazacak. Alnýnýn teriyle, emeðiyle, hüneriyle, ayaða kalkarak haykýracak "fabrikalar
tarlalar siyasi iktidar her þey emeðin olacak."
Kış ‘10
AYIŞIĞI
SANAT
MERKEZİ
Kazım Demir’le
El Ýzlerim üzerine
Röportaj
Ruhan Mavruk: Okurlarýnýz için bize kendinizi tanýtýr mýsýnýz? Þiirle nasýl tanýþtýnýz, þiir nedir sizin için?
Kazým Demir: Feodalizmin kýskacýnda güneydoðunun ücra bir köyünde doðdum. Çocukluðumda içine
kapanýk biriydim. Gök cisimlerine ilgim vardý. Evin
damýnda yýldýzlarý izlerken evreni kurguluyordum kendimce, bazen de yýldýzlarla dertleþtiðim olurdu. Çocukluðum Akdeniz bölgesinde geçti. Varoþ bir semtte yaþýyorum. Kürtlerin yoðun olduðu bir yerdi. Kürt halkýnýn
acýsýna tanýk oldum. Doksanlardaki hareketliliðin içindeydim. O zor günlerin fotoðrafý halen bilincim de þekilleniyor Kürt halkýnýn mücadelesinin benim hayatýmýn deðiþiminde önemli bir yeri var. Ýlkokul üçüncü sýnýfta çalýþmaya baþladým. Kundura boyacýlýðý ve simit
sattým. Ýlk þiiri, öykümü de bu dönemde yazdým. Artýk
sorguluyordum yaþamý, öðreniyordum. Farkýna varmadan sýnýfsal çeliþkileri kavrýyordum. Sürekli deðiþmek
istiyordum. Kendimce deneyler yapýyordum. Bilime
müthiþ bir ilgim vardý. Varoþlarda bilim adamý çýkmaz,
diyenlere inat ben olacaktým ama ilkokulu bitirdiðimde
babam siyasi nedenlerle tutuklandý. Ben 12 yaþýnda ailemi geçindirmek zorundaydým. Bir kaynakçý atölyesinde çalýþmaya baþladým ama aldýðým ücretle ev geçindirmek çok zordu. Sonra bir egzozcu atölyesinde çalýþtým. Oradan da ayrýldým çünkü kardeþlerim henüz
küçüktü ve bize destek olacak kimse yoktu. Bir uzak
akrabanýn yardýmýyla bir torna atölyesinde iþe baþladým.
Ýlk aþk þiirimi iþyerinde üzerinde yemek yediðim
gazete parçasýna yazdým. Artýk düþüncelerimi, içimde
birikip taþanlarý þiirle ifade etme yolunu seçmiþtim.
Toplumsal olaylara duyarlýydým, þiirlerime yansýdý. Artýk hayatýmý tornacý olarak devam ettiriyordum. Bilim
adamý olamayacaktým ama dünyayý deðiþmek için deðiþiyor, geliþiyor ve çabalýyordum. Ýlk adýmlarým ailemin feodal yapýsýndan sýyrýlmak oldu. Sürekli kitap okuyordum. 1995’te Antep’e taþýndýk. 1996’da ilk þiir
kitabýmý çýkarmak istedim. Peri masallarý olarak adlandýrdýðým kitap dosyamý, bana yardýmcý olacaðýný söyleyen arkadaþýmýn tanýþtýrdýðý kiþinin birikiminden faydalanmak için ona vermiþtik. Ama o kiþi bir anda ortadan kayboldu.
Kış ‘10
96’da çikolata fabrikasýnda bakýmcý olarak çalýþýrken (bakýmcý: makine tamircisi) eþimle tanýþtým. 8 Mart
1998’de kaçarak evlendik. Eþimle tanýþmamýzda þiirlerimin etkisi büyüktü. Buluþtuðumuzda, cebelerindekileri çýkar, derdi. Masanýn üstüne bir yýðýn kaðýdý tek tek
düzeltip okurdu. Özenle katlayýp tekrar bana verirdi.
Artýk þiir benim hayatýmýn bir parçasýydý. Sevincim, üzüntüm, aþkým, dünya görüþüm, iki çocuðum oldu. Kýzým Ceren Berfin ve oðlum Birhan.
2005 yýllýnda Ayýþýðý Sanat Merkeziyle tanýþtým.
Birçok kurumda sanatsal faaliyetlerde bulundum ama
yapýtlarým Ayýþýðý Sanat Merkezi’nde hayat buldu. Düþüncelerim özgürlüðüne kavuþtu. Tornanýn baþýnda cývata kutularýna yazdýðým þiirlerle sanat merkezine gittim ve ilk kitabým "Kirpikleri Islak Gri" ile insanlarla
yazdýklarýmý paylaþtým. Önsöz sanat-edebiyat kitap dizisinde Bir Ýþçinin Günlüðü’nde bire bir yaþanýlmýþlýklarý anlattým. Ekin Þiir Atölyesi oluþturduk. Atölyemizi
edebiyat atölyesi olarak geniþletme çabalarýmýz devam
ediyor. Þu anda beþ kitap çalýþmam var. Yýllarca sürecek bu çalýþmalar. Tiyatro, film senaryosu, Kürtçe,
Türkçe þiir, öykü, roman olarak çalýþmalarým devam etmektedir. Yenilenme çabalarým halen sürerken ben þu
an halen fabrikada tornacý olarak çalýþýyorum. Hem iþçi hem þair olmanýn zorluklarýný bire bir yaþarken, insanlýðýn kurtuluþundaki umutla güç alýyorum. Þiir benim için kavgadýr. Ýnsanlýðýn kurtuluþundaki bilincin
paylaþýmýdýr, yaþamdýr, yaþadýðým her andýr, yaþananlar
gölge, þiir kendisidir.
Ruhan Mavruk: El Ýzlerim adlý ikinci þiir yapýtýnýzda ince duyarlýlýklar, emekçi kitlelere karþý sarsýlmaz bir inanç görüyoruz. Bu þiirlerde nelerden ilham aldýnýz?
Kazým Demir: Fabrikada çalýþma koþularý, kapitalizmin para hýrsý, insanlarý insani deðerlerden yoksun
býrakmýþ, sýnýfsal çeliþkileri derinleþtirmiþtir. Ýþçi sýnýfýný yaþamdan koparýp birer makine parçasý gibi kullanmýþ, orta sýnýf ortadan kalkmýþ, en alt ve en üst tabaka
olarak yapýlanmýþtýr. Açlýðýn, sefaletin, kirli ellerin cinayetleri, sömürünün baský aracý çaresiz kalýrken bütün
sektörlerde grevler gerçekleþiyor. Ýþçi sýnýfýnýn onurlu
kavgasýna bütün benliðimle inanýyorum. Zaferin yakýn
olduðunu biliyorum. Sýnýfýmýn içinde, ayný sömürüye
93
maruz kalan iþçi þair olarak, yaþamdan soyutlanmýþ, ifade
güçlüðü çeken sýnýfýmýn sesi olmayý amaçlýyorum. Sesimi
seslere katýp, çýðlýðýmýzla kapitalizmi yýkýp o büyük güne
doðru yürüyoruz. Þiirlerim yaþamýn canlý tanýðýdýr. Ýlham
kaynaðým sýnýfýmýn onurlu mücadelesidir.
Ruhan Mavruk: Sizce þiir yaþamýn neresinde olmalýdýr?
Kazým Demir: Birçok devrimci þairin þiirlerini incelediðimizde çaðýna tanýklýk ettiði gibi geleceði de kurgulamýþtýr. Buna örnek Nazým Hikmet’tir. Nazým’ýn þiirindeki derin
toplumsal bilincin, aydýnlýk bir geleceðin inancý vardýr. Þair
yaþanýlmýþlýðý, yaþananý iyi algýlayýp analiz eden, yaþamýn
bütün renklerini imgelerinde iþleyen, yaþamýn içinde yaþananlardan haberdar þair, þiirini grev alanýna, tarladaki çiftçiye, fabrikadaki iþçiye, sýcak bir ekmek gibi götürmeli.
Ruhan Mavruk: Bir emekçi þair olarak bize bir gününüzü anlatýr mýsýnýz?
Ben bir þairim, iþçi þair. Sabah erken kalkýp fabrikaya
giderim, ne güneþin doðuþunu ne batýþýný görebilirim. En
güçlü dizelerimi yazarým karanlýk çöktüðünde. Çocuklarým
var, onlar için kurguladýðým gelecek bütün çocuklar için, bilimle uðraþmalarýný isterim. Ben bilim adamý olamadým ama þairim. Sýcak þöminenin önünde puro tüttürüp, ayak ayak üstüne atýp, bugün kimi kime gammazlamalý, hangi para babasýný pohpohlayýp yazmalý, diyenlerden, yazdýklarýndan ne kadar para kazanýrým hesaplarý yapanlardan tiksinirim. Bazen tornanýn baþýnda gizliden yazarým kara ellerimle kirli kaðýt parçalarýna. Þiirlerimi okurum iþçilere. Adým
unutuldu sadece þair derler bana. Patron yakýnlarý sevmez
beni, çýkarlarýna ters düþtüðü için terörist ilan ettiler dizelerimi. 12 saat kapalý kapýlar ardýnda, kocaman fabrikada, Antep’in soðuðunda bütün iþçi arkadaþlarýmla beraber çalýþýyoruz. Ustabaþýna, üþüyoruz, dedim; çalýþan adam üþümez,
dedi. Patron ara sýra dolaþýr fabrikada. Tiksinerek bakar…
Yüzüyle adam döver. Ýþçi arkadaþlara dolaylý yollardan anlatýrým sömürüyü… Açýkça anlatmaktan korkmuyorum ama insanlar kuþatýlmýþ, modelini sistem belirlemiþ, farkýna
varsalar çabalarýmý boþa çýkarýrlar. Yavaþ, emin adýmlarla
yolun sonundaki ýþýðý görüyorum. Akþam eve döndüðümde
bir kum çuvalý gibi yýkýlýrým. Yemek yedikten sonra çayýmý
içer, haberleri takip ederim. Saat 21'i bulduðunda ailece okuma saati, 1saat kitap okuruz. Sonra biraz ailemle zaman
geçirip bilgisayarýmýn baþýna geçiyorum, yazmam gereken
çok þey var. Yeni kitap çalýþmalarým, Bir Ýþçinin Günlüðü,
araþtýrmalarým, Ekin Þiir Atölyesi çalýþmalarý, yeni þiirlerimin düzenlenmesi, derken saat ikiyi bulur. Dört saat uykudan sonra tekrar yorucu bir gün… Ýnanýyorum ki gelecek
güzel günleri nasýrlý ellerimizle þekillendireceðiz, o büyük
umudu bilinçlere taþýyacaðýz
94
ÞAÞIYORUM
Þaþýyorum bu hayatta
Yaþýyorum
Artýk biliyorum
Yüreðimin ansýz çarpýntýsýnýn
Sonsuz olmadýðýný
Geç kalmýþlýðýmdan
Cennetimin meyvelerinin
Solduðunu
Biliyorum
Hep bir þeylere tutunduðumda
Ayaklarýmý hissedemediði mi?
Farkýna vardýðýmda
Sokaklarým iþgal altýnda
Basacak bir kaldýrým taþý yok
Kalabalýk
Nice rüzgârýn izi kalmýþ
Saçlarýmýn beyazýnda
Gülücüklerim artýk aðýr ayarlý
Kaygýlarým çoðalýyor
Ayaklarýmý hissedip de
Yürüyememek çýldýrtýyor
Þaþýyorum nasýl yaþýyorum
Boþ gözlerle bakanlardan
Yaþamý sorgulamayanlardan çok
ben yaþýyorum
03.Aralýk.2009
Kazım Demir
Kış ‘10
Küçük Ýta’dan Tanya’ya
Röportaj
Tarihin derinliklerinde, farklý yüzyýllarda yaþamýþ nice kadýn var. Onlarý tanýmak, duygu ve düþüncelerini,
kavgalarýný öðrenmek ne güzeldir. Onlarýn yaþamýný okurken elinde olmadan kendini arýyor ve ne kadar çok benzerlikler olduðunu þaþarak görüyorsun. Onlarýn yarým kalan düþlerini gerçekleþtirebilmek için sorumluluk hissediyorsun. Bir süre sonra kendi yaþamýnla onlarýn yaþamýný, umutlarýný özlemlerini gelecek güzel düþlerini, aradýklarý masal aþklarýný bulmaya çalýþýrken yakalýyorsun kendini. Hem onlar için hem de kendin için yaþýyorsun.
Kendinden önceki kuþakla gelecek adýna kurulan bu köprü o kadar güçlü ki… Kendini birçok kadýnýn deneyimi ve birikimi ile çoðalmýþ hissediyorsun. Onlardan aldýðýn güçle yürüyorsun dünyayý deðiþtirmek için… Týpký Clara, Rosa, Kollantay, Kurupskaya, Olga, Ibaruri, Mitka gibi…
Tanya’da bu kadýnlardan biri… Kýsacýk bir yaþama sýðdýrdýðý koskoca bir dünyaya sahip Tanya… Bu dünyayý Tanya’ya, komünist olan annesi ve babasý Nadja ve Erich Bunke açtýlar. Onlar kýzlarýný her zaman bir komünist gibi ve devrimci tarzda yetiþtirdiler. Tanya anne ve babasý mülteci olarak Arjantin’de bulunduklarý dönemde
bir mülteci evinde doðdu. Çocukluðu Arjantin’de geçti. 1945’ten sonra Hitler faþizminin yenilip sosyalist bir Almanya’nýn yaratýldýðý günlerde ülkelerine dönebildiler. Ama Tanya, 1959’ta Küba’da gerçekleþen devrimle birlikte, o coþkuyu ve heyecaný yaþamak, devrimin inþasýna katýlmak için Küba’ya gitti.
Annesi onun bu isteðinin nasýl önüne geçilmez olduðunu þöyle anlatýr, “Küba’ya gitme isteði çok büyüktü.
… Parti, Latin Amerika’ya tekrar gitmek için ne kadar uðraþtýðýný bildiði için Tamara’nýn isteðine anlayýþ gösteriyordu. Yoldaþlar bir defasýnda ona, seni iyi tanýyoruz, sana güvenimiz tam ve nerede olursan ol, ister sosyalist,
ister kapitalist bir ülkede olsun her yerde, iþçi sýnýfýnýn saflarýnda kararlýlýkla devrimci mücadeleyi sürdüreceðini
biliyoruz, dediler. Küba’da Küba devriminden çok þey öðreneceðini ve bu bilginin Arjantin’de amaçladýðý devrimci faaliyetinde yardýmcý olacaðýný düþünüyordu. Eðer Latin Amerika’da mücadele etmenin görevi olduðuna inanýyor ve böyle hissediyorsa, onu engellemeye hiç hakkýmýz yoktu.” Ýsteseler de bu gücün ve özlemin önünde
kimse duramazdý, çünkü Tanya kararýný vermiþti.
Týpký Che gibi bir kýta devrimi düþleyen Tanya, Küba’da ki görevlerini bitirdikten sonra düþünün peþine düþtü. Bu düþ için her þeyden vazgeçmeye hazýrdý. Devrimci bir kadýn olarak, aldýðý görevlerin bütün enerjisini yoðunlaþtýrmasý gerektiðinin farkýndaydý. Hiç tereddütsüz hepsinden vazgeçmeye hazýrdý. Ve öyle de yaptý. Che ile
birlikte bir kýta devriminin gerçekleþtirilmesi için Bolivya’ya gerilla mücadelesini baþlatmak üzere gittiler.
Yýllar sonra ancak dönebildiler Küba’ya… Küba halký onlarý omuzlarýnda taþýyarak baðrýna bastý. Che ve di-
Kış ‘10
95
ðer yoldaþlarý ile birlikte Tanya, 1998 Aralýðýnda, Santa Clara kentindeki Che Guevara anýtýna Fidel’in konuþmasýyla gömüldü. “Zaferimizin 40. yýldönümü arifesinde, aramýza katýlmak üzere bize ulaþan, yeni takviye gücün companerolarý olarak, hoþ geldiniz! Hoþ geldin Tanya, bir kadýn ve bir komünist olarak sergilediðin
ölümsüz örnekle! Hoþ geldiniz Küba Devrimi davasý,
halklarýn kardeþliði ve dayanýþmasý için kahramanca
mücadele verenler!”
Yeni bir kadýnla tanýþmak, yeni bir yoldaþ edinmek
ve onun yarattýðý güzelliklerle çoðalmak ister misiniz?
Belge Yayýnlarýndan çýkan Tanya adlý kitap bize bu olanaðý sunuyor. Tanya’nýn devrimci yaþamý tanýklarýn
anlatýmýyla sunuluyor. Kitabýn önsözü ise Komutan Ýnti’den isteniyor. Kimdir komutan Ýnti? Bolivya Ulusal
Kurtuluþ Ordusunun (ELN) lideridir. Che’nin baþlattýðý
ve tüm gücün koþulsuz kullanýmýný gerektiren mücadeleyi sürdürme görevi verilen kiþidir. Che, Tanya, Ýnti
(Guido Peredo)… Önsöz yazmasý istendiðinde Ýnti illegalitenin aðýr koþullarýnda faaliyet yürütmektedir. Kitap yayýna hazýrlandýðýnda ise Ýnti devrimci mücadelede ölümsüzleþmiþtir. Bu yüzden de kendisi bu kitabý
hiçbir zaman görememiþ ve okuyamamýþtýr.
Uzun bir alýntý olmasýný göze alýp bu önsözü sizinle paylaþmak istiyoruz.
“Bir partizan merkezinin inþasý, büyük sýrlarý saklayabilen, gerektiðinde bunlara beraberinde mezara götürebilen demirden karaktere sahip insanlar gerektirir.
Ayrýca bu insanlar özverili olmalý ve olaðanüstü bir özdisipline sahip bulunmalýdýrlar.
“Esas mücadeleden önceki bu karmaþýk aþamada
bir araya gelen erkek ya da kadýnlarýn yaþamý temelden
deðiþir. Çalýþma heyecan vericidir; ne kadar iyiyse ve
ne kadar ilerlerse, kýtanýn bir bölümünün özgürlük mücadelesine baþlayacak oluþum halindeki kol o kadar iyi
fark edilir. Çabalarýn baþarýyla taçlanmasý için; zor deðil, kiþinin tamamen bilinçli uyduðu katý bir disiplin
gereklidir. Bu bilinçlilik –her kurtuluþ hareketinde temel bir unsur- “normal olarak” bir erkeðin ya da bir kadýnýn eriþmeye çalýþtýðý her þeyden vazgeçiþi içerir.
“Eski” yaþam geçmiþte kalýr, gömülmüþtür ya da en azýndan ondan uzaklaþmak için büyük çaba sarfedilir.
Büyük özverilerde bulunmaya hazýr yeni bir insan þekillenir.
“Fakat bu devrimci hazýr oluþa giden yol uzundur.
“Tanya bu uzun yoldan geçerek, baþka insanlarýn
vazgeçilmez saydýðý her þeyden vazgeçti.
“Sessizce, alçakgönüllülükle tehlikenin üstüne
gitti; düþman çevreye inat büyük gerilimlere ve yüklere katlanarak, unutulmaz yiðit Comandante Ernesto
Che Guevara’nýn önderlik ettiði Nancahuazu’daki partizan hareketinin inþasýnda önemli bir çalýþma yürüttü.
“Devrimci mücadelede böylesine bir özveriyle saf
almaya Tanya’yý iten neydi?
“Küba devrimi, emperyalizme karþý yiðitçe mücadele ve dünyaca ün kazanan insanlarýn cesurca ortaya
96
çýkýþýnýn, tüm dünyada birçok genç üzerinde olduðu gibi onun üzerinde de derin bir etki uyandýrdýðýný düþünüyorum. Özellikle Che gibi kiþilikler sömürülen ve ezilen halklara yeni hedefler, yeni umutlar verdiler.
“O –duyarlý bir kadýn, komünistlerin kýzý, kendisi
de davranýþlarýyla ve eylemleriyle komünist- kýtamýzýn
devrimci sürecine aktif katýlma görevinin bilincindeydi.
“Avrupa’yla Latin Amerika’nýn etkisi onda iç içe
geçiyordu. Karakterinin þekillenmesinde elbette her ikisinin de katkýsý vardý.
“Latin Amerikalý olarak gelecekteki yiðitçe mücadeleleri ve hiçbir dürüst insanýn görmezden gelemeyeceði tarihsel olaylarý önceden seziyordu; halkýn gerek
sevinçleri gerekse de acýlarý onu harekete geçiriyordu.
Bu yüzden sevinçle ve sanki çok doðalmýþçasýna gerçek bir devrimci olmaya karar vermiþti.
“Bir gün Bolivya’ya geldi. Onunla çalýþan yoldaþlar onu silahlý mücadeleye hazýr oluþu nedeniyle takdir
ediyorlardý; kendisini son derece hümanist bir göreve
adadýðý için takdir ediyorlardý; kararlýlýðý ve sadakati
nedeniyle takdir ediyorlardý.
“Devrimci çalýþma koþullarý bana, onunla çok az
bir araya gelme fýrsatý sundu. Nancahuazu’da da durumumuz böyleydi. Che’nin grubuyla, o dönemde Tanya’nýn bulunduðu Joaquin grubunun bir araya gelememesine yol açan koþullar biliniyor. Ancak isadan, Joaquin grubundan bütün partizanlarýn katledildiði Vado
del Yeso pususuna kadar ayrýntýlý olarak neler olduðunu bilmiyoruz.
“Hiç kimse, Tanya dahil hepsinin yiðitçe mücadele etmiþ olduklarýndan kuþku duymuyor. Hiçbiri teslim
olmadý, hiçbiri inancýný yetirmedi. Onlar günün birinde
Latin Amerika’da zafere ulaþacak idealleri savunurken
öldüler.
“Bu yüzden bizim için Che ölmedi –Tanya, Joaquin, Chino ve birçok baþka kahraman da ölmedi. Çünkü
fiziksel ölüm, düþünceleri öldüremez. Che’nin önderlik
ettiði Bolivyalý partizanlarýn ölümünden düþünceler
güçlenerek çýktý ve yaygýnlaþýyor, tüm dünya gençliðinin mücadele bayraðý haline geliyor.
“Tanya tüm kadýnlar için bir örnektir ve devrimci
mücadelede onlarýn önemini vurgular. Kadýnlara karþý
daha birçok feodal ön yargýlarýn egemen olduðu kýtamýzda o sýnýrlarý yýktý ve yerini aldý, bunun için onu bugün sevgiyle anýyoruz.
“Tanya üzerine, okumadýðýmý kitaba önsöz yazarken belki de þunu söylemek, en iyi saygýyý göstermek
olacaktýr.
“O Latin Amerika’nýn özgürlüðü için yiðitçe öldü;
fakat cesur, gerçekten devrimci bir kadýn örneði olarak
yaþamaya devam ediyor.”
Ýnti’nin dediði gibi Latin halklarýnýn yükselttiði
“Zafer ya da Ölüm” sloganlarýnda devrimci bir kadýn olarak yaþýyor Tanya… Bizleri çoðaltýyor, güçlendiriyor…
Kış ‘10
Yashiç bitmeyecekti
Bir anne.
Umudu kaybolmuþ, çaresizliðin girdabýndaydý.
Yorgun, çaresiz ve biraz da yaralýydý yüreði. Kaybolan
umudu duvarlara kazýlmýþtý. Geceleri kanlý ve bir o kadar sancýlýydý. Acýlarý vardý dað kadar büyük.
Kanardý yarasý inceden inceye. Sýzýlarý bir türlü
kabuk baðlamýyor, yasý bitmiyordu. Yangýn yeriydi
düþleri. Geceleri cehennemden ateþti. Gözleri þafaða
daldýðýnda nemli ve kederli akardý uzaklara.
Bir anne.
Oðlunu kaybetmiþtir ansýzýn. Devriye evlerini
basmýþ ve onu yüreðinden koparmýþtý. Yolculuk bilinmezliðe akmýþtý.
Oðlu avuçlarýndan çekip alýnýnca kalbinden vurulmuþ, yýkýlmýþtý.
Kan tarlasýna bir beden daha damlamýþtý. Kan topraðýn kalbine oturmuþtu. Toprak acý, ýssýz ve hüzün kokuyordu.
Bu topraklarda kaybolanlarýn hükmü önceden verilir, kalemi önceden kýrýlýrdý. Oðlunun yargýlandýðýný
ve mahkum edildiðini biliyordu. Payýna ölümün karanlýk yüzü düþmüþtü. Geri dönüþümü olmayan bir
yolculuktaydý artýk. Barut kokusu topraðýn tenine sinecekti.
Toprak matem esiyordu. Dayanýlmaz acýlarýn fýrtýnasýnda gözyaþýna boðuluyordu.
Geceyle gündüz silikti gözlerde. Birden bire gecelerin saðnak halinde basmasý bundandý. Baþlardý gece
ve sonra suskunluk kemirirdi her yaný. Bir damla rüzgara hasretti nefesler.
Hayat bir oyundu þimdi. Kaybolanýn, aðlayanýn
ve kaybedilmiþ umutlarýn peþinden koþanlarýn oyunu.
Gidenler sýrlarýný da taþýrdý yanýnda. Sýrlarýyla birlikte
gömülenlerin kanayan hikayeleri kalýrdý gözlerde. Ölüm zamansýzdý ve her an yaðabilirdi yoluna. Bir þafak
vaktinde, bir zifiri karanlýkta ya da gündüz gözüyle yanýbaþýna sýzabilirdi usulca.
Kış ‘10
Ruþen Tutku
H Tipi C. Evi
G. ANTEP
Þafak vakti kaçýrýlmýþ ve bir daha adýmlamamýþtý
ayný sokaðý. Þaþkýn, utangaç ve suskundu sokak.
Bir anne.
Acý dolu gidiþin gözyaþý sel olup akardý. Ýçindeki
uçurumlar bakýþlarýndaki fýrtýnalarý büyütürdü” her þafak. Kelimeler aðýr ve yorgun dökülürdü dudaklardan.
Tüm kelimeler bir sevda ve tüm kelimeler sönmeyen
umuttu. Umut gizli adresti, bitmeyen arayýþýydý.
Geceyle kayan her yýldýzda oðlunun gölgesi belirginleþirdi. Bir ömrün akýþýný gecelerde bulma arayýþýydý onunki.
Ölüm tarlasýna uzanýrdý dilsiz ve sessiz haykýrýþlarý. Çekip giderdi mavi düþlü delikanlýlar. Solardý analarýn dudaklarýndaki gülüþler. Ölüm gerçekti ve hayat
kurþunlanmýþtý.
Her gece boðulurdu düþlerin dalgasýndan. Kanatlanýrdý içindeki yaban ve öfkeli duygular. Dökülürdü
saklý gözyaþlarý ve canlanýrdý tüm hikayeler. Her biri
farklý bir kareydi belleðinde.
Beyaz bir atýn sýrtýndaydý oðlu. Dörtnalla ölüm
tarlasýný geride býrakan at yanýbaþýnda durmuþtu. At sýrýlsýklamdý. Burun delikleri alev alevdi. Uzaktan gelmiþ ve yine uzaða gidecek tedirginlikteydi. Sarýlmýþtý
oðluna, okþamýþtý. Kollarýnýn arasýndaydý artýk. Bir
yaðmur damlasý gibi almýþtý avuçlarýna. Özlemle sarýlmýþ, hasretle koklamýþtý saçlarýný. Nedense geliþine acýdý. Yorgun, aðlamaklý ve mahçup görmüþtü. Kalp atýþý göðsünü delecek ve sokakta yankýlanacaktý. Yangýn yerine sýðmamýþtý heyecaný. Nice zamandý haykýrýþlarý yankýlanýrdý uçurum kenarlarýnda. Titredi içi ve
sarsýldý sokak.
Çok geçmeden beyaz at tüm hýzýyla uzaklaþtý, bir
gölge gibi kaybolan gözlerden. Geride sokaðý dolduran ve yankýsý geceyi çýnlatan atýn nal sesleri kaldý. Ter
kokusu, suskun gecenin haykýrýþý asýldý duvarlara. Bir
düþtü geceyi ayaklandýran. Nefesi eridi, sokaða terkedilmiþlik havasý ve kan damladý yine.
97
Payýna kan taþýyan, öfke saçan, yaralarý derinleþtiren bir kurþunun nefreti düþtü. Dereler coþmuþ, ýrmaklar dizginsiz akmýþ, toprak kanla boyanmýþtý. Devranýn
dili acýmasýzdý.
Bir anne.
Özlemleri saklý duruyordu gamzelerinde. Vururdu kendini boþ ve ýssýz sokaklara. Sonra teslim alýnýrdý özlemleri.
Yasý hiç bitmeyecekti. Yaðmur yemiþ
kelebekler yýkýlmýþtý içinden. Ýçindeki yýkýntýlar mazi kokuyordu. Gidip ve geri dönüþü olmayanýn hikayesidir bu. Kabuk
baðlanmayan hikayenin yaralý yüzüdür
anlatýlan. Damlayan, isyan eden akþamlarýn aðlayýþý, ölülerin olmayan mezarýdýr
inciten.
Sokaðýn köþe baþýnda çarmýha çivilenmiþti gölgesi. Yokluðu yaralamýþtý onunla buralarý adýmlayanlarý. Bir martýnýn
telaþý ve bir turnanýn göçü sarmýþtý herkesi.
Yoktun artýk. Hiçbir adrese düþmemiþti ayrýlýðý. Arayýþlar tüm adreslerden
geri çevrilmiþti. Zaman kar topu gibi büyümüþtü. Suskun sokaða yeni gölgeler
düþmüþ, çarmýha yeni çiviler çakýlmýþtý.
Sonra vurulan yere akýþlar baþlayacak, analar çocuklarýnýn izini arayacaktý. Dizilmiþlerdi yan yana. Maskeli yüzler silahýn
tetiðine basmýþ ölüme kilitlenmiþti katiller.
Kan topraða karýþmýþtý; poyraz eritmiþti bedenleri. Geride kemikler, çürümeyen ayakkabý ve elbiseleri kalmýþtý.
Bir anne
Umudu yýkýlmýþ, dünyasý kararmýþ,
tüm özlemleri kül olmuþtu. Duygularý kabarmýþ, gözyaþlarýnýn seline teslim olmuþtu.
Oðlu bir kere ölmüþtü. Sokaðýn suskunluðu adýmladýkça gidiþlerin acýsý hançer gibi oturuyordu feryatlarýna. Ondan
kalan her þey sessiz sedasýz çekip gitmiþti.
“Faili-meçhul” cinayetlere yenisi eklenmiþti.
Toplu mezarýn aðýr acýsýna annesinin
masum sözleri oturmuþtu.
“Kazaðýný tanýyorum oðlumdur” diyebilmiþti yalnýzca.
Boranlý gecelerde nakýþ nakýþ ördüðü
kazaktý.
Oðlu hayatýndan kaymýþtý annenin.
- YOLCUYA AĞIT –
“gelmedik hiçbir yerden.
Günlerin sıcak olduğu,
Kavruk iklimlerin şafağından
Ne de
Buz tutmuş zamanların artıklarından
Gelmedik hiçbir yerden
Öylecek
Bulduk kendimizi
Tarihin kıvrımlarından
Demiş
En son…
Anasının
Dizine koymuş
Başını
Genç
Bir eşkıyaymış
Bir zamanlar
-sevdiği
Kalkar halay
Çekermiş
Sevdiğine
Sarılırmış
Şimdi böyle
Uzun
Boylu boyunca
Ölü olmasaymış…”
Kayhan Akan
1.nolu f tipi C – 96 Kocaeli.
98
Kış ‘10
Umut Beyaz
H Tipi C. Evi
G. ANTEP
RÜYA
Kaç zamandýr rüya görmüyorum kirve. Atalarýmýn
ölüm fermaný çýktýðýndan beri terk etti rüyalar beni.
Gözlerimde kanlý kabuslar büyüttüm. Aðýrlýðýyla gecemde. Yüzleþmekten ölesiye korktuðum ürkütücü bir
uçurum, derin ve sessizce akýyor üzerime gecelerde.
Yangýn mavisi korkular büyütüyor rahminde. Yutuluyor dilsizliðimde.
Alevler arasýnda yolunu kaybeden derviþler misali
etrafýmda dönüyorum kayýp çaðlardaki atalarým gibi.
Kaç gece ateþin yalazlarý ortasýnda silinen týlsýmlý
kelamýn önünde diz çöküp dua ettim, kayýp sularýn suretine yazýlý künyemi göstersin diye. Çoktan beri bu diyarlarý terk eden tanrýlarýn önünde secdeye kapanarak,
ruhumun lirik deviniminde iþleyen bu delice iþkenceden beni kurtarsýn diye yakardým.
Uzak, yakýn bütün tanrýlarý imdadýma çaðýrdým.
Bir defa terk edeni, kaybedileni yeniden bulmak
çok zor kirve. Ruhun iç denizinde çarpan günah çýrpýnýþlarýný terk etmeden, terk edenin geri dönmesi olanaksýz.
Alevler yüzümü yalayýp geçiyor. Feryat û figan ederek imdada çaðýrdýðým merhametli tanrýlar gelmiyor
bir türlü. Günahýn günbatýmýna çivilenmiþ ruhum kabuslara sirk koþarken, zorunlu bir beraberlik yaþýyorum
geceyle. Týpký tecavüzcüsüne güç getiremeyen kadýnýn
kahrýný içine atarak, mecburi bir sessizlikle tecavüzcüsünün kollarýnda uyumasýna benzer þekilde, gecenin
kollarýna býrakýyorum kendimi. Kendilerini gazaptan
korumasý için sýðýnacaklarý tanrýlarý olmayan atalarým
gibi, benim de sýðýnabileceðim merhametli bir tanrým
yok. Nedense sadece zalimlerin yüce, ulaþýlamaz ve eriþilemez tanrýlarý var. Acaba zalimlere mi benziyor
tanrýlar? Yoksa tanrýlar mý zalim?
Biltekmil kabusa kesmiþ gecelerim kirve!
Bütün hýþmýyla bugünde çöküyor gece. Çýðlýk çýðlýða bir sessizlik zamaný þimdi. Gece bir damla ýþýk gibi titriyor alevlerin dudaklarýnda. Önünde diz çöküp
secdeye durduðum ve imdada çaðýrdýðým antik tanrýlar,
yýldýzlar arasýnda asasýyla, kelamýný bütün atalarýmýn
hürmetine yüz sürerek, etrafýmý saran kabuslardan örülü ateþten çemberi uzaklaþtýrýyorlar. Karanlýk aydýnlýða
dönerken, kurþuni bir bulut gölgesinde evhamlý güneþ
bulutlarýn altýný aydýnlatýyor. Ufukta günün aðartýsý ýþýk
Kış ‘10
taþýyan halelerle parlýyor. Renkler, çemberi aþarak uykularýma sýzýyor. Yenik düþler kurduðum cehennemde,
gecenin çizilmiþ gölgeleri arasýndaki ilsimli delikte kayýp rüyalarý sureti duruyor.
Bir rüya sýzýyor geceme kirve.
Gece sýr yüklüydü. Kayýp çalardan beri çözülmemiþ sýrlarýn arasýnda gözlerimi kapatýp, mor renkli atmosfer içinde yolculuða çýkýyorum rüyamda. Yol uzun.
Uçsuz bucaksýz sararmýþ buðday baþaklarý, umut ve umutsuzluk arasýnda dað eteklerine akýyor. Doða, yeþil
örtüsünden soyunup, sonbaharýn rengine bürünüyordu.
Yüz kendi güzelliðinin özgünlüðünü yansýtýyordu doðaya.
Yüreðim sobeleniyor, doða hüznü giyinip faslýn
hüviyetiyle mýrýldanýrken. Kayýp çaðda atalarýmýn yürüdüðü sulardaki izleri, tarihin izbe köþelerinde karþýma çýkarýyor aðlamaklý. Künyesine yazýlmýþ yalnýzlýðý
suya yazýyor adeta. Upuzun kementler gibi kabara taþa
akmakta sular. Kozmik bir zaman döngüsü içinde, vurgun yemiþ balýkçýnýn sessiz çaresizliðinin çaðrýþýmlarýyla efsunlu yitik kentin insanlarýný görüyorum sularda. Hafif ve derin bir soluk çarpýyor alýnyazýmýn çizildiði yere.
Aðýr aðýr ölüm veren yitik topraklarda yalnýz, tek
baþýma acý ve gözyaþý izlerini takip ediyorum. Yapayalnýz, tek baþýna yüzlerce acý.
Yaþama yaþýt ölüm doðuran mezarlýklar, tarihe
geçmiþ yaslarla gözlerimin izine vuruyor. Sebebi acý
dalgýnlýklarýn ustasý olduklarý belli olan yüzlerde kaybolmuþ hikayeler görüyorum. Atalarýmýn hikayeleri,
çaðlarýn sesleri ve renkleriyle yontulmuþ her taþlýn suretinde, kývrýmlý siyah aðaç kavuðunda, en çok da düþün kývrým kývrým gökyüzünü öptüðü daðlarda çýkýyor
karþýma. Daðlarýn sayýklamalarý, bin yýllýk türküsüne
vurgun. Az ileride Sisyphos’un sureti çiziliyor kývrýmlý
yamaca. Kocaman bir kaya parçasýnýn arkasýnda, kollarýný gererek zirveye çýkarmaya çalýþýyor kayayý. “Bir
parmak” kala zirveye, kaya aþaðýya yuvarlanýyor. Her
defasýnda aþaðýya yuvarlanan kayayý yeniden zirveye
taþýyan Sisyphos, umudun o büyük dönüþüm izlerini
hatýrlatýyor. O an aklýma, Hades’te gördüðü Sisyphos’u
tanýmlayan Odyesus’un söleri düþüyor yangýn yeri gibi.
99
Neden mi kirve? Tanrýlarýn reva gördüðü iþkenceyi andýran bu ceza verildi Sisyphos’a. O da Prometheus gibi insanlarýn özgür yaþamalarý için tanrýlara kafa tuttu.
Ýþte bildin kirve… Sisyphos efsanesi atalarýmýn hikayesini anlatýyor. Özgürlük uðruna her defasýnda Anka kuþu
misali küllerinden kendisini yeniden yaratarak daðlara inip
çýkýyor atalarým. Zirveye bir nefeslik mesafe kala gizli bir
güç tarafýndan itiliyor, tepeden gerisin geriye.
Kader mi bu?
Geçmiþ kayýp sularýn suretine akan çýðlýklar, Siyphos’un omuzlarýna dökülen saçlarýna asýlý kalýyor. Iþýða boðulan daðlar atalarýmýn yanýnda ne umudunu ne de inancýný
yitirmiþ. “Zaman hep bizi vurdu.” diyor suretine gölge oyunu düþen atalarým. Kýyamet ateþini süzüyor kendinden emin.
“Düze inmek zamana yenilmektir” diyor zirvede baðdaþ kuran atam. Ve kaderlerine boyun eðmiyorlar. Týpký
Sisyphos gibi.
Kýrlara doðru yol alýrken, yitik zamanlarda bilmediðim
olaylar sýra sýra yansýyor gözlerime. Gagasýnýn arasýna alarak Cûdî’den demirlenmiþ gemiye üzüm dalýný getiren güvercin, Nuh’a aylarca süren deli yaðmurlarýn kopan fýrtýnalarýn, birbiri ardýna çakan yýldýrýmlarýn ve durulmayan sularýn, yani tufanýn bittiðini haber veriyor. Tanrýnýn adýný yazdýðý dudaklarý, bereketli ve kutsal yaþamý müjdeliyor. Topraðýn yazgýsý bu ya. Durulan tufandan sonra, insan eliyle
baþlayan yeni bir tufan baþlýyor. Ve zaman ölüm giydiriyor
atalarýma. Zaman kana vurgun. Gözyaþlarýnýn gölgesine sýðýnmýþ bir tarih… Kayýp dem…
Tanýk gözlerim Cûdî’nin eteklerinden Habûr çayýný süzüyor. Kom kom onbinlerce el havaya kalkmýþ, Habur çayý
üzerinden süzülerek Cûdî’nin eteklerine gelen “Barýþ güvercinlerini” karþýlýyor.
Atalarýmýn alnýnda damga gibi duran alýn yazýsý, baþtacý edilen “Barýþ Güvericinleri” kanat çýrpýnýþlarýyla daðýlýyor. Ufukta barýþ haleleri karþýlýyor yaslý topraklarýn ruhunu.
Ýçimdeki beni bulma serüveninde yol gösteriyor rüyam
kirve.
100
Elif Can / Ekim 09
“Sisyphos’u gördüm, korkunç iþkenceler çekerken;
Yakalamýþ iki avucuyla kocaman bir kayayý
Ve kollarýyla, bacaklarýyla dayanmýþtý kayaya.
Habire itiyordu onu bir tepeye doðru.
Ýþte kaya tepeye vardý, varacak, iþte tamam
Ama tepeye varmasýna tam bir parmak kala,
Bir güç itiyordu onu tepeden gerisin geri
Aþaðýya kadar yuvarlanýyordu yeniden baþbelasý kaya.
O da yeniden itiyordu kayayý tekmil, kaslarýný gere gere
Kopan toz, toprak habire aþarken baþýnýn üstünden
O da habire itiyordu kayayý, kan ter içinde”
“Ayakta ölmeye”
dedi yüzün üstünde insan
yüzleri savaştan çıkanların
sertliğiyle donanmış
zafer elde edenlerin
gururuyla ışıltılı
yüzleri /kara
gözleri /kara
“Ayakta ölmeye”
nasıl?
-ayakta
nereye?
-ölmeye?
Bizi ölümle mi tehdit ediyorsun
tehdidin sökmez
senin istediğin gibi yaşamaktansa
yürürüm ölüme…
“ayakta ölmeye”
niye?
-Ölümden başka alternatifimiz yok.
Günlerce saatlerce kaldık
iç-içe
yürek-yüreğe
yüz- yüze
yüzün üstünde tutsak
köpük, gaz, kurşun
bıraktık
ulusun
ateş
bomba
kurşun
bıraktık
ulusun…
söyledik türkümüzü
tarihten süzülüp gelen
yaratan ellerin
ezgilerini
yeniden besteledik
Ellerimize geçen
her şey silahımız
yirmi zindan
bine yakın tutsak
kalmayınca elimizde
silahımız
yüreklerimizi
çıkardık.
Söyledik
Zafer türkümüzü!
“Ayakta ölmeye”
dedi yüzün üstünde insan
yüzleri kara
gözleri kara
Ayakta!
Kış ‘10
Söylenceler...
Gara Goncılos
Derleyen / Atila Oğuz
Gara Goncýlos Ocena’ nýn özelikle kýþ aylarýnda, ocak baþýnda konu
komþu oturup sohbet ettiklerinde evdeki yaramaz çocuklarý korkutmak için
anlatýlan eski zaman hikâyesidir.
Ýlk kimin anlattýðýný ne bilen biri var ne de bu hikâyenin nereden geldiði konusunda bir fikri olan. Bu, belki de binlerce yýldan bu yana özellikle yaramaz çocuklarý korkutmak için anlatýlagelmiþ bir çeþit hikayedir.
Gara Goncýlos’un nasýl bir yaratýk olduðunu tam olarak da bilen yok.
Ancak çocuklara anlatýlýrken onlarýn anlamlandýramayacaklarý kadar korkunç ve vahþi bir yaratýk betimlenir.
Bu yaratýk bazen bacadan, bazense Ocena’nýn eski evlerinde, çatýnýn
üstündeki pencereden ya da ahýra inmek için evin içinde olan bir tür merdivenden, nerehti denilen yerden, eve girermiþ.
Bu yaratýk yaramaz çocuklarý alýp kendi evine gider ve onlarý bir daha
asla býrakmazmýþ.
Kimilerinin anlatýmlarýna göreyse Gara Goncýlos yaramaz çocuklarý
evlerindeki en karanlýk köþede yakalar, götürür ve bir daha da kimse ondan
haber alamazmýþ. Nereye gittiði konusunda ise kesin bir yer söylenmezmiþ.
Gara Goncýlos sadece yaramaz çocuklarý sevmez ve onlarý yakalamak
için de hep pusuda beklermiþ.
Gaz lambasýnýn baþköþede olduðu ve birçok evde gaz lambasý yerine
çýranýn yandýðý geçmiþ dönemlerde, Gara Goncýlos çocuklarýn korkulu rüyasý ve baþ düþmanýydý. Diðer yandan da ocaðýn etrafýnda sohbet edenlerin
kurtarýcýsýydý.
Gara Goncýlos yüzyýllar boyu Ocena’nýn ocak baþlarýnda, karanlýk
nembolo ev giriþlerinde ve ýþýðýn olmadýðý alanlarda yaþam buldu. Gara
Goncýlos’un adýndan da belli olacaðý gibi Gara, Türkçe karadan kýrýlarak
söylenen bir kelime. Kara bir yaratýk ve sadece karanlýk ortamlarda hayat
buluyor.
Gara Goncýlos’un korkutabileceði çocuklar kalmadý artýk Ocena’da.
Gara Goncýlos’u anlatan da kalmadý. Neredeyse unutulup gitti ve artýk çok
az insan tarafýndan biliniyor. Heybetli günleri, sanayi kültürünün geliþmesiyle kapatýlan ocaklarýn isli taþlarý arasýnda yitip gitti. Çocuklarýn korkulu
rüyasý Gara Goncýlos ve geliþen sanayi yeni bir Gara Goncýlos yarattý. Bu
Gara Goncýlos çocuklar dâhil bütün emekçileri korkutuyor.
Kış ‘10
101
AYIŞIĞI
SANAT
MERKEZİ
Röportaj
Cevdet Bayram’la
Arapça Tiyatro Üzerine Söyleşi
—Merhaba, biraz kendinizden bahseder misiniz? Tiyatroya nasýl baþladýnýz?
Adým Cevdet Bayram. Ýskenderun Karaaðaç doðumluyum. Ýstanbul’da sýnýf öðretmenliði yapýyorum.
Tiyatroyla ilk tanýþmam lise yýllarýnda oldu. M.K.Ü
(Mustafa Kemal Üniversitesi- Hatay) nde tiyatro baþkanýydým. 1995-2002 yýllarý arasýnda Hatay ilk Adým
Tiyatrosu’nda ayný zaman içerisinde bazý yerel tiyatro
gruplarýnda çalýþmalar yaptým. Ýstanbul’da Çaðdaþ
Drama Derneði Baþkan yardýmcýlýðý ve EðitimSen 3 nolu (Mecidiyeköy) þube tiyatro yöneticiliði yapýyorum.
— Tiyatro metnini hazýrlarken
toplumsal durumu ne derece göz
önünde bulundurdunuz? Sanat
için sanat mý, toplum için sanat
mý?
Kapitalizm insanlarý eziyor, orada sessiz otorite kendini hissettiriyor… Orada ezilen sýnýfýn sözcüsü olmaya
çalýþtýk. Ama estetik bir mücadele de verdik. Nasýl daha
iyi anlatabiliriz, dilimizi nasýl daha güzel gösterebiliriz?
— Anadilde (Arapça)
tiyatroyla ilgili neler düþünüyorsunuz?
Bizler (Hatay’da) maalesef asimilasyona yenik düþüyoruz. Ýnsanýn anadilini unutmasý
biz de kanýksanan bir durum. Anadili hatýrlatmalý dedik, onu sahiplendiðimizi gördük. Bunu gösterebilmiþsek ne mutlu. Ama milliyetçiliðe düþmemek bütün grubumuzun ortak
hedefiydi. Evrenselliði yakalamaya çalýþtýk. Ýnsanlarýn sorunlarýný ana dilde verme
kaygýsý vardý. Ayný zamanda ben Eðitim-Sen’de anadil
mücadelesi veren emekçilerden biriyim. Bunu da belirtmek isterim ki Eðitim-Sen’de anadil konusunda iki
farklý görüþ vardý. Ýki görüþ de anadile önem verirken
102
bir grup bunu Eðitim-Sen’in tüzüklerinde olursa Eðitim-Sen’in kapanacaðýný bir grup da ne olursa olsun Anadilde eðitimin taviz verilmeyip tüzükte yer almasý
gerektiðini söylüyordu. Ben de bu ikinci gruptan olarak
Hatay’da 300 kadar imza topladýk. Ama maalesef bu
madde tüzükten kaldýrýldý. Bence Anadil duruþu bu ülkede devrimci bir durumdur.
— Arapça (tiyatro) metin hazýrlarken zorlandýnýz mý?
Ben de dahil hepimiz Arapçada zorlanýyoruz. Ben bir sürü kelime için birçok arkadaþýmý aradýðýmý hatýrlarým. Bunun için özellikle arkadaþýmýz Mehmet Tunç’un
engin deneyiminden faydalandýk.
Mehmet ve diðer arkadaþlarýn bildiði deyim ve atasözlerini metne içirmeye çalýþtýk. Onun dýþýnda
sözlük, deyim ve atasözleri derleme kitaplarýndan faydalandýk.
— Bugün Arapça tiyatronun evrimi hangi durumdadýr?
Hatay’da önceden Yeþilpýnar festivallerinde küçük bir
grupta sevilen, beðenilen tiyatro çalýþmalarýmýz vardý. Hatay’ta bunlar sürüyor. Ancak Ýstanbul’da geçen sene Mecidiyeköy’de ilk defa bu kadar yüksek
katýlýmlý bir oyun sergiledik.
“Minşeeni mebtıfréék ” (Benim için fark etmez) adlý oyunu 300’e yakýn izleyici seyretti. Hatay’da ise ayný
oyun 700 kiþilik bir izleyici kitlesine sahipti… Asimilasyona yenik düþüyoruz
ancak bu hiç çalýþma yok anlamýna gelmez.
Mesela Nihat Çay geliyor aklýma. Sadece derleme ile neler yaptý… Güzel çalýþmalar ortaya koydu. Varolaný ortaya koymak ve sonra da onu geliþtirmek için edebiyat lazým.
— Küçük insanýn (örneðin; ena keynekçý –ben
kaynakçýyým-) hayallerini, düþünce dünyasýný ve di-
Kış ‘10
lini kullanmýþsýnýz. Sizin için bu neden önemli?
Çok duygulandým, hakikaten farkýnda deðilim…
Neden bir belediye baþkaný deðil de onun burjuva çevresi deðil de o küçük insanlar. Benim de çevrem onlar
olduðu için, geldiðimiz sýnýf o olduðu için, ezilenleri
anlattýk. Her oyunda, sinemada bir zengin vardýr. Ama
biz de sadece ezilenler vardý ve kendisini gizlice hissettiren o “ezici hayat”… Tüm arkadaþlarýmýz yeri geldi
aðladýk oyundaki ölen iþçi için. O kimimizin abisi, kimimizin babasý idi. Ne zaman oyunun o kýsmýna gelsek
duygulanýyorduk. Biz hayatýn içinden anlattýk.
— Sosyal içerikli bir metin hazýrlamýþsýnýz, ne
gibi mesajlar yolladýnýz?
Hayatýmýzla ilgili üç farkýndalýk:
1) Ýðrenç koþullardaki S.Arabistan çalýþmalarýný
kanýksamýþ olmamýz. S. Arabistan’da yýllarca kalmayý
ve orada ezilmeyi kanýksamýþ olmak, onu göstermek istedik. Hepimizin abisi, akrabasý orada neredeyse. Aðabim 38 ay kaldý. Normal görüyorlar, o iðrenç yerde yýllarca kalmak normal gibi.
2) Arap-Alevi kadýnýn içine sýkýþmýþ olduðu hayat
cenderesi. Kadýnýn ezilmiþliði, hem Arap-alevi hem kadýn olmak nasýl? Onu göstermeye çalýþtýk.
3) Anadilimizi ne kadar unuttuðumuzu göstermek.
— Sýnýf temelli dünya anlayýþý sizin için ne an-
Kusursuz
Bir
Ressamdım
Aslında
Hatice Yücesoy
Kış ‘10
lama geliyor?
Dünya sýnýflý toplumlardan oluþuyor. Bunu kabul
ediyorum ve biz ezilen sýnýfýn yanýndayýz. Tiyatromuzda sýrf sömürülen insaný, birçok insanýn beklediðinin ve
sandýðýnýn aksine göze batýrmadan farklý yönleriyle
günlük yaþamýn içinde ele aldýk. Bu tiyatro oyununda
sýnýflý toplum bakýþ açýsýna sahip olmadýðýmýz eleþtirisini aldýk. Ancak biz sýnýflý toplumda yaþadýðýmýzý kabul ediyoruz. Ve sömürülen sýnýfýn tarafýndayýz.
— Bu çalýþmalarý ne gibi koþullarda sürdürdünüz?
En önemli sýkýntýmýz yer sýkýntýsý oldu. Oyunlarý
oynamak için bazen Çaðdaþ Dramayý, bazen Asi-der’i
kullandýk. Hatay’da ise bazen evlerde, bahçelerde, deniz kenarýnda, daðda buluþtuðumuz oldu. Zor koþullarda tüm masraflarý biz karþýladýk ama gelecek dönemdeki oyunumuzda cüzi bir miktar para almayý düþünüyoruz. Kendimizi geliþtirmemiz için para lazým. Mesela
oyunumuzu (Mýnþený-Mebtýfrek) sergilemek için Fatih
Belediyesi bize Fýndýkzade’de bir yer verdi ancak orasý da garanti deðil. Her þeyi hesapladýk, biz sadece bu
çalýþmalar için gereken parayý karþýlayacak ücreti talep
etmeyi düþünüyoruz…
Y
— Bize vakit ayýrdýðýnýz için teþekkürler…
ağmur yağmıştı o gün, gök gürlemiş, alev alev yanmıştı. Her çakan
şimşek adın gibi arşı yakmıştı. Sonra dindi yağmur sen dinmedin
içimde. Saat onu on geçiyordu, sen bir nehir bir rüzgar gibi içimden
geçiyordun. Bu dayanılmaz duyguyla açtım arka kapıyı indim düşlerimin
bahçesine…
Çocuktum, ondördündeydim. Hayatımın sihirli geçişlerindeydim, aşkı bu
kadar algılıyordu beynim. Aldım babacığımın birkaç değerli kuruşuyla aldığı
değerli ekmek parasının malzemesi olan çivilerden birini, gerekliymiş, önemliymiş, umurumda mı? Sen böyle değerliyken dünyamda, bir hüzünlü şarkı
dudaklarımda… Çamurlar çizilme zamanlarında…
Öyle kusursuz bir ressamdım aslında ve çizdim çamurlara o çiviyle bembeyaz yüreğimi… Önce baş harfini yazdım hevesle, sevincim artıyordu hafif
beliren gökkuşağının altında. Birden bir ayak sesi; içim ürperdi. Ya biri bana
kızarsa çocukça bir telaşın girdabında. Ben öğrenmiştim büyüklerimden.
Sevilen gizli kalmalıymış, yoksa rüsva olurmuşum, umurumda mı, umurumda maalesef. Sıra dışı mı olacaktım diyarımda. Anlamıyorum ki bana sıralanan nedenleri. Yüreğimde büyüyen bu aşk yanardağı misaliyken. Bu özlem,
bu delice düşünüş nef-bahar çiçekleri açarken. Anlamıyordum işte, anlamazdım fakat ben de uyardım alemin sıradan ahalisine…
Nihayet uzaklaştı bütün ayak sesleri, adını özenerek yazdım. Her harf titretirken karmaşayla ellerimi, aman tanrım döndüm arkama baktım! Göz göze
geldik, gülümsedin o mecazsız gözlerinle. Öylece bakakaldık, rüsva olmuştum artık onların deyimiyle…
Ve yeniden şimşekler çaktı, başladı hışımla, şiddetle yağmur. Başımı
çevirdim aşk anıtımıza baktım, silinmişti apansız başlayan yağmurla sonra
dönüp sana baktım. Gitmiştin sen de apansız ve sessizce…
103
Atila Oğuz
Eylül’de
Tramvay Beklemek
Rüzgar uykusundan uyanmış,
hafif hafif esiyor.
Yağmur çiseliyor inceden inceye,
Çemberlitaş bütün heybetiyle karşımda
dimdik duruyor
Rüzgarın kokusunda ölüm vardı bu akşam,
tramvay raylarından ölüm hızla akıp geliyor.
Ölümü bana da bulaştırmak istiyor,
ben de başkalarına bulaştırayım istiyor.
Gökyüzünde matem havası egemen,
kararmış kararmış ağlamaklı olurum
böyle akşamlarda.
Sonra bakar ağlarım,
uranosun gri kuytuluklarına,
havayı soluyamaz boğulur ölürüm
böyle akşamlarda.
Ansızın durakta olur
tramvay beklerim.
Bir kadın saçlarını rüzgâra bırakmış,
rüzgâr aldı saçlarını kana buladı.
Sonra kuytuluk bir yere fırlattı.
Kadın ağlıyor.
Rüzgâr esiyor.
Yağmur çiseliyor.
Sarraf altın işliyor.
Manav elmaları silerek parlatıyor.
Kasap masatla uğraşıyor gülerek.
Bakkal terazi kefesinde geleceğini tartıyor.
Kitapçı kitap okuyor.
Birileri güvercin besliyordu,
umut büyütüyor.
104
Kış ‘10
Birileri pusudaydı, bekliyor.
Bir ara dönüp baktım,
kadın hala ağlıyor.
Baktım sağıma soluma,
önüme arkama
nereye baksam her yer, herkes ağlıyor...
Hızla koşup oradan ıramak istedim.
Ağlamalar bulaşmıştı bana.
Herkes ama herkes ağlıyor.
Zulüm kusuyor zehrini
yağmur üstümüze akıyor.
Direniyorum,
binlerle birlikte,
ama yalnız.
Rüzgâr esiyor.
Yağmur çiseliyor.
Üstelik Eylül’dü yapraklar sararıyor.
Kızıllaşıyor yüreğimin bir parçası.
Postal kan izi taşıyor.
Ölüm raylardan hızla akıp geliyor,
yetişmek istiyordu bana.
Ölüm benden uzak dur,
daha gençtir yaşım.
Ağlıyor herkes gözyaşı dökmeden,
kırık gözyaşları dökmeyeceğim bu yollarda.
Ölüm ağlayanlara gitmiyor.
İlle bana yetişmek istiyor.
Hızla uzaklaşıyorum.
Baktım bir bu yana bir o yana,
ağlayanlar ölmüştü.
Cenge tutuşacağım,
ölümü gölgemde taşıyarak.
Meydanın tam orta yerinde
ölümü bekliyorum.
Yüreğimi çelikten kalkan yapmıştım;
yaşım on yedi demişti ki!
Aniden rüzgâr sustu,
yağmur çiselemiyor durdu.
Kadın saçlarını buldu,
yalap yalap kan içinde.
Sarraf altın işlemez oldu.
Manav elmaları silmez oldu.
Kasap masatla uğraşmaz oldu.
Bakkalın kefesi boştu, gözleri doluydu.
Kitapçının kitapları yakılmıştı.
Elleri yumruk, bedeni tutsak, bilinci kızıl aydınlıktı.
Yurdum kırık kanatlı güvercinlerle doluydu.
Pusudakiler kan yalıyor,
elleri kan, gözleri kan,
düşleri kan kokuyor..
Aylardan kara Eylül günlerden on ikisi.
Düşlerim idam sehpasından yayıldı yurdumun
onurlu toprağına.
Hücreler de yankılandı,
dağlarda çiçek açtı
kentlerde bayrak oldu.
İnatla ağlamıyorum.
Ganzır kapısından uzak durmak istiyorum.
Ben de ağlamaya başladım.
Biliyorum yarınlara aydınlık bir günle
başlayacak güzel insanlar.
Ama ölüm kenti kuşatmış,
uzaklaşıp kaçamam.
Ağlamadan önce de biliyordum bunu,
artık kimse ağlamasın.
İşte meydan,
varsın ölüm gelsin.
Ganzır : (Öbür dünyaya açılan kapı.Sümer söylencesinden.)
Kış ‘10
105
AYIŞIĞI
SANAT
MERKEZİ
Adana
MEHMET ÖZGÖZ
ÝLE ÝNSAN VE DOÐA ÜZERÝNE…
15 Kasým Pazar günü Adana Ayýþýðý’nda bir fotoðraf sergisi düzenlendi. Serginin baþlýðý “Ýnsan ve Doða”ydý. Baþlangýç
saatinden yaklaþýk 1 saat önce insanlar gelmeye baþladý. Saat 14:00’da baþlayan sergiye katýlým yoðundu. Ýlk gün yüze yakýn kiþi
sergiyi gezdi. Sergiye fotoðraf sanatýyla ilgilenenlerin, dostlarýmýzýn yaný sýra basýnýn
da yoðun bir ilgisi vardý.
Ýþçilerin, emekçilerin, yoksul insanlarýn, ezilen halklarýn fotoðraflarýndan oluþan serginin emektarý Mehmet Özgöz; “ben
yoksulluðun fotoðrafýný çekiyorum” diyerek, sanattaki ve yaþamdaki tavrýný da ortaya koyuyordu. Bu sergi ayný zamanda Adana Ayýþýðý Sanat Merkezi Fotoðraf Atölyesi’nin de ilk ürünüydü. Bu sergiyle birlikte fotoðraf atölyesi, çalýþmalarýna baþladýðýný da duyurmuþ oldu.
Fotoðraflar bir hafta boyunca sanat
merkezinde sergilendi.
Öncelikle okuyucularýmýz için kendinizden biraz bahseder misiniz?
Ýki çocuk babasý emekli bir memurum. Aslen Erzincanlýyým. Emekli olduktan sonra antikacýlýk yapmaya baþladým. Hala bu iþi yapýyorum. Özel taþlarla, gümüþ ve diðer takýlarla ilgileniyorum.
Bu benim ilk fotoðraf sergim. Bunu Ayýþýðý’nda
yapmak daha bir anlamlý oldu. Bu sergi yýllar süren bir
çalýþmanýn ürünüdür. Fotoðrafla olduðu kadar sanatýn
diðer dallarýyla da mümkün olduðunca ilgilenmeye çalýþýyorum.
Nasýl bir sanat anlayýþýnýz var? Ya da þöyle soralým: yaþamýn ve sanatýn neresinde duruyorsunuz?
Ben de bir emekçi olarak tabii ki iþçilerin, emekçilerin, ezilenlerin tarafýndan bakýyorum yaþama. Sanatým da doðal olarak bu safta yer alýyor. Elimden geldiðince onlarýn sesi olmaya çalýþýyorum sanatýmla.
Fotoðrafýn dýþýnda þiirle de ilgileniyorum. Her sanat eserinin bir dili, bir hikâyesi vardýr. Ben buna inanýrým.
Bir þarkýnýn, heykelin, resmin, tiyatronun… Hepsinin
bir hikâyesi vardýr. Benim fotoðraflarýmýn da bir dili,
106
hikâyesi var. Hepsinin insanlýða söyleyecek bir sözü
var.
Ýlk olarak fotoðrafla ilgilenme fikri nasýl oluþtu?
Bir gün yolda yürürken bir trafik kazasýna þahit oldum. Araba köpeðe çarptý. Köpek olay yerinde öldü ve
baþka bir köpek – belki de eþiydi – baþýnda durup uzun
süre aðladý. Ben de onunla birlikte aðlamaya baþladým.
Duygusal bir insaným. O olay beni çok etkiledi ve o an
bu yaþananlarý belgelemek istedim. Keþke bir fotoðraf
makinem olsaydý diye düþündüm. Bu olay benim fotoðraf sanatýyla ilgilenmeye baþladýðým, buna karar
verdiðim andýr diyebilirim.
Peki, Ayýþýðý ile nasýl tanýþtýnýz?
Öncelikle çalýþtýðým yerin yakýnlarýnda afiþlerini
gördüm ve merak ettim. Þans bu ya, bir arkadaþým zaten tanýyormuþ onlarý. Ben de onun aracýlýðýyla tanýþtým
Ayýþýðý’yla. Hepsi çok sýcak insanlardý. Sergi yapmam
konusunda beni onlar teþvik etti. “Ýnsan ve Doða” adlý
bu sergi, hem benim hem de Adana Ayýþýðý’nýn ilk fotoðraf sergisi oldu. Yeni üretimlerle yolumuza devam
edeceðiz…
Kış ‘10
Yoldaş Mektuplar
Atölye
Baþlangýçlar umut yüklü olunca, mutluluðu, verimliliði, neþeyi de beraberinde taþýr, týpký tomurcuðunu içinde taþýyan bir fidan gibi… Ayýþýðý Devinim Tiyatro Atölyesi olarak biz de içimizde hiç tükenmeyecek
umutlarýmýzla merhaba dedik yeni bir döneme.
Kavgamýzý umudumuzla yoðurup öyle ortaya çýkardýk sanatýmýzý. Ve bu þiarla 1992 yýlýnda Ekin Sanat
Tiyatro Atölyesi adýyla yola çýkan grubumuz, sürekli
deðiþen ve yenilenen ekibiyle 1997’de Devinim Tiyatro Atölyesi adýný aldý. Þimdi ise elinden tuttuðumuz atölyemiz, Tiyatro Simurg’dan Mehmet Esatoðlu ile birlikte yepyeni yüreklerle çalýþmalarýna ara vermeden devam ediyor. Ekimde baþladýðýmýz tiyatro çalýþmamýzý
ilk kez 19 Aralýk’ta “Yoldaþ Mektuplar” isimli oyunumuzla sahneye taþýdýk, umudun iþçisi tüm sevenlerimizle birlikte. Ýlk sahne deneyimi ve de 19 Aralýk Zindan Katliamýný yaþayan yüreklerimizi anlatacak olmamýz bizi mutlu bir heyecanýn içine sürüklemiþti. Titreyen sesler, eller, ayaklar, dizler… Heyecan güzeldi…
Emek verilmiþse, güzel olmayan ne vardý ki…
Önümüzde yapýlacak, paylaþýlacak ne çok þey var.
Yaþanýlanlarý, tarihi anlatmak gerektiði gibi bizler yarýnlarýn güzelliklerini de anlatmak, toplumsal yapýyý
þeffaf hale getirmek ve özellikle var olan yapýnýn deðiþtirilebileceðini göstermek için yola koyulduk.
Kış ‘10
Sizlere ilk oyunumuzun heyecanýný az da olsa anlatmak istiyorum. Ýlk oyunumuz yeni çýkan kitabýmýz
Daima’nýn içinden alýntýlar olan Yoldaþ Mektuplar isimli oyundu. 19 Aralýk 2000’de yaþanan zindan katliamlarý sürecinde yazýlan mektuplarýndan oluþan Daima, oyunumuz için çýkýþ noktasýydý. Yaklaþýk bir aylýk
bir çalýþmanýn ürünü oldu oyunumuz. Hangi metinlerin
alýnýp hangilerini çýkarmamýz konusunda yaþadýðýmýz
zorlu süreç hayli zamanýmýzý almýþtý. Her cümle, her
kelime öylesine deðerliydi ki, elimizden gelse kitapta
yer alan bütün mektuplarý senaryo haline getirip öyle
oynayacaktýk oyunumuzu. Her birimiz o anlarý yaþamanýn heyecanýný duyumsadýk içimizde, yüreklerin bir
olup kenetlendiði anlarý. Bunu tam anlamýyla anlatmak,
yansýtmak mümkün deðildi, ama az da olsa yaþanan o
duygularý hissetmek ve hissettirmekti asýl olan.
Devinim Tiyatro Atölyesi, þimdi ise yeni bir heyecan içinde. Bir yandan tiyatro eðitimi çalýþmalarýmýz
sürerken, bir yandan da yeni oyunlarý üretme peþindeyiz. Her yeni gün, deðiþen her an bize yeni oyunlarýn
zeminini hazýrlarken, bize de bunlarý sahneye koymak
düþüyor. Bunlardan biri ise yaklaþan 8 Mart Dünya Emekçi Kadýnlar Günü. Oyunumuzu þimdiden merak eder gibisiniz. O halde sizinle oyunumuzun heyecanýný
paylaþacaðýmýz 8 Mart’ta görüþmek dileðiyle…
107
Merhaba,
Özgürlüğü yüreğinde taşıyan, dostluk tadında
dost diyenlere, barışa, sevgiye merhaba.
Gaziantep’e ilk gidişimdi. Buradaki dostlar o
kadar içten, o kadar samimi ve bir o kadar da dost
canlısıydılar. Ne de olsa BİZİMKİLERDİ. Öyle
masum öyle güzellerdi ki! Elleri, yürekleri güneşten
bile daha sıcaktı. Bir daha görebilir miyim bu güzel
dostları? Dünyanın bir ucu da olsa yürekten arzularsan görmeyi görürsün elbet. Bir ekmeği kırk kişiyle
bölüşebilmenin mutluluğunu, aynı sofrada oturup bir
bardak çay içişimizi, hoş sohbetlerini, bana açılan
kapılar ardında sıcacık gülümseyen yüzleri çok özledim. Bir saat ya da on dakika görüşebilmek. Önemli
olan insanın insana kavuşması. Çok sevdiğim dostlarım… Oysa ki ne onlar beni ne de ben oları tanıyordum. Şimdi tanıdığım dostlarımı çok özledim ve
dostlarsız olmuyor. Dostlarımın yürekleri kocaman
ve sıcak.
Sözcüklerin bittiği yerde.
Yürek ezgisi söylenir
Baharın gelişi,
Sevdaları doğurur.
Her yeni başlayan günde
Dünyaya yeni gelen bebeğin ilk göz açışı gibi
Bende dağlara açtım yüreğimi
Yürek ezgisine tutuldum direnişin
Atılan her dev adımda
Bir işçinin balyozu indirdiği sesle birlikte
Direnişin ayak sesleri geliyor
Ezgisi çalınıyor haykırışın
Özgürlüğün bakışları sardı etrafımı
Sesini dinliyorum rüzgarın
Ve dinmeyen özgürlüğün haykırışını.
Her çıkardığı ıslıkta
Voltada çalınıp söylenen, direniş ezgileri geliyor
Sözler bitse de yürek ezgileri söylenir…
Pınar
TÝYATROCULARDAN DTP’NÝN KAPATILMASINA PROTESTO
29 Aralýk Salý günü bir grup tiyatro sanatçýsý tarafýndan Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) kapatýlmasýna iliþkin bir basýn açýklamasý gerçekleþtirildi.
Ýnsan Haklarý Derneði Ýstanbul Þubesi’nde yapýlan açýklamada Kürt Halký üzerinde baskýlarýn aylardýr
sistematik olarak sürdürüldüðü belirtilerek “Bizler,
bu halkýn tiyatrosunu yapanlar, bu savaþ çýðýrtkanlýðýna dur diyoruz” denildi.
Son dönemde seçilmiþlere karþý gerçekleþtirilen
tutuklama terörünün Kürt Halký’na yönelik bir örgütsüzleþtirme, iradesizleþtirme ve tasfiye saldýrýsý olduðunun anlatýldýðý açýklama þöyle devam etti: “Bu tu-
108
tuklama terörü, örgütlenme ve söz söyleme hakkýna
faþizan bir saldýrýdýr…
Biz tiyatrocular, bu saldýrýlara derhal son verilmesi gerektiðini ve tutuklananlarýn derhal serbest býrakýlmasýnýn demokratik ve insan haklarýna saygýlý
bir devletin iþi olduðunu belirtiyoruz. Aksine, telafisi
olmayan bir savaþýn içine itildiðimizin farkýndayýz.”
Kürt halkýnýn seçilmiþ iradeleri üzerindeki devlet
baskýsýnýn sona ermesi gerektiði de belirtilen açýklama sonunda tiyatrocular, “Artýk acýlarý, trajedileri
sahnelerimizde görmek istemiyoruz” diyerek salondan ayrýldýlar.
Kış ‘10
ANTAKYA AYIÞIÐI SANAT MERKEZÝ AÇILDI
MERHABA Yeni
Ýnsan
Bundan tam 20
yýl önce çýktýðýmýz uzun ve zorlu mücadele
bugün bizlere büyük
deneyimler kattý. Bizden önce atýlmýþ adýmlarýn yol göstericiliðinde kendi küçük adýmlarýmýzla yürümeye
devam ediyoruz.
Amaç; toplumcu
bir kültürle, toplumsal
özgürlüðe ulaþmak ve
sýnýfsýz, sömürüsüz,
özgür bir dünya yaratmak.
"Umudumuz
kavgada, kavgamýz sanatýmýzla, kavga yaþamýn her alanýnda” þiarýný daha geniþ emekçilere ulaþtýrmak için,
Hatay'da
AYIÞIÐI
SANAT MERKEZÝ açýldý.
SARIGAZÝ'DE
YENÝDEN MERHABA
3 Ocak günü yapan Sarýgazi Ayýþýðý Ekin Sanat
Derneði, tiyatro, þiir ve müzikle “yeniden merhaba”
dedi. Öðle saatlerinde baþlayan etkinlikte ilk olarak
genç öðrenciler “Merhaba” dediler bize ve þiirleriyle
geldiler.
Sonra sahneyi alan Tiyatro Devinim oldu. Devinim, ilk kez 19 Aralýk günü Taksim'de sergilediði oyunu “Yoldaþ Mektuplar”ý getirmiþti Sarýgazi yoksul
emekçi halkýna. 19 Aralýk Katliamý ve ardýndan gelen
destansý Ölüm Orucu eylemini mektuplarla anlatan
oyun, herkesi duygusallaþtýrdý, öfkesini biledi ve o
günlere geri götürdü.
Ve çalýþmalarýný Ayýþýðý Sanat Merkezi'nde sürdüren Grup Emeðe Ezgi, çoðunluðu kendi çalýþmalarýndan oluþan bir dinleti verdi. Kendi marþlarý, þarký
ve türkülerinin yaný sýra, sevilen türkülere de kendi
yorumlarýný getiren Emeðe Ezgi, Türkçe ve Kürtçe
parçalarla çok kýsa sürede salona hakim oldu. Konser
ortalarýna doðu gelip de parçalar hareketlenmeye baþ-
Kış ‘10
109
layýnca yerinde duramayan izleyiciler, sandalyeleri
çekmiþ ve kendilerine halay çekmek için alan hazýrlamýþlardý bile. Ve etkinliðin sonlarýna doðru tüm salon halaylar çekiyordu. Etkinlik, artýk adet olduðu üzere “Söz Veriyoruz” marþý ile sona erdi.
19 Aralık Etkinliği
19 Aralık Zindan
katliamlarının 9. yılında
Ayışığı olarak düzenlediğimiz etkinlikte Yeni
Dönem
Yayıncılık
tarafından
çıkarılan
Daima adlı kitabın
tanıtımı da yapıldı.
Kitapta yer alan mektuplardan oluşan "Yoldaş
Mektuplar" adlı oyunu
Mehmet Esatoğlu yönetiminde Devinim Tiyatro
Atölyesi olarak oyunlaştırdık. Sibel Sürücü ve
Nergiz
Gülmez'in
annesinin
yeraldığı
etkinliğimize şiirleriyle
Ruhan Mavruk'ta katıldı.
19
Aralık
saldırısı
gerçekleştirildiğinde
Çanakkale zindanında
bulunan devrimci tutsak
Vefa Serdar bir kez daha
tanıklığını
paylaştı
bizlerle...
Ayışığı Sanat Merkezi olarak direnişteki İtfai İşçilerinin yanındaydık
110
Kış ‘10
Sanatçıların İstanbul Buluşması
Emekçi İstanbul'a Kucaklaşma
Emeğin ve Kavgamızın Başkenti İstanbul için 30 Ocak 2010 Cumartesi günü Su Gösteri Sanatları
Merkezinde biraraya geldik. Şarkılarımız, şiirlerimiz, oyunlarımız İstanbul içindi... İstanbul için tiyatro sanatçısı
Ani İpekkaya, tiyatro sahnelerinden emeğiyle bu şehre kattıklarını anlattı, şair Selah Özakın İstanbul için damıttığı dizelerini bizimle paylaştı. Vedat Türkali'nin İstanbul şiirini Devinim Tiyatro Atölyesi oyunlaştırarak bize sundular. Müzikleriyle Grup Emeğe Ezgi ve Bahara Ezgi İstanbul coşkusunu taşıdı sahneye. Her zaman yanımızda
olan şair Atila Oğuz İstanbul için yazdığı şiiri sundu bizlere... Ardından Leyla Sevim ve Muharrem amcamız
geldi.
En önemlisi de emeğin İstanbul'unun asıl sahipleri olan işçilerin yanımızda olmasıydı. Direnişteki Marmaray
İşçileri toplu olarak katıldılar etkinliğimize... Etkinlik onların rengini aldı hemen... Sıcak, içten, samimi ve direngen... Kürsüyü bıraktık onlara, onlarla söyledik, onlarla güldük, onlarla slogan attık, onlarla halaylar çektik.
Emeğin ve kavgamızın Başkenti İstanbul'u omuz omuza selamladık.
Kampanyamız yeni etkinliklerimizle sürmeye devam ediyor.
Kış ‘10
111
Korkarım bir gün
yağmurla birlikte
düşecek gözlerim
Düşlerimdeki gece
ellerin
her şey
her şey
düşecek bir gün
Nazım Akarsu
yağmura karışacak
hüzün yağmura
gidişin yağmura
gülüşün yağmura
Dudakların yağmura
Saçların yağmura
Ve sadece gözlerim değil
Ben de ıslanacağım yağmurda
Sırılsıklam aşıklar gibi.
Korkarım bir gün
yağmurla birlikte
düşecek gözlerin.
12 Kasım ‘09
İstanbul
112
Kış ‘10

Benzer belgeler

Okumak İçin - Önsöz Dergisi

Okumak İçin - Önsöz Dergisi ÇINGI AYIÞIÐI sanat merkezi ( KÝTAP DÝZÝSÝ-3

Detaylı