liseli dev-genç`ten

Transkript

liseli dev-genç`ten
LİSELİ DEV-GENÇ’TEN
Merhaba Sevgili Dostlar, Yoldaşlar!
Dördüncü sayımızla sizlerle birlikteyiz. Verimli geçirdiğimiz bir yaz döneminden aldığımız
enerjiyle, okulların açılmasını sabırsızlıkla bekliyorduk. Ve okullar açıldı. Arkadaşlarımızla
kucaklaştık. Onlara yaz aylarında yaptıklarımızı anlattık.
Liseli Dev-Genç olarak yaz aylarında köylüyle beraber, Ordu’da fındık, Artvin’de çay
bahçelerindeydik. Sistem bizleri halktan yalıtıp boğmaya çalışırken, bir de biz, kendimizi
kamplara kapatırsak olmaz dedik. Attık kendimizi halk denizinin içine. Tıpkı Denizler, Mahirler, İbolar gibi!
Ordu ve Artvin bölgesinde yaptığımız çalışmaların değerlendirmeleri iki gün arka arkaya
Birgün Gazetesi’nde yayımlandı. Dergimizde de bu değerlendirmeleri sizlerle paylaşmak istedik. Uzun yıllardan sonra bu yıl, ilk kez böyle bir çalışma yapıldı. Halkla beraber, halk için
çalışmaya, biz gençlerin ne kadar çok ihtiyacı olduğunu, bu çalışmalarla daha iyi gördük.
Bunun ışığıyla önümüzdeki yaz, bizler için daha çok çalışmanın önü açılmış oldu.
Ayrıca yaz aylarında yaptığımız eğitici çalışmalar bizlerin gelişimi açısından çok iyi oldu.
Kendi düşüncemizin felsefi alt yapısını da irdelediğimiz bu çalışmalar, ufkumuzu genişletti.
Kitapla birebirde geçirilecek zamanı arttırmamız gerektiğine karar kıldık. Meğer öğrenilecek
ne çok şey varmış.
Okulların açılması eğitimin sorunlarıyla daha somut bir şekilde yüz yüze getirdi bizi.
Hepimizin sorunları ortak. Tüm arkadaşlarımızla birlikte mücadele etmek için, sorunların
nedenlerine inmenin, sorunları onlarla birlikte irdelemenin bir zorunluluk olduğunu daha
önce kendi pratiklerimizden de gördük. Bunun için sorunları ortaya koyarken alternatif
eğitim anlayışımızı da ortaya koyabilmemiz gerekiyor. Eğitimin ve okulun mutlu olma yolunda bir araç olduğunu arkadaşlarımıza anlatabilmeliyiz. Liseli Dev-Genç’in tüm sayılarında
buna ilişkin yazılar mevcut. Ayrıca “Öğrencinin Özgürlüğü Kendi Ellerindedir” adında,
işimizi kolaylaştıracak bir kitabımız da bulunmaktadır.
Liseli Dev-Genç gençliğin taleplerini ifade eden bir dergidir. Bu bakımdan yaşadığımız tüm
sıkıntıları, sorunları, gördüğümüz çarpıklıkları, üretimlerimizi Liseli Dev-Genç sayfalarında
yazılar haline getirebiliriz. Liseli Dev-Genç bizlerin bilincini, yüreklerini ve bileklerini
birleştirecek ve aynı noktaya vurmamızı sağlayacak bir araçtır. Bugün öncelikli görevimiz
Liseli Dev-Genç’i yaygın bir şekilde dağıtmak, daha çok arkadaşımızla paylaşmaktır. Kısacası,
Liseli Dev-Genç’i örgütlemektir.
Umudu, sevgiyi, paylaşımı büyütmek, yaşamımızın her anını emekle örmekle mümkün. Yeni bir eğitim mücadelesi, aynı zamanda yeni bir dünya mücadelesidir. Dünyayı,
insandışılaşmış ilişkilerin soğuk ikliminden çıkarıp yeniden kuralım! Suyun toprakla,
ağacın yaprakla buluşması gibi bizler de yaşamın damarlarına baharın öz suyunu taşıyalım.
İşçiyi, köylüyü, gençliği şafağın aydınlığına, taptaze bir bahar sabahına uyandıralım. Haydi
arkadaşlar baharı örgütlemeye! Bir sonra ki sayıda buluşmak dileğiyle! Sevgiyle Kalın!
(...)
İnanın, güzel günler göreceğiz çocuklar
Güneşli günler göreceğiz
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar
Işıklı maviliklere süreceğiz
Çocuklar inanın, inanın çocuklar
Güzel günler göreceğiz güneşli günler
Motorları maviliklere süreceğiz.
N.Hikmet
1
DEV-GENÇ’LİLER YENİ
DÖNEMDE NE YAPMALI?
Günümüz Gençliği
Tamamen baskı altında yetiştirilen bir gençlikten gelecek beklemek doğru değil!
Sistem tamamen kendi ihtiyaçlarına
dönük bir nesil yetiştirmektedir. Aileler sistemin istedikleri doğrultuda çocuklarını
büyüterek onları “daha iyi bir gelecek” için
hazırlamaktadırlar. Ne yazık ki gelecek
anlayışının bozuk olduğu şu günlerde söz sahibi olmayan, başkalarına gereksinim duyarak
ve anı yaşa mantığıyla yetiştirilen bir gençlik
bulunmaktadır. Gençlerin hareketleri gerek
evde gerek okulda kısıtlanmaktadır. Ailelerin
sert baskıları bireyleri tamamen güvensizliğe
itmektedir. Aile içinde gerekli sevgiyi göremeyen birey, tamamen şiddete yöneliyor.
Kendine uygulanan psikolojik baskıları fiziksel olarak dışa vurma isteği duyuyor.
Öğrenci Gençlik
Öğrenci gençler için sorunlar daha da
büyüyor. Okullarda görülen gerici-faşist nitelikte öğretmen ve müdürler, tek tipleştirilmiş
öğrenciler, elemeye dayalı sınav sistemleri
ve kameralarla izlenen koridorlar. Bu sistemin öğrencilere olan basit bir oyunudur.
En ilginç olanı ise her türlü baskıya boyun
eğerek sistemin onları daha iyi bir geleceğe
taşıyacağına inanmış olmaları. İnanılması
güç olan bu durumu sistem genç bireylere
bizzat titizlikle, “eğitim öğretim” adı altında
aşılıyor. Öğrencilerin kendi içlerinde de dinamikler bulunmaktadır. Diğer büyük sorunlardan biri de budur. Gerici faşist örgütlenme.
Liselerde hemen hemen her okulda bu tip
örgütlenmeler mevcut ve bu tip öğrenciler her
zaman müdürler tarafından desteklenmektedir. Faaliyetlerini her alanda rahatça yürütebilen faşistler hiçbir baskı altında kalmadan
her türlü kirli oyunlarını okulun içerisinde
yürütebiliyorlar. Haraç almalar, adam dövmeler vb. olayları gerçekleştirebilen bu kişiler
gayet güzel okul içinde ve dışında destek
görüyorlar.
Niteliksiz ve Paralı Eğitim Sorunu
Öğrencilerden bağımsız gelişen sorunlara bakmak gerekirse en büyük sorun paralı
eğitim ve niteliksiz eğitim sistemi. Her yıl
bizlerden aidat adı altında “zorunlu bağış”
toplamaktadırlar ve bu paralar ile okula temizlik malzemesi, mazot parası ödendiği söylenir.
Peki, bu ülkenin vatandaşları olarak vergimizi
neden ödüyoruz? Çok ilginç bir durumdur ki
yıllardan beri merak edilen bir sorudur bu.
Vergiler nere gidiyor? Amaçları, genç bireyleri geleceğe daha iyi hazırlamak olan eğitim
sistemini düzenleyenler, hangi şartları kendilerine dayanak sağlayarak bizleri bu 4 yıllık
bataklığın içine atmaya teşebbüs ediyorlar?
Bunların tek açıklaması vardır. Bizi hazırlayan
sistem sadece kendi çıkarları doğrultusunda
işlemekte ve günün şartlarını göz önünde bulundurarak hiçbir karar almamaktadır. Sistemin bir çürük tarafı da niteliksiz olmasıdır.
Geleceğe dair hiçbir dayanağı olmayan bir
sistemde 4 yılın ardından 1 sınava tabi tutuluyorduk. Fakat çok büyük bir değişiklik
yapmışlar gibi övdükleri yeni sınav sistemi
eskisini aratmayacak ve “başarısız öğrenciler”
diyerek kenara attıkları gençler çoğalacaktır.
İstatistiklere göre Türkiye’de sınava 1 milyon 350 bin öğrenci giriyor ve bunlardan 30
bine yakın öğrenci sıfır alıyor. İlginç olan çok
sayıda öğrencinin başarısız olduğu değil, sınav
sisteminin ne denli yanlış olduğudur.
Üniversiteyi Umut Kapısı Sanan Aileler
ve Öğrenciler
Gençler ve aileler üniversiteyi hayata dair
bir kurtuluş olarak görüyor. Yanılıyorlar.
Üniversite içinde aynı liseye benzer birçok
sorun var. Faşist örgütlenmeler, Rektörle-rin
faşizan tavırları ve harç sıkıntıları. Bazı üniversitelerde işler çığırından çıkmıştır ve kapılarda
çevik kuvvetler beklemektedir. Bu tür olaylar tamamen öğrencilere kuvvet gösterisidir
2
ve yeri geldiğinde bu kuvvetleri fiili olarak
kullanmaktadırlar. Üniversiteyi de bitirdiniz işte o zaman sizde artık işsizler ordusuna
katılmış bulunmaktasınız. Ailenizin bu zor
Türkiye şartlarında sizi üniversite okutması
ile büyük kazanımdır. Gerisi ne Allaha kalmış
ne size. Tamamen devletin ve işverenlerin inisiyatifinde. Sistemin bize dayattığı imkânlar
bunlardır.
Okul, Dershane ve Ev Üçgeni
Apolitik bireylerin yetişmesindeki diğer bir
etken ise okul, dershane ve ev üçgenindeki
gençlik. Aileleri tarafından zorlanan gençler
sürekli ders çalışmaya itilmektedirler. Dersle
yatıp dersle kalkmaktadırlar. Dolayısıyla
öğrencinin hiçbir sosyal aktivitesi yok. Hiçbir
arkadaşı ile düzeyli ilişkisi yok. Hatta ilerisinde
ise tüm bunlar kişide psikolojik sorunlara yol
açabilmektedir. Tamamen boşlukta
olan bir öğrenci ne derslerine adapte
olabilir, ne de sağlıklı bir birey olabilir. Ailelerin tutumları bireylerin
üzerinde çok etkilidir. Sürekli derse
itilen bir öğrenci, ya sonuna kadar
direnir, ısrar eder çalışmamakta ve
sonuç ise sınavlarda hüsranla biter
ya da paşa gibi derslerine çalışır,
hiçbir sorunla ilgilenmez, önüne
ne gelirse kabul eder, hiçbir zaman
ses çıkaramaz. Sistemin istediği
kişilik budur ve liselerdeki baskı
aygıtları ile gençlerin kişiliklerini
değiştirmektedirler.
Madde Bağımlılığı
Günümüzde
birçok
genç
madde
kullanmaktadır. Okulda ve genç nüfusta
madde kullanımı %4 oranındadır. Madde
kullanan gençlerin %6 sokakta yaşayan, %94
ise aileleriyle yaşayan gençlerdir. En düşük
bağımlı yaşı 10-11 ve en çok madde kullanan yaş gurubu ise 17-18 yaş gurubudur.
Bu verilerden de anlaşıldığı gibi ailelerin
baskılarıyla ve sistemin istediği kişilikteki
bireyler, lise zamanında madde bağımlısı
olmaktadır. Genç nüfusun yüksek olduğu
ülkemizde bu verilerde de görüldüğü gibi
çok sayıda bağımlı olması gençlik açısından
tehlikeli bir durumdur. Ufak yaştaki çocuklar
uyuşturucu satıcılığı başta olmak üzere, gasp,
kapkaç, hırsızlık, yankesicilik gibi suçlara
3
bulaştırılıyor. Bu nedenlerle; çocuklar suç
çetelerine kiralanıyor, çocuk ufak ücretlerle
uyuşturucu satıcılığına başlıyor.
Gençlik farklı bir alternatif ihtiyacı duyuyor.
Gençlik arayış içersindedir. Kimileri gücü
mafyalarda, uyuşturucuyu çetelerde buluyor,
parayı sistemle iş birliği yapmakta buluyor,
kimileri ise çıkışı tarikatlara karışmakta buluyor. Fakat bu isteklerini ararken gençlikleri
harcanıyor, aileleri yıkılıyor, geriye dönüşü olmayan bir yola giriliyor. Her zaman bizler sistemin karşısında, sistemin çarpıklıklarını diğer
gençlere ve ailelere göstermek için çalışıyoruz.
Biliyoruz ki bu emekler bir gün karşılığını
alacak. Sistem biz devrimcilerin karşısında
yenilecek ve o gün ne uyuşmuş beyinler, ne
şiddete eğilimli hasta bir gençlik olacak. Tam
tersi, gençler kendilerini ifade edebilecekler, özgürce düşündüklerini bir müdür, bir
öğretmen karşısında haykırabilecek, istediği
bir meslek sahibi olabilecek, kısacası hayatın
her alanında yetenekli bireyler olacaklar.
Bu Alternatif Dev-Genç’tir
Liseli Dev-Genç, gençlerin kendini ifade etmesindeki bir olanaktır!
Bizler yüreğimizdeki isyan ateşi ile
gördüğümüz baskılarla, eziyetlerle, zalimleri
yakabilenleriz.
Hayatın her alanında yanlışı görüp ona itiraz
edenleriz. Sistemin her ne kadar baskı aygıtı da
olsa dergimiz sayesinde bütün sorunlarımızı,
sistemin çarpıklıklarını herkese gösterebiliyoruz.
Gelecek güzel günler için çalışıyoruz ve o
günler bizim gibi gençler olduğu sürece gelmemesi mümkün değildir. Gençliğin ihtiyacı
özgürlüktür, kendini ifade etmedir, sosyal bir
çevre edinmektir, isteklerini dile getirmesidir.
Bizler bu fırsatları elimizde bulunduruyoruz.
Çünkü bizler devrimciyiz.
Biz devrimciler alkol veya uyuşturucu
kullanmayız, sistemin istediği uyuşuk bir
beyindir, bizim ise hayatın gerçeklerini gören,
sistemin oyunlarını kavrayabilen bir beyine
ihtiyacımız var.
Dev-genç’i alternatif olarak görenler, onun
ruhunu, mücadelesini, özverisini kavrayabilen ve somutlaştırabilenlerdir. Alternatif olan Dev-Genç’tir. Dev-Genç gençliğin sesidir, halkın umududur.
Dev-Genç’liler Dev-Gençliliği Sadece okul
Sınırlarında Görmez!
Bizler yürüttüğümüz faaliyetleri sadece
okullarımızın içerisiyle sınırlandırmıyoruz.
Hayatın her alanında kendimiz ilerletiyor,
gelecek için geliştiriyoruz. Okullarımızda
yaptığımız çalışmalar haricinde gerek eylemlerde gerekse düzenlediğimiz panellerde kendimizi açıklıyor, halka tanıtıyoruz.
Devrim için kitleleri ve umudu örgütlüyoruz.
Devrimcilik okulla sınırlandırılamaz. Liseli
olmamıza rağmen birçok konuda bilgi edin-
meye çalışıyoruz. Bilgilerimizi okul içerisinde
ve okul dışarısındaki tüm arkadaşlarımızla
paylaşıp, gelecek için adım atmalarını bekliyoruz. Sistem bizleri okulda pek çok baskı
aygıtı ile sindirmeye çalışıyor. Fakat devrimci
iradeyi ne hücrelere sıkıştırabilirsiniz ne de
işkencelerle yok edebilirsiniz. Sorunlarımızı
dergilerimizde paylaşıyoruz ve biliyoruz ki
bütün öğrenciler aynı sorunlardan şikâyetçi.
Ailelerinde bilinçlenmesinde etkin rol oynuyoruz ve birçok aile dergimizi takip ediyor
ve destek veriyor. Devrimcilik hayatın her
alanında aktif olmaktır.
“Devrimci, bir eliyle sevdiğine en güzel
mısraları yazarken öteki eliyle de çatışandır.
Kitle önderidir, tiyatro, satranç ustasıdır, en iyi
makale yazandır.” ( Murat Çelik, Yazılı Duygular, S:13 )
Arkadaşlarımızla
Bütün Yaşam Alanlarında Yer Almalıyız!
Yaşam alanlarımızda arkadaşlarımızla her
zaman görüşmeli, sıcak bağlar oluşturmalı
ve çeşitli aktiviteler yaparak bu ilişkileri her
zaman sıcak tutmamız gerekir. Sistemin bizi
bireyci, eve kapanan, hasta kişilikler haline getirmesine izin vermeyip, gelecek için
umutlarla yürüyen, sağlıklı düşünebilen, sistemin her türlü kurnazlığını ayırt edebilen
4
bireyler olmamız gerekmektedir. Bu sorunları
arkadaşlarımıza göstermeli ve örgütlü mücadelemizde onları da saflara katmamız gerekmektedir. Sıcak tutulan ilişkiler her zaman
sistemin istemediği bir durumdur. Çünkü
sistem bize susmayı, sustukça konuşmayı
unutmayı emretmektedir. Sistemin isteklerini
adeta bir görev olarak belirlemiş ailelerde
ise çocuklarını arkadaşlarından uzak tutma,
siyasetten uzak yetiştirmeye çalışmaktadır.
Çünkü onlara göre arkadaş ilişkileri her zaman bireyi yoldan çıkarır, kötü alışkanlıklar
kazandırır. Siyasette de durum aynı, devlet meseleleri ile ilgilenmek kötüdür çünkü
hakkını aramak suçtur, yapılmaması gereken
en kötü şeylerden biridir. Hakkını aramak
yerine bunun bir sınav olduğunu, hesabı
ahirete bırakmaları gerektiğini söylerler. Sistemde kendi başarısını ailelerin üzerinden
sağlar, kendini yeniler ve her zaman bunun
propagandasını yapar. Okullarda siyasetten
hiç bahsedilmez, fakat kendileri
siyaset üzerinden halkı kandırır.
Siyasi bir sosyal çevre kişinin
düşüncelerini, davranışlarını ve
olaylar hakkında tutumlarını belirler. Bizler arkadaşlarımızı bu
karanlık düşlerden, uyandırıp,
hesapları bugünden görüp hep
beraber geleceğimizi kendi ellerimizle inşa edeceğiz. Hep beraber ortak bir yaşamı savunmaktan vazgeçmeyeceğiz.
Aktivite Çeşitleri
Sosyal aktiviteler günümüzde
çok çeşitlidir. Okullarda, mahallelerde
arkadaşlarımızla
toplanıp sinema, tiyatro, konser vb. faaliyetlerde bulunup,
ilişkilerimizi taze tutabiliriz.
Bizlerin ise resim, müzik, tiyatro gibi atölyelerimiz mevcut ve
buralarda arkadaşlarımız istediği
eğitimleri görmektedirler.
Bize yakışan bir duruşla,
umutla, inançla yaşamalı ve bu
duruşu insanlara taşımalıyız. Bu
özelliklerimizi her geçen gün
büyütüp, aramıza katılan yeni
arkadaşlarımızı yoldaşların sıcak
dolu kucaklamasıyla, onları da içimizden
biri yapmamız gerekmektedir. Girdiğimiz
bu yolda birçok yoldaşa ihtiyaç vardır ve
aranan özelliklerin bireylerde kazanılması
zaman alır. Fakat uzun bir sürece yayılan
bu nitelikler kişinin tamamen özverisi ve
davaya isteği doğrultusunda kazanılır. Sistemin bize karşı yürüttüğü tüm olumsuz
durumlarda inancımızı asla yitirmemeli,
aksine yanlışlardan dersler çıkarıp gelecek
için umudumuzu ve inancımızı büyütmeliyiz. Yoldaşlarımızın sorunlarını kendi
sorunlarımız gibi görmeli ve onları düzeltmek için çabalamalıyız. Girdiğimiz bu yolda
sistemli bir şekilde çalıştığımız sürece, bizi
sömüren sistemi yıkmamız için karşımızda
hiçbir engel yoktur. Gençliğin özgürlük isteği
baskı aygıtlarının duvarlarını parçalayacaktır.
Özgürlük örgütlü mücadelededir.
Mahir, Hüseyin, Ulaş
Kurtuluşa kadar Savaş!
5
EĞİTİM HAYATIMDA
YAŞADIKLARIM
İçinde bulunduğumuz lise hayatından ve
buraya gelene kadar neler yaşadıklarımızdan
bahsetmek istiyorum.
Bu konuya OKS’den (şimdiki adı SBS) ve
daha sonra karşımıza çıkan ÖSS’den girmek
istiyorum. Bu iki sınavın da birbirinden
farkı yok aslında. İyi bir üniversite için, iyi
bir lise, iyi bir lise için de OKS’den geçmek
gerekiyor. Geleceğimizi kazanmamız bu kadar basit gibi gösteriliyor sistem tarafından.
Sadece üzerimize düşen sorumlulukları
ye-rine getirmemiz gerekiyor. Ailelerimiz
de bizler de bu sınav sistemini böyle görüyoruz. Peki bu sorumlulukları ailelerimiz mi
yüklemişti bizlere? Yoksa biz mi seçmiştik? Bu
sorumlulukları sistem yüklemişti genç yaştaki
bizlere. Bu sorumlulukları oluşturmaktaki
amaçları, geleceğin sahiplerini oluşturmak
mı yoksa kendini sorgulamayan makineleri
mi yaratmak? Aslında sistemin isteği açıktı:
Sosyal hayatı sıfıra indirilmiş, arkadaşlık
ilişkileri bir kenara atılmış, sınavları hayatının
eksenine oturtan bir gençlik tamamen sistemin isteyeceği bir modeldi. Bizleri sorgulamayan insanlar yapmalıydı sistem. Eğitim
müfredatının bizleri, bilimsellikten uzak tutarak tamamen ezberci hale getirmesi de genç
makinelerini oluşturmadaki adımlarındandı.
Belli soru kalıpları yaratarak onları ezberlememiz isteniyordu. Sistemin istekleri ailelerimizin büyük beklentileri olarak üzerlerimize
yıkıldı ve psikolojik olarak çok bunaltıldık.
Bunca sorumluluğu, beklentileri karşılamak
için çok genç yaşlardaydık.
Bizlere dayattığı sınavdan geçtik. Başarılı
sonuçlar aldık ya da alamadık. Peki gençlikte değişen neler olmuştu. Okuyan sorgulayan genç bireyler yaratmış mıydı sistem?
Değişen hiçbir şey olmamıştı. Ne müfre-
dat değişmişti, ne eğitim demokratikleşmiş,
çağdaşlaşmıştı. Üzerlerimizdeki sorumluluk
keskinleşerek artmıştı. Bu keskinlik ÖSS’yi
kazanamadığımız takdirde geleceğimizin yok
olma keskinliğiydi. Bütün “fedakarlıklara” devam etmek gerekiyordu. Bilimsel dersler dahi
deney ya da gözlem yöntemiyle değil, ezberleterek öğretiliyordu. A ışını B derecelik açıyla c
merceğinden neden\nasıl geçer? Yanıtı yoktu.
Öyle işte diyordu sistem, ÖSS’de onu soracaklar da o yüzden.
Bu tür ezberci derslerden sıkılarak çıkış
yolu arayan arkadaşlarımız da öğretmenlerin
gözlerinde kötü öğrenci profili çizdikten sonra
kendi kaderlerine terk edildi. Bundan da şöyle
bir sonuç çıkarıldı; biz de bu kötü öğrenciler
gibi olursak kaderlerimizle baş başa kalacağız.
Demek ki ne yapmak gerekiyormuş sistemle
uzlaşarak bizlere sunduğu gerici, bilimsel olmayan eğitimi kabullenmek. Başarılı olarak
ya da olmaya çalışarak arkadaşlarımızla rekabet içerisinde sınavlarda elenerek, eğitim
hayatımızı devam ettireceğiz. Sistemi sorgulamaktansa onunla uzlaşmayı seçeceğiz.
Peki bu uzlaşmayı seçtikten isteklerini yerine getirdikten sonra, sistem al yavrum sana iş
mi diyor. Sistemin bütün isteklerini yerine getirdikten sonra dahi elimize hiçbir şey geçmiyor. Dört yıllık bir üniversite kazandığımızı
düşünelim-ki bu öss’den alınacak en iyi netice-.Bunun kitap parası, harç parası, yurt
ya da ev kirası, yol parası da şöyle dursun,
okuduk bitirdik. Bu sefer de KPSS çıkıyor
karşımıza.100 kişilik bir kadro için 10.000 kişi
başvuruyor, bu kazanan 100 kişi atama bekliyor ve örnekler sürüp gidiyor. İyi de bütün
bir gençlik sorumluluklarını sistemin istediği
gibi yerine getirdi. Hani geleceğimiz güvence
altındaydı. Bu tür soruları sormak gençliğin
6
aklına çok geç geliyor. Neden? Çünkü geleceğimizi kazanmak için sürekli ders çalışan ezberleyen makinelere dönüşmüştük.
Sonuç olarak varacağımız nokta şudur. Bunları bizlere dayatan sistem kapitalist\emperyalist sistemdir. Bu sistem bizimki gibi ülkelerde makinelerini yaratabilmek için eğitimde ya da
hayatın diğer bütün alanlarında anti demokratik uygulamalara başvurur. Gençlik olarak bizlerin kurtuluşu bu sistemle uzlaşmak olarak dayatılıyor. Ancak bu sistemde gençlik çürüyüp
gidecektir. Bizlerin kurtuluşu özgür, çağdaş, bilimsel, demokratik eğitimden geçer. Eğitim
sisteminin demokratikleşmesi ülkenin demokratikleşmesinden ayrı düşünülemez. Ülkenin
demokratikleşmesi için, gençliğin, ezilen halkların kurtuluşu için tek yol devrimdir. Liselerde
okuyan ve bu ülke gerçekliğinin farkında olan bütün arkadaşları Liseli Dev-Genç saflarında
mücadeleye çağırıyorum.
EŞİT, PARASIZ, BİLİMSEL, ANADİLDE EĞİTİM İÇİN TEK YOL DEVRİM!
KURTULUŞA KADAR SAVAŞ!
Umut İnceefe
YOLU UMUTTAN GEÇEN
HERKES İÇİN...
Hasret ne kadar büyük olursa olsun, insanın aklında hasretine son verdiği “kavuşma” anı
kalır ve sevdadır,o hasreti böylesine dev bir anlama kavuşturan.
Sevginin ve kardeşliğin had safhaya çıktığı, düşlerin yalnızca uykularda değil gerçek hayatta olabileceğine inanan insanlarla kortejlerde yürürüz her birimiz ve biliriz o kıpkızıl
mayıs güneşinin barikatlar ardından doğacağına. Bu nedendendir, soluksuz kalma gibi bir
lüksümüzün olmayışı, bu nedendendir soluklarımıza solukların katılışı.
Dökülen onca kan, güzel bir güne olan özlemin giderilmesinden dolayıdır ve kazanılacak
zaferler o kanın kızıllığında yok edilecek özlem içindir; borcumuzdur şehitlerimize:
Yaşanılacak ve kazanılacak tüm zaferler!
Nice kavgalar da böyle olmamış mıydı? Kanlı savaşların patlayan namluların ardından
kıpkızıl bir güneşin doğuşuna tanık olmadı mı bu tarih, nice sabrın, nice büyük kinlerin
ardından tertemiz bir ülkenin doğuşuna?
Bu belki bizim için bir kural: Doğru şeyler en büyük kavgaları hak eder ve biz bu güzel,
doğru, haklı şeyler için amansız kavgalardan geçmeye ve ölüme, annesine hasretli bir çocuk
gibi sımsıkı sarılmaya razıyız!
Kardeşler, hepimize bu koskoca sevda! Ey karakaşlılar, mavi gözlüler sizler için bu doğan
kızıl gün! Kalkın, bakın işte, açın pencerelerinizi!.. Kuşatılmış bir gökyüzü göreceksiniz ve
sadece size yazılmış o zafer naralarıyla donatılmış şarkıları dinleyeceksiniz.
İsyanın o beton yığınlarının arasından sıyrılıp, şehrin meydanlarında “çav bella” söyleyerek kıracağız zincirlerimizi ve koskoca bir sevdaya kanatlanacağız hepimiz, her birimiz…
Yoldaşlarla omuz omuza bir ülke boyu halaylarla karşılayacağız ölülerimizi. Çocuklarımız
ellerinde demet demet kızıl çiçekleri verecek on’lara.
Ho Chi Minh boynundaki ipi kopararak, yumruklarını gökyüzüne kaldırarak sıyrılacak
aramızdan, Ernesto umudun adını mavzeriyle işleyecek, halkın o kara yazgısının üstüne.
Destan destan yazılacak sevda, tarihin o kanlı sayfalarına, geride kalan çığlık dolu günler o
sayfalara gömülecek.
Gerçek güneşin barikatların ardından doğacağına hepimiz sonsuz bir inançla inanıyor ve
biliyoruz bizi kurtaracak olanın sıkılı yumruklarımızın içinde saklı olduğunu!
Serpil Doğanay
7
FAŞİZMİN GÖLGESİNDE
EĞİTİM
Geçtiğimiz günlerde yine “kapalı kapılar”
ardında bir karar alındı. Apar topar alınan
karara göre artık her okula bir polis düşecek.
Pilot bölge olarak Ankara’yı seçen “yetkililer”
uygulamayı yeni eğitim-öğretim yılında
yapmayı planlıyor. Bu uygulamadan önce de
polisler zaten okulun önünde ekipler halinde
nöbet tutuyor ve varlıklarını öğrencilere
mutlaka ama mutlaka hissettiriyorlardı. Ama bu
uygulamayla birlikte okulun dışında bulunan
polis artık hem okulun dışında hem de içinde
terör estirecek. Özetle özel olarak okullarda
terör estirmek için eğitilen bu polisler okulların
iç kısmında ellerini kollarını sallaya sallaya
“görev” yapacaklar. Tabi “yetkililerden” gelen
açıklama ise daha farklı. Yapılan açıklamaya
göre bu polisler okullarda;
-Uyuşturucuyla
-Çetelerle
-Gençleri kullanmak isteyen ideolojik
gruplarla, mücadele edecekler.
Şimdi
öne
sürdükleri
bahaneleri
inceleyelim...
Çeteler, daha doğrusu sivil faşist çeteler
öğrenci gençliğin demokratik hak arama
mücadelesinin yüksediği dönemlerde ortaya
çıkmış, devletin öğrenci hareketini ezmek,
devrimcileri etkisizleştirmek için oluşturup
güçlendirdiği bu oluşumlar olarak günümüze
kadar gelmiştir. Yani bu çeteleri devlet
oluşturmuştur, bu çeteler devlete bağlıdır ve
devletten bağımsız düşünülemez.
Bu çeteler uyuşturucu da dahil her türlü adi
suça bulaşmış, her türlü pisliği başta okullar
etrafında olmak üzere her yana bulaştırmıştır.
Faşizmin üniformalı yüzünün dışında kalan
bu sivil çeteler bugün de okullar etrafında
dönen uyuşturucu çarkının tam göbeğinde
bulunmaktadırlar. Biz öğrenciler olarak çok
kez tanık olmuşuzdur, bu çetelerin üyeleri
okullarda uyuşturucuyu hem yaygın olarak
kullanır hem de pazarda limon satar gibi
rahatlıkla -polis amcalarının kanatları altındasatarlar. Özetlersek devlet bu uyuşturucu işinin
merkezindedir. Bizler uyuşturucu tüccarlarının
uyuşturucuyla mücadele edemeyeceklerini
biliyoruz. O zaman açıklığa kavuşması bir
soruyla konuyu bağlayalım;
Soru: Eğer uyuşturucuyla mücadele etmek
istediklerini söyleyenler uyuşturucu satıyorsa,
uyuşturucuyla kim mücadele edecek?
Cevap: Uyuşturucu, sömürü sisteminin
yarattığı
bir
pisliktir.
Bu
yüzden
gerçekten
uyuşturucuyla
mücadele
edenler sistemi tanıyan ve
onu değiştirmeye uğraşan
devrimcilerdir.
Böylece polisin neden
uyuşturucuyla
mücadele
edemeyeceğini öğrendik.
Gelelim
çetelere.
Çetelerin ne zaman, neden,
kimler tarafından sahneye
sürüldüğünü
yukarıda
öğrendik. Bu çeteler aslında
öğrencilere kıyasla hiç de
güçlü değiller. Ama terör,
baskı, sindirme yoluyla hem
devamlılıklarını sağlıyorlar,
8
hem de devletin verdiği güçle örgütlülükleri gerçekten güçlü. Kimi zaman ırkçı, kimi zaman
dinci motiflerle karşılaştığımız bu çetelerin oluşturulma amacı (bazen kendileri farkında olmasa
bile) öğrencilerin demokratik hak arama mücadelesini ezmektir. Bugün bu işlevlerinin yanında
okullara polisin girmesi için bahane haline de geldiklerini görüyoruz. Bu noktada şu soruyu
sormakta yarar var;
Soru: Polis yani devlet, çetelerlerle mücadele edebilir mi?
Cevap: Çeteleri devletin oluşturduğunu, devlete bağlı olduklarını ve devletten ayrı
düşünülemeyeceğini gördük. Aynı durum polis için de geçerli. Bizler faşizmin kendi
kendisiyle mücadele edemeyeceğinin farkındayız. Bu nedenle polisler çetelerle mücadele
edemez.
Ve polisin niye çetelerle mücadele edemeyeceğini de öğrendik.
Sıra “gençleri kullanmak isteyen ideolojik gruplar” da. Burda polisin devrimcileri kastettiği çok
açık. Belki de bu açıklamadaki tek doğru nokta bu. Doğru; neden öğrenci hakları için mücadele
edenlere izin versinlerki? Kendi doğalarına aykırı. Bu bahaneyi yıllardır kullanıyorlar. İdeolojik
gruplar, teröristler derken bir bakıyoruz okullara polisler yerleşmiş. O halde şunu sormak
konunun anlaşılması bakımından faydalı olur;
Soru: Polis neden okullara yerleşmek için yıllardır “ideolojik gruplar” vb. bahaneleri çokça
kullanıyor?
Cevap: Çünkü korkuyorlar. Öğrenci hareketlerinin hangi boyutlara varabileceğini zaman
içinde öğrendiler.
Neden “ideolojik gruplar” vb. bahaneleri yıllarca kullandıklarını da anladık. Peki bunlar
bahaneyse niye artık her okula bir polis girecek? Devlet gerçekte ne istiyor?
Devletin gerçekte istediği (faşizmin doğası gereği) okullarda baskıyı hergün durmaksızın
arttırmak. Okulları, bırakalım kışlayı zindana çevirmek istiyorlar. Amaçları gençliğin
özgürleşmesinin önünü almak, kölelik koşullarını daha da ağırlaştırmak, öğrencilerin hakları
için mücadele etmelerini engellemektir. Ama çaresiz değiliz güçlüyüz bütün bir gençliğiz.
Umudumuz var;
TEK YOL DEVRİM !
Cemal Yıldız
OKULLAR TİCARETHANE
ÖĞRENCİLER MÜŞTERİ DEĞİLDİR!
Okula başladığımızdan beri, bizlerin beynine yavaş yavaş işlenmiştir sınavlarla, testlerle bir yerlere gelebileceğimiz. Daha lise öğrencileri bu duruma alışamamışken, ilkokul
öğrencilerine yarış atı muamelesi yapılmaya başlandı. Geçtiğimiz günlerde 1. sınıfa kayıt
olmak için çocukların mülakata alındığına, bu da yetmezmiş gibi mülakata girmeleri için
500 TL para ödemeleri gerektiğine şahit olduk. Eğer çocuk mülakatta başarısız olursa
ödediği ücret boşa gidiyor. Okul ise bu ücretlerden yüksek miktarda kar sağlıyor. Ya okullarda müdürler tarafından arama yapılarak bizlerden alınan özel eşyaların ( telefon vb. ),
malın cinsine göre ücretlendirerek geri verilmesine ne demeli. Her sene yılsonunda çok sık
rastladığımız olaylardan biri de karnesi zayıf olan öğrencilerin para karşılığında notlarının
yükseltilmesi. Bu paralar bağış adı altında ya öğretmenin ya da müdürün cebine gidiyor.
İşte biz böyle bir ülkede, böyle şartlarda okumaya çalışıyoruz. Sistem herkesin gözlerine
perde indirmiş, herkesin beyinlerini yıkamış ve kendi sürekliliği için herkesin üzerinden
kar sağlamaya çalışmaktadır. Ticarethanelerin kapanması ve öğrencilerin güzel günler için
geliştirildiği, kar amacı gütmeyen okulların bulunması için; TEK YOL DEVRİM !
Hakan Taş
9
Kitap Tanıtımı
“Uçurum İnsanları”
Jack London
Bir dünya düşünün ki insanlar aç, sefil, uykusuz, işsiz, ekmeksiz… İşte uçurum insanları
tam da böyle yaşamları olan insanları anlatıyor.
Londra’nın doğu yakasındaki fakir insanları.
Jack London fakir insanların yaşam koşullarını
birebir anlayabilmek için bir süreliğine onlar gibi yaşamaya karar veriyor ve bu yaşamın
bütün zorluklarını iliklerine kadar hissediyor.
Kalacak bir yerleri olmadığı için fakirhanelerde
gece geçirmek için çabalayan insanlara rastlıyor.
Bir gece karşılığında yaptıkları ağır işlere tanık
oluyor. Sanayi devrimi ile birlikte İngiltere’de
kapitalizm vahşiliğini hissettiriyor. Kapitalizm
der Marx: “üretim araçlarına ve sermayeye sahip
olan burjuva sınıfın çıkarına işleyen, onu meşru
kılan bir sistemdir.” Yani birileri ellerinde bütün
üretim araçlarının mülkiyetini tutarken birileri
onların hiç birine sahip değildir. Bilindiği gibi
kapitalizm bağrında birçok çelişkiyi barındırır.
En başta ezen ezilen çelişkisi gibi. Kitapta bunu
rahatça gözlemleyebiliyoruz. Hatta Jack London
bu çelişkiyi kitabın içine çok güzel yediriyor.
Romanda şöyle bir paragraf geçiyor: Mr. Piogi
“ Yok olan onda bir” adlı eserinde şöyle diyor: “
bu kişiler ya vücutlarının zayıflığı, ya zekâlarının
azlığı, ya adale yetersizliği veya bunların üçünün
bir araya gelmesinden yetersiz ve isteksiz işçiler
olup kendi kendilerini geçindirmekten aciz oluyorlar… Genellikle zekâ bakımından o derece
geridirler ki, sağlarını sollarından ayırt edemedikleri gibi, çoğu zaman evlerinin numarasını
bile şaşırırlar. Vücutları zayıftır, dayanıksızdır,
sevgileri ve kederleri sapık olduğu gibi hemen
hemen hiç biri aile hayatının ne demek olduğunu
bilemezler.” Bahsedilen bu bölümde Mr. Piogi
insanların ölümünün açlıktan, susuzluktan, yaşam
kalitelerinin düşük olmasından kaynaklandığının
farkında değil sanırım. Bunun bir sistem sorunu
olduğunu farkında değil ya da kendi sisteme entegre olmuş olan bir insan olduğu için kendi
görüşlerinin savunmasını yapıyor. İngiltere’nin
batı yakasında insanlar obez olurken doğu yakasın
da yiyecek ekmek bulamıyorlar. Burjuva yazarlar
ise bunu insanların tembellikleriyle, zekâ azlığıyla
açıklıyor. İnsanların geçimini sağlayacak kadar
parası yokken o insanların aile kavramını bilmediklerini söylüyor. Yiyecek ekmeği olmayan insanlar sizce nasıl bir ev bir aile kurabilir. Jack London romanda buna bir cevap veriyor:”eğer işçiler
çalışamıyorsa bunun sebebi iş görmek istememesi
değil, ortalıkta, yapılacak işten çok daha fazla
işsizin bulunmasıdır.”
Hitler faşizminin Yahudileri gettolara hapsetmesi gibi İngiltere’de ve Avrupa’nın birçok
bölümünde halk geniş gettolara hapsedilmiştir.
Gettolar bir nevi bizim ülkemizdeki gece kondu mahalleleri gibidir. Yazar doğu Londra’yı da
getto olarak adlandırıyor. Haksızda sayılmaz.
Doğu Londra da işçiler çok düşük maaşlarla
çalıştırılıyor, emeğin karşılığı hiçbir zaman ödenmiyor. İşçilerin çalışma saatlerinin çok uzun
olmasına rağmen, bu çalışmanın karşılığında
aldıkları ücret çok az. Yazar fakir insanları uçuruma yakın görüyor, her an o uçurumdan aşağı
yuvarlanabilecek insanlar. Belki de bu yüzden
romanın adı uçurum insanları. Doğu Londra’da
çalışan insanlarda, yaşlılıktan ya da sakatlıktan
dolayı çalışamayan insanlarda aslında aynı yaşam
koşulları içinde. Hepsi aç, susuz. Çalışanlarda
geçinemeyecek kadar az ücretle çalışıyorlar.
Kitabın çekiciliği belki de gerçek olmasından
kaynaklı.
Biraz da yazardan bahsedelim istiyorum. Yazar 1876 yılında San Francisco’da dünyaya geldi.
Ailesinin maddi durumu iyi olmadığı için küçük
yaştan itibaren çalışmaya başladı. 13 yaşında ilk
teknesini aldı ve denizlere açıldı. Jack London
gençliğinde büyük zamanını sokaklarda geçirdi.
Böylece işsiz, ezilmiş insanların hayat hikâyelerini dinlerken sosyalist fikirleri olgunlaşmıştır.
Sosyalist yazarları okumaya başlamıştır.
Marx’ın komünist manifestosunu okumuş ve
ondan şöyle bir not çıkarmıştır: “insanlık tarihi baştanbaşa sömürülenlerle sömürenlerin
kavgasıyla dolu… Darwin’in incelemeleri nasıl
insanoğlunun gelişimini gösteriyorsa, sınıflar
arasındaki bu kavganın tarihide bizlere iktisadi
uygarlığın gelişimini göstermektedir. “ üniver-
10
siteye başladığı zaman ailesinin maddi zorluklar çekmesinden dolayı okula devam edememiştir. Bir
çamaşırhanede işe gitmiştir. Yazar 18. yy süslü abartılı anlatımının yerine sade bir sanat anlayışını
benimsemiştir. Kitaplarında çoğunlukla işçileri ve emekçileri, proletaryayı anlatmayı seçmiştir.
Yazarın günümüzde de okunduğunda birçok bilgiye ulaşabileceğimiz eserleri bulunmaktadır. Bunlar
arasında Demir Ökçe, Martin Eden, Beyaz Diş sadece bazıları. Yazar ve kitabı hakkında söyleyeceklerimiz bu kadar. Okumanızı tavsiye ederiz.
Sevim Sarısözen
MÜCADELE VE SEVGİ
Mücadelemiz daha iyi bir gelecek için; Sosyalizm için!
Bugüne kadar birçok devrimci şehit verildi fakat mücadeleye olan inancımız ilk günkü gibi
taze ve sert. Önderlerimizin yolundan yürüdüğümüz bu sarp yollarda her şeyi göze alarak
bugünlere geldik. Ne faşistin silahı ne zorbanın sopası, hiçbiri yıldıramaz bizi gelecek güzel
günler için. Özveri ile ilerliyoruz Devrimci Yol’umuzda. 68 ruhu ile kavgada bizde varız dedik
ve aradan çok yıllar geçmesine rağmen içimizdeki inanç bitmedi, bitmeyecek! Ta ki zorbalar, halk düşmanları aramızdan yok olana dek biz devrimciler her zaman barikatların ardında
olacağız. İnsanlık uğrunda ölen devrimciler hiçbir zaman tereddüt etmediler gelecek güzel günler için. Mücadeleleri engindi. Hiçbir şey kaybedilmedi bugüne kadar. Aksine gelecek kuşaklara
aktarılacak o kadar güzel izler bıraktılar ki; isimleri hala dillerimizde birer slogan: “Mahir Hüseyin Ulaş Kurtuluşa Kadar Savaş!” Biz Mücadeleyi onlardan öğrendik. Onlardan öğrendik
vazgeçmemeyi, özveriyle çalışmayı… Onlar bir adım bile geri atmadılar. Yağan kurşunlara
rağmen hiçbir zaman teslim olmadılar, bizler de olmayacağız. Biz gelecek için çok bedel ödedik
fakat gün gelecek ödenen bedellerin sonu zafer olacak. Bütün her şey içimizdeki sevgidir. Sevgidir bizi yücelten bu yolda. Sevgidir bizi bir yapan yoldaşlarımızla.
Sosyalizme olan inancımız ve sevgimiz her gün büyümektedir. Küba deneyimi bizi haklı
çıkarmaktadır. Halkın ihtiyacı sosyalizmdir. Sosyalizm bir gereksinimdir.
Ahmet Kızıldağ
YENİ YIL; AYNI DERTLER
Yeni eğitim-öğretim yılı başladı. Hepimizde biraz heyecan, mutluluk, korku, biraz üzüntü
ve umutsuzluk var. Peki, neden umutsuz ve üzüntülüyüz? Cevabı çok açık “Yeni yıl; aynı
dertler”. Bu dertlerin başında ise “Eğitim” sorunu geliyor. Çoğumuz işçi çocuğuyuz ve ailelerimizin aldığı maaşlar ortada. Peki bu asgari ücret adı verilen sadakayla hangi ihtiyacımızı
karşılayabiliriz ki… Eğitim mi? Barınma mı? Ulaşım mı? Biz bunları düşünürken bazı kimseler
ise sadece ceplerimizi nasıl daha çok doldurur halkı nasıl daha çok sömürürüz derdindeler.
Hepimizin sıkıntısı olan ‘’Eğitim’’ konusunu açalım. Sıkıntılarımız nedir? Bakalım ve bunlara
nasıl bir çözüm bulabiliriz onları düşünelim.
Sıkıntılar belli; kayıt parası, eğitime katkı payı, temizlik parası adı altında alınan haraçlar.
İşte bunlar bizi umutsuzluğa düşürenler ve üzenler. Sistem öyle işliyor ki parası olan okusun
olmayan ise okumasın diyor adeta. Bazı arkadaşlarımız ise bunun umutsuzluğuna kapılıp sistemin bir parçası oluyor istemeden de olsa…
Gelelim bu sorunların çözümüne; Çözümün tek yolu var ‘’DEVRİM’’ . Sistemin değişmesi.
Buda bizimle gelecek. Umudunu hiçbir zaman kaybetmeyenlerle, Sosyalizmi kendine rehber
olarak görenlerle…
TEK YOL DEVRİM
DEV-GENÇ’TE BİRLEŞ UMUDU ÖRGÜTLE!
Serhat Kaya
11
ŞİMDİ BAHARI ÖRG
“Okullar Açılıyor, Haydi Müşteriler (!)
Pardon, Çocuklar Okula!
Okulların açılması, bizleri, yeniden sınıf
arkadaşlarımızla bir araya geleceğimiz için bir
yandan sevindirirken, diğer yandan aile bütçesine
getirdiği yükleri düşündüğümüzde kaygılandırıyor.
Okulların açılması demek ailelerimiz ve bizler
açısından binbir sıkıntı anlamına geliyor. Kayıt
parası, araç-gereç, elbise, çanta, defter/kitap
derken alt alta toplanan kalemler, aile bütçesini
çoktan aşıyor. Özellikle kapitalizmin sebep
olduğu ekonomik krizle birlikte, işsizliğin en
üst seviyeye çıktığı günümüz koşullarında,
eğitim alanı da, daha birçok kamusal alan gibi
(sağlık, sosyal güvenlik, ulaşım vb.) sermayenin
talanına açılıyor. Sözde parasız sağlanması
gereken eğitimin maliyeti, gittikçe yoksullaşan
bizlerin/ailelerimizin sırtına bindiriliyor.
Birçoğumuzun, anne/babasının iş bulamadığı
bu koşullarda, eğitim alması adeta lüks hale
gelmiştir. Devletin dokuz yıl boyunca eğitimi
zorunlu kılarken, bunun mali yükünü de bizlere
ve ailelerimize fatura etmesi, eğitimin bir kamu
hizmeti olarak değil, ciddi bir rant kapısı olarak
görüldüğünün ifadesidir. Anayasal bir hak olarak
bizlere parasız sağlanması gereken eğitim, gittikçe
bizlerin karşılaması beklenen bir gereksinim haline
getirilmiştir. Bu yüzden bugün birçok arkadaşımız
zar zor bitirilen ilköğretimden sonra, orta öğrenime
devam edememektedir. Orta öğrenimde okula
devam etme oranı %58’dir. Üstelik bu düşük orana
rağmen, Türkiye’nin, orta öğrenim çağındaki
öğrenci başına düşen harcama miktarı bakımından
en geri ülkeler arasında yer alması, durumun
vahametini göstermesi açısından düşündürücüdür.
(OECD ülkeleri: 7,276 , Yunanistan: 5,213 ,
Meksika: 1,922 , Türkiye: 1,808 dolar, OECD 2008
verileri)
Paran kadar eğitim anlayışıyla gençliğin
eğitiminin önüne setler çekilmiştir. Geçtiğimiz
Mayıs ayında MEB “okulların merkezi yönetimden
alınarak yerel yönetimlere devrini” gerçekleştirmek
için kolları sıvadı. Bu da sermayenin ihtiyaçları
çerçevesinde eğitimin yeniden şekillendirilmesi
anlamına gelmektedir. Merkezi bütçeden pay
12
almadan okulların kendi kaynaklarını yaratması
isteniyor. Bu ise okulların ticarethane, öğrencilerin
müşteri, öğretmenlerin ücretli köleye dönüştüğü,
kapitalist bir çarkı zorunlu kılıyor.
Kapitalist işleyişe göre eğitim ticarileştiğinde,
her okulun “kendine has” bir değeri olmaktadır.
Kişinin özel kurs ve dershanelere kaynak
ayırmış olmasının yanında kayıt sırasında okul
yönetiminin/işletmesinin de yüzünü güldürmüş
olması gerekmektedir. Böylelikle kayıt yaptırılacak
liseler de öğrenciye göre ayrılır. Eğitim hayatı
boyunca eğitime kaynak ayırdıysanız, anadolu ve
fen liselerine kayıt yaptırabilirsiniz. Eğer kaynak
ayıramadıysanız, sermayeye ucuz iş gücü olarak
düşünülen meslek liselerine yönlenirsiniz. Bütün
liseleri de, kendi içinde sınıflanmıştır. Her birinin
kayıt koşul ve ücretleri farklıdır. Lise içinde bile
bir ayrım vardır. Eğer “okulun harcamalarına iyi
katkı” sağlıyorsanız koşulları daha iyi sınıflarda
eğitim görürsünüz, sağlayamıyorsanız bodrum
katlara hapsolabilirsiniz.
Ayrıca sınıf mevcutlarının ellili rakamlarda
seyretmesi eğitimi içinden çıkılmaz bir hale
sokmuştur. Bununla beraber her harcamanın, bağış
adı altında öğrencilerden toplanmaya çalışılması
eğitimi katlanılması zor bir eziyete dönüştürmüştür.
Birçok okulda eğitime fiziki koşulların uygun
olmaması (kaloriferlerin çalışmaması, elektriklerin,
suların kesik olması vb.) eğitimi imkansız hale
getirmektedir.
Okul öncesi eğitimden yüksek öğrenim
sonuna kadar oluşturulmuş olan sınav merkezli
eğitim sistemi, kamu eğitimini işlevsiz kılmıştır.
Eğitimi adeta dershane, özel ders, özel okulun
eline terk etmiştir. (Özel dershane sayısı: 2002
yılı: 2,122 2008 yılı: 4,031) Bugün dershaneye
gitmeyen bir öğrencinin okulundan aldığı eğitimle
sınav kazanabilme ihtimalinin ne kadar zayıf
olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Özellikle SBS
ile her yıla yayılan sınavlar öğrenci ve ailelerin
yaşamlarını daimi bir stres içine sokmuştur. Sürekli
yarışmak zorunda bırakan sınavlar ve yarış atına
dönen yaşamlarıyla öğrenim gençliği, gelecekten
beklentilerini yitirmiş, umutsuz, sevgisiz, mutsuz
ve şiddet bağımlısı bir kuşağa dönüşmüştür.
RGÜTLEME ZAMANI!
Eğitim: Yat! Kalk! Sürün!
Eğitim, aynı zamanda sistemin, “ağaç yaşken
eğilir” mantığıyla, gençliği budayarak kendisini
ayakta tutacak “vatandaş”ı yarattığı bir süreçtir.
Bu yüzden eğitim halkın ihtiyaçlarına göre değil,
sistemin ihtiyaçlarına göre şekillendirilir. İçeriği
de bu ihtiyaçlar çerçevesinde siyasi ve ideolojiktir.
Özellikle 12 Eylül sonrası açılan imam hatip
okulları ve türk-islam sentezli eğitim anlayışıyla
milliyetçi, dinci, gerici, ataerkil öğeler müfredatta
hakim kılınmıştır.
Bugün kriz dönemiyle birlikte işsizliğin hiç
olmadığı kadar artması, gençlik içinde de bir
kıpırdanmaya neden olmuştur. Hele ki genç nüfusun
ülke nüfusuna oranı düşünüldüğünde gençliğin ne
kadar güçlü ve etkili bir dinamik olduğu daha iyi
anlaşılır. Bunu bilen egemenler de cehaleti eğiterek
oluşturmaya çalışmaktadır. Bunun için eğitimin
içeriğini, bilimsel olmayan hurafelerle doldurmaya
çalışırlar. Tüm dünyanın kabul ettiği Darwin’in
Evrim Kuramı’na karşı yaratılış safsatalarını
biyoloji kitaplarına sokmaya uğraşırlar. Tarih ve
kültür, egemenin görülmesini istediği şekilde
resmi ve milli hale getirilerek gençliğe kahramanlık
öyküleriyle sunulur. Eğitim alanına “530 din
öğretmeni alınırken, 1 tane psikoloji öğretmeni”
atanır. Düşünmeye çok gerek duyulmadığı için
felsefe ve sosyoloji gibi dersler geri plana atılır.
Kısacası gençlik eğitim eliyle ehlileştirilir;
iradesiz, kendine ve başkalarına güvenmeyen,
çaresiz ve yalnız hale getirilir. Emperyalizmin
tüketimi teşvik eden yoz kültürü, yaşamın tüm
kılcal damarlarına eğitim aracılığıyla sokulur.
Böylelikle eğitilerek esir edilmiş ihtiyarlamış bir
gençlik oluşturulur. Hayal fukarası, internet aşığı,
yalnızlığı ayrıcalık zanneden, en kolektif karede
bile kendisine bir yalnızlık damıtan ve bununla
övünen bir kişilik çıkar ortaya. Okul biçimindeki
kışlada hiçbir şeye karşı çıkmadan koşulsuz itaat
eden ve aynı zamanda kendini özgür sanan bir
kişiliktir egemenlerin istediği. Bugün bunda belli
ölçülerde başarı da sağlamışlardır.
Eğitim sürecinin hiçbir aşamasında eğitimin
asli unsurlarının söz hakkı yoktur. Egemenler
kendilerini okulların patronu olarak görmekte
ve her türlü anti demokratik uygulamayı tepeden
aşağı oluşturmaktadırlar.
İşte önümüzde duran tablo budur.
Bilimle Özgürleşeceğimiz,
Yeteneklerimizle Gelişeceğimiz, Demokratik,
Anadilde Eğitim Mümkün!
Yazımızda buraya kadar eğitimin ne halde
olduğunu gördük. Evet arkadaşlar, eğitim sistemi
ve içinde yaşadığımız okullarımız bu halde. Şimdi
kolları sıvama zamanı, umudu örgütleme, DevGenç’i büyütme zamanıdır.
Onlar bizlerin cahil kalmasını istiyorsa bizler
daha çok okuyacağız. Onlar bizleri yalnız
bırakmak istiyorsa bizler daha çok bir arada
duracağız. Onlar ceplerimize göz dikmişse
bizler, haklarımıza daha çok sahip çıkıp
mücadele edeceğiz! Onlar, bizleri yok etmek
istiyorsa bizler daha çok örgütleneceğiz.
Paylaşmanın, sevginin, umudun kültürü bizim
kültürümüzdür. Yalnızlığın kültürü ise onların.
Bizler umutta, sevgide, paylaşımda birleşelim,
onlar kendi yalnızlıklarında boğulsunlar.
Onlar bir avuç, biz milyonlarız. Bizler bir araya
geldikçe, bilimin çağlayanından sular içtikçe,
yeteneklerimiz çiçekler gibi açacak, her çiçek
kendi dilinde bal verecek, farklılıkların zenginlik
olduğu bir dünyayı ellerimizle kuracağız.
Böyle bir dünyada eğitim budanmak için değil,
insanlaşmak için olacak. Sınavlar elenmek için
değil, yetenekleri keşfedebilmek için yapılacak.
Kısacası okul mutlu olma yolunda bir araca
dönüşecek. Değişmek ve değiştirmek bizim işimiz.
Bizler ya cehennem koşullarına razı olacağız ya da
cenneti burada kuracağız. Hepsi bizim elimizde.
Tüm bunlar için bugün öncelikli görevimiz
Liseli Dev-Genç’i örgütlemektir. Liseli Dev-Genç
Dergisi’ni en iyi şekilde dağıtmak ve üretimine
katkı sağlamaktır. Bunu gerçekleştirdiğimiz
oranda ortak sorunları birlikte tartışacağımız,
sorunlara çözüm arayacağımız ve birbirimizi
geliştireceğimiz bir zemini kendi ellerimizle
yaratmış olacağız.
Liseli Dev-Genç’i büyütmek için şimdi kolları
sıvayıp çalışma zamanı. Haydi arkadaşlar baharı
örgütlemeye!
13
Kitap Tanıtımı;
“Seni Halk Adına
Ölüme Mahkum Ediyorum”
Mitka Gribçeva
Arkadaşlar, size bugün okuduğumda
üzerim-de çok farklı etkiler bırakan, farklı
bir kitap tanıtacağım: “Seni Halk Adına
Ölüme Mahkûm Ediyorum.” Kitap bir “anı,
hatıra” kitabı olma özelliği taşıyor. Çünkü
kitabın içindeki tüm hikâyeler, tüm olaylar,
yaşanmışlıkların yazıya dökülmüş hali. Bu
nedenle soluk almadan, “acaba ne olacak”
diye içinizde bir merakla ve dolayısıyla daha
zevkli ve sıkılmadan okuyacaksınız kitabı.
Mitka Gribçeva ise bu duyguyu vermeyi çok
iyi başarmış.
yaşamının amacı haline getiriyor ki, illegal
hayata atılıyor. Yeni adı ise artık; Ognyana.
Defalarca ölümden dönen, defalarca halk
düşmanlarına ölümler getiren, defalarca
arkadaşları öldürülen Mitka, yoldaşlarının
matemini tutmak yerine, bitmez tükenmez
bir kararlılık ve azimle savaşıyor; yılmadan,
usanmadan.
Partizan hayatını, tüm gerçekliğiyle,
zorluklarıyla, güzellikleriyle ve bir o kadar
akıcı üslubuyla dile getiren Mitka Gribçeva;
gerçek bir devrimci, gerçek bir Partizan. O ilŞimdi biraz kitabın içeriğinden bahset- legal hayatı, çok cesur ve gerçekçi bir şekilde
mek istiyorum: Mitka’nın yaşadığı yıllarda bize kitabında anlatmış ve yorumlamış.
Bulgaristan yoksulluk ve tam anlamıyla sefalet içindedir(Olaylar Bulgaristan’da geçiAyrıca Parti’ye olan sadakate (BKP: Bulyor). Nazilerin uyguladığı faşizm doruk garistan Komünist Partisi) ve Parti disiplinoktasındadır o yıllarda. Bulgaristan da bu nine değinmeden geçemeyeceğim. Parti’nin
faşizmden nasibini fazlasıyla almaktadır. aldığı her karara uymak devrimci bir disiOlaylar Vatan Cephesi’nde geçiyor. Mitka plinin gereğidir ve bunu çok iyi bir şekilde
küçük yaşta Sofya’ya kaçıp orada kendi- benimsemiş Partizan’lar zaferi çok geçmeden
sine bir iş buluyor ve çalışmaya başlıyor. kazanırlar.
Kaçmasının sebebi ise; yoksulluk içinde
olan ailesine para kazanarak destek olmak.
Mitka ise zaferi gören az sayıda Partizan’dan
Mitka, girdiği işe kolayca alışıyor ve orada biridir.
kendisine bir arkadaş çevresi oluşturuyor.
Bu arkadaşlar arasında Remsistlerle tanışıyor
Kitapta illegal hayat hakkında çokça ipucu
(RMS: Genç İşçiler Birliği). Ve Mitka bun- var. Eğer bunları yakalayabilirseniz olayları
dan sonra mücadeleye kopmaz bağlarla çok farklı açıdan yorumlayabilme yeteneğine
bağlanıyor. Hayatını kavgaya ve mutlak zafere kavuşacağınızı düşünüyorum.
adıyor. İş yerlerinde daha az çalışma süresi
ve daha fazla ücret için fabrikalarda çeşitli
Kitap hakkında fazlasıyla bilgi verdim.
eylemlerde bulunuyor ve Mitka defalarca iş Artık gerisi bize kalmış. Okuyun pişman
bulup defalarca bulduğu işlerden kovuluyor. olmayacaksınız…
Naci Güven
Mitka mücadeleyi öylesine benimsiyor ve
14
ROMANYA
İZLENİMLERİ
Romanya dünyada sosyalizmi görmüş az
sayıda şanslı ülkeden biri.
1878 yılında ayrılarak bağımsızlığını ilan
eden ve krallık tarafından yönetilen Romanya İkinci Dünya savaşında Alman Faşizmi’nin
yanında yer almış ancak içindeki devrimci
güçlerin mücadelesi ve Sovyetler Birliğinin
desteğiyle 1947’de krallığı devirerek yerine
Rumen Halk Cumhuriyetini inşa etmiştir.
30 aralık 1947 Devriminden, 25 aralık 1989
Çeausescu’nun düşürülmesine kadar Sosyalist Romanya Cumhuriyeti adı altında varlığını sürdürdü.
Aslında Çeausescu’nun sosyalizmi uygulamada pek başarılı olduğunu söyleyemesek de
1989 yılından bu zamana Romanya’nın yeni
sömürge ülke olduğunu ve kapitalizmin boyunduruğu altında ezildiğini bilmekteyiz. Bu
sürece bakarsak sosyalizmin halka verdiklerinin ne kadar önemli olduğunu görebiliriz. Bu
20 yıllık zaman arasında halk, emperyalist tekellerin ve ülke içindeki burjuvazinin baskısı
altında kalmaya zorlanıyor.
Bükreş sokaklarında dolaştığımda yabancı
markaların yoğunluğu gözüme çarpan şeylerdendi. Ülkeye kapitalizm yerleştiğinden beri
-özellikle Romanya, Avrupa Birliği üyesi olduktan sonra- yabancı emperyalist tekeller,
sermayenin önemli bir kısmını ele geçirdi.
Son yıllarda alışveriş merkezlerinin artması
da bunun belirgin göstergelerinden biri. Yabancı tekellerin yanısıra, yeni sömürgeciliğin
uygulandığı ülkelerin olmazsa olmazı yerli
burjuvazi de oldukça aktif durumda. Yerli
burjuvazinin de ülkedeki en popüler örneği:
Gheorghe (Gigi) Becali.
Gigi Becali, sosyalizm döneminde sonra
köylülerden çok ucuz fiyatlarda arsalar alıp,
kısa sürede önemli bir servet sahibi oldu.
Becali, bu servetten olabildiğince yararlanmasını bilen bir kişi. Halkın sempatisini kazanmak -ve tabii ki servetini katlamak- için
başvurduğu yöntemler ise çok klasik. Kendisi
ülkedeki en büyük spor kulüplerinden Steaua
Bükreş’in sahibi. Yaptığı açıklamalarla da her
zaman ülke gündeminde kalıyor. Bunun yanında Hristiyan Demokrat Partisi’nin en etkili
üyelerinden biri ve AB parlamentosu üyesi.
Oy toplama yöntemi ise bizlere pek tanıdık:
köylere üçer, beşer kiliseler yaparak dini kullanmak.
Halkın yaşamına baktığımızda politik bilincin önemli derecede düşük olduğunu görebiliyoruz. Özellikle yaşıtlarımız hiçbir şeyin farkında değil. Bırakalım ülkelerinin ve
halklarının geleceğini , kendi geleceklerini
bile düşünmek istemiyorlar. Yani -aramızda
yaygın- herhangi bir üniversiteye girip, bir de
sigortalı iş bulup hayatının geri kalanını idare etme düşüncesi dahi yok. Bir kısmı çeşitli
Avrupa ülkelerinde çalışmaya gidiyor. Bir bölümü ise o sırada sarhoş olduğu için konuşma
fırsatı bulamadım.
Şu anda Romanya’daki hükümette PSD
(Sosyal Demokrat Parti) ile PD-L (Liberal Demokrat Parti) koalisyonu var. Hükümetin şu
sıralar oldukça sıkıştığını söyleyebilirim. Bunun nedeni ise IMF’den alınan borçların geri
ödemelerinin yapılamaması. Borcun ödenmesi içinse yine halk kullanılıyor. Ancak insanların yapılan % 20-30 civarı maaş indirimini
pek kabullenmek istemedikleri ortada. Hatta
polisler bile bu uygulamayı protesto etmek
için greve gittiler.
Tüm bunlara rağmen Romanya’da sosyalizm döneminden kalan ve halk yararına
yapılan pek çok uygulama sosyalizmin üstün taraflarını belli ediyor. Örneğin, şu anda
halkın çoğunluğu barınma konusunda rahat. Çeausescu döneminde barınma, ısınma,
elektrik, su vs. ücretleri tek kalem altında toplanıp belli bir aylık ücret ile karşılanıyordu.
Böylece insanların zor durumda kalmaması
sağlanıyordu. 80’li yıllarda ise insanlar tama-
15
men konut sahibi edildi. Şu anda da ülkedeki
yapıların büyük bir çoğunluğu o dönemden
kalma. Eğitim konusunda da önceden okullarda eğitim kalitesi oldukça yüksek seviyede
olup, öğrencilerin gelecekteki mesleklerinde
uzmanlaşması sağlanırken; bu dönemde ise
hem fırsat eşitsizliği hem de eğitimin kalitesiz
oluşu gelecekteki Romanya’da çokça sorun
yaratacağa benziyor.
Sonuç olarak Romanya’dan edindiğim izlenimler doğrultusunda ‘pek iyi uygulanmayan’
sosyalizmin bile kapitalist sömürücü düzenden kat kat üstün olduğunu gördüm. Verdiğimiz mücadele, onurlu bir mücadele arkadaşlar!
Murat Çoban
YENİ SÖMÜRGECİLİK
Yeni sömürgecilik ikinci dünya savaşı
sonrasında ortaya çıkan bir kavramdır.
Burada görülen olgu sömürü biçimindeki
değişimdir. Klasik sömürgecilikteki temel
olgu ise, sömürgeci gücün kendisinden
güçsüz ülkenin topraklarını, askeri, topu,
tankı ve bayrağıyla girip işgal etmesi ve
bunu bir sömürü biçimine dönüştürmesidir.
Emperyalist ülkelerin ikinci dünya savaşı
sonrası işgal edip bunu sömürü haline getirdikleri birçok ülkede halk ayaklanma çıkarıp
bağımsızlığını kazanmış ve dünyanın yarısı
neredeyse emperyalist kapitalist sömürü ağı
dışına çıkmıştı. İkinci dünya savaşı sonrası
yaşanan deneyimler ve çıkarılan dersler emperyalistler açısından sömürgecilik tarzında
değişimi zorunlu kıldı. Savaştan yara almadan
çıkan ABD emperyalizmi öncülüğünde, yeni
sömürge ilişkileri tesis edilmeye başlandı.
Yeni sömürgecilik ilişkisini zorunlu kılan
iki temel neden şunlardır;
“Birincisi, o dönemde dünyanın neredeyse yarısının, ya sosyalist sisteme dahil
olmuş, ya da ulusal kurtuluş savaşlarının ve
sınıfsal mücadelelerin etkisinin altına girmiş
olmasıdır. Bu kapsamın her an genişleme riskinin olduğu ve sosyalizmin güçlü bir çekim
odağı haline geldiği koşullarda, açık işgalin
toplumsal kalkışmaları kamçılayıcı, ulusal
kurtuluş hareketlerini güçlendirici bir etki
yaptığı görüldü. Cezayir, Vietnam gibi pek çok
ülkede ulusal kurtuluş hareketlerinin başarıya
ulaşmış olması, emperyalist işgalin gizlenmesini zorunlu hale getirdi.
İkincisi,
emperyalist-kapitalist
sistem içerisindeki üretici güçlerin gelişim
düzeyi, sermayenin merkezileşmesinin ve
yoğunlaşmasının (tekelleşme) ulaşmış olduğu
düzey, tekellere rahatlıkla kendi egemenliklerini gizleyerek (işbirlikçileri aracılığıyla)
sürdürebilme olanağı tanımıştı. Bu, yerel
iktidarları ele geçirme, belirleme imkanı verirken, aynı zamanda, daralan pazar alanları
için de bir çözüm demekti.” (Emperyalizm ve
Yeni Sömürgecilik)
Yeni sömürgecilik kıtaların derinlemesine sömürüsüdür. Ülke içinde işbirlikçi
oligarşiler oluşturarak işgali ve sömürüyü
gizli kılarak emperyalizmin egemenliğini
daimi kılmaktır. Özellikle 1950 sonrası
yıkılan Avrupa’yı inşa olarak bilinen Marshall planıyla ABD, yeni sömürge ilişkilerin
dünya üzerinde tesisine girişmiştir.
Ayrıca Nato eliyle yeni sömürge ülkelerde
yukarıdan aşağı örgütlenen anti-komünizm
temelindeki
gladio
vb.
kontrgerilla
yapılanmalarıyla ekonomiyi askerileştirerek,
emperyalizmin ülke içindeki varlığını garantiye almıştır. Bu yüzden emperyalizme
karşı mücadele faşizme karşı mücadeleyle
birlikte düşünülmelidir. Yeni sömürgecilik
üzerine söylenecek çok şey var, bu yüzden
hepinizin Devrimci Hareket Yayınları’ndan
çıkan “Emperyalizm ve Yeni Sömürgecilik”
kitapçığını okumanızı öneririz.
16
Serdar Cem
YAZ ÇALIŞMALARI 1
LİSELİ DEV-GENÇ
ORDU’DA FINDIK BAHÇELERİNDE
Yüreği yıldızlı göğe eren yolcuların diyarıdır
Karadeniz. Yine düştük yollarına. Asırlardan
beri dağlarında sakladın halkın esmer yürekli
çocuklarını. Karanlık kondularda mum alevi
neyse dağlarında yakılan ateşler de oydu.
Dağlarınla konduların iç içe geçtiği, yeşille
mavinin birleştiği, hırçın dalgaların kayaları,
taşkın yağmurların dağları dövdüğü Karadeniz. Yüreği burgulu, elleri nasırlı anaların, nice
yiğitler doğurduğu Karadeniz. Hekimoğlu gibi
nice yiğidin sevdası dağlarında zalime karşı
direncin ateşini harladı. Zenginden alıp yoksula dağıtmanın hak olduğu Karadeniz. Terzi
Fikri’nin sana diktiği elbiseye leke sürmeden,
yüreği dağlarına karışan dört karanfili gözlerimizde taşıyarak, yine düştük yollarına.
Ordu’nun Dereleri Aksa Yukarı Aksa
Vermem Seni Ellere “Ordu” Üstüme Aksa
Otobüs yol aldıkça gözlerimizin önüne
geçmişte yaşanan güzellikler kare kare düşüyor.
“Çamura son kampanyası!”, 80 öncesinde 19
bin nüfuslu Fatsa’da belediye imkanlarıyla 5
yılda bitirilebileceği söylenen çamur, devrimcilerin hesabına göre bir haftada bitirilir deniyor
ve çevre illerden gelen
toplam 30 bin insanın
çalışmasıyla 5 günde
bitiriliyor.
“Fındıkta
Sömürüye Son Mitingleri”
en tepedeki dağ köylerinden kıyıdakilerine kadar tüm köylü katılıyor,
kendi köyünün pankartı
ve talepleriyle yürüyor, Terzi Fikri bir anıt
gibi en önde. Üretenin
yöneten olduğu bir düzen
istiyorlar. “Fatsa Halk
Şenlikleri” birçok aydın
ve sanatçının katılımıyla
halkın devrimci kültürle
kucaklaştığı, görenlerin
hayrete düştüğü bir şölene dönüşüyor.
Nokta operasyonuyla, yaratılan tüm bu
güzelliklerin halkın hafızasından silinmesi
için genç yaşlı demeden topyekün yöre halkı
işkenceden geçiriliyor. Ardından 12 Eylül’le
birlikte katliamlar, mahpusluklar, idamlar. 12
Eylül’den sonra tüm ülke genelinde olduğu
gibi bölgede de İmam Hatip okulları ve Kuran
Kurslarının açılmasına ağırlık veriliyor.
Yaz çalışmamıza başlamadan önce Ordu/
Fatsa’daki ortamın ne olabileceğini dair sohbetler etmiştik. Bu yüzden karşılaştığımız tablo
bizi çok şaşırtmadı. Devrimcilerin varlık nedeni
zaten halkın içine düştüğü umutsuzluk ve çaresizlik halini gidermektir.
Birçoğumuz bugüne kadar hiç fındık
toplamamıştı. Kimimiz hayatında ilk kez köy
yaşamını tadacaktı. Yolculuk esnasında hepimizde heyecan vardı. Özgürlüğe kanat açan
kuşlar gibiydik. Liseli arkadaşların bir kısmı
ailesinden ilk kez bu kadar uzun süre ayrı
kalıyordu. Halkını sevmek, onun bağrında
taşıdığı potansiyel güce inanmak ve tıpkı Mahirler, Denizler gibi yollara düşmek. Che
gibi halkın yaralarına derman bir doktor
17
duyarlılığında, Özgüçler, Ayşeler, İhsanlar gibi
düşmek. Ve düşerken yeni filizlere can vermek
toprakta.
Devrimcilik halkla bütünleşmektir. Emektir.
Halkın emeğini halka vermektir. Çalışmamızın
amacı; bölgeyi tanımak, halkımızın içinde
yaşadığı sıkıntıları görmek, onların sorunlarını
dinlemek ve elimizden geldiğince köylüye
yardım etmekti. Uzun yıllardır bu bölgede
böyle bir çalışma yapılmıyordu. Hatta yardıma
geldik dediğimizde, “Kendinize mi yardım istiyorsunuz?” deyip şaşıranlar oldu. Sonrasında
ne için geldiğimizi anlattığımızda, birçoğu
geçmiş günleri hatırlayıp duygulandı.
Gelirken yol boyunca fındık tarlalarına
bakarak neyle karşılaşacağımızı kestirmeye çalışıyorduk. Sahil boyundaki çadırlarda
yaşayan, çoğunluğu Güneydoğu illerinden gelen mevsimlik işçileri gördük. Fındık sadece
yöre insanının değil, memleketlerinden buraya
fındık toplamak için gelen insanlarımızın da
geçim kaynağıydı.
Nihayet yolculuk bitmiş sessiz, sakin bir Karadeniz sabahında Fatsa’ya varmıştık. Mümkün olduğu kadar fazla yerde fındık toplamayı
amaçlıyorduk. Bu yüzden kendi aramızda
gruplara ayrıldık. Fatsa/Çamaş’ın, Ordu’nun,
Ünye’nin köylerine doğru yöneldik.
kabartıyor.
Fındık ağaçları belli aralıklarla ocak ocak
dikilmiş. Belli dönemlerde ağaç köklerini gübreliyorsun. Fındık toplama dönemi geldiğinde ise
ocak aralarında tüm yıl boyunca biriken otları
tırpanlamak gerekiyor. Fındık ağacı, bildiğimiz
ağaç gibi değil. Dalları o kadar esnek ki, aşağı
doğru çektiğinde hemen eline geliyor. Sonra
başlıyorsun yaprakların altına gizlenmiş çotanak denilen fındıkların içinde bulunduğu kozayı
aramaya. Ocaktaki tüm dalları tek tek indirerek
tüm fındıkları toplayıp diğer ocağa geçiyorsun.
Fındıkları bazen beline bağladığın bir çuvalın
içine, bazen yere serdiğin bir brandanın içine
döküyorsun. Sonrasında da büyük çuvalların
içine basıp köye taşıyor, evin avlusuna serip
kurutuyorsun. Ardından da çotanaklarından
ayrılsın diye batoza veriyorsun. Anlayacağınız
fındık toplama işi zorlu ve zahmetli bir iş. Köylü
her aşamasında (gübreleme, tırpanlama, toplama, taşıma, batoza sokma ve satıma götürme)
bir sürü masraf yapıyor, emek veriyor. Ama
fındık politikaları ve açıklanan fındık fiyatları
köylünün yüzünü güldürmüyor.
Bir yandan fındık toplarken bir yandan da
fındık üzerine sohbetler ediyoruz. Devletin fındık
sökümünü teşvik ettiğini, ruhsatsız arazilere
destekleme vermeyeceğini, ayrıca bu sene toprak mahsülleri ofisinin de alım yapmayacağını,
Fiskobirlik’ten daha önceki alacaklarını bile
alamadıklarını söylüyor fındığını topladığımız
abiler. Devletin köylüyü tamamen tüccarın ve
tefecinin insafına bıraktığını belirtiyorlar. Bu
yıl büyük ihtimalle fındığın fiyatının 2-2,5 tl
arası olacağını bu fiyatın mevcut masrafları bile
karşılamayacağını, birçok üreticinin gelecek
senelerdeki (3-5 yıl sonraya kadar) ürünlerini
bile tefeciye vermek zorunda kaldığını söylüyorlar. “Bizden Fındığı söküp yerine alternatif
tarım yapmamızı istiyorlar. Yerine ne ekeceğiz
ki, şekeri, tütünü, buğdayı bitirmiyorlar mı sanki.”, “Fındıkta Türkiye bir numara nasıl olur
da elindeki fındığı satamaz. Bunun arkasında
başka oyunlar var.” Sömürü alabildiğine yoğun.
Köylünün elinden 2-2,5 tl’ye çıkan fındık 10-15
tl arası ihraç edilebiliyor. Köylü değil, aradaki
tüccar, tefeci, ihracatçı kazanıyor. Emeği veren
köylü kazanan onlar.
Öğle arası oluyor. Fındık toplamayı bırakıp
hep birlikte sofrayı hazırlıyoruz. Sohbetler ve
KÜÇÜK İSTAVRİT
Köylerde Çalışma Başlıyor
Köylere varır varmaz da “nasılmış bu fındık
toplama işi?” diyerek fındık bahçelerine
koştuk. Yoldan geldiğimiz için dinlenmemizi
isteyen analarımız oldu. Oysa kalabalık kentlerden sonra gördüğümüz yemyeşil doğa tüm
yorgunluğumuzu almıştı. Üstelik bizler buraya
misafir olmaya değil, gerçekten köy yaşamına
adapte olup, en az köylüler gibi çalışmaya
gelmiştik. Olur muydu durmak hiç.
Ufağından büyüğüne bir sürü dere ve
ırmaktan geçerek, dağları, tepeleri tırmanarak
varıyoruz fındık bahçelerine. Bu bölge su
bakımından o kadar zengin ki, her yer dere,
her yer ırmak. Sessiz sakin Karadeniz bir anda
bastıran yağmurla hoşgeldin diyor bize. Neyse
ki kısa sürüyor. Yağmurlar sürekli yağdığı
için her sabah güneşin doğuşu kadar sıradan
geliyor yöre halkına. Yaptığımız sohbetlerde
öğreniyoruz ki bölge doğalında taşıdığı su
potansiyeli bakımından tekellerin iştahını
18
paylaşımlar. Birkaç saat olmuş daha
tanışalı ama yıllardır buralıymışız
gibi hissediyoruz kendimizi. Seksen yaşında ana “Ha bunlar biz gibi
çalışıyor ha!” diyor. Aslında kendisi
o yaşına rağmen bizler gibi çalışıyor.
Hayran kalıyoruz. İçimizden onun
o azmine imreniyoruz. İşe ilk
başlarken ki acemilikler üzerine
basıyoruz kahkahayı hep birlikte.
İşi çabuk kavradığımızı söylüyorlar.
Sofrayıtoplayıpyenidenbaşlıyoruz
çalışmaya. Türküler, marşlar birbirine eklenip çalışma sürüyor. Akşam
oluyor. Topladığımız fındıkları
çuvallara basıp çuvalları alıyoruz
sırtımıza, başlıyoruz yürümeye köye doğru.
Akşam yemeğini birlikte hazırlayıp birlikte yiyoruz. Bulaşığı hep birlikte yıkıyoruz. Yemeğin
üzerine bir de çay demliyoruz. Balkonda oturuyoruz. Geniş bir gökyüzü... Gökyüzünün
dağlarla birleştiği yerde akşamın kızıllığı.
İçilen çaylar. Koyulaşan sohbetler. Ardından
yorgunluğun üzerine yavaş yavaş düşen göz
kapakları ve huzurla uyumanın güzelliği.
Sabah altı dedin mi ayaktayız. Kahvaltı ve
yeniden fındık bahçesine doğru yürüyüş ve
mesaiye başlıyor.
Ordu’da, Fatsa/Çamaş’ta, Ünye’de günler
böylece akıp geçti. İnsan sıcağını yitirmemiş
ve misafirperverlikleriyle bizleri utandıran
yedisinden yetmişine bir sürü güzel insanla
karşılaştık evlerinde misafir olduk. Onlarla
birlikte yaşamı paylaştık. Kısa sürede birbirini
yıllardır tanıyormuş hissini uyandıran en temel
şey, bu paylaşımlardı.
Karadeniz Karadeniz Fırtınalar İçindeyiz
Bölgede yaptığımız on beş günlük çalışma
boyunca gerek yöre insanının yaşayışına dair
gerek geçmiş yaşanmışlıklara dair bizim için
öğreticiliği olan birçok duruma tanık olduk.
Ünye’de İhsan Abdi Önal’ın mezarını ziyaret ettik ve hikâyesini dinledik. İhsan Hoca üç
dönem Töb-Der Başkanlığı yapıyor Ünye’de.
Mütevazı kişiliğiyle kısa sürede halkın gönlünü
kazanıyor. O bölgenin önder kadroları içinde
yer alıyor. 12 Eylül’den belli bir süre önce artan işler dolayısıyla öğretmenliği bırakıyor.
Ve tüm enerjisini devrimci harekete vermeye
başlıyor. 12 Eylül sonrası kır direnişini örgütleme hazırlıklarındayken kazara patlayan bir
silahla bacağından vuruluyor ve kan kaybından
yaşamını yitiriyor. Erzincan Kemaliye’li olmasına karşın ailesi Ünye’yi çok sevdiğini bildiği
için onu Ünye halkına bırakıyor. Çakırtepe’den
tüm Ünye’yi görüyor. Mezarındaki çiçekler daha
dün gibi canlılığını koruyor. İhsan Hoca’nın
yeğenleri gelmiş dendiğinde seksen yaşında bir
ananın hala duygulandığını görüyoruz.
Ünye’nin köylerinde gezerken köylüler bizlere Mahirlerin Ünye’den Kızıldere’ye doğru
giderken dağların arasından geçtiği yolları gösteriyor. Bunun halkın bilincinde sanki dünmüş
gibi yaşaması, efsaneleşmesi ve kuşaktan kuşağa
aktarılması bizleri çok mutlu kılıyor.
Ordu’da doksan yaşında bir amca, açmış
kitabını, kitap okuyor. Kendisine devrimciyim
diyen birçok gencin eline bir kitap dahi almaktan üşendiği günümüz koşullarında doksan yaşında bir amca “yaşama aşkından” kitap
okuyor. Belki de o yaşta yapılacak en büyük
devrimci faaliyeti yapıyor.
Fatsa’da müze gibi bir lokanta içinde bir
sürü tarihi eserin arasına gizlenmiş bir fotoğraf.
Köşesinde “1912 Fatsa” yazıyor. Sırtlarında
silahlarıyla bir çok zabit ve bir bey. Onların
önünde yerde boylu boyunca uzanmış iki kişi
yatıyor ve öğreniyoruz ki; sevdası için beye karşı
çıkıp dağları kendine mesken tutan, zenginden
alıp yoksula veren Hekimoğlu’ymuş yerde yatan. Halkın içinde hala söylenir türküsü.
Fikri Sönmez geziniyor Fatsa’nın çamur
deryasından kurtulan sokaklarında. Kime sorsak duru, lekesiz bir sayfa gibi pürüzsüz duru-
19
yor halkın belleğinde. Fatsa Çocuk Korosu’nun
şarkılarında buluyor halkı kendini “Sen güzel
güzel çocuk/Oku ve öğren neden aç insan…”.
Ve Karadeniz’in dört karanfili Ahmet Gürler,
Ayhan Eskici, Ahmet Sakin, Sebahattin Demir
destanlaşan yaşamlarıyla mütevazı, ağırbaşlı
duruyorlar karşımızda. Türküleri bugünlere
eriyor yoldaş sıcağıyla.
Daha niceleri var anlatılacak yaşamlarıyla
destanlaşan. Belki de en güzel anma, anlatma
yolu onların yollarından yürümektir ayağımıza
takılan dikenlere aldırmadan.
20
Kolektif Yaşamı Örmek
Kaldığımız süre boyunca bir sürü
ev gezdik. Kolektif yaşamı örmek için
kendi içimizde iş bölümleri yaptık.
Yeri geldi fındık topladık, yeri geldi akşamları saz çaldık, türkü söyledik. Film izledik, üzerine konuştuk.
İşçi, emekçi ve köylünün üretim
koşullarından kaynaklı doğalında
planlı bir yaşamı mevcut. Ancak biz
gençlerin, halkın içinde çalışma yaparak kendi yaşamlarımızda devrimci
kültürü inşa edebileceğimizi gördük.
Yaz çalışmaları bizim için hem
yöreyi ve köylüyü hem de kendimizi
tanımamız açısından çok verimli geçti.
Ve vedalaşmalar. Sıkı sıkı sarılmalar. Duygulu paylaşımlar. Bu gitmeler daha büyük
gelmelere vesile olsun şeklinde birbirimize söz
vermeler. Otogara kadar gelip abiler, ablalar
bizleri uğurladı. “Her zaman bekleriz, keşke
daha uzun kalsaydınız. Bu olmadı gezmeye
de gelin.”dediler. Bir sürü güzel anıyla çıktık
dönüş yoluna. Karadeniz’in yüreği tertemiz
insanlarını daha şimdiden çok özledik. Seneye
görüşmek dileğiyle!
YAZ ÇALIŞMALARI 2
LİSELİ DEV-GENÇ ARTVİN’DE
HALK İÇİN HALKLA BERABER
Türkiye’de çeşitli dönemlerde öyle şeyler
yaşandı ki hala unutulmayan birer örnek olarak anılmaları bile doğruluğunun göstergesi.
Bu topraklar böylesi çalışmalara yabancı değil.
Varto depreminden tanıktır bu ülke böylesi
çalışmalara. Devrimci Gençlik Köprüsü’nün
yapımından tanıktır. Fatsa’dan tanıktır. Tütün
üreticisi köylülerin mücadelesi için yapılan
köy çalışmalarından tanıktır. Söke’deki pamuk direnişlerinden tanıktır. Demirdöküm
işçilerinin mücadelesinden, 15-16 Haziran işçi
hareketlerinden tanıktır Devrimci Gençliğin
halkla, sınıfla kaynaşan mücadelesine. Zaten
gidilen yerlerde de bu mücadelenin izine çokça
rastlanması bu nedenledir. Duvarlarda yazılı
sloganlar dahi o günkü tazeliklerini koruyorlarsa eğer, en iyi tanıklar belki de o duvarlardır.
Dev-Genç tarihinin, dahası Türkiye devrimci
hareketinin yükseldiği dönemlerin neredeyse
tamamı böylesi çalışmalarla dolu. Her ne kadar kimi zaman karşımıza arabesk soslu nostaljik anılar olarak çıkarılmaya çalışılsa da o
dönemlerde yaşanılanlarda, bir film karesinden çok daha fazlasını görüyoruz biz. Zaten
o dönem yaşanılanların nostalji ya da romantizmden öte anlamlar ifade ettiği bilinciyle
düştük yollara.
12 Eylül sonrası yaşanılan erozyonun etkisinin bugün farkına varmamak mümkün değil. Gençliği
apolitikleştiren, dahası toplumun neredeyse tamamını bireysel
çıkara yönlendiren bir dönemde
yaşıyoruz. Solun gündeminin
dahi büyük oranda egemenler
tarafından belirlendiği bir ortamda
gençlik olarak siyaset yapmanın
zorluklarını biliyoruz. İşte biraz
da bu nedenle amacımız nostalji
yaşamak değil. Aksine gerçeklikleri
yakından görüp izleyebilmektir. Bu
durum tıpkı İstanbul’un gecekon-
du mahallelerinde her gün işe gidip gelirken
tanık olduğumuz, ya da Tuzla’daki işçilerle
dayanışma eylemlerine gittiğimiz, okullardaki
sorunlara ilişkin gerçekleştirdiğimiz eylemlilikler kadar bir gerçekliği barındırıyordu.
Amacımız Türkiye tarımına, köylülüğün
durumuna ilişkin bir şeyleri yerinde görebilmek, halkın yaşadığı sorunlara ilişkin neler
yapılabileceğine dair gözlem yapabilmekti.
Bunun için düştük yollara.
Hopa’ya vardığımızda oradaki arkadaşlarımızla hasret gidermeye çalışmanın mutluluğu
bir başkaydı. Tabii sayelerinde halktan
insanların geleceğimizi biliyor olmaları ise
meraklı bakışlarla karşılaşmamıza neden
olmuştu. Gittiğimiz köylerde ise bu durum
biraz daha yoğun yaşanarak merak boyutunu
aşıyor ve köylülerin meraklı bakışları artık
soru silsilesine dönmeye başlıyordu. Onlara
yardım etmek için geldiğimizi gördüklerinde
buna neredeyse inanmıyorlardı. Turistik gezi
ya da araştırma yapma amacıyla geldiğimizi
düşünenlerle de karşılaştık. Onları geliş
amacımızın bunun tam tersi olduğuna dair
ikna etmeye çalıştığımızda ise bu sefer soruları
ve yaklaşımları “harçlıklarımızı biriktirmek
21
için çalışmaya geldiğimiz” yönünde değişmişti.
Oysa bizim böyle bir talebimiz yoktu/olamazdı.
Karadeniz köylüsünün özellikle geçmiş pratiklerden yola çıkarak bu tür faaliyetlere
yabancı olmadıkları belliydi. Ancak neredeyse
darbe sonrasından beri bu tür çalışmalarla
karşılaşmamaları bir önyargıyı beraberinde
getiriyordu. Fakat bunu aşmamız zor olmadı.
Köye vardığımız gün hemen çalışmaya
başlamamız ve bu işe çok çabuk alışmamız
nedeniyle köylülerin merakı yerini daha sıcak
diyaloglara bırakmaya başladı. İlk, çay toplama
eğitimimizden kolayca geçtik. Bazılarımız çok
başarılı oldu. Öyle ki bazı arkadaşlarımızın bu
konuda ne kadar da becerikli olduğunu görmek
bizi de şaşırttı. Hatta bazı arkadaşlarımızın çay
toplama konusundaki hünerlerinden dolayı
diğer köylüler tarafından özel olarak davet edilmeleri bizi çok mutlu etti.
Çay toplamaya başlarken hızlı bir görev
bölüşümü ile işe başlıyorduk. Kimimiz tarladaki otların temizliğini üstlenirken kimimiz çay
topluyor, kimimiz çuvalları bağlayarak taşıma
ve yuvarlama işine girişiyorduk. El arabalarıyla
çayların alım yerine taşınması ise “macera” denilebilecek bir işti. Dik yokuşlardan aşağı inen
arabayı zapt etmek adeta olanaksız gibiydi.
Ama kısa sürede bu işi de öğrenmiş olduk.
Emeğin bu kadar yoğun harcandığı bir sürecin sonunda oldukça düşük rakamlarla ifade
edilen çay ödemelerini düşününce sömürünün
ne düzeyde yaşandığını daha yakından
gördük. Çay toplanırken söylenen türkülerin yeri ise ayrı. Ablalar Karadeniz yöresine
ait Hemşin’ce türküler söylerken Karadeniz
dağlarının güzelliği daha fazla hissediliyor.
Bazı arkadaşlarımız da devrimci marşlar söyleyerek katılıyordu onlara.
Yağmur… Yağmur Artvin’in vazgeçilmezi. Bazı günlerde yağmur altında da çay
topladığımız oldu. Özellikle en yağışlı olan
günlerde yağmur altında çay toplamanın
zorluğu köylüler tarafından iyi biliniyor. Bir
tarlada son toplamaların yapıldığı sırada böyle
bir yağmurla karşılaşmak inatçılığımızın da ön
plana çıkmasına neden oldu. Yağmur yağmaya
başladığında bizi eve göndermeye çalışan
köylü ablamıza, kendilerinin gidebileceklerini
ancak bizim orada kalıp çayı toplamaya devam
edeceğimizi söylememiz başta şaka olarak
algılanmıştı. Ancak bu konudaki ısrarcılığımız
ve isterlerse bize yardım edebileceklerini
söylememiz ve sonunda bir Karadeniz’liyi
bile ikna etmiş olmamız direncimizi daha da
arttırdı. O yağmura rağmen tarladaki tüm
çayları bitirmiş olmamız ve çuvalları taşıyarak
çay alım merkezine götürmemiz ve satmamız
neredeyse bir zaferi anımsatıyordu. Ancak çay
satışı dediğimiz şey, sadece toplanan çayların
“alim” diye tabir edilen Çaykur’a bağlı köy
çay alım merkezine götürülüp tartımının
yapılması ve kayıtlara geçirilmesinden ibaretti. Zira paranın ödenmesi bazen bir yıla yakın
bir süreyi de kapsayabiliyordu. Bu süre içinde
üreticilerin ne yaptıkları, nasıl geçindikleri devletin umursamazlığının göstergesiydi. Yapılan
üretimin karşılığının alınamaması ise yapılan
işin anlamsız olduğuna dair düşüncelerin
ortaya çıkmasına neden oluyor.
Köylülerle yaptığımız sohbetlerde
sıkça bu söylemlerle karşılaşmamız
bir anlamda yılgınlığın belirtisi.
Nasırlaşmış ellerle harcanan emek
bir anda nasıl da değersizleşmeye
başlıyor insanların kafasında.
Aslında değersiz olan onların emekleri değil, egemenlerin onlara
bakışı. Bu konuda köylülerle uzunca sohbet ediyoruz.
Sohbetler.
Sohbetler
köy
çalışmasının aslında vazgeçilmezi
diyebiliriz. Yapılan çalışmaların
ardından evde yanan soba içinde
yapılan yemek ve ardından içilen
22
çayın tadı ise tüm yorgunluğumuzu alıyor.
Akşam ise misafirlik çağrılarımız başlıyor.
Gittiğimiz evlerde ise topluca karşılanıyoruz.
Ev sahiplerinin dışında da köylüler sohbetlere
katılmak için aynı evde bulunuyor. Sohbetler
önce yorulup yorulmadığımıza dair sorular
ve cevaplarla başlıyor. Bazen şaka ile karışık
kızmalarla karşılaşıyoruz. Ama bu kızmalar
çok çalıştığımıza ilişkin. Biz oraya çalışmaya
mı gitmişiz, biraz da gezmemiz gerektiğini
söyleyerek kızıyorlar bize. Biz ise işimiz bittikten sonra gezeceğimizi söyleyerek biraz
olsun yatıştırıyoruz tatlı eleştirileri. Konu
dönüp dolaşıp çay üretimine geliyor. Bizim
meraklı sorularımız başlıyor bu sefer. Onlar da biriktirdikleri öfkeyi dışa vururcasına
bize anlatmaya başlıyorlar sorunlarını. En
önemli sorun çaydaki düşük fiyat politikası.
Bu sene çayın kilosuna 79 kuruş taban fiyat,
11.5 kuruş da destekleme primi olmak üzere
toplam 90.5 kuruş veriliyor. Çayı beğenmeme
ve bu nedenle kilosunu düşük gösterme ise
verilen bu ücretin de kuşa dönmesine neden
oluyor. Bir diğer konu ise kota uygulaması. Bu
yıl ki kota uygulamasında miktar 370 kg olarak belirlenmiş. Bu uygulama ile birlikte üretici köylü özel çay şirketlerine mahkum olmakta, onlar da çay ücretlerini kendi kafalarına
göre belirlemekte. Bu durum nedeniyle
“Devlet bitmiş, bizi özelin eline yem olarak
atıyor. Özele mahkumuz ne yapalım” gibi
değerlendirmelerle karşılaşıyoruz. Biz ise bunun bir devlet politikası olduğunu, Çaykur’un
özel sermayeye peşkeş çekilmek istendiğini
anlatıyoruz. Onlar da bu söylediklerimize hak
vererek egemenleri kendi ailelerini zengin etmek için bu yöntemlere başvurduklarını ekliyorlar. Arada sırada Karadeniz’e has hırçın
ve sert değerlendirmelerle de karşılaşıyoruz.
Bu ise bazen kahkahalara neden oluyor.
Özel şirketlerin uygulamaları başlı başına
bir sorun. Ücretin düşük gösterilmesi bir
yana ödemelerin ne zaman yapılacağına dair
köylünün kafasında hep bir soru işareti var,
bir çoğu yıllardır çayının ücretini alamamış.
Özel şirketler genellikle ödeme yapmak yerine köylüyü kuru çay ve gıda maddeleri alabilecekleri yine kendileri tarafından kurulmuş
büyük marketlerden alışverişe zorluyor. Bu ise
şirketlerin iki kez kar ettiği bir tezgah olarak
23
tasarlanmış.
Köylülere, devletin tarıma ve çaya ilişkin
politikalarını anlatıyoruz. Köylülüğün nasıl
adım adım bitirilmekte olduğunu açıklıyoruz.
Önümüzdeki dönemde çay üretiminin devletin belirlediği bazı havzalarda belirlediği oranlarda sözleşmeli çiftçilerle gerçekleştirmeyi
düşündüğünü anlatıyoruz. Bundan sonra
Karadeniz köylüsünün önemli bir kesiminin
çay üretimi yapamayacağını söylüyoruz. Bu
politikaların Karadeniz halkı için ne anlama
geldiğini soruyoruz. Sorulan bu soru üzerine
verilen cevap net; “Bu bölge halkı için yıkım
demek”.
Çaresiz Değiliz
Çaylar içilip sohbete devam ediliyor. Çaresizlik aslında hepsinin gözlerinden okunuyor.
Hepsi durumun farkında ve mücadele etmenin gerekliliğinden bahsediyorlar. Ama
örgütlülüklerinin olmadığından, kooperatiflerin de hiçbir şey yapmadığından şikâyetçiler.
Geçmişte yaşananlar anlatılıyor yine. Devrimcilerin o dönem nasıl belirleyici olduklarından
halkla birlikte nasıl hep birlikte mücadele
ettiklerinden bahsediliyor. Ve darbe. Darbe
koşullarından bahsediliyor. Yöre halkına ve
devrimcilere karşı uygulanan şiddetten, devletin sindirme politikalarından bahsediliyor.
Sohbet koyulaştıkça koyulaşıyor. Bir sorun
diğer bir sorunun açılıp tartışılmasını beraberinde getiriyor.
Sohbet sonunda evlere dağılıyoruz. Bazı arkadaşlar başka evlerde misafir ediliyor. Gidilen evlerde ilk etapta misafir gibi
karşılanıyoruz. Fakat çabalarımızla bu misafir algısını yıkmayı başarıyoruz, onların evlerinden birileri, onların evlatları oluyoruz.
Bulaşık yıkamak bizim işimiz. Erken kalkıp
sobayı yakıyor ve çay demliyoruz. Ardından
mıhlamayla yapılan kahvaltı başlıyor. İştahımız
oldukça açılmış. Gidilecek tarlalara doğru yola
çıkılıyor. Farklı tarlalara gidiyoruz. Ekipler
ayarlanıyor. Ve tekrar çay toplama işlemi.
Gittiğimiz her evde, ya da her köyde benzeri sohbetler yaptık. Onlardan öğrenmenin
verdiği zevk başka. Halkın içinde onların her
gün yüzleştiği sorunları yaşamak çelişkileri
daha da net görmeye yetecek veriler sunuyordu bize. Zaten çalışmamızın en büyük derslerinden biri de buydu.
Devrimci değerlerimiz. Erkan Uzuneminağaoğlu, Ahmet Pehlivan ve daha niceleri.
O dönemdeki yoldaşlarıyla birlikte bir
grup arkadaşımız da değerlerimiz, bir anlamda Artvin’i Artvin yapan güzelliklerin
mimarlarının mezarlarını ziyaret ediyoruz.
Artvin’in onlarsız düşünülemeyeceği önemli
bir gerçek bizim için.
Karşılaştığımız ve sohbet etme imkanı
bulduğumuz herkes yapılan çalışmanın ne
kadar yerinde olduğundan söz ediyor. Bu tür
çalışmaların eskide kaldığından söz eden-
24
ler oldukça merakla dinliyorlar söylediklerimizi.
Bizi 12 Eylül öncesindeki
yoldaşlarına
benzetiyor
birçoğu. Gözleri dolarak
anlatıyorlar tecrübelerini,
seslerinde engelleyemedikleri bir heyecan. Apolitik ya
da sol ile tanışamamış bir
çok kişi ile de sohbet etme
imkanımız oldu. Yaptığımız
çalışmalardan etkilenmeleri ve önümüzdeki yıllarda
yapacağımız çalışmalarda
yer
alacaklarına
dair
şimdiden söz vermeleri
bizim için oldukça önemli.
Ve dönüş vakti geli-yor…
Sırt çantalarımızda umut. Yanında kaldığımız
aileler bizi otobüs terminaline götürüyor. Ellerinde yolda yememiz için hazırladıkları yiyecekler. Otobüsün kalkış saati geldiğinde
ise gözler doluyor. “Az kaldınız. Seneye bu
kadar kısa olmaz haberiniz olsun. Daha yapacak işimiz var diyorlar.” Onlara seneye de
geleceğimizi, ayrıca sık sık da görüşeceğimizi
söyleyerek veda ediyoruz. Gözlerimiz Karadeniz dağlarının sisli tepelerinde…

Benzer belgeler

liseli dev-genç`ten

liseli dev-genç`ten olarak yontuyor. Herkes aynı şeyi giyiyor, aynı şeyi dinliyor, aynı diziyi izliyor ya da aynı kitabı okuyor. Dev-genç mücadelesindeki arkadaşlar, çevrelerinde bu tip örnekleri rahatlıkla görecekler...

Detaylı

liseli dev-genç`ten

liseli dev-genç`ten LİSELİ DEV-GENÇ’TEN Merhaba Sevgili Dostlar, Yoldaşlar! Dördüncü sayımızla sizlerle birlikteyiz. Verimli geçirdiğimiz bir yaz döneminden aldığımız enerjiyle, okulların açılmasını sabırsızlıkla bekl...

Detaylı