Merhaba Bahar 2011 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı

Transkript

Merhaba Bahar 2011 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Gençlerinden MERHABA
Kubbealtı Akademi Mecmuası'nın ücretsiz ekidir
Yayına Hazırlayanlar:
Buğra ŞAMLI
Sâmiha ULUANT
Gülnar MIZRAK
Kapak Tasarım:
Havva Tûba ATİLLA
Basım:
ÖZAL Matbaası
Yazışma Adresi :
Kubbealtı Akademisi
Kültür ve San’at Vakfı
Köprülü Mehmed Paşa Medresesi
Peykhâne Sokağı No:3
Çemberlitaş – İSTANBUL
Tel: 0 212 516 23 56
Faks: 0 212 638 02 72
www.kubbealti.org.tr
[email protected]
Merhaba – İlkbahar 20111 /
İÇİNDEKİLER
KUBBEALTI GENÇLERİNDEN
MERHABA -------------------------------- 3
MAVİYDİ SONSUZ
Ulviye ÜÇÜNCÜOĞLU ------------- 29
SURLARIN SIRLARI
Buğra ŞAMLI ----------------------------- 4
FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ
Kübra YETİŞ ŞAMLI ------------------ 31
MÎMÂRÎ HASBİHÂLLER 4
Çelik BAHAROĞLU -------------------- 7
SANTÛRÎ ETHEM BEY
Orhan ERYILMAZ -------------------- 34
AYŞE KULİN’İN DÜRBÜNÜNDEN
HAYAT ve HÜZNÜ SEYRETMEK
Sâmiha ULUANT --------------------- 14
MERSAULT, MARİE… BİZ…
Elife GENÇ ------------------------------ 37
MERHAMET MEDENİYETİMİZ
GÜMÜŞ HAMAYILLARDA
SAKLI İDİ
Ranuna İklime GÜN ------------------- 19
Yard.Doç.Dr. MÜJGAN ÇAKIR’LA
DİVAN EDEBİYATI ÜZERİNE
BİR RÖPORTAJ
Nesibe YAZGAN ---------------------- 22
SARIKAMIŞ
Kübra YETİŞ ŞAMLI ------------------ 26
GÜLNAR ÖĞRETMEN
Gülnar MIZRAK ----------------------- 27
2 / Merhaba – İlkbahar 2011
MESLEK SEÇİMİ ÜZERİNE
Yegân ERDEM ------------------------- 40
SIRILSIKLAM
Ece YALIN ------------------------------ 43
EDEBİYATIN TOPLUMSALLIĞI
VE HAR-NAME ÖRNEĞİ
Nesibe YAZGAN ---------------------- 45
KENDİ KENDİNE
KONUŞMAKMIŞ AŞK
Meleknur AŞICI ------------------------ 48
BİR IŞIK GÖRÜNDÜ
Selim GÖKIŞIK ------------------------- 52
KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA
Değerli Merhaba okurları,
Bu
sayımızda
iki
genç
ismi
sizlerle
buluşturmaktan
dolayı
mutluyuz. Bunlardan ilki, Vakfımızın 40. yılı münâsebetiyle İstanbul
liseleri arasında düzenlediği “Sâmiha Ayverdi’nin Eserlerinde Kültürel
Devamlılık” konulu deneme yarışmasında birinci olan Ranuna İklime
Gün. Dereceye girenlerden birinciye üç, ikinciye iki, üçüncüye bir
Cumhûriyet
altını,
Türkçe
Sözlük
ve
başarı
belgesi;
mansiyon
kazananlara ise Türkçe Sözlük ve başarı belgesi, ayrıca dereceye giren
öğrencilerin okullarına birer plaket, danışman öğretmenlerine ise birer
Türkçe Sözlük hediye edildi. Kazananların ödülleri Kubbealtı Akademi
Mecmuası’nın 40. yıl toplantısında verildi. Biz de dergimizin bu
sayısından itibaren yukarıda bahsi geçen ve dereceye giren yazıları
birinciden başlamak üzere yayınlıyoruz.
Sayfalarımızda sizinle buluşturmaktan memnuniyet duyduğumuz
diğer genç isim ise
Şişli Terakki Lisesi 11. Sınıf öğrencisi Ece Yalın.
Şiirini beğeneceğinizi umuyoruz.
Bu vesileyle maksadı bir yazar fideliği misâli yazı dünyamıza
katkıda bulunmak olan dergimizde yayınlanmak üzere çekmecede ya
da
zihninizde
saklı
kalmış
yazılarınızı
[email protected]
adresine yollayabileceğinizi hatırlatıyoruz.
Bilindiği üzere Vakfımız bünyesinde verilen çeşitli kurslara bir
yenisi ekleniyor: Yabancılar için Türkçe. İlgilenenler Vakfımız ile
aşağıdaki kanallardan irtibata geçerek tafsilatlı bilgi alabilir. Tel: 0
(212) 516 23 56, e-posta: [email protected]
Bir sonraki sayıda buluşmak dileğiyle...
Merhaba Yayın Kurulu
Merhaba – İlkbahar 2011 / 3
SURLARIN SIRLARI
Buğra ŞAMLI
[email protected]
Feth-i mubînin 558. yılı hâtırasına...
“İlk defa göreceksen, deniz yolundan git” denilen üç kent varmış: Venedik,
New York ve İstanbul. Hiç şüphesiz bu tavsiyenin sebebi, söz konusu
şehirlerin silüetleridir. Bilhassa ilkbahar ve yaz aylarında Akdeniz’den gelen
dev yolcu gemileri Marmara’yı aşıp Boğaz’a yaklaştıkça, herhalde yolcuları
da güverteye dizilip İstanbul’u seyrederken, şehre dair ilk izlenim ve
hislerini zihin ve kalplerine kazımaktadırlar. Sarayburnu’nun üzerinde, bir
zamanlar sarayın bahçesi olan bugünkü Gülhane Parkı’nın yeşillikleri
arasına zarâfetle kurulmuş Topkapı Sarayı ile ardındaki Ayasofya ve
Sultanahmet camilerinin manzarasının azametli güzelliği, şehrin Galata ve
Karaköy yakasında yığılmış beton kütlelerin arz ettiği çirkinlikle ne kadar
da tezattır. Kadıköy istikametinden Eminönü’ne doğru deniz yolundan
gelirken karşıdan görülen Ahırkapı surları, ardında nice destanı olan bir
şehre yaklaştığınızı hissettirir. En azından bir zamanlar öyleymiş. Artık o
hisleri sadece tahmin edebiliriz zira Ahırkapı açıklarından Sultanahmet’e
doğru, biri günümüzde, diğeri II. Abdülhamid devrinde çekilmiş iki
fotoğrafı1 görünce böyle düşünmemek kabil değil. Fotoğrafların arasındaki
en büyük fark, surların insanda uyandırdığı hisler. Eski fotoğraftaki hâliyle
önünden geçen bir sahil yolu olmadığı için hemen denizin dibinde başlayan
surlar, çoktan emekli olduğu hâlde vazifesine ve efendisine olan sadâkati
sebebiyle yerini terk etmeyen bir muhafız gibi gerisindeki şehri hâlâ bir
şeylerden sakınıyor sanki. Denizden bakana “Bu şehre “benim” diyen öyle
kolay giremez, ardımdaki hazinelere herkes sahip olamaz, kıymetini
bilmek, hakkını vermek gerek” dercesine eskiliğine ve yıpranmışlığına
rağmen mağrur mu mağrur ayakta. Hani gerçek değerini bilmesek de
ancak bir camekânın ardından izlememize izin verilen mücevherlerin
kıymetli olduğunu peşinen kabul etmemiz gibi, böyle surlarla muhafaza
1
Fotoğraflarla Kültür Başkenti İstanbul: II.Abdülhamid İstanbul’undan 21.Yüzyıla; s.162,
163; İstanbul Üniversitesi yayınları, İstanbul, Eylül 2010.
4 / Merhaba – İlkbahar 2011
edilmek istenen bir şehre birazdan ayak basacak olmayı bilmek insanı
ürpertmez mi?
Oysa bugünün fotoğrafında, arkalara itilmişcesine yolun ardında kalmış
aynı surlar, önünden vızır vızır geçen arabaların görüntüsüyle bu hissi
vermekten ne kadar da uzak. Tek derdi, şehrin bir noktasından başka bir
noktasına biran evvel varmak olan binlerce kişi surların önünden hızla
geçip giderken dönüp onlara bakmaz bile. Zaten o transit yol da tam
olarak bunun için yapılmamış mıdır? Eğlenmeden, oyalanmadan, vakit
kaybetmeden geçip gidivermek için... Artık surlar lisân-ı hâl ile “Buradaki
mevcudiyetim, gizli hazinelerimin ne olduğuna dair size bir fikir versin”
diyemiyor. Çünkü İstanbul’a deniz yolundan gelen seyyah apaçık görüyor
ki o surların hemen önünden, onu umursamadan, görmeden geçip gidenler
aynı şehrin sakinleri. Surlarla alay edercesine, çocukça bir küstahlıkla
“Senin önündeki hendeklerde nice can feda edilmiş olması, gemilerin
karadan yürütülmesi, nice kumandanın ve cengâverin, rüyâlarında kendini
senin bir burcuna sancak dikerken görmesi, âlemlere rahmet Peygamber’in
muhafaza ettiğin şehri fethedeni müjdelemesinden kime ne?” dercesine
geçip gidenler, tam da onun ardında ve etrafında yaşayanlar. O surlar, bir
muzaffer
ve
müjdelenmiş
ordunun
üzerlerinden
aşıp,
feth-i
mubîni
gerçekleştirdiği 29 Mayıs 1453 günü değil, bugün mahzundur asıl. O gün
bağrında açılan gediklerden girenler, dördüncü Haçlı Seferi’nin Latin
istilacılarından çok farklıydı. 1204’teki o elli yedi yıllık istiladan sonra bir
daha belini doğrultamamış şehre ayak basan, tüm zamanların en büyük
devlet adamlarından olan büyük Fâtih ve halefleri şehri ihyâ ettiler.
İstanbul, o fetihle yeniden doğmuşken bugün on iki milyonluk telaşlı ve
günlük koşturmacayla hâyli meşgul bir kalabalığın başka türden istilasıyla
hem şehir hem de “İstanbul mefhumu” gün be gün eziliyor, hırpalanıyor,
siliniyor. İstanbul, çölün ortasında kurulan yeni yetme bir şehir olmadığı
hâlde şehrin silüetini ele geçirmeye başlayan gökdelenler dikmenin,
İstanbul’u ihya etmek olduğunu iddia etmek pek güç. Doğu Roma
İmparatorluğu ve Osmanlı Devleti’nin başkenti, hele Osmanlı elinde şehrin
efendilerinin hem gözbebeği hem de memleketin diğer bölgeleri için
kültürü ve hayat tarzıyla bir model olmuşken, İstanbul bugün kıymet
bilmez mirasyedilerin elinde çaresiz kalmış gibidir. Yine de dileriz ki zaman
bizi haksız çıkarsın.
Merhaba – İlkbahar 2011 / 5
Yahyâ Kemal, Aziz İstanbul’da fethin havasını solumak için surların
üzerinde geçirdiği bir gününden bahseder. Bu gezisini kimi zaman yalnız,
kimi zaman da gençlerle birlikte tekrarlar. Bunu yapmaktaki maksadı,
muhasaranın ve fethin surlara sinmiş hâtıralarını gönlünde ve zihninde
canlandırmaktır. Zira O’nun için o eski surlar, tıpkı bir menbadan kovasını
doldurur gibi gönlünü ve zihnini fethin coşkusu ve hazzıyla doldurabildiği
efsunlu bir kaynaktır. Bu sayede Yahyâ Kemal, fethin gönlünde açtığı
ufuklarda İstanbul’u, ecdâdı, tarihimizi, en samimî bir sevgiyle keşfeder,
“Müslümanlığın en derin zevkini duyar”. Surlar, kendine kulak veren ve
dilinden anlayan bu büyük İstanbul şairine kim bilir neler anlatmıştır.
II. Abdülhamid devrinde çekilmiş fotoğrafta, Ahırkapı surları bugün
olduklarından daha eski ve yıpranmış görünüyor. Lâkin restore edilmiş yeni
hâlleri o günlerden pek iz taşımıyor gibi. Hele bir de önünden öylesine
geçip gidildiğini gördükçe, eski ve yıpranmış hâllerine rağmen surların
evvelden daha mesut olduklarını duyar gibiyiz.
6 / Merhaba – İlkbahar 2011
MÎMÂRÎ HASBİHÂLLER 4
Çelik BAHAROĞLU
[email protected]
MÎLLİ REASÜRANS BİNASI ve
MİMARLIK-YAPI-KENT İLİŞKİSİ
Kent içindeki yapılar kentin bir parçası olarak ve kent kullanıcıları için
üretilmektedir. Bu durumda yapının yakın çevresi ve kent ile kurduğu
ilişkilerin irdelenmesi, yapı tasarımına ilişkin kararların oluşturulması
açısından önemlidir. Özellikle tarihi çevre içerisinde üretilecek olan yeni
yapıların yerleşimi, biçimlenişi ve hususiyetleri; İstanbul Nişantaşı’nda
uygulanmış olan Millî Reasürans Binası’nın tasarım kararlarının yapının
kente ve yakın çevresine kattığı değerler, mevcut doku ile ilişkisi, algısı,
mekân biçimlenişi, kütle geometrisi gibi konular açısından sorgulanmasıyla
örneklenebilir.
Millî Reasürans Binası Nişantaşı Semti’nde Nispetiye Caddesi ve Abdi İpekçi
Caddesi arasında kalan parselde Millî Reasürans Sigorta Şirketi’nin genel
müdürlük bürolarını ve yan tesislerini barındıran bir komplekstir. Şirket
tarafından 1984’de açılan proje yarışmasında birinciliği kazanan bu yapı
Şandor – Sevinç Hadi tarafından tasarlanmış, 1987’de inşaatı başlamış ve
1992 sonunda kullanıma açılmıştır.
Resim 1: Millî Reasürans Binası
Merhaba – İlkbahar 2011 / 7
Tasarım Nişantaşı ve Maçka Semtleri arasında bulunan yapı adası içindedir.
Parselin batı, güney ve güneybatısı boyunca Konferans Vadisi olarak tanımlanan Maçka Parkı uzanır. Bu alanda Cemal Reşit Rey Konser Salonu, Lütfi
Kırdar Kongre ve Fuar Merkezi, Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu, biraz
daha batıda ise Askerî Müze ve İstanbul Radyosu Binası bulunur. Yapı adası
diğer yönlerde zemin katları ticaret işlevine ayrılmış konut ve eğitim yapıları
ile sınırlanmaktadır. Yakın çevre tarihî niteliğini kısmen korumuş bir bölgedir.
Yapı adası ve yakın çevresinin tarihî gelişimi incelendiğinde bölgede ilk
işlevin Sultan III. Selim döneminde 1790 – 91 yıllarında diktirilen nişan
taşı üzerindeki belgelerden nişan talimleri olduğu anlaşılmaktadır. Bu taş
bugün Teşvikiye Camii avlusunda bulunur. 1853 – 54 yıllarında Sultan
Abdülmecit’in burada bir yerleşme kurulmasını istediği cami avlusunda
bulunan diğer nişan taşı ile belgelenmiştir. Bu dönemde şehzadelerin
sünnet ve sultanların evlilik törenleri bu alanda yapılmıştır. 1866 – 67
yıllarında artık Nişantaşı’nın imara açıldığı bilinmektedir. Nişantaşı’nın
gelişmesi öncelikle Saray’ın önce Dolmabahçe’ye, ardından da Yıldız’a
taşınmasıyla hanedan üyelerinin ve yüksek devlet görevlilerinin bölgeye
gelmesi sonucunda olur. Gelişmesindeki diğer önemli etken ise semtin,
kentin en modern kısmı olan Pera’ya yakınlığıdır. Bu durumu gösteren iki
ana akstan birincisi Maçka – Osmanbey hattı, diğeri ise Taksim – Nişantaşı
aksıdır. Semt bu iki aks çevresinde oluşur. Bu dönemden sonra semt bir
konaklar ve saraylar semti olarak gelişecek, 1910’lardan sonra ise buna
apartmanlar eklenecektir. 1950’lere kadar semtte kır – kent iç içeliği
etkindir.
Nişantaşı
1930’lardan
sonra
çevresindeki
Taksim,
Harbiye,
Osmanbey, Şişli gibi semtlerle birlikte İstanbul’un en hızlı apartmanlaşan
semtlerinden birisi durumuna gelmiştir. Fakat apartmanlaşma seçkin bir
yapılaşma olarak sürmüş, semt özellikle üst ticaret ve sanayi kesiminin
tercih ettiği bir yerleşme yeri kimliğini korumuş, ana caddeler boyunca
sıralanan alışveriş mağazaları da bu kimliği desteklemiştir. 1920’lerin eski
konaklar semti büyük bir değişim geçirmiş, yoğun trafikli, kalabalık ve canlı
konut – ticaret işlevi ile seçkin bir semt olmayı sürdürmüştür.1
Yapı adası yakın çevresinde Harbiye Polis Karakolu, İzmir Palas, Teşvikiye
Palas, İtalyan Mimar Mongeri tarafından tasarlanmış ve günümüzde Maçka
1
Batur, A. (1994), Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Millî Reasürans Kompleksi
Maddesi, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul.
8 / Merhaba – İlkbahar 2011
Anadolu Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi olarak kullanılan eski İtalyan
Büyük Elçiliği Binası gibi nitelikli yapılar bulunur. Millî Reasürans Binası
parselinin komşuları güneyde yine Mongeri tarafından 1922’de yapılmış
Maçka Palas ve kuzeyde ise Ralli Apartmanı’dır.
Resim 2: Maçka Palas1
Millî Reasürans Binası’nın Özellikleri
Genişliği Teşvikiye Caddesi’nde 54m, derinliği ise Abdi İpekçi Caddesi’ne
kadar 94m2 olan yapı genel müdürlük, üst yönetim ve memur çalışma
alanları,
sigortacılık
enstitüsü,
açık
ve
kapalı
dinlenme
alanları,
misafirhane, konferans salonu, kitaplık, sanat galerisi, banka şubesi, kiralık
bürolar, alışveriş mağazaları ve rekreasyon alanlarını içermektedir.3
Yapının tasarımı Osmanbey’den Maçka’ya gelirken Teşvikiye Caddesi’nin en
dar kısmında mekânsal olarak bir genişleme yaratmak fikri ile başlamıştır.
Bunun için dar Teşvikiye Caddesi üzerinde yapı kullanıcılarına, yola ve
komşulara aydınlık ve ferahlık izlenimi verilmesi istenen bir boşluk
oluşturulmuştur. Boşluğun üstü ise çevresel çizgiye sadık kalınarak
1
http://o-pera-istanbul.blogspot.com/
Batur, A. (1994), Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Millî Reasürans Kompleksi
Maddesi, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul.
3
Hadi, S. (1994), Millî Reasürans T.A.Ş. Kompleksi, Tasarım Dergisi, 49; 47–60, Boyut
Yayınları, İstanbul.
2
Merhaba – İlkbahar 2011 / 9
caddeye paralel bir köprü ile örtülmüştür. Tasarımcılar bu boşluğu eyvan
olarak nitelendirmektedir.1
Tasarımın her noktasında camileri de içeren çok sayıda kaynağa başvurulmuştur. Türkistan’daki Ahmet Yesevi Türbesi ve insanı çağıran büyük taç
kapısının oluşturduğu çağrışımla tasarlanan üstü örtülü boşlukla kullanıcıda
korunmuşluk duygusunun oluşması da hedeflenmiştir.2
Yapı bu ana mekân etrafında ve onunla ilintili teras, avlu ve pasaj görevini
üstlenen ikincil boşluklar ve bu boşlukları işlevlerine, gerekliliklerine göre
çevreleyen kapalı mekânlar dizisiyle kompoze edilmiştir. İstanbul’un özenli
şık vitrinleri olan, yayası bol Nispetiye Caddesi’ndeki ticaretin devamlılık,
tasarlanmış pasaj ile sağlanmış, banka işlevi ile başlatılan yaya ilişkisi pasaja
girildikten sonra ışıklı, güneşli, gölgeli, pergolalı ve çiçekli kaldırım kahveleri
ile canlanmış yaşam ortamıyla devam etmektedir. Böylece semt içinde adeta
küçük bir semt yaratılır.3 Boşluğun gerisinde uzanan bu çarşı ve rekreasyon
üniteleri bir alt katta da tekrar eder, böylece Abdi İpekçi Caddesi’ne
bağlantı farklı kot ve farklı gabarideki daha küçük eyvanlar ile sağlanır.4
Sevinç ve Şandor Hadi Maçka Palas gibi son derece önemli ve etkileyici bir
sürekliliğin devamında, eski İtalyan Konsolosluğu’nun uzantısındaki sıra
1
a. g. e.
Özaslan, N.(2003), Millî Reasürans Binası Kendi İçinde Bir Semt, XXI (Yirmibir) Dergisi,
13, 62 – 69.
3
Kotran, E. (1997), 1950’ler Kuşağı Mimarlık Antolojisi, YEM Yayınları, İstanbul.
4
Hadi, S. (1994), Millî Reasürans T.A.Ş. Kompleksi, Tasarım Dergisi, 49; 47 – 60, Boyut
Yayınları, İstanbul.
2
10 / Merhaba – İlkbahar 2011
apartmanların karşısında yolun dar olarak algılandığı bu kesimde ilginç bir
vakum alan yaratmıştır. Bu boşalma ve gerisindeki kurgu dış cephe
yüzeyini artırmaktadır. Yapının yer aldığı caddeye farklı açılar, derinlikler,
perspektifler ve doğrultular kazandırmaktadır 1.
Teşvikiye Caddesi cephesinde bitişikteki tarihî Maçka Palas’ın üst silmesi
Millî Reasürans Binası’nda iz olarak devam ettirilmiş ve Maçka Palas’ın ağır
yığma dolu kitlesine silme kotunun altında bırakılan beş kat yüksekliğince
12m geriye çekilerek oluşturulan boşlukla cevap verilmiştir. 2 Maçka Palas
ile arasındaki çağ farkını doluluk – boşluk, sağırlık – şeffaflık gibi zıtlıklarla
ortaya koyarken Maçka Palas’ın üst kotu, alt ve üst silmeleri gibi belirgin
izlerini devam ettirerek sokak perspektifinde uyum sağlamaktadır. 3
Resim 4: Yapının Maçka Palas ile kurduğu cephe ilişkileri4
Yapı
Maçka
Palas’ın
cephesini
taklit
etmemiş,
ona
benzemeye
çalışmamıştır. Modern ve yalın bir ifade ortaya koymaktadır. Maçka Palas’ın
masif bloğuna zıtlık yaratarak cephenin caddeden geriye çekilmesinin
ardında çok değerli bir öneri bulunmaktadır. Teşvikiye Caddesi “halka ait”
bir yerdir. Millî Reasürans Binası ise “özel” bir binadır. Tasarımcılar bu iki
bölge arasına “yarı özel” bir meydan ortaya koymuşlardır. 5
1
Eldem, N. (1994), Millî Reasürans T.A.Ş. Kompleksi, Yapı Dergisi, 157, 74 – 83.
Batur, A. (1994), Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Millî Reasürans Kompleksi
Maddesi, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul.
3
Kotran, E. (1997), 1950’ler Kuşağı Mimarlık Antolojisi, YEM Yayınları, İstanbul.
4
www.arkitera.com
5
Kotran, E.(1999), Millî Reasürans Kompleksi ve Uyum Kavramı Üzerine, Yapı Dergisi,208, 53–57.
2
Merhaba – İlkbahar 2011 / 11
Resim 5: Kentsel boşluk
Nispetiye Caddesi cephesinde oluşturulmuş kentsel boşluk tüm olumlu
özelliklerine karşın ölçek açısından insanı rahatsız eden bir boyuttadır ve
insan üzerinde kısmen ezici bir etkisi bulunur. Bu etkinin oluşmasında
geçilen açıklığın büyük ölçüleri ve bu açıklığı adeta tek başına taşıyor gibi
görünen kolonun oluşturduğu görsel imge etkindir. Bu bakış açısı yönetim
biriminin bu boşluğun üzerinde caddeye ve çevreye hâkim bir bantta
konumlandırılmış olmasıyla da güçlenir. Nispetiye Caddesi’nde yaşanan bu
deneyime karşılık yapı içinden boşluğun algılanışı çok daha olumludur.
Tasarımcılar burada, çok yapılan şekliyle, imarın vermiş olduğu gabariyi
tümüyle bina ile doldurmak yerine, kütleyi parçalamış, yer yer boşaltmış,
gölge – güneş oyunları, doluluklar ve geri çekilmeler yaratmış, böylece
ilginç ve dinamik bir yapı ortaya koymuşlardır.1
Cephelerinde sakin bir dil hâkim olan yapının, Maçka Palas’tan arada
oluşturulan düşey şaft ile koparılması ve aynı zamanda onun yatay
hatlarını izlemesi, böylece çevresi ile hem uyumun sağlanması hem de
karşıtlıkların yaratılması bu ilişkiyi başarılı kılan özelliklerdir.2
1
Kotran, E. (1999), Millî Reasürans Kompleksi ve Uyum Kavramı Üzerine, Yapı Dergisi,
208, 53 – 57.
2
Şentüter, A. (1994), Millî Reasürans T.A.Ş. Kompleksi, Tasarım Dergisi, 49; 47 – 60,
Boyut Yayınları, İstanbul.
12 / Merhaba – İlkbahar 2011
Resim 6: Yapı cephesi, Maçka Palas ve Ralli Apt.1
İstanbul’un bu eski sayılabilecek kent dokusu içinde kent planlamasının
dışına çıkarak ve var olan sınırları değiştirerek bulunduğu noktada yeni bir
yaşama aralığı, bir kent mekânı sunması, yapının en ilginç özelliklerinden
birisidir. Ayrıca bu yapıyı özgün kılan yalnızca böylesine yarı açık bir
mekânın yaratılmış olması değil, özel olarak tasarlanmış sergi salonu vb
mekânlara ek olarak yönetim için tasarlanmış fakat bu birimden bağımsız
olarak da çalışabilen toplantı salonu ve ek mekânlarının da kent yaşamına
sunulmuş, bir büro ve yönetim işlevi için tasarlanmış yapının aynı zamanda
kent bütünü içinde kentin bir parçası olarak ele alınıp yorumlanmış
olmasıdır.2
Tasarım ile başarılmış olan yapının asıl işlevine ek olarak kente dönük
sürprizli yaşama mekânlarının bir çekim alanı oluşturulması böylece
yapının asıl kullanıcıları dışında çok daha fazla kişiye hitap etmesidir.
İstanbul’un rantı böylesine yüksek bir semtinde cesurca önerilen bu
projede mimarlar, jüri ve yapı sahipleri bir dayanışma içinde etkin rol
oynamıştır.3
Yapı
biçimsel
çözümlemelerle
ve
üslupsal
tasarım
oluşturulmuş
kararlarından
yaşamsal
bir
ziyade
senaryo
ilişkiler
ve
doğrultusunda
tasarlanmıştır. Bu ilişkiler sokakta yürüyen yaya, komşu yapılar, üst
yönetim, çarşılar ve iş yerleri arasında kurulmuş ve yapıyı oluşturan
boşluklar düzeni tasarlanmış olmaktadır.4
1
www.arkitera.com
Şentüter, A. (1994), Millî Reasürans T.A.Ş. Kompleksi, Tasarım Dergisi, 49; 47 – 60,
Boyut Yayınları, İstanbul.
3
a. g. e.
4
Eldem, N. (1994), Millî Reasürans T.A.Ş. Kompleksi, Yapı Dergisi, 157, 74 – 83.
2
Merhaba – İlkbahar 2011 / 13
AYŞE KULİN’İN DÜRBÜNÜNDEN HAYAT VE
HÜZNÜ SEYRETMEK
Sâmiha ULUANT
[email protected]
Çoğu insanın hayat algısı, kendi yaşadığı süreçten ibarettir. Bu gibi
kimseler için kendi bildikleri ve alıştıklarından farklı zevkler, anlayışlar,
gelenekler; kısacası farklı yaşantılar olması söz konusu değildir. Onlar için
hayat, ait oldukları dönemin zevkleri ve anlayışlarından örülüdür yalnızca;
başka türlüsünü bilmezler, merak etmezler, duyduklarında da anlam
veremezler. En önemli şeyse günün modasına uyum sağlamaktır. Müzikten
kıyafete, gidilen mekânlardan kullanılan sözcüklere... Bunun adını modern
yaşam koyup kendi tutturdukları bir düzen içinde kendilerince mutlu; ama
bir o kadar yüzeysel, düşünmekten uzak, kendi sığ denizlerinde yüzerek
yaşar giderler. O güne ait olmayan her şeyi küçümserler. Hatta kendi
geçmişlerini bile...
Kendi aile tarihini bile bilmeyen, anneanne ve dedelerin sadece birer isim
ve silik bir hayattan ibaret olduğu günümüz insanı için geçmiş, bir anlamda
eskilik ve demodelikle aynı anlama geliyor ne yazık ki... Halbuki geçmişin,
bugün artık mazi olan yaşantıların kendi içinde ne kadar gizemli bir havası
vardır. Kokusu lavantadır, yasemindir, sümbüldür... İçinde ne çok incelik,
hüzün, sevinç ve keder barındıran hikâyeleri vardır.
İnsana kendi yaşadığı ve alıştığından çok başka hayatların da yaşanmış
olduğunu, yaşamın sadece bugünden ve kişinin kendi içinde bulunduğu
şartlardan ibaret olmadığını fark ettiren en güzel şeylerden biri de
okumaktır. İşte bu yüzden hâtıra, geçmişe değer veren ve ilgi duyan pek
çok kişi için en ilgi çekici edebi türlerdendir. Ne yazık ki edebiyatımızda
eksikliği en çok hissedilen türlerden biridir aynı zamanda. Başka ülkelerin
edebiyatlarına baktığımızda ise sadece edebiyatçıların değil pek çok
sanatçının, devlet adamının hâtıralarını kaleme aldığını görürüz. Bu eserler
sadece yazarının yaşadıklarını nakletmekle kalmaz bizlere; ait oldukları
dönemin sosyal kültürel ve siyasi yapısı ile de ilgili oldukça önemli detayları
içerir. Hele bir de usta bir kalemin elinden çıktıysa sürükleyici bir roman
gibi alıp götürür okuyucuyu. Biz de ise bu türün eksikliği çoğunlukla doğu
14 / Merhaba – İlkbahar 2011
kültürlerine has olan kendinden bahsetmenin ayıp kaçacağı, benliği
önemseme algısı gibi nedenlerle açıklanmaya çalışılmıştır.
Biyografik roman türünün son yıllarda en başarılı örneklerini veren yazar
Ayşe
Kulin,
kısa
bir
süre
önce
Dürbünümde Kırk Sene başlığıyla Hayat
ve Hüzün adı altında iki ciltten oluşan
hâtıra kitabını okurlarıyla paylaştı. Adı
Aylin, Füreyya, Foto Sabah Resimleri,
geçtiğimiz yıllarda yayımlanan, kendi aile
fertlerinin
hayatlarını
romanlaştırarak
anlattığı Veda ve onun devamı olan Umut
adlı eserleriyle ciddi bir okur kitlesine
sahip olan yazar, bu kez hâtıralarıyla
bizimle. Oldukça köklü bir aileye mensup
olan
yazar
bu
birikimini
eserlerinin
çoğunda birinci kaynak olarak kullanıyor.
Osmanlı'nın
son
nâzırlarından
olan
büyükdede Ahmet Reşat Bey -ki Veda
romanı bu büyükdedenin etrafında oluşturulmuştur-, 1940'lı yıllarda Aram
adlı Ermeni bir genci seven ve büyük mücadelelerle onunla evlenen teyze
Sabahat Hanım, son derece titiz ve temizlik düşkünü olan anneanne Leman
Hanım bu aile fertlerinden sadece birkaçı.
Aşağıdaki satırlar, yazarın karakteri üzerinde ailesinin kuvvetli tesirini
göstermesi bakımından mühimdir.
"Bir çocuğun karıncayı bile incitmeme terbiyesi altı yaşındayken kazınırsa
yüreğine, işte benim gibi sıkıcı ve sıradan bir gazeteci olur büyüdüğünde.
gönül kırmaktan ödü patlar. Ses getiren röportajlar yapamaz. Çarpıcı
başlıklar atamaz. Kültür ve sanat haberleriyle yetinir durur. Kaldı ki sadece
baba evi de değil, bir de dede evinde üflenenler vardır ruhuma. Bana
uykuya yatmadan önce edeceğim duaları, güne ve bir işe başlarken
çekeceğim besmeleyi öğreten dedemin İslâm anlayışı da yaptı bana
yapacağını. Kibir en ayıp şey! Tevazu ise erdem! .........Ama sanmayın ki
şikâyetçiyim, çöken bir imparatorluktan arta kalmış Osmanlı dedemin ve
Merhaba – İlkbahar 2011 / 15
yeni bir devletin doğuşuna tanıklık etmenin heyecanıyla dolu, iyi niyetli
babamın bende bıraktıkları izlerden."
İlk
kitap
olan
Hayat,
Kulin'in
ve
ailesinin
1941-1964
yılları
arası
yaşadıklarını anlatıyor. Eserin en dikkat çeken özelliklerinden biri, baba
Muhittin bey ile başlayıp yine onunla bitmesi. Babanın hastalık süreci içinde
geriye dönüşlerle hayatını anlatan yazar, babasının vefatıyla kitabını
sonlandırmış. Kulin'in Muhittin Bey'e olan düşkünlüğü ve bağlılığı kitabın
pek çok yerinde karşımıza çıkıyor. Kızını Boşnakça "kedicik" demek olan
Mâço sözcüğü ile seven babanın da kızına olan sevgisi çok derin.
"Suat Teyzem beni beşiğimden usulca alıp bir yabancının kucağına
verdiğinde dünyadaki ilk haftamı yeni doldurmuştum. Sımsıkı yumulu
gözlerimden birini açtım, yaşadığı sürece bana hep sevgiyle bakacak olan
bir çift mavi gözü gördüm ve ister inanın ister inanmayın, beni bağrına
basıp burnunu boynuma gömen kişinin babam olduğunu o an anladım. O,
benim kokumu tıpkı bir hayvanın yavrusunu koklaması gibi yüreğine
sindirerek içine çekerken ben de onun boynunda güneşin ve dağ kekiğinin
kokusunu aldım. Buram buram doğa kokuyordu babam. Toprak, nehir,
ağaç, su ve tuz kokuyordu. Bir kedi gibi guruldayarak memnuniyet sesleri
çıkardım. Göz göze geldiğimiz an ise aramızda çok güçlü bir bağın
oluştuğunu, onun beni hayatım boyunca her türlü kötülükten koruyacağını
hissettim. Hatta bir gün hırsızlar beni çalmaya kalkışacak olursa, yüzlerce
çocuk
arasında
babamın
beni
kokumdan
tanıyabileceğine
içtenlikle
inanarak gözlerimi yeniden sımsıkı yumdum ve kollarında huzurlu bir
uykuya daldım."
............
"Şu
anda
ölümün
eşiğindeyken
dahi
kaşları
direniyor
yaşlanmaya!
Saçlarına ellilerinde düşmeye başlayan aklar, kaşlarına vuramamış! Özenle
kabarttığım
yastıkların
ortasında
duran
başı
bir
Yunan
heykelinin
mükemmel oranlarına sahip hâlâ. Saçları hiç dökülmemiş. Babam, seksen
yaşına rağmen yakışıklı! Çekmekte olduğu bunca acıya rağmen, hâlâ iyi
huylu ve nâzik. Kimseye eziyet etmek istemediği için şikâyet etmiyor,
vızıldamıyor, inlemiyor. Annemin ardı ardına dizdiği doktorların sorularına,
hiçbir işe yaramayacağını bildiği ve eminim her birini bahçenin dışına kadar
kovalamak istediği hâlde sabırla yanıt vermeye çalışıyor."
16 / Merhaba – İlkbahar 2011
Bu ve buna benzer pek çok satır, tüm içtenliğiyle yazarın babasına
duyduğu derin sevginin ve hayranlığın izlerini taşır. Babasıyla çıkmak
isteyip de çeşitli nedenlerden ötürü bir türlü gerçekleştiremedikleri Avrupa
tatili, Kulin'in içinde hep bir ukde olarak kalmıştır. Her iki kitapta da baba
figürü çok ağır basmaktadır.
Birinci kitapta Kulin, çocukluğunu ve gençlik yıllarını ele alır. Ankara'da
geçen ilkokul yıllarından sonra yazarın, belki de hayatımın en güzel yılları
dediği İstanbul'da kolej dönemi başlar. Kolejin farklı havası, yazarı
büyülemiştir âdeta. Kişiliğinin oturmasında bu yılların büyük bir payı
olduğu bellidir. Burada yıllar sürecek sağlam dostlukların temeli atılır ve
yazar olmayı belki ilk kez burada düşler Kulin. Kolej yıllarının ardından çok
genç yaşta yaptığı ilk evliliği, ardından Londra macerası ve oğulları Mete ile
Ali'nin dünyaya gelişi ile ilk cilt son bulur. Kitapta aynı zamanda dönemin
pek çok önemli sosyal ve siyasi olayından da söz edilmektedir. 1950 yılında
Demokrat Parti'nin iktidara gelişi, 6-7 Eylül olayları, 27 Mayıs Darbesi
bunlardan bazılarıdır.
İkinci cilt olan Hüzün'de ise, 1964-1083 arası yaşadıklarını anlatmaktadır
yazar. İkinci kitap ilkine göre adı üstünde biraz daha hüzünlüdür. Mutlu
çocukluk yılları ve heyecan dolu gençlik yıllarından sonra hayatın gerçekleri
ve daha çok acı dolu taraflarıyla yüzleşmek zorunda kalan yazar,
inceliğinden taviz vermeden, çok enteresan deneyimlerini de barındıran
olgunluk dönemini anlatmaktadır. Hayal kırıklığı ile sonlanan bir evliliğin
ardından daha da sancılı bir süreç başlamıştır artık. Çocuklarıyla baba
evine gelen Kulin, kürkçü dükkânına dönüş olarak adlandırmıştır bu
dönüşü. Aile büyük bir sevgiyle çocuklarını tekrar kucaklamış ve yaralarını
sarmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Bu dönemde iş arayışına girer
yazar. Sanat dünyası ile tanışması, ikinci evliliği, aileye iki erkek çocuğun;
Kerim ve Selim'in katılışı, gazeteciliğe başlaması ikinci kitabın konusunu
oluşturur. Yeniköy'deki yalıda yaşananlara baktığımızda, evin dışından
görünen hayatla içinde yaşanan hayat birbirinden çok farklı olduğunu
görürüz. Ardından başlayan çok yoğun tempolu reklâmcılık günleri ve 70'li
yılların sağ-sol çatışmaları, Demirel, Ecevit, yazarın yakın dostu olan Abdi
İpekçi ve ona düzenlenen suikast bu sayfalarda arka planı oluşturur.
Merhaba – İlkbahar 2011 / 17
Kulin'in oldukça fırtınalı sayılabilecek, son derece ilgi çekici hayatı ve aile
fertleri ile desteklediği diğer yaşam öyküleri kitabın su gibi akıp gitmesini
sağlıyor. Zaman zaman insanı gülümseten zaman zaman da hüzünlendiren
bu iki kitap, çok rahat okunabilen -yazarın en önemli özelliği de bu zatenbir eser. Her sayfaya içten ve duru bir anlatım hâkim. Kitabın son
sayfalarında ise okuyucu âdeta boğazında bir yumru, göz pınarlarında
yaşlar ile kalakalıyor. Ayşe Kulin, bir anlamda ailesine olan bağlılığını ve
duyduğu vefâyı eserleriyle ifade ediyor.
Belki bu ve benzeri eserler vesilesiyle bazılarımız kendi aile tarihlerine
kendi dürbünleriyle bakacaklar; sayısız hâtıra ve çoktan bu dünyadan
göçüp gitmiş nice kişi, yılların tozunu üzerinden atıp silkinerek yeniden
canlanacaktır sayfalarda, kalemlerin ucunda... Kim bilir?
18 / Merhaba – İlkbahar 2011
MERHAMET MEDENİYETİMİZ GÜMÜŞ
HAMAYILLARDA SAKLI İDİ
Ranuna İklime GÜN
Kendi uygarlığımla batı medeniyetini karşılaştırma fırsatı bulurum her Avrupa
seyâhatimde. Ön yargılı değilimdir ama neden kör kütük sarhoş bir batı
medeniyeti savunucusu olamayacağımı her seferinde daha iyi anlarım.
Bir Belçika seyâhatimizde, annemle bir şatoyu ziyâret etmiştik. Gent
şehrindeki bu târihî yapı bir sanat eseri olduğu için ilk başta insana sevimli
gelmekte idi. Geniş bir kemer altından yapıya girerken duvarlardaki sivri,
dik şişler dikkatimizi çekmişti. Görevliye sebebini sorduğumuzda, bir
medeniyetin mayası da orta yere saçılmıştı. Meğer o dik şişleri, güvercinler
konmasın diye duvarlara raptetmişler. Hüzünle bakakaldım. Bir de benim
asil medeniyetimin kalbinde saklı “kuş köşkleri”ni anımsadım. Ceddimiz
kendisine ev yaparken; minik serçeleri, güvercinleri, sakaları da unutmaz,
onları da korunaklı yerlerde muhâfaza ederdi. Bugün insanlar daha fazla
bencilleşmiş ki; artık evlerinin kalbinde kuş köşklerine yer vermemekte. Ne
var ki geçmişin gül medeniyetini kozalayanlar; karlı kış günlerinde garip
kalmış hayvancıkların ne yiyip içeceklerini dert edinirlerdi. Evin hanımı
sabah kalktığında, iki pencere arasında inşâ edilmiş kuş köşklerindeki
serçelerin mamasını suyunu ikram eder, öyle başlardı işine. Topal leylek
için bile Bursa’da hastahâne kurmuş bir milletin evlatları olarak ne kadar
gurur duysak azdır. Bunamış baykuşlarına, ihtiyar kargalarına, garip
leyleklerine bile sâhip çıkan bu şefkat medeniyetini, gelecek kuşaklara
anlatmak ve aktarmak zorunluluğundayız.
Bugün modern diye bildiğimiz Avrupa, geçmişte akıl hastalarını “vücûduna
cin girdi” gerekçesi ile ateşe atıp yakıyordu. O yıllarda, Selçuklu ve Osmanlı
şefkati ise, “delisini velî bilmekte”, onu başına taç edip; su sesi ve mûsıkî
ile tedâvi etmekte idi. Kayseri’de Gevher Nesibe Hâtun Tıp Medresesi’nde
akıl hastalarını tedâvi etmek için, ecdâdımız hoparlör sistemini bulmuş,
onları mûsıkî ile tedâvi etmişti. Acemaşîran makāmı, hicaz faslı, hüzzam
faslı ve mâhur beste ile delisini şefkatle sarmalayan o zihniyet, kalorifer
sistemini de bulmuştu. Suyu sıcak künklerle getirerek, kalorifer sistemi ile
Merhaba – İlkbahar 2011 / 19
hastalarını su esenliği ile tedâvi eden bir medeniyeti, ne kadar anlatalım ki
bitirebilelim. Edirne’de Tunca nehrinin kenarında, 2. Bayezid Han’ın akıl
hastalarını su ile tedâvi ettiği Dârüşşifâsı halen ayaktadır.
Vâlide
sultanların
kurduğu
tıp
fakülteleri,
hastahâneler,
şifahâneler,
bîmarhâneler; bir milletin merhamet haritasını ne kadar güzel anlatmakta.
O
devâsa
su
medeniyetimiz...
Atalarımızın,
câmilerin
avlularındaki
şadırvana kadar bile, yolcuları susuz bırakmaya tahammül etmediği o
şâhika şefkat. Külliyelerin en dış duvarlarına bile yerleştirilmiş sebiller,
suluklar, meydan çeşmeleri, sokak çeşmeleri; su ile olan ünsiyetimizi ne
kadar güzel anlatırlar. Avrupa’da günlerce yol gidin, yol kenarlarında bir
tâne çeşme göremezsiniz. Ama Konya’nın, Kütahya’nın en ücrâ köyünden
ya da bir dağ başından geçin, mutlaka şırıl şırıl akan bir çeşme size yoldaş
olacaktır.
Bugün çok üzüldüğüm bir kültürel kaybımız da şudur ki, kimi evlere
gittiğimde baş köşelerde, ucuz Çin malı naylon güller görmekteyim. Tüylerim
diken diken olmakta. Biz naylon bir millet miyiz ki evlerimizde, çöpe atılacak
naylon çiçekler bulundurmaktayız. Oysa çiçekle anıldı Türkler. Târihin bir
dönemine “lâle devri” dendi. Öyle büyük bir çiçek sevdâsı yaşandı ki; bir lâle
soğanına bin altın sayan meraklılar çıktı. İnsanlar sarıkları kenarına bu
sevimli çiçeği taktılar, mezar taşlarına lâle nakışladılar. İstanbul; lâlelerin,
karanfil ve şakāyıkların da başkenti oldu. Osmanlı pâyitahtı gül ve sümbül
kokusundan geçilmez oldu. Lâle yarışmaları açıldı; şeyhülislâmlar, kadılar,
din adamları bahçelerini saklı bir cennete çevirdiler. Avusturya elçisi
Busbec’in ülkesine götürdüğü lâle soğanları ile Hollanda lâle diyârı olurken,
İstanbul geri gitti. Sevindirici olan ise; birkaç asır sonra, son yıllarda yine
lâle aşkı depreşmekte. Yeni nesil, yol kenarlarında artık daha fazla görmeye
başladığı lâlelerle; kayıp kimliğini bulmakta.
Millî kültürümüz o kadar kan kaybetmekte ki, hangi konuya değineceğini
şaşırmakta insan.
Nakışlarımızdaki yozlaşma da had safhada. Artık nakış kurslarında dahi;
makinelerle, naylon kurdelelerle işlemeler yapılmakta. Halbuki el yapımı
devâsa bir nakış târihimiz vardır. Osmanlı sarayında pâdişahların anneleri,
kızları, eşleri çok ince zevklere sâhip nakkaşlardı. Yüksek sanatlı bir örtüyü
nakışlamak için, aylarca sabreden o kutlu nesil, nelere sabredebileceğini de
20 / Merhaba – İlkbahar 2011
test etmekte idi. Bugün artık yeni kuşak, gergefi tanımamakta. Beylerbeyi
Sarayı’nda açılan Maraş nakışları sergisini görmeye gittim, geçen gün. O
muhteşem
güzellikten sarhoş oldum.
Yemek
yiyemedim.
Sanatımızın
büyüklüğünden, inceliğinden, üstün zevkinden sarhoş oldum. Başka bir
milletin yok böyle bir hayal ve sanat gücü. İşte o gün, ilk kez Maraş
nakışlarını gördüm, onlara meftun oldum. Saf ipek kumaş ve ipek iplikle
çalışılmış
bu
Bindallılarımız,
yüksek
üç
sanat
eserleri
eteklerimiz,
gelin
karşısında
bohçaları,
hayranlık
sanduka
duydum.
örtülerimiz,
seccâdelerimiz, peşkirlerimiz; gerçek inci ve zümrütlerle bir hazîne gibi göz
kamaştırmakta idi. Acaba batılılar telkârî tekniğinde bir halhal taktılar mı hiç?
Ya da gümüş bir tepeliğin bir dantel gibi alınlarına, kaşları arasına
döküldüğünü gördüler mi? Boyunlarındaki gümüş hamayıllarda, askerdeki
eşlerinden gelen mektupları sakladılar mı?
Kulaklarında elmas gül küpelerle hiç aynaya baktılar mı?
Türk mâvisi firûze bir bilezik ile gülümsediler mi hayâta?
Şimdi Kaf Dağı’nın ardında kalan o masalı biz yaşadık.
Ne ki unuttuk artık o güzel günleri.
İçli bir türkü gibi, söylemez olduk.
Bir mâzi şiiri gibi, okumaz olduk.
Merhaba – İlkbahar 2011 / 21
YARD. DOÇ. DR. MÜJGAN ÇAKIR’LA
DİVAN EDEBİYATI ÜZERİNE BİR RÖPORTAJ
Nesibe YAZGAN
[email protected]
Merhaba dergisi bu sayısında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin
değerli hocalarından Yard. Doç. Dr. Müjgan Çakır’la Divan edebiyatı üzerine
bir sohbet gerçekleştirdi. Bize değerli zamanını ayırdığı için Hocamıza
teşekkürlerimizi sunarak bu konuşmayı yayınlıyoruz:
Hocam, bir de sizden dinleyelim. Nedir Eski Edebiyat, sınırları
nelerdir?
Fuzûlî’nin ilmini temel yaptığı, Bâkî’nin tasvirleriyle süslediği, Emrî’nin
oyunlarıyla ma’mûr hâle getirdiği, Nef’î’nin öfkesiyle esip savurduğu,
Nâbî’nin hikmet incilerini saçtığı, kimi zaman manzum kimi zaman mensur
eserlerin
oluşturulduğu,
astrolojiden,
matematikten,
hayattan bahseden,
belagatten,
fesahatten,
tıptan,
ve
âdet
astronomiden,
geleneklerden,
gündelik
lücce-i bî-sâhil, bahr-ı bî-pâyân olan kısacası kenarı
dibi olmayan bir deniz gibidir eski edebiyatımız…
İfadenin başına “Eski”
ibaresini koyduğumuzda onun başlangıcını Orta Asya’da şiir söyleyen
atalarımıza kadar dayandırmamız, aşk şiirleri söyleyen Aprınçur Tigin gibi
şairleri anmamız gerekir. Klasik hâle geldiğinde ise Anadolu’da Ahmed
Fakihler,
Hoca
Dehhanîler,
Ahmedîler,
Âşık
Paşalar,
Gülşehrîler,
Şeyhoğlular muhteşem eserleriyle karşımıza çıkarlar. Bir yandan Dehhânî
Sabr eyle gönül derdine dermân ere umma
Cân atma oda bîhûde cânân ere umma
şeklindeki beyitleriyle nazım ipine dürr-i şehvârlarını, yani mükemmel
incilerini dizer, diğer yandan sonraki yüzyıllarda Zâtî,
Nigârâ hem-dem-i ağyâr imişsin
Dirîgâ bir gül-i pür-hâr imişsin
Seni gâyet vefâsız derler idi
Begim dediklerince var imişsin
22 / Merhaba – İlkbahar 2011
deyip sevgiliden şikâyet eder. Nev’î gibileri de sevgiliden değil, yalnızca söz
dinlemeyen gönüllerinden şikayetçidirler. Şöyle nazmediyor Nev’î;
Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur
Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur
Böyle hârikulade bir varlıktır edebiyatımız… Onun sınırları konusunda
sanırım en güzel cevabı Yahya Kemal veriyor:
Eslâf kapıldıkça güzelden güzele
Fer vermiş o neşveyle gazelden gazele
Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadîm
Bir meş’aledir devredilir elden ele
Türkiye’de uzun yıllar Divan edebiyatına olumsuz bir bakış vardı.
Önce
bundan
bahsedelim
isterseniz.
Tanzimat’la
başlayan
Batılılaşma hareketleri eski Türk edebiyatını nasıl etkilemiştir?
Tanzimattan sonra yeni mecralar aramayı başlayan Türk aydınları, yeniyi
inşa edebilmenin eskiyi yıkmakla mümkün olduğunu düşünüp klasik
edebiyata karşı bir tepki ortamı oluşturmuşlardır. Bildiğiniz gibi tepki
duyanların başında Nâmık Kemal vardı. Sâmipaşazâde Sezai “Ben kendimi
tanımaya başladığım vakit Kemal Bey eski edebiyata karşı samimi bir
sûrette harp ilan etmişti.” diyor. Nâmık Kemal gibi klasik edebiyat
karşıtlarının eleştirilerinde hareket noktalarından bazılarını bu edebiyatın
sadece belli bir zümreye hitap ettiği, sun’î olduğu, mey ü mahbûb üzerine
kurulduğu, taklitçilikten öte geçemediği, dar bir alanda kelime oyunlarına
dayandığı
gibi
bir
takım
hususiyetler
oluşturuyordu.
Bu
konudaki
tartışmalar 1930-40’lı yıllarda daha bir alevlenerek tesirlerini günümüze
kadar ulaştırdı. Klasik Edebiyat yandaşlarının savunmalarında ise hep bu
edebiyatın zamanıyla uyumlu olduğu, sosyal hayatı yansıttığı, derinliği
olduğu, kendi içinde çatışmasının olmadığı hususları vardı. Sabahattin
Eyüboğlu bu edebiyat için “Divan edebiyatımız, tıpkı halk edebiyatı gibi
bizim eski varlığımız, tahteşşuurumuz, kaybolmuş cennetimizdir.” diyor.
Sanırım son yıllarda bu kayıp cennetimizi yeniden bulduk ve onun
nimetlerinden faydalanmaya başladık.
Merhaba – İlkbahar 2011 / 23
Osmanlı
kültürüne
artan
ilginin
Divan
edebiyatıyla
ilgili
araştırmalara etkisi konusunda neler düşünüyorsunuz?
Osmanlı kültürüne karşı ilginin artmasında düzenlenen sempozyum ve
seminerlerin, yazılan kitapların, medyada hazırlanan programların büyük
tesiri oldu. Bunlar da birbirlerini tetikleyerek güzel bir ortamın oluşmasına
vesile oldular. Bugün özellikle büyük şehirlerde bu kültürel aktivitelerin çok
canlı bir şekilde yürütüldüğünü görmek sevindirici oluyor. Özellikle genç
kuşağın
bu
organizasyonlara
ilgi
gösterdiğini
görünce
daha
mutlu
oluyorum.
Türkiye'nin güzide üniversitelerinden birinde Divan edebiyatıyla
ilgili araştırmalar yapmaktasınız. Sizi bu alanda araştırma yapmaya
teşvik eden mecralardan bahsedebilir misiniz?
Ben Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi mezunuyum. Yüksek
lisans ve doktoramı da aynı üniversitede yaptım. Üniversitedeki hocalarım
benim bu sahaya ilgi duymamı sağladılar. Başta Prof. Dr. Tahir Üzgör, Prof.
Dr. Metin Akar, Prof. Dr. Orhan Bilgin, Doç. Dr. Nejat Sefercioğlu’na beni
bu
harika
alanla
tanıştırdıkları
ve
zevk
almamı
sağladıkları
için
müteşekkirim. Onların sayesinde Ali Nihad Tarlan, Tahir Olgun, Âmil
Çelebioğlu, Mehmed Çavuşoğlu, Ali Tanyeri gibi büyük isimlerin eserlerini
okuma fırsatım oldu.
Çalışmalarınız esnasında karşılaştığınız güçlükler nelerdir?
Klasik
edebiyatla
uğraşan
herkesin
karşılaştığı
güçlüklerle
ben
de
karşılaşıyorum. Bazı kütüphanelerdeki el yazmalarına ulaşma güçlükleri,
yurtdışında bulunan kimi eserlerin Türkiye’ye getirilmesinde yaşadığımız
zorluklar bunlardan bazıları… Fakat seneler geçtikçe teknolojik ilerleme ve
gelişmeler işimizi daha da kolaylaştırıyor.
Bu gelişmelerin yaptığınız çalışmalara katkıları nelerdir?
En sevindirici gelişmelerden biri internet… Doğru ve orantılı bir şekilde
kullanıldığında büyük bir nimet olduğu inkar edilemez. Artık rahatlıkla
internet üzerinden kütüphanelere
ulaşabiliyor, katalog fişlerini görüyor,
birçok eserin tamamını bilgisayarlarımıza indirebiliyoruz. Sanal dergilerde
yayımlanan yazıları okuyabiliyor, e-kitaplardan taramalarda bulunabiliyoruz.
24 / Merhaba – İlkbahar 2011
El yazmalarının birçoğunun bilgisayar ortamına aktarılmış olması çok güzel,
kütüphaneler bu yüzden daha bilimsel çalışmaya başladılar. Önceden
kullanılan mikrofilmlerin yerini şimdi daha pratik olan cdler aldı. Yani
zaman kaybımız büyük oranda ortadan kalkmış durumda. Büyük harici
bellekler vasıtasıyla çok yüksek ebatta bilgiyi saklayabiliyor ve yanınızda
taşıyabiliyorsunuz. Bunlar bir araştırmacı için bulunmaz nimetler…
Son yıllarda özellikle genç araştırmacıların etkisiyle Eski Türk
Edebiyatı alanında yapılan çalışmaların sayısında ciddi bir artış
mevcut. Yaşanan bu sevindirici gelişmeyle ve yapılan yayınlarla
ilgili düşünceleriniz nelerdir?
Evet, gerçekten de ciddi oranda bir artış var. Nâbî “Revâcı olmayan köhne
bir metaız” diyordu. Sanırım şimdi revâcımız var. Bu oldukça sevindirici.
Burada artık hepimize düşen bir görev var, yazdıklarımızda dikkatli olmak,
klasik Türk edebiyatı araştırmalarını hem nicelik hem de nitelik bakımdan
en yüksek seviyelere çıkarmak…
Divan edebiyatı kendi içinde kuralları olan anlaşılması birikim
gerektiren bir edebiyat. Günümüz gençlerine bu edebiyatı öğrenme
konusunda neler tavsiye edersiniz?
Sünbülzade Vehbî oğluna Lütfiyye isimli eserinde şöyle söylüyor:
Edebiyât ile târîh ü siyer
Sîret-i ehl-i edebdir yek-ser
Anlar ile niçe ma’nâ bilinir
Dehrin ahvâli ne ra’nâ bilinir
Bilmeyen bunları pek gâfil olur
İlmi var ise dahi câhil olur
Dünyayı anlamak, gaflette kalmamak
için edebiyat öğrenmeli diyor
Vehbî… Yüzyılların tecrübesini yansıtıyor bu sözler. Bu yüzden hepimizin
yapması gereken şey okumak, okumak, okumak…
Merhaba – İlkbahar 2011 / 25
ŞİİR
Kübra YETİŞ ŞAMLI
[email protected]
SARIKAMIŞ
Yüreğimin yarısı Sarıkamış’ta.
Tek kurşun atmadan öldüğümde
Doğmamıştım daha…
Yağmalanan gençliğimden
Hazin bir türkü kaldı geriye
Yaşanmamış sevdalar
Kırılmış hâyâller
Ve erken ölümler üstüne…
Karanlıktan korkmuş gibi,
Yalnızlıktan bıkmış gibi titriyorum.
Üşümüş yorgunluğumda
Uyuşuyor umutlarım.
Bir uykuya dalar gibi,
Açmadan solar gibi gidiyorum.
Sılaya hasret akşamlarda
Kanıyor rüyalarım.
Oysa
Tek kurşun atmadan öldüğümde
Doğmamıştım daha…
26 / Merhaba – İlkbahar 2011
GÜLNAR ÖĞRETMEN
Gülnar MIZRAK
[email protected]
Bahar sayısının elinize ulaştığı bu Nisan ayında geçen sene iki buçuk ay
ücretli Türkçe öğretmenliği yaptım. Hem de 8. sınıflara! Beni tanıyanlar için
şaka gibi, değil mi? Hâlâ ortaokullu ya da liseli gibi görünürken öğretmen
olmak, “Hocam” diye hitap edilmek...
Benim için her şey gayet normaldi aslında. Diğerlerinden bir farkım yoktu:
Zil çalınca sınıfa giriyordum, dersimi işliyordum, teneffüste de oturup
çayımı içiyordum. Ama dışarıdan bakılınca koridorlarda yürüyen sivil bir
öğrenciydim sanki. Bunu, benimle görüşmeye gelen velilerin şaşkın şaşkın
bakan gözlerinden anlamamak mümkün değildi. Bu yüzden yeni biri
gelince sevinirdim; çünkü o ifadeyi görmek hoşuma giderdi. Böyle anlarda
“Ben mi çok küçük kaldım, yoksa yeni nesil çok mu çabuk büyüyor?” diye
düşünmeden de edemezdim. Sanırım çabuk büyüyorlardı. Ama vücutları,
her ne kadar yaşlarına göre fazla gelişmiş olsa da, içlerindeki çocuğu
gizleyemiyordu. İşte bunun farkında değildiler...
Yine de benim çocuklarımdı onlar. Peşimden koşan, bana sürekli bir şeyler
soran, benimle şakalaşan, oyun oynamak isteyen, beni güldüren, ortaokul
anılarımı tazeleyen, kısacası hayatıma renk, hareket ve eğlence katan
çocuklarımdı...
***
İlk gün hiç unutulmaz herhalde: 5 Nisan 2010... Bir yandan heyecanınızı
bastırmaya, diğer yandan da güçlü durmaya çalışırsınız ya, öyle karışık
duygular
içinde
yürüdüm
koridorlarda.
Hâlâ
kulaklarımdadır
ayakkabılarımın çıkardığı ses... Ve müdürle beraber o sesin içinden sınıfa
gidişimiz de hâlâ gözümün önündedir... Şimdi düşündüm de, hayatımda
bana ilk defa “Hocam” diyen hangi öğrencimdi? “İlk”lerimden biri eksik
kalmıştı işte. Ama o an bunları düşünmek mümkün değildi ki! Çünkü kırk
kadar yüz merakla bana bakıyordu...
Hocaların ve öğrencilerin yardımıyla kısa sürede okula alıştım. Ders
kitaplarının nasıl kullanıldığını ve imtihan yapmayı öğrendim. Ayrıca
Merhaba – İlkbahar 2011 / 27
müfettiş gelince neler yapılması gerektiğini, o günlerdeki telaşı da gördüm.
Neredeyse yüz elli isim ezberledim, yüz elli karakter tanıdım ve yüz elli
hayatın bir parçası oldum. Pek çok hatıram oldu. Bazılarını unuttum,
bazılarını da zaman zaman gülümseyerek hâlâ hatırlıyorum. Hatta okulun
zilini başka bir okulda duyduğumda sanki derse girmem gerekiyormuş gibi
hissediyorum ve ardından Seyfettin Ali, Fatih, Beyza, Yazgı, Korcan, Elif,
Şeyma,
Doğukan...
karşıma
çıkacaklarmış
gibi
geliyor.
Sonra
da
yüzümdeki çizgiler, tebessümle hüzün arasında gidip gelmeye başlıyor...
Hüzünleniyordum; çünkü onlarla vakit geçirmeyi seviyordum. Hem minyon
olduğum
için
hem
de
sert
davranmadığım
için
beni
arkadaş
gibi
görüyorlardı. “Hocam, siz diğer öğretmenlerden çok farklısınız.” diyorlardı
hep. Düşündüklerini dile getirmeleri ve onlara karşı tavrımın farkında
olmaları
beni
memnun
ediyordu.
Bazı
zamanlarda
da
“Neden
hiç
kızmıyorsunuz?”, “Neden hep gülümsüyorsunuz?”, “Nasıl bu kadar sabırlı
olabiliyorsunuz?” gibi pek çok sualle karşılaşıyordum. Sanırım bu soruların
cevabı, içten içe onlara karşı duyduğum sevgiydi...
İşimizi, çevremizdekileri sevince her şey bizim için ne kadar çabuk
kolaylaşıyordu ve güzelleşiyordu... Ve bu, bütün hayatımıza, ruhumuza,
yüzümüze yansıyordu! Beni kaç defa kırmalarına ya da kızdırmalarına
rağmen onlara karşı duyduğum sevgi, bana önce sabrı öğretiyordu, sonra
da o anların içimde yaşamasına izin vermeyip yerine güzel dakikaları
koyuyordu.
Sevgi, anlamlı şeyler bırakıyordu arkamızda. Bu iki ay gibi... Hem dolu dolu
yaşamıştım hem de her şey hiç yaşanmamış gibi bir anda sona ermişti
sanki. Zamanın huyu böyle değil midir zaten? Bizi içine alır ve şaşırtır...
İşte o iki aylık kısa süreye yüz elli kişiyi sığdırdı zaman. Birbirinden çok
farklı yüz elli minik dünyayı...
Keşke hepsini yazabilsem buraya...
28 / Merhaba – İlkbahar 2011
MAVİYDİ SONSUZ
Ulviye ÜÇÜNCÜOĞLU
[email protected]
Dün şehirden çok uzaklardaydım. Çam ağaçlarının etrafını kuşattığı, kar
beyazının mavisine ayrı tonlar kattığı, kıyısını tutan buzların onu gerçekten
biraz daha uzaklaştırıp hayallere yaklaştırdığı Abant Gölü’ndeydim.
Çok seyahat eden biri değilim aslında. Dünyayı dolaşmak gibi hayallerim
de olmadı hiç. Bu fikir hep ürkütürdü beni. Üstelik imkânım da olmadı.
Ama önüme imkân sunsalar gezebilir miyim en bildik yerlerden tutun da en
ücra köşeleri, keşfetmeye cesaret edebilir miyim gözler önüne serili
doğanın sırlı köşelerini, bunu da bilmiyorum.
Ama dün küçük bir adım attım kendimce bu bilmeceyi çözmek için. Bir tur
vasıtasıyla günübirlik de olsa attım kendimi Abant’ın kucağına. Yeşilin
envai çeşit tonlarından geçerek kendini kıymet bilene saklayan mavisiyle
buluştum Abant’ın. Denize âşık olduğumu sanırdım onu görene kadar.
Engin maviliklerden başka mavi tatmamıştım çünkü. İçinde kendimi sonsuz
hissettiğim denizi, bu kendi içine gömülmüş gölü gördüğümde bir yana
bıraktım. Kendi sonsuzluğunu kendi yaratan, küçük, içine kapanık, ama bir
o kadar da huzurlu ve dingin...
Her göl aynı hissi uyandırır mı bende bunu da bilmiyorum. Ama Abant,
deniz kadar huzur verdi bana. Çevresinde yaptığım uzun yürüyüş sanki
dünyayı turlamışım hissi yarattı bende. İşte bak nasıl da dönüyorsun
etrafımda der gibi alımlı geldi o anda.
“Ben safım, ben temizim, ben kendimim... Başka hiçbir suya yer yok
bende, başka hiçbir suda arama beni.Bu benim dünyam ve sen benim
dünyamın etrafında gezmektesin.
İster yürüyerek, ister atla, ister arabanla... Ama hızlı, ama yavaş. İster
farkında
ol,
ister
umursama,
ama
dönüyorsun
işte,
sonsuzluğu
konduramadığın küçük cemâlime hürmet edercesine tâvaf ediyorsun
çevremde.”
Abant bunları söylerken anladım sonsuzluğun ucu bucağı belirsiz derya
deniz olmadığını. Önce maviydi sonsuzluk benim için. Göl de maviydi,
Merhaba – İlkbahar 2011 / 29
deniz de ve tüm bunların üstünü örten gökyüzü de... Önce sonsuzluğun
mavi olduğunu göstermişti Abant bana, sonra büyüklüğün sonsuzlukla
ilişkisi olmadığını... Küçük olmak, kendi halinde yuvarlanıp varabilmek bir
yerlere... Kabullenebilmek büyük sanılanı fazla kurcalamadan, kendi
yağıyla
kendini
kavurmak,
kendi
kendini
pişirmek
ve
huzura
kavuşmak...İşte sonsuzluk buydu!
Bu kısa ama güzel geziden benim payıma düşen de bu oldu. Artık
biliyordum: Bana dünyanın sırlarını ifşa edecek, tüm bildiklerimi alt üst
edecek en ücra köşeleri bile görmeye cesaretim vardı.
30 / Merhaba – İlkbahar 2011
FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ
Kübra YETİŞ ŞAMLI
[email protected]
CHRISTOPHER NOLAN DOSYASI III
Başlangıç
Orijinal ismi: Inception
Yönetmen: Christopher Nolan
Senaryo: Christopher Nolan
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Ken Watanabe, Joseph GordonLewitt, Marion Cotillard, Ellen Page, Cillian Murphy, Michael Cane
Hedef
kitlesi:
Geçen
yılın
en
çok
tartışılan
filmini
hâlâ
seyretmediyseniz; rüyalar alemine ve bilinçaltına meraklıysanız; soygun
filmlerini seviyorsanız; çok bilinen bir alt tür nasıl yeniden “imar” edilir
görmek istiyorsanız, bu film tam size göre.
Christopher Nolan’ın, adı Oscar yarışında da geçen bu son filmi yılın en çok
tartışılan filmlerinden biri oldu ve eleştirmenleri deyim yerindeyse ikiye
böldü. Kimileri filmi yere göğe sığdıramayıp yeni Matrix olarak selamladı ve
başyapıt ilan etti. Kimileri ise “çok iyidir, çok hoştur, ama başyapıtlık bir
yanı da yoktur” diyerek karşı çıktı. Bu tartışma süredursun, Nolan
filmografisine, son tahlilde eleştirmenlerce de beğenilen bir gişe canavarı
daha eklemiş oldu ki, bu kombinasyon sanırız pek çok yönetmenin
hayâllerini süslüyordur.
Başlangıç, başta da söylediğimiz gibi bir soygun filmi. Nolan, senaryonun
giriş ve gelişme kısımlarında türün kalıplarına uymayı; sonuç kısmında ise
bu kalıplardan biraz ayrılarak ucu açık bırakmayı tercih etmiş. Bu tercih
son derece yerinde. Malum, bazı şeylerin aslında göründüğü gibi olmadığını
ortaya koyan ya da en azından göründüğü gibi olmayabileceği şüphesini
uyandıran sonlar günümüzde oldukça revaçta. Dövüş Kulübü ve Altıncı His
Merhaba – İlkbahar 2011 / 31
sonrasında sağ gösterip sol vurarak seyirciyi ters köşeye yatırmak da eskisi
kadar kolay değil. Yönetmen sağı gösterince biz gardımızı soldan alır hâle
geldik. Dolayısıyla kararı seyirciye bırakan muğlak sonlar bu bakımdan
daha etkili. Ancak Başlangıç’ın temel özelliği sonundaki belirsizlik değil.
Filmin vurucu yanı, soygun filmi kalıplarında ilerlerken ve bu anlamda
türün tüm gerekliliklerini yerine getirirken bunu bütünüyle yeni bir konsept
içine oturtması. İşte tam da bu nedenle film, söz konusu alt türün
kalıplarını, senaryonun ilerleyiş çizgisini ve aldığı virajları adeta ezbere
bilen; herhangi bir soygun filminin kendisine birkaç saat hoşça vakit
geçirtmek dışında yeni bir şey söyleyebileceğine inanmayan profesyonel (!)
sinema seyircisini de, eleştirmenleri de kazanmayı başarıyor.
Gelelim filmin konusuna. Baş kahramanımız Cobb, özel bir teknoloji
sayesinde insanların rüyalarına girebilmekte; bilinçaltlarını ele geçirerek
zihinlerindeki
önemli
bilgileri
çalabilmektedir.
Günün
birinde
ondan
zihinden bir bilgi çalması değil; bilinçaltına bir fikir yerleştirmesi istenir.
Cobb ekibini kurar, kusursuz bir soygun planı da yapar. Ancak soygun
sırasında hem zihnine fikir ekeceği kişinin, hem de bizzat kendisinin
bilinçaltı ile cebelleşmek zorunda kalması işleri bir noktada raydan çıkarır.
Vazgeçmek ise Cobb için bir seçenek değildir. Zira hakkında işlemediği bir
suçtan dolayı yakalama kararı verilen kahramanımız ancak bu görevi
başardığı takdirde kendisini temize çıkarabilecek ve böylece ülkesine
dönerek çocuklarına kavuşabilecektir.
Hemen uyaralım, insanların rüyalarına girmeyi, bilinçaltlarına sızmayı
mümkün
kılan
teknolojinin
işleyişi
hakkında
bilgilendirilmeyi
sakın
beklemeyin. Zaten filmin yeni Matrix olarak görülmesine karşı çıkanların
temel gerekçesi de Matrix’ten farklı olarak bize rüyaların yönlendirilebildiği
ve yönetilebildiği bu yeni evren hakkında herhangi bir teknik açıklama
yapılmayışı. Ancak bize göre bu bir eksiklik değil. Nolan bizi ikna etmek,
inandırmak, bize mantıklı gelecek açıklamalar yapmakla vakit kaybetmiyor.
Çünkü aslında Matrixvari yeni bir sinemasal evren yaratmanın ve bizi bu
evrenin içine çekmenin değil; bize bir hikâye anlatmanın peşinde. Seyirciye
“burası rüyalara girilebilen ve zihinlerden fikir çalınabilen bir yerdir”
demekle yetinmesi ve merkeze hikâyesini koyması bu bakımdan bizce
bilinçli ve yerinde bir tercih. Esasen Nolan hikâye anlatmayı seven ve bunu
çok iyi yapan bir yönetmen. Başarısının sırrı ise, bazen sinemanın
32 / Merhaba – İlkbahar 2011
geleneksel hikâye kalıplarını alışılmadık anlatım teknikleriyle harmanlaması
(bkz.: özünde klasik bir intikam öyküsü olan “Memento”); bazen çok iyi
bilinen hikâyeleri yeni bir felsefi zemine oturtarak taze bir bakış açısıyla
yeniden yaratması (bkz.: Batman Başlıyor, Kara Şövalye); bazen de
Başlangıç’ta olduğu gibi, bilinen türleri ya da alt türleri yepyeni bir konsept
içine
oturtması.
Kısacası
Nolan
hiçbir
zaman
Amerika’yı
yeniden
keşfetmeye kalkışmayan, ama bir şekilde kendi mührünü vurarak adının
kâşifin yanında anılmasını sağlayan
bir
yönetmen.
Onun filmlerinin
eleştirmenler nezdinde beğenilirken gişede de çok başarılı olmasının
sebebi, bilindik, oturmuş ve geleneksel olana yeni bir soluk katabilme;
imzasını atabilme; her zaman bir “Nolan sürprizi” yapabilme becerisi.
Başlangıç baştan sona dört başı mamur bir biçimde ve aksamadan ilerliyor.
Ancak filmin sonlara doğru şaha kalktığı bir bölüm var ki gerçekten nefes
kesici. Planın başarıya ulaşması için zihnine fikir ekilecek olan kişinin
bilinçaltında üç katmanlı bir rüya tasarlayan ekibimiz, son dakika aksilikleri
yüzünden buna bir de dördüncü katman eklemek zorunda kalınca hem
kahramanlarımız hem de aksiyon bu dört katmana dağılıyor. Buna paralel
olarak anlatım da bölünüyor ve dört katmanda ayrı ayrı ilerliyor. Hikâyenin
ve filmin son dönemecini teşkil eden eş zamanlı uyanma sahnesi ile her
şey yeniden tek bir düzlemde toplanıyor. Bu son derece şık sahneler,
genelde macera, özelde soygun filmlerinin olmazsa olmazı niteliğindeki
“finale yakın derleyip toparlama” bölümü bakımından adeta bir ders
niteliğinde.
Sinematografi ve görsel efekt dalları da dahil olmak üzere dört teknik dalda
Oscar’ı kucaklayan, en iyi film ve en iyi senaryo dallarında ise adaylıkla
yetinen Başlangıç, bize göre her yönüyle Nolan’ın başyapıtlarından biri.
Sözün özü, insanı soluksuz bırakan bir macera, kusursuz soygun planları,
bunların yanında aksamadan ilerleyen bir tutam aile dramı, bilinçaltı ve
rüyalar
aleminin
bilinmezliğine
gizemli
bir
yolculuk,
mükemmel
oyunculuklar, kusursuz yönetmenlik, tüm bunlara ilaveten bol miktarda
orijinallik çok yönlü bir diskte (DVD) sizi bekliyor. Daha fazla bekletmeyin!”
Merhaba – İlkbahar 2011 / 33
SANTÛRÎ ETHEM BEY
Orhan ERYILMAZ
[email protected]
Merhum Kemal Sunal’ın oynadığı “Tosun Paşa” filminden her seferinde ilk
defâ izliyormuş gibi zevk alırım. Filmin jeneriğinde ve fonunda çalan
Şehnâz makâmındaki Longa’yı filmi izleyen hemen herkes bilir; ama bu saz
eserinin bestekârı Santûrî Ethem Bey’i pek fazla bilen yoktur, desem
yanlış olmaz. Filmi izlerken Türk temâşâ sanatının misâllerini ihtivâ ettiği
için olsa gerek, çok gülerim ama içim de burkulur. Çünkü Santûrî Ethem
Bey’i ve bestekârın hazîn hayat hikâyesini hatırlatır bana.. Bu mecmûâdaki
ilk yazımda min gayri haddin Santûrî Ethem Bey’den kısaca bahsetmek
istedim sizlere..
Ethem Bey, 1855 senesinde Beyazıt’ta dünyâya gelmiştir. Babası Kaptan
Ali Bey, Sultan İkinci Mahmud devrinde yeniçerilik yapmış,
yeniçeri
ocağının kaldırılması (Vakâ-i Hayriye) sırasında annesi Fatma Hanım’ın da
yardımıyla tavan arasında saklanmış, sonra güzel bir gemide bir gemide
kaptanlık
yapmış
ve
gösterdiği
muvaffâkiyetler
sonucunda
pâdişah
kendisine Galatasaray Sultânîsi karşısında bir binâ hediye etmiştir.
Ethem Bey’in mûsikîye istidâdı çok küçük yaşlarında keşfedilmiş ve Hacı
Ârif
Bey
ile
Rif’at
Bey
gibi
o
devrin
meşhûr
bestekârları
ve
mûsikîşinaslarının Devlet-i Âliyye’nin konservatuarı hâline getirdiği Enderun
imtihânının pekiyi derecede kazanmış, burada mûsikî eğitimine başlamıştır.
Keman çalmayı çok istemesine rağmen kendisine ısrârla santur1 verilmiştir.
Enderûnî Muallim Şefik Bey’den mûsikî meşk etmiş, Santûrî Hilmi Bey’den
de santur meşk etmiştir. Sazındaki kısa sürede kat ettiği muvaffâkiyeti
hocaları tarafından takdîr edilmiştir.
Mâliyede me’mur olarak çalışmaya başlayan Ethem Bey, bir taraftan da
mûsikî
derslerine
devâm
etmektedir.
25
yaşında
Sabiha
Hanım’la
evlendikten sonra dörder yaş aralıkla iki oğlu dünyâya gelmiş, büyük oğlu
1
Santur: Metal telli, uçları keçe çubuklarla vurularak çalınan, fakat günümüzde
ülkemizde pek fazla yaygın olmayan vurmalı bir saz. Piyanonun atası olarak da kabûl
edilir. Ethem Bey kapalı mekânlarda sazın metalik sesi çok rahatsız etmesin diye üzerine
örtü örterek çalarmış.
34 / Merhaba – İlkbahar 2011
Binbaşı Mehmed Ali Bey, Diyale muharebesinde şehid olmuştur. Tabiî ki bu
hâdise Ethem Bey için çok büyük ıztırâb vesîlesi olmuştur.
Devrim mûsikîşinas dört Ethem Bey’in biri olan Ethem Bey’e Ethem
Bey’lerden birinin de santur çalmasından dolayı “Santûrî Büyük Ethem Bey”
de denilmiştir.
Mûsikî tedrîsâtının çok iyi verildiği yerlerden birisi olan mevlevîhânelere de,
husûsiyetle Kasımpaşa Mevlevîhânesi’ne devamlı gitmektedir Ethem Bey…
Burada Kânûnî Hacı Ârif Bey (Zeki Ârif Ataergin’in babası), Aziz Mahmud
Bey (Tanbûrî Ali Efendi’nin oğlu), Giriftzen Âsım Bey gibi hatırı sayılır
mûsikîşinaslarla meşklerde bulunmuştur.
Ethem Bey’in küçük oğlu merhûm Münir Pekçebaşak’ın Vecdi Seyhun’a
anlattığına göre, taşplak doldurmak için kullanılan fonograf ilk defâ
İstanbul’a geldiği zamanlarda, başta meşhûr Hüzzâm Saz Semâîsi’nin
bestekârı Ûdî Nevres Bey olmak üzere arkadaşları tarafından Ethem Bey’in
evine her pazar gidilir, ev stüdyo hâlini alır ve fonografi kovanları
doldurulurmuş. Ethem Bey’in doldurduğu birçok plaktan maalesef geriye
bir tânesi bile kalmamıştır.
Ethem Bey, Firuz Ağa’da bir dershâne açmış, Koska’da Hâfız Aşir
tarafından açılan Neyzen Tevfik, Kemânî Ali Ağa, Leon Hancıyan, Kânûnî
Hacı Arif Bey’lerin de içerisinde meşk ettiği “Dâr’ül-Mûsikî-i Osmânî “
Meşkhânesi’nde de talebeler yetiştirmiş ve buraya büyük hizmetler
vermiştir. Daha sonra bu meşkhâne Çemberlitaş’a taşınmış, 75 yaşında
yatalak hasta olmasından dolayı artık meşklere gidemez olmuştur.
Bestekârın hayâtında arka arkaya felâketler birbirini kovalamaktadır. İlk
önce; oturduğu yalısında şiddetli bir yağmurdan derenin taşması sonucu alt
kata su baskını meydâna gelir. Ne üzücüdür ki bu su baskını, bestekârın
notaya alınmış birçok eserlerini, önemli nota koleksiyonlarını, şâir Enderûnî
Vâsıf Efendi’nin el yazısı olan dîvânını alıp götürmüş, daha sonra
hâfızasında yer alan mûsikî eserlerini yeniden yazmaya başlamıştır. İkinci
felâket ise 75 yaşında geçirdiği felçtir. Sağ tarafı felçli olan Ethem Bey,
yazıları ve notaları sol eliyle yazmaya başlamıştır. Karısı Sabiha Hanım’ın
kalp krizi geçirerek vefâtından sonra kendisiyle dışarıdan eve gelip giden
hizmetçi alâkadâr olmuştur ama kendi yakınlarından ilgilenecek kimse
Merhaba – İlkbahar 2011 / 35
bulunmadığından
dolayı
gerektiği
gibi
bakılmamıştır
Ethem
Bey’e…
Hayâtının son iki yılını yeis ve yalnızlık içerisinde geçirmiştir.
1926 yılının Eylül ayında odasında yanan mangaldan sıçrayan ateşle
yorganının tutuşması sonucunda, yanarak acı bir şekilde can verdiğini
ayrıntılı bir şekilde anlatmaya, anlatıp da daha fazla keyfinizi kaçırmayı
istemiyorum.
Göksu Kabristanı’na defnedilen büyük bestekârın cenâzesinde yalnızca yedi
kişinin bulunması beni büsbütün müteessir ediyor. Talebesi Ziyâ Santur’un
anlattığına göre cenâzesinde bir imam, bir müezzin, iki bekçi, çevreden iki
zât bir de kendisi varmış.
“Mevtine târih olur eğer düşse yirmi dördü
Şu makberede medfûn Santûrî Ethem Efendi”
Câbir VADA
Santûrî Ethem Bey ve onun gibi Türk Mûsikîsine ve Türk kültürüne hizmet
eden tüm ecdâdımızdan Allah râzı olsun, ruhları şâd olsun.
36 / Merhaba – İlkbahar 2011
MERSAULT, MARİE… BİZ…
Elife GENÇ
Her duygu, kendi içinde farklı değerler, anlamlar, heyecanlar taşır.
Herkesin farklı derecelerde yaşadığı yoğun duygudur aşk. Aşkın tüm
insanlığın yaşayabileceği bir duygu olması, onu yüzyıllardır edebiyatın
içinde en çok ele alınan bir tema haline getirmiştir. Genel konusu aşk
olmayan bir edebi eserde bile pek çok yazar tarafından, özellikle
romanlarda
karakterlerin
özelliklerini
anlatmada
kullanılabilmiştir.
Karakterlerin aşka bakışının arkasında hayata bakış açısının da büyük etkisi
söz
konusudur.
Albert
Camus’nün
“Yabancı”
adlı
eserinde
de
ana
karakterin tam anlamıyla yansıtılabilmesinde aşka bakışının, onu nasıl
yaşadığının ya da yaşamaya çalıştığının büyük etkisi olmuştur.
Birey-toplum
çatışmasının
ürünü
Yabancı’da,
başkahraman
Mersault,
tekdüze bir hayat içinde yaşayan; yalnız, kendi halinde, sıradan bir
adamdır. Küçük ve basit dünyası içinde edilgen, umarsız bir hayat
sürmektedir. Mersault’un hayata bakış açısı, değer yargıları toplumdan
farklıdır. Mersault’nun en çok değer verdiği şeylerin bile varlığı ile yokluğu
birdir;
bunun
sebebi
Mersault’nun
hayata
kendince
anlamlar
yüklememesidir.
Yazar, olayları Mersault’nun gözünden anlattığı için onun duygu ve düşünce
dünyasını daha iyi tanımakta, farklı düşünüş ve duyuşunun nedenlerini
anlayabilmekteyiz.
Mersault
herkes
düşünmemektedir.
gibi
Örneğin;
davranmamakta,
annesinin
hissetmemekte
cenazesinden
döndüğü
ve
günün
akşamı kız arkadaşıyla bir komedi filmine gidebilir, onunla eğlenebilir ve
sevişebilir. Eserin ilerleyen bölümlerinde başına dert açacak bu ve benzeri,
topluma ters gelen davranışların arkasında irdelenmesi gereken çeşitli
durumlar yatmaktadır. Bunu yargılamak eserde savcılara düşmektedir. Bir
cinayet işleyip cinayetten çok annesinin naaşının yanında sigara ve kahve
içtiği, ya da ertesi gün rutin hayatına geri döndüğü için yargılanan
Mersault’un en önemli özelliği samimi ve dürüst olmasıdır. Yalnızca
toplumun beklediği davranış kalıplarına göstermemektedir. Yani annesinin
Merhaba – İlkbahar 2011 / 37
ölümüne ağlamadı diye üzülmüyor olması gerekmez. Kaldı ki annesini her
hatırlayışında genellikle “anacığım” sözünü kullanan Mersault, -cık ekinin
kattığı sevgi, acıma ifadesini son derece yalın bir biçimde dolaysız
göstermektedir.
Aynı
biçimde
kız
arkadaşının
kendisinden
beklediği
davranış kalıplarına da uymaz.
Kız arkadaşı olan Marie’yi hep arzulamaktadır. Bu arzulayışta seçtiği
ifadeler, onun, aşkın tenselliğini öne çıkardığını göstermektedir: “... Pek
içim çekmişti onu.” (Camus, 25)
İlişkinin cinsel boyutu ön plandadır.
Genel olarak hayata, hayatın içindeki ayrıntılara da hep bu noktadan
bakmaktadır. Nesnel ve duyusal bir algıya sahiptir. Aşk ve cinsellik
arasındaki yoğun çekimden genelde bahsedilir. Ama bunu sunma biçimi
toplumsal değerleri algılamasına göre herkeste farklı olabilir. İnsan
doğasında bulunan bu karşı koyulamaz olguyu kimileri toplumsal baskılar
nedeniyle yaşayamamakta, ya da toplumun evlilik gibi kurumsal süreçlerini
beklemekte, kimileri de Mersault gibi kendi istediği gibi, içinden geldiğince
yaşamaya çalışmaktadır. Yani büyük anlamlar yüklemeden son derece
nesnel bir yaklaşımla. Mersault’nun bu yaklaşımının arkasında bireysel
farklılığı yatmaktadır.
Ortalama ilişkilerde, toplumsal baskıların da etkisiyle aşk yaşandıkça,
paylaşılan arttıkça işin seyri değişerek bağlanmaya dönüşebilir. Bu da
devamında
evlilik
denilen
kavramı
ortaya
çıkartmaktadır.
Birbirine
bağlılığın toplumsal simge aracı olarak evlilik kullanılmaktadır. Bir gün
Mersault’u görmeye giden Marie, Mersault’a kendisi ile evlenmek isteyip
istemediğini sormuştur. Aldığı cevap onu şaşırtır. “Bence bir, ama istersen
evlenebiliriz.” (syf:46). Görüldüğü gibi evliliğe önem vermemektedir. Fakat
Marie,
toplumsallıktan
fazlasıyla
etkilenen
biridir
ve
bu
durumu
yadırgamaktadır. Mersault’nun verdiği cevap topluma göre anormaldir.
Mersault ise sadece dürüst davranarak, bu konuda gerçekten hissettiklerini
ve düşüncelerini söylemektedir. “Davranışlarımızda olsun, sevincimizde
olsun
kendimizi
birlikte
hissediyorduk”.
(syf:54).
Mersault’ya
bu
yetmektedir.
Yabancı,
asılmayı
beklerken
geçmiş
yaşamını
düşünür,
sorgular
ve
yaşadıklarından asla pişmanlık duymaz, ulaştığı bilinç düzeyi yine aşka
dairdir. Yaşama isteği ile somutlanan Marie’dir. “… bu çehrede güneşin
38 / Merhaba – İlkbahar 2011
rengi, isteklerin alevi vardı: bu Marie’nin çehresiydi.” (syf:113). Marie’ye
karşı olan duygularından emindi. Kendi isteklerini aşkı ve yaşamı bir bütün
olarak görmekteydi.
Albert
Camus
insanlığın
en
temel
sorununu
tartışmıştır
aslında.
İsteklerimiz, arzularımız topluma rağmen nasıl yeşerecek? Ancak, aşksız
bu dünyanın değerlerine yabancılaşarak… ama kendine yakınlaşarak… değil
mi? belki…. Evet….
“Aşk imiş her ne var ise âlemde
İlm bir kiyl ü kaal imiş ancak”
Fuzûlî
Merhaba – İlkbahar 2011 / 39
MESLEK SEÇİMİ ÜZERİNE
Yegân ERDEM
[email protected]
Hayatımızda aldığımız en önemli karardır belki de meslek seçimi yapmak.
Öyle bir karar ki insanın bütün yaşamı neredeyse onun etrafında şekillenir.
Bir kere seçim yapılınca geriye dönüş de oldukça zordur. Hayatta mutlu
olmak için doğru meslek seçmek gerektiğini söyleyebiliriz. Fakat ne yazık
ki bu kararı verirken pek çoğumuz öneminin farkına varmıyoruz ve
üniversiteye kapağı atayım da, başka bir şey istemem, diye düşünüyoruz.
Eğitim sistemimizin eleştirilecek pek çok yönü var. Bence en çok
eleştirilmesi
gereken
nokta
bireylerin
yeteneklerinin
keşfedilip
geliştirilmesine yönelik olmaması. Özellikle lise eğitimini ele alırsak
uygulamadan çok ezbere dayalı bir eğitim olduğunu görürüz. Öğrenciler
fen bilgisi derslerini birkaç test sorusundan ibâret sanır, tarih derslerini ise
bazı savaşların tarihlerini ezberlemek olarak düşünür. Böyle bir eğitim
sistemi içinde ise kişinin hangi alanlara daha çok ilgisi ve yeteneği
olduğunun ortaya çıkması sanıldığından çok daha zordur.
Eğitim sistemimizin diğer bir kötü yanı ise öğrencileri ders dışı etkinliklere
teşvik etmemesidir. Açıkçası öğrencilerin de buna fırsat bulmaları epey
zordur; çünkü neredeyse ilkokuldan itibaren herkes dershanelere akın
eder. Amaç sınavlara hazırlanmak, daha iyi notlar almaktır. Böyle olunca
da neredeyse ilkokuldan itibaren öğrenciler hafta sonlarını okulda öğrenmiş
olmaları gereken bilgileri pekiştirmek ve yeniden öğrenmekle geçirirler.
Halbuki ders dışı etkinlikler kişinin yeteneklerini geliştirmesini ve en
önemlisi de kendisini tanımasını sağlar. Bu da kişinin daha bilinçli meslek
seçmesine yardımcı olur.
Türkiye’de pek çok insanı yanlış meslek seçmeye iten unsurların bir diğeri
de üniversite seçme sınavıdır. Herkesin de bildiği gibi bu sınavdan alınan
puana göre tercihler yapılır ve çoğunluk puanının en çok yettiği üniversite
ve bölümü tercih eder. Örneğin benim girdiğim sene çok yüksek puan
40 / Merhaba – İlkbahar 2011
alanlar
elektronik
ya
da
bilgisayar
mühendisliği
bölümlerini
tercih
ediyorlardı. Ya da aslında elektronik mühendisliği isteyen bir arkadaşım
puanı istediği üniversiteninkine yetmediği için bu üniversitenin kimya
mühendisliği bölümüne girmişti. Halbuki tercihler yapılırken önce ne
okumak
sonra
nerede
okumak
gerektiğine
karar
vermek
gerekir.
İstemediğimiz bir mesleği seçmektense bir sene daha bekleyip tekrar
üniversite sınavına girmek daha akıllıca bir karardır.
Meslek
seçimi
konusunda
vereceğim
en
güzel
örnekler
Sabancı
Üniversitesi’nde beraber okuduğum arkadaşlarıma ait. Burada bölüm
seçimi ikinci akademik senenin sonunda yapıldığından ilk iki senemizde
hem kendimizi hem de meslekleri tanıma fırsatı bulmamız bizi doğru bir
tercih yapmaya yöneltmişti. Ben de dahil olmak üzere pek çok arkadaşım
ikinci senenin sonunda eğitim almak istediğimiz alanı değiştirdik. Bir
arkadaşım ise fen bilimlerine daha çok ilgi ve yeteneğinin olduğunu anlayıp
sosyal bilimler fakültesinden fen bilimleri fakültesine geçiş yaptı ve
programından dereceyle mezun oldu. Aynı örneğin tersi de mevcuttu; fen
bilimlerinden sosyal bilimlere geçiş yapan arkadaşlarım da vardı.
Elbette doğru bir karar vermenin formülü Sabancı Üniversitesi’ne gitmek
değil; bu örnekleri vermekteki maksadım karar verirken yeteneklerimizin
farkında olmamızın ve meslekleri tanımamızın önemini vurgulamaktı. Pek
çoğumuzun meslek seçmeden önce istediğimiz mesleği iyi tanımadığımızı
düşünüyorum. Mesela ben lisedeyken endüstri mühendisliğinin tam olarak
nasıl bir meslek olduğunu bilmiyordum ve arkadaşlarımın da bildiğini
sanmıyorum. Fakat çok para kazandırdığı ya da ilerde iyi iş imkânları
olduğu gibi söylentiler sebebiyle o dönemde çok tercih edilen bir bölümdü.
Puanı da yüksek olunca herkes bir anda endüstri mühendisi olmak
istemişti.
Şunun altını çizmeliyiz ki bir dönem popüler olan bir meslek dalı üç sene
sonra eskisi kadar popüler olmayabilir. Popüler olduğu için ya da puanımız
yettiği için seçtiğimiz meslekler bizi hayatımız boyunca istemediğimiz bir işi
yapmak mecburiyetine sürükleyebilir. Başarı seçilen mesleğe değil o
mesleği ne kadar iyi yaptığımıza bağlıdır ve insan sadece sevdiği işte çok
Merhaba – İlkbahar 2011 / 41
başarılı olabilir. Bu sebeple hayatımızın en önemli kararlarından biri olan
meslek seçimini çok iyi düşünerek ve kendimizi tanıyarak yapmamız
gerekir.
Haziran ayında pek çok genç arkadaşımız üniversite seçme sınavına
girecek ve ertesinde de bu önemli kararı almak durumunda kalacak. Bu
sebeple ben de bu konudaki görüşlerimi ve izlenimlerimi paylaşmak
istedim. Umarım onlar da bilinçli bir şekilde mesleklerini seçer ve hayatları
boyunca bu kararlarından memnun kalırlar.
42 / Merhaba – İlkbahar 2011
SIRILSIKLAM
Ece YALIN
Kıvrıldım aranızdan
sessiz ve kederli
Daha doğmamış bir bebek,
umutlara..
yeni ve anlamlı umutlara
gebe bir anne
ıslattı saçlarımı.
Güneş akan yüreğime
yağmurlar yağdı,
ninni duyar gibi oldum.
Denedim…
Yetmedi rüzgarım,
dağılmadı bulutlar…
Trafik, insanlar,
bulutlar ve zaman
yetişmeye çalıştı apar topar
Biliyorum…
Merhaba – İlkbahar 2011 / 43
Yerin de göğün de
acelesi benden
Ama yapacak bir şey yok !
Bir varmış bir yokmuşta kalan
son nefesimle
kıvrıldım aranızdan
daha sessiz
daha kederli…
Açtım derinizi,
aktım başucunuzdan.
Bunun için
deriniz kuru
saçlarınız sırılsıklam…
44 / Merhaba – İlkbahar 2011
EDEBİYATIN TOPLUMSALLIĞI VE
HAR-NAME ÖRNEĞİ
Nesibe YAZGAN
[email protected]
Edebiyat, malzemesi dil olan bir sanattır. Malzemesini dilden aldığı için de
bir yüzü hep insana ve topluma dönüktür. Bir yüzü insana dönüktür çünkü
yaratıcısı insandır. Bir yüzü topluma dönüktür çünkü insan toplumsal bir
varlıktır ve edebî eserler bu sosyal varlık için yazılmıştır.
Edebiyatın
toplumsallığı
ya
da
“toplumdışılığı”
edebiyat
kuramcıları
tarafından hep tartışılmıştır. Kuramcılar bu tartışmayı hâlen sürdürmektedir
ve her biri kendince haklıdır. Biz, edebiyat araştırmacılarını ilgilendiren
nokta ise eserlerdeki toplumsal izlerdir. Çünkü şairlerin ya da yazarların
ustalığı, bu izleri eserin hamuruna tuz misali katabilmeleriyle doğru
orantılıdır. Usta aşçıların yaptığı yemekler ne tuzsuzdur ne de çok tuzludur;
tıpkı usta kalemlerin eserlerindeki toplumsal izler gibi…
Ben bu yazıda Şeyhî’nin Har-namesi’ndeki sosyal izleri takip etmeye
çalışacağım. Şeyhî’yle aynı zamanda, aynı toplumda yaşamıyorum, hatta
aynı dili konuştuğumuz bile söylenemez; ancak Har-name’yi okuduktan
sonra gülümseyebiliyorum. İronik bir tebessüm bu; ama zaten eserin
amacı da bu: Ağlanacak hale güldürmek.
Har-name adı üstünde bir eşek kitabı, daha doğrusu bir eşeğin öyküsünü
anlatan bir kitap. Şeyhî’nin bu eseri niçin yazmış olduğuna dair çeşitli
rivâyetler var. Zaman zaman eserde de bu konuya dair ipuçlarına
rastlıyoruz.
Har-name, klasik mesnevi formunun tüm özelliklerini taşıyan minyatür bir
örnek hüviyetinde. Eserde zayıf, güçsüz bir eşeğin öküze özenmesi ve
öküze benzemeye çalışırken yaşadıkları mizahi bir dille anlatılıyor. Metnin
bütününe alegorik bir dil hâkim. Anlatılanlarla, Şeyhî’nin gerçek hayatta
başına gelenler arasında benzerlik kurulabiliyor. Özellikle metnin son
bölümü Şeyhî’nin ruh halini ve dönemin toplumsal yapısını yansıtıyor. Şiirin
sonunda Padişah’a dua ediliyor ve onun devrin, cihanın, milletin hakimi
olduğu vurgulanıyor. Bu, Osmanlı toplum yapısıyla ilgili önemli bir detay.
Merhaba – İlkbahar 2011 / 45
Osmanlı toplumunda mutlak hâkim padişahtır; onun dediği olur, bu durum
da ister istemez şairleri hemen hemen her şiirde onun övgüsünü yapmaya
yöneltir. Geleneğin tekrarı olarak Har-name’de de bu mevcut; ancak Harname’deki padişah övgüsünün özel bir karşılığı da var. Zîra Şeyhî’nin
başından geçtiği düşünülen olayla Padişah’ın doğrudan bir ilgisi var.
Şiirin başındaki “Dua-yı Devlet-i Şah” bölümünün son dizelerine doğru
Şeyhî, padişahı övdükten sonra kendinden bahsediyor ve kendini dert
içinde, ikbal ararken sıkıntı bulan bir zavallı olarak niteliyor. Bu dizelerden
sonra “Hikâyenin Başlangıcı” adlı bölüm geliyor ve zayıf eşeğin durumu
uzun uzun anlatılıyor. Şeyhî’nin kendi zayıflığını anlattıktan sonra eşeğin
zayıflığını anlatmaya başlaması oldukça mânidar; Şeyhî bir bakıma kendini
bu zavallı eşekle özdeşleştiriyor ve bunu okuyucuya hissettiriyor.
Hikâyenin devamında eşeğin öküzü görmesi ve ona benzemek istemesi
var. Buradaki öküz, gücün simgesi, devlet ve ikbal olarak düşünülebilir.
Eşek, öküzün gücüne sahip olmak istiyor ve düşüncelerini pir eşeğe açıyor.
Bilge eşek, başına gelebilecekler konusunda zayıf eşeği uyarıyor. Bilge
eşek, ikbal yolunun tehlikeleri konusunda Şeyhi'yi uyaran,herhangi bir dost
olarak düşünülebilir. Zayıf eşek uyarıyı dikkate almıyor ve fıtratının dışına
çıkarak
öküz
gibi davranmaya başlıyor,
sonuçta da kulağından ve
kuyruğundan oluyor. Eşeğin kuyruğunu kesen bağcı olarak, Şeyhî’nin
yoluna çıktığı söylenen haramiler ya da Şeyhî’nin ikbalini çekemeyen
hasımları düşünülebilir. Şeyhî tüm bunların şerrinden yine padişaha
sığınıyor ve mesnevisini padişah övgüsüyle sonlandırıyor.
Metnin genel şablonu ve simgesel karşılıkları bu şekilde ifade edilebilir. Bir
de metnin Türk eleştiri edebiyatını ilgilendiren yönü var. Edebiyatımızda
eleştiri maalesef hâlâ üvey evlat konumunda; nitelikli eleştiri ve eleştirmen
sayısı oldukça az. Bu üzücü durumun eskiden beri var olması ise
düşündürücü. Osmanlı edebiyatına baktığımızda dünya algısı, siyâsi güç ve
tarihsel zeminin etkisiyle hiciv sahasının pek de muteber olmadığını
görüyoruz. Bu bakımdan hiciv edebiyatı örneklerinin sayısı oldukça az. Bu
nedenle Har-name özel bir öneme sahip. Har-name’de alegori yoluyla örtük
eleştiri var. Bu eleştiri yalnızca bir kişi ya da zümreye değil, toplumun ve
insanların geneline yönelik. Zayıf eşeğin durumu, genel anlamda sahip
olduğu özellikleri kabullenmeyip, kendinde olmayanı isteyerek kendini heba
46 / Merhaba – İlkbahar 2011
eden herkesi kapsıyor; özel anlamda ise Şeyhî’nin kendine yaptığı bir
özeleştiri olarak algılanabilir. Zira Şeyhî, öküze özenen zayıf eşek misali
ikbal kapısına özeniyor. Bağcı, eşeği keserek toplumun aksak yönlerini
kendi yöntemleriyle ortadan kaldırmaya çalışan kraldan çok kralcı tiplerin
karşılığı olarak eleştiriliyor. Bağcının bir
diğer karşılığı ise Şeyhî’yi
çekemeyen hasetler ya da yoluna çıkan haramilerdir. Bu iki zümre de
başarıyı hazmedemeyen ve başarılı kişileri yok etmeye çalışan tipleri temsil
ederek eleştirilerden nasibini alıyor.
Har-name’de eleştirinin son derece eğlenceli bir dille âdeta tatlı sert
yapıldığını görüyoruz. Şeyhî’nin eseri bu noktada oldukça önemli. Harname’deki eğlenceli dil ve az sözle çok şey anlatabilme başarısı, Şeyhî’nin
kendinden sonraki hiciv örneklerine basamak teşkil ederek ölümsüzlüğe
ulaştığını açıkça gösteriyor.
Merhaba – İlkbahar 2011 / 47
KENDİ KENDİNE KONUŞMAKMIŞ AŞK
Meleknur AŞICI
[email protected]
Tiyatronun ne olduğunu yeni yeni anlıyorum. Gerçek anlamda ilk tiyatro
tecrübemi geçen sene yaşadım. Yanımda Merve vardı. Kendisi Devlet
Tiyatrolarını devamlı takip eden, hatta gitmeyince eksikliğini hissenden bir
arkadaşım… Bana: “Bu yaşa gelmişsin, ilk defa mı gidiyorsun tiyatroya!”
demedi ama dese ne diyebilirdim ki… Evet, bu ilkti! Çünkü ne küçükken
okulla gittiğim çocuk tiyatrolarını ne daha büyükken ailemle gittiklerimi
gerçek anlamda tiyatro izlemekten saymıyorum. İyi ki o arkadaşımla
tanışmışım, iyi ki o oyuna gitmişim.
Tiyatro sahnesi o oyundan sonra
farklı gözüktü gözüme.
Tiyatro öyle bir şey ki seyircisinden ilgi bekliyor. Bir sinemaya gitmek
istediğinizde gişe kuyruğuna girip hemen biletinizi alabilirsiniz. Oysa tiyatro
öyle mi! Çoğu oyuna bir ay sonrasına sahneye yakın, güzel bir yerden bilet
bulmak
neredeyse
imkânsız.
Tiyatro
izlemek
için
biraz
harcamalısınız. Nerede yeni bir oyun var araştırmalısınız,
da
emek
algılarınız açık
olmalı, sahneleri takip edip bilet bulmak için internetten hummalı çalışma
da cabası. Eskiden sahneye konmuş klasik oyunların konularını daha önce
seyretmiş arkadaşlara bir sormalı… Yorumlarını almayı da ihmal etmiyoruz
tabii. Bütün bu ön hazırlıklarda oyuncuların kim olduğu da önem kazanıyor.
“Efendim, falan dizinin kötü adamı ile filan filmdeki esas kız oynuyor
oyunda biliyor musun!” nevinden tanımlamalar oyuna ilgiyi arttırabiliyor.
İşte gerçek bir izleyici bu basamakları çıkarak tiyatrosuna varır. Bütün bu
çalışmaların verdiği tatlı yorgunluğun semeresi ancak oyun bittikten sonra
alınır. Oyunun etkisiyle, kendinizi sahneden zar zor koparıp, içinize
döndüğünüz zaman fark edersiniz. İşte o zaman peşinden koştuğunuz avı
yakalamanın verdiği zevki tadabilirsiniz. Söylemeden geçmeyelim; bazı
oyunları sindirmek pek de kolay olmayabilir…
İşte bu yolları az buçuk kat ederek gittiğim tek kişilik oyun bunları
düşünmeme sebep oldu. Oyunun tek kişilik olduğunu öğrenince biraz
burulduğumu itiraf etmeliyim. Aslında oyunun adından monolog olacağını
anlamalıydım: ”Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk”... Nedense hayatım gibi
48 / Merhaba – İlkbahar 2011
tiyatroda da çok kişi, çok ses, çok fikir, çok hareket olmalı diye
düşünürdüm. Kalabalığa alıştığım bu dünyada “Bir oyuncuyu bir saat
dinlemek nasıl olur acaba, sıkıcı olmaz mı!”şüphesiyle gittiğim oyundan
tüm önyargılarım yıkılmış olarak çıktım.
Sıkıcı olmaktan çok uzak bir
oyundu; seyirciyi kendine çeken, anlatmaya çalıştığı duyguları yaşatan,
vücut dilini olabildiğince iyi kullanan gerçekçi bir gösteriydi. Oyuncunun,
“Kimim ben?” iç sorgusuyla hem görsel hem de işitsel olarak çok etkileyici
idi. Bu son sahne beni bir süre koltuğa çiviledi. Gerçekten “Ben kimim?”
demekten geri duramadım.
Bu etkide kuvvetli oyunculuğu ile Kürşat Alnıaçık’ın payı büyük… Bütün
sahneyi dolduran bir oyun gücü vardı. Tabii ki oyuncunun yanı sıra
yazanından
yönetenine,
ışığından
dekoruna
başarılı
bir
ekip
işiydi
seyrettiğim sahneler. Belli ki yazar, vermek istediği ana fikri zihninde çok
iyi oluşturmuş, bir senaryo içinde karakteri çok iyi konuşturmuş. Sonra da
oyunu ekibin de yardımıyla izleyiciyle buluşturmuş.
Bütün bu çalışmaların bir amacı olmalıydı. Bu amaç yazarda oluşan bir fikri
başkalarıyla
duygulardan,
paylaşmak
olabilir
düşüncelerden
miydi?
izleyicilerin
Yazarın
ne
aldığı,
paylaşmak
aldığını
istediği
hayatının
neresine koyacağı onlara kalmış. Artık görüntülerden ve seslerden oluşan
bu kitabın toz tutmasına göz mü yumar, yoksa masasında devamlı
kullandığı başvuru kitabı mı yapar, bilinmez.
Aslında tiyatro, kitap okumaya hayli benziyor. Ayrıntılar, olaylar, mekânlar,
kişiler var ikisinde de… Diğer yandan bir o kadar da farklı... Kitap, daha
çok hayal gücüne bağlı; bu yüzden okuru tiyatroya göre daha özgür kılıyor
ama tiyatroda her şey gözünün önünde hayal kurmaya fırsat vermiyor.
Tiyatro ve kitap belki de çok yönlü olan insanoğlunun farklı zamanlardaki
değişik ihtiyaçlarını karşıladığı için bu kadar farklı. Biri sözün ve sesin
temsilcisi, öteki yazının… Ve biz neye ihtiyaç duyuyorsak, o bize iyi geliyor;
ilacımızı bulmuş oluyoruz. Bu yüzden de ihtiyaç anında ilacın etkisi daha
kuvvetli oluyor.Tiyatro ancak izleyicinin fikrî ihtiyaçlarını karşıladığı, onu
doyurduğu zaman gerçek anlamda izlenmiş oluyor bence. Kitabın hakkı da,
ihtiyaç olduğunda okuyunca veriliyor. Daha önce sıkılıp okuyamadığın bir
kitap bir olay sonrasında insana daha anlamlı gelebiliyor. Kütüphanede
Merhaba – İlkbahar 2011 / 49
olduğu halde, bir kitabı açmamak da, sağlıklı iken ilaç kutusunu rafta
unutmaya benziyor.
Şeklini, farkını bir kenara bırakalım da gittiğim oyunun vermek istediği
mesaj ne olabilir ona yoğunlaşalım. İç hesaplaşmalarla örülmüş bir ağ ve
çaresizce çırpınan bir insan… Yaptıklarını yargılıyor; bir yanı “Kötü şeyler
yaptın, haksızsın.” derken diğer yanı da kendini haklı çıkaracak bir sebebi
mutlaka buluyor. İçinden çıkamadığı düşüncelerde ise ruh hâli sarsıcı…
Sevgiyi, aşkı, acımayı, merhameti, yalnızlığı, özellikle de yalnız kalma
korkusunu çetrefil düşüncelerle irdeliyor… İnsanın pişmanlıklarıyla ne
hallere girebileceğini görme fırsatı sunuyor. Farklı hayatlar, farklı insanlar,
düşünceler, yorumlar… Hepsini onaylamasam da -ki yazarın da böyle bir
derdi olduğunu sanmıyorum- bu oyun senden başka insanların da
olduğunu ve bazı insanların çok derinden yaşadığı, yaralandığı duygulara
ne kadar uzak kalınabildiğini hatırlattı bana. Oyunun işlediği bazı duygular
ya da düşünceler bana uzak da olsa, insan olmanın doğasında olan
evrensel duyguları bu oyunda yakalayabilirsiniz. Hiç tanımadığınız yerlere
giden bir yolculuk yapabilirsiniz.
Velhasıl bizim dışımızda dönen bir dünya var ve çoğu zaman bu hayatı
yaşarken çöl fırtınaları görüşümüzü engelliyor. Benim için okuldu, evdi,
gezmekti… Belki başkaları için çalışma hayatıydı, ailesiydi, geçim derdiydi…
Kısacası yaşam maratonunda yanından hızla geçip gittiklerimizdi. Bu
fırtınalar gözümüzü açtırmıyor, açmaya çalışsak kumlar kaçıyor, ağlıyoruz
ama gördüklerimize değil, canımızın acıdığına. Belki bizim de develerinki
gibi çöl şartlarına uygun, gözlerimizi kafesleyen kirpiklere ihtiyacımız var.
Bu iri kirpikler onları çöl fırtınalarının kumlarından korurken aynı zamanda
görmelerini de sağlıyor. Yani olan biteni görebilmek hayata uyumlu olmayı
gerektiriyor.
Bu
hayat
maratonunda
uyumlu
olmak,
yeri
geldiğinde
yavaşlayıp
manzaranın keyfini çıkarmak ya da kimi zaman yürüyerek çevremizle
ilgilenmek olsa gerek. Bazen ise durmak, tökezleyip düşen biri var mı ya
da ters giden bir şeyler var mı diye geriye bir bakmak da gerekir. Evet,
uyumlu olmak! Önce kendisiyle, yaratılışıyla, doğayla ve daha sonra diğer
insanlarla ahenk içinde yaşamak... Değişen ve gelişen şartları görmezden
50 / Merhaba – İlkbahar 2011
gelmeden duyarlı, duruma uygun davranmak… Böyle bir hayat nasıl
olurdu?
Bu maraton, güneş kavursa da, fırtına çıksa da, yağmur da yağsa devam
edecek, ama nasıl?
Merhaba – İlkbahar 2011 / 51
BİR IŞIK GÖRÜNDÜ
Selim GÖKIŞIK
[email protected]
Hepimizin hayatında bir dönüm noktasıdır okula başlamak. Pek çok yenilik
girer hayatımıza, sorumluluklar alırız. Sosyal bir çevremiz oluşmaya başlar,
çalışmayı, disiplini, erken yatıp erken kalkmayı öğreniriz. Bu sebeple de
alışma süreci pek çok çocuk için sancılıdır. Evdeki rahattan, anne-baba
şefkatinden kopup tanımadığımız bir ortamda bütün gün belli bir programa
göre hareket etmek zor gelir.
Ben ilkokula başladığım günü çok net hatırlıyorum. Sırtımda yeni alınmış
çantam,
üzerimde
formamla
apartmanımızdan
çıktığımda
evimizin
karşısında bulunan ana okulumdaki öğretmenimi görmüştüm. Kendisini çok
severdim. Bana sarılmış, başarılar dilemiş, çok iyi bir öğrenci olacağıma
emin olduğunu söyleyerek beni yüreklendirmişti. Bu güzel öğretmenden
bunları duymak beni çok mutlu etmiş ve okulla ilgili heyecanımı arttırmıştı.
Umarım ilkokul öğretmenim de böyle biridir demiştim içimden. Bize hep
öğretmenlerin çok sevilmesi gerektiği öğretildiği için onu şimdiden çok
seveceğimi düşünmüştüm.
İlkokul öğretmenleri kuşkusuz çocukların gelişiminde çok önemli bir role
sahiptirler. Sadece okuma-yazma ya da toplama-çıkarma öğretmekle
görevli değil; çocuklara iyi bir örnek olmakla, vatanı sevdirmekle, iyi bir
insan olmaya teşvik etmekle de yükümlülerdir. O yaştaki çocuklar önce
ailelerini sonra da öğretmenlerini örnek alırlar. Bu sebeple sadece bir öğretmenlik diploması bu önemli vazifeyi yerine getirmek için yeterli değildir.
Benim ilkokul öğretmenim elli yaşlarında dinç bir hanımdı. Daha önce
devlet okullarında çalışmış, emekliliği yaklaşınca da özel okula geçmişti.
Benim sınıfım, okutacağı son sınıf olacaktı. Gür bir sesi vardı ve bağırarak
konuşurdu. Bu sebeple o konuşmaya başlayınca hemen susardık. Kendisi
aynı zamanda Atatürk hayranıydı. Fırsat buldukça bize Atatürk şiirleri okur,
bu sırada kelimenin tam anlamıyla kendinden geçerdi. Onun bu sevgisi
hepimizi etkilemişti ve biz de Atatürk’ü çok sevmemiz gerektiğini anlamıştık.
Fakat içimizden bir arkadaşımız bazı kavramları kafasında karıştırmış
52 / Merhaba – İlkbahar 2011
olacak ki ‘Öğretmenim Atatürk de bir peygamber mi?’ diye sormuştu. Aynı
akşam bu hâdiseyi ailemle paylaşınca, onlar da epey şaşırmışlardı.
Ben her ne kadar ilkokul öğretmenimi sevmeye şartlanmış olsam da,
sanırım o da kendini sevdirmemeye şartlanmıştı. Anneme sık sık beni çok
sessiz, sakin ve titiz olduğum için şikayet eder, beni de bu konuda ikaz
ederdi. Daha önce bu sebeplerle övgüye uğramış olduğumdan nasıl
davranmam gerektiğini kestiremez olmuştum. Arkadaşlarımla ilgili bir
rahatsızlığımı kendisine ilettiğimde her zaman huzursuzluğu çıkaranların
tarafında
olmuştu.
Birkaç
kere
de
yapmadığım
şeylerden
dolayı
arkadaşlarımın önünde uzun uzun azar işitmiştim.
İlkokul öğretmenime ait ilk belirgin hâtıram bir çanta meselesidir. Birinci
sınıftaki okul çantamı annemle beraber çok severek almıştık. Oval, sarı ve
üzerinde civciv resimleri olan çok şirin bir çantaydı. Çocukluk bu ya, çok
sevdiğimden tozlanır diye yere koymak istemezdim, o sebeple oturduğum
yerin üzerine koyardım. Bir gün teneffüste ön gözünden bir şey aldım ve
çantayı masamın üzerinde bıraktım. Sonra ben bir şeylerle meşgulken
ilkokul öğretmenim hışımla geldi ve ‘Bu çantayı alır atarım’ diye gür sesiyle
bağırdı ve çantamı kaptığı gibi sınıfın öbür ucunda bulunan çöp tenekesine
doğru fırlattı. Çanta uçarak çöpün içine girdi ve ben hayretler içinde
arkasından bakakaldım. Öğretmenim söylenerek sınıftan çıktı. Ben şokun
etkisiyle hala çöpe bakıyor ve öğretmenimi kızdıracak ne yaptım diye
düşünüyordum. Arkadaşlarımdan birisi bu olayı görmüş, o da üzülmüştü.
Çöpten çantamı çıkartıp getirdi, beni teselli etmeye çalıştı. Bu gün bu olaya
hâlâ bir anlam verememekle birlikte o gün içimde öğretmenime karşı çok
büyük bir kırgınlığın oluştuğunu hatırlayabiliyorum.
İkinci hâdise ise beni daha da üzmüştü. Bir gün yemekhânede sınıfça
yemek yiyorduk. Zaten iştahım oldukça azdı ve metal tepsilerde servis
edilen bol yağlı yemekler büsbütün iştahımı kaçırıyordu. Bu sebeple yemeği
yavaş ve isteksiz yiyordum. Birden masanın başında oturan öğretmenimiz
‘Bakın çocuklar, arkadaşınız nasıl yemek yiyor’ diyerek beni işaret etti ve
sonra abartılı hareketlerle benim taklidimi yapıp ardından güldü. Sınıf
arkadaşlarım bana bakarak gülmeye başladılar. Birden herkesin alay
konusu olmuştum. Zaten o yaştaki çocukların yapmaktan çok hoşlandıkları
bir şeydi birileriyle alay etmek ve öğretmenimiz onların ekmeğine yağ
sürmüş, beni ise utandırmış, iştahımı büsbütün kaçırmıştı.
Merhaba – İlkbahar 2011 / 53
Öğretmenler günü gelip çattığında sınıf bir çiçek bahçesine dönerdi.
Kocaman çiçek buketleri ve renkli kâğıtlara sarılı hediye paketleriyle dolardı
öğretmenimizin
imkânlarını
her
masası.
Sınıftaki
fırsatta
bazın
göstermekten
zengin
ailelerin
hoşlanıyorlardı.
çocukları
Bir
ailenin
öğretmenimizin evine beyaz eşya bile aldığını duymuştuk. Altın takıların da
hediye olarak verildiğine şahit olmuştum. Bana verilen terbiye ise bu tip
hediyelerin sembolik ve abartısız olması gerektiğiydi. Sâde bir kırmızı gülü
bir kutunun içinde vermiştim öğretmenime. Zaten kocaman çiçek buketleri
almak da hiç içimden gelmiyordu.
İlkokulda aklımda kalan diğer önemli bir olay da İngilizce öğretmenimi-zin
düzenlediği bir aktiviteyle ilgili. Yeni yıla girmeden önce sınıfça bir kut-lama
yapacaktık ve kurada çektiğimiz arkadaşımıza hediye alacaktık. Bu-nun
yanı sıra çikolata ve şekerleme getirecekti herkes. Ben de hediyemi alarak
sınıfa gittim fakat ne yazık ki çikolataları getirmeyi unuttum. Öğretmenimiz bu durumu fark edince beni ve çikolata getirmeyi unutan bir diğer
arkadaşımı tahtaya kaldırdı, bize kızdı ve sınıfa dönerek kimsenin bizimle
çikolata veya şeker paylaşmamasını tembihledi. Tam iki saat süren ders
sonunda nefis çikolata kokusuyla dolmuş sınıftan çıktığımda ben de bir
daha unutamayacağım bir ders almıştım. Öğretmenimizin verdiği ceza bana canımın çektiği bir şeyi gözümün önünde başkaları yerken yiyememenin
ne kadar kötü bir duygu olduğunu gösterdi. Annemin neden sokaktayken bir
şey yememem gerektiğini söylediğini daha iyi anlamıştım ve o günden sonra yiyeceklerimi hep paylaşmaya özen gösterdim, özellikle de çikolatalarımı...
İlkokul öğretmenime karşı hiç saygısızlık etmedim, bugün de ona kızgınlık
ya da kırgınlık duymuyorum. Aksine bana öğrettikleri için ona şükran
borçluyum ve belki de onun sayesinde bu yazıyı yazabiliyorum. Bütün
bunları anlatmamın sebebi öğretmenliğin basit bir vazife olmadığını ve
insan hayatını yakinen ilgilendiren kutsal bir görev olduğunu, sadece ders
kitaplarında
yazan
bilgileri
çocuklara
aktarmaktan
ibâret
olmadığını
hatırlatmaktı. İlkokula çok severek gitmemiş, her gün gitmemek için türlü
bahaneler uydurmaya çalışmış olsam da daha sonraki öğrencilik yıllarımda
tanıştığım değerli öğretmenlerim sayesinde okul sevgisi içimde gittikçe
çoğaldı. Her zaman saygı ve sevgiyle hatırladığım birçok öğretmenim oldu.
Bizlere
emek
veren,
yetiştirip
bu
günlere
öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun...
54 / Merhaba – İlkbahar 2011
hazırlayan
bütün

Benzer belgeler

Merhaba Sonbahar 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı

Merhaba Sonbahar 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı Türkçe Sözlük hediye edildi. Kazananların ödülleri Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın 40. yıl toplantısında verildi. Biz de dergimizin bu sayısından itibaren yukarıda bahsi geçen ve dereceye giren yazı...

Detaylı

Merhaba Yaz 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı

Merhaba Yaz 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı Tasarım Nişantaşı ve Maçka Semtleri arasında bulunan yapı adası içindedir. Parselin batı, güney ve güneybatısı boyunca Konferans Vadisi olarak tanımlanan Maçka Parkı uzanır. Bu alanda Cemal Reşit ...

Detaylı